PARADİGMANIN İFLASI –IV-
1950'lerin ilk yılları oldukça "umut verici" görünüyordu. Bir.kere ABD'den sağlanan yardımlar önemli rakamlara ulaşmıştı. 1946'da başlayan ABD yardımları, 1946-1950 aralığında GSMH'nin yaklaşık % 3'üne ulaşmıştı. Bu ölçüde önemli dış yardım, Türkiye'nin ithalatında bir patlamaya neden oldu. Elbette, bu ithalat artışı, ABD'nin Türkiye'ye yönelik ihracatının artması demekti. Tarım makineleri başta olmak üzere, alt yapı yatırımları (yol, köprü, baraj, elektrik santrali vb.) için gerekli makine-teçhizat ithalatı hızlanmıştı. Aslında Türkiye'ye açılan kredi Amerikan sanayici ve ihracatçılarına verilmiş teşvikler anlamına geliyordu. Tarım makinelerinin toplam imalat içindeki payı yaklaşık sekiz kat artarak, % 1'den % 8'e çıktı. Alt-yapı yatırımlarının hızlanması, yol, baraj vb. inşaatları bir taraftan yeni istihdam olanakları yaratırken (1950-1960 aralığında yaklaşık 14.000 km. kara-yolu yapıldı), diğer yandan tarıma traktörün girmesi (1948 yılında Türkiye'de sadece 2000 kadar traktör varken, bu rakam daha 1950'de 24.000'e,
1960'dada42.137'ye yükselmişti) hem tarımsal verimliliği artırdı, hem de ekilebilir alanların genişlemesi
sonucunu doğurdu. (Ekilebilir alan 1950'de 14.542.000 hektardan, 1960'da 23.227.000 hektara yükseldi).
Böylece verimlilik ve ürün artışında önemli bir sıçrama oldu. 1950 sonrasında yaklaşık 312 bin aileye toprak
dağıtılmasıyla 1950-1960 döneminde topraksız köylü oranı% 16'dan% 10 "a düşürüldü. 1950'lili yılların
başında traktör alımları için köylüye açılan kredi (satış fiyatının % 60'ı) iktidara her kesimden destek
sağlayan u ygulamalardan biriydi. Köylü kitlesi tarımsal kredilerden, önceki dönemlere göre daha çok
yararlandınlıyordu. (Elbette büyük toprak sahipleri de önemli bir pay almak koşuluyla.)
Üretim fazlasını elden çıkarmak isteyen ABDı, Türkiye'ye açtığı kredilerle ve önerdiği "büyüme modeli"
aracılığıyla ihracatını artırırken; Türkiye'de de başlangıçta ortaya çıkan tablo "umut verici" görünüyordu. En
azından 1950'li yıların başında durum buydu. Türkiye'nin "Küçült Amerika" olacağına inananların sayısı hızla
artıyordu. Amerikalılara aşırı hayranlık rahatsız edici boyutlardaydı. Yeni zenginler ve bir kısım küçük
burjuva, evlerinin salonlarına "Amerikan barı" inşa edip, "kaçak" viski içmeyi "American way of Life"ı
yakalamak sayıyorlardı. Eski dönemin Fransız, ingiliz, Alman hayranlığı, yerini Amerikan hayranlığına bırakmıştı.
Amerikan erlerinin ve çavuşlarının şımarıklıkları büyük bir hoşgörüyle karşılanıyordu... Artık Amerikalıların
her şeyi hayranlık uyandırır olmuştu. Olumlu iç ve dış koşulların ekonomide yarattığı canlılık ve hatırı sayılır
refah artışı hem yerel mülk sahibi sınıfları hoşnut ediyor hem de hegemo-nik gücün projesinin "tutarlılığı" ve
"etkinliği" konusunda inandırıcı görünüyordu. Türkiye "Soğuk Savaş" koşullarında ABD'nin Sovyetler Birliği
karşısında ileri karakolu olmayı severek üstleniyor. NATO'ya giriyor, ABD'ye üsler veriyor, Kore'ye asker
yollayarak emperyalistlere sadakatim kanıtlıyor, Amerikan "yardım uzmanları" karşısında bağımsız bir ülke
insanları için utanç verici bir uşak zihniyetiyle boynu bükük, onların her istediklerini fazlasıyla yerine getiren
bir "uydu devlet" yönetim anlayışı yerleşiyordu. Amerikan üslerinde Türk yasaları geçmez olmuştu. Ne ki,
1950'li yılların ortalan yaklaşırken tablo kararmaya başlamıştı bile..
Önemli bir gelişme de elektrifikasyon alanında gerçekleşti. Elektrik üretimi 1950-60 döneminde, bir önceki
on yıla oranla, 3.5 kat arttı. Fakat bu olumlu gelişme, tren-yolu taşımacılığını özendireceği yerde paradoksal
bir durum ortaya çıktı. Ülke ekonomisi için fevkalade ucuz, temiz, çevre kirlenmesi de yaratmayan tren
taşımacılığı gözden çıkarıldı. Aslında bağımlı ülkelerde neyin ne zaman nasıl üretileceği emperyalist
merkezlerce belirleniyor. Türkiye'de özellikle imparatorluğun son 50-70 yıllık dönemi önemli tren yolu
yatırımlarına sahne olmuştu. (O zamanki amaç sömürüyü derinleştirmekti.) Batı'da dinamik sanayilerde ortaya
çıkan kayma, Türkiye'de ulaşım politikasını karayolu taşımacılığına kaydırdı. Yol makinaları, otomobil, otobüs,
kamyon, lastik, asfalt vb. ithalatının hızla artması ve demiryolunun ikinci sınıf bir konuma itilmesi, Batı'daki
teknolojik kayma ve yeni sektörün kârlılık oranının yüksekliğinden-dir. Türkiye'nin, oldukça gelişmiş demiryolu
şebekesini ihmal ederek, ülke gerçeklerine ve çıkarlarına uygun düşmeyen karayolu taşımacılığını ön plana
çıkarması, emperyalist şartlandırma ve biçimlendirmenin ilginç bir örneğidir...
1950'li yılların başında ABD hegemonyası ve DP iktidarı lehine olumlu bir "havanın" ortaya çıkmasında iki
faktör daha söz konusuydu. Bunlardan birincisi, hava koşullarının elverişli olmasıdır. Buğday üretimi, 195 3'de
8 milyon tona kadar yükseldi. Tarımsal üretimdeki artış savaş öncesi dönemden % 80 daha fazlaydı. Öte
yandan 1950-1953 aralığında kişi başına gelir yaklaşık % 30 oranında artış göstermişti. Dış yardımdaki hızlı
artışla birlikte, ülkenin ithalat kapasitesinin artması yanında, Kore Savaşı'nın neden olduğu "boom" sonucu dış
ticaret cephesinde de olumlu bir tablo ortaya çıkmıştı. Dış ticaret hadleri, 1950 = 100 olarak alındığında,
1951'de 122, 1955'de de 107 olmuştu.
1950 sonrasındaki bir önemli "gelişme"de tarım sektörüne traktörün (ve diğer tarım araçlarının) girmesi
sonucu hem iş gücünün bir bölümünü açığa çıkarması hem de neden olduğu verimlilik artışının toplumsal
dinamizmi artırması, kent-leşme ve "marjinalizasyon" sürecini hızlandırmıştır. 10 yıllık sürede Ankara,
İstanbul, İzmir ve Adana'nın nüfusu yaklaşık % 75 oranında artmıştır. Bu dönemde 1.5 milyon kişi köylerden kentlere göç etti. Bunların da üçte birden biraz fazlası 4 büyük kentte
yaşamaya başladı. Türkiye'de köylerden kentlere göçün refah artış dönemine rastlaması, önemli bir özellik
oluşturmuştur. Göçlerin ekseri görüldüğü gibi sadece mülksüzleşme sonucu ortaya çıkmamış olması,
başlangıçta göç edenlerin sanayi ve hizmetler sektöründe kolay iş bulabilmeleri, köyleriyle bağlantılarım
sürdürmeleri, işçi hareketinin niteliğine de damgasını vurmuş bir özelliktir. Bu nedenle, Türkiye'deki
gecekondular birçok azgelişmiş ülkelerdeki "bidonville"lerden ve "favelas"lardan daha elverişli konutlardır.
Oy almak isteyen iktidarların da buralara süratle kamu hizmetlerini taşımaları buraların birer sefalet yuvası
olmasına izin vermemiştir.
1950 sonrasında Türkiye, Batılıların istekleri dorultusunda ekonomik politikalar izliyor ve Batılılar tarafından
uydurulmuş efsanelere de dört elle sarılıyordu. Yabancı sermayeyle kalkınma masalı etkili oldu; hemen
yabancı sermayeyi özendirecek yasal düzenlemelere gidildi. Artık yardım almak için her türlü taviz veriliyor;
Türkiye, başta ABD olmak üzere, Batılıların her istediklerini yaptırabildikleri bir ülke haline geliyordu.
Öte yandan, kamu sektörünün küçültülmesi, o zamana kadar oluşturulmuş Kamu İktisadi Teşebbüsleri'nin
"özel sektöre devri" de gündeme getirildi: "Serbest Piyasa Ekenomisi"nin bir gereği olarak! Aslında o
dönemde KİT'lerin özel sektöre devri konusunun gündeme getirilmesi, kamu sektörünün küçültülmesi,
Batılıların Türkiye gibi ülkelerin gerçeğini kavramada da ne kadar yaya kaldıklarının bir göstergesidir.
Türkiye'de söz konusu dönemde KİT'ler, neoliberal ütopyanın ileri sürdüğü gibi, özel sektörün gelişmesini
engelleyen, "pazar ekonomisinin işleyişini" bozan iktisadi kuruluşlar değil; tam tersine, özel sermayeye
palazlanma olanağı sağlayan, özel sermayenin o "olmazsa olmaz" koşulunu oluşturan, özel sermayenin
yetersizliğini ödünleyen kuruluşlardı. Ara-malı üreterek (ara-malı üreten sektörde kârlılık oranı düşüktür),
özel sermayeyi bu alana yatırım yapmaktan kurtararak, ürünleri ucuza taşıyarak vb. KİT'ler özel sermaye için
vazgeçilmez kuruluşlardı. Bu yüzdendir ki, aşın "özel teşebbüseü" retoriğe rağmen, 1950-1960 aralığında
KİT'lerin tasfiyesi, özel sektöre devri bir yana, KİT sayısında yaklaşık iki kat artış olmuştu. Özel sektörün
önde gelen temsilcileri, oldum olası KİT'leri suçlaya gelmişlerdir, ama bunu "sıkıntı" duymadan yaptıklarını
söylemek zordur. Şimdilerde KİT'lerin tasfiyesi yeniden gündeme gelmiş durumda, ama bu sefer de yabancı
sermaye tarafından yutulma şansı oldukça yüksek. Bu sorun üzerinde ileriki sayfalarda tekrar duracağız.
Yeni Sömürgeciliğin İlk Onyılında Sınıf İttifakı
Yeni sömürgecilik döneminin iik onyıllarında; daha açık olarak, 1960'a kadar, Türkiye'deki hâkim sınıf ittifakı
ticaret- sanayi burjuvazisi bu dönemde ticaret ve sanayi burjuvazileri arasında tam bir ayrışma olmamıştı.
(Çevre ülkelerde tam bir ayrışma zaten pek olanaklı da değildir) ve toprak zenginleri
176
(ağalar) sınıfından oluşuyordu. DP iktidarıyla emperyalist destekli yerel burjuvazinin hem ekonomik ve
siyasal, hem de görece ideolojik etkinliği artmıştı. Milli Mücadele yıllarından beri egemen sınıflar
koalisyonunun ortağı olan, 1930'lu yıllarda ve savaş süresince etkinliğini artıran bürokrasi, DP iktidarıyla
ittifak dışına atılmıştı. 1950-Î960. dönemi ittifak dışı kalan bürokrasinin "yüksekleri'' 1969 27 Mayıs
darbesi sonrasında toprak ağalarınm dışlanmasıyla tekrar kısmi bir etkinlik sağlarnayı başarmışlardı. 1960
sonrasında, 1930'lardakinden çok farklı ve sınırlı etkinlik sağlayan bürokrasi, bu konumunu 1980 darbesine
kadar sürdürmeyi başarmıştır. 1960 sonrası egemen sınıf ittifakına damgasını vuran sanayi burjuvazisi
olmuştur.
1980 öncesinde (yaklaşık 1960-1980) geçerli egemen sınıf ittifakı ya da "yeni oligarşi" sanayiciler, büyük
ticaret sermayesi, bankalar, ithalat ve ihracatçılar, sivil ve militer bürokrasinin üst düzeylerini işgal eden
bürokratlardan oluşuyordu. Diğer azgelişmiş ülkelerdeki oligarşiler gibi, Türkiye'deki oligarşi de ancak
Amerikan emperyalizmine sırtını dayayarak egemen olabilirdi. Aslında "yeni oligarşiler", klasik sömürgecilik
döneminin yöneticileri gibi, "kendi" emekçi kitlelerine yabancılaşmış durumdadırlar.
1920'lerden beri ülkenin kaderini elinde tutan Kemalist iktidarlar, (Ebedi ve Milli Şef dönemleri), toplumu
istedikleri biçime sokabilecekleri, istedikleri gibi yoğurabilecekleri düşüncesine sahiptiler. Elbette bu,
emekçi toplum kesimlerine "dışarıdan bakanlara" özgü bir zihniyettir. Bir balama toplumu bir "tavuk çiftliği
gibi yönetebilecekleri", "yönetmenleri gerektiği" gibi kuruntularla hareket ediyorlardı. Bu aşırı jakoben
zihniyet, iki bakımdan tam bir açmazla karşı karşıyaydı. Birincisi, söz konusu olan dünü bugünü ve geleceği
olan bir toplumsal gerçeklikti; ikincisi, tüm kuruntularına ve hezeyanlarına rağmen, yönetici kliğin belirleme
gücü sınırlıydı. Söz konusu aşırı jakoben yaklaşımlar emekçi toplum kesimlerinde büyük tepkiler yaratmaktan
geri kalmıyordu. Atatürk inkılaplarından hemen hiçbir yarar sağlayamayan geniş halk kitleleri, özellikle dini
baskılardan da şikâyetçiydi. Laikliğin Türkiye'deki uygulaması, kitleler üzerinde tam bir baskıya dönüşmüştü.
Aziz Nesin; "Türkiye'de laiklik sözde kalmıştır, sahteciliktir. Laiklik özde din ve devlet işlerinin ayrılması
değildir. Bu sonuçtur. Özde dogmaya karşı aklın egemen olmasıdır. Devletin örgütleri arasında 'Diyanet işleri
Başkanlığı' bulundukça, din görevlileri aylıklarını devletin bütçesinden aldıkça, kendileri özerk bir kurum
kurmadıkça, Türkiye'de demokrasi olamaz. Bütün İslâmi kuralların, gerek eğitsel, gerekse dinsel kurallarının
özerklik kazanması gerekir. Sadece Müslüman Sünnilerin değil, Alevilerin de kendi özerk kurumlarım kurması
demokrasinin gereğidir"(10) derken, ifade etmek istediği budur.
Türkiye'de, 1990 yılında devlet bütçesinden Diyanet İşleri Başkanlığı'na ayrılan para 788 milyar 350 milyon
TL.'dir. Milli Eğitim Bakanlığı 'Din Eğitimi Genel Müdürlüğü'ne ayrılan da 344 milyar 427 milyon TL'dir.
Bütçeden ayrılan kaynak, toplam 1 trilyon 132 milyar TL'ye yükseliyor. Bu kaynağa, Köy Hizmetleri Genel
Müdürlüğü vs'den yapılan katkılar dahil değildir.Bütçeden Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı'na da toplam 1 trilyon 148 milyar lira ayrılmıştır. Yaklaşık beş bakanlığa
ayrılan kadar kaynağı din işlerine ayıran bir laik ülke var mıdır?
Başlangıçta AP iktidarının önemli bir kitle desteği sağlamasının nedenlerinin başında, hiç şüphesiz, ulusal ve
uluslararası konjonktürün neden olduğu refah geliyordu. Ama kitleler üzerinde devlet baskısının ve dini
baskının hafiflemesinin de payı vardı. 1923-1946 aralığında Kemalist iktidarlarca milliyetçi ideolojiyi dini
ideolojinin yerine geçirme çabaları beklenen sonucu vermemişti. Bu durumun farkında olan DP, daha
muhalefetteyken, kitlelerin bu rahatsızlığından yararlanma yolunu seçti. Toplumun temeline dokunmadığı ve
kitlelerin yaşam koşullarında hatırı sayılır bir iyileşme yaratmadığı sürece, Kemalistlerin ürettiği yapay
ideolojinin kitlelerin bilincine yerleşme şansı çok zayıftı. Tam tersine, Kemalist uygulamalar ve "inkılaplar"a,
kitleler geleneksel ideolojiye daha çok sarılarak tepki gösteriyorlardı.
"Laiklik" uygulaması da, dinin baskı altına alınması olarak anlaşıldı. Türbelerin ziyaretinin yasaklanmast gibi
gariplikler "laikliğin bir gereği" sayılıyordu... Bir insanın kutsal saydığı tarihi bir kişinin mezarını ziyaret
etmesinin engellenmesi "ilericilik" sayılıyordu. Yazık ki Türk aydınlarının çoğunluğu hâlâ yasakçı-lık ve baskıyla
ilericilik arasındaki ilişkinin tersliğini kavramış durumda değiller. Kendini dini kavramlar ve sembollerle ifade
geleneğine sahip kitlelerin normal hareket ve talepleri gericilik damgası vurularak cezalandırılır olmuştu.
1950'de DP'nin iktidarıyla, yüzyılların her türlü devlet baskısından bezmiş halk kitlelerinde ilk defa sosyal
süreci "etkiledikleri" ve "etkileyebilecekleri" umudu uyanmıştı. Ne ki 1960 darbesiyle bu sürecin normal
gelişme yolunda ilerlemesinin önü kesildi.
Uygulanan ekonomik modelin 1950'li yılların ikinci yarısında olumsuz eğilimler ortaya çıkarması, dış kredilerin
ve yatırımların azalması vb. DP'ye karşı kitle muhalefetinin büyümesine neden oldu. İktidarın baskıcı
yöntemlere başvurması, Sovyetler Birliği'yle yakınlaşma çabaları hem yerel mülk sahibi sınıf-ların, hem de
ABD'nin DP'ye desteğini çekmesine neden oldu. Zaten baştan beri ordu içinde darbe odaklan vardı. Koşulların
olgunlaşması, İnönü'ye karşı saldırılar, tahkikat komisyonu oluşturma çabaları, basın ve üniversitelere yönelik
baskılar, üniversite öğrencilerinin ve Harbiyelilerin gösterileri askeri bir darbe için koşullan
"olgunlaştırmıştı."
Kitlelerin toplumsal süreci etkileyip biçimlendirmelerine ilk tepki 1960 askeri darbesiyle geldi. Ve on yıllık
sürelerle tekrarlanarak devam etti. Resmi ideolojinin bir bölüğünün ileri sürdüğü gibi, 27 Mayıs 1960 darbesi
"ilerici" değil, "bürokratik"ti. Dolayısıyla kitlelerin toplumsal süreci belirleme yeteneğini zaafa uğratan bir
hareketti. Türk aydınlarının çoğunluğu, 27 mayıs darbesiyle gelen anayasadan ötürü, söz konusu darbenin
"ilerici" bir nitelik taşıdığım ileri sürüyorlar. Anayasanın "ilericiliği" teranesine kendisini kaptıran aydınlar, Ana-yasa'da meclisin üstünde
kurumların varlığını görmezlikten gelmişlerdir. "Milli Güvenlik Kurulu" gibi meclis üstü kurumların varlığı bile
bir başına Anaya-sa'nın ilericiliği tezini çürütmeye yeter. Bir anayasanın ilericiliğini belirleyen, sadece
içerdiği bazı maddeler değildir. Asıl belirleyici olan, kimler tarafından nasıl yapıldığıdır. Idris Küçükömer;
"Nitekim bazı yazarlar 27 Mayıs Anayasa-sı'nın çok iyi bir anayasa olduğunu söylerler. Bu anayasa kimler için
iyi ve ileri idi? Kimler yaptı, kimler bozdu? Halk niçin savunmadı? Millet nereye gitti?" derken sorunun bu
yanına işaret etmek istiyor.(1 1)
Öte yandan, 27 Mayıs darbesi, kendisini bir anayasa hazırlanması ve yönetimin sivillere devredilmesi
pespektifiyle sınırladığı ölçüde, işlevi daha baştan sona ermişti. Bu durum bir kısım küçük burjuva aydınına
ortaya çıkan "iktidar boşluğu"ndan yararlanma yolunu açmıştı. Söz konusu "iktidar boşluğu" koşullarında
aydınlar, özellikle anayasanın yapılmasında etkin bir konuma geldiler ve anayasaya anti-demokratik bir sürü
maddeler yarımda, demokratik birçok madde koyulmasını sağladılar. Ne ki, bu durum bir başına söz konusu
anayasanın "ilerici" olması için yeterli olamazdı...
"İleri" sayılan anayasa yaklaşık on yıl sonra "yapıcıları" askerler tarafından kuşa çevrildi. İkinci onyılın
sonunda da bütünüyle ortadan kaldırıldı...
Daha önce sözünü ettiğimiz iç ve dış koşulların ortaya çıkardığı olumlu "eğilimler", 1954'ten başlayarak
tersine dönmeye başladı. Bir kere iklim koşulları tarımsal üretimi olumsuz yönde etkiledi, öte yandan dış
ticaret cephesinde de aleyhte bir tablo ortaya çıktı. 1953 yılında 8 milyon tona kadar yükselen buğday
üretimi, 1954'te 5 milyon ton'a düştü. Tarımsal üretimde toplam % 20 civarında bir düşüş söz konusuydu.
Alınan kredilerin daha büyük bir bölümü eski borçların ödenmesine tahsis edilmeye başlandı. Dış krediler
daraldı. Artık Türkiye 1954 öncesi ithalat düzeyini sürdüremez durumdaydı. 1958 yılı ithalatı 1953
yılındakinin % 42'sine kadar gerilemişti. Vadeleri dolan borçların ödenmesi sorun olmaya başlamıştı. Bütçe
açıkları da giderek büyüyordu. 1953'te 21.9 milyon TL olan bütçe açığı, 1954'te 173.9 milyon TL'ye, 1957'de
196.1 milyon TL'ye yükseldi. 1950 = 100 alındığında toptan eşya fiyatları endeksi, 1954'te 121,1957'de 181'e
yükselmişti...
İç ve dış koşulların diyalektiği, daraltıcı politikalar yönünde baskı yapıyordu. Ama Menderes iktidarı daraltıcı
politikalara itibar etmekten yana değildi. Adnan Menderes'in prestijinin sürmesi, kitlelerin gözünde umut
olmaya devam etmesi, genişleyici politikaların sürdürülmesi gerekiyordu. Bu da, Çaklı'nın deyişiyle,
"enflasyonun benimsenmesiyle" mümkündü.(12) Dönemin başbakanı Adnan Menderes, neden böyle bir yola
girmek durumunda olduklarını şöyle ifade ediyordu:
"Enbüyük muvaffakiyetleri (CHP kastediliyor, F.B.) dış ticareti muvazene içinde tutmaktan ibaret kalmıştır.
Ama bu muvazene memleket iktisadiyatını dar bir çember içinde tutan ve memleket hizmetlerinden kaçınma pahasına elde edilen bir muvazenedir. Biz çok
daha evvel denk bütçeyi temin edebilirdik. Fakat biz muvazeneyi aşağı noktalarda tutmak değil, yaşama
seviyesini yükselten bir irtifada böyle bir muvazeneye ulaşmak için koşmaktayız... Ne ithalat durdurulacak,
ne de tahsisatın sarfında müşkilata uğranılacaktır. "(13)
Gerçekten Menderes Hükümeti, enflasyonist finansmanla, daha önce girişilen bayındırlık projelerini
tamamlama ve yenilerini inşa yolunu seçti. Toptan eşya fiyatları endeksi (1950 başlangıç olmak üzere),
1953'te ll0'dan 1958'de 208'e yükseldi. Dış "yardımların" kısılması ve dış ticarete ilişkin zorluklar, dış borç
ödemeleri, liberal dış ticaret politika ve uygulalamalarını ister istemez gözden düşürecekti. Ortaya çıkan yeni
durum ithalatın denetim altına alınmasını gerektiriyordu. İthalatın kısılması ise, çoğu tüketim malı üreten
sanayiciler için dolaylı teşvik anlamına geliyordu. Enflasyonist sürece eşlik eden korumacılık, sanayici kârlarını
yükselterek, iç pazara yönelik ithal ikameci sanayileşme yönünde uyarıcı etki yapıyordu. Zaten İkinci Dünya
Savaşı sonrasında, özellikle de 1950 sonrasında, tarımsal üretimin artması, alt-yapı yatırımları ve ulaşım
şebekesinin genişlemesi köyden kente göç, genel refah artışı, sanayi için "özgür" emeğin açığa çıkması, doğal
olarak iç pazarı görece genişletmişti. Bu durum iç pazara dönük üretim yapan sanayiciler için potansiyel
gelişme ortamı yaratmıştı. Gümrük duvarlarıyla korunan bir iç pazarda üretilen her sanayi ürünü yüksek
fiyatlardan satışa sunulabilirdi. Bu aşamadan sonra sanayi tarıma oranla daha hızlı büyüyecek, tarımın milli
gelir içindeki payı da görece düşecekti.
Ne var ki, dış borçla yürüyen, enflasyonist bir büyüme modelim belirli bir eşikten sonra sürdürmek mümkün
değildir. Böyle bir politika, ekonominin dengelerini bozmak yanında, toplumsal kargaşalıklar, alt-üstlükler için
potansiyel bir ortam da yaratır. Başka bir anlatımla, devlet gücünün sarsılması söz konusudur... Böyle bir
duruma ise, emperyalist status quo'nun korunmasından çıkan olanların ve yerli işbirlikçilerin kayıtsız
kalmaları mümkün değildir. Mutlaka "bir şeyler yapılması"nı isteyeceklerdir...
Başta ABD olmak üzere, emperyalist kuruluşlar (IMF, Dünya Bankası OECD vb) Türkiye'ye yeni krediler
açmanın ve eskileri de ertelemenin koşulu olarak ekonomiye "çeki düzen verilmesi"ni ısrarla istiyorlardı. Bu
amaçla, "Ağustos 1958 kararlan "nı Menderes'e kabul ettirmişlerdi. Menderes, söz konusu dış baskılara
rağmen, kaldığı yerden devam etmek isteyince de, Batılılar için "muteber adam" olmaktan çıkacaktı.
