DEVRİMCİ YOL
Söyleşiler
Aral Yayınları
Araştırma dizisi-1
İnönü Alpat'ı daha çok şair kimliği ile tanıyoruz. Alpat'ın "Yaralı Oğluyum Hayatın" ve "Kendini Anlatırsa Bir Kız" isimli şiir kitapları var. "Randevuyu Dağa Verdik" İnönü Alpat'ın dördüncü kitabı. Alpat'ın 1993'te "Sosyalistler ve İnsan Hakları" konusunda bir araştırma kitabı yayınlandı. Haftalık 2000'e Doğru ve Ekonomik Panorama'da ve kimi 15 günlük, aylık dergilerde bir süre muhabir olarak çalışan Alpat, bu kitabıyla 12 Eylül dönemini bilinmeyen bir yönüyle ele alıyor. Sosyalist solun ana gövdesini oluşturan Devrimci Yol'un yenilgiyle biten yaklaşık yirmi yıllık serüveninin bir bölümü, röportajlarla, belgelerde, tartışmalarla ilk defa bu oranda günışığına çıkıyor.
SUNUŞ
Devrimci Yol hareketinin 1980-1985 yılları arasında yaşadığı sürecin ilginç bir kesitini bulacaksınız bu çalışmada. 12 Eylül askeri darbesinden hemen sonra üstüste yediği ağır darbelerle merkezi yapısı dağılan, önder kadroları ve bir çok taraftarı gözaltına alınıp tutuklanan Devrimci Yol hareketinin geriye kalan unsurlarının, 1980-1985 yılları arasında, birçok kentin kırsal kesiminde başlattığı "direniş hareketi" canlı tanıklarıyla, belgeleriyle günışığına çıkartılmaya çalışıldı.
12 Eylül dönemi kamuoyu tarafından pek çok tartışıldı. Bu yönüyle ilk kez tartışılıyor. Bu açıdan da bir boşluğu dolduracağını sanıyorum.
Yaşanmıştır. Yaşanmışı yok saymak mümkün değildir.
Toplumların hafızası zayıftır. Hergün yeni siyasal gelişmeler karşısında şaşkına dönen toplumlar için geçmişi hatırlamak, geçmişi hatırlatacak tartışmaların içine girmek külfet görülebilir. Geçmişte yaşanılanların bugün için anlamı yeterince kavranmazsa, bir başka deyişle önemsizse onun için, unutmak; siyasal bir tercih durumuna gelir.
Toplumsal hafıza zayıftır. Hele, sistemli ve ciddi bir arşiv kültürü-alışkanlığı da denebilir- bulunmuyorsa, araştırmacıların eski defterleri karıştırması başlıbaşına sıkıntı nedenidir.
Benim açımdan da en büyük sıkıtı bu oldu. Bu çalışma sırasında, 12 Eylül davalarına giren avukatların, dava dosyalarının yasal saklama süresinin bitmesi nedeniyle, aslında bir dönemin gelişmelerine ışık tutabilecek dökümanları, elden çıkarmaya, yok etmeye başladıklanna tanık oldum. Bir dönem, tanıklıklarıyla, belgeleriyle yok oluyordu.
Özellikle, Devrimci Yol hareketinin kır pratiği, sol kamuoyu tarafından yeterince bilinmeyen, tartışılmayan bir olaydı. Kimi dergi yazıları, röportajlar ve bir kaç kitap sayılmazsa, bu pratiğe yapılan vurgu, o dönemin yeterince anlaşılması açısından etkisiz kalıyordu.
Böyle bir çalışmaya neden gerek duyduğum sorulabilir. Aradan onca zaman geçtikten sonra... Devrimci Yol çevresinin "Yeniden" isimli Dergi ile tekrar siyaset sahnesine girme çabası ve öncesinde, Devrimci Yol çevrelerinin büyük bir kısmının parti kurma girişimi içinde olmaları, sol içinde parti tartışmalarının ayyuka çıktığı günlerde, Devrimci Yolcular özelinde, "nereden nereye" sorusunu akla getiriyordu. Çünkü, bu hareketin ilginç sayılabilecek bir gelişim seyri vardı. Devrimci Yol, aradaki kesintileri saymazsak, yaklaşık 20 yıl, sosyalist hareketin merkezine oturan, geçmişi ve o günü sıkça tartışılan, pek çok açıdan diğer sosyalist örgütlerden ayrılan, bir hareketti.
Geçmişte, radikal, kitlesel ve silahlı direniş yanlısı bir sosyalist hareket olan Devrimci Yol, 1996 Türkiye'sinin karşısına yasal bir partiyle çıkmaya hazırlanıyordu. Bu noktada, Latin Amerika'daki gerilla hareketleriyle büyük bir benzerliği vardı. Latin Amerika'da yılların gerilla hareketleri, kendilerine yasal siyasal alanda yer açmaya çalışıyordu. Dünyadaki son gelişmeler, silahlı bir tarzla, siyasal bir sonuç almanın mümkün olmayacağını gösterir gibiydi.
Devrimci Yol hareketinin kır deneyimi, Türkiye sosyalist hareketi açısından ilk deneyimdi. 12 Mart günlerindeki Kızıldere ,ve Nurhak sayılmazsa -ki bunları gerilla faliyeti saymak zor- Anadolunun ilk gerillası olarak görmek mümkün Devrimci Yol gerillasını. Zaten yaşananlara bakıldığında, bu kır pratiğinin ilk olmanın getirdiği acemiliği, doğallığı ve masumluğu îçinde taşıdığı görülecektir.
Anadolunun ilk gerillası ile ilgili bir çalışma yapmayı, ilk gerillalarla görüşebilmeyi, onların duygu ve düşünce dünyalarına sohbetlerle ve günlüklerle girebilmeyi, bir gazetecelik olayı olarak değerlendirdim.
Devrimci Yol hareketinin, silahlı tarzın en üst biçimi sayılan, gerilla mücadelesine başvurması ve başarısızlığıyla başlayan, bugün yasal parti tartışmalarıyla devam eden sürecini araştırmaya değer gördüm. Ancak, bu çalışma, kendisini, gerilla mücadelesinin bitimine kadar geçen zamanla sınırlamış durumda. Devrimci Yol çevrelerinin sürdürdüğü parti tartışmalarına, bir kaç soru ötesinde girmeyi düşünmedim. Sorular, röpörtajın genel akışında ortaya çıktı.
Devrimci Yol kır pratiğinde yer alan çok sayıda insana ulaşmak mümkündü. Örnekleme yöntemini kullanmak en uygunu oldu. Röportaj yaptığım insanlara, "çanak sorular" sormadığımı sanıyorum. Onları sıkıştırma gibi bir niyetim de olmadı. Genellikle dönemi, ilişkilerini, amaçlarını bütün çıplaklığıyla ortaya çıkaracak sorulara yöneldim. Röportajlarda tartışmaları içeren kimi bölümler kendiliğinden gelişti. Yüzyüze gelme olanağı bulamadığım insanlarla yazışmak durumunda kaldım.
1980-85 döneminin önemli isimlerinden Taner Akçamla görüşememem, bu çalışmanın eksikliği olarak görülmeli. Çünkü Akçam, 1982 yılında daha organize bir şekilde başlatılan kır pratiğinin mimarlarından birisiyken, kır pratiğini, aradan pek de uzun bir zaman geçmeden reddetme yoluna gidiyor. Nedenlerini sormak istiyordum. Kendisine ulaşmaya çalıştım. Mektubumun ulaşıp ulaşmadığını bilemiyorum. Ulaşmaması zor ihtimal. Tartışmaya katılmak istememesi akla daha yatkın. Akçam'ın o dönemdeki tavrı, ciddi sayılabilecek şuçlamalarla karşı karşıya bulunuyor. Bunu röportaj sırasında ifade edenler oldu. Söylenenleri aktarıp, görüşlerini soracaktım.
Ayrıntıya girmek gibi bir niyetim olmadı. Çünkü, Devrimci Yol'un genel değerlendirilmesi ve araştırılmasını amaçlayan bir çalışma değil bu. 20 yıl aralıksız süren bir gelişimin, beş yılını ortaya çıkarma hedefi var yalnızca. Kaldı ki, Devrimci Yol ile ilgili pek çok tartışma yıllar boyu dergilerde, gazetelerde yer aldı. Hem Devrimci Yolcuların kendilerini nasıl tanımladıkları hem de dışarıdan nasıl değerlendirildikleri sıkça yazıldı, çizildi.
Zaten, Devrimci Yol hareketinin geneli üzerine yapılacak bir araştırmanın ciddi anlamda profesyonellik ve bilimsellik taşıması gerektiğine inanıyorum. Çünkü ortada, başı sonu belli, oturmuş, net bir programı olan, belli bir merkezden yönetilen, taraftarlan/sempatizanlarının ortak özellikleri bulunan bir örgüt yok. Daha çok, yediden yetmişe kendisine Devrimci Yolcu diyen herkesin Devrimci Yolcu olabildiği, bunun için belli standartların/koşulların aranmadığı bir ilişki tarzı var. Bu özellikleriyle halk hareketi olmaya yakın bir yerde durduğu, Latin Amerika ülkelerinde görmeye alışık olduğumuz halk hareketlerinin kimi özeliklerini taşıdığı söylenebilir.
Devrimci Yol'da sosyalist tarzın/politikanın zorunlu bir sonucu olarak yukardan aşağıya örgütlenme, belli bir merkezden işleri idare etme çabası var ama, Türkiyenin özgün koşulları ve o günkü mevcut durumları nedeniyle bunu başaramanın sancıları var. Ankara Devrimci Yol davası sanıklarından Melih Pekdemir'in "tarih bizi faşizme karşı örgütlendiğimiz için değil, örgütlenemediğimiz için yargılayacaktır" sözündeki açık özeleştiri bu sancının bir ifadesi sayılabilir.
Devrimci Yol ile ilgili yapılacak bir araştırmanın 1975-80 Türkiye'sinin de araştırılması anlamına geldiğini, araştırmanın sosyolojik-psikolojik ve toplumsal öğeler taşıması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle bugün, solun -bütün kesimleri dahil- kitlelerden yalıtılmışlığı, yalnızlığı üzerine kafa yoranların, Devrimci Yol hareketinin, Niğde'nin yoksul köylülerinden, Karadenizli fındık üreticilerine, maden işçilerinden aydınlara, büyük kentlerin gecekondu mahallelerinden üniversitelere kadar, solun tarihinde görülmedik oranda, yaygınlaşmasının nedenlerini araştırmaları gerekiyor.
Bu çalışmanın sınırları olanaksızlıklarla çizildi. Daha kapsamlı bir çalışma yapılabilirdi. İş güç, para pul gibi sıkıntılar nedeniyle çalışmanın boyutunu genişletme olanağı bulamadım. Ne olabilirdi? Kır pratiğinin yaşandığı bölgelere gidebilirdim. Oraları görüp, kapılarını gerillalara açmış insanlarla görüşebilirdim. Pek çoğu, o günlerin sıkıntısını yaşamış, gözaltına alınmış, mağdur olmuş insanlardı. O insanlarla görüşmek, çalışmaya farklı bir hava katar, belki de tekdüzelikten kurtarırdı. Yurtdışına çıkıp, kır pratiğinde yer almış ve bugün mülteci olarak yaşayan insanlarla yüzyüze görüşme olanağı yaratabilirdim. Dedim ya, iş güç, para pul.
Giriş yazısında, Devrimci Yol hareketinin genel bir değerlendirmesini yapmaya çalıştım. Bir özet sayılabilir. Ayrıca, özetlerken, daha çok, Devrimci Yol sanıklarının kendi ifadelerini kullanmaya, Devrimci Yol Dergisi yazılarından alıntı yapmaya dikkat ettim. Şimdiye kadar konuşmayanları konuşturma, yayınlanmayan belgeleri yayınlama noktasında; çalışmayı gazetecilik, araştırmacılık olarak değerlendirip, bu sınırı aşmamaya dikkat etttim. Yalnızca, önemli gördüğüm kimi noktaları öne çıkarmaya çalıştım.
Belgeleri Giresun Devrimci Yol, Ankara Devrimci Yol, Fatsa Devrimci Yol Dava dosyalarından edindim. Röportaj yaptığım insanlarla, yasal sınırların dışına çıkmamaya, mahkeme tutanaklarında var olan çerçeveyi aşmamaya dikkat ettim. Ayrıca, teknik işlerde büyük yardımları olan Ali Ekber ve Zeki'ye de teşekkürler.
İnsanın kendisine ait bir çalışma ortamının olması çok önemli. Böyle bir olanaktan yoksunum. Bu yüzden işten ayırdığım zamanlarda ve akşam evde birşeyler karalamaya çalıştım. Eşimi ve çocuğumu bu nedenle, az da olsa ihmal ettiysem, üzgünüm.
İnönü Alpat
Ekim 1995
GİRİŞ
Devrimci Yol hareketinin gelişimini, 1974'lerde Dev-Genç ile başlayan, 1977-1980 yıllarında Devrimci Yol'da somutlaşan ve 12 Eylül sonrası «gerilla mücadelesi» ile devam eden bir seyirde izleyebiliriz.
Kimi örgütler, partiler için net bir tanımda bulunmak mümkünken, Devrimci Yol için bunu başarmak zor görünüyor. Örgüt dense, bunu sağlamlaştıracak yeterli «kanıt» bulunamıyor. Örgüt değil dense, Devrimci Yol'u açıklamak için yetersiz kalıyor. Devrimci Yol davalarının iddianamelerini yazan Sıkıyönetim Askeri Savcılarına göre;«örgüt», diğer sol gruplara göre örgüt değil; «kendiliğindenci bir hareket». Mahkemelerdeki Devrimci Yol sanıklarının anlatımlarına bakarsan; ortada öyle savcıların iddia ettiği gibi bir örgüt yok. 12 Eylül sonrası, taraflarının aynı anda, ortak bir karar varmış gibi dağlara çıkıp, silahlı direniş başlatmaya kalkışmalarına bakarsan; kocaman örgütlü bir yapıyla karşılaşıyorsun. 12 Eylül sonrası dağa çıkan insanların sayısıböyle bir sonuca ulaştırıyor. Yalnızca, Artvin bölgesinde 600 civarında insan dağa çıkıyor. Karadeniz'in diğer bölgelerinde, Ege'de, Güney'de, Güneydoğu Anadolu'da dağa çıkanlarla birlikte bu sayı binlerle ifade edilebilecek bir rakama ulaşıyor.
Bütün bunlardan dolayı, Devrimci Yol'u tanımlamak için kendi ifadelerine başvurmak en sağlıklı yol gibi geliyor.
«Devrimci Yol her türlü olumsuzluğun, kötülüğün kol gezdiği, faşist terörün yarattığı bir dehşet ve karabasan ortamında geleceği karartılmak istenen halka ait güzellikleri kendinde toplayan bir umut ışığı olarak ortaya çıkmıştır. Bütün bunların sonucu olarak kendisine «Devrimci Yolcu» diyen veya kendisini Devrimci Yol'a yakın gören, Devrimci Yol'daki görüşleri benimseyen onbinlerce insandan oluşan bir devrimci hareket ordusu oluşmuştur.»
Devrimci Yol'un bu sözlerle tanımlanması duygusal öğeler taşıyor. Bu tanıma saygı göstermek gerekiyor. Aynı duygusal ifadeler Melih Pekdemir'in mahkemedeki kişisel savunmasında da yer alıyor.
«..Türkiye'de Devrimci Yolcu olmak demek, Spartaküs'ün, Bedrettin'in Marks'ın, Lenin'in sözlerine sahip çıkmak, proleteryanın çağrısına uymak demektir. Devrimci Yolcular içsavaş günlerinde Çeltek'te ve işyerlerinde, Fatsa'da ve Anadolu'nun dört bir yöresinde, Tuzluçayır'da ve tüm gecekondu semtlerinde, ODTÜ'de ve tüm üniversitelerde işçiler ile, köylüler ile öğrenciler ile kürtler ile ve emekçi halklarımızla faşizme karşı söylenmesi gerekenleri söylediler ama söyleyecekleri bitmemiştir. Devrimci Yol bu direnişin sözcüsü, Devrimci Yol bu direnişin öncüsü oldu. Devrimci Yol bayrak oldu. Biz şimdi burada, Devrimci Yol'da yürümekle suçlanırken, şimdi dışarıda yüzbinlerce işçi Devrimci Yol'da yürümeye devam ediyor. Buradaki bir avuç insanı yargılamak, suçlamak, cezalandırmak kolay ama dışarıdaki yüzbinleri, milyonları yargılamak, suçlamak, cezalandırmak hiç kolay değildir. 1980 sonbaharında bütün gazeteler Devrimci yol'da yürüyenleri çirkinleştiriyor, karalıyorlardı. 1988 ilkbaharında yine aynı gazeteler Devrimci Yol'da yürüyenleri güzelleştiriyor, aklıyorlar. Sonuç bir Devrimci Yol güzellemesidir...»
İlk Kıvılcımı Gençlik Çakıyor
12 Mart'tan çıkışta sol örgütsüz ve dağınıktı. 12 Mart'ın getirdiği yenilgi, korku psikolojisi ve dağınıklık, 1974-75'lere kadar kendisini hissettirdi. Bu yıllarda başlayan ve gençlik üzerinde yoğunlaşan faşist saldırılar, gençliği arayışlara itti. Gençlik bir yandan bu saldırılara karşı «can güvenliği» temelinde örgütlenmelere giderken bir yandan da sosyalist düşünceleri tartışmaya başladı.
Ankara'da ilk başta ADYÖD (Ankara Demokratik Yüksek Öğrenci Derneği) ve AYÖD (Ankara Yüksek Öğrenci Derneği), İstanbul'da İYÖKD (İstanbul Yüksek Öğrenci Kültür Derneği) ve İYÖD (İstanbul Yüksek Öğrenci Derneği) ve EYÖD (Ezurum yüksek Öğrenci Derneği) gibi öğrenci dernekleriyle başlayan örgütlenme çabaları, gençliğin merkezi bir örgütlülüğe ihtiyaç duymasıyla 1976 yılında DGDF'nin (Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu) kurulmasıyla sonuçlandı.
Pek çok sol siyasi hareket gibi Devrimci Yol'un da önder kadroları isimlerini bu dönemdeki gençlik örgütlemesinde duyurmaya başladı. Devrimci Yol daha sonraki yıllarda gençlik sınırlarını aşsa da, çekirdek kadrosunun gençlik mücadelesinden çıkması nedeniyle, üst örgütlenmesini buna göre şekillendirdi.
12 Mart sonrası gençlik içinde filizlenmeye başlayan sosyalist düşünceler, üniversiteli gençliğin büyük oranda Dev-Genç etrafında yığılmasını sağladı. Dev-Genç, genel olarak Mahir Çayan'ın ve THKP-C'nin tezlerini savunuyor, kimi duygusal motifleri kullanarak, gençlik içinde etkili oluyordu.
1974-75'lerde yoğun bir biçimde başlayan faşist saldırılara karşı gençliğin merkezi bir örgüt talebi sonucunda doğan Dev-Genç, anti faşist direnişin simgesi oldu. Bu arada, gençlik arasında sosyal emperyalizm, SBKP-ÇKP-AEP tezleri, Mahir Çayan ve THKP-C'nin görüşleri yoğun bir biçimde tartışılıyordu. Tartışma giderek safların netleşmesini getiriyor, solun ilerde yaşayacağı bölünmelerin ipuçlarını veriyordu. 1 Kasım 1975'te ilk sayısı yayınlanan Devrimci Gençlik Dergisi sayfalarını, anti faşist direniş ile ilgili yazıların yanısıra sosyalistler arası teorik tartışmalara da ayırıyordu.
Okullarda «Can güvenliği, öğrenim özgürlüğü» sloganı etrafında biraraya gelen devrimci gençler, üniversitelerle sınırlı bir mücadelenin, gençliğin sorunlarını aşamayacağı sonucuna ulaşıyorlardı. «Üniversitelerde üstüste darbeler yenilir ve başarısız sonuçlarla karşılaşılırken; Altındağ'da faşistlere karşı Altındağ halkının gösterdiği şiddetli tepki, bize çok dersler verecek niteliktedir.» (Devrimci Gençlik. Sayı 7, 19 Nisan 1976) Bu belirlemelerle gençlik yüzünü okulların dışına çeviriyordu. Baktıkları yer ise, büyük kentlerin gecekondu bölgeleriydi. Sağ partilere yıllarca oy veren gecekondu halkı, kapılarını çalan devrimci gençlere sıcak davranıyordu.
«Devrimci Gençlik, Yükselen anti-faşist halk eylemlerinin ön saflarına» (Devrimci Gençlik. Aynı sayı) başlığıyla yayınlanan yazı, gençliğin okullarla çizilen sınırı zorlamaya başladığını gösteriyordu. Yazıda, ilişkilerin merkezileşmesi, akademik tartışmaların dışına çıkıp, sınıflar mücadelesinde yer alma hedefi vurgulanıyordu. Gençlik hedefini büyütüyordu. «Devrimci Gençlik Hareketi içinde yetişen bir çok unsur, mücadelenin çeşitli alanlarına aktarılmadığı için -ki bu durumun başlıca sorunu bir proleterya partisinin bulunmamasıdır-» (Devrimci Gençlik. Aynı sayı.)
Devrimci Gençlik Dergisi, gençliğin merkezi örgütlenmesinin dışında, ülke çapında devrimci bir hareket yaratılması ve sınıflar mücadelesine bu merkezi politik hareket aracılığıyla müdahale gerekliliğini ortaya koyuyordu. Dergi, «Bu nedenle Devrimci Gençlik, anti-faşist mücadeleyi ülke çapındaki bir politikaya tabi kılmalıdır ve merkezi bir politikanın yönlendirildiği bir devrimci zemin üzerine oturtmaya çalışmalıdır.» diyerek ve tartışma başlıklarını sosyalizm sorunları, faşizm, Sovyetler Birliği, revizyonizm, oportinizm gibi, aslında gençliğin sorunlarından uzak sayılabilecek konulara kaydırırak, belirlediği hedefi bir taraftan pekiştiriyordu.
Devrimci Gençlik, «masum öğrenci hareketi» olma özelliğini yavaş yavaş yitiriyordu! Bu gelişmeler, yani, gençliğin, ülke çapındaki politikaya müdahale araçlarını yaratma çabası, sonucunu gösteriyor, okullarda ve gecekondu bölgelerindeki çatışmalar tırmanıyor ve faşistlerin okullardaki, büyük şehirlerdeki etkinliği kırılıyordu.
İlk parentezi burada açıyorum. Dev-Genç'in mücadelesinde, ODTÜ-ÖTK (Orta Doğu Teknik Üniversitesi-Öğrenci Temsilciler Konseyi) ayrı bir yer tutuyordu. ÖTK deneyimi, her dönem gençlik mücadelesinde öne çıkıyor, sonraki kuşak üniversiteliler için özgün bir model oluyordu.
1970'li yıllardan akıllarda kalan birkaç örnek deneyim var. Fatsa, Tariş, Yeraltı Maden İş bağlı kimi maden ocakları. ÖTK'da bu deneyimler arasında sayılabilir. Gençlik örgütlenmesinin nasıl olması noktasında geleceğe sarkan bir deneyimdir ÖTK. Demokrasinin gerçek anlamda denendiği bir zemin de denebilir. Bir üniversite çapında, kitleselliğin, katılımın, okula sahip çıkma duygusu ve iyi birer öğrenci olmanın yarattığı bir örnektir. Bugün pek çok alanda eksikliği hissedilen bu gelişmeler, ÖTK örgütlülüğü zemininde gerçekleşme şansını yakalamıştır.
12 Eylül öncesi, üniversiteler yoğun çatışmalara sahne oluyordu. ODTÜ'nün bu çatışmalardan nasibini almaması beklenemezdi. Aldı da. Ama, ÖTK deneyimi gelecek kuşaklara aktarılırken, bu çatışmalı dönem fazlaca bir yer tutmadı, ODTÜ'lü öğrencilerin, «ODTÜ'nün faşistleştirilmesine karşı bir bütün halindeki direnişlerinin» ÖTK sürecindeki öneminin yok sayılamayacağı gerçeğine, direnişin tamamen meşru ve haklı zeminde gerçekleştiği, diğer okullarda olduğu gibi ODTÜ'nün «kan gölüne» dönmediğini eklemek gerekiyor. Yoğun bir şekilde çatışma ortamın yaşandığı hergün bir kaç öğrencinin yaşamını yitirdiği okullarda geleceğe ne aktarılabilir? Övünülecek ne bulunabilir?
ÖTK deneyimini yaşayanlar övünüyorlar ama.... « ÖTK pratiğini yaşamış, yönlendirmiş veya yakından izlemiş hemen her kesimden insanın üzerinde hemfikir olduğu belli özellikler vardır ama bunların arasında ikisi öne çıkar: Kitlesellik ve demokratiklik. Bunlara bağlı olarak ortaya çıkan üçüncü özellik de etkileyiciliğidir.» (Ahmet Asena. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi. 72. fasikül)
Ankara Devrimci Yol Davası'nda yargılanan ve AYÖD, Dev-Genç yöneticiliği yapan Ali Alfatlı, Bülent Forta, Memduh Uyan ve Mehmet Ali Yılmaz'ın gençlik mücadelesini ve Dev-Genç'i anlatan 7 Nisan 1989 tarihli dilekçelerinin de yer aldığı «Gençlik ve Mücadelesi» isimli kitabı (Simge Yayınevi. Haziran 1989) derleyen Engin Höke'nin sonuç yazısında Dev-Genç'le ilgili yazdıklarından bir bölüm aktarıp, çok genel hatlarıyla verilmeye çalışılan gençlik mücadelesi kısmını noktalıyalım.
«Dev-Genç herşeyden önce Anti-faşist, Anti Emperyalist bir gençlik örgütü olmuştur. Faşizme karşı herkesi bünyesinde toplamak ve aktif mücadeleye katmak için çalışmıştır. Demokratik bir gençlik örgütü olmanın ötesinde herhangi bir misyon üstlenmeye kalkmamış, ancak, gençliğin kurtuluşunun işçi sınıfı ve emekçi halkın kurtuluşuyla mümkün olacağı bilincinde hareket etmiştir. Bu tutum da ifadesini bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde yer almakla bulmuştur.
Dev-Genç hiç bir zaman bir kadro örgütü ya da sosyalist bir gençlik örgütü olmamıştır...Dev-Genç demokratik bir gençlik örgütü olarak, aşağıdan yukarı demokratik seçimlerle oluşmuş, işleyişinde de en geniş demokrasiyi uygulamaya çalışmıştır...Dev-Genç bu ülkenin gençlik mücadelesinde onurlu bir yer tutmuştur. Onu devrimci gençliğin bilincinden silip çıkarmak ve yok etmek mümkün değildir. Dev-Genç'in özgün mirası, mücadele geleneği ve ruhu geleceğin gençlik kuşaklarının mücadelesinde de elbetteki yaşayacaktır.
Artık ülkemiz gençliği için Dev-Genç'li olmak her genç için onurlu bir ayrıcalıktır...»
1977 1 Mayıs
1977'in kanlı 1 Mayıs'ı Devrimci Yol Dergisi'nin kamuoyunun karşısına çıktığı gün oldu aynı zamanda. 1 Mayıs kutlamalarının katliama dönüşmesi nedeniyle Devrimci Yol ismi öne çıkmadıysa da, aradan kısa bir süre geçtikten sonra solun en çok telaffuz ettiği isim oldu.
Devrimci Yol çevresinin ideolojik-politik görüşlerinin ana hatlarıyla ortaya konulduğu Devrimci Yol Bildirgesi Nisan ayı içerisinde yayınlandı. Bildirge, 12 Mart'tan çıkışta, solun yaşadığı «ideolojik, teorik ve örgütsel karışıklık ve dağınıklık» ortamında dünya, Türkiye ve devrimin yolu konusunda derli-toplu bir metin özelliği taşıyordu. Devrimci Yol Dergisi'nin yayınlanma nedenleri sıralanırken, Bildirge'de ortaya konulan görüşlerin araştırılmaya, tartışılmaya ihtiyacı olduğu vurgulanıyor, Bildirge'nin bir platform olarak algılanması isteniyordu.
Bildirge önüne parti kurma fikrini alıyor, süreç«partileşme süreci» olarak tanımlanıyordu. Bildirge'de, partileşme süreci ile ilgili ileri sürülen görüşlerin, hemen bir parti kurma çağrısı olarak kavranmayacağının belirtilmesine karşın, Devrimci yol çevresi «proleterya partisi» için start alıyordu. «Temel siyasi görev olarak proleterya partisinin inşası yolunda, onun bağımsız siyasi hareketini yaratma yolunda mücadele, temel siyasi görevimizdir.»
Bildirge'ye göre; faşizme karşı mücadale bir devrim meselesiydi. Bunun için işçi sınıfının bağımsız siyasi eylemi oluşturulmalı, mücadeleyi kalıcı kılacak işçi sınıfının öz örgütü inşaa edilmeliydi.
Peki, parti nasıl olacaktı? Hedeflenen neydi? Ortada, farklı ülkelerde yaşanmış parti deneyleri vardı. Bunlar mı örnek alınacaktı? « Savaşçı parti» nasıl olacaktı? Parti kadroları nasıl yetiştirelecekti?
Bildirge'de bu ve benzer sorular ortaya konuyor ama ne olmasından daha çok ne olmaması gerektiği vurgulanıyordu. Ya da genel parti tanımlarıyla yetiniliyordu. «...sınıflar çatışmasının her alanında işçi sınıfının bağımsız siyasetini hayata geçirmeye çalışan bilinçli kadroların örgütlü ve neyi, ne için yaptığını bilen bir tarzda...»
Devrimci Yolcular, parti ile ilgili bütün ayrıntıları, pratiğin karşılarına çıkaracağı doğrulara bırakıyordu. Zaten, Bildirge'nin parti konsunda verdiği en net yanıt; parti için her hangi bir şablon kullanılmayacağıydı. Parti, somut koşulların doğru bir şekilde yapılacak analizlerinden çıkacaktı. O somut koşullar herşeyi -devrim, çalışma tarzı, örgüt anlayışı- belirleyecekti.
Önemli sayılabilecek bir vurgu da, partileşme sürecinin özel olarak «hiyerarşi oluşturma» gibi algılanmaması noktasına yapılıyordu. Bildirge'de genel hatlarıyla ortaya konan, THKP-C değerlendirmesiyle devam eden parti tartışmaları, daha sonra, Devrimci Yol Dergilerinin sayfalarını sıkça dolduruyordu.
Devrimci Yol çevresi, partileşme startıyla başlattığı süreci, bir «proleterya partisine» ulaşamadan noktaladı.
Devrimci Yol'un partileşme süreci hem kendileri açısından hem de diğer sol grup ve partiler açısından tam bir «yılan hikayesi»ydi. Devrimci Yol'a kıyasla çok daha dar ve etkisiz olan gruplar «partilerine» kavuşurken, bu çevre kendi partisini neden bir türlü kurmuyordu?
Bildirge'nin yayınlanmasından yıllar sonra kaleme alınan Ankara Merkez Devrimci Yol Davası savunmasında sanıklar, 70'li yıllara atıfta bulunarak, kendilerinin, farklı bir partileşme anlayışını savunduklarını, partiyi, herhangi bir şekilde biraraya gelmiş insanların kendi aralarında oluşturdukları hiyerarşik bir yapı olarak görmediklerini belirtiyorlardı. Savunmada, parti konusunda sol içi tartışmalara yanıt ise şu sözlerle veriliyordu: «Gerçek fonksiyonlarını yerine getiremedikten sonra, bu tür grupların pek çoğunun yaptığı gibi, kendi kendilerini «M-L bir örgüt ya da parti » olarak isimlendirmiş olmaları herhangi bir değişiklik getirmemektedir.
Nitekim, Devrimci Yol'un geniş taraftar kitlesine sahip olmasına karşın Devrimci Yol çevresindeki ilişki ve çalışmaların M-L bir parti niteliğini taşımadığını vurgulama gereği duymamız, bir anlamda ülkemiz solunun bir gerçeği olarak kabul edilmekle birlikte, aşılması zorunlu bir olumsuzluk olarak değerlendirdiğimiz bu kendiliğinden nitelikli siyasi grup yapılarının idaelize edilerek devrimci bir parti örgütlenmesi yerine geçirilmemesi gereğinin bir ifadesi olarak da görülmelidir.»
Devrimci Yol Bildirgesi'nin parti ile ilgili ortaya koyduğu düşünceler, sol içi ideolojik-politik saflaşmanın yavaş yavaş oturacağı, tartışmaların sert geçeceği izlenimi veriyordu. Çünkü, Bildirge'ye göre, 40 yıllık oportünist-revizyonist tezlerle hesaplaşılması gerekiyordu. Ülkemiz soluna , bu elli yıllık sağ bir eğilim hakimdi. Bu hesaplaşmadan , geleneksel sağ partiler olarak gördükleri TİP, TSİP, TEP, SDP, TKP ve PDA nasibini alıyordu.
Bildirge, SBKP-ÇKP tezleriyle ideolojik kavgayı kızıştırarak, Devrimci Yol'un Türkiye'ye özgün bir hareket olacağının, dünya ölçeğinde bağımsız bir çizgiye oturacağının ipuçlarını veriyordu. «Uluslararası sosyalist hareketin merkezi bir bütünlüğü yoktur. Bugün enternasyonalizm adına sapmalardan birinin kuyruğuna takılmak.., bu sapmalara karşı tüm burjuva ideolojilerinin etkilerinden bağımsız proleter devrimci hareketin mücadele bayrağını yükseltmekten geçmektedir.»
İçsavaş Tespiti
1977-80 yılları arasında yaşanan siyasal çatışma ortamı Devrimci Yol çevresi tarafından «içsavaş» olarak tanımlanıyordu. O günlerde içsavaş tanımı yapan başka bir siyasi hareket yoktu. Devrimci Yol'a göre; Türkiye'de ilan edilmemiş, üstü örtülü, cephelere ayrılmamış bir savaş yaşanıyordu. İçsavaş tespiti yapıldıktan sonra ona göre örgütlenmek kaçınılmazdı. Devrimci Yol'u, anti-faşist mücadelede öne çıkaran, bu mücadelenin odağı haline getiren de bu tespit oldu.
Toplum her gün biraz daha çatışma ortamına çekiliyordu. Gecekondu mahallelerinde, üniversitelerde, küçük Anadolu kentlerinde, yoksul köylerde, kimi işçi ağırlıklı yerleşim birimlerinde toplumun yaşadığı sağ ve sol saflaşmada, Devrimci Yol sol saflarda ağırlıklı bir yer kazanıyordu.
Anti-faşist mücadelenin Devrimci Yol çevresinin belirgin özelliği olması, faşizme karşı duran insanların o saflarda toplamasına yol açıyordu. Bu durum Devrimci Yol önderliğini faşizme karşı mücadele konusunda yeni arayışlara itiyordu. Çünkü, toplumda var olan direnme eğilimlerinin bir araya getirilmesi sorunu vardı. Başarı şansı ancak böyle bir yöntemle yaratılabilirdi. Hareketin önderliği iç savaşın derinleştiği günlerde, «Direniş Komiteleri» tartışmasını solun gündemine getiriyordu. Bu öneri özellikle THKP-C kökenli gruplar arasında yoğun tartışmalara neden oluyor, Devrimci Yol, THKP-C ve Mahir Çayan'ı reddetmekle suçlanıyordu.
Devrimci Yol'a göre Direniş Komiteleri ihtiyaçtan doğmuştu. Halkta var olan ve aslında kendiliğinden gelişen direnme eğilimlerinin bir çatı altında toplanması, aynı politik hatta duruşlarının sağlanması bir zorunluluktu. Türkiye'de günlük yaşamda tam bir kaos hakimdi. Can güvenliği en yakıcı sorundu. Siyasal nedenlerle günde 5-10 insan hayatını yitiriyordu. şehirler, mahalleler, sokaklar, okullar, işyerleri saflaşmanın içine giriyordu. İdeolojik saflaşma sürecini yaşayan toplum, hızla fiziki bir saflaşmaya gidiyordu. Ev ev, sokak sokak yaşanan ayrışmada bireyler tercihini yapmak zorunda kalıyordu. Ya o barikatın arkasında olacaktı, ya da bu barikatın. Belki de o günler çatışan tarafta olanlar için değil, fiziki çatışmada yer almak istemeyenler için daha zor günlerdi.
Devrimci Yol çevresinin ortaya attığı Direniş Komiteleri bir bakıma kendileri adına, bu kaosun önüne geçebilmenin çabasıydı. Kimin ne yapacağı, ne zaman yapacağının bilinmediği bir siyasal çatışma yerine, anti-faşist mücadelede derli toplu bir hat oluşturmak zorunluluktu.
«Faşist güçlerin, halk yığınlarını yıldırmaya yönelik saldırıları, geniş halk yığınları arasında bir savunma ihtiyacının doğmasına neden olmakta; çatışmanın genişleyip yaygınlaşması, anti-faşist bir dayanışma eğiliminin doğmasına ve gelişmesine neden olmaktadır. Direniş komiteleri bu eğilimin devrimci bir doğrultuya kanalize edilmesi, bağımsız bir devrimci hareketin, halk iktidarını hedefleyecek şekilde ve tüm anti-faşist halk güçlerinin birleşik devrimci savaşının örgütlendirilmesi doğrultusunda kavranılmasının bir gereği olarak ortaya çıkmıştır.»(Devrimci Yol. Sayı 13 15 Ocak 1978)
Direniş Komiteleri kısa zamanda faşizme karşı mücadele etmek isteyen insanların vazgeçemedikleri adres oluyordu. Her mahallede, her okulda, her işyerinde bir komite kuruluyordu. Adeta mantar gibi bitiyordu komiteler. Bu kez de Devrimci Yol önderliği, Direniş Komitelerine çeki düzen vermekle uğraşıyordu. Devrimci Yol dergilerinde üst üste yazılar çıkıyor, Direniş Komitelerinin aynı politik zemine çekilmesine çalışılıyordu.
Devrimci Yol'a göre; faşizme karşı mücadele bir devrim sorunuydu. Bu noktada, sivil faşistlerle çatışmanın yaşanmadığı ya da yaşanarak bertaraf edildiği alanlarda da, komitelerin kurulması, kurulmuş komitelerin devam ettirilmesi öneriliyordu. Anti-faşist mücadelede yakalanan halka, devrimci bir yola kanalize edilmezse, elden kaçabilirdi. Bu yüzden Direniş Komitelerini yalnızca sivil faşist güçlere karşı kavga zemini olarak düşünmek yanlıştı.
Bu tespit, Direniş Komiteleri'nin diğer yüzünü ortaya çıkarıyordu. Komitelerin çatısı altında, olabildiği kadar, sosyalizm yaşatılacaktı. Devrimcilerin tartıştığı sosyalizmin, yeni bir toplumsal projenin ne menem bir şey olduğu halka gösterilmeliydi. Sosyalizmin ilk adımları atılacak, sosyalist kültür, komitelerin çatısı altındaki insan ilişkilerinde yeşertilecekti. Komiteler sosyalizmin, yani gelecek iktidarın nüveleri olacaktı. Sosyalizm bir pastaydı, halka tadını hiç bilmediği bir pastayı yedirmek zordu. Önce rengine ve kokusuna alışmalıydı halk. Pasta dilim dilim yedirilmeliydi. Direniş Komitelerine pastanın dilimi olma misyonu yüklenmişti.
«Direniş Komiteleri en geniş anlamda, devrimci halk iktidarının birer nüveleri olarak kavranmalı ve bu doğrultuda derinleştirilip geliştirilmelidir.»(Devrimci Yol. Sayı 13 15 Ocak 1978)
«Kitlelerin savunma organizasyonları» olarak tanımlanan bu komitelerin. anti-faşist mücadele ile sınırlı kalmaması amacıyla geliştirilen politikaların bir de, Devrimci Yol çevresinin hedeflediği proleterya partisiyle ilgili yanı vardı. Direniş Komiteleri böyle bir partinin cephe örgütleri olacaktı. Parti ve Direniş Komiteleri birbirini tamamlayan ve birbirini geliştiren iki olguydu.
«Direniş Komiteleri mücadelesinin başarıya ulaştırılabilmesi, böyle bir devrimci önderliğin (proleteryanın öncü savaşçı partisinin) varlığına kopmaz bir şekilde bağlıdır.»(Devrimci Yol Sayı 13 15 Ocak 1978)
Direniş Komiteleri'nin anti-faşist mücadelede gösterdiği başarı, nüve olma olgusunda gösterilemedi. Fatsa bu özelliği ile girdi Türkiye'nin gündemine. Küçük bir kasabaydı. Yapılanlar dikkat çekiyordu ve sistem Fatsa'dan rahatsız olmuştu.
Aydınlarla Yakın İlişki
Devrimci Yol çevresinin, 12 eylül öncesi, Türkiye'deki sol muhalefete sempatiyle bakan, sol muhalefeti araştırma konusu yapan kimi aydınlar ve gazetecilerle yakın ilişkileri vardı. Kaba anlamıyla, örgütsel bir ilişki olarak anlaşılmamalı bu. Türkiye'yi, sol muhalefeti anlamaya, tanımaya çalışan aydınlar karşılarında Devrimci Yol'u görüyorlardı. Gecekondu mahallelerinde, Tariş'te, Fatsa'da, ÖTK'da, işçi hareketinde, diğer sosyalist hareketlerden daha sık karşılaşıyorlardı Devrimci Yol ismiyle.
Türkiye'ye has bir sosyalizm modeli peşinde koşan Devrimci Yol çevresi hem bu yönüyle hem meşru müdafa çizgisini teorize etmesiyle, hem de diğer sosyalist hareketlerle karşılaştırılmayacak oranda yoğun kitle desteği ile sol aydınların dikkatlerini çekiyordu. Belki de, Fatsa'yla başlayan ilgi, karşılarına Devrimci Yol'u çıkarıyordu.
8-14 Nisan 1980'de Fatsa'da düzenlenen «Fatsa Halk Kültür şenliği»ne katılan kimi yazar, gazeteci, öğretim üyelerinin Fatsa izlenimleri, Fatsa'dan ve dolayısıyla Devrimci Yol'dan etkilendiklerini gösteriyordu.
Şenlikle ilgili değerlendirmeler şöyleydi.
«Bana sorsalar «nerede yaşamak isterdin?» diye, Fatsa'da, derdim. «Fatsa gibi bir yerde» derdim.... Bir zamanlar pek ateşli bir tartışma vardı devrimciler arasında. Devrim kırdan kente mi, kentten kıra doğru mu olacak diye. Ben de «Yolda olacak« diye seçeneği üçlerdim aklımca. Benim bu kestirmeci buluşum, Yol'un önemini küçültmez elbet...Fatsa'da yeni bir yaşama örneği oluşuyor, yeni bir üretim biçimine doğru ve buna paralel yeni bir kültür, yeni bir ekin elbet. Fatsa Kültür şenliği'nin anlamı buydu..Ha, onu da unutmadan söyleyeyim, Fatsa'da hır-gür, vur-kır yok. Düzeni düzen olan yerde, Dirlik-düzenlik de oluyor....Bizim sağır sultanlara bu duyurulur mu acaba? Sanmam!...»
Can Yücel
4-5 1980/Demokrat
«Bence Fatsa'da başarılmış çok önemli bir şey var. Fatsa'da devrimci bir çabanın arkasında halk var. Başarının sırrı ise yola çıkanların masa başı teorik-stratejik tartışmaları bir yana bırakarak, Fatsa'da halk için önemli somut işler yapmış olmaları.»
Şükran Ketenci
«Fatsa, çözülmez sanılan toplumsal sorunların insanlara kendi yaşamlarına ilişkin kararları kendilerinin almaları hakkı tanındığında çözümlenebileceğinin umudunu sergiliyor. Fatsalılara yaşadığımız çağ adına teşekkür ediyorum.»
Doç. Dr. Ünsal Oskay
«Fatsa'da insanı etkileyen en önemli gerçek orada yaşayan halkın bilinç düzeyidir. Yaşlı başlı insanların sağlam inançları, kararlılıkları ve sorunlara doğru yaklaşımları ve bu gibi düşünceleri arı bir dille açıklamaları Türkiye'de yeni ve sağlam bir gerçeğin Fatsa'da oluştuğunu etkileyici bir biçimde anlatıyor insana.»
Mahmut Tali Öngören
«Fatsa aydınlık bir yolda ama yolculuk daha yeni başlamış. Her türlü etkileşim tüm dinamiği ile sürüyor. Öğrenirken öğretiyor, öğretirken öğreniyorsunuz.»
Dr. Tuğrul Eryılmaz
«Büyük partilerimizin karizmatik liderler önderliğinde sonuçsuz uğraşları yanında bu küçük kasabada örgüt çalışması, halkın siyasal katılımının doruğa ulaştığı yerel demokrasi örneği ne kadar anlamlı.»
Dr. Yazgülü Aldoğan
İlhan Selçuk Devrimci Yol'un farkına varan aydınlardan birisiydi. Selçuk, Türkiye Sorunları Dizisi 'nin Temmuz 1988 sayısında kendisine yöneltilen bir soru üzerine Devrimci Yol'u şöyle tanımlıyordu.
«..Devrimci Yol Anadolu'nun doğasına uygun yapıdaydı belki; ama Devrimci Yol'un belirli bir yönetim merkezi yok gibiydi. Ve birbirinden bağımsız, hatta birbirinden habersiz Anadolu illerinde ilerici gençlerin kendilerini ortaya atmalarıyla kurulmuş, bir disiplini olmayan, örgütsel tüzüğü de bulunmayan bir hareket. Belki güzel...»
Yalçın Küçük ise, Türkiye Üzerine Tezler kitabının 577. sayfasında, Devrimci Yol'u benzer bir biçimde değerlendiriyordu. «..Türkiye'nin toprağından doğuyor. Aynı koşulların aynı doğuma yol açmasını düşünmek zorunluluğu inkar edilemiyor.»
12 Eylül'den sonra yayınladığı «Bin İnsan«, «Bin Tanık» gibi kitaplarla Türkiye'deki insan hakları ihlallerine dikkat çeken, 12 Eylül faşizminin yarattığı karanlığı bir parça da olsa aydınlatmaya çalışan gazeteci-yazar Erbil Tuşalp, işkenceyi açığa çıkardığı, vurgu yaptığı olayların bir kısmını Devrimci Yol sanıklarına ayırıyordu. Tuşalp'in Cumhuriyet Gazetesi'ndeki odası 12 Eylül mağdurlarının uğrak yeriydi. Tuşalp, benim de içinde bulunduğum bir grupla yaptığı sohbet sırasında, «Devrimci Yol ilginç bir hareket. Dergileri 150 bin satıyordu Hadi, diyelim, bunun bir kısmını zorla satıyorlardı! 100 bin civarında bir satış bile, Türkiye solunun o zamana kadar ve sonrasında bir daha yakalayamayadığı bir sayı. Bunu nasıl başardıkları araştırmaya değer bir durum.» diyordu.
12 Eylül'den sonra, Ankara'da görülmekte olan Ana Devrimci Yol Davası'nda Dev-Genç'li sanıkların yargılanmaları sırasında bir grup aydın tanıklık yapmak için başvuruyordu. Aralarında, 12 Eylül öncesinin CHP'li parlementerleri Ertuğrul Günay, Temel Ateş, gazeteci Mustafa Ekmekçi, Mustafa Gazalcı'nın da bulunduğu aydınlar mahkemeye verdikleri dilekçeyle, sanıkların, 1974-1980 döneminde yaşanan olayların sorumlusu gibi gösterilmelerine karşı çıkıyorlar, saldırgan değil saldırıya uğruyan konumda olduklarını belirtiyorlardı.
Bağımsız Bir Hareket
Devrimci Yol'un en belirgin özelliği Türkiye'ye özgü bir hareket olmasıydı. Bu özelliği ile diğer sol gruplardan ayrılıyordu.
Devrimci Yol çevresi, 1975-80 yılları arasında, dünyadaki sosyalist hareketlerin, partilerin büyük bir kısmının içinde bulunduğu SBKP-ÇKP-AEP kamplaşmasının dışında kalmayı beceriyordu. Türkiye'ye özgü olanı yakalamaya çalışmak, Anadolu toprağına uygun sosyalizm ve örgütlenme arayışları, Devrimci Yol hareketinin öne çıkmasını, kitleselleşmesini sağladı. Bugün de sıkça kullanılan, tartışılan «Söz-yetki-karar», «Üreten biz-Yöneten de biz olacağız», «Direniş Komiteleri», «halk komiteleri», «sosyalist demokrasi» gibi kavram ve sloganlar, o yıllarda Devrimci Yol çevresi tarafından solun gündemine sokuldu.
O yıllarda Devrimci Yol çevresine karşı yapılan sert eleştirilerin başında da, bu tartışma başlıkları geliyordu. Devrimci Yol çevresi, özellikle THKP-C kökenli örgütler tarafından, Mahir Çayan'ı inkar etmekle suçlanıyordu. Direniş Komitelerinin Mahir Çayan'ın tezlerinde olmadığı, söyleniyordu.
Devrimci Yol Ana Davası'nın 1 No'lu sanığı Oğuzhan Müftüoğlu, o günkü tartışmaları şöyle değerlendiriyordu bir yazısında: «Zengin bir mücadele ve deneyler birikimini sunan Devrimci Yol pratiği bize göre THKP-C hareketinin en iyi değerlendirmesi sayılmalıdır. Onun en iyi savunmasını da, devrimci bir eleştirisini de orada bulmak olanaklıdır. Bu nedenle «Fatsa», «Kızıldere» nin bir devamı olduğu kadar onun bir eleştirisidir de.» (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi. Mart 1990)
Bir parantez de burada açmak gerekiyor. Devrimci Yolcuların teorik konulardaki bağımsızlıkçı çizgilerinin pratiklerine de yansıdığını görüyoruz. Bu çalışma sırasında dikkatimi çeken noktalardan birisi de bu oldu. Önemli bir noktaydı ve bugün yalnızca solun değil tüm Türkiye'nin tartıştığı bir konuya açıklık getiriyordu. Bağımsızlıkçı tavır; Devrimci Yol taraftarları ârasında, bir siyasal kültür durumundaydı.
Yaşathak Aslan'da bu kültürün izlerini görmek mümkün. "Bizi karakterize eden; aşırı bağımsız ve bağımsızlıkçı özelliğimizdi. Dış yardımları küçümsediğimiz gibi, elimizi verip kolumuzu kurtaramayacağımız ilişkilerden ısrarla kaçınıyorduk. Doğrudan ve dolaylı gelecek yardımlara kapalıydık. Yalnızca, kendimizle eşit gördüğümüz, hiç bir fayda beklemeden yardım yapacak tarafların yardımına açıktık. Böyle taraflar da bu bölgede fazlasıyla yoktu. En sıkışık olduğumuz dönemlerde bile gelen dış yardımları reddettik. Bu yüzden teknik araç-gereç vs. kendi olanaklarımızla sınırlıydı."
Mahmut Memduh Uyan'ın, 12 Eylül sonrası başlatılan mücadelenin yurtdışı -Lübnan'da kurulan kamplar- faslını anlatırken kullandığı ifadeler, örtülü bir PKK eleştirisi olarak görülmeli. "Bizim Filistinli örgütlere dayanarak orda kalmamız sözkonusuydu. Filistinlilerin inisiyatifleri kırılınca, Suriyelilerin inisiyatifi yükseldi. Ve bizim için elverişli bir zemin olma özelliğini yitirdi. Çünkü biz, bağımsız kişiliğimizle, kendi siyasal yapımızla oralarda kalmak ve oralardan yararlanmak düşüncesindeydik. Filistinlilerin durumu buna uygundu. Fakat inisiyatif Suriyelilerin eline geçince, bağımsızlığımızı zedeleyici bir durum oluştu. Onun için orada kalmayı uygun görmedik."
Bu uygun görmeyiş aslında, Devrimci Yol'un,12 Eylül sonrası biraraya getirmeye çalıştığı direniş hattının zayıflamasına, daralmasına yol açıyordu. Devrimci Yol çevresinin, beş yıl sürdürdüğü kır pratiğinin yenilgiyle sonuçlanmasının pek çok nedeni sayılabilir. Ancak, gerilla mücadelesinde sığınılacak bir limanın varlığının ne kadar önem taşıdığı, PKK örneğinde görülebilir. PKK'nın eylemlerini sınırötesi bağlantılı sürdürdüğü bilinmektedir.
Burada iki tavır ortaya çıkıyor. Devrimci Yolcular, bağımsızlıklarını zedeleyeceğini düşünerek, limana sığınmıyorlar. Bağımsızlık uğruna, yenilgiye davet çıkarıyorlar. PKK, bağımsızlığı hiçe sayıyor. Suriye'nin etkinliğindeki bölgelerde kalmaya devam ediyor. Bugün PKK'nın en büyük destekçilerinden birisinin Suriye olduğu artık tartışılmıyor.
PKK-Suriye ilişkilerinin hangi boyutta olduğunu Taner Akçam'dan öğrenelim; "Suriye ile ilişkiler sonucu, Suriye devletinin işkencehanelerini kullanıp kullanmadıklarını bilmiyoruz. Fakat Avrupadaki esrar-eroin şebekesinin önemli bir kısmını ele geçirmiş Suriye Kürtlerinden devlet adına vergi toplama resmi görevini almış, vergisini vermeyen köylülerin kulak ve burunlarını kesmekle meşgul bir örgütün kalıcı işkencehaneleri olması da imkan dahilindedir" (Taner Akçam. Sosyalistler ve İnsan Hakları. Derleyen İnönü Alpat. Başak Yayınları. Sayfa: 76)
O günkü tavırlarıyla Devrimci Yolcular, bugün Suriye'nin tahsildarı olmakla sonuçlanacak bir ilişkiyi, baştan reddediyorlar.
Zorunlu Bir Vurgu
Burada bir parantez daha açarak sosyalistlerin ülkemiz topraklarında devam eden savaşa ve savaşan taraflara karşı tutumlarına vurgu yapmak gerekiyor.
PKK "gerilla savaşı" sürdürüyor. Sosyalist solun PKK eylemleriyle ilgili değerlendirmeleri ise tartışmaya neden oluyor.
Konumuzdan uzak sayılmamalı. Gerilla üzerine yapılan bir çalışmada PKK ve eylemleri çalışmanın herhangi bir yerinde kendiliğinden ortaya çıkıveriyor, İnsan haklarıyla ilgili bir tartışmada da öyle. Zaten gerilla tarzı, insan hakları, savaşın sürüp gittiği bir ülkede banş istemi gibi olguİar içiçe geçmiş bulunuyor. Birbirinden ayrı tartışılması zor görünüyor.
Ülkemizde ki sosyalistler PKK eylemleri konusunda ciddi bir sıkıntı yaşıyorlar. PKK değerlendirmesi noktasında açık değiller. Röportaj yaptığım insanlarda da bu sıkıntıyı sezinledim. PKK eylemleri ile ilgili düşüncelerini öğrenme isteğim sonuçsuz kaldı. Sorulara genellikle yanıt vermediler. Nedenini anlayabilmek mümkün değil. Bir dönem gerilla olmuş insanların, hem siyasi olarak hem de onunla bağlantılı askeri eylemleri değerlendirmemeleri, değerlendirmeden kaçınmaları anlaşılamadı benim tarafımdan.
Bu konuda sosyalist çevrelerde iki farklı bir tavır görülüyor Kimileri eylemleri desteklerken, kimileri susmayı tercih ediyor. Destekleyenler, zaten destekliyor. Ama susmak; eleştirmekten kaçmak, korkmak anlamı taşıyor.
Bu giriş yazısını kaleme aldığım günlerde, İzmir Gaziemir'de genellikle askerlerin devam ettiği bir kafeterya bombalandı. Beş insan öldü, onlarcası yaralandı. Daha önceki günlerde de, Hatay Samandağ yakınlarında meydana gelen olayda, PKK sekiz maden işçisini kurşuna dizdi. İkinci olay, 1 Eylül Dünya Banş Günü öncesine ikinci olay ise sonrasına denk geliyordu. Rastlantı mıdır, bilinmez ama, barışın kuşatma altında olduğu, barışın istenmediği izlenimi verilmeye çalışılıyordu sanki.
Zamanın Başbakanı Süleyman Demirel'in, "Kürt realitesi" adı altında başlattığı tartışmalardan sonra, kürt sorunu Türkiye'nin gündeminde önemli bir yer tuttu. İlk yıllardaki olumlu hava çabuk dağıldı. Kürt sorununu PKK ile eş görme, sorunu reddetme, barışçı çözüm önerilerine yanaşmama anlayışı genel kabul gören anlayışlar oldu zaman içerisinde. Bu noktada, PKK'nın yaptığı kimi eylemler öne çıktı. Türk toplumundaki bu değişime damgasını vurdu. Kritik sayılabilecek eylemlerdi bunlar.
Çetinkaya Mağazasının yakılmasıyla başladı herşey. Bu olay kürt sorununu apayrı bir mecraya soktu. Doğu ve Güneydoğu'da yaşayan insanlara -özellikle kadın ve çocuklara- yönelik kimi eylemlerle devam eden süreç, 30 silahsız askerin öldürülmesi ve Tuzla katliamıyla çığırından tamamen çıktı. Tuzla katliamına benzeyen Gaziemir katliamı ise, kürt sorununun tartışılabilirliğini tamamen ortadan kaldırdı.
Kamuoyuna göre, artık sorun kürt sorunu değil, terör sorunuydu. Kamuoyunu bu noktaya getiren, başlangıçtaki kürtler açısından var olan olumlu havayı dağıtan, ne ilginçtir ki, PKK ve onun eylemleri oldu.
Devletin Kürtlere yönelik poitikasını tartışmaya kendi adıma ihtiyaç dahi duymuyorum. Kürt sorununun geldiği nokta, iki tarafın da demokrasi, insan haklarına saygı, sorunların barışçıl yöntemlerle çözülebilmesi kültürüne ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Kan ve gözyaşına bürünen, ancak yarattığı acılarla gündeme girebilen Kürt sorununu bu noktaya, tarafların bilinen politikaları getirdi.
Kürt sorununun, tamamen savaş boyutlarına sıçramasından başlayarak, sosyalistlerin "barış" istekleri, ilgi alanlarının odağına oturdu. Her yıl 1 Eylül'de düzenlenen Banş etkinliklerine sosyalistler öncülük ettiler. Savaşa son verilmesini, ölümlerin durmasını savaşa harcanan milyarların yatırımlara ve çalışanların ücretlerine aktarılmasını istediler. Savaş zemininde yaşanan insan hakkı ihlallerine karşı çıktılar. Barış, demokrasi ve özgürlük taleplerini Kürt sorununa eklemleyip, politika üretmeye çalıştılar.
Buraya kadar yazılanlar tartışılmasız noktalar. Sıkıntı buradan sonra başlıyor. PKK'nın, topyekün bir savaşta bile görülmeyecek şekilde sivillere yönelik saldırıları karşısında sosyalistler sessiz kalmayı yeğlediler. PKK'nın neden olduğu hak ihlallerine karşı çıkmadılar. Devletin yol açtığı hak ihlallerine karşı çıkıp, bunu bir mücadele konusu yaptılar ama PKK'nin hak ihlallerini "savaştır, olur böyle şeyler" şeklinde yorumladılar. Bu noktada ciddi bir çifte standarta düştüler. Kamuoyunun önünde insan haklarının korunması ve barış talepleri inandırıcılığını yitirdi.
Son aylarda kim sol çevrelerin ilginç bir tavrı dikkat çekiyor. PKK'nın neden olduğu hak ihlallerini, kimi sol/sosyalist gruplar ve partiler basın açıklamalarıyla kınıyorlar. Bu kınamaları, kamuoyu baskısına bağlamak haksızlık olur mu, bilemiyorum? Çünkü, arada bir yapılan basın açıklamalarından başka PKK konusunda herhangi bir politika değişikliğine gittikleri görülmüyor.
1995 yılı Barış Şenlikleri de bu konuda ilginç bir örnekti. Çeşitli sol/sosyalist parti ve grup, Kürt gruplarla ortaklaşa şenlikler düzenledi. Mitinge dönüşen şenliklerde, barışın ruhuna hiç uymayan sloganların atılmasının yarattığı olumsuz havanın yanısıra, PKK'nın insan haklarına ve barışa sekte vuran eylemlerine karşı durmayan kürt çevrelerinin, barış istemeyi ne kadar hak ettikleri de tartışılmaya açık bir noktadır.
İnsan haklarında, barışta çifte standart olmaz. Barış istemleri, savaşan tarafların ne için savaştıklarına bakılmaksızın dile getirilir. İnsan hakkı ihlali varsa vardır. Kimin insan hakkı ihlaline neden olduğunun hiç bir önemi yoktur. Savaşan iki tarafı da, koşulsuz silah bırakmaya ve barışa çağırma durumda, ancak savaşa karşı olmak inandırıcı olabilir. Kimi sosyalist çevrelerin savaşa karşı çıkmaları "gençlere askere gitmeyin, kirli savaşa alet olmayın" uyarıları kendi adlarına bir tutarlılık sayılabilir. Ama PKK ve eylemlerine yaklaşımları bu tutarlılıklarına gölge düşürmektedir.
Sosyalistler savaşan iki taraftan birisi olan Türkiye'nin, bölgedeki, savaşa dayanan ve savaştan sonuç almaya dönük politikalarını eleştiriyorlar. Peki, kürt çevreleri aynı türden eleştirileri PKK'ya karşı ileri sürüyorlar mı? Yani örneğin, bu çevreler, Kürt gençlerine "PKK'ya katılmayın, savaşta taraf olmayın" diyorlar mı? Savaşta taraf olan bir anlayışla ortak barış şenliği düzenlemek, sosyalistlerin insan haklarında olduğu gibi, barış çağrılarında da inandırıcılıklarını yitirmelerine neden oluyor mu?
12 Eylül yenilgisinin ardından, doğal olarak insan hakları savunuculuğuna soyunan, kürt sorunu merkezli belirlemelerinin yanlışlığı nedeniyle, insan hakları savunuculuğunu beceremeyen, son bir kaç yıldır ise aynı hassasiyeti barış konusunda gösterip, bile bile aynı hataları tekrarlayan sosyalistlerin, toplum dışına itilmişliklerinin, sosyalizmin yaşanılası bir düzen olduğuna dair savlarının yankı bulmamasının nedenlerini biraz da kendilerinde aramaları gerekmiyor mu?
