SEÇME
YAZILAR - MAKALELER
-II-
Sovyet Ekonomistleriyle Beş Görüşme 1942-1952
29 Ocak 1941
Ekonomi Politik Sorunlari Üzerine
Ekonomi Politiğin Amacı
Ekonomi politiğin amacı konusunda birçok tanımlama vardır: Engels, ekonomi politiği, üretim, değişim ve dağılım bilimi olarak tanımlar; yine Marx'ın, Kapital'in hazırlık notlarında konuyla ilgili tanımlaması olduğu gibi, Lenin'in de 1889'da Bogdanov'un yaptığı tanımlamayı kabul eden görüşleri vardır.Birçok kitap kurdu, bir tanımlamayı diğerine karşı öne sürüyor. Alıntı yapmayı çok seviyoruz ve bu alıntılar da aslında cahilliğimizin göstergesidir. Bu nedenle ekonomi politiğin amacının tam tanımlamasını yapmak için iyi düşünmeli ve bunun üzerinde durarak sunmalıyız.
Eğer "ekonomi politik, tarihsel olarak gelişen toplumsal üretim tarzlarının bilimidir diye yazarsak, ekonomi ve insanlar arasındaki ilişkiden söz ettiğimiz hemen anlaşılmayacaktır. Bu nedenle, ekonomi politiğin toplumsal üretim ilişkilerinin, yani insanlar arasındaki ekonomik ilişkilerin gelişiminin bilimi olduğunu ifade etmek daha iyi olacaktır. Bu tanımlama, hem kişisel hem de üretim amaçlı gerekli tüketim araçlarının üretim ve dağılımını düzenleyen yasaları açıklar." Dağıtımdan kastım, kelimenin dar anlamıyla dağıtım, yani bireysel tüketim araçlarının dağıtımı nosyonu değildir. Burada, Engels'in Anti Dühring'de dağılımı, üretim araçlarının ve bireysel tüketim araçlarının mülkiyet biçimi olarak tahlil ettiği anlamıyla bir dağılımdan söz ediyoruz.
Bir sonraki sayfada, ikinci paragraftan sonra, şu kelimelere ek yapmamız gerekir: "yani, üretim araçlarının ve dolayısıyla halkın yaşamı için gerekli olan maddi varlıkların toplumun üyeleri arasında dağıtım biçimi".
Kapital'in dördüncü cildi için Marx'ın hazırlık notlarından haberdarsınız elbette. Orada ekonomi politiğin amacı tanımlanmıştır. Marx üretimden söz ettiğinde ulaşimı da kapsar (ulaşımın uzun ya da kısa mesafe olmasından, Türkistan'dan pamuğun ulaşımı ya da bir fabrikanın kendi iç ulaşımı olmasından bağımsız olarak). Marx'ta, dağitımın tüm sorunları üretim konseptine dahil edilmiştir. Buradakilerin düşüncesi nedir: Buradaki tanımlama doğru mudur?
GÖRÜŞ: Şüphesiz, işaret edilen değişiklikler esaslı bir gelişme sağlıyor.
SORU: Tanımlamada "toplumsal üretim" ilişïleri ifadesini kullanmak doğru olur mu? "Toplumsal" kelimesi burada yersiz değil mi? Üretim zaten toplumsaldır. Burada bir totoloji olmayacak mı?
CEVAP: Üretimde teknik ilişkiler de olabileceği ve burada özellikle toplumsal üretim ilişkilerinden söz etmemiz gerektiği için "toplumsal-ilişkiler"i bir tire ile yazmalıyız.
SORU: "kişisel ve üretim" kelimeleri yerine tüketimden "kişisel ve üretici" şeklinde söz etmek daha uygun olmaz mı?
Kısa bir görüş alış verişinden sonra "kişisel ve üretim" kelimeleri yazıldı.
Eğer amacın önerilen şekliyle formülasyonunu kabul edersek, bütün formasyonlarda dağıtım sorununa daha fazla dikkat çekilmesi şeklinde bir genel sonuç çıkarılmalı. Aksi takdirde burada bankalar, borsalar ve piyasalar konusunda çok az şey söylenmiş olur. Bu yetmez. Özellikle sosyalizm bölümü de bu nedenle yetersiz kalır.
Beşinci sayfada biçimle ilgili düzensizlikler var. Bunlar kaldırılmalı. "Farklı üretim tarzlarını inceleyen ve açıklayan ve bunları birbirinden ayıran özellikleri ortaya koyan tarihsel bir bilimdir" diye yazılmış. Düzgün bir Rusça ile yazılmalı; 'inceleyen' ve 'açıklayan' şeklinde değil de, bilimdir ki inceler ve açıklar şeklinde.
Değer yasası üzerine
Sosyalizm ile ilgili bölüme geliyorum. Birkaç şey geliştirildi. Fakat bu bölümün daha önceki haliyle karşılaştırıldığında birçok şeyin de heba edildiğini görüyoruz.
Bu bölümde değer yasasının aşıldığı yazılmış. O zaman, maliyet kategorisinin nereden ortaya çıktığı, ki onsuz hesaplama ve emeğe göre dağıtım yapılamaz ve fiyatlar tesbit edilemez, anlaşılmaz olur. Değer yasası henüz aşılmış değildir. Fiyatların yardımıyla kumanda ettiğimiz doğru değildir; bunu yapmak isteriz fakat yapamayız. Fiyatların yardımıyla (ekonomiyi) idare etmek için muazzam rezervlerin olması, bir meta bolluğu olması gerekir. Ancak o zaman fiyatlarımızı dikte edebiliriz. İllegal bir piyasa ve kollektif çiftlik piyasası olduğu sürece, piyasa fiyatları varolacaktır. Eğer değer yoksa, gelirleri ölçebilcek bir şey de yoktur. Gelirler emekle ölçülmez. İhtiyaca göre dağıtıma başladığımızda bu bütünüyle farklı bir mesele olacaktır. Fakat bugün için değer yasası aşılmış değildir. Onu bilinçli bir şekilde kullanmak istiyoruz. Fiyatları bu yasa çerçevesinde belirlemek durumundayız. 1940'ta (Rusya'da) Estonya ve Latviya'dan daha az ürün elde ettik. Yeterli ekmek olmadığından fiyatlar fırladı. 200 bin (pood) ekmek daha piyasaya sokunca fiyatlar derhal düştü. Bunu ülkenin her yerinde bütün metalar için yapabilir miyiz? Hayır, bütün metalar için fiyatları dikte etmekten uzağız. Bu nedenle çok daha fazla üretmek zorundayız; bugünkünden çok daha fazla. Fakat bugün fiyatların yardımıyla (ekonomiyi) kumanda edecek durumda değiliz. Ayrıca kollektif çiftlik piyasasında yapılan satışlardan sağlanan gelirler kollektif çiftlik köylüsüne gidiyor. Elbette bizde, bu gelirle üretim araçları satın alınamaz ve bu gelir kişisel tüketimi arttırma yönünde kullanılır.
* * *
Metinde afiş propagandası kendini gösteriyor. Böyle olmaz. Bir ekonomist gerçekleri incelemeli. Ve birdenbire "Troçkist-Buharinist hainler" karşımıza çıkıyor; mahkemenin şunu bunu kararlaştırdığını belirtmenin anlamı ne? Bunun ekonomiyle ilgisi nedir? Propaganda kısımları çıkarılmalıdır. Ekonomi politik ciddi bir konudur.
BİR SES: Uzun zaman önce, mahkeme başladığında yazılmıştı.
CEVAP: Ne zaman yazıldığı önemli değil. Şimdi yeni şekli sunuluyor ; orada da var ve yersiz. Bilimde mantığa sığınırız. ?????? Bu durum işimizi heba ediyor.
Planlama üzerine
Ekonomik planlama konusunda birçok kötü söz yığılmış. Ve herşey yazılmamış. "Sosyalist toplumda emeğin doğrudan toplumsal karakteri. Değer yasasının aşılması ve üretimde anarşinin ortadan kalkması. Sosyalizmin üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin doğasına uygun hale getirilmesinin bir aracı olarak ekonominin planlı yönlendirilmesi." Bir tür kusursuz planlı ekonomi resmi çizilmiş. Oysa sadece şöyle denebilir: Kapitalizmde, tüm toplum çapında üretim gerçekleştirmek mümkün değildir; orada, ayrım yaratan rekabet vardır, özel mülkiyet vardır. Oysa bizim sistemimizde işletmeler sosyalist mülkiyet temlinde birleşmiştir. Planlı ekonomi, bizim istediğimiz birşey değil, bir zorunluluktur; aksi takdirde herşey çöker. Piyasa ve borsa gibi burjuvazinin oransızlıkları düzeltmede kullandığı barometreleri ortadan kaldırdık. Herşeyi kendi üzerimize aldık. Bizim sistemimizde, planlı ekonomi, ekmek tüketimi gibi vazgeçilmez birşeydir. Biz "iyi çocuklar" olduğumuzdan, herşeyi yapma yeteneğimiz olduğundan değil, sistemimizde işletmeler entegre olduğu için böyledir bu. Onların sisteminde entegrasyon ancak tröst ve karteller içinde, yani dar bir sınır içinde mümkündür; fakat Tüm Halkın ekonomisini organize edemezler. (Kautsky'nin süper kapitalizm teorisine Lenin'in getirdiği eleştiriyi hatırlamak yerinde olacaktır). Kapitalist, sanayiyi, tarımı ve ulaşımı plana göre işletemez. Kapitalizmde şehir kırı yutmalıdır. Onda, özel mülkiyet bir engeldir. Yani basit ifade edin: Bizim sistemimizde entegrasyon vardır, onların sisteminde ise bölünme. Burada (sayfa 369'da) şöyle yazılmış: "sosyalizmin üretim ilişkilerini üretici güçlerin karakteriyle uyumlu hale getirmanin aracı olarak ekonominin planlı işleyişi". Bu saçma bir öğrenci gevezeliğidir. (Marx ve Engels çok önce çelişkilerden söz etmiştir). Fakat bize böyle genellemeler yapmanız ne demek oluyor? Sade ifade edin: Onların sisteminde, ekonomide bölünme vardır, mülkiyet biçimleri bölünmeye yol açar; bizim sistemimizde ise entegrasyon vardır. Dümen sizde ve iktidar sizin. Basit konuşun.
Planlama merkezinin amaçlarını iyi tanımlamalıyız. Sadece oranları saptamamalı. Oranlar esas önemi taşımaz; gereklidirler, ama yine de ikincil durumdadırlar.
Planlamanın temel amaçları nelerdir?
Planlamada birinci amaç, sosyalist ekonominin bağımsızlığını kapitalist kuşatmadan korumakla ilgilidir. Bu zorunludur ve en önemli olan da budur. Dünya kapitalizmine karşı mücadelenin bir biçimidir. Kapitalist sistemin bir uzantısı haline gelmemek için elimizde metal ve makinaların olmasını sağlamalıyız. Planlamanın temeli budur. Bu esastır. GOELRO ve sonraki planlar bu temelde yapılmıştır.
Planlamayı nasıl örgütlemek gerekir? Onların sisteminde, sermaye, kara bağlı olarak ekonominin dalları arasında kendiliğinden dağılır. Çeşitli sektörleri karlılığa göre geliştirseydik, gelişmiş bir un öğütme sektörü, oyuncak üretimi (bunlar pahalıdır ve yüksek kar getirir), tekstil sektörümüz olacak, ama hiç ağır sanayimiz olmayacaktı. Ağır sanayi büyük yatırımlar gerektirir ve başlangıçta zarar eder. Ağır sanayiyi geliştirmekten vazgeçmek, Rikovcuların önerisiyle eşanlamlıdır. Kapitalist ekonominin gelişme yasalarını başaşaği çevirdik, aslında ayakları üstüne oturttuk. Ağır sanayinin geliştirilmesi ve makina yapımı ile başladık. Ekonomi planlanmadan hiçbir şey hallolmaz.
Onların sisteminde nasıl oluyor? Bazı devletler diğerlerini soyuyor, sömürgeleri yağmalıyor ve cebri borç alıyorlar. Bizde ise başka türlü. Dünya kapitalist sisteminin bir uzantısı haline gelmememiz planlamanın en temel şeyidir.
Planlamanın ikinci amacı ise, sosyalist ekonomi sisteminin mutlak hakimiyetini perçinlemede ve kapitalizmin yükseleceği bütün kaynakları ve delikleri kapatmada yatar. Rikov ve Troçki bir zamanlar, karsız olmalarından dolayı bazı gelişmiş ve önemli işletmelerin (Putilov fabrikası vb.) kapatılmasını önermişlerdi. Bunu yapmak "sosyalizmin kapatılması" anlamına gelecekti. Yatırımlar, karlı olduğu için un öğütme ve oyuncak üretimine yapılacaktı. Bu yolu izleyemezdik.
Planlamanın üçüncü amacı oransızlıklardan korunmaktır. Fakat ekonomi çok geniş olduğundan, her zaman uyumsuzluklar ortaya çıkabilir. Bu nedenle geniş rezervlere ihtiyacımız var. Sadece fon olarak değil, emek gücü olarak da.
Okuyucuya yeni birşey sağlamalıyız, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki karşılıklı ilişkinin sonsuz tekrarını değil. Bu hiçbir sonuç getirmez. Kendi sistemimizi övüp göklere çıkarmaya ve ona olmayan başarıları yüklemeye gerek yoktur. Değer vardır, diferansiyel rant vardır; fakat farklı bir biçimde kullanılırlar. Kar bölümünü düşünüyordum -onu çıkaralım mı, kalsın mı?
GÖRÜŞ: "Gelir" kelimesini kullanmak belki daha iyi olur.
MOLOTOV: Gelir farklı bir türdür.
GÖRÜŞ: (N.A. Voznesensky) Sosyalist birikim olabilir.
CEVAP: Kar sağlanmıyorsa o birikim değildir. Kar, üretimin bir sonucudur.
SORU: Kitapta, sosyalist toplumda artı-ürünün olduğunu belirtelim mi? Bu konuda Komisyon'da görüş ayrılıkları vardı.
MOLOTOV: İşçilerin, sadece kendi aileleri için değil, toplumun bütünü için çalıştıklarını bilmesi için onları eğitmeliyiz.
CEVAP: Artı-ürün olmadan yeni sistemi inşa edemezsiniz. İşçilerin, kapitalizmde, ellerine geçene ilgi duyduklarını anlaması gerekir. Fakat sosyalizmde kendi toplumlarına bakarlar / ilgilenirler ; ve işçiyi eğiten de budur. Gelir varolmaya devam eder, fakat başka bir karakter kazanır. Artı-ürün oradadır; fakat sömürene gitmez, halkın refahının yükseltilmesi, savunmanın güçlendirilmesi, vb. için kullanılır. Artı-ürün dönüşür.
Ülkemizde dağılım emeğe göre gerçekleşmektedir. Kalifiye ve kalifiye olmayan emek var. Bir mühendisin işini nasıl tanımlamalıyız? O, çok yönlü basit emektir. Bizde gelirler emeğe göre dağılır. Bu dağılım değer yasasından bağımsız olarak gerçekleşmez. Tüm ekonominin plana göre işlediğini düşünürüz; fakat her zaman öyle olmaz. Bizde de birçok kendiliğinden durum vardır. Kendiliğinden değil, bilerek değer yasasına göre hesaplamalar yapıyoruz. Onların sisteminde değer yasası kendiliğinden işler, yıkıma neden olur ve büyük fedakarlıklar gerektirir. Bizim sistemimizde ise, değer yasasının karakteri bir değişime uğrar, yeni bir içerik ve biçim kazanır. Biz bilerek, kendiliğinden değil, fiyatları saptarız. Engels sıçramalardan söz eder. Riskli bir formülasyondur; ama kabul edilebilir, eğer gereklilik aleminden özgürlük alemine sıçrayışı doğru bir biçimde anlıyorsak. İrade özgürlüğünü, gerekliliğin kabul edilmesi olarak anlamalıyız, ki burada sıçrama, kendiliğinden zorunluluktan, gerekliliğin kabulüne geçiş anlamına gelir. Onların sisteminde değer yasası kendiliğinden işler ve geniş çaplı tahribata yol açar. Ama bizim herşeyi daha az fedakarlık gerektiren bir şekilde idare etmemiz gerekir. Değer yasasının işleyişinden kaynaklanan gerekliliği, biz bilinçli bir şekilde kullanmalıyız.
SORU: Komisyonda, Sovyet ekonomisinde metanın olup olmadığına dair tartışmalar ve yanlış anlamalar ortaya çıktı. Komisyonda çoğunluğun görüşünün aksine, yazar, metalardan değil ürünlerden söz ediyor.
CEVAP: Paraya dayanan (monetarize) bir ekonomi varsa, metalar da var demektir. Bütün kategoriler varolmaya devam ediyor; ama yeni bir karakter kazanmış durumdalar. Onların sisteminde para, sömürünün aracı olarak hizmet görürken, bizim sistemimizde farklı bir içeriğe sahiptir.
SORU: Şimdiya kadar değer yasası, emek gücünün kendiliğinden dağılımını belirleyen kendiliğinden bir piyasada işleyen bir yasa olarak yorumlanmıştır.
CEVAP: Bu doğru değil. Sorunun formülasyon alanı daraltılmamalı. Troçki sürekli olarak parayı, bir hesaplama aracı olması ile sınırlandırdı. NEP'e geçiş öncesinde ve sonrasında bu konuda ısrar etti. Bu yanlıştır. Ona cevabımız şuydu: Bir işçi bir şey satın aldığında, para yardımı ile mi hesap yapıyor yoksa başka birşey mi yapıyor? Lenin sürekli olarak Politbüro'da, sorunun bu şekilde formüle edilmesinin yanlış olduğunu, paranın rolünün, sadece bir hesaplama aracı olmasına indirgenmemesi gerektiğine işaret etmiştir.
GÖRÜŞ: Sosyalist toplumda artı-ürün - utanç verici bir kavram.
CEVAP: Tam tersine, işçiyi, artı-ürüne ihtiyacımız olduğu, daha fazla sorumluluk gerektiği konusunda eğitmek zorundayız. İşçi, sadece kendisi ve ailesi için değil, rezervlerin oluşması ve savunmanın güçlendirilmesi için de ürettiğini anlamalıdır.
Görüş: Gotha Programının Eleştirisi'nde Marx artı-üründen söz etmemiştir.
CEVAP: Herşeyin cevabını Marx'ta ararsanız hiçbir yere varamazsınız. Bugün önünüzde 20 yıldan fazladır varolan SSCB gibi bir laboratuvarınız var; ama sosyalizm konusunda Marx'ın sizden daha çok bilmesi gerektiğini düşünüyorsunuz. Gotha Programının Eleştirisi'nde Marx'ın öngörme durumunda olmadığını anlamıyor musunuz! Aktarma ve alıntıları biraraya getirmek değil, kafayı kullanmak gerekir. Yeni olgular ortada; yeni bir güçler bileşimi var ve -eğer bir mahsuru yoksa- beynin kullanılması lazım.
Ücretler ve işgünü üzerine
Ücretler, işgünü ve işçilerin, kollektif çiftçilerin ve inteligensianın gelirleri konusunda birkaç söz. Metinde, insanların sadece Marksistler iktidarda olduğu için ve planlı bir ekonomi sözkonusu olduğu için değil, aynı zamanda kendi çıkarlarına olduğu için işe gittiği ve bizim bu çıkarları yakaladığımız konusu dikkate alınmamış. İşçiler ne idealisttir ne de ideal insanlardır. Bazı insanlar, eşitleme temelinde ekonominin işletilebileceğini düşünüyor. Bu tür teoriler ileri sürüldü: Kollektif ücretler, uretim komünleri, vb. Bunlarla üretimi ilerletemezsiniz. İşçi, planın gereklerini yerine getirir ve aşar, çünkü işçiler için parça-başı sistemi, denetlemeciler için prim sistemimiz ve daha iyi çalışan çiftçiler için de prim ödemelerimiz var. Bir süre önce yasayı Ukrayna'da kullanmaya başladık.
Size iki olaydan söz edeceğim. Birkaç yıl önce kömür sanayinde, yerüstünde çalışanlar madenlerde çalışanlardan daha fazla gelir elde edince bir durum ortaya çıktı. Ofiste oturan mühendis, madende çalışan işçiden birbuçuk kat daha fazla kazanıyordu. Üst yönetim, en iyi mühendisleri kendi bölümlerine, kendi yanlarına çekmek istiyordu. Fakat işin ilerlemesi için, insanların orada kendi çıkarlarını görmesi lazım. Ancak yeraltında çalışan işçinin ücretini yükselttiğimiz zaman iş ilerledi. Ücretler sorunu esaslı bir öneme sahiptir.
Başka bir örnek: Pamuk üretimi. Son dört yıldır tırmanışa geçmesinin nedeni, prim ödeme sisteminin gözden geçirilmiş olmasıdır. Belli bir birim toprakta ne kadar daha fazla üretirlerse o kadar fazla kazanırlar. Şimdi burada bir çikarları var.
Ukrayna'daki kollektif çiftçiler için prim yasasının özel bir önemi vardır. Eğer insanların çıkarları doğrultusunda hareket ederseniz, onlar da ilerler, yeteneklerini geliştirirler, daha iyi çalışırlar ve bunun kendilerine daha çok kazandırdığını görürler. Bir zamanlar, bir entellektüel ya da kalifiye işçi sadece toplumdan yalıtılmışlığa uygun görülürdü. Bu bizim akılsızlığımızdı; o zaman üretimin ciddi bir örgütlenmesi sözkonusu değildi.
İnsanlar, Stalin'in altı koşulundan söz ediyor. Bir düşünün - ne haber! Orada sözü edilen, bütün dünyada bilinen, ama bizimle unutulanlardır. İşçi için parça-başı, mühendislik ve teknik personele prim sistemi ve kollektif çiftçiye primler; bunlar sanayinin ve tarımın gelişmesinin kaldıracıdır. Bu kaldıraçları kullanın, o zaman üretim artışının sınırı olmaz, ve bunlarsız hiçbir şey hallolmaz. Engels bu konuda kafa karışıklığı yaratmıştır. Bir zamanlar teknik personelin ve mühendislerin kalifiye işçilerden daha fazla (ücret) almayacağını söylüyorduk. Engels üretim konusunda birşey anlamamış, bizim de kafamızı karıştırdı. Bu, yüksek yönetici personelin sık sık değiştirilmesi fikri kadar saçmadır. Bu şekilde yapsaydık herşeyi kaybederdik. Doğrudan komünizme sıçramak istiyorsunuz. Marx ve Engels tam komünizmi düşünerek yazdılar. Sosyalizmden komünizme geçiş oldukça karmaşık bir meseledir. Sosyalizm henüz etimize, kanımıza girmedi; sosyalizmde hala herşeyi iyi bir şekilde organize etmek, hala işe göre dağılımı belirlemek zorundayız.
Fabrikalarımızda pislikler var, fakat biz doğrudan komünizme geçmek istiyoruz. Ama buna kim izin verecek? Çöplüğe batıyoruz ve komünizm istiyoruz. İki yıl kadar önce büyük bir işletmede kümes hayvanı -piliç ve kaz üretilmeye başlandı. Bütün bunlar size neyi düşündürüyor? Kirli insanlara komünizme geçiş izni verilmeyecek. Moloz olmayı bırakın. Ve o zaman komünizme geçişten söz edin. Engels doğrudan komünizme geçmek istedi. Büyülenmişti.
MOLOTOV: Sayfa 333'te şöyle yazılmış: "artel'in belirleyici avantajı onun, kollektif çiftçilerin bireysel çıkarları ile toplumsal çıkarlarını doğru bir şekilde birleştirmesinde, kollektif çiftçilerin bireysel çıkarları ile toplumun çıkarlarını başarılı bir şekilde uyumlu hale getirmesinde yatar." Sorunun bu şekilde formüle edilmesi, sorunu gözardı ediyor." "Kollektif çiftçilerin bireysel çıkarlarını toplumun çıkarları ile doğru bir şekilde birleştirme" nedir? Fazla somut bir içeriği olmayan yüzeysel bir cümle bu. Bundan, "varolan herşeyin rasyonel olduğu" sonucu çıkıyor. Gerçekte ise öyle olmaktan çok uzak.tır. İlke açısından bu sorunların doğru çözümünü bulduk, fakat pratikte yanlış ve yersiz olan birçok şey var. Bunun açıklanması gerekir. Önce toplumsal ekonomi yerli yerine oturtulmalı.
Ayrıca parça-başı ücret sorununu ortaya atmak gerekir. Bir zamanlar bu sorun çok karmaşıktı ve parça-başı sistemi anlaşılmadı. Örneğin bizi ziyaret eden Fransız sendikacıların işçi delegeleri, kapitalist koşullarda işçiler buna karşı mücadele ettiği halde bizim neden parça-başı ve prim sistemini desteklediğimizi soracaktır. Bugün herkes anlıyor ki, ilerici bir ödeme sistemi olmadan, parça-başı sistemi olmadan Stahanovistçiler ve ileri işçiler olmayacaktı. Ama pratikte çok rezil şeyler de yaşanıyor. 1949'da, 1933 kararlarına geri dönmek ve tekrarlamak zorunda kaldık. Kendiliğindenlik bizi zıt yöne doğru çekiyor. Üst kademedekiler, en iyi mühendislerin kendi yanlarında olmasını istiyorlar. Henüz istediğimiz oranda düzenli hale gelemedik. Gerçeğimiz oldukça süsleniyor ve istediğimiz temizliğe ve düzenliliğe hiç ulaşmış değiliz. Pratiğimizi eleştirmek gerekir.
Faşizm üzerine
Faşist felsefe üzerine birkaç gözlem. Sanki sosyalizmleri varmış gibi yazıyorlar. Bu ekonomik açidan ifşa edilmeli. Hitler şunları söylüyor: "Devlet, halk! Kapitalistlerimiz sadece yüzde 8 alıyor. Bu onlara yeter!" Bu sorunun formülasyonuna ek olarak, kapitlaistlerin, ultra-emperyalizm teorisinin yardımıyla rekabetten kurtulma çabaları ile, üretimdeki anarşi ve rekabet sorununa ışık tutulmalı. Onların kör talihleri / kötü kaderleri gösterilmeli. Korporatif bir sistemi propaganda ediyorlar; sanki bu sistem sınıflar üstüymüş ve devlet işçilere bakıyormuş gibi. Hatta tek tek bazı kapitalistleri tutukluyorlar (Thyssen'in kaçabileceği doğrudur). Bütün bunların demagojiden ibaret olduğu, sınıf disiplinine uymak istemeyen tek tek kapitalistler üzerinde burjuva devletin bir baskısı olduğu belirtilmelidir. Kartelleşme ve planlamadaki başarısız girişimleri konusunda bunlar belirtilmelidir. Sosyalizm bölümünde bir daha belirtin. Sizin sisteminizde, sayın faşistler, üretim araçları kime aittir? Tek tek kapitalistlere ve ve kapitalist gruplara, ve bu nedenle de, ekonomi mülk sahipleri arasında bölüşüldüğü için küçük parçalar dışında gerçek planlama yapamazsınız.
SORU: "Faşistler" kelimesini kullanalım mı?
CEVAP: Kendilerini nasıl adlandırıyorlarsa siz de öyle kullanın; İtalyanları faşistler, Almanları nasyonel-sosyalistler olarak.
Kabinede (H.G.) Wells ile görüştüm; bana ne işçilerin, ne de kapitalistlerin iktidarından yana olduğunu söyledi. Mühendislerin önderliğinden yanaymış. İyi tanıdığı Roosevelt'i desteklediğini ve onun saygıdeğer ve işçi sınıfına sadık bir kişi olduğunu söyledi. Küçük burjuvalar arasında, sınıf uzlaşması hakkında küçük fikirler var ve oldukça yaygın. Bu görüşler faşistlerle özel bir anlam kazandı.
Ütopyacılardan söz ettiğiniz kısımda, sınıflar arası uzlaşma fikrine de eleştirel olarak yer verilmeli. Elbette ütopyacıların sorunu koyuş biçimiyle faşistler arasında, ütopyacılar lehine bir farklılık vardır, ama bu konuda tuzağa düşülmemeli. Faşistlerin safına konursa Owen kendisini çok kötü hissederdi, ama Owen da eleştirlmeli.
Tüm kitap bozuk stilden arındırılmalı. Ağız bozukluğuyla kimseyi ikna edemezsiniz. Aksi sonuçlar alabilirsiniz; okuyucu uyanık olacak ve "yazarın kötü bir dil kullanması herşeyin açık ve net olmadığı anlamına gelir" diye düşünecektir.
