SEÇME
YAZILAR - MAKALELER
-I- 

Lazar Kaganoviç'in Anıları: Haziran 1957 *

L. M. Kaganoviç’in ölümünden sonra, 1996 yılında yayınlanan ‘Derleme Notlar’, Sovyet tarihinin bir çok tartışmalı dönemine açıklık getirdi. Aşağıda, kitabın Malenkov, Kaganoviç ve Molotov’un ‘anti-parti gurubunu’ içeren kısmını yayınlıyoruz. Adı geçen liderlerin 1957'de SBKP Merkez Komitesinden ihraç edilmeleri, ki bu Kruşçev’in piyasa-sosyalizmi politikalarının kararlı bir zaferinin temellerini hazırlamıştı, SSCB tarihinin dönüm noktasıydı. Krizin gerisindeki bir çok ekonomik ve politik meselelere bu yazıda değinilecek. Bilindiği üzere, 1955’de merkezi planlamadan ‘koordine edilmiş planlamaya’ geçilmesiyle Sovyet planlamasında büyük bir değişim yaşandı.

Anlaşılıyor ki, Kruşçev, devlet planlama kurumlarının her hangi bir hazırlığı, parti ve devlet kurumlarına önceden haber vermeden, ABD’yi tarım alanında aşmayı Sovyet partisinin ve Devletin yeni bir temel görevi olduğu kararını kamuoyuna ilan etti. Molotov ile Kruşçev arasındaki ayrışım aynı zamanda süregelen işlenmemiş topraklar programının miktarı üzerinde de mevcuttu. Partinin, Yugoslavya ile daha yakın devlet ilişkisinin yeniden yapılandırılması istemi konusunda Molotov lider kadrodan tamamen dışlandı. Kaganoviç, Kruşçev’in parti kararınında ötesine giderek ısrarla Yugoslavlarla daha yakın ilişkiye geçmesi konosunda bizi bilgilendiriyor. Pekçok detay Kruşçev'in kişisel ve keyfi tutumunu gözler önüne seriyor. Bu, bir konudan diğerine demokratik parti işleyiş normlarına aldırış etmez Kruşçev’in uluslararası ölçekte demokrasi ve kollektif liderliğin tapınan kişisi olarak sunulmasından dolayı bir ironidir. Parti presidyumun büyük bir çoğunluğunun 1957’de Kruşçev’in Partinin lider kadrosundan çıkarılması konusunda ikna etmeye yönelten de buydu. Bu, halen anlaşılması güç olan bir gerçeği, hem liberalizasyon sürecine ayak direyen Molotov ve Kaganoviç gibi Parti prezidyumun sol kanat liderliğinin, hem de Beria ve Kruşçevle ortak çalışan ve Stalin’in ölümünden hemen sonra zorlu bir çalışmaya girerek arayı yumuşatan en aleni sağcılardan Malenkov’un en başta gelen hedef olarak Kruşçev’i görme nedenlerini izah ediyor.

Bu nedenle, tüm olabilirliğiyle, Molotov'un anılarında defalarca belirttiği üzere, Presidyumun büyük çoğunluğunun ileriye dönük bir planı yoktu. Onlar yanlızca Kruşçev’in tasfiyesi ve onun Tarım Bakanlığı”na atandırılmasıyla ilgiliydiler.

Presidyum toplantısı Bulganin’in başkanlığı altında 4 gün boyunca Kruşçevi tartıştı. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin en yüksek organı olan Presidyum’un bilgisi olmaksızın, Kruşçev Parti Merkez Komitesi üyelerini gizlice Moskova’ya çağırdı. Ordu ve Devlet güvenlik organları Merkez Komite üyelerini uçakla Moskova’ya gönderdi. Devlet Güvenlikten Serov, ordudan Zhukov ve Konev, merkez komite üyelerinin Sverdlov binasında toplanması organizasyonunu düzeneyenler arasındaydılar. Kenov, Presidyum üyelerinin Merkez Komite Plenium’una tutanakları rapor etmesini isteyen delegasyona izin verdi. Zhukov, salona giren Kruşçev’e eşlik ediyordu. Bu, Molotov, Kagonoviç, Şepilov ve Malenkov’un SBKP’nin presidyumundan tasfiye edildikleri Merkez Komitesi toplantısının başlangıcıydı. Kaganoviç, Kruşçev’in kendi egemenliğini pekiştirdiği önceki raporların metodlarını teyid ediyor ve ayrıntılarını veriyor. Şu açıkki, orduyu ve devlet güvenlik organlarını içine alan SBKP presidyumuna karşı fiili bir darbe yapılmıştı.

'Anti-parti grup', 29 Haziran 1957’de toplanan Merkez Komitesi kararında ‘anti-parti grup’ SBKP’nin 20.Kongresinde selamladığı yönelime sürekli muhalefet ettikleri şeklinde gösterildiler.

Gurup, ekonomik politikalar alanında, sanayi yönetiminin reorganizasyonuna, merkezi planlamanın sonu olarak gördüğümüz ekonomik bölgelelerde ekonomi konseylerinin kurulmasına engel olmaya çalışmakla suçlandı. Onlar, köylülüğe yönelik olan maddi teşvikin artırılmasına karşıydılar ve meta-para ilişkisinin genişletilmesine husumetle bakıyorlardı. Kollektif çiftliklerin toplu mülkiyeti konusundaki planlamanın gevşetilmesine karşı çıktılar. Dahası, kişi başına süt, yağ ve et üretiminde ABD’nin geçilmesi ve işlenmemiş topraklar programının geliştirilmesi için benimsenen muhafazakar yaklaşıma muhalefet etmekle suçlandılar. Dış politikada, gurup, uluslararası arenada tansiyonu düşürmeye ve dünya barışını güçlendirmeyi amaçlayan yeni politikalara engel olmakla suçlandılar. Molotov, Sovyetlerin Yugoslavlarla olan ilişkisini güçlendirmeye yönelik yasa tasarısına muhalefet etme, uluslararası tansiyonun, özellkle Japonya ve Avusturya ile, yumuşatılmasını önlemek ve Sovyet liderliği ile diğer ülke devlet başkanları arasında kişisel ilşkilerin tesisi tavsiyesini red ettiği için hedefe kondu. Molotov, mevcut koşullar altında savaşların önlenmesi ihtimali düşüncelerine ve farklı ülkelerde sosyalizme geçişte farklı yolların olabilirliliği fikrine karşı koymakla suçlandı.

Derhal açığa çıkan şey şuydu; Molotov, Kruşçevcilerin yeni yönelimlerinin temelleriyle kesin bir uzlaşmazlık içinde olmakla suçlanıyordu. Şu açıkça görülüyordu, Molotov o dönemde Kruşçev’in politikalarına muhalifti ve bunda Kaganoviç’in büyük bir ölçüde ve Parti presidyumunun büyük bir çoğunluğunun kısmi desteğine sahipti. Molotov’un Sovyet revizyonizmine karşı mücadelesinin içeriği ve tutarlılığının kapsamlı bir değerlendirilmesi için, 1957 Haziranında toplanan Merkez Komitesi genişletilmiş oturumlarının stenografik raporlarının ve Molotov’un SBKP lider kadrosuna gönderdiği mektuplar ve eleştirilerin detaylı bir şekilde incelenmesi gerekiyor.

1957 Haziran olaylarının ekonomi politikalarına etkisi neydi? Molotov ve Kaganoviç’in tasfiye edilmelerinden bir ay önce sosyalist sanayinin ürünlerinin planlı tahsisatı sistemi yürürlükten kaldırılmış ve Gosplan Sovyet sanayi ürünlerinin satışı için bir dizi merkezi satış kurumları kurdurmuştu. ‘Anti Parti Gurup’un tasfiyesinden 3 ay sonra, Sovyet teşebbüslerinin karlılık temelinde işletilmesi beklentisine yönelik kararlar kabul edildi. Bu politiklarla üretim araçları şimdi devlet sektöründe metalar olarak dolaşıma sokuldu. 1958’de SSCB’de meta dolaşımı alanının kütlesel olarak genişlemesinin bir sonucu olarak Makine Traktör İstasyonları’nın Tarım Makinaları, kollektif çiftliklere satıldı.

SBKP'nin 1961'deki 22. Kongresi’nde Kruşçev, Molotov, Kaganoviç, Malenkov, Şepilov ve hatta Voroşilov’a yeniden saldırmaya başladı. 1957 Haziranında Parti Merkez Komitesi kararıyla çelişen Kruşçev, şimdi başlıca ekonomik ve politik sorunlarda uzlaşmaz çelişkilere girmekten kaçındı. Kruşçev silahını özellikle bireyin kutsanmasını mahkum etmeyi, parti içi demokrasinin gelişmesine yardımcı olmayı, yetki kullanımında tüm suistimalleri mahkum etmeyi ve düzeltmeyi ve tüm bu baskıcı uygulamalardan sorumlu olanları açığa çıkarmayı amaçlayan Parti çizgisine karşı 'azgınca direnen' Molotov gurubuna yöneltti. Kruşçev bu kurnazlıkla, SSCB’de yerleşmiş olan karşı devrimi kafa karışıklığı yaratarak bulmaya çalıştı.

Sovyetler Birliğinde ve halk demokrasilerinin yaşandığı ülkelerde sosyalıizmden geri dönüşün uç verdiği 1955-57 yılları arasında uluslararası komünist hareketten, Molotov, Kaganoviç ve Şepilov’a hiçbir destek gelmemesi büyük bir talihsizlik olarak değerlendirilmelidir.

Enver Hoca tuttuğu siyasi günlüğünde Sovyet Reviztonizmine karşı, Çin Komünist Partisinin ‘şaşırtıcı’ ani karar değişikliğinin altını çiziyor. 15 Eylül 1964’e girerken (!), Moskova’da 1957 yılında yapılan toplantıyı şöyle değerlidiriyor:

‘Yoldaş Mao, Kruşçevi açık bir şekilde desdekledi ve övdü; doğrusu O, ‘Molotov’un Anti-Parti gurubunun’ mahkum edilmesini onayladı ve Kruşçev grubuyla tam bir birlikteliği destekledi.'

Molotov gurubunun yenilgisinden ve 1957 Haziran olaylarını tekrar ayrıntılı olarak inceledikten sonra, Kruşçevciler adlı eserinde Enver Hoca şu notu düşüyordu:

'Kimse onların ardından ağlamadı, kimse üzülmedi onlar için. Onlar devrimci ruhlarını kaybetmişlerdi, artık Marksist-Leninist değillerdi yanlızca Bolşevizmin cesetleriydi. Onlar Kruşçev’le birleştiler ve Stalin ve O’nun çalışmalarına çamur atmasına izin verdiler; birşeyler yapmaya çalıştılar, ama bu parti çizgisinde değildi, çünkü onlar için de artık parti yoktu.’

Tabi şu da bir gerçek ki, gerek partideki bölünmeyi gerekse de kendisinin tasfiye edileceğini gören Molotov, 1956 SBKP 20'inci kongresinde sessiz kaldı. Ancak şu da bir gerçek ki, bundan 4 ay sonra Enver Hoca SBKP 20'inci Kongresinin ruh halinin heyecanlı ifade tarzıyla Arnavutluk Emek Partisi 3. Kongresi’ne sunulan raporda aktif olarak Stalin’in politikalarına saldırmıştı. Bunun ötesinde Enver Hoca, Molotov grubunun yenilgisinde Arnavutluk Emek Partisi’nin tutumunu hatırlama gereği duymadı. 4 Şubat 1957 AEP Merkez Komitesi plenyumundan sonra yayınlanan resmi bildiride şu ifade yer alıyordu; Enver Hoca’nın 29 Haziran 1957’deki SSCB MK’nın ‘anti-parti grup’la ilgili kararnamesine istinaden hazırladığı raporu duyduktan sonra, Plenum anti parti grubunu ve bu grubun hizipçi çalışmalarını oybirliğiyle kınadı.’

Çin Komünist Partisi (ÇKP), Molotov grubu parti liderliğinden ihraç edildikten sonra Kruşçeve destek dahi sunmuştu. 5 Temmuz 1957’de ÇKP’nin SBKP’ye yolladığı mesajda alınan karara ilişkin Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin birliğine ve güçlenmesine yardımcı olacak’ ifadesi yer alıyordu. Moskova’da düzenlenen Şubat Devriminin 40. yıl dönümü kutlamaları döneminden 4 ay sonra, Mao Zedung kamuoyuna Molotov grubunun tasfiyesinden duyduğu memnuniyeti belirtmiş ve bunu SBKP 20. Kongresi’nde başlatılan ‘pazar sosyalizmi’ girişiminin bütün alanlarına destekle ilişkilendirmişti. 6 Kasım 1957’de toplanan SSCB Yüksek Sovyet birleşik oturumda yaptığı konuşmasıyla bunu açıkça ifade ediyordu:

‘Çözülmesi gereken pratik görevlerde Marksizm-Leninizm’in, SBKP tarafından yaratıcılıkla uygulanması, Sovyet halkının inşa işini güvence altına almıştır. SBKP’nin 20. Kongresi’nde, Sovyetler Birliği’nin komünist inşası için arz olunan mücadeleci program buna iyi bir örnektir. SBKP Merkez Komitesinin, bireysel arzuların aşılması (?), tarımın geliştirilmesi, sanayi ve inşaat yönetiminin yeniden yapılanması, birleşik cumhuriyetlerin ve yerel yönetimlerin güçlerinin genişletilmesi, parti karşıtı gruba karşı çıkılması, parti içi birliğin güçlenmesi, parti ve siyasi çalışmaların ordu ve donanma içersinde güçlendirilmesi konularında atılan tedbirli adımlar Sovyetler Birliği’nde yürütülen tüm ilerleme ve güçlenme girişimlerini daha da ileriye taşınmasına hizmet edecektir.’

Dünya çapında yaşanan sosyalizmden ve demokrasiden geriye dönüş, Marksistleri, modern revizyonizmin seyrinin ve kökeninin detaylı bir araştırılmasını yapmakla yükümlü kılmaktadır. AEP ve ÇKP Büyük Tartışma (Münazara) boyunca bu yönde muazzam bir yol katettiler. Bu ülkedeki komünist hareket, 1963’den sonra SBKP ve ÇKP arasında yaşanan açık polemiklere aşinadır. Halbuki, AEP’nin Büyük Tartışma’yı başlatan öncü girişimi çok az bilinmektedir.Sovyet revizyonizmine ilk kez doğrudan çatan, Moskova’da 1960 yılında düzenlenen Komünist Partiler toplantısında Enver Hoca tarafından yapılan konuşmadır. Bu, AEP’nin modern revizyonizmin tüm yelpazesine karşı yönelttiği çeyrek yüzyıllık sonu gelmez polemiklerin açılış töreniydi (Başlama vuruşuydu). Aynı zamanda şu da belirtilmelidir ki, AEP ve ÇKP’nin Kruşçev yönetimindeki SBKP’ne verdiği tavizler ve Marksistlerin Sovyetler Birliği’nde, halk demokrasisi olan olan ülkelerde, Çin ve Arnavutluk da dahil olmak üzere, ekonomik ve siyasi gelişmeleri analiz etmedeki başarısızlıkları, modern revizyonizmin derinlemesine anlaşılabilmesinin olanaklarını kısıtlamıştır. Bu, günümüze değin komünist hareket üzerinde negatif bir sonuç bırakmıştır. Bu tamamlanmamış teorik ve politik aydınlığa kavuşturma görevi, önümüzde duran çarpısmalarda komünisterin ideolojik olarak silahlanmaları için öncelikle ele alınması gereken bir görevdir.

Vijay Singh
(Referanslar)

XX. Kongre'den sonra parti işleyişinin gelişmiş olması gerekirdi fakat maalesef böyle olmadı.

XX. Kongre'den sonra Kruşçev'in daha önceki alçak gönüllülüğünden eser kalmadı. Bir laf vardır ya ‘şapka kafasında eğreti durdu’. Artık kendisinin ‘Lider’ olduğunu sezmesiyle beraber, ilk önce Prezidyum'un toplantılarına özen göstererek hazırlanması son buldu. Kolektif işleyiş ciddi bir derecede zayıfladı, bundan da önemlisi, Parti'nin en temel politik ve ekonomik alanda denetlenmesi gafa uğradı. Örneğin, Kruşçev Gorky'e gitti ve toplantının birinde, Gorky’nin işçilerinin istekleri gereğince, hükümet borçlarının bütün ödemelerinin 20 yıllığına dondurulduğunu ilan ettiğini birdenbire öğrenmiş olduk. Daha sonra, bu karar telefonla yapılan bir oylamayla resmileştirildi fakat asıl anlaşma Kruşçev'in kendisi tarafından yapıldı.

Herkes bunun halkın kafasında yarattığı hoşnutsuzluğun ve devlete karşı uyandırdığı güvensizliğin farkındaydı.

Belli bir süre Kruşçev dış politika konusunda oldukça aktif idi. Böyle olması tabii ki çok iyiydi. Ben kendim ona tavsiyelerde bulundum -Lenin zamanından bu yana dış politika konusunda tek bir sorun dahi Politbüro olmaksızın karar verilmedi ve Stalin dış politikayla ilgili tüm konuları Politbüro'ya her zaman teslim eder, ve kendisi ilgilenir. Bundan dolayı, Stalin Merkez Komitesi'nin Birinci Sekreteri olarak kurallara uymak zorundaydı. Başlangıçta Kruşçev bu kurallara uydu fakat sonraları kasıtlı davranmaya başladı. Diplomasinin eşsiz bir uzmanı olarak ‘teknikleri özümsediğini’ gösterdikten sonra, Kruşçev Dışişleri Bakanlığı'nın neredeyse tüm işlerinde, kendi değişikliklerini yaptırmaya başladı veya tamamen reddetti, özellikle Molotov Dışişleri Bakanlığı işinden kendi önerisiyle (barış politikasını titizlikle yerine getirdiği halde) alındıktan sonra.

Prezidyum'un Molotov'u desteklemediği tek bir konu vardı. O da Yugoslavya sorunuydu. Molotov Yugoslavya ile hükümet çizgisi doğrultusunda yeniden ilişki kurmaya engel oluyordu. MK Prezidyum'u mevcut parti ve ideolojik çizgi farklılıklarıyla devlet ilişkilerini yeniden kurma kararını aldı. Kruşçev MK direktiflerini ihlal ederek parti çizgisini aştı.

Genel olarak Kruşçev 'kudurdu' ve Prezidyum ile hiçbir ön anlaşma olmaksızın yabancılarla görüşmeler yapmaya başladı, yani yapılmış anlaşmaları ihlale kadar gitti. Birdenbire, Prezidyum Kruşçev'in hiçbir şeyi önceden kimseye danışmadan televizyonda dış işleri ile ilgili konuşma yaptığını öğreniyor. Bu, Parti'nin dış politikayı esaslı denetleme normlarının ciddi bir ihlaliydi. Politbüto, oldukça bilgili diplomatlara dahi önceden inceleme olmaksızın hiçbir zaman halka açık böyle bir konuşma ayrıcalığı vermedi ve burada; Kruşçev'in hatiplik sanatının yetersizliği, inceliğini biliyorduk. Yanlış yola sapacağından endişe duyuyorduk. Bu konuyu Prezidyum'da gündeme getirdik. Uzun ve ateşli bir tartışma oldu. Kruşçev, mevcut pratiği izleyerek gelecekte böyle bir şeyin olmasına izin vermeyeceğine söz verdi. 1957 olayları ve Prezidyum’un yeniden düzenlenmesinden sonra, Kruşçev ‘edebi asistanların’ yaptığı işi, ‘modern robotların’ yazdıklarını, hakim kişi olarak dili yoruluncaya kadar okuyor, sonra da beyni dinlendiriyordu.

Fakat Kruşçev'in en göze çarpan örgütsel 'yeteneği' devlet araçlarının yeniden düzenlemesi döneminde kendisini gösterdi. Bu yeniden düzenlemeyi burada detaylı anlatmayacağım, çok iyi biliniyor zaten. Bütün bakanlıklar dağıtıldı ve Halk Ekonomisi Konseyi kuruldu. Halk Ekonomisi Konseyi fikri, bakanlıklar -sayıları düşse dahi- dağıtılmasaydı, ve eğer Halk Ekonomisi Konseyleri; teritoryal, Cumhuriyet ve eyalet merkezlerine sıkı sıkıya bağlı olsaydı ve belli bir grup teşebüscüyü kendi kontrolü altına alsaydı, yararlı olurdu. Özellikle en geniş anlamda ele alırsak yerel sanayide yararlı olurdu. Fakat, eğer başlangıçta Halk Ekonomisi Konseyi'nin biçimi bölgelerinkine uysaydı, kısa bir süre sonra kopuş aynı şeyden başlardı.

MK Prezidyum'unun bazı üyeleri SSCB Yüksek Halk Ekonomisi Konseyi'ni kurmayı önerdiler. Kruşçev ilk önce bütün reformları ‘tutucu direniş' ilan etti, sonra RSFSR Halk Ekonomisi Konseyi'de dahil Cumhuriyetlerin Halk Ekonomisi Konseyi'ni kendisi kurmaya başladı. Daha sonra, Halk Ekonomisi Tüm-Sovyetler Konseyi kuruldu. Her birinin içinde sektörel ve teritoryal organlar kuruldu, bu geniş kapsamlı ve sürekli bir yeniden düzenlemeydi. Daha sonra, bu sanayide uzmanlaşma sürecinin, aynı zamanda, kaldırılan bakanlıklar yerine geçebilecek bir örgütlenme gerektirdiği açığa çıkınca, sektörel komiteler kuruldu. İlk etapta, Gosplan çerçevesinde kuruldu ve sonra bakanlıklarla hemen hemen aynı güce ve işleve sahip olan bağımsız Devlet Komiteleri olarak kuruldular (ve daha büyük bir gösteriş için, bir bakanlık terminolojisi adı altında, fakat iğdiş edilerek ve bu yüzden güçsüz bırakılmış olarak). Bundan dolayı, bu vekil Devlet Komiteleri kocaman Halkın Ekonomisi Konseyleri ile birleşince gerçeğin ağır baskısına dayanamadılar. Bölgesel Halkın Ekonomisi Konseylerine gelince; ben kişisel olarak böyle organların, ne isimle olursa olsun, bölge yönetim kurulu adı altında var olabileceğini düşünüyordum. Bu organlar belli teşebüs grupları ile birleştirilmeliydi; tüketim maddeleri, metalürji, inşaat malzemeleri, gıda maddeleri ve diğerleri gibi. Böylece nüfusun önemli bölümünün ihtiyaçlarını karşılayabilirlerdi. İşletmelerin teritoryal işbirliğinde önemli bir rol oynardı, örneğin, makine parçalarının üretiminde, özellikle kara ulaşımında, bu da bölge yönetim kurulları ve Sovyetlerin yetkisi altında olurdu. Bunlar karlı teşşebüsler olmalıydı ve nüfusun, her şeyden de önemlisi, işçilerin yaşam koşullarını yükseltebilmeliydi.
Kruşçev, burada, yine Halk Ekonomisi Konseyleri sorununda iyi bir fikri mahvetti. Ancak Kruşçev'in kendi 'buldum' egosu için olmasaydı, uygun olarak organize edilseydi faydası olabilirdi.
Referandum yapıldı ve öneriler kabul edildi, fakat hiçbir istikrar göstermedi.
Buradaki amaç taraf elde edinmek veya bakanlık kadrolarını ve onların bölge organlarının etkisini kırmak veya Troçkist tabirle; sarsmak, ve 'güvenilmezlerin' ve yeni liderliğe sadık olmayanların yerine, kendi kadrolarını, geçirmek olduğu sanılabilir. Bunun istenilen bir sonuç yarattığı şüpheli, fakat bu 'büyük' Kruşçevci yeniden örgütlenme kesinlikle çok büyük bir zarar verdi.
Özellikle saçma ve Parti'nin kuruluş prensiplerine tamamen ters düşen, Kruşçev'in insiyatifiyle örgütlenen, partinin eyaletlere ait organlarının endüstriyel ve idari olarak bölünmesiydi. Bu yeniliğin verdiği zarar açıktır ve hiçbir ispat gerektirmiyor.
Çok iyi biliniyor ki en önemli sorun hayvancılık sorunuydu. XX. Kongre'den önce MK Plenumu'nda ve XX. Kongre’de bu sorun ciddi olarak tartışıldı. MK raporunda bu soruna yüzeysel yaklaşıma karşı ikaz vardı.
Fakat Kongre’den sonra, herhangi esaslı bir şey kazanamayınca, Kruşçev Kongre’nin direktiflerini önemli bir derecede değiştirdi. Bu değişiklikler, ciddi tartışmalara ve karara varmak niyetinde ciddi önerilere dayanarak yapılmadı; fakat yine 1957 yazında bir Tarımsal Serginin açılış vesilesi toplantısı sırasında yapıldı.
Prezidyum'a, MK'ne veya Bakanlıklara bildirmeden: Kruşçev, kendi meslektaşlarından hiç kimseye danışmadan dahi (açık ki, herkesi şaşırtmaktı niyeti), bütün Prezidyum üyelerinin varlığında Parti ve Devletin yeni ana görevini ilan etti. 'Biz, ana görevimizi hayvancılık alanında kararlaştırdık' diye ilan etti. 'Amacımız ABD'yi 1960'larda hayvancılıkta yakalamak ve geçmektir'. Bu cazip amacını ilan ederken hiçbir değerlendirme yapmamıştı çünkü zaten böyle bir değerlendirmeye sahip değildi. 'Biz bu görevi yerine getirebiliriz ve getirmeliyiz. Partinin bütünü, halk ve kolektif çiftlikleri (kolhozlar) bu görevi üstlenmeli ve bu amaca ulaşmalıdır' diye konuşmasını bitirdi.

Bu sadece bir toplantıda yapılmış bir beyandı, ayrıntılı araştırılmış bir plan değildi, hiçbir zaman hiçbir forumda -ne MK Prezidyum'unda ne de Bakanlıklarda tartışılmamıştı. MK Prezidyum'unun bütün üyeleri Kruşçev'in bu yeni ve çok sübjektif kaba oyunundan çok rahatsız oldular.
Gelenekleri bozarak, Prezidyum üyeleri toplantı sonrası akşam yemeğine katılmadılar ve evlerine gittiler. Böylece 'Büyük fikri' bize getiren Kruşçev utandı. Prezidyum'un bir sonraki toplantısı bu konuyu tartışmak için toplandı. Prezidyum üyeleri Kruşçev'e, kendisi tarafından belirlenmiş bu hedefi gerçekleştirme olanaklarını sağlayan hesap ve ölçümleri Prezidyum'a sunmasını istediler.

Kruşçev hatasını kabul ederek beyanını savundu fakat hiçbir değerlendirme sunmadı.

Prezidyum Gosplan’a bu değerlendirmeyi yapma görevini verdi ve bu görevin (hayvancılıkta ABD’yi yakalama ve geçme) tamamlanması için gereken zaman cetvelini Prezidyum’a sunmasını istedi.

Gosplan haftalarca hesaplamalar yaptı ve sonunda MK Prezidyum toplantılarının birinde ABD'yi çiftlik hayvanlarında ancak 1970-1972'de yakalama olanağıyla ilgili buldukları sonuçları sundular, bu Kruşçev'in söz ettiği zaman diliminden 10 yıl daha fazla olan bir süreydi.

Toplantıda ateşli tartışmalar oldu. Kruşçev Gosplan'ı tutucu olmakla suçladı, çok kızgınca küçük yumruğunu havaya kaldırırdı fakat Gosplan'ın çıkarmış olduğu ölçümleri çürütemedi.

Prezidyum üyeleri Gosplan tarafından sunulan önerileri kabul etmeye oldukça eğilimliydiler fakat Politbüro’da Gosplan'ın planı daha da geliştirmesi kararlaştırıldı. Aynı zamanda, Tarım Bakanlığı ve MK aygıtları ilgili teritoryal bölgelerde hayvancılık gelişiminin hızlandırılmasını gözleme görevini üstlendiler. Maalesef, Gosplan'ın değerlendirmeleri son derece yanlış çıktı. Hayvancılığın, tarımın en geri kalmış sektörü olduğu görüldü. Öyle anlaşılıyor ki, bütün suç Kruşçev'e yüklenemez fakat Kruşçev'in maceraperestliği burada açıkça görülüyor.

Ekonomiye ilişkin mesele ve durumlarla birlikte 'mevki yakalamanın' yanı sıra Kruşçev 'demokrat' ve 'kültürlü' bir insan halesi kazanmanın doğal olduğunu düşünüyordu. Aynı zamanda edebiyat ve sanatla da uğraşmaya başladı. Başarısı, 1957 olaylarından önceki, konuşmalarının biriyle değerlendirilebilir.

MK ve Bakanlar Kurulu, yazarlar ve sanatçılar, hükümet ve Prezidyum üyeleri için banliyölerdeki devlet dinlenme evlerinden birinde bir yemekli açık hava partisi düzenledi.

Yemekten önce belli bir süre atmosfer canlılığını devam ettirdi. Daha sonra manzaranın asıl bölümü başladı: Kruşçev konuşmaya başladı..... Her ne kadar, konuşma daha sonra basında oldukça iyi yayınlanmış olsa da, bunlar sadece 'notlardı', kimse yemek masasında herhangi stegnografik notlar tutmadı. (stegnografik notlar tutulması gerekseydi, söylenen her şeyi not tutmayı isteyecek bayan bir stegnografist zor bulacaktık). Normal koşullar altında Kruşçev, yazılı bir metin olmadan konuştuğunda, konuşması daima mantıklı olmazdı ve tabii ki ifade ediş şekli de. Ve burası sıradan bir platform değildi, ve masalar özel olarak 'ısmarlanmış' ve canlandırıcı içkilerle dolu Çin porselenleriyle dekore edilmişti. Kruşçev’in kafası ve diliyle masadaki tüm bu melez bileşimle ne tür kültürel ‘meyveler’ elde edileceği tahmin edilebilinir. Bu eşsiz bir ‘hatiplik sanatı cevheriydi’.

Konuşmasının tamamını burada anlatmayacağım fakat sadece hafızamda neyin iz bıraktığından bahsedeceğim.

İlk olarak, Kruşçev sanatçıların ve yazarların yararına, Parti'nin XX.Kongresi'nde Stalin'in putlaştırılması hakkında söylemiş olduğu bir çok şeyi 'çiğnemeye' kalkıştı, sadece bir fark vardı, Kongre'de kağıttan okudu ve burada kendisi ifade ediyordu ve bundan dolayı daha çok ‘ince’ görünüyordu.

Burada ifade edilen ‘ateşli’ noktalar dinleyiciler tarafından sevilen bir yemek olarak yendiği söylenmeli, öyle ki Kruşçev'i edebiyat Laureate’i yapmaya dahi hazırlardı. Kruşçev'in, MK üyelerinin ve özellikle Molotov'un kusurlarını vurguladığını hatırlıyorum, özellikle Rus edebiyatını ve sanatını bastırmada. Yazar Sbolev neredeyse yanılgı sınırına kadar vardı. Fakat çoğunluk için -orada bulunan ileri parti kadrolarından bahsetmiyorum- bütün bunlar sadece utanç yaratmadı fakat hayal kırıklığı da yarattı.

Kruşçev'in, partili olmayan entelektüellerin ortasında, MK Prezidyum üyesi, Molotov'a saldırısı olağanüstü bir olaydı ve çok daha derin bir amacı vardı. 'Ayık olanın aklından geçeni, sarhoş söze döker' lafı bunu iyi açıklıyor.

Gösterisindeki bir sonraki rolü özellikle seçilmiş bazı yazarlara yöneltilen eleştiriydi. Ölçüsüz saldırısının hedefinin iki kadın yazar olduğunu hatırlıyorum: Marietta Shaginian ve şair Aligar. Eleştirisinin içeriğini yazmayacağım fakat herhalde, edebiyat ve sanat alanında Parti'nin Leninist konumunu savunmak değildi kesinlikle. Shaginian ve Aligar, her ikisi de sonradan Kruşçev'in söylediklerini yalanlayarak cesurca ve mantıklı konuştular. Biraz tombul ve güzel Aligar'ın herkes içinde Kruşçev'e dönerek ilk söylediği; 'Gördünüz mü? benim işte, korkunç Aligar' sözlerinin gülücükler yarattığını hatırlıyorum. Kruşçev sırdaşlarının, Kruşçev'in konuşmasını taraf tutarak karakterize etme girişimlerine rağmen, orada bulunanlar arasında birlik yerine -tabii ki tepede yaşanan kavgadan zevk alanlar dışında- dinleyiciler arasında karışıklık yarattı. Bu sadece orada bulunanların hissettikleri değildi fakat Sovyetler Birliği tarafından 'suçlanan' bu yeni keşfedilmiş aydınlar sınıfı 'savunucusundan' da açıkça duymuşlardı. Ancak, orada tereddüt eden önemli bir kısım aydınlar arasında dahi, kültürlü bir Rus entelektüeli olarak dikkate aldıkları Molotov'a saldırı onları şaşırttı ve utandırdı. Uydurmaya çalışsa da, bunun güvenilmez bir ittifak olduğunu düşünüyorlardı, her şeye rağmen 'yeni Lider' koruyucumuz olmak için çok çaba harcıyordu.

Toplantıya katılan aydınların en seçkinlerinin bazıları kafaları karışmış, bazıları da sinirli bir şekilde ayrıldılar.

Bu yolla, yeni doğan ‘diyalektik’i Kruşçev elverişli bir olaydan olumsuz bir duruma çevirdi. Fakat anı zamanda Prezidyum içersinde yeni tartışmaların çıkmasına da sebep oldu.

Eğer bu olaydan önce Kruşçev Merkez Komitesi Prezidyumunun büyük çoğunluğunun desteğine bağlı olsaydı, Prezidyum üyelerinden birine yönelik bu saldırgan konuşmasından sonra, doğrudan doğruya şu söylenebilir, Prezidyum üyelerinin büyük çoğunluğu Kruşçevle olan ilişkilerine ve onun liderlik metodlarına daha eleştirisel bir yaklaşıma girdiler.

Kruşçevin basit anlayışına göre MK sekretaryasının onun kalesi olması yeterliydi, başka neye ihtiyacı olabilirdi?

Bir süre Parti ve Merkez Komitesi birliğinin devamı adına tolerans gösteren MK Prezidyum üyelerinin çoğu, böylesi siyasi hatalara ve bu tür liderliklerinin işlevliğine daha fazla müsamaha göstermenin olanaksızlılığını, Kruşçevin MK genel sekreterliği için yetersiz olduğunu ve çokta uygun olmadığını ve er ya da geç Kruşçev’in görevden alınması için MK’ya baskı yapılacağını sonunda anladılar. Bu nedenle yapılması gereken ne kadar erken yapılırsa o kadar hayırlı olacaktı.

Kruşçev’in Presidyum üyeleriyle olan ilişkisi bu noktadan sonra gerginleşmeye başladı. Kruşçev toplantı süresince çalışma arkadaşlarının konuşmalarına kabaca müdahale etti. Ben daha önce Molotov ve Malenkov hakkında konuşmuştum fakat bu aynı zamanda Voroshilov, ben- Kaganoviç ve diğerlerini de ilgilendiriyordu. Buna rağmen şunu öncelikle söylemeliyim ki, Kruşçev bana karşı sertleşti. Bundan da öte, 1955’de neredeyse ayrılmak üzereyken (!) Kaganoviç’in Ekim Devrimi’nin 36. yıl dönümü üzerine hazırlanan raporu okuması için Kaganoviç’I görevlendirdiğini açıkladı.(!)

1956 yılında 20. Kongre gündemi hakkında konuşmak için beni aradı. Bana şunları söyledi: Molotov Parti Programını 20. Kongre gündemine dahil etmek istiyor. Açıkça, Molotov, bu konu üzerine hazırlanan raporu okuyacak olanın kendisi olacağını düşünüyor. Ancak, eğer parti programı Kongre gündemine alınacaksa, bunu okuma işiyle görevlendirilecek kişi ben olmalıyım, çünkü 19. Kongre’den önce bile bu konuyla ilgilenen kişi sendin.

Bu gerçekler, 1957 Plenumu’nda dile getirilen, benim ve geniş ‘grubun’ MK genel sekreteri olduğundan bu yana Kruşçev’e karşı olduğumuz iddialarını çürütmektedir. Tersine, Kruşçev, beni daha önce bahsi geçen olayla ilişkilendirirken, çok önemli konularda, örneğin Bilimler Akademisi Başkan Yardımcısı Bardin’in, Prezidyum’dan Teknik Gelişim Yılı ile bağlantılı olarak organize edilecek bazı etkinlikler için kaynak istediğinde ve ben bu talebi desteklediğimde, bana çok kabaca yaklaşmıştı. Kruşçev bana bağırmaya başladı: ‘Tabi, burada bir milyonerimiz var, milyonların var senin. Onu destekliyorsun, çünkü o senin arkadaşın’. Pek tabiki Burdon’u 1916 dan beri, Yuzovsk’da çalışmamızla ilgili bir kurstan, ve Ağır Sanayi Bakanlığından (Narkomtiazhprom) tanıyordum fakat özel bir arkadaşlık yoktu aramızda. Ben sadece teknik bir gelişime katkıda bulunacak iyi bir fikri desteklemiştim.

Kruşçev, teknik gelişimi sözde desdeklerken, kendisiyle çelişkiye düştü ve Bilimler Akademisinin talebini reddetti. Onun öfkesi, Plenumun Bilimler Akademisi’nin talebini kabul etmesiyle daha da artacaktı.

Diğer örnek: 1955’de MK, Emek (Labour) ve Ücret konusunda çalışma yürütecek bir komite kurulmasına karar verdi. Komite başkanlığı görevi için iki aday -Shvernik ve Kaganoviç- öne sürüldü. Bakanlar Kurulu Başkan Yardımcılığını yapan Kaganoviç, bu komiteninde başkanlığını da yapması için seçildi. Sendikal hareket içindeki bir emektar olarak bunu ben de uygun buldum.

İlk işlerden birisi, emeklilik ile ilgili yeni bir kanun üzerine çalışmaktı. Bu çalışmaya ben de katıldım ve bununla ilgili ilk taslak çalışmamı komiteye sundum. Presidyum’da yapılan tartışmalar sırasında Kruşçev beni emekliliği O’na göre çok fazla geniş tuttuğum için kınadı. Maliye Bakanlığı’ndan gelecek itirazları bekliyordum, ancak kendisini her an insancıl ve işçilerin sevgilisi olarak gösteren Kruşçevden böylesi bir saldırıya maruz kalacağımı beklemiyordum.