Türkiye'de planlı döneme geçişi asıl isteyen emperyalist Batı ve onun çıkarlarının bekçiliğini ve sözcülüğünü
yapan emperyalist kuruluşlardı (IMF , Dünya Bankası vb.). 1950'lerin ikinci yarısında "olayların zoruyla"
ortaya çıkan korumacılık ve uyardığı ithal ikameci sanayi, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra "planlı dönem"de,
"plansız" bir biçimde gelişme olanağına kavuşacaktı. Böylece askeri darbeyle Menderes iktidardan
uzaklaştırılırken, artık Batılıların onayım almış "planlı" bir büyüme süreci başlatılıyordu...Bir önceki dönemin sınıf ittifakında bir kayma olmuş, 1950'de egemen sınıflar koalisyonu dışına atılan
bürokrasi, Milli Güvenlik Kurulu, Anayasa Mahkemesi, Tabii Senatörlük, Planlama Teşkilatı vb. gibi kurumlar
aracılığıyla egemen sınıf ittifakında tekrar etkinlik sağlamayı deneyecektir... Kaynak dağılımında sahip olduğu
"stratejik konumu" sayesinde, büyük sermayeyle adı konmamış bir çeşit ittifak kurmayı başarmıştı. TL'nin
değerlenmiş (TL'nin resmi değerinin piyasa değerinin üstünde tutulması) olması, bürokrasiye oldukça geniş
bir manevra gücü kazandırmaktaydı. Sanayiciler döviz tahsisi bakımından "kalkınmacı bürokrasi"ye bağımlı
hale gelmişlerdi. Bürokrasinin üst kesimleri, 1960 darbesiyle, 1950'de kaybettikleri konumlarını kısmen
kazanmışlardır.
NATO ve CENTO'ya bağlılığını darbe bildirisinin en bşına koyan 27 Mayıs askeri cuntası, uygulanacak
ekonomi politikası hakkında da emperyalistlere güvence vermeyi ihmal etmedi. Batılıların istedikleri "planlı
bir ekonomi" söz konusu olacaktı. Darbenin lideri General Cemal Gürsel, Planlama Teşkilatıyla ilgili
konuşmasında, "Artık memlekette, herkes canının istediği gibi şu yapılsın bu yapılsın diyemiyecek"(14) derken,
bir rasyonalizasyon planıyla ekonomiye çeki düzen verileceğini söylüyordu. Ama asıl amaç, Batı'ya bir mesaj
vermekti. Gerçekten, 1960 darbesinden 1980 darbesine kadar geçen yirmi yıllık sürede bürokrasi, sanayi
burjuvazisinin ön plana çıktığı bir sınıf ittifakı içinde az çok etkin konumunu korudu. Dönemin koşulları ve
uluslararası plandaki eğilimler, ithal ikameci sanayileşme modelinin niteliği, "kalkınmacı bürokrasi"nin
ekonominin yönetiminde küçümsenemeyecek bir etkinlik sağlamasına neden oldu. Ne ki, 1980 askeri cuntasıyla
Türkiye yeni bir sermaye birikimine zorlanırken, yeni modelde artık "kalkınmacı bürokrasiye" de yer yoktu.
24 Ocak -12 Eylül'le başlayan yeni dönemde, kalkınmacı ideolojiye retorik düzeyinde bile olsa artık yer
verilmeyecekti... 1980 sonrası sürecin tahliline geçmeden önce, yaklaşık yirmi yıllık bir sürede geçerli olan
"bağımlı ve dışlayıcı" büyüme modelinin (ithal ikameci model) gelişmesi ve krize giriş nedenleri üzerinde
kısaca durmamız gerekiyor.
Bağımlı Sanayileşme Sürecinin Dinamiği ve Krizi
II. Dünya Savaşı sonrasına kadarki dönemde azgelişmiş ülkelerle sanayileşmiş ülkeler arasındaki ilişki bir
bakıma kır-kent ilişkisi niteliği taşıyordu. Genel olarak azgelişmiş ülkeler hammadde ve tarım ürünleri ihraç
edip, karşılığında sanayi ürünü olan tüketim malları ithal ediyorlardı. Fakat kapitalizmin yeni evresinde durum
değişecekti. Emperyalizmin klasik dönemi de demlen 1880'li yıllardan n. Dünya Savaşı sonrasına kadar geçen
sürede hammadde kaynaklarının kontrolü ve tüketim malları pazarının genişletilmesi amacı ön plandaydı.
II. Savaş'tan sonra hammadde kaynaklarını kontrol ederek, "uygun koşullarda" elde edilmesi önemini
korumakla birlikte, azgelişmiş ülkelere sermaye ihracının birincil amacı artık sermayenin kendini dünya
ölçeğinde yeniden üretebilmesinin koşulu haline geldi. Kâr oranlarındaki azalma eğilimine karşı bir "savunma" niteliği taşımaktaydı. Bu aşamada, azgelişmiş ülkelerdeki büyüme süreci iki şekilde etkilenecekti.
Birincisi, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının artık tarım ürünleri ve hammaddelere değil, iç pazara
dönük imalat sanayi sektörüne yönelmesidir. Hammadde fiyatlarındaki sürekli gerileme (ticaret hadlerinin
hammaddeler aleyhine daha çok bozulması), sermayeyi böyle bir tercihe zorlarken, pazarın genişlemesinin
koşullan yaratılıyordu. Tüm azgelişmiş ülkelere aynı oranda yabancı sermaye yatırımı söz konusu olmayacağına
göre, iç pazara dönük sanayilerini geliştirmek isteyen ülkelere patent, teçhizat, ara-malı, hammadde satışı
artmıştı.
Görece geri teknoloji ürünü mallar söz konusu olduğu ve üretim (montaj) teknoloji ithaliyle yürüdüğü için, söz
konusu süreç gerçek anlamda bir sanayileşmeye götüremezdi. Bağımlı ve dışlayıcı bir süreçti. Bağımlılık da
ikili bir karakter taşıyordu: Birincisi, teknoloji, ara-malı ve bazı hammaddeler çokuluslu şirketlerden
sağlandığı için ve üretilen mallar da iç pazarda satıldığı için, döviz sorunu sürekli büyüyordu. İthalat için
gerekli döviz, geleneksel ihraç ürünlerinin ihracıyla sağlanıyordu. Ama sağlanan döviz sürekli büyüyen
sanayinin ihtiyacını karşılamaktan uzak kalıyordu. Bu koşullarda (geleneksel ürün fiyatlarının sürekli
gerilediği), borçlanmak zorunlu hale geliyordu. Mali bağımlılık (dış borçlar) arttığı ölçüde, ekonomi
politikalarının yönetimi dış karar merkezlerine doğru kayar. Ülke yöneticilerinin manevra alam azalır. Karar
mercileri IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar olmaya başlar. Aşırı borçlu bir ülkenin borç verenlerin
isteklerini dikkate almaması ancak istisnai durumlarda söz konusu olabilir.
Sanayileşme sürecinin dışlayıcı niteliğine gelince; iç pazara yönelik ve çoğunlukla tüketim malı üreten, bunu da
teknoloji ithaliyle gerçekleştiren bir ülkede, sanayileşmenin sınırlı kalması, sınırlı istihdam yaratması,
sonuçta da iç pazarın da sınırlı bir genişleme göstermesi doğaldır. Toprak dağılımının aşın dengesiz olduğu
ülkelerde iç pazar daha da sınırlı kala.
Söz konusu dönemde, çokuluslu şirketlerin yayılma ve genişleme stratejisiyle, azgelişmiş ülkelerde
benimsenen büyüme modelinden yarar sağlayanların çıkarları çakışmaktaydı. Döviz yetersizliği korumacı
uygulamaları zorunla hale getirirken, patent, ekipman, ara-malı ve kimi hammaddelerin gümrük duvarlarını
aşmasına olanak veriyordu. Tüketime hazır ürünlerin ithalim yasaklayan ülkeler, aynı malın montajı için her
türlü ithalata izin veriyorlardı. Üstelik büyük muafiyetler ve kolaylıklar da söz konusu oluyordu.
Böylece, yeni süreç bazı düşük katma değerli malların iç pazara dönük üretimine olanak vererek çokuluslu
şirketlerin pazarı genişletmelerini sağlarken, yerli hakim sınıflar içinde de sanayi burjuvası ön plana geçmişti.
Yine de burjuvazinin diğer fraksiyonları karşısında tam bir üstünlük sağlamaları mümkün değildi. Sanayici,
kendi ihtiyacı olan dövizi geleneksel ürünlerin ihracından karşıladığı sürece, diğer sermaye kesimlerinin el
koyduğu sosyal artığa sahip olabilmek için emekçi kitleleri peşinden sürükleyip, diğerleri üzerinde baskı
yapmaya cesaret edemez. (Harekete geçen kitle dinamiğinin kendim de hedef almasından korkar) Bu yüzden
bağımlı ülkelerde sanayi burjuvazisinin başat rol oynaması olağan bir şey değildir. Sanayileşmenin finansmanı geleneksel ürünlerin ihracına ve dış borçlanmaya bağlı
kaldıkça, sanayi burjuvazisinin başat rol oynaması olanaksızdır.
Bağımlılığı pekiştiren ikinci faktör, küçük bir ayrıcalıklı azınlığın ihtiyacı olan malların üretilmesiyle ortaya
çıkıyor. Böylece toplumsal formasyonun genel gelişmişlik düzeyine uygun düşmeyen bir tüketim kalıbı
yerleşiyor. Bir bakıma, sanayileşme süreci sondan başlamış oluyor. Öncelikli sanayi dallan kurulmadan, söz
konusu sanayilerin üretmesi gereken girdiler ithal edilerek, montaj mümkün oluyor. Motor üretilmeden
otomobil "üretilmesi" gibi... Böyle bir sanayileşmenin ekonomide dikey ve yatay "eklemlenmeler" yaratması,
istihdam yaratması da sınırlı kalmak durumundadır. Sonuçta iç pazarda ancak sınırlı bir genişleme olabilir. Bu
durum ölçek ve verimlilik sorunları yarattığı gibi; teknolojik bağımlılık, teknolojik yaratıcılığı da gündem
dışına itiyor. Ülke ihtiyaçlarından bağımsız bir teknoloji ithali zorunlu hale geliyor. Pazarın sınırlı kalması,
ithal edilen teknolojinin (görece geri olsa da) gelirin daha çok varlıklı kesimlerin eline geçmesini sağlaması,
aynı şekilde yaratılan istihdamın sınırlılığı, geniş toplum kesimlerinin dışlanması, "marjinalleşmesi" sonucunu
doğuruyor. Dış kaynağa bağımlılık zorunlu olarak artmak durumunda olduğundan, ödemeler dengesi
tıkanıklıkları sürecin krize girmesiyle, tıkanmasıyla sonuçlanıyor.
Yukardaki genel açıklamalardan sonra, Türkiye'de 1950'lerin sonlarında başlayıp, 1960 sonrasında hızlı bir
gelişme gösteren "bağımlı ve dışlayıcı" sanayileşme sürecinin tahliline geçebiliriz. Bir taraftan çokuluslu
şirketlere patent, lisans, teçhizat, ara-malı ve hammadde ihraç olanağı veren, diğer yandan sözde ithal
ikâmesi sağlayan sanayileşme süreci, dış belirleyiciliklere büyük ölçüde bağımlıydı. Aslında görüntüyle gerçek
arasındaki çizgi yakalanabilirse, bu sürecin ithal ikâmesi yapmadığı, tam tersine, bir ithal patlamasına neden
olduğu kolaylıkla görülür. Nitekim kullanıma hazır tüketim malı ithalinin yerini o malın üretilmesi için gerekli
girdilerin ithali almaktadır. Böyle bir sürecin belirli bir eşikten sonra krize girmesi doğaldır. Üretebilmek için
büyük ithalata gereksinme duyan, ürettiği mallan iç pazarda sattığı için döviz ihtiyacım kendisi sağlayamayan,
geleneksel ürünlerin ihracından sağlanan dövizin de sürekli azaldığı koşullarda (1968-1971 aralığında
Türkiye'nin ihracatının %77'sini tarımsal ürünler oluşturmaktaydı) sürecin sürdürülmesi ödemeler dengesine
bağlıydı. Çokuluslu şirketlerin denetiminde ve onların bir uzantısı olarak kurulan sanayiler, iç pazara yönelik
olarak kurulduklan için, ölçek, verimlilik, rekabet edebilirlik, standardizasyon gibi, kapitalist üretim için
olmazsa olmaz kriterler dikkate alınmadan kurulmuştu. Üretilen mallann başlangıçta ihracı düşünülmüyordu.
Bu durum, çokuluslu şirketlerin de işine gelen bir şeydi.
Dış rekabetten korunan, büyük teşvik, sübvansiyon ve muafiyetlerden yararlanan, tekelci değilse bile oligopol
konumundaki sanayi kuruluşlan çok yüksek kârlar sağlayabiliyorlardı. Kambiyo politikası da (TL. değerinin
yüksek tutulması), büyük rantların (döviz tahsisleri yoluyla) ortaya çıkmasına olanak veriyordu. Büyük sanayici rantı sağlayan, korunmuş bir iç pazarda "tekel" konumundaki sanayi kuruluşları, çok
yüksek kârlar elde ettikleri sürece "yüksek" ücret uygulamasından da pek rahatsız olmazlar. îçe dönük üretim
yapan sanayiciler için "yüksek ücret", ürettikleri malların sürümü anlamına gelir. Bu yüzden özellikle sigortalısendikalı
ve büyük işyerlerinde çalışan işçilerin reel ücretleri sürekli yükseldi. (Askeri darbe dönemi olan
1971 yılı hariç). Reel ücretler 1968-1971 arasında yılda ortalama %6 civarında artmıştı. Ücretliler içinde
sözünü ettiğimiz işçi kesimi bir bakıma "işçi aristokrasisi" konumuna gelmişti. (Bunlara birçok KİT işçisi de
dahildir).
İthal ikameci model, sadece bağımlılık yaratıp derinleştirmekle kalmıyor (teknolojik ve mali bağımlılık),
teknoloji üretimini de gündemden çıkarıyor. Üstelik ülkenin genel gelişmişlik düzeyine denk düşmeyen bir
tüketim yapısı ve alışkanlığını da yerleştirerek, bağımlılığı daha kapsamlı hale getiriyor. Üretme yeteneğine
sahip olunmayan malların tüketilmesine olanak veren model, ülkeyi dünya ekonomisi bütünlüğü içinde
"gecekondu statüsüne" sokarak, çevrede yer almasına ve bunun süreklilik kazanmasına neden oluyor.
Sanayi üretiminin hızla arttığı, ama sanayi ürünleri ihracatının artmadığı koşullarda, sürecin devam
ettirilmesi, başlangıçta dış borçlanmayla sürdürüldü. Türkiye'nin ihracatı 1960-1970 döneminde yılda
ortalama % 1.6, 1970-77 Ara-hğı'nda da %0.8 oranında arttı. Türkiye'yle benzer gelişmişlik düzeyindeki 54
ülkede ise bu oranlar aynı dönemler için % 5.4 ve % 5.1 oldu. Aynı dönemlerde sanayileşmiş ülkelerde de %
8.5 ve % 6.2 olmuştu. Buna karşılık Türkiye'nin ithalatı 1960' lı yıllarda % 5.5 1970'lerde de % 13.1
artmıştır(15) Bir başka önemli nokta da Türkiye'nin Dünya ticareti içindeki payının çok düşük olmasıdır. Bu
oran 1965'te % 028,1980'de % 016 idi/..(16)
Dünya ekonomisindeki büyüme eğilimlerinin tersine döndüğü 1960'ların sonlarında, Batılı devletler ve
uluslararası fınans kuruluşlarından alınan dış "yardım" ve krediler azalırken, Batı Avrupa'ya göçen Türk
işçilerinin yolladığı döviz önemli rakamlara ulaşmıştı, İşçi dövizlerinin de görece azaldığı 1974-75
sonrasındaysa, petro-dolarlarının devrelenmesinin ve uluslararası spekülasyonun neden olduğu para bolluğu,
çokuluslu özel ticari bankalardan, ekseri kısa vadeli, yüksek faizli borçlanma yolunu açtı.
1970'li yılların sonuna gelindiğinde, belli başlı üç faktör Türkiye ekonomisinin yapısal bir krize
sürüklenmesine neden oldu. Bunlardan birincisi, sağlanan dış kaynağın bağımlı büyüme sürecini sürdürecek
seviyede olmaması; ikincisi, 1950'lerde gerçekleştirilen alt-yapının, (özellikle de elektrik enerjisinin)
yetersiz kalması, daha da önemlisi 1950'lerde başlayan emperyalist şartlandırma sonucu petrole bağımlılığın
artması, 1974'ten sonra ardarda gelen petrol şoklarının ödemeler dengesini tıkaması; üçüncüsü de, iç pazarın
da artık sınırına yaklaşılmış olması ve oldukça yüksek ücretlerin kârlılık oranlarını kemirmesidir.
Ekonominin krize girdiği yıllarda, 1950'lerden beri artık bir gelenek haline gelen (genel oyun da zorlaması sonucu) tanmsal sübvansiyonlar da sürdürülüyordu. Tarıma yapılan
sübvansiyonlar ve destekleme alımları bu sektörde yaratılan değerin oldukça yüksek bir oranına ulaşmıştı.
(1963-1971 döneminde tanmsal üretim değerinin %22'si). Sanayinin döviz yutucu niteliği, ithal edilen,
teçhizat, ara-malı ve hammadde fiyatlarının aşın yükselmesi ve ticaret hadlerinin aleyhte seyri (1950 = 100
alındığında dış ticaret hadleri 1973'de 95, 1974'de 77, 1975'de 68, 1976'da 70, 1977'de 69, 1978'de 71,
1979'da 70(17) olmuştu). Petrol faturarasının aşırı yükselmesi, tarıma yapılan sübvansiyonlar ve destekler,
sigortalı ve sendikalı büyük işyerlerinde ücretlerin görece yüksek oluşu (1977'de Türkiye'de ücretler
Yunanistan'dakine eşitti, oysa Yunanistan'da kişi başına gelir Türkiye'nin 2.5 katıydı. 1977'de Türkiye'de
ücretler Güney Kore'dekinin 3 katıydı), ucuz konut kredisi, sağlık hizmetlerinden yararlanmala-n vb. de
dikkate alındığında işçilerin görece yüksek bir "refah" seviyesinde ol-dukları anlaşılır). Dış ticaret
cephesindeki tersine gidiş, (ihracatın ithalatı karşılama oram 1975'de % 29.5, 1980'de % 38'e kadar
düşmüştü) petrol fiyatlarındaki aşırı yükselmeye rağmen sübvansiyon yoluyla petrol fiyatlarının düşük
tutulması, KİT açıkları, tarıma yönelik sübvansiyonlar, dış krediler ve işçi dövizlerin-deki göreceli azalış,
altyapının yetersizliği, Batı'dan ithal edilen enflasyon, artan dış borçlar (dış borçlar 1975-76 arasında % 412
oranında artmıştı), dış ticaret hadlerindeki bozulma ödemeler dengesi kriziyle sonuçlandı. Türkiye'nin 1977
sonu ihracatı yaklaşık 1.7 milyar dolar iken, ithalat 5.8 milyar dolardı.
Ekonomik kriz, kaçınılmaz olarak sosyal ve politik alana da yansıdı. Artık 1920'lerden beri oluşturula gelen
yapı ve kurumlarla, geçerli devlet ve toplum anlayışıyla krizi aşmak mümkün görünmüyordu. Öte yandan
emperyalizmin içine girdiği yeni kriz döneminde, Türkiye'ye biçilen rol de değişecekti... Egemen sınıflar
blokunun eski ilişkiler, kurumlar ve ideoloji çerçevesinde Türkiye'ye yönelebilmeleri şansı kalmamıştı.
Oldukça dinamik bir nitelik kazanan kitle hareketini de mevcut yasal ve anayasal çerçeve içinde massetmek
kolay değildi. Zira demokratik kuruluşların baskısı (aydınlar, sendikalar, meslek odaları, dernekler, üniversite
gençliği vb.) mevcut yapıyı zorlamaktaydı. Dolayısıyla kurumsal-ideolojik yapıyı yeni bir temel üzerine
oturtmadan, sadece baskıyla duruma hakim olunamıyacağını 12 Mart baskı rejimi göstermişti. Baskıya,
kurumsal-ideolojik düzenlemeler de eşlik etmeliydi... Devlet, mevcut yapılar ve işleyiş, ideolojik
meşrulaştırma mekanizmaları veri iken, düzenin "sınırları" dışına taşma potansiyeli taşıyan toplumsal
dinamizmi kıramaz durumdaydı. Üstelik muhalefet bizzat, devlet aygıtı içine de sızmış durumdaydı. Kısaca
devlet yapısı yeni durumla başa çıkamaz hale gelmişti...
Artık ekonomik krizin aşılması öncelikle siyasal krizi aşmaya bağlıydı. Egemen sınıflar bloku, devlet aygıtına
yeni bir biçim verilmeden siyasal krizin aşılamayacağını, siyasal kriz aşılmadan da ekonomiye yeniden yön
vermenin ve güç dengelerini değiştirmenin olanaksızlığını kavramıştı... Nitekim, siyasal ve ekonomik kriz içice
geçmiş, biri diğerini şartlandırır hale gelmişti. Birinin çözümsüzlüğü diğerinin çözümünü daha da zorlaştırır
durumdaydı. Siyasal krizin önceliği vardı. Devlet aygıtının toplumu yönetmede "yetersiz kalması", bir bakıma "felçleşmesi" egemen sınıfların hegomonya gücünü zaafa uğratmaktaydı. Elbette siyasal krizin
derinleşmesi dış ilişkileri de (dış yardım, borç alma vs.) zorlaştınyordu.
Yukarıda sıralanan nedenlerden ötürü, mevcut yapı, kurumsal-ideolojik çerçeve içinde çözüm arayışları (1977-
1980) sonuç vermeyecekti... Krizin derinleşmesine, krizi aşmak için alınan önemlerin zamanlama hataları ve
tutarsızlıkları da eklendi. Elbette dış baskılar ve çıkarılan zorluklar da krizin derinleşmesinin bir başka
nedeniydi. İşte, 24 Ocak 1980'de başlayıp 12 Eylülle devam eden süreçte krize emperyalizmin ve yerli hakim sınıfların çıkarları yönünde çözümler dayatılacaktı...
12. BÖLÜM
SEKSENLİ YILLAR: UYDULAŞMA SÜRECİNİN DERİNLEŞMESİ
"Belirleyici olan, her zaman nereye bakıldığı değil nereden bakıldığıdır."
Piere Teilhard de Chardin
1970'li yılların ikinci yarısında Türkiye'de geçerli "bağımlı ve dışlayıcı" büyüme modeli krize girmişti.
Kapsamlı düzenlemeler olmadan hâkim sınıfların krizi aşmaları ve yeni bir sermaye birikim modelim
dayatmaları olanaksız gibiydi. Bilindiği gibi, sermaye birikim modelinin krizi, aynı zamanda siyasal, ideolojik,
kurumsal boyutları da olan bir krizdir. Böylesi koşullarda krizi aşmak için sadece ekonomiye ilişkin
düzenlemeler yeterli değildir. Bu arada ideolojik plandaki aşınmaya da bir çare bulmak gerekiyordu... Geçerli
resmi ideoloji olan Atatürkçülüğün yeni bir versiyonunun üretilmesi de gündeme gelmişti. Başka bir ifade ile,
yeni bir sermaye birikim modelinin geçerli kılınması, yeni düzenlemeler ve dengeler oluşturmaya bağlıydı.
Kapsamlı düzenlemeler yapmak ve eski dengelerin yerine yenilerini oluşturmakla, egemen sınıf sömürü
koşullarının sürekliliğini sağlıyabilirdi...
Türkiye "yapısal bir kriz" içine sürüklenmişken, emperyalizmin Ortadoğu'ya ilişkin beklentileri de yeni bir
durum almıştı. Kapitalizmin yapısal krizi koşullarında, emperyalizmin yeni-sömürge statüsündeki azgelişmiş
ülkelerde yaklaşımı değişirken, Türkiye'nin içinde yer aldığı coğrafi bölge, dünyanın en sıcak ilgi alanlarından
biri haline gelmişti. 1970'lerin başından beri ardarda gelen "petrol şokları" emperyalist ülkeler için Ortadoğu
petrolünün önemini daha da artırmıştı. OPEC aracılığıyla azgelişmiş ülkelerin bir bölüğü, ihraç ettikleri ürün
üzerinde söz sahibi olmuşlardı. Bunun diğer temel mallar üreticisi ülkeler için örnek oluşturması sanayileşmiş
ülkeler için "tedirgin edici " bir durumdu. Böyle bir" eğilimin güçlenip etkinlik sağlaması, yüzyıllardır dünya
kaynaklarım istedikleri gibi kullanan Batı için "kaygı verici"ydi. Birinci petrol şokunu izleyen dönemde
alternatif enerjilere yönelmelerine ve enerji tasarrufu yöntemlerini devreye sokmalarına rağmen, Batılıların
tükettiği petrolün % 40'ı hâlâ Ortadoğu'dan geliyordu. Üstelik dünyanın en zengin rezervleri de söz konusu
bölgede bulunuyordu.Batılılar için petrolün önemini artıran başka gelişmeler de söz konusudur. Bir kere Ortadoğu'da
emperyalizmin en güvendiği kalelerden biri olan Şah rejimi düşmüş, yerini Humeyni'nin islamcı fundamentalist
rejimi almıştı. Daha sonra Iran-Irak savaşı patlak verecekti. Müslüman ülkelerde Fundamentalist (radikal)
eğilim güç kazanmaktaydı. Islâmi radikalizmin yükselmesi, bölgedeki emperyalist çıkarlar için potansiyel bir
tehlike olarak görülüyordu. Aynı şekilde, Sovyet askerlerinin Afganistan'a girmesi, Sovyetler Birliği'nin
Güney-Batı Asya'ya daha fazla sokulmasının yolunu açabilirdi. Şah'ın devrilmesiyle İran'da Kürt ulusal
hareketi de ivme kazanmıştı. İşte bütün bu gelişmeler bölgede "istikrarı tehlikeye atıyordu." Emperyalist
Batı için istikrarsızlığa çözüm bulmak hayati bir öneme sahipti. Aksi halde İkinci Dünya Savaşı sonrasında
oluşturulan status quo ve emperyalist çıkarlar tehlikeye girerdi. Şah'ın Ortadoğu'nun jandarmalığı rolünün
son bulduğu koşullarda, sadece Siyonist İsrail devletine dayanarak emperyalist çıkarları güvence altına almak
mümkün değildi. Zaten böylesi bir ortamda Siyonist devletin kendi de tehlikede sayılırdı... Kısaca
Ortadoğu'da istikrarın sağlanması, öncelikle Türkiye'deki istikrarsızlığın giderilmesine bağlı görünüyordu.
İran'dan boşalan Ortadoğu'daki alt-emperyalist işleve (jandarmalığa) en uygun aday Türkiyeydi... 15 Ağustos
1980 tarihli New-York Times'da yer alan bir yazıda, "Türkiye'deki durum Batı açısından bir kriz arzediyor.
Çareler araştıran Batı'nın bu krizin daha fazla devam etmesine tahammülü yok. Çünkü Türkiye NATO'nun
stratejik cephesi içinde... İran'ın kaybından sonra Doğu ile Batı arasında tampon ülke"(1) deniyordu.
Gerçekten de krize daha fazla "tahammül etmeye" gerek kalmadı... Aradan bir ay bile geçmeden Türk
generalleri, bölgenin istikrarının Türkiye'deki istikrardan geçtiğini, bölgedeki emperyalist çıkarların
korunmasında ellerinden geleni yapacaklarım 12 Eylül 1980'den başlayarak göstermeye başlıyorlardı. Daha
1975'de ABD de, "Türkiye'de sağlam bir hükümetin gerekliliğinden" söz ediliyordu...
