PARADİGMANIN İFLASI –III-
Böylece Bonapartist rejim altında, baskı, bürokratik düzenlemeler ve kitle desteği arayışı bir arada
yürütülüyordu. Bu konuda A. Snurov şunları yazıyor:
"Kemalistler halk kitlelerine hoş görünmeye çalışıyor ve bu amaçla eğitim ve sosyal yardım çabalarına
girişiyordu. Bu kampanya uğruna yalnız İstanbul ilinde yetişkinler için 27 halk okulu, dul ve yoksul kadınlar
için ocaklar, dispanserler açıldı. Halk Partisi emekçi kitlelerin güvenini sağlamlaştırmak için, halk bayramlarının sayısını artırdı, beyaz terörü maskelemek için gençliğin spor örgütlerini destekleyerek geliştirdi. Birtakım
burjuva hanımefendileri tarafından kurulan kadın derneklerine yardım etti. Bir süre önce başbakanın yayınladığı yeni bir
emre göre, Türkiye'nin spor dernekleri ile hükümet tarafından desteklenen diğer der-neklerce tavsiye edilecek olan
kimselere resmi daire, müessese ve devlet fabrikalarına memur olarak atanmada öncelik tanınacaktır. "(26)
Bu süreç içinde CHP en önemli işlevi üstlenmişti. Asalak sınıflar Mustafa Kemal'in koruyucu kanatlan altına gizlenerek,
sınıfsal ve tarihsel çıkarlarını gerçekleştirmenin "en uygun" yolunu bulmuşlardı. İkinci Emperyalist Savaş sonrasında
kanatların altından başlarını çıkardıkları zaman, resmi ideolojinin üreticisi kimi aydınlar, durumu kavramaktan aciz
oldukları için, ortaya çıkan yeni durumu, "Atatürkçülükten sapma" olarak görme eğilimi içine girdiler. Bonapartizmin
tarihsel misyonunu tamamladığını kavrayabilecek yüksekliğe çıkamamışlardı...
Hakim Sınıflar ve Bonapartist Rejim
Türkiye'de hâkim sınıfların gelişmesi, Bonapartist rejimin koruyucu kanatları altında gerçekleşti. Türkiye'deki
Bonapartizmin bir "kuruluş evresi Bonapartiz-mi" olması, devlete olduğu kadar egemen sınıflar blokunun evrimine de
damgasını vurmuştur. Benzer bir şekilde, parlamento ve siyasi partilerin işlevleri de rejimin Bonapartist niteliği ve
egemen sınıflar bloğuyla devlet aygıtı arasındaki ilişkilerden büyük ölçüde etkilenmiştir.
İleriki sayfalarda hâkim sınıflar blokunun nasıl bir gelişme seyri izlediği üzerinde duracağız. Daha önce ilk meclisin bu
ittifakın kurumlaştığı yer olduğuna kısaca değinmiştik. Aslında Birinci Meclis, mülk sahibi sınıfların çeşitli kesimlerinin
ve Osmanlı devlet bürokrasisinin büyük bir kesiminin temsilcilerini içermekteydi. Öte yandan, yasama ve yürütme
yetkileri de bu mecliste toplanmıştı. Birinci Meclis'te hâkim sınıflar arasında oluşan ittifak, görece "özgür" bir sınıf
ittifakıydı. Fakat, Mustafa Kemal'in Bonapartist darbesiyle bu durum değişti. Hâkim sınıflar Bonapartist rejime
(özellikle de Terrakkipcrver Cumhuriyet Fırka deneyinin başarısızlığından sonra) boyun eğmek zorunda kaldılar. Mustafa
Kemal de meclisi ortadan kaldırıp bir asker-polis diktatörlüğü oluşturma yoluna gitmedi. Aksine, kompozisyonu kendisi
tarafından belirlenen bir meclis, Bonapartist rejimin dengeli bir biçimde yerleşmesini kolaylaştırdı.
Mustafa Kemal'in Bonapartist rejimi, devlet aygıtı içindeki gücüne ve güçlü görünümüne rağmen, hiçbir zaman geniş kitle
desteği sağlayamamıştır. Merkezi devletle dolaysız üreticiler arasındaki Osmanlı döneminden beri sürüp giden çatışma
Cumhuriyet döneminde de devam etti. Mustafa Kemal ve ekibinin kitle desteği oluşturma çabaları da, bunların
bürokratik niteliğinden ötürü başarılı olamazdı. Öte yandan, Milli Mücadele'nin "meclis egemenliği" geleneği ile başlamış
olması da, toplumsal dayanaktan yoksun olan bürokrasinin, meclisi
116
bütünüyle ortadan kaldırılmasını engelleyen bir faktör olmuştur. Bu durumun bir sonucu olarak, Mustafa
Kemal'in Bonapartizmi, kendisini "demokratik" bir görüntüyle gizlemek zorunda kalmıştır.
Zaten hâkim sınıfların da böyle bir siyasi rejimi kabullenmeleri için bir sürü neden vardı. En temel neden,
benzer (yarı-bağımlı) ülkelerde olduğu gibi, Türkiye'de mülk sahibi sınıfların güçsüzlüğüydü. Bu nesnel durum,
bir başına Bonapartist ya da yarı-Bonapartist bir rejimi ister istemez gündeme getiriyordu. Elbette bu
eğilimi güçlendiren başka özel nedenler de söz konusuydu.
Birincisi; Osmanlı merkezi devlet yapısının getirdiği sınırlamalar, vesayet ve emperyalist sömürü yüzünden
yerli mülk sahibi sınıflar bir siyasal liderlik oluşturamayacak kadar cılızdı. Toprak zenginleri sınıfı da ortak
çıkarlar etrafında örgütlü değillerdi. Söz konusu sınıfların siyasal bir liderlik oluşturmadan önce "kendilerinin
oluşturulması" gerekiyordu. Oysa, Osmanlı devlet geleneğinin sürdürücüsü "Batıcı bürokrasi" tek örgütlü
güçtü. Daha açık söylemek gerekirse, merkezi Osmanlı bürokrasisi (sivil ve militer) dışında "politik sınıf rolü"
oynayabilecek bir siyasal kadro yoktu.
İkincisi; sermaye birikiminin çok sınırlı olduğu koşullarda, tarihsel olarak karşıt çıkarlara sahip mülk sahibi
sınıfların bir siyasal ittifak platformu oluşturmaları da olanaksızdı. Gerçi böyle bir ittifak Milli Mücadele
sürecinde belirli hedefler etrafında gerçekleşmişti, ama söz konusu ittifakın sürdürülmesi kolay değildi.
Son derece sınırlı olan toplumsal artığın (sur-produit social) mülk sahibi sınıflar arasında bir uzlaşma
zemininde "özgürce" paylaşılması imkânsızdı. Bükere, sanayi ve ticaretin en büyük bölümünü yabancılar
kontrol ediyordu. Öte yandan en geri üretim teknikleriyle üretim yapan tarım kesiminde, toplumsal artık çok
sınırlıydı. Neredeyse tarım kesiminin geniş bir bölümü kendi kendine yeterlik aşamasında, "doyumluk
ekonomi" koşullarında bulunuyordu. Dolayısıyla, pazar için üretim sınırlı kalıyordu. Toplumsal artık bu ölçüde
güdük olunca, çıkarları çelişen mülk sahibi sınıfların bir "uzlaşma zemini"nde artığı paylaşmaları zordur.
Üçüncü olarak; ülkenin karşı karşıya bulunduğu temel sorunların çözümü de, en liberal iktisat politikasının
uygulandığı koşullarda bile, devlet müdahalesini zorunlu kılıyordu. Başka türlü söylenirse; liberal ekonomik
politikalar uygulamanın koşulları mevcut değildi. Bir kere, Osmanlı împaratorluğu'ndan büyük borçlar
devralınmıştı. Alt-yapının gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Aynı şekilde bir sürü kamu hizmeti kendini
dayatmıştı... Kısaca; sömürü koşullarının yaratılıp sağlam temellere oturtulması gerekiyordu.
Bir başka neden de; "Kürt Sorunu"nun henüz bir çözüme kavuşturulamamış olmasıdır... Zayıf olmakla birlikte
henüz ezilip tam güdüm altına alınmamış bir işçi sınıfı vardı. Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerde, mülk sahibi
sınıflar en
117
güçsüz olduğu zaman bile işçi sınıfından korkarlar. Biraz da, çok korktukları izlenimi yaratmak isterler. Elbette bu
sebepsiz değildir. "Kendi ideolojisinin kit-lelerdeki kalıcılığına olan güvensizliğin sonucudur .
İşte, söz konusu ortamda ve verili koşullarda, mülk sahibi sınıflar için en güven verici ve uzun dönemde en akla yakın
seçenek, çıkarların korunmasını bir Bonapart'a bırakmaktır. Marx'ın dediği gibi, "kesesini kurtarmak için mülk sahi bi
sınıfların zorunlu olarak tacını kaybetmesi" gerekiyordu. Mülk sahibi sınıflara varlığım koruyup güçlenebilmek için
Mustafa Kemal'in Bonapartist diktatörlüğünün vesayeti altına girmek dışında bir alternatif görünmüyordu. Şüphesiz
nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan köylülüğün, savaş, hastalık ve açlık yıkımları ve yüzyılların mirası olan "tevekkül"ü,
sessizliği ve edilgenliğe de Bonapartist rejime dolaylı bir destek sağlamaktaydı...
Hâkim sınıflar bir kere Bonapart'ın vesayeti altına girmeye razı olunca, faaliyet alanlarının ve karşılıklı ilişkilerin
sınırlanması olasılığını da kabullenmiş olurlar. Mülk sahibi sınıflar, Bonapartist rejim altında, devlet bürokrasinin siyasal
egemenliğini kabullenince, sonuçlarına katlanmak, sineye çekmek zorunda kaldılar. Sadece bürokrasinin bazı
irrasyonelliklerine değil, siyasal etkinliklerine dayanarak, üst düzeydeki bürokratların devleti soyarak zenginleşmelerine
de göz yummak zorunda kaldılar... Bu durum yeni oluşan mülk sahiplerinin niteliğini de belirlemiştir. İlk büyük zenginler,
ekonominin kilit noktalarını denetleyen büyük bürokratlardı...
"Osmanlı geleneğinden beri paşalarımızı toprak çekiyordu. Atatürk, hemen zafer ertesi, Silifke'de Bodosaki'nin
çiftliğini mütegallibeye kaptırmamak için, bir gazeteciyi aracı yaparak ihaleyle satın aldı. Ve her ilde örnek çitflikler
kurmuştur.
(27)
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Geberen Kapitalizm adlı eserinde şunları yazıyor:
"1929 Türkiye'sinde 25 milli kapitalle sanayi ve maden şirketi vardı. Bunların idarelerinde 20 kadar mebus alâkadardı.
Mevcut Milli 38 bankada 31 tane mebus bulunuyordu. Yani, hemen hemen her büyük yerli şirketin mecliste bir mebusu
var! Her şirkette bulunan çok eski temyiz azalarını, büyük askeriye ve mülkiye erkanını da hesaba katmalıdır. Sonra
bütün büyük endüstriye 7 banka egemendi demiştik. Bunlardan üçü devlet bankasıdır; fakat yalnız birinde (15-20
müesseseyi güden İş Bankası'nda) 13 mebus vardır. İş Bankası'nın sabık müdürü Celal sıfatı ile Türkiye'nin ekonomi
politik müdürü olmuştur"(28)
Ne var ki, Kıvılcımlı'nın yazdıklarını nüanse etmek gerekir. Bir kere meclisin niteliği hakkında açıklık olmalıdır. Meclis,
gerçek ve özgür bir seçimle oluşan bir meclis değildi. Bir "memurin" meclisiydi. Dolayısıyla söz konusu olan, sermayenin
meclisteki temsilcilerinden çok, bürokratların sanayi ve ticaretin kilit noktalarına çöreklenmesi ve sermayenin
denetiminde söz sahibi olmalarıdır, "ilk aferizm (çıkarcı özel iş) fesadı; Ankara'da iş takibine gelenleri haraca kes-
118
mekle başlamıştır... Bugün Milli Savunma'nın bir eksiltmesine katılan iki rakip firmadan ikisinin de
temsilcisinin aynı milletvekili olduğu görülmüştür. İş Ban-kası'nın bir nevi politikacılar bankası olarak
kurulmuş olması, Cumhuriyet tarihi için pek acıklı bir aferizm salgınının başlangıcı olmuştur."(29) Ancak
yukardaki ifadeden tek yönlü bir ilişki olduğunu varsaymak yanıltıcı olur. Nitekim bir yandan bürokratlar
"burjuvalaşırken", diğer yandan mülk sahibi sınıflar da bürokrasiye entegre oluyorlardı. "Sürekli olarak
mebusluğa tayin edilenlerden biri Emin Sazak'tır. Emin Sazak, 1920-1950 arasında, yani otuz yıl müddetle,
devamlı olarak mebusluk yapmıştır. 1920'li yıllarda derebeyliğine dayanarak mebus seçilmiştir... 1927, 1931,
1935 dönemlerinde bizzat Ebedi Şef, Gazi Mustafa Kemal, 1939, 1943 dönemlerinde de, Milli Şef İsmet
İnönü tarafından mebusluğa tayin edilmiştir."(30) Emin Sazak Eskişehir yöresinin en büyük toprak ağalarından
biridir. Topraklarının 70 bin dönümü bulduğu ileri sürülürdü. "Emin Bey'in arazisinin içinde dört tane tren
istasyonu vardır. Beylikahır, Yalınlı, Yunus Emre ve Sazak istasyonları. Aynca Sazak, Beylikahır, Nazlı, Saray,
Üç Başlı, Ahirüzü, Ahırköy, Yaylaköy, Karaçam, Yunus Emre, Kızılören gibi 15 köy bu toprakların içinde yer
alıyor. Üzerinden Porsuk çayının aktığı bu verimli topraklarda Emin Sazak 7 tane çiftlik kuruyor. Her
çiftlikte bir saray var. Sazak Köyü'nde ise üç tane konağı bulunuyor. Ayrıca Samsun'da da mülkü ve arazileri
var."*31) Resmi ideoloji üreticisi yazar ve bilim adamları Emin Sazak'ın toprak ağası olduğu için toprak
reformu yasasını engellediğini yazmayı adet edinmişlerdir. Emin Sazak'ı kanunun çıkması gereken meclise
kimin getirdiğinden hiç söz etmiyorlar. Bu ünlü toprak ağasını otuz yıl süreyle aralıksız meclise "tayin
edenler" kimlerdir? Mustafa Kemal ve İsmet İnönü'nün toprak reformu için "yanıp tutuştuklarını," ama
mecliste ağaların buna engel olduğunu yazmak ne demek olur? Eğer bunu yazarlarsa, o zaman Edebi Şef ve
Milli Şefin devrimciliğine, "halkçılığına" gölge düşürmüş olurlar...'
Mebus tayinleri sırasında unutulmayan çok sayıda toprak ağası vardı. Çukurova'nın en büyük toprak
ağalarından Cavit Oral 1935, 1939, 1943 dönemlerinde; yine Çukurova'nın başta gelen toprak ağalarından
Damar Arıkoğlu, 1920, 1923, 1927 1931, 1935, 1939, 1943 dönemlerinde milletvekili olarak TBMM üyesidir.
(*) Bundan başka, Ali Saip Ursavaş, Cemal Hüsnü Taray Hilmi Taray, Hilmi Uran, Kasım Gülek ve Hilmi Uluğ
isimleri unutulmayan ağalardır. Kasım Gülek, Şeref Uran aynı zamanda önde gelen bürokratlardandır.
1931'den sonra Adnan Menderes de sürekli mebusluğa tayin edilenler arasına girmiştir. Menderes ailesinin
Aydın'da 60 bin dönümü aşan toprakları vardı... Menderes; "kendisini Mustafa Kemal'in keşfettiğini,
mebusluğunu hararetle istediğini"(32) yazar.
Meclise sürekli tayini çıkanlar sadece toprak ağaları değildir. Sürekli olarak "mebusluğa" tayin edilen şeyhler
de var. 1920-50 döneminde Vanlı ibrahim Arvas, tayin listelerinde sürekli yer alan bir şeyhtir. Aynı şekilde
Hakkı Ungan, . 1923'ten öldüğü 1943 yılına kadar mebus tayin edilmiş bir şeyhtir. Diyarbakır
(*) Damar Ankoğlu, Mustafa Kemal'e Chevrolet marka bir otomobil armağan eden kişidir. (Bkz. S. Borak,
Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk, s. 115)
119
Mebusu Zülfü Tigrel, Siirt Mebusu Şeyh Halil Hulki, Mahmut Soydan, Süreyya Özgeevren sürekli "mebus"'
tayin edilen şeyhler arasındadır. (33) Bunlar ortadayken, Mustafa Kemal'in, "Efendiler ve Ey Millet, iyi biliniz
ki, Türkiye Cum-hurtiyeti, şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar ülkesi olamaz" sözlerini her halde biraz
nüanse etmek gerekecektir...
Görüldüğü gibi, sadece bürokratlar burjuvalaşmıyor; mülk sahibi ağalar ve şeyhler de "bürokratlaşıyor." İşte
bu yüzden Türkiye'de hâkim sınıflar bloku böylesine bir karşılıklı "yatay geçişler" süreci sonucunda
biçimlenmiştir. Bu yüzden, hâkim sınıfların ve fraksiyonlarının herbirini "özerk" varlıklar olarak ele alıp,
bağımsız evrimlerini tahlil edip kavramaya çalışmak yanıltıcı sonuçlara götürebilir. Yeni kurulan bir devlet
içinde bu kesimlerin herbirinin yerleşmiş, kökleşmiş (geçmişten miras aldıkları kimi özellikler dışında) bir
konumlan yoktu. Tersine, toplumsal farmasyonun evrimiyle birlikte, içice, karşılıklı ilişkiler ve "yatay
geçişlerle evrimleşip kökleşmişlerdir.
Asker-sivil bürokrasi kesimi, Cumhuriyetin ilk yıllarıyla birlikte sadece bürokrat olarak varlıklarını
sürdürmediler. Üst seviyelerde (hiyerarşide) olanları ticaret, sanayi, bankacılık, toprak spekülasyonu vb. gibi
alanlardaki "çabalan" sonucu mülk sahibi sınıf konumuna terfi etmişlerdir. Türkiye'de hâkim sınıfların
Bonopartist rejim altında devlet aygıtıyla özel ilişkileri ve "yatay geçişler" sonucu gelişmesi, siyasal
temsilcileri ile ve devlet aygıtıyla ilişkilerinin niteliğini de belirlenmiştir. "Çok Partili" rejime geçişle birlikte,
ortaya çıkan farklı siyasal kadrolar karşısında ise değişik bir tutum benimseyeceklerdi...
120
8. BOLUM
ÜRETİCİ GÜÇLER ve İKTİSAT POLİTİKASI
"Zenginlik bir kutupta birikirken, yoksulluk, kölelik, cahillik, yabancılaşma ve manevi yozlaşma da öteki kutupta, yani
kendi ürününü sermaye biçiminde üreten sınıfın bulunduğu tarafta birikir.
K.Marx
Cumhuriyet ilan edilip azgelişmişlik sürecinde yeni bir evreye girilirken, üretici güçler cılız bir gelişme düzeyine sahipti.
Emperyalizmin güdümünde çarptırılmış yapılar ve üretim ilişkileri oluşmuştu. Kapitalist üretim ilişkileri "dışında" kalan
oldukça geniş bir sektör dikkate alınmazsa, bir "ihracat ekonomisi" görünümündeydi. Ekonominin genel durumuyla ilgili
olarak Ş. R. Hatipoğlu şunları yazıyor:
"Yeni Türkiye'ye Osmanlı Imparatorluğu'ndan kurulmuş bir millet iktisadı miras kalmamıştır. Bilakis dağınık, perişan bir
mıntıkalar iktisadı geri kalmıştır. Münhal ve seyyal bulunan bir iktisad içinde geri olan, ilerlemesi icabeden, kurulmaya
muhtaç bulunan ne yalnız endüstridir, ne de yalnız münâkaledir. Endüstrinin yokluğu, münakelenin geriliği, büyük
realitenin ancak bir parçasıdır. Bunların yanında Osmanlı împaratorluğu'nun yeni Türkiye'ye devrettiği ziraat da,
ormancılık da geridir, suculuk da, madencilik de,ticaret de perişandır. O halde Türkiye'de bütün bu ekonomi şubelerinin
hepsinin de yeni baştan kurulması zaru-(1)
Genellikle ihracattan sağlanan gelir, dış borçlara, "Batı tipi" tüketime alışmış azınlığın tüketim amaçlı
gereksinmelerini karşılamaya yönelikti. "1923-1925 aralığında pamuk ve yün iplik ile dokuma ve hazır elbise,
Türkiye'nin toplam ithalatının % 30-43'lük bölümünü oluşturmaktaydı. Tarım dahil, ulusal eko-no-minin
gelişme düzeyi öylesine düşük ve emperyalist devletlere bağımlılık o denli büyüktü ki, Türkiye tahıl bile ithal
etmek zorunda kalmıştır. 1923 yılından 1929'a değin Türkiye, 71.58 milyon lira tutarında 643 bin ton tahıl
ithal etmiş-tir."(2)
Genellikle İstanbul, İzmir gibi birkaç liman kentinde toplanmış cılız bir hafif sanayi söz konusuydu. "Belli
başlı diğer şehirlerde yalnız birkaç un, debagat fabri-
121
kası mevcuttur. Anadolu'da, diğer yerlerde önemli sanayi müesseseleri bulun muyor."(3) Gelişen ve yayılan
kapitalizm, özellikle sanayi devrimi sonrasında, yerli sanayi (el sanatları) büyük ölçüde ortadan kaldırmıştı. Bu
sürecin sonucun da ülke ekonomisi "sanayisizleştirilerek" süreç içinde emperyalist merkezlere "organik"
olarak bağlanmıştı. "Avrupa sınai kapitalizminin memleketimizde doğurmuş olduğu buhran.... Gittikçe
genişliyerek ve birer birer bütün sanayi şu belerine sirayet ederek asrın (19. asır) ikinci yarısında
sanayimizin inkirazını ta mamlamıştır."(4)
Batı kapitalizminin etki alanına daha çok girdikçe, Osmanlı sosyal formasyonu, bir yandan geleneksel üretim
olanaklarına ve ürünlerine yabancılaşırken, diğer yandan da emperyalist ülkelerin ihtiyacı olan malların
üretimine yöneliyordu. Bu sürecin sonucunda, kendi "iç bütünlüğü"nü ve "tutarlılığı"m yitirmişti. "Tarımın
bütün alanlarında gördüğümüz uzmanlaşma eğilimi, ülke içindeki değişimin yaygınlaşmasının değil, tersine,
bizim dünya çapındaki değişimin içine girmemizin bir sonucudur. Değişimin geliştiği bölgeler, ihraç malları
üreten bölgelerdir."(5) 1920'li yıllarda emperyalist metropollerin ihtiyacım karşılamak üzere bir sürü mal
ihraç eden Türkiye'nin, bir tarım ülkesi olduğu halde yaklaşık beş yıllık dönemde (1923-1929) 643 bin ton
tahıl ithal etmesi bu yüzdendir.
Ekonominin yapısına ve biçimlenişine damgasını vuran, "dışardaki" sermaye birikimi ve onun dinamiğiydi. Dışa
dönük bir ekonomide de "dinamik" olan sektörün "ihracat sektörü" olması kaçınılmazdır. İhracat sektörü ve
bu sektör "çevresinde" oluşan hizmetler sektörü, Batı'ya dönük, "Batı tipi" yaşam biçimini de temsil
ediyordu. Bunun dışında kalan oldukça geniş bir geleneksel sektör söz konusuydu, "İç yapısı ve işleyişi"
bakımından büyük ölçüde kendi kendine yeten, meta ilişkilerinin içselleşmediği geleneksel sektör, yine de
ticaret yoluyla ihracat sektörüne, genel olarak da ticari dolaşım sürecine sokuluyordu. "Geleneksel sektörde,
sosyal - artık, kapitalist üretim ilişkileri sonucu ortaya çıkmamakla birlikte, dolaylı bir biçimde "kapitalist
alan"a taşınıyordu. "Türkiye'de en geri bölgelerdeki köy bile, şu ya da bu düzeyde, pazarla ilişki içindedir."(6)
Sadece kapitalist üretim ilişkileri sonucunda ortaya çıkan sosyal - artık değil, yarı-kapitalist ve pre-kapitalist
sektörlerde açığa çıkan da çeşitli mekanizmalarla, dış pazara dönük sektör aracılığıyla kapitalist
metropollerin yolunu tutuyordu. Kapitalizmin etki alanına girerek, iç yapısı ve gelişme dinamiği çarpıtılan
imparatorluk, kendi kendine "yeterli" olmaktan uzaklaşmıştı. Bu durum artığın önemli bölümünün ihracat
sektörü aracılığıyla dışarıya aktarılmasını kolaylaştırıyordu. İmparatorluğun yarı-sömürgeleşmiş siyasal yapısı
da bu işleyişi kolaylaştırıyordu.
Ne ki, ekonominin dışa bağımlılığını zorunlu kılan önemli bir neden de, yerli sanayinin sanayi kapitalizminin
rekabeti sonucu yıkılmış olmasıydı. Elbette sözünü ettiğimiz tasfiye mutlak değildi. Kapitalizmin henüz
girmediği ya da yeterince etkilemediği yerlerde "el zanaatları" varlığını belirli ölçülerde de olsa
sürdürüyordu. Yine de, genel eğilim, yerli zanaatların (pre-kapitalist dönemin sanayi sektörü) yok olması
yönündeydi.
