GRAMSCİ ÜZERİNE
-II-
a) Sivil Toplum ve "Batı"-"Doğu" Ayrımı :
Yukarda gördüğümüz gibi, Gramsci'de "sivil toplum" politik iktidarın "ast sınıflar" tarafından "fethi" mücadelesinde birincil öneme sahiptir. Sözcüğün tam anlamıyla, "sivil toplum" içindeki mücadele, devlet aygıtının fethinin önkoşuludur. Gramsci, tarihten, kapitalist üretim ilişkileri egemen olduktan sonra (nesnel koşul) burjuvazinin önce "entellektüel ve moral yönetimi" ele geçirdiğini, ve bundan sonra da feodal devleti feth ettiği sonucunu çıkararak, bunu evrenselleştirir. Bu durumda da, proletary da aynı yolu izlemek durumundadır. Bu öylesine bir kaçınılmazlıktır ki, "sivil toplum"da hegemonya sağlamadan, doğrudan politik iktidara yönelik hareket, iktidarın fethiyle sonuçlansa bile, bu geçici bir zafer olacaktır ve sivil toplum yeni iktidar sahiplerine karşı direnecek ve hatta yeni "silahlı güçler" çıkartarak onu yıkacaktır da. Öyle ise, Gramsci için yapılması gereken ilk iş, "sivil toplumun ne olduğunu, sivil toplumun ögelerinin hangileri olduğunu derinlemesine incelemektir". Ve bu sorun daha genel düzeyde de ele alınabilir ve "bu yüzden sorun, sivil toplumun iktidarın ele geçirilmesinden önce mi, yoksa sonra mı direneceği; ikinci durumun nerelerde ortaya çıktığı sorunudur." [156] (abç)
"Doğu'da devlet herşeydi, sivil toplumun başlangıç dönemlerinde saydam ve şekilsizdi; Batı'daysa, devlet ile sivil toplum arasında usa uygun bir ilişki vardır, ve devlet sarsıldığı zaman, sivil toplumun gürbüz yapısı hemen kendini gösteriyordu. Devlet, gerisinde sağlam kaleler ve top yuvaları zincirinin ulunduğu ileri siperden başka bir şey değildir. Tabii ki, bu kalelerin ve top yuvalarının sayısı devletten devlete değişebilirdi." [157] (abç)
Gramsci'nin "Doğu" ile "Batı" arasında ayrım yaparken kullandığı temel ölçüt, sivil toplumun gelişkinlik düzeyidir."Doğu", saydam ve şekilsiz bir "sivil toplum"la; "Batı" ise, güçlü ve karmaşk bir sivil toplumla nitelenir. Batı toplumları -yani Batı-Avrupa ya da emperyalist-kapitalist ülkeler- "sivil toplumun çok karmaık ve dolaysız ekonomik ögenin felaket getiren patlayışlarına (bunalımlar, durgunluklar vb.) dirençli bir yapı haline geldiği daha gelişkin devletler"den [158] oluşur. Bu ülkeler, aynı zamanda, "endüstriyel ve sosyal bakımdan daha ileri ülkeler"dir. [159] Ama Gramsci için temel ölçüt, ekonomik yapıdaki gelişkinlik düzeyi değildir. Bu ölçüt, sivil toplumun ve dolayısıyla devletin gelişkinlik düzeyidir. Ve Gramsci tüm dvrim anlayışını buna bağlı olarak geliştirir.
Gramsci'nin tüm yazıları incelendiğinde, kapitalizmin gelişimine çok az değindiği görülmektedir. Bu, en açık biçimde, sivil toplumun ekonomik yapıdan görece özerk bir oluşum olarak ele alındığı demektir. Ona göre, bir kez kapitalist üretim ilişkileri egemen olduktansonra, bunun evriminin sivil toplumun ve devletin evrimi yönünde etkisi -eğer varsa- çok sınırlı olacaktır. Kabul ettiği tek gelişme de, "Avrupa sömürgeciliği"nin başlamasıdır.
Bilindiği gibi Marksist-Leninist teoride, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki ve bu çelişkinin düzeyi (evrimi) hemen her zaman belirleyici bir nitelitedir.
"Bireylerin üretici faaliyetlerini kapsayan sosyal ilişkiler, üretimin sosyal lişkileri, maddi üretim araçlarındaki ve üretim güçlerindeki değişiklikler ve elişmelere bağlı olarak değişir ve farklılaşırlar. Bir bütün olarak üretim iliş-kileri, toplumsal ilişkiler denilen şeyi, toplumun kendisini ve ek olarak tarihsel evrimin belirli bir aşamasında bulunan ve kendine özgü bir karakter taşıyan belirli bir toplumu oluşturur." (Marks) [160] (abç)
"Ekonomik düzeyi aradan çıkararak toplumsal evrimi, özel olark ideolojik açıdan irdelemeye kalkıldığı zaman çeşitli tarihsel raslanıya bağlı bir yığın zikzak çizilir. Ama yeter derecde uzun bir dönem içinde olayların genel seyrini dikkate alarak ortalama gelişim eğrisinin ekseninialdığımız zaman, bu eksenin ekonomik gelişme eksenine denk olarak seyrettiğini görürüz." (Engels) [161] (abç)
Bu Marksist değerlendirmelerden sonra, sivil toplumu -isterse Gramscici anlamda olsun- ekonomik gelişmeyle belirlenen bir yapılanmadan, yani nesnel bir gelişmenin ürününden başka bir şey olarak ele almak olanaksızlaşır. Oysa, Gramsci, sivil toplumu devletin örgütlediği" düşüncesinde olduğundan, onun nesnelliğini büyük ölçüde dışlar. Öyle ki, sivil toplumun oluşmadığı ülkelerde, "devlet-taparlık" dönemi ile, yani devlet tarafından, sivil toplumun yaratılması gerektiğini belirtir ve böylece militer devletleri (dolayısıyla faşizmi) meşru kabul eder. Oysa materyalist tarih anlayışındaki "meşruluk" ile bu zıtlık içindedir.
"Bilgi kadar tarih de, insanlığın ülküsel olarak eksiksiz bir durumu içinde son ve kesin tamamlanışa varamaz; eksiksiz bir toplum, eksiksiz bir 'devlet', ancak imgelemde var olan şeylerdir; tam tersine, tarih içinde ardarda birbirini izleyen durumlar, insan toplumunun aşağıdan yukarıya doğru giden sonsuz gelişmesi içinde ancak geçici birer aşamadırlar. Her aşama zorunludur ve bu yüzden de çağına göre ve kökenini borçlu olduğu koşullara göre meşrudur; ama bu aşamanın kendi bağrında yavaş yavaş gelişen daha üst düzeydeki yeni koşulların karşısında hükümsüz ve haksız olur; daha üst düzeyde bir aşamaya yer vermesi gerekir, ki bu yeni aşama da sırası gelince gerileme ve ölme devresine girer." [162] (abç)
1789 Fransız Devrimi'nden sonraki gelişmeleri inceleyen Gramsci, bundan çıkardığı sonuçlar açısından oldukça ilginç bir noktaya varır:
"... büyük kitle partileriyle büyük ekonomik sendikaların daha sözkonusu olmadığı ve toplumun ... birçok bakımdan akışkan olduğu bir dönem (1789-1870 arası Fransa ifade ediliyor). Bu dönemin özelliklerine bakacak olursak, kırsal alanın geri kalmışlığı ve siyasal güç ile devet iktidarının az sayıda ve hatta tek bir kentin (Paris) neredeyse tam tekelinde bulunması; göreli olarak az gelişmiş devlet makinesi ve devlet etkinlikleri bakımından sivil toplumun daha özerk olması; askeri güçlerle ulusal askeri hizmetlere ilişkin özgün bir sistem, dünya piyasasındaki ekonomik ilişkiler bakımından ulusal ekonomilerin daha özerk olması." [163] (abç)
"Gerçekten 1789'dan sonra gelişen Fransız toplumsal yapısındaki iç çelişkiler III. Cumhuriyetle nispi bileşime varmıştır ve Fransa 80 yıllık, gitgide araları açılan alt-üst olma dalgalarına, yani 1789, 1794, 1799, 1804, 1815, 1830, ve 1848, 1870 (devrimlerine) sahne olduktan sonra, altmış yıldır dengeli bir siyasi yapıya sahip olmuştur." [164] (abç)
"1870'den sonraki dönemde, Avrupa sömürgeciliğinin yayılmasıyla ... devletin iç ve uluslararası örgütsel ilişkileri daha karmaşıklaşıp yaygınlaşmış ve 1848'lerin 'sürekli devrim' formülü geliştirilip, siyaset bilimi çerçevesinde 'sivil hegemonya' formülüyle aşılmıştır." [165] (abç)
Ve sonuçta "hem devlet örgütlenmesi, hem de sivil toplumdaki birleşimlerin bir bütünü olan çağdaş demokrasilerin kitlesel yapıları" [166] ortaya çıkmıştır.
Bu sonuç için ilk söylenebilecek şey, bunun, Marksist-Leninist saptamalarla tam bir zıtlık içinde olduğudur. Marksizm-Leninizm, "son altmış yılda" ortaya çıkan şeyin emperyalizm ve siyasal gericilik olduğu, burjuvazinin bu dönemde demokratik yönetim ilkelerini terk ettiği ve elinden gelen tüm güçle demokratik kitle örgütlerini yıkmaya çalıştığını saptamış ve bu saptamalar tarihsel olaylarla defalarca tanıtlanmıştır.
Gramsci'nin saptamalarının Marksizm-Leninizmle ilişkisi, daha doğrusu ilişkisizliği yanında, bunların ne derece tarihsel evrimle çakıştığı da şüphelidir. Şimdilik bunu bir yana bırakırsak, Gramsci'nin sözünü ettiği durumun ne derece kalıcı olduğuna bakalım. İktisadi evrimin kapitalist evresinde, ilkin serbest rakabetçi dönem söz konusu olmuştur. Serbest rakabetçi dönemden emperyalist (tekelci) döneme geçilmesiyle demokratik yönetim de, yerini oligarşik yönetime bırakmıştır. Ülkeler düzeyinde ele alındığında, örneğin Fransa'da, III. Cumhuriyet döneminde hiç de "dengeli bir siyasal yapı"dan söz etmek mümkün değildir. (Bkz: İkinci Bölüm-Marksist-Leninist Devrim Teorisi) Üstelik bu dönemden itibaren yeni bir egemenlik mücadelesi başlamıştır: finans- kapitalin egemenliği. Finans-kapitalin egemenliğini (finans-oligarşisi) "dengeli bir siyasal yapı" ya da "çağdaş demokrasi" diye kutsamak ise, olsa olsa Ortodoks (ya da Katholik) rahiplerin ya da II. Enternasyonal oportünizminin işi olduğu açıktır. Ama Hegelci sivil toplum ve devlet anlayışı açısından bu çok doğaldır. Hegel'in devlet teorisinin Bismarck yönetimini nasıl kutsadığını anımsatmak yeterlidir. (Burada Gramsci için, Bismarck yönetiminin "ilerlek" Sezarizm ve faşizmin de bir başka çeşit -belki de "gerilek"- Sezarizm olduğunu anımsatalım.) Bunun temelinde ise, devletin ussallığı anlayışı yatar ve Hegel için "gerçek olan her şey ussaldır, ussal olan her şey gerçektir". [167] 167)
Bunlardan öte "sivil toplum"un, günümüzde "özerkliğini" yitirdiğini ve devlet faaliyetleri ile birleştiğini söylemek, yani devletin artan oranda özerk yapıları yok ettiğininden yola çıkarak, bunun "çağdaş demokrasilerin kitlesel yapıları" ile, yani "büyük kitle partileri" ve "büyük ekonomik sendikalar" ile kaynaştırmak oldukça zordur! Zordur, ama İtalyan tarihi ele alındığında, politik gelişmelerin görüntüsel durumunun buna yakın olduğu da bir gerçektir. Bir başka deyişle, Gramsci, gerçeklik ile teori arasında bir köprü kurmak istemiştir ve bunu ancak Hegelci kavrayışla başarabilmektedir. Çünkü Marksizmin tarih yorumu, bunun tersidir ve İtalyan toplumunun bir orjinalitesi varsa -var kabul edilebilirse-, bu ancak geçici bir nitelik olarak ele alınabilir, evrensel bir teori için temel teşkil edemez.
Gramsci'nin kendine göre değerlendirdiği İtalyan toplumunun -geçmiş ve mevcut durumuyla- savlarının temeli olmasını en açık biçimde faşizm değerlendirmesinde görmekteyiz:
"Faşizm, egemen sınıfın birleştircisi ve onun çıkarlarının ifadesidir. ... Faşizm, burjuvaziye bir sınıf bilinci ve sınıf örgütü sağlamıştır." [168] (abç)
Şüphesiz faşizmi, burjuva demokratik devrimini "tamamlamamış" İtalya'da, bu devrimin "çarpık İtalyan biçimi" [169] olarak tanımlayan Gramsci için, onun "meşruluğunu" tanımaktan başka birşey olanaksızdır. Faşizm, usa uygun olarak tanımlandıktan sonra, onun gerçekliğini (meşruluk anlamında) tanımamak olamaz!
Gramsci, sivil toplumun gelişkinliğini temel -ve hatta tek diyebileceğimiz biçimde- ölçüt olarak aldığı için, "Doğu-Batı" ayrımı da oldukça ilginç bir boyut kazanmaktadır. Ordine Nuovo döneminden itibaren, devrim öncesi Rusya ile İtalya'nın büyük benzerliği olduğunu, ikisinin de aynı tarihsel koşullara sahip, "kapitalizmin tam olarak gelişmemiş ülkeler" olarak koyarken, bu iki ülkeye İspanya ve Fransa'yı da eklemekteydi. Ancak "Defterler"de bu konuda oldukça ilerleme kaydetmiştir. Fransa ve İtalya "daha gelişkin", "daha ileri" ülkelerdir artık. Bu farklılaşma oldukça önemli olmakla birlikte, özsel nitelikte değildir. Çünkü 1919'da Ordine Nuovo'da "kapitalist anlamda hâlâ geri olan" İtalya ve Fransa, şu şekilde karakterize ediliyordu:
1) Tarımda, az ya da çok feodal ekonomik model,
2) Feodal zihniyet,
3) Çağdaş kapitalist liberal devlet fikrinin köylüler arasında mevcut olmaması,
4) Ekonomik ve politik kurumların çağdaş kategorilerinin -"büyük kitlesel siyasal partiler" ve "sendikalar"- olmayışı. (Ordine Nuovo, 2 Ağustos 1919 -Bkz: Üçüncü Bölüm: PCI ve İtalya'da Devrimci Mücadele)
Bu özelliklerin "Defterler"de, 1870'e kadar Fransa'da mevcut olduğu şeklinde belirtilmektedir. Demek ki, ortada değişim değil, gelişim mevcuttur. Gramsci, Ordine Nuovo'daki düşüncelerini "Defterler"de geliştirmiş, iç tutarlılığını, bütünselliğini sağlamıştır. Kısaca gneosolojik temellerini oluşturmuştur.
Ordine Nuovo'da İtalyan kapitalizminin "özerkliğini yitirdiğini söyleyen Gramsci, "Defterler"de bunu yadsımaz, tersine geliştirdiği tahlillerin ve saptamaların çıkış noktası ve kanıtı olarak ele alır. Ona göre "ulusal ekonomilerin özerk olması" kapitalizmin geri bir evresine denk düşer. [170] Böylece, şimdi, "özerkliğini yitirmiş" bir İtalya vardır ve bu da onun ileri evrede olduğunu gösterir. Büyük kitle partileri olarak PSI, PCI ve Faşist Partinin varlığı; büyük kitlesel ekonomik sendikalar olarak CGL ve faşist korporasyonların doğuşu; İtalyan toplumundaki "kargaşanın", "akışkanlığın" 1920'lerde, faşist partinin iktidara gelmesiyle durulması; gelişmiş bir devlet mekanizmasının -faşist devlet- ortaya çıkması; faşizmin altında kilisenin, okulların, basının, vb., yani "özel örgütler"in (sivil toplumun) "özerkliğini yitirmesi" vb. bir dizi olgu İtalya'da artık mevcuttur. Buna bir de, "egemen sınıfların", yani burjuvazi ve büyük toprak sahipleri blokunun, "tarihsel birliğinin devlet içinde gerçekleşmesi"ni eklersek, İtalya, kolayca "ileri" ülkeler kategorisine girecektir. Ama "sivil toplumun gelişim düzeyi" ölçütünün mantıki sonucu, yani "hem devlet örgütlenmeleri, hem de sivil toplumdaki birleşmelerin bir bütünü olan çağdaş demokrasilerin kitlesel yapıları"nın faşist İtalya'da olması, Gramsci için bile mümkün değildir. İşin ilginç yanı, "Defterler"inde sürekli eleştirdiği ve polemiklere girdiği, ve kısmen bazı tanımlarını "ödünç" aldığı Hegelci Croce, aynı öncüllerle ve ölçütlerle, yani savlarını mantıki sonucuna kadar götürerek 1922 yılında Mussolini'yi, "liberalizmin meşalesini" yeniden ele alan kişi olarak kutsamıştır. Gramsci'nin başına gelen, onun eklektizminin sonucudur: Her eklektik teori çıkış noktasının zıttına varır. (Belki aynı durumla karşılaşanlar Hegel'in "olumsuzlamanın olumsuzlanması"na dayanarak, buna diyalektik (!) bir açıklama getirilebilirler.)
Şimdi Gramsci'nin "Doğu-Batı" ayrımının ve ölçütünün genel geçerliliğe sahip olup olmadığını görmek için örnek olarak III. bunalım döneminin geri-bıraktırılmış ülkelerini ele alalım: Bilindiği gibi, III. bunalım döneminde emperyalizmin sömürü yöntemlerinde değişiklik olmuştur. Artık I. ve II. bunalım dönemindeki eski-sömürgecilik yöntemleri, yerini yeni-sömürgeciliğe bırakmıştır.
"Yeni-sömürgeci metodların temelinde, emperyalist tekellerin aç gözlü sömürü politikasına cevap verecek şekilde, sömürge ülkelerde meta pazarının genişletilmesi, 'yukardan aşağıya kapitalizm'in bu ülkelerde hakim üretim biçimi olması, merkezi güçlü otoritenin egemen olması sonucunu doğurmuştur. 'Yukardan aşağıya demokratik devrim' belli ölçülerde gerçekleştirilmiş; üst yapıda feodal ilişkiler genellikle muhafaza edilirken (emeğin feodal sömürüsü sürdürülüp, feodal ideolojiler muhafaza edilirken), alt yapıda kapitalizm egemen unsur haline gelmiştir. (Pazar için üretim)
Ülke içinde pazarın genişlemesine paralel olarak şehirleşme, haberleşme ve ulaşım çok gelişmiş ve ülkeyi ağ gibi sarmıştır. Eski dönemlerdeki halkın üzerindeki zayıf feodal denetim ... yerini, çok daha güçlü oligarşik devlet otoritesine bırakmıştır." [171] (abç)
III. bunalım döneminde geri-bıraktırılmış ülkelerini Gramsci' nin diliyle şöyle ifade edebiliriz (Örneğin Türkiye): Büyük kitle partileri (AP, CHP gibi) ve büyük kitlesel ekonomik sendikalar (DİSK, Türk-İş) ortaya çıkmıştır; tek bir kentin (İstanbul) devlet iktidarını tam tekelinde tutması ortadan kalkmıştır; ulusal ekonominin özerkliğini yitirmesi bir yana, tam olarak uluslararası kapitalizme bağımlıdır; devletin iç örgütsel ilişkileri çok gelişmiş (oligarşik devlet aygıtı) ve uluslararası örgütsel ilişkileri yaygınlaşmıştır (Dünya Bankası, IDA, IBRA, IMF, AT, NATO, vb.); "sivil toplum"u oluşturan "özel" örgütlenmeler -dini, eğitimsel vb.- devlet faaliyetlerinden özerk değil, ona bağlıdır (YÖK, zorunlu din dersleri vb.); bir parlamento vardır (zaman zaman kesintiye uğrasa da). Tüm bunlardan başka geriye ne kalmaktadır? "Kırsal alanın geri kalmışlığı". Ama bu da Gramsci için temel önemde sayılmaz.
Gramsci'ye göre, tüm bu olgular var olduğunda, ortada "dengeli bir siyasal yapı" olması kaçınılmazdır. Şüphesiz ülkemizde, Fransa'nın III. Cumhuriyetindeki kadar bir istikrar mevcuttur, ama hepsi o kadar. Gerçeklikte ise, ne "dengeli siyasal yapı", ne "çağdaş demokrasilerin" kurumları mevcuttur.
Görüldüğü gibi, Gramsci'nin kullandığı ölçütlere uygun bir ülke/ülkeler tüm dünya da mevcuttur. Ama ne yazık ki, bunlar emperyalist-kapitalist ülkeler diye tanımlanmamaktadır. Tersine emperyalist sömürü altındaki ülkelerdir ve toplumsal yapıları çarpıktır ve akışkandır. Akışkanlığın nedeni, ülkede sivil toplum olmamasından değil, emperyalist sömürü altında kendi iç dinamiği ile gelişememiş olmasındandır. Diyebiliriz ki, Gramsci'nin "Doğu-Batı" ayrımı ve kullandığı sivil topluma ilişkin ölçütler, hemen hemen (Asya ve Afrika'nın bazı ülkeleri hariç tutulursa) dünya çapında bir tekliğe ulaşıldığını göstermektedir. Böylece de Gramsci'nin devrim teorisi genel geçerliliğe sahip olabilecekmiş gibi görünmektedir. Ama Gramsci bunu da kabul etmez:
"Sorun çağdaş devletler için konulmuştur, başka yerlerde aşılmış ve zamanını geçirmiş biçimlerin hâlâ varlığını sürdürdüğü, geri-kalmış ülkelerin ya da sömürgelerin sorunu değildir." [172] (abç)
Gramsci, bu rezerviyle, bir yerde kendi teorik tahlillerinin ve savlarının sınırlarını göstermekte ise de, eski biçimlerin (feodal) "aşılmış" olmasının olabilirliği yüzünden fazlaca da değere sahip değildir. Örneğin 1870'e kadarki Fransa, ya da 1920'lere kadarki İtalya, Gramsci için "geri" ülkelerdir, ama "sömürge ya da geri-kalmış ülkeler" değildir. Bu yüzden onun "geri-kalmış ya da sömürgeler" tanımlaması muğlak, niteliksiz durumdadır ve bu ülkelerde "sivil toplum" hiç yoktur. Bu nedenle de önemsenmeyecek bir rezerv durumundadır. [*8]
b) Sivil Toplum-Aydınlar ve İdeolojik Mücadele
Gramsci'nin yaptığı "sivil toplum-politik toplum (devlet)" ayrımı, son tahlilde, belli bir devrim anlayışına, belli bir mücadele biçimine yöneliktir. Daha tam bir deyişle, Gramsci'nin bu ayrımları, son tahlilde, kendi devrim anlayışını savunmaya yöneliktir. Daha önce gördüğümüz gibi, Gramsci'de politik iktidarın ele geçirilmesi ikincildir; birincil olan sivil toplumda proletaryanın hegemonyasını sağlamaktır. Şimdi bu vargısının temellerini, öncüllerini, nedenlerini ele alalım:
1926 yılında, yani hapishaneye girmesinden önceki son aylarda "Güney Sorunu" üzerine çalışan Gramsci'nin Güney İtalya' nın önemini, devrimdeki yerini nasıl ele aldığını III. Bölüm'de görmüştük. "Güney Sorunu" yazısında, hemen hemen İtalya'daki devrimci mücadelenin ve devrimin geleceğini, "aydın yığını"na ve bu yığında proletarya lehine bir "kopmanın" gerçekleşmesine bağladığını biliyoruz. Yine o yazısında Gramsci, Güney İtalya'daki tarımsal "blok"u dağıtmanın yolunu, bu blokun "temeli" olan "entellektüel blok"u dağıtmakdan geçtiğini söylerken, bu bloku somut olarak G. Fortunato ile B. Croce'nin yönlendirdiğini belirtmektedir.
"Güney toplumsal blokunun üstünde, şimdiye değin pratik olarak tarımsal bloktaki çatlakların çok tehlikeli bir duruma gelmeleri ve onun çökmesine yol açmalarını engellemeye yaramış bulunan entellektüel blok iş görür. Bu entellektüel blokun temsilcileri, bu nedenle, yarımadanın en gericisi sayılabilecek Giustiono Fortunato ve Benedetto Croce'dir ... B. Croce çok yüksek bir ulusal işlev görmüştür: radikal Güneyli aydınları, ulusal ve Avrupasal kültüre katarak köylü yığınlardan ayırmış ve bu kültür arasında, onların ulusal burjuvaziye ve böylece tarımsal bloka soğurmuştur." [173]
İlk bakışta okuyucu, Fortunato ve Croce üzerine söylenmiş bu sözlere bunca yer vermemizi yadırgayabilir. Oysa Gramsci'nin teorik, politik ve felsefi yazılarında bu iki isim ve özellikle Croce büyük yer tutar. Croce'ye karşı yazdığı yazılar, neredeyse "Defterler"in yarısını kapsamaktadır ve Croce'nin adının geçmediği bir yazısı hemen hemen yok gibidir. Fortunato ve Croce ile ayakta duran "ideolojik blok" saptaması düşünüldüğünde bunun nedeni anlaşılabilir.
"Başa geçmek isteyen her grubun en önemli özelliklerinden biri, geleneksel aydınları 'ideolojik olarak' kendine dönüştürme ve kazanma yolunda yaptığı savaştır. Bu grup, organik aydınlarını yetiştirdiği ölçüde, bu dönüştürme ve kazanma işi çabuk ve etkili olarak gerçekleştirilebilir." [174] (abç)
Gramsci'de "geleneksel aydınlar", kapitalist toplum içinde bulunan, ama eski toplumda (feodal dönemde) oluşmuş olan "aydınlar"dır. "Organik aydınlar" ise, başa geçmek isteyen sınıfın kendi içinden çıkan ve onun çıkarlarını savunan, formüle eden, yürüten aydınlar grubudur. Kapitalist toplumda "geleneksel aydınlar" kırsal kökenlidirler; "organik aydınlar" ise kentsel kökenlidirler. Bu aydınların işlevleri ise açık biçimde ifade edilir: "egemen grubun, toplumsal hegemonya ve siyasal hükümet ast işlevlerini uygulayan 'vekilleri'" [175] olmak. Öyleysel bir toplumsal sınıf (Gramsci'de "toplumsal grup") iktidarı feth etmek istiyorsa, yani önce toplum üzerinde hegemonya kurmak ve sonra da egemen olmak istiyorsa (ve bunu yapmak zorundadır), bu işleri yapacak "vekillere", "memurlara", yani "aydınlara" ("organik") gereksinmesi vardır. Bunlar olmaksızın bir sınıf "yöneten" ve "egemen" olamaz. Kısaca, politik hegemonyayı kuran, toplum üzerinde "entellektüel ve moral yönetim" kuran, yalnızca toplumsal sınıfın aydınlarıdır.
"Eğer yönetici sınıf onayı yitirmişse, yani artık 'yöneten' değil, yalnızca 'egemen' ise, yalnız cebir, güç kullanıyorsa, kesin olarak bu demektir ki, büyük kitleler geleneksel ideolojilerden kopmuşlardır ve eskiden inandıkları şeye inanmamaktadırlar." [176] (abç)
Kitlelerin "geleneksel ideolojilerden kopmaları", bir başka sınıfın ideolojisini kabul ettikleri ya da en azından etmeye yöneldikleri bir durum yaratır. Bu da diğer sınıfın hegemonya sahibi olması ile sonuçlanır. Bu durumda "geleneksel ideolojinin" taşıyıcısı, yayıcısı ve anlatıcısı olan "geleneksel aydınlar", işlevlerini yerine getirmemekte ve yeni toplumsal sınıfın "organik aydınlarının" onların yerlerini alması gündemdedir. Böylece sivil toplumda hegemonyayı sağlayanların aydınlar olduğu netleşir. Bu aydınlar sivil toplumdaki "özel kurumlar"da yer alarak ve bunlar aracılığıyla işlevlerini yerine getirirler. Yine de Gramsci'de bu aydınlar, o sınıfın aydınlarının (ister "geleneksel", isterse "organik" olsun) bir bölümüdür. Ayrıca politik toplumu yöneten, yani devlet aygıtını kullanan aydınlar da vardır. "Bürokrasi, yani zoralayıcı gücünü kullanan ve belli bir noktada kast haline dönüşen yönetici personel" de [177] aydınlar kapsamına girer.
Bir bütün olarak ele alındığında aydınları şöyle sıralar Gramsci: Avukatlar, noterler (özellikle kırsal kasabalarda), papazlar, ilkokul öğretmenleri, hekimler, fabrika teknisyenleri, politikacılar, devlet memurları, sanatçılar, felsefeciler, üniversite hocaları, ideologlar, gazeteciler, yargıçlar ve subaylar. Bu aydınların her biri toplumda -sivil ya da politik toplum olarak- belli bir işlevi yerine getirirler ve belli bir kurum içinde yer alırlar. Ancak bunların sivil topluma denk düşenleri, egemen sınıfın "hegemonyası"nı sağlayan, koruyan ve sürdürenler olarak birincil öneme sahiptirler, çünkü doğrudan halk kitleleriyle temas halindedirler. Artık sorun, egemenlik için mücadele eden sınıfın (örneğin proletaryanın) bu aydınları kendine bağlaması ve egemen konumdaki sınıfın "hegemonyası"nı sürdürücü işlevlerini yapmaktan uzaklaştırılmasıdır. (Şüphesiz böyle bir şeyin önkoşulu vardır: Egemenlik için mücadele eden sınıfın önce kendini bir bütün olarak örgütlemiş olması.) Marksist-Leninist yazında küçük-burjuvazi olarak geçen kesimin örgütlenmesinden başka bir şey değildir Gramsci'nin öne çıkartıkları. Ve bunu devrimci mücadelenin temeli haline getirebilmesi için uzun bir yol katetmek yolunda kalıyorsa, nedeni proletaryanın sınıf mücadelesinde küçük-burjuvazinin yerinin böylesine belirleyici bir konumda olmamasıdır. Diğer bir noktada da, Gramsci'ye kadar -ve hatta ondan sonra da- hiçbir Marksist-Leninistin sınıfsal ittifaklar sorununu, böylesine bir Hegelci anlayışla açıklamaya çalışmamış olması, tersine bunu üretim ilişkileri temelinde ortaya koymuş olmalarıdır. Marksizm-Leninizmde sınıfsal ittifaklar sorunu, sıradanlaştırılarak, "düşmanın elindeki araçların ele geçirilmesi"ne dönüştürüldüğü hiç görülmemiştir. Taktik planda bile, Marksist-Leninistlerin ittifaklara bakış açısı, belli bir anda ortak çıkarlar etrafında hareket edebilme ve ortak bir düşman tarafından varlık-yokluk sorunu ile yüzyüze bırakılma olmuştur. Gramsci'de açığa çıkan anlayış, Hegelci devlet anlayışının bir yansısı olmakla birlikte, köklerini Makyevelli'de bulur. Gramsci için, "modern parti", ya da proletarya partisi, "modern prens" olmalıdır. Bu da kökenin nerede olduğunu tanıtlamaktadır. Kısacası burjuvazinin Makyevelli'sine karşı proletarya kendi Makyevelli'sini çıkarmalıdır!
Tarihsel olarak egemenlik için mücadele eden sınıflar ele alındığında, özellikle de burjuvazi ele alındığında, izlenilen yol açıktır: Bir yandan kendisine bağlı ve kendi içinden çıkmış -bir bakıma sınıf içi işbölümüne denk düşenaydınlar ("organik aydınlar") oluştururken, öte yandan bu aydınlar aracılığıyla, feodal aydınları ("geleneksel aydınlar"), belli siyasal ve ekonomik erekler ortaya koyarak, ideolojik olarak kazanmaya çalışır (transformasyon). Burjuvazi buna başarılı olduğu oranda kendi hegemonyasını kurar ve bundan sonra politik toplumun fethine yönelir. Çünkü bu fetih için gerekli öznel koşullar olgunlaşmıştır. Bir kez devlet aygıtını ele geçirdikten sonra burjuvazi, kendi iktidarını sağlamlaştırır ve devlet iktidarı aracılığıyla yeni bir toplum tipini ("sivil toplum") yaratır. Ya da daha tam deyişle, bu devlet aracılığıyla mevcut sivil toplumu, kendi ekonomik yapısına (kapitalist üretim ilişkilerine) uygun hale sokar. Buna Gramsci "devletin eğitici ve biçimlendirici işlevi" demektedir. Artık yeniden biçimlendirilmiş olan sivil toplum, "özel kurumlar" olarak burjuvazinin kalıcılığının garantisi haline gelir.
Tarihsel evrimin bu Gramscici anlatımı -ya da yorumu- gerçeklikle ne oranda çakışmaktadır? Bunu anlamak için Gramsci'nin proletaryanın egemenlik için mücadele sürecine bakışını da bilmek gerekir. Öyle ki, tarihsel evrimin yukardaki gibi geliştiğini önsel olarak kabul ederken -ki Gramsci için bu da önemli değildir- proletarya böyle bir rota izlemelidir. Yani proletarya önce kendi ideolojisini oluşturur (kendi çıkarını "genel çıkar" olarak ortaya koyarak yapar bunu ve bu yüzden bu ideoloji "yalanlaştırıcı" niteliktedir) ve kendi aydınları aracılığıyla bunu yayar. Sonra burjuvazinin aydınlarını (artık bu aydınlar "geleneksel aydınlar" haline dönüşmüştür) "ideolojik olarak" dönüştürmeye ve kazanmaya çalışır. Bunu ne kadar hızlı ve etkili yaparsa, o kadar kısa sürede "hegemonya" sahibi olur ve politik iktidara yürüyebilir. Çünkü her zaman "bağımlı bir grubun egemen olması, ekonomik-korporatif evreden öteye gelişip, sivil toplum içinde ethik-politik hegemonya evresine yükselmesi ve devlet içinde egemenlik evresine ulaşması" [178] şeklinde olur.
Gramsci, burjuva devrimlerinin gelişimi ile proletarya devrimlerinin gelişimini bu şekilde aynılaştırırken temel dayanağı gene sivil toplum olmaktadır. Ancak Gramsci'nin kavramları ve temel ilkeleri ışığında bile bu iki devrim benzeş değildir ve olamamaktadır. Ona göre, "devlet, sivil toplumu ekonomiye uyarlamanın aracıdır". Bu durumda devlet iktidarını ele geçiren burjuvazi, bu iktidar aracılığıyla mevcut sivil toplumu (feodal toplumda bulunan sivil toplum ve bunun önemli organı kilisedir) dönüştürerek, kendi ekonomisine uygun hale getirir. Ama "sivil toplumda hegemonya" kurmak, son tahlilde, sivil toplumun dönüştürülmesidir. O güne kadar mevcut (feodal) temele ilişkin olan sivil toplum, ya da "özel örgütler", iktidarı hedefleyen, egemenlik için mücadele eden sınıfın aydınlarınca içten feth edilmiş olmakla, mevcut sivil toplum -artık buna eski diyebiliriz-, mevcut egemen sınıfın -artık "yöneten" değil, sadece "egemen" olan- devletinin ardındaki "sağlam kaleler ve top yuvaları" olmaktan çıkmış değil midir? Öyleyse, devlet iktidarı feth edildiğinde yeni bir sivil toplum kurmak, ya da bu devlet aygıtı ile sivil toplumu dönüştürmek söz konusu değildir ve olamaz da. Daha önce ele geçirilmiş ve dönüştürülmüş bir sivil toplumun yeniden dönüştürülmesi, ancak bir üst evreye geçiş olarak mümkündür. Ayrıca devlet, sivil toplumu ekonomiye uyarlamanın "aracı" durumundaysa, "önce sivil toplum, sonra politik toplum" dizilişi de tersine çevrilebilir. Böyle olunca da tarihsellik değil, soyut akıl yürütme söz konusudur, yani "imgeleme" başvurulmaktadır.
Gerçeklikte burjuvazi, alt-yapıda kapitalizmin egemen olmasına paralel olarak üst-yapıdaki dönüşümleri gerçekleştirebilmiştir. Ancak yine de bir süre ekonomi kapitalist nitelikteyken, üst-yapı feodal niteliğini sürdürmüştür.
"... toplumun ekonomik yaşam koşullarındaki bu güçlü devrim, siyasal yapısında buna uygun düşen bir değişiklikle hemen izlemedi. Toplum, gitgide daha burjuva bir duruma gelirken, devlet rejimi feodal kaldı." [179]
Tarihin belli bir evresinde ortaya çıkan bu durum, açıkça burjuva devriminde devlet aygıtının fethi sorununun birincil değil, ikincil olduğunu ifade eder. Ve devlet aygıtı feth edildiğinde, artık toplumun bütün olarak burjuva nitelik alması ve burjuvazinin politik olarak da egemen olması tamamlanmış demektir. Bu noktada (ya da momentte) burjuva aydınlarının devlet ve özel kurumlar aracılığıyla sivil toplumu ekonomiye uyarlamaya çalışmasının bir anlamı kalmamaktadır. Öyle ise, sivil toplumun devlet iktidarının fethinden önce feth edilmesi sorunu kurumsal değil, ideolojiktir; ve devletin fethinden sonra ideolojiye uygun yeni bir sivil toplum kurulması ve kurumlarının yaratılması söz konusu olabilir.
Gramsci'nin sorunu bu konuyuş tarzı, yukarda gördüğümüz gibi, burjuva devrimlerinin tarihsel oluşumuna terstir. Gramsci'nin bu gerçeği bilmediğini düşünmek oldukça saf bir anlayış olur. Gerçekte Gramsci burjuva devrimlerinin rotasını oldukça ayrıntılı biçimde ve Fransa ile İtalya somutunda tahlil etmiştir. Bu tahlillerinin ışığında diyebiliriz ki, Gramsci, devlet iktidarının fethinden önce sivil toplumda hegemonya kurma düşüncesini, hiçbir biçimde mevcut sivil toplumun feth edilmesi ve bu bağlamda yeni sivil toplumun kurulması olarak tasarlamamıştır. Ona göre hegemonya için mücadele ideolojik mücadeledir ve sadece mevcut sivil toplumun dağıtılması, devlet aygıtının dayanağı, "sağlam kaleleri ve top yuvaları" olmasının engellenmesi mücadelesidir. Bu yüzden devlet iktidarı feth edildikten sonra, bu iktidar aracılığıyla yeni sivil toplum oluşturulur. Ama bu "yeni"lik eskinin parçalanması ile değil "dönüştürülmesi" ile gerçekleşen bir "yeni"liktir.
Böylece, bir yanda sivil toplumun fethi -ki aynı zamanda devletin ethik içeriği olduğu için devletin içten fethi demektir-, öte yanda sivil toplumun dağıtılması karşımıza çıkmaktadır. Her ikisi de Gramsci'nin teorisinde mevcuttur. Birincisi, Gramsci'nin genelde kabul ettiği tarihsel gerçekliktir, ikincisi sivil toplumun üst-yapısal kavranışının ürünüdür.
Özetlersek, Gramsci, belli bir evrede egemenlik için mücadele eden sınıfın ilkin mevcut egemen sınıfın sivil toplumdaki egemenliğini, yani ideolojik, entellektüel, kültürel, moral hegemonyasını bertaraf etmesi gerektiğini savlar. Bu ise, doğrudan kendi ideolojisini sivil toplum içinde yayması ile mümkündür. Bu bağlamda, sorun, sivil toplumun ögelerinin neler olduğunu saptama ve bu ögeler içinde ideolojik mücadele yürütme sorunudur. Bu da, çok sayıda ideoloji yayıcı insana, ya da Gramsci'nin deyişiyle, egemenlik için mücadele eden sınıfın kendisine bağlı aydınlara gereksinme gösterir. Egemenlik için mücadele eden sınıfın bir ideolojisi oluşmuş ise, temel görev bu ideolojiyi yayacak aydınları bulmak ya da yaratmak ve bunların sivil toplum içindeki faaliyetini düzenlemek ve koordine etmektir. Bu ise, o sınıfın parti olarak örgütlenmesi görevine ve partinin çalışma tarzına denk düşen görevlerdir.