Ortalama bir insan 12 Eylül'le gelen askeri diktatörlüğün "anarşiyi önlemek" gibi sınırlı bir amacı olduğunu
sanır. Dükkân sahipleri mantalitesinin ötesine geçememiş diplomalıların çoğunluğu da benzer bir sanıya
sahiptir. Oysa generallerin gelişinin köklü "gerekçeleri" vardı. Dünyada sadece zabıtayı sağlamak amacıyla
darbe yapıldığı görülmemiştir: Sonuçta zabıtayı sağlıyanlarla darbeciler aynı olduğuna göre! Askeri
diktatörlüğün, ekonominin yörüngesini değiştirmek, bölgedeki emperyalist çıkarları güvence altına almak,
Türkiye'nin dünya ekonomisindeki konumunu Batılıların istekleri doğrultusunda yeniden biçimlendirmek gibi
belirgin hedefleri söz konusuydu. Bütün bunlar yeni bir resmi ideoloji (Atatürkçülüğün yeni bir yorumu)
oluşturmayı da zorunlu olarak gündeme getirmişti. Aksi halde devlet aygıtını baştan sona ele alıp yeniden
düzenlemeye, düzen partileri de dahil tüm siyasal partilerin kapatılmasına, tüm toplumsal-siyasal katılım
odaklarının ezilmesine, sendikaların daha da etkisiz-leştirilmesine, bilimsel-entellektüel faaliyetlerin
cezalandırılmasına, anayasa da dahil, hemen tüm önemli yasaların değiştirilip anti-demokrat bir kurumsal
çerçeve oluşturulmasına, devletin baskı aygıtının daha da güçlendirilmesine gerek kalmazdı. Zaten o dönemde Türkiye'de sıkıyönetim geçerliydi. Anarşinin önlenmemesi için de hiçbir neden
yoktu. Anarşinin daha önce neden önlenemediği, 12 Eylül'den sonra nasıl önlendiğinin tartışmasına burada
girmeyeceğiz. Artık, isteyen herkes anarşinin nasıl ve neden tırmandırıldığı, neden önlenmediği ,12 Eylül'le
nasıl önlendiği vb. konusunda yeteri kadar bilgi sahibidir.
12 Eylül'le gelen devlet terör rejiminin belli başlı iki amacı vardı. Birincisi, Türkiye'ye yeni bir sermaye
birikimi modelini kabul ettirmek, bunun için gerekli düzenlemeyi yapmak; ikincisi de, Türkiye'yi emperyalizmin
Ortadoğu'daki çıkarlarının korunması amacıyla alt-emperyalist role hazırlamak. 13 Eylül 1980 tarihli New
York Times'de, "Bir NATO üyesi olan olan Türkiye Doğu Akdeniz-deki Amerikan menfaatleri açısından
stratejik bir konumda bulunuyor" deniyordu. ABD Temsilciler Meclisi Heyeti, Narkotik Özel Komite Başkam
Charles Ran-gel, "Türkiye sadece müttefik olarak değil, bölgede liderliğini desteklediğimiz bir ülkedir"(2)
diyordu.
İşte yukarda sözünü ettiğimiz iki temel amacın gerçekleştirilmesi için, devlet terör rejimi gündeme geldi.
Bölgedeki emperyalist çıkarların ve Türk egemen sınıflarının çıkarlarının güvence altına alınması, önce siyasal
nitelikteki krizin aşılmasını gerektiriyordu. Türkiye'de 1960'lardan beri geçerli sermaye birikim modelinin
yerine yeni bir birikim modelinin konabilmesi için, mevcut güç dengelerinin değiştirilmesi, yeni bir sınıf
ittifakının oluşturulması gerekiyordu. Fakat bu aşamada, belirli hedefleri gerçekleştirmek amacıyla iktidara
el koyan askeri cunta, önemli bir sorunla karşılaşmıştı. Bu, geleneksel rejimi ideoloji olan Atatürkçülüğün
"yeniden tanımlanması", formüle edilmesiydi. Artık koşullar 1930'lardan beri geçerli olan resmi ideolojinin
yeni versiyonunun oluşturulmasını gerektiriyordu! Yapılacak iş, yeni koşulların gerektirdiği, yerli burjuvazinin
ve emperyalizmin çıkarlarına cevap verecek bir Atatürkçülük versiyonunun üre-tilmesiydi. Bu da geleneksel
olarak geçerli kılınmış resmi ideoloji olan Atatürkçülüğün kısmen de olsa dışlanmasını gerektiriyordu. Bu
yüzden askeri cunta, geleneksel olarak resmi ideolojinin (Atatürkçülük) üretilip yayıldığı kurumlan (TTK, TDK,
TITE vb.) yeniden biçimlendirdi. Bu kurumlardaki etkin kişiler tasfiye edildi. Eğitim kurumları ve
üniversiteler yeni bir düzenlemeye tabi tutuldu. YÖK'e hâkim olan zihniyet ve kişilerin niteliği hatırlanırsa bu
konuda neyin amaçlandığı daha iyi anlaşılır. Elbette, cunta böylesi bir manipülasyona girişirken,
Atatürkçülükten de çok söz edilecekti... Kimi "radikal Atatürkçünün" ileri sürdüğü gibi, cuntanın amacı
Atatürkçülüğü tasfiye etmek değildi. Amaç, yeni durumun gerektirdiği, yeni koşullara cevap verecek bir
Atatürkçülük (resmi ideoloji) oluşturmaktı. Resmi ideoloji olan Atatürkçülüğün yeni bir versiyonunun gündeme
getirilmiş olmasının bize göre belli başlı üç nedeni vardı: Birincisi, Atatürkçülüğün geleneksel yorumunda, sola
karşı tavır çok net değildi, sınır kalın çizgilerle ayrılmamıştı. 12 Eylül Askeri rejimi, bir kere bu kaim çizgiyi
çizmek için Atatürkçülüğün yeni bir yorumuna ihtiyaç duyuyordu. İkincisi, radikal Islâmın güçlendiği
koşullarda dine karşı geleneksel yaklaşımın da nüanse edilmesi gerekliydi. Zira, dini, hem sol harekete, hem
de radikal İslamcı harekete karşı kullanmak, ABD'nin istediği "devlet kontrolündeki Islâmın iktidarda olduğu ülkelerle sıcak ilişkiler kurabilmek için, din üzerindeki baskının daha da yumuşatılması gerekiyordu.
Geleneksel yaklaşım geçerliyken, yukardaki amaçlan gerçekleştirmek mümkün görünmüyordu. Bu aşamada
uyduruk "Türk-Islâm Sentezi" yaması devreye sokuldu. Asllıda "Türk İslâm Sentezi" bir paravan işlevi
görüyordu. Irkçı-faşist eğilimli unsurlar, oportünist dinciler ve bunlar tarafından kullanılabilen "renksizler"
için Türk-Islâm sentezi, gerçek kimliklerini gizlemenin bir aracıydı.
Resmi ideolojinin yeni bir versiyonunun gündeme gelmesinin üçüncü nedeni, devlet aygıtı içindeki bağımsızlık
yanlısı, "anti-emperyalist", kalkınmacı ideolojiye bağlı unsurları tasfiye etmekti. Zira, 1980'de gündeme gelen
birikim * modelinde "kalkınmacı bürokrasi"ye yer yoktu. Cunta lideri Kenan Evren, bir taraftan geleneksel
resmi ideolojinin (Atatürkçülük) üretildiği kurumlan tasfiye eder, üniversitelere yeni biçim verirken, diğer
yandan da meydanlarda Kur'an'dan ayetler okuyordu. Bununla ikili bir hedef söz konusuydu. Birincisi, Islama
yumuşak bakıldığı imajını yaratarak, "devlet kontrolündeki islâm'a" göz kırpmak ve Ortadoğu'da da devlet
kontrolündeki Islâmın iktidarda olduğu gerici rejimlere hoş görünmek, (onlara hoş görünmek, ABD'ye hoş
görünmekle özdeşti); ikincisi de, radikal islamcı akımın Türkiye'de etkinlik sağlamasını önlemek... Elbette bu
tip yaklaşımlar Türk generallerinin bir "buluşu" değildi. Amerikalı askeri stratejist Barry Rubin; "Islâmın
yükselen sesinin bölgede komünizme karşı yürütülecek strateji içinde kullanılmasının yolları araştırılmalıdır"
diyordu. Başta ABD olmak üzere Batılılar, radikalİslamcı(3) hareketin güçlenmesinden rahatsızdılar.
"îslâmiyetin bölgede istikran tehlikeli biçimde tehdidi Türkiye'nin önemini ortaya çıkarıyor"(4) deniyordu.
Başlangıçta ABD'li uzmanlarca önerilen komünizmin yayılmasına karşı bir "yeşil kuşak doktrini", İslâm
radikalizminin güçlenmeye başlamasıyla devlet kontrolündeki İslamın radikal Islâmi harekete karşı da
kullanma biçimini alacaktı. Cuntanın Rabıta Örgütü ile bağlantıları, İslâm bankalarına sağlanan kolaylıklar,
Diyanet işleri Başkanlığı'na sağlanan kolaylıklar. Diyanet işleri Başkanlığı'na ayrılan kaynağın birkaç kat
artırılması, imam Hatip Liseleri sayısındaki hızlı artış, liselere zorunlu din dersi konulması vb. devlet
kontrolündeki Islâmi (fundamentalist) harekete karşı kullanma niyetini de yansıtıyordu.
Aynı şekilde, "Türk-Isâm Sentezi"nin cunta tarafından yeni bir Atatürkçülük yorumu içine sokulması da, hem
geleneksel resmi ideolojiden (Atatürkçülük) uzaklaşıldığını, hem de ABD'nin de isteği doğrultusunda, devlet
kontrolündeki Islâmın güçlendirilmesi isteğini yansıtıyordu. Nitekim generaller, Türk-Islâm sentezinden yana
göründükleri ölçüde, bu onların devlet kontrolündeki Islâmi güçlendirme tercihine ideolojik destek
sağlıyordu. Başta Ziya'nın Pakistan'ı olmak üzere, devlet kontrolündeki İslâm'a dayanarak iktidarda
kalabilen, Amerikan kuklası gerici rejimlerle (Suudi Arabistan vb.) çok sıcak ilişkiler kurulmasının
nedenlerinden biri budur. Bölgedeki ABD yanlısı gerici rejimlerle, generaller Türkiyesi arasındaki ilişkiler 12
Eylül'den sonra "pek samimi" bir döneme girmişti!.. Ziya, Kenan Evren için, "Sevgisi ve samimiyeti ile kalbimi
fethetti" derken, ilişkilerin sıcaklığını anlatmak istiyordu... Elbette Latince deyimdeki gibi ortak yanları vardı!..
12 Eylül'le birlikte Türkiye ABD yörüngesine iyice girdi. Emperyalizmin bölgedeki çıkarlarının bekçiliğine,"alt-emperyalist" bir işleve aday olduğunu açıkça ortaya koydu. "Meksika borç krizi"nden sonra Batılıların,
azgelişmiş ülkelere yeni krediler vermekten kaçınırken, Türkiye'ye yaklaşık 30 milyar dolar borç vermeleri
bu yüzdendir. Yerli ve yabancı sermaye çevreleriyle sıkı ilişkiler kurmayı başarmış NATO ile ilişkilerden
sorumlu General Haydar Saltık'ın Milli Güvenlik Konseyi genel sekreterliğine getirilmesi de bir tesadüf
değildir. "Türk-Amerikan ilişkileri Bağdat Paktı'ndan bu yana en sıcak dönemini yaşıyordu... Washington'un
"keseri hep kendilerine dönük vuran, aşın milliyetçi politikacılar" dediği Ecevit ve Demirel gitmiş, şimdi
sorunlara bir dünya lideri gibi bakan general A. Haig'in arkadaşı Kenan Evren gelmişti... Artık Türkiye,
İran'dan boşalan rolü üstlenebilirdi... Eski ABD başkam Nixon, Kenan Ev-ren'in; "Bölgede sadece kendi
ülkesinin menfaatlerine önem veren bir menfaatperest olmadığım" söylüyordu..
Parlamenter "demokratik" ortam söz konusuyken, Türkiye'nin bu ölçüde ABD yörüngesine girmesi,
emperyalizme NATO anlaşması dışında "ekstra olanaklar sunması", "kolaylıklar sağlaması" mümkün olmazdı.
Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönmesine razı olunması, Muş ve Batman'da ABD'ye yeni üsler
verilmesi, Türk-ABD Yüksek Savunma Konseyi, Çevik Kuvvet Projesi'ne Türkiye'nin dahil edilmesi,
Ortadoğu'da bir kriz halinde Türkiye'nin üsleri 24-48 saat süreyle (Evren tarafından) ABD'nin kullanımına
izin sözü verilmesi vb. ancak başına buyruk bir askeri diktatörlük geçerliyken mümkün olabilirdi...
İşte, Türkiye'nin siyasal krizi aşması, Batılıların istekleri doğrultusunda yeni bir sermaye birikimi modelinin
benimsetilmesi ve ülkenin emperyalist hegemonyaya daha fazla sokulması için, devlet terör rejimi gündeme
getiriliyordu... Devlet terör rejimi ile, sermaye örgütleri hariç (TUSİAD vb.), tüm demokratik odaklar
etkisizleştirilerek devlet aygıtı yeni baştan düzenlenerek baskıcı bir yapının kalıcılığı sağlanacaktı. Cunta geri
çekildikten sonra da makinenin aynı biçimde işlemesi ve aynı yönde yol alması için "uygun" bir hukuki,
ideolojik, kuramsal çerçeve oluşturulmuştu...
I. Yeni Sermaye Birikim Modeli
1970'li yılların ilk yarısından beri sürüp gelen kapitalizmin yapısal krizi, emperyalist odakları yeni arayışlara
itmişti. Bu arada uluslararası sermayenin yeni tercihlerim meşrulaştınp kabullendirmeye yarayacak "teoriler"
ve "politikalar" da gündeme gelmişti. Her yapısal kriz döneminde olduğu gibi, sermaye için kaynak sorunu yine
gündemdeyd. II. Dünya Savaşı sonrasında Keynesci ekonomik politikaların ve "refah devleti" uygulamalarının
sonucunda, sosyal amaçlı devlet harcamaları artmış (bu yönelişte sosyalizm korkusunun da rolü vardır),
sendikaların baskısıyla da hem reel ücretler yükselmiş, hem de çalışma süreleri kısalmıştı. Bu arada üretken olmayan alanlar genişlemiş, silahlanma harcamaları büyük rakamlara yükselmişti.
Doğal olarak sermayenin kârlılık oranları da gerilemişti. Sermaye, her zaman olduğu gibi, kaynak sorununu
çözmek üzere harekete geçmişti. Bunun da yolu reel ücretleri düşürmekten, başka bir ifadeyle, sömürü
oranım yükseltmekten geçiyordu. Bu amaçla, emek-sermaye dengelerini sermayenin lehine olarak daha da
bozmak, devlet aracılığıyla gerçekleşen yeniden bölüşüm kanallarım tıkamak, kısaca sermaye için yeni bir
rasyonalizasyon sürecini başlatmak gerekiyordu.
Bir önceki yapısal kriz döneminde (1914-1940,47,48 reel ücretlerin düşürülmesi için faşizm,nazizm, new-deal
savaş vb. devreye sokulmuştu. Yeni durumda da, sermayenin sömürü oranlarını tekrar yükseltebilmesi
sendikaları etkisizleştirmekten geçerdi. Ancak bu sayede işçi sınıfı bulunduğu mevzilerin gerisine atılabilirdi.
Öte yandan sosyal amaçlı (refah devleti) harcamaları kısmak için de, işçi örgütlerinin etkisizleştirilmesi
gerekiyordu. Sermaye sendikalara ve demokratik kuruluşlara ve sosyal amaçlı devlet harcamalarına (sağlık,
eğitim, sosyal güvenlik, kültür vb.) saldırıya geçerken, bu saldırıyı "bilimsel", "akademik" argümanlarla
desteklemek durumundaydı. İşte, piyasa mekanizmasının, pazarın (görünmez elin), müteşebbisin, serbest
ticaretin, mukayeseli üstünlükler teorisine dayalı uzmanlaşmanın vb. erdemlerini yücelten teoriler böyle bir
ortamda yeniden hortlatıldı. Bu "teoriler" tüm kötülüklerin ekonomiye aşırıya vardırılan devlet
müdahalelerinden kaynaklandığım göstermek için harekete geçirilmişti. Reag-an'cı teorisyen Güder, "sadece
müteşebbislerin dünyanın büyük kanunlarım ve Tanrı'nın emirlerini bildiklerini, bu sayede fani Dünya'daki
hayatı idame ettirebildiklerini(5) söyleyecek kadar işi ileriye götürmüştü...
Başta monetarizm olmak üzere, kriz koşullarında emperyalizmin imdadına yetişen söz konusu "teoriler",
aslında "yeni" ve "orijinal" değildiler. "Yeni hakikatler keşfetmeleri" de söz konusu değildi. Sanayi
kapitalizminin ortaya çıktığı ilk dönemlerden beri gerektiğinde "yeni ambalajlarla" piyasaya sürülen, bilinen
eski şeylerdi... Söz konusu teorik yaklaşımların "etkinliği", "yeni" ve "orijinal" olmalarından değil, yapısal kriz
koşullarında sermayenin ihtiyacına cevap veriyor olmalarındandır. "Monetarizm", "arz-yönlü iktisat", "yeniyeni
klasikler" gibi değişik versiyonlar olarak ortaya çıkan bu teorik yaklaşımların, sermayenin saldırılarını
meşrulaştırmak gibi bir amacı vardı. Asıl amaçlanan; apolitik bir toplum, baskıcı gücü artmış ama sosyal amaçlı
harcamalardan elini çekmiş, kaynakları sermayeye kanalize edecek biçimde yeniden yapılandırılmış bir
devletti...
Bu hedeflere ulaşmanın ön koşulu da işçi örgütlerini etkisizleştirmekten geçiyordu. "Yeni-sağ" ya da "yenimuhafazakâr"
denilen yaklaşmalara göre, işçilerin sendika ve konfederasyonlar biçiminde örgütlü olmaları
emek piyasasında bir tekel oluşturmalarına neden oluyor, bu da pazarın serbestçe işlemesini engelliyordu...
200 kadar çokuluslu şirketin dünya üretimine ve ticaretine büyük ölçüde egemen olduğu "geç kapitalizm
çağında", tekel olarak sendika ve konfederasyonların görülmesi ilginçtir... Ne var ki, yüzyılı aşkın bir sendikal
pratiğe ve geleneğe sahip Batı'nın sanayileşmiş ülkelerindeki işçi örgütlerini sermayenin istekleri doğrultusunda etkisizleştirmek kolay değildi. Sendikalar ve demokratik güçler bulundukları
mevzilerin gerisine hatırı sayılır bir şekilde atılmadıkça sosyal amaçlı harcamalarda da büyük kısıntılar
yapmak kolay değildi. Gerçi ekonomik kriz zorunlu olarak ücretleri aşındırıyordu ama bu sermayenin ihtiyacı
olanın gerisindeydi.
Böyle bir ortamda sermayenin yeni-sömürge statüsündeki azgelişmiş ülkelere dönük beklentileri yeniden
gözden geçirilebilirdi... Onlara yönelik de "teori" gerekiyordu. Bilimsellik ve evrensellik safsatasıyla
emperyalist merkezlerde üretilen "teorik yaklaşımlar" azgelişmiş ülkelere ihraç ediliyor. Bu yolla
emperyalizmin bu ülkelere dönük politikaları sözde "bilimsel argümanlarla" meşrulaş-tırılıyor. bizimki gibi
yeni-sömürge ülkelerin "bilim adamlarına" da bu yaklaşımları ithal etmek düşüyor. Sözünü ettiğimiz koşullarda
yeni-sömürgeler için de "teoriler" oluşturuldu. Bu teorilerle amaçlanan, bu sonuncu ülkelere "yeni bir sermaye
birikimi modelini" kabul ettirmekti. Böylece yoksullardan zenginlere doğru kaynak akışı daha da hızlandırılıp
yoğunlaştırılabilirdi...
IMF, Dünya Bankası, AID vb. gibi kuruluşlar çerçevesinde oluşturulup, azgelişmiş ülkelere empoze edilen
ekonomik politikaların teorik geri planını serbest piyasa ekonomisinin erdemleri oluşturuyordu. "Monetarist
Karşı Devrim"in önde gelen teorisyenlerinden Nobel Ödülü sahibi Milton Friedman, Playboy'la bir söyleşi de
(1973); "Benim önerilerim kısa vadede ekonomik refahımızı artırıcı sonuçlar doğurabilir ama, bunlar ikincil
önemde amaçlardır. Asıl sorun kişisel özgürlüklerin korunmasıdır" diyordu. Kişi özgürlüklerine bu ölçüde
tutkun olan Chicago çocuklarının, Latin Amerika'nın en kanlı diktatörlerine ekonomik danışmanlık yaptıkları
herkesçe biliniyor... Azgelişmiş ülkelere ihraç edilen "teorik buluşlar"la asıl amaçlanan, ekonomiye devlet
müdahalelerinin kaldırılmasıydı. Bu nedenle müdahaleciliğin zararları sergileniyordu. Devlet müdahalelerinin,
kaynakların rasyonel olmayan kullanımına olanak verdiği, içe dönük, ithal ikameci modelin büyük israflara
neden olduğu, sonuçta da kalkınmayı olumsuz yönde etkilediği, ithal yasaklarının kaldırılması gerektiği, dış
ticarete konan kısıtlamaların kaldırılması, faizlere müdahale edilmemesi, faizlere müdahalenin finans
sisteminin gelişmesini engellediği, sermayenin hareketini engelleyen tüm kısıtlamaların son analizde ekonomik
gelişmeyi olumsuz yönde etkilediği vb. gibi görüşleri içeriyordu. Korumacılığın, ithal yasaklarının, bir bütün
olarak ekonomiye yapılan müdahalelerin israflara ve haksız kazançlara neden olduğu doğrudur. Ama "yeni
muhafazakâr saldın"nın asıl amacı ithal ikameci büyüme modeli yerine "dışa dönük modeli" kabullendirmekti...
Yeni-sömürge ülkelerin dışa dönük büyüme modeli benimsemeleri emperyalizmin çıkarlarına uygun düşüyordu
ve kriz koşullarında kaynak transferini derinleştirecek bir modeldi. Belirli gelişmişlik düzeyindeki tüm
azgelişmiş ülkelere dışa dönük model önermek, teorik planda sakat olduğu gibi, pratikte de olanaksızdır. "Dışa
dönük model" benimseyerek krizin daha da daralttığı Batı pazarından çok sayıda ülkenin pay alma yarışma
girmesi, ihraç ürünleri fiyatlarını daha da düşürecekti. Zaten kimi temel malların fiyatları 1930'lardaki seviyeye inmişti. Bunun anlamı, azgelişmiş ülkeleri birbirine karşı kışkırtmak onların emekçilerini birbirleriyle
kıyasıya rekabete sokmaktı. Dünya ticaretinin daraldığı, korumacılığın yoğunlaştığı (bu arada tarife dışı
uygulamaların) koşullarda dışa açılmanın tüm ülkelere önerilmesi Batı sermayesinin çıkarlarına uygun
düşüyordu. Böylece, hem ücret maliyetlerini, hem de sonuçta üretim maliyetlerini düşük tutmaları mümkün
olabilirdi... 1978-1982 aralığında ticaret hadleri yılda ortalama % 12 oranında azgelişmiş ülkeler aleyhine
olmak üzere bozulmuştu. LOME Konvansiyonu'na dahil Afrika ülkeleri 1980-87 arasında hammadde
fiyatlarındaki dalgalanma yüzünden, 147 milyar dolar kayba uğramışlardı. Söz konusu ülkelerin toplam dış
borçlarının 1987'de 120 milyar dolar olduğu hatırlanırsa, uğranılan kaybın önemi daha iyi anlaşılır...
Dışa dönük model önerilmesinin ikinci nedeni ithal kısıtlamalarının ve yasaklarının kaldırılmasını sağlamak,
sanayileşmiş ülkelerin ihracatına konan engelleri aşmaktı. 1970'lerde borç verilen ülkelerin geri ödeme
güçlerini dikkate almadan açılan krediler, uluslararası finans sistemini "rahatsız eder" boyutlara ulaşmıştı.
Böylece hem uluslararası sermayenin hareket alam daha da genişleyebilir, hem de çokuluslu bankalar etkinlik
alanlarım genişletebililerdi. IMF, Dünya Bankası, OECD ve diğerleri tarafından belirli gelişmişlik düzeyindeki
ülkelere önerilen dışa açılma politikaları, sürekli devalüasyon, ihracatın teşviki, bütçe açıklarının kapatılması,
borçların düzenli ödenmesi amacıyla ihracat fazlası verilmesi, reel ücretlerin düşürülmesi, kamu personelinin
azaltılması, sübvansiyonların kaldırılması, fiyat sistemine ve faizlere müdahale edilmemesi, korumacı
önlemlere son verilmesi, sosyal amaçlı harcamaların budanması, KİT'lerin özelleştirilmesi vb. gibi standart
önlemleri içeriyordu. Azgelişmiş ülkelere önerilen söz konusu ekonomik politikalarla amaçlananlar:
a- Çokuluslu şirketlerin etkinlik alanını genişletmek, b- Bankaların yayılmasını kolaylaştırmak, c- Azgelişmiş
ülkelerin ihracatını daha da ucuzlatmak; d- Borçların düzenli ödenmesini sağlamaktı.
Fakat asıl amaç bu ülkeleri mukayeseli üstünlükler teorisine uyum sağlamaya zorlayarak, "bilinçli" sanayileşme
hedefinden uzaklaştırmaktı. Bu politikaların devreye sokulması, geniş toplum kesimlerinin daha da
yoksullaştınlması anlamına gelir. Bu yüzden de, sınırlı da olsa demokratik bir ortamda uygulama şansı olmayan
politikalardır. Söz konusu politikaların uygulanabilmesi devlet terör rejimiyle, askeri diktatörlükler sayesinde
mümkün olabilir. İşte Türkiye'de 24 Ocak 1980'de başlatılan, ama asıl rengini 12 Eylül devlet terör rejimiyle
alan "dışa dönük", "ihracat öncülüğünde büyüme" modelini de bu bütünlük içinde kavramak gerekir. Aksi halde
yapılan tahliller boşlukta kalmaya mahkûmdur.
Bundan önceki bölümde, 1963-1980 aralığım kapsayan yaklaşık yirmi yıllık dönemde, Türkiye'de geçerli
büyüme modelinin niteliğini kısaca da olsa tartışmaya çalıştık. Bu modelin (kavramı kimilerini hoşuna gitmese
de), "popüplist" bir renge sahib olduğunda şüphe yoktur. Retorik düzeyde böyle afişe edilmiş bir niyet söz konusu olmasa da,
modelin bizzatihi kendisi zorunlu olarak popülist bir öze sahiptir. Gerek geçerli sınıf ittifakının niteliği,
gerekse de büyüme modelinden "yararlanan" kesimler gözönüne alındığında, durumun öyle olduğu görülür. İçe
dönük büyüme modeli, doğası gereği iç pazarın genişlemesine dönük bir modeldir. Geçerli sınıf ittifakı da
sanayi burjuvazisini ön plana çıkaran bir niteliğe sahiptir. Sözü edilen dönemde, adı konmamış da olsa, sanayi
burjuvazisi ile "kalkınmacı bürokrasi" arasında bir ittifak söz konusuydu. Elbette böyle bir sınıf ittifakı
sermayenin diğer fraksiyonlarının (ticaret, inşaat, müteahhitlik finans, rantiye) dışlandığı anlamına gelmez.