122
"(...)lstanbul'un yüzyıllarca en büyük işi olan saraçlık bitmiştir. Çanta, bavul vb. dışardan geldiğinden bu meslekte ancak
200 kişi kalmıştır. Saraçlar ithal malı deri ile çalışmaktadır. Fakat deriye 27 kuruş, deriden mamul eşyaya 15 kuruş
gümrük konduğu için, saraçlık ölmüştür. Özel sanayi olan dericilik, Yedikule'de 1500 kadar usta ve işçiye bir geçim
sağlamaktadır... Dokumacılık çok gerilemiştir. Pamuk iplikleri ve pamuklu dokuma, çoğu İtalya ve İngiltere'den olmak
üzere, dışardan gelmektedir... Bütün demirler gibi, demir eşya da ithal olunmaktadır. Demir mamulatı sanayiinde, yılda
yalnız 30 bin lira gibi çok küçük değerde imalat yapılmaktadır. "(7)
Cumhuriyetin ilanını izleyen dönemde, İstanbul Ticaret Odası tarafından hazırlanan rapordan yapılan yukardaki alıntı,
ülkenin dış kapitalizmin etki alanına girmesiyle, yerli sanayinin nasıl yok olmaya yüz tuttuğunu ortaya koyuyor. 8 Mart
1921'de Maliye Bakanı Ferit Bey, TBMM'de yaptığı bir konuşmada şunları söylüyor:
"Şimdiye kadar hali Türkiye çalışıyor, üretiyor, fakat ürünlerinden başkaları yararlanıyor. Memleketimizde herkes
çalışıyor, birçok alın teri dökerek elde ettiğimiz iptidai maddeleri bin rica ve minnetle yok pahasına harice satıyoruz.
Sonra yabancılar bu maddelerin şeklini değiştirerek bize iade ediyorlar. Bir kuruşa satıyoruz, yirmi kuruşa satın
alıyoruz. Kırk kuruşa bir okka yün veriyoruz, aynı yünü binikiyüz kuruşa bir metre halinde yalvararak geri alıyoruz. Bu
dünyanın neresinde görülmüştür.?"(8)
Aslmda Bakan'ın bu duruma şaşması gerekmezdi. Benzer eşitsiz ticari ilişkiler hemen tüm sömürge ve yarı-sömürge
ülkeler için geçerliydi. Ve uluslararası işbölümü ve "eşit olmayan uzmanlaşmanın" ve şartlandırmanın sonucuydu.
1920'li yıllarda ekonominin gelişmişlik düzeyi hakkında daha bütünleyici bir görüş sağlamak üzere, tarım ve sanayi ve alt
yapıya ilişkin verilere kısaca göz atmak yeterli olur.
Tarım Sektörü
Tarım kesiminde verimlilik, toprağın aşırı eşitsiz dağılımının da etkisiyle, çok düşük düzeydeydi. Fakat verim
düşüklüğünü açıklayan nedenlerden biri olan bu durum, toprağın eşitsiz dağılımından çok, toprağa sahip
olmanın (mülkiyet) biçimiyle de yakından ilgili bir şeydi. Toprağa tasarruf etmenin biçimleri çoğunlukla
kapitalist değil, pre-kapitalist ve yarı-kapitalist nitelik taşıyordu. Toprak çoğu zaman ağaların
denetimindeydi. Dolayısıyla ağaların toprak (tarım) emekçisiyle olan ilişkisi, kapitalist-ücretli emek ilişkisi
değildi. Bu durum üretim teknolojisi üzerinde de etkili oluyordu. Yarı-kapitalist ve pre-kapitalist üretim
ilişkilerinin "egemenliği", ürünün yerinde tüketilmesine neden olarak, pazara açılmayı sınırlıyordu. Söz konusu
dönemde ekilebilir topraklarn
123
yaklaşık beşte birinin pazar için üretim yaptığı, üretimin geri kalanının yerinde tüketildiği, "geleneksel
sektör"ü terketmediği söylenebilir. Bu durum, aynı zamanda toprağın belirli ellerde toplanmasının kapitalist
gelişmeyle doğrudan ilgili olmadığını da gösterir.
"1912, yılında Anadolu'nun tahıl ambarı olan Konya Vilayeti'nde bile üretilen tahıl türleri içinde buğday
mahsulünün % 26.4'ü, arpa mahsulünün % 25.5'i ancak ticarete sunulabilmektedir."(9)
Ağaların topraklarında çalışanlar, genel olarak yancı durumundaydılar. Her köylü ailesi ağa toprağının bir
bölümünü hayvan gücüne dayanarak ekip biçiyor, çoğunlukla gübre, zararlılarla mücadele vb. gibi modern
girdiler kullanılmıyordu. Ortakçı-köylüler, elde ettikleri ürünün yansından dörtte üçüne kadar bir bölümünü
toprak ağasına bırakmak zorundaydı. Doğu ve Güney Doğu'da, Kürt beylerinin büyük toprakları denetimleri
altında bulundurdukları yörelerde söz konusu ilişki "feodal" yanı ağır basan ilişkilerin rengini alıyordu.
Toprak kirasının ödeniş biçimi çoğunlukla aynî (rant) ödemeydi. Kiracılık daha çok istisna idi ve pazara dönük
üretim yapan yörelerde söz konusuydu. Toprağı işleyenlerle, toprağın hukuki veya efektif mülkiyetini elinde
tutanlar arasındaki ilişki, ne pre-kapitalist ne de tarım kapitalizmine özgü ilişkilerdi. Bir bakıma bu iki uç
arasında çeşitli "biçimlerin" ve "ilişkilerin" içiçe geçtiği bir durum söz konusuydu.
Ne ki, köylü sadece toprak sahipleri (ağalar) tarafından sömürülüyordu. Pre-kapitalist ilişkilerin aşındığı,
buna karşılık kapitalist ilişkilerin de yeterince gelişmediği koşullarda, tefecilerin kapanına da kısılıyordu.
Mehmet Zeki, 1930 yılında, "en düşük tefeci faizinin % 50" olduğunu yazıyor: "Ama sık sık bu oran iki kat
yükselmektedir. Tefeciye bağımlı hale gelen köylü, gayri menkulünün ipotek edilmesi ve ürününün en düşük
düzeyde 'göz kararıyla' değerlendirme esasına göre, aldığı kredinin faizlerini bile ödeyememektedir."(10)
Tefeciye borçlanmanın nihai sonucu; köylünün sınırlı varlığını da tefeciye kaptırması, mülksüzleşmesidir.
Yarıcı ve ortakçı durumundaki köylünün toprakla ilişkisi, toprakların verisimsizleşmesinin de nedenlerinden
biridir. Toprak verirnliliğinin arttırılması konusunda yancıların kayıtsızlığı, emeğinin ürününü toprağın sahibi
olan ağaya kaptırdığı için genel bir durumdur. Benzer bir kayıtsızlık toprak ağaları için de geçerlidir. Büyük
topraklan denetim altında bulunduran ağaların da verimlilik artırıcı yöntemlere rağbet etmemeleri doğaldır.
I. Dünya Savaşı başlamadan önce; "Büyük toprak sahibi ağalar (köy nüfusunun % l'i) tüm işlenen toprakların %
39.3'ünü, küçük toprak ağaları ve zengin köylüler (köy nüfusunun % 4'ü) toprakların % 26.2'sini ellerinde
tutuyorlar, köylü ailelerin (köy nüfusunun % 95'i) payına ise işlenen toprakların % 34.5'i kalıyordu." (11) Birinci
Emperyalistlerarası Savaş öncesine ait yukardaki oranlar, topraksız ve az topraklı köylüler lehine
değişmediği gibi, ağalar çeşitli mekanizmalarla topraklarını daha da genişletmeyi "başarmışlardı". Bir kere
Ermeni teh-
124
ciri sonucu açığa çıkan topraklar çoğunlukla ağaların eline geçmişti. Yine Rum mübadelesi sırasında bir kısım
nüfuzlu büyük toprak sahipleri, bu durumdan yararlanarak topraklarım genişletmişlerdir. Bu ikisi dışında,
İsviçre Medeni Kanu-nu'nu ithal edilmesiyle, söz konusu kanunun sağladığı olanaklardan yararlanan ağaların
hazine arazisinden bir bölümünü de tapulatarak topraklarına kattıkları biliniyor. Bu sonuncu durum, toprak
ağalarının neden Mustafa Kemal'in "inkılaplarını" desteklediklerini de açıklar. Kemalist rejim yerleşirken
ağalar daha güçlü, köylüler de daha yoksul ve çaresiz bir konumdaydılar. Kemalist rejimin
"demokratikliği"nden söz edenler için bu durum rahatsız edici sayılır... Roza-liev'in yaptığı tahminlere göre;
1920'li yılların sonlarında toprakların yarısının büyük toprak sahiplerinin elinde olduğu söylenebilir. Buna
karşılık köy nüfusunun % 65-70'e varan bölümü, işlenen toprakların % 5 ila 10'una sahiptiler.(12)
Fakat, yoksul köylünün omuzuna binen yük bunlarla da sınırlı değildi. Bütçe gelirlerinin en önemli bölümü de
köylünün ödediği vergilerden oluşuyordu. 1925 Şubat'ma kadar "aşar vergisi" aynî bir vergi olarak
ödeniyordu. "Aşar" toplamının mültezimlere bırakılmasının doğurduğu sonuçlara burada girmek gerekmez.
1925'te Kemalist rejim aşarı kaldırarak, yerine, üretim değerinin % 8 ile % 10'una varan bir nakdi vergi
koydu. Görünürdeki amaç köylüyü aşarın ağtr yükünden "kurtarmak" ise de, gerçekte toprak ağalarının
çıkarlarını birinci planda gözeten bir manipülasyon söz konusuydu. Bu konuda Y. Küçük şunları yazıyor: "Çiftçi
grubu aşardan kurtulmak istiyor. Tarımdan vergi alınmasında kararlı ticaret ve sanayi grupları banun
karşısına çıkıyor. İşçiler ise feodal bir vergi yerine daha çağdaş, kuşkusuz adil bir vergi istiyor. Ancak 1920-
1923 meclisinde 26 kez aşar tartışmasına rağmen aşar vergisinin kaldırılmasıyla ilgili yasa tasarısının meclise
verilmesi için 10 Şubat 1925 tarihini beklemek gerekiyor. 11 Şubat 1925 tarihinde Şeyh Sait isyanı su yüzüne
çıkıyor. Hükümet tasarının ivedilikle görüşülmesini istiyor. 17 Şubat 1925 tarihinde tasan 151 lehte ve bir
aleyhte oyla kabul ediliyor.'' (13) Gerçekten, aynî bir vergi olan aşarın kaldırıl-masının Kürt ayaklanması
günlerine rastlaması ve aşarın yerine konan verginin de bir yıl sonra (1926) kaldırılması, söz konusu
"operasyonun" gerçek amacını ortaya koyuyor. Tarımdan alınman vasıtasız vergilerin toplam vergi gelir oranı
1924'te % 27.5 iken, bu oran 1930'da % 10'a indi.(14) Bu sonuncu durum hâkim sınıflar ittifakında toprak
ağalarının ne kadar güçlü ve Kemalist rejimin bu kesime ne ölçüde ödün vermeye hazır olduğunu da gösteriyor.
Bu nedenle Kemalist rejimin "ilerici" inkılaplaplarına rejimin sözcülerinden farklı yaklaşılmaz ise, görüntüyle
gerçek arasındaki ayrımın gözden uzaklaşması kaçınılmaz olur.
Ağa ve tefeci sermayenin baskısı sonucu topraklarını yitiren köylülerden bir bölümü büyük kentlere, bu arada
Ankara'ya göç etmek zorunda kalıyordu. "Günümüzde Türk gazeteleri "yorganlılar" denilen bir insan
kategorisinin Ankara'ya akın ettiğinden söz ediyorlar. Bu 'yorganlı'lar; yoksullaşarak iş aramak üzere kente
koşan, yoksuluktan aç ve bakımsız insanlar olarak 'yorganına' bürünüp sokaklarda sürünmek durumunda kalmış
köylüleri anlatmaktadır." (15) Resmi ideoloji üreticileri, o dönemde hükümetin "toprak sorununa ilgisiz" kalışına
gerekçe olarak, ülkede ekilebilir alanların genişliği ve nüfusun azlığını, so-
125
nuçta da "toprak talebi" yönünde baskının olmayışını ileri sürmeyi âdet edinmişlerdir. Tarımdaki nüfusa göre
ekilebilir toprakların geniş olduğundan şüphe yoktur. Ama hiçbir şüpheye yer vermeyen bir gerçek daha vardı
ki, o da geniş toprakların ağalaların şu ya da bu biçimde denetiminde olmasıydı. Dolayısıyla, geniş toprakların
varlığı yüzbinlerce köylü ailesinin yoksulluk ve sefalet içinde yaşamasına engel değildi. "Ortakçılığın tutsaklığı
ile eli-kolu bağlı, ilkel çalışma araçlarıyla acınacak bir üretim yapan ve ürünün bir bölümü karşılığında ağadan
toprak kiralayan yan işçi-ortakçı, Türk köyünün tipik bir simgesi idi. Egemen sınıf ittifakının "gerici" niteliği
ve Kemalistlerin bu yapıyı kırmak yerine, pekiştirici bir politika izlemesi, 1920'lerdeki geçerli yapı ve
ilişkilerin önemli bir değişime uğramadan 1950'lere kadar devam etmesini sağlamıştır.
1920'li yıllarda Türkiye'de tarım sektörü, eşit olmayan ve bileşik (kombine) gelişmenin tipik örneğini
oluşturuyordu. 1927 yılında nüfusun % 82'si tarım sektöründe yaşıyordu. Tarımın belirgin niteliği, geriliği ve
"melez" üretim ilişkilerinin egemen oluşuydu. Batı'da İzmir, Denizli, Aydın, Muğla, Manisa, Balıkesir, İsparta,
Burdur ile; Güneyde, Çukurova'da pazara dönük üretim önemliydi. H. Kıvılcımlı, Adana Valisi Hilmi'den şunlar
aktanyor: "Adana çitfçileri buharlı lokomobilleri, büyük küçük traktörlerle topraklarını hazırladıktan sonra ve
çiftliklerini tutma adı verilen sürekli tarım işçisi (daimi ziraat amelesi) ile bir süre idare ettikten sonra,
pamukların çapa mevsiminde işçi ile kendisini karşı karşıya bulur." Yağmurun azlığı çokluğu, bankalardan az
veya çok para kaldırabilmiş olmasının önemi ise, ovanın tozlu yollarda, rengârenk kılıklarıyla beliren işçi
kafilelerinin o yıl bütün çiftçileri tatmin edecek bir sayı sunup sunmayacağı ve işçi gündeliğinin en çok-en az
arasında nasıl seyredeceği de Adana çitfçisi için aynı derecede önemlidir.'' (17) Bir başka yerde Kıvılcımlı
1925 Pamuk Kongresi tutanaklarından şunu aktarıyor: "Bugünkü Adana çiftçisi pamuk piyasasma olduğu kadar,
gaz ve benzinin cihan piyasasındaki gidişiyle de ilgilenmekte; kredi, kambiyo meselelerini incelemekte ve
makinenin kırılıverdiği herhangi bir yer için şoför ve onarım evleri (tamirhaneler) üzerinde uzun uzun şikâyet
konuları bulmaktadır.''(18)
Sınırlı yörelerde tarım kapitalistleri ve kapitalist tarım işletmeleri bulunuyordu. İleri bir üretim teknolojisi
kullanılıyor ve ürün dış pazarlara ihraç ediliyordu. Dış pazara yönelik ürünler; pamuk, incir, zeytin, haşhaş vb.
idi. Samsun'da yaygın bir tütün işletmeciliği vardı. Rozaliev'in H. Kıvılcımlı'ya dayanarak yazdığına göre; "O
dönemde ülkenin batı ve güney-batı bölgelerinde kümelenmiş bulunan ve toprak ağaları ile zengin köylülerin
çiftliklerinde çalışan tüm ücretli tarım işçilerinin sayısı 240 bin olarak hesaplanıyordu. Böylece ürün toplama
döneminde tarım işçilerinin sayısı 400 bine ulaşıyordu."(19)
Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda, tarım kesiminde en geri üretim ilişkileri ve teknikleriyle en ileri olanlara
doğru uzanan bir çeşitlilik egemendi. Fakat genel olarak verim çok düşük, teknoloji de geriydi. "Bazı yerlerde
zirai hafriyat ucu kırık bir çengel vasıtasıyla, bazı yerlerde de tahta karasabanla yapılır. Pulluk gibi en basit
rasyonel teknik vasıtalar bile meçhuldür. Müstahsil, babasından
126
gördüğü gibi tarlayı sürer." (20) 1930'lu yıllardaki durumu Şeyda Ziya şöyle özetliyor: "Çiftçimizin elinde
aletler hem mahduttur, hem de basit ve iptidaidir. Bunlardan toprak işleyen, ekim yapan, bakıma yarayan,
biçim ve harmanda kullanılan aletleri bir defa düşünmek, ziraatin bizde ne kadar kuvvetsiz olduğunu
kavramaya yeter. Ziraatimizin bugün fena, iptidai aletlerle çalışması yüzünden çiftçimizin iş kuvveti, hayvan
kuvvetleri iyice istismar edilemiyor."(21)
Ticari sermaye tarıma egemen olmakla birlikte, en geri sömürü yöntemleri de geçerliydi. Özellikle tefecilik
oldukça yaygındı. Tacirler köylüleri avans vererek borçlandırır, sonra da ürünleri ucuza kapatırlardı.
Özetlemek istersek; tarımda melez üretim ilişkileri ve sömürü biçimleri egemendi. İktidarın kompozisyonu ve
egemen sınıf ittifakının yapısı da söz konusu yapıyı koruyup sürdürmeye uygundu...
Sanayi
Cumhuriyetin ilk yıllarında, Osmanlı Imparatorluğu'ndan miras kalan sanayi, "tipik yarı-sömürge" özellikler
taşıyan cılız bir sanayi idi. "Dinamik" sanayi dalları olmadığı gibi, "geleneksel sanayi" de büyük ölçüde
tasfiyeye uğramıştı. "Bizde eski şekillerin zevaliyle, hemen hemen bütün ehemmiyetli sınai faaliyetler de
zeval bulmuş ve memleket ekonomisi belli başlı sanayi şubelerinin hepsinden mahrum kalıp, en iptidai
mamulleri bile hariçten ithal etmek zarureti hasıl olmuştur."(22) Sanayi, iç pazarın ihtiyaçlarının bile çok
küçük bir bölümünü karşılayabiliyordu. "En gelişmiş" sanayi alt-dallarından biri olan tekstil, iç pazarın dörtte
birden az bir bölümünü karşılayabiliyordu. Cumhuriyetin ilanının onuncu yılında bile durum değişmemişti.
1933'de "Türkiye'de tüketilen pamuklu, mensucatın ancak % 25'ini karşılıyordu. Yünlü mensucatın ancak %
24'ü, ipekli mensucatın da % 6'sı yerli üretimdi. Türkiye o yıllarda şekeri, çimentoyu, unu, deriyi, sabunu ve
sayısız başka malları ithal yoluyla sağlıyordu."* 3)
Türkiye'de "kalan" sanayi, emperyalist ülkelerin el atmadığı ya da el atamadığı alanlarla sınırlıydı. Var olan
sanayi, emperyalist ülke sanayicilerinin "ilgilenmediği" alanlarda faaliyet gösteriyordu. Henüz "ithal ikameci",
"içe dönük" sanayileşmenin koşulları oluşmamıştı. Yerli sanayi yarı-sömürge özellikler taşıyordu. Cumhuriyetin
kurulmasından sonra bu yapı varlığını korudu. Bir başka özellik de, sanayi kuruluşlarının birkaç bölgede
toplanmış olmasıdır. Tüm imalat sanayiinin yaklaşık % 75'i İstanbul ve İzmir'de faaliyet gösteriyordu. Sınai
işletmelerin % 3.3'ü devlete, % 10.6'sı hisse senetli şirketlere, geri kalan da özel teşebbüse aitti." Sanayide
kullanılan tüm motorların toplam gücü ancak 20.977 beygir gücü kadardı."(24)
Aslında sanayinin bir bölümü de doğrudan Batı kapitalizminin tamamlayıcısı işlevine sahipti. 1927 nüfus sayımı
sonuçlarına göre, nüfusun sadece % 5.6'sı sanayi sektöründe istihdam edilmekteydi.*25) Sanayi kuruluşları
daha çok iç tüketime ve ihraç mallarının "ilk-dönüşüme" uğratılması amacına yönelikti. Kullanı-
127
lan üretim teknolojisinin geriliği ve üretim ünitelerinin cüceliği, sanayinin en belirgin özelliğini oluşturuyordu.
1927 sanayi sayımı sonuçlarına göre, 65.245 üretim ünitesinden 28.246'sı atölye boyutunda bile olmayan ve
ücretli işçi kullanmayan çok küçük işletmelerdi. 23.332 ünitede çalışan içşi sayısı ortalama 2 ila 3'tü. 7683
ünitede 4-5 işçi çalıştırılmaktaydı. 20 ve üstünde işçi çalıştıran işletme sayısı 872'iydi. Geriye kalanlardan
3910 kuruluşta 6-10, 1188'inde de 10-20 işçi çalışmaktaydı.
"Fabrika" boyutunda ve belirli büyüklüğe ulaşmış işletmeler küçük bir oran oluşturuyordu. "Fabrika tipinde
işletmeler arasına girenler şunlardı: Yıllık üretim gücü 450 bin metre pamuklu dokumaya ulaşan 11 tekstil
fabrikası, 3 bin işçinin çalıştığı Cibali Tütün Fabrikası, 15 bin işçinin çalıştığı İstinye Tersaneleri ve deniz
taşıtları onarım işletmeleri (Türk-Hollanda sermayeli), günde 200 tona kadar üretim yapan Zeytinbumu
Çimento Fabrikası, gaz fabrikası, elektrik istasyonu, iki adet bira fabrikası (Fransız, Belçika, Alman
sermayeli), ortak işletmeler vb.(26)
"İstanbul'da daha çok Yedikule'de yoğunlaşan deri işletmeleri, belirgin bir rol oynuyorlardı. Birkaç büyük
imalathane 30 bin kişi çalıştırıyordu. Burada 200'den fazla işçi çalıştıran büyük atölyeler bulunmaktadır. Bu
atölyelerde üretim el emeğine dayanmakta, Avrupa ve Amerika'da çizme sanayiinde kullanılan makineler
burada bilinmemektedir. İstanbul ile sıkı ekonomik bağ içinde bulunan İzmir'de asker elbisesi yapan iki
devlet fabrikası, çimento fabrikası ve birkaç halı imalathanesi vardı."(27)
Tekstil, deri, metal, ağaç, besin, seramik ve kimya sanayi alt dallarında 33.058 işletmede, 76.216 işçi çalıştığı
tahmin edilmiştir. Bunların da 70.2'si sadece tekstil ve deri sanayilerinde çalışıyordu. 1920'lerin ortalarında
imalat sanayiine yatırılan sermaye 191.2 milyon liraydı. Bunun 36.6 milyonu (% 18'i) tekstil alt sektörüne
yatırılmıştı(28)
1921'de yapılan ve İstanbul, İzmir, Adana dışındaki bölgeleri kapsayan sanayi sayım sonuçlarına göre, 33.058
kuruluşta toplam 76,216 işçi çalışmaktaydı. Burada da, işçilerin yaklaşık % 69'u dokuma ve deri sektöründe
çalışmaktaydı. Dikkat edilirse imalathane başına 2-3 işçi düşüyor ki, bunlar gerçek anlamda sanayi üniteleri
sayılamazlardı.
" 1920 yılları başında İzmir'de 40 bitkisel yağ, 24 meyve kurutma, 14 sabunculuk ve 13 tekstil işletmesi vardı
ve bunların çoğunda yalnız el emeği kullanılıyordu."
Öte yandan 1924'te, yaklaşık yüz kadar yabancı şirket faaliyet göstermektey-di.Bunların 7'si demiryolu
sektöründe, 23'ü banka, 35'i ticaret, 12'si imalat ve istihraç, 11'i de belediye kuruluşlarında faaliyet
gösteriyordu. Yabancı sermaye yatırımlarının % 10'dan azı imalat sanayiinde bulunuyordu. % 61'i demiryolu, %
16'sı ticaret alanına yatırılmıştı. Bu rakamlar Türkiye'de faaliyet gösteren sermayenin niteliğini de ortaya
koyuyor. Faaliyet alanları, sanayileşmiş ülkelere
128
ucuz hammadde sağlamak gibi bir amaç taşıyorlardı. Tüm yabancı sermayenin yarıdan fazlasının demiryolu
yatırımlarına yönelmiş olması bu görüşü doğrulamaktadır. (1924'te 4086 kilometre demiryolundan 1734
km.'si devlete, 2352 km.'si yabancılara aitti).
Kredi sistemi de yabancı bankaların denetimi altındaydı. Elbette bu, sanayileşme açısından olumsuz bir
durumdu. Sanayi sektöründeki sermayenin % 62'si en büyük kredi kuruluşu olan Osmanlı Bankası tarafından
denetleniyordu. "1920'lerin başında Türkiye'de, sermayelerinin toplamı 91.8 milyon lirayı bulan 23 yabancı
banka ile ulusal sermayeye dayalı, toplam sermayeleri 17.8 milyon lira olan 10 banka faaliyet gösteriyordu."(3
0)Ülkenin mali kaderine hâlâ Osmanlı Bankası hükmediyordu. Varlığı tüm ulusal bankalarınkinin üç katıydı.