Onların sistemindeki herşeyin kötü ve bizim sistemimizdeki herşeyin ise iyi olduğu izlenimi vermeyen bir biçimde yazılmalı, pembe tablolar çizimemelidir.
************
GÖRÜŞ: Burada devletin hemen hemen herkes için planı formüle ettiği yazıyor.
CEVAP: Saçma. Genelde sosyalizm bölümünde çok felsefe yapılmış. Daha basit yazılmalı.
SORU: "Kapitlaist üretim tarzının hazırlanması" başlığı doğru mu? Biraz bilinçli bir hazırlanma izlenimi vermiyor mu?
CEVAP: Bu terminolojik bir sorun. "Hazırlanmış" kelimesi kesinlikle kullanılabilir. Aslında konu, doğum ve önkoşulların hazırlanması ile ilgilidir.
Aslında sosyalist üretim tarzının hazırlanması ile ilgili bir başka sorun var. Yazıda sosyalizmin kapitalizm içinden yükselmediği belirtilmiş. Ancak, maddi önkoşulların kapitalizm içinde ortaya çıktığı, objektif ve sübjektif önkoşulların kapitalizm içinde yaratıldığını açıklamak gerekir. Kapitalizmden ortaya çıktığımız unutulmamalı.
(L.A. Leontyev, K.V. Ostrovityanov, A.I. Pashkov'un notlarından derlenmiştir.)
22 ŞUBAT 1950 TARİHLİ TARTIŞMANIN TUTANAĞI
(Saat: 23.15)
Ekonomi politik ders kitabının iki değişik taslağı var. Ancak ekonomi politik sorunlarına yaklaşım ve bu sorunların yorumu konusunda iki taslak arasında ilke olarak bir farklılık yok. Bu nedenle iki versiyonun olmasının bir temeli yok. Leontyev'in hazırladığı taslak var ve bu temel alınmalı.
Kitapta, Amerikan emperyalizminin çağdaş teorilerinin somut eleştirisini yapmalıyız. Bu konuda Bolşevik ve Voprosi Ekonomiki'de makaleler yayınlandı.
Ekonomiden anlamayan kişiler, Çin Halk Cumhuriyeti ile Orta ve Güney-Doğu Avrupa Halk Demokrasileri, örneğin Polonya Demokratik Halk Cumhuriyeti arasında ayrım yapmıyorlar. Bunlar farklı şeylerdir.
Halk demokrasisi nedir? En azından şu özellikleri kapsar:
1) Siyasi iktidarın proletaryanın elinde olması;
2) Sanayinin millileştirilmesi;
3) Komünist ve Emekçi partilerinin rehber rolü;
4) Sadece şehirde değil, kırda da sosyalizmin inşası.
Çin'de ise ne şehirde ne de kırda sosyalizmin inşasından söz edilebilir. Bazı işletmeler millileştirilmiştir; ama bu, okyanusta bir damladır sadece. Halkın ihtiyacı olan sanayi ürünlerinin ana kütlesi zanaatkarlarca üretilmektedir. Çin'de 30 milyon kadar zanaatkar vardır. Halk Demokrasili ülkeler ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında önemli farklılıklar vardır:
1) Çin'de, Bolşeviklerin 1904-05'te sözünü ettiği şeye yakın bir proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü vardır.
2) Çin'de bir zamanlar yabancı burjuvazinin baskısı varolduğu için Çin milli burjuvazisi kısmen devrimcidir; bu nedenle milli burjuvazi ile bir koalisyona izin verilebilir; Çin'de komünistler ve burjuvazi bir blok oluşturmaktadır. Bunda olağandışı birşey yoktur. 1848'de Neue Rheinische Zeitung'da editörlük yaptığı zaman Marx da burjuvazi ile koalisyon yapmıştı; fakat bu uzun sürmedi.
3) Çin'de onlar hala feodal ilişkilerin tasfiye esilmesi görevi ile karşı karşıyalar; bu bakımdan Çin devrimi, 1789 Fransız burjuva devrimini hatırlatır.
4) Çin devriminin özelliği, devletin başında Komünist Partisi'nin olmasıdır.
Bu nedenle Çin'de, gelişmesinin ilk aşamasında olan bir Halk Demokratik Cumhuriyeti'nin varlığından söz edilebilir.
Bu konudaki kafa karışıklığı, kadrolarımızın derin bir ekonomi eğitimine sahip olmaması nedeniyle ortaya çıkmaktadır.
Bir aylık bir süre içinde kitap taslağındaki değişikliklerin tamamlanması için, Malenkov, Leontyev, Ostrovityanov ve Yudin yoldaşlardan oluşan Komisyon'a önerilmek üzere bir karar alındı.
(L.A. Leontyev, K.V. Ostrovityanov ve P.F. Yudin yoldaşların notlarına göre kaleme alınmıştır.)
Sovyet Ekonomistleriyle Beş Görüşme 1942-1952 ( II. )
24 NİSAN 1950 TARİHLİ TARTIŞMANIN TUTANAKLARI
(Saat: 23.30)
Ekonomi politik kitabının yeni taslağı ile ilgili birkaç eleştiri yapmak istedim.
Kapitalizm öncesi oluşumlar ve kapitalizm ile ilgili 100 sayfa kadar bir bölüm okudum. Biraz da sosyalizm ile ilgili bölüme baktım. Sosyalizm hakkında başka zaman konuşacağım. Bugün kapitalizm ve kapitalizm öncesi bölümle ilgili eksiklerden söz etmek istiyorum. Komisyon'un çalışması yanlış bir meyanda ilerliyor. Kitabın birinci taslağının esas alınması gerektigini söylemiştim. Bu da kitabın herhangi bir düzeltmeye ihtiyacı olmadığı şeklinde anlaşılmış. Bu yanlıştır. Köklü değişiklikler gerekli.
Kitabın temel eksikliği, ki bu Marksizmin tamamiyle gözardı edildiğini gösteriyor, kapitalizmdeki manifaktür ve makinalı üretim dönemleri ile ilgili. Manifaktür kapitalizmi dönemi ile ilgili bölüm şişirilmiş; bu bölüme 10 sayfa ayrılmış ve makinalı üretim döneminden daha öne çıkarılmış. Esasında makinaya dayalı kapitalist üretim dönemi (kitapta) yok. Ortadan kaybolmuş. Makinalı üretim dönemine ayrı bir bölüm ayrılmamış, "Sermaye ve Artı-değer " bölümünde birkaç sayfada bu konuya değinilmiş. Marx'ın Kapital'ini ele alalım. Kapital'de, kapitalizmin manifaktür dönemine 28, makinalı üretim dönemine ise 110 sayfa ayrılmış. Marx ayrıca diğer bölümlerde de makinalı üretim döneminden epeyce söz ediyor. Lenin gibi bir Marxist Rusya'da Kapitalizmin Gelişmesi adlı kitabında makinalı döneme özel bir önem vermiştir. Makina olmadan kapitalizm olmaz. Makinalar, toplumu dönüştüren esas devrimci güçtür. Kitapta ise makina sistemini esas olarak nelerin oluşturduğu gösterilmemeiş. Makina sistemi hakkında bir tek söz söylenmiş. Bu nedenle, kapitalizmin gelişiminin bütün resmi çarpıtılmış.
Manifaktür, zanaatkarın el emeğine dayanır. Makina ise el emeğini bir kenara iter. Makinalı üretim geniş-çaplı üretimdir ve makina sistemine dayanır.
Kadrolarımızın, gençlerimizin, halkımızın 7-10 yıllık bir eğitim aldığını göz önünde bulundurmak zorundayız. Herşeye ilgi duyuyorlar. Marx'ın Kapitalı'ini ve Lenin'in eserlerini inceleyebiliyorlar. Sorunun neden Marx ve Lenin gibi ele alınmadığını sorabilirler. Esas eksiklik burada. Kapitalizmin tarihini Marx ve Lenin'e göre incelemeliyiz. Kitap taslağında makinalı üretime özel bir bölüm ayrılmalı ve manifaktür ile ilgili bölüm kısaltılmalı.
Kitabın ikinci ciddi eksikliği ise ücret konusunda hiçbir tahlilin olmamasıdır. Esas sorun açıklanmamış. Ücret konusu, Marx'ın yaptığı gibi tekel-öncesi kapitalizm bölümünde ele alınmış. Tekelci kapitalizm koşullarında ücret ile ilgili hiçbir şey yok. Marx'tan sonra oldukça uzun bir zaman geçti oysa.
Ücret nedir? Ücret, yaşamı sürdürmek ve biraz tasarruf için minimumu ifade eder. Asgari yaşamın ne olduğunu, nominal ve gercek ücretleri canlı ve ikna edici bir şekilde göstermek gerekir. Kapitalizme karşı ücretler temelinde mücadele ediyoruz. Çağdaş yaşamın canlı gerçeklerini ele alalım. Para biriminin değeri düşen Fransa'da milyonlar alıyorsunuz, ama birşey satın alamıyorsunuz. İngilizler ise en yüksek ücretlere ve ucuz mallara sahip olduklarının çığırtkanlığını yapıyor. Nominal ücretler yüksek olsa da, bırakalım tasarrufu, asgari yaşamı bile idame etmekten uzak olduğu gerçeğini saklıyorlar hep. İngiltere'de ekmek, et gibi belli ürünlerin fiyatları düşük; ama işçiler bunları çok az miktarda, karneyle alabiliyor. Diğer ürünler ise piyasada şişirilmiş fiyatlarla satın alınıyor. Değişik fiyatları var. Amerikalılar, yüksek yaşam standartları konusunda oldukça kibirliler; ama yine kendi verilerine göre, işçilerinin üçte ikisi asgari yaşam olanaklarından yoksun. Kapitalistlerin bütün bu hileleri teşhir edilmelidir. Somut gerçekler temelinde, uzun zamandır süper karlar ve sömürgeler üzerinden geçinen bu İngiliz işçilerine, kapitalizmde gerçek ücretlerin düşüşünün bir aksiyom olduğunu göstermek zorundayız.
Onlara, bizdeki iç savaş sırasında herkesin bir milyoner olduğunu, bu dönemde fiyatların en düşük seviyesinde olduğunu, ekmeğin, kilosu bir rubleden satıldığını, ama ürünlerin karne usulüyle alındığını anlatabiliriz.
Bizde ücretlerin hesaplanması farklıdır. Ülkedeki gerçek ücretlerle ilgili durumu somut gerçekler temelinde temelinde göstermek gerekir. Bu, büyük bir devrimci ve propaganda öneme sahiptir.
Ücretler sorununu tekelci kapitalizm ile ilgili bölümde ele almak ve günümüz koşullarında tekrar değinmek doğru olacaktır.
Kitap taslağında ilk birikime geniş bir bölüm ayrılmış. Bu konuya iki sayfada birkaç kelime ile değinebilirsiniz. Burada bellibir düşesin köylüleri nasıl toprağından sürdüğünden bahsediliyor. Bugün bütün bunlarla kimleri etkileyeceksiniz? Daha önemli konular ise bırakılmış. Emperyalizm çağı çok daha canlı örnekler sağlıyor oysa.
Kitap taslağının planına gelince. Kapitalizm ile ilgili bölüm iki kısma ayrılmalı: A- tekel-öncesi kapitalizm ve B- tekleci kapitalizm.
Ekonomi politiğin amacı konusunda ise kitaptan edindiğiniz (bilgi), ekonomi politiğin amacını koymaktan öte ona bir giriş niteliğinde. Ekonomi politiğin amacını belirlemek ile onun sunulması arasında fark vardır. Bu anlamda ikinci taslak, her ne kadar orada da bir sunu ile karşılaşılsa da konuya daha yakın. Burada, Marx'ın kullandığı bazı ekonomi terimleri açıklanmış. Bu, okuyucuya, Marx ve Lenin'in ekonomi ile ilgili çalışmalarını anlamada yardımcı oluyor.
Ekonomi politiğin, üretim ilişkilerini tahlil ettiği yazılmış. Fakat bu herkes açısından anlaşılabilir değil. Ekonomi politiğin, üretim ve değişim ilişkilerini incelediğini söylüyorsunuz. Bu yanlıştır. Değişimi ele alalım. İlkel toplumda değişim yoktu. Köleci toplumda da gelişmemişti. Dolaşim terimi de burada işe yaramıyor. Bütün bunlar sosyalizm için de pek faydalı değil. Şöyle ifade edilmeli: Ekonomi politik, maddi malların üretim ve dağıtımını inceler. Bu, bütün dönemlere uygulanabilir. Üretim, insanın doğa ile ilişkisini oluşturur; dağıtım da üretilen malların nereye gittiğini gösterir. Bu tamamiyle ekonomik açıdandır.
Kitapta ekonomi politiğin amacından ilkel topluma bir geçiş yok. Marx Kapital'e meta ile başlar; siz neden ilkel toplum ile başlıyorsunuz? Bu açıklanmalı. İki açıklama yöntemi vardır: Birincisi analitik va soyut yöntemdir. Bu yöntem, tarihsel materyali de kullanarak genel ve soyut kavramların açıklanması ile başlar. Bu açıklama yöntemi (Marx Kapital'de kullanmıştır) daha hazırlıklı insanlar içindir. Diğeri ise tarihsel yöntemdir. Bu yöntem, farklı ekonomik sistemlerin tarihsel gelişiminin açıklamasını yapar ve tarihsel materyale dayanarak genel kavramları verir. İnsanların artı-değeri anlamasını istiyorsanız, sorunu, artı-değerin ortaya çıktığı anda açıklayın. Tarihsel yöntem daha az hazırlıklı insanlar için kullanılır. Daha anlaşılırdır, çünkü okuyucuyu ustalıkla ekonomik gelişme yasalarını anlamaya yöneltir. (Analitik ve tarihsel yöntemin tanımını okur.)
Kitapta Engels'in vahşilik ve barbarlık modeli kullanılmış. Bu bir yere götürmez. Saçmadır. Engels, eserinde, o zaman materyalizme doğru yönelen Morgan'dan farklı düşmek istememişir. O Engels'e kalmış birşeydir. Ama bizi ne şekilde ilgilendiriyor? Açıklamayı Engels'e göre yapmadığımız zaman insanlar bizim kötü Marksistler olduğumuzu düşünecektir. Böyle şey olmaz. Burada elimize geçen büyük bir yığındır: taş devri, bronz devri, akrabalık sistemi, anaerkillik, babaerkillik ve en üstte de vahşilik ve barbarlık. Bütün bunlar ancak okuyucunun kafasını karıştırır. Vahşilik ve barbarlık, "medeni" insanların kullandığı hor görme ifadeleridir.
Kitapta birçok karışık ve gereksiz sözler ve tarihsel olarak konudan sapma var. Okuduğum 100 sayfadan 10'unu iptal ettim, daha da fazla edebilirdim. Bir kitapta bir tek fazla ve gerksiz söz bile olmamalı, açıklama tam ifade edilmelidir. Ve bölüm sonunda ise şu maskaralıklar var: Siz emperyalistler alçaksınız, sizde kölelik var, esir emeği var, vb. Tüm bunlar Komsomol maskaralığına ve afişlerine benziyor. Bunlar zaman kaybına ve kafa karışıklığına yol açıyor. İnsanların düşüncelerini etkilememiz lazım.
Thomas More ve Campanella ile ilgili olarak onların izole edilmiş olduklarını ve kitlelerle bağları olmadığını söylüyorsunuz. Bu ancak gülmeye neden olur. Bu alakalı mıdır? Ne yani, kitlelere yakın olsalardı bile, bu yakınlık bize ne verecekti? Üretici güçlerin gelişme derecesi, mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanan bir eşitsizlik gerektiriyordu. Bu eşitsizliği gidermek kesinlikle mümkün değildi. Ütopyacılar toplumsal gelişme yasalarını bilmiyordu. Burada idealist bir yorum var.
Kadrolarımızın, Marksist ekonomik teorinin bilgisi ile donanması gerekir.
Öncelikle, eski kuşak Bolşevikler, teorik olarak çok sağlamdı. Biz Kapital'i gönülden öğrendik, özetler çıkardık, tartışmalar yürüttük ve birbirimizin bilgisini sınadık. Biz gücümüzü buradan aldık ve bunun bize çok yardımı oldu.
İkinci kuşak daha az hazırlıklıydı. Pratik sorunlarla ve inşa ile meşguldüler. Marksizmi kitapçıklardan öğrendiler.
Üçüncü kuşak ise hicivlerle ve gazete makaleleriyle yetişiyor. Derin bir bilgiye sahip değiller. Onlara kolay sindirilir yiyecekler vermek gerekir. Çoğunluk, Marx ve Lenin'i okuyarak değil alıntılarla yetişiyor.
Eğer bu şekilde devam ederse insanlar yakında yozlaşacaktır. Amerika'da insanlar şunu tartışıyor: Bizim dolara ihtiyacımız var, teoriyi ne yapacağız? Bilimi ne yapacağız? Bizde de insanlar benzer bir şekilde düşünebilir: "Sosyalizmi inşa ederken Kapital'e ne ihtiyacımız var?" Bu bizim için bir tehdit teşkil ediyor; bu bir küçülmedir, ölümdür. Kısmen bile olsa bu duruma düşmemek için, ekonomik bilgi seviyesini geliştirmek zorundayız.
Bu kadar sayfaya gerek yok; (kitap) 766 sayfaya şişirilmiş. 500 sayfadan fazlasına gerek yok ve bunun yarısı sosyalizm öncesi sistemlere, yarısı da sosyalizme ayrılmalı.
Birinci taslağın yazarları, Marx'ın Kapital'de kullandığı terminolojiyi açıklama gereği duymamış. Marx ve Lenin'in en çok kullandığı terimler en başta sunularak okuyucunun Kapital'i ve Marx ve Lenin'in diğer eserlerini anlaması sağlanmalıdır.
Teorik sorunlar konusunda Komisyon'da hiçbir tartışma ve kavganın olmaması kötü. Çalışmanızın tarihsel bir önem taşıdığını unutmayın. Herkes kitabı okuyor olacak. Sovyet iktidarı var olalı 33 yıl oldu, ama hala ekonomi politik ile ilgili bir kitabımız yok. Herkes bunu bekliyor.
Edebi açıdan kitap kötü düzenlenmiş. Pekçok karmaşık söz ve sivil ve kültürel tarihe sapma var. Bu kültür tarihi ile ilgili bir kitap değil. Tarihi konulara daha az sapma olmalı. Sadece teorik önermeleri açıklayabilmek için gerektiğinde bunlara başvurulmalı.
Marx'ın Kapital'ini ve Lenin'in Kapitalizmin Gelişmesi kitabını alın ve onları çalışmanıza rehber olarak kullanın. Kitap hazır olduğunda onu kamuoyunun yargısına sunacağız.
Bi başka gözlem. Kitap taslağında kapitalizm sadece sanayi sektöründe inceleniyor. Ekonomiyi bir bütün olarak ele almak gerekir. Kapital'de Marx da esas olarak sanayiyi ele alıyor; ama onun amacı farklıydı. Kapitalizmi ve onun kötülüklerini teşhir etmesi gerekiyordu. Marx bir bütün olarak ekonominin önemini anlıyordu. Quesnay'ın Tableau Economique'ine (Ekonomik Tablo) verdiği önem bunu gösterir.
Toprak rantı ile ilgili bölümde ise sadece tarımın sorunlarını açıklamakla kendimizi sınırlamayalım. Kapitalizmi teşhir etmekle kalmadık, onu yıktık ve şimdi iktidardayız. Ulusal ekonomi açısından tarımın payını ve önemini biliyoruz. Marx'ta olduğu gibi bizim programımızda da tarıma yeterli dikkat gösterilmiyor. Bu düzeltilmelidir. Ekonomi yasalarını bütünlükleri içinde incelemeliyiz. Tarım ilişkilerini kapitalizmde ve sosyalizmde ihmal etmemeliyiz.
(L.A. Leontyev, K.V. Ostrovityanov, D.T. Shepilov ve P.F. Yudin'in notlarına göre düzenlenmiştir.)
30 MAYIS 1950 TARİHLİ TARTIŞMANIN TUTANAĞI
(Saat: 19.00 - 20.00)
Tekel-öncesi kapitalizm ile ilgili metin nasıl sunulmalı dersiniz? Bölümler halinde mi?
Ayrı bölümlere ayırma bir işe yaramayacaktır. Bir bütün resme ihtiyacımız var. Bu nedenle tüm bölümlerin birlikte teslim edilmesini istedim. Onu ayrı bölümler halinde inceleyemezsiniz. Tekl-öncesi kapitalizmi bir bütün olarak anlatmak gerekir; ilgili ekonomik görüşlerin değerlendirilmesini verin hemen ve önceki ekonomi politiğe ilişkin Marx'ın yaptığı eleştirileri sunun.
Tekel-öncesi kapitalizmin bölümünün planına ilişkin olarak, ilkel birikim kısmını nasıl vermeyi düşünüyorsunuz, ayrı bir bölüm halinde mi?
(CEVAP: Hayır, kapitalizmin ortaya çıkışı bölümüne girecek.)
Planda, "Ticari sermaye ve ticari kar" sorununun, sanayi sermayesinin özellikleri anlatıldıktan sonra, XIII. bölümde açıklanması öneriliyor. Tarihsel olarak bu yanlıştır. Ticari sermayenin tahlili daha önce yapılmalıdır. Ben olsam, ticari sermaye konusunu, kapitalist üretim tarzının ortaya çıkışından önce koyardım. Ticari sermaye sanayi sermayesinden öncedir. Ticari sermaye manifaktürün ortaya çıkışını hızlandırmıştır.
(Not: Burada, ticari sermayenin, kapitalizmde artı-değerin dağılımı çerçevesinde incelenmesini ve feodalizm ile ilgili bölümde de o dönemdeki ticari sermayenin rolünden söz edilmesini öneriyoruz.)
O zaman başlık geçersiz olur; öyleyse bölüm başlığını "Ticari kar" koyun; yoksa insanlar, ticari sermayenin makinalı üretim döneminde ortaya çıktığını söylediğinizi sanırlar, ki bu da tarihsel olarak yanlıştır.
Grenel olarak kitapta tarihsel yöntemden kaçınıyorsunuz. Giriş bölümünde, tanımlamanın tarihsel yöntem kullanılarak yapılacağını söylüyorsunuz; ama ondan kaçınıyorsunuz. Bu kitapta tarihsel yöntem gereklidir, onsuz yapmak mümkün değildir. Kimse ticari sermayenin neden kapitalizmdeki makinalı üretim döneminin incelenmesinden sonra konduğunu anlamayacaktır.
Feodalizm bölümünde kullanılan tarz da yanlış, çocuklara birşeyler anlatan dedenin kullandığı popüler pazar ağzı var. Bu bölümde herkes ortaya çıkıyor - feodal çıkıyor, tüccar çıkıyor, müşteriler çıkıyor; sahnedeki kuklalar gibi.
Kendisi için yazdığınız okuyucuyu düşünmelisiniz. Tek tip insanları değil, 8-10 sınıf bitirmiş kişileri gözetmeniz gerekir. Burada 'düzenleme' gibi bir kelimeyi açıklıyorsunuz ve siz açıklamadan anlamayacaklarını sanıyorsunuz. Yanlış bir üslup tutturmuşsunuz. Masal anlatır gibi konuşuyorsunuz.
Feodalizm bölümünde, kentin kırdan tekrar ayrıldığını yazıyorsunuz. Kentin kırdan ilk ayrılışı köleci toplum dönemindeydi ve feodalizmde yeniden ayrıştı. Bu saçmadır. Sanki köleci toplumla birlikte kentler de ortadan kalktı. Kentler, köleci toplumda ortaya çıktı. Feodalizm döneminde kentler olduğu gibi kaldı. İlk aşamada kentlerin çok az geliştiği doğrudur, ama daha sonra kentler güçlendi. Kentlerin köylerden ayrılması devam etti. Amerika'nın keşfi ve pazarların genişlemesi ile birlikte kentlerde ticaret gelişti ve büyük zenginlikler birikti.
Feodalizm bölümünde Amerika'nın keşfi ile ilgili hiçbir şey söylenmiyor. Rusyadan da çok az söz edilmiş. Feodalizm ile başlayarak Rusya'dan daha fazla bahsetmelisiniz. Feodalizm bölümünde, Kurtuluş Sözleşmesi'ne kadar Rusya'daki feodalizmi açıklamalısınız.
Feodalizm döneminde, o dönem için çok büyük olan kentler vardı: Cenova, Venedik, Floransa. Bu dönemde ticaret hacmi büyük boyutlara ulaştı. Floransa antik Romayı çok geride bırakabilirdi.
Köleci toplumda büyük kentler ve geniş çaplı üretim oluştu. Köle emeği ve ucuz emek varolduğu sürece, geniş çaplı üretim ve büyük latifundialar varolabilir. Köle emeği azalmaya başlar başlamaz latifundialar da bölünmeye başladı. Önceki canlılık artık yoktu; fakat kentler varolmaya ve canlı kalmaya devam etti. Ticaret de yapılıyordu; 150 küreklik gemiler vardı.
Bazı tarihçiler, Ortaçağın, köleci topluma kıyasla bir küçülme dönemi olduğu, bu dönemde hiçbir ilerleme hareketinin olmadığı izlenimini yaratıyor. Fakat bu yanlıştır.
Feodalizm bölümünde, feodal toplumun temelinde ne tür bir emeğin olduğundan bile söz etmiyorsunuz. Fakat antik dünyanın köle emeğine, feodalizmin ise köylü emeğine dayandığını göstermelisiniz.
Köleci toplumdaki büyük latifundiaların parçalanmasıyla kölelik sistemi de yıkıldı; artık köle yoktu, ama köylü vardı. hatta kölelik sisteminde bile köylüler vardı, ama sayıları azdı ve daima köle olma tehdidi altındaydılar. Roma İmparatorluğu "barbar" denen kabileler tarafından zaptedildi. Feodalizm, iki toplum birbiriyle mücadele ettiği zaman yükselişe geçti: Bir tarafta Roma İmparatorluğu ve diğer tarafta da Roma'ya karşı savaşan "barbar" kabileler. Bu sorun geçilmiş, "barbar" kabilelerin adından bile söz edilmiyor. Bunlar hangi kabilelerdi? Bunlar Germenler, Slavlar, Gal kabileleri ve diğerleriydi. Roma ele geçirildiğinde bu kabileler komün sistemine sahipti. Bu sistem, markın temsil ettiği Germenlerde daha güçlüydü. Tarım komünü, Roma'nın ve ROma İmparatorluğu'nun köle sisteminin kalıntıları ile birleşmeye başladı. Roma İmparatorluğu büyük bir dayanıklılık gösterdi. Önce Doğu ve Batı İmparatorlukları olarak ikiye ayrıldı. Batı İmparatorluğu çöktükten çok sonra bile Doğu Roma İmparatorluğu uzun süre varolmaya devam etti.
Köylü emeğinin feodal toplumun esas varlık temeli olduğunu açıkça belirtmek gerekir.
Kapitalizmin kökeninin feodal sistemde yattığını söyleriz hep. Bu doğru ve sorgulanamaz bir gerçektir ve bunun nasıl olduğunu tarihsel olarak göstermek gerekir. Kapitalizmin feodal toplumdan doğduğu hissedilmiyor. Burada Amerika'nın keşfi yok. Fakat Amerika'nın keşfi ortaçağda, burjuva devrimler öncesinde oldu. Hindistan'a deniz yolu arıyorlardı ve yeni bir kıta ile karşılaştılar. Fakat önemli olan bu değil. Asıl önemli olan, burada ticarette büyük bir artışın olması ve pazarların büyük oranda genişlemesidir. Böylece ilk kapitalist imlatçiların lonca sistemini kırdığı koşullar yaratılmış oldu. Böylece büyük bir meta talebi ve bu talebi karşılamak üzere manifaktür sistemi ortaya çıktı. Kapitalizmin ortaya çıkışı böyle olmuştur. Feodal sistem bölümünde bunların hiçbiri yok. Kitap yazmak basit bir görev değildir. Tarihin dernlikli olarak düşünülmesi gerekir. Feodalizm bölümünü adi yazı tarzıyla yazmışsınız. Böyle ders vermeye alışmışsınız, yavan. Herkes sizi dinler ama kimse eleştirmez.
Kitap,milyonlarca insan için yazılıyor; sadece bizde değil, dünyanın her tarafında okunup incelenecek. Amerikalılar ve Çinliler onu okuyor olacak ve bütün ülkelerde incelenecek. Daha nitelikli bir okuyucu kesimini akılda tutmalısınız.
