PARADİGMANIN İFLASI
FİKRET BAŞKAYA –I-
Resmi ideolojinin eleştirisine giriş
BATILILAŞMA, ÇAĞDAŞLAŞMA, KALKINMA
1. BÖLÜM
GİRİŞ
"Ne mutlu o yoksullara ki öteki dünya onlarındır, er ya da geç bu dünya da onların olacaktır."F. Engels*
I. Türkiye iki yüzyılı aşkın bir zamandan beri Batı gibi olmak için onu taklit ediyor. Küçük bir azınlığın "refahı" pahasına, giderek insanlığın varoluş koşullarını ortadan kaldıran burjuva uygarlığının "ayrıcalıklı" ülkelerine
benzemek istiyor. Öyle bir burjuva uygarlığı ki: "Sahiplerinin çıkarma olarak sermayenin genişletilmiş yeniden üretimini sağlıyor da, bir bütün olarak toplumun basit yemden üretimini sağlıyamıyor."(1) Her dönemde iktidarı ele geçirenler, "kurtuluş reçetesinin" ceplerinde olduğunu ve beş-on yılda sorunların çözüme
kavuşacağım söylüyorlar. Ne var ki, beş-on yıllların sonu bir türlü gelmiyor. Hedef, ufukta bir çizgi gibi hep
uzaklara kayıyor. Üstelik Latince deyimdeki gibi(**) uzaklaştıkça prestiji artıyor. Mustafa Reşit Paşa'nın 3
Kasım 1839'da Gülhane Parkı'nda okuduğu Tanzimat Fermanı'nda (Hatt-ı Hümayun): "Memleketimizin coğrafi
durumuna, münbit topraklarına ve halkın kabiliyet ve istidadına göre lüzumlu şeylere teşebbüs olunduğu
takdirde, beş on yıl içinde Allanın yardımıyla istenilen(***) şeylerin hasıl olacağı..." söyleniyordu. Bunun için
de "bazı yeni kanunların konulması lüzumlu ve önemli görülmüş"tü...
Türkiye'nin iki yüzyılı aşan "asrileşme", "muasırlaşma", "Batılılaşma", "çağdaşlaşma", "kalkınma", "çağ atlama"
problematiği, sömürgeleşme sürecinden başka bir şey değildir. Söz konusu olan, süreklilik gösteren bir
çizgidir, İdris Küçükömer'in deyişiyle, bir "yenilgi tuzağıdır.."(2) Mustafa Reşit Paşa Osmanlı
tmparatorluğu'nu, "Civilisation"a sokmaya çalışıyordu (!) Bugünün yöneticileri de Türkiyeyi "AET"ye sokmaya
çalışıyorlar (!) Mustafa Reşit Paşa'dan bu yana bir buçuk yüzyıl geçtiği halde, Avrupa'nın hemen tüm kapılan
Türklere kapalı. Batı'ya gidebilmek için vizeyi içine sindirmek ve barajı aşabilmek gerekiyor... Üçüncü
Mustafa zamanında "bu devlet nasıl kurtulur" sorusu şimdilerde, "bu devlet nasıl kalkınır" sorusuna dönüşmüş
görünüyor... Bütün bu dönem boyunca yönetici elitin topluma ve dünyaya bakışında radikal bir değişiklik söz
konusu olmadı.
(*) Londra mektubu 1843
(**) Majöor e longinquo reverentia
(***) Altını biz çizdik (F.B.)
II. Bizim sümürgeleşme olarak gördüğümüz süreçte, Cumhuriyetin kurulma sıyla bir kopukluk ortaya
çıkmamıştır. Cumhuriyet rejimi, Türkiye'nin emperya list Batı ile olan ilişkilerinde ve Kapitalist Dünya sistemi
içinde Türkiye'nin ko numunda köklü bir değişikliği temsil etmiyor. Dolayısıyla, bir "yenilgi tuzağı"nı temsil
eden paradigmanın dışına çıkmak söz konusu değildi. Resmi ideolojinin yaymaya çalıştığı görüşün aksine,
Cumhuriyet dönemi de sömürgeleşme yolun da ilerlemekten başka bir şey değildi.
III. Bugün Türkiye'nin kendi yolunu bulabilmesi, "sağlıklı" bir kalkınma yoluna girebilmesi, uluslararası
düzeyde saygın bir ülke konumuna gelebilmesinin önündeki en büyük engel "yapay" bir resmi ideolojinin
varlığıdır. Bu resmi ideoloji, bilimsel - entellektüel gelişmeyi ve yaratıcılığı sürekli engelleyerek, düşünsel
alanı çoraklaştırmakta, demokratikleşmenin önünde önemli bir engel oluşturmaktadır. Cemil Meriç: "Bu hadım
edilmiş idrakle, bu 'izinli' hürriyetle kalkınmak mümkün mü?" derken, bu açmazı çarpıcı bir şekilde ifade
etmiştir(3) Geçerli resmi ideoloji, toplumun kendisi hakkında düşünme yeteneğini dumura uğratmaktadır.
"Sermaye Uygarlığı" ile ilgili olarak doğru bir tavır geliştirebilmek için, iki yüzyıldır hep aynı çıkmaz yolun
yolcusu olduğumuz ortaya konulmalıdır. Bu konudaki yanılgı da "Milli Mücadele" konusundaki yaklaşımlarda ve
Cumhuriyet Rejimi'nin tahlilinde odaklaşıyor. Milli Mücadele ve Cumhuriyetin ilk on yıllan üzerinde kitabın
hacmine göre biraz fazlaca durmamız bu bakımdan gerekliydi.
IV. Böyle bir resmi ideoloji oluşturulmasının nedeni, Cumhuriyeti kuran kadroların tarihsel olarak geri
(askeri ve sivil bürokrasi, ayan, eşraf, ağa, şeyh, komprador burjuvazi vb.) sosyal sınıflara dayanmış
olmasındandır. Eğer bir ideolojinin gücü temsil ettiği toplum sınıflarının (burada hakim sınıfların) gücünün
ideolojik plana yansımasıysa, emperyalizm çağında bu sınıfların ilerici bir rol oynamaları olanaksızdı.
Cumhuriyeti kuran kadroların bu niteliği veri olduğunda, ideolojik boşluğun resmi ideoloji ile doldurulması bir
"zorunluluk"tu. Böyle bir resmi ideolojiye dayanak yapılacak şeyler de sınırlıydı. Bunu: a) Mustafa Kemal'in
kişiliği etrafında bir kişi kültü yaratarak; b) Milli Mücadele'yi "yeni" yönetici sınıfın ihtiyaçlarına uygun
olarak yorumlayıp, olduğu gibi değil de, mülk sahibi sınıfların "olmasını istedikleri" gibi yeniden yazdırarak; c)
Tek Parti dönemi "İnkılaplar"ının önemini abartarak "gerçekleştirdiler."
V. Cumhuriyetin yeni yönetici elitinin ve dayandığı tarihsel olarak geri sos yal sınıfların ihtiyacı olan bu resmi
ideolojiyi oluşturmak da ittihatçı artıklarına ve onların devamı olan Cumhuriyet aydınlarına düşecekti.
Cumhuriyet aydınlar resmi ideolojinin üreticisi ve yayıcısı olma misyonuna koşulmuşlardı.. Resmi ideolojiyi
üretip yaymaya koşulmuş aydınların devletle olan ilişkileri ve devlet karşısındaki konumlan da, ister istemez
"özel bir veçhe" kazanmıştı. Bir bakıma Osmanlı aydınının konumuna benzer bir konumdaydılar.. Dolayısıyla,
kapitalist topluma özgü aydınlar gibi, devletten "görece bağımsız" değillerdi. Bu durum, düşünsel-entellektüel
alam kısırlaştırmış, anti-demokratik, tek-tip, bağnaz bir düşünce kalıbının yerleşmesi sonucunu doğurmuşur.VI. Yaklaşık yetmiş yıldır bir sermaye sınıfı yaratmak için büyük çaba har candı. Emekçi toplum kesimleri
büyük baskılara maruz bırakıldı. Ne ki 1920'lerin "komisyoncu sermayesi" şimdilerde uluslararası sermayenin
(çoku luslu şirketlerin) "taşaronluğu" konumuna ancak terfi edebilmiş durumdadır. Türk özel sermayesi onca
yıl "teşvik", "destek" ve "vurgun"dan sonra yeni teş vikler, ayncalıklar istiyor ve ancak emperyalist
sermayenin eteğine yapışarak ayakta kalabiliyor. Bugün de ülkenin geleceği bu "marazi" sermaye sınıfının di
namizmine terkedilmiş durumdadır.
VII. Osmanlı İmparatorluğu, son dönemlerinde, özellikle de geçen yüzyılda kendini büyük devletlere göre
tanımlıyordu. Çarlık Rusyası'na karşı öteki em peryalist devletler için bir "tampon bölge" işlevi görüyor ve
emperyalistler arası çıkar çatışmalarından yararlanarak (dış yardımla, vb.) ayakta kalmaya çabalıyor du.
Emperyalizmin Ortadoğu ve Güneybatı Asya'daki çıkarlarının güvence altı na alınması işlevine koşulmuştu.
Cumhuriyet Türkiyesi de kendisini aşağı yu karı aynı biçimde tanımlamaya devam etmiştir. Sovyet Rusya'ya
karşı bir "tampon bölge" oluşturarak Ortadoğu pazarından pay almak isteyen emperyalist devletlerin çıkar
çatışmasından yararlanmayı, dış yardım almayı ve dış destekle yaşamayı bir "ilke" haline getirmiştir.
VIII. Türkiye'nin bugünkü performansı söz konusu olduğunda, egemen sı nıfların ve sözcülerinin yarattığı
ideolojik şartlanmadan yeterince nasiplenmiş olanlar, ülkenin elli-altmış yıl öncesi durumuna bakarak
"değerlendirme" yap mayı yeğliyorlar. Türkiye'nin son elli-atmış yılda belirli bir mesafe kaydettiği kesindir.
Bu zaman zarfında yerinde sayan hiçbir toplum yoktur. Böyle bir şey zaten eşyanın tabiatına da aykırıdır.
Önemli olan ülkenin kapitalist dünya siste mi içindeki konumunun ne olduğu, ne yönde, nasıl ve ne kadar
değiştiğidir. Üs telik her değişmeyi "ilerleme"yle, her büyümeyi de "kalkınma"yla özdeş say mak sakıncalıdır.
Eğer bir anlam ifade ediyorsa; 1987 verilerine göre Türkiye nüfusunun % 40'ının (21 milyon) yıllık geliri 355
dolardı! Karşılaştırmanın an lamlı olabilmesi için, "geriye" değil "etrafa" bakmak gerekir. Bir toplumsal for
masyonun başarısı düne göre bugün neye sahip olduğuyla değil, fakat karşı kar şıya olduğu sorunları
çözebilme yeneteneğiyle ölçülür.
IX. Üniversitelerde öğrendiğimiz ve öğretmekte olduğumuz "iktisat bilimi", ileri sürüldüğü gibi, evrensel
geçerliliği olan bir "bilim" değildir. Kapitalizmin ortaya çıktığı özel koşullarda Batı için Batılılar tarafından
üretilen, ama bizimki gibi "yeni sömürge" statüsündeki ülkelerde de "tüketilen" "iktisat bilimi", hakim
durumdaki ülkelerin elinde ideolojik bir araç işlevi görmektedir. Söz konusu öğ reti, bizim ve benzer
durumdaki azgelişmiş ülkelerin realitelerini açıklama gü cüne sahip değildir. Batı'da, Batılıların ihtiyaçları için
üretilmiş teorik yaklaşım ların ve o yaklaşımlara dayanan iktisat politikalarının eleştirel bir
değerlendirmesini yapmamız gerekiyor. Aksi halde bize gösterilen, ama sonu ol mayan bir yolda "yürümek"ten
kurtulmamız mümkün değildir.
X. Artık iki yüzyıldır dayatılan (asrileşme, muasırlaşma, Batılılaşma, çağdaş-
laşma, kalkınma, çağ atlama) ve her seferinde yeni bir şeymiş gibi sunulan paradigmanın iflas ettiğini
kabullenmeliyiz. Bir şeyi daha kabullenmeliyiz ki; söz konusu paradigmanın dışına çıkmadıkça, gerçekten
eşitlikçi, demokratik, gö-nençli, kendi ayaklan üzerinde durabilen bir toplumsal düzen oluşturmamız mümkün
olmayacaktır. İşte, bu kitapta tartışma konusu edilen belli başlı sorunlar yukarıdaki temalar etrafında
toplanıyor...
2. BÖLÜM
AYDINLAR ve RESMÎ İDEOLOJİ
"Arslanlar kendi tarihçilerine sahip olana kadar avcılık öyküleri her zaman avcıyı yüceltecektir. "
Afrika Atasözü
Her tarihsel dönemde ve her toplumsal formasyonda, belirli bilgilere sahip olanlar "ayrıcalıklı" bir konumda
bulunurlar. Toplumsal işlevleri karşılığında maddi, siyasal, ideolojik olarak ödüllendirilirler. îlkel kabilede,
büyücü, Fira-vun'un rüya yorumcusu, günümüzün diplomalıları vb., ait oldukları toplumsal formasyonların
sosyolojik anlamda aydınlarıdırlar. Bu anlamda, (sosyolojik) aydını olmayan toplum yoktur. Aydım olmayan
toplum olmadığı gibi, aydınların meşrulaştırıcı toplumsal işlevleri ve siyasal iktidar karşısındaki konumları da
bir üretim tarzından diğerine değişir. Bu farklılık meşrulaştırma işlevinin tarihsel süreç içinde aldığı biçimle
doğrudan ilgilidir. İlkel, köleci, asyatik, feodal, kapitalist, tekelci devlet kapitalizmi, bürokratik "sosyalist"
toplumsal formasyonlarda aydınların işlevi ve siyasal iktidar karşısındaki konumları farklıdır.
Eski Uzakdoğu uygarlıklarında toplumsal hiyerarşide bilge, birinci sırada yer alırdı. Bu durum, onun toplumsal
işlevinin öneminden kaynaklanırdı. Yine eski doğu toplumları halk dilinde; birinci bilge, ikinci çitfçi, üçüncü
zanaatkar, dördüncü tacir denirdi. Söz konusu toplumsal formasyonlarda bilge'nin birinci sırada yer alması,
onun bilgelik ve moral (ahlakî) standart örneği olmasındandı. Bilgeyi önemli ve saygın yapan askeri-ekonomik
gücü değil, toplumsal-ideolojik işleviydi.
Her toplumsal formasyonda aydınların toplumdaki konumları ve siyasal iktidarla ilişkileri farklıdır. Dolayısıyla,
toplumsal formasyonun niteliğine bağlı olarak, sınıf (ya da egemen sınıfın bir bölüğü), kast, katman
oluşturabilirler. Aydınlar, Osmanlı toplumsal formasyonunda egemen sınıfın bir bölüğünü
oluştururlardı.İdeolojik (meşrulaştırma işlevi), hukuki, bürokratik bir işleve sahiptiler. Kısaca, hukuk, din,
eğitim, yönetim alanlarını kapsayan bir kesim oluşturuyorlardı. Osmanlı imparatorluğu'nda Şeyh-ül islam,
müftü, kadı, müderris, imam vb. den oluşan bir dini hiyerarşi oluşmuştu.(1) Söz konusu hiyerarşi sayesinde
imparatorlukta hem ideolojik (Şeriatin uygulanması), hem de idari fonksiyonlar (yargı) gerçekleştirilirdi.
Hiyerarşinin yükseklerinde yer alanlar, büyük servetlerin de sahibiydiler. Ilmiyye sınıfı için kati ve
müsaderenin olmayışı, bu kesimin hem büyük servetler edinmesine, hem de edindikleri serveti miras yoluyla
ço-
cuklanna aktarmalarına olanak veriyordu. Böylece yönetici sınıf içinde "kapalı bir kast" oluşturmayı
başarmışlardı.
Sosyolojik olarak aydın tanımına giren kesimin önemi ve toplumda "ayrıcalıklı" konumu, "bilgili" olmalarından,
dahası, toplumda "kültürel tekel"e sahip olmalarındandır. Halk dilinde "ilim iktidardır" (*) atasözü aslında iki
şeyi içermektedir: Birincisi, her bilgi doğal olarak bir siyasal iktidar yaratma eğilimindedir; İkincisi de, her
iktidar zorunlu olarak bir bilgi donanımına ihtiyaç duyar(2) Demek ki aydınların ayrıcalıkları veya siyasi iktidar
ortağı oluşları, "bilgi"lerine dayanmaktadır. Eski Mısır'da Hz. Yusuf un Firavun'dan sonra devletin ikinci
adamı konumuna gelmesi, bilgili olmasındandır. Bütün diğer kâhinlerden daha iyi rüya yorumcusu oluşundandır.
"Beni memleketin hazinelerine memur et, çünkü ben korumasını ve yönetmesini bilirim.(3)
Yukarıda sözünü ettiğimiz, sosyo-profesyonel bir kesit oluşturan ve sosyolojik aydın tanımına girenlerdir. Bir
de bunlardan ayrı olarak ve ekseri marjinal bir öneme sahip olan, çoğu zaman, küçük bir grup bile
oluşturamayan entellektüeller bulunur. "Entellektüeller"in ayırdedici niteliği, diploma sahibi olmaları veya
belirli bilgilere sahip olmaları değildir. Aynı şekilde belirli meslek gruplarına dahil olmaları da değildir.
Şüphesiz bunlar da en az diğerleri (sosyolojik aydın tanımına girenler) kadar, belki de onlardan daha çok
bilimsel bilgiye sahiptirler. Entellektüelin ayırdedici niteliği, onun siyasal iktidardan ve siyasal iktidarın
gerisindeki egemen sınıflardan bağımsızlığı, siyasal iktidar karşısında eleştirel bir tavır içinde olmasıdır. Bu
niteliklerinden ötürü entellektüel, siyasal iktidarla da iyi geçinemeyen biridir. Burada önemli olan zihinsel ve
moral (ahlaki) bir eğilimdir. Ve bu eğilime uygun davranabilme, tavır alabilme yeteneğidir.
Entelektüellerin bir grup oluşturabildikleri ve belirgin bir ağırlığa sahip oldukları ülke Fransa olmuştur. Zaten
"intellectuel" kavramı da ilk defa Dreyfüs olayıyla ilgili olarak 23 Ocak 1898'de kullanılmıştır(4) Dolayısıyla
yalan tarihe ait bir kavramdır. Bir grup oluşturmasalar da, en azından tekil olarak ya da birbirinden bağımsız
aynı zihinsel eğilime cevap veren (vocation) entellektüeller her tarihsel dönemde ve her toplumda var
olmuşlardır. Bu anlamda entellektü-el'in misyonu, gerçeğin çarpıtılmış biçimiyle savaşmaktır. Gerçeğin
saptırılmış (ideolojik) bir versiyonunu topluma kabul ettirmeye çalışan devletin ve bu işleve koşulmuş
"aydınlar"ın, "aldatıcılar"ın ipliğini pazara çıkarmaktır. Açıklıktan yana olmayan, gerçeğin ortaya çıkmasından
zarar görecek olan sınıflara karşı gerçeği savunan, tek kelimeyle gerçeğin ortaya çıkmasından yana tavır
koyan kişidir. Bu anlamda egemen sınıflar ve onların adamları tarafından yaratılan hurafeleri sergilemek,
mistifiye (aldatılma) edilmiş olanı demistifiye (yaratılan efsaneyi yıkmak anlamında) etmektir.
Her sınıflı toplumda iktidardaki sınıflar sömürüyü gizlemek, sömürü ve
(*) Bu sözün F. Bacon'a ait olduğu da ileri sürülüyor. (F.B.) baskıyı meşrulaştırmak, mevcut düzenin değişmezliğini kabullendirmek amacıyla "efsaneler", "hurafeler"
üretirler. Kurulu düzenin devamı, ideolojik bulanıklığın sürdürülmesine, hurafelerin egemen kılınmasına
bağlıdır, işte entellektüel, egemen olan sınıfların gizli kalmasını istediklerini açığa çıkarmaya çalışan, gerçeğin
saptırılmış (reifiye) bir versiyonunu kabullenmeye razı olmayan, iktidarlardakile-rin empoze etmekten çıkarı
olduğu "bir toplumsal değerler sistemi"ne başkaldı-ran, örneğin egemen ideolojiye, resmi tarihe karşı
çıkarak, gerçekten yaşanmış olanla, yaşandığı varsayılan, gerçeğin çarpıtılmış ya da "resmi versiyonu"
arasındaki uyumsuzluğu ortaya çıkarmayı kendine iş edinen kişidir... Egemen olan sınıfların ve devletin her
jtürlü politika ve uygulamalarını eleştirebilen, bu alanda hiçbir yasağa, tabuya, inkarcılığa itibar ermeyen,
sorunları sadece ulusal planda değil, evrensel planda ele alıp kavramaya çalışan kişidir...
Ünlü Fizikçi Albert Einstein, nükleer enerjinin askeri ve başka stratejik amaçlarla kullanılmasına karşı tavır
aldığında, gerçek bir entellektüel tavrı sergi lemiş oluyordu. Onu, aynı tavrı göstermeyen meslektaşlarından
ayıran ve entel lektüel yapan, başta söylediğimiz gibi sahip olduğu "bilimsel bilgi" değil, top lumsal, insani,
evrensel sorunlar karşısında aldığı tavırdır. İşte, bu yüzden Jean Paul Sartre, "atom fizikçisi nükleer
denemelere karşı bildiriyi imzaladığında en-tellektüeldir" derken, bu ayrımı ifade etmek istemiştir. Nitekim,
Sartre, Russell, Diderot, Emile Zola ve başkaları bilgili oldukları için entellektüel sayılmıyorlar dı. Sosyolojik
aydın tanımına girenlerle ortak yanları "bilgili" olmaları olsa da, onları asıl entellektüel yapan insani sorunlar,
evrensel sorunlar karşısında aldikları tavır,devlete karşı tutumlarıdır
Paul Baran; "Aydın denilen kişi, böylece yaptığı işin özü ve esası bakımından bir toplum eleştirmeni, daha
güzel, daha insanca ve daha akla uygun bir toplum düzenine giden yolu tıkayan engellerin ne olduklarını arayıp
bulmayı, incelemeyi ve bu yoldan bunların aşılmasına yardımcı olmayı kendisine dert edinmiş kimsedir. O, bu
nitelikleriyle toplumun vicdanı ve toplumun belli bir tarih döneminde içinde yaşadığı ilerici güçlerin sözcüsü
haline gelir. Ve bu nitelikleriyle O, status quo'yu korumaya çalışan egemen sınıf tarafından ve bu sınıfın
emrinde olup aydınları en hafifinden hayalcilik ya da metafiziklikle, en kötüsü de yıkıcılık ya da bozgunculukla
suçlayan kafa işçileri tarafından bir 'dert yaratıcısı', bir 'baş belası' olarak görür"(5) derken, bizim
entellektüel dediğimiz gerçek aydınının diğerlerinden farkını vurgulamak istiyor.
Bu aşamada önemli bir teorik sorunla karşılaşılır ki; o da, bilginin niteliği, hakim sınıflar ve devlet karşısındaki
konumudur. Bilimsel bilginin göreli bir özerkliği vardır. Dolayısıyla üretilen bilimsel bilgi ile hakim sınıflar
arasında bi-rebirlik, doğrudan bir ilişki olduğunu varsaymak sakıncalıdır. Bilimsel bilginin (sosyal bilim)
sınıfsal bir öze sahip olması, onun göreli özerkliğini ortadan kaldırmaz, işte bu durum, sosyal bilimlerde
tarafsızlık sorununu tartışma gündemine getirmiştir. Göreli özerkliğe (autonomie relative) rağmen,
tarafsızlık bir safsatadan ibarettir. Son tahlilde sınıfsal çıkarlardan tam bağımsız bir bilgi (sosyal bilim)
olanaksızdır. Bilim adamı "tarafsız olmalıdır" ya da "tarafsızdır" dendiğinde, asıl söylenmek istenen, gerçekten tarafsızlık değil, iktidarlardakilerin, mülk sahibi sınıfların
istemediklerini söylememek, tartışma konusu yapmamaktır. Tersini yapanlar, yani iktidardaki sınıfların
istemediklerini yazıp söyleyenler, tartışma konusu yapanlar, "bilimsel tarafsızlıktan uzaklaşmış" sayılırlar ve
tarafsızlıktan ayrılmanın da bedelini şu ya da bu biçimde öderler.
Örneğin Ortaçağ'da kilisenin temel öğretisine ve hakim düşüncesine karşı çıkan birine, ne kadar derin bilgin
olursa olsun, yaşama hakkı tanınmazdı. Çünkü geleneksel Ortaçağ toplumunda sadece teolojinin yaydığı bilgi
esastı ve o bilgiye sahip olanlar saygın ve ayrıcalıklı bir konumda bulunurlardı. 1930'lu yıllarda bir Sovyet
tarihçisi ölümü göze almadan Çin tarihi üzerine bir araştırmaya girişemez-di. Eski Çin tarihiyle ilgili
araştırmalar doğal olarak "Asya tipi üretim tarzı"nı çağrıştırıyordu, oysa Stalin bürokrasisi "Asya tipi üretim
tarzı" ile ilgili tartışmaları büyük bir tehlike olarak görüyor ve şiddetle cezalandırıyordu.