"Banka, hazine dairesi işlevini görmekte, banknot emisyonunu gerçekleştirmekte, hükümet adına yabancı
devletlerle işlemleri yönetmekteydi.(31)
Küçük üretimin yaygın olduğu bir alan da, halı dokumacılığıydı. Yoğun sömürünün geçerli olduğu halı
dokumacılığında, sanayi istatistiklerinde yer almayan binlerce kişi çalışıyordu. "Karpet Kumpanyası'nın
mütalaasına bakılırsa, 1913 yılı şirket hesabına 16.000 kadar işçi çalışmış olup, Anadolu'da halı dokumayla
uğraşan genel işçi sayısı 60.000 kadar tahmin olunur."(32) "Finans-kapitalin en ücra köylere dek boynuzlarını
sokup küçük üretmenleri sömürüsü korkunçtur. Bir işçi günde 5-6 bin düğüm atabilirken, en çok işçi gündeliği
düğüm sayısına göre değişir. İzmir'de 1700, Uşakta 2200, Kırkağaçta 2600, Sivas, Burdur'da 3000 düğüm
için 4 para (1 kuruş) ücret ödenir" diye yazıyor H. Kıvılcımlı.
Tarıma dayalı geri bir "ihracat ekonomisi" durumundaki Türkiye'nin dış ticareti de, bu yapının doğal sonucu
olarak, tarım ürünleri ihracatı ve tüketim malı ithalatına dayanabilirdi. Sanayi ürünlerinin ihracat içindeki
payı (1923-29 döneminde) % 8.6 idi. Üstelik bu oranın gerisinde de, yine büyük ölçüde tarım ve hayvancılık
vardı. Aynı dönemde tarım ürünlerinin toplam ihracatımıza oram % 86.3'tü! Madenciliğin payı da % 4
civarındaydı. Zaten dış ticaretin GSMH'ye oram da, birçok benzer durumdaki ülkeye göre çok düşüktü.
(1924'te cari fiyatlarla ihracatın GSMH'ya oranı % 014, 1929'da, % 0008; ithalata oranı da 1924'te
%017,1929'da%013.)
Özetlemek istersek, sanayi; dış pazarın güdümünde ve onun koyduğu sınırlar içinde faaliyet gösteren son
derece geri, kendi içinde bütünlüğü ve tamamlayıcılığım yitirmiş, iç pazara yönelik fakat, iç pazarın bile
gereksinmesinin çok düşük bir bölümünü sağlayan, küçük meta üretimi niteliğini büyük ölçüde koruyan, yabancı
sermaye egemenliğini önemli olduğu, dış pazara dönük maddelerin dışa satımını sağlayacak kadar dönüşüme
uğratan, insan emeği dışında fazla mekanik motor gücü kullanmayan, küçük aile işletmelerinin çoğunlukta
olduğu, yarı-sömürge bir ülke sanayisinin tipik örneğini oluşturuyordu.
Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllardaki durumu, Emin T. Eliçin şöyle dile getiriyor:
129
"Dar-geniş bütün hatları bir arada yalnız 4072 kilometrelik hepsi yabancı malı bir demiryolu şebekesi, 18 bin 335
kilometrelik bakımsız şosesi, birkaç liman şehri arasında işleyen topu topu 72 bin tonilatoluk ufak teknesi vardır.
Cumhuriyet'in daha ilk yılında Türkiye dışarıya ancak 85 milyonluk mal satabilmiş, buna karşılık 145 milyon liralık mal
almıştı, 60 milyon açık vardı. Alınan şeylerin bir kısmı yiyecek-içecek, geri kalan şeylerin hemen hepsi Avrupa usulü
giyinip kuşanmaya ve kullanmaya yarayan eşyadan ibaretti. Kağşamış birkaç askeri fabrika sayılmazsa, iç pazarın
ihtiyacına şöyle-böyle yetecek hiçbir üretim dalı yoktu. İçerlek köşelerde kalmış tektük el tezgâhlan ortadan çekilmek
için ilk trenle veya motorlu araçla gelecek yabancı ticaret mallarını bekliyordu.
"Türk köylüsü elindeki ilkel araçlar ve daha da ilkel üretim metodlarıyla topraktan çıkarabildiği ürünlerle karnını zor
doyuruyor, kıt yıllarda vergi borcunu bile veremediği için ineğinin ve yatak-yorganının haczedilip götürülmesine
katlanmak zorunda bulunuyordu. Dr. Reşit Galip'in anlattığı gibi, ufak çiftçi, köylü ve kasabadaki ağaların, tefeci ve
murabahacıların elinde köleydi. Parça parça olup köyün dört bucağına serpilmiş olan elayası genişliğindeki tarlalarda, ama
kendi toprağında çalışan küçük köylü yine mutlu sayılırdı, ortakçı yarıcı, ırgat olarak hayatlarım kazanmaya uğraşanların
hali daha berbattı. Ankara'daki Mustafa Kemal, onlar için 'bu memleketin efendisi', demiş olsa ne çıkardı, bu söz onların
kulağına bile erişemezdi."
İktisat Politikasıyla Amaçlanan
İngiltere'nin desteğini çektiği bir ortamda Anadolu'dan kovulması zor olmayan Yunan Ordusu yenilip ülkeden
atılınca, "asalak sınıflar"ın tehlikeye giren sömürü olanakları "yeniden doğmuş" oluyordu. Bu aşamadan sonra
yürürlüğe konulacak ekonomi politikasının egemen sınıflar blokunun çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelmesi
kaçınılmazdı. Asalak sınıflar niyetlerini açığa vurmada acele ediyorlardı. Lozan Barış görüşmeleri 4 Şubat
1923'te kesildi. 17 Şubat 1923'te İzmir'de iktisat Kongresi toplandı. Kışın ortasında aceleyle bir iktisat
kongresi toplamanın bazı "önemli" nedenleri olmalıydı. Aksi halde, ülkenin geleceğini angaje eden önemli
stratejik kararların oluşmasına temel oluşturacak bir kongrenin bu kadar aceleye getirilmiş olması başka
nasıl açıklanabilir?
Kongre, başta emperyalist devletler olmak üzere, yerli "burjuvazi"ye özellikle de İstanbul'un tüccarlarına
güvence vermeyi amaçlıyordu. Böylece, bir yandan İstanbul'un kozmopolit "iş çevreleri"yle ittifak
pekiştirilirken, onların aracılığıyla da emperyalistlere güvence verilmek isteniyordu. Kongreye davet
edilenlerin kompozisyonu Milli Mücadele sürecince oluşan sınıfsal ittifakının da belirgin bir yansımasıydı.
"Kongreye her ilçeden ancak sekiz kişi gelebilecek ve bu sekiz kişiden üçü çiftçi, bir tanesi de tüccar,
zanaatkâr, işçi, şirket temsilcisi , bankacı olabilecekti."(4) Görüldüğü gibi, Kongre'de toprak ağaları sekizde
üçlük bir temsil hakkına sahiptiler. İşçilerin temsili sembolik, göstermelikti.
130
Yoksul ve az topraklı köylü kitlesinin temsili zaten olanaksızdı. Aslında kongrede temsil edilen köylülük değil,
toprak ağalarıydı. "Çiftçi" sözcüğünün kullanılması, yanılsama yaratma amacı taşıyordu!
"Kongre Salonu'nun sağ yanı tüccarlara, sol yanı işçilere ayrılmıştı. Ortanın sağında çitfçiler, ortanın solunda
sanayiciler oturacaklardı. "(35) Sanayicilerin "ortanın solunda oturmaları, politikada "ortanın solu"na ilgi
duymaları için yaklaşık elli yıl geçecekti... Kongre'de, Türkiye'nin emperyalist sistem içinde kalmaya devam
edeceği açıkça ilan edilmişti. Öncelikle Osmanlı borçlarının ödeneceğine ilişkin güvence veriliyordu. Osmanlı
borçlarının devralınması, hem Milli Mücadele'nin anti-emperyalist bir öze sahip olmadığını, hem de
Cumhuriyetin imparatorluğun devamı olduğunu gösterir. Aynı şekilde, Türk hükümeti, karşılıksız
millileştirmelere de girişmeyecekti. Millileştirmeler, bir siyasal hareketin "sınıfsal özününün" aynasıdır.
Millileştirmelerin gerçek anlamda millileştirme olabilmesi için, hiçbir ödemede bulunulmaması gerekir. Aski
halde söz konusu olan bir "satış işlemi"dir.
Öte yandan, yabancı sermayeye karşı düşmanca bir tutum içine girilmeyeceği konusunda da güvence
verilmişti. Mustafa Kemal, Kongre'yi açış konuşmasında; "(...) Kanunlarımıza uymak şartıyla yabancı
sermayeye gereken güvenliği sağlamaya her zaman hazırız" diyordu. Mustafa Kemal'den sonra konuşan
ekonomi bakanı Mahmut Esat Bozkurt da; "(...) Yeni Türkiye Ekonomi Okulu'nun yabancı sermayeye karşı bir
düşmanlığı olduğu sanılmasın. Türklerle aynı kanunlara ve şartlara bağlı olmak üzere yabancı sermayeye hatta
başka memleketlerden fazla, kolaylık göstermeye hazırız" diyordu.
Dikkat edilirse, yasalara saygılı olmaktan ve eşit koşullardan söz ediliyor. Yasalar karşısında eşitliğin
sermaye için ne önemi olabilir? Bu, eşit olmayanlar arasındaki yasal eşitlik değil midir? Cılız yerli sermayenin
emperyalist sermayeyle eşit koşullarda faaliyet göstermesi, ister istemez onun emperyalist sermayenin
güdümüne girmesiyle sonuçlanabilirdi... Ne ki, emperyalizmin yapısal bunalımı, ("uzun dalga"nın ikinci aşaması)
yüzünden yabancı sermayenin Türkiye ekonomisini biçimlendirip, şartlandırması sınırlı kaldı. O dönemde,
bunalımın sonucu olarak ortaya çıkan bu özel durum, Kemalistlerin yabancı sermayeye karşı bir tutum içinde
oldukları biçiminde yorumlanmıştır. Tam tersine, kapitalist gelişme sürecinin genişlemesine ayak bağı olan
engeller kaldırılarak (inkılaplar), yabancı sermayenin faaliyetine uygun koşullar yaratılmıştı.
Özel teşebbüse bir kayıt getirilmemekle birlikte, "azınlık" burjuvazisine karşı "Türk burjuvazisi"
desteklenecektir. "Yeni Türkiye bir Karma Ekonomi Sistemi izlemelidir. Ekonomik işler kısmen devlet, kısmen
özel teşebbüs tarafından yapılmalıdır. Mesela; büyük kredi müesseselerini, sanayi işlerini devlet idare
edecektir. Çünkü memleketimizin ekonomik durumu bunu gerektiriyor. Bazı ekonomik konularda
devletleştirme yolunu izliyeceğiz, bazı konulan özel teşebbüse bırakacağız. "(36)
131
Cumhuriyetin ilk yıllarında, Osmanlı döneminde egemen olan tarım toplumunun ideolojik ve kurumsal yapılar düzeyinde
ortaya çıkardığı engellerin aşılması, özel sermayenin desteklenmesine yönelik önlemler, bu vaadlerin yerine getirilmesi
yönündeki adımlardır. İsviçre Medeni Kanunu, Alman Ticaret Kanunu vb'nin ithali, Teşvik-i Sanayi Kanunu'nun kabulü,İş
Bankası, Sanayi ve Maadin Bankası'nın kurulması, 1925'te kabul edilen Ticaret ve Sanayi Odaları Yasası, 27 Eylül
1925'de esnaf örgütlerinin kapatılmasına ilişkin yasanın kabulü vb. bu yöndeki adımlara örnektir. Tacir ve ağaların
durumunu "düzeltmek" üzere, vakit kaybetmeden iki yasa ithal eden Kamalist iktidar, aynı aceleciliği bir "iş kanunu"
ithal etme konusunda göstermiyor...
Alman tüm önlemler ve özendirici uygulamalara rağmen, daha 1928-1929 yıllarına gelindiğinde, "beklenüîer"le
"gerçekleşenler" arasında büyük bir uyumsuzluk olduğu görüldü. Bu "uyumsuzluğun" nedeni olarak çok sık öne sürülen
gerekçe, Lozan'da kabullenilen ekonomiye ilişkin kısıtlamalardır. Z. H. Herslog, Lozan Antlaşması'yla ilgili olarak;
"Türkiye esaslı tavizler verdi ve bu tavizler özellikle 1920'lerde memleketin gelişmesini ters yönde etkilediler"(37)
diyor. Bilindiği gibi, Lozan Antlaşması'na göre Türkiye, anlaşmanın imza tarihinden başlayarak beş yıl süreyle
gümrüklerini yükseltemiyecekti. Osmanlı borçlanın da ödemeyi taahhüt etmişti. Elbette bu ve benzer kısıtlamalar "antiemperyalistlik"
iddialarının nasıl içi boş iddialar olduğunu da gösterir.
"(...)Devletin gümrük vergisi gelirlerinden eksik kalması bir yana bırakılırsa, kalkınmak için atılımlar yapması zorunlu olan
bir ülkede, kurulması gerekli sanayiler için ne denli zararlı olacağı ortadadır.
"Osmanlı borçlanılın tamamen kaldırılmaması, Lozan Antlaşması'nın getirdiği bir başka sınırlamadır. 6 Ağustos 1924'te
Antlaşma yürürlüğe girdiğinde, Osmanlı borçlan 129.384.910 altın lira olarak saptanmıştı; Türkiye tarafından üstlenilen
miktar 84.597.495 altın lira oldu. Yıllık taksitleri 5.809.312 lira olan bu borcun, Türkiye'nin bütçesine yüklediği yük
kamu yatırımlarının sınırlı olmasına yol açmıştır. Özellikle 1930'lardan sonra Î928'de yapılan indirimlere karşın, bütçe
harcamalarının yüzde 13-18'ini Osmanlı borçları oluşturuyordu. "(38)(*)
Şüphesiz, gtimrüklerin beş yıl süreyle 1916 seviyesinde tutulmasının kabullenilmesi ve önemli bir borç yükünün
devralınması ekonomik büyüme açısından olumsuz bir durumdu. Fakat, olumsuzluğu sadece bu sınırlamalarla açıklamak
fazla basitleştirme olur. Eğer bu "açıklama" sınırı aşılmazsa, bundan Türkiye'deki sınıfsal yapılanmanın sanayileşmeye
uygun bir ortam yarattığı anlamı çıkar. Oysa egemen sınıf itifakının bileşenlerinden bir kesimi sanayileşme karşıtı
çıkarlara sahipti. Ticari sermaye kesimi gümrüklerin yükselmesine karşıydı. 1929 yılında Ali İktisat Meclisi tarafından
ileri sürülen , ticaret sermayesinin görüşlerini yansıtan tercih bu yöndeydi. Âli İktisat Meclisi'nin görüşü, "Gümrük
Siyasetimizin Esasları" adlı raporda şöyle dile getiriliyordu:
(*) Borçların ödenmesi 1954'te tamamlanmıştır.
"Gümrük politikamızın kıskanç ve tutucu bir düşünceden esinlenerek uygulanma-
132
sı caiz değildir.
"Korumada zorlama ve aşırılık çoğu kez iktisadi tecride yol açar. Zorlayıcı koruma ve iktisadi tecrit, dış rekâbeti
tamamiyle kaldıran ve yok eden ağır ithalat vergisinin yerli sanayiinin yabancı sanayii ile rekabet etmesi olanağını yok
edeceği nedeniyle kabul edilemez. Çünkü ülke sanayiini tembelliğe yöneltme tehlikesi vardır. Koruyucu gümrük vergileri...
Hiçbir zaman aşırıya vardırılmamalıdır."(39)
Fakat, çeşitli yöntemlerle (fiyat politikaları ve İstihlak Vergisi gibi), iç piyasada fiyat düzeninin yüksek bir seviyede
oluşması sağlanıyordu. Bu durum yerli sanayinin teşvikinin başka yollan da olduğunu gösterir Örneğin, petrol ve şeker
fiyatları 1929 öncesinde de dış piyasalardan çok yüksekti(40)
Dolayısıyla, egemen sınıf yapısını ve bu yapının sanayileşme karşısındaki tavrını bir yana bırakıp, "olumsuzluğu" sadece
Lozan'da kabullenilen kısıtlamalara bağlamak yeterli olmaz. Zaten Lozan Antlaşması, alım satımı "devlet tekeli"ne
bırakılan mallar için tarife hakkı tanıyordu. Bir başka önemli sorun da, 1929'da yürürlüğe konulan yeni tarifenin gerçek
anlamda koruyucu bir tarife olup olmadığıyla ilgilidir. Türkiye'de sanayinin gelişmişlik düzeyi veri iken, sadece gümrük
tarifeleri yoluyla bir korumanın yeterli olması da beklenemezdi. "Türkiye ile Avrupa ülkeleri ve ABD'nin sınai gelişme
düzeylerindeki fark öylesine büyüktür ki, hiçbir gümrük engeli yabancı mlların güçlü rekabetini duymaya devam eden
Türk sanayiini güvenilir biçimde koruyamıyordu."(41) ithal edilen mallardan, ithal fiyatları üzerinde, % 25 ile % 100
oranlarında gümrük vergisi alınmasına ilişkin yasa 1 Haziran 1929'da yayınlanmış ve 1 Ekim 1929'da yürürlüğe girmiştir.
"Ticaret sermayesi 4 aylık arada büyük spekülatif ithalatlarda bulunmuştur! "(42)
"Ticari sermayenin, artık değer üretimine katılmamakla birlikte, ortalama bir kâr haddi oluşumuna katıldığı görüşü kabul
edildiğinde, bu ortalama kâr haddinin, ticari sermayeye düşen kâr payı oranınında azalacağını, yani yeni sanayi sermayesi
kâr oranının düşeceğini de kabul etmek gerekir.
"O halde ticari sermaye sanayi sermayesine oranla ne kadar büyükse, sınai sermayenin kâr hadleri de o kadar küçük
olacaktır. Tabii bunun tersi de aynen geçerli, yani ticari sermaye sanayi sermayesine oranla ne kadar küçükse, sanayi
sermayesinin kâr oranı o kadar büyük olacaktır. "(43)
Gerçekten, sanayi çıkışlı tüketim mallarında iç tüketimin en büyük kısmım sanayileşmiş ülkelerden ithal yoluyla
karşılanan bir ülkede .ticaret sermayesinin çıkarlarının sanayileşme politikasıyla uyuşması beklenemez. Söz konusu
malla-nn yurt içinde üretilmesi (ithal ikâmesi), ithalattan büyük kâr sağlayan kesimin kâr olanaklarını ortadan kaldırır.
1923-1930 aralığında, pamuklu dokuma, pamuk ipliği ve yünlü dokuma ithalatı, toplam ithalatın % 38'ini oluşturuyordu.
"İthalat bağlantıları için büyük bir sermaye yatırımı yapmayan ve finansman için büyük ölçüde yabancı kaynaklı kredi
kullanan ithalatçı tüccarların Türkiye'de pa-
133
naklanıyordu. Bu dönemde azgelişmiş ülkelere yönelen yabancı sermaye akışın-daki gerileme genel bir
durumdur.
Yine de söz konusu dönemde özel kesimde belirli bir canlanma mevcuttu. 1921-27 yılları arasında sanayi
kuruluşlarında % 30'luk bir artış olmuştur. Bunun büyük bölümü özel kesimde gerçekleşmiştir. Aynı dönemde
ücretli işçi sayısında da % 60'lık bir artış olmuştur.
Ne ki, rejimin Bonapartist bir nitelik taşıması, bürokratlara büyük olanaklar sağlamaktaydı. Bürokratlar,
ayrıcalıklı konumlarından yararlanarak, bir yandan Bonapartist diktatörlüğün "seçkin üst düzey yönetici
kadrosunu" oluştururken, bir yarıdan da "özel girişimler yoluyla" ülke kalkınmasına "büyük katkı"larda
bulunuyorlardı. Oluşturulan şirketlerde bürokratlarla tüccarların ittifakının somut örneklerini görmek
mümkündür. Bunlardan biri "Türkiye Milli İthalat ve İhracat Anonim Şirketi"dir. Bu şirketin kurucuları
arasında 54 milletvekiliyle 37 de tüccar vardı. 1 ve 9 Temmuz 1923 tarihli gazetelerde çıkan ilanlarda
şirketin öteki ortakları hakkında da bilgiler yer alıyordu: "Şirketimizin kurucuları içerisinde 115 değil, daha
fazla mebus vardır. Fakat, hepsi de şirketlerden ürkmüş olan halkımıza rehber olabilmek gayesiyle iştiraki
kabul etmişlerdir. Hissedarlarımızın büyük bir kısmı kahraman ordumuzun binbaşı ve daha yüksek rütbeli
subaylarından ibarettir." "Dünya pazarlarında artık, ancak Türk tüccar ve komisyoncusu iş görecektir. Hele
hükümetin desteğini elde etmiş böyle bir şirketin başarı kazanması, daha olağan görülmektedir." 1931 ile
1940 arasında kurulan (ve 1968'de varlıklarını hâlâ sürdüren) şirketlerin % 74.2'sinin kurucusu bürokratlardı.(
48)
Asalak burjuvazinin "devrimciliği"ni" yukarıdaki örnek kuşkuya yer olmayacak biçimde ortaya koyuyor. Ayrıca
ilanda, şirketin kuruluş nedeninin, "Rum ve Ermenilerin" yerini almak olarak açıklanmış olması da, baştan beri
ileri sürülen görüşleri doğrular niteliktedir. Böylece "vatan kurtarma misyonu", "ekonomiyi kurtarma
misyonu"na dönüşüyor. Bunu da, "şirketlerden ürkmüş olan" halkımıza örnek olarak gerçekleştiriyorlar. En
büyük örnekler de en yüksek rütbeliler arasından çıkıyor... Örnek olmak için biraz acele davrandıkları da
biliniyor. "Halkımıza örnek olmak için" Büyük Taarruz'u bile beklemiyorlar. 25 Temmuz 1922'de şirketin
kurulma çalışmaları başlatılıyor. Daha Yunan ordusu ülkeden atılmadan örnek olmaya başlıyorlar. "Kuvayi
Milliye Ruhu", bu sefer ekonomi alanına çağrılıyor!
Bütün bu "örnek girişimlere" rağmen, 1929'a kadarki dönemde burjuvazi dikkate değer bir varlık
gösteremiyor. "Yasalara saygılı olmak koşuluyla" gelmesi beklenen yabancı sermaye de beklenen ölçüde
gelmiyor. 1920'li yıllann sonuna gelindiğinde; başlangıçtaki sermaye birikim düzeyinin düşüklüğü, altyapının
yetersizliği, beklenenin altında yabancı sermaye girişi, daha önemlisi kolay kazanç yollarının varlığı gibi
nedenlerden ötürü, izlenen "liberal iktisat politikası"nın çözümsüzlüğü kendim açık bir biçimde
göstermekteydi.
136
1929 Büyük Dünya Ekonomik Krizi'nin ortaya çıkması emperyalizmle kurulmuş olan dengeyi de sarsmıştır. Bu
"aşırı üretim krizi", zaten yapısal bunalım nedeniyle oldukça zayıflamış olan bağlan daha da zayıflatmıştır.
Klasik bir "ihracat ekonomisi" niteliği taşıyan Türkiye ekonomisi ciddi bir bunalımın eşiğine gelmiştir. Krizin
ekonomide yarattığı şok etkisi o zamana kadar uygulanan ekonomi politikalarım da tartışılır hale getirmiştir.
Böylece, "devletçilik" olarak bilinen politikalarla ilkel sermaye birikimi sürdürülecekti...
137
9. BÖLÜM
BONAPARTİST REJİM ve SERMAYE BİRİKİMİ
"..Memleketimizde birçok milyonerin, hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız."
Mustafa Kemal
Mustafa Kemal'in, yukarıdaki sözleri söylediği 1923 yılından bu yana yaklaşık üç çeyrek yüzyıla yalan bir
zaman geçti ve bu zaman zarfında birçok milyonerler ve milyarderler yetiştirildi. Eşitsizliği sürekli üretip
derinleştiren bir toplumsal düzende, daha çok yoksul da "yetiştirilmek" durumundaydı.
Ne ki, Mustafa Kemal, "milyoner, hatta milyarder yetiştirme" işine kendinden başladı. Böylece soruna verdiği
önemi kendi kişisel yaşamıyla göstermiş oluyordu. Nedense Mustafa Kemal'in bu yanı pek bilinmez. İlkokuldan
üniversiteye kadar öğrenciler, "ilke ve inkılaplarını" öğrenmekten onun ne denli yetkin bir "iş adamı" olduğunu
öğrenmeye vakit bulamıyorlar... Sadi Borak Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk(1) adlı eserinde Mustafa Kemal'in
servetinin bir dökümünü veriyor. Buna göre; üçyüzbin dönümden fazla arazi (bağ, bahçe, fidanlık, çayır,
yoncalık, orman vb. dahil), bir bira fabrikası, bir malt fabrikası, buz fabrikası, soda ve gazoz fabrikası, deri
fabrikası, ziraat aletleri ve demir fabrikası, yoğurt imalathaneleri, şarap imalathanesi, değirmenler, bir
çeltik fabrikasının % 40 hissesi, mandıralar, 13.100 baş koyun, 443 baş sığır, (çeşitli ırklarda) 69 at, 2450
tavuk, 16 traktör, 13 biçer ve harman makinesi ve ziraat aletleri, bir adet deniz motoru, 5 kamyon ve
kamyonet (çiftliklerde kullanılan), iki binek otomobil, 19 adet yük arabası vb...
Görüldüğü gibi, Mustafa Kemal'in kendisi de Osmanlı üst düzey bürokratlarının "iş adamı" olmaya ne kadar
yatkın olduklarını kanıtlıyor. Bir bakıma üst düzey sivil-militer "Batıcı Osmanlı bürokratları", bir çeşit
"kurtarıcı rantı" elde ediyorlardı. Bu ranttan mahrum kalan, ya da az rant elde eden "küskün bürokratlar",
resmi ideoloji üreticileri tarafından bürokrasinin "devrimci kanadı" sayıl-mışlardı(!) Doğan Avcıoğlu
bürokrasiyi, "bir kanadı tutucu, bir kanadı devrimci"(2) olmak üzere ikiye ayırıyor!..