Gramsci'nin tarihsel gelişiminin üç momentinden ikincisi, en önemli ve belirleyici momenttir. Çünkü, "tarihsel gelişme devamlı olarak birinci (ekonomik) ve üçüncü (askeri) moment arasında ikinci (siyasal) moment aracılığıyla salınır." [180]
"(İkinci) moment, siyasal güçlerin ilişkisidir. Yani bu, değişik toplumsal grupların erişebildikleri homojenlik, kendi kendinin bilincine varma ve örgütlenme düzeylerinin değerlendirilmesidir. Bu moment, kendi başına çözümlenebilir ve bu momentin şimdiye dek tarihte olageldiği gibi, ortak siyasal bilincin değişik momentlerini karşılayan değişik düzeyleri ayırdedebilir." [181] (abç)
"İlk ve en basit moment ekonomik-korporatif momenttir. Bir tacir bir başka tacirle dayanışma halinde olması gerektiğini hissetmektedir, bir manifaktür sahibi bir başka manifaktürcü ile aynı biçimde vb., ama bu tacir bir manifaktürcü ile dayanışma içinde olması gerektiğini hissetmemektedir, yani homojen bir meslek grubunun üyeleri kendi birliğinin ve homojenliğinin ve de bir meslek grubu olarak örgütlenme gereksinmesinin bilincine sahiptir, ama geniş bir sosyal grup olarak henüz bu bilince sahip değildir." [182] (abç)
"İkinci momentte, bir sosyal grubun bütün üyeleri çıkar dayanışmasının bilincine ulaşmıştır, ama henüz saf ekonomik alanda. Bu konjonktürde devlet sorunu -egemen gruplarla politik yasal eşitliği kazanma, yani yasama ve yürütmeye katılma hakkı, hatta bunlarda reform yapmak anlamında- ortaya çıkar, ama mevcut temel yapılanma çerçevesi içinde." [183] (abç)
"Üçüncü momentte, bugünkü ve gelecekteki gelişmeleriyle korporatif çerçeveyi kırarak ve yalnızca ekonomik olmaktan çıkarak, başka alt grupların da çıkarları olabilecek ve olması gereken korporatif çıkarların bilincine varılır. Bu, yapıdan karmaşık üst-yapı alanına tam geçişi simgeleyen, açık seçik siyasal bir aşamadır. Bu aşamada önceden filizlenen ideolojiler 'parti' biçimine girerler, karşı karşıya gelirler, mücadele ederler. Böylece bunlardan bir teki ya da hiç olmazsa bunların birleşmelerinden yalnızca biri başatlık kazanır, ekonomik ve siyasal amaçların birliğindan başka entellektüel ve moral birliği belirler, mücadelenin etrafında döndüğü sorunları korporatif planda değil de, 'evrensel' planda koyar ve böylece alt-bağımlı gruplar üzerinde temel sosyal grubun hegemonyasını kurarak, tüm toplumsal alana yayılır ve kendini kabul ettirir. Devlet, özel bir grubun organıdır ve bu grubun en fazla yayılması için uygun koşulları yaratmaya hizmet eder." [184] (abç)
Gramsci'nin "açık-seçik siyasal momenti" ile gelişen süreç, herşeyden önce aşamalı bilinçlendirme anlayışına varmakadır. Bilincin, korporatif (ekonomik) bilinç, demokratik bilinç, siyasal bilinç olarak üç momentte gelişmesi temel Marksist-Leninist tezlere terstir. Bilincin "dıştan iletilmesi" olarak bilinçlendirme faaliyeti, Gramsci'de bilincin oluşması olarak kendiliğinden bir durum yaratır ve bu ekonomizmin ta kendisidir. Bu da Hegelci kavrayışın bir üründür. Bilindiği gibi Hegel'de "evrensel bilinç" çeşitli momentlerden (aşamalar olarak) geçer ve kendiliğinden oluşur.
Gramsci gerçekte kendiliğindenciliği benimsemiştir, ama bunu "ekonomizm" eleştirisi ile örtük biçimde ortaya koymuştur. Bunu da ekonomizmi alabildiğine sıradanlaştırarak yapmıştır. Değerlendirmelerinde burjuva liberalizmi ile trade-unionculuğu (sendikalizm) aynılaştırmakla yanılgıya düşer. Öyle ki "seçimlerde oy kullanmama tavrına ilişkin bütün biçimler ekonomizm içine girer" [185] diyerek, ekonomizmi alabildiğine genelleştirmesi buna tipik bir örnektir. Bu durum, Marksizm-Leninizmde özel bir yer tutan ekonomizm konusunun özünü unutturacak niteliktedir.
Bilindiği gibi ekonomizm sapması, en açık biçimde Lenin' in "Ne Yapmalı?" kitabında eleştirilmiştir. Genel olarak "kendiliğindencilik" teorisi olan ekonomizm, devrimci proletaryanın mücadelesinin her alanda kendiliğinden gelişmelere bel bağlama ve her alanda buna bağlı olarak dar eylemle yetinme demektir. Bu teori, nesnel koşulların gelişiminden hareket ederek, herşeyden önce proleetaryanın ekonomik mücadelesini yürütmeyi ve buna siyasal bir nitelik vermeyi savunan bir teoridir. Bir başka deyişle, mevcut olandan yola çıkarak, mevcut olanın kendiliğindan gelişmesini izlemeyi önerir. Siyaset ekonomiyi uslu uslu izler. Bu teorinin kitleleri bilinçlendirme teorisi, "bilincin içten iletilmesi" teorisidir. Bu yüzden ilkin, proletarya ekonomik mücadele içinde kendi ekonomik çıkarlarının bilincine ulaşır. Bu fabrikalardaki yaşam koşullarının teşhiri ile gerçekleşen bir bilinç olarak sosyalist siyasal bilincin ilk evresini oluşturur. Böyle bir teşhirle, ekonomik çıkarlarının bilincinde olan işçiler sendikalar içinde örgütlenirler ve kapitalistlere karşı mücadeleye girerler. "Elle tutulur, somut sonuçlar vaad eden" talepler doğrultusunda yürütülen bir mücadeledir bu. Gramsci'de bunun karşılığı "ekonomik-korporatif moment"tir. İkinci evrede ise, bu sendikal bilinç, işçi sınıfının ekonomik mücadelesine "siyasal nitelik kazandırarak" gelişir ve böylece karşılarına devlet gücü çıkar. Ve nihayet siyasal nitelik kazanmış ekonomik mücadelede bilinçlenen işçiler, parti içinde örgütlenirler. (Her grevcinin kendisini parti üyesi ilan etme hakkına sahip olması gerektiği şeklindeki menşevik anlayış buradan gelmektedir.)
Lenin, bu kendiliğindencilik teorisini eleştirirken, her şeyden önce, işçi sınıfının bilinçlendirilmesinin aşamalı olamayacağını belirtir. Lenin'de sosyalist siyasal bilinç, bir "evrensel bilinç" olarak kendiliğinden momentler aracılığıyla gelişmez ve oluşmaz. Bu bilinç, işçi sınıfına dışdan, siyasi gerçekleri açıklama kampanyası ile iletilir. İşçi sınıfı kendiliğinden sendikal bilincin ötesine geçemez.
Sözcüğün tam anlamıyla Gramsci'nin üç momentli bilinç oluşumu anlayışı, kendiliğindenciliktir, ekonomizmdir. Ve bu anlayışın örgütlenme kavrayışının da -ilerde ele alacağız- Leninist parti anlayışından farklı olacağı açıktır.
Gramsci'nin bu değerlendirmeleri ideoloji, parti ve hegemonya ilişkisine açıklık kazandırmış bulunmaktadır. Burada ortaya çıkan bir yanılgı da, sosyalist devrim ile burjuva devrimini aynılaştırmak ve her iki devrimin rotasını ve örgüt anlayışını bir tutmaktır. Tüm bunları belli bir özgünlük içersinde yapmaktan öteye geçen Gramsci, bunları "tarihten" çıkartarak, "şimdiye dek tarihte olduğu gibi" diyerek genelleştirmeye yönelmesi yanılgının oluşumunu ifade eder. Ayrıca ideoloji ile kurumlar ilişkisinde de ters bir ilişki vardır.
Marksizm-Leninizmde ideoloji kavramı iki anlamda kullanılmaktadır. Birinci anlamı ile, "ideolojiler ... sınıf egemenliğinin yalanlaşmış-yalanlaştıran, arkadan gelen doğrulamalar görünümleri altında düşünülmüş bulunmaları sonucu, bir tür yansı gibi, her zaman kurumlardan sonra gelir." (Marks) [186] (abç)
Yine Marks-Engels, "Alman İdeolojisi"nde "ideolojistler"in "sınıf yanılsamalarının oluşumunu sağlayan ... etkin, verici, kurumlaştırıcı" egemen sınıf bireyleri olduğunu belirtirken [187] , ideolojilerin "yaratılması"ndan söz etmektedirler.
İkinci anlamda ideolojiler, belli bir dünya görüşünü ifade ederler. Bu bağlamda ideoloji olumlu bir işleve sahiptir.
Bu iki anlamda ideoloji kavramı, genel olarak Marksist-Leninist üst-yapı kavrayışının bir ürünüdür. İdeolojik şekiller olarak üst-yapı temele bağlıdır ve onun çerçevesi içersinde oluşur. Ancak bu belirlenme "genel" niteliktedir, yani yapı, üst-yapıyı "genel olarak belirler". Bu yüzden üst-yapı mutlak bir edilgenlik durumunda değildir ve karşı hareketi ile temel üzerinde de etkide bulunur.
"... Barth, bizim, iktisadi hareketin politik ve başka yansılarından doğan tepkilerin iktisadi hareketin kendisi üzerinde etkisi olacağını kabul etmediğimizi sanıyorsa, akıntıya kürek çekiyor demektir. Marks'ın -18. Brumaire' ne baksın yeter. Burada politik çatışmaların ve olayların oynadığı özel rol üzerinde ve elbette bunların iktisadi koşullara genel bağımlılığı üzerinde durmuştur ... Bütün bu efendilerin eksiği diyalektiktir. Orada bir neden, burada bir sonuç görmekten başka becerdikleri bir şey yok." [188] (abç)
Marks-Engels'in, her zaman tahlillerini tarihsel evrim içinde ele almaları, bu evrimden sonuçlar çıkarmaları, çoğu kez tarihin aynı biçimde cereyan edeceğini savundukları ya da söyledikleri yanılgısında yol açmıştır. Aynı şekilde temel-tali ilişkisi, diyalektik bir ilişki olarak ve diyalektik bir bütünlüğün ifadesi olarak düşünmeyip, mekanik bir biçimde mutlak bir sırasal ilişki haline dönüştürülmesi de sık görülen bir yanılgıdır. Hegel diyalektiğinin ifadesi olan zıtların özdeşliği anlayışının ürünü olan bu mutlak sırasal ilişki (momentlerle gelişim) anlayışı, Marksist diyalektikle kesenkes aşılmıştır ve kavramsal olarak da terk edilmiştir. Marks ve Engels'in "ideoloji-kurumlar" ilişkisi üzerine söyledikleri ele alındığında bunun tarihsel değeri göz önüne alınmalıdır. Bugüne kadarki tarihte -proletarya devrimi ile ilk kez insanlığın kendi tarihlerini kendileri yapmaya başlamalarına kadar- bir sınıf egemen hale gelir gelmez, bu egemenliğini meşrulaştırmak ve korumak amacıyla kendi ideolojisini oluşturur. Bu ideolojiler, sınıf egemenliğinin yalanlaşmış-yalanlaştırıcı ve arkadan gelen doğrulamaları durumundadırlar. Bu yüzden kurumlardan sonra gelirler. Burjuvazinin tarihi buna açık bir kanıttır. (Gramsci'nin yanılgısı da budur.) Temelde feodal üretim ilişkilerinin bağrında doğup gelişen kapitalist üretim ilişkileri, giderek kendine uygun sosyal ilişkiler oluşturur. Bu toplumsal oluşum, kapitalist üretim ilişkileri ile biçimlenmiştir ve bu biçimleniş kaçınılmaz olarak belli birlikler, örgütler, kurumlar yaratmıştır. Ve bundan sonradır ki, bu yeni oluşumların ideolojik doğrulanmaları, meşruluklarının savunulması ortaya çıkar. Açıktır ki, hiçbir soyutlama somut olmaksızın, hiçbir teori pratik olmaksızın gerçekleşemez. Bir düşünce ürünü olan ideolojiler de, somutun, pratiğin ürünüdür. Bir toplumda belli bir ilişki yokken, bu ilişkinin kendisini tasarlamak olanaksızdır (ütopyacılar hariç). Bu öylesine bir gerçekliktir ki, proletaryanın ideolojisi bile, kendisinin mevcut olmadığı bir çağda ve toplumda değil, var olduğu, geliştiği ve geleceğine ilişkin verilerin ortaya çıktığı bir çağda oluşmuştur. Bu gerçeği, hukuk konusunu -bir ideolojik şekil olarak- irdelerken Engels şöyle belirtir:
"Modern devlette hukuk, sadece genel ekonomik duruma uygun ve onu yansıtmakla yetinmemeli, bu durumu kendi içinde tutarlı bir şekilde yansıtmak ve kendi iç çelişkilerinden ötürü göz çıkarırcasına tutarsız görünmemelidir. Bunu başarmak için ise, ekonomik koşulların aslına sadık yansıtılışı gitgide bozulmaktadır. Bir yasa, bir sınıf egemenliğinin kaba, düpedüz, değişiklik görmemiş dile getirilişi olunca bu durum büsbütün belirginleşir. ... Böylece görülüyor ki, 'hukuk gelişmesi'nin büyük kısmı sadece şunlardan meydana gelmektedir: İlkin, ekonomik ilişkilerin hukuki ilkelere dolaysız çevrilmesinden doğan çelişkileri ortadan kaldırmak ve uyumlu bir hukuk istemi kurmak, sonra da, daha ilerdeki ekonomik gelişmenin ve bu gelişmede içerilmiş bulunan yeni çelişkilerin etki ve baskısıyla bu hukuki sistemde açılan gedikler.
Ekonomik ilişkiler hukuki ilkeler olarak yansıması hiç şüphesiz aynı zamanda tersine dönmüş bir şeydir; hareketi yapan kişi bunun bilincine varmaksızın böyle olur. ... Böylece anlaşılmadan olduğu gibi kaldığı sürece ideolojik kavram dediğimiz bu tersine dönüşün, kendi sırasında, ekonomik temele tepkide bulunması ve onu belli sınırlar içinde değiştirmesi de bence oldukça açıktır." [189] (abç)
Hukukun belirlenmesi, bir devletin (yasama gücü olarak) varolmasını ya da bir sınıfın devlet iktidarını feth etmiş olmasını öngörür. Bu da devlet kurumlarının ve hukukun ifade ettiği ilişkilerin (her ilişki bir anlamda bir birlik oluşturduğu düşünülürse) varlığı demektir. Burada hukuk, bir ideolojik şekil olarak, yapılır, yaratılır, oluşturulur, düzenlenir, tasarlanır; hiçbir biçimde kendiliğinden doğmaz. Bu nedenle bir sınıfın entellektüel üretiminin sonucudur. İdeolojiler -ya da hukuk- "düşünülmüş" şeylerdir, düşünce ürünleridir. Bu nedenle kurumlardan sonra gelirler ve onları meşrulaştıran, doğrulayan, yalanlaştırıcı/yalanlaştıran ifadelerdir (gerekçelerin tersine dönmüş biçimleri). Ama bir kez oluşturuldular mı, onlar da temele tepkide bulunurlar ve onu belli sınırlar içinde değiştirirler. Bir başka deyişle, kendilerinin ürünü yeni ilişkiler ve oluşumlar (kurumlar) yaratırlar. Ama bu, köken sorununu ortadan kaldırmaz. Bu yüzden, Gramsci'nin iddia ettiği gibi, önce ideolojilerin oluşup, sonra bunların parti haline gelmesi, ancak belli bir evreden sonra olasıdır. Bu evre de, adına "parti" denmemiş bir önceki dönemin ürünüdür. Lenin'in parti üzerine yaptığı değerlendirmeler incelenecek olursa, bu gelişme daha açık görülecektir.
"Parti, gruplar olmaksızın gelişemezdi, ve çok sayıda (sınırlı) insandan oluşan ve hemen hemen kişisel arkadaşlık ilişkisine dayanan, kenetlenmiş kapalı olan gruplar Rusya'da sosyalizmin ve işçi hareketinin gelişiminde zorunlu olan bir aşama idi." [190]
Bu aşamadan sonra, "program ve taktiklerin temel sorunlarında" birlik sağlamasıyla birlikte "parti" aşmasına geçilir. Gruplar dönemi (ki bu da sözcüğün dar anlamında bir örgüttür, bir kurumdur) ideolojik birliğe ve maddi örgüt birliğine yol açarak partinin oluşmasını sağlar. Bir bakıma, gruplar dönemi, partinin ideolojisinin oluşturulmasıdır. Bu da dar anlamda bir örgüt (kurum) temelinde gerçekleştirilir ve her grup belli bir oranda bir "program" sahibi olmaya çalışır ve olur. Ancak Gramsci'nin savladığı gibi, "parti" haline gelmeden önceki "moment", "saf ekonomik-korparatif çıkarlar" alanı değil, tersine doğrudan politik mücadele alanıdır.
Teori pratikten çıkar, ama yeniden pratiğe döner ve pratiği düzenleme işlevi vardır. Bu son duruma bakıp pratiğin teorinin ürünü olduğunu söylemek mümkündür, ama bunu genel bir saptama olarak teorikleştirmek ise bir sapmadır ve de saçmadır. İşte Gramsci bunu yapmıştır. Konuyu biraz daha açalım:
İdeolojilerin niteliğine ilişkin Marksist saptama, burjuva ideolojisinin kavranılması ve bertaraf edilmesi için gerekli bilgiyi sağlayan yönüyle de önemlidir. İnsanlığın tarih-öncesini oluşturan kurumların önceliği durumu, gerçek tarihte, yani insanların kendi tarihlerini kendileri yapmaya başladıkları andan itibaren ortadan kalkacaktır. Yalanlaşmış, yalanlaştırıcı ve yanılsamalar yaratan ideolojiler, yerlerini, gerçeği ifade eden ve gerçekliğin biçimlendirilmesine hizmet eden ideolojiye (dünya görüşüne) bırakır. Ama böylece kendisini de ideoloji olmaktan çıkarır.
Bu neden böyledir? Ya da neden daha önceki ideolojiler bir yanılsamalar üretmek ve yaratmak amacıyla üretilmiştir? Bunun temel nedeni özel çıkar ile ortak (genel) çıkar arasındaki çelişkidir.
Üretim araçlarının özel mülkiyetin bulunduğu koşullarda -en gelişmiş ve sonal hali ile kapitalist mülkiyet-, insanlar, kendi "çıkar"ını düşünen, "bencil insanlar" olarak "atomlara" ayrışmıştır ve kendi ürünlerine "yabancılaşmışlardır". Bu yüzden bireyler, "ilkin kendileri için ortak çıkarlarıyla çakışmayan, özgül çıkarlarını ararlar. Sonra ortak çıkar onlara 'yabancı' ve onlardan 'bağımsız' bir çıkar gibi, özel ve ayırt edici 'genel' çıkara dönüşmüş gibi sunulmuştur ... Diğer taraftan da bu özgül çıkarların pratik mücadelesi, gerçekte sürekli olarak topluluğa ve hayali ortak çıkarlarına karşı işler ve devlet biçimindeki hayali 'genel' çıkar tarafından pratik olarak müdahale edilmesini ve sınırlandırılmasını gerektirir." [191]
Bu nedenle "egemen sınıfın yerine, kendi kendine geçen sınıf, önce yalnız kendi amacı içinde ilerleyebilmek için kendi çıkarını toplumun tüm üyelerinin ortak çıkarı gibi sunmaya, yani ideal biçimde kendi fikirlerine evrensellik biçimi vererek sunmaya ve bunları tek akılcı, evrensel doğru fikirler gibi göstermeye zorlanır. Bir devrim yapan sınıf ise, bir sınıf olarak değil, tüm toplumun temsilcisi olarak, egemen sınıfa karşı çıkan toplumun tüm kitlesi olarak bir sınıfa karşı olduğu için, salt bu yüzden daha değişik başlangıçtan yola çıkar. Başlangıçta gerçekten onun çıkarları, eski-mevcut koşulların baskısıyla henüz güçlü bir biçimde bağını sürdürdüğü gibi, çıkarı, özgül bir sınıf çıkarı olarak henüz yeterince gelişmiş olmadığından, bu yapılabilir. Bu yüzden onun zaferi, başat konum kazanamayan diğer sınıfların pekçok bireyi için de yararlıdır, ama sadece bu bireyler egemen sınıfa kendilerini yükseltme olanağı bulana kadar." [192] (abç)
Özetlersek, Marks ve Engels'de ideoloji ikiye ayrılır. Birincisi, tarihsel nedenlerle bir sınıfın kendi çıkarını ortak çıkar gibi göstermeye ve böylece tüm toplum üzerinde egemen olmaya yarayan (yanılsamalar sağlayan) gerçekliğin ters yüz edilmiş hali olarak ideoloji. Bu ideolojiler, belli bir tarihe sahip değillerdir. İkinci tip ideoloji ise, gerçekliğin bir ifadesi olarak ve insanın kendini, doğayı değiştirmesine, kendi tarihini yapmasına hizmet eden ideolojidir. (Bilimsel ideoloji ya da bilimsel dünya görüşü olarak da ifade edilmektedir.) Her iki tip ideoloji de, mutlak bir edilgenlik içinde olan, içinden çıktıkları temeli etkilemeyen konumda değillerdir. Yine de ideolojiler, belli bir ekonomik ilişkilerden ve oluşumdan sonra ortaya çıkmışlardır. "Özgül bir dönemde devrimci fikirlerin varoluşu, devrimci bir sınıfın var olmasını öngörür." [193] Böylece belli bir ilişki ve bu ilişkilerin oluşturduğu belli yapı (kurumlaşma) ortaya çıktıktan sonra, birinci tip ideolojiler, gerçeğin ters yüz edilmiş hali olarak oluşurlar. Burjuva ideolojisi bunun bir ifadesidir. Burjuva ideolojisi, kapitalizmin ekonomik temelde egemen olması, yani kapitalist ekonomik yapının (kurumlar olarak manifaktür, atölye, fabrika, sanayi birlikleri, borsalar, loncalar vb.) gelişmesiyle oraya çıkar ve bunlara belli bir meşruluk sağlar.
İşte Gramsci'nin "metodojik" ayrımının yarattığı çelişki bir kez daha açığa çıkıyor. Onun ideolojilerin "filizlenip" parti haline gelmeleri şeklinde ortaya koyduğu ve "şimdiye dek tarihte olduğu gibi" diyerek evrenselleştirdiği gelişme, burjuvazinin gelişmesinin belli bir evresini ifade eder. Marks-Engels'in tahlil ve saptamalarının evrenselliği, bunların genel bir evrim içinde ve tüm evreleri kapsayacak biçimde olmasından kaynaklanır. Bu yüzden, tarihsel olarak, proletarya ideolojisine kadar tüm ideolojilerin "kurumlardan sonra" geldiği saptaması evrenseldir. Proletarya ideolojisi ise, ikinci tip ideoloji olarak belli bir gelişim düzeyinden sonra, ama sınıf mücadelesinin içinde değil, yanında ve ona paralel olarak gelişmiştir.
Bu konuda, burjuvazi açısından "güçler ayrımı" doktrini örnek olarak alabiliriz. İlk burjuva devrimiyle birlikte "güçler ayrımı doktrini" formüle edilmiştir. Bu doktrin, dünyada burjuvazinin siyasal iktidarı -belli sınırlar içinde- ilk ele geçirdiği 1648 Cromwell hareketiyle İngiltere'de ortaya çıkmıştır. Bu doktrin, Magna Carta'yla başlayan bir sürecin sonucudur ve formüle edildiğinde aristokrasi ile burjuvazi arasında bir denge durumu mevcuttur. İşte bu dengenin ifadesi ve kabulü olarak "güçler ayrımı doktrini" ortaya çıkmıştır. Yine 1789 Fransız Devrimi'nin "eşitlik-özgürlük-kardeşlik" şiarı, o güne dek oluşmuş burjuva ilişkilerin, burjuva kurumların meşruluğunu sağlayan, önündeki engelleri kaldıran, ama burjuvazinin kendi çıkarlarını "ortak çıkar gibi" sunan bir burjuva ideolojisinin ifadesidir. Gramsci ise, Fransız Devrimi'ni, daha önceden "filizlenmiş" burjuva ideolojisinin ürünü olan iradi ve planlı bir hareket olarak görür. Bu devrimle politik iktidarı alan burjuvazi, devlet gücü ile ideolojisine uygun kurumlar yaratmıştır diye ifade eder Gramsci. Oysa ki, burjuva ideolojisi, ne ilkin Fransa'da oluşmuştur, ne de burjuvazi ilk kez Fransa'da iktidara gelmiştir. Ayrıca Fransız Devrimi, doğrudan burjuva ideolojisinin ürünü olması bir yana, ayrıca burjuva ideolojisinin gerçek oluşumunu sağlayan bir devrimdir de.
Tüm bunların yanında, Gramsci'nin de belirttiği ideolojilerin örgütleyici ve değiştirici niteliği tarihsel geçerliliğe sahiptir, ancak bu geçerlilik ideolojilerin kurumlarla ilişkisinde (birinci tip ideolojilerde daha belirgin olarak) bir neden değil, sonuçtur. Engels' in deyişiyle, ideolojiler "belli sınırlar içinde değiştirme" özelliğine sahiptirler.
Özetle söylersek, Gramsci'de genel olarak burjuva devrimlerinin rotası ile proletarya devrimlerinin rotasının aynılaştırılması, burjuva devrimlerinin bazılarının özelliklerini evrensel hale getimesine yol açmıştır. Bu, tüm teorisine yansıyan bir yanılgı niteliğindedir.
Tüm bunlara karşın, yine Gramsci'nin içinde bulunduğu koşulları öne sürülerek, konuları "metodojik" düzeyde ele almak gerektiği söylenebilir. Ama öylesine bir "metod" vardır ki, bunun kendisi buna olanak tanımaz: Diyalektik yöntem. Gramsci'nin çıkış noktası olan Hegel'in dediği gibi, "Minerva'nın baykuşu ancak karanlık bastıktan sonra uçmaya başlar". Yani önce olaylar yaşanır, sonra o olayların düşünceleri edinilir. (Bilginin oluşumu) Ayrıca itiraz olarak şu da söylenebilir ki, Gramsci, Marks ve Engels'in "Alman İdeolojisi"nde ortaya koyduklarını, cezaevi koşullarından kaynaklanan bir terminolojiyle ifade etmiş olabilir. Ve bu nedenle "sapma" olarak görünenlerin önemsenmeyebileceğini ileri sürmek pekâlâ mümkündür. Ama buna bizzat "Alman İdeolojisi" engeldir:
"Egemenliği amaçlayan her sınıf, proletarya gibi egemenlik altında olduğu zaman bile, tüm olarak toplumun ve genel olarak egemenliğin eski biçiminin ortadan kaldırılmasına yönelen her sınıf, kendi çıkarını genel çıkar gibi ortaya koyarak, yapmak zorunda kaldığı ilk momentte, ilkin politik iktidarı ele geçirmelidir." [194] (abç)
Ve bundan sonra, "proletarya gelişme seyrine eski sivil toplumun yerine, bütün sınıfları ve bunlar arasındaki çelişmeleri kendi dışında tutacak bir birlik koyacaktır. Ve sivil toplumdaki gelişmenin tam resmi ifadesi olan politik güç, bu anlamıyla artık mevcut olmayacaktır." [195]
Gramsci için ise, sorunların "korporatif planda değil de, 'evrensel' planda" ortaya konulması, bir sınıfın alt sınıflar üzerinde hegemonya (kültürel, moral, politik -kısaca ideolojik-) kurmasını sağlar ve devlet (politik güç) bu sınıfın "en fazla yayılması için uygun koşullar yaratmaya" hizmet ettiği için, bir sonraki momentin sorunudur. (Gramsci bu momenti -ki üçüncü momenttir- "askeri düzey" olarak tanımlar.) Bu da Gramsci'nin tezleri ile Marksist-Leninist tezler arasında önemli bir zıtlık olduğunu gösterir. Bu zıtlık, hemen her alanda sürekli yinelenir.
Gramsci, adına "sivil toplumda hegemonyanın fethi mücadelesi" dediği, geleneksel aydınlar blokunun dağıtılması ve bunların bir kısmının proletarya ideolojisine kazanılması mücadelesi onun örgüt (parti) anlayışını ve işlevlerini tanımlar. Proletarya, devlet iktidarını ele geçirmeden kendi organik aydınlarını yetiştiremeyeceğini düşünen Gramsci (ki "Güney Sorunu"nda sorunu böyle koyuyordu), bu andan itibaren tüm dikkatini geleneksel aydınları "ideolojik olarak" dönüştürmek ve kazanmak mücadelesine verir. Bu noktada da üst yapının "sivil toplum-politik toplum" olarak ayrılmasının gereği yeniden ortaya çıkar. ("Metodojik" ayrımdan uzaklaşma) Çünkü aydınlar, "egemen grubun, toplumsal hegemonya ve siyasal hükümet ast işlevini uygulayan 'vekilleri'dir (memurlarıdır)." Bu durumda aydınların iki bölüme ayrılması gerekir: 1) Sivil toplumda hegemonya işlvini gören aydınlar; 2) Politik toplumda (devlet) politik egemenliği sağlayan ve yürüten aydınlar (asker-sivil bürokrasi). Eğer bu ayrım, salt metodojik düzeyde kalsaydı, aydınların kazanılması devletin içten fethi anlayışına ulaşacaktı. Bu anlayışı da II. Enternasyonal oportünizminin öne ürdüğünü çok iyi bilen Gramsci, bundan uzak durmak ister. Bu nedenle "sivil toplum-politik toplum" ayrımıyla tüm aydınların değil, "iktidarın fethinin başlıca koşullarından biri" olarak "sivil toplumda hegemonyanın fethi"ni sağlayacak aydınların kazanılması öne çıkar. ("Metodojik" ayrımın gerçek ayrıma dönüşmesi.) Ancak Gramsci için, proletaryanın kendi "organik aydınlar"ını devlet ygıtının feth edilmeden önce yaratılamayacağı doğruysa, bunu proletaryanın gelecekteki iktidarının nüvesi olan bir oluşu içinde, yani parti içinde yaratamıyacağı yanlıştır. Proletarya partisi, proletaryanın "organik aydınlar"ının yetiştiği ve onlarca oluşturulan bir yapılanmadır. Bu partinin iki temel görevi vardır:
Birincisi, parti içinde ve proletaryaya ilişkin görevlerdir. Bu görevler, tüm parti üyelerinin "aydın" olarak yetiştirilmesidir. Bu kadroların politik ve askeri nitelikleri talidir. Ve bu şekilde eğitilmiş kadrolar (ya da proletaryanın "organik aydını" olması gerekenler), yani politik ve askeri niteliği ağır basan kadrolar, mücadelenin pekçok sorunun çözümünü güçleştirir. Böylesi bir kadro anlayışı (yani politik-askeri kadro anlayışı), "sivil toplum-politik toplum" farkını görmeyen ve ilk hedef olarak politik iktidarın fethini ("politik toplumun" ele geçirilmesini) düşünen ve bu yüzden "hareket savaşı stratejisini" ya da "cephesel saldırı" teorisini savunan kavrayışın ürünüdür -der Gramsci. Böylece Gramsci'nin anlayışında parti kadroları, bir yandn "aydın" niteliği kazanacak biçimde "kültürel" yönden eğitilirken, öte yandan onları politik ve askeri kadro haline sokarak "aydın" olmasını engelleyen "yanlış" devrim teorileriyle mücadele etmelidir. Bu ikinci yan, Gramsci'nin mücadele biçimleri konusundaki -özellikle Bordiga'ya karşı- eleştirilerinin temel nedenidir. [*9]
İkinci görev, parti dışında ve partinin işlevi olarak, egemen sınıfların ideolojik blokunu parçalamak ve geleneksel aydınları ideolojik olarak kazanmaktır. Böylece parti, içte ideolojik eğitime ağırlık verirken, dışta ideolojik mücadeleyi temel alır. Ancak bu ideolojik eğitim (içte) ile mücadele (dışta), Gramsci'nin anladığı anlamda düşünülmelidir, yoksa Marksist-Leninist ideolojik eğitim ve ideolojik mücadele ile önemli farkları vardır.
c- Aydınlar ve Proletarya Partisi
Gramsci'nin örgütlenme (parti) anlayışını derinlemesine ele alırken, kısaca Leninist parti anlayışını anımsatmakta yarar vardır.
Lenin'e göre, proletaryanın örgütleri çeşitlidir.
"Genel olarak örgütün derecesine ve özel olarak gizliliğine dayanarak kabataslak şu kategorilere ayrılabilir: 1) Devrimciler örgütü; 2) Mümkün olduğu kadar geniş ve değişik işçi örgütleri (belli şartlar altında, öteki sınıfların belli unsurlarını da kapsama alacağını düşünerek kendimi işçi sınıfı ile sınırlıyorum). Bu iki kategori partiyi meydana getirir. Ayrıca, 3) Parti ile işbirliği yapan işçi örgütleri; 4) Parti ile işbirliği yapmayan, ama fiilen onun denetimi ve yönetiminde olan işçi örgütleri; 5) İşçi sınıfının, sınıf mücadelesinin kendini büyük ölüde ortaya koyuşu sırasında herhangi bir ölçüde sosyal-demokrat partinin yönetimine giren örgütsüz unsurlar." [196] (abç)
Stalin, Leninist parti anlayışını şöyle özetler:
"1) Önde gelen parti işçilerinden, esas olarak profesyonel devrimci, yani parti çalışması dışında hiçbir işle uğraşmayan ve gerekli teorik bilgiye, tecrübeye, örgütsel pratiğe ve Çarlık polisiyle dövüşme ve ellerinden kurtulma ustalığına sahip olan parti işçilerinden meydana gelen sıkı ve düzenli bir kadro; 2) Yüzbinlerce emekçinin sevgisi ve desteğini kazanan bir mahalli parti örgütleri ağı ve çok sayıda parti üyesi." [197]
Bu şekilde oluşan bir parti yukardan aşağıya örgütlenir.
"Devrimci sosyal-demokrasinin örgütlenmedeki ilkeleri, demokrasiye karşı hiyerarşik yapı, ya da diğer bir deyişle otonomiye karşı merkeziyetçiliktir. Bunlar eyyamcıların savunduklarının tam tersi ilkelerdir. Sonuncuların savundukları ilke, tabandan yukarı doğru tırmanmak istediği için, en uzak otonomiye ve demokrasiye varıncaya dek vardır. Fakat devrimci sosyal-demokrasi iktidar mücadelesini yukardan başlattığı için, bölümlerin karşısında merkez teşkilatının haklarını ve tam yetkisini ve iktidarının genişletilmesini savunur." [198] (abç)
Bu şekilde örgütlenmiş Bolşevik Partisi, nesnel koşullara bağlı olarak kendi taktiklerini belirler. Kapitalizmin -zayıf da olsa- iç dinamikle geliştiği ve bu yüzden milli krizin kesikli olduğu ülkelerde, devrimci mücadele evrim aşaması ve devrim aşaması şeklinde iki evrede mütalaa edilebilir ve her iki aşamada da proletarya partisinin görevleri değişiktir. İkinci Bölüm'de gördüğümüz gibi, evrim aşamasındaki çalışma tarzı işçi sınıfını bilinçlendirmek, örgütlemek, işçi sınıfı ile öncüsünün (partinin) bağlarını sıklaştırmak, işçi sınıfının ve emekçi halkın bilincini yükseltmek, demokratik muhalefetin en solunda yürüyerek egemen sınıfları yoğun politik propagandayla teşhir etmektir. Parti içinde ise, oportünizme karşı ideolojik mücadele yürütülür. Devrim aşamasında ise, partinin görevleri silahlı ayaklanmayı örgütlemek ve yönetmektir.
Bilindiği gibi Lenin, proletarya partisinin asıl görevinin proletaryanın politik mücadelesini, yani iktidar mücadelesini yürütmek olduğunu söyler. Lenin, ekonomizmin, proletaryayı ekonomik mücadeleye yöneltmek ve partinin görevini de bu mücadeleyi yürütmek, buna siyasal nitelik kazandırmak olduğu şeklindeki tezini şiddetle reddeder. Proletaryanın dikkatini kendine ve kendi ekonomik mücadelesine yöneltenlerin sosyalizme ihanet ettiklerini söyleyen Lenin, partinin görevini, proletaryanın iktidar mücadelesini yürütmek olarak saptar. Bu temelde, partinin işlevi, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasını örgütlemektir.
"Bizim en büyük hatamız, siyasal ve örgütsel görevlerimizi, her günkü iktisadi mücadelenin kısa vadeli, 'elle tutulur', 'somut' çıkarları düzeyine indirgememizdir." [199]
"En geniş siyasal ajitasyonun yürütülmesi ve bunun sonucu olarak da bütün alanları kapsayan siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının mutlak olarak zorunlu olduğunu ve eğer eylemimiz gerçekten sosyalist bir eylem olacaksa, bu eylemin başlıca görev olduğunu gördük." [200] (abç)
Bu Leninist parti anlayışına karşı ileri sürülen bir itirazı ele alalım. Buna göre, Leninist parti anlayışının göreli olarak kapitalizmin geri olduğu, otokratik bir yönetimin bulunduğu (Gramsci' nin diliyle söylersek "sivil toplumun ilkel ve peltemsi" olduğu) Rusya gibi ülkelerde geçerlidir; kapitalizmin ileri düzeyde olduğu ülkeler için ("Batı" için) geçersiz olduğu, en azından yetersizdir. Nitekim II. Enternasyonal oportünistleri Leninist parti anlayışına bu temelde karşı çıkmışlardır. [*10] Komintern'in V. Dünya Kongresi'nde (1924) tüm komünist partilerin "Bolşevikleştirilmesi" kararını alırken, temelde bu anti-Leninist görüşlerin tasfiyesini hedefliyordu.
Gramsci, PCI yöneticisi ve Komintern Yürütme Komitesi olarak V. Dünya Kongresi kararını benimsemiş ve geniş biçimde PCI içinde uygulamıştır. Öyle ki Bordiga'nın "bolşevikleşme"ye karşı, yani Leninist anlayışa karşı çıktığında buna karşı mücadeleyi başlatan bizzat Gramsci olmuştur. (Bu konuda Gramsci'nin 9 Şubat 1924 tarihine bakmak yeterlidir. Bkz: Üçüncü Bölüm) Bu bağlamda onun Leninist parti anlayışını "Batı" için geçersiz olduğunu düşündüğünü söylemek olanaksızdır. Ancak "Defterler" incelendiğinde, bunun biçimsel olduğu, Leninist parti anlayışından yalnızca merkeziyetçiliğin alınmış olduğu görülmektedir. Genel olarak Gramsci ile Lenin'in saptamaları arasındaki çelişkiyi (ya da ilişkiyi) bir yazar şöyle ifade etmektedir:
"Gramscigil hegemonya kavramı, Lenin'kine çok yakındır. Gene de önemli bir nokta üzerinde, kültürel ve ideolojik yöntemin ön plana gelmesi üzerinde, ondan ayrılır... Lenin, hegemonyanın salt politik görünümü üzerinde durur, çünkü onun için özsel sorun devlet aygıtının kaba güç aracılığıyla devrilmesidir: amaç politik toplumdur ve ona erişmek için ön bir politik hegemonya zorunludur. ... Buna karşılık Gramsci'ye göre, yönetici sınıfa karşı mücadelenin özsel alanı sivil toplumda yer alır: sivil toplumu denetleyen grup hegemonik gruptur ve politik toplumun fethi, onu devletin tümüne yayarak, bu hegemonyayı tamamlar. Gramscigil hegemonya sivil toplumun politik toplum üzerindeki önceliğidir. Leninist çözümleme bunun tam tersidir. Bu farkı hafifletmek için Gramsci, sivil toplumn ülkelere göre değişen önemine bağlı bulunan böyle bir karşıtlığı Lenin'nin önceden söylediğini belirtir." [201] (abç)
Bir Gramsci incelemecisi olan Portelli'nin belirttiği bu "terlik", Lenin'in belirttiği "iktidar mücadelesinin yukardan başlatılması" ile birleşince parti anlayışında çok net biçimde görülü. Şüphesiz dünyayı farklı yorumlayanların onu değiştirme tarzları, kullandıkları araçlar da farklı olacaktır.
Daha önce belirttiğimiz gibi Gramsci'nin parti anlayışı, kuruluş ve yapılanış olarak biçimde Leninisttir. Öyle ki Jakobenliğe yönelttiği tüm eleştirilere karşın, Jakobenist bir anlayışa sahipmiş gibi görünebilir Gramsci. Lenin, partinin "illegal çekirdeklerden oluşur" [202] saptaması ve partide "program ve taktiklerin temel sorunlarında birlik" [203] olması gerekliliğini çeşitli yazılarında belirtmiştir. Bu iki öge, yani "illegal çekirdek" ve "program ve taktiklerin temel sorunlarında birlik", Gramsci'de "kararlı ve kalıcı öge" ve "kollektif irade ve homojenlik" olarak devriklenmiştir. Ve ona göre, partinin gelişmesi "merkezdeki çekirdeğin organik gelişmesiyle" [204] gerçekleşir; demokratik merkeziyetçilik "hareket halinde bir merkeziyetçiliktir". [205] Gramsci'nin Leninist parti anlayışıyla benzerliğin hepsi de bu kadardır. Bu noktada ilginç olan da, benzerliklerin, pekçok oportünist ve revizyonistlerin Leninizme yönelttikleri ağır suçlamaların konusu olmasıdır ve aynı çevreler için Gramsci ise bir "demokrattır". Oysa "Stalinizmin Leninizmi" (!) diyerek suçlanan Leninist parti anlayışındaki merkeziyetçiliğin benimsenmesi ve bunun güçlendirilmesinin savunulması Gramsci için oldukça önemlidir. Bunun nedeni, şüphesiz PCI içinde güçlü bir muhalefetin güçlülüğü olması ve bu Leninist ilkeyle salt muhalefeti güçsüzleştirmek istenmesidir.