Kruşçev’e, ondan tasarıya karşı geleceğini kendi adıma beklemediğimi söyledim. Devlet’in çıkarları adına itirazını haklı göstermek için devletin böylesine ağır bir yükü kaldıramayacağını söyledi. Ona şunu söylediğimden öfkesi daha da arttı: ‘Sen Devlet değilsin. Devlet emeklileri için gerekli kaynakları bulur, mesela birisi verimsiz harcamalara ayrılan para kaynaklarını azaltır’. Presidyum’un Bulganin başkanlığı altında kurduğu komite bazı düzeltmeler yaptıktan sonra hazırlamış olduğum taslağı kabul etti. Bu taslağı konu alan bir raporu Bulganin Yüksek Sovyet oturumuna verdi. İşte tekrar; Kruşçev kendisiyle çelişti.

Kruşçev’in, Presidyum’un diğer üyelerine karşı saldırılarına daha bir çok örnek verebilirim burada. Presidyum’un gayet yetenekli, iyi ve sadık üyeleri, örneğin Pervukhin ve Saburov, Kruşçevin ‘yaratıcılığı’ sayesinde kendisi tarafından bilinen ve bilinmeyen -doğrusu ikincisi daha çokçaydı- sorularla abartılmış teşhiri ile aşırı derecede usandırtıldılar, yılgınlaştırıldılar.

Kişisel engellemeler sebebinden ziyade, objektif koşulları değerlendirmeyen ve bu nedenle çok önemli konularda takındığı yanlış tutumlar yüzünden Ukranyaca da söylendiği gibi sabır tuzla buz oldu.

Ve, Haziran ayının ikinci yarısında toplanan Presidyum toplantılarından birinde MK Presidyum üyelerinin memnuniyetsizliği açıkça zikredildi.

Bu toplantıda gündemde hasat ve hububat toplama hazırlıkları sorununun olduğunu anımsıyorum. Kruşçev, tüm MK Presidyum’unun 250. yıl dönümü sebebiyle Leningrad’ı ziyaret edilmesinin toplantının gündem maddesi olarak ele alınmasını önerdi. Hububat toplama konusundaki tartışmalardan sonra ilk itirazlar Voroşilov’dan geldi. Niçin tüm Presidyum üyeleri gitsin, onların ilgilenmeleri gereken başka işleri yokmu? diye sordu. Ben de Voroşilov’un kaygılarına katıldım ve hasat ve hububat toplama hazırlıkları ile ilgili yapmamız gereken bir çok işin olduğunu söyledim. Büyük bir olasılıkla Presidyum’un bir çok üyesi farklı yerlere, Kruşçev kendiside yapılması gereken bir çok işin olduğu henüz istimlak edilmemiş arazilere gidebilirdi. Leningrad halkına derin bir saygı beslediğimizi ve sadece bazı Presidyum üyelerinin şehri ziyaret etmesinin Leningrad halkını üzmeyeceğini söyledim. Bu tür itirazlar Malenkov, Molotov, Bulganin ve Saburov’dan da geldi. Sonra Kruşçev ayağa kalktı ve Presidyum’un bir üyesinden diğerine kavga edercesine azarladı (!). Tamamen kendinden geçmişti, hızlı manevralarda gayet hünerli olan Mikoyen bile Kruşçevi sakinleştirmek zorunda kaldı. Bu anda Presidyum üyeleri ayağa kalktılar ve toplantının bu şekilde devam edemeyeceğini söylediler ve her şeyden evvel Kruşçev’in tavırlarının tartışılması gerektiğini söylediler.

Bu toplantının başkanlığının Bulganin’e verilmesi önerisi yapıldı. Önerge, Presidyum’un büyük çoğunluğunca kabul edildi. Bu kesinlikle önceden hazırlanmış bir komplo değildi.

Bulganin başkanlığı devraldıktan sonra ilk sözü alan Malenkov oldu. ‘Biliyorsunuz yoldaşlar, Kruşçev’i desdekledik. Ben ve yoldaş Bulganin, Kruşçev’in MK Genel Sekreteri seçilmesi için önerge verdik. Fakat, şimdi anlıyorumki hata yaptık. MK’nın önderi olma yeteneğine sahip olmadığını gösterdi. İşinde hata üstüne hata yapıyor, ukelalaştı. Özellikle 20. Kongre’den sonra, MK üyelerine davranışları müsamaha edilemeyecek hale geldi. Kendisini devlet organlarının yerine geçiyor ve Bakanlar Kurulu’nun yerini alarak direk emirler veriyor. Bu Sovyet organlarının denetlenmesi değildir. MK Genel Sekreteri olarak Kruşçev’i sorumluluklarını kısıtlama kararı almamız gerekiyor.’

Bu, Malenkov ve diğer yoldaşların konuşmalarının çok kısa bir tasviridir.

Malenkov’dan sonra sözü Yoldaş Voroşilov aldı. Voroşilov, Kruşçevin MK genel sekreteri seçilmesi için gönüllü olarak oy verdiğini ve daha sonra günlük çalışma içinde de kendisine tam bir desdek verdiğini ancak Kruşçevin hata yapmaya başladığını söyledi. ‘Kruşçev’in MK Genel Sekreterliği sorumlulularının kısıtlanması gerekliliği sonucuna vardım. Yoldaşlar, artık Onunla çalışmak imkansız bir hale gelmiştir’. Voroşilov, Kruşçevin ona ne zaman ve nasıl bağırdığı, saldırgan ve hatta kabaca davrandığını anlattı. ‘Artık buna tahammül edemeyiz. İzninizle karar verelim’ diye noktaladı konuşmasını.

Voroşilov’dan sonra Kaganoviç konuştu. ‘Ele alınan mesele zor ve acı verici. Kruşçev’in MK genel sekreterliğine önerenler arasında ben yoktum, çünkü Kruşçev’i artı ve eksi yönleriyle uzun zamandır tanıyorum. Fakat, sorumluluk çalışma içerisinde bir liderin olgunlaşmasını zorunlu kılar düşüncesiyle önergeye oy verdim. Kruşçev’i alçak gönüllü ve azimli bir öğrenci olarak bilirdim. O büyüdü ve Cumhuriyetin, taşra ve Birlik düzeyinde MK’nı kollektif sekretaryasının MK sekreteri olarak liderlik yapabilecek duruma geldi.

‘Genel Sekreter seçildikten sonra, bir süre pozitif özelliklerini gösterdi daha sonra hem parti ödevleri kararlarında hem de halkla olan ilişkilerinde, negatif özellikleri günden güne bunu örtmeye başladı. Diğer yoldaşlar gibi onun yaptığı iyi işler hakkında konuştuk ve Kruşçev’in kişisel ve gönüllü yaklaşımının çok belirgin olduğu ulusal ekonominin planlaması, parti ve devlet önderliği, ve denetleme konularında yaptığı hatalara dikkat çektik. Bu nedenle, Kruşçevin MK Genel Sekreterliği sorumluluklarının kısıtlanması önerisini destekliyorum. Bu, kesinlikle onun parti liderliğinin bir parçası olmayacağı anlamına gelmez. Sanırım, Kruşçev bundan ders alır ve çalışmalarını daha da artırır.’

Ancak, Kruşçev’in eleştirilmesi gereken davranışlarının diğer bir yanı da var. Kruşçev, şimdi kanıtlandığı üzere, MK Sekretaryası içerisinde kendi fraksiyonunu oluşturuyordu. Presidyum’un ve Presidyum üyelerinin saygınlığını sistemli olarak yok ediyordu. Presidyum üyelerini yalnızca Presidyum içerisinde eleştirmedi -ki bu tamamen anlaşılabilir ve gerekli bir tutumdu- fakat bunun yanı sıra saldırılarını MK Sekretaryası içersinde, MK Plenumları içinde Partinin en yüksek organı olan Presidyum’a yöneltiyordu. Kruşçev’in bu aktiviteleri gerçekte O’nun yersiz davranışlarına tolerans göstermiş olan Presidyum’un birliğine zarar verdi. Bir araya gelmesi gereken MK Plenum’unda bunların rapor edilmesi gerekir. Önemli bir şey daha eklemek istiyorum, ki bu bana göre bir gerçektir. Presidyum toplantılarından birinde Kruşçev şunu söyledi. ‘Zinoviev, Kamenev ve diğer Troçkistlerin davalarının yeniden ele alınması gerekir’. Ben de orada ‘bırak başkasının ineği böğürsün, seninki sessiz kalmalı’. Kruşçev o anda patladı ve bağırmaya başladı, ‘Ne ima ediyorsun, bıktım artık tüm bunlardan’.

O zaman, Presidyum da ne ima ettiğimi açıkça söylemedim, fakat şimdi açıklayayım. Kruşçev 1923-1924 yılları arasında Troçkistti. 1925’de görüşlerini tekrar gözden geçirdi ve günah çıkardı. 1925 yılında Donbass’da Kruşçevi yakinen tanıma fırsatı buldum. O zaman onu sağlam bir Leninist, SBKP MK çizgisinin takipçisi olarak gördüm. Kruşçev’in işi ilk olarak Ukrayna MK sekreterliği, daha sonra da politik kariyerinin yükselmesinde en önemli etken olan, parti örgütlerinden sorumlu kadroların SBKP MK sekreterliğiydi. İşçi sınıfı saflarından gelmiş yetenekli bir parti işçisi olarak ona değer verdim. Değer verdim, çünkü Parti’nin ve MK’nın geçmişte hata yapmış ancak bunun üstesinden gelmiş, yetkinleşmiş insanları engellemeyeceğini düşündüm.

Moskova Konferansı’nda Kruşçev’in sekreterlik görevine seçildiği zaman bunu Stalin’e de anlattım. Kruşçevle birlikte Stalin ile görüştük. Stalin Kruşçev’in kendisi hakkında Konferans’da konuşma yapmasını önerdi. Kaganoviç MK’nın konu hakkında bilgisi olduğunu ve Kruşçev’e güvendiğini belirtti. Olay böyle gelişti. Geçmişte yapılan hatalar kesinlik mazur görülebilir ve sürekli gündeme getirilmez.

O zaman Kruşçev’e yapılan uyarıyla şu kastediliyordu; o iflah olmaz bir suçluydu. Ona eski günahlarını ve geçmişteki hatalarını tekrarlamamasını hatırlatıyorduk.

Kaganoviç’den sonra sözü Molotov aldı. Molotov ‘Beni provoke etmek için ne kadar çabalıdıysa da ona ilişkimizi daha da kötüleştirecek fırsatı vermedim. Fakat öyle görünüyorki, artık buna daha fazla tolerans gösterilemez. Kruşçev yanlızca kişisel ilişkileri yıpratmakla kalmadı, aynı zamanda bir bütün olarak devlet ve parti meseleleri ile ilgili çok önemli karar alımlarında Presidyum içersindeki ilişkileride gerginleştirdi’, dedi. Yoldaş Molotov yanlış olarak değerlendirdiği yönetimin yeniden yapılandırılması üzerine detaylıca konuştu. Ayrıca tarıma açılmamış topraklar üzerine varılan yanlış görüş üzerinde de konuşma yaptı. Doğru değildi. Doğru olan şuydu; Molotov 20-30 milyon hektarlık plansız, frenlenmemiş artışa karşıydı. Başlangıçta 10-20 milyon hektarlık bir alana konsantre olup, düzenli bir gelişme ve yüksek verim almak için gerekli düzenlemeler yapılması daha iyi olacaktı.

Molotov Yoldaş, kendisine yöneltilen, barış politikalarının önüne engel olma suçlamalarını da yalanladı ve bu önyargıya besbelliki genel olarak dış politikada atılan gerekli adımların haklı gösterilmesi için ihtiyaç duyulduğunu söyledi. Yugoslavya karşısındaki tutumu dış politika konusuna değil, eleştirdiğimiz ve eleştirmeye devam edeceğimiz Yugoslavya’nın anti-parti ve anti-Sovyet tavrına bağlandı. Molotov konuşmasını ‘Genel Sekreter olarak Kruşçevle çalışmamız mümkün değildir. Ben Kruşçev’in MK Genel Sekreterliği sorumluluklarının kısıtlanması yanayım’ sözleriyle bitirdi.

Molotov’dan sonra söz alan Bulganin konuşmasına devlet organları işleyişlerinin kontrolünde uygulanan yanlış metodlar üzerine bilgi vererek başladı. Konuşmasına Bakanlar Kurulu’nu da dahil etti. Ayıca Kruşçev’in kendisine yönelik arkadaşça olmayan tavırlarından da bahsetti. Birçok konuda yapılan hatalar hakkında da konuştu. Konuşmasını ‘Kruşçev’in sorumluluklarının kısıtlanması önerisini tamamen destekliyorum’ sözleriyle tamamladı.

Pervukhin ve Saburov yoldaşlar da söz aldılar. Her ikisi de Kruşçev’le, onların tarafındayken, iyi ilişkilere sahip olduklarını belirttikten sonra ‘Fakat şimdi görüyoruz ki Kruşçev ukala birisi oldu. Çalışmamızı zorlaştırıyor. Kruşçev atılmalıdır’ sözlerini sarfettiler.

Yoldaş Mikoyan, manevra taktiklerinin doğruluğunda, Kruşçev’in çalışma yönteminde bazı eksiklikler olduğunun doğru olduğunu ancak bunların düzeltilebileceğini bu nedenle Kruşçev’in ihraç edilmesine gerek olmadığını söyledi.

Bizden sonra Kruşçev konuştu. Kendini beğenmiş bir tavır sergilemeden hatta utangaç bir tavırla bazı suçlamaları yalanladı. Bazı şikayetlerin doğru olduğunu, hatta çalışma arkadaşlarına karşı kendi adına uygun olmayan tavırlarının olduğunu, bazı yanlış kararlar alındığını, fakat tüm bunları düzelteceğine dair Presidyum’a söz verdiğini söyledi.

MK sekreterlerinden Brejnev, Suslov, Furtseva ve Pospelov, Kruşçev lehine konuşma yaptılar. Eksiklikler olduğunu kabul ederken bunları düzeltecekleri sözünü verdiler.

MK sekreterleri arasında farklı konuşan tek kişi Şepilov’du. Dürüstçe, dosdoğru ve ikna edici bir tarzda kabul edilemez hata bulma atmosferini açıkladı ve MK Sekreteryası içinde Kruşçev’in uygulaya geldiği Presidyum’un yıpratılmasının özellikle Voroshilov’u ‘eskimiş ve muhafazakar olarak günü geçmiş’ eleştirisine maruz bırakıltığından bahsetti (o anda Kruşçev ikiyüzlü bir tavırla Voroşilov’a çiğ bir saygı ve vefa gösterisinde bulundu). Şepilov, MK Presidyum’un bilgisi olmaksızın Sekreteryanın aldığı bir dizi yanlış kararlar hakkında konuştu. Pratik olarak Kruşçev MK Sekreteryası’nı MK Presidyumdan bağımsız işlev gören bir organ haline getirmişti.

Prezidyum dört gün boyunca toplandı. Bulganin toplantıları en demokratik bir tarzla yönetti. Konuşmacıların talep ettiği süre üzerine hiç bir limit koymadı. Hatta MK sekreterlerinin ikinci kez söz alma istemlerine izin verdi.

Bu arada Kruşçevci Sekreteryası gizlice Presidyumun bilgisi dışında MK üyelerini Moskova’ya çağırdı. GPU ve Savunma Bakanlığı aracılıpıyla onlarca uçağı üyeleri Moskova’ya getirmesi için seferber etti. Ve bu Presidyum’un kararı dışında gerçekleşti. Hatta bu Presidyum üyelerinin görüşülen konuda bir karar almasını beklemeden yapıldı. Bu tamamen soru kuşku götürmez bir fırsatçılıktı, zekice ve Troçkist geleneğindendi.

Prezidyum’un büyük çoğunluğu kötü organizatörlerden ya da budalalardan oluşmuyordu. Eğer, onlar daha sonra suçlanacakları gibi, fırsatçı mücadele yolunu tutmuş olsalardı, organize olabilirlerdi ya da basitçe söyleyelim, Kruşçev’i ihraç edebilirlerdi. Fakat bizler Kruşçev’i bir parti üyesi olarak eleştiriyorduk ve parti değerlerini parti birliğinin devamını sağlamak için titizlikle gözetliyorduk.

Fakat Kruşçev bir fırsatçı gibi davrandı. MK Presidyum toplantısının sonuna doğru, Sverdlov Salonunda toplananlar adına başını Konev’in çektiği bir delegasyon toplantıya girerek, MK Plenum üyelerinin, Presidyum’un görüştüğü konu hakkında Plenum’a rapor vermesini istediğini söylediler.Bazı Presidyum üyeleri MK Presidyum’un izni olmaksızın MK üyelerinin Moskova’ya çağrılmasına, MK Sekretaryası’nın bir parçasına zoraki el koyulmasına ve pek tabiki Kruşçev’in kendisine hiddetle tepki gösterdiler.

Daha önce Kruşçev’i taparcasına destekleyen Saburov yoldaş hiddetlice ‘Siz, Yoldaş Kruşçev, dürüst bir insan olarak bilirdim. Şu anda yanıldığımı anlıyorum. Sen fırsatçı yollarla Presidyum’un arkasından Sverdlov Salonu’ndaki toplantıyı organize eden namuzsuz birisisin’ diye haykırdı.

Kısa bir aradan sonra bu toplantıya devam etmeme ve parti değerlerine bağıra çağıra saldırmış olmaları gerçeğine rağmen, bir saygı gösterisi olarak, onları Sverdlov Binasında bekleyen MK üyelerinin yanısıra gitme kararı aldı.

Utangaçlık maskesini yırtıp atan Kruşçev, yanında ona güç veren Zhukov ve Serov eşliğinde Binaya doğru yürüdü.

Böylesi olağanüstü yollarla Moskova’ya getirtilen MK Plenum üyelerinin psikolojik durumlarını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Daha Plenum görüşmeleri başlamadan, MK üyeleri başlayan Plenum toplantısı hakkında açıkça bilgilendirilmişlerdi. MK üyelerinin MK Presidyum toplantısı hakkında bekledikleri rapora rağmen, onlara Malenkov, Kaganovich ve Molotov’dan oluşan anti-parti grubunun tabağı sunuldu.

Konunun, Kruşçev’in MK Genel Sekreteri olarak yetersiz görülen liderliği olmasına rağmen, gündeme tamamen zıt ve bir o kadar hayal ürünü olan Malenkov, Kaganoviç ve Molotov’un anti-parti grubu meselesi sokuldu.

MK Presidyum üzerine hazırlanan rapor ve Prezidyum toplantısında tartışılan konu tamamen pratik amaçlar için ele alınmadı. Fakat öte yandan bir hayal ürünü olarak ortaya atılan Malenkov, Kaganoviç ve Molotov’un anti-parti grubuna ve onların suç ortağı olan MK Presidyum adaylarından Şepilov’a karşı bir çok büyük siyasi suçlamalar yapıldı.

Kruşçevci suçlayıcılar, tüm Presidyum’u fırsatçılıkla suçladıklarını ve bu durumun da tuhaflığını hissettiklerinde, yılanca, sahte bir taktik izleyerek, Kruşçev’e karşı konuşan Presidyum’un yedi üyesi arasından Malenkov, Kaganoviç ve Molotov üçlü gurubunun isimlerini, -Kruşçevi suçlayanlar ve ihracını isteyenler olarak- ilan ettiler. (Yedi kişiden diğer dördü Voroshilov, Bulganin, Pervukhin ve Saburov’du. Ilk üç isim MK Presidyum’una tekrar seçildiler).

Üç kişinin; Malenkov, Kaganoviç ve Molotov’un belirlenmesiyle oluşan tabloda, Presidyum’un 9 üyesinden yalnızca 2 üyesi Mikoyan ve Kruşçev’in kendisi Kruşçev’in Genel Sekreter olarak kalmasından yanaydı, çoğunluk ise, 7 üye, pratik alanda Parti MK'sının siyasi çizgisini yeteri derecede hayata geçiremediği için Kruşçev'in ihracını istiyorlardı. Bu gerçeği örtbas etmek için bir girişimde bulunuldu.

Daha sonra ‘fatihler’ yeni bir tartışma konusu icad ettiler. Bu gurup aritmetik çoğunluk görüşüyle parti yönetici organlarn bileşiminde ve Parti politikalarnda değişiklik yapmak istediler. Ancak öncelikle aritmetik çoğunluk hakkında konuşmak absürttür. Herhangi bir mesele üzerinde karar alınırken nasıl başka bir tür çoğunluk olabilir? MK Presidyum’unun büyük çoğunluğunun Kruşçev’in ihracı konusunda hemfikir olduğu doğrudur, ancak partinin yönetici organlarının bileşimi yalnızca Kruşçevden mi ibaret? Tüm Presidyum’un MK’nın birbirini izleyen plenumları arasında Partinin en yüksek organ olduğu da doğru değil midir? Bu nedenle Presidyum’un partinin yönetici organlarının yerini almak istediğini söylemek, ki bu kendi kendisinin yerini alması demektir, bunun hakkında yazmak saçmalıktan başka bir şey değildir.

Sonuç biliniyor: Talep edilen kanun tasarısı kabul edildi, ve Pravda’da yayınlandı. ‘Malenkov G..M., Kaganoviç L.M., Molotov V.M. anti-Parti grubu üzerine’

Benimsenen kararda şu ifadeler yer alıyordu; ‘Bu grup anti-parti ve hizipçilik metodları kullanarak yer edinmek istediler…’ Tüm Presidyumu hizip olarak adlandırmak mümkün mü? Hizipçilik metodlarıyla ilgili verilmiş tek bir gerçek yoktur; guruplar yoktu, Presidyum toplantısından önce ve sonra her hangi bir grubun her hangi gizli bir toplantısı olmamıştı, her hangi bir komplo yoktu. Her hangi bir hizip olduysa, Kruşçevin ve O’nun hizibinin bizi-tüm Presidyumu- aptal yerine koyabileceği böylesi bir duruma düşecek kadar kötü örgütçü değildik. Doğrusu MK Presidyumunun bilgisi olmadan MK üyelerini gizlice çağırmasıyla Kruşçev ve O’nun yandaşları organize bir tarzda hiziptiler. Bizler MK’nın birliğini savunan çoğunluktuk, hizip değil. Toplandık, tartıştık, görüşlerimizi onayladık ve Kruşçev ve Onun kurnaz danışmanlarının yaptığı gibi hizipçi ayak oyunları yapmadan bir karar almaya çalıştık.

Kruşçev’in şirret birisi olduğu söylenebilir. Evet, ancak bu Troçkist ve anti-parti şirretliğidir. Buna rağmen, Presidyumun yanlızca üç üyesinin belirlenmesi, daha sonra bunların MK’dan ve onun Presidyumundan ihraç edilmeleri, hizipçi ve anti-parti grubu etiketi vurulmasının Partiyi ikna etmediği anlaşılıyor. Yeni Kruşçevci lider kadro, seçilmeden önce bile, bir MK Plenum karar taslağı hazırlayarak anti-parti grubu dedikleri Malenkov, Kaganoviç, ve Molotov ekibine karşı tamamen asılsız politik suçlamalarda bulundular.

Taslak yalanlanmaya bile değmeyecek bir sürü suçlamayla doluydu. Çünkü tüm suçlamalar hayal ürünüydü.

Bu Sovyet hükümetine ve partinin emektar liderlerine karşı anti-parti ve anti-Leninist bir misillemeydi. Kendisini vazgeçilmez yapmak sevdalısı olan MK Genel Sekreteri Kruşçevi eleştirme cesaretine karşılık yapılmış bir misilleme.
* Bu makale Revolutionary Democracy ( Devrimci Demokrasi ) adlı Hindistan'da yayınlanan bir dergi tarafından yayınlanmıştır



Dilbiliminde Marksizm Üzerine
Josef Stalin


BİR genç yoldaş grubu, dilbilim sorunları konusunda ve özellikle dilbiliminde marksizm üzerine ne düşündüğümü basında açıklamamı istedi. Dilbilimci olmadığımdan, doğal olarak, yoldaşlara yeteri kadar yararlı olamayacağım. Dilbiliminde marksizme gelince, diğer toplumsal bilimler gibi, bu, bilerek konuşabileceğim bir sorundur. Bunun içindir ki, yoldaşların sorduğu bir dizi soruyu yanıtlamayı kabul ettim.
 SORU. - Dilin, temelin üstünde bir üstyapı olduğu doğru mudur?
 YANIT. - Hayır, yanlıştır. Temel, toplumun, gelişmesinin belirli bir aşamasındaki [sayfa 9] iktisadî rejimdir. Üstyapı, toplumun siyasal, hukuksal, dinsel, sanatsal, felsefî görüşleri ve bunlara tekabül eden siyasal, hukuksal ve diğer kurumlardır.
 Her temelin, o temele tekabül eden kendi üstyapısı vardır. Feodal rejimin temelinin kendi üstyapısı, siyasal, hukuksal ve diğer görüşleri ve bunlara tekabül eden kendi kurumları vardır; kapitalist temelin kendi üstyapısı vardır, sosyalist temelin de. Temel değiştiği ya da tasfiye edildiğinde, onun üstyapısı, onu izleyerek değişir ya da tasfiye olur, yeni bir temel doğunca, bunu izleyen ve buna tekabül eden bir üstyapı doğar.
 Dil, bu bakımdan, üstyapıdan kökten farklıdır. Örneğin, Rus toplumunu ve Rus dilini alalım. Son otuz yıl süresince eski temel, kapitalist temel, Rusya'da tasfiye edildi; yeni, sosyalist bir temel kuruldu. Bunun sonucu olarak kapitalist temele tekabül eden üstyapı tasfiye edildi ve sosyalist temele tekabül eden yeni bir üstyapı yaratıldı. Böylece eski siyasal, hukuksal ve diğer kurumların yerine, yeni, sosyalist kurumlar geçti. Bununla birlikte, Rus dili, öz olarak, Ekim Devriminden önce olduğu gibi kaldı.
 O zamandan beri Rus dilinde değişen nedir? Rus dilinin sözcük hazinesi bir dereceye kadar değişti, şu bakımdan değişti ki, yeni, sosyalist üretimin meydana gelmesiyle, yeni bir devletin meydana gelmesiyle, yeni bir sosyalist kültürün, yeni bir toplumsal ortamın, yeni bir ahlâkın ve ensonu tekniğin ve bilimin gelişmesi ile dilde büyük sayıda yeni sözcükler, yeni deyimler doğması anlamında bir zenginleşme oldu; birçok sözcük ve deyimin anlamı değişti ve yeni bir anlam kazandı, eskimiş bazı sözcükler de dilimizden yok oldu. Rus dilinin temelini oluşturan yeni bir sözcük hazinesine ve gramer sistemine gelince, bunlar, kapitalist temelin tasfiyesinden sonra tasfiye edilip, yerlerine sözcük hazinesinin yeni [sayfa 10] bir temel özü ve yeni bir gramer sistemi getirilmemiş, tersine, bunlar, oldukları gibi kalmışlar ve önemli hiç bir değişikliğe uğramadan varlıklarını sürdürmüşlerdir; özellikle, günümüzün Rus dilinin temeli olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.
 Devam edelim. Üstyapıyı doğuran temeldir, ama bu, hiç bir zaman, onun temeli yansıtmakla yetindiği, edilgen, yansız olduğu, temelin yazgısına, sınıfların yazgısına, rejimin niteliğine karşı kayıtsız bulunduğu anlamına gelmez.
 Tersine, üstyapı bir kez doğunca, etkin pek büyük bir güç olur, temelin billurlaşmasına ve güçlenmesine etkili bir biçimde yardım eder; eski düzenin ve eski sınıfların yıkımının tamamlanmasında ve onların tasfiyesinde, yeni düzene yardım etmek üzere gereken bütün önlemleri alır.
 Başka türlü olamazdı da. Üstyapı, özellikle, temel tarafından, kendisine hizmet etmesi için billurlaşmasına ve güçlenmesine etkin olarak yardım etmesi için, zamanı geçmiş bulunan eski temeli ve onun eski üstyapısını tasfiye etmek üzere etkin olarak savaşım vermesi için yaratılmaktadır. Üstyapının*bu alet rolünü oynamayı reddetmesi, onun, temelin etkin savunucusu durumundan temele karşı kayıtsız bir duruma geçişi, sınıflara karşı aynı tutumu takınması, niteliğini yitirmesi ve bir üstyapı olmaktan çıkması için yeterlidir.
 Dil, bu bakımdan, üstyapıdan kökten farklıdır. Dil, belirli bir toplumun bağrında şu ya da bu, eski ya da yeni bir temel tarafından değil, toplum tarihinin ve yüzyıllar boyunca temellerin tarihinin ilerleyişi tarafından oluşturulmuştur. Dil, herhangi bir sınıfın eseri değildir, bütün toplumun, toplumun bütün sınıflarının eseridir. İşte bu nedenledir ki, bütün halkın dili olarak yaratılmıştır, bütün toplum için tektir ve toplumun bütün üyeleri için ortaktır. Bunun sonucu olarak, dilin, insanlar [sayfa 11] arasında bir iletişim aracı olarak yerine getirdiği alet rolü, diğer sınıfların zararına, bir sınıfa hizmet etmekten ibaret değildir, bütün topluma, toplumun bütün sınıflarına ayrım yapmaksızın hizmet etmekten ibarettir. Özellikle bu yüzdendir ki, dil, aynı zamanda, cançekişen eski düzene ve yükselen yeni düzene, eski temele ve yenisine, sömürenlere ve sömürülenlere hizmet edebilmektedir.
 Herkesçe bilinmektedir ki, Rus dili, Ekim Devriminden önce Rus kapitalizmine ve Rus burjuva kültürüne ve bugün sosyalist rejime ve Rus toplumunun sosyalist kültürüne aynı biçimde hizmet etmiştir. Ukrayna, Beyazrus, Özbek, Kazak, Gürcü, Ermeni, Estonya, Letonya, Litvanya, Moldav, Tatar, Azerî, Başkır, Türkmen dilleri ile Sovyet uluslarının diğer dilleri için aynı şeyi söyleyebiliriz; bunlar da, bu ulusların eski burjuva rejimlerine ve aynı ulusların, yeni, sosyalist rejimine aynı biçimde hizmet etmiştir.


Başka türlü olamazdı da. Dil, özellikle insanlar arasında bir iletişim aracı olarak tüm topluma hizmet etmek üzere, toplumun üyelerinin ortak malı ve toplum için biricik araç olmak üzere, hangi sınıftan olursa olsun toplum üyelerine aynı sıfatla hizmet etmek üzere oluşturulmuştur ve bunun için vardır. Dilin, bütün halkın ortak aracı durumundan uzaklaşması, belirli bir toplumsal grubu diğer toplumsal grupların zararına yeğleyip onu desteklemeye eğilim göstermesi, niteliğini yitirmesi için, toplumda insanlar arasında bir iletişim aracı olmaktan çıkması için, herhangi toplumsal bir grubun jargonu haline gelmesi için, aşağı duruma düşmesi ve yokolması için yeterlidir.
 Bu yönden, dil, üstyapıdan, ilke olarak farklı olmakla birlikte, üretim araçlarından ayırdedilemez, örneğin makineler de, dil gibi, sınıflar karşısında seçim yapmaksızın aynı şekilde kapitalist rejime de, sosyalist rejime de [sayfa 12] hizmet edebilirler.
 Sonra, üstyapı, belirli bir iktisadî temelin canlı olduğu ve faaliyette bulunduğu bir dönemin ürünüdür. Bundan dolayı, üstyapının yaşamı uzun süreli değildir; belirli bir temelin tasfiyesi ve yokolması ile üstyapı tasfiye edilir ve yokolur.
 Dil, tersine, herbirinde, billurlaştığı, zenginleştiği, geliştiği, inceldiği bir dizi dönemin ürünüdür. Bu yüzden bir dilin yaşamı, herhangi bir temelin, herhangi bir üstyapının yaşamından son derece daha uzundur. Bu, aslında, yalnızca bir temelin ve onun üstyapısının değil de, birçok temelin ve bu temellere tekabül eden üstyapıların doğuşları ve tasfiyelerinin, tarihte, belirli bir dilin ve yapısının tasfiyesine ve yeni bir sözcük hazinesi ve yeni bir gramer sistemi ile yeni bir dilin doğuşuna meydan vermediğini açıklar.
 Puşkin'in ölümünden beri yüz yıldan fazla zaman geçti. Bu zaman süresince Rusya'da feodal ve kapitalist rejimler tasfiye edildi ve bir üçüncü rejim, sosyalist rejim ortaya çıktı. Demek ki, üstyapıları ile birlikte iki temel tasfiye edildi ve bir yenisi, sosyalist temel, yeni üstyapısı ile birlikte göründü. Oysa örneğin, Rus dili ele alınırsa, görülür ki, bu uzun zaman süresince bu dil hiç yenilenmedi ve yapısı yönünden, günümüzün Rus dili, Puşkin'in dilinden az farklıdır.
 Bu sürede, Rus dilinde nasıl bir değişiklik oldu? Bu sürede, Rus dilinin sözcük hazinesi belirgin bir biçimde zenginleşmiştir; devrini tamamlamış büyük sayıda sözcük, sözcük hazinesinden kaybolmuştur; önemli sayıda sözcüğün anlamı değişmiştir; dilin gramer sistemi gelişmiştir. Puşkin'in dilinin yapısına gelince, gramer sistemi ve sözcük hazinesinin temel özü ile bu dil, günümüz Rus dilinin temeli olarak anaçizgileri ile süregelmiştir.
 Bu, kolayca kavranılır. Gerçekten de, neden üstyapıda [sayfa 13] olduğu gibi, her devrimden sonra, dilin var olan yapısının, gramer sisteminin ve sözcük hazinesinin temel özünün yok edilmesi ve yerine yenilerinin gelmesi gerekli olsun? Su, toprak, dağ, orman, balık, insan, gitmek, yapmak, üretmek, alışveriş yapmak, vb. sözcüklerinin, artık su, toprak, dağ vb. olarak adlandırılmamaları ve değişik olarak söylenmeleri, kimin işine yarar? Dildeki sözcüklerin değişmesinin ve sözcüklerin tümcelerdeki bileşiminin var olan gramere göre değil de, bambaşka bir gramere göre yapılması, kimin işine yarar? Devrim, dildeki bu altüst oluştan ne yarar sağlamış olur? Tarih, bir şeyin gerekliliği kesin bir biçimde kendini kabul ettirmediği sürece, genel olarak, öze değgin bir işlemde bulunmaz. Var olan dilin, yapısı ile birlikte anaçizgileri bakımından yeni rejimin gereksinmelerini karşılamaya tamamen elverişli olduğu tanıtlanmışken, bu dilbilimindeki böyle bir altüst oluşa niçin gerek duyulacağı akla gelmektedir. Toplumun üretici güçlerinin özgürce gelişebilmeleri için, eski üstyapı yıkılarak, birkaç yıl içinde yerine bir yenisi getirilebilir, getirilmelidir; ama toplum yaşamında anarşi yaratmadan, toplumun çözülüşü tehlikesini doğurmadan, mevcut dil yıkılarak, yerine, birkaç yıl içinde, bir yenisi nasıl kurulabilir? Don Kişotlardan başka kim böyle bir amaç güdebilir?
 Ensonu, üstyapı ile dil arasında köklü bir fark daha vardır. Üstyapı, üretime, insanın üretici faaliyetine doğrudan bağlı değildir. O, üretime, ancak dolaylı bir biçimde, ekonominin aracılığı ile temelin aracılığı ile bağlıdır. Bu yüzden, üstyapı, üretici güçlerin gelişme düzeyindeki değişiklikleri, dolaysız ve doğrudan değil, temeldeki değişikliklerden sonra, temeldeki değişikliklerin üretimdeki değişikliklere dönüşmesinden sonra yansıtır. Bu, şu anlama gelir ki, üstyapının etki alanı dar ve sınırlıdır. [sayfa 14]
 Dil, tersine, insanın üretici faaliyetine doğrudan bağlıdır ve yalnızca üretici faaliyetine değil, üretimden temele kadar, temelden üstyapıya kadar, çalışmasının bütün alanlarında insanın bütün öteki faaliyetlerine de bağlıdır. Bu yüzden, dil, temeldeki değişiklikleri beklemeksizin üretimdeki değişiklikleri, dolaysız olarak ve doğrudan yansıtmaktadır. Bu yüzden, insan faaliyetinin bütün alanlarını kucaklayan dilin etki alanı, üstyapının etki alanından çok daha geniş ve çok daha çeşitlidir. Ayrıca, hemen hemen sınırsızdır.
 Dilin, özellikle de sözcük hazinesinin, hemen hemen kesintisiz bir şekilde değişme durumunda bulunmasının esas nedeni budur. Sanayiin ve tarımın, ticaretin ve ulaştırmanın, tekniğin ve bilimin kesintisizce gelişmesi, bu ilerleyişin gerektirdiği yeni sözcükler ve yeni deyimlerle, dilin sözcük hazinesi zenginleşmektedir. Bu gereksinmeleri doğrudan yansıtan dil, böylece, sözcük hazinesini, yeni sözcüklerle zenginleştirmekte ve gramer sistemini geliştirmektedir.
 Böylece:
a) Bir marksist, dili, temelin üstünde bir üstyapı olarak göremez;
b) Dil ile bir üstyapıyı karıştırmak çok önemli bir yanılgıdır.

SORU. - Dilin, her zaman bir sınıf niteliği bulunduğu ve bunu koruduğu, toplum için ortak ve birtek dil olmadığı, sınıf niteliği bulunmayan ve bütün halkın dili olacak bir dil olamayacağı doğru mudur? YANIT. - Hayır, yanlıştır.