İnsan Hakları savunucusu Taner Akçam'dan PKK eylemleri ve sosyalistlerin tavrı noktasında aktarma yaparak parantezi kapatalım.
"..bir tarafın terör ve şiddetine, haklı olarak, "faşist devlet", "hain T.C." diye kin ve nefret kusarken, diğer şiddet eylemlerine, "olur böyle şeyler"; "her ulusal kurtuluş savaşı şiddete dayanmak zorundadır" veya "önce T.C. başladı. Asıl suçlu odur. PKK sadece cevap veriyor" gibi gerekçelerle alkış mı tutacağız? Aradaki yegane fark cinayetleri kimin işlemiş olduğunda mı yatacaktır? Devlet yaparsa "vahşet", "kıyım", "katliam"; PKK yaparsa, "Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinin ilerlemesine hizmet eden devrimci eylem" mi olacaktır. Yani eylemin kendisi, cinayetin, toplu öldürmenin kendisi değil de, kimin yaptığı, kimi öldürdüğü, hangi amaç için öldürdüğü mü bizim için belirleyici olacaktır?...PKK'nın cinayetlerine seyirci kalıp, devletin terör eylemlerini eleştirmek sol-sosyalist hareketlerin ortak tavrıdır." (Sosyalistler ve İnsan Hakları. Derleyen İnönü Alpat. Başak Yayınları. Sayfa: 69)
12 Eylül ve kır pratiği
12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra başlayan operasyonlar sonucunda diğer sol örgütler gibi Devrimci Yol çevresi de bitme noktasına geldi. Devrimci Yol'un lider kadroları, militanları, çok sayıda taraftarı yakalanıp tutuklandı.
12 Eylül'den sonra dört-beş ay daha ilişkilerini tutmayı başaran ve mahalle çalışmalarını, korsan kitle gösterilerini sürdürmeye çalışan Devrimci Yol, bir taraftan da 12 Eylül'e karşı özellikle Karadeniz, Ege ve Güney Anadolu'nun kırsal alanında direniş örgütlemeye çalışıyordu.
Önder kadroların yakalanması, kırsal alanda yenilen darbelerle hızla dağılan hareket, 1982 yılında yurtdışında kurulan Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi'yle yeni bir atılımın içine giriyor, Cephenin politikalarını, yine kırsal kesimde, gerilla faaliyeti bazında hayata geçirmeye çalışıyordu.
Devrimci Yol, 12 Eylül sonrası militanlarına yönelik iki ayrı yazı yayınladı. İlk yazı Kasım 1980, ikincisi ise Ocak 1981 tarihini taşıyordu. Bu iki yazıdan sonra, 1982 Politik Hattı ve Cephe ile ilgili çıkan yazılara kadar derin bir sessizlik hakim oldu.
İlk yazıda, 12 Eylül rejiminin, uluslararası boyutları, ekonomik ve politik nedenleri uzun uzun ele alınıyor, direniş çağrısı yapılıyor, solun birliği üzerinde duruluyordu. «Cuntaya karşı birleşik devrimci direniş cephesinin oluşturulması kesinlikle gerekli hale gelmiştir.» deniliyor, 12 Eylül rejiminin gücü ve kendi mevcut güçleri gözardı delircesine sanki bir inatlaşmanın içine giriliyor, ciddi bir iddia ortaya atılıyordu. «Cunta mutlaka yenilecektir. Çünkü uzun vadede başarıya ulaşma şansları ve uygulamaya koydukları politikaların başarıya ulaşabilmesinin koşulları hemen hemen hiç yok gibidir.»
Yazının başında yer alan «Böyle bir gelişme genel olarak Türkiye'deki sınıflar mücadelesini ve Devrimci Hareketin gelişimini ne yönde etkileyecektir?» sorusu , 12 Eylül yönetiminin kısa bir süre içinde elde ettiği tartışılmasız zaferle! yanıtını buluyor, iddialı sözler yerini suskunluğa ve yenilgiye bırakıyordu.
İkinci yazı ise daha çok örgüt içi sorunlara, yeni dönem örgütlenme tartışmalarına ayrılıyordu. Yazıda, Direniş Komitelerinin mutlaka daraltılması isteniyor, alınan darbelerden söz ediliyordu. Daha bir gerçekçi havası vardı bu yazının. Yazıda kırsal kesimde başlatılan mücadeleye ağırlıklı bir yer veriliyor ve kırsal kesimde başlatılan mücadelenin, bir şans olduğu vurgulanıyordu.
«Kırsal bölgelerdeki devrimci birliklerimiz mutlaka yaşamalıdır. Dağlarda, en zor şartlar altında yaşamını ve mücadelesini sürdüren her militan cuntaya karşı halkımızın zafere olan inancının tükenmez bir kaynağı olacaktır. Ve de önümüzdeki dönemde, yurt çapında cuntaya karşı yükselmeye başlayacak olan mücadelenin Anadolu'nun yoksul kırlık bölgelerindeki karşı konulamaz gelişiminin bir garantisi olacaktır.»
Bütün bu girişimlerden bir sonuç alamadı Devrimci Yolcular. Cephenin kurulmasıyla başlatılan yeni süreç; kendi içlerinde yaşadıkları tartışmalar ve gerillanın başarısızlığı; her şeyin bitmesi anlamına geliyordu.
Artık Devrimci Yol geleneğinden geldiğini söyleyen insanlar vardı yalnızca. 1980'lerin ikinci yarısından sonra başlayan öğrenci hareketliliğinin,1990'ların başıyla birlikte yükselen kamu çalışanları örgütlülüğünün ve insan hakları mücadelesinin içinde yer alıyordu Devrimci Yolcular.
1990'ların Türkiye'sinde sol artık daha bir cesaretle, şimdiye kadar tabu olan konuları tartışmaya başlıyordu. Bu tabuların başında «yasal parti» geliyordu. Devrimci Yol'un son «Merkez Komitesi»nin cezaevinden çıkmasıyla başlatılan tartışmalar, yeni ayrılıklara yol açıyor, Devrimci Yol çevresinin bir bütün halinde sürece katılımı mümkün olmuyordu. Dağınık ve örgütsüz geçirilen yıllar, düşüncelerin farklılaşmasını beraberinde getiriyor, Devrimci Yolcular, günün politik gelişmelerinin değerlendirilmesi ve yapılacaklar noktasında ayrı duruşları tercih ediyordu. «Tartışma süreci»nin sonunda, Devrimci Yol geleneğinden gelen insanların bir kısmı yasal bir parti kurulması noktasında birleşiyor ve çalışmaları başlatıyordu
Bu sürecin bir diğer sonucuysa, kendisini, devrimci bir hareketin yeniden oluşturulmasının zemini olarak ifade eden Yeniden Dergisi'nin çıkmasıydı. Yeniden'in çıkışıyla birlikte birbirine uzak duran ama ayrılıklarını 'resmileştirmeyen' çevreler arasında köprüler iyiden iyiye atılıyor, tek tek grupların kendilerini ifade etme, kendi zeminlerini oluşturma süreçleri başlıyordu.
Devrimci Yol Davaları
12 Eylül darbesinden sonra, Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri'nce açılan siyasi davalarda onbinlerce insan yargılandı. Bu mahkemelerin kuruluşu, işleyişi ve mahkemelerden çıkan kararlarla ilgili tartışmalar kamuoyunu epey bir meşgul etti.
Sıkıyönetim Mahkemelerinin hukukdışı olduğu, sivilleri yargılamaması gerektiği savunuldu. Sanıklara savunmalarını hazırlamaları için olanak yaratılmadı denildi. Mahkemelerde savaş hali hükümlerinin uygulanmasının, sivillerin hem mahkeme karşısında hem de cezaevinde asker statüsünde değerlendirilmesi eleştirildi.Verilen kararların; siyasi kararlar olduğu ileri sürüldü. İşkence altında alınan ifadelerin kanıt sayılmasına dikkat çekildi. Askeri Mahkemeler, bol bol idam ve müebbet hapis cezası verdi. Gözaltına alanıp da, işkence için suç duyurusunda bulunmayan sanık yok gibiydi. 12 Eylül döneminde yüzlerce insan işkencede, idam sehpalarında can verdi. Yalnızca, Ankara Devrimci Yol davasında dört sanık işkencede hayatını yitirdi.
12 Eylül yargılamalarının, hiç kuşkusuz, en dikkate değer davalarındandı Devrimci Yol ile ilgili olarak açılan davalar. Türkiye'nin hemen hemen her ilinde ve bir kısım ilçesinde Devrimci Yol davaları açıldı. Özellikle, Karadeniz, Akdeniz, Ege, İç Anadolu ve Marmara'da yoğun yargılanmalar yaşandı. Askeri Mahkemeler'ce kimi dosyalar birleştirildi. Bu açıdan net bir sayı ortaya çıkarmak zor. Türkiye genelinde kırk civarında Devrimci Yol davasının açıldığı söylenebilir. Bu davalarda onbine yakın insan yargılandı. Yalnızca, Ankara Merkez Devrimci Yol davasının sanık sayısı 1000 civarındaydı. Artvin'de 898 ve Fatsa'da 900'dü sanık sayısı.
Bütün bu rakamlar, 12 Eylül öncesinde Devrimci Yol'un ne kadar yaygın bir siyasi hareket olduğu noktasında ipuçları verebilir insana. Bu davaların ortaya çıkışı, yargılama süreci ve kararlar; yüzlerce klasörü bulan dökümanlarıyla ayrıca bir araştırma konusu yapılabilir. Çünkü bu davalar, basit bir yargılamanın ötesinde, Türkiye'nin, yaşanılan dönemin canlı tanıklıklarla tartışıldığı bir platform durumundaydı.
Burada, Bireşim Yayınlarından çıkan «Unutulmasınlar diye..» isimli kitapta yer alan ve 36 Devrimci Yol davası ile ilgili bilgileri aktaracağım. Kitapta, Ankara Merkez Devrimci Yol davasına ve bazı davalara yer verilmemiştir.
İstanbul -Trakya Ana Davası
İstanbul Avcılar Davası
İstanbul Bakırköy Davası
Gebze Davası
Bursa Ana Davası
Bursa Ek Davası
Zonguldak Davası
Uşak Davası
Balıkesir-Çanakkale-Manisa Ana Davası
Manisa-Sarıgül Davası
Manisa-Alaşehir Davası
Denizli Davası
Antalya-Burdur Toplu Davası
Yeni Çeltek Davası
Sivas Davası
Çorum Merkez Davası
Çorum-Osmancık Davası
Çorum-Kargı Davası
Turhal Davası
Adana Ana Davası
Mersin Merkez Davası
İskenderun Davası
Gazipaşa(Antalya) Davası
Artvin Davası
Ordu-Fatsa Davası
Ordu-Gürgentepe Davası
Ordu-Gölköy Davası
Ordu-Ünye Davası
Ordu-Aybastı Davası
Trabzon Ana Davası
Trabzon Ek Davası
Trabzon-Sürmene Davası
Trabzon-Tonya Davası
Samsun Merkez Davası
Samsun-Çarşamba Davası
Giresun Davası
Kitapta, sanık sayılarında ve mevcut bilgilerde, dosya birleştirmeler ve ayırmalar nedeniyle sürekli bir değişimin yaşanmış olmasından kaynaklı olarak, sonucu değiştirmeyecek ölçüde hata payının olabileceği vurgulanıyor.
36 davada toplam sanık sayısı 4403 olarak görülüyor. Bu sanıklardan 251'i kadın. Sanıkların yaş dökümü ise şöyle:20 yaş ve altı; 1505, 21-25 yaş; 1320, 26-30 yaş; 740, 31-40; 477, 41 yaş ve üzeri; 307. Yaşı belirlenemeyenlerin sayısı ise; 54. Bu rakamlar, Devrimci Yol davalarında yargılanan insanların genellikle genç yaşta -25 yaş ve altı- olduğunu gösterse de, 30 yaş ve üstü kayda değer bir rakama ulaşıyor.
Sanıkların mesleki durumuna bakıldığında; yaş dökümünde olan kümeleşmenin burada bulunmadığı görülüyor. Türkiye'de sol-sosyalist hareketlerin genelikle öğrenci ağırlıklı durumu, Devrimci Yol davalarındaki sanıkların için geçerliğini yitirir görünse de, yine de ilk sırayı 747'le öğrenciler alıyor. Öğrencileri 511'le memurlar (Mühendis, teknisyen, subay, polis, hemşire, muhtar), 1062'iyle işçiler ve 593'le çiftçiler (İşçi ve köylü sayısı kayda değer bir sayı olarak ortaya çıkıyor. Bu sayı, Devrimci Yol hareketinin, gençlik hareketi olma özelliğini aşmaya çalıştığının, sınırlarını zorladığının bir göstergesi sayılabilir.) takip ediyor. Sanıkların mesleki dökümü şöyle devam ediyor: 290 esnaf, 30 üst meslek grubu (müteahhit, tüccar, serbest muhasebeci vb.), 110 alt meslek grubu (pazarcı, seyyar satıcı, garson, komi, boyacı, şoför, muavin vb.), 103 evkadını/kızı, 400 işsiz, 5 belediye Başkanı, 348 belirlenemeyen. (Belirnemeyenlerin bir bölümünü 15 yaşın altındaki çocuklar oluşturuyor.)
Dava sanıklarının öğrenim durumları yaş ortalamasıyla parelellik taşıyor. Üniversite öğrencisi, terk ya da bitirmişlerin sayısı 486, lise ve dengi okullar için bu sayı; 858, ortaokul için; 279. İlkokulu bitirmiş ya da yalnızca okuryazar olan sanıkların sayısı 858, okuma yazması olmayanların sayısı ise; 65. 1857 sanığın ise öğrenim durumu belirlenememiş.
Sanıkların yakalanma tarihleri, Devrimci Yol hareketinin 12 Eylül sonrası gelişim seyrini ve yenilginin rakamlara ifadesini gözler önüne seriyor. Sanıkların neredeyse yarısı, 12 Eylül şokunu atlatamadan yakalanıyor.
12 Eylül ile başlayan operasyonlarda 1980 yılının Eylül, Ekim, Kasım ve Aralık aylarında toplam 1111 kişi yakalanıyor. 1981'in 12 ayında yakalananların sayısı 1153 kişi. 1981'in ilk yedi ayında (toplam 922 kişi) yakalananlarla, 1980'in son dört ayında yakalananların toplamı Devrimci Yol'un asıl darbeyi ilk yedi, sekiz ay içerisinde yediğini ortaya çıkarıyor. Merkez Komite iddiası ile yargılanan insanların bu aylar içerisinde yakalanması ve onlarla birlikte kitaptaki davalar arasında yer almayan Ankara Devrimci Yol Davası sanıklarının yine bu aylarda yakalandıkları dikkate alınacak olursa, 12 Eylül yönetiminin, Türkiye'deki en yaygın sosyalist hareketi, bir yıl içerisinde bitme noktasına getirdiği anlaşılıyor.
Devrimci Yolcu sanıklardan 317'si 1982 yılında, 288'i 1983'te, 142'si 1984'te ve 39'u 1985'te yakalanıyor.
«Unutulmasınlar Diye» isimli albümde sanıkların aldığı cezalar da yer alıyor. Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri 80 sanığı idama, 123 sanığı müebbete, 12 sanığı 21 yıl ve üzerine, 214 sanığı 11-20 yıl, 1771 sanığı da 0-10 yıl arası hapis cezasına mahkum ediyor.
Adama Faslı
Bu kitabı inançları için ölenlere adıyorum.
Ölümün karşısında hiç bir şeyin anlamının kalmadığını bilerek yapıyorum bunu. Bir parça, vicdan rahatlatmak olarak algılanmasını istiyorum.
Katıldığım bütün cenaze törenlerinde şair Burhan Sönmez'in şu dizeleri gelir aklıma: «Ah ölüm, bahtsız kızı diyalektiğin» Ölümün bir bahtsızlık, bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. İnsan kadar ölüme yakışmayan ama ölüme yakın başka hangi canlı olabilir ki?
İnsanın nasıl yaşadığının öldükten sonra bir önemi var mı? Zengin-fakir, mutlu-mutsuz, onurlu-onursuz.. Bütün bu duruşlar ölümle noktalanıyor, anlamları kalmıyor. Tanık olduğum en görkemli cenaze töreni Uğur Mumcu'nun cenazesiydi. O an da yaşadım buna benzer duyguları. Uğur Mumcu için arkasından akan yüzbinlerin bir anlamı olabilir miydi? Mumcu'nun o görkemin farkında olması mümkün müydü? Ancak karısı, çocukları, dava arkadaşları açısından önem taşıyabilirdi.
Ölümü; sonu olmayan bir hafıza kaybı olarak tanımlamak yanlış mı olur acaba?
Kuşatılmış, ölümle yüzyüze gelmiş bir gerilla grubunda, öleceklerini anlayan iki arkadaşın birbirlerine «elveda» dercesine bakmaları, ölen için ne ifade edebilir? Hafızası o an silinmiştir. Onda hayata dair hiç bir iz kalmamıştır. Ama o elvedanın, ölmeyip de geride kalana neler anlattığını anlamaya çalışmaktır asıl olan. Bu, ölümün de sırrını çözebilecek ipuçları verebilir insana.
Ölenlerin arkasından sarf edilen övgü sözlerinin asıl sahipleri geride kalanlar değil mi? Ölenlere adanan bir kitap, bir parça da geride kalanlara adanmış olmuyor mu?
Adama faslını çoğaltmalıyım.
Bu kitabı inançları için, düşüncelerinin hayat bulması için ölenlere adıyorum. İnançları için hiç bir fedakarlıktan kaçınmayanlara, her türlü zorluğun ve sıkıntının altına bilerek, isteyerek girenlere..
Uğur Mumcu'nun cenazesinin arkasından yürüyenlere..
Kuşatılan gerilla grubunda, az sonra ölecek arkadaşıyla nasıl gözgöze geldiklerini anlatana...Geride kalanlara yani.
Düşüncelerine katılalım ya da onları reddedelim. Yaptıklarını onaylayalım ya da eleştirelim. Bir hayal aleminde yaşadıklarını düşünelim ya da o hayallerin gerçeği güzelleştirdiğine inanalım. Hiç fark etmez bu övgüyü hak ediyorlar.
Hayal aleminde yaşamakla, kurulan hayallerle gerçeği güzelleştirmek farklı şeyler değil mi?
Hayal kuran, kurduğu hayaller için, acımasız bir gerçeği; yani ölümü seçen insanlar övgüyü hak ediyorlar. Peki günümüz insanı...Günümüz insanı övgüyü hak ediyor mu? Bu soruya nasıl yanıt vermeli? Bu sorunun muhatabı kim? Övgüyü hak ettiğini düşünenler mi?
Bugün ne toplumlara yön veren ideallerden ne de o idealler yolunda yürüyen insanlardan söz etmek mümkün. İnsanı ileriye götürecek, onu doğruya yakınlaştıracak arayışlara ne oldu? O arayışlar değil miydi, büyük alt-üst oluşlara, siyasal ve kültürel değişim ve dönüşümlere neden olan? İnsanın, ilk gerilla ustası sayılan Spartaküs'ten bu yana temel ihtiyaçlarıyla biçimlendirdiği -yurtseverlik, eşitlik gibi- arayışından, bugünün insanının arayışının ne kadar uzak olduğunu kestirmek güç mü?
Şair Ali Yıldırım «Mücbir sebep yazılarak kapanır mı büyük defter» diyor bir şiirinde. İnsan yapacağını yapmış, büyük defteri kapatmış görünüyor. İnsanın, ortaya çıkan bilançodan hoşnut olmadığı söylenebilir mi?
İnsan gittikçe çirkinleşiyor. Siyasal ve kültürel bir çirkinlik bu. Kim reddedecek bunu? Karşılığında neleri ileri sürecek? şiddetten, pornagrafiden, milliyetçilik ve gericilikten beslenen insanı allayıp pullamak zor olmayacak mı? Borsa oynayan, gazeteleri promosyonları için takip eden, şans oyunlarını deneyen insanın övgüyü değer olduğunu söylemek zor değil mi?
Hem hayallerimiz hem de bizi çepeçevre sarıp sarmalayan gerçek her gün biraz daha daralıyor. Sıkıldığımızı, bunaldığımızı hissederiz. İşimizden sıkılırız, evimizden. Arkadaşlıklar tad vermez kimseye. Bir şeylerin eksik olduğunu söyleriz hep. Bu eksikliğe bir türlü isim koyamayız.
Bazen yaklaşırız. Biraz daha zorlasak ortaya çıkıverecek gibi gelir. Ama zorlamayız. Hayatımızın birdenbire anlamsızlaşacağından korkarız aslında. Aslında, mutlu olmadığımızın farkına varmak korkutur gözümüzü. Bizleri tercihlere zorlayacak iç çatışmanın sonuçlarını göğüsleyemeyeceğimizi düşünürüz. Çünkü, kurulu düzenimizin değişmesini istemeyiz hiç birimiz Ev bark, çoluk çocuk, iş güç... Bütün bunların insanı mutlu eden yanları bulunur. Sıkı sıkıya sarılırız onlara.
Hayallerine, siyasi literatürdeki deyişiyle; ütopyalarına sıkı sıkıya sarılan insanlar övgüyü hak ediyorlar.
Toplumsal mücadeleler tarihi, bireylerin fedakarlıkları ve kahramanlıklarıyla biçimlenmiştir. Toplumsallık soyuttur. Somut olan insandır.İnsanın istemesi, herşeyin başlangıcı sayılmalıdır. İnsanın gücü; istemesinden gelmektedir.
Bu çalışma sırasında, toplumsal değişim ve dönüşüm uğrunda, idealleri ve hayalleri için; zoru olabildiğince kabul ederek, mümkün olmayanı mümkün kılmak uğraşında bulunmuş insanlarla yüzyüze geldim. Bu karşı karşıya duruşta, insanın istemesinden doğan gücün, deyim yerindeyse; nelere kadir olabileceğini anladım. Onsekiz ya da ne bileyim yirmi yaşında bir gencin, aslında bir çocuğun, kimilerine inandırıcı gelmese de, kendi inandığı bir gelecek için, gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belli olmayan bir toplumsal proje uğruna, «ölümle randevulaşmasiının»başkaca bir anlamı olabilir mi?
Hayal kurmak zordur. Zoru seçen insan övgüyü hak ediyor. Bütün bunları siyasal önkabul ve koşullarımın dışına taşarak söylüyorum. Önemli olan siyasal olarak nerede saf tuttulduğu değil, zoru seçebilme cesaretini gösterebilmektir.
Devrimci Yolcu bir gerilla olmak; zoru seçmektir. Zapatista olarak dağa çıkmak da. İsrail işgaline karşı bir Filistinli, Rus işgaline karşı bir Çeçen olmak zordur. Ulusal kimliğinin arayışında bir kürt ancak hayalleriyle ayakta kalabilir. Keskin Sırp nişancılarının hedef aldığı bir Boşnak da.
SÖYLEŞİLER
Levent Anar. l959 Havza doğumlu. Yeni Çeltek Devrimci Yol Davası sanıklarından. İdamla yargılandı. 11 yıl cezaevinde kaldı.
-Doğduğun, büyüdüğün yerlerden başlayalım.. İlk gençlik yılların, siyasetle tanışman..
-Yeni Çeltek diye adlandırdığımız, ağırlıklı olarak maden işçilerinin yaşadığı bir bölgeden geliyorum. Bölgenin köylülükle yakın bir ilişkisi var. Köylüler aynı zamanda maden ocaklarında çalışıyor. Bana gelince, esnaf bir ailenin çocuğuyum. Aile çevrem sosyal demokrattı. Bu beni sola yaklaştırıyordu.
Ancak, tabii ki, tek başına yeterli değil bu. Benim devrimcileşmem, o yılları yaşayan yüzlerce insandan çok da farklı olmadı. Okuyordum, okuduklarım, öğrendiklerim etkiliyordu. Mahirlerin, Denizlerin efsanesi vardı halk arasında. Yenilmişlerdi, ancak güçlü bir efsane bırakmışlardı arkalarında. Mahirlerin, Denizlerin yaptıkları ve söyledikleri özellikle genç kuşakları devrimciliğe zorluyordu. İşte böyle bir etki de var.
Bir taraftan o yılların siyasal atmosferi, hızlı bir siyasallaşma, siyasal coğrafyada bir değişimi solumamızı sağlıyordu.
Bir başka taraftan da ülke tümden bölge bölge, adım adım faşistleştirilmeye çalışılıyor, sivil faşist terör yaygın bir şekilde uygulanmaya başlanıyordu. Yaşadıklarımız, gördüklerimiz bizleri isyan ettiriyordu. Böyle olmasın diyorduk. Nasıl olması gerektiği üzerinde de öngörülerimiz, düşüncelerimiz vardı. Bütün bunlar iyi ve güzel şeylerdi. Daha sonraları, bizleri bu şekilde harekete geçiren bütün bunların sosyalizm teorisinin öncülleri olduğunu öğrenecektim.
O yılları belirleyen bu ve daha başka bir çok neden ve etkeni bir ve aynı süreçte yaşadık. Sürecin kendisinde herhangi bir kopukluk ya da kırılma sözkonusu değildi. Bizim eskiye ait davranış ve düşüncelerimiz kırılarak değişiyordu. Bizi biz yapan herşey orada vardı. Bunu bir defa öğrendikten sonra devrimci olmaktan başka hiç bir şey kalmadı geriye.
Grizunun, ölümlerin, yoksulluğun ve her türlü zulmün ortasında kıvranılan bir ülkede, ya da nedir işte Havza'da ya da başka bir yerde devrimci olmamak, olamamak ne kadar mümkün? Ülkenin her tarafında devrimcileşen ve bunun için, davası için kavga eden, mücadele eden insanlar kervanına biz de Havza'dan katıldık.
Dev-Genç vardı kafamızda. Mahir'in Dev-Genç'i. İsyan eden, kavga eden, coşku, inanç, kararlılık ve bunlarla birlikte güçlü bir motivasyon. İşte, Havza Devrimci Kültür Derneği vardı. Oraya gidip geliyorduk. Orada bizim gibi bir çok insanın yoğunluğu vardı.
-Hangi siyasi çevre vardı dernekte?
-O dönemde Halkın Kurtuluşcuları ve Acilciler vardı. Devrimci Yol süreci 1977'lerden sonra başladı. Bu tarihe kadar herhangi bir siyasi, örgütsel yapı içerisinde değildim. Gerçi bir Devrimci Gençlik Dergisi ve Dev-Genç'in varlığından 1977 öncesinden de söz edebilmek mümkün. Ancak bu, Anadolu'ya yeterince ulaşabilmiş değildi. Ya da şöyle söyleyebilirim; bir siyasal program etrafında tanımlanmış siyasal bir ilişkiyi ve onun siyasal eylemini ve bu doğrultudaki bir siyasal genişleme, yayılma faaliyetini henüz içermiyordu. Bu daha sonraları, Devrimci Yol Bildirge ve Dergi sürecine yani, 1977 yılının başlarına denk düşüyor. Diğer siyasal hareketlerse, kendilerini çok daha önceleri ifade etmişlerdi.
O yılların siyasal arenasında hemen hemen bütün sol gruplar kendi dergileriyle, ki bu gruplar da bizim gibi çıkardıkları dergilerin adlarıyla anılıyorlardı, bir biçimde ifade etmeye çalıştıkları ya da başladıkları görüşleriyle yer tutmuşlardı. Devrimci Yol bu sürece en son giren siyasal harekettir de denilebilir.
-Peki, Devrimci Yol'u niye seçtin? Hem sizin oralar hem de genelde Karadeniz Devrimci Yol'dan oldu. Bunu neye bağlıyorsun?
-Devrimci Yol Bildirgesi'nin, Devrimci Yol tarihinde, hatta diğer sol gruplar ve o yılların siyasal coğrafyası içinde çok önemli ve özel bir yere sahip olduğuna inanıyorum. Bildirge, işte bir tür siyasal programdı.
Diğer sol gruplar böyle bir programdan yoksundular. Görüşlerini parça parça oluşturuyor ve dergilerinde tefrika ediyorlardı. Onlar açısından siyasal yönelim, parça parça istimle geliyordu. Garip bir saflaşma içindeydiler ve bunu çoktan tamamlamışlardı. Saflaşmanın bir tarafı ÇKP, diğer tarafı SBKP şeklindeydi. Daha sonraları da Arnavutluk macerası. Bunu da Türkiye'de, Anadolu'da yapmaya çalışıyorlardı. Uluslararası arenada ÇKP ya da SBKP'nin söylediklerini nakarat etmek bu gruplar için çok kolaydı. Ama ya ülke ve ülkedeki herhangi bir sosyal, siyasal vakıada ne yapılacaktı? Ne söylenecekti? şaşılacak bir şekilde uluslararası arenadaki ideolojik kamplaşma, aynı şekilde siyasal arenaya da indirgendi. Bu ülkede yaşanan herşey bir gerçeklik olmaktan çıkmış bir benzetmeler dünyasına dönüşmüştü. Yaşanan bir gerçeklik ÇKP ya da SBKP'nin görüşlerine uygun hale getiriliyor. Yani, önce güzel bir benzetiliyor, ondan sonra da ÇKP ya da SBKP'nin bu konuda söyledikleri motomot bir şekilde tercüme edilerek ne denli doğru ve haklı oldukları gösterilmeye çalışılıyordu. Siyasal yönelimlerini bu şekilde oluşturmaya çalışıyorlardı. Durum tam bir trajediydi aslında. Bizim açımızdansa, daha önce söylediğim gibi bildirgeyle bir çıkış yapmıştık. ÇKP, SBKP ya da AEP falan değil. Kendi üzerine bastığımız toprağı ve işte bu ülkenin insanlarını daha çok önemsiyor ve onu böyle bir dikkatle inceliyorduk. Uluslararası durumun değerlendirilmesi ve bunun karşılığı olan yaşadığımız saflaşmaya karşı ideolojik mücadeleye önem verirken, bu ülkenin genel siyasal sorunlarına, onunla birlikte herhangi bir alanın özgül sorununa, akıp giden güncel sorunlara yönelik politikaları, belki beylik bir laf olacak ama gerçekten hayatın içinde oluşturup, orada kızgın pratikte sınamaktaydık.
şöyle de söyleyebilir; Yaygın bir faşist terör vardı. Bunun karşısında da halk güçleri arasında kendiliğinden bir direniş eğilimi mevcuttu. Biz bu direniş eğilimini devrimci bir tarzda örgütledik ve bu anti faşist mücadeleyi de düzenin köklerine sevk ettik. Bu can alıcı bir sorundu ve öyle de oluyordu zaten. Cümlenin iki anlamıyla birlikte.Halkın içinde mevcut olan direniş ve dayanışma eğilimlerini gördük ve bunu direniş komiteleri programıyla karşılamaya, örgütlemeye çalıştık. Zaten devrimci bir tarz da bundan başka bir şey değil ki. Bitmiş ve tamamlanmış bir teori, doğmalar, çeviriler, kalıplar ve bütün bu ve benzeri zorlamalar falan değil. Başka birşey. Devrimci Yol, yani biz. Bütün bunları söyledikten sonra Devrimci Yol'un tam da bir Anadolu hareketi olduğu görülür. Gerçek tamı tamına bu. Başka bir şey değil.
-Havza ve yöresi çatışmalı bir bölge miydi?
-Havza özgülünde de durum bundan farklı değildi. Yeni Çeltek'te Satışoğlu isimli bir patron vardı. Maden işletmecisiydi. Satışoğlu ve ekibi bölgede tam bir mafya düzeni kurmuştu. Yoğun bir baskı ve sömürünün yanında, bölgedeki her türlü ahlaksızlığın arkasında da bunlar vardı. İşçi sendikası bunların denetimindeydi.
Havza özeli için söylüyorum; Devrimci Yol'un ortaya çıkışı 76-77 yıllarında bütün bunlara karşı mücadele içinde oldu. Köylerde, Havza ve Merzifon'da sürdürülen çalışma ve mücadele, Yeraltı Maden- İş'te devrimcilerin etkinliğine yol açtı. Yeraltı Maden-İş'in ocaklara girişi kavgalı ve çatışmalı bir şekilde oldu. Yanlış hatırlamıyorsam, grizu patlamasının ve grevlerin yaşandığı bir dönemdi. Bu çatışmalardan sonra Satışoğlu ve ekibi Havza'dan temizlendi. Çatışmalarda üç köylü öldüğü için Satışoğlu tutuklandı. Sonra cezaevinde öldüğünü duyduk. Bu arada bölgedeki faşistlerle de önceleri basit kavgalar oluyordu. 77 yılıyla birlikte karşılıklı saflaşma giderek sertleşti. Çatışmalar, silahlı bir düzeye sıçradı. Bu dönem, hakimiyet alanlarının kurulmaya başlandığı yıllar oldu.
-Karadeniz, hem 1980 öncesi hem de sonrası yoğun çatışmaların yaşandığı bir bölgeydi. Birey olarak, sürecin belki de senin kaldıramayacağın bir yerlere doğru gittiğini farkettiğin, bunu düşündüğün oldu mu?
-Hayır. Kişisel olarak sürecin benim kaldıramayacağım biryerlere doğru gittiğini düşünmedim. 1977'nin ortalarına doğru örgütsel, siyasal bir kimlik edinmeye başlamıştım. Yaşadığımız gerçeklik, olaylar herşey yanıbaşımızda oluyordu. Ve ben de bu sürecin dışında seyirci konumunda değildim. Bir çok şey, bizle birlikte, bizim bilincimizle ve eylemimizle oluyordu. Yani durumun farkındaydık. Uğrunda savaşılacak, hatta ölünecek bir davanın devrimci militanlarıydık. Öyle tesadüfler, sürecin bireyleri farkına bile varmadan alıp götürmesi, hasbel kader şeyler ya da nereye gidildiğini görememek gibi basitçe açıklanmamalı. Öyle de değil zaten. Bunu sürecin bireyleri için söylüyorum. Siyasal olarak durum daha farklı tabii ki. Karmaşıklığı, zorunlulukları var. Çok daha faktörel bir olay. Üzerinden uzun yıllar geçse de daha çok tartışılacak bir konu. Bunu, Devrimci Yol için söylüyorum.
Bölge pratiğimize dönecek olursak, biz o yıllarda devrim, devrimin nasıl olacağı, sonrasında neler yaşanacağı gibi soruları ve sorunları tartışarak 12 Eylül'e ulaştık denebilir. 1979-80 süreci Havza'da faşistlerin olmadığı bir süreçti. Daha çok geleceğe dönük projelerimizin tartışıldığı günlerdi. Fatsa, bunun adımlarının atıldığı bir örnektir.
Türkiye geneline baktığımızda ise, Devrimci Yol açısından, Devrimci Yol kendisini aşmıştı. Devrimci Yol'un o dönemde yakaladığı ilişki kadrosal düzeyi zorluyordu. Devrimci Yol başlattığı sürece yetişemiyordu. 80'lere geldiğimizde halk savaşının, gerilla savaşının yaşanması gerekliliğine inanıyorduk. Ama tarzımız buna çok uygun bir tarz değildi. Günlük pratik içinde boğuluyorduk. 80'lerin sonlarına doğru bulunduğumuz atmosferden kurtulduk. Örneğin, Havza'da köy ilişkileri ne yöneldik. Bu da bir gerilla savaşına hazırlık amacını taşıyordu.
- Bilinçli alınmış bir karar mıydı bu?
-Tam anlamıyla öyle değildi. şöyle ifade edeyim; örneğin bir kasabada maden işçilerini örgütlemişsin, bazı şeyleri yakalamışsın. Maden işçilerinin pek çoğu çevredeki köylerde oturuyordu. Dolayısıyla köy ilişkilerini yakalamış oluyorduk. Ama bunu, her açıdan halk savaşına yönelik bir alt yapı çalışması olarak algılamamak gerekiyor. İlişkilerin siyasal düzeyi çok önemli. Bugünden baktığımızda, ya da dağa çıktıktan sonra yaşadıklarımız, kurulan yerel halk ilişkisi, askeri donanım, lojistik, sığınak, üs vs.bütün bunlar çok geniş ve ayrıntılı konular.
O dönemde yani, 1979'larda böyle bir hazırlık yapılsaydı çok şeyleri değiştirebilirdik. Bunu yalnızca Yeni Çeltek için söylemiyorum. Bunun niye böyle olmadığını genel anlamda, merkezi olarak sorgulamak gerekiyor.
-Dağa çıktığın günlerde kaç yaşındaydın?
-O dönemde 18 yaşındaydım.
-18 yaşında bir insanın bu işlerin içine bu boyutta girmesini pek anlayamıyorum doğrusu. İnandırıcı gelmiyor. Bu yönüyle tartıştığın oldu mu kendi kendinle?
-İçinde bulunduğumuz sıcak atmosfer genç insanlarda da hızla politikleşmeye yol açıyordu. Yaşın fazlaca bir önemi yoktu. Hem kendi açımdan hem de birlikte dağa çıktığımız arkadaşlar açısından ele aldığımızda, büyük bir moral ve coşku içindeydik. Yani bütün olanaksızlıklara rağmen, bütün eksikliklerimize rağmen devrime ve örgütümüze olan inanç bizleri ayakta tutuyordu. Ta ki, yakalandığımız güne kadar büyük bir coşku içindeydik. İçinde bulunduğumuz motivasyon bizi daha olanaklı, daha donanımlı, daha bilinçli bir gerilla yapacaktı.
-Önüne bir tercih konuldu mu dağa çıkıp çıkmama konusunda?
-Şöyle bir durum vardı. 12 Eylül'den bir süre önce Fatsa'da Nokta Operasyonu yaşanmıştı. Milliyet Gazetesi'nde operasyonun devam edeceği bölgelerin listesi verilmişti. Bizim bölge de vardı içlerinde. Dolayısıyla biz bir darbe değil, bir Nokta Operasyonu beklemeye başlamıştık.
12 Eylül'den bir süre önce çıkan Devrimci Yol Dergisi'nde bir askeri darbe olacağı belirtiliyor ve buna karşı direnmek için sola bir çağrı yapılıyordu. Dolayısıyla, bir askeri darbenin iç tartışmasını biz, bulunduğumuz bölgede yapmıştık.
-Peki, ne oldu sonra, operasyonlar başladı mı bölgenize yönelik?
-Bir gün, Çeltek'in sarıldığını gördük. Aynı şekilde Havza, Vezirköprü civarına da tanklar yerleşmişti. Hemen bir kaç saat içinde dağa çekilme kararı aldık. Bu kuşatmanın nokta operasyonunun devamı olduğunu sanıyorduk. İlişkilerimizin olduğu ve arazisini tanıdığımız bölgeleri tercih ettik. Bu kararımız gerillayı başlatma değil, operasyon yememe düşüncesiyle alınmış bir karardı. Operasyonu izleyip ona göre politika belirleyecektik. Ama sabah beş gibi bir askeri darbe olduğunu öğrendik. Yalnızca bizim bölgemizden, askeri darbe olduğunu öğrenince onlarca insan dağa çıktı. İlerici, demokrat, sempatizan, kadro hemen hemen herkes eline silahı alıp evini, köyünü terk etti.
Dağda büyük gruplar halinde bir değerlendirme yaptık. Dağa yoğun çıkışı durdurmayı düşündük. Elemeye başladık. Geriye kalanların da askeri darbeye karşı direnmesi için hazırlıklara başladık.
-Kaç kişiydiniz Havza'dan?
-Yalnızca Havza'dan, elemelerden sonra 20 kişi kalmıştı. Onun dışında Suluova, Çeltek, Vezirköprü, Ladik, Amasya'dan aynı anda yüzlerce insan çıktı dağa. Bunlar tespit edebildiklerimiz. Örneğin, A köyünün gençleri bile darbeyi duyunca, apar topar dağa çıktılar. Bizim haberimiz olmadan.
-Sizin çıkışınızı takiben operasyonlar hemen başladı mı?
-Evet, hemen operasyonlar başladı. İlk dağa çıktığımız gece, ihtiyaçlarımızı karşılamak için bir köye gitmiştik. Sabaha karşı köye baskın oldu. Köyden çıkmak zorunda kaldık.Yakın köylerde de barınabilmek mümkün değildi. Daha gerilere çekilmeye başladık. Küçük koruluklardan oluşan bölgeye yerleştik. Durumun ciddiyetinin farkına varmıştık. Bulunduğu konum itibariyle böyle bir süreci göğüsleyemeyecek olan arkadaşları geri gönderdik.
-Peki, «elenenlerden» biri de ben olsam, diye düşündün mü hiç içinden?
-Benim konumum farklıydı. iki üç olaydan kaynaklı gıyabi tutuklamam vardı. Kafamdan hiç bu çeşit düşünceler geçmedi. Darbeden sonra ,biz artık gerillayız, dedim kendi kendime.
-Yaş ortalaması neydi grubunuzda?
-20 falandı.
-Dağda günlük yaşantınızı anlatabilir misin? Daha uzunca bir süre buradayız, dedikten sonra neler yapmaya başladınız?
-Bundan sonra dağdayız. Tabii, kent ilişkileri de kuruyoruz. İlk günler alt yapı hazırlıklarıyla geçti. Yeni ilişkiler kurmaya, var olan ilişkileri geliştirmeye çalışıyorduk. Dağa çıktığımızda malzeme durumumuz iyiydi ama bir gerilla savaşı için yetersizdi. En ağır silahımız kaleşnikoftu. O da yeterli sayıda değildi. Örneğin biz, oniki kişiydik. Altı tane kaleşnikofumuz vardı. Köylerde ilişkin bir program çıkarttık. Köy komiteleri kurmayı hedefliyorduk. Savunma birlikleri, yerel birlikler düşünüyorduk. İşte böyle bir program oluşturmaya çalışıyorduk. Günün belirli bir saatini de siyasi eğitime ayırıyorduk.
-Nasıl barınıyordunuz? Köylerde mi kalıyordunuz?
-Köylerde hemen hemen hiç kalmadık. İhtiyaç gidermek için gittiğimizde kaldığımız bir kaç günü saymazsak, tamamen arazide kalıyorduk diyebilirim. Yakalandığımız güne kadar bu böyleydi.
-Sığınaklarda mı kalıyordunuz?
-Sığınak dediğimiz, el yordamıyla yapmasını öğrendiğimiz çadırlar vardı. kelik dediğimiz, yani üç tane dalı birleştiriyorsunuz, üstüne branda, üstüne kamuflaj yapıyorsunuz. Yanına gelene kadar belli olmuyordu. Yerüstü sığınağı denebilir. Onun dışında doğal mağaraları genişletiyorduk.
-Bölge halkının, köylülerin sizlere yaklaşımı neydi?
-Halkın bize yaklaşımı bir kaç istisna dışında olumluydu. Zaten eskiden var olan ilişkileri kullanıyorduk. Köylerdeki gençlerin çoğu Dev-Genç'liydi. Köylü erkekler sendikalı maden işçileriydi. Köylüler bizleri, düzene isyan etmiş gençler olarak görüyorlardı. «Bizimkiler» diyorlardı.
- Saklanma, kaçma durumunuz ne kadar devam etti?
-O ilk geri çekilmeyi, saklanma, kaçma konumundan kurtarıp, eylem yapan bir konuma getirme düşüncesindeydik. Bölge açısından ve halkla o zamana kadar tutturduğumuz ilişki açısından; işte devrimciler kaçıp gittiler, dedirtmemek çok önemliydi. Bu yüzden dağlarda olduğumuzun bilinmesi gerekiyordu. Bunu bir süre sonra kısmen yapmaya başladık. Çeşitli ama basit eylemlilikler yapmaya başladık. şehirlere inip yazı yazıyor, bildiriler dağıtıyorduk. Köylerde açık, silahlı varlığımızla görülüyorduk. Bu işler bölge halkına varlığımızı hissettiriyordu. Bu durum bir yönüyle, operasyonların üstümüze gelmesine neden oldu. Bir ay içinde üç-dört yer değiştirdiğimizi hatırlıyorum. En son, bir kaç sağcı köyün olduğu bölgeye çekildik. Bu ilk başlarda avantajlı gibi görünse de, ihbarların yoğunlaşmaya başlaması bizleri sıkıntıya düşürdü.
-Yavaş yavaş sıkışmaya başladınız sanıyorum.
-Aslında, sıkışmaya başladık sayılmaz. Biz geri çekilebilirdik. Ama ona girmedik. Bölgede kalıp, yerleşik bir yapıya kavuşmayı, ilişkilerimizi geliştirmeyi hedefliyorduk. Geri çekilmeyi asla düşünmedik. Son gelinen noktada çatışmaya girecektik, gerekirse ölecektik. Kızıldere ruhu...
-Kentlerin durumu nasıldı? İlişki kurabiliyor muydunuz?
-İlçeler asker ve polisin yoğun olarak üslendiği yerlerdi. İlçelerin ilerici-demokrat insanları yoğun gözaltı ve işkence yaşıyordu. İlişki kurmak her gün biraz daha zorlaşıyordu. Ancak bu koşullarda bile büyük bir umut olarak görülüyorduk.
-Karadeniz'in diğer bölgeleriyle, ya da ülkedeki diğer kentlerle bir ilişkiniz var mıydı? Sizin dağa çıktığınız günler Devrimci Yol önderliğinin yakalandığı günlerdi. Bu tür gelişmelerden haberiniz var mıydı?
Ülke genelinde neler olduğunu biliyorduk. Bizim bölgemize bakarsak, 12 Eylül'den bir süre sonra bir kopukluk yaşandı. Ama kısa sürede ilişkiler toparlandı. Ancak ilişkiler birbirinden bağımız hale getirildi. Dağdaki arkadaşlar açısından ise Veziköprü, Suluova, Çeltek bölgesindeki arkadaşlarla organize ama bağımsız bir ilişkimiz vardı. Bizim bulunduğumuz bölgede üç grup halindeydik. Bu üç gruptan birisi dağdan şehire indiği bir dönemde, bir evde kıstırıldı ve çatışma sonunda yakalandı. Diğer grup ise, yine bir çatışma sonucunda, mermilerinin bittiği noktada yakalandı.
-Sizin birlik nasıl yakalandı. ?
-Daha önce söylemiştim. Bir ihbar sonucu yakalandık. Bir gece önce diğer birlikten dört arkadaş yanımıza gelmişti. Ertesi sabah operasyon başladı. Çevremiz kuşatılmıştı. Bunu çatışma başlayınca anladık. İlk ben görüldüm. Suya inmiştim. Üstüme ateş açıldı ve çatışma başladı. Çatışma başlayınca, önceden tespit edilen yöne doğru kaçmaya başladı arkadaşlar. Ben ateş altında kaldım.Bulunduğum yer bir çukurdu. Arkadaşlara ulaşamadım. Hareketsiz kalmıştım. Mermim bitince sessizce beklemeye başladım. Yanıma kadar geldiler, öldüğümü sanmışlar herhalde. Öyle yakalandım. Bu sırada çadırın bulunduğu noktada çatışma devam ediyordu.
Sonradan öğrendim, ilk anda bir arkadaş yaralanıyor. Yaralı durumda onu öldürüyorlar.
-Kim o?
- Amasya'dan Bayram Lafci. Grup çatışarak geri çekilmeye devam ediyor. Bu arada da Adem Özer öldürülüyor. Diğer arkadaşlar çemberi yarıp kaçıyorlar.
Bölgeyi terk etme şansları olmasına rağmen terk etmiyorlar. Bir hafta sonra, yine bir çatışma çıkıyor. Bir arkadaş, Turan Köse ölüyor, iki arkadaş da yaralı yakalanıyor. Bu ikinci çatışmadan sonra bölgede bir toparlanma süreci yaşanmıyor.
-Böyle bir ortamda bulunmayan bir insan olarak, o anki duygularını merak ediyorum. Neler yaşıyor, neler düşünüyor insan? Bu işin duygusal tarafını bir parça aktarabilir misin?
-Daha önce belirtmiştim. Psikolojik bir hazırlığımız vardı. Her an ölebilirdik. Buna hazırdık. Yine de, çatışma ortamının çok farklı bir şey olduğunu söylemek isterim. Çatışma başlayınca ölümü falan düşünmüyorsun. O an bir motivasyon söz konusu. Öyle sıcak bir atmosfer ki, ölümü aklına getirmiyorsun.
-Daha önce, ölümü düşündüğün zaman ürperdiğin olmadı mı?
-Ölümden korkmak duygusu son derece insani bir duygu. İnsan ölmek istemez tabii. Bugünden geriye bakınca ölüm duygusunun beni fazla etkilediğini söyleyemem.Dağın, kırın çok değişik bir romantizmi var. Ama zaten devrimciler romantik insanlardır. Duygusaldırlar. Dağa çıkınca bunu çok yoğun yaşıyorsun. Kendini farklı hissetmeye başlıyorsun. Buna gerilla motivasyonu denebilir. Gerilla olduğunun bilincinde olmak müthiş bir duygu.
-Mahir'in «adası» gibi bir şey mi bu? Bu adanın bir insanı olmak etkileyici mi?
-Evet, bulunduğumuz yerde, bir ada yarattığımız, o ada içinde birlikte yaşadığımız, çok değişik duyguları, çok zor koşullarda birlikte paylaştığımız arkadaşlarla ilişkilerimiz bir bütün olarak beni etkiledi. Her türlü artniyetten uzak, çıkar ilişkisi olmayan, kollektif bir yaşamı hayata geçirdik.
Herşeyimizi, sevinçlerimizi, üzüntülerimizi birlikte paylaştığımız arkadaşlarımın ölümü, bugün bile gözlerimin önünden gitmiyor. Ben onları unutmadım. Herkes hatırlasın istiyorum.
-Bugün o arkadaşlıkları arıyor musun? Bugün kurduğun ilişkilerden o tadı alabiliyor musun?
-Şimdi o ilişkileri bulmak çok zor. O zaman ceketimizi, bir dilim ekmeğimizi paylaşıyorduk. Bugün o ilişkileri yaratmak gerçekten de zor. O günleri birlikte yaşadığın arkadaşlarla bile bugün aynı ilişkiyi kuramıyorsun. Yeni ilişkiler yaratmak daha farklı bir şey. Her ilişki biçimi kendi döneminin özelliklerini taşır. Yeni bir devrimci insan ilişkilerini oluşturmak ve tanımlamak gerekli.
-Devrime olan inançtan söz ettin. Dağa çıkmanızla başlayan sürecin sizi devrime kadar götüreceğine gerçekten inanıyor muydunuz? Ya da bugün mevcut düzenin silahlı bir devrimle değişebileceğini düşünüyor musun?
-Devrime olan inancımı hiç bir zaman yitirmedim. Yakalanmadan önceki süreç için diyebilirim ki, devrim bize çok yakındı. Devrimci Yol'un yakaladığı ilişkileri düşününce böyle söylüyorduk. Bugün, devrimin artık uzak olduğunu söylesem de, devrime ve sosyalizme olan inancımı yitirmediğimi söylemek zorundayım.
-Az önceki soruyla bağlantılı olarak; Gerilla tarzı için neler söylersin? Bu tarz ile sonuç alabilmek mümkün mü günümüzde?
-Sorunun iki yönü var. Gerilla tarzı ve bugün açısından sonuç alıcı geçerliliğinin olup olmadığı. Her iki soruya birden yanıt verebilmek için bazı şeylerden söz etmek, tartışmak gerekiyor. Bu aslında eski bir tartışma, bizim açımızdan da eski...Ancak devam eden bir tartışma. Bununla birlikte, hesaplaşması henüz yapılmamış bir süreç gerilla süreci. Süreci bütünlüklü ele almak açısından, bizim yakalanmamızdan sonrasını da aktarmak gerekiyor. Bu süreci bizler cezaevlerinde takip ettik. Kimi yazılı belgelerden ve daha sonraları yakalanan arkadaşların canlı tanıklığından öğrendik. Özetleyeyim bunu.
12 Eylül'ün o ilk operasyonları ve merkezi iradenin kaybedilmesinden sonra dışarıda kalan bir kısım arkadaşlarımız 82 yılında bir toparlanma süreci başlatıyorlar. Bu toparlanma süreci ile birlikte, kimi siyasal hareketlerle birlikte Faşizme Karşı Direniş Cephesi oluşturuluyor. Bu cephe olayı ayrıca tartışılabilir. Ancak, bizim arkadaşlarımız, işte bu toparlanma sürecinin genel mantığına ve kararlarına uygun olarak aynı dönemde, gerilla mücadelesini de yeniden başlatıyorlar. Belli bir toparlanma sağlanıyor ve bu durum 84 sonlarına kadar devam ediyor.
Bu süreçte, yani bizim de dahil olduğumuz 80 sonrasının gerilla mücadelesinde yaratılmış bir çok değer var. Deneyimler var. Zorunluluklar ve çok acı kayıplar var. Gerilladan söz ederken bütün bunların üzerinden atlamak hiç mümkün değil. Bu, bizim, sadece bilincimizi değil, vicdanımızı da yeniden belirledi, değiştirdi. Çünkü soyut bir teorik tartışma değil bu. Sıkıntılı bir konu. Ancak, ne yapalım ki, asıl düğüm de burada duruyor.
Gerilla bütün zorluklarıyla sürerken, yurtdışındaki arkadaşlarımız bir tartışma süreci başlatıyorlar. Demokrasi konusu bu tartışmaların merkezine oturuyor. Sosyalizmin krizi, eskiye ait kavramsal çerçeve, tarih anlayışı, Marksizme yeni yorumlar getirmek gibi son derece geniş ve dağınık bir teorik alanda sürdürülen tartışmalar, doğal olarak pratik alanda da sürdürülen gerilla mücadelesini de içine alıyor. İdeolojik ve siyasal alanın, teorik alanın bütününde var olan kavramsal çerçevenin reddiyesi, ya da ince bir tonda ve o tartışmaların dilinde söyleyecek olursak, dönüşüm; siyasal pratiğin de dağıtılmasını öngörüyor.
Bunu tutucu, daha da kötüsü tabucu bir anlayışla söylemiyorum. Bununla bir ilgisi yok. Ancak böyle bir damgayı yemek korkusuyla da, yenilen bu haltları mazur görmek, eyvallah demek, hiç de mümkün değil. Bu tartışmalar farklı görüş belirten olsa da, sonuç olarak, siyasal pratiğin sonlanmasıyla sönüyor. Üstelik ülke içinde gerilla mücadelesini omuzlayan arkadaşlara, tartışmaların sonucu ve alınan karalar iletiliyor. Yani asıl tartışmalarda ülke içindeki arkadaşlar yok. Bunu da ülke içindekilerin moralinin bozulacağı ve fazla zayiat verileceği endişesiyle açıklıyorlar.
Ne denilebilir ki? Gerillayı tartışıyorlar ama gerillayı, morali bozulmasın, zayi olmasın diyerek tartışmalara katmıyorlar. Müthiş demokrasi tartışmaları yapıyorlar. Demokrasi oyunuyla da tartışmaları tamamlıyorlar. Bu yaşananların toplamının üzerinde ne söyleyelim ki. Söz bitmiş, tuz çürümüş.
-Tabii bunlar, o dönemde yaşanan sorunlarınızdan bazıları. Benim sormak istediğim; genel olarak gerilla tarzı üzerine...
- Peki ona değinelim. şimdi, gerilla tarzı şu değil. Düz bir çizgi üzerinde sürgit bir gerilla mücadelesi değil bu. Ya da basit bir askeri durum, şiddete tapınmak, klasik bir savaş sürdürücülüğü falan değil. Silahlı mücadeleden anlaşılması gereken şudur; siyasal mücadelenin silahlı biçimi yani, siyasal mücadelenin kullandığı araç bakımından aldığı bir biçim.
Bilindiği gibi, siyaset tek bir biçim altında sürdürülemez. Hayatın bütününü kavramak zorunda olan siyaset kavgası iktidarı hedefleyen devrimciler tarafından kendi nesnelliklerine ve yaşadıkları gerçekliğe denk düşen bir tarzda çok yönlü ve bir çok değişik aracın bir anda ve değişik biçimlerde kullanılmasıdır. Bunun anlamı, devrimcilerin açısından herşeyin mübah sayılması değildir.
İktidarı hedeflemenin, sosyalizmi kurmanın tek yolu devrimdir. Devrimciler bunun için silahlı mücadeleyi temel mücadele biçimi olarak görür. Devrimci Yol'da bu durum, «politikleşmiş askeri savaş» olarak tanımlanmıştır. Ancak bu, hemen bir öncü savaşı başlatmak, politik mücadeleyi böyle bir kanalda sür git devam ettirmek değildir. Kimi zaman barışcıl, kimi zaman şiddeti esas alan mücadele biçimleri kendi nesnelliğinde dar ya da geniş anlamda hayat bulur. Bunu daha çok mücadelenin koşulları belirler. Burada önemli olan neyin tayin edici olduğudur.
'90'ların dünyasında, gerilla mücadelesinde bir tıkanma yaşanıyor. Tek kutuplu bir dünyanın oluşması, ideoloji ve siyaset alanında zincirleme depremleri de beraberinde getirdi. Yaşanan değişimi açıklayabilmek, karşılayabilmek için yeninin arayışına girildi. Bu süreçte de en eski ve eski olduğu için unutulmaya yüz tutan ne varsa, en yeni olarak görülmeye başlandı.
Bana göre, gericilik yıllarından geçiyoruz. Dünyada ve bölgemizde gericilik hüküm sürüyor. Bunu açığa çıkartan bir değişim var tabii ki. Henüz bu da durulmuş değil. Bu sürecin bütün etkileri sol cenahta derinlikli bir şekilde yaşanıyor.
Söylemek istediğim; ideolojik ve siyasal alanda bir tıkanma durumudur. Gerilla tarzı dediğiniz şey de bunun bir parçasıdır. Latin Amerika'daki gerilla gruplarının yaşadıkları da başka bir şey değil. Ancak tıkanan tek başına bir gerilla tarzı değil ki. Öyle olsaydı, iş daha kolay olurdu. Başka bir taraftan, başka biçimlerde devam edilebilirdi.
Ayrıca tıkanmayı bir geçersizlik durumu olarak görmek çok saçma bir şey. Tek kutuplu yeni bir dünya düzeni kendisini tanımlıyor. Bu düzenin siyasal biçiminin, halk güçlerine yönelik yoğun bir şiddetle tahkim edilmiş olduğunu görmemek mümkün değil. Faili meçhul cinayetler ya da gözaltında kayıplardaki bu dehşet genişleme bile tek başına açıklayıcıdır.
Bunları söyledikten sonra, gerilla tarzının geçersizliği ya da sonuçsuzluğu nasıl söylenebilir? Gerillayı terk eden Latinler de böyle söylemiyor zaten. Ancak, gerilla tarzında dergicilik, gerilla tarzında dernek, sendika, yasal parti vesaire demek de bir marifet değil. Herşeyin başına, önüne hatta arkasına gerilla tarzı sözünü ekleyince çok orjinal fikirler bulduğunu sananlara, gerçekte ne kadar komik bir duruma düştüklerini söylemek lazım. Üstelik bir de bunu sağdan yapıyorlarsa, iki defa söylemek lazım.
-Gerilla tarzında olacak mı olmayacak mı bilinmez ama, Devrimci Yol çevrelerinin büyük bir bölümü yasal parti tartışmalarına sıcak bakıyor. Belki bu çalışma kitaplaştığı günlerde onların da içinde olduğu parti kurulmuş olacak. Sen böylesine bir girişime nasıl bakıyorsun?
-Senin de söylediğin gibi, bu bir tartışma. Somut biçimler almasına rağmen, sürüp giden bir tartışma. Bu soruyu bir kaç açıdan tartışmak gerekiyor. Yasal parti tartışmaları yaklaşık üç yıl önce başladı. Parti konusu, tartışma süreci olarak bilinen sürecin içinde tartışıldı. Bu tartışmalara kimi sol siyasi çevreler de müdahil olarak, dışarıdan katılma ihtiyacı duydu. Bu grupların katılımları psikososyolojik açıdan incelenmelidir. Öyle ki, Devrimci Yolcular yasal partiyi tartışıyor diyerek söze başlayıp, akıl almaz, saçma sapan sonuçlara ulaştılar. Gelinen noktada, Devrimci Yolculardan daha önce davranıp, parti binalarını bile hazırladıklarını görüyoruz. Elbette yasal parti tartışmaları bu değil. Bu tartışmaların nasıl ve nerede başladığı önemli.
Tartışmalar, dünya ve Türkiye'de ideoloji ve siyasette tıkanıklığın olanca ağırlığıyla kendini hissettirdiği bir dönemde başladı. Bu tartışma sürecine bizler katılmamakla birlikte, sürecin gelişimi üzerine yeterli bilgilenmeye sahibiz. Bu tartışmalar başlarken, daha ilk başta oluşan ön koşul şuydu; ideolojik sorunlar ön meseledir. Ancak, tartışma süreci, siyaset alanındaki sorunları ve kendi siyaset sorunlarımızı da çözücü bir işlev üstlenecektir. Devrimci Yol'un tekrar hayata dönüşünün bir ifadesi olacaktır. Başlangıçta oluşan bu ön kabul, süreç içinde yerini tersi bir duruma bıraktı. Araç tartışması sürecin bütününün önüne geçti. Tartışma süreci, 84 tartışmalarıyla benzer bir durumu ortaya çıkarmaya başladı. Yasal parti meselesi her kesimi hareketlendirdi.
Süreç içinde yasal parti ciddi bir evrime uğradı. Bir taraftan bürokrat olmayan, parti olmayan bir parti, kitle partisi ifade edilirken, diğer taraftan, yasal partiye hayır, devrim hemen şimdi, örgüt hemen şimdi, kendi sandalyemizle parti hemen şimdi gibi görüşler ifade edildi. İkinci grup arkadaşlarda, öz örgüt söyleminin arkasında, gerçekte bir örgütsüzlük hakim oldu.
-Sen ne yapmayı düşünüyorsun?
-Sosyalizme inanan bir insan olarak, geçmişin aynen tekrarının mümkün olmadığını düşünüyorum. Sosyalizmi yeniden inandırıcı kılabilmek, kitlelerle yeniden bağ kurabilmek, hem yasal partiyi savunanların hem de partiye uzak duranların ortak sorunu olmak zorunda.
