GRAMSCİ ÜZERİNE


GİRİŞ
      Marks ve Engels'in ortaya koyduğu bilimsel yöntem ve dünya görüşü, o güne kadar egemen olan "felsefi sistemler"i yıkarak büyük bir devrim yaratmıştır. Onların düşüncelerinin temelindeki diyalektik materyalizm, 19. yüzyılın ortalarından itibaren gelişmeye ve dünya çapında yayılmaya başlamasıyla, burjuva ideolojisi (ve onun değişik felsefi akımları) tam bir bunalıma girmiştir. Bu bunalım, Marksizmin tüm düşünürleri (genel olarak aydınları) ve düşünce akımlarını etkisi altına almasıyla derinleşmiştir. Artık Marksizmden etkilenmemiş tek bir anlayış ya da teori kalmamıştır. Bunun sonucunda da, Marksist yöntemleri ve Marksist terminolojiyi kullanan pekçok yazar ve bunların oluşturduğu pekçok teori ortaya çıkmıştır. Burjuva ideolojisinin biçim değiştirmiş ve kendini, yani burjuva özünü (içeriğini) Marksist söylemle gizlemiş bir hali, Marksizmin içinde revizyonizm olarak 19. yüzyılın sonlarında kendini açığa vurmuştur. Yine I. Yeniden Paylaşım Savaşı sonrasındaki sosyal-demokrasi, burjuva ideolojisiyle proletarya ideolojisinin "kaynaştırıldığı" bir akım olarak, burjuvazinin yeni bir gücü haline gelmiştir.
      II. Yeniden Paylaşım Savaşı sonrasında ortaya çıkan gelişmelere paralel olarak sosyal-demokrat partilerin etkilerini genişletmeleriyle Marksizmi bozma, etkisizleştirme, sıradanlaştırma faaliyetlerinin yeni bir evresi başlamıştır. Özellikle Batı-Avrupa'daki burjuva aydınlarının başını çektiği bu yeni oluşum, "Marksizmin bunalımı" savıyla birlikte gelişiyordu. O güne kadar Marksizmin etkisi altında bulunan ve çoğu kez Batı-Avrupa Komünist Partilerine üye olmuş ya da bu partilerle ilişki içinde bulunan bazı aydınlar ve aydın çevreleri, "refah devleti"nin oluştuğunu, bunun da Marks ve Engels'in öngörülerinin (teorilerinin) yanlışlığını kanıtladığını söyleyerek "yeni" teoriler ortaya atmaya başladılar. Dünya komünist hareketinin merkezi yapılanmasının ortadan kalktığı bir ortamda, burjuva ideolojisinin her türden etkileri bu KP'ler içinde görülmeye başlandı. Marksizm adına "Marksizmin yetersizliği" ve yer yer "yanlışlığı" ileri sürülürken, iki temel yaklaşım dünya sol çevrelerde belirginleşti.
      Uzun yıllar başat olan ve 70'lerde giderek gücünü yitiren birinci yaklaşım, "Marksizmin bunalımı" savını zımni olarak kabul ederek, bunun nedenini Stalin'de buluyorlardı. Bu yaklaşıma göre, Marksizm, Marks ve Engels'in ortaya koyduğu ve Lenin'in geliştirdiği ilk haliyle doğruydu. Ama Stalin'in formüle ettiği biçimiyle Leninizm ve tezleri, tümüyle bir yanılgılar yığını, dogmatizmin ve sekterizmin ürünüydü. Diyalektik materyalizm, Stalin tarafından "Leninizm" diyerek mekanik (vulgar) materyalizme dönüştürülmüştür. Stalin, "Marksizm-Leninizm" adı altında, tamamlanmış bir teori ya da "sistem"in oluştuğunu ilan ederek, gerçek Marksizm-Leninizmi sınırlandırmış ve toplumsal ve siyasal (tabii ekonomik) gelişimi açıklayamaz, kavrayamaz hale getirmiştir. vb. vb.
      Bu yaklaşım, Stalin'in yönetimi altındaki SBKP (B)'nin faaliyetlerini ve kararlarını, bir bütün olarak hatalı ilan ederek sonuca ulaşıyordu. Her şeyin sorumlusu Stalin ve "onun Leninizmi" olunca, yerine "yeni" bir şey konulması fazlaca sorun olmuyordu.
      Asıl olarak Kruşçev döneminde SBKP tarafından savunulan ve uygulanan bu yaklaşım, Marksizm-Leninizmin "doğru" bir kavranışı için "aslına dönülmesi" gerektiği şeklinde bir yaklaşıma doğru evrildi. Bu "asıl", doğrudan Marks-Engels ve Lenin'in yapıtları olacaktı. Böylece ilkin 50 yıldır tüm KP'lerde ve komünist çevrelerde kullanılan terminoloji kullanılmaz oldu. Artık SBKP' nin revizyonist dili ile varlığını ve etkisini dünya çapında sürdüren "Stalinist" (!) dil farklılaşmış bulunuyordu. Dünya komünist hareketinin merkezi bir yapılanışı olmadığından, SBKP'deki gelişmeler, sağlıklı bir biçimde ele alınıp değerlendirilemediği için farklılıklar büyük ayrılıklara yol açmakta gecikmedi.
      60'lı yıllarda, birbirlerinin dilinden anlamayan, aynı kavramları kullanmayan üç büyük çizgi oluştu. Bir uçta SBKP'nin başını çektiği ve III. Enternasyonal'den kalma bir gelenekle, SBKP'ye kayıtsız-şartsız bağlı olan "resmi" KP'ler bulunurken, diğer uçta ÇKP'nin başını çektiği ve "resmi" KP'lerden ayrılmış, "Mao Zedung düşüncesi"ni savunan "M-L"li KP'ler yer alıyordu. Üçüncü çizgi ise, Marksizm-Leninizmin her çeşit revizyonuna ve dogmatikleştirilmesine karşı çıkan, onun salt dünyayı yorumlama tarzı olmayıp, aynı zamanda dünyayı değiştirme yöntemi olduğunu savunan ve genellikle geri-bıraktırılmış ülkelerdeki Marksist-Leninistlerin çizgisidir.
      Bu ayrışmada, ÇKP çizgisi ile geri-bıraktırılmış ülkelerdeki Marksist-Leninistlerin çizgisi, bazı noktalarda çakıştığı gibi, dilleri de ortaktı. Ama yine de, bu üçüncü çizgi, uluslararası planda Marksizm-Leninizmin zaman içinde gelişip derinleşmesinin teorik sonuçlarını -yazılı metinler halinde- ortaya koyacak durumda değillerdi. Che Guevara'nın ve F. Castro'nun bazı konuşmaları ve yazıları dışında, seslerini, teorik planda duyuramadılar. Çünkü ortada bir devrim mücadelesi, iktidarın fethi sorunu bulunuyordu ve bu ülkelerde "gerçek bir hareket bir düzine programdan daha önemli" (Marks) olmuştu. Geri-bıraktırılmış ülke komünistlerinin bıraktığı (ya da dolduramadığı) bu boşluğu, bir dönem ABD ve Batı-Avrupa'da bulunan ve "resmi" KP'lerden bağımsız bazı Marksist çevrelerin çalışmaları doldurdu. "Yeni-sol" olarak bilinen bu çevreler, özellikle ekonomik konularda (emperyalizmin bunalımına ilişkin) önemli ürünler veriyorlardı. (Baran, Sweezy, Magdoff) Felsefi alanda ise, hemen hemen tek bir kişinin (Althusser) çalışmaları vardı. Ama "yeni-sol", pratik konulardan özellikle uzak durarak, ekonomik ya da felsefi teorilerinin siyasal sonuçlarını dikkate almayarak, teori ile pratik arasındaki ayrılığı daha da büyüttü.
      Bu üç farklı çizgi, geri-bıraktırılmış ülkeler somutunda şöyleydi:
      Bir yanda, herşeyiyle SBKP'ye bağlı, ülke somutuna ilişkin bütünsel bir devrim anlayışı ortaya koymayan legal ya da illegal KP'ler bulunuyordu. Bu "partiler", devrimin yolu, yöntemi, sınıf ilişkileri vb. konularda açık ve net bir şey ortaya koymaktan özenle kaçınırken, "sovyetik ayaklanma" savunucusu imajını korumaya çalışıyorlardı. Sözcüğün gerçek anlamında revizyonizmin getirdiği pasifizm ve oportünizm, bu KP'lerin geleneksel ve evrensel özelliği olarak, her ülkede aynılık gösteriyordu. Onların, en azından -açıkça beyan etmeseler deverdikleri imaja göre, ayaklanmaya yönelik örgütlenmesini bekleyenler, ayaklanma anının sonsuz bekleyişi içinde yıllar boyu gerçek devrimci pratikten uzak duruyorlardı. Böylece bu KP'ler, bulundukları her yerde devrimci mücadeleyi pasifize eden bir güç haline geldiler.
      Geri-bıraktırılmış ülkelerdeki diğer oluşum da, ÇKP merkezli ve sonlarına "M-L" (ya da başlarına "devrimci", "ihtilâlci") takıları alan hareketlerdi. Herşeyin temeline sosyalizmin inşa sorunlarını koyarak, "Çin tipi" bir devrim sürecinin savunucusu olarak ortaya çıkmışlardı. Tüm çabalarını "sovyet sosyal emperyalizmi" konusuna yoğunlaştırırken, "Çin tipi" bir devrimin teorisine ve bunun pratiğine ilişkin faaliyetleri ise, somut tarihsel koşulların farklılığından dolayı, hiçbir gelişme göstermiyordu. "Beyaz rejimin savaş içinde olup olmadığını" araştırarak, "Halk Savaşının zaferi" ve "Mao Zedung düşüncesi"nin tekrarcıları olarak, günler ve yıllar geçiriliyordu. Bunların muzaffer bir devrimi (Çin) örnek göstermeleri, pekçok samimi unsuru (tıpkı "resmi" KP'lerin ayaklanma çağrısını bekleyenler gibi) pasifize etmelerine hizmet ediyordu.
      Son tahlilde, "en gerçek" sosyalizmin hangileri tarafından temsil edildiğinde anlaşamayan, ama pratikte aynı şekilde hareket eden bu revizyonist ve oportünist çevreler, geri-bıraktırılmış ülkeler solunda geniş bir etkiye sahipti. Bunların (görünüşteki farklılıklarına rağmen, özdeki benzerlikleriyle) çalışma tarzlarını, Mahir Çayan yoldaş şöyle ifade ediyordu:
      "Bu çizginin kitleleri bilinçlendirme politikası:
      - Merkezi periyodik bir yayın organı (siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak)
      - Broşürler
      - Nakil görevini yapan merkezi organın dağıtım şebekesinde, mahaller birim alınarak örgütün bürokratik kademelerini kurmak
      - Ve de sözde askeri hareketlerin (silahlı propaganda değil) asgari örgütlenmesi.
      Bütün bunlara revizyonistler stratejik örgütlenme derler. Önce bu sözde stratejik örgütlenme için çalışılır.
      Ancak oligarşinin ağır baskı ve tenkil politikasının ağır şartları altında:
      - Merkezi periyodik yayın organı ve broşürler çıkarmak;
      - Klâsik sözde kitle çalışması ile devrimin 'taze kuvvetlerini' oluşturmak.
      Henüz oluşum halinde olan ve asla da stratejik örgütlenme aşamasında olmayan örgütün yöneticilerinin ve önde gelen üyelerinin çalışmalarını, dergi ve broşürler çıkarmaya ve de dağıtmaya teksif eder.
      Karşı-devrimin baskı şartları altında örgüt bir türlü silaha sarılacak seviyeye gelemez. Zaman geçer. Asgari örgütlenme için şartlar bir türlü hazır olmaz. Giderek örgüt tam bir bürokratizmin batağına saplanır. Üyelerdeki savaşçı ruh (eğer varsa) yiter; elemanlar merkezi organın çıkmasını bekleyen gazete bayilerine dönerler. Dağıtılması güç, okuyucusu fazla olmayan gazete bayileri halinde 'işçi-köylü bölge komiteleri' iki-üç sözde yönetici pasifistin gevezelik, entellektüel tartışma ve de rapor alan-rapor veren bir bürokratik mekanizması haline döner.
      Aşırı gizlilik ile laçkalık beraber gider. İllegalitenin çarkları pasifizm adına döner. Arada bir hazırlop para gasbı işi olursa, merkez birkaç kişiyi tayin ederek bu işin yapılmasını organize eder. Böylece örgütün çok yönlü çalışmayı başarı ile yürüttüğü kanısına varılır. Haftalar, aylar stratejik örgütlenmeyi ve de askeri eylemler için asgari örgütlenmeyi tamamlama hikayesi ile, 'büyük işler planlanıyor' havası içinde, gevezelik, yazı-çizi işleri ile geçer.
      İşte silahlı mücadeleye sözde evet diyen pasifizmin çalışma tarzı pratikte budur.
      Yaptığı bütün iş, ideolojik mücadele paravanası altında, emperyalizm ve oligarşiye karşı, halkın devrimci savaşını sürdüren devrimcileri eleştirmek, onlara kara çalmaya çalışmak, silahlı propagandanın sağladığı sempatiyi, kafaları bulandırarak dağıtmaya çalışmaktır. Oportünizmin emperyalizmin soldaki uzantısı olması esprisi budur.." (Kesintisiz Devrim II-III, 7 Nolu Dipnot)
      Geri-bıraktırılmış ülkelerde devrimci çizgiyi savunan ve devrim için savaşan Marksist-Leninistler ise, tüm dikkatlerini devrim stratejisine ve pratiğine yöneltmişlerdi. Doğal olarak, dünyanın ve ülkenin somut tarihsel koşullarının ayrıntılı bir tahliline dayanan devrim stratejisi, bu ülkelerdeki devrimci mücadelenin yol göstericisi olarak egemen konumdadır. Ama ülkeden ülkeye değişen teorik düzey, bu ülkelerin Marksist-Leninistlerinin uluslararası planda etkin olmalarını engelleyen diğer bir etmendi. Böylece bir ülkedeki teorik gelişmeler diğerlerince paylaşılmıyor ve deneyimler birleştirilemiyordu. Bunun pratikteki görünümü ise, SBKP ve ÇPK merkezli hareketler karşısında ideolojik olarak zayıf düşülmesiydi. (Şüphesiz bu durum ülkeden ülkeye değişmektedir, burada genel olarak, yani dünya çapındaki durumu belirtmek durumundayız.) Devrimci pratiğin gelişmesiyle ortaya çıkan teorik düzey düşüklüğü ve silahlı mücadelenin getirdiği yetişkin ve yetkin kadroların savaş içinde yitirilmesi, dünya komünist hareketinin sorunlarını aşmaya katkıda bulunulmasını zorlaştırıyordu. Sözün özü, devrim stratejisi düzeyindeki teorik çalışmalar dışında, pek az araştırma ve değerlendirme yapılabilinmiştir. İşte bu eksiklik, bu ülkelerdeki burjuva ya da küçük-burjuva aydınlarınca doldurulumaya başlandı. Bu "aydın" çevreler, giderek "entellektüel üretim merkezleri" ve bireyler olarak etkinlik kazandılar.
      Geri-bıraktırılmış ülkeler solundaki "entellektüel" çevreler, devrimci pratikten kopuk ve bu pratiğin getirdiği görev ve sorumluluktan bağımsız olarak, pekçok konuda fikir üretenler haline gelmişlerdir. Bunların temel özelliği, sömürge tipi faşizm koşullarında, zaman zaman açık teröre maruz kalsalar da, sürgit düşüncelerini açıklama olanağına sahip olmalarıdır. Bu nedenle de, düşünceleri oto-denetimden geçerek biçimlenmektedir. Böylece çoğu zaman -özellikle açık faşizm dönemlerinde- kullandıkları dil, terminoloji "düzen" tarafından belirlenmiştir ve düşünce üretimi konuları da, aynı biçimde "düzen" tarafından seçilmektedir. Kendi ülkelerinde "solcu" ya da "Marksist" olarak bilinen bu çevre üyeleri için en tehlikeli durum Leninizme yaklaşmalarıyla ortaya çıkar. Bu yüzden Leninizmle aralarında kesin çizgiler olduğunu özenle vurgulayarak icazet alan Bu "Marksist" düşünce üreticileri (!), geri-bıraktırılmış ülkeler solunda boy gösterirler. Çokluk yurt-dışında eğitim görmüş, yabancı dil bilen bu çevre üyeleri, emperyalist-kapitalist ülkelerdeki örgütsüz entellektüel çevrelerle yakından ilgilenirler. Bu da bu ülkelerdeki teorik gelişmelerden etkilenmeleri ve bunların -çokluk bireysel düzeyde- geri-bıraktırılmış ülkelerdeki temsilcileri haline gelmelerine neden olmaktadır.
      Uluslararası Marksist-Leninist hareket üzerinde burjuva ideolojisinin etkisinin yarattığı ikinci yaklaşım ise, "Avrupa Komünizmi" olarak var olan "yeni-revizyonizm"dir. 19. yüzyıl sonlarındaki Bernstein revizyonizminin 60'ların sonlarında yeniden üretimi olarak da tanımlanabilecek olan bu yaklaşım, "Marksizmin bunalımı" savının en sadık savunucularıdırlar. Bunlara göre, Marksizm-Leninizm Stalin tarafından oluşturulmuş bir anlayıştır ve bugünkü "bunalım"ın nedenidir. Stalin'in oluşturduğu Marksizm-Leninizmin emperyalizmi "can çekişen kapitalizm" olarak tanımlaması yanlıştır; emperyalizmin "çürüyen kapitalizm" olarak üretici güçlerin gelişimi önünde sürekli engel olduğu ve bu nedenle sosyalist devrimin -sistemin bütününde- nesnel koşullarının olgunlaştığı savı, gün be gün kendini çürütmektedir. Savın tersine emperyalist dönemde, kapitalist üretim ilişkileri, dönemsel olarak ekonomik buhranlara yol açsa da, üretici güçleri geliştirmektedir. Özellikle II. yeniden paylaşım savaşından sonra başlayan, "II. sanayi ve teknoloji devrimi" genel bir refah ortamı yaratmış ve bugüne kadar Marksizm-Leninizmin "kapitalizm koşullarında olanaksız olduğu"nu ilan ettiği ve gerçekleştirilmesini devrim sorunu olarak görüp kendi programlarına aldıkları pekçok sorunun çözümüne yol açmıştır. Örneğin bir 8 saatlik emek-gününün yasallaşması sorunu olmadığı gibi, haftalık çalışma süresi 56 saatlik programın ötesinde 38-40 saate düşmüştür. Demokratik hak ve özgürlükler, emperyalist-kapitalist ülkelerde 40 yıldır kesintisiz ve istikrarlı olarak sürmektedir. Otomasyon ve elektronik alanındaki gelişme sonucu kol emeğine dayalı sanayiler dağılmakta ve dolayısıyla proletaryanın nüfusun çoğunluğunu oluşturması yerine azınlığa düşmesi gündemdedir. Tüm bunlar, bu güne kadar Marksist-Leninistlerin öngörülerinin (ya da umutlarının) tersine bir durumdur. Bunun sonucu da, bugüne kadar belli bir kitleyi peşinden sürükleyen KP'lerin güçsüzleşmesi ve devrim umutlarının sona ermesi olmaktadır. KP'lerin aldığı seçim sonuçları ortadadır.
      İşte bu ve benzeri gerekçelerden yola çıkanlar, özellikle Batı-Avrupa'da İtalyan ve İspanyol KP'lerinde ve bazı sosyal-demokrat partilerde etkin oldular. Son tahlilde, Stalin'den yola çıkarak anti-Leninist bir temele sahip olan bu çevreler için, "bunalım"ın aşılması, Marksizmin "kaynağına" gidilmesiyle mümkündür. Bir başka deyişle, Marks-Engels'in ilk yapıtlarına başvurulmalı ve onların teorilerinin çıktığı (!) "felsefi sistemler"e gidilmelidir. Böylece Marks- Engels'in ilk yapıtları, yani Hegelcilikten kopmaya yöneldikleri, ama henüz Hegel'in etkilerini taşıyan yapıtları ön plana çıkartıldı. Bunun sonucunda da, geleneksel Marksist terminoloji, söylem ile toplumsal alanda Hegel terminolojisinin garip bir bileşiminden oluşan "yeni" bir konuşma tarzı ortaya çıktı.
      Uluslararası plandaki bu genel tablonun ülkemize yansıması ise -kendine özgü yanlarıyla- şöyle oldu:
      Türkiye komünist hareketi 60 yıllık geçmişine karşın, son yirmi yılda gerçek bir etkinlik ve yaygınlık kazandı. Uzun geçmişine rağmen bu kısa mücadele dönemi pekçok gelişmelere, dönüşümlere ve karşı-devrimin girişimlerine sahne olarak, ideolojik düzeyde de yankılar yaratan sonuçlar doğurmuştur.
      İlk büyük dönüşüm, 1965'de kurulmuş FKF'nin, 1969 yılında "Dev-Genç"e dönüşmesi ve 1970 sonunda THKP-C'nin kuruluşuyla gerçekleşti. Her çeşit revizyonizmden, oportünizmden ve pasifizmden kesin kopuş ve aradaki sınır çizgilerinin kesin biçimde çekilmesi olarak THKP-C ve onun mücadelesi, ifadesini "Kesintisiz Devrim I-II-III"de bulan önemli bir ideolojik-politik gelişme sağladı. İşte bu Marksist-Leninist kavrayış, o güne dek ülke solunda egemen olan her türlü sapmanın yeni biçimler ve adlar altında piyasada boy göstermesine yol açtı.
      Oligarşinin 12 Mart muhtırasıyla başlayan süreçde, THKP-C'nin mücadelesinin yarattığı büyük etki ve bunun örgütsel alana yansımasından önce THKP-C'nin önder ve yönetici kadrolarının katledilmesi, revizyonistler ve oportünistler için uygun bir ortam oluşturmuştu. Bu ortamda uluslararası modern revizyonizmin ideolojik olarak yaygınlaşması doğaldı. Ve böylece 50 yıllık geçmişine rağmen hiçbir etkinlik gösterememiş olan T"K"P güç kazanmaya başladı. Ama THKP-C'nin Marksist-Leninist teorisinin savunulması ve yaygınlaştırılmasında gösterdiği çabalar ve bunun ürünü teorik metinler, revizyonizmin etkisini belli alanlarla sınırladı. Aynı biçimde, ne olduğu hiçbir zaman ortaya konulmamış "sovyetik ayaklanma" (revizyonist anlamıyla) teorisi, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi karşısında hiçbir varlık gösteremeden bir kenara çekildi.
      Marksist-Leninistlerin bu başarısı sonuçta revizyonizmin ve oportünizmin kendini "yenileme"sine ve devrimci teoriyi tahrifatta "yeni" yollar bulmaya ittiği yılları, oligarşinin 12 Eylül darbesi izledi. Ve bazı çevrelerde yeni Amerikalar keşfedildi. Bu "keşif" toplum tahlilinde "sivil toplum"un varlığı olarak, pasifist cephede büyük bir sevinç yarattı. Bu tahlilin Marksist kesimde ve Marksist söylemde en önemli temsilcisi olarak İtalyan Komünist Partisi'nin 1920'lerdeki Genel Sekreteri A. Gramsci öne çıkartıldı. Ama Gramci'nin bir parti çatısı altında ve iktidarın fethi için (devrim teorisinde) kullandığı toplum ve "sivil toplum" tahlili, 12 Eylül'ün yarattığı pasifikasyon ortamında bütünsel bir teorinin ifadesi olarak kullanılmak durumunda değildi. Bir başka deyişle pasifistler ve teslimiyetçiler, Gramsci bağlamında homojen bir "sivil toplum" savunuculuğuna girişmemişlerdir. Özellikle Gramsci'nin parti konusunda ve devrim teorisine ilişkin olarak yaptığı tahliller ve savların "entellektüel" çevrelerde yankı bulması zordu. Örgütlülüğün, "bireysel özgürlüğün" yok edilmesi olarak lanse edildiği bir ortamda, Gramsci'yi bir bütün olarak benimsemek yerine, bazı yönlerini öne çıkararak ve diğer yönleri de rezerv olarak tutmak tercih edildi. Böylece karşı eleştiriler yoğunlaştığında bu rezervler kullanılacaktı.
      12 Eylül sonrasında "legal Marksist" çevreler, legal yayın organlarında, yönetimle bir "consensus" oluşturarak Marksist-Leninist terminolojiyi kullanmamaya özen gösterirken Gramsci'nin teorisi imdada yetişmişti. Böylece her düzeyde Gramsci terminolojisi ve "sivil toplumculuk" yaygınlaştı. Yılların "Mao Zedung düşüncesi"ni savunan oportünistler de, bu duruma hemen uyum sağlayarak "2000'lerin" görünümüne girdiler. Bu gelişmeler 80 öncesinin okuyucusu az olan dergilerde, belli grupların üyesi olarak fikir üreten "gizli" Gramsciciler için de uygun ortam yaratıyordu. Batı-Avrupa kökenli olarak piyasaya çıkan bu sonuncular, Marksizm-Leninizmin yeni revizyonistleri olarak ayrı bir oluşum içine girdiler. Sözün özü, yılların revizyonist ve oportünistleri Gramsci' den az ya da çok yararlanarak "yeni" bir çehre edindiler.
      Bu süreçte "sivil toplum" adına üretilmiş pekçok tez olmasına rağmen, Marksist çevrelerde Gramsci'nin tahlilleri ve tezleri daha fazla ilgi uyandırdı. "Sol liberalizm" vb. adlar altında Gramsci'den ayrı "sivil toplumcular" olduğu düşüncesi, özün unutturulmasına hizmet ediyordu.
      Tarihsel olarak burjuvaziyle ortaya çıkan ve burjuva yazarlarınca formüle edilen "sivil toplum", Hegel'den Marks-Engels'e geçmiş ve onlar tarafından ilk dönemde kullanılmış ve sonra da terekedilmiş bir toplumsal kategori ve bunun kavramıydı. 1970'ler dünyasına gelindiğinde İtalyan ve İspanyol KP'lerince formüle edilen "Avrupa komünizmi"yle Marksist literatüre yeniden sokulan "sivil toplum" kavramı, yeniden canlandı. Bu canlanış 80'lerin Avrupasında sönmeye başladıysa da, 12 Eylül sonrası yurt-dışına gitmiş ya da oralarda eğitim görmüş unsurlarca yeniden keşfedilmişti. Böylece, özsel olarak burjuva ideologlarının bir kategorisi ve kavramı olan "sivil toplum", Marksist söylemde Gramsci'nin yapıtlarıyla ülkeye, bu unsurlarca ithal edildi. Bu da ülke içinde iki farklı "sivil toplum" anlayışına yol açtı. Bir taraf Marksizm adına kullanırken, diğer taraf Leninizme karşı olarak kullanıyordu.
      Birinci tarafta yer alanlar, Gramsci terminolojisiyle yeni teoriler oluştururken, Gramsci'nin ortaya koyduğu savların zorunlu (mantıki) sonuçlarından uzak durmayı tercih ediyorlardı. Oportünist bir hileyle, İtalyan KP'sinin 60'ların sonlarında düştüğü anti- Leninist sıfattan kurtulmak amaçlanıyordu. Ülkemizde Leninizmin sarsılmaz gücü ve devrimci unsurlar arasındaki etkisi karşısında, başka bir yaklaşım, amaçlarına ulaşmalarını engelleyecekti. Ayrıca hedef aldıkları ve çevrelerine toplamayı düşündükleri silahlı mücadeleyi benimsemiş unsurların "bağnaz" ve "sekter" (!) olmaları bu manevrayı kaçınılmaz kılıyordu. Bu tutumun diğer bir avantajı da, 40 yıldır uluslararası planda Gramsci üzerine yapılmış inceleme ve eleştirilerin ülke içinde kendilerine karşı kullanılmasını engellemek olarak görünüyordu. Gramsci'nin silahlı mücadele üzerine ileri sürdüğü savlar, bu yolla, savunmak gereği duyulmadan bir silah olarak kullanılabilinecekti. Diyebiliriz ki, oportünizm, alışılagelen yöntemleriyle, Gramsci ve onun "sivil toplum" tahlillerine sahip çıkmadan piyasaya sürdü. Eğer gelecekte solda etkili olursa, kolayca sahip çıkılabilinecekti.
      İkinci kesim ise, genellikle bugüne kadar hiçbir sol grup ya da örgütte yer almamış entellektüel "sol" unsurlardan oluşuyordu. Küçük-burjuva aydınının tipik özelliği olan belli bir disiplin altında kollektif bir mücadelede istikrarlı olarak yer almama tutumu bu oluşumun temelini oluşturuyordu. Leninist parti anlayışında özel bir yer tutan küçük-burjuva aydınının bu niteliği, doğal olarak anti-Leninist bir anlayışla kendini dışa vurmaktadır.
      "Sözün özü, yoldaş Martov'un metni ya ölü bir söz, boş bir söz olarak kalacak, ya da hemen hemen yalnızca bir örgüte katılmayı kabul etmeyen -burjuva bireyciliğiyle tepeden tırnağa dolup taşan aydınlar'ın yararına işleyecektir. Martov'un metni söz olarak geniş proletarya katlarının çıkarını savunmaktadır, gerçekte proletarya disiplininden ve örgütünden kaçan burjuva aydınlarının çıkarına hizmet etmektedir. Modern kapitalist toplumun özel bir tabakası olarak aydınların kesinkes bir bireycilik, disiplin ve örgüt yetersizliği içinde olduklarını hiç kimse yadsımaya kalkışmaz ... Yeri gelmişken belirtelim, bu durum, bir toplumsal tabakayı proletaryadan ayıran, aleyhte bir özelliktir; aydın kararsızlığının ve gevşekliğinin nedenlerinden biri budur. Proletarya bunu sık sık hisseder ve aydınların bu özelliği, onların alışılagelen yaşam biçimiyle, birçok yönden küçük-burjuvazinin varoluş biçimine yaklaşan yaşamını kazanış biçimiyle -bireysel olarak ya da çok küçük gruplar halinde vb.- içsel olarak bağlıdır." (Lenin) (abç)
      İşte Lenin'in açıkça ortaya koyduğu bu nitelikleriyle burjuva ya da küçük-burjuva aydınlarının Leninizme karşı bayrak açmaları hiç de yadırganacak birşey değildir. Onlar bu tutumlarıyla, Lenin'in sözünü ettiği "bireycilik"lerini, "disiplin ve örgüt yetersizlik"lerini ve düzene "içsel olarak" bağlanışlarını bir kez daha tanıtlamış oluyorlar. Bu entellektüellerin 12 Eylül sonrasında bireyciliğin yaygınlaştığı ve itibar gördüğü bir ortamda, kendilerini göstermeleri ve bunu da "sivil toplumcu" "bireysel özgürlük" yanlısı olarak ifade etmeleri doğaldır. Gramsci'nin Marksistliği ile solda "meşruluk" kazanan "sivil toplum" kavramı ve buna bağlı olarak ileri sürülen savlar, anti-Leninist bir hareket için bu çevrelerce kullanıldı. Birinciler gibi bunlar da, Gramsci'nin savlarını bir bütün olarak ya da Gramsci'nin tahlillerinin mantıki sonuçlarıyla savunmaktan uzak duruyorlardı. Ama bunların gerekçesi başkaydı. Bunların nedeni, Gramsci'nin teorisinin pratiğe dönük yanı ve bunun yeri olan partinin büyük bir ağırlığa sahip olmasıydı. Bir örgüt disiplinine hiçbir zaman uyamayacak bu çevreler, Gramsci' yi kısmi olarak savunurken, kendi tezlerine, Leninist parti anlayışını eleştirmeyi ya da mahkum etmeyi (!) ekleyebildiler.
      Görüldüğü gibi, ülkemizdeki "sivil toplum" savunucuları, Gramsci'yi kendilerini "meşrulaştırmak" için kullanmakta birleşmektedirler. Bu çevrelerin etkileri ne olursa olsun, asıl olan "Marksizmin bunalımı" savlarına karşı bir çare olarak Gramsci'nin lanse edilmesidir. Bugüne kadar devrim için mücadele etmiş ya da mücadeleye hazır pekçok samimi unsurun, teorik yetersizlikler nedeniyle, Gramsci'den ve onun çarpıtılmış kullanımından çıkaracakları sonuçlar önemlidir. Bu sonuçların neler olacağı "sivil toplumcular" için önemi yoktur. Onların amacı, ülkede anti-Leninist bir ortam yaratarak, kendi bireyciliklerini ve pasifizmlerini meşrulaştırmaktır. Biz, burada, temel olarak Gramsci'yi, ama bir bütün olarak ele alıp, onun savlarının Marksizm-Leninizmle olan bağlarını ya da aykırılıklarını sergilemekle yetineceğiz. Böyle bir yazıda kendi dilimizi, terminolojimizi, yani Marksist-Leninist terminolojiyi kullanacağız. Ancak Gramsci'nin kendine özgü, ama Hegel kökenli terminolojisinin yarattığı sorunları aşmak da gerekmektedir. Bu nedenle de, ilk bölümlerde Marksizm-Leninizmin çeşitli konulardaki tezlerini -genel olarak- ele alacağız. Bundan sonra Gramsci'nin, teorik formasyonu çerçevesinde -tarihsel olarak- tahlillerini ve savlarını irdeleyeceğiz.