Sınıfsız bir toplumda bir sınıf dilinin sözkonusu olamayacağını anlamak güç değildir. îlkel topluluk düze-ı ninde, klanlar düzeninde sınıf bilinmiyordu, sonuç olarak da sınıf dili olamazdı; onlarda dil, ortaklığın tümü için ortak, tek idi. Sınıf derken, bütün insan topluluklarının [sayfa 15] anlaşılması gerektiği, ilkel topluluğun buna dahil olduğu itirazı, bir itiraz değil, yanıtlamaya değmeyen bir sözcük oyunudur. Bundan sonraki gelişmeye gelince, klan dillerinden boy dillerine kadar, boy dillerinden ulusal-topluluk (milliyet) dillerine kadar ve ulusal-topluluk dillerinden ulusal dillere kadar - her yerde, gelişmenin bütün aşamalarında, toplum içinde insanlar arasındaki iletişim aracı olarak dil, toplum için ortak ve birtekti, toplum üyelerine, toplumsal durumlarından bağımsız olarak, aynı biçimde hizmet ediyordu.
 Burada, köleci ya da ortaçağ dönemlerindeki imparatorluklardan sözetmiyorum, bunlar, örneğin Keyhüsrev'in ve Büyük İskender'in ya da Sezar'ın ve Şarlman'ın imparatorlukları gibi kendilerine özgü ekonomik bir temele sahip değildiler ve geçici, dayanıksız askerî ve yönetsel oluşumlardan meydana geliyordu. Bu imparatorluklar, bütün imparatorluk için tek ve imparatorluğun bütün üyeleri için anlaşılır bir dile sahip değillerdi, olamazlardı. Bunlar, herbiri kendi yaşamını yaşayan ve kendi dillerine sahip bulunan bir boy ve ulusal-topluluk bileşiminden oluşmuştu. Böylece, sözkonusu olan bu imparatorluklar ya da benzerleri değildir, ama imparatorluğun parçaları bulunan kendilerine özgü iktisadî bir temele sahip ve eski zamanlardan beri oluşmuş dilleri bulunan boylar ve ulusal-topluluklardır. Bu boyların ve ulusal-topluluklarm dillerinin sınıfsal bir niteliği olmadığını, bu dillerin, insan topluluklarının, boyların ve ulusal-toplulukların ortak dilleri olduğunu, kendileri tarafından anlaşılır bulunduklarını tarih bize öğretmektedir.
 Kuşkusuz, buna paralel olarak lehçeler, yerel şiveler bulunmaktaydı; ama boyun ya da ulusal-topluluğun birtek ve ortak dili, bu şivelere üstün geliyor ve bunları [sayfa 16] buyruğu altına alıyordu.
 Sonraları, kapitalizmin doğusuyla, feodal bölünmenin tasfiyesi ile ve ulusal bir pazarın kurulmasıyla ulusal-topluluklar, ulus olarak ve ulusal-topluluk dilleri de ulusal diller olarak gelişti. Tarih, bize, ulusal bir dilin, bir sınıfın dili olmadığını, ama halkın tümünün ortak bir dili, ulusun üyelerinin ortak ve ulus için birtek dili olduğunu göstermektedir.
 Yukarda dedik ki, toplum içinde insanlar arasında iletişim aracı olarak dil, toplumun bütün sınıflarına eşit olarak hizmet eder ve bu bakımdan sınıflara karşı, bir bakıma, ilgisiz kalır. Ancak insanlar, değişik toplumsal, gruplar ve sınıflar, dile karşı ilgisiz değillerdir. Dili kendi çıkarları yönünden kullanmaya, ona kendi özel sözcük hazinelerini, özel deyimlerini, özel terimlerini zorla kabul ettirmeye bakarlar. Bu bakımdan, halktan kopmuş bulunan ve ona karşı kin duyan varlıklı sınıfların üst katmanları: soylu aristokrasi ve burjuvazinin üst katmanları özellikle sivrilmektedirler. "Sınıfsal" lehçeler, jargonlar, salon "ağızları" oluşmaktadır. Edebiyatta bu lehçeler ve jargonlar, çoğu kez yanlış olarak, "proleter dili"ne, "köylü dili"ne karşıt olarak, "soylu dili", "burjuva dili" diye adlandırılırlar. Bu nedenledir ki, ne kadar garip görünürse görünsün, bazı yoldaşlarımız, ulusal dilin bir hayal olduğu, gerçekte sınıf dillerinin var olduğu sonucuna varıyorlar.
 Bu sonuca varmaktan daha hatalı bir şey olamayacağı kanısındayım. Bu lehçelere, jargonlara dil gözüyle bakabilir miyiz? Hayır, bu olanaksızdır. Önce şundan dolayı olanaksızdır ki, bu lehçelerin, bu jargonların, ne kendilerine özgü gramer sistemi vardır, ne de kendi sözcük hazinesi içeriği - onlar, bunları ulusal dilden aktarmaktadırlar. Sonra şundan dolayı olanaksızdır ki, lehçelerin ve jargonların, şu ya da bu sınıfın üst katmanları [sayfa 17] arasında dar bir dolaşım alanları vardır ve böylece insanlar arasında, toplumun tümü için iletişim aracı olmaya elverişli değillerdir. Bunlarda neler bulunur? Bunlarda, aristokrasinin ya da burjuvazinin üst katmanlarının özel zevklerini yansıtan özel bir sözcük seçimi bulunmaktadır; incelikleri ve zariflikleri ile sivrilen bazı anlatım ve söz kuruluşları alınmış, ulusal dildeki "kaba" anlatım ve söz kuruluşları dıştalanmıştır, ensonu, belirli sayıda yabancı sözcük aktarılmıştır. Oysa öz bakımından, yani sözcüklerin büyük çoğunluğu ve gramer sistemi, ulusal dilden, halkın tümünün dilinden aktarılmıştır. Böylece lehçeler ve jargonlar bütün halkın ortak dili olan ulusal dilin dallarıdır, bunların dilbilimi bakımından herhangi bir bağımsızlıkları yoktur ve cançekişmeye mahkûmdurlar. Lehçelerin ve jargonların ulusal dilin yerine geçebilecek olan ayrı diller haline gelebileceğini düşünmek, tarihsel görüş açısını yitirmek ve marksizmin saflarını terketmek demektir.
 Marx'tan aktarma yapılıyor, Kutsal-Max yazısından bir bölüm ileri sürülüyor, bu yazıda denmektedir ki: Burjuvazinin "kendi dili" vardır, bu dil "burjuvazinin ürünüdür", ona bezirgânlık ve alım-satım ruhu sinmiştir. Bazı yoldaşlar bu aktarma ile Marx'ın, sözümona, dilin "sınıf niteliği"nden yana olduğunu, birtek ulusal dilin varlığını yadsıdığını tanıtlamak istiyorlar. Eğer bu yoldaşlar, bu sorunda nesnel davransaydılar, aynı Kutsal-Max yazısından başka bir parça da aktarmaları gerekirdi, o bölümde, Marx, birtek ulusal dilin oluşması yollarından sözederken "iktisadî ve siyasal merkezleşmeye bağlı olarak lehçelerin birtek ulusal dil olarak tümleşmeleri"nden sözetmektedir.
 Dolayısıyla, Marx, lehçelerin alt biçim olarak ona bağımlı bulunacağı, birtek ulusal dilin üst biçim olarak gerekli olduğunu kabul etmektedir. [sayfa 18]
 Böyle olunca, Marx'a göre "burjuvazinin bir ürünü olan" burjuva dili ne oluyor? Marx, bu dili, kendine özgü bir dil örgüsüne sahip ulusal diller gibi bir dil olarak mı sayıyordu? Onu, bu tür dil olarak sayabilir miydi? Kuşkusuz hayır! Marx, yalnızca burjuvaların, tek olan ulusal dili, bezirgân deyimleri ile kirlettiklerini, yani burjuvaların kendi bezirgân jargonları olduğunu söylemek istiyordu.


Demek ki, bu yoldaşlar, Marx'ın tutumunu tahrif etmişlerdir. Onu tahrif etmişlerdir, çünkü Marx'tan aktarma yaparken marksist olarak değil de, konunun özüne erişmeden, skolâstikçi gibi hareket etmişlerdir.
 Engels'ten aktarma yapıyorlar; onun İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu yapıtından "... İngiliz işçi sınıfı, eninde sonunda, İngiliz burjuvazisinden bambaşka bir halk haline girdi"; ve "... işçiler burjuvaziden değişik bir lehçe konuşuyorlar, onların değişik fikirleri ve değişik kavramları, değişik alışkı ve değişik ahlâk kuralları, değişik bir dinleri ve değişik bir siyasetleri var."[1] dediği bölümü öne sürüyorlar. Bu aktarmadan güç alarak, bazı yoldaşlar, Engels'in bütün halk için ortak olan ulusal bir dilin gerekliliğini yadsıdığını, sonuç olarak da dilin "sınıfsal niteliği"ni doğruladığını söylemeye varıyorlar. Kuşkusuz Engels, burada, dilden değil, lehçeden sözetmektedir; o, lehçenin, ulusal dilin bir dalı olarak dilin yerine geçemeyeceğini çok iyi kavramıştır. Ama görülüyor ki, bu yoldaşlar, dil ile lehçe arasındaki farka önem vermemektedirler...
 Kuşkusuz aktarma yersiz olarak yapılmıştır, çünkü Engels, burada, "sınıf dilinden" sözetmemekte, başlıca sınıfsal fikir, kavram, alışkı, ahlâk kuralları, din ve siyasetten sözetmektedir. Fikirlerin, kavramların, alışkıların, [sayfa 19] ahlâk kurallarının, dinin ve siyasetin burjuvalarda ve proleterlerde, doğrudan doğruya karşıt olduğu, tümüyle doğrudur. Ancak burada ulusal dilin, ya da dilin "sınıfsal niteliği"nin ne işi var? Toplumda sınıf çelişkilerinin varlığı, dilin "sınıfsal niteliği" yararına ya da birtek ulusal dilin gerekliliğine karşı kanıt oluşturabilir mi? Marksizm, dil birliğinin, ulusun en önemli niteliklerinden biri olduğunu söyler, bunu söylerken de ulusun içinde sınıfsal çelişkiler olduğunu çok iyi bilmektedir. Sözü geçen yoldaşlar, bu marksist tezi kabul etmiyorlar mı?
 Lafargue'dan aktarmalar yapıyorlar, onun Devrimden Önce ve Sonra Fransız Dili kitapçığında, dilin "sınıfsal niteliği"ni kabul ettiğini ve söylediklerine göre, bütün halk için ortak bir dilin zorunluluğunu yadsıdığını iddia ediyorlar. Yanlıştır. Gerçekte, Lafargue, "soylu" ya da "aristokratik" dilden ve toplumun çeşitli katmanlarının "jargonlarından sözetmektedir. Ancak, bu yoldaşlar unutuyorlar ki, Lafargue, dil ile jargon arasındaki farkla ilgilenmemekte ve lehçeleri, bazan "yapma dil", bazan da "jargon" olarak nitelendirmektedir, kitapçığında açık" olarak ilân etmektedir ki, "aristokrasiyi ayırdeden yapma dil ... burjuvanın ve zanaatçının, kentin ve köyün konuştukları vülger dilden çıkartılmıştı".
 Yani Lafargue bütün halk için ortak bir dilin varlığını ve zorunluluğunu kabul etmektedir ve "aristokratik dil"in ve öteki lehçelerin ve jargonların bütün halkın ortak diline karşı ast niteliğini ve bağımlılığını pek iyi kavramaktadır.
 Bunun sonucu olarak da, Lafargue'dan yapılan aktarma, amacına erişememektedir.
 Belirli bir çağda, İngiltere'de İngiliz feodallerinin "yüzyıllar boyunca" Fransızca konuştukları, oysa İngiliz halkının İngilizce konuştuğu verisine dayanıyorlar, [sayfa 20] bundan, dilin "sınıfsal niteliği" yararına ve tüm halk için ortak bir dilin zorunluluğuna karşı bir kanıt çıkarmak istiyorlar. Bu, bir kanıtlama değildir, daha çok bir anekdottur. Önce o dönemde bütün feodaller Fransızca konuşmamaktaydılar, konuşanlar, kralın sarayında ve kontluklardaki önemsiz sayıdaki büyük feodallerdi. İkinci olarak, herhangi bir "sınıf dili"ni değil, yalnızca bütün Fransız halkının ortak dili olan sıradan Fransızcayı konuşmaktaydılar. Üçüncü olarak, bilinmektedir ki, Fransız dilini konuşarak eğlenenlerin bu tutkuları, sonraları iz bırakmadan yok olmuştur, bütün halkın ortak dili İngilizceye yerini bırakmıştır. Bu yoldaşlar sanıyorlar mı ki, "yüzyıllar boyunca" İngiliz feodalleri, İngiliz halkı ile tercümanlar aracılığıyla anlaşmışlardır; sanıyorlar mı ki, İngiliz feodalleri İngiliz dilini kullanmıyorlardı ve o zamanlarda bütün halk için ortak bir İngiliz dili yoktu, Fransız dili o zamanlarda İngiltere'de yalnızca yüksek aristokrasinin dar çevresinde kullanılan bir salon dilinden fazla bir şeydi? Bu tür anekdot düzeyindeki "kanıtlara" dayanılarak, nasıl bütün halk için ortak bir dilin varlığı ve zorunluluğu yadsınabilir?
 Rus aristokratları da çarların sarayında ve salonlarında bir süre Fransızca konuşmakla eğlenmişlerdir. Rusça konuşurken Fransızca çatlatmakla ve Rusçayı ancak Fransız şivesi ile konuşabilmekle övünürlerdi. O zamanlarda Rusya'da bütün halkın ortak bir Rus dili yok muydu, bütün halkın ortak dili bir hayal miydi ve "sınıf dilleri" bir gerçek miydi, böyle mi söylemek gerekir? Yoldaşlarımız burada en azından iki yanlış yapmaktadırlar.
 Birinci yanlışları şudur ki, dil ile üstyapıyı karıştırmaktadırlar. Düşüncelerine göre eğer üstyapının sınıfsal bir niteliği varsa, dilin de aynı şekilde bütün halk için ortak olmaması gerekir, o da bir "sınıfsal nitelik" [sayfa 21] taşımalıdır. Dilin ve üstyapının iki ayrı kavram olduğunu ve bir marksistin bunları karıştıramayacağını daha önce belirtmiştim.
 İkinci yanlışları şudur ki, bu yoldaşlar, burjuvazi ile proletaryanın çıkarlarının karşıtlığını, onların zorlu sınıf savaşımlarını, toplumun bir çözülüşü, düşman sınıflar arasındaki bütün bağların kopması biçiminde kavramaktadırlar. Bunlar, mademki toplum çözülmüştür ve artık birtek toplum yoktur, ama yalnızca sınıflar vardır, toplum için birtek dile gereksinme kalmamıştır, ulusal bir dile gereksinme kalmamıştır kanısındadırlar. Toplum çözüldüyse ve bütün halk için ortak bir dil kalmadıysa, kalan nedir ki? Sınıflar ve "sınıf dilleri" kalır. Doğal olarak her "sınıfsal dilin" "sınıfsal" grameri olacaktır, "proletarya" grameri, "burjuva" grameri olacaktır. Aslında bu gramerler gerçeklik olarak yoktur; ama bu yoldaşlar bundan tedirgin olmamaktadırlar, bu gramerlerin doğacağına güvenmektedirler.
 Bizde, bir zamanlar, Ekim Devriminden sonra, ülkemizdeki demiryollarının burjuva demiryolları olduğunu, biz marksistlerin bunları kullanmamızın doğru olmadığını, bunları söküp yenilerini, "proleter" demiryollarını kurmamız gerektiğini savunan "marksistler" çıkmıştı. Bunlara o zaman "mağara adamı" lakabı takıldı... Besbellidir ki, toplum, sınıflar ve dil hakkındaki ilkel bir anarşizmin ifadesi olan bu görüşlerin marksizm ile hiç bir ilişkisi yoktur. Ama şu da besbelli ki, bu görüşler kuşku götürmeyecek biçimde vardır ve yönlerini şaşırmış bazı yoldaşlarımızın zihinlerini kurcalamaktadır.


Zorlu bir sınıf savaşı sonucunda toplumun artık iktisadî yönden birtek toplumun bağrında birbirine bağlı olmayan sınıflar halinde çözülmüş bulunacağı, apaçık olarak yanlıştır. Tersine, kapitalizm var oldukça burjuvalar ve proleterler, birtek kapitalist toplumun kurucu [sayfa 22] bileşkeleri olarak bütün iktisadî yaşamın bağları ile birbirine bağlı olarak kalacaklardır. Burjuvalar, ellerinin altında ücretli işçiler bulunduramazlarsa yaşayamaz ve zenginleşemezler; proleterler ise, kapitalistlerden iş alamazlarsa geçimlerini sağlayamazlar. Aralarındaki bütün ekonomik bağların kopması her çeşit üretimin durması demek olur; oysa her çeşit üretimin durması, toplumun ölümüne, sınıfların kendilerinin ölümlerine varır. Hiç bir sınıfın, kendisini yok olmaya adamak istemeyeceği besbellidir. Bu yüzdendir ki, sınıf savaşımı, ne kadar keskin olursa olsun, toplumun çözülüşüne varamaz. Ancak marksizm konusundaki bilisizlik ve dilin niteliği hakkında kesin bir anlayışsızlık, bazı yoldaşlarımızda, bu, toplumun çözülüşü, "sınıfsal" diller, "sınıfsal" gramerler efsanesini doğurabilmiştir.
 Sonra Lenin'den aktarmalar yapılmaktadır, Lenin'in kapitalist düzende burjuva ve proleter olarak iki kültürün varlığını kabul ettiği; kapitalist dönemde ulusal kültür sloganının milliyetçi bir slogan olduğu anımsatılmaktadır. Bütün bunlar doğrudur ve bu noktada Lenin tamamen haklıdır. Ancak burada dilin "sınıfsal niteliği"nin işi ne? Kapitalist düzende, Lenin'in iki kültür konusundaki sözlerini öne sürmekle, görülüyor ki, bu yoldaşlar, okura, dil, kültüre bağlı olduğundan, toplumda burjuva ve proletarya kültürü olarak iki kültürün varlığının, aynı zamanda iki dil olması gerekliliğini ifade ettiğini, yani Lenin'in tek ulusal bir dilin gerekliliğini yadsıdığını, "sınıfsal" dillerden yana olduğunu anlatmak istiyorlar. Bu yoldaşların buradaki yanlışı, dil ile kültürü özdeş saymaları ve karıştırmalarıdır. Oysa kültür ve dil ayrı iki şeydir. Kültürün burjuvası ya da sosyalisti olabilir, oysa insanlar arasında bir iletişim aracı olarak dil, her zaman bütün halk için ortaktır, o, hem burjuva kültürüne, hem de sosyalist kültüre hizmet edebilir. [sayfa 23] Rus, Ukrayna, Özbek dillerinin Ekim Devriminden önce burjuva kültürüne hizmet ettiği gibi, bugün bu ulusların sosyalist kültürlerine de hizmet ettiği, bir olgu değil midir? Böylece, iki ayrı kültürün varlığının, iki ayrı dilin oluşmasına vardığını ve birtek dilin gerekliliğinin yokolduğunu iddia etmekle bu yoldaşlar, ağır biçimde aldanmaktadırlar.
 Lenin, iki kültürden sözederken, özellikle, iki kültürün var oluşunun birtek dilin yadsınmasına ve iki dilin oluşmasına varamayacağı, dilin tek olması gerektiği tezinden hareket etmekteydi. Bundcular, Lenin'i, ulusal dilin gerekliliğini yadsımakla ve kültürün "ulusallığı bulunmadığı" görüşünde olmakla suçladıklarında, bilindiği gibi, Lenin, bu suçlamaya şiddetle karşı çıkmış ve tartışılmaz bir gereklilik olarak gördüğü ulusal dile karşı değil de, burjuva kültürüne karşı savaştığını ilân etmişti. Bazı yoldaşlarımızın, bundcuların izinden yürüdüğünü görmek gariptir.
 Lenin'in, sözde gerekliliğini yadsıdığı birtek dil konusuna gelince, Lenin'in aşağıdaki sözlerini anlamak gerekir:


"Dil, insanlar arasında çok önemli bir iletişim aracıdır; dilin birliği ve onun engelsiz gelişmesi, hem çağdaş kapitalizme tekabül eden gerçekten özgür ve geniş ticarî alışverişin, hem de halkın çeşitli sınıflar içersinde özgür ve geniş şekilde gruplaşmasının en önemli koşullarından biridir." Bundan şu çıkar ki, saygıdeğer yoldaşlarımız, Lenin'in düşüncelerini tahrif etmişlerdir.
 Ensonu Stalin'den aktarmalar yapılmaktadır. Stalin'in "... burjuvazi ve onun ulusal partileri, bu dönem süresince, bu ulusların başlıca yönetici gücü olmuşlar ve olmaktadırlar." dediği bir tümceyi öne sürüyorlar.
 Bütün bunlar doğrudur. Burjuvazi ve onun milliyetçi [sayfa 24] partisi gerçekten burjuva kültürünü yönetmektedir; nasıl ki, proletarya ve onun enternasyonalist partisi proletarya kültürünü yönetiyorsa. Ancak, burada dilin "sınıfsal niteliği"nin işi nedir? Bu yoldaşlar bilmiyorlar mı ki, ulusal dil, ulusal kültürün bir biçimidir, ulusal dil, burjuva kültürüne de, sosyalist kültüre de hizmet edebilir? Bu yoldaşlar, marksistlerin ünlü formülüne göre, şimdiki Rus, Ukrayna, Beyazrus ve benzeri kültürlerin içerik bakımından sosyalist ve biçim bakımından, yani dil bakımından ulusal olduklarını bilmiyorlar mı? Bu marksist formülü kabul etmiyorlar mı?
 Yoldaşlarımızın yanılgısı şurdan gelmektedir ki, kültür ile dil arasındaki farkı görmüyorlar ve kültürün, toplumun gelişmesinin her yeni aşamasında içeriğini değiştirdiğini, dilin ise özü bakımından, birçok dönem süresince, olduğu gibi kaldığını ve aynı ölçüde yeni kültüre de, eskisine de hizmet ettiğini anlayamıyorlar.
 Böylece:
 a) Dil, iletişim aracı olarak toplum için birtek ve toplumun bütün kişileri için ortak bir dil olmuştur ve böyle olmaktadır;
 b) Lehçelerin ve jargonların varlığı bütün halk için ortak bir dilin varlığını yalanlamaktansa onu doğrulamaktadır, bunlar dilin dallarını oluştururlar ve ona bağımlıdırlar; c) Dilin "sınıfsal niteliği" tezi, yanlış, marksist olmayan bir tezdir.


SORU. - Dilin karakteristik çizgileri nelerdir?


YANIT. - Dil, toplumun tüm varlığı süresince etkili olan olgular arasında sayılır. O, toplumun doğup gelişmesi ile aynı zamanda doğup gelişir. Toplumla aynı zamanda ölür. Toplumun dışında dil yoktur. Bu yüzdendir ki, dili ve onun gelişmesinin yasalarını anlamak, ancak toplumun tarihi ile, incelenen dile sahip olan ve [sayfa 25] onu yaratan ve taşıyan halkın tarihi ile sıkı ilişkileri içersinde incelemekle mümkündür.
 Dil, insanlar arasında iletişimi, fikir alışverişi yapmalarını ve meramlarını anlatabilmelerini sağlayan bir araç, bir alettir. Dil, doğrudan doğruya düşünceye bağlı bulunup tümceleri oluşturan sözcüklerde ve sözcük bağlaşımlarında düşüncenin çalışmasının sonuçlarını, insanın bilgilerini genişletmek için yaptığı çalışmanın gelişmelerini kaydediyor, saptıyor ve böylece insan toplumunda düşüncelerin alışverişi olanağını doğuruyor.
 Düşünce alışverişi, değişmez ve hayatî bir zorunluluktur, çünkü o olmasa, insanların doğa güçlerine karşı savaşımlarında, gerekli maddî ürünlerin üretimi için verilen savaşımda ortak eylemlerini örgütlemeleri olanağı olmazdı - toplumun üretici faaliyetinde ilerlemeleri gerçekleştirmek olanaksız olurdu, dolayısıyla, toplumsal üretimin bile var olması olanaksız olurdu. Dolayısıyla, toplum için anlaşılır ve üyeleri için ortak bir dil olmazsa, toplum artık üretim yapamaz, çözülür ve artık toplum olarak var olamaz. Bu anlamda dil, iletişim aracı olmakla birlikte, aynı zamanda, toplumun bir savaşım ve gelişme aracıdır.
 Bilindiği gibi bir dilde var olan bütün sözcüklerin tümü, onun sözcük hazinesini oluşturur. Bir dilin sözcük hazinesinde esas, çekirdeğini, köklerin meydana getirdiği sözcük varlığının temel özüdür. Bu çekirdek, sözcük hazinesinden çok daha dardır, ama çok uzun süre, yüzyıllarca yaşar ve dile yeni sözcüklerin oluşması için bir temel sağlar. Sözcük hazinesi dilin durumunu yansıtır: sözcük hazinesi ne kadar zengin ve çeşitli ise, dil, o ölçüde daha zengin ve gelişmiştir.
 Oysa kendi başına alınırsa sözcük hazinesi dili oluşturmamaktadır - o, daha çok dili kurmak için gerekli olan malzemedir. Nasıl ki, inşaatta, inşaat malzemesi bina [sayfa 26] demek değildir ve buna karşın, onlar olmadan binayı yapmak olanaksızdır; aynı şekilde, bir dilin sözcük hazinesi, dilin kendisi demek değildir, ve buna karşın, onsuz herhangi bir dil olanaksızdır. Ancak sözcük hazinesi bir dilin gramerinin emrine verildiğinde büyük bir önem kazanır; gramer, sözcüklerin değişimine; bir tümcecik içinde sözcüklerin bileşimine egemen olan kuralları belirlemektedir, böylece gramer, dile uyumlu ve mantıklı bir özellik verir. Gramer (morfoloji ve sentaks)[2] bir tümceciğin gövdesinde sözcüklerin değişiminin ve bileşimlerinin kurallarının toplamıdır. Bunun sonucu olarak, özellikle gramer sayesindedir ki, dil, insan düşüncesini, maddî bir kılıfla, dilbilimi ile sarmalayabilmektedir.
 Gramerin belirleyici yönü, sözcüklerin değişim kurallarını, somut sözcükleri gözönüne alarak değil de, genel olarak, bütün somut niteliklerinden arınmış olarak alman sözcükler üzerinden vermektedir; tümceciklerin kuruluş kurallarını somut tümcecikler, örneğin somut bir özne, somut bir fiil vb. gözönüne alarak değil de, şu ya da bu tümceciğin somut biçiminden arınmış olarak, genel olarak bütün tümcecikler üzerinden vermektedir. Bunun sonucu olarak, gerek sözcüklerde, gerek tümcecikler de özel ve somut olanı bir yana bırakırsak; gramer, sözcüklerdeki değişimlerin ve bir tümcenin bağrında sözcüklerin bileşiminin temelinden genel olanı alır ve bundan gramer bilimi kuralları, gramer bilimi yasaları çıkarır. Gramer, insan düşüncesinin uzun bir soyutlama çalışmasının sonucu, düşüncenin dev gelişmelerinin belirtisidir.
 Bu bakımdan, gramer, somut nesneleri soyutlayan, bu nesneleri somut nitelikten yoksun görerek ve aralarındaki [sayfa 27] ilişkileri şu ya da bu somut nesne arasındaki somut ilişkiler olarak değil, her türlü somut nitelikten arınmış, genel olarak nesne olarak ele alan ve böylece yasalar çıkaran geometriyi anımsatmaktadır.
 Üretime doğrudan değil, ekonomi aracılığı ile bağlı bulunan üstyapıdan farklı olarak, dil, insanın üreti-. ci faaliyetine ve aynı zamanda çalışmasının istisnasız bütün alanlarındaki bütün öteki faaliyetine doğrudan bağlıdır. Bundan dolayı, en çok değişebilecek durumda olan dilin sözcük hazinesi, aşağıyukarı duraksamasız değişim halindedir; aynı zamanda, üstyapıdan farklı olarak, dil, temelin tasfiyesini beklemek durumunda değildir, kendi sözcük hazinesinde, temelin tasfiyesinden önce ve temelin durumundan bağımsız olarak değişiklikler getirmektedir.
 Bununla birlikte, dilin sözcük hazinesi, üstyapı gibi eski olanı yok ederek ve yeniyi kurarak değil, üretimin gelişmesi, kültürün, bilimin ilerlemesi vb. dolayısıyla, toplumsal düzende meydana gelen değişikliklerin doğurduğu yeni sözcüklerle, var olan sözcük hazinesini zenginleştirerek değişir. Aynı zamanda, zamanı geçmiş bazı sözcükler, genel olarak, sözcük hazinesinden yok olmakla birlikte, bu hazineye çok daha büyük sayıda yeni sözcük eklenmektedir. Sözcük hazinesinin temel özüne gelince, o anaçizgileri ile korunur ve dilin sözcük hazinesinin temeli olarak kullanılır.
 Anlaşılır bir şeydir bu. Birçok tarih döneminde başarılı bir biçimde kullanılabilecek iken, sözcük hazinesinin temel özünü yok etmenin gereği yoktur; kaldı ki, yüzyıllar boyunca birikmiş bulunan sözcük hazinesinin temel özünün yok edilişi, kısa bir sürede yenisini kurmak olanağı bulunmadığından, dilin felcini ve insanların birbiri arasındaki ilişkilerin tümden çözülüşünü yaratırdı. Dilin gramer sistemi, sözcük hazinesinin temel özünden daha da yavaş olarak değişmektedir. Birçok dönem [sayfa 28] boyunca özümlenmiş bulunan ve dil ile tek vücut olan gramer sistemi, sözcük hazinesinin temel özünden daha da yavaş olarak değişmektedir. Kuşkusuz, eninde sonunda değişmelere uğrar, yetkinleşir, kurallarını iyileştirir ve açık-seçik duruma getirir, yeni kurallarla zenginleşir; ancak gramer sisteminin temelleri çok uzun bir dönem süresince varlığını sürdürmektedir, çünkü tarihin gösterdiği gibi, birçok dönem boyunca, onlar topluma başarılı bir biçimde hizmet edebilirler.



Böylece, dilin gramer sistemi ve sözcük hazinesinin esas temeli, dilin temelini, özgül niteliğinin özünü oluşturmaktadır.
 Tarih, dilin zoraki bir özümlemeye karşı aşırı kalımlılığına ve aşırı direncine tanıklık eder. Bazı tarihçiler, bu olguyu açıklamak yerine, şaşkınlıklarını belirtmekle yetinirler. Ama burada şaşılacak bir şey yoktur. Dilin kalımlılığı, onun gramer sisteminin ve sözcük hazinesinin temel özünün kalımlılığı ile açıklanır. Türk özümleyicileri yüzyıllarca Balkan halklarının dillerini bozmaya, yıkmaya, yok etmeye çalışmışlardır. Bu dönem süresince, Balkan dillerinin sözcük hazineleri ciddî değişimlerle karşılaştı, büyük sayıda Türkçe sözcük ve deyim kabul edildi, "yakınsamalar" ve "ıraksamalar" oluştu, ancak Balkan dilleri direndi ve yaşamlarını sürdürebildiler. Niçin? Çünkü gramer sistemleri ve sözcük hazinesinin temel özü, anaçizgileriyle korunabildi.
 Bütün bunlar gösterir ki, dile ve onun yapısına, belirli bir dönemin ürünü olarak bakılamaz. Dilin örgüsü, onun gramer sistemi ve sözcük hazinesinin temel özü, bir dönemler dizisinin ürünüdür.
 Modern dilin unsurlarının, kölelik döneminden önce, en eski çağda yaratılmış olmaları mümkündür. Bu, pek karmaşık olmayan, çok yoksul bir sözcük hazinesi bulunan ve ama buna karşın, ilkel olmakla birlikte, gene de [sayfa 29] bir gramer sistemi olan, kendine özgü bir gramer sistemine sahip bir dildi.
 Üretimin sonraki gelişmesi, sınıfların ortaya çıkışı, yazının ortaya çıkışı, yönetimi için azçok düzenli bir yazışmaya gereksinmesi bulunan bir devletin ortaya çıkışı ve düzenli bir yazışmaya gereksinmesi olan ticaretin gelişmesi, baskı araçlarının ortaya çıkışı, edebiyatın gelişmesi, bütün bu olgular, dilin gelişmesinde büyük değişmeler yarattı. Bu zaman süresinde boylar ve ulusal-topluluklar bölünüyor ve dağılıyorlardı, karışıyor ve çaprazlaşıyordu; daha sonra ulusal diller ve ulusal devletler ortaya çıktı, devrimci altüst oluşlar gerçekleşti, eski toplumsal düzenler yerlerini başkalarına bıraktılar. Bütün bu olgular, dilde ve onun evriminde daha da fazla değişmelere yolaçtı.
 Oysa dilin, üstyapının geliştiği biçimde, yani var olanı yok ederek ve yeniyi kurarak geliştiğini sanmak ağır bir yanılgı olurdu. Gerçekte, dil var olan dili yok ederek ve bir yenisini oluşturarak değil, var olan dilin esas öğelerini geliştirerek ve yetkinleştirerek gelişmiştir. Ve dilin bir nitelikten diğer niteliğe geçişi, eskiyi bir tek darbede yıkıp ve yeniyi kurarak, bir patlama biçiminde olmayıp da yeni niteliğin, yeni dil yapısının öğelerinin uzun bir dönem süresince yavaşça birikimi ve eski niteliğin öğelerinin yavaş ve sürekli yok oluşları ile oluşur.
 Diyorlar ki, dilin aşamalı evrimi teorisi, marksist bir teoridir, çünkü dilin eski nitelikten yeni bir niteliğe geçişi için anî patlamaların zorunluluğunu kabul etmektedir. Kuşkusuz, bu yanlıştır, çünkü bu teoride, marksist bir yan bulmak güçtür. Ve eğer aşamalı evrim teorisi, gerçekten dilin gelişmesi tarihinde anî patlamalar kabul ediyorsa, teoriye yazıklar olsun. Marksizm, dilin gelişmesinde anî patlamalar ve var olan bir [sayfa 30] dilin anî yok oluşu ile yeni bir dilin aniden kuruluşunu kabul etmemektedir. Lafargue, Fransa'da, "1789'dan 1794'e kadar oluşan anî dil devrimi"nden sözederken yanılıyordu (Devrimden Önce ve Sonra Fransız Dili kitapçığına bakınız). O dönemde Fransa'da hiç bir dil devrimi olmamıştır, nerede kaldı anî bir devrim! Kuşkusuz, bu dönem süresince Fransız dilinin sözcük hazinesi, yeni sözcükler ve yeni deyimlerle zenginleşmiştir; zamanını doldurmuş sözcükler yok olmuştur, bazı sözcüklerin anlamları değişmiştir, ancak o kadar. Oysa bu tür değişmeler, hiç bir zaman bir dilin yazgısını belirleyemez. Bir dilde esas olan, gramer sistemi ve sözcük hazinesinin temel özüdür. Ama Fransız dilinin gramer sistemi ve sözcük hazinesinin temel özü, Fransız burjuva devrimi süresince yok olmadığı gibi, bunlar, önemli değişmelere uğramadan korunmuşlardır. Yalnızca korunmuş da değillerdir! - bunlar hâlâ bugün modern Fransız dilinde varlıklarını sürdürüyorlar. Şunu da hesaba katmalıyız ki, var olan bir dili tasfiye edip, yeni bir ulusal dil kurmak için ("anî dilbilimi devrimi"!) beş-altı yıllık bir süre, gülünç denecek kadar kısadır - bunun için yüzyıllar gerekir.
 Marksizme göre dilin eski bir nitelikten yeni bir niteliğe geçişi, ne patlama biçiminde, ne de eski dilin yok edilişi ve bir yenisinin kuruluşu biçiminde oluşmaktadır, ama yeni niteliğin öğelerinin tedricî birikimi ile ve böylece, eski niteliğin öğelerinin tedricî olarak sönmesi biçiminde olur.
 Patlamalara karşı tutkuları olan yoldaşlar için genel olarak şunu anımsatmak gerekir ki, eski bir nitelikten yeni bir niteliğe patlama yoluyla geçişi öngören yasa, yalnızca dilin gelişmesinin tarihine uygulanamayacak durumda değildir: aynı zamanda, bu yasa, temeli ya da üstyapıyı ilgilendiren başka toplumsal olgular için de [sayfa 31] her zaman uygulanabilecek durumda değildir. Bu, düşman sınıflara bölünmüş bir toplum için zorunludur. Ancak düşman sınıfları kapsamayan bir toplum için hiç de zorunlu değildir. Sekiz-on yıllık bir süre içinde, ülkemizin tarımından, burjuva düzeninden, bireysel köylü işletmeciliği düzeninden, sosyalist kolhoz düzenine geçişi başardık. Bu, köyde eski burjuva iktisadî düzeni tasfiye edip, yeni, sosyalist bir düzen yaratan bir devrim olmuştur. Oysa bu köklü dönüşüm, patlama yoluyla yapılmadı, yani var olan iktidarın devrilmesi ile ve yeni bir iktidarın yaratılması ile değil, eski kırsal burjuva düzenden yeni bir düzene tedricî geçişle yapılmıştır. Bu devrim bu şekilde yapılabildi, çünkü bu, yukardan yapılan bir devrimdi, çünkü bu köklü dönüşüm, varolan iktidarın girişimi üzerinde ve köylülüğün esas yığınının desteği ile başarıldı.
 Denmektedir ki, tarihte oluşan birçok dil karışımı olayının, bu karışım sırasında, patlama yoluyla eski nitelikten yeni niteliğe anî bir geçiş biçiminde, yeni bir dil oluşturduğu düşünülebilir. Bu, kesin olarak yanlıştır.