Y.K. Karaosmanoğlu, vatan kurtarıcıların devleti nasıl soyduklarım anlatırken şunları yazıyor:
"(...) O sıralarda bence bu hadiselerin en önemlisini teşkil eden dünkü Milli
139
Mücadeleciler ve o günkü devrimciler kadrosunun bir kazanç ve menfaat şirketi karakterini taşımaya başlamasıydı.
Bunlardan kimi arsa spekülasyonları, kimi idare meclisi azalıkları, kimi taahhüt işleri, kimi de türlü türlü şekillerde
komisyonculuklar peşine düşmüş bulunuyordu. Garp Cephesi Kumandam iken, yolsuzluklarından şüphelendiği bir levazım
reisini herkesin gözü önünde nasıl haşladığını kulaklarımla işittiğim İsmet Paşa'nın, temeli fazilet ve feragate dayanması
lazım gelen bir devrim rejimini daha ilk günlerinden itibaren soysuzlaştırma tehlikesi gösteren bu hal karşısında belli
başlı bir tepkide bulunmaması ve benim bu husustaki bazı yakınmalarımı, hiç cevaplandırmadan müphem bir
gülümsemeyle dinleyişi beni hayretten hayrete düşürüyordu."(3)
Karaosmanoğlu'nun hayrete düşmesi gerekmiyordu... Garp Cephesi Kuman-danı'nın emrindeki bir subaya söz
geçirmesiyle Milli Mücadele'nin yiyicilerine söz geçirememesi farklı şeylerdir. Karaosmanoğlu bir de "devrim"
kavramıyla ilgili yanılgıya düşüyor. Emekçi halk kiüelerinin katılmadığı bir hareketin devrim sayılmayacağını bilmiyor...
Zaten devleti soyma o günlere özgü bir şey de değildir. "Devlet soyma" eskiden beri bir gelenektir ve süreklilik
arzediyor. (4)
Burada, (üstelik emperyalizm çağında), "bürokratın devrimciliği" sorununu tartışmaya gerek yok. Tarihsel olarak bir
imparatorluğu çöküşe götüren, en azından çöküş sürecinde etkin olan bürokrasinin birdenbire "devrimci" olması eşyanın
tabiatına ters düşen bir şeydir. İşçi bürokrasisi de dahil, bürokrasinin her çeşidi, toplum içindeki konumu ve işlevi
gereği daima status guo'nun korunmasından yanadır. Ne ki, emperyalizm çağında ilerici bir rol oynama şansı olmayan
sadece bürokrasi değildir. Ticaret burjuvazisi de ilerici bir rol oynayamazdı. Kemalist bürokrasinin bir kanadı (kendi
paylarına düşeni de almak koşuluyla), suyun başına geçerek, suyu asalak sınıflara (tacirler ve toprak ağaları) doğru
çevirdiklerinde, harikalar yaratmakta oldukları efsanesini yaymayı da ihmal etmediler...
Daha önce değindiğimiz gibi, yapılmak istenen; azınlık tüccarın (Rum, Ermeni) el koyduğu toplumsal artığı, Müslüman-
Türk unsurlara kaydırmaktı. Böylece sorunların çözüleceği varsayılıyordu. Tacir ve ağalar için bir yanılsama söz konusu
değildi. Onlar, neyin neden yapıldığım çok iyi biliyorlardı. Bürokrasi de dahil, iktidar blokunu oluşturan sınıfların hiçbiri
tarihsel olarak "ilerici" bir rol oynayacak durumda değillerdi. Hepsinin ortak kaygısı, tehlikeye düşen çıkarlarının
güvence altına alınması ve sömürü olanaklarının derinleştirilip çeşitlendi-rilmesiydi...
Öte yandan, Türkiye'nin emperyalist sistem içinde işgal ettiği yer göz önüne alındığında, ticaret sermayesinin
"milliyeti"nin de önemi yoktur. Tüccarın nüfus cüzdanının değişmesi sanıldığı kadar önemli değildir. Zaten söz konusu
dönemde sık sık nüfus cüzdanı değişiklikleri de yapılmıştır. Azınlık tacirler Türk tabiiyetine girerek, Türklerden
ortaklar bulup destekler sağlayarak, "Müslüman-Türk" olmamanın dezavantajını büyük ölçüde ortadan kaldırmışlardır.
Milli Mücadele dışında kalan tüccarın birden "aşırı milliyetçi" kesilmesi Meclis'te
140
eleştiriye uğrar. Kütahya Mebusu Besim Atalay şunları söylüyor:
"Arkadaşlar, memlekette yolsuzluklar yapıldığından söz ediyorsunuz. Bu memleketin kurtarılması ve bugün yapıldığı
söylenen yolsuzluk Hoca Sadi'nin ünlü kuzu hikâyesini andırdı. Kurdun elinden kuzuyu kaptı kurtardı, fakat kendi kesti,
kendi yedi. Arkadaşlar, üç yıldır şu Milli Mücadele sırasında kadınlara cephane mi taşıtmadık, tuzdan, hatta undan bile
vergi mi almadık? Kadınları bile şehit mi vermedik? Gaziler topraklarına masumları mı gömmedik? Sonuç ne oldu?
Mücadele ile hiç, ama zerre kadar hiç ilgisi olmayanlar, bu memlekete doldu... Sanki yaptıklarımızı, kurtardığımız
memleketi, bunlara peşkeş çekmişiz, gidin görün arkadaşlar, şu İzmir'e bir gidin... Sokakları dolduran çeşit çeşit
'yurtsever' tüccarları bir görün..."(5)
Ticaret sermayesi emperyalist bloka kaynak transferi işlevine koşulmuş olduğu sürece, bu işlevi gerçekleştirenin hangi
dine mensup olduğu sanıldığından daha az önemlidir. Nora Şeni'nin yazdığı gibi: "(...) Osmanlılar gibi Türkiye'yi de
dışarıya bağlamadaki başat rolün ticari sermaye tarafından oynanacağı tartışılmamış, yalnızca bu ticari sermayenin
dayanağı iç toplumsal tabakanın Müslüman olmasına karar verilmiştir."(6) 1912-1915 sanayi sayımı sonuçlarına göre,
sanayideki sermayenin ancak % 15'i Türk unsurun elindeydi. % 50'si Rumların, % 20'si de Ermeniler'in kontrolündeydi.
Yahudiler'in payı % 5, yabancıların payı ise % 10'dur.(7)
Milli Mücadele'nin başından beri oluşan ağa, ayan-eşraf, Anadolu tüccarı ve bürokrasi ittifakına ateşkesin hemen
ardından İstanbul'daki Müslüman tüccarın da katılmasıyla, egemen sınıf bloku yerini almış oluyordu. Mustafa Kemal'in
Bonapartizmi altında sermaye birikiminin nasıl gerçekleştirilmek istendiğini tartışmaya girmeden önce, egemen sınıflar
blokunun niteliği üzerinde durmak gerekiyor. Doğası gereği bu "gerici ittifak", hangi tarihsel işleve koşulmuştu?
Melez Bir Sınıf İttifakı
Osmanlı sosyal formasyonu, gelişip yayılan kapitalizmin etki alanına girince toplumsal yapı önemli ölçüde değişmiş,
"biçimsizleşmiş"ti. Ekonomi bir taraftan Batı çıkarları doğrultusunda "biçimlenirken", yine de kendine özgü prekapitalist
"formları" korumaktaydı. İmparatorluğun "üst-yapı kurumları"yla, yeni oluşan ekonomik yapılar ve ilişkiler
arasında bir uyumsuzluk söz konusuydu. Milli Mücadele sonrasında kurulan Cumhuriyet'in "temel misyonu" bu "ikiliği"
ortadan kaldırmaktı. Kemalist hareket, Batı kapitalizminin gelişmesine ayak bağı olan pre-kapitalist hukuki yapılan ve
formları ortadan kaldırmayı amaçlamıştı. Böylesi bir durumda ancak emperyalizmle bütünleşme süreci hız-lanabilirdi.
Başka türlü söylemek istersek, azgelişmişlik süreci ivme kazanacaktı. Azgelişmiş bir ülkenin emperyalizme bağımlılığı ve
bu bağımlılığın biçimi değişik "ağırlıklar" alabilir. Bağımlı ülkedeki egemen sınıf ittifakkının niteliği
141
bu "ağırlığı" belirler... Elbete ülkenin siyasal özerkliğinin derecesi de önemsiz değildir. Aynı şekilde,
emperyalist bloktaki "özel durumlar" da bağımlılığın biçim ve yoğunluğu üzerinde etkili olabilir. Kapitalist
üretim tarzının yapısal kriz dönemlerinde (uzun dalganın ikinci aşaması), emperyalistlerarası savaş durumunda
vb. azgelişmiş ülkenin "bağımlılık katsayısı" da azalır. Her özel durumda emperyalist blokla kurulan denge de
değişebilir. Belirli aralıklarda bağımlı ülkenin "özerklik katsayısı", en azından geçici bir dönem için de olsa
yükselebilir.
Cumhuriyetin kurulduğu dönem kapitalizmin yapısal kriz dönemine rastlamıştı. Üstelik 1929 krizi gibi
kapitalist üretim tarzım temelinden sarsan en büyük "aşırı üretim" (veya eksik tüketim) krizi de o döneme
rastlamıştı. Bu da ülkenin emperyalizm tarafından şartlandırılmasını zayıflatmıştı. Bu durumun yarattığı
"gevşeme" ve "ilişkilerinin zayıflaması" yönetimin "anti-emperyalistli-ğine" ve "devrimciliğine" yorulmuştur!
1920'li yıllarda Türkiye'de geçerli üretim ilişkileri melez bir nitelik taşıyordu. Içiçe geçmiş değişik "üretim
ilişkileri"nin varlığı, egemen sınıf yapısını ve devletin yapışını da doğal olarak biçimlendiriyordu. Bir kere, ülke
nüfusunun ezici çoğunluğu kapitalist üretim ilişkilerinin "dışında" ya da söz konusu sektörle sınırlı ilişkiler
içindeydi. Bitlis, Muş, Erzincan illerindeki duruma ilişkin raporda, buralarda üretilen buğdayın % 80'inin
yerinde tüketildiği bilinmektedir. Köylü, ancak kendi gereksinmelerini sağlar. Pazara sürülen malların oram %
2'yi geçmez. Çorap, çamaşır, hatta kundura ve elbise gibi maddelerin genellikle aile üyeleri tarafından
yapıldığı görülür. Hayvancılık bölgelerinde de durum aynıdır. Köylünün pazar ile bağı sınırlıdır. Birçok durumda
alış veriş para ile değil, mal ile yapılmaktadır. Örneğin, kasabada çalışan zanaatçı, malını köylüyle nakit
karşılığı değil, tarımsal mallar karşılığı değişiyordu.(8) Buna karşılık, ülkenin bazı Batı bölgelerinde kapitalist
ilişkiler geçerliydi. Büyük toprak sahipleri tipik "tarım kapitalisti" özelliklerine değil, daha çok "prekapitalist"
özelliklere sahiptirler.
Savaşlar, hastalıklar, eşkiyalık, aşırı vergiler, azınlıklara yönelik "etkisizleştirme siyaseti", nüfus mübadelesi
vb. gibi nedenlerle, üretici güçler önemli ölçüde tahrip edilmiş durumdaydı. Tarımsal artığın en büyük bölümü
"pre-kapitalist" üretim ilişkileri sonucu ortaya çıkıyordu. Ticaret burjuvazisi aracılığıyla pazarlanan (ihraç
edilen) ürünlerin önemli bir bölümü kapitalist üretim ilişkileri dışındaki sektörde ortaya çıkıyordu. Bu
nedenle, bir sosyal formasyonun ya da bir bölgenin kapitalist üretim ilişkilerinin etkisi altına girmesiyle,
oralarda kapitalizmin gelişmesini birbirinden ayırmak gerekiyor.(9)
Diğer yandan, Osmanlı İmparatorluğu'nun siyasal bağımsızlığını "yitirmeyi-şi"nin de bir sonucu olarak,
emperyalizmle bütünleşmenin aldığı "özgül biçim" dış pazarlara yönelik latinfundia tipi büyük tarım
işletmeleri (ve tarım kapitalistleri) ve bu ürünlerin pazarlayıcısı güçlü bi ihracatçılar "grubu" da oluşmamıştı.
Bu yüzden bizde Latin Amerika'dakine benzer bir "klasik oligarşi" hiçbir za-
142
man var olmamıştır. Aynı dönemde Latin Amerika'da geçerli sınıf ittifakından (büyük toprak kapitalistleri,
ihracatçılar, kısmen de ihtalatçılardan oluşan) farklıydı. Çoğunlukla pre-kapitalist üretim ilişkilerini yansıtan
egemen sınıf ittifakı, "melez" bir nitelik taşıyordu.
Erzurum Kongresi'nden beri oluşagelen, daha sonraki dönemde de pekişen sınıf ittifakı, tipik kapitalist
ekonomideki sanayi, ticaret, finans ve toprak kapitalistleri yerine, ağalardan, tefeci, tüccardan, Osmanlı
subay ve paşalarından, hoca, müftü ve şeyhlerden ve bir kısım "serbest meslek" erbabından oluşuyordu.
Gerçek anlamda bir sanayi burjuvazisi olmadığı gibi, kendi tarihi geçmişi olan bir ticaret burjuvazisi bile
mevcut değildi. Bu ifadeden, tarihi geçmişi olan "tefeci -bezirgan" sermayesinin de bulunmadığı anlamı
çıkarılmamalıdır. Pre-kapitalist alanda faaliyet gösteren ve yüzlerce yıllık bir tefeci-bezirgan sermaye
elbette vardı. Bu sermayenin varlığı sanayi sermayesinin güçlenmesine önemli bir engel oluşturur. Müslüman-
Türk tüccar, Rum ve Ermeni tüccarlardan boşalan yere adaydı ama, işi de onlardan öğrenmek gibi bir açmazı
vardı. Bu konuya ilişkin olarak A. F. Müller şunları yazıyor: "Mamafi Kemalistler, gericilerin siyasal
muhalefetim kırmakla birlikte, kompradorlara ciddi ekonomik bağımlılık içinde kaldılar. Ulusal savaş bitince
Anadolu tüccarı ilk önce dış ticareti öğrenmeye çalıştı. Halbuki içlerinde İstanbul burjuvazisi çok güçlü idi.
Batı ile eski bağlantıları, ticaret tecrübesi ve birikmiş tecrübesi vardı. Yapılanların hepsi, kompradorları atan
ve dış dünya ile ilişkilerde onların yerini alan Anadolu burjuvazisinin, sosyal ilişkilerde onlarla uyuşmasına ve
politik olarak onlara yaklaşmasına yaradı."(10) Verili tarihsel-toplumsal ve ekonomik ortam yerli burjuvaziyi
ortaklığa zorluyordu. "Türk burjuvazisinin, yabancı sermayeye karşı savaşımı, sonuna değin varan bir
süreklilikte olmamıştır. Çünkü rakiplerin çıkarları öylesine içiçe geçmişti ki, ulusal burjuvazi, yabancı
sermayeyi bütünüyle tasfiye etmeyi değil, ancak onun faaliyetini sınırlamayı amaç edinmişti. Bu nedenle
burjuvazi bir yandan yabancı tekellere karşı savaşını verirken, bir yandan da bazı yabancı şirketleri
özendiren Türkiye'ye sermaye yatırmaya çağırmıştır."(11)
Üretim ilişkilerinin bu "melez" niteliği, melez bir sınıf ittifakı yaratmıştı. Melez sınıf ittifakı da "melez bir
siyasi egemenlik" biçimine neden olmuştur. Kurulan yeni devlet; giderek ideolojik üst-yapı kurumları
bakımından (ve oluşturulan yeni kurumlar) burjuva olsa da, büyük ölçüde pre-kapitalist, yan-kapitalist,
kapitalist toprak ağalan, bir kısım âyan-eşraf, şeyhler, sivil-militer bürokrasinin üst düzeylerinde yer alanlar,
Anadolu tüccarı ve büyük liman kentlerinin (İzmir-lstanbul vb.) komprador burjuvazisinden oluşan bir
"egemen sınıflar bloku" oluşmuştu. Böyle melez bir sınıf ittifakının varlığı, devletin biçimlenişini ve değişik
kesimlerin devletle ilişkilerini de belirleyecekti. İktidar blo-kunda sanayiciler bir varlık gösteremediği gibi,
mali sermaye de emperyalistlerin finans kuruluşları niteliğindeki yabancı bankaların denetimindeydi.
Egemen sınıflar blokunu oluşturan unsurlar içinde büyük toprak sahipleri, sivil-militer üst düzeydeki
yöneticiler ve ticaret burjuvazisi belirleyici durumdaydı. Her ne kadar ticaret burjuvazisi zayıf olsa da,
tarihsel ortam ve emperyalizm-
143
le oluşan "yeni eklemlenmenin" biçimi, onun çıkarlarının gerçekleştirilmesi yönündeydi. Her zaman bir egemen
sınıf fraksiyonunun siyasal etkinliği, mutlaka onun ekonomik gücünün bir yansıması olmayabilir. Öte yandan,
egemen sınıflar blokunu oluşturan çeşitli fraksiyonların ağırlıkları farklı dönemlerde değişik olabilir. İleriki
sayfalarda görüleceği gibi, ekonomik kriz koşullarında toprak ağalarının ağırlığı artarken, İkinci Savaş'tan
sonra ticaret burjuvazisi ön plana çıkmıştır.
"Bürokrasi", 1923'ten İkinci Savaş sonrasına kadar, ağırlığı değişik dönemlerde farklı olsa da, iktidar
blokunun önemli bir fraksiyonunu oluşturmuştu. Bürokrasinin ittifak içinde oldukça uzun bir süre yer
almasında "dış konjonktürün ve egemen smıfların diğer kesimlerinin zayıf oluşunun rolü büyüktür. "Olumsuz"
uluslararası konjonktür ticaret kesiminin emperyalizmle "eklemlenme" sürecini hem yavaşlatmış, hem de
geciktirmişti. Bu durum bir süre ittifakın "içe dönük" nitelik kazanmasına neden olmuştur.
Çoğunlukla "yerel burjuvazi" kavramı yerine "milli burjuvazi" kavramı kullanılır. Aslında bu yanlıştır. Bir
burjuvazinin yerelliği, onun "milliliğinin" güvencesi olamaz. Milli burjuvazi, çıkarları yabancı (emperyalist)
burjuvazilerle çelişen bir burjuvazidir. Burjuvazi (daha genel olarak mülk sahibi sınıfların bir bölümü) yabancı
burjuvaziler karşısında kendi sınıfsal çıkarlarını sonuna kadar koruduğu zaman "milli burjuvazi" sayılabilir.
Doğal olarak bu durum ona zorunlu bir tarihsel misyon da yükler. Türkiye'de böyle bir misyonu üstlenecek
sınıf ya da sınıflar mevcut değildi. Devlet otoritesine dayanarak Rum ve Ermenilerden ve bir kısım
Lövantenden boşalan yere aday bir ticaret sermayesi bulunuyordu. Zaten emperyalizm çağında "ulusal
burjuvazi"nin oluşma ve varlık gösterme dönemi kapanmıştı. Şüphesiz böylesi bir olasılık (milli, burjuvazinin
oluşması) XIX. yüzyılın ikinci yarısında henüz ortadan kalkmamıştı. Ne var ki, Osmanlı Devleti'nin yapısı ve
siyasal iktidarın niteliği, devletin kapitalizmin "ebesi" olma işlevine ve böyle bir rol oynamasına imkân
vermemiştir. Emperyalizm çağında burjuva temel üzerinde kalarak, emperyalizmle bağları koparmadan,
"bağımsız bir sanayileşme", "kapitalistleşme" sürecini başlatıp sürdürmek zamanı çoktan geçmişti.
Bonapartist rejimin işlevi, yeni sömürgecilik döneminde yerel burjuvazi ile emperyalizmin işbirliği ortamının
yaratılması olacaktı...
İç pazarın oluşturulması, temel bazı alt-yapı yatırımlarının gerçekleşmesi, ulaşım sorunun belirli sınırlar
dahilinde "çözümü" ticaret burjuvazisinin başta gelen talepleri arasındaydı. Aynı şekilde, emekçi sınıfların
baskı altında tutulması yerli burjuvaziye "palazlanma" olanaklarını yarattı.
144
Kriz ve Savaş Yılları
1929 Büyük Dünya Ekonomik Krizi'nin ortaya çıkardığı olumsuz tablo, devletin ekonomiye daha çok müdahale
etmesini gerektiriyordu. Liberal ütopyanın ne anlama geldiği bir defa daha ortaya çıkmıştı... Krizin ortaya
çıkardığı yeni durum, "suyun başındakiler"e yeni görevler yüklüyordu. Yoğun devlet müdahalesiyle iki şey
amaçlanmaktaydı: Birincisi, krizin ekonomide yarattığı "kopukluğu" gidermek; ikinci olarak da, Milli Mücadele
yıllarından beri oluşan hâkim sınıf ittifakım koruyup sürdürmek. Elbette Bonapartist rejimin her uygulaması,
son tahlilde, salak sınıfların tümünün çıkarlarını gözeten önlemleri içeriyordu. Kriz, Bonapart'ın daha alçaktan
uçmasını ve daha çok kanat çırpmasını gerektiriyordu...
Resmi ideoloji üretip yaymayı meslek edinenler, 1930'lu yıllarda devletin ekonomiye müdahalesinin
yoğunlaşmasında pekçok "kerametler" görüyorlar. Devlet müdahalesinin artmasını Kemalizm'in büyük bir
"buluşu" sayıyorlar. Devletçilik, Kemalizm'in "devrimci ilkelerinden biri" sayılıyor! Elbette burada, Yalova'da
eğlenmek için yapılan sayfiye evini bile "Yalova Sefası İnkılabı" diyecek kadar ileri gidenleri kasdetmiyoruz.
Sözünü ettiğimiz, "rafine ve bilimsel" olanlardır. Kişiyi yüceltmeyi marifet sayanların, Osmanlı'daki "ilmiyye"
sınıfının bir karikatürü olmaları kaçınılmazdır. Kriz ortamında devlet müdahaleciliğinin artması, hemen tüm
ülkeler için geçerli bir durumdu. "Devletçilik", Kem-alizmin bir orijinalliği değildi.
Niyazi Berkes; "Bu yüzden Kemalizm'in üçüncü yönünün (devletçilik, F. B.) ele alınışında belli bir ekonomik
doktrin, ona dayanan belli bir siyasal ideoloji rol oynamamıştır. O zamanlar Kemalizm'i bir ideoloji olarak
görme çabalan yoktu. Genel olarak ideolojilere karşı bir ürkeklik ya da ilgisizlik vardı. Bazı ideolojik eğilimler
başarı kazanamadı. Kemalizm'in bilinen ideolojilerden farklı, ayrı bir ideoloji ya da onlardan birine benzer bir
ideoloji olduğu fikirleri sonradan doğdu. Örneğin Serbest Fırka onu liberalizm olarak tanıtmağa kalkıştı.
Çöküşüne yakın yıllarda Halk Partisi için de onu faşizme benzetmeye çalışanlar oldu. Bugün de onu sosyalizme
benzetenler ya da sosyalizm olduğunu, sınıfsız bir toplum düzem gerçekleştirmek istediğini söyleyenler
oluyor.
Gerçek şudur ki, Kemalizm bir ideoloji değil, tarihsel bir olay ve o olay üzerinde bir görüştür. İki yüzyıldan
beri başlayan modernleşme akımının doğru yolunu bulması, ona yönelmesidir"(12) diyor.
Mollier'in eserindeki Moniseur Jourdain'in, konuştuğunun nesir olduğunu bilmemesi söylediklerinin niteliğini
değiştirmediği gibi, Kemalizm'e orijinallik yakıştırmaları da gerçeği değiştiremezdi. Zaten Kemalizmin bir
ideoloji olmadığım söylemek, "tarihsel bir olay üzerinde bir görüş" olmakla çelişiyor. "İdeolojiler, ekonomik
temel ilişkileri gözden saklamaya çalıştıkları zaman bile yine o ilişkileri dile getirirler." N. Berkes Kemalizmin
bir ideoloji olmadığım söylerken, tarihsel işlevi kapitalizmi geliştirmek olan Cumhuriyet bürokrasisinin
ideolojisini yansıtıyor.
145
Aslında "devletçilik" denilen politikalar, sermaye birikimini (burjuvazi yetiştirme süreci) sağlamaya yönelik
stratejinin dünya ekonomik krizi koşullarında aldığı biçimdi. Mustafa Kemal de devletçiliği, "kişilerin özel
teşebbüslerini esas saymak, fakat büyük bir milletin ve geniş memleketin bütün ihtiyaçlarını ve birçok
şeylerin yapılmadığı ülke ekonomisini devletin eline almak olarak anlıyor."(13)
Dünya Ekonomik Krizi'nin başlangıç yılı olan 1929'da Türkiye ekonomisi tipik bir ihracat ekonomisi
görünümünü koruyordu. İhracat ekonomileri, olumlu ya da olumsuz uluslararası konjonktürden doğrudan
etkilenirler. Ekonomideki sarsıntı, hem mülk sahibi sınıflarla emekçiler, hem de mülk sahibi sınıflar arası
dengeleri doğrudan etkiler. İhracatta önemli bir azalma sadece ihracatçıların değil, toprak zenginlerinin
gelirlerini de azaltır. İşsizliği artırır. İthalatı, dolayısıyla (ithalat vergilerini de azaltarak) bütçe gelirlerini
de azaltır... Bütün bunların sonucunda, kurulu dengeler sarsılır, sosyal patlamalara uygun bir ortam da
oluşabilir vb... Elbette dışardaki krizin etkisinin yoğunluğu, söz konusu ekonominin emperyalist dünya
sistemiyle entegrasyon düzeyiyle de yakından ilgilidir. Öte yandan, "gelişmiş" bir ihracat ekonomisi söz
konusu ise, bu durum krizden çıkış için elverişli koşulların varlığı anlamına da gelir. Büyük ihracat gelirleri
sağlayan bir azgelişmiş ülke, gelişmiş bir alt-yapı oluşturabilmiş ve sınırlı da olsa bir iç pazara sahipse,
mevcut potansiyeli "ithal ikameci" bir sanayileşme yönünde seferber ederek, krizin olumsuz etkisini
ödünleyebilir. Bazı Latin Amerika ülkeleri (Brezilya, Arjantin, Şili vb.) bu duruma örnektir.