 
BİRİNCİ BÖLÜM
MARKS-ENGELS'DE TEMEL VE ÜST-YAPI


      Marks ve Engels, tarihin materyalist yorumlanmasıyla, toplumların yapısını, işleyişini ve birbirlerine dönüşümünü tahlil etmişler ve sonuçlara ulaşmışlardır. Bu sonuçları, Marksizmin temel tarih ve toplum kavrayışı olarak şu şekilde ifade etmişlerdir:
      "Daha 1840'ların ilk yarısında araştırmalarım beni, hukuki ilişkilerin olduğu gibi, hükümet biçimlerinin de, ne kendi başlarına anlaşılmalarına, ne de genel olarak insan zekâsının gelişmesi ile izah edilmelerine olanak bulunmadığı kanısına ulaştırdı. Tersine olarak, bunların kökenlerinin yaşamın maddi koşullarında, Hegel' in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız yazarlarından esinlenerek sivil toplum adı altında topladığı ilişkilerde; sivil toplumun anatomisini de, ekonomi-politikte aramak gerekliydi. Daha sonraki çalışmalarıma yön veren bu genel düşünceyi, aşağıdaki biçimde özetlemek mümkündür.
      İnsanlar toplumsal üretimlerinde son derece gerekli ve kendi iradelerinden bağımsız olan belirli ilişkilere girerler; bu üretim ilişkileri maddi üretici güçlerin belirli gelişme aşamalarına tekabül eder. Üretim ilişkilerinin bütünü toplumun ekonomik yapısını meydana getirir -hukuki politik üst yapı bu gerçek temelin üzerinde yükselir ve toplumsal bilinçliliğin belirli şekilleri bu gerçek temele uyar. Maddi hayattaki üretim tarzı, toplumsal, politik ve entellektüel hayat süreçlerini genel olarak belirler. İnsanların bilinci varlıklarını belirlemez, tersine toplumsal varlıkları bilinçlerini belirler. Toplumdaki maddi üretim güçleri, gelişmelerinin bir aşamasında, varolan üretim ilişkileriyle bir çatışmaya girerler, ya da -ki aynı şeyin hukuk açısından dile getirilmesidir- daha önceleri içinde bulundukları mülkiyet ilişkileriyle çatışma durumuna girerler. Bu ilişkiler, üretim güçlerinin gelişim şeklindeyken, bu güçlerin zincirleri olurlar. Bundan sonra bir toplumsal devrim dönemi başlar. İktisadi temelin değişmesiyle büyük üst-yapının bütünü, az ya da çok bir hızla dönüşümden geçer. Bu dönüşümden söz ederken, doğa bilimlerinin kesinliğiyle belirlenebilen iktisadi üretim koşullarının maddi dönüşümüyle, insanın bu çatışmayı fark ettiği ve çatışmaya giriştiği hukuki, politik, dini, estetik ya da felsefi -kısacası ideolojik- şekiller arasında bir ayrım yapılmalıdır.
      Bir insan hakkında fikrimiz onun kendi hakkında düşündüklerine dayanmadığı gibi, böyle bir dönüşüm döneminin de kendi bilincine göre yargılayamayız; tersine, bilinçlilik maddi hayatta görülen çelişkilerden, toplumsal üretici güçlerle üretim ilişkileri arasında varolan çatışmadan yola çıkarak açıklanmalıdır. Hiçbir toplumsal düzen, kendi içinde bulunan üretici güçler sonuna kadar gelişmeden yok olmaz; ve yeni, daha ileri üretim ilişkileri, varoluşlarının maddi koşulları eski toplumun dölyatağında olgunlaşmadan önce hiçbir zaman ortaya çıkamazlar. Dolayısıyla, insanlık kendi önüne çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.
      Asya, antikçağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, kaba çizgileriyle, toplumun iktisadi kuruluşunun ilerlemesindeki bir takım dönemler olarak gösterebiliriz. Burjuva üretim ilişkileri toplumsal üretim sürecinin son antagonistik şeklidir -bireysel bir antagonizma anlamında değil, bireylerin hayatlarının toplumsal koşullarından doğan bir antagonizma-, aynı zamanda burjuva toplumun dölyatağında gelişen üretici güçler bu antagonizmanın çözümü için gerekli maddi koşulları yaratırlar. Dolayısıyla bu toplumsal şekillenme insan toplumunun tarih-öncesi aşamasının son bölümünü meydana getirir." (Marks) [1] (abç)
      İşte Marksizmin toplumlara, toplumsal yapıya ve toplumsal devrimlere bakış açısı budur. Burada Marks'ın, bir toplumu iki ana bölümde ele aldığı hemen görülür: Temel ve üst-yapı. Temel, bir toplumsal şekillenme de üretim ilişkilerinin bütünüdür ve toplumun ekonomik yapısını meydana getirir. Bu ekonomik yapının üstünde yükselen ve onun tarafından "genel olarak" belirlenen ilişkiler ve yapılar, bir bütün olarak üst-yapıyı oluştururlar. Bunlar da politik ve entellektüel ilişkiler ve bunların oluşturduğu yapılardır. Ancak Marks ve Engels'in değişik yapıtlarında sadece bunlardan söz edilmez.
      "... maddi üretimin belirli tarzından, ilkin belirli bir toplumsal yapı doğar; ikinci olarak da, insanın doğayla belirli bir ilişkisi, insanların devlet şekilleri ve entellektüel görüş açıları bu iki şey tarafından belirlenir." [2] (abç)
      "... belli tarzda üretim etkinliğinde bulunana belirli bireyler bir toplumsal ve politik ilişkilere giriyorlar ... Toplumsal yapı ve devlet belirli bireylerin hayat süreçlerinin sürekli evriminden doğar." [3] (abç)
      Tüm bu ve benzeri ifadelerde üretim ilişkileri yanında, "toplumsal ilişkiler", "politik ilişkiler" ve "entellektüel görüş açıları" ifadeleri yer almakta ve tümünün de belirli yapılar oluşturduğu ortaya konmaktadır. Ekonomik ilişkilerin bütünü ekonomik yapıyı, toplumsal ilişkiler toplumsal yapıyı, politik ilişkiler devleti oluşturmaktadır. Ancak entellektüel bakış açıları ya da ideolojik şekiller, üst-yapıda tek bir biçim -yapı ya da kurum- oluşturmazlar. Dini kurumlar, kültür kurumları, eğitim kurumları, sanat kurumları (akademiler) hep ideolojik şekillerdir. Ancak bunlar üst-yapı kurumları olarak, temel kurum olan devlet ile şu ya da bu ilişki içinde olduklarından, bu düzeye bağlı olarak -yer yer içinde- ele alınırlar. Marks-Engels'de temel-üst yapı ilişkilerinde, ilk önemli olan ekonomik ve toplumsal yapıdır. Ama genel olarak Marks-Engels'de dört yapı ya da düzeyden söz edildiği görülmektedir. Bunlar ekonomik, sosyal (toplumsal), politik ve entellektüel düzeylerdir. Bunlardan son ikisi üst-yapıyı oluştururken, toplumsal ilişkiler (yapı) bir orta-düzey olarak görünür. İşte bu noktada "sivil toplum" kavramıyla karşılaşırız.
      Marks-Engels, sol-Hegelcilik yıllarında yazdıkları metinlerde, Hegelci kavramları kullanmışlardır. Zaman içinde bu durum, dünyayı kavrayışlarıyla, kullandıkları kavramlar arasında bir çelişki yaratmıştır. Çokluk yerleşik ya da Hegelci kavramları, yeni bir içerikle tahlillerinde kullanmaları, sık sık onların Hegel'le olan ilişkilerinin yanlış değerlendirilmesine yol açmıştır. Bunlar içinde, bir bütün olarak bir toplumun (sosyo-ekonomik formasyon) tahlilinde değişik düzeylerin tanımlanmasında kullanılan Hegelci kavramlar özel bir yere sahiptir.
      Bilindiği gibi Hegel, 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız yazarlarından esinlenerek kullandığı "sivil toplum", aile ile devlet arasında yer alan bir orta-düzey ya da momenttir. Hegel'e göre, ethik-idea (ya da nesnel ahlâk) bireysel irade ile genel iradenin en mükemmel halde kaynaşmışlığıdır. Bu kaynaşma süreci Hegel'e göre, üç momentten oluşur.
      Hegel'in "ethik-idea"sının ilk momenti ailedir. Birey, burada ilk kez genel iradeyle tanışır, ama "nesnel ahlâk" burada henüz bütünlüğe ulaşmamıştır. İkinci momente geçildiğinde sivil toplum ortaya çıkar. Burada "nesnel ahlâk", aileye göre biraz daha gelişmiştir ve bireysel irade ile genel irade arasında göreli bir kaynaşma vardır. Ancak sivil toplumda genel bir çıkar birliği mevcuttur. Birey kendi gereksinmeleri ve çıkarları peşinde koşarken, bunları ancak öteki bireylerin yardımıyla ve onlarla dayanışarak karşılayabileceğini görür ve genel iradeye bağlanır. Ama bu bağ bütünsel değildir. Üçüncü momentte ise, "nesnel ahlâk"ın gerçekliği olarak devlet ortaya çıkar. Bu momentte, bireysel irade ile genel irade arasında tam bir uyum vardır. (Ethik-devlet)
      Görüldüğü gibi Hegel'de bir toplum üç bölümden oluşur: Aile-sivil toplum-devlet. Bu üçlü ayrım, genel olarak 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız iktisatçılarında, toplum tahlilleri yapan yazarlarında mevcuttur ve günümüzde klâsik toplumbilim (sosyoloji) bu üçlü ayrımı kullanır. Marks-Engels, bu üçlü ayrımı, karşılıklı ilişkiler ve belirleyici alan açılarından ele alarak yeniden düzenlerler. Toplumun temelinin ekonomik yapı olduğu ve bunun da üretim ilişkilerince oluşturulduğu saptaması, tüm burjuva ve burjuva öncesi düşünürlerle aralarında kesin bir çizgi oluşturur. Ancak onlara göre, üretim ilişkileri de bir toplumsal ilişkidir ya da toplumsal ilişkilerin tümü üretim ilişkileri tarafından belirlenir. Bu nedenle bağımsız, kendi halinde bir yapı olarak aile söz konusu olamaz. Bireylerin üretimdeki yerlerine göre değişen aileler ortaya çıkar. Aile ilişkilerinin bu ikinci hali, tarihsel gelişimin ürünüdür ve başlangıçta hiç de bu şekilde, yani ikincil bir ilişki şeklinde değildir.
      "Tam başlangıçtan tarihsel gelişime giriş, kendi yaşamlarını günlük olarak yeniden üreten insanların diğer insanları yapmaya, kendi cinslerini üretmeye başlamaları; erkek ile kadın, ebeveynler ile çocuklar arasındaki ilişki, kısacası aile. Aile, yalnız toplumsal ilişki olarak başlar, daha sonra artan gereksinmelere yarattığında ikincil hale gelir." [4] (abç)
      Ailenin ikincil hale gelmesi, onun "ekonomik birim" olarak varlığını sürdürmesi şeklinde olur. Ancak bu noktada bile, Marks-Engels, burjuva ideologlarının oluşturduğu kavramsal çerçeveyi tam olarak kırmış değillerdir. İlerki yıllarda -özellikle "Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı" ile- bu çerçevenin getirdiği sınırlar aşılmıştır. Ancak bu aşma, diyalektik anlamdadır. Bu nokta önemli olduğu için küçük bir parantez açarak "felsefi sistemler" sorununa değinelim.
      Marks-Engels'e kadar, tüm çağların filozofları, içinde yaşadıkları toplumun her alanına ilişkin fikirler üreterek, belirli bir sistem kurmayı hedeflemişlerdir. "Felsefi sistemler" olarak da bilinen bu hedef, son tahlilde, filozofların toplumdaki her şey ve her olgu hakkında, kendilerince, tam ve bütünsel bir fikir ortaya koyması demektir. Gerçekte doğa ve toplum yasalarını bulmayı amaçlaması gereken bu faaliyetler yasaların bulunmasından çok, dogmatik kuralların ortaya konulması şeklinde olmuştur. İşte, baştan donmuş, kalıplaşmış ve tamamlanmış bir dünya kavrayışı olarak felsefi sistemlerin son büyük temsilcisi Hegel'dir. Marks-Engels, hiçbir zaman bir sistem kurmaya yönelmemişlerdir. Bu nedenle de, Marksizm, her açıdan tamamlanmış bir ideoloji ya da felsefi sistem değildir. Bu onun dogmatik olmamasının da nedenidir. Engels bu durumu şöyle ifade etmektedir:
      "Sistematik, Hegel'den sonra olanaksızdır. Dünyanın tek bir sistemi, yani tutarlı bir bütünü temsil ettiği açıktır, ama bu sistemin bilinmesi, tüm doğanın ve tüm tarihin bilinmesini öngerektirir, buna da insanlar hiçbir zaman erişemezler. Öyleyse sistemler yapan kişi, sayılmaz eksiklikleri kendi öz uydurması ile doldurmak, kendini usdışı imgeleme gücüne bırakmak, ideoloji yapmak zorundadır." [5]
      Bu gerçeği Lenin 1900'lerin başında şöyle ifade eder:
      "Biz Marks'ın teorisini tamamlanmış, değişmez bir bütün olarak görmüyoruz, tersine olarak düşünüyoruz ki, bu teori sadece bilimin köşe taşlarını yerleştirir. Eğer sosyalistler hayatın kendilerini aşmasını istemiyorlarsa bu bilimi, her yönden derinleştirmelidirler." [6]
      Bu gerçeği ülkemizde ilk kavramış kişilerden olan Mahir Çayan yoldaş şöyle demektedir:
      "'Marksizm son derece derinliği olan, son derece karmaşık bir doktrindir'.
      Marksizm sürekli olarak hayatın yeni gerçekleri karşısında derinleşip, zenginleşen, kendi kendini aşan bir doktrindir. Marksizmde esas olan lafızlar değil, muhtevadır. Marksizm'de değişmeyen tek şey, Lenin'in deyişiyle 'onun yaşayan ruhu olan diyalektik metoddur.'" (Kesintisiz Devrim-I)
      Marks-Engels'in bir "sistem" kurmaya baştan girişmemiş olmaları diyalektik materyalist anlayışlarının ürünü olduğunu Engels yukardaki sözleriyle açıkça ortaya koymaktadır. Marksizm, tamamlanmış bir teori, bir dogmalar yığını ve bu yüzden her şeye ve her somut duruma önceden çare bulan reçeteler bütünü olmadığı açıktır. Engels, anlayışlarını bir mektubunda şöyle anlatmaktadır:
      "Bizim tarih kavrayışımız, herşeyden önce, ciddi çalışmalar için yol göstericiden (kılavuz) ibarettir. Yoksa, Sol-Hegelcilerin anladığı biçimde bir manivela değildir. Çeşitli toplumların sosyal, hukuki, estetik, felsefi, dini vs. kuruluşları hakkında bir yargıya ulaşmadan önce, bütün tarihin ve söz konusu olan toplumsal formasyonların dikkatle incelenmesi gerekir... Bunun yerine birçok genç yazar, tarihi materyalizmi, herşeyi açıklayan hazır bir kalıpmış gibi (dogma olarak) ele alarak, hiçbir araştırmada bulunmadan, azcık tarih bilgisiyle çarçabuk bir sistem oluşturmaya çalışmaktadır. Bu davranışlarıyla da, asıl düşünceyi, hasımların haksız saldırılarına maruz bırakmaktadırlar." [7] (abç)
      İşte Marksizm bu özelliği, Marksist klâsiklerde, her türlü soruna yanıt arama anlayışlarını sonuçsuz kalmaya mahkum eder.
      Konumuza tekrar dönersek, aile konusu da, Marksizmin "köşe taşlarını" koyduğu bir konu durumundadır. Marks-Engels, ailenin bir üretim ilişkisi olarak doğup geliştiğini ortaya koymakla, "tek tip aile" anlayışına ve "kutsal aile" kavrayışına karşı çıkarlar. Nitekim mevcut ailenin (karı-koca ailesi) "toplumun ekonomik birimi" olarak varlığını sürdürdüğünü ve bunun aşılması gerektiğini ortaya koyarken, burjuva aile kavrayışını tümden yıkarlar. Aileyi bir kategori olarak değil, toplumsal yaşamın bir parçası olarak ele almak, gerçek bir devrimdir.
      Aynı biçimde Marks-Engels, "sivil toplum"u da yerli yerine oturturlar.
      "Sivil toplum, üretici güçlerin gelişiminin belirli bir evresinde bireylerin tüm maddi ilişkilerini kucaklarlar. O, verili bir evrede tüm ticari ve sinai yaşamı kucaklar, ve öyle ki devleti ve ulusu aşar; yine de diğer taraftan kendini dış ilişkilerinde ulusallık olarak ortaya koymak ve içte de kendini devlet olarak örgütlemek zorundadır.
      'Sivil toplum' deyimi, 18. yüzyılda mülkiyet ilişkileri kendilerini antik ve orta-çağ topluluklarından kurtardığı zaman ortaya çıktı. Böylece sivil toplum yalnızca burjuvaziyle gelişir; tüm çağlarda devletin ve geri kalan idealistik üst-yapının temelini oluşturan, doğrudan üretim ve ilişkilerden doğan, evrilen toplumsal örgütlenme, yine de her zaman bu adla belirtilmiştir." [8] (abç)
      "Karşılıklı ilişkiler biçimi, tüm eski tarihsel evrelerde varolan üretici güçlerce belirlenmiştir, ve bunları da belirleyen dönüşüm de sivil toplumdur. İkincinin ön-koşulu ve temeli olan aileyi, kabile denilen çok kısımlılığı ve bu toplumun daha tam belirlenmişliğini daha önce görmüştük. Şimdi burada görüyoruz ki, bu sivil toplum, tüm toplumun gerçek odağı ve sahnesidir." [9] (abç)
      "Devlet, yani siyasal düzen alanı, bağımlı olan; sivil toplum, yani ekonomik ilişkiler alanı, temel olan öğedir." [10] (abç)
      "Siyasal devletin hakiki gelişmiş biçimine ulaşmış olduğu yerlerde, insan, yalnız kendi düşünce ve bilincinde değil, ama gerçeklikte, hayatta, göksel ve dünyasal ikili bir hayat sürer: kendisini bir toplumsal varlık olarak farkettiği siyasal bir zümre içinde bir hayat; ve başkalarını bir araç olarak görüp, kendisini de bir araç haline indirgeyen ve yabancı güçlerin bir oyuncağı haline gelen özel bir kişi olarak hareket ettiği sivil toplum içindeki hayat." [11] (abç)
      "... sivil toplumun anatomisi ekonomi politikte aranmalıdır." [12]
      Görüldüğü gibi Marks-Engels'de "sivil toplum" içerik olarak değişiktir ve hiçbir biçimde bir orta-düzey (moment) değildir. Aynı şekilde bir üst-yapı düzeyi de değildir. Onlarda ekonomik yapı ve toplumsal yapı birbiri içinde ele alınır. Diyebiliriz ki, Marks-Engels, bir toplumu (ilkel komünal, köleci, feodal, burjuva, komünist) bir bütün olarak sosyo-ekonomik formasyon (toplumsal ekonomik oluşum -örgütlenme-) ile ifade ederler. Bu toplumsal oluşum, temel ve üst-yapı olarak iki bölümde irdelenir. Bir bütün olarak, toplumsal ilişkiler kavramı, her iki düzeyi de içerdiği durumlarda, esas olan "sosyo-ekonomik formasyon" düzeyidir; dar anlamda toplumsal ilişkiler (ve yapı) ise, üretim tarzı tarafından belirlenen, üst-yapı dışındaki tüm ilişkileri (üretim ilişkileriyle birlikte) kapsar. Bu bağlamda (dar anlamıyla) toplumsal yapı ile ekonomik yapı ayrımı üretim dünyası ile olan yakınlığa bağlı olarak yapılan bir ayrımdır.
      İşte Marks-Engels'deki toplumsal ilişki ve yapının (ilk dönemde "sivil toplum") geniş ve dar anlamları ile özel ve genel kullanımına dikkat edilmeden yapılacak bir yaklaşım sık sık yanlışlığa düşmek zorunda kalacaktır. Bu konuda en tipik örnek aile'dir. Ailenin toplumsal ilişki olması ve öte yandan burjuva toplumunda (karı-koca ailesi olarak) moleküller biçiminde görülmesi bir yanılgılar dizisi oluşturur. Burjuva toplumu, Engels'in deyimiyle, "yalnız karı-koca ailelerden -moleküller gibi- meydana gelen bir kütle" olarak görülmesi ve alınması, onun gerçek durumunu anlamayı zorlaştırır. Bilindiği gibi burjuva toplumu tek boyutlu bir kütle olmaktan uzaktır. Yine de üretim ilişkileri ile olan bağlarının zaman içinde gevşemesiyle, onun ikincil bir yapı oluşturduğu ya da oluşmuş bir ikinci yapının içinde yer aldığı bir durum yaratmıştır. Genellikle sosyoloji alanında kullanılan "toplumsal ilişki" düzeyi bu ikincil durumu ifade eder. Bu da üretim ilişkileri ile olan bağını, "en içteki sırrın" görülmesini engeller. Sonuçta bir proleter fabrika içinde üretim ilişkisi içinde bulunduğu ve fabrika dışında -aile vb.- toplumsal ilişkide bulunduğu düşünülür. Bu ayrım sadece yöntemseldir. Toplumsal ilişkileri belirleyen üretim ilişkisidir, ve üretim ilişkisi de bir toplumsal ilişkidir. Toplumsal ilişki -dar anlamında- bireylerin belli maddi ilişkilerini kucaklar, ve bunun içine siyasal ilişkiler ile idealistik ilişkiler de dahil edilirse, sözcüğün geniş anlamına ulaşılır. ("Tüm" maddi ilişkiler, bu ikinci biçimdeki durumu karşılar.) Marks-Engels'de "sivil toplum", Hegelcilikten tam bir kopuşla birlikte "toplumsal yapı" (dar ve geniş anlamıyla) ya da "toplumsal oluşum" kavramları haline gelerek, literatürden çıkmıştır. Ama yine de Marks-Engels, kullandıkları sürece, "sivil toplum" kavramını Hegelci anlamda ele almamışlardır.
      Marks-Engels'in bir toplumsal oluşumda, ekonomik ve politik yapılardan bağımsız ya da görece bağımsız bir toplumsal yapı ("sivil toplum") ya da örgütlenme anlayışını yıkmış olmaları, toplumların evriminde, üretim ilişkilerinden ve devletten uzak ve gerektiğinde onlara karşı bağımsız hareket edebilecek bir insan topluluğunun varsayılması dönemini kapamışlardır. Bu da kavramsal düzeyde, aile-sivil toplum-devlet üçlüsünün aşılması olarak sınıf kavramıyla belirginleşir.
      İşte Marks-Engels'in kendilerine kadar gelen ve o güne kadar toplumsal tahlillerde kullanılan genel kategorileri ve kavramları, sınıfların oluşumu ve gelişimine bağlayarak yeni bir dönem başlatmışlardır. Böylece tarih, sınıf mücadelelerinin tarihi olarak gerçek yerine oturtulmuştur. Artık belirsiz, genel ve soyut idea olarak bir aile, ya da sivil toplum (genel olarak toplum) ve devlet (politik ilişkiler) kavrayışı yıkılmıştır. Aile tek bir tip değildir, onun belli bir toplumda belli bir sınıfsal özü ve buna uygun bir biçimlenişi vardır. Sınıfsal çıkarların ve çelişkilerin ortadan kalktığı ya da önemli ölçüde kaynaştığı bir alan olarak sivil toplum ile, bu kaynaşmanın en üst boyutu olan devlet kavrayışı tümüyle yıkılmıştır. Özellikle devletin "bireysel irade ile genel iradenin" "tam ve mükemmel kaynaşması" olarak ele alan Hegelci anlayışın, sınıf karşıtlıklarını ve uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin giderildiği alan olarak alınması aşılmıştır. (Bu aynı zamanda Hegel'in Prusya konusundaki gerici niteliğinin sergilenmesidir de.)
      Görüldüğü gibi Marks-Engels, o güne kadar egemen olan anlayışları ve bunun ürünleri olan kavramları yıkarak devrimci bir anlayış getirmişlerdir. Bu öylesine bir devrimdir ki, artık o güne kadar kullanılmış yöntemlerin ve kavrayışların ürünü olan kavramların yetersizliğini açıkça ortaya koyar. Böylece Marksizmin dünyayı yorumlama tarzı ve yöntemi ile birlikte kendi dili, terminolojisi oluşmuştur. Bu da mevcut ve geleneksel terminolojiden kopuş demektir. Tüm bunlar proletaryanın dünya görüşünün oluşumu demektir.
      Sınıfsal açıdan, en gelişmiş sınıflı toplum olarak kapitalist toplumu "Kapital"de ayrıntılı olarak tahlil eden Marks, bir toplumun temelini ve onun belirleyiciliğini (genel olarak) net biçimde sergilemiştir. Bu yapıtında Marks, üretim ilişkileri ile bunun belirlediği diğer ilişkileri ifade edereken gelinen noktayı açıkça ortaya koyuyordu:
      "Ödenmemiş emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel ekonomik biçimi, doğrudan üreticinin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici öğe olarak onu etkileyen, yöneten ile yönetilen ilişkisini belirler. Ama bunun üzerine de, üretim ilişkilerinin kendisinden doğan iktisadi topluluğun tüm oluşumu, böylece de aynı zamanda onun özel siyasal biçimi yerleşmiştir. Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, kısacası buna uygun düşen özel devlet biçiminin, en içteki sırrını, gizli temelini açığa vuran şey, her zaman üretim koşullarına sahip olanlar ile doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir." [13] (abç)
      Marks-Engels, temelin üstünde yükselen ve onun tarafından belirlenen üst-yapıyı idealistikidealistik ya da ideolojik şekiller olarak tanımladıklarını gördük. Ancak kurum-ideoloji ilişkisinde, her zaman kurumların ideolojilerden önce oluştuğu ve ideolojilerin bu kurumlara "meşruiyet" sağladığı ve yeniden biçimlendirdiğini özel olarak vurgularlar. Yine üst-yapı, kendi içinde iki büyük düzeye ayrılabilir: 1) Devlet (siyasal ilişkiler ve siyasal yönetim alanı); 2) Devlet dışındaki idealistik şekiller-kurumlar (kültürel ve entellektüel ilişiler ve yönetim alanı). (Belli bir toplumda, bu iki alan arasındaki ilişki devletin biçimine göre belirlenir ya da tersi.)
      Burada devletin toplumun politik yapısını oluşturması ve bunun da "yöneten-yönetilenler" ilişkisi olarak çeşitli alt biçimler (ya da kurumlar) içermesi, sıkça bilinen bir şeydir. Ancak üst-yapı alanında devlet ile diğer ilişkilerin durumu ve karşılıklı konumlarının ortaya konulması gerekir. Engels, üretimin gelişmesi sonucunda "siyasal egemenlik, kültür tekeli ve entellektüel yönetimin özel bir toplumsal sınıf tarafından temellük" edildiğini söylerken, [14] üst-yapı belli bir açıklığa kavuşur. Böylece bir toplumsal devrim için mevcut toplumun alt-yapısından (temel) üst-yapısına kadar tam bir bunalım içinde bulunması gereği anlaşılır hale gelir. Bu yüzden bir devrime yönelen her sınıf, dikkatini sadece temele (ekonomik alanla kendimizi sınırlandırıyoruz) yönelmekle yetinemez. Bir toplumsal devrimin olabilmesi için, egemen sınıfın "siyasal ve entellektüel iflası" [15] da gündemde olmalıdır (siyasal devrim). Bir başka deyişle, egemen sınıf eğer "entellektüel yönetim ve siyasal egemenlik yeteneğini" [16] yitirmişse egemen olmaktan çıkar.
      "Fikirlerin, kavramların, bilinçliliğin üretimi" olarak entellektüel üretim, sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte işbölümünün konusu olmuştur. Yaygın deyişle "kol emeği ile kafa emeğinin" (maddi ve zihni emeğin) birbirinden ayrılması, entellektüel üretimin belli ellerde toplanmasına yol açmıştır. Ama bunların temelle olan ilişkisi ve sınıfsal niteliği kavranılmadan bir adım ileriye geçilemez.
      "Her dönemde egemen sınıfların fikirleri egemen fikirlerdir; yani toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda toplumun egemen entellektüel gücüdür. Maddi üretim araçlarını kendi tasarrufu altında tutan sınıf, buna bağlı olarak zihni üretim araçlarını da denetiminde tutar, öyle ki zihni üretim araçlarından yoksun olan fikirler tümüyle buna tabidir. Egemen fikirler, başat maddi ilişkilerin düşünsel ifadesinden başka birşey değildir .... Egemen sınıfı oluşturan bireyler, diğer şeyler arasında, bilinç ve dolayısıyla düşünce sahibidirler. Bu yüzden onlar egemen oldukları sürece bir sınıftırlar ve bir tarihsel çağın içeriğini ve süresini belirlerler; kendiliğinden görülüyor ki, onlar, bunu tüm uzanımları içinde yaparlar, bundan dolayı diğer şeylerin yanında düşün adamı olarak, düşünce üreticileri olarak egemendirler ve kendi çağlarının düşüncelerinin üretim ve dağıtımını da düzenlerler.
      Bugüne kadarki tarihin ana güçlerinden biri olarak gördüğümüz işbölümü, zihni ve maddi emeğin bölünmesi şeklinde egemen sınıf içinde de ortaya çıkar, öyle ki, bu sınıf içinde, bir taraf sınıfın düşün adamları (geçim kaynağının kendiliğinden oluştuğu konusunda sınıf yanılgılarının oluşmasını sağlayan, o sınıfın etkin, verici, kavramlaştırıcı ideolojistleri) gibi ortaya çıkar; değerlerin bu düşüncelere ve imgelere karşı tutumları daha edilgin ve alıcı niteliktedir ve kendileri hakkında imgeler ve düşünceler oluşturmaya fazlaca zamanları yoktur. Bu sınıf içindeki bu ayrım, iki taraf arasındaki belli bir zıtlığa ve düşmanlığa bile dönüşebilir." [17] (abç)
      Siyasal egemenlik alanı ve aynı zamanda bu egemenliğin sürdürücüsü olarak devlet, entellektüel üretim, dağıtım ve dolayısıyla yönetimi konusunda da etkindir. Ancak bu, devlet aygıtları dışında entellektüel üretim ve dağıtımı olamayacağı demek değildir. Demokratik yönetimlerde, devletin entellektüel alandaki etkinliği sınırlanmış ve devlet etkinliğinden özerk (göreli) entellektüel üretim ve yönetim mekanizması oluşur. Bu mekanizmanın kendisi dini kurumlar, özel eğitim kurumları, kitle iletişim organları, kültür kuruluşları vb. şeklinde ortaya çıkar. Ancak bu gelişim burjuva toplumuna denk düşer.
      Devlet ile entellektüel yönetim arasındaki bu göreli özerklik durumu, toplumun gelişiminin belirli bir evresinde yavaş yavaş değişmeye ve ortadan kalkmaya başlar. O ana kadar entellektüel üretim tekeline sahip olan egemen sınıf, kendi yönetimini sürdüremez hale geldiğinde, bu kurumlar devlete bağlanır ve devlet faaliyeti olarak sürdürülür. Bu de egemen sınıfın entellektüel iflası demektir. Yine de egemen sınıflar, hangi devlet biçimi altında olursa olsun bu tekelci durumu uzun süre devam ettiremez. Alt-sınıflara, yani "egemenlik altındaki" sınıflara ait bir entellektüel üretim faaliyeti ortaya çıkar. Ama bunlar entellektüel üretimlerinin ürünlerini dağıtacak ve geliştirecek yeterli ve gerekli araçlara sahip değillerdir. Egemenliği ele geçirmek isteyen her sınıf bu araçları bulmak zorundadır. Bu araçların mevcut düzen içinde yani yasal araçlar olmaları, bu ürünlerin "yıkıcı"lık durumuna bağlı olarak ve "yıkıcı"lığın gerçekleşme koşullarının olgunlaşma durumuna göre belirlenir. Bu yüzden egemenlik için mücadele eden her sınıf için, az ya da çok, kısa ya da uzun bir "yasa-dışılık" zorunlu olarak ortaya çıkar.
      Yine bir sınıfın entellektüel üretimde bulunması, entellektüel üretim tekelinin yıkılması ve yönetiminin ele geçirilmesi demek değildir. Bu ancak o sınıfın egemen hale geldiği zaman, yani politik iktidarı (devleti) ele geçirdiği zaman söz konusu olabilir. (Lenin ile II. Enternasyonal oportünist şefleri arasındaki ayrılığın birisi de bu noktada ortaya çıkmıştır.) Egemen sınıf entellektüel üretim tekelini ve yönetimini, bu üretim ve yönetim için gerekli araçların (özellikle eğitim, bilgi edinme araçlarının) kendi elinde olmasından ve bunları kullanacakları kendisi tarafından belirlenmesiyle (dağıtım) elinde tutar. "Kitlelerin cahilliği" olarak bilinen bilgi eksikliği sayesinde kendine karşı bir entellektüel güç oluşmasını engeller. Özellikle burada devlet gücü -zor aygıtı- özel bir yere sahiptir. Bu koşullar altında "yönetilenler"in entlellektüel üretim araçlarına kendiliğinden sahip olmaları olanaksızdır. Bu sınıfların çıkarlarını ve gerçekliklerini ifade eden fikirler (bu fikirlerin üretimi olarak entellektüel üretim), büyük ölçüde bu sınıfların dışında oluşur ve dışardan kendilerine iletilir. (Bilincin dıştan iletilme nedeni) Demokratik devlette ortaya çıkan görece özerk durum, entellektüel üretim ve dağıtım için gerekli araçlardan geniş biçimde yararlanma olanağı sağladığı da açıktır. Bu da "alttaki" sınıflar için, geçici de olsa, belli bir üretim olanağı sağlar.
      "Alttakiler"in egemen sınıf haline gelmedikleri sürece entellektüel üretim ve yönetimi ele geçirmelerinin olanaksızlığının bir nedeni de, bu sınıfların yetişmiş olan entellektüel üretimde bulunan ya da bulunma durumunda olan bireylerinin egemen sınıf tarafından emilmesi, devşirilmesidir.
      "Yönetici sınıf, yönetilen sınıfın en önde gelen kafalarını ne kadar kendi bünyesi içersinde eritebilirse, egemenliğini o denli sağlam ve o denli tehlikeli hale getirir." [18]
      Egemen sınıf tarafından emilmeyen, eritilemeyen "yönetilen sınıfın en önde gelen kafaları" ise, doğrudan devlet gücüyle, zor aygıtı ile yok edilirler ya da entellektüel ürünlerini dağıtacak araçlardan uzak tutularak etkisizleştirilirler. Tüm bunlar bir kez daha devlet sorununun öne çıkmasına yol açar.
      Marks-Engels'de bir toplumsal oluşumun yapısı özetle böyledir. Ancak bunlar salt dünyayı yorumlamakla yetinen düşün adamı değillerdi. Onların tüm tahlilleri, dünyayı değiştirmeye yöneliktir. Bu boyutu ile proletaryanın mücadelesine yol gösterici niteliktedir. Yine de onların yaşadığı dönemin (serbest rekabetçi kapitalizm) ayırıcı özellikleri, üst-yapıya ilişkin tahlillerini geliştirmelerine olanak sağlamamıştır.
      Marks-Engels'in yaşadıkları dönemde üretim ilişkileri üretici güçleri geliştiriyordu ve buna bağlı olarak da burjuva toplum yapısı -özellikle üst-yapısı- yetkinleşiyordu. Bir başka deyişle, bu dönem, burjuva toplumunun her yönde gelişip, açıldığı ve yayıldığı bir dönemdi. Bu dönem, proletaryanın ve köylülerin pek çok kanlı devrimci savaşlarına sahne olmakla birlikte, nesnel koşullar bunların hedeflerine ulaşması için yeterli olgunlukta değildi. "Hareketin her hamle kazanır gibi oluşunda, öndeki yerini almaya uğraştı proletarya, fakat her defasında biraz daha zayıfladı ve her defasında elde ettiği sonuç daha cılız oldu." (Marks) [19] Proletaryanın (burjuvazinin öncülüğündeki) burjuva devrimlerini sürekli hale getirerek, onu sosyalist devrimle tamamlamak için yaptığı atılımların bu yenilgisi serbest rekabetçi dönemin özelliklerinin (nesnel) sonucuydu. (Bu atılımların siyasal ifadesi kesintisiz devrim teorisidir.)
      "... 1850'ler, kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiği, kamçıladığı, burjuva anlamda toplumun refah içinde olduğu yıllardır ... Ve Marks ve Engels'in kapitalizmin 'sürekli ve son' buhranı zannettikleri, 1847 ekonomik buhranı, ne sürekli buhrandı, ne de kapitalizmin son buhranıydı. Marks ve Engels 1850 sonbaharında yanılgılarını anladılar. Ve bunalımın devrevi bunalım olduğunu söylediler. Daha kapitalizm sürekli ve kesintisiz bunalımlar dönemine girmemişti. Bundan sonraki yıllarda Marks kapitalizmin buhranları meselesi üzerine eğildi. Ve kapitalizmin devrevi buhranlarını ve sistemin genel buhranını Kapital'de etraflıca inceledi...
      Bu analizlerin sonucu Marks kapitalizmin o çağdaki gelişme durumundan dolayı sürekli bir buhranın (o dönem için) söz konusu olamayacağını anlayarak, bu sürekli devrim teorisini terketti.
      ... 1850'de ihtilâlci inisiyatif değil de, ekonomik ve sosyal determinizm ağır basmaktadır. Onlara göre Avrupa devrimi üretici güçlerin gelişme seviyesi en yüksek -objektif şartları en olgun- ülke olan İngiltere' den başlayacaktı ... Fakat 1850'lerden sonra, hızla İngiliz işçi hareketi küçük-burjuva reformizmine, trade-unioncu bataklığa yöneldi; ve yavaş yavaş işçi ile işveren arasında orta bir zümre, işçi aristokrasisi doğmaya başladı. Bu aristokrasinin sınıf mücadelesini, kapitalizmin isteklerine uygun bir yöne kanalize etmeyi iyi kötü başardığını gören Marks ve Engels, İngiltere'den ümitlerini keserek, bütün dikkatlerini Kıta-Avrupasına çevirdiler.
      Özetlersek, Avrupa devrimini bir bütün olarak gören Marks ve Engels'e göre ilk muzaffer proletarya devrimi üretici güçlerin gelişme seviyesinin az çok yüksek olduğu bir Avrupa ülkesinde olacaktı. Yani Marks ve Engels'in devrim teorilerinde ekonomik ve sosyal determinizm ağır basmaktadır, ihtilâlci inisiyatifin rolü talidir." [20]

Birinci Bölümün Dipnotları
[1] Marks: Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz, s: 25 
[2] Marks: Artı-Değer Teorileri, C: I, s: 381, Edition Social 
[3] Marks-Engels: Alman İdeolojisi (The German Ideology, s: 35)
[4] Marks-Engels: The German Ideology, s: 35
[5] Engels: Anti-Dühring, s: 531-32 
[6] Lenin: Marks-Engels ve Marksizm
[7] Engels: 5 Ağustos 1890 tarihli mektubu. Selected Works 
[8] Marks-Engels: The German Ideology, s: 59
[9] Marks-Engels: The German İdeology, s: 50 
[10] Engels: Ludwig Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu, s: 61 
[11] Marks-Engels: Collected Works, C: I, s: 354-55 
[12] Marks: Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz, s: 23 
[13] Marks: Kapital, C: III, s: 829-30 
[14] Engels: Anti-Dühring, s: 419 
[15] Engels: age, s: 419 
[16] Engels: age, s: 389 
[17] Marks-Engels: The German Ideology, s: 44
[18] Marks: Kapital, C: III, s: 636 
[19] Aktaran: Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim-I 
[20] Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim-I

İKİNCİ BÖLÜM
LENİNİZM VE TARİHSEL OLUŞUM


      Marks ve Engels'in ölümlerinden sonraki dönem (1895-1914), I. Yeniden Paylaşım Savaşına kadar, "kapitalizmin nispeten sakin bir gelişme dönemi, emperyalizmin felaketli çelişkilerinin henüz açıkça belirmediği, işçilerin ve sendikaların ekonomik güçlerinin az çok 'normal' bir biçimde geliştiği, seçim mücadelesinin ve parlementer grupların 'baş döndürücü' başarılar sağladığı ve legal mücadele biçimlerinin övgülerle göklere yükseltildiği ve legalite yoluyla kapitalizmin yenileceğine inanıldığı bir savaş öncesi dönemdi, kısacası bu dönem, II. Enternasyonal partilerinin besiye çekilip semirdikleri ve devrimi, kitlelerin devrimci eğitimini ciddi olarak düşünmek istemedikleri bir dönemdi." (Stalin) [21]
      Bir başka deyişle, serbest rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüştüğü tarihsel dönemde, emperyalistler arası çelişkinin (uzlaşmaz) askeri plana yansıması 1914 yılında olmuştur. Bu tarihte başlayan I. Yeniden Paylaşım Savaşı, o güne kadar proletarya hareketinin ideolojik ve yönetimsel merkezi olan II. Enternasyonal'in de sonu olmuştur. II. Enternasyonal oportünist şeflerinin, emperyalistler arası paylaşım savaşında şovenist bir tutum takınmaları ve böyle bir savaşın proletarya devrimi için nesnel koşulların olgunlaşması olarak görmemeleri, tümüyle kendi ülkelerinin finans-oligarşisine teslim olmalarını getirmiştir. Böylece dünya proleter hareketi içinde büyük bir ideolojik mücadele başlamıştır. Bu mücadelede, II. Enternasyonal oportünist şeflerine karşı, Almanya'da Spartakistler ve Rusya'da Bolşevikler bulunuyordu.
      Lenin, emperyalizmin kapitalizmin en yüksek aşaması ve aynı zamanda asalaklaşan, çürüyen kapitalizm olduğunu saptadı. Bu tarihsel evrede proleter (sosyalist) devrimin nesnel koşullarının var olduğu sonucuna ulaşan Lenin, bunu, yani sistemin bütünü açısından devrimin nesnel koşullarının mevcudiyetini ve böylece sosyalist üretim ilişkilerinin kapitalist üretim ilişkilerinin yerine geçebilmesinin koşullarının mevcudiyetini, doğrudan emperyalizm tahlilinden çıkarmıştır. Marks'ın "Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı"nın Önsöz'ünde bahsettiği devrimin nesnel koşulları, serbest rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme (emperyalizme) dönüşmesiyle ortaya çıkmıştır artık. Kapitalizm kendi çerçevesi içinde tüm boyutlarıyla geliştirdiği üretici güçlerin önünde engel niteliği kazanması toplumsal devrimin kaçınılmazlığını ifade etmektedir. Bunu Stalin şöyle ifade ediyor:
      "Emperyalizm koşullarında kapitalizmin çelişkisi en uç noktaya ulaştığı, proletarya devriminin hemen çözülmesi gereken bir aksiyon haline geldiği, eski işçi sınıfını devrime hazırlama döneminin yeni bir döneme, sermayeye karşı doğrudan doğruya mücadele dönemine dönüştüğü bir zaman(dır)." [22] (abç)
      "Bir başka deyişle, emperyalizm devrimin kaçınılmazlık haline gelmesi sonucuna varmakla kalmadı, kapitalizmin kalelerine doğrudan doğruya saldırmak için elverişli koşulların yaratılması sonucuna da vardı." [23] (abç)
      Ancak devrimin nesnel koşullarının, bir bütün olarak sistemde mevcut olması, devrimin gerçekleşmesi için tek başına yeterli değildir. Serbest rekabetçi dönemde belirginleşmemiş bulunan kapitalizmin eşitsiz ve sıçramalı gelişme yasası gündemdedir. Proleter devrimi artık zamandaş olmayacaktır.
      Bu saptama, II. Enterenasyonal oportünizmine karşı verilen mücadelede olduğu kadar, daha sonra SBKP (B) ve Komintern (III. Enternasyonal) içindeki tartışmalarda da önemli bir yere sahip olmuştur. Kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası, artık sistemin genelinde mevcut olan devrimin nesnel koşullarının yanında, tek tek ülkelerin iç yapılarına da bakılması gerektiğini ve buna bağlı olarak emperyalist zincirin en zayıf halkasından kırılabileceğini ortaya çıkarmış bulunmaktadır. Bir başka deyişle, bir ülkede devrimin olabilmesi için, sistemin bütününde bir bunalımın (genel bunalım) mevcudiyeti yeterli değildir, artık bu bunalımın eşitsiz gelişmiş ülkeler düzeyindeki yansımasına, yansıma derecesine de bakmak gerekir.
      "Devrimin temel yasası, bütün devrimler tarafından, özellikle 20. yüzyıldaki üç Rus devrimi tarafından doğrulanan temel yasası şudur: Devrimin olabilmesi için, sömürülen ve ezilen yığınların eskiden olduğu gibi yaşamanın olanaksız olduğunun bilincine varmaları ve değişiklik istemeleri yetmez. Devrimin olabilmesi için, sömürücülerin de eskiden olduğu gibi yaşayamaz ve hükümeti yürütemez duruma düşmeleri gerekir. Ancak aşağıdakilerin eski tarzda yaşamak istemedikleri ve yukardakilerin de eski tarzda yaşayamadıkları durumdadır ki devrim başarıya ulaşabilir. Bu gereçği bir başka biçimde şöyle ifade edebiliriz: Ezeni de, ezileni de etkileyen bir milli kriz olmadan devrim olanaksızdır. Böylece bir devrimin olabilmesi için, ilkin işçilerin çoğunluğunun (hiç değilse bilinçlenmiş ve aklı eren, siyasal bakımdan etkin işçilerin çoğunluğunu) devrimin gereğini tam olarak anlamış olmaları ve devrim uğruna yaşamlarını feda etmeye hazır olmaları gerekir; bundan başka, egemen sınıfların, en gerici yığınları bile siyasal yaşama sürükleyen, hükümeti zayıf düşüren ve devrimcilerin onu devirmesini olanaklı kılan bir hükümet bunalımından geçmekte olaması şarttır." (Lenin) [24] (abç)
      Aynı konuyu, yani milli krizin mevcudiyeti ve bunun oluşturduğu devrim durumunu, Lenin bir başka yerde şöyle anlatmaktadır:
      "Bir devrim durumu olmaksızın, bir ülkede devrim olamaz. Bir devrimin olabilmesi için şunlar gerekir:
      1) Egemen sınıflar, egemenliklerini eskisi gibi sürdürmelerinin olanaksızlığı; 'üsttekiler'in şu ya da bu buhranın içine düşmesi, yani egemen sınıfın politikasında bir ayrılık meydana gelmesi -ki bu ezilen sınıfların memnuniyetsizliklerini dışa vurmalarına fırsat veren ve isyan etmelerine yol açan bir buhrandır-. Ayrıca 'alttakiler'in artık eskisi gibi yönetilmek istememeleri yetmez, 'üsttekiler'in de artık eskisi gibi yönetemez durumda olmaları da gerekir.
      2) Ezilen sınıfların sıkıntı ve yoksulluklarının en üst boyuta ulaşması,
      3) Bir 'barış' zamanında sömürülmelerine sessizce katlanan, fakat ortalık karıştığında, hem buhranın sonuçları yüzünden, hem de bizzat 'üsttekiler' tarafından kendiliğinden tarihsel bir eyleme itilen kitlelerin faaliyetelerinde önemli bir artış olduğu zaman.
      Ancak devrime elverişli her durum, bir devrime yol açmaz. Yukarda sözü edilen nesnel koşullara öznel koşullar da katılırsa, yani devrimci bir sınıf, buhran döneminde bile 'devrilmeyen' bir hükümeti devrirecek kadar güçlü devrimci kitle eylemlerini meydana getirme yeteneğine sahip olmasını da katarsak, işte o zaman devrim olur." (Lenin) [25] (abç)
      İşte bu koşullar altında, proletarya ve onun partisinin görevi, politik iktidarı -parçalayarak- ele geçirmektir. Böylece Marks ve Engels'in 1840'larda sözünü ettikleri "ilk moment" gerçeklik haline gelmiştir.
      "... egemenliği amaçlayan her sınıf, proletarya gibi egemenlik altında olduğu zaman bile, tüm olarak toplumun ve genel olarak egemenliğin eski biçimini ortadan kaldırmasına yönelen her sınıf, kendi çıkarını genel çıkar gibi ortaya koyarak, yapmak zorunda kaldığı ilk momentte, ilkin politik iktidarı ele geçirmelidir." [26] (abç)
      "Proletarya, bütün sermayeyi yavaş yavaş burjuvazinin elinden koparıp almak ve bütün üretim aletlerini devletin, yani egemen sınıf olarak kendi örgütünün ellerinde toplamak ve üretici güçlerin miktarını hızla artırmak için, siyasal üstünlüğünden yararlanacaktır. Pek doğal ki, başlangıçta bu, mülkiyet hakkının ve burjuva üretim tarzının despotik bir biçimde çiğnenmesi, yıkılması şartıyla yapılabilir. Ekonomik açıdan yetersiz ve tutarsız görünen bu önlemler, hareket sırasında kendi kendilerini aşacaklardır. Dolayısıyla da, bütün üretim tarzını tersine öndürme araçları olarak, zorunluk kazanırlar." [27]
      Yukarda ifade edildiği haliyle sosyalist devrimin geçmiş tüm devrimlerden farklı olduğu açıktır. Bu farklılık, temelde, sosyalist üretim ilişkilerinin niteliğinden kaynaklanır. Bir başka deyişle, sosyalist üretim ilişkileri, özel mülkiyete dayalı önceki üretim ilişkilerinde olduğu gibi, eski toplumun bağrında doğup, gelişip ve egemen hale (kendiliğinden ve nesnel bir süreç olarak) gelemez. Bu yüzden proletarya, özellikle burjuva devrimlerinde olduğu gibi politik iktidarı, böyle bir gelişme sonrasında ele geçirmeyi düşünemez. Bu farklılığı Stalin şöyle tanımlamaktadır:
      "Proletarya devrimi ile burjuva devrimi arasındaki fark beş ana noktada toplanabilir:
      1) Burjuva devrimi ... feodal toplumun bağrında büyümüş ve olgunlaşmış kapitalist düzen biçimleri devrim açıkça patlak vermeden önce az çok hazır olduğu zaman başlar. Proleter devrimi ise, sosyalist düzenin hazır biçimleri ya hiç yokken, ya da hemen hemen yokken başlar.
      2) Burjuva devriminin ana görevi, iktidarı almak ve onu var olan burjuva ekonomisiyle birleştirmekten ibarettir. Proleter devrimin ana görevi de, iktidarı aldıktan sonra, yeni bir sosyalist ekonomi kurmaktan ibarettir.
      3) Burjuva devrimi iktidarın ele geçirilmesiyle sona erer, proleter devrimi için ise, iktidarın ele geçirilmesi bir başlangıçtır.
      4) Burjuva devrimi iktidarı elinde tutan sömürücü grubun yerine başka bir sömürücü grubunu koymakla yetinir. Bu bakımdan eski devlet mekanizmasını parçalamaya gereksinme duymaz. Proleter devrimi ise, iktidarda kim olursa olsun bütün sömürücü grupları uzaklaştırır ... eski devlet makinasını parçalamaktan ve onun yerine yenisini koymaktan vazgeçmez.
      5) Burjuva devrimi emekçilerin ve sömürülenlerin milyonluk kitlesini bir dereceye kadar uzun bir dönem için burjuvazinin çevresinde birleştirmez. Proletarya devrimi ise, proletarya iktidarını güçlendirmek ve yeni bir sosyalist ekonomi kurmak için sürekli bir ittifak ile proletaryaya bağlayabilir ve bağlamalıdır." [28] (abç)
      İşte "emperyalizm ve proleter devrimleri çağının Marksizmi" olan Leninizmin önemli teorik tezleri bunlardır. Bunlar, temelde II. Enternasyonal oportünist şeflerinin Marksizmi bir dogma haline getiren çabalarına karşı yürütülen mücadelenin odak noktalarını oluşturur.
      II. Enternasyonal'in oportünist şefleri Marks ve Engels'in teorik tahlil ve saptamalarını, hiçbir önkoşul konulmaksızın ve zaman ve mekan gözetilmeksizin, aynen "savunulması" adı altında bir dogmalar yığını haline getirmişlerdir. Marksizmin özü, onun yaşayan ruhu olan diyalektik yöntem ve somut durumların somut tahlili onlar için hiçbir değere sahip değildir. Onlar, devrimin nesnel koşullarını "üretici güçler teorisi" ile ele alarak ve kendilerine Marks'ın "Katkı"nın Önsöz'ünü dayanak olarak kullanıp, tahrif etmişlerdir. (Marksizmin ortodoks tahrifi.) Bu teoriye göre, emperyalist dönemde de, proleter devrimi sanayinin az çok geliştiği, yani kapitalizmin üretici güçleri en son noktasına kadar geliştirdiği yerlerde gerçekleşebilecektir.
      "İçerdiği tüm toplumsal güçler tam olarak gelişmedikçe hiçbir toplumsal düzen yıkılıp dağılamaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri de, bu ilişkilerin ortaya çıkmaları için gerekli maddi koşullar, daha önceki toplumun rahminde tamamıyla olgunlaşmadıkça eskinin yerini alamaz." [29] (abç)
      Evet, Marks sorunu böyle koymuyor muydu? Öyleyse proletarya devrimi ilkin sanayisi en gelişmiş ülkelerde gerçekleşmesi gerekmez mi? Ama gerçek hiç de böyle değildir. Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası gündemdedir ve kapitalizm bir dünya sistemi haline gelmiştir.
      "Rekabetin tekele dönüştüğü bu dönem sonundaki enternasyonal örgüt, II. Enternasyonal'dir. Kapitalizmin burjuva anlamda refahı sağladığı, bu 'barış' döneminde, Avrupa'daki II. Enternasyonal partileri, parlamenter yoldan büyük başarılar sağladılar...
      Bu dönem, bütün barış dönemlerinde olduğu gibi solda pasifist ve sağ eğilimlerin palazlandığı bir dönemdi. Kazanılan parlamenter zaferler, II. Enternasyonal'in bütün partilerinin başını döndürdü. Bu dönemin hep böyle devam edeceğini zannederek hiç savaş döneminin hazırlıkları ile uğraşmadılar.
      ... İşte 1900 yıllarında proleter devrimleri çağının başında Avrupa solunun durumu böyleydi.
      II. Enternasyonal'in partileri, kapitalizmin barışçıl bir gelişme gösterdiği yükselme döneminde elde edilen seçim zaferlerinin sarhoşluğu içinde, kapitalizmin bu yeni dönemini hiç ama hiç anlamadılar. Geçici bir devre olan bu 'barış dönemi'nin devam edeceğini zannettiler.
      Bu partiler, somut durumların somut tahlilini bir yana bırakarak, Marksizmin bir eylem kılavuzu olduğunu ve tarih içinde zenginleşip derinleştiğini unutarak, Marks ve Engels'in tekel öncesi dönem için öngördüklerini bir dogma olarak ele aldılar. Hatta Marks ve Engels'in istisnai şartlar için söylediklerini bile genelleştirdiler; tam bir dogmatizm içine düştüler.
      Marks ve Engels'in tekel öncesi döneme ilişkin önerilerinin 'ortodoks' yönden muhafaza edilmesi, yani dondurulması, onların objektif durumlarına uygun düşüyordu. Ve bu dogmatizm aynı zamanda onların ihanet ve korkaklıklarına bir ideolojik kılıf oluyordu. Marks ve Engels'in kapitalizmin üretici güçleri henüz geliştirdiği, onlara ters düşmediği yükselme dönemine ilişkin, 'evrim dönemine ilişkin', öngörmüş oldukları devrim teorisini, çalışma tarzını ve taktiklerini, kapitalizmin genel bunalımlar dönemine, sosyalist devrimler dönemine uygulamaya çalışıyorlardı.
      Marks ve Engels, tek ülkede, dar milli sınırlar içinde bir proletarya devriminin olamayacağını söylememiş miydi? Devrim, Marks ve Engels'in öngörülerine göre, gelişmiş kapitalist ülkelerde, 'zamandaş' olarak, dünya devrimi şeklinde patlak vermeyecek miydi? İlk proletarya devrimi, üretici güçlerin en gelişmiş, objektif şartların en olgun, demokrasinin ve proletaryanın kültür düzeyinin en yüksek olduğu ülkede başlamayacak mıydı? O yüzden üretici güçlerin gelişme seviyesi düşük olan bir ülkede yapılacak her ihtilâlci teşebbüs, tıpkı 1848 Haziran yenilgisi gibi, tıpkı Paris Komünü'nün yenilgisi gibi, bozgunla sonuçlanmaya mahkumdu. Bu bakımdan üretici güçlerin olgunlaşmasını beklemek şarttı." [30]
      İşte II. Enternasyonal oportünizminin Marksizmi "ortodoks" yönden tahrifi, özetle böyledir.
      Bunlardan öte II. Enternasyonal oportünist şefleri, proletaryanın bir ülkede iktidarı ele geçirse bile, bunu korumayı başarmasının olanaksız olduğunu söylerler. Onlara göre, proletarya kültürel açıdan geri durumdayken ve devlet aygıtını kullanabilecek deneyimli, yetişmiş personele sahip değilken, iktidarın fethi, boş bir girişim olarak kalacaktır ve değersizdir. Bu yüzden, proletarya partilerinin görevi, "ülkeyi yönetmeye yetenekli yetişmiş kimselerden ve yöneticilerden yeteri kadar hazır kadro"[31] oluşturmaktır. Aksi halde yüzyılların devlet yönetme deneyimine sahip ve kültürel olarak üstün olan burjuvazi iktidarı geri alacaktır. Bu nedenle -ve bu görevi yerine getirmek için- "ilk önce kapitalist rejimde kadroları yetiştirmek, sonra iktidara geçmek" [32] gerekir. Kapitalist rejim içinde, sosyalist toplum için gerekli kadrolar (deneyimli kadrolar), bir yandan ideolojik olarak eğitilirken (parti içi eğitimin amacı ve parti okullarının kurulması), öte yandan uygun her fırsatta, koalisyon hükümetleri yoluyla devlet yönetimine katılarak eğitilirler.
      Görünüşte oldukça mantıki ve kitabi görünen bu tezler karşısında Lenin şöyle demektedir:
      "Bunun doğru olduğunu kabul edelim, ama sorun, niçin tersine çevrilmemeli. İlk önce iktidara geçip, sonra her adımda yedi fersah aşan tılsımlı çizmeleri ayağa giymeye çalışan kitlelerin kültür düzeyini yükseltmek, işçi çevrelerinden çıkan kalabalık yönetici kadroları yetiştirmek için ileri atılmak niçin olanaklı olmasın?" [33] (abç)
      Lenin, "eğer yenenlerin kültürel düzeyi, yenilenlerden daha yüksekse kendi kültürlerini bunlar üzerinde baskın kılarlar; eğer karşıtı geçerli ise, yenilenler kendi kültürlerini yenenler üzerinde baskın kılarlar"[34] derken, kültürün yerini kesinkes küçümsemediğini ortaya koymaktadır. Ama burjuvazinin "kültür tekelini" yıkmadan proletaryanın, gerçekte ileri ve yüksek olan kendi kültürünü olgunlaştırma ve yayma olanağına sahip olabilecek midir? Ve "kültür tekeli"nin temel dayanaklarından birisi olan devlet gücü karşısında, bu gücü ele geçirmediği sürece sürekli olarak edilgin kalmayacak mıdır? İşte Lenin, Marksist dünya görüşünde ifadesini bulan proletaryanın yüksek kültürünü temel alarak, proletaryanın devrimci bilincine, kararlılığına ve kendi devrimine sahip olma cesaretine güvenerek, nesnel koşulların bir devrim için -sistemin bütünü açısından- olgun olduğundan yola çıkarak "ilk moment"te politik iktidarın ele geçirilmesi gerektiğini saptamıştır. Böylece gündemin başına iki ana konu geçmiştir: Devlet ve devrim.




