PARADİGMANIN İFLASI –II-
Bu nedenle de aşiretler arasında sürekli sürtüşmeler yaratılmaktaydı. Bugün bile aşiretler arasındaki
geçimsizliklerin kökeni ta o zamanlara kadar uzanıyor. Şüphesiz aşiretler arasındaki sürekli geçimsizlik ve
çatışmayı sadece İstanbul'daki Sultan'ın kafasının altından çıkan bir şey saymak yeterli olmaz. Bu durum
Kürt beyliklerinin aşiret yapıaının doğal sonucu sayılmalıdır. Aşiret bilinci de, temelini üretim ilişkilerinde
bulur. Sürü hayvancılığına dayanan aşiret yapısının "otlaklar" yüzünden sürekli çatışma içinde oluşu anlaşılır
bir şeydir. Fakat ne olursa olsun, Kürtlerin Osmanlı yönetimi tar-afından sürekli olarak İranlılara karşı
kullanıldıkları anlaşılıyor.
Kürt beyliklerinin bu özerk statüsü, yaklaşık XVIII. yüzyıl sonlarına kadar devam etmiş görünüyor. Bu dönem
boyunca Kürdistan'ın her bakımdan önemli gelişmelere sahne olduğu anlaşılıyor. Özellikle de edebiyat, kültür
ve sanatta hatırı sayılır ilerlemeler kaydedilmiştir. Bitlis, Cizre, Hakkari gibi güçlü Kürt beyliklerinde sanat
etkinlikleri önemli bir yer tutuyor olmalıdır. Bu merkezlerde bilim adamları, müzisyen ve şairler büyük destek
ve ilgili görüyorlardı. Kendal; Fuzuli, Nefı, Nabi vb. gibi gözüpek olanların da İstanbul'a yeteneklerini
kanıtlamaya gittiklerini yazıyor. Öte yandan Kürt beylerinin yaşayışlarının, çağdaşları olan Batılı feodal
beylerinden pek geri kalır yanı da yoktu. Bütün bunlar "Göçebe Kürt" efsanesinin de Batılarca uyduruluş
maksatlı yakıştırmalardan öteye bir değer taşımadığını gösterir. Ne ki beyler (beylikler) arası üstünlük
savaşı, küçük Kürt beyliklerinin bir araya gelerek ortak hareket etmelerini engellemiştir. Aralarındaki
çelişkilerden hem Osmanlılar, hem de İranlılar sürekli yararlanmışlardır,
XIX. yüzyılda Osmanlı yönetimi zayıfladıkça, İranlıların Kürt bölgelerine yönelik talepleri de artmıştı,
1821'de İranlılar Kürt bölgelerine saldırıya geçerek Van ve Bitlis'i ele geçirdiler. Fakat savaşın sonucu
belirsizdi. Erzurum'da yapılan bir anlaşmayla İranlılar geri çekildi ve Kürtlerin oturduğu bölgeyi ikiye ayıran
1639 Kasr-ı Şirin anlaşması ile çizilen sınır pek az değişiklikle yeniden yürürlükte kaldı.
Kürtler olumlu konjonktür ve fırsatları değerlendirmemekte sanki ısrar etmişlerdir. İki hasım imparatorluk
arasındaki çelişkilerden yararlanmak yerine, çoğu zaman şu ya da bu politikaya alet olmuşlardır. Bunun maddi
yapısal nedenleri olduğu kuşkusuzdur. Dağlık Kürdistan arazisinin haberleşmeyi engellemesi, Kürtler arasında
Sünni-Alevi ayrışmasının varlığı, bunlardan bir kısmının (Alevi Kürtler) İranlılar, bir kısmının da (Sünnî
Kürtler) Osmanlılar tarafından kullanılması, mezhep ayrılığının Kürtleri sürekli iki düşman kampa ayırmış
olması, aşiret yapısının ve hakim üretim ilişkilerinin sonucu oluşan "bilinç", ulusal bilincin gelişmesini
engellemiştir. Bundan başka, Kürdistan'ın 1635 yılından beri İranla Türkiye arasında bölünmüşlüğünün
yarattığı olumsuz durum da unutulmamalıdır.
"Fakat devlet kurma yolunda Kürt çabalarını ürküten en belirgin etmen, Kürtlerin anavatanlannın bir iç kara
parçası olması ve onu çevreleyen devletlerin içinde Kürt azınlıkların bulunmasıdır. Komşu devletler, her zaman yaptıkları gibi Kürtlerin ulusal hareketlerini
bastırmak için anlaştıklarında, taktik nedenlerden ötürü bazı kısa dönemler dışında, Kürtler kendilerini
'boğazları sıkılmış' bir durumda bulmuşlardır. "(17)
Daha Türkler Anadolu'ya gelmeden Anadolu'nun Doğu bölgelerinde Kürtler yaşamaktaydı. Yavuz Sultan Selim
zamanında, Kürtler Osmanlı şuurları içine sokulmuştur. Fakat gerek Osmanlı Devlet yapısının, gerekse üretim
ilişkilerinin niteliğinden ötürü, Kürtler geniş bir özerklikten yararlanmışlardır. XVII. yüzyılda bir Kürt Beyi,
"Bu ülkenin İmparatoru Osmanlı Sultanı değil, benim... Eğer o benden daha güçlü ise ben de ondan daha
soyluyum"(18) diyor. Bu ve benzer sözlerden Kürt beyliklerinin yüksek düzeyde bir özerkliğe sahip oldukları ve
Osmanlıların da içişlerine fazlaca karışmadıkları anlaşılıyor. Ne ki Osmanlı İmparatorluğu Batı'da toprak
kaybettikçe ve sürekli savaşların finansmanı için asker ve para gereksinimi arttıkça, Kürt bölgelerine daha
fazla yüklenmek durumunda Kalıyordu. Bu da haraç ödemek ve Osmanlı ordusuna asker vermek istemeyen
Kürt beylerini yer yer isyanlara yöneltiyordu. Bu isyanlardan belli baş-lıcalan 1806'daki Abdurrahman
Paşa'nın yönettiği Baban ayaklanması, 1833-1836 Mir Muhammed ayaklanması, 1840 Bedirhan Bey
ayaklanması, 1855 Yezdan Şer ayaklanması, 1880 Şeyh Ubeydullah ayaklanmasıdır. XX. yüzyılın başından
itibaren de imparatorluk sınırları içinde çeşitli Kürt faaliyetlerinin başladığı görülüyor. Bunlar; Mikdat
Bedirhan Bey'in Kürdistan Dergisi (1898), Ali Bedirhan Bey, Şerif Paşa ve Şeyh Abdülkadir'in "Teali ve
Terakki-i Kürdistan Gazetesi", "Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti" ve onun İstanbul'da kurduğu Kürt Okulu (1908)
ve "Hetawê Kurd"; nihayet çeşitli şehirlerde kurulan "Kürt Ku-lüpleri"dir...
Bütün bu tarih içinde Emir Bedirhan Bey'in dönemi Kürt beyliklerinin en parlak devri sayılabilir. Emir
Bedirhan Bey'in ilk defa Kürt beylikleri arasındaki "feodal" mücadeleye ulusal bir nitelik kazandırma çabası
içine girdiği anlaşılıyor. Emir Bedirhan Bey, 1828-1829'dan sonra Sultan'a asker vermemekte direniyor.
Komşusu olan Kürt beylerine de İstanbul'a asker vermemeleri için girişimlerde bulunuyor. Van'daki Mahmut
Han'ı ve Hakkari'deki Nurullah Bey'i Kürdistan'ın bağımsızlığı yolunda mücadeleye ikna etmeye çalışıyor.
Chris Kutschera, 1844-1896 yıllarında Bedirhan Bey'in iktidarının en parlak döneme ulaştığını yazıyor(19) "Para
basıyor, Cuma günleri adına hutbe okunuyor, iktidarı doğudan İran sınırından Mezopotamya içlerine, Batı'da
Musul ve Diyarbakır kapısına kadar uzanıyordu." 1845'de Botan çayını geçen bir Fransız konsolosluk memuru,
"Diyarbakır'dan itibaren Dicle'nin 50 mil ötesinde ülkedeki fark hemen göze çarpıyor. Tarım daha gelişmiş,
köyler daha iyi kurulmuş ve müreffeh görünüyor. Burası Bedirhan'ın ülkesidir. O Babıali'ye yılda 250.000
kuruş haraç ödüyor. Ülkesi iyi yönetiliyor ve sükûnet hâkim. Batı'da rastlanmıyacak bir refah görüntüsü
var"(20) diye yazıyor.
Uluslararası arenada bağımsız bir Kürdistan'dan ilk defa I. Emperyalist Sa-vaş'ın hemen sonrasında Sevr'de
söz ediliyor. Bilindıği gibi, Sevr, ölü doğmuş
bir anlaşmaydı. Şüphesiz emperyalistler, Sevr Anlaşması'nda imzası bulunan devletler özgürlük tutkunu oldukları için
bağımsız bir Kürdistan istemiyorlardı. "Bölüp yönetmek" için halkları parçalamak esastır. Yoksa Kürtlere özel bir
sempati besledikleri sanılmamalıdır...
Kürt liderleri politik düzeydeki yetersizlikleri ve uluslararası güç dengelerini iyi değerlendirmemeleri yüzünden I.
Emperyalistlerarası Savaş sonrası konjonktürden yararlanamadılar. Emir Bedirhan Bey'in torunlarından Halil Bedir-han,
İngiliz Yüksek Komiseri'ne, kendilerine yardım etmeleri için ricada bulunurken şunlan söylüyor: "Biz İngiliz mandası
istiyoruz. Eğer Büyük Britanya bize yardım ederse, biz de İngiltere'nin düşmanları olan Rusya ve Türkiye'yle Irak
arasında onun tampon bölgesi oluruz. Ermeni ve Hıristiyan topluluklarla işbirliği yaparız. "(21)
Bazı Kürt kaynaklarına göre, Mustafa Kemal de Kürtlere Sevr Anlaşması'nın tanıdığı hakların aynısının tanınacağını, bu
anlaşmanın Kürtlerle ilgili maddelerinin uygulanacağım, fakat önce Yunan ordusunun sınır dışı edilmesi ve barış
anlaşmasının yapılması gerektiğini(22) söylüyor. Gerçekten bu dönemde Mustafa Kemal Türk ulusundan söz etmekten
özenle kaçınıyor. Türk Kürt kardeşliğinden ya da "Osmanlı Milleti"nden söz etmeyi yeğliyor. Mustafa Kemal 15 Eylül'de
(1915) Malatya Mutasarrıfı aracılığıyla Hacı Kaya ve Şadzade Mustafa'ya şunları yazıyor:
"Maazallah İslâm kanı akıtılması, günahsız zavallı Kürt kardeşlerimizden birçoğunun Osmanlı askerleri tarafından
öldürülmesi gibi dünya ve ahirette pek elim bir sonucu doğuracaktır. Oysa din ve namus sahibi büyükler yaşadıkça Kürt
ve Türk'ün birbirinden ayrılmaz iki öz kardeş olarak yaşamakta devam edeceği ve hilafet etrafında sarsılmaz bir vücut
halinde kalacağı şüphesizdir"(23).
Arabuluculuk yapmaları için Hacı Kaya ve Şadzade Mustafa'ya bunları yazarken, Malatya'daki 15. Alay Komutanı llyas
Bey'e; "Kürtlük makamının kökünden sökülüp atılması, kaçak hainlerin İngiliz parasıyla Kürtleri aldatarak, Padişaha ve
askere karşı kışkırtmaya uğraştıkları, bunlara uyanların hiç bağışlanmadan acımasızca yok edileceğinin her yana hızla
bildirilmesi..."(24) diye yazıyordu.
İlginç olan, Doğu'da ilk zaferin Kürtlere dayanılarak kazanılmış ve bu sayede Gümrü Anlaşması'nın imzalanabilmiş
olmasıdır. Amasya Tamimi, Kürtlerle ilgili protokolün I. maddesinde, "Kürtlerin ulusal ve sosyal haklarının tanınacağı..."
şeklinde bir ifadeye yer veriyordu. Bir taraftan da Kürtleri bağımsızlık girişimlerinden uzaklaştırmak ve Batı'da
Yunanlılara karşı savaşmalarım sağlamak için bazı Kürt beylerini kazanmaya, aralarındaki çelişkilerden yararlanılmaya
çalışılıyordu. l921'de Koçgiri Kürt Halk hareketi eziliyor. Diyarbakır Kürt kulübü kapatılıyor. Bu baskıcı yöntemler
sinsice uygulanırken, Kürtler sadece Gürcü ve Ermeni cephesinde değil, Batı'da da Yunanlılara karış savaşıyorlardı. Ve
"Kürt-Türk kardeşliği ve eşitliği temeli üzerinde" bir devletin kurulacağı umudunu taşıyorlardı. Zaferden üç hafta sonra, 1 Kasım 1922'de Mustafa Kemal, Meclis'te "Kurulan devlet
bir Türk devletidir" diyor. Yunanlıların sınır dışı edildiği, ve örgütlü gücün Mustafa Kemal'in elinde toplandığı
koşullarda, artık gerçek niyetin açığa vurulmasında bir sakınca yoktu...
Daha da "ilginç" olan bir şey de, Koçgiri'de Osmanlıya karşı bağımsızlık yanlısı bir hareket olan ayaklanma,
"Hilafet ve Padişah" düşmanı ilan edilerek ezilirken, 1925'teki Şeyh Sait ayaklanması da "hilafet ve saltanatı
geri getirmek isteyen" bir hareket diye ezilecektir. "Bu isyanın 53 liderini yargılayan ve onları ölüm
cezalarına çarptıran askeri mahkeme başkanınca, yargılamanın bitiminde kullandığı bazı ifadelerden de
isyanın gerçek amacının pek gizlenmediği anlaşılıyor. 28 Haziran 1925'te yargılama sırasında mahkeme
başkanı şunları söylüyordu: "Kiminiz hükümet otoritesinin kötü yönetimini, kiminiz de halifeliğin
savunuculuğunu isyan için bahane ettiniz, fakat tümünüz bağımsız bir Kürdistan yaratmak sorununda
birleştiniz."(25)
Asıl ibret verici olan Komintern'in de Şeyh Sait ayaklanmasını gerici bir hareket olarak görmesi ve
İzvestia'da çıkan bir yazıda olayın "feodal ve karşı devrimci Kürtlerin İngilizler tarafından tezgahlanan bir
hareketi"(26) olarak değerlendirilmesidir! TKP de Mustafa Kemal'e tam destek veriyor. Varlığını Stalin'e
borçlu olan ve olaylara Sovyet Devleti'nin çıkarları açısından bakan bu partiden daha fazlası beklenebilir
miydi? Komintern'in yayın organı da 1925'te, "Kürt a-yaklanması, İngiliz Emperyalizminin Ortadoğu'daki yeni
bir saldırı manevrası-dır"(27)diye yazıyordu...
Şeyh Sait Ayaklanması'nı "Hilafet ve Saltanatı geri getirmek isteyen bir hareket" olarak görmek bir resmi
ideoloji kategorisidir. Bir halkın dini inançlarla Ayaklandığı tarihte pek rastlanılacak bir şey değildir. Şeyh
Sait ayaklanmasında dini bazı sloganlar kullanılmış olsa da, asıl amaç siyasal ve ulusal haklar elde etmekti.
Üstelik bu sloganlar ulusal bağımsızlık için de pekala kullanılabilirdi. Mustafa Kemal'in kendisi de Milli
Mücadele .boyunca hep dini sloganlar kullanmamış mıydı? Dini sloganlar son tahlilde söz konusu topluluğun
kimliğini yansıtan sloganlardır. Şeyh Sait İsyanı'nda 206 köyün yerle bir edildiği, 8785 evin yakıldığı ve
15200 insanın öldürüldüğü(28) hatırlanırsa, böylesine kapsamlı bir hareketin dini nedenlerle ve Hilafet'i
restore etmek amacıyla yapıldığını savunmak zordur. Bu konuda, Kıvılcımlı şunları yazıyor: "Kürdistan'da köylü
devriminin elifini bile ağızına almayan, Şark'a demokratik burjuva devrimini büsbütün yasak eden, buna
karşılık Kürt ağaları ile elele vererek Kürdistan'ı iktisaden ve siyaseten sömürgeleştiren Cumhuriyet
burjuvazisi, elbette şark isyanlarındaki mevkini kendisi herkesten iyi bilir. "(29)
Hareketin gerçek amacının Hilafet ve Saltanatı geri getirmek olmadığını, Kemalist yönetim de pekâlâ
biliyordu. Ne ki, ulusal ve uluslararası kamuoyunun yanıltmak için böylesi marıipalüsyonlara ihtiyaç vardı.
Başbakan Fethi Okyar, isyanla ilgili olarak meclisteki uzun açıklamasında; "Olay padişahlığı, Hilafet'i ve
Abdülmecid'in oğullarından birinin saltanatını sağlamak gibi gerici bir propoganda altında Kürtçülüktür. Genel durum budur; "(30) diyordu.
Vakit Gazetesi'nde (5 Mayıs 1925) yayınlanan bir yazıda; "Türkiye'de Türkler'in süngüsünün göründüğü
yerde bir Kürt sorunu yoktur" deniyordu. Le-nin, "Bağımsız bir devlet oluşturma hakkının inkâr edilmesi,
ulusal baskının en temel biçimlerinden biridir" der. Kürtler Lozan Anlaşması'yla T.C. sınırlar içinde kalan
Ermeni, Rum ve Yahudilerin yararlandığı haklardan mahrum edilmişlerdir. Yüz binden az nüfuslu azınlıklara
kendi dillerinde okul açma ve eğitim özgürlüğü tanındığı halde, 1920'li yıllarda toplam nüfusun yaklaşık dörtte
birini oluşturan Kürtler için böyle bir hak kesinlikle tanınmıyordu. 1928 ve 1929 tarihli T.C. yıllığına göre:
"Türkiye'nin kayıtlı umumi nüfusu 10.915.909 kişi... 17 Şark vilayetinde (Erzincan, Erzurum, Elazığ, Beyazıt,
Urfa, Bitlis, Hakkari, Diyarbakır, Siirt, Şebinkarahisar, Gaziantep, Kars, Gümüşhane, Mardin, Maraş,
Malatya, Van), zikredilen devlet yıllığına göre 2.738.267 kişi... Yani Şark vilayetleri Türkiye Cumhuriyeti'nin
nüfusça % 24.7 'si."(31)
Sert bir biçimde "bastırıldığı" halde, Şeyh Sait Ayaklanması'ndan sonra Ağrı'da önemli bir ayaklanma daha
patlak veriyor. Arka arkaya gelen başkaldırılar, Kürt halkının özgürlük isteğinin ne kadar köklü olduğunu
gösteriyor. Ağrı İsyanı'nda da 165 köy yok edilmiştir ki, bu 165 köyde tahribedilen ev sayısı 6816 olarak
tahmin edilmiştir.(32)
Şeyh Sait îsyanı'na, "Hilafet ve Saltanatı geri getirmek isteyen bir hareket" damgasını vuranlar, Ağrı
İsyanı'na da başka bir "gerekçe" uydurmaya zorlanmışlardır. Kürtlerin özgürlük savaşının, emperyalist
ülkelerin kışkırtması sonucunda ortaya çıkmış bir hareket olduğu ileri sürülmüştür. Emperyalizmin belirlediği
status quo (Kürdistan'ın parçalanmışlığı) çok kısa bir zaman geçmeden yine aynı güçler tarafından bozularak,
bağımsızlık için ayaklanan Kürtlerin bu parçalanmışlık durumuna son vermek amacıyla giriştikleri eyleme, haklı
ve demokratik bir eylem olmasına rağmen, Komintern, Sovyetler Birliği'nin güvenliği açısından
değerlendirerek karşı çıkmıştır.
Şeyh Sait îsyanı'nda, Suriye toprakları kullanılmış, Fransızlar demiryollarını Türklere açarak, isyanın
bastırılmasına katkıda bulunmuşlardır. Ağrı Isyanı'ın bastırmak için de İranlılarla toprak değişikliği yapılmış,
Chris Kutchera'nın yazdığına göre, 1930 Temmuz sonunda 500 kişilik Sovyet süvari birliği Davala'ya gelerek
Türk kuvvetleri safında savaşmışlarda. "Eğer Ağrı ayaklanmasının bastırılmasında" diyor Kurtchera,
"doğrudan Sovyet müdahalesi karışmasa bile, Sovyet hükümetinin tavrı açıktır. Ağrı dağı çarpışmalarının
gerisinde Sovyetler Birliği etrafında yine bir demir perde oluşturmak isteyen uluslararası emperyalizmi
görmek gerekir."(33)
Kürt isyanlarını, başta emperyalistler olmak üzere, yabancı devletlerin tertibi olarak "görenler", Sadabat
Paktı'nın kuruluş nedenini açıklamakta güçlük çekeceklerdir. "Kürtlerin sadece bir piyon oldukları ve onların
uluslaşma olgusunda ayırıcı bir öğe olduklarına ilişkin ileri sürülen fikirler, hem bayağı, hem de iddialıdır."(34) 1937'de Dersim'de bir ayaklanma daha oldu. Hareketin lideri haydutluktan yargılandı. İsyancılar ağır bir biçimde cezalandırılmakla kalmadı, silahsız, savunmasız kadın, çocuk ve yaşlılar büyük baskı ve işkencelere maruz kaldılar. Dersimli bir grup 20 Aralık 1937'de Milletler Cemiyeti'ne yolladığı bir mektupta, Türk Hükümeti'nin, "Kürt
okullarını kapatmakta, bilimsel çalışmalardan Kürt ve Kürtçe sözcüklerini çıkarmakta, kadınlar, kızlar dahil Kürtleri
Anadolu'da askeri projeler üzerinde çalışmaya zorlarken barbarca yöntemler kullanmakta, Kürtleri on'ar kişilik gruplar
halinde nüfusunun % 5'ini geçmeyecek şekilde Türk bölgelerine sürmekte"(35) olduğu yazılıyordu.
Bazı Stalinist yazarlar Kürdistan'daki ırkçı, şoven, imha ve asimilasyona yönelik uygulamaları gözden uzaklaştırmak için,
bölgenin geriliğinin kapitalizmin "eşit olmayan gelişme yasası"nın "doğal sonucu" olduğunu ileri sürmüşlerdir. Aslında
gerçek durum kapitalist gelişme yasalarım aşmaktadır. Buradaki gerçek, "doğal yasalar"dan çok, üretici güçlerin
tahribiyle ilgilidir.
PARADİGMANIN İFLASI –II-
Kürdistan'ın ilhakı olayı en çarpıcı biçimde Mustafa Kemal'in kendi sözlerinde ifadesini bulmaktadır. Mustafa Kemal,
Nutuk'ta Kürdistan'a ayrılan bölümde şunları söylüyor:
"Sevre'de: Fırat'ın doğusunda ve Ermenistan, Irak ve Suriye arasında kalan bölge için itilaf devletleri temsilcilerinden
kurulacak bir komisyon özerk bir yönetim şekli hazırlayacaktır.
Antlaşmanın imzalanmasından bir yıl sonra bu bölgenin Kürt halkı, Milletler Cemiyeti Meclisi'ne başvurarak Kürtlerin
Çoğunluğunun Türkiye'den ayrı bağımsız bir devlet kurmak istediklerini ispat ederlerse ve Meclis de bunu kabul ederse,
Türkiye bu bölgedeki her türlü haklarından vazgeçecektir. Mart 1921 teklifinde: İtilaf Devletleri, şimdiki durumu göz
önünde tutarak, bu konuda Sevre taslağında değişiklik yapılmasını dikkate alma eğilimindedir. Şu şartla ki, özerk
yönetilen bölgelerde Kürt ve Asuri-Geldani çıkarlarının yeterince korunması için tarafımızdan kolaylıklar gösterilsin.
Mart 1922 teklifinde: Söz konusu edilmemiştir. Lozan'da: Elbette söz konusu ettirilmemiştir."(36)
Mustafa Kemal'in kendi sözlerinden çıkan anlam, Cumhuriyet'in Osmanlı İm-paratorluğu'nun devamından başka bir şey
olmadığıdır. Emperyalistlerarası paylaşıma dahil olan Osmanlı İmparatorluğu yenik de düşse, güçler ilişkisinin
değişmesiyle ve Milli Mücadele süreci sonunda Kürdistan'ın bir bölümünün ilhakıyla sonuçlanmıştır. Gerçekten Sevr'e
göre Batı'da, Trakya'da herhangi bir değişiklik olmazken (küçük de olsa bir gerileme söz konusudur), Doğu'da
Kürdistan'ın en büyük kısmını kapsayacak biçimde sınırların genişletilmesi söz konusudur. Sevr'de (güdük de olsa) bir
Kürdistan'dan ve Kürt ulusundan söz edilirken, Lozan Antlaşması bütünüyle Kürdistan'ın parçalanmasıyla sonuçlanmıştır.
2. Kürdistan'ın İlhakının Devlet Yapısı ve İdeolojisiyle İlgili Sonuçları
Kürdistan'ın ilhakı sadece Kürt ulusunun ezilmesi sonucunu doğurmakla kalmıyor. Kürdistan'ın dört ayrı
devlet sınırlan içinde parçalanması, bir yandan emperyalizmin Ortadoğu'da oluşturduğu status quo'nun temel
direklerinden birini oluştururken, diğer yandan her bir ezen ulus devletinin biçimlenişine de damgasını
vurmuştur. Sadabat Paktı, Bağdat Paktı, CENTO, RCD; Ortadoğu devlet-leri'ni birleştiren özü itibariyle anti-
Kürt anlaşmalardı. Sadabat Paktı'nın (1937) 7 .maddesinde, "yüksek düzeydeki imza koyuculardan herbiri,
mevcut korumaları ortadan kaldırmayı amaçlayan silahlı ekiplere, kuruluş ve kurumlara karşı kendi sahası
içinde önlem almayı ve karış tarafın sınırlarının her kesimindeki güvenlik ve düzenin garantisinden sorumlu
olmayı taahhüt eder" deniyordu.