Köleci toplum ilk sınıflı toplumdur. Kapitalizm öncesindeki en çok yer tutan toplumdur. Sınıflı toplumun kötülükleri bu sistemde azami sınırına ulaşmıştır. Bugün kapitalizm sıkıntılarla yüzyüze geldiğinde köle sahiplerinin yöntemlerini kullanıyor. Eskiden savaşlar köle elde etmek için yapılırdı. Hitler ise günümüzde diğer ulusları, özellikle de Sovyetler Birliği uluslarını köleleştirmek için bir savaş başlattı. Bu da bir insan avıydı. Hitler her yerden köleler elde etti. Milyonlarca yabancı işçiyi, İtalyanları, Bulgarları ve diğer ülkelerde yaşayanları Almanya'ya taşıdı. Köleliği canlandırmak istedi. Ama başaramadı. Yani kapitalizm sıkıntı içindeyken, köleliğin en ensi ve vahşi yöntemlerine başvurur.
Burjuva kitaplar, antik dönemdeki demokratik hareketten oldukça fazla söz ediyor ve "Pericles'in Altın Çağı"nı övüyor. Antik dünyadaki demokrasinin köle sahipleri için bir demokrasi olduğunu göstermek gerekir.
Gerçekten kitapta daha ciddi bağlar kurmanızı rica ediyorum. Eğer konuyu bilmiyorsanız kitaplardan ve diğer kaynaklardan araştırın ya da bilen kişilere sorun. Kitap herkes tarafından okunacak. Herkes için bir örnek olacak. Feodal sistem ile ilgili bölümü yeniden yazın. Feodalizmin kaynağını göstermek gerekir. Köle sahibi elit kesim ortadan kaldırıldı ve kölelik yıkıldı. Fakat topraklar aynı kaldı, zanatkarlar kaldı, kolonlar ve köylü emeği kaldı. Kentler varolmaya devam etti ve Ortaçağın sonlarına doğru canlandılar.
Kapitalizm çağına İngiltere ve Fransa'daki burjuva devrimleri ve Rusya'daki köylü reformları ile başlamak gerekir. Bunlar olduğunda kapitalizm zaten feodalizm içinden temellerini kazanmıştı. Feodalizm bölümüne, kapitalizmin ortaya çıkışı ile ilgili bazı materyaller koymak daha iyi olur.
Feodalizm döneminde devlet gücünün rolünü ve önemini göstermek gerekir. Roma İmparatorluğu sona erdiğinde iktidarda ve ekonomide merkezilikten uzaklaşma yaşandı. Feodaller birbirlerine karşi savaştı. Küçük krallıklar ortaya çıktı. Devlet iktidarı hayali (fictitious-fiktik) hale geldi. Herbir toprak sahibi kendi gümrük duvarlarını kurdu. Merkezi iktidar gerekli hale geldi. Daha sonra ulusal pazarların ortaya çıkması temlinde ulus devletler örgütlenmeye başladığında merkezi iktidar gerçek bir güç kazandı. Ticaretin gelişmesi ulusal pazarlar gerektiriyordu. Kitapta ise ulusal pazarlardan tek kelime ile bile söz edilmiyor. Feodaller ticareti engelledi. Çeşitli gümrük ve vergiler yoluyla etraflarını çitlerle çevrelediler. Bir iki kelimeyle bile olsa buna değinmek gerekir.
Feodal sistem bize daha yakındır; daha dün oradaydı. Bu bölümde Rusya'dan ve köylü reformlarından, -topraklı ya da topraksız- köylülerin nasıl kurtulduğundan söz edilmelidir. Toprak sahipleri köylülerin kurtuluşunun aşağıdan (tabandan) gerçekleşmesinden korktukları için devlet bu reformları yukarıdan yaptı. Bizde serf emeği sistemi köylü reformu yapıldığında gerçekleşti; Fransa'da ise burjuva devrimi zamanında oldu.
Bu bölümde tartışılan önermeler doğrudur. Ama bunlar değişik yerlere yayılmış durumda; bir yerde yoğunlaşmamış ve tutarlı bir şekilde sunulmamış. Ve esas nokta ise belirtilmemiş. Feodal sistemin merkezi dayanağını hangi emek oluşturuyordu?
Serf sisteminin sopaya dayandığını göstermek için İlyiç'ten (Lenin) bir alıntı yapılmış. Bu alıntı esas içeriğinden koparılmış. Lenin, sorunun ekonomik yönüne büyük önem vermişti. Halkı 600-700 yıl boyunca sopa altında tutmak mümkün değildir. Esas olan sopa değil, toprak sahibine ait olan topraktır. Toprak esas, sopa ise ekti. Belli bir düşüncenin hangi bağlantıda açiklandığını düşünmeden Marx'tan ve Lenin'den alıntılar yapıyorsunuz.
Ekonomik düşünceler hakkında sokucu olmayın. Bu düşünceleri öğrenerek okuyucu, dönem ile ilgili daha somut bir açıklama elde edecektir. Merkantilizm ve Colbert'ten bahsetmelisiniz. Colbert ülke içinde gümrük duvarlarını yıktı; ama ülkede imalat ve sermayenin gelişimini hızlandırmak için devletin etrafını yüksek gümrük duvarları ile çevreledi. Merkantilizm burjuva devrimi öncesinde vardı.
Antik Roma ve Yunanistan'daki demokratik hareketle ilgili bazı düşüncelerim var ve bu konuyla ilgili bir sayfa yazdım size. Kölelik bölümünde, Antik Roma ve Yunanistan'daki demokratik hareket ile ilgili burjuva teorilere eleştiri getirmemiştiniz. Sadece burjuva yazınında değil, bizdeki bazı kitaplarda da bu hareketten övgüyle söz ediliyor. Fransız ihtilalcileri Gracchi adına yemin ederlerdi.
Bir kere işi üzerinize aldığınızda, tarihsel yöntemi kullanarak açıklama yapmak gerekir. Pazar propagandası ya da popüler dil tarzına kapılmamalı, yoksa bir dede masal anlatıyormuş gibi olur.
Yazdıklarınıza göre, kent kırdan ikinci bir defa daha ayrıldı. Bu ayrılık zaten vardı ve varolmaya devam etti; tekrar ayrılması için bir sebep yok. Köle sistemindeki eski kent kırdan ayrılmamıştı. Kentin ayrılması Ortaçağın sonlarına doğru gelişti. Venedik ve Floransa gibi kentleri hatırlamak yeterli olacaktır. Örtaçağdaki tüccar oncalarını hatırlayın. Nasıl ticaret yapıyorlardı, ne gemileri vardı! Ticari sermaye büyük bir rol oynadı. Krallar büyük tüccarlara bağlı kaldılar.
Venedik Konstantinopol'ü ele geçirdi. Asker kiraladı ve orayı zaptetti. Ticaretin sınırları büyük ölçüde genişledi. Feodalizm döneminde güçlü bir tüccar sınıfı oluştu. Bunlar yüksek kazançlar elde ediyordu. Antik dönemdeki en büyük iki tüccardan biri adını hatırlamadığım bir Hititli, diğeri de Hiram adlı bir Fenikeliydi. Çok paraları vardı ve devlete bile borç veriyorlardı. Ama Fuggers'lerle kıyaslandığında bunlar hiçbir şeydi.
(SORU: Önerinizle ilgili olarak, meta sorununun taslakta olduğu gibi feodalizm bölümünde kısmen kapsanıp kapsanmayacağı açık değil.)
Feodalizm bölümünde metadan söz etmek elbette daha iyi olur. Fakat bir bütün olarak meta sorununun kendi bütünlüğü içinde kapitalizm bölümünde konması gerekir. Tarihsel yöntemi izleme konusunda anlaştık değil mi?
Marx başka bir yöntem izledi. Kapitalizmin ekonomik hücresi olarak metadan başladı, onu inceledi ve her tarafını evirip çevirdi. Ama siz meta sorununu belli bölümlerde verin ve kapitlaizm böümünde de özetleyin. Bu özümsemeyi kolaylaştırır. Meta teorisini, ilgili bir konu ortaya çıktığı anda farklı unsurlar halinde vermek gerekir.
(SORU: Tekel öncesi kapitalizm döneminin ekonomik düşüncelerini kaydedeceğimiz için, Lenin'in eserlerinin açıklamasını ne yapacağız; onları nereye koyacağız?)
Tekel öncesi kapitalizm bölümünde, Lenin'in emperyalizm üzerine olan çalışmasına, ya da daha kesin bir ifadeyle Troçki'ye karşi yazdığı Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine adlı makalesinin basımına kadarki eserleri açıklanmalı. Burada, değişik ülkeler yavaş yavaş diğerlerinin seviyesine gelip, başkaları tarafından henüz işgal edilmemiş olan toprakları işgal ederken, serbest kapitalizm diye adlandırılan dönemin çalışmaları açıklanmalı. Sonra yeni bir dönem başladı, tekelci kapitalizm dönemi. Yani Lenin'in eserlerinin açıklanması iki bölüm halinde yapılmalı.
Tekel öncesi dönemdeki kapitalist ideoloji, tekelci dönemdekinden tamamiyle farklıdır. Tekel öncesi dönemde burjuvazi tüm araçlarıyla feodalizmi kötüleyip, özgürlükten söz edip liberalizmi yüceltiyordu. Kapitalizmin ideologlarının liberalizmin bütün kalıntılarını atıp eski çağların en gerici görüşlerini özenle seçip topladığı emperyalizm döneminde ise durum tamamiyle farklıdır. Şimdi bütünüyle farklı bir ideoloji vardır.
(SORU: Benzer bir sorunla karşılaştık: tekel öncesi kapitalizm bölümünde, emperyalizm bölümünde tekrar söz etmediğimiz toprak rantı gibi birçok olguyu açıklıyoruz. Burada çağdaş kapitalizme ilişkin somut veriler verbilir miyiz?)
Elbette verbilirsiniz. Nihayetinde emperyalizm de kapitalizmdir.
(SORU: Makinalı üretim dönemi ile ilgili bölümde, Marx'ın yaptığı gibi konuyu buhar gücüyle işleyen makinalarla sınırlayalım mı, yoksa daha sonraki gelişmeleri de ele alalım mı -içten yanmalı ve elektrikli motorlar gibi, ki bunlarsız makina sistemi diye birşey olmaz?)
Kesinlikle makinalar sisteminden de söz edilmeli. Nihayetinde Marx 1860'larda yazdı ve o zamandan beri teknoloji çok gelişti.
Feodalizm ile ilgili bölümü 15-20 sayfa kadar daha genişletmeniz gerekecek.
(SORU: İki bölüm yapmayalım mı? 1) Feodal üretim tarzının temel özellilkleri, 2) Feodal üretim tarzının düşüşü.)
Nasıl gerekiyorsa siz karar verin buna. Feodalizm bölümünün, kölelik bölümü yazılırken kullanılan model ile hemen hemen aynı olacak şekilde değiştirilmesi gerekiyor.
Feodalizm bölümünde "barbar" kabilelerin ekonomik sistemlerine değinmek gerekir. Barbar denilen kabileler ile köle sahibi Roma karşılaştığında neler olduğu gösterilmeli.
Başlangıçta serflik yoktu, daha sonra gerçekleşti. Serflik ilişkilerinin nasıl ortaya çıktığını göstermek gerekir. Belki, erken ve geç şeklinde feodalizmi iki bölüme ayırmak lazım.
Manifaktürden fazla söz etmeye gerek yok, kapitalizmin en ilginç dönemi değil bu. Bu dönemde teknoloji eskidir, aslında şişirilmiş el sanatlarından başka birşey değildir. Makinalarla yeni bir nitelik ilan edilmiştir. Manifaktür dönemi kesilebilir, kendinizi kaptırmayın. Makina dönemi herşeyi değiştirdi.
Tekel öncesi kapitalizmi yazmak için bir ay yeterli olmaz. Sanırım kitabın yazılışı bütün yıl sürecek. Hatta bazı bölümler gelecek yıla sarkabilir. Bu ciddi bir konudur.
Kitapta bütün Komisyon üyelerinin adlarını ve "SBKP(B) MK tarafından onaylanmıştır" ibaresini basmak gerektiğini düşünüyoruz.
(I.D. Laptev, L.A. Leontyev, K.V. Ostrovityanov, A.I. Pashkov, D.T. Shepilov ve P.F. Yudin'in notlarına göre düzenlenmiştir.)
Parantez içindeki sözler Komisyon üyelerine aittir.
Sovyet Ekonomistleriyle Beş Görüşme 1942-1952 ( III. )
EKONOMİ POLİTİK SORUNLARI ÜZERİNE TARTIŞMA
15 Şubat 1952
(Saat: 22.00 - 23.10)
SORU: Ekonomik Sorunlar Üzerine Görüşler basında yayınlanabilir mi? Sizin Görüşler'inizi bilimsel, araştırma, pedagojik ve edebi çalışmalarda kullanabilir miyiz?
CEVAP: Görüşler'i basında yayınlamamalıyız. Ekonomi politiğin sorunları konulu tartışma kamerada yapıldı ve halk bu tartışmaları bilmiyor. Tartışmaya katılanların konuşmaları yayınlanmadı. Bu nedenle, Görüşlerimle basının karşısına çikarsam anlaşılmaz.
Görüşler'in basında çıkması sizin yararınıza olmaz. Kitaptaki herşey önceden Stalin tarafından tanımlanmış gibi yorumlanabilir. Kitabın otoritesi beni ilgilendiriyor. Kitap, kusursuz bir üne sahip olmalı. Halkın, Görüşler'in içeriğini kitap aracılığıyla öğrenmesi daha uygun olur.
Basında Görüşler'e gönderme yapılmamalı. Yayınlanmamış bir dökümana nasıl gönderme yapabilirsiniz? Görüşler'imi beğeniyorsanız kitapta kullanın.
Onları derslerinizde, fakültede ve politik çevrelerde yazara gönderme yapmadan kullanabilirsiniz.
Eğer yerterli sayıda basılmadıysa yenilerini çıkarabiliriz; ama basında yayınlanmamalı. Kitabın basılmasının üzerinden bir-iki yıl geçtikten sonra Görüşler basılabilir. Eserin herhangi bir bölümüne dahil edilebilir.
SORU: (K.V. Ostrovityanov) Ekonomik Sorunlar Üzerine Görüşler adlı eserinizde tüketici mallarından söz ediliyor; fakat bizim sistemimizde üretim araçları da mı metadır? Değilse, üretim araçları üreten sektörlerde maliyet hesaplamasının (khozrashyot) kullanılmasını nasıl açıklarız?
CEVAP: Serbestçe alınıp satılan herşey metadır; ekmek, et, vb. Bizim üretim araçlarımız, özünde meta olarak değerlendirilemez. Bunlar, piyasaya sürülen ve isteyen herkes tarafından satın alınabilen tüketici maddeleri değildir. Üretim araçlarını kendimiz dağıtıyoruz. Bunlar, genel kabul gören anlamıyla meta değillerdir, kapitalist koşullarda varolan türden meta değillerdir. Kapitalizmde üretim araçları metadır. Bizde ise üretim araçlarına meta denemez.
Bizdeki maliyet hesaplaması, kapitalist işletmelerde kullanılanın aynısı değildir. Kapitalizmde maliyet hesaplaması öyle uygulanır ki karsız işletmeler kapatılır. Bizim işletmelerimiz çok karsız olabilir, hepsi karsız olabilir. Ama bizim sistemimizde bunlar kapatılmaz. Devlet bütçesinden sübvansiyon alırlar. Bizim sistemimizdeki maliyet hesaplaması, hesaplama ve dengeleme amacıyla vardır. İşletme yöneticilerini denetlemek için kullanılır. Bizim sistemimizde üretim araçları sadece biçimsel olarak meta şeklinde görülürler. Bizde yalnızca tüketim maddeleri meta dolaşımı alanına girer, üretim araçları değil.
SORU: (K.V. Ostrovityanov) Üretim araçlarını 'özel bir tür meta' olarak adlandırmak doğru olur mu?
CEVAP: Hayır. Eğer bir meta varsa, satın almak isteyen herkese satılmalıdır. 'Özel bir tür meta' gibi ifadeler iyi değil. Değer yasası, tüketici metalarının gerçekleşmesi yoluyla üretim araçlarının üretimine etkide bulunur. Burada değer yasası hesaplama, dengeleme ve faaliyetlerin fizibilitesini denetleme için gereklidir.
SORU: (K.V. Ostrovityanov) 'Kapitalizmin genel krizi' ve 'dünya kapitalist sisteminin krizleri' kavramları nasıl anlaşılmalı; bunlar aynı şey mi?
CEVAP: Bunlar aynı şeydir. Dünya kapitalist sisteminin krizinden bir bütün olarak söz edilmesi gerektiğinin altını çıziyorum. Bizde genelde belli bir ülke ele alınıyor, ki bu doğru değildir. Eskiden insanlar bir tek ülkenin koşüllarına dayanarak kapitalist sistemi inceliyordu: İngiltere. Bugün ise kapitalizmi değerlendirmek için bir tek ülke değil, bir bütün olarak kapitalist sistem ele alınmalı. Tüm kapitalist ülkelerin ekonomisi karmaşık bir biçimde iç içe geçmiştir. Belli ülkeler diğerleri pahasına ilerliyor. Çağdaş kapitalist pazarın sınırlamaları dikkate alınmalıdır. Örneğin ABD, ana rakipleri Almanya ve Japonya'nın rekabet gücünü ortadan kaldırarak iyi bir durauma geliyor. ABD, üretimi iki katına çıkararak tekelci gücünü arttırmayı umuyor. Ama üretimi iki katına çıkarma planı sonuç vermedi. Hesaplar çoktü. Tek ülke, ABD, ilerledi ve diğerleri geri kaldı. Fakat durum istikrarlı değil, ilerde değişecektir. Kapitalizmin koşullarını değerlendirmede bir tek ülke tipik olamaz. Tek ülkeyi ele almak doğru değildir; kapitalizm bir bütün olarak ele alınmalı. Tekrar vurguluyorum: Dünya sistemi bir bütün olarak incelenmeli; biz ise bir tek ülkeyi ele almaya alışmışız.
SORU: (D.T. Shepilov) Kitap taslağı Öneriler'inde verilen "Sosyalist üretim tarzı" bölümünün taslağını doğru kabul edebilir miyiz?
CEVAP: Öneriler'de sunulan taslak ile hemfikirim.
SORU: (A. Arakelyan) SSCB Milli Gelirinin "gerekli ürün" ve "artı-ürün" olarak adlandırılan bölümlerine ne diyelim?
CEVAP: "Gerekli ve artı emek" ile "gerekli ve artı ürün" kavramları bizim ekonomimiz için uygun değil. Sosyal yardım ve savunmaya giden şeyler gerekli emek değil mi? İşçi buna ilgi duymuyor mu? Sosyalist bir ekonomide aşağı yukarı şu şekilde bir ayrım koymalıyız: Kişinin kendisi için emeği ve toplum için emeği. Sosyalist ekonomi ile ilgili olarak daha önce gerekli emek olarak ifade edilen terim, kişinin kendisi için emeğe, daha önce artı emek olarak ifade edilen terim ise toplum için emeğe tekabül eder.
SORU: (A. Arakelyan) SSCB'de değer yasasının 'dönüşümü' kavramı yerine değer yasasının 'işleyişini sınırlama' kavramını kullanmak doğru olur mu?
CEVAP: Bilim yasaları yaratılamaz, ortadan kaldırılamaz, feshedilemez, değiştirilemez ve dönüştürülemez. Yasalar hesab aktılmalıdır. Onları ihlal edersek zarar görürüz. Bizde bu yasaların zamanının geçtiğine dair yaygın bir anlayış var. Bu anlayış sadece ekonomistler arasında değil, pratik çalışma içinde olanlarda ve politikacılarda da sık sık görülüyor. Bu, yasa konseptine uygun değildir. Yasaların dönüşümü ile ilgili önerme, bilmden sapmadır ve kültürsüzlükten kaynaklanır. Doğanın ve toplumun yasalarını dönüştürmek mümkün değildir. Eğer bir yasayı dönüştürmek mümkün ise onu ortadan kaldırmak da mümkündür. Eğer yasaları dönüştürmek ve kaldırmak mümkün ise bu "bizim için herşey mümkündür" anlamına gelir. Yasalar hesaba katılmalı, anlaşılmalı ve onlardan yararlanılmalıdır. Onların etki alanını sınırlamak mümkündür. Fizikte ve kimyada bu böyledir. Bütün bilimler için bu böyledir. Yasaların dönüşümünden değil, onların işleyiş alanının sınırlandırılmasından söz etmek gerekir. Bu daha doğru ve bilimsel olur. Kitapta doğru olmayan hiçbir şeye izin verilmemeli. Bütün dünyanın karşısına bir ekonomi politik kitabıyla çıkıyoruz. Bu kitap ülke içinde ve dışında kullanılacak.
Yasaları sınırlayan biz değil, maddi objektif koşüllardır. Yasanın işleyiş alanı sınırlandığında yasa farklı görünür. Bizde değer yasasının işleyiş alanı sınırlanmıştır. Değer yasası tam olarak kapitalizmde olduğu gibi değildir. Onu biz dönüştürmedik, objektif koşulların gücü onu sınırlandırdı. Esas olan şu ki, bizde özel mülkiyet ortadan kaldırıldı ve emek gücü de meta olmaktan çikarıldı. Değer yasasının işleyiş alanının sınırlanmasını belirleyen objektif koşullar bunlardır. Değer yasasının bu sınırlanışı, biz öyle istediğimiz için değil, öyle gerektiği için, böyle bir sınırlanışın koşulları olduğu için ortaya çıktı. Bu objektif koşullar, değer yasasının işleyiş alanını sınırlamaya zorladı bizi.
Yasa, objektif sürecin bir yansımasıdır. Yasa, objektif koşullar arasındaki karşılıklı bağlantıyı yansıtır. Neden ile sonuç arasındaki ilişkiyi gösterir. Eğer belli bir güçler dengesi ve belli objektif koşullar verili ise, kaçınılmaz olarak belli sonuçlar ortaya çıkacaktır. Bu objektif koşullar hesaba katılmalıdır. Eğer objektif koşullardan bazıları yoksa o zaman koşullar farklı olacaktır. Kapitalizm ile kıyaslandığında bizde objektif koşüllar değişti (özel mülkiyetin olmaması ve emek gücünün meta olmaktan çikması); bu nedenle sonuçlar da farklı. Değer yasası bizde dönüşmedi; fakat objektif koşullar nedeniyle işleyiş alanı sınırlandı.
SORU: SSCB'de kar kategorisi nasıl anlaşılmalıdır?
CEVAP: Belli bir miktar kara ihtiyacımız var. Kar olmadan rezerv yaratamaz, birikim yapamaz, savunma görevlerinin yerine getirilmesini destekleyemez, toplumsal ihtiyaçları karşılayamayız. Burada kendisi için emeği ve toplum içın emeği görüyoruz. Kar sözcüğünün kendisi çok kirli bir hale gelmiştir. Başka bir kavramın olması iyi olurdu. Ama hangi kavram? Belki net gelir? Kar kategorisi altında tamaiyle farklı bir içeriği sakladık. Bizde, ne kendiliğinden bir sermaye akışı, ne de rekabet yasası var. Ne kapitalist aşırı kar yasası, ne de ortalama kar yasası var bizde. Ancak kar olmadan da ekonomimizi geliştirmek mümkün değildir. Bizim işletmelerimiz için minimal kar bile yeterlidir ve bazen başka işletmelerin karları sayesinde karsız da çalışabilirler. Biz kaynakları kendimiz dağıtıyoruz. Kapitalizmde sadece kar yapan işletmeler ayakta kalabilir. Bizim sistemimizde ise çok karlı, bir şekilde karlı ve tamamiyle karsız işletmeler vardır. İlk yıllarda ağır sanayimiz hiç kar yaratmadı; fakat daha sonra kar yaptı. Genel olarak ağır sanayi işletmeleri ilk dönemlerde kendileri araç ihtiyacı duyarlar.
SORU: (A.I. Pashkov) Sovyet parası ile altın arasındaki bağlantı konusunda ekonomik tartışmalar yürütenlerin çoğunluğunun pozisyonu doğru mu? Bu bağlantıyı reddeden azınlığın bazı takipçileri, Kasım 1951 Tartışmaları ile İlgili Ekonomik SOrunlar Üzerine Görüşler'de bu soruna cevap verilmediğini ilei sürüyorlar.
CEVAP: Önermeler'i okudunuz mu? Bana kalırsa, Önermeler'e ilişkin diğer konularda görüşümün olmadığı bleirtiliyor. Bu, paranın altın ile bağlantısı konusunda Önermeler ile hemfikir olduğum anlamına gelir.
SORU: (A.I. Pashkov) Tartışmaya katılanların belli bir kesiminin belirttiği gibi, SSCB'de diferansiyel rant'ın devlet tarafından bütünüyle ayrılması gerektiği doğru mudur?
CEVAP: Diferansiyel rant sorununda çoğunluğun görüşüne katılıyorum.
SORU: (A.D. Gusakov) Sovyet parası ile altın arasındaki bağlantı, altının SSCB'de parasal (moneter) bir meta olduğu anlamına mı geliyor?
CEVAP: Altın parasal (moneter) bir metadır. Eskiden bizde altın çıkarılmasının, üretiminin maliyeti ile ilgili şeylerin biçimi iyi değildi. Daha sonra üretim maliyetini düşürmek için adımlar attık ve herşey daha iyi oldu. Altın standardına geçiş yaptık. Altının meta haline gelmesi pozisyonuna sahibiz ve bunu başaracağız. Elbette parayı altın ile değiştirmek gerekmiyior. Bu, kapitalist ülkelerde bile yaygın değildir.
SORU: (I.D. Laptev) Sovyet devlet finansmanı temel alana (altyapı, ç.n.) mı aittir yoksa devlet-politik üstyapıya mı?
CEVAP: Üstyapı mı yoksa temel mi? (güler). Genel olarak, temel ile üstyapı konusunda pekçok şey söylenmiştir. Sovyet iktidarını bile temele bağlayanlar var.
Bu konuda altyapı ile üstyapı ile ilgili genellemeleri bir tarafa bırakırsak o zaman sosyalist mülkiyetten yol tutmak zorundasınız. Bizim bütçemiz kapitalist bütçeden tamamiyle farklıdır. Kapitalizmde her işletmenin kendi bütçesi vardır ve devlet bütçesi, bizim devlet bütçemizden daha dar bir alanı kapsar. Bizim bütçemiz, halk ekonomisinin tüm gelir ve giderini kapsar. Sadece yönetim için harcamaları değil, halk ekonomisinin tüm statüsünü yansıtır. Halk ekonomisinin tümü için bir bütçedir. Bu yüzden bizim finansımızda temelin (altyapının) unsurları baskındır. Ancak aynı zamanda üstyapı unsurları da vardır; örneğin idari harcamalar üstyapıya aittir. Devletimiz halkın ekonomisini idare eder, bütçemiz ise sadece idari aygıtın harcamalarını değil, halk ekonomisinin tümünü kapsar. Bütçede üstyapı unsurları vardır, fakat ekonominin unsurları baskındır.
SORU: (A.V. Bolgov) Tarımsal komünden sadece komünizmin ikinci aşamasında söz edilirken, sosyalizmden komünizme kesintisiz geçiş süreci boyunca tarım artel'inin varolacağı doğru mudur?
CEVAP: Bu anlamsız bir soru. Artel'in komüne doğru gittiği açıktır. Köylülerin bireysel gereksinimlerine hizmet etmesi işlevi ortadan kalktığı zaman komün yaratılacaktır. Tarım komünü konusunda acele etmek yersizdir. Komüne geçiş bir yığın sorunun çözümünü, iyi kantinlerin, çamaşırhanelerin vb. kurulmasını gerektirir. Tarım komünleri, komünlere geçişin mümkün olduğu konusunda köylüler ikna edildikleri zaman oluşacaktır. Artel, komünizmin ikinci aşamasına tekabül etmez; komünün komünizme tekabül ettiğini söylemek daha doğrudur. Artel, meta dolaşımını gerektirir ve, en azından bugün için, ürün değişimine ve doğrudan dağıtıma izin vermez. Ürün değişimi de son tahlilde hala değişimdir; doğrudan dağıtım ise ihtiyaçlara göre dağıtımdır. Meta üretimi, satış ve alış varolduğu sürece bunları dikkate almalıyız. Doğrudan dağıtım ancak komünizmin ikinci aşamasında gelişecektir; artel ise satış ve alış ile bağlantılıdır. Tarım artel'inin ne zaman komüne dönüşeceğini söylemek zordur. Komün ortaya çıktığı zaman komünizmin ikinci aşamasının da halihazırda varolmuş olacağını söylemek mümkün değildir. Fakat komün olmadan komünizmin ikinci aşamasına geçişin mümkün olmayacağını söylemek de aynı şekilde risklidir.