Kaynak dağılımından sanayilerin öncelikle yararlandıklarım ifade eder. Söz konusu ittifak geçerliyken,
"kalkınmacı bürokrasi" sanayiye kaynak transferinde bulunuyor, sanayi burjuvazisi de dış rekabetten
korunmuş bir pazarda çoğunluğu tüketime dönük mallar üretiyordu. Elbette dış rekabetten korunmuş, iç
rekabetin de pek söz konusu olmadığı koşullarda, yüksek kârlar elde ediliyordu. Kendi dağıtım şebekesine de
sahip olan büyük sanayiciler için kâr marjları daha büyüyordu. Üretilen malların alıcısı da işçiler, memurlar,
köylüler olduğu için, hem ücretlere, hem de taban fiyatlarına yönelik "yumuşak" bir yaklaşım geçerliydi.
Özellikle işçi yoğunluğu yüksek işletmelerde (500'ün üstünde işçi çalıştıranlar) ve genellikle sigortalısendikalı
kesimlerde ücretler oldukça yüksekti. Dolayısıyla büyüme modeli işçi sınıfının örgütlü kesimlerini de
büyük ölçüde "tatmin eder nitelikteydi"!
Kapitalizmin yeni yapısal krizinin de etkisiyle, Türkiye'de geçerli içe dönük sanayileşme (büyüme) modeli,
daha 1970'li yılların ikinci yarısında tıkanmıştı ama, bazı zorlamalarla 1980'e kadar sürdürülebildi. 1980 yılma
gelindiğinde, bir bütün olarak sermaye çevreleri Batılıların önerisini kabulleneceklerdi. Batılılar, IMF, Dünya
Bankası, OECD vb. aracılığıyla dışa dönük model öneriyorlardı. 1970'lerin ikinci yarısında Türk sermayesinin
etkin çevreleri (sanayiciler) dışa dönük modeli kabullenmeye niyetli görünmüyorlardı. Dış kaynak sorunu
çözülebildiği sürece, bunda ısrar etmeleri doğaldı... Ne ki, 1980 yılma gelindiğinde, Türk sermayesinin tüm
fraksiyonlan dışa dönük modeli kabulleneceklerdi. IMF yetkilisi Struc'un, "Avukat yetiştireceğinize,
üniversitelerde tüccar yetiştirin"(6) sözü, artık dikkate alınacaktı. Struc'un asıl söylemek istediği, avukat
değildi elbette, "iddialı sanayileşme tercihinden vazgeçin" demek istiyordu! Dışa dönük model benimsendiği
sürece, volontarist sanayileşme hedefi dışlanıyordu. Bilindiği üzere, "dışa dönük model" IMF, Dünya Bankası
vb.'nin önerdiği biçimiyle, "mukayeseli üstünlükler teorisi"ne, mevcut uluslararası işbölümü ve uzmanlaşmaya
uyum sağlamayı amaçlar. 1980 sonrası Türkiye'de artık sanayici kesimin değil, ticaret, finans, inşaat, rantiye
sermayesinin ön plana çıktığı bir sınıf ittifakı geçerliydi. Tarımın da ciddiye alınmadığı 1980 sonrası, üretken
sektörlerin dışlandığı, sermayenin kısır (üretken olmayan) kesimlerinin üstünlük sağladığı bir süreç anlamına
geliyordu.
Bu aşamada, kendisini sınıf ittifakında ikinci, üçüncü sınıf bir konuma iten yeni "birikim modeli "ne sanayici
kesimin nasıl olup da tepki göstermediği sorusu akla gelir. 1980'de TÜSİAD tarafından yayınlanan bir
raporda, "ithal ikamesinin sanayileşmenin tek yolu olmadığı,... sanayileşme stratejisinin değiştirilmesi"(7) gerekliği söyleniyordu.
Oysa TÜSİAD, 1975'teki bir başka raporunda, "dışa dönük modelin başarısız olması için her türlü koşulun
bulunduğu"A vurgulanıyordu. Bu sorunun cevabını verebilmek, Türkiye'deki hakim sınıfların (burjuvazi) niteliği
üzerinde kısaca durmayı gerektirir. Bir kere Türkiye'de sermayenin değişik fonksiyonları (sanayici, ticaret,
finans, rantiyeler vb.) arasındaki sınır "belirsizdir" Dolayısıyla Türk burjuvazisi bakımından fraksiyoncu
ayrımı önemli değildir. Bu ayrımı daha da önemsizleştiren bir neden de, Türkiye ekonomisinde ve siyasetinde
etkin olan holdinglerin en büyüklerinin hemen tüm alanlarda faaliyet göstermeleridir. Bunlar sanayici oldukları
gibi, ithalat, ihracat, iç ticaret, inşaat, (müteahhitlik), bankacılıkla da ilgilidirler. Arsa spekülasyonu, döviz
ticareti yapanları bile vardır. Her tarakta bezi olan gruplar için ayrım önemli değildir. Eskiden sanayiye dönük
teşviklerin (1980 öncesi) bu sefer ihracata, bankacılığa yönelmesinden bu grupların zararlı çıkmaları söz
konusu olmazdı. Sanayiciler 1980 sonrasında daha fazla ithalata yöneldiler (özellikle 1980'lerin sonlarına
doğru). Öte yandan, 1930 sonrasında birkaç yeni yetme dışında ihracat teşviklerinden aslan payını alanlar da
yine büyükler oldu.
Holdingler biçiminde örgütlenmemiş, üretimin önemli bir bölümünü gerçekleştiren küçük ve orta-boy
sanayiciler ve KİT'ler (KİT'ler 1970'lerin sonunda sanayi üretiminin %30'unu sağlıyorlardı) söz konusu olsa
da, bunların siyasi tercihleri etkileme gücü son derecede sınırlıdır. KİT'lerin başında memurların bulunması,
ekonomideki ağırlıklarına rağmen, büyük sermayenin politikalarına ters düşen bir tavır içine girmeler: zordur.
Fraksiyoncu ayrım karşısında asıl sanayici sayılması gereken, holdingler dışında kalan küçük ve ortaboy
sanayicilerin durumu ilginçtir. Bize göre bunların da geçerli (içe dönük) sermaye birikim modelinin
değiştirilmesine yeterli tepkiyi göstermemeleri, dahası yeni sermaye birikim modelini desteklemelerinin
birkaç nedeni vardı.
Birincisi; sanayinin dışa bağımlılık katsayısının çok yüksek olmasıdır. Dışa bağımlı, dış kaynakla ayakta
kalabilen sanayi kesiminin dış baskılara duyarlı olması doğaldır. Gerçekten ithal girdi bağımlılığı yüksek, ama
ihtiyacı olan dövizi kendisi sağlayamayan sanayicilerin, finansman anahtarım (dış krediler yoluyla) elinde
bulunduran emperyalist burjuvazi karşısında sesini yükseltmesi çok zordur. Örgütsüz, dağınık küçük
sanayicilerin etkinlik sağlaması da çok sınırlıdır. Aslında holdingler biçiminde örgütlü olmayan ve "gerçekten
sanayici kesimin" tepkisini ödünleyen başka nedenler de söz konusuydu. Yeni model benimsendiğinde dış
kaynak sorununun "çözülmesi" ve ihracat seferberliği sonucu asıl kapasitenin harekete geçirilmesi ve
ücretlerin hızla aşındırılması başlangıçta sanayicilerin üretimlerini ve kâr marjlarını korumalarına olanak
verdi.
Fakat bütün bunlardan daha önemlisi, sermayenin global çıkarlarının bilincine varması ve bu yönde hareket
etmesidir. Sermayenin farklı fraksiyonlarının kısmi çıkarları bu sayede ikinci plana atılabilmiştir. Bir bütün
olarak Türk burjuvazisinin "sınıf bilinciyle" hareket ettiği söylenebilir. Yangın söndürülürken, eşyalardan
bazılarını kaybetmek büyük önem taşımazdı... Bu yüzden Türk burjuvazisi, kendisini kapitalist dünya sistemi içinde daha da marjinalleştirip, yeniden "kompradorlaştıracak"
(sanayileşme hedefinden uzakiaşıldığında bu kaçınılmazdır) bir duruma razı olurken, ulusal bir burjuvazi
olmanın ne kadar uzağında yer aldığım da. göstermiş oluyordu. Bu durum 1960'larda gündeme getirilen "milli
burjuvazi" ve "milli burjuvazinin" de dahil olacağı bir "anti-emperyalist cephe" oluşturma stratejisinin ne
kadar dayanaksız olduğunu da gösterir. Türk burjuvazisi, en fazla, emperyalizmin taşaronluğundan fazlasma
aday olmadığını 1980 dönemecinde açıkça ortaya koydu. KÎTlerin yabancılara (çokuluslu şirketlerce
yutulması) satışı karşısındaki tavrı da ilginçtir!... Şimdilerde "kompradorlaşma" ve "uydulaşma" süreci hızla
yol almaktadır. Bugünkü süreçler devam ederse, yalan bir gelecekte Batı'nın açık pazarı olma amacı
gerçekleşecektir...
Burjuvazinin etkin kesimlerinin dışa dönük modelden yana tavır koyduğu bir ortamda, "kalkınmacı bürokrasi"yi
tasfiye etmek de kolaylaşıyordu. Kaynak dağılımında etkinlik sağlayan bürokrasi, emperyalizmin ve işbirlikçi
Türk sermayesinin yeni stratejisine kolaylıkla razı olmazdı. Bu kesimin tasfiye edilmesinin maddi koşullan da
kendiliğinden oluşmuş durumdaydı. Bir kere dışa dönük, serbest piyasa ekonomisine ve rekabete dayalı (bütün
bunlar sözde geçerli şeylerdir) bir ekonomide, başta planlama örgütü olmak üzere, ekonomik bürokrasi büyük
ölçüde işlevsiz kalırdı. Yine de mevcut kadroları tasfiye edip, bunların yerine başkalarının getirilmesi
gerekiyordu. Tasfiye edilmeleri için "kalkınmacı bürokrasi"ye bir kimlik gerekiyordu! Bunlar "solcu" ve
"sermaye düşmanı" ilan edildiler. Yerlerine de "milliyetçi" olup, sermaye'ye "dost" olan Amerikancı kadrolar
yerleştirildi. Bu, emperyalist sermaye için önemli bir kazanımdı. Daha sonra ekonominin kilit noktalarına
ABD'de eğitim görmüş, orada "iş deneyimi edinmiş" çifte pasaportlu, "iktisadı da bilen" kişiler getirildi. Bu
durum, çokuluslu şirketlerin ve emperyalistlerin her istediklerini yaptırabilmelerini iyice kolaylaştırıyordu.
Bürokrasinin manipülasyona elverişli yapısı, doğal olarak "kalkınmacı bürokrasi"nin tasfiyesini
kolaylaştırıyordu. Bu aşamadan sonra, "Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı, vatanım ve milletini sevenler"
bürokratik aygıt içinde tam etkinlik sağlıyabilirlerdi... Bu arada vatanım ve milletini sevenlerle, dinine ve
imarıma bağlı unsurlar arasında da sıkı dayanışma ve işbirliği sağlandı. Dincilik ve Amerikancılık "yeni
bürokrasi"nin ve yönetim zihniyetinin temel ayırdedici niteliğini oluşturuyordu. Bürokrasi, yerli ve yabancı
sermayenin her istediğini hiç bir zorluk çıkarmadan gerçekleştirebilirdi artık...
Türk toplumsal formasyonunun tarihinde, bürokrasiyle hakim sınıf ilişkilerinin bu kadar dolayımsız ve saydam
olduğu bir dönem ilk defa 12 Eylül sonrasında gerçekleşiyordu. Devlet terör rejiminin yerli ve yabancı
sermayeye yaptığı en büyük hizmetlerden biri, her halde bu dolayımsız, saydam ilişkiler ortamım yaratmış
olmasıdır. Bunun anlamı, 1980 sonrasında bürokrasinin tipik kapitalist bir sosyal formasyondaki konumuna
"yaklaşmış" olmasıdır. Böylesi bir durum emekçi sınıfların susturulduğu bir ortamda sermayenin hareket
alanım daha da genişletmiştir.
II. Neo-Liberal Ütopyanın Acı Meyvaları
Bilimsellik cilası biraz kazındığında, Türkiye'nin benimsediği "dışa açık büyüme modeliyle" neyin amaçlandığım
anlamak kolaylaşır. Amaç Türkiye'yi dünya pazarına açmak, dışarıya kaynak transferini hızlandırmak, daha da
önemlisi, ithal ikameci büyüme modelini gözden düşürerek, "bilinçli" sanayileşme hedefinden uzaklaşmasını
sağlamaktı. İthal ikameci modele yönelik "teorik" saldırıların asıl amacı, Türkiye'yi (benzer durumdaki diğer
ülkeleri de) çokuluslu şirketlerin ve çokuluslu özel ticari bankaların etkinlik alanına daha fazla sokmaktı.
Türkiye'yi sanayileşme iddiasından vazgeçirmenin koşulu da, devlet aygıtından kaynaklanan direnci ve karşı
koymaları etkisizleştirmeye bağlıdır. Nitekim tüm aşınmalara rağmen hâlâ kalkınma yanlısı, bağımsızlık yanlısı,
"anti-emperyalist" bilinç taşıyan insanların etkinliği bütünüyle ortadan kaldırılmış değildi.
"Yeni Muhafazakâr Saldırı", "daha az devlet, daha çok özel teşebbüs" sloganını boşuna ortaya atmamıştı.
Azgelişmiş ülkelerde tüm zaaflarına, çelişkilerine, haksız kazançlara ve israflara da neden olmasına rağmen,
ekonominin asıl dinamik sektörü özel sektör değil, kamu sektörüdür. 1950'lerde liberalizm dalgası zihinleri
sardığında da "daha çok özel teşebbüs" sloganı ortalığı kaplamıştı. Dönemin başbakanı Adnan Menderes,
başlangıçta Batı'dan ihraç edilen, özel sektör öncülüğünde büyümenin boş bir hayal olduğunu anlamakta
gecikmemişti. Özel sektörü büyütmenin yolunun kamu sektörünü büyütmekten geçtiğini çok geçmeden
anlamıştı. Bu yüzden, on yıllık iktidarı döneminde Kamu İktisadi Teşebbüslerini ikiye katlamıştı... Gerçekten
Boratav'ın yazdığı gibi, "Orta veya uzun dönem perspektifli bir inceleme, azgelişmiş ülkelerde kamusal ve
özel yatırımların rakip değil, tamamlayıcı kategori) r olduğunu ve genellikle özel yatırımları sürükleyici gücün
kamusal yatırımının dinamizmi olduğunu ortaya ko-yacakür."(9)
Ne var ki Yeni Muhafazakar dalganın kullandığı dil farklıydı. Devletin ekonomiye müdahalesi azaldığı
oranda,ekonomik etkinliğin de artacağı ileri sürülüyordu. Bu arada, korumacılığın ve ithal yasaklarının neden
olduğu haksız kazançlar ve israf "yeni sağ" saldırıya "haklılık" da kazandırıyordu. Oysa "yeni sağ"ın asıl amacı
başkaydı. Bir kere ekonomiye yoğun devlet müdahalesi çokuluslu şirketlerin faaliyet alanını sınırlıyordu. Neoliberal
öğretiye göre, sermayenin hareketini sınırlayan her müdahale kötüdür ve ekonomik etkinlikle çelişir.
Sanki 1920 ve 1930'ların acı deneyleri unutulmuştu...
Azgelişmiş bir ülkede devlet öncülüğü ve desteği olmadan, korumacı ve özendirici bir ortam yaratmadan
sanayileşme mümkün değildir. Eğer ekonominin işleyişi bütünüyle pazar mekanizmalarına ve ülkenin geleceği
özel ve yabancı sermayenin dinamizmine bırakılırsa, böylesi bir yaklaşım, azgelişmişliğe, uydulaşmaya, dünya
ekonomisinin edilgen, pasif bir unsuru olmaya daha baştan razı olmak anlamına gelir. Zaten, dışa dönük modeli
benimsemenin, benimsetmenin mantığı da buradaydı... Türkiye sanayileşme hedefinden vazgeçerek, mukayeseli üstünlükler teorisinin öngördüğü uluslararası işbölümü ve uzmanlaşmaya razı olacaktı... Beş yıldızlı
otellerle, zengin turizmine dayanarak kalkınacaktı... Eğer lüks oteller azgelişmişliği aşmaya yetseydi, Castro
öncesi diktatör Batista'nın Kübası da kalkınmış olurdu...
Realiteden kopuk olduğu sürece, "yeni sağ"ın dayandığı teorik gerekçeler ve iktisat politikası önerileri
"tutarlı" görülebilirdi... Örneğin yeni sağ, varlıklı kesimlerden (sermayeden) alınan vergilerin minimum
seviyeye indirilmesini önerirken, böylece müteşebbislerin vergi olarak verip israfçı devlet tarafından çar çur
edilecek kaynakları yeni yatırımlara yönelteceği, yatırımların istihdamı, dolayısıyla milli geliri artıracağı, son
kertede vergi gelirlerinin bile artacağı beklentisi vardı. Andrew Mellon; "Orta ve yoksul sınıflara yardım
etmek için, zenginlerin ödedikleri vergiler azaltılmalıdır "(10) diyordu.... Ne ki, olaylar gerçek yaşamda farklı
bir yol izliyordu. Türkiye'de de Yeni-sağ'ın önerileri doğrultusunda varlıklı kesimlerden alınan vergiler
azaltıldı. Ama, yatırımlar artmak buyana azaldı! Sermayeden vergi almama yaklaşımı, devletin sermayeye
daha çok borçlanması biçimini aldı... Türkiye'nin 1980'li yılların ikinci yansında aşın iç borç yükü altına
girmesinin bir nedeni de söz konusu yaklaşımın sonucudur.
Yüksek faiz uygulaması konusunda da benzer bir "akıl yürütme" geçerlidir. Yeni muhafazakar yaklaşımlara
göre, yüksek faiz, tüketim eğilimini düşürerek, tasarrufları, dolayısıyla da yatırımları artırır. Oysa
Türkiye'deki uygulama sonucu yatırımlar artmadığı gibi, sermayenin en parazit kesimine, rantiyelere kaynak
transferinin bir aracı haline dönüştü. Sonuçta ekonomi de rantiye sermayesinin baskısı altına daha fazla
girdi... Bu arada maliyet enflasyonunun da önemli nedenlerinden birini oluşturdu.
Bir başka saldırı KİT'lere yönelik olarak gündeme gelmişti. KİT'lerin, kaynak israfına yol açan verimsiz
kuruluşlar olduğu ileri sürülüyor. Bunların verimli çalışmaları için özel sektöre devrinin yeterli olacağı
söyleniyor. Ne var ki, bu sorunla ilgili olarak görünen amaçlarla gerçek amaçlar farklıydı. Bir kere özel
sermayenin mutlaka verimli, kamu sektörünün de mutlaka verimsiz olduğuna ilişkin olarak yayılan efsanenin
hiçbir inandırıcılığı yoktur. Verimli çalışan KİT'ler olduğu gibi verimsiz çalışan özel kuruluşlar da mevcuttur.
Fakat asıl soru; kimin için verimli, kimin için rasyonel olduğudur.(11) Daha önemlisi, KİT'lerin hangi koşullarda
neden ortaya çıktığı, hangi ihtiyaçlan karşılamayı amaçladığıdır. Aslında KİT'ler belirli tarihsel koşulların ve
zorlamaların ortaya çıkardığı kuruluşlardır. En önemli neden de özellikle azgelişmiş ülkelerde tarihsel olarak
özel sermayenin yetersizliği, cılızlığıdır. Bu nedenle KİT'leri tümden dışlayarak azgelişmiş bir ülkenin
sanayileşme sürecini sürdürmesi ve başarılı olması mümkün değildir. Zaten KİT'lere yönelik saldırının amacı
da söz konusu ülkeleri sanayileşme hedeflerinden uzaklaştırmaktı. Bir başka soru da, KİT'lerin işlevlerini
tamamlayıp tamamlamadıklandır.
Türkiye 1980 sonrasında Neo-liberal Ütopya'ya uygun politikalar izledi. Bu politikalar sözde bilimsel
argümanlara dayanıyordu. Oysa asıl olan bilimsel kaygılar değil, ideolojik safsatalar ve sınıfsal çıkarların bunlar aracılığıyla kabulle-nirliğini sağlamaktı. Türkiye
Batı'nın önerdiği yolda ilerlediği sürece de uydulaşma süreci derinle şebilirdi... Son yıllarda Batı'dan gelen
tüm konuklar, Türkiye'nin son on yılda "harikalar yarattığını" söyliyerek söze başlıyorlar. Elbette hakları var.
Chardin'in dediği gibi, "Belirleyici olan, her zaman nereye bakıldığı değil, nereden bakıldığıdır." Türkiye'den
her istedikleri hemen gerçekleşen Batılılar elbette büyük başarılardan" söz edecekler!... Türkiye sürekli
devalüasyonlar ve kur politikalarıyla ihraç ürünlerini sürekli ucuzlattıkça, borç faiz ve ana-paralarını
aksatmadan ödedikçe, gerektiğinde Ortadoğu'da Batı çıkarlarını güvence alana alma niyetini ortaya koydukça,
Türkiye'nin Batı'dan görüntüsünün "pek parlak" görünmesi doğaldır...
Bir ulusal ekonomide, tarım, sanayi ve alt-yapı/enerji yatırımlarının uygun bir bileşimi, sağlıklı kalkınmanın
olmazsa olmaz koşuludur. Öte yandan, toplumsal artığın kimlerin elinde toplandığı, sermayenin hangi
fraksiyonu tarafından öncelikle kullanıldığı da önem taşır. Bir başka önemli sorun da, mutlak anlamda büyüme
oranlan değil, büyümenin niteliği, hangi sektörlerden kaynaklandığıdır. Bilindiği gibi, toplumsal artığa el
koymada sanayi, finans (bankacılık) ticaret ve rantiyelerden hangisinin öncelikli olduğu büyük önem taşır.
Büyümeyle kalkınmanın her zaman özdeş sayılması yanıltıcıdır. Aynı şekilde hızlı GSMH artışlarına rağmen,
ülke insanlarının çoğunluğu yoksullaşmaya devam edebilir. Sosyal ve bölgesel dengesizlikler derinleşebiiir.
Toplumun geleceğini tehlikeye atacak biçimde ekolojik sorunlar ortaya çıkabilir. Son on yılda Türkiye'de
olduğu gibi... İstatistikleri manipüle ederek olayları olduklarından farklı gösterme çabalan kısa dönemde işe
yarasa da, uzun dönemde gerçeğin hükmünü değiştiremez.
Yaratılmaya çalışılan efsaneye rağmen, Türkiye'de 1980 sonrasıda gerçek anlamda dışa dönük bir strateji
uygulanmadı. Zaten uluslararası konjonktür de dışa açılma stratejileri için elverişli değildi. Asıl söz konusu
olan dışa açılma değil, dışardakilere ekonomiyi açmaydı. Ülkeyi çokuluslu şirketlerin ve çokuluslu özel ticari
bankaların etkinlik alanına daha fazla sokmaktı. Dışa dönük (ihracat öncülüğünde büyüme) modelin başarılı
olabilmesi için, öncelikle uluslararası koşulların ve konjonktürün elverişli olması gerekir. Türkiye'nin dışa
açılmaya zorlandığı dönemde, dünya ekonomisinin yapısal krizi devam ediyordu. (Bugün de devam ediyor).
Dünya ticareti daralmış, üstelik korumacı önlemler (ve tarife dışı uygulamalar) yoğunlaşmıştı. Bunun dışında,
dışa açılma stratejisinin başaralı olmasının ön koşulu, dünya pazarında rekabet gücü olan yeni ve dinamik
sanayileri devreye sokmaktır. Dış pazarlarda rekabet gücü olan bir sanayileşme stratejisi söz konusu
olmadan gerçek anlamda bir dışa açılma da olanaklı değildir. Türkiye'de yapılan ise, var olanı abartılmış
teşviklerle ihraç etmekti. Zaten kalite, maliyet, standardizasyon vb. bakımından rekabet gücü olmayan
ürünler aşın teşvikler olmadan ihraç edilemez. Aşırı teşviklerle sürdürülen ihracat ise, hem ülkenin
yoksullaşması (dışarıya karşılıksız kaynak transferi söz konusu olduğu için), hem de ekonominin dengelerinin
daha da bozulması sonucunu doğurabilirdi. Türkiye'de de öyle oldu. Bu yüzden Türkiye'nin sözde ihracat başarısının ne pahasına gerçekleştiğinin tahlilini iyi yapmak gerekir. Ekonominin
zaten bozuk olan dengelerini daha da bozarak (enflasyonu azdırıp, işsizliği artırıp, gelir dağılımı dengesizliğini
ve sonuçta yoksulluğu ve sefaleti derinleştirmek; verimli yatırımları caydırarak, tarımsal üretimi problematik
hale sokarak vb.) sağlanan başarı gerçek bir başarı değildir. Bu, hastanın midesini iyileştireyim derken,
böbreklerini ve karaciğerini bozmaya benziyor. Zaten bir ekonominin başarısı bir tek sektöre bakılarak da
anlaşılamaz.
Ne pahasına olursa olsun, ihracatı artırma yaklaşımı için geniş kitlelerin satı-nalma gücünün düşürülmesi
gerekiyordu. Ancak bu sayede ihraç edilebilir bir mal stoğu ortaya çıkarılabilirdi. Bunun da yolu reel ücretleri
budamaktan, tarıma dönük sübvansiyonları kısıp taban fiyatlarını düşürmekten, bir bütün olarak sömürü
oranını yükseltip, iç ticaret hadlerini daha da bozmaktan geçiyordu. IMF, Dünya Bankası kaynaklı istikrar
programlarında, tarıma dönük sübvansiyonların kaldırılması ısrarla önerilir. Bu öneriyi yapanlar, sanayileşmiş
ülkelerde her yıl tarıma yaklaşık 250 milyar dolar sübvansiyon verildiğini pekâlâ bilirler... İhraç edilebilir bir
mal stoku oluşturmada atıl kapasitenin harekete geçirilmesinin de payı büyüktür. Fakat bütün bunlar baskıcı
bir siyasal rejim altoda mümkündü...
Gerçekten 1980 sonrasında hem ihracat arttı, hem de ihracatın kompozisyonu değişti. Bu arada ihracatın
ithalatı karşılama oranı da yükseldi. İhracat 1975'de 2 milyar 261 milyon dolardan, 1989'da 11.5 milyar
dolara yükseldi. 1980'de sanayi ürünlerinin toplam ihracat içindeki payı % 30'dan 1985'de % 78.2'ye
yükseldi. İhracatın ithalatı karşılama oram da 1980'de % 37'den, 1989'da % 74'e yükseldi. Ne ki, ihraç
ürünleri çoğunlukla düşük katma değerli mallardan oluşuyor. Önemli bir bölümünü tarıma dayalı sanayiler
oluşturuyor. Diğer önemli kalemler; deri, kösele, dokumacılık, demir-çelik, bazı tahıl ürünleri, konfeksiyon
vb.dir. Dünya pazarında rekabet gücü olan yeni ürünlere, verimlilik artışına dayanmadıkça, ihracat artışını
tüm teşviklere rağmen belirli bir eşikten sonra sürdürmek olanaksızdır.