Öte yandan ezen ulus devletleri arasındaki yardımlaşmaya da çok sayıda örnek verilebilir. Ağrı îsyanı'nın
bastırılabilmesi için İran'la yapılan toprak değiş tokuşu, Mehabad'ın ezilmesinden sonra SSCB'ye kaçmak
isteyen Kürtlerin Irak, Iran ve Türkiye uçakları tarafından bombalanması, 1956 Iran-Irak kuvvetlerinin
İran'daki ayaklanmayı ortaklaşa bastırmaları, yakın zamanda "sınır ötesi operasyonlar vb. gibi...
Türk Devleti'nin başlangıçtan itibaren militarist, otoriter, baskıcı, antidemokratik bir nitelik kazanmasında
Kürt sorunu önemli bir ağırlığa sahip olmuştur. Devletin militarist yönünün ağır basması, "güçlü bir ordu"
besleme "zorunluluğu" sadece dış düşmanların "sürekli" ve "yakın tehlike" oluşturuyor olmalarıyla
açıklanamaz.
Aynı şekilde Türk devlet yapısında ordunun işgal ettiği yer, ordunun siyasal hayattaki rolünü de belirlemiştir.
Şüphesiz diğer egemen sınıf fraksiyonlarının güçsüzlüğü, buna karşılık köklü Osmanlı devlet geleneği, Milli
Mücadele boyunca ordunun oynadığı rol de önemlidir. Ama, asıl belirleyici olan Kürt sorunudur. Ayrıca
"komşu" devletlerde devlet aygıtının zayıflamasının (1958'de Irak, 1946 ve 1979'da Iran) Kürt hareketine
nasıl bir ivme kazandırdığını bildiklerinden, bu konuda dikkatlidirler...
Türkiye'de işçi hareketine yönelik politikalar, baskıdan çok güdüm ve dene tim unsuruna dayanmıştır.
Türkiye'nin özel koşullan güdümlü bir işçi hareketi oluşturmaya olanak vermiştir. Oysa işçi hareketinin gücü
ve politik etkinliğiyle, ordunun gücü ve devletin otoriter niteliği arasında bir paralellik yoktur. Dolayı sıyla
güçlü bir ordunun varlığını açıklayan asıl neden Kürt ulusal hareketinin "ezilmesi gereğidir". Başka bir ifade
ile, güçlü bir ordunun ve otoriter ve hantal bir devlet aygıtının varlığını açıklayan"sınıf mücadelesi" değil,
besbelli ki Kürt sorunudur. Kürdistan'ın ilhakının devletin otoriter karakterinin oluşmasında
67
önemli bir payı vardır. Muhtemel bir Sovyet saldırısı "gerekçesi" ileri sürülse de, Doğu'da güçlü bir ordu
tutmanın asıl nedeni Kürt hareketidir.
Öte yandan, Kürt sorunu resmi (hakim) ideolojinin biçimlenmesi açısından da önemli bir unsur olmuştur.
Milliyetçilik, şovenizm ve ilkel bir törencilik geleneği resmi ideolojinin önemli bir öğesini oluşturmuştur.
Türkiye'de devletin Kürt Ulusu'nun ezilip "yok sayılması" temeli üzerinde kurulmuş olması, resmi ideolojiye
"orjinal" bir nitelik kazandırmıştır. Resmi ideolojinin geçerli olduğu tüm ülkelerde olduğu gibi, bu ideolojinin
irrasyonelliği çok açık bir biçimde ortadadır. Bir yanda Kürtlüğünün bilincinde milyonlarca insan, öbür yanda
bu varlığı inkar eden, ama hızla çağdaşlaştığını, kalkındığını, çağ atladığını ileri süren bir resmi ideoloji... Çağ
atlayan bir ülkede milyonlarca insanın devletin resmi dilini bilmiyor olması, "çağ atlayıcıları" için esef verici
bir durum olmalı....
Irak'ta yaşayanların Kürt oldukları resmen kabul ediliyor. Biçimsel "resmi" bir özerklik bile söz konusu.
İran'daki Kürtler Aryenlerin en saf temsilcisi sayılıyor. Suriye'de ise resmi statüde ikinci sınıf vatandaş
konumundalar. Nüfus cüzdanlarında Kürt oldukları yazılı ve bazı haklardan yararlanamıyorlar. Ne ki
Türkiye'de de yalan üretmenin ve yalanla yaşamının sonu yaklaşıyor... Kürtlerin kimliğini yok sayma ve inkar
üzerine kurulu uyduruk resmi ideolojinin irrasyonelliği o kadar açık ki, sınırsız mantık garabetleri
sergileniyor. Eğer Türkiye'nin mevcut sınırlan içinde tutulan Kürtler Türkse, o zaman İran, Irak,
Suriye'dekiler de Türk'tür. O zaman Bulgaristan, Yunanistan, Kıbrıs ve Sovyetler Birliği vs. dekilere
gösterilen ilginin onlara da gösterilmesi gerekir. Neden söz konusu ülkelerdeki "soydaşlarımız"a bunca ilgi ve
"şefkat" ve neden İran, Irak ve Su-riye'dekilere bunca ilgisizlik! İlgisizlikten de öte, ezilmeleri için bunca
destek. Bulgaristan'dan gelenler için bunca tantana ama, Saddam katliamından kaçarak Türkiye'ye sığınan
"soydaşlarımız"a neden ne siyasi mülteci, ne de herhangi bir başka statü tanınmaz; tel örgüler arkasına
binlerce insan hapsedilir?
Yaklaşık yetmiş yıldır Kürt kimliği ve o kimliğin en temel öğesi olan Kürtçe diye bir dilin varlığı inkâr edildi.
Kürtçe, Türkçenin bir lehçesi sayıldı. Oysa Kürtçe Hint-Avrupa diller grubundandır. Türkçe ise Ural-Altay
diller grubun-dandır. Böylesi bir oluşum ortadayken, Kürtçenin Türkçenin "bozuk" bir versiyonu olmasına
imkan yoktur. Elbette Hint-Avrupa dilleri İran grubundan olan Kürtçede çok sayıda Farsça sözcük olması
doğaldır. Bu, bütün diller için geçerli bir kuraldır, Aynı gruptan olmadığı halde Fransızcadan (çoğu Latin
kökenli) yaklaşık on bin sözcük geçmiş olması nasıl ayrı bir Türkçenin varlığına engel değilse, aym şey Kürtçe
için de geçerlidir.
Yukarıdaki sorulara inandırıcı cevaplar vermek olanaksızdır. İlginç olan, bu sorulan, ortaya atanların, bilirkişi
raporlarına da dayanılarak hapse atılıyor ol-malandır. İdeoloji bu ölçüde tutarsız ve irrasyonel olunca
kitlelerde kalıcılığı ve inandırıcılığı da olamaz. İdeolojinin bu "zavallılığı" da baskıyla giderilmeye çalışılıyor.
İrrasyonel ideoloji süngünün gücü olmadan işe yaramıyor...
68
Ancak, Kürt kimliğinin inkarı, Kürt Ulusu'nun ezilmesiyle resmi ideoloji arasındaki ilişki, bir başka açıdan daha
önemlidir. Resmi ideolojinin bu aşırı milliyetçi ve şöven karakteri, Türkiye'de faşizmin gelişmesine de uygun
bir ideolojik ortam hazırlamıştır. Bu bakımdan, Kürtlere yönelik ideolojik zorlamalar, baskı ve asimilasyon
politikası faşist hareketin tahlilinde de önemli bir unsur olarak dikkate alınmalıdır.
Türkiye'de Kürt sorunuyla ilgili gerçekler yaklaşık yetmiş yıldır saklanmaya çalışılıyor. Ne ki, gerçeği sonsuza
kadar saklamak olanaksızdır. Gerçekten korkmanın, gerçeği gizlemenin ne düşünce aydınlığına ve bilimin
gelişmesine, ne de daha eşitlikçi ve özgür bir toplum için verilen mücadeleye bir yaran olur. Tam tersine, bu
yoldaki mücadelelerin önündeki en büyük engeldir. İşte bize düşen görev öncelikle bu engelin aşılması için
çaba harcamaktır. Antonio Gramsci'nin dediği gibi: "Devrimci olan sadece gerçeğin kendisidir."
"Milli Mücadele"nin yanlış ve eksik değerlendirilmesinin bir nedeni de, IH. Enternasyonal'in (Komintern)
yaklaşımıdır. Komintern'in gerçeklere denk düşmeyen değerlendirmesidir. Bundan sonraki bölümde, III.
Enternasyonal'in (Komintern) yaklaşımları tartışma konusu edilecek.
69
5. BÖLÜM
KOMÎNTERN ve MİLLİ MÜCADELE'NİN ANTÎ-EMPERYALİSTLÎĞİ SORUNU
"Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala hem de alçaktır. Bir
adamın (benden başka herkes aldanıyor) demesi güç şüphesiz, ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın? "
Daniel de Feo
Milli Mücadele'nin niteliğiyle ilgili yanılsamalara kaynaklık eden bir şey de, III. Enternasyonal'in
(Komintern'in) yaklaşımıdır. Komintern'in Milli Müca-dele'ye destek vermesiyle, onun anti-emperyalistliği
arasında doğru yönde bir ilişki olduğu varsayılıyor. Oysa Komintern'in Milli Mücadele'yi desteklemesi,
hareketin anti-emperyalistliğinden çok, Sovyetler Birliği'nin güvenliği ile ilgili bir sorundu. Sovyetler
Birliği'nin güvenlik sorunu, milli mücadelenin anti-emperyalist olmasını gerektirmiyordu. Bir hareketi
destekleyenlerle o hareketi yönetenlerin amaçlarının çakışması diye bir zorunluluk yoktur.
Komintern'in 1920 yılındaki ikinci kongresine kadar, sömürge ve yan-sömürge ülkelerdeki devrim sorunu
sosyalist hareket tarafından hemen hiç söz konusu edilmemişti. Bu ülkelerin ekonomik ve toplumsal yapılan,
tarihsel evrimleri, sınıf yapıları hakim sınıf ittifakının niteliği, emekçi kitlelerin durumu vb. gibi sorunlarla
ilgili yeterli bilgi birikimi yoktu. Avrupa-merkezli bakış açısı, Batı-Avrupa sol hareketi için de geçerliydi.
Zaten sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki ulusal bağımsızlık hareketleri ve sol hareketler, Batı Marksist
hareketi için büyük önem taşımıyordu. Bu da marksizmin Batı kaynaklı olmasından ve son analizde Avrupa
merkezli düşünsel-entellektüel yaklaşımların damgasını taşıyor olmasından kaynaklanıyordu. Bu yaklaşımın
doğal sonucu olarak, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki devrim sorunlarına Batı sosyalist devriminin
"çıkarları" açısından yaklaşılıyordu. Zaten E. Enternasyonal döneminin hakim düşüncesi oldukça geriydi. O
kadar ki, n. Enternasyonal'in sömürge ve yarı-sömürgelere bakışı, özde, muhafazakar ve sömürgeci
zihniyetten farklı değildi.
Böylesi bir yaklaşım, ister istemez "Doğu Sorunu"na ilgiyi de azaltıyordu. Marx'ın Asya toplumlarıyla ilgili
olarak yazdıkları o dönemin sınırlı "bilgi biri-
71
kimi"ne dayanıyordu. Üstelik sol hareket tarafından da pek bilinmiyordu. Marx, Doğu toplumlarıyla ve
sömürgecilik sorunlarıyla doğrudan ilgilenmemişti. Bu sorunlara ilişkin yazdıkları da ancak 1939'da basılmıştı.
Üstelik Plekhanov'un etkisiyle Marx'ın sonradan bu konudaki görüşlerini terkettiği düşüncesi
yaygınlaştırılmıştı. Çin Devrimi'nin başarısızlığı (1927) üzerine, "Asya Tipi Üretim Biçimi" tartışması gündeme
geldiğinde ise, mahkûm edilecekti. Dolayısıyla Avrupa-merkezli bakış açısının gerisindeki iki temel düşünce
olan: a) Sömürgelerin kurtuluşu batıdaki devrimin başarıya ulaşmasına bağlıdır; b) Dünyanın sosyalist bir
dönüşüme uğramasının koşulu onun Avrupalılaşmasıyla olanaklıdır biçimindeki yaklaşım, IH. Enternasyonal'e
de egemen olmaya devam etti. Her ne kadar Lenin, özellikle 1905 Devriminden sonra, Batı proletaryasının
ezilen halkların kurtulu-şuyla daha yalandan ilgilenmesi ve tutarlı bir biçimde desteklenmesi gerektiğini ileri
sürdüyse de, 1917 Devrimi'ne kadar sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki devrim sorunuyla ilgisi ikincil
önemdeydi. Lenin 1919 yılına kadar sömürge ve yarı-sömürgelerdeki devrimle "taktik" nedenlerle ilgilenmişti.
1919'dan itibaren sömürgeler ve Doğu Sorunu'nun önemi birdenbire arttı.
O zamana kadar ikincil ve taktik bir sorun olarak ele alınan sömürge ve yan-sömürge ülkelerdeki devrim,
birdenbire "stratejik" bir önem taşır hale geldi. El. Enternasyonal'in II. Kongresi'ne kadar, önemsiz bir
sorun olan "Doğu Soru-nu"nu stratejik önemde bir sorun haline getiren ne idi? Bakış açısının yüzseksen
derecelik bir kavis çizmesi nasıl açıklanabilir? Hemen söylemek gerekir ki, bu "Batı'dan Doğu'ya" kayış, ölü
doğmuş bir strateji değişikliğinden öteye bir şey değildi. Komintern'in II. Kongresi'nde, sömürge ve yansömürge
ülkelere ilişkin olarak alman kararlar, belirlenen ilkeler ve pratik politikada yapılacak çalışmalar boş
sözler olarak kaldı. Belirlenen ilkelerle izlenen politikalar arasında sürekli bir kopukluk ve uyumsuzluk söz
konusuydu.
Fakat, Komintern'in II. Kongresi'nde Doğu halklarına ilişkin olarak kabul edilen ilkeler de kendi içlerinde
tutarlı olmaktan uzaktı. Aceleye getirilmişti ve somut dururdan dikkate almayan tahlillere dayanıyordu. Öte
yandan, Komin-tern'deki bu politika değişikliği, Marksizme hakim olan Avrupa-merkezli görüşü fazla
etkilemedi. Roy'un III. Kongre'deki şiddetli protestoları da bu durumu ortaya koyuyordu.
Bir taraftan ilke düzeyindeki tutarsızlıklar, öte yandan ilkelerle uygulama alanında ortaya çıkan
uyumsuzluklar dünya devrimci mücadelesi için önemli bir talihsizlik olmuştur. Stalin'in bürokratik bir karşı
devrimle iktidarı ele geçirmesiyle ve işçi sınıfının yerine bürokrasinin diktatörlüğünü koymasıyla, zaten
Komintern diye ayrı bir şey de kalmıyordu. Artık bundan sonra Komintern (III. Enternasyonal) Stalin'in
elinde emperyalist devletlere karşı bir "pazarlık aracı", bir "diplomatik araç" işlevi görecekti. Ne ki, Stalinist
bürokrasinin ürettiği efsanelerden yakayı bir türlü kurtaramayanlar, uzun yıllar Stalin'in tüm karşı devrimci
politika ve uygulamalarını "devrimcilik", "ilericilik" olarak görmeye devam ettiler...
Milli Mücadele, başından sonuna kadar emperyalizmle uzlaşma yanlısı bir
72
hareketti. Milli Mücadele karşısında İÜ. Enternasyonal'in politikalarına geçmeden önce, II. Kongre'de tespit
edilen ilkeler üzerinde kısaca durmalıyız. Komin-tern'in I. Kongresi'nde sömürge devrimleri konusunda yeni
bir şey söylenmiyor, sömürge ülkelerin kurtuluşunun ancak metropol ülkelerde işçi sınıfının kurtulu-şuyla
mümkün olabileceği üzerinde duruluyordu.(1) Fakat İkinci Kongre'de bu tavır birdenbire değişiyor. Birinci
Kongre'ye kadarki (Birinci Kongre de dahil) sömürge ve yan-sömürge ülkelerle ilgili bekleyişler, yerini,
dünyanın kurtuluşunun "Doğu'dan başlıyacağı"na ilişkin son derece iyimser görüşlere bırakıyordu. Bu ani
kaymanın en belirgin nedeni, başta Alman devrimi olmak üzere, metropol kapitalist ülkelerde devrim
umudunun sönmesi ya da "bir süre için ertelenmiş"! görünmesidir. Bunda Kızıl Ordu'nun Varşova önlerinde
durdurulmasının da olumsuz yönde bir moral etkisinin olduğu kuşkusuzdur.
Diğer bir etmen de; Sovyet Devrimi'nin de etkisiyle, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde ortaya çıkan
hareketler ve ilk defa II. Kongre'ye sömürge ülkelerde oluşma aşamasındaki komünist örgüt temsilcilerinin
katılmasıdır. Bu yeni "üye"lerin de sorunun öncelikli olarak ele alınmasında etkili oldukları kesindir. Bu yüzden,
n. Kongre'de ilk önemli tartışma konusu, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin
metropol-kapitalist ülkelerdeki sosyalist devrimle olan ilişkisinin saptanması etrafında toplanmıştı. Tartışma
aynı zamanda örgütsel stratejik ve taktik sorunları da içeriyordu. II. Kongre'de başlayan tartışma, 1920'de
Bakü'de toplanan Doğu Halkları Kongresi'nde devam etti.
Eğer II. Kongre'de, I. Kongre'deki Avrupa-merkezli yaklaşımlardan belirli ölçüde uzaklaşılmışsa, bunda öteki
gerekçeler kadar, Sovyetler Birliği'nin dış güvenlik sorunu da önemli bir rol oynamıştır. Batı'da devrimin
gerilemesi (o zaman bu "geçici" bir durum olarak algılanıyordu) Bolşevik liderleri Doğu'nun kurtuluş
mücadelelerine yöneltmişti. Artık Doğu halklarının içinde bulunduklar son derece ağır koşullardan
kurtulabilmeleri için, "Londra ve Paris işçilerinin ik-tidarı ele geçirmelerinin beklenemeyeceği" görüşü ön
plana çıkmıştı. O kadar ki, 19601ı yıllarda Maoizm olarak ortaya çıkan görüşler, Hindistan delegesi M.N. Roy
tarafından İkinci Kongre'de ortaya atılmıştı. M.N. Roy, o zamana kadar Avrupa-merkezli sosyalist hareketin
aksine, Avrupa'daki devrimci hareketin kaderinin Doğu ülkelerindeki devrime bağlı olduğu görüşünü
savunuyordu. Roy, Doğu'da zafer kazanılmadığı sürece Batı'dan bir şey beklenemeyeceğini, Doğu'dan
metropol kapitalist ülkelere kaynak akışı devam ettiği sürece, Batı burjuvazisinin proletaryaya bazı ödünler
vererek devrimi geciktirebileceğini savunuyordu. Kongreye sunduğu tezlerde, "Bu kaynak kesin olarak
kurutulmadan, Avrupa işçi sınıfının kapitalist düzeni yıkamayacağı" görüşünü dile getirmişti.
Lenin başlangıçta bu teze karşı çıktı: "Yoldaş Roy, Batı'nın kaderinin münhasıran Doğu'daki devrimci
hareketin gücü ve gelişmesine bağlı olduğunu söylediğinde çok ileri gidiyor. Her ne kadar Hindistan'da beş
milyon proleter ve otuz yedi milyon topraksız köylü olsa da, Hint komünistleri henüz bir komünist parti
kurmayı başaramadılar. Bu gerçek bile tek başına yoldaş Roy'un görüşlerinin büyük ölçüde temelsiz olduğunu
gösteriyor."(2) Fakat Roy'un görüşlerine
73
karşı çıkan sadece Lenin değildi. Kapitalist Batı ülkeleri parti delegelerinin de tepkisi büyüktü. Daha sonra
Lenin ve Roy'un görüşleri belirli oranda kırpılarak, ortalama bir yol bulundu. Böylece I. Kongre'dekinden
oldukça farklı bir yaklaşım benimsenmiş oldu. Roy'un görüşleri yeniden formüle edilerek kabul edildi.
Tartışmalar sonunda şu cümleye yer verilerek sorun çözümlendi:" Modern kapitalizmin ayakta kalmasının
nedeni sömürgelerden elde edilen aşın kârlardır. Batı bu aşın kârdan yoksun kalmadıkça, Avrupa işçi sınıfının
kapitalist düzeni yıkması mümkün olmayacaktır."(3)
Avrupa-merkezli görüşten Doğu'ya kayış ve sömürge devrimine verilen "önem"e karşılık, III.
Enternasyonal'in sömürge ve yan-sömürge ülkelere ilişkin hiç de tutarlı bir yaklaşımı söz konusu olmadı. II.
Enternasyonal döneminden kalma yaklaşımlar egemen olmaya devam etti. II. Kongre'de benimsenen
stratejiye karşın, Avrupa-merkezli görüş ağırlığını korudu. Sömürge ülkelerle ilgili devrim stratejileri
belirlenirken, o ülkelerin somut koşullarının çözümlenmesinden çok, Sovyetler Birliği'nin güvenliği açısından
yaklaşıldı. Gerek teorik planda, gerekse de .pratik politikada hatırı sayılır bir çaba harcanmadı.
Lenin ve Trotsky döneminde geçerli olan bu durum, Stalin döneminde çok daha geçerliydi. Stalin için III.
Enternasyonal, dünya sosyalist devriminin değil, Sovyet diplomasisinin bir aracıydı. Lenin ve Trotsky
zamanında yapılan bazı taktik hatalardan uzaklaşmak bir yana, Stalin, bu hataları kendi gerici politikası için
temel kurallar haline getirdi.
III Enternasyonal Avrupa-merkezli sosyalist yaklaşımı ancak sözde terketti. Gerçekte eski rengini
koruduğunun anlaşılması için uzun zaman geçmedi. III. Kongre'de "Doğu Sorunu"na, "âdet yerini bulsun"
kabilinden yer verildi. Sömürge ve yan-sömürge ülkelerden gelen delegelerin konuşması beş dakika ile
sınırlandı. Hindistan hakkında rapor sunmak durumunda olan Roy, kendine ayrılan beş dakikalık süreye haklı
olarak tepki gösterdi. Kendine tanınan beş dakikalık süreyi, Hindistanla ilgili raporunu sunmak için değil,
kongre kararını protesto etmek için kullanacağını söyledi ve şöyle devam etti: "Bu kongrede Doğu sorununun
ele alınış tarzı tamamiyle oportünisttir ve ancak İkinci Enternasyo-nal'e yakışır niteliktedir. "(4) Roy'un bu
protestoyu yaptığı 1921 yılında Hindistan'da gösteriler, mitingler, grevler, boykotlar sonucu sömürge
yönetimi felç olma durumuna gelmişti.
Dördüncü Kongre'de Safarov'un sözleri de, III. Enternasyonal'in sömürge devrimleri ve ulusal kurtuluş
hareketlerine ilişkin yaklaşımının tutarsızlığını göstermesi açısından önemlidir. Safarov şunları söylüyordu:
"Komünist Enternasyonal'in II. Kongresi'nde alınan kararlara karşın, emperyalist ülkelerin komünist partileri
ulusal ve sömürge sorunlarına ilişkin son derece az iş yaptılar... Daha da kötüsü, komünizmin bayrağı,
proletarya enternasyonalizmine yabancı olan şövenist fikirlerin üstünü örtmek için kullanıldı."(5)
Beşinci Kongre'de E.Varga'nın dünya ekonomik durumuna ilişkin raporu he74
men bütünüyle Avrupa ve Amerika'ya ayrılmıştı. Latin Amerikalı ve Asyalı delegelerin tepkisiyle karşılanan
rapor, Ho Chi Minh tarafından da şiddetle eleştirilmişti. Ho Chi Minh şöyle demişti: "Siz İngiliz, Fransız ve
diğer partili yoldaşlar, devrimi gerçekleştirme olasılığı ve yollarını tartışırken ve gelecek savaş için planınızı
hazırlarken bu olağanüstü stratejik noktayı bütünüyle gözardı ediyorsunuz. Dikkat ediniz, tüm gücümle sizi
uyarıyorum."(6)
Endonezya Komünist Partisi delegesi Se Maun da aynı yönde eleştirilerde bulunarak, Hollanda Komünist
Partisi'nin sömürge sorunu karşısındaki hareketsizliğinden yakınıyor ve Komünist Enternasyonal'in Yürütme
Komitesi'nin sömürgelere daha fazla ilgi göstermesini istiyordu.(7) Benzer eleştiriler Latin Amerikalı
delegelerden de geliyordu. Fakat bütün uyanlar ve protestolar, buyandan metropol ülke komünist partilerine
ILEnternasyonal döneminden miras kalan zihniyetle, diğer yandan Sovyetler Birliği'nin dış politika
gereksinmeleriyle karşılaşıyordu.