Komünizmin ikinci aşamasına geçiş, ilim yabancısı terimler içinde tahyyül edilmemelidir. Komünizme belli bir 'kabul' olmayacaktır. Durmadan, biz farkına varmadan komünizme gireceğiz. Bu, 'bir şehre giriş' gibi değildir; 'kapı açıktır - girin'. Birçok kollektif çiftlikte kadınlar hala evişlerinin boyunduruğundan kurtulmak ya da et ve süt ürünleri elde etme amacıyla çiftlik hayvanlarını kolhoza devretmek istemiyor. Ama kümes hayvanları konusunda bunu yapmayı reddetmiyorlar. Bunlar, geleceğin sadece ilk filizleridir. Bugün tarım artel'i, ekonominin gelişmesine bir engel teşkil etmiyor. Komünizmin ilk aşamasında artel yavaş yavaş komüne dönüşecektir. Burada keskin bir hat çizilemez.
Kolhozdaki üretim seviyesini tüm toplumun seviyesine getirmek gerekir. Bu rada bir yığın karmaşık sorun vardır. Kolhozculara, toplumun bütün sorunlarına duyarlı olmaları öğretilmelidir. Bugün kolhozlar kendi ekonomileri dışında birşey bilmek istemiyor. Bugün, bölge ve eyalet çapında kolhozlar entegre olmuş değildir. Bu durumda, sanayinin ve kollektif çiftliklerin temsilcileinden oluşan ve hem sanayinin hem de kollektif çiftliklerin üretiminden sorumlu olacak bir Tüm-Birlik ekonomi organı oluşturma yönünde yukarıdan adım atmamalı mıyız? Devlet işletmelerinin ve kolhozların üretiminin hesaplanmasından başlanmalı ve sonra da, önce sadece artı ürünün dağıtılmasına bakılmalı. Dağıtım için olmayan, ve dağıtım için tahsis edilen fonlar oluşturulmalı. Bir an önce kolhozculara tüm halkın çıkarlarını gözetmeleri gerektiği öğretilmelidir. Ancak bu uzun bir süreçtir ve acele edilmemelidir. Acele edilecek bir yer yok. Bizde işler iyi gidiyor. Hedef doğru, yol açık ve bütün yönelimler belirlenmiş durumda.
SORU: (Z.V. Atlas) Kasım 1951 Tartışmaları ile İlgili Ekonomik Sorunlar Üzerine Görüşler'de 'para ekonomisi' terimi neden tırnak içinde kullanılmış?
CEVAP: Meta dolaşımının olduğu yerde para da olmalıdır. Kapitalist ülkelerde, bankalar da dahil olmak üzere para ekonomisi, işçilerin mahvolmasına, halkın yoksullaşmasına ve sömürenlerin zenginliklerinin artmasına yol açar. Kapitalizmde para ve bankalar sömürünün aracı olarak hizmet ederler. Bizim para ekonomimiz ise alışılmış olan değildir ve kapitalist para ekonomisinden farklıdır. Bizde para ve para ekonomisi sosyalist ekonomiyi güçlendirmeye hizmet eder. Bizde para ekonomisi, sosyalizmin çıkarları için kullandığımız bir araçtır. Tırnak işareti de bizim para ekonomimizi kapitalizmdeki para ekonomisi ile karıştırmamak için kullanılmıştır. "Değer" ve "değerin biçimleri" kelimelerini tırnak içine almadan kullanırım. Burada para da dahil edilmiştir. Bizde değer yasasını belirleyen birçok faktör vardır; değer yasası, üretimi dolaylı olarak, dolaşımı ise doğrudan etkiler. Ancak bizde değer yasasının etki alanı sınırlıdır; yıkıma neden olmaz. Kapitalistlerin en büyük zorluğu toplumsal ürünün gerçekleşmesi, metanın paraya dönüşmesidir. Bizde ise bu gerçekleşme kolaydır, yumuşaktır.
SORU: (G.A. Kozlov) Milli ekonominin planlı ve oranlı kalkınması yasasının içeriği nedir?
CEVAP: Milli ekonominin planlı kalkınması yasası ile planlama arasında bir fark vardır. Planlar, bu yasasya ve onun gereklerine göre dikkate alınması gereken herşeyi hesaba katmayabilir. Örneğin, belli sayıda otomobil üretimi planlanmış, ama (bu üretim için) gereken tabaka metal miktarı planlanmamışsa, yıl ortasında otomobil fabrikaları duracaktır. Belli bir miktar otomobil planlanmış, ama gerekli petrol miktarı planlanmamışsa, bu sektörler arasındaki bağ ihlal edilmiş demektir. Bu durumda, milli ekonominin planlı ve oranlı kalkınması yasası kendisini ciddi bir biçimde hissettirir. Bu yasa ihlal edilmediğinde sakince durur ve adresi belli değildir; hem heryerdedir hem de hiçbir yerde. Genel olarak, tüm yasalar ihlal edildiği zaman hissedilir ve bu cezasız kalmaz. Milli ekonominin planlı kalkınması yasası, sektörler arasındaki uyum eksikliğini gösterir. Milli ekonominin tüm unsurlarının karşılıklı uyumunu ve birbiriyle uyum halinde, orantılı gelişmesini gerektirir. Planlama hataları, milli ekonominin planlı kalkınması yasası ile düzeltilir.
SORU: (M.I. Rubinstein) Yaşadığımız dönemde SSCB'nin temel görevi nasıl anlaşılmalıdır? Bu görevi belirlemede, başlangıç noktası olarak 1929 nüfusuna göre kişi başına kapitalist üretim miktarını mı yoksa kıyaslama amacıyla, kapitalist üretim seviyesine ilişkin son verileri mi esas alalım? Örneğin ABD'de, ekonominin askerileştirilmesi nedeniyle son veriler 1929'dakinden daha yüksektir. Yayınlarda ve derslerde sık sık belirtildiği gibi, sizin de 9 Şubat 1946'da yaptığınız konuşmada belirttiğiniz üretim miktarındaki başarının, SSCB'nin belirleyici ekonomik görevi olarak komünizmin ikinci aşamasına geçişi ifade ettiğini düşünmek doğru olur mu?
CEVAP: Kişi başına üretim ile yapılan hesaplama yöntemi gücünü koruyor. Kişi başına üretim, ülkelerin gücünün temel göstergesidir. Bunun yerini alan başka bir ölçü yoktur. 1929 seviyesinden değil, günümüz üretim seviyesinden hareket etmek gerekir. Yeni hesaplara ihtiyacımız var. Bizdeki kişi başına üretimi, kapitalist ülkelerdeki son rakamlarla karşılaştırmak gerekir.
1946'da verdiğim rakamlar, belirleyici ekonomik görev olarak ikinci aşamaya geçişe işaret etmiyor. Bu rakamlara ulaşamayı başararak daha da güçlü hale geldik. Bu durum bizi, düşmanın saldırı tehlikesinden, kapitalimin saldırısından koruyor. Fakat 1946'daki konuşmada ifade edilen belirleyici görev henüz komünizmin ikinci aşamasına geçişe işaret etmiyor. Bazı yoldaşlar, komünizmin ikinci aşamasına geçişi etkilemek için çok acele ediyor. Yasalar yaratılamayacağı için, bu geçişte aşırı hızlı olunmamalı. Hatta bazıları komünizmin üçüncü aşamasını düşünüyor. Kıstas, denektaşı eski. Daha zengin olan ülkelerle kıyaslama yapmak için son verileri kullanmamız gerekir. Bu da ilerleme anlamına gelir.
(L.M. Gatovsky, I.I. Kuzminov, I.D. Laptyev, L.A. Leontyev, K.V. Ostrovityanov, V.I. Pereslegin, A.I. Pashkov, D.T. Shepilov ve P.F. Yudin'in notlarına göre düzenlenmiştir. Ayrıca Atlas, Arakelyan, Bolgov, Vasilieva, Gusakov, Kozlov, Lyubimov ve Rubinstein'ın notları da dikkate alınmıştır.)
Bitti
J.V. Stalin – Yaratıcı Aydınlar Toplantısındaki Tartışma (1946)
İnsanlık, gürültüsüz ve şatafatsız, en zor şartlar altında sanayileşmeyi ve kolektivizasyonu başaran, savunma sistemini canları pahasına kuvvetlendirip komünistlerin liderliğiyle düşmanı yenen sıradan Sovyet halkı tarafından kurtarılmıştır.
J.V. Stalin
Yaratıcı Aydınlar Toplantısındaki Tartışma (1946)
Stalin: Benimle neyi konuşmak istiyordunuz yoldaş Fadeyev?
Fadeyev (Aleksandr Aleksandroviç Fadeyev. 1946–1954 arası Yazarlar Birliği Genel Sekreteri): Yoldaş Stalin, size danışmak için geldik. Birçokları edebiyatımızın ve sanatımızın bir çıkmaza girdiğini düşünüyor ve biz böyle düşünenleri hangi yola yönlendireceğimizi bilmiyoruz. Bugün bir sinemaya gidiyorsunuz, ateş ediliyor,bir başka sinemaya gidiyorsunuz, yine ateş ediliyor: sinema salonlarımızda, kahramanın dur durak bilmeden düşmanla savaştığı ve ırmaklardan insan kanının aktığı filmler oynuyor. Her yerde yokluklar ve zorluklar gösteriliyor. İnsanlar savaş ve kan görmekten bıktı.
Eserlerimizde başka bir hayatı nasıl göstereceğimize ilişkin tavsiyenizi almak istiyoruz: kanın ve şiddetin olmadığı, ülkemizin karşılaştığı sayısız zorlukların olmadığı geleceğin hayatını. Başka bir deyişle, mutlu ve bulutsuz bir geleceği resmetmenin zorunluluğu kendini hissettiriyor.
Stalin: Konuşmanızda, hayatın, edebiyat işçilerinin, sanatçıların önüne koyduğu temel görev, Marksist-Leninist çözümleme yapma görevi eksik Fadayev yoldaş.
Bir zamanlar I. Petro, Avrupa’ya kapıları açmıştı. Ama 1917’den sonra emperyalistler, sosyalizmin ülkelerine yayılmasından korkarak o kapıyı uzunca bir süreliğine sıkıca kapattılar. İkinci Dünya Savaşından önce radyolar,filmler,gazeteler ve dergiler aracılığıyla bizler dünyaya dişleri arasına kanlı bıçaklar sıkıştırmış kuzeyli barbarlar gibi tanıtıldık. Proletarya diktatörlüğünü böyle resmettiler. Halkımız ayağında hasır terlikler, eski püskü giysiler içinde, semaverden votka içen insanlar olarak gösterildi. Birden bire, bu “hasır terlikli” Rusya, bu mağara adamları, dünya burjuvazisinin alt insanlar olarak tasvir ettiği bu insanlar, karşılarında tüm dünyanın korkuyla titrediği iki büyük gücü – Almanya’daki faşistleri ve Japonya’daki emperyalistleri ezip geçti.
Bugün dünya, böylesi bir kahramanlığı kimin başardığını ve insanlığı kimin kurtardığını bilmek istiyor.
İnsanlık, gürültüsüz ve şatafatsız, en zor şartlar altında sanayileşmeyi ve kolektivizasyonu başaran, savunma sistemini canları pahasına kuvvetlendirip komünistlerin liderliğiyle düşmanı yenen sıradan Sovyet halkı tarafından kurtarılmıştır. Yalnızca savaşın ilk altı ayında cephede en az beş yüz bin ve toplamda üç milyondan fazla komünist hayatını kaybetti. Onlar aramızdaki en iyilerdi; onurlu, tertemiz, özverili, sosyalizm için, halkın mutluluğu için mücadele eden fedakar savaşçılardı. Şimdi onları özlüyoruz. Eğer hayatta olsalardı, birçok güncel sorunumuz artık geride kalmış olurdu. Bugün, yaratıcı Sovyet aydınlarımızın asıl görevi, eserlerinde bu sade, muhteşem Sovyet insanını tüm yönleriyle yansıtmak ve bu karakterin en iyi özelliklerini bulup gözler önüne sermektir. Bugün edebiyatın ve sanatın gelişimindeki genel ilke budur.
Nikolay Ostrovski’nin “Ve Çeliğe Su Verildi” romanındaki kahraman Pavel Korçagin bizim için neden değerlidir?
Bunun sebebi her şeyden önce, o kahramanın kendini devrime, halka, sosyalizme sınırsızca adamasıdır, fedakarlığıdır.
Zamanımızın büyük pilotu Valeri Chkalova’nın sinemadaki sanatsal imgesi, Büyük Anavatan Savaşında ölümsüz bir şan kazanan, binlerce korkusuz Sovyet şahin-pilotun eğitimini kolaylaştırmıştır. ‘Kentimizden Çıkan Genç Adam’ filmindeki tankçı Albay Sergey Lukonim, yüz bin kahraman tankçının karakteristik kahramanıdır.
Bu gelenekle devam etmek gerekir. Sovyet halkının kendini kıyaslayacağı ve örnek alacağı komünizm savaşçılarından böyle edebi kahramanlar yaratın.
Elimde, bana yaratıcı Sovyet aydınlarını ilgilendirdiği söylenen soruların bir listesi var. Bir itirazı olan yoksa bu soruları yanıtlayacağım.
Salondan yükselen sesler: Çok soru var Stalin yoldaş! Lütfen yanıtlayın!
Soru: Size göre, çağdaş Sovyet nesir ve oyun yazarları ile film yapımcılarının eserlerindeki başlıca eksiklikler nelerdir?
Stalin: Ne yazık ki son derece önemli eksiklikler var. Son zamanlarda, pek çok edebiyat eserinde, çürümekte olan batının zararlı etkileri altında gelişen bir eğilim açıkça görülüyor ve bu eğilim, yabancı istihbaratlar yoluyla hayatın içine giriyor. Sovyet edebiyat dergilerinin sayfalarında, sıklıkla, Sovyet halkının, komünizmin kurucularının, zavallı ve karakatürize edilmiş bir biçimde tasvir edildiği eserler görülüyor. Olumlu kahramanla alay ediliyor, yabancı olana dalkavukluk savunuluyor, toplumun politik artıklarına özgü kosmopolitizm övülüyor.
Tiyatro repertuarlarında yabancı burjuva yazarların utanç verici oyunları Sovyet oyunlarını geri planda bırakıyor.
Filmlerde önemsiz temalar ağır basıyor ve cesur Rus halkının kahramanca tarihi çarpıtılıyor.
Soru: Müzikteki avangart (yenilikçi) eğilimler ile resim ve heykel sanatındaki soyut ekol ideolojik olarak ne kadar tehlikelidir?
Stalin: Bugün, yenilik kisvesi altında Sovyet müziğinde biçimcilik akımını, resim sanatında da soyut resmi hakim kılmaya çalışıyorlar. Zaman zaman şu soruyu duymak mümkün: ‘Bolşevikler ve Leninistler gibi büyük adamların böylesi önemsiz ayrıntılarla uğraşmaları; soyut resim ve biçimciliği eleştirerek zaman harcamaları gerekli midir? Bunlarla psikiyatristler uğraşsın.’
Bu türden sorular, ülkemize ve özellikle de gençliğimize karşı gerçekleştirilen ideolojik sabotajın rolünün anlaşılmadığını açığa vuruyor. Bu sabotaj sayesinde, edebiyat ve sanattaki sosyalist gerçekçilik ilkelerine karşı eyleme geçmeye çalışıyorlar. Bu ilkelere karşı açıktan açığa konuşamayacakları için, bunu sığınakların ardına gizlenerek yapıyorlar. Halklarının mutluluğu için, komünizm için ve ilerlemek istedikleri yol için savaşan o örnek alınacak insanların imgesi soyut denilen bu resimlere yansımaz. Bu betimlemenin yerini kapitalizme karşı sosyalizmin sınıf savaşını bulanıklaştıran soyut gizemcilik alır. Savaş zamanında kaç insan Kızıl Meydandaki muhteşem Minin ve Pojarski anıtına gelip ilham aldı! Peki ya bükülmüş demirden yapılma, “yenilik” sembolü bir büst, bir sanat eseri olarak bize nasıl ilham verebilir? Soyut bir resim nasıl ilham verebilir?
Minin ve Pojarski Anıtı
Tam da bu nedenledir ki, günümüzün Amerikan finans kodamanları modernizm propagandası yapar, bu türden eserlere, gerçekçi akımın büyük ustalarının rüyalarında göremeyeceği, olağanüstü miktarda para verirler.
Sözüm ona popüler batı müziğinin ve biçimci denilen eğilimlerin sınıfsal arka planı vardır. Bu müzik, tabii buna müzik denilebilirse, ritmlerini “shakers” tarikatından almıştır; bu müzik eşliğinde edilen “dans” insanların kendinden geçmesine neden olur, onları şirazesinden çıkmış, her türlü vahşiliği yapabilecek hayvanlara dönüştürür. Bu tür ritmler insanların beynini ve ruh halini etkilemek için psikiyatrların yardımıyla yaratılmaktadır. Bu, bir tür müziksel uyuşturucu bağımlılığıdır ve bunun etkisi altına giren kişi parlak fikirler üretemez, bir hayvana dönüşür, bu insanı devrime, komünizmi kurmaya çağırmak faydasızdır. Gördüğünüz gibi, müzik de savaşır.
1944 yılında, Britanya istihbaratından bir görevlinin kaleme aldığı, ‘düşman ordusunu çökertmede biçimci müziğin kullanımı’ başlıklı bir yönergeyi okuma fırsatım oldu.
Soru: Yabancı istihbarat ajanlarının sanat ve edebiyat alanlarındaki yıkıcı faaliyetleri somut olarak nelerdir?
Stalin: Sovyet sanatının gelecekteki gelişiminden söz ederken bu gelişimin, emperyalist çevrelerin ülkemize karşı geliştirdikleri, sanat ve edebiyat alanlarını da kapsayacak biçimde açılan tarihte eşi görülmemiş ölçekteki gizli savaş koşullarını gözden kaçırmamak gerekir. Yabancı ajanların ülkemizdeki görevi, kültürden sorumlu Sovyet kurumlarına sızmak, büyük gazete ve dergilerin editörlüğünü ele geçirmek, tiyatro ve sinemanın repertuarlarını ve edebi eserlerin yayınlarını mutlaka etkilemektir. Yurtseverliği canlandıran ve komünizmi yaratmada Sovyet halkına öncülük eden devrimci eserlerin gün ışığına çıkmasını her yolu deneyerek durdurmak, komünist inşanın zaferine inançsızlığı yayan, kapitalist üretim tarzını ve burjuva yaşam biçimini yücelten eserlerin ortaya çıkmasını sağlamaktır. Aynı zamanda yabancı ajanlardan karamsarlık, çöküş ve ahlaki yozlaşma duygularının sanat ve edebiyat alanlarında yaymaları talep ediliyor.
Coşkulu bir Amerikan senatörü “Bolşevik Rusya’yı korku filmlerimizde gösterebiliyor olsaydık, komünist inşayı mutlaka söküp atardık” diyordu. Lev Tolstoy sanat ve edebiyat beyin yıkamanın en güçlü biçimidir diye boşuna dememiştir. Bugün sanat ve edebiyatın yardımıyla kimin ve neyin beynimizi yıkadığı üstünde ciddiyetle düşünmeli, bu alandaki ideolojik sapmaya bir son vermeliyiz. Bence, kültürün, toplumsal ideolojideki önemli bir egemenlik öğesi olduğunu, onun her zaman sınıfsal olduğunu ve egemen sınıfın kültürü çıkarları için kullandığını, kültürü bizim için çalışanların çıkarlarını, proletarya diktatörlüğünün çıkarlarını korumak için kullanmak gerektiğini anlamanın ve içselleştirmenin zamanı gelmiştir.
Sanat için sanat yoktur. Toplumdan bağımsız, bu toplumun üstünde duran “özgür” sanatçılar, yazarlar, şairler, oyun yazarları, yönetmenler ve gazeteciler yoktur, olamaz. Kimsenin onlara ihtiyacı yoktur. Böyle insanlar var olamazlar.
Eski karşı devrimci burjuvazi geleneklerinin kalıntıları Sovyet halkına hizmet etmek istemiyorlarsa ya da kendini Sovyet halkına hizmet etmeye adamış işçi sınıfı iktidarının karşısında duruyorlarsa, ülkeyi terk etmeleri ve dışarıda yaşamaları için onlara izin veriyoruz. Bırakalım her şeyin alınıp satılabildiği, yaratıcı aydınların yaratma eylemlerinde finansal çekim merkezlerine tamamen bağımlı olduğu, kötü ünlü burjuva toplumundaki “özgür yaratıcılık” kavramı onları ikna etsin.
Ne yazık ki, zamanımızın azlığı dolayısıyla tartışmamızı sonlandırmamız gerekiyor. Sorularınızın tamamını cevaplamış olmayı umuyorum. Sanırım, Sovyet edebiyatının daha ileri gelişimi sorununa SBKP (B) MK’sının ve Sovyet hükümetinin yaklaşımı herkes için açıktır.
Zhukhrai V. ‘Stalin: pravda i lozh’, Moskova, 1996, sf. 245-251; I.V.
Stalin, ‘Sochineniya’, Vol. 16, 1946-1952, Izdatelstvo ‘Picatel’,
Moskova, 1997, sf. 49-53.
Rusça orijinalinden çeviren Stalin Arşivi Çeviri Grubu.
Bay Morrison’a Cevap
Bay Morrison iki sorun ortaya koydu: iç politikayı ilgilendiren sorunlar ve dış politikayı ilgilendiren sorular.
İç Politikalar
Bay Morrison, Sovyetler Birliği’nde ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün ve bireysel özgürlüğün olmadığını iddia etmektedir.
Bay Morrison ciddi bir yanılgı içindedir. Hiçbir ülkede Sovyetler Birliği’nde olduğu kadar ifade özgürlüğü, basın ya da bireysel özgürlük; işçiler, köylüler ve aydınlar için örgütler olmamıştır. Sovyetler Birliği’nden başka hiçbir yerde işçiler ve köylüler için bu kadar çok kulüpler olmamış, özellikle onlar için bu kadar çok gazete yayınlanmamıştır. Sovyetler Birliği dışında hiçbir yerde işçi sınıfı bu kadar sistematik bir şekilde örgütlenmemiştir. SSCB’de, kelimenin tam anlamıyla tüm işçilerin sendikalarda, aynı şekilde köylülerin de kooperatiflerde örgütlendiği bir sır değildir.
Bay Morrison bunları biliyor mu? Belli ki hayır. Bunu öğrenmek diye bir isteğinin bile olmadığı görülüyor. Bilgisini, Sovyet halkının iradesi sonucu ülkeden atılan Rus kapitalistlerinin temsilcilerinin dile getirdiği şikayetlerden edinmeyi tercih ediyor.
Devrim yoluyla alaşağı edilen halk düşmanı toprak ağaları ve kapitalistler için SSCB’de ifade özgürlüğü, basın ve örgütlenme özgürlüğü yoktur. Aynı şekilde, ıslah olmaz hırsızlar, yurtdışına istihbarat görevleri için gönderilen sabotörler, teröristler, katiller ve Lenin’e ateş eden, Volodarski’yi, Uritski’yi, Kirov’u öldüren, Maxim Gorki’yi ve Kuibishev’i zehirleyenler için özgürlük yoktur. Tüm bu kriminaller, toprak ağaları ve kapitalistler başta olmak üzere teröristler, hırsızlar, katiller ve gizli çalışma yürütenler tek bir şeyi amaçlamaktadır: SSCB’de kapitalizmi geri getirmek, insanın insan tarafından sömürüsünü geri getirmek ve ülkeyi işçi ve köylülerin kanıyla boğmak. Hapishaneler ve çalışma kampları bu beyler için, sadece bu beyler için vardır.
Bay Morrison, bu şahıslar için mi ifade özgürlüğü, basın ve bireysel özgürlük elde etmeye çalışıyor? Bay Morrison SSCB halkının bu şahıslara ifade özgürlüğü, basın ve bireysel özgürlük, yani işçileri sömürme özgürlüğü vermek isteyeceklerini gerçekten düşünüyor mu?
Bay Morrison ifade özgürlüğü, basın vb. özgürlüğünden daha derin anlam taşıyan diğer özgürlük konusunda sessiz kalmaktadır. Halkın sömürüye, ekonomik krizlere, işsizlik ve yoksulluğa karşı özgürlüğüne dair hiçbir şey söylemiyor. Belki de Bay Morrison bu özgürlüklerin SSCB’de uzun zamandan beri var olduğunun farkında değildir. Bu özgürlükler ki diğer tüm özgürlüklerin temelini oluşturmaktadır. Bu yüzden midir ki Bay Morrison bu temel özgürlükler konusunda utangaç bir sessizlik içindedir? İngiltere’de İşçi Partisi son altı yıldır iktidarda olmasına rağmen İngiliz işçileri hala sömürücü kapitalisterin boyunduruğu altında yaşamaya devam ettiği için, malesef bu özgürlükler İngiltere’de olmadığı için.
Bay Morrison İşçi Partisi hükümetinin sosyalist olduğunu, böyle bir hükümetin kontrolü altında hazırlanan radyo programlarının Sovyetler tarafından herhangi bir engelle karşılaşmaması gerektiğini iddia etmektedir.
Ne yazık ki Bay Morrison’a katılamayız. İşçi Partisi iktidara ilk geldiğinde sosyalizm yolunu takip edeceği sanılabilirdi. Fakat daha sonra İşçi Partisi’nin diğer herhangi bir burjuva hükümetten çok az farkı olduğu görüldü. Onlar da kapitalist düzeni devam ettirmeyi ve kapitalistlere muazzam karlar sunmayı amaçlamaktadırlar.
Gerçek şu ki, yıldan yıla İngiltere’deki kapitalistlerin karları büyümekte fakat işçilerin gelirleri dondurulmuş durumdadır. Ayrıca, İşçi Partisi hükümeti, bu işçi düşmanı, sömürücü rejimi ne pahasına olursa olsun savunmakta, işçilere zulüm etmekte ve hatta tutuklamaktadır. Böyle bir hükümete sosyalist denilebilir mi?
İşçi Partisi hükümetinin iktidara gelmesiyle birlikte kapitalist sömürünün ortadan kaldırılması, kitle tüketim maddelerinin fiyatlarının sistematik olarak indirilmesi için önlemler alınması ve işçilerin maddi durumunda hisedilir ölçüde bir iyileşme sağlanması beklenir. Bunun yerine, İngiltere’de kapitalistlerin karları artmakta, işçilerin gelirleri dondurulmakta ve temel tüketim mallarının fiyatlarında artışa gidilmekte. Hayır, biz bu tür politikalara sosyalist diyemeyiz. İngiltere’den Sovyetler Birliği’ne radyo yayınına gelince (BBC), bu yayınlar, bilindiği gibi, kapitalist sömürüyü geri getirmek için çaba gösteren Sovyet halkı düşmanlarını teşvik amaçlı yapılmaktadır. Sovyetlerin bu tür halk düşmanı propagandaları desteklemeyeceği anlaşılmalıdır, ki bunlar SSCB’nin içişlerine karışmakla aynı anlama gelmektedir. Bay Morrison SSCB’deki Sovyet iktidarının monolitik bir iktidar olduğunu, çünkü tek bir partinin iktidarını, Komünistlerin partisini temsil ettiğini belirtmektedir. Anlayış buysa biz de İşçi Partisi’nin monolitik bir hükümet olduğunu söyleyebiliriz, çünkü o da tek partinin iktidarını , İşçi Partisi’ni temsil etmektedir.
Fakat mesele bu değildir. Öncelikle, SSCB’deki Komünistler yalnız başına (izolasyon halinde) değil, parti üyesi olmayan insanlar ile bir blok halinde hareket etmektedirler. İkincisi, komünüstlerin partisi SSCB’nin tarihi gelişiminde halkçı, anti-kapitalist tek parti olduğunu ispatlamıştır.
Son elli yıl boyunca Sovyetler Birliği halkı Rusya’da var olan başlıca tüm partileri görmüştür; toprak sahipleri partisi (Kara Yüzler), kapitalistleri partisi (Kadetler), Menşevik partisi (sağ ‘sosyalistler’), Sosyal Devrimcilerin partisi (kulakların savunucuları), Komünistlerin partisi. Devrimci gelişim süreci içinde halkımız tüm burjuva partilerini reddetti ve Komünistler lehine seçimini yaparken toprak sahiplerine ve kapitalizme karşı olan tek parti olduğunu gözönünde bulundurdu. Bu tarihsel bir gerçektir ve SSCB halkının Komünist partiye mücadelesinde tam destek verdiği görülmektedir.