I.
MARKSİST-LENİNİST DEVLET TEORİSİ




      Lenin'in emperyalist dönemde, kapitalist üretim ilişkilerinin artık üretici güçlerin geliştiricisi olmadığı, tersine onların önünde engel oluşturduğunu saptamasıyla birlikte politik iktidar sorunu birincil sorun olarak ortaya çıkmıştır. Bu devlet (politik iktidar) ve devrim (politik iktidarın ele geçirilmesi) sorunlarını tüm tartışmaların ve çalışmaların odak noktası haline getirmiştir. (Bu bağlamda PCI -İtalyan Komünist Partisi- yöneticisi ve Komintern Yürütme Komitesi üyesi Gramsci'nin de aynı konuları birincil dereceden önem vererek ele alması doğaldır. Konumuz gereği, Gramsci'nin tezleriyle bağlantılı olarak, Marksist-Leninist devlet teorisini bir kez daha ele almak zorunlu olmaktadır.)
      "Devlet, topluma zorla kabul ettirilmiş bir güç değildir. Hegel'in ileri sürdüğü gibi 'ahlâk fikrinin gerçeği', 'aklın imgesi ve gerçeği' de değildir. Devlet, toplumun gelişmesinin belli bir aşamasının ürünüdür. Bu, toplumun önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz karşıtlar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözümlenemez bir çelişme içine girdiğinin itirafıdır. Ama bu karşıtların yani karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların kendilerini ve toplumu verimsiz bir mücadele içinde eritip bitirmemeleri için görünüşte toplumun önünde yer alan, çatışmayı hafifletmesi, 'düzen' sınırları içersinde tutması gereken bir güç ihtiyacı kendini kabul ettirir. İşte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç devlettir." (Engels) [35] (abç)
      "... bizzat silahlı güç olarak örgütlenen halkla artık doğrudan doğruya aynı şey olmayan bir kamu gücü kuruluşu gelir. Bu özel kamu gücü zorunludur. Çünkü sınıflara bölünmeden sonra, halkın özerk silahlı örgütlenmesi imkansız duruma gelmiştir ... Bu kamu gücü her devlette mevcuttur, Gentilice toplumunun bilmediği cezaevleri ve her türlü ceza kurumlarından meydana gelir." [36] (abç)
      Bu "kamu gücünü ve vergileri ödetmek hakkını kullanan memurlar"dır ve bu memurlar "toplumun organları olarak toplumun üzerinde yer alır."[37] Bir bütün olarak -asker, sivil- bürokrasi olarak tanımlanan bu memurlar kesimi, devlet aygıtının işleyişini sağlarlar ve onun somuttaki görünümleridirler. Bu yüzden onların otoritesi, herhangi bir bireyinkinden ya da Engels'in deyimiyle söylersek gentilice örgütlenmenin organlarının otoritesinden çok daha büyüktür.
      Devlet, özel silahlı adamlara dayalı bir zor aygıtı olarak, toplum üstünde, ama aynı zamanda toplumun düzenleyicisi olan zor organıdır. Bu uzlaşmaz sınıfların mevcudiyetinden doğan bir organın sınıfsal niteliği ile birlikte ele alınmalıdır. Yani devlet, doğrudan sınıfsal bir niteliğe sahiptir. Belli bir toplumda egemen konumdaki (ekonomik olarak) bir sınıfın egemenliğinin ifadesi olarak devlet, birincil olarak egemen sınıfın çıkarını korumak ve sürdürmek zorundadır ve bu onun temel işlevidir. Bu yüzden bir devlet, her zaman ve her yerde egemen sınıfın devleti olarak anılır. (Köleci devlet, feodal devlet, burjuva devlet, proleter devlet).
      "Belirli üretici güçlere uygun olabilen koşul, toplumun belirli bir sınıfın egemenliğinin, her durumda devlet biçiminde kendini pratik-idealistik ifadesine sahip olan kendi mülkiyetinden türemiş toplumsal gücün koşullarıdır ve bu yüzden her devrimci mücadele o güne dek iktidarda bulunan sınıfa karşı yönelir." [38] (abç)
      En gelişmiş haliyle burjuva devlet aygıtını ele alan Marks ve Engels, devletin işlevlerini şöyle ifade ederler:
      "... modern devletin yürütme erki tümüyle burjuvazinin ortak işlerini yürüten bir komiteden başka bir şey değildir." [39] (abç)
      "... modern temsili devlet, ücretli çalışmanın sermaye tarafından sömürülmesinin bir aletidir." [40] (abç)
      "... modern devlet, burjuva toplumun, kapitalist üretim biçiminin genel dış koşullarını işçilerden olduğu kadar, tek tek kapitalistlerden de gelen saldırılara karşı korumak için kurduğu örgütten başka bir şey değildir. Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, esas itibariyle kapitalist bir makinedir: kapitalistin devleti, düşüncede kollektif kapitalist. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kollektif kapitalist haline gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür." [41] (abç)
      "Devlet gücü, aynı zamanda ekonomik bir güçtür." [42] Yani devlet, bir zor aygıtı olarak, iktisadi evrim üzerinde etkide bulunur.
      "... bir yanda iktisadi hareket, öte yanda ise, alabildiğine çok bağımsızlık için uğraşan ve bir kere yerleştikten sonra artık kendi hareketini kazanan politik güç vardır. Aslında iktisadi harekete baskın çıkar, ama kendi kurduğu ve kendi eliyle bağımsızlık verdiği politik hareketten, bir yanda devlet gücünün, öbür yanda da bunla aynı anda doğan muhalefetin hareketinden gelen tepkilere katlanmak zorundadır.
      Devlet gücünün iktisadi gelişme karşısında tepkisi üç türlü olabilir: aynı yönde ilerliyebilir ve o zaman gelişme hızlanır; gelişme çizgisine karşı durabilir, dünyanın büyük uluslarının devlet güçlerinden bu durumda olanları eninde sonunda yıkılıp gitmeye mahkumdurlar; ya da ikitisadi gelişmeyi belirli çizgide kesip başka yollarlla zorlayabilir. Bu son durumda da, eninde sonunda önceki iki durumdan birine dönüşür. Ama açıkça görüyoruz ki, ikinci ve üçüncü durumlarda politik güç iktisadi gelişmeyi büyük zararlara uğratabilir, büyük enerji ve gereç yığınlarını boşuna harcayabilir." [43]
      Sözün özü,"devlet, egemen sınıfların baskı aygıtıdır."[44]
      Burada hemen devletin bir zor aygıtı olduğu açığa çıkıyor. Ancak "baskı"nın ikili durumu gözönüne alınmalıdır, yani yasal zor ve açık-askeri zor. Fakat bu kavramlar, sadece bir takım polemiksel görüşler için özel bir değere sahiptir. Gerçeklikte ise zorun fiili durumu açısından "yasal" ve "yasa-dışı" ayrımı, egemen sınıf için sözkonusu değildir. Belli bir dönemde mevcut yasalar, bazı devlet uygulamalarına hukuksal dayanak sağlamaz iken, bu uygulamalar egemen sınıf için gerekli olduğunda, kolayca yaratılabilir. (Politik gücün yasama-yürütme ve yargı bütünselliği olması esprisi.) Bu nedenle Marksist-Leninist literatürde zor, iktisadi evrime göre tanımlanır ve iktisadi evrime uygun ve onun önünü açan zor devrimcidir, ilericidir ve meşrudur. Bunun dışındaki zor uygulamaları, özel silahlı adam müfrezelerince yapılmasının alt ayrımları, taktik ve teknik önemden öteye geçemez. Genellikle "yasal" ilan edilen devlet uygulaması, mevcut güçler dengesine göre ve egemen sınıfın kendi çıkarını genel çıkar olarak sunup topluma kabul ettirdiği dönemlerde oluşturulmuş yasallığa uygun (olağan) mahkemeler ve olağan dönemin silahlı gücünün biri olarak polis gücü ile çakışır. Askeri gücün, yani ordunun devreye girmesi, sadece diğer özel silahlı gücün (polis vb.) yetersiz kalması durumunda olur ve bunu ifade eder. Ve bu durumun tarihsel niteliği taktik önemdedir.
      Marksist-Leninist literatürde "baskı"nın "yasal ve yasa-dışı" ya da "polisiye-militer" ayrımının yer almaması devletin niteliği ve özü yönünden önemlidir. Kimi "siyasal bilimciler"(!)in yaptığı bu ayrımlar, en fazla metodojik nitelikte olabilir ve konunun anlatımı için bir değeri olabilir. Bundan öte bir çaba ve sonuç çıkarma, devletin baskısını meşrulaştırmak (iktisadi evrime karşın) ve devletin sürekli ve kalıcı olduğunu, yani onun evrenselliğini ilan etmekten öteye gitmeyecektir. Marksizm-Leninizm açısından, devlet gücü, iktisadi evrime uygun yöndeyse, onun müdahalesi (ekonomik, sosyal, politik, kültürel, ideolojik) açık bir dayatma şeklinde olmayacaktır. Yalnız siyasal zorun, mevcut toplumsal düzene karşı olmayan, yani onu kabul eden kesimler açısından "meşru" kabul edilmesi ile toplumsal düzene karşı olanlara karşı "kaba güç" olarak uygulanması, birbirinden ayrılmalıdır. Yine de, her zaman devlet gücü, egemen sınıfın tek tek bireyleri de dahi olmak üzere, tüm toplum üzerinde yer alan bir siyasal zor gücü, makinasıdır.
      "Toplum da aynı devlet tekelciliği ile davranır, ama bu işi daha kibarca yapar: sizi dışarı atacak yerde, size yaşamı o kadar güç kılar ki, kendi kendinize kapıyı tutarsınız.
      Gerçekte devlet de başka türlü davranmaz; kendi istek ve buyruklarını yerine getiren, kendi gelişmesini sağlayan insanlardan hiç kimseyi dıştalamaz. Kendi yetkinliği içinde, gerçek muhalefetlerin siyasal hiçbir yönleri olmayan ve canını sıkmayan muhalefetler olduklarını bildirecek, hatta gözlerini kapayacak kadar ileri gider." [45] (abç)
      Görüldüğü gibi, devlet, egemen sınıfın emrinde bir baskı, zor aygıtı olarak her zaman ve her sınıf ve tabakaya karşı sürekli zor, yani daha anlaşılır biçimde söylersek açık askeri zor uyguladığı söylenemez. İkinci olarak, devlet, toplumdan doğduğundan ve toplumsal çatışmaları frenlemek gereksinmesinin ürünü olduğundan, bir yere kadar "kamusal" niteliğini korur. (Kamu çıkarı esprisi) Ancak tüm bunlar, toplumsal, ekonomik ve siyasal çelişkilerin keskinleştiği dönemlerde, yani bunalım dönemlerinde büyük ölçüde değişir ve devletin gerçek niteliği tüm açıklığıyla görülür. Çünkü "bunalmlar, daima mevcut çelişkilerin ancak geçici ve zora dayanan çözümleridir. Bunlar, bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli patlamalardır." [46]
      Bunalım dönemlerinde devlet gücünün gerçekliğe yönelmesi, onun baskıcı niteliğinin görünür (açık) olması önemlidir. Bunalım dönemlerinde, Engels'in deyişiyle "metafizik kutup karşıtlar"[47] ortaya çıkar. Ve devlet gücü, hemen hemen tüm "yasal" dayanaklarından kurtulur ya da en azından "yasal" dayanakları bir yana bırakarak toplumun karşısına çıkar. (Ve yeni yasalar, ancak bu uygulamanın ardından gelen ve uygulamayı "meşrulaştırmaya" hizmet eden bir niteliğe sahip olur.) Devletin bu uygulaması (buna açık zor uygulaması demek pek yanlış olmayacaktır) egemenlik için mücadele eden sınıflar için birincil dereceden önemlidir. O ana kadar sürdürülen mücadele biçimleri, bizzat egemen sınıfın zoru, şiddeti ile engellenmeye ve yok edilmeye çalışılmaktadır artık. Bu ise, egemenlik için mücadele eden sınıf/sınıfların zora, şiddete başvurmasını kaçınılmaz kılar, yani silahlı aksiyonun nesnel koşulları ortaya çıkmıştır. Artık egemen sınıf, zora dayanan bir eylemle, yani devrimle (ihtilâlle) alt edilmek zorundadır.
      "Bu devrim kaçınılmazdır, sadece egemen sınıf başka hiçbir biçimde devrilemeyeceği için değil, aynı zamanda onu deviren sınıf, tüm çağların pisliklerinden kurtulmayı ve yen toplum kurmayı bir devrimle başarabileceği için de kaçınılmazdır." [48]
      Bu Marksist-Leninist saptama egemen sınıfın egemenliğini yanlız ve yanlız devlet gücü ile, siyasal (açık yada gizli) zor ile sağladığı ve sürdürdüğü demek değildir. Böyle bir yaklaşım, bir toplumda ekonomik ve politik güç dışında diğer üstyapının hiçbir önemi olmadığı demektir. Egemen sınıf, egemenliğini ekonomik ve ideolojik etmenlerin yardımıyla da sağlar, korur ve sürdürür. Ancak tüm toplumu alt-yapısından üst-yapısına kadar etkileyen bir bunalım ortaya çıktığı zaman, devlet gücü herşeyi belirler. Ve bu yüzden tüm egemenlik için mücadele devlet gücü etrafında -devlete gücünü kullanarak ya da onu yıkarak- yoğunlaşır.
      Yine de egemen sınıf ile egemenlik için mücadele eden sınıf/sınıfların karşılıklı olarak birbirlerini alt edemedikleri durumlar ayrıca incelenmelidir. Nasıl ki, devlet gücünün açık faaliyeti sözkonusu olduğu dönemlerdeki devlet biçimleri diğer dönemlerdeki devlet biçimlerinden farklı ise, bu denge durumunda da farklılık ortaya çıkar. Ancak bu farklılık, devletin biçimiyle sınırlı kalmaz, onun sınıflar karşısındaki konumunu ve işlevini de etkiler.
      "... modern temsili devlet de, ücretli çalışmanın sermaye tarafından sömürülmesinin aletidir. Bununla birlikte, genele aykırı olarak, savaşan sınıfların birbirlerini dengelemeye çok çalıştıkları bazı öyle durumlar olur ki, devlet iktidarı, görünüşte aracı olarak, o an için, bu sınıflara karşı belli bir bağımsızlık durumunu korur. Aristokratlarla burjuvazi arasında denge sağlayan 17. ve 18. yüzyıl mutlak monarşisi; burjuvaziye karşı proletaryadan, proletaryaya karşı burjuvaziden yana oynayan I. ve özellikle II. Fransız İmparatorluğunun Bonapartizm'in de durumu buydu." [49] (abç)
      Bonapartist devlet, sınıflardan özerk ve arabulucu, hakem konumunda görünür. Bu görünüm, devletin baskı aygıtı niteliğini kaldırmadığı gibi, bizatihi bu niteliğinin her sınıfa karşı ortaya çıkarılması ile sağlanır. Ancak bu Bonapartizmin faşizm olduğu anlamına gelmez. Bonapartizm ile faşizm aynı değildir. Faşizm, emperyalist dönemde, yani kapitalizmin sürekli ve genel bunalımlar çağında burjuvazinin bir yönetim biçimidir, ama tüm olarak burjuvazinin değil, onun bir bölümünün, finans-kapitalin en gerici, en emperyalist, en şovenist unsurlarının açık terörist diktatörlüğü olarak bir devlet biçimidir. Bu yüzden sınıflar arası "denge" oluşturuculuğu bir yanılsamadır. Ama diğer burjuva devlet biçimlerine göre, devlet gücü çok daha yaygın ve geniş kullanıma sahiptir; bir başka deyişle, finans-kapital ve hatta bunun bir kesimi dışında tüm burjuvaziyi de kapsayacak kadar geniş bir zor uygulaması sözkonusudur. Bu yönü ile faşizm Bonapartizme yaklaşsa da, devletin denetiminin finans-kapitalin belli kesiminin elinde olmasıyla ondan ayrılır. Kısaca, Hitler, Mussolini, Franco vb. faşist liderler, asla bir Bonapart değildir.
      Bir bütün olarak bir toplum ele alındığında, o toplumun evrimi içinde devletin de değişik biçimler aldığı gözlenebilir. Bu iktisadi evrime göre izlenebilecek değişmelerdir. Bir başka deyişle, devlet biçimi, toplumun iktisadi evrimine, bu evrimde ortaya çıkan bunalımlara ve bu bunalımların niteliğine bakarak kavranabilirler. Bunu genel olarak bir toplumdaki mevcut üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişkinin evrimi olarak ifade edebiliriz.
      Bir toplumda, mevcut üretim ilişkileri üretici güçlerle çatışma halinde değilse, tersine onları olanca "hız ve bereketiyle" geliştiriyorsa, böyle dönemlerde devlet gücü (siyasal zor) eski üretim ilişkilerine bağlı ve direnen kesimler üzerinde uygulanır (diktatörlük). Bunun dışında devlet gücü "yansız" bir görünümde, "genel çıkarların" koruyucusu ve en az müdahalecisi durumundadır (demokrasi).
      İnsanlık tarihinde, üretici güçlerin belli bir evriminden sonra ortaya çıkan işbölümü giderek sınıfların ortaya çıkmasına ve uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin de devletin doğmasına yol açtığını daha önce söylemiştik. İktisadi evrimde köleci toplumun ortaya çıkması, aynı zamanda ilk devletin görünür olmasıdır. Köleci toplumun ilk evrelerinde, topluluk içinde büyük farklılaşma (ekonomik ve siyasal güç olarak) olmadığından, devlet çok gelişmiş değildir. Zaman içinde kölelerin sayısındaki artış ve köleciler arasındaki eşitsizliğin (köle sayısı şeklinde servet eşitsizliği) gelişmesi devlet işleyişinde yetkinleşmeyi getirirken, üretimin yaygınlaşması devletin işlev ve kurumlarını çoğaltmıştır.
      İlk zamanlar köleci toplumun devlet örgütlenmesinin nasıl olduğu fazlaca önemli değildir. Ancak bunun tüm köle sahipleri ile aynı toplumun bireylerinin (köleler dışındaki yurttaşlar) ortak bir yönetime sahip oldukları ve toplumdaki çelişkilerin antagonizma kazanmadığı ilk evreleri düşünülürse, bu dönemdeki devlet biçiminin demokratik olduğunu söylemek pek yanlış olmayacaktır. Bir başka deyişle, köleler dışında kalan tüm kesimler devletle uyum içindedir ve devlet onların çıkarlarını, genel çıkar olarak savunmaktadır.
      Tunç savaş arabalarının üretimi ve bunlara sahip olanların zamanla -ki bu zaman oldukça kısa sürmüştür- daha çok köle sahibi oldukları, daha çok özel silahlı adamlar besledikleri ve böylece daha da zenginleşip, güçlendikleri açıktır. Ve aynı şekilde köle sahipleri kendi içlerinden birini başkan yapmaları ve tüm devletin ya da sitenin onun kişiliğinde simgeleşmesi doğal bir gelişme olarak kabul edilebilir. Bu boyutu ile bir monarktan ve monarşiden söz etmek mümkündür.
      İlk anda toplumdan doğan ve giderek ondan bağımsızlaşan devlet, ilk dönemde kaçınılmaz olarak sınıflar karşısında "tarafsız" görüneceği gibi, köle sahiplerinin tek tek bireylerine karşı da bu "tarafsızlık"ını korur. Bunu belli bir dönemde bir tek kişinin yerine getirebilmesi, üretimin mevcut seviyesine uygun düşer. Çünkü azgelişmiş bir üretim, azgelişmiş bir işbölümü ve azgelişmiş bir devlet örgütlenmesi demektir.
      Şimdi köleci toplumun ve köleci devletin evrimini eski Yunan'daki Atina sitesinin evrimiyle ele alarak görelim:
      Atina'da site örgütlenmesi, üretimin ve işbölümünün göreli gelişmişliğine denk düşen bir gelişkinliğe sahiptir. [*1] Tarım, hayvancılık, zanaat olarak ana üretim dalları, kendi içinde zenginleşmiş ve giderek bu üretim kolları yanında ticaret gelişmiştir (tüccarların tarih sahnesine çıkışı). Toplum iki ana sınıftan oluşmaktadır: Köleler ve köle sahipleri. Ancak toplumda köle sahibi olmayan küçük tarımcılar, zanaatçılar ve tüccarlar gibi "özgür" insanlar da vardır. Diyebiliriz ki, köleci toplum, salt iki sınıftan meydana gelmemiştir. Genel olarak bir toplumda bir üretim ilişkisi egemendir. Ve bizzat bu ifadedeki "egemen" sözcüğü, o toplumdaki tek ilişki olmadığını ifade eder. Ancak toplumda bir önceki toplumdan gelen "kalıntılar"ın ve bir üst toplumun "nüveleri"nin bulunması toplumsal yapının işleyişini dolaylı olarak etkiler. Köleci toplumda, gerek ilkel komünal toplumdan kalma ilişkiler, gerekse feodalizme doğru evrilecek ilişkiler mevcuttur. Bundan öte küçük-meta üretimi ile tüccar sermayesi de, feodal ve kapitalist toplumda olduğu gibi, mevcuttur. Bunların oluşturduğu sınıf ve tabakalar, belli bir toplumun işleyişinde bazı etkilerde bulunmuşlardır, ama temeli değiştiremeyeceklerinden ve özsel etkileri olamayacağından bir ölçüde ihmal edilebilir nicelik olarak düşünülebilinir. Köleci toplumda, deyim yerindeyse, ana iki sınıf dışındaki "ara tabakalar" (ya da "marjinal sektörler"), toplumun siyasal ilişkilerine katılabildikleri oranda ele alınmak durumundadır.
      Köleci üretim ilişkilerinin egemen olması, "ara tabakalar"ın da belli oranda buna uygun biçim aldıklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda, bir tüccar en azından ev işleri için köle kullanmak durumundadır. Bundan öte ticaretle uğraşan köleciler de mevcuttur. Bu yüzden bu iki kesim arasında ayrım yapılması gerekirse, küçük ve orta tüccarlar ile büyük tüccarlar şeklinde bir ayrım yapılabilir.
      Atina'da toplumsal yapının bu oluşumu kimi yazarlarca bazı kategorik ayrıma tabi tutulmuştur. Bu ayrımlar o dönemin kendi tasnifinden çok, belli bir yazının (sosyolojik, politik, ekonomik, kültürel, vb.) bir terminolojik birliği olarak yapılmaktadır. Bu tür kategorileştirmeden birine göre köleci toplum dört sınıfa ayrılır: 1) Aristokratlar (toprak sahibi köleciler), 2) Orta-sınıf (tüccarlar, zanaatçılar, şarap ve zeytinyağı üretimindeki köle sahipleri), 3) Alt-tabaka (bireysel üretici, özgür ücretli çalışanlar), 4) Köleler. Böyle bir ayrımın, anlatım yönünden yararı açıktır.
      "Aristokratlar zenginleşince çiftliklerini kahyalarına bırakıp şehre yerleşmiş ve politikaya atılıp, önceleri kralın (monark) danışma meclisi olarak siyasal sorunlarda söz sahibi olmuşlar, daha sonra kralı saf dışı ederek, M.Ö. 8. yüzyılda İonya'da monarşileri kaldırıp aristokratik yönetimler kurmuşlardır ve politikayı tekellerine alıp toplumu aristokratik meclislerle yönetmeye başlamışlardır. İşte bu aristokratik yönetim orta ve aşağı sınıflara siyasi haklar tanımıyordu ... Ticareti de aşağı görüyorlardı ... (Oysa) ticaret tarımdan kârlı işti. Bu yüzden orta sınıf zenginleşirken, aristokratlar lüks yaşamda ısrar ediyorlardı. Ekonomik güç orta sınıfın eline geçti. Ekonomik gücü eline geçiren orta sınıf siyasal alanda da söz sahibi olmak istedi. Aristokratik yönetimler buna karşı koyup, sosyal gelişmenin önüne set çekince, sosyal gelişme de setin üzerinden aştı." [51]
      Aristokratların bu engel niteliği, devletin biçiminin de değişmesine yol açmıştır. Devlet gücünün kullanımının yaygınlaşması ve aristokrasi içinde zümreleşmenin artması, yönetimin oligarşik nitelik almasına yol açmıştır. Oligarşik yönetim, toplumdaki farklılaşmanın, yani sınıfsal farklılaşmanın iyice keskinleştiği, köle sahibi sınıf içinde zenginlik farkının iyice büyüdüğü ve bu kesiminin "en zenginler" haline gelerek, tüm toplum üzerinde egemenlik kurdukları yönetimdir. Bir başka deyişle, egemen sınıf, bir yandan diğer sınıflarla çatışma içindeyken, bir yandan da kendi içinde zümreleşmekte, servetin belli ellerde merkezileşmekte olduğu dönemin yönetim biçimi oligarşik yönetimdir. Bu yönetim, toplumdaki çelişkilerin had safhaya çıktığının bir ifadesidir. Tüm toplumun -aristokratların oligarşi dışındaki kesimleri de dahil- oligarşiye karşı tepkisi yoğunlaşır. Çatışma giderek bir iç savaş halini alır. Bu durumda geniş halk kitleleri galip geldiğinde demokratik yönetim oluşturulur. Aksi durumda oligarşi varlığını sürdürür. Ancak her iki gücün denge durumları olabileceği gibi, bir iktidar boşluğu da olabilir. Hangi nedenle olursa olsun, genellikle oligarşiden demokrasiye geçişte, bir ara yönetim, geçici bir biçim olarak tiranlık ortaya çıkmaktadır.
      Burada Eski Yunan'daki siyasal ve toplumsal görüşleri kısaca anımsatmakta yarar vardır. O dönemin düşünürlerinden Aristoteles üç devlet biçiminden söz etmektedir: 1) Monarşi: Bütün iktidarın bir tek adamda toplanması; 2) Aristokrasi: Egemenliğin sınırlı bir vatandaşlar sınıfından oluşması; 3) Demokrasi: Bütün iktidarın bütün vatandaşların iradesinden doğması. Aristoteles'e göre, bu üç rejim, soysuzlaşarak (dejenere olarak) tiranlık, oligarşi ve demagoji olur. Yine o dönemin düşünürlerinden Polybios'a göre, insanlar siyasal hayatlarının ilk safhasında ataerkil bir monarşi ile yönetilmişlerdir. Monarşik devlet sonunda soysuzlaşıp tiranlık halini almıştır; bunun üzerine aristokrasi ayaklanmış ve sonunda oligarşik bir hükümet kurulmuştur. Daha ilerki aşamada ise, halk kitleleri ayaklanarak demokrasiye, oradan da iç karışıklıklar yüzünden yine tiranlığa geçilmiştir. Polybbios'a göre bu süreç bu geçişlerle sürekli yinelenir. Eflatun (Platon) ise gelişimi şöyle ele alır: İdeal bir site, çok eski tarihlerde mevcuttu ve bu dönem "altın çağ"dı. Bu çağdan sonra "timokrasi" dediği "gümüş çağı" gelmişti ve burada savaşçılar bilgelerden üstün çıkmıştır. Sonra savaşçılar arasında zenginlik hırsı alıp yürümüş, böylece insanlar bakır çağına, yani oligarşiye ulaşmışlardır. O zaman yoksullar kendilerini saymışlar ve sayılarının zenginlerden fazla olduğunu görmüşler, oligarşi demokrasi biçimine girmiştir. Bu da, demir çağdır. Fakat demokrasi de yozlaşıp, anarşi halini almış, bu da tiranlığı doğurmuştur.
      Görüldüğü gibi eski Yunan düşünürleri, genel olarak ideal bir yönetim biçimini çok eski tarihe ait olarak ele alırlar. Buna ilkel komünal dönem demek yanlış olmayacaktır. Sonraki gelişme, bir geçiş dönemi olarak monarşi şeklinde olmaktadır. Bu olumsuzlanarak tiranlığa ve tiranlık yıkılarak aristokrasiye, aristokrasi olumsuzlanarak oligarşiye dönüşerek gelişmektedir. Oligarşi sonrası demokrasidir. Ve "ehven-i şer" bir biçim olarak ifade edilen "en az mahzurlu" biçim demokrasidir. Ancak yine de geçicidir ve tiranlık-oligarşi olarak sürer. Her durumda tiranlık, Yunan sitelerinde kişisel otorite ile bir sınıflararası uzlaşma sağlama çabası olarak gündeme gelmiştir. Bütün tarihsel süreç ele alındığında, tiranlık ve köleci toplumun dağılması ve feodalizme geçişi öngören durumun bir devlet biçimi olarak görünmektedir. Bir bakıma oligarşik yönetimin bir evrimidir.
      Atina'da böyle bir "denge" durumu, devletin sınıflardan göreli bağımsız olduğu bir dönem Solon ile başlar. Solon bir yönetici memur (arkhan) olarak sınıfsal çatışmaların üstünde yer alan ve bu sınıfların uzlaşmasının yöneticisidir. Bu uzlaşma döneminde Atina'da iki üretim biçimi yan yana görülür: Kölelik ve feodalite. Ancak feodalite, yeterince gelişmediğinden ve uzlaşmalara gitmek durumunda olduğundan siteyi ele geçiremez. Zaten feodalizm tarımsal üretim tarzı olarak şehirleri değil kırları temel almak durumundadır. Yine de her uzlaşmalı geçiş gibi, eski düzenin egemen unsurları uzun süre varlığını korur ve hatta zaman zaman eski gücüne kavuşmak için karşı hareketlere bile girişir. Ancak iktisadi evrime ters düştüğünden, iktidarı yeniden ele geçirse bile, bunu uzun süre koruyamaz.
      Atina'da "uzlaşma" olgusu, sitenin gelişimini uzatmış ve devlet biçiminin de geçiş evrelerine uygun biçimler yaratmıştır. İşte Peisistestos'un tiranlığı bunların ilkidir ve süreç feodal demokrasiye doğru ilerler (Perikles dönemi). Bu sıralarda başlayan Peloponnes savaşları ile Yunan siteleri düzenli bir evrimle feodalizme geçemezler. Roma işgaline kadar süren bu savaşlar, Roma'nın (dış istilacı güç) işgali ile sona erer, ama bu son, tüm Yunan sitelerinin Roma tarafından ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşmiştir. Böylece Yunan köleci toplumu tarih sahnesinden silinir. (Hemen hemen benzer bir gelişme Roma'da da ortaya çıkmıştır.) Ve tarihte yeni bir dönem, feodal dönem başlar.
      "Nasıl ki Antik dönem kentten ve küçük bölgelerden başladıysa, Orta-Çağ da kırlardan başlamıştır. Bu farklı başlangıç noktası, aynı zamanda geniş topraklar üzerine serpilmiş ve fetihler yüzünden artık artmayan nüfusun seyrekliğiyle de belirlenmiştir. Yunan ve Roma'nın tersine, feodal gelişme bu yüzden geniş bölgeler üstünde başlar. Roma fetihleriyle hazırlanır ve tarımın ilk yayılması onlarla birlikte olur. Roma İmparatorluğunun son yüzyılları ve barbarlar tarafından fetih edilmesi üretici güçlerin önemli bir kısmının yok olmasına yol açmıştır. Tarım gerilemiş, pazar bulunamadığından sanayi çökmüş, ticaret ölmüş ya da ciddi biçimde bozulmuş, kır ve şehir nüfusu artmamıştır. Bu koşullar ve fetih tipi örgütlenme tarzı, Alman militarist kurumunun etkisiyle birlikte, feodal mülkiyetin gelişimine yönelinmesini belirlemiştir. Kabile ve komünal mülkiyet gibi, bu da bir topluluğa dayanır, ama doğrudan üretici sınıf, Antik toplumlarda olduğu gibi köleler değil, serfleştirilmiş küçük-köylülerdir. Feodalizm gelişir gelişmez, burada da kentlerin antagonizmi ortaya çıkar. Toprak sahiplerinin hiyerarşik yapısı ve işbirlikçileri ücretli silahlı kişiler, serfler üzerinde aristokrasinin iktidarını kurdu. Bu feodal örgütlenme, Antik-komünal mülkiyete kadar, esas üretici sınıfa karşı bir birliktir, ama birliğin biçimi ve doğrudan üreticilerle ilişkisi, üretimin farklı koşulları nedeniyle ayrıydı.
      Toprak sahipliğinin bu feodal yapısı, toplu mülkiyet biçiminde kentlerdeki ticaretin feodal örgütlenmesine tekabül eder. Burada mülkiyet, her bireyin emeğinde esas olarak içerilir. Soyguncu soyluluğun birliğine karşı birleşme zorunluluğu, sanayicilerin aynı zamanda birer tüccar olduğu çağda topluma ait kapalı bir pazar gereksinmesi, gelişen kentlere sürü halinde yığılan kaçak serflerin büyüyen rekabeti, tüm ülkelerin feodal yapısı, işte bunlar beraberinde loncaları getirdi. Bireysel zanaatçıların derece derece biriken küçük sermayesi ve nüfus artışına göre sabit sayıya sahip kırlardakine benzer bir hiyerarşiyi, kentlerde de usta-çırak ilişkisiyle oluşturmaya başladı.
      Feodal çağ boyunca bu mülkiyet, bir taraftan toprak mülkiyeti ve buna zincirle bağlı serf emeğini, diğer taraftan ustanın emeğine komuta eden küçük-sermaye sahibi bireyin kişisel emeğini içerir. Her ikisinin örgütlenmesi sınırlı üretim koşullarınca -toprağın yetersiz ve ilkel ekimi ile sanayinin zanaat tipi- belirlenmiştir. Feodalizmin doruğunda olduğu çağda bile çok az işbölümü vardır. Her ülke kır-şehir antagonizmini kendi içinde barındırmaktaydı; tabakalar içindeki bölünme kesin olarak gösteriyordu ki, kırlarda prensler, aristokratlar, papazlar ve köylüler; kentlerde patronlar, ustalar, çıraklar ve gündelikçi emekçi ayaktakımı farklılaşmasından başka önemli bir bölünme yoktu. Bu, tarımda, köylülerin kendi kendine oluşmuş küçük ev sanayi yanında, dar arazi sistemiyle güçleştirilmişti. Sanayide işbölümü yoktu; bireysel ticaret çok küçüktü. Sanayi ve ticaretin ayrılması, eski kentlerde oluşmuştu; yenilerinde ise, kentler birbirleriyle ortak ilişkilere girdikten sonra gelişti.
      Geniş bölgelerin feodal krallık altında toplanması, kentler için olduğu kadar, toprak aristokrasisi için de bir zorunluluktu. Bu yüzden egemen (yönetici) sınıf olan aristokrasinin örgütlenmesinin tepesinde, her zaman bir monark (kral vb.) vardı." [52] (abç)
      Feodal üretim ilişkilerinin üretici güçlerle, belli bir zamandan sonra, çatışma içine girmesi, bu ilişkilerin üstünde yükselen üst-yapıda da değişime yol açmıştır. O güne kadar feodaller arasında bir uyum (ya da consensus) ifade eden devlet biçimi, feodaller arasında zümreleşmenin ve sayısal olarak azalmanın bir ürünü olarak değişir. "Bir yandan zengin toprak sahiplerinin, tefecilik yüzünden yıkımı, öte yandan küçük üreticilerin büsbütün yoksullaşması, büyük miktarda para-sermayenin oluşumuna ve yoğunlaşmasına yol açmıştır."[53]
      Ortaya çıkan para-sermaye birikimi -ki bu salt tefecilerde değil, aynı zamanda tüccarlarda da birikir- kapitalist üretim ilişkilerinin uç verip yayılmasını sağlar. Öte yandan tefecilik tarafından mülksüzleştirilen feodal beylerin sayısı artarken ve böylece genel olarak feodal beylerin sayısı azalırken, küçük üreticilerin yoksullaşması ve mülksüzleşmesi kentlere göçü hızlandırmaktadır. Böylece devlet aygıtının daha az sayıda feodal beyin elinde kalması, onun oligarşik nitelik almasına yol açar. Artık feodaller arası uyum (ve bir bakıma feodal demokrasi) ortadan kalkmıştır. Feodallerin artan gereksinmelerini doyurmak için artan oranda nakit paraya gereksinme duymaları serflerin çalışma ve yaşam koşullarının en had safhaya kadar zorlaşmasına neden olmuştur. Öte yandan gelişen burjuvazi de feodal beylerin istemleri doğrultusunda vergilerin artırılmasıyla oluşan bir baskı altındadır. Serflerin mevcut duruma karşı tepki göstermesi, devlet aygıtının olanca ağırlığıyla kullanımını gerektirmiştir. Bu aynı zamanda feodal devlet aygıtının daha da güçlendirilmesi ve homojenleştirilmesi demektir. Serflere karşı kullanılan zorun uygulayıcısı olan "özel silahlı adam müfrezeleri"nin sayısal artışı devlet harcamalarının (kamu harcamaları) artmasına yol açmıştır. Bu ise, kamu gelirlerinin artırılması olarak vergilerin artırılması demektir. Bu, doğrudan nakit paraya sahip olan burjuvaların artan vergi sorumluluğu altına sokulmaları demektir. Bu andan itibaren artık devlet, tüm aygıtıyla, feodalizmi ve feodal ayrıcalıkları korumak ve sürdürmek amacıyla sahnede en önde yer almaktadır.
      Feodalizmdeki bu gelişmenin yanında, yeni üretim ilişkisi olarak kapitalizmin gelişimi de gündemdedir. Kapitalist üretim o zamana kadar mevcut olan feodal bey-serf ilişkisi dışında bir ilişki yaratmıştır: Kapitalist-ücretli işçi ilişkisi. Bu ilişki tüm toplumda devrim yapıcı etkiler yaratmıştır. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesine paralel meydana gelen değişiklikler karşısında feodalizmin yapabileceği tek şey, elinde tuttuğu zor aygıtını artan oranda ekonomik amaç için kullanmaktır. Ama feodal beylerin kendi varlıklarını korumak için giriştikleri her hareket, karşı bir hareket yaratmakta geçikmemiştir. Bu durumda yürütme gücünü, o güne kadar şu ya da bu biçimde, ama işlevsiz olarak varlığını sürdüren kraliyetin eline teslim etmek, feodaller için kaçınılmazdı. Bir bakıma sınıf mücadelelerinin büyük bir toplumsal yıkıma yol açmasını engellemek için "sınıflar üstü" bir "hakem" yaratılmaktadır. Ancak devletin bu biçimi, Engels'in deyimiyle "aristokratlarla burjuvazi arasında denge sağlayan"[54] mutlak monarşiler uzun bir süre var olamazdı. Bu biçim giderek devlet iktidarının yeni bir bölünmesiyle sona erdi. Bu yeni durum yasama ile yürütmenin (ve dolayısıyla yargının) birbirinden ayrılmasıydı.
      "Krallık iktidarının olduğu bir çağda ve ülkede, aristokrasi ile burjuvazi egemenlik için çarpışır ve burada egemenlik bölünmüş olduğu için güçler ayrımı doktrini egemen fikir olarak ortaya çıkar." [55] (abç)
      Ancak feodalizmden kapitalizme geçişin, devlet konusunda tek bir biçim oluşturduğu söylenemez. Genel kural olarak, kapitalist üretim ilişkilerinin temelde egemen olmasına paralel ortaya çıkan üst-yapı değişiklikleri, bütünsel bir dönüşüm sağlayamamaktadır. Bu dönüşümü engelleyen ve parçalı hale getiren devlet gücüdür. Bu durumda devletin ele geçirilmesi kaçınılmaz olarak başat bir sorun olmaktadır. Ama bu "ele geçirme", her yerde devrimci bir tarzda olmamıştır. Fransa'da kitlesel bir ayaklanma ile, devrimci tarzda iktidar ele geçirilirken; İngiltere'de özel silahlı güçlerle (Cromwell hareketi ve 1649 Devrimi), Almanya'da feodalitenin eritilmesi ile gerçekleşmiştir. Bu farklılığa rağmen, her yerde "güçler ayrımı" gerçekleşmiştir.
      Yasama gücü olarak parlamentonun oluşması ve yetkilerinin yürütmeye göre daha fazla olması, geniş halk yığınlarını etrafında toplamış ve onların çıkarlarını "genel çıkar" olarak kendi çıkarlarıyla bütünleştirmiş burjuvazinin yararınaydı. Bu burjuvazinin çıkarınaydı, çünkü feodallerin denetiminde olan yürütme gücünün yetkisi ancak bu yolla sınırlanabilirdi. Son durumda yürütme gücünün de burjuvazinin eline geçmesi de, tek bir biçimde olmamıştır. Kimi yerde tedrici geçişle ve yürütme gücünü kullananların burjuvazi tarafından satın alınmasıyla gerçekleşirken, kimi yerlerde halkın silahlı ayaklanması ile feodallerin tasfiyesiyle gerçekleşmiştir. (Bu açıdan 1779 Fransız Devrimi'nde giyotin, bu tasfiyenin bir aracı olmuştur.) [*2]
      Burjuvazinin egemenliğinin yasama ve yürütme gücünde ortaya çıkmasına paralel, yargı gücü de onun eline geçmiştir. Yargı gücü, burjuvazinin hukuk ilkeleri (yasama organınca) yasallaştırılmasıyla birlikte denetime alınmıştır. Burjuva hukuku, özde burjuva mülkiyetinin, kapitalist mülkiyetin bir ifadesidir, ama yalın anlamda burjuvazinin "çıkarını" ifade etmez.
      "Burjuvazi, kesinlikle bir sınıf olarak egemen olduğundan, hukuk içinde kendine genel bir ifade vermek zorundadır." [56] (abç)
      Egemen olan kapitalist üretim ilişkileri feodalizmden devraldığı üretici güçleri hızla geliştirmeye başlamıştır. Ancak daha önceki üretim ilişkileri gibi, belli bir evreden sonra üretici güçlerin gelişiminin, bizzat kapitalizm tarafından engellenmesi gündeme girer. Bu yeni evreyi kısaca tekelci kapitalizm ya da emperyalizm olarak adlandırmaktayız. Bu evrede tekellerin ve mali sermaye ile birleşmiş sanayi sermayesinin oluşturduğu finans-oligarşisinin ortaya çıkması, burjuva toplumunun kendi iç evrimini tamamlaması demektir. Tekelci döneme kadar, temel olarak, doğrudan üreticilerin mülksüzleştirilmesiyle gelişen kapitalizm ve sermaye birikimi, artık finans-oligarşisi dışındaki tüm kesimlerin, elinde az çok servet bulunan herkesin mülksüzleştirilmesine dönüşmüştür.
      "Şimdi mülksüzleştirilecek olan, artık bağımsız emekçi değil, ama bir üreticiler ordusu ya da birliğin başı olan kapitalisttir. Bu mülksüzleştirme, kapitalist üretimin, sermayenin yoğunlaşması sonucunu veren içsel yasalarının işleyişiyle gerçekleşir. Bu yoğunlaşmaya, büyük sayıda kapitalistin küçük sayıda kapitalistin bu mülksüzleştirilmesine bağlı olarak, bilimin tekniğe uygulanması, toprağın yöntem ve birlik ile işlenmesi, iş aletinin ancak ortaklaşa kullanımla güç kazanan aletler haline dönüşmesi, burdan hareketle üretim araçlarında tasarruf, bütün halkların kapitalist rejime uluslararası niteliğini veren dünya piyasası şebekesi içine girmesi, durmadan büyüyen bir ölçüde gelişir. Toplumsal evrimin bu döneminin bütün avantajlarını zorla ele geçiren ve tekelleştiren para babalarının sayısı azaldığı ölçüde sefalet, baskı, kölelik, alçalma, sömürü artar. Ama kapitalist üretimin işleyişi ile birleşmiş ve örgütlenmiş, durmadan büyüyen ve gitgide daha disiplinli hale gelen işçi sınıfının direnci de artar. Sermaye tekeli kendisi ile birlikte ve kendi yardımı ile büyümüş ve gelişmiş olan üretim biçimi için bir engel haline gelir. Çalışmanın toplumsallaşması ve maddi çalışma araçlarının merkezileşmesi, artık kapitalist zarfları içine sığmayacak bir dereceye varır. Bu zarf parça parça olur. Kapitalist mülkiyetin sonu gelmiştir. Mülksüzleştirenlerin bu kez kendileri mülksüzleştirilir." [57] (abç)
      Yine Marks, hisse senetli şirketlerin ortaya çıkmasını irdelerken şunları söylemektedir:
      "Bu kapitalist üretim tarzının, bizzat kapitalist üretim tarzı içinde ortadan kaldırılmasıdır ve dolayısıyla prima facie yeni bir üretim biçimine geçişin yalnızca bir evresini temsil eden kendi kendini çözümleyen bir çelişkidir. Bu böyle bir çelişki olarak, kendisini, kendi sonuçlarıyla da ortaya koyar. Bazı alanlarda tekel kurar ve böylece devlet müdahalesini gerekli kılar. Yeni bir finans-aristokrasisi, kurucular, spekülatörler ve düpedüz nominal direktörlere şeklinde yeni bir asalaklar zümresi türetir." [58] (abç)
      "... kapitalist üretimin daha az gelişmiş aşamalarında bir anlam taşıyan kavramlar burada tamamen anlamsız hale gelmiştir. Başarı ve başarısızlığın her ikisi de burada, sermayenin merkezileşmesine ve böylece en görülmemiş biçimde mülsüzleştirmeye varır. Mülsüzleştirme, burada, doğrudan üreticilerden başlar, daha küçük ve orta boy kapitalistlerin kendilerine kadar uzanır. Bu, kapitalist üretim tarzı için çıkış noktasıdır ve başarılması, bu üretim tarzı için hedeftir. Son kertede, bütün bireylerin üretim araçlarından yoksun bırakılmasını, kendine amaç edinmiştir. Toplumsal üretimin gelişmesiyle birlikte üretim araçları, özel üretim araçları ve özel üretim ürünleri olmaktan çıkar ve bundan sonra ancak bir araya gelmiş üreteicilerin elinde, üretim araçları, yani bunların toplumsal ürünleri oldukları için gene bunların toplumsal mülkiyeti olabilirler. Ne var ki bu mülksüzleştirme, kapitalist sistem içinde çelişkili bir biçimde toplumsal mülkiyetin bir azınlık tarafından ele geçirilmesi biçiminde görülür." [59] (abç)
      Temelde, üretim ilişkilerinde meydana gelen bu değişmeler giderek burjuva toplumunun tüm alanlarına yayılır ve yeni bir biçim ortaya çıkar. Sermayenin artan yoğunlaşması ve merkezileşmesi, devlet gücünün daha da merkezileşmesi ve sermayenin yoğunlaştığı ellerde yoğunlaşması ile birlikte oligarşik nitelik alır. Temeldeki değişmelerin gerekli kıldığı "devlet müdahalesi" için bu biçim kaçınılmazdır. Artık serbest rekabetçi dönemin burjuva yönetim biçimi olan demokrasi -ki yasama gücü yürütme karşısında önde gelir- yerini oligarşik yönetimlere bırakmıştır.
      Bu gelişme temel olarak üç etmene bağlıdır: Birincisi, sermayenin yoğunlaşıp merkezileşmesi sonucu tekellerin ve finans- kapitalin ortaya çıkması; ikincisi, ulusal sınırlar içinde olağanüstü boyuta ulaşan sermayenin ihraç edilmesi ve böylece kolonyalist sömürgecilikten farklı olan emperyalist sömürgeciliğin ortaya çıkması. Hilferding emperyalizm olgusunu ve sonuçlarını şöyle ifade eder:
      "Yabancı ulusların egemenlik altına alınması güç ile, yani gayet doğal bir şekilde olduğundan, bu durum egemen ulusal üstünlüğünün kendi sahip olduğu bazı özel doğal niteliklere, diğer bir deyişle, ırksal özelliklere bağlı imiş gibi görünür. Böylece ırk ideolojisinde finans-kapitalin kuvvet elde etme hırsının bilimsel bir kisveye bürünmüş temeli ortaya çıkmaktadır. Finans-kapital bu şekilde faaliyetlerinin amaç ve gerekliliğini göstermiş olur. Demokratik eşitlik idealini oligarşik egemenlik ideali alır." [60] (abç)
      Üçüncü etmenise, sayısal olarak iyica azınlığa düşen egemen sınıfın bir bölümünün (finans-kapital)tüm toplumsal sınıf ve tabakalardan uzaklaşması, yani toplumdan giderek tecrit olması ve diğer sınıf ve tabakaların bu duruma tepkilerinin yoğunlaşmasıdır. Bu durumda, devlet gücünü kontrol eden finans-kapital, bu tepkilere karşı "düzenin" korunması olarak artan oranda devlet gücüne, yani zora başvurur. Bu, bir yandan devlet gücünün artan oranda yetkinleştirilmesi ve güçlendirilmesi sonucunu doğururken, öte yandan da egemen gücün siyasal tecritinin nesnel koşullarını olgunlaştırır. Bu güne kadar güçler ayrımı doktrinine dayanan ve demokratik kurallarla yürütülen devlet biçimi değişmek zorundadır. Çünkü demokrasi, onun egemenliğini tehlikeye sokacak unsurlar içerir. Bur durumu Marks, 1848 Fransız Anayasası'nı tahlil ederken şöyle belirtir:
      "Bu anayasanın kapsadığı en büyük çelişki şudur: Anayasa, tutsaklığını sürekli kıldığı sınıflar olan proletarya, köylüler ve küçük-burjuvaziyi, genel oy aracılığıyla siyasal güce sahip kılıyor. Ve eski toplumsal gücünü onayladığı sınıf olan burjuvaziden ise, bu gücün siyasal garantilerini geri alıyor. Yönetime demokratik kurallar getirerek, düşman sınıfların her an zafer elde etmelerini ve burjuva toplumun temellerini tehlikeye sokmalarına yardım ediyor." [61] (abç)
      Böylesine bir tehlikeye finans-oligarşisinin uzun süre sessiz kalacağını düşünmek saçma olur. Bu yüzden, sonuç, yasama gücünün yetkilerinin sınırlandırılması ve buna karşılık yürütme gücünün güçlendirilmesidir. (ABD'de yasamanın yürütme karşısındaki durumu buna açık bir örnektir.)
      "Devlet gücünün ve ekonomik görevlerinin alanının genişletilmesinin yanı sıra parlamenter kurumların etkinliğinin azalması da görülür. Otto Bauer şöyle diyordu: 'Emperyalizm, yasama gücünün yetkilerini yürütme gücünün lehine olarak azaltır.' Bunun nedenlerini aramak için çok uğraşmaya gerek yoktur. Parlamento merkezileşmiş monarşilerin ellerindeki gücü istedikleri gibi kullanmalarını önlemek için kapitalist sınıfın verdiği mücadeleden doğdu. Bu durum çağdaş dönemin ilk zamanlarının özelliğiydi. Parlamentonun görevi daima hükümet gücünün kullanımının denetlenmesi ve kontrol edilmesi olmuştur. Bunun sonucu olarak parlamenter kurumlar, devletin özellikle ekonomik alandaki görevlerinin asgariye indirildiği rekabetçi kapitalizm dönemlerinde güçlendiler ve prestijlerinin en yüksek noktasına vardılar ... Emperyalizm döneminde kesin bir değişiklik olur. Sınıf saflarının güçlenmesi ve toplumsal zıtlaşmanın keskinliğinin artması ile, parlamento gittikçe artan bir ölçüde birbirinden farklı sınıf ve grupların çıkarlarını temsil eden partilerin savaş alanı olur. Bir taraftan parlamentonun olumlu eylem gerçekleştirme kapasitesi azalırken, diğer taraftan, uzaktaki toprakları yönetmeye, donanma ve orduların faaliyetlerini düzenlemeye ve karmaşık ve zor ekonomik sorunları çözmeye hazır ve yetenekli olan merkezi bir devlete olan gereksinme artar. Parlamento bu şartlar altında elinde bulundurduğu ayrıcalıkları birbiri ardından bırakmak ve gözleri önünde, gençliğinde iyi ve etkin biçimde mücadele verdiği türde, merkezi ve denetlenmeyen bir gücün ortaya çıkışını seyretmek zorundadır." [62] (abç)
      Yasama organı ile yürütme organı arasındaki ilişkilerin değişmesi, o güne kadarki "sınıf dengeleri" arayışının da sonu olmuştur. Çeşitli sınıf ve tabakaların temsilcilerinin yer aldığı parlamento ve bunun denetiminde ve bundan çıkan hükümet (yürütme organı) sınıflar arasındaki güçler dengesini en açık biçimde yansıtıyordu. Çoğu zaman ortaya çıkan koalisyon hükümetleri bu dengelerin dışa vurumundan başka birşey değildi. Ama sermayenin hızla yoğunlaşıp merkezileşmesi ile ortaya çıkan finans-kapital için bu koalisyonlar, her şeyden önce kârlarını başkalarıyla paylaşmak anlamına geliyordu. Öte yandan da sermaye ihracı ile dünya çapındaki faaliyetlerde çıkan sorunların çözümlenmesinde bu "güçler dengesi" çoğu zaman finans-kapitalin çıkarlarına ters durumların ortaya çıkmasına yol açıyordu. İç ve dış koşullar böylesine bir yönetimin gereksinmeleri karşılamadığını kısa bir süre sonra göstermiştir. Böylece yürütmenin güçlendirilmesi süreci başladı. Bu sürecin -geçiş süreci olarak- zamanı, ülkelere göre değişiklikler göstermesi yanında, tek tek ülkelerde de çok kısa da sürmektedir. Ve gelişme doğru bir çizgi izlememiş, yer yer geri dönüşlere yol açmıştır. Örneğin, Fransa'da değişik zamanlarda ortaya çıkan anayasa bunalımları, bu gelişme evrelerini net biçimde ortaya koyar.
      Fransa'da, Paris Komünü sonrası yıllar, başlı başına finans-kapitalin ve tekelci kapitalizmin gelişme ve güçlenme yılları olmuştur. 1875 yılında kabul edilen anayasa ile başlayan ve adına "III. Cumhuriyet" denilen dönem, oldukça uzun bir dönem olup, sürekli değişen bir "güçler dengesi" dönemidir. Bir başka deyişle dengenin kararsız niteliği başattır.
      III. Cumhuriyet döneminin anayasası iki meclisten oluşan, yani senato ve temsilciler meclisinden oluşan bir yasama gücünü temel almaktaydı. Bakanlar, yani hükümet üyeleri bu meclislere karşı sorumluydular ve Cumhurbaşkanı iki meclis tarafından 7 yıllık süre ile seçiliyordu. "Genel oy"a dayalı seçimler, meclislerde tüm ulusal sınıf ve tabakalara temsil edilme olanağı tanıyordu. Yasamanın yürütmeyi denetlemesi ve ondan güç alması, tüm çıkarların belli bir dengede tutulmasına bağlı olan hükümetler kurulmasına olanak sağlıyordu. Bu döneme "koalisyon hükümetleri" dönemi demek pek yanlış olmayacaktır. 1877-79 yılları arasında beş başbakanın görev alması bunu göstermektedir. [*3]
      Oldukça uzun süren bu III. Cumhuriyet dönemi, burjuvazinin yasam gücünün ezilen sınıflara sağladığı (genel oy aracılığıyla) avantajları ortadan kaldırmak için ileriye doğru yaptığı bir hamlenin ürünüdür. Burada burjuvalaştırılmış ya da satın alınmış aristokratlara dayanan bir senatonun oluşturulması, ezilen sınıfların temsilciler meclisinde -tek meclis olarak- sayısal çoklukları yüzünden elde edebilecekleri zaferleri engellemeyi hedef alıyordu. Bir bakıma yasama gücünün yetkilerinin sınırlandırılmasının yasama gücü içinde bulunmuş bir çözümü idi. Ancak bunun finans-kapitalin işine yaramadığı bir süre sonra görüldü. Bu dönemde pek çok hükümet bunalımlarının patlak vermiş olması ve zaman zaman sol hükümetlerin işbaşına gelmesi (1930'ların Halk Cephesi) bu dönemdeki "istikrarsızlık"ın görüngüleridir. Üstelik Fransa, bu dönemde iki paylaşım savaşına girmiştir. II. yeniden paylaşım savaşının getirdiği ortam, III. Cumhuriyet anayasasının değişmesi gerektiğini ortaya koymuştu. Fransız finans-kapitalin çıkarı, doğrudan "ademi merkeziyetçilik" yerine "merkeziyetçi" bir yürütmenin olmasındaydı. Bunu en açık bir biçimde De Gaulle ifade etmiştir.
      "IV. Cumhuriyet" denilen yeni dönemde yasama gücü yürütmeyi yine denetleyen durumundadır, ancak göreli olarak sınırlandırılmıştır. Bu da, iki meclis yerine tek meclis oluşturulması ile sağlanmıştır. De Gaulle yürütmenin güçlendirilmesi yönünde tüm çıkışlarına rağmen, savaş yıllarından gelen "Direniş Hareketi"nin gücü ve burdaki koalisyon (işbirliği) buna olanak tanımamıştır. Özellikle Fransız Komünist Partisi (FKP) kitle üzerinde büyük bir prestije sahiptir. Bu durumda yasamanın yürütme üzerindeki görece üstünlüğü bu dönemde de sürmüştür. Böylece Cumhur-başkanı De Gaulle'ün kişisel otoritesine bağlı olarak fiili bir yürütme gücü ortaya çıkmıştır. Ancak Fransız emperyalizminin sömürgelerde karşılaştığı sorunların artması yeni bir bunalıma yol açmakta gecikmemiştir. 1954 Dien Bien Fu yenilgisi ile Vietnam'ın yitirilmesi ve 1958 Cezayir Kurtuluş Savaşının ürünü olarak General Salan'ın Francovari başkaldırısı, kamuoyunun "merkezi ve güçlü devlet" ten yana olmasına yol açmıştır. Ve böylece De Gaulle'ün kişiliğinde ifadesini bulan finans-oligarşisinin kesin egemenliğini sağlayacak anayasa hazırlandı. Bu yeni anayasa, doğrudan seçilen devlet başkanına büyük yetkiler veriyordu ve devlet başkanı meclise karşı sorumlu değildi. "V. Cumhuriyet"te, artık yasamanın gücü sınırlanmış ve yürütmenin üstünlüğü açık biçimde yer almıştır. (Devlet başkanının meclisi fesh yetkisi olması en tipik maddedir.)
      Fransa'da oldukça uzun süren bu gelişme, diğer kapitalist-emperyalist ülkelerde, ülkelerin özelliklerine ve kitlelerin bilinç ve örgütlenme düzeyine bağlı olarak değişik evrelerden geçerek gerçekleşmiştir. ABD'deki gelişmeyi bir yazar şöyle anlatıyor:
      "19. yüzyıl Amerika'sı bir orta-sınıf (tiers-etat) toplumuydu. Bu toplum yapısı içinde sayısız denecek kadar çok ve küçük, göreceli olarak birbirine yakın güçte örgütler vardı. 19. yüzyılın dengeli toplumunda ekonomide küçük-girişimci en önemli öğeydi; siyasal hayatta ise kuvvetler ayrımına tam olarak uyuluyor ve ekonomi-politik alanında siyasal düzenle ekonomik düzen birbiri karşısında oldukça bağımsız bir durumda bulunuyordu. Geçen yüzyılın Amerikan toplumunda küçük-girişimcilerin her şeye gücü yetmese bile kendisinin iktidar dengesinin oluşumunda önemli bir yeri vardı. Bugünkü Amerikan toplumunda ise, küçük-girişimcilerin yerini, en önemli alanlarda merkezileşmiş bir avuç şirket almış; kuvvetler ayrımına dayanan siyasal hayatın yerine yürütme organının üstünlük kazandığı bir siyasal düzene geçilmiş; yasama organına orta düzeyde politikadan başka bir şey kalmamış; yasama organı soruşturma ve denetleme yetkisini kullanırken, artık kendi inisiyatifinde olmayan siyasetlerin izleyicisi durumuna indirgenmiştir; son olarak, ekonomi-politik alanında siyasal ve ekonomik işler çok karmaşık ve derin bir şekilde iç içe girmiş bulunmaktadır." [63] (abç)
      Marksist-Leninist devlet teorisine ilişkin bir diğer konu da, devlet aygıtının yapısı ve bu yapının organlarının oluşumu ve işlevleridir. Devletin yasama, yürütme ve yargı şeklinde üç ana yapılanmaya sahip olduğunu yukarda gördük. Marksist-Leninist devlet teorisinde, hemen hemen en çok tartışılan ve karıştırılan bu üçlü yapılanma ile bir bütün olarak devlet ile diğer üst-yapı kurumlarının ilişkisidir.
      Bilindiği gibi, üst-yapı aynı zamanda ideolojik başka şekilleri ve bunlara denk düşen kurumları içerir, yani devlet üst-yapının tek kurumu değildir. Ama pek çok durumda bu kurumlar, doğrudan devlet denetiminde ve devlet kurumları olarak görünmektedir. Örneğin, bir ideolojik kurum olarak eğitim kurumları, yani okullar (ilk, orta, yüksek) pratikte devlet okulları olarak faaliyet gösterebilir. Bu durumda bunların bir devlet kurumu olarak devletin içinde mütalaa edilmesi gerekmektedir. Ama bu böyle midir? İşte bu ve benzeri sorular, tartışmanın temelini teşkil eder.
      En gelişmiş haliyle burjuva devlet söz konusu olduğunda, bu devletin evrimini ele almadan, yukardaki soruya doğru bir yanıt vermek mümkün değildir. Serbest rekabetçi kapitalizm döneminde, devlet ile diğer üst-yapı kurumları arasındaki ilişkide özerklik belirleyicidir. Öyle ki, burjuva devrimleriyle birlikte ortaya çıkan laiklik, dini kurumların devlet aygıtından ayrılmasını ifade eder (görece özerklik kazanma). Bunun paralelinde eğitim kurumları, feodal dönemde bir devlet kurumu olan kiliseye bağlı olanlar ile "laik eğitim" kurumları birbirinden ayrılmıştır. Özellikle 19. yüzyıl sonlarında Fransa'da yoğunlaşan "laik eğitim-kilise eğitimi" mücadelesi, eğitim kurumlarının özelleşmesi ile sonuçlanmıştır. Aynı biçimde ekonomik bir örgütlenme olarak borsalar, odalar, sendikalar devlet kurumlarından nispi olarak özerk kurumlardır. (Buna basın-yayın kurumlarını da ekleyebiliriz.) Diğer yandan, o güne dek aristokrasinin ve kilisenin denetiminde ve onlar adına gerçekleştirilen güzel sanatlar akademileri, burjuva devrimiyle özelleşmiş ve özerklik kazanmıştır. Bunlar, Marks'ın deyimiyle "burjuvaziyle birlikte ortaya çıkan ve ancak onunla birlikte gelişebilen" yapılardır. Hegel'in "sivil toplum"u, hemen hemen bu tarihsel gelişmenin kavramsal ifadesidir. [*4]
      Marksist-Leninist teoride, devlet başta olmak üzere dini, siyasi, hukuki, kültürel tüm biçimler ve kurumlar üst-yapı olarak tanımlanır, yani bunlar üst-yapısal niteliktedir. Ancak hepsi bir bütün olarak devlet olarak ifade edilemezler.
      Serbest rekabetten tekelci evreye geçişle birlikte, kapitalizmin çelişkilerinin had safhaya çıkması, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin bir ifadesi olmuştur. Bu gelişmenin üst-yapısal sonuçları ise, devletin, ekonomiden kültüre kadar toplum yaşamının her alanında artan etkinliği olmaktadır. Tekelci devlet kapitalizmi olarak varılan nokta, aynı zamanda kapitalizmin aşılmasının nesnel koşullarının olgunlaşması demektir. Emperyalist dönemde devletin oligarşik nitelik alması ve sistemin bütünündeki bunalım (sürekli ve genel bunalım) üst-yapı kurumlarının göreli özerkliğinin yavaş yavaş azalmasına yol açmıştır. Kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ülkelerde, bu durum o güne kadar mevcut olan devlet dışı kurumların doğrudan tasfiyesi ile değil de, devletin bu alanlarda (din, eğitim, kültür, basın vb.) kendine bağlı kurumlar oluşturması şeklinde olmuştur. Yine de devlet ile olan özerkliği tümüyle ortadan kaldırılmamıştır. (Bunda, bu kurumların demokratik haklarla olan bağlantısı özellikle belirleyici olmuştur.) Son tahlilde, bizzat kapitalizmin yadsınması anlamına gelen devletin etkinlik alanını tüm topluma, kurumsal olarak yayması, oligarşinin gelişimi olarak düşünülmelidir. Kapitalizmin dış dinamikle geliştiği ülkelerde ise, durum daha farklıdır. Bu ülkelerde demokratik devrimin tamamlanmamış olması, demokratik kurumların (üst-yapısal) oluşmasını ve gelişmesini engellemektedir. Devlet, bu ülkelerde, hemen hemen tüm üst-yapısal faaliyetleri ve kurumları, ya bizzat örgütler, ya da sıkı biçimde denetler, yani bu kurumların devletten özerk olması ya hiç yoktur, ya da hemen hemen hiç yoktur. Toplum alt-yapısından üst-yapısına kadar sürekli bir bunalım içindedir ve bu bunalım döneminde de egemen sınıfın başka türlü hareket etmesi ve örgütlenmesi olanaksızdır. [*5]
      Kapitalizm, ister iç dinamikle gelişmiş olsun, ister dış dinamikle gelişmiş olsun, emperyalist dönemde devletin faaliyet alanı, geçmiş döneme kıyasla (göreli) açık biçimde artmış ve gelişmiştir. Bunun sonucu olarak devlet kurumları ile diğer üst-yapı kurumları arasındaki özerklik büyük ölçüde azalmış ve yer yer ortadan kalkmıştır. Bu demokratik yönetimin, kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ülkelerde büyük ölçüde terk edilmesi demektir. "Ancak geçmiş dönemlerde proletarya ve emekçi kitleler uzun süren kanlı mücadeleleriyle demokratik hak ve özgürlüklerine sahip olmuşlardır. Emekçi sınıflar gerek nicelik, gerekse nitelik olarak güçlüdürler. Onun için bu ülkelerdeki oligarşi klâsik burjuva demokrasisi ve özgürlüklerini belli ölçülerde sınırlayabilmekte, fakat asla özüne dokunamamaktadır."[64] Bu da devlet dışındaki üst-yapısal kurumların bir kısmının özerkliğini sürdürmesine yol açmaktadır. [*6]
      Özet olarak Marksist-Leninist devlet kuramı budur. Bundan çıkan sonuç, emperyalist dönemde sosyalist devrim için Marks'ın saptadığı nesnel koşullar, yani kapitalist üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişkinin antagonizma kazanmasıyla devrim döneminin, proleter devrimler çağının başladığıdır. Sistemin bütününde mevcut olan bu nesnel koşullar, artık proletaryanın devlet iktidarını -parçalayarak- ele geçirmeyi birinci görev olarak alması demektir. Leninist devrim teorisi de, devrimin nesnel koşullarının olgunlaştığı bir çağda proletaryanın iktidarı ele geçirmesi ve bu iktidar aracılığıyla sosyalist üretim ilişkilerinin inşasının teorisidir.
      "20. yüzyılın başında, kapitalizmin emperyalizme dönüştüğünü gözleyen Lenin'e göre, Marks'n 1847-50 dönemi arasında geldiğini zannettikleri an, 'büyük mücadele anı' artık gelmişti. Artık 'burjuvazi ile proletarya arasındaki savaş bütün Avrupa'da gündemdedir.' Ve Lenin, Marks ve Engels'in 1850 Almanya'sı için öngördükleri sürekli devrim teorisini Rus proletaryasının devrim teorisi olarak ilân ediyordu.
      1848-50 dönemi arasında, Marks ve Engels, bu devrim teorisinde gerçekten yanılmışlardı. Çünkü onlar, 1847 ticaret bunalımı ile kapitalizmin genel ve sürekli bunalımlar dönemine girdiğini zannetmişlerdi. Oysa kapitalizm o çağda yükselme dönemindeydi. Dolayısıyla Avrupa'da bir proleter devrimi olması olanaksızdı. Bu nedenle, Almanya'daki demokratik devrimin başını proletarya çekse bile, Avrupa'da zamandaş patlak veren proletarya devrimleri olmadığı için, proletarya, devrimi sürekli kılamazdı. Almanya'da proletaryanın burjuva demokratik aşamada durmaksızın sosyalist devrim aşamasına geçebilmesi için, Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde iktidarı ele geçirmiş olan muzaffer proletaryanın yardımı şarttı.
      Oysa, şu anda (emperyalist dönemde) kapitalizm sürekli bunalımlar dönemine girmiştir. Avrupa proletaryasının iktidara gelmesi için objektif şartlar sistemin bütünü açısından olgunlaşmıştır. Bu yüzden Marks ve Engels'in 1856'lardan sonra vazgeçtikleri bu devrim teorisi, kapitalizmn sürekli ve genel bunalımlar döneminde, Rusya gibi, gecikmiş burjuva demokratik devrimin eşiğinde olan bir ülkenin proletaryasının tek ve doğru devrim teorisidir." [65]
      Sözün özü, "proletaryanın görevi iktidarın hemen ele geçirilmesinden ibarettir; iktidarın ele geçirilmesi burjuva aygıtının parçalanması ve proleter devlet aygıtının örgütlenmesi demektir."[66] (abç)