Hem sosyo-profesyonel bir grup oluşturan sosyolojik anlamdaki aydınlar, hem de entellektüel denilenlerin
daha çok kapitalist üretim tarzının ilk defa ortaya çıktığı, kapitalist gelişmenin kendi tarihsel geçmişlerinin
ürünü olan az sayıdaki gelişmiş sanayi toplumlarında ağırlıkları söz konusu olmuştur. Buna karşılık üretici
temeli zayıf, bizimki gibi dışa bağımlı azgelişmiş ülkelerde ve Sovyetler Birliği, Çin, Doğu Avrupa, Küba,
Vietnam vb. gibi bürokratik baskı rejimlerinde bir grup olarak entellektüellerin ortaya çıkma ve yaşama
koşullan son derece sınırlı kalmıştır. Sovyetler Birliği'nde devrimden bu yana "resmi gerçek" (resmi tarih)
tam on defa değiştirilmiştir. İktidarı ele geçiren her bürokratik klik, kendi çıkarına uygun düşen bir tarih
versiyonunu topluma kabul ettirmek istemiştir. Bizde aşağı yukarı 1920'lerin sonları ve 1930'ların ortalarına
kadarki dönemde oluşturulmuş bir "resmi tarih" ve "resmi gerçek" varlığını sürdürmektedir.
Burada asıl tartışılması gereken, nasıl olup da "resmi gerçek" ve "resmi tarih"in ciddi bir eleştiriye
uğramadan ve yara almadan veya çok az aşınmaya uğrayarak bu kadar uzun süre varlığını sürdürebilmiş
olmasıdır. Bunun hem Türkiye'de sermaye birikiminin aldığı "özgün biçim", hakim sınıfların niteliği (veya
sınıfsal ittifakın yapısı) ve tarihsel süreklilik, hem de aydınların devlet içindeki konumlarıyla (veya devlet
karşısındaki) ilgili yanlan vardır. Biz bu kitapta sorunun bu yanını tartışmayı deneyeceğiz. Fakat, bu aşamada
bir hatırlatma yapmamız gerekiyor. Bizimki gibi ülkelerde ve bürokratik baskı rejimlerinin geçerli olduğu
ülkelerde (Çin, SSCB -son dönem öncesi- Doğu Avrupa, Küba vb.) bilimsel bilginin (sosyal bilim) göreli
bağımsızlığı da ortadan kalkmakta, bağımlılık mutlak bir nitelik kazanmaktadır. Böyle bir göreli özerklik
yokluğu, toplumda irrasyonel, bilim dışı, iç tutarlılığı olmayan bir toplum ve tarih versiyonunun ortaya
çıkmasına neden olmakta, hem de bilimsel entellektüel gelişmeyi engellemektedir.
Osmanlı sosyal formasyonunda aydınlar (ulema), hakim sınıfın bir bölüğünü oluştururlardı. Basit yeniden
üretime dayalı pre-kapitalist bir toplumda, mevcut yapı ve işleyişi meşrulaştırmak ve sürdürmek gibi
ideolojik-bürokratik bir misyona koşulmuşlardı. Yönetici (hakim) sınıfın bir bölüğünü oluşturan ulema (Osmanlı aydını), kapitalist
yayılmanın önem kazandığı ve imparatorluğu etkisi altına aldığı ölçüde, klasik işlevlerini yerine getiremez
duruma geldi. Daha sonra bunların yerini "Batıcı", "yenilikçi" Tanzimat aydınları (münevver) almaya başladı.
İlginç olan şudur ki; bu yeni elitin (bir süre geleneksel elitle birlikte yan yana yaşamak durumundaydı) devlet
içindeki konumu ve işlevi toplumun devlet dışı (dolaysız üreticiler) sınıflarıyla olan ilişkilerinde bir önceki
döneme göre (ulema) hiçbir köklü değişiklik ortaya çıkmadı. Üstelik siyasal-yönetsel planda kendilerinden
öncekilerden çok daha etkin bir konuma terfi ettiler. Dolayısıyla meşrulaştırıcı dayanakları ve ideolojik
referansları zaman içinde değişmekle birlikte, konumları ve işlevleri bakımından hiçbir temelli değişiklik
ortaya çıkmadı. Devlet aydınları olarak kaldılar. Kısmen de kast konumlarım muhafaza ettiler. Kapitalist
toplumdaki aydınlar gibi bir katman (couche) oluştu-ramadıklan için, ürettikleri bilgi, ancak kendi dar-sınıfsal
çıkarlarını koruyup meşrulaştırmaya hizmet edebilirdi...
Cumhuriyetin kurulmasıyla bu durum devam etti. Ne var ki Cumhuriyet dönemi aydınları kendilerinden
öncekilerden çok daha köşeli, sınırlan iyice belirlenmiş bir resmi ideoloji oluşturmak zorundaydılar. Yenilikçi
Osmanlı aydınları kendilerine bir kurtarıcı misyon vehmederek imparatorluğu sömürgeleştirdi-ler. En azından
sömürgeleşme sürecini hızlandırdılar. Bu bakımdan "yenilikçi hareketler" olarak gösterilmeye çalışılan,
aslında bir auto-colonisation (kendi kendini sömürgeleştirme) süreciydi. Osmanlı yönetici aydın eliti, birçok
doğrudan sömürgedeki sömürgeci yöneticilerin işlevine koşulmuşlardı. Yönetici sınıfın bir fraksiyonu olarak,
içinde yaşadıkları toplumu tahlil edebilecek durumda değillerdi. Nitekim aydınların yönetici sınıf konumunda
bulunduğu sosyal formasyonlarda aydınların dünyayı kendi dar-sınıf çıkarları açısından görmeleri, onların
açıklayıcı yeteneğini dumura uğratmaktadır.
Bir taraftan Osmanlı İmparatorluğu Batı kapitalizrninin etkisi altına girip, üretici temeli aşınırken, diğer
yandan yenilikçilerin ideolojik referanslarıyla realite arasında bir uyumsuzluk ortaya çıktı. Yeni ideolojik
referanslara uygun bir ekonomik-sosyal ortam ortaya çıkmıyor, var olan geleneksel temel de giderek
aşmıyordu. Bunun anlamı, geleneksek ideolojinin yerini alacak kapitalist üretim tarzına özgü rasyonalizmin
güçlenip kitleleri etkisi altına almasının maddi koşullarının oluşamamasıdır. Kitleler haklı olarak
yoksullaşmalarının ve kimlik kaybına uğramalarının sorumlusu olarak, "Batıcı-yenilikçi kliği" ve onların
"yeniliklerini" gördüler. Sonuç olarak Osmanlı İmparatorluğu'nda var olan yönetici sınıf-halk
yabancılaşmasına (ki bu köklü bir yabancılaşmadır) yeni bir boyut eklendi. "Eski Türkiye'de güzideler sınıfı,
halka ait ne varsa bayağı, âdi, âmiyane görür, bundan dolayıdır ki halka 'avâm' adını verirdi. 'Avam, nevâmdan
farksızdır' diyerek, halkı hayvanlar derekesine indirirdi. Kendi kendine "havâs revânim" unvanını veren bu
zümre, hiç avâma kıymet verebilir mi?"(6)
Kendilerini savunmak durumunda olan kitleler daha fazla geleneksel ideolojiye sarılırlarken, yenilikçilerin
(Batıcılar) onun yerine koyabilecekleri bir şeyleri yoktu. Dolayısıyla geleneksel ideoloji aşınırken, aynı zamanda Batıcıların karşısına muhalif bir ideoloji
olarak çıktı. "Artık bir tarafta her şeyi kabul eden ve caiz gören, yüksek ve aydın sınıf, çeşitli yabancı
milletleri en aşırı bir biçimde benimseyip taklit ediyorken, öteki tarafta bir kısım aydınlarla geri kalan halk,
her türlü yeniliğe karşı koyuyordu. Yenilikten şiddetle nefretin ve ürküntü hissinin eserleri her yerde kendini
gösteriyordu(7) diye yazıyor Sait Halim Paşa.
Hiçbir halk yenilik düşmanı, refah aleyhtarı değildir. Böyle bir şey insan doğasına aykırıdır. Aslında resmi
ideolojinin (sol versiyonu dahil) yaymaya çalıştığının aksine, halk yenilik düşmanı değil, gerçekten yenilikçi
olmayanlara, yeteri kadar yenilikçi olmayanlara, yenilik olarak ileri sürülenlerin yıkıcı sonuçlarma, yenilik
olarak sunulanların gerçek çözüm yollarını tıkamamasına karşıydı. Yalçın Küçük "Aydınlar Üzerine Tezler" adlı
kitabında "Türk aydın tarihi yenilik düşmanı bir halkı yenilikçi yapmanın tarihidir"(8) diyor. Böyle bir yaklaşım
en azından bilim dışıdır!.. Aydınlara büyük'bir kudret ve toplum üstü yetenekler vehmeden aşırı jakoben bir
zihniyetin ürünüdür. Küçük, bir cümlede iki yanlış birden yapıyor: Birincisi, hiçbir halk yenilik düşmanı
değildir; ikincisi, hiçbir aydın grubu bir toplumu bir yerden bir başka yere götüremez. Halk çağdaşlığa değil,
"çağdaşlaştırma"nın (sömürgeleşme, üretici güçlerin tahribi biçiminde ortaya çıkıyordu) bizde aldığı biçime
tepki göstermiştir.
Klasik aydınların, hiç değilse bir bölüğünün, yenilikçi ideolojiye kazanılmaları, üstelik geleneksel ideolojinin
"muhalif" bir ideoloji niteliği kazandığı koşullarda olanaksız gibiydi. Yenilikçi aydınların taşıdıkları ideoloji,
kendi realitelerine yabancı bir ideolojiydi. Osmanlı yenilikçi aydını, Batı'nın düşünsel ürünlerini ithal ettiği
sürece, bir bakıma aydınlanmadan aydınlatmaya girişiyordu... Yenilikçi Osmanlı aydını "münevver", Batı
burjuvazileri de "münevvir"-dir. Aydmlatanın sömürgeci emperyalist Batı olduğu koşullarda, Osmanlı yenilikçi
aydım, kendi ürünü olmayan, üstelik kendi realitesiyle pek ilgisi bulunmayan bir ideolojinin taşıyıcısı durumuna
geliyordu!..
Böylece sadece halk kitlelerini değil, geleneksel aydınların bir bölüğünü de karşısına alıyordu. Oysa Batı'da
geleneksel aydınların bir bölüğünün rasyonalizme kazanılmaları söz konusuydu. Bu konuda Antonio Gramsci
şunları yazıyor: "Ama bir önceki ekonomik yapıdan gelen ve onun gelişmesinin bir yönünü temsil eden her
toplumsal temel takım, tarih yüzüne (hiç değilse bugüne kadarki tarih yüzüne) çıktığı zaman, kendinden önce
var olan birtakım aydın bölükleri bulmuştur. Bunlar, galiba toplum ve politika alanında en karmaşık ve en köklü
değişmelerin durduramadığı tarihsel sürekliliğin de temsilcileri olmuşlardır. Başa geçmek isteyen her takımın
en önemli özelliklerinden biri, geleneksel aydınları ideolojik olarak ke:ndisine dönüştürme ve kazanma yolunda
yaptığı savaştır. Bu takım, organik aydınlarını yetiştirdiği ölçüde, bu dönüştürme ve kazanma işini daha çabuk
ve etkili olarak s^1^^1^) Osmanlı İmparatorluğu'nda buna olanak yoktu. Batı'da gelişmekte olan fab rika sanayii (teknolojik devrim)
geleneksel zanaatları (el zanaatları) yıkarken, yeni istihdam olanakları da yaratıyordu. Bu durum, kurulmakta
olan yeni düze nin (kapitalist) savunulup meşrulaştırılmasını kolaylaştırıyordu. Idris Küçükö-mer; "yenilik
hareketlerine toplum açısından, üretim güçlerinde kapitalist bir ge lişmeye bağlı olarak büyüyen bir iç sınıf
olmaksızın girişilmişti"(10) derken bu durumu ifade ediyor. Oysa Batı gibi olmak isteyen (elbette asıl amaç
iktidarları nı korumaktı) ve bunda çıkarı olan yenilikçi kast, ülkenin daha fazla sömürge leşmesi ve üretici
temelinin zayıflaması sonucunu doğurduğu için, taşıdığı ideo lojinin kitlelerce benimsenmesi söz konusu
olamazdı. Atillaİlhan'ın, "komprador aydın" tanımı bu aydınlara gerçekten uygun düşmektedir. Batı'da yeni
bir sınıfın (burjuvazinin) organik aydınlarının ürettiği ideoloji, benzer bir dönüşümün olmadığı Osmanlı
toplumuna ithal edildikçe, dar bir yönetici elit dı şında "aydınlanma" gerçekleşmiyecekti.
Bu bakımdan Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi aydınları, üstlendikleri ideolojik işlev
bakımından Batı burjuvazisinin Türkiye'deki "organik aydınları"dılar . Batı burjuva ideolojisinin taşıyıcıları ve
yayıcıları oldukları sürece, Batı'dan, önce sanayi ürünü, daha sonra teçhizat ve ara-malı ithal eden; önce
komisyoncu-tüccar, daha sonraki dönemde montaj sanayicisinin ideolojik düzeylerdeki benzerleri olmuşlardır.
'Hakim ideoloji hakim sınıfın ideolojisidir' diyor kitap." Osmanlı ülkesinde hakim sınıf, Fransız veya İngiliz
burjuvazisi. Sarayın direnişi azaldıkça kapitalizm taarruzunu yoğunlaştırır: Ke-şistler, mektepler,
mürebbiyeler» mason locaları... Osmanlı Bankası, nişanlar, sefaret baloları ve Beyoğlu'nu zevk panayırına
çeviren şuh aktrisler"(11) Cemil Meriç bir başka yerde de şunları yazıyor: "Avrupa silahları ye teknolojisiyle
birlikte Avrupa fikirleri de ithal edildi. Bunlar da sosyal ve "Siyasi düzenin en az ötekiler kadar
tahripçisiydiler."(12)
Tanzimatla başlayan dışardan "düşünce" ve "kurum" ithal etme süreci, 1920 ve 1930'lu yıllarda fanatik bir
inkarcılıkla sürdürüldü. Merkezi otoritenin güçlendirilmesinin sağladığı olanakların da yardımıyla Kemalist
iktidar, tarihte eşine az rastlanır bir inkarcılığı dayattı. Bu, kendi geçmişimizi toptan inkar etmek biçiminde
tezahür etti. Bu yüzden Takrir-i Sükun terör rejimi altında insanlara şapka giydirildi. Arapça-Farsça
melezlenmesidir diye Osmanlıca bir çırpıda yok sayıldı. Arap alfabesi Latin alfabesiyle değiştirildi. Bütün
bunlar "inkılap" sayıldı. Terör rejimi koşullarında gerçekleştirilen bu inkîlapların bekçiliğini yapmak da,
Cumhuriyet aydınlarına düşecekti. Zora dayanılarak yapılan "inkılaplar", ancak zora dayanarak korunabilirdi.
Aydınların açmazı da buradaydı. Zorla yapılan inkîlapların zora dayanarak korunduğu bir ortamda aydınlar,
antidemokratik bir resmi ideolojinin üreticisi, yayıcısı ve sürdürücüsü olacaklardı. Şapka giymeyi
reddettikleri için idam edilenlerin "gerici" oldukları konusunda fetva vereceklerdi!.. Üstelik Cumhuriyet
aydınlarının halk kitlelerine bakışında da kendinden öncekilere göre bir değişiklik söz konusu değildi.
Cumhuriyet döneminin önde gelen aydınlarından, liberal (ama demokrat olmayan) Ahmet Ağaoğlu, 1926'da
Gazi Mustafa Kemal'e verdiği bir raporda; "Arzetmek isterimki acizleri demokrat değilim, alelumum demogojiye karşı büyük bir nefret per-verde ederim. Bendeniz
binbirbaşlı kütlelerin herhangi bir işi başa çıkaracak kabiliyette olduğuna hiçbir zaman kail olmadım"(13)
diyor.
Kültür sorununa yaklaşım nasıl olmalıdır? Bir toplumun kendi geçmişini ve kültürünü, toptan mahkûm etmesi
bilimsellikle bağdaşır mı? Toplum kendi öz geçmişiyle bağlarını bu biçimde koparırsa ne gibi sonuçlar ortaya
çıkar? Bir toplum, kültürünü, gericidir diye inkâr ederse, tarihsel süreklilik nasıl sağlanır? Tarih, sonuç
itibariyle toplumun geçmişiyle bir diyalog değil midir? Böyle bir diyaloğun kesilmesi arzulanır bir şey midir?
Toplumu, kötü alışkanlıkları olan bir çocuk gibi görmek bilimsel bir tutum mudur? Tüm elemanlarının (yapıcı
unsurlarının) geri ve gerici olduğu gibi bir kültür düşünebilir mi? Aynı şekilde, tümüyle ilerici bir kültür söz
konusu olabilir mi? Öte yandan, tarihsel olarak geride kalmış olan bir kültür toptan geri, bugün yaşayan da
mutlaka "ileri" ve "ilerici" midir? Eğer geçmişle bağlar böylesine kesilirse bunun yarattığı boşluk nasıl
doldurulabilir?
Cumhuriyet aydınları bu soruları genellikle sormadıkları gibi, sorulmasını, tartışılmasını da engellediler.
Benzer soruları sormaya, tartışmaya girişenlere bağnaz bir karşı-ittifak oluşturdular. "Başarılan" yaptıkları
savunmanın ve teorik angümanların gücünden değil, arkalarındaki baskıcı devletin gücünden kaynaklanıyordu.
Ürettikleri yalanla yaşamayı "aydınlanma" sandılar. Resmi ideolojinin üreticisi ve yayıcısı olarak da her zaman
hakettikleri hediyelere kavuştular...
Oysa as;l yapılması gereken inkâr değil, "diyalektik aşma" olmalıydı.(14) Başka bir ifade ile var olanı sürdürme,
eliştirme, aşma biçiminde bir yaklaşım gerekiyordu. Eğer Marx, İngiliz Burjuva Ekonomi Politiğini inkâr
etseydi Kapi-tal'i yazabilir miydi? Ricaordo'yu, Smith'i, Malthus'u vb. yok sayarak, inkâr ederek, onları
gericilikle suçlayarak yeni bir teori geliştirebilir, toplumsal bilimlerde büyük bir atılım gerçekleştirebilir
miydi? Toptan inkarcılığın yıkıcı sonuçları başka yerlerde de görüldü. Sovyetler Birliği'nde proletarya
kültürü'nün yüceltilmesi, burjuva kültürünün toptan mahkûm edilmesi Stalinist terör rejimi koşullarında tam
bir kültürel, entellektüel ve artistik gerilemeye ve kısırlığa neden oldu. Stalinist ve izleyen dönemlerde
Sovyetler Birliği'nde dünya ölçeğinde düşünce ve sanat adamlarının yetişmemesi, bu inkarcılığın ve bağnaz bir
bilim ve kültür anlayışının sonucuydu. Tarihsel süreklilikle dıyaletlik aşkınlık konusundaki bu tutarsız
yaklaşımın sonuçlan çok ağır oldu. Oysa kendi kültür mirasını dönüştürüp yeni ve üst düzeyde bir senteze,
daha zengin bir kültüre ulaşma yolu, bağnaz taklitçilik ve inkârcılık yüzünden kapatılmıştır. Eğer bugün bir
"arabesk" kültürel ortama gelinmişse, bunun sorumlusu, kendi kültürünü aşağılayıp, mahkûm eden zihniyettir.
İlginç olan bir şey de, Cumhuriyet aydınının Meşrutiyet aydınının, Meşrutiyet aydınının da Tanzimat dönemi
aydınlarını suçlamış olmalarıdır. Her dönemde, bir öncekiler yanlış yaplıklan için suçlanmışlardır. Cumhuriyet
aydınlan "doğru yolu bulduklarını" iddia etmişlerdir. Oysa Cumhuriyet aydınlan gerek orijinleri ve devlet içindeki
konumlan, gerekse de ideolojik, düşünsel referansla-n bakımından aynı çizginin sürdürücüsüydüler. Bütünüyle
onların "azgelişmiş" ideolojik-kültürel mirasına konmuşlardı.
Cumhuriyet aydınlan için de iktidarlarını sağlamlaştırmanın biricik yolu, kendilerinden öncekileri kötülemekti.
Bize göre Türk aydınlarının kendi geçmişlerine bu ölçüde olumsuz ve yadsıyıcı yaklaşmalarının bir nedeni de;
"geri-lik"lerinin farkına vardıklarında, Batı kapitalizminin ülkeyi "biçimsizleştirip", içini boşaltmış olmasıdır.
Bu durum onların kendi geçmişlerini mahkûm etmelerini kolaylaştırmıştır. Kendi "gerilik"leri ile başkalarının
"ileriliği" arasındaki ilişkinin niteliğini de kavrayacak durumda olmadıklan için, tüm kerametleri kendi ülkeleri
dışında, Batı'da buluyorlar! Bu geleneğin sonucu olarak, kendi toplumlarının geçmişiyle ilgili her şeyi yok
saymak, her şeyin Batı'dan menkul olduğu görüşüne sıkı sıkıya sarılmak kaçınılmaz oluyor! Türk aydınları
yukarıda kısaca değindiğimiz sürecin sonucunda düşünsel, ideolojik ve kültürel bir bağımlılığa düşüyorlar. Bu
bağımlılık, yaşadıkları dünyayı ve kendi toplumlarının gerçeğini kavramalarını giderek zorlaştırıyor.(15)
Osmanlı dönemi kültürü inkâr edilince, geriye halk edebiyatı dışında pek bir şey kalmıyordu. Ortaya çıkan
kültür boşluğu da Batı'ya daha çok yaslanarak, ve oradan daha çok "ithalat" yapılarak doldurulmaya çalışıldı!
İthal edilen de pozitivist burjuva kültürüydü. Bu tutucu ve seçkinci ideolojinin ithali yönetici aydın elitin
çıkarlarına uygun düşüyordu. Üstelik bu alanda bir sürü tutarsızlıklar, çelişik yaklaşımlar da sergileniyordu.
Mustafa Kemal, Nutuk'ta; "Osmano-ğulları zorla, Türk Milletinin hakimiyet ve saltanatına el koymuşlardı. Bu
tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi, şimdi de Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini
bildirerek, hakimiyet ve saltanatı isyan ederek bilfiil eline almış bulunuyor"(16) diyor. Bu durumda İstanbul'un
fetih yıldönümlerinde ve daha bir sürü yıldönümlerinde yapılan törenleri anlamak zorlaşır! Diğer yandan da
yok sayılan veya inkâr edilen şeylerle övünülüyor. Örneğin Türklerin tarih boyunca kurduklan en büyük
devletin Osmanlı Devleti olduğu söyleniyor! Bu ve benzer yaklaşımlar doğal olarak genç nesillerin kafalarında
çelişik düşüncelerin oluşmasına neden oluyor...
Devlet Aydınının Çelişkileri
Cumhuriyetin kurucu kadrosunun asli unsurunu oluşturan, büyük çoğunluğu İttihatçı (Jön Türk) olan aydınlar,
referanslarının ağırlık noktası Batı burjuva ideolojisinin pozitivist yorumuna dayanmakla birlikte, devletle
olan ilişkileri, devlet karşısındaki konumları bakımından Osmanlıdaki ilmiyye sınıfına benzemekteydiler.
Cumhuriyetin kurulmasıyla daha çok özerkleştiler ve etkinliklerini daha da artırdılar. Osmanlı'da olduğu gibi
yine hakim sınıfın bir bölüğünü, ama bu sefer daha etkin bir bölüğünü oluşturdular. Ağırlıkları, olumsuz dış
konjonktörün (Büyük Dünya Ekonomik Krizi) ülkeyi etkisi altına aldığı 19301u yıllarda daha da arttı. Etkinliklerini II.
Dünya Savaşı sonuna, 1950'ye kadar sürdürmeyi başardılar.
Aydınların bir bölüğü 1960'lı yıllarda "sosyalizmle buluştuklarında" sosyalist düşüncenin yozlaşmış bir
versiyonu olan Stalinizmi büyük bir kolaylık ve rahatlıkla benimsediler. Bu durum, "sosyalist" de olsalar,
onların "bürokrat aydın", "devlet aydını" olmalarından kaynaklanıyordu. Stalinizmi benimsedikleri ölçüde, bu
sefer de Sovyetler Birliği'nin (ve daha az oranda Stalinist Çin bürokrasisinin) resmi ideolojisinin taşıyıcıları
oldular.