Sabit Sermaye yatırımları başka dili konuşuyor
Türkiye'nin son on yıldaki performansının saptanmasında, değişik ölçütlere bakılabilir, ama bunlar içinde en
sağlıklısı sabit sermaye yatırımlarının büyüklüğü ve kompozisyonundaki gelişmelerdir. Sermaye birikimin
seyri, yatırımların seyrine bağlıdır. 1980-1989 aralığını kapsayan on yılda, sabit sermaye yatırımlarını (sabit
fiyatlarla) ortalama % 2.7 oranında büyüdü. Söz konusu oran, 1970-79 aralığında % 8.0 idi. 1960-69
aralığında da % 8.2. Bu, Cumhuriyet döneminin, savaş yıllarını kapsayan 1940-49 dönemi hariç (söz konusu
dönemin oram % 2.2 idi), en düşük oranıdır. Bu rakam, kimi dengesizliklerin nedeni olarak yüksek oranlı altyapı
yatırımlarının gösterilmesinin ne kadar temelsiz olduğunu gösterir. 1980 sonrası dönemde sabit sermaye yatırımlarım aıt-yapı yatırımlarına, (yol, baraj, enerji vb.) yönelmesinin
nedeni, dünya*pazarının daraldığı koşullarda alman dış kredilerin tek kullanım alanının alt-yapı yatırımları
olmasındadır. Bu, tüm azgelişmiş ülkeler için genel bir eğilimdir. Ama, Türkiye'de baştan beri sıralanan
nedenlerden ötürü (Ortadoğu'da güvenilir bir müttefike duyulan ihtiyaç ve IMF'nin başarılı bir öğrenciye
olan ihtiyacı), önemli milli gelir düşüşleri söz konusu olmadı. Gelir dağılımı dengesizliği hızla derinleşirken,
GSMH artışı da sürdü. Sabit fiyatlarla GSMH, 1980-1989 aralığında % 4.2 oranında arttı ki bu birçok
azgelişmiş ülkedeki aşırı düşüşler dikkate alındığında önemli bir orandır.
Fakat asıl önemli olan, imalat sanayii sabit sermaye yatırımlarının seyridir. Söz konusu yatırımlar 1973-77
aralığında % 10.4 artış göstermişken, krizin derinleştiği 1978 sonrasında bir düşüş sürecine girdiği. Ve 1980-
83 aralığında % 3.5 oranında, 1984-88 aralığında da % 6.4 oranında geriledi.(12) Toplam yatırımlar içinde
imalat sanayii yatırımlarının payı 1973-77 döneminde % 28.2 iken, 1975-83 aralığında da % 25.5'i, 1985-89
aralığında da % 17.5'a gerilemiş durumda.
Kamu sektörü imalat sanayii sabit sermaye yatırımlarının toplam sabit sermaye yatırımları içindeki payı,
1975'de % 26.06'dan 1985'de % 5.4'e gerilemiştir. Kamunun imalat sanayii yatırımlarında böylesine bir
düşüş olurken, özel kesimin payı da 1979'da % 26.84 iken 1989'da % 21.80'e gerilemiştir. Görüldüğü gibi
bizde, slogan, "daha az devlet daha az özel teşebbüs" biçimini almıştır. Devlet sanayi yatıranlarından
çekilirken, özel sektör de çekilmektedir... Oysa 1975'te özel yatırımların oranı % 37.45 gibi oldukça yüksek
bir seviyedeydi!..
Türkiye'nin 1980 sonrasında sanayileşme hedefinden nasıl uzaklaşmakta olduğunu, uluslararası işbölümü ve
uzmanlaşmaya nasıl uyum sağlamaya yöneldiğini ortaya koyan bir başka gösterge de, imalat sanayii üretiminin
kompozis-yonundaki kaymada görülebilir. 1950-1980 genel gelişme eğiliminin tersine, 1980 sonrasında düşük
katma değerli sanayi alt-dallarının payı yükselmektedir. Bir ulusal ekonomide sanayileşme süreci ilerledikçe,
yüksek katma değerli malların ağırlığının da artması gerekir. Bu açıdan 1980 sonrası, bir geriye gidiş eğilimi
taşımaktadır. Nitekim, 1950'de gıda, içki, tütün gibi düşük katma değerli sanayi alt-dallarının yarattığı katma
değer, toplam imalat sanayi katma değerinin % 42.8'ini oluştururken, bu oran 1979 ortalarında % 22.6'ya
kadar gerilemişti. Kimya ve petrol alt-sektörleri için de yukardakine benzer bir eğilim söz konusudur. Söz
konusu alt-sektörlerin payı, 1950'lerinbaşında % 4.1' den, 1970'lere ge-alt-sektörlerin payı, 1950'lerin
başında % 4.1'den, 1970'lere gelindiğinde % 14.3'e kadar yükselmişken, 1985'de tekrar %10.8'e gerilemiştir.
Taşıt araçlar sektörü için de durum aynıdır.
Yukarıdaki oranlar, Türkiye'nin "dinamik sektörlerden" nasıl çekildiğinin de bir göstergesidir. Zaten
üniversitelerin hali perişanı ve milli gelirden bilimsel araştırma-geliştirmeye ayrılan pay da (%0.64) binde
altmış dört (Fransa'da söz konusu oran % 2,25 'dir), sanayileşme iddiasının bulunmadığının bir başka göstergesidir.
Bir ulusal ekonomide toplumsal artığın büyüklüğü kadar, kimler tarafından nasıl kullanıldığı da büyük önem
taşır. 1980 sonrasında kaynaklar sanayicilerin değil, ticaret ve rantiyelerin eline daha çok geçmiştir. Bunun
anlamı, toplumsal artığını sermayenin yatırımcı olmayan, kısır kesimlerinin elinde toplandığıdır. Bu durum,
benimsenen modelin mantığına uygundur. Bir kere, banka kredileri sanayi sektöründen çok, hizmetler ve
inşaat sektörüne kayıyor. Nitekim 1980'li yılların başında sanayi kesimi banka kredilerinin % 40'ını
kullanmışken, söz konusu oran 1989'da % 17'ye kadar gerilemiştir. Bu arada uygulanan para, kredi ve
borçlanma politikalarının doğal sorunu olarak, bankaların aktif yapısı da değişmiş durumdadır. Bankaların
aktifinde kredilerin payı azalırken, devlet tahvili ve hazine bonolarının payı hızla artmıştır. Buraya kadarki
açıklamalar, Türkiye'nin sanayileşme hedefinden giderek uzaklaşmakta olduğunu, verili uluslararası işbölümü
ve uzmanlaşmaya uyum sağlama hedefinin ön plana çıktığını ortaya koyuyor. Çelişik olarak, toplumsal artık
büyürken sanayi yatırımları azalmıştır. Bu durum neo-liberal ütopyanın ne kadar havada kaldığının da bir
göstergesi sayılabilir.
İç ticaret hadleri, 1980 sonrasında daha çok tarım aleyhine döndürülüp bu kesimden kaynak transferi
hızlandırıldığı, reel ücretler düşürülüp işçi sınıfı sömürü oranları yükseldiği halde, büyüyen toplumsal artık
sermaye kısır kesimlerin eline geçmektedir... Tarım sektörünün milli gelirden aldığı pay 1979'da % 24.33'den
1985'de % 15.40'a gerilemiştir. 1980'de 100 kg gübre almak için 10.5 kilo buğday gerekirken, 1988'de 100
kg. gübre için 107.5 kg. buğday gerekiyordu... Ücret ve maaşlı kesimlerin (işçi ve memurların) milli gelirden
aldıkları pay 1979'da % 32.79 iken, 1989'da % 14.80'e düşmüştür. Buna karşılık kâr, faiz, rant (sermaye
gelirleri) elde edenlerin payı 1979'da % 42,88'den, 1989'da % 70'lere yükselmiştir. Bu arada yabancı
sermaye girişinde de görece bir artış söz konusudur. 12 Eylül sonrası dönemde kısa sürede "ucuz işçi
cenneti" haline gelen Türkiye'ye yabancı sermayenin daha çok ilgi göstermesi doğaldır.
12 Eylül rejiminin on yılı dolarken, Türkiye hem sanayileşme hedefinden uzaklaştı, hem de dışa bağımlılığı
daha da arttı. 1979'da 13.6 milyar dolar dış borçlar, 1989 sonunda 41 milyar dolara yükseldi. 1980-88
aralığında 30.3 milyar dolar dış borç ödendiği halde hâlâ 40 milyar doların üstünde dış borç var. Ve bugün
Türkiye dünyanın en büyük borçluları arasında yer alıyor. İç borçlar da 1979'da 321.4 milyar liradan, 1989'da
45 trilyon 52 milyar TL'ye yükseldi, bu ölçüde iç ve dış borca batmış bir ekonomide yatırımlara kaynak
bulmak artık olanaksızdır. Nitekim bütçeden yatırımlara ayrılan pay sadece % 7'dir. Geri kalan cari
harcamalara gitmektedir. Böylesi bir ortamda eğitim ve sağlık harcamalarının daha da budanması
kaçınılmazdır. Artık siyasal iktidar sermayeye faiz ödemek için, temel mallara zam yapmayı bir gelenek haline
getirmiş durumda. DİE'nin 1987 araştırmasına göre, Türkiye nüfusunun % 40'ı (21.1 milyon kişi) yılda
ortalama 355 dolarla yaşamak zorundaydı...
Dışa açılma stratejisinin on yılı geride kalırken, sanayileşme hedeflerinden giderek uzaklaşan, dışa bağımlılığı
daha da artmış, işsizliğin, yoksulluğun ve sa-faletin giderek derinleştiği, yüksek oranlı enflasyon, ülke
geleceğini ipotek altına alma potansiyeline yükselmiş dış borçlar, daha çok bozulan gelir dağılımı ve giderek
aşman doğal çevre gibi temelli olumsuzlukların boy gösterdiği, uydulaşma sürecinde hızla yol alan bir Türkiye
söz konusu... Ne ki, bütün bunlara rağmen olumlu şeyler de var: "Türkiye'nin dış itibarı hızla artıyor!.."
Yaşasın dış itibar!..
13. BOLUM
PARADİGMANIN İFLASI
"Özgürce düşünmek, özgürce davranmak, araştırmacının görevi değil, temel niteliğidir."
İsmail Beşikçi
Sömürgecilikle başlayan dönemde "Batı" ile "Batılı olmayanlar" arasındaki ilişkiler biçim değiştirse de özü hep
aynı kaldı. Başlangıçta sömürgeciliğin yerleşmesi için askeri plandaki üstünlük önemli olmakla birlikte, asıl
belirleyici olan "Batı düşüncesi", "Batı bilimi ve teknolojisi"ydi. Claude Levi-Strauss; "Ondokuzuncu yüzyıl
Avrupalı'sı, buharlı makina ve birkaç başka teknik hüneriyle böbürlenip, kendini dünyanın geri kalanından
üstün görüyordu''(1) diye yazıyor. Descartes, "Düşünüyorum öyleyse varım"; F.Bacon da "bilim iktidardır"
demişti... Dünyanın geri kalan bölgelerindeki halklar; kendi doğalarından kaynaklanan bir "geriliğe mahkûm
olduklarına, Avrupalı'ya göre "aşağılık." olduklarına inandırılmalarında söz konusu "modern bilim" belirleyici
bir rol oynadı. Üstelik her tarihsel dönemde sömürgeciliğin, bir aracı olan "modern Batı bilimi" kendini
"tarafsız" ve "evrensel" olarak sunmayı da başardı. Böylece tarafsızlık ve evrensellik efsanesi, batı bilim ve
teknolojisine karşı konulmaz bir güç kazandırdı. Her kim batı düşüncesine, egemen batı ideolojisine karşı
çıkarsa, bilim düşmanı ve gerici damgasını yemekten kendini kurtaramazdı. Artık Avrupa merkezli, ırkçı,
nüfuz yayıcı Batı ideolojisi tüm dünyada egemen olabilirdi...
Hıristiyan misyonerlerin başlangıçtaki "uygarlaşürma misyonu", giderek "kalkındırma misyonuna" dönüştü!
Sömürgeleştirmenin Batı'daki adı, "uygarlaştırmaktı."(2) Uygarlık götüremezlerdi ama, var olan uygarlıkları ve
uygarlıkların yaratıcılarını tarih sahnesinden silecek güce erişmişlerdi.
İddia edildiğinin aksine, aydınlık felsefesinden esinlenen fikirler, yerli kültürlerin tahrip edilmesini
meşrulaştırmıştır... Şimdilerde bilim ve teknoloji taşıyıcıları, sömürgeciliğin başlangıcındaki misyonerin yerini
almış durumda. Bu arada 1960'larda azgelişmiş ülkelere dağılan "barış gönüllüleri"ni de hatırlamamak olmaz...
Bugün sadece Sahranın güneyindeki Kara Afrika'da 80 bin "kalkınma uzmanı" görev yapıyor ve bunlara yılda 4
milyar dolar ücret ödeniyor(3)
Batı'nın rasyonalizmi ve bilimi bir kere egemen olunca, yüzbinlerce yıldan beri birikip gelen tüm bilgiler
değersizleşti. Batı burjuvazisi, egemen olabilmek için böyle bir yola başvuracaktı. Bir tek "Batı bilimi" vardı ve ifadesini "diplomalı aydın"da buluyordu.
Sömürge ve yarı-sömürgelerdeki "Batıcı aydınlar", sömürgeciliğin ürünü olan yerli işbirlikçi orta-sınıflar kendi
halklarını ve kendi geçmişlerini suçlama yarışında, Batılı efendilerini bile geride bıraktılar... Sömürge
"aydınlarının" ve işbirlikçi sınıf ve grupların bu tavrım ideolojik bir yanılsama olarak görmek yanlıştır. Maddi,
sınıfsal çıkarlar söz konusuydu... Bugün olduğu gibi, her tarihsel dönemde sömürgecilik ve emperyalizimden
çıkar sağlayan, varlıkları emperyalist sömürü ve bağımlılık ilişkilerine bağlı, işbirlikçi sınıflar söz konusudur.
Batı burjuva uygarlığının, sömürgecilik ve emperyalizmin ideolojik bir aracı olan "iktisat bilimi" için de durum
aynıdır. Egemen batı ideolojisinin önemli yapıcı umarlarından birini oluşturan "iktisat kuramı"na dayalı
politikalar, azgelişmiş ülkelerde büyük yıkımlara neden olduğu halde, tartışmasız kabul görüyor ve
üniversitelerde okutulmaya devam ediliyor. Bilimselliği ve evrenselliği eleştiri konusu olmasını engelliyor...
Bir "bilim" ve "bilimsellik" çılgınlığı zihinsel alanı bütünüyle kuşatmış durumda. Yaşlı bir kadın yüzyılların
mirasına ve kendi deneylerine dayanarak, otlardan bir ilaç yaptığında, bu "kocakarı ilacı" olarak lanetleniyor.
Kapitalist bir firma, aynı otlardan aynı ilacı ürettiğindeyse, bilimselliğin ürünü sayılıyor ve tartışmasız kabul
görüyor. Yaşlı kadının ürettiği ilacın "lanetlenmesi", çokuluslu şirketin ürettiği ilacın kabul görmesi, elbette
kadının yaşından kaynaklanmıyor.. İlacı üreten bir genç kız olsaydı da durum değişmeyecekti. Zira, kapitalist
toplumda, kapitalist üretim sürecine girmeyen, amacı kâr elde etmek olmayan hiçbir şey makbul değildir.
Modern bilimin, bu arada iktisat biliminin ilgi alanı dışındadır. Para akımının bittiği yerde iktisadi analiz de
son bulur. Kapitalist kârlılık kategorisine girmeyen hiçbir şeyin üretilmesine bu yüzden iyi gözle bakılmaz!
Tek tek insanların kendi ilaçlarını üretmeleri kapitalist ilaç pazarını daraltır, kârlılığı olumsuz yönde etkiler...
Sonuçta insanların ihtiyaç duydukları ilaçların kendileri tarafından üretilmesi "bilim" aracılığıyla yasaklanır.
Mukayeseli üstünlüğü olmadığı gerekçesiyle bir çok azgelişmiş ülkenin en önemli gereksinmeleri olan gıda
maddelerini üretmelerinin (buğday, pirinç vb.) neo-liberal iktisat kuramına dayanılarak yasaklanması gibi..
Kapitalist firmanın ürettiği ilaçlar "bilimsellik" damgasını taşıyorlar. Bilimsellikleri bir kere tescil edilince,
artık sattıkları her zehirde bir keramet bulunacaktır. İlacın verdiği şifa, biliminden menkul..
Benzer bir durum "iktisat bilimi" için de söz konusudur. Son analizde sömürgeciliği ve daha genel olarak da
burjuva uygarlığım meşrulaştırmaya yarayan "iktisat bilimi"de "evrensel" sayılıyor. Zira modern batı bilimi
evrenseldir. Her toplumda ve her tarihsel dönemde de geçerlidir. Batıda (önce İngiltere'de) üretilen ve özel
koşulların ürünü olan söz konusu bilim, artık her yere ihraç edilebilirdi. Tanımı gereği bilimdir ve tabii
evrenseldir. Bilim evrensel planda geçerliyse, ona dayalı iktisat politikaları da evrensel geçerliliğe sahiptir.
Buradaki mesaj çok açık: Siz de İngilizler, Amerikalılar, Fransızlar, Almanlar vb. gibi yaparsanız, onların
geçtikleri yollardan geçerseniz kalkınırsınız. (!) "Tarafsız" ve"evrensel" bilimin yarattığı ideolojik şartlanma ve kölelik o kadar köklüdür ki, kimse eskiden giderlerin
nereye vardığını, o yolların şimdilerde açık olup olmadığını vb. düşünme zahmetine bile katlanmaz. Değişik
bünyelere aynı ilacı uygulamanın sonuçlarım düşünmeye yanaşmaz.
Yaklaşık yarım yüzyıldan beri iktisat öğretisi giderek pozitifbir bilim olmaya yöneldi.(4) Böylece fizik
bilimlerine benzeyecek, her zaman, her yerde ve her koşulda geçerli olacaktı. Normatif bir bilim olmaktan
uzaklaştığı ölçüde, "etkinliği" ve "saygınlığı" daha da artacaktı. Aslında böylesi bir çaba anlamlı değildi ve
bilimsellikle ilgili ideolojik bir yanılsamanın ürünüydü. Değişik sosyal formasyonlar için geçerli bir iktisat
bilimi olanaklı mıdır? Sorun, teorik düzeyde "rafine modeller" oluşturmak değil, farklı durumların ve
koşulların ortaya çıkardığı toplumsal olguları açıklayabilme yeteneğine sahip olmaktır. Dolayısıyla, "iktisat
bilimi" normatif biı bilim olduğu için değil, tam tersine pozitif bir bilim olmaya yöneldiği için bilimsellikten
uzaklaşır.
IMF ve Dünya Bankası gibi, Batı egemenliğinin araçları olan kuruluşlar, bağnaz bir dogmatizmle, değişik
"azgelişmiş" sosyal formasyonlara istisnasız aynı ekonomik politikaları önerdiklerinde, pozitif olma
iddiasındaki bilime dayalı iktisat politikalarının neden olduğu "üzücü olaylar" ve yıkımlar herkesçe biliniyor...
Sömürgecilik sürecinde, bilimin tarafsızlığı ve evrensilliği önemli bir koz olarak kullanıldı. Sömürgecilik de
kapitalizmin gelişmesinde önemli bir rol oynadı(5) Oysa sosyal bilimin geçerliliği görece bir geçerliliktir. Öte
yandan bir bilim olarak ortaya çıkan iktisat kuramı, Batı burjuva kültürünün bir parçasıydı. Dolayısıyla hakim
Batı burjuva kültürü ne kadar evrenselse, burjuva iktisat kuramı da aynı ölçüde "evrensel" geçerliliğe sahip
olabilirdi... Burjuva ideolojisinin bir parçasını oluşturan bu bilim, tüm dünya üniversitelerinde okutuluyor. Zira
asıl evrensellik iddiasında olan burjuva uygarlığının kendisidir. Onun yapıcı unsurları da evrenseldir. Hakim
Batı ideolojisinin bir parçası olan "iktisat bilimi" ve ona dayalı iktisat "politikaları" da evrenseldir...
O halde herkes evrensele ait olmalı ve ona uyum sağlamalıdır. Onun egemen kıldığı modele boyun eğmelidir.
Aksi halde çağ dışı kalır. Üstelik bilim ve uygarlık düşmanı sayılıp gericilikle suçlanmaktan da kendisini
kurtaramaz. "Evrensel"e, "bilimsel"e ait olmanın koşulu, kendisinden ve kendisine ait olan her şeyden
uzaklaşmaktır. Kendisine ve geçmişine ait her şey "geri," "saçma", "bilim dışı", "kaba", "kötü" ve
"değersiz"dir. Kurtuluş, Batı bilim ve teknolojisine sahip olmaktadır...
Bu amaçla kendi ayranını değil Coca-cola ıçmeli, kendi tütününden yapılmış sigarayı değil Marlboro'yu
tüttürmeli, saçını Batılıların ürettiği modaya göre kestirip onun şampuanıyla yıkamalı, kendi beslenme
kültürünün ürünü olan yemekleri değil Mc Donald's hamburgeri yemeli, onun ürettiği televizyon dizilerini
seyretmeli, kendisi de bir gün bir televizyon dizisi yaparsa, Batı'dan gelene benzemeli. (Aksi halde evrenselin
dışına itilmiş olur!) Kendi müziğini dinlememek için "bilimsel gerekçeler" üretmeli, (pek para etmeyen) kendi
dilinden önce, îngilizceyi öğrenmeli, onun geliştirdiği iktisat kuramını öğrenip ona uygun iktisat politikalar benimseyip,
serbest piyasa ekonomisi uygulamalı, dışa açılmalı, korumacılığı kaldırmalı, yüzelli yıldır egemen Batı
ülkelerinin elinde bir sömürü aracı işlevi gören "mukayeseli üstünlükler teorisi "ne uyum sağlamalı, kendi
ülkesinde ve benzer durumdaki ülkelerdeki büyük yıkımlara ve facialara fazla değer ve önem vermemeli, ama
ABD'de bir çocuğun kuyuya düşüşü ve kuyudan çıkarılışıyla (buradan çocuğun akıbetine kayıtsız kaldığımız
anlamı çıkarılmamalıdır) Halepçe katliamından daha fazla ilgilenmeli; sonuç olarak, ne kadar kendine
yabancılaşır, kimlik erozyonuna uğrar ve soysuzlaşırsa o denli "çağdaş olur" ve "evrenselin bir parçası"
durumuna gelebilir!
Sürekli kimlik erozyonuna uğrayan bir ulusal sosyal formasyon, kendi yolunu bulup, kendi ayakları üstünde
durabilir, toplumsal sürece egemen olabilir mi? Kendi özgünlüğünü ifade edemeyen bir toplum, evrensel
değerleri yakalayabilir ve ona katkıda bulunabilir mi? Şüphesiz böyle bir toplumun küçük bir kesiti Batıya
benzeyebilir (ve benzeyebiliyor), ama bağımsız ve çağdaş olamaz. Çünkü kendisi hakkında düşünme ve
geleceğini tasarlayabilme yeteneğine artık sahip değildir. Oysa sosyal bilimin evrenselliği ve teknolojinin
tarafsızlığı da Batılılar-ca uydurulmuş bir efsaneydi. Bir kere bilim evrensel kültürle özdeş sayılınca,
(egemen yaklaşım öyledir), bir toplumun da bilimsel yolda olabilmesi için, evrensel kültüre sahip çıkması
gerekir. Evrensel denilen kültür de hakim Batı burjuva kültürüdür.
"Kalkınma" kavramı, 1940'larda ortaya atıldı. Kavram yeni olmakla birlikte, sömürgeciliğin başlangıcından beri
geçerli zihniyeti ve benzer içerikleri çağrıştı-ıyordu. Kalkınmışlığın karşıtı kalkınmamışlıktı. Gelişmişler ve
azgelişmişler vardı. Azgelişmişler de gelişmişler gibi olmalıydı... Aslında söz konusu olan dinsizin (paien)
Hıristiyanlaştırılması, vahşinin uygarlaştınlması, Batılı olmayanın Batılılaştınlması problematiğinin yeni
koşullardaki devamından başka bir şey değildi. Eskiden uygarlaşmak, batılılaşmak isteyenler ve bunun
olanakhlığı-na ve gerekliliğine inandırılmış olanlar, şimdilerde de kalkınacaklarına inandınl-mış durumdadırlar.
Bütün bu döneme egemen olan yaklaşım, ikincilerin ne olduğuna ve nasıl olmaları gerektiğine birincilerin
(uygar, kalkınmış, ileri olanlar) karar veriyor olmasıdır. Üstelik bu durum beşyüz yıldır (1492'den beri) devam
ediyor. Başlangıçta kurtuluş Hıristiyanlaşmaktaydı. Daha sonra modernleşmekte, batılılaşmakta, şimdilerde
de kalkınmadadır. Çağ atlama, çağı yakalama, 21. yüzyıla atlama vb. gibi yenileri de üretilmeye devam ediliyor.
Batılılar kendi dışındakileri her zaman "geri" olarak gördüler ve onları.değişip kendilerine benzemeleri
gerektiğine de inandırdılar veya inanmaya zorladılar. Fakat, çelişik olan bir durumu da aşmaları gerekiyordu.
Doğalarından kaynaklanan bir geriliğe mahkûm olan bu halklar, kendiliklerinden batılılaşmazlar, kalkınamazlar
ve Batılıya benzeyemezlerdi.. O halde bu işi sömürgecilik, Batı'dan ihraç edilen mallar, sermaye, teknoloji,
bilim, silahlar vb. gerçekleştirebilirdi. Şimdilerde azgelişmiş ülkelerin işbirlikçi oligarşileri ve yozlaşmış
yöneticileri, yabancı sermayenin gelip ülkelerini kalkındıracağından hiç şüphe etmiyorlar.
Ünlü İngiliz Filizofu John Locke; "Orada (Amerika'da) geniş ve hareketli bir ülkenin kralı, İngiltere'deki bir gündelikçi işçiden daha kötü evde oturur ve daha kötü giyinir"(6) diyor.
Dikkat edilirse, giyim ve barınak açısından Amerikalı kral İngiliz gündelikçiden daha kötü durumda! O halde
kralın önce sıradan bir İngiliz gündelikçisi durumuna getirilmesi gerekiyor.... Şimdilerde bunun adı, kişi başına
düşen GSMH'dir. Azgelişmiş ülkelerin insanları da ortalama bir Ameri-kalınınkine eşit GSMH düzeyine
ulaşınca kalkınma gerçekleşecek!.. Nihai amacı üretim için üretim olan, değişim değerinin kullanım değerinin
yerine geçtiği kapitalist üretim tarzı, sürekli eşitsizlikler ve dengesizlikler üretip, bunu derinleştirmek
durumunda. Zira üretimin amacı ihtiyaçların tatmin edilmesi değil, kör bir prodüktivizm'dir. Başka bir ifade
ile, daha çok artı-değer, dolayısıyla kârdır...