Radek bu suçlamalara cevap verirken; "II. Kongre'deki tezlerde, Doğu'daki hareketlere destek söz konusu
olurken, sınıf mücadelesine atıfta bulunulmamıştı. Marx da devrimci olduğu sürece burjuvazinin
desteklenmesini savunuyordu" diyor. Eğer gerçekten ortada devrimci bir burjuva hareketi varsa,
desteklenmesi şüphesiz yararlıdır. Oysa Komintern'in Doğu'daki kurtuluş hareketlerine ilişkin tezlerinin
kabul edildiği 1920 yılında sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin hiçbirinde devrimci bir burjuvazi yoktu. Genel
olarak geçerli olan bu durum, Türkiye için daha da geçerliydi. Cılız Türk burjuvazisinin İngiliz ve Fransız
emperya-lizmleriyle ciddi bir uyuşmazlığı söz konusu değildi. Marazi burjuvazi, çatışmadan çok uzlaşmadan
yanaydı. Bu da Rum ve Ermeni engelinin aşılmasıyla gerçekleşebilirdi. O dönemde Türk burjuvazisinin
emperyalizmle uzlaşmak için bir tek isteği vardı: Daha önce Rum ve Ermeniler tarafından yürütülen "kompradorluk",
aracılık işlevinin kendilerine bırakılması!.. Bunun karşılığında, hileci ve utanç verici yöntemlerle
sosyalistlerin katledilmesi, işçi örgütlerine baskı, tutuklamalar ve işkenceler, hiçbir demokratik reforma
yanaşmama, Osmanlı merkezi baskıcı devlet geleneğini daha etkili biçimde sürdürme vb. yöntemler söz
konusuyken, burjuvazinin "devrimciliği"nden söz etmek hazmedilir bir şey midir?
Aslında İII. Enternasyonal'in Doğu'ya ilişkin tezleri, aceleye getirilmiş somut koşullara denk düşmeyen
yaklaşımları içeriyordu. Bir kere, birbirinden farklı tarihsel geçmişe ve toplumsal yapılara sahip bir sürü ülke
vardı. Bu ülkelere ilişkin strateji ve taktiklerin tutarlılığı, ancak her bir ülkenin somut koşullarının doğru
değerlendirilmesiyle mümkün olabilirdi. En temel yanılgı, da bu ülkelerdeki burjuvazinin niteliğine ilişkin
olanıdır. Emperyalizmin ulaştığı aşamada, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde devrimci burjuvazi bulmak
olanaksızdı. III. Dünya Kongresi'nde (27 Haziran 1921) ana konuşmayı yapan Trotsky; "Dünya Ekonomik
Bunalımı ve Komünist Emternasyonal'in Yeni Görevleri" başlığını taşıyan uzun raporunda, n. Kongre'de alman
kararların ve benimsenen tezlerin, aceleye getirilmiş tezler olduğunu uygun bir dille anlatmıştır. Trotsky
şunları söylüyordu:
75
"Bay ve Bayan yoldaşlar! Komünist Enterasyonal'in Birinci ve ikinci kongrelerinde Dünya'nın durumunu sloganlarla,
manifestolarla ele aldık ve bu konuda daha derin bir tartışmaya girmedik. O zaman, savaşın yarattığı yeni durumu genel,
kısa ve kesin hatlarıyla nitelendirmek ve işçilerin bilincine yerleştirmek söz konusuydu. Şimdi aynı sorun çok daha
karmaşık biçimde karşımızda duruyor. Savaşın bitiminden bu yana üç yıl doluyor. Ekonomik ve siyasal düzeyde büyük
önem taşıyan görüntüler çıktı ortaya. Sermaye daha, hâlâ, hemen hemen bütün Dünya'da tahtında duruyor; ve biz bu
nedenle genelde görüşümüzün bugünün koşullarında doğru olup olmadığının hesabını kendimize vermek zorundayız.(
"Bir tek sözle, şimdi Komünist Enternasyonal'in II. Dünya Kongresi sırasında durum I. ve II. Kongreler sonrasındaki gibi
değil. O zaman kendimize büyük bir perspektif açtık ve büyük bir çizgi belirledik ve de dedik ki: Bu yoldan, bu işaretle
proletaryayı kavrayacaksın ve Dünya'da zafer kazanacaksın. Bu doğrumu hâlâ? Tümüyle büyük bir çerçeve içinde bu
tümüyle doğru kaldı. Sadece bu çizginin aşağı yukarı hareketlerini çizmemiştik ve bunu şimdi fark ediyoruz.
Yenilgilerimiz, hayal kırıklıklarımız aracılığıyla, verdiğimiz büyük kurbanlar aracılığıyla, bütün ülkelerde olabilen, bizde,
Rusya'da oldukça geniş boyutlarda ortaya çıkan yanılgı dolu eylemlerimizle bunu anlıyoruz. "(9)
Gerek Türkiye'deki, gerekse de Çin'deki gelişmeler, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki gelişmeler burjuvazinin
devrimciliğini değil, ihanetini ve karşı devrimciliğini kanıtlamaya yetti. Geri ülkelerde burjuvazinin nereye kadar
gidebileceği ya da gidemiyeceğine ilişkin ilk tutarlı yaklaşım Trotsky'den gelmişti. Daha 1904-1905'te bir broşürde( }
L.Trotsky, Çarlık Rusya'sındaki burjuvazinin "devrimciliği" konusuna açıklık getirmişti. Trotsky, söz konusu eserde,
kapitalist kervana geç katılan Rusya'da burjuvazinin, diğer kapitalist ülkelerdeki gibi devrimci bir rol oynayamıyacağını,
proletaryanın liderliği olmadan hareketin başarıya ulaşamayacağım ileri sürmüştü. Trotsky'nin devrimci sürecin sürekliliğiyle
ilgili görüşleri 1917 Şubat ve Ekim devrimleriyle doğrulandığı halde, daha geri ülkeler için talihsiz teoriler
geliştirmeye de devam edildi. Çelişik teori ve yaklaşımlar III. Enternasyonal'in ilk yıllarına egemen oldu. Teorik ve
pratik düzeydeki yetersizliklere III. Enternasyonel partilerine egemen olan Avrupa-merkezli yaklaşım ve Sovyet
Devleti'nin günlük çıkarlarının gereği eklenince, bir sürü olumsuz sonucun ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur.
III. Enternasyonal'de, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki ulusal hareketlerin "gerçekten devrimci" iseler
desteklenecekleri ilkesi benimsenmişti. Oysa, "gerçekten devrimci" sözcüğünden ne anlaşıldığı belirsizdi. "Gerçekten
devrimci" olmaktan; en azından emperyalist sermayeye karşı olmak, içerde toprak ağaları ve feodal unsurlara karşı
olmak, emekçi kitlelerin yaşam koşullarını iyileştirici önlemlerden yana olmak anlaşılabilirdi.
Öte yandan, ilke düzeyinde de tam bir açıklık yoktu. M.N. Roy, Doğu ülkelerinde iki tip hareket olduğunu, bunlardan
birincilerin kapitalist dünya sistemi içinde siyasi bağımsızlık elde etme amacına yönelik hareketler olduğunu, ikincilerin
ise, topraksız köylülerin her türlü sömürüye karşı mücadelesi niteliği
76
taşıdığım ileri sürerek, bunlardan ancak ikincilerin desteklenmesi ve birincilerin ikinciler üzerindeki saptırıcı
etkisinin kırılması gerektiğini savunuyordu. Roy, her türlü sömürüye karşı ayaklanan köylü hareketinin burjuva
milliyetçi hareketin etkisinden kurtarılması görüşünü ileri sürmüştü. Bu amacın gerçekleşmesi için de işçi ve
köylülerden oluşan komünist örgütler kurulmasının gerekliliği üzerinde duruyordu. Lenin, milliyetçi burjuva
hareketlerinin de desteklenmesi gerektiğini savunuyordu. Kongre'de Lenin'in tezi kabul edildi. Fakat
milliyetçi burjuva hareketiyle yapılan ittifak geçici olacaktı (!) Burjuva milliyetçileri emperyalizme karşı
savaşırken onlarla birlikte emperyalizme karşı savaşılacak, em-peraylizm atıldıktan sonra savaş milli
burjuvaziye karşı sürdürülecekti!
Daha sonraki dönemde yaşanan deneyler böyle bir yaklaşımın sakat olduğunu birçok kereler ortaya
koymuştur. "Milli" denilen burjuva hareketleri, emperyalizmle anlaşarak, daha başlangıçta işçi ve köylü
haraketlerini ezme yoluna gitmişlerdir. Onlar için emperyalizmle olan çıkar çatışması emekçi halkla olandan
daha az önemlidir.
Komintern'in Haziran 1921'de toplanan III. Dünya Kongresi'nde konuşan Süleyman Nuri şunları söylemişti:
"(...) fakat paşalar bu hareketi kendi yapışkan ellerine almayı başardılar. Kemal Paşa memleketi Sultan
Hamid'in metotlarıyla yönetmektedir. Komünistlere karşı en acımasız bir savaş açmıştır, çünkü onların
kurtuluş hareketlerinden iktidara el koymak için yararlanacaklarından korkmaktadır. Paşalar emekçi
kitlelerini de aldatmışlar ve sözde savaş naralarıy-la kendi resmi partilerini örgütlemişlerdir"(11)
Türkiye için Komintern tarafından ileri sürülen kriterlerden hiçbiri geçerli değildi. Bir kere hareketin en
büyük destekçisi olan toprak ağalarının bir toprak reformuna yanaşmaları olanaksızdı. Öte yandan cılız
burjuvazinin çıkarları, emperyalist sermayeye karşı olmakta değil, emperyalizmle işbirliği yapmaktan yanaydı.
Demokratik reformlara gelince; işçilerin örgütlenmesinin yasaklandığı bir ortamda demokratik reformlardan
söz etmek uygun düşmez. Demokratik re-formlardan,;işçi ve yoksul köylülerin, diğer emekçi kesimlerin yaşam
koşullarım iyileştirici düzenlemeler anlaşılmak gerekir. Bu bakımdan, herhangi bir hareketin ilericiliğini
gösteren, kitlelerin kendi kaderlerim tayin etme konusunda ulaştıkları seviyedir. Bu nedenle, Milli Mücadele
sonrasında Türkiye'de gerçekleştirilen "İnkılaplar" emekçi kitlelerin durumlarını iyileştiren düzenlemeler
değildi. İnkılapların amacı devleti güçlendirip, asalak sınıfların sömürü koşullarını sağlam temeller üzerine
oturtmaktı. Fesin yerine şapka giyilmesi, Alman ticaret kanununun ithal edilmesi, Latin harflerinin Arap
harflerinin yerini alması kitlelerin yaşam koşullarında bir iyileşme sağlayabilir miydi? Yoksul köylüye toprak
ve toprağı işleyecek araç gereç sağlanıp, ağaların ve tefecilerin sömürü ve baskısından kurtarılsaydı, işçilere
sendikalarını, öz örgütlerini vb. kurma yolu açılsaydı emekçi kitleler için gerçek anlamda "inkılaplardan" söz
edilebilirdi.
Öte yandan III. Enternasyonal'in, hareketin sınıfsal niteliğini bilmeyişi bir mazeret teşkil edemezdi. Ama
hareketin niteliğini pek bilmiyor da değillerdi.
77
IV. Kongre'de Ankara Milli Hükümeti'nin Türk burjuvazisi lehine bazı ödünler kopararak emperyalizmle
uzlaşmasıyla ilgili olarak şu eleştiri yapılıyordu:
"Fakat en son olaylar, milliyetçi burjuva hükümetinin sizin sonsuz özverileriniz pahasına kazanılan bu zaferin meyvalarını kendisine
ayırmak istediğini göstermiştir. Ankara'daki milliyetçi hükümet, Türk büyük burjuvazisi yararına verilecek belli ödünlere karşılık
emperyalistlerle anlaşmaya hazırdır.
"Hükümet partiyi dağıtmak, bütün örgütlerini yasaklamak, kitle tutuklamaları yapmak, tutuklu yoldaşlara barbarca davranmak ve en
son, İstanbul'daki İşçi Bir-liği'ni kapatmakla, bu yeni politikayı başlatmıştır. TKP, çalışan kitlelerin emperyalizme karşı
mücadelelerinde burjuva milli hükümeti desteklemiştir. TKP, ortak düşman karşısında kendi program ve ilkelerinden özveride
bulunmaya dahi hazır olduğunu kanıtlamıştır.
"Emperyalizmle uyuşmaya hazırlık olarak, milliyetçi hükümet, sizin gerçek temsilcilerinizi yok etmek ve onları dışardaki dostlarından
ayırmak istemektedir. Komünist Enternasyona'lin Dördüncü Kongresi, bu barbarca hareketi protesto eder ve emperyalizmin
jandarması rolünü oynayacak, emperyalizm ve gericiliğe karşı dövüşe devam edecek ve çalışan Türk kitlelerinin yararına demokratik
reformları gerçekleştirecek herhangi bir hükümet ya da siyasal partiyi desteklemek arzusunda olduğunu resmen açıklamayı kendisine
görev sayar. "(12)
m. Enternasyonalin II. Kongresi'nde sömürge halkların "ezen uluslara karşı başkaldırılarında" desteklenmesi
ve sömürgelerdeki burjuva kurtuluş hareketlerinin de destekleneceği söylenirken, koşulsuz bir destekten
bahsedilmiyordu. Bu hareketler ancak gerçekten devrimci iseler desteklenecekti. Ama, gerçekten
devrimciliğin ne olduğu belli değildi. Öte yandan; "Komünist Enternasyonal, sömürgelerin ve geri kalmış
ülkelerin devrimci hareketleriyle zaman içinde ya-kınlaşmalı, hatta bizzat ittifak yapmalıdır, fakat onlarla
birleşmemelidir; proletarya, proletarya hareketinin bağımsız niteliğini, henüz filiz halinde de olsa
korumalıdır"(13) dendiği halde bu ilkeye hiçbir zaman uyulmamıştır. Türkiye'de komünistlerin öldürülmesine
ses çıkarmayan III. Enternasyonal, İkinci Çin Dev-rimi'nde ÇKP'yi Komintang'a katılmaya zorlayarak,
yüzbinlerce devrimcinin ve emekçinin katledilmesinin baş sorumlusu olmuştur. "Proletarya hareketinin
bağımsız niteliğini koruması" ilkesi bir kenara itilmiştir.
m. Enternasyonal'in bu tutumu, kendi beceriksizliğini örtmek için giriştiği çabadan öteye bir anlam taşımıyor.
Deniyordu ki; "Emperyalizme ve gericiliğe karşı dövüşe devam edecek ve çalışan Türk kitlelerinin yararına
demokratik reformları gerçekleştirecek herhangi bir hükümet ya da siyasal parti desteklenecektir." Oysa
Türkiye'deki hareket emekçi halka karşı bir düşman ittifak niteliğindeydi ve kurtuluşu emperyalizmle
uzlaşmada görüyordu. Böyle bir siyasal hareketten halk yararına reformlar beklemek boşunadır. Kemalist
hareketin halk yararına demokratik reformları yapmak gibi bir niyeti olmadığını daha 1921'de Türkiye'nin
Moskova büyükelçisi söylemişti. Büyükelçi Ali Fuat Paşa (Cebe-soy), Türkiye'de komünistlerin tutuklanmasına
ilişkin Çiçerin'e verdiği cevapta; "Emperyalist cephesinde kazanacağımız başarı, içerde herhangi bir
toplumsal
78
hareketten ve devrimden sakınmamıza bağlı olacaktır"(14) diyor...
IIİ Enternasyonal de, Sovyetler Birliği Hükümeti de Kemalist hareketin emperyalizmle uzlaşma yanlısı bir hareket
olduğunu biliyorlardı. Böyle bir hareketin de halk yararına reformlar değil, sömürücü sınıfların iktidarım güçlendirecek
"inkılaplar" yapacağı daha baştan belliydi. Dolayısıyla Sovyet desteğiyle Kemalist hareketin anti-emperyalistliği arasında
doğru yönde ilişkiler aramak, buşeyi olmadığı yerde aramaktır. "Resmi ideoloji dışı" bir kitap yazdığını söyleyen Baskın
Oran; "Sonuç olarak anti-kapitalist olmayan, fakat uluslararası kapitalizmin siyasal ve ekonomik egemenliğinden
kurtulmak isteyen bağımsıza Anadolu Devrimi'ni anti-emperyalist olarak kabul etmek kanımca doğrudur"(15) derken, Milli
Mücadele'ye Komintern'in ve Sovyetler Birliği'nin desteğini hatırlatıyor.
1922 Eylül ayında "Türk Halkına Barış" başlıklı bir bildiride de; "Türk Hükümeti işçi ve köylülerin hükümeti değil, subay
smıfının ve entellektüellerin hükümetidir ve bizim ideallerimize denk düşmeyen bir hükümettir" deniyordu. Ve Fuat
Sabit Bey'in yaptığı sınıfsal tahlilin III. Enternasyonal tarafından da benimsendiği anlaşılıyor(î) Bu aşamada III.
Enternasyonal'i ve Sovyetler Birliği Hükümeti'ni, "ideallerine ters düşen bir hükümeti desteklemeye iten nedenler
üzerinde durmak gerekiyor. Sorunun cevabını Karl Radek kısmen de olsa veriyor. Kari Radek 1922 Ekim'inde yazdığı bir
makalede şunları söylüyordu: "Rusya Türkiye'yi destekledi, çünkü ilk başta uluslararası emperyalizm tarafından
sömürülen ve ezilen Doğu Halklarını güçlendiren her şey aynı tehlikeye maruz olan Sovyet Rusya'yı da güçlendirir. Ve
ikinci olarak, Rusya, Rusya'ya hububat taşıyan ve Rusya'dan petrol taşıyan gemilerin güvenliğiyle pek yakından ilgiliydi.
Çünkü İngiliz Amiralinin emirleriyle bu taşıma mümkün olmayacaktı."(16)
Sovyet Devleti'nin günlük çıkarları, Sovyet yöneticileri çeşitli ülkelerle anlaşmalar yapmaya itiyordu. Ne ki, Sovyet
Devleti'nin yaşamını garanti altına almaya yarayan bu anlaşmalar, uzun dönemde Sovyet devriminin ve III. Enternasyonal'in
"ideal"leriyle çelişiyordu. Öyle bir talihsiz durum ortaya çıkmıştı ki, kısa vadede bazı acil gereksinmeler için
yapılan anlaşmalar ve verilen ödünler, dünya devrimci hareketine büyük darbeler vurmaktan geri kalmıyordu. Bu
anlaşmaların taktik nedenlerle ve geçici olarak yapıldığı söyleniyordu. İngilizlerle yapılan ticaret anlaşmasına ilişkin
olarak Lenin, amacın zaman kazanmak olduğunu söylüyordu:
"Ayrı bir barış anlaşması yaparak belli bir zaman kesitinde mümkün olan en büyük ölçüde savaşan her iki emperyalist
gruptan da kurtuluyoruz, düşmanlıklarını ve savaşlarını kullanarak bize karşı aralarında pazarlık yapmalarını güçleştiriyoruz,
kazanacağımız belli bir zamanda serbest kalan ellerimizi sosyalist devrimi sürdürmek ve güçlendirmek için
kullanacağız."*17)
Ne ki, Lenin'in yakın bir sürede "serbest" kalacak dediği elleri kullanmak hiç bir zaman mümkün olmadı. Lenin'in
ölümünden sonra "boş kalan eller", düğümü çözmek yerine, Stalin tarafından yeni düğümler atmak için kullanıldı. Ve
Stalin'den sonra da (ki Stalinizmin sürekliliği esastı) aynı yolda devam edil-
79
di. Taktik gerilemeler ve zorunlu ödünler daha sonraki dönemde Stalin tarafından "devrimci ilkeler" haline getirildi(!)
Artık Sovyet dış politikası Sovyet Dev-leti'nin çıkarları doğrultusunda tespit edilir oldu. III. Entemasyonal'in de
bağımsız varlığı sona erdi. Sovyetler Birliği'nde iktidarın işçi ve diğer emekçi kitlelerinin elinden kaçtığı ve Stalinist
Bürokrasi'nin elinde bir baskı ve terör aracı haline getirildiği koşullarda, Sovyet dış politikasının da ilerici ve
entemasyo-nalist bir çizgi izlemesi beklenemezdi...
Bu nedenle; Maoizm'in de etkisiyle, Sovyetler Birliği dış politikasının Sta-lin'den sonra enternasyonalist çizgiyi
terkettiğine ilişkin görüşler gerçek olaylarla tam bir çelişme halindedir. Maoist bürokrasi, kendi baskıcı-bürokratik
uygulamalarını meşrulaştırmak için, tarihi çarpıtıp, tarihsel olayları tahrif ederek yansıtmaktan yarar umuyordu. Aslında
Kruşçef ve Brejnev'in izledikleri politika, yeni koşullara Stalinizmi adapte etmekten öte bir şey değildi. Eğer Sovyetler
Birliği'nin dış siyaseti hakkında gerçek duruma denk düşen bir görüşe ulaşmak isteniyorsa, yapılması gereken, "durumu
kurtarmak için" gerekçe uydurmak değil, Sovyet resmi ideolojisinin dışında, bilimsel yöntemlere başvurmaktır.
İlginç olan bir şey de, III. Entemasyonal'in Türkiye'ye ilişkin teorik değerlendirmesine temel olan kaynağın, aynı
zamanda Kemalist iktidarın da ideolojik temel dayanağını oluşturuyor olmasıdır. Moskova'ya Sovyet yardımı sağlamaya
giden ilk heyette bulunan Fuat Sabit, Anadolu Hareketi ve hareketin sınıfsal yapısıyla ilgili bir rapor sunuyor. Bu
raporda Fuat Sabit, 1930'lu yıllarda ortaya atılan "halkçılık" ideolojisinin de belki ilk formülasyonunu yapıyor, III
Enter-nasyonal'in hangi teorik gerekçelere dayanarak Türkiye hakkında siyasal çözümlemeler yaptığım ortaya koyması
bakımından söz konusu rapordan bazı bölümleri buraya alıyoruz. F. Sabit Bey'in, G.V. Çiçerin'e Moskova'da verdiği rapor
24 Mayıs 1920 tarihini taşıyor.
"(...)Türkiye'nin tarihsel ve toplumsal durumu onu Avrupa hükümeti ve milletlerinden tümüyle başka toplumsal ve
ekonomik koşullar altında bulunduruyordu. Bunları özetleyelim.
"1. Bugüne kadar yükümlü bulunduğu kapitülasyonlar nedeniyle ülkede büyük endüstri kurulamamış ve var olan madenler,
demiryolları, bankalar, limanlar, tramvaylar, vapur şirketleri, fabrikalar gibi büyük endüstri ve ticaret kuruluşları ya
yabancıların elinde yâ da onlarla birlikte çalışan Ermeniler ve Rumların elinde idi. Küçük el sanayii de özel örgütlere
sahip loncalar biçiminde olmayıp, her sanatkârın çalışma ve kazanına hakkı tümüyle serbesttir. Ekleyelim ki, son savaş
yıllarında küçük paylardan oluşarak kurulan milli bir banka ile birkaç milli anonim ticaret ve endüstri şirketi İstanbul'un
İtilaf tarafından işgali üzerine kapatılmıştı.
"2. Büyük toprak sahibi beyler güçlü değildir. Çünkü demiryollan düzenli olmadığı için, ihracat ve taşıma yeterli değildir.
Tarımda ilmi ve makinalaşmış olmadığından toprak büyük bir kâr bırakmıyordu. Ve buna karşılık her köylünün büyük
küçük bir toprağı vardı ki her türlü hakkı kendisinindi; isterse satar, isterse bağışlar, öldüğü zaman da yasal varisi kim
ise ona kalır. Toprağı olmayıp
80
beylerin toprağında yarıcılık yapanlar bir sınıf oluşturacak kadar güçlü olmadığı gibi; aralarında örgütlenme de yoktu.
"3. Avrupa'daki siyasal ve ekonomik mücadelelerin iki büyük temeli olan bu iki soruna karşılık, Anadolu halkının başında
büyük bir bela vardı ki, o da bürokrasi ve hükümetin zulmü sorunudur. Bugüne kadar dinsel ve sivil iktidarı kendisinde
birleştiren halife sultanlar ve sarayın çevresinde toplanan tufeyliler, dalkavuklar hükümeti yönetiyordu... Hükümet
siyasetinin etmenleri memurlar, ordu ve ulemadır. Memurlar doğuşlarından belli bir sınıfa bağlı değillerdir. Yani yalnız
zenginlerin ya da toprak sahibi beylerin çocukları değildir.. Türk ya da Türk olmayan yoksul ya da varlıklı memurlar
hükümet koltuğuna oturduktan sonra özel bir zihniyet, "memur zihniyeti" kazanır ki, kendini halktan yüksek görür ve
halka baskı için kendinde bir hak bulur... Ulema sınıfı özel bir kast halinde değildir. Babadan oğula geçen vakıf
yöneticiliği ve hatiplik gibi dini görevler var ise de, önemsizdir...
"4. Halkı ezen ve gelişmesini durduran nedenlerden biri de, kültürün din etkisinden kurtulamamasıdır. Eski Arap ve Fars
kültürünün etkisi altında olan ulema, yeni hayatın yeni düşüncelerini kabul için uygun davranmıyorlardı. Kültürü Fars ve
Arap gibi yabancı etkilerden kurtarmak için çalışan aydınların çalışmaları, Türk geleneklerine dayanmak, halk ve köylü
hayatını araştırmak, yani kültürü millileştirmek ilkesine dayanıyordu. Bu açıklamadan anlaşılır ki, endüstri ve ticaret
nasıl yabancıların ve Ermeni ve Rumların elinde ise, hükümet ve kültür de çoğunlukla yerli halkla ilişkisi şüpheli
yabancılar elinde idi. Bunun için, kapitale karşı mücadele, sınıfsal nitelikten çıkıp milli bir renk aldığı gibi, öte yandan
hükümetle mücadele, yani kültür ve hükümetin dinsel siyaset ve yabancıların etkisinden kurtarılması da milliyetçilik
niteliğinde oluyor. Bu, Türkiye'deki milli hareketin gücünü gösterdiği gibi, Türk milliyetçilerinin neden Avrupa
kapitalistlerine karşı ve Sovyet hükümetine eğilimli olduklarım, Ermeni ve Rumların da itilafa koşulduklarını açıklar,
kanısındayım..."(18)
Fuat Sabit Bey'in raporundan çıkan sonuç; Türkiye'de sınıfların oluşmadığı, ufak tefek sınıfsal ayrışmalar olsa da Türk
toplumunun sınıfsız bir toplum olduğu, bu haliyle emperyalizm tarafından sömürüldüğü için de proleter bir ulus
olduğudur. Bunun doğal sonucunda Sovyetler Birliği'nin yapacağı yardım, doğrudan doğruya proleter bir ulusa yapılan
yardımdır. Son analizde de anti-emperyalist bir hareketin desteklenmesi anlamına gelir(!) Fuat Sabit, yedi yüzyıllık
imparatorluğu bir çarpıda "sınıfsızlaştırıyor". Üstelik bu durum, Türkiye'deki milli hareketin gücünün de bir göstergesi
oluyor(!) Eğer Fuat Sabit Bey'in yaptığı tahlil doğruysa, o zaman 1921'den itibaren neden emperyalistlerle uzlaşıldığı,
yoksul köylü ve işçilerin haklarını savunanların neden öldürüldüğü ve işçi örgütlerinin kapatıldığım anlamak zorlaşır.