İlke olarak yasal alanın değerlendirilmesine karşı değilim. Ancak yasal parti tartışmaları yasal alanın değerlendirilmesi sorununu çoktan aşmış durumda. Siyasal eksen halini almış durumda. Bu devrimciler açısından sakınılması gereken bir durum.
Başka bir açıdan da parti somut bir araçtır. Somut olan , diğerlerini kendine çeker, benzetir. Siyasal eksen olan bir yasal partinin de sürecin diğer aktörlerini kendine çekmesi, benzetmesi de doğaldır. Sürecin bir bütün olarak yasal partiye dönüşmemesi için hiç bir neden bulunmamaktadır. Yasal parti, gericilik yıllarından geçerken ve bu etkilerin yaşandığı bir dönemde ifade buluyor.
Yasal parti fikriyatı, sürecin ve kendisinin bu özellikleri dolayımı ve öngörüleriyle birlikte yasal alanın değerlendirilmesi, yasal parti aracının kullanılması falan değil, düpedüz siyasal bir yasalcılığa tekabül etmiş durumda. Bu da siyasal bir durum.
Yasal parti, siyasal bir yasalcılığa dönüşmüş durumdadır. Bana göre, gerilla tarzı söylemi ve yasal parti aynı siyaset kavşağında buluşmuş durumda. Eleştirilmesi gereken yasal parti değil, siyasal yasalcılığın kendisidir.
Devrimci militan bir mücadele, aracın kendisine hükmedebildiği oranda, onun tutsağı olmadan, aracı amaca yönlendirebiliyor. Yasal parti ya da onun şurasında burasında yer almak böyle bir düzlemde anlamlıdır. Bir bela, bin nasihattan iyidir, denir. Belki de 90'ların Türkiyesi'nde bizim gerçekten buna ihtiyacımız var. Üstelik onca beladan sonra.
Recep Hisar. 1956 Bursa doğumlu. Giresun Devrimci Yol davasından yargılandı. Müebbet hapis cezasına çarptırıldı. 8 yıl cezaevinde kaldı. Halen Ankara'da yaşıyor.
-Kısa bir özgeçmişle başlayalım istiyorum. Okuyucu merak edebilir.
-Göçmen bir ailenin çocuğuyum. İşçi kökenli bir aile. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Bursa'da okudum. Lise son sınıfı Amerika'da tamamladım. AFS bursu kazanmıştım. ADMMYO (o zamanki adıyla Yükseliş) Kimya Mühendisliği bölümüne girdim. 1974-75 dönemiydi bu. Devrimci dünya görüşüyle tanışmam ailemden bütünüyle kopmamla başladı. Yükseliş, boykotların yaşandığı bir okuldu. Ben, boykotların dışındaydım ama bir merak bir, çaba var. Hatırlıyorum, ilk aldığım kitaplardan birisi «THKO Savunması»ydı. Benim gibi dini inançları olan bir insan için, dinin yanlış olduğuna dair savlar, kendi içimde epey tartışmalara yol açtı. Ama sonra netleştim tabii. Esas olarak okulda yoğun olayların yaşanması beni çekmeye başladı. Bu arada, akşam bölümünde okuyordum. Bu zorunluluktu. Oldukça yoksul bir ailenin çocuğuyum. Çalışmak zorundaydım. Emekli Sandığı'nda memur olarak işe başladım. Memur örgütlenmesinin içinde buldum kendimi. Tüm-Der üyesi oldum. Tüm-Der yeni yeni örgütleniyordu. Tüm-Der'i ağırlıkla TİP eğilimli insanlar kurmuşlardı. Bir yandan Tüm-Der boyutuyla, diğer yandan okul boyutuyla «merhaba» politika oldu.
-Öğrencilikten ne zaman koptun? Birileri gelip «hadi artık başka bir alana» mı dedi?
-Birileri beni alıp götürmedi. Gitme kararını ben verdim. Ama oraya gelene kadar, 1974'ten 1979'a kadar yoğun çatışmalı bir dönem var. Yükseliş, çok sayıda can kaybının olduğu, pek çok devrimci insanı kaybettiğimiz bir okuldu. Bombalarla, otomatik tüfeklerle, tahrip kalıplarıyla saldırıyordu faşistler. Okula grup halinde gidip geliyorduk. Sürekli çatışma çıkıyordu. Öyle bir ortamda biçimlendi bizim mayamız. Hani, klasik bir soru var ya, «seni kimler kandırdı» diye. Beni kimse kandırmadı.
-Kurulu düzenini bozmak bir zorunluluğun sonucu muydu?
-Oraya geleceğim şimdi. Zorunluluktan. Ama oraya gelmeden süreci anlatmak istiyorum. Pat diye nasıl olup da kaçağa düştüğümü anlatabilmem için bu gerekli. 1974'te başlayan süreçte, 1979 Mart'ında kaçağa düştüm. 19 şubat eylemlilikleri nedeniyle kaçağa düştüm.
şimdi, öyle bir dönem ki, okulun işgal altında. Çok büyük bir kesim sol görüşten yana tavır alıyordu. Bizim bir sloganımız vardı; polis-faşist-idare işbirliği diye, gerçekten bu yaşanıyordu. Okulla hiç bir ilişkisi olmayan 20-30 kişi okulu işgal ediyor, polis ise bizi didik didik arıyordu. Adamlar içeride silahlı. Senin silahlı olma şansın yok. Çünkü, defalarca aranıp içeri alınıyorsun. Diğer taraftan memur örgütlenmesinde mücadele sürüyor.Hiç unutmuyorum, Devrimci Gençlik Dergisi'nin bir sayısında ölenlerin fotoğrafları vardı. Derginin o sayısı beni çok etkiledi. sonra 1 Mayıslar yaşanmaya başladı.
-Her geçen gün, içinde bulunduğun ortam biraz daha politikleşiyordu anlaşılan.
-1976 1 Mayıs'ına Tüm-Der olarak gittik İstanbul'a. Büyük bir coşkuydu bu. Katliamın yaşandığı 1977 1 Mayıs'ı, yine 1978-1979 1 Mayısları aynı duygularla geçti. Türkiye'nin bu yılları dolu dolu yaşanan yıllardı. Kritik yıllardı. 1995 yılından bakıldığında, pek bir şey ifade etmeyebilir ama her an vurulma, öldürülme korkusuyla yaşıyorsun. Böyle yoğun yaşanan bir süreçte biçimleniyor insanlar. Bir kuşak bunları yaşayarak biçimlendi. Politikleşmenin ortaokullara kadar indiğine, mahalleler boyutunda kutuplaşmaların ortaya çıktığına tanık oldu Türkiye. Yaşandı bu yıllar. 1977 1 Mayıs'ını yaşamak, işin hangi noktalara varabileceğini görmek açısından önemliydi.
- 1 Mayıs 1977, Devrimci Yol Dergisi'nin kamuoyuna duyurulduğu gün oldu değil mi?
-Evet. Nisan'da Bildirge çıktı. 1 Mayıs açıktan katılımın olduğu bir tarihti. O zamana kadar Devrimci Gençlik Dergisi'nin etrafındaydık. O gün bir katliam yaşadık. 1978'in sonuna gelindiğinde ise Maraş katliamı yaşandı. Ve sıkıyönetim ilan edildi. O zamana kadar çoğumuz sıkıyönetim altında yaşamadığı için, ne olacağı noktasında bir tereddüt geçirdik. Ama hiç bir şey de olmadı. Sıkıyönetim çok fazla değişikliğe neden olmadı. 1979'un başında kaçak duruma düştüm. Ta ki yakalanana kadar. O günlerde kaç yaşında oluyorum ben, 22 yaşını bitirmiş genç bir insanım. Yaşamımın en delikanlı günleri.
İşte böyle bir süreçte, 19 şubat eylemlilikleri nedeniyle kaçağa düştüm. Yazılama sırasında bir arkadaş yakalandı ve pürüzler çıktı. Arkadaşın üstünden tabanca çıkmıştı.Tabii, tabancayı Recep verdiği için, öyle gelişti her şey. Olay basit bir olaydı ama o günki psikolojimizle teslim olma diye bir şeyi hiç tartışmıyorduk. O noktada kaçak durumu devam ettirme kararını ben verdim. Ankara dışına çıkma talebi de benden geldi. Kimse empoze etmedi ama kararı almam da kolay olmadı. Evliydim. Çocuğum vardı.
-Bilinen bir olay var. Dev-Genç içinde belli bir yere gelenleri kolundan tutup, sen şu mahalleye, sen şu şehire deniyordu. Biraz geriye döneceğim ama sorum bu olayla bağlantılıydı.
-Anlattım. Benimki öyle olmadı. Yalnızca şu soruldu. «Ankara'da kalmak mı istersin başka bir şehire gitmek mi?» Tercihim Ankara dışı oldu. Mayıs veya Haziran ayında Karadeniz'e geçtim.
-Niye Karadeniz? Ya da daha önce neden Devrimci Yolcu olduğunu öğrenmek istiyorum. Duygusal bir motiften söz ettin. Aynı duygusal motifleri pek çok sosyalist hareket kullanıyordu. Mahirler, Denizler, Che....
-İkinci soruyu unutmayalım. Karadeniz'i ben seçmedim. Gönderildim. şimdi, niye Devrimci Yol? Duygusal motiflerden söz ederken, ilk başlangıç için söyledim. THKO'nun Savunması'nı niye alıp okudun dersen, bilmiyorum alıp okudum işte.
-Ama Halkın Kurtuluşu'ndan olmadın..
-Emekli Sandığı'nda çalışırken beni Tüm-Der'li yapanlar da TİP'lilerdi. Çevremde HK'lılar da, TSİP'liler de vardı. Farklı düşünen bir ben vardım. Sonra hepsinin başına bela! oldum. Emekli Sandığı'nı kaybettiler. Yapılan dünya kadar tartışmalar, polemikler vs. sonucunda insan biçimleniyor. Devrimci Gençlik Dergisi'nde çıkan Sovyetler Birliği değerlendirmeleri, SBKP-ÇKP kutuplaşmasına alınan tavır benim üzerimde olumlu etki yaptı. Silahlı mücadele derken, Kızıldere var ama Nurhak da var. Bu tür olayların cazibesi ilk başta etkili olabilir. Ayrıca, okulda kendisine ben buyum şuyum diyen insanların koyduğu tavıra bakıyordum. Bu çok önemli.
-Karadeniz'e dönelim. 12 Eylül sonrasına bakacak olursak, Devrimci Yol'un en yoğun gerilla faaliyeti bu bölgede yaşandı. O günden bunu hesap ederek mi gönderildin oraya?
-Onu bana sorma.Bilmiyorum. Sorma ihtiyacı duymadım. Ordu'ya gönderildim. İl sorumluluğu düzeyinde. Karadeniz'deki örgütlenme başlamıştı. Belli boşlukları vardı demek.
-Yavaş yavaş dağa çıkma noktasına gelmek istiyorum. Ordu kent merkezinde neler yapıyordunuz? Karadeniz'de bir gerilla faaliyetinin hayata geçirilmesi için o günden çalışmalar yapılıyor muydu?
-1979'un başında Ordu'ya geldim. Ordu süreci, Türkiye'nin pek çok yerinde olduğu gibi faşistlerle çatışma düzeyinde gelişen bir süreçti. Çok dinamik bir bölge. Fatsa'sı, Perşembe'si, Ünye'si var. Fatsa'da bir Fikri Sönmez olayı var. Bölge olarak potansiyel çok fazla. şimdi, «kırlar düşünülüyor muydu?» sorusunu sorduğumuzda, devrimin halk savaşı yoluyla olacağı, kırlardan kentlere doğru bir rota izleyeceği biliniyordu. Elbette, Karadeniz kırdır. Ordu da kırdır. Nerelerdir şehirler, İstanbul, Ankara, İzmir vs. Ama bana şunu soruyorsan; bilmem kaç yıl sonrasının hesabı yapılıyor muydu diye, öyle uzun vadeli bir düşüncenin ürünü olduğunu sanmıyorum. Ben o günlerde bunu tartışmaya çalışıyordum. Belirli bir rota etrafında insan istihdam edilmesini öneriyorduk.
-Siyasi anlamda bir rota mı?
-Tabii ki, kır kesiminde gerilla örgütleyeceksin. Uzun sürecek bir halk savaşından sonra şehirleri işgal edeceksin.
-Özellikle, Fatsalılar için, rugan ayakkabılarıyla dağa çıktılar, deniliyordu.
-Onlar biraz espri tabii. Biz dağa çıkmak zorunda kaldık. Süreç bunu zorladı. şunu yapamadık biz; örneğin 12 Eylül'ün gelmekte olduğu belliydi. Bizim belli bir gücümüz vardı. Bu gücümüzü ona göre düzenleyemedik. Ama, bütün bunları tartıştığımızı hatırlıyorum. O kadar yoğun bir çatışma ortamı vardı ki, var olacaksın, müdahale edeceksin, saldırıyı püskürtmeye çalışacaksın...
-Karadeniz, Devrimci Yol'un güçlü olduğu bölgelerin başında geliyordu. 12 Eylül sonrası da en yoğun gerilla faaliyeti bu bölgede gerçekleştirildi. Bunu neye bağlıyorsunuz?
-Oraya çok emek verdik, onun cevabıdır. O kadar verildi, o kadar alındı. Çok da iyisi de yapılabilirdi. Oranın toprağı hazırdı. Süreç artık, 1980 yazıyla beraber daha bilinçli, daha programlı sürdürülmeye çalışıldı.
-Nasıl bir program?
-Örneğin, tek tek, köy köy her yönden bölgenin yapısını inceledik. Hangi partiye oy verirler? Hangi ürünle uğraşıyorlar? Nüfus yapısı vb. Kaldı ki, cunta öncesi Malatya civarında kırsal kesimin örgütlenmesine dair önemli bir çaba olduğunu da biliyorum.
Bizimki zorunluluktu. şehirlerde barınamayınca dağlara çıkıyorsun. Her şey problem orada. Yol yürümek, yağmurdan korunmak, sigara içmek, ateş yakmak, aç kalmamak, üşümemek, bütün bunlar hep hazırlıklı olunursa kolayca göğüslenebilen zorluklar. Ama yine de, o motivasyonla beraber, o insanlar güle oynaya göğüs gerdi her şeye. Başa dönecek olursak, o günlerde de ifade ettim. Karadeniz'de daha fazlası örgütlenebilirdi. «Örgütlü bir çabaya girelim» dedim. Örneğin «hiç olmazsa beni böyle istihdam edin» dedim.
Örneğin Fatsa'yı ele alın. Fatsa'nın 100 civarında köyü var. Hepsinde varız. Silahlı, külahlı varız. Oralarda silah doğal bir şey. Nöbet tutuluyor. Yoğun çatışmalar yaşanıyor. Bütün bu bölgelerde, 1980-1985 arasında yapılanların hepsini biz, önceden yapabilirdik. Yüzlerce köylü bizden yana. Ama o mantıkla bir şeyler oluşturamadık. Yani, biz nasıl yapmak zorunda kaldıysak, onun gibi yaşayan, hareket eden bir yapıyı önceden kuramadık. 12 Eylül öncesi bunun zemini vardı. Vardı ki, bölge halkı bize yıllar boyunca baktı. O kadar deneyimsizliğe, o kadar acemiliğe ve yoğun operasyonlara karşın baktı o bölgeler. Aralarında ihbarcıyı tutmadı. Bu verilenin karşılığıydı.
-12 Eylül ile sonrası değil de, sanıyorum Nokta operasyonu ile birlikte dağa çıktınız.
-Nokta operasyonu Temmuz'da gerçekleştirildi. Paldır küldür dağa çıktık. İlk tepede kaldık. Tepeye varınca, ne denetim var ne operasyon. Ama ben bundan söz etmiyorum. Örneğin; 12 Eylül sonrasında geçtiğim bir başka kırsal kesimde, şakası yok bu işin, hiç aşağı inmiyorsun. Kendi barınağını yapıyorsun. Yiyeceğini buluyorsun. Tümüyle, kırda cirit atan insanlar haline gelmek, sözünü ettiğim bu benim. Nokta operasyonu, daha sonra geleceklerin provasıydı kabul ama, o çok şeyi değiştirmedi. şehirleri aldı. Kırsal kesimde var olmayı biz, 1980 sonrası yarattık.
-Kenan Evren darbeden kısa bir süre sonra, Karadeniz'i ve özelde Devrimci Yol'u kastederek «Biz gelmeseydik, onlar gelecekti'» diyerek hedef göstermişti. Evren bunları söylerken, siz neler yapıyordunuz?
-Benim kırsal kesime çıkmam Ekim ayı gibi oldu. 12 Eylül'ü kentte karşıladım. Samsun'daydım. Büyük bir şok tabi. Ne yapacağız, nasıl adapte olacağız? «İşte beklenen oldu, şimdi şu programı hayata geçireceğiz» diyecek durumda değildik. Ben il sorumluluğu düzeyinde bulunuyordum. Yalnızca ne yapmayacağımızı biliyorduk. Pes etmeyecektik.
-Sonra ne oldu? Samsun'da mı kaldın?
-12 Eylül'den bir ay sonra başka bir ile gönderildim. Kırsal kesimde birileri dağa çıkmıştı. Üçlü, beşli gruplar halinde geziyorlardı. Böylece kır maceram başlamış oldu. «Merhaba» dedik. Kesintisiz olarak 10 ay sürdü.
-Senin açından ilk raund değil mi bu?
-Evet, ilk raund 10 ay sürdü. Ondan sonra 1 yıl İstanbul, Ankara maceram var. 1982 başında tekrar Karadeniz'e. Bu kez, gerilla örgütlenmesi içinde olmak için dönüş var.
-İlk bir yıllık süreci anlatabilir misin? Psikolojiniz nasıldı? Neler yaptınız?
-Bulunduğumuz alanda oturduk değerlendirme yaptık. Bir anlamda şanslı bir dönemde 12 Eylül'ü karşıladım ben. Tartışabileceğim arkadaşlarım vardı yanımda, bölge sorumlusu düzeyinde. Sokağa çıkma yasağı olduğu için ilk günleri bol bol tartışarak geçirdik. Askeri darbenin neler getireceği ilk günlerden belliydi. Yine de, ilk günlerde üstümüze çok fazla gelmediler. Devletten söz ediyorum.
-İlk günlerde çatışma falan oldu mu?
-Bildiğim kadarıyla, bölge çapında ciddi bir kaybımız olmadı. Bütün mekanizmalar duruyordu.
-İlk günleri biraz daha ayrıntılı anlatabilir misin? Neler yapıyordunuz? Nasıl barınıyordunuz?
-Cunta sonrası bir başka şehire seyahat ediyorsunuz. Sık sık arama-tarama var. Kimlik soruluyor. Doğru dürüst kimlik yok üzerimizde. Tam bir maceraydı bu yolculuklar. İlk olarak, küçük bir şehirde değerlendirme yaptık. Kırsal kesime geçecek arkadaşlarla beraber. Kırsal kesimdeki dağınık grupların örgütlenmesi çabasına girdik. İlk gün, ilk gece dersen, kafamda yok öyle bir şey. Karadeniz'de ağuluk denilen çalılıklar var, yaz-kış yeşilliktir. Çalılıkları çadır haline getirerek, orada buluşuyor, konuşuyorduk. İlk bir kaç gün böyle geçti. İlk günler, yoğun bir operasyon yoktu. Kendimizi koruma noktasında bir rota çizdik. Yok edilmemeye, var olmaya ve kırı örgütlemeye çalışıyorduk.
-Sayınız ne kadardı?
-Bizim hareket alanımızda 15-16 kişi vardık. İki ekip halinde örgütlendik. Dağınık durumda olanlar bir araya getirildi. Dağda toplantılar yapıldı. Her şey bir sıkıntı tabii. Sığınak kazıyorsun. Köylüye ses gitmemesi lazım. Kazıyorsun, taş çıkıyor. Kazıyorsun, su çıkıyor. Kazdığın yeri iz bırakmadan kapatmak zorundasın. İhtiyaçları gidermek için köylere adam gönderiyorsun. Çok hassas bir konu. Yapılacak bir gevezelik pek çok insanı sıkıntıya düşürecek. Silah durumu da iyi değil. El yapımı tabancalar ve bir iki otomatik tabanca var. Öyle hazırlıksız yakalandık işte. Ama çok güçlü bir inanç var. «Biz bu işi beceririz» dedik.
-Yaş ortalamanız kaçtı? Senin yaşın biraz daha ortalamanın üstündeydi herhalde.
-Benim yaşıma yakın arkadaşlar vardı. Daha genç olanlar da vardı. Ama öyle çoluk çocuk değildik. Üniversiteli insanlar ve köylü gençler vardı. Hepimizde güçlü bir inanç vardı. Siyasi görüşüne inanç. Bu ülkenin insanına, yapmakta olduğumuz işe... Bu inanç bizi güçlü kılıyordu.
-Köylülerle ilişkileriniz ne düzeydeydi?
-Şöyle. Karadenize kar bastırmış. Yaylalardasın. Yaylalar kar altında. Önceden de bir hazırlığınız yoksa köylerden ihtiyaç karşılıyorsunuz. Bir çuval unu ne kadar dayandırabilirsin? Yoksul köyler bunlar.
-Bunaldığınız anlar oldu mu? Karamsarlıkla karışık bir duygu vardır ya.
-Kendi payıma bunaldım diyemem. Dağda kar altında yürüyorsun. Her taraf sis, tipi. Ateş yakıyorsun. Önünü ısıtıyorsun, arkan buz tutuyor. Yorgunluktan bitkin düşmüş insanlar hemen karın üstünde uyumak isterler. Uyusan, donacaksın. Bütün bunlara rağmen öyle coşkular yaşadık ki, sıkıntı, yokluk, açlık, uykusuzluk çoktu; ama hayır, bir karamsarlık, bir moral bozukluğu olmadı. O tür duygular büyük kayıplardan sonra yaşanmaya başladı.
-Bu süreç böyle ne kadar devam etti?
-Epey bir uzun sürdü. Bulunduğumuz yer olan Giresun'dan diğer bölgelerdeki arkadaşlarla bağlantı kurduk. şehirlere inip tartışıyorduk. Belli bir yapılanma vardı. Bizim bölgemize yakın Bulancak ve Espiye taraflarında iki grup vardı. Bütün Karadeniz'de insanlar vardı. Hedefimiz, örneğin, Samsun'dan girip Artvin'e kadar uzanan bir dağ yolu açmaktı. Gelecek kışı daha rahat geçirmek için hazırlıklar yapmaya çalışıyorduk. Tuz, şeker, un depolamak gibi. Bütün bunlar yaşanılarak öğrenilen pahalı dersler.
-Sizin kuşağınız partizan romanlarını okuyarak büyüdü ama anlaşılan gerçek hayat romanlardaki gibi olmuyor.
-Romanlardaki çok hoştu. Gerçi, bizim yaşadıklarımız da hoş ve güzeldi. İnanarak, bilerek yaşayan insanlar açısından diyorum. Hiç bir karşılık beklemiyorlardı. Hiç kimse itmemişti onları oraya, zorla tutulmuyorlardı. Dağlarda kendine güven diye bir şey var. Silahın, arkadaşların, düşüncen... Özgürsün, özgürlüğü yaşıyorsun. Onu anlatmak biraz zor. Ama, çok güzel bir şey. Dağların başındasın. Çıt yok. Her taraf orman ve kar altındasın. Başını sokacak bir yerin var. Odunun var. Karnın da tok. Zaman zaman kurduğun bağlantılar var. Bu bağlantılar güveni tazeliyor...
şimdi, kırı örgütlerken bir taraftan da darbe almaya başladık. Darbeler Türkiye geneli için de geçerliydi. Devrimci Yol önderliğinin yakalandığını gazetelerden öğrendik.
-Ankara, İstanbul vs. ilişkileriniz var mıydı?
-İki yazı vardı. 1980 sonrası kaleme alınmış, merkezi olarak çıkartılmış. O yazılar ulaştı yalnızca.
-Yazılarda, dağlardaki insanlara yönelik bir belirleme var mıydı? Bir program ya da politika tespiti..?
-Yanlış hatırlamıyorsam direniş komitelerinin daraltılmasına ilişkin bir önerme vardı. Mücadelenin yönünün değişmekte olduğu, ona uyum sağlamak gerektiği yani genel hatlarıyla yaygın kitlesel ilişkilerin artık daraltılması gerektiği, daha radikal ve askeri bir yapının gündeme getirilmesi vurgulanıyordu. Devamında, Ankara'daki ve bölgedeki üstten yakalanmalar oldu. Bölgedeki üstten yakalanmanın sonucu olarak, bölgeler arasındaki bağlantılar koptu. Yeniden bir örgütlenmeye yöneldik. Pes edilmiyor ama budana budana geliyorsun. Benim açımdan süreç 1981 yılının Ağustos'un da bitti. En ufak bir bağlantımız kalmamıştı. Bölgedeki örgütlenmeler tümüyle devre dışı kalmıştı. Bu tarihten kısa bir süre önce, Giresun'da bir imha yaşandı. Yedi arkadaşımız öldürüldü.
-Aynı olayda mı ?
-Aynı anda. Bizim iki ekipten birisi imha edildi; ancak bir arkadaş sağ kurtulabildi. Bu imhadan sonra dar bir ilişkiyi sürdürdük. Konuştuk, tartıştık. Benim de içinde bulunduğum grubu bölgeden kaydırarak Tonya bölgesindeki başka bir ekiple birleştirme kararı alındı. Çabaları başlattık. O arada bu birleştirmeyi yapacak olan şehir örgütlenmesi de darbe yedi. Peşinden bir ihbarcının öldürülmesi gündeme gelince, bölgede çok yoğun operasyonlar başladı. Öyle bir noktada kalındı ki, hareket edemez bir durumdaydık.
-12 Eylül sonrası yoğun bir ideolojik bombardıman başlatıldı. Biraz bunun, biraz da bölgede giderek sıkışmanızın sonucunda, bölge halkının sizlere yaklaşımında bir değişiklik oldu mu?
-Hayır, hayır. Karadeniz'de yaşadığımız bütün süreçlerde böyle bir şey yaşamadık. Halkın ciddi bir ihbarı olmadı. Bazı ihbarlar yedik ama sonuç getirici değildi.
-Halkın olumlu tavrı sonuna kadar sürdü mü yani?
-Dağda gezen insanlara gerçekten sevgiyle yaklaşıyorlardı. Biz de ilişkilerimize dikkat ediyorduk. Köylerin içinden uluorta geçmiyorduk. Nokta ilişkiler sürdürüyorduk. Ama insanlar, yaylalarında kimlerin kaldığını biliyorlardı. Ve kendi ifadeleriyle «dağın başında, bu kar ve kışta ayakta kalabilen çocuklara aferin» diyorlardı.
-Peki, ilk raundun bitişine gelelim.
-81 yazında, Karadeniz'den birinci kopuşumu yaşadım. Bir yıl sürecek bir kopuş. Çaresiz kalındığı bir noktada yanıma bir arkadaşımı alarak dağdan indim. Tümüyle kendi olanaklarımla Ankara ve İstanbul'da kaldım. Pek çok tesadüflerle yakalanmadım desem, yanlış olmaz.
-Karadeniz'e tekrar geçmeden, 12 Eylül'ü takiben dağlara yaklaşık kaç kişi çıktı.
-Bunu hiç düşünmedim. Ben kendi bulunduğum birimi biliyorum. Onbeş kişi civarındaydık.
-«1981 yılını büyük kentlerde geçirdim» dedin. Ülkenin genel durumuyla ilgili bilgin var mıydı? Bütün sol hareketler birer birer çökertildi....
-Tabii; tabii, biliyordum. Taa kırsal kesimden bu yana üstten ağır darbeler aldığımızı biliyordum. Kaldı ki, biz dağdayken merkez komitenin yakalandığı teyid edilmişti.
-Sonra nasıl ve neden tekrar geçtiniz Karadeniz'e?
-Kentlerde geçirilen bir yıl sonrasında, yakalanan bir kaç bağlantıyla tekrar geçtim Karadeniz'e. 1982'nin Temmuz ayında. 1982, 1983, 1984 Karadeniz'de kırsal kesim örgütlenmesi çok daha bilinçli yürütüldü.
-1982 yılında başlatılan gerilla faaliyeti sanıyorum, yurtdışında kurulan, Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi'nin Türkiye'ye dönük düşündüklerinin bir sonucuydu. Cephe içinde yer alan hareketler Karadeniz'deki gerilla içinde yer aldı mı?
-Benim bulunduğum bölgelerde tümüyle Devrimci Yolculardan oluşan birimler vardı.
-Bu sürece girelim istersen.
-Tabii. Yıl 1982'nin Temmuz'u. Darbeler yenmiş yenmiş, nispeten durulmuş ortalık. Kırsal kesimdeki operasyonlar açısından diyorum. Bizim dağa çıkmamızla, bir grup arkadaş da, yurtdışına çıktı. Çeşitli tartışmalar yapıldı. şu noktaya gelindiği bizlere iletildi: Türkiye çapında ulaşabilecek her noktaya ulaşılmıştır. Dokuz siyasi hareketin birlik görüşmeleri tamamlanmış ve cephe kurulmuştur. Cephenin kuruluş tarihi Ağustos 1982'ydi sanıyorum. Sonra, Cephenin programı, tüzüğü geçti elimize.
Biz, bu arada kendi rotamızı çiziyorduk. Araç gereç açısından kaliteli bir duruma geldik. Siyasi olarak rota çizilmiş; kır gerillası ve şehir gerillası örgütlenecek. Nasıl yapılacağı bütün ayrıntıları ile ortada. Artık bu, el yordamıyla başlatılan bir süreç değil. O süreç, 1980'nin Ekim'inden 1981'in Ağustos'una kadar geçen süreçti.
-Dağa tekrar çıktıktan sonra neler yaptınız? Varlığınız nasıl hissedildi? Biz buraya geldik mi, dediniz?
-1982'nin yaz ayları bölgeye uyum sağlamakla geçti. Barınaklar hazırladık.
-12 Eylül sonrası bulunduğun bölgede miydin?
-Hayır, bu sefer Fatsa taraflarındaydık. Fatsa'nın üzerinden Ünye taraflarından hareket ediyorduk.
-Fatsa'nın dağlık bölgelerde insanlar var mıydı?
-Bölgede yıllarca yapılan yoğun operasyonlardan kurtulan arkadaşlar ortaya çıkmaya başlamışlardı. Zaten biz de onların yanına gittik. şehirlerle ilişkimiz vardı. Yiyecek, para vs. gönderiliyordu. Yurtdışı ilişkimiz de düzenli olarak yürütülüyordu. Yayınlar geliyor, her türlü tartışma bizlere aktarılıyordu. Bütün bunlar önemli adımlardı. Umut veren gelişmelerdi. Başı sonu belli bir örgütlenme yaratılmıştı. Bir takım isimler bile dillendiriliyordu, önderlik konusunda falan. Dağınık geçen bir süreçten sonra güzel gelişmelerdi...
-Başlatılan bu girişimin, cepheleşme ve gerilla için söylüyorum, solun kaderini değiştirebileceğine inanıyor muydunuz?
-Şöyle, sürecin hiç de kolay olmayacağını biliyorduk. Dokuz siyasi güç bir araya gelmiş ama ortada fiili bir güç yok. Fiili gücün yaratılmasının kolay olmayacağını biliyorduk. Örneğin, tartışıyorduk. Askeri örgütlenme diğerleriyle nasıl olacak? Parti yok, cephe var, şeklinde. Biraz da kendime özgü bir durum var. Kolay umutlanan, kolay karamsarlığa düşen bir insan değilim. İşte birleştik, sırtımız yere gelmez artık, yok ederiz bu cuntayı türünden bir havaya hiç girmedik. Yalnızca, bir artı vardı. Bilinmezlik ortadan kalkmıştı.
-Sonra nasıl gelişti olaylar?
-1983'ün başında uzun yürüyüşümüz başladı. Karadeniz'den Malatya'ya kadar. Birbuçuk ay gidiş, birbuçuk ay dönüş sürdü.
-Örgütlenmeniz hakkında bilgi verir misin? Yürüyen grup, Ana Gerilla Birliği olarak adlandırılan grup muydu?
-Ana örgütlenmemiz şöyleydi. Kırsal kesimde sürekli hareket halinde bir grup olacak. Buna AGB adını verdik. şöyle canlandır. Ana hedefi, Karadeniz'den Akdeniz'e inebilmek. Bu fantazi değildi. Bunu gerçekleştirdik. Ordu'yu, Sivas'ı, Malatya'yı aştık. Adıyaman'da da örgütlenmemiz vardı.
-Bütün rota boyunca var mıydı örgütlenmeniz?
-Evet vardı. Ben Malatya'ya kadar indim. Adıyaman'dan öteye kış yüzünden geçmedik, geri döndük.
-AGB kaç kişiden oluşuyordu?
-15 civarındaydık. AGB ana gövdeydi. Beyniydi işin. Yoğun eylemliliklerin çekirdeği olacaktı. Merkezde AGB vardı. Onun altında, benim muhalefetime rağmen, bir Bölge Gerilla Birliği oluşturulacaktı. Bir de Yerel Siyasi Birimler vardı. Bunlar on, onbeş köy çapında ya da bir, iki ilçe çapında hareket ediyorlardı. Askeri örgütlenmeyi ana hatlarıyla kurmuştuk.
-Yoğun eylemliliklerden söz ettin. Neler yaptınız?
-Şu vardı. Bu ilk koyduğumuz tavır oldu. Açıktan gezme kararı verdik. Deyim doğru olursa, bu bir meydan okumaydı. Biz bu işi açıktan yapacağız, diyorduk. Zaten, devletin haberinin olmaması mümkün değil. Cepheler kuruyorsun. Silahlar geliyor, gidiyor. Bunlar bilinmez değildi. Eylem alanları, geri çekilme alanları gibi ince ince hesaplarla işin örülmesi yapılıyordu. Kararlılık ve coşku vardı insanlarda. Yepyeni silahların gelmiş olması, hem bizler açısından hem de bizleri gören köylüler açısından etkili oluyordu. Bütün bunlar devleti harekete geçirdi.
-Yavaş yavaş senin yakalanmana doğru geliyoruz
-Bana, AGB dışında bir de, Bölge Gerilla Birliği'ni oluşturma görevi verildi. Devlet yoğun bir biçimde bölgeye yükleniyordu. 1983 seçimleri yaklaşıyordu. Devlet, seçim öncesi, bizim bir çıkış yapacağımızı tahmin ediyordu. Tabii, bilgiler gidiyordu. Sayımızı olduğundan çok fazla tahmin ediyorlarmış. Biz, bir yerde yirmi kişi görülüyoruz. Saatlerce yol yürütükten sonra başka bir bölgede daha görülüyoruz. İstihbarat ona göre gidiyor. Sonra bir başka yere gidiyoruz. Hesaplamalar toplama üzerinden olduğu için, büyük rakamlar ortaya çıkıyor. Bir de, köylülerin doğal bir hali vardır. Beşi yirmibeş yapıyorlar. Bu durum devletin bölgeye yüklenmesini getirdi. Asker yığdı, helikopterler uçmaya başladı.
-Gelinen nokta sizi önlem almaya itmedi mi?
-Bu dönemde AGB bölgeden çekilecekti. Geride Bölge Gerilla Birliği ile ilişkilerin devamı için bir kaç insan kalacaktı. AGB Malatya'ya doğru gidecekti. Tam bu hazırlıklar sırasında operasyonlar başladı. Kayıp bir birimi ararken çatışma çıktı ve yakalandık. İki arkadaşımızı kaybettik. Cavit ve İlhan öldüler. AGB bölgeyi terk etti. AGB eylemlerine devam ediyordu. İki muhbiri cezalandırdılar.
-Siz yakalandıktan sonra mı?
-İkisi bir. Operasyon döneminde eylemler ve eylem sonrası yoğun operasyonlar.
-Bir yıl boyunca eylem olarak ne yaptınız? Az önce söz ettiğin dışında.
-Benim yakalanma dönemime kadar olan bölümü söylüyorum. Kaldı ki, henüz örgütlenmesinin başında olan bir yapıdan yoğun eylemler, pusular falan beklenemez. Yanlış olur. Asıl olarak, 1984-1985 yılları daha yoğun yaşandı.
Ayrıca, yeri gelmişken, bu mutlaka tartışılmalı. Bizler, kırsal kesimde ve şehirlerde gerilla örgütlemeye çalışırken, birileri yurtdışında apayrı bir telden çalmaya başlamışlar. Dağda bulunan arkadaşlar tartışmayı çok sonradan öğreniyor ve tartışmaya başlıyorlar. Sözünü ettiğim tartışma şu; «Kırsal kesimde böyle bir mücadeleyi başlatmak yanlıştır, kır gerillasını örgütlemek yanlıştır» şeklinde.Taner Akçam'ın tartıştığı konular bunlar.
-O tartışmaların sonunda, gerilla faaliyeti dağıldı, sanıyorum.
-İnsanlar yurtdışında cepheler kuruyor. İnsanlar burada, herşeylerini, hayatlarını ortaya koyarak onu hayata geçiriyorlar. Bu işler örgütlenirken, birileri yurdışından vazgeçiyor. Bütün bunlar yukarıdan geliyor. Bunu anlamak, affetmek mümkün değil. Karar verilirdi, hiç başlanmazdı. Ne bileyim, farklı bir mücadele içine girilirdi. Ya da beş, on yıl sonra başlardı. Kırda bir şeyler örgütlenirken, böyle tartışmalar kötüydü, çok kötüydü.
-Bu tartışmalarla bağlantılı olarak soruyorum; tartışmaların bir yönü gerilla tarzıyla ve genel olarak silahlı mücadeleyle bir sonuç alınamayacağı şeklindeydi. Gelinen noktada, Latin Amerika'daki gerilla hareketlerinin durumu ortada. Bu konulardaki düşüncelerini öğrenmek istiyorum.
-Günümüz dünyasında, ilerici, devrimci güçler aleyhine, kapitalizm, gerici güçler lehine bir gelişim seyrinin sürmekte olduğu söylenebilir. Eski SSCB cephesindeki gelişmeler, bu sürecin başlagıcı olarak alınabilir. SSCB'nin dağılması; ideolojik teslim bayrağının çekilmesi gibi gelişmelerin dünya ölçeğinde yankı bulmaması beklenemezdi. Devasa boyutlu alt üst oluşun yaşandığı bir durumda eski dengeler yok olmuş, henüz yeni dengeler oluşmamıştır. Emek cephesi savunan, gerileyen, dağınık, ideolojisi elinden alınmaya çalışılan bir konumdayken, sermaye cephesi, tırnak içinde söylüyorum, zaferinin keyfini süren, saldırgan, atak yapan bir pozisyondadır.
Aynı ortam, 1980'li yıllara kadar sürekli gelişim gösteren, ezilen halkların kurtuluş mücadeleleri üzerine de etki yapmıştır. Özellikle mücadelelerini iki kutuplu bir dünya dengesini gözeterek ve bundan yararlanarak geliştirmek üzerine kuran hareketler, gelinen noktada, açmaza düşmüştür. Rüzgarın çok güçlü olarak sermayeden yana esmeye başladığı böyle bir dünyada, bundan etkilenmek doğaldır; rota ayarlaması yapmak gerekir.
Bütün bunlar, artık ulusal kurtuluş mücadeleleri, silahlı mücadele, gerilla mücadelesi ölmüştür, anlamına gelir mi? Kanımca buna kesin bir «hayır» yanıtının verilmesi gerekir. Emperyalizm varlığını sürdürdüğü sürece, ondan kurtulmaya çalışacak güçler mutlaka varolacaktır ve bu mücadelenin renginin belirleyicisi bizzat emperyalizmin doğası olmaya devam edecektir. Milliyetçilik duygusunun körüklenmesini getiren gelişmeler yaşanıyor dünyamızda. Ulusal kurtuluş mücadeleleri de bundan, bu yönde daha fazla etkileneceklerdir. Yaşanan alt üst oluşun pek çok etkileri olacaktır.
Bunları tahlil etmek, yeni, sağlıklı önermelerde bulunmak kaçınılmazdır. Ne var ki, tam bu etkiler, silahlı mücadele faktörünün müzeye kalkacağı anlamına gelmiyor. Yugoslavya, Kafkaslar, Somali, Ruanda, Ortadoğu, Sri Lanka, Afganistan gibi örnekler günümüzde süren bir kaç örnektir. Gelişen milliyetçilik ve neo nazi akımlar, yakın geleceğimiz için sahte cennet hayallerine kapılmayı önlemektedir. Latin Amerika gerillla hareketlerinin geldiği nokta özel olarak incelenmeye değer. Keza, gerilla örgütlenmelerinin sistem içine çekilmeye çalışıldığı kıtada, Zapatist gelenekle ayaklanan Meksika yoksullarının mücadelesini de, Peru'nun Aydınlık Yol mücadelesini de aynı özenle incelemek gerekir.
Özgürlük, bağımsızlık, insanca yaşam ve emperyalizm... ikisi birlikte olamaz; ya o, ya o!
-Kimi Devrimci Yol çevrelerinin de içinde bulunduğu yasal parti tartışmalarına nasıl bakıyorsun. Silahlı mücadele geleneği olan bir çevrenin, böyle bir girişimin içinde olması, yeni bir sosyalizm tartışması yapılırken, yeniyi aramanın alt başlıklarından birisi sayılabilir mi? Yoksa, THKP ve DY geleneğinden bir kopuş, devrime elveda, anlamı mı taşıyor?
-Yasal parti konusundaki gelişmeleri izliyorum. Buna sıcak bakmadığımı söyleyebilirim. «Neden yasal parti?» sorusunun mutlaka cevabı verilmelidir. Henüz yeterli bir şeylerin söylendiği kanısında değilim. Varolan bütün yasal olanakları değerlendirmek, onlardan yararlanmak yolu ile sisteme entegre olma sonucunu doğurabilecek yasal mücadele yolu arasında temelde farklılık vardır. Yasal zemindeki sendika, dernek, gazete, dergi, iletişim ve benzeri alanlardaki örgütlenme ile yasal parti arasındaki farkı gözden kaçırmamak gerekir. Sorun, «Marksis-Leninist parti yasal olur mu, olmaz mı?» sorunu değildir. O cevap çoktan verilmiştir. İktidar mücadelesinin temel örgütü olan partinin rengini «kimin iktidarı için», «nasıl bir iktidar için», «nasıl bir mücadele sonucu gelecek iktidar için» ve benzeri türden temel sorulara verilecek yanıtlar belirler. Önce bu temel üzerinden yapılacak bir rota tayini gerekir. Bu temel yanıtların ardından, bununla doğrudan bağlantılı olarak, «günümüz Türkiye'si koşullarında neden yasal parti?» sorusunun yanıtı mutlaka verilmelidir. Bölge, ülke, dünya çapındaki ilgi, sempati, destek, güç gibi faktörlerine karşı yaşanan HEP, DEP deneyimi mutlaka gözönüne alınmalıdır. Varolan bir örgütlülüğün gereksinim duyacağı yasal parti mücadelesi ile bunlardan yoksun olunan koşullarda umut, ihtiyaç olarak görülün bir yasal parti mücadelesi farklı sonuçlar doğurur.
-Bunlar uzun konular tabii. Yakalandığınız güne dönmek istiyorum.
-Şöyle söyleyeyim. Biz bölgede kaldık. Ana grup devam etti. Bir yandan da eylemleri gerçekleştiriyor. Yoğun operasyonlar var. Fındıklıklar, mısır tarlaları, ormanlar taranıyor. Her taraf vızır vızır. Biz ise hareket etmek durumundayız. Yerel birimlerden bir grupla buluşmamız var. İki- üç gün geçti buluşamadık. Yol boyunca pusuya düşüyor, çatışma atlatıyorsun. İnsan beyninin en üst noktasında tetiktesin. Arkadaşlarımızın olabileceği bölgelere haber bırakıyor, haberin cevabı gelene kadar bekliyorduk. O gün gündüzü ormanlık bir alanda geçirecektik. Çatışmaya elverişli bir alan değildi. Doğrudan bir ihbar gitmediği sürece kurtulabileceğimiz bir alandı. Gece bölgede bir şeylerin döndüğünü sezdik. Yoğun bir araç trafiği vardı. Bölge yoğun bir operasyon altında olduğu için, bu koşuşturmanın bizler için olduğunu anlayamadık. Sabah bulunduğumuz alanda kuşatılmış olarak bulduk kendimizi. Birden teslim olun çağrıları başladı. Helikopterler üstümüzde uçuyordu. Telsiz konuşmalarından kuşatıldığımızı anladık. Bölgeyi asker kuşatıyor, özel ekipler imha için bölgenin içine giriyorlardı.
Çatışmayı biz başlattık. İlk ateşi biz açtık. Tam siper yattık. Kuşatmayı nasıl yarabileceğiz, onu düşünüyoruz? Artık, birbirimize bakıyoruz. Onu unutmuyorum. Cavit ile gözgöze geldik. Belki de bu, bir elveda anlamına geliyordu. Sıkıştığımızı anladık. Biz ateş açtık dedim. İlk tespit edildiğimiz noktadan hareket ettik. Yıkılıyor ortalık. Kim nereye, nereden ateş ediyor belli değil. Yakınlarda bir açıklık alan var. Tepeden dereye doğru inen bir yer. İlk noktadan epey uzaklaşmıştık. Önde İlhan vardı. Tekrar taramayla karşılaştık. İlhan'ın ve Cavit'in düştüğünü gördüm. Benim yapabildiğim dört bir yanımı taramak oldu. Diğer arkadaşım yaralanmıştı. Yoğun bir şekilde kan akıyordu. Arkadaşları kontrol ettik. İlhan'la konuştuğumu hatırlıyorum. Ölmemişti daha. Ama tepki de vermiyordu. Onu bıraktım. İbrahim'le konuştum. İbrahim, o da yaralı, Cavit'e baktı. Cavit'in öldüğünü söyledi. Bir yandan da tepedeki helikoptere ateş ediyoruz. Bunlar, can pahası bir kaç saniye tabii. Ve biz devam ettik. Tarayarak ilerledik. Pusuya yatanların sırtına basarak yürümüşüz. Polisler sorguda söylediler. Bu arada, helikopterle önümüze adam indirmişler. Biz, bir süre daha gittik. İlk çemberi dört kişi aşmıştık. İkinci çemberde iki arkadaşımızı kaybettik, biz de yaralandık. Biz ondan sonra çemberin tamamen dışına çıktık. Ama, kan izlerimizden bizleri buldular. Bizim dezavantajımız İlhan'ın ölmesiydi. Bölgeyi en iyi bilen İlhan'dı. Yoksa, helikopterler falan çekilmişti. Atlatabilirdik. Ama kan izinden yakalandık. O duyguyu yaşamak lazım. Yalnız şunu hatırlıyorum. Dağda sigarayı bırakmıştım. Peşpeşe iki sigara içtim. Sabah altı sıralarında başladı çatışma, bittiğinde öğle olmuştu. Saat, oniki otuz falandı.
HIDIR TOKTAŞ - 1959 Elazığ doğumlu. 8 sene cezaevinde kaldı. Halen Ankara'da yaşıyor.
-Özgeçmişinizden başlayalım..
-Yoksul bir aileden geliyorum. Evin tek çocuğuyum. Sanırım, alevi olmamızın da etkisiyle, ailemizde sosyal demokrat bir gelenek vardı. 1964- 65 yıllarında Elazığ'a yerleştik. Ortaokul yıllarında Denizlerin, Mahirlerin isimleri bende belirli bir merak oluşturmuştu. Ama siyasi anlamda bir şeylerin farkına varmam, lise sona doğru oldu. Okuduğum okulda faşistler hakimdi. Faşistlerin etkin olduğu bir okulda okumanın verdiği sıkıntıların dışında ideolojik ve siyasal olarak kendimi geliştirme olanağım olmadı. Genel olarak onlara teslim olmama şeklinde bir tavrım vardı. Elazığ genelinde faşistlerin yoğun saldırıları vardı. Devrimciler var olma, direnme savaşı veriyorlardı. Dev-Genç ismini o tarihlerde duymaya başlamıştım. Aynı günlerde mahallemizde dernek kurma çalışmalarına katıldım. Bu arada okulu bitirdim. Artık devrimcilerle daha yakın temas imkanı buluyordum.
- Niye Dev-Genç'i seçtin?
-O dönemde bir şeyleri araştırarak, okuyarak Dev-Genç'li olmam mümkün değildi. Kimi değerler, kimi ilişkiler seni bir yerlere götürüyor, bir tercih yapmak zorunda bırakıyordu. Benim tercihim de Dev-Genç'ten yana oldu. Neyse, dernek çalışmaları ve mahallede yaşanan olaylar nedeniyle aranır konuma düştüm. Barınabilmek amacıyla Tunceli'ye geçtim. Tunceli'de sivil faşistlerin olmamasından kaynaklanarak, daha çok siyasal bir çalışmanın içinde buldum kendimi.
-Neler yapıyordunuz siyasal çalışma adı altında?
-Kendi iç eğitimimizin yanında Köylere dönük çalışmalar yapıyorduk. Dergi dağıtıyorduk. Köylerin sorunlarıyla ilgileniyorduk, propaganda yapıyorduk.
- Dev-Genç'in belirli bir gücü var mıydı Tunceli'de?
-78-79 yılları için söylüyorum; belirli bir gücü vardı. Zaten, ben Tunceli'ye o yapının içinde yer almak için gittim. Aranır konuma düşünce belirli rahatlıklar ve özgür ortam yok oldu. Süreç yavaş yavaş sıkıntıları da beraberinde getirdi. Ailemle artık görüşemiyordum. Seyahat kısıtlıydı. Belirli düzeyde bir gizlilik içinde bulunuyorduk.
-Tunceli kent merkezinde mi bulunuyordun?
-Hayır. Önce kazalarında bir süre kaldım. Hozat'ta. Orada saklanmaya çalışıyordum. Tunceli merkezine sonra girdim. Burada, arkadaşlardan görev istedim. Beni, Mazgirt'e gönderdiler. Mazgirt'te yeni başlayan bir çalışma vardı. Devrimci Yol'un ülke genelinde gösterdiği gelişme Tunceli bölgesinde de belirli bir sempatinin oluşmasını sağlamıştı.
Bütün bu süreç içerisinde zaman zaman Tunceli merkez ve Elazığ'a çalışma yapmak için gönderildim. Kısa dönemli çalışmalardı bunlar.
-Peki bu süreçte belirli bir siyasi eğitimden geçtin mi?
-Zaman zaman bazı kitapları okuma fırsatım oluyordu. Kimi tartışmalar yapılıyordu. Ama bütün bunlar sistemli bir teorik çalışma anlamına gelmiyordu. Elazığ çok çatışmalı bir bölgeydi. Günde iki üç kişi ölüyordu. Bölge açısından ise, alevilerle sunniler rasında bir gerginlik hakimdi. Bu zamanla devrimcilerle faşistler arasında bir gerginliğe dönüştü. Sürdürülen mücadele sonucunda faşistlerin bölgedeki etkinliği kırılmaya başladı. Her günü dolu dolu yaşıyorduk. Böyle bir dönemdi. Bu dönemde Devrimci Yol'u öğrenmeye, kısacası Devrimci Yolcu olmaya başladım.
-Yani yalnızca pratiğine bakıp mı seçtin Devrimci Yol'u?
-Bir anlamda öyle. En azından benim açımından öyle oldu.
-Devrimci Yol teorik olarak halk savaşını savunan bir hareketti. Pratikte ona denk düşen bir tarzınız var mıydı?
-Ben illegal yaşama geçtikten sonra kimi tartışmalara katıldım. Vardı tabii. Uzun süreli halk savaşı, gerilla savaşı. Bunları konuşuyor, tartışıyorduk. Örneğin, daha 12 Eylül öncesinde bölgesel gerilla birliğinin kurulması tartışmaları yapılıyordu. Tunceli bölgesindeki çalışmalar daha çok kırsal alana dönüktü. Köylülerle ilişkilerin canlı tutulması, köylerin sorunlarıyla ilgilenme uzun vadede düşünüldüğünde böyle bir çabanın ürünleri olarak değerlendirilebilir. Ön çalışma sayılabilir. 12 Eylül sonrası kırsal alana zorunlu olarak çekildiğimizde şunun farkına vardık; 80 öncesinde yapılan çalışmaların meyvesini alıyorduk. Zaten Tunceli bölgesi 1938 yılından bu yana bu tip çalışmalara yatkın bir bölgeydi.
-Bölgesel gerilla birliğinin kurulma tartışmaları sizin bölgenizle mi sınırlıydı?
- Şimdi, şunu söylemek gerekiyor. Özellikle Devrimci Sol ayrımından sonra, Devrimci Yol içindeki gelişmeler biraz daha iradi oldu. Bu gelişmenin çerçevesinde gerilla birliği kurulması gündeme gelmişti. Zaten, merkezden gelen arkadaşların katıldığı tartışmalarda çıkmıştı bu görüş. Elazığ, Erzincan, Malatya ve Tunceli bölgelerini içine alan bir bölgesel güç olacaktı.
1980'lere gelindiğinde Tunceli ve çevresinde Devrimci Yol etkili bir güç durumuna gelmişti. Tunceli'de herhangi bir eylem yapılacağı zaman, bizlere mutlaka danışılıyordu. Özellikle merkez, Çemişkezek, Hozat, Mazgirt.. Buralarda bir güç durumuna geldik.
-Genel bir soru olacak. Devrimci Yol'un hem bölgenizde hem de ülke genelinde ciddi bir güç haline geldi. Bunu neye bağlıyorsun?
-Elazığ'da, Tunceli'de THKP-C'li olan arkadaşların varlığı, katkıları söz konusu. Ama onun ötesinde Devrimci Yol'un yürüttüğü mücadeledeki tutarlı tavrın ve insana yakın ve sıcak politikaların da etkisi olduğunu düşünüyorum. Bölge için söylüyorum. Devrimci Sol ayrımından sonra Devrimci Yol için gelişmeler daha iradi, daha merkezi sayılabilir. Bunun da etkisi oldu. Devrimci Sol ayrımı sırasında, Devrimci Yol'dan yana tavır koyan insanlar bir elin parmakları kadardı. Ama bir yıl geçmedi, eski gücümüzü bile ikiye katladık.
-12 Eylül'ün geldiği tespiti yapılıyordu. Bölgede gelişmeler ne yöndeydi? Bir askeri darbeye doğru gidildiğinin tespiti yapılıyor muydu? Bunu hissedebiliyor muydunuz?
-1978 Maraş katliamından sonra bölgede durum farklılaşmaya başlamıştı zaten. Elazığ sıkıyönetim bölgesi içinde kalıyordu. Elazığ'daki faaliyetlerimizde belli bir daraltılmaya gidilmişti. Kırsal alana daha fazla ağırlık verilmeye başlandı. Bu ağırlık sanırım biraz da mecburiyettendi. Çünkü, şehir merkezlerinde barınma olanağı oldukça azalmıştı.
Ama askeri darbeye dönük tartışmaların fazlaca bir etkisi olmadı. Darbeyle ne olacağını tam kestiremiyorduk. Teorik olarak mücadelenin daha da keskinleşeceğini düşünüyorduk yalnızca. Çatışmalar daha da yoğunlaşacaktı. Daha daralacaktık. Ama hepsi o kadar. Ne değiştirecekti ki askeri darbe, diye düşünüyorduk.
-Ne olacağını tam bilememek değil de, o anki örgütlü gücünüze duyduğunuz güven mi böyle düşündürüyordu sizleri?
-Biraz da onun etkisi olabilir. Gelseler dahi biz bu işi yürütürüz. Üstesinden geliriz düşüncesi hakimdi.
-Peki aynı soruyu bireye yani sana dönük olarak sorayım. Böyle, keskin çatışmaların yaşanacağı bir döneme hazır hissediyor muydun kendini? Kaç yaşındaydın?
-1980 yılında 19-20 yaşlarındaydım.
-O yaşta bir gencin, öylesi bir döneme hem siyasi hem de askeri açıdan kendisini hazır hissetmesi, bana pek inandırıcı gelmiyor. Hepimiz o yaşları geçirdik. Duygularımızı, isteklerimizi, hayata karşı acemiliklerimizi düşününce..
-Dediğimi gibi, bir güven vardı. Hem kendine hem de siyasi yapıya karşı güven. O güne kadar sivil faşistlere karşı girişilen çatışmalarda ciddi bir kayıp verilmiyordu. Ne olacaktı; aynı çatışmalar daha üst boyutlarda sürdürülürdü, diye düşünüyordum.
-Bir ara kendinle ilgili bir sıkıntıdan, sorundan söz ettin. Kendine duyduğun güveni yitirdiğini söyledin..
-Evet, özellikle, 80 ortalarında kendime karşı duyduğum güveni yitirmeye başladığımı hissettim. Neden kaynaklandı tartışılır ama biraz da gençlikten kaynaklandığını düşünüyorum. Duygusallık, cinsellik, kendimi ifade edememe, her konuyu rahatça tartışamama gibi. O günlerde yaşadıklarım, cezaevini de sayarsak, onbeş yıllık bir zaman içinde yaşadığım en zor günlerdi benim için.
-12 Eylül'e gelelim istersen. Nerede karşıladın darbeyi?
-Elazığ'da. Yeni bir eve taşınmıştık. Ne radyo var, ne televizyon. Örgüt evi türünden bir şey. Sabah her tarafın askerle kuşatılmış olduğunu gördük. Yine bir mahalle araması olarak anladık kuşatmayı. Kuşatmayı yararak mahalle dışına çıkmayı düşündük. Evde dört arkadaş kalıyorduk. Silahlarımızı saklayıp, ayrıldık. Tabii, mahalle dışına çıkamadık. Askeri darbe olduğunu öğrendik. Yapacağımız tek şey vardı, malzemeleri saklayıp, Tunceli'ye geçmek.
-Elazığ'da genel bir değerlendirme yapma fırsatı bulamadınız mı hiç?
-Yok olmadı. Ben yeni gelmiştim zaten. Elazığ kent merkezinde bulunan arkadaşlar böyle bir fırsatı bulmuşlardır sanıyorum.
-Sokağa çıkma yasağının bitimini beklemeden mi geçtiniz Tunceli'ye?
- İki üç gün bekledik.
-O üç boyunca herhangi bir çatışma, operasyon gördünüz mü?
-Evimiz tespit edilmiş olabilirdi. Bekledik. Çatışmaya hazır bekledik. Ama gelen giden olmadı. Bir süre sonra evden ayrılıp Tunceli'ye ulaştık.
-Nasıl bir süreç bekliyordu sizi? Neler yapıldı ilk günler?
-Tunceli'nin bir köyünde geniş katılımlı bir toplantı yapıldı. Sanırım, yüzden fazla arkadaş vardı. İlişkiler daraltılacaktı. Mevcut ilişkilerin yeni oluşumlarla sürdürülmesi gerektiği vurgulanıyordu. Belirli sayıda bir arkadaş grubu da Tunceli kırsal kesiminde kalacaktı. Gerillacılığa ilk adım sayılabilir.
-O topluluğun genel ruh halini öğrenmek istiyorum. Coşku mu, sıkıntı mı, tedirginlik mi, ne hakimdi? Böyle bir gözlem yapabilme şansın oldu mu?
-O gün köyde 100 kişi falan vardı ama toplantılar dar yapıldı.
-Öyle forum şeklinde olmadı yani..
-Sadece sorumlu düzeydeki insanların ve bölge dışından gelen insanların katıldığı toplantılar oldu. Biz köyde bekledik, daha sonra yanıma gelip «sen kırsal alanda kalacaksın» dediler. Biz, bir kaç arkadaşla Hozat tarafına gidecektik. Mevcut silahlar pay edildi.
-Köyde bekleyen herkes dağıldı mı?
-Bir anlamda dağılma oldu. Bir kısım arkadaş Elazığ'a, Tunceli merkeze, Tunceli'nin değişik kırsal alanlarına gönderildi.
-Sözünü ettiğin bölgeye geçince, anlatır mısın neler olmaya başladı?
-Çemizkezek bölgesinde kısa bir bekleyişten sonra beni Ovacık'a gönderdiler. İki arkadaşla Ovacık'a gittik. Bölgeyi hiç bilmiyorduk. Daha önce yapılan çalışmaların üstünde geliştircektik ilişkilerimizi. Siyasal ağırlıklı ve barınmaya yönelik çalışmalar yürütecektik.
-Silahınız falan ne durumdaydı?
-Dağılmadan önce köyde belirli sayıda silah vardı. Herkes silah alsın dediler. Herkes aldı. Bana kırık dökük bir tomson düştü. Tomsonumun olmasına bir açıdan sevindim. Çünkü, Mahir'in de silahı tomsondu.
-Ovacık bölgesinin özellikleri neydi? Neler yapıyordunuz? Nerede kalıyor, ne yiyordunuz?
-Dağlık, ormanlık bir bölgeydi. Gerilla faaliyetlerine uygundu. Biz de, barınak, sığınak, silah, yiyecek, köylerin örgütlenmesi türünden çalışmaların içine girdik. Bölgeyi bol bol geziyorduk. Öğrenmeye, tanımaya çalışıyorduk. Bize söylenen, herhangi bir çatışmaya girmememiz şeklindeydi. Uzun sürecek bir mücadeleye hazırlık yapacaktık. Yani, yarın, 50-60 gerilla geldiği zaman onların barınabileceği bir ortam hazırlayacaktık.
12 Eylül öncesine göre daha dikkatli davranıyorduk. Gündüz, açıktan silahlı bir şekilde gezmiyorduk. Önce sığınak yapma işine giriştik. Ama sığınak ne? Nasıl yapılır? Hiç bir şey bilmiyoruz. El yordamıyla, köylülerin yardımıyla bir şeyler yapmaya çalıştık. Sırt çantası, silah kılıfı falan. Her defasında daha iyisini yapıyorduk. Ayakkabı bile sorun oluyordu. Hem rahat edeceksin hem de dikkat çekmeyeceksin. Halk arasında kara lastik denilen ayakkabıyı seçtik. Postalı ya devrimciler ya da askerler giyiyordu. Başta da söyledim. Silahım kırık döküktü. Bölgede silahtan anlayan birisini buldum. Silahımı nefis bir duruma getirdi.