Stalinizmin ipliğinin pazara çıktığı bir dönemde, Türk "sosyalist"lerinin bağnaz birer Stalinist kesilmeleri
onların her tarihsel dönemde yaya kaldıklarım da bir defa daha gösteriyordu. Aslında bu, Türk
entelijansiyasının bir "özelli-ği"dir. Üretilmesine pek katılmadıkları çağdaş düşünceyle hep belirli bir
gecikmeyle tanışıyorlar. Her seferinde pazara geldiklerinde pazan dağılmış buluyorlar... Türk
"sosyalist'lerinin Stalinizme olan hayranlıklarım ve bağlılıklarını "talihsiz bir rastlantı eseri" saymak herhalde
doğru olmaz. Artık, Sovyetler Birli-ği'ndeki sosyo-ekonomik düzenin sosyalist değil, sosyalizmin bir
karikatürü olduğunu sağır sultanın bile duyduğu bir ortamda, Stalinizme dört elle sanlmaları, sınıfsal
yapılarının ve ideolojik referanslarının bir sonucuydu. O kadar ki işi, Sovyet yöneticileri ülkelerindeki rejimin
sosyalist olmadığını "itiraf ettiklerinde" onları revizyonistlikle suçlamaya kadar vardırarak, gülünç durumlara
düşenleri bile var!.. Bürokratik, devletçi, halka yukandan bakan Türk "sosyalistlerine sosyalizmin bürokratik
yozlaşmaya uğramış bir versiyonu pek uygun düşüyordu. Bürokrasinin iktidar ortaklığının sona erdiği, 19501i
ve 1960'lı yıllarda sosyalizm, aydınlar için yeniden etkin bir meşrulaştırma, dolayısıyla da iktidan ele geçirme
aracı olabilirdi. Gerçekten de 1960'ların başında sosyalist ideoloji, bürokrasinin iktidar ortaklığının sona
erdiği bir dönemde, iktidarı yeniden ele geçirmenin bir aracı olarak görülüyordu.
- Sözde "bilimsel" bir dil kullanılıyor, sosyalist sloganlar ortalığı kaplıyorduy-sa da, aydınların büyük
çoğunluğu için asıl amaç sosyalizmin kurulması değildi. Bu aşamada görüntüyle gerçeğin birbirinden aynlması
önemlidir. Amaç sosyalist bir toplum düzeni oluşturmak değil, "sosyalist yöntemler" kullanarak Batı'yı daha
hızlı taklit etmekti. Batı'yı taklit etmeyi hızlandırarak sosyalist bir topluma varılabilir mi? Açıkça ifade
edilen klişe şuydu: Kapitalist yoldan kalkınmak uzun zaman alır, kalkınmanın kestirme yolu sosyalist yolu
seçmektir. Asıl amaç gerçekten sosyalist bir toplum kurmaya yönelik olsaydı, askeri cunta senaryolarıyla,
"ilerici su-baylar"la, iktidarı ele geçirmeye, çalışırmıydı? Sosyalizmin temel teorik kaynaklarına yönelmek
yerine, Sovyetler Birliği'nden azgelişmiş ülkelere ihraç edilen "Kapitalist Olmayan Kalkınma Yolu" gibi
uydurma stratejilere itibar edilmesi bu yüzdendi/1 ^ Dönemin sosyalistlerinin sosyalizmin temel sorunlarım
tartışmaktan özenle kaçınmaları, devrimci marksizmin sürdürücülerine düşmanlıkları bu niteliklerinden
kaynaklanıyordu. Asıl amaç, kaybettikleri "iktidarı" yeniden kazanmak, bu amaçla sosyalizmi bir araç olar
kullanmaktı.Eğer askeri bir darbeyle, ittihatçı yöntemleriyle sosyalizm adına iktidarı ele geçirebilirlerse, iktidarı
kimseyle paylaşmak zorunda kalmayacaklardı. Üstelik bu sefer siyasal iktidarı da kimseyle paylaşmak zorunda
olmadıkları için, tartışmasız ve tek hakim sınıf konumuna yükseleceklerdi. Doğu Avrupa'daki örnekler
iştahlarını kabartıyordu! Ne var ki, burjuvazi ve gerisindeki emperyalist "destekçiler", bürokratik aydınlara
bu yolu çoktan kapamıştı. Asalak burjuvazi ve emperyalizmle başa çıkabilecek olan asıl güç emekçi kitlelerdi
ama, Türk aydınlan (sosyalist olsunlar) emekçi sınıflan işin içine kanştırmaya pek niyetli değillerdi. (Kullanılan
dil ve sloganlara rağmen). Bu konuda bir de gerekçe üretilmişti: Halk geriydi, kendilerinin değil, "yoz burjuva
politikacılarının" peşinden gidiyordu, son tahlilde de kendi çıkarlarının farkında değildi.... Bu ve benzeri
argümanların öncekilerden, Tanzimatçı, Meşrutiyetçi, Cumhuriyetçilerden bir farkı var mıdır? Halkın siyasal
olgunlaşmasını beklemek onyıllar alırdı. Oysa ülkenin beklemeye tahammülü yoktu. Aslında "sosyalist"
aydınların önemli bir bölüğü askeri cunta yöntemlerine bel bağladıkları dönemde, içinde yaşadıktan toplum,
hakim sınıflann gücü, kitlelerin beklentileri ve özlemleri konusunda son derecede bilgisizdiler.
O halde halkın çıkarlarının "nerede ve nasıl"ını bilen bürokratik aydınlar, iktidarı ele geçirerek kestirme
çözümler dayatacaklardı. 27 Mayıs darbesini yüceltmeleri ve söz konusu darbenin sınıfsal bir tahliline
yanaşmamaları ilginçtir. 1960'lann "sosyalist"leri arasında Stalinizme bağlılıklarını sürdüren pro-sovyetik dar
bir kesim dışındakilerin ufukta "sosyalizm görünmeyince", sermaye ve devletle olan ilişkilerim gözden geçirip,
bir "durum değerlendirmesi" yaparak ortalıktan çekilmeleri, asıl niyetin başka olduğunun bir göstergesidir...
Aslına bakılırsa, Türkiye'deki sol düşüncenin teorik-ideolojik geri planında, Stalinizmle Atatürkçülüğün
melezlenmiş bir versiyonu vardı. Dolayısıyla, ideolojik ve teorik referanslar olarak, gerçek sosyalist
düşüncenin kaynağına inmek söz konusu değildi. Şüphesiz bütün bu dönem boyunca, yukarıda sözünü ettiğimiz
genel ve hakim çizgi dışında olan aydınlar da elbette vardı. Ama bu kesimin sayısal cılızlığı, ideolojik
etkinliğini doğal olarak etkisizleştirmiştir.
Bu aşamada aydınlar-resmi ideoloji ilişkisi üzerinde durmamız gerekiyor. Fakat ondan önce resmi ideolojiyle
ilgili bazı açıklamalar yapmak yararlı olacak. Gerçekten de bilimsel literatürde olsun, günlük konuşma dilinde
olsun, kullandığımız kavramlar hakkında her zaman yeteri kadar açık olmayabiliyoruz. "Resmi îdeoloji"ye
varabilmek için Antonio Gramsci'nin "hegemonya" kavramından hareket edebiliriz. Gramsci'ye göre; yeni bir
ideolojinin toplumun tüm kesimlerinde hegemonya kurabilmesi için o ideolojinin sahibi ve taşıyıcısı olan ve
tarih sahnesine çıkan yeni sınıfın, üretici güçleri geliştirmesi, ekonominin üretici temelini dönüştürerek, bir
önceki tarihsel döneme göre önemli bir ilerleme sağlaması, tarihsel olarak geri olan sınıfa karşı yürüttüğü
devlet aygıtını ele geçirme mücadelesinde kendi çıkarlarını gerçekleştirirken, toplumun diğer kesimlerini de
bütünüyle ihmal etmemesi, dolaysız üretici kesimlere de önceki duruma göre bir şeyler vermesi gerekir.
Başka bir ifade ile yeni egemen sınıfın bir önceki dönemin geçerli ideolojisinden farklı bir İdeolojiyi geniş
halk yığınlarına kabul ettirebilmesi için, toplumun diğer sınıflarının yaşam koşullarında en azından kısmi bir iyileşme sağlaması
gerekir. Gramsci'nin kendi ifadesiyle, yeni sosyal sımfın egemen sınıf olma mücadelesine giriştiğinde: "Üstün
gelmesi gereken kendi temel çıkarlarıyla, ikincil sosyal gurupları da feda etmeyecek uygun bir dengenin
kurulması gerekir. "(18) Böylesi bir dengenin oluşturulması, devlet aygıtım ele geçiren yeni egemen sınıfın,
toplumun diğer bağımlı kesimlerini kendi egemenliği altında tutabilmesinin koşuludur.
Ancak böyle bir durumda egemen sınıf, iktidarının sınıfsal karakterini gizleyebileceği bir dünya görüşünü
kitlelere benimsetebilir. Ve bunu "doğal", "gerekli" moral değerler ve toplum anlayışı olarak kitlelere
kabullendirebilir. Böylece egemen sınıf son aşamada, ekonomik, politik ve moral bağlan gerçekleştirir.
Gramsci buna "tarihsel blok", yeni egemen sınıfa "hegemonik sınıf" ve onun yaydığı ideolojiye de "hegemonik
ideoloji" diyor.
Gramsci'nin tahlilinden çıkan sonuçları şu şekilde özetlemek mümkündür; devlet aygıtını ele geçirmek
amacıyla hasım sınıflarla mücadeleye girişen yeni (yükselen) sınıf, üretici güçleri dönüşüme uğratacak,
toplumun ikincil (egemen sınıf dışında) sınıflarına da bir şeyler verebilecek, son analizde kendi sınıfsal
projesini geniş kitlelere kabul ettirirken, zor öğesini değil, ikna ve inandırma yolunu seçecek, böylece kendi
ideolojisi aracılığıyla bir entegrasyonu (bütünleşmeyi) gerçekleştirecek.
Yukarıdaki kısa açıklamalar karşısında, resmi ideolojinin, hegemonya gücü zayıf bir ideoloji olduğu ortaya
çıkıyor. Bu durum, devlet aygıtım ele geçiren yeni sınıfın veya sınıflar blokunun iktidar mücadelesine
giriştikleri kritik anda üretici güçlerde bir dönüşüm yaratmamış olması ve ikincil sınıflara da önceki döneme
oranla bir şeyler verememesidir. Böyle olunca, üretici güçlerde bir ileri atılım gerçekleşmeyince ve egemen
sınıf dışı toplum kesimlerine bir şeyler verilmeyince, yeni egemen sınıfın projesini geniş halk kitlelerine
kabullendirmek ve ideolojik üst yapılarla ekonomik temel arasında uygun bir eklemlenme (articulation)
yaratmak mümkün olmamaktadır.
Cumhuriyetin kurulduğu dönemde tam tersi geçerliydi. Üretici güçlerin geliştirilmesi bir yana, mevcut üretici
güçler de büyük ölçüde tahrip edilmiş durumdaydı. Zaten Cumhuriyetle gelen rejim, 1908'den beri sürüp
gelen İttihatçı rejimiydi. Ortada ekonomik temeli dönüştürüp güçlendirecek bir sınıf olmadığı gibi, üretici
güçlerin dönüşüme uğratılması, bir önceki dönemin üretim ilişkilerini, bu arada mülkiyet ilişkilerini
dönüştürmek de söz konusu değildi. Türkiye'de Cumhuriyetin kurulmasıyla iktidara el koyan "yeni" yönetici
sınıflar koalisyonu, emekçi sınıflara bir şeyler vermediği gibi, baskı ve sömürüyü yoğunlaştırmıştı. Dolayısıyla,
geçerli kültürel-ideolojik değerlerin yerine yenilerinin üretilmesinin ve kitlelerde bir hegemonya sağlamasının
koşullan oluşmamıştı. İşte bu hegemonya eksikliği, yapay, zorlama bir resmi ideolojinin "üretilmesini" zorunlu
hale getirmiştir...Sözünü ettiğimiz hegemonya eksikliğini gidermek ya da hegemonya boşluğunu doldurmak amacıyla üretilen
ideoloji, resmi ideolojidir. Bu da ideolojinin bir sınıf projesi olduğunu gizlemek ve kitlelerde bir yanılsama
yaratmak için yeterli olamazdı. Hegemonya boşluğunu doldurmak amacıyla "devlet aydınlan" tarafından
girişilen ideolojik zorlamaların kitlelerin bilincine yerleşme gücü olmadığı için, resmi ideoloji zor ögesiyle
birlikte yürüyecek, zorunlu olarak da, daha baştan anti-demokratik, baskıcı bir nitelik kazanacaktı.
İleriki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Cumhuriyeti kuran ekibin yukarıdaki anlamda hegemonya gücü olan
bir egemen ideoloji oluşturmalarının koşullan oluşmamıştı. Ne yeni bir sosyal sınıf ve onun geliştirdiği yeni ve
ileri üretici güçler ve üretim ilişkileri, ne de kitlelerin yaşam koşullarında hatırı sayılır bir iyileşme söz
konusuydu.
Resmi ideoloji oluşturmak için "bilgi" kanallarım denetlemek -enformasyon bilgi demek olduğuna göre-, bazı
bilgilerin kitlelere ulaşmasını engellemek, kitlelerin bilincinde (memoire collective) bir boşluk yaratmak üzere
kendi geçmişiyle bağlarını koparmak, iktidardaki sınıfların çıkarlarına uygun bir bilgi ve enformasyon ağı
oluşturmakla mümkündür.
İşte Cumhuriyet aydınlarının işlevi, böyle bir resmi ideoloji üretmek olmuştur. Bu amaçla yakın tarih tahrif
edilmiş, Kürt kimliği inkâr edilmiş, Milli Müca-dele'nin gerçek dışı bir versiyonu geliştirilmiş, son tahlilde
emperyalizmle bir uzlaşma olan "Milli Mücadele", mazlum halklara kurtuluş yolunu gösteren ilk antiemperyalist
hareket olarak gösterilmek istenmiştir. Oysa Cumhuriyet iktidarları "büyük devlet"
kompleksinden hiçbir zaman kurtulamadılar. Mazlum halkların yanında değil, her zaman onları ezen
sömürgeci-emperyalist devletlerin safında yer aldılar. 1920'li ve 1930'lu yıllarda yapılan bürokratik
düzenlemeler (İnkılaplar) abartılmış, tüm uygarlıkların kaynağının Türkler olduğu ve tüm dillerin de
Türkçeden türediği gibi hezeyanlar bir döneme damgasını vurmuştur. Türk aydınları, yalan üretip ürettikleri
yalanla yaşamak gibi, talihsiz bir konumda bulunmuşlardır. Sözde, topluma rasyonalist düşünceyi yerleştirmek
amacıyla yola çıktıkla-nnı iddia etmelerine rağmen, her zamankinden daha çok hurafe üretmişler, Mustafa
Kemal'i putlaştırmayı marifet saymışlardır.
Toplumsal-ekonomik yapının niteliği ve azgelişmişliğinden ötürü, Türk aydınlarının pazar ekonomisinin geçerli
olduğu sanayileşmiş ülkelerde olduğu gibi, egemen sınıflardan görece bağımsız bir katman (couche)
oluşturmaları olanaksızdı. Aydınların Cumhuriyet döneminde de devletle olan ilişkileri Osmanlı Imparatorluğu'ndakinden
farklı değildi. Egemen sınıflar koalisyonunun bir ortağı olmaya devam etmeleri, devlet
dışında bilgi üretme olanaklarını sınırlamıştır.
Resmi ideolojinin geçerli olduğu Türkiye gibi sosyal formasyonlarda, devlet politikalarına ters düşen bilgiye
izin verilmez. Resmi ideolojiye ters düşmek veya onu eleştirmek cezai yaptırımlarla engellenmek istenir.
însanların "ülke ya-rarlan"naters düşen düşünce üretmeleri kesinlikle yasaktır. Ülke yararının ne olduğuna da kendileri karar verirler. Kurulu düzene eleştirel yaklaşan herkes "kötü düşüncelidir", "ülke
yararlarını ve bütünlüğünü tehlikeye atar" ."birlik ve beraberliği zedeler," "ulusal duyguları zayıflatır" vb...
İnsanlar, düşünceleri, "iyi ve kötü", "yararlı ve zararlı" diye sınıflandırılır. "Kötü" ve "zararlı" düşünceler ve
sahipleri yasal kovuşturmaya maruzdurlar. Böyle bir toplumun çağdaş ve demokratik olması da, kalkınabilmesi
de olanaksızdır. Batı Ortaçağı'nda "doğru"ların tespiti kilise adamları tarafından yapılırdı. Bizim
Cumhuriyetimizde de yasalar ve uygulayıcılar bu işi yapıyorlar. Eleştiri yollarının tıkandığı bir toplum, kendisi
hakkında düşünme yeteneğine sahip değildir. Cezai yaptırım gerekçesiyle eleştiri silahını bırakmak ise gerçek
entellektüel tavrıyla bağdaşmaz.
Aydınların devlet aygıtının bir parçasını oluşturmaları (1950 öncesi Türkiye'de olduğu gibi) hileci ve yadsıyıcı
bir bilinci de sürekli beslemektedir. Bürokrasi manipülasyona elverişli bir yapı oluşturduğu için, entellektüel
dürüstlük diye bir kaygı da pek güçlü değildir, II. Abdülhamid'in zaman zaman aydınları satın alarak
muhalefetlerini etkisizleştirebilmesi bu yüzdendir. Aydınların satın alınmalarının kolaylığı, devletin yapısı ve
bu yapı içinde aydınların konumuyla doğrudan ilgilidir. "Osmanlı Devleti'nde Abdülhamid devrinde de Türkler
için yegâne servet memba-ı devletti. Bu itibarla devlete karşı çalışmak için, ya devletin tesirinin asgariye
indiği Mısır gibi bir emarette (hami) bulmak veya doğrudan doğruya devletten faydalanmak icab
ediyordu."(19)
Kitleler tarafından benimsenme şansı sınırlı böyle bir resmi ideolojinin aşınması kaçınılmaz olduğundan, "çok
partili" rejime geçildikten sonra belirli aralıklarla yapılan askeri darbelerle takviye edilmiştir. Ziya Enver
Karal, "27 Mayıs 1960 Darbesini" değerlendirdiği bir yazıda: "Arzu edilen yeni düzene gelince, unutulmuş
veya inkâr edilmiş olan Atatürk İnkılabı'nın prensiplerini tekrar ele alarak devrin ihtiyâçlarına göre
geliştirmek, bu suretle devletin temelinden sarsılmış olan iç ve dış itibarını iade etmek, tehlikeye düşen milli
varlığı kurtarmak, eskiyi tasfiye ederek yepyeni bir idare kurmaktan ibarettir"(20 ) diyor. Karal, farkında
olmadan resmi ideolojinin on yıllık Demokrat Parti iktidarı döneminde yıprandığını söylüyor.
Cumhuriyet dönemi aydınlan istedikleri kadar modernist bir dil kullansınlar, hezeyanları, kuruntuları ve
monolitik düşünceleri veri iken, toplumun kendisi hakkında düşünme yeteneğini boğdular. Kendi ayrıcalıklı
konumlarını muhafaza edebilmek için her türlü "farklı" düşünceyi tehlikeli saydılar. Aydınların yönetici sınıf
konumunda olduğu bir toplumsal formasyonda, kültür, bir sınıf kültürü, aydın sınıfın kültürü haline gelir.
Teorik referanslarında ve afişe edilen amaçlarında "çağdaşlık" temasına vurgu yapılmasına rağmen, toplumun
değişmezliği üzerine kurulu pozitivist burjuva ideolojisinin taşıyıcısıydılar. Yönetici bürokratik aydınlar
toplumun temeline dokunmadan onu yerinden oynatabile-ceklerini sandılar. Oysa bir önceki dönemin üretim
ilişkileri değişmediği sürece, insanlara şapka giydirmek, klasik Batı müziği dinletmek, Latince öğretmek vb.
çağdaş bir toplum oluşturmak için yeterli olmayacaktı. S. H. Paşa, Batıcılarla ilgili olarak: "Bu medeniyetin
eserlerini, o medeniyeti meydana getiren sebepler zannettiler. Garbin ahlâk ve yaşayışım memleketlerine tatbik etmenin dertlerine çare olacağına inandılar"(21)
derken, baştanberi yapılanların çağdaşlaşmak olmadığını vurgulamak istiyor.
îdris Küçükömer de;"Bu sebepledir ki aydın; değişik boyutlu bir kültür ve düşünce seviyesindeki bir topluma,
tarihinde sürekli iktidar bölünmüşlüğünü yaşamış toplumların ürünü olan 'form'ları aktararak 'asri'
olunacağını sanmıştır. Bu formların ithal edilmesiyle Türkiye'de işlerliğinin ne olacağını da hiçbir zaman
derinlemesine düşünmemiş, araştırmamıştır (aydının yenilgi tuzağı)"(22) diyor.
Gerçek toplumsal dönüşümlerin ortaya çıkmadığı koşullarda, inkılapları idealize edip yücelttiler. Kapalı bir
kültür oluşturdular. Her ne kadar yaydıkları resmi ideolojiyle toplumun tamamım temsil ettiklerini ileri
sürseler de, aslında palazlanmakta olan bir sermaye sınıfının çıkarlarım meşrulaştırdılar (bu arada kendi
çıkarlarını). Ne var ki, üzerinde bulundukları zemin ayaklarının altından kayıyordu. Paradoksal olarak, çocuk
büyüyünce onlara itaat etmeyecekti. İşbirlikçi sermaye sınıfı, daha çok emperyalizme dayandığı oranda, önce
bürokrat aydınlan, daha sonra da toprak ağalarını ortaklıktan atacaktı. Başka türlü söylemek gerekirse, yeni
sömürgecilik döneminde sermaye sınıfı palazlandıkça eski yerel koalisyon ortaklarını dışlayacaktı.
Batı'ya olan kültürel, ideolojik ve bilimsel bağımlılık Türk aydınlarının orijinal ürünler vermelerini de
engellemiştir. Üstelik giderek kendi realitelerine de yabancılaşmışlardır. Gerçek anlamda entellektüellerin
resmi ideoloji üretmek gibi bir misyonları olamaz. Tam tersine, gerçek aydın (entellektüel) olmanın koşulu,
her türlü egemen ideolojiden, bu arada resmi ideolojiden bağımsızlaşmaktır. Resmi ideolojinin üretici ve
yayıcısı olmak değil, onu eleştirebilmektir. Resmi ideoloji üretmenin yerini resmi ideolojinin eleştirisi
almadıkça, gerçek anlamda aydınlanma mümkün olamayacaktır.
3. BÖLÜM
MİLLİ MÜCADELE'NİN NİTELİĞİ
"Bilmeyen ahmak, bilip de söylemeyen suçludur."
Fransız A tasözü
Hiçbir konuda Milli Mücadele ve onun lideri hakkında olduğu kadar efsane yaratılmamıştır. Tek parti dönemi
inkılapları için de öyle... Neredeyse Osmanlı tmparatorluğu'nun yükselme ve gerileme dönemlerine ilişkin
değerlendirmenin bir benzeri tek parti dönemi ve 1950 sonrası için de geçerlidir. Resmi ideoloji tarafından
Mustafa Kemal'in yaşadığı dönem Cumhuriyet'in "altın çağı", 1950 sonrası da bir çeşit "bozulma", "geriye
gidiş" dönemi sayılıyor. Ünlü devlet aydınlarından Çankaya sofralarının vazgeçilmez yazan F.R. Atay, Mustafa
Kemal'in ölümü üzerine, 11 Kasım 1938'de Ulus Gazetesi'nde; "En mesut Türkler, Atatürk yaşarken ölmüş
olanlardır" diye yazmıştı. Cumhuriyet aydınları yukarıdaki görüşü yaygınlaştırmak için büyük çaba harcadılar.
Niyazi Berkes tek parti döneminde atamayla gelen meclislerin çok parti döneminin şerbet seçimlerle gelen
meclislerinden daha seviyeli olduğunu söylüyor. Bürokrasinin "radikal" kanadının sözcülüğünü yapan Berkes,
idealist seçkinci dünya görüşünün Cumhuriyet dönemi aydınlarında ne kadar köklü olduğunu gösteriyor.
Paris Komünü'ne ilişkin bir yazıda Marx; "Şimdiye kadar, Roma İmparatorluğu zamanında Hıristiyanlığın bu
kadar çok efsane yaratması matbaanın henüz keşfedilmemiş olmasına yorulurdu. Oysa, bunun tam tersi
doğrudur. Bugün günlük basın ve telgrafın bir günde yarattığı efsane, eskiden bir yüzyılda yaratılandan daha
fazladır''(1)diyor. Marx'ın bu sözleri Cumhuriyet "burjuvazisi" tarafından da doğrulanmıştır. Üstelik kitle
iletişim araçlarının içinde bulunduğumuz yüzyıldaki gelişmişlik düzeyi gözönüne alınırsa, sorunun önemi daha
iyi anlaşılır.
Gerçekten Mustafa Kemal ve onun "inkılapları"yla ilgili olarak yaratılan efsane, yedi yüzyıllık Hilafet ve
Saltanat devrinde yaratılmamıştır. İlginç olan bir şey de, bu efsane üreticilerinin, sözde efsaneleri yıkmak,
hurafeleri yok etmek amacıyla yola çıkmış olanlarıdır! Topluma rasyonel düşünceyi egemen kılmak amacıyla
yola çıkanlar, hiçbir dönemde görülmemiş düzeyde hurafe üretmişlerdir. Putları yıkmak için yola çıkanlar,
hiçbir dönemde görülmemiş düzeyde put ürettiler. Cumhuriyet aydım, put üreticiliği ve bekçiliğine
koşulmuştu!..