Bay Morrison bu tarihsel gerçeğe nasıl karşı çıkabilir? Bay Morrison sırf şüpheli muhalefet oyunu adına tarihin çarkını geri çevirebileceğini ve ölmüş olan bu partileri tekrar canlandırabileceğini mı düşünüyor?
Dış politikalar
Bay Morrison, İşçi Partisi hükümetinin barışı savunduğunu, Sovyetler Birliği’ne hiçbir tehlike teşkil etmediğini, Kuzey Atlantik Antlaşması’nın şiddet kullanmadan silahsızlandırmayı savunan bir pakt olduğunu, İngiltere’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra silahlanma yarışına girmek zorunda kaldığını, çünkü Sovyetler Birliği’nin ordusunu yeterince küçültmediğini iddia etmektedir.
Bay Morrison’un tüm bu iddialarında bir damla bile gerçeklik payı yoktur.
İşçi Partisi hükümeti gerçekten barışı savunuyorsa, beş güçten oluşan Barış Paktı’ndan neden uzak duruyor, tüm büyük güçlerin silahlarını azaltması konusunda neden karşı görüş bildiriyor, nükleer silahların yasaklanmasına neden karşı çıkıyor, barış yolunda ilerleyen insanları neden tutukluyor, İngiltere’deki savaş propagandasına neden son vermiyor?
Bay Morrison sözlerine inanmamızı istiyor. Fakat Sovyet halkı, kim olursa olsun söze inanamaz, beyan değil pratik talep eder.
Aynı şekilde, Bay Morrison’un SSCB’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ordusunu yeterince küçültmediği (demobilize) yönündeki iddiaları hiç inandırıcı değildir. Sovyet hükümeti ordusunu küçülttüğünü beyan etmiştir ve şu andaki asker sayısı neredeyse İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki barış dönemindeki kadardır. Öte yandaysa İngiliz ordusu savaştan öncekinden iki kat daha büyüktür. Buna rağmen, gürültü koparan ve gerçeğe dayanmayan beyanlarla bu çürütülmez gerçeklere itiraz edilmeye devam edilmekte.
Belki de Bay Morrison SSCB’nin silahlanma ihtiyacı olmayan bir orduya sahip olmasını istemektedir. Aslında ordu hükümet bütçesinin oldukça büyük bir payını almaktadır ve dışardan savaş tehditleri olmasa Sovyet halkı memnuniyetle ordusunu sürekli silahsızlandırma yolunu seçecektir. Fakat 1918-1920 tecrübesi bize bunun tersini öğretti; İngilizler, Amerikalılar, Fransızlar (Japonlarla birlikte) Sovyetler Birliği’ne saldırarak Ukrayna, Kafkaslar, Orta Asya, Uzak Doğu ve Arkhangelski bölgesini almaya kalkıştılar ve üç sene boyunca işkence çektirdiler. Bu bize SSCB’nin emperyalist saldırganlara karşı bağımsızlığını koruması için asgari düzenli ordusunu elde tutması gerektiğini öğretti. Tarihte Rusya’nın İngiltere topraklarını işgal ettiğine dair tek bir olay bile yoktur, fakat İngiltere’nin Rusya topraklarını işgal edip ele geçirdiği birçok duruma tarih tanık olmuştur.
Bay Morrison, Rusya’nın Almanya sorununda, Avrupa’nın restorasyonu sorununda İngiltere ile işbirliği yapmayı redettiğini söylemektedir. Bu bir yalandır ve Bay Morrison söylediklerine kendisi bile inanmıyordur. Herkesin bildiği gerçek şudur ki, işbirliğini rededenler Ruslar değil İngilizler ve Amerikalılardır. Ruslar Almanya’da faşizmin restore edilmesi, Batı Almanya’nın saldırı bölgesine dönüştürülmesi yoluna sapmamışlardır.
Avrupa’nın ekonomik restorasyonu konusunda işbirliğine gelince, SSCB işbirliğini redetmemiş, tam tersine Avrupa ülkelerinde bağımsızlık ve eşitlik prensipleri temelinde, dışarıdan herhangi bir dikta olmaksızın, Amerika Birleşik Devletleri’nin diktası olmadan, programın hayata geçirilmesini SSCB’nin kendisi önermiştir.
Aynı şekilde, Bay Morrison’un komünistlerin halk demokrasisi ülkelerinde zorla yönetime geçtiği, Kominform’un baskıya dayalı propaganda çalışmaları yürüttüğü yönündeki beyanları asılsızdır. Komünistlere kara çalmak için gözünü budaktan sakınmayan insanlar ancak bu tür beyanlarda bulunabilir.
Aslında komünistler halk demokrasisi ülkelerinde genel seçim yoluyla yönetime gelmişlerdir. Bu ülkelerin halkları, sömürgeci ve yabancı gizli servis ajanlarını doğal olarak ülkelerinden atmışlardır. Bu halkın iradesidir. Halkın sesi Tanrının sesidir.
Kominform’a gelince, Kominform’un baskıya dayalı propaganda çalışmaları yürüttüğünü ancak dengesizler söyleyebilir. Kominform dökümanları yayınlandı ve yayınlanmaya devam ediyor. Bu dökümanlar herkes tarafından biliniyor ve komünistlere karşı her türlü karalama ve zedeleme amaçlı söylemleri tamamen boşa çıkarmaktadır.
Zor kullanmanın komünistler tarafından kullanılan bir yöntem olmadığını burada özellikle belirtmek gerekir. Tam tersine, komünizm düşmanlarının ve diğer yabancı gizli servis ajanlarının bu tür zora dayanan yöntemler kullandığını tarih bize göstermiştir. Örnekleri için çok uzağa gitmeye gerek bile yok. Yakın tarihte İran’ın başbakanı, aynı şekilde Lübnan’ın başbakanı ve Trans-Ürdün kralı öldürüldü. Tüm bu öldürme eylemlerinin tek amacı bu ülkelerdeki yönetimleri zor yoluyla değiştirmektir. Bu insanları kim öldürdü? Kömünistler mi, Kominform’u destekleyenler mi öldürdü? Böyle bir soruyu sormak bile komik kaçmaktadır. Belki, herşeyden daha iyi haberdar olan Bay Morrison bu sorunu çözmemizde bize yardımcı olur?
Bay Morrison, Kuzey-Atlantik Antlaşması’nın bir savunma paktı olduğunu belirtmektedir. Pakt’ın saldırı amaçlı olmadığını, tam tersine ona karşı kurulduğunu söylemektedir.
Bu doğruysa, bu paktın kurucuları Sovyetler Birliği’ni orada yer alması için neden davet etmediler? Neden Sovyetler Birliği’ni kordon içine aldılar? Neden SSCB’den gizli saklı anlaşmayı imzaladılar? Hitler ve Japonya saldırısına karşı mücadele ederek SSCB saldırıya karşı savaşabileceğini ve savaşmak istediğini ispatlamamış mıdır? Sovyetler Birliği’nin şiddete karşı mücadelesi Norveç’inkinden daha mı kötüydü de Norveç paktı imzalayan ülkelerden birini oluşturuyor. Bu saçmalık nasıl açıklanabilir?
Kuzey-Atlantik Antlaşması bir savunma paktıysa, bu paktın dışişleri bakanlar konseyi düzeyinde tartışılması yönündeki Sovyet önerisini İngilizler ve Amerikalılar neden kabul etmediler? Bunun nedeni Kuzey-Atlantik Antlaşması’nda SSCB’ye karşı saldırı içeren maddeler olması ve paktın imzacılarının bunu toplumdan mümkün mertebe saklamaya kendilerini zorunlu hissetmesi değil midir? İşçi Partisi hükümetinin, Amerika Birleşik Devletleri’nin Sovyetler Birliği’ne saldırıda İngiltere’yi askeri ve hava üssü haline getirmeyi kabul ettiğinden dolayı değil midir?
Sovyet halkının, Kuzey-Atlantik Antlaşması’nın SSCB’yi hedefleyen, saldırı içeren bir anlaşma olduğunu tekrar etmesinin nedeni budur.
Kore’deki Anglo-Amerikan sağcı çevrelerin şiddet içeren tavırlarında bu daha net görülmektedir. Anglo-Amerikan güçleri, özgürlüğüne düşkün, barışsever Kore halkını iki yıldır parçalıyor, Kore köylerini ve şehirlerini yokediyor, kadın, çocuk ve yaşlıları öldürüyor. Anglo-Amerikan güçlerinin bu kana susamış tavırlarına savunma denebilir mi? Kore’deki İngiliz güçlerinin İngiltere’yi Kore halkından koruduğu iddia edilebilir mi? Bunları askeri saldırı olarak nitelemek daha dürüstçe olmaz mı?
Bay Morrison, barışsever halka karşı silahını çeviren tek bir Sovyet askeri gösterebiliyorsa göstersin. Böyle bir asker bulamaz. Bay Morrison İngiliz askerlerinin neden barışsever Kore halkını öldürdüğünü ikna edici şekilde açıklasın. Ve bir İngiliz askeri neden ülkesinden uzakta yabancı topraklarda ölüyor?
Bu nedenledir ki Sovyet halkı, günümüz Anglo-Amerikan politikalarının yeni bir dünya savaşını kışkırttığını düşünmektedir.
‘Pravda’, 1 Ağustos 1951
L.K. Grigoriev, ‘Stalin. sobytıya i dokumenty’, opyt istoriko-arkhivnogo, kontrpropagandistskogo I filosofskogo issledovaniya, Elektronik baskı, Moskova, 2002, sayfa 46-50.
J.V. STALİN
ULUSAL SORUNUN ELE ALINIŞI ÜZERİNE
Komünistlerin ulusal sorunu ele alış biçimi, II. ve II buçukuncu Enternasyonal [24] politikacılarının, her türlü “sosyalist”, “sosyal-demokrat”, Menşevik Sosyal-Devrimci ve benzeri partilerin sorunu koyuşundan özsel olarak ayrılır.
Özellikle önemli dört temel etken vardır, ve bunlar, ulusal sorunu ele alışın yeni biçimini en iyi şekilde karakterize eder ve ulusal sorunun yeni ve eski kavranışı arasına bir sınır çizgisi çeker.
Birinci etken, kısmi bir sorun olarak ulusal sorunun, genel sorun olarak sömürgelerin kurtuluşu genel sorunu ile kaynaşmasıdır. II. Enternasyonal döneminde, bilindiği gibi, ulusal sorun, yalnızca “uygar” ulusları ilgilendiren dar bir sorunlar çemberiyle sınırlıydı. İrlandalılar, Çekler, Polonyalılar, Finliler, Sırplar, Ermeniler, Yahudiler ve Avrupa’nın bazı başka milliyetleri — işte tüm haklarına sahip olmayan, ve II. Enternasyonal’in kaderleriyle ilgilendiği milliyetler çevresi buydu. Ulusal baskının en zorba ve en korkunç biçimleri altında acı çeken onlarca ve yüzlerce milyon Asya ve Afrika halkları, genellikle “sosyalist”lerin görüş açısının dışında kalıyordu. Beyazlarla renklileri, “uygar olmayan” zencilerle “uygar” İrlandalıları, “geri” Hintlilerle “aydınlanmış” Polonyalıları aynı sıraya koymaya cesaret edilemiyordu. Tüm haklarına sahip olmayan Avrupa milliyetlerinin kurtuluşu için mücadele etme gereği kabul ediliyorsa, “uygarlık”ın “korunması” için “vazgeçilmez” olan sömürgelerin kurtuluşundan ciddiyetle sözetmenin “edepli sosyalist”lere asla yakışmadığı zımnen varsayılıyordu. Bu —sözüm meclisten dışarı— sosyalistlerin Avrupa’da ulusal baskının ortadan kaldırılmasının, Asya ve Afrika’nın sömürge halklarının emperyalizmin boyunduruğundan kurtuluşu gerçekleşmeksizin düşünülemeyeceği, birinin diğeriyle organik olarak bağlı olduğu akıllarına bile gelmiyordu. İlk olarak komünistler, ulusal sorunun sömürgeler sorunu ile bağıntısını ortaya çıkardılar, bunu teorik olarak gerekçelendirdiler ve devrimci pratiklerine temel aldılar. Böylece Beyazlar ile Renkliler, emperyalizmin “uygar” ve “uygar olmayan” köleleri arasındaki ayrım duvarı yıkıldı. Bu husus, geri sömürgelerin ve ileri proletaryanın ortak düşmana, emperyalizme karşı mücadelelerinin koordinasyonunu önemli ölçüde kolaylaştırdı.
İkinci etken, ulusların kendi kaderini tayin hakkı muğlak sloganı yerine, ulusların ve sömürgelerin devlet olarak ayrılma, bağımsız bir devlet kurma hakkı berrak devrimci sloganının geçirilmesidir. II. Enternasyonal politikacıları, kendi kaderini tayin hakkından söz ettiklerinde, ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı üzerine bir tek sözcük bile söylemiyorlardı; kendi kaderini tayin hakkı, en iyi halde, genelde özerklik hakkı olarak yorumlanıyordu. Hatta ulusal sorun “uzmanları” Springer ve Bauer, kendi kaderini tayin hakkını Avrupa’nın ezilen uluslarının kültürel özerklik hakkı, yani tüm politik (ve ekonomik) iktidarın egemen ulusun elinde bırakılması koşuluyla, kendi kültürel kuruluşlarına sahip olma hakkı haline getirecek kadar ileri gittiler. Başka sözcüklerle, tüm haklarına sahip olmayan ulusların kendi kaderini tayin hakkı, egemen ulusun politik iktidara sahip olma ayrıcalığına dönüştürüldü ve bu arada ayrılıp ayrı devlet kurma
hakkı tasfiye edildi. II. Enternasyonalin ideolojik lideri Kautsky, kendi kaderini tayinin Springer ve Bauer tarafından bu emperyalist yorumlanışına esasta katıldı. Kendi kaderini tayin şiarının kendilerine bu denli makbul gelen özelliğini kavrayan emperyalistlerin, onu kendi sloganları ilan etmelerine şaşmamak gerekir. Halkları köleleştirmek hedefini güden emperyalist savaşın, kendi kaderini tayin bayrağı altında yürütüldüğü bilinmektedir. Böylece kendi kaderini tayin muğlak sloganı, ulusların kurtuluşunun, ulusların hak eşitliğinin bir aracından, uluslann boyunduruk altına alınmasının bir aracına, ulusların emperyalizme uşaklık altında tutulmasının bir aracına dönüştürüldü. Son yılarda tüm dünyada meydana gelen olaylar, Avrupa devriminin mantığı, son olarak, sömürgelerde kurtuluş hareketinin büyümesi, bu gericileşmiş sloganın atılıp, onun yerine, tüm haklarına sahip olmayan ulusların emekçilerinin, egemen uluslann proleterlerine karşı güvensizlik atmosferini dağıtmaya uygun, ulusların hak eşitliğine ve bu ulusların emekçilerinin birliğine giden yolu düzlemeye uygun başka bir sloganın, devrimci bir sloganın geçirilmesini talep ediyordu. Böyle bir slogan, komünistler tarafından koyulan ulusların ve sömürgelerin aynlıp ayn devlet kurma hakkı sloganıdır.
Bu sloganın üstünlükleri şunlardır:
1 — Bir ulusun emekçilerini, bir başka ulusun emekçileri hakkında herhangi bir fetih emeli beslemekle suçlamanın her türlü vesilesini yok eder, yani karşılıklı güven ve gönüllü birleşme için zemin hazırlar.
2 — Sahtekarca kendi kaderini tayinden söz eden, fakat tüm haklarına sahip olmayan halkları ve sömürgeleri boyunduruk altında tutmaya, kendi emperyalist devletinin çerçevesi içinde tutmaya çabalayan emperyalistlerin yüzündeki maskeyi düşürür ve böylece bu halkların ve sömürgelerin emperyalizme karşı kurtuluş mücadelesini güçlendirir.
Kanıtlamaya gerek yoktur ki, Rus işçileri iktidara geldikten sonra, eğer halkların ayrılıp ayrı devlet kurma hakkını ilan etmeselerdi, eğer halkların bu vazgeçilmez haklarını gerçekleştirmeye hazır olduklarını fiille kanıtlamasalardı, eğer —diyelim ki— Finlandiya üzerindeki “hak”larından vazgeçmeselerdi (1917), eğer Kuzey İran’dan birlikleri geri çekmeselerdi (1917), Moğolistan’ın, Çin’in bir bölümü üzerindeki “hak” iddialarından vazgeçmeselerdi vs. vsb., Batı’nın ve Doğu’nun diğer uluslarından yoldaşlarının sempatisini kazanamazlardı.
Aynı şekilde, emperyalistlerin kendi kaderini tayin bayrağıyla ustaca gizlenmiş siyaseti son zamanlarda, Doğu’da üst üste, başansızlığa uğruyorsa, bunun nedeninin de, başka şeylerin ya-nısıra, emperyalizmin buralarda gittikçe güçlenen ve halklann ayrılıp ayn devlet kurma hakkı sloganı ajitasyonu temelinde büyüyen kurtuluş hareketleriyle karşılaşması olduğuna kuşku yoktur. Baku “Eylem ve Propaganda Konseyi”nin [25] birkaç önemsiz falsosuna hararetle iftira atan II. ve II buçukuncu Entemasyonal’in kahramanlan bunu kavrayamıyor; oysa bunu, söz konusu “Konsey”in bir yıllık varlığı süresinceki faaliyetini, Asya ve Afrika sömürgelerinin son iki-üç yıllık kurtuluş hareketlerini inceleme uğraşına katlanan herkes kavrayabilir.
Üçüncü etken, ulusal ve sömürgesel sorunla, sermayenin egemenliği, kapitalizmin devrilmesi, proletarya diktatörlüğü sorunu arasındaki organik bağın ortaya çıkarılmasıdır. II. Enternasyonal döneminde minimal bir kapsamla kısıtlanan ulusal sorun, tek başına ve kendi içinde bir sorun, yaklaşan proleter devrimi ile bağıntı dışında bir sorun olarak ele alınırdı. Ulusal sorunun proleter devrimden önce, kapitalizmin çerçevesi içinde bir dizi reformlar aracılığıyla “kendiliğinden” çözüleceği, proleter devrimin ulusal sorunun kökten çözümü olmaksızın gerçekleştirileceği ve, tersinden, ulusal sorunun sermayenin iktidarının yıkılması ve proleter devrimin zaferi olmaksızın, bu zaferden önce çözülebileceği zımnen varsayılıyordu. Olayları bu aslında emperyalistçe kavrayış tarzı, Springer ve Bauer’in ulusal sorun üzerine bilinen yazılarında, baştan sona kırmızı bir şerit gibi uzayıp gider. Ne var ki son on yıl, ulusal sorunu böyle kavramanın ne denli yanlış, ne denli çürük olduğunu kanıtladı. Emperyalist savaş göstermiş ve son yılların devrimci pratiği bir kez daha doğrulamıştır ki:
1 — Ulusal ve sömürgesel sorun, sermayenin egemenliğinden kurtuluş sorunundan ayrılamaz;
2 — Emperyalizm (kapitalizmin en yüksek biçimi), tüm haklarına sahip olmayan ulusların ve sömürgelerin politik ve ekonomik köleleştirilmesi olmaksızın varolamaz;
3 — Sermayenin iktidarı yıkılmaksızın, tüm haklarına sahip olmayan uluslar ve sömürgeler kurtanlamazlar;
4 — Tüm haklarına sahip olmayan uluslar ve sömürgeler emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmaksızın, proletaryanın zaferi kalıcı olamaz.
Avrupa ve Amerika, sosyalizm ile emperyalizm arasındaki tayin edici mücadelelerin cephesi, sahnesi olarak tanımlanabilirse, hammaddeleri, yakıtları, besin maddeleri ve muazzam insan malzemesi mevcuduyla tüm haklarına sahip olmayan uluslar ve sömürgeler, emperyalizmin cephe gerisi, yedeği olarak tanımlanmak zorundadır. Savaşı kazanmak için sadece cephede zafer kazanmak yetmez, düşmanın cephe gerisini, yedeklerini de devrimcileştirmek zorunludur. Bu nedenle proleter dünya devriminin zaferi, ancak proletarya, kendi devrimci mücadelesini tüm haklarına sahip olmayan ulusların ve sömürgelerin emekçi kitlelerinin, emperyalistlerin iktidarına karşı, proletarya diktatörlüğü için kurtuluş hareketiyle birleştirmeyi bildiğinde güvence altına alınmış olarak görülebilir. Ulusal ve sömürgesel sorunu, Batı’da büyüyen proleter devrimleri döneminde iktidar sorunundan ayırdıklarında, II. ve II buçukuncu Enternasyonal politikacıları işte bu “küçük ayrıntı”yı dikkate almamışlardır.
Dördüncü etken, çeşitli milliyetlerin emekçi kitleleri arasında kardeşçe bir işbirliği kurmanın koşullarından biri olarak, ulusal sorunun içine yeni bir unsurun, milliyetlerin fiilen (ve yalnızca hukuken değil) eşit kılınması unsurunun getirilmesidir (ileri milliyetlerin kültürel ve ekonomik seviyesine ulaşabilmeleri için geri milliyetlere yardım, destek sunmak). II. Enternasyonal döneminde “ulusal hak eşitliği”nin ilanıyla sınırlı kalınırdı. En iyi halde de böyle bir hak eşitliğinin gerçekleştirilmesi talebinden öteye gidilmezdi. Ama, aslında çok önemli bir siyasi kazanım olan ulusal hak eşitliği, bu. haktan yararlanmak için yeterince kaynak ve olanak yoksa, boş bir seda olarak kalmak tehlikesiyle karşı karşıyadır. Hiç kuşku yok ki, geri halkların emekçi kitleleri, “ulusal hak eşitliği”nin kendilerine tanıdığı haklardan, ileri ulusların emekçi kitlelerinin yararlanabilecekleri oranda yararlanacak durumda değildirler: bazı ulusların geçmişten miras aldıkları, bir iki yılda ortadan kaldırılamayacak (kültürel ve ekonomik) gerilik, kendini hissettirir. Bu husus, kapitalizm aşamasından geçememiş, hatta kapitalizmin yoluna hiç girmemiş ve hiç ya da hemen hemen hiç kendi proletaryası olmayan bir dizi halkın varolduğu, bu milliyetlerin emekçi kitlelerinin, halihazırda gerçekleştirilmiş olan tam ulusal eşitliğe rağmen, kültürel ve ekonomik gerilikleri nedeniyle, kazandıkları haklardan yeterince yararlanacak durumda olmadığı Rusya’da da kendini hissettiriyor. Batı’da, proletaryanın zaferinin “ertesi gününde”, çeşitli gelişme aşamalarında bulunan çok sayıda geri sömürge ve yan-sömürgeler kaçınılmaz olarak sahneye çıktığında, bu durum kendini daha şiddetli bir şekilde hissetirecektir. Tam da bu yüzden, ileri ulusların muzaffer proletaryasının, geri ulusların proletaryasına kültürel ve ekonomik gelişmelerine yardımda bulunması, gerçek ve sürekli yardımda bulunması, daha yüksek bir gelişme aşamasına geçmeleri ve ileri uluslara yetişmeleri için, onlara yardım etmesi zorunludur. Bu yardım olmaksızın, çeşitli ulusların ve halkların emekçilerinin yekpare bir dünya ekonomisi içinde barış içinde birarada yaşamaları ve kardeşçe işbirliği yapmalarını sağlamak, sosyalizmin nihai zaferi için o denli zorunlu olan bu koşulu gerçekleştirmek olanaksızdır.
Ama buradan şu sonuç çıkar ki, sadece “ulusal hak eşitliği” ile sınırlı kalınamaz, “ulusal hak eşitliği”nden, ulusların fiilen eşit kılınması anlamına gelen önlemlere geçmek ve aşağıdaki gibi pratik önlemlerin hazırlanması ve uygulanmasına geçmek
zorunludur:
1 — Geri kalmış ulusların ve halkların ekonomik durumlarının, yaşam tarzlarının ve kültürlerinin araştırılması;
2 — Bu halkların kültürlerinin geliştirilmesi;
3 — Bu halkların siyasi olarak aydınlatılması;
4 — Tedricen ve acısız bir şekilde daha yüksek iktisat biçimlerine geçmeleri;
5 — Geri kalmış ulusların ve ileri ulusların emekçileri arasında bir ekonomik işbirliğinin kurulması.
Rus komünistlerinin ulusal sorunu ele alışlarının yeni biçimini karakterize eden dört temel etken bunlardır.
2 Mayıs 1921
“Pravda” No. 98, 8 Mayıs 1921.
J.V. STALİN
——————–
[24] II buçukuncu Enternasyonal —”Sosyalist Partilerin Uluslararası İşçi Birliği”—, 1921 Şubatı’nda Viyana’da yapılan kuruluş konferansında, devrimci işçi kitlelerinin baskısı altında zaman zaman II. Enternasyonalden tecrit olan merkez partileri ve grupları tarafından oluşturuldu. Sözde II. Enternasyonal’i eleştiren II buçukuncu Enternasyonal’in liderleri (F. Adler, O. Bauer, L. Martov ve diğerleri) gerçekte proletarya hareketinin en önemli sorunlarında oportünist bir siyaset izlediler ve işçi kitleleri üzerinde komünistlerin artan etkisine karşı koyabilmek için oluşturulan birlikten yararlanma çabasında oldular. 1923′de II buçukuncu Enternasyonal II. Enternasyonal ile yeniden birleşti. (s. 136)
[25] “Doğu Halkları Eylem ve Propaganda Konseyi”, 1920 Eylülünde Baku’da toplanan Doğu Halkları I. Kongresi’nde oluşturuldu. Konseyin amacı Doğu’da kurtuluş hareketlerini desteklemek ve birleştirmekti; varlığı yaklaşık bir yıl sürdü. (s. 139)
Kaynak: J.V.Stalin, Marksizm, Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, çev.: İsmail Yarkın, İnter yay., s. 136-142, 1996
ULUSAL SORUN VE LENİNİZM
MFŞKOV, KOVALÇUK VE ÖTEKİ YOLDAŞLARA YANIT
(8 MART 1929)
MEKTUPLARINIZI aldım. Aynı konuda bu ay içinde başka yoldaşlardan aldığım mektuplarda ileri sürülen görüşlere benzer bir tutumu benimsiyorsunuz. Ama ben, özellikle sizi yanıtlamaya karar verdim, çünkü siz, sorunu da sert olarak koyuyorsunuz ve böylelikle konunun aydınlanmasına yardım ediyorsunuz. Kuşkusuz, sözkonusu edilen sorunlara mektuplarınızda sunduğumuz çözüm yanlıştır; ama bu başka bir konu; buna daha aşağıda değineceğiz. Sorunu ele alalım:
I. ULUS KAVRAMI
Rus marksistlerinin uzun zamandan beri bir ulus teorileri vardır. Bu teoriye göre, ulus, tarihsel olarak oluşmuş, şu dört temel niteliğin birliği esası üzerinde doğmuş, kararlı bir insan topluluğudur: dil birliği, toprak birliği, iktisadi yaşam birliği ve ulusal kültürün özgül birliği içinde beliren ruhsal biçimlenme birliği. Bilindiği gibi, bu teori, partimizde, herkesçe kabul edilmiştir.
Mektuplarınızdan anlaşıldığına göre, siz bu teoriyi yetersiz bulmaktasınız. Ve bunun için ulusun dört niteliğine bir beşincisinin eklenmesini salık veriyorsunuz: Kendine özgü ayrı bir ulusal devletin varlığı. Bu beşinci nitelik olmadan ulusun olmadığını, olamayacağını düşünüyorsunuz. Bence ulus kavramı için önermekte olduğunuz bu yeni beşinci nitelik çok yanlıştır ve ne teorik bakımdan ne pratik ve politik bakımdan haklı gösterilemez.
Sizin şemanıza göre, ancak kendine özgü ve ötekilerden ayrı devleti olan ulusları, ulus olarak tanımak; ve bağımsız devlet niteliğinden yoksun bulunan bütün ezilen ulusları, uluslar listesinden silmek gerekir. Ve aynı zamanda ezilen ulusların ezen ulusa karşı savaşım, sömürge halklarının emperyalizme karşı savaşımını da “ulusal hareket” ya da “ulusal kurtuluş hareketi” kavramı dışında bırakmak gerekir.