-Bölge düzeyindeki ilişkilerinizden söz eder misin? Devrimci Yolcu olup da, Tunceli bölgesinde faaliyet yürüten diğer gruplar ne durumdaydı?
-Tunceli bölgesinde, geçmişte olan ilişkilerin ötesindeki ilişkiler sonradan oluşturuldu. 81 başlarında merkez komitenin yakalanması bizim üzerimizde sarsıcı bir etki yarattı. Biz bölgede yerleşmeye çalışırken, Karadeniz bölgesindeki arkadaşların yoğun çatışmalar içinde bulunduğunu duyuyorduk. Bu türden olumsuz gelişmeler, kendi aramızda tartışmalara yol açtı. Ne zamana kadar böyle bekleyecektik. Karadeniz'de arkadaşlarımız ölüyordu. 12 Eylül'den belli bir süre geçmesine rağmen merkezden gelen arkadaşların denetimi oluyordu. Bir süre sonra bu kesildi. Artık tamamen içimize dönmüştük. Başlangıçtaki gerillaya alt yapı hazırlığı yerini yakalanmamaya bıraktı.
-Ovacık dışındaki bölgelerde bulunan arkadaşlarınızla ilişkileriniz ne düzeydeydi...
-Tunceli'nin önemli bir kesiminde kırsal faaliyet vardı. Tunceli, Elazığ, Karakoçan, Mazgirt, Pertek, Hozat yörelerinde ekipler vardı. Tunceli civarında 8-10 ekip bulunuyordu. Gruplar genellikle üç beş kişiden oluşuyordu. Ayrıca biraz daha kalabalık bir grup ise geziciydi. Silah açısından daha donanımlılardı. Bölgede koordinasyonu ve siyasal faaliyeti organize ediyorlardı. Bizim de zaten, diğer ekiplerle değil, bölgede gezen ana grupla ilişkimiz vardı.
-Peki ilçe ve il merkezleriyle ilişkileriniz ne durumdaydı? Organize bir ilişkiden söz etmek mümkün mü?
-Çok sistemli olmasa da belli bir ilişkiden söz etmek mümkündü. İlişkiler noktasında bayağı bir mesafe katettik. Köylerde köy komiteleri oluşturma çabalarımızı yoğunlaştırdık. Bazı köylerde önemli adımlar atıldı. Bir süre sonra öyle bir hale geldik ki , herhangi bir grup bölgeye girse, çok kısa bir süre sonra haberimiz oluyordu.
-Arkadaşlarınız sizi nasıl buluyordu. Koskoca dağları, ovaları düşünecek olursak...
-Biz sürekli dağlarda kalmıyorduk. İhtiyaçlarımızı karşılamaya köylere giriyorduk. Sabaha karşı ayrılıyorduk. Duruma göre değişiyordu tabii. Köylülerle olan bu ilişkimiz sayesinde bizi arayan arkadaşlarımız bağlantı kuruyorlardı.
-Bu süreç ne kadar devam etti böyle?
-82 Haziran'ına kadar böyle sürdü. Bu çalışmalar ve faaliyetler içinde barınma ve korunma amacımız olmasına rağmen, 82'nin ilk aylarında bir arkadaşımızı kaybettik
-Kimdi o arkadaşınız?
-Hasan Gök. Bize haber vermeye gelen bir grup pusuya düşüyor. Hasan arkadaş vuruluyor, bir arkadaşımız da yakalanıyor.
-80-82 arasına genel bir yaklaşımda bulunursak neler söylenebilir?
-Bu süreci bir bütün halinde düşündüğümüzde, 1979 Sıkıyönetim uygulamasıyla başlayan örgütsel yeniden yapılanma, 80 askeri darbesiyle birlikte yeni bir sürece evrildi. Gerilla savaşına hazırlık yönündeki çabalar, örgütsel darbeler ve merkezi bütünlüğün yitirilmesinden sonra barınmaya ve korunmaya yönelik faaliyetlere dönüştü ve giderek de politik olarak önümüzü açamadığımız için, ilişkilerimiz olmadığı için kendi çevresinde dönen ve giderek daralan bir biçime dönüştü. Türkiye genelinde de devrimci hareketin aldığı ağır darbeler bizleri olumsuz etkiledi. Siyaseten önümüzün açık olmaması giderek umudun, güvenin zayıflamasını doğurdu. Bu açık açık tartışılmadı.
Artık devrimci olmanın bedeli budur diye düşünmekten daha ötesini çözümleyemiyordum. Bu sıkıntılar atlatılacak mıydı, nereye kadar böyle gidebilirdik..? Bütün bu sorular yavaş yavaş kafamda yer edinmeye başlamıştı.
-Peki süreç boyunca halkla ilişkileriniz ne düzeydeydi?
-Halkla ilişkilerimizde hep sevgi ve saygı boyutu vardı.Geçen hergün bunu pekiştirdi. Belki bugün gitsen, sorsan, Devrimci Yolcular iyi insanlardı, temiz insanlardı, derler. Bu bizim siyasal kültürümüzden kaynaklanıyor. O dönemde bizim dışımızda da gruplar vardı. Devrimci Sol, TİKKO, PKK- HK gibi. Biz hiç bir zaman bir ihbarcıyı öldürme yoluna gitmedik. Yalnızca, bize zarar vermesinin önüne geçmeye çalıştık. Çevresini daralttık, deşifre ettik. Örneğin, diğer grupların öldüreceklerini duyurdukları bir ihbarcı, akrabaları aracılığıyla bize haber iletti. «Yaptım, ama beni kurtarın bu durumdan» dedi. İhbarcıya karşı takındığımız tavır, bu ihbarcıyı devrimcilere zarar verme noktasından uzaklaştırmak oldu.
Tunceli halkı oldukça yoksuldur. Ama o yoksulluklarına rağmen devrimcilere herşeylerini veriyorlardı. Öyle köyler var ki, her evde ekmek ve çökelek veriliyor. Çay lüks sayılıyordu. Belki aynı gün içinde biz gittik, diğer gruplar gitti ama kimseyi geri çevirmediler. Evinde ekmeği dahi olmayan bir insan sana umut bağlamış, iki ekmeğinden birisini sana veriyor. En zor koşullarda, örneğin; asker köyün içine yerleşmiş, o, kapısını sana açıyor. Bu bağlılığın siyasal olarak bilinçlenme, bilinçli bir siyasal desteğin kesin ifadesi olduğunu söylemek pek doğru olmaz. Mutlaka siyasal bazı yaklaşımlar ve destek vardı ama ağırlıklı olarak bizleri kendilerinden birileri olarak görmeleri, bizim çocuklar, yardım etmeliyiz, gibi duygusal yaklaşımlar söz konusuydu.
Beni derinden etkileyen bir olayı anlatmak istiyorum; Ovacık'ta, Erzurum maden ocaklarında çalışmış, Yeraltı Maden İş üyesi bir işçi arkadaşımız vardı. Öyle pek siyasal kimliği olan bir insan da değildi. Devrimci Yol'u seven, bizleri tanıyan bir insandı. Dört çocuğu, iki de kendileri; altı kişilerdi. İki keçisi vardı. Başkaca bir şeyleri yoktu. Tek bir gözde kalıyorlardı. Birgün ekmek ihtiyacı duyduk. İki arkadaşı dışarıda bırakarak ben eve girdim. «Bize ekmek lazım» dedim. Gecenin bilmem kaçıydı. Perdenin öbür yanına geçti. Karısını uyandırdı. Konuşmaya başladılar. Karısının sesini duydum; «evde hiç un yok» dedi. O an bütün dünya başıma yıkıldı sanki. Yani sabah uyanacaklar, altı insanın yiyeceği yok. Ne yapacağımı bilemedim. Çağırdım. Özür diledim. Niye açık açık söylemediğini sordum. Yakın bir köyde bizi destekleyen bir köy bakkalı vardı. Oraya giderek bizim adımıza bazı ihtiyaçlarını almalarını söyleyerek oradan ayrıldık. Böyleydi Tunceli halkı.
-Bölgeyi terk edişinize dönelim. Bir açıklama, bir tartışma yaşadınız mı?
-Yok, açıklama gelmedi. Yalnızca, «hazırlanın» dediler. Benim aklıma ilk gelen; dağda kalmamızın bir anlamı yok, şehirlere gideceğiz, oldu. Yalnız, daha önce, yeni bir toparlanma sürecine girildiği, yurtdışında belli ilişkilerin oluşturulduğu, cephe kurulduğu duyurulmuştu. O dönem, bu söylenenler umut ışığı olmuştu bizim için.
Neyse, hazırlıklara başladık. Bizi almaya gelen ekip, daha önce söylemiştim, pusuya düştü. Aradan onbeş gün geçmeden yeni bir ekip geldi. Yurtdışına çıkacağımız söylendi. İlk önce Hozat'a geldik. Diyarbakır'a geçeceğimiz söylendi. Ayrıldık. Önce Elazığ, sonra Diyarbakır. Yolculuk epey sıkıntılı geçti. Düşünsene, uzun süredir kentlere inmiyorsun, insan içine çıkmıyorsun. Bir tedirginlik, korku. Diyarbakır'da bana daha önce söylenen gün ve saatte bir arkadaşla buluştum. O arkadaşın evine gittik. Akşama doğru, Tunceli bölgesinde sorumlu düzeyde olan arkadaş geldi. Durumu anlattı. Son siyasi gelişmeleri, yurtdışında eğitimden geçeceğimizi falan. «Yeniden Türkiye'ye döneceğiz» dedi. Bir hafta içinde Suriye'ye geçecektik. Sanırım bir aksilik olmuş. Diyarbakır'da 2,5 ay bekledik. O bekleyiş sırasında, bir arkadaş polisle girdiği çatışmada öldürüldü.
Eylül ayıydı sanıyorum. Önce Hatay'a, sonra sınırdan Suriye'ye geçtik. şam yakınlarında bir kampa götürdüler beni. Kamp, silahlı eğitimin yapıldığı bir kamp değildi. Burada, dört ay boyunca siyasi eğitimden geçtik. Geçmişin değerlendirilmesinden geleceğe dönük projelere, sosyalizm tartışmalarına kadar pek çok konuda yapıldı eğitim. Günün on oniki saati böyle geçiyordu.
-Yalnızca Devrimci Yolcuların bulunduğu bir kamp mıydı?
-Evet
-Kaç kişiydiniz kampta?
-Dönem dönem eğitime alınıyordu insanlar. Bizim dönemde yüze yakın insan vardı. Bir kısım çadırlarda, bir kısım evlerde kalıyordu. Bu kamp süresi böyle geçtikten sonra bizi Lübnan'a götürdüler. Orada Filistinlilerden alınan bir askeri kamp vardı. Cephe kampı. Orada bizlere askeri eğitim verildi. Silah kullanmadan tut da bir gerilla için gerekli olan şeyler öğretildi.
Tabii bu süreç; kaybolan umutların tekrar ortaya çıkmasını, güven kaybının önüne geçilmesini getirdi. Askeri faaliyetler zemininde bir siyasi çalışmanın yapılabileceği noktasında hareketimizin önü açıldı.Türkiye'de yeniden siyasal bir güç olabileceğimize inanmaya başladık.
-Bir birey olarak, ne tür duygular taşıyorsun? Yani, ne bileyim, kampta geceleyin yatağa girdiğinde, neler, kimler geçiyor kafanın içinden? O ortamdan çıkmayı, kurtulmayı, o an başka bir yerde olmayı, ya da yaşadığın onca şeyi başa almayı, hiç yaşamamayı düşündüğün oldu mu? Tabii bunlar hep insani duygular..
-Dediğin gibi, 1980-81-82 yıllarında dağda, battaniyenin içinde gökyüzünü seyrederken çok karmaşık duygular yaşıyorsun. Sevgi, cinsellik, aileni özlüyorsun. Yaşayamadıklarını yaşamadığın halde özlüyorsun. Sabah uyandığında ise yeni günün zorluklarıyla karşı karşıya kalınıyordu. Uzun yolculuklar, yağmur, çamur, soğuktan donma tehlikesi bazen de aç kalma gibi. Örneğin; 81'in kış aylarıydı. Bir yere gitmem gerekiyordu. 5-6 saatlik bir yolculuktan sonra gideceğim yere on dakikalık bir yol kalmıştı. Ama ben bitmiştim. Tek başımaydım. Hozat'tan yola çıktığım zaman yanımda yiyecek vardı. Onu da bir mola yerinde unutmuştum. Soğuk, açlık, kar, yorgunluk. Kar yemeye çalışıyordum. Donmama az kalmıştı. Ama, yine de kendimi zorlayarak köy evine ulaşabilmiştim. Köylüler yetişip kurtardılar. Zaman zaman, bütün bunları yaşamak zorunda mıyız, diyordum, kendi kendime. Daha rahat yaşayamaz mıydık?
Aynı şekilde, Türkiye sınırından çıktıktan sonra bir rahatlama oluyor. Artık korku yaşamayacağım diyorsun. Yakalanma yok, öldürülme korkusu yok. Ha, öldürülme korkusunu yaşadım mı, tam olarak bir şeyler söyleyemem. Aklıma daha çok yakalanma ve işkence geliyordu, doğrusu. Ölümle yüz yüze kaldığımda da kalıcı bir etki bırakmadı bende. Tabii bu sıcak pratik içinde böyle.
Yurtdışına çıktığım zaman, o rahat ortamda daha farklı düşünüyorsun. Duygusal yönlerin, cinsel sorunların, aile özlemin günışığına çıkıyor.
-Kampta kadınlar var mıydı?
-Vardı. Hem siyasi hem de askeri kampta. Tunceli'de dağda yaşarken pek kadın gerilla yoktu. Bir ara iki kişi vardı ama daha sonra onları da şehirlere gönderdiler. İlişkide olduğun köylülerle de o türden bir ilişkiye giremiyorsun. Duygusal bir ilişki yani. Birisiyle ciddi bir ilişkiyi düşünmüyorsun. Zaten bölgede kadın erkek ilişkileri pek rahat değil. Kadınları tanımamız, onları izlememiz kamp döneminde oldu. Onları tanıdıkça, sohbet ettikçe, tartıştıkça kadın konusu kafamızda daha da netleşiyordu. En azından onları da kendimiz gibi görmeye başlıyorduk. Kadınları sadece cinsellik açısından değerlendirmemeyi öğreniyorduk.
-Kampın bitmesi...
-Askeri eğitim sürecinin bitiminde benimle konuştular. Tekrar Türkiye'ye dönecektim. Gideceğim bölge söylendi. Sivas-Tokat bölgesine gidecektim. Alış-veriş yapmamız için bir miktar para verdiler. İhtiyaçlarımı giderdim. Ayakkabı, yağmurluk falan. Neyse, iki arkadaş Türkiye'ye girdik. Önce Mersin'e, sonra Sivas'a, daha sonra da Tokat'a geldik. Tokat bölgesinde bizi bir sığınağa götürdüler. Bir grup arkadaş bizi karşıladı. Tunceli sürecinden sonra böyle donanımlı bir şekilde Türkiye'ye dönmek anlamlıydı.
Sığınakta bir kaç gün kaldık. Grubu ikiye ayırdılar. Sekiz kişiydik. Biz dört kişi o bölgede kalacaktık. Bölge hakkında bilgi verildi. Bölgenin Yerel Siyasi Birliği olduğumuz, söylendi. Askeri faaliyetten daha çok siyasal bir faaliyet yürütecektik. Ana Gerilla Birliği'nin belli bir hat üzerinde çalışacağını söyleyip bizim de bu geçişe uygun alt yapı çalışmalarını yapmamızı istediler. Bölgeyi tanımaya çalışıyorduk. Köyleri tanıyor, ilişki kuruyor, araziyi geziyorduk. Tunceli'de biraz daha rahattık.
Bir ara AGB'den arkadaşlar geldi. Bölge hakkında ayrıntılı bilgi verdiler. Sivas ve Ordu arasında kalan bir bölgenin yerel siyasi birliği olmuştuk. AGB daha önceki ilişkilerle bizleri tanıştırdı.
-Kısa bir süre sonra da yakalandınız sanıyorum..
-AGB tarafından aktarılan bir eve gidecektik. Tanışmamız gerekiyordu. AGB'nin kimi çatışmalara girdiğini duyuyorduk. Bölgede operasyonlar yapılıyordu. Neyse, köye yaklaştık. En yakın eve girdik.«Biz devrimciyiz, Devrimci Yolcuyuz» dedik. Evsahibi «ben devrimci mevrimci bilmem, tanrı misafiriyseniz girin» dedi. İçeriye girdik. Görmek istediğimiz arkadaşın adını söyledik, çağırmasını istedik. Evsahibi çıktı, gitti ve bir daha dönmedi. Gecikince meraklanır gibi olduk. Ne olduğunu anlamadan askerler içeri daldı. Silahlarımıza bile uzanacak vakit kalmamıştı. Bir gerilla için çok kötüydü bu şekilde yakalanmak.
-Genel bir değerlendirme yapabilir misin? Gerilla tarzı konusunda. Yani, bugün için böyle bir tarzla sonuç alınabileceğine inanıyor musun?
-Gerilla tarzına, ya da silahlı mücadelenin kırsal ve şehir diyalektik bütünlüğü içinde sürdürülüş biçimine teorik olarak inanıyorum. Ancak, siyasal bir güç olmayan bir yapının dağda silahlı mücadele yürütülebilmesi mümkün değildir. Biz gerillacılığı dönemin dayatması sonucunda yaşayarak öğrenmeye çalıştık.
-Ama bu tarzda, özellikle Latin Amerika ülkelerinde görülen bir sıkıntı bir tıkanıklık var. Siyasal hedeflere ulaşmada silahlı mücadele tarzıyla sonuç almak mümkün görünmüyor bana göre..
-Elbette, dünyada ve özellikle Latin Amerika'daki gerilla mücadelesi ya da diğer bir deyişle silahlı mücadele ile iktidarı alma mücadelesi sorunu bugün hemen hemen herkesçe tartışılıyor. Bunun bir çok nedeni var mutlaka ama bence tıkanma, sürece ilişkin bir durumdur.Yoksa iktidarın zorla ele geçirilmesi düşüncesinin halen doğru olduğuna inanıyorum. Zaten, silahlı veya silahsız olması, sürecin ve iktidarı ellerinde tutanların uyguladıkları siyasal ve askeri baskının ve şiddetin boyutuna göre bir tercih olarak görülmeli. Ama burada bir sorun var. Silahlı mücadelenin biçimlerinden biriolan gerilla savaşı ancak siyasal olarak önü açık, hedefi amacı belli olan ve ülke koşullarında bu mücadeleyi meşru kılan bir siyasal güç tarafından yürütülürse anlamlı olur. Yoksa, taktik bir evre olarak görülmesi gereken gerillla savaşı temel stratejili bir öneme dönüştürülür ki, o zaman siyasal mücadelenin önü daralır ve giderek kör bir askeri çatışmaya dönüştürülür.
-Sosyalizm için ölümü göze aldın. Bugün de, sosyalizm için, «uğruna ölünecek bir rejimdir» diye düşünüyor musun?
-Şöyle düşünüyorum; devrimcilik bir yaşam biçimidir. Gerillacılık da öyle. Kendimiz için söylüyorum. Bütün bunları yaşamamız gerekiyordu. Yaşadık. Bir şeyler yaptık. Bir noktaya kadar getirdik. O günler çok anlamlıydı. şimdi o kadar anlamlı gelmeyebilir başkalarına.
Sosyalizme inanıyorum. Bugün dünyanın, insanlığın geldiği noktaya bakacak olursak, sosyalizme her zamankinden daha çok ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Ama bugün yine dağa çıkıp gerilla faaliyeti yürütür müsün, yaşadıklarını tekrar yaşamak ister misin diye sorsan; çok zor, derim. Belki de genç olmanın, fiziksel dayanıklılığın sonucu bu kadar zorluğa dayanabildik. Belki de benim için en önemlisi siyasal olarak inandığımız ve uğruna ölünebilir diyebildiğimiz değerlerin, bugün için beni tamamıyla motive edememesinden söz edebilirim.
Bugün bizim olan pek çok değer ayaklar altına alınıyor. Hem de kendilerine devrimciyim diyen insanlarca. Neyse, Türkiye gibi ülkelerde geleceğe dönük konuşmak pek anlamlı olmuyor. Gelecek kime ne getirir bilinmez.
-PKK'nın, Devrimci Sol'un kamuoyunun tepkisini çeken kimi eylemleri oluyor. Eski bir gerilla olarak, bu tür eylemleri sen nasıl değerlendiriyorsun?
-Uzun bir konu ama kısaca değineyim. İkisinin de gerillacılığı ya da eylemleri, siyasal hedeften yoksun hale gelmiştir. Var olup yok olma noktasında. Bu noktaya gelip dayanan bir silahlı mücadelede her şey mübağ görülür. Oysa devrimcilerin mücadelesinde her şey mübağ değildir, olmamalıdır.
-Son bir sorum, Devrimci Yol çevrelerinin yer aldığı tartıştığı ve muhtemelen yakın zamanda kurulacak yasal parti ile ilgili. Sen ne düşünüyorsun bu konuda?
-Denenmesi gerekir diyorum. Bana sorarsan, kafan yasal parti konusunda ya da illegal bir yapı konusunda açık mı? Cevabım, hayır olur. Böyle bir süreç zaten başlatılmış öyleyse, yaşanmalı ama geçmişi yok sayarak değil, geçmişi içinde taşıyarak yaşanmalı. Herşey bir tarafa, Devrimci Yolculuğun bir tarz olduğuna, bir felsefe olduğuna, yaşama bir bakış olduğuna inanıyorum.
AHMET ÇETİN. Giresun Devrimci Yol davasından yargılandı. İdam cezası aldı. 10 sene cezaevinde kaldı. Halen Ankara'da yaşıyor.
-Eski bir gerillasın. Konumuz belli. O dönemi konuşacağız. Bugün, burada değil de, başka bir yerde olmayı ister miydin?
-Başka bir yerde olmayı isterdim. Zaten sürekli başka bir yerde olmayı istiyorum. Neresi o başka yer? Buna yanıt vermeden önce, neden bir başka yerde olmayı istediğimi, bendeki bu isteği uyandıran dürtüleri kısaca anlatmak istiyorum.
Toplumla çok fazla barışık değilim. Gelenekleriyle, insanların tavırlarıyla barışık değilim. İnsanların olaylara, gelişmelere, sorunlara, duyarlılık veya duyarsızlıklar ına alışmış değilim. Bu nedenle barışık değilim. Örneğin günlük yaşamda düğünlere bile gitmek istemiyorum. O düğünlerdeki tarzlar bile bana yabancı. Herşeyin giderek imajlardan ibaret olması, çok yabancı. Yani kendinizi yaşayamıyorsunuz. Kendi içinizde de barışık olacağınız, insan ilişkilerinde doyumu yakalayacağınız bir yaşam değil bu. Bu nedenle bu mekanda ve bu zamanda olmak sıkıyor insanı.
Nerede olmak isterdim? Bu sorunun yanıtı çok net benim için. dostluğu dayanışmayı, arkadaşlığı yaşayabileceğim, sohbetlerin gerçekten dost sohbeti denebilecek bir içeriğe sahip olduğu ilişkileri yaşayabileceğim ama aynı zamanda güneşi görebileceğim, rüzgarı hissedebileceğim bir ortam, bir yer.
-Cezaevinde de insan kendini özgür hissedebilir, böyle deniyor..
-Tabii ki, ama bu tarife daha çok dağ uyuyor. Çünkü cezaevinde eksik olduğunu hissettiğin bir şeyler vardır daime. Dağda gerçek özgürlük var. Dağ, yani yükseklik bu duyguyu pekiştiriyor. Coğrafya ayağınızın altında, olaylar, insanlar ayağınız altında. Herşeye o noktadan bakıyorsunuz. Nasıl tepki gösterilir, ne yapılabilir? Bu ortamda yanıtlara ulaşmada da daha bir berrak oluyor zihniniz. Stres yok, günlük yaşamın insanı sarıp sarmalayan ilişkiler yumağı yok, bunaltıcı atmosfer yok. Orada tarif edilmesi zor bir özgürlük var. Tabi ki orada olmak isterdim. Orada yaşama anlamlı bir müdahalede bulunduğunuzu hissedebiliyorsunuz. Ya da kendinizi akşam eve götüreceğiniz ekmeği düşünmekten başka şeyleri düşünür buluyorsunuz doğal olarak.
-Ama zor şeyleri...
-Tabii ki evet. İnsan açısından, insan olduğunu hatırlatan şeyleri düşünüyorsun. Ben insanım, bu ülkede yaşıyorum, bu ülkede insanlar var, dünya var, bu ülke dünyada bir yerde. Benim sorumluluklarım var diyorsunuz. Bunları düşünüyorsunuz. Bunlar, insanı insan olmaya yakınlaştıran noktalar. Sadece cüzdanındaki paranın ne kadarını harcayacağını düşünen bir insan olmaktan kurtuluyorsunuz. Böyle bir güzelliği var. Biz bunu, bir dönem yaşadık. Yaşadık ama, her şey öyle kolay değildi. Herşeyden önce yaşamımızı sürdürebilme problemimiz vardı.
-Dinlemek kolay geliyor bana, gözlediğim kadarıyla anlatmak da kolay. Ama böyle kolay yaşanmıyor değil mi?
-Bütün zorluklar kolay unutuluyor. Ama böyle bir görüşmenin anlamı çok büyük benim için. Çünkü, Türkiye'de 12 Eylül sonrası bir takım insanlar dağlara çıktılar. Belli bir çaba içine girdiler. Bunları görüşeceğiz. Dağa çıkaran neydi? Hangi düşünceydi? Çıkıldı ne yapıldı? Bunları konuşacağız ama burada kritik bir nokta var. Arkadaşlar anlatmak istiyorlar ama öyle kolay anlatılmıyor. O günlerde efsaneler oluşmuştu köylüler arasında. Ali deniyordu örneğin, iki tüfeği omzuna vurmuş, yirmi jandarmayla çatışmış, otuz polisi durdurmuş. Halk arasında bire on katılarak anlatılır. Biz yaşarken çok da anlamlı gelmeyen ayrıntılar yaşamayanlara anlatıldığında, «bunlar yaşandı mı gerçekten, bunlar Türkiye'de mi oldu?» biçiminde hayret ve inanma zorluğu dile getiriliyor.
-Biraz da bugüne, bugünün insanına bakıp inanmıyorlar sanırım.
-Kuşkusuz. Bugün kendi küçüçük dünyasının dışına çıkabilen, özgürlük, eşitlik ideallerinin yön verdiği ilişkiler ve çabalar içinde kimlik oluşturma zemininde toplumsallaşabilen insan sayısı o kadar az ki. Ayrıca mevcut egemen kültür, herşeyi değersizleştirmiş, anlamı yalnızca yaşamaya indirgemiş. Ve bugünün insanı, kendi yaşamı için herşeyi elinin tersiyle itebilecek duruma gelmiş. İnsanlar kimliksiz, geleceksiz, rüzgarda savruluyor. Bir dala tuttunmaya çalışıyor. Dal olma çabası yok.
-İnsanları dağa çıkaran nedenler neydi?
-Bu soru kritik bir soru. Ve bugün o dönemin anlatılmasını zorlaştıran yan bu.
Biz kentteydik. Ankara'da üniversite öğrencisiydik, dağa çıkmadan önce. Belli bir çevrenin içindeydik. O ilişkiler içinde Türkiye'nin sorunlarına duyarlı olmaktan kaynaklanan ortak bir tavır alış içindeydik. Politika üretmeye çalışıyorduk. Ama zaman geldi, bilindiği gibi 12 Eylül oldu. Ankara sokakları, mahalleleri insan avının, sürek avının yaşandığı yerler oldu. Evler basılıyor, insanlar öldürülüyor, adına çatışma deniyordu. Caddeler boydanboya kesiliyor, kimlik kontrolü yapılıyor, şüphelenilen gözaltına alınıyordu. Bu ortam içinde, sol kimliği taşıyan insanlar olarak, bu sürek avının hedefi durumundaydınız. Bu av size karşı düzenlenmiş, hiç bir kurtuluşunuz yok. Sürekli arkadaşlarınız yakalanıyor, evleriniz talan ediliyor. Ve siz peşinizde donanımlı avcıların koştuğu, muhtemelen yakalandığınızda sonucu ölüm olabilecek bir serüvenin içindesiniz.
-Ölüm bu sözcükten ibaret değil elbette. Muhtemel bir ölümü düşünerek yaşamak nasıl bir duygu?
-Şimdi, şöyle bir psikoloji yaşanıyor. Ölümü düşünmekten çıkıyorsunuz. Artık yaşadığınız günler içinde yaptığınız ve yapabileceğiniz şeyleri kar sayıyorsunuz. Böyle bir psikoloji yaşıyorsunuz. Yani 12 Eylül sonrası o sürek avı içerisinde öyle net bir kamplaşma yaşandı ki, bir yanda sizi düşman ilan eden, sizi avlamaya çalışan güçler, diğer yanda siz. Karşı karşıyasınız ve sizin hiç bir biçimde, genel bir tabirle söyleyeyim, kurtuluş şansınız yok. Kurtuluş şansınız var tabii; yurtdışına gitmek, nedamet gibi.
Öyle bir hale geliyorsunuz ki, evet, «bu saflaşma içerisinde, gelen her türlü bela kabulumdür» demişsiniz. Cezaevini, işkenceyi, hatta ölmeyi öyle ürkütücü bir şey olarak görmüyorsunuz.
Toplumsal duyarlılığın, muhalefetin yüksek olduğu koşullarda, o koşullar kendi kültürünü yaratıyor. Bütün bunlarla birlikte düşündüğünüzde, ölümü çok kolay bir şeymiş gibi görüyorsunuz. Bugün dağı anlatmanın zorluğu da buradan kaynaklanıyor. Çünkü, dağa ölmeye gittiniz ama, bugün sağsınız. Burada konuşuyoruz. Evet, dağa ölmeye gittik. Kentte sıkıştırılmıştık. Ve onurumuzu korumanın, insan olmayı sürdürmenin tek yolu direnmekti. «Evet, siz bizden güçlüsünüz, emrinizdeyiz» dememekti. İnsan olmanın formülü buydu. Bu aslında bir yanıyla da çok romantik bir yaklaşımdı.
«Yaşamda kalma süresini uzatabileceğimiz mekanları düşünelim önce, ve sonra o mekanlarda kendimize, ülkemize bir bakalım.Yapabileceğimiz daha anlamlı, daha güzel, daha güçlü ne varsa onları yapmaya çalışalım. Evet, ölürsek hiç değilse, bu kentin varoşlarında, sokaklarında ya da bir gecekonduda sıkıştırılıp ölmek yerine, geriye anlamlı ve güzel anılar bırakarak, ölelim dedik.» Bizim dağ maceramız böyle başladı.
-Randevunuzu dağa verdiniz yani..
-Evet, randevüyü dağa verdik. Orada buluşalım dedik. Çünkü, o zamana kadar, bu ülkenin muhalefet tarihinde hiç görülmemiş güzel bir örnek yaşanacaktı. Bu düşüncelerle gittik. Önümüzü çok fazla göremiyorduk, onu söylemeliyim. Yani, net bir staratejiye sahip değildik. Toz duman içindeydi herşey.
-Devrimci Yol'un 1980-85 arası kır pratiği, Anadolu'nun ilk gerillası sayılabilir. Nurhak, Kızıldere sayılmazsa, bu böyle. Buradan Devrimci Yol'a gelmek istiyorum. Devrimci Yolcuları Anadolunun ilk gerillası yapan neydi? Nasıl bir siyasal kültür vardı ki, pek çoğu bir refleks halinde dağın yolunu tuttu?
-Bu soruyu yalnız bizim ülkemizin insanları sormuyor. Bütün dünya soruyor. Örneğin, Fatsa. Fatsa, pek çok Avrupa ülkesinin dikkatini çekmişti. Pek çok heyet gelip gidiyordu Fatsa'ya. İnsanlar Fatsa'yı duyup geldiler ama Fatsa'da Devrimci Yol'u buldular kaşılarında. Fatsa'yı bırakıp Devrimci Yol'u araştırmaya başladılar. Çünkü, Fatsa gerçeği aynı zamanda Devrimçi Yol gerçeğiydi. Neydi Devrimci Yol'u böylesine öne çıkaran? Onun yarattığı kültür neydi? Bizler Devrimci olmaya ilk adımı attığımız ana kadar belli bir kültürün içinde tanımlıyorduk kendimizi kuşkusuz. Belli bir yetişme tarzımız vardı. Ne yazık ki biz, kendimizi içinde bulacağımız, içselleştireceğimiz, devrimci, sol, ilerici değerler sistemiyle buluşamadık devrimciliğe adım atarken. Bu, bize miras kalmamıştı. Belki kimi kapalı ilişkiler içinde yaşanmış olabilirdik. Ama yeterli değildi, yetmedi. Devrimciler toplumun kendilerine kazandırdığı değerleri yok edemedi, genelleme yapılırsa eğer. Yalnızca üstünü örttü. «Ben devrimciyim, şunu yapmak zorundayım, yapmazsam ayıp olur», düşüncesi, baskılanması hakim oldu bu nedenle. Ama o ilişkiler ortadan kalktığında, küllenen eğilimler açığa çıktı. 12 Eylül sonrası ahlaki bir çöküntü yaşandı sol saflarda. Gençtik, çok duyarlıydık.
O koşullarda bir saflaşma yaşanıyordu. Bu noktada Devrimci Yol'un çok farklı bir yaklaşımı ortaya çıktı. Yakın geçmişe damgasını vurmuş, bizi derinden etkileyen, öykünmekten ve örnek almaktan kaçınamadığımız bir mücadele örneği söz konusuydu. Solcuların bu örnek üzerine tartışma ve değenlendirme zemininde farklılaşmaya, ayrışmaya başladığı koşullarda, bizler «geçmiş değerlendirmesi» adına bolca laf yerine, günümüze bakmayı yeğledik. Bugün için ne söyleniyor, ne yapılıyor ona baktık. Devrimci Yol o dönemde, sınıflararası mücadele içerisinde gösterilmesi gereken tavrın, doğru bir yaklaşımla tartışılabildiği, saptamaların ve önermelerin doğru olarak ortaya konduğu ve sonuçta da pratiğin bu yaklaşımların doğruluğunu kanıtladığı bir ilişkiler sistemi haline gelmeye başladı. Bu yaklaşım bizi örneğin dogmatizmden köklü bir biçimde uzaklaştırdı. Yani o sistematik içerisinde, şöyle yaparsak Lenin'e ters mi düşeriz, şunu söylersek marksizmi reddedmiş mi oluruz kaygısını duymamanın aslında Marksist yöntem olduğunu öğrendik. Bu ülkenin devrimcileri olduğumuzu kavradık. Marksizmin ve Leninizmin saptamalarının bir öncül olarak kabul edilmesi gerektiğini, ama asıl olanın bu ülkenin sorunlarının tespit edilmesi ve çözüm önerilerinin bulunması olduğunu öğrendik. Devrimci Yol bundan başka bir şey değildi. Bugün belli merkezi ilişkiler içerisinde bir Devrimci Yol tarif edememekle birlikte, aynı yaklaşım tarzını sürdüren insanlar kendilerini Devrimci yolcu olarak görüyorlar.
-Devrimci Yol teorik olarak halk savaşını savunan, gerilla tarzından söz eden bir hareketti. Ama genel kanı, bu teorinin pek pratiğe yansımadığı şeklinde...
-Öncelikle şunu söylemek gerekiyor. Devrimci Yol bir siyasi hareket olarak çocuktu 80'e geldiğimizde. Devrimci Yol'un tarihine bakarsak üç yıl falandır. Üç yıl çok kısa bir zaman dilimidir. Biraz böyle yaklaşmak lazım. Tabii bunu kimi şeyleri mazur göstermek için söylemiyorum. Biraz daha objektif olabilme açısından söylüyorum. Buna rağmen devasa bir bünyeye sahip olmanın nedenleri de aslında çok karmaşık değil. şu söylenebilir. Biz insanlarla buluşabilmiştik. Halkla buluşabilmemizde bir anahtar vardı. Ülke sorunlarına yönelik soruları doğru olarak ortaya çıkarabilmiştik. Bulduğumuz yanıtlar ve pratiği doğru sonuçlar veriyordu. Halk bize yakınlık duyuyordu. Bu yakınlık özellikle kentlerde ve kentlerin varoşlarında çok organik ilişkilere dönüşebiliyordu. Yaşlı başlı insanlar bizimle birlikte mahalle nöbetlerine katılıyorlardı. Artık biz onlardan biri olmuştuk. Teorik saptamalarımıza gelince, yoğun faşist saldırıların yaşandığı günlerde bizler, teorik tespitlerimize uygun bir örgütlenme ve tarzı hayata geçirme gibi bir lükse sahip olamadık. Böyle bir eksikliği taşıdık. Yani örgüt olamadık.
-Devrimci Yol'un 12 Eylül'den sonra yapmak zorunda olduğu ne varsa, bütün bunları 12 Eylül'den önce başaramaz mıydı? Böyle bir şansınız hiç mi yoktu?
-Evet, belki bölgeler açısından bu mümkündü. Özellikle Karadeniz'de çok fazla sayıda köyle ilişki içindeydi arkadaşlarımız. Ama bu ilişkiler teorik tespitlerimize uygun ilişkiler değildi. Konjonktürel ilişkilerdi. Ama yer yer bunun dışına çıkılabilmişti. Sivil faşist saldırıların yoğun olmadığı kimi bölgelerde örneğin, Fatsa, Espiye, Bulancak gibi, Rize, Pazar, Artvin, Ardanuç, şavşat gibi bölgelerde çok bilinçli olmasa da, daha sonraki gerilla mücadelesine uygun ilişkiler geliştirilmeye çalışıldı. 12 Eylül sonrası gerilla mücadelesi bu saydığım yerlerde daha uzun bir süre devam etti.
Bu arada, şimdi girmek ne kadar anlamlı bilemiyorum ama, 12 Eylül öncesi kimi arkadaşlar bir kırsal alan çalışmasının Karadeniz'de gerçekleştirilmesine yönelik adımların atılması gerektiği noktasında tartışma başlatmışlardı. Ama o şartlar altında bu tartışma çok fazla ilerletilemedi.
-«Kimi arkadaşlar»dan kimleri kasdediyorsun? Tartışma Karadeniz'le sınırlı mıydı yoksa merkezden mi geliyordu?
-Merkezdeki değil bizzat Karadenez'deki arkadaşların önermeleriydi. «Bizi karakterize eden bizim tespitlerimizdir. Bunlar doğrultusunda bir pratiği öngörmeliyiz. Galiba bunları unutuyoruz, savsaklıyoruz» diyen arkadaşlarımız vardı. Ne yazık ki, bu tartışmalar ilerletilemedi. Merkez mi engelledi, yoksa 12 Eylül erken mi geldi? Kuşkusuz ikisi de geçerli etken olabilir. Merkezi ilişkiler anlamında sorunun yeterince üzerine gidilmediği söylenebilir. Ama bu da, tek tek insanların sorumlu gösterilmesinden öte bir şeydir.
-O zaman biraz da o günlere dönelim. Yani 12 Eylül öncesi günlere.
-Ankara, 12 Eylül öncesi toplumsal pratiğin en sıcak olduğu kentlerden biriydi. Çünkü, Ankara'da herkes iddialı olmaya çalışıyordu. 12 Eylül'e yaklaştığımızda, faşistlerin hakim olduğu kesimler hızla eriyordu. Bu koşullar içinde Ankara sol siyasi hareketler için bir kadro tarlasıydı. Aynı zamanda Türiye solunu ayrıştıran temel tartışmaların merkeziydi Ankara. 70 sonrası sol siyasi hareketleri, geleneksel TKP-TİP çizgisini bırakırsak, radikal sol siyasetleri besleyen iki temel kaynak vardı. THKP-C ve THKO. Bu iki grubun mücadelesi, eğilimi ve kültürü o günkü hareketler açısından ciddi kaynak olmuştu. Öncelikle insanlar, THKP-C ve THKO'nun geleneksel revizyonist çizgiyi kırmış olmalarının anlamını kavramışlardı. İşte bu süreçte Devrimci Yol'u karakterize eden bir yaklaşım ortaya çıktı. Öncelikli olan toplumsal pratiktir. Hayatın bizlere gösterdiklerinin yanısıra gizlediklerini de ortaya çıkarmak ve toplumsal yapıyı değiştirip-dönüştürme işini belirsiz bir geleceğe havale etmek yerine, geleceği bugünden kurmaya, en azından, nüvelerini yaratmaya yönelmek. Bununla birlikte , gerilla mücadelesi döneminde ciddi bir eleştiri geldi. Devrimci Yol'a «konjönktürel bir hareket» dendi. Devrimci Yol konjonktürü yakalayan bir hareket olmakla birlikte, konjonktürel bir hareket değildi. kaldı ki, konjonktürü yakalayamayan, aynı zamanda konjonktürel de olamayan bir siyasal hareket olsa olsa ütopist olur, yalnızca güzel düşlerden söz eder.
-Yeri gelmişken, yani konjonktür meselesi açılmışken sormak istiyorum; Devrimci Yol'un gerilla faaliyetinin bittiği yıl 84 sonu, 85 başları gibi. O yıllar, yalnız Türkiye'de değil, dünyada da bir şeylerin değişmeye başlandığına tanık olundu. O yıllarda yavaş yavaş başlayan sosyalizm tartışmaları, duvarların yıkılması, çöken doğu bloku ülkeleri bütün dünyayı etkiledi. 90'lara doğru, Latin Amerika'daki köklü gerilla hareketleri bile silah bırakma, yasal siyasal alanda faaliyet yürütme durumunda kaldılar. Yeni bir sosyalizm tartışmaları aynı zamanda sosyalizme ulaşmada da yeniyi aramayı birlikte getirdi. Bu konulardaki görüşlerinizi öğrenmek istiyorum.
-Bugünün Türkiye'si veya dünyası için bu soruyu sormak anlamlı olabilir. Ancak, 1982 dünyası ve Türkiye'si bu soruyu çok fazla öne çıkarmış değildi. Ve özellikle Türkiye'yi tartışırsak, o yıllar askeri bir diktatörlüğü yaşıyordu Türkiye. O tarihler sosyalizme giden yol tartışmalarının çok yakıcı olduğu tarihler değildi. Her şey bir tarafa, insanların yaşamak için bile silahlı mücadeleyi düşünmek zorunda oldukları yıllardı.
-Bugün için anlamlı olabilir, dedin.
-Şu söylenebilir. Sosyalizm hep tartışılmıştır. Sosyalizme giden yol da tartışılmıştır. Bütün bunlar, kimileri genel geçer modeller önerse de, ülkelerin somut koşullarıyla ilgilidir. «Hayır bu koşullar sosyalizme uygun değildir» denirken, o ülkede devrim gerçekleşmişse, bu olgu, o ülkede devrimi yapan iradenin, koşulları doğru tahlil edebilmesi ile ve ona uygun bir marksist yaklaşımı geliştirebilmesi ile açıklanabilir. Ayrıca bu tartışma hiç bitmeyecektir ve bitmemelidir de. Çünkü, zaman ve mekan üstü ne sosyalizm ne de sosyalizme giden yol modeli olabilir. Zaman-mekan ve koşullar belirleyicidir. Önemli olan doğru tahlil yapabilmektir. Böyle bir tahlilden uzak önermelerin yaşam tarafından tekzip edilmesi de kaçınılmazdır.
-Yani siz, biz bu işi başaracağız, ülkeyi sosyalizme taşıyacağız, diyerek mi çıktınız dağa?
- Gerçekten biz dağa çıkarken onurumuzla ve ardımızda güzel örnekler bırakarak ölmek için gitmiştik. Ama bir süre sonra, ölmek yerine burada barınabilmenin şartlarını oluşturmaya başladık. Ve artık, «hayır yaşamalıyız, başarmalıyız» dedik. Bu anlamda çok ciddi bir dönüşümü kendi içimizde yaşadık. Trabzon'un, Giresun'un, Ordu'nun, Rize'nin dağlarına gittik. Birbirimizi bulduk. Farklı illerdeki arkadaşlarımızla buluştuk zamanla. Kentlere indik. İnsanlarla tekrar ilişki kurduk. Bütün bunlar, onuruyla dağa çıkan insanlara «yeniden ülke devrimini olanaklı kılabilecek bir dinamik yakalanıyor galiba» dedirtti. Bu gerilla faaliyeti açısından çok ciddi bir dönüm noktasıydı.
Bir başka dönüm noktası da 85'e gelindiğinde başlayan tartışmalar oldu. Bu da, «bu iş böyle gitmez, bu tarz sonuç vermez» diyen arkadaşların başlattığı tartışmalar oldu. Ve biz ondan sonrasını herkesin bildiği biçimde yaşadık.
-12 Eylül'de Ankara'daydın. Dağa çıkma kararını verdiğin günlere dönelim. Ne tür duygular taşıyordun. Ölmeye gitmek nasıl bir duygu, ya da bilinmeze doğru gitmek..
-Benim kırsal alana gidişimin kolay bir yanı vardı. Daha önce yaz aylarında Ankara dışına giderdik. Benim tercihim hep Karadeniz olurdu.
-Sanıyorum Karadenizlisin..
-Evet, Karadenizliyim. Karadeniz'de arkadaşlar ısrarla, kentlerden çekilmek gerektiği, kendilerini korumak için bunun şart olduğu noktasında görüş bildiriyorlardı. Ama biz Ankara'da kentlerde biraz daha kalınmasını savunuyorduk.
-12 Eylül sonrası mı yapıldı bu tartışmalar?
-Evet. Aralık-Ocak ayları gibi yapılan tartışmalar bunlar. O sıralar Ankara'da ünlü demir yumruk operasyonu yapılıyordu. Bir çok arkadaşımız yakalanmıştı. Önder konumdaki arkadaşlar da içlerindeydi. Biz, yakalanmayan arkadaşlar tekrar bir irade oluşturmaya çalışıyorduk. Ama sonradan yeni kurduğumuz ilişkiler de ortaya çıktı. Ben, Ocak ayı sonunda kırsal alana gitmeye karar verdim.
-Tamamen kişisel bir karar mıydı?
-Kişiseldi, öncelikle kendimi ikna ettim. Arkadaşlarımla tartıştım. Gitmek gerektiğini savunmaya başladım. Ama bunun yanında istenirse kalabileceğimi söyledim. Arkadaşlar bu konuda destekleyici oldular. Ankara'da bir kaç arkadaş kaldı. Bir süre sonra onların da Karadeniz'e gelmesi noktasında anlaşarak, Ankara'dan ayrıldım.
-Dar bir gruptan söz ediyorsun. Merkezi sayılabilecek ilişkiler tamamen bitmiş miydi?
-Evet, merkezi ilişkiler bizim açımızdan bitmişti. İlk soruna dönersek, ilginç bir noktayı belirtmeliyim. Dağa çıkmaya gidiyorsun, yanında ince bir giysi, kumaş bir pantolon, ayağında dağ yoluna vurduğun zaman yüz metre sonra dağılacak bir ayakkabı. Böyle bir kıyafetle gittik. Ne yapacağımız noktasında bir belirsizlik var. Ama ölüm daha yakın görünüyordu. Onurlu bir biçimde ölebilmek için gittik. Bu psikoloji, bu duygularla gittik. Tabii Karadeniz çok belalı bir yer. Ne zaman kar yağar, ne zaman yağmur yağar belli olmaz. Ama gerilla için coğrafyası çok uygun bir yer. Üzerimizden helikopterler geçiyordu, biz saklanma gereği bile duymuyorduk. Her taraf ağaç, yeşillik, gizliyor insanı. Karadeniz'de ilk karşılaştığım manzarayı özetlemek gerekirse, çok bilinçli bir gerilla örgütlenmesinden söz etmek mümkün değildi.
-Birilerinin yanına gittin ama..
-Evet birilerinin yanına gittim. Dağa çıkan birilerinin. Gerilla dediğinizde, insanın aklına gelen bir tip var. İşte, belli bir üniforma, silah külah. Bütün bunlar yok. Bir çok insan dağa çıkmış. Bu biraz refleks olarak gelişmiş. şu takipten kurtulalım, diye. Ki, Karadeniz kentleri gerçekten yoğun baskı altındaydı. Dağda yaşlı başlı insanlar, kadınlar, hamile kadınlar hatta çocuklar bile vardı başlarda. Barınmak çok zordu. Herkes çıkmıştı dağa. Manzara biraz garipti.
-Hangi kentine gittin Karadeniz'in?
-Ben önce Giresun'a gittim. O günlerde Giresun'un Bulancak ve Espiye ilçelerinde dağlık kesimde arkadaşlar vardı. Bulancak'ın hemen devamında Ordu, Fatsa kesimi vardı. Espiye sonrası belli bir kopukluk vardı. Trabzon ve devamında da arkadaşlar bulunuyordu. Dağa çıkan arkadaşlar sadece kendi bulundukları bölgede bir aradaydılar. Çeşitli gruplara ayrılsalar da aralarında düzenli bir ilişki vardı. Diğer kentlerdeki gerilla gruplarıyla ilişkiler kentlerdeki arkadaşlar aracılığıyla sağlanabiliyordu. Kentlerdeki arkadaşlar haberleşmeyi ve eğer varsa araç-gereç yardımlaşmasını sağlıyorlardı.
Biz dağa vardığımızda, düzenli olmayan grupların düzene sokulması görevi bulunuyordu önümüzde. Takip vardı, ihbarlar oluyordu. Karadeniz ilginçtir. Nerede, ne zaman karşınıza kimin çıkacağını bilemezsiniz. Ormanlık bir arazide yürürken birdenbire bir evle karşılaşabilirsiniz. Bu özelliği pek çok ihbara neden oldu. İhbarlar sonucunda pek çok arkadaşımızı kaybettik.
-Kaç kişiydiniz Giresun'da?
-Giresun bölgesinde ilk başlarda otuz kadardık. ama giden gelen, trafiği çok yoğundu.
-Kadınlar, çocuklar dedin. Herkes toplam otuz kişiydi?
-Ben gitmeden önce, sayı çok daha kabarıkmış. Kesin bir sayı vermek mümkün değil. Çünkü, sürekli bir sürkilasyon var. Gelenler var, inisiyatif kullanılarak gönderilenler var. Dağdaki arkadaşların belli köylere yerleştirip beklettiği insanlar var.
Ama benim ulaştığım günlerde kısmen gruplar oturmaya başlamıştı. Sonunda iki grup halinde ayrılmıştık. Espiye ve Bulancak grupları. Bu iki grubun sayısı, gelen giden trafiği hariç, otuz civarındaydı.
-Genel hava nasıldı? Ya da sen kendinle ilgili olarak söyleyebilir misin? Hiç keşke burada olmasaydım dediğin anlar oldu mu?
-Özellikle şunu söyleyeyim. İlk vardığımda hemen dağa çıkmadım. Arkadaşlarla görüştük. Örneğin. o günlerde temel gıda maddeleri kentten sağlanıyordu. Çünkü, 12 Eylül öncesi kırsal alanda ilişkiler yaratılamamıştı.
-Soruma tekrar döneriz ama, konu açılmışken nedenini sormak istiyorum. Yani, 12 Eylül öncesi kırsal alana dönük neden bir çalışma yapılmadı? Özelikle Karadeniz açısından, Nokta operasyonu 12 Eylül'ün bir provasıydı. Bir askeri darbenin geleceği tespitleri yapılıyordu. Karadeniz'deki gücünüz belliydi. 80 sonrası dağa çıktıktan sonra yapmak zorunda kaldıklarınızı 80 öncesi yapamaz mıydınız?
-Evet, bütün bunlar yapılabilirdi. Bugünden geriye dönüp bakınca demeyeceğim ama, o günlerde de bunları düşünmemek mümkün değildi. Çünkü,dağda karşılaştığınız sorunları görüyorsunuz. Kentlerden dağlara ekmek götürmek, fasülye götürmek, giysiler bulmak zorunda kalıyorsunuz. Bütün bunlar sizi düşündürüyor. Yani orada un stoklanamaz mıydı? Köyler arasında bu tür ihtiyaçların karşılanabileceği daha organize ilişkiler kurulamaz mıydı? Tabii ki, bütün bunlar yapılabilirdi. Öyle zor şeylerde değildi. 12 Eylül öncesi yoğun çatışmalar içinde bile yapılabilecek şeylerdi. Özellikle Karadeniz'de, çok daha elverişli, daha sağlıklı biçimde yürütülmesini sağlayacak bir ilişkiler ağının kurulması mümkündü.
-Niye Karadeniz sorusunu sormak istiyorum. Karadenizlilerin tipik özelliklerinden söz edilir. Devrimci Yol'daki hakim kültürle Karadenizli olma arasında bir uygunluk bir yakınlık bulunabilir mi?
-Neden Karadeniz sorusuna pek çok noktadan yanıt verilebilir. Önce şu, sonra bu gelir demek, pek doğru değil. Hepsi birlikte bu sorunun cevabı olabilir. Karadeniz insanının diğer bölgelere göre farklı bir karakteri vardır. Karadeniz feodaliteyi yoğun biçimde yaşamamış bir bölgedir. Karadeniz insanı yüzyıllardır küçük üretici durumundadır. Bundan dolayı farklı açılımlara, yeniliklere açıktır. Günlük yaşamında, kendi küçük üretiminde farklı şeyleri tasarlar, yaratıcıdır.
-Peki sizleri hiç hayal kırıklığına uğrattı mı? İhbarlar noktasında.
-Şimdi bu açıdan Karadenizli ya da bir başka bölge ayrımı yapmak doğru değil. Bölgede sadece asker ve polis bizleri takibe almıyordu. Kırsal alanda gerilla ciddi bir varlık olmaya başladığı, gerillayla ilgli efsaneler dilden dile dolaşmaya başladığı andan itibaren, köy köy, ev ev çok yoğun baskılar yaşanmaya başladı. Köyleri ormanlık araziden izleyebiliyorduk. Polis ormanlık bölgeye giremiyordu. Köylüler bir araya toplanıyor, camiye dolduruluyor, işkence sesleri, çığlıklar duyuyorsunuz. Muhtarlar, köy ihtiyarları toplanıyor, ev ev dolaştırılıyor, işte, kim bunlara yardım ediyor, kim yiyecek taşıyor, diye. Böyle bir ortamda özellikle muhtarlar kanalıyla ihbarlar gidiyordu. Muhtarlar, kendileri anlatıyordu; bir istihbarat ağı kurulması noktasında sıkıştırılıyorlardı. Günümüzün koruculuk sistemine benzer bir sistem oturtulmaya çalışılıyordu. Muhtarların önderliğinde sivil ekipler kuruluyor, bu ekipler yolları kesip, silahlı külahlı arama yapıyordu. Bu tür bir ilişkiye girmeyen muhtarlar, örneğin; bizim davamızda da yargılanıyorlardı, işkenceye uğruyorlar, tutuklanıyorlardı. Espiye'de bir muhtar, çırılçıplak soyularak kar üstünde yürütüldü. Çocuklarının gözü önünde ırmağa sokulup çıkartıldı.
-Yani destek bulmadınız mı halktan?
-Şöyle söyleyeyim. Gerillanın haber ihtiyacı vardır. İstihbarat açısından çok fazla sıkıntı çekildiği söylenemez. Bunun yanında çeşitli ihtiyaçlarımızı da kırsıl alandan karşılıyorduk. Ama mutlaka parasını vererek.
Bu sırada dağdan çok sayıda insan indirildi. Tabii gözlüyorsunuz. «Keşke burada olmasaydım.» Bunu açıktan söyleyenler vardı ama, kimilerinin de tavırlarından anlıyordunuz. Gerilla spor yapıyor, şarkı söylüyor, bir bakıyorsunuz dışında kalıyor. Bunlar indirildi. Belli bir süre sonra evet, gerçek Devrimci Yol'u yakalamaya başlamıştık. Günlük mücadelenin sınırlarını aşmıştık. Bizi, gerek düşünce gerek fiziksel olarak hapseden koşulları aşmıştık. Dağdaydık, dağda aşmıştık.
Tabii herşey güllük gülüstanlık değildi. Kötü sayılabilecek olaylar yaşıyorduk. Dokuz kişilik bir grubumuzun nöbetçisi silahıyla beraber teslim olmuştu. Sonra polisin, jandarmanın önüne düşüp yerleri, sığınakları göstermişti. Yedi arkadaşımız o operasyonların devamında öldürüldü.
-Genel olarak anlattıklarından çıkarıyorum; bir iyimserlik hali var. Bunun nedenini sorabilir miyim?
-İlk vardığımda karşılaştığım bir olgudan söz etmek istiyorum. Ki, benim psikolojimi derinden etkiledi. Ben ağırlıkla kentte kalıyordum. Dağdaki arkadaşlarla düzenli olarak görüşüyorduk. Her türlü desteği sağlıyorduk. Kentteki arkadaşlar, dağdakilerin varlığından korkunç bir coşku duyuyorlardı. Tarifsiz bir sevgi besliyorlardı. Ben dağa çıkıp geri döndükten sonra, «şu nasıl, bu ne yapıyor, şu yemeği hala çok mu seviyor, çoraplarını yine az mı yıkıyor» diye soruyorlardı kentteki aileler. Sanki kendi çocuklarını soruyorlardı. Onların dağdaki varlığı büyük moraldi kenttekiler için. Onlardan söz ederken, hep esirgeyerek söz ediyorlardı. Diğer taraftan dağdaki arkadaşlara bakıyordunuz; «benim için ne diyorlar, kimin selamı var» diye soruyorlardı. Anlatınca, önemli bir motivasyon oluyordu. Tabii bu arada sürekli operasyonlar, çatışmalar oluyordu. Bu operasyonların verdiği moral bozukluğu, kentten gelen haberlerin verdiği coşkuya bırakıyordu kendisini.
İnsan korkuyu tarif ettikçe, korkuyu büyütüyor içinde. Kar topu gibi. Örneğin, ölüm korkusu. Ölümü çok düşündüğün zaman, o, büyük bir korku haline geliyor. Ve herşey ürkütüyor seni. Ormanda duyduğun bir ses bile seni ürkütüyor, ölümü hatırlatıyor. Bu durumda olanlar vardı. Tespit edildiğinde "serbest" bırakılıyordu. Bu tabiri kullanıyorduk.
-Yeni katılanlar oluyor muydu?
-Evet, yeni katılanlar oluyordu. Ondan önce şunu söyleyeyim. Serbest bırakılan insanlar çok ciddi problemler yarattı. Yani sizin, bütün sığınaklarınızı, ilişkilerinizi bilen ve koşullara dayanamadığı için bırakılan insanlar muhtemelen kente indiklerinde yakalanacaklardı. Siz, her serbest bırakmadan sonra bütün ilişkilerinizi değiştiriyordunuz.
Yeni katılan insan, ilginç bir örnek vereyim. "Unutulmasınlar" kitabında da bu arkadaşımızın ismi var. Göksel Küçükyıldız. Aslen Trabzonlu. 12 Eylül öncesi İstanbul'da yaralanmış. Tedavi olmak üzere Trabzon'a gelmiş. 12 Eylül'den sonra İstanbul'a geri dönmüş. Eski ilişkileri bulamamış. Trabzon'a geri dönmüş. İnsanların dağa çıktığını öğrenmiş. Israrla dağa çıkmak istiyor. Ama arkadaşlar yakından tanımıyorlar onu. O sürekli zorluyor. Giresun'a geldiğimde durumu öğrendim. Gelsin görüşelim diye haber gönderdim. Benimle görüşeceğini bilmiyor tabii ki. Daha önceden tanışıyorduk. Odanın kapısını açıldı, içeri girdi, beni gördü ve ağlamaya başladı.«Nihayet» diyordu.«Sonunda gidebileceğim.» Çok içten bir ağlamaydı. Neyse,konuştuk. Tanınmadığı için kentte kalması noktasında ikna etmeye çalıştım. Ama o, ısrarcıydı.« Oradaki arkadaşlarla bir buluşayım, sonra yine dönerim» diyordu. Bir akşam alıp götürdük. Sanırım, yirmi gün sonra öldürüldü. Ailesinin anlattığına göre; saymışlar, yüzden fazla mermi izi varmış üzerinde. Gerilla oturmaya başladığında, kentlerde kurulan yeni ilişkiler dağa çıkma taleplerini iletiyorlardı. Ya da kentte aranır konuma düşen insanları zorunlu olarak çıkarıyorduk dağa.
Bir örnek daha vermek istiyorum. O arkadaşımızı da saygıyla anıyorum. Bizlerden yaşlı ve açık kalp ameliyatı olan bir arkadaşımız dağa çıkmak istiyordu. Sağlık nedeniyle biz izin vermedik. Fakat arkadaşımızı ikna edemedik. «Bu hakkımı elimden alamazsınız, bu benim devrimciliğimin bir gereğidir»diyordu. Sonunda dağa çıktı. İki üç ay kaldı. Dağda ikna oldu, koşulları kaldıramayacağını anladı.
-Peki, ne kadar sürdü bu böyle. Sanıyorum, yavaş yavaş sıkışmaya başlamıştınız.
-İkili bir sıkışmayı yaşamaya başladık. Espiye bölgesi için; teslim olan, yakalanan insanlar nedeniyle bölge bizler için kullanılmaz olmuştu. Köylüler üzerindeki baskılar yoğunlaşmıştı. Bunun yanında yedi arkadaşımızın öldürülmesi hem dağdaki hem de kentteki arkadaşlar açısından oldukça moral bozucuydu. Ve giderek biz Giresun bölgesini terk etmeyi tartışmaya başladık. Bulancak'taki grubumuz da sıkışmaya başlamıştı. Herşeyden önemlisi, yaz geliyordu. Yazın Karadenizli yaylalara çıkar ve oraları çok rahat kullanamazsınız. Kentlerdeki arkadaşlar yakalanmaya başlamıştı. Sürekli kan ve can kaybediyorduk. Giresun'da bulunan arkadaşları Trabzon ve Artvin kesimindeki grupların yanına gönderdik. Biz, üç kişi bölgede kaldık. Koşulları lehimize çevirmeye çalışacaktık. Belli bir süre sonra bir arkadaşı bölgede bırakarak, biz iki arkadaş Ankara ve daha sonra İstanbul'a gittik.