Milli Mücadele sonrasında egemen sınıfların neden zorlama bir resmi ideoloji oluşturmak zorunda olduklarım
önceki bölümde tartışmaya çalıştık. Böylesi bir zorlamanın nedeni, Cumhuriyeti kuran kadroların tarihsel
olarak geriliği, gelişmiş bir burjuva sınıfının ve onun "dünya görüşü"nü formüle edip yayacak aydınların
bulunmayışıydı. Resmi ideoloji tarafından yaratılan efsanelerin ve hurafelerin sergilenebilmesi için, "Milli
Mücadele"nin resmi ideoloji dışında bir değerlendirilmesinin yapılması gerekiyor. Bilindiği gibi, resmi ideoloji
(kimi sol versiyonu da dahil) Milli Mücadele'yi anti-emperyalist, dünyanın mazlum uluslarına kurtuluş yolunu
açan ilk ulusal halk hareketi, Mustafa Kemal dönemi siyasal rejiminin "halkçı" bir yönetim biçimi olduğu,
Mustafa Kemal'in Türklere bir vatan bağışlayan dünyanın en büyük anti-emperyalist lideri olduğu vb. gibi bir
sürü gerçek dışı hurafeye dayanıyor. Elbette egemen sınıfın ve onun sözcülüğünü yapanların baskı ve
sömürüsünü "gizlemek" amacıyla tarihsel olayları çarpıtmaları anlaşılır bir şeydir. Tarihsel olayları
çarpıtmanın, geçmişte yaşanmış olayları tahrif etmenin yollarından biri de kişiyi yüceltmekten, kişiyi
putlaştırıp ona tapmaktan geçer. İşte bu bölümde, yakın tarihte yaşanan olaylarla ilgili toplumsal süreçler ve
olgularla ilgili sis perdesi aralanmaya, gerçeği örten perde kaldırılmaya çalışılacak.
Türkiye toplumsal formasyonunun evrimini ele alan böyle bir kitapta Milli Mücadele ve sonrası döneme geniş
yer ayırmamızın nedeni budur. Söz konusu dönemin olaylarının çarpıtılması üzerine kurulu resmi ideolojinin
tutarlı bir eleştirisinin yapılabilmesinin koşulu, dönemi değişik yönleriyle tahlil etmektir. Solun önemli bir
bölümü bile, Milli Mücadele'nin niteliğiyle ilgili olarak, resmi ideolojiden bağımsız düşünme aşamasına henüz
ulaşabilmiş değil. Bu durum Türk solunun geleneksel devletçi ideolojinin bir versiyonu olarak ortaya
çıkmasındandır.
Bu nedenle, önce Milli Mücadele'nin anti-emperyalist bir hareket olup olmadığı, ulusal bir halk hareketi
niteliği taşıyıp taşımadığı ve tarihi yapmada bireyin rolü üzerinde duracağız. Fakat daha önce sürekli
yaıllsamaya neden olan bir sorun üzerinde kısaca durmamız gerekiyor. Milli Mücadele ile ilgili
değerlendirmeler sürekli bir yanlış anlamaya neden oluyor. Öyle bir izlenim yaratılmış durumda ki, sanki
Türkiye birçok Asya, Afrika, Ortadoğu, Latin Amerika vb. ülkesi gibi, uzun yıllar Batılıların doğrudan bir
sömürgesi olarak kalmış da, Milli Mücadele'yle (Kurtuluş Savaşı kavramı bu anlamda yerinde kullanılmıyor) bu
duruma son verilmiş gibi bir düşünce hakim oluyor.
Bir kere, Osmanlı İmparatorluğu hiçbir zaman doğrudan sömürge olmadı. Yıkıldığı güne kadar emperyalist
Batı'nın ekonomik-diplomatik bir yarı-sömürgesi durumunu muhafaza etti. İkincisi, Osmanlı imparatorluğu
Birinci Emperyalistlerarası Savaş'a "taraf" olarak katıldı. Dünyayı yeniden paylaşmak amacıyla başlatılan bir
savaşa taraf olarak katılan bir devletti. Nedense, bizim tarihçilerimiz bu iki önemli olguyu bilinçli olarak yok
saymayı yeğliyorlar. Bu iki önemli olgu atlanarak yapılan tahlillerin boşlukta kalması kaçınılmazdır. Eğer bir
ülke, dünyayı yeniden paylaşmak isteyen taraflardan birinin yanında bu savaşa katılıyorsa, her halde amaç paylaşımdan pay koparmaktır. Emperyalist paylaşım savaşına katılan bir
devletin anti-emperyalist bir ulusal kurtuluş savaşı vermesi mümkün müdür? Resmi tarihçiler ve resmi
ideoloji üreticileri bu "açmaz"ın farkında oldukları için, olayların tahlilini Yunanlıların İzmir'e çıkışıyla
başlatıyorlar. İmparatorluğun geniş bölgelerinin neden emperyalistler tarafından işgal edildiğinden pek söz
etmiyorlar. Olayların tahliline 1919 Mayı-sı'ndan değil de 1914'ten başlasalar, hurafe üretme kapasitelerinin
büyük ölçüde azalacağını biliyorlar...
Aslında hesap baştan yanlış yapılmıştı. Osmanlı İmparatorluğu savaştan galip de çıksa, imparatorluk
parçalanacaktı. Nitekim pre-kapitalist yapılar üzerinde duran imparatorluk gününü doldurmuştu. Emperyalist
zincirin en zayıf halkasını oluşturan Osmanlı İmparatorluğu, savaştan yenik çıkmasaydı da paylaşımdan
alabileceği pay tarihsel olarak belirlenmiş durumdaydı. Bu konuda Trotsky şunları yazıyor: "Dünya
emperyalizminin çelişkilerinin bir sonucu olan büyük savaş, farklı gelişme aşamalarında bulunan ülkeleri de
girdabına almıştı; ama katılanların hepsine savaşın icaplarına aynı ölçüde katlanma zorunluluğunu
dayatarak..."(2) "Genel üretici güçler düzeyi ne kadar yüksekse, dünya çapında rekabet ne kadar
keskinleşmişse, silahlanma yanşı ne kadar çığırından çıkmışsa, (savaşan) en zayıf taraflar için durum o kadar
dayanılmazdır. İşte tam bu nedenledir ki; en geri ülkeler çöküşler dizisinde en birinci sıraları işgal
etmektedirler. Dünya kapitalizmi zinciri her zaman en zayıf halkasından kopma eğilimindedir..."(3)
Emperyalist savaştan büyük kayıplar vererek çıkan Osmanlı İmparatorluğu fiilen çökmüştü. Gerek insan,
gerekse toprak kaybı bakımından imparatorluk tam bir yok olmanın eşiğinde bulunuyordu. Mondros
Mütarekesi'yle İtilaf Devletleri, imparatorluğun geri kalan topraklarından bir bölümünü daha işgal
etmişlerdi. Böylece merkezi Osmanlı Devleti'nin otoritesi iyice sarsılmış, ülkenin her yerinde otonomi yanlısı
eğilimler ortaya çıkmaya başlamıştı. Balıkesir bağımsızlığını ilan etmiş, İstanbul'dan gönderilen mutasarrıf
trene bindirilerek geri yollanmıştı. Benzer bir durum Adapazarı için de söz konusuydu. Adapazarı halkı da
kendi kendini yönetmeye karar vermişti. Bu konuda Sabahattin Selek, "Adeta her küçük bölge, her şehir
kendini kurtarmak için milletlerarası siyaset alanına atılmaya çalışıyordu"(4)diyor.
İleriki sayfalardaki açıklamalarla daha açık olarak ortaya çıkacağı gibi, söz konusu olan, uzun yıllardan beri
doğrudan sömürge olan, siyasal bağımsızlığı bulunmayan bir ülke değildi. Bu bakımdan Milli Mücadele, Birinci
Emperya-listlerarası Savaş'ın diplomatik planda sürdürülmesiydi ve Keyder'in yazdığı gibi; "I. Dünya Savaşı
Türkiye için 1923'te bitti."(5) Sonradan "Kurtuluş Savaşı" olarak adlandırılan Milli Mücadele, bir yanıyla
diplomatik düzeyde I. Dünya Savaşı'nın devamı, diğer yanıyla Yunanlılarla sıcak savaş, üçüncü olarak da .
merkezi Osmanlı bürokrasisi içinde bir hesaplaşmaydı. Hareket, başlangıçta Hilafet ve Saltanatı kurtarmayı
amaçlamıştı. Hilafet ve Saltanatın kurtarılması için de iki engel vardır: Rumluk ve Ermenilik. Kuvayı Milliye,
yaklaşık yüzyılı aşkın bir süreden beri gündemde olan cerrahi operasyonu gerçekleştirecekti. Her ne kadar hareket
başlangıçta Hilafet ve Saltanatı kurtarmayı amaçlasa da, yukarıda sözünü ettiğimiz üçlü mücadelenin
diyalektiği ve toplumsal hareketin dinamiği, hilafet ve Saltanatın tasfiyesiyle sonuçlanacaktı. Her siyasaltoplumsal
süreç, kendisini de dönüştürecek dinamikleri bünyesinde barındırır. Hareketin dinamiği, o hareketi
başlatanların başlangıçtaki niyetlerinden görece bağımsız bir yol izleyebilir. Eğer Türk Devleti yaşayacaksa,
bu, burjuva temeller üzerine oturmuş bir cumhuriyet olabilirdi.
Bir başka açıdan bakıldığında da bir "Kurtuluş Savaşı" söz konusu değildi. Eğer İmparatorluk içinde bir ulusun
imparatorluktan kopma mücadelesi söz konusu olsaydı, belki o zaman bir ulusal kurtuluş mücadelesinden söz
edilebilirdi. Böyle bir durum da söz konusu değildi. İmparatorluğun son unsuru olan kesim imparatorluktan
kopamaz, ancak onu "dönüştürebilir"di. Üstelik böyle bir durum söz konusu olsaydı, yıllar öncesinden
oluşagelen bir "ulusal bağımsızlık ideolojisi" ve "ulusal bağımsızlık hareketi"nin varolması gerekirdi. Nitekim
böylesi bir ideoloji ve hareketin varolmadığı bir ortamda ister istemez, "kime karşı kurtuluş mücadelesi?"
sorusu akla gelir. Hareketi yürüten kadrolar, birkaç eksiğiyle, İttihatçı kadrolardı. Bunların hepsi "yenilikçi"
Osmanlı bürokratlarıydı ve istanbul'dan tayin edilmişlerdi. Damat Ferit Paşa'nın sadrazam olduğu devreler
dışında, Anadolu hareketi İstanbul hükümetleri tarafından desteklenmiştir. Öte yandan Milli Mücadele
boyunca Osmanlı zihniyetinin zayıflaması değil, güçlenmesi söz konusuydu. Dolayısıyla söz konusu olan
sömürge bir ulusun anti-sömürgeci bir mücadeleyle bağımsızlığını elde etmesi değil, fakat pre-kapitalist
temeller üzerinde gününü doldurmuş, parçalanmakta olan, yarı-sömürge bir imparatorluğun bir emperyalist
savaş sonucunda burjuva temeller üzerinde yaşamını sürdürmesidir.
Buraya kadar yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, bugün "kurtuluş hareketlerine verilen anlam göz
önüne alınırsa, "kurtuluş" sözcüğü burada yerinde kullanılmış olmuyor. Bir devletin belirli bölgesinin yabancı
güçler tarafından işgal edilmesi tarihte sık rastlanan bir durumdur. Hiçbir zaman işgalciler ülkeden sökülüp
atıldığında bir ulusal kurtuluş hareketinden söz edilmez. Sadece haksız bir duruma son verilmiştir. I. ve II.
Emperyalist Savaş'ta, Almanlar, Fransa'yı işgal ettiler. Aynı şekilde Almanyada diğer devletler tarafından
işgal edildi. Ancak siyasal-kültürel kimliği inkâr edilmiş bir doğrudan sömürge halkı başkaldırdığında bir ulusal
kuruluş mücadelesinden söz edilebilir.
1. Milli Mücadele Anti-Emperyalist Bir Hareket Değildi
XIX. yüzyılın sonu ve XX'inci yüzyılın başına kadar geçen sürede Osmanlı İmparatorluğu, Batılı kapitalist
devletlerle Çarlık Rusyası'nın çıkar çatışması yüzünden ayakta kalabilmişti. Bu dönem Osmanlı dış politikası,
söz konusu çıkar çatışmalarından yararlanma temeli üzerinde kurulmuştu. II. Abdülhamid, çıkar çatışmalarından yararlanarak saltanatını sürdürmeye yönelik bir dış siyaset izlemişti. Birinci Dünya Savaşı
tam bu duruma son vermek üzereyken, Sovyet devriminin patlaması.durumu tekrar değiştirmişti. Sovyet
devrimi ve devrimin yayılma potansiyeli, emperyalistlerin savaş öncesi ve savaş içindeki hesaplarını alt üst
etti. "Yeni Türk Devleti" de bu yeni durumun yarattığı çıkar çatışmalarından yararlanarak varlığını
korumuştur.
Emperyalizmin genel çıkarları ve emperyalistler arası çelişkiler, I. Emperyalist Savaş'ın bir Türk-Yunan
savaşı biçiminde sürmesine neden oldu. Başlangıçta Yunanlılara destek vermelerine rağmen, İngiliz
emperyalizminin çıkarları Sovyet tehdidinin söz konusu olduğu koşullarda, bu desteğin 1921'den itibaren
çekilmesini gerektirdi. Artık bundan sonra İngiltere'nin temel siyaseti, Doğu'da Bolşevizmin yayılmasını
durdurmaktı. İngiliz desteği kalktığı andan itibaren de Yunanlıların Anadolu'da barınma şansı yoktu. Bu
nedenle Türk-Yunan savaşı abartıldığı kadar önemli bir savaş değildi. Zaten Milli Mücadele'nin seyri de
İngilizlerin takındığı tavra göre biçimlenmiştir. İ. İnönü Cumhuriyetin ellinci yılı dolayısıyla verdiği bir
demeçte;"İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de
bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur" diyor.(6) "Güçlü yönetimini merkeziyetçi temellere oturtmuş
bir Türkiye, Avrupa kapitalizminin planlarını gerçekleştirme konusunda ihtiyaç olan her türlü savunma
görevini üzerine getirecektir ."(7) Mil liMücadeleİs'nin aynı zamanda İngiliz ve diğer İtilaf Devletleri'yle de
bir savaş olduğu sonradan uydurulmuştur. Yanında (Almanya gibi güçlü bir devlet başta olmak üzere) ittifak
devletleri varken yenik düşen imparatorluğun bir başına bunların tamamıyla başa çıkması o günün koşullarında
mümkün değildi. Dolayısıyla "yedi düvelle savaş" bir efsanedir. Zaten emperyalistler Anadolu'ya yerleşmek
niyetiyle girmediler ve savaşmadan da çekildiler. Çekilirken de Fransızlar Türklere, Yunanlılara karşı
kullanacakları silahlar sattılar. "Bazı Fransız subaylarının kurtuluş ordusu saflarında savaştığı rivayet
edilir."(8) İtalyanlar da kendi bölgelerindeki silah depolarını açarak, Kuvayı Milliye'ye yardım ediyorlardı.
ngilizlerin asıl amacı Anadolu topraklarının bir bölümünü ele geçirmek değil, Doğu sömürgelerinin güvenliğini
sağlamaktı. Öte yandan Birinci Dünya iSava-şı'ndan yorgun ve bitkin çıkan İngiliz askerini yeniden bir savaşa
sokmak kolay değildi. Doğu cephesi kumandanı Kazım Karabekir Paşa, emperyalist devletlerin içinde
bulundukları durumu gerçekçi bir biçimde değerlendirmekteydi:
"19'da Trabzona vardık. Vali Galip Bey.... dehşetli ittihatçılar aleyhinde olmakla beraber, yaşı ilerlemiş ve kuvvete mukavemet
edemiyecek bir insandı... Trabzon Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Merkezi eşraftan 21 kişi imiş. 1 1'i heyet-i merkeziye, 10'u heyet-i idare.
Belediye reisi Barutçu Ahmet Efendi aynı zamanda Müdafa-i Hukuk reisi. Heyet vaziyetin dehşetinden yılgın. Ahvali olduğu gibi değil,
müthiş ve gayri kabil-i izale felaketli görüyorlar. Bütün ümitleri Avrupaya yalvaracak heyette. Bu muhterem insanlara dedim ki: İtilaf
kuvvetlerinden korkmayınız. Daha geçen hafta Lonra'dan memleketimize gönderilmek istenen alaylar biz gitmeyiz diye silah çatılarını
bırakıp sıvıştılar. İtilaf milletleri harbi umumiden o
den o kadar yorgun çıktılar ki, memleketimizde tek bir nefer bile öldürmeye razı değillerdir. Karşımızda Rum ve
Ermeni'den başka kimseyi görmeyeceğiz. İstanbul'da İtilaf Kuvvetleri bostan korkuluğundan başka bir şey değildir."(9)
İngiliz yönetimini korkutan, sömürgelerde Sovyet devriminin yarattığı anti-sömürgeci ve anti-emperyalist hareketlerin
güçlenmesiydi. Ortaya çıkan bu yeni durum status quo'yu sürdürmeyi problematik hale getirmişti. Daha 1920'de İngiliz
generali Ravlinson, Bolşevik yayılmasına karşı, Türkiye'de güçlü bir yönetimi destekleyeceklerini söylüyordu. Bu, İngiliz
emperyalizmi için Anadolu'da toprak edinmekten çok daha büyük önem taşıyordu. Ancak Bolşevik yayılması durdurulduğu
zaman İngiliz genel çıkarları güvence altına alınabilirdi. Ravlinson, Kazım Karabekir Paşa'ya; "yapılan ve yapılacak olan
şey, başka memleketlere bolşeviklik sirayet etmemesidir"(10 ) diyordu. K. Karabekir Paşa, bir yerde de şunları yazıyor:
"(...) ne de silahlardan bugün hiç söz etmedi. Ben silah ve kumandan vermemek için aldatma planları yaparken, onun da
beni Bolşevikler Kafkasya'ya geldi diye, vaktinden evvel bîr hareket yaptırmaya çalıştığım hissettim."(11) diyor.
Osmanlı Devleti sınıf -devlet yapıya sahip asyatik bir imparatorluktu. Böyle bir toplumsal formasyonda bürokrasi
egemen sınıftır. Osmanlı merkeziyetçi devlet yapısı, devlet dışındaki güçlerin yaşamasına "olanak vermezdi." Bu durumun
sonucu olarak güçlü bir burjuva sınıfının gelişme koşullan yeteri kadar oluşmuyordu, Zaten daha sonra Batı
kapitalizminin baskısı, güçlü bir ulusal burjuvazinin tüm gelişme yollarını tıkamıştı. İktidarın başkalarıyla paylaşılması
Osmanlı devlet yapısının mantığına uygun düşmezdi.
Osmanlı merkezi yönetiminin otoritesinin zayıflaması, imparatorluktaki adem-i merkeziyetçi eğilimleri güçlendiriyor, bu
da Padişahın ve onun bürokrasisinin ele geçirdiği sosyal artığı azaltıyordu. Dolayısıyla, merkezi otoritenin zayıflaması el
konulan artığın küçülmesi demek oluyordu. Osmanlı merkezi yönetiminin zayıflamasıyla bir güç haline gelen âyana
1808'de Sened-i İttifakla verilen bazı haklar 181'2'de kısmen geri alınmıştı. Bu tarihte Sultan II. Mahmut âyanın
etkinliğini kırmak üzere harekete geçti, baskı ve hileci yöntemlerle (âyanların birbirine kırdınlması gibi) âyanların elde
ettiği haklar geri alındı.
Bürokrasi, ilk defa Milli Mücadele ve sonrasında kendi dışındaki güçlerle ittifak yapmak zorunda kaldı. Bu durum,
tarihsel bir zorunluluk olarak kendini dayatmıştı. Burjuva temeller üzerine kurulan bir devlet, bir burjuva sınıfı
yaratmaya ve onu güçlendirmeye mahkûmdur.
Osmanlı paşaları ve yüksek düzeydeki "sivil" yöneticiler için sorun, Halife Sultan'ın iktidarına son vermek değildi. Amaç,
onun iktidarını korumak ve sağlam temeller üzerine oturtmaktı. Halife Sultan'ın varlığıyla kendi varlıkları özdeşti.
Devlet yaşadıkça hükmedebilirler, sosyal artıktan pay alabilirlerdi. Zaten Osmanlı İmparatorluğu gibi sınıf-devlet bir
yapıya sahip sosyal formasyonlarda ve bürokratik yozlaşmaya uğramış "işçi devletleri"nde bürokrasi her zaman status quo'nun korunmasından yanadır. Bürokrasinin varlığı status quo'nun korunmasına bağlıdır. Bürokrasiler
"reformcu" göründükleri zaman bile, amaç, ortaya çıkan yeni durumda egemenliklerini korumaktır. Bu amaçla
yeni düzenlemelere girişirler. Cumhuriyet döneminin inkılaplarım değerlendirirken bu niteliğin hatırlanması
gerekir. Atilla ilhan'ın yazdığı gibi: "Çünkü ordu ve bürokrasi savaş yapar, devlet kurar ve devleti korur ama
devrim yapamaz ve eğer fırsatını yakalarsa, devrimi ya saptırır veya ona sımsıkı yapışarak devrimi
tutuculaştırır."(2)
Osmanlı merkezi bürokrasinin; imparatorluğun kapitalizmin etkisi altına girmesiyle yapmak zorunda olduğu
"tanzimat" ve "ıslahat" ilerici düzenlemeler olarak değerlendirilmiştir. Oysa bunlar, merkezi bürokrasinin
iktidarını korumak amacıyla yapmak zorunda kaldığı düzenlemelerdi. Osmanlı merkezi bürokrasisinin varlığını
sürdürmek amacıyla yapmak zorunda olduğu bu düzenlemeler, Batılı kapitalist ülkelerin çıkarlarına da uygun
düşüyordu. İmparatorluğun yan-sömürgeleşme sürecini hızlandıran ve emekçi kitlelerin yaşam koşullarını
sürekli olumsuz yönde etkileyen bu "düzenleme"lerin ilerici hareketler sayılmaları, bunların ne olduğuna
düzenlemeleri yapanların kendilerinin karar vermesinden ötürüdür. Daha önce de söylediğimiz gibi,
bürokrasinin egemen sınıf, aydınların egemen sınıfın bir bölüğünü oluşturduğu sosyal formasyonlarda,
kavramların içeriği, ne anlama geldikleri de onlar tarafından belirleniyor!.
Daha sonra bu tanzimatlara, ıslahatlara (Cumhuriyet döneminde bu düzenlemeler inkılap oldu) Cumhuriyet
döneminde devam edildiğinde de asıl amaç aynıydı. Amaç yine devleti güçlendirmekti. Frey, şunları yazıyor:
"Ankara Refor-mu'nun temel stratejisi, Türkiye'yi modernleştirecek olan batılılaşmış entellektüeller için
güvenceli bir ortam yaratmaktı... Devrimcilerin birincil amacı, devletin topluma egemenliğini sağlam temellere
oturtmak, Türkiye'yi Batının saygı duyacağı bir ülke haline getirmek ve dinsel eğilimi ağır basan çevrelerin
etkinliğini tamamen ortadan kaldırmak idi." (13)
Elbette paradoksal bir durum da söz konusuydu. Kendi iktidarını korumak amacıyla, Batı'dan kurum, kural ve
ideoloji ithal eden merkezi bürokrasi, kısa dönemde iktidarını koruyabilse de, uzun dönemde iktidar
ayaklarının altından kayıyordu. Kapitalizm baskısını artırdıkça bürokrasinin egemenliği aşınmak durumundaydı.
Batı kurumlarının ithal edilmesinde çıkarı olan öteki kesim ayandı. Âyan, merkezi otoritenin zayıfladığı oranda
büyük toprakları denetler duruma gelmişti ama hiçbir hukuki güvenceye sahip değildi. Âyan da denetlediği,
fiilen sahip olduğu topraklar için hukuki güvenceler istiyordu. Dolayısıyla merkezi Batıcı bürokrasinin, Âyanın
ve Batı kapitalizminin çıkarları uyum halindeydi. Bu durum, Cumhuriyet dönemi için de geçerlidir. Osmanlı
döneminde yapılan "kurum aktarmacılığı" Cumhuriyet bürokrasisi tarafından eleştirilmiştir. Ama kendileri
daha yoğun bir "ithalat" sürecine girmişlerdir. Kendi aktarmacılıklarım "ilerici" inkîlaplar olarak sunmuşlardır.
Cumhuriyet döneminin Batı'dan kurum aktarma-cılığıyla daha öncekilerin özde hiçbir farkı yoktur. Her
ikisinin de ortak yanı,yarı-sömürgeleşme sürecini hızlandırıyor olmalarıdır. Fakat emperyalizmin 1914-1945 aralığındaki "yapısal
krizi", emperyalizmle olan ilişkilerin gevşemesi nedeniyle bir yanılsama yaratmaya olanak vermiş, sanki
emperyalizmden bilinçli bir kopuş varmış izlenimi yaratılmıştır. Emperyalizmin krizi, Cumhuriyet
bürokrasisine ideolojik bir manipülasyon olanağı vermiştir.