Emperyalizm tarafından sömürülüp baskı altında tutulanların bir hareketi söz konusuysa, işçi liderleri, anti-emperyalist
liderler neden katledilsin? Bir başka önemli nokta da; Sovyetler Birliği Milli Mücadele'yi destekledi diye bu harekete
anti-emperyalist etiketini yapıştırmaktır. Bu arada, 1960'larda ortaya atılan "proleter uluslar" tezinin kırk yıl kadar
önce Fuat Sabit Bey tarafından ortaya atılmış olması da ilginçtir! Bir başka açıdan daha bu "rastlantı" önemli
sayılmalıdır. Bu durum, 1960'lardaki te-
81
orik düzeyle 1920'ler arasında pek fark olmadığını da gösteriyor...
Devletten Devlete İlişkilerin Çelişkileri
Üçüncü Entemasyonal'in I. ve II Dünya Kongreleri'nde iyimser yaklaşımlar yavaş yavaş sönerken, Trotsky'nin
deyimiyle, sloganlar ve manifestolara dayalı değerlendirmelerle gerçek gelişmeler arasındaki kopukluk da
belirgin hal almıştı. Batı'da beklenen devrimin gerçeklenmeyişi, emperyalist saldırı, iç savaş ve ekonomik
ablukanın vb. de etkisiyle Sovyet ekonomisi felç olma durumuyla karşı karşıyaydı. Beklentilerin karşıtı bir
tablo ortaya çıkmıştı. Bu durum, taktik bazı ödünlerle zaman kazanmayı gerektiriyordu.
Yeni Ekonomi Politikası (NEP) uygulamasına geçilmişti ve yabancı sermaye yatırımlarından medet umulur
olmuştu, İşte bu koşullar, Sovyet yönetimini İngiltere ile bir ticaret anlaşması yapmaya "mecbur" etmişti.
Sovyet ekonomisi için "zorunlu" gibi görünen böyle bir anlaşma, ne yazık ki, dünya sosyalist devrimi açısından
olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Daha da önemlisi, devletten devlete ilişkiler yolunu açarak çelişik, talihsiz
durumların ortaya çıkmasına neden oldu. Bir bakıma, "denize düşen yılana sarılırken yılan tarafından
sokuluyordu." Yapılan ticaret anlaşmasıyla Sovyet Devleti zaman kazanıp varlığım sürdürmeyi amaçlarken,
İngilizler de, Bolşevizmin Doğu'da yayılmasını engelleyerek status quo'yu korumayı amaçlıyordu. 1920
Eylül'ünde Bakü'de toplanan Birinci Doğu Halkları Kongresi'nin bir ikincisinin toplanmayışıyla, İngiliz-Sovyet
Ticaret Anlaşması (Mart 1921 'de imzalanmıştı) arasında yakın ilişki vardır. E.H. Carr bu durumu şöyle
açıklıyor:
"Kayıtlarında Doğu Halkları Birinci Kongresi olarak geçirilmesine rağmen, Baku Kongresini izleyen kongreler yapılamadı ve bu kongre
arkasında ciddi bir mekanizma bırakmadı. Bakü'de Propoganda ve Eylem Kurulu kuruldu ve ilk raporunu 1920 Kasım ayında
Enternasyonal Yürütme Komitesi'ne verdi. Aralık ayında Rusça, Türkçe, Farsça ve Arapça dillerinde yayınlanacak Doğu Halkları
dergisinin çıkacağı ilan edildi. Bundan sonra pek az kayıtlara rastlanıldı. Kurulun ve derginin hızla ortadan kaybolması, kısmen Mart
1921 tarihli ingiliz - Sovyet Ticaret Anlaşması'nı sonucu olabilir ve bu Moskova'nın dışında etkin bir siyasal organ yaratmanın
güçlüğünü gösteriyor."(19)
Sadece emperyalist İngiltere ile değil, Türkiye ve İran gibi yarı-sömürge ülkelerle yapılan anlaşmalar da
devrimin yayılması açısından talihsiz sonuçlar doğurmuştur. Gerçekten hem devletten devlete anlaşmalar
yapmak, hem de o ülkelerdeki devrimci hareketleri desteklemek mümkün değildir. 26 Şubat 1922'de
Sovyetler Birliği ile İran arasında, bir anlaşma yapıldı.(20) Fakat daha önce Sovyetler Birliğiyle İngiltere
arasında yapılan ticaret anlaşmasında, Sov-yetler'in İran'dan elini çekmesi isleniyordu. İngiltereyle anlaşan
Sovyetler'in İranla da dostluk anlaşması imzalaması doğaldı(!) Anlaşma yapılır yapılmaz,
82
Sovyetler Birliği, Gilan'daki komünist ayaklanmaya yaptığı mali ve askeri yardımı kesti. Bu anlaşmadan sonra İran
yönetiminin komünist ayaklanmayı ezmesi zor olmadı. Sovyet yardımının kesilmesinden sonra bastırılan ayaklanma İran
yönetimine nefes aldırarak, Simko'nun yönettiği Kürt ayaklanmasının da ezilmesini kolaylaştırdı. Hem Rıza Han'la dost
geçinmek, hem Iran emekçilerinin sosyalist mücadelelerini ve Kürt halkının kendi kaderini tayin etme yolundaki savaşım
desteklemek olanaklı değildir.
Eğer, Sovyetler'in o günün zor koşullarında İngiltere'ye ödünler vermesi bir zorunluluk idiyse, bunun bir zorunluluk
olduğu söylenmelidir. Bir kere bu saptama yapılınca, hemen bu zorunluluktan doğan olumsuz sonuçlar da açıklıkla ortaya
konulmalıydı... Herhangi bir politikanın o günün koşullarında zorunlu olduğunu saptamak, söz konusu politikaların
doğurduğu olumsuzlukları görmeye engel olmamalıdır. Amaç belirli politikaları ve uygulamaları haklı çıkarmak değil, söz
konusu politika ve uygulamaların sonuçlarını açıkça ortaya koymaktır. Ingiliz-Sovyet Ticaret Anlaşması sadece
sömürgelerdeki ve nüfuz bölgelerindeki sosyalist mücadeleleri değil, İngiliz işçi ve sosyalist hareketini de olumsuz
yönde etkilemekten geri kalmayacaktı.
Ingiliz-Sovyet anlaşmasında sadece ticarete ilişkin hükümler yer almıyordu. Anlaşmada şöyle deniyordu:
"Her iki taraf karşı tarafa karşı düşmanca hareket ve teşebbüslerden ve kendi sınırları dışında sırasıyla, İngiliz
İmparatorluğu ve Rus Sovyet Cumhuriyeti kurumlarına karşı doğrudan veya resmi propoganda yapmaktan kaçınır ve daha
özel olarak Rus Sovyet Hükümeti, başta Hindistan ve Afganistan bağımsız devleti olmak, üzere Asya haklarının hiçbirini
askeri, diplomatik veya herhangi bir eylem veya propoganda biçimiyle İngiliz çıkarları veya İngiliz İmparatorluğu'na
karşı düşmanca eylemlere teşvik etme girişimlerinden imtina eder. İngiliz Hükümeti, Rus Sovyet Hükümeti'ne, eski Rus
İmparatorluğu'nu meydana getiren ve bugün bağımsızlığım sağlamış olan ülkeler için benzer ve özel bir taahhütte
bulunur.''(21)
Çiçerin, 18 Nisan 1921 tarihli bir cevabi notada anlaşmaya kesinlikle uyul-duğunu söylüyor ve "özellikle Afganistan'daki
temsilci ve görevlilerince anti-britanya politikadan sakınmaları için direktif verilmiştir" diye ekliyordu.
Böyle bir politika, ister istemez n. Dünya Kongresi'nde benimsenen tezlerde yer alan "(...) sömürgelerdeki devrimci
hareketler, söz konusu ülkenin komünist partisi aracılığıyla doğrudan doğruya desteklenmelidir" ilkesiyle çelişiyordu.
Eğer sömürge ülkelerdeki devrimci kurtuluş hareketlerini Sovyetler'in desteklemesi olanaksızlaşıyorsa, ll.Tez'de yer
alan, "Bütün Komünist Partiler, bu tür ülkelerdeki devrimci kurtuluş hareketlerini eylemli biçimde desteklemelidir" ilkesi
de anlamını yitiriyordu. Sovyetler Birliği bir işçi devleti olarak Hindistan'daki sosyalist hareketi desteklemekten
kaçınırken, İngiliz Komünist partisinin böyle bir desteği sağlaması kolay değildi. Öte yandan, II. Enternasyonal'den
83
miras kalan ırkçı-şöven, Avrupa-merkezli, sömürgeci, nüfuz yayıcı gelenekten "temizlenememiş" bir partinin,
Hindistan'daki ilerici harekete gerçek bir destek sağlamasını beklemek zaten aşırı iyimserlik olurdu...
III. Enternasyonal'in III. ve IV. Kongrelerinde sömürge ve yarı-sömürgelere ilişkin gündem maddesinin pek sınırlı oluşu
ve geçiştirilmesinin nedeni de yu-kardaki yaklaşımla açıklanabilir.
Sovyetler'in ve III. Enternasyonal'in Milli Mücadele'ye destek oluşunun başka gerekçelere dayandığını, Çiçerin'in
Lozan'daki sözleri de ortaya koyuyor. Lord Curzon'a şunları söylüyor:
"İngiliz muhafazakarlığının en iyi gelenekleri, Rus ve İngiliz nüfuz bölgeleri arasında bir ara duvar örmekti. Biz de şimdi
Türk halkının özgürlüğü ve egemenliği temeli üzerine bu duvarı dayandırarak aynı şeyi önermekteyiz.
"Türkiye'nin bağımsız varlığı ile birlikte barısı da garanti altına alacak olan, ancak bir ara duvarıdır. Yakın Doğu'da bir
barış durumunun tek ve sürekli temeli, Türkiye'nin özgürlüğü ve egemenliğidir. "(22)
Görülüyor ki, Sovyet yöneticileri Türkiye'ye kendi güvenlikleri açısından yaklaşıyorlar. Güney sınırlarında (Türkiye, İran,
Afganistan) güçlü bir tampon bölge oluşturulmasını istiyorlardı. Bu amaçla, söz konusu ülkelerle devletten devlete
anlaşmalar yaparak, bu ülkelerdeki sol harekete desteği geri çektiler. Dolayısıyla, belirli bir status quo oluşturmak için,
tutarlılığı olmayan ve birbiriyle çelişen "politikalar" benimsemeleri bu yüzdendir. Böylesi koşullarda teorik
manipülasyonlar ve gerekçeler de, uygulamaları haklı göstermek üzere girişilen zorlamalar olabilirdi...
Bu konuda "ilginç" ama "garip" örnek, E. Varga'nın IV. Dünya Kongresi'nde ortaya attığı: "Milli Feodal Aristokrasi"
tezidir. Ünlü Rus iktisatçısı Varga şöyle diyordu:
"İkinci Kongre'de köylü hareketiyle milli hareketler arasındaki özdeşlik varsayımı, Hindistan gibi ülkelerin denemelerine
dayandırılmıştır. Oysa, örneğin Türkiye gibi başka ülkeler de vardır. Orada toprak ağalan bizzat milli hareketin liderleri
olmuşlardır... Ezilen yerli bir köylü kitlesine sahip sömürge ülkelerdeki milli kurtuluş mücadelesi, ya Türkiye'de olduğu
gibi bütün memleket halkı tarafından birlikte yürütülecekti, bu takdirde ezilen köylünün toprak sahiplerine karşı
mücadelesi, kaçınılmaz olarak milli kurtuluş zaferinden sonraya ertelenecektir; ya da Hindistan'da olduğu gibi feodal
toprak sahipleri, emperyalist haydutlarla ittifak halindedir, bu takdirde ezilen köylülerin toplumsal mücadelesi, milli
kurtuluş savaşıyla birlikte yürüyecektir. "(23)
E. Varga, dikkat edilirse, iki tip "feodal aristokrasi"den söz ediyor. Bunlardan biri, Türkiye'de olduğu gibi emperyalizm
karşıtıdır ve milli bir nitelik taşıyor. Diğeri ise, emperyalizmle işbirliği halinde: Hindistan'da olduğu gibi (!)
84
Varga'nın, bir yerde emperyalizme karşı olan "feodal aristokrasinin neden başka yerde emperyalizmle
işbirliği yaptığını açıklaması pek kolay değil(!) Varga, o dönemin Türkiye'sine uzaktan bakıyor. Uzaktan
bakınca da somut durumu tüm ayrıntı ve çelişkileriyle kavramak mümkün olmuyor. Eğer somut durumun somut
tahlilini yapmak zahmetine katlanabilseydi, o zaman "Milli Aristokrasi" dediği kesimin emperyalizme karşı
değil de, Rum ve Ermenilere karşı olduğunu farkedebilirdi. O zaman, gaspedilen Ermeni ve Rum mallarını
kaybetme korkusunun anti-emperyalizmin özdeşi olmadığını anlar, dolayısıyla da Türkiye ve Hindistan için iki
ayrı "feodal aristokrasi" tezi üretmeye de gerek kalmazdı.
Bu ve benzer yaklaşımlar, tutarsız oldukları kadar, II. Dünya Kongresi'nde benimsenen tezlerden de
uzaklaşmak anlamına geliyordu, II. Kongre'de, "Geri kalmış ülkelerdeki gerçekten komünist olmayan devrimci
kurtuluş hareketlerine komünist bir örtü örtme girişimlerine karşı kararlı bir biçimde mücadele
edilmelidir"(24) denilirken; IV. Kongre'de, iş, hayali "Milli Feodal Aristokrasi" tezleri uydurmaya kadar
vardırılmıştır.
II. Dünya Kongresi'nde; "Biz komünistler, sömürgelerin burjuva bağımsızlık hareketlerini, yalnızca bu
sonuncular gerçekten devrimci iseler ve sömürge yöneticiler köylüleri ve sömürülen kitleleri devrimci bir
ruhla eğitme ve örgütleme çalışmalarımızı engellemedikleri zaman desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz. Eğer
bu koşullar yoksa, bu ülkelerin komünistleri reformist burjuvaziye karşı da mücadele etmelidirler" deniyordu.
(25) Oysa bu ilkeler bir kenara atılarak başka gerekçelerle geri ülkelerdeki gerici yönetici sınıfların
desteklenmesi, Komin-tern'in ilkelerinin, boş sözler olarak, sadece kongre tutanaklarında kaldığım
gösteriyor.
"Sömürge devriminin hedefleri burjuva demokrasisinin boyutlarım aşmalıdır" ilkesine karşılık, gerçek anlamda
burjuva demokratik devrime bile varmıya-cağı belli olan hareketlerin desteklenmesi de Komintern'in
yaklaşımının tutarsızlığım gösterir.
"Hindistan, İran ve Mısır'daki milliyetçi burjuvazi, tarım kesiminin parolalarından korkuyor, ve olabildiğince
yıpratma endişeleri, yerel burjuvalar ile feodal ve feodal burjuva toprak sahipleri arasındaki yakın ilişkiyi ve
burjuvaların feodallar karşısındaki entellektüel ve politik bağımlılığını kanıtlar niteliktedir. "(26)
Kapitalist dünya sisteminin emperyalist aşamaya ulaştığı bir dönemde sömürge ve yan-sömürge ülkelerde
gerçekten milli, emperyalizm karşıtı bir burjuvazi aramak boşunaydı. III. Enternasyonal, söz konusu
ülkelerdeki gerçek durumla ilgili hiçbir zaman tutarlı bir bilgi birikimine, dolayısıyla tutarlı tahlillere
ulaşamadı. Zaten böyle bir şeye niyetli de değildi. Milli Mücadele'nin lider kadrosu nasıl "Osmanlıdan kalan
bölgelerden ne koparabilirsem kârdır" mantığıyla yola çıkmışsa, bu pragmatik yaklaşımın ötesine hiç
geçememişse; Komintern de, sömürge ve yan-sömürge ülkelerdeki hareketlerden "ne ölçüde yararlanabilirsem
iyidir" biçiminde bir yaklaşım benimsedi. Böylece, varılan sonuçlar da önceden belirlenmiş oluyordu...
85
Milli Mücadele'nin, resmi ideolojinin çeşitli renklerdeki üreticileri ve yayıcı-ları tarafından ileri sürüldüğünün
aksine; başta İngilizler olmak üzere, emperyalizme karşı bir hareket değil, fakat emperyalizmle uzlaşma
yanlısı bir hareket olduğu buraya kadarki açıklamalarla ortaya çıkmaktadır. Sovyetler Birliği'nin ve son
tahlilde Sovyet yönetiminin elinde diplomatik bir manevra aracı haline getirilen Komintem'in Milli
Mücadele'ye destek vermesi, onun anti-emperyalistli-ğinin garantisi olamazdı...
86
6. BOLUM
MUSTAFA KEMAL ve TARİHTE BİREYİN ROLÜ
"Günlük hayatta, hiçbir bakkala raslıyamazsı-nız ki, bir insanın kendi hakkında söyledikleri ile hakiki şahsiyeti arasında
fark gözetmesini bilmesin. Ama bizim tarihçilerimiz, henüz bu basit düşünce tarzına bile ulaşamamışlardır."
Alman İdeolojisi
Kişiyi yüceltmekle kişiye tapma arasında doğru yönde bir ilişki vardır. Fakat asıl amaç yüceltilen kişi değildir.
Yüceltme, mistifikasyon yaratmak içindir. Böylelikle tarihsel olaylar çarpıtılmak istenir. Tarihsel olayları
çarpıtmaktan amaç da, sınıfsal çıkarları gizlemektir. Tarihsel olayların çarpıtılmasında, bir liderin kişiliğinin
arkasına gizlenmek ekseri başvurulan bir yoldur. Bir Osmanlı Paşa'sını yarı-ilâh durumuna getirenler, elbette
bunu boşuna yapmadılar. Sınıfsal çıkarların bir gereği olarak, Mustafa Kemal'i putlaştırdılar. Aslında Paşa'nın
put-laştınlmasmın nedeni, başarılan şeylerin büyüklüğünden çok, emekçi kitlelerden gizlenmesi gerekenin
öneminden kaynaklanıyordu. Mustafa Kemal'in yaptıkları, bir başka Mustafa'nın, Mustafa Reşit Paşa'nın
başlattığı "olaylar" zincirinde sadece bir halkaydı, üstelik zincirin büyük bir halkası da değildi. Tanzimat,
Islahat, Meşrutiyet, Cumhuriyet yarı-sömürgeleşmenin aşamalarıdır. Oysa resmi ideoloji ve kişi kültü
üreticileri tarafından Cumhuriyetin kurulması yarı-sömürgeleşmenin sonu olarak gösterilmek istenmiştir... Bir
üretim tarzı olarak kapitalizmin her gelişim aşamasına, her tarihsel dönemine uygun düşen sömürü yöntemleri
oluşuyor. Siyasal plandaki bağımsızlık bu bakımdan yeterli olmadığı gibi, Türkiye daha önceki dönemde de
siyasal bağımsızlığını yitirmiş bir ülke değildi.
Mustafa Kemal Tanzimat geleneği dışında değil, söz konusu geleneğin en radikal sürdürücüsüydü. Ne ki, resmi
ideoloji tarafından ısrarla Tanzimat geleneği dışında gösterilmeye çalışıldı. Cumhuriyet aydınları kişi kültü
üretip kişiye tapma yolunu seçtiklerinde, buna mecburdular. Şevket Süreyya Aydemir; "İnkılâbımızı
oturtmaya ve Atatürk'ü putlaştırmaya mecburduk... Ama şimdi size ifade edeyim, kitabımda da yazdım:
Kahraman putlaştığı zaman ölür"(1) diyor. Biz de bu kitapta neden putlaştırmaya mecbur olduklarını
göstermeyi amaçlıyoruz... Tarihsel olayları tahrif ederek ve gerçeğin saptırılmasıyla hegemonya boşluğunu
doldurabilirlerdi...
87
Dünyada sağlığında ve ölümünden sonra Mustafa Kemal kadar anıtı dikilmiş, heykeli, büstü yapılmış, resimleri
çoğaltılmış bir başka lider herhalde yoktur. Mustafa Kemal heykel ve anıtlarının yapılmasından pek çok
hoşlanıyordu, ilk anıtı 1927'de Sarayburnu'nda dikilmişti. Daha sonra heykel ve anıtları görülmemiş
boyutlarda arttı...
5 Ağustos 1935 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nde yer alan bir haberde; "Atatürk yarım bir ilahtır; Türkler'in
babasıdır. Hiçbir devlet şefi için hayatında bu kadar heykel dikilmemiştir; ne Mussolini'nin ne Hitler'in, ne de
Lenin'in anıtları onunkilerle ölçülemez" deniliyordu. Öyle görünüyor ki, yapılan heykeller, anıtlar vb. ideolojik
hegemonya boşluğunu doldurmanın bir aracı olarak görülüyor... Dönemin devlet şairlerinden Aka Gündüz, bir
şiirinde Mustafa Kemal için "Görünmezi görür / Bilinmezi bilir / Duyulmazı duyar / Sezilmezi sezer /
Ezilmezi ezer"(2) diyordu... Bir başka şair "Evliya odur, peygamber odur / Sanatkâr Atatürk"(3) diyor...
Atatürk marşının ilk dörtlüğü de şöyle: "Tanrı gibi görünüyor her yerde / Topraklarda, denizlerde, göklerde /
Gönül tapar kendisinden geçer de / Hangi yana göz bakarsa Atatürk"(4) Benzer nitelikte şiir pek çok ve
yüzden fazla şair değişik vurgu düzeylerinde olmak üzere şiirler yazdı. Böylece dünyada eşine az raslanır bir
"devlet şairleri" grubu ortaya çıktı. Oysa"(...) şair, şiirini araç olarak kullandığı zaman, şairliği ayaklar altına
almış"(5)olurdu..
Bu arada Cumhuriyet döneminin önde gelen devlet şairlerinden Behçet Kemal Çağlar'ın Mustafa Kemal için
yazdığı "Yeni Mevlit", yazık ki(!) Süleyman Çelebi'nin Mevlit'inin yanında çok sönük kaldı. Mustafa Kemal'in
ölümünün ardından gazetelere yansıyan haberlerden birinde;"Atatürk senin için ölüm yoktur. Olamaz! Sen
Türk'ün Tanrısısın! Tanrı hiç ölür mü?"(6) deniyor... "Tanrı ölmez, o dilerse görünür bir müddet"(7) Celal Bayar
tarafından Atatürk'ün yaşam öyküsünün anlatıldığı bir kitapta da; "Atatürk'ü sevmek de bir ibadettir"(8)
deniyor... Bunları yazmaktaki amacımız, Cumhuriyet aydınlarının niteliği hakkında bir fikir vermektir. Suat
Tahsin 1933'deki bir yazıda: "Muhammed büyük bir mürşit, Aristo âlemşümul bir filozof, İskender muhteşem
bir asker, Bismark yaman bir siyasi, Lenin dehhas bir inkılapçı, Danton sehhâr bir hatip ve fakat Mustafa
Kemal bir fevkaadehâdır"(9) diyor.
Bu aşamada teorik bir sorun üzerinde durmamız gerekiyor: Tarihi yapmada bireyin rolü nedir? İnsanlığın
ileriye doğru akıp giden tarihinde, liderin, kahramanın rolü nedir? Lider, bir toplumu şu ya da bu yönde
yerinden oynatabilecek güce sahip midir? Eğer liderin tarihi yapabileceği, bir toplumun evriminin yönünü bir
başına değiştirebileceği kabul edilirse, o zaman gerçekten kişinin yüceltilmesi de haklılık kazanır. Elbette
büyük adamın kaymasından sonra da onun yerinin doldurulması sorunuyla karşılaşılır... F. Engels, G.
Strakenburg'a yazdığı 25.1.1894 tarihli bir mektupta; "Bk memlekette belirli bir dönemde şu ya da bu büyük
adamın belirmesi, elbette ki tamamiyle bir raslantıdır. Fakat, bu adam sahneden çekilirse, yerine bir
başkasının getirilmesi ihtiyacı doğar. Ve az ya da çok becerikli böyle bir adam zamanla bulunur. Şu Korsikalı
Napolyon'u alın, o, Napolyon savaşlarında bitkin düşmüş Fransa Cumhuriyeti için gerekli
olan bir askeri diktatördü. Bu bir rastlantıydı. Fakat Napolyon olmasaydı da, onun rolünü bir başkası üstlenecekti.