-Ankara'ya dönüş, aslında bitiş olmuş...
-Aslında yeni bir başlangıç! Ben, diğer arkadaşı Ankara'da bırakıp İstanbul'a gittim. Sonra geri döndüm ve yakalandım. 81 yılının Ekim sonuydu. Benim için dışarısı bitti. O gün bitti.
__________________
Bir yanımı öldüremezsiniz, O’da sattığım emektir. O’na ihtiyacınız var sizin ve tüm insanlığın.
TÜMAY DURUKAN - Artvin Devrimci Yol davasından yargılandı. İdam cezası aldı. On sene cezaevinde kaldı. Halen İstanbul'da yaşıyor.
-Niğdeli olduğunu söyledin. Niğde'yi, dönemin özelliklerini anlatabilir misin?
-1970'li yılların kuşağı olarak genç yaşta devrimci mücadeleyle tanıştık. Lanse edildiği gibi amaçsız, hedefsiz insanlar değildik. Tam tersine felsefeyle ilgilenen, sanatla, edebiyatla ilgilenen, toplumun sorunlarını bizzat yaşayan insanlardık. İçinde yaşadığımız onca sorun vardı ve bu sorunların çözümlerini bulamıyorduk. Çünkü bize, okuduğumuz okullarda, gazetelerde bunların doğrusu hiç bir zaman anlatılmıyordu. Ama yaşamın içerisinde her gün onca sorunun nereden kaynaklandığını bulmak, araştırmak gibi bir şey gelip oturmuştu içimize. Sorulara yanıtlar bulmak için okuduk. Felsefe okuduk, tarih okuduk. Toplumun en temel sorunlarının nereden kaynaklandığını ve bunu nasıl ve hangi araçla çözebileceğimiz noktasında yoğunlaşmaya başladık. Tabii, biz bunları sürdürürken, mevcut düzenin idamesini sağlayan kurumlar bunları tehlikeymiş gibi gördüler. Buna karşı şiddeti temel alan bir sistematik içerisinde, işte, yasalarıyla, güvenlik güçleriyle böylesi oluşumları bertaraf etmeye çalıştılar.
-Yine de, o günlerde devrimcilik yapmak kolaydı. Soldan yana bir rüzgar vardı.
-Evet, bu rüzgarın temelinde yatan; Türkiye'de toplumsal sorunlar alabildiğine hızlı ve derinden yaşanıyordu. Bu derinden yaşayış içerisinde ortaya çok ciddi şeyler konulmuyordu. Türkiye'de ilk defa sorunlar karşısında alternatif politikalar üreten devrimci ve demokrat güçlerdi. Dolayısıyla, alışılmış, resmi ideolojinin dışında çok farklı şeyler söyleyen bu kesim topluma hitap etmeye başladı. Çünkü; insanların düzenden beklediği bir şey kalmamıştı. Düzen o insanlara bir şey vermiyordu. İşsizliğin, sefaletin kol gezdiği bir yaşamdan başka bir şey sunmamıştı.
Oysa biz, bütün bunları alt edecek, onlara yeni bir yaşam sunacak bir ilişkiyi, bir demokrasi anlayışını, yeni bir devlet anlayışını ortaya koyuyorduk. Kitleleri etkiliyorduk. Bu etkilenme o kadar derin ve hızlı oldu ki, insanlar öbek öbek bize katılmaya başladı. Ve Türkiye açısından ciddi bir rahatsızlanma dönemi işte böyle başladı. Benim devrimci düşüncelerle tanıştığım yıllardı.
-Aileni anlatabilir misin? Eğitimin, neler yapıyordun Niğde'de?
-Aile içi eğitim olarak; ailem çok yoğun bir dini eğilim taşıyordu. Ben altı yaşındayken, babam Konya'da görevliydi. Mesala, kuran kurslarına gittim. Bir yıl içinde kursa gelen çocuklara kuran okutmaya başladım. Böylesi bir eğitim içinden gelen bir insandım.
Ama bütün bunların yetmediğini topluma yeni bir yaşam sunmada yetersiz kaldığını gördüm ve onbeş yaşımdayken devrimci düşüncelerle tanıştım. Materyalist felsefe ile tanışmam dini duygularımdan tamamen uzaklaşmamı sağladı. Köklü bir kopuş ve dönüşüm başladı benim içimde.
Öğrencilik yıllarım boyunca sürekli baskılara maruz kaldım. Polis sürekli emniyete götütürür dayak atardı. Okul idaresi eğitimi engellediğim gerekçesiyle jurnallik yapardı. Okuldan atıldım. Gün geldi cezaeviyle tanıştım. Yaşım küçüktü. Niğde cezaevi'ne konuldum. Sübyanlar koğuşuna götürmek istediler, direndim. Siyasi bir kimliğim olduğunu söyledim. Cezaevinin yüzünü gördüm. Adli mahkumlarla tanıştım. Onları tanıma fırsatım oldu. Sorunlarını dinledim. Hep bizim değiştirmeyi hedeflediğimiz şeylerle doluydu yaşamları. Ailem hiç görüşüme gelmedi. Babam «böyle bir oğlum yok» diyordu.
Niğde ilginç bir yerdi. Türkiye'de ilk köy çalışmasını biz başlattık. O yıllarda bir köylü hareketi anlamında söylemiyorum ama köylerde ciddi bir gücümüz vardı. Niğde'nin tarıma ve hayvancılığa dönük bir ekonomisi vardır. Nüfusun büyük bir kısmı kırsalda oturur. şehir merkezinde sadece memurlar ve esnaflar vardır. Tarım ve hayvancılıkla uğraşan insanların emeği çarçur edilir. Pancarın, buğdayın, patatesin taban fiyatları düşük tutuluyordu. İnsanlar verdikleri emeğin karşılığını alamıyorlardı. İnsanlara bu hayatı kabul edin diyorlardı. Biz, bunun kabul edilmemesi gerektiğini söylüyorduk. Halk yoksuldu. Biz bunun etrafında köy çalışmalarını başlattık. Amacımız...
-Oraya gelmeden, belli bir siyasi kimliğiniz var mıydı?
-Elbette vardı. Siyasal kimlik derken; kitaplar okuyorduk. Ülkenin temel siyasi sorunları nelerdir? Ve ne yapmamız gerekir? Biz buna kendi kentimizden ne oranda katkı sağlayabiliriz?
-Belli bir örgütlülüğünüz var mıydı? Dernek, parti...
-O zamanlar örgüt yoktu. Bir dernek vardı. Dernekte eğitim çalışmaları yapar, sorunları tartışırdık. Başlattığımız köy çalışmalarında epey bir mesafe katettik. O yıllarda yarattığımız kitle ilişkilerini, örneğin, Adana'daki bir pamuk mitingine aktarırdık. Pek çok kente böyle gittik. Kitle ile bizim aramızdaki ilişki doğal bir kabulleniş süreciydi. Yani insanlara kendimizi dayatmadık. İnsanlara şunu yapacaksınız, bunu yapacaksınız demedik. Çığ gibi büyüyorduk. Tabii, bu arada, dergiler çıkmaya başlamıştı. Bunları insanlara ulaştırıyorduk. Ankara'daki arkadaşlar tarafından Devrimci Gençlik Dergisi çıkartılıyordu.
-Bu noktada, şunu sormak istiyorum; benzer gelişmeler aslında pek çok ilde yaşandı. Sonraları bir Devrimci Yol olayı başladı...
-Şöyle açıklayayım. 12 Martlara gelindiğinde bir Mahirler, bir Denizler vardı. Tabii bunların ülke ve dünya tahlilleri giderek farklılaştı. Biz, Mahir'in görüşlerinin siyasal gerçekliğinin olduğu düşüncesindeydik. O anlamda ben de bir taraftım. Devrimci Gençlik Dergisi'nden sonra Devrimci Yol çıkmaya başladı.
-Devrimci Yol ile diğer grupları ayıran yalnızca Mahir'i savunup savunmamak mıydı?
-Temel nokta Mahir'in siyasal anlamda farklı bir kıvılcımı çakmış olmasıdır. Örneğin Denizlerin ortaya koymuş olduğu düşüncelerde belirli bir siyasal hat yoktu. Sadece bir gençlik hareketiydi onlar. Mahir ve arkadaşları böyle bir şansı yakalamışlardı. Tabii ki, bu düşüncelerin günümüzde açılması gereken yönleri vardır. Devrimci Yol bunu gerçekleştirmiştir. Mahir'i anlayan gruplar da çıktı. Ama Aramızda farklılıklar oluştu. Sonra da değiniriz ama diğer gruplarla aramızdaki en temel nokta; bizim toplumsal bir değişim ve dönüşümü hedefliyor olmamız, ona uygun tarzda örgütlenmemizdi.
-O toplumsal değişimi gerçekleştirebildiniz mi? En azından ipuçları, umut açısından soruyorum.
-Bizler, kuşkusuz bazı iyiniyetlerle yola çıkmış insanlardık. Teorik olarak ortaya koyduklarımızın yanında koyamadıklarımız da vardır. Tarih bizi bu noktada yargılayacaktır. Başarılı olduğumuz dönemler oldu. Ama bir yönüyle pek çok eksikliği de beraberinde taşıyorduk. Bunlar şöyle sıralanabilir; ülkemizde devrimci mücadele gençti. Kadroları gençti. Bizim hedeflerimiz bu genç olmanın etkisiyle şekillendi. 12 Eylül yenilgisi bu genç olmanın etkisiyle açıklanabilir.
Fatsa olayına bakacak olursak; kuşkusuz olumlu sayılabilecek bir kitle ilişkisi kurulmuştu. İyi şeyler yapıldı. Bunlar kimsenin reddetmemesi gereken konular. Fatsa olayının derinliklerini 12 Martlarda aramak gerekir. O yörede bu hareketin içine katılmış insanlar vardı. Doğal bir kitle tabanı vardı. 12 Mart katliamlarına karşı bölge halkının duyduğu bir tepki vardı. Kendi içinden çıkan insanları halk sahipleniyordu. 12 Mart sonrası bölgede başlayan siyasal çalışmalar böylesi bir gerçekliğin üstünde yükseldi. Kitle desteği buldu.
Niğde'de benzer gelişmeler yaşanmıştı. Niğde'de ağırlıkla köy çalışmaları yürütülüyordu. Kitle ilişkisi, bölge insanlarının kendi emeklerine sahip çıkma, devrimci demokrat saflara çekme ve giderek iktidar hedefiyle örgütlenmek şeklindeydi. Hep yönetilen insanlar olmanın onları bu duruma getirdiğini, kendi sorunlarını çözmede söz sahibi olmaları gerektiğini ortaya koyduk. O dönemde Niğde'de sağ kesimin de belirli bir örgütlülüğü vardı. İç Anadolu'nun yapısıyla ilgili biraz da. Dini eğilimlerin fazla olduğu, milliyetçi ve ırkçı düşüncelerin devlet pompasıyla geliştiği topraklardı.
Biz, çalışmalarımızı, gücümüzü bir takım yerlerde yayınlamaya ihtiyaç duymuyorduk. Biz, bunları bunları yaptık, bunları başardık, şu köyde muhtarlığı kazandık, şu ilçede belediye başkanı bizim adayımızdı demedik. Biliyorduk ki, bizi ezmek için fırsat kolluyorlardı. Baskılara, tutuklanmalara, saldırılara maruz kalıyorduk. Çalışmalarımızın kesintiye uğramaması için gizliliğe önem veriyorduk.
-Bu söylediklerin örtülü bir Fatsa eleştirisi sayılabilir mi?
-Benim kişisel görüşüm; olumlu sayılabilecek çalışmaların dergilerde yer alması bir noktada açığa çıkartılması, o mücadelenin araç ve taktiklerinin tartışılmasını kolaylaştıran bir durum doğuruyor. 12 Eylül yöneticileri bir Fatsa'yı nasıl denetim altına alacaklarını bu tür yayınlara bakarak tartıştılar. Bu yazılıp çizilenler devlet açısından caydırıcı olmaktan öte, hareketin sindirilmesi açısından ipuçları veriyordu. Devamında, o bölgeye gelebilecek bir saldırıyı o kentin örgütlülüğünün göğüslemeyeceğini biliyorduk. Biz Niğde'deki çalışmalarımızı saldırılara zemin hazırlamamak için yayınlamak gereği duymadık. Örneğin, bölgenin adı çıkmaya başladığı andan itibaren, bölgedeki idari kadroda değişiklikler oluyordu. Vali, kaymakam, emniyet kadrosu değiştiriliyordu. Gerilla savaşında da bu vardır; gücünü gizlemek. Başarının yarısı buradan gelir. 12 Eylül'den sonra Fatsa'da yapıldığı gibi bir toplu sindirme hareketi görmedik. Örneğin Artvin'de ev ev, sokak sokak operasyonlar yapıldı. İnsanlar, alakalı olsun, olmasın etkilendiler. «Vatan topraklarına katmaya geldik» diyorlardı.
şimdi, Niğde'de önemli bir potansiyel vardı. Devrimci Yol hareketi açısından en geniş kitle desteğinin olduğu bir bölgeydi. Ama biz bunu hiç bir zaman öne çıkarmadık.
-Çatışmalı bir bölge miydi Niğde?
-Niğde'de sivil faşist örgütlenme yoğun ve hızlı gelişiyordu. MHP Milletvekili Sadi Somuncuoğlu Niğdeli'ydi. Niğde'de önemli faşist kadrolar vardı. Özellikle Ankara Niğde öğrenci yurdunda eğitilen kadrolar Niğde'ye gidip geliyorlardı. şehirlerde ve köylerde çatışmalar yaşanıyordu. Pek çok bölge için 1979'larda yaşanan saflaşmayı biz, 1975'lerde yaşamıştık. Köyler belliydi, okullar, mahalleler...Niğde'de sol pek çok ile örnek olacak bir şekilde bütünleşmişti. Saldırılara birlikte karşı koyardı. Direnme komiteleri vardı. Bu komitelerde CHP'liler bile bizimle hareket ederdi. Sol içi ayrışmaların kitleler üzerinde bir olumsuzluğa yol açmasına izin vermedik. Biz bunun sorumluluğunu taşıyan insanlardık. Niğde'de solun büyük bir saygınlığı vardı. Bugün bile sol deyince geçmişteki olumluluklar akla gelir.
Niğde'de hiç de zorlamayla oluşmayan doğal meclisler kuruldu. meclislerden kararlar çıkmaya başladı. Zaten bizim istediğimiz, beklediğimiz gelişmeler de böyle şeylerdi. Yani, sorunları kitlelerin doğrudan doğruya kendi içinde tartışması, çözümün oralardan çıkması gibi bir anlayışımız vardı. Bizim hiç bir zaman şöyle bir anlayışımız olmadı; Kitlelerin tepesinde bir yerlere oturmak, bunun sağladığı bir takım olanakları kullanmak. Bölgenin insanları bizim bu yönlerimizi gördükleri için etkilendiler. Bu etkileşim içinde giderek söylenen herşey hayat bulmaya başladı. Hayat bulan herşey giderek derinleşti, zenginleşti. Kitleselleşme denilen olay, bunlara dayalı bir şekilde ortaya çıktı.
-Öncü örgüt, yukardan politika götürmek, halk adına bir şeyler yapmak sol içinde değişik boyutlarıyla hep tartışılmıştır. Devrimci Yol'un bu klasik sol anlayıştan bir kopuş olduğunu söyleyebilir misin?
-Bu kopuşu şöyle anlatabilirim. Biz yalnızca insanlara nasıl tartışılması gerektiğini, bunun doğru yöntemlerini anlatmaya çalıştık. Gençtik, tecrübesizdik. Kitlelerden öğrenebileceğimiz pek çok şey vardı. Fikirlerimiz böyle olgunlaştı. Böyle bir tarzda siyaset yapmaya çalıştık. Kitlelerin gerçek anlamda katılımını sağladık. Diğer sol gruplar için de geçerliydi bu. Saldırılara ortak direnme, mevzileri ortak koruma. şunun bunun hesabını yapmadan, ayrıntılara fazla takılmadan. Devrimci Yol özgün bir hareketti. Bu anlamda diğer gruplarla da yol ayrımını yaşıyorduk. Bu yüzden yoğun bir kitle desteği bulabildik.
-Merkezi anlamda bir ilişkiniz var mıydı?
-Elbetteki. Zaman zaman köylerle, gençlik içindeki arkadaşlarla bir araya geliyorduk. Tartışıyorduk. Değerlendirmeler yapıyorduk. Yalnızca Niğde'yle sınırlı değildi. Çevre illerle de bir araya geliyorduk. Niğde bir Kayseri'yi, bir Adana'yı etkiliyordu. Niğde'de onlardan etkileniyordu. Her doğal sürecin olumlulukları, olumsuzlukları vardır. Bunu yaşıyorduk.
-1978'den sonra kaçak durumuna düştüğünü söylemiştin. oradan devam edelim.
-Ve tabii ben, bu çalışmalar sırasında hedef konumuna gelmiştim. Sonra aranır duruma girdim.
-Somut bir olay mı oldu?
-Somut bir olay oldu. Niğde'de iki kişi öldürüldü. Bu olayla yakından uzaktan bir ilişkim yoktu. Bu olayın sanığı olarak aranmaya başladım. Niğde'de kalmam söz konusu olamazdı. Hukuki durumumu netleştirmek için ayrıldım. Ayrıldıktan sonra, Türkiye çapında aranan bir insan olarak faaliyetlerimi sürdürdüm.
-Bu gidiş belli bir disiplin dahilinde mi oldu?
-Kendi başıma bir gidiş değildi. Bir çok bölgede kaldım. İnandığım, doğru bildiğim şeyleri hayata geçirmeye çalıştım. En son 12 Eylül öncesi Artvin'e geldim.
-Yani, 12 Eylül seni Artvin'de yakaladı. Artvin'i anlatır mısın?
-Evet. Artvin'de geniş bir kitle desteği vardı. Bu insanlar aydındı, demokrattı, İnanıyorlardı, devrimcilere inanıyorlardı. Bizim Niğde'deki gibi bir saflaşma yaşanmıyordu. Sağın gücü yoktu. Devrimci Yol ağırlıklı bir kentti.
-Profesyonel bir yaşam nasıl oluyor?
-Ben Niğde'de de böyle yaşıyordum. Günün yirmidört saatini devrimciliğe ayırıyordum. Aile yaşantım kalmamıştı. Özel yaşantım yoktu. Kız arkadaşım yoktu. Bütün anlattığım çalışmalar için birebir koşturan bir insandım. Ailemin en büyük şikayeti; beni ayda bir iki ayda bir görmeleriydi. Bu giderek ailemle aramda bir uçuruma dönüştü. Siyasal tercihimi yaptığım andan itibaren profesyonelce yaşadım.
-Gurbette profesyonellik bir başka olsa gerek. O duyguyu öğrenmek istemiştim.
-Şimdi, gurbette daha fazla gerginleşiyorsun. Aranır bir insansın. Tetikte yaşıyorsun. Gidip geldiğin yerler sınırlı. İnsanlarla ilişkilerini sınırlıyorsun. Kod isimle dolaşıyorsun. İnsanlar seni tanımıyor. Tanıması için zaman gerekiyor.
-Bir boşluk yaratmıyor mu? Kaçma kovalamacayla geçen bir hayat pek çok şeyi ihmali getirmiyor mu? Aşk, cinsellik, aile..
-Bütün bunların bir tek nedeni vardır. Elbette saydıkların insanın en temel ihtiyaçlarıdır. Fakat biz, fedakar insanlardık. Özel yaşantılarımızı inandığımız düşünceler doğrultusunda feda etmiştik. İyiniyetliydik, insanlara güveniyorduk. Söz gelimi ben, cebimden beş kuruş harcarken bile çok dikkatli harcardım. Bir yere oturup yemek yeme ihtiyacı duymazdım. Çünkü bilirdim ki, o para binbir emekle yaratılan bir paradır. Lüks evlerde kalma ihtiyacı duymazdım. Peynir ekmek yemeyi yeğlerdim, lokantaya gimek yerine. Bizler böyle yaşardık. Bundan pişmanlık duymadım. Geçmişle ilgili, şöyle olsaydı, böyle olsaydı gibi bir serzenişim hiç olmadı. Bunlar bizim gönüllü tercihlerimizdi.
-Belki fantazi bu söyleyeceklerim ama, insanın hem inandığı gibi yaşaması hem de kimi ihtiyaçlarını karşılaması. Böyle bir yaşam mümkün değil mi?
-Kuşkusuz insanların bu türden istekleri olabilir. Bunlar son derece insani isteklerdir. Ama yapılıp yapılmayacağı subjektif bir durumdur. Niyete bağlıdır yani. Bizim subjektif tercihlerimiz, inandığımız dünya görüşünün ülkemizde biraz daha mesafe katetmesi düşüncesiyle şekillenmişti. Bir nedeni daha var bana göre; biz taşralı devrimcilerdik. Feodal kültürden gelen yönlerimiz vardı. Biraz delikanlıydık yani. Devrimci bir insan bize göre; aklıbaşında, oturaklı, dürüst, namuslu, erdemli olmalıydı. Devrimcilik, yıpranmaya açıktır. Erdemli olmazsak kısa sürede yıpranacağımızı bilirdik.
-Bir tıkanma noktasına çekmek için söylemiyorum ama, insana özgüdür; bir evdesin, derme-çatma kötü bir ev, aranıyorsun, süreç seni, belki de bilmediğin bir yerlere doğru götürüyor. Keşke bunları yaşamasaydım, keşke burada olmasaydım diyebilir insan. Annesinin ya da sevgilisinin dizi dibinde olmak isteyebilir.
-Bunu açıktan söylemek gerekir. Sırf bu röportaj yapılıyor diye söylemiyorum. Yaşamımda pişmanlık duyabileceğim hiç bir şey yapmadım. Geçmişe dönüp baktığımda; keşke şunları yaşamasaydım, dediğim hiç olmadı. Çünkü bu, benim seçimimdi. Rastlantılar sonucunda devrimci olan bir insan değilim ben. Neden değilim? Bunun altını çiziyorum . Bir, okuyan araştıran bir insandım. Bu, nereye gitsem kendisini gösteren bir özellikti. Tartışan bir insandım. İki, Niğde Cezaevi'nde 12 Mart hükümlüleri yatıyordu. Bizim tartışmalarımıza ivme katıyorlardı. Türkiye'nin bir çok yöresinden bu insanları görmeye gelenleri misafir ediyorduk evlerimizde. Tartışıyorduk. Bu tartışmalar bizi yeni araştırmalara yönlendiriyordu. Rüzgardan etkilenerek devrimci olmadım ben. Kelimenin tam anlamıyla; ne için mücadele ettiğini bilen insanlardık. Bu noktada, hangi kentte olduğumun hiç bir önemi olamaz. Önemli olan mücadelenin içinde olup olmamaktır.
Burada, yeni gittiğin bir kentte, insanların seni tanıması gerekiyor. Tek yolu vardı bunun: Kendini böbürlenmeden, geçmişini siyasal bir koz olarak kullanmadan, iş bölümünde almış olduğun görevleri layıkıyla yerine getirerek yapabilirsin bunu. Kendini böyle kabullendiriyorsun. İlişkilerimiz, yaşamımız ortadaydı. Atanmış insanlar değildik. Atanmışlığı kabul etmiyorduk. Atanmışlık bir avantajdır. Ben bu avantajı hiç bir dönem kullanmadım. Bir bölgeye yukarıdan gelmiş bir insan imajını hiç takınmadım. Tam tersine, gittiğim her bölgede, insanların durumu neyse, kendimi öyle gördüm. Olumlu veya olumsuz ayrışmayı ve etkilenmeyi doğal sürece bıraktım. O anlamıyla, çok sıkı dostlarım olmuştur hayatta. Seven, güvenen insanlar olmuştur. Ama bundan rahatsızlık duyan insanlar da olmuştur. Çünkü, kendini atanmış diye tabir eden, kendisini dayatan insanlara karşı durduğum da olmuştur.
-Bu anlattıkların biraz da iç sorunlar. Öyle anlaşılıyor ki, ortak bir siyasal kültürden söz etmek zor gibi. İnsanın içinde ne varsa, onlar pratiğe yansıyor.
-Devrimci Yol hareketi ortaya koyduğu siyasal çözümlemelerle bir siyasal hareketti. Dünyanın ve Türkiye'nin o günkü durumuna uygun politikalar üretmesiyle bir hareketti. Yeni tip bir insan yaratma çabasıyla bir hareketti. Yeni bir kültür yaratma çabalarını da eklemek gerekir. Ama her zaman ve her yerde, beklenen gelişmeler yaşanmayabilir. Yazılanlarla, niyetlerle gerçekler arasında doğru orantılar kurulamadığı zamanlar olmuştur.
Siyasette de bu böyledir. Faşist işgalin yaşandığı bölgelerle, işgal altında olmayan bölgelerdeki beklentilerin farklılaşması bu farklılıkla açıklanabilir. Faşist işgalin olmadığı bölgelerde bir rehavet vardır. Diğer bölgelerde ise, insanlar diridir. Tetikte yaşanır, ilişkiler tetiktedir. Diğer bölgelerde ise, bir şeylere bitmiş gözüyle bakılır. O zaman gündelik işlerin arasında boğulursunuz. Bir tıkanma başlar. Oysa biz, ülkede köklü bir değişimi önümüze koymuş bir harekettik. Bunlar çelişir.
-Sonuçlara baktığımızda, bir yenilgi görüyoruz. Sürecin sizi, mevcut gücünüzün kaldıramayacağı bir yerlere doğru götürdüğünü hiç fark etmediniz mi?
-Şu bir gerçekliktir; hızla yükselen bir muhalefet hareketi vardı. Düzenin her türlü kurumunu sorgulayan bir muhalefetti bu. Türkiye'yi yönetenler bu muhalefeti nasıl sustururuz, bunun hesabını yapıyorlardı. Muhalefetin sert bir müdahaleye maruz kalacağı biliniyordu. İşte, falan bölgeler, kurtarılmış bölgeler diye tanıtılıyordu. Hedef haline getiriliyordu. Bütün bunların farkındaydık. Çünkü bizi kitlelerden tecrit edemiyorlardı. Ne diyeceklerdi bizlere; namussuz mu, silah kaçakçısı mı, hırsız mı, rüşvetçi mi? En fazla vatan hainliği, din elden gidiyor demogojisi yapılıyordu. Faşizmin bir yüzü de yalan ve demogojidir.
Bunların hiç biri tutmadı. Geriye tek silahlı müdahale kaldı. Kendi beceriksizliklerini bizim üstümüze fatura ediyorlardı. Oysa biz, ne mecliste milletvekili, ne bakandık. Geliyorlardı. Bunun önlemini almak için zamanımız var mıydı? Örgütlülüğümüzün durumu neydi? Kadrolarımız yeterli miydi? Ne yapılabilirdi ki? Yapılacak tek şey; bu karanlık oyunu bozmaktı. Bu yalanları geniş kitlelere etkili yöntemlerle anlatmaktı. Günün birinde topyekün bir saldırıya maruz kalabilirdik. İşler rahat olmayacaktı. Bir çok insanımızı kaybedebilirdik. Tartışıyorduk. Direnmek gerekiyordu. Solun pek çok kesiminin yaptığı gibi direnmeme, geri çekilme kararları alacak bir siyasal kültürümüz yoktu bizim. Ülkemizi seviyorduk. Nasıl olacağı noktasında tartışıyorduk.
-Tartışmalar Artvin'le mi sınırlıydı?
-Hem Artvin'de hem de ülke genelinde tartışıyorduk.
-Bir kısım sol grup, Devrimci Yol'u bu noktada eleştiriyorlar. Bunlar solun ana gövdesini oluşturdukları halde, 12 Eylül'e karşı direnmediler, hazırlanmadılar, tartışmadılar..
-Onların hepsi büyük bir yalandır. Devrimci Yol hareketi üstüne düşeni yapmıştır. Hem içe dönük hem de dergi sayfalarında bu sorunları tartışıyorduk. 1980-85 süreci direnmediler yalanına bir yanıt niteliğindedir.
şimdi, devam edelim. Her bölgenin özgün şartlarını tespit ediyor ve ona göre tartışıyorduk. Bazı bölgelerin kapsamlı ve sert saldırılara maruz kalacağını tespit ediyor ve bu saldırılara nasıl bir örgütlenmeyle yanıt verileceğinin hesaplarını yapıyorduk. İlk amacımız; kadro kaybını önlemekti. Hareketin biraz daha daralması gibi bir sonuca gelip dayanıyordu tartışmalarımız.
-Bu daralma yaşandı mı? Becerebildiniz mi?
-Bunda elbette mesafe alındı. Mesafe alınmamış olsaydı, merkezi hareket dağıldığı halde, kıyıdan köşeden, 1985'lere kadar mücadele devam eder miydi? Devrimci Yol hareketi bu tarihe kadar, istenilen düzeyde olmasa da, ayakta kalmaya çalıştı.
-12 Eylül'le birlikte Artvin'de neler oldu? biraz o süreci anlatabilir misin?
-12 Eylül ilk geldiğinde, radyodan dinlemiştim. Yok, radyodan değil. Belediye anons yapmıştı. Bir evde üç arkadaş kalıyorduk.
-O zaman belli bir sorumluluğun var mıydı? İl sorumlusu falan gibi..
-Biz sürekli hareket halindeki insanlardık. Hareket bize nerede ihtiyaç duyarsa, nerede görev verirse, oralara koşan insanlardık. O anlamıyla bir serbestliğim vardı.
İşte, böyle bir ortamda öğrendim darbeyi. O gece bir kaç insana ulaşıp durum değerlendirmesi yaptık. şehirde, bütün ilerici, demokrat insanların gözaltına alınmaya başladığını öğrendik. şehirlerde kalmanın imkansızlığı ortaya çıkmıştı. Artık yeni bir dönem başlıyordu. Bu döneme uymak zorundaydık. Üç arkadaş Artvin'i iki gün sonra terk ettik. Gündüz gözüyle, yürüyerek. Ardanuç, şavşat istikametine gittik. Yaklaşık otuz gün sürdü yolculuk. Yol boyunca insanları 12 Eylül'e karşı mücadeleye çağırdık. Çünkü, 12 Eylül bize göre yasal bir hareket değildi.
-Yani kıra çıkış böyle mi başladı?
-Evet. Bizim kır çalışmalarımız böyle başladı. 12 Eylül bir başlangıçtı. Nasıl seyredeceğini görmek gerekiyordu. Biz, direniş çağrıları yapıyorduk
Derneklerin, sendikaların, partilerin kapatıldığını, yöneticilerin Selimiye'nin önünde ifade kuyruğunda olduğunu duyuyorduk. Hem bölgesel olarak hem de Türkiye genelinde direnişi örgütlemeye çalışıyorduk.
Artvin'de, ilk günlerde süren gözaltılardan kurtulanlar dağa çıkıyordu. Büyük bir çoğunluk dağa çıktı.
-Dağda nasıl bir hayat karşıladı sizi? Neler yaptınız?
-İlk önümüze koyduğumuz hedef; dağda bir güvenlik kuşağı oluşturmaktı. Ve bu kuşak içerisinde siyasal faaliyetlerimizi sürdürecektik. Kadro kaybını önlemeye çalışacaktık. Ondan sonra yapılacakları, ülke genelindeki gelişmelere göre şekillendirecektik. Yani hemen şunu yapalım, bunu yapalım şeklinde bir tavrımız olmadı. Tek tek bölgesel çıkışlar yerine ülke genelinde yaşanacak bir çıkışın daha anlamlı olacağını düşünüyorduk.
Bunun için, ilk başlarda insanları dağlara, köylere mevzilendirdik. Dağda ilk aylarımız böyle geçti. Yakalanmayan insanları organize ettik. Katılım arttıkça, insanları geri gönderdik.
-Artvin civarından kaç kişi çıktı dağa, tahminen bir sayı verebilir misin?
-Artvin'de yüzlerce insan dağa çıktı desem, abartılı olmaz. Biz, bu, kendiliğinden çıkışı durdurup, belli bir şekil vermeye koyulduk. O kadar insanı dağda barındıracak alt yapımız yoktu. Ülke genelinden kopmak, öne çıkmak istemiyorduk.
-Peki, ülke geneliyle merkezi anlamda bir ilişkiniz var mıydı?
-Tabii ki vardı. Haberleşmemiz söz konusuydu. Bu anlamda koordineli bir çıkıştan söz ediyorduk.
-Dağdaki ilk günlerde zorluk çektiniz mi?
-İlk çıktığımızda, yer üstünde sığınaklarda, mezralarda kalıyorduk. Yeraltı sığınaklarımız yoktu. Baktık ki, geceleri çok soğuk oluyor. Yeraltı sığınaklarına ihtiyaç duyduk.
-Dağa çıkışınızdan öncesine dayanan bir hazırlığınız yoktu anlaşılan. Sığınaklar, yiyecek depoları..
-Hayır, böyle bir şeyimiz yoktu. 12 Eylül'le birlikte başladık biz. Her türlü imkanlarımızı kendimiz yaratacaktık. Yataktır, yemektir, çadırdır. Köylerden temin etmeye başladık. Sığınaklar hazırladık. İnsanları yerleştirdik. Kamuflaj çalışmaları yaptık. Çünkü; bölge insanı, özellikle de çobanlar, köylüler, dağa çıkıyorlardı. Yerleştiğimiz bölgeleri insanların bilmemesi gerekiyordu. Buralarda, Türkiye'nin yeni dönemini tartışmaya başladık.
Bu arada, operasyonlar, özellikle şehirlerde yoğunlaştı. Büyük gözaltılar yaşanıyordu. Köy operasyonları da başlıyordu. Operasyonlarda çatışmalar çıkıyordu. Ölen arkadaşlarımız oldu. Bu arada, Ankara'da Devrimci Yol'un lider kadrosunun yakalandığı duyuldu. Bu, bizler arasında büyük bir düş kırıklığı ve karamsarlığa yol açtı.
Zaten şartlar çetindi. Aç kalıyorduk. Bölge operasyon yediği için sığınaklarımızı terk ediyor, arazide kalıyorduk. İnsanlarda büyük bir psikokolojik çöküntü başlamıştı. Bu işi başaramayacağız eğilimi çıkmaya başlamıştı. Teslim olmalar yaşanıyordu. İlk önce altıyüz kişi civarındaydık.Sayımız sürekli düşmeye başladı. Artvin'de olumsuz bir hava ortaya çıktı.
Bu arada köylülere yönelik yoğun baskılar yaşanıyordu. Köy meydanında falakadan geçiriyorlardı. Yediden yetmişe dövüyorlardı köylüleri. Herhangi bir köyden aranan bir devrimci varsa, bütün köylü operasyona çıkartılıyordu. Bu baskılar köylülerde bir yılgınlığa yol açıyordu. «Biz devrimciyiz» deyip köylüden ekmek alıyorlar, ertesi gün gözaltına almaya geliyorlardı. Her evden belli miktarda bağış istiyorlardı. 12 Eylül yönetimine bağlılığı ölçüyorlardı bu yöntemle.
-Peki siz ne yapıyordunuz bu arada?
-İhbarcılık yapılmaması gerektiğini, silahların teslim edilmemesini, bağış yapılmamasını söylüyorduk. Ama, köylere düzenlenen operasyonları engelleme gücü olmadığı için, kimi olumsuzlukları önleyemiyorduk. Köylü herşeyin farkındaydı.
-Şöyle bir durum çıkıyor ortaya; sizin bölgedeki varlığınız, halk açısından ıstıraba dönüşmüş bir süre sonra.
-Devlet bunu istiyordu zaten. «Bunları yakalatın, işkence dursun» diyorlardı. Muhtarları dövüyorlar, gözaltına alıyorlardı. Mezralara, yaylalara çıkışı yasaklıyorlardı.
-Peki bu sizi rahatsız etmiyor muydu? Haklılık haksızlık tartışmaları bir tarafa, insan rahatsız olur diye düşünüyorum. Benim yüzümden oluyor bütün bunlar diye düşünürüm ben.
-Kuşkusuz, bizde de ıstırap yaratıyordu. Suyu kurut, balığı öldür politikası yürütülüyordu. Bu politikanın patenti bize ait değildi. Vietnam'da da uygulanmıştı.
-Bu politikalar tuttu sonuçta.
-Tuttu. Biz ne yaptık? Yakalanmamaya çalıştık. Karşı bir misillemeyi düşünmedik. Dağda bu gücümüz vardı. Pusu atabilirdik. Artvin bölgesi gerilla savaşına uygundur. Biz bunu yapmadık. Öne çıkmak istemedik. Bunu isteyenler olmadı değil, oldu. Ama engelledik. İdeolojik mücadele yürüttük, kendi içimizde.
-Genel olarak gerilla tarzıyla ilgili sormak istiyorum. PKK'nın eylemleri sol kesimden bile ciddi tepkiler topluyor. Kimi solcular diyorlar ki, «biz Che'nin gerillasını gördük. Masum insanların, sivillerin öldürülmesi bir tarafa, Che, köyden izinsiz tavuk alan bir gerillayı herkesin önünde tokatlamıştır. Kimsenin, bölge halkının burnunun kanamasına izin vermezdi.» Sen PKK'nın eylemleriyle ilgili ne düşünüyorsun?
-PKK'nın askeri ve siyasi çizgisini ilk elden değerlendirebilecek bir konumda değilim. Bu konuda bir şeyler söyleme hakkını kendimde görmüyorum. Ama bu konudaki düşüncemi de saklı tutuyorum.
Devam edersek, o günkü şartlarda köylülere, bizimle gönül birliği yapmış insanlara baskı ve şiddet uygulanırken, biz yalnızca ayakta kalma, var olma mücadelesi sürdürüyorduk. Çünkü; dünyanın neresine gidersen git, alt yapısı olmayan bir siyasal mücadele yenilmeye mahkumdur. İlişkilerin bozulduğu köylerde yeni ilişkilerin yaratılmasına çalışıyorduk. Bütün bunları güvenlik güçleriyle silahlı bir çatışma noktasına gelmeden yaptık. Zaman zaman insanlarımız öldü. Pusuya düştük. Kaçınılmaz çatışmalar oldu.
-Artvin bölgesinden kaç kayıp verdiniz?
-Şu an tam sayı vermem mümkün değil ama epey arkadaşımız öldü. Epey yaralandı. Pek çoğu acımasızca, işkencede, yaralıyken öldürüldü.
-Şimdi şöyle bir durum çıkıyor ortaya. Hiç bir eylemlilikte bulunmasanız da, ülke genelinden öne çıkmıştınız. Ülke genel olarak sizin buluduğunuzdan daha geri bir noktadaydı. Bunu göremiyor muydunuz? Nasıl bir duygu acaba giderek yalnızlaştığının farkında olmak?
-Yoğun yakalanmaların ardından, dönemin bize önemli görevler yüklediğinin farkındaydık. Duygusallıktan daha çok siyasallık bize yön veriyordu. Arkadaşlarımız öldürülüyor, bize sahip çıkan köylüler öldürülüyordu. Siyasallığı kaybetmiş olsaydık; başka yollara başvururduk. Biz siyasal uğraşlarımıza zarar verecek işler yapmadık. Aradığımız macera değildi. Haklı bir kavgayı yürütüyorduk. Bu sorumluluk ister.
Başında söyledim, yetenekli insanlarımız vardı. Koca bir bölüğü etkisiz bırakabilirdik. Asla yapmadık bunu. Çünkü, ülkede bir kaos yaşanıyordu. Bir çok sol siyasetin önder kadroları yakalanmıştı. Devrimci Yol'un merkezi dağıtılmıştı. Tam bir keşmekeşlik ortamı vardı.
-Karadeniz'in diğer bölgeleriyle ilişkileriniz var mıydı?
-Takdir edersiniz ki, 12 Eylül'le birlikte iletişim rahat olmaktan çıkmıştı. Pek çok insan yakalandı. İlişkiler dağıtıldı. İçeriye düşen insanın bildiği ilişkileri terk ediyorduk. Bir ilke vardır. Konuşmasa da, konuşmuş gibi davranmak gerekir. Zaman geliyordu, iki ayda, üç ayda bir görüşebiliyorduk. Bir de bunu iller bazında düşünün. Çünkü biz, arazi üzerinden ilişki kuruyorduk. Bir bölgeye gidiyorsun, bildiğin ilişkiler hep değişmiş. Sığınaklar ortaya çıkmış. Dağılan insanları bulmaya çalışıyorsun. İlişkiler o kadar sık değişiyor ki, yetişemiyorsun. Tabii, yakanlama riski de var.
-Devrimci Yol'un Karadeniz'le içiçe geçmiş bir hali vardı. Sen diğer bölgeleri de gördün. Karadenizlileri Devrimci Yol'a yakınlaştıran neydi?
-Karadeniz'in farkı şuydu: Bu bölgeler hareketin dışarıdan takviye yaptığı bölgelerdi. Bir Fatsa, bir Artvin gerçekliği vardı. Doğu Karadeniz'in bir çok bölgesinde bir Devrimci Yol gerçekliği yaşanıyordu. Ama bu çalışmalar başında da söylediğim gibi, dostun da düşmanın da bildiği çalışmalardı. Herkesin «buralar Türkiye topraklarına katılmalıdır»dediği bir dönemde, buraları korumak insanların kendi onurlarını korumak gibi bir şey olmuştu.
-Yeri gelmişken sormak istiyorum. Karadenizliler sizi hayal kırıklığına uğrattı mı, ya da siz onları..
-Ben bugüne kadar, bu sorumluluğu taşıdığım iddiasındayım. Tek bir köylüye, tek bir insana zarar vermedim. Tek bir insanın yakalanmasına neden olmadım. Ekmek aldığım, su içtiğim evlerin tek bir tanesini söylemedim. Belki bu, benim çok ağır işkencelerden geçmeme neden oldu ama bu tercihimi yaptığımı söyledim ben. Mehmet Ali Ağca'yı yakaladığını iddia eden bir sorgu ekibi vardı. Konuşmamı istiyorlardı. İnsanları ele vermemi istiyorlardı. Ben kendilerine şöyle bir soru sordum: «Siz hiç günlerce aç kaldınız mı? Donma tehlikesi geçirdiniz mi? Ben bunların hepsini yaşadım. Bana bu şartlarda kapısını açmış, yatağında yatırmış, sıcak çorba içirmiş, bir dilim ekmek vermiş insana ihanet edemem. Ölümle yaşam arasında bir tercih yapmamı istiyorsunuz. Öldürün beni.» Benim tavrım böyle oldu. Bunun takdirini halka bırakırım. Halkla her zaman iyi ilişkilerim olmuştur. Çünkü onlara asla ihanet etmedim.
-Gerilla deyince benim aklıma riskleri, korkuları falan bir yana çok yoğun bir duygusallık geliyor. Bu duyguyu öğrenmek istiyorum. Nedir gerilla?
-Gerilla deyince, bir şeyi birbirinden ayırt etmek gerekiyor. Gerilla, bu işin uzmanları tarafından tanımlanırken; seçkin insanlar topluluğu olarak tanımlanmıştır. Gerilla, siyasal ve askeri anlamda birikim sahibi olan, doğru inisiyatif koyan, hareket yeteneği olan insanlar topluluğu olarak bilinir. Fakat bizim ülkemizde böylesi bir süreç yaşanmadığı için, kimi eksiklikler hep olmuştur. Böyle bir geleneği olan ülkelerde gerilla kolay kolay yok edilemez. Çünkü, ne yaptığını bilir. Kendi alanlarında uzmanlardan oluşur. En zor şartlar altında yaşamasını bilir. Hayat şekillendirmiştir biraz da, savaş şekillendirmiştir. Bizim böyle bir şansımız yoktu.
-Duygu olarak sormuştum.
-Şöyle söyleyeyim. Ben kendimi özgür falan hissetmedim. Açık konuşmak lazım. Aklımda hep yeni dönemin sorunları vardı. Bir tarihi dönem bitmişti artık. Yeni bir dönem başlıyordu. Bu dönemin getirdiği sorunlar vardı. Belki yakalanmamıştım. İstediğim ağacın altında oturabiliyordum. Kimi zaman doğadan bir otla, bir hayvanla besleniyordum. Bu özgürlüğümü kullanabiliyordum. Ama yeni dönemin sorunlarıyla doluylu kafamın içi. Bu anlamıyla rahat olduğumuz söylenemez. Bu işi götürüp götüremeyeceğimiz belli değildi. Günlerce sigarasız, aç kalıyordum. Yıkanamıyorsun, en temel ihtiyaçlarını karşılayamıyorsun. Bütün bu sıkıntıları yaşarken, oturup bir ağacın altında sigara içiyorum, özgürce dolaşıyorum demedim.
-Partizan romanlarında daha çok bu işin duygusallığı veriliyor..
-O işin romantik bölümüdür. Gerilla hiç bir zaman rahat olmaz. Gerilla, kendi içinde başlı başına bir sınavın verildiği bir olgudur. Yükü ağırdır. Yükü ağır olan insan rahat değildir. Bir örnek vereyim; ben renklerin bu kadar önemli olduğunu bilmezdim. Ne zaman yakalanıp cezaevine düştüm, dört duvar arasında renklerin farkına vardım. Özellikle de, ceviz yaprağı yeşiline karşı bir tutku başladı bende. Bununla ilgili bir de şiir yazdım, istersen okuyayım.
-Tabii ne güzel olur.
-Çamuru harmanlayan adımlarımızın seri sesi kışlalara ulaşıyorken/ henüz yaymamıştı ay gümüş süzme ışıklarının örtüsünü/ günü ardına saklamış çamların çakıl taşı dökülü göğsüne/ ve kozalağa uzanan sıcak ellerini seyrederken/ doğanın ceviz yaprağı yeşilinden huzuru kopardığını bilmezdim/ Ormanların eşsiz güzelliğindeki kucağına sermişken yaşamı/ Oysa bu mekanda bulunmaz doğallığında yeşilin tonları/ Orada bile ötende durur serçe büyüklüğündeki yosun parçası / Nemli duvar yarığının bir köşesine asmıştır duvağını/ kaç göz küçük vadisinin derinliğinde dolaşır şafakları/ Anlarım o vakit tüm dostlar güzel renklerin kovuğuna saklar Andersen düşlerini..
-Daha önce yaptığımız bir sohbet sırasında, 1982 yılında Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi'nin kurulmasıyla başlatılan süreci eleştirmiştin. Bu görüşlerini açıklayabilir misin?
-Gerilla savaşının her zaman objektif şartları vardır. Önemli olan subjektif şartlardır. Subjektif şartlar hazırlanırken, bu hazırlığın siyasal mücadelenin bir bütün olarak devam ettirilmesi gözönüne alınmalıdır. Örneğin, Artvin'de eğer dönemin dağılmışlığı, dönemin kaosu, bizim düğmeye basmamızla bitseydi, buna inansaydık, hiç durmaz basardık.
-Nasıl yakalandığına gelmeden önce, son birşeyler söylemek ister misin?
-Şunu söylemek isterim. Artvin halkı bugüne kadar tanıdığım en yiğit halktır. Onca baskıya, onca işkenceye rağmen kendi evlatlarına sahip çıkmış bir halktır. Ayakta kalmış bir halktır. O bölgenin devrimcileri tüm yaşananlara rağmen ayakta kalmış devrimcilerdir. Onurlarını dağda, işkencelerde, mahkemelerde, cezaevlerinde korumuşlardır. Bu anlamıyla Artvin Türkiye tarihinde özellikle de, Fatsa'dan ayrı bir rota çizer. İtirafçılar çıkmamıştır Artvin'de. Bana göre Artvin, Devrimci Yol hareketinin dününün ve bugününün değerlendirilmesinde bir mihenktaşıdır. Geçmişin devrimci eleştirisi ancak, böyle pratik süreçlerin ortaya çıktığı alanların irdelenmesiyle olacaktır. Artvin halkına çok şey borçlu olduğuma inanıyorum. Biz onlara bir şeyler öğretmedik yalnızca, onlardan da çok şey öğrendik. Dağlarda nasıl yaşanılacağını, nasıl ayakta kalınacağını o insanların pratiklerinden öğrendik. Çünkü, çete savaşları yapmış bir bölgedir Artvin, Rus-Osmanlı savaşlarında. Döneme ve şartlara uymasını bilmiştir. Asıl olan bunların varlığı ve bunları kazanmış olmasıdır. Son söz niyetine bunları söyleyebilirim. şimdi yakalanmama geçmek istiyorum Yakalanmamı anlattacağım bölüm biraz uzun olacak gibi.
Bir bölgeye gitmiştik. Yanımdaki kimi arkadaşları orada bıraktım. O bölge operasyon yedi. Bir arkadaşımız öldü, biri yaralandı, diğeri de yakalandı. Biz, o köye tekrar geri döndük. Olayın nasıl geliştiğini öğrenmek istiyorduk.
-Kimdi ölen arkadaşınız?
-İbrahim Çelik. Çok sevdiğim bir arkadaştı. Yürekli bir insandı. Belki adı, birileri gibi sağda solda söylenmiyordu ama Artvin'in yetiştirdiği devrimcilerdendi. Türkiye'nin o önemli dönemecine damgasını vuran insanlardandı.
Bir grup arkadaş her türlü riski göze alarak operasyon bölgesine gittik. Dağılan gruplardan bir kısmını bulduk. Bana not bırakmışlardı. İşte, burada kalmanın şartları yok, biz geldiğimiz yere dönüyoruz. Bizi falan yerde bulabilirsin, diye bir nottu. Ben, genelde ormanda tek başına dolaşırdım. Ormanda tek başına yaşamasını öğrenmiştim. Bana, tek bir yabani hayvan saldırmadı. Tek bir hayvana kurşun sıkmadım. Zaman zaman kaybolurdum. Üç saat, beş saat gezer, bulurdum yolumu. Bir çok insan benim bu yönüme şaşırırdı. Özellikle halktan insanlar tek başıma gezdiğime inanmazlardı.
Gece uzun bir yolculuktan sonra not bırakan arkadaşları bulmaya gittim. Verilen noktaya ulaştım. İki, üç gün bekledim. Ne gelen vardı ne giden. Gidebilecekleri, ekmek alabilecekleri yerlere uğradım. Hiç birine uğramamışlardı. En son bir yere uğradım. Bu ev hep ekmek aldığımız bir evdi. Evin oğlu devrimciydi. Fakat bizi bırakıp gidenlerden birisiydi. Zor şartlara dayanamamıştı. Düşün, günlerdir arazideyim, yorgunum, uykusuzum. Evin köpeği bana alışıktı. Bütün diğer evlerdeki köpekler gibi. Köpek havlarsa, köyde sorun yaratır. Havlamadan yanıma geldi. Eve gittik. Evde misafirler vardı. İçeri girip rahatsız etmek istemedim. Evin yanında bir ahırları vardı. Ahır sıcaktı. Bir tütün sardım. Tütünü içiyordum ki, sızmışım. Ahırın sıcaklığı uyutmuş beni. İçimde herhangi bir kuşku yok. Defalarca bu yöntemle kalmışız o evde.
Beni ahırda görmüşler. Meğer daha önce oğulları gidip teslim olmuş. Benimle ilgili bildiklerini anlatmış. Devlet ailesine, beni teslim etmezlerse rahat vermeyeceklerini söylemiş. Jandarmaya haber vermişler. Uyandım, elimdeki tütün sönmüş. Gün ağarmış. Kapıya yöneldim. Hemen manzarayı anladım. Pencereden baktım. Ahırın etrafı jandarmalarla kuşatılıyordu. Yapılacak bir şey yoktu. «Yolun sonuna geldik» dedim kendi kendime. Yapılacak tek şey vardı; ya ölecek ya da yırtacaktım. Çünkü, biz Mahirleri, Ulaşları örnek almışız. Hayati bir karar vermek gerekiyordu. Çemberi yarma kararı verdim. Hayatım boyunca hiç teslim olmadım. Yaşamayı denemek gerekiyordu. Kimse ölmek için çatışmalara girmez. Kimse birilerini öldürmek için de çatışmalara girmez. Bu gerekçelerle çatışmayı göze aldım. Yaşamam gerekiyordu. Hareketin geleceği açısından.
Üstümde iki tane palto vardı. Bunları çıkardım. Bir köylü vardı, onu hatırladım. Bir çift öküzünü satıp yanıma gelmişti. «Al sana doksan bin lira, öküzlerimi sattım. Al bu parayı ve git buralardan, yazık olacak bu dağlarda sana» Böyle demişti. Bu sohbetimizi hatırladım.Tütün tabakamı çıkardım. Ekmek torbamı bıraktım. Bana ağırlık yapabilecek her şeyi attım üstümden. 28'lik şarjörümü taktım. Antika bir silahtı. Kapının açılmasını bekledim. Teslim ol çağrıları yapılıyordu. Uyarı ateşleri. Kapı açıldı. Önce bir köylü göründü, geri çekildi. Askerler yine havayı taradı. Silahımı ateşleyerek ok gibi fırladım dışarı. İlk çemberi yardım. Çatışma devam ediyordu. İkinci çemberi de yardım. Yoğun ateş altındaydım. Sırtımda bir uyuşma hissettim. Her taraf kar altındaydı. Parmaklarımdan şarjöre bir kan damladı. Ateş devam ediyordu. Ben karşılık veriyordum. Takviye güçler geldi. Ellerim uyuşuyordu. Kan kaybı çok yoğundu. Ellerim uyuşuyordu. Göz kapaklarım ağırlaşmıştı. Güç bela şarjörümü değiştirdim. Vücudum ateşler içinde yanıyor, bacaklarım, kollarım titriyordu. Durduğum yer tamamiyle kan olmuştu. Kanlı karları yiyordum. Sürekli teslim olmam isteniyordu. O an, ailemi düşündüm. Dört yıldır onları görmüyordum. Sonra o an ki duygularımı cezaevinde şiirleştirdim;
Bağrında öldüğüm kanlı karları/ Ekmeği karla yediğim günler/Dalıp giderdim çocukluğuma/Dudaklarımda annemin gülüşü/Ah anne/ Kaç yıl oldu birbirimizden kopuşumuz/Elinde süt, yatak odamın kapısından içeri girmen/ saçlarımı yıkadığın günler/ Saçlarım kurşun yağmuru anne/ Ah anne/ Bilemezsin ne hallerde olduğumu/ Bilsen, duysan yaşadıklarımı/ Kim bastırır çığlıklarını/ Oğul hasreti kana bulanınca/ Anne, baba, kardeşlerim/ En güzel yılları birlikte yaşayamadık/ Hepsi gelecek güzel günler içindi/ Birgün siz de anlarsınız isyan dolu gönlümü/ Ölüm bir köşe başında gözetlerken sürmenliklerimi/ Belki de hiç bir zaman bilemeyeceksiniz/ Nerede, nasıl, ne şekilde öldüğümü/ Belki de hiç bir zaman bilemeyeceksiniz/
Bu duygularla doluydum. Adımı belgeleyen tek bir şey yoktu. Ve belki de oracıkta öldüğüm söylenecekti. Öyle bir dönemi yaşıyorduk. Birden tekmelerle kendime geldim. Operasyonu yürüten bir subaydı sanıyorum; «Yarası nerede» diye sordu. «Omuzunda» dediler. İki ayağıyla omuzlarıma çıkıp çiğnemeye başladı. Sol kolumu postalıyla kırdı. Epey bir dövdüler. Kemik etten dışarı çıkmıştı. Gülüyormuşum ama güldüğümün farkında değilim. «Komutanım, bu gülüyor» dediler. Bir tane uzman çavuş vardı «yeter» dedi. Cebinden bir sigara çıkarttı. Yaktı verdi. «Adını söyle hastaneye kaldıralım» dedi. «Bir sigaraya mı konuşturacağınızı düşündünüz» dedim. Nerelisin, diye dövüyorlar, kimliğimi öğrenmeye çalışıyorlardı. «Türkiyeli'yim» diyordum. Sürekli dövüyorlardı. Su istedim. Köy halkı bizi seyrediyordu. Su geldi. Ama vermiyordu. «Söz vermiştin» dedim. «Evet, al sana su» dedi. Bardağı yüzümde parçaladı. «Yaralı adamı dövmek yiğitlik mi? Sen yiğit adam mısın?» dedim. İyice tahrik oldular.
Bir başçavuş geldi. «Adını söyle hastaneye kaldıralım» dedi. Zaman kazanmam gerekiyordu. «Tamam» dedim. Bir kağıt kalem getirdiler. Hüseyin Durmuş olduğumu söyledim. Ardanuç'tan Hüseyin Durmuş. Bir doktor getirdiler oraya, yaralı bir asker varmış, onun için oradaymış.. «Burada yapılacak bir şey yok» dedi. Arabaya bindirdiler. Kasaturalarla dövüyorlardı. şavşat'a geldik. Halk toplanmıştı. Arabadan aşağı attılar. İnsanlar ağlıyordu. Bütün gücümü topladım, ayağa kalktım. Hastaneye doğru yürümeye başladım. Beni bir odaya aldılar. Doktor, orada müdahale imkanının olmadığını söyledi. Artvin'e götürülmem gerekiyormuş. Kolumu kıran Yüzbaşı ve bir grup askerle Artvin'e doğru yola çıktık. Sürekli dövüyorlardı. Bir ara arabanın hızını kesti. Askerlere beni öldürmelerini söyledi. Bu arada karşıdan bir askeri cip geliyordu. Hemen birbirlerine koştular cipten inenler. Sonra hemen yola koyulduk. Ama son derece hızlı gidiyoruz. Sonra anlaşıldı tabii nedeni. Alaya götürdüler. Herkes alarm durumundaydı. Artvin bölgesindeki en geniş ve uzun süren çatışmaydı bizimkisi. İlk kayıplarını ben verdirmiştim. «İşte, tertibinizi vuran bu» dediler.
Beni tekrar reoya aldılar. Bölgede Hüseyin Durmuş adında birisinin olmadığını söyleyip gerçek adımı sordular. Sürekli dövüyorlardı. İlk raund bitmişti. İçimi bir huzur kapladı. Bir şey söylememiştim. Artvin Devlet Hastanesine geldik. Döverek içeriye attılar. Sürekli adımı sorup dövüyorlardı. Anneme küfrettiler. «Anneme küfretmeyin, bana küfredin» dedim. Bir kısmı gelip ne kadar yiğit olduğumu falan söylüyorlardı. Yazık olacakmış benim gibi adama öldürmek istemiyorlarmış. Yaralı koluma odun sopalarıyla vuruyorlardı. Kasaturayı yaralarıma batırıyorlardı. Adımı istiyorlardı yalnızca.
Birden odada büyük bir sessizlik oldu. Yüksek rütbeli birisi girdi içeri. Beni duvara dayadılar. Alkollü bir pamuk istedi. Yüzümde dolaştırdı. Pamuğa bakınca yüzümün tamamen kan içinde olduğunu anladım. Alnıma doğru elini götürdü. Oradakilere «bakın» dedi. Alnımdaki yarayı gösterdi. «Bu bizim Ali.» Hepsi büyük bir sevinç içindeydi. «Büyük balığı yakalamışız» diye konuşuyorlardı. Beni Sedat Göçmen diye arıyorlarmış. Sedat'ın Çorum'da yakalanmasıyla, dağlarda gezen bu Ali kim diyorlarmış kendi kendilerine. «Ali'nin kim olduğunu, nereden geldiğini anlatacaksın. Profesyonel bir adamsın belli. Herkes ardında iz bıraktı, bir sen bırakmadın.» Ali olduğumu kabul etmedim. Beni Ali olarak tanıyan birilerini getirdiler. Reddediyordum. Hüseyin Durmuş olduğumu söylüyordum. Onlar ise Ali'nin kim olduğunu, gerçek ismimi soruyorlardı. Sürekli dövüyorlardı. İyice kötüleşmiştim. Kollarıma bir şeyler taktılar. Hastane başhekimi geldi odaya. «Demek sen Ali'sin. Arabamın yakılma emrini veren, beni taciz eden» diyerek dövmeye başladı. Herkes dövüyordu odada.
O günlerden birinde, iki kişi geldi odaya. Ellerinde bir teyp vardı. Teybi çalıştırdılar. Bir kadın ağlıyordu. O benim annemdi. Niğde'den geldiğini söylüyordu. «Benim ailem yok» dedim. «Bu kadar da olmaz, bu kadar taş yürekli olunamaz» dediler. Oysa ben taş yürekli değildim. İnsanları, ailemi seven birisiydim. Ama öyle davranmam gerekiyordu. Konuşursam, ailemle görüştüreceklerini söylüyorlardı. Annemi bana karşı koz olarak kullanacaklarını biliyordum. Gittiler. Az sonra saçlarına ak düşmüş bir kadını getirdiler. Annemi bıraktığımda saçlarında ak yoktu. Annemle babamı içeri aldılar. Ben hiç bir tepki göstermedim. O karışıklıkta, sadece, anneme bana sahip çıkmalarını söyledim.
Gözlerimi açtığımda ameliyat masasındaydım. Sağlık durumumu sordum doktora. Narkozdan çıkar çıkmaz soru sormama şaşırdı. İlk defa gördüğünü söyledi. Sağlık durumumun iyi olduğunu yalnız kolumla ilgili bir şeyler söyleyemeyeceğini ifade etti. Kolumun kesilip kesilmeyeceğini sordum. Kangren tehlikesinin olduğunu, damarların parçalandığını söyledi. «Ben buranın doktoru değilim, Hacettepe mezunuyum» dedi. Bunu mesaj olarak algıladım. Bir parça moralim düzelmişti. İşkencede, ifade vermeyeceğimi, savaş tutuklusu muamelesi yapılması gerektiğini, şu an tedavide olduğumu söyledim.
Benim insanlara bir sözüm vardı. Bu sözümü tuttum. Doksandört gün kaldım sorguda. Sol kolumu kaybettim bütün bu işkenceler sonucunda.
şimdi biz kan ve revan içinde yarattığımız bu değerleri topluma taşımasını bilemedik. Onyedi, onsekiz yaşında, tek bir çıkar gözetmeden, hayata kendilerini sunan insanları anlatamadık.
MAHMUT MEMDUH UYAN. 1955 doğumlu. Ankara Devrimci Yol Davası'ndan idam cezası aldı. Yaklaşık On sene cezaevinde kaldı.