Dolayısıyla 1. Dünya Savaşı'nın devamı koşullarında Osmanlı İmparatorlu-ğu'ndan Cumhuriyete geçiş söz
konusuydu. Bu geçişi gerçekleştirenler de; "(...) asli unsura ittihatçılar olan (asker sivil) bir karma kadronun,
daha doğrusu bir aydın ekibin yarattığı ve yürüttüğü bir harekettir. Buna, yabancı yazarlardan pek çoğunun
da işaret ettiği gibi, bir seçkinler hareketi diyebiliriz. Türk toplumunun gerçekten seçkin kişileri sayılmak
gereken bu yol göstericilerin fikri cevher bakımından başlıca özellikleri, Osmanlı toplumu için çok yeni sayılan
iki kavramı, 'vatan' ve 'millet' kavramlarını idrak etmiş olmalarıdır"(1 4)diye yazıyor Sebahat-tin Selek.
Şüphesiz Selek, hareketin bir seçkinler hareketi olduğunu söylerken haklıdır. Ama, bu seçkinler kime yol
gösteriyorlardı? Aslında seçkinler kendilerine yol gösteriyorlardı ve pek uzağı da göremiyorlardı.
Görebildikleri yer emperyalizmle ortak olup artı-değer bölüşürminden pay almaktı (!) Zaten Cumhuriyet
yönetiminin kitlelere (dolaysız üreticiler) bakışıyla, Osmanlı "yenilikçi" yönetiminin bakışı arasında hiçbir
temel fark yoktu. Cumhuriyet yönetimi için de kitleler, vergi veren, askerlik yapan, güdülen, pasif ve edilgen
bir yığından başka bir şey değildi. Cumhuriyet oürokrasisi, İmparatorluğun bürokrasisiydı. Cumhuriyetin
yönetici ekibine yeni unsurlar karışmış değildi. Memurların İstanbul'dan Ankara'ya taşınmaları gibi bir
tebdil-i mekân söz konusuydu. Ankara'ya gelerek ferahlamışlardı... "Tanzimat batıcılığı zilıniyetini taşıyan
Babıâli yüksek memurları ve generalleri" diyor Doğan Avcıoğlu, "yeni yönetime dudak ucuyla bile olsa
bağlandıkları ölçüde Ankara'dan olumlu karşılanırlar. "(15) Yazar, sanki Milli Hareketin ideolojik ve politik
liderliğinin Tanzimat batıcılığı dışında bir şeylere sahip olduğuna inanmak ister gibidir...
Cumhuriyeti kuranlarla 1908 hareketinin yönetici kadroları, aşağı yukarı aynı kişilerden oluşuyordu.
Bürokrasiler manipülasyona elverişli olduğu için, I. Dünya Savaşı bozgununun sorumluluğu birkaç İttihatçı
liderin üstüne yıkılarak, emperyalistlerle uzlaşma yoluna gidildi. Böylesi bir manipülasyonla bir yandan
yönetici klik içinde iktidar savaşı yürütülürken, diğer yandan da halk kitlelerinde yönetici klikle ilgili olarak
oluşan olumsuz izlenim kısmen de olsa hafifletilmek isteniyordu. Cumhuriyeti kuranlar sanki İttihatçılardan
başkasıymış gibi gösterilmeye çalışıldı.
Cumhuriyetle başlayan dönem, Batı kapitalizmiyle bir hesaplaşma dönemi değil, yeni bir uzlaşma ve denge
oluşturma dönemidir. Türkiye ekonomisini emperyalizme bağlayan zincir olduğu gibi kalmıştı. Bir ülkenin
emperyalizmle olan sömürü ve bağımlılık ilişkisini belirleyen, ülkedeki üretim ilişkileri ve üretim ilişkileri
üstüne oturan egemen sınıf ittifakıdır. Emperyalizmle ilişkilerin değişmesi için. üretim ilişkilerinin dönüşüme
uğratılması gerekir. Üretim ilişkilerine dokunmadan yapılan "düzenlemeler", inkılâplar olsun, abartıldığı kadar önemli olmadığı gibi, ekseri sömürü ve bağımlılık ilişkilerini de içselieştirip, sömürüyü derinleştirebilir.
Milli Mücadele ve sonrasında üretim ilişkilerine dokunulmadı. Komprador burjuvazinin işlevini, Rum ve
Ermenilerden "Müslüman tüccara" aktarmak dışında yapısal nitelikte hiçbir dönüşüm söz konusu olmadı.
"Zaten bilindiği gibi. İzmir kongresinde 'milli ekonomi' yaratma iradesi olarak ifade edilen ekonomi politikası,
Osmanlı zamanında Batı'ya eklemlenmenin toplumsal dayanağını oluşturan gayrimüslim tüccarların yerini,
Müslüman Türk tüccarlara vermek istediğini özetler. Yani Osmanlılar gibi Türkiye'yi de dışarıya bağlamadaki
başat rolün ticari sermaye tarafından oynanacağı tartışılmamış, yalnızca bu ticari sermayenin dayanağı iç
toplumsal tabakanın Müslüman olmasına karar verilmiştir."(16)
Milli Mücadele'nin niteliğiyle ilgili tahliller, ekseri resmi tarih versiyonunun yeniden üretilmesi amacı
taşıdıkları için, somut olgulara da uygun düşmüyor. Doğan Avcıoğlu'nun "Milli Kurtuluş Tarihi" adlı eserinin
bölümlerinden biri "Emperyalistlere karşı çıkmadan anti-emperyalist bir savaş" başlığı taşıyor(!) Yazarın
buradaki amacı Milli Hareketin lideri olan Mustafa Kemal'i yüceltmektir. Öyle bir dehâ ki; emperyalist
devletleri atlayarak bir başına anti-emperyalist bir savaş veriyor (!) Emperyalist devletlere karşı olmadan
anti-emperyalist bir savaş olanaklı mıdır? Herhalde Avcıoğlu Rum ve Ermenilere karşı dememek için böyle bir
ifade kullanıyor... Mustafa Kemal: "O halde kurtuluş çaresi ararken iki şey söz konusu olmayacaktı, önce
İtilaf Devletlcri'ne karşı düşmanca tavır alınmayacaktı; sonra da Padişah ve Halife'ye canla başla bağlı ve
sadık kalmak temel şart olacaktı"(17) diyor.
Emre Kongar şöyle yazıyor: "Atatürk ihtilali, hem emperyalizm karşıtıdır, hem de batıcıdır. Daha önce de
kısaca değindiğim gibi, bu iki özellik, uzun dönemde çelişen nitelik taşırlar. Fakat, kısa dönemde, özellikle
1920 koşullan çerçevesinde, emperyalizm karşıtlığı, batıcılığı bütünleyen bir ilke olarak ortaya çıkmaktadır.
Mustafa Kemal olayları evrensel değil, ulusal bir çerçeve içinde görmektedir. Onun batıcılığı Batı'ya öykünme
biçiminde değil (...) 'Batı gibi olmak' anlamında bir batıcılıktır. Ülkeyi Batı gibi yapmak için ilk atılacak adım
ise, Batı sömürüsünden kurtulmaktır. Çünkü Batı'nın birinci niteliği, sermaye sınıfına dayalı bir ekonomik
gelişmeyi gerçekleştirmiş olmasıdır. Aynı tür bir ekonomik gelişmenin ön koşulu ise, siyasal ve ekonomik
bağımsızlık, yani Batı sömürüsünden kurtulmaktır. "(18) Yazar; olaylara evrensel açıdan değil de, ulusal boyut
içinde bakılınca, nasıl olup da sorunun farklı göründüğünü söylerken yeteri kadar inandırıcı olmuyor. Ayrıca
üretim ilişkileri başta olmak üzere Batı'yla olan sömürü ve bağımlılık ilişkileri olduğu gibi kalırken, komprador
burjuvazinin aracılık işlevi "Müslüman" tüccara geçince, Batı sömürüsünden kurtulmak, ekonomik bağımsızlığı
gerçekleştirmek mümkün müdür?
Sadece Atatürkçü yazarlar değil, kendilerini solda görenler de anti-emperyalizm konusunda kafa
karışıklığından kurtulmuş değildir. Türk sosyalist hareketinin önde gelen teorisyeni ve liderlerinden Dr.
Hikmet Kıvılcımlı bile,Milli Mücadele'nin niteliği konusunda resmi ideolojiden farksız düşünmüyor. Kıvılcımlı, Milli Mücadele'yi
sadece anti-emperyalist değil, aynı zamanda anti-kapitalist sayıyor (!) "Çin'de daha önce Sun-Yat-
Sen, Türkiye'de daha sonra Mustafa Kemal adına açılan milli kurtuluş hareketleri, anti-emperyalist ve
anti-kapitalist birer savaş olmakla birbirlerinden zerrece farklı değillerdi. Ancak Türkiye, emperyalist
anavatanlarını büyük sömürgelere bağlayan en stratejik yollar üzerinde idi. Sovyet Sosyalist
Devrimi'nin 'yumuşak karnı' altına yakındı"'^ diyor![Vurgu MD]
Bir başka yazar, Stefan Yerasimos da, emperyalizmin E. Dünya Savaşı'ndan sonra "tekrar geri geldiğini"
yazıyor. Emperyalizmin geri gelmesi için önce kovulması gerekir. Eğer emperyalizmle bütünleşmeyi sağlayan
üretim ilişkileri ise, o zaman Milli Mücadele ve sonrası dönemde hangi dönüşümlerin ortaya çıktığını ve n.
Dünya Savaşı sonrasında da hangi değişiklikler yüzünden emperyalizmin geri geldiğini açıklığa kavuşturmak
gerekir. Aslında 1920 ve 1930'lu yıllarda emperyalizmle ilişkiler olduğu gibi kalmıştı. Emperyalizmin "yapısal"
bunalımı ilişkilerin yoğunluğunu azalttığı için, sanki emperyalizmden kopul-muş, bu da Milli Mücadele ile
gerçekleştirilmiş gibi bir izlenim yaratılmıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası kapitalizm yeniden
bir yükselme dönemine girdiğinde, ilişkiler normal olarak rayına oturdu. Bu nedenle yapısal krizin yarattığı
"kopukluğu" başkalarının marifeti saymak inandırıcı olamaz.
Bazı kavramların kullanılıyor olması, o kavramlara uygun düşen olguların ve süreçlerin var olduğu anlamına
gelmiyor. "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" demekle hakimiyet milletin olmuyor. "Millet" kavramına
herkes istediği anlamı yükleyebilir. Gerçek yaşamda öylesine "kayıt ve şartlar" söz konusu oluyor ki,
hakimiyet halk dışındakiler (dolaysız üreticiler) için bir sömürü ve baskı aracı niteliği taşıyor. Aynı şekilde
"burası sosyalist cumhuriyettir" demekle orası sosyalist olmuyor. Laik demekle de laik olmadığı gibi... Resmi
ideoloji ve onun sol versiyonu, Milli Mücadele'ye anti-emperyalist dediği için de anti-emperyalist bir içeriğe
sahip olması söz konusu değildir. Daha önceki dönemde ve mücadele içinde oluşmuş bir anti-emperyalist
ideoloji yoktu. Milli mücadeleyle emperyalizmin çıkarları asla zedelenmediği gibi, global çıkarlarının güvence
altına alınması söz konusudur. Bu nedenle Lozan'da, ileri sürüldüğü gibi diplomatik bir zafer de kazanılmadı.
Müdafaa-i Hukuk Derneklerinin Asıl Amacı
İttihat ve Terakki Partisi, iktidara geldikten sonra ve I. Dünya Savaşı boyunca, imparatorluğun
yaşayabilmesinin koşulu olarak sermayenin "Müslümanlaştı-nlmasını" görüyordu. Bu amaçla, imparatorluğun
iktisadi yapısında önemli bir ağırlığa sahip olan Rum ve Ermenilerin gücünü kırmaya ve onların işlevini de
Müslüman unsurlara transfer etmeye yönelik bir politika izlemişti. Aslında böyle bir teşhis tutarlı olmaktan
uzaktı. Emperyalist Batı karşısında komprador burjuvazi işlevini yerine getiren, özellikle de Fransız ve İngilizlerle ilişkide bulunan Rum ve Ermenilerin
tasfiyesi, işlev aynı kaldıkça büyük anlam taşımazdı. Nitekim, burjuvazi komprador niteliğinden
uzaklaşmadıkça, onun Müslüman, Yahudi vb. olması sanıldığı kadar önemli değildi. Savaş boyunca hem Rum ve
Ermenilerin ekonomik etkinliği azaltıldı, hem de onlarla birlikte İmparatorluğun dış ticaretinde İngiltere ve
Fransa'nın önemi iyice küçüldü. Dört yıllık savaş boyunca devlet desteği ve "enflasyon sayesinde Müslüman"
sermaye hızlı bir gelişme gösterdi. Söz konusu dönemde kurulan şirket sermayesi %3'ten %38'e yükseldi.(20)
Ermeni Tehciri ve Rumların kitleler halinde göçe zorlanması sonucu bu iki Hıristiyan kesimin servetleri
bulundukları bölgelerdeki Müslümanların eline geçti. "1906 sayımına göre, Türkiye'nin bugünkü sınırlan
içindeki nüfus, takriben 15 milyondu ve bu nüfusun %10'u Rum, %7'si Ermeni, %11'i Museviydi. Müslümanlar
%80'in üstündeydi. 1914 ile 1924 arasında bu nüfusta önemli bir azalma olduğu gibi, nüfus bileşimi de ciddi
bir değişikliğe uğradı. 1927 nüfus sayımına göre, Türkiye'deki nüfus 13.6 milyondu. Gayrimüslimler ise sadece
%2.6 idi. Nüfus sayımının verilerine göre 120.000 Rumca konuşan, 65.000 Ermenice konuşan vardı.(21)
Mütarekeden sonra, göçe zorlanıp da sağ kalanlardan bir kısmının geriye dönmesi için uygun koşullar ortaya
çıkmıştı. İngiliz ve Fransızlar tarafından desteklenen bu iki etnik grup kaybettikleri servetlerini elde etmek
isteyeceklerdi, İşte Müdafa-i Hukuk cemiyetlerinin asıl ortaya çıkış nedeni bu korkudan kaynaklanıyordu.
Aslında öncelikle müdafaa etmek istedikleri şey el koydukları ama şimdi elden çıkma ihtimali beliren
servetleriydi... Bu bakımdan bu derneklerin anti-emperyalist amaçlarla kurulduğunu söylemek son derecede
yanlıştır. Nitekim, birçok Müdafa-i Hukuk derneği kurulduğu halde, bunlardan sadece ikisi gerçek anlamda bir
varlığa sahip olmuştur. Gerçekten Erzurum Kongresi'nde temsil edilen vilayetlere bakılırsa, Ermeni
tehdidinin yüksek olduğu yerler dışından Kongre'ye delege gelmediği görülür, Erzurum, Bitlis, Van, Muş ve
Erzincan'dan delegeler katılmıştır. Rum ve Ermenilerin yoğun olarak yerleşik bulunduğu Doğu ve Batı
Anadolu'daki dernekler; Vilayet-i Şarkiye Müdafa-i Hukuk'u Milliye Cemiyeti ve Trakya Paşaeli Müdafaa
Heyeti Osmani-yesi'dir.
Öte yandan bu dernekler ısrarla politikanın dışında olduklarım, apolitik olduklarım vurgulamışlardır. Buradaki
asıl amaç, emperyalist devletlerle bir karşıtlığın olmadığını göstermektir. Bir de iki parti arasındaki
sürtüşmelerden etkilenmemek isteği olabilir. Önemli olan bir şey de, savaşın nasıl sonuçlanacağının anlaşılması
üzerine bu kesimlerin harekete geçmiş olmalarıdır. Nitekim, "Trakya Paşaeli Müdafaa Heyetî Osmaniyesi"
Mütareke'den iki gün sonra 2 Kasım 1918'de kurulmuştur. Diğeri de aynı yıl Kasım ayının sonlarına doğru
kuruldu. Yunanlıların İzmir'e çıkışından aşağı yukarı 6 ay önce...
Fransız işgal bölgesi Klikya'da Ermenilerin; Yunanlıların İzmir'e çıkmasıyla da Rum tüccarların geri dönme
koşullarının oluşması, barışçı hak savunuculuğunun silahlı çatışmaya dönüşmesine neden olmuştur. Gerçekten
savaş öncesinde Batı Anadolu'nun en önemli ticari ve zirai kuruluşları Rumların elindeydi. Doğu'da da durum Ermeniler
bakımından aşağı yukarı aynı olmakla birlikte, Ermeniler verimli toprakların da bir bölümünü kontrol
ediyorlardı. İşte Milli Mü-cadele'de ilk harekete geçen; Rum ve Ermenilerin ticari, sınai kuruluşlarına,
evlerine ve topraklarına, bağ ve bahçelerine el koyan Müslüman kesim olmuştur. Anadolu eşrafının, Müslüman,
kısmen de Yahudi tüccarların milli harekete katılmalarının asıl nedeni, emperyalizme bir tepki değil, Rum ve
Ermenilerle çıkar çatışmasının sonucudur. Öte yandan merkezi bürokrasi de düzenli askeri birlikleri
istilacıların karşısına çıkarmamaya özen göstermiştir. "1920 yılına kadar ordu, devlet kuvveti olarak
görünmemeye gayret etmiş ve istilacı kuvvetlerin karşısına çıkardığı birliklerini milis kuvvetlerinin yanında
savaşa sokarak bunu resmen ifadeden sakınmıştır."(22)
Milli Mücadele içinde Düyun-u Umumiye'ye dokunulmadığı gibi; Düyun-u Umumiye, topladığı vergilerden
devlet payını İstanbul Hükümeti'ne değil, Ankara'ya vermeyi kabul etmişti. Osmanlı Bankası da, İstanbul
Hükümetine verilen yarım milyon liraya kefil olunduğu takdirde, Ankara'nın istediği 1,5 milyon liralık kredi
açılabileceğini söylemişti.
"Erzurum Kongresi'nde alınan müdafaa kararı yalnız Ermenilik ve Rumluk teşkiline karşı düşünülmüş ve itilaf
devletlerinin işgal ve müdahale hareketleri de bu amacı güder sayılmıştı. Yani İtilaf Devletleri'ne karşı
hasımca bir tavır takınıl-maktan Erzurum Kongresi sakınmıştı."(23)
Hareketin emperyalist devletlere karşı olmadığı, silahlı çatışmanın başladığı dönemde de sık sık dile
getirilmişti. Ege'yi temsilen 23 Ağustos 1919'da Alaşehir'de toplanan kongre, oybirliğiyle aldığı bir kararla,
İngiliz Generali Milne'ye çektiği telgrafta şunları bildiriyordu: "İzmir İli ve Balıkesir bağımsız sancağı, Türk
ve Müslümanların birlik olarak düzenli örgüte bağlı milli kuvvetleriyle savundukları nokta, sadece Yunanlıların
haksız ve hilekâr saldırılarına ve bu işgal saldırılarında işledikleri cinayet ve kötülüklere engel olmaktan
ibarettir. İtilaf devletlerine karşı çıkma fikri, hiç kimsenin aklından geçmeyen boş bir düşüncedir. Bundan
dolayı, Büyük Kongre (Alaşehir), bütün düşünen insanlık tarafından haklılığının ve meşruluğunun onaylanacağı
inancında bulunduğu Kuvayı Milliye eylemlerinden, Müttefik birliklerine karşı saldırı anlamı çıkarılmasını, şu
kesin gerçekler karşısında büyük bir insafsızlık sayar. Kongre bundan dolayı derin üzüntüsünü sunar. Küçük
Asya'da Müttefik Devletler Başkumandanı bulunmanız nedeniyle, daha çok kan dökülmesini önlemek amacıyla,
Yunan birliklerinin şimdiki yerlerinden daha ileri gitmemeleri için emir buyuracağınız konusundaki soylu
açıklamanız, Kongre üyelerini derin bir minnet, şükran hissiyle duygulandırmıştır. Pek soylu ve pek insancıl
olan şu asil arzu, kuşkusuz ki, en büyük övgülere değer, yüksek ve soylu bir yaklaşımınunmudur (24)
Telgrafta ayrıca; "Eğer İzmir yöresinin işgalinde kesin bir politik zorunluluk görüldüğü takdirde... zalim ve
gaddar Yunan askeri tarafından değil, insanlık ve uygarlıkla donanmış olan uygar itilaf devletleri askerleri
tarafından gerçekleştirilmesi"!(25) isteniyordu. Son ifadeden, İngiliz ya da başka emperyalist bir devlet tarafından işgal durumunda
mallarım güvencede gördükleri anlaşılıyor. Herhalde Yunanlılara karşı tepkinin ekonomi dışı bir nedeni de
vardı. Eskiden Osmanlı yönetimi altında olan Yunanlıların şimdi imparatorluğa karşı saldırı ve işgal hareketine
girişmesi, tepkinin büyümesinde bir etkendir. Ama yine de asıl belirleyici olan ekonomik çıkarlardı.
Aydın'da, Muğla yöresi Umumi Milli Kuvvetler Komutanı Demirci Mehmet Efe de; "Gerçi çok terbiyeli
davrandıkları ve her türlü yardımı yaptıklarından dolayı, İtalyanlardan sızlanacak bir şeyimiz yok ise de, eğer
herhangi bir hükümet bizi kontrol edecekse, bu işin daha büyük ve daha aydın bir devlet tarafından
yapılmasını yeğ tutardık"(26) diyor.
Kuvayı Milliye komutanının bu sözleri, herhalde 1960'lı yıllarda "II. Kuvayı Milliyecilik" veya "E. Kurtuluş
Savaşı" gibi sloganlarla ortaya çıkanların, birincisi hakkında yeterli açıklığa kavuşmadıklarını gösteriyor.
Emperyalist devletlere karşı bu tavır Milli Mücadele'nin lider kadrosu için de geçerliydi. Kara Vasıf Bey, 27
Kasım 1919 Heyet-i Temsiliye toplantısında, Fransız elçiliği yetkilileriyle görüşmesini özetlerken şunları
söylüyor:
"Görüştüklerim Karargaha mensup Fransızlarla... Sefarete mensup olanlar dedi ki, siz ne istiyorsanız
neşrettiririm, yalnız memleketimin menfaatine mani olmasın. Asil bir hanedana mensup imiş. Kendisi asker.
Açıkça fikrini sordum. Dedi ki, bu gün iki cereyan var: Biri Bolşevizm, diğeri Islamizmdir. İkisi de en ziyade
İngilizlere müteveccihtir, bize değil, ilerde bize de. Bolşevizmi bırakabiliriz. Fakat Islamizmi bırakamayız.
Cezayir, Tunus ilerde oraya da sirayet edebilir. Bizi maddi olarak temin ediniz ki, Pan Islamizmi, Pan
Turanizmi gütmüyorsunuz.
"Dedim ki, biz sizin gördükleriniz gibi iki şey görebiliyoruz. Bunlardan bir islamcılıktır, diğeri asrileşmek.
Kendi kendimizi idare edecek bir halde yaşamak. Bunu da Avrupa'dan alacağız. İslam cereyanları bize iyi
değildir. Medeni değildir. Aynı zamanda istila altındadır. Serbest değildirler dedim... Buna inanmadı. Aynı
zamanda inanmış göründü. O aynı zamanda Kürt meselesini intiha-bata karışmayan Hürriyet ve İtilafı ve
Süleymaniye'yi söyledi. Ben de o İngilizlere karşı Şeyh Mahmud'un hareketidir dedim... Bu, grup halinde bir
kabile. Biz istiklâl istiyoruz diyen yoktur... Sizde de sosyalistler böyle istiyor denirse, milletin hepsi tabii
böyle değildir dedim."(27)
Kara Vasıf Bey, Fransız Meraşal Franchet D'esperey'le yaptığı görüşmeye ilişkin olarak da şunları söylüyor:
"Bizim prensiplerimiz vahdeti ve muayyen hududu, istiklâl ve inkişafımızı temin etmektir' dedim. Hudut için
sordu: 'Mütareke zamanındaki hududu esas ittihaz ediyoruz ve bunun için kendi ırkımızdan olan yerlerden bir
çok fedakarlıklar yapıyoruz' dedim. 'Evet' dedi. 'Adalar denizinden iran'a kadar Suriye 'ninde bazı aksamı
dahil olmak üzere bir devlet ve hudut düşünüyoruz" dedi. Bunu Cevat Paşa'ya söylediğim zaman inanmadı güldü."(28) "Sonra dedi ki: 'Biz sizin
Umur-ı dahiliyenize karışmıyoruz. Siz de bizim menfaatlerimize karışmayınız. Balıkesir'de bulundurduğumuz
asker tahribat yapılmaması içindir. Arkadaşlarınız da bu fikrimi bilsinler"(
"Jenaral Mougins de dedi ki: 'Sakın İttihatçı olmayınız, bu sizin için çok fenadır. Çünkü Avrupa
İttihatçılardan şeytan gibi çok korkar' ve taklidini yaptı. 'İngilizler büyük bir Arap İmparatorluğu, biz ise
büyük bir Türk Hükümeti istiyoruz'." Fakat Fransızların neden büyük ve Fransa yanlısı bir hükümet
istediklerini Mareşal Franchet D'eesperey açıkça ifade etmişti. 'Zamanımız menfaat asrıdır; para nerede ise
dostluk oradadır. Memleketinizde sermayenin yüzde yirmibeşi bizimdir. Mütekabilen menfaat var. İngilizlerin
de menfaati varsa da geridir'."