Dillerin karışımını birkaç yılda sonuçlar veren birtek eylem, tek kesin bir darbe olarak düşünemeyiz. Dillerin karışımı, yüzyıllarca kademeleşen uzun bir süreçtir. Görüldüğü gibi burada hiç bir patlama sözkonusu olamaz.
 Devam edelim. Örneğin iki dilin karışımının, bir yenisini, karışmış dillerin hiç birine benzemeyen ve nitelik bakımından herbirinden ayırdedilebilen üçüncü bir dil yarattığını sanmak, tümüyle yanlış olur. Gerçekte, karışımdan, genellikle, dillerin bir tanesi galip çıkmakta, gramer sistemini, sözcük hazinesinin temel özünü sürdüregelmekte ve kendi gelişmesinin iç yasaları uyarınca gelişmeyi sürdürmektedir, oysa diğer dil yavaş yavaş niteliğini yitirmekte ve zamanla sönmektedir.
 Bunun sonucu olarak, karışım, yeni bir dil, üçüncü [sayfa 32] bir dil yaratmamakta ve ama dillerin bir tanesini, onun gramer sistemini ve sözcük hazinesinin temel özünü korumakta ve onun, böylece kendi gelişmesinin iç yasalarına göre evrimini sürdürmesine olanak vermektedir.
 Doğrudur ki, bu durumda, egemen dilin sözcük hazinesinde, yenik dilin sırtından belirli bir zenginleşme oluşmaktadır, ancak bu, onu zayıflatmaktan çok, güçlendirmektedir.
 Örneğin bu, tarihsel gelişme süresince başka halkların dilleri ile karışan ve her zaman üstün gelen Rus dili için de böyle olmuştur.
 Kuşkusuz, Rus dilinin sözcük, hazinesi o zaman başka dillerin sözcük hazinesini özümlemekle tamamlanmıştır, ama bu süreç Rus dilini zayıflatmak şöyle dursun tersine onu zenginleştirmiş ve güçlendirmiştir. Rus dilinin özgünlüğüne gelince, ona en küçük bir zarar gelmemiştir, çünkü gramer sistemini ve sözcük hazinesinin temel özünü korumakla Rus dili, evriminin iç yasalarına göre gelişmeyi ve yetkinleşmeyi südürmüştür.
 Kuşku yoktur ki, karışım teorisi, Sovyet dilbilimine ciddî bir şey getiremez. Eğer dilbilimin başlıca sorununun, dilin evriminin iç yasalarını incelemek olduğu doğru ise, şunu kabul etmek gerekir ki, dil karışımı teorisi bu sorunu çözümlememektedir; üstelik onu ortaya bile atmamaktadır, daha yalın bir anlatımla, sorunun farkına varmamakta ya da onu kavrayamamaktadır.
 SORU. - Pravda gazetesinin, dilbilimi konusunda açık bir tartışma açması doğru muydu?[3] [sayfa 33] YANIT. - Evet, doğruydu.
 Dilbilimi sorunlarının hangi yönde çözümleneceği, tartışmanın sonunda açıklıkla belirecektir. Ama şimdiden, tartışmanın çok yararlı olduğunu söylemek mümkündür.
 Tartışma, her şeyden önce şunu saptamıştır ki, merkezde olduğu gibi cumhuriyetlerde de dilbilimi ile ilgili kurumlarda, bilimle ve bilim adamı niteliğiyle uzlaşmayan bir anlayış egemen bulunmaktadır. Sovyet dilbilimindeki durum hakkında yapılacak en küçük eleştiri, hatta dilbilimindeki "yeni öğretiyi" eleştirmek için yapılan en çekingen girişimler bile, dilbiliminin yönetici çevreleri tarafından kovuşturmaya uğrayıp boğulmaktaydı. N. Marr'ın [fikrî -ç] mirası hakkında eleştirici bir davranışa karşı, N. Marr öğretisini en hafif şekilde yetersiz bulma durumlarına karşı, dilbilimi ile ilgili değerli çalışmacılar ve araştırıcılar görevlerinden almıyor ya da alt görevlere atanıyorlardı. Dil bilginleri, bilimsel niteliklerinden dolayı değil de, N. Marr'ın öğretisini kayıtsızca kabul etmeleri koşuluyla yüksek görevlere getiriliyorlardı.
 Herkesçe kabul edilmektedir ki, hiç bir bilim, fikir savaşımı olmadan, eleştiri özgürlüğü olmadan gelişemez ve ilerleyemez. Ancak, herkesçe kabul edilen bu kural bilmemezlikten geliniyordu ve kayıtsızca ayaklar altına alınıyordu. Dar bir yanılmaz yönetici grubu oluştu, bunlar her türlü eleştiri olasılıklarına karşı önlemler aldıktan sonra, keyfiliğe ve umursamazlığa daldılar.
 Bir örnek verelim: Bakû Dersleri (N. Marr tarafından adı geçen kentte verilen konferanslar) kusurlu sayılmış ve yeniden yayınlanması yazarın kendisi tarafından yasaklanmıştı; oysa bunlar (Meşçaninov yoldaşın [sayfa 34] N. Marr'ın "öğretilileri" diye adlandırdığı) yöneticiler "kast"ı tarafından yeniden basılmış ve öğrencilere hiç bir kayıt konmaksızın salık verilmişti. Yani yanlış bir kitabı, değerli bir yapıt gibi tanıtarak öğrencileri aldatmışlardır. Eğer Meşçaninov yoldaşın ve öteki dilbilimi uzmanlarının dürüstlüklerinden emin olmasaydım, böyle bir tutumun sabotaj ile eşdeğer olduğunu söylerdim.
 Bu, nasıl olabildi? Bunun olabilmesinin nedeni, dilbilimi dalında yerleşmiş bulunan Arakçeyev'vari anlayışın sorumsuzluk ruhunu beslemesi ve bu tür taşkınlıklara açık kapı bırakmasmdadır.
 Tartışma, her şeyden önce, bu Arakçeyev'vari anlayışı günışığına çıkarıp temelinden yıktığı için çok yararlı oldu.
 Ancak tartışmanın yararı bununla kalmamaktadır. Dilbilimindeki eski anlayış yıkılmakla kalınmamış, bilimin bu alanının yönetici çevrelerinde dilbiliminin en önemli sorunlarında egemen olan inanılmaz düşünce karışıklığını da, bu tartışma ortaya çıkarmıştır. Bunlar tartışma başlayıncaya kadar susuyorlardı ve dilbilimi dalında işlerin iyi gitmediğini saklıyorlardı. Ancak tartışma bir kez başlayınca, artık susmak mümkün değildi - onlar görüşlerini basında açıklamak zorunda kaldılar. O zaman ne oldu? N. Marr'ın öğretisinin, birçok eksikleri, yanlışları, açıklanmamış sorunları, yeterince özümlenmemiş tezleri kapsadığı ortaya çıktı. Şu soru ortaya çıkmaktadır: N. Marr'ın "öğretilileri" neden ancak şimdi, tartışmanın başlamasından sonra konuşmaya başladılar? Neden bunu daha önce yapmadılar? Neden bilim adamlarına yakışacak biçimde bunları zamanında, açıkça ve dürüstçe söylemediler?
 N. Marr'ın "bazı" yanlışlarını kabul ettikten sonra onun "öğretilileri", söylendiğine göre, Sovyet dilbiliminin, ancak, marksist saydıkları N. Marr'ın düzenlediği [sayfa 35] teorinin temeli üzerinde gelişebileceğini düşünmekteymişler. Hayır, beyler, N. Marr'ın "marksist"liğinden bizi azat ediniz. N. Marr gerçekten marksist olmak istiyordu ve olmak için çaba harcadı, ama bu işi beceremedi. Yalnızca marksizmi basitleştirdi, bayağılaştırdı. Proletkült[4] ya da RAPP üyelerinin[5] yaptığı gibi.
 N. Marr, dilbilimine yanlış, marksist olmayan, dilin bir üstyapı olarak ele alınması gerektiği tezini soktu, - onun için de kendi kendini köstekledi ve dilbilimini de köstekledi. Sovyet dilbilimini, yanlış bir tezin temeli üzerinde geliştirmek olanaksızdır.
 N. Marr, dilbilimine, aynı ölçüde yanlış ve marksist olmayan, başka bir tez, dilin "sınıfsal niteliği" tezini de soktu - burada da kendi kendini ve dilbilimini köstekledi. Sovyet dilbilimini, halkların ve dillerin bütün tarihinin gelişmesi ile çelişki halinde olan yanlış bir tez temeli üzerinde geliştirmek olanaksızdır.
 N. Marr, dilbiliminde kendini beğenmişlik, yüksekten atma ve küstahlık gibi marksizm ile uzlaşamayacak bir hava estirdi ve böylece tanıtlamaksızın ve hafiflikle, dilbiliminde, N. Marr'dan önce ne var ne yok hepsini yadsıdı.
 N. Marr, gürültülü bir biçimde, "idealist" diye adlandırdığı karşılaştırmalı tarihsel yöntemi kötülemektedir. Şunu söyleyelim ki, büyük yanlışlarına karşın, karşılaştırmalı tarihsel yöntem, N. Marr'ın özünde idealist [sayfa 36] olan dört öğeli tahlilinden[6] daha değerlidir, çünkü birincisi, insanı, çalışmaya, dillerin incelenmesine götürür; oysa ikincisi, yalnızca insanı yan yatıp kahve falında bü ünlü dört öğenin gizemini aramaya götürür.
 N. Marr, dil gruplarını (ailelerini) incelemek girişimlerini, "anaç dil" teorisinin bir belirtisi olarak yukardan bakarak reddeder. Oysa örneğin Slav ulusları gibi ulusların dil akrabalığı kuşku götürmez, bu ulusların dilbilimi yönünden akrabalığının, dilin gşlişme yasalarının incelenmesi bakımından büyük bir yararı olabilir. Kaldı ki, "anaç dil" teorisinin bununla bir ilişkisi yoktur.
 N. Marr'ı ve hele "öğretililerini" dinleyecek olursanız, N. Marr'dan önce hiç bir dilbilimi olmadığı, dilbiliminin N. Marr'ın "yeni öğretisi" ile başladığı sanılır. Marx ve Engels, alçakgönüllü idiler, onlar kendi diyalektik materyalizmlerinin, felsefe dahil olmak üzere, bilimlerin önceki dönemde gelişmesinin ürünü olduğunu ileri sürüyorlardı.
 Böylece, Sovyet dilbiliminin ideolojik eksikliklerini günışığma çıkarması bakımından da tartışma yararlı olmuştur.
 Kanıma göre, bizim dilbilimimiz, N. Marr'ın yanlışlarından ne kadar erken arınırsa, bugün geçirmekte olduğu bunalımdan o ölçüde hızla kurtarılabilir.
 Dilbiliminde Arakçeyev anlayışını tasfiye etmek, N. Marr'ın yanlışlarından vazgeçmek, dilbilimine marksizmi sokmak: işte benim kanıma göre Sovyet dilbilimini rayına oturtmaya olanak sağlayacak yol. [sayfa 37]


E. KRAŞENİNNİKOVA YOLDAŞA MEKTUP
Kraşeninnikova yoldaş, sorularınızı yanıtlıyorum.

SORU. - Yazınızda, dilin, ne bir temel, ne bir üstyapı olmadığını inandırıcı bir biçimde gösteriyorsunuz. Dili temele ve üstyapıya özgü bir olgu saymak mı gerekiyor, ya da ona, ara bir olgu olarak bakmak mı daha doğru olur?
YANIT. - Apaçıktır ki, temel ve üstyapı dahil olmak üzere, bütün toplumsal olgularda bulunan ortak öğe, toplumsal olgu olarak alman dile de özgüdür; yani dil, temel ve üstyapı dahil olmak üzere, bütün öteki toplumsal olgular gibi toplumun hizmetindedir. Ama işte bütün toplumsal olgularda var olan ortak öğe burada bitmektedir. [sayfa 38] Sonradan toplumsal olgular ciddî olarak farklılaşmaya başlamaktadır.
Gerçek şudur ki, bu ortak öğe dışında, toplumsal olguların kendilerini birbirinden ayırdeden ve bilim için özel bir önemi bulunan, kendilerine özgü özellikleri vardır. Temelin kendine özgü özellikleri, onun, ekonomik olarak, toplumun hizmetinde olmasındadır. Üstyapının kendine özgü özellikleri, onun, siyasal, hukuksal, estetik ve diğer fikirleri toplumun hizmetine sokmasında ve toplum için bunlara tekabül eden siyasal, hukuksal ve diğer kurumları yaratmasmdadır. Dili, öteki toplumsal olgulardan ayırdeden kendine özgü özellikleri nedir? Şudur ki, dil, insanlar arasında bir iletişim aracı olarak, toplumda fikir alışverişi aracı olarak toplumun hizmetindedir; dil, üretim alanında olduğu kadar, ekonomik ilişkiler alanında da, siyasal alanda olduğu kadar kültür alanında da, toplumsal yaşamda olduğu kadar, günlük yaşamda da, insanların birbirlerini anlamaları ve insan faaliyetlerinin bütün alanlarında ortaklaşa bir çalışmayı düzenlemeleri için toplumun hizmetindedir. Bu özellikler yalnızca dile özgüdür ve işte yalnızca dile özgü olduklarmdandır ki, dil, bağımsız bir bilimin, dilbilimin araştırma konusu olmaktadır. Dilin bu özellikleri olmasaydı, dilbilimi bağımsız bir varlığa sahip olma hakkını yitirirdi.

 Kısacası, dili, ne temel kategoriler arasına, ne de üstyapı kategorileri arasına koyabiliriz.

 Onu, temel ile üstyapı arasındaki "ara" olgular kategorisine yerleştirenleyiz, çünkü bu tür "ara" olgular yoktur.
Ama dili, toplumun üretici güçler kategorisi içinde, örneğin üretim araçları kategorisi içinde sayabilir miyiz? Dil ile üretim araçları arasında bir tür benzerlik olduğu doğrudur: üretim araçları da dil gibi sınıflar [sayfa 39] karşısında bir bakıma ilgisiz kalır ve toplumun çeşitli sınıflarına, eskilerine de, yenilerine de aynı biçimde hizmet edebilir. Bu durum, dili, üretim araçları kategorisine sokmamıza olanak verir mi? Hiç bir şekilde.



Bir zamanlar, N. J. Marr, "dil, temel üzerindeki bir üstyapıdır" formülünün itirazlarla karşılandığını görünce, sistemini değiştirmeye karar vermişti ve "dil, bir üretim aracıdır" diye ilân etti. N. J. Marr'ın, dili üretim araçları kategorisine sokmaya hakkı var mıydı? Hayır, kesinlikle haksızdı.
Kesindir ki, dil ile üretim araçları arasındaki benzerliğin, yukarda sözünü ettiğim benzetiş ile kaldığı bir gerçektir. Çünkü ondan sonra dil ile üretim araçları arasında temel bir fark bulunmaktadır. Bu fark, üretim araçlarının maddî mallar üretmesinde, oysa dilin hiç bir şey üretmemesinde ya da yalnızca sözcükler "üretme-si"ndedir. Daha açık konuşalım, üretim araçlarına sahip olan insanlar, maddî mallar üretebilirler; oysa dile sahip olup üretim araçları olmayan aynı insanlar, maddî mallar üretemezler. Şunu anlamak zor değildir ki, eğer dil, maddî mallar üretebilseydi, gevezeler dünyanın en zengin insanları olurlardı.
SORU. - Marx ve Engels, dili, "düşüncenin dolaysız gerçekliği" olarak, "gerçek ... pratik bilinç" olarak tanımlarlar. "Fikirler, diyor Marx, dilin dışında varlığa sahip değildir." Sizce dilbilimi ne dereceye kadar dilin anlamı ile, semantikle, tarihsel semaziyoloji ile ve stilistikle[7] ilgilenmelidir, yoksa dilbiliminin konusu yalnızca biçim mi olmalıdır? [sayfa 40]
 Semantik (semaziyoloji), dilbiliminin önemli bir öğesidir. Sözcüklerin ve deyimlerin semantik görünüşünün dilin incelenmesinde büyük bir önemi vardır. Bu yüzden semantik (semaziyoloji), dilbiliminde kendisine yaraşır bir yere sahip olmalıdır.
 Oysa semantik sorunları incelenirken ve onun verilerini kullanırken hiç bir durumda onun önemini aşırı ölçüde tutmamalı ve hele bu, kötüye kullanılmamalı. Semantiğe karşı aşırı bir tutkusu olan dilciler gör-müşümdür, bunlar düşünceye ayrılmaz bir biçimde bağlı bulunan "düşüncenin dolaysız gerçekliği" olarak ele alman dili ihmal etmekte, düşünce ile dili birbirinden ayırmakta, dilin yaşamının sonuna varmakta olduğunu, onsuz yaşanılabileceğini öne sürmektedirler.


Bakınız N. J. Marr ne diyor:


"Dil, ancak seslerle ifade edildiği ölçüde vardır; düşünce işlemi, ifade edilmeksizin de oluşturulmaktadır. ... Dil (fonetik [= konuşma dili]), bugünden, uzayda sınırsız başarılara ulaşan modern buluşlara görevlerini devretmeye başlamıştır, oysa düşünce, dilin geçmişte kullanmadan biriktirdiklerinden ve yeni olarak elde ettiklerinden hareket ederek, konuşmayı yerinden kovup onun yerine geçmeye çağrılan, doruklara doğru yürümektedir. Geleceğin dili, doğal maddeden kurtulmuş bir teknik içinde büyüyen düşüncenin kendisidir. Hiç bir dil, ona karşı dayanamayacaktır, doğa kurallarına bağlı bulunan fonetik dil bile."
 Eğer bu "büyülü" saçmalıklar, basit bir dile çevrilirse, şu sonuç çıkarılabilir:
 a) N. J. Marr, düşünceyi dilden ayırmaktadır;
 b) N. J. Marr, insanların, aralarında, dilden yararlanmadan haberleşebileceklerini, bunu, "doğal madde"den kurtulmuş, "doğa kuralları"ndan kurtulmuş düşüncenin kendisinin yardımıyla yapabileceğini düşünmektedir. [sayfa 41]
 c) Düşünce ile dili birbirlerinden ayırarak ve onu "doğal madde"sinden, dilden "kurtararak", N. J. Marr'ın dili idealizmin bataklığına saplanmaktadır.
 Diyorlar ki, düşünceler insanın aklına demeç halinde ifade olunmadan gelirler, bunlar dil malzemesi olmaksızın, dil zarfı olmaksızın, sözümona, çıplak olarak doğarlar. Oysa bu, kesinlikle yanlıştır. İnsanın aklına gelen düşünceler ne olurlarsa olsunlar, bunlar, ancak dil malzemesinin temeli üzerinde, dilin deyim ve tümcelerinin temeli üzerinde doğabilirler ve varolabilirler. Çıplak, dilin malzemesinden kurtulmuş, dil denen "doğal madde"den kurtulmuş düşünce olamaz. "Dil, düşüncenin dolaysız gerçekliğidir." (Marx.) Düşüncenin gerçekliği dilde belirir. Yalnızca idealistler, "doğal madde"si olan dilden kopmuş bir düşünceden, dilsiz bir düşünceden sözedebilirler. Kısacası, N. J. Marr, semantiğe çok fazla önem verdiğinden ve onu kötüye kullandığından, idealizme varmıştır.
 Bunun sonucu olarak, semantik, N. J. Marr'ın ve bazı "öğretilileri"nin yaptıkları türden aşırılıklar ve kötüye kullanmalardan kurtarılırsa, bunun dilbilimi için büyük bir yararı olabilir.
 SORU. - Çok haklı olarak diyorsunuz ki, burjuvanın ve proleterin fikirleri, kavramları, alışkıları ve ahlâk ilkeleri doğrudan doğruya karşıttır. Bu olguların sınıfsal niteliği kaçınılmaz olarak dilin semantik görünüşünde (makalenizde doğru olarak belirttiğiniz gibi, bazan da morfolojisinde, sözcük hazinesinde) yansımaktadır. Dilbilimine değgin somut bir malzeme ve her şeyden önce bir dilin semantik görünüşü tahlil edildiğinde, yalnızca insanın düşüncesi değil, aynı zamanda, onun gerçeğe karşı tutumu sözkonusu olunca ki bu tutumunda onun belirli bir sınıftan oluşu özel bir açıklıkla belirmektedir, [sayfa 42] işte böyle bir durumda, özellikle dil aracıyla ifade sözkonusu olunca, dilin ifade ettiği görüşlerin sınıfsal özünden sözedilebilir mi?


YANIT. - Kısacası bilmek istediğiniz şudur: sınıfların dil üzerinde etkisi var mıdır, dilin içine kendi özgül sözcük ve deneyimlerini sokarlar mı, insanların sınıfsal durumlarına göre tek ve aynı bir sözcüğe, tek ve aynı bir deyime, değişik bir anlam verdikleri durumlar bulunur mu?
 Evet, sınıflar dili etkilerler, dilin içine kendi özgül sözcük ve deyimlerini sokarlar ve bazı durumlarda, tek ve aynı bir sözcüğü, tek ve aynı bir deyimi değişik olarak anlarlar. Bunda kuşku yoktur.
 Oysa bundan, özgül sözcük ve deyimlerin ve bunun gibi semantikteki farklılıkların bütün halk için ortak, tek bir dilin gelişmesi için ciddî bir önemi olduğu, bunların (bu ortak dilin) önemini zayıflatabileceği ya da onun niteliğini değiştirebileceği sonuçları çıkartılamaz.
 İlkin, bir dilde böyle özgül sözcük ve deyimler o kadar azdır ki, böyle semantik farklılık örnekleri o kadar azdır ki, bunlar, bütün dil malzemesinin ancak yüzde-bi-rini oluştururlar. Bunun sonucu olarak, geri kalan bütün büyük sözcük ve deyimler kitlesi ve onların semantiği, toplumun bütün sınıfları için ortaktır.
 İkinci olarak, bir sınıf ayrımına sahip özgül sözcük ve deyimler, konuşmada gerçekte var olmayan, bilmem hangi bir "sınıfsal" gramerin kurallarına göre kullanılmazlar, ama bütün halk için ortak var olan gramer kurallarına göre kullanılırlar.
 Böyle olunca, özgül sözcük ve deyimlerin varlığı ve bir dilin semantiğindeki farkların varlığı, bütün halk için ortak, tek bir dilin varlığını ve zorunluluğunu bozmaz, yalanlamaz, tersine, bunları doğrular. [sayfa 43]
 SORU. - Yazınızda Marr hakkında marksizmin basitleştiricisi olarak tamamen doğru bir değerlendirme yapıyorsunuz. Bu sözleriniz dilbilimi uzmanlarının ve bunların arasında da biz gençlerin, Marr'ın bütün dilbilimi mirasını reddetmemiz gerektiği anlamına gelir mi? Oysa Marr'ın yapıtları arasında (tartışma sırasında Çikobava, Sanjeyev ve öteki yoldaşların sözünü ettikleri) değerli bir dizi dilbilimi araştırması vardır. Marr'a karşı eleştirici bir tavır takınmakla birlikte, onun yazıları arasında yararlı olanı, değerli olanı alabilir miyiz?
 YANIT. - Kuşkusuz N. J. Marr'ın yapıtlarında, yalnızca yanlışlar vardır denemez, N. J. Marr, dilbilimine marksizmin öğelerini bozarak soktuğunda, dil konusunda bağımsız bir teori kurmaya uğraştığında, kaba yanlışlar yapmıştır. Ancak N. J. Marr'ın bazı iyi, ustaca yazılmış yapıtları da vardır; bu yapıtlarında, teorik ukalâlıklarını bırakarak bazı dilleri özenle ve ustalıkla incelediğini söylememiz gerekir. Bu yapıtlarında, oldukça büyük sayıda değerli ve eğitici şeyler bulunabilir. Açıktır ki, N. J. Marr'daki bu değerli ve eğitici şeyleri almak ve onlardan yararlanmak gerekir.


SORU. - Birçok dil bilginine göre Sovyet dilbilimindeki duraklamanın nedenlerinin en önemlilerinden biri biçimciliktir. Sizin kanınıza göre dilbiliminde biçimcilik ne anlama gelir ve nasıl yenilmelidir, bunu iyice bilmek isterdim?
 YANIT. - N. J. Marr ve "öğretilileri", N. J. Marr'ın "yeni öğretisine" katılmayan bütün dilbilginlerini "biçimcilik" ile suçlamaktadırlar. Kuşkusuz, bu tutum, ciddî değildir, mantıksal değildir.
 N. J. Marr'a göre gramer "salt biçimsel şey"dir ve gramer örgüsüne dilin temeli olarak bakanlar biçimci kişilerdir. Bu salt budalalıktır.
 Sanıyorum ki, "yeni öğreti"nin sahipleri, dilbiliminde [sayfa 44] kendilerine karşı gelenlerle savaşımlarını kolaylaştırmak için "biçimciliği" türetmişlerdir. Sovyet dilbilimindeki duraksamanın nedeni, N. J. Marr'ın ve "öğretililer"inin türettikleri "biçimcilik"te değil, dilbilimindeki Arakçeyev'vari davranışta ve teorik eksikliklerde bulunmaktadır, bunu dilbiliminde uygulayanlar ise, N. J. Marr'ın "öğretilileri"dir. Dilbilimindeki teorik kargaşalığı yaratanlar N. J. Marr ve en yakın silah arkadaşlarıdır. Artık duraksama olmaması için, bu iki nedeni ortadan kaldırmalıdır. Bu yaralardan arınmak, Sovyet dilbilimini sağlığa kavuşturacaktır, ona geniş ufuklar açacak ve Sovyet dilbiliminin dünya dilbiliminde başköşeye geçmesine olanak sağlayacaktır. [sayfa 45] 29 Haziran 1950


SANJEYEV YOLDAŞA MEKTUP



Sevgili Sanjeyev Yoldaş, Mektubunuzu pek geç yanıtlıyorum, çünkü onu, Merkez Komitesi görevlileri bana ancak dün ilettiler.
Lehçeler sorunundaki tutumumu tamamen doğru bir biçimde yorumlamaktasınız.
"Sınıfsal" lehçeler, ki bunlara jargon adını vermek daha doğru olurdu, halk yığınlarına değil de, toplumsal kademenin tepesindeki küçük bir katmana hizmet etmektedir. Üstelik bunların ne gramer sistemleri, ne de kendilerine özgü sözcük hazineleri vardır. Bu bakımdan hiç bir biçimde bağımsız dile dönüşemezler.

Yerel ("bölgesel") lehçeler, tersine, halk yığınlarına [sayfa 46] hizmet ederler ve burada, kendi gramer sistemleri ve kendi sözcük hazinelerinin esas temelleri vardır. Bu yüzdendir ki, ulusların oluşumu sürecinde, bazı yerel lehçeler ulusal dillerin temeli olabilirler ve bağımsız ulusal dil haline dönüşebilirler. Örneğin Kursk-Orel lehçesi (Kursk-Orel "konuşuşu"), Rus ulusal dilinin temelini oluşturmuştur. Ukrayna dilinin Poltava-Kiev lehçesi için aynı şeyi söyleyebiliriz, o da Ukrayna ulusal dilinin temeli haline gelmiştir. Aynı dillerin öteki lehçelerine gelince, bunlar, özlüklerini yitirip bu dillerin içinde erirler ve onların içinde kaybolurlar.
Ters yönde oluşan süreçler de vardır, gelişmesi içi» zorunlu olan ekonomik koşulların yokluğu yüzünden hâlâ ulus haline gelmeyen bir halkın tek dili, bu halkı» devlet olarak çözülüşü sonucunda batabilir ve birtek dil halinde harmanlaşmaya daha zaman bulamayan j'erel lehçelerin yeniden yaşam kazanıp bağımsız dillerin oluşumunun çekirdeği olurlar. Örneğin birtek Moğol dilinin böyle olmuş olması olasıdır. [sayfa 47] 11 Temmuz 1950




D. BELKİN VE S. FURER YOLDAŞLARA MEKTUP
Mektuplarınızı aldım.
Sizin yanlışınız, iki ayrı şeyi karıştırmış olmanızda ve Kraşeninnikova yoldaşa verdiğim yanıtta incelenen olayın yerine başka bir olay koymuş bulunmanızdadır.
1. Bu yanıtımda, (fonetik) dilden ve düşünceden sözederken, dili düşünceden ayırarak idealizme düşen N. J. Marr'ı eleştirmiştim. Böylece yanıtımda sözkonusu olan, bir dile sahip bulunan normal insanlardır. İddia ediyorum ki, böyle insanlarda düşünceler, ancak dil malzemesinin temeli üzerinde oluşabilirler, çıplak, dil malzemesi ile ilişkisi bulunmayan düşünceler, bir dile sahip olan insanlarda mevcut değildir. [sayfa 48]
Bu tezi kabullenmek ya da onu reddetmektense, bunun yerine, anormalliklere sahip insanları, dilsiz insanları, sağır-dilsizleri, yani dili olmayanları ve doğal olarak düşünceleri dil malzemesine dayanma olanaklarından yoksun olanları koymaktasınız. Gördüğünüz gibi, bu, bambaşka bir konudur, ele almadığım, ele alamayacağım bir konudur, çünkü dilbilimi, bir dili olan normal insanlarla ilgilenmektedir, dilleri olmayan, anormalliklere sahip insanlarla, sağır-dilsizlerle değil.
Tartışılan konunun yerine bir başkasını, tartışma konusu olmayanını koymuş bulundunuz.
2. Belkin yoldaşın mektubundan şu çıkmaktadır ki, o, "konuşulan dil" (fonetik dil) ile "işaret dili"ni (N. J. Marr'a göre "eller"in dilini) aynı düzeyde ele almaktadır. Yoldaşımız belirgin bir biçimde, işaret dili ile konuşulan dilin eşdeğer olduğunu, insan toplumunun bir dönemde konuşulan dile sahip bulunmadığını, o zamanlar "eller"in dilinin sonradan gelen konuşulan dilin yerini aldığını sanmaktadır.
Ama Belkin yoldaş gerçekten böyle düşünüyorsa ciddî bir yanlış yapmaktadır. Fonetik dil ya da konuşulan dil, her zaman, insan toplumunda, insanlar arasında tam değeri olan bir iletişim aracı olmak olanaklarına sahip bulunan tek dil olmuştur. Tarih, ne kadar ilkel olursa olsun, kendi fonetik dili olmayan, hiç bir insan toplumu tanımamaktadır. Etnografya -örneğin geçen yüzyılda Ateş Toprağı bölgesi ya da Avustralya sakinleri kadar ilkel olsa bile- konuşma dili olmayan hiç bir geri kalmış aşağı topluluk tanımamaktadır. İnsanlık tarihinde konuşma dili, insanların hayvanlar dünyasından ayrılmasına, toplum olarak toplanmasına, düşünme olanaklarını geliştirmesine, toplumsal üretimlerini örgütlendirmeye, doğa güçlerine karşı başarıyla savaşım vermelerine ve bugün bildiğimiz gelişmeye erişmelerine [sayfa 49] yardım eden güçlerin bir tanesi olmuştur.
Bu bakımdan, "işaret" dili dediğimiz dil, aşırı yoksulluğu ve sınırlı niteliği bakımından, kayda değmez bir öneme sahiptir. Aslında bu, bir dil değildir, hatta fonetik dilin yerine şu ya da bu biçimde geçebilecek olan bir eşdeğerli bir şey bile değildir, yalnızca insanın konuşmasının şu ya da bu anını değerlendirmek için bazan kullandığı, olanakları çok sınırlı, yardımcı bir araçtır, işaret dili fonetik dil ile karşılaştırılamaz, nasıl ki, ilkel ağaç çapa, modern paletli traktörün çektiği beşli pulluk ve mibzerle karşılaştırılamazsa.
3. Görülüyor ki, siz, öncelikle sağır-dilsizlerle ve bundan sonra dilbilim sorunlarıyla ilgileniyorsunuz. Herhalde bana bir sürü soru sormanıza neden olan budur. Pekâlâ, eğer ısrar ederseniz bu isteğinizi yerine getirmeye hazırım. Bakalım sağır-dilsizlerdeki durum nedir? Onlar düşünme olanağına sahip midirler? Düşünceleri var mıdır? Evet, düşünme yetisine sahiptirler, düşünceleri vardır. Açıktır ki, sağır-dilsizlerin dilleri olmadığı için, düşünceleri, dil malzemesi temeli üzerinde meydana gelmez. Bu demek midir ki, sağır-dilsizlerin düşünceleri (N. J. Marr'ın ifadesine göre) çıplaklaşmış, "doğanın kuralları" ile ilişkisizdir? Hayır, sağır-dilsizlerin düşünceleri ancak onların günlük yaşamlarında karşılarına çıkan, dış dünyanın nesneleri ile ve bu nesnelerin birbirleriyle olan ilişkileri ile ilgili olarak karşılarına çıkan imgelerin, algıların, betimlemelerin temeli üzerine, görme, dokunma, tadalma ve koklama duyuları sayesinde oluşur. Bu imge, algı ve betimlemeler dışında düşünce boştur, her türlü kapsamdan yoksundur, yani yoktur. [sayfa 50]
22 Temmuz 1950


A. HOLOPOV YOLDAŞA MEKTUP
Mektubunuzu aldım. Çok fazla işim olduğu için yanıtım biraz gecikti.
Mektubunuz, üstü kapalı iki varsayım içermektedir: Birincisi, şu ya da bu yazarın yapıtlarından bir parçayı, o parçanın incelediği tarihsel dönemden ayırarak çıkartmanın mümkün olduğu varsayımını; ve ikincisi, tarihsel gelişmenin dönemlerinden bir tanesinin incelenmesinden çıkartılan marksizmin şu ya da bu vargı ve formülünün, gelişmenin bütün dönemleri için doğru olduğu ve bunun sonucu değişmez olarak kalması gerektiği varsayımını.
Bu iki varsayımın tümüyle yanlış olduğunu söylemeliyim. [sayfa 51] Birkaç örnek vermek istiyorum.
1. 1840-1850 yıllarına doğru, henüz tekelci kapitalizm yokken, kapitalizm bir yükseliş çizgisini izleyerek ve kendisinin henüz işgal etmediği yeni ülkelere yayılarak azçok düzenli bir biçimde gelişirken ve eşit olmayan gelişme yasasının henüz tüm gücü ile beliremeyeceği bir dönemde, Marx ve Engels, sosyalist devrimin tek olarak ele alınan herhangi bir ülkede zafer sağlayamayacağı, ancak bütün uygar ülkelerde ya da bunların çoğunda genel bir darbe ile zafere ulaşabileceği sonucuna varmışlardı. Bu sonuç, sonraları bütün marksistler için, yön gösterici bir ilke durumuna girdi.
Oysa, 20. yüzyılın başlangıcında, ve hele Birinci Dünya Savaşı döneminde, tekel-öncesi kapitalizmin görünür bir biçimde tekelci kapitalizme dönüştüğü herkes için apaçık olunca; yükseliş çizgisini izleyen kapitalizm, cançekişen kapitalizm haline dönüşünce; savaş, dünya emperyalist cephesinin onarılmaz zayıflıklarını açıkça ortaya çıkarınca; ve eşit olmayan gelişme yasası proletarya devriminin değişik ülkelerde, değişik dönemlerde olgunlaşacağını belirgin hale getirince, marksist teoriden hareket eden Lenin, yeni koşullara göre, sosyalist devrimin, ayrı olarak ele alman bir ülkede pekâlâ zafere ulaşabileceği; bütün ülkelerde ya da uygar ülkelerin çoğunda sosyalist devrimin zafere ulaşmasının, bu ülkelerde devrimin eşit olmayan bir şekilde olgunlaşması sonucunda olanaksız olduğu, Marx ve Engels'in eski formülünün yeni tarihsel koşullara artık uymadığı sonucuna vardı.
Görüldüğü gibi, sosyalizmin zaferi sorununda, burada iki değişik sonuçla karşı karşıyayız, bu sonuçlar yalnızca karşıt olmakla kalmayıp, karşılıklı olarak biri ötekini yok etmektedir.
Olayların özüne erişmeden, onları tarihsel koşullarından [sayfa 52] ayırarak mekanik bir biçimde yapıtlardan aktarmalar yapan papaz çömezleri ve talmutçular[8] bu iki sonucun bir tanesinin kesin olarak yanlış diye reddedilmesi ve ötekinin kesin olarak doğru sayılarak gelişmenin bütün dönemlerine uygulanması gerektiğini söyleyebilirler. Ancak marksistler papaz çömezlerinin ve talmutçuların aldandıklarını bilmemezlikten gelemezler, bu iki sonucun doğru olduğunu, ama bunun mutlak olarak değil, herbirinin kendi dönemi için doğru bulunduğunu bilmemeleri olanaksızdır: Marx ve Engels'in vardıkları sonuç tekel-öncesi kapitalizm dönemi için doğrudur, ve Lenin'in vardığı sonuç tekelci kapitalizm dönemi için doğrudur.


2. Engels, Anti-Dühring'de, sosyalist devrimin zaferinden sonra devletin çözülmesi gerektiğini söylemiştir. Bu yüzdendir ki, ülkemizde sosyalist devrimin zaferinden sonra, partimizdeki papaz çömezleri ve talmutçular, devletimizin bir an önce çözülmesi için, devlet örgütünü dağıtmak için, ve sürekli bir ordudan vazgeçmek için partinin önlemler almasını istemeye koyuldular.
 Oysa, dönemimizdeki dünya durumunun incelenmesine dayanarak Sovyet marksistleri şu sonuca vardılar ki, kapitalizmin kuşatması olgusu karşısında, sosyalist devrimin zaferi ancak bir tek ülkede sağlanmışken ve kapitalizm bütün öteki devletlerde egemenken, devrimin zafer kazandığı ülke, kapitalist kuşatma tarafından ezilmeyi istemiyorsa, devletini, devlet örgütlerini, haberalma kurumlarını, orduyu zayıflatmak değil, ama her önleme başvurarak güçlendirmek zorundadır. Rus marksistleri şu sonuca vardılar ki, Engels'in formülü, sosyalizmin bütün ülkelerde ya da ülkelerin çoğunda zafere ulaşmasını gözönüne almaktadır, bu formül sosyalizmin [sayfa 53] ayrı olarak alman bir tek ülkede zafere ulaştığı ve kapitalizmin bütün öteki ülkelerde egemen olduğu durumlarda uygulanamaz.
 Görüldüğü gibi, burda iki değişik formül karşısındayız, sosyalist devletin yazgısı konusunda birbirini yok eden iki formül karşısındayız.
 Papaz çömezleri ve talmutçular bu durumun dayanılmaz bir tutum yarattığını, bu formüllerden birinin kesin olarak yanlış diye atılması gerektiğini ve ötekinin kesin olarak doğru diye sosyalist devletin gelişmesinin bütün dönemlerine uygulanması gerektiğini söyleyebilirler. Ancak marksistler, papaz çömezleriyle talmutçuların aldandıklarını bilmemezlikten gelemezler, çünkü bu iki formül doğrudur, ama mutlak olarak değil, herbiri kendi dönemi için doğrudur; Sovyet marksistlerinin formülü, sosyalizmin bir ya da birkaç ülkede zafere ulaştığı dönem için doğrudur, ve Engels'in formülü, sosyalizmin değişik ülkelerde giderek zafere ulaşmasının ülkelerin çoğunluğunda sosyalizmin zaferini sağlayacağı dönem için doğrudur, o zaman Engels'in formülünün uygulanması için gerekli olan koşullar yerine getirilmiş olacaktır.
 Bu gibi örnekler çoğaltılabilir.
 Aynı şey, dil sorunu konusunda Stalin'in değişik yapıtlarından çıkartılan ve Holopov yoldaşın mektubunda aktardığı iki değişik formül için de söylenebilir.