Azgelişmiş ülkeler, GSMH'larını artırarak gelişmişler gibi olacak! Tank, oyuncak ve gazoz üretimini on kat
artıran bir ülke aynı oranda yüksek ûSMH'ye sahip olur. Söz konusu kritere göre de, kişi başına gelir aynı
oranda artmış sayılır. (Aritmetik ortalama). Söz konusu ülkenin böyle bir büyümeyi ne pahasına elde ettiği
dikkate alınmaz. Bu anlamda milli gelir hesaplan neyin üretildiği, ne pahasına üretildiği, üretimin ekolojik ve
sosyal maliyeti ile ilgili değildir. Oysa söz konusu GSMH artışı yenilenemez doğal kaynakların tahribi ve
gelecek kuşakların yaşamını tehlikeye atarak gerçekletirilmiş olabilir! Sahip olduğu ormanları hızla kesip
ihraç eden ve orman ürünleri üretimini ve ihracatım elli kat artıran bir ülkenin kişi başına geliri de o oranda
yükselir...
Ormanlar kesilip bittikten sonra, toprak erozyonu, çölleşme ve kuraklık ülkeyi sardığında ve ülke yaşanamaz
hale geldiğinde, söz konusu büyümenin ne ifade ettiği anlaşılsa da, artık bir anlam ifade etmeyecektir. 30
milyon nüfuslu bir ülkenin toplam nüfusu, onbeşer milyonluk iki metropolde toplandığında (ki kapitalist süreç
böyle bir eğilim içermektedir), kentin bir ucunda oturup diğer ucunda çalışan, her gün 100 km. yol kateden ve
işe gidip gelmek için dört saatini harcayan ve çok sayıda ulaşım aracı kullanan kişi, kullandığı ulaşım araçları
nedeniyle "gelir yaratır" ve bu gelir de GSMH'yı yükseltir. Bu arada çevre kirlenmesi, kazalar, gürültü vs. de
ortaya çıkar ama, GSMH bakımından bunun önemi yoktur. Oysa aynı kişi orta büyüklükte bir kentte
yaşasaydı, her gün dört saatini yollarda harcamasaydı, işine yürüyerek gitseydi enerji israfı, çevre
kirlenmesi, yorgunluk ve psikolojik sorunlardan uzak kalırdı ama GSMH ve kişi başına düşen ulusal gelir de
aynı oranda düşük olurdu... Böylesi bir durumda "zengin" olmayı mı, yoksa "yoksul" olmayı mı yeğlerdiniz?(7)
İktisat bilimi bu sorunlarla ilgili olmadığı için, ekolojik hareketin haklı eleştirilerine maruz kalıyor. Ekolojik
sınırlar dikkate alınmadığı zaman bile, azgelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkeler gibi olabilmeleri olanaksızdır.
Böylesi bir şey, hiyerarşik kapitalist dünya sisteminin yapısına, mantığına ve işleyişine ters düşer. II. Dünya
Savaşı sonrasının oldukça uzun genişleme (refah) döneminde bile, gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arasındaki
"zenginlik farkı" hızla açıldı. 1980 sonrasındaysa durum, vahim bir hal aldı.Bugün iki milyardan fazla insan (dünya nüfusunun % 48'i), yaşayabilmek için dünya gelirinin % 13'ünden azına
sahip. Oysa, 1950-1980 döneminde yüksek oranlı bir ekonomik büyüme söz konusuydu. 1980 sonrasında
azgelişmişlerin durumu daha da kötüleşti. Kırktan fazla ülke 1990'da, 1980 gelir düzeyinin de altına düştü.
Oysa bugün 1950'dekinin yedi katı üretim düzeyine ulaşılmış durumda...
Dünya Bankası rakamlarına göre, söz konusu dönemde azgelişmiş ülkeler sanayileşmiş ülkelerden daha yüksek
oranda GSMH artışı gerçekleştirdikleri halde, kişi başına gelir artışı yılda ortalama 7 dolar, sanayileşmiş
ülkelerde ise 270 dolar olarak gerçekleşti... Bilindiği gibi büyümenin niteliği de önemlidir. Büyümenin niteliği
dikkate alınmadığı durumda bile, azgelişmiş ülkeler kişi başına yıllık 7 dolar artışla "gelişmiş" ülkeleri nasıl
yakalayabilirler? Ne ki, yukarıda verilen rakam da aritmetik ortalamadır. Zira, aynı dönemde dünyanın en
yoksul 500 milyonunun kişi başına geliri sadece 73 cent arttı...
Sanayileşmiş ülkeler yılda % 2.4, azgelişmiş ülkeler de % 2.8 GSMH artışı sağladıklarında, zenginlerin
ortalama geliri kişi başına 11.430 dolardan 11.704 dolara yükselirken; yoksulların kişi başına ortalama geliri,
260'dan 267'ye yükselebiliyor... Mc Goman ve Kordan'ın tahminlerine göre iki yüzyıl önce yoksullarla
zenginler arasındaki zenginlik farkı bire birbuçuk (1/1,5) iken, bu oran 1960'da bire yirmiye (1/ 20) 1980'de
de bire kırkaltıya (1/46) yükseldi.
1980 sonrasında farkın daha hızlı açıldığım söylemeye bile gerek yok. Yine Dünya Bankası rakamlarına göre,
en yoksul ülkeler 1978'de dünya gelirinin % 5.6'sına sahipken, bu oran 1984'de % 4.56'ya gerilemiştir.
Azgelişmiş ülkelerin, gelişmişler gibi "olabilmeleri" ekololjik bakımdan da olanaksızdır. İktisat bilimi, üretimin
sınırsız büyüyebileceği postulasına dayanır. Ünlü Fransız iktisatçısı Jean-Baptiste Say, "Cours d'Economie
politigue Pra-tiques, 1828-1830" adlı eserinde, "Doğal zenginlikler, tükenmezdirler, ne çoğaltılabilirler ne de
tükenirler, bu yüzden ekonomi biliminin konusu değildirler" diye yazıyordu. Condorcet de, daha 1770'lerde;
"İnsan düşüncesi ne kendi şuurlarına ne de doğanın engellerine takılmadan sürekli ilerleyecek"(9) diyordu.
Geçerli yaklaşımda asıl amaç, üretimin artması ve sosyal artığın büyümesidir. Onca öğünülen ve hayranlık
uyandıran burjuva uygarlığının "başarısı", aslında biyosferin üç milyar yılda biriktirdiği "sermayenin" aşırı
israfıyla mümkün olmuştur. Bugün bu süreç hızla devam etmektedir. Ne ki, teknikçi burjuva uygarlığının
şımarıklığının ve aşırılıklarının bedeli, sadece "yoksullar" tarafından ödenmekle kalmayacak; bir bütün olarak
insanlığın (gezegenin) geleceği tehdit altında bulunuyor. Zira amacı üretim ve anlamsız bir prodüktivizm olan,
ekolojik ve insani boyutu dikkate almayan, neo-liberal iktisat kuramınca da meşrulaştırılan bugünkü eğilimler
ve süreçler, hızla gezegeni yaşanmaz duruma getiriyor.
Azgelişmiş denilen ülkeler de dünyanın ayrıcalıklıları kadar üretip onlar kadar tüketmeye, onlar kadar yokedip
onlar kadar kirletmeye kalkarlarsa durum ne olur? "Dünyanın lanetlileri" de, ortalama bir Amerikalı kadar tüketmeye başlarlarsa nasıl bir tablo ortaya
çıkar? Bugün dünya nüfusunun yaklaşık % 20'sini oluşturan ayrıcalıklılar (sanayileşmiş ülkeler) dünya
kaynaklarının yaklaşık % 80'ini kullanıyorlar. 1987'de dünya nüfusunun beşte birinden azım oluşturan (747
milyon kişi) OECD ülkeleri, kişi basma 6573 kilo petrole eşit enerji tüketiyordu. Çok düşük gelirli ülkelerdeki
2 milyar 824 milyon insansa (Hindistan ve Çin dahil), sadece 297 kg. petrole eşit enerji tüketebiliyorlardı!
Ortalama bir Amerikalı bir Bengladeşli'den 440 kat, Etyopyah'dan da 600 kat fazla enerji tüketiyor. 700
milyon insan yeterli beslenemez durumda. Bu insanların yeterli beslenebilmeleri için, 40 milyon ton hububat
yeterliyken, zengin ülkelerde hayvanları beslemek için her yıl 540 milyon ton hububat harcamyor!
Amerikalılar zayıflamak için her yıl beş milyar dolar harcıyorlar... 1.9 milyar insan sağlığa uygun içme ve
kullanma suyundan mahrum. 1988'de dünyada silahlanma amacıyla kişi başına 200 dolar harcandı. Eğer her
çocuk için sadece 5 dolar harcan-saydı, 14 milyon çocuğun sıradan bulaşıcı hastalıklardan ölmesi
önlenebilecekti... Bugün dünyada okuma yazma bilmeyen 880 milyon insan var!
Dünya insanlarının ezici çoğunluğu kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı yoksulluk ve sefaletle boğuşurken,
"çağdaş Romalılar" refah içinde ve demokratik bir ortamda yaşıyorlarsa (aslında söz konusu sosyal
formasyonlar gerçek anlamda demokratik toplumlar değil, liberal oligarşilerdir); bu, "dünyanın lanetlileri"
refahlarına ortak olmadığı içindir. Dünya nüfusunun yaklaşık dörtte üçünü oluşturan "yoksullar" bugünkü
üretim ve tüketim düzeyindeyken bile, gezegen, üzerinde yaşanamaz hale gelmiş durumda... Hızla bozulmaya
da devam ediyor. Sera etkisi, ozon tabakasının zayıflaması, hayvan ve bitki türlerinin yok olması, denizlerin,
göllerin, ırmakların ve içme sularının kirlenmesi, ormanların hızlı tahribi (yangınlar) ve kesim yüzünden ve
fosil yakıtların çıkardığı karbon gazlarının neden olduğu sera etkisi ve ısınma, asit yağmuru, nükleer tehlike
ve nükleer kirlenme, suları giderek azalan büyük nehirler (Nil, Missisipi, Ganj, San Irmak vb.), sanayi
artıklarının neden olduğu kirlilik, zehirli artıklar, aşın kullanılan toprakların çoraklaşıp verimsizleşmesi, (her
yıl 6 milyon hektar verimli arazi çölleşiyor ve 11 milyon hektar orman yok oluyor), atmosferin ısınması, yaşam
kalitesinin bozulması, yabancılaşmanın dayanılmaz sınırları zorlaması, aşağılanan azınlık kültürlerinin hızla
tahrip edilmesi vb. şimdiden insanlığın geleceğini tehdit ediyor.
Dünya nüfusunun % 5'ini oluşturan ABD, dünya gıda üretiminin % 3 5'ini ve dünya enerji üretiminin de %
60'ını tüketiyor. Bütün azgelişmiş ülkelerin, ABD'nin düzeyine değilse bile, görece daha az gelişmiş bir
Avrupa ülkesinin üretim ve tüketim düzeyine ulaştığında, yaratacağı sorunları hayal etmek bile bir kâbus
olurdu.. Bütün Çinlilerin birer otomobile sahip olmaları halinde, bunun kaynaklar üzerindeki baskısı ve
yaratacağı çevre kirlenmesini düşünmek bile ürperticidir. Yenilenemez doğal kaynaklan hızla tüketen, çevreyi
kirleten, gezegeni yaşanmaz hale getiren, ekolojik sınırlar söz konusu olmadığında bile aşın yoksulluk ve
safalet üreten, Batı burjuva uygarlığına dahil olmayı, ona benzemeyi, "Batılılaşmayı", "çağdaşlaşmayı",
"kalkınmayı", "çağ atlamayı", "bilgi çağını yakalamayı", onlar kadar üretip onlar kadar tüketmeyi, kirletmeyi, yok etmeyi amaçlamalı mıyız? Bu
olanaklı ve arzulanır bir şey midir? Dünyanın geri kalan bölümünde de tarımsal üretim için. ABD'deki
yöntemler (ileri teknoloji) uygulansaydı, dünyada üretilen enerjinin tamamının sadece gıda üretiminde harcamlması
gerekecektir ki, böyle bir şey olanaksızdır. 1970'de ABDde bir kalorilik besin maddesi üretmek için
9,6 kalorilik fosil kalori harcanıyordu. İşte dillere destan tarımsal verimlilik artşının sırrı....
İktisat Bilimi: Geçerli Eğilimleri Meşrulaştırma Aracı
İktisat biliminin azgelişmişlik ve kalkınma sorunlarıyla ilgilenmesi için, "biçimsel bağımsızlıkların" ortaya
çıkması gerekti. Neo-Klasik İktisat Kuramı'nın bir alt dalı olarak Iı Savaş sonrasında ortaya çıkan "kalkınma
iktisadı", kendisini doğuranın zaaflarını, doğal olarak taşıyordu. Amaç, yeni bağımsızlığa kavuşan ülke
yöneticilerine "akıl vermekti"... Neo-klasik iktisat geleneği, klasik ekonomi politiğe özgü büyüme sorunlarıyla
bile ilgili değildir. Statik dengenin bozulduğu durumlarda, pazar güçlerinin bu dengeyi yeniden nasıl
sağlayacağı üzerinde durur... Büyüme ve kalkınma gibi sorunlara yabancıdır. Zaten bilimsel olmaktan çok
ideolojik bir öğretidir. F.Partant, bu konuda şunları yazıyor: "(...) kalkınma, fetihlerde ve sömürgecilikte
geçerli olan düşünceden esinlenen bir projedir. Aynı çıkarlara hizmet etmekte ve sömürgecilik dönemindekine
benzer sonuçlar doğurmaktadır. Bu akıl almaz bir yutturmacadır. (Christian Harzo'nun sömürücünün
uygarlaştırıcı misyonu için kullandığı bir kavramı kullanmak gerekirse) Ve aldatanları da aldatmak gibi bir
özelliğe sahiptir."(10)
Bu kere klasik ve neo-klasik iktisat kuramı, her ekonomik olgunun, zorunlu olarak ekolojik, sosyo-kültürel ve
ekonomik olmak üzere üç boyutlu olduğu, bunların diyalektik bir bütünü olduğu gerçeğini dikkate almıyordu.
Bütünselliği yakalayamadığı sürece de, klasik ve neo-klasik iktisadın açıklayıcı gücü daha baştan sınırlanmış
oluyordu. Bilindiği gibi, klasik ve neo-klasik iktisat kuramı geleneğinde, temel varsayımlar söz konusudur ki,
bunlardan bazıları: müdahale edilmediği sürece pazarın tüm sorunları çözeceği, dolayısıyla, ulusal düzeyde
olsun, uluslararası planda olsun, pazara müdahalenin sakıncalı sonuçlar doğuracağı, insanların rasyonel
yaratıklar olduklar» ve rasyonel kararlar verdikleri... her ulusun mukayeseli üstünlüğü olan mallan üretip
satmasının herkesin yararına olduğu vb.'dir..(11)
Pazarın, teorinin ileri sürdüğü kadar "becerikli" olmadığı acı deneylerle (1920 - 1930'iu yıllarda ve daha
önceleri yaşanan yıkımlarda olduğu gibi) ve teorik saptamalarla ortaya kondu. Elbette "rasyonellik" iddiası da
her zaman tartışmaya açıktır. Sahip olduğu parayla video ve müzik seti satın alan, ama ağzındaki çürük dişlerı
yaptırmayı düşünmeyen bir adamın "rasyonal" davrandığını söylemek olası mıdır? Söz konusu adamın bir
istisna olduğunu da!..
Öte yandan, geleneksel iktisat kuramı ne ulusal sınırlarla çevrili bir toplumsal bütünlüğü (ulusal ekonomi)
kucaklar, ne de sermayenin vatanı vardır. Geçerli ekonomik yaklaşımda kaynakların rasyonel dağılımı üzerinde
çok durulur. Neyin kimin için rasyonel olduğu sorusuysa pek sorulmaz... Neo-klasik teorinin açıklayıcı gücü
sınırlı olduğu gibi, çelişik teorik saplantılara da dayanıyor. Bugünkü haliyle (dün de öyleydi), uluslararası
sermayenin (çok uluslu şirketlerin) hareketine ideolojik destek sağlamanın ve yapılardan meşrulaştırmanın
ötesinde bir işleve sahip değildir.
Siyasal planda "bağımsızlaşsalar" da, "genç uluslar" ekonomik, sosyal ve kültürel planda ulusallığı
gerçekleştiremediler. Dolayısıyla ulusal bir ekonomi de söz konusu olamazdı. Kullandığı teknolojiyi
üretemeyen, Batı-tipi tüketim modeline uyum sağlamayı temel amaç sayan, ithal ettiği teknolojiyle
emperyalist metropollerin ihtiyacı olan malları üretip ihraç eden, ekonominin değişik sektörleri arasında
eklemlenmenin (articulation) bulunmadığı bir ülkede, ulusal ekonomiden değil, yeni sömürge ekonomisinden
bahsetmek gerçeğe daha uygun düşer.
Liberal öğretiye dayalı "kalkınma iktisadı", büyümeyle kalkınmayı özdeş sayar. Oysa büyüme eşittir kalkınma
yaklaşımı inandırıcı değildir. Hızlı büyüme (GSMH artışı), geniş toplum kesimlerinin yoksullaşmasıyla atbaşı
gidebilir. Bölgesel ve sosyal dengesizlikleri derinleştirebilir, ekolojik sorunlar ortaya çıkarabilir. Genel olarak
geçerli olan bu durum, iç bütünlüğü ve tutarlılığı olmayan yeni sömürge statüsündeki azgelişmiş ülkeler için
daha da geçerlidir. Kişi başına milli gelir, (aritmetik ortalamadır), bir ekonominin yapısını ve ülkede yaşayanların
refah düzeyini yansıtmaz.
"Kalkınma iktisadı", azgelişmişliği ekonomik ve teknik bir gerilik olarak görüyordu. Bu durumda sorunun
çözümü de teknik nitelikte olabilirdi... Azgelişmiş ülkeler gelişmenin geri aşamasında sayıldılar, neo-klasik
öğretiye dayalı politikalarla da gelişmişlere benzeyeceklerine "inandırıldılar". Elbette bu süreçte söz konusu
önerilerin kolaylıkla benimsenmesi bir tesadüf değildir... Sömürgeciliğin giderek "içsel" bir nitelik kazandığı
ve işbirlikçi yerli oligarşilerin emperyalizmin bir uzantısı haline geldiği koşullarda, Batı'dan ihraç edilen
"kalkındırıcı önerilerin" neden tartışmasız kabul gördüğünü anlamak zor değildir.
Bir kere, neo-klasik teorik yaklaşımlar azgelişmiş ülkelerin geriliğini, bu sosyal formasyonların kendi
ekonomik, sosyal ve politik geriliğinin sonucu olduğu görüşüne dayandırınca ve dış sömürü, bağımlılık,
biçimsizleşme, kimlik-sizleşme, üretici temelin zaafa uğratılması gibi nedenler analizin dışına atılınca, dış
destek, dış yardım, yabancı sermayeyle kalkınabilecekleri görüşü haklılık kazandı. Böyle bir yaklaşım geçerli
olunca, bir ülkenin kalkınabilmesi, gelişmişlere benzemek, onlardan sermaye, teknoloji, bilim, değer yargıları
vb. ithal etmekle mümkün olabilirdi! Böyle bir sürecin devam ettirilmesi ise, artık giderek içselleşmiş sömürü
ve bağımlılık ilişkilerinin son analizde de azgelişmişliğin derinleşmesi anlamına gelirdi. Bu nedenle azgelişmiş
ülkeler, Ali Mazrui'nin yazdığı gibi "Batılılaştılar", ama "çağdaşlaşamadılar".(12)
Batı tüketim ve davranış kalıplarını daha çok benimsemek hem genelleştirilmesi zor bir şeydir, hem de bu
yolla azgelişmiş bir ülkenin kalkınıp gerçek anlamda çağdaş olması mümkün değildir. Nitekim, söz konusu
sürecin sonucunda küçük bir azınlık emperyalist ülkelerdeki orta sınıfları bile kıskandıracak maddi zenginliğe
kavuşurken, geniş toplum kesimleri marjinalleşti. Toplumsal dengesizlikler daha da derinleşti. Toplumu
oluşturan bağlar güçlenecek yerde zayıfladı. Bağımlılık, yaşamın tüm boyutlarını daha çok etkiler oldu...
Ne var ki, Batılılar tarafından oluşturulan ve azgelişmiş ülkelere önerilen büyüme modelleri, bu ülkelerin
kalkınma sürecinin geri aşamalarında oldukları görüşü, Rostow'un ünlü "İktisadi Büyümenin Aşamaları" teziyle
de desteklendi... Ve kalkınma sadece teknik boyuta indirgendi... Fakat asıl teorik geri planı oluşturan ünlü
"Mukayeseli Üstünlükler Teorisi"ydi Bu teori (ideoloji), ilk defa D.Ricardo tarafından ortaya atıldığı (1817)
günden beri, iktisat kuramının belkemiğini oluşturdu. Zaman zaman bazı itirazlar yapılsa da (son zamanlarda
dinamik mukayeseli üstünlükler vb.), teorinin egemenliği kesindi....
II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya atılan "kalkınma stratejileri"nin teorik geri planında bu teori vardı.
Elbette egemen paradigmaya soldan itirazlar eksik değildi. Ama, bu "itirazlar" geçerli paradigmayı daha
eşitlikçi bir temele oturtmayı amaçlamak dışında bir orijinallik taşımıyordu. Amaç, yine GSMH artışı
sağlamaktı. Batı tipi üretim süreçlerini ve tüketim modelini reddetmeyen, una aynı sonuçlara başka yollardan
ulaşmayı amaçlayan sol versiyonun, gerçek anlamda alternatif oluşturması olanaklı değildi.
Söz konusu teoriye göre, her ülke mukayeseli üstünlüğüne uygun mallar üretip satarsa, bu herkesin
yararınadır! İlginç olan, o zamana kadar iktisat biliminin azgelişmişlik ve kalkınma sorunlarıyla hiç
ilgilenmemiş olmasıdır! Zira o zamana kadar "dünyanın lanetlilerinin" böyle bir talebi olmamıştı...
Sadece Batılıların her şeyi belirlediği dönemde (bu durum bugünde büyük ölçüde geçerlidir) herhangi bir
sorun ortaya çıkmamıştı. Azgelişmişler, biz de varız deyip, dünya sahnesine çıkınca, Batılıların zenginliğinin
her yerde tekrarlanamayacağı anlaşılmaya başlandı... Sömürüye dayalı, sürekli eşitsizlikler ve dengesizlikler
üretip derinleştiren hiyerarşik bir dünya sisteminde, birilerinin kaybı başkalarının kazancı anlamına geliyor...
Ne ki, teori başka dili konuşuyordu. Her ülkenin kalkınabilmesi için mukayeseli üstünlüğü olan alanlarda
uzmanlaşmasının gerekliliği üzerinde duruluyordu...
Aslında 1950 ve 1960'lı yıllarda azgelişmiş ülkelere mukayeseli üstünlükler teorisini esas alan kalkınma
stratejileri önermek, bunlara azgelişmişliğe razı olun demekle özdeşti... "Mukayeseli üstünlük" denilenler,
sanayi devrimi sonrasında tümüyle sanayileşmiş ülkelere kaymıştı. Bu süreç sonucunda Ricardo'nun şarap
üreterek (mukayeseli üstünlüğü şaraptaydı), mukayeseli üstünlük sağlayacağını ileri sürdüğü Portekiz,
mukayeseli üstünlüğü sanayide (tekstil) olan kendi ülkesi İngiltere'nin ekonomik diplomatik bir yarısömürgesi
durumuna gelmişti. Çelişik bir şekilde, teorik olarak var olduğu sayılan üstünlük, kendisi de bir imparatorluk olan Portekiz'in bağımlı bir
ülke konumuna gelmesi ile sonuçlanmıştı...
Aslında yoksul ülkelere, mukayeseli üstünlüklere uyum sağlaym demek, dünya sistemi içindeki konumunuza
razı olun demekti... Ama öneri bilimsel teoriye dayanıyordu... İnsanlığın ezici çoğunluğu için bir sömürü ve
baskı aracı durumundaki modern bilim ve teknolojinin prestijinin sürekli artması ilginçtir... Yenilenemez doğal
kaynaklan hızla yok ederek, insanlığın ve tüm canlıların varlığım ve geleceğini tehdit eden bilimsel ve
teknolojik ilerlemeye dayalı burjuva uygarlığı neden hâlâ hayranlık uyandırabiliyor?
Sömürü ve baskının bir aracı olan bilim ve teknoloji, hem emperyalist Batı'ya dünyanın zenginliğine el koyma
olanağı verdiği için Batılılarca itiraz edilmiyor, hem de azgelişmiş ülkelerdeki işbirlikçi oligarşiler ve onların
çevresi sömürüden pay alabiliyorlar. Aldıkları bu pay karşılığında kendi halklarına zulmederek, baskı ve devlet
terörünü sürekli gündemde tutarak, eski sömürgeci yöneticilerin uyguladıkları baskıyı bile geride
bırakıyorlar. Üstelik bunu "ulusallık", "ulusal çıkar", "ulusal güvenlik", "birlik beraberlik" gibi kavramların
gerisine gizlenerek yapıyorlar. Bu anlamda bir düşünürün dediği gibi; "halkların kendi kaderlerini tayin hakkı,
bu ülkeleri yöneten oligarşilerin kendi halklarını boğazlama hakkına dönüşmüş" bulunuyor...
1960'ların başından beri üç kalkınma on yılı geride kaldığı halde, sanayileşmiş ve azgelişmiş ülkeler arasındaki
eşitsizlik giderek büyüdü. Geri planında mukayeseli üstünlükler teorisinin bulunduğu "kalkınma stratejileri",
zenginleri daha zengin, yoksulları da daha yoksul yapmayı başardı... Başlangıçta, söz konusu teoriye göre,
buğday ve pamuk üretiminde mukayeseli üstünlüğe "sahip olan" bir ülke ile, kumaş ve bisiklet üretiminde
üstünlüğe sahip diğer ülke arasındaki ticaretten birinci ülke sürekli zararlı çıkar. Değişim hadleri her
seferinde yüksek katma değerli mallar üreten ikinci ülke lehine işliyecektir. O kadar ki, belirli bir eşikten
sonra, birinci ülke, ticareti devam ettirebilmek için, ikinciden bazı girdileri de satın almak zorunda kalır.
Değişim hadlerinin sürekli bozulması karşısında ortaya çıkan kayıpları ödünleyebilmek için her seferinde daha
çok üretip satmak zorunda kalacaktır. Bugün azgelişmiş ülkelerin içine sürüklendikleri çıkmaz işte budur...