Üstelik şemanıza göre şunu ileri sürmek mümkündür:
a) İrlandalıların ancak “özgür İrlanda Devleti” kurulduktan sonra ulus olduklarını ve o zamana kadar ulus sayılamayacaklarını;
b) Norveçlilerin, Norveç’in İsveç’ten ayrılmasından önce bir ulus olmadıklarını ve ancak ayrıldıktan sonra bir ulus sayılabileceklerini;
c) Ukraynalıların, Ukrayna, çarlık Rusyasının bir parçası iken bir ulus oluşturmadıklarını ve ancak “Çentralnaya Rada” düzeni altında Ataman Skoropatski’nin yönetiminde Sovyetler Rusyasından ayrıldıktan sonra bir ulus olabildiklerini, ama Sovyet Ukrayna’nın, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği içinde öteki sovyet cumhuriyetleriyle birleştiği zaman onların bir ulus olmaktan çıktıklarını.
Bu örneklerden daha niceleri belirtilebilir.
Kuşkusuz ki, bu kadar saçma sonuçlara varan bir şemayı bilimsel bir şema saymayız.
Uygulamada, siyasal bakımdan sizin şemanız, kaçınılmaz olarak, insanı, ulusların ezilmesinin haklı gösterilmesine, emperyalist baskının haklı gösterilmesine götürür. Emperyalistler de ezilen ulusları, haklarına sahip olmayan ulusları, ayrı bir devletleri bulunmayan ulusları gerçek ulus saymıyorlar. Ve bu durumun, onlara, bu ulusları ezme ve sömürme hakkını verdiğini öne sürüyorlar.
Şemanızın, bizim sovyet cumhuriyetlerindeki burjuva milliyetçileri, sovyet uluslarının kendi ulusal sovyet cumhuriyetlerini, sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği içinde birleştirdikten sonra ulus olmaktan çıktıklarını iddia edenleri haklı gösterge sonucu vermesi konusu üzerinde durmayacağım.
Ulus konusunda, Rus marksistlerinin teorisine “ekler” katmak, bu teoriyi “doğrultmak” çabası üzerine söyleyeceklerim bu kadar.
Şimdi yapacak bir şey kalıyor: Rus marksizminin ulus teorisinin tek doğru teori olduğunu tanımak.
II. ULUSLARIN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ
Önemli yanılgılarınızdan biri, bugün varolan ulusların hepsini aynı çuvala koymanız ve aralarındaki ilke farkını görmemenizdir.
Bu dünyada çeşitli uluslar var. Kapitalizmin yükselme çağında burjuvazi, feodal düzeni ve feodal parçalanmayı yıkarak, ulusu bir bütün içinde kaynaştırdığı zaman gelişmiş olan uluslar var. Bunlar “modern” denen uluslardır.
Siz kapitalizmden önce de ulusların doğmuş olduğunu ve varlıklarını sürdürdüklerini iddia ediyorsunuz. Ama kapitalizmden önce, feodal düzen zamanında, ülkelerin bağımsız devletçiklere bölünmüş olduğu bir zamanda, bu devletçikler arasında ulusal bağların bulunmadığı ve üstelik böyle bağların gereğinin ısrarla yadsındığı bir zamanda uluslar nasıl varolabilirler? Sizin iddianızın tersine kapitalizm-öncesi dönemde, henüz ulusal pazarlar bulunmadığı için, iktisadi ve kültürel merkezler olmadığı için ve belli bir ulusun ulusal bakımdan parçalanmasına karşı etki yapan etkenler olmadığı için ve bu etkenler o zamana kadar parçalanmış halde tutulan bu halkın tek bir ulusal bütün içinde birleşmesini sağlayamadığı için uluslar yoktu ve olamazdı.
Kuşkusuz, ulusun öğeleri—dil, toprak, kültür birliği vb...—gökten düşmemişlerdir. Ve dahası, kapitalizm-öncesi dönemde yavaş yavaş oluşmuşlardır. Ama bu öğeler o zaman henüz embriyon halinde idiler. Ve en elverişli durumda, uygun belirli koşulları varlığıyla gelecekte oluşacak olan ulusun ancak potansiyel etkenleri sayılabilirler. Bu potansiyel, ancak ulusal pazarlarıyla, iktisadi ve kültürel merkezleriyle yükselen kapitalizm döneminde gerçeğe dönüşebilmiştir.
Bu bakımdan, Lenin’in “Halkın Dostları” Kimlerdir ve Sosyal-Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar? adlı broşüründe yazdığı, ulusların doğuşu sorunu ile ilgili, dikkate değer tümceleri buraya almak yerinde olur. Ulusal bağların ve ulusal birliğin doğuşunu, klan bağlarının gelişmesiyle açıklayan “narodnik” Mihaylovski ile polemiğe girişen Lenin şöyle yazıyor:
“Ve böylece, ulusal bağlar klan bağların bir devamı ve genellemesi oluyor! Anlaşılan Bay Mihaylovski, toplum tarihine ilişkin fikirlerini okul çocuklarına öğretilen masallardan almaktadır. Toplumun tarihi—bu harcıalem fikirlere göre— şöyledir: önce, aile, o her toplumun hücresi olan aile vardı, sonra,—öyle deniyor—aile, bir aşiret haline geldi, ve aşiret de bir devlet. Eğer Bay Mihaylovski, ciddi bir havayla bu çocukça saçmalan yineliyorsa, bu—her şey bir yana—yalnızca onun Rus tarihinin bile gidişi hakkında en ufak bir fikre sahip olmadığını gösterir. Eski Rus klan yaşamından sözedilebilirse de, hiç kuşku yok ki, ortaçağlarda, Moskov çarları döneminde, bu klan bağları artık yoktu, yani devlet, hiç de klana bağlı olmayan yerel birliklere dayanıyordu: toprakbeyleri ve manastırlar çeşitli yerlerden köyler edindiler, böyle oluşan topluluklar salt bölgesel birliklerdi. Ama o zamanlar deyimin gerçek anlamıyla, ulusal bağlardan güçlükle sözedilebilirdi: devlet, eski özerkliğin güçlü izlerini, yönetim özelliklerini, bazan kendi birliklerini (yerel boyarlar, savaşa, kendi bölüklerinin başında gidiyorlardı), kendi gümrük sınırlarını vb. koruyan ayrı “topraklara”, hatta bazan prensliklere bölünmüştü. Yalnızca Rusya tarihinin modern dönemi (yaklaşık olarak 17. yüzyıldan bu yana), böyle bölgelerin, torakların ve prensliklerin bir bütün haline gerçekten kaynaşmasıyla nitelendirilebilir. Pek saygıdeğer Bay Mihaylovski, bu kaynaşma, ne klan bağlarıyla, ne de hatta onların devamı ve genelleşmesi ile sağlanmıştır: bölgeler arasındaki artan değişim, metaların adım adım büyüyen dolaşımı ve küçük yerel pazarların bir tek tüm Rusya pazarı halinde toplanması ile sağlanmıştır. Bu sürecin önderleri ve efendileri tüccar kapitalistler olduğundan, bu ulusal bağların yaratılması, burjuva bağların yaratılmasından başka bir şey değildir.”*
“Modern” denen ulusların doğuşu için söylenenler bunlardır. Burjuvazi ve onun milliyetçi partileri, bu dönemde, bu gibi ulusların esas yönetici gücü idi ve şimdi de öyledir. “Ulusal birlik” adına ulusun içinde sınıflararası barış, yabancı ulusların topraklarını fethetme yoluyla kendi ulusunun toprağını genişletme, başka uluslara karşı güvensizlik ve düşmanlık, ulusal azınlıkların ezilmesi, emperyalizm ile ortak cephe, —işte ulusların toplumsal, siyasal, ideolojik dağarcığının içeriği bunlardı.
Böyle ulusları, burjuva uluslar olarak nitelendirmek yerinde olur. Örneğin: Fransız ulusu, İngiliz ulusu, İtalyan ya da Kuzey-Amerikan ulusları bunlardandır. Sovyet rejiminin ülkemizde kurulmasından önce Rus ulusu, Ukrayna, Tatar, Ermeni, Gürcü ve Rusya’daki öteki uluslar da böyle burjuva uluslardı.
Bu duruma göre bu tür ulusların kaderi kapitalizme bağlıdır. Ve kapitalizm yıkılınca, bu uluslar da sahneyi terketmek zorundadırlar.
Stalin’in Marksizm ve Ulusal Sorun başlıklı broşüründe “Ulus yalnızca bir tarihsel kategori değil ama belirli bir çağın, yükselen kapitalizm çağının tarihsel bir kategorisidir.” ya da “Özünde burjuva bir nitelik taşıyan ulusal hareketin yazgısı, doğal olarak burjuvazinin yazgısına bağlıdır.”, ve “ulusal hareketin kesin çöküşü ancak burjuvazinin çöküşüyle mümkündür.”, ve “Tam bir barış ancak sosyalizmin egemenliği altında kurulabilir.”* dendiğinde, gözönünde tutulan işte bu tipteki burjuva uluslardır.
Burjuva uluslar konusunda söyleyeceklerimiz bunlardır.
Ama bu dünyada başka uluslar da vardır. Bunlar yeni uluslardır. Rusya’da kapitalizmin devrilmesinden sonra burjuvazinin ve onun milliyetçi partilerinin tasfiyesinden sonra, sovyet rejiminin kurulmasından sonra, eski burjuva uluslarının temeli üzerinde oluşan ve gelişen sovyet ulusu.
Bu yeni ulusları kaynaştıran ve onları yöneten, işçi sınıfı ve onun enternasyonalist partisidir. Sosyalizmin başarıyla kurulabilmesi amacıyla kapitalizm kalıntılarının tasfiyesi için ulus içinde işçi sınıfıyla köy emekçilerinin birliği, ulusların ve ulusal azınlıkların hak eşitliği ve serbestçe gelişmesi amacıyla ulusal baskı kalıntılarının ortadan kaldırılması, halklar arasında dostluk ve enternasyonalizm anlayışını kurmak amacıyla milliyetçilik kalıntılarının ortadan kaldırılması, fetih siyasetine ve fetih savaşlarına karşı savaşımda, emperyalizme karşı savaşımda ezilen ya da tüm haklarına sahip olmayan tüm uluslarla ortak cephe—bu ulusların manevi ve toplumsal-siyasal çehreleri işte böyledir.
Bu tipte ulusları sosyalist uluslar olarak nitelendirmek yerinde olur.
Bu yeni uluslar, eski burjuva uluslar temeli üzerinde, kapitalizmin tasfiyesi ve sosyalizm ruhunda kendilerinin kökten biçim değiştirmeleri sonucunda doğdular ve geliştiler. Sovyetler Birliği’nin bugünkü sosyalist uluslarının—Rus, Ukrayna, Beyaz-Rus, Tatar, Başkır, Özbek, Kazak, Azerbaycan, Gürcü, Ermeni uluslarının—ve öteki ulusların eski Rusya’daki karşılıkları olan burjuva uluslarının sınıf içeriği bakımından ve manevi çehresi bakımından, toplumsal-siyasal çıkarları ve eğilimleri bakımından kökten değişik olduklarını kimse yadsıyamaz. İşte tarihin tanımış olduğu iki tip ulus bunlardır.
Eski ulusların, burjuva ulusların yazgısının, kapitalizmin, yazgısına bağlanmasını kabul etmiyorsunuz. Kapitalizmin tasfiyesiyle eski ulusların, burjuva ulusların da tasfiye edileceği tezini kabul etmiyorsunuz. Ama bu ulusların yazgısını, kapitalizmin yazgısına değil de neye bağlayabiliriz? Kapitalizmin: yokolmasıyla, onun ortaya çıkardığı burjuva ulusların da ortadan kalkacağını anlamak güç bir şey midir? Eski ulusların, burjuva ulusların, sovyet rejimi altında, yaşamlarını sürdürebileceklerini mi düşünüyorsunuz? Bir bu eksikti...
Kapitalizm düzeni içinde varolan ulusların tasfiyesinin, genel olarak ulusların tasfiyesi anlamında, her tipten ulusun tasfiyesi anlamında alınacağından korkuyorsunuz. Niçin ve neye dayanarak? Burjuva uluslardan ayrı başka ulusların da, burjuva uluslardan çok daha birbirine kaynaşmış ve hayatiyet dolu uluslar olduğunu bilmez misiniz?
Yanılgınız, burjuva uluslarından başka ulus görememenizde ve bunun sonucu olarak Sovyetler Birliği’nde eski ulusların, burjuva ulusların enkazı üzerinden doğan sosyalist ulusları yaratmak dönemini gözden kaçırmanızdadır.
Sorun, burjuva ulusların tasfiyesinin, genel olarak, ulusların tasfiyesi anlamını taşımadığı ve ancak burjuva ulusun tasfiyesinin sözkonusu olduğudur. Eski ulusların, yani burjuva ulusların enkazları üzerinde, herhangi bir burjuva ulustan çok daha iyi kaynaşmış olan yeni uluslar, sosyalist uluslar doğarlar. Yeni uluslar çok daha iyi kaynaşmışlardır, çünkü bunların bağrında burjuva ulusları bölen uzlaşmaz sınıf çelişkileri yoktur. Ve bu uluslar, herhangi bir burjuva ulustan çok daha evrensel halkçı bir nitelik taşırlar.
III. ULUSLARIN VE ULUSAL DİLLERİN GELECEĞİ
Sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferiyle, sosyalizmin bir ülkede zaferi arasında bir eşit işareti koymakla ve sosyalizmin dünya ölçüsünde değil tek bir ülkede zaferi sağlamasıyla, ulusal farkların ve ulusal dillerin ortadan kalkmasının, ulusların birleşerek tek bir ortak dilin oluşmasının mümkün ve gerekli olduğunu öne sürerek ciddi bir yanılgıya düşüyorsunuz. Burada tamamen ayrı olan şeyleri birbirine karıştırıyorsunuz: “ulusal baskının ortadan kaldırılmasını”, “ulusal farkların tasfiyesiyle”, “ulusal devlet çitlerinin ortadan kaldırılmasını”, “ulusun yokoluşuyla”, “ulusların kaynaşmasıyla”.
Böyle birbirinden ayrı kavramların eşanlamda kullanılması, marksistlerce kabul edilemez. Bizde, bizim ülkemizde, ulusal baskı çoktan yokedilmiştir, ama bu hiç bir zaman, ulusal farkların yokolduğu, ülkemizin uluslarının tasfiye edildiği anlamına gelmez. Bizim ülkemizde ulusal devlet çitleri, sınır muhafızlarıyla, gümrükleriyle çoktan ortadan kaldırılmıştır, ama bu hiç bir zaman ulusların birbiriyle kaynaştığı ve ulusal dillerin ( yokolduğu, bu dillerin yerini bütün ulusların ortak bir dilinin aldığı anlamına gelmemektedir.
Doğu Halkları Üniversitesinde verdiğim söylev (1925) sizi tatmin etmemiş. Bu söylevde, sosyalizmin tek bir ülkede zaferinden sonra, örneğin bizim ülkemizde ulusal dillerin sönüp yokolacağı, ulusların birbiriyle kaynaşacağı ve ulusal dillerin yerini tek bir ortak dilin alacağı tezini çürütüyorum. Sözlerimin, Lenin’in, sosyalizmin amacının yalnızca, insanlığın küçük devletlere bölünmesini ve uluslar arasında her türlü ayrıma son vermek değil, yalnızca, ulusları birbirine yaklaştırmak değil, onları kaynaştırmak olduğu yolundaki ünlü teziyle çeliştiğini düşünüyorsunuz.
Ve sonra bu sözlerimin, Lenin’in bir başka teziyle, sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferiyle ulusal farkların ve ulusal dillerin sönüp yokolmaya başlayacağı, böyle zaferden sonra ulusal dillerin yerini ortak bir dilin almaya başlayacağı yolundaki teziyle de çeliştiğini düşünüyorsunuz.
Bu tamamen yanlıştır yoldaşlar. Bu derin bir yanılgıdır.
Yukarda, bir marksistin, sosyalizmin tek bir ülkede zaferi ile sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferi gibi iki ayrı olayı bir çuvala koymaması gerektiğini belirttim. Unutmamak gerekir ki,
bu birbirinden tamamen ayrı olan iki olay birbirinden tamamen ayrı olan iki aşamayı ifade eder; yalnız zaman bakımından ayrı değil (ki bu da çok önemlidir), öz bakımından da ayrıdır. Ulusal güvensizlik, ulusal tecrit, ulusal düşmanlık, ulusal çatışmalar, hiç kuşku yok ki, bilmem hangi “doğuştan gelme” ulusal saldırma duygusundan ileri gelmemektedir; emperyalizmin yabancı ulusları köleleştirme eğiliminden, ulusal köleleştirme tehdidi karşısında bu ulusların duydukları korkudan ileri gelmektedir. Kuşkusuz, dünya emperyalizmi varlığını sürdürdükçe bu eğilim ve bu korku da kalacaktır. Ve bunun sonucu olarak ülkelerin büyük çoğunluğunda ulusal güvensizlik, ulusal tecrit, ulusal düşmanlık ve ulusal çatışmalar sürüp gidecektir. Tek bir ülkede sosyalizmin zaferinin ve emparya1izmin tasfiyesinin, ülkelerin çoğunluğunda emperyalizmin ve ulusal baskının tasfiyesi anlamına geldiği söylenebilir mi? Besbelli ki söylenemez. Bundan çıkan sonuç şudur ki, sosyalizmin tek bir ülkede zaferi, dünya emperyalizmini ciddi olarak zayıflatmakla birlikte, ulusların ve dünyanın ulusal dillerinin bir ortak bütün içinde kaynaşması için gerekli koşulları yaratmaz ve yaratamaz.
Sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferi dönemi, sosyalizmin tek bir ülkede zaferi döneminden, her şeyden önce emperyalizmi bütün ülkelerde tasfiye etmesi, yabancı ulusları köleleştirmek eğilimini olduğu gibi, ulusal köleleşme tehdidi karşısında duyulan korkuyu da ortadan kaldırması bakımından, ulusal güvensizliğin, ulusal düşmanlığın köklerini kazıması, ulusları tek bir dünya sosyalist iktisadi sistemi içinde birleştirerek böylelikle bütün ulusların bir bütün içinde derece derece birleşebilmeleri için gerekli gerçek koşulları yaratması bakımından birbirinden ayırdedilmelidir.
İki dönem arasındaki temel fark budur.
Bundan çıkan sonuç şudur ki, birbirinden ayrı bu iki dönemi birbirine karıştırmak ve bu ikisini aynı çuvala koymak bağışlanmaz bir yanılgıya düşmek olur. Doğu Halkları Üniversitesindeki söylevimi ele alalım. Bunda şöyle denmektedir:
“Sosyalizm döneminde bütün öteki diller yokolacağına göre, tüm insanlık için ortak tek bir dilin yaratılmasından sözediliyor (örneğin, Kautsky). Ben bu evrensel nitelikteki tek bir dil teorisine pek inanmıyorum. Herhalde, deneyim, böyle bir yana teoriden yana değil, ama ona karşı konuşuyor. Şimdiye kadar işler, sosyalist devrimin, dillerin sayısını azaltması değil, ama artırması biçiminde oldu; çünkü insanlığın en derin katmanlarını sarsan ve onları siyasal alana çeken sosyalist devrim, eskiden tanınmayan ya da az tanınan bir dizi yeni milliyeti yeni bir yaşama uyandırır. Eski çarlık Rusyasının, içinde en az 50 milliyet ve etnik topluluk barındırdığına kim inanabilirdi? Oysa,
eski zincirleri kıran ve bir dizi unutulmuş halk ve topluluğu ileriye süren Ekim Devrimi, onlara yeni bir yaşam ve yeni bir gelişme kazandırdı.”*
Yukarıya aldığım parçadan ilk olarak anlaşılacak şey, Kautsky tipinden kimselere karşı dikildiğimdir. Kautsky her zaman ulusal sorunun cahili olmuştur, ulusların gelişmesi mekanizmasını anlamayan, ulusların kararlılığını sağlayan devsel güç hakkında fikri olmayan birisi, sosyalizmin zaferinden çok önce, daha burjuva demokratik rejimler sırasında ulusların birbiriyle kaynaşabileceğini sanan bir adam körü körüne Çeklerin ulus olarak, hemen hemen Almanlaştırıldığını, bir gelecekleri olmadığını iddia eden ve Almanların Bohemya’daki Almanlaştırma “çalışmalarını” övmek küçüklüğüne düşen bir adam olmuştur ve öyle de kalmıştır.
Konuşmamdan aldığım yukardaki parçadan çıkan bir sonuç da, benim gözönünde bulundurduğum şeyin sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferi değil, yalnız sosyalizmin tek bir ülkede zaferi olduğudur. Bu bakımdan tek bir ülkede sosyalizmin zaferi döneminin, ulusların ve ulusal dillerin kaynaşması için gerekli koşulları sağlamadığını, tam tersine bu dönemin eskiden çarlık emperyalizmi tarafından ezilen ve bugün sovyet devrimi tarafından ulusal baskıdan kurtarılan ulusların dirilişi ve gelişmesi için elverişli bir durum yarattığını öne sürdüm (ve öne sürmekteyim).
Ve ensonu, söylevin bu bölümünden çıkan sonuç şudur ki, iki ayrı tarihsel dönem arasındaki pek büyük farkı gözden kaçırmışsınız ve bu yüzden de, Stalin’in söylevinin anlamını kavramamışsınız ve sonunda da kendi yanılgılarınızın çıkmazında kaybolup gitmişsiniz.
Lenin’in, sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferinden sonra ulusların sönüp yokolmaları ve birbirleriyle kaynaşmaları tezlerine geçelim.
İşte 1916’da yayınlanmış olan ve bilmem neden, mektuplarınızda tam olarak belirtilmeyen Lenin’in “Sosyalist Devrim ve Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı” başlıklı yazısından çıkardığımız bu tezlerden biri:
“Sosyalizmin amacı yalnızca insanlığın küçücük devletlere bölünmesine ve ulusların herhangi bir şekilde tecrit edilmesine son vermek değildir. Amaç yalnızca ulusları birbirine yaklaştırmak değildir, onları bütünleştirmektir. ... Nasıl ki, insanlık, sınıfların ortadan kalktığı döneme ancak ezilen sınıfın diktatörlüğünün sürdüğü bir geçiş dönemini aşarak ulaşabilirse, ulusların kaçınılmaz olan bütünleşmesine de ancak bütün ezilen ulusların kurtulduğu, yani ezen ulustan ayrılma özgürlüğüne kavuştuğu bir geçiş dönemini aşarak varabilir.”*
Ve İşte Lenin’in öteki tezi ki, bu da sizin mektubunuzda tam olarak belirtilmemiştir:
“Halklar ve ülkeler arasında ulusal ve siyasal bakımından farklar olduğu sürece—ki bu farklar, dünya ölçüsünde proletarya diktatörlüğü kurulduktan sonra bile uzun, pek uzun zaman devam edecektir—, bütün ülkelerin işçi sınıfı hareketinin uluslararası taktik birliği, bu farklılıkların silinmesini değil, ulusal ayrılıkların yokedilmesini değil (şu anda bu anlamsız bir hayaldir), tam tersine, komünizmin temel ilkelerini (sovyet iktidarı ve proletarya diktatörlüğünü) belli özelliklerinde doğru bir biçimde değiştirecek uygulamanın ulusal ve siyasal farklılıklarına, doğru bir biçimde uyarlanmasını ve uygulanmasını gerektirir.”**
Burada belirtmek gerekir ki, yukardaki parça Lenin’in 1920’de yayınlanan “Sol” Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı adlı broşüründen alınmadır; yani sosyalist devrimin tek bir ülkede zaferinden sonra, sosyalist devrimin bizim ülkemizdeki zaferinden sonra yayınlanan broşürden.
Aktarılan bu parçalardan çıkan sonuç şudur ki, ilkin Lenin, ulusal ayrılıkların yokolması ve ulusların kaynaşması sürecini, sosyalizmin tek bir ülkede zaferi döneminde değil, ancak onu izleyen dönemde, yani bir dünya sosyalist ekonomisinin temellerinin atılmış olacağı sosyalizmin bütün ülkelerde zaferi döneminde düşünmektedir.
Aktarılan bu parçalardan çıkan bir başka sonuç da, Lenin’in, ulusal farkların sosyalizmin tek bir ülkede zaferi döneminde ortadan kalkacağını düşünmeyi “saçma bir düş” olarak nitelendirmesidir.
Aktarılan bu parçalardan şu anlam da çıkmaktadır ki, Stalin, Doğu Halkları Üniversitesindeki söylevinde, ulusal farkların ve ulusal dillerin, sosyalizmin tek bir ülkede, bizim ülkemizde zaferi döneminde ortadan kalkabileceğini yadsımakta tamamen haklıydı ve siz Stalin’inkine karşıt bir görüşü savunmakla tam bir yanılgı içindesiniz.
Ve ensonu bu aktarılan parçalardan çıkan sonuç şudur ki, sosyalizmin zaferinin tamamen ayrı olan iki dönemini birbirine karıştırmakla, siz, Lenin’i anlamamışsınız, ulusal sorunda Lenin’in çizgisini çarpıtmışsınız ve bunun sonucunda istemediğiniz halde Leninizm’e aykırı bir tutumu benimsemişsiniz.
Ulusal farkların kaldırılmasının ve ulusal dillerin yokolmasının, dünya emperyalizminin yenilgisinden hemen sonra, bir atılımda, örneğin tepeden alınma bir kararname ile mümkün olacağını düşünmek yanlış olur. Bundan büyük bir yanılgı olamaz. Yukardan bir kararname ile, zorbalık yoluyla ulusların kaynaşmasını sağlamaya kalkışmak, emperyalistlerin oyununa gelmek, ulusların kurtuluş davasına kötülük etmek, uluslar arasında kardeşçe işbirliğini örgütlendirme davasını toprağa gömmek olur. Böyle bir siyaset, çarlık yönetiminin Ruslaştırma siyaseti gibi bir şey olur.
Herhalde biliyorsunuz ki, bu türden bir ulusal özümleme siyasetine, halk düşmanı karşı-Devrimcilerin siyaseti olarak, felaket getiren bir siyaset olarak, Marksizm-Leninizm ideolojisinde yer yoktur.
Ayrıca ulusların ve ulusal dillerin olağanüstü bir kararlılıkla, devsel bir direnme gücüyle, özümleme siyasetine karşı koyduğunu da biliyorsunuzdur. Özümleme siyasetini en “sert biçimde uygulamaya kalkışan Türkler, yüzyıllar boyunca Balkan Uluslarını ortadan kaldırmak şöyle dursun, en sonunda gerçeği kabul etmek zorunda kalmışlardır. Türk özümleyicilerinin [...] sertliğinden geri kalmayan çarlık Rusyasının Ruslaştırıcıları, Prusya Almanyasının Almanlaştırıcıları, (...) yüzyıldan uzun bir süre Polonya ulusunu parçalamaya ve dağıtmaya çalıştılar: bu ulusları yokedemedikleri gibi, onlar da boyuneğmek zorunda kaldılar.
Dünya emperyalizminin yenilgisinden hemen sonra, ulusların evrimi bakımından olayların olası gelişmesini tam doğru olarak görebilmek için bütün bunları hesaba katmak gerekir.
Sosyalizmin bütün ülkelerde zaferi döneminin birinci evresinin, ulusların ve ulusal dillerin yokoluşunun başlangıcı tek bir dünya dilinin kuruluşunun başlangıcı olacağını sanmak yanlış olur. Tam tersine, ulusal baskı1ann kesin o1arak tasfiye edileceği bu birinci aşama, daha önce ezilmekte olan ulusların ve ulusal dillerin açılıp gelişmesi aşaması, uluslar arasında fark eşitliğinin uygulanması aşaması, karşılıklı ulusa1 güvensizliğin ortadan kaldırılması aşaması, uluslar arasındaki bağların kurulması ve sıklaştırılması aşaması o1acaktır. Ancak bu dönemin ikinci evresinde, kapitalist dünya ekonomisi yerine birleşmiş bir sosyalist dünya ekonomisi kuruldukça, ancak bu evrede ortak dil türünden bir şey yerleşmeye başlar; çünkü uluslar ancak o aşamada kendi ulusal dillerinin yanında, ilişkilerini kolaylaştırmak için iktisadi, siyasa1 ve kültürel işbirliğini kolaylaştırmak için uluslararası bir dilin gereğini duyacaklardır. Demek ki bu evrede, ulusal diller ile, ortak uluslararası dil, birbirine paralel olarak varlıklarını sürdürebileceklerdir. Başlangıçta tek bir ortak dili olan bütün uluslar için yalnız bir dünya iktisadi merkezinin yaratılmaması, ayrı ayrı uluslar grupları için birçok bölgesel iktisadi merkezler meydana getirilmesi ve bu merkezlerde her grubun kendi ortak dilinin konuşulması mümkündür. Bu merkezlerin tek bir dünya sosyalist ekonomi merkezi içinde birleşmeleri ve bütün ulusların ortak diliyle konuşmaları, daha sonra olacaktır.