Gerekli olduğu zaman böyle adamlar daima bulunur"(10) diyor. Gerçekten de tarih; yüceltilen bir sürü "büyük adamın"
tarih sahnesinden çekilmesiyle, onların yerini alanların ikinci ya da üçüncü sınıf kişiler, orkestrada ikinci yada üçüncü
keman çalmaya mahkûm şahsiyetler olduğunu gösteriyor. Aksi halde, bir yarı-ilah mertebesine çıkartılan Mustafa
Kemal'in yerini orkestrada ikinci ya da üçüncü keman çalan kişilerin doldurması mümkün olamazdı...
Tarihte bireyin rolü sorununa açıklık getirebilmek için, öznel ve nesnel faktörlerin karşılıklı etkileşim ve
belirleyiciliklerini ve bunların diyalektik bütünlüğünü saptamak gerekir. Tarihsel materyalizm; toplumun üretici
güçlerinin gelişmişlik düzeyi, toplumsal sınıfların karşılıklı güç ilişkisi gibi nesnel faktörlere tarih yapmada öncelik tanır.
G.V. Plekhanov bu konuda şunları yazıyor;
"Tesirli şahsiyetler, düşünce ve karakterlerinin özellikleri hadiselerin özel çehresini ve kısmi neticelerinden bazılarını
değiştirebilirler ama, hadiselerin genel istikametini değiştiremezler. Bu istikameti başka kuvvetler tayin eder. "(11)
"Kabiliyetli insanların bizzat kendileri ancak bu genel istikamet sayesinde vardırlar ve bu olmadan onlar hiçbir zaman
mümkünü gerçekten ayıran eşiği aşamaz-lar."(12)
"Hiçbir büyük adam, istihsal kuvvetlerin durumuna artık ya da henüz uygun düşmeyen münasebetleri topluma kabul
ettiremez. Bu manada gerçekten, onun tarihi yapmasına imkân yoktur. "(13)
"Tarihi hadiselerin istikametini son tahlilde tayin eden ise, genel denilen sebepler, yani istihsal kuvvetleri ve bu
kuvvetlerin sosyal ve ekonomik istihsal pro-sesüsü içinde insanlar arasında gerektirdiği (determinant)
münasebetlerdir."(14)
Plekhanov'dan yapılan alıntılar, genel olarak tarihsel materyalizmin bu konudaki temel düşüncesini yansıtıyor. Bunun
karşıtı olan idealist dünya görüşü ise, tarih yapmada kitlelerin ve nesnel faktörlerin hemen bütünüyle önemsiz oldukları
düşüncesine dayanır. Bu konuda Thomas Cariyle, Kahramanlar adlı ünlü eserinde, Plekhanov'un tam karşıtı olan şu
görüşleri ileri sürüyor: "Çünkü benim düşünceme göre dünya tarihi, insanın bu dünyada başardığı şeylerin tarihi, esas
bakımdan yeryüzünde çalışıp çabalamış adamların tarihidir. Bu büyük adamlar; insanların kılavuzu, genel insan
toplumunun yapmaya veya erişmeye uğraştığı şeyin modelcileri, modelleri ve geniş bir anlamda yaratıcıları olmuşlardır.
Dünyada başarıldığını gördüğümüz bütün şeyler yeryüzüne gönderilmiş büyük adamlarda yaşamış düşüncele-rinmaddi
sonuçlan, ameli gerçekleşmesi ve cisimleşmesidir. Korkmadan kabul edebiliriz ki, bütün dünya tarihinin ruhu bu insanların
tarihidir" (15) diyor. Carlyle, bir başka yerde de; "Dünya tarihinin bütün devirleri bize gösteriyor ki, büyük adam daima
yaşadığı çağın mutlaka lazım olan kurtarıcısı, kuru dalın onsuz tutuşması mümkün olmayan yıldırımı olmuştur. Daha önce
de söylediğim gibi, dünya tarihi büyük adamların biyografisidir"(16) diyor...
Plekhanov'nun denemesi, Narodniklerle bir polemikti. Sübjektif Narodnik
89
düşünceye göre, tarihi yapan kitleler değil, kahramanlar, öncülerdir.(*) Plekha-nov'a göre; "Lider, yalnızca
tarihsel bir gereksinmenin ya da zorunluluğun aracıdır ve zorunluluk gerektiğinde kendi aracını yaratır. Bu
bakımdan yeri dolduru-lamıyacak büyük adam yoktur. Herhangi tarihsel bir eğilim, eğer yeterince derin ve
genişse, anlatımını yalnız bir tek adamda değil, belirli bir insan grubunda bulur "(17) Plekhanov'un Taine'den
yaptığı bir alıntıda da; "Yeni bir medeniyet yeni bir sanatı gün yüzüne çıkardığı zaman, toplumun fikrini (ideé
publique) tam olarak dile getiren bir veya iki dahinin yanı sıra, bunu yarı buçuk ifade eden on tane kabiliyetli
insan bulunur"(18) deniyor.
Şüphesiz burada söz konusu olan tarihin gelişimi doğrultusunda, liderin toplumsal süreci tersine çevirip
çeviremiyeceği değildir. Süreci ne ölçüde etkileyebileceğidir. Fakat asıl önemli olan liderin bir kriz anında
ortaya çıkıyor olmasıdır. Dolayısıyla krizin şu ya da bu şekilde çözülmesi, liderliğin takınacağı tavra bağlıdır.
Marx, Ludwig Kugelman'a 17 Nisan 1871'de yazdığı mektupta; "Eğer mücadeleye açıkça elverişli koşullarda
başlanabilseydi, tarih yapmak gerçekten çok kolay olurdu. Öte yandan 'tesadüflerin' hiçbir rolü olmasaydı iş
bütünüyle gizemli bir şey olurdu. Genel gelişim doğrultusunun bir parçasını oluşturan bu 'tesadüfler' başka
'tesadüflerle' dengelenirler. Ne var ki tarihsel gelişmenin hızlanması veya yavaşlaması, hareketi ilk başlatan
kişilerin kişilik özelliklerinin 'tesadüfiliğini' de kapsayan bu tesadüflere büyük ölçüde bağlıdır"(19) diyor.
Ne kadar kabiliyetli olursa olsun, hiçbir Osmanlı Padişahı imparatorluğun çöküşün engelleyemezdi.
Emperyalizm bölgenin tarihine yeni bir güç olarak girmiş ve ağırlığını koymuştu. Son derece yetenekli bir
padişah olan II. Abdülha-mid, bütün çırpınmalarına rağmen, imparatorluğun kaçınılmaz sonunu ancak geciktirebilmişti...
İttihatçıların darbesiyle tahtını terkederken, "on yıl bile yönete-miyeceksiniz" demişti.
Bir liderin büyüklüğüyle onu liderlik mevkiine getiren güçlerin önemi ve derinliği arasında doğru yönde bir
ilişki olmalıdır. Leon Trotsky çeşitli eserlerinde bu sorun üzerinde durmuştur. Preobrajenski'ye Alma
Ata'dan 1928'de yazdığı bir mektupta; "Eğer Lenin 1917 Nisan'ında Petrograd'a gelmenin yolunu bulamasaydı,
Ekim ihtilalinin olmıyacağını sen benden daha iyi bilirsin" diyor. İhanete Uğrayan Devrim'de de;
"Liderliğin niteliği sorunu elbette umursanmayacak bir şey değildir, ve son çözümlemede kesin değildir,
Bolşevikler.. Liderlerinin üstün olmasından ötürü kazanmadılar. Siyasi mücadele, temelde argümanların değil,
çıkarların ve güçlerin mücadelesidir"(20) diyor...
Yukarıdaki iki alıntı arasında bir çelişki varmış gibi gelebilir. Trotsky aym sorun üzerinde Rus Devrimi adlı
ünlü eserinde tekrar duruyor ve "sorması cevaplamasından daha kolay olan" soruyu bir defa daha soruyor:
(*) Narodriklere karşı tarihsel materyalizmi savunan Plekhanov'un asıl amacını gözden uzak tutmamak gerekir.
90
"Eğer Lenin 1917 Nisan'ında Rusya'ya gelemeseydi devrimin gelişimi nasıl bir seyir takib ederdi. Eğer ekspozemiz genel
olarak bir şeyler ifade ediyorsa, umarım şudur: Lenin, devrimci sürecin 'yaratıcısı' olmadı. O sadece nesnel tarihsel
güçler zincirine eklendi. Ama, bu zincirde büyük bir halkaydı. Proletarya diktatörlüğü zaten herhalükarda gündemdeydi.
Geriye sadece onu başlatmak kalıyordu. Bu da bir parti olmadan gerçekleşemezdi. Partinin de misyonunu
gerçekleştirebilmesi için önce onu kavraması gerekiyordu. İşte bunun için Lenin gerekliydi. Onun gelişine kadar hiçbir
Bolşevik lider, sürece devrim teşhisi koymamıştı. Kamanev-Stalin yönetimi olayların zoruyla sağ ve sol patriyotizme
doğru savrulmuştu. Devrim, Lenin'le Menşevikler arasında ara çözümlere yer bırakmıyordu. Bolşevik Parti'de de bir iç
mücadele kesinlikle kaçınılmazdı.
"Lenin'in gelişi sadece bu süreci hızlandırdı. Ve onun kişisel etkinliği krizin süresini azalttı. Yine de o olmadan da
partinin yolunu bulabileceğinden emin o-lunabilir mi? Hiçbir şekilde bunu söyleyemeyiz. Burada zaman faktörü
belirleyicidir; dahası, zamanı durdurmak mümkün değildir. Diyalektik materyalizmin asla kadercilikle ortak bir yanı
yoktur. Oportünist yönetimin kendi krizi Lenin olmadan belirsiz bir hal alıp uzayabilirdi. Öte yandan savaş ve devrim
koşullan partiye misyonunu gerçekleştirebilmesi için fazla zaman bırakmıyordu... Dolayısıyla bölünmüş ve yolunu şaşırmış
partinin devrim koşullarını uzun yıllar için elden kaçırması ihtimali akla gelmeyecek bir şey değildir. İşte böylesi
zamanlarda güçlü kişiliğin rolü gerçekten çok büyük önem kazanır. Tarihsel zincirin bir halkası olacak olan bu rolün
eksiksiz bilincine varmak gerekir."'21'
Yukardaki alıntı bize göre tarihte bireyin rolüyle ilgili, sorunun en bütünsel çözümlenişini temsil eder. Dikkat edilirse
Trotsky, liderliğin ya da liderin toplumun ancak tarihsel gelişim doğrultusunda etkili olabileceğini, liderliğin olaylar
zincirinde bir halka olduğunu, insanların bilinçli eylemleriyle toplumu dönüşüme uğratabileceklerini, zaman faktörünün
önemli olduğunu, tarihsel materyalizmin kadercilik olmadığını vb. çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor. Yükselen bir sınıfla
henüz tüm gücünü yitirmemiş fakat çökmekte olan bir sınıf arasında mücadele en yüksek düzeye çıktığında, liderliğin
müdahalesiyle dengenin sürekli ve kesin olarak değişebildiği tarihi bir gerçektir.
Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali adlı eserinde "ihtilali o aydınlar yaparlar ki; hareketleri, çalışma sonuçlan,
milletin yüksek menfaatlerinin ifadesinden başka bir şey değildir. O kadar ki, mümkün olup da bunları küme yapsaydı,
kendi menfaati bakımından başka türlü hareket edemezdi"(22) diyor. İnkılap Dersleri Profesörü daha da ileri gidiyor;
"İhtilallerin genişliği ve kavrayışı, şeflerin kafalarının dışa yansımasıdır..."(23) Mustafa Kemal de: "Bu inkılâp milletin
selameti namına, halk namına yapıldı"(24) der.
Büyük Fransız Devrimiyle ilgili olarak, Bozkurt; "Fakat bu ihtilali yapan şahıslar kimlerdi? Ve kaç kişi idiler?" diye
soruyor:
"İtalyan tarihçi Guglielmo Ferrora'ya göre Fransız ihtilalini başaranların sayısı iki
91
yüzü geçmez. Bence bu bile fazladır Bu sayı iki üç kişiye indirilebilir. Mira-beau'nun ilk meclisteki meşhur nutku,
Mirabeau'nun sözleri kıvılcımı tutuşturmaya kâfi geldi. Bilindiği gibi, Mirabeau, kralın meclisin dağılmasını emrettiğini
bildiren mabeyinciye, 'gidiniz efendinize deyiniz ki; biz burada milletin iradesiyle bulunuyoruz ve bizi buradan ancak
süngü kuvvetiyle çıkarabilirler', tarzındaki beyanatı, meclisi dağılmaktan kurtarmış ve ihtilal başlamıştı. Artık meclis
kralı değil, ihtilalin gerekimlerini dinliyordu. Kralın otoritesi baş aşağı edilmişti. Başlayan yangını 200 değil, bence iki kişi
idare etti. Bunlar Dalton ve Robers-pierre idi, denilebilir. Dalton bir nutku ile, Fransa'yı tehlikeden kurtaracak kadar
etkili oluyordu. "(25)
Büyük İskender, Büyük Petro, Anibal, Sezar, Washington, Roosevelt, Mus-solini ve Hitler'le Mustafa Kemal'i
karşılaştıran M.E. Bozkurt, Napoleon'la ilgili olarak da şöyle diyor:
"Bir moda daha... nedense bilmem; Napoleon'da eksiksiz meziyetler bulanlar, Atatürk'ü bu Korsikalıyla karşılaştırmaya
çalışırlar. Bence bu gibiler, tarihi bilgilerinden ziyade, dedikoduları yargı aracı olarak kullanmaktadırlar.
"Napoleon Büyük Fransız İhtilali içinde, ateşten bir Fransa buldu. Bu Fransa'nın ruhunda (Danton)'un, (Robespierre)'in,
(Cammille de Moulin) vs. ruhu yanıyordu. O, bu ruhun üstüne bir baykuş gibi kondu, önce Mısır'a saldırdı ve ilerledi. Yüzü
Akkâ duvarlarına çarpınca aklını başına alır gibi oldu. "(26) Hikmet Kıvılcımlı, "Sakarya Savaşı'nı lambayla izlediği
odacığında Napolyon'un heykeli vardı" diye yazıyor..(27)
Bozkurt devam ediyor:
"Mussolini'nin, Roosevelt'in büyük şahsiyetler olduğunda şüphe yoktur. Fakat bunların içinde bulundukları şartlarla,
Atatürk'ün içinde bulunup da başarı sağladığı şartlar arasında dağlar kadar farklar vardır. Ve neticede ortaya konulan
eserl-er.birbirleriyle kıyaslanamayacak kadar yüksektir.
"Atatürk'ün ne olduğunu yakanda yazmıştık. Ne yaptığı, ne bıraktığı da bellidir. Halbuki Mussolini o zamanki başarısını
Dünya savaşından muzaaffer çıkan İtalya'ya borçludur. Roosevelt bir şey yapmışsa dünyanın en zengin bir memleketine,
130 milyonluk Birleşik Amerika Devletleri'ne dayanarak yaptı!
"Hitler, o her zaman Atatürkten örnek aldığını söyledi. "(28) Bozkurt, "anlamlı" karşılaştırmasını şöyle sürdürüyor:
"Zamanımızın bir Alman tarihçisi, gerek nasyonal sosyalizmin ve gerek faşizmin Mustafa Kemal rejiminin az çok
değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm
otoriter bir demokrasidir ki, kökleri halktadır. Türk Milleti bir piramide benzer, tabanı halk, tepesi yine halktan gelen
halktır ki, bizde buna şef denir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir. "(29)
92
Şili'nin kanlı diktatörü 1970'li yıllarda "Otoriter Demokrasi" kavramım ortaya atarken herhalde küçük
Asya'dan esinlenmiş olacak!.. Pinochet de kendi siyasal rejimini "otoriter demokrasi" olarak tanımlıyordu...
Yazar, Mustafa Kemal'i yüceltmek üzere yola çıkıyor ama kendini ele veriyor. İnsanlık tarihine kara bir sayfa
yazdırmış, halk düşmanı, insanlık kültüründe büyük yıkıma neden olmuş iki diktatörle kendi ilahını
karşılaştırmak "devlet aydını" için büyük bir talihsizlik olmalı... Mustafa Kemal de özgün bir diktatör olduğunu
söylemekten geri kalmıyor: "Benim için diktatör diyorlar. Evet ben diktatörüm ama, kalpleri kazanarak
diktatör oldum."(30)
Ne ki, kendini ele veren sadece M.E. Bozkurt değil. Ekmeğini kişiyi "yücelterek" kazanan bir sürü Cumhuriyet
aydını için de durum aynı... Onlara göre, tarihi yapan kişilerdir. Atatürk Hakkında Düşünce ve Tahliller (1943)
adlı eserinde Rükneddin Fethi; "Tarihi büyük adamlardan mahrum ve fakir bir millet üstün bir millet olamaz"
diye yazıyor.(31) Gerçek Yönleriyle Atatürk'ün yazan da; "Atatürk'ün başbuğ olmasının sebebi nedir?" diye
soruyor. İtalyan atasözündeki gibi kendisine benzeyen aydınlardan yaptığı alıntılarla Mustafa Kemal'in
"başbuğ" oluş nedenini açıklamaya zorlanıyor. Ama, "ettiği sevap ürküttüğü kurbağaya değmiyor." Hamza
Eroğlu, Mustafa Kemal için; "yenemeyeceği hiçbir güçlük, deviremeyeceği hiçbir engel yoktur" diyor. Bu
sözler aslında Mustafa Kemal'in kendine aittir. 1935 yılında Amerikalı gazetici Gladys Baker'la yaptığı bir
konuşmada; "Arzu edip de yapamıyacağım iş yoktur. Ben zoraki ve insafsızca hareket bilmem. Bence diktatör,
diğerlerinin iradesine ramedendir. Ben kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim"(32)
diyor.
Hikmet Kıvılcımlı, durumun pek öyle olmadığını yazıyor: "Etrafındaki bu adam ve seviye karışıklığının sebebi
ne? Bir akşam yarıındaki hanıma sof-rasındaki bir davetliyi göstererek; 'Bu adamın ne bayağı olduğunu
bilemezsiniz' demişti. Hanım şaşırarak; 'Aman paşacığım ne diye sofranıza alıyorsunuz' demesi üzerine; 'Ha,
işte,.. Onu da sen bilemezsin kızım' cevabını vermişti. Bu devrin kendisine eski komitekâri taktiklerden
faydalanmak zaruretlerini duyuran hususiyetlerden gelir." Falih Rıfkı Atay'ın Çankaya adlı eserinden
yukardaki alıntıyı yaptıktan sonra, H. Kıvılcımlı şöyle devam ediyor: "Yani.hanımcağız insan üstü kahramanın
çevresini dileğınce yaratıp yok edebileceğini sanıyordu. Kahraman ise, sosyal ilişkilerden nasıl bağımsız
kalınmıyacağını anlatıyordu. Kişi olarak Atatürk, bütün tiksintilerine rağmen, içine düştüğü veya içine işlemiş
çevre sınıf insanlarını kontrol altına alamıyordu. Ne kadar ulu olursa olsun, er- geç kişinin rolü sosyal
sınıfların etkisiyle yönetiliyor, yahut eziliyordu,"(33)
Devrim ideologlarından M. E. Bozkurt, Mustafa Kemal'in emriyle verdiği ve sonradan Mustafa Kemal'in
okuyup onayladığı "İnkîlap Dersleri"nde Kemalist rejimin bakış açısını açıkça ortaya koyuyor: "Batı
medeniyeti ve herhangi bir medeniyet", diyor Bozkurt, "bir küldür; ayrılık kabul etmez, ya hep alınır yahut
alınmaz. Tıpkı dinler gibi." Fakat Batı'dan kurum aktarma da öyle gelişi güzel yapılmıyor.İşçi hakları, temel
insan hakları, dernekleşme hakkı, fikir ve basın
93
özgürlüğü, çok partili siyasal rejim vb. gibi şeylere "ithalat" sırası bir türlü gelmiyor. Elbette burada bir
unutkanlık yok! Gerekçeler üretilmişti. Bir kere bizde sınıflar yoktu!.. Sınıflar olmayınca birden fazla partiye,
bir sürü derneğe, sendikaya vb.de gerek yoktu... İşçi sınıfı yoktu, o halde işçi haklan da gereksizdi... Fikir
hürriyeti istemek de "gericilik" veya en azından "bozgunculuk" olurdu... Çünkü Ebedi Şef neyin nasıl
düşünülmesi gerektiğini göstermişti!
Cumhuriyet aydının bu hali perişanını, Emin Türk Eliçin şöyle dile getiriyor:
"Bu yarı-mistik büyük adamcılık, yalnız geleneksel Türk yönetici sınıfına ve bu sınıfın okulundan yetişen ve bir yandan da sınıf
çıkarlarını gizlemeye çalışan bugünkü burjuva aydınlarına özgü bir haldir. Gerçekten alaturka bir dünya görüşüdür. Avrupa'da yalnız
materyalist, marksist tarihçiler değil, idealist felsefeden gelen aydınlar ve devlet adanılan bile tarih olaylarını öyle büyük adamların
elinde oyuncak saymazlar. "(34)
Mustafa Kemal, Birinci Emperyalistlerarası Savaş'ta cephelerden birinde ölseydi ya da yenilgiden hemen
sonra, Suriye cephelerinden ayrılmadan önce padişahın yaveri Naci'ye yolladığı telgrafdaki istekleri
gerçekleşseydi!.. Yani Ahmet İzzet Paşa kabinesinde harbiye nazırı olsaydı, Anadolu hareketinin başına başka
bir Osmanlı paşası geçecekti. Ş. S. Aydemir'in yazdığına göre, Ahmet İzzet Paşa, Mustafa Kemal'i, "çok şey
isteyen, ihtiraslı biri" olduğu için kabineye almamıştı. Cepheden İstanbul'a döndükten sonra, etkin bir siyasi
mevki elde etmek için uğraştı ve altı ay İstanbul'da kaldı. Hareketin liderliğini bir başkası da üstlense,
Anadolu hareketi mutlaka başarıya ulaşacaktı. Belki olayların seyri biraz farklı bir yol izlerdi ama sonuçta
önemli değişiklik olmazdı. Resmi tarihçilerimiz sorunu bu biçimde ele almaktan özenle kaçınıyorlar.
Oysa Mustafa Kemal'in kendisi de resmi tarihçilerimiz gibi düşünmüyordu. 1919 Temmuz'unda liderlik
konusunda şunları söylüyor:
"Bundan başka, bu şartların istediği adamın, başka birçok bakımlardan da, mutlaka benim şahsım olabileceği bir iddia söz konusu
değildir. Yalnız herhalde, bu memleket evladından birinin ortaya atılması kaçınılmaz olmuştur. Benden başka bir arkadaş da
düşünülebilir. Yeter ki, o arkadaş, bugünkü durumun kendisinden beklediği şekilde harekete evet diyebilsin."(35)
Kadrocular'dan sonra, Mustafa Kemal'in görüşlerini ve "inkılaplarını" kapitalizmle sosyalizm arasında bir
üçüncü yol gibi göstermek amacıyla Doğan Av-cıoğlu da büyük çaba harcıyor ama başarılı olamıyor! Yazar,
Türkiye'de emekçi kitlelerin Milli Mücadele'ye istekle katılmadığını, Mustafa Kemal'in çevresindeki kadronun
uzlaşmacı, "gerici", tutarsız kişilerden oluştuğunu, buna karşılık Mustafa Kemal'in başardığını yazıyor!
Kitlenin gönüllü desteği olmadan, tutarlı bir kadro ve ideoloji yokluğunda gerçekleştirilen "inkılabın" çapı ne
olabilir? Yazar buna farkında olmadan cevap veriyor: "Toplumsal güç hesaplarım bir meydan savaşı
yönetircesine iyi bilen ve güçleri iyi ölçen Komutan Atatürk,
94
şeyhlere, ağalara, aşiret başkanlarına, Anadolu tüccar ve eşrafına, yani feodal, ya da yarı-feodal güçlere
dayalı bir milli mücadele yaptığının bilincindeydi." Şeyhlere, ağalara, aşiret başkanlarına vb. dayalı hareket
"başarıya ulaşınca", şeyhlerin, ağaların, komprador burjuvazinin vb. çıkarına işleyen bir düzen kurulabilirdi...
Her siyasi lider son tahlilde belirli sınıfların çıkarlarının temsilcisidir. Hiçbir lider boşlukta durmaz. Belirli
sınıfların omuzlan üzerine çıktığında "büyüktür." Ve liderin büyüklüğü, dayandığı sosyal sınıfların gücünün
bireysel plana yansımasıdır. Bir liderin, emperyalizm çağında asalak sınıfların çıkarlarının en yüksek düzeyde
temsilcisi olarak, tarihin akışını, toplumsal süreci etkilemedeki rolü ne olabilir? Mustafa Kemal'i başa
geçirenlerin gücü (ayân, eşraf, toprak ağası, şeyh, aşiret başkam, komisyoncu-tüccar, komprador burjuvazi,
Batıcı Osmanlı bürokrasisi), Mustafa Kemal'in gücüymüş gibi gösteriliyor. Her siyasal hareket son tahlilde
belirli sınıflara dayanır. Liderlik bu sınıfsal çıkarların siyasal plana yansımasıdır. Elbette bu, liderliğin
"edilgen" bir şey olduğu anlamına gelmez. George Novack'ın yazdığı gibi: "İnsanoğlu yaşantısında olayların
akışı ile sürüklendiği zamanlarda bile, geleceğin yönünü değiştirebilir. "(37) Türkiye'de gerçek anlamda
"inkılap" yapmanın koşulu, asalak sınıfların tasfiyesiyle mümkündü. Bunların tasfiyesi bir yana, Cumhuriyetin
kurulmasıyla konumlarını güçlendirip ağırlıklarını daha da artırdılar. Büyük oranda "vatan kurtarma" rantına
kavuştular!..