Üstelik bu süreç sefaleti derinleştirmekle kalmıyor, doğanın tahribine de ivme kazandırıyor. Paradoksal
olarak, yoksulluk doğa üzerindeki baskıyı artırıyor.(13)
Söz konusu teorinin, Türkiye gibi azgelişmiş ülkeler için ifade ettiği anlam kısaca şudur: Bir kere teori,
güçlünün lehine olarak üstünlüğü önce donduruyor, sonra da derinleştiriyor. Teknolojik düzeyi geri olan
ülkede (tarım ürünleri ve maden ihraç eden) teknolojik gelişmeyi ülke gündeminin dışına atıyor. Üretimi
kalkınmanın hedefi haline getirerek, amaçlarla araçların yer değiştirmesine neden oluyor. Sonuçta, üretim,
amacım yitiriyor. Nihayet teori, birinin üstünlüğünü herkesin üstünlüğü gibi gösteriyor. Doğal kauçuk üretip
ihraç eden ülkelerden biri, bir gün yapay kauçuk üretmeyi başardığında, diğerlerinin doğal
kauçuk üretimini değersizleştirdiğinde ve onbinlerce insanı işsiz bıraktığında, bu kimin avantajıdır ve yararı
nerededir? Bugün mikro elektroniğin tekstil ve konfeksiyon alanında yaygın bir biçimde uygulanmaya
başlamasıyla, tam otomasyonun bu alana girişiyle, azgelişmiş ülkelerin (ve Türkiye'nin) sahip olduğu varsayılan
mukayeseli üstünlüğü ortadan kalkmış durumdadır... Bugün azgelişmiş ülkelerdeki açlığın gerisinde mukayeseli
üstünlükler teorisine dayalı "uzmanlaşma" yatmaktadır. Dolayısıyla söz konusu ülkeler, doğal nedenlerden
dolayı değil, beşeri nedenlerden dolayı açlığa mahkûm edilmişlerdir...
Nitekim, Batılılar istediği için kahve, kakao vb. üretiliyor ama, bu ürünlerin sürekli fiat erazyonuna uğraması
sonucu (ticaret hadlerinin bozulması) ihtiyaçları kadar buğday, pirinç vb. ithal edemez duruma geliyorlar.
Richard Lombardi-nin yazdığına göre, "1970'lerin sonunda Üçüncü Dünya ülkeleri (petrol dışındaki) 12 temel
malın ihracından 30 milyar dolar sağlıyorlardı. Bu temel mallar, sanayileşmiş ülkelerde dönüşüme uğratıldıktan
sonra 200 milyar dolara satılıyordu! Bir tablet çikolatada kakaonun payı parakende satış fiatının % 10'unu
geçmiyordu."(14)
Lombardi'nin yazdığı gibi, gerçek mukayeseli üstünlük, şu ya da bu malla, şu ya da bu ülkeyle ilgili değil,
bütünüyle bir örgütlenme sorunudur. Ve tüm üstünlükler Batı'nın sanayileşmiş ülkelerinde toplanmış
durumdadır... Teknoloji, ulaşım, iletişim, fınans, sigortacılık, dağıtım vb. alanlarda üstünlüğe sahip olanlar, tüm
alanlarda üstünlük sağlamış durumdadırlar...(15)
IMF ve Dünya Bankası'nın neo-liberal ütopyaya dayalı iktisat politikası önerilerine köle sadakatiyle bağlı Türk
iktisatçılarının hâlâ Türkiye'nin mukayeseli üstünlüğünün hangi mallarda olduğunu araştırmaları garip değil
mi? İdeolojik kölelik o kadar köklü ki, sonuçta aldatanı da aldatır duruma geliyor...
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, emperyalist sömürünün meşrulaş-tırılıp sürdürülmesinde, iktisat
biliminin rolü büyüktü. Azgelişmiş ülkelerin yönetici oligarşileri, Batı'dan gelen her şeye olduğu gibi, onun
"bilimine" ve "kalkınma reçetelerine" de bir köle sadakatiyle sarıldılar. "Azgelişmiş", "geri kalmış" vb. gibi
kavramların yerine de, "kalkınmakta olan ülkeler" kavramı konularak, sevimsiz görüntü de ortadan kaldırıldı...
Böylece Batıyla olan farklılık artık bir "kalite" farkı değil, bir "kantite" farkına indirgenmiş oluyordu... Bu
aşamadan sonra Batılılar, kalkınma kavramını yeni dönemin eşitsiz ilişkilerini sürdürmede bir amaç olarak
kullanabilirdi...
Kalkınma teorilerinin ve stratejilerinin boy gösterdiği 1950'li yıllardan bu yana yaklaşık kırk yıl geçti. Ve "üç
kalkınma 10 yılı" da geride kaldığı halde, dünyanın zenginliğine yine eski sömürgeci-emperyalist ülkeler el
koyuyorlar. Söz konusu teori ve stratejiler de giderek balkondaki seyirciyi oyalama gücünü yitiriyor...
Bugünkü egemen ilişkiler ortamında, herhangi bir malın üretilmesinin koşulu, o ülke insanlarının
ihtiyaçlarından tamamiyle bağımsızdır.Uluslararası planda rekabetçi olmayan hiçbir şeyin üretilmesi söz konusu değildir. Her şeyi uluslararası pazar
mekanizmaları belirliyor. Belirli sınırlar içinde azgelişmiş ülkelerin yoksulluğu, sanayileşmiş ülkelerin
zenginliğinden kaynaklanıyor. Zaten azgelişmişlik olgusu, bu ülkelerin kapitalizmin etkisi altına girmelerinin
sonucunda ortaya çıkmış bir süreçtir. Batılılar beşyüz yıldır, dünyanın geri kalan bölümünü sonu olmayan bir
yolda ilerlemeye zorladılar. Misyonerlerin ve sömürgeci yöneticilerin yerini şimdilerde "bilim adamları" almış
durumda. Bu konuda F.Partant şunları yazıyor: "Tüm azgelişmiş ülkelerin sanayileşmiş ülkeler gibi
kalkınabilecekleri ve kalkınmaları gerektiği düşünceleri, üniversitelerde okutulduğu haliyle ekonomi bilimi
tarafından da sürdürülüyor. Bu bilim, sözüm ona Üçüncü Dünya'yı çıkmaz bir yolda ilerlemeye teşvik ederek
Batı'yı ırkçı, merkezcilikte rahatlatıyor. Bu nedenden ötürü harekete geçirdiği tüm inanaçlar ve tüm çelişik
teoriler apaçık bir şekilde Batı ideolojisinin bir parçası olduğunu ortaya koyuyor."(16)
Batı'dan ithal edilen iktisat kuramının, Türkiye'nin (ve benzer durumdaki ülkelerin) gerçeğini ne açıklama
yeteneği vardır, ne de öyle bir isteğe sahiptir. Söz konusu kurama dayalı politikalar da azgelişmişliği yeniden
üretmeye yarar. Bu nedenle, Batı'dan ithal edilen ve asıl işlevi ideolojik olan, ama bilimsellik görüntüsü
altında yerli ve uluslararası sermayenin çıkarlarını gerçekleştirmek gibi bir misyonu olan söz konusu
öğretinin, katıksız bir eleştirisini yapmamız gerekiyor. Nitekim, Türkçe sözlü hafif müzik ne kadar bize
aitse, Türkçe sözlü iktisat kuramı da o kadar bize aittir.
Son yıllarda Batılılar başarılı öğrencileriyle övünüyorlar ve tüm azgelişmiş ülkeleri, mevcut uluslararası güç
dengeleri ve ilişkiler ortamında kalkınabileceklerine inandırmak için "Yeni Sanayi Ülkeleri" ya da "Asya'nın 4
Kaplanı" denilen Hong-Kong, Singapur, Tayvan ve G.Kore'yi örnek gösteriyorlar.(17) Bu ülkeler diğerleri için
örnek oluşturamazlar. Bilindiği gibi, söz konusu ülkelerin başarısı ihracata dayanıyor. Gerisinde de çokuluslu
şirketler var. Çokuluslu şirketlerin bu bölgede yoğunlaşmasının da özel nedenleri vardı. Zaten bunlardan ikisi
şehir-devlettir, diğer ikisi ise özel koşullarda dışa açılma stratejisi uyguladılar. Burada, söz konusu başarının
anlamı, ne pahasına ve nasıl gerçekleştiğinin tahliline girmiyeceğiz. Sadece iki hatırlatma yapmak yeterlidir.
Bu ülkelerde (Güney Kore ve Tayvan) askeri diktatörlükler geçerliydi. Güney Kore'de 1987'de bile haftalık
çalışma süresi 53 saatti, işçi sendikaları pratikte mevcut değildi, iş kazalannda dünyada ilk sıralarda yer
alıyordu. Ucuz işçi cennetiydi. 1987'de 48 milyar dolar dış borcu vardı... Tayvan'daysa, sıkıyönetim 1987'de
son buldu. 1987 Öncesi 38 yıl boyunca sıkıyönetimle "idare edildi."
Fakat asıl önemli olan yukarda söylenenler değildir. Korumacılığın ve tarife dışı sınırlamaların söz konusu
olduğu bir dünyada, tüm azgelişmiş ülkelerin "yeni sanayi ülkeleri" kadar ihracat yapmaları olanaklı mıdır?
IMF rakamlarına göre, 1987'de Güney Kore kişi başına 1120 dolar, Hong-Kong 8650 dolar, Singapur da 11 bin
dolar değerinde ihracat yaptı. Eğer, 171 milyon nüfuslu Endonezya 'da kişi başına Singapur düzeyinde ihracat
yapsaydı, bu tüm dünya ihraçatının % 75'ine eşit olurdu...
Dünyanın en büyük ihracatçılarından F.Almanya'nın bile dünya ticaretinde sadece % 12'lik bir paya sahip
olduğu düşünülürse, "Asya'nın 4 Kaplanı"nın ihracat başarısının diğerleri için bir örnek oluşturmasının
olanaksızlığı anlaşılır(18)
Son dönemde, bilimsel yarışın dışında kalırsak sonumuzun kötü olacağına ilişkin bir "korku" yayılıyor. Bireysel
düzeyde "köşe dönme" ideolojisinin ulusal planda bir benzeri uydurulmuş durumda: Bu, "bilgi çağım
yakalamak", "21. yüzyıla atlamak" vb. biçimde ifade ediliyor. Bu yakalama operasyonuyla söylenmek istenen,
"10 yıl sonra dünyanın zenginliğine ortak olacağımız!", "son bir zor on yılımızın kaldığı" gibi hezeyanları ve
kuruntuları çağrıştırıyor. Aslında 200 yıldır anlatılan hep aynı masal!.. "Her söz her ağıza yakışmaz" denir.
Bugünkü yöneticilere zaten bilimsel kaygılar pek yakışmıyor. Asla öyle bir amaçları olmadığı da kesin... Bugüne
kadar çağı yakalamak, modern mallara, Batı'nın ürettiği mallara sahip olmak olarak anlaşıldı. Bu anlamda çağı
yakaladığımız doğrudur. Modern mallarsa, "bizim yarın ihtiyacımız olan değil, dün Batı'nın ürettiğidir!..."(19)
Eğer çağdaşlık Batı teknolojisinin ve biliminin ürünlerine sahip olmaksa, toplumun tüm kesimlerinin bu anlamda
"çağdaş" olması olanaksızdır. Eğer modern bilim ve teknolojiye sahip olmaksa, bu da saçmadır. Nitekim,
liberal (kapitalist) ve bürokratik (sosyalist) oligarşilerin çıkarma üretilen ve amacı daha fazla sosyal artık
olan bir sistemde modern bilim ve teknoloji, insanlığın geleceğini tehlikeye atmış durumdadır. "Bugün yaşayan
en parlak araştırmacı da dahil, kimse bilimin bizi nereye sürüklediğini gerçekten bilmiyor."(20)
Bize göre, "çağdaş toplum"; kimyasal-biyolojik silahlara, F.l6'lara, nükleer füzelere, oto-yollara, uzaktan
kumanda aletine, Coca-cola'ya, robotlara vb. sahip olan değil; kendisi hakkında düşünme yeteneğine sahip
olan, bugününü ve geleceğini tasarlayabilen toplumdur. Bunun da birinci koşulu, Avrupa-merkezli dünya
görüşünün, bilim ve teknolojinin işlevi hakkında düşünce açıklığına ulaşmaktır. Başka bir anlatımla, ideolojik
köleliği aşmaktır. Bunu gerçekleştirmenin yolu da, bilimin pasif tüketicisi olmaktan çıkıp, bilim üreticisi
durumuna gelmektir... Ama, Batı'da yapılandan farklı biçimde ve farklı amaçlar için...
Kapitalist süreçlerin sürekli yeni sorunlar ortaya çıkardığı, çözümsüzlüğün de giderek büyüdüğü koşullarda,
toplumda iki yönde tepki ortaya çıkıyor: Bunlardan birincisi, geçmişin yüceltilmesi, "altın çağa dönme", "şanlı
geçmişe sığınma" vb.dir; ikincisi de, Batı'yı yakalayacağımız ve yakalamamız gerektiği yönündeki saçma
inançtır. Bunlardan birincisi çoğunlukla dinci gurupların, ırkçı, söven, aşırı milliyetçi unsurların kültür
milliyetçiliğini yüceltmeleri biçiminde ortaya çıkıyor. Nedense, kültür milliyetçiliğini yüceltenler, emperyalist
sömürüden hiç söz etmiyorlar!.. Pazar ekonomisinin erdemleri konusunda da suskunlar!.. Kültür milliyetçiliğinin
yüceltilmesi, bir şeyi olmadığı yerde aramaktır. Zira tarihte geriye dönüş yoktur. Üstelik arzulanan bir şey
de olmamalıdır. Bugünün sorunlarını düne ait yöntemlerle çözmek mümkün olmadığı gibi, elli yaşındaki adama sekiz
yaşındaki çocuğun elbisesini giydirmek de mümkün değildir. Son tahlilde, kültür milliyetçiliği mevcut
tezahürleriyle emperyalizmin ve yerli oligarşinin ekmeğine yağ sürmek gibi bir işleve sahiptir.
İkincilere gelince, bunlar da, dillerine neyi dolarlarsa dolasınlar... Ülke zenginliğine el koyan, emperyalist
sömürüden pay alan Batıcı azınlık ve çevresidir. Batı bilim ve teknolojisine hayrandırlar. Zira ondan çıkar
sağlıyorlar ve ürünlerine sahiptirler... Bu yüzden, "Batı'dan gelen her şey iyidir" sloganına sıkı sıkıya
sarılırlar. Bu koşullarda Batı gibi olma problematiğini terk etmek, olanaklar ölçüsünde de Batı'yı "başka türlü
olmaya" zorlamak gerekiyor...
Artık insanlığın geleceğini temsil etme "ayrıcalığının" Batı'nın elinden alınması gerekiyor... Eğer homo sapiens
gerçekten adına lâyık olduğunu kanıtlamaya niyetliyse, öncelikle insanlığı hızla felakete sürükleyen bilim ve
teknolojiyi, "ayrıcalıklıların" elinden alarak, yeniden biçimlendirmesi ve yönlendirmesi gerekiyor. Bilim ve
teknoloji düşmanlığı kadar, aşırı bilim ve teknoloji hayranlığının ve fetişizminin de tehlikeli olabileceğinin
bilincine varmak ve bu yönde harekete geçmek gerekiyor. Herhangi bir yere termik santral mı kurulması,
yoksa fidanlık mı yapılmasına yöre halkı değil de, "uzmanlar" ve "bilim adamları" karar verdiği sürece, bilim ve
teknolojinin bir baskı ve sömürü aracı olarak kullanılmasının önüne geçilemez. Ne ki, sanayileşmiş ülkelerde
liberal, azgelişmiş ülkelerde de işbirlikçi oligarşilerin iktidarına son verilmedikçe, çözümsüzlük devam etmek
durumundadır...
REFERANSLAR
I. BÖLÜM
(1) François Partant, Kalkınmanın Sonu, Bir Alternatif mi Doğuyor gev. Fikret Başkaya, Birey ve Toplum Yay, Ankara. 1985 s. 41
(2) Bkz. İktisal Dergisi, tdris Küçükümer'in Anısına Armağan, Eylül 1987, s. 274.
(3) Kültürden irfana, s. 387
2. BÖLÜM
(I) Bu konutla bkz; I. H, U«unçarşılı; Osmanlı Devletinin /imine Teşkilatı, TTK Basımevi, Ankara, 1965.
(2)G. Konrad, 1. Szelenyi, La Marchn \u pouvoir des Inteilectuek, Le cas des pays de L'Est, amc Ediıi-onsduSeuil, Paris, 1979.
(3) Kur-an't Kerim, Vusul Suresi 55. Ayel: "Biz işte, böylece Yusuf u o yere yerleştirdik, ona rüyaların nasıl yorumlanacağını öğrettik." Aynca. Yusuf
Suresi, 2!. Ayet.
(4) Pascal Ory- Jean-François Sirinelli, Les Inteltectuels en France deU Affaire Dreyfus a nos Jours, Ar-mandColin, Paris, 1986.
(5) "Aydınların Görevi ve Sorumluluğu", s. 112, "The Commitment of the Intellectuals", Monthly Revi-ew March, 198B.
(6) Ziya Gökaip, Makaleler, Hainrlayan Ferit Ragıp Tuncer. Kültür Bakanlığı Yayınlan, No: 284, s. 45.
(7) S. H. Paşa; Buiıranlarımu, Tercüman Yay. s. 118.
(8) Aydm Öterine Teıkr, 1830-1980, Tekin Yayınevi. 1984.
(9) Aydınlar ve Toptum, Çan Yayınlan. İstanbul 1967, s.25-26
(10) Düzenin fııbiUKstoşıtuısitS.f/O
(II) Cemil Meri?, Bu Ülke, s. 47-4S
(12) "Batılılaşma", Cumhuriyet Dönemi Tütkiye Ansiklopedisi, s, 236.
<13) Hasan Rıza Soyak, Atatürkten Hatıralar, Cill [I. s. 165 vd. istanbul 1973.
(14) Bu konutla bkü: L. Trotsky; Edebiyat ve Devrim.
(15) Bkz. Fikret Başkaya; "Başıyla Yürüyen Ayağıyla Düşünen Türk Aydım", Yeni Gündem, 16-30 Nisan 1985
(16)Nutuk, 8. Baskı, s. 690-69!
(17) Bkz: Hooslumg A n liralım adi, "Tlıe Ntm-Capitalist Way of Devclopnıent", Revievvaf Radical Po
221
liticial Economics, vol. 9, No: 1/1987, s. 22-46
(18) Joseph A. Woolcock, "Politics, Ideoiogy and Hegemony in Gramsci's Theoty'in "Social and Economic Studies, Volume 34, No: 3,1985.
(19) Şerif Mardin; Jân Tûrkler'in Siyasi Fikirleri 1895-1908, Toplu eserler I., İletişim Yayınlan, 1983.
(20) "27 Mayıs Inkılabt'nm Sebepleri ve Olusu". Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1960. 3. 17.
(21) Buhranlarımız, Tercüman Yayınları.
(22) iktisat Dergisi, Eylül 1987 s. 50.
3. BÖLÜM
(l)L. Kugelman'a 27 Temmuz 1871 larihli mektup.
(2) Rus Devrimi Üzerine Bir Stiylev'İn Bolschevisme Contre Stalinisme, s. 64.
(3> a.g.e., s. 65
(4) Anadolu thüiati. Cilt l,s. 186.
(5) Çağlar Keyder, Türkiye'de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yay., İst., 1989, s. 61.
(6) Milliyet Gazetesi, 29 Ekim 1973.
(7) Scheİdemann, in "Milli Mücadele" Sürekli Devrim , Sayı 3, Ekim 1978, s. 34. (») Ç. Keyder., a.g.e., s. 63
(9) istiklal Harbimiz, s. 19-20.
(10) a.S.e., s. 24
(12) Aklaran A. DOipak, Bir Başka Açıdan Kemalizm. Beyan Yayınlan, 1988, s. 435.
(13) Frey, The Turkish Politkat Etile, %. 40-42. AUıru biz çizdik. (F.B.)
(14) Anadolu İhtilali, Cilt II., s., 397.
(15) Milli Kurtuluş Tarihi, s., 1231
(llf| Nora Şeni, Emperyalist Sistemde Kontrol Sanayii ve Ereğli Demir-Çelik., Birikim Y*y., 1978, s. 34-35.
(İS) "Devletçilik ve Günümüzdeki Sonuçlar." Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal sorunları 1923-1938, tklisadi ve Ticari İlimler Akadtmisi
Mezunları Demeği Yay. 1977, s. 145.
(19) 27 Mayıs ve Yön Hareketi, s. 145.
222
(2
(21) Ç.Keyder, Türkiye'de Devlet ve Sınıflar, îklişim Yay. 1989, s. 67.
(22) Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, Cilt I. s. ] 13.
(23) Selek, a.g.e.. s. 383.
(24) Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş TarihiİS3S'den 1995'e, Tekin Yay. İstanbul 1977, s. 21
(25) D.Avcıoglu, a.g.e., s. 22.
(26) D. Avcıoğlu, a.g.e., s. 24.
(27) Uhığ iğdemir, Heyet-i Temsiliye Tuıanaklart, TTK. Yayını, Ankara 1975, s. 132.
(28) a.g.e., s. 133. (29)a.g.e.,s. 133.
(30) 17 Kasım 1918 sayılı Minber Gazetesi, Aktaran D. Avcıoğla, Mtflı Kurtuluş Tarihi,*. 122.
(31) Bkz. D. Avcıoglu, Milli Kurtuluş Tarihi, s. 121.
(32) Erik Jan Zürcher, Milli Mücadelede ittihatçılık, Bağlam Yay. 1987, s. 194.
(33) Anadolu ihtilali, a.g.e.
(34) Kuvay-t Milliye Ruhu, a.g.e., s. 30
(35) Mitli Kurtuluş Tarihi, a.g.e.
(3S> Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri. C. Is. 190-102, ist. 1945. (37) Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, s. 75. (3S) Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş
Tarihi, c. I., s. 89.
(39) M. KemuL ve Ghandi'den Milliyet Yayınlan 1972'den Aktaran D. Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, a.g.e.,s. 88.
(40) Ç, Keyder, Türkiye'de Devlet ve Sınıflar, a.g.e., s. 67. (41)Afum*Cilıl, s. 16
(42) Nurdogan Tasalan, Ege'de Kurtuluş Savaşı Başlarken, s, 36.
(43) Anadolu ihtilali a.g.e., i
(44) Anadolu ihtilali, a.g.e.
(45) Anadolu ihtilali, a.g.e.
(46) Andre Clot, Muhteşem Süleyman, Milliyet Yayınlan, ist., 1987., s, 54.
(47) Anadolu ihtilali.
(48) Atatürk Devrimi Sosyolojisi, s. 101-102, Allını Biz Çizdik (F.B.)
223
(49) Bkz. Ihlan Özer, 1 ürk Vergi Sisteminin...
(50) Cumhuriyetin 50. Yılında Ormancılığımız, Orman Bakanlığı, s. 53. (Sİ) a.g.e.,
(52) a.g.e.. $.55.
(53) Türkiye Üzerine Tezler, 1903-1978 Tekin Yayınevi, s. 20-21.
(54) Bkz, Mete Tuncay, Türkiye'de Sot Akımlar, 1903-1925, 3.Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara 1978, s.282.
(55) M. Goloğhı, Cumhuriyet'e Doğru, s. 15.
(56) a.g.e. 4.BÖLÜM
(1) İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark), Yol Yayınlan 1. ist. 1979 3.
(2) Bkz. Erbil Tuşaİp, Eylül İmparatorluğu, Doğuşu ve Yükselişi, Bilgi Yayınları 3, Baskı 1988 s. 265.
(3) K.Kautsky'e 7,11.1882 tarihli mektuptan.
(4) L-Trosky'den aktaran E. Mandcl. Partisans, Mayıs Ağustos 1971, Sayı 59-60 s. 53
(5) 20.7.1930 Tarihli Cumhuriyet Gazetesinden nakleden H. Kıvılcımlı İhtiyat Kuvvet: MÜliyet (Şark), a.g.e,, s, 200-201
(<$) a.g.e., s. 200
(7) Kendal Nezan, ut Les Kurâes et Le Kurdistan. F. Maspero, Paris 1978 s. 128
(8) Aü Kemal, Enincan 1932.
(9) Jawahanlal L. Nehru, Gümps ofMVortd History. Allahahad 1935 T. 2. s. 1108.
(10) H, Kıvılcımlı: İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark), Yol Yayınlan No:l istanbul, 1979 s. 2*.
(11) Bkz. V. I. Lenin, CotkctedWorks...
(12) Kasımlo'dan alımı, İn MacİdR. Cafer, Azgelişmiştik içinde Geri Btraktırümısttk, Yöntem, 1979. s. 246.
(13) M. Şerif Fuat: Doğu fileri ve Varto Tarihi, Önsöz, MEB Yay.
(14) Aktaran Macid R. Cafer, Azgelişmişlik (cinde Geri Btraktmlmışltk Yöntem, İstanbul 1979. s. 223.
(15) H. Arfa, The Kurds, A Historicai and Political Study, London 1966'dan aktaran, Macid R. Cafer, a.g.e. s. 225.
(16) İn Les Kurdes et le Kurdisıan. a.g.e., s. 38.
(17) Macid R. Cafer, Azgelişmişlik İçinde Geri Bıraktırılmıştık, a.g.e., s. 22
(18) Detis de la Croix, en 1675. Relations de Douri Efendi, Paris 1810 s.95 in Chris Kutsechera, 1« Mo uvement National Kurde, Flammarion. Paris
1979 s. 13.
224
(19) a.g.e., s. 15
(2tf) Chris Kutcheera, a.g.e., s. 15
(21) Chris Kutchera, a.g.e., s. 42
(22) a.g.e., s.40
(23) Koçgiri Halk Hareketi, Kemal Yay., s. 41 .
(24) Bkz. Nutuk. III. Cilt. 1919-1927 Belgeler, Belge No: 68. s. 40
(25) Macid R. Cafer "Azgelişmişlik içinde Geri Bırakılmıştık." Yöntem, 1979 s. 238-239.
(26) Weilson Hawell: The Soviet Union and the Kurds, a Siudy of a National Minority, There
Universİry of Virginia, in Chris Kurtchera a.g.e.
(27) Intemational Press Konespender, 1925, Sayı 39. s. 587,
(28) Kastmlo'dan aktaran Macid R. Cafer a.g.e., s. 239
(29) İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark), a.g.e., s. 148.
(30) Hareketin niteliği ile ilgili olarak bkz; Kendal Kurdistan de Tunjue, in tes Kurdes et te Kurdistan, a.g.e., s.96
(31) Hikmet Kıvılcımlı, (hliyat Kuvvet: Milliyet (Şark) a.g.e.,
(32) Macid. R. Cıfer, a.g.e. s.242
(33) Chris Knt&chera, Le Mbuvement National Kürde a.g.e., s. 0.473.
(34) Macid R. Cafer: Azgelişmiştik içinde Geri Bıraktırılmıştık a.g.e. s. 242 ,
(35) Macid R. Cafer, a.g.e. s. 245 (İS) Nutuk Cilt II. s. 50
5.BÖLÜM
(1) Bu konuda bkî. F. Clandin, La Crise du Mouvemenı Commumiste: du KomiMern au kominform, s.246.
(2) F. Cifindin a.g.e., s. 248. (3>Aynı,s.248
(4) a.g.e., s. 249.
(5) a.g.e., s. 245.
(6) a.g.e., s. 249.
(7) Endonezya'nın Hollanda'nın bîr sömürgesi olduğu hatırlanmalıdır.