II.
KOMİNTERN VE DEVRİM STRATEJİSİ





      1917 Ekim Devrimi ile başlayan yeni dönemin proletarya hareketine getirdiği etkiler büyük olmuştur. Özellikle 1919 Mart'ında III. Enternasyonal'in (Komintern) kurulması bu dönemin en önemli olgusudur. Komintern, bir dünya partisi olarak, tüm ülkelerin proleter hareketinin tüm sorunlarının ele alındığı, karara bağlandığı ve yürütüldüğü bir merkez olmuştur. Böyle bir merkezde, değişik ülkelerden gelmiş parti yöneticilerinin düşüncelerini açıkça ortaya koymaları, tartışmaları, bu dönemin komünistler arası bir "iç mücadeleler" ya da "muhalefetlerin tasfiyesi" olarak yorumlanmasına yol açmıştır. Oysa Komintern, proletarya devriminin stratejisi, program ve taktiklerinin belirlendiği ve sonuçta Leninizmin tartışmasız bir çizgi haline geldiği bir dönemi ifade eder. Böylesine bir kapsamda ve varılan noktada, her şeyin kolayca gerçekleştiği ve çözümlendiği düşünülemez. Leninizmin dünya komünist partilerinin tek çizgisi haline gelene dek, Komintern içinde tam bir ideolojik birliğin ve homojenliğin olduğu söylenemez. Bu yüzden belli bir dönem, ele alınan konuların ve sorunların çözümlenmesi, bitmek bilmez tartışmalara yol açmıştır. Öyle ki, Komintern'in 24 yıllık faaliyetinde yaptığı 7 Dünya Kongresinde alınan kararlar, sık sık değiştirilmiş ve çoğu zaman birbiriyle çelişik görüşler ileri sürülmüştür. Böylesi bir dönemde Komintern Merkez Yürütme Komitesi'nde yer almış bir Gramsci'nin bu gelişmelerin ve ortamın dışında düşünülemeyeceği açıktır. Konumuz gereği Komintern üzerine bazı noktaları ele alıp vurgulamak zorunlu olmaktadır.
      Komintern'in kurulduğu Mart 1919'dan fesh edildiği Mayıs 1943'e kadarki dönem, emperyalizmin II. bunalım dönemine denk düşer. Bu dönemin ayırt edici özelliği, emperyalist-kapitalist sisteme karşı sürekli bir alternatifin ortaya çıkmasıdır. Ekim Devrimi ile dünyanın 1/6'sının emperyalist-kapitalist sömürünün dışına çıkması, yani pazar daralması, ilk anda etkisini göstermemiştir. Ancak 1920 ortalarına doğru ortaya çıkan aşırı-üretim buhranı, bu pazar daralmasının etkisini en çarpıcı biçimde göstermiş ve kapitalizm tarihinin en ağır ekonomik buhranını yaşamıştır. (1929 ekonomik buhranı)
      Yine I. yeniden paylaşım savaşı yıllarında başlayıp gelişen devletin ekonomiye müdahalesi, giderek tekellerle devletin bütünleşmesine yol açmıştır. Devletin doğrudan tekellerin denetimine girmesi, daha tam deyişle tekelci devlet kapitalizminin ortaya çıkması, devletin "görece bağımsızlık" durumunun ortadan kalkmasına yol açmıştır.
      Dünyanın ilk sosyalist ülkesinin mevcudiyeti, tekelci devlet kapitalizmi ve ekonomik buhranın ağırlaşması II. bunalım döneminin ayırt edici özellikleridir. Savaş sonrası dönemde yükselen proletarya mücadelesi de bunlara eklenebilir. [*7] Birbiri peşine başlatılan ayaklanmalar ve yenilgiler aynı zamanda Komintern'in en çalkantılı dönemidir de.
      Kuruluşundan itibaren Komintern içindeki tartışmalar ve alınan kararlar incelendiğinde, o güne dek proletarya partilerince gündeme gelmemiş sorunların ele alındığı, tartışıldığı ve yer yer karara bağlandığı görülmektedir. Ancak bu sorunlar, tartışmaların alabildiğine genişlemesine ve uzun sürmesine, yani bir türlü karara bağlanamaz hale gelmesine neden olmuştur. Lenin'in ölümüne kadar genellikle taktikler üzerine olan tartışmalar ve kararlar, bu tarihten sonra strateji ve program konularında yoğunlaşmıştır. Bunun da dünya çapında yankılar uyandırması kaçınılmazdır. Burada bu tartışmaları ve nasıl karara bağlandığını değil, sadece Gramsci'nin savları ile bağlantılı olan tartışmaları ve alınan kararları özetlemekle yetineceğiz.