Fidel Castro, bir dergiyle yaptığı söyleşide; "İspanyol dilindeki en iyi yüz şiirden birinde, dehanın nasıl insan
ruhunun derinliklerinde yattığı ve 'kalk ve yürü' diye çağrıda bulunacak bir ses beklediği anlatılır. Doğrudur
bu, yürekten inanıyorum. Bu nedenle, önder olmak için gerekli niteliklerin ayrıksı nitelikler olmadığına
inanıyorum."(38) diyor. Zaten bir toplumsal hareketi veya bir toplumsal dönüşümü bir tek liderin kişiliğiyle
özdeşleştirmek, toplumsal süreci "dondurmak", değişen toplumsal süreci değişmeyenle açıklamak ve ona uyum
sağlamak gibi bir açmaz yaratacaktır.
Bir toplumda devrimden söz edebilmenin koşulu, tarihsel olarak geri toplumsal sınıfların etkisizleştirilip daha
ileri sınıfların toplumsal süreci belirler hale gelmesidir. Mustafa Kemal bu anlamda hiçbir köklü yeniliğe
yanaşmadı. Zaten toplumsal güç dengeleri ve geçerli hakim sınıf ittifakı köklü dönüşümlere asla izin
vermezdi. Toplumsal (egemen) sınıfların gücü onun kişisel iradesinden daha önemliydi. Böylesi bir ortamda
(üretim ilişkilerine dokunmadan) yapılan "inkılaplar", Türkiye'nin az gelişmişlik yolunda daha hızlı
ilerlemesinden öteye bir anlam taşıyamazdı. Milli Mücadele'yle çıkarları tehlikeye giren mülk sahibi sınıfların
sömürü olanakları güvence altına alındı. Doğrudan üreticiler (emekçi kitleler) cephesindeyse, sömürü ve
baskının derinleşmesinden öteye bir "yönelim" söz konusu olmadı... Resmi ideologların diline doladığı
"inkılaplar" emekçi insanlar için büyük önem taşımıyordu. Elli yılı aşkın bir zamandır abartılan inkılaplar III.
Selim, II. Mahmut döneminden beri yapılagelenlere yenilerinin eklenmesinden öteye şeyler değildi.
95
Çağdaş liderler, teorisyen olmak durumundadırlar. Mustafa Kemal teorisyen değildi. Sistematik bir düşünce bütünlüğüne
de ulaşmış değildi. Söyledikleri arasında ve yaptıklarıyla söyledikleri arasında bir sürü çelişkinin varlığı bu yüzdendir.
Eklektik bir bilince sahipti. Bu durum kendisi hakkında çelişik yorumlara neden olmuştur. Türkiye'de sol hareket bile
onun bazı sözlerine aldanmaktan kurtulamamıştır... Türk sosyalistleri onda, anti-emperyalist ve anti-feodal bir şeyler
bulmak için boşuna zorlanıp durdular. Hâlâ da zorlanmaya devam ediyorlar.. Bir siyasal liderin kiminle birlikte kimden
yana olduğu kime karşı olmadığım da ortaya koyar...
Mustafa Kemal'in olaylara Makyavelist bir yaklaşımı vardı. Komitacı taktik ve yöntemleriyle amaca ulaşmayı yeğlerdi.
Onun teorisyen olmayışı bile bir erdem sayılmıştır!.. M. E. Bozkurt, onun teorisyen olmayışını dehasından sayıyor.
Lenin'le Mustafa Kemal'i karşılaştırırken şöyle diyor: "Atatürk, Lenin'in de aksine olarak yazmaktan değil, yalnız
yapmaktan hoşlanıyor. Büyük Nutuk ve ona ilişik vesikalar kitabını, işler başarıldıktan sonra yazdı. O yapmadan yazmıyor.
Yapmadan laf yok!.. Yaptıktan sonra anlatma, hesap verme var!"(39) Erik Jan Zürcher ise nutuktan asıl amaçlananın ne
olduğuyla ilgili olarak; "Mustafa Kemal'in 1927'de okuduğu ünlü Nutuk'u, 1919-1927 yıllarının tarihi olarak değil, 1926
temizlik hareketini haklı çıkarma girişimi olarak görülmelidir"(40) diyor. Bugün de ünlü bir hukukçu, kendisine; "Bu tatbik
ettiğiniz esaslar hiç bir hukuk kitabında yoktur" diyor. Mustafa Kemal; "Tatbik edilip tecrübe edilen işler kaide ve
prensip haline gelirler. Ben yapayım siz kitaba yazarsınız"(41) diyor. Bu konuda Taha Parla; " 'Doktrin aksiyondan sonra
gelir' şeklindeki Kemalist şiar, siyasal yaşamı olduğu kadar akademik siyasi düşünceyi de etkilemiştir"(42) diyor.
Asrileşme, Batılılaşma vb. olarak sunularım, son analizde sömürgeleşme süreci olduğunun farkında olanlar da elbette
vardı. Ama bunların "bilinci" önem taşımıyordu.. Bunlardan biri, Ziya Paşa'ydı. 3 Mayıs 1869'da Ziya Paşa şunları
yazmıştı:
"Çitari ve Şayak ve aba ve sof giyerdik ve çatma ve ehram döşerdik. Fakat harice bir para borcumuz yok idi. Alnımız
açık gezerdik. Vaktaki Avrupaya arzı cemile için taklid-i hareket yolunu tuttuk, entari ve cübbe ve şalvar ve yemeni ve
merku-bu çıkardık. Setre ve pantalon ve kundura giydik, bu sebeple bizim terzi ve kumaşçı, yağlıkçı ve çulha ve kazzaz
ve simkeç ve yemenici ve çedikci esnafımız geçinemeyip battılar. "(43)
Sömürgeleşme, sadece ekonomik bir kategori değildir. Osmanlı münevverinin kafası da "sömürgelesmişti." Mustafa
Kemal'e, Jön Türklerin programında yer alıp da gerçekleştirilemeyen birçok "inkılabı" gerçekleştirmek nasip olmuştur.
Resmi ideoloji ısrarla Mustafa Kemal'i söz konusu geleneğin dışında tutmaya çalışmıştır. Aslında amaçları kişiyi
yüceltmek olanların bu tip "manipülas-yonlara" girişmeleri anlaşılır bir şeydir...
Olayların çarpıtılmasına dayalı resmi tarih ve resmi ideoloji üretmeye koşul-
96
muş aydınların bir başka kuruntuları da, Mustafa Kemal'e Batılıların hayran oluşudur. Bu hayranlık onun
"evrensel" kişiliğine bir kanıt sayılıyor... Emperyalist Batı neden Mustafa Kemal'e hayran oluyor? (Eğer
gerçekten böyle bir şey varsa!) Devlet aydını burada da kendini ele veriyor. Gerçek Yönleriyle Atatürkçülük'ün
yazarı; "Batılı yazar ve politika adamları Türk Devrimi'nden Doğu aleminden bir kader, alın yazısı
değiştirir gibi, Batı Medeniyetine yönelmesini bir takdir, hayranlık ve büyük bir başarı sayarak
bahsetmişlerdir" diyor. Herhalde emperyalist devletlerin yöneticileri ve sözcüleri, Mustafa Kemal'in mavi
gözlerine hayranlık duymuyorlardı. Onu emperyalist çıkarlar açısından değerlendiriyorlardı... Bu açıdan
bakılınca da kuşkuya yer yoktu. Zira tutulan yol "yeni-sömürgeciliğin" yoluydu. Türkiye'de 1920'lerde,
1930'larda gerçekleştirilenler, klasik sömürgeciliğin tasfiye edildiği E. Savaş sonrasında birçok yoksul ülkede
gerçekleştirilenlerin öncüsüydü... Gerçekleştirilen "inkılaplar"ın Batı'ya bir zara-n dokunmadığı gibi, tam
tersine Batı'nın işini daha da kolaylaştırmaktaydı. Bu durumu çok iyi bilen emperyalist yöneticiler, Mustafa
Kemal'in kişiliğinde güvenilir bir müttefik bulmuşlardı. Onun kişiliğinde ayrıca Batı hayranlığının en radikal
temsilcisini bulmuşlardı...
Bu yüzden, klasik sömürgecilikten kurtulan ülkelere Batılı yöneticilerin, akıl hocalarının, bu arada "bilim
adamları"nm, Mustafa Kemal örneğini vermeleri boşuna değildir. Böylece, sanki bir "üçüncü yol" varmış gibi
gösterilmek isteniyordu. Mustafa Kemal Hareketi gerçekten emperyalizme karşı olsaydı, emperyalistlerin
bölgedeki çıkarlarına ciddi bir darbe indirseydi başkalarına örnek gösterilmesi söz konusu olur muydu?
Emperyalist devletler sömürüp baskı altında tuttukları, kaynaklanna el koydukları ülkelerdeki hayati
çıkarlarının tehlikeye girmesini isterler miydi? Batılılar, artık klasik sömürgeciliğin gününü doldurduğu bir
dönemde, Mustafa Kemal liderliğinde aralanan kapının yeni sömürgeciliğin yolu olduğunu çok iyi biliyorlardı...
Mustafa Kemal Hareketi, emperyalizmin çıkarlarına zarar vermiyordu ve emperyalizmle yeni bir "dengenin
kurulması" demekti. Asya'nın, Afrika'nın, Latin Amerika'nın mazlum halkla-n, Mustafa Kemalinkine benzer bir
yol izledikleri sürece, emperyalizmin bundan hiçbir zararı olmazdı... Emperyalistler, Türkiye'deki düzeni
diğer azgelişmiş ülkelere örnek göstermekten çıkar umuyorlardı. Bu amaçla, Mustafa Kemal Hareketi "ilerici"
bir hareket olarak gösterilmek isteniyordu... Böylece, "ilerici" bir görüntü veren bir cila altında
sömürgeciliğin yeni bir biçimi sergileniyordu. Sonradan buna neo-colonialisme denilecekti. Yaklaşık yetmiş
yılda yaşadıklan-mız, yapılan tüm abartmaların, ideolojik zorlamaların ne anlama geldiğini gösteriyor.
Azgelişmişlik sürecindeki diğer ülkelerden Türkiye'nin gerçekten bir farkı var mı?
Eğer bugün Türkiye Batılılar'ın her istediğini yaptırabildikleri bir ülke olmaktan kurtulamamışsa, bunun
nedeni, ülke kaynaklarını yerli asalak sınıfların emperyalistlerle ortaklaşa talan etmeleri ve sağlıklı gelişme
yollarım tıkamalarıdır. İşte bu talan, Mustafa Kemal'in kişiliğinin gerisine gizlenerek yapılıyor. Asalak
sınıfların ve emperyalistlerin sömürüsü devam ettikçe, bu, "Atatürkçülük" oluyor. Bu sömürüye karış çıkan
her kim olursa, "Atatürkçülük yolundan sapmış" sayılıyor.
97
Mustafa Kemal, mülk sahibi sınıfların siyasal ve ideolojik temsilcisi olarak, o sınıfların çıkarlarını
gerçekleştirmek amacıyla bazı "inkılaplar" yaptı. Atatürkçülük sayılan bu inkılapların anlamı ne idi? Tekin Alp,
1937'de Fransızca olarak Fransa'da yayınlanan Le Kemalisme adlı eserinde, Kemalizme uygun düşen asıl
kavramın "devrim" olduğunu ve köklü dönüşümlerin gerçekleştirildiğini, üstelik bu devrimin, kansız bir şekilde
gerçekleştirilmiş olmasının onun bir orijinalliği olduğunu, Türk halkının İstanbul'un Asya kıyısından Avrupa
kıyısına geçercesine, kolaylıkla yüzyılların kökleştirdiği Doğu mantalitesinden Batı mantalite-sine geçtiğini
yazıyor.(44)
Dikkat edilirse yazar, yapılanların Doğu'dan Batı'ya, Doğu kültüründen Batı kültürüne kaçış olduğunu
söylüyor. Bunun da Kadıköy'den, Karaköy'e geçmek kadar kolay gerçekleştiğini yazıyor. Kültür değişimini iç
çamaşırı değiştirmek kadar kolay ve "mümkün" bir şey olarak görüyor!.. Bunun pek yararlı bir şey olduğuna da
inanıyor. Cumhuriyet aydınlan, Tanzimat ve Meşrutiyet aydınlan gibi Türkiye'nin "geri kalmışhğı"run gerçek
nedenini kavrayacak yüksekliğe hiçbir zaman çıkamamışlardır. Bugün de Türkiye'yi yönetmeye aday siyasal
partilerin ve onlara akıl hocalığı eden aydınların ve bilim adamlarının çıkmazı da buradadır. Sanılıyorki,
"geriliğin" nedeni İslam kültürüdür. Ve daha genel olarak da, Doğu kültürüdür. Bu ilkel mantığa göre, Doğu
kültüründen kurtulmak (bunun nasıl gerçekleşeceği de tartışılmadan) "gerilikten" kurtulmakla özdeştir! ..
Eğer öyle olsaydı, geri kalmışlık sadece Müslüman ülkeler için söz konusu olurdu. O zaman Latin Amerika'nın,
Afrika ve Asya'nın birçok ülkesinin geri kalmışlığım anlamak zorlaşırdı!.. Şüphesiz Doğu kültürünün en
katıksız biçimine sahip Japonya'nın da nasıl olup da bugün emperyalistler hiyerarşisinde ön sıralarda bir
ekonomik güç haline geldiğini açıklamak daha da zorlaşırdı!.. Aydınlar, farkında olmayarak da olsa (ki farkında
olmalan da fazla önemli değildir), Batı kapitalizminin sözcülüğünü yapmışlardır. Yanlış sorulan soruya doğru
cevap verilebilir mi? Oysa geriliğin gerçek nedenini kapitalist yayılma ve emperyalist sömürüde ve
biçimlendirmede (biçimsizleştirmede) aramak gerekiyordu. Nitekim, Batı kapitalizminin etkisi altına
girmeden önce Doğu halkları ve diğer yanmküredekiler "geri"' değil, farklıydılar. Azgelişmiş asla değildiler.
Aydınlar, "düğüm noktasını" kapitalist yayılmada, kapitalist şartlandırmada değil de, kendi kültürlerinde
aradılar. Kendi kültürlerinden uzaklaşarak "mutlu sona ulaşacaklarını" sandılar!.. Bunun da yolu Batı kültürünü
ve Batı'nın üstyapı kurumlarını daha fazla ithal etmekten geçiyordu... Oysa Batı'nın üstyapı kurumlarının
farklı sosyal formasyonlara transfer edilmesi iki olumsuz sonucu bir arada üretebilirdi ki; bunlar;
emperyalist sömürünün derinleşmesi ve kültürel yabancılaşmanın hızlanmasıdır... Zaten Batı burjuva
kültürünün ilerici unsurlarının taşınması da söz konusu değildi. Amerika'nın yerli halklarım soykırıma uğratan,
Afrika'yı köleleştiren, Asya'yı sömürgeleştirenlerin buralara bir de "ilerici kültür" götürmeleri, zaten
eşyanın tabiatına ters düşen bir şeydir.
Bu konuda Yves Benot haklı olarak; "XVII ve XVIII. yüzyılların Rönesans Avrupası, bilginler ve filozoflar
Avrupası; denizlerin ötesine maceracılarını, po-
98
tansiyel haydutlarını,bir kısım insan artıklarını, hattâ orospularını attı. Öncü entelektüellerini ve onların
düşüncesini hiçbir şekilde deniz aşırı ülkelere yolla-madı"(45) diye yazıyor.
Daha önce de yazdığımız gibi, toplumun temelinde hiçbir radikal dönüşüme yanaşmayan, emperyalizmle
ilişkilere dokunmayan Kemalistler, kültür planında radikal bir kopuş yaratarak, Batı gibi olunacağını
sanıyorlardı... (Elbette, Batılılaşma süreci başlayalıdan beri, "Batı gibi olan" bir kesim hep var oldu. Bu kesim
kendi "geri" insanlarını kötüleyip Batı'ya öykünmeyi ve onunla özdeşleşmeyi, onun bir parçası olduğunu
göstermeyi fanatik bir alışkanlık haline getirmiştir.) Zaten kültürde radikal kopuş sanıldığı kadar kolay
olmadığı gibi, arzulanır bir şey de olmamalıdır. Zira böylesi bir yaklaşım kendi kültüründe ve geçmişinde
hiçbir olumlu unsur (öğe) bulunmadığı anlamına gelir. Aynı şekilde bu, "özenilen" kültürün de, "sütten çıkmış
ak kaşık" gibi saf, temiz olduğu gibi saçma bir düşünceye dayanır. Zaten kültürel alanda "radikal kopuş",
geçmişle, seçici olmayan, toptan bir kopukluk yaratır. Oysa eski olanda da, geçmişte yaşanmış olanda da
olumlu yanlar (unsurlar, öğeler) mutlaka mevcuttur. Bunların yeni durumda korunmaları, sürdürülmeleri
gerekir. Bunun olumsuz bir örneği "sosyalist" ülkelerde görüldü. Demokrasi, "burjuva demokrasisi" sayılıp
mahkûm edildi. Elbette bu ülkelerde iktidara el koyan bürokratik kliklerin demokrasiye düşman oluşları
sınıfsal çıkarlarının bir gereğiydi. Aslında demokrasi, burjuva demokrasisi değildir. Böyle bir yaklaşım
emekçilerin bin yıllardır verdikleri mücadeleyi yok saymak anlamına gelir. Burjuva demokrasisini suçlayanlar,
onun çok gerisinde bir siyasal rejim oluşturdular. Demokrasinin insanlığın çok önemli bir kazanımı olduğu
gerçeğini yok saydılar. Oysa yapılması gereken burjuva demokrasisi diyerek mahkûm etmek değil, onun içini
daha da doldurmak, özünü pekiştirmekti. Elbette, sözünü ettiğimiz sürekliliğin sağlanması gereği, status
quo'nun korunması olarak anlaşılmamalıdır. Asıl yapılması gereken, koruyup aşmak zorunda olduklarımız
arasında bir denge oluşturmaktır. Ancak böylesi bir yaklaşım gerçerliyken arzulanan ve mümkün olan arasında
bir denge kurulabilir.
Hiçbir kültür bütünüyle geri (gerici) olamaz. Kültür çok uzun bir geçmişin ürünüdür. Mekanik bir anlayışla
kültür ithal etmek, bir tüketim malı ithalinde olduğu gibi kültür ithal etmek, bilimsel değildir. Bizim
aklıevvellerimiz (resmi ideoloji üreticileri), zaten kültürün Arap ve Fars karması, melez bir kültür olduğunu
ve Türk kültürünün baskı altında tutulduğunu, dolayısıyla bu kültürden radikal bir kopuşun ileri bir adım
olduğunu ısrarla ileri sürüyorlar. Osmanlı kültüründen radikal bir kopuşla "boşalan yerin" nasıl doldurulacağı
sorusuna ise inandırıcı cevap veremezler. Ama "Güneş-Dil Teorisi" gibi gariplikler üretmelerine ne demeli?
"Tarih Tezi" gibi saçmalıklar üretmekle mi boşluk doldurulacaktı? Elbette bunun, kendine dönmek, benliğe
dönmek olduğu ileri sürülüyor. Doğu İslam kültüründen radikal kopuş "milliyetçilik" sayılırsa, kendim
emperyalist kültürün kucağına atmak ne olur? Boşluğun Batı burjuva kültürüyle doldurulması olmaz mı? Bu
bağlamda ani bir kararla, Arap harflerinin atılarak yerine Latin harflerinin alınması bir talihsizlik
olmuştur. Genç nesiller,
99
yüzyıllardır birikip gelen kültür mirasının dışına atılmışlardır. Arap harflerinin yerine Latin harflerini
alınmasına gerekçe olarak da, bu alfabenin zorluğu ileri sürülüyor. Oysa, bir ülkede okuma yazma
bilmeyenlerin çokluğunu veya azlığını alfabeye bağlamak inandırıcı değildir. Latin harfleri alındıktan sonra da
oku-ma-yazma bilmeyenler büyük bir oran oluşturmaya devam etti. Sorunun çözümü alfabeyle değil, doğrudan
eğitim politikasıyla ilgilidir. Aksi halde dünyanın en karmaşık alfebelerinden birine sahip olan Japonların okuryazarlık
sıralamasında sonlarda yer almaları gerekirdi... Üstelik, yaşam boyu hemen hiç ya da pek az okuyan
kişinin belirli yaşlarda okuma-yazma öğrenmesi de sanıldığı kadar önemli değildir. Okuma-yazma bilmekle ilgili
tartışmaya burada girmemiz gerekmiyor.
İstendiği kadar yüceltilsin; Mustafa Kemal'in kişisel gücü ve gerçekleştirebileceği şeylerin sınırı, sınıfsal güç
dengeleri ve dış bağlantılar (emperyalizm) tarafından belirlenmişti. Resmi ideoloji, tarihi tahrif etmek için ne
kadar zorlanırsa zorlansın, putlaştırılan kişi boşlukta durmuyordu. Dayandığı temel (sosyal sınıflar) ise,
Türkiye'yi ancak Batının bir uydusu yapabilirdi.
100
7. BÖLÜM
KEMALİST REJİMİN NİTELİĞİ: ORİJİNAL BİR BONAPARTİZM
Burjuva toplumunun gerçek başları tezgâhların gerisinde yer alıyorlardı...."
K.Marx
Mustafa Kemal'in siyasal rejiminin niteliğiyle ilgili tutarlı tahliller, hemen hemen yok gibidir. Bu konuda
yazılanlar çoğunlukla Mustafa Kemal'i yücelten, bilimsel nitelik taşımayan, iktidardan bir "hediye" koparmak
amacıyla yazılmış safsatalardan ibarettir. Cumhuriyet dönemi bilim adamları ve yazarları, dün olduğu gibi
bugün de Mustafa Kemal dönemi siyasal rejimiyle ilgili gerçeği söylemekten kaçınıyorlar. Onu bir çeşit sub
speciereipublicae ^ olarak görmek istiyorlar...
tsmail Beşikçi, Türk üniversitelerinin resmi ideolojinin dışına çıkmadıklarını söylüyor. Gerçekten de Türk
üniversiteleri Ulu Önder Atatürk'e övgüler yazmanın ötesine geçemiyor. Aslında üniversite çevrelerinin bu
tutumu şaşırtıcı değildir. Burjuva toplumunda eğitimin amacı hiçbir zaman gerçekleri bulup ortaya çıkarmak
değildir. Her şeyin metalaştığı bir ortamda bu zaten kolay da değildir. Düzeni yeniden üretip yaşatmak amacı
taşıyan, bu amaçla oluşturulmuş kurumlardan, o düzeni eleştiren teorik yaklaşımlar beklemek iyimserlik
olurdu... Tam tersine, üniversite (sosyal bilimler), sorunlara eleştirel olarak yaklaşanları barındırmaz. Onlara
kapılarını kapar. Üniversiteler kapılarını kapayınca, ekseri, map-usane kapılan açılır.... Mevcut düzeni
eleştirmeyen, üstelik yüceltenlere de başka kapıların açıldığı çok iyi bilinir. Ünvanlar da, çoğunlukla kurulu
düzene bağlılığım kanıtlayanlara verilir. Bu adamlar, Ünvanları bilimin bir dalında yaptıkları katkıdan ötürü
almazlar. Ama, unvanları var diye "otorite" sayılırlar. Elbette hizmetlerinden başka alanlarda da yararlanılır.
Yönetim kurulu üyelikleri, bilirkişilik vb. gibi sayısız alanda katkıda bulunurlar. Bunlar arasında "tarafsız
bilimi" bilimden sapanları cezalandırmak için başanyla kullananları da çıkar. Bu alandaki bilimsel yeteneklerini
bilirkişi raporlarıyla kanıtlarlar...
Prof. Nermin Abadan, Mustafa Kemal döneminde yapılan seçimleri (aslında seçim değil tayindir ve 12 Eylül
generallerinin Danışma Meclisi'nden bile antidemokratik yöntemler söz konusudur), "örnek denilecek tarzda
serbest ve adil
(*) Özel bir devlet biçimi
101
bir atmosfer içinde"(1) yapılmıştır diye yazdığı için; önce profesör, sonra senatör tayin edildi. Herhalde bu
tahlilde bir yanlış anlama vardır. Eğer, milletvekillerini(*) Mustafa Kemal'in tam bir serbestlik içinde tayin
ettiği söylemek isteniyorsa bu, gerçekten doğrudur. Bir başka bilim adamı İsmail Beşikçi, Mustafa Kemal
döneminde serbest seçimlerin kesinlikle söz konusu olmadığım yazdığı için, önce üniversiteden atıldı, sonra da
uzun yıllar kalacağı hapishaneye sokuldu. Şimdilerde de aynı görüşleri savunmaya devam ettiği için, ya
hapishanededir ya da hapis tehdidi altında... Sömürü düzeni ne istediğini iyi biliyor. İstediğini verenlere, bu
hizmetlerini karşılıksız bırakmıyor....
Tarihte, doğru bildiklerini söylemekten korkmayan, kurulu düzenin istediğini değil, doğru bildiklerini
söylemekten çekinmeyen insanlar hiçbir dönemde eksik olmadı. Erdemli yaşamayı başaran bu insanlar, sanki
hep Romalı şair Ho-ratius'un şu ünlü dizelerini hatırlatır gibidirler:
"Olgun, kendisine hakim, öylesine ki
Ne yoksulluk korkutur onu, ne ölüm, ne zindan;
Tutkulardan sıyrılmış, şereflere gözü tok;
İçine kapanmış, toparlanmış, yalın bir küre olmuş
Pürüzsüz yuvarlanır bir başına,
Talihe tutamak vermeden, hiç yenilmeden "(2)
Kemalist rejim diğer siyasal rejimler karşısında hangi ayırdedici özellikler taşıyordu? Bonapartist bir siyasal
rejim hangi noktalarda Kemalizmle benzeşen ve ayrılan özelliklere sahiptir? Bu aşamada bu sorunlar üzerinde
duracağız. Bonapartizm kavramı, ilk defa Karl Marx tarafından, Luis Bonaparte'ın darbesiyle ortaya çıkan
siyasal rejimi tanımlamak için kullanıldı. Bonapartizm, bir bunalım rejimidir.