Holopov yoldaş, Stalin'in Dilbiliminde Marksizm Üzerine yazısına başvurmaktadır. Bu yazıda şu sonuca varılmaktadır: iki dilin karışımı sonucunda, genel olarak, biri zafere ulaşır ve öteki çözülür ve bunun sonucu olarak, karışım, yeni bir dil, üçüncü bir dil meydana getirmez, ama dillerin birini sürdürür. Sonra Stalin'in SSCB Komünist (B) Partisi XVI. Kongresine sunduğu rapordan çıkan başka bir sonuca başvurmaktadır.[9] Buna göre [sayfa 54] sosyalizmin dünya çapında zaferi döneminde, sosyalizmin güçlenip günlük yaşama gireceği zaman, ulusal diller kaçınılmaz olarak ortak bir dil halinde birleşmelidir, bu dil, kuşkusuz, ne Rusça, ne Almanca olacak; ama yeni bir şey olacaktır. Bu iki formülü karşılaştırdığında, yalnızca birbiriyle çakışmadıklarını değil, ama birbirini yok ettiklerini görerek, Holopov yoldaş umutsuzluğa düşüyor. Mektubunda diyor ki:
 "Yazınıza göre, anladığım kadarıyla, dillerin karışımı sonucunda hiç bir zaman yeni bir dil kurulamaz, oysa bu yazıdan önce SSCB Komünist(B) Partisi XVI. Kongresindeki müdahaleniz sonucunda kesin olarak emindim ki, komünizm döneminde, diller birtek ortak dil halinde birleşeceklerdir."
 Görülüyor ki, Holopov yoldaş, bu iki formül arasında bir çelişki bulduktan sonra, bu çelişkinin tasfiye edilmesi gerektiğine sonuna kadar emin olduğundan, bu iki formülden birinin yanlış olarak atılması ve öteki formülün her zaman ve her ülke için doğru olacağını düşünerek sımsıkı sarılmak gerektiği kanısındadır. Ancak hangi formüle sımsıkı sarılması gerektiğini pek iyi bilmemektedir. Bunun sonucunda çıkışı olmayan bir durum doğmaktadır. İki formülün de, herbirinin kendi dönemi için doğru olabileceği, Holopov yoldaşın aklına gelmemektedir bile.
 Olayların temeline inmeden, aktarılan yazıların değindikleri tarihsel koşullara bakmadan, mekanik bir biçimde aktarmalara başvuran papaz çömezlerinin ve tal-mutçularm başına her zaman böyle şeyler gelir, onlar her zaman çıkışı olmayan durumlarla karşılaşırlar. Oysa, sorunun temeli incelenirse durumun çıkmaza [sayfa 55] saplandığını sanmak için hiç bir neden yoktur. Olay şudur ki, Stalin'in Dilbiliminde Marksizm Üzerine yazısı ve Stalin'in Partinin XVI. Kongresindeki konuşması, tamamen değişik iki dönemi gözönüne almaktadırlar ve bunun sonucunda da değişik iki formül ortaya çıkmaktadır.
 Dillerin karışımının sözkonusu olduğu Stalin'in yazısındaki formül, sosyalizmin dünya çapındaki zaferinden önceki dönemi gözönüne almaktadır, bu dönemde sömürücü sınıflar, dünyadaki egemen güçtür, ulusal ve sömürgesel baskı yürürlükte bulunmaktadır, ulusal ayrılıklar ve ulusların karşılıklı olarak birbirinden kuşku duyması, devlet çapında farklar tarafından koşullandırılmışlar, ulusların arasında hak eşitliği daha kurulmamıştır, dillerin karışımı dillerin birinin egemen olması için verilen savaşım sırasında oluşmaktadır, ulusların ve dillerin barış içinde beraberce işbirliği için gerekli koşullar henüz bulunmamaktadır; gündemde olan, dillerin karşılıklı işbirliği ve zenginleşmesi değil, bazı dillerin özümlenişi ve ötekilerin zaferidir. Anlaşılmaktadır ki, bu koşullar altında, ancak zafere ulaşan diller ile yenik diller bulunabilir. Stalin, örneğin iki dilin karışımının yeni bir dilin oluşması ile son bulmadığını, ama bir dilin zaferi ve ötekinin yenilgisi ile sonuçlandığını formülünde belirttiğinde, özellikle bu koşulları gözönünde bulundurmaktadır.


Stalin'in XVI. Parti Kongresindeki konuşmasından aktarılan öteki formülüne gelince, dillerin birtek ortak dil halinde birleşmesinin sözkonusu edildiği bu formül, başka bir dönemi gözönüne getirmektedir, bu dönem sosyalizmin dünya çapında zaferinden sonraki dönemdir, artık dünya emperyalizmi var olmayacaktır, sömürücü sınıflar devrilmiş bulunacaktır, ulusal ve sömürgesel baskı tasfiye edilmiş olacaktır, ulusal ayrılık ve ulusların karşılıklı olarak birbirinden kuşku duyması [sayfa 56] yerine, ulusların yakınlaşması ve karşılıklı olarak birbirlerine güvenmesi yer alacaktır, ulusların hak eşitliği gelişmenin içinde gerçekleşecektir; o zaman uluslar arasındaki işbirliği, örgütlü bir biçimde gerçekleşecek ve ulusal diller kendi işbirlikleri sırasında tam bir özgürlük içinde karşılıklı olarak birbirini zenginleştirmek olanaklarına sahip olacaklardır. Anlaşılır ki, bu koşullar altında bazı dillere baskı yapılması ve onların yenilgisi, ötekilerin de zaferi sözkonusu olamayacaktır. Artık karşımızda birinin yenik çıkacağı ve ötekinin savaşımda zafere ulaşacağı iki dil bulunmayacaktır; ama ulusların uzun bir iktisadî, siyasal ve kültürel işbirliği sonucunda, karşı karşıya bulunan yüzlerce ulusal dil arasından önce en zenginleşmiş tek bölgesel diller ayrılacaktır, sonra da bölgesel diller birtek ortak enternasyonal dil halinde birleşecektir, kuşkusuz, bu dil, elbette ne Almanca, ne Rusça, ne İngilizce olacak, ama bölgesel ve ulusal dillerin en iyi öğelerini içeren yeni bir dil olacaktır.
 Sonuç olarak, bu iki değişik formül, toplum gelişmesinin iki değişik dönemine uygun düşmektedir ve özellikle bu dönemlere uygun düştükleri içindir ki, herbiri kendi dönemi için doğrudur.
 Bu formüllerin birbiriyle çelişmemesini ve birbirini yok etmemesini istemek, kapitalizmin egemenliği döneminin, sosyalizmin egemenliği dönemi ile çelişki halinde olmamasını ve sosyalizm ile kapitalizmin birbirini yok etmemesini istemek kadar anlamsızdır.
 Papaz çömezleri ve talmutçular, marksizme, marksizmin değişik sonuç ve formüllerine hiç bir zaman değişmeyen, hatta toplumun gelişme koşulları değiştiği zaman bile değişmeyen bir dogma olarak bakarlar. Sanırlar ki, bu sonuçları ve bu formülleri ezberlerlerse ve yerli-yersiz onları aktarırlarsa, herhangi bir sorunu çözümleyecek [sayfa 57] duruma gelirler, umarlar ki, öğrendikleri bu sonuçlar ve formüller, kendilerine her dönemde, bütün ülkeler ve yaşamın bütün koşulları için yarar sağlayacaktır. Oysa ancak marksizmin lafzını gören, ama onun özünü görmeyen, marksizmin sonuçlarını ve formüllerini ezbere öğrenen, ama kapsamını anlamayan insanlar böyle düşünebilirler.
 Marksizm, doğanın ve toplumun gelişmesinin yasalarının bilimidir, ezilen ve sömürülen sınıfların devriminin bilimidir, bütün ülkelerde sosyalizmin zaferinin bilimidir, komünist toplumun kuruluşunun bilimidir. Bilim olarak marksizm, olduğu yerde kalamaz, gelişir ve olgunlaşır. Gelişmesi sırasında marksizm, yeni deneyimlerle ve yeni bilgilerle mutlaka zenginleşecektir; bunun sonucu olarak da, formüllerinin ve sonuçlarının bazıları mutlaka zamanla değişecektir, mutlaka yeni tarihsel görevlere tekabül edecek yeni formül ve sonuçlar onların yerini alacaktır. Marksizm, bütün dönemler ve bütün devreler için değişmez ve zorunlu sonuçlar ve formüller kabul etmez. Marksizm, her türden dogmacılığın düşmanıdır. [sayfa 58]
28 Temmuz 1950
J.V. STALİN

İVANOV İVAN FİLİPOVİÇ YOLDAŞA YANIT

"Değerli Stalin Yoldaş!
Şu soruya açıklık getirmenizi ivedilikle rica ediyorum: Bizim burada, hatta Komsomol Bölge Komitesi'nde, ülkemizde sosyalizmin nihai zaferi üzerine iki tür anlayış var, yani birinci grup çelişkiler ikinci grup çelişkilerle karıştırılmakta. Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin kaderi üzerine kaleme aldığınız yapıtlarda, iki grup çelişkiden sözediliyor - iç çelişkiler ve dış çelişkiler.

Birinci gruptaki çelişkileri çözmüş olduğumuz ortadadır, - Sosyalizm ülke içinde zafere ulaşmıştır.

Ben, ikinci grup çelişkiler üzerine, yani sosyalizmin ve kapitalizmin arasındaki çelişkiler üzerine yanıt istiyorum. Sosyalizmin nihai zaferinin, dış çelişkilerin çözümü, müdahaleye karşı dolayısıyla kapitalizmin restorasyonuna karşı tam bir garanti anlamına geldiğine işaret ediyorsunuz. Ne var ki bu çelişkiler grubu bütün ülkelerin işçilerinin çabalarıyla çözümlenebilir.

Lenin yoldaş da bunu öğretmektedir bize: "Dünya ölçüsünde nihai zafere ancak bütün ülkelerin işçilerinin ortak çabasıyla ulaşılabilir."
SBLKGB Bölge Komitesi propagandistleri seminerinde, sizin yapıtlarınıza dayanarak, sosyalizmin nihai zaferinin ancak dünya ölçüsünde olanaklı olduğunu söyledim. Ne var ki Bölge Komitesi çalışanları, Uroşenko (Komsomol Bölge Komitesi birinci sekreteri) ve Kaselkov (propaganda müfettişi), benim çıkışımı Troçkist bir çıkış olarak nitelendiriyorlar.

Onlara, sizin yapıtlarınızdan bu soruna ilişkin bölümler okumaya başladım, fakat Uroşenko, üç ciltlik derleme yapıtı kapatmamı önerdi ve şöyle dedi: "Stalin yoldaş bunu 1926'da söylemişti, fakat şimdi 1938 yılındayız. O zaman daha nihai zafere ulaşmamıştık, oysa şimdi nihai zafer elde ettik. Artık müdahaleyi ya da restorasyonu düşünmek bize yakışmaz." Devamla şunu söyledi: "Şimdi sosyalizmin nihai zaferine ve müdahaleye ve kapitalizmin restorasyonuna karşı tam güvenceye ulaşmış bulunuyoruz". Böylece, Troçkizme yardımcı olmakla suçlandım propaganda çalışması yapmam engellendi ve şimdi Komsomol'de kalıp kalmamam tartışılmakta.

Sizden Stalin yoldaş, şu soruyu açıklamanızı rica ediyorum: Sosyalizmin nihai zaferine ulaştık mı, yoksa bugüne kadar uluşamadık mı? Belki de ben, günümüzdeki değişikliklerle bağıntılı tamamlayıcı güncel materyaller bulamadım.

Benim düşünceme göre, Uroşenko'nun Stalin yoldaşın bu soruna ilişkin yapıtlarının eskidiği yönündeki açıklaması anti-bolşevik bir açıklamadır. Ve acaba Bölge Komitesi çalışanları, beni Troçkist olarak değerlendirirken doğru mu davranmışlardır? Bu benim için çok kırıcı ve incitici olmuştur.
Sizden ricamı reddetmemenizi ve yanıtınızı şu adrese göndermenizi rica ediyorum - Manturovsk Reyonu, Kursk Bölgesi, Birinci Sasems Köy Sovyeti, İvanov İvan Filipoviç.
18.1.38 İ. İvanov
Manturovsk Reyonu, Kursk Bölgesi
SBLKGB Propagandisti İvan Filipoviç."



YANIT :


Elbette siz haklısınız, İvanov yoldaş, ideolojik karşıtlarınız, yani Uroşenko ve Kaselkov yoldaşlar haksızdır.

Şundan dolayı:

Bir ülkede, bu durumda bizim ülkemizde, sosyalizmin nihai zaferi sorununun iki farklı yanı olduğu kuşku götürmez.

Ülkemizde sosyalizmin nihai zaferi sorununun birinci yanı, ülkemizdeki sınıfların karşılıklı ilişkileri sorununu kapsamaktadır. Bu iç ilişkiler alanıdır. Ülkemizin işçi sınıfı, köylülüğümüzle çelişkilerini aşabilir, onunla bir ittifak kurabilir, işbirliği yapabilir mi? Ülkemizin işçi sınıfı, köylülükle ittifak halinde ülkemizin burjuvazisini yenebilir, elinden toprağı, fabrikaları, maden ocaklarını vs. alabilir ve kendi güçleriyle yeni, sınıfsız toplumu, tam sosyalist toplumu kurabilir mi?

Leninizm bu sorulara evet yanıtı vermektedir. Lenin, "tam sosyalist toplumu kurmak için gerekli her şeye sahip olduğumuz"u öğretiyor. Demek ki, kendi güçlerimizle burjuvazinin üstesinden gelmek ve sosyalist toplumu kurmak zorundayız, bunu yapabiliriz. Daha sonraları faşizmin casus ve ajanları haline gelen Troçki, Zinovyev, Kamenev ve diğer baylar ise, diğer ülkelerde, kapitalist ülkelerde sosyalist devrimin zaferi olmaksızın ülkemizde sosyalizmin inşası olanağını yadsıyorlardı. Bu baylar, ricatlarını diğer ülkelerde "devrimin zaferi" sahte dayanağıyla gizleyerek, meselenin özü itibariyle ülkemizi burjuva gelişme yoluna geri çekmek istiyorlardı. Partimizin bu baylarla çatışmasının nedeni işte buydu. Ülkemizin daha sonraki gelişme süreci partimizin tamamen haklı olduğunu, oysa Troçki ve kumpanyasının haksız olduğunu göstermiştir. Çünkü bu dönemde burjuvaziyi tasfiye ettik, köylülükle kardeşçe işbirliğini sağladık, diğer ülkelerde sosyalist devrimin zaferinin olmamasından bağımsız olarak, ana hatlarıyla sosyalist toplumu kurduk.


Ülkemizde sosyalizmin zaferine ilişkin sorunun birinci yanıyla ilgili durum budur.

İvanov yoldaş, Uroşenko ve Kaselkov yoldaşlarla tartışmanız, sanırım, sorunun bu yanıyla ilgili değil.

Ülkemizde sosyalizmin zaferi sorununun ikinci yanını ülkemizle, öteki ülkelerin, kapitalist ülkelerin karşılıklı ilişkileri sorunu, ülkemizin işçi sınıfıyla, öteki ülkelerin burjuvazileri arasındaki karşılıklı ilişkiler sorunu oluşturur. Bu dış, uluslararası ilişkiler alanıdır. Bir dizi güçlü kapitalist ülkenin kuşatması altında bulunan bir ülkenin muzaffer sosyalizmi, kendisini, bir askeri saldırı (müdahale) tehlikesine karşı ve dolayısıyla da ülkemizde kapitalizmin yeniden kurulması girişimine karşı güvence altında olduğunu düşünebilir mi? İşçi sınıfımız ve köylülüğümüz, öteki ülkelerin burjuvazilerini kendi güçleriyle, kapitalist ülkelerin işçi sınıflarının ciddi yardımları olmaksızın, kendi burjuvazisini yıktığı gibi yıkabilir mi? Başka türlü söylendiğinde: Ülkemizde sosyalizmin zaferinin nihai olduğu, yani sosyalizmin tek ülkede muzaffer olduğu ve kapitalist kuşatmanın sürdüğü koşullar altında, bu tek ülkede sosyalizmin, askeri saldırılardan ve kapitalizmi yeniden kurma çabalarından tamamen uzak olduğu söylenebilir mi?

Ülkemizde sosyalizmin zaferi sorununun ikinci yanıyla bağıntılı olan sorunlar bunlardır.


Leninizm bu soruları hayır diye yanıtlamaktadır. Leninizm, "burjuva ilişkilerin restorasyonuna karşı güvence anlamında sosyalizmin nihai zaferi, sadece uluslararası ölçekte olanaklıdır" demektedir. (Bkz. SBKP(B) XIV. Konferansı bilinen kararı). Bu, uluslararası proletaryanın ciddi yardımının olmaksızın sosyalizmin bir ülkede nihai zaferi görevinin çözülemeyeceği güç olduğu anlamına gelir. Bu, elbette, elimizi kolumuzu bağlayıp, dışardan yardım beklentisiyle, oturmamız gerektiği anlamına gelmiyor. Tam tersine, uluslararası proletaryanın yardımı, ülkemizin savunma gücünün artırılması, Kızıl Ordu ve Kızıl Donanma'nın güçlendirilmesi, bütün ülkenin askeri bir saldırı ve burjuva ilişkilerin restorasyonu girişimine karşı mücadele için seferber edilmesi çalışmasıyla birleştirilmelidir.

Lenin konuya ilişkin şöyle diyor:

"Sadece bir devlet içinde değil, bir devletler sistemi içinde yaşıyoruz ve Sovyet Cumhuriyetinin emperyalist devletlerle yanyana uzun süre varlığını sürdürmesi düşünülemez. Sonunda ya biri, ya öteki zafere ulaşacaktır. Bu sona kadar da, Sovyetler Birliği ile bu burjuva devletler arasında bir dizi korkunç çatışma kaçınılmazdır. Bunun anlamı, egemen sınıfın, proletaryanın, eğer egemenliğini sürdürmek istiyorsa, sürdürecekse, bunu askeri örgütleriyle de kanıtlamak zorunda olduğudur." (Lenin, SE, Cilt VIII, Almanca baskı, s. 35, 36).

Ve devamla:

"Bize karşı kinlerini açıkça ifade eden insanlar, sınıflar, hükümetler tarafından kuşatılmış bulunuyoruz. Bir saldırıyla aramızda her zaman kıldan ince bir sınır olduğu akıldan çıkarılmamalıdır." (Cilt XXVII, s. 117, Rusça).


Bu sözler, Lenin'in her zaman yaptığı gibi, süslenmeden, acı, ama dürüst ve gerçeklere uygun sert ve acı söylenmiş sözlerdir.

Bu koşullar temelinde Stalin'in "Leninizmin Sorunları" yazısında şöyle denmektedir:

"Sosyalizmin nihai zaferi, müdahale girişimleri ve dolayısıyla restorasyona karşı tam bir güvencedir; çünkü bir ölçüde ciddiye alınacak bir restorasyon girişimi, sadece dış destekle, sadece uluslararası sermayenin desteğiyle gerçekleşebilir. O nedenle, devrimimizin bütün ülkelerin işçileri tarafından desteklenmesi, ve daha da ötesi, bu işçilerin, en azından bazı ülkelerde zafere ulaşması, ilk muzaffer ülkenin müdahale ve restorasyon girişimlerine karşı tamamen güvence altında olması için, sosyalizmin nihai zaferi için, zorunlu koşuldur." (Leninizmin Sorunları, 1932 İlk Dizisi, Alm. Baskı, s. 347).


Gerçekten de, kapitalist kuşatma gerçeğine gözlerini kapamak ve dış düşmanlarımızın, örneğin faşistlerin, uygun fırsatta SSCB'ye askeri saldırı gerçekleştirmeyeceğini düşünmek gülünç ve aptalcadır. Bunu sadece gözü hiç bir şey görmeyen palavracılar, ya da halkı uyutmak isteyen gizli halk düşmanları düşünebilir. Müdahale en ufak bir başarı kaydettiğinde müdahalecilerin ele geçirdikleri reyonlarda, Sovyet sistemini yıkıp yerine yeniden burjuva sistemi kurmayacaklarını düşünmek, bundan daha az gülünç değildir. Denikin ve Kolçak, işgal ettikleri bölgelerde burjuva sistemi yeniden kurmadılar mı? Faşistler, Denikin ve Kolçak'tan daha mı iyiler? Kapitalist kuşatma varolduğu müddetçe, askeri müdahale ve restorasyon girişimi tehlikesini sadece aptallar ya da çalım satarak düşmanlıklarını saklamaya çalışan ve halkı demobilize etmeyi amaçlayan gizli düşmanlar reddedebilir. Eğer bir ülke kapitalist kuşatma altındaysa, müdahale ve restorasyon tehlikesine karşı tamamen güvence altında değilse, o ülkede sosyalizmin zaferi nihai olarak görülebilir mi? Bunun yapılamayacağı açıktır.


Tek ülkede sosyalizmin zaferi sorununun durumu budur.

Bu sorunun iki farklı soru içerdiği ortaya çıkıyor: a) Ülkemizde iç ilişkiler, yani burjuvazinin yenilmesi ve sosyalizmin eksiksiz kurulması sorunu ve b) Ülkemizin dış ilişkileri, yani ülkemizin askeri müdahale ve restorasyon tehlikesine karşı tam güvenliğinin sağlanması sorunu. Birinci sorunu çözmüş bulunuyoruz; burjuvazi ülkemizde tasfiye edilmiş ve sosyalizm esas itibariyle kurulmuştur. Buna bizde, sosyalizmin zaferi, ya da daha doğru söylendiğinde, tek ülkede sosyalist inşanın zaferi deniyor.

Eğer ülkemiz, çevresi bir dizi kapitalist ülkeyle kuşatılmış bir durumda değil de, bir adada bulunsaydı, bu zaferin nihai bir zafer olduğunu söyleyebilirdik. Fakat bir adada değil, önemli bir kısmı sosyalizmin ülkesine karşı düşmanca tavırlar içinde olan, müdahale ve restorasyon tehlikesi yaratan bir "devletler sistemi"nde yaşadığımıza göre, açıkça ve dürüstçe ülkemizde sosyalizmin zaferinin nihai olmadığını söylüyoruz. Bundan da, ikinci sorunun henüz çözümlenmediği, henüz çözümlenmek zorunda olduğu sonucu çıkar. Daha da ötesi: İkinci sorun, birinci sorunun çözüldüğü biçimde, yani ülkemizin yalnızca kendi çabalarıyla çözdüğü gibi çözülemez. İkinci sorunu çözmek, uluslararası proletaryanın ciddi çabalarının, bütün Sovyet halkının daha ciddi çabalarıyla birleştirilmesi sayesinde mümkün olacaktır. SSCB işçi sınıfının burjuva ülkelerin işçi sınıflarıyla uluslararası proleter ilişkileri güçlendirilmeli ve sağlamlaştırılmalıdır. Ülkemize karşı girişilen herhangi bir askeri saldırı durumunda, burjuva ülkelerin işçi sınıflarının işçi sınıfımıza yapacağı politik yardımlar, aynı şekilde işçi sınıfımızın burjuva ülkelerin işçi sınıflarına her türlü yardımı örgütlenmelidir; her tarafta Kızıl Ordu, Kızıl Donanma, Kızıl Hava Filosu, Ossoaviahim güçlendirilmeli ve sağlamlaştırılmalıdır. Dış düşmanlarımız tarafından gelecek herhangi bir "kaza" ya da "marifet"in bizi gafil avlaması için, askeri saldırı tehlikesi karşısında, bütün halk seferberlik durumunda tutulmalıdır...

Mektubunuzdan, Uroşenko yoldaşın başka düşüncelere, pek Leninist olmayan düşüncelere sahip olduğu anlaşılıyor. Anlaşıldığına göre, bu yoldaş, "bugün sosyalizmin nihai zaferine ulaştığımızı, müdahale ve kapitalizmin restorasyonuna karşı tamamen güvence içinde olduğumuzu" iddia ediyor. Uroşenko yoldaşın temelde haksız olduğu kuşku götürmez. Uroşenko yoldaşın böyle bir iddiası sadece, çevremizdeki gerçekliği kavramamak ve Leninizmin en temel ilkelerini anlamamakla, ya da burnu büyümüş genç bir bürokratın boş caka satmasıyla açıklanabilir. Eğer gerçekten "müdahaleye ve kapitalist restorasyona karşı tam güvence"ye sahipsek, güçlü bir Kızıl Ordu'ya, Kızıl Donanma'ya, Kızıl Hava Filosuna, güçlü bir Ossoviahim'e, uluslararası proleter ilişkilerin güçlendirilmesine ve pekiştirilmesine neden ihtiyacımız olsun?

Kızıl Ordu'nun güçlendirilmesi için harcanan milyarlarca rublenin başka ihtiyaçlar için kullanılması ve Kızıl Ordu'nun asgari düzeyde tutulması, hatta dağıtılması daha iyi olmaz mı? Uroşenko yoldaş gibi insanlar, subjektif olarak davamıza bağlı olsalar bile, objektif olarak davamız için tehlike oluşturuyorlar, çünkü caka satmaları sayesinde, isteyerek ya da istemeyerek (hiç fark etmez) halkımızı uyutuyor, işçi ve köylüleri demobilize ediyor, herhangi bir uluslararası karışıklık durumunda, bizi gafil avlaması için, düşmana yardım ediyorlar.

Anlaşıldığına göre, "propaganda çalışmalarından alındığınız ve Komsomol'de kalıp kalmamanızın tartışılması"na gelince yoldaş İvanov, korku duymanıza gerek yok. SBLKGB Bölge Komitesi'ndekiler, gerçekten Çehov'un Assubay Pirişibeyev'ine benzemek istiyorlarsa, bu oyunu kaybedeceklerinden kimse kuşku duymasın. Bizim ülkemizde Pirişibeyev'ler hiç sevilmez.

Şimdi artık, "Leninizmin Sorunları" kitabındaki tek ülkede sosyalizmin zaferi sorunuyla ilgili bölümün eskiyip eskimediğine kendiniz karar verebilirsiniz. Şahsen ben, bunların eskimesini, dünyada kapitalist kuşatma, askeri saldırı tehlikesi, kapitalizmin restorasyon tehlikesi vs. gibi cansıkıcı şeylerin olmamasını çok istiyorum. Fakat ne yazık ki, bu can sıkıcı şeyler varlıklarını sürdürmeye devam ediyorlar.
12 Şubat 1938
J. Stalin
(Stalin, Eserler, Cilt 14, sayfa 185-192, İnter Yayınları)

Komintern’in Dağıtılması Hakkında Dimitrov

DKP’li (Alman Komünist Partisi) saygın yoldaşlarla Komünist Haberleşme Bürosu’nun Kruşçev tarafından dağıtılması üzerine yaptığımız bir tartışmada, ben bu dağıtma eylemini, komünist harekete marksist-leninist proletarya enternasyonalizmi ilkesi yerine Tito’nun partisi tarafından propagandası yapılan “ulusal komünizm”i sokuşturmak için Kruşçev’in başvurduğu önlemlerden birisi olarak nitelediğimde, şu cevabı aldım: “Bu eleştiriyi önce Stalin’e yöneltmelisin, çünkü 1943’te, kimseye danışmadan sırf kendi otoritesine dayanarak Komünist Enternasyonal’in kapatılması emrini verdi ve böylece komünist harekete ciddi bir darbe vurdu!”

Komintern’in kapanması hakkında bu görüş DKP’de olduğu kadar PDS’de (Demokratik Sosyalizm Partisi), ve doğal olarak Troçki’ye bağlı bütün parti ve hiziplerde hâkim görüştür.

Gerçekte ne olduğunuysa Dimitrov’un kişisel günlüğünü okuyarak öğrenebiliriz.

Her şeyin başında, başkan Roosevelt tarafından imzalanarak ABD’de yürürlüğe giren 17 Ekim 1940 tarihli bir yasa yer alıyor. Bu yasa Amerikalı örgütlere her türlü uluslar arası bağlantıyı yasaklıyordu. Bu durumda ABD komünist partisi Komünist Enternasyonal’e katıldığı için kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. O sırada, partinin genel sekreteri Earl R. Browder hapisteydi. 1940 Ocağında “pasaport sahteciliğinden” dört yıl hapis cezası almıştı. Onun önerisi üzerine parti, KEYK’ye (Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi) partinin kapatılmasını engellemek için komünist enternasyonal üyeliğinden ayrılmasının uygun olup olmayacağını sordu.

Dimitrov’un günlüğünden aşağıdaki not açıkça bu talebe gönderme yapıyor:

16.11.40: Ercoli (Togliatti), Marty ve Gottwald, Amerika Komünist Partisi’nden olağanüstü kongreleriyle bağlantılı olarak gelen talep nedeniyle evimdeler.

Şu cevap üzerinde anlaştık: “(Komintern örgütlenmesine) katılım sorunu konusunda bir karar alma kesinlikle zorunluysa, parti legal olarak çalışmasını sürdürebilmek için komünist enternasyonalle biçimsel bağlarını geçici olarak koparmak zorunda olsa bile, Marksizm-Leninizm’e ve proletarya enternasyonalizmine bağlılığını belirten bir karar alınmalıdır.”

Beş ay sonra, Nisan 1941’de, Dimitrov yönetici yoldaşlar arasında Stalin’in konuşmalarını aktarıyor:

20.4.41: Benim sağlığıma da içildi. Bu fırsattan istifadeyle, J. V. Stalin şunları söyledi: Dimitrov’a göre, Komintern’den ayrılmak isteyen partiler var (Amerikan partisine gönderme). Bu kötü bir şey değil. Tersine, komünist partileri Komünist Enternasyonal’in seksiyonları olarak kalmak yerine tamamen bağımsız partiler yapmak gerekir. Farklı isimler altında –işçi partisi, Marksist parti vs.- ulusal komünist partiler haline gelmelidirler. İsim önemli değil. Önemli olan, kendi halklarına dayanmaları ve kendi özgül görevlerine yoğunlaşmalarıdır. Komünist bir programa sahip olmaları, Marksist bir analize dayanmaları, devamlı Moskova’ya bakmamaları, aksine her ülkede yerine getirilmesi gereken somut görevleri bağımsız olarak çözümlemeleri gerekir. (…) Çünkü durum ve görevler ülkeden ülkeye tamamen farklılaşıyor. (…) Komünist partiler kendilerini bu şekilde güçlendirirlerse, uluslar arası örgütlerini yeniden oluşturabilirler. Marx zamanında Enternasyonal yaklaşan bir uluslar arası devrim beklentisi içinde kurulmuştu. Aynı şekilde, Komintern de Lenin yönetiminde benzer bir dönemde oluşturuldu. Bugün, her ülkede ulusal görevler önde geliyor. Komünist partilerin uluslar arası bir örgütün seksiyonları şeklinde Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi’ne tabi olmaları bir handikaptır. (…)

Dünde kalana saplanıp kalmayın. Yeni ortaya çıkan koşulları dikkate alarak sonuçlar çıkarın. (…)

Bugünkü koşullarda, komünist partilerin Komintern’e üyelikleri burjuvaziden baskı görmelerini kolaylaştırıyor ve bu partileri kendi ülkelerinin kitlelerinden izole etme planlarına yardımcı oluyor; komünist partilerin ulusal partiler olarak kendi kendilerine gelişmeleri ve kendi görevlerini çözümlemeleri engelleniyor.

Dimitrov’un sonucu: “Komünist Enternasyonal’in gelecek dönemde hem uluslar arası plandaki yeni ilişki ve çalışma biçimlerine hem de dünya savaşı koşullarına göre varlığının sürdürülmesi sorunu açıkça ve tam olarak ortaya kondu.” (sf. 374)

Dimitrov, bu sorun üzerine fikir alış verişinde bulunmak için KEYK üyesi yönetici yoldaşlarla toplantı yapıyor:

21.4.41: Ercoli ve Maurice (Thorez) ile gelecek dönemde KEYK’nın komünist partiler üzerinde yönetici otorite olarak etkinliğine son vermesi ve ayrı ayrı komünist partilere tam bir bağımsızlık sağlaması; bu partilerin, tek bir komünist programla yönlendirilmekle birlikte, kendi ülkelerinin koşullarına uygun düşen somut görevlerini kendi başlarına çözümleyen, kararları ve eylemlerinde KEYK yerine bir haberleşme ve ideolojik-politik destek organına karşı sorumlu olan, her ülkenin komünistlerinin gerçekten ulusal partileri haline getirilmesi gerekip gerekmediği sorunu üzerinde tartıştık.

İkisi de sorunu ortaya koymanın temelde doğru olduğu ve bunun uluslar arası işçi hareketinin güncel durumuna tamamen uygun düştüğünü düşünüyorlardı. (sf.375)

Bir süre sonra, Dimitrov, D. S. Manuilski ve A. A. Jdanov’la bu sorun üzerinde başka görüş alışverişlerinde bulundu.

KEYK’nın etkinliğinin durdurulması kararının nedenleri üzerinde D. S. Manuilski’yle tartışma. Bir çok muğlak ve önemli sorun bu yeniden gözden geçirmeyle bağlantılıydı.

MK’da (Jdanov’un evi). Komintern’den bahsettik.

1. Kararın nedenleri ilkesel olarak ortaya konmalıdır çünkü hem dışarıya hem de Sovyet yanlısı komünistlere bunun uygun bir açıklamasını yapmak zorundayız. Komintern’in büyük bir tarihi var ve yekpare bir uluslar arası merkez olarak varlığı ve eylemine birden son veriyor. Kararda, karşımızdakilerin tüm olası saldırıları önceden dikkate alınmalıdır, örneğin, bunun bir oyun olduğu ya da komünistlerin enternasyonalizmden ve uluslar arası proleter devrimden vazgeçtikleri söylenecektir. Kararı temellendirişimiz moral bozukluğu ve kararsızlık yaratmamalı, komünist partilere güç kazandıracak bir dayanak oluşturmalıdır (…).

Komünist Enternasyonal’in fikirleri kapitalist ülkelerde işçi sınıfının yönetici katmanları arasında derinlemesine kök salmıştır. Gelinen aşamada, komünist partilerin bağımsız ulusal partiler olarak gelişmeleri gerekmektedir. Her ülkede komünist hareketin en üst düzeye ulaşmasıyla birlikte, bir sonraki aşamada uluslar arası komünist bir örgüt daha geniş ve daha sağlam bir zeminde yeniden kurulacaktır.

KEYK’nin dağıtılmasının hiçbir şekilde uluslar arası proletarya dayanışmasının reddi anlamına gelmediği açıklanmalıdır. Aksine, yalnızca, uluslar arası işçi hareketinin güncel aşamasına daha uygun hale gelmeleri için bu dayanışmanın ortaya çıkış biçimleri ve yöntemleri değişmektedir.

2. Bu yön değişikliği mutlak bir ciddiyet ve kararlılıkla gerçekleştirilmelidir. Özümüzü değiştirmeyeceğiz, geri kalan her şey aynı kalacak, yani KEYK dağıtılsa da, uluslar arası yönetici merkez olarak başka bir biçim altında varlığını sürdürecektir.

3. Bunun kimin inisiyatifiyle gerçekleştiğinin bilinmesi çok önemli: yönetimin kendi inisiyatifiyle mi yoksa bir dizi komünist partinin teklifleri üzerine mi. Son çözüm daha iyi gibi görünüyor.

4. Bu iş acil değil; telaş etmemeli, tartışmalı ve ciddi olarak hazırlamalıyız.

Üç sorun tartışma gerektiriyor: a. İlkesel olarak nasıl açıklanmalı? b. Kararın inisiyatifi kimin olacak? c. KE’nin miras bıraktığı yoldan nasıl yürünecek?

5. Ne olursa olsun, komünist hareket bu yön değiştirme sayesinde önemli avantajlar elde edecektir:

• Her türlü Komintern-karşıtı anlaşma temelini kaybedecek;
• Burjuvazinin en büyük kozu hükümsüz olacak: yani komünistlerin yabancı bir merkezin emri altında ve dolayısıyla “vatan haini” oldukları;
• Her ülkede KP’ler bağımsız yapılarını güçlendirecek ve ülkelerinde gerçekten kitlesel partilere dönüşecekler;
• Halktan uzaklaşmama kaygısıyla KP’lere katılmak istemeyen işçi militanların katılımı kolaylaşacak. (sf. 386)

Görüldüğü gibi, Nazi Almanyası’nın Sovyetler Birliği’ne saldırmasından altı hafta önce, Komünist Enternasyonal’in dağıtılması kararlaştırılmış sayılırdı. Daha sonra, doğal olarak Faşist Almanya’ya karşı anavatanın savunulması ön plana geçti, tüm diğer sorunlar arka planda kaldı.

Dahası, Sovyetler Birliği, İngiltere ve Birleşik Devletler’in bir süreliğine ittifak yaptığı tamamen değişmiş koşullarda komünist partilerin KEYK tarafından yönetimi yeniden büyük önem kazandı.

Ancak Stalingrad savaşında faşist Almanya ordularını geri dönüşsüz olarak yenilgi yoluna sokan Kızılordu’nun büyük zaferinden sonradır ki, Mayıs 1943’te, Dimitrov’un günlüğünde, Faşist saldırının başlangıcından bu yana ilk defa Komünist Enternasyonal’in dağıtılması konusunun yer aldığını görüyoruz.

8.5.43: Gece Manuilski’yle birlikte Molotov’daydık. Komintern’in geleceği hakkında konuştuk. Mevcut koşullarda komünist partilerin yönetim merkezi olarak Komintern’in bizzat kendi gelişmesine ve kendi özgül görevlerinin yerine getirilmesine bir engel oluşturduğu kararına vardık. Bu merkezin dağıtılması için bir metin hazırlıyoruz.

Bu 8 Mayıs 1943 tarihiyle aynı yılın 22 Mayıs’ı arasında Dimitrov’un günlüğünde bu sorun üzerine tartışmalarla ilgili bir notun yer almadığı gün bulunmamakta. 11 Mayıs 1943’te, KEYK başkanının ilan edeceği, Dimitrov ve Manuilski tarafından düzenlenen bir deklarasyon taslağı Stalin’in bilgisine sunuldu, o da onay verdi.

Bu taslak birkaç kez KEYK prezidyumunda tartışıldı, 20 Mayıs 1943’te son şeklini aldı, SSCB politik bürosu tarafından 21 Mayıs 1943’te oybirliğiyle kabul edildi ve 22 Mayıs 1943’te Pravda’da “Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Prezidyumunun Bildirisi” başlığıyla yayınlandı.

İçeriği aşağıdaki gibidir:

1919 yılında, eski öncü işçi partilerinin büyük çoğunluğunun politik çöküşü üzerine yaratılan Komünist Enternasyonal’in tarihsel rolü işçi hareketindeki oportünist unsurlar tarafından budanma ve çarpıtılmalarına karşı marksizmin öğretilerinin savunulmasıydı. Bu rol bir dizi ülkede ilerici işçilerin öncü kesiminin gerçek işçi partilerinde birleştirilmesinin sağlanması, işçi kitlelerinin kendi politik ve ekonomik çıkarlarının savunusuyla birlikte faşizme ve faşizmin yarattığı savaşa karşı mücadele için harekete geçirilmesinde bunlara yardım edilmesi, ve faşizme karşı temel dayanak olarak Sovyetler Birliği’nin desteklenmesinden oluşuyordu. Komünist Enternasyonal,  savaşa hazırlık aracı olarak Hitlercilerin kullandığı “Komintern karşıtı anlaşmanın” gerçek anlamını teşhir etti. Bundan daha önce, Komintern, diğer ülkelerde Hitlercilerin Komünist Enternasyonal’in sözde casusluk faaliyetleri yaygarasıyla maskeledikleri utanç verici saldırı girişimlerine yorulmaksızın karşı koymuştu. Savaştan çok önce, farklı ülkelerin gerek iç gerek dış koşullarının artan karmaşıklığıyla birlikte, her ülkenin işçi hareketinin görevlerinin herhangi bir uluslar arası merkez tarafından çözümünün aşılmaz engellere çarptığı anlaşılmıştı. Dünyanın farklı ülkelerinin tarihsel gelişme yollarının bu ayrılığı, farklı karakterleri, hatta yapılarındaki zıtlıklar, toplumsal ve politik evrim düzey ve ritimlerinin farklılığı ve son olarak işçilerin bilinç ve örgütlenme düzeylerindeki farklılıklar, farklı ülkelerin işçi sınıflarına farklı görevler yüklüyor. Son çeyrek yüzyılda yaşanan bütün olaylar ve Komünist Enternasyonal’in edindiği deneyimler ikna edici bir şekilde göstermiştir ki Komünist Enternasyonal’in 1. kongresinde işçilerin birleştirilmesi için seçilen örgütlenme biçimi –işçi hareketinin yeniden doğuşunun başlangıç döneminin gereksinimlerine uygun düşen bu biçim- farklı ülkelerde işçi hareketlerinin gelişmesi ve görevlerinin karmaşıklaşmasıyla gittikçe aşılmakta, hatta ulusal işçi partilerinin daha fazla güçlenmesinin önünde bir engel haline gelmektedir.