a) Proletarya Devriminin Niteliği Üzerine


      II. Enternasyonal partilerinin pasifist ve teslimiyetçi devrim teorisi, temel olarak burjuva devlet aygıtının "fethi" olarak ifade edilebilir. Bu teori, geçmiş toplumların (köleci, feodal ve burjuva) birbirlerine dönüşümüne bakarak, önce temelde bir dönüşümün, ekonomik bir dönüşümün gerçekleşmesi, yani sosyalist üretim ilişkilerinin kapitalizmin rahminde doğup, gelişip, egemen olması gerektiği ve bundan sonra -burjuvazi gibi- politik iktidarın ele geçirilebilineceğini savunuyordu. "Kendiliğindencilik", "gradualizm" ve "ekonomizm" sapmaları olarak ifade edilebilecek bu görüş, üretici güçlerin gelişiminin geri olduğu ülkelerde proletarya tarafından iktidarın alınmasının bir "talihsizlik", bir "felaket" ve hatta bir "cinayet" olacağını ileri sürüyordu. Bunu Marks ve Engels'in iki değerlendirmesine dayandırıyorlardı.
      İlk dayanakları Marks'ın "Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı"nın "Önsöz"ünde ifade ettiği şu saptamaydı:
      "Hiçbir toplumsal düzen, kendi bağrında taşıdığı bütün üretim güçleri gelişmeden önce, ortadan kalkmaz. Yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkileri yaratan maddi koşullar eski toplumun bağrında olgunlaşmadıkça asla gelip yerlerini alamazlar." [67]
      İkinci dayanak noktası ise, Engels'in "Almanya'da Köylüler Savaşı" adlı yazısındaki şu değerlendirmedir:
      "Aşırı bir parti şefinin başına gelebilecek en büyük bela, hareketin, buna hareket tarafından temsil edilen sınıf hakimiyetini daha ele alacak ve bu sınıf hakimiyetinin gerektirdiği tedbirleri uygulayacak kadar olgunlaşmadığı dönemde iktidarı ele almasıdır. Şefin elinden gelen şey iradesine bağlı değildir. Bu olsa olsa çeşitli sınıflar arasındaki zıtlığın ulaştığı merhaleye ve sınıflar arasındaki çatışmanın gelişme derecesine, sınıf zıtlıklarının gelişme derecesini her an tayin eden maddi geçim şartlarının ve üretim ilişkileri ile değişim ilişkilerinin gelişme derecesine bağlıdır. Böylelikle o, halledilmesi mümkün olmayan bir muamma karşısındadır. Elinden gelen şey, geçmişteki bütün eylemine, kendi ilkeleri ve kendi partisinin günlük menfaatlerine zıttır. Yapacağı şey ise, gerçekleşmesi mümkün olmayan şeydir. Tek sözcükle artık partisini, sınıfın değil, ama hareketin, egemenliği için özellikle olgunlaşmış olduğu sınıfı temsil etmek zorundadır. Bütün hareketin çıkarı için kendisine yabancı olan bir sınıfın çıkarını gerçekleştirmek ve kendi öz sınıfını, vaadler, sözler ve güvencelerle, bu yabancı sınıfın çıkarlarının kendi öz çıkarları olduğuna inandırmak zorundadır. Bu dayanılmaz duruma düşen, kim olursa olsun, çaresiz biçimde mahvolmuş demektir." [68] (abç)
      Lenin, Marks-Engels'in devrimin (proletarya devriminin) nesnel koşulları üzerine olan ve bu koşulların eksikliğinde nelerin olabileceği konusundaki uyarılarını dikkate alarak, emperyalist dönemi ayrınıtılı olarak tahlil etmiştir. Ve bu tahlillerinin sonucunda emperyalist dönemde proletarya devriminin nesnel koşullarının mevcut olduğunu saptamıştır. II. Enternasyonal oportünistlerinin dogmatizmine karşı Lenin, sorunun sosyalist üretim ilişkilerinin niteliği, proleter devlet aygıtının ayırıcı özelliği düzeyinde ele alınması gerektiğini belirtmiştir. Kısacası Lenin, proletaryanın mevcut devlet aygıtını, eski dönemlerde olduğu gibi, ele geçirmekle yetinemeyeceğini, bu aygıtı parçalaması gerektiğini belirterek "devletin fethi" teorisini yıkmıştır. İkinci olarak da proletarya devrimi ile burjuva (ve dolayısıyla daha önceki) devriminin aynı gelişim çizgisini izlemeyeceğini göstermiştir.
      "Burjuva devrimi için, feodalizmin bağrında gelişen, bu toplumsal dönüşüm için gerekli örgütler, eski düzenin ana rahminde yavaş yavaş yaratılmışlardır, ve feodalizmi yavaş yavaş dağıtarak gelişmişlerdir. Burjuva devrimi tek bir görevle karşı karşıyaydı: o günkü toplumun bütün ayakbağlarını bir kenara atmak ve yok etmek. Bu görevi başaran her burjuva devrimi kendisine düşeni yerine getirmiş olur ve kapitalist büyümeyi hızlandırır. ... Sosyalist devrim ile burjuva devrimi arasındaki fark, kesin olarak ikincinin, kapitalist ilişkileri hazır bulmasında yatar; buna karşılık Sovyet iktidarı -yani proletarya iktidarı- böyle önceden hazırlanmış ilişkilerin mirasına konma olanağından yoksundur." [69] (abç)
      "Proletaryanın sömürücülerin direncini kırmak için olduğu kadar, nüfusun büyük yığınını -köylüler, küçük-burjuvazi, yarı-proleterler- sosyalist ekonominin kurulması işinde yönetmek için de devlet gücüne, merkezi güç örgütüne, bir şiddet örgütüne ihtiyacı vardır." [70] (abç)
      Lenin, bu şekilde burjuva devrimlerinden farklı olan sosyalist devrimi ortaya koyarak, birincil görevin -nesnel koşullar mevcut olduğundan- politik iktidarın parçalanarak ele geçirilmesi olduğunu söyler. Böylece proletarya devrimi "devlet iktidarına karşı bütün tahrip güçlerini toplamak" ve "devlet makinesini parçalamak" [71] demektir ve sosyalist üretim ilişkileri, hazır olarak bulunmadığı için, bu yeni devlet aygıtı aracılığı ile inşa edilir.
      Lenin'in bu saptamaları, 1928 yılında VI. Dünya Kongresi' nde kabul edilen "Komintern Programı"nda da yer almaktadır:
      "Burjuva devrimleri, zaten oluşmuş ve egemen duruma gelmiş bulunan bir üretim ilişkileri sisteminin siyasal bakımdan da özgürlüğüne kavuşturulması ve iktidarın bir sömürücü sınıfın elinden bir başkasının eline geçmesi anlamını taşımaktayken, proletarya devrimi, proletaryanın burjuva toplumunun mülkiyet ilişkilerine zorla el atması, sömürücü sınıfların mülksüzleştirilmesi ve iktidarın, toplumun ekonomik temelini radikal biçimde yeniden biçimlendirme ve insanın insan tarafından her türlü sömürülmesini ortadan kaldırma görevini hedef alan sınıfın eline geçmesi demektir." [72] (abç)
      "İktidarın proletarya tarafından fethedilmesi, sosyalist ekonomi biçimlerinin gelişmesinin ve proletaryanın kültürel büyümesinin önkoşuludur. Proletarya kendi öz doğasını değiştirir, olgunlaşarak insani faaliyetin bütün alanlarında toplumun yönlendiricisi haline gelir, bu yeniden eğitim sürecine öteki sınıfları da katar ve böylece sınıfların ortadan kaldırılması için gerekli temeli de yaratır." [73] (abç)
      "Feodalizme karşı burjuva devriminde, feodal toplumun bağrında kültürel olgunluk bakımından var olan egemen sınıftan daha üstün olan ve feodalizm koşulları altında bile ekonomik hayatta hegemonyasını kurmuş bulunan yeni bir sınıfın varlığı önkoşulken, proleterya devrimi başka koşullar altında gelişir. İşçi sınıfı, kapitalist toplumda ekonomik bakımdan sömürülür, siyasal bakımdan baskı altında tutulur ve kültürel bakımdan geri bırakılır, ancak geçiş döneminde, ancak devlet iktidarını ele geçirdikten sonra, proletarya burjuvazinin eğitim tekelini kırabilir." [74] (abç)
      Yine Komintern, "iktidarın fethi"nin ne olduğunu ve ne olmadığını net biçimde ifade etmektedir:
      "İktidarın proletarya tarafından fethedilmesi, parlamento çoğunluğunu elde ederek mevcut burjuva devlet aygıtını barışçıl biçimde 'fethetmek' demek değildir. Soygunla elde ettiği mülkiyetini ve siyasal egemenliğini güvence altına almak ve güçlendirmek için, burjuvazi bütün zor ve terör araçlarını kullanır. Bir zamanlar feodal soyluluğun yaptığı gibi, burjuvazinin en umutsuz en acı verici mücadelelere girişmeden tarihteki yerini yeni sınıfa bırakmaz. Bu yüzden burjuvazinin zoru, ancak proletaryanın kararlı bir biçimde kullanacağı zorla kırılabilir. İktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi, burjuva iktidarının zorla imhası, kapitalist devlet aygıtının (burjuva ordusunun, polisinin, memurlar hiyerarşisinin, mahkemelerinin, parlamentolarının vb.) parçalanması ve onun yerine, herşeyden önce sömürücüleri baskı altında tutma aracı olan, proletarya iktidarının yeni organlarının geçirilmesi demektir." [75] (abç)
      Görüldüğü gibi Komintern'in proletarya devrimi üzerine kararları oldukça net biçimde ifade edilmiştir. Genel olarak Leninist görüşü ifade eden bu saptamalar, revizyonist ve pasifist devrim teorilerini sergilemek yönünden büyük önem taşır.



b) Proletarya Devriminin Nesnel ve Öznel Koşulları ve Komintern


      Marks, Engels ve Lenin'in proletarya devriminin nesnel ve öznel koşullarına ilişkin belirlemelerini daha önceki kısımda görmüştük. Komintern'in bu konudaki saptaması da aynıdır. Yine de bunların nasıl formüle edildiğini bilmek gerekir.
      Komintern II. Dünya Kongresi'nde (5 Ağustos 1920) şu kararı almıştır:
      "İşçi sovyetleri örgütlemek ve onları işçi ve asker temsilcileri sovyetlerine dönüştürmek, ancak aşağıdaki üç koşulun varlığı halinde mümükündür:
      a) İşçi, asker ve bütün emekçi halkın geniş tabakalarını kucaklayan devrimci bir kitle hareketinin yükselişi,
      b) Ekonomik ve siyasal bunalımın, iktidar gücünün eski hükümetin elinden kaymasına yol açacak biçimde keskinleşmesi,
      c) İktidar mücadelesini yürütme konusunda ciddi bir hazırlığın bulunması." [76] (abç)
      Komintern'in bu saptamaları, 1928 Programı'nda, yıllar süren iç tartışmalar ve deneyimlerin ışığında daha da ayrıntılaştırılmıştır. Bu programda şöyle denmektedir:
      "Tarihi görevini -proletarya diktatörlüğünü kurmak- yerine getirebilmek için, Komünist Partisinin aşağıdaki stratejik hedeflere yönelmesi ve bunlara erişmesi gerekir:
      Kadın proleterler ve işçi gençliği dahil, kendi sınıfının çoğunluğunu kazanmak. Buna erişmek için proletaryanın büyük kitle örgütlerinde (sovyetler, sendikalar, işyerleri konseyleri, kooparatifler, spor ve kültür örgütleri vb.) KP'nin belirleyici etkisi sağlanması gereklidir ... Proletarya diktatörlüğünün kurulması için, proletaryanın geniş emekçi yığınlar üzerindeki hegemonyasının gerçekleştirilmesi de önkoşuldur. Buna ulaşmak için, KP, kent ve kırın yoksul tabakalarını, aydınların alt-tabakalarını ve 'küçük insanlar' denilen unsurları, yani genel olarak küçük-burjuva tabakaları etkisi altına almalıdır." [77] (abç)
      Özetle söylersek, Komintern, bir proleter devrimin olabilmesi için, herşeyden önce -nesnel koşulların mevcudiyeti veriyken- proletaryanın sosyalist siyasal bilince ve örgüte sahip olması gerekliliğini bir kez daha yineler. Kısaca "kitlelerin bilinçlenmesi ve örgütlenmesi" olarak ifade edilen bu görevin nasıl ve nerede yapılacağını belirleyen Komintern, böylece Leninist görüşü formüle eder. (Milli krizin mevcudiyetine bağlı olarak)
      Komintern'deki devrimin nesnel koşulları ve ayaklanma anının saptanması üzerine tartışmalarda, yoğunluk devrim durumunda ya da milli krizin oluşumunda ekonomik buhranın rolü üzerinedir. Marks ve Engels'in 1847 ticaret buhranı ile devrim durumunun oluştuğunu sanmaları ile başlayan bu tartışmalar, yıllar boyu kesin bir sonuca ulaşmadan sürmüştür. Ekonomik buhranın derinleşerek sosyal ve siyasal bunalımlara yol açtığı şeklindeki genel değerlendirme, konuyu alabildiğine öne çıkarmıştır. Birincil olarak, temeldeki çelişki, yani kapitalist üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişki ekonomik buhranın özü olarak düşünülmüştür. Böylesine bir değerlendirme doğal olarak, Marks'ın "kapitalizmin irsi hastalığı" dediği aşırı-üretim buhranları ile sistemin bütünündeki toplumsal devrimin temeli olan ekonomik bunalımların karıştırılmasına yol açacaktır. Komintern, emperyalist dönemde kapitalizmin genel bir bunalıma girmiş olduğunu saptamış olmasına rağmen, bunun içeriği ve ekonominin devrevi hareketi ile olan ilişkisi (nispi bağımsızlık) tam bir netlikle ifade edilmemiştir. Bu bulanıklık, ekonominin devrevi hareketine bakarak "devrim durumu"nun saptamaya çalışılması şeklinde bir yanılgı oluşturmuştur. [*8]
      Bilindiği gibi, emperyalist dönem, kapitalizmin sürekli ve genel bunalımlar dönemidir. Bu bunalımlar ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel her alanı ve her ülkeyi kapsadığı için geneldir. Ve bunu yaratan da kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimini engellemesidir. Böylece bu bunalımın ekonomik içeriği ortaya çıkar. Ancak ekonomik yapıdaki (temeldeki) bunalım, toplumun her alanını etkileyerek, burada da kendine uygun değişimler (bunalımlar) yaratmaktan geri kalmaz. Bunlar anlaşılabilir şeylerdir. Ama emperyalist dönemde de kapitalist üretimin niteliği değişmez ve bu yüzden "irsi hastalığı" olan aşırı-üretim buhranları varlığını sürdürür. Geçmişte (serbest rekabetçi kapitalizm döneminde) 7-10 yılda bir yinelenen cycle (çevrim), artık daha da kısalmıştır. Ancak üretici güçlerin gelişiminin engellenmesinin getirdiği ekonomik bunalım da, aşırı-üretim buhranı da genel niteliktedir; birincisi sürekli mevcutken, ikincisi kesiklidir, devrevidir. Emperyalist dönemde ekonomik buhran (aşırı-üretim buhranı) kapitalizmin sürekli ve genel bunalımını derinleştirmekle birlikte, ne tek nedendir, ne de krize yol açacak güçtedir. Herşeyden önce, aşırı-üretim buhranları, sosyal-siyasal-kültürel bunalımların oluşmasına yol açması gerekir ve ancak böyle bir sonuç doğurduğunda (araçsız olarak) sürekli ve genel bunalımı derinleştirerek krize dönüşmesine yol açabilir. Bu ise tek tek ülkelerde milli kriz olarak ortaya çıkar. Bir başka deyişle, aşırı-üretim buhranları bir milli krize, araçsız olarak, yol açamaz. Bu, sürekli ve genel bunalımın ekonominin devrevi hareketinden nispi olarak bağımsız olması demektir. Emperyalist-kapitalist ülkelerde milli kriz (devrim durumu), sürekli ve genel bunalımın derinleştiği ve krize dönüştüğü zaman ortaya çıkar ve bu yüzden bu ülkelerde milli kriz kesiklidir. Ancak önemli sosyal ve siyasal sonuçlar doğuran bir gelişme (savaş gibi) sonucu bu gerçekleşir. Kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ülkelerin tersine, kapitalizmin dış dinamikle geliştiği ülkelerde toplumsal gelişme çarpıktır ve bu yüzden, bu ülkelere sürekli ve genel bunalım daha şiddetli biçimde yansır. Bu da, bu ülkelerde sürekli bir milli krizin (tam anlamıyla olgun olmasa da) mevcudiyeti demektir.
      "... milli bunalım, kapitalizmin genel bunalımının çelişkilerinin o ülkeye en keskin bir şekilde yansımasından başka bir şey değildir." [78]
      Ekonominin devrevi hareketinin, emperyalist dönemde de "yıkıcı" (catastrophique) ya da emperyalist cephede gedikler açılmasına neden olma olasılığının zayıf olması, bunun geçici niteliğinden kaynaklanır. Ekonominin devrevi hareketi, özsel olarak, sabit sermayenin yenilenme sürecidir. Bir bakıma her buhran sonrasında üretici güçlerde nispi bir gelişme görülür. Oysa ki sürekli ve genel bunalım, bunun tam tersine üretici güçlerin gelişiminin engellenmesinin ürünüdür. Böylece ikisi arasında açık bir çatışma mevcuttur. Kapitalizmin aşırı-üretim buhranı, kapitalisti sabit sermayeyi yenilemeye zorlarken -ki aynı zamanda kapitalist üretimin kendini aşmaya zorlamasıdır bu-, öte yandan üretici güçlerin gelişimi aşırı-üretime yol açmaktadır. Bu kısır döngü tekellerin egemenliği ve dünya pazarlarıyla birlikte, sistemin bütününde sürekli bir olguya eksik-üretime neden olur. Bir yandan eksik kapasite vb. kullanarak hem üretim, hem de üretici güçlerin gelişimi sınırlanırken, öte yandan kitlelerin tüketim gücü en aza indirilir. Bu ikinci olgu, eksik kapasite kullanımına rağmen, aşırı-üretimin ortaya çıkması demektir. İşte emperyalizm bu çelişki içinde (ikilem-dilemma) ömrünün sonuna doğru ilerler. (Ayrıntılı bilgi için bkz: "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I" ve "Marksizm-Leninizm Bir Dogma Değil, Eylem Kılavuzudur-III")
      Komintern'nin kapitalizmin sürekli ve genel bunalımına ilişkin değerlendirmesi şöyledir:
      "Emperyalist çağ çürüyen kapitalizm çağıdır ... Kapitalizmin genel bunalımı, dünya ekonomisinin büyüyen üretici güçleri ile ulusal engeller arasındaki derin çelişkinin doğrudan sonucudur. Bu gösteriyor ki, kapitalist kabuk, insanlığın daha ileri gelişimi önünde dayanılmaz bir engel oluşturmaktadır ve tarih, kapitalist boyunduruğun devrimci kırılışını gündeme almış bulunuyor. ... Emperyalizm, dünya kapitalizminin üretici güçlerini en üst derecesine kadar geliştirmiş bulunuyor. O toplumun sosyalist örgütlenmesi için gerekli doğal öncüllerin tümünü oluşumunu tamamlamıştır. ... Emperyalizm bu çelişkiyi (üretici güçlerin gelişimiyle çevresini kuşatan üst-yapı arasındaki çelişki) çözmeye çabalıyor. ... Gerçeklikte, yine de, bu ütopya öyle büyük ve alt edilmez engellerle karşılaşır ki, kapitalizm, kendi çelişkilerinin ağırlığı altında ezilmesi kaçınılmazdır." [79] (abç)
      Yine aynı yerde Komintern, sosyal ve kültürel bunalımdan ne anladığını şöyle ifade eder:
      "Kapitalist toplumun sosyal ve kültürel hayatında derin bir dönüşüm gerçekleşmiştir: Burjuva rantiye tabakalarının parazitler haline gelerek yozlaşmaları; kadının kitlesel biçimde toplumsal üretime çekilmesi ile büyük ölçüde daha eski ekonomik evrelerden bugüne gelen ev ve aile hayatı biçimleri arasındaki büyüyen çelişkinin sonucu olarak genelde ailenin bozulması; işin en uç noktalara kadar uzmanlaştırılması temelinde, manevi ve kültürel hayatın giderek daha fazla bayağılaşması ve dumura uğraması, kent hayatının yozlaşması ve kırsal hayatın darlığı, idealist, mistik ve dini batıl inançların çoğalması." [80] (abç)
      Görüldüğü gibi, Komintern, Marks ve Engels'in ortaya koydukları devrimin nesnel koşullarının emperyalist dönemde mevcut olduğunu saptamakta ve buna paralel olarak ulusal planda ve değişik düzeylerde nesnel koşulların nasıl biçimlendiğini sıralamaktadır. Böylece, sorun proletarya partisinin mücadele rotası, mücadele biçimleri ve örgütlenme anlayışı olarak görünür hale gelmektedir artık.



c) Proletarya Partisinin Strateji ve Taktikleri Üzerine


      Proletarya partisinin görevleri ve örgütlenme tarzı Komintern'in kuruluşundan itibaren en çok ele alınan konular olmuştur. Bunda yukarda gördüğümüz nedenlerin dışında, Komintern'in bir dünya partisi olarak düşünülmüş merkezi bir örgüt olması da etkendir. Genellikle ilk dönemlerde "taktikler" olarak ele alınan ve tartışılan konular, nesnel koşulların sistemin bütününde mevcut olduğu bir çağda, bu koşulların olgun olup olmamasına göre biçimlenmektedir. Bu konuda alınan ilk kararlardan birisi "ikili perspektif" olarak tanınan kararlardır.
      "Uluslararası devrim çağı başlamış bulunuyor. Bir bütün olarak yada kısmi olarak devrimin gelişme düzeyi, her kıtada ya da her bir ülkede devrimci olayların gelişme düzeyi, taktik biçimde önceden söylenemez. Tüm durum iki perspektif ortaya çıkarır: a) proletarya devriminin olası yavaş ve uzatılmış bir gelişimi; ve b) diğer taraftan, kapitalizmin altındaki toprak, belli bir düzeyde öylesine kazılmış ve kapitalizmin çelişkileri, bir bütün olarak öyle hızlı bir biçimde gelişmiş bulunur ki, bir ülkedeki ya da bir başkasındaki çözümleme fazla uzak olamayan bir gelecekte yaygınlaşabilir.
      Komintern, her iki perspektifin olabilirliğini kendi taktiklerine temel almalıdır. Komintern'in manevrası, gelişimin değişen düzeylerine kendini hızla uyarlayabilecek ve olayların gelişiminin uzun bir temposu olsa bile, her durumda proleter kitleleri kendine çeken ve devrimci mücadele için onları eğiten proletaya devriminin Komünist Partisinin uzlaşmaz bir kitleye sahip olacak biçimde düzenlenmelidir." [81] (abç)
      Burada Komünist Partilerinin görevi, devrimin, yani politik iktidarın ele geçirilmesi için nesnel koşulların (milli kriz ya da devrim durumu) hızlı ya da yavaş olgunlaşmasına göre belirlenmekle birlikte, her zaman ve her yerde proletaryayı ve emekçi kitleleri bilinçlendirmek (eğitmek) ve örgütlemek olarak konulmaktadır. Bu başarıldığı oranda, nesnel koşulların olgunlaşması hızlandırılabilineceği gibi, kendiliğinden olgunlaştığında da iktidarı almak mümkün olacaktır.
      "Komünist Partisi, taktik çizgisini saptarken, mevcut iç ve dış durumu, sınıf güçlerinin karşılıklı oranını, burjuvazinin sağlamlık ve güçlülük derecesini, proletaryanın mücadeleye hazır olma düzeyini, orta tabakaların tutumunu vb. hesaba katar ... Egemen sınıfların örgütsüz, kitlelerin devrimci bir mayalanma içerisinde oldukları, orta tabakaların proletaryadan yana eğilim gösterdikleri ve kitlelerin mücadeleye ve kurbanlar vermeye hazır bulunduları bir devrimci yükseliş durumunda, partinin görevi, kitleleri burjuva devlete karşı cephesel saldırıya yöneltmektir.
      Eğer devrimci yükseliş durumu yoksa, Komünist Partileri emekçilerin günlük sıkıntılarından yola çıkarak kısmi sloganlar ve kısmi talepler öne sürmeli ve bunları Komintern'in ana hedefleriyle bağlantı içersine sokmalıdır." [82] (abç)
      Komintern'in bu saptamaları, temelde Lenin'in "Nisan Tezleri"nden kaynaklanmaktadır. Bu tezlerin de 1905 Devrimi dönemine ilişkin olan "İki Taktik"e dayandığı düşünülecek olursa, kaynağın tarihsel kökleri iyice anlaşılabilir. Bir devrim durumu olduğunda Komünist partilerinin görevleri ve bunların somut olarak belirlenmesi, en açık biçimde bu yazılarda yer alır. Tüm bunların en özlü anlatımı "Kesintisiz Devrim-I" ve "Kesintisiz Devrim II-III"de bulunmaktadır.
      Mahir Çayan yoldaş bunları şöyle tanımlıyor:
      "Marks ve Engels proletaryanın devrimci mücadelesini evrim ve devrim aşamaları olmak üzere iki aşamada formüle ederler. Her iki aşamada da proletaryanın devrimci taktiği değişiktir. Devrim aşaması kısa bir dönemdir. Bu aşama verili sosyal düzenin alt üst olması aşamasıdır. Bu kısa aşamada proletaryanın ve öncüsünün taktiği hücumdur; gündemde tek bir madde yazılıdır: AYAKLANMA. Bu dönemde proletaryanın taktiği verili devlet mekanizmasını parçalayarak, proletaryanın devrimci iktidarını kurmaktır. Marks ve Engels bu taktiğe Fransızlar'ın ihtilâlci atılım ve geleneklerinden esinlenerek Fransızca konuşma adını koymuşlardır (...)
      Evrim aşaması ise uzun bir dönemdir. Bu dönemde proletaryanın partisinin görevi proletarya ve müttefiklerini bilinçlendirme, örgütlendirme ve devrim aşamasının sosyal ve psikolojik şartlarını yaratmaktır.
      Marks ve Engels bu evrim döneminin devrimci çalışma tarzını şu şekilde ortaya koymaktadırlar:
      'Bu uzun dönemin devrimci mücadelesi, içeride oportünizme karşı amansız ideolojik mücadele vermek, dışarıda ise, proletaryanın sendikal mücadelesinden, halk kitlelerinin ekonomik ve demokratik mücadelesine kadar kitlelerin günlük mücadelesini örgütlemekten, mevcut gerici yönetime karşı, demokratik muhalefetin en solunda yer alarak, siyasi muhalefeti yönlendirmeye kadar her çeşit eylem biçimini kapsar (silahsız). Marks ve Engels, proletaryanın bu aşamadaki devrimci diline, Alman proletaryasının ideolojik-teorik seviyesinin yüksekliğinden ve halk kitlelerini kendi saflarına çekmekteki maharetinden dolayı, Almanca konuşma demişlerdir.' (Bkz. Kesintisiz Devrim I)
      'Marks ve Engels'deki evrim aşaması, devrim aşaması ve ihtilâlin objektif şartları meselesi, Lenin'in tahlillerinde iyice açıklık kazanmaktadır. Bunda şüphesiz Lenin'in yaşadığı dönemin, proleter devrimleri çağı olmasının ve Lenin'in iki devrim tecrübesi geçirmesinin büyük rolü vardır.
      Lenin'e göre emperyalist dönemde, bütün ülkelerde kesintisiz devrim anlayışı içinde proletarya devriminin objektif şartları vardır. Üretici güçlerin dünya çapında ulaşmış olduğu seviye devrim yapmak için olgundur. Hazır olarak var olmayan devrimin subjektif şartlarıdır. Leninizmin temellerini devrimin subjektif şartlarının hazırlanması teşkil eder ... Lenin, Marks ve Engels'in evrim ve devrim aşamaları ayrımında somut durumların farklılığından dolayı değişiklikler yaptı.
      Marks ve Engels'e göre, dünya çapında devrimin objektif şartlarının olgun olduğu zaman, sosyalistlerin dili Fransızca olmalıdır.
      Bilindiği gibi emperyalist çağ dünya çapında devrimlerin objektif şartlarının olgun olduğu çağdır. Düz mantığa göre, Marks ve Engels'in önerilerinin doğal sonucu bu dönemde sosyalistlerin görevi sürekli Fransızca konuşmaktır. Durmadan, yılmadan devamlı taarruz etmektir. (Troçkist düşünce bir bakıma buna dayanır.)
      Ama diyalektik mantık için durum böyle değildir. Dünya devrimi asla zamandaş olmayacaktır. Önce bir veya birkaç ülkede olacaktır. Bu yüzden her ülkenin kurtuluşu, bizzat o ülkenin proletaryasının kendi eseri olacaktır. Devrimler ne ithal edilebilir, ne de ihraç edilebilir.
      Bir ülkede devrimin objektif şartlarının olabilmesi için, kapitalizmin dünya çapındaki genel bunalımından başka, o ülkenin kendi milli bunalımını da yaşaması gerekmektedir. Leninizmin ayrımına göre devrim aşamasında olunabilinmesi için: a) Proletaryanın bilinç ve örgütlenme seviyesinin devrim için yeterli olması gerekir. (Devrimin subjektif şartlarının olgun olması şarttır.) b) Ezeni de, ezileni de etkileyen bir milli bunalımın olması şarttır. (...)
      Devrim aşaması kısa bir andır. Evrim aşaması ise uzun bir süreçtir...' (Bkz. Kesintisiz Devrim I)
      Evrim aşamasına ilişkin bolşevik çalışma tarzı Lenin'e göre şöyledir:
      'Evrim döneminin devrimci hitap dili Almanca'dır. Almanca konuşma döneminde ihtilâlci atılıma yer yoktur. Bu dönemin devrimci çalışma tarzı proletaryayı bilinçlendirmek, örgütlendirmek, proletarya ile öncüsünün bağlarını sıklaştırmak, proletaryanın ve emekçi halkın sınıf bilincini yükseltmek, demokratik muhalefetin en solunda yürüyerek, hakim sınıfları yoğun politik propaganda ile teşhir etmektir.
      Eğer proletaryanın partisi henüz kurulmamış ise ana görev, proletaryanın öncü müfrezesini oluşturmaktır. Proletaryanın sınıf partisinin olmadığı bir evrede, devrimci durumun olması halinde bile devrimci dil Fransızca olamaz. Bu dönemin proleter devrimci çalışma tarzını Lenin, şu şekilde özetlemektedir: 'Propaganda ve bilinçlendirme, bilinçlendirme ve propaganda o sırada objektif şartlar tarafından gerçekten ön plana itilmişti. Bütün ülkeye hitap eden haftalık olarak yayınlanması ideal gibi gözüken bir siyasi gazetenin yayınlanması için çalışma, o zaman devrim hazırlığı çalışmasının temel taşı olarak görünüyordu. (Ve Ne Yapmalı? meseleyi böyle koyuyordu.) (Silahlı Aksiyon yerine) yığınların bilinçlendirilmesi şiarı, (yöresel ayaklanmalar yerine) ayaklanmanın sosyal ve psikolojik şartlarının hazırlanması şiarı, o sırada devrimci-sosyal demokrasinin biricik doğru şiarlarıydı.' (İki Taktik, s. 78)'. (Bkz. Kesintisiz Devrim I)
      ... Kısa olan devrim aşamasında da bolşevik taktik ve şiarlar, derhal ayaklanma değildir.
      'Bu kısa dönem de ayrıca kendi içinde geçiş devresi, taktik taarruz devresi ve stratejik taarruz devresi olmak üzere üçe ayrılır...
      Hemen görülebileceği gibi, Marks, Engels ve Lenin' de devrim ve evrim aşamaları ve taktikleri kesin çizgilerle ayrıdır.
      Marks ve Engels'in tahlil ettikleri bu süreç burjuva toplumuna ilişkin, Lenin'inki ise dünyanın en büyük altı sömürgeci ülkesinden birisi olan, öteki Avrupa ülkelerine kıyasla nisbeten zayıf fakat iç dinamiği ile gelişen bir kapitalizmin olduğu Çarlık Rusya'sına ilişkindir.
      Yine açıkça görülebileceği gibi her iki aşamada da, devrimci çalışmalar, şiar ve taktikler farklıdır. Evrim aşamasında öngörülen taktik şiar ve metodlar, Almanca'dan kaynaklanmaktadır. Ve silahlı aksiyon evrim aşamasının temel mücadele metodu asla değildir. Devrim aşamasında ise, devrim dalgasının yükselmesine paralel olarak silahlı aksiyon temel olmaktadır.
      Marksizm-Leninizmde politik mücadele biçimleri çeşitlidir. Literatürde bu biçimler a) Silahlı aksiyon, b) Silahlı aksiyonun dışındaki mücadele biçimleri diye iki başlıkta mütalâa edilirler. Devrimci sürecin evrim ve devrim diye kesin çizgilerle ayrıldığı ülkelerdeki Marksist-Leninist partiler daima bu iki mücadele biçiminin birisini bu iki evreye göre temel ötekini ise ona tabi (tali) olarak seçerler. (İçinde bulunduğumuz evrede bu kesin çizgili ayrım emperyalist-kapitalist ülkeler için geçerlidir).
      Devrim için uzun ve dolambaçlı halk savaşının zorunlu bir durak olduğu, emperyalist hegemonya altındaki geri-bıraktırılmış ülkelerin somut pratikleri, devrimci sürecin bu evreleri arasındaki ilişkide değişiklik yapmıştır.
      Şöyle ki, emperyalist hegemonya altındaki ülkelerde, (ister II. bunalım döneminin emperyalist hegemonyasının dışsal bir olgu olduğu feodal, yarı-feodal ülkelerde olsun, isterse de III. bunalım döneminde emperyalist hegemonyanın içsel bir olgu olduğu emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu geri-bıraktırılmış ülkelerde olsun) evrim ve devrim aşamaları, (Çarlık Rusya'sında olduğu gibi zayıf da olsa) içsel dinamikle kapitalizmin geliştiği ülkelerdeki gibi kesin çizgilerle ayrılamaz. Bu tip ülkelerde devrim aşaması kısa bir aşama değil, oldukça uzun bir aşamadır. Evrim aşamasının nerede bittiğini, devrim aşamasının ise nerede başladığını tespit etmek fiilen imkansızdır. Her iki aşama iç içe girmiştir." [83] (abç)
      Şimdi bu bilgilerin ışığında Gramsci'nin teorik formasyonunu ve teorik savlarını ele alabiliriz.

İkinci Bölümün Dipnotları


[*1] "İşbölümü, herhangi özgül zamandaki üretici güçlerin gelişmesine bağlı düzey"dir. [50] 
[*2] Feodalizmden kapitalizme geçiş sorunu oldukça karmaşık bir dizi sorunu içermektedir. Ekonomik ve politik geçişin değişik biçimleri ve nedenleri ayrı bir yazının konusu olacak kadar kapsamlıdır. Burada genel ve öz olarak değin-mekle yetindik.
[*3] Bu Başbakanlar, de Broglie, Dufaure, Vaddington, Freycinel ve J. Ferry'dir.
[*4] Daha ilerde göreceğimiz gibi, Gramsci'de aynı kavram, Hegel'in "orta-terim"i yerine üst-yapısal kavram olarak yer almaktadır.
[*5] Aynı durum kapitalist-emperyalist ülkelerde, sürekli ve genel bunalımın derinleştiği -buhran- dönemlerinde görülür. Bunun en açık biçimi faşizmdir. Faşizm, eğitimden sendikalara, gazetelerden tüm kültürel faaliyetlere kadar her şeyi devlet (faşist devlet) tekeline alır.
[*6] Emperyalist dönemde devletin etkinlik alanlarının artması ve genişlemesini, onun yasama-yürütme-yargı kurumları dışına taşan özelliğini gören pek çok Marksist vardır. Bunlar arasında L. Althusser özel bir yere sahiptir. Althusser devleti tüm üst-yapı olarak ele almaktadır. Ve bu bakış açısından devlet aygıtlarını iki ana başlık altında toplar: 1) Devletin baskı aygıtı; 2) Devletin ideolojik aygıtı (ideolojik devlet aygıtı -İDA-). Ona göre, bürokrasi ve militarizm devletin baskı aygıtını oluşturur. Bunun dışında kalan kurumlar "ideolojik devlet aygıtı"(İDA)dır. Bunlar da: a) Dini devlet aygıtları, b) Eğitim İDA'ları (resmi devlet okulları, üniversiler, akademiler, enstitüler), c) Aile İDA'sı, d) Hukuki İDA'lar (mahkemeler vb.), e) Siyasi parti İDA'ları, f) Sendikal İDA'lar, g) Kitle iletişim İDA'ları, h) Kültürel İDA'lar (edebiyat, güzel sanatlar, spor). Althusser'in bu tasnifi tek tek eleştirilebilir olmakla birlikte, emperyalist dönemde devlet aygıtının çokluğu ve yaygınlığını ifade etmesi yönünden önemlidir. İlerde göreceğimiz gibi, Gramsci'de, Althusser'in "İDA"larına yakın "sivil toplum" kavrayışı vardır, ama Gramsci'de bunlar özerktir. 
[*7] Almanya'da 1919 Spartakis ayaklanması, 1921 "Mart Eylemi" ve Ekim 1923 ayaklan-ması; 1923 Bulgaristan ayaklanması; 1926 Endonozya ayaklanması; 1927 Çin Kanton ve Güz Hasadı ayaklanmaları ve Çin Halk Savaşının başlaması vb. 
[*8] Bu konuda SBKP (B) içinde ekonomist N. Kondratiyev'e özel görev veril-miştir. Kondratiyev 50'şer yıllık bunalım dönemleri değerlendirmesini 1925 yılında yapmıştır ve temel amacı ekonominin devrevi hareketiyle devrim durumu arasındaki bağıntıları belirlemektir.
[21] Stalin: Leninizmin İlkeleri, s: 16 
[22] Stalin: Leninizmin İlkeleri, s: 7-8 
[23] Stalin: age, s: 14
[24] Lenin: "Sol" Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı, s: 114
[25] Lenin: Der Zusammenbruch der II. Internationale -1915 
[26] Marks-Engels: The German Ideology, s: 46-47
[27] Marks-Engels: Komünist Manifesto 
[28] Stalin: Leninizmin İlkeleri 
[29] Marks: Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz, s: 26
[30] Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim I
[31] Stalin: Leninizmin İlkeleri, s: 18-19 
[32] Stalin: age, s: 18-19 
[33] Stalin: age, s: 19
[34] Lenin: Collected Works, C: 33, s: 262
[35] Engels: Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s: 217
[36] Engels: Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s: 217-218 
[37] Engels: Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s: 218 
[38] Marks-Engels: The German Ideology, s: 53 
[39] Marks-Engels: Komünist Manifesto
[40] Engels: Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s: 219 
[41] Engels: Anti-Dühringj, s: 441 
[42] Engels: Conrad Schmidt'e Mektup, 27 Ekim 1890 
[43] Engels: agm 
[44] Lenin: Devlet ve İhtilâl 
[45] Marks-Engels: Kutsal Aile, s: 149 
[46] Marks: Kapital, C: III, s: 263 
[47] Engels: Conrad Schmidt'e Mektup, 27 Ekim 1890 
[48] Marks-Engels: The German Ideology, s: 63 
[49] Engels: Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Selected Works, C: II, s: 290
[50] Marks-Engels: The German Ideology, s: 93
[51] A. Şener: Eski Yunanda Eşitlik ve Eşitsizlik Üzerine, s: 96-97
[52] Marks-Engels: The German Ideology, s: 34-35 
[53] Marks: Kapital, C: III, s: 629
[54] Engels: Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s: 290 
[55] Marks-Engels: The German Ideology, s: 60
[56] Marks-Engels: The German Ideology, s: 92
[57] Marks: Kapital, C: I, s: 782 
[58] Marks: Kapital, C: III, s: 465-466 
[59] Marks: Kapital, C: III, s: 466
[60] Hilferding: Das Finanz kapital, s: 427-28
[61] Marks: Fransa'da Sınıf Mücadeleleri, s: 69-70
[62] Sweezy: Emperyalizm, Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı, s: 90, Bilgi yay.
[63] C. Wright Mills: İktidar Seçkinleri, s: 359
[64] Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim II-III 
[65] Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim I
[66] III. Enternasyonal Kuruluşu İçin Çağrı - 24 Ocak 1919
[67] Marks: Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s: 25 
[68] Engels: Almanya'da Köylü Savaşı, s: 143
[69] Stalin: Leninizmin İlkeleri
[70] Lenin: Devlet ve İhtilâl
[71] Lenin: Devlet ve İhtilâl 
[72] Komintern Prorgamı -1928, III. Enternasyonal-Belgeler, s: 150-151 
[73] Komintern Programı -1928, age, s: 151 
[74] Komintern Programı -1928, age, s: 166-167 
[75] Komintern Programı -1928, III. Enternasyonal-Belgeler, s: 152
[76] Komintern II. Dünya Kongresi Kararları -1920 
[77] Komintern Programı -1928, III. Enternasyonal-Belgeler, s: 188
[78] Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim I
[79] Komintern Programı -1928, III. Enternasyonal-Belgeler, s: 126-136 
[80] Komintern Programı -1928, age, s: 131-132
[81] Komintern V. Dünya Kongresi Kararları -13. Bölüm -1928
[82] Komintern Programı -1928, III. Enternasyonal-Belgeler, s: 190-191
[83] Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim II-III