Mustafa Kemal, 17 Kasım 1918'de Minber Gazetesi'ne verdiği bir demeçte: "İngilizlerin Osmanlı Milletinin
özgürlüğüne dikkat gösterdikleri ve insanlık karşısında, yalnız benim değil, bütün Osmanlı Milletinin
İngiltere'den daha çok iyiliğini isteyen bir dost olamayacağı inancıyla duygulanması pek doğaldır"(30) diyor.
İngiliz Daily Mail Gazetesi muhabiri Waard Price'dan kendisine İngiliz yetkilileriyle ilişki kurması için ricada
bulunup, "Eğer ingilizler, Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa, İngiltere yönetiminde bulunan
tecrübeli Türk valileriyle çalışma gereğini duyacaklardır. Böyle bir yetki çerçevesinde hizmetlerimi
sunabileceğim uygun bir yerin mevcut olup olmayacağım bilmek isterim"(31) diyor. Mustafa Kemal anılarında bu
demecinden bahsetmiyor. Üstelik, birçok kişinin umutlarını İngilizlerin güvenini kazanmaya, Fransızlarla
dostluk, İtalyanlarla iyi ilişkiler kurmaya bağladığım, ama kendisinin bunların hiçbirine inanmadığını söylüyor.
(32)
Milli Mücadele'de anti-emperyalist bir ideoloji ve bilinç söz konusu değildi. Buna hem teorik, hem pratik
olarak olanak da yoktu. İmparatorluğun konumu veri iken, Milli Hareketin lider kadrosunun asıl amacı, çöken
devleti canlandırmaktı. "Anadolu lhtilali"nin yazan; "İhtilalin ideolojisi hareketle beraber, hatta hareketin
arkasından gelmişti"(33) diyor. Aslında sonradan uyduruldu dese daha iyi olurdu (!) Samet Ağaoğlu da;"Türk
fikir adamı 1919 ile 1923 arasında geçen bu devrenin ideoloji ve felsefesini yapamadı. Milli vicdandan doğan
bu inkılap hamlesini anlatmak için gerekli sabır ve feragatla kendisini veremedi. İnkılap bu suretle hemen
hemen birbirine zıt, birbirini yıkan nazari görüş ve şahsi anlayışların elinde olan milliyetçilikten geniş
beynelmilelciliğe, liberalizmden sosyalizme kadar daralıp açılarak, izahını sonunda birtakım dogmatik
köşelerde buldu" (34) diye yazıyor
Aslında Ağaoğlu farkında olmadan kendini ele veriyor ve "Türk Fikir Adam"na haksızlık ediyor. Türk Fikir
Adamı, Ağaoğlu'nun sandığından çok "sabır ve feragatle" 1919-1923 aralığında yaşanan olayları tahrif etmek
için büyük çaba gösterdi ve gerçeklerle ilgisi olmayan bir tarih versiyonu oluşturmayı da "başardı". Daha
sonraki dönemde Kadrocu'lar ve Yöncü'ler tarafından yapılan zorlamalar da resmi ideolojiye ve resmi tarih
anlayışına "modern" ve "bilimsel" bir görüntü kazandırma amacını taşıyordu...
Avcıoğlu;"Atatürk, emperyalizme karşı savaşı, emperyalizmle her an için uzlaşmaya ve onu dost görmeye
hazır kadrolarla yapmıştır. İngilizlere karşı bir teslimiyet ve bir uzlaşıcılık, kurtuluş savaşının ön plandaki
kadrolarında derece derece gözükmektedir''(35) derken, iki şeyi söylemek istiyor: Birincisi, anti-emperyalist
olmayan, üstelik emperyalizmle her an uzlaşmaya hazır kadrolarla anti-emperyalist bir savaş verilebilir;
ikincisi, Mustafa Kemal, bu kadrodan ayrı, onların, dışındadır(!)
Birçok yazarın kafasını bulandıran, Mustafa Kemal'in 1 Aralık 1921'de TBMM'de söylediği şu sözleridir:
"Efendiler! Biz bu hakkımızı korumak, bağımsızlığımızı güven altında bulundurabilmek için toptan, milletçe bizi
mahvetmek isteyen emperyalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrin izleyen insanlarız."(36) Bu
sözlerin ne amaçla söylendiği önemlidir. Mustafa Kemal bu sözleri, meclis içindeki ve meclis dışındaki "sol
muhalefet'i denetim altına alıp etkisizleştirmek amacıyla bir manevraya giriştiği zaman söylemiştir.
I. Dünya Savaşı içinde yapılan gizli anlaşmalarda İngilizlerin üzerinde önemle durduğu bir sorun da, Hilafetin
ideolojik etkinliğinin ortadan kaldırılmasıdır, slâm Birliği, Pan-Islamizm gibi akımların ortadan kaldırılması ve
Islamiyetin bir birlik ve umut odağı olmasma son vermek için, Hilafetin tasfiyesi; değilse, ingilizlerin kontrol
ettikleri bir bölgeye kaydırılmış bir merkez haline getirilme-si.îngiliz emperyalizmi için büyük önem
taşıyordu. Böylece, Müslüman ulusların atomize edilmesi daha da kolaylaşacaktı.
Öte yandan ingilizler Arabistan'ı da bütünüyle kontrol etmek istiyorlardı. Bu, hem Hindistan yolunun güvenliği
için, hem de bölgede zengin petrol rezervlerinin varlığı nedeniyle ingiliz çıkarları için büyük önem taşıyordu.
Müslüman nüfusunun yaşadığı geniş bölgelerde ingiliz hakimiyetinin pekişmesi için, Hilafetin tasfiye edilmesi
gerekiyordu. Halife Sultan'ın en zayıf düştüğü dönemde bile islam dini, etkin bir ideolojik merkez olmaya
devam ediyordu. LLoyd George anılarında; "Osmanlı Halifesi İslam Dünyası'nm başı idi ve İngiliz
imparatorluğu içinde her yandan fazla Müslüman vardı"(37) diye yazar. 17 Ekim 1919'da bütün Hindistan'da
Türkiye için oruç tutulup dua edilir, genel grevler yapılır. Sevr Antlaşması'ndan sonra, bu antlaşmayı
yırttırmak amacıyla ve Hindistan'daki ingiliz Hükümeti ile işbirliğinden kaçınan pasif direnme hareketi
başlatılır. Onbinlerce Müslüman, Hindistan'ı terk eder. Hindistan Milli Kongresi 1920 yılı sonlarında 15 bin
delegeyle toplanarak, Ghandi'nin işbirliğinden kaçınma programını milli program olarak benimser. Milliyetçi
adayların hepsi seçimlerden çekilirler. Seçmenlerin % 80'i oylarını kullanmaz. Bir kısım memurlar ve askerler,
İngiliz hükümeti hizmetinde çalışmayı reddederek görevlerinden ayrılırlar. Okullar boykot edilir. İngiliz
malları satın alınmaz. 1921 Ma-yısı'nda Asman çay bahçesinde 12 bin işçi işi bırakır. Bengal ve Asman'da
demiryolu ve gemi işçileri protesto amacıyla iki ayrı greve giderler. Ankara'ya yardım fonu kampanyası açılır
ve toplanan para Mustafa Kemal'e gönderilir.Eylem o kadar geniştir ki, hükümet 30 kişiyi tutuklamak zorunda kalır. Nehru ve Ghandi tutuklananlar
arasındadır. Bu çabalar üzerinedir ki, Hindistan Kral Naibi Lord Reading ülkedeki İslam duygusunun şiddetini
ileri sürerek, "İstanbul'un boşaltılmasını, kutsal yerler üzerinde Halifenin egemenliğinin tanınmasını, Trakya
ve İzmir'in geri verilmesini" Londra'ya yazar.
Bir Hintli Müslüman da, "Bir zamanlar, birçok Müsllüman devletler ve krallıklar vardı. Bunlardan birisi
ortadan kaldırıldığı zaman fazla bir üzüntüye kapılmıyorduk. Türkiye İslam devletlerinin en sonuncusu ve en
güçlüsüdür. Yahudiler gibi vatansız insanlar olacağımızdan korkuyoruz"(39) diyecektir.
Yukarıdaki alıntılar, Hilafet makamının ideolojik etkinliğinin her şeye rağmen hâlâ ne kadar önemli olduğunu
gösteriyor. İngiliz siyaseti için Îslamiyetin ideolojik bir merkez olmaktan çıkması arzulanan bir şeydi.
Hilafetsiz bir Türk Devleti Batı'nın müttefiki olarak kaldıkça, bu, bölgedeki emperyalist çıkarlarını güvence
altına alınmasını büyük ölçüde kolaylaştırırdı. Sonuç olarak, Hilafet'in tasfiyesi emperyalizmin çıkarlarıyla da
çakışmaktaydı. Bu nedenle, emperyalistlerin Hilafet ve Saltanat'tan yana olduğu biçimindeki görüş, sadece
resmi ideolojinin bir uydurmasıdır.
2. Milli Mücadele'de Kitle Katılımı Sınırlıydı.
1912 yılından beri ard arda gelen savaşlarda bir cepheden diğerine koşan emekçi halk, I. Emperyalist Savaşın
sonuna gelindiğinde her bakımdan bitkin durumdaydı. Köylerde erkek nüfus büyük ölçüde erimişti. Bu
bakımdan Birinci Dünya Savaşı'nın başladığı 1914'ten 1923'e kadar geçen sekiz yılda, Müslüman nüfus %18
azalmıştı.(40) Fakat halk kırımına neden, sadece savaşlar da değildi. Ağır vergiler, ağa, eşraf, mütegallibe ve
eşkiyanın baskısı ve zulmü, salgın hastalıklar ve açlık savaşlardaki kayıpları daha da büyütüyordu. Mustafa
Kemal Nutuk'ta İzmir'in işgali karşısında halkın tavrıyla ilgili olarak; "Milletin bu haksız darbe karşısında
sessiz ve hareketsiz kalması elbette kendi lehine yorumlanamazdı" der.(41) Aslında halkın içinde bulunduğu
durum onun yeni bir savaşa daha gönüllü katılmasına pek olanak vermiyordu. Her seferinde İslam dini ve
Padişah için savaşa yollanan halk, bu sefer "vatan kurtarmak" için savaşa katılmaya niyetli görünmüyordu.
Osmanlı döneminin sonlarında savaşların yaptığı tahribatın boyutlarını hatırlamak için aşağıdaki alıntı uygun
düşüyor: "Çeşme İlçesinin gençleri askerliklerini Yemen'de yapıyorlardı. 1908'de Çeşme'de 20-30 yaşlar
arasında bir tek Türk erkeği kalmıştı. O da cüce idi. Bu yüzden Çeşmeliler haklı olarak, Yemen'e Çeşme
Mezarlığı adını takmışlardı..."(42)
Kitlelerin gönüllü katılımı olmadığı için, mahalli âyan, eşraf, şeyh, ağa ve tarikat reisi ve din adamlarının
prestijinden yararlanılarak, kısıtlı bir katılım sağlanabilmiştir. Milli Mücadele'ye kitle katılımının sınırlı oluşu,
gerek Milli Mücadele, gerekse daha sonraki dönemde, özellikle de Cumhuriyetin kurulduğu dönemde, olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Kitle tabanının etkin olmayışı hareketin lider kadrosuna geniş bir
manevra alanı bırakmıştır. Bu, tüm düzenlemelerin kitleler dışıda ve onun etkinliğinden bağımsız
gerçekleşmesine olanak vermiştir. Oysa, "bir ihtilalin en kuşku götürmeyen yanı, yığınların tarihsel olaylara
doğrudan doğruya müdahale etmeleridir." Milli Mücadele'den sonra mahalli eşrafın iktidar bloku içindeki
konumu köylü kitlesi aleyhine olarak daha da pekişmişti.
Sabahattin Selek; "Daha kısa bir deyimle, Milli Mücadele, hele bazı tehlikeli dönemlerde, halka rağmen
yapılmıştı... Durum böyle olduğu halde bu harekete 'Milli Mücadele' denilmesi yanlış değildi. Çünkü
mücadelenin insan kaynağım, ne şekilde olursa olsun halk teşkil etmiş ve maddi mali imkânlar halktan
sağlanmıştır"(43) diye yazar. "Halka rağmen", "halk yararına mücadele" yazarın bir buluşu değildir. Türkiye'de
"Batı'ya rağmen Batılılaşmak", "halka rağmen halk yararına devrim yapmak" garip ama yaygın bir saplantıdır.
Osmanlı yönetici elitinin bakış açışını yansıtır. Elbette böyle bir zihniyetin temelinde de halka güvensizlik
yatar. Bu zihniyete göre, kitle hiçbir şeyi bilemez ve yapamaz; neyin onun yararına olup olmadığına bürokratik
aydın karar verir. Böyle bir yaklaşımın gerici elitist bir dünya görüşünün ürünü olduğu açıktır.
Elbette yüzyıllarca halkı sömürerek yaşayan parazit "yenilikçi" Osmanlı bürokrasisi için, halkı değil, kendi
sömürü olanaklarını kurtarmak esastır. Sömürüyü güvence altına alan düzenlemeler ilerici inkılaplar sayılamaz.
Fakat bir hareketin halk hareketi olup olmadığını belirleyen, savaşta insan kaynağını halkın teşkil etmesi
değildir. Faşist hareketin tabanını da halk kitleleri oluşturur. Aynı şekilde emperyalist bir saldırı sonucunda
da ölmeye ve öldürülmeye götürülen halktır; işçi ve köylülerdir...
Bir harekete halk harekeli olma niteliğini kazandıran, halkın (emekçi kitlenin), kendi kaderini tayin etmedeki
bilinç ve kararlılığıdır, tarihin öznesi olmada ulaştığı seviyedir. Eğer siyasi harekete yön veren temel güç halk
kitlelerinin siyasi tercihleriyse ve hareket kitlelerin yaşam koşullarını iyileştirici bir öz ve mesaj taşıyorsa, o
zaman gerçekten bir halk hareketinden söz edilebilir...
Ne var ki, kitleleri savaşa sokmada eşraf ve din adamlarının ideolojik güçleri ve prestijleri sınırsız değildi.
Bunların yetersiz kaldığı koşullarda zor öğesi gündeme gelecekti. Büyük Millet Meclisi'ne verilen bir kanun
teklifinin bazı maddeleri şöyleydi:
"3- Seferberlik emrine uymayanların malları alınır, evi yakılır, ailesi sürülür ve inat edenler yakalanınca idam
olunur.
4- Birliğinden silahlı veya silahsız olarak kaçanlar hakkında 3. madde hükmü tatbik olunur.
5- Her köy ihtiyar heyeti kendi köylerindeki kaçakları yakalamaya ve hükümete teslim etmeye mecburdur.
Bunda kasıt ve gevşekliği anlaşılanlar 3. madde hükümlerine göre cezalandırılırlar.6- Kaçakları saklayanlar ve kaçmalarını teşvik edenler ve kolaylık gösterenlerin malları alınır, evi yakılır ve aileleri sürülür."(44)
Yukarıdaki maddeler, savaşa kitlelerin katılımının "yoğunluğunu" gösterdiği gibi, meclisteki ağa, paşa ve eşraf
koalisyonunun emekçi halka karşı tutumunu da ortaya koymaktadır. Kastamonulu Mebusu Abdülkadir Kemal
Bey, kanun teklifi lehine yaptığı konuşmada şunları söylüyor: "Osmanlı devletinin tarihinde gayet mühim bir
devir vardır. O devirde iş görenler binlerce insanı hiçbir meclisin iznini almaksızın öldürerek memleketi
kurtarmışlardır. O devir Köprülüler devridir. Korkup çekinmeye lüzum yoktur. İcap ederse bu memleketi
kurtarmak için beşyüz bin kişiyi idam etmeli ve bundan asla çekinmemelidir."(45) Yavuz Sultan Selim de; "Bir
gün İranla ticarete koyduğu yasakları çiğnedikleri için dört yüz taciri ölüme mahkûm eden fermanını
onaylamak istemeyen, Şeyhülis-lam'a şöyle demişti: 'Kalan üçte birin iyiliği için imparatorlukta yaşayanların
üçte ikisinin canım almak vacip değil midir?"(46)
Dikkat edilirse, Yavuz Sultan Selim'den Köprülüler'e, Köprülüler'den 1920'lerin TBMM'sine, zihniyet hiç
değişmeden devam ediyor. Memleketi kurtarmanın sırrı ortadadır. Asker kaçağını bulup çıkaramadığı için köy
ihtiyar heyeti azalarının idam edilmesi, "3. maddenin uygulanması" asalak sınıfların kitlelere bakışının tipik bir
göstergesidir. Kocası kaçak diye evi yakılan, mallan elinden alman, çoluk çocuğuyla sürgüne gönderilen bir
kadının, böyle bir cezalandırmayla "memleketi kurtarmak" arasındaki ilişkiyi kavraması herhalde kolay
değildir...
Kanunun mecliste görüşüldüğü sırada Antalya Mebusu Hamdullah Suphi Bey, söz alarak şunları söylüyor:
"Deniliyor ki, kaçan askerin malları alınacaktır, ailesi sürülecektir. Arkadaşlar, ilahî ve dünyevî hiçbir kanun
hatırlamıyorum ki bir mücrimi (suçlu), değil yakalayamadık diye evlatlarım, masum çocuklarını, karısını
öldürsün, kurban etsin! Bu itibarla düşünüyorum, acaba hicrete götürdüğünüz, tarlasından, ineğinden,
koyunundan uzaklaştırdığınız kadınlar ve çocuklar gittikleri yerlerde yaşayabilecekler mi? Memleketimizin
hicretler tarihini bilirsiniz; toprağından çıkan yüz muhacirden sekseni muhakkak perişan olmuş, ölmüştür.
Madem ki kaçak çoktur, madem ki bir çoğunu yakalayamıyoruz, o halde esasen harap olan, en büyük sefalete
düşmüş olan zavallı köylerimizde son kalan evleri yakacağız, onların çocuğunu atacağız, kadınlarını süreceğiz,
öldüreceğiz demektir. "( -1
İstiklâl Mahkemeleri'yle ilgili olarak Kurt Steinhaus'un yazdıkları da halkın Milli Mücadele karşısındaki
tutumunu ortaya koyuyor:
"Yargıçları milletvekilleri arasından seçilen ve geniş yetkilere sahip olan İstiklâl Mahkemeleri, milli hareketin herhangi bir direnmeyle
karşılaştığı yerlerde, derhal görev alıyorlardı. Halkın bu mahkemelerin kuruluşuna katılma hakkı yoktu. Silahlı kuvvetlerin maddi
ihtiyaçları, idari kuvvetlerin yardım ve baskı tedbirleriyle karşılanıyordu. Böylece isyanların bastırılması ve devrim örgütü, Babıali
görevliterinden pek farklı olmayan bir kadronun, memur, jandarma ve eşrafın elindeydi.
Halk kitlelerinin bu faaliyetlere katılma oranı yok denecek kadar düşüktü.
"Kemalist heraketin aldığı tedbirler amaçlarına ulaşmalarına karşın, başlangıçta halk kitleleri, verilen kurtuluş savaşı ile
içlerinden gelerek ve istek duyarak kay-naşmamışlardır... Harekete Anadolu köylüsünün belirli bir oranda katılmış
olması, ülkenin en verimli siyasal gücünün tarih açısından bir nesne (obje) olmaktan başka bir rol oynamadığını gösterir.
"(48)
Emekçi kitlelerin tarihsel sürece katılımının bu ölçüde sınırlı olduğu ortadayken, devrimden, "Anadolu îhtiiali"nden vb.
söz etmek bu kavramları kullananların kuruntusundan başka bir şey değildir. Bir ihtilalin en kuşku götürmeyen yanı,
yığınların tarihsel olaylara doğrudan doğruya müdahale etmeleriyse, Ankara'da toplanan TBMM'nin ilk yasama
işlemlerinden biri, ağnan vergisi denilen sayım vergisini (hayvanlardan alman) dört misli artırmak oluyor. Böylece üç beş
hayvanı olan köylünün mallarına el konarak işe başlanıyor. Böylesi bir durumda köylülerin gönüllü katılımı mümkün olabilir
miydi?(49)
Yıllarca süren savaşlar ve diğer talihsizlikler yüzünden takatsiz kalan kitlelerin savaşa gönüllü katılımı son derece sınırlı
kalmıştır. Fakat savaşın kendisi de sınırlı bir savaştı. Cephelerde ölen asker sayısı 9167 olduğuna göre, Milli Mücadele'nin
abartıldığı kadar önemli olmadığı da anlaşılır. Cephelerde hayatını kaybedenler dokuz bin kadar olmasına
rağmen, çeşitli hastalıklardan hastahanelerde ölenler 22.543 kişidir, istiklal Mahkemeleri'nde malıküm edilenlerin
sayısını bilmek de ilginç olurdu. Bazı yazarlar İstiklâl Mahkemeleri'nde idam edilenlerin savaşta ölenlerden daha fazla
olduğunu ileri sürüyorlar. Bu nedenle Milli Müca-dele'nin "Yedi düvele karşı bir savaş" olduğu biçimindeki görüşler
hurafe üreticilerinin bir kuruntusudur. Asıl savaş, I. Emperyalist Savaş'tı. Bu savaşta iki milyondan fazla insanımız telef
oldu...
Hileci yöntemleri iyi bilen Osmanlı paşaları, ayan, eşraf, mütegallibe, din adamları halkı savaşa sokabilmek için 11 Ekim
1920'de bir yasayı meclisten geçiriyorlar. Bu yasaya göre, her köylü ailesine çevrede bulunan ormandan iki hektarlık
bölümü temlik ediliyor. "Kanunda köylünün orman sahibi edilmesi prensibi esas alınmış ve her köylüye 2 hektar orman
temlik edilerek tatbikatına başlanmıştır. Ancak ormanın değeri halkça takdir edilmemiş bulunduğu için bu tatbikat
memleket namına çok büyük zararlara mal olmuş ve ormana tapu ile sahip olan köylü çoluk ve çoluğu ile birlikte malını
baltadan geçirerek kendisine verilen ormanı tarlaya çevirmiştir. Üç yıl devam eden ve büyük orman kaybına sebep olan
Baltalık Kanunu 1923 yılında Lozan Barış Anlaşması'ndan sonra derhal durdurulmuş ve bir yıl sonra çıkartılan 15 Nisan
1924 gün ve 484 sayılı intifa kanunu ile orman ve köylü ilişkisi, ormanların takati esas prensibi dahil de yeniden ve
muvakkaten bir düzene bağlanmıştır."(50)
Yukarıdaki alıntıyla ilgili iki nokta dikkati çekiyor. Her köylü ailesine iki hektar orman veriliyorsa, herhalde bu, "doğal
park" yapılsın diye verilmiyor. Köylü orman kesip satacak ve tarla yapacaktır. Yoksul köylüden başka ne yapması beklenir!
Lozan Barış Anlaşması imzalanınca, artık yoksul köylüleri savaşa sokmaya gerek kalmıyor... Yeni bir yasayla sorun çözülüyor... Î924'te çıkartılan 484 sayılı yasa, 1937'ye
kadar yürürlükte kalıyor. "Devlet bu dönemde (1924-1937) birbirine eklenen ve yıllarca süren harplerle harap
olmuş bir memleketin bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçları ile karşı karşıya bulunmaktadır. Bu bakımdan hem
orman mahsulleri ve hem de para bakımından çok büyük olan bu ihtiyacın karşılanmasında milli servet olarak
ormanlardan faydalanma cihetine gidilmiş ve ormanlar yerli ve yabancı özel teşebbüsün istismarına açılarak
memleketin birçok yerlerindeki iyi vasıflı ormanlar uzun ve kısa vadeli mukavelelerle satılmaya
başlanmıştır."{51) İlginç bir mantık söz konusu... Bir taraftan ormanların "tahrip edilmesini önlemek" amacıyla
orman yoksul köylüden alınıyor. Öte yandan, "memleketin bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçlarını" karşılamak
için, yerli ve yabancı özel kişilerin yağmasına sunuluyor! Böylece orman müteahhitleri aracılığıyla "bitmek
tükenmek bilmeyen ihtiyaçlar" giderilmeye çalışılıyor. Bakanlık yayım devam ediyor: "Fakat bir süre sonra bu
usulün getirdiği zararların büyüklüğü karşısında orman satışları 1935 yılından itibaren kısmen frenlenmek ve
kısmen de işletilmekte olan ormanlardaki kontrolün artırılması suretiyle 1937 yılına kadar devam
etmiştir."(52)
Aslında yapılanlar Kemalist yönetimin felsefesine uygun düşüyor. Kemalist yönetim ısınmak, yemek pişirmek
için bir ağaç kesen yoksul köylüyü hapse atarken ve ormanları yerli, yabancı özel kişilere (hür teşebbüs)
peşkeş çekerken, pek yerinde bir iş yapıyor. Çünkü özel teşebbüs, "bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçları"
bitirip tüketmek için vatana büyük hizmetler sunuyor...