Emperyalist ülkelerle geri kalmış ülkeler arasındaki sömürü, bağımlılık ve şartlandırma ilişkileri
zayıfladığında, geri kalmış ülkelerde "bağımsız" gelişme eğilimleri kuvvetleniyor. Ne ki, üretim ilişkileri, gelir
dağılımı, tüketim kalıbı vs. aynı kaldığı için, emperyalizmin krizi atlatmasıyla ilişkiler yeniden kuruluyor ve
"görece bağımsız" gelişme süreci de böylece son buluyor. Türkiye'de 1930Tu yıllarda ilk sanayi planıyla,
devlet öncülüğünde ithal ikameci bir sanayileşmenin başlatılması bu bütünlük içinde anlaşılmalıdır.(14)
Türkiye, ihracat ekonomileri arasında "orta yerde" bir konumda bulunuyordu. Yine de devletin yoğun
müdahalesi olmadan ekonomide ortaya çıkan kopukluğu gidermek ve hâkim sınıflar blokundaki sürtüşmeleri
dengelemek mümkün olmazdı.
Tarım ürünleri ve madenler dışında, başka bir ihracat kalemi olmayan Türkiye'yi dünya krizi önemli ölçüde
sarsmıştı. 1929 yılına gelindiğinde, dış ticaret açığı daha da artmıştı. İhracattaki ani düşüş, ithalatda da ani
bir düşüşe neden oldu. Türkiye'nin ihracatı 1928'de 173 milyon dolardan, 1931'de 127 milyon dolara geriledi.
Sırasıyla; aynı yıllarda ithalatta 223 milyon dolardan, 126 milyon dolara düştü. Tarımsal ürünler ihracat
değerinde yaklaşık yarı yarıya düşüş söz konusuydu. İthalattan alınan vergi 1928'de 77.9 milyon TL.'den,
1931'de 54.1 milyon TL.'ye geriledi. 1930 ve 1931 yıllarından başlayarak ödemeler dengesinde görülen
fazlalık, doğrudan ithalatın kısılmasıyla ilgiliy-di.Türkiye, miktar olarak ihracatını artırdığı halde, ihracat
gelirlerindeki düşüş
146
dünya fiyatlarındaki aşırı gerilemenin sonucuydu. 1928'de 626.682 tonluk ihracatla 750.482 tonluk ithalat yapıldığı
halde, 1931 yılında 883.221 tonluk ihracat karşılığında sadece 496.609 tonluk ithalat yapılabilmiştir.
Zaten derin bir yoksulluk içinde yaşayan kitlelerin yaşam koşullan, krizin etkisiyle daha da kötüleşti. "Dünya ekonomik
bunalımı başladığında Türkiye gerçekten bir çıkmazda gibiydi. Kalkınmak değil, günlük geçimini sağlayacak duruma
gelmemişti. Yapılıp bitirilen 'Atatürk Devrimleri' geniş halk yığınlarının geçim düzeyinde en küçük bir düzelme ve
yükselme sağlamamıştı."(15)
Türkiye gibi azgelişmiş bir ülkede bunalımdan çıkmak için üç türlü "çözüm" söz konusu olabilirdi:
-Ticaret burjuvazisinin ithal ikâmesi sağlayacak sanayi mallan (daha çok tüketim amaçlı) üretimine yönelmesi;
-Yabancı sermayenin açığı kapatması;
-Devletin doğrudan müdahale ederek ekonomideki olumsuz gidişi tersine çevirmesi.
Sonuncu seçeneğin geçerli olduğu durumda, Bonapartist rejim, sadece politik değil, ekonomik planda da mülk sahibi
sınıfların önüne geçmiş olur. Elbette bu "öne geçiş", bir ilke sorunu değil, konjönktürel nitelik taşıyan bir "yer
değiştirme" ya da zorunluluktur! Türkiye'de ticaret burjuvazisinin güçsüzlüğü, altyapılar ve "dışsal ekonomiler"
açısından elverişli olmayan durum, ticaret burjuvazisini böyle bir misyonu omuzlamasına imkân vermiyordu. Ticaret
burjuvazisi, sermayesini sanayiye kaydırarak bir ithal ikâmesi sağlayacak güce sahip değildi. Emperyalist ülkelerin
şirketleriyle ortaklıklar kurmak ya da onların ülkedeki "pazarlayıcısı" olmak, spekülasyon ve karaborsaya yönelmek hem
kârlı, hem de risk unsurunu pek içermiyen faaliyetlerdi. Ticaret sermayesi için kolay kazanç kapılan sonuna kadar
açıktı... İktidar partisinin önde gelen adamlanndan Recep Peker bile sermayenin bu "asalak" niteliğinden rahatsızdı:
"Ezici ve gayr'i meşru, istismarcı sermaye'nin düşmanıyız. Muharebeler devrini (İstiklâl Harbini) takip eden senelerde
birçok müteşebbisler az zamanda milyoner olmak ihtirasıyla hareket etmişlerdir. Bu gayritabii teşebbüslerin birçoğu
yıkılmış olmakla beraber, normal ticaretin meşru ve dürüst kârı ile yetinme dürüstlüğü avdet etmemiştir. "(16)
İkinci olasılığın gerçekleşmesi, yani yabancı sermaye girişi de beklenemezdi. Zaten ülkeye yabancı sermaye çekmeye
yönelik girişimler sonuç vermemişti. Sermayenin en yoğun bunalımı yaşadığı bir ortamda bu, zaten zayıf bir olasılık
olmaktan öteye geçemezdi. Yabancı sermaye girişi olmakla birlikte, bu, beklenenin çok altındaydı. "Türkiye
Cumhuriyeti'nin 10. Yılı" adlı broşüründe; "Ülkemizde yabancı şirketlerin faaliyeti ve kapital yatırımı devamlı bir şekilde
artıyor, bunun sebebi yabancı sermaye yatrımlarına cumhuriyet rejimi tarafından elverişli şartların yaratılmasıdır"(17)
deniyor. Yabancı sermayenin ithal ikâmesi-
147
ni sağlamak amacıyla azgelişmiş ülkelerde yatırımlara yönelmesi için 1950'li, 1960'lı yılları beklemek
gerekecekti....
Bu dönemde, yabancı şirketlerden zarar edenleri, yüksek fiyatlar ödenerek "millileştirildi." Böylece
yabancılar, kriz koşullarında iflastan kurtulmanın yolunu bulmuşlardı.(18) Millileştirmelerle ilgili olarak Y.
Küçük şunları yazıyor: "Cumhuriyet rejimi, 1923-1933 yılları arasında uzun yıllar çalışmış olmaktan dolayı
önemli ölçüde eskimiş ve ciddi tamir ve yenileme isteyen 1667 kilometrelik demiryolunu kamulaştırdı.
Kilometre başına, kamulaştırma karşılığı olarak, 95 bin Türk Lirası ödendi. Aynı Cumhuriyet rejimi 1923-1939
yıllan arasında yeni olarak inşa ettiği demiryolunun kilometresini 115 bin Türk Lirası'na mal etti. Bu
rakamların karşılaştırılmasından, kamulaştırma bedeli olarak çok yüksek bir ödeme yapıldığı sonucunu
çıkarmak mümkün oluyor."(19)
Öte yandan kamulaştırılan şirketler, tekel niteliği taşıyan ve elektrik, su, hava gazı, tünel vb. gibi hizmet
üreten kuruluşlardı. Millileştirilen 22 şirketten 20'si kamuya yönelik hizmet üreten şirketlerdi. Böylece, bir
taraftan zarar eden şirketler iflastan kurtarılırken, millileştirmeyle devlete gelir sağlama yolu da açılarak
bir çeşit "devlet kapitalizmi" yöntemleri devreye sokulmuş oluyordu. Tekel niteliği taşıyan şirketler devlet
denetimine geçmişti. "Bütün bu operasyonlar devlet bankaları üzerinden yapılmıştı. Daha sonraları Türkiye
burjuvazisi, çok daha geniş çapta devlet gelirinden istifade etmeye başlayarak, özellikle devletkapitalistleşme
operasyonlarına önem veriyordu, bu şekil ise devlet kapitalizminin şekillerinden biridir. Bu
maksatla iki banka kurulmuştur: biri Sümerbank, diğeri Eubank. Bunların görevi Türkiye'de etatist
teşebbüslerin finansmanı idi."(20)
Rejimin Bonapartist karakteri, burjuvazinin güçsüzlüğü, ekonomik zorluklar (ağır devlet borçlan, alt-yapı
yatırımlarını gerçekleştirme zorunluluğu, millileştirilen yabancı şirketlerin sadece devlet tarafından satın
alınması gibi) nedeniyle, devletin artan ölçüde müdahalesi zorunluluk olarak kendini dayatıyordu. Devlet,
ithalatı ikâme edecek sanayi alt-dallannı kurarak, alt-yapı yatırmlarına yönelerek vb. krizi atlatmada önemli
bir işlevi yerine getirdi. Bonapartist rejim bir yandan ticaret ve sanayi "burjuvazisinin" çıkarlarını
gerçekleştirirken, toprak ağalarım da ihmal etmemek zorundaydı. Egemen sınıflar blokunun en güçlü ortağı
olan toprak ağalarının çıkarlarını dikkate almamak, rejimin tehlikeye girmesi, oluşan sınıf ittifakının dağılması
anlamına gelirdi. "Hükümet, tarımda devlet girişimlerini örgütleyerek, gelişmekte olan kapitalist ilişkiler ile
varlığım sürdürmekte olan feodal kalıntılar arasındaki çelişkinin keskinliğini gidermeye çalışıyordu. "(21)
Bu dönemde iç ticaret hadleri tarım ürünleri aleyhine bozularak, içe dönük sanayileşme için elverişli bir
ortam yaratıldı. Buğdayın fiyatının düşük tutulması, ekmek fiyatının da düşük olmasını sağlıyordu. 1930'lu
yıllarda iç ticaret hadleri yaklaşık % 40 oranında tarımın aleyhine döndü. Bonapartist rejim altında sermaye
birikimi, tarımdan sanayiye kaynak transferi yoluyla gerçekleşiyordu. Fakat iç tüketime dönük tekstil
sanayiinin hammaddesi olan pamuğun fiyatı
148
1933'ten sonra yükseldi. Tarım ürünlerini saptamada bir ayrım yapılarak, bazı kapitalist tarım işletmelerini
diğerlerinden daha fazla destekleme yoluna gidildi. Celal Bayar bu konuda şunları yazıyor:
"Yerli iptidai maddeler... Sanayi hareketlerinin tesiriyle kıymetlenebilir. Sanayi hareketlerimiz sayesindedir ki, mühim
bir kısım mahsullerimizin fiyatı buhran dolayısıyla çok düşmüş olan arsı ulusal fiyatların fevkine... çıkabilmiştir...
Sanayimizi kurmadan evvel... hariçten... mallarımızı dikte edilen fiyatlarla satmakta idik. Fakat bir kısmı için sanayii
memlekette kurduktan sonra, hariç alıcılarına karşı fiyat nokta-i nazarından bir rol oynamaya başladık. Pamuğun da
böyledir. Yünün de böyledir... Demek oluyor ki, iptidai maddesi memlekette bol olarak yetişen herhangi bir sanayi
kurulduğu zaman ondan müstefit oluyor. "(22)
Sanayi hammaddesi olan ürünlerin desteklenmesi dışında, bu dönemde devlet, pazar için üretim yapan büyük toprak
sahiplerini de desteklemenin çeşitli yöntemlerini geliştirmiştir. Traktör ithal eden büyük, toprak sahiplerine hazine
yardımı yapılması (1930 yılında ödenen tazminat 2 milyon yedi yüz bin liraydı), 1932'de çıkarılan Buğday Koruma Kanunu,
1938'de oluşturulan Toprak Mahsulleri Ofisi, 1932'de çıkarılan Buğday Koruma Kanunu'nda hükümetçe saptanan
fiyattan buğday satın almakta Ziraat Bankası'nın görevlendirilmesi ve bankanın yılda 1 milyon lira zarar edebileceği ve
bu zararın hazineden karşılanmasına ilişkin hüküm büyük toprak sahiplerini desteklemeye yönelik önlemlerdir. 1933
yılından başlayarak silo ve ambarların yapılmaya başlanması, 2466 sayılı Buğdayı Koruma Karşılığı Kanunu, buğday
satabilen büyük çiftçiler lehine geliştirilmiş düzenlemelerdir.
Bu dönemde, bir yandan ticaret ve sanayi burjuvazisinin durumunu düzeltici daha tutarlı işlere girişilirken, bir yandan da
iktidar blokunun önemli bir ortağı olan büyük toprak sahipleri desteklenmiştir. Fakat bütün bunların yapılabilmesi,
emekçi sınıfların aşırı sömürülmesiyle "mümkün" olmuştur. Bu dönemde emekçi kitlelerin yükünün daha da ağırlaşması,
Kemalist ideologlar tarafından "halkçılık" olarak gösteriliyor. Halk kitlelerinin ve işçi sınıfının sömürülme katsayısı
yükseldikçe, Bonapartist diktatörlüğün "halkçı" yanı da güçleniyor! Y. Küçük, Buğdayı Koruma Karşılığı Kanunu ile ilgili
olarak şunları yazıyor:
"Adından da anlaşılacağı gibi bu kanun buğdayı korumanın karşılığını sağlamak amacıyla çıkarılıyor. Mantığı, gerekçesinde
yazıldığı biçimiyle, gayet basit Gerekçede Türkiye'de yılda 3 milyon insanın fırından ekmek alarak beslendiği kabul
ediliyor. Bunların kişi başına yılda 150 kilo ekmek yedikleri varsayılıyor. Ekmek başına bir kuruşluk bir vergi ile yılda 4-5
milyon lira toplanacağı düşünülüyor. Çıkarılan Kanuna göre, un ve undan yapılmış mamuller buğday koruma karşılığı kanunu
kapsamı içine alınıyor. Buğday, değirmene getirilip öğütüldüğü zaman kanun işliyor. Bir şahıs kendi ihtiyacı için bile
değirmende buğday öğüttüğü takdirde vergi vermek zorunda. Verginin bütün yükü, tüketiciye ait. Ekmek yiyen bir avuç
mülk sahibi bir kenara atılacak olursa, buğday koruma karşılığı vergisinin yükümlüleri, işçi ve emekçiler oluyor. Böylece,
çok doğrudan bir biçimde,
149
büyük çitfçiyi korumanın yükü, işçi ve emekçilerin omuzlarına bindiriliyor. Daha. sonraki yıllarda, aynı
uygulama vergiler ya da enflasyon yolu ile sürdürülüyor."(
1930'lu yıllarda işçi sınıfı üzerindeki baskı artıyor. Baskının artması sömürünün artması sonucunu doğuruyor.
Yoksul ve az topraklı köylünün durumu ise, işçinin durumundan daha iyi değildi. Köylünün sadece ürünü değil,
toprağı da para etmemeye başlıyor. Ürünü elinden ucuza çıkaran küçük köylü, toprağım da ticari sermayeye
kaptırarak mülksüzleşme sürecine giriyor. Vergiler yükselirken, sanayi çıkışlı tüketim malları fiyatının
yüksekliği emekçi sınıfın yaşam koşullarını iyice ağırlaştırıyor. Dünyada ölüm kalım savaşı veren sermaye,
Türkiye'de Bonapartist diktatörlük altında önemli bir gelişme gösterebiliyor. 1933'den 1939'a varan altı
yılda, ekonomide büyüme hızı ortalama % 9'un üstünde bir seviyede gerçekleşiyor. Sanayileşmede de önemli
bir gelişme gözleniyor. Sanayinin GSHM içindeki payı 1923-1928'i kapsayan beş yıllık sürede % 11 dolayında
iken, bu oran 1933-1939 yılları arasında % 15'e yükseliyor. Sanayinin büyüme hızı da 1933-39 döneminde
1924-1929 döneminde ortalama % 1.7 daha yüksek bir düzeyde gerçekleşebiliyor. Bu dönemde içe dönük
sanayileşmenin ivme kazanması ve izlenen ithalat politikası sonucu dış ticaret açığı ortadan kalkıyor; üstelik
bir fazlalık bile ortaya çıkıyor. Aynı şekilde, ithalatın GSMH içindeki payı da, 1923-28 döneminde, ortalama
% 15'den 1933-39 arasında % 6.5'a düşüyor. Yukarıdaki rakamlar emperyalizmle olan bağımlılık ve sömürü
ilişkilerinin zayıfladığı dönemlerde, yarı-sömürge ülkelerde, "bağımsız" bir gelişmenin ivme kazandığına ilişkin
görüşleri de doğrulayıcı niteliktedir.
İthalatın GSMH içindeki payı düşerken, ilginç bir gelişme ticaret yapılan ülkelerle ilgili olarak ortaya çıktı.
Türkiye'nin, Fransa ve İngiltereyle olan ticareti düşerken, Almanyayla olan ticaret yükseliyor. 1930'da
Türkiye ihracatının % 12'si Fransa'ya yapılıyordu. Bu oran 1936'da % 3.1'e düştü. Fransa'dan yapılan ithalat
1930'da % 10.1,1936'da % 2.5'tir. İngiltereyle yapılan ticarette de benzer bir gerileme oldu. 1930'da
Türkiye'nin ihracatının % 88'i İngiltere'ye yapılıyordu bu oran 1936'da % 5'e düştü. İngiltere'den yapılan
ithalat ise 1930'da 12'den, 1936'da % 6.3' e düştü. Faşist Almanya'nın payında ise büyük artış gözleniyor.
1931'de Türkiye'nin ihracatının % 10.6'sı Almanya'ya yapılırken, bu oran 1936'da % 51'e yükseldi.
Almanya'nın ithalattaki payı da, 1931 'de%21'den, 1936'da 45.9'a yükseldi.
Devletin temel yatırımları yanında bazı sanayi dallarına da el atmasının, kısa dönemde özel sermayenin bir
kesiminin aleyhine sonuçlar doğurduğu ileri sürülebilir. Devletin sanayiye doğrudan yatırım yapması, bazı
kesimlerin kolay kazanç olanaklarını kısıtlanmış olsa da, sermaye için yaratılan koşullar bir bütün olarak çok
daha önemliydi. Bonapartist rejim, sistemi daha sağlam temellere oturmayı amaçladığı sürece yapılan her şey
son tahlilde sermayenin tarihsel çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelecekti. Bu durum Birinci Sanayi Planı'nda
da açıkça ifadesini buluyor:
150
"Bu programa hususi teşebbüs erbabı tarafından tesisine imkân görülmeyen sanayi şubeleri ithal edilerek devlet veya
milli müesseselerin teşebbüsü olarak kurulmaları düşünülmüştür. Ancak bu ana sanayi, hususi teşebbüs ve sermaye
erbabına da çok geniş ve faideli 'industrie' imkânları bahşedecektir. Devlet teşebbüsü ile kurulacak ana demir sanayii
hususi müteşebbislerin yeniden tesis edecekleri makine, tel, çivi,döküm boru, civata, vida (vesaire) fabrikalarına ve
sanayie ucuz ve kolay tedarik edilir yarı mamul emtia verecektir. Yeni bez dokuma sanayimiz, mevcut milli
fabrikalarımızın inkişaflarına bir pay bıraktığı gibi pamuk, ip ve halat, kadife, pelüş, kordele, şerit, pasmanteri eşyası ve
pamuk örme sanayiine de yeni faaliyet imkânları bahşedecektir."(24)
Kısaca, kapitalizmin yapısal bunalımına 1929 aşırı üretim bunalımının eklenmesiyle, Türkiye ekonomisinin sarsılması,
Bonapartist rejime geniş bir manevra olanağı sağladı. Sovyetler Birliği'nden sağlanan mali ve teknik yardım da, bu
dönemde Kemalist yönetime hatırı sayılır bir destektir. İktidar blokunu oluşturan kesimlerin durumlarının sarsılması
halinde rejixnin de sarsılması tehlikesi, devlet müdahalesi daha da artırılarak önlendi. Devletçilik olarak adlandırılan,
bizim bunalım döneminin Bonapartizmi dediğimiz bu uygulama, hiçbir zaman bir ilkeden kaynaklanmamıştır. Olayların
zorlanmasıyla ortaya çıkmış ve bu zorlama ortadan kalkınca da terk edilmiştir. Zaten Bonapartist diktatörlüğün bir
aracı durumundaki CHP'nin hiçbir zaman tutarlı ilkeleri olmamıştır. Duruma göre değişen uygulamalar, sonradan
"ilkeleştirilmek" gibi zorlamalara girişilmiştir. 1937'de devletçiliğin anayasaya girmesi de hiçbir anlam taşımaz. Ölü bir
metin olan anayasa CHP tüzüğüne göre biçimleniyordu. Oysa CHP, hiçbir zaman bir ilke partisi olmamıştı. Bu partide
ilkeler, esen rüzgâra göre değişirdi. İçte ve dışta koşulların değiştiği bir ortamda, 1950 seçim beyannamesinde, partinin
yalnız devletçiliği değil, altı-okun tümünü birden anayasadan çıkarmaya hazır olduğunu bildirmekte duraksamayacakü.
"Tek parti devrinin icabı sayılarak anayasa sokulmuş olan 6 umdeyi oradan çıkaracağız." CHP, işte böylesine mak-yavelist
bir partidir. İktidarda kalmak ya da ortaya çıkmak için feda etmiyeceği umde, ilke, kavram, anlam yoktur.(25)
Aslında "devletçilik" uygulaması, bir başka açıdan daha üzerinde durmayı gerektiriyor. Türkiye'de sol, genellikle kamuözel
ayrımıyla sosyalis-kapitalist ayrım arasında bir özdeşlik görme eğilimindedir. Bir şey kamunun eline geçince, devlet
mülkü olunca, "kapitalizmden koparılmış" sayılmaktadır. Şüphesiz böyle bir yaklaşım sosyalizmin en temel sorunlarım
kavramaya vakit bulamayanlara özgüdür. Üstelik bu yaklaşım, Stalinizmin "kapitalist olmayan yol", "aşamalı devrim" veya
Çin'in bir zamanlar pek revaçta olan "Üç Dünya" teorileriyle kendisine "Marksist" bir maske bulabilmekteydi.
Devletin sınıf karakterinde herhangi bir değişiklik olmadan, yapılan kamulaştırmalar, yalnızca sömürü düzeninin
dönemsel tıkanıklıklarının aşılmasına yarar. Kapitalist bir toplumda, burjuva devletinin "kamu sektörü" ile "özel sektör"
arasındaki ayrım, burjuvazimin bir iç ayrımıdır. Kamu sektörü ile özel sektörü ayrı sınıfsal kategoriler olarak
göstermeye çalışmak, sorunları çarpıtma dışında bir anlam taşımaz.
151
1970'li yılların ikinci yarısında uluslararası planda hammadde fiyatlarındaki düşüşler nedeniyle kâr oranları
azalan büyük emperyalist şirketler, bu alandaki sermayelerini daha kârlı alanlara kaydırmak amacıyla,
madenlerin devletleştirilmesi için çevre hükümetlerine baskı bile yapıyorlardı. Böylece, emperyalizm
açısından bir taşla birden fazla kuş vurulmuş oluyordu. Bir kere, madenleri dev-letleştiren hükümetler "antiemperyalist
hükümetler" oluyorlar. (Şüphesiz burada Stanilistlerin çabalarının hakkını da vermek gerekir!)
Böylece kitleler üzerinde bir yanılsama yaratmayı başarıyorlar. Öte yandan, devlet-leştirme, karşılığında
ödenecek miktarlar emperpyalist şirketler tarafından tespit ediliyor. Ve "millileştirme"den elde edilen fonlar
daha kârlı sektörlere kaydırılıyor. Türkiye'deki bunalım dönemin Bonapartizmini de bu bütünlük içinde
değerlendirmek gerekiyor.
"Devletçilik" uygulamasıyla devletin sanayi yatırımlarına girişmesi, hâkim sınıflar içinde önemli bir yere sahip
olan bürokrasinin ağırlığını daha da artırmıştır. Böylece Bonapartist rejim, devletçiliğe geçişte kolaylaştırıcı
bir etken olduğu gibi, bu uygulamaya geçişin kendisi de Mustafa Kemal Bonapartizmi için bir hayat aşısı
olmuştur. Serbest Fırka ile kendini gösteren genel hoşnutsuzluk ortamında, rejimin kendisine sağlam bir
dayanak sağlanmasına ve daha uzun ömürlü olmasına imkân vermiştir. Yine Mustafa Kemal'in ölümünün
ardından, yani "Bonapart"ın ortadan çekilmesinden sonra, Bonapartist rejimin "Milli Şef karikatürü ile devam
etmesi de, bu olguya bağlı olarak açıklanmalıdır. Gerçekten de, inönü gibi her zamanı ikinci planda kalmış bir
şahsiyetin birdenbire Mustafa Kemal'in yerini alması (hatta paralara onun yerine kendi resmini bastıracak
kadar), ancak bürokrasinin bu denli özerkleşmiş ve hâkim sınıflar bloku içinde ağırlığını artırmış
olmasındandır. Bu, aynı zamanda, devlet aygıtının ekonominin işleyişi için vazgeçilmez bir öge olduğunu da
gösterir. Şüphesiz, "Milli Şefin gelişinin ardından, bir dünya savaşının patlak vermesi ve ortaya çıkan
"olağanüstü" koşullar "şefin durumunu korumasını kolaylaştıran bir etkendi.