Şimdi Leninizm ile Gramsci'nin örgüt anlayışındaki farklılıkları görelim:
Gramsci, "bir partinin var olması için üç temel ögenin birleşmesi zorunludur" der. [206] Bu ögeleri ise şöyle ifade eder:
Birinci temel öge: "Bir kitle ögesi, sıradan ve ortalama insanların oluşturduğu bir kitle ögesi. Bu kişilerin katılması yaratıcı ruh ve örgütçü yetenek değil de, disiplin ve sadakat biçiminde olur. Bunlarsız parti olamayacağı doğrudur, ama sadece bunlarla var olamayacağı da doğrudur. Bunlar, kendilerini merkezileştiren, örgütleyen ve disipline eden birileri olduğu sürece bir güçtür. Bu birleştirici gücün yokluğunda onlar dağılırlar, aciz birer toz taneciği gibi yok olurlar. Bu unsurların her birinin birleştirici bir güç olabileceği yadsınamaz, ama ben, böyle bir güç olmadıkları ya da böylesi bir güç haline getirecek koşulların olmadığı -ya da eğer böylesine bir güç iseler, politik olarak etkin olmayan ve sonuç doğurmayan sınırlı bir alanda sıkışmış oldukları- momentten söz ediyorum." [207] (abç)
İkinci temel öge: "Başlıca birleştirici öge ki, ulusal planda merkezidir ve kendi başlarına bırakıldığında hiçbir değeri olmayan bir güçler bütününü etkin ve erkin kılar. Bu öge, yüksek düzeyde birleştirici, merkezileştirici ve disipline edici güçle donanmıştır ve -belki de bu değerlerin temelidir- icatta bulunma gücüne de sahiptir. Bu ögenin tek başına partiyi meydana getiremeyeceği de doğrudur, yine de ilk görünen ögeye göre, parti meydana getirme yeteneği daha fazladır." [208]
Üçüncü temel öge: "Bir aracı ögedir, ki bu, birinciliyi ikinciye, yalnızca 'fiziki' olarak değil, aynı zamanda moral ve entellektüel olarak da birleştirir ve temasa getirir." [209]
"Gerçeklikte bu üç öge arasında her parti için 'sabit oranlar' söz konusudur ve bu 'sabit oranlar' gerçekleştirildiğinde en yüksek etkinliğe ulaşılır." [210]
Görüldüğü gibi, Gramsci'de parti, kitle + militan kadro + merkez yöneticiler olmak üzere üç kısımdan meydana gelir. Bu üçlü yapı Leninist partinin ikili yapısına göre, bir genişlik ifade ettiği ve Gramsci'ninki geniş kapsamı nedeniyle "kitle partisi" anlayışına denk düştüğü söylenebilir. Ama bunu böyle tanımlamak ve Leninist partinin "kitle partisi" olmadığını ileri sürmek tam bir bilisizliktir. Leninist parti bir devrim partisi, bir savaş örgütü, bir öncü müfrezedir. Onun kitleyle ilişkisi, kitlelerin seviyesine inerek değil, kitlenin seviyesini partinin düzeyine yükselterek, yani kitleye sınıf bilinci vererek onları kadrolaştırarak partiye almaya dayanır. Proletaryanın kitle partisi kavramı, Leninist bağlamda düşünülmedikçe bir burjuva örgütlenmesi (parti) anlayışından öteye geçemez. Bu kitle-parti ilişkisi öylesine özseldir ki, menşevik-bolşevik ayrımının temelini oluşturmuştur. Bilindiği gibi, RSDİP' nin II. Kongresi'nde Parti Tüzüğü ele alınmıştır. Bu kongrede tüzüğün I. maddesi üzerine Lenin şiddetli bir mücadeleye girişmiştir. Martov'un önerdiği haliyle, I. madde, yani parti üyesinin tanımına ilişkin madde, "her grevcinin parti üyesi olması"na yol açabilecek niteliktedir. Böylece parti içinde ve parti ile kitle arasındaki tüm sınır çizgileri kaldırılmış olmaktadır. Lenin ise, her grevcinin kendini parti üyesi ilân edemeyeceğini, parti üyesi olunabilmesi için daha başka nitelikler istenmesi gerektiğini söylüyordu. Belli bir teorik düzeyi garanti altına alan partinin dar ve profesyonel devrimcilerden oluşan bir çekirdek ve bunun etrafında oluşan parti kadrolarının oluşması Leninist parti anlayışını ifade eder.
Gramsci, birleştirici, örgütleyici, disipline edici güç olarak bir ögeden söz etmekle profesyonel devrimcilere atıf yaptığı ileri sürülebilirse de, onda, bunlar merkez yönetim olarak "aracı öge" kullanan (kuryeler gibi) statik bir yapıdır. Oysa Leninizmde merkez, profesyonel olarak çalışan parti işçileri demektir ve dinamiktir.
Gramsci, parti hiyerarşisinde, kendisinin üç ögesini bir orduyla benzeştirerek açıklar. (İlerde göreceğimiz gibi, politik mücadele biçimleri konusunda da aynı benzeşme yöntemi kullanır.) Gramsci bu açıklamayla, partiyle, tüm kitleyi (proletaryanın tamamını) örgütlenmiş bir yapılanmasını anladığını ortaya koymaktadır.
"Sabit oranlar teoremi, örgüt bilimine (yönetim makinesinin, demografik bileşimin vb. incelenmesi) ve hatta genel siyasete (durumların, güç ilişkilerinin çözümlenmesinde, entellektüel sorununda vb.) ilişkin birçok usavurmanın daha belirgin bir düzenlilik içinde olması ve daha açık kılınması için yararlı bir biçimde kullanılabilir. ... Özellikle örgüt bilimi yararlı bir biçimde bu teoreme başvurabilir ve bu olanak ordu konusunda açıkça ortadadır. Gerçekten her toplum biçimi, kendine özgü bir ordu türüne ve her ordu türü de kendine özgü ve üstelik farklı kuvvet ve uzmanlaşmış sınıflar bakımından değişen bir sabit oranlar ilkesine sahiptir. Erler, rütbeli erler, astsubaylar, subaylar, üstsubaylar, kurmaylar, Genel Kurmay vb. arasında belli bir oran söz konusudur." [211] (abç)
Gramsci'nin kendisine örnek bir örgütlenme olarak seçtiği ordunun erleri, partisinin birinci temel ögesini oluşturur. Diğerleri de astsubaylar, subaylar vb. dir. Tabi ki bir partinin hiyerarşik yapısı, merkeziyetçiliği ve disiplini çok dikkatli olmak koşuluyla, bir orduyla benzeştirilebilinir. Yoksa çok kolaylıkla militarist bir yapılanmaya, emir-komuta zincirine varılarak, politik nitelik ve demokratik yan dışlanır. Gramsci'nin, sık sık askeri konulara yaptığı atıflarla, bir yerde aşırılaşma eğilimi taşıdığını söyleyebiliriz. Her şeye karşın Gramsci'nin anti-Leninist yanları, özsel olarak "metodojik" dediği üst-yapı ayrımına dayanır.
Nasıl ki Gramsci proletarya devrimi ile burjuva devrimini özleştiriyorsa, aynı biçimde burjuva toplumundaki hiyerarşi ("aydınlar hiyerarşisi") ile proletarya partisindeki kademeleşmeyi aynılaştırır. Yukarda "sabit oranlar" konusunda gördüğümüz askeri örgütlenmeyi (ordu) bir başka yerde hiyerarşi için atıf yapmakta kullanır:
"... askerlik örgütü hiyerarşiye örnek olarak gösterilebilir: astsubaylar, üstsubaylar, kurmaylar, bir de gerçekte önemleri sandığımızdan büyük olan birliklere bağlı basamaklar." [212]
Bu noktada bir ayrımın da altını çizmek gerekmektedir: Gramsci'nin üç temel ögesi ile (ki bunlar partiyi oluştururlar) bunların herbirinin iç ve alt oluşumları karıştırılmamalıdır. "Sabit oranlar teoreminde" ifade edilen bileşim, bir parti içi hiyerarşik yapılanmayı ve kademeleşmeyi ifade ettiği bağlamda, hemen hemen tüm partilerde görülebilir. Ancak buna karşın üç temel ögesinin, partinin kendi sınıfını tümüyle kapsaması bağlamında bir yeri vardır ve bu yüzden merkez ile kitle arasında bir "orta kademe" (aracı öge) ortaya çıkar. Gramsci'de bu "aracı öge", alt kadrolar ile merkez arasında ilişki ve bağlantıyı sağlayan bir yapı, öge değildir. Bu öge, kitle ile merkez arasında bulunan bir sistemdir. Marksist-Leninist partide yapay bir "orta kademe" bulunmaz. Bu kademenin düzen partilerindeki yeri ise açıktır, ama proletarya partisinde gizlilikten kaynaklanan ve bir uzlaşma-işbölümü gereği olarak ortaya çıkan bir dizi alt organlar ve kadrolar bulunur. En alt basamakta yer alan "hücreler", Marksist-Leninist partide sözcüğün dar anlamında birer örgüttürler ve bunların iç yapılanması ve sayısı, partinin gelişimine ve devrim sürecinin öne çıkardığı görevlere göre değişir ve hiçbir zaman sabit oranlara bağlanamaz. [*11]
Gramsci için durum böyle değildir. Onun partisi, "sivil toplum ile politik toplum"un bütünsel bir ifadesidir ve toplumdaki üst-yapıya denk düşer, ama çekirdek halinde böyledir. Oysa tıpkı bir toplumda olduğu gibi, parti içinde de sürekli "kararsız dengeler" oluşur ve bunlar aşılır, yeniden oluşur. Böylece sürekli yeni dengeler kuran bir iç yapılanma süreci yaşanır. Bu edenle bir partinin nicelik ve niteliğini, kimya biliminin "sabit oranlar teoremi" ile belirlemeye kalkmak bir yanılgıdır ve Gramsci'nin bu yanılgısını -yine- "metodojik" deyip, "öğretici" deyip hafifletmeye çalışmak bir işe yaramayacaktır. Artık bunlar eskimiştir.
Gramsci, proletarya partisi olarak kendi anlayışındaki partinin iç ve dış temel görevlerini de şöyle ifade eder:
"Bazı toplumsal gruplara göre, politik parti, sadece kendi organik aydınlarını dilediğince geliştiren bir araçtır. Bu yetiştirme üretici-teknik alanında değil, doğrudan doğruya politika ve felsefe alanında olmaktadır." [213] (abç)
"Bütün gruplar için ise, politik parti, devletin politik toplumda daha geniş ve daha bileşimli biçimde gördüğü işi, sivil toplumda gören, yani belli bir egemen grubun organik aydınları ile geleneksel aydınları birbirine bağlayan mekanizmadır. Parti bu işi, temel görevine bağlı olarak yapar. Bu temel görev de, kendini oluşturanları, yani ekonomik olarak doğup gelişen toplumsal grubun ögelerini işleyip onları eksiksiz, sivil ve poltik toplumun birer usta politik aydın yöneticisi ve örgütleyicisi durumuna yükseltir." [214] (abç)
Gramsci için, partinin temel işlevi "eğitici işlevidir, yani entellektüel işlevidir". [215]
"Güney Sorunu" yazısında proletaryanın kendi öz aydınlarını ("organik aydınlar") "ancak devlet iktidarını ele geçirdikten sonra oluşturabilir" diyen Gramsci, "Defterler"de, bunun parti içinde ve partinin temel görevi olarak, ama devlet iktidarının ele geçirilmesini tümüyle dışlayarak, gerçekleşebileceğini savunur. Gerçekte bu önemli bir fark olarak görünmez. Sorun, pratiğin, gelecekteki yeni toplumun (sosyalist toplum) çekirdeği olup olmadığıdır. Gramsci, sivil toplum ve politik toplumu kendi bünyesinde, ama bir nüve olarak toplayan parti anlayışı ile, soruya olumlu yanıt verir. Bu haliyle "fabrika konseyleri" anlayışını "terk" etmiş bulunmaktadır, ama bir farkla: artık fabrika konseyleri, proletarya partisinin içinde yer alan örgüt birimleridir ("fabrika hücreleri" olara). Bu evrim, Gramsci'nin 1926 öncesi anlayışının terki olarak değil de, gelişimi olarak ele alınması daha doğrudur.
Bilindiği gibi Komintern V. Dünya Kongresi, partilerin "bolşevikleştirilmesi" kararı almıştır. Bunun PCI de uygulanması ise Lyon Kongresi kararıyla netleşir. Bu kongrede Gramsci, partinin fabrikalarda "hücreler" şeklinde örgütlenmesi gerektiğini önerir ve Kongre bu öneriyi kabul eder. Partinin bir organı olarak buradaki "fabrika hücreleri" Gramsci'nin Ordine Nuovo'daki "fabrika konseyleri" ile benzeşir, ya da Gramsci onların birbirine denk olduğunu varsayar. İkisinin arasındaki fark, ikincisinin bir parti yapısı içinde olmayışıdır. (Ve o dönemde Gramsci'ye yöneltilen eleştirilerden biri de "konseyler"i parti konusu dışında ele aldığı şeklinde olduğunu anımsatalım.) Artık "fabrika hücreleri" temelinde örgütlenen bir parti vardır ve bu parti kaçınılmaz olarak "sovyetler"in işlevlerini de yerine getirecektir. İşte Gramsci'nin katkısı buradadır. Onun için, artık, parti-sovyetler ("konseyler") şeklinde ikili bir örgütlenme olmayacaktır. Sovyetlerin işlevlerini de parti yerine getirecektir. Sovyetler işçilerin ve köylülerin (askerler) yönetim aygıtı, yani yeni devlet biçimidir. Aynı zamanda, ekonomik niteliği, üretimi düzenleyen yanı vardır, ama belirleyici olan sovyetlerin yeni tip devlet olmasıdır. Sivil toplum ile politik toplumu kendi bünyesinde birleştiren parti, bu sovyetleri de kapsamına alır. Gelecekteki -ama yakın gelecekte- proletarya iktidarının nüvesi olan sovyetlerin partiye alınması, partinin nüve haline gelmesine yol açması ve böyle algılanması çok doğaldır. Çünkü, bu bağlamda, "organik aydınla" parti içinde, yani bugünden yarına gerçekleşen bir proletarya iktidarı altında (nüve halinde de olsa) yaratılabilinecektir. Demek ki Gramsci, "Güney Sorunu"ndaki görüşlerinden ve Ordine Nuovo dönemindeki tezlerinden hiç de uzaklaşmış değildir.
Proletaryanın öncü müfrezesi olarak, onun en ileri ve en savaşkan unsurlarının örgütü olarak parti ile proletaryanın devlet biçimi olan sovyetlerin birbirine karıştırılması, partinin önderliğini yadsımak olduğu kadar, onun sovyetleri örgütleme işlevini de, sovyetlerin kendisini de ortadan kaldırır. Bu hangi gerekçelerle savunulursa savunulsun, özde proletarya partisini sıradanlaştırmak, kitle düzeyine indirmek, öncülüğü reddetmek, kısaca anti-Leninist bir anlayıştır. Gramsci, partiyi (Leninist anlamda), "sivil toplum", sovyetleri "politik toplum" örgütü olarak yerleştirdiğinden, bunların "birliğini" sağlayan yeni bir parti anlayışına ulaşır. Sonuçta yanılgı "metodojik" olduğu ileri sürülen Hegelci diyalektiğin (idealizmin içkin olarak var olduğu) kullanılması ile yapılmış olan "sivil toplum-politik toplum" ayrımına dayanmatadır. [*12]
Gramsci'nin parti ve aydınlar konusundaki diğer bir yönü de, II. Enternasyonal oportünizminin dogmalarıyla olan benzerlikleridir. Bilindiği gibi, II. Enternasyonal oportünistleri, proletarya "ülkeyi yönetmeye yetenekli, eğitilmiş kimselerden ve yöneticilerden yeteri kadar hazır kadrolara sahip değilse, proletarya iktidarını koruyamaz, dolayısıyla ilk önce kapitalist rejimde kadroları yetiştirmek, sonra iktidara geçmek gerekir" demekteydiler. İşte Gramsci'nin politik iktidarın fethinden önce "sivil ve politik toplumun birer usta politik aydını, yöneticisi ve örgütleyicisi" yetiştirme temel görevi; işte, "yeteri kadar hazır kadro" nun sayısını saptamaya yarayan "sabit oranlar teoremi"; işte, güçlü sivil toplumun olduğu yerde devletin "ön siper" olması ve sivil toplumun "direnmesi" anlayışı (iktidarı koruması).
Gerçekte Gramsci, kendi görüşlerini ve PCI deneyimini irdeleyerek genel bir teori oluşturmaya yönelirken (ve üstelik Marksizme bir "felsefe sistemi" vermek amacıyla da), özgül durumları büyük ölçüde genlleştirip ele aldığı görülmektedir. Hemen tüm ülkelerde koünist partilerinin kuruluşu, ilkin burjuva ve küçük-burjuva aydınlarının proletarya ideolojisini benimsemesiyle başlamıştır. Gramsci'nin sözleriyle söylersek, geleneksel aydınların bir kısmı ideolojik olarak proletarya saflarına kazanılmıştır, ama kendiliğinden bir gelişmenin ürünü bir kazanmadır bu. Lenin'in deyişiyle, bunun nedeni, "bilimin taşıyıcıları burjuva aydınları" [216] olmasıdır. Ve bu aydınlar proletarya ideolojisini benimseyerek bunu proletaryaya iletirler (bilincin dıştan iletilmesi). Bu ilk dönemde, şüphesiz burjuva ideolojisine ve onun yarattığı sapmalara karşı verilen ideolojik mücadele, partinin kuruluşu için gerekli ve belirleyici bir koşul ve mücadeledir. Bu nedenle proletarya partisinin kuruluş döneminde, parti içinde sınıfsal köken ayrımı yapılmaz, bunun yerine profesyonel devrimcilik esas alınır. Proletarya partisi kurulduktan sonra, yani "en iler unsurlar" örgütlü hale geldikten sonra, temel görev proletaryanın iktidar mücadelesini yönetmektir. Bunun için de proletaryanın bilinçlendirilmesi ve örgütlenmesi gerekir. Proletaryaya sosyalist siyasal bilinç iletilir ve onların parti üyeliği için gerekli koşullara sahip olması sağlanarak parti içinde örgütlenir. Ama proletaryanın iktidar mücadelesinde tek örgütü parti değildir. Proletaryanın, Lenin'in belirttiği gibi değişik örgütleri vardır ve sovyetler de bunlardan biridir.
İkinci olarak, Lenin, parti kadrolarının politik niteliğine önem verir. Bu yüzden kadroların, devletin ve toplumun yöneticisi, örgütleyicisi olması, mevcut devlet aygıtının parçalanarak ele geçirilmesi gerektiğinden, bugünden yarına gerçekleştirilecek bir görev değildir. Parçalanarak ele geçirilecek devlet aygıtının yerine, yeni ve o güne kadar insanlık tarihinde görülmemiş bir mekanizma konacaktır (sovyetler). Bu mekanizmada, bürokrasi ve militarizm bulunmaz; bürokrasi lağvedilir ve bürokratik işlemler, her işçinin kolayca üstesinden gelebileceği biçimde basitleştirilir. Yani bugünden öğrenilmesi gereken bir devlet yöneticiliği yeteneğine, deneyimine hiç de gerek yoktur. (Bu proletarya iktidarının temel özelliklerinden birisidir.) Profesyonel ordu yerine, halkın özerk silahlı örgütlenmesi konur ve burjuva parlamentosu tümüyle tarihten silinir. Tüm bu özellikleri karşısında, partinin devrim öncesinde devleti (ve de toplumu) yönetecek kadrolar yetiştirmesi gerektiğini söylemek boş bir yineleme (totoloji) olmaktan öte, siyasal oportünizmdir. (Salt üretime, üretim tekniğine ilişkin olarak teknik personelin yetiştirilmesi konusu ele alındığında -ki Gramsci' ye göre bu personel "yeni aydın tipi" olarak proletaryanın organik aydınlarını oluşturur-, bunun proletaryanın devlet aygıtını ele geçirdikten sonra proletaryanın kendisi tarafından yapılabilineceği açıktır.)
Tüm bu ve benzeri gerçeklerden sonra, "bütün insanlar aydın kişilerdir" [217] demek, ve giderek özelleşerek "bir politik partinin bütün üyelerini aydın saymak gerektiğini" [218] söylemek gülünç değilse, trajiktir. İnsanların düşünen, düşünce sahibi olmaları niteliğini öne çıkararak "aydın" (düşünce üreticisi) diye savlamak, maddi emek ile zihni emeğin birbirinden ayrılması ve birbiriyle çelişmesini unutmak, ve eğer böyle bir "ayrılık" varsa bunun aşılmasının "öznel" olduğunu söylemek demektir. Bir başka deyişle, sosyalist toplumda çözülerek sınıfsız topluma geçildiğinde mevcut olmayacak bir çelişkiyi, kapitalist toplumda "atomlar" düzeyinde çözmeye kalkmak subjektif idealizmdir. Marks-Engels, "Alman İdeolojisi"nde, bireylerin "bilinç ve dolayısıyla düşünce sahibi" olmaları ile "düşünce üreticileri" olmalarını birbirinden kesin olarak ayırırlar. Bunu da işbölümünün bir sonucu olarak maddi-emek ile zihni-emeğin birbirinden ayrılmasının ürünü olarak belirtirler. Ve sonuç ise açıktır:
"Üretici güçler, toplumsal durum ve bilincin birbiriyle çelişebileceği ve çelişmek zorunda olduklarıdır. Çünkü işbölümü entellektüel ve maddi etkinliğin (etkinlik ve düşünce, yani düşüncesiz eylem ve eylemsiz düşünce), yani eğlence ve çalışma, üretim ve tüketim, ayrı bireylerin payına düşmesi olasılığını, daha doğrusu gerçeğini gösterir; bunların çelişmemesinin tek olasılığı da işbölümünün dönüştürülmesine (yadsınmasına) bağlıdır." [219]
II.
DEVRİM VE BUNALIM
Gramsci bir sınıfın, egemenlik için yürüttüğü mücadelenin nasıl planlanması gerektiğini, yani devrim stratejisini, ilkin bu mücadelenin gelişim evrelerinin saptanması ve bu evrelerdeki karşılıklı güç ilişkisinin belirlenmesiyle birlikte ele alır. Daha tam deyişle, "durum tahlilleri" ile "güçler dengesi"ne bakarak, belirli bir evredeki (momentteki) mücadelenin rotasını ve mücadele biçimlerini ele alır. Her durumda egemenlik için yürütülen mücadeleyi üç ana düzeyde ("momentte") ele aldığını daha önceki bölümde görmüştük. Sırasıyla bu ana düzeyler:
1) Ekonomik-korporatif mücadele,
2) Politik-ideolojik mücadele,
3) Politik-askeri ve askeri mücadeledir.
Her düzeyin ve mücadelenin kendine özgü örgütleri ve hedefleri vardır. Bu ana düzeylerin alt momentleri ise şöyledir:
Gramsci'nin "ilk ve basit moment" olarak tanımladığı "ekonomik-korporatif" evrede, sınıfların bireyleri ekonomik çıkarlarla bir araya gelirler ve bu çıkarları sağlamak için mücadele ederler. Bu mücadelenin örgütleri ise mesleki (korporatif) niteliktedir. Bu düzeyde proletaryanın örgütlenmesi sendikalardır. (Ekonomik mücadele ve sendikalar).
İkinci "moment", mevcut düzen içinde kısmi reformlar için yapılan mücadele evresidir. Bu evrede proletarya "yasama ve yürütmeye katılma", burjuvaziyle "siyasal ve hukuksal eşitliği sağlama" amacıyla mücadelesini sürdürür. Marksist-Leninist terminolojiyle söylersek, bu evredeki mücadele demokratik haklar için yapılır. Bu mücadelenin örgütleri ise, ilkin Fransız Devrimi'nde görülen biçimiyle "kulüpler"dir. (Demokratik mücadele ve demokratik kitle örgütleri -dernekler, kulüpler, birlikler-)
Üçüncü "moment", siyasal mücadele evresidir. Burada mücadelenin hedefi, proletaryanın "sivil toplumda hegemonyasını" kurmaktır. Bu yüzden mücadele alanı "sivil toplum"dur ve sivil toplum örgütleri içinde yürütülür. Bu mücadelenin örgütü, "ekonomik ve siyasal ereklerin birliği" ile "entellektüel ve moral birliği" ifade eden partidir. Proletarya partisi, proletaryanın alt-bağımlı gruplar üzerinde hegmonyasını sağlamak için mücadele eder. Bu alt-bağımlı gruplar ise, urjuva toplumunda irincil olarak köylülerdir. (Hegemonya için mücadele ya da ideolojik mücadele ve parti)
Dördüncü "moment" (üçüncü ana düzeyin ilk basamağı olarak) ise, politik-askeri mücadele evresidir. Bu evredeki mücadele "hegemonya sahibi askeri gücü, savaş faaliyetinin büyük bir bölümünü yok ederek, büyük bir arazide erimeye ve dağılmaya zorlaması anlamında askeri karakterde sonuçlar doğuracak nitelikteki siyasal eylem biçimleriyle" yürütülür. [220] (Askeri mücadelenin birinci evresi ve partinin politik-askeri niteliğinin öne çıkması)
Beşinci "moment" ise, dar ya da teknik-askeri mücadele evresidir. Bu evrede, doğrudan devletin zor aygıtı (ordu, polis vb.) ile mücadeleye girişilir. Açık siyasal zora karşı devrimci zor kullanılır. (Askeri mücadele ya da ayaklanma ve silahlı örgütlenme)
Gramsci, bu "momentlerden" ilk üçünün "siyasal güç ilişkileri", son ikisinin ise "askeri güç ilişkileri"ne ait olduğunu belirtir. Siyasal güç ilişkilerini kapsayan siyasal düzey (ikinci ana moment) ekonomik temele ilişkin gelişmenin (birinci ana moment) bir ürünüdür ve oradan kaynaklanır. Ama "tarihsel hareket, devamlı olarak birinci ve üçüncü moment arasında ikinci momentin aracılığıyla salınır." Her moment belli bir güçler ilişkisi olarak bir "güçler dengesi" oluşturur. Ve mevcut durum tahlilleri de, bu dengenin durumunu saptamaya yarar.
"Bu bir düzeyden ötekine gelişme düzeyi gerçekleşmezse, bu süreç o zaman öz olarak kişilerin ve kişi irade ve olanaklarının rol aldığı bir süreç olur, durum körelir ve hatta çelişkili durumlar ortaya çıkabilir, eski toplum varlığını sürdürür ve 'nefes alma' olanağına kavuşur, karşısında bulunan seçkinleri fiziki olarak ortadan kaldırır ve yedek güçleri terör altına alır; ya da mücadele eden güçler karşılıklı olarak yok olur, böylece belki yabancı bir gücün nöbetçiliğinde bir mezar barışı kurulmuş olur." [221] (abç)
Bir devrimci ayaklanmanın başarısızlığı durumunda neler olabileceğini sergileyen Gramsci için, en önemli moment ikinci momenttir (siyasal ilişkiler alanı ya da siyasal düzey). Bu düzeyin üçüncü alt momenti, yani politik partiler arasındaki mücadele evresi, tümüyle "sivil toplum"da meydana gelir ve burada hegemonya kazanma-yitirme mücadelesi gündemdedir. Bu toplumda hegemonya sağlandığı -karşıt için yitirildiği- oranda güçler dengesi değişir ve üst momentte, askeri mücadele evresine geçilir. Bu evrede ("momentte") kitlesel ayaklanmalar ve örgütlü-planlı askeri hareketler sözkonusudur. (Devlet aygıtı doğrudan hedef alınır.) Ancak bu noktada sorun, üçüncü momentin niteliğinden çok bu momente geçişin koşullarıdır. Gramsci bunun koşulunun "organik bunalım" olduğunu söyler. Bu bunalım, "yönetici sınıfın hegemonya bunalımıdır ya da devletin bütünlüğünün bunalımıdır". [222] Bunun mevcut olup olmadığı da "durum tahlilleri" ile belirlenir. Tabii bu tahliller, aynı zamanda, Gramsci'nin dünyayı nasıl yorumladığını da gösterir.
"Bir yapı incelenirken, organik hareketleri (nispeten kalıcı hareketler), adına 'konjonktürel hareketler' diyebileceğimiz (geçici, dolaysız ve neredeyse raslantısal hareketler) hareketlerden ayırdetmek gereklidir." [223] (abç)
"Konjonktür, belirli bir evrede pazarı belirleyen koşullar dizisi olarak belirlenebilir, şu koşulla ki, bunlar hareket içinde varlık olarak, yani sürekli değişen bileşimler sürecinin, ekonomik çevrime (cycle) ilişkin bir sürecin oluşumu olarak tasarlansın. İtalya'da 'elverişli ya da elverişsiz ekonomik durum'un anlamı 'konjonktür' sözcüğüne bağlıdır. ... 'Durum' ile 'konjonktür' arasındaki fark şudur: Konjonktür ekonomik durumdan vasıtasız ve geçici karakteristikler dizisidir. Bu yüzden 'durum' strateji ve propagandayla bağlantılıyken, konjonktür çalışması, daha çok vasıtasız politikaya, taktiklere ve ajitasyona sıkıca bağlıdır." [224]
"Konjonktür olayları organik hareketlerden bağımsız değildir, ancak anlamları tarihsel olarak pek önemli değildir; bunlar, günlük, önemsiz, küçük yönetici gruplara ve iktidardan dolaysız olarak sorumlu kişilere yönelmiş siyasal eleştiriye yol açarlar ... Organik olaylar ise, dolaysız sorumlu yönetici kişilerin ötesinde büyük gruplaşmalara yönelen tarihsel-toplumsal eleştiriye yol açarlar." [225] (abç)
Konjonktürel hareketlerin ortaya çıkardığı bunalımlar, Gramsci için, ekonomik bunalım ve hükümet bunalımı, olarak iki biçimde görülür. Bu iki bunalım, hiçbir biçimde ikinci momentten üçüncü momente geçişi ifade eden bir "durum" yaratmazlar. Bunun tersi bir yaklaşımla, yani konjonktürel hareketlerin yarattığı bunalımın (ekonomik ve hükümet bunalımı) böyle bir geçişin koşullarını yarattığını düşünerek, devletin ele geçirilmesi için (doğrudan saldırı) yapılacak hareketlerin, Gramsci'ye göre, yenilgiye uğraması kaçınılmazdır. Gramsci, Dreyfus olayını buna örnek olarak gösterir ve bu olayın yarattığı hükümet bunalımının Fransa'da bir ayaklanma ortamı yaratmamıştır der. Yine aynı şekilde ekonomik bunalım için, 1789 Fransız Devrimini örnek gösteren Gramsci, 1789'da bu ülkede "ekonomik durumun oldukça iyi olduğunu ve bu yüzden mutlakiyetçi devletin çöküşünün yoksullaşma bunalımına dolaysız olarak bağlanamayacağını" [226] söylemektedir. Kısacası Gramsci, konjonktürel hareketler olarak ekonomik buhranların "organik bunalımı", yani "otorite bunalımı" ya da "hegemonya bunalımı" olmadığını ve böyle bir bunalımlar yaratamayacağını söylemektedir. Ancak Gramsci, yine de bu bunalımların belli bir etkisi olduğunu da kabul eder.
"Bizzat ekonomik bunalımların dolaysız olarak esaslı olaylar meydana getirmesi pek olanaklı sayılmazsa da, bu bunalımların devletin ilerdeki tüm yaşantısını etkileyecek sorunların düşünülmesi, konulması ve çözümlenmesinin yaygınlaşması için daha uygun bir zemin oluşturacağı doğrudur." [227]
Gramsci, kendi terminolojisiyle, ekonominin devrevi hareketinin bir devrime yol açmayacağını, yani bir "devrim durumu" yaratmayacağını ifade etmektedir. Özellikle Rosa Luxemburg'a yönelttiği eleştiriler bu noktada toplanır. Gramsci, Rosa Luxemburg'un, "dolaysız ekonomik öge (bunalım vb.) düşman savunmasında bir gedik, yani kendi birliklerinin hızla akmasına ve kesin (stratejik) bir başarıya ulaşmasına ya da stratejik düzen bağlamında hiç olmazsa önemli bir başarı sağlamasına yetecek derecede bir gedik açacak sahra topçusuna benzeterek" ele aldığını belirtir. [228] Gramsci'nin bu sözlerini Marksist-Leninist terminolojiye çevirirsek, şöyle dediğini buluruz: Rosa Luxemburg, ekonomik buhranın mevcudiyetinin silahlı ayaklanma (Gramsci buna "doğrudan saldırı" der) için gerekli nesnel koşulları yaratabileceğini savunur. Gramsci, Rosa Luxemburg'un bu kavrayışını "ekonomik determinizm" olarak ifade eder. Bu nedenle, Rosa Luxemburg, "iradi" (volantirist) ve örgütsel ögeleri gözardı etmektedir. Çünkü -der Gramsci, "bir birey ne kadar dolaysız fiziki varlığını korumak durumunda kalırsa, uygarlık ve insanlığın karmaşık ve daha yüksek bütün değerlerini o kadar destekler ve bu değerlerle kendini o kadar özdeşleştirir". [229] [*13] Ayrıca "sivil toplum"un çok karmaşık olduğu gelişkin devletlerde, ekonomik ögenin yıkıcı (catastrophique) patlayışlarına karşı dirençli bir yapı oluşmuştur
Evet, ekonomik buhranlar tek başlarına devrimci bir durum yaratamazlar, ama Gramsci'nin savladığı gibi, bunun nedeni "sivil toplum"un yapısı da değildir. Gerçek neden, temel ile üst-yapı arasındaki dolaysız bir bağlantının olmamasıdır. Politika, ekonominin yoğunlaşmış bir ifadesidir; ekonomik buhranlar doğrudan kapitalist üretim sürecine ilişkindir.
"Üst-yapı, üretime, insanın üretici faaliyetine doğrudan doğruya bağlı değildir. O üretime, ancak dolaylı bir şekilde ekonominin aracılığıyla bağlıdır. Bu yüzden, üst-yapı, üretici güçlerin gelişme düzeyindeki değişiklikleri dolaysız ve doğrudan değil, temeldeki değişikliklerden sonra yansıtır." [231]
Burada Gramsci'nin eleştirisinin kısmi doğruluğu ile çıkış noktasının (nedenler) yanlışlığı açıkça görülmektedir. Yine de, saptama, son tahlilde doğrudur. Ancak devrimci mücadelenin ekonomik devrevi harekete bağlı olarak yükselip alçaldığını düşünen salt Rosa Luxemburg değildir. Gramsci'nin çok iyi bildiği Komintern'in III. Dünya Kongre'sinde aynı görüş Troçki tarafından da dile getirilmiştir ve bu Komintern'in görüşü olarak benimsenmiştir. "Dünya Ekonomik Bunalımı ve Komünist Enternasyonal'in Görevleri" adlı raporunda Troçki ve Troçki'den sonra konuşan Radek, 1921'de ekonomik durumun güç ilişkilerinde yadsınamayacak değişikliklere yol açtığını ifade etmişlerdir. (Gramsci'nin atıf yaptığı ve benimsediği "İkili Perspektif" de bu döneme ilişkindir.) Yine aynı dönemde Kondratiev 50'şer yıllık kapitalist toplumsal dönemler olduğunu, ekonominin devrevi hareketine bakarak saptıyordu.
Aynı konuda Marks ve Engels de 1847 dünya ticaret ve sanayi buhranına bakarak, 1848 devrimlerine yol açan durumun kapitalizmin sürekli ve genel bunalımı olduğunu ifade etmişlerdir. Ama kısa sürede yanıldıklarını anlayan Marks ve Engels, ekonominin devrevi hareketinin bir devrime yol açmayacağını söylemişlerdir. (Ayrıntılı bilgi için bkz: Kesintisiz Devrim-I ve Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I) Ancak burada ekonominin devrevi hareketi ya da bunun bir evresi olan ekonomik buhranlar ile Gramsci'nin sözünü ettiği "yoksullaşma bunalımı"nı birbirine karıştırmamak gerekir. Gramsci, ekonomik buhranı bir "yoksullaşma bunalımı" olarak koymakla oldukça önemli bir hata yapmaktadır. Ekonomik buhranlar sırasında, genel olarak emekçilerin işsiz kalması genel bir durumdur, ama bunların "yoksullaşması", yani tam deyişle "mülksüzleştirilmeleri" ile aynı şey değildir. Herşeyden önce ekonomik buhranda yoksullaşanlar proletarya değil, elinde az çok mülkü olanlardır. Aşırı üretim buhranı bolluk içinde yoksulluktur, ve özellikle serbest rekabetçi dönemde, devrenin tamamlanmasıyla bir refah dönemi yaşanır. Bu yüzden "yoksullaşma"yı sadece buhran dönemlerine özgü olarak almak, kapitalist üretim ilişkilerinin genel niteliğini unutmak demektir. Gerçek anlamda tüm toplumu etkileyen bir "yoksullaşma bunalımı" ancak büyük mülksüzleştirme dönemlerinde olabilir ve bu da özellikle kapitalizmin egemen olmaya başladığı, yani feodalizmin çözüldüğü, kırlarden kentlere büyük göçlerin olduğu dönemlerdir. Bu bağlamda 1789 Fransız Devrimi bu büyük kentleşme dalgasının ürünüdür. Eğer "egemenlik için mücadele eden" sınıf proletarya ise, ayrıca bir kez daha "müksüzleştirilmesi"nden söz etmek anlamsızdır. Yok eğer söz konusu olan hâlâ elinde belli bir mülkü bulunan -küçük-burjuvazi ile küçük ve orta kapitalistlerdir- sınıflar ise, bunların sosyalist devrime, Gramsci'nin diliyle söylersek, "uygarlık ve insanlığın karmaşık ve daha yüce bütün değerleri"ne sahip çıkmasının koşulları proletaryanın iktidar mücadelesinde ikincil öneme sahiptir. Hiçbir proletarya partisi, proletarya devrimini bu tür ikincil etmenlere bakarak planlamaz ve yürütmez (ama hesaba katar). Ancak Gramsci için, proletarya tümüyle kazanılmış varsayıldığından ve iktidarı ele geçirebilmesi için diğer alt-bağımlı gruplar üzerinde "hegemonya" kurmasının esas olduğu düşünülürse, "yoksullaşma bunalımı"na neden önem verdiği hemen anlaşılır. Böylece onun politik stratejisinin sınıfsal içeriği ve hedefleri belli olmaktadır. Buna küçük-burjuvaziyi kazanma stratejisi demek pek yanlış olmayacaktır. [*14]
"Organik hareketler"e bakacak olursak: Bu hareketler Gramsci'nin ayrımına göre, yıkıcı sonuçlar doğurur ve ortaya çıkan bunalım (organik) egemenlik için yürütülen mücadelenin bir dönüm noktasını oluşturur. Bu bunalım, "tüm devlet örgütlenmesine yansıyan temsil edenler ile edilenler arasındaki" [232] bir anlaşmazlık durumudur.
Bu, Lenin'in "yönetenler ile yönetilenler" ayrımından oldukça farklıdır.
Lenin, devrim durumunun belirtilerini sayarken, yani milli krizi tanımlarken koyduğu üç ana nesnel koşul, "yönetenler ile yönetilenler"i ilgilendiren ve bunalımın bunları etkilemesine ilişkindir. Lenin, milli krizi tanımlarken "ezilen sınıfların sıkıntı ve yoksulluğunun en üst boyuta ulaşması" [233] durumunu, devrim için ana bir etmen olarak koyar. Buradaki "yoksullaşma" ile "Gramsci'nin "yoksulluk bunalımı" birbiriyle ters durumdadır. Çünkü Gramsci'ye göre böyle bir durum devrim nedeni ya da "organik bunalım"ın ifadesi olamaz, tersine konjonktürel bir durumdur. Böylece Gramsci'nin biçimsel Leninizmi, bir kez daha açığa çıkmaktadır. Lenin'in milli kriz tanımındaki "yönetenler-yönetilenler" ilişkisindeki ayrımı", Gramsci'de konjonktürel olarak ele alınır, çünkü bu "hükümet-halk" ilişkisidir. Gramsci için sorun "yönetenler- yönetilenler" ilişkisi değil, "temsil edenler-edilenler" ilişkisidir. Çünkü temsil belli bir iradi ve gönüllülüğü içerir, yani "consensus"u ("onay") içerir ve hegemonyaya denk düşer.