-Günlüklerinin yer aldığı kitabında «Mohikanların sonuncusu» ifadesini kullanıyordun. Buradan girelim istiyorum. Neydi Mohikanların sonuncusu? Neden böyle bir duyguya kapıldın?
-Mohikanların sonuncusu duygusu, ne zaman nasıl öleceği belli olmayan kızılderililerin yaşama, ayakta kalma çabası ve direnişlerinin biz de bıraktığı izlerdi. Yokoluşa karşı direnmeye çalışmışlar kendi doğal alanlarında. Kabilenin son üyesi direnmeye çalışıyor tek başına. Böyle bir hikaye kalmış kafamda. Nereden okuduğumu da tam hatırlayamıyorum.
12 Eylül sonrası bütün sol gruplar operasyonlar sonucu darbeler yemiş ve dağılma yaşanıyordu. Radyolar, televizyonlar arkadaşlarımızın yakalandığını haber veriyordu. Sıkıyönetim açıklamalarının çoğu yakalanmalar ve ölüm haberleriyle doluydu. O günkü koşullarda bu biz de çok rahatsız edici duygular yaratıyordu.Tanıdığımız arkadaşlar gözaltına alınıyor, işkenceye uğruyorlardı.Yakalanmamış bir insan olarak kimi sorumluluklar yüklüyordu bu durum. Devrimci Yol'u hissetme ve sürdürme çabası gibi bir duygu. Rastladığımız bir çok insan yenilginin şaşkınlığı içindeydi. O şaşkınlık, halkın olumsuz tepkisi insanı daha bir duygusal, daha bir inatçı yapıyor. Sanki bir şeyleri sürdürmek isteyen kızılderili Mohikanlar gibi bir duygu bu.
-Bitiş anlamına gelmiyor mu bu duygu?
-O bir duyguydu. Siyasi hareketlerin bitişini tabii ki Mohikanların sonuna benzetmek doğru olmaz. Ama duygusal olarak insan da böyle şeyler olabiliyor. Zamanla bu duygu dağıldı. Mohikanların sonuncusu falan olmadığımız anlaşılıyor. Toplumsal mücadeleleri efsanelerle özdeşleştirmek yanlıştır. Bunu o günlerde de biliyordum ama kendimi alamıyordum.
-Tamamen, İnsani bir duygu yani.
-Evet. İnsanı bir şey. Herşeyden etkilenmek mümkün. O dönem her şeye açık bir dönem. Kendi varlığımızı sürdürmek; kişisel olarak sürdürmenin ötesinde, bir siyasetin sürdürülmesi noktasında anlamlı. Yani, bizim hiç bir şey yapmasak da belli alanlarda bulunuyor olmamız, o günkü koşullarda cuntaya karşı olan bir grubun bir yerlerde bulunuyor olmasının bilinmesi bile anlamlıydı. Herşeye rağmen yok edilemiyor, ayakta kalıyorsun. Bunun bilinmesi gerekir. Saklanarak değil, devrimci bir faaliyet zemininde bilinmesi gerekir.
-Ben, Mohikanların sonuncusu benzetmesini biraz da siyaseten algıladım. Sosyalizmin geldiği nokta ortada. Sosyalistleri Mohikanlara benzetebilir miyiz?
-Sosyalizmin prestij ve gücü en alt düzeyde olmasına rağmen bugün, Sovyetlerin çöküşünden sonra yaşanan gerilemenin yavaşladığı, sosyalistlerin kendilerini yeniden ifade etmelerinin olanaklarının daha çok artamaya başladığını düşünüyorum. Sosyalistlerin, çeşitli çöküntüler sonunda oluşan moral bozukluğunu da giderek atacaklarına inanıyorum.
-Nasıl olacak bu?
-Toplumsal mücadele alanlarına dönmekle olacak. Sosyalistlerin, bir takım teorik kalıpların ve belirlemelerin ötesinde, yaratıcılıklarını kullanmayı öğrenmeleri gerekiyor. Daha önce olan şaşkınlıktı. Ama bugün, sosyalizmin sorunlarını aşmada insanlar kendilerini daha bir sorumlu hissediyorlar. Bu da, daha geniş kesimlerin, sosyalizmin yeniden üretilmesi için seferber edilmeleri anlamını taşıyor.
Yeni dünya düzeni ve kapitalist sistemlerin her türlü olanağa rağmen bolluğu, mutluluğu yaratamaması, sosyalistler için bir zemin olabilir. Bu durum, her açıdan sosyalizmin gerekliliğini ortaya koymasa bile, insanlarda kimi tepkilerin ortaya çıkmasını sağlıyor. Bu gün bu kesimler kimi islamcı çevrelere aksa da, sosyalistlerin fiziki bir güç olarak ortaya çıkacaklarına ve kendilerini geliştireceklerine inanıyorum. Ama bunun öyle kolay olacağını söyleyemem. Kısa sürede büyük gelişmeler beklemiyorum. Ama sosyalistlerin önü giderek daha çok açılacak. Buna Türkiyeli sosyalistlerin de katkısı olacak.
Böyle bir bakış açısının sonunda, Mohikanların sonuncusu benzetmesi pek doğru gelmiyor bana. 12 Eylül günlerinde gruplar halinde yakalanmaların olduğu, halkın tavırsız kaldığı bir dönemdeki duygular bunlar. Farklı bir anlam çıkarılması gerekmiyor.
-Şimdi, ortada bir gerçeklik var. Gerilla hareketlerini izliyoruz. Sosyalizmin geldiği nokta bir gerçeklik. Ve dünya sosyalistlerinin yeni bir sosyalizm projesini yaratmak sorumluluğunu taşıdıkları söyleniyor. Sanki, bulunacak yeni proje, sosyalizme ulaşma yollarını da yenileyecek gibime geliyor.
-Şimdi, böyle konuları tartışan kesimler var.Yani, iktidarın alınış biçimi sonraki süreçleri de belirliyor şeklinde bir yaklaşımları bulunuyor. Ben bir gerilla mücadelesinin ya da Sovyetik bir devrimin, sonraki süreçlerde devrimin karakterini olumlu ya da olumsuz etkilediği görüşüne katılmıyorum. Devrimin, iktidarın alınma süreciyle somutlanmasının eksik olacağı düşüncesindeyim. Devrimi de, sosyalizmi de aşama olarak görmek gerekiyor. Devrim, sosyalizm demek değildir. Devrim sürecinin başlangıcından itibaren, sosyalizm düşüncesinin değişimi, dönüşümü, kültürel bir alt üst oluşu ifade ettiğine inanıyorum. Bir karşı iktidar, bir karşı ahlak, karşı insan ilişkileri sürecidir bu. Devrim, mevcut iktidarın politik, ekonomik yapısını vurup, kendini iktidar olarak koyma noktasıdır. Ama öte yandan, yaşamın yeniden oluşturulması, insanların o yaşamın asli unsurları olması iktidarın alınması ile olmaz. Siyasal alana, toplumsal alana adımını attığın andan başlayacak bir olgudur.
Devrim süreçlerinde aslında eksik olan pek çok yön vardır tabii ki. Bugüne kadar somut işleyen devrim süreçleri gözden geçirilip eleştirildiğinde çıkacak sonuçlar üzerinden daha olumlu deneyler ortaya konacaktır. Gerilla savaşları toplumsal mücadeleyi kavramada eksiklikler taşımışsa ya da örneğin Sovyet devrimi...
-Özelde gerilla olayı...
-Gerillayı tartışan kesimler, silah zoruyla devrim yapıldığı için, toplum bu konuda tümüyle ikna olmamıştır. Toplum, sosyalizmi özümseyerek ona ulaşmamıştır şeklinde görüşler ileri sürüyorlar.
-Sonuçta öyle olmuyor mu? Gerilla savaşı askeri bir denge ve bu dengenin gerillanın lehine dönmesiyle sonuçlanmıyor mu?
-Evet kimi kesimlerde, askeri bir savaşla iktidar alınmış ama toplum güce göre şekillenmiş ya da desteklemiş, fakat sosyalistleşmemiş, aynı şekilde, Sovyet devrimi toplumsal devrim değildir, bir kriz anında yapılan darbedir şeklinde eleştirilere rastlıyoruz
Şimdi, bir anı değerlendirerek yapılan eleştiriler, eksik eleştirilerdir. Sovyet devrimini ele almak için 1905 devrimini, Narodnikleri, Menşevikleri, Bolşevikleri yani, bütün toplumsal güçleri ve dönemi değerlendirmek gerekir. Bu yapılmazsa eksik olur düşüncesindeyim. Daha bütünsel olarak değerlendirmek lazım diyorum.
Bugün sosyalizmi yeniden üretme noktasında, yaşanmış sosyalizmleri değerlendirmeye ihtiyaç vardır. Benim düşüncem, sosyalizmlerdeki temel yanlış, yukarıdan aşağıya demokratik merkeziyetçiliğin sürece hakim olma noktasıdır. Yukardan aşağıya bir önderlik, liderlik, politik merkez ya da bunların herşeyi kendilerine bağlayarak, kendi iktidarlarını oluşturmaları sosyalizmlerin yaptığı en temel yanlıştır.
Böyle olunca, toplumun yaşamı ve politikayı belirlemesi gerekirken, başka sistemlerdeki gibi sadece bulunduğu alanlardaki işlevlerini yürüten bir konuma gelmesi, yani, işçiyse işçilik, köylüyse köylülük yapmasıyla sonuçlanıyor.
-Edilgen bir nokta yani...
-Edilgen, tamamlayayım, politikayı da politikacıların yaptığı bir sisteme dönüşüyor. Toplum üretkenliğini, canlılığını giderek kaybediyor. Hantal, bürokratik bir toplum-devlet yapısına yol açabiliyor.
Sovyet devrimini gözden geçirdiğimizde böyle bir sonuç çıkıyor. şimdi, gerilla, gerilla faaliyeti ile iktidarın alınması nedeniyle, Sovyet devriminden farklı bir noktadadır şeklinde bir yaklaşımdan öte, olayı, iktidarın alışının öncesi ve sonrası bütünlüğünde değerlendirmek gerekiyor. Sosyalizm anlayışı nedir? Topluma yaklaşım nedir? Üretime bakış açıları nedir? gibi bir bakış açısıyla değerlendirmek gerekiyor.
Gerilla olunduğu için bu tür olumsuzluklar çıktı sosyalizmlerde gibi değerlendirmeler bana, çok dar, sınırlı, hafif geliyor. Bugün aynı şekilde, 1960'lardaki gibi bir gerilla hareketi yaratılacaktır ya da yaratılmayacaktır gibi bir noktayı tartışmak çok anlamlı gelmiyor. Ama devrimlerin, geçmişe göre daha sert geçeceğini söyleyebilirim. Emperyalizmin şu anda sağladığı üstünlüğü, kolayca hiç bir alanda terk etmeyeceği ve çatışmayı içeren devrim süreçlerinin kaçınılmaz olacağı bir gerçekliktir. Bu noktada, gelişecek bir devrim hareketi hem kendi ülkesindeki yerel iktidarla hem de emperyalizmle çatışma içinde olacaktır. Buradan, silahlı mücadele hemen, her yerde gelişir, bunun politik, psikolojik koşulları vardır gibi bir şeyler söylediğim anlamı çıkarılmamalı. şu anda bu yok. Sosyalizm düşüncesi elverişsiz bir koşulda. Gerilla hareketlerinin gerilemesi, sosyalizmin gerilemesiyle ilgili bir durumdur. Sosyalizmden kopuk bir gerilla hareketi üzerine tartışma yapmak da anlamlı gelmiyor benim için.
Sosyalizmin sorunları çözüldükçe, aşıldıkça, gerilla hareketinin bu süreçteki rolü, nasıl şekilleneceği ortaya çıkacaktır. Gerileyen, gerilladan öte, sol hareket, sosyalizmdir.
-Şu gerçekliğe inanıyorum; işin motor gücündeki ilişkiler hangi noktadaysa, hangi tarz ilişkiler varsa, o hareket yayıldıkça, geliştikçe, bir kültür haline geliyor, dalga dalga yayılıyor. Savaşan bir örgüt katı bir merkeziyetçiliği seçmek zorunda. İnsan ve ona ait ne varsa, oradan başlayıp her türden ilişkide bu merkeziyetçilik hakim oluyor. İllegal örgütlerde kaçınılmaz bir son bu. Bu ilişkilerin devamında, askeri alanda elde edilecek bir başarı sonucunda ortaya çıkan topluma, demokratik bir toplum demek mümkün olmuyor. Bu noktada, sizin ilişkilerinizi öğrenmek istiyorum.
- Askerliğin doğası demokrasiyi içermez gibi düşünceler gerilla hareketleri için geçerli olamaz. Mutlaka, bu söylediklerine elverişli bir zemin sunuyor ama gerilla mücadelesini düşündüğümde, politikanın en uçta, silahlı bir şekilde sürdürülmesi olarak görüyorum. Böyle bir politikayı yürütmek için insanların kafalarının ve kalplerinin açık olması gerekir. İlle sosyalist olması gerekmiyor. Milliyetçi, islamcı hareketler için de geçerli bu. Gerillayı yürüten grupların kafası, kalbi, vicdanı açık olursa başarı şansı vardır. Bunlar yukardan aşağıya, kimi dayatmalarla ortaya çıkacak duygular değildir. Bu yapıların, insanların duygularını, düşüncelerini bütünleştirecek, kuşkularını yok edecek bir açıklığı sağlamaları gerekir.
Örneğin; bizim grubumuzda, komutanlığın özel yetkisi ancak belirlenmiş bir politikayı yürütme noktasında söz konusuydu. Komutan, kendi kendine fikirler üretip, kararlar alan bir insan değildi. Gerilla grupları politikalarını ortak saptayıp, bu politikalarını nasıl yürüteceklerini belirledikten sonra, pratiğe geçildiğinde, yerel birimlere de, komutana da ortak görevler düşüyordu. Komutanın değerlendirilmesi, eylemlerin değerlendirilmesi, o süreçte yer alan gerillalar tarafından yapılıyordu. Herkese ortak sorumluluklar, belli inisiyatifler veriliyordu. Kimsenin özel bir ayrıcalığı bulunmuyordu. Komutanın, belki çok ani bir karar alışta, refleks olarak alınması gereken bir kararda inisiyatifi vardı. Komutanın ayrıcalığı belirlenmiş pratiği yürütürken gündeme geliyordu. O kararın da değerlendirilmesi, eleştirilmesi ortak yapılıyordu.
Şimdi bunu, geliştirip, teorize etme çabasında ise, bir gerilla grubundan öte, bir gerilla cephesini ifade ediyorduk. Ki, o cephenin hem askeri hem de siyasi örgütlenmesini yapacak, politikalarını oluşturacak bir konsey olmasını düşünüyorduk. Konsey, oluşturulan bir meclisin içinden çıkacaktı.
Gerilla hareketi ne kadar açıksa ve ayrıcalıklar ne kadar azsa, başarı şansı o kadar vardır. Toplumsal ilişkilerde bizim yaratmak istediğimiz buydu. İnsanlara, nereden geldiği belli olmayan yetkiler vermek yerine açık olmayı, hak etmeyi anlayış olarak benimsiyorduk. O bölgelerde bizim, 1980 öncesi daha kitlesel, daha açık yapmaya çalıştığımızı, bir parça daraltacaktık. Örneğin; bir Fatsa modelinde olduğu gibi, köy komiteleri, kadın, çoluk-çocuk yapılan ortak toplantılar, şenlikler, kendini yönetme anlayışının gelişmesi ve gerilla hareketinin bu alanlarda faaliyet yürütmesi şeklinde bir süreci gündeme getiriyorduk.
Bunu Türkiye geneli için ifade ettiğimizde, hareketin mutlaka merkezi bir yapısının olması gerektiğini belirtiyorduk. Bu bütünsellik içinde, belki uca doğru, bir takım temsili biçimler alacaktı ama o bütünsellikde yer alan kesimlerin inisiyatifleri engellenmeyecekti. En tabandaki unsurların yapılanmasından, o hareketin politikasına yön veren insanları değerlendirme ve değiştirmede bir hak ve hukuk olması gerektiğini belirtiyorduk. Bu yeni bir dönem ve tarz olduğu için, her tarafımıza oturmamıştı. Belki, gerillanın çekirdeği sayılabilecek bir grup içinde geçerliydi. Seçimle, tartışmalarla belirliyorduk komutanı.
Şimdi, bir ordulaşma aşamasına gelindiğinde bile, o ordunun giderek politikadan uzaklaşması, yalnız ve yalnız askeri bir faaliyetle sınırlı tutması kendisini, bu yanlıştır. Ordunun toplumun ana unsurlarından birisi olması, devrimin bütün özelliklerinin ordunun içinde de nüfus etmesi gerektiğini düşünüyorum. Yoksa, olumsuzluklar ortaya çıkar. Askeri bir karakter, merkezi bir anlayış. Çok kaba bir tabirle, altı ay bir insanı eğitip, asker yapıp savaştırmak, devrim için yeterli değildir. Gerillanın yalnızca savaşmasını bilen insanlar olması başarısızlığı getirir.
-Sen o grubun komutanıydın. Eğer o iş tutsaydı bugün durumun farklı olabilirdi. Toplumda öyle bir kültür var ki; fazla gelişmemiş bir toplum olmaktan da güç alan bir durum, o çemberden kurtulmak mümkün görünmüyor. O gün, kitlesel sol parti girişiminin Ankara'daki toplantısını izledim. Konuşmacılar peşpeşe kürsüye çıkıyordu. Konuşma bittiğinde öylesine bir alkış. Ama Oğuzhan Müftüoğlu çağrıldığında hem kürsüye çıkarken hem de konuşmasını bitirdiğinde şiddetli bir alkış koptu. Şimdi, Oğuzhan Müftüoğlu bu alkıştan rahatsızlık duymuş olabilir diye düşünüyorum. Senin niyetin ne olursa olsun, insanlar seni bir yerlere oturtuyor ve hep orada görmek istiyor. Niyetlerin pek sonucu değiştirdiği görülmüyor. Psikolojiktir, bir süre sonra hoşa da gidiyor. Aslında, Devrimci Yol'a gelmek istiyorum. Devrimci Yol'da nasıl bir kültür hakimdi ki, 12 Eylül gelir gelmez, dağa çıktınız?
-Solun, bize yaptığı eleştiriler içinde haklı ve haksız eleştiriler görüyorum. Devrimci Yol direnmedi, savaşmadı, teslim oldu, zaten aksi bir niyeti de yoktu gibi eleştiriler yapılıyor. Bunları haksız eleştiriler olarak görüyorum.
Bizim eleştirilecek yanlarımız farklı. Biz de faşizme karşı çıkma, faşizme direnme eğilimleri çok güçlüydü. Açık faşizmin geldiği koşullarda direnmek gerektiğini biliyorduk. Ama şöyle savaşılır, böyle direnilir gibi esnek bir yaklaşım oluşmamıştı. Tam tersine her yerde ve her yönüyle savaşılır gibi kaba bir yaklaşımımız söz konusuydu. Güçlü bir güven duygusu vardı. Güçlü bir harekettik. Açık faşizmin gelse bile, 12 Martlardaki gibi hareketimiz dağılmayacak, yok olmayacaktı. Böyle düşünüyorduk.
12 Eylül gelince de, benim bildiğim bir çok yerde insanlar silahlarını alıp dağa çıktılar. Onları kırsal alana götüren düşünce, faşizme karşı savaşmaktı. Başka bir şey değildi. İnsanlara bunu kazandıran da Devrimci Yol'un insanlarına verdiği siyasal kültürdü. Eğer, TKP'liler ya da Kurtuluşcular dağa çıkmayıp başka bir şeyler yaptılar, bizim insanlarımız dağa çıktılarsa bu bir anlayış farklılığıdır.
Kaçacak insan dağa mı çıkar? Yurt dışına gitme şansı her insanın vardı. şimdi, öyle yapmadınız, öyle olmadı, diyen bir insanın çıkacağını hiç sanmıyorum. Diyen varsa, bilgisizlikten diyordur.
Sorun şuydu; böyle kitlesel bir çıkışın ne alt yapısı ne de örgütlülüğü vardı. Benim, Devrimci Yol'u eleştirdiğim nokta burasıdır. İktidarla savaşmayı belirlemiş bir hareketin gerekli örgütlülüğü yaratamaması, kadrolarını o yönde geliştirememesi bir yanlıştır. Önderlik bu konuda cesaretli adım atmamıştır. Cesaret derken, kişisel cesaretten söz etmiyorum. Politik anlamda daha atak, daha ileri adımlar atılabilirdi. Bizim bunu, cunta döneminde değil, daha önceden tesis etmemiz gerekiyordu. Nihayetinde, cunta gelmeden bir süre önce Türkiye'nin bazı alanlarında kırsal alana yönelik çalışmalar başlatılmıştı.
-Merkezi bir karar mıydı bu?
-Cuntanın olabileceğini, açık faşizmin gelebileceğini biliyorduk. Ama bunun, içsavaşın derinleşmesi süreciyle bütünlük içinde olacağı şeklinde bir kanaatimiz vardı. Cunta, sivil faşist hareketle içiçe gelebilirdi. İçsavaşın, cuntaya dönüşmeden de derinleşmesi olabilirdi.
Faşist hareketin ülkeyi parça parça işgaline biz de karşı bir hareketle cevap vermeliydik. Bunu, Adana, Adıyaman, Malatya, Sivas, Tokat, Ordu üzerinden bir gerilla hattıyla yapabilirdik. Faşistlerin, Erzincan, Elazığ, Erzurum'a dayanan, Maraş'ı ve Malatya'yı kapsayan faşist işgalini bu hatlardan kesebiliriz diye düşünüyorduk. Diğer yandan, Kırşehir, Nevşehir, Kayseri ve Ankara'ya doğru gelişen faşist hattı, kır faaliyeti ile değil ama şehir gerilla faaliyeti ile kesebilirdik. Kars ve Artvin üzerinden Erzurum ve Erzincan'a doğru bir hat oluşturabilirdik.
O gün, bu düşünce doğrultusunda kırsal faaliyeti hayata geçirmeye çalıştık. Araştırma birimleri, siyasi birimler oluşturarak, oralarda toplumsal bir zemin elde etmek doğrultusunda adımlar atıldı. Sivas kırlarında, Tokat'ın bazı bölgelerinde, Ordu'da, Artvin'de, Kars'ta, Malatya'da, Tunceli'de bazı girişimler oldu.
12 Eylül sonrası birdenbire dağa çıkan arkadaşlarımız, gelişmiş bir konumda olmadıkları için o yüklü çıkışı göğüsleyemedi. Örneğin, yalnızca Artvin'de hemen hemen her kazadan yüzelli, ikiyüz civarında insan dağa çıktı. Hemen başlayan operasyonlar ve psikolojik çöküntü tükenme noktasına kadar götürdü grupları. Amasya taraflarında da bu böyle yaşandı.
Benim bulunduğum alanlar açısından da, yüklü bir çıkış olsaydı, onu karşılayamazdık. Elimizden geldiğince denetimli bir şekilde ve kırın taşıyabileceği, sindirebileceği bir düzeyi düşünüyorduk. Kırdaki ilişkilerimizi giderek geliştirmeyi ve geliştikçe niteliği yükselen bir faaliyeti önümüze koymuştuk. Bu nedenle, Tunceli, Sivas, Tokat ve Malatya'da mevcut gerilla mücadelesi bir Karadeniz'deki mücadele gibi ağır kayıplarla karşılaşmadı. Büyük kayıplar, daha çok arkadaşlarımızın kalabalık gruplar halinde dolaştığı bölgelerde yaşandı.. Biz, iktidarla çatışacağız diye bir tespiti önümüze koymuş olmamıza rağmen buna yönelik psikolojik, teknik hazırlıkları yeterince yapamadığımız için, kadrolarımızı gerilla özellikleri kazandırma anlamında bir eğitimden geçirmediğimiz için insanlar çıktılar ve döküldüler.
-Peki niye? Ne engelledi sizleri?
-Daha önce söyledim. Başka tartışmalarda da dile getirdim. Bizim önderliğimizin politik alanlarda yeterli atılganlığı ve cesareti gösterememesine bağlıyorum. Yani özet olarak budur. Yoksa, bunun imkanı yoktu, zaten başarılması mümkün değildi demek, çok doğru değil.
Çok önceden bu imkanları yaratmak olanağına sahiptik. Bu en azından bazı bölgeler için olabilirdi. Güçlü adımlar atılabilseydi, 12 Eylül sonrası Devrimci Yol'un politik ve askeri alanda daha geniş bir manevra alanı oluşacaktı. Sıçrama yapacağı ya da geri çekileceği zeminleri olurdu. Oysa, 12 Eylül geldiğinde Devrimci Yol bütün gövdesiyle cuntayla karşı karşıya kaldı. O gövdeyi geriye çekmek, düzenlemek falan da pek mümkün değildi. Cuntayla hesaplaşmaya uygun bir yapılanma oluşturamadan bütün gövdesiyle açıkta kaldı. Bu nokta da biz, darbeler yedikçe dağıldık. Açık gövdemizle hedef durumundaydık.
-Peki, o şiddette bir çatışma beklemiyor muydunuz?
-O şiddette denemez. Faşizm üzerine okuyorduk. 12 Mart'ı, şili'yi okuyor, izliyorduk. Türkiye'de de benzer gelişmeler olabilirdi. Teorik olarak ifade edilse bile, birebir yaşamak gibi olmuyor. 12 Eylül, 12 Mart'tan farklı gelişti, kapsamlı gelişti. Bunun karşısında sol da gelişmişti. Köy köy, mahalle mahalle gelişmiş bir hareketti. O noktada çatışma, hayatın her alanında gündeme geldi.
Aslında, aldığımız tedbirler yeterli olmadı. Politik anlamda toplumu cuntaya karşı hazırlamada eksikliğimizi gördük. Toplum, bize karşı mesafeli, cuntaya karşı da sessiz bir onay veren durumundaydı. Aslında bu, 12 Eylül öncesi yaşanan kaos ortamını aşamayışımızın bir ifadesiydi. Sonradan yaptığımız değerlendirmelerde bunu gördük.
-Gerilla tutabilirdi. Ama 12 Eylül'ün asıl zaferi ideolojik anlamda yaşandı kanımca. Toplumun gözünde haklı bir duruma geldi 12 Eylül. Anayasası yüzde doksan oyla kabul edildi. Tam da bu noktada, gerillayı sonuçta bitirecek tartışmalar başlatıldı, kendi içinizde. Bu tartışmaların başlama tarihi bir rastlantı mıydı? Bir şeyler dayatmaya başladı denebilir mi? Dünya çapında yaşanan değişim sancılarını da gözönüne alırsak..
-O farklı bir şey. 12 Eylül'ün solun üzerindeki etkisi, solun dağınıklığı ve yenilgisini tartışırken, yalnızca 12 Eylül sonrasını düşünmek eksik olur. Yenilgi daha öncelere dayanıyor. Türkiye'de toplumsal yükseliş bir 1970'ler olarak görülmemeli. 1950'liler, 60'lara kadar iniyorum ben. Türkiye'de yıllar itibariyle bir birikim, bir yükseliş oluşmuştu. Solun yenilgisi, bu toplumsal birikimi iktidarla hesaplaşma, sosyalizme doğru götürememe noktasında aranmalı.
MHP ve kontrgerilla, bu toplumsal yükselişi kırmak için her türlü çabayı harcadılar. MHP süreçte başat bir rol üstlendi. Ecevit, soldan yana toplumun umudunu kıran bir kişiydi. Gittiği her yerde devrimcileri toplumdan soyutlamak için çalıştı. İktidarda olduğu dönemlerde, faşistleri ve gerici güçleri karşısına alma yerine, sağa da sola da karşı bir noktada durdu. Devrimcileri üç-beş çapulcu gibi gösterme gibi anlamsız bir politika yürütüyordu. Maraş, Malatya gibi büyük katliamlar onun iktidar olduğu dönemde yaşandı. Bu katliamları engelleyemedi. Biz, dergilerimizde, Ecevit'in faşizme karşı bir çizgiye oturması gerektiğini, başarı şansının burada olduğunu yazıyorduk. CHP toplumun umudu olarak görüldü ama umudu çok kısa bir sürede tüketti. Hükümet edemez hale geldi.
Biz, o koşullar içinde, yeni bir sosyalizm anlayışını, yeni bir kültürü, yeni bir yaşamı ortaya koymada başarısız olduk. MHP, kontrgerilla, burjuva partiler ve CHP'nin yarattığı kaosu, alternatif bir toplumsal proje sunarak aşmalıydık. Bunu sunamadık. Eğer bu başarılmış olsaydı, biz sosyalist alternatifiz, biz, istikrarı cuntalarda, CHP'nin toplumsal barış önerilerinde değil sosyalizmde arıyoruz, diyebilirdik. Bunu dedik ama daha güçlü, daha örgütlü, daha kalıcı diyemedik. Bunun için çeşitli yapılanmaların oluşması gerekiyordu. Toplumsal dayanakların oluşması gerekiyordu. Ki, cunta geldiğinde örgüt düzeyinde darbeler yense de, o yapılar ayakta kalabilirdi. Tabii bu arada, bütün bir toplumun böyle olduğunu söylemek kimi yerler için haksızlık olur. 12 Eylül'den sonra bize destek veren, bizimle olan, gerilla faaliyetini zor şartlara rağmen destekleyen insanlar, kesimler vardı.
Dünyada ve Türkiye'de değişimlerin yaşanmaya başladığı bir dönemde mi başlattınız tartışmaları sorusuna şöyle denebilir. Gerillanın kırsal alanda yapılan tartışmalarla yeni bir politikaya doğru dönüştürülmesi, gerillanın daha geriye çekilmesi, bizim, nasıl bir bütünlüklü yapı oluşturup da, cuntaya karşı daha güçlü bir direniş başlatacağız sorusuyla birlikte ele alınmalıdır.
-Belki oraya tekrar gireriz. Kitabında, gerilla için önemliydim, diyorsun. Sizin faaliyetinizi Anadolu'nun ilk gerilası olarak yorumlamak abartılı olmasa gerek. Bu noktada, bu ilk gerillada önemli bir konumda olmak ne demek? Nasıl bir sorumluluk yüklüyor insanın omuzlarına?
-Daha önce Mohikanların sonuncusu gibi duygular taşıdığımı belirtmiştim. Bulunduğumuz alanlarda belirli yetenekte ve siyasi olgunlukta arkadaşlar vardı. Ama ülke gerçekliğini ve Devrimci Yol'un durumunu yeterince kavramış değillerdi. Bunu arkadaşlara yeterince anlatmak kolay değildi. Bizim gelecek açısından ne kadar önemli olduğumuzu anlatmak kolay değildi. Anlatabilmek mümkün müydü? Bilemiyorum. Biz önemliyiz demek ne derece doğru olurdu?
Kırsal alanda yapılacak küçük hatalar kocaman bir yapılanmanın yok olmasına neden oluyordu. Kırda, operasyonların olduğu bir bölgede, bile bile güvenlik, korunma, gözetleme, istihbarat ilişkilerine dikkat etmezsen bu, yok olmayı getirir. Zaten bir çok yok olma da işte, gözcünün uyuması, bir ihbar ya da moral bozukluğunun getirdiği zayıflıkların sonucunda oldu. 12 Eylül süreci hem kırlarda hem de şehirlerde yok olma olaylarını gündeme getirdi. Hareketimizi sürükleyecek yapılar, kişiler kalmamıştı. Bu durumu arkadaşlara yeterince anlatmak mümkün değildi. Hareketin gelecekteki bütünlüklü gelişmesinin dayanağı olacaktık.
Faşizme karşı her koşulda açıktan direniyorduk. İşte, Devrimci Yol amblemli şapkalarımızla, büyük silahlarımızla, sırt çantalarımızla her yerde ve her koşulda devrimci olduğumuzu, cuntaya karşı direndiğimizi anlatıyorduk. Zaten, oralarda bulunuyor olmamız bile çok önemliydi. Bütün koşulların aleyhimize olduğu bir dönemde, karşı bir olay yaşatıyorduk. Karşı bir iktidar, bir alternatif.
Ben, çok dikkatliydim. Bulunduğum kırsal alanlarda her türlü operasyonları kendi istediğimiz biçimde atlatmayı, politikayı kendi istediğimiz biçimde sürdürmeyi gündeme getiriyordu bu dikkat. Faşizm koşullarında yapılacak bir hata, bir ihmal yok olmaya neden olur. Tesadüfen ayakta kalabilirsiniz ancak. şehirde ise aynı dikkati gösterebildiğimi sanmıyorum.
-O koşullarda Mahmut Memduh Uyan olmak zor muydu?
-Çok zor değildi. Çünkü, yalnızca oralarda ben yoktum ki. Benimle birlikte bir çok arkadaş vardı. Süreçte yer alamayacak arkadaşları geri gönderiyorduk zaten. Tam bir gönüllülük vardı. Çok karanlık bir dönemdi. Kısa zamanda gelişme sağlayacağımızı, aydınlığa çıkacağımızı beklemiyorduk. Arkadaşları kimi ajitasyonlarla orada tutmak mümkün değildi. Böyle bir düşüncemiz de hiç olmadı. Kendi gerçek durumumuzu açıkca ifade ediyorduk. Her koşulda inadına bu mücadeleyi sürdüreceklerse kalmaları gerektiğini vurguluyorduk. İçimiz rahattı. Faşist bir yönetime karşı iyiyi, doğruyu ve güzeli temsil eden bir güç olarak bulunmak iç rahatlatıcı oluyor. Bu, insana büyük bir rahatlık ve mutluluk veriyor. Zorluklara karşı böyle dayanıyorduk. O güzellikler diğer olumsuzlukları önemsizleştiriyordu. Arkadaşların olumsuz koşullarda direniyor olması; bugünden bakıldığında zor görünebilir ama sıcağı sıcağına farkedilmiyor. Sıradan bir işi yapıyor gibiydik.
-Duygularını bir parça anlatabilir misin? Sana özel duyguları...
-Diğer arkadaşlardan çok farklı olduğumu sanmıyorum. Aşağı yukarı benzer duyguları yaşıyorduk.
-Ölmekten söz ediyordun kitapta..
-Aramızda espri yapıyorduk. Askerin, polisin sayısını topluyorduk. Bir de bizim sayımızı. Bölüyorduk. Bir gerillaya onbinlerce asker, polis düşüyordu. Ona gülüyorduk örneğin. Böyle bir duygu. İnsanın faşizme karşı direnmesi güzel duygular oluşturuyor. Güzel bir şey, kendini saklamamak, silahınla, düşüncelerinde, bayrağınla gezmek apayrı bir duygu yaratıyor.
Büyük askeri güçlere karşı az da olsa, ben farklı bir şeyim? Senin karşındayım.Toplumsal bir çıkışı örgütleyemezsem bile, ben onun ifadesiyim, gibi duygular insanları her an çatışabilecek, ölümü kabullenecek bir psikolojik noktaya getiriyor. Biz çok gerilimli anlar yaşadık. Ölümle yüzyüze geldik. Ölüm korkusu pek yoktu. Yılların siyasal pratiğinden geçip gelen insanlardık. Bizim açımızdan en büyük korku; yok olduğumuz bir durumda, hareketin geleceğinin ne olacağıydı. Geriden gelen insanların rahat savunabilecekleri bir pratiği yaratıp yaratmama korkusu vardı.
-Yine de ölümden korkmamayı anlamıyor insan. İnsansın. İnsan ölümden korkmaz mı? Belki de şu an bana çok uzak geliyor, bilemiyorum.
-Psikolojik koşullar önemli. Aslında bugün, bir gerillanın Fatsa'nın dağlarından çıkıp, Malatya'ya kadar gidip gelmesi, yaşaması, çatışması nasıl olabilir? Tunceli'den çıkıp, Sivas'a, Tokat'a ulaşması mümkün mü? Bugün fantastik gelebiliyor.
-1980-85 kır pratiğini iki ayrı döneme ayırmak mümkün. Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi öncesi ve sonrası. Böyle bir cepheleşmeye neden ihtiyaç duyuldu? Nasıl kuruldu? Bu süreci anlatabilir misin?
-Dağınıklığın bir yerde aşılması gerekiyordu. Her yerde büyük darbeler yenmiş, yakalanmalar, öldürülmeler olmuştu. Ama biz, yine de, Devrimci Yol'un kalan unsurlarının bütünlüklü bir yapıya kavuşturulması ve cuntaya karşı güçlü direnişler ortaya konulması gerekir diye düşünüyorduk. Bizim en büyük sıkıntımız, cuntaya karşı kamuoyunu sarsacak, bir kamuoyu oluşturacak direnişler yaratma noktasındaydı. Toparlanma çabası içindeki arkadaşlar muhtelif yerlerde bulunuyordu. Çok fazla kaygan bir zemin vardı. O koşullarda bir kısım arkadaş yurtdışında bulunuyordu. Taner vardı, onların yaptığı çalışmalar vardı. Gelin yurdışında oturalım, tartışalım denildi. Hareketin geçmişini, bugününü, geleceğini.tartışalım; politikalar oluşturalım. Bu çağrıya ek olarak da, Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi oluşturma çalışması için bir ekip oluşturulmuştu. Bu ekip, Devrimci Yol'un kendi iç toparlanmasını sağlarken diğer yandan cuntaya karşı da, bir direniş cephesi, solun, demokrat güçlerin birlikte tavır alacağı bir politik hattın oluşturulması çabası içinde olacaktı.
Bizim, dağınıklığımızı giderme temel sorunlarımızdan biriydi zaten. Daha büyük ve daha güçlü bir direnişi gerçekleştirme gibi düşünceler vardı. Direniş cephesi çağrısı da bize olumlu geliyordu. Çünkü; cuntaya karşı çıkacak herkesi, her eğilimi anlamlı buluyorduk. Ve onlarla birlikte cuntaya karşı oluruz diyorduk.
Sol grupların birlikte cuntaya karşı tavır almaları anlamlıydı. Bu doğrultuda, Türkiye'deki kalan yapılanmalarla, arkadaşlar yurdışına çıktık. Suriye'ye, Lübnan'a gittik.
-Dağı topyekün bırakıp mı gittiniz?
-Dağda arkadaşlarımızla konuştuk. Herkesi götürme yerine, bizim bulunduğumuz alanlardan iki arkadaş çıktık. Önce sınırlı bir grup çıktık. Sonra zamanla, örneğin Tunceli'den bir grubu çektik. Hem tartışma hem de eğitim amaçlı. Daha sonra geri döndüler. şehir faaliyetlerinden arkadaşları götürdük. Kırın dayanağı olan şehirlerden. Onlar da eğitildi.
Biz, genel tartışmaları yapmak için öncelikle iki arkadaş gittik. Sonra bir kaç arkadaş daha geldi. Bizim bulunduğumuz kırsal alandan dört, beş kişiydik. Farklı kırsal alanlardan da gelenler oldu. Sivas, Tokat, Ordu, Artvin ve saire.
Biz dışarı çıktığımızda arkadaşlar belirli düşünceler oluşturmuşlardı. Özellikle geçmişe yönelik değerlendirmeler yapılmıştı. Cunta üzerine, kendi durumumuz, Devrimci Yol'un geleceği ve ne yapılabilir üzerine bir takım düşünceler çıkmıştı. Bu tür düşünceler, kendi içimizde 1982 Politik Hattı denilen bir yazıya dönüştürülmüştü. Ve bu yazı tartışıldı. Son aşamada yayınlanacak bir hale getirildi. Bu yazı dışında Devrimci Yol Militanlarına isimli küçük bir broşür hazırlanmıştı. Orada yazılan düşünceler özet olarak; Devrimci Yol'un 12 Eylül koşullarında cuntaya karşı mücadele yürütecek tarzda bir örgütlenmeye dönüşemediğini, bu konuda ağır kaldığını, kadrolaşmada, partileşmede eksiklikler olduğu falan yer alıyordu. Ve geleceğe yönelik olarak da; Türkiye solunun cunta karşısında yenilgiye uğradığını, bizim yenilmediğimizi, yalnızca darbeler aldığımızı ama şimdi toparlanma içinde olduğumuz vurgulanıyordu. Kendimize karşı biraz ayrıcalıklıydık.
Biz, Devrimci Yol olarak Türkiye toplumunun özgürlük ve demokrasi taleplerini karşılayacağız. Özellikle emekçi güçlerin özgürlük ve demokrasi ve hak arayışlarını ifade edeceğiz. Dolayısıyla bizim mücadelemiz, toplumsalaşarak, yığınsallaşarak devam edecekti. Kendimize yönelik böyle bir değerlendirme de yapıyorduk.
- Bilindiği gibi o zamanlar Devrimci Yol önderliği tutukluydu, içerdeydi. Yeni bir önderlik çıkmış mıydı ortaya?
-Bunu şu şekilde ifade edebilirim. Kalan unsurlar oturduk, aylarca tartıştık. (Kalan unsurlar diyoruz kendimize. Devrimci Yol örgütlenmesinden, faaliyetinden geriye kalan, en kötü tahminle yüzde yetmişinin bir araya geldiği şeklinde düşünüyorum). Toparlanma Komitesi adıyla bir komite oluşturduk. Bu komitenin ötesinde, varolan ilişkilerin ve unsurların içinde genel politikalar tespit edip, yürütecek, tartışacak daha geniş bir komite oluşturulacaktı. Bu, siyasal yapılanmanın Genel Komitesi şeklinde düşünüldü. Yirmi, yirmibeş kişiden oluştu. Bunun içinden dört kişi de Toparlanma Komitesi adı altında faaliyetlerine başladı..
-Toparlanma Komitesi kimlerden oluşuyordu?
-Bu dört kişiden biri bendim; birisi de Taner'di. İki arkadaş daha vardı. Bu komite, politikaları belirleme ve yürütmekten çok, belirlenmiş politikaları, yeniden değerlendirilinceye kadar işler kılacaktı. Aslında buna tam bir siyasi önderlik denemezdi. Bunlara toparlanma çabası sürecindeki geçici kurumlar olarak baktık. Böyle bir düzenleme ve yapılanma içine girilmişti.
Bu değerlendirmelerle birlikte FKBDC'nin oluşması düşüncelerini tartıştık. PKK çok önceleri bölgeye yerleşmişti.
-Yani ilk öneri onlardan mı geldi?
-Evet. PKK'nın darbe yemesi çok önceye dayanıyor. 12 Eylül'den önceye dayanıyor; 12 Eylül'den sonra da devam ediyor. 12 Eylül'den hemen sonra PKK bizim arkadaşları arıyor, ama bulamıyor. Darbe ve ardından gelen dağınıklık sonrası ise, bu durumun aşılması açısından anlamlı diye düşünüyorlar. Bu birkaç açıdan anlamlıydı onlar için: Birincisi bölgenin soyutlanmışlığı, ikincisi PKK, zaten o zaman hem Kürt örgütleri hem de Türk solu açısından çok çok olumsuz bir noktadaydı ve tecrit edilmişti. Sola ve diğer alanlara açılma anlamında bu cepheye olumlu bakıyorlardı.
Bizim açımızdan ise, Türkiye çapında gerekli toparlanmayı sağlayamadığımız için, Lübnan'daki kampları kullanıp, oradan belirli sonuçlar çıkartıp, Türkiye içindeki yapılanmalarımızı hem gözden geçirme hem eğitme hem dinlendirme hem de tekrardan moral motivasyonu sağlama açısından kullanılabilecek bir alandı. PKK ile öyle bir ilişkiye girmek... Bugünden bakıldığında «neden?» sorusu sorulabilir. Çünkü biz PKK ile önceki dönemlerde çok mesafeliydik, hiç ilişkimiz olmamıştı. Hem kendi örgüt içlerinde, hem de diğer sola karşı yaklaşımları bu mesafeyi belirliyordu, bizim açımızdan. Defalarca tartıştık. PKK'lılar olumsuz yönlerden kurtulacaklarına dair utangaç özeleştirilerde bulundular.
Özellikle Kızıldere'nin, Mahirlerin en zor koşullarda bile iktidarla hesaplaşmaya yönelmeleri bizim önümüzde bir örnekti. Biz de cuntayla mutlaka hesaplaşmamız gerekir diye düşünüyorduk. Özellikle kırdan gelen arkadaşlarda bu duygu çok güçlüydü. Kır faaliyeti yürüttüğümüz hemen hemen her bölgeden arkadaşlarla bu tartışma sürecini yaşamak, kır faaliyetinin bu tartışmalar içerisinde merkezileşmesini de beraberinde getirdi. şehirlerden gelen arkadaşlar da bizim bu havamızın etkisi altına girdiler. şehirdeki arkadaşlarda 12 Eylül yenilgisinin yarattığı şaşkınlık hala geçmemişti. Biz onlara göre daha iyi durumdaydık. Bizim gerilla faaliyetinden geliyor olmamız, o havanın oluşmasına ve bize karşı çıkılmamasına neden oldu sanıyorum.
Ortaya çıkan politikalar şuydu: Kırsal alanlarda gerilla cepheleri kuracağız, şehirde şehir gerillaları oluşturacağız, televizyon yayıncılığı, radyo yayıncılığı gibi özel ajitasyona yönelik örgütlenmeler oluşturucağız. şehirdeki örgütlenmeler bir bütünsellik yerine, parça parça oluşturulacak, her parça örgütlü faaliyet yürütecekti. Bunlar gibi çok ayrıntı noktalara kadar tartıştık.
FKBDC'de PKK, Acil, TKEP, Devrimci Savaş, Mihri Belli, SVP, İşçinin Sesi (İngiltere Kanadı), toplam sekiz, dokuz grup vardı. Bu örgütlerin katılımıyla cepheyi oluşturduk. Gerek gerilla faaliyeti biçiminde, gerekse siyasal faaliyet biçiminde bütünüyle faaliyet yürütebileceğimiz bir yapı düşünmüştük. Avrupa'da bu cephenin ortak faaliyetleri oldu. Türkiye'de ise...
-Solun ilk birlik zemini bu oldu sanıyorum...
-Evet, birleştiren! Herkes katılmadı gerçi. Örneğin KSD eleştirdi katılmadı. Devrimci Sol zaten yoktu; Paşa Güven'in etrafında bir grup vardı, onlar eleştirdi. TİKKO gözlemci olarak bulundu. Katılmayan grupların eleştirileri, «Devrimci Yol yenildi, ama, yenildiğini kabul etmiyor; cephe kurarak, yeni politikalarla hiç bir şey olmamış gibi yoluna devam ediyor» şeklindeydi. Devrimci Solcular «THKP/C'nin cephe anlayışı böyle değildi» diyorlardı. Bizim ise mantalitemiz, doğrudan doğruya cuntaya karşı çıkacak, savaşacak bir direnişin ortaya çıkarılması, örgütlendirilmesiydi. Bütün çabamız, yalın bir ifadeyle buydu.
Cephenin kendine göre programı ve hedefleri oluşturuluyordu. Ama o teorik saptamalardan öte bir duygu, bir mantalite önemliydi. Aslında bizim motivasyonumuz buydu. Sonra bir takım programlar oluşturuldu. Yayın organı falan. Türkiye içinde cephenin pek bir işlevi olmadı. Cepheye katılan her kesim, bulunduğu yerlerde bir şeyler yapıyordu.
-Yani, cephenin o kararlarını cebinize koyup Türkiye'ye geldiniz.
-Hayır, şöyle. Oradaki tartışmalarda oluşturduğumuz düşünceler buydu. Türkiye'de cuntaya karşı silahlı bir direnişi kır ve şehir anlamında oluşturup, yalnız silahlı mücadele değil, siyasallığı da içeren bir tarzda hayata geçirecektik. Bizim askeri faaliyetimizle cephenin askeri faaliyetini bütünleştirecektik. Bu noktada birisinin askeri yanı ile bir bütünlüğümüz olabilirdi. Bir başkasının ise siyasal yanıyla. Böyle herkesle her koşulda cuntaya karşı direniş ekseninde buluşacaktık. Çünkü; cuntanın her alana egemen olmasını hazmedemiyorduk. Solun içinde bulunduğu durumu hazmedemiyorduk. Direnişi yaymak gerekiyordu. Bütün hedef buydu.
Bu tartışmaları yürütürken, tabii ki zaman geçiyordu. Sanırım 1982 falandı bu tartışmaları olgunlaştırdığımızda. İsrail Lübnan'ı işgal etmişti. Lübnan'daki Filistin etkinliği kırılmıştı. Bizim Filistin'li örgütlere dayanarak orada kalmamız söz konusuydu. Filistinlilerin inisiyatifleri kırılınca, Suriyelilerin inisiyatifi yükseldi. Ve bizim için elverişli bir zemin olma özelliğini yitirdi. Çünkü biz, bağımsız kişiliğimizle, kendi siyasal yapımızla oralarda kalmak ve oralardan yararlanmak düşüncesindeydik. Filistinlilerin durumu buna uygundu. Fakat inisiyatif Suriyelilerin eline geçince, bağımsızlığımızı zedeleyici bir durum oluştu. Onun için orada kalmayı uygun görmedik. Oradaki arkadaşlarımızı Türkiye'ye, Avrupa'ya aktardık. Suriye'deki ilişkilerimizi en aza indirgedik.
Hedefimiz saptanmıştı. Kırsal alanlarda gerilla cepheleri oluşturacaktık. Kır faaliyetini de teorize etmiştik. Belirli alanları gerilla cephesi olarak saptadık. Dört, beş şehirden oluşan bölgeye bir gerilla cephesi diyorduk. Kır faaliyeti, siyasal faaliyet, bölgesel gerilla grupları ve küçük kasabalar, köyler o bölgedeki gerilla cephesini oluşturuyordu.Bütün faaliyetler ise gerilla konseyi tarafından organize edilecekti.
-Bu, Ana Gerilla Birliği miydi?
-Yok. AGB dediğimiz örgütlenme, cephe hangi iller bazında kurulmuşsa, o cephenin siyasi ve askeri belirleyicisi konumunda bulunuyordu. Bu grup, gerilla faaliyetinin ağırlıklı unsurlarını içinde taşıyor olmasından kaynaklı öne çıkmıştı. İki üç parça durumunda olan gerilla alanlarını bir gerilla cephesi durumuna getirmiştik. Faaliyet yükseldiğinde onları ayıracaktık.
Türkiye'de o günlerde gerilla grubu olarak Tunceli'de TİKKO vardı. PKK ise iki, üç kişilik gruplarla kırsal alanda siyasal faaliyet yürütüyordu. Biz ise, Tunceli'de bir gerilla grubu oluşturmuştuk. Bir de, geniş bir alanda faaliyet yürüten, Malatya'dan başlayıp Ordu'da sonuçlanan alanlarda bir grup oluşturmuştuk. Bu grubu AGB olarak adlandırmıştık. Aslında doğrudan bu ismi koymadık. Zamanla böyle anılmaya başladı. Kır faaliyetimizin ağırlıklı gücü burada toplanmıştı. O grubun güçlenmesiyle, bölgesel gerilla gruplarının oluşturulması gündeme geldi. Diyelim Ordu'da, Sivas'ta, Malatya'da tek bir gerilla grubu var. Bunların üzerinde bazen sayısı azalan, bazen çoğalan bir gerilla grubu. Bunları askeri bir teknik olarak düşünmüştük. Ama siyasal olarak da askeri olarak da, gerilla cephesi önemliydi. Gerilla cephesinin örgütlenmesi, oradaki tüm toplumsal ilişkilerin, siyasal ilişkilerin bir gerilla çatışmasını içerecek, onun ihtiyaçlarını karşılayacak tarzda yapılması düşünülüyordu.
-Cephenin kurulması ve sözünü ettiğin örgütlenme çabalarının başlaması sanıyorum sizleri geleceğe daha bir umutla bakar hale getirmiş.
-Tabii o zaman umut daha bir yükseliyor. Artık bu mücadelenin bizim varlık veya yokluğumuzla sınırlı olmayacağı düşüncesi oluşmuştu. Gerilla grupları oluşmuş, siyasi birimler var, şehir örgütlenmeleri başlamış. Bütün bunlar, olumlu gelişmelerdi. Ayrıca, merkezi ilişkilerin dağılmasından sonra, ilk defa bir toparlanma komitesi oluşturulmuştu. Bu toparlanma komitesinin üyelerinden birisi de bendim. Genel bir yapı oluşturmuştuk. İnsanları değişken bir şekilde tutuyorduk. Hareketin geleceği sınırlı sayıda insana bağlı olmaktan çıkarılmıştı.
-Cephede yer alan diğer kesimlerden bir destek, katılım gördünüz mü?
-Bu anlattıklarım doğrudan Devrimci Yol'un kır faaliyetiydi. PKK'nın kır faaliyeti daha çok siyasi çalışma niteliğindeydi. TKEP'ten arkadaşlar ise, örneğin Adıyaman'da kimi zaman bir kaç kişilik grupla kırsala gidip geliyorlardı. PKK bizim kır alanımızın dışındaydı. Zaman zaman Tunceli'de karşılaşıyorduk. Acil'in gücü yoktu. TİKKO ise Tunceli dışında yoktu. TİKKO zaman zaman bizim olduğumuz alanlara girmeye çabalıyordu ama, Tunceli'deki toplumsal ilişkiler diğer yerlerde olmadığı için, bunu başaramadılar.
Şimdi biz, somut görevler koyduk ortaya. şehir ve kırlarda silahlı mücadeleyi ve siyasal bir direnişi sürdüreceğiz ve ülke dışına yayacağız. Bunun için kırsal alanı hızla düzenlemek, yaymak ve ardından şehir ilişkilerini oluşturmak, geliştirmek görevini önümüze koymuştuk. Kır faaliyetlerinden ben sorumlu olacaktım. Diğer arkadaşlar da şehir faaliyetleriyle ilgileneceklerdi. şehir gerillasının oluşturulmasını sağlayacaklardı. O geçiş sürecinde oluşturduğumuz yapıların daha üst aşamalarını hazırlayacaktık.
Şimdi, bu örgütlülüğü gerçekleştirirken, siyasal çalışmaları yaparken, arkadaşlarımız Avrupa'da tartışmaya başlıyorlar. 1983 yılının sonlarına doğru sanıyorum. Biz, 1982-83 yıllarında kırı örgütlemeye çalışırken, Avrupa'daki arkadaşlar, Türkiye'ye dönüp, şehir örgütlenmelerini başlatma noktasında tartışmaya başlıyorlar. 1982 politik hattı dediğimiz ve birlikte oluşturduğumuz düşünceleri eleştiriyorlar. Türkiye'ye müdahaleden vazgeçiyorlar. O tartışmanın ana noktası...
-Aradan kısa bir süre geçmesine karşın, ne değişmiş olabilir? Sen nasıl yorumluyorsun? Kimler var tartışmalarda. Herkes hemfikir değildi sanıyorum.
-Taner (Akçam) savunuyor farklı şeyleri. Taner dışında geniş bir arkadaş grubu var. Tabii bunlar, siyasette etkili olan arkadaşlar. Taner'in söylediği şu: Türkiye'de politik koşullar değişmiştir. Yeni gelişmeleri göremiyoruz. Devrimci Yol toplumsal bir hareket olma özelliğini yitirmiştir. Sınıf mücadelesi dışına düşülmüştür. Önümüzdeki sürece, aynı politikalarla girmek anlamlı değildir. Yeniden bir hareketin oluşması için mevcut ilişkilerin tamamen dağıtılması gerekiyor. Bunları savunuyor Taner.
Kimi arkadaşlar aynı politikaların sürdürülmesini savunuyor. Kendilerini politik olarak ifade etmekten çok Taner'e bir tepki olarak biraraya geliyorlar. Kimi arkadaşlar da, Taner'in görüşleriyle bütünleşmese de, geçmişten gelen ilişkilerle ve yapılarla, savaşılmasının mümkün olmadığını, politikanın yürütülemeyeceğini ifade ediyorlar.
-O noktada neyin değiştiğini sormuştum. Bir süre önce, 1982 politik hattını oluşturan insanlar, neredeyse ülkede yaşanan köklü değişikliklerden söz ediyorlar. Senin bu tavır değişikliğini nasıl değerlendirdiğini öğrenmek istiyorum. Niyet neydi acaba?
-Bu arkadaşlar, Lübnan'dan çıkıp Avrupa'ya geldikten kısa bir süre sonra, hazırlıklarını yapıp Türkiye'ye döneceklerdi. şehir faaliyetini yürüteceklerdi. Tam da bu noktada tartışmaya başlıyorlar. Önemli olan bu gelişmenin olmamasıdır. O tartışmaları yaşamadığım için, insanların subjektif niyetlerini bilemem. Arkadaşların bizlere daha sonra ulaştırdıkları dökümanlardan fikir sahibi olduk.
-Anladığım kadarıyla, size sonuçların iletilmesi tepki çekmiş.
-Tartışan bütün arkadaşlar bizler için, onlar sıcak bir ortamdalar, çatışma içindeler, tartışmaları iletirsek moralleri bozulur şeklinde düşünceye sahip oluyorlar. Aşağı yukarı bu konuda bir de; Türkiye'ye müdahale etmeyelim konusunda uzlaşıyorlar. Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi'nden çekiliyorlar. Çünkü onun aktif bir unsuru olmaktan uzaklaşıyorlar. Bütün bunlar bize tartışmalar bittiğinde ulaştırıldı.
-Kıra yansıması nasıl oldu? İnsanların tepkileri neydi, farklı düşünenler oldu mu?
-Kıra ilk bilgiler 1984 ilkbaharında geldi. Ondan sonra «Yürütme»den bir arkadaşımız geldi ve bizimle tartıştı. Avrupa'daki tartışmaları aktardı. Biz de altı-yedi il bazında uzun uzun tartıştık. Aylarca süren tartışmalar yaptık. Özellikle, bu tartışmaların bizim dışımızda başlatılıp sonuçlandırılması tepki çekti. Bizim genele ilişkin değişimin dışında kalmamız çok rahatsız edici oldu. Sonuç ne olursa olsun, birlikte tartışsaydık, o kadar rahatsız edici olmazdı. Birlikte oluşturduğumuz ve hayata geçirilmeye başlanan bir politikanın, pratik süreçten uzak arkadaşlar tarafından değiştirilmiş olması bizi duygusal tepkilere itti. Rahatsız olmakta haklıydık. Vazgeçilecekse bile birlikte vazgeçmeliydik.
-O ilk tepkiler devamında neler yaptınız? Nasıl bir sonuca ulaştınız?
-Bu noktada, refleks tepkiler aşıldı. Böyle, sağlıklı sonuçlara varamayız diye düşündük. Kırdaki arkadaşların da, bütünlüklü bir sonuca varması mümkün olmadı. Arkadaşların bir kısmı farklı sonuçlara vardılar. Ben, kendi görüşlerimi değişik yerlerde ifade ettim. Gerilla grubu olarak, uç bir konumdaydık. Sivriydik. Çizdiğimiz gerilla hattı dışına çıkamamıştık. şehirlerde yoktuk. Aslında en başında böyle düşünülmemişti. Bütünlüklü bir faaliyet içinde yükselecekti gerilla.
Gerilla faaliyeti ile bir devrimci hareket oluşturulması mümkün mü, değil mi? Güçlü bir hareket oluşturabilir miyiz? şehirleri nasıl etkileriz? Bütün bunları tartıştık. Kırla sınırlı bir faaliyet bizleri TİKKO gibi dar bir hareket haline getirirdi. Birleşik devrimci savaş düşüncesi şekillenmeye başladı. Bu da kır ve şehir bütünlüğü üzerinde yükselebilirdi. Kır faaliyetinin kendi başına bunu oluşturmasının mümkün olmadığını düşündük.
Gerilla üzerinde, gerillanın olduğu bölgelerde oturan halk üzerinde yoğun bir baskı vardı. İnsanlar başka şehirlere gidiyor, oralarda kendilerinin yaşadığı türden baskı görmeyince, bu durumu bizim bölgedeki varlığımıza bağlıyordu. Bu, halkı bizden uzaklaştıran bir etkendi. Bizim bulunduğumuz alanlar sivrilmişti.
-Sanırım, bu dönem, ağır kayıplar verdiğiniz bir dönem oldu.
- Hemen olmadı bu. Kırsal alanın sivriliğini, gerillayı geri plana çekerek giderelim sonucuna vardık. Askeri karakterli bir siyasi faaliyet yürütelim düşüncesindeydik. Gerilla çatışmasını sürdürücek bir düzey yerine, daha çok siyasal bir çalışmaya uygun bir örgütlenmeye yönelmeyi uygun gördük. Kırda küçük gruplar halinde kalmayı, şehirlere gitmeyi ve şehirlerden gelişecek harekete kırdan destek olmayı tasarlıyorduk. Zamanla şehir-kır dengesi kurulacak ve kıra daha güçlü bir şekilde geri dönecektik. şehirdeki alanlar ise belliydi. İşçiler, öğrenciler ve aydın, demokrat kesimler. Buralarda toplumsallığı yakalayacaktık.
Devrimci Yol hareketinin 1980 öncesinden gelen toplumsal yapısını koruyamadığını, bulunduğumuz ortamlarda kimi ilişkileri yakalamış olsak da, sınıf mücadelesini yakalamada eksik kalındığı gibi düşünceler ifade ettik. Bu düşünceler genel kabul gören noktalardı. Bu arada, Avrupa'ya gitmek istediğini söyleyenler, bu faaliyetin dağıtılmasını, herkesin kendi bulunduğu alanlarda faaliyette bulunmasını savunanlar oldu. Bu tür, tek tek farklı düşünenler vardı. Onların istediklerini yapabilecekleri yerlere ulaştırılmalarını yine biz sağladık. Yani aramızda en ufak bir tatsızlık olmadı. Diğer arkadaşların büyük bir kısmı daha önce söylediğim görüşler etrafında toplandı.
-Gerillanın duygusal yönlerinden hiç söz etmedik. Ama şimdi sorayım; ayrılış nasıl oldu? Hüzünlü müydü?
-Çok hüzünlü oldu. En son uzun süren bir tartışma sonrası bu sonuca varmıştık. şehirlere benim gitmem uygun görülmüştü. Bir kısım arkadaş ise Ordu, Karadeniz tarafına doğru, bir kısım arkadaş Malatya, Adıyaman tarafına doğru gidecekti. Oralarda tartışmaya devam edeceklerdi. O noktadan sonra ayrılık gelip çattı. Ne zaman görüşüceğiz, görüşübilecek miyiz? Belli değil. Gerçi, kırsal alanda altı ay sonra bir konferans yapmaya karar vermiştik ama önümüzdeki günlerin nasıl gelişeceği belli değildi.