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İTALYAN KOMÜNİST PARTİSİ (PCI) VE İTALYA'DA DEVRİMCİ MÜCADELE

      İtalyan tarihi ele alınmadan İtalya'daki devrimci mücadelelerin doğru bir biçimde değerlendirilemeyeceği açıktır. Ancak Gramsci'nin tezlerinde belirli bir yere sahip olmakla birlikte, bir bütün olarak İtalyan tarihinin incelenmesi, bizim yazımızın kapsamı dışındadır. Şüphesiz bunda Gramsci'nin tahlil ve saptamalarının salt İtalya'ya özgü olarak kullanılmaması da etkendir. Gramsci, genel olarak proleteryanın devrim mücadelesine ilişkin savlar ileri sürmüştür. Bu savlarına İtalyan somutluğunu belli oranda dayanak noktası olarak ele almıştır, ama asıl dayanakları Ekim Devrimi sonrasındaki gelişmelerle tüm Avrupa'dır. Gramsci'nin ülkemizdeki yaygınlaşmışlığı da onun İtalyan devrimci mücadelesinin özgül bir teorisyeni olmamasındandır. Yapmış olduğu genellemelerde İtalyan tarihinin, yani İtalya'nın özgül özellikleri genel savlarını desteklemek amacıyla kullanılmıştır. (Yine de bir İtalyan olarak kendi ülkesindeki devrimci mücadelenin ayırıcı özelliklerine de dikkatleri çekmiş ve bu konularda da savlar ileri sürmüştür. Ancak bu savlar, genel savların İtalya'ya uyarlanmasından öteye geçmez.)
      İtalya'da gecikmiş burjuva devrimi, ulusal birliğin 1870'lerde gerçekleştirilmesi olarak ortaya çıkmıştır. Ancak ulusal birliğin gerçekleştirilmesi, bir başka deyişle, kapitalizmin alt-yapısından üst-yapısına kadar tüm topluma egemen olması, aşağıdan yukarı, yani devrimci tarzda bir burjuva devrimiyle gerçekleşmemiştir. İtalya'nın geçmiş tarihini belirleyen ve aynı zamanda kapitalizmin temeldeki egemenliğinin de en önemli engeli, ulusal birliğin gerçekleşmemiş olmasıdır. Böylece feodal devletçikler ya da özerk yönetim birimlerinin varlığı, merkezi bir ulusal devletin önünde bir engel oluşturmaktaydı. Ancak bu özerk birimlerin mevcudiyeti salt iç gelişmeden kaynaklanmıyordu. Yabancı güçlerin ülkenin değişik yerlerine yerleşmesi, ulusal birliğin gerçekleşmesi önünde engel oluşturuyordu. Napolyon Bonaparte döneminde İtalya'nın işgal edilmesi ve Kuzey İtalya'nın diğer bölgelerden ayrılmasıyla ulusal birlik büyük engellerle karşılaşmaktaydı. Geçen zaman, ülkenin kuzey bölgeleriyle güney ve orta bölgeleri arasında eşitsizlik ortaya çıkarmıştır. Orta ve Güney İtalya'da feodal ilişkiler varlıklarını sürdürürken, Kuzey İtalya kapitalizmin hızlı bir gelişmesine sahne oluyordu. Ulusal birliğin gerçekleşmesi halinde ayrıcalıklarını yitireceklerinin bilincinde olan Güneyin büyük toprak sahipleri karşısında burjuvazinin fazlaca seçeneği yoktu. 1789 Fransız İhtilâlinin yaşandığı, 1848 ayaklanmalarıyla kıtanın bir baştan bir başa sarsıldığı bir dönemde burjuvazinin başta proletarya olmak üzere, köylüleri yanına çekerek bir devrimci kitle hareketi yaratarak ulusal birliği sağlaması olanaksızdı ve burjuvazi dış (işgalci) güçlerin desteğinde, daha doğrusu himayesinde geliştiğinden böyle bir hareketi yaratması doğasına aykırıydı. 19. yüzyılda gecikmiş burjuva devrimlerinde olduğu gibi, İtalya'da da tedrici bir geçiş süreci başlamıştır. Hemen hemen aynı tarihsel döneme ait olan Alman ulusal birliğinin oluşum süreci ile İtalyan ulusal birliğinin oluşum süreci birbirine benzer biçimde gelişmiştir. Junker tipi geçiş olarak bilinen bu gelişme, Almanya'da Bismarck yönetimiyle birlikte (ve Prusya militarizminin dayanağında) tamamlanırken, aynı durum İtalya'da daha uzun ve sancılı olmuştur. Ancak son tahlilde her ikisi de yukardan aşağıya gerçekleşen bir demokratik devrim niteliği taşır. Gramsci'nin "pasif devrim" ya da "terörsüz, devrimsiz bir devrim" olarak adlandırdığı bu durum feodalizmden kapitalizme geçişin bir biçimi olarak tarihsel değere sahiptir. [*1] Böyle bir geçiş, kaçınılmaz olarak pek çok uzlaşmalara ve sınıflar dengesine bağlı olarak gerçekleşir. Bu yüzden de toplum sürekli bir akışkanlık içindedir. Sonal olarak burjuvazinin devlete tam egemenliği ile bu durum sonuçlanacaktır. (Gramsci bu durumun faşizmle gerçekleştiğini söyler.) İtalya'da ulusal birliğin sağlandığı 1870'lerden itibaren, iç uzlaşmaların sonucu olarak kapitalizm dış pazarlar peşinde koşmak durumunda kalmıştır. Bu da emperyalist döneme girildiğinde İtalya'nın paylaşım savaşlarındaki yerini belirlemiştir.
      I. yeniden paylaşım savaşından sonra İtalyan toplumu tüm Avrupa'da görülen proleter mücadelelerine sahne olmuştur. Ekim Devrimi'nin etkisi ve savaşın getirdiği sorunlar (özellikle orduyu oluşturan köylülere savaşla birlikte toprak sağlama vaadleri), bir yandan proletarya hareketinde bir canlanma sağlarken, öte yandan Marksistler arasında da tartışmaların yoğunlaşmasına yol açmıştır. II. Enternasyonal partilerinden olan İtalyan Sosyalist Partisi (PSI) gelişen mücadeleyi yürütebilecek durumda değildi, ama buna karşılık gerçek bir proletarya partisi de mevcut değildi. Böyle bir ortamda bazı Marksist grupların oluşması kaçınılmazdı. Bu grupların içinde en önemlisi Bordiga'nın önderliğinde Napoli'de örgütlenmiş olan "Il Soviet" dergisi çevresiydi. (Il Sovyet, Aralık 1918' de yayınlanmaya başlamıştır.) Aynı tarihlerde Turin'de (Torino) "Avanti" (İleri) yayınlanmaya başlandı. Bu dergilerde Sovyet Devrimi ve bu devrimle ortaya çıkan sorunlar, olgular ele alınıyor ve PSI dışında bağımsız Marksist görüşler ortaya atılıyordu.
      1919 Mart'ında III. Enternasyonal'in kuruluşundan sonra PSI, gönülsüz olarak da olsa, Komintern'e bağlı olduğunu açıklaması, bağımsız Marksist grupların bir Komünist Parti örgütlemeye yönelik girişimlerini engellemiştir. O sıralar Bordiga'nın "Il Soviet"i tarafından ortaya atılan yeni parti kurma çağrısı böylece ileriye bırakılmış oldu. Herşeyden önce Komintern, PSI'nin bağlılık beyanından sonra ikinci bir partinin gerekmediğini düşünmesi söz konusuydu. Mayıs 1919'da Gramsci ve Tasca, Turin kentinde "L'Ordine Nuovo" ("Yeni Düzen") adlı haftalık bir sosyalist kültür dergisi yayınlamaya başladılar.
      "Ordine Nuovo"nun yayınlanmasıyla İtalyan komünist hareketinin belli başlı odakları oluşmuş bulunuyordu artık. "Ordine Nuovo" grubu (ki en önde gelen kişiler, Tasca, Gramsci, Togliatti ve Terracini'ydi) İtalyan tarihi üzerine, İtalya'daki devrimci mücadelenin sorunları ve işçi sınıfının örgütlenmesi konularında bir dizi görüş getirmekte ve bunlara uygun olarak Turin'de örgütlenmekteydi.
      Bu dönemde "Ordine Nuovo"nun görüşlerini Gramsci'nin kaleminden çıkmış haliyle şöyle özetleyebiliriz:
      "İtalyan toplumunun içinde bulunduğu ekonomik ve politik bunalım, sadece dünya kapsamında anlaşılabilir ve çözülebilir ... İtalya'da kapitalizm tam olarak gelişmiş değildir, şu anlamdaki maddi eşyaların üretimi sanayileşmiş, ya da güçlü biçimde sanayileşmiş değildir. ... Tek sözcükle İtalyan kapitalizmi kendi özerkliğini, özgürlüğünü yitirmiştir ve bunu tekrar geri alamaz. Silahlı güçlerle yeni bir dünya savaşıyla rekabet koşullarını yeniden kurma girişimleri başlamadan yitirimiş bir çabadır, çünkü ekonomik tekele denk düşen politik ve askeri bir tekel mevcuttur." [84] (abç)
      "Rusya, İtalya, Fransa ve İspanya gibi kapitalist anlamda hâlâ geri olan ülkelerde, kır ve şehir arasında, işçiler ve köylüler arasında açık bir ayrılık vardır. Tarımda, az ya da çok feodal ekonomik model, buna uygun bir zihniyet yaşamaktadır. Çağdaş leberal kapitalist devlet fikri hâlâ bilinmemektedir. Ekonomik ve politik kurumlar tarihsel kategoriler olarak ortaya çıkmış değildir." [85] (abç)
      "Tarihsel koşullar İtalya'da Rusya'dakinden çok farklı değildi ve değildir de." [86] (abç)
      "Ordine Nuovo"da 1919 yılında yayınlanan bu son değerlendirmeler, bir bütün olarak grubun görüşü olarak ele alınabilirse de, daha ilerde meydana gelen tartışmalara bakarak, bu görüşlerin tüm sorumluluğunu Gramsci'nin üstlendiğini söyleyebiliriz. Ve belkide Gramsci'nin teorik formasyonunun başlangıcı olarak tarihsel bir değere de sahiptir. Görüldüğü gibi, İtalya, sanayi yönünden geri bir kapitalizme sahip, tarımsal üretim açısından ise feodalizmin egemen olduğu bir ülke olarak tanımlanmaktadır. Üstelik "özerkliğini", "özgürlüğünü" yitirmiş bir kapitalizmin mevcudiyeti ile emperyalist sömürü altına girmiş bir ülke olarak da nitelenmektedir. Gramsci'nin sözünü ettiği "politik ve askeri tekel" emperyalizmden başka bir şey değildir. Bu öylesine gelişi güzel yapılmış bir değerlendirme değildir. Bu değerlendirme, son tahlilde Rus Devrimi'nin çizgisini izleme amacını (ve de istemini) ifade eder.
      İyi niyetli bir yorumlama ile Gramsci'nin bu dönemde teorik olarak az gelişmiş ve İtalya'yı pek fazla tanımayan biri olduğu ileri sürülebilir. Ancak daha sonra görüleceği gibi, "Güney İtalya" değerlendirmesi yaptığı zamanda bile tarımsal feodalizmin varlığını ileri sürmektedir. Bu da bu saptamasının bir "yanılgı" olmadığını göstermektedir. Hele hele "buna uygun bir zihniyet"in varlığından söz etmesi hiç de bir çocuksu saflığın söz konusu olmadığını tanıtlar.
      Yine İtalya ile birlikte Rusya, Fransa ve İspanya'yı aynı tip ülkeler olarak yorumlaması ve üstelik İtalya'yı Rusya ile farklı olmayan bir ülke olarak tanımlaması oldukça önemlidir. Burjuva devrimini neredeyse 150 yıl önce gerçekleştirmiş olan bir Fransa ile demokratik devrimini daha (bugün bile) tamamlayamamış İspanya'yı aynı kategoride ele almak, bir kalem sürçmesi olarak yorumlanabilir mi? Böyle bir yorumlamaya bizzat Gramsci ilerki yıllarda yaptığı değerlendirmelerle olanak tanımamaktadır. Sonraki yıllarda bu aynılık konusundaki düşüncesini koruyan Gramsci, sadece kapitalizmin gelişme düzeyinden değil; "sivil toplum"un gelişme düzeyinde farklılıklar olduğunu ileri sürerek, belli bir nicel farklar olduğunu kabul etmektedir.
      Şimdi aynı dönemde devlet, sendikalar ve parti konusundaki görüşleri görelim:
      "Devlet, her zaman tarihin baş oyuncusu olmuştur. Devlet organlarında mülk sahibi sınıfın gücü merkezileşmiştir. Devlet içinde bu sınıf, rekabet mücadelesi ve çatışmaları üstünde, rekabetin en üst evresinde yeni iktidar için, toplumun yöneticisi ve yönetiminde en üst yeri almak için yürütülen sınıf mücadelesi evresinde kendi ayrıcalıklı konumunu koruyarak, kendi disiplinini ve birliğini geliştirmiştir.
      Bu evrede proleter hareket, kapitalist serbest rekabetin bir işleviydi. Proleter kurumlar, iç gereklilikle değil, dış etkilerle, kapitalist rekabete bağlı olaylar ve şiddet altında gelişmiştir. II. Enernasyonal'in iflasıyla bugün bitmiş olan, proleter hareketin varlığını niteleyen iç çatışmaların, sapmaların, tereddütlerin ve uzlaşmaların kökeni bunda yatar.
      Sosyalist ve proleter harekette bazı akımlar, devrimin özsel özelliği olarak sendikal örgütlenmeyi ele almakta ve propaganda ve faaliyetlerini buna uygun olarak yönlendirmektedir. Belli bir evrede, sendikal hareket, Marksizmin gerçekliğin gerçek yorumuna göre ortaya çıkmıştır." [87]
      "Sosyalist devlet, sömürülen işçi sınıfının sosyal yaşam özelliklerinin kurumları içinde potansiyel olarak, şimdiden mevcuttur. Bu kurumları, her birinin gerekli özerkliğini ve eklemlerini gözönüne alarak, iktidar ve gücün yüksek bir merkezi hiyerarşisi için, eşgüdümlü ve düzenli olarak sokmak, gerçek bir işçi demokrasisini -burjuva devletle etkin ve etkili bir zıtlık içinde olan sosyalist demokrasi- burada ve hemen yaratmak, ve ulusal mirası yönetmek ve denetlemek özel işlevlerini, burada ve hemen, ondan almaya hazır olmaktır.
      Kendi iç komisyonlarıyla işyerleri, sosyalist kulüpler, köylü toplulukları -tüm bunlar içinde çalışmamız gereken proleter yaşamın merkezleridir." [88] (abç)
      "Emek-metanın satışındaki rekabeti örgütleme gereksinmesinden doğan proleter sınıfın mevcut örgüt sistemi -işkolu temelinde (sendikalar), sanayi temelinde (federasyonlar) ve tüm sendikaların oluşturduğu yerel ve ulusal temelde (emek odaları ve CGL) oluşan bir bileşim, kendi özsel rekabetçi doğasından dolayı, gerek komünist çizgide üretimi yönetmek, gerekse proletarya diktatörlüğünü kurmak için uygun değildir." [89] (abç)
      "Komünist toplumsal iktidarı yürütecek ve proletarya diktatörlüğünü oluşturacak -bu sadece konseyler sistemi olabilir- işçi örgütleri işyeri temelinde seçilir." [90]
      "Meslek birlikleri, Emek Odaları, sanayi federasyonları ve CGL, sermayenin egemen olduğu tarihsel döneme özgü proleter örgütlenme tipidir. İddia edilebilir ki, bu anlamda onlar kapitalist toplumun integral (bütünleyici) bir parçasıdır ve özel mülkiyet rejiminde doğasından gelen işleve sahiptir ... Proletarya diktaatörlüğü, sadece üreticinin faaliyetine özgü bir örgüt tipi içinde vücut bulabilir. Fabrika Konseyleri bu örgütün nüvesidir." [91] (abç)
      "Fabrika Konseyleri proleter devletin modelidir ... eğitimin en etkin organıdır." [92]
      1919 sonlarında Gramsci'nin Ordine Nuovo adına ileri sürdüğü bu görüşler, hemen hemen tüm Marksist çevrelerce büyük bir tepkiyle karşılanır. Büyük ölçüde Wobblies'in (Dünya İşçiler Birliği-IWW) kuramcısı olan Daniel de Leon ile İngiliz "Shop Stewards" ("İşyeri Temsilcileri") hareketinden esinlenerek oluşturulmuş "Fabrika Konseyleri" tezi eleştirilerin odak noktasını oluşturmuştur. Bu eleştirilerin tek muhatabı Gramsci'dir. Belli bir dönem bu konuda sessiz kalmakla birlikte Gramsci'nin teorik yazılarının temelinde her zaman Fabrika Konseyleri tezi yer almıştır. İtalya' daki proleter mücadelesi açısından da özel bir yere sahip olan bu konuyu ve eleştirileri biraz daha ayrıntılı olarak ele almakta yarar görüyoruz.

I.
"FABRİKA KONSEYLERİ"
VE BORDİGA-TASCA-GRAMSCİ




      Gerek İtalyan komünist hareketi bütününde, gerekse PCI içinde yıllar boyu süren üç ayrı çizgi yani, Bordiga, Tasca ve Gramsci çizgileri ilk kez Fabrika Konseyleri konusundaki tartışmalarda görünür olmuştur.
      Ordine Nuovo'nun "Fabrika Konseyleri" tezi 1920 ortalarına kadar tüm grubun ve dolayısıyla Tasca ve Gramsci'nin paylaştıkları bir tezdir. Buna ilk eleştiri "Il Soviet"den Bordiga'dan gelmiştir. Bordiga, bu görüşleri "gradualizm", yani sosyalizme tedrici geçişi savunan -ve çokluk II. Enternasyonal partilerinin ürünü olanbir çizgi olarak eleştirmektedir:
      "Bu, reformizm ya da sendikalizm olarak belirtilebilinecek bir görüştür. Bu görüş, kapitalizmin devletin denetimiyle politik gücü elinde tutarken, ekonomik ilişkiler temelinde proletaryanın kurtulabileceği yanlış görüşünü ifade eder." (Bordiga) [93] (abç)
      Bordiga, daha sonra Ordine Nuovo'nun "Konseyler"i ile Rusya'daki Sovyetler olarak konseylerin aynı şey olmadığını söyleyerek eleştirisini sürdürür:
      "Proleter temsil sistemi, ilk kez Rusya'da ortaya çıktığı haliyle ikili karaktere sahiptir: Politik ve ekonomik. Onun politik rolü, tümüyle yok olana kadar burjuvaziyle mücadele etmektir. Ekonomik rolü ise, komünist üretimin yeni tüm mekanizmasını yaratmaktır. Devrimin yayılması ve asalak sınıfların tedrici olarak tasfiyesi gibi politik işlevler, buna uygun düşen ekonomik karşılıklarına göre çok az öneme sahiptir, ama burjuva iktidarına karşı mücadele sorunu olduğu zaman politik faaliyet birincil olmak zorundadır.
      Proletaryanın kurtuluş mücadelesinin ve herşeyden önce politik iktidarın proletarya tarafından fethinin gerçek aracı komünist sınıf partisidir. Burjuva rejimi altında Komünist Partisi -devrimin makinesi- çalışan organlara gereksinmesi vardır. Bu organlar işçi konseyleridir. Bunları, partinin rolünü söylemeksizin, proletaryanın kurtuluş organları olduğunu söylemek, Bologna Kongresinde (PSI Kongresi) kabul edilmiş program kadar kabul edilemeyecek bir görüştür.
      Turin'deki Ordine Nuovo'lu yoldaşlarınki gibi, burjuvazinin yıkılmasından önce bile işçi konseylerini, salt politik mücadelenin değil, ama komünist sistemdeki teknik-ekonomik eğitimin organı olarak savunmak sosyalist gradualizme bir geri dönüş olarak görülebilir." [94] (abç)
      "Fabrika konseyleri, her yönüyle, ayrı bir şebeke içinde kendi rolünü, yani üretim üzerinde işçilerin denetimi rolünü oynar. Bu nedenle her işyeri için bir temsilcinin oluşturduğu fabrika konseyleri, yerel yönetimsel Sovyetteki fabrika temsilciliğini üstlenemez, çünkü Sovyetteki fabrika (işçi) temsilcisi doğrudan ve bağımsız olarak seçilmiştir. Rusya'daki fabrika konseyleri bir başka temsil sisteminin (tabii ki Sovyet politik örgütlenmesine tabi) işçilerin denetimi ve halk ekonomisi sisteminin temel birimidir. Fabrika içinde denetim, sadece merkezi iktidarın proletaryanın eline geçmesinden sonra devrimci ve komünist anlama sahiptir. Fabrika hâlâ burjuva devletince korunurken, fabrika konseyleri hiçbir şeyi denetleyemez. O, iki geleneksel pratiğin sonucu bazı işlevler yerine getirebilir: 1) parlamenter reformizm ve, 2) sendikal direniş." [95] (abç)
      "Burjuva rejimi altında fabrika konseyleri (işçilerin ve köylülerin politik-yönetimsel konseylerinden ayrı olarak) politik iktidarın fethi için bir organ olarak kabul edilemez." [96] (abç)
      Bordiga'nın bu eleştirileri, özellikle de burjuva toplumunda, ister Sovyetler biçiminde olsun, ister Gramsci'nin tanımladığı anlamda ekonomik konseyler olsun, işlevsiz kalacağı eleştirisi, İtalya'da kısa bir süre sonra tanıtlanmaya başlamıştır. Özellikle Mart 1920'de Turin'de madeni eşya işkolunda işverenlerin ilan ettiği bir lokavt, "fabrika konseyleri" için ilk tehlike sinyali olmuştur. İşverenler (burjuvazi) bu lokavtla fabrikalardaki ikili yönetimi sona erdirmek istiyorlardı. Nisan 1920'de işçiler lokavta karşı genel greve gittiler. 11 gün süren genel grev, şehirlerde özel silahlı birliklerin yoğunlaştırılmasıyla yenildi. Yer yer işçiler silahlı direnişe geçtilerse de, Gramsci'nin sözleriyle söylersek, "stratejik noktalarda toplar ve makineli tüfeklerle donatılmış bir polis ordusu" karşısında birşey yapamamışlardır.
      1920 yaz başlarında Gramsci, yöneltilen eleştirilere bir yanıt niteliğinde uzun bir yazıyla "fabrika konseyleri" tezlerini yeniden ortaya koydu. Büyük ölçüde 1919'daki sözlerinin yinelenmesinden başka bir şey değildi. Ama yine de tanımlamalarda daha bir netlik göze çarpmaktadır:
      "Proletarya devrimi, devrimci olduğunu açıklayan bir örgütün ya da kendini devrimci olarak tanımlayan bir örgütler sisteminin keyfi (iradi) eylemi değildir ... Proletarya devriminin aktüel (fiili) süreci, politik partiler ve sendikalar gibi, gönüllü ve anlaşmalı niteliğe sahip devrimci örgütlerin gelişmesi ve faaliyeti olarak nitelenemez. Bu örgütler burjuva demokrasisi ve politik özgürlükler dünyasında, bu politik özgürlüklerin onaylanması ve gelişmesi olarak ortaya çıkmışlardır. Bugüne kadar onlar, devrimci süreci yorumlayan ve devrimci sürecin gelişimini öngören (tarihsel olabilirlik sınırları içersinde) bir doktrin oluşturdular ve bunu kendi dışa vurumu olarak ve hükümetin embriyonik aygıtı olarak geniş kitlelerce kabul edildiler. Bu örgütler, devamlı olarak -ve artan oranda- devrimci süreçte tüm işçi sınıfının atılımıyla ortaya çıkan muzaffer kurtuluş eyleminin doğrudan ve sorumlu etmenidir. Ama ne olursa olsunlar, onlar bu süreci doğurmazlar; burjuva devletinin yerine geçemezler; sömürü ve baskı makinesi olarak kaçınılmaz gelişiminde kapitalizmin doğurduğu verimli devrimci güçlerin tümünü kucaklayamaz ve kucaklamazlar." (Gramsci) [97] (abç)
      "Devrimci örgütler (politik partiler ve sendikalar), genelde özgürlük ve demokrasinin onaylanması ve gelişmesi olarak ve politik özgürlük ve burjuva demokrasisi dünyası içersinde ve yurttaşın yurttaşla ilişkisinin bugünkü biçiminin olduğu yerde ortaya çıkarlar. Devrimci süreç ise, üretim dünyasında, fabrikalarda, ezen ve ezilen sömüren ve sömürülen ilişkilerinin olduğu yerde, özgürlük ve demokrasinin işçiler için olmadığı yerde yer alır." [98] (abç)
      "Burjuvazinin egemen olduğu, burjuva sınıf ve toplumun tarihsel evriminin liberal evresinde devletin temel birimi fabrikada, işçi sınıfını kendi kârları için ezen mülk sahipleriydi. Bu liberal evrede, mülk sahipleri girişimci ve sanayiciydi. Sanayi gücü, bu gücün kaynağı fabrikalarda odaklaşmıştı ve işçiler, mülk sahipliğinin gerekli olduğu düşüncesinden kurtulmuş değildi ... Burjuva sınıfının tarihsel evriminin emperyalist evresinde ise, sanayi gücü fabrikalardan ayrılmıştır ve bir tröst, bir tekel, bir banka ya da devlet bürokrasisi içinde yoğunlaşmıştır. Sanayi gücü daha otokratik, daha acımasız ve daha keyfi olmuştur. Fabrikada işçi sınıfı, mevcut organik sistem içinde mevcut bir 'üretim aracı' olmaktadır." [99] (abç)
      Gramsci, bu yeni açıklamalarıyla, özellikle Bordiga'nın eleştirilerini hedef almakla birlikte, bunları yanıtladığı söylenemez. Üstelik bu kez çok daha karmaşık bir alana doğru konuyu sürüklemektedir. Öyle ki herşeyden önce, biri politik, öteki ekonomik nitelikte iki örgütlenmeyi, yani parti ve sendikayı tek bir bağlamda ele alıp "devrimci" ilan eder. Sonra da burjuva demokrasisinin ve özgürlüğünün ürünü olarak tanımlayıp, bu kez de "demokratik" sıfatını ekler. Böylece bir yanılgı ortaya çıkar: Genel olarak burjuva toplumundaki siyasal partiler ile komünist partilerini aynı nitelikte görmek. Gerçekte mevcut toplumdaki partiler, düzen sınırları içinde, yani "demokrasinin" içersinde faaliyet gösteren yasal kuruluşlardır ve yasal mücadele yöntemlerini kullanarak mevcut hükümetin alternatifi hükümet nüveleri olarak görünürler. Ama proletaryanın partisi, düzeni yıkma amacı ile kurulur ve bu yüzden "yasallığı" ancak geçici nitelikte olabilir. Ve bu yüzden Lenin, partinin illegal çekirdeklerden oluştuğunu söylerken önemli bir noktaya temas etmiş olmaktadır. Gramsci, legal ve illegal mücadeleler konusunda birşey söylemeden ve tek şeyin legalite olduğunu varsayarak, proletarya partisinin "düzenin onaylayıcısı ve geliştiricisi" olduğunu söylemektedir. Gerçeklikte proletaryanın tek örgütü partisi değildir, sendikalar da proletaryanın bir örgütüdür. Ancak bunlar ekonomik nitelikte olup, "burjuva demokrasisi ve özgürlüğü dünyasının" ürünüdür ve onun içinde yer alırlar. Bu yüzden sendikalar demokratik kitle örgütleri olarak tanımlanırlar.
      Ayrıca Gramsci, devrimci sürecin niteliğinde nesnel koşulların önemini vurgularken determinist bir tutum alır ve volantirizmi (iradi eylem) hemen hemen tüm sürecin dışına iter. Bu genel olarak Marksist bir saptamaya yakındır, ama emperyalist dönemde tarihsel determinizmin ikincil plana düşmesi, yani sistemin bütününde sosyalist devrimin nesnel koşullarının olgun olması Gramsci'nin, bu yıllarda "bilmediği" (!) birşeydir. Daha ilerde göreceğimiz gibi, uzun yıllar bu görüşünü sürdürmüştür. [*2] Devrimci örgütler ile devrimci süreç arasında mutlaka varan bir ayrılık, ansekronizelik gören Gramsci'nin emperyalizmden pek bir şey anlamadığı da görülmektedir. Fabrika temelinde örgütlenmeyi savunmak için, serbest rekabetçi dönem ile tekelci dönem arasındaki farkı koyarken gerçeğe yaklaşan Gramsci, tekel kârının salt proletaryanın artı-değeri olmadığını, tüm halk kitlelerinden elde edilen bir fazlalık olduğunu görmez. Bu da anti-tekel ve genelde anti-emperyalist mücadeleyi hiç tanımamak demektir.
      Bordiga'nın eleştirisinde yer alan politik-yönetimsel proletarya örgütlenmesi olarak Sovyetler (konseyler) ile ekonomik-yönetimsel proleter örgütlenmesi olarak konseyler arasındaki farka Gramsci değinmezken, politik-yönetimsel proletarya örgütlenmesi olarak partiyi ele alır ve onun proletarya devleti olamayacağı gerçeğini vurgulayarak kendi tezini "aklar". Son durumuyla doğru olan saptama, yıllar içinde Gramsci'ye özgü bir "politik örgüt" anlayışı doğurmuştur. Yıllar sonra "parti", tüm proletaryayı kapsayan ve kendi içinde bütünsel (integral) anlamda devlet olabilen nitelik olarak tanımlanır. Bu yeni "partisi", proletarya partisi, Sovyetler şeklinde -tabii bu sovyetler Gramsci'nin düşündüğü anlamdadır- oluşur.
      Gramsci'nin bu yazısındaki değerlendirmeleri, Ordine Nuovo içinde de eleştiriye uğramıştır. Özellikle sendikalar konsunda getirdikleri, yani bunların burjuva nitelikte olduğu ve bu yüzden proletaryanın kurtuluş mücadelesine katkısı olamayacağı tezi, Tasca tarafından eleştirilir. Gramsci, sendikalara (ve politik partiye) alternatif olarak "fabrika konseyleri"ni önermesi, pratikte sendikalar içinde çalışılmanın reddi demekti. Tasca, sendikaların işlevlerinin işçi sınıfı için önemli olduğunu ve sendikalara komünistlerin katılması gerektiğini savunuyordu, ve bu konuda kendine dayanak olarak Komintern'in sendikalar konusundaki kararlarını alıyordu.
      Tasca ile Gramsci arasında başgösteren ayrılık, giderek tüm Ordine Nuovo grubunu kapsayarak genişledi. Togliatti ve Terracini, yeni bir parti (komünist partisi) kurulması yönünde yapılan çağrılar doğrultusunda PSI'deki "maximilistler"e yakınlaşmışlardı. Temmuz 1920'de Ordine Nuovo'dan ve dolayısıya Gramsci'den ayrıldılar. Togliatti ve Terracini, "Seçim Taraftarları Komünist Grubu"nu kurarken; tek başına kalan Gramsci, Turin'de "Komünist Eğitim Grubu"nu kurar. Bu grupla Gramsci, Turin fabrikalarında işçi eğitimine yönelir. İşte tam bu sırada fabrika işgalleri başlamıştır.
      Eylül 1920'de işverenlerin lokavt tehdidi karşısında, işçiler fabrikaları işgal ettiler. İşgal hızla ülkenin her yanına yayıldı. Pek çok fabrikada işgal sırasında işçiler üretimi sürdürüyorlardı. [*3] Üstelik işçiler, devletin müdahale edeceğini hesaba katarak fabrikaları silahlandırdılar. Savaş sonrası dönemin en büyük hareketi olarak bu işgaller, aynı zamanda ülkede önemli bir bunalımın başlamasına yol açmıştır. Bu durumda, hükümet, PSI ve CGL (Genel İşçi Sendikası), birlikte bir uzlaşma yolu aramaya başlamışlardır. İlk anda işçilerin hükümetin önerilerini reddetmeleri silahlı çatışmaların başlamasına neden olmak üzereyken, PSI uzlaşmadan yana ağırlığını koydu. Bordiga grubu (en etkin ve güçlü komünist grup olarak) her türlü uzlaşmaya karşı tavır aldılar. Herşeye karşın fabrika işgalleri Eylül sonunda, devletin asker ve polis gücüyle müdahalesiyle, zorla bastırıldı. Bu olaylar, aynı zamanda "fabrika konseylerin"nin sonu oldu. Bu dönemde Gramsci tümüyle güçsüz ve etkisiz durumdaydı. Sonuçta, bu olaylar, özel olarak Gramsci' nin "fabrika konseyleri"ne yöneltilen eleştiriyi kabul etmesine, ve genel olarak da kapitalistlerin faşist milis örgütlenmeleri finanse etmelerine yol açtı.
      Gramsci'nin "fabrika konseyleri" konusundaki tezlerine karşı yöneltilmiş eleştirileri kabul etmesinde Komintern'in aldığı kararların rolünü de yadsımamak gerekir. Belki de İtalyan pratiğinden çok, Komintern kararları bunda etkili olmuştur denilebilir. 5 Ağustos 1920'de Komintern II. Dünya Kongresinde "Sovyetler" üzerine belirlediği ana ilkelerde ifadeler çok nettir:
      "Devrimsiz Sovyetler mümkün değildir. Proletarya devrimi olmaksızın Sovyetler, bir Sovyet parodisine dönüşür." [100] (abç)


II.
PCI'NİN KURULUŞU VE ROMA-LYON KONGRELERİ



      Ocak 1921 ortalarında PSI'nin ulusal kongresi Livorna'da toplandığında ("Livorna Kongresi"), o güne kadar PSI içinde yer alan "maximilistler" ile bağımsız komünist gruplar 15 Ocak 1921'de bir bildiri yayınladılar. Bildiri, asıl olarak PSI'nin politik çizgisine ve yönetiminin pasifizmine yöneltilmiş eleştirileri içeriyordu. Bu bildiriyi, başta Bordiga olmak üzere, Gramsci, Terracini gibi komünist grupların önde gelenleri imzalamıştı. Livorna Kongresi'nde komünist delegeler 58.000, PSI-Merkezciler 98.000 ve reformistler 15.000 oy gücü ile temsil ediliyordu. Toplantı başladığında komünist grup adına söz alan konuşmacının çağrısıyla komünist delegeler "Enternasyonal"i söyleyerek Kongreyi terk ettiler. Bir başka binada toplanan komünistler PCI'nin kurulduğunu ilan ettiler. PCI'nin I. Kongresi olarak kabul edilen bu toplantıda partinin ilk merkez komitesi seçildi. Bu komitede Bordigo grubundan 6 kişi, Ordine Nuova'dan iki kişi (Gramsci ve Tasca) ve maximilistlerden 7 kişi yer alıyordu. Bordiga, tartışmasız lider konumundaydı.
      Gerek 15 Ocak 1921 tarihli bildiride, gerekse PCI'nin ilk açıklamalarında Gramsci'nin savunduğu ve üzerinde önemle durduğu hiçbir konu ("fabrika konseyleri" gibi) yer almamıştır. Bu dönemde Gramsci'nin tümüyle Bordiga'nın görüşlerini kabul ettiğini söylemek pek yanlış olmayacaktır, ancak bu kabul ediş özsel değildir.
      PCI'nin kurulduğu dönemde Mussolini'nin önderliğinde faşist parti oldukça önemli gelişmeler sağlamıştı. 1920 yazından itibaren, yani kapitalistlerin işçileri lokavtla tehdit ettiği ve fabrika işgalleri öncesinde faşist milis güçler eylemlerini yoğunlaştırmıştı. Kırsal bölgelerde katolik kuruluşlara ve köylü birliklerine saldırırken, kentlerde PSI milletvekilerine, sol basın kuruluşlarına saldırıyorlardı. Giderek kitlelere yönelen bu faşist saldırılar, yerel düzeyde karşı bir hareket doğurmakta gecikmedi. Faşistlere karşı silahlı mücadeleye girişen bu yerel ve kendiliğinden oluşan örgütlenme "Arditi del Popolo" ("Halkın Cesurları") olarak adlandırılıyordu.
      Arditi del Popolo hareketi, tümüyle sosyalist ve komünistlerden oluşuyordu, ama hiçbir biçimde parti örgütleriyle bağlantıları yoktu. Bir bakıma faşist saldırılara karşı, halkın en ileri unsurlarının kendiliğinden tavır alışıydı. Bu hareketin ana gücünü bizzat işçiler teşkil ediyordu. Özellikle fabrika işgalleri sırasında aktif olarak faaliyet göstermiş ve sonrasında işlerinden atılmış işçiler ağırlıktaydı.
      İlk günlerde "Artidi del Popolo" hareketi karşısında kayıtsız kalan PSI, bir süre sonra faşist parti ile "uzlaşma paktı" imzalamasıyla birlikte, bu harekete tavır aldı. PSI, bundan böyle parti üyelerinin "Arditi del Popolo"ya katılmalarını yasakladı. PSI'nin bu tavrının altında, hareketin başlangıcında faşist saldırıların kendilerine yönelmesinden duydukları korku yatmaktadır. Bu korku nedeniyle ilk günlerde harekete karşı kayıtsızlık içindeydiler ve daha sonra faşistlerden saldırmama güvencesi almalarıyla birlikte, yani faşistlerin kendilerine saldırma olasılığının "ortadan kalkması" ile karşı tavır almaları söz konusu olmuştur. PSI'nin bu tutmu, sosyalistlerin "Arditi del Popolo"dan ayrılmaları yanında, faşistlerin belli bir meşruiyet kazanmalarını da sağlamıştı.
      PCI ise, uzun bir süre bu harekete karşı tavır belirlemekten uzak durmuştur. Bordiga yönetiminde PCI, zaten bir parti çizgisi olarak, sadece komünist partisi üyelerinden oluşacak ve partinin denetimi altında bir silahlı savunma birlikleri kurmak istiyordu. Bu nedenle "Arditi del Popolo"ya karşı özgün bir tavır geliştirdi. Gramsci'nin, "Biz Arditi del Popoloya karşı mıyız? Kesinlikle hayır! Biz, Arditi'yi, proletaryayı silahlandırmayı, burjuvaziyi yenecek güçte silahlı bir güç yaratmayı istiyoruz." [101] sözleri bu tavrı ifade etmektedir. Ancak aynı dönemde Komintern, Alman Komünist Partisi ile birlikte PCI'yi "sol" ólarak şiddetle eleştiriyordu. Lenin'in "Sol" Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı bu eleştirilerin bir ifadesiydi. Komintern'in eleştirileri arasında PCI'nin "Arditi del Popolo"yu destekleme tavrı da yer alıyordu. Bunlar, sonuçta PCI'nin "Arditi del Popolo"ya verdiği desteğin ve bizzat bu hareketin sonu oldu. Ancak bu gelişme PCI ile Komintern arasındaki çelişkinin çözümlenmesine hizmet etmemişti. Giderek artan bir ayrılık gündemdeydi. Bu "sol sapma" eleştirisi, PCI ile birlikte KPD'yi ve Macar komünistlerini de kapsıyordu.
      1921 Mart'ında Almanya'da KPD (Almanya Komünist Partisi) orta bölgelerde bir ayaklanma başlattı. ("Mart Eylemi" olarak bilinen ayaklanma) Bu ayaklanma, Bela Kun'un formüle ettiği "saldırı teorisi" ile bağlantılı, bilinçli ve planlı bir ayaklanmaydı. Komintern III. Dünya Kongresi, KPD ve PCI'nin çizgilerini "sol komünizm" olarak mahkum etti. (Haziran 1921) Lenin, Zinovyev, Troçki, Radek ve diğer Komintern yöneticileri, 1921 yılında devrimci temponun alçalmaya başladığını ve komünist partilerin büyük ölçüde kitleleri kazanamadığını tespit ederek, "saldırı" yerine "kitlelere" sloganını önerdiler ve bu öneri Dünya Kongresi'nde kabul edildi. Yine de PCI ile olan anlaşmazlık sona ermedi.
      Mart 1922'de PCI'nin II. Kongresi Roma'da toplandı. "Roma Kongresi"nde Bordiga ve Terracini taktikler üzerine bir rapor sundular. [*4] "Roma Tezleri" olarak bilinen bu raporda, "ana tehlike, İtalyan devletinin içinde bulunduğu bunalımın sosyal-demokrat bir hükümetle çözme girişimi" olarak belirtiliyordu. Faşizm ise, "burjuva parlamenter rejimin organik bir gelişme"siydi. [102] Bu tezler, o yıl Komintern IV. Dünya Kongresi'ne sunulmak üzere hazırlanan ve Komintern Genişletilmiş Yürütme Komitesi'nde formüle edilmiş olan "birleşik cephe" ve "işçiler hükümeti" saptamasıyla çelişiyordu. Diğer taraftan Komintern, PCI-PSI birleşmesini savunurken, PCI bunu kabul etmiyordu ve PSI'yi işçi sınıfının bir partisi olarak değil, köylülüğün çıkarlarını savunan bir "köylü partisi" olanak kabul ediyordu. Roma Kongresi'nde, Tasca, hemen her konuda Komintern'in görüşlerini savunuyordu. Yine de Kongre, Bordiga'nın tezlerini kabul etti. "Sağ-kanat" lideri olarak tanımlanan Tasca, Merkez Komitenin dışında bırakıldı. Gramsci ise, Komintern Yürütme Komitesi'ne PCI temsilcisi olarak atandı ve Moskova'ya gönderildi.
      1922 sonlarına doğru, başta Lenin olmak üzere, tüm Komintern yöneticilerinin yoğun baskısı sonucu PCI ile PSI'nin birleştirilmesi yönünde karar alındı ve Moskova'da bulunan temsilciler arasında bir birleşme (füzyon) komitesi kuruldu. Bu komitede PCI'den Gramsci, Tasca ve Scoccimarro yer alıyordu. Bordiga, bu komiteyi tanımadığını açıkladı. Zaten komite de birkaç aydan fazla yaşamadı. Bunun nedeni, PCI'nin tutumu değil, PSI'deki gelişmelerdi. Birleşmeye karşı çıkan Nenni'nin PSI yönetimini ele geçirmesiyle komite dağıtıldı.
      Aynı günlerde -Ekim 1922- Mussolini "Roma yürüyüşü"ne başlamış ve başbakan olmuştu. Birkaç ayda PCI'nin 5.000 kadar üyesi tutuklandı. Bunlar arasında Bordiga da bulunuyordu. Böylece PCI içinde önemli bir yönetim sorunu ortaya çıktı. 1924'e kadar süren bir yönetim boşluğu, PCI içinde Tasca'nın başını çektiği "sağ" kanat için uygun bir zemin oluşturuyordu. Yine de 1923 boyunca Bordiga'nın etkisi kırılamadı. Gramsci ve daha sonraki -1924 sonrası- Merkez Komite üyeleri, bu yıllarda "sağ kanat tehlikesi"ne, "tasfiyecilik"e karşı Bordiga'yı destekliyorlardı. Yine de gelişen olaylar yavaş yavaş Bordiga'nın yıpranmasına ve etkisinin azalmasına neden oldu.
      PCI içindeki iki yıllık yönetim boşluğu, aynı zamanda ilginç olaylara sahne olmuştur. PCI Merkez Komitesi'nde Bordiga'yı destekleyenler Terracini, Repossi, Fortichiari, Scoccimoro ve Grieco'ydu. Bordiga ve Grieco tutuklanmışlardı. Bu durumda partinin illegal örgütlerinin sorumluluğunu Fortichiari üstlenmişti. Fortichiari, bir süre sonra faşist rejime karşı direnişin nasıl örgütleneceğini görüşmak üzere Moskova'ya gitti. Bunun üzerine partinin fiili yöneticisi Terracini oldu. Ama çok kısa bir süre sonra Terracini, Komintern'in isteğiyle Togliatti ve Scoccimorro ile birlikte "Geçici Yönetim Komitesi" oluşturdu ve Tasca Merkez Komiteye alındı. 1923 Nisan'ında Terracini Moskova'ya çağrıldı ve Scoccimorro'da Berlin'e gönderildi. Böylece fiili liderlik Togliatti'ye kalıyordu. Bu sırada Gramsci Moskova'da Komintern Yürütme Komitesi üyesi olarak görev yapıyordu.
      1923 Haziran'ında Komintern Genişletilmiş Yürütme Komitesi İtalya sorununu gündemine aldı. Sonuçta Komintern, PCI için "karma" bir yönetimin oluşturulmasına karar verdi. Buna göre, eski "çoğunluktan" Fortichiari, Scoccimorro ve Togliatti; "azınlıktan" Tasca ve Vota ile beş kişilik bir Yürütme Komitesi atandı. Bordiga'nın bu atamaya karşı tepkisi oldukça katı oldu, ve 1921 öncesinde PSI'ye karşı takınılan tavrın aynısını uygulamaya karar verdi. Buna göre, "azınlık" tek başına bırakılacak ve tüm eylemlerin sorumlusu haline getirilecekti. Böylece "azınlığın" niteliği açıkça görülecekti. Bu şekilde tavır alan Bordiga, bir çağrı yayınlayarak tavrını uygulamaya sokmaya yöneldi Böyle bir çağrının pratik anlamı, Tasca ve Vota dışındakilerin komiteden ayrılması demekti. Bordiga'nın çağrısına Fortichiari uydu ve komiteden ayrıldı. Scoccimorro ve Togliatti ilk anda ayrılma eğilimi gösterdilerse de, Gramsci'nin yoğun çabası sonucu, Bordiga'nın çağrısını reddettiler. Böylece PCI'nin ilk Merkez Komitesi'nden Bordiga, Fortichiari, Grieco ve Repossi tasfiye edilmiş oluyordu.
      Ocak 1924'de faşist mahkeme Bordiga'yı beraat ettirmek zorunda kalınca, Bordiga hapishaneden çıktı, ancak partide hiçbir görev almayacağını açıkladı.
      Bu günlerde, hâlâ yurtdışında bulunan Gramsci, IV. Dünya Kongresi'nde (Aralık 1922) Komintern Yürütme Komitesi'ne seçilmiş ve bu görevi yürütüyordu. Ve 1923 sonlarından itibaren PCI yöneticilerine yazdığı mektuplarla Bordiga'sız bir yönetim oluşturulması gerektiğini anlatıyordu.
      Gramsci'nin bu mektuplarından 9 Şubat 1924 tarihli olanı, Bordiga'ya bakış açısını ifade etmesi bakımından oldukça ilginçtir. Burada Gramsci şunları yazıyor:
      "Amadeo (Bordiga) ... Enternasyonal'in taktiğinin Rus durumunu yansıttığını, yani geri ve ilkel bir kapitalist uygarlığın bulunduğu bir yerde olduğunu düşünüyor. Ona göre, bu taktik aşırı ölçüde volantirist ve yapaydır, çünkü istemin aşırı bir çabasıyla, tarihsel koşulların belirlemediği bir devrimci faaliyeti Rus kitlelerinden sağlamak mümkündür. Onun düşüncesine göre, Orta ve Batı-Avrupa'nın daha çok gelişmiş ülkeleri için bu taktik yetersiz ve hatta kullanışsızdır. Bu ülkelerde tarihsel mekanizma, Marksizmin öngördüğü şemaya tümüyle uygun olarak çalışır. Buralarda, Rusya'da eksik olan tarihsel determinizm mevcuttur ve bu yüzden temel görev partiyi örgütlemektir.
      Bana göre ise, durum tümüyle farklıdır. Birinci olarak, Rus komünistlerinin politik kavrayışı ulusal planda değil, uluslararası planda oluşmuştur. İkinci olarak, Orta ve Batı-Avrupa ülkelerinde kapitalizmin gelişiminin, salt geniş proleter tabakaların oluşumuyla değil, aynı zamanda sendika bürokrasisi ve sosyal-demokratların katkısıyla işçi aristokrasisi yaratılmasıyla belirlenmiştir. Rusya'da kitleleri devrimci bir ayaklanma için sokaklara döken ve yöneten determinizm, Orta ve Batı-Avrupa'da tüm politik üst-yapıyla karmaşıklaşmıştır, kapitalizmin büyük gelişmesiyle yaratılmıştır. Bu kitle eylemini daha yavaş ve daha hesaplı hale sokmaktadır ve bu yüzden devrimci partinin gereksinmesi, Bolşeviklerin Mart-Ekim 1917'de gereksinme duydukları strateji ve taktiklerden çok daha kompleks ve uzun dönemli bir strateji ve taktiklerdir." [103] (abç)
      Gramsci, Mart 1924'de PCI için dört hedef önerir mektuplarında:
      1) "İşçi ve Köylü Hükümeti" sloganı etrafında yoğun propaganda;
      /table>2) İşçi aristokrasisine karşı, yeni reformizme karşı, Kuzey İtalya'nın işçileriyle birlikte Güney İtalya'nın köylü kitleleri arasında bir ittifak oluşturmayı amaçlayan bir mücadele yürütmek, Güney'de özel komiteler oluşturmak ve buralarda silahlı bir ayaklanma için örgütlenmeye çalışmak;
      3) Parti içinde yoğun bir politik eğitim programını yürütmek ve yönetim organını genişletmek;
      4) Yurtdışındaki göçmen İtalyan işçileri arasında komünist çalışmayı yoğunlaştırmak.
      Bu önerilen dört ana konu, özel olarak 1919-20 arasında Ordine Nuovo'da savunulan görüşlerle büyük ölçüde çakışmaktadır. Nitekim ele alınıp tartışılan diğer konular da, büyük ölçüde Gramsci'nin damgasını taşımaktadır. Örneğin Güney'de "federal" bir çözüm olasılığının olduğu, gelecekteki fabrika konseylerinin çekirdeğinin oluşması için gerekli hazırlıkların yapılması gibi.
      Sonuçta, Mayıs 1924'de Como'da bir Parti Konferansı toplanmasına karar verildi. Bu Konferans, üçlü PCI yönetimini uyumlu bir bütün haline getirmeyi amaçlıyordu. Como'da, "sol", Bordiga, Grieco, Fortichiari ve Repossi'den oluşuyordu. "Sağ", Tasca, Vota ve Berti ile temsil edilirken, "merkez", Gennari, Leonetti, Ravera, Scoccimorro ve Togliatti'den oluşuyordu. (Gramsci, Komintern Yürütme Komitesi'nde bulunduğu için Como Konferansı'na katılmamıştır.)
      Konferans'ta, "sağ", PCI'nin Livorna'dan sonraki tüm tutumunun yanlış olduğunu ve yeni "merkez"in de bunda sorumluluğunun bulunduğunu ileri sürüyordu. "Merkez"in görüşlerini ise Togliatti hazırlamıştı. Buna göre, Bordiga yönetimi, parti içinde "azınlığa" (menşevikler) karşı mücadelede haklıydı, ama Komintern IV. Dünya Kongresi'nin kararlarına karşı çıkmakla yanlış yola sapmıştı. Ayrıca "Roma Tezleri" reddedilerek, sosyal-demokrasi, "faşizmin sol kanadı" olarak tanımlanıyordu. "Merkez"in görüşüne göre, "faşizm, kapitalist burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin bir fraksiyonunun silahlı diktatörlüğüdür." Bu da, "sürekli silahlı diktatörlük rejiminin mevcudiyeti, İtalya için bir 'sürekli devrim' dönemi açtığı" demekti. [104]
      Como Konferası'nda Togliatti tarafından formüle edilen bu faşizm tahlili, son tahlilde, faşizmin mevcudiyetinin burjuvazinin zora, şiddete, silaha başvurması olarak ele almaktadır. Bu ise, doğal ve kaçınılmaz olarak silahlı eylemin nesnel koşullarının mevcudiyeti demektir. Bu andan itibaren temel sorun, öznel koşulları bu nesnellik içinde sağlamaktadır. Bir başka deyişle, faşizmin iktidarı altında, devrim için gerekli öznel koşulların nasıl yaratılacağı temel sorundur. (Nitekim Fortichiari'nin Moskova'ya gidişinin asıl nedeni de budur.) Böylece sorun, temel mücadele biçiminin seçimi haline dönüşür.
      PCI, bu tahlil sonucunda legal mücadeleden illegal mücadeleye geçmek zorundaydı ve partinin illegal yapısı sağlamlaştırılmalı ve nesnel koşulların dayattığı mücadele biçimlerine (silahlı) uygun olarak biçimlendirilmeliydi. Como Konferansı'nda Togliatti, sorunu bu şekilde ele almasına rağmen, PCI, pratikte hiçbir adım atmamıştır. Gramsci ise, böyle bir yaklaşımı tümden yadsıyarak, kendi özgü çizgisini savunur. Ona göre, bu dönemde belli mevziler tehlikededir (örneğin fabrika konseyleri gibi), ve temel görev bu "mevzileri" elde tutmaktır. (Mevzii savaş yöntemleriyle) Gramsci, daha ilerki yıllarda netleştireceği gibi, faşizmin iktidara gelmesini, bir "organik bunalım" sonucu olarak değil, "konjonktürel" bunalım sonucu olarak değerlendirir.
      Como Konferansı'yla PCI yönetimi tamamen "merkez"in eline geçmiş oluyordu. Mayıs 1924'den 1926'ya kadar parti, yine de tam bir homojenliğe ulaşamamıştır.
      PCI'nin III. Kongresi, Ocak 1926'da Lyon'da toplandı. Bu Kongre'deki delegelerin % 90'nı "merkez"in görüşlerini benimsiyordu. Ancak Lyon Kongresi'nden önce Gramsci ile Tasca arasında, kökeni 1920'deki Ordine Nuovo tartışmalarında yatan bir anlaşmazlık ortaya çıkmıştı. Gramsci'nin çizdiği PCI stratejisi, iki özel konuyu içeriyordu. Birincisi, özerk fabrika komitelerini örgütlemekti. Bu görev, Haziran 1924'deki Komintern V. Dünya Kongresi'nin kararı olan Komünist Partilerinin "Bolşevikleştirilmesi" ve "fabrika hücreleri yaratma" görevlerinden ayrı olarak konuluyordu. Bir başka deyişle, 1919-20'deki Ordine Nuova'da Gramsci'nin formüle ettiği fabrika konseyleri yeniden gündeme getiriliyordu. İkincisi ise, faşist yönetimin, kapitalistlerle anlaşarak, fabrikalarda "tek tip sendika" olarak "işçi korporasyonları" kurmaya gitmesi ve bunun tek işçi kuruluşu olarak yasallaştırılmasıyla birlikte CGL'in tasfiye edilmesi durumuna ilişkindi. Gramsci'nin önerisi doğrultusunda PCI, bu koşullar altında CGL'nin bağımsızlığının savunulması gerektiğini karar altına aldı. Böylece Komintern tarafından da savunulan, sendikaların (burada CGL) komünist partileriyle (PCI) işbirliği yapmaları ve "kızıl sendikalar" yaratılması tezine karşı, PCI sendikaların "bağımsızlığını" savunuyordu. İşte Tasca'nın muhalefetinin ikincisi bu konu üzerineydi. Ve tabii sonuç "merkez"in önerdiklerinin kabul edilmesi şeklinde oldu.
      PCI'nin Lyon Kongresi, Gramsci'nin partinin Genel Sekreterliğine seçilmesi ve tezlerinin genel olarak kabul edilmesiyle bir döneme son veriyordu.
      Lyon Kongresi'nde Gramsci'nin üzerinde durduğu ana konu "Güney Sorunu"ydu. [*5] O güne kadar "İşçi ve Köylü Konseyleri (Sovyetleri) Cumhuriyeti" olarak formüle edilen ve temelinde işçi-köylü ittifakının kurulması yatan genel saptama, Gramsci'nin tüm dikkatini yoğunlaştırdığı konu haline gelmiştir. Ona göre, "İtalya' da bir devrimci durum Kuzey proletaryası güçlü olduğu zaman ortaya çıkar. Eğer Kuzey'in proletaryası zayıfsa, köylüler küçük-burjuvazinin peşine takılacaklardır. Ayrıca Güney İtalya köylüleri, Kuzey İtalya proletaryası için devrimci bir dürtü ve güç unsuru oluşturur. Kuzey işçileri ile Güney köylüleri iki temel devrimci güçtür. Eğer Güney köylülerini örgütlemeyi başarırsak, devrimi yapabiliriz. Belirli bir momentte Kuzey proletaryası ile ittifak içinde olan Güney köylülerinin ayaklanması, burjuvazinin silahlı güçlerini Kuzey'den Güney'e kaydıracaktır. Ve bu Kuzey proletaryası için büyük bir eylem olanağı yaratır. [*6] Bu yüzden bizim genel görevimiz, Kuzey proletaryası ile Güney köylülerini örgütlemek ve bunlar arasında devrimci bir ittifak kurmaktır." [105] (abç)
      İşte Gramsci'nin tutuklanmadan önce yoğun olarak üzerinde çalıştığı "Güney Sorunu"nun gerekçesi bunlardır.