Burjuvazi, işçi sınıfının yükselen mücadelesini bastırmak ya da egemen sınıflar arasındaki sürtüşmenin
patlama noktasına geldiğinde, geçici olarak doğrudan siyasal yönetimden vazgeçer. Zaman kazanarak
iktidarını sağlamlaştırmak için böyle bir yola başvurur. Bu anlamda egemen sınıflar, burjuva rejimlerinden
birinin yerine bir başkasını koymuş olurlar.
Bilindiği gibi, burjuvazinin beş farklı iktidar biçimi; sırasıyla, parlamenter demokrasi, Bonapartizm, askerpolis
diktatörlüğü, faşizm ve sosyal demokrasidir. Bu ifadeden giderek; egemen sınıfın istediği yönetim
biçimini istediği zaman geçerli kıldığı, gibi bir anlam çıkarmamak gerekir. Egemen sınıf kendi gücü, hasım
sınıfların konumu ve tarihsel sürecin aldığı biçime göre bu farklı siyasal rejimlerden birini diğerine tercih
etmek durumundadır.
Türk toplumsal formasyonunun evriminde, Türk Devleti'nin aldığı ilk biçim son derece büyük önem
taşımaktadır. Bugünü dolaylı ve doğrudan etkileyen söz
(*) Milletin vekili olabilmeleri için vekaletin millet tarafından verilmesi gerekir. Kişinin seçtiği adamlara yakışan "milletvekilliği" değil, memur
kavramıdır. Seçim olmayan yerde vekil de olmaz.
102
konusu olguyu açıklayabilmek için, teorik bir hatırlatma yapmak gerekiyor. Burada kısaca Marksist siyasal
tahlilde önemli bir yer tutan Bonapartızm kavramı üzerinde durmakta yarar var. Nitekim, gerek Marx,
gerekse Engels, kendi dönemlerinin önemli siyasal olaylarının tahlilinde bu kavrama oldukça sık
başvurmuşlardır. Daha sonra Lenin ve Trotsky, bu kavramı Kerensky'nin rejimini açıklamak için kullandılar.
Trotsky faşizm tahlillerinde de bu kavrama sıkça başvurmuştur. Yaşadığımız dönemde az gelişmiş ülkelerdeki
birçok siyasal rejimin bu kavramla açıklanmaya çalışıldığı da biliniyor.
Ne ki, tarihsel süreçler kendilerini hiçbir zaman bütünüyle tekrar etmezler. Etselerdi zaten tarih diye bir
şey olmazdı. Bu nedenle belirli kavramları, yeni ortaya çıkan politik, toplumsal olguları açıklamak için bir araç
olarak kullanırken, dikkatli ve ihtiyatlı olmak gerekir. Eğer, gerçekten, Bonapartizm kavramına adını veren
olayı kendine özgü koşullardan soyutlayarak genelleşmiş bir tanım haline getirirsek, Bonapartizmin bütün
çizgilerinin tekrarını arayacak olursak; Bonapartizmin geçmişte kalmış, benzersiz tekil bir olgu olduğunu, yani
genel olarak, Bonapartizm diye hiçbir şeyin olmadığım, ama bir zamanlar Bonapart adında Korsika'da doğmuş
bir generalin yaşadığını görürüz."(3)
İşte bu nedenle, herhangi genelleşmiş bir tanım için olduğu gibi, Bonapartizm kavramı da bir analoji öğesi
olarak siyasal tahlilde kullanılabilir. Şüphesiz analojinin de sınırları vardır. Nitekim, alabildiğince "özgür" bir
genelleme sakıncalı sonuçlar doğurabilir. Elbette böyle olunca da, kavram, açıklayıcı gücünü yitirir. İçi boş bir
kavram haline gelir. Marx, 18. Brumaire'in önsözünde, neden "Sezarizm" yerine yeni bir kavram kullanılması
gerektiğini açıklarken, analojinin tarihsel sınırlarına dikkat çekmektedir.
Tarihsel koşulların farklılığım, özgünlüğünü dikkate almadan yapılan tahliller, yüzeysellikten ve içi boşluktan
kurtulamazlar. Eğer sadece devlet aygıtı çarkının işleyişi ele alınırsa, Sezarizmden Bonapartizme, faşizme,
bu arada Kemalizmden de geçerek ve dahası Stalin rejimine kadar farklı rejimler arasında birçok ortak
özellikler bulmak mümkündür. Ama bu, görünüşte bir benzerliktir. Bu bakımdan, her ne kadar Bonapartizm
devlet aygıtının özel bir biçimlenişi ile tammlanabilirse de, esas olarak belirli tarihsel koşullarda toplumsal
sınıflar arasındaki belirli bir ilişkinin ifadesi olarak ele alınmalıdır. Ve "(...) Bonapartizm analoj isiyle
konuşulduğu zaman, bu olgunun kesinlikle hangi çizgilerinin mevcut tarihsel durumda en gelişmiş ifadelerini
bulduğunu belirtmek gerekir." (4) İşte biz de, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluş dönemindeki
biçimlenişini ve Kemalist (sonradan Milli Şef) diktatörlüğünün yapısını incelerken, bu bakış açısıyla
Bonapartizm analojisini kullanacağız.
Marx, Louis Bonaparte'ın 18. Brumaire'i adlı ünlü eserinde; Louis Bona-parte'nın siyasi rejimiyle ilgili olarak
şunları yazıyor:
"Demek ki burjuvazi, böylece eskiden 'liberal' olarak kutlamış olduğunu, şimdi 'sosyalist' diye suçlayarak,
kendi öz çıkarının self-government tehlikelerinden
103
kurtulmayı emrettiğini, ülkede huzuru geri getirmek için her şeyden önce huzuru burjuva parlamentosuna getirmek
gerektiğini; toplumsal gücünü muhafaza edebilmek için siyasal gücünü kuması gerektiğini, burjuvaların ancak kendi
sınıflarının da öteki sınıflarla aynı sınıfsal hiçliğe mahkûm olması koşuluyla öteki sınıflar sömürmeye ve mülkiyetin,
ailenin, dinin ve düzenin rahat rahat zevkini çıkarmaya devam edebileceklerini; kesesini kurtarmak için burjuvazinin
zorunlu olarak tacını kaybetmesi gerektiğini ve kendini koruyacak olan kılıcın kaçınılmaz, olarak başının üzerinde asılı bir
Demokles kılıcı olduğunu teslim ediyor."(5)
Fakat Marx ve Engels sadece III. Napoleon'un rejimini değil, Bismark'ın rejimini de Bonaparüst olarak nitelemişlerdir.
F. Engels, 12 Nisan 1890'da Sorge'a yazdığı bir mektupta; "Bugünün tüm hükümetleri ister istemez Bonapartistleşiyor"(
6) diyor. Kapitalizmin yükselme ve normal gelişme dönemlerinde, klasik parlamenter rejimler burjuvazinin tarihsel
çıkarlarına daha uygun düşer. Bunalım dönemlerinde ise çeşitli diktatörlükler ya da duruma göre sosyal demokrasi
gündeme getirilir. 18 95'ten sonra kapitalizmin yeniden yükselme dönemine girmesiyle, Bonapartist ve yarı-Bonaparüst
rejimlerin yerlerini klasik parlamenter rejimlere bırakma eğiliminin ortaya çıkması, I. Emperyalistlerarası Savaş'la
birlikte, yeniden Bonapartist eğilimlerin güçlenmesi bu görüşü doğrulamaktadır.
"Sovyet Bonapartizmi ve Burjuva Bonapartizmi" başlığını taşıyan bir yazıda L. Trotsky, Bonapartizmi şöyle tanımlıyor:
"Demokratik hükümet yöntemlerine yatkın olan iktisaden hakim sınıfın, sahip ol duklarını koruyabilmek için bir askeri ve
polisiye aygıtın kendisinin üzerindeki kumandasına boyun eğmek zorunda kaldığı bir rejimdir." "Demokrasinin üzerine
çıkan dolambaçlı yollarla iki kamp arasında gidip gelen ve aynı zamanda hakim sınıfın çıkarlarını gözeten bir şahsi
rejimdir. "(7)
Gerçekten Bonapartizm sınıflar arasında "özel bir dengenin" var olduğu bir yönetim biçimidir.
Bu genel tanımlama içinde yer alan bir dizi rejim, gerek tarihsel dönemin farklılığı, gerekse kendi özel koşullarının
farklılığı nedeniyle birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Nitekim Louis Bonaparte'ın diktatörlüğü, amcası olduğunu iddia
ettiği Napoleon'unkinden; Bismark'ınki bunların her ikisinden farklı sınıflar arası güç dengeleri, ama birbirlerine çok
benzeyen yöntemlerle gerçekleştirilmiştir. Aynı şekilde iki savaş arası kapitalizmin yapısal bunalım dönemine rastlayan
yıllarda Avrupa'daki birçok rejim Bonapartist olarak nitelenmiştir. İtalya'da Giolitti ve Facta, Almanya'da Brünning,
Papen ve Scheicher, Fransa'da Doumergue ve Flandin rejimleri... Aynı şekilde n. Savaş sonrasında General de Gaulle
rejimi de Bonapartizm kavramına sokulmuştur. Gelişmiş bir kapitalizmin ve burjuva sınıfının var olduğu ülkeler için
geçerli olan bu kavram, sömürgecilik ve emperyalizm sonucu kapitalizmin "cılız" bir gelişme gösterdiği geri kalmış
ülkelerdeki rejimler için de geçerlidir. Ne ki, bu sonuncu ülkelerde Bonapartizmin ortaya çıkış nedeni ve işlevi oldukça
farklıdır. Bir
104
kere Türkiye, Mısır, Cezayir vb. gibi ülkelerde Bonapartist rejimler, egemen sı-mflar arasındaki çıkar çatışmasının
patlama noktasına gelişinin sonucu olarak ortaya çıkmıyor. Söz konusu ülkelerde Bonapartizmin ortaya çıkış nedeni,
egemen sınıfların değişik fraksiyonları arasındaki çıkar çatışmasını çözümlemek değil, bu sınıfları güçlendirmektir. Geri
ülkelerde Bonapartist baskı rejimlerinin uzun ömürlü oluşlarının en önemli nedenlerinden biri burada yatmaktadır.
Burjuvazinin palazlanabilmesi için gereksinme duyduğu "barış ve güven" ortamı ancak, "toplumun bütün sınıflarının
ataerkil velinimeti" sayesinde sağlanabilir... Türkiye'de Kemalist rejimin, Mısır'da Nasır rejiminin, Cezayir'de
Boumedyen rejiminin vb. uzun ömürlü olmaları bu durumla yakından ilgilidir. Bu ülkelerdeki Bonapartist rejimlerin daha
baskıcı bir nitelik taşımaları, kapitalist birikimin cılızlığının sonucudur. Bölüşüme konu olan sosyal artığın sınırlı oluşu,
hem egemen sınıflar arasındaki bölüşümün, hem de emekçi sınıflarla egemen sınıflar blokunun "üstünde" bir kurtarıcıyı
zorunlu kılıyor. Zaten gelişmiş bir ülke burjuvazisinin kendi doğrudan siyasi yönetiminden uzun süre vazgeçmesi
olanaksızdır.
Bonapartist rejimlerde Bonapart, tüm toplum kesimlerinin ataerkil kurtarıcısı, tüm toplum sınıflarının "iyiliği" için
ortaya çıkmış toplum sınıflarından "bağımsız" ve onların "üstündeymiş" gibi görünerek, kitleleri yanıltmayı amaçlar.
Diktatör tüm sınıfların üstünde ve sınıflar karşısında tarafsızmış izlenimi yaratmaya gayret eder. Rejim aynı zamanda,
toplumsal sınıflar arasında bir çıkar çatışması değil, fakat çıkar ortaklığı bulunduğu görüşünü de yaymaya çalışır.
Mustafa Kemal, 17 Şubat 1923 İzmir iktisat Kongresi'nde yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:
"Bizim halkımız, çıkarları birbirinden ayrı sınıflar halinde değil, tersine varlıkları ve çalışma sonuçları birbirine lazım
olan sınıflardan ibarettir. Bu dakikada din leyicilerim çiftçilerdir, sanatkârlardır, tüccarlardır, işçilerdir. Bunların
hangisi ötekisine karşıt olabilir? Hepsinin birbirine muhtaç olduğunu kim inkâr edebilir?"(
8)
Uzlaşmaz çıkarlara sahip olan sınıflar arasında hakem rolü oynamak kesinlikle olanaksızdır. Aslında sınıfları uzlaştırma
görüntüsü altında yapılan, burjuvazinin sınıf temellerini korumak ve güçlendirmektir. Egemen sınıfın palazlanma koşulları
yaratılıp, burjuvazinin kendine güveni artınca, diktatör de sahneden çekilir, Milli Şef İnönü'nün savaş sonrasında
sahneden çekilmesinde olduğu gibi...
Marx'ın yazdığı gibi, bir süre "burjuva toplumunun gerçek başlan tezgâhların gerisinde yer alıyor." Sınıfsal çıkarları
onlara bir süre kafalarını tezgâhların arkasına gizlemeyi emreder. Kafalarnı tezgâhların gerisinden ne zaman
çıkaracaklarını da iyi bilirler...
Türkiye'deki siyasal yapının özgünlüğünü kavrayabilmek için, Mustafa Kemal'in şahsi rejiminin hangi noktalarda
Bonapartist bir nitelik taşıdığım, Türk Devleti'ne damgasını vuran Bonapartizmin ayırdedici yönlerinin neler olduğunu
105
ortaya koymamız gerekiyor. Kemalist diktatörlüğü Bonapartist rejimlere yaklaştıran başlıca özellikler şöyle
sıralanabilir:
-Kemalist diktatörlüğün bir yandan burjuva demokratik bir anayasaya ve bir parlamentoya dayanır gibi
görünmesi; öte yandan bütün bunları aşan, bunların üzerinde yükselen, gerek duyulduğunda bunlara
Bonaparte'ın istediği biçimi verebildiği bir şahsi rejim olması;
-Bir yandan toplumsal sınıflardan bağımsız görünmesi ("heyyeti umumiye-siyle halkı temsil etme" safsatası),
diğer yandan tarihsel olarak burjuvazinin çıkarlarını temsil ediyor olması;
-İşçi sınıfım ezerken, dönem dönem burjuvaziyi de vurması (çizilen çerçevenin dışına çıktığı oranda); buna
karşılık burjuvaziyi kendi güdümünde teşvik ettiği gibi, yine kendi güdümünde bir işçi hareketi yaratmak için
işçi sınıfına sınırlı tavizler vermesi;
-Kendi dışında bir siyasal etkinliğe izin vermemesi ve bu tür girişimler "nereden gelirse gelsin" şiddetle
ezmesi (sol ve işçi hareketini-hükümet yanlısı işçi örgütleri de dahil-ezdiği gibi); Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası'nda olduğu gibi, burjuva muhalefetleri de ezmesi ve esas olacak
devletin bürokratik aygıtının oluşturduğu bir siyasal yapının toplumu yukardan aşağıya doğru ve kendi
iradesiyle düzenlenmesi.
Bonapartist rejimlerle bu ortak yanlara karşın, Kemalist diktatörlüğün klasik Bonapartist rejimlerden
ayrıldığı yönler de söz konusuydu. Birincisi ve temel ayrım noktası, Kemalist kadronun burjuva bir devlet
yapısı içinde Bonapartlaş-mamış olmasıdır. Yeni devletin kurulmasıyla ve adım adım iktidarım güçlendirmiştir.
Dolayısıyla Türkiye'de Bonapantizmin yerleşmesi, yaklaşık on yıllık bir süreyi kapsamaktadır. Bonapartist
rejimin tam yerleşmesi Mustafa Kemal'in "Atatürk" soyadını kullandığı 1934 yılında tamamlanmıştır.(9) İlerde
görüleceği gibi, verili koşullarda, Mustafa Kemal'in ve kadrosunun iktidarım güçlendirmek amacıyla
oluşturdukları kurumlar önemli bir işlevi yerine getiriyordu.. "Sivil bürokrasi kadrolan genellikle Batılılaşma
programım uygulayacak durumda görülmediğinden, yeni bir bürokratik kuşağın geliştirilmesi
kararlaştırıldı."(10) İşte devletin kuruluşunun Bonapartist bir biçimde gerçekleşmesi, Kemalist diktatörlüğün
özgün bir yanını oluşturmaktaydı.
Öte yandan, tarihsel gelişme ve sınıfların yapısı da Bonapartizmin bir başka özelliğini oluşturmuştur. Gelişmiş
bir kapitalist sınıfın olmayışı ve toprak zenginlerinin konumu, yenilikçi Osmanlı bürokrasisine ayrıcalıklı bir
statü kazandırmıştır. Güçlü bir merkezi devlet geleneğinin varlığı, bürokrasinin hareketin örgütleyici ve
sürdürücüsü olması, onun iktidan gasbetmesini kolaylaştırmıştır. Asyatik bir sosyal formasyon olan Osmanlı
Imparatorluğu'nda merkezi bürokrasi her zaman ülkenin kaderini belirlemiştir. Aynı şekilde, Jön Türk
iktidarına kadar komprador burjuvazi rolünü Rum ve Ermenilerin oynamış olması, I. Savaş
106
ve sonrasında bu iki kesimin etkinliğinin kırılması (savaş öncesinde nüfusun yaklaşık % 20'si Rum ve
Ermeniler'den oluşuyordu. Bu oran savaştan sonra % 2,5'a geriledi), zaten cılız olan burjuvaziyi (ticaret ve
sanayi) daha da zayıflatmıştı.
"Devrimci bir kopuş olmadığı müddetçe, Jön Türkler'in toplumu yukardan değiştirme girişimi, devletin
rolünde bir sürekliliği varsayıyordu. Böylece bürokrasi, vesayeti altında tutarak geliştirmeyi istediği çıkar
gruplarınca içerden fethedilene kadar, devlet yapısı kapitalist isteklere karşı özerkliğini koruyacaktı."(11)
Burjuvazinin güçsüzlüğü, işçi sınıfının da güçsüzlüğünün nedenidir. Nitekim, böylesi bir geçiş döneminde
iktidara yönelip onu ele geçirebilecek kadar güçlü bir işçi sınıfı da yoktu. Öyle bir sınıfsal tablo ortaya
çıkmıştı ki; ne egemen sınıflar bir koalisyon halinde, ne de işçi sınıfı bir başına siyasal iktidarı kontrol
edebilecek güce sahip değillerdi. Emperyalizmin gelişmesini daha "beşikteyken" engellediği yerel burjuvazi o
kadar güçsüzdü ki, pre-kapitalist mülk sahibi sınıflarla ortaklık halinde bile siyasal iktidarı elinde tutması
olanaksızdı. Asalak burjuvazinin devlet desteğiyle güçlenip, ağırlığını artırması için iki on-yıl gerekecekti. işte
bu durum, Kemalist yönetimin klasik Bonapartist rejimlerden önemli bir ayrım noktasını oluşturmuştur. Bu
nedenle Kemalist bürokrasi, ne işçi sınıfı ile burjuva arasındaki sınıf mücadelesinin çözümsüz bir "denge"
durumuna varmasından, ne de hâkim sınıfların farklı kesimleri arasında çıkar çatışmalarının bir "gerilim"
noktasına varması yüzünden Bonapartlaşmıştı. Yarı-bağımlı, yeni-sömürge ülkelerdeki baskıcı rejimler, bu
yönleriyle sanayileşmiş kapitalist ülkelerdeki Bonapartist rejimlerden ayrılırlar. Türkiye ve benzer durumdaki
ülkelerdeki Bonapartist rejimler, bu açıdan "geçici birer denge rejimi" değillerdir.
Türkiye'de Bonapartist rejim, yukarda sıralanan özelliklerden ötürü oldukça uzun ömürlü (yaklaşık yirmi beş
yıl) ve istikrarlı olmuştur. Kemalist rejim, hem yukarda sözü edilen nedenler, hem de emperyalizmin uzun
dönemli bir yapısal kriz içinde oluşundan ötürü, uluslararası planda da (dış politika alanında) oldukça geniş bir
manevra alanına sahip olmuştur... Bu sonuncu durum, çoğunlukla gözden kaçmaktadır. Emperyalizmin yapısal
kriz içinde oluşu (uzun dalganın ikinci aşaması) Türkiye'yi etkileme, biçimlendirme, şartlandırma gücünü büyük
ölçüde sınırlamıştı. Bir bakıma, kimilerinin "zaafı" başkalarının "gücü" gibi gösterilebilmiştir. Kemalizmin,
Bonapartist bir siyasi rejim olarak, "Milli Şef karikatürüyle devamıyla da yaklaşık çeyrek yüzyıl devam
etmesinde gerek ulusal, gerekse de uluslararası durumun ortaya çıkardığı tablonun payı büyüktür.
Fakat, Kemalist diktatörlüğün çeyrek yüzyıl boyunca devam etmesini, sadece onun ortaya çıkışının
"orijinallikleri" ve uluslararası konjonktürle açıklamak yeterli olmaz. Kemalist diktatörlük, varlık koşullarım
kendi yaratmasa da (böyle bir şey zaten olanaksızdır), varlığım sürdürebilmek için gerekli kurumlan kendisi
oluşturmuştur. Oluşturulan bu kurumlar, devletin tüm kurumlarıyla içiçe geçmiş, onlarla çakışmıştır. 1960
askeri darbesi sonrasının "liberal" Cum-
107
hurbakanı adayı Ali Fuat Başgil, 1930'lu yıllarda (1935); "Hep devlet içinde, hiçbir şey devlete karşı, hiçbir
şey devlet dışında.. işte devletçiliğin bugünkü formülü"(12) diye yazıyordu... Dolasıyısıyla, Türkiye'de
Bonapartizmin sürekli ve görece dengeli bir rejim olmasının koşullarından bir kısmı da Kemalist bürokrasi
tarafından yaratılmıştır.
Son tahlilde bir kuruluş dönemi Bonapartizmi olan Kemalist diktatörlük, Türk Devleti'nin bütün kurumlarına
ve hakim ideolojiye (aslında resmi ideoloji) damgasını vurmuştur. Gerek verili koşullar, gerekse de
bürokrasinin kendi çabalarının sonucunda Kemalizm, bir gelenek olarak Türk siyasi hayatına yerleşmiştir.
Nitekim, devletin Bonapartist bir rejimin belirleyiciliği altında biçimlenmesinin etkileri günümüze kadar
uzanmaktadır. Bürokrasinin siyasal etkinliğinin kurumlaşmasından, siyasal partilerin yapısına ve işlevlerine
kadar, birçok alanda kuruluş döneminin bu niteliğinin izleri görülmektedir. Bu nedenle, Bonapartist rejimle
devletin biçimlenişinin birlikte yoğrulmasını, tarihsel süreç içinde değişik açılardan incelemek gerekiyor.
Daha önce Mustafa Kemal'in Bonapartist darbesini nasıl gerçekleştireceğine kısaca değinmiştik. Ancak belirli
koşullarda gerçekleştirilen bu darbeye rağmen, Mustafa Kemal'in iktidarı devlet aygıtı içinde sağlam
temellere dayanmamaktaydı. Bunun için, Mustafa Kemal'in Bonapartist rejiminin sağlam temellere oturması
için birçok politik manevrayı ve çeşitli kurumların oluşturulmasını gerektiriyordu.
Diktatörlüğün Yerleşmesinin Aşamaları
Birinci Meclis içerisinde öteden beri var olan farklılaşmalar, Saltanatın kaldırılmasıyla iyice su yüzüne
çıkmıştı. Öte yandan ordunun önde gelen komutanları, K. Karabekir ve A.F. Cebesoy gibi paşalar, muhalefet
saflanndaydılar. Mustafa Kemal'in Bonapartist konumunu koruyabilmesi ve sürdürebilmesi, Milli Mücadele'de
önemli rol oynamış önderlerin etkinliğinin kırılması, böyle bir muhalefet olmasa dahi gerekliydi. Nitekim
orkestrada "ikinci keman" konumunda bulunanlar var oldukça, durum pek güven verici sayılmazdı.
öte yandan, İstanbul'daki "ticaret ve sanayi" burjuvazisinin kesin desteği de henüz sağlanmış değildi. Yeni
rejimin emperyalist kampta yer aldığına ilişkin kuşku yoksa da; İstanbul'un komprador burjuvazisi, henüz
kendisine yeterli güvencelerin verilmediği kanısındaydı... Bütün bu "sorunlar", Takrir-i Sükûn ve İzmir
Suikastı'na varan bir süreç içinde çözümlenecektir.
İlk elde Mustafa Kemal, Birinci Meclisteki "Birinci Grubu" siyasal bir kadroya dönüştürdü. Saltanat'ın
kaldırılmasından bir ay sonra, Halk Fırkası'nın kurulduğu ilan edildi. Hemen ardından, bu partinin örgütlenmesi
için Mustafa Kemal yurt gezisine çıktı. Bunun hemen ardından gerçekleştirilen İzmir İktisat
108
Kongresi, hem yerel burjuvazisinin hem de emperyalist sermayenin güvenini sağlamada önemli bir adım oldu.
Böylece başarılı bir manevra yapılmış oluyordu. 1 Nisan 1923'te meclis seçimlerinin yapılması kararı alındı. Bu
arada Lozan Antlaşması'nın imzalanması da Mustafa Kemal ve "ekibi" için önemli bir siyasal üstünlük sağladı.