Hitlercilerin başlattığı dünya savaşı, çeşitli ülkelerin durumlarındaki farklılıkları daha da arttırdı, Hitlerci tiranlığın uygulayıcısı olan ülkelerle güçlü anti-Hitlerci koalisyona katılan özgürlük tutkunu ülkeler arasında derin bir uçurum yarattı. Hitler blokuna dâhil olan ülkelerde emekçilerin, işçilerin ve tüm dürüst insanların temel görevi hitlerci savaş makinesini tahrip ederek bu bloğun yenilmesine yardımcı olmak ve savaştan sorumlu hükümetlerin düşmesine katkıda bulunmakken, anti-Hitlerci koalisyona dâhil ülkelerde, Hitlerci bloğu en kısa sürede ezmek ve ulusların karşılıklı işbirliğini hak eşitliği temelinde sağlamak için bu ülkelerin hükümetlerinin savaş çabalarına her türlü desteği vermek geniş halk kitlelerinin ve her şeyden önce ilerici emekçilerin kutsal bir görevidir. Bu hususta, anti-Hitlerci koalisyona katılan bazı ülkelerde, buralara özgü görevlerin var olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Örneğin, Hitlercilerin işgal ettiği devlet olarak bağımsızlıkları ellerinden alınmış ülkelerde, ilerici emekçilerin ve geniş halk kitlelerinin temel görevi, Hitler Almanyası’na karşı bir ulusal kurtuluş savaşına dönüştürülmek üzere silahlı mücadelenin başlatılmasıdır. Buna ek olarak, Hitlerci tiranlıktan kurtulmak isteyen halkların ulusal kurtuluş savaşları, parti ya da dini görüş ayrımı olmaksızın güçlü anti-Hitlerci bloğa katılan en geniş halk kitlelerini harekete geçirmiş, ve düşmana karşı en hızlı zaferi elde etmek için her ülkenin işçi hareketinin öncüleri tarafından ulusal seferberliğin ve kitlelerin harekete geçirilmesinin başarılmasının en iyi ve en verimli yolunun, söz konusu öncülerin kendi ülkeleri çerçevesinde örgütlenmeleri olduğunu açıkça göstermiştir.

Daha 1935’te, Komünist Enternasyonal’in 7. kongresi, gerek uluslar arası durumda gerek işçi hareketinde geçmişte ortaya çıkan ve Enternasyonal seksiyonlarının büyük bir hareket kabiliyeti ve bağımsızlığa sahip olmasını gerektiren değişiklikleri dikkate almıştı. İşçi hareketinin bütün sorunları üzerine alınan kararın metne alınması sırasında, Komünist Enternasyonal’in yürütmesinin her ülkenin kendi somut koşulları ve özelliklerinden hareket etmesi, komünist partilerin iç örgütsel işlerine her türlü doğrudan müdahaleden de kaçınması gerektiğinin altını çizmişti.

Kasım 1940 tarihinde, ABD Komünist Partisi’nin enternasyonalden ayrılma kararını inceleyen Komünist Enternasyonal, bu düşünceleri göz önünde bulundurmuş ve kararı onaylamıştır. Marksizm-Leninizm’in kurucularının öğretilerini kılavuz alan komünistler hiçbir zaman eskimiş örgütlenme biçimlerinin korunmasının savunucusu olmamıştır. Örgütlenme biçimlerini ve bu örgütlerin çalışma yöntemlerini bir bütün olarak işçi hareketinin temel politik çıkarlarına, verili somut tarihsel durumun ayırt edici yanlarına ve bu durumdan kaynaklanan görevlere göre oluşturmuşlardır. Büyük Marks tarafından ilerici emekçilerin Uluslar arası İşçi Birliği’nde birleştirilmesi ve Birinci Enternasyonal’in tarihsel görevini –Avrupa ve Amerika’da işçi partilerinin gelişmesinin temellerini atmak- tamamlaması örneğini hatırlarlar. Ulusal kitlesel işçi partileri yaratılması aşamasına gelindiğinde, Birinci Enternasyonal’in dağıtılması gerekmişti, çünkü bu örgütlenme biçimi artık ihtiyaçlara uygun düşmüyordu.

Bu düşüncelerden hareketle, her ülkede komünist partilerin ve bunların yönetici kadrolarının politik olgunluğundaki ilerlemeyi dikkate alan, aynı zamanda şu anki savaş sırasında bir dizi seksiyondan gelen uluslar arası işçi hareketinin yönetici merkezi biçimiyle Komünist Enternasyonal’in dağıtılması talebini inceleyen Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi, –dünya savaşı koşullarında Komünist Enternasyonal Kongesi toplanması imkânı bulunmaması nedeniyle- yetkisini kullanarak, aşağıdaki öneriyi Komünist Enternasyonal seksiyonlarının onayına sunar: uluslar arası işçi hareketinin yönetici merkezi olarak Komünist Enternasyonal’in dağıtılması ve Komünist Enternasyonal seksiyonlarının KE tüzük ve kararlarından doğan yükümlülüklerinden serbest bırakılması.

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi başkanlığı tüm enternasyonal yandaşlarını, emekçilerin ölümcül düşmanı olan Alman faşizmi ve onun müttefikleriyle yardakçılarının en hızlı şekilde ezilmesi için, tüm güçlerini anti-Hitlerci koalisyona katılan halk ve devletlerin kurtuluş savaşlarını tereddütsüz olarak desteklemeye ve bunlara aktif olarak katılmaya yoğunlaştırmaya çağırır.

Bu deklarasyon Komintern’in bütün seksiyonlarına gönderildi ve istisnasız hepsi tarafından onaylandı.

29 Mayıs 1943 tarihli olarak, Dimitrov, Büyük Britanya, Avustralya ve Yugoslavya komünist partilerinin onay deklarasyonlarının içerikleriyle, Komintern’in dağıtılmasıyla ilgili olarak Reuter ajansı Moskova muhabiri King’in Stalin’le yaptığı röportaj’ın içeriğini not ediyor:

8.6.43: KEYK başkanlığının son toplantısını yaptık.

1. Komintern’in dağıtılması önerisinin tüm seksiyonlar tarafından selamlandığını, tek bir seksiyonun bile bu öneriye karşı itirazda bulunmadığını tespit ettik.

2. Komintern yürütme komitesinin, başkanlığı, sekreterliği ve uluslar arası kontrol komisyonuyla birlikte dağıtıldığını ilan ettik.

10.6.43: Pravda’da 8 Haziran 1943 tarihli başkanlık kararı hakkında bildirimiz yayınlandı.

Sonuç olarak, hem belgeler hem de Dimitrov’un günlüğünde Komintern’in dağıtılması tarihi hakkında yer alan notlar, “Stalin’in tek emriyle Komünist Enternasyonal’in birdenbire dağıtılması” efsanesini yerle bir etmektedir.

İşte gerçek: Dağıtma fikrine yönelten, Komintern’in bir seksiyonu olmaya devam etmesi halinde ABD komünist partisini kapatmakla tehdit eden 1940 tarihli Amerikan yasasıydı. Dolayısıyla dağıtmaya götüren ilk adım ABD Komünist Partisi’nin Komünist Enternasyonal’e katılması üzerine oluşan baskıydı.

Komintern’in dağıtılmasının kesin nedenleri, bir yandan değişen nesnel koşullar –bunların arasında komünist partilerin merkezi yönetiminin gelişmelerine ve kendi ülkelerinin emekçileriyle bağlarının derinleşmesine engel olması bulunuyor-, diğer yandan komünist partilerin merkezi bir yönetime ihtiyaç duymadan Marksist-Leninist olarak hareket edebilecek kadar olgunlaştıkları inancıydı.

Dağıtma kararı KEYK başkanlığının bir yıllık danışma çalışmalarından ve KE’nin bütün seksiyonlarının tartışmasız demokratik bir yolla onayı alındıktan sonra alındı. Dolayısıyla Komünist Enternasyonal’in dağıtılması hiçbir şekilde enternasyonalizmin zayıflaması anlamına gelmez çünkü enternasyonalizm, karşılıklı işbirliğinin örgütsel biçimlerinden bağımsız olarak her gerçek Marksist-Leninist partinin temel bir bileşeni haline gelmişti. Dahası, komünist partilerin uluslar arası bir örgütünün yeni koşullarda, bu koşullara uygun düşecek bir biçimde yeniden oluşturulacağı gerek Stalin gerekse KEYK başkanlığı tarafından açıkça öngörülmekteydi.

Bilindiği gibi, Eylül 1947’de, komünist ve işçi partileri haberleşme bürosu (Kominform) Varşova’da gerçekleşen bir konferansta kuruldu, çünkü -konferans bildirisinde de söylendiği gibi- konferansa katılan partiler arasında iletişim eksikliği olumsuz olgulara yol açmıştı. Bu haberleşme bürosunun görevi partiler arasında deneyim alışverişinin sağlanması ve gerekli görüldüğünde etkinliklerinin karşılıklı anlaşma temelinde eşgüdümlü hale getirilmesiydi. Konferansa katılanlar, kısaca “Haberleşme Bürosu” olarak adlandırılan topluluğun kurucu üyeleri, iktidarda olan komünist partilerin – SSCB KP, Bulgaristan KP, Yugoslavya KP, Polonya İşçi Partisi, Romanya KP, Çekoslovakya KP, Macaristan KP- ve iki Batı Avrupa komünist partisinin, Fransız KP ve İtalyan KP temsilcileriydi.

Haberleşme bürosunun varlığı dokuz yıl sürdü. Sonu Komünist Enternasyonal’in sonundan tamamen farklı oldu. Elbette, görüntüde biçim korundu: “komünist ve işçi partileri haberleşme bürosunun etkinliğinin sona erdirilmesine ilişkin basın bildirisi”, dağıtma kararını gene “komünist ve işçi partilerinin yeni çalışma koşulları” gerekçesiyle açıklıyor ve şunu belirtiyordu: “Haberleşme Bürosuna bağlı komünist işçi partilerinin merkez komiteleri, büronun etkinlikleri konusundaki sorunlar üzerinde fikir alışverişinde bulunmuşlar ve 1947 yılında kurdukları haberleşme bürosunun işlevini kaybettiği sonucuna ulaşmışlardır; bu bağlamda, haberleşme bürosunun etkinliğine (…) ve büronun yayın organı Kalıcı Barış İçin, Halk Demokrasisi İçin gazetesinin yayınına son verme kararı üzerinde fikir birliğine varılmıştır.”

Şimdi şu soru ortaya çıkıyor: 14 Kasım 1955’ten 17 Nisan 1956’ya kadar geçen sürede Haberleşme Bürosunun varlığının savunulmasından “işlevini kaybettiği” fikrine atlayacak kadar temelli ne değişiklik oldu?

14 Kasım 1955 günü, Kruşçev ve Bulganin ortak bir basın konferansı düzenlediler ve Bulganin aşağıdaki görüşü savundu:

Zaman zaman “Kominform”un şu veya bu şekilde tasfiye edilmesi gerekip gerekmediği soruluyor. Komünist partilerin evrensel olarak kabul görmüş bir uluslar arası ilişki ve işbirliği biçimini reddetmeleri için ne sebep olabilir ki? “Kominform”un tasfiyesini isteyenler neden sosyal-demokrat partileri birleştiren Sosyalist Enternasyonal’in etkinliğine karşı bir şey demiyor? Neden kapitalistlerin uluslar arası tekellerde birleşmeleri ve işlerini ortaklaşa yürütmek için düzenli olarak istişare yapmaları doğal ve meşru oluyor da işçi sınıfından Marx ve Engels tarafından ilan edilen ve bütün emekçilerin en kişisel çıkarlarına uygun düşen “Bütün ülkelerin proleterleri, birleşiniz!” sloganını reddetmesi isteniyor?

Bu, –batıda Haberleşme Bürosu için genel olarak kullanılan ifadeyle- “Kominform denilen diken” yıllarca ayaklarına batan batı beylikleri için tam bir bozgun olmuştu! Nasıl oldu da dört ay sonra geçerliliğini yitirdi? Bu kadar derinlemesine ne değişti?

Buna verilecek tek bir cevap var. Arada, SSCB komünist partisinin XX. Kongresi gerçekleşmiş ve emperyalizmi yenmek için savaşımı öngören Leninist politikadan emperyalizmle kalıcı ve barışçıl uzlaşma ve “bir arada yaşama” politikasına dönüş benimsenmişti. Dolayısıyla Komünist Parti Manifestosu ruhunda ödünsüz sınıf mücadelesi devrimci politikasından uzaklaşarak sınıf uzlaşması revizyonist politikasının benimsenmesi söz konusuydu.

Komünist ve İşçi Partileri Haberleşme Bürosu, bu dönüşün dünya komünist hareketine uygulanmasına karşı bir direniş merkezi haline gelebilecek şekilde oluşturulmuştu. Haberleşme Bürosu’nun SSCB KP yönetimini, bu partinin kararlarını kolektif bir karar organında yer alan diğer ortaklarıyla uyumlulaştırma gereksinimi nedeniyle kısıtlaması, işte “tükendi” denen işlev buydu. Bu nedenle Haberleşme Bürosu yok edilmeliydi! Kruşçev’in 1955 haziranında Tito’yla uzlaşabilmek için ve daha sonra da XX. Kongrede başarıyla kullandığı sürpriz taktiğini uygulayıp komünist partileri bir oldubittiyle karşı karşıya bırakmak için, serbest kalma ihtiyacı duyuyordu, bunun daha ötesiyse onları SSCB Komünist Partisi’ne boyun eğmek ya da ilişkisini kesmek arasında bir tercih yapmaya zorlamaktı! Boyun eğmeyi reddetmenin sonucunun ne olduğunu, 1960 yılında Arnavutluk ve Çin’le ilişkilerin kesilmesi örneği herkese gösterdi. Fakat revizyonist yönetimin bunu yapabilmesi ancak komünist hareketin kolektif bir organı bulunmaması nedeniyle mümkün olabilmişti…



Kurt Gossweiler Alman Faşizminin en önemli uzmanıdır. Aynı zamanda uluslar arası komünist hareket içinde revizyonizmin tarihi üzerine önemli araştırmaların sahibidir. (www.kurt-gossweiler.de)

Yukarıdaki metin ilk olarak Weiseneer Blätter’in 2001 yılı 4. mevsimlik sayısında yayınlanmıştır. Tüm sayfa numaraları George Dimitrov’un Bernard H. Bayerlein tarafından 1933-1943 Günlükleri başlığıyla yayınlanan yazılarına gönderme yapmaktadır. Rusça ve Bulgarca’dan Vladislav Hedeler ve Brigit Schievenz tarafından tercümesi yapılan eserin, Edition Aufbau, Berlin 2000 baskısı.

Metin Les dossier du BIP dergisi 89 no’lu Aralık 2002 sayısında yer alan bir makalenin ikinci kısmıdır. Bu dergi Editions Démocrite tarafından yayınlanmaktadır. Adres: bd Roger Salengro 52, 93190 Livry-Gargan Fransa  E-mail adresi: democrite@wanadoo.fr


PARTİNİN GELİŞİMİNDEKİ BAŞLICA DÖNEMLER
Partimizin bugünkü durumunu ve acil görevlerini incelemeden önce, kuruluşundan bugüne kadar olan gelişimine göz atmakta yarar vardır. Bu halkımız ve ülkemiz açısından olduğu kadar Parti açısından da tarihi ve siyasi bir önem taşımaktadır. Partinin geçmisiyle ilgili birtakim sorunları aydınlığa çıkarmak gereklidir.
Partimizin tarihçesi başlıca su dönemlere ayrılabilir:

1) 1891`de kuruluşundan 1903`te oportünist Sosyalistlerden kopmasına kadar.
2) 1903`te işçi sınıfının Marksist bir partisi olarak oluşumundan, Rus Devrimine ve 1919`da partinin Komünist Partisine dönüşmesine, ve onun Komünist Enternasyonalin kuruluşunda yer almasına kadar.
3) 1919`dan Eylül 1923 Ayaklanmasına kadar.
4) Eylül 1923 ayaklanmasından 1940`ta II. Dünya Savaşına kadar.
5) II. Dünya Savaşından 9 Eylül 1944 Ayaklanmasına kadar.
6) 9 Eylül`den bugüne kadar.

Parti tarihindeki bu başlıca dönemlerin doğal olarak kendilerine özgü gelişme evreleri vardır.
Partimizin gelişimindeki bu dönemlerin en karakteristik özelliklerine kısaca göz atalım.

1. `Sınırlı` SOSYALİST DÖNEM

`Sınırlı` sosyalist dönemin analizine geçmeden önce, Partimizin 1891`den 1903`e kadar olan birinci dönemindeki belirgin özelliğin, sosyalist görüslerin, giderek gelişen dirençli propagandası ve o zamankı gelişmemiş toplum kosullarında, sosyalist eylemin mümkün olduğunu kabul etmeyen burjuva ve küçük burjuva ideologlarına karşı sürekli mücadele olduğunu belirtmek isterim. Kapitalizm yoluna yeni yeni giren Bulgaristan`da, oluşmaktaki işçi sınıfıyla belirlenecek sosyalizmin mümkün olduğu, geleceğin işçi sınıfının elinde bulunduğu ve bu sınıfın kendi siyasi partisinin kurulması zorunluluğu kanıtlanmalıydı. Parti içinde Dimiter Blagoev`in yürüttüğü devrimci Marksist akımla Yanko Sakuzov`un reformist-oportünist akımı arasında bu konular üzerinde giderek büyüyen bir mücadele ortaya çıktı. Bu uzun ideolojik çatışma küçük burjuva reformist sosyalistlere karşı devrimci Marksizmin zaferiyle sonuçlandı.

`Sınırlı` sosyalist dönemde Partinin olumlu tutumu, Marksizm`e, proleter sosyalizmine ve enternasyonalizme derin bağlılığı, burjuvaziye ve onun reformist temsilcilerine karşı tavızsız bir sınıfsal tavır, işçi sınıfinin güçlerine ve gelecegine duyulan sarsilmaz inanç ve bilinçli demir disiplin oldu. `Sınırlı` sosyalistler, Parti üyelerinin kisisel yasamlarinin, özel çıkarlarinin ve bireysel isteklerinin, proleter partisinin çıkar ve isteklerine bagli olmasi gerektigine kesinlikle inaniyorlardi. Partimiz bu nitelikleri sayesinde I. Dünya savaşı öncesindeki ve hemen sonrasindaki dönemde büyük basarilar elde etti. Bu nitelikler Partinin işçi sınıfi mücadelesinde örgütçü ve lider duruma gelmesini, emek hareketinde reformizm kilit noktalardan söküp atmasini sağladi. Yine bu nitelikler, Partinin I. Dünya savaşi sirasinda tutarli bir enternasyonalist tavır almasina, Bolseviklere daha da yaklasmasina, Rus Devriminden ve Komünist Enternasyonalin kurulmasindan sonra da Partinin kendini Bolseviklestirme yolunda ilerlemesine yol açti.
`Sınırlı` sosyalist dönemde, Partimiz saflarindaki reformistleri temizledi; işçi sınıfinin ayri bir sınıf olarak bagimsiz gelişimini sağladi ve egemen burjuvaziye karşı amansiz mücadeleye girdi. O dönemde Partinin slogani sınıfa karşı sınıfti. Parti, işçi ve emekçilerin sekiz saatlik is günü, sosyal güvenlik kanunu, yasama ve çalisma kosullarinin düzeltilmesi mücadelesinin basina geçti. Burjuvazinin gerici iç ve dis politikasina karşı bayrak açti. Parti, 1906`da Pernik`teki büyük madenciler grevini ve o yillardaki işçi sınıfinin öteki kesimleri tarafindan yürütülen grevleri yönetti. Partinin liderliğinde ya da en azindan Partinin etkisinde olmayan tek bir grev yoktu.
Parti, emekçi halka proleter enternasyonalizmi ruhunu asiladi. Sosyalist partilerinin bir Balkan Federasyonunun kurulmasinda insiyatifi ele aldi ve faal bir rol oynadi, ve Bulgar emekçi halki ile öteki Balkan ülkelerinin ve bütün dünyanin emekçi halki arasindaki dayanismayi pekistirmek için elinden geleni yapti.
`Sınırlı` sosyalistlerin reformizme ve çesitli reformist hiziplere karşı esnek olmayan tutumlari emek hareketinde burjuva ajanlariyla yan yana bulunmayi reddedisleri, işçi sınıfinin çıkarlarini ve haklarini savunmaktaki militan mücadeleleri, onlari uluslararasi emek hareketinde ve Ikinci Enternasyonalde bütün sol sosyal demokrat akimlar içinde Bolsevizme en yakin devrimci Marksist egilim olarak belirlendi.

Ancak bu durum, `Sınırlı` sosyalizmin temel sorunlarda Bolsevizmden ayrilmamasi demek degildi. `Sınırlı` sosyalizmin Bolsevizmin Bulgaristan`a özgü bir tarzi olduğu ve yapilacak tek isin yeni uluslararasi duruma ayak uydurmak olacagi yolundaki yanlis yorum, Partiye çetin ve tehlikeli günler geçirtti.
Alti çizilerek vurgulanmasi gerekir ki, Partiyi 19. yüzyil Marksizm`i çerçevesinde tutan ve Marksizm`i, emperyalist çaga -yani kapitalizmin son asamasi dönemine- uygulayan Lenin`in degerli katkilarindan yararlanmayi engelleyen iste Partinin ve özellikle Dimiter Blagoev`den baslayarak bütün liderlerin bu yanlis yorumu oldu. Bu yanlis kavram, Partimizin Bolseviklesmesini geciktirdi, liderlerin Vladaya olaylarindaki ve özellikle 9 Haziran 1923 askeri fasist darbesindeki yanlis tutumlarini dogurdu.

`Sınırlı` sosyalizmin, özellikle taviz vermeyen sınıfsal tutumu, Bulgar Mensevizmine karşı mücadelesi ve demir disiplini ile Bolsevizme yakin olduğu bir gerçektir. Ne var ki, birtakim temel ilke ve taktik sorunlarinda `Sınırlı` sosyalizmin Bolsevizm ve Leninizm`den ayrildigi da bir gerçektir.

`Sınırlı` sosyalizm ile Bolsevizm arasindaki temel ayriliklar nelerdir?
`Sınırlı` sosyalizm, proleter diktatörlügünü proleter devriminin temel bir niteligi olarak kabul etmiyordu. Bu sorun Parti programinda yer almamisti. Kapitalist gelişimin yeni bir evresini ortaya çikisindan, onun son evresi olarak, proleter devriminin esigine gelindiginden habersiz, burjuvazinin devrilmesinin bir araci olarak silahli ayaklanma ve iktidar sorununu somut olarak öne sürmüyordu.
`Sınırlı` sosyalizm, Parti yapisi, örgütlenmesi ve disiplini açisindan Leninist parti doktrinine yaklasmasina ragmen, devrimde ve iktidar mücadelesinde işçi sınıfinin militan öncüsü olarak Partinin rolü konusunda Leninist bir tavır almiyordu. Partimiz, kendini, emekçi halkin bütün öteki örgütlerini yönetecek, kitlelerle en yakin iliskiyi kuracak ve böylece basarili bir devrimci eylemi sağlayacak güçte bir Bulgar işçi sınıfi üst örgütü olarak görmüyordu.

`Sınırlı` sosyalizm, işçi hareketi içinde kendiliğindencilige belirli bir tapmadan henüz siyrilamamisti. Nesnel toplum kanunlarinin kendiliğinden isleyecegini savunan sosyal demokrat görüsün etkisindeydi. Parti, baslica görevinin ajitasyon ve propaganda olduğunu, nesnel islevi olan toplumsal gelişme kanunlarini açiklamaktan, işçilere ve bütün çalisan halka sosyalizm ruhunu asilamaktan, işçilere sınıf bilinci vermekten ve işçilerin güncel mücadelelerine yol göstermekten ibaret olduğunu kabul ediyor, kaçinilmaz sosyalist devrimin nesnel kosullarin olgunlasmasiyla kendiliğinden gerçeklesecegi görüsünü sürdürüyordu. Parti, görevinin sadece emekçi halki örgütlemek, egitmek ve günlük mücadelelerini yönetmek, olaylari açiklamak olmayip, ayni zamanda devrimci eylemin yaratilmasi ve yönlendirilmesine katkida bulunmak, proleter devriminin hazirlanmasinda, örgütlenmesinde ve gelişiminde egemen unsur olma zorunluluğunu, kendisinin etkin bir güç olduğunu anlamiyordu. Bu nedenle de, sert sınıf çatışmalarinin yapildigi dönemde Parti bir hareketsizlige girdi ve ayaklanmis olan kitle bagnaz bir tutumla uzak kaldi.

`Sınırlı` sosyalizmin Marksist görüsleri birer dogma niteliğine sokmasi sonucu, Parti sekterlige kaydi ve genis kitlelerle iliski kurmasi zorlasti. Örnegin, burjuvaziye karşı bir sınıf olarak tavizsiz politika izleyen, burjuva partileriyle çesitli seçim koalisyonlarina ve burjuva parlamentosunun `kurucu` yasama görevine hakli olarak karşı çikan Parti, bagimsiz eylemi dogmaya çevirdi, genel olarak ve çesitli özel kosullarda öteki toplumsal ve siyasi gruplarla ortak anlayisa varma imkanini reddetti ve böylelikle de kendini tecrit etmis oldu. Devrimci partilerin basarili mücadele vermek ve atilim yapmak için kabul etmek zorunda olduklari devrimci uzlasmalar konusundaki Leninist doktrin Partimiz için bilinmeyen bir görüstü.
Kapitalizme karşı mücadelede köylülerin işçi sınıfinin müttefiki olma rolünü kavrayamayan parti, köylü sorunu konusunda Leninist olmayan Plekhanovist bir tutum takindi. Köylüleri ancak proletaryanin pozisyonlarindan yana geçtikleri sürece bayragi altina aldi. Oysa bilindigi gibi, Lenin, proletarya ile köylülerin ittifakina iliskin Marksist doktrini geliştirmis ve buna katkida bulunmustur. Çarliga ve burjuvaziye karşı mücadelede işçilerle köylüler arasinda militan bir ittifak kurulmasi görüsünü ortaya atmis, geliştirmis ve köylülerin tek tek ufak üretici nitelikleri içinde sosyalizmi benimseyecek duruma gelmeden önce, işçi sınıfi tarafindan birer müttefik olarak kazanilabileceklerini ileri sürmüstür. Lenin, sosyalist devrimde olduğu kadar burjuva demokratik devriminde de köylülerin varolan devrimci potansiyellerini kullanmak olanagi bulduğunu ortaya koymustur.
Bu göstermektedir ki, Partimiz, çalisan Bulgar halkina muazzam devrimci hizmetlerine ragmen, daha bir Bolsevik Marksist-Leninist parti, yeni tipte bir parti, Yoldas Stalin`in dedigi gibi -`devrimci bir durumun karmasik sorunlari arasinda yolunu bulacak kadar tecrübeli ve hedefinin önüne çikan bütün batik kayalara çarpmadan yolunda gidecek kadar esnek` degildi.

I. Dünya savaşindan önce, baslica görevin işçi sınıfi güçlerini örgütlemek ve bunlara sınıf bilinci asilamak olduğu günlerde, `Sınırlı` sosyalizmin eksikleri ve güçsüz yanlari henüz duyulmuyordu. Ama I. Dünya savaşi patlayip da, kapitalizmin devrilmesi pratik bir sorun haline gelince, bu eksiklikler gün isigina çikiverdi.
I. Dünya savaşi sirasinda ve özellikle Rus Devriminden sonra, Parti, askerler arasinda onlari `Rus kardeslerinin örnegini izlemeye,` yani devrime hazirlamak amaciyla yogun bir egitim ve propaganda kampanyasina girişti. Ama en gerekli ve kritik anda, cephedeki askerler süngülerini savaş suçlularina çevirdikleri ve kitle halinde ayaklanip Sofya`ya yürüdükleri (yani Rus kardeslerinin örnegini izledikleri) sirada Parti görevini yerine getirmedi. Ayaklanmayi örgütlemeyi ve basariyla yönetmeyi, işçileri ve köylüleri de katarak ayaklanmaya ülke çapinda bir kapsam sağlamayi ve bunu (Alman emperyalizminin baslica ajani olan) monarsiye ve talanci amaçlari için savaşi kullanan egemen kapitalist klige karşı bir halk ayaklanmasina dönüstürmeyi basaramadi. O tarihte Parti, baris ve demokratik halk cumhuriyeti sloganini ortaya atarak köylü ve sehirli kitlelerini kuskusuz birlestirebilirdi. Partimiz ile Tarim Birligi arasinda kurulacak güç birligi ayaklanmanin basariya ulasmasini sağlayabilirdi. 1918`de halk cumhuriyeti için elde edilecek böyle bir halk ayaklanmasi zaferi, ülkenin ve Balkanlarin gelişimini halkin yararina büyük ölçüde degistirebilirdi.

Partimizin 1918 sonbaharinda ayaklanan asker kitlelerinin yönetimini ele alamayisindaki baslica neden, doktriner egilimleri, Bolsevik-olmayan kavramlari ve yöntemleri, ve `Sınırlı` sosyalizm izlerinde yatiyordu.
Degisik ülkelerde devrimci sürecin kendine özgü yolda ilerleyecegi, demokrasi mücadelesi ile sosyalizm mücadelesi arasinda iliski ve organik baglanti olduğu yolundaki Leninist kavramdan yoksun bulunan Partimiz, sosyalist devrim çaginin geldigini ve bundan dolayi bir halk cumhuriyeti sloganinin özgün bir sosyalist slogan olmamasi nedeniyle Marksist bir parti tarafindan öne sürülemeyecegini savundu.

Işçi ve köylülerin militan ittifaki yolundaki Leninist kavramdan yoksun olan Partimiz, genellikle köylülerden oluşan asker kitleleri Sovyet iktidari adina savaşmaya hazir olmadiklari, bu yüzden de gerçek bir devrimci mücadele vermek gücünde bulunmadiklari için böyle düsünüyordu. Parti Marksizm`i böylesine doktriner yorumladigi için, asker ayaklanmasinin liderliğini üstlenmedi ve bunu genel bir ayaklanmaya dönüstürmek için hiçbir çaba göstermedi. Bu davranisin sonucu olarak, gerektigi gibi yönetilmeyen ayaklanma kitlelerden kopuk kaldi ve bastirildi.

Böylece, `Sınırlı` sosyalizm, devrimci Marksist bir akimdi, ama Bolsevizmin Bulgaristan`a özgü bir türü degildi. Yeni bir tipte bir parti, Marksist-Leninist bir parti yapmak, bugün Kongrenin karşısina gururla çikmasi gibi, Partiyi bolseviklestirmek için uzun mücadele verilmesi gerekliydi.

2. KOMÜNIST ENTERNASYONAL`DE PARTIMIZIN YERI VE BOLSEVIKLESMENIN BASLANGICI

Partimiz, Rus Devrimini oybirligi ve coskuyla karşıladi, onun sloganlarini benimsedi ve emekçi halkimizi genç Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinin savunusu için seferber etti.

Iç savaş, emperyalist müdahale ve Volga bölgesindeki kitlik sirasinda, Partimiz etkili bir siyasi kampanya ile yardim kampanyasi yürüttü. Emekçi köylülerimizin az rastlanir bir cosku ve fedakarlikla Sovyet kardesleri için yiyecek topladiklari, Partinin komutasindaki işçi sınıfinin 20,000 kisilik Wrangel ordusunu Bulgaristan`da bozguna ugratti. Churchill ile hempalarinin bu orduyu Sovyetler Birligi`ne karşı askeri müdahale için kullanmalarini engelledigi o tarihi aylari kim unutabilir?

Partimiz, 1919`daki Kongresinde Komünist Partisi adini aldi. Öteki ülkelerin çogundaki partilerin tersine, Partimiz bir bütün olarak Komünist Enternasyonale katildi. Dahasi, Bolsevik Partinin ve ölümsüz Lenin`in liderliğinde, Komünist Enternasyonalin kurulmasinda faal bir rol oynadi. Yeni bir program kabul etti. Proleter devrimini artik uzun vadeli bir hedef olarak degil, ama, nesnel kosullarin olgunlasmis bulunduğu ve gerçeklesmesinin öznel devrim unsurlarina, yani Partimizin devrimi örgütleme ve önderlik etme yetenegine bagli olan acil bir görev olarak benimsedi. Partimiz, 1921`deki Kongresinde, proletarya diktatörlügünün Sovyet biçiminin proleter devriminin temel bir unsuru olduğunu açikladi. Köylü sorunu konusundaki kararinda işçi sınıfinin liderliğinde varilacak bir işçi köylü ittifakinin, devrimin zaferi için vazgeçilmez bir zorunluluk olduğunu ilan etti. Lenin`in temel eserlerinin Bulgarca`ya çevrilmesiyle yayginlasan bu program maddelerinin kabulü yanisira, Parti Komünist Enternasyonalin çalismalarina da faal olarak katildi.

Parti ayni zamanda, illegal mücadele yöntemlerini de ilke olarak kabul etti, mücadelede ve devrimci propagandada legal olanaklarin yanisira bu yöntemlerin de parlamento, belediye ve il meclisleri gibi alanlarda tam olarak kullanilmasi görüsünü benimsedi.

Parti, kendi militan örgütünü kurmaya girişti, askerler arasinda etkin propaganda ve örgütleme hareketini baslatti ve kitleleri silahlandirmaya koyuldu. Felaketlerle dolu savaşin baslangicinda emekçi halkin çetin mücadelesini, af kampanyalarini, pahaliliga, Bulgaristan`in SSCB`ni istila için kullanilacak bir üsse dönüstürülmesine karşı ve Sovyetler Birligi`nin taninmasi adina yürütülen kampanyalari yönetti. Parti ayni zamanda, belediyeleri birer baski, sömürü ve yagma araci olmaktan çıkarip, emekçi halkin çıkarina hizmet eden örgütler durumuna getirmek için kitlesel mücadeleye girdi. Birtakim önemli kasaba ve köy meclisleri Komünist Partisinin eline geçti. 1920`de 22 kasaba ve 65 köyde Komünist belediye örgütü kuruldu. Bu belediyelerin işçi sınıfi ve öteki emekçilerin çıkarlarini gözeten ekonomik ve kültürel politikalari, burjuvazinin ve merkez yetkililerinin dogal karşıtliğini üzerine çekti. O zamanlar komün olarak adlandirilan örgütlerin kurulmasi ve güçlenmesi için verilen uzun ve çetin mücadeleler, ülkemiz tarihinde hiç unutulmayan anilar olarak kalacaktir.

Partinin liderliğindeki proletarya bütün alanlarda iktidari tamamen eline almadigi takdirde, bu komünler kisa ömürlü olmaya mahkumdu; nitekim burjuvazi bunlari teker teker yok etti.

Ancak, Partimiz liderliğinde emekçi halkin belediyeleri ele geçirmek için verdigi mücadele, sömürücülere karşı mücadelede kitlelerin birlesmesine büyük katkida bulundu ve Partinin prestijini büyük ölçüde artirdi.

Partimiz emekçi halkin acil ihtiyaçlari için verdigi mücadele ile devrimin zaferi adina yapilacak çatışmanin hazirliğini birlestirdi. Emekçi halkin siyasi hak ve özgürlükleriyle ilgili önemli çıkarlari tehlikeye düstüğünde, Parti genel bir siyasi greve gitmekten çekinmedi ve 1919-20`deki ulasim işçileri grevi böyle oluştu. Bunun yani sira kitle eylemlerine girişildi, hatta 1922`de gericilige ve faşizme karşı Tarim Hükümetiyle isbirligi bile yapildi. Böylelikle Parti sehir ve köylerden büyük yeni kitleleri çevresinde topladi.

Parti, Komünist Enternasyonale katilmasina ve I. Dünya savaşi sonrasindaki devrim ortaminda emekçi halkin sınıfsal mücadelesinde lider olarak basariyla ortaya çikmasina ragmen, `Sınırlı` sosyalizmle Bolsevizm arasindaki temel ayriligi henüz kavramamis, liderleri bu ayriliga parmak basmamis ve Sınırlı sosyalizmin aksakliklarini yenmek, Partiyi Marksizm-Leninizm`le donatmak mücadelesi henüz baslamamisti.

Gerçi Parti kendi devrimci birikimini yapiyordu, ama parti içinde legalist, propagandist aliskanliklar sürüyor, Marksizm`i devrimci eylemin rehberi olmak yerine bir dogma biçiminde yorumlamak egilimi agir basiyordu.
Bu durum, `Sınırlı` sosyalist dogmatik egilim iyice agirlik kazandigi sirada 9 Haziran 1923`te Parti liderlerinin aldigi tavırla iyice belirginlesti. Parti liderlerinin ilan ettigi tarafsizlik politikasi, gerçege ve devrimci Marksizm`e tamamen aykiri, cansiz doktriner görüslerle desteklendi. Parti liderleri bu politikayi sürdürdüler; çünkü Tarim Hükümeti yanlis yönetimi yüzünden itibarini kaybetmisti. Kitleler fasist darbeye karşı bu hükümeti savunmadilar, köylüler ise bir işçi ve köylü hükümetine henüz hazir olmadiklarindan Komünist Partisinin faşizme karşı ayaklanma çagrisina uymadilar. Parti liderleri, Komünist Partisinin yaptigi mücadelelerle kitleler arasinda elde ettigi yetkinligi yeterince degerlendiremedi. Liderler, saray temsilcileri ile burjuva monarsist kliklerin halkta uyandirdigi ve Komünist partisinin de körükledigi faşizme ve banker-militarist oligarsiye karşı duyulan nefreti de yeterince degerlendiremedi. 1917 Eylülünde Kornilov`un darbe girişimi karşısinda Bolsevik Partisinin verdigi örnek izlenmis olsaydi, Parti Tarim Birligi içindeki zinde güçlerle birlesseydi ve fasist tertipçilere karşı açikça tavır alsaydi, fasist darbe hiç kuskusuz bastirilirdi.

Parti liderligi içinde hüküm süren Bolsevik-olmayan, `Sınırlı` sosyalist devrim anlayisi, 9 Haziran`da ve sonraki günlerde moral ve siyasi bir çöküntüye yol açti. Darbenin baslangicinda monarko-fasist güçleri altetmek, kapitalizme karşı sosyalizmin mücadelesinde önemli mevziler kazanmada muazzam bir firsat böylece kaçirmis oldu.