Proletaryanın dünya diktatörlüğü döneminin ancak bu sonraki evresindedir ki, dünya sosyalist ekonomi sistemi yeteri kadar güçlenip sosyalizm, halkların kendi doğasına gireceği zamandır ki, ulusların deneyim ile ortak bir dilin ulusal diller üzerindeki üstünlüğünü anladıkları zamandır ki, ancak o zamandır ki, ulusal farklar, yerini herkesin konuştuğu ortak dünya diline terkederek sönüp yokolmaya başlayacaktır.
Bence ulusların geleceği tablosu, ulusların, gelecekte birbirleriyle kaynaşmaları yolunda gelişmeleri tablosu aşağı yukarı böyle bir tablodur.
IV. ULUSAL SORUNDA PARTİNİN SİYASETİ
Yanılgılarınızdan biri ulusal sorunu toplumun toplumsal-siyasal evriminin genel sorununun bir parçası olarak ve bu genel soruna bağımlı olarak ele almamanız, bunu kendi kendine yeten, yönelimi ve niteliği bir bütün olarak tarih boyunca değişmeyen bir şey gibi düşünmenizdir. Onun için siz, her marksistin gördüğü şeyi, ulusal sorunun her zaman aynı niteliği taşımadığını ve ulusal hareketin nitelik ve görevlerinin devrimin değişik gelişme dönemlerine göre değiştiğini göremiyorsunuz.
Ve böylece gelişmesinin ayrı ayrı evrelerinde devrimin nitelik ve görevlerindeki değişmelerin ulusal sorunun nitelik ve görevlerinde buna uygun değişiklikler meydana getirdiğini ve bunun sonucu olarak partinin ulusal sorundaki siyasetinin de değiştiğini ve devrimin belirli bir değişme dönemiyle bağlı olan partinin ulusal sorundaki siyasetinin bu dönemle bağını koparamayacağını ve keyfi olarak bir başka döneme geçemeyeceğini anlamadan, sizin devrimin türdeş olmayan gelişme dönemlerini bu kadar kolaylıkla aynı çuvala koyabilmenizin ve bu ikisini birbirine karıştırabilmenizin mantıksal açıklaması bundadır.
Rus marksistleri, ulusal sorunun, devrimin gelişmesi genel sorununun bir parçası olduğu ilkesini, devrimin değişik evrelerinde ulusal sorunun değişik görevler gerektirdiği ilkesini ve bu görevlerin her belirli tarihsel anda devrimin niteliğine uyması gerektiği ilkesini ve partinin ulusal sorunun değişik görevler gerektirdiği ilkesini ve bu görevlerin her belirli tarihsel anda devrimin niteliğine uyması gerektiği ilkesini ve partinin ulusal sorundaki siyasetinin bu unsurlara göre değiştiği ilkesini her zaman benimsemişlerdir. Birinci Dünya Savaşından önceki dönemde, tarih, o zamanın görevi olarak, Rusya’da, burjuva demokratik devrimi gündeme koyduğu zaman, Rus marksistleri ulusal sorunun çözümünü, Rusya’da demokratik devrimin yazgısına bağladılar. Partimiz, çarlığın devrilmesinin, feodal kalıntıların temizlenmesinin ve ülkenin tam demokratlaşmasının, kapitalizmin çerçevesi içinde ulusal sorunun, mümkün olan en iyi çözümü olduğu görüşünü benimsemişti.
Bu dönemde. partinin siyaseti bu oldu.
Lenin’in ulusal sorun üzerinde tanınmış yazıları ve özellikle “Ulusal Sorun Üzerine Eleştirici Notlar” başlıklı yazısı, bu dönemi ele almaktadır. Bu yazısında Lenin şöyle der:
“Ulusal sorunun biricik çözümünün, bu sorun kapitalist dünyada çözümlenebildiği kadar, tutarlı demokratizm olduğunu belirttim. Ve bu görüşümü tanıtlamak için İsviçre örneğini verdim.”*
Stalin’in Marksizm ve Ulusal Sorun başlıklı broşürü de bu döneme aittir. Bu broşürde bir yerde şöyle der:
“Ulusal hareketin kesin çöküşü, ancak burjuvazinin çöküşü ile mümkündür. Tam bir barış ancak sosyalizmin egemenliği altında kurulabilir. Ama ulusal savaşımı en aza indirmek, onun köklerine saldırmak, onu proletarya için iyice zararsız kılmak— bu, kapitalizm çerçevesinde de mümkündür. Yalnızca İsviçre ve Amerika örneği de olsa, buna tanıktır. Bunun için, ülkeyi demokratlaştırmak ve ulusların özgürce gelişmesini sağlamak gerekir.”*
Bunu izleyen dönemde, Birinci Dünya Savaşı döneminde, iki emperyalist ittifak arasındaki uzun savaş, dünya emperyalizminin gücünü baltaladığı zaman, dünya kapitalist sistemindeki bunalım en aşırı derecelere ulaştığı zaman, “metropollerin” işçi sınıflarının yanında, sömürgeler ve bağımlı ülkeler kurtuluş hareketine atıldığı ve ulusal sorun gelişerek uluslar ve sömürgeler sorunu haline geldiği zaman, ileri kapitalist ülkelerin işçi sınıfı ile ezilen sömürgeler ve bağımlı ülkeler halklarının tek cephesi gerçek bir güç niteliği kazandığı zaman, ve bunun sonucu olarak sosyalist devrim tarih gündemine girdiği zaman Rus marksistleri, bir önceki dönemin siyasetiyle yetinemezlerdi; ve uluslar ve sömürgeler sorununun yazgısını sosyalist devrimin yazgısına bağlama gereğini duydular.
Parti, sermaye iktidarının yıkılmasının, proletarya diktatörlüğünün kurulmasının, emperyalist orduların sömürge ve bağımlı ülkelerden kovulmasının ve bu ülkelere ulusal devletler olarak örgütlenme ve ayrılma hakkının tanınmasının, ulusal düşmanlıkların ve milliyetçiliğin tasfiyesiyle halklar arasında uluslararası bağların güçlendirilmesinin, birleşmiş bir sosyalist halk ekonomisinin örgütlenmesinin ve bu temel üzerinde halklar arasında kardeşçe işbirliğinin kurulmasının, yeni koşullar altında uluslar ve sömürgeler sorununun en iyi çözümü olabileceği görüşüne vardı.
Partinin bu dönemdeki siyaseti işte böyle idi.
Bu dönem henüz tam hız kazanma aşamasına gelmiş . değildir, çünkü henüz başlamıştır; ama hiç kuşku yok ki, bu dönemin de söyleyecek sözü olacaktır...
Bu, devrimin bu evredeki gelişmesinden ve şu andaki parti siyaseti sorunundan ayrı bir sorundur.
İlkin belirtmek gerekir ki, bizim ülkemiz, şu anda kapitalizmi devirebilecek durumda tek ülke olmuştur. Ve fiilen de kapitalizmi devirmiş, aynı zamanda da proletarya diktatörlüğünü örgütlendirmiştir.
Demek ki, sosyalist yönetimin dünya ölçüsünde kurulmasına, ve hele sosyalizmin bütün ülkelerde zaferine henüz daha çok yolumuz var.
Şunu da belirtmek gerekir ki, eski demokratik geleneklerinden çoktan vazgeçmiş olan burjuvazinin iktidarına son verirken, yolumuzda “ülkenin tam demokratlaştırılması” sorununu da çözdük. Ulusal baskı sistemini ortadan kaldırdık ve ülkemizin ulusları arasında hak eşitliğini kurduk.
Bilindiği gibi bu önlemler, milliyetçiliğin ortadan kaldırılması, ulusal düşmanlıkların küllendirilmesi, halklar arasında güvenliğin kurulması için en etkili önlemler olmuştur.
Ve son olarak, şunu da belirtmek gerekir ki, ulusal baskıların kaldırılması, ülkemizin eskiden ezilmekte olan uluslarının ulusal kültürlerinin hızla gelişmesi, ülkemizin halkları arasında uluslararası bağların güçlenmesi ve bu halklar arasında sosyalizmi kurma davasını gerçekleştirmek için işbirliğinin kurulması sonucunu vermiştir.
Anımsatalım ki, yeniden yaşam bulan bu uluslar, burjuvazinin yönettiği burjuva uluslar, eski uluslar değillerdir, yeni uluslardır, eski ulusların enkazları üzerinde doğan ve emekçi yığınlarının enternasyonalist partisi tarafından yönetilen sosyalist uluslardır.
Bununla ilgili olarak parti, ülkemizin yeniden yaşam bulan bu uluslarının ayakları üzerine tüm gövdeleriyle dikilmeleri için kendilerine yardım etmek, ulusal kültürlerini canlandırmalarına ve geliştirmelerine, kendi ana dillerinde okullar, tiyatrolar ve öteki kültür kurumları şebekesinin yaratılmasına, parti aygıtını, sendikalar, kooperatifler, devlet ve ekonomi aygıtını ulusallaştırmaya, yani içerik bakımından ulusal kılmaya, parti ve Sovyetler için ulusal kadrolarını eğitmeye yardım etmeyi gerekli saymakta, ve sayısı çok olmasa da partinin bu siyasetini dizginlemeye kalkışacak olan unsurlarla savaşımı uygun görmektedir.
Bu demektir ki, parti ülkemizin ulusal kültürlerinin açılıp gelişmesini destekliyor ve destekleyecektir, yeni sosyalist uluslarımızın güçlenmesine yardımcı olacaktır, ve bu davayı her çeşit anti-Leninist unsurlara karşı savunacaktır.
Mektuplarınızdan anlaşıldığına göre, partinin bu siyasetini, siz doğru bulmuyorsunuz. Bu yeni buluşlar, sosyalist ulusları eski uluslarla, burjuva uluslarla birbirine karıştırmanızdan ve yeni Sovyet uluslarımızın ulusal kültürlerinin içerik bakımından sosyalist kültürler olduğunu anlamamanızdandır. Üstelik bu —kabalığımı hoşgörünüz—Leninizm sorunlarında ciddi olarak topalladığınızdan ve ulusal sorunda çok acemilikler ettiğinizden ötürüdür.
Hiç değilse şu ilksel soruna dikkat ediniz. Hepimiz ülkemizde bir kültür devriminin gereğinden sözediyoruz. Eğer bu sorun ile, boş lafı bırakıp, ciddi olarak ilgilenilecekse, bu yönde hiç değilse ilk adımı atmak gerekir: her şeyden önce milliyetini ayırdetmemek, ülkenin bütün yurttaşları için zorunlu ilköğrenimi sağlamak ve bunun ardından da zorunlu ortaöğrenimi sağlamak. Açıktır ki, bu yapılmadan ülkemizde hiç bir kültürel gelişme mümkün değildir, kültür devriminden asla sözedilemez. Üstelik bu yapılmadan bizde sanayi ve tarım ekonomisinin gerçek bir atılımı gerçekleşemez, ya da güvenilir bir ulusal savunma örgütlendirilemez..
Peki, ülkemizde alfabesizlerin yüzdesinin pek yüksek olduğunu ve ülkemizin bazı uluslarında okuma-yazına bilmeyenlerin oranının %80 ila %90’a çıktığı gözönünde tutulursa, bu, nasıl yapılacaktır?
Bunu başarmak için ülkeyi bir ulusal diller okulları şebekesiyle donatmak ve bu okullara yerel dilleri bilen öğretmenler sağlamak gerekir.
Bunun için de ulusallaştırma gerekir, yani yönetimin bütün aygıtlarını, partiden ve sendikalardan devlete ve ekonomiye kadar bütün aygıtlarını ulusal kılmak gerekir.
Bunu başarabilmek için basını, tiyatroyu, sinemayı ve öteki kültürel kurumları ulusal dilleriyle geliştirmek gerekir. Niçin yerel ulusal dilleriyle diye sorulabilir, çünkü, milyonlarca insanın, halk yığınlarının, kültürel, siyasal ve iktisadi gelişme görevinin üstesinden ancak kendi ulusal diliyle gelinebilir.
Bütün bu söylenenlerden sonra öyle sanıyorum ki, Leninistlerin, eğer Leninist olarak kalmak istiyorlarsa, ulusal sorunda izleyebilecekleri biricik doğru siyasetin şu anda ülkemizde uygulanan siyaset olduğunu anlamaları o kadar zor olmayacaktır.
Öyle değil mi?
Öyleyse sözümüzü burada bitirelim.
Öyle sanıyorum ki, bütün sorularınızı ve bütün kuşkularınızı yanıtlamış oldum.
Komünist selamlarla.
J.V. STALİN
Kaynak: J.V. Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol Yayınları, sayfa 286-304.
Elektronik kopyası:
Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek Londra Bürosu. Aralık 2006
* V.İ. Lenin, “Halkın Dostları” Kimlerdir ve Sosyal-Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?, Sol Yayınları, Ankara 1978, s. 32-33,—Ed.
* Bu yapıtın 20 ve 28. sayfalarına bakınız.—Ed.
* Bu yapıtın 257-258. sayfalarına bakınız.—Ed.
* V.İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 144-145.—Ed.
** V.İ. Lenin, “Sol”‘ Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı, Sol Yayınları, Ankara 1978, s. 105.—Ed.
* V.İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 39.—Ed.
* Bu kitabın 28. sayfasına bakınız.—Ed.
Ekim Devrimi ve Demokrasi
Dünyayı kana bulayıp egemenlik alanını genişletmek isteyenlerden kapitalizmi reformlarla insancıllaştırmaya çalışanlara, egemenliğini kanlı diktatörlüklerle sağlayanlardan Avrupa Birliği bürokratlarına kadar herkesin dilinde “demokrasi” sözcüğü. Herkes demokrasi hayranı, herkes demokrat!
ABD, Afganistan ve Irak’ı işgal ederken uluslararası terörizme karşı ‘savaşıyor’, bununla da yetinmeyip, medeniyetten yoksun kalmış ülkelere ‘demokrasi ve insan haklarını götürmeyi ihmal etmiyor. CHP, AKP’yi demokratik-laik cumhuriyetin altını oymakla suçlarken, kendisini, laiklik ve demokrasinin koruyucusu ilan ediyor. AKP ise, ‘halkın iradesi’ni temsil ettiğini söyleyerek, darbeci-faşist güçlere karşı demokrasi savaşçısı rolüne bürünüyor. 1960 darbesinden 28 Şubat müdahalesine, en son 27 Nisan Genelkurmay açıklamalarına kadar bütün askeri darbe ve müdahaleler, anarşi/şeriat edebiyatının yanında “demokratik, laik, sosyal hukuk düzenini” korumak adına yapılıyor.
Demokrasiyi savunmayan yok gibi. Herkes için birincil önemde olmasa da, demokrat olmak, en azından sorulduğunda belirtilmesi gereken niteliklerden birisi. Demokrasi, hem TBMM şahsında “halkın iradesinin hayat bulması”, hem de “muasır medeniyetler” denilen Avrupa seviyesine ulaşmak, daha doğrusu ona benzemek için gerekli bir düzen.
‘Demokrasi’ bu kadar güncelken, uluslararası burjuvazinin yörüngesinde dönen yazar-çizerler; şaşalı söylemlerden etkilen küçük burjuva aydınlar da kendilerince bir demokrasi tanımı yapıyorlar. Demokrasiyi sınıfsal içeriğinden ayrı ele alıp, hayali bir dünyada hayali bir ‘iyilik’ dağıtıcısı dizayn ediyorlar.
Kendisiyle beraber tüm ezilenleri kurtarma mücadelesi veren işçi sınıfı ve partisi için demokrasinin bilim-dışı kavranışına karşı mücadele de, öyleyse, yığınları kapitalizme bağlamak isteyen burjuvaziye karşı mücadelenin bir parçasıdır.
1917 Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin 90. yılındayız. Ekim Devrimi, insanlık tarihinde bir dönüm noktasıdır. Yeni bir çağın; proleter devrimler çağının başlangıcıdır. Savaşsız ve sömürüsüz bir dünyanın kurulabileceğinin; bunun için gerekli koşulların mevcut olduğunun yaşanarak kanıtlanmasıdır. İnsanlığın bin yıllardır özlemi duyduğu hümanizmanın, bilimsel temellerde hayat bulmasıdır.
Ekim Devrimi, proletarya ve dünyanın tüm ezilenlerine kurtuluş yolunu göstermeye devam ediyor. İşçi sınıfı ve emekçileri, Ekim Devrimi’nin gösterdiği yoldan, sosyalizmden uzaklaştırmayı amaçlayan burjuvazi, Ekim Devrimi’ni çarpıtmak, onun değerlerini karalamak için tüm propaganda araç ve olanaklarını kullanıyor. Buna rağmen eşitlik, özgürlük, adalet, paylaşım, dayanışma vb. değerler, emekçilerin belleklerinde ve günlük hayatlarında çeşitli biçimlerde yaşamaya devam ediyor.
Ekim Devrimi’ni demokrasiye karşı küçük bir azınlığın darbesi olarak göstermek; emekçilerin tarihini çarpıtarak geleceği kurma iradesini yok emek isteyen burjuvazi, Ekim Devrimi’ni anti-demokratik ilan etmekle kalmıyor; demokrasi kavramını, yığınları düzene bağlamanın bir aracı haline getirmek istiyor.
İşin paradoksal yanı, bunu, kendi demokrasisini bile inkar etmek zorunda kaldığı, sınıf mücadelesini sık sık anti-demokratik yöntemlerle yürüttüğü, faşist, kralcı, gerici diktatörlükleri destekleyip/beslediği bir dönemde yapıyor. Yığınların demokratik ihtiyacı, özlem ve yönelimleri, burjuvaziyi böyle çelişkili bir tutuma zorluyor.
BURJUVA DEMOKRASİSİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
Demokrasi; Yunanca ‘demos’ (halk) ve kratos (iktidar) sözcüklerinin birleşiminden oluşur. ‘Halk iktidarı’, ‘halk egemenliği’; azınlığın çoğunluğun kararlarına uyduğu devlet biçimi anlamında kullanılır. Ulus, ulus egemenliği, halk egemenliği, demokrasi kavramlarının tarih sahnesine çıkışı ve yerleşmesi bir anda olmamıştır. Antik Yunan ve Roma demokrasisini bir yana koyarsak, feodal mutlakıyetin bağrında gedikler açılması, hükümdarın yetkilerinin denetlenmesi ve giderek kısıtlanması ile olmuştur. Hükümdarın dışındaki kesimlerin ülke yönetiminde söz sahibi olması 13. yy’da başlar. İngiltere’de krallık ile yerel soylular arasında yapılan bir anlaşma niteliği taşıyan Magna Carta; soyluların kralın mutlak egemenliğinde gedik açması anlamına geliyordu. Kralın tanrısal egemenliği yeterli görülmemiş, eksiklikleri ve hatalarının, seçilmişler, en azından kralın dışındaki bir meclis tarafından denetlenmesi ve uyarılması amaçlanmıştır. İlahi güçlerden gelen egemenlik, yer yüzüne doğru inmeye başlamıştır.
Üretici güçlerin gelişmesi, ticaretin yaygınlaşması, kapalı üretim birimlerinin giderek dışa açılması, işbölümünün artmasıyla feodal toplumun bağrında yeni sınıflar gelişiyordu: Burjuvazi ve proletarya. Ticarette egemen olan, manifaktür sanayisinde pişen burjuvazi, yeni ticaret yolları ve sömürgeler sayesinde hızla büyüyordu. Feodal üretim tarzı ise, burjuvazinin önünde engel oluyordu. Feodal bölünmüşlük, ticareti engelleyen gümrük vergileri, farklı yasa ve statüler, lonca ayrıcalıkları, emekçilerin burjuvazi için çalışabilme ‘özgürlüğünü’ elinden alan serf sistemi kapitalist gelişmeyi yavaşlatıyordu.
Burjuvazi ekonomik alandaki gelişmesini, siyasal egemenliği ele geçirerek, en azından ona ortak olarak hızlandırmak ve kapitalist gelişmenin önünü açmak istiyordu. Feodal bölünmüşlüğe karşı ulusun birliği, kast sistemi ve hukuksal ayrıcalıklara karşı eşitlik, kişisel bağımlılığı içeren serfliğe karşı özgürlük hedefleniyordu. Burjuvazinin siyasal erke müdahale edebilmesi için, yalnızca küçük bir ayrıcalıklı kasta ait olan yönetme ayrıcalığının kaldırılması gerekiyordu. Soyluların tüm hukuksal ayrıcalıkları kaldırılmalı, tüm vatandaşlar hukuk önünde eşit olmalıydı. Ulusun yönetimi, bir kralın ve onun belirlediği soyluların işi olmaktan çıkmalı, ulusun kendi seçtiği temsilciler aracılığıyla kendini yönettiği bir sistem kurulmalıydı. Ulus egemenliğinin aracı, seçilmişlerden oluşan bir ‘temsilciler meclisi’ydi.
Hollanda (1609), İngiliz (1689) Devrim’leriyle işaretlerini veren ve özellikle Fransız Devrimi’yle (1789) başlayan ‘ulusal egemenlik’ ve ‘demokrasi çağı’; ekonomik olarak gelişen burjuvazinin siyasal yaşama müdahale çabasını ifade ediyordu. Fransız Devrimi, “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganı ile tüm halkın katıldığı, ancak esas olarak burjuvazinin siyasal ve ekonomik çıkarlarının hayata geçirildiği burjuva demokratik bir devrimdi.
Demokrasi ve ulusun (halkın) egemenliği mücadelesi, feodalizme karşı burjuvazinin iktidar mücadelesi olarak ortaya çıktı. Kapitalizmin serbest rekabetçi birinci evresinde, burjuvazi, ilerici bir rol oynuyordu. Feodaliteye karşı siyasal ve ekonomik programını, diğer halk kesimlerinin bazı talepleriyle birleştiriyordu. Zaten burjuvazinin programı, bir yönüyle, diğer halk kesimlerinin talepleriyle uyum içerisindeydi. Feodal ayrıcalıkların kaldırılması, hukuksal eşitlik, kişisel hak ve özgürlüklerin tanınması, burjuvazinin feodaliteye karşı mücadelesinin talepleri olmakla beraber, ezilen halk yığınlarının da talepleri ve mücadelesinin ürünüydü.
DEVLET VE DEMOKRASİ
Demokrasinin klasik tanımlanışı, ‘halkın egemenliği’, ‘halk iktidarı’ ve bu egemenliğin uygulanış biçimi olarak azınlığın çoğunluğun iradesine uymasıdır. Burjuva toplumda birçok kavram, burjuvazinin ideolojik bakış açısıyla tanımlanır. Yukarıdaki tanımlamayı, bu nedenle biraz irdelemek gerekir.
İktidar (veya egemenlik) kavramı; bir yanda ‘yöneten’i diğer yanda ‘yönetilen’i öngörür. İktidar olan, iktidar olunan üzerindeki egemenliğini, doğuştan gelen bir yeti veya doğaüstü güçlerle değil, maddi bir aygıtla sağlar. Bu aygıt, devlettir. Demokrasi, bir devlet biçimidir.
Devlet, bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde baskı, zor ve egemenlik aracıdır. Her devlet, egemen sınıf ve onun düzeninin koruyucusu/kollayıcısıdır. Köleci toplumda köle sahipleri sınıfının köleler, feodal toplumda feodal beylerin serfler, kapitalist toplumda burjuvazinin proletarya üzerindeki baskı ve egemenlik aracıdır. Engels, devletin tarih sahnesine çıkışını ele aldığı ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ yapıtında, devletin sınıfsal niteliğini şöyle açıklar:
“Devlet … bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, ekonomik bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir.”
Devlet, sınıfların varlığı, birbirleriyle mücadelesi temelinde ve bu mücadelenin ihtiyacı üzerinden varolduğuna göre, devletin özü, sınıfsal egemenlik aracı ve bir şiddet aleti olmasıdır. Kapitalizmde devlet, burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki egemenlik aracıdır. İster demokratik, ister faşist olsun, devletin burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki baskı ve egemenlik aygıtı olma özelliği değişmez.
Günümüzde ‘en demokratik’ devlet bile, kapitalist üretim ilişkileri temelinde yükselir; hukuki, eğitsel ve silahlı güçleriyle onu korur. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet en ‘temel hak’tır. Kapitalizmi kutsayan, mülkiyet ilişkilerini yasalaştıran hukuk, ‘en üstün’ ilkedir. Eğitim, burjuvazinin işgücü ihtiyacının karşılanması ve kapitalizmin ideolojik planda tek alternatif olarak kabullenilmesini amaçlamaktadır. Ordu, burjuva-kapitalist barbarlığın “iç ve dış güçlere karşı yılmaz savunucu”; uygulayıcısıdır.
Kısacası ‘en demokratik’ olanı dahil, burjuva devlet, burjuva diktatörlüğünün aygıtıdır. Devletin özü burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki diktatörlüğü iken, biçimi, demokratik, faşist veya dinci olabilir.
KİMİN İÇİN DEMOKRASİ
Burjuvazi ve onun kraldan çok kralcı ideologlarına göre demokrasi, tüm ulus, tüm halk için geçerli bir demokrasidir; sınıflar üstü bir olgudur. Kapitalist ülkelerde varolan demokrasi herkes için geçerli ‘evrensel’, ‘saf’ bir demokrasidir.
Kapitalizmin yalnızca burjuvazi için değil tüm halk için yararlı bir düzen olduğu yanılsamasını yaratmak isteyen burjuvazi demokrasinin de tüm halk için demokrasi olduğunu propaganda eder. Burjuva demokrasisi dokunulmazlık zırhına sahip olduğunda ve yığınlar buna ikna edildiğinde burjuva kapitalist düzen değiştirilemez bir düzen olarak ilan edilebilir.
Proletarya, hangi ülkede olursa olsun, burjuva demokrasisinin sınırlarını aşıp, kendi iktidarını kurup burjuva kapitalist mülkiyete saldırıya geçtiğinde, burjuvazi ve onun uşakları demokrasi çığlıklarına hız vermişlerdir. Kendi demokrasisinin yasalarına dahi uymayan burjuvazi, proletarya ve emekçilerin iktidarının “herkes için geçerli” olduğunu iddia ettikleri ‘saf demokrasi’ye uygun düşmediğini, yalnızca “sosyalistler için” demokrasi kurulmaya çalışıldığını iddia etmişlerdir. Sanki herkes için geçerli ‘saf demokrasi’ olabilirmiş gibi…
Rusya’da Ekim Devrimi gerçekleşip Sovyet iktidarı kurulduğunda, burjuvazinin karşı devrimci saldırılarının önüne geçmek için, proletarya diktatörlüğü, gerekli önlemleri almıştı. Burjuvaziye dilediğince sömürme özgürlüğü verilmediği gibi, silahlı yıkıcı faaliyetlere giriştiği için seçme/seçilme hakkı, basın, örgütlenme ve eylem özgürlüğü de verilmiyordu. İkinci Enternasyonal’in yozlaşmış ve emperyalist burjuvazinin sözcüleri durumuna gelmiş oportünistleri, Sovyet iktidarının ‘saf demokrasi’nin ‘yüce’ kurallarını bozduğunu, diktatörce yöntemlere başvurduğunu ve yanlış bir yöne saptığını söylüyorlardı. Emperyalist burjuvazinin Sovyet iktidarına yönelik kara propaganda ve askeri saldırılarının ‘sol’dan sözcülüğünü, ‘saf demokrasi’ adına üstlenmişlerdi.