Böylece Mustafa Kemal ile başlayıp "Milli Şefle devam eden Bonapartist dönem, özel sektörün gelişmesine
bir ivme kazandırmak amacına yöneliktir. Nitekim emperyalizmin yapısal bunalımı ve ona eklenen aşın üretim
bunalımı ve emperyalistlerarası savaşın yaşandığı bir ortamda, "yerli" bir ticaret ve sanayi burjuvazisi
yaratma girişimleri oldukça başarılı olmuştur.
Devletçilik dönemine geçişle birlikte, hazırlanan Birinci Beş Yıllık Sanayileşme Planı, esas olarak daralan
ithalat olanaktan nedeniyle ithal ikâmesine yönelik bir amaç taşımaktaydı. Bu plana göre, dokuma, maden
selüloz, seramik ve kimya sanayilerinde, büyük bir kısmı iç finansmana dayalı yatırımlar öngörülmekteydi.
(SSCB'den sağlanan 10.5 milyon TL.'lık kredinin dışında, tümü bütçeden karşılanacaktı.)
O dönemin rakamlarına göre, gerçekleşen yatırımların oldukça yüksek düzeyde olduğunu daha önce de
söylemiştik. 1933-1940 döneminde yıllık sanayi yatırımları, 19 milyonu kamu, 8 milyona özel sektör tarafından
olmak
152
üzere, yılda ortalama 27 milyon TL. düzeyinde gerçekleşmiştir. Birinci Sanayi Planı'ndan sonra hazırlanan 2.
Beş Yıllık Sanayi Planı (1936), ilk planın aksine, yatırım ve ara malları sanayiine ve alt yapı yatırımlarına
yönelik bir plandı. Öte yandan, plan, uluslararası politik durumu, güvenlik ve kendi kendine yeterlilik gereğini
dikkate alan bir anlayışı yansıtıyordu.
Fakat bu planda öngörülen madencilik, kömür, elektrifikasyon, yakıt, seramik, gıda, kimya, makine ve deniz
ulaşım alanlarında 112 milyon TL.'lık yatırımların büyük bir kısmı savaşın başlaması ve askeri güvenlik
sorunlannın ön plana çıkmasıyla gerçekleşemedi. Yine de sanayi üretiminde yılda ortalama % 5'lik bir artış
olması, bir önceki döneme oranla düşük de olsa, kayda değer bir gelişme sayılmalıdır.
Sözünü ettiğimiz dönemde banka ve sanayi sermayesinde bir yoğunlaşma da görülüyor. İş Bankası ve Ziraat
Bankası'nın denetlediği sermaye rezervleri, toplamın % 72'sini oluşturuyordu. Sanayi sermayesinde de
yoğunlaşma söz konusu: 1932'den 1941 yılma kadar, 1937 tarihli kanuna göre kurulmuş işletme sayı-» sında
üçte birlik bir azalma olurken, işletmelerdeki motorların gücü ve üretilen malların değeri 4 kat artmıştır.
1936-1941 yılları arasında iş günü sayısında 2, işlenen hammaddelerin değerinde de 3 katlık bir artış
olmuştur. 1939 yılında en büyük 113 işletme, işletmelerin üretiminin % 73'ünden fazlasını sağlamaktaydı.
(Burada söz konusu edilen işletmeler, yıllık üretim değeri 500 bin TL'den az olmayanlardır.)
Bu dönemde, 1938-1946 arasında sanayi üretimi % 42'lik bir artış gösteriyor. 1939'dan 1945'e kadar geçen
sürede özel sektör işletmelerinin tüm işletmelere oranı, % 8.8'lik bir artış göstererek % 43'e ulaşmıştır.
Özel sektörün fabrika üretimindeki payı da 1939'da % 46 iken bu oran 1945'te % 57'ye yükselmiştir.
1930'lu yılların başından, İkinci Emperyalistlerarası Savaş sonrasına kadar süren "devletçilik" dönemi,
devletin sağladığı destek sayesinde "Türk" burjuvazisinin zenginleşmesi ve "ilkel sermaye birikiminin"
gerçekleştirilmesini sağlamıştır.
Özellikle savaş yıllan karaborsa, spekülasyon, vurgunculuk, zorla çalıştırma, ücretlerin düşürülmesi, iş
gününün 11 saate çıkarılması, büyük toprak sahiplerinin tarım ürünlerinin devletçe satın alınması ve bunun
giderek ağırlaşan vergilerle karşılanması, varlık vergisi sayesinde azınlıkların elindeki mülkün ve sermayenin
yerli mülk sahibi sınıflara aktarılması burjuvazinin palazlanmasını sağlamıştır. Dönemin özelliğini daha açık
olarak belirtmek için birkaç örnek vermek yeterlidir.
İlginç olan bir olgu, savaş yıllarında dış politika ile dış ticaret arasındaki ilişkidir. Savaş sırasında "Milli Şefin
iki emperyalist kamp arasında bir denge politikası uygulayarak tarafsız kalması, devletin uyguladığı politika
sonucu Türk ha-
153
kim sınıflarının iyice palazlanmalarına hizmet etmiştir. Türkiye'nin bunalım döneminde iyice gerilemiş bulunan
dış ticaret ilişkilerinin Almanyayla girişilen ilişkilerle yeniden canlanması karşısında, İngiltere ve ABD'nin
Türk ihraç mallarım yüksek fiyatlardan satın almasına neden olmuştur. Bu da yerli mülk sahibi sınıfların aşırı
kârlar elde etmelerine yaramıştır. Bir bakıma Türkiye, "tarafsızlığı" bir koz ya da şantaj unsuru olarak
kullanıyordu. Bu durum dış ticaret dengesinde hatırı sayılır bir iyileşme yarattı. 1939 yılında ihracat, değer
olarak, ithalattan % 7 daha fazla gerçekleşti. Bu oran 1945 'te % 74 gibi bir seviyeye yükseldi. Burada
gözden kaçırılmaması gereken olgu, ihracat gelirlerindeki artışın üretim artışına dayanmamasıdır. Tersine,
1934-38 yıllarındaki kişi başına yılda ortalama 414 kilogram tahıl düşerken bu oran 1941-45 yılları için 342
kg.'a düşmüştür. Bunun anlamı, bir yandan ülkede kıtlık ve yoksulluk hüküm sürerken ve ağırlığını artırırken,
diğer yandan da uygulanan devlet politikası sayesinde büyük toprak sahiplerinin ve ticaret burjuvazisinin aşırı
kârlar elde etmesidir.
Fakat bu politika sadece dış ticaret alanında uygulanan bir politika da değildir. İç ticarette de benzer bir
politika izlenmiştir. Ortalama gelirlerin düştüğü bir ortamda, yüksek fiyatlarla büyük toprak sahiplerinin
mallarının satın almasında olduğu gibi.. Toprak Mahsûlleri Ofisi kanalıyla yapılan bu alımlar, malların fiyatlarım
yükselterek, giderek yoksullaşan kitlelerin ulaşamayacağı düzeylere çıkarmıştı. Öte yandan, daha önce de
değinilen toprak ağalarına yönelik sübvansiyonun işçi ve emekçi kesimlerden alman ek vergilerle karşılanması
da, bu politikanın öteki yüzüdür.
Aynı şekilde, sanayici ve tüccarların, Ticareti Düzenleme ve Vurgunculukla Mücadele Kararnamesi aracılığıyla
aşırı kârlar elde etmesi sağlanmıştır. Bu kararname bir dizi aracı kesimin, ürünlerin maliyetinin % 10-20 'si
oranında kâr edebilmesine olanak veriyordu. Mal tüketiciye ulaştığında, fiyatı % 50 oranında artmış oluyordu.
"Devletçilik" ve savaş yıllarında uygulanan politikaların sonuçlan 10 Eylül 1946 tarihi Akşam Gazetesinde
çarpıcı bir şekilde sergileniyor. Gazete, savaş yıllarında Türkiye'de 2000 milyoner ailenin doğduğunu
bildiriyordu. Keza istanbul Ticaret ve Sanayi Odası Bülteni, savaş yıllarında tüccarların % 300 ila % 1000
oranında kâr ettiklerini açıklamaktaydı. Böylece, 23 yıl sonra Mustafa Kemal'in rüyası gerçek oluyordu. Artık
ülkede birçok milyonerler, hatta milyarderler yetiştirilmişti. Ama bir de madalyonun öteki yüzü vardı.
îkibin milyonerin yetiştiği, ortalama kâr oranlarının % 300 ila % 1000 oranında gerçekleştiği yıllarda, dolaysız
üreticilerin "manzarası" farklıydı. Fiyatların dört kat artığı 1938-1946 aralığında, baskı, aşırı çalışma
ortamında işçi ücretleri hemen hemen sabit kalmış; keza lor kesiminde mülksüzleşme ve yoksullaşma genel bir
eğilim halini almıştı. Yoksui köylüler, Hititler'den kalma "üretim teknikleri"yle, toprakları işlemeye devam
ediyorlardı. Gerçekleştirilen birçok inkılaptan da pek haberleri yok gibiydi.... (1946 yılında köylü nüfusun
yaklaşık yarısı topraksız ya da çok küçük toprak parçalarını ekip biçer durum-
154
daydı). Savaş gerekçesiyle, ambarlar ve silolarda tahıl stokları büyürken, ekmeğin karneyle dağıtıldığı,
insanların açlıktan öldüğü bir ortamda ve Bonapar-tist rejim altında asalak burjuvazi artık iyice palazlanmış,
Bonapartist rejim misyonunu gerçekleştirmişti...
155
10. BOLUM
SINIFSIZ", "İMTİYAZSIZ", "HALKÇI" BİR DİKTATÖRLÜK
"Kavramların eksik olduğu yerlere sözcükler tam zamanında yetişir..."
Goethe [Faust]
Milli Mücadele yıllarından başlayarak, "halkçılık" kavramının, değişik dönemlerde farklı amaçlar için ama, her
seferinde bir manipülasyon aracı olarak kullanıldığı görülüyor. Bu bölümde, başta M.Kemal olmak üzere,
Kemalistlerin "halkçılık" kavramını nasıl bir "araç" olarak kullanmak istediklerini tartışacağız. Böylece
Bonapartist rejimin niteliğiyle ilgili olarak yaratılmış yanılsamalardan biri olan "halkçılığın" gerçekten ne
anlamına geldiğini göstermeyi deneyeceğiz.
Milli Mücadele'de Mustafa Kemal; halkçılık kavramım, meclis içindeki ve dışındaki muhalefeti, özellikle de
İttihatçıların "radikal" kanadını etkisizleştirmek için kullanıyordu. 1930'lu yıllarda ise, halkçılık, kitlelerin
iktidardan kaçışını ve hoşnutsuzluğunu ödünlemek ve kitleleri denetim altında tutmak amacıyla yeniden
gündeme getirilmiştir. Kemalistlerin halkçılığıyla ilgili olarak K. Karpat; "Halk için hükümet teorisi hakikatte
yerini, hükümet için halk prensibine bırakmıştı"(1) diyor. M. Heper de; "Halkçılık hükümetin halk tarafından
değil, halk için olduğu görüşünün kuramsal çevçevesini oluşturuyordu"(2)diye yazıyor.
Mustafa Kemal Nutuk'ta, "Yeşil Ordu" çevresinde kümelenen "sol muhale-fef i tasfiye etmek amacıyla bir
halkçılık programı oluşturduğunu söylüyor: "Gizli dernek üzerinde incelemelerde bulundum. Bu derneğin
zararlı bir biçim ve nitelik aldığı inancına vardım. Hemen kapatılmasını düşündüm"(3) diyor. Milli Mücadele'de
emekçi kitlelerden yana bir eğilimin ortaya çıkması Mustafa Kemal'e büyük bir "tehlike" olarak görünüyor.
"Yeşil Ordu" ve "Halk Zümresi" muhalefetlerini ortadan kaldırmak için 13 Eylül 1920'de kendi "halkçı
programım" açıklıyor. Mustafa Kemal siyasal yaşamının hiçbir döneminde "halkçılık" kavramından halk
yararına bir yönetim anlamamıştır. Ona göre halkçılık padişahın, Osmanlı Sultanı'nın siyasal iktidarına son
vermektir. Emekçi sınıfların Mustafa Kemal"in "ebedi şef" olarak ülkenin kaderini elinde tuttuğu dönemdeki
siyasal etkinliği, padişahlık döneminden daha fazla değildi... Öte yandan, XIX. yüzyılın başından beri hiçbir
Osmanlı Sultanı Mustafa Kemal kadar sınırsız yet-
157
kilere sahip olmamıştı. Sonradan anayasaya dönüşecek olan halkçılık programının altıncı maddesinde,
"Hakimiyet bila kaydü şart milletindir. Usulü idare halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına
müstenittir" deniyor. Dikkat edilirse burada sözü edilen, iktidarın artık Sultanın olmayacağıdır.
Mustafa Kemal, aynı yılın Eylül ayında Ali Fuad Paşa'ya; "Mecliste sonradan meydana çıkan 'Halk Zümresi'
bizim tanıdığımız arkadaşlardır. Bunlar memlekette bir toplumsal devrimin kısmen olsun gerekli olduğuna
inananlardır. Bu girişimin tehlikelerini kavrayamamaktadırlar. Hükümetten ayrı bir grup yapmaktan
vazgeçirmek istedik, mümkün olmadı. Fakat şimdi halkçılık programı altında hükümetçe bir program kabul
ettik. 'Halk Zümresi' kendiliğinden dağılmış gibidir"(4) diyor. Yukarıdaki ifade, Mustafa Kemal'in
"halkçıhk"tan ne anladığım ortaya koyuyor. Sol muhalefetin etkisizleştirilmesinde ikinci adım, "Resmi
Komünist Partisi"nin kurulmasıdır. Mustafa Kemal kliği tarafından kurulan bu parti de özellikle Çerkez
Ethem'in gücünü kırmayı amaçlıyordu. Fakat söz konusu manevralar Çerkez Ethem'i tasfiye için yeterli
olmayınca, başka ma-nipülasyonlar devreye sokuluyor. Yunanlıların bir keşif harekâtı yapıp çekilişi, büyük bir
zafer gibi gösteriliyor. Gerçekte olmayan şey, büyük bir zafer olarak gösteriliyor. Amaç, maddi bir güç haline
gelen sol hareketi tasfiye etmek. O kadar ileri gidiliyor ki, "keşif hareketi" sonucu kazanılan zaferle İsmet
Bey'in sadece Yunan Ordusu'nu yenilgiye uğratmakla kalmadığı, "milletin makus talihini yendiği" efsanesi de
yayılıyor.
Bu konuda Y. Küçük şu ilginç değerlendirmeyi yapıyor: "Kuvayı Seyyare böylece tarihe karıştı. Kurtuluş
Savaşı'nın burjuva ihtilalcileri halkçı ve köylü tohumlar taşıyan bir gezginci kuvveti dağıttılar. Bu hareketin
prestijini kolaylıkla dağıtamayacaklarını biliyorlardı. Bu presjtiji dağıtmak için Çerkeş Etem ve arkadaşlarının
Yunanla birlik olduğunu söylemek zorunda idiler. Söylediler. Uzun süre inanıldı. Halbuki hiçbir dayanağı yoktu.
Dün de bugün de Çerkez Etem'in Yunanlı'lar ile birlik olduğuna dair en küçük bir iz bile yok."*5)
"Resmi Komünist Parti"nin genel sekreteri olarak imza atan Hakkı Behiç tarafından Ordu Komutanlarına
yollanan yazıda; "parti resmen kurulmuş olup faaliyetini düzenlediğinden ve eskiden kurulmuş bulunan Yeşil
Ordu Örgütü dahi partiye dönüştüğünden dolayı artık Bolşevizm, Komünizm fikri ve ilkeleri üzerinde hiçbir
dernek ya da kuruluş, fotoğraflı kimliği ve yetki belgesi olmaksızın kim olursa olsun hiçbir kişinin faaliyette
bulunmasına da izin verilmeyecektir" deniyordu.(6) Osmanlı paşaları ve beyleri Bizans yöntemlerini ne kadar
da iyi özümlemişler!
Hiçbir halkçı yanı olmayan "halkçılık programı", bütünüyle taktik amaçlar için uydurulmuştu. Yoksul halkın
desteğini sağlamak, en azından başlangıçta Sovyetler Birliği'ne "şirin görünmek" asıl amaçtı. En geniş anlamda
"halkçılık", halk dışındaki bir seçkinler grubunun halk adına ve yararına bir şeyler yapmak istemesi olarak
tanımlanabilir. Halk kitlelerinin kaderini tayin etmesinin, kendileri tarafından değil de, onun yerine geçen bir
seçkinler grubu tarafından "üstle-
158
nilmesi"dir. Seçkinci dünya görüşünün bir yansıması olan halkçılık, emekçi toplum kesimlerine güvensizliğin
de bir ifadesidir. Çarlık Rusyası'nda XIX. yüzyılın ikinci yarısında sol akımların bir versiyonu olarak ortaya
çıkan "popülizm", kendi içinde tutarlı bir toplum projesi öneriyordu. Popülizmin önde gelen teorisyenleri
(Lavrov, Mikhailovski, Tkatchev, Vorontsov, Nikolais Nikolai-on, Danielson vb.) Marksizme yabancı değillerdi.
Rus popülistleri, tüm toplumların zorunlu olarak "kapitalist aşama"dan geçme zorunluğu olmadığı, sosyalizme
"özgün" bir geçiş sürecinin mümkün olabileceği görüşünü savunuyorlardı. Popülizmin katkıları, Lenin'in bunları
ütopiklikle suçlamasından sonra ilgi odağı olmaktan çıkmıştır.
Özellikle XIX. yüzyılın son çeyreğinde Rusya'da hızlı bir kapitalistleşme, mülksüzleşme, proleterleşme süreci
başlamıştı. Tarım kesiminde derinleşen yoksulluk, toprakların belirli ellerde toplanması, küçük üreticilerin
yaşam koşullarının kötüleşmesi, bürokrasinin ve küçük burjuvazinin ortaya çıkması gibi sonuçlar ortaya
çıkıyordu. Bir bakıma Rus popülist (narodnichestvo) akımı, kapitalist gelişmeden zarar gören emekçi
kesimlerin özlemlerini dile getiren bir "popülist marksizm"di. Söz konusu akımın temel tezleri; toplumların
tarihsel gelişme çizgisinin farklılığı, çeşitliliği, azgelişmiş tarım toplumlarının kapitalist gelişme aşamasını
atlayarak onun yaşadığı olumsuzluklardan sakınabileceği, bu amaçla ekonomik liberalizmin ve kapitalist
sanayileşmenin reddi, köylü uygarlığından "obshichina"dan sosyalizme geçişin mümkün olabileceği, devlet
müdahelesiyle geleneksel tarımsal (obshichina) sosyal düzenin canlandırılması, bunun için, söz konusu yapıyı
güçlendirecek bir (kapitalist olmayan) sanayileşme stratejisiyle sınıfsız topluma geçilebileceği, vb. gibi
tezlere dayanıyordu. Popülist kuramcıların Sovyetler Birliği'nde 1917 sonrası gelişmeleri belirli oranda
etkilediklerini söylemek mümkündür.
Türkiye'deki "halkçı akım"ın Cumhuriyet öncesi dönemde Rus popülizminden esinlendiği kesindir. İttihad ve
Terakki iktidarı dönemindeki halkçılıkla, Kemalist ve Cumhuriyet dönemi halkçılığı arasında bir süreklilik söz
konusu değildi. Aynı şekilde başka yerlerde de, Çin ve Hindistan vb. gibi, Rus popülizminin yankılan olmuştur.
1930 ve 1940'lı yıllarda Latin Amerika'daki popülizm aynı adı taşısa da, Rus popülizminden farklı bir içerik ve
tarihsel misyona sahipti. Büyük dünya ekonomik kriziyle sarsılan ticari ilişkiler çevre-merkez ilişkilerinde
ortaya çıkan kopukluk, içe dönük, ithal ikameci bir sanayileşme sürecinin koşullarını yaratmıştı. Böylece
sanayici kesim;"klasik oligarşi"nin etkinliğinin azaldığı koşullarda, kitlelerin tepkisini oligarşiye karşı seferber
ederek, hem muhalefeti denetim altına alma, hem de oligarşiye karşı bir koz olarak kullanma amacı taşıyordu.
Latin Amerika popülizminin parolası, "halk devrim yapmadan biz yapalım" şeklinde özetlenebilirdi...
Kemalizmin "halkçılığı" teorik referanslarını Rus popülizmi yerine, A. Com-te ve E. Durkheim'in pozitivist
felsefesinde buluyordu. Söz konusu ideolojiyi Türkiye'ye taşıyan Ziya Gökalp'ın görüşlerine dayanıyordu.
1930'lu yıllarda "Kemalist halkçılığın" Ziya Gökalp'ten esinlendiği inkâr edilmiştir. Bu durum
159
kişi kültü üretmenin kural olduğu koşullarda kaçınılmazdı! Yüceltilen kişinin bir teorisyenden etkilenmesi
kabul edilir bir şey değildir... Oysa Mustafa Kemal; "Hissimin babası Namık Kemal, fikrimin babası Ziya
Gökalp"(7) demişti, "öte yandan", diyor Taha Parla, "Gökalp'in 1924'teki ölümü ile Atatürk'ün 1938'deki ölümü
arasında "Gökalp'in hiçbir yapıtı, 1928'de resmi yazı haline gelen Latin alfabesine çevrilmemiştir. Bu yöndeki
ilk girişim, Türkçülüğün Esasları'nı, 1939'da ırkçı faşist bir milliyetçi grup tarafından gerçekleştirilmiştir.
1944'de de yasaklanmıştır."(8)
Kemalist popülizmin (halkçılık) esinlendiği pozitivizm, iki temel görüşü içeren bir burjuva ideolojisidir. Buna
göre;
Toplumsal yaşamda doğal bir uyum vardır. Bunun anlamı, toplumda gerçekleşen her şeyin doğal ve normal
olduğudur. Epistemolojik açıdan da toplum yasaları doğa yasalarına benzerler. Başka bir deyişle, toplumda da
doğada olduğu gibi değişmez yasalar geçerlidir.
Eğer toplumsal yaşamda doğal bir uyum varsa, bunun sonucu olarak toplumsal gelişme insan bilincinden ve
bilinçli eyleminden bağımsızdır. İnsanlar bilinçli eylemleriyle toplumsal süreci etkileyemezler. Toplumu
dönüştürmeye yönelik çabalar boşunadır ve sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Ütopik çabalar olmanın ötesine
geçemez. Üstelik doğal bir uyum içinde gelişen sürece müdahale onun dengesini bozar... Eğer toplumsal evrim
doğal, değişmez yasalara uyuyorsa, insanların da yapabileceği fazla bir şey yoktur. İnsanlara düşen status
quo'yu kabullenmektedir. Zaten "pozitif" kavram da "negatifin karşıtı olarak kullanılıyor. Var olanın
korunması pozitif, onu dönüştürmeye yönelik çabalar da negatiftir...
Emile Durkheim, Sosyolojik Metodun Kuralları'nda, kendi yöntemleriyle ilgili olarak şunları yazar: "Bizim
metodumuzun devrimcilikle bir ilgisi yoktur. Daha da ötede ve bir anlamda temelli tutucudur. Çünkü o, sosyal
olayları doğa ile bir tutar, özdeş sayar. Bu olgular ise ne kadar eğilir bükülür ve yumuşak olurlarsa olsun,
bilinçle, istekle değiştirilemezler. "(9)Batı burjuvazisinin ideolojik dayanağını oluşturan bu gerici sosyoloji,
"bu sahte bilim" diyor Cemil Meriç, "tek işe yaramış: Nesillerin uyanmasını önlemek. "(10) Comte ve
Durkheim'in okul kitaplarında büyük yer tutması boşuna değildir....
"İnkılapçı" bir rejimin pozitivist bir dünya görüşüne dayanıyor olması "sevimsiz bir manzara" oluşturduğu
bilindiğinden, "Kemalist halkçılığın" Ziya Gö-kalp'le ve onun aracılığıyla pozitivizmle olan seçere zinciri inkâr
edilmiştir. Halkçılıkla ilgili bir tartışmada Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak; "Gökalp'in halkçılıktan anladığı şey milli
hâkimiyetin halkın elinde olmasıdır. Bu düşünce serbest seçimlerle bir siyasi gücün oluşması ve devletin bir
dereceye kadar ekonomiye yön vermesinden kaynaklanmaktadır. Oysa Atatürk'ün düşüncesi, çok daha geniş
bir zemine ve başka bir esasa oturmuştur. Atatürk'ün halkçılığı memleketin vitrin zenginliğini kaldırarak
büyük kitleleri maddi ve manevi bakımdan ön plana çıkarmak şeklinde özetlenebilir"(11) diyor. Aynı tartışmada
Ord. Prof. Ziya
160
Enver Karal da kendini benzer bir titizlik göstermek zorunda hissediyor: "Gö-kalp, başka kitaplardan, başka
fikirlerden derlediği bir halkçılıkla karşımıza gelmişti. Oysa Atatürk içinden çıktığı toplumun duygularından,
eğilimlerinden, ihtiyaçlarından aldığı kuvvetle halkçılığı şekillendirmiştir."(12)
A. Comte da, Pozitif Felsefe Dersleri'nde görüşlerini şöyle özetliyor: "(Pozitivizm) doğası gereği boyun eğme
güdüsünü geliştirerek kamu düzenini güçlendirmeye yöneliktir. Gerçek bir boyun eğme, karşı gelinmez
kötülüklere sürekli katlanma ise, bir ödünleme olmadan sağlanamaz. Bu, ancak söz konusu kötülüklerin doğal
yasaların gereği olduğu kafalara yerleştirilerek sağlanabilir. Hangi konuda olursa olsun, önüne geçilmez politik
kötülükler karşısında(!) böyle bir işlevi olsa olsa pozitivist felsefe yüklenebilir."(13)
Dukheim'in sosyolojik kuramında toplumsal olayları doğa modelleriyle "özdeşleştirme" söz konusudur.