III.
İŞÇİ-KÖYLÜ İTTİFAKI VE "GÜNEY SORUNU"





      Bilindiği gibi Lenin, işçi-köylü ittifakını iki biçimde ele alır. Birinci olarak, burjuva demokratik devriminin tamamlanmadığı ülkelerde, emperyalist dönemde burjuvazinin devrimci misyonunu yitirmesi yüzünden, bu görevin proletarya tarafından yerine getirilmesi durumundaki işçi-köylü ittifakıdır. Bu durumda, proletarya, kesintisiz devrim esprisi içinde, feodalizme karşı tüm köylülükle birlikte mücadele eder. Bu amaçla oluşturulan işçi-köylü ittifakı, mevcut politik iktidarı ele geçirerek "işçi ve köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğünü" kurarlar. Ancak proletarya, devrimi sürekli kılabilmesi için, devrimde kendi hegemonyasını kurmak zorundadır. Bir başka deyişle, devrimin öncü gücü, ideolojik öncüsü proletarya olmalıdır. Aksi halde devrim süreci kesintiye uğrar ve geriye döner. İkinci biçim ise, sosyalist devrime ilişkin işçi-köylü ittifakıdır.
      "Burjuvazi ile proletarya arasındaki savaş bütün Avrupa'da gündemdedir. Bu savaş çoktan Rusya'ya ulaştı. Çağdaş Rusya'da devrime muhtevasını veren, savaş halindeki bu iki güç değildir, fakat heterojen ve farklı iki toplumsal savaştır. Birinci savaş, bugünkü otokratik düzenin bağrında verilmelidir ve köleliğe dayanır. Öteki, gözlerimiz önünde doğan geleceğin burjuva demokratik düzenin içinde yer alan savaştır. Biri özgürlük için (burjuva toplumunun özgürlüğü için), demokrasi için, yani halkın mutlak egemenliği için bütün halkın verdiği savaştır. Öteki, toplumun sosyalist örgütlenmesi için, işçi sınıfının burjuvaziye karşı yürüttüğü sınıf mücadelesidir. Şu halde karakteriyle, amaçlarıyla ve kavgada kesin tavır takınmaya yetenekli sosyal güçlerin bileşimi bakımından tamamen farklı iki savaşı aynı zamanda yürütmek gibi zor ve ağır bir görev sosyalistlere düşüyor." [106] (abç)
      Lenin'in ilk kez 1905 Rus Devrimi sırasında ortaya koyduğu demokratik halk devriminin temel güç birliği işçi-köylü ittifakını, kırsal bölgeleri tahlil ederek şöyle koyar:
      "Gerçekte, yakın ve uzak amaçlarıyla üç ayrı sosyal sınıf vardır: Büyük toprak sahipleri, varlıklı (zengin) köylüler ve kısmen orta-köylüler, ve nihayet işçi sınıfı. Böyle bir durumda işçi sınıfının görevinin iki yön taşıması zorunludur. Köy burjuvazisi ile her türlü kölelik zihniyetine karşı, tarım feodallerine karşı; kent işçi sınıfı ile birlikte köy burjuvazisine ve burjuva unsurlara karşı ... İşte köy işçi sınıfının ve onun sosyal-demokrat ideologunun izleyeceği siyasi çizgi budur." [107]
      Lenin'e göre, işçi-köylü ittifakı, parti içinde ve parti dışında olmak üzere ikilidir. Parti içinde, şehir ve kır işçi sınıfı ile yarı-proleter ve yoksul köylüler ittifakı söz konusudur. Orta ve zengin köylüler ile ittifak ise (köy burjuvazisi ve köy küçük-burjuvazisi de buna dahildir) parti dışında ve ayrı sınıf tabanları üzerinde olacaktır. Bir başka deyişle, bu ittifak, her iki tarafın partileri arasında olabilir. Yine de proletaryanın hegemonyası esastır. Bu ittifakla oluşturulacak yeni iktidar "işçilerin ve köylülerin demokratik-devrimci diktatörlüğü"dür. Bu evreden sonra devrim, proletarya tarafından sürekli kılınarak sosyalist devrime dönüştürülür. (Proletarya diktatörlüğü)
      Leninist işçi-köylü ittifakı, kesintisiz devrim perspektifi içinde öz olarak böyledir. Bu önbilgilerin ışığında yeniden Gramsci'ye geri dönelim:
      Gramsci, İtalya'da devrimin önündeki engeli, yani devrimin hedefi sınıf güçlerini "egemen sınıf bloku" olarak ifade eder. Bu sınıf bloku, Kuzey İtalya'nın sanayici ve bankacıları ile Güney İtalya'nın büyük toprak sahiplerinden oluşur. Bu "egemen sınıf bloku"na karşı yürütülecek mücadele, kaçınılmaz olarak Kuzey'in proletaryası ile Güney'in köylülerinin ittifakı ile olacaktır. Daha önce gördüğümüz gibi, Gramsci, Güney'de meydana gelebilecek bir silahlı ayaklanmanın proletaryaya büyük bir "eylem" olanağını yaratacağını söylemekte, politik iktidarın ilkin kentlerde ele geçirileceğini savunmaktadır. Şüphesiz Güney köylülerinin ayaklanması ile Kuzey'de yoğunlaşmış olan devletin zor güçleri Güney'e yönelecek ve böylece Kuzey kentlerinin proletarya tarafından ele geçirilmesi daha kolay mümkün olacaktır. (Zaten "egemen sınıf bloku"nun silahlı güçleri -ordu- köylülükten oluşmaktadır.) Ama, Güney'de yoğunlaşan "burjuvazinin silahlı güçleri" karşısında köylüler ne yapacaktır? Kuzey'de kentleri ele geçiren proletaryanın Güney köylülerinin yardımına koşabilecek kadar hızla sonuca gitmesi mümkün olabilecek midir? Bu ve benzeri bir dizi soru, sonuçta, Güneydeki ayaklanmanın, bir ölçüde kendi yazgısına bırakıldığını göstermektedir. Zaten kentlerde iktidarı ele geçiren proletarya, her şeyden önce iktidarını kentlerde sağlamlaştırma gibi bir görevle de yüz yüzedir.
      Görüldüğü gibi, Gramsci, daha sorunun başında -çıkış noktasında- yetersiz ve yanıtlanması olanaksız ve de ethik pek çok soru ve sorunla yüzyüzedir. Ne yazık ki, "Güney Sorunu" üzerine çalışırken, bu soruları yanıtlayacak pek az şey söyleyebilmektedir. (İlerki yıllarda bu sorunlardan kurtulmak için "sivil toplum" un gücünü öne çıkartmak zorunda kalmıştır.)
      Egemen sınıf blokuna karşı -yukarda gördüğümüz nedenle- temel gücün işçi-köyü ittifakı olacağını söyleyen Gramsci, genel bir devrimci görevi yineler ve bu görevi PCI'nin temel (ve de genel) görevi olarak belirler. Bu noktadan sonra Gramsci, Güneyi incelemeye başlar. Bu irdelemesi onu Güneyde bir başka blokun, "tarımsal blok"un olduğu sonucuna ulaştırır.
      "Güney toplumu ... kişiliksiz ve dağınık büyük köylü yığınları, kırsal küçük ve orta burjuvazi aydınları, büyük toprak sahipleri ve büyük aydınlar gibi üç toplumsal katmandan oluşmuş büyük bir tarımsal bloktur." [108] (abç)
      Güney'de bu "tarımsal blok"un mevcudiyeti, proletaryanın köylülükle ittifakı önünde engeldir. Proletarya bu bloku parçaladığı, dağıttığı oranda ittifakı kurabilir.
      "Proletarya, Güneydeki tarımsal bloku, yoksul köylüler yığınını kendi partisi arasından, durmadan daha önemli özerk ve bağımsız örgütler içinde örgütleme başarısını gösterdiği ölçüde yıkacaktır; ama o, eğer tarımsal blokun bükülgen ancak çok dayanıklı temeli olan entellektüel bloku dağıtma yeteneğine sahipse, az çok başarı gösterecektir." [109] (abç)
      Böylece Gramsci'nin tahlilinde iki önemli nokta ortaya çıkmaktadır.
      Birincisi, yoksul köylülüğün "özerk ve bağımsız örgütler içinde" örgütlenmesi; ikincisi, "entellektüel blok"tur. Gramsci' nin yoksul köylülüğü "özerk ve bağımsız örgütler" içinde örgütleme düşüncesi, Kuzey proletaryası için önerdiği -Ordine Nuova'da- "fabrika konseyleri"nin eşdeğeridir. (Köylü Konseyleri)
      "Entellektüel blok" saptaması ise, belki Gramsci'nin tüm teorik değerlendirmelerinin geleceğini belirleyecek niteliktedir. Bu blok, neredeyse "Güney sorunu"nun odak noktasını oluşturmaktadır. Öte yandan Güney köylülerinin örgütlenmesi sorunu ya da proletarya ile ittifakı, devrimin temel ve birincil sorunu olarak konulduğuna göre, doğal olarak Güneydeki "entellektüel blok" devrim sorununun odak noktası haline gelmektedir. Öyle ki, Güneyde köylü konseylerinin oluşması ya da oluşturulması bile, genel olarak "tarımsal blok"un, özel olarak da bu blokun "temeli" olan "entellektüel blok"un dağıtılmasına bağlıdır. Proletarya ve onun partisi, bu "entellektüel bloku" nasıl dağıtabilir? Gramsci'nin bu soruya verdiği yanıt, proletarya ve partisinin kendisi bir entellektüel güç ve blok olması gereğidir.
      "Proletarya bakımından bir ya da birkaç aydının, bilimsel olarak programını ve öğretisini benimsemesi, proletarya içinde erimesi, proletaryanın tamamlayıcı parçası haline gelmesi ve kendini öyle görmesi elbette önemli ve yararlıdır. Ama proletarya, sınıf olarak örgütleyici öğeler bakımından yoksundur, kendi öz aydınlar katmanına sahip değildir, ve bu katmanı kendine ancak çok yavaş, çok güç ve ancak devlet iktidarını eline geçirdikten sonra oluşturabilir." [110] (abç)
      Proletaryanın, burjuvazinin entellektüel yönetimini ve kültür tekelini, ancak politik iktidarı ele geçirdikten sonra dağıtabileceğini kabul eden Gramsci, böyle bir durumun pratik yararını da görmemektedir. Öyle ya, eğer Güneydeki "tarımsal blok"un temeli "entellektüel blok", proletaryanın entellektüel gücü ile kırılamazsa, yapılacak şey oturup beklemek olmayacak mıdır? Ama sorun Gramsci tarafından kolayca çözülür: Madem proletarya, kendi entellektüel gücünü -ki bu kendi aydınlarını yetiştirmekle sağlanır- devlet iktidarının fethinden sonra yaratılabilecekse, bu durumda tek seçenek, mevcut aydınları kazanmaktır. Ancak öyle "bir ya da birkaç aydın" değil, bir entellektüel güç oluşturacak boyutta ve sayıda aydın proletarya saflarına kazanılmalıdır. Bu da, mevcut "entellektüel blok"un içinde "organik" bir kopma olması demektir.
      "... aydın yığını içinde, tarihsel olarak belirginleşmiş, organik nitelikte bir kopmanın gerçekleşmesi, yani yığınsal topluluk olarak, terimin modern anlamında, yani devrimci proletaryaya yönelik bir sol eğilimin oluşması da aynı derecede önemli ve yararlıdır. Proletarya ile köylü yığınlarının ittifakı bu oluşmayı gerektirir." [111] (abç)
      Gramsci'nin "Hapishane Defterleri"nde özel bir yere sahip olan ve kimi yazarlarca Gramsci'nin "en önemli saptaması" ve hatta Marksizme "katkısı" olarak ifade ettikleri "aydınlar" konusu böylece ortaya çıkmaktadır. Cezaevine girmeden önce geldiği noktayı daha iyi anlamak için aydınlar konusundaki yaklaşımını "Güney Sorunu" adlı yazısında nasıl koyduğunu görelim:
      "Her ülkede, aydınlar katmanı kapitalizmin gelişmesiyle kökten dönüştürülmüştür. Eski tip aydın, özsel olarak köylü ve zanaatçı tabanlı bir toplumun örgütleyici öğesiydi; devleti örgütlemek için, ticareti örgütlemek için, egemen sınıf özel bir aydın tipi geliştirdi: teknik kadro, uygulamalı bilim uzmanı. Ekonomik güçlerini, ulusal etkinliğin büyük bir bölümünü soğuracak derecede kapitalist bir yönde gelişmiş bulunan toplumlarda, bütün entellektüel düzen ve disiplin özellikleriyle birlikte, işte bu ikinci tip aydın baskın çıktı. Tersine, tarımın hâlâ önemli ya da büsbütün üstün bir rol oynadığı ülkelerde, devlet personelinin en büyük bölümünü sağlayan, ve hatta, yerel olarak, köyde ve kırsal kasabada, köylü ile genel olarak yönetim arasında aracılık işlevini gören eski tip baskın kalmıştır. Güney İtalya'da bu tip egemendir." [112] (abç)
      İşte Gramsci'nin hapishaneye girmeden önce ve hapishanede kendine özgü bir terminolojiyle geliştireceği görüşlerinin başlangıç noktası budur. Burada Gramsci, tam olarak netliğe ulaşmış değildir. Sorular soruları takip etmektedir. Basit bir indirgemeci mantıkla sorunun özünün aydınlar olduğuna inanmış bir hali varsa da, proletaryanın mevcut düzen içinde kendi aydınlarını (yetişmiş personel) yaratamayacağını kabul etmektedir. Böyle bir durumun, proletaryanın "ancak devlet iktidarını ele geçirdikten sonra" mümkün olabileceğini kabul eder. Bu boyutu ile II. Enternasyonal oportünizminin kadrolar politikasından (aydınların yetiştirilmesi) ayrılarak, Leninist bir tutum içinde kalır. Ama daha ilerde göreceğimiz gibi, bu onun belki de son Leninist anlayışıdır.
      Şimdi Gramsci'nin bütünsel ve olgunlaşmış haliyle teorik görüşlerini ele alabiliriz.

Üçüncü Bölümün Dipnotları


[*1 Ancak bu devrim biçiminin kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ülkelerde gerçekleşmiş olması, aynı biçimin kapitalizmin dış dinamikle geliştiği ülkelerde de olabileceği anlamında yorumlanmamalıdır. Sürecin kendiliğinden ilerleyişi ile feodalizmin kaçınılmaz tasfiyesi, doğal olduğu için devrim olarak tanımlanamaz. Junker tipi geçiş, iç dinamikle gelişen kapitalizmin olduğu ülkeler içindir.
[*2 Bkz: Gramsci: 9 Şubat 1924 tarihli mektubu. 
[*3 İtalya'daki Eylül 1920 fabrika işgallerinde üretimin sürdürülmesi olayı, dünya proleter hareketinde sık görülen bir durumdur. Daha doğrusu, doğrudan fabrika işgali üretimin sürdürülmesi olarak, fabrikaya işçilerin el koymasıdır. Ancak bu eylem biçimi, ürünlerin dağıtımı ve satımı ile yeni hammadde bulma sorunu yüzünden uzun süreli bir biçim olamamaktadır. Bugüne kadar görülen en uzun fabrika işgali 1970'lerde Fransa'da Lipp saat fabrikasında gerçekleştirilmiştir. 
[*4 Bu tür taktiklere, yani partinin politikasına ilişkin raporlar, komünist partilerde en etkili kişilerce -parti genel sekreterleri gibi- hazırlanır. Bordiga'nın raporu hazırlaması onun parti içindeki gücünü göstermektedir .
[*5 "Güney sorunu", her zaman İtalya'da önemli olmuştur. Güney bölgesinin Kuzey'e göre geri kalmışlığı, daha önce belirttiğimiz gibi, iki bölge arasında büyük farklar oluşturmuştur. Ulusal birliğin önemli bir engeli olarak varlığını sürdüren "Güney sorunu", zaman içinde "Güneycilik" denilen bir milliyetçi ve bölgeci anlayışın doğmasına yol açmıştır. Gramsci'nin ilk politik formasyonunda, bu eğilim özel bir yere sahiptir. Gramsci'nin "Güney sorunu"nun çözümünde "Federal Sosyalist Cumhuriyet"i savunması, Güney-Kuzey ilişkisini bir ulusal sorun düzeyinde ele aldığını göstermektedir. Zaman içinde bu düşüncesini korumakla birlikte, sorunun "kent-kır çelişkisi"nden kaynaklandığı biçiminde düzeltmeler yapmıştır.
[*6 Aynı yaklaşım ülkemizde de 1970'lerin başlarında -ama ters ilişki olarak- yer yer görülmüştür. İ. Kaypakkaya'nın Adana proletaryasının ayaklanması ile kırsal bölgelerde kurtarılmış bölgelerin yaratılması üzerine değerlendirmesi buna bir örnektir. Ancak Gramsci, buna önkoşul olarak işçi-köylü ittifakının somut olarak gerçekleştirilmesini koyar.
[84 Gramsci: Avanti, 26 Haziran 1919, Vol: 13, No: 176 
[85 Gramsci: Ordine Nuovo, 2 Ağutos 1919, Vol: 1, No: 12 
[86 Gramsci: Ordine Nuovo, 2 Ağutos 1919, Vol: 1, No: 12
[87 Gramsci: Ordine Nuovo, 12 Temmuz 1919, vol: 1, No: 9 
[88 Gramsci-Togliatti: Ordine Nuovo, 21 Haziran 1919, vol: 1, No: 7 
[89 Gramsci: Ordine Nuovo, 13 Eylül 1919, vol: 1, No: 18 
[90 Gramsci: Ordine Nuovo, 13 Eylül 1919, vol: 1, No: 18 
[91 Gramsci: Ordine Nuovo, 11 Ekim 1919, vol: 1, No: 21
[92 Gramsci: Ordine Nuovo, 11 Ekim 1919, vol: 1, No: 21
[93 Bordiga: Il Sovyet, Ocak-Şubat 1920, vol: 3, No: 1-7
[94 Bordiga: Il Sovyet, Ocak-Şubat 1920, vol: 3, No: 1-7
[95 Bordiga: Il Sovyet, Ocak-Şubat 1920, vol: 3, No: 1-7
[96 Bordiga: Il Sovyet, Ocak-Şubat 1920, vol: 3, No: 1-7
[97 Gramsci: Fabrika Konseyleri - Ordine Nuovo, 5 Haziran 1920, vol: 2, No: 4
[98 Gramsci: Fabrika Konseyleri - Ordine Nuovo, 5 Haziran 1920, vol: 2, No: 4
[99 Gramsci: Fabrika Konseyleri - Ordine Nuovo, 5 Haziran 1920, vol: 2, No: 4
[100 Komintern II. Dünya Kongresi, İşçi Sovyetlerine İlişkin Ana İlkeler-Ağustos 1920
[101 Gramsci: Ordine Nuovo'nun günlük yayınlanan sayısından 
[102 Bkz: Gramsci: Politic Writings, 1921-1926
[103 Gramsci: Selection from Prison Notebooks, Introduction, Lawrence and Wishart -London -1978
[104 Gramsci: Selection from Prison Notebooks, Introduction
[105 Gramsci: PCI-MK Tutanağı -Kasım 1925
[106 Lenin: İki Taktik
[107 Lenin: İşçi ve Köylü İttifakı, s: 10
[108 Gramsci: Alcuni Temi Della Gestione Meridonale ("Güney Sorunu") 
[109 Gramsci: Alcuni Temi Della Gestione Meridonale ("Güney Sorunu") 
[110 Gramsci: Alcuni Temi Della Gestione Meridonale ("Güney Sorunu") 
[111 Gramsci: Alcuni Temi Della Gestione Meridonale ("Güney Sorunu") 
[112 Gramsci: Alcuni Temi Della Gestione Meridonale ("Güney Sorunu")

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
GRAMSCİ VE "HAPİSHANE DEFTERLERİ"


      Gramsci, 1929 Kasımı'nda tutuklanmasıyla birlikte, PCI' nin pratik faaliyeti üzerindeki etkisini yitirmiş olduğu düşünülebilir. Ancak bu, tam olarak doğru sayılmaz. Tutukluğunun ilk yıllarından itibaren, PCI'nin pek çok kadrosuyla birlikte bulunmuş ve onların eğitimi ile yakından ilgilenmiştir. İlk gönderildiği Ustica adasındaki cezaevinde pek çok PCI militanının yanı sıra Bordiga da bulunuyordu. Burada kaldığı sürede, Bordiga ile birlikte politik eğitim çalışmaları örgütleyen Gramsci, bu çalışmalarda tarih ve coğrafya dersleri veriyordu. Bordiga ise, bilimsel gelişmeler üzerine diyalektik konusunu işleyen dersler veriyordu. Bir süre sonra Ustica cezaevinden başka bir yere sevk olan Gramsci, 1929 Şubatı'nda Turi cezaevinde nispeten kalıcı hale gelmesiyle birlikte, düzenli bir çalışma olanağını sağlayabilmiştir. Turi cezaevinde yoğun bir teorik çalışmaya giren Gramsci, yazdığı yazılar ile geride önemli bir metinler topluluğu bırakıyordu. "Hapishane Defterleri" adı ile bilinen bu yazılar, herşeyden önce faşist bir rejim altında ve bu rejimin hapishanesinde yazılmış olduğu için özel bir değere sahiptir. Yer yer Ezop dilinin kullanıldığı bu yazılar, kendi içersinde bir bütün oluşturur.
      "Hapishane Defterleri", ele aldığı konular yönünden oldukça zengin olmakla birlikte, metinler doğrudan birbiriyle ilişki içersinde yazılmamıştır. Ancak bu sakıncalı durumuna rağmen, bu metinler, Gramsci'nin tüm ekonomik, politik ve ideolojik görüşlerini tam olarak ifade eder. Üstelik bu "Defterler"de ele alınan konular, tümüyle Gramsci'nin pratik-politik-örgütsel çalışmaları ve PCI içindeki teorik tartışmaları ile örtüşür. Bu boyutu ile "Defterler"deki görüşler yeni değildir ve çoğu "Ordine Nuovo" döneminden beri süregelen, ama tam olarak netleşmemiş yahut yeterince gerekçelendirilmemiş görüşlerinin ifadeleridir. Nitekim 1933 yılında Gramsci ile aynı hapishanede yatan bir PCI militanının PCI Merkez Komitesine verdiği raporda belirtilenler, Gramsci'nin görüşlerinin 1926 öncesinin devamı olduğunu göstermektedir.
      Sözü geçen raporda Gramsci'nin ortaya koyduğu sorunlar ve görüşler şöyle sıralanmaktadır:
      "1) Parti, proletaryanın organik aydınlarından oluşmalıdır; 2) Burjuva devlet iktidarını ele geçirme yeteneğinde bir askeri örgütlenmeye gerek vardır, ancak bu askeri örgütlenme sözcüğün dar-teknik anlamında değil, politik anlamında olmalıdır; 3) Yönetici sınıfa karşı proletaryanın kendisine müttefikler kazanmasının birincil aracı 'kurucu meclis' sloganı olmalıdır; 4) Komintern'in V. Dünya Kongresi sloganı olan 'işçi ve köylü hükümeti' sloganı eskimiştir, bunun yerine 'İşçi ve Köylü Sovyetleri Cumhuriyeti' sloganı konulmalıdır; 5) Faşizm, burjuva gericiliğinin özgül bir biçimidir; onun için de finans-kapitalin artan egemenliği ile karakterize olur. Faşizmin kökeni İtalyan tarihsel gelişiminin bazı özgül özelliklerinde aranmalıdır -gerçek bir burjuva devriminin olmaması (İtalya'da burjuva devrimi tamamlanmamıştır, ama faşizmin kendisi burjuva devriminin çarpık İtalyan biçimidir), katolik kilisesinin ağırlığı vb.-; 6) İktidarın proletarya tarafından fethi için nesnel koşulların tümü mevcuttur, eksik olan iktidarın fethinin önkoşulu olan proletaryanın köylülük üzerindeki hegemonyasıdır ve bunu sağlamak acil görevdir." [113] (abç)
      Athos Lisa'nın PCI Merkez Komitesine verdiği bu raporda görüldüğü gibi, Gramsci'nin üzerinde durduğu konular ve bunlara önerdiği çözümler, tümüyle 1926 öncesinden gelen sorunlar ve çözümlerdir. Bu süreklilik ve bağlantı özellikle önemlidir. [*1]
      Sık sık Gramsci'nin, Marksizm-Leninizmin o güne kadar ele almadığı (!) sorunlarla ilgilendiğini ya da üst yapılar gibi önemli bir konuda yeni tezler ileri süren bir kuramcı olduğu şeklinde savlar ileri sürülebilinmektedir. Kimileri daha da ileri giderek, "Hapishane Defterleri" ile Gramsci'nin PCI'nin Genel Sekreteri olduğu dönem arasına kalın çizgiler çekmektedir. Böylece Gramsci, içinden geldiği PCI pratiğinden soyutlanmaktadır. Oysa geçmiş dönemin pratiği ile doğrudan bağlantı içersinde olan Gramsci, sadece "Defterler"de düşüncelerini daha açık sergilemektedir. Bu yanlış değerlendirmelere ilişkin olarak Portelli, "Gramsci ve Tarihsel Blok" adlı incelemesinde şöyle yazmaktadır:
      "'La pensce politique de Gramsci' irdelemesinde J-M Piotte, Gramsci'nin Quaderni'deki ('Hapishane Defterleri') çözümlemesinin, Rus örneğini İtalya'ya 'uydurmaya' çalıştığı Ordine Nuovo dönemine göre, bir dönüm noktası gösterdiğini saptar." [115] (abç)
      Böyle bir değerlendirme, Gramsci'nin eski düşüncelerinden, yani Ordine Nuovo dönemi görüşlerinden -ve tabii 1924-26 arasındaki PCI yöneticiliği dönemindeki- vazgeçtiği anlamına gelir ki, Gramsci'nin kendisi hiç de öyle düşünmez. Ona göre Rus örneği, hiç de "Doğu"lu sayılamaz. Çünkü Lenin, Gramsci'ye göre, gerçek bir "Batıcı"dır.
      "... bir 'batıcı' gibi görünen Bronstein (Troçki) aslında kozmopolit, yani yüzeysel biçimde ulusal ve aynı biçimde Batıcı ya da Avrupalı olduğu söylenebilir. Oysa İlyiç (Lenin) esaslı biçimde ulusal ve gene aynı biçimde Avrupalıydı." [116]
      "Ne var ki, temel görev ulusalken, alanın keşfini, sivil toplum vb. ögelerince simgelenen siper ve istihkam ögelerince belirlenmesini gerektirirken, İlyiç'in (Lenin) kendi formülünü geliştirmeye vakti yoktu." [117] (abç)
      Bundan öte "Defterler"de sık sık "praxis felsefesinin çağdaş en büyük ustası" olarak Lenin'e atıf yapan Gramsci için, Rus Devrimi "Doğulu" olsa bile, bunun teorisyenleri, yöneticileri ve teorisi hiç de "Doğulu" değildir. Daha 1924'de Bordiga'ya ilişkin olarak yazdığı mektupta bunlardan söz etmektedir. (Bkz: Gramsci'nin 9 Şubat 1924 tarihli mektubu.)
      Diyebiliriz ki, Gramsci, temelde bir Marksist ve bir Komünist Partisi yöneticisi olarak, her zaman proletarya devrimi sorunu ile ilgilenmiştir. Gramsci, ancak bu bağlamda ele alındığında yerli yerine oturur ve onun teorik yanılgıları da bu bağlamda değerlendirilmelidir ve değerlendirilebilinir. Tersi bir yaklaşım, her şeyden önce onu soyut akıl yürütmelerle felsefe yapan biri durumuna indirger.
      Gramsci'nin devrim sorunu ile olan bağlantısı, onu tüm toplumu irdelemeye ve buna bağlı olarak devrim için bir strateji oluşturmaya yöneltmiştir. Onun devrim stratejisini kavramak için, öncelikle onun dayandığı tahlilleri ve teorik yargılarını ele almak gereklidir. İşte bu tahliller, yargılar ve bunların üstünde yükselen stratejisi -en geniş biçimde- "Hapishane Defterleri"nde ele alınmıştır. Biz de buna uygun olarak incelememizi sürdüreceğiz.
      Gramsci'nin dünya, toplum tahlillerine ve devrim stratejisine girerken şu unutulmamalıdır: Dünyayı ayrı yorumlayanların, onu değiştirme tarzları da ayrı olacaktır.