Bir yandan Avrupa'daki tartışmaların bizde yarattığı moral bozukluğu, diğer yandan gerilla faaliyetinin, askeri karakterli bir siyasal faaliyete doğru seviyesinin düşürülmesi kararının verdiği burukluk, bir yandan sorumluluk duygusu, hepimizi şaşkına çevirmişti. Çok duygusal günlerdi onlar. Çok karmaşık oluyor tabii ki.
Kırda arkadaşlarımızı karşılarken ya da uğurlarken silah atışları yapardık. şeref kıtası gibi bir kaç arkadaş klaşnikoflarıyla atış yaparlardı. O günlerdeki gibi, son ayrılıkta da silah atışları yapıldı. Tartışma boyunca, geceleri ateş yakıp, sohbet ediyorduk. Bol bol çay içiyorduk. Arkadaşlar değişik ekmekler hazırlıyordu. Bunlara «gerillaburger» diyorlardı. Duygusal, güzel günler geçirdik. O anlamda ayrılış hüzünlü oldu. Özellikle, ayrılanlardan Karadeniz tarafına giden arkadaşlardan kayıplarımız çok oldu.
Biz şehirlere gittik. şehirlerde hazır ilişkiler bulamadık tabii. Var olan ilişkiler elverişli değildi. İlişkide olduğumuz arkadaşların da bizlere sunabilecekleri geniş imkanları yoktu. Kimisi sıcak ilişkiye girmiyor, tartışma düzeyinde tutuyordu arayı. Bir arkadaşımızın babasından aldığı parayla bir kaç ev tuttuk.
Tabii, Türkiye'nin pek çok bölgesinde aranıyorduk. Büyük büyük afişlerimiz Türkiye'nin her yerine yapıştırılmıştı. şehirleri anlamaya, ilişkileri kavramaya çalışıyorduk. Yurtdışındaki arkadaşlarla tartışmaya devam ediyorduk. Bir de cezaevindeki arkadaşlarımızla bağlarımız vardı.
-Şehirleri gördükten sonra, bir hayal kırıklığı yaşadınız mı? Aradığınızı bulamadığınızı anlıyorum.
-Şehirleri gördükten sonra bir devrimci hareketin oluşturulması gerekliliği daha çok gelişti bizde. Yapay bir zemine ayak basıyor olsak bile, toplumsal ilişkileri yakalama noktasında doğru yaptığımızı düşünüyorduk. Eski ilişkilere ulaşma, onları harekete geçirme yerine, var olan arkadaşlarımızı, işçilerin, öğrencilerin bulunduğu alanlara kaydırıp, oralardan süreci yakalamayı, kendimizi yeniden üretmeyi düşünüyorduk. Böyle bir çaba içindeydik. 1984 yılının sonbaharında Türkiye'de bizim çabamıza benzer bir başka çaba yoktu. Bu nedenle de polisin dikkati üzerimizdeydi. Kırdan gelmiştik, ne yapacağımız belli değildi.
Bu arada Avrupa'daki arkadaşlarımız bizim yeni bir devrimci hareket oluşturma çabamızı doğrudan eleştirmediler. Beklediler sanıyorum. Dışarıda birbirleriyle tartışsalar da, bizim ihtiyaçlarımızı karşılama noktasında olumlu davrandılar.
SEVGİ. 1955 doğumlu. Fatsa Devrimci Yol Davası'nda yargılandı. Altı sene cezaevinde kaldı. Halen Ankara'da yaşıyor. İşyerindeki konumu nedeniyle adının açık yazılmasını istemedi.
-Ordu, Fatsa 12 Eylül öncesi de sonrası da hep dikkat çeken yerler oldu. Bir parça anlatabilir misin oraları?
-Ünye'de öğretmen olarak çalışıyordum ben. Fatsa ile Ünye arası çok yakındır. İnsanlar Töb-Der'e gidip geliyorlardı. Bir lokali vardı. Buralarda memurların ekonomik-demokratik haklarıyla ilgili, mesleki sorunlarla ilgili toplantılar yapılıyordu. Arkadaşlarla tanışmaya başladım. Sosyal ilişkilerim bu çerçevede oluşmuştu.
-Yıl kaçtı?
-1979-80 yıllarıydı. Sadece gidip geliyorduk Töb-Der'e. Onun dışında evle iş arasında geçiyordu zamanım. Töb-Der yasal bir dernekti. Gidip gelmenin bir sakıncası yoktu. Ünye fındık üretiminin yoğun olduğu bir bölgeydi.
-Olaylı bir yer miydi?
-Evet olaylı bir yerdi. Bunu kısa sürede gözlemledim. Ben gittiğimde bir takım fındık üreticilerinin mitingleri oluyordu. Ne bileyim öğretmenlerin, öğrencilerin toplantıları. Demokratik mücadelenin yükseldiği bir bölgeydi.
-Oraya giderken kafanın içinde belirli düşünceler var mıydı?
-Öyle şeyler yoktu. Öğrencilikten kurtulmuş, memurluğa başlamış bir insandım. Ama Türkiye'de yaşanan olaylara duyarsız birisi değildim. Gelişmeleri görüyordum. yaşananların farkındaydım. Çok canlı örnekleri görebiliyorduk yakınımızda. Ünye'de de saldırılar vardı. Öğretmenler öldürülüyor, dövülüyordu. Kısa sürede biz, bu çatışmaların içinde bulduk kendimizi. Bu çatışmalar had safhaya çıktı.
İlçedeki tüccar kesiminin örgütlediği çatışmalardı bunlar. Bafra'dan ya da başka bir yerden MHP'li militanlar ilçeye geliyorlardı. Can güvenliğinin olmadığı bir ortamdı. Okullarda öyleydi. MHP'li militanlar ellerini, kollarını sallayarak sınıflarda silahlarını açıktan gösteriyorlardı. Öğretmen ve öğrencileri tehdit ediyorlardı. Eğitim, öğretim yapılamaz bir duruma gelmişti. Çok yoğun saldırılar oluyordu. Bunları bizzat yaşadım ben. Yine, gidip geldiğimiz kuruluşlar bombalanıyordu. Sonuçta oradaki mücadele daha da yükseldi. 12 Eylül öncesi yaşanan olaylardı bunlar.
Ve ben o günlerde kaçağa düşürüldüm. Ama aradan on yıl geçtikten sonra, bu olaydan beraat ettim.
-Nasıl bir olay olmuştu?
-Bir gün okuldan alındım. İfaden var, dediler. Öğretmenler odasından alındım. İşkence gördüm. Ünye'deki tüm olaylardan suçlandım. Sonra bırakıldım. Aradan bir kaç gün geçti? Bir polis otosunun taranması olayından kaçağa düştüm. Beş, altı öğretmenle birlikte. Okulu bıraktım. İlçeden ayrıldım. Kısa bir süre sonra da 12 Eylül geldi zaten.
-Ünye'de sağın ve solun dayandığı toplumsal güçlerden söz edebilir misin? Dengelerden...Devrimci Yol'un güçlü olduğu ilçelerden birisi olarak bilinirdi Ünye. Ama anlattıklarından hiç de rahat olmadığınız anlaşılıyor.
-Dengeler şöyleydi. Fındık tüccarları oranın zenginlerindendi. Polisle işbirliği içinde gelişen bir güçtü. Fatsa'da gelişen olayların Ünye'de de etkisinin görüleceğini biliyorlardı.
-Belli bir kitle tabanları var mıydı?
-Kitle tabanları vardı biraz. Ama daha çok dışarıdan geliyorlardı. Ne derler; transfer gibi. Gelip orada bir güç oluşturuyorlardı. Fatsa'dan çekiniyorlardı. Memurlar, öğretmenler, öğrenciler ezilen insanların yanındaydı.
-Solun motor gücünün öğretmenler olduğu anlaşılıyor.
-Motor güç biraz öyleydi. Öğretmenler, konumlarını bilirsiniz, gerçekten ilerici insanlardır. Bölgede, 12 Mart olaylarının da bir etkisi vardı.
-Örgütlülüğünüz hakkında bilgi verir misin?
-Tam anlamıyla örgütlü bir yapıdan söz edemem. Töb-Der bünyesinde mesleki anlamda gelişen bir örgütlülük vardı. Onun ötesinde...
-Devrimci Yolcular yok muydu yani Ünye'de?
-Vardı. şöyle vardı. Öyle ciddi bir örgütlülük anlamında değil ama bir Devrimci Gençlik vardı. Açıktan bir yapı yoktu. İnsanlar kendi içlerinde, kafalarının içinde bir çizgi olarak benimsemiş olabilirler. Zaten ben de, giderek bu insanların görüşlerinin doğru olduğuna inandım. Okudum, izledim. Gelişen olaylar sonucunda yavaş yavaş kendimi içinde buldum.
-Kendini Devrimci Yol'un içinde mi buldun?
-Ünye'ye gelmeden de bir parça vardı zaten. Memurluk öncesi bulunduğum ortamda Devrimci Yol çok yoğun bir şekilde vardı. Biliyorsun, okullar Türkiye'deki genel siyasi gelişmelerin en fazla etkilendiği yerlerdi. Eğitim yoktu. Ben de, bir kaç yıl kapalı kalmış ve sonra açılmış bir okula gitmiştim. Toplu gidiş gelişler oluyordu. Oradaki çatışmaları yaşadım ben. Akabinde memurluk başladı.
-Ünye'ye Dev-Genç'li gibi gitmişsin anlaşılan..
-Evet. Bulunduğum çevrede Devrimci Yol çok güçlüydü.
-Nerede?
-Bursa'da. Güçlü bir yapı vardı. O ortamın içinden çıktık biz, o ilişkilerin. Gittiğim yerde de sıcak çatışmaların içinde buldum kendimi. Başlangıçta biraz belirsiz gibiydim ama kısa sürede gözlemledim, yaşadım ve kararımı verdim.
-Peki bunu neye bağlıyorsun? Yani, Bursa'da Devrimci Yolcular vardı. Ünye'ye gittin, karşına yine onlar çıktı. Devrimci Yol nasıl böyle yaygın bir hareket oldu?
-Devrimci Yol siyasi çizgi olarak, düşünsel olarak kitlelere, insanlara doğru yol gösteren, doğru siyasi tespitler yapan bir görüştü. 12 Martların bir devamı olmayabilir ama, geçmişin birikimi üzerinde yükseldi.
Devrimci Yol günü yakalamasıyla öne çıktı. Ezilen insanlara kucak açtı. Karadeniz için de bu böyle oldu. Karadeniz'de üretici insanlar, ezilen insanlar çoktur. Mısır üretirler, fındık üretirler. Başkaca bir geçimleri yoktur. Halkın çoğunluğu dışarı çıkıp yevmiyeci olarak çalışır. Fındık var ama daha fındık çiçek halindeyken tüccar tarafından satın alınır. İnsanlar açtır. Mısır ekmeği yerler. Buğday ekmeği lükstür. İşte bu insanlar Devrimci Yol'da bir şeyler buldular. Destek verdiler. Daha iyi yaşama istekleri var. Bu isteklerini Devrimci Yol'da gördüler. Devrimci Yol o insanların sesi oldu. İnsanlar bir çıkış arıyorlar. Tabii, Devrimci Yol'un da çalışmasının etkisi var. Başka siyasi partiler onların yaşantısını değiştiremeyecek, sorunlarını çözemeyecekti. Bunu gördüler.
-Kaçağa düşme olayına geri dönelim. Kaçağa düştükten sonra neler oldu? Ne yaptın? Nasıl yaşadın?
-Ben Ünye ve çevresinde yaşadım. Biraz dolaştım oralarda. Belki şunu yapabilirdim; ben canlı olayları görünce gerçekten bir faşizm olgusunun farkına varınca, bizim tespitlerimizle yani Devrimci Yol'un tespitleriyle, yaşadıklarımız çok uygun düşüyordu. Aksini yapabilirdim. Başka yerlere gidip, aklanabilir ve tekrar memuriyete dönebilirdim. Ama bunu yapmadım.
Ben de dahil bir çok insan haksız yere emniyete çekilip işkence gördüler. Sürekli ölümle tehdit edildiler. Çünkü, bir mücadelenin gerekliliğine inanıyordum. Dönmedim bir daha.
Çevrede halkımızla beraber yaşadım. Köylere çekildim. Çok kısa bir süre sonra da bir darbenin geleceği çerçevesinde düşünmeye başladık. Darbenin ne olacağını biliyorduk. Yani neler yapmak gerekir, tartıştık, konuştuk. İnsanlardan kopmadım ben. Köylerde kaldım.
-Köylerde neler yapıyordun?
-Köylerde çalışıyorduk. Siyasal çalışmalar oluyordu. O insanlarla bir arada işçi olarak da çalışıyorduk. Bahçelere birlikte gidiyorduk. Bu şekilde yaşamı öğreniyorduk. Köylülerle, bahçede, bağda, dağda hem siyasal olarak hem de fiziki olarak yanyanaydık. Beraberinde gelecek zor günlerin hazırlığını da yapmak zorundaydık.
Deneyimsiz olarak köylere çekilmiştik. Beklenmeyen belki de, uzun vadede beklediğimiz siyasal bir gelişmeyi kısa vadede yaşamaya başlamamız hazırlıksız yakalanmamıza neden oldu. Gelecekte yaşantımızın biçimi nasıl olacak buna yönelik çalışmalar yapıyorduk.
-Devrimci Yol'a bu noktada bir eleştiri var. 12 Eylül'ün geleceğini tespit etmesine karşı bu yönde bir hazırlığa girişmedi, şeklinde...
-Evet. şöyle bir gözlemim oldu. 12 Eylül öncesi bir kitle tabanı vardı. 12 Eylül sonrası bu ilişkilerin ne kadar perçinlenmiş olup olmadığı tartışılır bir noktaya geldi. Örneğin bir Fatsa gerçekten, kurtarılmış bölge imajı yaratılarak yıpratıldı. Hakim sınıfların kafasında olduğu gibi bir durumun olmadığına inanıyorum.
şu olabilirdi. Bir darbe bekliyorsan, daha farklı siyasi bir çizgi izlenebilirdi. Farklı taktikler olurdu bu. Biz de kırsal kesimde daha akıllı, daha farklı davranabilirdik.
-Nokta operasyonu yapıldığında neredeydin sen?
-Nokta geldiğinde, ben çok uzaklarda değildim. Biraz daha uzaklaştık, o kadar. Kırın iç kesimine çekildik.
Operasyonlar başladı. Sivil faşistlerle bereber yapılıyordu operasyonlar. İlçe merkezlerinde oturan insanlar gözaltına alındı. Herkes kırlara çekildi. Böyle bir karar alındı. Ricat mı, ne deniliyor, böyle bir şeydi.
-Ünye, Fatsa kadar nokta operasyonundan etkilendi mi?
-Etkilendi. Fatsa kadar olmasa da etkilendi. O noktada çekilmek gerekiyordu. Çok küçük bir yerdi çünkü. Belki farklı gidiş gelişler, organizyonlar yapılmış olabilir ama genel olarak kırdaydık.
-Senin özeline dönersek, artık bir gerillayım diye düşünmeye başladıktan sonraki duygularını öğrenmek istiyorum. Neler yaşıyordun? Neler tartışıyordun kendi kendine? Göğüsleyebilecek miydin gelişmeleri...?
-Mutlaka! Tartışıyorduk. Yaşadığımız süreci, ne olacağını, nereye doğru gittiğimizi...Ben kendi içimde de tartışıyordum. şunu gördüm ben; bir gerilla mücadelesine doğru gidiyorduk. Çünkü yaşam tarzımız ona dönmüştü.
Göğüsleyebilir miyim olayı; bunu da tartıştım. Çünkü, biz insanız. Ve olağanüstü koşullarda yaşıyorduk. Artık yeraltındasın, illegalsın. Ama göğüslemeye kararlıydım. Biliyorduk, faşizmin ne kadar acımasız olduğunu biliyordum. Gidebildiğimiz, götürebildiğimiz yere kadar götürecektik. Çünkü, bir Devrimci Yolcu asla teslim olmaz, direnir. Son gelen şey de buydu bize. Direneceğiz, çatışacağız, direneceğiz.
Kaçmak ve teslim olmak, bunlar da yapılabilirdi. Ben bunları asla düşünmedim. Gerilla mücadelesinin hazırlıklarına girişilmişti. Artık ben de, göğüsleyip göğüsleyememe konusunu tartışmamaya başladım bir süre sonra.
-Ne tür hazırlıklar yapıyordunuz?
-Hazırlanma şöyle; kırda yerel siyasi ilişkilerimizi güçlendiriyorduk. Barınma sorununa yönelmiştik. Daha kötü koşullarda ne yapabileceğimizi düşünüyorduk. Yaşam tarzımız bunlara göre şekilleniyordu.
Tabii ki, yaptığımız her şey deneyimler sonucunda ortaya çıkıyordu. Yolda yürümeyi bilmiyorduk. Gece yürümeyi bilmiyorduk. Bunları öğrendik. Yolları öğrendik, patika yolları. Gerilla gibi yaşamaya başladık. Hem ayakta kalmak hem de siyasi ilişkileri güçlendirmek...
-Ünye'den ne kadar insan çıktı dağa?
-Bunu sayısal olarak vermek mümkün değil. Geçmiş gün ama kıra çıkan insanlar daha çok, 12 Eylül öncesi biraz solcu olarak bilinen, aranan insanlardan oluşuyordu. Bazıları köy kökenliydi zaten.
Bireysel çıkışlar da oluyordu ama geri gönderiyorduk. Herkesin bir gerilla gibi yaşaması gerekmiyordu. şehirlere gönderdiklerimiz normal yaşantılarına devam edebilirlerdi. Dağda yaşamaya başlamıştık artık.
Sığınaklar kazıyorduk. Sürekli nöbet tutuluyordu. Akşamları yemek yapıyorduk. Dumanın görülmemesi gerekir. Erzakları kah kendi çabamızla kah bölge halkından temin ediyorduk. Silahlanmamız gerekiyordu. Bu ihtiyaçlarımızı gidermeye çalışıyorduk. Örneğin, oturup hepimiz birer çanta diktik. Kılık kıyafet ayarladık. Aç kaldığımız zamanlar oluyordu.
Bir sığınak kazası sırasında, talihsiz bir kaza sonucu bir arkadaşımızı yitirdik. Yaralı arkadaşımıza müdahale yapabilecek ortam yoktu. Kan kaybından öldü. Basit bir olay çok değerli bir arkadaşımızın kaybedilmesini getirmişti. Böyle olumsuzlukları da yaşadık.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen, gerilla mücadelesi yavaş yavaş yerine oturmaya başlamıştı. Halkla ilişkilerimizi biraz daha sınırlamaya başlamıştık. Köylere pek uğramıyorduk. Daha yükseklere çekildik. Yaylalara doğru. Yaylalardaki küçük evlerde kalıyorduk.
-Kaç kişi bir aradaydınız?
-Sayımız sürekli değişiyordu. Başlangıçta biraz yoğundu. Geriye dönenler oldu. Geriye dönmesini istemediğimiz insanlardan da geriye dönenler oldu. Bu tür olumsuzlukları da yaşadık. Genellikle 14-15 kişiydik.
-Ünye civarında sizin dışınızda farklı gruplar var mıydı?
-Farklı gruplar olarak bilemiyorum ama, Ünye'ye dışarıdan arkadaşlar geliyordu. Daha sonra dörtlü, beşli gruplara ayrıldık. Farklı alanlara giden arkadaşlardan yakalananlar oluyordu. 80 Aralık ayıydı sanıyorum, bir çatışmada arkadaşlarımızdan ikisini kaybettik. Bir arkadaş da soğuktan donarak öldü.
Biz bu çatışmaya yakın bir yerdeydik. Bir başka yayla evindeydik. Orada büyük bir çatışma çıktı. Arkadaşlar çatışarak öldüler. Biz oraya doğru gidiyorduk. Silah seslerini duyunca geri çekildik. Bir kaçma kovalamaca yaşanıyordu. Daha sonra çatışan gruptan arkadaşlar geldi. İki arkadaşın öldüğünü, birisinin de donduğunu öğrendik. Biz çekildik. O grupla daha sonra hiç görüşmedik.
Bölgeden hızla uzaklaştık. Aç kaldık. Tanımadığımız bölgelerdi bunlar. İhbar yedik. Yönümüzü kaybettik, yolumuzu bulamadık.
Bir uzun yürüyüş sırasında, ben yürüyemeyecek bir duruma geldim. Beni bir köye bıraktı arkadaşlar. Altı, yedi ay haber alamadım onlardan. Köyde dar ilişkiler içinde yaşadım. Köylüler bana sahip çıktılar. Köylerde bir köylü gibi çalıştım. Onlardan birisi olmuştum. Bana aylarca baktılar.
Olağan yaşayan insanlardı. Benim oradaki varlığım onları zaman zaman rahatsız ediyordu. Bunu söylemediler ama anlıyor insan. Bu yüzden arada bir köy değiştiriyordum. Unutmam, geceyarısı bir köyden bir köye geçecektim. Karadeniz köyleri birbirinden uzaktır. Çetin yolları aşmak gerekir. Tek başıma geceyarıları böyle yolculuklar yaptım.
-O arada dağlarda kimse kalmamış mıydı?
-İnsanlar vardı oralarda. Beni bir kaç arkadaş köye bırakmıştı. Çok zor bir şekilde. Biz, Kumru Yaylalarından dönüşte şöyle bir olay yaşadık. Gruptan bir arkadaş yürüyemez bir durumdaydı. Geceydi. Çok üşümüştük donmak üzereydik. Bir yayla evine girip ateş yakıp ısındık. Oradan çekildik. Yolumuzu kaybettik. Döndük aynı yerlere. O dağlar çok karlıdır. Belimize kadar kar geliyordu. Bir yayla evinde ne yapacağımızı kararlaştırmak için bekledik. Bir kaç arkadaş yardım almak üzere gitti. Ben, yaralı arkadaş ve yerel bir arkadaş kaldık orada. Yaralı arkadaş kendini vurmak istedi. İzin vermedik. Uyumamamız gerekiyordu. Geç vakit oldu dönmedi gidenler. Biz oradan çekilme kararı aldık. Beş kişiydik. Ben ve iki arkadaş köye gitmeye karar verdik. Bir arkadaş keşfe çıktı. Bir arkadaşta yaralı arkadaşın yanında kaldı.
Geceyarısı çıktık ayışığı var. Çok yüksek yerler buralar. Uçsuz bucaksız yerler. Rüzgarın açtığı yerleri yol zannediyorduk. Ayağımıza naylon sardık, kar geçirmesin diye. Buna rağmen yarım saat yürüdük. Ayağımız donmaya başladı. Yol yok. Ağuların içine batıyoruz. Dalga geçiyor arkadaş; «Sevgi biz şu karşı dağa çıkacağız, onu biliyor musun?», biliyorum, bakınca çok yakın görünüyor. Her adımımızda biraz daha batıyoruz. Köye ulaşmamız imkansız, geriye de dönemiyoruz. Orada bizi bekleyen yaralı bir arkadaşımız var, ayağı donmuş. Onların durumu çok zor.
Bir iki gün önce asker çekilmiş. Yanımdaki arkadaş çok umutsuz bir biçimde geriye dönmeyi önerdi. Ben reddettim. Gitmek zorundaydık. Bu arada sesler duyduk. Bizim arkadaşların sesi olduğunu anladık. İzimizden arkadaşın biri bizi takip etmiş. Köye gidenler geri dönmüş. Çok büyük bir sevinçti bizim için. Düşün yani oradaki halimizi. Bize yiyecek bir şeyler getirmişler. Yaralı arkadaş için sedye falan. Bir kaç gün geçirdik orada. Romanlardakinden daha buruk hem karmakarışık duygular vardı. Ayışığı, yollar takır takır. Biz yaylanın başında. Köye inmeye başladık. Arka arkaya dizildik. Benim elimde bir sopa gibi birşey vardı. Seke seke arkalarından gidiyorum. Yaralı arkadaşı ve beni başka başka yerlere bıraktılar.
Bu bekleyişten sonra tekrar kurulan bir ilişkiyle harekete katıldım. Alınan siyasi kararlar vardı. Yeni bir dönem olacaktı bizim için. Gidecek başka bir yer de yoktu zaten. O aşamadan sonra kalabilir miyim, kalamaz mıyım tartışmasını tekrar yaptım. Sonuçta kalmaya karar verdim.
-Bir süre sonra kapını çalıp, hadi gidiyoruz mu dediler?
-Hayır, benim irademle ilgili bir sonuçtu. Ben ve bir kaç arkadaşım YSB'ler içinde yer alacaktık. Bulunduğumuz bölge içinde siyasi çalışmalar, alt yapı hazırlıkları yapacaktık. Giden gelen insanlar değişti. Yeni yüzler görülmeye başladı. Ortada bir hareketlilik vardı. Kapsamlı ve uzun vadeli hedefler belirleniyordu. Ona hazırlanıyorduk. Bütün bunlar güvenlik güçlerinin dikkatini çekiyordu tabii ki. Operasyonlar ona paralel bir biçimde artmaya başladı.
Pek çok pusu ve çatışma atlattık. Bir köyde, evinde kaldığımız insan tarafından ihbar edildik. Etrafımız sarıldı. Çatışma çıktı. Çatışarak çekildik. O çatışmada Kadir Aksoy yaralandı. Arkadaşımız hastaneye götürülmeyi kabul etmedi. Daha sonra öldüğünü duyduk. «Bırakın gidin beni» demiş. Arkadaşlar kabul etmemişler. Hastaneye yetiştirmeye çalışmışlar ama başarılı olamamış arkadaşlar. Daha sonra biraz da tesadüf, bizi arayan AGB'den arkadaşlarla karşılaştık. Onlarla birlikte İçanadolu'ya dönmeye çalıştık. Dönemedik. Sivas dağları üzerinde geri döndük. Bunlar zorlu günlerdi.
82 politik örgütlülüğünün bittiğini öğrendik. Herkes dağılabilirdi. İsteyen istediği yere gidebilirdi. İsteyen de kalabilirdi. Bu büyük bir moral bozukluğu yarattı bizlerde. Tabii, bende de etkisi büyük oldu. Gidebileceğimi söyledim. Arkadaşlar arasındaki ilişkilerde de hoş olmayan gelişmeler oldu. Bu beni çok üzüyordu. Kararımı verdim. Ama organizasyon sorunu vardı. Ayrılacaktım.
-Ailenin yanına mı gidecektin?
-Hayır. Farklı bir şeyler düşünüyordum. Orada kalmanın bir anlamı, bir hedefi kalmamıştı. Giderken bir arkadaşımız ayrıldı. Bağımsız tavrını koydu. Çok nitelikli bir arkadaşımızdı. Bu arada yiyeceğimiz yoktu. Zor durumdaydık. Bir eve gittik. Çevreden istihbarat topladık. O evde kalmamamız gerektiğini söylediler. Benim bildiğim bir evdi. Ben evde kalmamamız gerektiğini söyledim. Ama kalmaya karar verildi. İnsanların basireti bağlanmıştı derler ya, öyle bir şey oldu. Fakat ben çok huzursuzdum. Çekilmeye vaktimiz vardı. Arkamız dağdı. Kalmayalım diye ısrar ediyordum.
Ertesi gün, arkadaşlar çok yorgundu. Hepimiz yorgunduk. Uyudular. Ben sürekli nöbetçi kaldım. Bir ara sarıldığımızı gördüm, hissettim. Çünkü, bir köpeğin damına atılması büyük bir sinyaldir. Olağanüstü bir durumun olduğunu gösterir. Daha emin olmak için etrafa iyice baktım. Karşıdaki fındık bahçelerinden çok temkinli bir şekilde eğilerek geçen komandoları gördüm. Arkadaşlar çok soğukkanlıydı. İnanmak istemediler ama sonra ikna oldular. Herkes giyindi, kuşandı.Bir gözcü gönderildi. O arada, geliyorlar, dendi ve herkes balkondan atladı aşağıya. Yanlış bir yöne doğru kaçmışız. Ben daha çok arakasından gidebileceğim insanları takip etmeye başladım. Hepsinin gidebilirdim de, benim için belirleyici olan bir iki kişi vardı orada, onları takip ettim.
İlk anda taranmaya başlandık. Panik oluştu. Üzülerek söylüyorum. İlk ateşte yaralanmışım. O sıcaklıkla fark etmedim. Sürünerek İbrahim Levent'i takip ettim. Küçük bir şelale oluşmuş, su toprağı çukurlaştırmış. Oraya girdim. Heryerden o kadar kurşun yağıyordu ki. Bir kaç arkadaşımız o şelale gibi yerin üstündeler. Alttan habire yaylım ateşi geliyor. Teslim ol çağrıları falan. Kimse oralı olmadı. Ben büyük bir şaşkınlığın içindeydim. Çatışamadım. Arkadaşlar karşılık veriyorlardı. Her yerden kurşun yağıyordu. Onlar alttan, bizimkiler üstten. İki ateşin arasında kaldım. O çukurda siper aldım.
İbrahim Levent'i gözlemledim. Harun ve Necmi varmış. Onlarla ben askerin arasında kaldık. Ayaklarım tutmuyordu. Sürünüyordum. Suyun içine girmişim ama, üsten gelenleri kaya önlüyor, alttan gelenler önlenemiyor. Bir ara çatışma kesildi. İbrahim, ben yaralıyım, dedi. O arada, ne yapalım hoca, diye konuşmaya çalışıyorum. Bir kargaşa var. Herkes bağırıp, çağırıyor. Teslim olun diye bağırıyor askerler. Ateş durunca İbrahim, teslim olmayın, diye bağırıyor. İbrahim o arada şarjör falan değiştirdi. Öbür tarafta ateş kesildi. İbrahim ateşe başladı. Etrafıma bakmaya çalışıyordum. Onlar gidiyordu. O boşluktan yararlanıp İbrahim yürümeye başladı. Ben hareket edemiyordum. Silah da yoktu yanımda. Birisi düşürken parçalanmış bir tanesi de düşerken belimden kayıp gitmiş.
İbrahim kendisine mevzi aramaya başladı. İbrahim'e yerimden çıkamadığımı söyledim. Kısa bir diyalog geçti aramızda. Üstte neler oluyor bilemiyorum. Bir kapana kıstırılmış gibiydim. Askerler yavaş yavaş yaklaşıyorlardı. İbrahim'i göremiyordum. Taş duvardan nasıl indi bilemiyorum. Ben, hiç bir şey yapamamanın sıkıntısı içindeydim. Bir süre sonra askerlerin iyice yaklaştığını gördüm. Burada, dediler. Yakaladılar beni. Sürükleyerek çıkardılar. Necmi ile Habil'i gördüm yatıyorlardı. Bir arkadaş ters istikamete gitmiş ve oradan sağ kurtuldu. Üç arkadaşımızı kaybettik o çatışmada.
-Hem gerilla hem de kadın olmak nasıl bir şey? Kadın olmanın getirdiği zorluklar oluyor muydu?
-Kadın gerillalanın diğer erkek gerillalardan farkı yok. Gerilla gerilladır. Ama kadınlar fizyolojik açıdan bazı dezavantajları taşıyorlar. Bu dezavantajlar bazen avantaja da dönüşebiliyordu. Kadınların daha fazla duygusal olduklarına inanıyorum ben. Çevreden zaman zaman tepkiler alıyorduk. Kadının ne işi var, diyorlardı. Ben kendimi aştığımı düşünüyorum. Başka kadın arkadaşlar da vardı. Gerilla, fizik olarak güçlülüğü, dinamizmi gerektiren bir yaşam tarzını zorunlu kılıyor. Gerilla olmak çok zor. Ama o koşullara da uyum sağlıyor, yaşayabiliyorsun. Hiç bir şey fark etmiyor. Biz dürüsttük. Onurumuz bizim için çok önemliydi. Herşey o kadar doğaldı ki orada. Herşeyin en güzelini yaşıyorsun.
İBRAHİM ULUTAŞ. 1959 Malatya doğumlu. Malatya Devrimci Yol Davası'ndan yargılandı. Sekiz sene cezaevinde kaldı. Halen İstanbul'da yaşıyor.
-Bu görüşmeyi, Devrimci Yol çevrelerinin de içinde bulunduğu parti tartışmasını izlemek üzere Ankara'ya geldiğin için yapabiliyoruz. Konuya da buradan girelim istiyorum. Nereden nereye? Bu soru ister istemez ortaya çıkıyor. Bir gerillaydın, bugün ise parti tartışmasına katılacaksın.
-Parti toplantısına katılmam biraz rastlantı oldu. Türkiye öyle bir noktaya geldi ki, partiye karşıyım diyen insanlar dahi, böyle bir oluşumun direkt karşısında olamazlar. Bundan sonra partinin kurulmaması bir eksiklik olacak. Bu sürecin yaşanması gerekiyor. Ancak, partiyi toplumsal muhalefeti örgütleyecek tek araç olarak görürsek, başarı şansı olmaz. Ama ilkesel olarak böyle bir partiye karşı değilim. Kurulmaması büyük sıkıntılara neden olur. Kitleselleşmeyi sağlayabilir, demokratikleşmeyi getirebilir. Toplumsal muhalefetin tüm ihtiyaçlarını orada aramak yanlıştır yanlızca.
-Latin Amerika'daki gerilla hareketlerinde de bu tür gelişmeler yaşanıyor.
-Benzetme biraz uygun düşmüyor. Yıllardan beri savaşan gerilla hareketlerinde bir tıkanıklığın olduğu ortada. Bu tıkanıklığın aşılmasının bir yolu olarak kitlesel, legal bir parti düşünülüyor sanıyorum. Ama ülkemizde mücadeleyi öyle üst boyutlara sıçratmış, denge bir güç olmuş bir hareket olmadığı için, toplum karşısında bir ağırlığımız yok. Bizimkisi daha çok, barınmaya, alanları genişletmeye ve propagandaya yönelik bir şeydi.
-Sizinkini biraz daha açar mısın?
-Bizimki daha çok, yerel birimlerin inisiyatiflerinden, yerel önderlerin yeteneklerinden kaynaklandı. Merkezi bir kararla ülke çapında bir direniş hattı oluşturulmadığı için, direniş hattı ancak yerel düzeyde kaldı. Yeri gelmişken, o çalışmaların daha önce başlaması gerektiğini düşündüğümü söylüyorum. Yani, 12 Eylül'den bir, birbuçuk sene önce başlamış olsaydı çalışmalar hareketin gelişimi daha farklı olurdu. Daha açık söyleyeyim; o dönemdeki gerilla mücadelesi hareketin önderliğini aşmıştı. Hareketin öncülerinin kapasitesi, o mücadeleyi yönlendirebilecek durumda değildi. Çünkü, kafaları net değildi. Her birim bir şeyler oluşturuyor ama, bizlere perspektif sunan, açılımın nasıl olacağını, ne tür organizyonlara gidileceğini belirten bir perspektif sunamadı önderlik.
-Malatya bölgesinde, 12 Eylül'den beş ya da altı ay önce başlayan kıra dönük faaliyet, tamamen merkezin bilgisi dışında mı gelişti yani?
-Kıra çıkın önerisi geldi yalnızca. Oradaki insanların yeteneği, o işi özümseyişi olmasaydı, daha doğrusu bir kaç arkadaş olmasaydı, belki de daha erken imha edilirdi insanlar. Bu durum hareketin bu konuda ne kadar geri olduğunu gösteriyor. Halk savaşından söz etsek bile, teorik olarak insanların kafasının içi açık değildi.
İlk çıkışımız itibariyle, kırsal alanda gezerken, devletin beş-altı ay bizzat 10-15 kişiye yönelik operasyonundan sonuç alamaması bana şunu gösterdi. Devlet bu kadar önem verdiğine göre, orada bir değer yaratılıyor. O kadar zor ve olumsuz şartlara rağmen; (yani, ilişkiler kopmuş, bağlar yok, yaşamsal hiç bir sorunumuzu çözemiyoruz. Beslenme, barınma gibi yağmurdan korunmak için 5-10 metrelik naylonu bile zorlanarak bulabiliyorduk) yaratılıyor bu değer.
Hareketin içinde demokratik işleyişi sağlayacak bir organ yoktu. Kim kime karşı, neye göre değişim sağlayacak? Tepeden yenen darbeler sonrasında insanlar inisiyatif koymaya çalışıyorlar ki, insanların konumunu ne belirleyecek? Programın yok, tüzüğün yok. Yalnızca bir direnme kararı var. Ortada biraz da arkadaşlığa dayanan bir ilişki var.
Belki ilk hareketliliği yaratan insanların bir yetmezliği olabilir bu durum. 12 Eylül'den sonra yaratılacak yeni bir dalgayı götürebilicek bir ruh hali yoktu. Gelişmeler merkezi aşmıştı. Eğer mevcut ruh hali merkezi aşmışsa; hareketi kendi ruh haline uygun bir duruma getirmeye çalışırsın!
-Demokratik işleyişten söz ettin. İç ilişkilerinizi bilemiyorum ama, 12 Eylül sonrası gelişmeleri nasıl yorumlamak gerekiyor. Yani, insanların inisiyatif kullanması demokrasinin bir sonucu mu yoksa denetimsizliğin bir ifadesi mi? Devrimci Yol'un merkezi, Malatya ve civarında neler olup bittiğinden habersiz miydi?
-12 Eylül öncesi Malatya'da yaşanan gelişmeler yalnızca Malatya'ya özel değil. O çalışmaların içinde dışarıdan pek çok arkadaş vardı.
şimdi, yaşamla ölüm arasındaki mücadelede yılgınlık da, fedakarlık da üst boyutta yaşanır. şimdi gidin o alanlara, yaşlısı genci, o dönemdeki insanları isimleriyle, güzellikleriyle bir bir sayarlar. Elbette bu, Devrimci Yol'un kültüründe yatmaktadır. İnsanlar bu kültürü harektin genelinden almıştır. Bunu da inkar etmemek gerekir.
-Sizin dolaştığınız alanlarda şu an başkaları da dolaşıyor. PKK'dan söz ediyorum. PKK eylemleri tepki topluyor. Aranızdaki fark nereden kaynaklanıyor?
-Aramızda bir fark var tabii. Köylülere yaklaşım, insan ilişkileri, köylülerin sorunlarına yaklaşım, fark var tabii. Biz, bizi ihbar edecek insana dahi sevgiyle yaklaşırdık. Bizim yarattığımız sevgi temelindeki ilişkilerin sonucunda, o insan kendisini frenlerdi. İhbarcı cezalandırma yoluna gidilmedi. Köylülerin sorunlarıyla ilgilenirdik. Bir yayla davası olur, barıştırmaya çalışırdık. Ama şunu da söylerdik, «biriniz zora başvurursanız, karşınızda bizi bulursunuz.» o alanlarda hırsızlık, soygun olmazdı. İnsanlar çocuklarını rahatlıkla hayvana gönderiyorlardı. Böylesi bir güven oluşmuştu.
-PKK'nın yanlışı nereden geliyor sence? Yukarda sorduğum soruyu tekrarlıyorum; Fark ne?
-Bulunduğumuz yerden PKK'yı değerlendirmek doğru olmaz. Belki yüzyüze gelinse, söyleyebilirim. Ben yıllarca cezaevinde pek çok PKK'lıyla aynı koğuşta kaldım. Yanyana daha sert eleştirilerde bulunuyorduk. Devletin topyekün saldırısı yaşanırken, buradan kalkıp eleştirmek doğru olmaz.
Elbette, PKK feodal anlayışın hakim olduğu bir yapı. İntikamcı bir anlayış var. Kan davası ile büyümüş çoğu. Her olayın çözümünü şiddette görüyorlar. Kendi içlerindeki sorunlarda bile. Onları değiştirmek, eğitmek yerine zora dayanan bir yöntem uyguluyorlar. Bunlar onların bir gerçekliği. Biz buradan ne söylesek, sonucu değiştiremeyiz.
-Devrimci Yol'a gelmek istiyorum. Önderlik zaafiyetinden falan söz ettin de, ama bir bakıyorsun aynı gün binlerce Devrimci Yolcu silahını alıp dağa çıkıyor. Nasıl bir kültür bu?
-Yanlışlık orada zaten. İnsanlar öyle bir psikolojiye girmiş ki, her an devrim olacak beklentisi var. Bir ilçeden 500 kişi dağa çıkar mı? Düzenli ordu aşamasında bile bu kadar insan istihdam edilemez.
-O 500 kişinin havasını öğrenmek istiyorum ben..
-Dağa çıktığımızda, her ağacın çevresinde 30-40 kişi görüyorduk. Şöyle bir ruh hali var. Anti faşist mücadelede Devrimci Yol bir halka yakalamıştı. O noktada görevlerini yerine getirmiştir. Sivil faşistlere karşı örgütlenmesi bunu aşabilecek durumdaydı. Ama organizasyon devletle yüzyüze geldiği noktada yetersiz kaldı. Bunu bir ildeki bir kadronun görmesi zordur. Ama hareketin tümünü bilen bir insan, hangi noktada bir tıkanıklık var, bunu bilebilir. Önderliğin farkı budur. Eğer bunu görememişse önder değildir. Doğallık içinde herkes mücadele ediyor zaten.
Şu ruh hali de vardı. Birbirlerine sahiplenme duygusu. Bence güzel bir duygu. İnsanları mücadeleye çeken, insanları dinamik tutan. Bu hala sorulur bizlere. Bu bir olumluluktur. Ben ne kadar eleştiri yapsam da, bu ülkede üzerine düşen pek çok görevi yapmıştır Devrimci Yol.
Gerilla savaşı, vazifeli gibi, hadi başlayalım deyip başlanacak bir olay değil. Eğer onun ruh hali yoksa, başarılı olamazsın. O dönemde, o zor şartlara rağmen, beraber gelelim diyen yüzlerce insan vardı. Ama kabul edilmedi. Çünkü, sen var olan kadrolarının istihdamını yeterince sağlayamamışsın. O yükü omuzunda hiç taşıyamazsın.
Bu hareketin hemen hemen her köyde, her ilçede, her yerde insanı vardı. O anlamda organizasyon sağlansaydı, işimiz kolay olurdu. İlişkisiz gidince sıkıntı oluyor. Bir köyle diyalog kurmak için bile bir ay beklediğin oluyordu.
Ama şöyle bir mutluluk da yaşanıyor. Her şeyi kendin belirliyorsun. Hareket alanını kendin çiziyorsun. Zemin kendinde, özgürsün. İnsanlar şapkalarına yıldızlı yumruğu işleyip geziyorsa, hiç bir şey demesen de, seni gören insanlar için pek çok şey anlatıyorsun.
-Peki, bu söylediklerinden sonra, 82 politik hattı devamında bu ruh hali neden yaratılamadı? Her şey iradi gelişti oysa...
-Tabii, şimdi şöyle; sen yalnızca kırsal alanda faaliyet yürütmeyi düşünmüyorsun. Bana var desinler, oradalar desinlerle yetinmiyorsun. Ülkenin değişik alanlarında çok farklı olaylar yaşanıyor. Gündem dışısın. Bir anlamda kendini bir alana hapsetmiş durumdasın. O alanda kısırlık başlıyor. şehirlerle ilişkin yok. Bu gerilla yozlaşmasını başlatıyor. Gerilla belli noktalara geldiği zaman, insanlar sormaya başlar, «bundan sonrası ne olacak» diye. Bu doğaldır. Ama metropollerde süren bir mücadele olsa, sen dağda ona denk düşen işler yapsan her şey farklı olur. Bir çeşit kır hapsi gibi bir şeydi bizimkisi. Zaman uzadıkça yılgınlık başlıyor. Ve çıkış noktası aranıyor. Bütün bunlara rağmen devam edilseydi. 86'lar gibi yeniden başlayan öğrenci hareketiyle bağlar kurulsaydı, ne olurdu bilemiyorum. Tabii bunları 10 sene sonra söylüyoruz. Varsayım üzerine konuşuyoruz.
-O zaman 1982'deki çıkış bir zorlama mıydı?
-Zorlama değil de, biraz üste çıkış çabası vardı. Alternatifin yok ki. Olsa, değerlendirirsin.
-Gerilla olmak nasıl bir şey?
-Kendine göre bir yaşam biçimi var. Herşeyiyle sırtında yaşıyorsun yaşamı. 10 saat yürürsün, oturup bir çay içelim dersin, operasyon başlar, bir beş saat daha yürürsün. Kırsal alanda uzun süre kalanlar için bunlar fazla önem arz etmiyor. Alan dar olduğu için, besin sıkıntısı çekiliyor. İnsanlar yoksul. Onların da verebilecek fazlaca bir şeyleri yok. Halkta hala devam eden bir güven var sana karşı. Kimi zaman acıma duygusuyla hareket ediyor halk. Zor durumda kalmışlar, bir parça ekmek verelim, diye düşünüyorlar. Ama bakıyorlar ki, yalnızca ekmek verme ilişkisi değil bu. İlişki daha boyutlandırılıyor. Bir de, kitaplarda yazıldığı gibi olmuyor hiç bir şey. Mao'nun Askeri Yazıları'nı okumuştum ben. Ama bunun hiç bir faydasını görmedim.
Şu da yaşandı. Senin dışında bir şeyler tartışılıyor. şehirlerde, başka yerlerde. Bütün toplum susmuş. Yoğun işkence ve tutuklama var. Ama sen orada bir alan yaratmaya çalışıyorsun. Toplum bilmiyor. Senin arkadaşların bilmiyor. Bir devlet bir de sen biliyorsun. Devletle senin aranda bir kovalamaca başlamış gidiyor.
O olumsuz şartlara rağmen değiştirme çabası var. Nasıl yaşanılır? Nasıl bağ kurulur? Devlet, 10 kişilik bir grup için altı ay operasyon düzenleyebiliyor. Onun önemini daha iyi biliyor.
-12 Eylül geldiğinde ne yapıyordun, neredeydin?
-Ben şehirdeydim. Kırda da, şehirde de insanlar vardı. Sabah kalktığımızda, sokaklarda insanların olmadığını gördük. Ve o gün, sokağa çıkma yasağı devam ederken, 10 kişi dışarı çıkıp, yürüyerek kentten uzaklaştık. O grup görülmüş olsa, o iş başlamadan biterdi.
-Malatya kırsalına çıkan 10 kişi miydi yalnızca?
-O gün için öyle. Daha önce çıkanlar vardı. Zaten o daha önceki çıkışın faydalarını gördük biz.
-Kaç kişilik bir grup vardı Malatya ve civarında?
-Önce 10 kişilik bir gruptuk. Bunlar ilçelere dağıtıldı. Oradan Sivas ağı oluşturalım denildi. Üç kişi Sivas tarafına geçti. Orada, gezenlerin olduğu öğrenildi. Kim bu gezenler? Bir bakıyorsun, bir 15 kişiyle daha karşılaşıyorsun. Aynı ilçenin sınırlarında, aynı hareketin iki ayrı grubu var ama birbirlerinden haberleri yok. Rastlantı sonucu karşılaşıyorsun. Bir köylünün «onlar da sizden» demesiyle bir araya geliyorsun. Sivaslı bir grupla karşılaşmamız böyle oldu. Onların şartları daha zordu. 10 gün sığınaktan çıkmamışlardı. Ve o karşılaşma şimdi sözcüklerle anlatılamayacak oranda duygusaldı. Bir de beni derinden etkileyen iki arkadaşımızın kayboluşu oldu. İzlerini bulamadık. Ailesi, biz, aramadığımız yer kalmadı. Kaçakçılar tarafından öldürülmüş olabileceklerini düşünüyoruz. Adıyaman civarından Suriye hattı kurulacaktı. Aileleri hala yaşadıklarını sanıyor ama Avrupa'yı bile araştırdık, yoklar.
-Bilinmezlik ve kaostan oluşan günler geçirmişsiniz anlaşılan.
-Tam öyle değil. Oradan başlatılacak bir mücadelenin kıvılcımı olabilirdik, böyle düşünüyorduk. Kendi grubumuzun sayısı az da olsa, başka grupların varlığını biliyorduk. Orası mücadelenin odağı olabilirdi. Sırf rastgele, hadi çıkalım, deyip çıkmadık dağa. Üç ay, dört ay sonrasının bile planlarını yapabiliyorduk. Köylerde toplantılar yapıyorduk. Onlara dönemi, darbeyi anlatıyorduk. Sabahları erken kalkıyorduk. Evlerde kalınmaz tabii. Bize en uygun olabilecek bölgeye çekiliyorduk. Sabahları başka bir şey olmadığı için ada çayı içiyorduk. Bir ağacın gölgesinde, bir dağın kuytuluğunda.
-Ada çayı şimdi moda oldu.
-O zaman bir zorunluluktu. şimdi moda oldu. İki kişi çayı demlerken, başka iki kişi 1 km'lik alanı kontrol ederdi. En az 5 km'lik alandan bize yaklaşabilecek tehlikeyi görürdük.
-Korkuyor muydunuz?
-İnsanlarda bir korku sınırı var. O sınırı geçince, artık hiç bir şeyden korkmuyorsunuz. İnsan bilmediği şeyden korkar. Gücünü bilirsin. Karşındakinin kaç kişiyle gelebileceğini bilirsin. Bir bakarsın helikopterler geçer üzerinden. Bellidir, seni bulunduğun yerden çıkarmaya çalışır. Sen yerinden çıkmazsın. Askeri timler geçer yanından. Görürsün, kimi türkü söyler, kimi öylece bakar sağına soluna...
-Çatışmaya girme niyetiniz niye olmadı?
-Savaşı başlatma gibi bir düşüncemiz olmadı. Öyle bir çatışmaya girsen, sonuçlarını göğüsleyemezsin. şu kararımız vardı; zorunlu durumlarda çatışılacaktı.
-Oldu mu böyle bir zorunluluk?
-Zorunluluk oldu tabii.
-Senin konumun neydi?
-Ben askeri birlikteydim. Biz beş kişiydik. Bu beş kişiden üçü öldü. Arkadaşlığımız, ilişkilerimiz çok güçlüydü.
-Nasıl yakalandın?
-Ben aslında iki kere yakalandım. İlk yakalanışımda konumumu anlamadılar. Ben dar bir örgütlenme içinde olduğum için, karşıma getirdikleri insanlar beni tanımadı. Ve bir şey çıkaramayınca serbest bıraktılar. Asıl yakalanmam, itirafçı İsmail Ayar'ın kaldığım evi göstermesiyle oldu. Polisler ilk yakalanmamı hatırlayıp, «iyi rol kestin» dediler. İsmail Ayar Malatya'da 300 insan yakalattı. Olumsuzluk yaratan bir o oldu. Başka kimse kırsal alanda evleri vermedi.
Yaşathak Aslan. 1955 doğumlu. Halen İstanbul'da tutuklu. Yaşathak Aslan'la cezaevinde olması nedeniyle mektuplaşmak zorunda kaldık. Aslan, 1980-85 sürecini genel olarak yurtdışında geçirmiş, zaman zaman Türkiye'ye girip çıkmış. Karşılıklı konuşmak fırsatı bulsaydık, yazısında geçen kimi noktaları tartışma olanağı bulabilirdik. Aslan yazısını ülke dışında yaşanan tartışmalara, iç polemiklere ayırmış. Çalışmanın bir eksikliğini giderebileceğini düşünüyorum.
-Devrimci Yol içerisinde dağ olayı olarak bilinen çalışma nasıl başladı? Nasıl sona erdi? Dağa neden çıktık? Süreç nasıl gelişti? Dağdan neden indik? Olayın kendisi neydi?
Aradan 10-15 yıl geçmiş. «Hafızayı beşer nisyan ile mümkündür, ama arşiv asla unutulmaz» durumda da değiliz. Belgelere de (mahkeme dosyalarını geçersek) fazlasıyla sahip değiliz. Ama bu olayı başından sonuna yaşayan arkadaşlar var. Bu arkadaşlar henüz konuşmadılar.
İşin diğer bir boyutu da, geçmişin sistemli bir şekilde unutturulma çabası. Bunu egemen sınıflar ve onların devleti bilerek yapıyor. Bir kısım solda ise bilinçsizce geçmişten kaçış çabası var. Geçmişi, yaşanılanları anlamak, geçmiş, gelecek bağlantısı kurmak yerine, sonunda kimliksizliğe varan, bugünün tüm suçunu geçmişe yıkan anlayışlar gelişiyor. Halbuki bugünü aşmada, devrimci bir dalganın yeniden yaratılmasında tarihsel birikimin, deney ve derslerin tayin edici önemi var. Eğer, devrimci direniş hattı yeniden oluşturulacaksa, devrim ve sosyalizm idealleri için kavga yükseltilecekse ilişki kuracağımız ilk deney ve birikim 1980-85 arasında yaşanan «bu dağ olayı»dır.
Biz, 1970'lerin başlarında mücadeleye atılan Dev-Genç'lilerin, Mao'nun Askeri Yazıları, Giap'ın Halk Savaşının Askeri Sanatı, CHE'nin savaş anıları ve Bolivya Günlüğü gibi kitaplar başucu kitapları arasındaydı. Kendimizi bu coğrafyanın CHE'si olarak görüyorduk. Her dağ, orman, kaya, akarsu kır gerillasının olanaklarıydı bizim için. 12 Mart yenilgisinin önemli bir nedeni de kır gerillasına hazırlığın yeteri derecede olmaması, uzun vadeli direniş olanaklarının yaratılmamasıydı. Devrimci romantizme her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulan bugün, geçmişle doğru bir ilişkinin kurulması çok çok önemli değil mi?
Devrimciler çoğunlukla nereden, ne zaman, nasıl başlayacaklarını belirleme şansına sahip değillerdir. Kavga bir biçimde başlar. Devrimciler idealleri, anlayışları doğrultusunda bu kavgaya yön vermeye çalışırlar. Bu 1970'lerde de böyle olmuştur. Bizler herhangi bir yerde yetiştirilmiş ve bu topraklara salınmış devrimciler değildik. Biz bu toprakların devrimcileriydik. Bilince bile el yordamıyla ulaşmaya çalışıyorduk. İdeallerimiz vardı. Tam bağımsız, özgür, demokratik Türkiye istiyorduk. Önderlerimiz devrimci bir çizgi bırakmışlardı bize. Bu çizgide, yolda devam etmek istiyorduk. Herşey aşama aşama gelişecekti. Ki kendimizi yoğun anti faşist mücadelenin ortasında bulduk. Kimileri Mahir'i, THKP-C'yi savunma adına anti faşist mücadelenin gereklerini yerine getirmekten kaçındılar. Marjinalleştiler. Mücadeleye yabancılaştılar.
Bizlerse, anlayışımızı bu mücadele içinde hayata geçirmeye, zenginleştirip geliştirmeye çalıştık. Bu yüzden ilk kazanan biz, Devrimci Yolculardık. 1970'li yılların sonlarında çatışmalar hızlanıyor.Ülke hızla iç savaşa doğru sürükleniyordu. Başlangıçta egemenlerin saldırı ve vurucu gücü olarak piyasaya sürülen "sivil" faşist hareket MHP ülkeyi işgale girişmişti. Çatışmanın merkezi şehirlerdi. Üniversiteler, mahalleler, fabrikalar savaş alanına dönüşüyordu. Biz Dev-Genç'liler, Devrimci Yolcular her yerdeydik. Tüm coğrafyada, anti faşist, devrimci bir direniş hattı oluşturma çabası içindeydik. Bu çatışma, çaba içinde örgütlenecek, çizgimizi özgün koşullara göre geliştirip hayata geçirecektik. Mücadele zaten giderek "askerileşmek" zorundaydı.
Kırsal alanda ilk çalışmalarımız içinde, «askeri» amacın gizli olduğu! ekonomik ve siyasal çalışmalardı. Düzene karşı üreticilerin, yoksul köylülerin mücadelesini örgütlerken kendimizi de örgütlemeye çalışıyorduk. Henüz bu coğrafyaya uygun bir savaş stratejisi oluşturmuş değildik. Okuduklarımızın ışığında yaşadıklarımızdan öğreniyorduk. Örgütlenme konusunda, nasıl örgütlenilmesinden çok nasıl örgütlenilmemesi gerekliliğine yanıt verebiliyorduk. İlk ulaştığımız sonuç, zaman zaman önem sıralaması değişecek bir kır ve şehirde gerilla savaşının birlikte verilmesi, yeni birleşik devrimci savaştı. Ekonomik yapısı, yoğun yerleşim alanı olması Kürt, Türk, alevi, sunni halkın birlikte yaşaması, çelişkilerin keskinliği ve siyasal-sosyal nedenlerden dolayı Samsun, Giresun- Antep, Mersin dörtgeni kırsal alandaki gerilla mücadelesi için ana bölgeydi. Bu bölgede sistemli bir çaba gerekiyordu. Ama şehirlerdeki çatışmanın yoğunluğu kıra olanak ayırmamızı, uzun vadeli bir çalışma sürdürmemizi, alt yapı ve lojistik hazırlıkları engelliyordu. Kırda ilk gerilla örgütlenme ve mücadelesi, kırdaki çatışmanın keskinleşmesi üzerine değil, şehirlerdeki mücadelenin uzantısı olarak gündeme geldi. Kırdaki mücadeleye katılan arkadaşlarımızın çoğunluğunun şehir kökenli olması tesadüfi değil. Bu gelişme gerillaya çok daha yalın bir hüviyet kazandırıyordu ama sosyal ve arazi uyumu açısından sorunlar da yaratıyordu.
Bizi karakterize eden; aşırı bağımsız ve bağımsızlıkçı özelliğimizdi. Dış yardımları küçümsediğimiz gibi, elimizi verip kolumuzu kurtaramayacağımız ilişkilerden ısrarla kaçınıyorduk. Doğrudan ve dolaylı gelecek yardımlara kapalıydık. Yalnızca, kendimizle eşit gördüğümüz, hiç bir fayda beklemeden yardım yapacak tarafların yardımına açıktık. Böyle taraflarda bu bölgede fazlasıyla yoktu. En sıkışık olduğumuz dönemlerde bile gelen dış yardımları reddettik. Bu yüzden teknik araç-gereç vs. kendi olanaklarımızla sınırlıydı.
Kırdaki gelişigüzel, yarı askeri silahlı çalışmaların ötesinde ilk kır gerilla çalışması denemelerimiz Ordu, Dersim, Toroslar Malatya ve Sivas dolaylarında oldu. Bu alanlarda toplanan arkadaşlarımız da çoğunlukla şehirlerle ilişkiyi kesemiyor, şehirlere göre konumlanıyor, şehirlerdeki çatışmanın ihtiyaçları yüzünden sık sık şehire gelmek, şehirde çalışmak zorunda kalıyorlardı.
1980 12 Eylül faşist darbesi olduğunda tüm alanlarda olduğu gibi kırsal alanlarda da örgütlenme sorunları, gerillayı oluşturma sorunlarıyla karşı karşıyaydık. Darbeye tepki olarak çoğu yerde küçük şehirlerdeki barınmanın zorluğu yüzünden yoğun bir kıra çıkış yaşandı. Binlerce insan kendiliğinden, evindeki derme çatma silahıyla dağa çıktı. Altyapı yoktu. Eğitim sıfırdı. İlk gerilla çekirdekleri bu yönelişi kucaklayabilecek yetenekte değildi. Kıra çıkanlar var olanı güçlendirmek yerine ilk çekirdeklerde nitelik düşüklüğüne yol açtılar. Tam bir kaos yaşandı. Bu gelişigüzel yöneliş çok sayıda arkadaşımızın ölmesine, yaralanmasına, yakalanmasına yol açtı. Faşizme karşı direnişte, orta yerde yalnızca Devrimci Yolcular kalmıştı. Onlar da hazırlıksızdı.
Kıra yöneliş bir çok yerde yaşandı. Ama en ağırlıklı yöreler Artvin, Ordu, Amasya, Sivas, Malatya, Dersim, Adana, Hatay ve Uşak illerinde oldu. Başarılı baskın ve çatışmalar, onurlu direnişler yaşandı ama ilk adım başarısız olmuştu. Devrimci Yol'un son merkezi açıklamasında da olduğu gibi, kırsal alanda direniş hattı oluşturmanın, gerilla mücadelesinin önemi tartışmasızdı. Herşeye rağmen kırsal alanda umutlar çok daha diriydi. Kırda yaşanan kaos şehirlerdeki bozgunla kıyaslanamazdı. Kır kısa sürede umut ve çekim merkezi haline geldi. Geleceğe yönelik projeler, görüşmeler, çalışmalar ilk kez kırda yapılmaya başlandı. Tutsak şehirlerle kıyaslandığında, kır çok daha özgürdü. Ama kırın da kendi arasında bir koodinasyonu yoktu.
Kır merkezli çalışmalar, toparlanma çalışmaları yerini, 1982'den sonra yurt dışında biraraya gelinerek yürütülen daha kapsamlı, bütünlüklü bir çalışmaya bıraktı. 1980 sonlarından sonra ardarda alınan darbeler sonucu Ankara, İstanbul başta olmak üzere bir çok ilde örgütsel ilişkiler dağıldı. Bunun sonucu kıra olduğu kadar yurtdışına da göç başladı. 1981 ortalarında bir kısım arkadaş Suriye ve Lübnan'da bir araya geldi. 1982 ilkbaharı ve yazında bu sürece kırdaki arkadaşlar da dahil oldu.
Dışarıda tam bir moral bozukluğu, hayal kırıklığı söz konusuydu. Fiziksel yenilgi pek çok arkadaşta beyinsel yenilgiye dönüşmüştü. Umutsuzluk söz konusuydu. Herşeye rağmen kırdan gelen arkadaşlar daha diri ve umutluydu. Doğal olarak da toparlanma sürecinin sürükleyicileri ağırlıkla onlar oldular.
Arka arkaya yapılan toplantılar sonucu yeni yönelim ortaya kondu. Devrimci hareketin son merkezi açıklaması anlamlıydı. Umut kırdan yükselecek direnişte, gerilla savaşındaydı. Faşist cuntaya karşı devrimci demokratik hareketin direnişi örgütlenecekti. Açık faşist diktatörlüğe karşı yapılması gereken tek şey direniş savaşını örgütlemekti. Toplum suskundu. Ülke teslim alınmıştı. Ağırlıkla Devrimci Yolcuların Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC)'nin adımları atıldı.