"Eğer yönetici sınıf onayı yitirmişse, yani artık 'yöneten' değil, yalnızca 'egemen' ise, yalnız açık zor kullanıyorsa, kesin olarak bu demektir ki, büyük kitleler geleneksel ideolojiden kopmuşlardır ve eskiden inandıklarına inanmamaktadırlar." [234] (abç)
Bu ifadesinde Gramsci, "temsil edenler-edilenler" ilişkisini, "yönetenler-yönetilenler" ilişkisi olarak, ama yönetim unsurunu ikiye ayırarak ele almaktadır. Ama aşağıdaki tanımlamasında da göreceğimiz gibi, anlatmak istediği, yine de "temsil edenler-edilenler" ilişkisidir:
"Tarihsel yaşamlarının belirli bir noktasında sosyal sınıflar kendi geleneksel partilerinden ayrılırlar. Diğer bir deyişle, belirli örgütsel bir biçimde, onları kuran, temsil eden ve yöneten belirli bireylerle geleneksel partiler, artık, kendi sınıfı (ya da sınıfın hizbi) tarafından, kendi dışvurumları (ifadesi) olarak kabul edilmezler. Böyle bir bunalım oluştuğu zaman ortaya çıkan durum nazik ve tehlikelidir, çünkü meydan, karizmatik 'kaderin adamı'yla temsil edilen bilinmeyen güçlerin faaliyetleri için, zora dayanan çözümler için açıktır.
Temsil edenler ile temsil edilenler arasındaki bu çatışma durumu, partiler alanından (parti örgütleri, parlamenter-seçim alanı, gazete örgütlenmesi) çıkarak devlet organizmasına yansır; bürokrasinin (asker ve sivil), yüksek finansın, kilisenin ve genel olarak kamuoyunun düzensiz değişimlerinden görece bağımsız tüm organların göreli gücünü güçlendirir. İlk anda bunlar nasıl oluşur? Her ülkede süreç ayrıdır, yine de içerik aynıdır. Ve içerik yönetici sınıfın hegemonya bunalımı olmasıdır. Bu bunalım, yönetici sınıfın geniş kitlelerin onayını gerektirmiş ya da zorla almış olduğu bazı büyük politik girişimlerde başarısızlığa uğraması (örneğin savaş) nedeniyle, ya da büyük kitlelerin (özellikle köylüler ve küçük-burjuva aydınları) politik pasiflik durumundan belli bir aktifliğe birden geçmesi ve birlikte ele alındığında organik olarak formüle edilmemişlerse de, bir devrimle gerçekleşebilecek talepler ileri sürmeleri nedeniyle oluşur. Bir 'otorite bunalımı'ndan söz edilmektedir. Bu kesinlikle hegemonya bunalımı ya da devletin genel bunalımıdır." [235] (abç)
Gramsci'nin bu bunalım anlayışı, özsel olarak "sivil toplum-politik toplum" ayrımına dayanır. İlkin sivil toplum kurumlarından olan partiler ile halk arasında bir anlaşmazlık, daha doğrusu "ayrılık" baş gösterir. Sivil toplumda başlayan bu ayrılık, giderek, bir yandan sivil toplum kurumlarının görece bağımsızlığını ve görece gücünü artırırken, yani devlet karşısınaki özerkliklerini güçlendirirken, öte yandan delet, kitleler üzerindeki otoritesini yitirmeye başlar. Burada bu durumu -bunalımı- yaratan nedenler, egemen sınıfın büyük bir tarihsel harekete (örneğin savaş gibi) kalışması ve de bunda başarısız olmasıdır. Böylece geniş halk kitleleri, egemen sınıfa -ve ilkin onların "vekili" olan ve kendilerini temsil edenlere- artık inanmazlar. Bu, Gramsci için, kitlelerin egemen sınıf ideolojisinden ve onun bir kurumu olan "geleneksel partilerden" kopmaları demektir.
Gramsci'nin bunalımın nesnel nedeni olarak koyduğu savaş durumu, daha önce gördüğümüz gibi Lenin'in milli kriz tanımında da vardır. Ancak Lenin, savaşın getirdiği topyekün sıkıntı, acı vb. olguların kitlelerin hareketinde bir yükselişe yol açacağını (politik pasiflikten aktifliğe geçiş) söylerken, bunu bunalımın bir görünümü olarak ele alır. Birincil düzeyde yönetenlerin eskisi gibi yönetememeleri gündemdedir. Oysa Gramsci'de bu durum sadece bir sonuçtur, yani bizzat "hegemonya bunalımı" ortaya çıkar ve bunun sonucu olarak "yönetememe" gündeme gelir. Ve tabii Gramsci'de bu "zor" yolu ile yönetememe değil, onay yitimi ile yönetememedir.
Tüm bunların yanında Gramsci'nin en önemli vurgusu, "temsil edenler" olarak "geleneksel partiler" ile halk kitlelerinin ilişkisi üzerinedir. [*15] Bunu teorik planda ele almakla yetinmez. "Geleneksel partiler"den sınıfların ayrılması, birinci olarak parti örgütlerinden ayrılmaları demektir. İkinci olarak, parlamento seçimlerinde her zaman (geleneksel olarak) oy verdikleri partilere oy vermemeleri söz konusudur; üçüncüsü, basın organlarının inanırlıklarını yitirmeleri ve böylece okuyucu kaybetmeleri söz konusu olur. Bu ölçütler, Gramsci'nin deyişiyle, "partiler alanına" ilişkin bu gelişmeler, gerçekte bir bunalımın ifadesi olabilir mi? Şüphesiz devrim durumuyla ilintili bir bunalım için buna olumlu yanıt vermek zordur. Bir kere sınıfların (temsil edilenler) "geleneksel partiler"den kopmaları, büyük politik girişimin ("savaş gibi") başarısızlığa uğramasıyla oluyorsa, bunun parti örgütlerinde ve seçimlerde nasıl ortaya çıkacağı belirsizdir. Herşeyden önce, savaş yenilgisi, doğrudan bir sonuç doğurur. (Ekim Devrimi'nin savaşta Çarlığın yenilgisi sonucu değil, bizzat savaş içinde ortaya çıktığı unutulmamalıdır.) Bugüne kadar görülmüş iki büyük savaşta, Gramsci'nin sandığının tersine durumlar ortaya çıkmıştır. Ekim Devrimi dışta bırakılırsa, II. paylaşım savaşından sonra İngiltere savaşta yenilmemesine rağmen, yani başarısız olmamasına rağmen, partiler düzeyinde ("geleneksel partiler") ilk genel seçimde Muhafazakar Parti -Churchill- kaybetmiştir. Eğer buna itiraz olarak Gramsci'nin bu yıllarda yaşamamış olması ileri sürülürse -ki yetersiz bir itirazdır, çünkü Gramsci kendi savlarını genelleştirmiştir- örnek olarak I. yeniden paylaşım savaşı alınabilir. Bu savaştan sonra, savaş galipleri de, mağlupları da aynı biçimde etkilendikleri ve hemen hepsinde hükümet değişikliklerinin ortaya çıktığı görülmektedir. Diyebiliriz ki, Gramsci'nin bazen on yıllarca sürdüğünü söylediği bunalımlar, devrim için pek az geçerliliğe sahiptir.
"Bunalım, kesinlikle, gerçekte eskinin ölmekte olduğu yeninin doğamadığı durumu kapsar." [236]
Gramsci'nin bu ifadesiyle, bunalım teorisi biraz daha netliğe ulaşmaktadır ve tam anlamıyla bir "otorite boşluğu" anlamına gelmektedir. Bir başka deyişle, toplum tam bir anarşi ortamı içindedir ve "karanlık güçlerin faaliyeti" için uygun bir zemin vardır. Böyle bir durumun uzun sürmeyeceği açıktır. Ama bu "boşluğun" sanıldığı kadar otoritenin yokluğu olarak nasıl değerlendirileceği de ayrı bir konudur. Bu, her ne kadar Gramsci için konjonktürel olarak tanımladığı "hükümet bunalımı" ile "iktidar bunalımı" arasındaki farka dayanırsa da, birincisi, "temsil edenler" yönünden bir boşluktur; ikincisi ise, "yönetenler" açısından bir boşluktur. Birincisinde, in hegemonya kaynakları tümüyle harekete geçirilmemiştir; ikincisinde ise, bu kaynaklar harekete geçirilmiş olmakla birlikte, başarısız olmaları sözkonusudur, otorite kurulamamıştır. Birincisinde, egemen sııflar devlet aygıtı ile (zor aygıtı) duruma müdahale eder, yani açık (askeri) zora başvurur; ikinci durumda ise, bu zor ile karşıt zor yan yana ve savaş halindedir, bu da "ikili iktidar" durumu yaratır. Sözcüğün tam anlamıyla "eskinin ölmekte bulunduğu ve yeninin doğmadığı durum", bu ikinci durumdur.
Gramsci'de iki durum, "hükümet bunalımı" ile "iktidar bunalımı", ya da "hegemonya bunalımı" ile "otorite bunalımı" yahut "konjonktürel bunalım" ile "organik bunalım" yer yer birbirinden ayrı ikili düzeyler olarak ayrılsa bile, çoğu zaman iç içe geçmiştir. Örneğin bizzat kendi bunalım anlayışı, bu dönemin geçiciliğiyle ifade edilir, ama öte yandan bir geçicilik alanı -tanım gereği- konjonktürel bir durum yaratır. Buna benzer bir şekilde, tanım gereği, "hegemonya bunalımı" otoritenin zorla kabul ettirilmesine yol açarken, öte yandan "otorite bunalımı" olarak da ifade edilmektedir. İşte bu karışıklık (yada karşıtlık) Gramsci tarafından bir başka kavramla, "stratejik konjonktür" kavramıyla aşılmaya çalışılır. Ama hepsi de bu!
Gerçekte, Gramsci, genel bir ölçütler dizisi ya da sistemi oluşturmaya çalışmaktadır, ama gerçekliğin çokyönlülüğü ile çalışmalarının sistemsizleşmesine ulaşmaktadır. Bu da hemen her konuda kendini göstermekle birlikte, politik düzeyde her konu üzerine bir şeyler söyleme zorunluluğuyla bir politik oportünizme düşmektedir.
Bu sonuca rağmen Gramsci'nin bunalım üzerine tezlerini irdelemeye devam edelim. Gramsci'nin "organik bunalım"ının mevcudiyeti, üçüncü momente denk düşer, yani askeri mücadele söz konusudur. Ama bu momentin süresi, doğrudan bunalımın süresine bağlıdır ve genelde "geçici" niteliktedir. Bu yüzden Gramsci, bu döneme bakarak bir devrim stratejisi oluşturulamayacağını savunur. Bunun yerine, daha uzun süren, hegemonya bunalımına yol açan dönem ele alınarak strateji oluşturulmasını savunur. Yani Gramsci'ye göre, strateji, bir bunalım ortaya çıktığında (ki otorite bunalımı vb. söz konusudur) bunu proletaryanın lehine çözmek için gerekli güçlerin oluşturulmasına ilişkindir. Bu güçlerin neler olduğunu ve neden gerektiğini Gramsci şöyle ifade eder:
"Bunalım ani olarak tehlikeli durumlar yaratır, çünkü halkın değişik tabakaları hızla yol bulma ve aynı hızla yeniden örgütlenme yeteneğine sahip değildir. Eğitilmiş, kalabalık bir personele sahip geleneksel yönetici sınıf, alt-bağımlı sınıflarda olduğundan daha büyük bir hızla kişileri ve programları değiştirir, elinden kaçırmak üzere olduğu denetimi yeniden sağlar, belki özverilerde bulunur, belki demagojik vaadlerle karanlık bir geleceğe atılır, ama iktidarı elinde tutar, o moment için iktidarını güçlendirir ve hasmını ezmek ve onun pek kalabalık ve eğitilmiş olmayan yönetici personelini dağıtmak için iktidarından yararlanır." [237]
Gramsci'nin "organik çözüm" olarak ifade ettiği bu durumda, alt-bağımlı gruplar (sınıflar) lehine çözümün engeli, her şeyden önce egemen sınıfın yönetici personelinin "kalabalık" ve "eğitilmiş" olması, diğer sınıfların buna sahip olmamasıdır. Bir başka deyişle, bunalım döneminde (moment) "devrim-restorasyon" ikileminden hangisinin gerçekleşeceğini belirleyen, mücadele eden sınıfların aydınlarının niceliği ve niteliğidir. Burdan çıkartılacak stratejik sonuç ise, bunalım öncesinde, çözümün devrim şeklinde olması için gerekli nicelik ve nitelikte yönetici personel (aydınlar) yetiştirmektir. (Tabii "sabit oranlar teoremi" ile bunların niceliği matematiksel olarak hesaplanabilir ve felsefik bir sistemle de eğitilerek nitelik kazandırılır.)
Böylece devrimci mücadele süreci Gramsci'de, değişik momentler arasında salınan (ileri ya da geri) "hegemonya bunalımı" na bağlı olarak iki temel bölüme ayrılır ve bu iki evredeki (tabii Gramsci için bunlar momenttir) görevler ve mücadele biçimleri de değişiktir.
Bu noktada yeniden Lenin'in devrim durumu saptamasına dönmek gerekiyor. Daha önce gördüğümüz gibi Lenin, devrimci mücadeleyi iki aşamada mütalaa eder: Evrim aşaması ve devrim aşaması. Bu iki aşama (moment değil) birbirinden milli krizin var olup olmamasına göre ayrılır. İlk bakışta Gramsci'nin "hegemonya bunalımı" ile devrimci süreci ("hegemonya için mücadele" süreci) iki bölüme ayırması, Lenin'inkiyle benzeştiği görülmektedir, ama gerçekte ise, benzerlik (yine) salt biçimdedir. Gramsci, Leninist milli krizi, kendi kavramlarıyla ve "metodoji"siyle yeniden yorumlar.
Gramsci'nin "organik bunalım" kavramı, Lenin'in "milli kriz"inkine göre daha "geniş kapsamlıdır". "Organik bunalım"ı egemen sınıfın hegemonya bunalımı olarak alır ve bunu "otorite bunalımı" ya da "devletin genel bunalımı" olarak genişleterek sürdürür. Gramsci'de, bir yandan egemenlik için mücadele eden iki temel sınıf, yani burjuvazi ile proletarya, öte yanda egemenliğin ifadesi ve hegemonyanın öznesi durumunda olan, herşeyin onların tutumuna bağlı olduğu alt-bağımlı sınıflar, yani köylüler ve küçükburjuva aydınları vardır. Böylece "organik bunalım", ilkin hegemonyanın proletarya tarafından ele geçirilmesi için uygun ortam sağlarken, ve sonra da politik iktidarın fethinin koşulları olgunlaştığı için, iktidar ele geçirilir (sivil toplum ve politik toplumu sırayla etkileyen bir bunalım). Ancak bu gelişme momentler şeklinde olur, birbiri peşi sıra gerçekleşir. Lenin'de milli kriz politik iktidarın ele geçirilmesi için (silahlı ayaklanma) uygun bir ortam yaratır (silahlı aksiyonun nesnel koşulu). Bu farklılık Gramsci'nin üçüncü momenti iki alt momente (düzeye) ayırmasıyla belirginleşir. Ona göre, "organik bunalım"la varılan üçüncü momentte (askeri güç ilişkileri düzeyi) iki alt düzey vardır. 1) Politik-askeri düzey, 2) Teknik-askeri düzey. Böyle bir durumda bunalım -milli krize göre- daha uzun sürmek zorundadır. Çünkü bu bunalım döneminde, ilkin askeri nitelikte sonuçlar doğuran politik eylemlerle, köylüler ve küçük-burjuva aydınları kazanılır, ve sonra da teknik-askeri bir konu olarak silahlı ayaklanma ile "hasım güçler" yok edilir. [238]
"Bir bunalım oluşur ve bazen onsenelerce sürer. Bu olağanüstü süre, yapıda onmaz çelişkilerin oluştuğu (olgunlaştığı) ve yapının korunması ve sürdürülmesi yönünde çalışan güçlerin bu çelişkileri iyileştirmeye ve aşmaya uğraştıkları anlamına gelir. Bu aralıksız ve sebatlı uğraşılar, belirli sorunların tarihsel olarak çözülebilmeleri ve çözülmeleri gerektiği için zorunlu ve yeterli koşulların zaten var olduklarını kanıtlamaya kalkışan antagonist güçlerin örgütlediği 'geçicilik' alanını meydana getirir." [239] (abç)
Diyebiliriz ki, Lenin'de milli kriz devrimci bir durumun var olup olmamasını belirler ve buna göre -eğer öznel koşullar yeterliyse- silahlı ayaklanma ("silahların eleştirisi") gündeme gelir. Bundan sonra sorun, ayaklanmanın örgütlenmesi ve ayaklanma anının saptanmasıdır. Gramsci için ise, bunlar teknik-askeri momente ilişkindir. Gramsci'nin bu değerlendirmesinin anti-Leninistliği bir yana, menşevik anlayışla benzerliği şaşırtıcıdır!
Bilindiği gibi, Rusya'da 1905 devrim döneminde legal Marksizmin sözcüsü Struve ve menşevikler "silahlı ayaklanma sonuçta bir teknik meseleden başka bir şey değildir, ve yığınların bilinçlendirilmesi ve ayaklanmanın psikolojik şartlarının hazırlanması en acil ve en önemli olandır" [240] diyerek, Lenin'in devrim durumuna ilişkin değerlendirmelerini reddediyorlardı. Lenin, milli krizin mevcudiyeti koşullarında (devrim durumu) temel görevi, silahlı eylemlerin, yöresel ve genel ayaklanmanın örgütlenmesi olarak koyuyordu. Bir ülkede devrim durumu mevcutken, evrim dönemine ilişkin çalışma tarzını ve mücadele biçimlerini sürdürmek, doğrudan devrimi reddetmekle eşdeğerdir.
Daha önce çeşitli biçimlerde gördüğümüz gibi Gramsci bu noktada da Leninizme ters düşmektedir ve üstelik bu kez bunun bilincindedir de. Bu nedenle de, sorunu devletin ("politik toplum") ardındaki "gerçek kaleler ve top siperleri" olarak gördüğü "sivil toplum"un, Rusya'da "ilkel ve peltemsi" olduğunu söyleyerek tanımlar. Böylece Leninizmin bu evrensel tezini reddeder. Oysa tümüyle "organik bunalım" kavramının asıl içeriği Lenin'in milli kriz kavramında bulunmaktadır ve ondan alınmıştır. Ve Lenin, çok net biçimde devrim durumunun uzun sürmeyeceğini belirtir. Çünü hiçbir sınıf ve onun devleti uzun süre bir otorite boşluğuna dayanamaz ve hiçbir toplum uzun süre "ikili iktidar" durumunda yaşayamaz. [*16] Örneğin İtalya'da I. yeniden paylaşım savaşıyla birlikte ortaya çıkan ve savaş sonrasında kitlenin hareketlenmesine yol açan durum, 1922'de iktidarın Mussolini'ye verilmesiyle sona erdi. Sözcüğün tam anlamıyla bir otorite boşluğundan, iktidar boşluğundan söz edilebilecek dönem 1919-1922 arası dönemdir. Bu dönemin süresi, devrim için öznel koşullar mevcut olmadığından, egemen sınıfların içindeki çelişkinin keskinliğinden kaynaklanmaktadır, yani bu çelişki tarafından belirlenmektedir. Gramsci bu dönemi, burjuvazinin birliğinin mevcut olmadığı dönem olarak niteler. Bu bağlamda sürenin uzunluğu özgül bir durumun ifadesidir ve başka bir dönemde yinelenmeyecektir. Nitekim II. paylaşım savaşı sonrasında (üstelik I. savaşın tersine İtalya II. savaştan yenilerek çıkmıştır, yani Gramsci'nin "başarısızlık" durumu I. için değil, II. için geçerlidir) pekçok hükümet bunalımı patlak vermiş olmasına ve PCI genel seçimlerde % 30'lara varan bir oy almış olmasına rağmen bir devrim durumu çıkmamıştır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Gramsci, Hegelci bir diyalektik metodla Rus Devrimini değerlendirmeye çalışmış ve bu devrimin yanlış bir yorumuna ulaşmıştır. [*17] Gramsci, nasıl ki kitlelerin bilinçlendirilmesi sorununu organik aydınlar yetiştirmeye; işçi-köylü ittifakını geleneksel aydınların proletarya ideolojisine kazanılmasına; kitle hareketlerini köylülerin ve küçük-burjuva aydınlarının eylemlerine indirgemişse, aynı şekilde Lenin'in milli kriz kavramını da teknik-askeri bir momente ilişkin teknik bir konu haline indirgemiştir. Yine de herşeye karşın, "hegemonya bunalımı"nı egemenlik için mücadele sürecinin bir dönüm noktası olarak ele alır. Ancak ikili bir bunalım oluşumunu düşünerek, yani kendiliğindan gelişen ya da bilinçli olarak oluşan iki durumu düşünerek, bunu yapar. Bunlardan ilki, "stratejik konjonktür"e dayanan bir strateji -"perspektif"- oluştururken; ikincisi "hegemonyanın fethi" için "sivil toplumda" çalışmaya dayanan bir stratejinin dayanağıdır.
Bu konuya bağlı olarak Gramsci'nin bunalımın sonuçlarına ilişkin değerlendirmesini ele alalım:
"Organik bunalım, -der Gramsci, eskinin ölmekte olduğu ve yeninin doğmadığı" durumu kapsar ve bu anlamda bir iktidar boşluğu oluşur. [241] Bu boşluk, ya proletaryatarafından ya da burjuvazi tarafından doldurularak "organik" bir çözüme ulaşır. Ancak "bunalım bir organik çözümle değil de, 'karizmatik' bir önderin başa getirilmesiyle sonuçlanırsa, bu olağan dengenin (bunun unsurları değişik olabilir, ama ilerici grupların olgunluğa erişmedikleri en önde gelen ögedir) varolduğu, hiçbir grubun, ne tutucu grubun, ne de ilerici grubun zafer kazanma gücü olmadığı ve tutucu grubun da bir sahip gereksindiği anlamına gelir." [242]
İşte "organik bunalımın" bu son çözüm yoluna Gramsci "Sezarizm" demektedir.
"Sezarizm, içinde mücadelede bulunan güçlerin yıkım halinde dengeye geldiği, mücadelenin devamı halinde sonuçta karşılıklı yok olmadan kaçınamayacakları için iki tarafın da birbirleriyle dengeye geldiği bir durumu dile getirdiği söylenebilir." [243]
Burada Gramsci, Sezarizm ile askeri yönetim arasında bir ayrım yapar. Bu ayrımı, İtalya, Fransa gibi ülkeler ile İspanya, Yunanistan gibi daha "geri ülkeler" arasındaki ayrımla birlikte ele almak durumundadır. Gramsci'ye göre, "devlet yaşamında askeri ögenin" (yani ordunun) yeri olarak ele alınması gereken "askeri yönetimler", köylü kitlelerinin pasifliğinin sonucudur da. Bu yüzden "askeri yönetim" köylü kitlelerinin pasifliğinin sonucudur. Bu yüzden "askeri yönetim" durumundaki bunalım ile "hegemonya bunalımı" farklıdır. Çünkü "hegemonya bunalımın"da köylü kitlelerin politik pasiflikten aktifliğe geçişi söz konusudur. "Askeri yönetim iki anayasal yönetim arasında bir parantezdir; askeri öge düzeni ve istikrarı sağlamak için yedek bir güçtür, 'yasallık' tehlikeye düşünce 'açık bir biçimde' işleyen politik bir güçtür". [244] Bu yüzden, Gramsci'ye göre, bu yönetimler, Bonapartizm ya da Sezarizm'de olduğu gibi "organik bir toplumsal ve siyasal ideoloji" yaratamazlar. [245]
Gramsci'nin bu ayrımı, yani "organik bunalım"ın bir çözümü olarak gördüğü Sezarizm (Bonapartizm) ile bunalım sırasında devlet aygıtının bir ifadesi olarak gündeme gelen "askeri yönetim" arasında ayrım, oldukça doğru bir saptamadır. Öyle ki, ülkemizdeki pekçok anlayış -isterse "sivil toplumcu" olmasın- her türlü askeri yönetim ile Bonapartizmi özdeşleştirmekte ve bu yüzden aradaki ayrımı görmezlikten gelmektedirler.
Yine de Gramsci'nin ayrımının doğruluğu, sadece olgusal düzeyde kalmaktadır. Onda faşizm ile Sezarizm (Bonapartizm) aynıdır ve özdeş ifadelerdir; ve bu da yukarda gördüğümüz ayrımını ("askeri yönetim"-Sezarizm ayrımı) yanlışlığa ya da yanılsamalar yaratmaya açık hale getirmektedir.
Gramsci, İtalya'da Ekim 1922'den Kasım 1926'ya kadar değişik Sezarizm evreleri çıktığını ve Kasım 1926'dan sonra bunun "saf ve kalıcı biçime" [246] dönüştüğünü söylerken, faşizm ile Sezarizmi (Marksist ifadeyle Bonapartizmi) aynılaştırmaktadır. Oysa faşizm, egemen sınıf ile egemenlik için mücadele eden sınıf arasındaki (burjuvazi ile proletarya) mücadelenin dengeye gelmesinin bir ürünü değildir. Faşizm, burjuvazinin, gerek kendi iç çelişkilerini çözümlemek, gerekse proletaryanın devrimci mücadelesini durdurmak amacıyla gündeme gelen bir yönetim (devlet) biçimidir. Ancak faşizm, burjuvazinin tamamının açık bir diktası değildir; tersine burjuvazinin bir kesiminin, yani finans-kapitalin, ve bunun içinde bir fraksiyonun (en gerici, en şovenist ve en emperyalist) açık diktasıdır. Bu yüzden faşizm, sözcüğün tam anlamıyla, devrimin yenilgisinin bir ürünü değildir. Gramsi için ise, faşizm, hem devrimin, hem de burjuvazinin geleneksel partilerinin ve aydınlarının yenilgisinin ürünüdür. Böylesi bir saptama, faşizm döneminde (ki Gramsci için bu Bonapartist yada Sezarist bir yöntemdir) yürütülecek mücadelenin niteliğinde önemli bir değişikliğe yol açar ve sonuçta "faşizme karşı birleşik cephe"nin yerine "tarihsel uzlaşma"nın konulmasına ulaşır.
Gramsci'nin faşizm ile Sezarizm'i (Bonapartizm) özleştirmesi "birleşik cephe" saptamasını değişikliğe uğratırken, bu değişik biçimin içinde sosyal-demokratlar yer almaz. Gramsci'ye göre, sosyal-demokrasi de, bir tür Sezarizm'dir. İngiltere'de 1920'lerde kurulan Mc Donald başkanlığındaki İşçi Partisi hükümeti, parlamenter sistem içinde oluşturulmuş bir Sezarizm'dir. [247] Dolayısıyla faşizmdir.
Şüphesiz buna 1929'larda Komintern'in "sosyal-faşizm" tahlilinin yol açtığı ileri sürülebilir. Ancak zaman içinde PCI'nin "tarihsel uzlaşma" anlayışında PSI'nin yer almaması, bunun bir konjonktürel ve disiplin konusu olmayıp, teorik saptamanın doğal sonucu olduğunu göstermektedir.
Burada itiraz olarak "tarihsel uzlaşma" formülünün Gramsci'ye ait olmadığı ileri sürülebilir. Bu itirazın, zaman açısından doğru olduğu açıktır. (Bu formülasyon ilk kez 1960 sonlarında PCI tarafından yapılmıştır.) Ama açık olan bir nokta da, bu formülasyonun Gramsci'nin Sezarizm ve bunla özdeş olan faşizm tahliline dayanmış olmasıdır. Şöyle ki: Madem ki faşizm, hem proletaryanın, hem de burjuvazinin yenilgisinin ürünüdür, buna karşı temel güç birliği bu kesimler arasında olması gerekeceği açıktır. Ama bu kesime sosyal-demokratlar (İtalya'da PSI) girmez, çünkü sosyal-demokrasi, bir tür Sezarizm, yani faşizmdir. Bu da PCI'nin Hıristiyan Demokratlara önerdiği "tarihsel uzlaşma"yı açıklar. Yine de buna itiraz olarak, 1960 sonlarında İtalya'da faşizmin bulunmadığı, bu nedenle "tarihsel uzlaşma" anlayışının Gramsci'den çıkartılmadığı söylenebilir. Ama bu itiraz tümüyle temelsizdir. Bir kere bu "tarihsel uzlaşma" mevcut bir faşist iktidara karşı değil, olası bir faşist iktidara karşı bir uzlaşmadır. Yani faşizmin iktidara gelmesini önlemek amacıyla "tarihsel uzlaşma"ya gidilmektedir. Ayrıca 1924'deki Matteotti'nin öldürülmesinden sonra, faşist parti dışındaki muhalefet partilerinin parlamento oturumlarını boykot ederek Aventine'de toplanmaları sırasında, Gramsci'nin yönetimindeki PCI'nin tutumu "tarihsel uzlaşma"nın başlangıcı olmuştur. Başlangıçta Aventine'ye katılan PCI, burjuva muhalefet partilerini "yarı-faşist" olarak kabul ediyor ve onların faşist parti ile uzlaşacağını düşünüyordu. Gramsci önderliğinde PCI, faşizm ile proletarya diktatörlüğü arasında bir geçiş evresi olamayacağını savunan tezleri de ("sol" sapma), faşizme karşı mücadele ederek burjuva demokrasisinin yeniden inşasını (restorasyon) gerçekleştirmek gerekir diyen tezleri de (sağ sapma) reddederken, tam anlamıyla günlük bir politika izlemektedir (pragmatizm). Bunun sonucu olarak, "aşağıdan birleşik cephe" dışında bir "birleşik cephe" kabul edilmemekteydi. Ve böylece 3 ay sonra PCI, Aventine muhalefetinden ayrılarak parlamentoya geri dönme kararı aldı. Ancak 1925 Ocak ayında Mussolini'nin başlattığı yeni ve son baskı kampanyası ile PCI faşizmin gücünü küçümsediğini kabul etmek zorunda kaldı.
İşte bu deneyim sonrasında PCI, faşizm iktidarda olsun olmasın, buna karşı geleneksel burjuva partileriyle ittifak kurulması gerektiğine karar vermiştir. Burada söz konusu olan burjuva demokrasisini korumaktır. "Tarihsel uzlaşma" bunun formüle edilmiş halidir. [*18]
İkinci olarak, faşizmi bir Bonapartizm (Sezarizm) olarak formüle etmek, sonuçta, onun kapitalizmin her dönemine ilişkin bir devlet biçimi olduğunu söylemekle kalmayıp, evrensel bir biçim olduğunu da söylemek demektir. Gramsci, devrimlerin nesnel koşulları olsun olmasın, her dönemde ve her toplumda devrimci atılımın yenilgisiyle Sezarizmin gündeme geldiğini savunur. Oysa ki, Engels, Bonapartizm'i tanımlarken, bunun "savaşan sınıfların birbirlerini dengelemeye çok yaklaştığı" dönemlerde devletin sınıflardan görece bağımsızlık durumu kazanması olarak değerlendirir ve buna 17. ve 18. yüzyılda burjuvazinin feodalizme karşı mücadelesini örnek olarak gösterir. Engels'in değerlendirmesinde bir sınıfın yenilgisi söz konusu edilmez. Diyebiliriz ki, Engels, Bonapartizmi sınıf mücadelesinin keskinleştiği ve mevcut egemen sınıfın yıkımının yaklaştığı (nesnel olarak) bir dönemin ürünü olarak ele alır, ama yine de bu dönemde bu yıkımı sağlayacak güç, kendi yıkımına da yol açmadan bunu başarabilecek durumda değildir (öznel olarak). İşte bu noktada Bonapartizm gündeme gelir. (Gramsci için faşizm olmaktadır bu.)
"... genele aykırı olarak, savaşan sınıfların birbirlerini dengelemeye çok yaklaştıkları bazı öyle durumlar olur ki, devlet iktidarı, görünüşte aracı olarak, o an için bu sınıflara karşı belli bir bağımsızlık durumunu korur. Aristokratlarla burjuvazi arasında denge sağlayan 17. ve 18. yüzyıl mutlak monarşileri; burjuvaziye karşı proletaryadan, proletaryaya karşı burjuvaziden yana oynayan I. ve özellikle II. Fransız İmparatorluğunun Bonapartizm' inde durum buydu." [248] (abç)
Yine Engels, daha önce gördüğümüz gibi devleti şöyle tanımlar:
"... karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların kendilerini ve toplumu verimsiz bir mücadele içinde eritip bitirmemeleri için görünüşte toplumun önünde yer alan çatışmayı hafifletmesi, 'düzen' sınırları içinde tutması gereken bir güç ihtiyacı kendini kabul ettirir. İşte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç devlettir." (Engels) [249] (abç)
Sınıflar üstü görünümde devlet ile sınıflar üstü görünen Bonapartizm arasındaki ilişki böyledir. Bonapartizm, savaşan sınıflar üstünde bir "hakem" rolü oynarken, devletin görüntüsel görünümünden, yani toplumun üstünde yer alma görünümünden yararlanır ve "genele aykırı olarak" devletin biçimi ile özü birbirine yaklaşır. Faşizm ise, savaşan sınıflar arasında bir "hakem" rolü oynamaz, tersine bir sınıfın bütünü adına bir kesiminin (finans-kapitalin) yalın egemenliği olarak, diğer sınıflara karşı, özellikle de proletaryaya karşı, en açık terörist saldırılarda bulunarak, onların yıkımını sağlamaya yönelen bir yönetimdir. Şüphesiz bunu yaparken, her yönetim ve güç gibi, bir yandan da tarafsızlaştırabileceği tüm kitleyi tarafsızlaştırmaya çabalar. Egemen sınıf, bu bağlamda, "özverilerde bulunur" ve bir yığın "demagojik vaadlerle" ortaya çıkar. Gramsci'nin diliyle söylersek, böylece, bir yandan hasmını ezmek ve onun "pek kalabalık ve eğitilmiş olmayan yönetici personelini dağıtmak için" devletin zor güçleri tümüyle harekete geçirilirken, öte yandan da yeni "kişiler" ve yeni "programlar"la kitlelerin karşısında çıkar. Bu da genellikle, Gramsci'nin deyimiyle, "organik çözüm"dür, ama biçim olarak geleneksel çözümden farklıdır.
Bilindiği gibi 1920'lerin sonlarından itbaren dünya çapında kapitalizmin sürekli ve genel bunalımı derinleşmiştir. Bunun sonucu en ileri kapitalist ülkelerde bile milli kriz olgunlaşmaya yönelmiş ve pazar sorunu, özellikle daha ileri kapitalist ülkelerde had safhaya çıkmıştır. Bu ortamda düzenin korunması ve sürdürülmesi, Almanya ve İtalya'da faşizmi gündeme getirirken ABD'de "New Deal" politikasının uygulanmasını gündeme getirmiştir. Bu iki değişik çözümün nedeni, ülkelerin elindeki maddi-ekonomik olanakların farklılığı ve proletaryanın iktidar mücadelesinin gelmiş olduğu düzeydeki farklılıktır.
Diyebiliriz ki, Gramsci, Bonapartizm (Sezarizm) ile yönetimin askerileştirilmesi ("askeri yönetim") arasındaki farkı belirtirken doğru bir değerlendirme yapmaktadır, ama Bonapartizm/Sezarizm ile faşizm arasında ve faşizm ile sosyal-demokrasi arasında ayrım yapmamakla vulgar materyalizme yönelmektedir.
III.
GRAMSCİ VE DEVRİMCİ MÜCADELE
Yukarda gördüğümüz gibi Gramsci, devrimci mücadeleyi iki ana momente ayırır: a) Siyasal moment, ve b) Askeri moment. [*19]
Siyasal momentten askeri momente geçiş, Gramsci'ye göre "organik bunalım" ile mümkündür. Yine de bunalım uzun bir süre, ilk momentteki mücadelenin sürdürülmesi olarak kalır, yani dar anlamda teknik-askeri momentte "politik toplum" (devlet) fethedilir, ancak bu "organik çözüm" için gerekli güçler mevcut olmak zorundadır. İşte bu güçlerin oluşturulması Gramsci'nin devrim stratejisini belirler.
Gramsci'ye göre, bir sınıfın egemenliği "sivil toplumda" hegemonya ve "politik toplumda" egemenlik olarak ortaya çıkması, egemenlik için mücadelenin (ki Marksist-Leninist literatürde iktidar mücadelesi olarak devrimci mücadeleyi kapsar) bu iki toplumda yürütülmesi gerekir. Ama bu momentlerle gelişen bir süreçtir. İlk moment "sivil toplum"dadır. Çünkü "sivil toplum", "politik toplum"un (devlet) asıl koruyucusu ve savunucusudur. "Politik toplum"un "ön siperler" olması, bu siperlere yönelen güçlerin yıpranmasına yol açarak, asıl siperlerin ("mevziler") ele geçirilmesini engeller. Öyleyse -der Gramsci, devrimciler düşmanın asıl mevzilerine yöneltmelidirler güçlerini. Bu durumda, sorun, bu mücadelenin nasıl yürütüleceği sorunudur. Bir başka deyişle, "hangi mücadele biçimi seçilmelidir" sorunu birincil plana çıkar. Mücadele biçimi, ya da Gramsci'nin deyimiyle söylersek "savaş biçimi" amaca uygun olmak zorundadır. Burada Gramsci, tek tek, bilinen tüm savaş biçimlerini ele alarak, bunların "sivil toplum"da hegemonyanın fethi amacına ne oranda uyup uymadığını irdeleyerek çözüme ulaşır. Biz de aynı sırayı izleyerek Gramsci'nin çözümünü tahlil edeceğiz.
Herşeyden önce Gramsci, büyük kitlelerin taktikleri ile küçük grupların taktiklerinin aynı olamayacağını düşünür. Ona göre, "bireyler (geniş kitlelerin bir unsuru olarak) savaşı, içgüdüsel olarak 'partizan savaşı' ya da 'Garibaldici savaş' olarak (bu 'partizan savaşı'nın en yüksek biçimidir) kavrama eğilimindedirler." [250] Ama der, Gramsci, bu kavrayış, gerçekte küçük gruplara özgü bir anlayışa ilişkindir ve proletarya gibi geniş kitlelerin savaş biçimi olamaz. Marksist-Leninist terminolojiye çevirirsek, Gramsci, gerilla savaşının proletaryanın savaş biçimi olamayacağını ileri sürmektedir.
Gramsci, böyle bir sonuca ulaşırken gerilla savaşını, belli bir sınırlama içinde alır. Ona göre, bu savaşın (ki ona göre bu "komando savaşı"dır) iki biçimi vardır: Birincisi, Balkan Komitacılarının, İrlandalıların vb. yürüttüğü "partizan savaşı"dır. Bu tip gerilla savaşı, "bölgesel, fiziki-coğrafi özel koşullara, kırsal sınıfların oluşumuna ve hükümetlerin etkinliklerine" bağlı ve "iyi örgütlenmiş çoğunluklara karşı zayıf ama inatçı azınlıklara özgüdür". [251] [*20] Böylece Gramsci, kırsal alanlarda yürütülen, toplumsal yapıyla bağlantılı ve yabancı işgalcilere karşı yürütülen gerilla savaşını belli oranda olumlar. Bu olumlama, aynı zamanda bu savaş biçiminin geniş kitlelerin savaş biçimi olamayacağının da temelidir. Gramsci'ye göre, gerilla savaşının geniş kitlelerin savaş biçimi olamaması, bu savaş biçiminin geniş kitleleri kapsayamayacağı ve onları toplayamayacağı gerekçesine dayanır.
"Garibaldi'nin 'bin kişi'si gibisinden 'devrimci toparlanış', önce Garibaldi'nin Piemonte ulusal kuvvetlerine katılmış olmasından, ve sonra da İngiliz donanmasının fiilen Marsala'ya çıkartılmasıyla Palermo'nun zaptını himaye etmesi ve Bourbon donanmasının etkisiz bırakmasından ötürü mümkün kılınmıştır." [252] (abç)
Gramsci'nin bu değerlendirmesi, geniş kitleleri harekete geçiren, onları kucaklayan ve de zafere ulaşan bir gerilla savaşının (Garibaldi'nin savaşı olarak), bunu, kendi gücü ve gelişimiyle değil, başka güçlerle düşman güçlerinin etkisizleştirilmesi vb. nedenlerle olduğu şeklindedir. Böylece Garibaldi örneğinden yola çıkarak, böyle bir yolun başarıya ulaşmasının mümkün olmadığını ileri sürer. Ama Gramsci'nin gerçek bir devrimci gerilla savaşı üzerine söyleyebilecek pek sözü yoktur. Söyleyebildiği tüm şey şudur: "İyi örgütlenmiş çoğunluğa karşı, zayıf ama inatçı azınlığın" savaş biçimi olarak gerilla savaşının zafere ulaşması, bazı istisnalar dışında, olanaksızdır, çünkü zayıf bir maddi güç, güçlü ve iyi örgütlenmiş ("kalabalık ve iyi eğitilmiş yönetici personele" sahip olan) bir maddi gücü alt edemez. Engels'in deyişiyle "tabanca kılıcı yener". Ama hepsi bu!