Yalçın Küçük, bu durumu değerlendirirken şunları yazıyor: Yoksul köylülerin ormanlardan yararlanmalarının
doğurduğu sakıncalar çabuk farkediliyor. Ancak yerli ve yabancı özel teşebbüsün yaptığı tahribatın fark
edilmesi daha geç oluyor."(53) Köylünün yaptığı tahribat iki üç yıllık sürede farkediliyor da, müteahhitlerin
yaptıkları tahribatın farkına varmak için tam 13 yıl geçiyor... 3116 sayılı ve 1537 tarihli yasanın 80 ve 82'inci
maddeleri, Ormansız bölgelerde köy ve belediyeler civarında asgari 50 dekar büyüklüğünde ve mükellefiyet
usulü ile ağaçlandırma" zorunluluğunu getiriyor. İktidar güçlendikçe halka daha ağır mükellefiyetler
yüklemeyi sürdürüyor. 1920'de köylüye orman dağıtırken, 1937'de angarya usulüyle orman diktirilmeye
başlanıyor. Yerli ve yabancı özel sermayenin tahribatı çok büyük olacak ki bu yola başvuruluyor.
Milli Mücadeie'de halkın gönüllü katılımı son derecede kısıtlı olduğu gibi, TBMM Hükümeti de, Osmanlı
merkezi devlet yapısının ve adamlarının Anadolu'ya taşınmasından öteye bir şey değildi. Ankara hükümetinin
Basın Yayın Genel Müdürlüğü'nü de yapan eski mebus Muhiddin (Birgen), Karabekir Paşa'ya Tiflis'ten şunları
yazıyor: "Ancak şuna iman etmişim ki, Anadolu mücadelesinin başarı ile sonuçlanabilmesi, askeri harekâtın,
aynı zamanda kesinlikle, bir sosyal hareketle birlikte yönetilmesine bağlıdır. Ankara'ya bazı arkadaşlarla bu
düşünceyi savunmak üzere geldik, bir yıl uğraştık, sonunda eski İstanbul Hü-kümeti'nin yalnız ad değiştirerek
tekrar Ankara'da kurulduğunu gördükten sonra görevimizin bir zaman için sona erdiğine karar verdik(...)" O
kadar parlak sözlerle, Mecliste her gün okunan dualara, Hacı Bayram Camii'nde iki yüzlücesine kılman namazlara, ancak
kelimeden ibaret olan (Halk ve Millet hükümetine) rağmen, Anadolu halkı mücadeleyi tutmamış ve tersine ona
karşı ayaklanmakta direnmiştir. Muhittin (Birgen), aynı mektupta; "Askeri harekât sosyal davranışla birlikte
yürütülmediği için, savaş sonrasında başım siper içine saklayarak hedefini görmeden tüfek atan askerin
hareketi gibi, Anadolu'nun güçlerini ve fişeklerini boşuna harcamasından başka sonuç vermemiştir" diyor.
Aslında gerçek bir Anadolu hareketi hiçbir zaman olmadı. Osmanlı paşaları, eşraf ve mütegallibe takımı da
atılan kurşunun nereye varacağını çok iyi biliyordu. Nişancılıkta kusur etmiyordu. Bütün bu ve benzer
yaklaşımların hep "Milli Mücadele"nin gerçek niteliğinin anlaşılamaması, anlaşılmak istenmemesinden
kaynaklanıyor. Komintern'in 4. Kongresi'nde Türk delegesi Orhan; "Büyük Millet Meclisi bir ihanet
hükümetidir, 1921 yılındaki Londra Konferası'ndan bu yana milli burjuvazi devrimci bir zihniyet
taşımamaktadır"(54) diyor. Aslında Londra Konferansı'ndan önce de "Milli Burjuvazi" devrimci bir nitelik
taşımıyordu. Milli burjuvazi diye bir şey yoktu. Fakat Londra Konferansıyla emperyalizmle uzlaşma kapısı
iyiden iyiye aralanmıştı; o kadar... Fakat o dönemde herkes onda "ilerici nitelikler" görmek eğilimindeydi. Bu
nedenle "halk", "halkçılık", "egemenlik", "halk hükümeti", "millet hükümeti" gibi kavramlar bir anlam
taşımıyordu. Taşımadığım daha sonraki gelişmeler gösteriyor. Sivas'ta yayınlanan Irade-i Milliye
Gazetesi'nde çıkan bir yazıda, "Vergiler iyi uygulanmadı, zenginler kayı-nldı, fakirlere daha çok yükletildi"
deniyor diye, yazı yasaklanacak, Irade-i Milliye Gazetesi'nin fedakar çıkarıcısı Selahâddin Bey işinden
atılacaktır.(55) "Halkçı", "devrimci", "anti-emperyalist" hareket, böylesi bir "eşitlik" ve "adalet" anlayışına
sahipti... 1921 sonu, 1922 başlarında TBMM'nin genel eğilimi, emekçi halk kitlelerine karşı gerici bir ittifakın
pekişmesi yönündedir. Bu nedenle, İmparatorluktan Cumhuriyete geçişi, toplumsal yapıya hiç dokunulmadığı
göz önüne alınınca, bir hükümet darbesi (coup d'Etat), saltanatın tasfiyesi olarak görmek gerçeğe daha uygun
düşmektedir. Böyle bir darbeye de Lozan Konferansı'na istanbul Hükümeti'nin de davet edilmesi gerekçe
oluşturmuştur. Söz konusu davet, Milli Mücadele sürecinde fiilen hâkim sınıflar bloku, dolayısıyla meclisin
önderliğini ele geçirmiş olan Mustafa Kemal'in Bonapartist darbesini gerçekleştirmesi için önemli bir fırsat
oluşturmuştur.
Mustafa Kemal, meclise, "padişahlığın ilgası ve padişahın yurt dışı edilmesi" için bir kanun teklifi sundu. Kanun
teklifini incelemek üzere kurulan komisyonun aleyhte tavrı anlaşılınca, komisyon üyelerine bir bildiri yollayıp
milletvekillerini tutuklamakla tehdit etmiş ve sonuçta, komisyon kararı olumlu çıkmıştı (!) Silahlı muhafızlarca
sarılmış mecliste saltanatın ilgası kabul edilmiştir. Artık Osmanlı İmparatorluğu ömrünü tamamlarken, yerini
Mustafa Kemal'in Bonapartist diktatörlüğü alabilirdi. Eğer resmi tarihin ve ideolojinin yaymaya çalıştığı gibi,
gerçek anlamda bir halk hareketi söz konusu olsaydı, Cumhuriyet bir darbe sonucu kurulmazdı...
Milletvekilleri gerçek bir serbest seçimle meclise gelmemişlerdi. Önemli bir bölümü de, Padişah'ın Meclis-i
Mebusanının üyeleriydi. Geri kalanlar eşraf, mütegallibe arasından tayin edilmişlerdi. Bu nedenle
Cumhuriyetin ilanı halk çoğunluğunun özgür irade ve isteğinin sonucu değildir. Öyle olsaydı, Mustafa Kemal'in mebuslardan
bir kısmım idam ettirmesi kolay olmazdı...
Böylece eşraf ve mütegallibe, bezirgan tüccar, Osmanlı bürokratlarıyla ittifak kurarak, emekçi kitleleri
sömürmeye devam edebilirdi. 1921'de TBMM'de bütçe görüşmeleri sırasında Afyon Mebusu Mehmet Şükrü
Bey'le Maliye Bakanı ve İstanbul Mebusu olan Ferit Bey arasında geçen tartışma, Milli Mücade-le'nin
niteliğiyle ilgili bilgi veriyor.
Mehmet Şükrü Bey şunları söylüyor: "Biz burada memleketi savunmak, bağımsızlığını sağlamak için
toplandığımız halde, şu zavallı milletin, halkın, köylünün haklarını gözden uzak tutuyoruz. Oysa ki köylüler ağır
vergilerden kurtulmayı bizden bekliyorlardı. Biz geldik ve Osmanlı idaresinin temelleri üzerine yeni bir
hükümet kurduk ve onun gibi milletin parasını gereksiz yerlere harcıyoruz. Biz, memleketin ihtiyacına göre
bir idare şekli bulmak ve kurmak zorunluluğundayız. Yoksa böyle Babıâli temelleri üzerine yeni bir hükümet
kurmakla milleti, köylüyü, işçiyi, yani ülkenin direkleri olan insanları geçim kolaylığına ve mutluluğuna
ulaştırmak mümkün değildir. Ezilenler onlardır. Vergiler hep onların sırtına yükleniyor. Hep onlar veriyorlar.
Ticaret vergisi de yapsak onların sırtından çıkıyor. Çünkü onlar üretici ve tüketicidirler ve ürünlerini
satamıyorlar. Vurguncuların ellerinde eziliyorlar. Bu sebeple, bu bütçe hasta ve talihsiz bir bütçedir. Sıhhatli
bir bütçe olabilmesi için köylünün ve işçinin geçimini ve mutluluğunu sağlayacak durumda olması gerekir. "(55)
İşçi ve köylünün mutluluğundan söz eden Mehmet Şükrü Bey'e Maliye Bakam Ferit'in cevabı gayet kesindir.
Ferit Bey cevaben; "Siz komünist ne demektir bilir misiniz? Komünist demek; bir memleketin bütün ürünlerini
halkın elinden alıp, ambarlarda toplamak... (şiddetli gürültüler, sadede sesleri, devam sesleri)... ve sonra
halkın elinden topladığı ürünleri ambarlara koyarak, Ayşe'den Fatma'ya kadar bütün köylüye vesikayla
vermektir"(56) diyor.
Bir kanun tasarısı da Zonguldak ve Ereğli maden işçilerine kömür tozlarım vermeyi ve kömür tozlarının
satılmasıyla sağlanacak paranın işçiler adına Ziraat Bankası'nda bir hesaba yatırılmasını öngörüyordu.
Şebinkarahisar Mebusu Mustafa Bey, "Bolşeviklik yok" diyerek tasarıya karşı çıkmıştı...
Buraya kadar yapılan açıklamalar, Milli Mücadele'nin niteliğiyle ilgili yayılan efsanenin ne kadar boşlukta
kaldığım gösteriyor olmalı. Milli Mücadele'nin anti-emperyalistliğine bir gerekçe de, Komüntern'in bu
konudaki yaklaşımıdır. Beşinci bölümde Komintern'in yaklaşımı ele alınacak ve "anti-emneryalizm" efsanesi
üzerinde yeniden durulacak.
4. BOLUM
MÎLLÎ MÜCADELENİN "ULUSALLIĞI" SORUNU!
"Bir başkasını ezen ulus özgür olamaz."
K. Marx
Milli Mücadele'nin ve Türk toplumsal formasyonunun evriminin tahlilinde, Kürt sorunu önemli bir yer
tutmaktadır. Aslında son derece de önemli olan Kürt sorunu ve Kürdistan'ın sömürgeleştirilme süreci, ayrı bir
kitabın konusudur. Üstelik, sorun sadece Türkiye'yle de ilgili değildir. Bölgedeki dört devletin (Türkiye, Iran,
Irak, Suriye) hem iç politikalarının oluşması (siyasal rejimlerinin aldığı biçim) ve emperyalizmle ilişkilerin
biçimlenmesinde, hem de dört sınır komşusu devletin birbirleriyle ilişkilerinin "özgün" bir nitelik kazanması
açısından, tam bir düğüm noktası oluşturmaktadır.
Bizim, kitabın planı ve kapsamı içinde sorunu sınırlı bir biçimde de olsa tartışmak isteyişimizin belli başlı iki
nedeni var. Bunlar; resmi ideolojinin "irrasyo-nelliği"ni ve Milli Mücadele'nin gerçek niteliğini ortaya
koymaktır. Başka bir ifade ile "Kurtuluş Savaşı" olarak sunulanın gerçekten bir "Kurtuluş Hareketi" olup
olmadığını tartışmaktır. Şüphesiz Kürdistan'ın (Sovyetler Birliği sınırlar içindeki küçük alan ihmal edilirse)
dört ayrı devletin sınırları içine hapsedilmesi, emperyalistlere bu dört devleti kolaylıkla "denetleme" olanağı
vermektedir. Kürt sorunu bölgedeki emperyalist status quo'nun korunması açısından da büyük önem taşımakla
birlikte, biz burada sorunun bu yanının tahliline girmeyeceğiz.
Resmi ideoloji üretmeye koşulmuş ya da resmi ideolojiyle çatışmaya girmekten kaçınan bilim adamları, yazar
ve düşünürler, soruna dokunmaktan özenle kaçınmışlardır. Sorunu bilimsel olarak ele alıp tartışmak isteyen az
sayıdaki bilim adamı da şiddetle cezalandırılıyor. "Ayıbı açığa vurmanın daha büyük ayıp olduğu"mı biliyorlar!...
Elbette bu vesileyle bilim-egemen ideoloji ilişkisinin niteliği bir defa daha ortaya çıkıyor. Napoleon
da,üniversite rektörlerine yolladığı bir talimatta, "Monarşiye uygun ve müspet şeyler okutacaksınız;
metafizik, ideolojik gevezelikler yok" dememiş miydi....
Ne ki istedikleri kadar yok saymaya, unutmaya ve unutturmaya çalışsalar da,baştan sona tahrif edilmiş bir tarih içinde bile bu olgu, apaçık bir biçimde kendini gösteriyor. Eğer bir kişi
kendi halkına (ya da kendine) lâyık gördüğünü başka halklara da lâyık görmüyorsa, kendisi için gerekli saydığı
özgürlüğü başkaları için de gerekli saymıyorsa, böyle birinin gerçekten özgürlük diye bir sorunu olabilir mi?
Kürt sorunu dahil edilmedikçe, Türk sosyal formasyonunun evrimiyle ilgili tahliller hep güdük kalmaya
mahkûmdur. Bütünü oluşturan parçalardan birini ihmal ederek, bütün hakkında sağlıklı bir değerlendirme
yapma olanağı yoktur. Bir sosyal sürecin yapıcı unsurlarından birini dışlayarak tahlil etmeye kalkışmak, ister
istemez söz konusu tahlili bilimsellikten uzaklaştırır. Afrika'nın, Asya'nın, Latin Amerika'nın uzak
yerlerindeki ırkçı-faşist baskılara "tepki gösteren" kimi Türk aydınlarının, burunlarının dibindeki bir ulusun
yaşadığı trajediyi göz ardı etmeleri, Kürt sorunu karşısında bağnaz birer şöven kesilmeleri; diktatörlere
karşı olmaları, ama kendi geçmişlerindeki diktatörleri bunun dışında tutmaları vb. çifte standardın ne kadar
köklü olduğunu da göstermektedir. Herhalde Türk aydınlarının kendileriyle hesaplaşmaları ve bunu
başarmaları için, önce düşüncelerini yönlendiren kafalarındaki polisi defetmeleri gerekiyor!
Öte yandan, Cumhuriyetin kuruluşundan beri Kürtlere yönelik inkarcı, ırkçı bir siyaset takip edilmesi,
Türkiye'de faşist hareketin gelişmesinde de önemli bir etken olmuştur. Çelişik olarak, Kürt Ulusu'nu "yok
sayma" resmi ideolojinin önemli bir halkasını oluşturmakla birlikte, bu aynı zamanda söz konusu ideolojinin en
zayıf halkasıdır. Var olan bir ulusu "bilinçle yok etmek'' mümkün değildir ve nesnel gerçek insanların hezeyan
ve kuruntularından bağımsız olarak var olmaya devam eder. Şüphesiz bu durum, kuruntuların, ikiyüzlülüklerin,
hezeyanların bir işe yaramadığı anlamına gelmiyor! Bunlardan kâr edenler, bürokratik, akademik kariyer
edinenler, yüksek maaş alanlar, siyaset sahnesinde yükselenler eksik olmuyor...
193Ü'lu yıllarda yazdığı, ama ancak 1979'da yayınlanabilen ve 1980'den sonra tekrar yasaklanan bir kitabında
Hikmet Kıvılcımlı, şunları yazıyor: "Gerek kültür, gerekse idare yönünden Kemalizmin Kürdistan'da takip
ettiği gaye, orada bir Kürt Halkının varlığını inkâr etmek, bu varlığı her hususta yok etmek ve susturmaktır.
İdari ve kültürel keyfiyetin hedefi budur. "(1)
Osmanlılar döneminde adı Kürdistan olarak bilinen, tüm resmi yazışmalarda da öyle geçen bölgenin adı,
zamanla değişiyor(!) Cumhuriyetin kurulduğu dönemden 1950'lere kadar bölgenin adı "Vilayet-i Şarkiye"dir.
Bu dönemde Kürdistan ve Kürt sözcükleri sözlüklerden çıkarılıyor. Yoğun bir biçimde uygulanan sansür ve
otosansür bu kavramların kullanılmasına kesinlikle izin vermiyor. 1950 öncesinde yayınlanmış bir Osmanlıca-
Türkçe sözlükte, K harfinin karşılığında sadece "Kürdili Hicazkâr" yer alıyor... Bu durum Türk Dil Kurumunun
ünlü bilginlerinin kulaklarını çınlatıyor olmalıdır!.. 1971'de yayınlanan Ansiklopedik Türkçe Sözlük'te, K
harfinin yer aldığı ikinci ciltte, Kürtlerle ilgili olarak şunlar yazılmış; "Çoğu dillerini değiştirmiş Türkler'den
ibaret, bozuk bir Farsça konuşan ve Türkiye, Irak ve İran'da yaşayan bir topluluk adı ve topluluktan olan kimse." 1950've kadar "Vilayet-i
Şarkiye" olan bölge, 1950-1960 arasında "Doğu" oluyor/ ' 1960'dan sonra Türkiye "Planlı Dönem"e geçince, bu sefer
"Kalkınmada öncelikli Yöreler" oluyor. "Bilimsel" yayınlarda kısaltılmış olarak (K.Ö.Y.) diye geçiyor. Plancılar
bilimselliklerini burada da gösteriyorlar. Bu bölgeye bir kere "köy" dedikten-sonra, artık köyle kent arasındaki ilişkinin
de nasıl olması gerektiğine "bilimsel" olarak karar verebilirlerdi.... Şimdilerde bölgenin adı tekrar değişmiş durumda... Bu
sefer "Olağanüstü Hal Bölgesi" deniyor. Resmi ideolojinin marifeti büyük! Gide gide Kürdistan'a "Olağanüstü bir nitelik"
kazandırmayı başarmış görünüyor... Aslında bölge, 1920'lerden beri olağanüstü olayların yaşandığı ve olağanüstü
baskılara maruz kalan, olağanüstü bir bölge oldu ve sıkıyönetim olmadığı yıllar sınırlıdır. Bölgede sıkıyönetim olmadığı
zamanlarda da defacto bir sıkıyönetim geçerli olmuştur..(**)
Temel Türkçe Sözlük'te (1982), "Kürt: Ari ırktan bir halk, Kürtçe: Kürtlerin konuştuğu Farsça kırması dil"; Resimli
Ansiklopedik Büyük Sözlük'te de (1982) "Kürt: Ortadoğu'nun çeşitli ülkelerinde dağınık bir halde yaşayan etnik bir
topluluğun adı ve bu topluluktan olan kimse" deniyor... 1980lerde askeri cunta yeni ve orijinal buluşlara yöneliyor.
Genelkurmay'ca bastırılıp, yüzbinlerce dağıtılan bir "Beyaz Kitap"ta yazılanlar ilginç:
"Dağların yüksek kısımlarında, tepelerde yaz kış erimeyen karlar vardı. Güneş açınca üzerleri buzlaşan camsı parlak bir
tabaka ile örtülürdü karın yüzü. Üstü sert altı yumuşak olurdu.
Bu kar'in üstünde yürününce, ayağın bastığı yer içeriye çöker, "kırt-kürt" diye ses çıkarırdı. Doğulu Türkmenlere, Kürt
denmesinin nedeni buydu. Bölücülerin Kürt dedikleri, yüksek yaylalarda, karlık bölgelerde yaşayan Türklerin karda
yürürken ayaklarından çıkan sesin adıydı aslında."(2)
Resmi tarih, daha genel olarak resmi ideoloji Kürdistan'ı dünya haritasından "çıkarınca" üzerinde yaşayan ulusu da "yok
etmesi" gerekiyordu. Buna da bir "çare" bulundu. Kürtler, "Dağlı Türkler" ilan edildi. Dağlı Türkler soy olarak, öz olarak,
kökenleri bakımından Türk olmakla birlikte, Gerçek Türklerden iki yerde ayrılıyorlardı: Bir kere dağda yaşıyorlardı!..
Üstelik dağda yaşarkenTürkçeyi unutuyorlardı !. Yükseklerde yaşamakla dil arasında ilginç bir ilişki olmalı (!)
Gariplik şurada ki; dağda kendi dillerini unutan bu insanlar, başka bir dil öğreniyorlar. Buradan, başka bir dil öğrenmenin
kendi dilini unutmaktan daha kolay olduğu sonucuna varılabilir (!) Sonuçta "bozuk bir Farsça" konuşmaya başlıyorlar...
Elbette bu mantıktan bir başka sonuç daha çıkıyor; kendi dillerini unutanlar bir başka dili de mükemmel öğrenemiyorlar
(!) Burada neden bozuk bir Farsça öğrenip de, bozuk bir İspanyolca veya bozuk bir Çince öğrenmedikleri ister istemez
akla geliyor (!).
(*) İran'da Kürtlerin yaşadıktan bölge "Batı", Irak'ta "Kuzey" sayılıyor. Kürt'ler Türkiye'de Doğu İran'da Batı, Irak'ta Kuzeydedirler...
(**) 1925'den 1946 ya kadar bölgede sıkıyönetim uygulandı. 1965'e kadar da bölgeye yabancıların girmesi yasaktı.Kürtlerin varlığım inkâr etmek sadece bilime değil, temel insan haklarına da ters düşen bir şeydir. Rivayete
göre, İngiliz Parlamentosu "kadını erkek, erkeği de kadın yapmak" dışında her şeyi yapabilirmiş!(*) Bizim
resmi ideolojimiz de bir ulusu "yok" sayıyor. Arkasından dilini unutturup ona kötü bir Farsça öğreti-yor(!)
Emperyalist savaşa taraf olarak katılan Osmanlı İmparatorluğu parçalanıp T.C.'ye dönüşürken, Kürdistan'ın
paylaşılması sürecine katılmış ve kendisine de önemli bir pay düşmüştü. Bu bakımdan Milli Mücadele gerçek
anlamda bir ulusun kurtuluşu değil, Kürt Ulusu'nun baskı alana alınması sürecinin başlangıcı olmuştur. Bir
yönüyle Milli Mücadele Kürt Ulusu açısından Kürdistan'ın İngilizlerle anlaşılarak parçalanması anlamına
gelmektedir. Eğer Milli Mücadele gerçekten bir ulusun kurtuluşu için verilmiş bir mücadele olsaydı, o zaman
Kürt Ulusu baskı altına alınmayacağı gibi, bu konuda anlamsız zorlamalara, uyduruk gerekçelere ve yalanlara
gerek kalmazdı... Aksi halde, kendi özgürlüğü için savaşan bir ulusun bir başka ulusu baskı altına alıp onu
ezmesi, sürgün etmesi, kültürel kimliğin inkâr etmesi vb. anlaşılır bir şey değildir. Nitekim bir ulusun
kurtulması demek, o ulusun kendi kaderini kendisinin belirlemesi demektir. Eğer kendi kaderini tayin etme bir
başka ulusun kendi kaderini belirlemesini engelliyorsa, o zaman birincinin gerçek kurtuluş hareketi, gerçek
bir özgürlük mücadelesi olup olmadığı tartışmayı gerektirir...
Aksi halde, birinin kurtuluşunun diğerinin baskı altına alınıp sömürgeleştirilmesi sonucunu doğurması kurtuluş
kavramıyla çelişir. Bir ulusun sömürgecilikten kurtulması ilerici bir harekettir. F. Engels'in yazdığı gibi; "Her
türlü sağlam ve özgür gelişmenin temel koşulu, ulusal kölelikten kurtulmaktır."(3) Bu konuda Trotsky de
şunları yazıyor: "Son derece ezilmiş bir milliyetin üzerinde milli bilincin doğmaya başlaması o ulusun sadece
politik emperyalizme karşı değil aynı zamanda kültürel emperyalizme de karşı kurtuluş bayrağını
dalgalandırmaya başlaması, o ulusun kendi insanlık onurunun bilincine varma yolunda attığı önemli bir ilk
adımdır ve bu insanlık için muazzam bir gelişme anlamına gelir."(
Şüphesiz böyle bir hareketin de uydurma "teoriler" üretmeye ihtiyacı yoktur. Ancak gerçek anlamda
özgürlük mücadelesinin olmadığı ve özgürlüğün gerçekleşmediği yerde benzer zorlamalara girişilir... Sömürü
ve baskıyı sürdürmek amacıyla üretilmiş irrasyonel ideoloji ancak yok sayma, inkâr, yalan ve tahrifat üzerine
kurulabilir. Bir kere yalana başvuruldumu da, artık yalan yalanı zorlamak durumundadır. Yalanın ortaya
çıkmaması için sürekli yalan söylemek gibi sonu olmayan bir yola girmek kaçınılmaz hale gelir.