Durkheim toplumdaki işlevleri canlı bir organizmada, örneğin hayvandaki organların işlevleri gibi, gerekli ve
zorunlu sayar. Ona göre toplum, hayvanda olduğu gibi "hepsinin özel rolleri olan çeşitli organlar sistemidir."
Bazı organlar özel konuma sahiptir. Bu onlara ayrıcalıklı olma hak-kmı verir. Durkheim, bunun doğal, zorunla
ve işlevsel olduğunu ileri sürüyor. Ona göre; "Bu durum herhangi dışsal bir nedenden değil, tamamiyle söz
konusu organın oynadığı rolden ileri gelir." Buradan giderek, Durkheim sosyal-Darwinci bir görüşe varıyor.
"Bir canlıda, herhangi bir hayvanda her organ ancak kendi gücü ve onuruna yaraşır besin talebinde
bulunabilir." Aynı şey toplum için de geçerlidir. Buradaki anlam açıktır: Toplumda ayrıcalıklı durumda olanlar,
bu konumları ve işlevlerinin sonucu olarak ayrıcalıklı olmaları gerekenlerdir. Canlıdaki organsal işlev, nasıl
canlı organizma bütünlüğünde zorunluysa, aynı şey toplum için de geçerlidir. Toplumsal ayrıcalıklar ve
eşitsizlikler yapay bir durum olmadığı gibi, yapay yöntemlerle de değiştirilemez. Toplumun farklı sosyal
sınıfları arasında bir uyum vardır...
Ziya Gökalp, 1918'deki bir yazıda, solidarist (dayanışmacı) görüşü şöyle ifade ediyor: "Bir cemiyette terzi
kunduracısız, kunduracı terzisiz, fırıncı kasap-sız, kasap fırmcısız, şair filozofsuz, filozof şairsiz, doktor
avukatsız, avukat doktorsuz kalmayı hiçbir zaman isteyemez. Bütün içtimai meslekler birbirinin lâzım ve
melzümudur. O halde sınıflar kalkıp da onların yerinde meslek zümreleri kuvvetli bir surette teşekkül edince,
içtimai darvinizm iflas ederek, cemiyet içinde dahili sulh hüküm sürmeye başlar." Ziya Gökalp'e göre
halkçılığın gayesi, tabaka ve sınıf farklarını kaldırarak, cemiyetin birbirinden farklı zümrelerini, yalnız iş
bölümünün doğurduğu meslek zümrelerine hasretmektir. Yani halkçılık, felsefesini bu düsturda icmal eder.
(Sınıf yok, meslek var. 1918) Görüldüğü gibi Ziya Gökalp, toplumu uzlaşmaz çelişkilere sahip sınıflardan değil,
birbirine gereksinme duyan ve birbirini tamamlayan mesleklerden oluşmuş sayıyor. Ayrıca bu uygulamanın
Batı'daki gibi sınıflaşmaları da engelleyici bir rolü olacağına inanıyor.
"Halkçılık, ayırıcı zümreler yerine, cemiyetin fertlerini birbirine sıkı rabıtalarla birleştiren meslek
zümrelerinin kaim olmasına çalışıyor. Çünkü cemiyet içtimai
161
bir uzviyete benzetilirse, bu uzviyetin birer hayati vazife ifa eden hakiki unsurları ancak meslek zümreleri olabilir.
Bundan dolayıdır ki, cemiyetler tekâmül ettikçe işbölümü ve ihtisas müesseleri gittikçe derinleşiyor ve mesleki
teşkilatlar gittikçe daha sıkı bir tesanüt daha büyük bir ehemmiyet kazanıyor."
Mustafa Kemal, Yunanlıların ülkeden atılmasından sonra, tek parti iktidarına ideolojik bir destek sağlamak ve "ideolojik
düzeyde" muhalefetin gereksiz olduğunu kanıtlamak için, "halkçılık "görüşünü ortaya atmıştı. Ona göre "halkçılık"
toplumsal bir proje olmaktan çok, siyasi bir manevra aracıdır. 30 Ocak 1923'de; "Bence bizim milletimiz yekdiğerinden
çok farklı menâfi takip edecek bu itibarla yekdiğeriyle mücadele halinde bulunagelen muhtelif sunüf a malik değildir.
Mevcut sınıflar yekdiğerinin lâzım ve melzumu mahiyetindedir" diyor.
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal, Durkheim sosyolojisinin tipik bir sözcüsü gibi konuşuyor. 13 Ocak 1923'te verdiği bir
demeçte: "Ben öyle bir fırka teşkilini tasavvur ediyorum ki, bu fırka milletin bütün sunüfunun refah ve saadetini temine
matuf bir programa malik olsun" diyor.Türkiye'de sınıfların bulunmadığını, meslekler bulunduğunu söylüyor; "Bineanaleyh
muhtelif meslekler erbabının menfaatleri yekdiğeriyle imtizaç halinde olduğundan onları sınıflara ayırmak imkânı yoktur
ve umumi heyetiyle hepsi halktan ibarettir"(14) diyor.
Aralarında uzlaşmaz çelişkilerin bulunduğu sınıfların olmadığı yerde siyasi partilere de yer yoktur. Türkiye sınıfsız bir
toplumdur. Sınıfsız topluma da bir tek siyasal parti yeter! 1920'li yıllarda Türkiye'de sınıfların olmadığını söylemek
bilim dışı olmanın yanında, ülkede yaşayanların "ilkel", "barbar" olduğu anlamına gelir. "Türkiye'de sosyal sınıfların yok
olduğunu öne sürmek, Türkiye'nin barbarlık çağında yaşadığını söylemektir."(15) Oysa XX'inci yüzyılın ilk onyıllarında,
Anadolu bir yana, dünyada sınıfsal ayrışmanın olmadığı, emperyalizmin etki alanına girmeyen bir yer bulmak zordu...
Hüseyin Avni Şanda, daha 1863'te Batı kapitalizmiyle çıkar ortaklığı bulunan komprador bir sınıfın ortaya çıktığını
yazıyor: "Bu suretle, Avrupa sermayeciliğinin ajanları ve mürtekip devlet adamlarından karma tekelci bir sınıf meydana
gelmişti. Bu sınıf sermayesinini emlak üzerine kapatan yeni bir rantiye sınıfıdır. İstanbul semtlerinde, han, apartman ve
sayfiyelerdeki köşk adları, sınıfın canlı bir tanığıdır."(16) Osmanlı toplumu sınıflıydı. Cumhuriyete geçişte sınıfların
ortadan kalktığını açıklamakta zorluk çekeceklerdi... Ama Mustafa Kemal sınıfların olmadığını ilan edince soran
çözümlendi...
Türkiye'de sınıfların bulunmadığım söylemek nasıl anlamsızsa, emekle sermaye arasında çıkar ortaklığının bulunduğuna
ilişkin görüşler de aynı derecede anlamsızdır. Marx, Ücretli Emek ve Sermaye adlı broşüründe; "Sermayenin çıkarları ile
işçilerin çıkarlarının bir ve aynı çıkarlar olduğunu söylemek, sermaye ile ücretli emeğin bir ve aynı ilişki'nin iki yanı
olduklarını söylemektir. Yalnızca biri ötekinin sonucudur; tıpkı tefeci ile borç alanın, karşılık olarak birbirini yaratmaları
gibi.
"Ücretli işçi, ücretli işçi olarak kaldıkça, yazgısı sermayeye bağlıdır. İşçi ile
162
kapitalist arasındaki o kadar övünülen çıkar ortaklığı işte budur"(17) diyor. Ücretli işçi ile sermaye sahibi kapitalist
arasındaki çıkar ortaklığı bir yana, çıkarları tam karşıt sınıflar söz konusudur.
Milli Mücadele döneminde Mustafa Kemal ve çevresinde "halkçılık" kavramı taktik bir amaçla kullanılıyordu. Bunun böyle
olduğunu 17 Şubat 1923'te toplanan İzmir İktisat Kongresi göstermiştir. Bu kongrede "milli" bir burjuva sınıfı
yaratmaya dönük kararlar alınmıştır. Mustafa Kemal'in Fırkası da, milletin bütün sunüfûnun refah ve saadetini temine
matuf bir program yerine, kongrede alman ve emekçi sınıfların ezilmesine yönelik politikanın bir aracı haline gelecekti.
Sabiha Sertel; "Bir gün Türk Ocağı binasında yapılan bir toplantıda" diyor, anayasa komisyonunda üye olan Ağaoğlu
Ahmet Bey'e, sınıfsız toplumdan ne anladıklarım sordum. Cevap verdi:
-Onu ben de anlamadım. Türk milleti bir bütündür. Ama içinde sınıflar vardır. Sınıfsız bir toplum ancak sosyalist rejimde
olur. Oysa biz sosyalist bir anayasa yapmıyoruz. Bizim hazırladığımız tasan özel mülkiyetin korunması, serbest rekabet,
ticaret serbestliği esaslarına dayanıyor."(18) Mustafa Kemal bundan sonra halkçılık kavramına fazla rağbet etmiyecektir.
İki yazarın dediği gibi; "Mustafa Kemal'in artık ne geniş halk yığınlarının desteğine, ne de Sovyetler Birliği'nin
yardımına ihtiyacı vardır. İktidarını meşrulaştırmış ve kararlı hale getirmiştir."(1 9) Mustafa Kemal, 8 Şubat 1923'te
Balıkesir'de yaptığı konuşmada Türk toplumunu sınıfsız bir toplum, proleter bir ulus gibi göstererek sınıfsal
farklılaşmaların ve sınıfsal karşıtlıkların olmadığını anlatmaya çalışıyor!:
"Güya bizim memleketimizde de ayrı ayrı sınıflar varmış gibi teessüs eden siyasi fırkalar yüzünden şahit olduğumuz
neticeler malûmdur. Halbuki Halk Fırkası dediğimiz zaman bunun içinde bir kısım değil, bütün millet dahildir. Bir defa
halkımızı gözden geçirelim. Biliyorsunuz ki, memleketimiz çitfçi memleketidir. O halde milletimizin eskeriyet'i azamisi
çitfçi ve çobandır. Bu böylece olunca buna karşı büyük arazi ve çiftlik sahipleri varidi hatır olur. Bizde büyük araziye
kaç kişi maliktir? Bu arazinin miktarı nedir? Tetkik edilirse görülür ki, memleketimizin vüsatine nazaran hiç kimse büyük
araziye malik değildir. Binaenaleyh bu arazi sahipleri de himaye edilecek insanlardır. Sonra sanat sahipleriyle
kasabalarda ticaret eden tüccaran gelir. Bittabi bunların menfaatlerini, hal ve atilerini temin ve muhafaza
mecburiyetindeyiz. Çiftçilerin karşısında olduğunu farzettiğimiz büyük arazi sahipleri gibi bu ticaret erbabının
karşısında da büyük sermaye sahibi insanlar yoktur. Kaç milyonerimiz var? Hiç. Binaenaleyh biraz parası olanlara da
düşman olacak değiliz. Bilâkis memleketimizde birçok milyonerlerin, hatta milyarderlerin yetiştirilmesine çalışacağız.
Sonra amele gelir. Bugün memleketimizde fabrika, imalathane vesaire gibi müessesat çok mahduttur. Mevcut
amelemizin miktarı yirmi bini geçmez. Halbuki memleketi taali eylemek için çok fabrikalara muhtacız. Bunun için de
amele lazımdır binaenaleyh tarlada çalışan çifçilerden farklı olmayan ameleyi de himaye ve siyanet etmek icabeder.
Bundan sonra
163
münevveran ve ulema denilen zevat gelir. Bu münevveran ve ulema kendi kendilerine toplanıp halka düşman olabilir mi?
Bunlara tereddüp eden vazife halkın içine girerek irşat ve ilâ etmek ve onlara terakki ve temeddünde pişve olmaktır.
İşte ben milletimizi böyle görüyorum. Binaenaleyh mesaliki muhtelife erbabının menafii yek diğerine memzuç
olduğundan, onları sınıflara ayırmak imkânı yoktur ve heyeti umumiyesi halktan ibarettir."
Mustafa Kemal'in 8 Şubat'ta yaptığı bu konuşmanın İzmir iktisat Kongre-si'ne davet edilen mülk sahibi sınıfları
rahatlatmayı amaçladığı açıktır. Nitekim o dönemde, İstanbul'un komprador çevrelerinde "halk" ve "halkçılık"
sözcüklerinden kuşkulanılıyordu. İzmir iktisat Kongresi'nde bu tereddütler giderildi. Mülk sahibi sınıfların, sömürücü,
asalak çevrelerin çıkarları doğrultusunda kararlar alındı. Kongre'de, "Türkler hangi sınıf ve meslekte olurlarsa olsunlar,
candan sevişirler" gibi gerçekten saçma ve emekçi kesimler için hiçbir anlam taşımayan kararlar -alınmıştı. Bundan
sonraki dönemde Kemalist bürokrasi, toplumun temeline hiç dokunmadan, üst yapıda bazı düzenlemelere girişiyor.
1930'lu yılların Türkiyesi'nde toplumun temeline dokunmadan üst yapıdaki düzenlemelerle toplumun ileri
götürülebileceği tezi, Rus popülizminden çok, faşizmden esinleniyordu. Bilindiği gibi, faşist model, toplumun temeline,
mülkiyet ilişkilerine dokunmadan, ekonomik kerte ile siyasal kerte arasındaki ilişkiyi tersine çevirip, siyasa! seviyeyi öne
çıkararak, güç ilişkilerini değiştiren bir modeldir. Gerçeklen, 1929 krizi sonrasında "Liberal kapitalizmin çekiciliğini
yitirdiği koşullarda, sosyalizmden korkan siyasal rejimler ve onların liderleri için, faşist model çekici hale gelmişti.
Buradaki amaç siyasal iktidarı güçlendirmek ve mülk sahibi sınıfların konumlarını sağlamlaştırmaktı. Dolasıyla, yapılan bu
düzenlemeler emekçi halk kitleleri yararına hiçbir yenilik getirmiyor, hiçbir yarar sağlamıyordu. Öte yandan, yerel
burjuvazinin emperyalist burjuvaziyle ilişkilerini rasyonel temeller üzerine oturtuyordu. Ve "Atatürk inkılapları", hızlı
bir "palazlanma" sürecine sokulan ve Batı karşısında "aşağılık duygusunu" bir türlü üzerinden atamayan yerel asalak
burjuvazinin isteklerine cevap verecek düzenlemelerdi. Bu Atatürk inkılaplarıyla ilgili olarak, Emin Türk Eliçin şunlar
yazıyor:
"Kaldı ki bunlar-bütün gürültülü reklamlara karşın- Devrimler değil, çoğu kâğıt üstünde kalacak reformlardan ibaretti.
Onlar kimsenin köklü ekonomik çıkarlarına dokunmuyor, gelenek ve göreneklerinde bile pek tedirgin etmiyordu. Şapka
giyse, cuma yerine pazarı tatil günü yapsa, çocukları Arap harfleri yerine Latin harfleriyle okusa, hatta medeni kanun
ailede kadınla erkeği, oğlanla kızı eşit say-sa ne çıkardı, toplum katlarında herkes eski yeri neredeyse yine orada
kalıyordu ya!.. Kanun öyle yazıyor diye kimse tek kadınla yetinecek değildi, isteyen imam nikâhı ile istediği kadar evlenir,
dilediği kadar çocuk yapardi.
Baskı yasaları ve sıkıyönetim altında gerçekleştirilen "Atatürk inkılapları", emekçi kesimlere hiçbir şey getirmediği gibi,
daha fazla sömürülmeleri ve ezilmeleri sonucunu doğurmuştu. İktidar da geniş halk kitlelerindeki hoşnutsuzluğun
farkındaydı. Tepkinin boyutunu ölçmek için bir "Serbest Fırka" deneyi de
164
gerekti. Fakat halk kitlelerinin siyasal iktidar karşısındaki tavrım ölçmeyi amaçlayan güdümlü muhalefet,
hızla güdümlü olmaktan çıkmıştı. Ruhları çağıranlar, şimdi de geri yollayamıyorlardı. Mustafa Kemal'in "halkçı"
yönetimi kitleler için daha ağır vergiler, daha ucuza elden çıkarılan ürünler; hiçbir değişikliğe uğramayan,
halka yukarıdan bakan Osmanlı merkezi yönetimine özgü baskıcı tavrı, jandarma zulmü, kendi sırtlarından
süratle zenginleşen vurguncu tüccar ve Milli Mücadele "kahramanları"nın gösterişli harcamaları, emekçi
halkın dışında gerçekleştirilen "Atatürk inkılapları" demekti. Halk, 18 kuruşa devlet eliyle ithal edilen şekerin
neden kendisine 60 kuruştan satıldığım biliyordu. "Halkçı" diktatörlük 18 kuruşa ithal ettiği şekeri altı
komisyoncudan geçirerek halka ulaştırıyordu. Çoğu zaman da, şeker yoksul halka hiç ulaşmıyordu. Bir koyunun
50 kuruşa satıldığı bir ortamda bir emekçi ailesinin şeker satın alması zaten olanaksızdı. Yoksul halk
şekerden önce, ekmeği bile yeteri kadar yiyemiyordu. "Türk çitfçisi"nin istihsal ve geçinme vaziyeti anketinin
amaçları değerlendirilirken, 1935-36 yıllarına ilişkin şunlar söyleniyor: "Fakir gruptaki hububat istihlaki
yetişkin erkek başına senede 416 kilo ekmeğe tekabül ettiği halde, hali vakti nispeten daha iyi olan II'nci
grupta bu istihlâkin (tüketimin) azalacak yerde 452 kiloya yükselmesi, köylünün 1935-36 senesinde ekmek
ihtiyacını bile tama-miyle karşılayamaz olduğunu göstermektedir. II. grupta kâhil (yetişkin) erkek başına
senelik ekmek istihlaki I 'nci gruba nazaran 70 kilo buğday ekmeği daha fazla, yani cem'an 34 kilo
fazladır."(21) Komisyoncuları zengin etmeyi amaç edinen bir siyasal iktidar, elbette emekçi toplum kesimlerinin
yararını bir yana itecekti. Zaten söz konusu olan "sınıfsız bir toplum"du. Süreyya İlmen, Serbest Fırka'yla
ilgili olarak şunları yazıyor:
"1927 senesinde mebus olduğum sırada bir gün Millet Meclisi Kürsüsünde Başvekil İsmet Paşa'nın irad
ettikleri nutuk, hâlâ kulaklarımda çınlamaktadır:
"Arkadaşlar, dedi, memlekette şimendifer yok, liman yok, köprü yok, yol yok, mektep yok, velhasıl hiçbir şey
yok! Ben bunları yapacağım; bunları yapabilmek için paraya ihtiyaç var. Onun için milletin cebinde on para da
bulsam alacağım."
ismet Paşa'nın, cebinde on para da bulsa alacağı toplum kesimleri bellidir. Toprak ağası, tüccar, vurguncu,
karaborsacı, komisyoncu dışında kalan yoksullar ordusu... İsmet Paşa, sömürücü sınıflara yedirmek için çok
paraya ihtiyaç duyuyor. Bunu da yoksul halktan zorla alıyordu... "Sınıfsız", "imtiyazsız", "halkçı" diktatörlük
Osmanlı geleneğini hiç aratmayacak biçimde, toprak ağası, İstanbul'un büyük tüccarları, Milli Mücadele'de
vatan kurtaran, şimdi karşılığım isteyen sivil-militer bürokratların soygun ve sömürü olanaklarım artırmak
için, her seferinde yoksul halka daha fazla yükleniyordu.
Gelir farkı gözetilmeksizin, her yetişkin erkek "yurttaş"tan yılda 8 ila 15 lira arasında değişen yol vergisi
alınıyordu. Yetişkin beş nüfusa sahip bir köylü ailesi için bu, yılda yaklaşık 60 TL. ödeme zorunluluğu demekti.
Bir ton buğdayın 40 liraya satıldığı koşullarda bu vergiyi ödemenin ne demeye geldiğini anlamak zor değildir.
"Sınıfsız", "imtiyatsız", "kaynaşmış" toplumda hapishaneler vergilerini ödeyemeyen yoksul köylülerle dolup
taşıyordu...
165
Devlet, tüketim mallan üzerinde tekel kurarak, yeni vergiler koyarak, eski vergileri artırarak yoksul halk üzerideki
baskıyı daha da artırıyordu. Kötü ürün ve fiyatların aşın düşüşü karşısında vergi yükü giderek artıyordu. 1927'yi baz
alan endekse göre, vergi yükü 1934'te 153e çıkmıştı. Nüfus başına gayri safi gelir ise, aynı yıllan esas alan endekse
göre, (1927=100), 1930'da 92.6'ya, 1934'de 60.5'a kadar gerilemişti.(22) Gelirde aşın düşüşler olurken , artan vergilerin
yarattığı baskı dayanılmaz boyutlardaydı...
Yol vergisiyle ilgili olarak, Gülten Kazgan şunlan yazıyor: "Amacı demiryolu yapımının finansmanı olan Yol Vergisi de bir
"baş" vergisi idi, her ailedeki yetişkinlerden alınan (8-15 TL. oranındaki) bu vergi, gelirdeki azalıştan bağımsız bir yük
getiriyordu. Ürün fiyatları (üçte bire) 1/3'e düşünce, bir de buna kötü ürün yılları eklenince, tutarı aynı kalan verginin
(gelir üzerinden) yükü bununla ters orantılı olarak ağırlaşmış oluyordu. Nitekim 1930'larda (1932-1934), 1932'deki kötü
ürün yılının da etkisiyle, bu vergiyi ödeyemeyip bedeni yükümlülüğü yerine getiren yol yapımında çalışanların sayısı 700
bin kişiyi buldu. Aynı durum hayvan sayım vergisi için de geçerliydi: Hayvan başına kuruş olarak tahsil edilen bu vergi,
hayvanların fıyatları veya hayvansal ürünlerin fiyatlanndan bağımsızdı. Vergi 1929'da tekrar artırılmıştı. Bu ürünlerin
fiyatları yarı yarıya düşerken, verginin aynı kalması, gelir üzerinden ödenen verginin ağırlaşması demekti."(23)
Öte yandan iç ticaret hadlerinin % 40 (1930) civarında tarımın aleyhine olarak bozulduğu bir ortamda , "ruhları
çağıranlar"ın neden geri yollayamadıklarını anlamak kolaylaşıyor. "Güdümlü muhalefet'e hemen büyük bir kitle desteğinin
ortaya çıkması, "yeni parti"nin kitleler yararına bir programa sahip olmasından değil, iktidar partisinden kaçışın bir
göstergesiydi. Halk yığınları Fethi Bey'in lideri olduğu partinin ne programından ne de temel politikalarından haberdardı.
Ama sağduyuyla "halkçı ve inkılapçı iktidar"dan kaçıyordu...
Samet Ağaoğlu, "Serbest Fırka" kurucularının İzmir'e gelişinde halkın Serbest Cumhuriyet Fırkası'na gösterdiği büyük
ilgiyi şöyle anlatıyor:
"(...) Halk Anadolu Gazetesi'nin matbaasına doğru yürümüş... Matbanın iç tarafına saklanmış olan polis neferleri, halkı
korkutmak için olacak, izdihamın üzerine tabanca boşaltmaya koyulmuş ve atılan kurşunlardan biri 14 yaşındaki mektepli
bir çocuğa rastgelerek öldürmüştür.
"Bu meyanda hiçbir şeyden haberi olmayan bizler otelde idik ve alt kattaki salonda bir çqkları ile görüşüyorduk. Birden
bire otele büyük bir kalabalık hücum etti. Herkes müteheyyiç ve mütehevvirdi. Kimi ağlıyor, kimi nefrin ediyor, kimi
tehditler savuruyor.
"Kalabalığın ortasında ihtiyar bir adamcağız kucağında taşıdığı bir çocuğu birden bire Fethi Bey'in ayaklarına atarak:
-"İşte size bir kurban. Başkalarını da veririz! Yalnız sen bizi kurtar, dedi ve ağlayarak Fethi Bey'in ellerine sarıldı.