Bilindiği gibi, gerilla savaşı, kavram olarak tek başına nitelik belirleyici değildir. Merkezi otoriteye karşı mahalli mütegallibe de, düzenli birlikleri yenilmiş bir ordu da düşmanına karşı gerilla savaşı yürütebilir. Yine bir maddi güç, ancak bir başka maddi güç tarafından alt edilebilir. Zayıf bir maddi gücün, güçlü ve iyi örgütlenmiş bir maddi gücü alt edebilmesinin yolu, bir yandan kendini geliştirip güçlendirirken, öte yandan düşmanı zayıflatmadan geçer. Bu yol, en genelde, gerilla savaşının gelişerek düzenli ordu savaşına dönüşmesi demektir. Halk Savaşı stratejisi olarak Mao ve Giap'ın ortaya koydukları ve geliştirdikleri bu yolla, gerilla savaşı uzun bir süre temel savaş biçimi olarak yürütülür. Böylesine bir stratejik çizgide gerilla savaşı, gerek kitlelerin katılımını sağlayan, gerekse kitlenin özsavunmasına hizmet eden en uygun savaş biçimi olduğu Vietnam, Çin, Küba, Nikaragua vb. ülkelerdeki devrimci mücadeleler tarafından tanıtlanmıştır. Ve bu savaşların tanıtladığı gibi, gerilla savaşı "iyi örgütlenmiş bir çoğunluğa" karşı "inatçı azınlığın" değil, maddi olarak güçlü düşmana karşı zayıf gücün (ve çoğunluğun) savaş biçimidir.
Gramsci, genel olarak kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ülkelerde gerilla savaşının temel savaş biçimi olamayacağı saptaması -tabii bu oldukça iyi niyetli bir yorumlama olarak düşünülmelidir- kısmen doğru olmakla birlikte, bu sonuca ulaşmada izlediği yol (gerekçeler) yanlıştır. Bu da gerilla savaşı konusundaki Lenin'in saptamasını, kendi teorisinin içine sokmaya çabalamasının ürünü olduğu kadar, "arditi del popolo"ya karşı oportünist tutumunun da ürünüdür. Ona göre, gerilla savaşı ("partizan savaşı", "Garibaldi savaşı" ya da "komando savaşı") "kırsal nüfusun oluşumuna", "bölgesel fiziki-coğrafi özel koşullara" bağlı "inatçı azınlıklar"ın savaş biçimi olduğunu gördük. Bu değerlendirme İtalya somutunda tam tersi bir sonuca -aynı gerekçelerleulaşabilir, yani onun "uygulanamazlığı"nın karşısında "uygulanabilirliği" tanıtlanabilir. Çünkü İtalya -özellikle 1920'lerin İtalya'sı-, kırsal nüfusun fazlalığı ve geriliği (feodalizmin varlığını sürdürdüğü) ile coğrafi olarak dağlık ve engebeli bir araziye sahip olmasıyla nitelenir. Böyle bir durumda "inatçı" bir azınlığın ortaya çıkması (Gramsci'nin öznel koşulu) gerilla savaşının her zaman mümkün olmasını sağlar. Nitekim II. yeniden paylaşım savaşında Sicilya ve Kuzey İtalya'da güçlü bir gerilla (partizan) savaşı yürütülmüş ve önemli başarılar elde edilmiştir. (Ve Mussolini de bu gerilla müfrezeleri tarafından yakalanıp idam edilmiştir.)
Görüldüğü gibi, Gramsci'nin gerilla savaşına ilişkin teknik-askeri değerlendirmesinin yanlışlığı, bizzat İtalya'nın yakın tarihinde kanıtlanmıştır. Dünya çapında ise, Çin, Vietnam, Küba, Nikaragua devrimleri ve diğer gerilla savaşları yıllardır bu konuda açık ve net örnekler ortaya koymaktadır. Her durumda Gramsci' nin, gerilla savaşının nesnel koşullarını, devrimin nesnel koşullarından ayırması ve onu kendince teknik-askeri düzeyde ve yanlış olarak ele alması yanılgısını kaçınılmaz kılar. Silahlı eylemin (silahlı savaşın) nesnel koşulları yerine, biçimlerin teknik yönlerini öne çıkarması, son tahlilde doğru olabilecek bir saptamayı işe yaramaz (pratik ve teorik olarak) hale getirmiştir. Silahlı eylemin nesnel koşullarının mevcut olmadığı zaman ve mekanlarda, herhangi bir savaş biçiminin teknik olarak yürütülebilme koşullarının olması, hiçbir değere sahip değildir. (Ayrıntılı bilgi için Bkz: Kesintisiz Devrim II-III, Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I ve Eylem Kılavuzu-III)
Gramsci'nin gerilla savaşı konusundaki bu özsel yanılgısına rağmen, teknik düzeyde de olsa, eleştiri ve değerlendirmelerini incelemekde yarar vardır. Bu özellikle, teknik yönün alabildiğine öne çıktığı şehir gerilla savaşı konusunda daha da gereklidir. (İtalya'da faşist saldırılar karşısında ortaya çıkan "arditi del popolo" hareketi de bir çeşit şehir gerilla savaşıdır.) Ama şu unutulmamalıdır ki, Gramsci, gerilla savaşının nesnel koşullarının var olup olmadığına (milli krize bağlı koşullar) bakmaz, onun için sorun, teknik ve özneldir; öznelliği de, aracın amaca ulaşmaya yarayıp yaramadığı üzerine nesnellikten kopuk yaklaşımında yatar. Tarih göstermiştir ki, nesnel koşullar mevcut değilken, yapılan en kararlı devrimci atılım bile zafere ulaşamaz. Paris Komünü buna açık bir örnektir. İşte bunların ışığında Gramsci'nin değerlendirmesine devam edelim:
Gramsci'de diğer bir gerilla savaşı da, adına "komando savaşı" dediği şehir gerilla savaşıdır. Bu savaş biçimini "gönüllüler" bağlamında ve "arditi del popolo" somutunda ele alıp incelemiştir.
Ona göre, ilkin, "komandolar basit taktik birimlerdir ve gerçekte çok etkili olmayan, ama bütünüyle hareketsiz olmayan bir ordu gerektirir." [253] (abç)
İkinci olarak, "komando olgusu ... askeri kitlenin genel savaşkanlığının bir işareti olarak değil, tersine pasifliğinin ve nispi moral bozukluğunun bir işareti olarak ele almak gerekir". [254] Bu yüzden, Gramsci için "komando savaşı" "kendisini bireysel katkılarla besleyecek ve destekleyecek, değişik nedenlerle hareketsiz durumda ama potansiyel olarak etkili büyük bir yedek kuvveti önceden gerektirir". [255]
Gramsci'nin "çağdaş komando savaşı"na ilişkin bu değerlendirmelerini, Lenin'in 1905 Devrimi sırasında kaleme aldığı "Gerilla Savaşı" adlı yazısında da bulmak mümkündür. Lenin, bu yazısında, silahlı ayaklanmanın ilk girişkenliğini ve çoşkusunu kaybetmeye başladığı zaman da, halk güçlerine zaman kazandırmak için gerilla savaşına (şehir gerillası olarak) başvurulması gerektiğini söyler. Ama yine de, şehir gerilla savaşı temel çarpışma biçimi olamaz ve doğrudan barikat savaşına bağlıdır ve onun tamamlayıcısıdır. Bundan öte özel güç olarak, silah temini, tutukluların kurtarılmas, para temini gibi işler içn gerilladan yararlanılması gerektiğini Lenin de belirtir. Ancak bu, bir partinin özel görevler için uzmanlaşmış kadrolar oluşturması gerektiğinden ve bunun bir ifadesinden başka birşey değildir.
Lenin'in şehir gerilla savaşına ilişkin değerlendirmesini kendi söyleminde ortaya koymaya çalışan Gramsci, bunu yaparken Lenin'in özsel değerlendirmelerini hesaba katmaz: Gerilla savaşının gayri-nizami (düzensiz) niteliği. Yine Gramsci, şehir gerilla savaşının sınırlılığını, yani kendi içinde gelişip yayılabilen ve böylece kitleleri kucaklayabilen bir savaş biçimi olmadığını eksiksiz kavramıştır. (Kavrayışının -bu noktada- eksikliği, bu savaş biçiminin kendi döneminde fazla gelişmiş olmamasından dolayı olduğu söylenebilir.) Ona göre, bu sınırlılık, temelde şehir merkezli olmasından değil, gerilla savaşı olmasından kaynaklanır. Nitekim "partizan savaşı" olarak ayırdığı kır gerilla savaşını da "inatçı azınlığın" savaşı olarak koyar. Oysa şehir gerilla savaşının sınırlılığı, şehirlerde yürütülen gerilla savaşı olmasından, yani savaş alanından kaynaklanır.
"Şehir gerillasının sınırlılığını şöyle özetleyebiliriz: Şehir gerillası gizliliği yüzündan kitlelerden mahrumdur. Kırlarda hareketli stratejik birlik zaman içinde gelişmek için mekanda geri çekilebilir, çünkü kır gerilla savaşı, gerillalara hareketliliğin uygun alanda savaşma olanağı veren bir yıpratma savaşıdır. Öte yandan şehir gerilla savaşçısı, sadece aynı operasyonları sürekli yineleyebilir. Gizli bir destek üssünden yola çıkarak tekrar çıktığı noktaya geri döneceği için, aynı hedeflere yönelir. Güç toplamada bir etmen olarak zaman etmeni, kır gerilla hareketinde yavaş yavaş güçler dengesini değiştirmek ve köylü kitlelerinin bölümler halinde sürekli katılımıyla bir halk ordusu oluşturmak için yararlanılırken, şehir gerillası açısından aynı etkiye sahip değildir. Silahlı öncü ile kitleler arasında sürekli temas olmadığına göre, öncü müfrezenin bir halk ordusuna dönüşmesi şeklinde bir gelişme şehirlerde olmayacaktır. ... Şehir gerilla hareketine katılım bireysel katılımdır, şehir gerilla hareketi yeni kadrolar gerektirir, ama kitleleri gerektirmez." [256] (abç)
Şehir gerillasının bu özelliklerinden öte, kır gerilla savaşına karşıt olarak, şehir silahlı mücadelesi, gerilla eylemi ile kitle mücadelesini eşzamanlı olarak gerçekleştiremez.
Şehir gerilla savaşının bu niteliği ya da sınırlılığı, devrimci silahlı mücadelede bu biçimin temel alınamayacağı saptamasıyla bağlantılıdır. Şehir gerilla savaşı, bütünsel bir çizginin, devrim stratejisinin bir parçası olarak, kır gerilla savaşına tabi biçimde ele alındığında oldukça önemli işlevler yerine getirebilir. Gramsci, gerilla savaşını en genelde kır ve şehir gerilla savaş olarak değil de, "partizan savaşı" ve "komando savaşı" olarak ayırması -ki oldukça örtük bir ayrımdır- kır gerilla savaşının genel geçerliliğe sahip olmadığını düşündüğündendir. Ama aynı şeyi şehir gerillası olarak "çağdaş komando" için düşünmez. Bu nedenle bu savaş biçimini teknik, özel ve tali (barikat savaşı olmasa da "mevzi savaşa" göre tali) olarak ele almamanın yanlışlığı üzerinde durmuştur. Yine de bu eleştirilerinde, stratejiye bağlı ve yeri iyi tanımlanmış, örgütlü (yani "gönüllüler" dışında) bir gerilla savaşını değil de, şehir bireysel silahlı eylemlerini örnek olarak alması onun talihsizliğidir. Tarih ve özellikle 60'lı yılların Latin Amerika devrimci mücadelesi, sorunun, Gramsci'nin sandığından çok daha geniş ve karmaşık olduğunu göstermiştir. Örneğin 1921'de İtalya'da ortaya çıkan "arditi del popolo" hareketi dönemindeki olaylar ile 1958-60 yıllarında Arjantin'de ortaya çıkan "terör dalgası" büyük ölçüde benzeşir.
İtalya'da 1921 yazında yaygınlaşan "arditi del popolo" hareketi, doğrudan 1920 genel grevi ve aynı yılın Ağustos-Eylül aylarındaki fabrika işgallerinin bir sonucu olarak anti-faşist bir silahlı hareket olmuştur. 1919'da başlayan, 1921'de giderek şiddetlenen faşist milis saldırıları -Faşist Partinin- doğrudan tekelci burjuvazi tarafından finanse ediliyordu. Tekelci burjuvazi bunun, yükselen proletarya hareketini durdurmanın -devlet otoritesi önemli ölçüde zaafa uğramış bulunduğundan- tek yolu düşüncesiydi. Yine de 1921 yazına kadar faşist milislerin silahlı saldırılarına karşı proletarya içinde -kendiliğinden ya da örgütlü- bir karşı hareket (silahlı) görülmüyordu. Nisan grevlerinin başarısızlığa uğraması ve fabrika işgallerinin yenilgisi üzerine, kitlesel olarak işten çıkartmalar olmuştur. İşte bu savaşkan işçiler 1921 yılının "arditi del popolo"su oldular. Faşistleri hedefleyen ve temelde misilleme anlayışı ile yürütülen silahlı eylemler bir süre sonra PSI ve PCI'nin tavır alışlarıyla, ortaya çıkışları gibi kendiliğinden yok oldular.
1958-60 yıllarında Arjantin'de düzenin ve hükümetin protesto edilmesinin bir biçimi olarak silahlı eylemler boy göstermiş ve yayılmıştır. Bu eylemler, genellikle, grevleri destekleme amacıyla, grev konusu olan kurumlara yönelikti. Belli bir örgütlenmesi ve yapılanması olmayan bu hareket, kitlesel bir etkileşimle günlük yaşamın bir parçası olmuştu. Bu hareket hakkında R. Debray şöyle yazıyor:
"Bu, Lenin'in terörizm konusunda söylediklerini kanıtlamaktadır. Lenin, terörizmin politik eylemin sürekli ve düzenli bir biçimi asla olamayacağı, ama -son saldırı' momentinde kullanılabilineceğini; illegal ya da başka koşullar altında kitle mücadelesiyle çelişmeyeceği, ama politik faktörlerce sıkı sıkıya denetlenmedikçe kolayca kitle mücadelesiyle çelişebileceğini söyler. Bu olay, Lenin'in tezlerinin haklılığını tanıtlamaktadır." [257]
Aynı konuda bir örnek olarak da, Uruguay'da MLN'nin (Tupamoros) 1970'lerin başlarında karşılaştıkları durumu verebiliriz. Bu tarihte, belli bir stratejiye bağlı olarak şehir gerilla savaşını yürüten MLN, "ölüm mangaları" olarak bilinen faşist milis güçlerin silahlı eylemleriyle yüzyüze kalmıştır. İlk dönemde kitleye yönelik olan bu saldırıların, kitle pasifikasyonunu sağlamaya yönelik olduğunu düşünen MLN, bir süre doğrudan karşı harekete geçmemiştir. Bir süre sonra Uruguay Komünist Partisi'nin yerel ve merkez yöneticilerine saldırıların yönelmesi "sol"da (küçük-burjuva demokratları da dahil) MLN'ye karşı bir eleştiri kampanyasının açılmasına yol açmıştır. Eleştiriler -ki çaresizliğin ve pasifizmin ifadesidir- MLN'nin silahlı bir örgüt olarak bu saldırılara gereken "yanıtı" neden vermediği noktasında toplanmaktadır. MLN'nin kendi rotasına uygun eylemleri "kitleleri düşünmeme" olarak yorumlanmakta ve "pasifizm"le suçlanmaktadır. Sonuçta, MLN, UKP'nin bazı yöneticilerinin öldürülmesi üzerine faşist milislere ve onun destekçilerine karşı yoğun bir saldırıya geçmiştir. Ancak bir süre sonra ilan edilen sıkıyönetim ve 1973 Nisan askeri darbesi, bu tür saldırılarla stratejik noktasından uzaklaşan MLN'nin önemli kayıplara uğramasına ve darbe yemesine yol açmıştır.
Bu tarihsel örnekler, şüphesiz kendi somutluğu içinde pek çok yararlı dersler verecek niteliktedir, ancak burada doğrudan konumuza ilişkin olan kısımlarını ele almak durumundayız. İlk ve en önemli husus, devrimci bir silahlı hareketin, nesnel koşullar mevcut olduğunda planlı, programlı ve örgütlü olarak yürütülmesi gerektiğidir. Bu ise, hareketin doğrudan politik iktidarın fethine yönelik olması demektir. İkinci olarak, kitlelerin kendiliğinden hareketleri bilinçli ve örgütlü hale getirilmezse, kitle pasifikasyonu kolayca gerçekleşir. Üçüncü olarak, devlet-faşist milis gücü-tekelci burjuvazi ilişkileri, dönemlere göre ve ülkelerin içinde bulunduğu koşullara göre biçimlenir. Her durumda bir İtalyan Faşist Partisi ya da Alman Nazi Partisi bağlamında olduğu gibi, faşist milis saldırıların politik iktidarın onlara teslimi ile sonuçlanacağı doğru değildir. Ve son olarak, faşist milis saldırılar yükselen devrimci harekete karşı kullanılan bir araçtır ve kitlelerin kendiliğinden tepkileri de onun pasifliğinin ifadesi değildir (milli krizin oluşumu ya da derinleşmesinin ürünü olarak aktifliğe geçmiştir).
Gramsci 1921'lerdeki gelişmeleri şöyle yorumlamaktadır:
"Siyasal mücadelede egemen sınıfların mücadele yöntemlerini taklitçiliğe yeltenilmemelidir, yoksa kolayca tuzaklara düşülebilir. Günümüzdeki mücadelelerde bu olay çoğu kez gerçekleşmektedir. Zayıf düşmüş bir devlet örgütü sanki gevşek bir ordu gibidir, sahneye iki görevi olan komandolar, yani özel silahlı örgütler girer; görevleri ise, devlet yasallık çerçevesinde kalır gibi görünürken, aynı devleti yeniden örgütlemek ve bunun aracı olarak yasa-dışılığa (illegalite) başvurmaktadır. Yasa-dışı özel faaliyetin karşılığına benzer bir başka faaliyet çıkarabilineceğine inanmak, yani komandoculuğa karşı komandoculukla savaşmak budalaca bir davranıştır. Devletin sonsuza dek hareketsiz kalacağına inanmaktır ki, bir başka koşullar bir yana, bu hiç söz konusu olamaz. Sınıf özelliği temel farklılığı gündeme getirir: hergün belli saatlerde çalışmak durumunda olan bir sınıf, geniş mali olanaklara sahip ve bütün üyeleri bakımından belirli işi olmayan bir sınıf gibi, uzmanlaşmış ve sürekli saldırı örgütlerine sahip olamaz. Bu profesyonelleşmiş örgütler gündüz olsun, gece olsun her vakit kesin ve beklenmedik darbeler indirebilir. Demek oluyor ki komando taktiği bazı sınıflar için başkaları için olduğu kadar öneme sahip değildir. Bazı sınıflar için hareketli savaş ve manevra savaşı gereklidir -çünkü bu onların savaş biçimidir; ve bu, politik mücadele durumunda, komando taktiklerinin yararlı ve muhtemelen vazgeçilmez kullanımını içerebilir." [258] (abç)
Gramsci'nin bu değerlendirmesi -ki oldukça açık biçimde genelleştirilmiştir-, ilk bakışta oldukça doğru ve mantıki görünecektir. Öyle ki, ülkemizde yaşanmış olaylar kabataslak ele alındığında, bu değerlendirmeyle hemencecik çakıştırılabilinir. [*21] Ama derinliğine bir irdelemeye girildiğinde durumun hiç de öyle olmadığı görülecektir.
Diyor ki, Gramsci, mücadele yöntemleri ya da savaş biçimleri sınıfsal özelliklere bağlıdır ve her sınıfın kendine özgü savaş biçimi, mücadele yöntemi vardır ve bu yüzden "taklitçiliğe" yeltenilmemelidir. Bir an için bunun doğru olduğunu kabul edelim: ve diyelim ki burjuvazi (egemen sınıf olarak) siyasal mücadelede parlamenter mücadele yöntemlerini kullanmaktadır. Bu durumda Gramsci'nin önerisi "taklitçi" olmamaktır ve doğal olarak bu yönetimin proletarya tarafından kullanılması "tuzaklara düşmeyi" getirecektir. Böylece egemen sınıf olarak burjuvazi ne yaparsa tersini yapmak genel bir kural olmaktadır. Bunun ne denli yanlış olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. Mücadelenin legal biçimleri, her zaman mevcut düzen içinde, düzenin belirlediği kurallara bağlı olarak yürütülür. Bu ise egemen sınıfın koyduğu kurallardır, yani onun yöntemleridir. Ve Gramsci dahil hiçbir Marksist legal mücadeleyi önsel olarak reddedemez. Şüphesiz Gramsci, "taklitçilik"ten söz ederken bunları düşünmemiştir. Bu, onun değerlendirmesinin doğru olduğunu (kısmen de olsa) göstermez. Yıllarca bir komünist partisi yöneticiliği yapmış, Komintern Yürütme Komitesi'nde yer almış bir kişinin yaptığı genellemelerin sonuçlarını düşünemediğini söylemek de gülünçtür.
Gramsci, egemen sınıfın bir müdahale yöntemini şöyle ifade ediyor: bir yandan devlet olarak yasallık çerçevesinde kalır gibi görünürken, öte yandan komandolarla yasa-dışılığa başvurmak. Ve genellemesinde belirttiği gibi, bu yönteme karşı aynı yöntemle savaşmak "budalaca bir davranış"tır. Evet, ortada bir "budalaca" davranış vardır, ama nasıl?
Eğer proletarya ve onun partisi, burjuvazinin legal (yasal) görünümü altında illegal (yasa-dışı) yöntemlere başvurması durumunda, "budalalık" yapmak istemiyorsa, ne yapmalıdır? Tek yöntem olumsuzluk olarak vardır: Legalitede kalıp, illegaliteye geçmemek; barışçıl mücadeleyi terk etmeyip silahlı aksiyonlara karşı tavır almak. Burjuvazinin illegal özel faaliyetine karşı illegal bir özel faaliyet çıkarmak "budalaca bir davranış" ise, proletarya partisinin "illegal" örgüt olmasına da gerek yoktur. Görüldüğü gibi, Gramsci'nin bu genellemesi, bir çeşit "tasfiyecilik"tir.
Buna itiraz olarak, Gramsci'nin "özel faaliyet" diyerek, genellemesine açıklık getirdiği ve bunun da "komandoculuk" (şehir gerilla savaşı) olduğu söylenebilir. Ama yukarda gördüğümüz gibi, Gramsci önce bir genelleme yapmaktadır ve sonuçta buna "hareket savaşı" ile "manevra savaşı"nı da katarak genelleştirmeyi sürdürmektedir. Kendi ayrımı ile "organik" olan ile "konjonktürel" olanı ayırmamaktadır. Zaten egemen sınıfın legal görünüm altında komando taktikleri uygulaması, doğrudan "organik bunalım"la ilintili olarak ortaya çıktığını söyler, yani geçici ve özel değil, kalıcı ve geneldir. Lenin'in tanımıyla söylersek, milli krizin mevcut olduğu, yani devrim durumunun bulunduğu koşullarda, proletarya legaliteden söz edemez ve gündemde tek madde vardır: Ayaklanma. Böyle bir dönemde egemen sınıfın kendini legal ve barışçıl yöntemlerle sınırlayacağını düşünmek ise, gerçek bir "budalalıktır". Üstelik silahlı aksiyon yöntemlerini kullanmaya zorlayan bizzat egemen sınıftır. Egemen sınıfın kendisi, bu koşullarda zora, şiddete başvurur ve bu da kaçınılmaz olarak silahlı mücadelenin nesnel koşullarını ortaya çıkarır. Düşman silahlı sonuca gitmek isterken, ona karşı barışçıl yöntemlerle savaşmak, teslimiyetçiliğin ve ihanetin ta kendisidir.
Gelelim proletaryanın "uzmanlaşmış ve sürekli saldırı örgütlerine sahip olamayacağı" vargısına. Böyle bir vargı, genel olarak proletaryanın uzmanlaşmış ve sürekli örgütlere sahip olup olamayacağı ile ilintidilir. Dünya devrimci pratiğinin gösterdiği gibi, proletarya bu tip bir örgütlenmeye sahip olmaksızın devrim yapamaz ve bu örgütlenmeye de parti adı verilir. Üstelik proletarya partisi, sürekliliğini sağlamak için de, legal değil, illegal olarak örgütlenir. "Belli saatlerde çalışmak durumunda" olan proletaryanın uzmanlaşmış, yani profesyonel kadrolara dayalı bir örgüte sahip olması gerektiği 1902 yılında Lenin tarafından çok net biçimde ortaya konulmuştur (ve "Ne Yapmalı?" bunun ürünüdür). Üstelik Lenin, bu yapıtında işçi sınıfının artan oranda profesyonel devrimciler çıkarması gerektiğini ısrarla vurgular. Lenin'e göre, biraz birşeyler vaad eden bir işçinin, günde 8-10 saatini fabrikada geçirmesine göz yumulmamalıdır, "izin verilmemelidir". Bunların "geçimi" parti tarafından sağlanmalıdır. [*22] Tabii bu "geniş mali olanaklara" sahip bir sınıfın sağlayacağı olanaklara benzemez. Gramsci bu noktada haklıdır! Ama arada önemli bir fark vardır: Proleter devrimciler kiralık (ücretli) değillerdir, tersine "gönüllüdürler", bilinçlidirler.
Yine bir itiraz olarak, Gramsci'nin profesyonel devrimciliğe ve devrimciler örgütüne bir itirazı olmadığı, onun karşı çıktığı ve "olamaz" dediği örgütün "saldırı" örgütü niteliği olduğu söylenebilir. Eğer Gramsci -ki özsel olarak böyledir- devrimci mücadelenin "sürekli saldırı" durumunda olmaması gerektiğini söylemek istiyorsa, bunu stratejik yönden koymakla yetinebilirdi. Oysa burada söz konusu olan "belli saatlerde çalışmak" ve "geniş mali olanaklara" sahip olmamakla ilintili "uzmanlaşmış ve sürekli" bir "saldırı" örgütüdür. En güçlü ordular bile, hiçbir savaşta biteviye, durmaksızın saldırıda bulunamaz, ama böyle olması o ordunun "saldırı" niteliğine sahip olmadığı ve olmaması gerektiği anlamına gelmez. Ve Çin, Vietnam, Küba, Nikaragua devrimlerinin tanıtladığı gibi, proletarya ve müttefikleri sürekli, yani uzun dönemli bir silahlı bir mücadeleyi (ve iktidarın fethine yönelik bir saldırı süreci olarak) yürütecek örgütler kurabilmektedir. Bunun için "geniş mali olanak" pek de sorun teşkil etmemiştir. Devrimlerin para ile olamayacağını (ve parayla engellenemeyeceğini) en iyi bilmesi gereken biri varsa, o da Gramsci'dir.
Komando taktiklerinin, ki buna gerilla savaşının kentsel biçimi demek yanlış olmayacaktır, burjuvazinin savaş taktiği olduğunu ve üstelik "hareket savaş" ile "manevra savaşı"nın da proletaryaya ait olduğunu, yani bu sınıfın mücadele biçimleri olduğunu söylerken Gramsci, tam anlamıyla saçmalamaktadır. 1920' lerde artık her fırsatta genel silahlı ayaklanmaya kalkışmanın yanlış olduğunu kanıtlamak isteyen Gramsci, bunu yapmak için herşeyi unutmuş görünmektedir. Savaş biçimlerinin sınıfsal özelliklere göre ayrılması, bazı biçimlerin proletarya tarafından kullanılamayacağının söylenmesi, sadece ethik yönden yapılabilir ki, bu da savaş biçimleri için değil, eylem hedefleri ve biçimleri için söz konusudur. Bir başka deyişle Makyavelist bir anlayışla "amaca ulaşmak için her yol (araç) mübahtır"ın reddi, silahlı ve silahsız mücadele biçimleri için söylenmiş olsaydı eğer, ethik sorun daha kolay anlaşılabilir olurdu. Zorun, kendisine başvuranların ahlâkını bozduğu ileri sürülüyorsa, ki dolaylı olarak budur, bunun yanıtını vermeye gerek bile yoktur. Şiddete dayanan her devrim, bunun hiç de öyle olmadığını defalarca tanıtlamıştır.
Buraya kadar proletarya partisinin belli bir plan ve program içindeki mücadelesinden yola çıkarak Gramsci'nin vargısını irdeledik. Bunun dışında kitlelerin kendiliğinden hareketi olarak ya da plansız, programsız, kısaca tutarlı, bütünsel ve doğru bir devrim stratejisine bağlı olmayan hareketler olduğunu da hesaba katmak gerekir. İtalya'da 1921'lerin "arditi del popolo"su, 1958-60'ların Arjantin'deki "terör hareketi" gibi. Özellikle Gramsci'nin yaşadığı dönemdeki Mussolini'nin faşist partisine bağlı silahlı güçlerin saldırıları (faşist komandolar) karşısında, aynı yöntemlerin kullanılmasının getirdiği yanlışlıklar da eleştirilmesi gerekir. Ancak Gramsci, bunu genellemeler yolu ile yapmakta ve hareketin özüne karşı çıkmaktadır. Herşeyden önce, belli bir plan ve programa göre hareket eden, merkezi olarak yönetilen bir faşist harekete karşı örgütsüz ve kendiliğinden gelme bir tarzda savaşılamayacağının ortaya konulması gerekir. Nitekim 1921 yılında PCI'nin "arditi del popolo"ya karşı tutumu böyleydi. Ama 1930'larda Gramsci, sorunu bu noktadan değil de, örgütlü olarak da böyle bir yöntemin kullanılmasının olanaksız olduğunu söyler. Ve gerekçesi de "belli saatlerde çalışma" ve "geniş mali olanak" olmamasıdır. Sanki bunlar olmasaydı, mücadele biçiminin sınıfsal niteliği ortadan kalkacaktı!
Bu noktada Gramsci'nin sezmiş olmasına rağmen, göremediği bir gerçeği de belirtmekte yarar vardır. Burjuvazi devlet otoritesinin zaafa uğradığı dönemlerde, zaman kazanmak ve devrim güçlerinin devlete yönelik saldırılarını bir süre için erteletmek amacıyla (hedef şaşırtıcı olarak) bir güç (yasa-dışı) kullanması bir olgudur. Bu, Gramsci'nin deyişiyle, gerçekten bir "tuzaktır". Ama onun savladığı anlamda değil. Böyle dönemlerde proletarya partisi, kendi mücadele hedeflerini terk etmemeli ve bu yeni uygulamayı etkisiz bırakacak bir yol izlemelidir. Yani taktiklerini hızla değiştirmeli, ama stratejik rotadan sapmamalıdır. Devlet ile faşist milis güçleri ve burjuvazi ilişkisini doğru değerlendirmek esastır. İşte 1970'lerde Uruguay'da MLN'nin başına gelen durumun nedeni de budur. Bunların "savaş biçimleri"yle ya da özel olarak "gerilla savaşı"yla uzaktan yakından ilişkisi yoktur. [*23]
Ülkemizdeki devrimci mücadele yönünden Gramsci'nin bu değerlendirmeleri, her türlü oportünizmin ve pasifizmin arayıp da bulamadığı birşeydir. Son tahlilde, "gençler"in "yiğitlikleri"ne rağmen "budalaca" davrandıklarını göstermek söz konusudur. Öyle ya MHP'li faşist milislere ("komandolar") karşı duran ve şu ya da bu biçimde onlara karşı silahlı eylemler düzenleyen "saldırı örgütleri" 80 öncesinde bolca mevcuttu! Ve bunlar her türden "budalalık" lar yapmamışlar mıdır?!
Burada 12 Eylül öncesinin bir değerlendirmesini yapmak durumunda değiliz, ancak konumuz gereği bu nokta üzerinde biraz duralım.
1974-80 arasında ülkemizde gerçekleştirilen silahlı eylemler (faşist milislerin saldırıları dışında) iki bölümde ele alınabilir: Birincisi, belli bir devrimci stratejiden, yani gerilla savaşını (kır ve şehir) siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak, yani politik kitle mücadelesi olarak ele alan bir devrim stratejisinden yola çıkarak, belli bir dönemde taktik olarak öne çıkmış hedeflere yönelik devrimci silahlı eylemlerdir. İkincisi ise, faşist milislerin silahlı saldırıları karşısında, salt ve doğrudan faşist güçlere yönelik, "direniş", "meşru müdafaa", "öz savunma" vb. adla ifade edilen kendiliğinden gelme silahlı eylemlerdir.
Birinci tip silahlı eylemlerin, doğrudan faşist saldırılara karşı ve salt bu nedenle gerçekleştirilmesi söz konusu değildir. Faşist saldırılar, mevcut duruma bağlı olarak ortaya çıkan belli bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyasına paralel olarak ele alınan bir nesne olabilmektedir. Bir başka deyişle, Öncü Savaşı evresinde, şehir gerillası temelinde faşist güçlere yönelik gerilla eylemleri, bu güçlerin etkisizleştirilmesi, bertaraf edilmesi ya da durudurulması amacına yönelmemiştir ve yönelemez de. (Bu bağlamda "komandoculuğa karşı komandoculukla savaşmak" durumu söz konusu olamaz.)
İkinci tip eylemlere gelince, bu eylemler, genel olarak Gramsci'nin göz önünde tuttuğu "arditi del popolo" ile benzeşir. 80'lerde görüldüğü gibi, gerek süreklilik açısından, gerek faşist saldırıların etkisizleştirilmesi açısından belli bir oluşuma ulaşamamıştır. Ama bunun nedeni, Gramsci'nin iddia ettiği gibi, "belli saatlerde çalışan sınıf" olunmasından ya da "geniş mali olanak" eksikliğinden kaynaklanmaz. Neden, devrimci bir parti önderliğinden ve politikleşmiş askeri savaş perspektifinden yoksun olmasıdır, yani hareketin kendiliğinden-gelme özelliğidir. Bazı "sol" grupların tüm eylemlerini faşist saldırılara karşı gerçekleştirdikleri de doğrudur. Oligarşik yönetimden, sömürge tipi faşizmden bihaber bu oluşumlar 12 Eylül günü "devletin" harekete geçmesi üzerine tam bir paniğe kapılmışlardır. İspanya iç savaşının ünlü sloganı "faşizme geçit yok!" ile milis örgütlenme abartılmış, her zaman devrimci mücadelenin hedefi olan politik iktidar sorunu unutulmuştur. (Ki bu son olgu, faşist milis saldırıların amacıdır.) Ancak tüm bunlardan öte, faşist milis saldırıların ardında yatan "topyekün savaş" anlayışına karşı, devrimci savaşın kurallarıyla savaşılmıştır. Yani faşist milislerin hiçbir hedef gözetmeksizin saldırması ve misilleme hareketlerinin içine her türlü hedefin alınması özelliği ile devrimci unsurların ya da örgütlerin -büyük ölçüde- bunu yapmaması ve yapamaması (ethik bir sorun olarak) yaşanmış bir olgudur. Eğer Gramsci'nin "komandoculuğa karşı komandoculukla savaşılamayacağı" bu anlamda ele alınırsa, ülkemizde gerçekleşmiştir. Ama bu, savaş biçimine ilişkin bir durum değil, savaşma biçimine ilişkin bir durumdur. Nitekim Marks, Paris Komünü'nü tahlil ederken, yapılan hataların birinin de Komünarların kurşuna dizilmesine karşılık olarak Komün'ün elindeki savaş tutsaklarını kurşuna dizecekleri, yani misilleme yapacaklarını ilan etmelerine karşın bunu yapmamalarını söyler. Çünkü böyle bir misilleme anlayışı, Komün'ün ilkelerine terstir, yani yapamayacakları bir şeyi yapacakmış gibi ilan etmişlerdir. Böyle bir durumda tam bir ikilem ortaya çıkmıştır. Devrimci bir hareketin savaş kuralları, savaşma tarzları kendi niteliğine uygundur, ve bu yüzden sınıfsal özelliğin dışa vurumudur. Ethik bir sorun olarak sınıfsal özelliğe sahip olunmasının Gramsci tarafından savaş biçimlerine özgüymüş gibi sunulması ilginçtir.
Gramsci, sonuçta, tüm itiraz ve kayıtlarıyla komando savaşının, teknik ve taktik bir biçim olarak, bir stratejik savaş biçimine bağlı kullanımını kabul eder. Ancak bu savaş biçiminin (ki gerçekte gerilla savaşının bir parçasıdır) temel olamayacağını göstermede düştüğü hatalar, yanılsamalar ve eksiklikler bu konularda ciddiye alınamayacağını gösterir.
Gramsci'nin ele aldığı ikinci savaş biçimi hareketli savaştır (war of movement). Bu savaş biçimini, diğer bir biçimle, mevzi savaşla karşılaştırarak inceler. (Ama daha önce belirttiğimiz gibi, burada politik-askeri bir mücadele biçimi değil, politik mücadele biçimini tanımlamak için kullanılan bir askeri savaş biçimi söz konusudur.)
"Mevzi savaş, aslında yalnızca basit tarafından sahici siperlerden değil de, mevzilenen ordunun ardındaki topraklarda oluşturulan tüm örgütsel ve endüstriyel sistemden ileri gelir. Bu savaş türü, özellikle topların, makineli tüfeklerin ve tüfeklerin sürekli ateşinin, kuvvetlerin belirli noktada yoğunlaştırılmasını ve bir saf yarılmasından ya da geri çekilmeden sonra kaybolan malzemenin yerine yenisini hızla sağlayabilecek ikmal olanaklarının genişliğinin gündeme getirdiği bir türdür." [259] (abç)
Gramsci'nin bu koyuşu, öncelikle "geniş kitlelerin" savaş biçimini bulmaya yöneliktir ve askeri düzeyde doğruluğu politik düzeyde doğruluğu için temel olarak ele alınmaktadır.
Gramsci "mevzi savaşı" geniş kitlelerin savaş biçimi olarak görmeye çalışır. Çünkü, "sürekli ateş" sağlamak çok sayıda asker gerektirir; sonra bir mevzide düşmanın ağır topçu atışlarına katlanmak pek çok kayba yol açar ve bu kayıpları (insan ve malzeme olarak) gidermek için çok sayıda yedeklere ihtiyaç vardır. Buna karşılık olarak "hareketli savaş" Gramsci için, düşman savunmasında önemli (stratejik nitelikte) gedikler açıldığında gündeme gelebilir. Bu ise, düşmanın "sahici siperlerinin" değil, onun "ardındaki" güçlerin zayıflamasıyla olabilir, çünkü öndeki siperlerdeki gedikler cephe gerisi tarafından doldurulamaz hale gelmesi gerekir.
Gramsci'nin tıpkı "komando savaşı" konusunda olduğu gibi, "mevzi savaş" ve "haraketli savaş" konusunda da, keyfi denecek kadar tanımlar yaptığını görüyoruz. Bu nedenle, önce savaş ve savaş biçimleri konusunda Engels'in saptamalarını anımsayalım:
"Silahlanma, bileşim, örgütlenme, taktik ve strateji, herşeyden önce, üretim ve ulaştırma olanakları tarafından, her durumda ulaşılmış bulunulan düzeye bağlıdır. Bu konuda devrim etkisi yapan şey, deha sahibi büyük komutanların 'özgür zekâ yaratıları' değil, daha iyi silahların ve insan unsurunun, yani askerin değişmesidir; deha sahibi büyük komutanların etkisi, en iyi durumda, savaş yöntemini, silahlara ve yeni savaşçılara uyarlamakla sınırlıdır." [260] 260) (abç)
"... orduların tüm örgütlenmesinin ve savaş yönteminin ve sonuç olarak zafer ve bozgunun, insan ve silahlanma unsurlarının maddi, yani iktisadi koşullarına, yani nüfus ve tekniğin nitelik ve niceliğine bağlı bulunduğudur." [261] (abç)
Engels bu değerlendirmelerine, tarihsel olarak değişen savaş yöntemlerini (biçimlerini) örnek olarak gösterir. Amerikan Bağımsızlık Savaşında, II. Frederic'in "saf taktiği"nin yerine "hareketli savaş"ın geçtiğini söyleyen Engels, bu savaş yönteminin Fransız İhtilâli ile sistemli hale getirildiğini belirtir.