Tarihsel süreç içinde geçerli yöntem ve kullanılan dil pek değişmemiştir. "Uygar adamın barbarı
uygarlaştırması", "ona uygarlık götürmesi", "kültürlü ulusun" "kültürsüze " "kültür aşılaması", "onu
kalkındırması", "hâkim ulusun asaleti ezilenin kabalığı ve kabiliyetsizliği", "ezenin Allah tarafından yüksek yeteneklerle yaratılmışlığı, kültür ve uygarlığa yatkınlığı", "ezilenin yeteneksizliği ve tek başına yaşayamayacağı" vb...
(*) Herhalde bununla, İngiliz Parlamentosu'nun İngiliz burjuvazisi için yapamayacağı yasa ve düzenleme yoktur denmek isteniyordun..
Ağrı İsyanı sırasında Yusuf Mazhar şunları yazıyordu:
"Çünkü bunlar-tarihin şehadetiyle sabittir ki - Amerikan Kırmızıderililerinden daha fazla kabiliyetli oldukları halde,
ziyadesiyle hunhar ve gaddardırlar... Dessas (hilekâr) ve bazı hislerden, medeni temayülden tamamı ile mahrumdurlar.
Bunlar asırlardan beri ırkımızın başına bela kesilmişlerdir.
"Bu Kürt kitlesindeki karanlık ruhu, kaba hissiyatı, hunhar temayülatı kırmak mümkün olmadığına kaniim. Bunu uzun bir
tekamülden beklemek, bunların zaman zaman böyle isyanlar çıkararak yahut memlekette asayişi bozarak, veyahut
hırsızlık ederek, hükümetin daima meşgul olmasına sebep olur... Şimal Kürtleri ile Cenup Kürtleri arasında büyük farklar
vardır. Ümit ederiz ki, hükümet bu nok-taı nazarı da takip ederek bir Cumhuriyetin şiarına yakışan(!) kat'iyyet ve
ciddiyetle halleyler"(5)
Hikmet Kıvılcımlı, Yusuf Mazhar'ın yazdıklarını yorumlarken bir yerde şunları söylüyor:
"Kemalist burjuvazinin 'fikriyatalığına' göre 'Kürtler adam olmaz'. Bir zaman 'Türk Milleti adam olmaz' lâfı şimdi
Kjirtlüğe mahsus biçilmiş bir kaftan olmuştur. Şu halde madem ki adam olmazlar... Bunun mantıki neticesi kendiliğinden
çıkar: Tıpkı 'medeni' Avrupa Korsanlarının ve Korsan Devletlerinin yaptığı gibi, 'medeni temayüllerden tamamiyle
mahrum' olmayan mukaddes ve mübarek Türk kapitalizmine tarihi bir misyon düşüyor: Avrupa beyazlarının yeryüzünden
nam ile nişanlarını kaldırdıkları Aztequeler ve lnkalar gibi kırmızı derililerden 'ziyadesiyle hunhar' olan Kürtleri
dünyadan silmek!.. Mahut imha siyaseti."(
Sömürgeci siyasetin temelinde, sömürülen halkın gerçek tarihini yok etmek, onun tarihi geçmişini inkâr etmek ve
sömürgeci ulusun istediği bir tarih versiyonunu ona empoze etmek yatar. Bu nedenle ezilen, sömürülen, baskı altında
tutulan ulusun kendi tarihini (geçmişini) hatırlatacak (memoire collective) ne varsa imha edilir. Onun ayakta kalmasını
sağlayan kökü tahrip etmek koşuldur. Kemalistlerin de yaptığı buydu... Kütüphanelerde Kürtlerle ilgili, onların tarihiyle
ilgili ne varsa yok edildi... Kürt beylikleri zamanında yapılan tarihi yapılar yıkılıp yerlerine askeri kışlalar yapıldı (Birca
Belek-Alaca Burç). Tüm yöre adları değiştirildi.(7)
Böylesi bir ortamda Kürtlerle ilgili tüm tarihi ve sosyolojik araştırmaların yasaklanmasında şaşılacak bir şey yoktur. Ölü
dilleri öğreten filoloji bölümleri var iken, yaşayan bir dil olan ve milyonlarca insan tarafından konuşulan Kürtçe hiçbir
Edebiyat fakültesinde öğretilmez(!) Ne ki her şeyi belirleme güçleri sınırlı... Batı'nın birçok merkezinde Kürtçe öğreten
enstitüler var... ve bu durum bizim yöneticilerimiz için rahatsız edici... Batılılar, kendilerinin yok saydıkları bir dili
öğreten enstitülere izin vererek haksızlık etmiyorlar mı?! Nüfusunun %3 ila %4'ii dışında kalanının Kürtçe'den başka bir dil bilmediği dönemde Kürtçe'nin kullanılması
yasaklanmıştı. (Resmi olmayan durumlarda da) Kürtlerin yaşadığı kent merkezlerinde bu yasağa uyulmasını
sağlamak amacıyla memurlar görevlendiriliyordu. Köyünden sınırlı artık-ürününü satmaya gelen Kürt köylüleri
hiç Türkçe bilmedikleri için "kontrol memurları"na yakalanmaktan kurtulamıyorlardı. Erzincan Valisi Ali
Kemali Bey'in yazdığına göre, her Kürtçe kelime için beş kuruş ceza kesiliyordu. Bir koyunun elli kuruşa
satıldığı 19301u yıllarda beş kelimelik iki cümleyle meramını ifade etmek zorundaki bir kişi bir koyun
değerine eşit ceza ödemek zorunda kalıyordu... Satış için çevirmene başvurma zorunluluğu nedeniyle satıştan
elde edilen gelir, ceza olarak ödenip elden gidiyordu..(8)
Lozan Barış Anlaşması'nın 39'uncu maddesinde ise şöyle deniyordu:
"Türkiye Vatandaşlarından hiçbirinin gerek özel ya da ticari ilişkilerde, gerek din, basın veya her türlü yayın
hususunda ve gerek genel toplantılarda herhangi bir dili serbestçe konuşulmasına karşı hiçbir kayıt
konmayacaktır.
"Resmi dil mevcut olmakla birlikte, Tiirkçeden başka bir dil konuşan Türk Vatandaşlarına mahkemelerde
kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için uygun kolaylıklar gösterilecektir..."
Milli Mücadele'nin tahrif edilmiş bir versiyonunun geçerli oluşu, doğal olarak yanlış yorumlara da neden
olmaktan geri kalmamıştır. 1935'te yayınlanan bir eserinde Nehru, şunları yazmıştı: "Böylece henüz yakın bir
geçmişte özgürlükleri için savaşan Türkler, kendi bağımsızlıklarını isteyen Kürtleri ezmişlerdir. Tuhaf olan
savunmaya yönelik bir ulusçuluğun nasıl saldırgan bir biçimde geliştiği ve birinin özgürlük savaşının nasıl bir
diğerinin üstündeki baskısı olarak ortaya çıktığıdır. 1929'da Kürtlerce bir isyan daha yapıldı. Ve bu da en
azından geçici olarak bastırıldı. Fakat insan, özgürlükte direnen ve onun faturasını ödemeye hazırlanan bir
halkı ebediyyen nasıl ezebilir?"(9). Nehru bu satırları yazarken, Milli Mücadele'yi emperyalizme ve
sömürgeciliğe karşı bir başkaldırı olarak görmek istiyor. Oysa böyle bir şey söz konusu değildi. İşte bu
durum, "anti-emperyalizm", "mazlum halklara kurtuluş yolunu göstermek", "Dünya'nın ilk ulusal kurtuluş
hareketi" gibi yakıştırmaların zihinleri bulandırmış olduğunu gösteriyor. Türkiye'nin dış politikasının aldığı
biçim de yukarıda-kilerin ne kadar içi boş ve anlamsız iddialar olduğunun da bir göstergesidir. Türkiye'nin dış
politikasında temel tercihin ezilen, sömürülen halklardan yana değil, sömürgeci-emperyalistlerden yana oluşu
da yukarıdaki durumla yalandan ilgilidir. Aksi halde gerçekten özgürlük mücadelesi vermiş bir ulusun bir
başkasını baskı altına alması söz konusu olabilir miydi?..
Milli Mücadele konusunda yeteri kadar açık bir görüşe ulaşamayan Hikmet Kıvılcımlı; "Diğer noktalardan biri
de, Türkiye'nin kendisi bu milli kurtuluş hareketlerinden bir önemlisine sahne oldu. Fakat bu kurtuluş
hareketi Kemalist burjuvazinin iktidar ve diktatoryası altına girdiği için, sermayedar tezatlarından ve
vasıflarından kurtulamadı. Ve kurtulamazdı da. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Türkiye dış münasebetlerinde mazlum bir millet olmasına rağmen, iç münasebetlerinde zalim bir millet
rolü oynamaktan geri kalmadı"(10) diyor. Dış münasebetlerinde mazlum bir millet, eğer iç münasebetlerinde
zalim bir millet rolü oynuyorsa, bunu sadece sermayedar tezatlarla açıklamak zordur. Bir kere Kıvılcımlı'nın
yazdığı gibi "Türkiye bu milli kurtuluş hareketlerinden bir önemlisine sahne" olmadı. Bundan önceki
açıklamalarla göstermeye çalışıldığı gibi, Milli Mücadele ulusal bir halk hareketi, anti-emperyalist bir hareket
değildi. Kendisi emperyalist bir savaşa taraf olan bir devlet anti-emperyalist olamazdı. Aslında yapılan,
Anadolu hareketini emperyalistlere karşı koz olarak kullanmaktan ibarettir. Eğer yenen taraf Osmanlıların
müttefik olduğu devletler grubu olsaydı, durum net olarak görülecek ve yanılsama yaratmak da mümkün
olmayacaktı. Aslında Milli Mücadele, çöken imparatorluğun yıkıntıları üzerinde kapitalizmin tohumlarım
yeşertmeyi amaçlamıştı. Dolayısıyla İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş, mutlaka "kurtuluş hareketlerinden
bir önemlisine sahne olmayı" gerektirmiyordu.
Türk devletinin kendi doğusunda sömürgeci bir konumda olamayacağı, nitekim kendisinin de azgelişmiş bir
ülke olduğu, emperyalizmin baskısı altındaki bir ülkenin bir başka ulusa karşı sömürgeci bir politika
izleyemeyeceği gibi "gerekçeler" oldukça yaygındır... Şüphesiz böyle bir yaklaşım ezme-ezilme, sömürmesömürülme
konusundaki bir yanılsamanın ürünüdür. Nasıl birkişinin ezilmesi onun bir başkasını ezmesine engel
değilse (en yoksul bir adam bile baskı yapabileceği birini bulabilir, karısı ve çocuklarına pekâlâ baskı
yapabilir), bu durum hiyerarşik kapitalist dünya sistemi için daha da geçerlidir. Öte yandan, emperyalizmle
sömürgecilik arasındaki ayrımı da gözden kaçırmamak gerekir. Tarihte kendisi emperyalizm tarafından
sömürülen bir ülkenin bir çok sömürgeye sahip olduğu örnekler çoktur. Yakın zamana kadar Afrika'da Angola,
Mozambik, Guinee-Bissau gibi sömürgelere sahip olan Portekiz, buna örnektir. Bir yan-sömürge olması onun
başka ulusların kaderine müdahale etmesine engel değildi. Cumhuriyetin kurulmasıyla burjuva temel üzerine
oturmak durumundaki devlet ise, doğası gereği sömürgeci olabilirdi.
Türkiye'nin hiyerarşik kapitalist dünya sistemi içinde "aşağı" bir yer tutması, onun bir başka ulusu baskı
altına alamayacağı anlamına gelmez. Kürtlere soykırım uygulayan Irak için de benzer bir durum söz
konusudur. Elbette Iran için de... Zaten Kürdistan'ın dört parçaya bölünmüşlüğü, ona bir uluslararası sömürge
statüsü kazandırmıştır. Sömürgecilerin kendilerinin kapitalist dünya sistemi içinde tuttukları yer, "yeni
sömürge" oluşları, emperyalizm tarafından sömürülüyor olmaları, söz konusu devletlerin birer sömürgeci
olmasına engel değildir.
Yanılsama yaratan bir şey de, sömürülenle sömürenin aynı "sınırlar"a sahip olması ve kimi yerleşim yerlerinde
Türklerin Kürtlerle aynı coğrafi bölgede yaşıyor olmaları, üstelik yaşam standardı bakımından da arada
önemli bir farkın bulunmamasıdır. Bu durum sömürgeciliğin olmadığını kanıtlamadığı gibi, tam tersine
sömürgeciliği kolaylaştıran bir şey olarak görülmelidir.Zaten böyle bir devletin ekonomik sömürü açısından bir ayrım yapması da beklenemez. Çarlık Rusyası
döneminde, Kazakistan, Kafkasya vb. gibi bölgeler "sınır ortaklığı"na rağmen birer Çarlık sömürgesiydiler.
Sömürgelerin mutlaka denizaşırı, uzak bölgelerde olması gerekli de değildir. Bu biraz da Avrupa
sömürgeciliğinin tarihsel olarak aldığı biçimden de kaynaklanan bir yanılgıdır.
Kafa karışıklığı yaratan bir şey de, Türkiye'de Kürtlerin devlet aygıtı, siyasal partiler ve iş dünyasında en
yüksek düzeylere kadar çıkabiliyor olmalarıdır. Gerçekten Kürtler "Kürt Kimliklerini" inkâr ettiklerinde
kendilerine bütün kapılar açılmaktadır. Kimliklerini inkâr etmek pahasına kendilerine tüm kapıların açılıyor
olması, önemli bir yanılsama yaratmaktan da geri kalmıyor. Bir Kürt, öz-kimliğini inkâr ettiğinde, ekseri bir
ırkçı ve Kürt düşmanı da olmaktadır... Bu ilginç bir psikolojik ruh halidir. Şüphesiz bunun psikolojik,
psikoanalitik açıklaması vardır... Kendi kimliğini inkâr eden kişi ortaya çıkan "boşluğu" ezen ulusun kimliğiyle
doldurmak gibi bir açmazla karşılaşıyor ve psikolojik planda "bozuk bir kişilik" sergiliyor... (Elbette burada
söz konusu olan daha çok diplomalılardır.)
Roma'da da en büyük köle düşmanları Libertus(*)lardı. Kürt kimliğini inkâr eden biri, Türkiye'de
cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, profesör, müsteşar, general, işadamı vb. olabilir. Aslında kimliklerini inkâr
ederek devlet aygıtında ve iş dünyasında sömürgeci uygulamalara da önemli bir ideolojik destek sağlıyorlar.
Sanki "ayrım" ve "baskı" yapılmıyormuş gibi bir izlenim yaratılıyor. Dolayısıyla bu adamlar sayesinde baskı
yapmak ve yapılan baskıyı meşrulaştırmak kolaylaşıyor. Sonuçta da Kürtlerin demokratik talepleri kolaylıkla
etkisizleştirilebiliyor.
Burada bir gerçeğin altını çizmemek olmaz. Türk devleti ırkçı, şöven, ayrımcı bir politika uygularken, Türk
halkı da dahil olmak üzere diğer azınlıkların "ayrımcı", "ırkçı", "şöven" bir tavır içine hemen hiçbir zaman
girmemiş olmalarıdır. Emekçi halkın kültüründe bu tip "aşırı" ögelere raslamak pek kolay değildir. Dolayısıyla
yapılan "ayrımcılık" emekçi halkın onayladığı bir şey değildir.
Bu aşamada sömürgecilik ve emperyalizm kavramlarının içeriği ve bu iki kavramın ifade ettiği anlamlan da
hatırlamak gerekiyor. Bir kere doğrudan sömürgecilik, kaçınılmaz olarak zor öğesini içerir. Başka bir
anlatımla, doğrudan sömürgecilik, askeri, siyasi, kültürel, ideolojik baskıyla birlikte yürür. Bu da sömürgecinin
sömürge ülkelerde fiziki varlığım zorunlu kılar. Emperyalizmin mutlaka zor öğesini içermesi gerekmez.
Dolayısıyla emperyalizm daha çok ekonomik bir kategoridir. Nitekim 2. Dünya Savaşı'ını izleyen yaklaşık on
beş yılda, klasik sömürgeciliğin "tasfiyesine" rağmen, emperyalist sömürü derinleşmiştir.
Zaten Kapitalist üretimin mantığına uygun sömürü de bizzatihi zor ögesini içermeyenidir. Kapitalist
sömürünün başta zor ögesiyle birlikte yürümesi sömürgelerde kapitalist ilişkileri yerleştirmek, geleneksel
yapıların direncini kırıp tas fiye etmek için gerekliydi. Belirli bir aşamadan sonra, sömürü içsel bir kategori haline dönüşünce, sömürgeci
(*) Azat edilerek "özgürleşen" köleler
ülkelerin fiziki varlığına gerek kalmadı. Bu gerçek anlaşıldıktan, sömürünün artık içsel bir kategori haline
geldiği görüldükten sonra, emperyalist ülkeler sömürgelerdeki askeri-idari baskı aygıtlarını geri çektiler.
Zaten başlangıçta emperyalist sömürgecilik biraz da kapitalist devletler arasındaki rekabetten
kaynaklanmıştı. Bu arada "ulusal prestij" vb. gibi ikincil faktörler de önemli olmuştu. Doğrudan baskı ve
denetime olanak veren sömürgeci devletin fiziki varlığının bulunmaması (bu işleri yerli işbirlikçiler
üstlendikleri sürece) sömürünün daha ucuza gerçekleşmesine de olanak veriyor. Böylece sömürgeci devlet bir
sürü harcamalardan da kurtulmuş oluyor.
Sömürgelerde doğrudan siyasi-askeri-polisiye denetimin kalkmasıyla sömürgeciliğin de sona ereceği
sanılmıştı. Oysa bugün Üçüncü Dünya'nın kaynakları sömürgecilik dönemindekini çok aşan bir ölçekte
emperyalist ülkelere taşınmaktadır. Bu bakımdan Türkiye Devletiyle Kürdistan arasındaki ilişki bir
emperyalist sömürü kategorisi değildir. Siyasi, askeri, kültürel, ideolojik baskıyı da doğrudan içeren bir
durum söz konusudur. Dolayısıyla doğrudan sömürge statüsü geçerlidir.
işte Milli Mücadele'nin ayırdedici özelliği de buradadır. Son tahlilde Kür-distan'ın bir bölümünün ilhakı
demektir.İlhak, Lenin'in dediği gibi; "Herhangi bir ulusun belli bir devletin sınırları içinde zorla tutulması
anlamına gelmektedir."(11) Burada belirleyici olan iki ayrı ulusun varlığı ve birinin diğerini zorla kendi sınırları
içinde tutmasıdır. Fakat Türk yönetimi 1920'lerden beri baskı altında tuttuğu Kürt unsurunun varlığını hep
inkâr etmiştir. 11 Nisan 1946 tarihli Son Posta Gazetesi'nde bu resmi görüş şöyle dile getiriliyordu:
"Türkiye'de ulusal bilinci olsun ya da olmasın, göçebe ya da yerleşik hiç bir Kürt azınlığı olmamıştır. "(12) Fakat
bu inkâr sadece Türk Devletine özgü bir şey değil, İran'daki yönetim de özerklikleri için mücadele eden
Kürtleri Fars sayıyor. Irak yönetimi de Arap sayıyor. Ve konuştukları dilin de Arapçanın bir lehçesi olduğunu
ileri sürüyor. Suriye'de de durum farklı değil... General Cemal Gürsel; "Tarihin hiçbir devrinde, Doğu
illerimizde bugünkü sakinlerini tortu olarak bırakacak yabancı bir göç vaki olmamıştır. Dünya üzerinde 'Kürt'
diye adlandırılabilecek müstakil hüviyetli bir ırk yoktur" demişti.(13)
1. Olmayan Kürtler Ayaklanıyor
Kürtlerin uzak tarihiyle ilgili birbiriyle çelişen bilgiler var. Fakat Kürt tarihinin, Kürtlerin Halife Ömer
zamanında Müslümanlaştırma sürecine sokulduğu dönem sonrası daha iyi biliniyor. Kürtlerin yurdu olarak
bilinen Kürdistan, M.Ö. 550'de İranlıların yönetimine geçiyor. Kürtler dağlık bölgelere çekilerek İranlılara
karşı mücadeleyi sürdürüyorlar. Kasımlo'ya göre; "Arapların Kürdistan'ı istila etmesinden önce, M.S.
7.yüzyılda bölge, Sasanilerin (İranlılar) boyunduruğu altındayken, bugünkü Kürdistan'a tekabül eden bölgede
yaşayan insanlar 'Kürt'olarak bilinmekteydiler."(14) Müslüman Araplar tarafından istilaya uğrayan bölge yedinci yüzyıldan onbirinci
yüzyıla kadar Arapların boyunduruğu altına girdi. 1077 yılından 1300 yılına kadar da Selçuklu Türklerinin
yönetimi altında kalıyor. Ondördüncü yüzyılda Moğol istilası, Küçük Asya'da ve bütün Ortadoğu'da önemli bir
soykırım ve yıkım oldu. Arfa'nın yazdığına göre, "Kürdis-tan'ın büyük bir kesimi Timurlenk'in ordularınca işgal
edilen Ortadoğu'nun diğer kesimlerine göre oldukça az zarar gördü." Arfa bunu iki nedene bağlıyor. Birincisi,
bu dönemde Kürtler göçebe olup kasabalardan çok yüksek vadilerde yaşamaktaydılar; ikincisi de, Kürtler
politik yönden bağımsız olmadıkları için, düzenli bir orduları yoktu. Kürtler Timurlenk'in ordularıyla "savaşı
seçmek zorunda oldukları zaman kendilerince bilinen tuzaklar kurarak ve aşılmaz dağlar ve derin boğazlarda
gizlenip çete, gerilla savaşı vererek savaşmışlardır. "(15)
Fakat Kürtlerin 1514 Çaldıran Savaşı'ından sonra, Iranla Osmanlı İmparatorluğu arasındaki düşmanlıktan
yararlanarak varlıklarım geliştirdikleri görülüyor. Hasım iki imparatorluk karşısında Kürtler göreli olarak
bağımsız bir duruma geldiler. Kürtlerin tarihiyle ilgili ilk eser olan Şerefname, Bitlisli Şeref Han (Bitlisi)
tarafından bu dönemde yazılmıştır (1596). Bitlisli Şeref Han'ın yazdığına göre, Kürt bölgesinde birçok
beylikler vardı. Bu beylikler Kürt beyleri tarafından yönetilmekteyd. islam Ansiklopedisi'ne göre XVI.
yüzyılın sonlarında Kürdistan'da yirminin üstünde beylik vardı.
Fakat bölgenin Osmanlılar tarafından ilhak edilmesiyle, merkezi yapının ve merkezileştirme politikasının bir
sonucu olarak, bu beylikler zaman içinde yıkıldı. Daha sonra Osmanlı padişahları, Kürt aşiretlerini kontrol
etmek amacıyla aşiret reislerini vali olarak atamaya başladılar.
XVI. yüzyılda Kürt beylikleri, İranlılarla sürekli savaş halindeydiler. Bu dönemde Iran Şahı Kürtlerin
oturduğu bölgeleri ilhak etmek için sürekli bir çaba içindeydi. Fakat Osmanlı-lran Çaldıran Savaşı'ndan sonra,
Kürt aşiret beyleri Sultan Selim'in yanında yer aldılar. Ve Sultan Selim'in Iran Şahı karşısındaki zaferine
önemli bir katkıda bulundular. Kürt aşiretlerinin Sultan Selim'in tarafında yer almalarında Yavuz Sultan
Selim'in Sünnî, Şahın da Şiî oluşunun rolü önemlidir. Sünnî Kürtler Sünnî Osmanlı padişahım kendilerine daha
yakın sayıyorlardı. Çaldıran Savaşı'ndan sonra Osmanlı padişahı ile Kürtler arasında yapılan anlaşma sonucu,
Osmanlı Devleti Kürdistan'da onaltı özerk "Kürt hükümeti"nin varlığım kabul ediyordu. Bu Kürt
hükümetlerinin( *)adları şunlardı: Cizre, Hazro, Eğil, Palu, Kiğı, Genç, Bitlis, Hizan, Hakkari, Mahmudi, Şehrizor,
M.Yırivana, İmadiye, Asti, Tercil ve Mihriban. Kendal'ın yazdığına göre, bu Kürt hükümetlerinden güçlü
olanları beylikleri için bağımsızlık statüsü elde etmişlerdi. Para basıyorlar, cuma günleri adlarına hutbe
okunuyordu(16) Bu Kürt beylikleri Sultan'a haraç vermedikleri gibi, hiçbir konuda hesap vermek zorunda da
değillerdi. Osmanlı padişahının Kürt beyliklerinden iki isteği vardı: Kendine karşı baş kaldırmamak ve kendi
aralarında çizilen sınırrları ihlal etme-
(*) Buradaki "hükümet" sözcüğünden, kısmi özerkliğe sahip mahalli bir yönetim birimi (Beylik) kastediliyor.
mek. Herhalde padişahın buradaki amacı, Kürtlerin sınırlan ortadan kaldırarak merkezileşmelerini önlemekti.