Kapitalizmin savaş sonrasi krizi ve iktidar mücadelesi ile ortaya çikan yeni kosullarda, `Sınırlı` sosyalizm işçi sınıfinin ideolojik ve politik bir silahi olarak tarihi sinavini geçemedi. Bu silahin ülkemizde proletarya zaferini sağlamakta yetersiz olduğu açikça ortaya çikti.

Partimiz bunu kavramak, `Sınırlı` sosyalizmle Bolsevizm arasindaki ayrimi kendi devrimci deneyiminin isiginda görmek, bütün siyasi ve örgütsel çalismalarini Marksist-Leninist ruhla donatmak, olumsuz Sosyal-Demokrat görüslerden, aliskanliklardan ve yöntemlerden kesinlikle arinmak zorundaydi. `Sınırlı` sosyalizmin olumlu Marksist gelenekleri, nitelikleri ve deneyimleri Bolsevik potasinda eritilmeliydi.

Partimiz bu yolda ilerlemeye baslamisti. Ne var ki, geçmisin olumsuz kalintilarindan arinma ve bolseviklesme süreci artik illegal kosullarda ve Eylül Ayaklanmasinin bastirilisini izleyen beyaz terör ortaminda düsmanin amansiz atesi altinda sürmek zorundaydi.

3. PARTININ BOLSEVIKLESMESINDEKI DÖNÜM NOKTASI. 1923 EYLÜL AYAKLANMASI

Bulgar Komünist Partisi tarafindan düzenlenen ve yönetilen 1923 Eylül anti-fasist halk ayaklanmasi, partinin `Sınırlı` sosyalizmden Bolsevizme gelişiminde dönüm noktasini belirler.

Parti, fasist darbenin yol açtigi kriz sirasinda yapmayi basaramadigi seyi, daha sonra fasist hükümet ülkeyi silahli Eylül ayaklanmasina neden olan krize sürükledigi zaman yapmaya girişti. 1923 Agustosunda, zinde Marksist çekirdek, Komünist Enternasyonalin yardimiyla Parti liderligi içinde agirligi ele geçirdi ve Partinin stratejisinde, taktiklerinde köklü bir degisim yapti. Parti, o zamana kadar sürdürdügü kitlelerden kopuk tutumunu birakti, bütün anti-fasist güçleri, köy ve sehir emekçi halkindan oluşan genis bir cephede birlestirmeye ve kitleleri bir işçi-köylü hükümeti sloganiyla, silahli ayaklanma da dahil olmak üzere monarko-fasist diktatörlüge karşı genel mücadeleyi hazirlamaya girişti.

Parti izledigi bu yeni yolda, Tarim Birligiyle ortak mücadele için ittifak yapti, Makedonya`daki IMRO örgütünün liderleriyle anlasmaya vardi ve liderleri tarafindan (fasist ideolog) Tsankov`un arabasina kosulmus Sosyal-Demokrat Partiye ortak mücadele için elini uzatti. Parti, Tarim Birligiyle güç birligi yaparak, popüler 1923 Eylül Ayaklanmasinda liderligi üstlendi.

Bu ayaklanmanin yapildigi siradaki kosullar, Haziran`daki kadar elverisli olmaktan dogal olarak çikmisti. Insiyatif düsmanin eline geçmisti. Ama Eylülde bile ayaklanmanin zafere ulasmasi nesnel açidan olanakliydi. Hersey Komünist Partisi ile ayaklanan kitlelerin enerjisine, yigitliğine ve beraberliğine bagliydi. Daha önce de belirttigim gibi, Parti saflarindakilerin ve liderlerin 9 Haziran taktiklerinin yanlisliğini ve zararini, ayrica Partinin yeterince Bolseviklesmemesini kavrayamayislari, Partinin Eylül 1923 ayaklanmasini düzenlemesini, yönetmesini ve basariya ulastirmasini engelledi.

Eylül olaylari gösterdi ki, pek çok yöresel ve merkez sube baskanlari ya faşizme karşı tavizsiz mücadele yolunu benimsememisler, ya da savaş inanci ve istegi olmadan Partiyi böyle bir mücadeleye hazirlamak istemeden sadece kuru sözlerle bu yolu benimsemis görünmüslerdi. Bu tutumun sonucu olarak Partinin birçok subesi gafil avlandi. Ayaklanma sirasinda yerel liderlerden çogu fasist yöneticilere karşı eyleme giremedi veya girmeye yanasmadi. Ayaklanmanin basarisizlik nedeni iste budur.

Ne var ki, işçi sınıfinin kurtulusu davasinin gelecekte zafere ulasmasina yardimci olan yenilgiler de vardir. Eylül 1923 ayaklanmasindaki yenilgi de bunlardan biriydi.
Partinin ayaklanmasinin liderliğini üstlenmesi, 9 Hazirandaki bozguncu tutuma son vermesi ve fasist diktatörlüge karşı kararli mücadele yolunu seçmesi, Partinin kendi gelecegi ve Bulgar devrimci hareketinin gelecegi açisindan çok önemliydi.
Eylül ayaklanmasi, kitleler ve fasist burjuvazi arasinda kanli ve kapanmaz bir uçurum açti. Bunun sonucu olarak, ayaklanmayi izleyen yillarda faşizm istikrar sağlayamadi ve genis bir toplumsal taban elde edemedi. Birlesik bir anti-fasist cephe kurulmasi için Partinin verdigi bencillikten uzak, dirençli ve yilmaz mücadele, Partiyi kitlelere daha yakinlastirdi, baglarini güçlendirdi ve demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde köylü, sehirli emekçi halkin gerçek lideri olarak Partinin benimsenmesi için gerekli kosullari yaratti.

Bunlar, Partimizin devrimci oluşumuna kök salan büyük basarilardi.
Eylül ayaklanmasindan alinan kanli ders, Partinin bolseviklesme sürecini pekistirdi. Parti lideri Dimiter Blagoev`in 9 Haziran`daki yanlis tutumu açikça kabullenmesi ve Eylül ayaklanmasini onaylamasi, bolseviklesme sürecini kolaylastirdi ve hizlandirdi.
Ancak bu arada, Partinin ve kitlelerin ugradigi yenilgi ve agir kayiplar, Parti içindeki tasfiyeci sağ ve sol-kanat akimlari ayakta tuttu. Her iki akim da Eylül ayaklanmasini suçlayarak, Partinin Eylül liderliğine karşı bir mücadelede ilkesiz bir blok içinde birlestiler. Bu blokun son hedefi pratikte Komünist Partisini tasfiye etmekti.
Nikola Sakarov ve Ivan Klinçharov`un basinda bulunduğu bir grup eski Komünist militan, Partiyi `tasfiye edilmis` olarak ilan ettiler ve `Bagimsiz Emek Partisi` adinda oportünist bir ölü dogmus örgüt kurdular. Işçiler bu hain `parti`yi hos karşılamadilar, Merkez Komitesi de tasfiyecileri partiden ihraç etti. Bu gelişim, Eylül ayaklanmasindaki yenilgiden sonra Partinin karşısina çikan ve kararli biçimde mücadele edilmesi gereken tehlikeyi ortaya koydu.

Eylül yenilgisinden ve fasist hükümetin partiyi kapatmasindan sonra Partinin gelişimindeki önemli olay, 1924 Nisaninda bölgelerin çogunluğundan gelen delegelerin katilmasiyla yapilan illegal Vitosa Konferansi oldu.
Vitosa Konferansi, söz konusu dönemde Partinin taktikleri ve olaylar konusunda Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesinin yaptigi degerlendirmeleri kabul etti. Konferans, 9 Haziran olaylarinda Partinin Birlesik Cephe taktiklerini gerektigince uygulamadigini ve 9 Haziran`da hayati bir yanlisa düstüğünü kabul etti.
Konferans, Partinin Agustos basindan itibaren silahli ayaklanmaya yönelmesini onayladi, ama Eylül-öncesi ve sonrasinda Parti Konseyi ve Merkez Komitesinin çogunluğu tarafindan sürdürülen `9 Haziran taktiklerini` kinadi. Merkez Komitesinin bu yanlis tutumunu haklilastirmasi, Partinin silahli ayaklanmaya bilinçli bir tarzda yönelmesini oldukça biraz engelledi.

Konferans, Partinin halk kitleleri baslattigi `ayaklanmanin yönetimini üstlenmesini, amacini bir işçi-köylü hükümeti olarak saptamasini` ve `olaganüstü zor kosullarda` ayaklanmayi `örgütlemek, birlestirmek ve yaymak` için çaba göstermesini dogru karşıladi. Parti böylelikle `devrimci propaganda ve ajitasyondan devrimci eyleme geçebilecek yetenekte bulunduğunu` ortaya koymus, kendisine düsen görevi, yani emekçi halki yeni bir silahli ayaklanmaya ve işçi-köylü hükümetini kurmaya hazirlamak ve yönetmek görevini geregince yerine getirebilecek `gerçek Komünist Partisi` olduğunu kanitlamisti.

Vitosa Konferansinin önemi, Partinin çok hayati bir aninda zinde güçleri Merkez Komitesinin Eylül çekirdegi çevresinde toplamasi, Partinin Komintern tarafindan onanan Eylül politikasi çevresinde birlestirmesidir. Ancak, Konferans kitleleri dogru Parti politikasi için seferber ederken ve sağ sapmayla savaşirken, ayni biçimde savaşilmasi gereken sol sapma tehlikesi konusunda yeterince uyarida bulunmadi.
Eylül ayaklanmasini, Komünist Partisinin ve sınıfsal işçi örgütlerinin kapatilmasini izleyen dönemdeki durumun özellikleri sunlardi:

1. Ülke, fasist hükümetin devrilmesi ve bir işçi-köylü hükümetinin kurulmasi için yapilacak yeni mücadelelerle karşı karşıyaydi. Komintern`in görüsüyle çakisan Partinin bu düsüncesi, 1923 Kasimindaki parlamento seçimlerinin sonucuyla kanitlandi. Seçim sonuçlari, fasist hükümetin karşısindaki Komünist Partisinden ve Tarim Birliğinden oluşan muhalefetin güçlü olduğunu ortaya koydu. Bu durum, kitlelerin öfkesinin büyük olduğunu ve kitlelerin fasist hükümeti devirmek mücadelesinde kararli bulunduğunu gösteriyordu.

2. Komünistlerin ve Tarimcilarin seçimlere ortak listeyle katilmalari, onlarin geçmisten ders aldiklarini ve Birlesik Cephe taktiklerini benimsediklerini gösteriyordu. Komünist Partisi ile Tarim Birliğinin ortak mücadelesi, seçimlerdeki zaferi sağlayan, bir önem tasiyordu.

3. Fasist diktatörlük Partinin legal kitle çalismalarini engelledi. Bu arada yeni bir silahli savaş ihtimali, Partiyi kitlelerin silahli egitimine egilmek zorunda birakti.
Bu ortamda, Parti içinde ve özellikle hükümetin terörüne karşı kendi gruplarini oluşturan ve siddet eylemlerine girişen militan örgüt içinde, fasist hükümetin beyaz terörüyle harekete geçen bir asiri sol sapma tehlikesi belirdi.

Bu arada, 1924 sonlari ve 1925 baslari genel durumda bir degisime sahne oldu. Kapitalizmin Avrupa`da geçici ve yer yer olmak üzere istikrar sağlamasi sonucunda, faşizmin ülke içindeki ve disindaki durumu güçlendi. Yeni bir silahli ayaklanma ihtimali kalmadi. 1925 Martinda Partinin dis ülkelerdeki temsilcileri, ülkenin ulusal ve uluslararasi durumunu yeniden degerlendirdiler ve silahli ayaklanma politikasini rafa kaldirmayi önerdiler. Ayaklanma yerine, kitle örgütleri kurmak ve günlük ihtiyaçlarin karşılanmasi için işçi ve köylülerin kitlesel mücadelesini yogunlastirmak yoluna gidilmesini ögütlediler. Bu yeni politika, Parti ve devrimci hareket için ölümcül olabilecek asiri sol sapma tehlikesini engellemek amacini güdüyordu. Oysa ülke içindeki Parti Yöneticisi, asiri sol sapmayla basa çikabilecek, silahli ayaklanma politikasindan vazgeçip, degisen kosullara uygun olarak Parti çalismalarini yeniden örgütleyebilecek yetenekte degildi.

Fasist hükümet terör politikasini daha da siddetlendirerek devam ettirdi. Partinin silahli örgütünün basindaki liderlerin umutsuz davranislarindan yararlanarak ve Sofya Katedraline bulunulan girişimi doruk noktasina çıkararak, aktif Komünistlere, işçi ve köylü aktivistlere karşı kitlesel bir imha hareketine girişti.

16 Nisan 1925`te [2] Sofya Katedralindeki girişimi izleyen terör, bilindigi gibi Partiye çok ciddi bir darbe indirdi. Partinin lider kadrosu parçalandi. Eylül ayaklanmasindan sağ çikmis olan Parti üyelerinin çogu öldürüldü, hapsedildi veya baska ülkelere iltica etmek zorunda birakildi. Yeralti çalismalarini sürdürmek olaganüstü zorlasti. Parti, iste bu kosullar altindayken emekçi halkin mücadelesine liderlik etmek ve faşizme karşı savaşi sürdürmek zorundaydi. Parti bunun yani sira, 1923 ve 1925 yenilgilerinden ders almak, bu yenilgilerin temel nedenlerini bulup çıkarmak ve Parti üyelerini Bolsevik bir temel üzerinde bir araya getirmek durumundaydi. Agir yenilgilere ugrayan, büyük ölçüde güç kaybeden ve en iyi liderlerinden yoksun kalan Parti, gelişiminin en çetin dönemini geçiriyordu.
Partinin geçmisi ve bolseviklesmesi sorunu, ilk olarak 1925`teki Moskova Konferansinda tartisildi. Bu Konferans, Partinin yurt disindaki liderleri tarafindan ve Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesinin onayi ile toplandi ve Konferansa 1923-25 olaylarindan sonra dis ülkelere iltica etmis bulunan Parti militanlari ile Merkez Komitesinden sağ kalanlar katildilar. Bu Konferansta ileri sürülen ve Partinin `kapitalizmin organik gelişme döneminden çöküs dönemine agir agir, zahmetsizce, büyük iç krizlere düsmeden geçtigini, devrim çaginin özelliklerini kavrayip, kendini bunlara uydurduğunu` belirleyen görüs, abartmali bir görüstü ve gerçege tamamen uymuyordu. Deneyler göstermistir ki, Partinin `kapitalizmin organik gelişme döneminden çöküs dönemine geçisi` zorluklar, bocalamalar içinde olmus, 1918 Vladaya ayaklanmasi, 9 Haziran yanlis tutumu, 16 Nisan 1925`teki silahli örgütler liderlerinin asiri sol sapmalari yüzünden yapilan yanlislar gibi ciddi aksakliklarla oluşmustu.

Devrim çaginin özelliklerini kavramak, genelde zor ve ciddi bir isti ve özellikle Partimizin çalisma alani olan Balkanlara özgü durumu kavrayabilmek daha da zordu. Konferans dogru bir görüsle, kendi devrim deneyimimiz ile Rus devrimini inceleyerek Marksizm-Leninizm`i eylemde yol gösterici olarak iyice ögrenmek zorunluluğu üzerinde durdu. Parti, özelestiri yaparak `her tarihi durumda gereken yolu bulabilecek, somut kosullari hesaba katabilecek, biçimde kendini yeniden egitmeli, kitlelerin savaşini dünya devrimine yöneltmeliydi.`

1926`da Merkez Komitesinin Viyana`da yaptigi toplanti, Partinin bolseviklesmesi sorununda Moskova Konferansindan daha ileri bir noktaya ulasmadi. Gerçekten de, `Parti kitlelerini Leninizm temeli üzerinde Parti bayragi ve Komünist Enternasyonal çevresinde ideolojik olarak toplama` görevi üzerinde özellikle durdu.

Moskova Konferansi ile Viyana`daki Merkez Komitesinin genisletilmis Genel Kurulu, Partinin Leninizmin isiginda kendi deneyimini inceleyerek bolseviklesmesinin muazzam önemini belirtmesi de mutlak biçimde dogru idi. Ne var ki, Merkez Komitesinin genisletilmis Genel Kurulu ve Moskova Konferansi bolseviklesmeyi `Sınırlı` sosyalist dönemin Bolsevik-olmayan geleneklerini ortadan kaldirmak için mücadele olarak degil de, organik bir gelişme süreci olarak düsünmekle yanlis yapmisti.

Komünist Partisini Eylül Ayaklanmasi çevresinde bir araya getiren Vitosa Konferansindan sonra 1927 Aralik ayinin sonlari ile 1928 yili baslarinda Berlin`de toplanan Ikinci Parti Konferansi, Partinin 1923 sonrasi çalismalarini, taktiklerini, basarilarini, yanlislarini ve yenilgilerini özenle incelemeye girişti. Ikinci Konferans sirasinda, sağ ve sol sapmalara karşı da çetin bir mücadele verilmesi gerekti.
Daha Moskova Konferansinda, Partinin yaptigi yanlislarin degerlendirilmesi konusunda ciddi karşıtliklar ortaya çikmisti. 9 Haziran`daki bozguncu tutumu savunanlar ve Nisan 1925 olaylarindaki asiri sol sapmayi destekleyenler, Partinin Eylül ayaklanmasinin liderliğini üstlenmesine karşı mücadelede birlestiler. Eylül politikasinin temsilcileri iki cephede birden savaş vermek zorunda kaldilar. Bütün sorunlarin ayrintilariyla tartisilmasindan sonra, sağ ve sol kanattan olanlar açtiklari bayraklari indirdiler ve Parti liderliğinin önerdigi kararlari onayladilar.
Ne var ki, konferanstan sonra karşıtliklar daha da alevlendi. Sağ oportünistlerle sol sekterler, Eylüldeki Parti liderliğine karşı ilkesiz bir blok oluşturdular. Bu blok, Vitosa Parti Konferansinda kesinlikle gün isigina çikti.

Partinin örgütsel durumundaki karisikliklar sonucu, Konferansa örgüt temsilcilerinin pek azi katildi, onlarin katilmasi da büyük ölçüde bir rastlantiydi. Üstelik Parti içinde gizliden gizliye, bir avuç küçük-burjuva aydinindan oluşan asiri sol sekter bir hizip kurulmustu. Bu hizip, kendi sekter görüslerini benimsetmek ve Parti liderliğini ele geçirmek için el altindan yaptigi kiskirtmalarla, yapay bir çogunluk kazanmisti.

Uzun ve firtinali tartismalar sonunda, 9 Haziran oportünizmi ile sağ-kanat bozgunculari kesinlikle açiga çıkarildilar ve silahsiz birakildilar. Ama öteki Komünist Partilerinin bazilari içindeki Troçkist ve sol-kanat unsurlar tarafindan desteklenen asiri sol sekter hizip ise, Eylül liderliğinin kararlari lehine oy vermesine ragmen silahlanmadi ve konferanstan hemen sonra hizipçi eylemlerine yeniden, üstelik daha da yogun biçimde basladi.

Konferans, Partinin geçmisi konusunda bir inceleme ve genel degerlendirme yapmak için gerçekten çaba gösterdi. `Sınırlı` sosyalizmi Bolsevizme yakinlastiran unsurlari belirtti ve Partinin Bolsevizme yönelmesine yardimci oldu. Ayni zamanda `Sınırlı` sosyalizmin Bolsevizmden ayrildigi ve Partinin bolseviklesmesini engelleyen noktalari da belirtti. Ne var ki, Ikinci Parti Konferansi, büyük bir adim atmasina ragmen fazla ileri gidemedi, baslica devrim sorunlarinda Leninizm ile `Sınırlı` sosyalizm arasindaki temel ayrimi açik seçik ortaya koyamadi. Ikinci Konferans da, Partinin bolseviklesmesini, Parti içindeki Sosyal-Demokrat unsurlari ortadan kaldirmak ve Partinin Bolsevik (Marksist-Leninist) düzende yeniden silahlanmasi olarak degil, devrimci `Sınırlı` sosyalizmin yeni kosullara uydurulmasi olarak yorumluyordu. savaş sonrasi dönemde Partinin `genelde Bulgar proletaryasinin devrimci partisi olarak geliştigini ve islev yaptigini` vurgulayan Ikinci Parti Konferansi, Partinin giderek `kitlesel devrimci eylem yöntemlerini uygulamaya basladigini, devrimci çagin gereklerine ayak uydurduğunu, savaş öncesi dönemin ajitasyon, propaganda ve ekonomik mücadele yöntemlerini yeni kosullara uyguladigini` belirtti. Gerçi Konferans, bu gelişimin `düz bir çizgi izlemedigini, zikzaklar ve bocalamalar içinde yürüdügünü, Partideki bolseviklesmenin Partiyi ileri iten Bolsevik egilimlerle geriye çeken Sosyal-Demokrat unsurlar arasindaki çatışma içinde oluştugunu` belirtti. Ancak, ayni zamanda herhangi bir elestiri getirmeksizin `devrimci `Sınırlı` sosyalizm ile Eylül akiminin, iki temel ve sarsilmaz kök halinde kaynastigini ve bu köklerin Bulgar proletaryasinin Bolsevik Partisinin temelini oluşturduğunu` da belirtti.

Ikinci Parti Konferansi, Eylül Ayaklanmasini `9 Haziran taktiklerinin kesinlikle inkar edilmesi` biçiminde ve Partinin bolseviklesme yolunda belirleyici bir adim olan `Sosyal Demokrat ve 9 Haziran unsurlariyla kesin kopmayi sağlayan` önemli bir dönüm noktasi olarak niteledi.

Ikinci Parti Konferansi, `Sınırlı` sosyalist dönemi degerlendirirken, `Sınırlı` sosyalizmi Bolseviklik ile özdes kilmamakla birlikte, ikisi arasindaki benzerlikleri vurguladi ve farkliliklar üzerinde durmadi.

O dönemi özetlerken; bu kürsüden bir kez daha belirtmek isterim ki, Dimiter Blagoev`in en yakin çalisma arkadaslari olan bizler, onun ölümünden sonra, ne yazik ki Partinin devrimci geçmisini ve Bulgar proletaryasinin durumunu Marksist-Leninist açidan yeniden degerlendiremedik; `Sınırlı` sosyalist dönemin Bolsevik olmayan unsurlarini tamamen ortadan kaldirabilmek için, devrimci eylemin büyük birikimini geregince kavrayamadik.

Partinin ciddi illegal durumu yanisira, bu durum da lider kadrosuna sizan, hatta geçici olarak liderligi ele geçiren bir takim asiri sol unsurlar tarafindan kötüye kullanildi.

4. PARTI IÇINDEKI SOL SEKTERLIKLE MÜCADELE VE BUNUN TASFIYESI

Komünist Enternasyonalin verdigi yetkiyi kötüye kullanan, ülke içinde onun kararlarinin gerçek yorumcusu olarak kendini tanitan, illegal durumun zor kosullarini firsat bilen, ve ayrica Komünist Enternasyonal Merkez Komitesi içindeki örtülü düsman unsurlar tarafindan da desteklenen sol sekterlerden Iskrov, Georgi Lambrev ve Iliya Vassilev (Boiko) [3], örgütlü hizip çalismalariyla 1929 yazinda Merkez Komitesi`nin bir genel kurulunu toplamayi ve gerçekte, Parti liderliğini ele geçirmeyi basardilar. Sol sekterler, Partiyi bolseviklestirmek kisvesi altinda, gerçekte anti-Bolsevik bir yol tutturdular. `Sınırlı sosyalizmin kökünü kazimak` sloganini ortaya attilar, uzun yillar boyunca Partiye bagliliklari sinanmis üyelere ve Partinin devrimci geçmisine karşı mücadeleye giriştiler, Partiyi kitlelerden koparan yola ittiler. Onlarin bu tutumu, ülke içinde bulunan ve o sirada Parti çalismalarindan çekilmis olan birtakim eski ve ünlü Parti militaninin pasif kalmasiyla daha da kolaylasti.

Sol sekter hizip, Partinin bolseviklesmesindeki baslica engel durumuna geldi. Fasist diktatörlügün Partimizi gözledigi ve onu içten yikmak, lider kadrosunu dagitip ezmek için firsat aradigi sirada, en yakin müttefiklerini sol sekter hizibin baslica liderleri arasinda buldu. Dahasi, sonradan, SSCB`de Bolsevik Parti ve öteki bazi Komünist Partileri içindeki düsman ajanlarin teshiri ile baglantili olarak, bazi bu sol sekter liderlerin bu ajanslarin hizmetinde olduğu ortaya çıkarildi.
Ancak, sol sekter hizibin geçici basarisina ragmen, işçi hareketinin yeni bir ayaklanmada emekçi halkin mücadelesini yerel çerçevede yönetebilecek yeterli güçler Parti içinde bulunuyordu.

1923-25 yenilgilerinden sonra bütün işçi ve ilerici hareketi saran duraganlik giderek kayboluyordu. 1927`de Işçi Partisi, işçi sınıfinin legal partisi olarak kuruldu, sendikalar yeniden oluştu. Illegal Komünist Partisinin öncülügünde hareket eden Işçi Partisi, kisa zamanda kitleler içinde önemli bir yer kazandi. Kitlelerin yeni bir devrime ayaklanmaya girişme belirtileri ortaya çikti. Büyük grevler yapildi; önemli seçim zaferleri kazanildi ve legal olanaklar yaygin biçimde kullanilmaya baslandi. Parti büyüyor ve ilerliyordu. Sol sekter hizibin zararli etkileri olmasaydi, Partinin basarilari çok daha büyük olurdu. Örnegin Ikinci Genel Kurul toplantisinda, `sol` sekterler, çalismalarini Partinin yeni kitlesel militan ayaklanmalarin liderliğini üstlenmesi sorunu üzerinde yogunlastiracaklari yerde, Partinin geçmisiyle ilgili skolastik sekter tartismalara daldilar ve hiçbir işçinin bastan sona okuyamayacagi sayfalar doluşu kararlar aldilar. Yine bu hizibin yanlislari yüzünden, gerek 1931 yazinda, gerekse 19 Mayis 1934 [4] darbesi sirasinda Partimiz fasist dikta cephesini yarma isini basarili sonuca ulastiramadi.

Gerçekte Troçkist bir politika olan sol sekter politikanin Komünist Enternasyonal`in çizgisiyle hiçbir ortak yani yoktu ve ona tamamen karşıydi.

1. Eylemdeki güçlerin somut Marksist analizi temeline dayanilarak durumun sağlikli biçimde degerlendirilmesi ve yerine, Leninist-Stalinist strateji ve taktiklerin genel formülleri saptiriliyor ve öteki Komünist Partilerinin formülleri kendi somut kosullarimiz göz önünde tutulmaksizin mekanik olarak uygulaniyordu. Sol sekterler kendi liderliklerine ragmen Partinin elde ettigi basarilardan yararlaniyorlar ve güncel görevin Bulgaristan`da bir proletarya diktatörlügü kurmak olduğunu belirtiyorlardi.

2. Parti sloganlarinin yayilmasi, mücadele hazirligi ve kitlelerin seferberligi için işçi ve köylüler arasinda ciddi ve tutarli ajitasyon yapilmasi yerine, `devrimci` lafazanlik yapiliyor ve `devrimci` eylemlerde bulunmak için abartmali ve anlamsiz çagrilarda bulunuluyordu. Sol sekterlerin tipik sloganlari `Genel ve Açik Saldiri`, `Sokaklari Ele Geçirelim`, `Topraklari Isgal Edelim` ve benzeri türden `devrimci` safsatalardan oluşuyordu.

Siyasi grev slogani sol sekterler tarafindan öylesine asağilaniyordu ki, Sendikalar Enternasyonali bu sloganin Bulgaristan`da kullanilmasini özellikle kinamak zorunda kaldi.

3. Parti üyelerinin ve kitle örgütlerinin, Parti karar ve talimatlarini bilinçli olarak uygulamalari demek olan gerçek liderlik, yerini mekanik ve kaba bir kumandaya birakti. Sol sekter liderlerin, Partimiz tarafindan kurulan legal Işçi Partisine karşı tutumlari yanlis ve alabildigine zararliydi. Işçi Partisinin üyeleri arasinda kitlesel çalismalarda deneyi olan pek çok işçi bulunmasina ve bu Parti, Komünist Partisinin etkisini kitlelere tasiyan bir aktarici olarak görev yapmasina ragmen, bu Partinin yerel kadrolarina ikinci sınıf vatandas davranisi gösteriliyordu. 19 Mayis 1934 darbesinden sonra Işçi Partisi ve öteki kitle örgütleri kapatildigi zaman, sol sekter liderler buna karşı koymadilar ve alelacele Işçi Partisinin `kendi kendini feshettigini` ilan ettiler.

4. Sözde `bolseviklesme` kisvesi altinda, Partinin bütün `Sınırlı` sosyalist dönemi `Mensevik` ve `anti-Bolsevik` olmakla damgalandi. Eylül Ayaklanmasini savunmak kisvesi altinda ise, bu ayaklanmanin Troçkist bir `elestirisi` yayginlastirildi ve Partinin Eylül aktivistleri sürgün edildi. Sol sekter liderler, Leipzig durusmasi için yürütülen uluslararasi anti-fasist kampanyayi bile sabote edecek kadar isi ileriye vardirdilar.

5. Partinin iç liderliğini geçici olarak ve yurtdisindaki Troçkist arkadaslarinin yardimiyla ele geçiren sol sekterler, parti içinde gizli bir Troçkist hizip oluşturdular. Leninizm maskesi altinda ve Komünist Enternasyonalin otoritesini iki-yüzlüce kullanarak, Partinin temellerini sarsmaya ve devrimci hareketi gözden düsürmeye giriştiler.

Partinin sol sekterligi asmak için yürüttüğü mücadelesinde, Komünist Enternasyonalin ve Bolsevik Partisi`nin, özellikle Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi tarafindan reddedilen Merkez Komitesi Ikinci Genel Kurulunun zararli kararlarinin reddedilmesiyle ilgili gördügü destek sükranla anilmalidir.
Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi siyasi sekreterliğinin 1930 Agustosunda aldigi karar, Partimiz açisindan son derece önemli rol oynadi. Bu karar, Bulgaristan`daki Komünist hareketin temel sorunlarini ele aliyor ve Parti içindeki zinde güçleri gerçek Marksist-Leninist politika üzerinde birlestirmede sağlam bir temel olarak hizmet etti.

Bu karar açikça, Partinin reddetmemesi, ama `bilinçli öncüsü ve geliştiricisi` olmasi gereken `Sınırlı` sosyalist dönemdeki devrimci Marksist unsurlara isaret etti.
Ayni zamanda, proleter devrimin temel sorunlari üzerinde `Sınırlı` sosyalizmle Leninizm arasindaki ayriliklari da açikça ortaya koyuyordu. Bu karar, Eylül ayaklanmasini, Partinin bolseviklesmesinde kesin bir dönüm noktasi olarak, parti liderliğinin Bolşevikliğe aykiri geleneklere ve sol çocukluk hastaliğina karşı yetersiz ideolojik mücadelesiyle ortaya çikan eski ve yeni kadrolar arasindaki Bolsevik kristallesmenin baslangici olarak yorumluyordu.


Bu kararla Partiye bir çagrida bulunuluyor, tamamen ajitasyonal ve propagandist bir örgüt olmaktan iktidar mücadelesinde kitlelerin lideri ve örgütleyicisi olmaya, bas düsmana, yani sol sekterlik ve oportünizm, kisitlayicilik ve pasiflik ile mücadelede ortak bir platform çevresinde birlesmeye geçis dönemini aksatan `Sınırlı` sosyalist dönem unsurlarinin tamamen ortadan kaldirilmasi öneriliyordu.

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Siyasi Sekreterligi, Partiye hizipçilikle ve Partinin hiziplere bölünme tehlikesiyle mücadele etmesini bildirdi. Partiyi Komünist Enternasyonal platformu üzerinde birlestirme süreci, karari sözde kabul eden, ama bunu benimsemediklerini Partiden ve Komünist Enternasyonal`den gizleyen ve karari sol sekter bir ruhla degistirmek isteyen sol sekterler tarafindan aksatildi.

Partinin bizzat varligi ve gelişimi yeniden tehlikeye düstü. Partiyi kurtarmak için sol sekterleri tasfiye edip, Parti liderliğini onlarin elinden alarak ve devrimci lafazanliktan gerçek Bolsevik kitle çalismasina ve mücadelesine kesinlikle dönüs yapacak bütün güçlerin seferber edilmesi gerekti. Ancak bütün çalisma alanlarinda sekter sapmalarin hizla ortadan kaldirilmasiyla, partinin kitlelerle yeniden iliski kurmasi ve askeri fasist diktatörlügü devirmek için birlesik bir anti-fasist halk cephesi kurmasi olanagi vardi.

Illegal durumun ve fasist terörün yarattigi ciddi zorluklara ragmen, Partimiz Komünist Enternasyonal`in yardimiyla bu önemli isin üstesinden gelmeyi basardi.

5. PARTININ YENI BOLSEVIK ÇIZGISI

Komünist Enternasyonalin Yedinci Kongresi, işçi sınıfi ve emekçilerin, barisin ve halklarin özgürlügünün en büyük tehlikesi olarak faşizme karşı mücadeleyi temel ve güncel görev olarak belirlemekle Komünist Partilerin politikalarini degistirdi. Işçi sınıfini bir araya getirmek ve bu temel üzerinde fasist saldiriyi durdurmak, faşizmi ezmek için güçlü bir anti-fasist halk cephesi kurmak gerekliydi. Birlesik Cephenin uygulamaya geçilmesi, Komünistlerin kendi içlerinde kök salmis bir bela durumundaki sekterligi yok etmelerini zorunlu kildi. Sekterler, kitlelerin devrimcilesme oranini olduğundan çok abartarak, emekçi halkin günlük çıkar ve haklarinin savunmasi mücadelesini ise gerektiginden az önemseyerek, fasist saldiri karşısinda pasif tutuma yol açtilar. Kitle politikasi olarak soyut propaganda ve doktrinerciligi benimseyen, bütün ülkelerin sloganlarini ve taktiklerini aynen kopya eden, her ülkenin kendine özgü kosullarini hesaba katmayan sektercillk, Komünist Partilerin gelişmesini geciktirdi, gerçek, bir kitle mücadelesini aksatti ve genis emekçi kitlelerinin Komünist Partilere yaklasmasini engelledi. Komünist Partilerin, Birlesik Cephe uygulamasiyla gelişme olanagi bulacak, sürecin kendiliğinden gelişmesini, otomatizmi savunacak, Partinin rolünü azaltacak ve en kritik anda bocalamalara yol açacak sağ tehlikeye karşı da uyanik bulunmalari gerekiyordu.
Komünist Enternasyonalin Yedinci Kongresinin temel tezi buydu. Kongrenin aldigi kararlar, Partimizin kesin dönüs yapmasina ve Bolsevik bir yapi kazanmasina yardimci oldu. Komünist Enternasyonalin 19 Mayis 1934 olaylariyla baglantili olarak sol sekter liderlik için aldigi karar, partinin kesin dönüs yapmasini sağlamaya yetersiz olan bu nevi sahsina münhasir liderligi degistirme sorununu kesinlikle ortaya koymus bulunuyordu. Bu degisiklik 1935 baslarinda tamamen gerçeklestirildi.

Yeni Parti liderligi, 1 Ekim 1935 tarihli Açik Mektubunda, 1934 Komünist Enternasyonalin kararlarina dayanarak, `birtakim küçük burjuva unsurlarin -doktrinerlerin, sekterlerin ve hizipçilerin Parti liderliğini geçici olarak ele geçirdikleri ve kendi sol oportünist sekter politikalarini kabul ettirmeye çalistiklari` yillardaki sol oportünist sekter politikanin özünü açikça ortaya koydu. Komünist Enternasyonalin Yedinci Kongresi kararlarina dayanan Açik Mektup, Partinin temel görevlerini söyle belirledi: a) bir birlesik anti-fasist halk cephe kurmak, ve b) Partinin genelde güçlenmesiyle işçi sınıfini örgütlemek.

1936 Subatinda yapilan Parti Altinci Genel Kurul Toplantisi, Yedinci Dünya Kongresi kararlari isiginda Partinin yeni Bolsevik çizgisinin dogru ve tutarli olarak belirlenmesini gerçeklestirdi. Bu çizgi söyle belirlendi:

1. Genel Kurul, temel güncel görev olarak, su istekler için verilecek mücadelede fasist olmayan bütün örgütlerden oluşacak bir anti-fasist halk cephesi kurulmasini öngördü: Turnovo Anayasasinin yeniden yürürlüge konulmasi; eski seçim yasasina göre Ulusal Meclis seçimlerinin yapilmasi; anti-komünist kararnamelerin yürürlükten kaldirilmasi; bütün fasist örgütlerin dagitilmasi. Bütün zinde halk güçleri bu istekler için birleseceklerdi.

Bu arada, Parti temel ihtiyaçlarinin karşılanmasi için bütün emekçi halk örgütlerinin ortak mücadelede birlesmelerini önerdi. Parti, kitlelerin durumunu köklü biçimde düzeltmenin, halkin özgürlügünü en genis planda savunmanin, barisi ve ulusal bagimsizligi korumanin ancak Bulgaristan`da Sovyet Hükümeti kurulmasiyla olanak kazanacagi görüsünde olmasina ragmen, yukaridaki görevleri yerine getirecek bir anti-fasist halk cephesi hükümetini desteklemeye de hazir olduğunu belirtti.

2. Genel Kurul, sol sekter liderliğin dagitilmasini ve Parti liderliğinin yeni Bolsevik çizgisini destekleyenlere verilmesini tamamiyla kabul etti. Ayni zamanda, sol sekter politikanin anti-Leninist ve Troçkist karakterini herkesin gözleri önüne sermek için sertçe elestirilmesi geregini, yeni Parti çizgisinde -sözde kalmayip, uygulama alanina geçecek biçimde bilinçli birikimi sağlayacak ayrintili ve sistematik egitim zorunluluğunu belirtti.

3. Genel Kurul, Partinin Marksist-Leninist bir temelde ve Merkez Komitesi çevresinde içtenlikli ve bilinçli olarak bütünlesmesi için, yasli-genç bütün parti kadrolarinin pratik çalismaya katilmalarini öngören ayrintili bir yönetmelik hazirladi.
Yeni Bolsevik çizgi sayesinde Parti, kitlelerle yeniden iliski kurmayi basardi ve ulusun siyasi yasamindaki rolü hizla büyüdü.

Her ne kadar zorluklar olduysa da, anti-fasist halk cephesi öteki fasist olmayan partilerin sağci liderleri tarafindan yapilan sabotajlara ve direnise ragmen gelişti. Halk cephesi ve özellikle Parti, parlamento ve belediye seçimlerinde büyük bir siyasi güç olarak ortaya çikti.