"Koalisyonun o kadar iyi yetiştirilmiş paralı ordularına karşı, onun da, kötü talim görmüş, ama kalabalık, tüm ulusun yığın halinde ayaklanmasından başka çıkaracak birşeyi yoktu. Ama bu yığınlarla Paris'i korumak, yani belirli bir bölgeyi örtmek gerekiyordu ve bu iş, açık bir yığın savaşında bir zafer kazanılmaksızın yapılamazdı. Basit avcı savaşı yetmiyordu, yığınların kullanımı için bir şekil bulunması gerekiyordu ve yürüyüş kolu ile bu şekil bulundu. Kol düzeni, iyi talim görmemiş birliklerin bile, hayli düzenli, ve hatta daha büyük bir yürüyüş hızı ile hareket etmelerini sağlıyordu; eski saf düzeninin katı şekillerini çökertmeyi, her türlü alan üzerinde, yani saf için en elverişsiz alanlar üzerinde de savaşmayı, birlikleri, ihtiyaçlara uygun olarak ve dağınık avcıların savaşı ile bağlılık içinde kümelendirmeyi, düşman saflarını yedekte tutulmuş yığınlarla konumun en uygun noktasında bozma anı gelene kadar, onları tutmayı, oyalamayı ve güçten düşürmeyi sağlıyordu." [262] (abç)
Engels, bu savaş yönteminin, taktik bakımdan olduğu kadar, stratejik bakımdan da yetkinliğinin doruğuna Napolyon tarafından vardırıldığını belirtir. [263] Engels'in savaş yöntemleri konusundaki irdelemesinin son olgusu 1870'deki Fransız-Alman savaşıdır. Bu savaşta "artık sadece şimdiye kadar hedefi vuran kurşun yağmuru altında kolun her zaman dağılarak kendine dönüştüğü, ama yukarılarda her zaman disipline aykırı bulunarak karşı çıkılan yoğun avcı grupları ile savaş verildi ve aynı biçimde düşmanın ateş alanı içersinde, koşar adım, bundan böyle tek yer değiştirme biçimi haline geldi." [264] (abç)
Bu incelemesiyle Engels, tarihsel gelişim içinde "saf taktiği"nin yerini "avcı savaşı" ile bağlantılı olarak yürütülen ve köken olarak bu savaş yönteminden doğup gelişen "yürüyüş kolu" taktiğine bıraktığını gösterir. Saf taktiği bir "hat" oluşturarak savaşmaktadır, yani "mevzi savaş"tır. Yürüyüş kolu yöntemi ise bir manevra savaşı, bir "hareketli savaş"tır. İlginç olan şu ki, Engels, 1890'da Avrupa'da "barikat savaşının" (ki bir "mevzi savaş"tır) kitleler açısından rolünün azaldığını belirtir. Buna neden olarak da 1848 Devrimleri ile Paris Komünü'nden sonra, burjuvazinin yeni bir kentleşme planı uygulamaya sokarak geniş yollar yapmasını gösterir. [*24] [265]
Şimdi Engels'in bu saptamaları ışığında Gramsci'nin tahlillerine bakalım:
Avrupa tarihini ele alırken, savaş biçimlerinin tarihsel gelişimini Gramsci şöyle ifade etmektedir:
"1789'dan 1870'e kadarki Avrupa'da Fransız İhtilâlinde hareketli savaş (politik) ve 1815'den 1870'e kadar uzun bir mevzi savaş vardır. Günümüzde hareketli savaş, politik olarak, Mart 1917'den Mart 1921'e kadar yer almıştır; bunu mevzi savaş izlemiştir -bunun temsilcisi (pratik -İtalya için- ve ideolojik -Avrupa için- olarak) faşizmdir." [266] (abç)
Gramsci'nin Avrupa tarihinde savaş biçimlerinin yerine ilişkin bu sözlerinin Engels'in değerlendirmeleriyle taban tabana zıt olduğu hemen görülüyor. Ama burada ilkin, Gramsci'nin "politik" ve "politik olarak" sözlerine açıklık getirmek gerekir. Bu ifadeler ile, verdiği tarihlerin doğrudan askeri olguları ifade etmesi, hiç de "politik" durumları göz önüne almadığını göstermektedir. Öyle ki, 1789 yılı Fransız İhtilâli'dir; 1815 yılı ise Napolyon'un Waterloo'da yenilmesi ve böylece Fransa'da Napolyon döneminin sona erdiği yıldır. 1870 yılında ise en önemli olay Fransa-Almanya savaşı ve Saint-Privat'da (18 Ağustos 1870) Fransa'nın yenilmesidir. Bunun sonucu ise Paris Komünü'dür. Mart 1917 tarihi bilindiği gibi Rusya' daki Şubat Devrimini ifade eder ve Mart 1921 ise Almanya'da KPD' nin düzenlediği ayaklanmanın tarihidir ("Mart Eylemi" olarak da anılır).
İlk bakışta Mart 1917 ve 1921 tarihleri doğrudan savaşlara ilişkin, yani askeri olaylara özgü tarihler olarak görünmüyorsa da, 1920'de Kızıl Ordu'nun Varşova'da yenilgisiyle başlayan "manevra savaşı", "devrimci saldırı taktiği" üzerine yapılan tartışmalarla ilintilidir. Bu tartışmaların odak noktası "proletaryanın askeri bilimi" olmuştur. (Askerlik biliminin sınıfsallaştırılması.) Bunun savunucuları Kızıl Ordu generalleri Frunze, Budyenny ve Tukhachevsky'dir. Sonuçta bu generallerin savunduğu "manevra savaşı" ve "saldırı taktiği" şiddetle eleştirilmiş ve mahkum edilmiştir.
Diyebiliriz ki, Gramsci "politik" diyerek tarihlerin askeri yanını değil, politik sonuçlarını ele aldığını ifade ediyorsa -ki böyle olması söz konusudur-, kendisi savaş biçimlerini ifade ettiği anlamda, önemli bir fark doğurmamaktadır. Engels'e göre, "hareketli savaş"ı ya da "manevra savaşı", Napolyon tarafından yetkinleştirilmiş ve 1870 Fransız-Alman savaşı ile doğruluğu kanıtlanmış bir savaş biçimidir, ve 1815'de Waterloo savaşı bir kesinti olarak düşünülemez. 1860-70'lere kadar bu biçimin yaygın olarak görülmemesinin nedeni, bu yıllarda Avrupa'da büyük ordular arasında bir savaşın olmamasındandır. Yoksa en azından 1848 köylü ayaklanmalarında hareketli savaş ve buna bağlı olarak avcı grupları savaşı yaygın biçimde kullanılmıştır. (Bilindiği gibi Engels, bu dönemde Almanya'da Karaormanlar -Almancası: Schwarzwald, Toroslar gibi coğrafi bir terimdir- bölgesinde köylü birlikleri ile birlikte bulunmuştur.)
Ayrıca burada I. paylaşım savaşı ele alınabilinir. Gramsci bu savaşta, belirleyici yöntemin "mevzi savaş" olduğunu iki örnekle açıklar. Birinci kanıt-örneği, Kazak generali Kraçnov'un eleştirisi düzeyinde Çarlık Rusyası'nın "mevzi savaş" yerine "hareketli savaş" yürütmesi gerektiğini söylemesidir. Ve Gramsci, bunun, yani mevzi savaş yerine hareketli savaşın yürütülmesini "saçmalık" olarak niteler ve "zorunlu kılınan" savaş biçiminin mevzi savaş olduğunu, bunu kabul etmeyen Genel Kurmayların verdiği kayıplara atıf yaparak kanıtlamaya çalışır. Ama atıflarında tek bir somut örnek bile bulunmaz. İkinci kanıt-örnek ise, itilaf kuvvetlerinin Foch komutasında birleştirilmesini "tek cephe" anlayışının ve "Batı'da mümkün olan tek savaş biçimi" diye düşündüğü mevzi savaşının kabul edilmesidir. Oysa ki, Foch, gerçekte Napolyonvari saldırı taktiğini savunan bir generaldir. [267] Aynı biçimde bir yanlışlığı da Troçki konusunda yapar Gramsci. 1930'larda hapishanede yazarken, 1920-21 yıllarında Komintern'de Troçki'nin tavrını unutmuş görünür. Gramsci, Troçki'nin "saldırı teorisi"nin, "manevra savaşı"nın savunucusu olduğunu ve "sürekli devrim" teorisinin bu anlayışın siyasal yansısı olduğunu söyleyerek eleştirir. [268] Oysa, Troçki, 1920-21 yıllarında, "saldırı teorisi"ni savunanları şiddetle eleştirmiştir. Komintern'in III. Dünya Kongresinde Lenin ve Troçki bu tezleri eleştirirken, bunların savunucuları olan (askeri düzeyde) Frunze, Budyenny ve Tukhachevsky, politik planda PCI, Alman Komünist Partisi (KPD) ve Macar Bela-Kun'dur. Böylesine bir hatayı Komintern Merkez Yürütme'sinde yer alan Gramsci' nin yapması şaşırtıcı gelebilir. Gerçekte ise, PCI içindeki ayrılıklarla bağlantılı ve bilinçli bir ifadedir bunlar. Bordiga, SBKP (B) içindeki Stalin-Troçki tartışmalarında Troçki'nin yanında tavır almıştır. Bu durumda Bordiga ile olan hesaplaşmasında, onun Troçki ile olan benzerliklerinin bulunması gerekmektedir. Ve Gramsci' nin tek bulabildiği şey de, 1920-21'lerde PCI'nin o dönemdeki lideri olan Bordiga'nın "saldırı teorisi"ni savunması ve bunun "sürekli devrim"le birleştirilebilineceğidir. Tıpkı Foch konusunda olduğu gibi, olgular yarı yarıya doğru olmaktadır.
Tüm bu yanılgıları ve yanlışlarıyla Gramsci, manevra savaşından (cephesel saldırı ya da hareketli savaş) mevzi savaşa geçilmesinde ısrarlıdır ve bundan iki temel tez üretir:
Birinci tezi, mevzi savaşın "sadece belirli mevziler tehlikede olduğu zaman" gündeme geleceği ve gelmek zorunda olduğudur. Yani "hegemonyanın benzeri görülmemiş bir yoğunlaşması"nın olduğu ve "bundan dolayı çok müdahaleci bir hükümet muhaliflerine karşı çok açık biçimde saldırdığı" ve "içsel atomlaşmanın 'olanaksız'lığını sürekli -politik, yönetimsel vb. her çeşit denetimle egemen grubun egemen olduğu 'mevziler'ini güçlendirecek yollarla- örgütlediği" zaman gündeme belli mevzilerin korunması gelir. Bu mevzileri korumanın yöntemi de, kaçınılmaz olarak "mevzi" savaş olacaktır. [269]
Tipik bir totoloji örneği. Bir "mevzi"yi korumak için yapılan savaş "mevzi"de savaştır, tıpkı bunları ele geçirmek için yapılan savaşın da "mevzi" ele geçirme savaşı olacağı gibi! Ama birincisi, "koruma", yani savunma durumundayken, ikincisi, "ele geçirme", yani saldırı durumundadır. Bunlardan başka mevzi savaşı bir yıpratma savaşıdır ve en küçük birimi ise saldırıya karşı direnmektir. Gramsci, mevzi savaşını bir kuşatma savaşı olarak ifade ederek, Marks'dan alıntıyla "direniş"in zorluğunu anlatır. [270] Ve sorunun "kolaycılığa kaçmak" olmayıp, "bu zorluğa karşı bu savaşı sürdürmek" olarak koyar.
Şüphesiz direnmek, düşmanı yıpratmanın bir yoludur. Ama direnme tam bir hareketsizlik, belli bir yerde, mevzide beklemek demek değildir. "Direnme, düşman kuvvetlerinin, düşmanı niyetinden vazgeçirmeye yetecek kadar bir kısmını yok etmeye yönelik bir faaliyettir." [271] Gramsci'nin diliyle söylersek, belli mevzileri korumak için, düşmanın bazı mevzilerini ele geçirmek gerekir. Engels'in üretim ve ulaştırmanın geldiği düzeye bakarak orta-çağların savaş biçimlerinin geçersiz hale geldiğini söylemesi bunu ifade eder. "Kuşatma savaşı"nın (muhasara) orta-çağın şatolar, kaleler sistemine denk düşen özelliğini Gramsci görememiştir. Faşizmi "mevzi savaş"ın temsilcisi olarak görmeye o kadar kendini kaptırmıştır ki, sonuçta faşist İtalya'da proletaryanın elinde hiç mevzi kalmamıştır. (Üstelik egemen sınıfın savaş biçimini de "taklit" etmek durumuna gelmiştir.)
Geldiği nokta "manevra savaşnın stratejik olmaktan çok taktik işleve indirgenmesi"dir. "Daha önceleri manevra savaşına karşı kuşatma savaşı ne konumda ise o konumda ele alınması gerektiği"dir. [272]
Gramsci'nin ikinci dayanağı ise daha önemlidir. Bu dayanak üst yapının iki temel düzeyi olduğu savıdır. Ona göre, savaştaki cepheyi, "sahici siperleri" oluşturan "politik toplum" (devlet) ve ardındaki güçlü mevziler ise "sivil toplumdur", yani "tüm örgütsel ve endüstriyel sistem"dir. [*25] "Sivil toplum", ön mevziden başka bir şey olmayan devletin fethi durumunda ("safın yarılması") "yenisini hızla sağlayabilecek ikmal olanaklarını" sağlayarak, gediği kapatacak ve sonra ön siperleri geri alacaktır. Sivil toplum "mevzi savaşındaki savunma sistemine denk düşer." [273]
"Hem devlet örgütlenmeleri, hem de sivil toplumdaki kurumların bir bütünü olan çağdaş demokrasilerin kitlesel yapıları, siyaset sanatı bakımından, mevzi savaşı cephelerinin kalıcı istihkamlarıyla 'siperleri'ni meydana getirmektedir." [274]
Egemen sınıfın mevzilenmesi ve savunma sistemi ve savaş biçimi böyle olduğuna göre "ne yapmalı"dır? Gramsci için yanıt açıktır: Düşmanın asıl gücünü oluşturan siperler ele geçirilmelidir ve bunun savaş biçimi de mevzi savaştır. Bu ise egemen sınıfın savunma sistemine uygun ve onların savaş biçiminin benzerinin yürütülmesi demek olduğu da açıktır. "Siyasal mücadelede egemen sınıfların mücadele yöntemlerini taklitçiliğe yeltenilmemelidir, yoksa kolayca tuzaklara düşülebilir" -diyordu Gramsci. Şüphesiz bu uyarıyı "arditi del popolo" konusunda (genel olarak gerilla savaşına ilişkin olarak) söylediği için kendi tezine uygulamak aklına gelmez. Egemen sınıfın komandoculuğuna karşı komandoculukla savaşmayı "budalalık" diyen Gramsci, onun en gerici, en şovenist, en emperyalist ve en terörist kesiminin savaş yöntemi olduğunu söylediği "mevzi savaşı" taklit ederken, ne tuzağa düşer, ne de budalaca bir davranış yapar!
Bunlar Gramsci'nin iç tutarsızlığının kanıtlarıdır, ama biz, bunlarla yetinmek niyetinde değiliz. Gramsci savaş biçimlerini sınıfsal tasnife tabi tutarken de, taklitçilikten söz ederken de yanlış söylemiş olabilir, ama yine de sonuç -daha önce sık sık gördüğümüz gibidoğru olabilir. İşte bu olasılık göz önüne alınarak, gerçekte "mevzi savaş"ın temel savaş biçimi olup olamayacağına bakılmalı, ayrıca irdelenmelidir.
Kendimizi, daha doğrusu Gramsci'yi "taklitçilik"ten ve "budalaca" davranmaktan kurtardığımıza göre, mevzi savaşın işe yarayıp yaramadığını görelim.
İlkin, kendimizi bazı "kutsal" inançlardan da sıyırmalıyız. İnsanlar birden ortaya çıkıveren Adem ile Havva'dan gelmediyse, "mevziler" de ilahi bir güçle proletaryaya verilmemiştir. Bu nedenle, ilkin mevzilerin nasıl oluşturulacağını görmek gerekir, ancak bundan sonra -eğer saldırı olursa- bu mevzilerin "kuşatılma"sından, "korunmasın"dan söz edilebilir. Gramsci'nin tahliline göre gerçek ve kalıcı mevziler "sivil toplum"dadır. Bu toplum, bugün burjuvazinin elindeyse, yarın proletaryanın elinde olacaktır. Herşey bu toplumun fethine bağlıdır. "Sivil toplum" ise, kendi içinde pekçok ögelere ayrılır (kurumlar) ve bunların her biri bir mevzidir. İşte bu mevziler tek tek kimin elindeyse, onun adına kaydedilir. İlâhi başlangıcı yadsıdığımıza göre, proletarya işe, en zayıf "sivil toplum" kurumunu, yani burjuvazinin en zayıf olduğu mevziyi ele geçirmekle başlaması oldukça mantıkidir -ve bu konuda Gramsci hiçbir engel çıkartmaz-. Böylece daha işin başında proletarya bir mevziyi ele geçirmek için bir savaşa girer ve bu savaş hiç de "savunma" niteliğinde değildir. Gramsci'nin sözleriyle söylersek, mevzi ele geçirmek için ileri atılan proletarya "mevzi savaş" verecektir. İlk mevzi ele geçirildikten sonra, buraya dayanarak (arka-cephe olarak kullanarak) yeni mevzilere -görece daha güçlü olan- yönelinir. Bu durumda eldeki güçlerin bir kısmı kazanılan mevzide bırakılırken, diğer kısmı -yeni güçlerle birlikte- yeni mevziye kaydırılır. Buna en basit deyimle hareket etme denir ve gerçek ifadesi "manevra"dır. Ve böylece tek tek ya da ikişer ikişer, vb. mevziler ("sivil toplum") ele geçirilir. Süreç, bütün olarak bir saldırı sürecidir, güçlerin bir mevziden ötekine aktığı bir hareketli süreçtir, sürekli manevraları kapsar. Bir bütün olarak bu savaş yöntemine ise "hareketli savaş" ya da "manevra savaşı" yahutta "saldırı savaşı" dendiğini Gramsci'nin kendisi de söylemektedir. Ama buna, amacın mevzilerin ele geçirilmesi olduğunu söylersek "mevzi savaş" demek de mümkündür, ama böyle birşey tanımla çeliştiği gibi, tüm savaşların -gerilla savaşı da dahil- "mevzi savaş" olduğunu söylemek de demektir. Bu tür genelleştirmelerin hiçbir değeri olamayacağı açıktır.
Ama şu da açıktır, neden proletarya ilk iş olarak düşmanın en zayıf olduğu mevziye yöneldiğinde, kendini "sivil toplum"la sınırlandırsın? Gramsci'nin söylediği gibi, "politik toplum" (devlet) devlet de bir mevzidir ve sık sık da zayıf duruma düşer. Öyle ise, işe neden buradan başlanılmasın? İşte Lenin'in II. Enternasyonal oportünistlerine söylediği de budur. Ve bu yüzden Rusya'da önce politik iktidar ("ön mevziler") feth edilerek işe başlanılmıştır.
Açık olan bir başka şey de, Gramsci'nin "mevzi savaş"tan anladığı tek şeyin "belli mevzileri koruma" olduğudur, öyle ki, bunu kendisi şöyle ifade etmektedir:
"Mevzi savaş sonsuz halk kitlelerinin çok büyük kurbanlar vermesini gerektirir. ... Politikada -mevzi savaş' zafer öncesi kesin belirleyicidir. Diğer bir deyişle manevra (hareketli) savaşı, politikada, kesin olmayan kazanılmış mevziler sorunu olarak uzun süredir mevcuttur, öyle ki devletin hegemonya kaynakları tümüyle harakete geçirilmemiştir. Ama şu ya da bu nedenle bu mevziler değerlerini yitirdiği ve sadece belli mevziler tehlikede olduğu zaman, ancak o zaman kuşatma savaşına geçilir." [275]
Bu ifadeler gösteriyor ki, Gramsci'nin savaş biçimleri (politik planda mücadele biçimleri olarak) konusundaki yaklaşımı bir devrim stratejisinden değil, devrimci mücadelenin faşizm tarafından ezildiği dönemin (konjonktürel) özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Onun bakış açısı stratejik değil, konjonktüreldir ve tamamiyle İtalya'daki faşist yönetim dönemine ilişkindir. Böylece bir kez daha Gramsci'nin değerlendirmelerinin özel ve kısmi niteliği ile karşılaşıyoruz. (O, daha önce de gördüğümüz gibi, bunları genelleştirmek durumundadır.)
Gramsci'nin tahlillerinde yer alan bir kavram daha vardır: Stratejik konjonktür.
"Belirli bir durumda var olan güç ilişkileri sistemin üçüncü düzeyinin ya da momentinin çözümlenmesinde adına askerlik biliminde 'stratejik konjonktür' denilen kavrama başvurmak ya da daha kesin olmak gerekirse, savaş sahnesinin stratejik hazırlık düzeyine bakmak gerekir. Bu hazırlık düzeyinin temel ögelerinden biri yönetici personelin ve 'cephe hattı' (ve saldırı) güçlerinin niteliğine ilişkin koşullardır. Stratejik hazırlık düzeyi 'görünürde' (yani niceliksel olarak) düşmanın güçlerinden daha aşağıda bulunan güçlerin zaferini sağlayabilir. Diyebiliriz ki, stratejik hazırlık 'ölçülemez etmenleri' -diğer bir deyişle geleneksel olarak hareketsiz ve pasif güçlerin belirli bir momentteki dolaysız, önceden tasarlanmamış tepkilerini- sıfıra indirger. Uygun bir stratejik konjonktürün kapsadığı etmenler arasında ulusal orduyla yan yana ve teknik anlamda bir askeri toplumsal tabakanın mevcudiyeti ve örgütlenmesi üzerine yaptığımız ilk gözlemleri dahil etmek gerekir." [276] (abç)
Özetle, Gramsci, "organik bunalım"ın ortaya çıktığı döneme ("stratejik konjonktür") göre hazırlanmasını açık biçimde ifade etmektedir. Öyle ki, böyle bir bunalımda egemen sınıf hegemonyasını yitirmişse ve bu momentte eğer hegemonyayı ele geçirmeye yetecek kadar güç (aynı zamanda askeri bir güç) olursa, bir teknik-askeri harekete ("cephesel saldırı") girişerek politik toplum (devlet) feth edilir. Tüm sorun, kendiliğinden oluşan, yani proletaryanın etkin müdahalesi olmaksızın ortaya çıkan bir bunalım dönemine hazır olmaktır. Bu ise, yönetici personeli yetiştirmek ve saldırı güçlerini hazırlamaktır.
Böylece Gramsci'nin "ikili perspektifi" ortaya çıkmaktadır:
1) İktidarın planlı ve sistemli fethi, yani önce devletin ardındaki gerçek "siperler", "mevziler" olan sivil toplumu feth etmek (hegemonyanın fethi) ve sonra "doğrudan saldırı" için nesnel koşullar ("organik bunalım") olgunlaşacağından devleti ele geçirmek.
2) Nesnel bir gelişme olarak, "hegemonya bunalımı" kendiliğinden ortaya çıktığı zaman, bu bunalımın yarattığı otorite boşluğunu ("sivil toplum" üzerindeki otorite önde gelir) doldurmaya hazır ve yeter gücün varlığını sağlayarak devletin fethine girişmek. Yani süreç Gramsci'nin üçüncü momentine gelmiştir. (Tabii burada hemen saldırı söz konusu değildir. Üçüncü moment bilindiği gibi iki alt düzeye ayrılır. Bu dönemde de bu iki düzey sıra ile oluşur.)
Bu ikinci perspektif, en açık biçimde devrim durumunun (milli kriz) ortaya çıkmasına bağlıdır. Lenin'in deyişiyle, "her devrim durumu devrime yol açmaz ... nesnel koşullara ... öznel koşullar da katılırsa ... işte o zaman devrim olur." Ayrıca Lenin, bir devrimin, kitle ayaklanmasının önceden planlanarak gerçekleşme olasılığının, bu olayın kendiliğinden gelişmesine göre daha az olduğunu söyler. Ve devrimci bir partinin, böyle bir gelişme karşısında hazırlıksız yakalanmamasının tek yolu, sistemli bir biçimde örgütlenmesidir ve hareketi sistemli biçimde örgütlemeye çalışmasıdır. [277]
Görüldüğü gibi "ikili perspektif" gerçekte Lenin tarafından (ve ayrıntılı biçimde) ortaya konulmuştur. Bu yönden Gramsci'nin özgünlüğünden, "katkı"sından söz etmek mümkün değildir. Gramsci için bunlar, bir yerde görüntüseldir; asıl olan "mevzi savaşındaki savunma sistemlerine denk düşen sivil toplum ögelerinin hangileri olduğunu derilemesine inceleme" [278] ve bu mevzilerin feth edilmesidir.
"Birinci (Doğu) hemen düşmüştür ve benzeri daha önce görülmemiş mücadeleler daha sonra ortaya çıkmıştır; ikincide (Batı), mücadeleler 'önceden' oluşur. Bu yüzden sorun sivil toplumun iktidarın ele geçirilmesinden önce mi, onra mı direndiği; ikincinin nerelerde ortaya çıktığı sorunudur." [279] [*26]
Gramsci'ye göre, "sivil toplum"n "ilkel ve peltemsi" olduğu Rusya'da (bütün olarak Doğu'da) önce politik iktidar ele geçirilmiş "benzersiz mücadeleler" sonra görülmüştür. Bilindiği gibi, Rus Devrimininin rotası şehirlerden kırlara doğrudur. Önce büyük kentlerde (politik merkezler) ayaklanma ile iktidar ele geçirilmiş ve sonra devrim küçük kentlere ve kırsal alanlara yayılmıştır. İşte bu sırada kırsal kesimde büyük bir direnişle karşılaşılmıştır (iç savaşın başlaması). Şüphesiz buna emperyalist orduların doğrudan müdahalelerini de eklemek gerekir. İşte Gramsci' nin "benzeri görülmemiş mücadeleler" diye ifade ettiği olgu bu iç savaştır. Burada önemli bir nokta, Rusya'da sonra "direnenler"in başta emperyalistler olmak üzere, köylüler ve ulusal azınlıklar olduğu gerçeğidir. Bu gerçek karşısında Gramsci'nin "direnen sivil toplum"u kırsal nitelikte olmaktadır. Oysa Gramsci "sivil toplum" un kentsel özelliğini sık sık vurgular. Bu durumda Rusya'da "direnen" "sivil toplum"un feodaliteye ilişkin olması gerekir. Yani feodal toplumun üst yapısının bir düzeyi olan "sivil toplum" gündemdedir. Ama öte yandan "sivil toplum"un yalnızca burjuvaziyle var olduğunu ve geliştiğini Gramsci de kabul etmektedir. Öyleyse, Gramsci'nin Hegelci toplum kategorisi yeniden düzenlenmek zorundadır, ya da sorun başka türlü konulmalıdır: İç savaş iktidarın ele geçirilmesinden önce mi, sonra mı verildiği ve bu ikincinin nerelerde ortaya çıktığı. [*27]
Birinci durumda "sivil toplum" ile burjuvazinin birlikte ele alınmaması, her toplumda (köleci, feodal vb.) "sivil toplum"un mevcut olduğunun söylenmesi gerekir. (Ki Hegel de böylesine bir evrenselleştirme mevcuttur.) Gramsci sınıfsız toplum ile, "politik toplumun" içinde eridiği bir "sivil toplum" ile aynılaştırırken, böyle bir evrenselliştirmeyi kabul eder görünse de, köleci ya da feodal toplum için "sivil toplum" düşündüğünden söz etmez, üstelik feodal toplumlar için devrimci görev olarak sivil toplum kurmayı koyar. Demek ki, sorun, yukardaki gibi ifade edilmelidir.
Gramsci, "benzeri daha önceden görülmemiş mücadeleler" olarak salt Almanya'daki Spartakist Ayaklanması (1919) ile Mart 1921 ayaklanmasını "Batı"a gördüğü için, önemli yanılgılara düşmüştür. Oysa kendi döneminde bir Macar Ayaklanması, Bulgar Ayaklanması yaşanmıştır. Bunlar kendince, kedine kanıt niteliğinde görür. Oysa durum hiç de böyle değildir.
Tarihsel olarak şu açıktır ki, kent merkezli bir strateji, ilkin buraların fethiyle işe başlamak durumundadır. Kentlerde işçi sınıfı, nicelik ve nitelik olarak güçlü olduğu ülkelerde, ilk darbenin kentlerde indirilmesine paralel olarak devrimin kırlara götürülmesinin bir iç savaşa yol açtığı sıkça görülmüştür ve yaşanmıştır. İspanya İç Savaşı da bu konuda bir örnek oluşturur. Gerek Rusya'da 1917 Ekim'inden sonra görülen olgular, gerek İspanya İç Savaşı Gramsci'nin tezleri için karşı-kanıt olamaz. Çünkü bu ülkelerde sivil toplum "ilkel ve peltemsi"dir. Gramsci'nin genelleştirmesi, doğal olarak kendi yaşadığı dönemle sınırlı olmadığını gösterdiğinden Çin Devriminden Küba Devrimine, Angola'dan Afganistan'a kadar son 50 yılın olgularına bakabiliriz. Gramsci'nin saptamasına göre, bu ülkelerde, "benzeri daha önce görülmemiş mücadeleler" den (iç savaşlar) sonra, yani politik iktidarın fethinden sonra gerçekleşmesi gerekmektedir, çünkü bu ülkelerde "sivil toplum ilkel ve peltemsi"dir. Ama gerçeklik hiç de böyle olmadığını göstermektedir.
Çin Devrimi, 1927'den 1949'a kadar, sınıfsal (içsel) ve ulusal planda yürütülen bir savaşla gerçekleşmiştir, yani politik iktidar bu savaşlardan sonra tümüyle ele geçirilmiştir. Vietnam'da ise, politik iktidarın ele geçirilmesi 30 yıl süren bir savaşla mümkün olmuştur. Küba'da süre kısa olmakla birlikte, önce bir "iç savaş" yaşanmış (Öncü ve Halk Savaşı olarak), sonra politik iktidar ele geçirilmiştir. Bu ülkelerde Gramsci'nin tanımladığı biçimde "sivil toplum" mevcut değildir. Buna rağmen politik iktidarın ("politik toplum") fethi Gramsci'nin "Batı" için koyduğu biçimde bir rota izlemiştir. Bu devrimlerin gösterdiği gibi, Gramsci'nin "sivil toplum" ölçütü hiç de genel geçerliliğe sahip değildir, ve bu ölçüt devrim stratejisi için belirleyici olamaz.
Gramsci'nin bu tür yanılgılarını (özellikle "sivil toplum" anlayışıyla bağlantılı olarak) daha önce de "çağdaş demokrasilerin kitlesel yapıları"nı ele alırken görmüştük. Şimdi bir başka sonucu ele alalım, ve göreceğiz ki, aynı ters-yüz olma burada da gündemdedir.
Gramsci, "sivil toplum"un yeterince gelişmediği, yani "ilkel ve peltemsi" olduğu ülkelerde yapılması gerekenler üzerine değerlendirmesini ele alalım. Bu ülkeler, genelde burjuva demokratik devrimin tamamlanmadığı ülkelerdir. Marksist-Leninist kesintisiz devrim anlayışına göre, bu ülkelerde proletarya ikili bir görevle karşı karşıyadır: Demokratik halk devrimi ve sosyalist devrim. Bu kesintisiz devrim teorisi Gramsci'nin "sivil toplum" ölçütü ile şöyle ifade edilir: ilkin "sivil toplum" yaratılmalı, eğer mevcutsa bu geliştirilmeli, ve sonra sosyalist devrim ("sivil toplumun" proletarya tarafından fethi ile) yapılmalıdır.
Gramsci İtalya'yı "Batı" ülkesi olarak gördüğü için, çokluk sosyalist devrim sorunuyla ilgilenmiştir. Demokratik devrim, Gramsci'de, sosyalist devrim üzerine çalışmasının bir yan ürünüdür. Bu nedenle ilkin sosyalist devrimin ne olduğuna ilişkin de ğerlendirmesini görelim:
Ona göre, "güçlü ve sağlam sivil toplum"un bulunduğu ve "çağdaş demokrasilerin kitlesel yapılarının" ortaya çıktığı ülkelerde, hedef, alt-yapıdan üst-yapıya kadar yeni bir toplum yaratmaktır. Ama nasıl bir toplum?
"Yeni ve daha üstün uygarlık biçimleri yaratmak, en geniş halk kitlelerinin ahlâk ve 'uygarlığı'nı, üretimin ekonomik mekanizmasının sürekli gelişmesinin getirdiği zorunluluklara uydurmak ve dolayısıyla fiziksel olarak da yeni insanlık tipini geliştirmek ereğine yönelik devletin eğitici ve biçimlendirici rolü söz konusudur. ... Sorun 'hukuk' sorunudur; hukuk kavramı, bugün 'yaptırımsız' ve zorunlu 'ödevsiz' işleyen, ama bunun yanı sıra kollektif bir baskı uygulayan ve geleneklerin, düşünme ve eylem biçimlerinin, ahlâkın vb. gelişmesinde nesnel sonuçlar elde eden sivil toplum alanına ilişkindir ve 'hukuksal bakımdan yansız' formülüyle belirlenen etkinlikleri de içermek üzere genişletilmelidir. ... Sorun, çağdaş devletler için konulmuştur; başka yerlerde aşılmış ve zamanını doldurmuş biçimlerin hâlâ varlığını sürdürdüğü geri-kalmış ülkeler ve sömürgeler için değil." [281] (abç)
Daha önceki bölümlerde gördüğmüz gibi, Gramsci'nin "devletin sivil toplumu ekonomiye uyarlamanın aracı" olması, burada "devletin eğitici ve biçimlendirici rolü"yle yeni bir boyut kazanır. Bu boyutu ile, Gramsci, genel olarak Leninist devrim teorisini, özel olarak Rus Devrimi'ni olumlamaktadır. Bunlar, önce devletin -parçalanarak- ele geçirilmesine ilişkindir. Ama bu olumlama, önce sivil toplumda hegemonyanın sağlandığı ve sonra "politik toplum"un (devletin) feth edildiği bir devrimde (tabii böyle bir devrim olursa) anlamsız olacaktır. Proletarya sınıf olarak "müttefiki sınıfların yöneticisi" olduktan, "yöneten" ya da "entellektüel ve moral yönetimi" (eğiticilik ve biçimlendiricilik işlevini) elinde tuttuktan sonra ("iktidarın fethinin başlıca koşullarından biri de budur" -der Gramsci) devleti feth etmek durumundadır. Böyle olursa hegemonya sahibiyken gerekli dönüşümleri sağlamaması, yani yukarda Gramsci'nin belirttiği "sorunu" çözmemesi "budalaca" bir davranış olmaz mı? İşte Gramsci, bir yandan Rus Devrimini olumlamak isterken -en azından bir Marksist ve Komintern üyesi olarak bunu yapmak durumundadır-, öte yandan kendi devrim anlayışı ile ters düşmek durumunda kalmaktadır.
Gelelim demokratik devrime. Sivil toplumun "ilkel ve peltemsi" olduğu, "aşılmış ve zamanını geçirmiş biçimlerin hâlâ varlığını sürdürdüğü" ülkelerde (geri kalmış ya da sömürge ülkeler) egemenlik için mücadele eden bir sınıf olarak proletaryanın görevi ne olmalıdır? Ve bu mücadele nasıl yürütülmelidir? Bu sorulara Gramsci'nin yanıtı "devletetaparlık" (statolatry) üzerine yazdıklarında bulunmaktadır.
"'Memurlar hükümeti' ya da günlük dilde devlet adı verilen devletsel yaşam biçimi olan ve halk dilinde tüm devlet olarak anlaşılan politik toplum karşısındaki belirli bir davranışa 'devletetaparlık' adı verilir.
Özerk devlet yaşamına yükselmeden önce, uzun bir bağımsız kültürel ve moral gelişme dönemi geçirmemiş bulunan kimi toplumsal gruplar için (düzenin ve ayrıcalıklı tabakaların hukuki gereklilikleriyle orta-çağ toplumunda ve mutlak rejimlerde olanaklı duruma getirilmiş olduğu gibi) bir devletetaparlık dönemi zorunlu ve hatta elverişlidir. Bu 'devleteraparlık' 'devlet yaşamının' normal biçiminden ya da en azından özerkli devlet yaşamını ve bağımsız devlet yaşamına yükselmeden önce tarihsel olarak yaratılması mümkün olmamış olanı, bir 'sivil toplum'un yaratılmasına başlamaktan başka birşey değildir." [282] (abç)
Gramsci'nin bu sözlerinden çıkan sonuç, "sivil toplum"un gelişmiş olmadığı, özerk devlet yaşamının bulunmadığı ülkelerde, devlet kurucu va başlatıcı bir rol üstlenir. Bu ülkeler "orta-çağ toplumları" (feodalizm) ve "mutlak rejimler" (monarşi, otokrasi vb.) altında olan ülkelerdir. Bu ülkelerde, Gramsci'ye göre, devlet, "özerk devlet yaşamı" oluşturacak ve (devletten özerk) "sivil toplum" kurulacaktır. Kısacası, bu ülkelerdeki demokratik devrimle oluşturulacak iktidarın görevi "sivil toplumu" ve buna uygun düşen "politik toplumu" kurmaktır. (Bu görev, gene, sivil toplumun ögelerinin neler olduğunu bilmeyi gerektirir.) Kurulacak "sivil toplum", şüphesiz burjuva toplumdan başka birşey olamaz. Bir başka deyişle, Gramsci'de, burjuvazinin "çağdaş demokrasisi"ni ve bunun "kitlesel yapılarını" kurmak, proletaryanın öncülüğündeki demokratik devrimin görevi olmaktadır.
Böyle bir belirleme demokratik devrimde, burjuvazinin önderliğini önceden olumlama demektir. Emperyalist dönemde devrimci niteliğini yitirmiş olan burjuvazi, kendi devrimini yapamaz. Bu görev proletaryaya düşmektedir ve proletarya da kesintisiz devrim perspektifinden hareketle, demokratik devrimi tamamlayarak, hızla sosyalist devrime geçer. Bu demokratik devrim, son tahlilde burjuva nitelikte olsa da, artık halkın, yani işçilerin ve köylülerin devrimci diktatörlüğü şeklinde sonuçlanır. Bu ise, toplumun (ve de devletin) klâsik burjuva toplumundan (ve devletinden) farkı olması demektir.
Gramsci, "Jakoben deneyimlerin bilimsel bir biçimde geliştirilmiş ifadesi olarak 1848'den önce ortaya çıkan ve adına 'sürekli devrim' denilen siyasal kavram"a ilişkin olarak, bunun Batı'da geçersiz olduğunu, Doğu'da geçerli olabileceğini söylerken Lenin' in tezlerine olan bağlılığını yineler görünmektedir. [283] Ancak, yukarda gördüğümüz gibi, bu kavram "sivil toplum" yaratma uğruna, demokratik devrimde önderliğin burjuvaziye -bu küçük-burjuvazi de olabilir, liberal burjuvazi de vb.- bırakılmasına yol açar. Marks, burjuvazinin (bir bütün olarak) kendi devrimini bir an önce sonuçlandırmayı istediğini ve bu durumda proletaryanın görevinin devrimi sürekli kılmak olmalıdır dememiş midir? Jakoben deneyimin ürünü olan bir siyasal formülasyon, böyle bir deneyimin olduğu ve olacağı yerde söz konusu olabilir. Ve bu, öz olarak, devrimin önderliğinin proletaryada olması, burjuvaziden almasıdır, ama, başlamış bir devrim süreci içinde. Yoksa sözü edilen burjuva demokratik devrimine baştan itibaren proletaryanın önderlik etmesi değildir.
Tüm bunlardan sonra Gramsci'den geriye ne kaldığı sorulabilir.
PCI'nin Genel Sekreterliğini yapmış ve Komintern Yürütme Komitesinde yer almış bir kişinin, şüphesiz dikkate değer deneyimleri olacaktır. Gramsci'nin teknik ve taktik konularda (örgütsel ve siyasal pratiğe ilişkin olarak) oldukça ilginç gözlemleri vardır. Ama bu doğru ve ilginç gözlemler, yer yer stratejik düzeye çıkartılarak, özel ve özgül olgular evrenselleştirilerek ve genel geçerliliğe sahip kılınarak, kendine özgü bir strateji için sonuçlar çıkartılmasında kullandığı için değersizleşmektedir. Bu gözlemler, özgül bir dönemin, belli bir ülkesinde, özel koşulların ürünüdür, geçerliliği, teknik ve taktik düzeydedir; asla, genel, evrensel ve stratejik nitelikte ele alınamaz, düşünülemez ve yararlanılamaz.