Manzara müthiş ve tüyler ürperticiydi. Kanlara
166
bulanmış körpe mektepli bir çocuk Fethi Bey'in ayaklan altında son nefesini veriyordu. Babası da Fethi Bey'in ellerine
sarılarak yakıcı bir lisanla daha başka evladını da kurban vermeye hazır olduğunu söylüyordu. Yalnız bizi kurtar! Kurtar
bu zalim mutemetlerin elinden diye yalvarıyor. "(24)
İşte bu koşullarda Kemalist iktidar tekrar "halkçılığa" dönüyor, bir süre aradan sonra Durkheim sosyolojisi tekrar
hatırlanıyor... Diktatörlüğün ideolojisi; iktidarın "inkılapçı olduğu", inkılapların yaşamasının da ancak baskıyla mümkün
olacağı görüşünü dile getiriyordu. Bu, Kemalist rejime özgü bir "inkılapçılık" anlayışıydı. Faşist eğilimlerini gizlemeye pek
gerek duymayan, iktidarın önde gelenlerinden Recep Peker, İtalyadakine benzer faşist yöntemlerin, Türkiye'de de
uygulanması için raporlar hazırlayıp Başbakan İsmet İnönü'yle bu konuda görüş birliğine varırken, "devrimlerin ancak
baskı ve zor altında yapılabileceğinı"(25) ileri sürüyordu. Böyle bir ortamda halktan gelen tepki ve direniş, onun
"cehaletinden" ileri gelebilirdi... Seçkin yöneticiler "sınıfsız" bir toplumda onun yararına olan her şeyi düşünüp
yapmıyorlar mıydı?.. Artık her şey açıktı; halktan gelen tepkiler "gericilik ve "inkılap düşmanlığı", yönetici elitten gelen
her şey de "inkılapçılık" sayılıyordu. Kürt halkının "mecburi iskan"a zorlandığı, emekçi yığınların yoksulluk ve sefalet
içine itildiği bir ortamda, bir de "Cumhuriyet Baloları" düzenleniyordu. Balo, Cumhuriyet yöneticilerine tarihten
mirastı...
"Bürokratlar Tanzimat Fermanı ile bu defa, gerçekten Batılı görüntülü yeni bir lâle devri başlattılar. Bu durum aynı
zamanda balolar dönemidir. Bu defa kaplumbağaların mum taşıdığı lâle bahçeleri yerine saraylar, elçilik binaları
seçiliyordu. İstanbul'da elçiliklerde, saraylarda ve Osmanlıların Avrupa elçiliklerinde verilen bu balolarda bürokratlar,
Batılı dostları ve levantenlerle beraber eğlenirken, işsizlik artıyor ve yerli üretim güçlerinin yok olması son derece
süratle devam ediyordu. Bu baloların benzerlerini, hattâ devamım, daha sonra Cumhuriyet Halk Fırka-sı(*) döneminde
yoğaltım mallarının kıtlığının yarattığı koşullar altında, Anadolu Kasabalarında halkın nefreti altında verilen Cumhuriyet
balolarında görmemek mümkün mü?"(26)
Yüzbinlerce yoksul insanın ağır vergileri ödeyemedikleri için hapse atıldığı bir ortamda yapılan balolar, Batı burjuvazisi
karşısında aşağılık duygusunun bir ürünü olduğu kadar, yönetici seçkinlerin emekçi kitlelere bakış açısının da bir
göstergesidir.
Tek parti rejiminin ideologlarından M. E. Bozkurt; "(...) Sınıfsız, zümresiz. Türk ulusunda ülkü, birlik varsa ve bu birlik
içinde gayeye erişmek isteniyor ve erişiliyorsa zorla partiler ihdas etmek nasıl mümkün olur. Böyle mi olmak lazımdır.
Yoksa sınıf ve zümreler yaratan partiler ihdas etmek mi lazımdır?" diyor. Attilla İlhan'ın deyişiyle, "komprador aydın",
soruna tersinden bakarak sonuca varmak istiyor. Burjuva toplumunda siyasal partilerle toplumsal sınıflar arasındaki
ilişkiyi tersinden görüyor. Sömürge aydım, varlıkla bilinç arasındaki ilişkiyi de tersinden gördüğü için, her şeyi tersinden
almak zorunda kalıyor!.. Ne ki, marşlarda "imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz" demekle ne sınıflar yok olur, ne de
kitlenin kaynaşması mümkün olabilirdi...
(*) Daha sonra CHP.
167
Sınıfsız bir toplumda siyasal partilerin gereksiz olduğunu kanıtlamaya çalışanların faşist bir ülkeden yasa
maddeleri ithal etmeleri garip bir "düşünsel akro-batlık"tır... Faşist bir rejimin ceza yasasından ithal edilen
141 ve 142'inci maddeler tek parti diktatörlüğünün ıdeologları için can sıkıcı değil mi? O zaman, sınıfsız bir
toplumda "sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye veya sosyal bir sınıfı
ortadan kaldırmaya" yönelik "çabaların" 8 yıldan 15 yıla kadar ağır hapis cezasına çarptırılması nasıl
açıklanabilir!.. Olmayan sınıf nasıl ortadan kaldırılacaktır? Ne ki Kemalistler, yasayı boşuna ithal etmezlerdi...
Milli Mücadele'nin ilk yıllarından, Milli Şef döneminin sonuna kadar, "halkçılık", yönetici kliğin ideolojik bir
zorlamasıydı. Halkçılık .halktan yana bir yönetim değil, bütünüyle halktan kopuk ve ona yabancılaşmış baskıcı
bir yönetimin uyduruk ideolojisinin bir parçasıydı.
168
11, BÖLÜM
YENİ SÖMÜRGECİLİK DÖNEMİNDE SOSYO-EKONOMİK FORMASYONUN EVRİMİ
"Biz zengin olduk, çünkü bizim için bazı ırklar ve milletler öldü, bazı kıtalar tamamen boşaldı."
Sombari
İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar Türkiye'de gerçekleşen tüm düzenlemeler (Tanzimat, Islahat,
Meşrutiyet, Cumhuriyet, Atatürk İnkılapları vb.) kitlelerin istek ve iradesi dışında, "memleketin sahipleri"
tarafından gerçekleştirildi. Bütün bu süreç boyunca hiçbir "yenilik" kitlelerin istek ve baskısı sonucu ortaya
çıkmadı. Sürekli olarak, "güdenler" tarafından "güdüienler"e empoze edildi. "Çok Partili Rejim"e geçişte de
durura aynıydı. Zaten gerçek anlamda bir "çok partili rejim" söz konusu değildi. Ceza yasasının "ünlü"
maddeleri, genel hukuki çerçeve, devlet yönetim zihniyeti, Kürt sorunundan kaynaklanan "kısıtlar", fanatik
bir sosyalizm düşmanlığı veri iken, ancak düzen partilerinin yaşama şansı vardı. D.P. bir muvazaa partisi olarak
kuruldu, başlangıçta güdümlü bir muhalefetti. Ama, daha sonra güdümlülük ve muvazaa partisi olmaktan
uzaklaştı. Ve bedelini de ağır bir biçimde ödedi...
Bütün bu süreç boyunca emekçi kitlelerin hiçbir şey yapmasına izin verilmedi. Türkiye'de parlamentonun ve
çok partili sistemin geleneksel hakim sınıflardan bir mücadele sonucu olarak koparılmamış olması ve sık sık
askerlerce dağıtılması, parlamentoyu etkin ve saygın bir kurum olmaktan uzaklaştırmış, 1960 somasında da
Milli Güvenlik Kurulu'nun tasviye kararlarının onaylandığı bir çeşit sekreteryaya dönüştürmüştü. Balkondaki
seyirciyi oyalama işlevini bile yerine getirecek durumda değildi. Şüphesiz "memleketin sahipleri"nin böylesine
geniş bir manevra ve manipülasyon gücüne sahip olmaları, emekçi toplum kesimlerinin örgütsüzlüğü, mücadele
geleneğinin zayıflığı, dolayısıyla bilinç düzeyinin geriliğiydi. Ezici çoğunluğu küçük üreticilerden oluşan
köylülüğün, nüfusun % 80'den fazlasını oluşturduğu, sanayi üretiminin de % 10'lar seviyesini bile geçmediği
bir sosyal formasyonda, yönetici kliğin neden "kolay yönettiğini" anlamak kolaylaşır.
169
Cumhuriyetin kurulması, Cumhuriyete geçiş de bir "hükümet darbesi" sonucuydu. Cumhuriyet sonrasında
gerçekleştirilen "İnkılaplar", "reaya"yı vatandaş mertebesine yükseltmek için yeterli olmayacaktı. Böyle
olunca, kitle; yapması gereken her şeyin annesi tarafından yapıldığı için, ilerlemiş yaşma rağmen, hiçbir şey
yapamaz duruma gelen bir "çocuk" gibi, marazi, edilgen, sürekli "korunan ve kollanan" pasif bir yığın haline
geldi. Tarihin öznesi konumuna bir türlü yükselemedi. 1946'dan başlayarak "Çok Partili Rejim"e geçilince,
artık kitleler manipüle edilebilir bir yığın olarak görülecekti.
Bu aşamada, "o halde neden çok partili rejime geçildiği" sorusu akla gelir. Böyle bir sorunun cevabı, iç ve diş
belirleyicilerin bir bütünü olarak anlaşılabilir. Çoğunlukla ileri sürüldüğü gibi, demokrasiye geçiş, Milli Şef
İnönü'nün bir lütfü değildi. Bunlardan birincisi, 1910'lu yıllardan beri desteklenip kayırılan (teşvikler,
ayrıcalıklar, muafiyetler, "devletçilik", savaş yıllarının enflasyonist uygulamaları, karaborsa vb.) yerli
sermaye, artık palazlanmıştı. Vesayet altında daha fazla kalmak istemiyordu. Artık çocuk büyümüştü ve onu
büyütenlere itaat etmeyecekti... İkinci olarak, uluslararası güç dengeleri de "çok partili bir siyasal rejim"
yönünde baskı yaratıyordu. "Hür Dünya"nın zaferiyle biten emperyalist savaş sonrasında tek parti rejimleri
(1920'li ve 1930'lu yıllarda pek revaçta olan) gözden düşmüştü. "Çok Partili Rejime" geçiş sonrası dönemin
tahliline geçmeden önce, uluslararası konjonktürün niteliği, yeni döneme damgasını vuran temel stratejiler ve
hegemonik gücün "porojesi" üzerinde kısaca durmak yararlı olur.
İkinci Dünya Savaşı'nın sonu, aynı zamanda kapitalizmin yapısal kriz döneminin de sonu olmuştur. Nitekim,
1910'lu yıllardan beri sürüp gelen kriz (uzun dalganın ikinci aşaması), ABD'de daha 1940'da, Batı-Avrupa ve
Japonya'da da 1947-1948'de son bulmuştu.(1) Yapısal krizin sonu, aynı zamanda hegemonya krizinin de sonu
olmuştu. 1910'lu yıllardan beri devam eden hegemonya krizi ABD'nin lehine olarak sonuçlanmış, "Pax
Britanica", yerini "Pax Americana"ya bırakmıştı. Klasik sömürgeci bir devlet olmayan ABD'nin klasik
sömürgeciliğin tasfiyesinde çıkarı vardı. Bu aşamadan sonra klasik sömürgeciliğin yerini yeni sömürgecilik
(Neocolonialisme) alacak ve ABD liderliğinde kolektif sömürü sürdürülecekti. Kollektif sömürünün
sürdürülmesi içinde uygun araçlar, kurumlar ve mekanizmalar oluşturulacaktı. Şüphesiz, klasik sömürgeciliğin
tasfiyesinde çıkarı olan sadece Birleşik Amerika Devletleri değildi. Klasik sömürgeci imparatorluklar da
sömürgeciliğin eskimiş, aşınmış klasik biçiminden uzaklaşmak istiyorlardı. Kapitalist üretim tarzının ulaştığı
aşama veri iken ve sömürgeciliğin "içselleştiği" koşullarda, artık "yerli oligarşiler" sömürgeci yöneticilerin
yerini alabilirlerdi. Bu yeni durumda da sömürgecilik yeni yöntem ve araçlarla sürdürülebilirdi. Yeni durumda,
kapitalist rasyonele uygun düşen çözüm, "bağımsız" ulus-devletlerin varlığını gerektiriyordu(2)
Gerçekten, klasik sömürgeciliğin tasfiyesi ve yeni sömürgeciliğin onun yerini alması, ABD'nin çıkarlarınaydı.
Bir sürü Asya, Afrika ülkesi sömürgeci Avrupa devletlerinin (İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda vb.)
doğrudan siyasi de170
netimi altında kaldıkça, bu, ABD sermayesinin ve mallarının hareket alanını sınırlayan bir şeydi. Fakat klasik
sömürgeciliğin tasfiyesi sadece ABD için değil, sömürgeci ülkeler için de "kârlı" bir şeydi. Zaten,
sömürgelerinden "çekilirken", yerlerine bu işi yapacak "yerli" adamlarını bırakıyorlardı. Öte yandan, yenisömürgeciliğin
araçları olan kurumlar, IMF, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler Örgütü etrafında oluşturulan
diğer "insancıl amaçlı kuruluşlar", teker teker sömürgeci devletler yerine kolektif bir sömürüye olanak
verecek durumdaydı... Tek bir sömürgeci ülke yerine, eski sömürgeci devletlerle çok taraflı bir bağımlılık
biçimi ortaya çıkmıştı. Bunun da araçları, sözde "uluslararası kuruluşlar"dı. "Uluslararası" denilen bu
kuruluşlar emperyalist devletlerin dünya ölçeğinde status quo'ya korumasına olanak veren kuruluşlardı.
Gruhn'a göre; "Bu devletler eski sömürgeci devletle ikili bağımlılıktan, uluslararası örgütler aracılığıyla çok
taraflı bir bağımlılığa düştüler."(3) "Para Fonu birçok ülkenin diğer üye ülkelerle işbirliği içinde sağlıklı mali
politikalar izlemesini sağlamıştı. Uluslararası bir kuruluş olarak Fon'un bağımsız hükümetlere, duyarlı mali
politikalarda fikir vermesi, ya da yardım karşılığında bazı önlemlerde ısrar etmesi, diğer bağımsız
hükümetlerin aynı şeyi yapmalarından daha kolaydır. Bence bu nokta çok önemlidir. Para ve Maliye Politikaları
gibi hassas konularda hükümetler nesnel, yansız ve yetenekli bir uluslararası kuruluşun görüşlerini ne kadar
iyi niyetli olursa olsun bir diğer hükümetin görüşlerine yeğlerler. "(4) Böylece herbir sömürgeci emperyalist
devletin sömürgelerdeki kuruluşlarının, adamlarının işlevi, yerini kolektif yönlendirme ve denetim biçimlerine
bırakıyordu.
Bu yüzden, İkinci Dünya Savaşı sonrasında sömürgeciliğin tasfiye edildiğine ilişkin görüşler, kapitalist üretim
tarzının temel yasaları ve işleyişi hakkında yeterli bilgiye sahip olmayanların bir kuruntusuydu. Sömürgecilik
tasfiye edilmiyor, yeni koşullara uyarlanıyor ve emperyalist ülkeler için daha rasyonel hale sokuluyordu.
Colonialisme, neo-colonialisme'e dönüşüyordu. Bir ülkenin emperyalist sömürüye maruz kalması için onun
doğrudan sömürge olması gerekmez. Bugün "gelişme yolunda" denilen ülkelerde, emperyalist ülkelerin
ihtiyaçlarını karşılamak için (gıda, biyomas, enerji, maden vb.) kullanılan topraklar klasik sömürgecilik
dönemindekinden daha fazladır. Klasik sömürgeciliğin geçerli olduğu dönemde yarı-sömürge konumundaki
ülkelerin durumu bu vesileyle hatırlanmaya değer. Nitekim, bir kondominyon olan M. Ali Paşa'nın Mısır'ı,
İngiliz büyük burjuvazisi için doğrudan sömürgelerden daha az "verimli" değildi. Dolayısıyla, "bağımsızlık"
hareketlerirıin sonucu ortaya çıkan yeni ulus-devletlerin emperyalizme bir darbe vurduğu, kapitalist pazarı
daralttığı vb. gibi argümanlar somut duruma ve gerçek süreçlere ters düşüyor.(5) Aslında ikinci Dünya Savaşı
sonrasında tasfiye edilen, sömürgeciliğin klasik biçimiydi. Bu biçim, sömürgeci devletlere "pahalı" geliyordu.
Yeni-sömürgecilik, sömürgeci devletlerin birçok harcamalardan kurtulmalarına olanak veren bir çözümdü.
Böylece güvenlik, sağlık, okul, sınırlı sosyal hizmetler, alt-yapı (yol, köprü, elektrifikasyon vb.) yatırımlar için
yaptıkları harcamalardan da kurtuldular. Fildişi Sahili Devlet Başkam Houphoet-Boign Y, yeni-sömürgecilikle
ilgili olarak; "Bu eskisinden çok daha kötü bir sömürgecilik. Zira eski sömürgecilik hiç değilse bazı
sorumluluklar alıyordu. Ekonomik sömürgecilik hiçbir sorumluluk
171
üstlenmiyor"(6) demişti. Klasik sömürgeciliğin tasfiye sürecine girdiği dönemde emperyalist ülkeler önemli
üretim artışları gerçekleştirdiler. Dünya ticaretinde büyük bir sıçrama oldu. 1947-1966 aralığında altı AET
ülkesinde sınai üretim % 6, Japonya'da % 9.6 artış gösterdi.(7)
Batı'ya ulaşmayı temel amaç ve tek kurtuluş yolu olarak gören klasik sömürgecilik sonrasının ulus-devletleri,
Batılılar tarafından önerilen büyüme modellerine (kalkınma reçetelerine) uyum sağlamaya yöneldikleri ölçüde,
oyunu daha baştan kaybetmişlerdi. Çıkmaz bir yola girmişlerdi... Gerçekten bağımsızlığa ulaşmanın koşulu,
Batı modelini daha baştan reddetmeye, farklı bir uygarlık ve toplumsal düzen tercihi yapmaya bağlıydı.
"Uygar ve uygarlaştırıcı"nın gösterdiği yol, sonu olmayan bir yoldu. Batı'yı taklit, hem gerekli değildi, hem de
zaten olanaksızdı...
Türkiye'nin 1950'den başlayarak DP iktidarıyla girdiği yeni dönem, emperyalizmin ülkeyi şartlandırıp
biçimlendirme sürecim hızlandıracaktı. Bu bakımdan İkinci Dünya Savaşı sırasında "emperyalizmin ülkeye
yeniden girdiği" gibi iddialar inandırıcı değildir. 1923'ten, savaş sonrasına kadar emperyalizmin ülkeyi daha
fazla "etkileyip" biçimlendirmemesinin nedeni, büyük ölçüde emperyalizmin içine düştüğü "yapısal kriz"dir.
Tam tersine, 1920'lerden beri gerçekleştirilen "düzenlemeler", uygulanan politikalar, emperyalizmle yeni bir
eklemlenmenin koşullarım yaratmıştı. Bazı pre-kapitalist yapı ve kurumlar tasfiye edilerek ve kimi burjuva
kurumları ithal edilerek eklemlenmenin maddi temelini oluşturacak bir "işbirlikçi" sınıf yaratılarak, yenisömürgeciliğe
"elverişli bir ortam" yaratılmıştı.
Tüm çabalara rağmen (devletçilik vb.), 1950'li yıllara gelindiğinde, emperyalizmle yeni bir tip bütünleşmenin
koşulları tam olarak oluşmuş değildi. îşte DP iktidarıyla başlayan dönemin temel işlevi, bütünleşmenin eksik
kalan unsurlarım tamamlamak olmuştur. Zincire, eksik kalmış halkaları eklenecekti.
Savaş sonrasında, sömürgeciliğin yeni bir biçim alıp, sömürünün derinleştiril-mesinin koşullan oluşmuştu.
Emperyalizm yapısal krizi atlatmış, dünyanın geri kalan bölümünü daha yoğun olarak şartlandırıp
biçimlendirecek duruma yeniden gelmişti. ABD, emperyalistlerarası hiyerarşide piramidin tepesine oturmuş
ve tartışmasız bir üstünlük sağlamıştı. Ekonomik, siyasal-sosyo-kültürel yapılan dünya ölçeğinde (en azından o
zamanki bürokratik "sosyalist" ülkeler dışında) biçimlen-direbilecek bir hegemonya gücüne ulaşmıştı. Vakit
kaybedilmedi. 4 Temmuz 1947'de Türkiye ile ABD arasındaki ilk "ikili" anlaşma imzalandı. Bu "ilk anlaş-ma"yı,
12 Temmuz 1948'de imzalanan ikinci "ikili anlaşma" izledi. Artık ABD yardımları akmaya başlıyordu.
Amerikalılar demode olmuş, işe yaramayan, depolanmaları da sorun yaratan silahları, savaş artıklarım
Türkiye'ye yardım olarak veriyordu. Ama Türkiye, söz konusu silahları ABD'nin izni olmadan
kullanamayacaktı. 4 Temmuz 1947 anlaşması, ulusal egemenliği zedeleyen bir sürü maddenin dışında,
ekonomiye ilişkin yükümlülükler de içeriyordu ki; bunlar arasında, "devletçi uygulamalardan vazgeçilmesi",
gümrük korumaları ve tekellerin kal-
172
dırılması, uluslararası ticaretin serbestçe işleyişini engelleyen düzenlemelerin tasfiye edilmesi vb. gibi
yaptırımlar söz konusuydu.
Söz konusu süreçte ilginç olan; egemen sınıflar, başta ABD olmak üzere emperyalizmle işbirliğinden yana
tavır koyup gereğini yaparken, halk yığınlarının da egemen sınıfların projesine destek vermiş olmasıdır.
Taşrada ve şehirlerde hızla zenginleşmek isteyen küçük üreticiler dışında (esnaf, tüccar, aracı, komisyoncu
vb.); jandarma ve tahsildar baskısından bezmiş, "Ebedi Şef ve "Milli Şef döneminin iktisat politikalarından
hep zararlı çıkmış yoksul köylüler de DP'yi desteklemişti. Ezici çoğunluğu, bir Amerikalı uzmanın deyişiyle,
hâlâ "Hititler zamanından kalma üretim araçlarıyla" üretim yapmaktan kurtulamamış, az topraklı yoksul
köylülerin oluşturduğu kırsal kesim insanları, "devletçilik" uygulamalarından bir yarar sağlamadıkları gibi,
Osmanlıların son dönemlerdeki uygulamaları aratmıyacak ölçüde devlet baskı ve terörüne maruz kalmışlardı.
Geniş kitlelerin yaşam koşullarında hiçbir iyileşme olmazken, tek parti rejimi, devlet terörü koşullarında
gerçekleştirilen "inkılaplar" ve geleneksel kültür odaklarının dağıtılması kitlelerde iktidar aleyhinde köklü bir
kin ve nefret uyandırmıştı. Halkın iktidar partisi CHP'ye yönelik tepkisinin boyutları daha 1930'daki güdümlü
Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyiyle ortaya çıkmıştı.
1950 sonrasında Türkiye, başta ABD olmak üzere, Batı hegemonyasına daha fazla sokulurken ve ABD'nin
çizdiği yolda yürümeye zorlanırken, iki alanda önemli gelişmeler kaydedildi. ABD'nin (daha genel olarak
emperyalist Batı'nın) de çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelik bu gelişmelerden biri, a!t-yapı yatırımlarının
hızlı bir tempoyla gerçekleştirilmesi; ikincisi, alt-yapıdaki gelişmelere eşlik eden tarımsal üretimdeki önemli
artıştır. Batılılar Türkiye'ye; mukayeseli üstünlükler ve uluslararası işbölümü ve uzmanlaşmaya uyum
sağlamayı amaçlayan tarıma dayalı bir büyüme modeli öneriyorlardı. 1950 seçimlerinin hemen sonrasında
Türkiye'ye gelerek rapor hazırlayan bir Dünya Bankası heyeti (IBRD) raporunda şunları diyordu: "Endüstriyel
gelişmeye tarımın aleyhine olarak verilen ağırlık çok fazla olmuştur. Tarım öne çıkmalıdır. Tarımda verimlilik
artırılmadıkça endüstri için gerekli besin ve işgücü sağlanamaz."(8)
Türkiye gibi "azgelişmiş" bir ülke, dışardan ithal ettiği araçlar ve tarımsal girdilerle başlangıçta tarımsal
üretimi artırabilirse de, verimlilik artışını sürdürebilmesi sürekli ithalat gerektireceği için, çıkar yol değildir.
Uzun dönemde hem dışa bağımlılığı artırır, hem de gerçekten sanayileşme hedefinin de gündem dışında
tutulmasına neden olur. Nitekim; "Bir ülke sanayileşerek, sanayisini kendi kendisine geliştirmek koşuluyla
(fabrika satın alındığında bu koşul yerine getirilmiş olmuyor) ve öteki sektörlere gelişmeleri için gerekli
teknik araçları sağlıyorsa zenginleşir. Çünkü hem sanayisi emek verimliliğini yükseltir, hem de işlediği
hammaddelere daha fazla değer kattığı için zenginleşir. Bundan başka yüksek katma değerli sanayi ürünleri
ihraç edip, düşük katma değerli, özellikle de hammaddeler ithal ettiğinde dış ticaret yoluyla da zenginleşir.
Böylesi bir durumda eşit olmayan bir değişim uyguluyor demektir. "(9) F, Partant'dan yapılan
173
yukarıdaki alıntıda açıkça ortaya konduğu gibi, bir ülke teknoloji ithaliyle kalkınamaz. (Batı gibi olamaz demek
daha uygun düşüyor). Sanayileşmeden bağımsız bir tarımsal gelişme de olanaklı değildir. Verili uluslararası
işbölümüne uyum sağlamanın ötesine geçmeyen bir ülke, hiyerarşik dünya sistemindeki yerini değiştirme
iddiasında bulunamaz.
Zaten tarım mı, sanayi mi türünden tartışmalar anlamlı da değildir. Bir ekonominin sağlık koşulu, söz konusu
sektörlerden birini ön plana çıkarmak değil, tarım, sanayi ve alt-yapı yatırımları arasında uygun bir dengenin
kurulmasına bağlıdır. Oysa Batılıların önerdikleri büyüme modellerinin asıl amacı, Türkiye'yi ünlü "mukayeseli
üstünlükler" teorisinin öngördüğü bir doğrultuya zorlayarak, verili uluslararası işbölümü ve uzmanlaşmayla
uyumlu bir ekonomik yapı hedefliyordu.