Nihayet Halk Fırkası'na dönüşen "Birinci Grup" yeni mecliste mutlak bir üstünlük sağladı. "İkinci Grub"un
hiçbir üyesi aday gösterilmedi.
Mecliste muhalefeti etkisizleştiren Kemalist bürokrasi, ikinci darbeyi militer kanat içinde gerçekleştirdi.
Devlet aygıtı içindeki muhalefeti tasfiye etmede ikinci adım, orduda yapılan "temizliktir." 19 Aralık 1923'te
çıkan "Ordu men-supluğu ile mebusluğun bağdaşamayacağına" dair kanunla Mustafa Kemal, ordu içindeki
muhaliflerini bir tercih yapmaya zorladı. Öte yandan da, kendisine yakın saydığı komutanların orduda
kalmalarına özen gösterdi. Ali Fuat, Kazım Ka-rabekir, Rafet Bele paşaların milletvekilliğini tercih
etmeleriyle, ordu, Mustafa Kemal'in kesin denetimi altına girdi. "Kuvayı Milliye zamanı uzaktan yakından
politikayla temas eden ile kadar kumandan varsa, yaverlerine kadar hepsi sivil olmuşlar ve çoğu meclise
katılmışlardır."(13) Bunların ardından, Takrir-i Sükûn'la birlikte eski İttihatçıların bir kesimi ve onlarla ortak
hareket eden kimi muhalif unsurlar kesin olarak siyaset sahnesinin dışına atıldılar. Takrir-i Sükûn'dan
yararlanarak eski ittihatçıları tasfiye etmeyi başaran Kemalist kadro da eski İttihatçılardan oluşuyordu.
Bunlar İttihatçı oldukları için değil, muhalif olduklan ya da ilerde sorun çıkarabilecekleri düşüncesiyle tasfiye
edilmişlerdir. Bu konuda Eric Jan Zürcher şunları yazıyor: "Ancak Kemalist iktidar partisinin lider kadrosuna
yüzeysel bir bakış bile, bu partide de, TCFde (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) olduğu kadar eski ittihatçı
olduğu iddiasını doğrular. Yalnızca birkaç, ama önemli örnek vermek gerekirse:
1. M.Kemal (Atatürk) Cumhurbaşkanı
2. ismet İnönü
3. Ali (Çetinkayâ)
4. Celal (Bayar)
5. Tevfik Rüştü (Araş)
6. Cemil (Ubaydın)
7. Ali Fethi (Okyar)
8. Kazım (Özalp)
9. Recep (Peker)
10. Şükrü (Kaya)
Başvekil
İstiklâl Mahkemesi Başkanı Maliye Vekili, Banka Yöneticisi
Hariciye Vekili
Dahiliye Vekili
Başvekil
Millet Meclisi Reisi
Vekil, CHF. Genel Sekreteri Dahiliye Vekili. Hariciye Vekili
109
Hepsinden de öte, 1923'te Hakimiyeti Milliye Gazetesi'ne verdiği bir mülakatta Mustafa Kemal şöyle demişti: "Hepimiz
onun (İTC) azasıydık. "(14) Böylece, Mustafa Kemal'in tek "partili" Bonapartist rejimi kesin olarak yerleşmiş oluyordu.
Bütün bu süreç boyunca, Mustafa Kemal, Milli Mücadele'yi yürüten kadrolar içinde Birinci Grub'u, yani kendi ekibini
sürekli olarak ön plana çıkararak, tüm Milli Mücadele'nin mirasını kendi grubuna mal etme amacını gütmüştür. Nitekim,
Birinci Meclis içinde daha başlangıçta, birinci ve ikinci gruplar birbirinden aynlırken, bu farklılaşma-hiç değilse
görünüşte-esas amaçlar bakımdan bir kutuplaşmanın ifadesi değildi. Birinci Grup'ta saltanatçı ve hilafetçi milletvekilleri
olduğu gibi, ikinci Gurupta da Hüseyin Avni (Ulaş) gibi inanmış cumhuriyetçiler vardı. Aslında Mustafa Kemal'in yaptığı,
bir manevraydı ve amaç kendisine muhalefet edebilecek unsurları tasfiye etmekti. Mustafa Kemal Müdafaai Hukuk
Grubu'nu kurduktan on gün sonra, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey bir konuşma yapıyor:
"Efendiler (...), yüksek meclisinize ait bir meseleyi arz etmek istiyorum. Müsaade ederseniz söyliyeyim. Geçen gün bir
meseleden dolayı bir takrir yazdım. Riyaset Divanı'na takdim ettim. Bu takririn maalesef saklandığını işittim. Bir
mebusun her ne surette olursa olsun, vermiş olduğu takrir ne suret-le sansüre tabi kalıyor? Bir azanın verdiği takririn
mevzubahis olmamasına Yüksek Meclis razı oluyor mu? Efendim, takrir Yüksek Meclis'in şerefini alâkadar eden bir
mesele idi.(...)
"(...)Milli Müdafa Grubu'nun ana gayesi yediden yetmişe kadar dul kadınların bile esas gayesidir. Bu gruba bütün millet
dahildir efendiler"(15)
Samet Ağaoğlu, Hüseyin Avni Bey'in itirazının haklılığım dile getirirken şunları yazıyor:
"Birinci Grup Milli Mücadele'nin ana hedefini kendisine mal etmekte, grup dışı kalanlarla grup dışı bıraktıklarının sanki
bu ana gayeden başka bir gayesi varmış gibi bir manzara yaratmaktadır. Çünkü birinci grubun ilan edilen çalışma
tüzüğünün birinci maddesinde böyle yazılan esas gaye ile Milli Mücadele'nin başlangıcı olan Anadolu ve Rumeli Mudafaa-i
Hukuk Cemiyeti'nin kuruluş hedefi virgülüne kadar birbirinin aynı idi. Fakat Milli Mücadele'nin ve onun memleket için ilk
resmi temsilcisi olan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin kuruluş gayesini birinci gruba böylece mal etmiş,
daha ilerde şu veya bu sebeple karşısına çıkması ihtimali olanları bu yol ile tarihe karşı zor bir duruma sokmuştur. Bir
yandan bunu yaparken, bir yandan da yine ilerde getirmeyi daha o zamandan düşündüğü birçok yenilikleri Milli
Mücadele'nin hedefleri arasına, ama yalnız kendi güvendiği insanlardan bir kadronun fikirleri, idealleri olarak
koymuştur."(16)
Aslında Mustafa Kemal'in Birinci Grub'u ve onun devamı olan Cumhuriyet Halk Fırkasıyla, İkinci Grup ve ondan oluşan
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası arasında temelde programatik bir fark yoktu. Zaten ikinci Grup ve Terakki-
110
perver Cumhuriyet Fırkası, Mustafa Kemal'in siyasi bir manevrası olarak yapay bir biçimde ortaya çıktı. Halk
Fırkası'nın İkinci Umdesi'nde; "Hilafetin en yüksek dini makam olarak korunacağı" yazılıydı. 1927'ye kadar
bu ilke değişmeden kaldı. Halk Fırkası da, Terakkiperver Fırka da "özel teşebbüsçü" ve halktan kopuktular.
Aslında mücadele, halk kitlelerinden bağımsız, üst düzey yöneticilerin bir iç kavgasıydı. Mustafa Kemal,
otoritesini ve ordunun gücünü kullanarak kendisine muhalif olabilecek unsurları tasfiye ederken, onları "karşı
devrimci", "İnkılaplara karşı" kişiler olarak damgalama yoluna gitti. Ismarlama tarih yazıcıları, Mustafa
Kemal'in kendi diktatörlüğünü kurmak için en yakın mücadele arkadaşlarını tafsiye etmesini "devrimci
kadronun zaferi" olarak göstereceklerdir. Daha sonraki dönemde ortaya çıkan muhalefetlerin de Birinci
Grubu'n devamı olan CHP'den çıktığı göz önüne alınırsa, CHF ve TCF »içimin-deki ayrışmanın ideolojik bir
kutuplaşmadan kaynaklanmadığı anlaşılır.
Öte yandan CHF, Sivas Kongresi'ni kendi birinci kongresi ilan ederken, aslında bu kongrenin sadece bir
kesimini temsil ettiği unutulmamalıdır. Bu tür manevraların da yardımıyla, Milli Mücadele'nin birçok önemli
şahsiyetini Milli Mücadele'nin siyasi mirası dışına itmiş olması, Mustafa Kemal'in Bonapartist diktatörlüğünü
sağlamlaştırmasını kolaylaştırmıştır. Bu sayede CHP Milli Mücadele'nin mirasıyla bütünleştirilebilmiştir.
CHP'nin Milli Mücadele ile "özdeşleşme" durumu, 27 Mayıs 1960'a kadar devam etti. Bu tarihten sonra Milli
Mücadele kesin olarak devlete mal edilerek, bütün anayasal kuruluşlara şümul-lendirilmiştir. Dolayısıyla,
Mustafa Kemal'i ve onun Bonapartist rejimini kurumsallaştıran, CHP'nin Milli Mücadele ile özdeşleşmesi; söz
konusu Bonapartist rejimin ideolojik üstünlüğünü artıran ve onun görece dengeli ve uzun ömürlü olmasını
sağlayan etkenlerden biridir.
Tek partili dönemde CHP, parlamento ve devlet aygıtıyla bütünleşmiştir. CHP tüzüğü anayasa ve kanunların
üstüne çıkarılarak, Kemalist diktatörlüğün bir aracı durumuna getirilmiştir. Gerçekten CHP, yukarda
açıklanan özellikleriyle, Kemalist diktatörlüğün sürmesinde önemli bir etken oluşmuştur. Bernard Lewis;
"Yürütme ve eğitime ilişkin pek çok işlevi üstlenerek parti aslında cumhuriyetçi hükümetin bir parçası haline
gelmiştir"(17) diyor. Gerçekten de, 1927'deki parti kongresinde, köy muhtarlarının seçiminin bile partinin
kontrolüne verilmesi kararlaştırılmıştır.
Milletvekilleri tek parti dönemi boyunca CHP tarafından atanan memurlar durumundaydılar. Bir dönem parti
genel sekreteri içişleri bakam, parti il başkanları da valilerdi. Bölge genel müfettişleri hem parti teşkilatının,
hem de devlet işlerinin denetçisiydiler. Bu, aşağı yukarı 193 5'ten 1939a kadarki sürede geçerli uygulamadır.
Öte yandan, parti genel başkanının aynı zamanda cumhurbaşkanı olması, diktatörlüğün baskıcı niteliği
hakkında hiçbir kuşkuya yer bırakmamaktadır.
Durum böyleyken, söz konusu döneme ilişkin değerlendirmeler, Kemalist rejimin gerçek niteliğini ortaya
koymaktan özenle kaçınmışlardır. İsmail Beşikçi
111
bu konulara ilişkin ilginç bir eleştiriyi CHF Tüzüğü ve Kürt Sorunu adlı eserinde yapıyor. Bahri Savcı, Demokrasimiz
Üzerine Düşünceler adlı eserinde şunları yazıyor: "Çünkü Mustafa Kemal İdeolojisi, bütün manası ve şümulü ile gerçek
demokrasiden, bir halk temeline dayanan, halkın maddi manevi varlığı ve etkisi altında konmuş bir demokrasiden başka
birşey değildir."(18) "Anayasa", "halk egemenliği", "hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" gibi görüntülere karşın,
Kemalist rejim, Bonapartist bir diktatörlüktü. Yapılan sözde "seçimler" diktatörlüğün gerçek yüzünü gizlemeye yönelik
manipülasyondan başka bir şey değildi. Öte yandan, toplumsal üst-yapıda gerçekleştirilen "inkılaplar" halk yararına
düzenlemeler olmaktan önce, Bonapartist iktidarı güçlendirmeyi amaçlıyordu. Nihai amaç, sömürü ve baskıyı güvence
altına almak ve sürekliliğini sağlamaktı.
"Bilim adamları" gerçeği söylemekten kaçınarak resmi ideolojiye destek sağlamaya devam ediyorlar. İktidarların politik
manevralarına alet oluyorlar, İlginç olan, bu alet olmanın "gönüllü" oluşudur. Resmi ideoloji, resmi ideoloji üreticilerini de
"resmileştiriyor."
Mustafa Kemal'in ve ekibinin yaptığı her şeyi "doğrulamak" üzere yola çıkanların yapabilecekleri şeyler de ortadadır.
Ahmet Mumcu, Tarih Açısından Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi adını taşıyan eserinde şunları yazıyor:
"Ancak devrimi yürüten kadro,özellikle Atatürk ve İsmet Paşa, tek partinin sakıncalarını biliyorlardı. Onlar, yalnız
devrimleri hızla ve tehlikesizce yürütebilmek için Takrir-i Sükûn Kanunu'na dayanarak, Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkasını kapattırmışlardı. Parlamento içinde dürüst ve çalışkan bir muhalefetin bulunmasını rejim için zorunlu
görüyorlardı. Gerçekten, bütün devlet hizmetlerinin CHP kanalıyla yürütülmesi ve onun karşısında, yapılan işlerin
eleştirisini sağ-lıyacak bir siyasal kuruluşun bulunmaması, denetim yöntemini eksik bırakmıyordu. "(19)
Dürüst ve,çalışkan bir muhalefet" arzulanıyor; dürüst ve çalışkan olmayan istenmiyor. Dürüst ve çalışkan olduğuna karar
verecek olanlar da kendileri...
Öte yandan, hep devrimlerden söz ediliyor. O döneme ilişkin değerlendirmelerin hiçbiri "devrim" kavramını tartışmaya
yanaşmıyor. Zaten "devrim" kavramı 12 Eylül generaller rejimiyle lanetlendi İnkılaba uğradı ve İnkılâp oldu.
Kemalistlerin her yaptığı devrim sayılıyor ve iş kolaylaşıyor. Geniş toplum kesimlerini baskı altına alan bir siyasi rejimin
en temel insan haklarını ortadan kaldırdığı bir ortamda yaptıklarını "devrimler" olarak göstermek, Türk bilim
adamlarının evrensel bilime önemli bir katkısı olmalı...
İsmail Beşikçi, kitabının kırkbir bilim adamının görüşlerinin değerlendirilmesine ayrılan bölümünün sonunda şunları
yazıyor:
"Bu bilgiler olgulardan kopuktur. Bunun için bilimsel değildir. Bu bilgiler geçmişin bugünkü resmi ideolojiye göre
değerlendirilmesidir. Olgulardan kopukluğu
112
bundan ileri gelmektedir. Türkiye'deki tek parti düzenine temel olan ve ona hukukilik veren ana metin, temel yasa Cumhuriyet Halk
Fırkasının tüzüğüdür. Bu tüzük tek parti düzenine temel şeklini verdiği gibi, resmi ideolojinin kitlelere nasıl kabul ettirileceğini, nasıl
yaygınlaştırılacağını göstermesi bakımından önemlidir. Resmi ideolojiyi biçimlendiren metin ise CHFnin programıdır. Bu tüzük
bilinmeden, Türkiye'deki tek parti döneminin temel niteliğini kavramak mümkün değildir. Çünkü bu Türk Anayasası'nın çok üstünde
duran yasadır. Adı 'tüzük' olmasına rağmen işlevi ve bağlayıcılığı ondan çok daha fazladır. "(20)
İstendiği kadar, "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" densin, "halk ege-menliği"nden söz edilsin,
"seçimler"den bahsedilsin.; Mustafa Kemal döneminde bu kavramlar diktatörlüğün gerçek yüzünü gizlemek
amacıyla kullanılmıştır. 1924 Anayasası ölü doğmuş bir metin olarak kaldı. Yerini CHFnin tüzüğü aldı. Mebus
tayinleri Mustafa Kemal tarafından bizzat yapılıyordu. 1927'de yayınladığı bir tamimde Mustafa Kemal
şunları söylüyor:
"Aziz vatandaşlarım. Cumhuriyet Halk Fırkası, namına bütün memlekette Türkiye Büyük Millet Meclisi azalığı için tespit ettiğim
zevatın heyeti umummiyesini ittılanı-za (bilginize) arzediyorum. Her vatandaş için yeni devrede beraber çalışmayı münasip gördüğüm
arkadaşların heyeti umumiyesinın birlikte görülmesini faideli addettim. Bunlardan, her daire-i ihtihabiye'ye (seçim bölgesine) tefrik
edeceğim mebus namzetlerini ayrıca imzam tahtında arzedeceğim."(21)
Yukarıdaki alıntıdan Mustafa Kemal'in şahsi iradesinin ne kadar belirleyici olduğu anlaşılıyor. Mebus tayinini
CHFye bile bırakmıyor. Kimlerin mebus olacağına ve kimlerin hangi illerin mebus olacağına kendisi karar
veriyor... 1 Nisan 1931 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nde... "(...)Kaç mebus alınacak? Hakiki vaziyeti hiç kimse
tahmin edemez. Kati vaziyet Gazi hazretleri umumi listeyi ilan edince anlaşılacak" deniliyordu.
Meclise girecek tüm üyelerin bir tek kişi tarafından seçildiği koşularda, serbest seçimlerden ve hakimiyetin
millete ait olduğundan söz etmek mümkün müdür? Herhalde, "Hakimiyet kayıtsız şartsız Mustafa Kemal'in ve
onun yakın çevresinindir" demek gerçeğe daha uygun düşüyor. Gerçek olan bir şey varsa, o da artık
hâkimiyetin Sultan'a ait olmadığıydı. Böylesi koşullarda mahkemelerin "bağımsızlığı" da içi boş bir slogan
olmaktan öteye gidemez. Cumhurbaşkanı, CHF tüzüğüne göre daimi ve değişmez genel başkandır. Meclis
üyelerim de kendisi belirlediğine göre, bu durum, onun hem partiye, hem de meclise hâkim olmasına imkân
veriyordu. Parti içinde ve dışında kendi iradesi dışında hiçbir girişime izin vermiyordu. Hitler; "(...)Mustafa
Kemal'in ilk talebesi Mussolini, ikinci talebesi benim"(22) derken, Mustafa Kemal'in şahsi rejimine verdiği
önemi ifade ediyordu.
CHF'nin 1935'te toplanan Dördüncü Kurultayı'nda, diktatörlüğü pekiştiren önemli kararlar alındı. Bu
kurultayda fırka, parti olarak değiştirildi. Asıl önemli değişiklik parti tüzüğünde yapıldı. Bu değişikliklere
göre, parti genel sekreteri
113
aynı zamanda içişleri bakanı oluyordu. İllerdeki valiler parti il başkanlığı görevine getirildiler. Umumi müfettişler hem
parti işlerini, hem de devlet işlerini denetlemekle görevlendiriliyordu. Batı Avrupa'da faşist rejimlerin güçlendiği bu
dönemde, partinin devletle bütünleştirilmesi, M.Kemal rejiminin faşist uygala-malardan da etkilendiğinin bir
göstergesidir.
Değişikliğin nedenini, CHP Genel Sekreteri ve İçişleri Bakam Şükrü Kaya, 28.8.1936'da şöyle açıklıyor:
"Cumhuriyet Halk Partisi'nin memleketin siyasi ve içtimai hayatında güttüğü yüksek maksadın tahakkukunu
kolaylaştırmak ve partinin inkişafım artırmak ve hızlandırmaktır. Hükümet ve parti beraberliğini, bütün kudreti
hükümete vererek parti teşkilatım daha az ehemmiyetli görmeye mütemayil bir zihniyet şeklinde telakkiye mani olmak
lazım geldiği gibi, esas meselenin partiyi kuvvetlendirmek ve partinin gayelerim daha kolaylıkla gerçekleştirmek için
hükümetin tam yardımım temin etmek olduğu tebarüz ettirilmiştir."(23)
Ne ki, tüzükte yapılan değişiklik Memurin Kanunu'nun 9. maddesiyle çelişiyordu. 9. madde, "memurların siyasi cemiyet ve
kulüplere katılmalarım" yasaklıyordu. Mustafa Kemal söz konusu maddeyle ilgili olarak şunları söylüyor: "Ben bu maddede
değiştirilecek bir şey görmüyorum. Çünkü burada memurların siyasi cemiyetlere girmemesinden maksat, onların, benim
partimden başka partiye intisap edememesi demektir. Bu bakımdan bu madde hatta faydalıdır ve ka-tiyyen
değiştirilmemelidir."(24) Görüldüğü gibi, önemli olan yasa değil, yasanın Mustafa Kemal tarafından yorumlanışıdır.
Bütün bunlar Cumhuriyet'in siyasal "yapısının" biçimlenişinde CHP'nin önemini ortaya koymaktadır. Bu aşamada bir iki
hatırlatma yapmak yararlı olur. 1921 Anayasası, Birinci Grubun temel programatik dokumanı denilebilecek olan Mustafa
Kemal'in "Halkçılık Programı"mn ikinci kısmından başka bir şey değildir. Aynı şekilde, anayasada yapılan değişiklikler,
1924 Anayasası ve "devrimler"; Mustafa Kemal tarafından sunulan ve zaman farkıyla da olsa CHP'nin siyasal
belgelerinde temel ifadesini bulan görüşlerdir.
Sonuncu olarak, CHP'nin "Altı Oku"nun, 1937'de yapılan bir değişiklikle Anayasa'nın 2. maddesine "Türk Devleti'nin
Temel Nitelikleri" olarak geçtiği hatırlanmalıdır.
Yukarıdaki açıklamalardan, Bonapartist diktatörlüğün ,Parti (CHP) ve Devlet aygıtı bütünleşmesi ve baskıcı yöntemler
sonucu ayakta kaldığı anlamı çıkarılmamalıdır. Diktatörlük, CHP aracılığıyla ve bir çeşit "popülizm" yanılması yaratarak,
toplumsal bir destek bulma çabası içine de girmişti. Halkevlerinin oluşturulup yaygmlaştırılması bu çabalara örnektir,
Kemalistler, sadece baskıya dayalı bir iktidarın uzun ömürlü olamıyacağının bilincindeydiler. Bunun da yolu değişik toplum
kesimlerinden "yandaşlar" bulmaktır. Ancak bunlar yapılırsa iktidar "sağlam temellere" dayandırılabilirdi... Nitekim Jön
Türk geleneğinin izlerini
114
taşıyan ve "halk için halka rağmen" yapılan birçok "inkılap" bu amaca yöneliktir.
Böylece Kemalist bürokrasi, eski düzenin ideolojik-kültürel dayanaklarım tasfiye ederek, kendi iktidarını
güçlendirecek yeni kurumlar ve "yapay bir resmi ideoloji" oluşturmaya zorlanmak durumundaydı. Batıcılık ve
"modernizm" kavramlarına aşırı vurgu yapılmış olmasına rağmen, cılız burjuvazinin palazlanması (elbette
palazlandıranlann da palazlanması) amacıyla yapılanlar; aslında, Sa-mir Amin'in yazdığı gibi, "diktatörlüğün
kendisinin modernleşmesiydi."(25) Gerçekten de, genel bir Batılılaşma yönelimiyle kapitalist dünyada yer alma
çabalarının ifadesi olan bir sürü "inkılap" yapıldı. Yine de, yüzeysel ve temelsiz nitelikleriyle, totaliter bir
rejim içinde sırıtan "ilerici inkılaplar," her şeye rağmen bir dizi toplum kesitini Kemalizme uzun vadeli bir
biçimde bağlayabilmiş-tir. Latin alfabesi, dil devrimi, "modern hukuk", laik eğitim vb. gibi düzenlemeler
"ilmiye sınıfı"nın yerine yeni bir "aydın tipi" yaratmayı başarmıştır. Bu "inkılaplar"ın yarattığı "yeni hizmet
alanları" sayesinde, söz konusu kesim maddi çıkarlar aracılığıyla Bonapartist rejime bağlanabilmiştir.
Böylece geniş kitleler üzerinde, sınırlı da olsa, bir "otorite" ve "saygınlığa"; dolayısıyla da ayrıcalıklara sahip
olan bir kesimin yaratılması; bunlar aracılığıyla değişik toplum kesimlerinden kısmi bir destek
sağlanabilmesine olanak vermiştir.
Bugün aydınların büyük bölümünün Kemalizme bağlılıkları ve Kamalizmin gönüllü taşıyıcısı olmaları, ideolojik
bir yanılsamadan çok bu olguyla doğrudan ilgilidir. 1932'de, imparatorluk döneminden beri var olan Türk
Ocakları'nın yerini "Halk Evleri" aldı. Aslında bunlar gerçek anlamda "halk evleri" değildi. Bu evler aracılığıyla
yapılmak istenen, emekçi halk üzerinde bir denetim sağlamak, bunun için de halk katlarından Bonapartist
rejime yandaşlar yaratmaktı. Halk Evleri'nin başkanları o illerin valileriydi. Nerede Halk Evi açılacağına
partinin merkez karar organı karar verirdi. Ankara'daki Halk Evleri Genel Merkezi doğrudan doğruya CHP
Genel Şekreterliği'ne bağlıydı. Doğal olarak, Halk Evleri'nin "yetkili" kurullarını parti üyeleri oluştururdu.
Halk Evleri üyelerinin çoğunluğu merkezi idarenin memurları, toprak ağaları, yöre ileri gelenleri ve bunların
adamlarından oluşuyordu. Aynı şekilde "köy odaları" da köylülerin kendi öz-girişimlerinin sonucu olarak ortaya
çıkmadı. Aslında Köy Enstitüleri de benzer kaygıların ürünü olarak ortaya çıktı. En azından başlangıçtaki
düşünce öyleydi. Fakat enstitülerdeki eğitim ve sonuçlan başlangıçtaki "beklentilerle çelişen meyveler"
vermeye başlayınca kapatıldı... Elbette işçi sınıfına yönelik, güdüm altına almayı amaçlayan girişimler de eksik
olmadı.