I.
TOPLUM VE AYDINLAR



      Gramsci'nin toplum tahlillerinde Marks ve Engels'in bazı yapıtları özel bir yere sahiptir. Özellikle "Alman İdeolojisi" ile "Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı"nın "Önsöz"ü, hemen hemen onun tüm teorik öncüllerini sağlayan yapıtlardır. Ve bu yüzden kolaylıkla Hegel'e ve Hegel terminolojisine geçebilmiştir. Ancak Marks-Engels'in ortaya koyduğu bu teorik öncüllerin, zaman içinde nasıl gelişip derinleştiği, Gramsci'nin pek dikkat etmediği bir olgudur.
      Gramsci, Marks'ın "Katkı"nın "Önsöz"ünden yola çıkarak, ilkin, insanlık tarihinin belirli evrelerinde alt-yapı (üretim ilişkileri) ile üst-yapı arasında organik bir bağ olduğunu düşünür. Yani belirli bir toplumda, o toplumun temeline uygun düşen ve onun üstünde yükselen bir üst-yapı bulunur. Bu iki yapı arasında tam bir uygunluk vardır ve bu uygunluk "tarihsel" niteliktedir, yani geçicidir, ve iki yapı birlik, bir "blok" oluştururlar. (Gramsci'nin "tarihsel blok" tanımı budur.)
      "Tarihsel blok kavramı, yani doğa ile tin (yapı ile üst yapı) arasındaki birlik, zıtların ve farklılıkların birliğidir." [118] (abç)
      Gramsci'nin bu "tarihsel blok" kavramı, kimi yazarlarca fazlaca önemsenmemiştir, ama kimilerince ise, Portelli'de olduğu gibi, nerede ise Gramsci'nin teorik saptamalarının en önemli kısmı, özü ve temeli olarak öne çıkartılmıştır. Ancak bu öne çıkartanların da kabul ettiği gibi, bizzat Gramsci bu kavramı fazlaca kullanmaz. Portelli'nin değerlendirmesiyle söylersek, "Defterler' de bu kavrama ancak birkaç şematik anıştırmada bulunur: çoğu kez sosyo-ekonomik yapıyla politik ve ideolojk üst-yapı arasındaki birliğin kısa yoldan olumlanması sözkonusudur." [119] (Portelli böyle belirtmesine rağmen, Gramsci, herşeyden önce "sosyo-ekonomik yapı"yı tanımaz, ve onun değerlendirmesinde sosyal yapı ile ekonomik yapı arasında bir ayrım yapılmak zorundadır.)
      Gramsci'nin "tarihsel blok" kavramına bunca az değinmesinin nedeni açıktır: Yapı ile üst-yapı arasındaki zorunlu uygunluk yasası, Marks'ın önemli saptamalarından birisidir ve Marks tarafından oldukça açık biçimde ifade edilmiştir. Deyim yerindeyse, bu temel saptamanın "olumlanması", Marksist olmanın ilk koşulu sayılabilir. Ama terminolojik farklar belli bir "metodoloji" sorununa indirgenince -ki Gramsci böyle yapmıştır-, "olumlama" tek başına yeterli olmamaktadır.
      Gramsci, sık sık "Katkı"nın "Önsöz"üne yaptığı atıflarla, bir toplumun ya da "tarihsel blok"un yerine yeni bir toplumun ya da "tarihsel blok"un geçebilmesinin nesnel koşullarını vurgular. Ancak bu nesnel koşulların mevcut olduğunda, yani üretici güçler ile mevcut üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin antagonizma kazanması söz konusu olduğunda ve böyle bir çağda yaşarken fazlaca söz söylemek gereksizdir de. Bu nedenle Gramsci temel üzerine fazlaca söz söylemez ve söyledikleri de Marks'ın sözlerinin yenilenmesi şeklinde olmaktadır.
      "Belirli bir dönemin tarihinde işleyen güçlerin doğru çözümlenmesi ve bunların ilişkilerinin belirlenmesi için gereken, yapı ve üst-yapı ilişkileri sorununun tam olarak konulmasıdır. İki ilkenin ışığında yürümek gerekir: 1) Hiçbir toplum, çözümleri gerekli ve yeterli koşulları hiç olmazsa görünme ya da gelişme durumunda olmayan problemler yüklenmez; 2) Hiçbir toplum, ilişkilerinin kapsadığı bütün yaşam biçimlerini tüketmeden dağılamaz ve onun yerine başkası geçemez." [120]
      Aynı konuda Gramsci, bir başka yerde şöyle bir değerlendirme yapmaktadır:
      "... tarihsel olayların nesnel koşullarıyla öznel koşulları arasındaki ilişkilere ait sorunu açıklıkla ortaya koymak gerekir. Ayrım basit tarafından öğretici niteliğe sahip olduğundan, adına nesnel denilen koşulların varlığı durumunda öznel koşulların da hiçbir zaman eksik olmayacağı açıkça görünmektedir. Bu durumda tartışma öznel koşulların ölçü ve yoğunluğuna ve dolayısıyla karşıt öznel güçlerin arasındaki diyalektik ilişkiye gelip dayanabilecektir." [121] (abç)
      Gramsci'nin belirttiği bu durum, yani nesnel koşulların mevcudiyeti durumunda öznel koşullara ilişkin irdeleme, onda "durum tahlili" ve "güç ilişkileri" olarak ifade edilir. Bir toplumun yerine yeni bir toplumun geçmesinin nesnel koşullarının mevcudiyeti, Gramscici tahlilin özünü oluşturur. Bir başka deyişle, Gramsci, emperyalist dönemde sosyalist devrimin nesnel koşullarının mevcut olduğu temelinden hareket eder. Nesnel koşulların önemini ve belirleyiciliğini şöyle ifade eder:
      "Nesnel, kişilerin iradesinden bağımsız, fizik bilimlerine özgü sistemlerle ölçülebilir, yapıya sıkı sıkıya bağlı toplumsal güçlerin arasındaki ilişki. Üretimdeki maddi güçlerin gelişme düzeyine oturan toplumsal gruplaşmalar oluşur, bunların her biri bir işlevi simgeler ve bizzat üretimin belirlediği bir yere sahip olur. Bu ilişki neyse odur, başkaldıran bir gerçektir. Hiç kimse girişimlerin ve buralarda çalışanların sayısını, kentlerin ve bunların belirli nüfuslarının sayısını, vb. değiştiremez. Bu temel düzen, değişmesi için toplumda gerekli ve yeterli koşullar var mıdır, bunun incelemesine olanak tanır, yani taplumun kendi bağrında, gelişmesi sırasında yarattığı çelişkiler alanında doğmuş olan farklı ideolojilerin gerçeklik ve gerçekleşebilme düzeyinin denetlenmesine olanak tanır." [122] (abç)
      Görüldüğü gibi nesnel koşullardan söz ederken Gramsci, doğrudan Marks'ın "Katkı"sına başvurmaktadır. Marks'ın "doğa bilimleri kesinliğiyle belirlenebilen iktisadi üretim koşulları"[123] (abç), Gramsci'de "fizik bilimlerine özgü sistemlerle ölçülebilen, yapıya sıkı sıkıya bağlı toplumsal güçlerin arasındaki ilişki" niteliği alması fazlaca önemli değildir. Yeter ki bir başka alanda, bu nüans farklarının derinleşerek, temel bir farklılık haline gelmesin.
      İşte nesnelliği bu şekilde ele alan Gramsci, bunun var olduğunu kabul ederek, her Marksist gibi, tüm dikkatini ikinci kısma, yani öznel koşullara yöneltir. Bu noktadan itibaren üst-yapı gündeme girer. Ancak bu tutumu, temeldeki değişmelerin sona erdiği biçiminde bir yaklaşımı da beraberinde getirir. Böylece kendi içinde hareket eden üst-yapıyla yüz yüze gelinir. Oysa bilindiği gibi, ekonomik temel, belirleyici niteliği ile, zaman içinde üst-yapının hareketlerini "etkiler" ve onları "yönlendirir". Emperyalist dönemde, devrimin, yani kapitalist toplumdan yeni (sosyalist) topluma geçmenin nesnel koşulları var olsa da, temelde pek çok değişiklikler olmaktadır ve olacaktır. Bunların en açık ifadeleri, yaşanılan bunalım dönemleridir. Gramsci, bir kez alt-yapı ile ilişkisi belirlendikten sonra, artık kendi içinde devinen bir üst-yapı ilişkileri kurmakla, ilk yanılgısını sergiler.
      "Şimdilik, üst-yapılarda iki büyük düzey kurulabilir: 1) 'Sivil Toplum' basamağı diyebileceğimiz düzey, yani kabaca 'özel' denilen organizmaların tümünü içine alan basamak; 2) 'Politik toplum ya da devlet' düzeyi. Bunlar egemen grubun bütün toplum üzerindeki 'egemenlik' görevini karşıladıkları gibi, devlette ve hukuksal yönetimde dile gelen 'doğrudan doğruya baskı' ya da komuta görevini de karşılamaktadır. Bunlar da örgütlenme ve birleştirme görevleridir. Aydınlar egemen sınıfın 'vekilleri'dir. Yerine getirdikeri görevler toplumsal hegemonya ve politik yönetimdir, yani:
      1) Halkın büyük çoğunluğunun egemen temel grup aracılığıyla toplum yaşamına çizdiği yöne 'kendiliğinden' verdiği onay (ki bu onay tarihsel olarak ve egemen grubun üretim dünyasındaki görevi dolayısıyla kazandığı saygınlıktan, dolayısıyla güvenden doğar);
      2) Gerek aktif, gerek pasif olarak hiçbir 'onay'a yanaşmayan grupların 'yasa yoluyla' disiplini sağlayan devletin zorlama aygıtı. Yine de bu aygıt, 'kendiliğinden' onay niteliği kazanmaması halinde kumanda ve yönetimde meydana gelebilecek bunalım anları göz önünde tutularak toplumun tümü için kurulmuştur." [124] (abç)
      Gramsci, iki düzeyde ele aldığı üst-yapıyı bir başka yerde şöyle tanımlar:
      "Bu çalışma, politik toplum (ya da diktatörlük, yahut belirli bir momentte özgül bir ekonomik ve özgül bir üretim tarzıyla halk kitlelerini uyum haline sokan zorlama aygıtı) ile sivil toplum (ya da kilise, sendikalar, okullar, vb. gibi özel denilen örgütler aracılığıyla bir sosyal grubun tüm ulusal-toplum üzerindeki hegemonyası) arasında bir denge olarak değil, genellikle politik toplum olarak kavranan devlet kavramının belirlenmesine yönelmiştir." [125] (abç)
      Görüldüğü gibi Gramsci, bir toplumda temel (yapı) üzerinde yükselen üst-yapıyı iki ana bölümde ele almaktadır: Sivil toplum ve politik toplum. Bunlardan sivil toplum, egemen sınıfın hegemonyasının kurulduğu alandır. Gramsci, bu hegemonyanın "özel" kurumlar aracılığıyla sağlandığını ve bunun kitlelerin egemen sınıf/sınıflara "kendiliğinden" verdiği "onay" (consensus) olduğunu, yani egemen sınıf/sınıfların meşruluğunu kitlelere kabul ettirdiği, ya da kitlelerin bu meşruluğu kabul ettiği ve onların istemleri doğrultusundaki kararları -karşı çıkmaksızın- kabul ettiklerini belirtir. Sivil toplumda zorlama yoktur, onun yerine, özel kurumlarla ve aydınlar aracılığıyla halk kitlelerini ya da "alt bağımlı grupları" ikna ederek "egemen gruplara" bağlamaları söz konusudur. Egemenliğin gerçek ve en az direnmeye yol açan biçimi budur, Gramsci için. Bir başka deyişle, egemen sınıf olmanın önkoşulu, sivil toplumda hegemonya kurmaktır.
      "Bir sınıf iki biçimde egemendir, yani 'yöneten' ve 'egemen'. O, kendi müttefiki olan sınıfların yöneticisi, düşmanı olan sınıfların egemenidir. Bu yüzden, bir sınıf iktidarı ele geçirmeden önce 'yöneten' olabilir (ve olmalıdır da); iktidarı ele geçirdikten sonra egemen olur, ama 'yöneten' olmayı da sürdürür ... Hükümet iktidarının fethinden önce bir 'politik hegemonya' olabilir ve olmalıdır da." [126] (abç)
      "Bizim çalışmamızın dayanması gereken metodojik kriter şudur: Bir sosyal grubun üstünlüğü 'egemenlik' ve 'entellektüel ve moral yönetim' şeklinde iki biçimde kendini belli eder. Bir 'sosyal grup' tasfiye etmek ya da silahlı güç aracılığıyla boyun eğdirtmek istediği antagonistik grupların egemeni; yakın ve müttefiki grupların yöneticisidir. Bir sosyal grup, daha hükümet iktidarının fethinden önce yönetici olabilir ve hatta olmalıdır da (iktidarın fethinin başlıca koşullarından biri de budur). Sonra iktidarı kullanırken, ve hatta onu eğer elde tutuyorsa egemen duruma gelir, ama yönetici olmaya da devam eder." [127] (abç)
      Bu ifadelerle Gramsci'nin teorik tahlillerinin temeli ve de amacı iyice açıklık kazanmaktadır. İlk anda üst-yapıda yaptığı genel ayrım, Marksist saptamalarla çakıştığı söylenebilir. Marks ve Engels'in egemen sınıfın "siyasal egemenlik" ve "entellektüel yönetim"den söz ettiklerini ilk bölümde görmüştük. Görüldüğü gibi, Gramsci de "egemenlik"ten, "entellektüel ve moral yönetim"den söz etmektedir. En genelde sözcük farklılıkları ya da fazlalıkları dışında bir ayrım görünmemektedir. Egemen sınıfın her zaman ve durmaksızın zor kullanmadığı da bilinen bir gerçektir. Ve gene bilinmektedir ki, egemen sınıf kendisine bağlı sınıflara karşı tutumu ile düşmanı yani kendisini yok etmek isteyen sınıfa karşı tutumu farklıdır ve farklı olmak zorundadır. Ama Gramsci'de sorun bu kadar yalın ve benzeş değildir. Onda "egemenlik"in "politik toplum" ya da "devlet olarak", "entellektüel ve moral yönetim"in "sivil toplumda özel örgütler" aracılığıyla görünmesi önemli bir nokta oluşturur.
      Daha önceki bölümlerde gördüğümüz gibi, Marksizm-Leninizmde (özellikle Marks ve Engels'in yapıtlarında) üst-yapı bir bütün olarak ideolojik oluşumlardır. Bu yapı kendi içinde değişik bölümlere ayrılabilir. Marks ve Engels politik yapı ile entellektüel üretim dünyasını, ya da ideolojik şekilleri birbirinden ayırırlar, ancak bu ayrım organik olmadığı gibi, salt bir yöntembilimsel (metodojik) de değildir. Politik yapı, yasama-yürütme-yargı bütünselliği içinde devleti kapsar. Özellikle yasama organında yer alan siyasal partiler de böylece politik yapının, dolayısıyla devletin bir parçası haline gelirler. (Marksizm-Leninizmde parlamentoya katılım konusunda en önemli sorun, devlet ile entegre olup olmamadır. Bu nedenle siyasal partiler "düzen partileri" ve yasa-dışı partiler olarak ayrılırlar.) Demokratik yönetim altında devlet dışı ideolojik şekiller görece özerk bir durumdadırlar. Ama yönetim biçimindeki değişiklikler ve bunalımlar, bu görece özerk oluşumları (kurumları) ya tümüyle devlet aygıtının bir parçası haline gelmesine neden olur, ya da onun tarafından kesin denetim altına alınırlar, yahut da tümüyle tasfiye edilirler.
      Yine Marksizm-Leninizmde, egemen sınıfların sürekli olarak açık zor uygulaması söz konusu değildir. Ancak bu, koşullara ilişkindir ve devletin biçimini belirler. Devletin özü ise, doğrudan doğruya egemen sınıf ya da sınıfların diktatörlüğü olmasıdır. Egemen sınıf/sınıflar kendi içlerinde ya da egemenliklerini kayıtsız şartsız kabul eden kesimler karşısında "demokratik"tir; ama egemenlik altında tuttuğu sınıf ya da sınıflar için bu bir diktatörlüktür. İşte devletin bu niteliği, Gramsci'nin dilinde "diktatörlük-hegemonya" ilişkisi olarak ifade edilir. Ancak sorun, bu ilişkinin farklı sözcüklerle ifade edilmesi ya da "metodojik kriter" olarak seçilmesi değildir. Gramsci için diktatörlük, devlete ya da politik topluma denk düşerken, hegemonya ya da "demokratik"lik, "sivil toplum"a denk düşmektedir. Böyle bir değerlendirme, hegemonyanın uygulandığı ve gerçekleştiği "sivil toplum"un egemen sınıf/sınıflar ile onun/onların müttefiklerinden oluşması söz konusudur. Çünkü egemen sınıf, "müttefiki olan sınıfların yöneticisi"dir der Gramsci. Böylece "sivil toplum", uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının olmadığı, yani egemen sınıf/sınıflar ile müttefiki sınıf/sınıflardan oluşmaktadır. Böyle bir toplum, tarihsel materyalizmin tanıtladığı gibi us-dışıdır. Zaten Gramsci'ninm "sivil toplum" kavramı, sınıfları ve sınıf mücadelelerini tanımayan Hegelci dilden aktarılmıştır.
      Daha önce gördüğümüz gibi, Hegel'de, bireysel irade ile genel irade arasında bir uzlaşma-kaynaşma sağlayan ve bunun ifadesi olan bir "ethik-idea" vardır. Bu "ethik-idea", aynı zamanda, "nesnel"dir ve üç momentten geçerek oluşur.
      Birinci moment, aile'dir. Aile, Hegel'e göre, bir ethik kurumdur ve birey ilk kez "genel irade" ile burada karşılaşır. Ancak burada "ethik-idea" fazla gelişmemiştir. İkinci moment, sivil toplum'dur (bürgerliche Gesellschaft). Bu sivil toplum bir çıkarlar birliğidir. Birey kendi gereksinmesini ve çıkarını ön planda tutar. Böylece burada "atomlaşma" söz konusudur. Hegel'in sözleriyle, sivil toplum bir "atomlaşma sistemidir". Üçüncü moment ise, devlet'tir. Bu momentte bireysel irade ile genel irade arasında tam bir birlik ve uyum vardır. Devlet "ethik-idea"nın gerçekliğidir ve devlet sivil toplumun birliğini sağlar, yani ondaki atomlaşmayı önler, bireysel iradeleri genelle bütünleştirir.
      Marks ve Engels, belli bir döneme kadar "sivil toplum"dan söz etmişlerdir. Ancak onlar, yukarda gördüğümüz biçimiyle, yani Hegelci anlamda bir "sivil toplum" anlayışını hiçbir zaman ele almamışlardır. Konunun daha iyi anlaşılması için Marks-Engels'in değerlendirmesini görelim:
      "Özsel etkinlik ve özelliklerin her biri, dirimsel içgüdülerinden her biri, onun bencilliğini, kişisel çıkarını, kendi dışındaki başka şeyler ve öteki insanlar için ilgiye dönüştüren bir gereksinme, bir zorunluluk durumuna gelir. Ama belli bir bireyin gereksinmesi bir anlam taşımadığından, öyleyse gereksinmenin kendi karşılaması ile araçsız ilişki olmadığından ötürü, her birey, kendini aynı zamanda aracı durumuna da getirerek, bu ilişkiyi yaratma zorunluluğu içinde bulunur. Demek ki, gerçek bağı, siyasal yaşam tarafından değil, ama uygar (sivil) yaşam tarafından oluşturulmuş bulunan burjuva toplum (sivil toplum) üyelerini birleşik tutan şey, doğal zorunluluktur, ne kadar yabancılaşmış görünürse görünsünler, insanın özsel özellikleridir, çıkarıdır. Burjuva toplum (sivil toplum) atomlarının birliğini sağlayan şey, demek ki, devlet değil, bu atomların ancak tasarımda, ancak kendi imgelemlerin göğünde atomlar olmaları -ve gerçeklikte atomlardan şaşılacak derecede ayrı varlıklar- tanrısal bencillikler değil, bencil insanlar olmaları olgusudur. Günümüzde uygar yaşamın (sivil toplumun) birliğinin devletin işi olduğunu sanan, sadece siyasal bir kör inançtır (abç), oysa gerçeklikte, tersine, korunmuş bulunan devlet birliği, uygar yaşamın (sivil toplumun) işidir. (abç)" [128] [*2]
      Görüldüğü gibi, Marks-Engels, Hegel'in sivil toplum-devlet ilişkisini tersine çevirmişler, ve hemen hemen kendi teorileriyle Hegel'inkini karşıt konumda tutmaktadırlar. Bu açık ifadelere karşın Gramsci, "Defterler"inde sivil toplum kavramını Hegelci anlamda ele alır ve kullanır.
      "Hegel'in kavradığı ve bu notlarda sık sık kullanıldığı biçimiyle (yani devletin ethik içeriği olarak, bir sosyal grubun tüm toplum üzerindeki politik ve kültürel hegemonyası anlamında) sivil toplum ile Katoliklerin kullandığı anlamda, yani aile ve kilise toplumu ile zıtlık içinde olan devletin politik toplumuna karşılık olarak kullanılan biçimiyle sivil toplum arasında bir ayrım yapılmalıdır." [131] (abç)
      "Ekonomik yapı ile, yasama ve zorlamasıyla birlikte devlet arasında, sivil toplum bulunur, ve bu sivil toplum, yalnızca yasaların ve bilim kitaplarının kağıdı üzerinde değil, ama somut bir biçimde köklü olarak dönüştürülmelidir. Devlet, sivil toplumu ekonomik yapıya uyarlamanın aracıdır, ama devletin bunu yapmayı 'istemesi', dolayısıyla devlet yönetenlerin ekonomik yapıda ortaya çıkan değişikliklerin temsilcileri olmaları gerekir." [132] (abç)
      Bu ifadeleriyle Gramsci, hiçbir itiraza yer bırakmayacak biçimde kendi "sivil toplum" kavramının Hegelci anlama sahip olduğunu söylemektedir. Öyle ki, Marks'ın, Hegel'in sivil toplum-devlet ilişkisindeki kavrayışını eleştirdiği kısım, yani devletin toplumun düzenleyici ögesi olduğu tezi, Gramsci tarafından aynen yinelenmektedir. Konunun daha açık olması bakımından, Gramsci'nin "Devlet" başlığı altında "ethik-devlet", "kültürel-devlet" üzerine anlatımını okuyalım:
      "Benim fikrime göre, ethik-devlet, kültürel-devlet konusunda söylenebilecek en akla uygun ve en somut şey şudur: Her devlet, gelişen üretici güçlerin gereksinmelerine ve dolayısıyla egemen sınıfın çıkarlarına uygun bir özgül kültürel ve moral düzeylere, nüfusun büyük bir kısmını yükseltmek için en önemli işlevlerinden birisi olarak ethik niteliktedir. Olumlu bir eğitici işlev olarak okul, ve olumsuz ve baskıcı eğitici işlev olarak mahkemeler bu anlamda en önemli devlet faaliyetleridir; ama gerçeklikte, özel olarak adlandırılan diğer girişimler ve faaliyetler yığını da aynı sonuca yönelir -bu girişim- ve faaliyetler egemen sınıfın politik ve kültürel hegemonya aygıtını oluşturur. Hegel'in burjuvazinin hızla geliştiği döneme ilişkin kavrayışı sınırsız görünmektedir, öyle ki onun ahlâkilik ve evrenselliği şu iddiadadır: tüm insanlar burjuva olacaktır. Ama gerçeklikte tek bir sosyal grup, devletin sonunu ortaya koyan ve kendi sonuna ulaşmayı hedefleyen bir grup ethik-devleti yaratabilir, yani teknik ve moral olarak birleşik sosyal organizma yaratabilir.
      Hegel'in devletin 'özel' örtüsü olarak ele aldığı partiler ve birlikler doktrini, Fransız Devrimi'nin politik deneyimlerinden tarihsel olarak çıkartılmıştır ve anayasacılığa daha somut bir özellik sağlamaya hizmet etmiştir. Seçimlerde ortaya çıkan yönetilenlerin onayı, yani özel ve muğlak onayı ile -bu onayla örgütlenmiş- hükümet. Devlet onaya sahiptir ve onayı gerektirir, ama bu onayı politik ve sendikal kurumlar aracılığıyla 'eğitir'; bu yüzden bunlar bu yönetici sınıfın özel girişimine bırakılmış özel organizmalardır. Hegel, bir anlamda, bu yüzden kendi parti sistemi ile parlamenter devleti teorikleştirmiştir ve saf anayasacılığı aşmıştır. Ama onun kurumlar kavrayışı, yarı ekonomik, yarı politik olup, muğlak ve ilkelsi durumdadır ... Marks, Hegel'in sahip olduğu tarihsel deneyimden daha fazlasına sahip değildi, ama onun gazeteciliği ve ajitasyon çalışması kitleler bilincine sahip olmasını sağlamıştır. Marks'ın örgüt kavrayışı şu unsurlar içinde karışık durumdadır: Jakoben kulübü, küçük grupların gizli tertipleri (conspirasy), gazete örgütlenmesi." [133] (abç) [*3]
      Burada ilk göze çarpan husus, Gramsci'nin Ordine Nuovo döneminde partiler ve sendikalar konusundaki tezlerinin yinelendiğidir. Anımsanacağı gibi, Gramsci, Ordine Nuovo'da "devrimci örgütler (politik partiler ve sendikalar) genelde özgürlük ve demokrasinin onaylanması ve gelişmesi olarak ve politik özgürlükler ve burjuva demokrasisi dünyası içersinde ... ortaya çıkmışlardır."[134] şeklinde bir tezi ileri sürmekteydi. Yukardaki ifadelerin 1930' lara ilişkin olduğu düşünülecek olursa, on yıl öncesinden pek fazla ayrılmadığı görülmektedir. Tek farkla ki, bu kez, tezinin dayanağının Hegel olduğunu açıkça söylemektedir.
      İkinci olarak, Gramsci, Hegel'in ethik-devlet anlayışına proletarya açısından sahip çıkarken, aynı şekilde proletarya adına -biçimde- karşı çıkmaktadır. Proletarya devriminin (sosyalist devrim) Komintern tarafından konulan ayırıcı özelliklerine (İkinci Bölüme bakınız) katılmayan Gramsci, devletin, toplumu ("sivil toplumu") eğitebileceğini kabul etmek zorunda kalışı oldukça ilginçtir. Bilindiği gibi, sosyalist devrim, temelde sosyalist üretim ilişkisinin egemen olmasından sonra proletaryanın iktidarı feth etmesi değildir. Sosyalist üretim ilişkilerinin niteliğinden dolayı böyle bir gelişme olmayacaktır. Proletarya politik iktidarı -parçalayarak- ele geçirdikden sonra, bu iktidar aracılığıyla, yani yeni tip bir devletle sosyalist üretim ilişkilerini inşa edecektir. Gramsci'nin diliyle söylersek, yeni tip proleter devlet, toplumu "eğitecek"tir. İşte Gramsci bu noktada Hegel'e sığınmaktadır. Şimdiye kadar hiçbir Marksist-Leninistin "ethik-devlet" ile açıklamaya çalışmadığı bu durum, yani proletarya devriminin niteliği, Gramsci için bir temel (alt-yapı) sorunu olarak görünmediğinden, üst-yapısal olarak gerekçelendiriliyor. Ve bu da Hegel'de bulunabiliyor şüphesiz. Ve burada Gramsci, Hegel'in "ethik-devlet"in "evrenselliğini" kabul ederken, bir itirazda da bulunur. Bu da, Hegel'in "tüm insanlar burjuva olacaktır" olumlamasıdır. Gramsci karşı görüştedir: "devletin sonunu ortaya koyan ve kendi sonuna ulaşmayı amaçlayan" tek bir sınıf, yani proletarya bu duruma ulaşabilecektir. Bir bakıma "tüm insanlar proleter olacaktır" denilebilir.
      Üçüncü olarak, Gramsci, burada devlet aygıtları ile toplumdaki "diğer" kurumları bütünsel biçimde ele almaktadır. İlk bakışta, egemen sınıfın "politik ve kültürel hegemonya aygıtı", devlet aygıtı ile aynı kabul edildiği sanılabilir. (Tıpkı "devletin ortadan kalkmasını" hedefleyen sınıfın evrenselliğe ulaşmada "tüm insanlar proleter olacaktır" vargısına ulaşmasında olduğu gibi.) Ama Gramsci devlet ile "ethik-devlet"i birbirinden ayırır ve "gerçeklikte" de bu böyledir. Bunu da "özel" kurumlardan oluşan egemen sınıfın girişim ve faaliyetleri ile devlet faaliyetleri ve girişimleri arasında fark olduğunu belirterek, aynılığın görüntüsel olduğunu vurgular. Böylece bununla, Gramsci'nin daha önce gördüğümüz iki büyük üst-yapısal düzey ayrımı çakışmaktadır. Devletin "özel örtüsü" olarak "partiler ve birlikler" ya da "politik ve sendikal kurumlar", onayın ve kitlelerin egemen sınıfın kültür ve ahlâkına göre eğitilmesini sağlayan araçlardır. [*4] Böylece Gramsci, devlet ile egemen sınıfların özel girişimlerini kesin çizgilerle birbirinden ayırmaktadır. Ama yine de burada karşılıklı bir ilişki mevcuttur: Bir devlet var olabilmesi için yönetilenlerin onayına gereksinmesi vardır ve bu onayla örgütlenmiş hükümet de yürütmeyi temsil eder; öte yandan devlet bu onayı bizzat kazanmak ve eğitmek zorundadır. İşte bu noktada egemen sınıfın "özel organizmaları", yani okullar, kilise, dernekler, basın kuruluşları, kulüpler, partiler ve sendikalar gündeme girer. Ancak Gramsci için devlet de "özel" bir organizmadır:
      "Devlet, yalnızca hükümet aygıtı olarak kavranamaz; o, aynı zamanda 'hegemonya'nın ya da sivil toplumun 'özel' aygıtlarıdır da." [137]
      Böylece bazı devlet faaliyetleri ve kurumları sivil toplum içinde mütala edilmekte, ya da tersine, bazı sivil toplum faaliyetleri ve kurumları devlet (politik toplum) içine girmektedir. Bunlarda hegemonya sağlayıcı ya da onayı eğitici işleve denk düşerler. Ancak bu kadar iç içe geçmiş bir ilişkiyi, Gramsci gibi -isterse metodojik olduğu savlansın- birbirinden ayırmak mümkün müdür? Gramsci, "devlet, yani sivil toplum + politik toplum, ya da zorlamayla güçlendirilmiş hegemonya"[138] ya da "tam anlamıyla devlet = diktatörlük + hegemonya"[139] diyerek devleti iki düzeye ayırmanın metodojik olduğunu ileri sürer. (Devlet diyoruz, çünkü Gramsci, üst-yapıyı iki ana bölümde ele alır: sivil toplum ve politik toplum. Politik toplum belli bir yere kadar devletle özdeştir. Ancak tahlillerini derinleştirme gereksinmesi duyduğunda devlet ile üst-yapı özdeşleşir.) Bu durumda devletin "fethi" sorunu yeni bir "üst-yapı" kurulması ile çakışır. Ancak bu kez de, yeni bir üst-yapının kurulması önündeki engeller sorunu yeniden gündeme gelir ve bu engelin birincil ve belirleyicisi de, şüphesiz siyasal zordur, "zorlama aygıtı"dır, kısacası devlettir. Ve Gramsci'nin çıkış noktasına yeniden geri dönüşü söz konusu olmaktadır. Bir adım ileri, iki adım geri!
      "... yalnızca metodojik olduğu halde organik hale sokulup öylece sunulan politik toplum ile sivil toplum arasındaki fark (kuramsal bir yanılgıdır). Buna göre de, ekonomik faaliyetin sivil topluma özgü olduğu ve devletin bu faaliyetin düzenlenmesine karışmaması gerektiği iddia edilmektedir. Ama fiili gerçeklikte sivil toplum ile devlet bir ve aynıdır." [140]
      "Ekonomizm" ve "liberalizm"in eleştirilmesi adına bunları söyleyen Gramsci, kendi ayrımının "metodojik" olduğunda israr eder. Ama bir şeyin farklı iki ölçüsü ile yüz yüze olduğumuz da bir "gerçektir". "Aynı şeyin iki farklı ölçüsü ve iki farklı ölçüm ölçeği, bu varlığın farklı oranlarını ya da bağıntılarını ifade" [141] ediyor demektir. Gramsci'ye göre, birinci ölçüm, yani devlet ile politik toplumun ilişkisi "organik" olmadığı için, sorunu böyle ele almak "kuramsal bir yanılgıdır". Ama bu kuramsal yanılgıyı yapan kimdir? Ekonomistler ve burjuva liberalleri mi? Yoksa bizzat Marks-Engels ve Lenin mi? "Ekonomik faaliyetlerin sivil topluma özgü olduğu" "metodojik" bir yaklaşım olmadığına göre, "sivil toplum ... tüm ticari ve sinai yaşamı kucaklar" diyen Marks-Engels'in kuramsal yanılgısı (!) açıklanmak zorundadır.
      Daha önce gördüğümüz gibi, "gerçeklikte", "özel girişimler ve faaliyetler" ile "devlet faaliyetler"ini ayıran ve birincisini ikincinin "özel örtüsü" olarak koyan Gramsci, bu kez aynı (ama "fiili") "gerçeklikte", bu iki girişim ve faaliyeti "bir ve aynı" saymaktadır. Bu çelişkiyi ise, devlet kavramını iki anlamda kullanarak aşmaya çabalar: 1) Devlet=politik toplum, 2) Devlet=politik toplum + sivil toplum. Aynı şeye eşit olan iki şey eşit olacağı için, bu durumda, politik toplum, politik toplum ç sivil toplum'a eşittir. Ve "fizik bilimleri"nde kullanılan "metod"a göre, eşitliğin iki yanındaki eşitler birbirlerini dengeler, yani götürür. Böylece sonuçta, "metodojik" olarak, sadece "sivil toplum" kalır. Kısaca, devlet ile sivil toplum özdeşleşir. Bunun açık ifadesi, devletin sivil toplum içinde erimesidir.
      İlk bakışta yukardaki vargının basit bir cebir işlemi olduğu savlanabilir. Oysa Gramsci bunu "fizik bilimlerine özgü" kesinlikte ifade etmiştir. Ona göre, devletin sonu "ethik-devlet"e ulaşmaktır. [142] Ve "ethik-devlet" ya da "devletin ethik içeriği" ise, "sivil toplum"dur. [143] Sonuçta, toplum biçimlerinin sonunda sınıfsız toplum olarak "sivil toplum" ortaya çıkacağına ulaşır. Bir Gramsci incelemecisi olarak Portelli'nin sözleriyle söylersek, Gramsci'de, "devlet aygıtı, başlangıçta sivil toplumun bir parçalanmasından başka bir şey değildir, ve ortadan kalkması da yeniden onun içinde erimek içindir." [144] (abç) Aynı konuda bir başka yazar şöyle demektedir: "Gramsci'nin 'düzenlenmiş toplum' diye isimlendirdiği devletsiz toplum, sivil toplumun genişlemesinden doğmaktadır." [145] Gramsci, doğrudan "siyasal toplumun sivil toplum içide yeniden özümsenmesi" [146] ve "politik toplumun kaybolması"ndan [147] söz ederken tam da bunları söylemektedir. Gramsci'nin bu yaklaşımı gerçekten de bir "metodoji" sorunu yaratmaktadır. Ama bunun Marksist diyalektik olmadığı, tersine Hegelci diyalektik olduğu da kesin gibidir. Bu yüzden de Hegel'deki diyalektikte içkin olarak bulunan idealizm Gramsci'de yeniden üretilir. (Gramsci'nin sık sık "olması gereken"e özel bir değer vermesi, ondaki içkin "idea"nın bir ifadesidir. Marksizm "olandan" yola çıkarken, Hegel "olması gereken"den (idea) yola çıkar. [*5]
      "Ama şunu söyleyebiliriz ki, aslında ... yukarda gösterilmiş olan gelişme, Hegel'de burada gösterildiği kesinlikte değildir. Bu gelişme, onun yönteminin zorunlu bir sonucudur, ama Hegel'in kendisi bu sonucu hiçbir zaman bu kadar açık seçik çıkarmamıştır. Ve bu, salt, Hegel'in bir sistem kurmak zorunda olması yüzünden, ve bir felsefe sisteminin de geleneksel gereklere göre her ne biçimde olursa olsun mutlak gerçek sonucuna varmak zorunda olması yüzündendir." (Engels) [150] (abç)
      Engels'in açıkça belirttiği gibi, Hegel felsefesi, sistem kurma zorunluluğunun sonucu olarak "kendi öz uygulamaları" ile doldurulmuş bir mutlaka ulaşır. Gramsci ise, ısrarla Marksizmin "bir sistem" kurmasını ister ve böylece Hegel ile olan yakınlığının nedenleri açığa çıkar.
      "Praxis felsefesinin sistemli bir sergilenmesi, onun kurucusunun öğretisinin oluşturucu bölümlerinden hiçbirini bir yana bırakmaz. Ama ne anlamda anlamak gerekir bu olumlamayı? Sergileme tüm genel felsefe bölümünü ele almalı, dolayısıyla bir tarih ve politika yöntembiliminin, ve aynı zamanda sanat, ekonomi ve ethiğin de tüm genel kavramlarını tutarlı bir biçimde açıklamalı, ve genel yapı içinde bir doğabilimler teorisi içinde bir yer bulmalıdır." [151] (abç)
      Yukarda gördüğümüz gibi, Engels, felsefe sistemlerinin ne anlama geldiğini ve Marksizm açısından böyle bir "olumlu" amaç güdülmesinin olanaksız olduğunu ifade etmiş olmasına karşın, Gramsci'nin "olumlaması" oldukça önemli bir farklılaşma ortaya çıkarır. Gerçekten de felsefe sistemi kurulamaz, çünkü "olması gereken"in bilgisi böyle bir sistemle verilemez. Çünkü "insanlık, önlerine ancak çözüme bağlayabilecekleri sorunları koyar", ve bu sorunlar önceden bilinerek yanıtlanamazlar, ama sorunları yaratan ya da yaratacak olan koşullar (maddi koşullar) bilinebilir ve gelişmeleri "doğa bilimleri kesinliğiyle" önceden saptanabilir.
      Gramsci'nin Hegel felsefesi ile yakınlığını bir yazar şöyle ifade etmektedir:
      "Marks ve Engels'de anti-tezin iki terimi sınıflı toplum-sınıfsız toplumdur; Gramsci'de politik toplum ile birlikte sivil toplum ve politik toplumsuz sivil toplumdur. Sivil toplumun yapı ile üst-yapının olumsuz momenti arasında bir aracı öge olduğu gerçeği, devletin sönmesine yol açan diyalektik süreç açısından önemli bir sonuç doğurmaktadır: terimler sadece iki, sivil toplum-devlet iken, en son moment (ya da sınıfsız toplum) diyalektik sürecin üçüncü terimidir, yani olumsuzun olumsuzu, terimler üç iken en son momente, aracı bir terimin güçlendirilmesi ile ulaşılmaktadır." [152]
      Görüldüğü gibi Gramsci "metodojik" ayrımı ile "gerçeklikte"ki durum arasındaki çelişki -ki bu Hegel felsefe sistemi ile Marksizm arasındaki bir çelişkidir dedüzeltmek için kullandığı ikili devlet kavramı, son tahlilde, sivil toplumun Hegelci anlamda kendi yolunda yürümesi biçimini alır (ethik-idea). Hegel bu gelişmeyi "ethik-devlet" olarak "herkesin burjuva olması" ile sonlarken, sivil toplumun yalnızca burjuvaziyle var olduğunu ve var olabileceğini kabul etmektedir. Bu gerçek "Alman İdeolojisi"nde açık biçimde konulmuştur:
      "'Sivil Toplum' deyimi, 18. yüzyılda mülkiyet ilişkileri kendini antik ve orta-çağ topluluklarından kurtardığı zaman ortaya çıkmıştır. Böylece sivil toplum, yalnızca burjuvaziyle gelişir." [153] (abç)
      Marksizmin "sivil toplum" kavramını "eskimiş eşya" olarak ele almasının nedeni iyice açığa çıkmaktadır artık. Sınıfların ortadan kalkması sonucuna ulaşmak, bizatihi burjuvazinin de ortadan kaldırılması demektir. Bu da, onla var olan ve var olabilecek olan "sivil toplum"un da ortadan kalkması demek olacağı da açıktır. Marksizmde sınıfların ortadan kaldırılması, bir sınıfın diğer sınıfları kendi içinde eriterek, kendisine dönüştürmesi (Hegelci koyuşla "burjuvalaştırma") anlamına gelmediğini her Marksist bilir. Bu bağlamda, tüm insanların "proleterleştirilmesi" sosyalizmin amacı değildir, tersine böyle bir amaçtan söz edilecekse, bunun burjuvazinin (kapitaist üretim ilişkierinin) işi olduğu bir gerçektir (mülksüzleştirme olgusu). İşte bu nedenlerle, "sivil toplum" kavramı, kavram olarak işe yaramaz durumdadır ve Marks-Engels tarafından da bu yüzden terk edilmiştir.Diyebiliriz ki, Gramsci, bazı yönleri hariç, tümüyle Hegelci bir kavrayış içindedir [*6] ve Hegel'in "ethik-devlet"ini kendi devlet-toplum kavrayışının temeline oturtmaktadır. Marks'a yaptığı atıflar ise, Marksist diyalektik ile Hegelci diyalektik arasındaki farkı anımsatmaktan öte bir değer taşımamaktadır. Ordine Nuovo döneminde siyasal partiler ve sendikalar konusunda söyledikleri göz önüne alındığında da, Gramsci'nin Hegel'e neden yöneldği anlaşılabilir. Gramsci'nin o dönemdeki perspektifi ile Hegelci sivil toplum-devlet ilişkisi oldukça birbirine yakındır. Daha önce gördüğümüz gibi, Gramsci, "fabria konseyleri"ni üretim temelinde ve üretimin düzenlenmesi için bir organ olarak koyarken, öte yandan aynı konseyleri "proletarya diktatörlüğünü nüvesi" olarak da tanımlar. "Konseyler", Gramsci için, Sovyetlerin karşılığıdır ve Sovyetler de "yeni tip devlet"i simgelerler. Böylece, onun için kendi "fabrika konseyleri", "yeni tip devlet" olarak, aynı zamand toplumu yeniden biçimlendirmeli ve üretimi düzenlemelidir. (Liberalizmin devletin ekonomiye müdahale "etmemesi" tezine karşı çıkışının ve bu tezi "kuramsal bir yanılgı" olarak koymasının nedeni de budur.) Kısacası, "fabrika konseyleri" (Gramsci'ni anladığı anlamda), politik toplum olarak devletten farklıdır, yani politik top-lum + sivil toplum olarak devleti ifade eder. Bu da "ethik-devlet" anlayışına denk düşmektedir, "teknik ve moral olarak birleşik toplumsal organizmadır".
      Diyebiliriz ki, Gramsci, Ordine Nuovo dönemindeki görüşlerini geliştirmek ve doğruluğunu tanıtlayabilmek için, görüşlerinin "gnoseologique" temellerini aramak durumundadır. [*7] Ve bu arayış, bütünsel olarak Marksist politik tespitlere bir "bilgikuramı" (gnoseologiue) bulmak ya da Marksizmin bir "felsefe sistemi"ni oluşturmak için çaba harcar ve herkesi de böyle bir çabanın içine girmesi için çağrıda bulunur. Ve Gramsci, kendi teorik görüşlerinin bilgikuramını Croce aracılığıyla Hegel'de bulur.
      Bunlara ek olarak, Gramsci, sivil toplum-politik toplum (devlet) arasındaki farkın "organik" olmadığını söylerken, yani bu ayrımın "felsefi" bir ayrım olduğunu belirtirken, bu iki "düzey" arasındaki ilişkiyi "organik" olarak tanımlar ("gerçeklikte"). Eğer gerçek gerçeklikte, sivil toplum ile devlet "bir ve aynı" ise, ayrım da "metodojik" ise (felsefe, "tarihyazımın metodojisidir"), orda iki düzeyin organik ilişkisinden söz etmek olanaksızdır. Şöyle diyor Gramsci başka bir yerde:
      "Egemen sınıfların tarihsel birliği devlet içinde gerçekleşir ve onların tarihi, özsel olarak devletin ve devletler grubunun tarihidir. Ama bu birliği sadece hukuki ve politik bir birlik olarak düşünmek yanlış olacaktır. Temel tarihsel birlik, somut olarak devlet ya da politik toplum ile 'sivil toplum' arasında organik ilişkilerin sonucudur.
      Ast sınıflar, tanım gereği, birleşik değillerdir ve 'devlet' haline gelene kadar birleşmezler. Onların tarihi, bu yüzden, sivil toplumun tarihi ile iç içe geçmiştir ve devletlerin ve devletler grubunun tarihiyle ilintilidir." [154] (abç)
      Görüldüğü gibi, Gramsci'de üst-yapının iki ana "düzey"e ayrılması, her ne kadar "metodojik" olarak tanımlanıyorsa da ve ayrımın organik olarak düşünülmesi bir kuramsal "yanılgı"ysa da, tam bu noktada Gramsci aynı duruma düşmektedir. Yanılgısı açıktır: Kendi politik görüşlerine uygun bir felsefe bulmaya kalkmak. Yukarda ortaya koyduğu tarih tanımı bile bunu kanıtlar. Bilindiği gibi, tarih, Hegel'de, devletlerin tarihidir, yani "nesnel-ahlâkın" ger-çekleştiği alandır. Hegel'de devlet, "tarihsel gerçekliğin öznel ögesidir". Sözün özü, Gramsci'nin tarih anlayışı doğrudan Hegelcidir, ancak onun Marksizmle olan çelişmesini gidermek için "ast sınıflar"ın durumunu ekleyerek, kendince bir "integral"e varır. Oysa Marksizmin tarih tanımı nettir: sınıf mücadelelerinin tarihi. Bunun açık ifdesi, Marksizmin tarih anlayışının materyalist olmasıdır. Oysa Hegel idealisttir.
      "Öyleyse, hiç değilse modern tarihte, bütün siyasal mücadelelerin sınıf mücadeleleri oldukları ve sınıfların bütün kurtuluş mücadelelerinin, zorunlu olarak siyasal biçmlerine karşın -çünkü her sınıf mücadelesi bir siyasal mücadeledir- son tahlilde ekonomik kurtuluşun çevresinde döndüklerini tanıtlamıştır. Dolayısıyla, devlet, siyasal düzen, hiç değilse burada, ikincil ögeyi ve uygar toplum (sivil toplum), ekonomik ilişkiler alanı, belirleyici ögeyi oluşturur. Hegel'in kendisinin de onayladığı eski geleneksel anlayış, devleti belirleyici öge, uygar toplumu ise bu birincisi tarafından belirlenen öge olarak görüyordu. Görünüşte böyledir. Nasıl ki tek başına bırakımış bir insan da, faaliyetlerinin bütün devindirici güçleri, onu harekete geçirmek için zorunlu olarak beyninden geçmeli, onun iradesinin dürtülerine dönüştürmeliyse, aynı şkilde, uygar toplumun bütün gereksinmeleri de -iktidardaki sınıf hangi şekilde olursa olsun- herkese kendilerini yasa biçiminde dayatmaları için devletin iradesinden geçmelidirler. İşin kendiliğinden anlaşılan biçimsel yanı budur; sorun, yalnızca salt biçimsel olan bu iradenin -bireyin olduğu gibi devletin iradesinin de- içeriğinin ne olduğunu ve bu içeriğin nereden geldiği, neden özellikle şu şeyin değil de, bu şeyin istendiği sorunudur. Eğer bunun nedenini arayacak olursak, modern tarihte, devlet iradesinin, bütünü içinde, uygar toplumun değişken gereksinmeleri ile, şu ya da bu sınıfın üstünlüğüyle, son tahlilde, üretici güçlerin ve değişim ilişkilerinin gelişmesiyle belirlendiğini buluruz." (Engels) [155] (abç)
      Böylece Gramsci'nin sivil toplum-politik toplum (devlet) ayrımının ne olduğunu görmüş bulunuyoruz. Bunlar "gerçeklikte" (ve doğal olarak kuramda da böyle olması gerekir) birbirinden "özel örgütler" ve "baskı örgütleri" olarak ayrılırlar. Ama bunlar arasında bazı kurumların ya da örgütlerin olması fazlaca önemli değildir Gramsci için. Her iki toplumla da bağlantılı ve her iki toplumun işlevlerini -farklı zamanlarda- yerine getiren örgütler olarak siyasal partiler ve parlamentolar "ikili işlev" sahibi kurumlar olarak belirlenir. Bir yandan "hegemonya"yı sağlarlar, öte yandan siyasal yönetimi gerçekleştirirler, ya da "onay" ile "zorlama" yı gerçekleştirirler ve bunları birbirinden ayırmak olanaksızdır. Bu bağlamda da iki işlev ve dolayısıyla iki toplum iç içe geçmiştir. Ancak Gramsci' nin sözünü ettiği bu durum geçicidir, çünkü bu siyasal parti hükümet olduğu ve parlamentonun yetkilerinin kısıtlandığı durumlarda -ya da tersi- farklılık ortaya çıkar ve böyle zamanlarda iç içelik kalkar.
      Sonuç olarak diyebiliriz ki, Gramsci'nin "sivil toplum" ile devlet ("politik toplum") ayrımını, kendi politik, stratejik, pratik ve de "metodojik" önemini göz önüne alarak değerlendirmek zorunludur. Bu aynı zamanda, Hegelci devlet kavrayışının çağdaş bir eleştirisi olarak düşünülmelidir ve böyledir de.

Bu Blogda Ara