Dördüncü Bölümün Dipnotları
[*1] Bu bağlantı öylesine yoğundur ki, kimi zaman Gramsci "Defterler"de yıllar gerisinde kalmış ve sınırlı bir çevreye özgü sorunları, polemiksel bir dille ele alır ve kendince yanıtlar getirir. Bunlardan en ilginci Bordiga'ya ilişkin olan sözleridir. "Defterler"in bir yerinde şöyle yazıyor Gramsci: "Feuerbach'ın insan 'ne yerse odur' olumlaması, kendi başına alınırsa, başka başka yorumlanabilir. Dar çaplı ve alıkca yorum: -insan her zaman maddi olarak ne yerse odur, yani düşünce biçimi üzerinde doğrudan ve belirleyici bir etkisi vardır yiyeceklerin. Amadeo'nun (Bordiga) olumlamasını anımsayınız: Bir insanın söylevini vermeden önce ne yediği bilinirse, diyordu Amadeo, söylevi daha iyi yorumlayabilecek bir durumda bulunulur. Çocukça ve gerçekte deneysel bilime de aykırı bir olumlamadır bu, çünkü beyin bakla ya da yer mantarıyla beslenmez. ..." [114] (abç)
[*2] Marksist klâsiklerin çevirisinde ortak bir dil (terminoloji) ülkemizde oluşmamıştır. Bu nedenle sık sık farklı metinler ortaya çıkmaktadır. Bu alıntının da iki farklı çevirisi -üstelik aynı kitap içinde- vardır. Son cümle, aynı kitabın bir başka yerinde şöyledir: "Günümüzde ancak siyasal kör inanç hâlâ devletin toplumun düzenleyici öğesi olduğunu tasarlayabilir, oysa tersine devlet toplum tarafından belirlenmiştir." [129] Görüldüğü gibi iki farklı çeviri ele alındığında "bürgerliche Gesellschaft" üç biçimde ifade edilmiştir: "uygar yaşam", "burjuva toplum" ve "toplum". Gerek Marks, gerekse Hegel, "bürgerliche Gesellschaft"ı kullanırlar ve her ikisinde de bu terimin karşılığı "sivil toplum"dur. Bu terim için "Alman Ideolojisi"nin İngilizce çevirisinde şöyle bir açıklama yapılmaktadır: "Sivil toplum deyimi, Marks ve Engels'de iki farklı biçimde kullanılmıştır: 1) Gelişimin tarihsel evresini göz önüne almadan toplumun ekonomik sistemini, politik kurumları ve ideolojik biçimleri belirleyen maddi ilişkilerin tümünü belirtmek için; 2) burjuva toplumunun (ya da bir bütün olarak bu toplumu), kapitalizmin maddi ilişkilerini belirtmek için. Bu yüzden deyimi somut içeriğine göre 'sivil toplum' (ilk durumda) ya da 'burjuva toplum' (ikinci durumda) şeklinde çevirdik" [130] (Hemen belirtelim bu ayrım Marks ve Engels tarafından bizzat yapılmıştır.)
[*3] Gramsci'nin "Hapishane Defterleri"nde yer alan bu "Devlet" bölümü, Onur Yayınları tarafından basılan aynı adlı kitapta kısmen yer almaktadır. Özellikle alıntının ilk bölümü ile Marks'a ilişkin son satırları yer almamaktadır. Bu çeviriye esas alınan metinden kaynaklanabileceği gibi, çevirmenin, yani Kenan Somer'in "özel" seçkisi de olabilr. (Bkz: Hapishane Defterleri,-Onur Yay. s: 179 ve devamı.)
[*4] Böylece, yani bu yolla "dünya görüşü" de kitlelere verilebilir. Gramsci'ye göre, "yeni bir dünya görüşüne uygun yeni bir ahlâk benimsetilince, sonunda bu görüş de benimsetilir, yani tam bir felsefe reformuna yol açılır." [135] "Entellektüel ve moral yönetim" böylece bir dünya görüşünün benimsetilmesinin aracı olmaktadır. Kısacası "entellektüel ve moral yönetimi" gerçekleştiren bir "dünya görüşü" (ya da ideoloji) değil, "dünya görüşünü" gerçekleştiren "entellektüel ve moral yönetim"dir. Bu da "partiler ve sendikalar"ın görevlerinin (ve de işlevlerinin) ne olması gerektiği (ya da ne olduğu) sorusuna belli bir yanıt verir. Özellikle partiler, kendi dünya görüşlerini kitlelere benimsetmek istiyorlarsa, Gramsci'ye göre, önce "kültürel ve ahlâki" değerleri onlara iletmelidirler. Bu da politik mücadelelerin ikincil hale gelmesi demektir. "Partilerin yaşam öğeleri şunlardır: yüreklilik (aşılmış kültür eğilimlerine direnme), erdem (yeni bir kültür ve yaşam tipinin desteklenmesinde gözüpek istenç), onur (yüksek bir erek için davranma bilinci) vb." [136]
[*5] Bu, Marksizmin olgucu olduğu demek değildir. Ancak Gramsci de bunun farkındadır ve bilerek belli bir seçkiye gider. Yani Gramsci "olması gereken"den yola çıktığının bilincindedir. Gramsci şöyle yazıyor: "Olması gereken, somutluktur, daha da iyisi, gerçekliğin gerçekçi ve tarihe uygun olan tek yorumudur, eylem durumundaki tarih, eylem durumundaki tek felsefe, tek politikadır." [148] (abç) Marks'ın "Feuerbach Üzerine Tezler"inin 11.'si, yani "Filozoflar dünyayı çeşitli biçimlerde yorumlamakla yetindiler, oysa, asıl önemli olan dünyayı değiştirmektir" belirlemesi, Gramsci için filozofların pratik faaliyet içinde, dünyayı değiştirme edimi içinde bulunmadıkları şeklinde yorumlanmıştır. Ona göre, tarih, "akıl tarafından yönetilen bir ilerlemedir". Bu Hegelci saptama, Gramsci'de insanların hep belli şeyleri amaçlayarak ve bunların teorisini yaparak (felsefi sistemler ve ideolojilerle) ve bunlar aracılığıyla kurumlar oluşturarak, kendi tarihlerini yaptığını düşünmektedir. Marks-Engels, tarihte insan eyleminin yerini net biçimde açıkladıkları için Gramsci'nin nasıl bir yanıgı içinde olduğunu anlatmayı gereksiz buluyoruz. [149]
[*6] Bu öylesine açıktır ki, Hegelci Croce'nin, "felsefe, tarih yazımının yöntem-bilimidir" değerlendirmesi, olduğu gibi Gramsci tarafından alınmıştır. "Praxis felsefesi kavramını 'tarihsel yöntembilim' olarak işleyip geliştirme", Gramsci'nin bir amacı olarak belirginleşir. (Bkz: Hapishane Defterleri, s: 286)
[*7] Gramsci'nin böylesi bir arayış içine girmesinin nedeni, kendi parti pratiğinde bulunabilir. Ancak böyle bir "arayış"ın salt Gramsci'ye özgü olmadığı açıktır. Gramsci'nin yazılarının Türkçeye çevrilmesiyle birlikte başlayan "sivil toplumculuk" rüzgârı, kendisini bir örgüt olarak ifade edememişse de, pek çok kesimleri -şu ya da bu oranda- etkilemiştir. Etkilemenin boyutları ayrı bir yazının konusu olacak kadar geniştir. Buna en son örnek, Y. Küçük'tür. Y. Küçük'ün bir önerisi olduğunu öğreniyoruz: "Geçmişe ve özellikle yakın geçmişe bir bilgi kuramı ve oluşması açısından bakmak" (Toplumsal Kurtuluş, Sayı: 4, s: 49) (abç). Bu önerinin Gramsci'nin çabaları ve çağrıları ile nasıl bir benzerlik içinde olduğu açıktır. Ancak Gramsci, kendi teorik görüşlerine bir bilgikuramsal temel vermek isterken, Y. Küçük, tersine, başkalarının teorilerine "bilgikuramı" vermeyi "öneriyor". Özellikle adı geçen sayıda THKP-C'nin teorik görüşlerinin "bilgikura-mı"nı bulmak için gösterdiği çaba insanın gözünü yaşartacak kadar "derindir"! Gerilla savaşından hareketle ortaya çıkardığı (!) bilgikuramı, Mahir yoldaşın SBF profesörlerinden öğrendiğini iddia ettiği "örümcek ağı teorisi" ile bulunmuş oluyor! Doğal olarak, aynı savaşın teorisini yapmış olanların tümü için geçerli olması gerektiğini Y. Küçük düşünmemiştir -belki de vakti olmadığından-. Mao, Giap, Che ve diğer gerilla teorisyenleri için acaba Y. Küçük, SBF'nin hangi profesöründen ders aldı diyebilecek?
[*8] Burada Marksist-Leninist teorinin bazı -bu konuya ilişkin- saptamalarını ele alıp, Gramscici ilginç bir yorumu yapılabilir. Ama Gramsci'nin bizzat kendisi buna engeldir. O, kendi içinde bütünselliği olan, sistematik bir tahlil yapmaktadır ve hemen her konuda kendinin ya özgün görüşünü belirtir, ya da Marks-Engels'e atıf yapak, onların tezlerini nasıl anladığını ifade eder. Bu yüzden kendisinin boş bıraktığı yerleri doldurmak diye bir durum olamaz. Örneğin yukardaki sözlerini sosyalist devrim-burjuva demokratik devrimi ayrımı açısından alıp, geri-kalmış ülkeler (ya da sömürgeler) için ikinci devrimin "sorun" olduğunu söylemek Gramsci'yi hiç anlamamak demektir. Böyle bir ifade bile, kapitalizmin egemen olduğu, ama "sivil toplum"un gelişmediği ülkeler (Rusya) ile sömürge ya da geri-bıraktırılmış ülkeler aynı bağlamda ele alınmak durumundadır ki, bunun yanlışlarını göstermeye bile gerek yoktur.
[*9] Gramsci'nin PCI-Genel Sekreterliğine seçildiği III. Kongre'de -Lyon Kongresi- parti içinde kadroların "kültürel olarak eğitilmesi" konusunda karar alınmış olması, bu düşüncesinin cezaevinde oluşmuş ve oraya özgü olmadığını gösterir. Ancak "Defterler"deki yaklaşımı bütünsellik taşır. Bu yüzden salt kadroların "kültürel geriliği"ne karşı bir çözüm olarak düşünülmemelidir.
[*10] Yakın dönemde "Avrupa Komünizmi" savunucuları da, bu Leninist parti anlayışına aynı temelde karşı çıkmışlardır.
[*11] Leninist partinin en küçük biriminin "hücre" olarak adlandırılması Komintern'in V. Dünya Kongresi ile birlikte olmuştur. Sözcüğün dar anlamında bir örgüt olan en alt basamağın "hücre" olarak tanımlanması, partinin bir organizma olması (örgütler toplamı, ama aritmetik değil, aynı zamanda organik bir toplamı) ve her organizma gibi "hücre"lere sahip olması anlamında yapılmıştır. "Hücre" bu bağlamda anlaşılmalıdır. 3-5 kişinin bir araya gelerek oluşturduğu "hücre", olsa olsa bu birimin "komitesi" olarak adlandırılabilinir ve Leninist kullanımın dışındadır.
[*12] Revizyonizmin proletaryanın "öncü partisi" ile "kitle partisi" ayrımı, bir yerde aynı anti-Leninist öze sahiptir. Revizyonist "politik kitle partisi" kavrayışı ile Gramsci'nin "sivil ve politik toplumu bünyesinde birleştiren" ve tüm kitleyi kapsayan "modern prensi" arasındaki fark, sadece "metodojik"tir.
[*13] Gramsci'nin bu değerlendirmesi Marks-Engels'in "Alman İdeolojisi"ndeki bir değerlendirmelerini anıştırmaktadır: "İnsanlar, 'tarih yapmaya' güçleri yettiğinde yaşayacak bir konumda olmalıdırlar". [230] Marks-Engels'in "tarihin ilk öncülü" olarak ele aldıkları bu durum, Gramsci tarafından evrenselleştiril-miştir. Daha ilerde göreceğimiz gibi ekonomik buhran ile yoksulluk ya da aç olma durumu bazı özgün ilişkiler içindedirler. Sanırız ekonomik buhranların bir devrime yol açmayacağını göstermek için en son başvurulacak kaynaklardan birisi "Alman İdeolojisi"dir. Çünkü onun yazıldığı dönem, daha henüz kapitalist ekonominin devrevi hareketinin tahlil edilmediği bir dönemdir.
[*14] Gramsci'nin politik perspektifinin bu durumu, ülkemiz açısından oldukça önemlidir. 12 Eylül sonrasında "sivil toplumculuk" olarak yaygınlaşan düşünceler, özsel olarak 12 Eylül'de küçük-burjuvazinin devrimci saflardan uzaklaşarak oligarşiye yedeklenmesinden kaynak-lanmaktadır. Böylece "ürkmüş" küçük-burjuvaziye "şirin" gözükme, yani onların "kazanılması" sorunu herşeyin önüne geçirilmiştir. Aynı durum küçük-burjuva aydınları açısından, -ki bunlar kendilerini Marksist olarak tanımlamaktadırlar- kendi "ürkekliklerini" ideolojik olarak örtmek olarak ortaya çıkmaktadır. Küçük-burjuvazinin 12 Eylül sonrasındaki durumunu ve oligarşiye yedeklenmesini abartan anlayışlar, giderek "şirin", "güleryüzlü" bir sosyalizm ortaya koymak durumundadır. Bunun en son örneği T"K"P'dir.
[*15] Böylesine bir vurgu, ya da öne çıkarma Gramsci için çok doğaldır ve 1926 öncesi PCI pratiğine de uygundur. Bu tarihe kadar legal ve parlamentoda grubu olan bir partidir PCI. Bu yüzden doğrudan seçimlere ilişkin bir ölçütü öne çıkarması gerekir. Seçimlerin boykot edilmesinin her türünün "ekonomizm" olduğu saptaması da düşünülürse, konu daha da anlaşılır olacaktır. Kısaca onun bu ölçütü, seçimleri hedefleyen, ama devrimi erteleyen partiler için oldukça "yararlı"dır.
[*16] Bu saptamanın kapitalizmin -zayıf da olsa- iç dinamikle geliştiği ülkeler için konulduğu unutulmamalıdır .
[*17] Bu durum Hegelci felsefenin idealist özünün bir sonucudur. Gramsci, dünyayı Hegelci diyalektikle -tepe üstü duran bir diyalektik yöntem- tahlil etmiş ve kaçınılmaz olarak yorumlamada materyalist tarih kavrayışından uzaklaşmıştır. Stalin'in deyişiyle, Marksizmin dünyayı yorumlama tarzı materyalisttir, ama Gramsci'nin "anti-Buharin"ci tutumu kendisini buna karşı çıkmaya zorlamıştır.
[*18] 12 Eylül sonrasında solda "geleneksel" burjuva partisi olarak AP'yi gören ve bunlarla "tarihsel uzlaşma"ya varılabilineceğini düşünen çevreler, kendilerine Gramsci'yi dayanak almaları, yani "sivil toplumcu" olmaları raslantı değildir.
[*19] Birinci moment olarak "ekonomik" düzeyi burada dışda bırakıyoruz.
[*20] Bu noktada şunu unutmamak gerekir: Gramsci, "komando savaşı"nı ("arditi" savaşı ya da gerilla savaşı) daha ilerde göreceğimiz savaş biçimlerinde olduğu gibi politik mücadele biçimini tanımlamak için kullandığı "askeri" deyim değildir. Onu politik kitle mücadele biçimi olarak ele alır ve eleştirisi bu bağlamdadır.
[*21] Nitekim 12 Eylül sonrasında "legal Marksistler" bunu gördüklerinden, yaygın bir Gramsci kampanyası açmıştır. Hedef, silahlı devrimci hareket ve onun tek doğru devrim stratejisi olan Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'dir. Oportünizmin en küçük fırsattan bile yararlanmaya bakmasının tipik bir örneğidir.
[*22] Bkz: Lenin: Ne Yapmalı?, Dördüncü Bölüm, Örgütsel Çalışmanın Kapsamı
[*23] Ülkemizde 12 Eylül öncesinde benzer bir durum yaşanmıştır ve sonuçta karşılaşılan durumun faşist milis saldırılarla sağlandığı açık bir gerçektir. Yoksa proletaryanın "belli saatlerde çalışan" sınıf olması ya da "parasızlık" bunun nedeni değildir ve olamaz da.
[*24] Şüphesiz Engels, barikat savaşlarının eski önemini yitirdiğini söylerken, bunun tamamen olanaksız olduğunu söylemez. "1848'den bu yana koşullar sivil savaşçılar için çok daha elverişsiz, askeri birlikler için çok daha elverişli olmuştur. Şu halde bir sokak çatışması (barikat savaşı) gelecekte, ancak bu elverişli durum başka etmenlerle kapatıldığı, giderildiği takdirde başarılı olabilir." 1886 Engels'in bu gözlemleri 1905 ve 1917 Rus Devrimleri ile doğrulanmıştır.
[*25] Bu noktada Gramsci'nin "sivil toplum"u Hegelcilikten öteye geçer ve Marks-Engels'in "Alman İdeolojisi"nde belirttikleri tanıma varır. Marks-Engels, bu yazıda "sivil toplum"un "tüm ticari ve sinai yaşamı kucaklar" tanımı, sanırız bu noktada Gramsci'ye daha yakın gelmektedir.
[*26] Avrupa proletaryası ile Rus proletaryasının durumunu kıyaslama Komintern IV. Dünya Kongresi'nde Troçki tarafından yapılmıştır. Gramsci Troçki'nin konuşmasına atıf yapar. Şöyle demiştir Troçki: "... iktidarın fethinden sonra Avrupa proletaryası, Rusya'da devrimden sonraki günlerde bizim sahip olduğumuzdan daha çok ekonomik ve kültürel yaratıcı çalışma için geniş olanaklara sahip olacaktır. Devlet iktidarı için mücadele daha güç ve yıpratıcıdır, ama zaferden sonra proletaryanın iktidarına karşı meydan okumak çok daha az mümkün olacaktır." (Troçki: The Five Years of the Communist International) Aynı konuda ilginç bir benzerlik de Makyevelli'de bulunmaktadır. Makyevelli, "Prens" (Il Principe) de şöyle söylüyor: "Bu iki çeşit yönetim biçimi incelenirse Türk hükümdarlığının ele geçirilmesinin çok güç, fakat bir kez ele geçirilirse onu elde tutmanın ise çok kolay olduğu görülür. Buna karşılık. Fransa krallığını ele geçirmek kolay fakat onu elde tutmak çok güçtür."
[*27] Proletaryanın iktidar mücadelesinde iç savaş, emperyalist aşamada kaçınılmazdır, çünkü bu "sınıfın sınıfa karşı" bir mücadelesidir, bir "ölüm-kalım savaşı"dır. "18. yüzyılın sonundan beri Avrupa'daki bütün devrimlerin deneyimine uygun düşen bu deneyim, (Rus deneyimi kastediliyor) bize gösteriyor ki, iç savaş, birbiri ardısıra gelen, birbiri üzerine yığılmış, artmış, kızışmış ekonomik ve siyasal çatışmalardan sonra iki sınıf arasında silahlı çatışma haline dönüşen sınıf mücadelesinin en keskin biçimidir. Ülkelerin pek çoğunda -hemen istisnasız hepsinde denilebilir- ne kadar az özgür ve az gelişmiş olurlarsa olsunlar, kapitalizmin bütün iktisadi gelişmesinin, bütün dünyadaki modern toplumun tüm tarihinin, aralarında uzlaşmaz karşıtlık yarattığı ve bu uzlaşmaz karşıtlığı güçlendirdiği sınıflar arasında, yani burjuvazi ile proletarya arasında iç savaş görülür." (280) (abç) Günümüzde modern revizyonizm "barışçıl geçiş"in mümkün olduğunu söyleyerek, şiddete dayanan devrimi ve iç savaşa hazır olmayı reddeder. Bugün T"K"P "barışçıl geçiş"in gerçekleşmesi için "devrimsiz bir burjuva demokratik devrimini" savunmaktadır. TİP'le birleşmeleriyle oluşturulan programda şöyle deniliyor: "TBKP, devrimci yolun bir iç savaşa dönüşmeksizin gerçekleşmesini amaçlıyor. Partinin bugünkü stratejisi, yine aynı zamanda devrimin barışçıl yolunun kazanılması stratejisidir". Bunun yanında sanırız Gramsci'nin anti-Leninistliği hiç kalır.
[113] Gramsci: Selection from Prision Notebooks, s: 91
[114] Gramsci: Hapishane Defterleri, s: 239, Onur Yay.
[115] Portelli: Gramsci ve Tarihsel Blok, s: 148
[116] Gramsci: Modern Prens, s: 119, Birey ve Toplum Yay.
[117] Gramsci: Modern Prens, s: 120, Birey ve Toplum Yay.
[118] Gramsci: Modern Prens, s: 20
[119] Portelli: Gramsci ve Tarihsel Blok, s: 3
[120] Gramsci: Modern Prens, s: 77
[121] Gramsci: Modern Prens, s: 132
[122] Gramsci: Modern Prens, s: 82
[123] Marks: Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s: 25
[124] Gramsci: Aydınlar ve Toplum, s: 23-24, Selection from Prison Notebooks, s: 12
[125] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 56
[126] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 57
[127] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 57-Dipnot
[128] Marks-Engels: Kutsal Aile, s: 185 -Sol Yay.
[129] Marks-Engels: Kutsal Aile, s: 340
[130] Marks-Engels: The German Ideology, s: 89 -Dipnot
[131] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 208
[132] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 208
[133] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 258-59
[134] Gramsci: Ordine Nuovo, 5 Haziran 1920, Vol: II, No 4
[135] Gramsci: Hapishane Defterleri, s:248
[136] Gramsci: Hapishane Defterleri, s:210
[137] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 261
[138] Gramsci: Note Sul Machiavelli, s: 132. Akt. Portelli: Gramsci ve Tarihsel Blok
[139] Gramsci: Passato e Presente, s: 72 -age, s: 33
[140] Gramsci: Modern Prens, s: 54-55
[141] Marks: Kapital, C: III, s: 49
[142] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 258
[143] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 259
[144] Portelli: Gramsci ve Tarihsel Blok, s: 42
[145] Bobbio-Texier: Gramsci ve Sivil Toplum, s: 38
[146] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 253
[147] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 261
[148] Gramsci: Felsefe ve Politika Sorunları, s: 277 -Payel Yay. 197
[149] Bkz: Engels: L. Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu, s: 55-57
[150] Engels: L. Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu, s: 17
[151] Gramsci: Hapishane Defterleri, s: 279 -Onur Yay.
[152] Bobbio: Gramsci ve Sivil Toplum, s: 39
[153] Marks-Engels: The German Ideology, s: 59
[154] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 52
[155] Engels: L. Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu, s: 61 -Sol Yay.
[156] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 236
[157] Gramsci: Modern Prens, s: 120
[158] Gramsci: Modern Prens, s: 118
[159] Gramsci: Modern Prens, s: 117
[160] Marks: Ücret, Emek ve Sermaye
[161] Engels: Conrad Schmidt'e Mektup -25 Ocak 1894
[162] Engels: L. Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu, s: 15-16
[163] Gramsci: Modern Prens, s: 152 / Hapishane Defterleri, s: 173-174 / Selection from Prison Notebooks, s: 242-243
[164] Gramsci: Modern Prens, s: 81
[165] Gramsci: Modern Prens, s: 152
[166] Gramsci: Modern Prens, s: 153
[167] Hegel: Die Logik, Werke, Bd: 8 -1840
[168] Gramsci: Şubat 1925 tarihli yazısı -Selection from Prison Notebooks, s: 78
[169] Gramsci: Şubat 1925 tarihli yazısı -Selection from Prison Notebooks, s: 91
[170] Gramsci: Modern Prens, s: 152
[171] Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim II-III
[172] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 243 / Modern Prens, s: 153
[173] Gramsci: Güney Sorunu. Portelli: Gramsci ve Tarihsel Blok -Ek, s: 161-165
[174] Gramsci: Aydınlar ve Toplum, s: 21, -Birey ve Toplum Yay.
[175] Gramsci: Aydınlar ve Toplum, s: 23, -Birey ve Toplum Yay.
[176] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 275-76
[177] Gramsci: Modern Prens, s: 159
[178] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 160 ve ayrıca Modern Prens, s: 55
[179] Engels: Anti-Dühring, s: 180
[180] Gramsci: Modern Prens, s: 85
[181] Gramsci: Modern Prens, s: 82
[182] Gramsci: Modern Prens, s: 83 / Selection from Prison Notebooks, s: 181
[183] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 181
[184] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 181-182
[185] Gramsci: Modern Prens, s: 57
[186] Marks: Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz
[187] Marks-Engels: The German Ideology, s: 60
[188] Engels: Conrad Schmidt'e Mektup -27 Ekim 1890
[189] Engels: Conrad Schmidt'e Mektup -27 Ekim 1890
[190] Lenin: 12 Yıl Kolleksiyonuna Önsöz, Revizyonizm, Dogmatizm ve Oportünizme Karşı, s: 125 -Odak Yay.
[191] Marks-Engels: The German Ideology, s: 46-47
[192] Marks-Engels: The German Ideology, s: 60-61
[193] Marks-Engels: The German Ideology, s: 61
[194] Marks-Engels: The German Ideology, s: 46-47
[195] Marks: Felsefenin Sefaleti
[196] Lenin: Bir Adım İleri, İki Adım Geri, s: 72
[197] SBKP (B) Tarihi, s: 353
[198] Lenin: Bir Adım İleri, İki Adım, Geri, s: 234
[199] Lenin: Ne Yapmalı, s: 132
[200] Lenin: Ne Yapmalı ?, s: 122
[201] Portelli: Gramsci ve Tarihsel Blok, s: 72-73
[202] Lenin: Örgütlenme Üzerine, s: 73 -Bora Yay.
[203] Lenin: Bir Adım İleri, İki Adım Geri, s: 223
[204] Gramsci: Modern Prens, s: 137
[205] Gramsci: Modern Prens, s: 137
[206] Gramsci: Modern Prens, s: 43
[207] Gramsci: Modern Prens, s: 43 ve Selection from Prison Notebooks, s: 152
[208] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 152
[209] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 153 ve Modern Prens, s: 43
[210] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 153 ve Modern Prens, s: 44
[211] Gramsci: Modern Prens, s: 140-141
[212] Gramsci: Aydınlar ve Toplum, s: 24 -Birey ve Toplum Yay.
[213] Gramsci: Aydınlar ve Toplum, s: 28
[214] Gramsci: Aydınlar ve Toplum, s:28
[215] Gramsci: Aydınlar ve Toplum, s:29
[216] Lenin: Ne Yapmalı ?, s: 52-53
[217] Gramsci: Aydınlar ve Toplum, s: 19
[218] Gramsci: Aydınlar ve Toplum, s: 24
[219] Marks-Engels: The German Ideology, s: 45
[220] Gramsci: Modern Prens, s: 86
[221] Gramsci: Modern Prens, s: 88
[222] Gramsci: Modern Prens, s: 91
[223] Gramsci: Modern Prens, s: 77
[224] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 177
[225] Gramsci: Modern Prens, s: 78
[226] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 87
[227] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 87
[228] Gramsci: Modern Prens, s: 115
[229] Gramsci: Modern Prens, s: 70
[230] Marks-Engels: The German Ideology, s: 42
[231] Stalin: Son Yazılar, s: 14 -Sol Yay.
[232] Gramsci: Modern Prens, s: 90
[233] Lenin: Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, s: ,1915
[234] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 275
[235] Gramsci: Selection from Notebooks, s: 276
[236] Gramsci: Selection from Notebooks, s: 276
[237] Gramsci: Modern Prens, s: 91
[238] Gramsci: Modern Prens, s: 85
[239] Gramsci: Modern Prens, s: 78
[240] Lenin: İki Taktik
[241] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 275-76
[242] Gramsi: Modern Prens, s: 91-92
[243] Gramsi: Modern Prens, s: 102
[244] Gramsi: Modern Prens, s: 97
[245] Gramsi: Modern Prens, s: 98
[246] Gramsi: Modern Prens, s: 104
[247] Gramsi: Modern Prens, s: 103-110
[248] Engels: Selected Works, C: II, s: 290
[249] Engels: Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s: 177
[250] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 239
[251] Gramsci: Modern Prens, s: 111-112
[252] Gramsci: Modern Prens, s: 130
[253] Gramsci: Modern Prens, s: 112-113
[254] Gramsci: Modern Prens, s: 113
[255] Gramsci: Modern Prens, s: 113
[256] J. Quartim: The Dictatorship and Armed Struggle in Brazil, s: 189-190
[257] R. Debray: Strategy for Revolution, s: 58
[258] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 232 / Modern Prens: s: 113-114
[259] Gramsci: Modern Prens, s: 116-117
[260] Engels: Anti-Dühring, s: 261-262
[261] Engels: Anti-Dühring, s: 266-267
[262] Engels: Anti-Dühring, s: 263-264
[263] Engels: Anti-Dühring, s: 264
[264] Engels: Anti-Dühring, s: 265
[265] Engels: Konut Sorunu
[266] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 120 -1935
[267] Bkz: Selection from Prison Notebooks, s: 236 -Dipnot
[268] Gramsci: Modern Prens, s: 119
[269] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 238
[270] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 238
[271] Clausewitz: Savaş Üzerine, s: 74
[272] Gramasci: Modern Prens, s: 117
[273] Gramasci: Modern Prens, s: 118
[274] Gramsci: Modern Prens, s: 152
[275] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 217
[276] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 217 ve Modern Prens, s: 99-100
[277] Lenin: Nereden Başlamalı?
[278] Gramsci: Modern Prens, s: 118
[279] Gramsci: Modern Prens, s: 119
[280] Lenin: Nisan Tezleri - Ekim Devrimi , s: 160-161
[281] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 242-243; Modern Prens, s: 151-153; Hapishane Defterleri, s: 172-174
[282] Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s: 268
[283] Gramsci: Modern Prens, s: 151-52
BEŞİNCİ BÖLÜM
GRAMSCİ : YENİLGİ DÖNEMİNİN BİR TEORİSYENİ
Buraya kadar Gramsci'nin teorik formasyonunu ve anlayışını irdeledik. Ve görüldüğü gibi, Gramsci, Leninizmle olan duygusal bağları ile teorik ayrılıkları onu "Marksizmin bunalımı" teorisyenleriyle birleştirecek nitelik taşımaktadır. Görüşlerinin temeline Marks ve Engels'in ilk yapıtlarını koyan Gramsci, Marksizmin gelişen yanıyla salt duygusal bir ilişki içindedir. Bunun nedenleri, onun içinde yaşadığı dönemin özelliklerinde aranmalıdır.
Gramsci'nin içinde bulunduğu 1917-1935 dönemi, daha önce gördüğümüz gibi, dünya çapında büyük değişimlerin olduğu yıllardır. Herşeyden önce, kapitalizme karşı alternatif bir güç olarak sosyalizmin mevcudiyeti gündemdedir. Bu dönemin diğer önemli olguları III. Enternasyonal'in kurulması ve Batı-Avrupa'da görülen işçi sınıfı ayaklanmalarıdır. (Burada kendimizi Gramsci' nin önem verdiği olgularla sınırladığımızı belirtelim.)
Gramsci için kendi ülkesi, ülkesinin tarihi ve mevcut durumu birincil dereceden önem kazanırken, bu doğrudan "genel nitelikte" bir teori oluşturmasında çıkış noktası olarak görev yapmış olmasından dolayıdır. Bir bakıma teorisinin içinden çıktığı somut pratiktir. Ama "praxis felsefesi"ne verdiği değer, onu giderek "deneyimler"in öne çıkartılmasına itmiştir. Yani önceden, şu ya da bu oranda düşünülmüş insanın pratik faaliyeti esastır. Böylece Komintern'in faaliyeti, Alman, Bulgar ve Macar ayaklanmaları, PCI' nin pratiği, kendi teorisinin dayanakları olarak -ama olumsuz anlamda- kullanılır. Diyebiliriz ki, kendi ülkesinde bir proleter devriminin gerçekleştirilmesi görevini benimsemiş olan Gramsci, teorik tahlillerinde dar ulusal pratikle kendini sınırlamamıştır. Bu nedenle, bir bütün olarak, Batı-Avrupa'yı ve buradaki proleter hareketin durumunu ele almıştır. Bir başka deyişle, o, kendini İtalya ve İtalyan Devrimi sorunlarıyla sınırlamamış, kapitalizmin genel niteliği ile İtalya'nın özel durumunu birlikte ele almıştır. Bu da onun Marksist niteliğinin bir ifadesidir.
Bilindiği gibi, Marksizmi bir dogma haline getiren II. Enternasyonal oportünistleri, bir ülkede devrimin olabilmesi için gerekli koşulların var olup olmadığını, o ülkedeki (ulusal) üretici güçlerin gelişme düzeyine, proletaryanın kültür düzeyine vb. bakarak saptanacağını savunur. Lenin'e göre ise, proletarya devrimine o ülkenin iç gelişmesinin bir sorunu olarak bakıp, üretici güçlerin yeterli olup olmadığını araştırma artık geride kalmıştır. Emperyalist dönemde, herhangi bir ülkede devrimin koşulları, o ülkedeki üretici güçlerin gelişme seviyesine bağlı değildir. Çünkü emperyalizm, ekonomik otarşiyi yıkarak, milli ve özel ekonomileri dünya ekonomisi denilen bir zincirin halkaları haline getirmiştir. (Kapitalizmin genel bunalım dönemi esprisi.) Lenin'e göre, sistemin bütününde devrimin nesnel koşulları mevcut olduğu için, ilk proleter devrimi kapitalizmin ve demokrasinin en gelişmiş olduğu şu ya da bu kapitalist ülkede değil, emperyalist zincirin en zayıf olduğu ülkede gerçekleşecektir.
Bu Leninist perspektif, emperyalist dönemde, tek tek ülkelerin iç çelişkilerinin hiç önemi kalmadığı anlamına gelmez. Lenin, kapitalizmin eşitsiz ve sıçramalı gelişim yasasını ortaya koyarken, "kapitalizmin gelişmesi farklı ülkelerde hiç de düzenli olmayan biçimde yürümektedir. Meta üretimi sisteminde başka türlü olamaz. Buradan da reddedilemeyecek bir şekilde şu çıkıyor ki, sosyalizm, bütün ülkelerde aynı zamanda zafere ulaşamaz. Önce bir ya da birkaç ülkede zafere erişecektir, ötekiler bir süre burjuva ya da burjuva öncesi dönemde kalacaklardır" diye yazıyor. Bu yüzden her ülkenin, ayrıca, ayrıntılı bir tahlilinin yapılması zorunludur. Milli kriz tahlili bunu ifade eder. Yani sistemin bütününde devrimin nesnel koşulları mevcuttur, ama bir ülkede iktidarın -parçalanarak- fethi için, o ülkedeki devrim durumunun saptanması gerekir. Bu da, o ülkede milli krizin mevcut olup olmadığını, varsa düzeyini, olgunlaşma durumunu, gelişme ritmini vb. saptamak demektir.
Gramsci'nin perspektifi, Leninist anlayışla belli noktalarda biçimsel benzerlikler göstermektedir. Bu benzerlik, özellikle tek bir ülke ile sınırlanmış tahlillerin olumsuzlanmasında ortaya çıkar. Ama Gramsci'nin kullandığı kavramlar ve ölçütler (yöntembilim) farklıdır. Daha önce gördüğümüz gibi, onun bir toplumsal yapı incelenirken göz önünde tuttuğu "organik hareketler" (nispeten kalıcı hareketler) ile "konjonktürel hareketler" (geçici, dolaysız ve neredeyse rastlantısal hareketler) ayrımı, Leninist milli kriz kavramı ile belli oranda örtüşür. Ancak Lenin, milli krizi, evrim ve devrim aşamalarının ayrılması ve her evrede kullanılacak araçların, amaçların belirlenmesinde kullanırken, tek bir stratejiyi temel alır. Gramsci ise, strateji ve taktiklerin belirlenmesi için kullanır ve sonuçta evrim aşaması mücadelelerini strateji düzeyinde, devrim aşaması mücadelelerini taktik düzeyde ele alarak ayrılır. Komintern'in "ikili perspektif"i ya da Lenin'in "İki Taktik"i, onda garip bir birleşim oluşturur. Böylece ortaya iki farklı yöntem çıkar.
Lenin'de kesintisiz devrim teorisi, bir bütün olarak tek bir strateji oluşturur ve bu strateji, evrim ve devrim aşamalarının ayrımına dayanan ve milli krizi (devrim durumunu) ölçüt olarak alan ikili bir perspektif içerir. Gramsci ise, organik hareketler bağlamında "organik bunalım"ı ölçüt olarak ele alarak iki strateji öngörür ve her bir strateji de kendi içinde ikiye ayrılır. Onun anlayışında evrim aşaması ile devrim aşaması, ayrı ayrı birer stratejik çizgi gerektiren evrelerdir. Bu nedenle bu kavramları kullanmaz. "On yıllarca" sürebilecek bir "organik bunalım" yılları, (organik hareket) için ayrı bir strateji (hareket savaşını temel alan bir strateji) oluşutururken, "organik bunalım"ın olmadığı yıllarda ise (konjonktürel hareketleri içerir) ayrı bir strateji (mevzi savaşını temel alan bir strateji) oluşturur. Böylece Gramsci, Marksist-Leninist bunalımlar teorisinden farklı bir kavrayışa ulaşır. Bu kavrayışı, kapitalizmin dönemlenmesi olarak onda netliğe kavuşturulmamışsa da, yazılarından bunun 50'şer yıllık Kondratiev dönemlemesine denk düştüğünü çıkartabiliyoruz.
Ancak Gramsci, Kondratiev'in yaklaşımına kullandığı ölçütler nedeniyle karşıdır. Rosa Luxemburg'a yönelttiği eleştirilerde, "dolaysız ekonomik öğe"nin abartılmaması gerektiğini söylerken, bu karşıtlığını da ortaya koymuş olur. [284] Yine de, Komintern'de egemen olan anlayış parelelinde uzun süreli dönemleme olabileceğini kabul eder. Gerçekte Komintern'in ele aldığı dönemleme, kapitalizmin sürekli ve genel bunalımının dönemlenmesidir. Ama o yıllarda bu teori, henüz oluşum halinde olduğu için, değişik anlayışlarla değişik biçimler almıştır. İşte bu karışıklık Gramsci'de de kendine özgü bir dönemleme mantığı oluşturmuştur. Ona göre ölçüt, ekonomik bunalımlar olamaz, çünkü bunlar konjonktürel hareketlerdir. Öyleyse dönemlemenin ölçütü, organik bunalımlar ve dolayısıyla hegemonya bunalımı olmalıdır, yani "sivil toplum" un durumuna ilişkindir. Sonuçta Batı ile Doğu'yu ayrı ayrı ele alır ve Batı'da 1920'lerde organik bunalımın ortadan kalktığını söyler. Bu nedenle de, proletarya her ileri atılımında büyük bir yenilgiyle karşılaştığını düşünür. Bu durumu 1848 Avrupası ile kıyaslayan Gramsci, doğal olarak 1848 devrimlerinin yenilgisi sonrasında Marks ve Engels'in ortaya koydukları taktiklerin yeniden gündeme gelmesi gerektiğini söyler. Bir başka deyişle, o dönemde Marks ve Engels'in terk ettikleri "kesintisiz devrim" teorisinin bu dönemde de terk edilmesi gerektiğini düşünür -ve bu teorinin Mart 1917 ile Mart 1921 arasında geçerli olduğunu belirtir-. 1921 sonrasında, 1917-21 yıllarında yürütüldüğünü varsaydığı hareketli savaşın yerine mevzi savaşın konulması gerektiğini söylemesinin nedeni de budur.
Gramsci'nin "hareketli savaş" olarak tanımladığı şey, Marksist-Leninist literatürde "kesintisiz devrim" teorisine denk düşmektedir. Bu bağlamda Gramsci şöyle demektedir:
"1789'dan Thermidor'a kadarki Jakoben deneyimlerinin bilimsel bir biçimde geliştirilmiş ifadesi olan 1848'den önce 'sürekli devrim' denilen siyasal kavrama gelince, bu formül büyük kitle partileriyle, büyük ekonomik sendikaların daha söz konusu olmadığı ve toplumun, böyle demek gerekirse, birçok bakımdan akışkan olduğu tarihsel bir döneme özgüdür." [285]
Böylece Gramsci, kesintisiz devrim teorisinin (ona göre hareketli savaşın siyasal ifadesidir ve dolayısıyla bir çeşit faşizmle benzeşir) 1870'lerden sonra "sivil hegemonya" ile aşıldığını ileri sürer. Ona göre, bu teori, "sivil toplum"un hala gevşek ve ilkel olduğu toplumlar için bir geçerliliği vardır, ama Batı-Avrupa için aşılmıştır. [286] Gerçekte aşılan nedir ve kesintisiz devrim teorisi neyi ifade eder? Öncelikle bunların yanıtlanması gerekir, aksi halde Gramsci'nin savları anlaşılmaz olacaktır.
Marks ve Engels'in 1850 sonralarına kadarki sürede devrim anlayışları "kesintisiz devrim"dir.