Devrimci hareket yeniden bütünlüklü bir hale getirilecekti. Yurtdışı, daha bilinçli şekilde dayanışma, destek, lojistik ve eğitim üssü haline getirilecekti. İlişkiler kısa süre yurtdışından koordine edilecek, koordinasyon sonra yurtiçine taşınacaktı. Herşeye rağmen, Devrimci Yol var olan grup ve çevrelerin içinde daha diri, direniş hattının oluşturulması için de en fazla olanağa sahip çevreydi. Avrupa örgütlülüğümüz ayaktaydı. Farklı kültürler, farklı kaygılar giderek bizleri uzaklaştırıyor gibi gözükse de henüz işin başındaydık ve birdik.
Müdahale bütünlüklüydü. Tüm ülkede, iletişimdeki teknik gelişmeler de değerlendirilerek propaganda ve ajitasyon ağı oluşturulacaktı. Bu konuda 1987'de Hamburg'ta öldürülen arkadaşımız Aydın Erol'un çabalarını anmadan geçemeyeceğim. Özgürlüğün Sesi Radyosu'nun kurucusu odur.
Şehirlerde işçi ve emekçi kesime, gençliğe, mahallelere yönelik çalışma birimleri yeniden oluşturuluyordu. Bunun için öncelikli şehirler tespit edildi. Ayrıca, şehir gerillası faaliyeti dağılan DSB'ler yeniden oluşturuluyor, bunun için dışarıda şehir gerillası eğitimi düzenleniyordu. Ama kır daha öncelikliydi. Kırdaki ilişkilerimiz bazı yörelerde ayaktaydı. O ilişkiler bozulmadan arkadaşlar «aşağıya» gelerek tartışmalar düzenledi. Askeri eğitim ve teknik malzeme olanakları değerlendirilmeye çalışıldı. Kıra gönüllülük temelinde yeni arkadaşlar da gidecekti. Ana bölge, Ordu'dan başlayan Adıyaman'a uzanan geçiş bölgesiydi. Bu bölgeye verilen stratejik önem, önceki tespitlerimizle de uyumluydu. Ana bölgede, Ana Gerilla Birliği oluşturulacak, Artvin, Uşak, Hatay gibi alanlardan gelen arkadaşlar da bu bölgeye gönderilecek, Ana Gerilla Birliği tümüyle hareketli olacak, Ana Gerilla Birliği'ni besleyecek, onun kolu olacak, yerel fonksiyonlarını yerine getirecek Yerel Gerilla Birlikleri oluşturulacaktı. Tüm bu süreçten Kır Konseyi sorumlu olacak, yürütme işlevi görecekti.
Filistin'de alınan eğitimin, kısmi teknik yenilenmenin sonraları büyük yararları görüldü. Yine de biz, «aşağı»daki teknik ve eğitim olanaklarını PKK'lılar gibi değerlendirmedik. Ayrıca, 82 yazındaki İsrail-Filistin savaş sürecinin olumsuz etkileri oldu. Filistinlilerin yenilgisi bir taraftan olanakları sınırlarken, diğer taraftan moral bozukluğuna yol açtı.
1982 sonları ve 1983 başlarında hızla adımlar atıldı. Başlangıçta destek dışarıdan olacak, ama uzun vadede kırın geri bölgeleri, asıl destek üsleri, ülkede oluşturulacaktı. şehirlerdeki örgütlülüğümüz kıra destek işlevini görecekti. Diğer cephe güçleriyle kırsal alanda koodinasyon oluşturulacak, zamanla birlikte cephe açmanın, koşulları zorlanacaktı.
Genel bir görev dağılımı yapıldı. İlk adımı kıra yönelik çalışmayı yürüten arkadaşlar attılar. Gruplar kırsal alana dönmeye başladı. Ana Gerilla Birliği'nin çekirdeği oluşturuldu. şapkalarındaki yumruklu yıldızlarıyla gerillaların dağlarda dolaşmaya başladığı umutla ve gururla yayılmaya başlamıştı bile.
1982'de ilk tartışmalar başladığında, azınlıkta kalsa da, sonuç olarak beklemeyi öneren, merkezi-örgütsel siyasal çalışmanın oluşturulmasına şimdilik karşı duran arkadaşlar da vardı. Şehirlere yönelik çalışmalara başlamak, ülkeye batıdan giriş yapmak için bir kısım arkadaş Almanya'ya, Fransa'ya geçti. şehirlere yönelik adım atılmasında zorluklar çekiliyordu. Ülkede yeni yakalanmalar oluyordu. Yeni kayıpları biraz da duygusal nedenlerle göze alamayan bir kısım arkadaş «atılan adımlardan geri adım atmayalım ama birşeyler de yapmayalım» anlamına gelecek düşünceleri savunmaya başladı. Halbuki müdahale bütünlüklüydü. Gerilla büyür ya da küçülür ama yerinde sayamazdı. Hiç istenmeyen şekilde tartışmalar Almanya'da yeniden başladı. Şehirlerden son çıkan ve yurtdışından bazı arkadaşların toparlanmaya itirazları vardı.
Ayrıca, sosyalizmi yeniden uğrunda savaşılır hale getirmek amacıyla, dünyada esmeye başlayan sağ rüzgarlara karşı direnmek için, ideolojik-politik olarak yenilenme için Devrimci Yol içinde süren tartışmalar, sosyalizm ve demokrasi kavramlarının öne çıktığı tartışmalar hareket içinde yeni saflaşmalara yol açtı. Bugün herkesin rahatlıkla kullandığı kavramları o zamanlar kullanmak ve tartışmak cesaret istiyordu. Olayın en güzel tarafı da sosyalizm ve demokrasi tartışmalarına en yatkın arkadaşlar ya kırdan gelen ya da kıra gidecek arkadaşlardı. Yeni bir rüzgar esiyordu. Özgürlük ve demokrasi için savaşıyorsan özgürlük ve demokrasiyi önce sen içselleştireceksin. Bu kavramları içine sindirecek, ilk önce sen özgürlükçü ve demokrat olacaksın. Demokrasiye en çok ihtiyacı olanlar, demokrasiye en fazla layık olanlar savaşanlardır! Sosyalizm ve demokrasi tartışmalarında üretebildiklerimiz, yeni açılım ve tanımlamalar bile gerillaları, gerilla adaylarını coşturuyordu. Yeni değerler yaratmaya çalışıyorduk.
Yurtdışındaki tartışmalar şehirlere müdahaleyi geciktirdiği gibi «aşağı»daki lojistik destek çalışmalarını da olumsuz etkiledi. Yurtdışından şehirlere dönüş bütünüyle durdu. Aynı dönem PKK ile ilişkiler gerginleşti. PKK'lılar söz verdikleri halde, farklı düşündükleri için kendi arkadaşlarını tutukluyorlar, cezalandırıyorlar, anti demokratik tutum sergiliyorlardı. Uyarılarımız sonucu değiştirmedi. İlişkilerimiz gerginleşti. Sürece bütünlüklü müdahaleyi erken ve yanlış bulan, FKBDC'yi yanlış ve gereksiz bulan arkadaşları PKK'nın tavrı yüreklendirdi.
Kendi içimizde hem birlikte yürümek istiyor hem de birlikte yürüyemiyorduk. Tartışmalar yeniden alevlendi. Fiili olarak ülkeye müdahale durdu. Yurtdışındaki arkadaşlar arasında 82-83'teki müdahaleyi doğru bulan, bütünlüklü çaba devam etmese kırdaki çalışmanın öneminin azalacağını, kır gerillasını güçlendirmenin zor olacağını savunan arkadaşlar azınlığa düştüler. 1983 sonbaharında yapılan toplantılar yıkıcıydı. Mültecilik olgusu da sonuçlarını veriyordu. Yapılan ahlaki olarak da doğru değildi.
Kararlar birlikte verilmiş, adımlar birlikte atılmıştı. Bu atakla yeniden yükselen kırdaki gerilla faaliyeti ilk şehitlerini vermeye başlamıştı. Yurtdışında bulunup da, faaliyetsiz varlığını sürdürmeyi savunanların bir kısmı bile olayı, süreci, zorlukları paylaşmak için kıllarını kıpırdatmadılar. Uzaktan ahkam kesiyorlardı. Bu faaliyet yanlıştır diyenler de çok daha ahlaklı davranmadılar. Gerillaya tüm lojistik, maddi ve insan desteği durdu.
Dışarıda bu tartışmalar sürerken kırdaki arkadaşlarımız gelişmelerden tümüyle habersizdi. Tam bir iletişimsizlik yaşandı. Eşi görülmedik bir sorumsuzluk sergileniyordu. Dağdaki arkadaşlar bütünlüklü merkezi bir çabanın sonucu olarak orada olduklarının bilincindeydi. Eğer böylesi bir merkezi çaba yok olacaksa atılan adımlar anlamsızlaşmaya başlayacak, Devrimci Yol gibi bir harekette kır, tüm bünyenin görevlerini yerine getirmeye müktedir olamayacaktı.
Dışarıdaki gelişmenin duyulması üzerine kırda müthiş bir moral bozukluğu yaşandı. Her arkadaş ihanete uğramış, arkadan hançerlenmiş duygusuna sahipti. Kısaca, başa dönülmüştü. Tek tek bir kaç arkadaşın dışında, bilinenin aksine yurtdışındaki yeni saflaşmaların kırdaki arkadaşlar üzerinde hiç bir etkisi yoktu. Aksine yurtdışındaki tüm insanlara karşı büyük bir tepki vardı. İş başa düşmüştü. şehirlerde kalmış sınırlı sayıdaki arkadaşla biraraya gelinerek herşey yeni baştan kurulacaktı. Yeni baştan da, 1982'de olduğu gibi kurulamazdı. Dışta koşullar değişiyordu. Seçimler yapılıyordu. Siyaset şehirlerde yeniden canlanıyordu. Kır henüz bir ilgi odağı haline gelmediği gibi iç gelişmeler bu süreci, gerilla mücadelesini olumsuz etkiliyordu. Toplum devrimcileri «unutmaya» başlamıştı. Siyasal çatışmanın merkezi kayıyor, burjuva platformlar öne çıkıyordu. Devrimcilerin basiretsizliği yığınlardaki umutsuzlukla birleşmişti. Yenilginin sonuçları daha bir ağırlıkla yaşanıyordu. şimdi ne yapılacaktı?
Kırda 1984 ilkbaharı ve sonbaharında gerillanın ve devrimci mücadelenin geleceği üzerine tartışmalar düzenlendi. Yeni bir merkezi hareket kır merkezli oluşturulabilir miydi? şehirlere kırlardan hangi ölçüde müdahale edilebilirdi? PKK'nın çıkışı ilişkilerimizin bozukluğuna rağmen bize ne tür avantajlar sağlayabilirdi? İç tartışmalar ideolojik-politik nitelikli teorik sorunları daha bir can alıcı hale getiriyordu. Siyasetin ekseni şehirlere kaymıştı. Kırda bile gözler şehirlere çevrilmişti. Gerillanın gücü yeniden ilgi odağı olmaya yeter miydi? İç güven sorunu aşılabilir miydi? Lojistik sorunu nasıl çözülecekti? Girilen bir çatışma bile eldeki mühimatın önemli bir kısmını götürüyor, silahlar bozuluyor, eskiyor, yerine yenileri gelmiyordu. Velhasıl, kafa gövde sakatlanmış, vücudun bir bölümü sağlam kalmıştı. Yeniden toparlanma değil, yeniden var olma sorunuyla karşı karşıyaydık.
Yurtdışındakiler bol bol ahkam kesiyorlardı ama parmaklarını da oynatmıyorlardı. Haklarını yememek gerekir; kafa karıştıran gerçekle alakası olmayan mektupları sağa sola yazarken, bilerek randevu trafiğini karıştırıp, bizlerin ilişkilerini olumsuz etkilerken parmaklarını oynatıyorlardı. Yurt içindekiler, dışarıda tek tek bir kaç arkadaş dışında kimseye güvenmiyordu. Alınacak kararda onlar olumlu ya da olumsuz olarak hiç bir hesapta yoktular. Kırda bu tartışmalar sürerken, yaşama zorlukları giderek artıyordu. Siz umudu, yıldızlı yumruklaştırıp, alnında taşıyan genç gerillaların duygularını yakından yaşamadan tepkileri anlamada zorluk çekebilirsiniz. Ama bu koşullarda doğal olarak, olağan olmaz tepkiler. Yurtdışındakilerin tavrı arkadan hançerlenme olarak algılanıyordu arkadaşlarca. Bir ölçüde de öyleydi. Yaşananların devrimci yoldaşlıkla, arkadaşlıkla bağdaşık hiç bir yanı yoktu. Tüm kararları birlikte alacak, birlikte adım atacak, bir noktadan sonra da «ben yokum» demekle de kalmayacak, başkalarını da senin gibi olmaya ikna etmeye, adımlarına ideolojik-politik bir kılıf bulmaya çalışacaksın. Gerillada müthiş bir moral bozukluğu vardı. Gerillada moral, silahtan da, araziden de önde gelir. Yani gerillanın varlığı için ilk unsur moraldir.
Henüz belirsizlik sürerken, arka arkaya çatışmalar oldu. Bu çatışmalarda altı arkadaşımız daha şehit düştü. Bir kısım arkadaş yakalandı.
Süreci nasıl evriltebilirdik? Yeniden oluşum süreci, kır merkezli yaşanabilir miydi? Kırda ilişkiler, açık gerilla faaliyeti asgariye indirilip, uzun vadeli politikalar nasıl hayata geçirebilirdi?
Yeni kayıplardan çekiyorduk. Başka bir zaman gerillayı bileyecek kayıplar, bu dönemde olumsuz sonuçlar yaratabiliyordu. Arkadaşların ağırlıklı eğilimi, kır sürecini durdurmak, yeni baştan başlamaktı. Sınırlı sayıda arkadaş bu eğilime tepki gösteriyordu.
1984 sonbaharında yaptığımız toplantılarda yeniden oluşum, yapılanma süreci yaşamak gerektiğini karar haline getirdik. Kırda gönüllü kalmak isteyen arkadaşlar kalacaklar, açık gerilla faaliyeti yerine, ilerde yeni bir çıkışın koşullarını yaratmaya, geliştirmeye devam edecekler, isteyen arkadaş yurtdışına çıkacaktı. Yeni sürece katılım tümüyle gönüllü olacak, ideolojik-politik yeniden yapılanılacaktı.
Sonraları bu karar çok tartışıldı. Kimilerince suçlama gerekçesi yapıldı. Karara karşı çıkanlar -ki, karar tümüyle demokratikti, çoğunluğun eğilimiydi- doğru bildikleri şeyi yapmayı akıllarına getirmediler. Mektuplarla, yurtdışında karikatürüze edilmiş örgütler kurmaya, sürecin doğal gelişimini baltalamaya devam ettiler.
Yaşanan ikinci yenilgiydi. Veya 1981'deki çöküntü devam ediyordu. Hiç birşey olmamış gibi davranmak yerine, durumu tartışmak ve ona göre devam etmek gerekiyordu. Sonraları bu sürecin de başarısız oluşu ve şehirlerde çok sayıda arkadaşın yakalanması kararın yanlışlığının kanıtı olamaz. Olsa olsa ikinci yenilginin altından kalkmanın, koşulların, görevlerin zorluğunu anlatır bize. Eğer kırdaki gerilla faaliyetini sürdürebilecek olanaklar yaratabilseydik ve bütünlüğü yakalayabilseydik, çöküntü bu ölçüde etkili olmaz, devrimci hareketin yeniden ayakları üstünde durması daha kolay olurdu. Elbetteki devrimci irade tarihsel kavşaklarda çok çok önemlidir. Ama koşullar, olanaklar, devrimci iradenin ifadesini bulduğu iç yapılanma da o kadar önemlidir.
Sürecin tümü, zengin deneyler sunuyor bize. Yaşananlar, kır gerillası deneyimi bugün yeniden bir devrimci kalkışı zorlaştırmıyor, aksine kolaylaştırıyor. Orada genç insanlar yenildiler ama o karanlık günlerde direnişi, umudu yaşatan olmanın da onurunu çoktan hakettiler. Bizim sürecimiz, PKK'nın gelişme seyrine bakarak da yargılanamaz. Çünkü, herşeyden önce, biz çok farklıyız, bizim gerçeğimiz farklı.
Bugün, tüm dünyada olduğu gibi, bu coğrafyada da devrimci Marksist hareket kendisini yeniden kurma, yeniden oluşum süreci yaşıyor. Ayağa kalkış belki biçim olarak eskiye çok benzemeyecek. Ama kesinlikle bu ülkenin şehirlerinde de, dağlarında da devrimci gerilla yeniden «kartal» olacaktır.
Tarihsel hesaplaşmanın yeniden kılıcı olacak gerilla. İşte o zaman görüşeceğiz. Acılar bedava yaşanmadı. şehirlerde, dağlarda şehit düşen arkadaşlarımız, yoldaşlarımız Ali Uygurlar, Zekeriyalar, Özgüçler, Veliler, Sonerler, Ahmetler, İbrahimler, Necmiler, Erkanlar bize geleceği getiriyorlar. Bugün de, bu bilinçte olanlar Mahirlerin, Sinanların, Behçetlerin yolundan gidenler kazanacak. Nikaragua'da 1970'lerde, 1930'ların Sandino ve yoldaşlarının anlamı neyse, bizim için de özgürlük için savaşarak şehit düşen arkadaşlarımızın anlamı odur.
Yazımı Behçet'in, Soner'in, Zekeriya'nın, Orhan'ın, Veli'nin şahsında, faşizme karşı, özgürlük için Devrimci Yol'da savaşarak şehit düşen yüzlerce arkadaşımızı sevgiyle anarak bitirmek istiyorum.
İbrahim Sevimli. 1980 öncesi öğretmen mücadelesi içinde yer aldı. 12 Eylül sonrası Devrimci Yol içindeki tartışmalarda önemli bir isim oldu. Halen Almanya'da yaşıyor.
-12 Eylül sonrası Devrimci Yol'un geleceğini belirleyecek tartışmalarda taraf oldunuz. Bir kısım tartışmalar sizin isminiz etrafında döndü. 12 Eylül'den başlayarak yurtdışında kurulan FKBDC'nin kurulmasına kadar geçen süreyi ve cephe girişimini sizden dinlemek istiyorum. Böyle bir cephe örgütlenmesine neden ihtiyaç duyuldu? Devrimci Yol, cephe ile belirlenen siyasi rotayı hayata geçirebilicek güçte miydi? 12 Eylül'e karşı silahlı bir direniş hareketinin gerçekleştirilebilme şansı var mıydı?
-İlk soruyu kendi içinde tasnif ederek yanıtlayacağım.
a) Avrupa'da yaşayan eski Devrimci Yolcular arasında hem geçmişte hem de şimdi cereyan eden tartışmalarda benim taraf olduğum doğrudur. Bunun kadar doğru olan başka bir şey ise, Taner ve çevresiyle bizim aramızda ortaya çıkan fikir ayrılıklarını suni bulan, önemsemeyen veya iki taraftan da olmama kaygısıyla sonuçta hareketin aleyhine olacak tavır alanların da var olmuş olduğudur. Bir başka doğru ise, Türkiye'deki eski DY'liler arasında belli bir süredir devam eden tartışmaların, geçmişte Avrupa'da yapılanların genişletilmiş şekli olduğudur. Gerçekten de Türkiye'dekiler, Avrupa'da bölünmeye sebep olmuş konuları da kapsayan sorunlar etrafında belli bir süredir açık ya da örtük -ama çoğunlukla örtük- bir tartışma yapıyorlar ve de taraflaşıyorlar. Öyle ki, cezaevinde ya da dışarıda iken, «yurtdışındaki ayrılık ve sorunlar Türkiye'ye taşınmasın» diyenlerin bir kısmının (sanki fikir ayrılıklarının mekanı varmış gibi) gizli birer sivil toplumcu olduğu ortaya çıktı. Kimileri bunu radikal görünümler arkasında yapıyorsa da böylelerinin cümlelerinin altını kazıyınca, ya da yaptıklarına bakınca Taner etkisi kendini hemen ele veriyor. (Ne güzel değil mi, Taner, sadece fikirleriyle değil fizik varlığı ve pratiğiyle de Türkiye'de.
Geçmişte benim çevremde yeralmış olanların bazılarıyla, kendilerini «tarafsız» ilan edenlerin çoğu, Taner'i «Türkiye'yi unutmakla» suçlamışlardı. Hayat böylelerinin aramızdaki ayrılığın özünü anlamadıklarını kanıtladı. Taner, herkesten fazla «Türkiyeci» çıktı. Keskin «Türkiyeci» geçinenlerin bir kısmı Türkiye'deki eski DY'lilere bir şey yapmıyorlar diye bağırıp-çağırdıktan sonra siyaseti bıraktı. Bir kısmı ise Avrupa'da tek «siyasi» faaliyet olarak Türkiye'de yayınlanan dergileri dağıtıp satıyor. Bunların bazılarının sattığı dergide yazılanlardan bihaber olmak, hatta derginin görüş ve politikalarına karşı olmak gibi gariplikler sergilediklerini geçerken belirtmekte yarar var. Eski DY'liler dahil Türkiye'deki solcular, Avrupa'da kendileriyle ortak idealleri paylaşan, yaşadığı yerde bunların mücadelesini veren, karşılıklı dayanışma içinde olan insanlar ve örgütlü ilişkiler değil, benzer şeyleri düşünüp düşünmediklerine ve ne yaptıklarına bakmaksızın dergi dağıtıp satacak, istedikleri parayı gönderecek insanlar, çevreler ve örgütçükler arıyor. Bunca olup bitenden sonra ne yazık!...)
b) Ben, Askeri mahkemede «MK üyesi olmak»la yargılanan arkadaşların Ocak '81'de yakalanmalarından sonra Türkiye'de kalmaya ve birşeyler yapmaya çalıştım. Bazı denemeleri ve işleri saymazsam, kaçıp saklanmaktan başka yapabileceğim bir şey kalmadığını gördüğüm için '81 yazında Avrupa'ya çıktım ve kendimi yürüyen işlerin içinde buldum. Bunlar, bir cephe oluşturmak yönünde çeşitli grup ve kişilerle sürdürülen görüşmelerle DY'nin yeniden toparlanmasına yönelik faaliyetlerdi. Özellikle Devrimci Yol'un yeniden toparlanması hedefi, herkeste yeni bir umut ve heyecan yaratmıştı. Solun birliği ise zaten bizim gündemimizdeydi. Nitekim, darbeden önce DY'nin bu yönde çeşitli girişimleri olmuş fakat bunlar başarıya ulaşamamıştı. Almanya'ya geldiğimde Taner Akçam'la o sıradaki Devrimci İşçi yönetiminden bazı kişiler, cephe oluşturmak yönündeki girişimlerini ve ulaştıkları sonuçları aktardılar. Anlatılanlar çeşitli grupların içinde yeraldığı bir birliğin olanaklı hale geldiğini gösteriyordu. Ve tabii ki sevindiriciydi.
1982'nin yaz aylarında cephe kuruldu. Bu gruplardan ibaret bir cephe, ya da başka türlü bir birlik ihtiyacı, bizlerin ve başkalarının 12 Eylül rejimine karşı mücadele etme isteğinden kaynaklanmaktaydı. Ne yapılacağı konusunda farklılıklar ve belirsizlikler var olmakla birlikte bir çok grup ve kişi faşizme karşı birlikte bir şeyler yapmanın gerekliliğini ve zorunluluğunu kavramıştı.
c)Cepheyle belirlenen siyasi rotayı bizlerin gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği meselesine gelince: Açıkça söylemek gerekirse, o sırada, cephe platformunda belirlenen siyasi rotayı hayata geçirip geçiremeyeceğimiz üzerine kafa yormuyorduk. Böyle bir şeye ihtiyaç duymuyorduk. Çünkü bunları başaracağımızdan emindik. Kaldığımız yerden devam edebileceğimizi düşünüyorduk. (Kaldığımız yerin darbe öncesine ait dönem ve şartlar olduğunu belirtmem gerekiyor.)
Türkiye'nin 12 Eylül 80 darbesi ile sokulduğu yeni rotanın, toplumun o sıralardaki ruh hali ve eğilimlerinin, mevcut güç dengelerinin, kendimizin ve diğer grupların durumunun gerçekçi bir tahlilini yapmamış olmamız bir yana, merkezi yapısı, bölgelerde ve alanlarda yatay-dikey örgütlülükleri bulunan ve de mücadele halinde olan bir örgüt gibi hareket ediyor, ya da etmek istiyorduk. '82'de Türkiye dışında bir «Yürütme Komitesi»nin, daha ötesi askeri «kurumlar»ın vb. kurulmuş olduğu doğruydu. Ancak, Türkiye dışında kurulan yapıları ve belirlenen politikaları Türkiye içinde anlamlı kılacak karşılıklar (toplumsal muhalefet, kitle psikolojisi, mücadele, kadro, örgüt vb.) bulunmamaktaydı. Birçok insan saklanma telaşındaydı. şüphesiz şehirlerde ve kırlarda hala örgütlülüğünü koruyanlar vardı. Fakat bunlar kendi başlarına idiler, daha önemlisi, başka bir Türkiye konjonktürüne göre oluşmuşlardı. Bunların darbe sonrasının şartlarına uyumu ve yeniden siyaset yapılabilir hale gelmeleri, başka şeylerin yanısıra zamanı, yeni politikaları ve yeni örgütlenme modellerini gerektiriyordu. Ortada DY diye bir şey kalmadığı gibi kitle hareketi de yoktu. Adeta bir bozgun yaşanıyordu. (Okurun, o sıralar bunları niçin görememiş olduğumuzu anlaması için biraz sabretmesi gerekecek.)
Ne var ki, çeşitli bölge ve şehirlerden arkadaşların bir kısmının kendileri, bulundukları alan ve yaptıkları işler hakkında anlattıkları ile (bunların abartılı oldukları daha sonra açığa çıktı) bizlerin zihnindeki sahici olmayan Türkiye resmi birleşince, DY'nin toparlanması, cephe kurmak, cuntaya karşı silahlı direniş örgütlemek gibi politikalar, kolayca başarılabilecek işler olarak görülüyordu. Sanırım bazı şeylerin yanlış yapılmasına sebep olanların başında bu gelmekteydi. Kendisi ile ulaşmak istediği kişi, çevre, grup ve toplumsal kesitler hakkında doğru bilgi sahibi olmayan, daha ötesi haddinden fazla iddialı olan bir yapının (şu sözler o sıralar «Yürütme»deki bazı kişilerin ağzından sıkça duyuluyordu: «öncekilerin yapamadığını biz yapacağız») yanlış yapması kaçınılmazdı. Öte yandan o sıralar, sanki halkta cuntaya karşı güçlü bir mücadele eğilimi var, kitleler bir kıvılcım bekliyor gibi düşüncelerin bizlerin üzerinde etkili olduğunu sanıyorum. Oysa, kitlelerdeki ruh hali başkaydı. Kimi DY'lilerle başka gruplardan insanlar, cuntaya karşı her şekilde mücadele etme azminde olduklarını hayatlarını ortaya koyarak göstermekteydiler. Fakat kitleler, en azından dünün anti-faşistleri, yapılanların ve önerilerin peşinden gitmiyordu.
Buraya kadar söylediklerimle diğer sorulara vereceğim cevapların daha anlaşılır olması için kalın çizgilerle de olsa o sıradaki topluluğumuzun bir resmini çizmem gerekiyor: Cephe, DY'nin toparlanması gibi politikalara ve bunların yaslandığı fikirlere karar veren, onaylayan ya da onaylanmış gibi görünen o dönemdeki insan topluluğu her bakımdan karmaşık özelliklere sahipti. Farklı fikirler, eğilimler ve tercihler söz konusuydu. Fakat bunlar çok belirgin olmadıkları gibi açıktan ifade edilmiyordu da. En başta genel bir güvensizlik vardı. Operasyonların sonuçlarının, özellikle de yakalananların çözülmesinin şoku, öteki etkileri bir yana, insanları başkalarına karşı mesafeli durmaya sevkediyordu. Bir çok insan, olup bitenleri açıklayamamak, hangi politikanın doğru olacağını bilememek, kişisel olarak ne yapacağına karar verememek gibi bir açmazın içindeydi. şüphesiz kafası açık olanlar vardı ve bu sayede onlar belli üstünlüklere de sahip oluyorlardı. Hele böylelerinin bir de örgütlü ilişkileri varsa, söz ve karar onların idi. (O sırada örgütlü olan ya da öyle görünen iki alan vardı: Almanya ve kırsal kesim. Ayrıca, yine o sıralar, fikirleri ve yaptıkları doğru ya da yanlış, kafası açık olanların başında Taner geliyordu. Politika yapış tarzındaki malum kıvraklıkla birlikte ele alındığında bu, ona büyük bir avantaj sağlıyordu. Ayrıca o, «Merkez Komitesi»nin yakalanmayan tek üyesi olarak düşündüklerini uygulamaya koyma bakımından herkesten daha şanslıydı ve bu şansını tepe tepe kullandı. Kırsal kesim temsilcisi arkadaşların da «silahlı mücadele» konusunda kafalarının açık olduğunu belirtmek durumundayım.)
Bir kısım arkadaş, geçmişin muhasebesini yapmadan yeni işlere girişmenin yanlış olduğunu düşünüyordu. (Böylelerinin çoğu, geçmiş tartışmasından sadece, «örgütü bu duruma düşürenlerden» hesap sormayı anlıyordu.) Buna karşılık bir kısım arkadaş ise, geçmişin üzerinde fazla durulmasının yararlı olmadığını düşünüyordu. Bazıları belli bir hazırlıktan sonra geri dönüp bir şeyler yapma kararındayken bazıları Suriye'den Avrupa'ya geçmeye, eğer Avrupa'da iseler burada kalmaya eğilimliydiler. Umutlu, mücadele azmiyle dolu ve iyimser olanların yanısıra, umutsuz, bezgin ve karamsar olanlar vardı. Lakin, bu tabloda olumsuz unsurlar olarak duran özellikleri temsil edenler, düşünce, tercih ve kararlarını açıktan ifade etmiyor ya da edemiyorlardı. Bunda, kararsızlığın, kendine güvensizliğin, belirsizliğin, dışlanma korkusunun, pişmiş aşa soğuk su katma kaygısının payı olduğunu sanıyorum. Gerçekten de hiç kimse, yürüyor gibi görünen işlere çomak sokan insan olma pozisyonuna düşmek istemiyordu. İkili-üçlü sohbetlerde, operasyonlar sırasında ve sonrasında büyük zorluklar çektiklerini, sempatizanların ve halkın kendilerini barındırmaktan bile kaçındığını anlatanlar, yeniden örgüt olmak, silahlı mücadele vermek, cephe oluşturmak gibi konuların tartışıldığı toplantılarda düşüncelerini açıklamaktan genellikle kaçınıyorlardı. Yapılanları ve tasarlananları doğru bulanlardaki herşeyi sorgulamadan benimseme tutumu ile az önceki tavır birleşince, ortaya, Taner'in (daha sonraları ise «Yürütme»nin önerdiklerinin onaylandığı biçimde yorumlanacak bir sonuç çıkıyordu. (Gerçi itiraz ve tartışma oluyordu, ama sonuçta yine yönetimin dediği oluyordu. O sırada «örgütümüz» acaip işliyordu!...)
«Yürütme» tarafından belirlenen görevleri ve politikaları eleştirmenin korkaklık ve ihanet olarak anlaşıldığı (en azından böyle anlaşılabileceği), kimi eleştiri ve önerilerin bazı önde gelen kişiler tarafından DY'nin inkarı olarak nitelendirildiği bir ortam sözkonusuydu. Bunu şam'a ilk gidişimde (82'nin ilk ayları) bizzat yaşadım. Hem şam'daki dar toplantılara hem de gerilla adayı olarak görülenlerin yaşadığı kamptaki geniş tartışmalara katıldım. şam'daki bir evde bir kaç gün ve «DY büyükleri»nin katıldığı tartışmalar sırasında söz alıp genel durum hakkında kendimce bir tahlil yapmaya çalıştım ve bir ara «12 Eylül 80 darbesine doğru bizim yapabileceğimiz fazla bir şey kalmamıştı, deniz bitmişti.» dedim. (Aşağıda bu tespitimin gerekçelerini çok özet belirtmeye çalışacağım.) Kendisini askeri ve siyasi bir deha sanan ve o sıralar çeşitli örgütlerle görüşme görevinin yanısıra Türkiye'den ve Avrupa'dan oraya gelenlerin örgütsel ilişkilerini deviralmakla yükümlü kılınan ve daha sonra "Yürütme"de görev alan kişi, "bu Devrimci Yol'u inkardır" dedi ve toplantıyı terketti. Ardından Taner odadan çıktı. Bir süre sonra birlikte geri döndüler ama, bu olay ve başka örnekler, beni -başka kaygıların da etkisiyle- uzunca bir süre söylenenlere, tasarlananlara ve yapılanlara eleştirel bakmaktan, düşüncelerimi yüksek sesle açıklamaktan alıkoydu. Bir çok insanın da benzer bir durumu yaşadığını biliyorum. (şüphesiz bu, geçmişte olup bitenlerden, benim ve başkalarının, sorumlu olmadığımız anlamına gelmez. Aksine, ben kendimi herkesten daha fazla sorumlu tutuyorum.)
Cephe olayı, o sıralar yaşadığımız ortamı resmetmesi bakımından başka ilginç bir örnektir. Cephe programına son şeklinin verildiği günlerde ikinci kez Suriye'ye gitmiştim. "Yürütme"dekiler diğer gruplardan heyetlerle şam'da toplantı yapıyorlardı. Biz ise kampta mutad işlerle meşguldük; sohbet ediyor, «gerilla»eğitimi yapıyor, gruplar halinde ya da topluca tartışıyorduk.
Konuştuklarımızdan birisi de cephe işi idi. Aralarında belli bir güven ilişkisi olanlar, cepheye karşı olduklarını birbirlerine söylüyorlar, fakat bunları yüksek sesle dile getirmekten kaçınıyorlardı. Ben de aynı şeyi yaptım. Türkiye'deki genel havanın, kendi gücümüzle ruh halimizin ve cephe işinin yürümeyeceğine kanaat getirmiştim. Fakat bu kanaatimin gerektirdiği tartışmayı yapmaktan çekindim. Bu fikrimi sadece, kendisi DY'li olmayan, DEV-GENÇ davasından '71'de birlikte yargılandığımız, cephenin aydınlarından olması düşüncesiyle Avrupa'dan Suriye'ye çağırılmış olan (şimdi Türkiye'de olduğu için ismini açıklamıyorum) bir arkadaşa söyleyebilmiştim.
Her neyse, Cephenin kurulmuş olduğu bize kampında kaldığımız Filistin örgütü tarafından duyuruldu. Filistinli, sevinçle bizim bulunduğumuz mekana geldi ve sonucu açıkladı. Birkaç olumlu tepkiyi saymazsam, kamptaki militanlarda ve gerilla adaylarında ne bir alkışa, ne de başka bir sevinç gösterisine tanık olundu. Filistinli şaşırmış ama yine de Kalaşnikof atışlarıyla cephenin kuruluşunu selamlamaktan geri kalmamıştı. Biz bir süre sessizce durduk. Daha sonra ben, o anki durumun kampında misafir kaldığımız Filistinliler tarafından yanlış anlaşılabileceğini düşünerek birşeyler yapma gereği duydum. Ayaküstü bir tartışmadan sora bir arkadaşla birlikte kamp komutanlığına gittik ve az önceki durumla ilgili uyduruk bir hikaye anlatıp adamların gönlünü almaya çalıştık. İnanıp inanmadıklarını bilmiyorum tabii. Bu örnek, Cephenin gerillası olarak düşünülen insanların FKBDC'nin kuruluş sürecindeki durumunu yeterince açıklar sanırım.
Bir başka ilginç örnek şudur: Taner ve çevresini etkileyen ve o sıralar DY imzasıyla yayınlanan metinlere arka plan oluşturan fakat çok net ifade edilmeyen teori ve tesbitler (bunlar daha sonraları açıkca savunuldu), başka politik kararları ve adımları gerektirdiği halde, bunlar, silahlı mücadele, buna uygun örgüt kurmak gibi politikalara ve pratiklere eşlik ediyordu. Yazılara ve bazı arkadaşlara giderek hakim olan düşünceler başka bir istikameti gösterirken, öne koyulan politikalarla pratikte yapılanlar tam tersi istikameti göstermekteydi. Bunu, askeri-örgütçü görüş ile nüve halindeki sol-liberalizmin ittifakı ya da eklektik birliği şeklinde tanımlamak mümkün. Bu zıtlığın yarattığı gerilim uzun süre varlığını korudu. Birçok insan, benimle Taner arasındaki ayrılığın (benim askeri ve örgütçü görüşü temsil ettiğimi sanarak) bu ittifakı çözdüğünü düşündü. Olayın dışarıdan böyle anlaşıldığını ben daha sonra farkettim. (Oysa durum bambaşkaydı; benim düşüncelerimle yaptıklarım, bir kitabı dolduracak kadar farklıydı. Bunun bazı yönlerine daha önce yayınlanan bir kitabımda değindim.) Yukarıda sözünü ettiğim eklektik birlik ya da ittifak, ayrılık sırasında ve sonrasında başka kişi ve çevrelerin düşüncelerinde ve politikalarında varlığını korumaya devam etti. Özellikle de «tarafsızlar"olarak bilinen çevrede.)
Sonuç olarak şunu teslim etmek gerekiyor: O sıralar DY'lilerin durumu, ne cephenin siyasi rotasını hayata geçirmeye, ne de 12 Eylül'e karşı silahlı mücadele (bu kavram, polis teşkilatıyla misillemeye girişmeyi, ya da arazide gerilla dolaştırmayı değil, daha başka şeyleri anlatıyor) örgütlemeye elverişli değildi. Ama bizler bunun farkında değildik. şüphesiz farkında olanlar vardı, fakat onların gelişmeleri etkileme şansları ve olanakları yoktu.
-Cephe aynı zamanda sol hareketlerin birlikteliğini ve bu birlikteliğin silahlı direniş biçiminde devamını öngörüyordu. ama bu başarılamadı. Hem birliktelik başarılamadı, hem de silahlı direniş. Bunu neye bağlıyorsunuz?
-Sol hareketlerin birlikteliğinin ve silahlı direnişin başlatılamamasının ardında farklı ve karmaşık sebepler var. Bazılarına yukarıda dolaylı olarak vurgu yapılan bu sebeplerin hepsini burada belirtmenin olanağı yok. Bunların birkaçına kabaca değinmekle yetineceğim: Cephenin yürümeyişinin bir önemli sebebi, anti-faşist kategorisiyle tanımlanan saflarda yeralmış olan ve çeşitli sol grupların kitle tabanını oluşturan kesimlerin yorgun (ve de şaşkın) oluşudur. Galiba o sıralarda, 5 yıllık bir iç-savaş (benzeri durum) bütün toplumu bezdirip yormuştu. Siyasal alanda ise durum daha çapraşık idi. Darbeden önce Türkiye'de siyasal mücadele kilitlenmişti. Tarafların (sağ-sol, faşistler-devrimciler, sermaye-emek, iktidar-halk) kilitlenmeyi aşacak, süreci kendi lehlerine olacak şekilde ileriye doğru sıçratacak politikalar geliştiremedikleri gözleniyordu. DY, bu kilitlenmeyi aşacak kimi girişimlerde bulunmuş olmakla birlikte, o da başarılı olamadı. Darbe bizi ve başkalarını böyle bir durumda yakaladı. Darbenin hemen ertesindeki günlerde cuntaya karşı şu ya da bu şekilde, ama onun ve herkesin anlayacağı dilden bir karşı koyuş örgütlenebilmiş olsaydı, süreç başka bir mecraya akabilirdi. (Değişen hiçbir şey olmayabilirdi de.) Hiçbir güç böyle bir çıkışı yapamayınca, darbeciler duruma bütünüyle hakim oldular. DY ise yeni politikalar geliştirme çabasındayken peşpeşe gelen operasyonlar nedeniyle bir şey yapamaz duruma düştü.
İkinci olarak, sol grupların büyük bölümünün arasında ciddi ideolojik-siyasi farklılıkların yanısıra kabul edilemez olan sürtüşmeler vardı. Başka şeyler bir yana bu bile, kısa sürede solun birliğinin başarılı olamayacağını gösteriyordu. (Aradan 15-20 yıl geçtiği halde solun eskisinden daha parçalı ve çok gruplu oluşu bunun bir kanıtı sayılmalıdır. Bunu ideolojik-politik farklılıklarla izah etmeyi doğru bulmuyorum. Yapılanların büyük bölümü kabilecilik ve cemaatcilik idi. En modernimiz DY idi, o bile bu özelliklerden kurtulamamıştı. Baksanıza, onun içinden bile hala kabileler çıkıyor. Herkes şef, ortada Kızılderili yok!.. Yoksa herkes kendi Kızılderilisini yaratmakla mı meşgul?)
Böyle bir solun birleşme şansının oldukça zayıf olduğu 12 Eylül sonrasında kanıtlandı. FKBDC bunun istisnası olduğu için kaideyi bozmadı. Onun başarılı olamayışının -sol grupların birliği düzleminde kalarak konuşursak- bir önemli sebebi, bizim bu işe fiziken hazır olmayışımızdır. Çünkü, sol kamuoyuna sunduğumuz görüntünün aksine, gerçek anlamda örgüt olamamıştık. O sıradaki yönetim, bir süre sonra 180 derecelik dönüş yapmamış ve herşeyi dağıtmayı denememiş olsaydı, toplumdaki ve bizim hitap etmek istediğimiz kesimlerdeki tereddütlere, korkulara, yanısıra ise askeri rejimin oturmuş, özellikle polisin güçlendirilmiş olmasına ve öteki engellere rağmen belki de zamanla bir şeyler olabilirdi. Elde olanı korumayı, yeni bir döneme hazırlanmayı hedefleyen bir politika güdülmüş olsaydı, 80'lerin ikinci yarısına, ya da en azından 90'lı yıllara eski DY'liler daha bir örgütlü ve ne yapacağını bilir halde girebilirdi. O dönemdeki birlik girişimlerinden birisi olan FKBDC'nin yürümemesinin bir önemli nedeni, kitlelerin ruh halinin ve düşünüş şeklinin cephe tarafından önerilen politikaların yürütülmesine elverişli olmamasıydı.
-Kırsal kesim pratiğinde fiili olarak yeralan insanlar, hem cephenin kurulmasını hem de dağıtılmasını kendilerinin haberi olmadığı gerekçesiyle eleştiriyorlar. Cephenin kurulma ve dağıtılma sürecinde yaşanan tartışmaları öğrenmek istiyorum.
-Kırdaki arkadaşların (hepsinin olmasa bile belli kesimlerinin) cephenin kurulmasından haberleri vardı. Ben daha Almanya'ya gelmeden Taner onlarla ya da onlar Taner'le ilişki kurmuştu ve haberleşiyorlardı. Taner'in onları cephe girişimi hakkında ve diğer konularda bilgilendirmediğine dair elimde bir bilgi yok. Ayrıca sözü edilen arkadaşların bir kısmı, FKBDC'nin kuruluş sürecinde Suriye'de idiler. Özellikle o kesimin sorumluları olarak bilinenler karargahta idiler; bazıları sorumlu ve komutan idi, cephe görüşmelerine katılıyorlardı. Bunlardan ikisinin ise o sıralardaki «DY Yürütme Komitesi»nde bulunduğunu kim unutabilir? şu ya da bu sebeple kırsal kesimde konumlanmış olup da Suriye'ye çıkmamış ya da dışarıyla henüz ilişki kuramamış olan arkadaşların gelişmelerden haberleri olmaması doğaldır. (Umarım kastettikleriniz bunlardır)
Cepheden bizim çıkışımızın kırsal kesimdekilerle ilişkisine gelince: Bildiğim kadarıyla cepheden ayrılma konusunda sözü edilen arkadaşların fikirleri sorulmadı. Sadece onların değil şehirlerdekilerin fikri de sorulmadı. Belki sorulmuştur da benim haberim olmamıştır. Onların, bir çeşit oldubittiyle karşıkarşıya kaldıkları söylenebilir. Bizim cephe ile ilgili olarak Almanya'da yaptığımız tartışmalarla ulaştığımız sonuçların kırsal kesimdeki arkadaşlara daha sonra iletildiği doğrudur. O arkadaşların sadece bu konudaki eleştirilerine katılabilirim; diğerlerine değil. Tekrar belirtirsem: Kırsal kesim pratiğinde yer alan arkadaşların çoğunluğu, özellikle sorumlu mevkide olanları (bunların arasında Suriye'den Türkiye'ye dönmüş olanlar bulunduğu gibi, Avrupa'ya geçmiş olanlar da var), cephenin kuruluşundan haberdar idiler. Onlarla ilişkiyi sürdüren Avrupa'dakilerin ise -ki bunlardan birisi yürütmede idi- cepheden çıkma tartışmalarında doğrudan yer aldığını herkes biliyor. Yeri gelmişken şunu belirtmekte yarar var: Kırdaki arkadaşlar, hem bizim aramızda ortaya çıkan tartışmaların yol açtığı yeni ortam nedeniyle, hem de onları dağa gönderenlerin artık başka işlerle meşgul olması nedeniyle, deyim yerindeyse yüzüstü bırakıldılar. O arkadaşların aç ve açıkta kalmamaları için sevgili Aydın Erol'la ben ve başka bazıları elimizden geleni yapmaya çalıştık. Ama ne yazık ki çabalarımız, kırdaki arkadaşların bir kısmının öldürülmesine, bir kısmının gelişigüzel bir şekilde şehirlere gelip yakalanmasına engel olmaya yetmedi.
-Cephenin dağıtılmasına neden ihtiyaç duyuldu? Dağılma tartışmaları nasıl yürütüldü ve sonuçları Türkiye'ye, dağdaki insanlara nasıl yansıdı?
- «Yürütme»den üç kişiyle (dördüncü Yürütme üyesi Türkiye'ye dönmüştü) başka bazı arkadaşlar 83'ün ilkbaharında Suriye'den Almanya'ya temelli dönüş yaptılar. (İlginçtir, Yürütme'dekiler, yanlarında katı bir örgüt şemasıyla gelmişlerdi, -bu arşivlerde duruyor- fakat geldikten sonra yaptıkları tam tersi oldu.) Sözü edilen kişiler, cephe ile ilgili tartışmaları ve diğer gelişmeleri aktardıktan sonra şunları söylediler: «Cephe yürümeyeceğe benziyor.» Almanya'da benim de katıldığım tartışmalarda, cephenin bu haliyle yürümeyceği iyice kesinlik kazandı. İşin aslına bakılırsa, bizi o sıralar (83 ilkbaharı ve yazı) meşgul eden cephe olayı değil, içimizdeki sorunlardı. O ana kadar yazılanların ve yapılanların öyle olmasına karar verenler, şimdi tam tersini yazmaya ve yapmaya başlamışlardı. Örneğin '83'ün Mart ayında «Yürütme» tarafından kaleme alınan ve Devrimci Yol imzasıyla yayınlanmak istenen bir yazıda, yeni -aslında eski- bir tarih tezine vurgu yapılarak, Demirel'in demokratlığından, o sıralar kurulmuş ve ardından kapatılmış olan Büyük Türkiye Partisi'nin demokrasiyi temsil ettiğinden vb. söz ediliyordu. Biz cepheden ziyade bu tesbitlerin ve onlara arka plan oluşturan teorilerin yarattığı sorunları tartışıyorduk. Böyle olmakla birlikte bir yandan kendi içimizdeki tartışmaları sürdürürken, bir yandan da uygun bir zamanda cephe işini bitirmek istiyorduk. Cepheden ayrılmak konusunda aramızda hiçbir fikir ayrılığı yoktu. Kaç taraf vardıysa (buna kendisini kırdakilerin temsilcisi olarak gören Yürütme'deki kişi de dahildir) herkes, bu işin bitirilmesini istiyordu. Neticeten, FKBDC içinde yer alan gruplarla '83 sonlarında yapılan bir toplantıda, biz tutumumuzu açıkladık. (Bu karardan sonraki süreçte en fazla zorlananlar, ben ve Devrimci İşçi yönetimindeki arkadaşlar olduk. Çünkü, bir süre öncesine kadar hepimiz cephe seminerleri veriyor, cephenin gerekliliği ve hedefleri hakkında Devrimci İşçi kitlesini ve solu ikna etmeye çalışıyorduk.)
Kendilerine danışılmamış olmakla birlikte Cepheden ayrılmış olduğumuzun şehiri ve kırıyla Türkiye'dekilere, haberleşme olanakları ölçüsünde iletildiğini biliyorum. Kırdakilere şehirdekilerden daha geç haber gitmiş olması anlaşılır bir durumdur. Buna rağmen şunu söylemek durumdayım ki, kırdakiler de en geç '84'ün ilk haftalarında bu gelişmeden haberdar oldular. Zira, '83'ün Mart ve Haziran aylarında Almanya'da yaptığımız ve «DY Büyükleri»nden o sırada Avrupa'da olanların katıldığı toplantılarda aramızdaki fikir ayrılığının derinleştiği ortaya çıkınca, '83 Ekim'inde geniş bir toplantı yapma kararı aldık. İşte bu toplantıdan (Paris toplantısı) sonra birisi sivil toplumcu, birisi «tarafsız» «Yürütme»den iki kişi, içimizdeki sorunları Türkiye'dekilere iletmek ve tartışmak üzere '83'ü '84'e bağlayan günlerde Türkiye'ye gittiler. Birisi kırdakilere, diğeri ise şehirdekilere ulaşmakla yükümlü idiler ve ulaştılar da. Daha sonra Almanya'ya dönen bu kişilerin «DY»nin Cepheden ayrılmış olduğunu Türkiye'dekilere anlattıklarından emin olmamak için ortada bir sebep göremiyorum.
Yeri gelmişken bazı açıklamalar yapmak istiyorum: Avrupa'daki gelişmeler anında olmasa bile, bir süre sonra Türkiye'ye iletildi. Sadece Cepheden ayrılmış olmamız değil, iç-sorunlar ve tartışmalar da Türkiye'dekilere bildirildi. Bunun çok sayıda kanıtı var. Örneğin, «Haziran '83 tartışmaları» aynı yılın yaz ve sonbahar aylarında, «Ekim '83-Paris Tartışmaları» ise aynı yılın sonlarında ve '84'ün ilk aylarında yazılı olarak Türkiye'ye iletildi.
Ayrıca, kırdakilerle ve şehirdekilerle görüşmek ve mevcut durumu tartışmak üzere '83'ün son günlerinde «Yürütme»den iki kişi Türkiye'ye gittiler ve olanaklar ölçüsünde herkesle görüştüler. Telefon ve mektup trafikleriyle iletilen bilgileri bir yana bırakıyorum.
Bunları şunun için açıklıyorum: Genellikle kırsal kesimdeki arkadaşlar, Avrupa'da olup bitenlerden kendilerinin haberdar olmadıklarını, tartışmaların mahiyetini bilmediklerini iddia etmektedirler. Onların, bizim aramızda ortaya çıkan durum üzerine daha önceleri yazdıkları ve birilerini hedefleyen zehir-zemberek mektupları bir yana bırakırsam, Ağustos 1984'te uygun bir mekanda, geniş katılımlı bir toplantı yaptıkları, çıkan sonucu Almanya'ya ve muhtemelen şehirlerdeki kendi ilişkilerine yazılı bir şekilde ilettikleri biliniyor. Bu bakımdan, arkadaşların açıklamalarını kabul edilebilir bulmuyorum. Aynı arkadaşların Taner ve çevresiyle bizim aramızdaki tartışmaları suni bulmuş olmaları da doğru bir tahlilin ürünü değil, başka bir odak olma amacına hizmet eden bir söylemdi. Nitekim, hem Türkiye'de hem de burada «tarafsızlar», «dağcılar» şeklinde adlandırılan bir odak oldular. İlginçtir, böylelerinin bir kısmı, Avrupa'ya geldikten sonra, suni buldukları taraflaşmanın taraflarından birisinin, sivil toplumculuğun pratiğini yaptılar, Taner'le birlikte dergi çıkardılar, ortak iş yaptılar. Bunun bolca örneğini Avrupa'daki eski DY'liler yaşadı ve gördü.
-Devrimci Yol çevrelerinin içinde bulunduğu yasal parti tartışmalarına nasıl bakıyorsunuz? Dünyadaki, özellikle Latin Amerika'daki köklü gerilla hareketlerinin silahı bırakıp, yasal siyasal arenada yer alma girişimlerini bu çerçevede değerlendirebilir misiniz?
-Eski Devrimci Yolcuların (DY çevreleri yerine böyle bir ifadeyi daha doğru buluyorum) bir kısmının ya da bir çoğunun içinde yer aldığı yasal parti tartışmasına ve girişimine, görüşleri, politikaları henüz çok net olarak ifade edilmemiş olsa bile, sıcak bakıyorum. Burada bu tavrımın sebeplerinden ancak birkaçına değinebileceğim.
Ben, Türkiye Solu'nu geçmişte bölüp, saflaştıran koordinat sisteminin büyük oranda parçalanıp, geçersizleştiğini, görüşleri, politikaları, örgütlenme modelleri ve diğer yönleriyle eski grupların herhangi bir anlamının kalmadığını düşünüyorum. Bu bakımdan eski grupları yeniden canlandırmayı, ya da onlardan yeni grupçuklar oluşturmayı doğru bulmuyorum. Bugünkü görevin (baskı ve haksızlıklara karşı muhalefet etmenin yanısıra), solu harmanlayıp yeniden saflaştıracak yeni bir koordinat sistemi oluşturmayı hedefleyen bir tartışma ve yenilenme sürecinin yaşanması için emek harcamak olduğunu düşünüyorum. Bu yeni koordinat sistemi, hiçbir şeyi tabu olarak görmeyen, ulusal ya da başka nitelikteki sınırları tanımayan bir tartışmanın uygun bir evresinde ancak oluşabilir. (Bunun mükemmel, herşeye cevap veren bir sistem olması mümkün değil, hem de gerekmiyor.) Bu yöndeki çabaların bir yönü eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumun nitelikleri, özellikleri, imkanları ve koşulları etrafında birlik ve mücadele ile ilgili ise, diğer bir yönü, tek tek ülkelerin (örneğin Türkiye'nin) verili koşullarında devlete, kapitalizme ve iktidara karşı halk yığınlarının çıkarlarının korunmasının, kitlelerin kendileriyle ilgili kararların alınmasına katılımının politikası, yolu, yordamı etrafında birlik ve mücadele ile ilgilidir. Bunlar bana göre birbirleriyle bağımlı işlerdir, birisi olmadan ötekisi olmaz. (İstenirse olur, ama, şimdiye kadarki örneklerin kanıtlamış olduğu gibi eksik, yarım ve de yanlış olur.)
Örgütsel düzlemde konuşursam: Sosyalizm/komünizm için mücadele edecek ayrı bir parti/örgüt (açık ya da gizli, çoğunlukla gizli!), demokratik hak ve özgürlükler için mücadele edecek ayrı bir parti/örgüt (çoğunlukla açık) tasnifini sorgulamak gerekiyor. Bunun yanlış bir sosyalizm projesinin ürünü olduğunu, sosyalist/komünist elitlere ayrıcalık tanıyan ve bu ayrıcalığın kurumlaşmasını meşrulaştıran bir tasnif olduğunu düşünüyorum. Bu bakımdan bugün, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal kuruluş oluşturma mücadelesi ile mevcut şartlarda varolan haksızlıklara ve eşitsizliklere karşı mücadelenin birlikte yürütülmesi; bunun, farklı kesimlerin, katmanların, görüşlerin içinde yer aldığı bir siyasal oluşumda cisimleşmesi gerektiğini düşünüyorum. (Burada çok kısa değinebildiğim konu ve sorunlara ilişkin görüşlerimi, «Uzun Bir Göç Öyküsü» adlı kitabımla, Avrupa'da yaşayan ve geçmişte farklı gruplarda yer almış sosyalistler olarak birlikte yayınladığımız «Sosyalizmin Sorunları Kitap Dizisi»nden şimdiye kadar çıkmış olan iki kitapta ayrıntılı bir şekilde ifade etmeye çalıştım.)
Burada yapılan saptamaların, teorik ve politik bir yenilenmeyi önerdiği ve gerektirdiği açık. Yanısıra, önerilen siyasal oluşumun eski grupların arta kalanlarının, ya da hala varolduklarını söyleyen grupların fikir alışverişinde bulunmaları, ya da basitçe yanyana gelmeleri ile sağlanamayacağı da açık. Bütün bunlar, kapsamlı bir teorik tartışmanın örgütlendirilmesi, yanısıra ise olup bitenlerle ilgili net politikaların ortaya konulması ile başarılabilecek şeylerdir. Her ne kadar hangi gelecek tasarımına sahip olduğu ve mevcut koşulların halk lehine nasıl değişeceği ile ilgili ne söylediği tam olarak belli olmasa da, önerilen partinin yukarıda işaret ettiğim ihtiyaçları karşılayacak bir süreci başlatabileceğini sanıyor ve umuyorum.
Eski DY'lilerin birkaç yıl önce başlattıkları tartışma süreci, süreci başlatan ilk yazıda belirtilen görüş ve tesbitlerin gerisine düşmüş vaziyette. Burada tartışılan türden bir partileşme süreci, başka güçlerin de katılımıyla belki sözkonusu tartışmaların başaramadığını başarabilir, teorik-politik bir yenilenmeye ve yeni bir birlik zemini yaratmaya hizmet edebilir. İzleyebildiğim kadarıyla (umarım yanılmıyorumdur), sözkonusu parti girişiminde yer alan eski DY'liler, eski DY'lilerin partisini değil, kendilerinin yanısıra, eskiden başka gruplarda yer almış sosyalistlerle aydınların, bağımsız kişilerin, sınıf ve meslek örgütlerinin, etnik, kültürel alt tabaka mensuplarının ve örgütlerinin, yerel organizasyonların, çevre ve kadın örgütlerinin ve ilerici temeldeki diğer muhalif güçlerin içinde yer aldıkları bir partileşme süreci önermektedirler. Politikaları ve yapacakları böyle bir girişimin içinde yer alanlar tarafından, sürecin belli bir evresinde belirlenip saptanacak böyle bir girişimin, eski grupları yeniden canlandırmak gibi beyhude işlerden daha anlamlı olduğunu düşünüyorum.
Ben Türkiye'de «devrimci-demokratik» bir kitle partisi fikrini ('80 öncesini bir yana bırakırsak), ta '84'ten beri açıkça savunagelmekteyim. Sivil toplumcularla aramızdaki tartışmaların bütün hızıyla sürdüğü dönemde, Almanya'da yayınlanmakta olan Demokrat Türkiye dergisinde (1984'ün ilkbahar ayları) bu fikri ve öneriyi yazdım ve savundum. (Söz uçabilir, ama matbaa mürekkebi kurumuyor.) Bu bakımdan böyle bir girişimin geç bile kaldığını düşünüyorum.
Latin Amerika'daki kimi gerilla hareketlerinin bir süredir yapmaya çalıştıkları işler ve girişimlerle, benim sıcak baktığımı söylediğim Türkiye'deki parti girişimi arasında paralellikler kurmak mümkün. Aslında sadece onlarla değil, öteki kıtalardaki sosyalistlerin durumu ve yapmaya çalıştıkları arasında da paralellikler var. (Ne güzel değil mi, dünyanın çeşitli bölgelerinde kapitalizme ve burjuva demokrasisine teslim olmamak için direnen, eşitlikçi ve özgürlükçü bir topluma ulaşmak için mevcut şartlarda bir şeyler yapmaya çalışan sosyalistler var.) Ne var ki, bu paralellikleri, «silahlı mücadele anlayışını terketmek»le eşitlemeyi doğru bulmuyorum.
Ayrıca, «yasal siyasal arenada yer almak» ile «silahı bırakmak», daha genelde silahlı mücadele anlayışını terketmek arasında bağ kurmada da zorlanıyorum. Birilerinin silahı bırakmış olması değil ama, yaşanan deneyler, sosyalistleri, iktidar, iktidara geliş, bu gelişin biçimi, geldikten sonra olacaklar gibi konuları sorgulamaya mecbur ediyor. Sahi, silahı bırakmayanların sayısı çok olsaydı, sosyalistler olarak bizler, şimdi tartışmakta olduğumuz sorunlardan kurtulmuş mu olacaktık? Ayrı bir yazıyı dolduracak kadar geniş olduğu için bunlara burada girmenin olanağı yok.
Sadece şunu söylemekle yetineceğim: Yeni bir sosyalizm projesine ihtiyaç olduğu ortada. Bu, sadece iktidara geliş biçiminde değil, başta sosyalizmin kendisi ve tanımı olmak üzere bir çok konuda değişikliği gündeme getirebilir. Bundan korkmamak gerekiyor. Ben dahil eski DY'lilerin dillerine doladıkları, «sosyalizmin tarihsel bir dönemi kapandı» tesbitinin gerçekten bir anlamı varsa ve olacaksa, bu, yeni bir sosyalizm projesini tartışmaya açmayı gerektiriyor.
Türkiye'nin haldeki sorunlarının çözümünü içeren, yanısıra ise eşitlikçi ve özgürlükçü bir hayat ve gelecek vaadeden ve hedefleyen yeni bir toplumsal kuruluş ve kurtuluş projesi oluşturmanın, kapitalizme, devlete, baskıcı politikalara, her türden eşitsizliğe ve ayrımcılığa karşı mücadelelerden kopmadan yapılması halinde başarılı olacağını artık herkes öğrenmiş ve anlamış bulunuyor. Bu bakımdan, başta Kürt sorunu olmak üzere, TC olarak adlandırılan devlet sınırları içinde yaşayan toplumu ilgilendiren sorunlar hakkında demokratik, katılımcı ve gerçekçi çözüm önerilerine sahip, yanısıra da başka bir Dünya için mücadele eden bir siyasal güce ihtiyaç olduğunu düşünüyor ve bunun önerilen türden bir parti aracılığıyla başarılabileceğini sanıyorum.
__________________