Anti-fasist halk cephesinin mücadele ettigi baslica iç düsmanlar, faşizme ön ayak olanlar, yani Çar Boris hükümeti ile Tsankov`un sözümona Sosyal Hareketiydi. Barisi ve Bulgaristan`in bagimsizliğini tehdit eden baslica dis düsman ise Nazi Almanyasi ile fasist Italya idi. Anti-fasist halk cephesi bu ikili belaya karşı baris için savaş kiskirticilariyla ve onlarin Bulgaristan`daki isbirlikçileriyle savaşmak, Bulgaristan`in ulusal bagimsizliğini korumak, bütün komsu ülkelerle dostluk iliskileri kurmak, savaşa ve faşizme karşı baris ve demokrasi politikasi izleyen büyüklü küçüklü bütün demokratik ülkelerin toplumsal güvenliğini ve ortak savunusunu sağlamak üzere kitleleri seferber etti.

Nazi Almanyasinin yeni bir dünya savaşi için hazirlanmasi, Hitler`in Avusturya ve Çekoslovakya`daki saldirganliga ve Bulgar monarko-faşizminin yardimiyla Alman emperyalistlerinin Bulgaristan`a egemen olmak ve Bulgaristan`i kendi `Lebensraum`larina katmak girişimleri, Almanya`nin Polonya`ya saldirisi üzerine II. Dünya savaşinin patlamasi, Bulgaristan`i ve Balkanlari da savaşa katmak tehlikesini yaratti. Parti dogru bir seziyle Balkanlarda barisin korunmasi ve Balkan halklarinin bagimsizligi için tek güvencenin SSCB olduğunu kavradi.
Parti bu nedenle Bulgaristan dis politikasinin ilk görevi olarak, Sovyetler Birligi ile bir dostluk ve yardimlasma anlasmasi yapilmasini öngördü. Bulgaristan, kendisini savaşa sokmak isteyecek taraflardan birinin saldirisina ve istilasina ugrayacak olursa, Bulgar halki Sovyetler Birligi`nin destegiyle özgürlüklerini ve bagimsizliklarini korumak için var güçleriyle savaşacakti.

Bu kosullar altinda, parti çabalarini, bütün demokratik güçlerin baris ve ulusal bagimsizligi savunmak, kitlelerin özgürlüklerini ve temel ihtiyaçlarini korumak için savaşa, gericilige ve kapitalist talana karşı birlesmesi sorununda yogunlastirdi.
1940 Aralik ayinda elçi Sobolev araciligiyla yaptigi, Bulgaristan`la bir dostluk ve yardimlasma pakti imzalamak önerisi, Partinin Sovyet yanlisi tutumunun dogru olduğunu kanitladi ve Partinin durumunu halk arasinda güçlendirdi. SSCB ile yapilacak dostluk pakti için girişilen güçlü halk hareketinin merkezi Parti oldu. Bu halk hareketinin disinda kalanlar -Alman ve Ingiliz yanlilari olmak üzere- her iki kampta yer alan ve SSCB ile Bolsevizme karşı duyduklari nefrette birlesen kapitalist ve gerici unsurlar oldu.

Ocak 1941`deki Parti Yedinci Genel Kurul Toplantisi, Bulgaristan`in zorla savaşa sokulmasina karşı mücadele bayragi altinda yapildi. Parti, Çar Boris`in fasist hükümetinin Sovyet önerisini reddetmekle Bulgaristan`i Nazi Almanyasinin arabasina kostugunu kavradi. Bu durum, Bulgaristan`in savaşa itilme tehlikesini artirmaktan baska bir anlam tasimiyordu. Bunun üzerine Parti, SSCB ile anlasma yapilmasi ve savaşa katilmaya karşı mücadele edilmesi için kitleler arasinda daha güçlü propagandaya girişti.

Bunun sonucu olarak, pek çok yerde cepheye sürülmüs Bulgar askerleri arasinda olaylar patlak verdi, askerler subaylarin komutlarina uymayi reddettiler. Askerlerin evlerine dönmesi ve Bulgaristan`in Nazi Almanyasi yaninda savaşmamasi için sloganlar ortaya atildi. Nazi isgal kuvvetleri ve onlarla isbirligi yapan hainler, Bulgaristan`in güvenilir bir geri cephe olmayacagini ve cani politikalarinin Bulgar halki tarafindan desteklenmeyecegini anladilar.

21 Haziran 1941`de Hitler`in SSCB`ne saldirisi, uluslararasi durumu degistirdi. Iki emperyalist kamp arasinda baslayan II. Dünya savaşi, Nazi saldirisina karşı, basta Sovyetler Birligi`nin bulunduğu özgürlük sever halklarin savaşi niteliğine büründü. savaşin baslangicindan itibaren, Partimiz Nazi-fasist bloka ve onun Bulgar isbirlikçilerine karşı kesin tavır aldi. Daha 22 Haziran 1941`de Parti Merkez Komitesi, Bulgar halkina yayinladigi bir bildiride tavrini açikça ortaya koyuyordu.
Bildiride söyle deniyordu:

`Tarihin hiçbir döneminde, faşizmin SSCB`ne karşı açtigi savaştan daha haydutça, daha karşı devrimci ve daha emperyalist bir savaş olmamistir. Bu nedenle, Sovyet halkinin fasist istilaciya karşı sürdürdügü ve bütün ülkelerin kaderinin bagli bulunduğu savaştan daha hakli ve daha ilerici bir savaş olamaz. Böylesine hakli bir savaş, dünyadaki her dürüst ve ilerici insanin yakinlik destegini kazanir... Büyük çogunluğu ile kardes Sovyet halkina derin sevgi besleyen ve daha iyi bir gelecek umutlarini Sovyet halkina baglayan Bulgar halki, topraklarinin ve ordusunun Alman faşizminin haydutça amaçlari için kullanilmasini önlemek ödevi ile karşı karşıyadir...
`Uyanik davranin ve Hükümetin bizi savaşa sokmak veya ülkemizi fasist haydutlarinin hizmetine vermek için her türlü girişimine kesinlikle karşı koyun! Alman fasistlerine ve talancilarina Bulgar bugdayinin tek bir tanesi, Bulgar ekmeginin tek bir somunu verilmeyecektir! Hiçbir Bulgar, onlarin hizmetine girmeyecektir!`

Merkez Komitesi ayni bildiride SSCB`ne karşı girişilen Nazi saldirisini `Hitler`in boynunu koparacak pervasiz bir serüven` olarak niteledi.
24 Haziran 1941`de Parti Politbürosu, Nazi isgal güçlerine ve onlarin isbirlikçisi yerli hainlere karşı Bulgar halkini silahli mücadeleye hazirlamaya girişti. Bu hazirligi yürütmek için özel bir askeri komisyon kuruldu. Alman ulasim yollarini kesmek, Nazilere hizmet eden fabrika ve depolari yikmak, üretimi sabote etmek için işçileri örgütlemek (bunun sonucu olarak birkaç fabrikanin üretimi % 40-50 düstü), köylüleri tarim ürünlerini saklamaya yöneltmek amaciyla bölücü ve sabotaj eylemleri yapacak silahli askeri birlikler oluşturuldu. Alman birliklerine ve üslerine saldirmak, ülkede Almanlar ve yerli hainler için güvensiz bir ortam yaratmak, onlarin savaşçi çabalarini bozmak slogani ileri sürüldü. Ayni zamanda Parti, `Dogu Cephesine Tek Asker Vermeyiz` slogani ile ordu içindeki çalismalarina hiz verdi. Yugoslavya`daki isgal kuvvetlerinde bulunan askerler arasinda ise, Yugoslav partizanlariyla kardeslik kurmak ve onlarin yanina geçmek slogani yayildi. Daha 1941`de, Razlog, Batak, Karlovo, Dogu Sredna Gora, Sevlievo, Gabrovo ve daha baska bölgelerde ilk partizan birlikleri ortaya çikti.

Bu kahramanca mücadele, pek çok fedakarligi ve çileyi gerektirdi: Düzinelerle savaşçi daragaçlarinda sallandi ya da kursuna dizildi, partizanlarin gövdelerinden ayrilan kafalari kasaba ve köylerde dolastirildi, hapishaneler ve toplama kamplari tiklim tiklim doldu. Ama bu hayvanca teröre ragmen, mücadele giderek hiz kazandi. Dogu Cephesinde Sovyet zaferlerinin sonucu olarak Alman yenilgileri arttikça, Nazi Almanyasinin kesin yenilgiye ugrayacagi açikça belli olmaya basladiktan sonra bütün vatansever güçleri 1942 ortalarinda Partinin insiyatifiyle kurulan ve programi yayinlanan Anavatan Cephesinde toplamak daha büyük olanak kazanmaya basladi.
Anavatan Cephesi programi, Hitler`in dünya egemenligi planinin Nazi Almanyasinin yikilmasiyla son bulmaya mahkum olduğunu ve Bulgaristan`i Hitler`in kölesi durumuna sokan Çar Boris hükümeti politikasinin halka karşı olduğunu ve ülkeyi felakete sürükleyecegini açikça belirtiyordu. Programda, bu nedenle Bulgar halkinin, ordusunun ve vatansever aydinlarin en büyük ödevinin Bulgaristan`i kurtarmak için bütün Anavatan Cephesinde birlesmeleri olduğu da bildiriliyordu.
Program, Bulgaristan`in Nazi Almanya`si ile olan haydutça ittifakinin derhal bozulmasini, Alman isgalcilerinin Bulgaristan topraklarindan çıkarilmasini, ulusal servet ve emegin yabanci saldirisindan korunmasini, fasist örgütlerin dagitilarak zararsiz duruma sokulmasini, emekçi halkin siyasi haklarinin yeniden taninmasini, bu haklarin genisletilmesini ve güçlendirilmesini, ordunun monarko-fasist kliğin elinden kurtarilarak bir halk ordusuna dönüstürülmesini ve böylelikle Alman emperyalistlerinin kesin yenilgisini sağlamak için halkimizin maddi, manevi bütün güçlerinin SSCB`nin liderliğindeki öteki halklarin gücüne katilmasini öngörüyordu. Program, bütün anti-fasist güçlerin Anavatan Cephesinde birlesmelerini istiyor, öteki özgürlük sever ülkeler ve özellikle Sovyetler Birligiyle yakin iliskiler içinde özgür ve bagimsiz bir ulus olarak politik ve ekonomik kalkinmamizi sağlayacak bir Anavatan Cephesi hükümetinin kurulmasi için çagrida bulunuyordu.

Parti, iç faşizmin yikilmasi için verilecek mücadelenin, emekçi halkin ve bütün ulusal yasamini ve gelecegini ilgilendiren bütün temel sorunlari içerdigi görüsündeydi. Fasist rejim ortadan kalkmadan ülke fasist kampin elinden kurtarilamaz, felaket, yokluk ve gerilemekten siyrilamazdi. Nazi Almanya`sinin kaçinilmaz sonu ne oranda belirginlestiyse, Bulgar halki da, kaderini Hitler`in köleci politikasiyla özdes kilan Bulgar fasist rejiminin derhal ortadan kaldirilmasi gereken tehlike olduğunu o oranda kavradi. Bulgaristan`in faşizmin zincirlerinden kurtarilmasi, iç ve dis durumun yarattigi bir zorunluluk olarak ortaya çikti ve işçi sınıfinin, sehir ve köydeki emekçilerin, bütün gerçek demokratik ve vatansever güçlerin baslica ödevi oldu.

Ülkemizi faşizmden ve Alman isgalinden kurtarma savaşi sirasinda Partimizin demokratik ve ulusal platformu bu durumdaydi. Partinin çagrisi büyük coskuyla karşılandi, halkin çogunluğu Anavatan Cephesi bayragi altinda toplandi ve ülkenin kurtarilmasi gerçek bir ulusal dava niteligi kazandi.

Parti, bu programin uygulanmasini, ülkenin köklü siyasi, ekonomik ve toplumsal degisimler yolunda ilerlemesi için kaçinilmaz ve belirleyici bir evre olarak görüyordu.
Bu militan programla silahlanan Parti, bütün gücünü, Anavatan Cephesini gerçek bir ulusal hareket durumuna getirmek, direnis hareketini genisletmek ve buna kitlesel bir hareket niteligi vermek çabasinda yogunlastirdi.

1942`nin ikinci yarisinda, kitlelerin Nazi isgal kuvvetlerine ve onlarin Bulgar masalarina karşı mücadelesi büyük hiz kazandi. Çesitli yerlerde sayica az partizan birlikleri örgütlendiler ve halkin destegini gördüler. 1942-43 kisinda Sredna Gora`daki (1941-44 arasinda partizan faaliyetlerinin önemli kesimlerinden biri olan Orta Bulgaristan`daki sira daglar) birlikler, 20,000 kadar jandarma ve askere karşı unutulmaz ve destansi savaşlar verdiler. 1943 Mart-Nisan aylarinda Merkez Komitesinin karariyla, ülke birlesik askeri liderlik altinda 12 gerilla savaş bölgesine ayrildi. Köy ve kasabalarda Almanlara ve hain otoritelere karşı partizan birliklerinin saldirilari, genellikle halk içinde yürütülen yaygin siyasi eylemle birlikte gidiyordu. Nazi haydutlarinin Dogu Cephesinde, özellikle Stalingrad bozgunundan sonra ugradiklari yenilgilerin sayisi arttikça, partizan mücadelesi de büyüyor, ülkenin dört bucagindan halk partizanlara katiliyordu.

1943 sonlari ve 1944 baslarinda, fasistlerin kumanda ettigi asker ve jandarmalardan oluşan 100,000 kisilik ordu, partizan harekete karşı mücadeleyle görevlendirildi. Hitler`in ve Çar Boris`in Dogu Cephesine tek bir Bulgar askeri gönderemeyislerinin baslica nedeni, Bulgar ordusunun belli basli güçlerinin Bulgaristan ve Yugoslavya`da partizanlara karşı savaşmakta olmasiydi.
Bu, gerçekten destansi dönem, ayni zamanda Partimiz ve Bulgar halki için gerçek bir sinav oldu. Güvenle söyleyebiliriz ki, çogunlukla Komünist gençlik tarafindan desteklenen Partimiz, ugradigi büyük kayiplara, hayvanca teröre ve birtakim Parti üyelerinin bocalamalarina ragmen bu sinavi onurla geçti. Bu dönem, Partinin Alman isgal kuvvetlerine ve Bulgar fasistlerine karşı örgütledigi ve yönettigi kadinli erkekli kahraman Partizanlariyla gurur duyacak, Partimizin ve halkimizin anilarina altin yaldizla kazindi.

Sovyet ordusunun ilerlemesi ve fasistlerin buna karşı koyamayisiyla kolaylasan Partizan hareketin yayilmasi, halki costurdu, onlarin son zafere inancini pekistirdi ve Anavatan Cephesindeki müttefiklerimizi harekete geçirdi.

Kitlelerin temel ihtiyaçlarinin karşılanmasi ve Bulgaristan`in Alman fasist emperyalistleri tarafindan köle edilmesinin önlenmesi için verilen mücadele boyunca Anavatan Cephesi büyüdü. Anavatan Cephesi kivilcimini tutusturan Partimiz oldu, ama öteki fasist olmayan partiler ile örgütler de Anavatan Cephesinin çalismalarina katildilar.

1944`te Alman haydutlarinin bütün cephelerde ugradigi onarilmaz yenilgiler, Sovyet ordularinin Almanya`ya karşı giriştigi yildirim hareketi, fasist Italya`nin teslim olmasi, Üçüncü Ukrayna ordusunun Bulgar sinirlarina yaklasmasi, Nazi Almanya`sinin çöküsünü hizlandirdi. Panige kapilan isbirlikçi hainlerimiz ile monarko-fasist klik dagilmaya basladi. Bunlarin Partizan hareketini kanla bogmak girişimi ile Anavatan Cephesini bölme çabalari da bosa gitti. Monarko-fasistler , yaklasan halk ayaklanmasini önce Bagriyanov, sonra Muraviev-Giçev [5] hükümetleriyle engellemek istediler ve kayitsiz sartsiz teslim olmak önerisiyle Anglo-Amerikan kurmay heyetine yaklastilar. Bir Anglo-Amerikan isgali olursa, cezalanmaktan kurtulacaklarini ve monarko-kapitalist rejimin sarsak temellerini koruyabileceklerini umuyorlardi.

Ne var ki, Sovyet ordularinin hizla ilerlemesi ve Partimizin uyanik tutumu yüzünden bu plan suya düstü.

26 Agustos 1944`te, Partimiz Merkez Komitesi, bütün örgütlerine, yöneticilerine ve üyelerine, tarihi 4 numarali genelgeyi yayinlayarak, silahli ayaklanma yoluyla fasist kralligi ve Bagriyanov hükümetini devirmek, yerine Anavatan Cephesi hükümetini kurmak çagrisinda bulundu. Bu genelgede, daha baska sorunlarin yani sira sunlar belirtiliyordu:

`Bulgaristan için saat 12`yi vurmustur.
Bugün Bulgaristan`in kaderi sadece halkina ve vatansever ordusuna baglidir. Kendini zorla kabul ettiren krallik ve Alman yanlisi Bagriyanov hükümeti derhal devrilmez ve Almanya ile olan ittifak bozulmazsa, ülkemiz, ölüme mahkumdur.
Partiyi, Anavatan Cephesini, bütün Bulgar halkini ve ordusunu bekleyen görev, kararlilik içinde ve yigitçe bir genel silahli ayaklanmaya girişmektir.
Ülkeyi, zaman kaybetmeksizin, yigitçe ve kararli eylemle kurtarabilecek tek siyasi güç Anavatan Cephesidir.`

Ayni gün Partizan Ordusu Genel Kurmayi su emri verdi:
`Genel saldiriya geçin ve Anavatan Cephesi yetkililerini yerel bir merkeze yerlestirin. Saldirinin ana darbelerini büyük merkezlere, özellikle belirli ordu birliklerinin desteginin sağlanabilecegi yerlere yöneltin.` Proletaryanin basinda ve görevinin bilincinde olan Parti, geçmisteki militan deneylerinden, zafer ve yenilgilerden aldigi derslerden yararlanarak bütün güçlerini harekete geçirdi. Sovyet ordusunun yardimlarina güvenerek Bulgar halkinin Anavatan Cephesi içinde seferber edilmesi ve Bulgaristan`daki kapitalizm ile gericiliğin en tehlikeli ve seytani kalesi olan monarko-fasist diktatörlügün devrilmesi için emir verdi.
8 Eylül`de Sovyet ordulari Bulgaristan topraklarina ayak bastiklarinda, silahli ayaklanma çoktan baslamisti. Plovdiv, Gabrovo ve Pernik madenlerinde grevler baslatildi. Sofya`da tramvay işçileri greve gittiler, halk gösteri yapti. Pleven, Varna ve Sliven zindanlarinin basilmasi, Partizan birliklerinin pek çok kasaba ve köyü isgaliyle ayri zamana denk getirildi. Sovyet ordularinin demir baskisi altinda, Alman haydutlari Bulgaristan`dan alelacele çekildiler. Bulgar askerleri subaylarinin emrine uymayarak Partizanlara katildilar.

Ayaklanmanin zafere ulasmasi kesindi. 9 Eylül`de, Partizan birlikleri ile devrimci görüslü asker ve subaylarin yardimiyla birlesmis yiginlarin indirdigi darbelerin altinda lanetlenmis monarko-fasist diktatörlük yikildi ve Bulgaristan`da ilk halk hükümeti -Anavatan Cephesi hükümeti- kuruldu.

Ama, 9 Eylül zaferinde ve ülkemizin Alman fasist boyundurugundan kurtulmasinda en büyük katki payi kahraman kardes Sovyet ordusunun ve onun uzak-görüslü önderi Generalismo Stalin`indir. Parti, işçi sınıfi ve bütün emekçi halkimiz, bunu her zaman sükranla anacaklardir.

V.M. Molotov'un Bir Mektubu Üzerine Yorumlar

Bu derginin okuyucuları, Molotov'un Lenin'in görüşlerini Sovyet şairi Feliks Chuyev'le sohbetinde savunduğunu biliyorlardır.(1) Molotov'un aşağıda belirtilen ve Kommunist'e gönderdiği mektubunda, Lenin'in sınıflar ortadan kalkıncaya kadar prolererya diktatörlüğünün egemen olması fikrini savunmuştur. Lenin, Sovyet Rusya'sının Ekim devriminde toprak sahiplerini ve kapitalistleri yıktığını fakat, buna rağmen fabrika işçısi ve köylüler arasındaki farkı ortadan kaldırması gerektiğini belirtmiştir. Hepsi işçi oluncaya kadar sosyalizmde sınıfların ortadan kaldırılması gerçekleşemeyecektir. Sosyalizm meta sisteminin ortadan kaldırılmasını gerektirmektedir: "sosyalizm, bildiğimiz gibi, meta ekonomisinin ortadan kaldırılması demektir."(2)

Lenin'in tutumu ölümünden sonra SBKP(B) tarafından korunmuştur ve savunulmuştur. Molotov, partinin 1939 tarihindeki 18. Kongresinde, Üçüncü-Beş-Yıllık planın sınıfsız sosyalist toplumun yaratılması ve komünizme kademeli geçişin tamamlanması göreviyle birleştirilmesi gerekliliğini belirtmiştir.(3) Stalin de Lenin'in tezlerini savunmuştur. Proleterya diktatörlüğü ilkesi 1936 Sovyet Anayasası'nda mevcuttur.(4) Stalin, Kulak'ların sınıf olarak ortadan kaldırılmasından sonra, düşman sınıfların Sovyetler Birliği'nde daha fazla var olmadığını, toplumun sadece iki kardeş sınıf olan işçiler ve köylülerden oluştuğunu belirtmiştir.(5) Bu, bazı dönemlerde belirtildiği gibi, Stalin'in, sınıfsız sosyalist toplumun 1930'larda oluştuğunu farzettiği demek değildir. Stalin bunu gelecek için bir görev olarak bildi. ‹şçi sınıfı içinde ortaya çıkan yeni aydınlar tabakasına gelince, Stalin onların "yeni sınıfsız, sosyalist toplumu oluşturmakla angaje olduklarını"(6) belirtiyordu. Stalin, Sovyet toplumunun sınıf yapısında meydana gelen değişiklikleri belirttiği tartışmasında/konuşmasında, SSCB'deki sınıfsız toplumun varlığından değil fakat işçi sınıfı ve köylüler arasındaki ve bu sınıflarla aydın tabaka arasındaki ayrım çizgilerinin ekonomik ve politik çelişkide olduğu gibi tahrip olduğunu ve azaldığına dikkat çekmek istemiştir.(7) SBKP(B)'nin 17. Kongre raporunda, Stalin sosyal çelişkilerin varlığını aşağıdaki koşullarda dikkat çekmiştir:

Doğal olarak, sınıfsız bir toplum bir zamanlar varmış gibi kendiliğinden oluşmaz. Calışan halk kitlelerinin çabasıyla, (proleterya) diktatörlüğünün organlarını güçlendirerek, sınıf mücadelesini güçlendirerek, sınıfları ortadan kaldırarak, kapitalist sınıfların kalıntılarını ortadan kaldırarak / yok ederek ve iç(te) ve dış(taki) düşmanlarla mücadele ederek başarılabilinir ve inşa edilebilinir." (9) Molotov'un burada yayınlanan mektubu, SSCB'de sosyalist inşanın gelişmesi süreci üzerine, 1955 tarihinde Moloto'un Kruşcev grubuyla arasında geçen teorik ve politik fikir ayrılığının içeriğini aydınlatmaya yardımcı olacaktır. Molotov, SSCB Anayasa Mahkemesi oturumunda aşağıdakileri beyan etmiştir.

"Sosyalist toplum temellerinin inşa edildiği Sovyetler Birliği'nin yanısıra, sosyalizme doğru atılan adımların ilkini, fakat önemli bir kısmını atan halk demokrasileri de vardır."(10)

Molotov, Lenin'in "Proleterya Diktatörlüğü Döneminde Ekonomi ve Politika" daki görüslerine dayanarak, SSCB'de sadece sosyalist temelin inşa edildiğini ve tamamen sınıfsız sosyalist bir toplum kurma görevinin bununla birlikte inşa edilmesi gerektiğini belirtiyor. Buna karşın, Kruşçev sosyalist toplumun inşasının çoktan tamamlandığını ileri sürüyor. SBKP lidrliğindeki çoğunluğun Leninizm'i terketmesiyle, Molotov caydırılmaya / çark etmeye mecbur bırakıldı. Kruşçev, proleterya diktatörlüğü yerine "tüm halkın devleti" tezini getirdi ve sosyalizmde sınıfların ve meta sistemininin ortadan kalkması gerekliliğini inkar etti. (11)

Başka yerde, Molotov, "gelişmiş sosyalizm" aşaması gündemde iken Brejnev dönemini anlamak için Lenin'in fikirlerinin anlamlarına işaret etmiştir. Oysa Lenin sınıfların ortadan kalkması gerekliliğinin sosyalizmde olacağını ileri sürmüştür, Filozof Glezerman gibi ideologlar bunun ancak uzak komünist gelecekte olacağını ileri sürmüşlerdir. (12) Molotov, Stalin'in "SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları" adlı en son büyük eserinde detaylıca incelediği, iki çeşit mülkiyet: devlet ve Kooperatif mevcut iken ve meta ve para ilişkileri var olmaya devam ettigfi sürece Sovyetler Birliği'nde sosyalizm tamamlanamaz tutumunu savunmaya devam etmiştir. (13)

Molotov'un Kommunist'e gönderdiği mektubu okumakla, Çin Halk Cumhuriyeti'nin devlet ve ekonomisindeki paralel gelişmelerin Leninist bir değerlendirmesini de kolaylaştırıyor.

Orta, Güneydoğu Avrupa ve Çin, Kore ve Vietnam, Halk demokrasileri proleterya diktatörlüğünün kuruluşunu ve kurtuluştan sonra sosyalizme geçişi doğrudan (doğruya) görmediler / yaşamadılar. Değişik aşamalardan geçtiler ve buna bağlı olarak sınıf içeriği değişti. Birinci aşama, işçi sınıfının öncü role sahip olduğu, işçi sınıfının ve köylülüğün diktatörlüğüne benzer bir sınıf özünü temsil eden ve gelişim sürecinde halk demokrasisinin devrimci bir güç olarak ortaya çıktığı anti-emperyalist ve anti-feodal devrimdi. Bu aşamada yeni popülüst güç sivri ucunu emperyalist baskıya, faşizme karşı ve aynı zamanda ülke içinde emperyalist ve faşist desteğe - büyük, tekel sermayesi ve toprak sahiplerine karşı yöneltmiştir. İkinci süreç proleterya diktatörlüğünün kuruluşunu gerektiren sosyalist devrimdir. Yugoslavya hariç, Orta ve Güneydoğu Avrupa ülkeleri proleterya diktatörlüğünü kurdular ve 1948'de sosyalizme geçiş sürecine giriştiler. Çin, Kore ve Vietnam Halk cumhuriyetleri Stalin dönemine yakın dönemlerde/döneminin bitişinde proleterya diktatörlüğü işlevini yerine getirmemiştir. (14)

Çin'deki Halk Demokratik devletinin acil görevi ilk aşamada yabancı sermayeyi temsil eden emperyalizme karşı, feodal toprak sahiplerine ve büyük (komprador) burjuvaziye karşı yöneltildi. Halk hükümeti emperyalist ülkelerin tüm ayrıcalıklarını Çin'de feshettiler, büyük (komprador) burjuvazinin sermayesini kamulaştırdılar ve devlet mülkiyetine geçirdiler, yarı-feodal sistemin mülkiyetini ve toprağın kullanımını yok ettiler ve toprağı köylülerin mülkiyetine devrettiler; devlet ve koperatif mülkiyetini ve işçılerin , köylülerin ve ulusal burjuvazinin ekonomik çıkarlarını ve özel mülkiuyetini korudular; sanayileşme politikası izlediler.

SBKP(B), Orta ve Güneydoğu Avrupa Halk Demokrasileri ve Çin Halk Cumhuriyetini aşağıdaki koşullarda ayırt etmiştir:

"Çin Halk Cumhuriyeti'nin Halk demokratik devleti olduğu ve tüm demokratik kampla ortak amaçlar ve görevler için savaştığı gerçeğine dikkat ederken Çin Halk Cumhuriyeti ve Orta ve Güneydoğu Avrupa ülkeleri arasındaki fark görmemezlikten gelinemez. Orta ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinde, Halk demokratik rejimlerinin sosyalizmin temelini kurma mücadelesinde proleterya diktatörlüğünün işlevlerini yerine getirdikleri biliniyor.

"Şu anda, Çin Halk demokrasisi proleterya diktatörlüğu biçimi değildir. Sosyalist inşa henüz Çin'in mevcut gündemine yerleşmemiştir." (15)

Emperyalist çıkarların Çin'de feshedilmesi/bozguna uğraması ve tarım devriminin tamamlanması devrimin anti-feodal ve anti-emperyalist görevelrinin 1952'de başarıldığı anlamına gelir. Çin Halk Cumhuriyeti proleterya diktatörlüğünü kurma ve sosyalizme geçişin kenarında duruyorlardı:

Çin halkı şu anda başlarında işçi sınıfının liderliğinde sosyalist devrimin ve toplumun sosyalist dönüşümünün görevlerini gerçekleştirmeye koyulmuştur" (16)

Lenin'in "proleterya diktatörlüğü çağında Ekonomi ve Politika"adlı makalesinde açıktır ki proleterya diktatörlüğu sosyalizme geçişte önkoşuldur. Bu tezler halk demokrasileri için geçerlidir. Dimitrov, "Sosyalizme geçiş, kapitalist unsurlara karşı ve sosyalist ekonominin örgütlenmesi için proleterya diktatörlüğü olmadan tamamlanamaz/ yerine getirilemez" fikrini belirtmiştir."(17) Sosyalist çizgide gelişme, şehir burjuvazisinin ekonomik olarak tasfiye edilmesini ve köy burjuvazisinin, kulakların, zar zor geçinen köylüleri sömüren olarak ekonomik durumlarının bastırılmasını gerektiren kollektif tarz/uslüp onların tamamen tasfiyesi şartlarını doğuracaktır. (18) Sosyalizme geçiş, burjuvazinin politik olarak yenilgiye uğramasını ve tüm devlet gücünün, komünistlerin başını çektiği işçi sınıfının elinde toplanmasını gerektirir. (19)

Çin halk demokrasileri devleti 1952'den sonra proleterya diktatörlüğünün işlevlerini yerine getirdiler mi? Çin'in 1954 Anayasası "sosyalist tür bir anayasa" olarak tanımlanıyordu. Mao, Lenin'in proleterya diktatörlüğü teorisinin hiçbir suretle/katiyen "modasının geçmediğini / demode olmadığını ileri sürmüştür. (21) Buna rağmen, ÇKP orta burjuva politik partilerini devlet iktidarından kaldırmaktan çekinmiştir. Mao -Lenin ve Dimitrov'un aksine / zıt olarak- "sosyalist anayasa" altında "demokratik partileri" muhafaza etmeyi savunmuştur. (22) Bilindiği gibi orta burjuvazinin politik partileri Ulusal Halk Kongresi'nde gunumuze kadar muhafaza edilmiştir / mevcut bulunmuştur. Bu, açıkça halk demokratik diktatörlüklerinin proleterya diktatörlüğüne dönüşmediğini saptamıştır.

Sosyalist toplumun temellerine doğru gelişmede başarısızlığa uğrayan, Çin toplumunun üretim ilişkileri proleterya diktatörlüğünü kurmadaki başarısızlığın akibeti/ sonucu olan ekonomik temeldi. Orta burjuvazi devlet özel girişimi (joint) türünde kısıtlamalara maruz kalmıştır ve sonradan kültürel devrim sürecinde 12 yıl yüksek derece ekonomik kısıtlamalarla yüz yüze kalırken ekonomik olarak ortadan kalkmamıştı. Mao Zedung, 1949 tarihinde milli burjuvazinin girişimleri/yatırımları sosyalizmde kamulaşacaktır, ifadesine geri dönmüştür.(23) Bu görüş, Dimitrov'un sosyalist çizgide gelişmeyi gerektiren sömürücü sınıfların şehirlerdeki son eseri -şehir burjuvazisinin- ekonomik olarak tasfiye olacağı anlayışıyla uygunluk içindedir. (24) Bu gerekliydi, çünkü sosyalize geçişte "kapitalizmin ekonomik kökenleri hala yok olmamıştır; kapitalist kalıntılar yöntemlerini yenileyerek / restore etmeye çalışarak mevcut durumlarını devam ettiriler ve gelişirler", diye belirtir. (25)

ÇKP'nin uzlaşmacı tutumu zengin köylülüğe ve toprak sahiplerine Marxist öğreti kooperatif çifliklerin küçük / yoksul (small) köylülere üyeliğini sınırlamaıştır. Bu, Engels'in "Fransa ve Almanya'da Köylü Sorunu" adlı eserindeki tartışmasında açıktır. SSCB'de zengin köylülük genelde kollektif çiftliklere kabul edilmediler. (27) Kulakları üye olarak birleştiren, "kooperatif çiftlikler" 1948 tarihinde Yugoslavya'da kurulduğunda, Kominform "kırsal alanlardaki zorunlu sahte kooperatiflerin kulakların ve onların ajanlarının ellinde olduğunu ve geniş çalışan köylülük kitlesini sömüren bir aracı temsil ettiğini belirtmiştir. (28) Çin'de eski toprak sahipleri ve zengin köylüler 1955'den sonra tarım kooperatiflerine üye olunmalarına izin verildi. (29) Tarım işbirliğinin yükseldiği sırada zengin köylülerin ve eski toprak sahiplerinin çoğunluğu kooperatiflere alınmıştır.(30) Bu üretim ilişkileri 1958'de kurulan tarım komünlerine nakledilmiştir.

Lenin'in "Proleterya Diktatörlüğü Çağında Ekonomi ve Politika" adlı eserindeki analizine göre, Çin halk cumhuriyetleri, proleterya diktatörlüğünün işlevini yerine getirmeyi ve kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin -Lenin'in 'en zor görev" olarak saymadığı- iktidarını yıkmayı tamamlamayı başaramadılar. Çin Halk Cumhuriyeti, sosyalizmde tek başına sınıfları ve meta ilişkilerini yıkmaya yolaçabilecek, fabrika işçisi ve köylüler arasındaki farklılıklari ortadan kaldırmaya başlayamadı.

Bu nedenle, Molotov'un Komunist'e mektubu, Sovyetler Birliği'nde ve Çin Halk Cumhuriyei'nde kapitalist restorasyonu analiz etme girişimimizde olğanüstü bir değere sahiptir.

Molotov'un mektubu

NEDİR BU: SORUMSUZLUK MU, İLKESİZLİK Mİ?

Kısa bir süre önce, 29 Ekim'de, Pravda'da Felsefe Doktroru Profesör A. Kosiçev imzasıyla "Devrim Üzerine Lenin" adlı bir makale yayınlandı. Bu makale, 'Sosyalist Devrim Üzerine V. Ulyanov" başlığıyla Eserler'in (iki cilt halinde) yayınlanması vesilesiyle yazılmıştı.

Prof. Kosiçev'in tam bir yüzeysellik taşıyan bu makalesinde şöyle bir alıntıya rastlanıyor: "Lenin'in öngördüğü gibi, sömürücü sınıfların tasfiye süreci tamamlandıktan sonra, proletarya diktatörlüğü devleti, doğal olarak tüm halkın devletine, tüm halk için demokrasiye dönüşür."

Prof. Kosiçev, Lenin'in nerede ve ne zaman böyle birşey söylediğini ise belirtmiyor. Lenin'in Eserler'inin iki cildinde de, bu makalenin dayandığı bu alıntı yoktur. Felsefe doktoru Kosiçev'in Lenin'e ilişkin söylediği her şey yüzde yüz kendi uydurmasıdır. Ve belki de nezaket nedeniyle Pravda'nın Yazı Kurulu bu "profesörce" anlaşılmaz söz yığınını basmıştır. Lenin'in bu soruna ilişkin düşüncesini araştırıp bulmak zor değildir. Lenin, 1919'da yazdığı (‹nglizce'de 30. cilt) "Proletarya Diktatörlüğü Aşamasında Ekonomi ve Politika" adlı makalesinde düşüncesini ortaya koymuştur: (Lenin'den alıntı)

Lenin bu makalede, yine sosyalizmin özünü ve sosyalizmi inşa eden ülkenin iç koşullarını gözönüne alarak, sosyalizmin zaferi için neyin gerekli olduğunu (yani proletaryanın devrimci diktatörlüğünün gerekliliğini) açıklamıştır: (Lenin'den alıntı)

Lenin'den yaptığımız bu (ve diğer) alıntılardan, Lenin'in sosyalizm ve sosyalist devlet konusundaki düşüncelerini kestirmek zor değildir. Lenin'in sözleri sözkonusu makaledekilerle karşılaştırıldığında, Prof. Kosiçev'in Lenin'e yaptığı göndermenin temelsiz olduğu görülür.

Herşeyden önce, Lenin kesin olarak "sosyalizmin, sınıfların ortadan kalkması anlamına geldiğini" belirtir. Bu sözlerden şunu anlayabiliriz: Ancak sınıflar ortadan kalktığında, ülkede toplumun sınıflara bölünmesi son bulduğunda sosyalizm inşa edilmiş olacaktır. Diğerleri gibi Kosiçev de bunu anlayamıyor ve anlamak istemiyor. Sadece sömürücü sınıfların ortadan kalkması ona yetiyor ve sınıfların tümden kaldırılması konusunda sessiz kalıyor.

Prof. Kosiçev Lenin'in sosyalizm konusundaki fikirlerini savunma adı altında Lenin'in düşüncesini ve Marksist-Leninist öğretiyi çarpıtıyor.

İkincisi, Lenin, sosyalizmin inşası ile proletarya diktatörlüğü arasındaki doğrudan ve ayrılmaz bağı şupheye yer bırakmaz bir tarzda ortaya koyuyor. Prof. Kosiçev (malesef sadece o da değil) Lenin'den farklı bir tutuma sahiptir. Böyle bir durumda Lenin'in adına sığınarak Leninist olamyan bir tutuma izin verilebilir mi?

Şu sorun ortaya çıkıyor: Lenin'in yukarıda ortaya konan düşünceleri SSCB'de (ve diğer ülkelerde) sosyalizmin 60 yıllık inşası sürecinde doğrulanmadı ya da eskidi mi acaba? Eğer öyleyse, böyle durumlarda Lenin'in bize öğrettiği tarzda, doğrudan ve dürüst bir şekilde bundan söz etmiyoruz.

Bu sorunların, Felsefe Doktoru Prof. Kosiçev'i ilgilendirmediği açıktır. Ve bunlar, sosyalizmin ve komünizmin zaferi için mücadele eden herkese karşı koyuyorlar.

Kosiçev'in Pravda'daki makalesine gelince: Bu makale tam olarak nedir? Profesörce bilinçli bir sorumsuzluk mu, politik ilkesizlik mi, yoksa ikisi birden mi?

V. Molotov (1906-1962 SBKP üyesi)
15 Kasım 1977



Bu Blogda Ara