"Küçük-burjuva demokratları, devrimi mümkün olduğu kadar hızla ve en çok da en öndeki taleplere ulaşılmasıyla bir sonuca vardırmayı arzularken, bizim çıkarımız ve görevimiz, az ya da çok mülk sahibi sınıfları egemen konumdan uzaklaştırana kadar; proletarya iktidarı feth edene kadar; sadece bir ülkede değil, dünyanın belli başlı ülkelerinde proletarya örgütleri bu ülkeler işçileri arasında rekabeti durduracak ölçüde gelişmedikçe ve üretici güçleri, hiç değilse, tayin edici nitelikte olanlarını proletaryanın elinde toplamadıkça devrimi sürekli kılmaktır ... Onların savaş şiarı 'sürekli devrim' olmalıdır." [287] (abç)
Bu anlayış, burjuvazinin kendi devrimine ihanet ettiği koşullarda proletaryanın görevlerini belirtmeye yönelikti. Ama aynı zamanda proletaryanın, mevcut hedeflerle yetinmeyip, savaşı sürekli kılarak iktidarı ele geçirmesini de kapsar. Bir başka deyişle, kesintisiz devrim teorisi, Marks ve Engels'de, salt burjuva devriminin tamamlanmasını değil, aynı zamanda sosyalist devrimin yapılmasını da içerir. Marks ve Engels, 1847 dünya ticaret, sanayi ve tarım krizine bakarak, kapitalizmin son saatinin geldiğini, büyük mücadelelerin nihayet başladığını, sosyalist devrimler çağının açıldığını zannetmişlerdir. Yani Marks ve Engels, 1847'de patlayan kapitalizmin dünya çapındaki ekonomik buhranının, genel niteliğine bakarak, sistemin sürekli ve son buhranı sanmışlardır. İşte kesintisiz devrim teorisi, bu sürekli bunalımlar teorisinin bir ürünüdür.
"... Marks ve Engels'in sürekli devrim teorisi, dört ana unsuru ihtiva etmektedir:
1) Sürekli devrim teorisi, sürekli buhranlar teorisinin sonucudur. (Sürekli buhran kesiksiz buhran değildir. Bu, kapitalizmin öldürücü buhranının zaman zaman kesilmesi, fakat yok olmaması demektir. Bir başka deyişle, kapitalizmin ölüm döşeğine girmesi, zaman zaman komadan çıkması, düzelmesi ama döşekten kalkamamasıdır.)
2) Sürekli devrim teorisi, Avrupa devriminin yakın olması düşüncesine dayanır.
3) Sürekli devrim teorisi, o zamana kadar burjuvazinin ordusu sayılan köylülerin, proletaryanın ordusunu teşkil etmesi düşüncesine dayanır. Bu teori geniş köylü yığınlarının burjuvazi tarafından değil, proletarya tarafından feodalizme karşı kanalize edilmesini öngörür. Bir başka deyişle, sürekli devrim teorisi, köylülerin devrimci potansiyelinin Marksist analizidir..
4) Marks ve Engels'in sürekli devrim teorisi, Almanya'daki gecikmiş burjuva devrimine proletaryanın önderlik etmesi ve bu proletaryanın, Avrupa proletaryasının -özellikle Fransız proletaryasının- yardımıyla, durmaksızın, sosyalist devrime yönelmesi düşüncesine dayanır." [288]
Marks-Engels, 1850 sonlarında kesintisiz devrim teorisini terk etmişlerdir, çünkü "bu yıllar kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiği, kamçıladığı -burjuva anlamda- toplumun refah içinde bulunduğu yıllardır. (Bilindiği gibi kapitalizm sürekli bunalıma emperyalist aşamada girmiştir.) 1847 ekonomik buhranı, ne sürekli buhrandı, ne de kapitalizmin son buhranıydı. Marks ve Engels, 1850 sonbaharında yanılgılarını anladılar. Ve bu bunalımın devrevi bir bunalım olduğunu söylediler." [289] (abç)
Kısacası, kapitalizm sürekli ve genel bunalımlar dönemine henüz girmemişti.
Engels, yanılgılarını şöyle ifade eder:
"Tarih bizi ve bizim gibi düşünenlerin hepsini haksız çıkardı. Avrupa kıtasında ekonomik gelişme durumunun o zaman kapitalist üretimin ortadan kalkmasına imkan verecek şekilde olgunlaşmaktan çok uzak olduğunu gösterdi. Ve o zaman, burada anlattığımız dönemden yirmi yıl sonra bile, bir işçi sınıfı iktidarının ne kadar olanaksız olduğunu bir kez daha ispatladı." [290]
Aynı konuyu Marks da şöyle ifade eder:
"Burjuva şartlarının izin verdiği kadar bir bollukta, burjuva toplumun üretici güçlerinin geliştiği bir genel refah mümkün olduğuna göre, gerçek bir devrimden söz edilemez. Böyle bir devrim ancak bu iki etmenin, yani mevcut üretici güçlerle burjuva üretim biçiminin birbirleriyle çatışma haline girdikleri zaman söz konusu olabilir. Ve birincisinin gelmesi ne kadar kesin ise, ötekinin gelmesi de o kadar kesindir." [291]
İşte bu nesnel nedenlerle, 1848-50 yıllarındaki (ve hatta 1871 Paris Komünü'nde) proletaryanın her devrimci atılımı giderek cılızlaşmakta ve sönmekteydi. Marks'ın deyişiyle "hareketin her hız kazanır gibi oluşunda, önceki yerini yeniden almaya uğraştı proletarya, fakat her defasında biraz daha zayıfladı ve her defasında elde ettiği sonuç daha cılız oldu." [292]
Sözün özü, "üretimin sosyal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişki antagonizma kazanmadan, kapitalizm üretici güçleri güçleri geliştirme imkanı yaratırken, kapitalizmin devrevi ekonomik krizleri bir devrime yol açmazlar". [293]
Böylece terk edilen "kesintisiz devrim" teorisi, uzun yıllar unutulmuş bir teori olarak bir kenarda kaldı, ta ki kapitalizm sürekli ve genel bunalımlar dönemine, yani emperyalist aşamaya girene kadar. "Lenin 20. yüzyılın başında, kapitalizmin ekonomik ve politik planda eşit oranda gelişmeme kanunu -bu kanunun ilk ipuçları Marks'ın ekonomi politiği eleştirirken yaptığı soyutlamalarda vardır- bularak, onun en yüksek aşaması olan emperyalizm teorisini formüle ederek, kapitalizmin sürekli ve son buhranlar çağının başladığını, Marks ve Engels'in bekledikleri 'büyük mücadele anının' artık geldiğini söyleyerek, Rus proletaryasının devrim teorisinin sürekli ya da kesintisiz devrim teorisi olduğunu ilan etti." [294]
"II. Enternasyonal'in sözcüleri ve partileri, özellikle bu kuruluşun Rusya kolu olan menşevikler, Marks ve Engels'in sürekli devrim meselesinde yanıldıklarına ilişkin sözlerini, mekanik biçimde yorumladılar. Marks ve Engels'in, o tarihi şartlar altında, -tekel öncesi dönemde- kapitalizmin sürekli buhranlarının mümkün olamayacağını, dolayısıyla da sürekli devrim teorisinin geçerli sayılamayacağına ilişkin değerlendirmelerini, emperyalist dönemin şartlarında kapitalizmin sürekli bunalımlar dönemine girdiği gerçeğini hesaba katmayarak, bir dogma şeklinde, her şart altında geçerliymişcesine ele aldılar. (Bu ele alış, sağ-oportünizmin ve pasifizmin değişmez karakteridir.)
Bunlar, somut durumların somut tahlilini bir yana bırakarak, Marks ve Engels'in başka tarihi şartlarda, başka ülkeler için öngördükleri tezlerine -devrimin kapitalizmin en gelişmiş ülkede başlayacağı ve barışçıl geçişin de mümkün olabileceğine ilişkin- dört elle sarıldılar. Oysa kapitalizm, Marks ve Engels'in döneminin kapitalizmi değildi. Kapitalizm, sürekli buhranlar çağına girmişti. Marks ve Engels'in tekel öncesi dönemde hatalı olarak niteledikleri sürekli devrim teorisi, kapitalizmin sürekli buhranlar döneminde, Marksizmin devrim teorisi oluyordu." [295]
Rus Devrimi, kesintisiz devrim teorisinin uygulandığı ve muzaffer olduğu bir devrim olarak, teorinin doğruluğunu kanıtlıyordu. Yani bu teori, Gramsci'nin savladığı gibi, 1848'lere ilişkin, yani "tarihsel bir döneme ilişkin" bir teori değildir. Şüphesiz Gramsci'nin bu hatalı değerlendirmesiyle, bu teorinin 1917-21 arası için geçerli olduğunu kabul etmesi birbiriyle çelişir. Ama onun teorisinde bunlar bir iç bütünlüğe sahiptir.
Gramsci, "kesintisiz devrim" teorisini, ya da onun kendi terminolojisi ile söylersek -askeri kavramıyla- "hareketli savaşı"nı toplumsal yapı düzeyinde ele alarak değerlendirir. Bu yönüyle kesintisiz devrim teorisini, tek bir süreçte proletaryanın ikili görevi olarak kabul eder. Yani proletarya, tek bir süreçte, burjuva demokratik devrimi tamamlayıp sosyalist devrimi yapmalıdır. Lenin, bu aşamalı devrim teorisini "İki Taktik"de ayrıntılı biçimde işler ve "Nisan Tezleri"nde geliştirir.
Lenin'e göre, emperyalist aşamada burjuvazi devrimci niteliğini yitirmiştir ve bu yüzden kendi devrimini bile yapamaz. Bu durumda, sosyalist devrimin yapılabilmesi için, burjuva demokratik devrimi proletaryanın öncülüğünde ve işçi-köylü ittifakı temelinde yapılması zorunludur. Böylece proletarya, bu ülkelerde ikili tarihsel görevle yüzyüzedir. Ama Marks-Engels'in kesintisiz devrim teorisini formüle ettiği dönemdeki durum ile bu, farklılıklar içerir. O yıllarda burjuvazi devrimcidir ve kendi devrimini yapmak amacıyla harekete geçmektedir. Burada feodal sömürü altındaki köylülük burjuvazinin ordusunu oluşturmaktadır. Belli bir noktada burjuvazi, kendi devrimine ihanet eder ve onu engellemeye başlar. İşte Marks-Engels, bu noktada nesnel koşulların mevcut olduğunu düşünerek -yanıldıkları nokta da budur- proletaryanın devrimi sürekli kılması gerektiğini söylerler. Sürekli kılınacak devrim, burjuva devrimidir ve o ana kadar yönetici, önderi ve başlatıcısı burjuvazidir.
Lenin'in ele alıp yeni tarihsel koşullar içinde geliştirdiği kesintisiz devrim teorisi, burjuvazinin önderliğinde başlamış bir demokratik devrimin proletarya tarafından sosyalist devrime dönüştürülmesi değil, baştan itibaren işçi-köylü ittifakı temelinde ve proletaryanın öncülüğünde başlatılan demokratik devrimin, yine proletarya tarafından (yoksul köylülükle birlikte) sosyalist devrime dönüştürülmesine dayanır. Bu devrimde proletaryanın hegemonyası esastır. Bunun nedeni, burjuvazinin, emperyalist aşamada devrimci niteliğini yitirmiş olması [*1] ve kendi devrimini yapamaz durumda bulunmasıdır.
Lenin'in kesintisiz devrim teorisi bu boyutu ile Marks-Engels'den ayrılır. Ancak bunu kavrayamamış olanlar, aynı teorinin 1848 formülasyonundan yola çıkarak iki tür sapma içine düşmekten kaçınamazlar.
Birinci sapma, burjuvazinin devrimci niteliğini yitirmiş olması gerçeğini, ya eksik ele aldıklarından ya da hiç ele almadıklarından, demokratik devrimin gerçekleşmediği ya da tamamlanmadığı ülkelerde, proletaryanın tek görevinin sosyalist devrim olarak ilan edilmesi şeklinde görülür. Genellikle emperyalizm ile milli burjuvazi arasındaki çelişkiye önem vererek milli burjuvazinin bir devrim başlatabileceği beklentisinde olan bu anlayış, böyle bir durumda kullanılmak üzere kesintisiz devrim teorisini el altında bulundurur. Onlar, proletaryayı, ya nesnel koşulları ülke düzeyinde bulunmayan (henüz) bir devrim için bekletirler, ya da milli burjuvazinin ya da küçük-burjuvazinin başlatacağı bir hareketi sosyalist bir devrime dönüştürmek için ("devrimi" sürekli kılmak) "hazırda" bekletirler. Geri-bıraktırılmış ülke solunda görülen "sosyalist devrim stratejileri" ya da "kapitalist olmayan yol" tezleri, bu sapmanın ifadeleridir. Modern revizyonizmin geri-bıraktırılmış ülkelerdeki "ardıcılları" olan bu kesimler, ülkemizde T"K"P, TİP, TSİP ve diğer revizyonistlerce temsil edilmektedir.
İkinci sapma ise, birincisine tepki olarak ortaya çıkan "sol" sapmadır. (Troçkizm bu sapmanın en gelişkin örneklerinden birisidir.) Bu anlayışa göre, madem proletarya burjuva devrimini de yapmak zorundadır, o halde iki sefer uğraşmaktansa, bir seferde iktidarı ele alır ve bu iktidar aracılığıyla iki devrimi birden yapar. Bunlara göre, Lenin'in formüle ettiği aşamalı teori, son tahlilde proletaryanın -köylülerle de olsa- işin başına geçmesi demek değil midir? Pratikte olması söz konusu olan böyle bir durum karşısında, proletarya ve onun partisi, niye kendini aşamalarla sınırlandrmalı ve demokratik devrim aşamasında iktidarı başkalarıyla paylaşmak zorunda kalsın? Onlara göre, görev, devrimi "sürekli" kılmaktır. Bu anlayışın demokratik devrime bakışı, doğrudan iktidarın proletaryanın ağırlıkta olduğu bir durumda bulunacağı ve bulunması gerektiği temeline dayanır. Bu nedenle anti-kapitalist uygulamalar ile anti-feodal ve anti-emperyalist uygulamaların tek bir programına (bütünsel) ulaşırlar. Son tahlilde anti-kapitalizm, feodalizme de, emperyalizme de, küçük-üreticiliğe de karşı olduğundan yola çıkan bu anlayış sahipleri, proletaryayı zaferin olanaksız olduğu bir mücadeleye sokarak pasifize etmeyi amaçlarlar. Bu çizgi, Leninist kesintisiz devrimin, tek bir süreçte, ama aşamalı olarak proletaryanın görevlerini belirlemesini reddeden anti-Leninist bir çizgidir.
Lenin, kesintisiz devrimin aşamalarını şöyle ortaya koyar:
"Burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki savaş bütün Avrupa'da gündemdedir. Bu savaş çoktan Rusya'ya ulaştı. Çağdaş Rusya'da devrime muhtevasını veren, savaş halinde bu iki güç değildir, fakat heterojen ve farklı iki sosyal savaştır. Birinci savaş, bugünkü demokratik düzenin bağrında verilmelidir ve köleliğe dayanır. Öteki gözlerimizin önünde doğan, geleceğin burjuva demokratik düzenin içinde yer alan savaştır. Biri özgürlük için (burjuva toplumunun özgürlüğü için), demokrasi için, yani halkın mutlak egemenliği için bütün halkın verdiği savaştır. Öteki, toplumun sosyalist örgütlenmesi için işçi sınıfının burjuvaziye karşı yürüttüğü sınıf mücadelesidir. Şu halde, karakteriyle, amaçlarıyla ve kavgada kesin bir tavır takınmaya yetenekli sosyal güçlerin bileşimi bakımından tamamen farklı iki savaşı aynı zamanda yürütmek gibi, zor ve ağır bir görev sosyalistlere düşüyor." [296] (abç)
Leninist perspektifin ayırt edici özelliklerini şu şekilde özetliyebiliriz:
"1) Leninist kesintisiz devrim teorisi, kapitalizmin can çekişme döneminin devrim teorisidir. Bu teori, sadece kapitalizmin genel bunalımının başlangıcındaki Çarlık Rusya'sı için değil, bütün emperyalist-kapitalist gelişme sürecine girememiş, dolayısıyla sömürge ve yarı-sömürge olan ülkeler için de geçerlidir.
2) Leninist sürekli devrim teorisi, Marks'ın sürekli devrim teorisinden daha da ilerde köylülerin devrimci potansiyelinin devrim doğrultusunda kanalize edilmesine dayanır. Bu teoriye göre, köylü ordusuna, emperyalist dönemde proletarya kumanda edebilir. Ve devrimi kesintisiz kılmak isteyen proletaryanın görevi bu orduya kumanda etmektir.
3) Çarlık Rusya'sı gibi bir ülkede burjuva demokratik devriminin sosyalist devrime dönüştürülebilmesi için, iktidara geçmiş olan Avrupa proletaryasının yardımı şarttır." [297]
İşte 1848'lerin, Gramsci'nin deyimiyle "Jakoben deneyimlerinin bilimsel bir biçimde geliştirilmiş" ifadesi olan kesintisiz devrim teorisinin Lenin tarafından geliştirilmiş hali budur. Burada Gramsci' nin özde karşı çıktığı nokta "iktidara geçmiş Avrupa proletaryasının yardımı"nı öngören kısımdır. Ama bu yan, bizzat Lenin tarafından hatalı görülmüş ve sosyalizmin tek bir ülkede, emperyalizmin kuşatması altında da yaşayabileceği anlayışını geliştirmesine yol açmıştır. (Troçki ve troçkistlerin anlayamadıkları nokta da budur.) Gramsci 1921 sonrasında Avrupa için öngördüğü "mevzi savaş" anlayışı, bu bağlamda bir değer taşır. Ama hiçbir özgünlük içermez ve sadece Lenin ve Komintern'in görüşlerinin yinelenmesidir. Ancak onun kesintisiz devrim teorisine karşı eleştirileri, farklı bir boyut kazandırmaktadır ve üstelik bu ayrı bir bütünsellik içinde sunulmaktadır. Bu yönüyle ele alınmayıp da, onun Lenin ve Komintern görüşleriyle benzeştiği yönlerin öne çıkarılması, büyük bir yanılgı ve hatta su götürmez bir oportünizm olur.
Evet, Gramsci yakın zamanda bir Avrupa devriminin olamayacağını görmüş ve bu amaca yönelik teorileri eleştirmiştir. Özellikle bunun askeri teorisyenleri olarak düşündüğü Frunze, Budyenny ve Tukhachevsky'e yönelik eleştirileri özel bir değere sahiptir. Ve tarihsel olarak farklı da olsa, Troçki'ye karşı tavrı da bu bağlamda açıktır. Ama Gramsci, hepsinin ardından kesintisiz devrim teorisinin -bütün olarak- yattığını varsaydığından, bu teoriye özden karşı çıkar (ve Jakobenizme karşı tutumu da bu bağlamda anlaşılmalıdır). Bu nedenle de 1848'den sonra, en çok da 1870'den sonra bu teorinin geçersiz olduğunu ilan eder. Lenin, yukarda özetlediğimiz biçimde, üçüncü nokta hariç, ilk iki noktayı demokratik devrimin tamamlandığı ülkeler için hiçbir zaman ileri sürmemiştir. Tıpkı Marks ve Engels'in de 1848'lerde kesintisiz devrim teorisini, burjuva devriminin tamamlandığı İngiltere için önermediği gibi. Gramsci, bunu anlamamış olabilir, ama "Batı" diyerek "geçersiz" kıldığı kesintisiz devrim teorisi, onun koyduğu en son tarih (1870) itibariyle bile geçerliliğini Avrupa'da sürdürdüğü görülmektedir. İngiltere ve Fransa dışındaki tüm Avrupa ülkeleri, Almanya, İtalya, Polonya, Avusturya, İspanya, Yunanistan, Yugoslavya, Bulgaristan, Macaristan ve Portekiz'de (Çarlık Rusyası'nda da) burjuva devrimleri, o yıllarda ya oluşum halindeydi ya da henüz tamamlanmamıştı. Eğer Gramsci'nin yaklaşımını ve ölçütünü esas alacak olursak sivil toplumun gelişkin olmadığı bu ülkelerde kesintisiz devrim teorisi 1870'lerde de geçerliliğini korur. (Gerçekte 1870'lerde sosyalizm için nesnel koşullar mevcut olmadığı için geçersizdir, ama Gramsci'nin eleştirisi bu yönü hiç içermez.)
Burjuvazinin devrimci niteliğini yitirdiği emperyalist aşamada, demokratik devrimin proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilmesi ve devrimin sürekli kılınarak sosyalist devrime dönüştürülmesi olan "kesintisiz devrim" teorisinin, burjuva demokratik devrimlerin tamamlandığı ülkeler için -bir bütün olarak- geçerliliğini yitirmesi, Gramsci'de bu teorinin bir bütün olarak geçersizliğine dönüşür. Bu öylesine bir yanılgıdır ki, Lenin ve Komintern' in yaptığı değerlendirmeleri, değişik düzeylerde yeniden üretimi olarak görünür. Kullandığı "sivil toplum" temeline dayanan ölçüt, bu noktada, demokratik devrimin tamamlanmasına denk düşerken, doğal olarak tamamlanmamış olması "ilkel ve peltemsi" "sivil toplum"a denk düşmektedir. Ama kendisinin Hegelci "sivil toplum"u, alt yapı ile üst yapı arasında, ya da aile ile devlet arasında bir oluşumdur. Burjuva demokratik devrimin tamamlanmaması belli bir toplumsal örgütlenme oluşturur, ama oluşan sadece "sivil toplum" değildir. Devlet de -üst yapısal konuşursak- belli bir burjuva demokratik nitelik kazanır. Ama emperyalist aşamada, sistemin bütününde sosyalist devrimin nesnel koşullarının mevcudiyeti, aynı zamanda burjuvazinin demokrasiye kesinkes ihanet edecek durumda olması demektir. Emperyalist aşamanın getirdiği değişiklikleri ele almayan (ve hatta görmeyen) Gramsci, hâlâ serbest rekabetçi döneme özgü toplumsal olguların varlığına inanır.
Diyebiliriz ki, Gramsci, Marksist-Leninist evrim-devrim aşamaları değerlendirmesi konusunda yaptığı hataları, bu kez de kesintisiz devrim sorununda yapar. Bu teoriye, olmadık anlamlar yükleyerek Batı-Avrupa'da (dolayısıyla İtalya için) geçersiz olduğunu kanıtlamaya çabalar. Şüphesiz amacı doğrudur, ama buna ulaşmak için izlediği yol (metodoji), kesintisiz devrim teorisinin bütün olarak mahkum edilmesine yol açtığı için özel olarak önem kazanır. Zaten amaçları yönünden ele alındığında Gramsci' nin Marksist yönü ortaya çıkar, ama araçlar ve yöntemler gündeme geldiğinde anti-Leninisttir.
Gramsci'nin, yanlış bir yol izleyerek varmak istediği amaca ulaştığında, alternatif konusundaki yöntem yanlışlıkları, onu yanlış bir anlayışa vardırır. Kesintisiz devrimin Batı-Avrupa için, ya da daha tam deyişle burjuva demokratik devrimin tamamlandığı ülkeler için geçersizliğine ulaştığında, karşısına ("yeni" teori olarak) "sivil hegemonya"yı koyarken durumu budur.
Gramsci'ye göre, Batı-Avrupa'da burjuvazi "sivil toplum"u ele geçirmiş durumdadır, yani sivil toplumda hegemonya sahibidir. Politik iktidarın (devlet) arkasındaki asıl güç, "top siperleri" olan bu "sivil toplum", o toplumdaki tüm insanları, özellikle de "alttakileri" içerdiğinden, bu "toplumsal grupların" (sınıfların) devrime yöneltilmeleri için en önemli engel, buradaki burjuva hegemonyasıdır. Böylece temel hedef ortaya çıkar: Erkliği feth etmek isteyen her sınıf bu hegemonyayı kırmak ve yerine kendi hegemonyasını koymak zorundadır. ("Sivil toplum"un fethi ya da "hegemonya için mücadele") Gramsci'nin erkliğin fethinin önkoşulu olarak koyduğu bu temel hedef, onun kesintisiz devrim teorisine karşı "alternatifini" oluşturur. Şüphesiz, daha önce gördüğümüz gibi, kullanılan ölçüt "sivil toplumun gelişkinliği" düzeyidir, ve bu ölçüt, "alternatif"ini de işe yaramaz hale getirir. Böylece, iktidarın fethi için büyük mücadelelere girişmiş olan Avrupa proletaryasının yenilgisiyle oluşan "istikrarlı toplum"u, "sivil toplumda burjuvazinin hegemonyası"nın ifadesi olarak düşünerek, daha önceleri, yani büyük mücadelelere girişilmeden önce, proletaryanın elindeki mevzileri ("kazanılmış mevziler") savunmak ya da "yitirilmiş mevzileri" -yenilginin bedeli olarak ortaya çıkar- ele geçirmek için bir teori geliştirmiştir.
Gramsci, 1919-21 yılları arasında Avrupa proletaryasının ayaklanmalarının bastırılması ve yenilgisinin belli mevzileri yitirilmesine yol açtığını düşünerek, elde olanı ("kazanılmış mevziler") korumayı birincil görev olarak öne sürer. Bunlarda, "büyük kitle partileri", "büyük ekonomik sendikalar", "basın" olarak "sivil toplum" kurumlarıdır. Burjuvazinin 1920'lerde Avrupa'da, faşizm ya da başka yollarla ("sosyal-faşizm"), proletaryanın bu "mevzileri"ni yok etmeyi amaçladığından (sosyal-demokrat partilerin hükümet olmasının amacı böyle konulduğu için "sosyal-faşizm" ortaya çıkmaktadır) diye düşünür Gramsci ve bu saptamasından bir çeşit paniğe kapılır. Yenilgi sonralarına özgü bu panik tutumu ile herşeyi birbirine karıştırır. Bütün bunları özenle kurduğu "metodojik" ayrımıyla gerçekleştirir. Özellikle "organik hareket-konjonktürel hareket" ayrımı tümüyle muğlaklaşır. Organik hareketlere yüklediği "nispeten kalıcılık" özelliği ile görece uzun herşey "organik"liğe sokulabilinir hale gelirken, "konjonktürel" hareketlere verdiği "geçici, dolaysız ve neredeyse raslantısal" özellikle de, ayaklanma, milli kriz, devrim durumu gibi konuları konjonktür dalgalanmalar olarak görmeye ve bunları taktik sorun olarak ele almaya yönelir. Bütün bunlar da, Gramsci'nin tezlerinin ve bunların oluşumunda kullandığı ölçütlerin keyfi, isteğe bağlı olarak kullanılmasına zemin teşkil etmektedir. (Eğer bugün çeşitli "sol" çevrelerde oportünist amaçlarla Gramsci'nin tezleri, ölçütleri ve kavramları kullanılabiliniyorsa, nedeni budur.)
Diyebiliriz ki, Gramsci, Marks-Engels'in 1848 devrimlerinin yenilgisiyle yanıldıklarını anlayıp -ama nesnel koşulların yetersizliği nedeniyle- terk ettikleri kesintisiz devrim teorisini, 1917-21 döneminden sonra kullanılmasını da, Avrupa proletaryasının yenilgisine dayanarak reddeder. Ve bir yenilgiler dönemi teorisyenliğine böylece ulaşır.
Ama gerçekte olanlar ise Gramsci'nin hiç değinmediği şeylerdir. 1920'lerdeki -ve bugün için de- sorun, kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ve burjuva demokraik devrimin tamamlandığı ülkelerde, "kesintisiz devrim" teorisinin bir bütün olarak geçersizliği değildir. Sorun, bu ülkeler için, evrim ve devrim aşamalarının birbirinden kesin çizgilerle ayrılması ve bu evrelerdeki mücadele hedeflerinin, biçimlerinin ve araçlarının farklılığını bilme sorunudur. Komintern'in "ikili perspektifi" de özsel olarak evrim ve devrim aşamalarındaki mücadelelere ilişkindir. Şüphesiz, Lenin'in açıkça ortaya koyduğu gibi, her devrim durumu devrime yol açmaz. Zaman zaman, 1920'lerde olduğu gibi, öznel koşulların yetersizliği nedeniyle yenilgiler ortaya çıkabilir. Doğal olarak bu yenilgiler ile 1848 devrimlerindeki nesnel koşulların yetersizliğinin yol açtığı yenilgiler farklıdır. Ve yine emperyalist aşamada, ulusal düzeyde nesnel koşulların (milli kriz) yetersizliğinden kaynaklanan yenilgiler de farklıdır. (Ayaklanma anının doğru değerlendirilmemesi gibi, ya da yeterince milli kriz derinleşmeden silahlı ayaklanmaya kalkışılması.) Aynı biçimde milli krizin olgunlaştığı koşullarda yapılmış hatalarla (pasif tutum gibi örgütsel-yönetsel hatalar) ortaya çıkan yenilgiler de farklıdır (sağ sapma). Gramsci, herşeyi "sivil toplum" ve "hegemonya" açısından ele aldığı için, bunları bir yana bırakmıştır ve sonuçta da yenilgilerin ayrı ayrı irdelenmesi yerine, hepsini tekleştirip, nedenini de, "Batı"da sivil toplumun "gürbüz yapısına" ve burjuvazinin hegemonyasına (gücüne) bağlamıştır.
Gramsci'nin bu yanlış anlayışı karşısında denilebilir ki, onun yenilgileri yanlış değerlendirmesine rağmen, sonuçları yönünden, kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ve burjuva demokratik devrimin tamamlandığı ülkelerde (Batı-Avrupa'da) evrim dönemi çalışma tarzında, güçlerin "büyük kitle partisi"nde, "büyük ekonomik sendikalar"da ve "basın" alanında yoğunlaştırılması yanlış mıdır? Evrim aşaması çalışma tarzı içinde, "oportünizme karşı amansız mücadele vermek, dışarda ise, proletaryanın sendikal hareketinden halk kitlelerinin ekonomik ve demokratik mücadelesine kadar kitlelerin günlük mücadelesini örgütlemekten, mevcut gerici yönetime karşı demokratik muhalefetin en solunda yer alarak siyasi muhalefeti yönlendirmeye kadar her çeşit eylem biçimini (silahsız)" kapsamıyor mu? Eğer proletaryanın partisi kurulmamışsa, ana görev, bu öncü müfrezeyi oluşturmak ve ona paralel diğer mücadeleye girişmek değil midir?
Evet, evrim aşamasının çalışma tarzı bu şekilde ifade edilebilir ve bunlar da, son tahlilde, "parti", "sendikalar" ve "siyasi gazete" konularını içerir. Bu boyutu ile Gramsci, yanlış bir temelden ve yanlış bir yöntemle ("sivil toplum"un gelişkinlik düzeyini ölçüt alma yoluyla) doğru bir sonuca varmış gibi görünür. Ama böyle bir durum karşısında Gramsci'den kullanılabilecek birşey de kalmaz. Söyledikleri de -yukardaki bağlamda- Lenin ve Stalin tarafından söylenmiştir de. Ama Gramsci'nin yanlışlarının böylesine "masumane" sonuçlar doğurmadığı da açıktır ve pratikte görülmüştür.
Gramsci'nin anlayamadığı, 1919-23 yıllarındaki başarısızlıklar ve yenilgilerden sonra "belli mevziler"i elde tutmak diye bir sorun varsa, bu da Troçki'nin "sürekli devrim" teorisi karşısnda ortaya çıkmıştır: İlk sosyalist ülkenin (Sovyetler) korunması, yani tek ülkede sosyalizmin zaferini korumak. Bu bağlamda Komintern içinde de "mevzi" koruma anlayışı mevcuttur. Oysa Batı-Avrupa ülkelerinde, özellikle de Almanya ve İtalya'da "belli mevzileri korumak" diye özel bir sorun mevcut değildir. Çünkü bu ülkelerde, burjuvazinin bir kesimi (finans-kapital) proletaryayı yenilgiye uğratarak, onu uzun süre hareketsiz tutmayı amaçlarken, burjuva demokrasisini bir bütün olarak ortadan kaldırmak durumundaydı. Faşizm, bir devlet biçimi olarak demokratik devlet ile yer değiştirmektedir ve değiştirmiştir. Bu durumda sorun, şu ya da bu "mevzi'"nin korunması değil, bir bütün olarak demokratik hakların ve özgürlüklerin korunmasıdır. Yoksa proletarya partisi, "sendikal hakları" tek başına korumak durumunda olmadığı gibi, kendisinin varlığını, yani "örgütlenme hakkı"nı, kendisi için koruyamaz (legal partiler için konulmuştur). Bu Gramsci'de öylesine bir anlayıştır ki, tüm demokratik hak ve özgürlükler yok edilirken, proletaryanın -üstelik yenilmiş bir durumdadır- kendine ilişkin demokratik hak ve özgürlükleri koruyabileceği şeklinde bir anlayışla genelleşir. Faşizmin belli demokratik hak ve özgürlükleri yok etmeye yönelik her adımında, bunun burjuvazinin "sağ"ı ile "sol"u arasındaki bir mücadele olarak değerlendirme durumunda kalmıştır Gramsci. 1924'de Matteotti'nin faşistlerce öldürülmesinden sonra "burjuva liberalleri"nin ve "sosyalist parti"nin başlattığı parlamento boykotu ve alternatif parlamento kurma çalışmasını, PCI' nin (önderliğini Gramsci yapmaktadır) ilk anda desteklemesi, ama kısa bir süre sonra "burjuva liberalizminin kuyruğuna takılma" gerekçesiyle reddetmesi ve parlamentoya -faşist parti vardır sadece- geri dönme olgusu bunun bir ifadesidir. Yani "belli mevziyi korumak" gündemdedir, ama bu faşistler için hiçbir anlam taşımamaktadır! İşte Gramsci'nin anlayışının mantıki sonuçları budur. [*2] Sözün özü, "iyiniyetli" bir yorumla Gramsci'nin teorisini, onun kurduğu mantığın, sunduğu yöntemin ve çerçevenin dışına çıkarmak öylesine kolay değildir.
Özetle diyebiliriz ki, Gramsci, İtalya somutundaki ve Avrupa genelindeki gelişmelerde proletaryanın yenilgisini öne çıkarır. Bu durum, mevcut tüm Marksist teorik tezleri yeniden sorgulamayı gündeme getirirken, onların geçersizliğini ilan etmeye kadar da gider. Onun yenilgiler karşısındaki durumunu onu büyük ölçüde olumlayan bir yazarın ağzından dinleyelim:
"G. Tamburrano ve J-M. Piotte'nin haklı olarak belirttiği gibi, Gramsci'yi, her ülkenin de toplumsal ve ekonomik yapılarının oldukça yakın olmasına karşın, devrimin İtalya'da başarısızlığı ve Rusya'da zaferi şaşırtmıştır." [298]
İşte bu şaşkınlık onu, yanlış değerlendirmelere ve vargılara ulaştırmıştır.
İşte Gramsci'nin teorisinin özündeki bu nitelik, 80'ler Türkiye'sinde, doğrudan ya da dolaylı olarak Gramsci'nin "piyasa"ya neden sürüldüğünü açıklar. Ülkemizde kesintisiz devrim teorisinin geçerliliği ve benimsenmişliği, hatta bunu kendi teorik görüşlerinin açıklandığı metinlere ad olarak almış THKP-C'nin gücü göz önüne alınırsa, "Gramsciciliğin" ya da "sivil toplumculuğun" ne anlama geldiği ve neyi ifade ettiği iyice anlaşılır.
Bir yenilgi döneminin teorisyeni olan Gramsci, "Giriş" kısmında belirttiğimiz gibi, ülkemiz solunda, her çeşit oportünist ve pasifist tarafından "büyük bir sevinç" ile karşılanmıştır. Temelde Gramscici ve "sivil toplumcu" yaklaşımlara karşı olduğunu ilan eden pasifistler bile, uzun süre Gramsci'nin yazılarının ve anlayışlarının yaygınlaşmasına göz yumarken, Gramsci'nin yukarda belirttiğimiz niteliğini çok iyi biliyorlardı. Onların, bugün, silahlı mücadeleye ve halkın devrimci öncülerinin savaşına karşı söylediklerine (sözde "eleştirilerine") bir göz atmak yeterince bilgi verecektir.
Ama Gramsci'nin ülkesinden kaynaklanan bir söz vardır: "Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek gerekir". Gramsci, bir yenilgi döneminin şokunu yaşamış ve tahlillerinde yanılmış olmakla birlikte bir Marksist ve Komintern'e bağlıdır. Onun pasifistlere hoş gelen tezleri, onun hiç düşünmediği biçimlerde ve amaçlarla kullanılabilir, ama hiçbir şey onun bir parti üyesi, örgüt adamı ve bunun sorumluluğunu taşıyan bir Marksist olduğu gerçeğini değiştirmez. İşte bu sorumluluk bilinci içinde Gramsci, faşizmin baskısının olağanüstü yoğunlaştığı dönemde bile ülkesinden ayrılmamış, yaşamı pahasına, hapishaneye düşmeyi göze alarak partisinin başında kalmasını bilmiştir. Onun neden ülkesini terk etmediğini anlatan sözlerini, yazımızın son sözü olarak alırken, yanılgı içinde olan bir Marksist ile revizyonist ve oportünistlerin farkını onun bu sözleriyle açıkça ortaya çıktığını söylüyoruz:
"Bir kaptan kaza geçiren gemide, tekneyi en son terk etmesi gerektiği kural haline getirilmiştir, o yanlızca herkes kurtulduğu zaman gemiyi terk etmelidir. Bazıları bu savı, böyle durumlarda kaptanın gemisiyle birlikte batmak 'zorundadır' şeklinde daha da ileri götürmüşlerdir. Böylesine savlar, göründüğünün aksine, çok az akıl-dışıdır.
Kesinlikle, bazı durumlar olabilir ki, kaptanın önce kendini güvenceye almaması için hiçbir neden yoktur. Ama eğer böyle durumlar kural için temel yapılacaksa, burada güvence kaptanın herşeyi yapmış olması gerektiğidir; yani, 1) Geminin kazaya uğramasını önlemiş, ve 2) kazaya uğramışsa, maddi insan malzemesi kayıplarını (gelecekteki olası insan kayıplarını da kapsar) minimuma indirmiş midir? Salt kaza geçirmiş gemi olayında, kaptanın gemisini en son terk etmesi ve belki de daha doğrusu onunla birlikte ölmesi 'mutlak' kuralı bu güvenceyi sağlayabilir. Bu olmazsa, kollektif yaşam olanaksız olacaktır; sorumluluk almak ya da kendi yaşamlarını başkasının eline teslim ederek faaliyeti sürdürmek için hiç kimse hazır hale getirilemeyecektir."
Beşinci Bölümün Dipnotları
[*1] Bu nokta, bizim gibi ülkeler için oldukça önemlidir. Ama 12 Eylül sonrasında ortaya çıkan kaos içinde, pek çok saptırma çabaları da bu noktada ortaya çıkmıştır. En ilginç olanı, bu noktanın, ülkemiz devrimcileri tarafından hiç bilinmediği şeklinde "yeni Amerikalar" keşfedenlerin söyledikleridir. "Sureti haktan" görünerek ve "sivil toplumculuk" ya da "sol liberalizm"in büyük düşmanı olduğunu ilan eden 11. Tez dergisinde, bir yazar, "Bugün, Stalinizm'in yarım yüzyıllık hegemonyası sonucunda, dünya ve Türkiye solunda unutulmuş olan bir gerçeği", "burjuvazi devrimci karakterini büyük ölçüde yitirmiştir" diyerek sunmaktadır. (S. Savran: 11. Tez, 1. Kitap, s: 184) Aynı yazar Stalin öncesi dönemin bütün önde gelen Marksist düşünürleri tarafından altı çizilerek çortaya konulduğu"nu söylerken "Marks, Engels, 1917'nin iki önderi, Luxemburg, Labriola, Gramsci, vb." ile Kautsky'ye atıf yapmaktadır. Yazarın adını vermediği "1917'nin iki önderi" Lenin ve Troçki'dir. Türkiye solundaki dogmatizmden ve sekterizmden yakınan yazarın, böyle bir savı (tezi) ileri sürebilmesi için başka bir ülkeden yeni gelmiş olması gerekir. Mahir Çayan yoldaşın yazılarına bakmak, söylediklerinin gerçek dışılığını göstermeye yeter. Yine Stalin'in kendi yazılarına bakıldığında burjuvazinin devrimci niteliğini yitirmesi olgusunu görmek mümkündür. Ve Stalin, bunu yaparken Troçki'nin çarpıtmalarına da yanıt vermiştir. İşte, gerçek bir dogmatizm, sekterizm ve bir "troçkist"in dünyayı yorumlamadan "değiştirmeye" geçişi!
[*2] Aynı durumu "siyasi gazete" konusunda da gösterir ve gazete "kültürel ve entellektüel ürünler"in yayınlandığı organ haline getirilir. Zaten faşizm de bundan ötesine izin vermez.
[284] Gramsci: Modern Prens, s: 115-116
[285] Gramsci: Modern Prens, s: 152
[286] Gramsci: Modern Prens, s: 153
[287] Marks-Engels: Komünist Ligasına Mektup
[288] Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim-I
[289] Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim-I
[290] Engels: Fransa'da Sınıf Mücadeleleri -Önsöz, s: 16-17
[291] Marks: Fransa'da Sınıf Mücadeleleri, s: 159
[292] Marks: Louis Bonaparte'nin 18. Brumaire'i, s: 23
[293] Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim-I
[294] Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim-I
[295] Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim-I
[296] Lenin: İşçi ve Köylü İttifakı, s: 15
[297] Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim-I
[298] Portelli: Gramsci ve Tarihsel Blok, s: 146