225
(8)///. Enternasyonal 1919-1943. Belgeler, s. 55.
(9) a.g.e., s. 56.
(10) Bkz., Bilan el Perspecthes, Ed, de Minuit, 1969
(11) Mete Tuncay, Türkiye'de Sol Akımlar, s. 258.
(12) Bulİetin of the IV ıh Congress of ıhe Communisı International, Sayı 20 Moskova, Kasım 1922 Editi oo La Breche Tamer, I. Paris, 1979
(13) Pienre Frank, Hisloire de L'Intemalional Ccmmunist, (1919-1943)
(14) Moskova Havraları, s. 200.
(15) Atatürk Milliyetçiliği, Resmi İdeoloji Dıs.ı Bir İnceleme, Dost Kiubevi, Ankara, 1988, s. 124.
(16) Sömürge ve yan-sömürgc ülkelerdeki devrim sorunuyla ilgili olarak bkz: Pierre Frank, a.g.e ss
(17) Aktaran Yalçın Küçük Türkiye Üzerine Tezler, s. 136.
(18) Stefanos Yerasimos, Türk Sovyet ilişkileri. Gözlem Vay. s. 234-236.
(19) A. History of Soviet Russia, The Bolshevik Revolution 1917-1923, cih I, London 1966, s. 269'dan aktaran Y. Küçük, Türkiye Üzerine Tezler II. s.
131.
(20) Bkz. Chris Kurtchera, Le Monvemenl National Kürde, Flamraarion, Paris, 1978
(21) E.H. Carr. a.g.e., Küçük II. s. 132-133,
(22) S.L. Meray, Lozan Banş Konferansı, Takım II., cilt. I.. Kitap I., s. 151-152.
(23) EH, Carr. TheBotshovikRevohtiion s. 477. Nakleden D. Avaoğlu Milli Kımuluj Tarihi II. s. 712-713.
(24) ///. Enternasyonalden Belgeler, s. 4£.
(25) F. Clandin. a.g.e., s. 265.
(26) a.g.e., s. 266,
6.BÖLÜM
(1) Abdi İpekçiden Aktaran A. Dilipak, Bir Başka Açıdan Kemalizm ,Beyan Yay. 1988. s. 387.
(2) Aka Gündüz, Hakimiyeti Milliye, 4.1.1934.
(3) Betin, 1956.
(4) H. Bedri Yonetken'in Bir Başka Açıdan Kemalizm a.g.e., s. 404.
(5) K. Marx "Parlamentodaki basın özgürlüğü tartışmaları" Mara-Engets, Düşünceler, Aforizmalar, Sosyalizm Sorunları No: 1 Yeni Dünya Yay. ist.
1975.
(6) Yaran Ay. Sayı 11. İs İkinci Teşrin 1938.
226
(7) N. Tevfık, 12.13.15 İkinci Teşrin 1938.
(8) Atatürk. Büyük Şefin; Hususi - Askerî - Siyasî Hayan, Ülke Basımevi İstanbul, 1938
(9) Türkiye Cumhuriyeti ve Haliki GM. Kemal, Aksam Matbaası, 1933.
(10) Düşünceler, Aforİzmatar, a.g.e.
(11) Manksist Düşüncenin Temel Meseleleri, s. 304. Allı yazarın kendisi tarafından çizilmiştir.
(12) GV. Plekhaııov, a^.e., s.307. Altını biz çizdik. (13)a.g.e.,s.314.
(14) a.g.e., s. 305.
(İS) Kahramanlar, RN. Günlekin Çevirisi, Aka Kitabevi, İsi., 19 s.43.
(16) a.g.e., s.58.
(17) Isaac Deulsctıer, Troçkİ, Kovulan Sosyalist, s. 292.
(18) Taine,/«£ifc Edebiyatı Tarihi, Paris 1963, c.H s. 4,
(19) Selected Correspondance, Moscou, 1975, s. 24S.
(20) La RevolMion Trahie, inde la Revolution, Les Editions de Mİmıil s. 500 Allını biz çizdik.
(21) Histoire de la Revolution Russe I. Sevil. 1950 s, 374-375.
(22) Atatürk ihtilal! s. 158-159.
(23) a.g.e., s. 48.
(24) E.Z. Karal, Atatürk'ten Düşünceler, Ankara, 1956. s.41.
(25) a.g.e.,
<2«> a.g.e., s. 132.
(27) Türkiye'de Kapitalizmin gelinmesi, a. 186.
(28)M.E. BoTkun. Atatürk İhtilali, &.$.e., s. 136-137!
(29) a.g.e..
(30) M.E. Bozkun Atatürk İhtilali, a.g.e s. 136-137.
(31) Ekz. İstanbul 1943. s.15.
(32) Cemal Granda, a.g.e., s. 273.
(33) Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, s.192-193.
(34) Kemalist Devrim fdeolûjisi, s.337. (3S)M«N**., Cöt/.s.31.
227
(36) Türk Kurtuluş Tarihi, s.709.
(37) Vnderstanding History. s. 73.
(3fl) Playboy, Ağustos, FİdelCastro Üe Söyleşi, 1985.
(39) Atatürk İhtilali, a.g.e., s.191.
(40) Mitli Mücadelede ittihatçılık İhtilalcilik, Bağlam, İst. 1987 s.301.
(41) Afet inan'dan aktaran Kemal Anbjnın, Atatürk'ten Anılar, iş Bankası Yay., 1969, s.317.
(42) Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye'de Korporatizm. İletişim Yay., s. 118.
(43) Hürriyet, 3 Mayıs 1969. Çetin Yetkinden alıntı, Milliyet Sanal .Yeni Dizi, 2 Mart 1980.
(44) Le Kematisme, Librarie Felix Akan, Paris, 1937.
(45) Qu'est-te Que le developpement. Ed. Maspero, Paris, 1973, s.36.
7. BÖLÜM
(1) İsmail Beşikçi, CMFTüzüğü ve Kürt Sorunu, s. 200.
(2) Mcntaİgne, Denemeler, çev. Sabahattin Eyöboglu, Gür Yay., 1970, s. 26.
(3) L. Trotsky, Faşizme Karjı Mücadele, Köz Yay,, s, 349.
(4) L. Trotsky, Faşizme Karşı Mücadele, a-g^., s. 345.
(5) Sol Yayınlar,) s. 6&-Ö9.
(£) in Bolcheviıme Contre Stalinisme, s. 117.
(7) İD, Boichev'tsme Contre Stalinisme, Edttions de La Taupe Rouge, No: 9, s. 117.
(8) M. Goloğhı, Türkiye Cumhuriyeti, %. 97,
(9) Soyadını İlk defa nerede kullandı: S Kasım 1934'te Sümerbank tarafından açılan bir serginin hatıra defterine yazdığı yanda kullanmıştır. 19 gün
sonra da Soyadı yasası çıkmıştır. Bkz. Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk, S. Borak, s. 116.
(10) Metin Heper, Bürokratik Yönelim Geleneği, ODTÜ Yay., Ankara, 1974, s. 104.
(11) Ç. Keyder, "Türkiye'de Devlet ve Sınıflar, a.g.e., s. 65,
(12) "Dördüncü Kurultay Münasebetiyle" in T. Parla, a.g.e., s. 121.
(13) ER. Atay Çankaya, s. 345.
(14) Milli Mücadelede ittihatçılık, ag.e., s. 281 .s,
(15) S.Ağaoglu, DP.'nin Doğuşu ve YükseJİ} Sebepleri, s. 19-20.
(16) DP.'nin Doğuşu ve a.g.e., s. 21-22.
228
(17) The Emergence Of Modern Turkey, s. 282-283.
(18) Demokrasimiz Üzerine Düsünceter, SBF, Ankara, 1963, s. 32-33.
(19) Tarih Açısından Türk Devriminin Temelleri.
{20} CHF Tüzüğü ve Kürt Sorunu, Komal Yay., 1978, s. 74.
(21) Hakimİyel-İ Milliye, 31 Ağustos 1927. Alatüıfcün Tamim Telgraf ve Beyannameleri, cilt IV, s. 534.
(22) Falih Rıfkı Alay, Çankaya, 1881 -1938 Atatürk'ün Doğumundan ölümüne Kadar, İst, s. 319.
(23) CHP Genel Sekreterliğinin Parti örgütüne Genelgesi, cilt I. *. 9. Altını biz (izdik.
(24) Hilmi Ural, Hatıralarım, Ayyddız Matbaası, Ankara 1959, s. 297-98.
(25) "Democracy and National Strategy in Periphery"; Thîrd World Quarterty, (4e) October, s. 1151.
(26) Türkiye'de Sanayi Proletaryası, Yar Yayınlan, s, 19-20.
(27) H. Kıvılcımlı, Türkiyede Kapitalizmin Gelişmesi, Tarih ve Devrim Yayınlan, II. Baskı, istanbul, 1974, s. 190.
(28) Geberen Kapitalizm, s. 71 -72.
(29) RRAtay, Çankaya, s. 426.
(3<|f> 1. Beşikçi, CHF Tüzüğü, a.g.e., s. 278-279.
(31) t. Beşikçi, CHF Tüzüğü, a.g.e., s. 278-279.
(32) Ş.S. Aydemir, (kinci Adam ve Menderesin Dramı, 1969, s. 93-97.
(33) Bkz, (.Beşikçi. CHF Tüzüğü... a.g.e.,
8. BÖLÜM
(1) Türkiye'de Zirai Buhran, TC. Ziraat Enstitüsü Çaliimalan, No: 39, Ankara, 1936, s. 26.
(2) A. Hamdi (Başar) iktisadi Devletçilik, c.I, s. 55,78,79.
(3) Osmanlı Sanayii 1913-1915.
(4) Ömer C elal Sarç, "Tanzimat ve Sanayimiz" Tanzimat. I. İstanbul 1940, s. 343.
(5> I. Hüsrev (Tökin), "Köy iktisadiyatında Borçlanma Biçimleri", Kadro, c.l, *, 76-77.
(6) LHüsrev (Tökin) "Türkiye'de Zirai Kooperatifçilik Harekeli", s. 22.
(7) Ticaret Odası iktisat Komisyonu Rapora, in A. Hamdi Başar, Ban} Dünyası Dergisi, sayı 58 55.52.53
(8) istanbul Sanayi Odası Dergisi. 15 Nisan 1969.
(9) S. Yerasimos, AzgeUjm'tjHk Sürecinde Türkiye, s. 913.
229
{10) Tflıtdye Teracim-i Ahval Ansiklopedisi, s. 747,
(11) Y. N. Rozaliev; Türkiye'de Kapitalizmin Gelişme Özellikleri, s. 23
(12) Bkz. Y. N. Rozaliev, a.g.e., s. 23.
(13) Türkiye Üzerine Tezler, a.g.e., s. 82-83.
(14) Bkz. Y. Küçük; Türkiye Üzerim Tezler, a.g.e., s. 85.
(15) K. Vasiliyevskiy'den aktaran Y.N. Rozaliev, a.g.e., s. 34.
(16) Y.N. Rozaliev, a.g.e,, s. 38,
(17) Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, s. 170.
(18) Kongre Zabıtnamesi, 1925. Matbaa i Amire, İstanbul, s. 4. İn Kıvılcımlı, a.g.e., s. 171.
(19) V.N. Rozaliev, a.g.e., i. 34.
(20) 1. Hüsrev (Tökiıı), "Şark Vilayetle rinde Derebeylik", Kadro, sayı; 11, s. 27.
(21) Dönüm, sayı 29, ikind Teşrin, s. 199.
(22) H. Avnİ Sanda, Türkiye'de 54 Yıl önce tsçi Hareketleri, İstanbul, 1962, s. 434.
(23) Türkiye Cumlütriyeümn 10. Yılı, Ankara, 1934, s. 82-83. in Y.N. Roıaliev Türkiye'de Sanayi Proletaryası, s. 23,
(24) 1. Bulayev'den aktaran YN. Razaliev, Türkiye'de Kapitalizmin, a.g.e., s. 39.
(25) istatistik Yıllığı, c. 6. 1922-1933, s. 72.
(26) Y.N. Rozaliev, Tiiıkİye'de... a.g.e., s. 41.
(27) Y.N. Rozaliev, a.g.e., s. 41.
(İS) Bkz. S. Zainı, istanbul Mensucat Sanayiinin Bünyesi ve Ücretler, s. 65.
(29) Y.N, Rozaliev, Türkiye'de Kapiıalianin, a.g.e., s. 42.
(3ff) Milli Bankacılık ve Milli Tasarruf, Cumhuriyet, 29OC-1933.
(31) Milli Bankacılık, a.g.e.
(32) Sanayi İstatistikleri (1913-1915), in H. Kıvılcımlı, s. 167.
(33) Kemalist Devrim İdeolojisi, s. 273-22274, Ant Yay. İstanbul 1970.
(34) M. Gologlu, Türkiye Cumhuriyeti, s. 97.
(35) M.Gotoğlu, Türkiye Cumhuriyeti, s. 99.
(36) M.E. Bozkurt'un Kongredeki Konuşmasından, in M. Goloğlu Türkiye Cumhuriyeti, s. 99.
(37) Turkey Tlte Ouıtlenge oj1Gr<>wtfı,leiden, 1968, s. 16.
230
(3S) Tuoç Tayanç, Sanayileşme Sürecinde Türkiye, s. 54.
(39) O. Kurmuş; Tarihsel Gelişim içinde Türkiye Sanayii MMO Yay., Ankara, 1977, s.9.
(40) Bu konuda bkz; Y. Köçük Türkiye Üzerine Tezler, s. 128.
(41) Y.N. Rozaliev. Türkiye'de Kapitalizmin Gelişme Özellikleri, a.g.e., s.64.
(42) M. Sönmez, Kapitalist Devlet işletmeleri vt Türkiye, TIB Yay., No: 205-42.
(43) Nora Şeni, Emperyalist Sistemde "Kontrol Sanayii" ve Ereğli Demir Çelik. Biricim Yay., İst, 1978 s. 59-60.
(44) O. Kummş, a.g.e., s. 14
.(45) Tunç Tayanç, Sanayileşme Sürecinde Türkiye, s. 56-59.
(46) Y.N. Rozaliev, Türkiye'de Kapitalizmin, a.g.e., s. 63.
(47) A.H. Basar, Atatürk'le Üç Ay, İstanbul, 1945, s. 76-77.
(48) Erdoğan Soral, "Özel Kesimde Türtc Müteşebbisleri ve Kapitalist Kalkınma Yolu, Doç. Tezi Ank.,
1971,5. 117.
».BÖLÜM
(1) Kitapçılık, Ticaret Limited Şîıkeli Yayınlan, İstanbul, 1966.
(2) Bkz. Milli Kurtuluş Tarihi, s. 1230-1231
43) Politikada 45 Yıl, Bilgi Yayınevi, Ankara, s. 86.
(4) Bu konuda bkz. Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, a.g.e.
(5) D. Avaojgu, M illi Kurtuluş Tarihi, s. 1367-136S.
(*) Emperyalist Sistemde Kontrol Sanayii ve Ereğli Demir Çelik, Birim Yay., istanbul, 1978, s, 34-35.
(7) Tevfık Çavdar, "Cumhuriyet Devri Baslarken Terkiye Ekonomisinin 50.Yılı Semineri." Bursa tTİA: Yay., 1973, s. 163.
(S) I. Hüsrev, Türkiye'de Zirai Kooperatifçilik Hareketi, s. 20-21.
(9) Söz konusu, tartışmalarla ilgili olanak Bkz. E. Mandel, Gasses Sociales et Crise politique en Ameri-que Latİne. Critique de l'Economic politique. No:
16-17.
(10) Aktaran Y. Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, s. 48.
(11) Y.N. Rozaliev, Türkiye'de Kapiıatiîmin Gelinme Özellikleri. Onur Yay., s. 56-57.
(12) Türk Düşününde Batı Sorunu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1975, s. 93-94.
(13) S. Aydemir, Tek Adam, c.3. s. 448.
(140 Bu konuda, bkz. A.G. Frank, Capitalism and Underdevalopment in Latin America, Monthly Review press, NY., 1%9.
231
(15) ET, Eliçin, Kemalist Devrim ideolojisi, s, 276.
(16) E.T. Eliçin, (nakleden), Kentalin Devrim ideolojisi, s. 62.
(17) Cumhuriyetin 10. Yılı, 1934, s. 91.
(18) Bkz. Y. N. Rozaliev, Türkiye'de Sanayi Proletaryası, s. 27.
(190 rantım Özerine Tez/ur, a.g.e., s. 140. :
(20) Y. N. Rozaliev, Türkiye'de Sanayi Protetonyasu s. 27. v
(21) Y. N. Rozaliev, Türkiye'de Kapitalizmin Gelişme Özellikleri, s. 124.
(22) B. Kunıç, İktisat Politikasının Resmi Belgeleri, Ankara, 1963, s. 40-47, Aktaran K. Bototov, Tarih sel Gelişme içinde Tütkiye Sanayii, TMMOB:
MMO Yay., s. 19-20.
(23) Türkiye Özerine Tezler, s. 164.
(24) Afet İnan, Devletçilik tikesi ve Türkiye Cumhuriyeti'nİn Birinci Sanayi Planı, I933,Aııkara, 1972, s. 13.
(25) E. T. Eliçin, Kemalist Devrim İdeolojisi, s. 63.
10. BÖLÜM
(1) Türk Devrimi Tariki, a. 250.
(2) Bürokratik Yönetim Geleği, s, 94
(3) Söylev ve Demeçler, el, s. 143.
(4) A.F. Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, s. 474-475.
(5) Türkiye Özerine Tezler
(6) Çerkez Ethem'in Hatıralan, t. 108.
(7) Ziya Gökaip, Kemalizm ve Türkiye'de Korporatîzm, betiğim Yay., 1989, s. 119 ($) Kemalizm ve Türkiye'de Korporaıizm, a.g.e,
(9) Les Reglles de la Methode Socİoiogiqne, preface, PUF 2956 P. VIII.
(10) Cemil Meriç, Bu Ülke. Ötüken Yay., s. 87.
(11) Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları, a.g.e., s. 32.
(12) a.g.e., s. 33-34.
(13) Cours de Philosophie Posİıİve, Schneider Frere ed. Pari* 19081. IV. s. 214.
(14) 7 Şubat 1923, Balıkesir Konuîması.
(İS) Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, s. 153.
232
(I«) 1908'deEcnebi, Semiaye'yeKarsr Kalkınmalar, s. 4-6, in Kıvılcımlı, a.g.e., s. 154. (17) K. Man "Ücretti Ekmek ve Sermaye" Sol Yay.,
s. 43. (İS) S. Sentel, Roman Gibi,
(19) 1. Tekeli, G. Şayian, "Türkiye'de Halkçılık İdeolojisinin Evrimi" İn Toplum ve Bilim, 6.7., s. 72.
(20) Kemalist Devrim İdeolojisi, a.g.e.
(21) Ankara,f938 s. 41-55, burada 0-200T1,201-lOOOTLgİbİ gruplar kastediliyor. Rakamlar emekçi kitlelerin refah durumu hakkında fikir
veriyor.
(22) Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplamsal Sorunları, a.g.e.s 252.
(23) a.g.e., s. 252-253.
(24) Serbest Fırka Hatıraları, s. 57.
(25) R. Peker, inkılap Notları, Ülkü Yay., Ankara, 1936.
(26) 1. Küçfikömer, Düzenin Yabancılaşması, a\g.e., s. 69.
İL BÖLÜM
(1) Bu konuda bkz. Emest Mandel, Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları, Yazın Yay., istanbul, 1986. A.Gunder. Frank, Crisis in ıhe World
Economy. Heİnemann, London, 5-1980.
(2) Bkz. Calherİne Coquery-Vidrovİtch, "Les debats aduels en ptistoire de la Colonsation", ve Bouda Etemad, "Grandeur et Vicissitudes du
Debak Cotonial Tendances Recentes, (Histoire de la Colonisatİ-on) Tiers-Monde t. XXVIII, No: 112, Oct.- Dec. 1989.
(3) Gruhn; The Recolonization of Africa, İntematİonal Organİzations on March, Afrika Today, 30 (4)
1983, pp. 37-48.
(4) Aktaran C. Payer, Borç Tuzağı, s. 41. İn F. Bankaya, Borç Krizi Özerine Bir Deneme, Ankara, 1986.
(5) Bu konuyla ilgili olarak bkz. F. Başkaya, Azgelişmişliğin Sürekliliği, Kaynak Yay., istanbul, 1986.
(6) Bemard Chantebout, Le Tiers-Monde, Armand CoJin. Collection U. Paris, 1986, s. 51.
(7) Bkz. E. Mandel, Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları, a.g.e.
(8) IBRD; The Economy of Turkey'den Y. Küçük. Planlama Kalhnma Türkiye, Tekin Yay., istanbul, 1978, s, 255.
(9) Françots Partant, Kalkınmanın Sonu çev. Fikret Başkaya, Birey ve Toplum Yay, Ankara, 1985 s. 48
(10) Cumhuriyet, 30 Nisan, 1989.
(11) iktisat Dergisi. Sayı 274, Eylül 1987, s, 51.
(12) Sabri Çarklı, Türkiye'de 1950-60 Döneminde iktisat Politikasının Analizi. Doktora Tezi, AlTtA, 1980, s. 153.
(13) Nakleden S. Çarklı, a.g.e, s, 162.
233
(14) Bkz. Kenan Vlortan, Cemil Çakmaklı, Kalkınma Arayıştan, Alım Kitaplar, 1987, $. 78
(15) Kenan Bululoğlu, Sunalım ve Çıkış Tekin Yay., 1980, s. 254.
(İti) F. Başkaya, Türkiye Ekonomisinde İki Bunalım Dönemi Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına. Birlik. 1986, s. 178.
(17) Asaf Savaş Akat, "Türkiye'nin Di? Ticareti Üzerine Gözlemler" Toplum ve Bilim, No: 12, t980.
12. BÖLÜM
(1) Uftık Güldemir, Çevik Kuvvet Gölgesinde Türkiye, 19İ0-19S4, s. 35.
(2) Ufuk Güldemir, a.g.e., s. 122.
(3) a.g.e., s. 20
(4) a.g.e., s. 83 ■
(5) G. Güder. L'Esprit de L'Entrprise, Fayard. Paris, 1985, s. 15
(6) TUSIAD Heyetinin 10-14 Ekim 1978 ABD'deki Temaslarının Metni. Gizli Belge, s. 9-10, in Y. Doğan, IMF Kıskacında Türkiye, s. 159.
(7) Türkish Economy, 1980, s. 79.
(8} Ekonominin Dar Boğazlan - Görüşler, öneriler, s. 2.
(9) "İstikrar ve Yapısal Uyum Politikalarının Bir Bilançosuna DognTin Cahit Talaşa Armağan. Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yay., No. 5, s. 123-137.
(10) Taxatİon, People's Business, New-York Macmillan 1924'len James T. Campen and Arthur Mac Evan, "Chris. Contradictions and Conservative
Contraversies, in-TLe Review of Radical Polİtîcal Economy, Fail 1982.
(11) Bu konuda bkz. F. Başkaya "Neden Özelleştirmek hıiyorlar?" Mülkiyeliler Birliği Dergisi, Nisan
1989.
(12) Rakamlar için bkz: TUSIAD Raporu 1989 ve OECD Economic Sorvey Turtey. 1988.
(13) Bkz, F. Başkaya. "Seksen Sonrası Türkiye Ekonomisinin Anatomisi" , Mülkiyeliler Birliği Dergisi, Sayı 111,Eylül 1989.
13. BOLUM
(1) Alain Finkilkrant "Idenlite Culturel" in 50 Idees aut Ebrankrent U Monde, Payot, Paris, 1980, s, 39.
(2) Uygarlık götürme safsatası ile ilgili daha yakın örnekler için Cemi yel-i Akvam Yayınlarına bakılabilir, özellikle de S.N.D. questions economiques et
financiere II. B. 1938. T-4, Memorandum prepare par M.N.R llall.
(3) Bkz. Michael Edwards "The Irrevelance of Developmenl Studies" T-W.Q., January 1989.
(4) Bu konudaki çabalarla ilgili olarak bkz. Gültcn Kazganjktisadi Düşünce, Remzi Kitapevi. 19<84.
234
(5) Bkz. J.M. Blaul "Sömürgecilikle Kapitalizmin Yükselişi", çev. R Başkaya, Mülkiyeliler Birliği Der-gisi. Ağustos 1990, Sayı: 122.
(6) Deuxineme Traite du Gouvemement Civil, 4. y.
(7) GSMH. İle İlgili olarak bkz. Aslan Sonat, "Yerleş,ik İktisadın Paradigması ve GSMH" Mülkiyeliler Birliği Dergisi, Haziran 1990, s, 120.
(8) P.T. Mc Goman and B. Kordan, "Imperializm in World System Perspective "International Studies Qu-anerty Vol. 25, no:l. March 1981, pp. 43-68
inF.E. Trainer,"ReconstrucıingRadica]Development Theory", Altenıatives XIV, 1989, pp. 481-515
(9) Condorcet, Oeuvres Ed.Dirot, 1848, pp. 190-191, in Serge Latouche, "Contribution a histoire du Concept de d£veloppement" Pour una hisıoire du
dev£loppemenl, Elats, Societes, Developement, U Harmaltan, 1988.
(10) Kalkınmanın Sonu. Bir Alternatif mi Doğuyor, çev. F. Başkaya, Birey ve Toplum Yayınlan, Ankara, 985, s. 26.
(11) Bkz. KennethE, Boulding; "What wentwrong with Economics?" The American Econom ist, Spring 1986.
(12) Ali A, Mazrui "Afriea Beıween the Meiji Restoraıion and the legacy of Atatürk: Comparative Di lemmas of Modemization" Türkiye I5 Bankası,
International Sjmposium on Atatüık, 17*22 Mayıs 1981.
(13) Bkz. AlanB. Duming: Poverty and the Environmenl: Reserving ıhe Oownward Spiral World^ Watch papers. No: 42, 1989.
(14) R.W, Lombaııdi, Le PUge Bancaire, Dette et Devetoppemenl Flammarîıaı, Paris 1987 S. 40.
(15) R.W. Lonıbardİ, Le pîege Bancaire... a.g.e.,
(16) Kaikmmının Sonu, Bir Alternatif mi Doğuyor, çev. F. Başkaya, a.g.e., $. 26,
(17) Bkz. I. Brovvırtt "The Newly Indasırialising Countries and Radical Theories of Etevelopment" World Developmenı, Vol. 13, No. 7,1985, pp. 789-
803 ve Michelle Giuelroan "The South Korean Eıport Miracle, Comparative Advantage or Government Creation, Lessons for Latin America" Journal of
Intemalional Affairss, Fall-1988.
(18) Bkz. Susan George "Conciennce pianetaire' "Trop Nombrenı" Pauvres" Le Monde diplomalİque, Mai, 1990.
(İS) Dinesh Mohan "Promotion of 'Modern' Technology A New Tool for Neo-Colonialİsm" Economic and Politicai Week1y, Augusı 12. 1989.
(20) Ralp Lapp'ten alıntı yapan Alvin Toffler in Mîchel Beaud, "Gezegen Riski Kavramı, Çevre ve Kalkınma", çev. F. Başkaya Mülkiyeliler Birliği Dergisi.
Şubat 1990, s. 116. s. 3-8,