Sovyet iktidarına karşı ‘saf demokrasi’nin savunucusu olarak savaşan İkinci Enternasyonal’in dönek önderlerinden Kautsky’nin burjuvazinin safına geçişini, Lenin şöyle anlatır:
“Scheidemann’lar ve Kautsky’ler, yığınları aldatmak ve güncel demokrasinin burjuva niteliğini onlardan gizlemek için ‘saf demokrasi’ ya da genel olarak ‘demokrasi’den söz ediyorlar. Burjuvazi tüm devlet iktidar aygıtını elinde tutmaya devam etsin, bir avuç sömürücü, eski, burjuva devlet makinesini kullanmaya devam etsin! Bu koşullar içinde yapılan seçimleri, burjuvazinin, ‘özgür’, ‘eşit’, ‘demokratik’, ‘genel’ olarak nitelemekten hoşlanacağı kendiliğinden anlaşılır; çünkü bu sözcükler gerçeği saklamaya, üretim araçları mülkiyeti ve siyasal iktidar sömürücülerin elinde olduğundan, sömürülenler için, yani nüfusun engin çoğunluğu için gerçek özgürlüğün, gerçek eşitliğin söz konusu edilemeyeceği olgusunu saklamaya yararlar. Güncel demokrasinin burjuva niteliğini halktan gizlemek, onu genel olarak demokrasi ya da ‘saf demokrasi’ olarak göstermek, burjuvazi için yararlı ve zorunludur ve bunu yineleyerek; Scheidemann’lar ve Kautsky’ler gerçekte proletaryanın görüşünden ayrılıyor ve burjuvazi saflarına geçiyorlar.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol Yayınları, Sf. 112)
Kapitalist ideolog ve yazarların amacı belli propagandalarını bir yana bırakıp, ‘iyi niyetli’ küçük burjuva sosyalistlerin ‘saf demokrasi’ hayranlıklarını dikkate alacak olursak, söylenmesi gereken, duruma göre ince bir reformizme, genelde ise kaba bir burjuva demokratlığına düşmüş olduklarıdır. Proletaryanın saflarından uzaklaşıp, küçük burjuvazinin kapitalizmin sınırlarını aşmayan ‘saf demokrasi’ hayallerine kapılmışlardır. ‘İyi niyet’ten bağımsız olarak, ‘saf demokrasi’, herkes için geçerli bir demokrasi yoktur, mümkün değildir.
Sınıflı toplumlarda, sınıf mücadelesinin varlığı koşullarında, herkes için, tüm sınıflar için demokrasiden, ‘saf demokrasi’den bahsetmek, yığınları aldatmak ve kapitalizme yeniden bağlamak amacı ve işlevini bir kenara koyarsak, ‘saf’çadır.
‘Saf demokrasi’ savunucularının yeni argümanlarından birisi ‘demokratik sosyalizm’dir. ‘Demokratik sosyalizm’ denilen ‘proje’ elbette Marksizm’e, proleter sosyalizmine ve ihtilalciliğe karşıdır; en azından eleştirel yaklaşmaktadır. Proleter sosyalizminin ihtilalci yöntemleri yerine daha ‘insancıl’, ‘demokratik’ geçişler önermektedir. Örnek olarak Almanya’da kurulan Sol Parti tartışmalarına katılan iktisatçı Prof. Dr. Klaus Steinitz’ın önerisi gösterilebilir:
“Sosyalizm (en azından gelişmiş sanayi ülkelerinde) zor kullanılan, devrimci bir değişim sonucunda değil, politik güç dengelerinde derinlemesine değişime dayanan, uzun ve barışçıl bir transformasyon süreci sonucunda kurulacaktır.” (http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=8367, “Uzun bir transformasyon süreci” Demokratik sosyalizmin ekonomik temelleri nasıl olabilir? –)
Steinitz uzun ve barışçıl transformasyon sürecinin sosyalist alternatifin tek şansı olduğunu ‘önemle’ ekliyor: “Sosyalist alternatifin, en azından Avrupa’da, sadece toplumsal koşulların uluslararası ve birçok ülkeyi içine alan demokratik bir süreç çerçevesinde değiştirilmesiyle bir şansı olacaktır.”
Steinitz’in ‘en azından gelişmiş sanayi ülkelerinde’ (özellikle Avrupa ülkeleri kastediliyor) barışçıl geçişten bahsedip, diğer ülkeleri dışarıda bırakmasının sebebi Avrupa’da yeterince geliştiğini düşündüğü demokrasiye olan ‘bağlılığıdır’. Öyle bir demokrasidir ki; sosyalist alternatif uzun ve barışçıl bir çaba sonucunda; demokratik sınırları aşmadan, devrimci yöntemlere başvurma gereği duymadan iktidara gelebilecektir. Neden olmasın? İşçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarını esas alan, en azından onları dikkate alan bir yönelime demokratik bir toplumda neden karşı çıkılsın? Demokrasi zaten farklı görüş ve düşüncelerin özgürce yarışması ve çoğunluğu kazananın iktidara gelmesi değil midir? Bir yanda işçi ve emekçiler, diğer yanda sermaye sahipleri barış içinde yarışırlar; çoğunluğu kazanan iktidara gelir; böylece sosyalist alternatifin ‘bir şansı’ olur. Steinitz’in mantığı tam da böyle işlemektedir.
Steinitz demokrasiyi ‘saf’ça överken, sosyalizme geçiş için onun sınırları aşılmaması gereken ‘tek şans’ olduğunu söylerken; bu şaşılası demokrasinin kapitalist üretim biçimi üzerinde yükseldiği, toplumun sınıflara bölünmüş olduğu, işçi sınıfı ve emekçilerin iktidar aygıtından uzaklaştırıldığı ve demokratik kazanımların emekçilerinin büyük ve zorlu mücadelelerinin sonucu olduğu gerçeğini es geçiyor. Demokrasinin burjuva iktidarının bir biçimi olduğunu anlamıyor. Herkes için, hatta sosyalizme yürüyen işçi sınıfı ve emekçiler için dahi demokrasinin sonuna kadar mevcut olacağına inanıyor.
Ya da inanmıyor; inandırmak istiyor. Ayrıca tartışılması gereken bir mesele.
İdeal biçimiyle örnek verilen günümüz Avrupa demokrasisi ve onun en ilerisi İngiliz demokrasisi dahi, burjuvazinin proletarya üzerindeki sömürüsü; üretilen artı-değere el koyulması, kapitalistler, rantçılar, büyük toprak sahiplerinin egemenliği, İngiliz emperyalizminin Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki sömürgeciliği, kurdurduğu faşist diktatörlükleri, Ortadoğu’daki kanlı işgalleri üzerinde yükselmektedir. Herkes için dağıtıldığı düşünülen ‘saf demokrasi’, sömürücü kapitalist toplumsal düzenin kanlı toprağından beslenmektedir.
Ancak şu kadarı açıktır; burjuva demokrasisini idealleştirip onu işçi sınıfı ve emekçilerin; ezilenlerin ve genel olarak insanlığın kurtuluş yolu olarak sunanlar, bırakalım toplumsal bilimlerin en temel, en basit ilkelerini, sonuçlarını; her emekçi tarafından sorgulandığında, önyargılardan biraz uzaklaşıp değerlendirildiğinde kolayca görülebilecek toplumsal yaşamın pratiği ile sürekli olarak mahkum edilmektedir. İşçi sınıfı ve ezilenlerin burjuva demokrasisi koşullarında nasıl bir sömürüye maruz kaldıkları, en temel insani değerlerin büyük bir çabayla yok edilmek istendiği, burjuva medyasının kara propagandasıyla emekçilerin zehirlendiği gün gibi ortadadır. Burjuvazi, ezilenlerin mücadelesi sonucu elde edilen demokratik hakları dahi kabul edememekte; her fırsatta ya kaldırmakta ya da içini boşaltıp işlevsiz hale getirmektedir. Birçok Avrupa ülkesinde güvenlik ve ‘teröre karşı mücadele’ bahanesiyle kazanılmış hakları ortadan kaldırıldığı veya gerçekleşmesi mümkün olmayan/yoruma açık şartlara bağlandığı görülmektedir. Burjuva demokrasisi her fırsatta burjuva yüzünü; işçi sınıfı ve emekçileri üzerindeki diktatörlüğünü göstermektedir.
İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi yükseldiğinde burjuvazinin, bütün demokratik hak ve özgürlükleri askıya aldığı, yakın zamanda savunageldiği demokrasiden kolayca vazgeçtiği, kanlı faşist diktatörlükler kurmaktan çekinmediği tarihsel deneyimlerle yaşanmış ve görülmüştür. Steinitz burjuva demokrasisinin üzerinde yükseldiği sömürü mekanizmasını gizleyip ezilenlere demokrasinin sınırlarını aşmamayı tembihlerken burjuvazinin kendi koyduğu yasaları dahi nasıl ayaklar altına aldığını, demokrasinin yalnızca burjuvazinin ihtiyaçlarını karşıladığı sürece anlamlı olduğunu gözardı ediyor.
Alman Sosyal Demokrat Partisinin, sosyalizmin geçici yenilgisi ve emekçilerin devrimci mücadelesinin görece gerilemesiyle sosyal devletçi politikalardan vazgeçip noe-liberal politikaları benimsemesi, iktidarı süresinde burjuva politikalarının kararlı yürütücüsü olması Alman küçük burjuvazisini yeni arayışlara itti. Sosyal Demokrat Partinin giderek kaybettiği tabana oynayan Demokratik Sosyalizm Partisinin (PDS) yönlendirdiği ve içinde bulunduğu bir ittifak partisi olan Sol Parti gündeme geldi. Yukarıda kendisinden alıntılar yaptığımız Steinitz’ın da içinde bulunduğu tartışma sürecinde demokrasi ve sosyalizm yeniden tanımlanırken; burjuva demokrasisi (veya adına sosyalizm denen bir burjuva demokrasisi) bir kurtuluş yolu olarak sunuldu.
Burjuvazinin sosyalizme karşı mücadelesinde başvurduğu veya uygulamak zorunda kaldığı sosyal devletçi politikalara; görece demokratik düzenlemelere gereken ihtiyaç günümüzde daha da azaldı. Sosyalizmin geçici yenilgisi ve işçi-emekçi hareketinin zayıflığı burjuvaziye kazanılmış hakları geri alma fırsatını verdi. Sosyal devletçi politikalar burjuvazi için önemi kaybetti; hatta onun neo-liberal politikalarıyla çelişen bir konuma geldi.
Sosyal demokrat partiler kendilerini var eden maddi koşulları kaybetti. Sosyal demokrat olmaktan çıktılar veya sosyal demokrat politikalar ihtiyaç olmaktan çıktı. Bu da onların, şu veya bu şekilde aldatıp yedekledikleri emekçi ve küçük burjuva yığınların desteğini kaybetmelerine yol açtı. CHP’nin 70’li yıllarda burjuva popülist, bir yönüyle sosyal demokrat niteliğini kaybetmesiyle; burjuva demokrasisi (tam olarak denk düşmese de sosyal demokrasi) alanındaki boşluğu doldurmayı amaçlayan girişimler oldu. Son olarak U. Uras’ın tartışmaya açtığı yeni bir ‘sol’ parti; ‘sol’ cephe bu kapsamda değerlendirilebilir. Sosyal demokratları, ‘sosyalistler’i (reformistleri), burjuva demokratları kapsayan bu ‘cephe’ tartışmasının konumuz açısından anlamı Avrupa’daki örneklerinde görüldüğü gibi demokrasiyi, sınıfsal içeriğinden koparan; burjuva demokrasisini idealize eden, onu (adını ‘sosyalizm’ koyanlar dahil) bir kurtuluş yolu olarak sunan liberal, burjuva sosyalistlerinin bir tartışması olmasındadır. Yanlış da olsa yeni bir teorik açılım sunmamıştır. Eski burjuva demokrasisi övgüsünü, ‘saf demokrasi’ hayallerini aşmamıştır.
Öyleyse ‘saf demokrasi’, burjuva propagandasından başka bir şey değildir. Burjuva demokrasisi, emekçilerin sömürüldüğü, ezilen ve yönetilen bir konuma sürüklendiği koşullarda, emekçiler için bir demokrasi olamaz. O, üretim araçlarına sahip olan, siyasal alanda egemen olan burjuvazi için demokrasidir. Burjuva demokrasisi; burjuvazi için sömürme, yönetme, savaşlara sürükleme, toplumun zenginliklerinin onda dokuzuna el koyma özgürlüğüdür. Burjuvazi için gerçekten demokrasi vardır.
Diğer yandan, burjuva demokrasisi, kapitalist düzenin korunması, ezilenlere –özellikle olağanüstü dönemlerde fiiliyatta hemen tümü geçersizleşen– bazı haklar tanınarak, sömürü, baskı ve egemenliğin devam etmesi, yani proletarya ve emekçiler için burjuva diktatörlüğünün sürüp gitmesi demektir.
Kapitalist/burjuva demokrasi, burjuvazi için demokrasi, proletarya ve emekçiler için diktatörlüktür.
Ekim Devrimi burjuvazinin ekonomik ve siyasal egemenliğini ortadan kaldırarak, demokrasinin burjuva özünü yok etmiş, sınıf niteliğini değiştirip olağanüstü genişleterek, proletarya ve emekçiler için gerçek anlamda demokrasinin inşasına girişip tarihte yeni bir sayfa açmıştır.
DEMOKRASİNİN ÖNEMİ
Kapitalizm koşullarında demokrasinin, burjuva diktatörlüğünün bir biçimi olduğu gerçeği, demokrasinin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Devletin burjuva diktatörlüğünün aygıtı olması, biçiminin faşizm ya da çeşitli türden siyasal gericilik türleri veya demokrasi olmasını anlamsız kılmaz.
Devletin biçimi, toplumun siyasal üst yapısı, önemsiz olmak bir yana, işçi sınıfının mücadelesi açısından küçümsenmez önemdedir.
Demokrasi, burjuva diktatörlüğünün bir biçimi olmakla beraber; elde edilen demokratik haklar, ezilen sınıfların; insanlığın yüzyıllardır süren mücadelesi ve kültürel birikiminin yarattığı kazanımlardandır. İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi olmadan demokrasi yaşam alanı bulamaz.
Burjuvazinin günümüzde demokrasiyi; doğru deyişle bazı demokratik hakları tanımasının nedeni, onun çağdaşlığı, insancıllığı veya demokratlığı değil, sınıf mücadelesinin burjuvaziyi tavizler vermek zorunda bırakmasıdır. Burjuvazinin ilerici barutunu tükettiği emperyalizm aşamasında, demokrasi, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin sonucudur, kazanımıdır; bu mücadele olmadan egemen burjuvazinin demokrasi bahşetmesi mümkün değildir. Dahası demokrasi; faşizme, siyasal gericiliğe, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı işçi sınıfı ve partisi için yığınların kazanılmasının olanaklarının arttığı, önündeki engellerin bir kısmının kalktığı bir siyasal düzendir. Demokrasi mücadelesi; işçi sınıfının kitleleri etrafında toparlamak ve sosyalizme yöneltmesi için önemli bir araçtır.
Demokrasinin emekçilerin mücadelesiyle ortaya çıkan bir kazanım olması ile burjuva diktatörlüğünün bir biçimi olması arasındaki çelişki, 20. yy tarihi boyunca kendini göstermiştir. İşçi sınıfı mücadelesinin yükseldiği ve burjuva egemenliğini tehdit ettiği dönemlerde burjuvazi tüm demokratik hak ve özgürlükleri rafa kaldırmaktan çekinmemiş; demokrasiye bağlılık yeminleri ettikten kısa bir süre sonra en kanlı diktatörlüklerin uygulayıcısı olmuştur. Gelişmiş ülkelerdeki faşizm deneyimleri, sömürge ülkelerde darbeler, faşist diktatörlüklerin işbaşına getirilmesi ve desteklenmesi burjuvazinin demokrasi söyleminin ne kadar ikiyüzlü olduğunun göstergesidir.
EKİM DEVRİMİ VE PROLETER DEMOKRASİ
Ekim Devrimi, Rusya’da burjuvazinin egemenliğini yıkıp işçi sınıfı ve emekçilerinin iktidarını kurarak, insanlık tarihinde daha önce görülmemiş bir dönem başlattı.
Rusya işçi sınıfı, halk düşmanı ekonomi politikalarına, emperyalist savaşa, büyük toprak sahiplerinin egemenliğine ve burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki sömürüsüne karşı mücadele ederek iktidarı ele geçirdi. Burjuvazinin iktidardan indirilmesiyle hızlı sanayileşme, emekçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi, toprak reformu ve barış politikaları hayata geçirildi; işçi sınıfının egemenliği sağlandı.
Ekim Devrimi’nin anlam ve önemi; yeni bir sosyo-ekonomik düzen kurmaya girişmesindedir. Kapitalist üretim ilişkileri ve bu ilişkilerden beslenen burjuva egemenliğini yıkıp, eski anlamıyla işçi sınıfı olmaktan çıkan bir sınıfın; proletaryanın egemenliğini gerçekleştirerek, üretim araçları üzerinde toplumsal mülkiyete dayanan üretim ilişkilerini inşaya koyulmasındadır.
Ekim Devrimi’yle kurulan sosyalist toplum; kapitalist demokrasinin aşılmasının zeminini oluşturmuştur. Kapitalist temelde yükselen demokrasi, sömürü, baskı ve burjuva egemenliğinin devamı/korunması anlamına gelirken, sömürünün, işsizliğin olmadığı sosyalist temelde yükselen bir demokrasi, eski toplumun ezilen çoğunluğunun demokrasisi olarak, emekçilerin egemenliği anlamına gelir. Burjuva diktatörlüğünün aldatmaya uygun bir dille ifade edilmesinden başka bir şey olmayan ‘saf demokrasi’ ile, emperyalist ideologların çarpıttığı ‘proletarya diktatörlüğü’nün ayrım noktası budur.
“Diktatörlüğe karşı demokrasiyi savunmak” adına ‘proletarya diktatörlüğü’ yerine ‘saf demokrasiyi’ öneren küçük burjuva reformistler, daha insancıl, “özgürlükçü”, eşitlikçi ve sanki demokratik olmayanı olanaklıymış gibi, “demokratik bir sosyalizm” kurgulayıp önermekte birbirleriyle yarışıyorlar. Oysa genel bir ‘saf demokrasi’ yoktur, burjuvazinin diktatörlüğünden başka şey olmayan burjuva demokrasisi vardır; benzer şekilde, söz konusu olan, genel bir diktatörlük değildir, Ekim Devrimi’ne gelinceye kadar tarihin tanımadığı ölçüde demokratik olan, proletarya ve emekçilerin burjuvazi tarafından gösterilen direnci kırmak amacıyla kurulan diktatörlüğüdür.
***
İşçi sınıfı ve emekçilerin demokrasisini anlamayan, burjuvazinin vaatlerinden başı dönen eski ‘solcu’, liberal, küreselleşmeci, AB’ci bilumum ‘sosyalist’ yeni sosyalizm modelleri inşa etme çabasındalar. Yeni bir çaba değil. Proleter sosyalizmine karşı, ilerici niteliği yadsınamayacak ütopik sosyalizm modellerini saymazsak; bilimsel sosyalizm karşısında olan, ona karşı savunulan anti-Marksist, toplumsal bilimlere taban tabana karşı birçok model ve proje üretilmiştir. Örneğin Steinitz sosyalizmini ya da 21. yy. sosyalizmini şöyle tanımlıyor:
“Sosyalizm bizim için özgürlüğün, eşitlik ve dayanışmanın, emansipasyonun, adaletin, doğanın korunmasının ve barışın birbirlerinden koparılamayacak bir biçimde içinde bütünleştikleri bir değerler sistemidir.”
Başka bir yerde değerler sistemini aşarak şöyle diyor:
“Bizim için sosyalizm insanın insan tarafından sömürülmesine, ataerkil baskıya, doğanın talan edilmesine karşı, insan kültürünün korunup geliştirilmesi, yurttaşlarının sorunlarını demokratik bir biçimde çözdüğü bir toplum için harekettir.”
Yanlış, temeldedir. İçeriği tartışmadan önce sorun yöntemdedir. Steinitz sosyalizmi; insanlığın sorunlarına karşı getirilen bir çözüm önerisi, bir proje olarak tanımlıyor. Sosyalizm elbette işçi sınıfı ve emekçiler; tüm ezilenler için sömürüsüz bir yaşam kurulması, kapitalizmden kaynaklanan birçok sorunun ortadan kalkması anlamına gelir. Ama yalnızca sorunların çözümü için sunulan bir proje olarak anlaşıldığında herhangi bir ütopyadan farkı kalmaz.
19. yy. ütopik sosyalistlerinin temel yanlışı, insanlığın kurtuluşunu, kendi kafalarında tasarladıkları ideal, eksiksiz, mükemmel sistemlerde aramalarıydı. Ayakları maddi gerçeklere ve toplumsal zemine basmıyor; ‘idealar dünyası’nda mutlu yaşamlar kurmaya çalışıyorlardı. Steinitz de sömürü ve baskının olmadığı, kültürün korunup geliştirildiği, sorunların demokratik yöntemlerle çözüldüğü bir toplum tasarlıyor. Ancak bazı gerçekleri unutuyor. Kapitalist sömürü ilişkilerini, burjuvazinin diktatörlüğünü, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini… Yaşamın gerçekleri, toplumsal hareketin yasa ve eğilimleri temel alınmadan, tarihi koşullayan sınıf mücadelesi görmezden gelinirken bilimsel bir çabadan bahsedilemez.
İş, toplumsal gerçeklerden, yasa ve eğilimlerden kopmaya; Marksizm’den (uzaklaşmaya demek az kalır) tamamen kopmaya gelince proje ve model üretmek de kolay oluyor. Hem yoksulluğun, işsizliğin ve sömürünün olmadığı sosyalizm olsun, hem de burjuva demokrasisinin ‘baş döndüren’ mekanizmaları korunsun. Öyleyse sosyalizm; (eğer sakıncası yoksa ve mümkünse) “özgürlükçü, özyönetimci, enternasyonalist, demokratik planlamacı, ekolojist, militarizm karşıtı ve feminist bir sosyalizm” (ÖDP Programından) olsun.
Sosyalizm baskıcı, milliyetçi, doğa düşmanı, militarist, kadın düşmanı olmasın…
Ama özellikle ‘özgürlükçü’ olsun. Baskıcı, diktatörce, anti-demokratik olmasın…
Sosyalizmin temel niteliklerinin sanki bir tercih meselesiymiş gibi sunulması bir yana burjuvazinin demokrasi ve özgürlük kavramlarını çarpıtması, demokrasi ve özgürlüğün yalnızca kapitalizmde sağlanabileceği aldatmacasının oportünistler ve 21. yy sosyalistlerince benimsenmesi, yeni sosyalizm modellerine yol açmıştır.
Sosyalizmde demokrasi ve özgürlük vardır; hem de tarihte daha önce görülmemiş kadar geniş bir demokrasi ve özgürlük… Ancak sosyalizmde demokrasi burjuvazi ve sömürücüler için değil işçi sınıfı, emekçiler ve tüm ezilenler için bir demokrasidir. Demokrasi ve özgürlük olmadan sosyalizm olmaz. Sosyalizmin başına özgürlükçü, demokratik kelimelerine koymak anlamsız olmanın yanında; büyük bir teorik yanılgıya; dahası burjuvazinin demokrasi yaygaralarından etkilenmeye, burjuva demokrasisine hayranlığa işaret eder.
Tam da böyledir. Burjuva demokrasisine hayranlık… Proleter demokrasiyi anlamamak hem de burjuva demokrasisinin penceresinden bakıldığından karşı olmak… ‘Demokratik’, ‘özgürlükçü’ sosyalizm; ama proleter demokrasinin olmadığı bir ‘özgürlükçü’, ‘demokratik’ sosyalizm… Liberal sosyalistlerimize göre demokrasi ve özgürlük tüm insanlık içindir; ya da burjuvazi öyle der.
Aslında sosyalizmde ‘özgürlükçü’lük; adını tam olarak koymasa da klasik bir kapitalizm övgüsüdür. Bu övgüye göre sosyalizm baskıcıdır; anti-demokratiktir. Kapitalizm ve serbest piyasa demokrasinin yaşam bulabileceği bir zemindir. Demokrasi ise vazgeçilmezdir; tüm insanlık içindir. Zaten bizim ‘özgürlükçü sosyalizm’cilerimiz ideal toplumlarını tanımlarken kullandıkları özgürlük, dayanışma, eşitlik, çevreye duyarlılık, feminizm inceltilmiş, reforme edilmiş ‘kamucu’ bir kapitalizmin ötesine geçemiyorlar. Geçemiyorlar; çünkü sosyalist olmanın temel kıstaslarından birisi olan sınıf mücadelesini (bu yeterli değildir) ve sınıf mücadelesinin zorunlu bir sonucu olarak proletarya diktatörlüğünü reddediyorlar. Hem de demokrasi adına; adını koymak gerekir; burjuva demokrasisi adına…
Sosyalizm anlayışlarında ne sınıf mücadelesi, ne de proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi vardır. 19. yy ütopik sosyalistlerinden bile daha geri bir anlayış. Proletaryanın iktidarının olmadığı, proleter demokrasinin olmadığı, burjuva demokrasisinin korunduğu bir sosyalizm tarif ediyorlar. Böylesi daha kolay… Burjuvazinin iktidarına dokunmayacağını vaat eden, proleter demokrasiyi karşı olduğunu ilan eden; kendisini yalnızca burjuva demokrasi, özgürlük, dayanışma, feminizm, ekoloji kavramlarıyla açıklayan bir sosyalizm, her şey olabilir ama işçi sınıfı, emekçiler ve tüm ezilenler için bir kurtuluş yolu olamaz.
Demokrasi ve diktatörlük kavramları sınıfsal içeriklerinden koparılarak ele alındığında, hiçbir gerçekliği ifade etmez. Emekçileri ve ezilen yığınları aldatmak, burjuva/kapitalist düzene bağlamak üzere birer araca dönüşürler.
Proletaryanın, siyasal iktidarı fethetmek ve ele geçirdiği iktidarı korumak için; sömürücülerin gösterdikleri en zorlu, en öfkeli direnci kırması gerekir. Bu, ancak, yenilen, iktidardan indirilen; sömürme ve yönetme araçlarına el konulan burjuvazinin ve destekçisi emperyalist haydutların kapitalizmi geri getirme çabalarına karşı gerekli önlemler alınarak yapılabilir. Kapitalizmi geri getirmeye çalışan burjuvaziye karşı gerekli önlemleri almak, onun mülkiyetine el koymak, siyasal iktidarını yıkmak, burjuvazi için, adı beğenilse de beğenilmese de, ‘proletarya diktatörlüğü’dür. Proletarya diktatörlüğü iradi bir tercih meselesi değil, komünizme geçişte zorunlu olan ilk aşamadır. Lenin, proletarya diktatörlüğünün zorunluluğunu şöyle açıklar:
“Proletarya diktatörlüğü, sömürücüleri alaşağı etme ve dirençlerini kırma aracı olarak yalnızca tamamen meşru değil, ama savaşa yol açmış ve yeni savaşlar hazırlayan burjuva diktatörlüğüne karşı tek savunma olarak tüm emekçi yığınlar için tamamıyla zorunludur da.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol Yayınları, sf. 125)
Yalnızca proletarya değil, her sınıf iktidara geldiğinde, yenilen sınıfların direncini kırmak için kendi diktatörlüğünü kurmak zorundadır. Paris Komünü’nü yıkan Fransız burjuvazisi proletarya üzerinde kendi diktatörlüğünü yeniden kurarken, binlerce proleteri kurşuna dizmekten, ölüleri ölmeyenlerle beraber toprağa gömmekten ve en vahşi katliamlardan çekinmemiştir. Dahası, çokça övülen, ‘saf demokrasi’ yandaşlarının çarpıtarak savunageldikleri Fransız Burjuva Devrimi’nde, burjuvazi, kralcılara ve soylulara demokrasi vermek bir yana, onların karşı koyuşlarını diktatörlükle bastırdı.
Proletarya diktatörlüğü, yığınları ancak gerçekleri göstererek komünizme ilerletebilir. Burjuvazi, yığınları aldatmak ve kapitalist düzene bağlamak için, kendi demokrasisinin proletarya ve emekçiler üzerinde bir diktatörlük olduğunu gizler. Onu, ideologları aracılığıyla allayıp pullamaya; gerçekleri çarpıtmaya çalışır.
Proletarya iktidarının geniş emekçi yığınları aldatmaya ihtiyacı yoktur. Proletarya iktidarı, burjuvazi ve sömürücüler için bir diktatörlüktür. Öyle bir diktatörlüktür ki; burjuva iktidarı yıkılmış ve üretim araçlarına proletarya tarafından el konulmuştur. Proletarya, iktidarının burjuvazi için bir diktatörlük olduğunu saklamaz. Proletarya diktatörlüğü, diğer yandan, geniş emekçi yığınlar için üretim araçlarına sahip olmak, devlet yönetimine katılmak, kendi çalışma ve yaşam koşullarını belirlemek anlamına gelir. Proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınlar için gerçek anlamda demokrasi demektir.
“Proleter demokrasi, nüfusun engin çoğunluğunun ta kendisi yararına, sömürülenler ve emekçiler yararına, demokrasiyi dünyanın hiçbir yerinde olmadığı denli geliştirmiş ve yaymıştır. … Proleter demokrasi, herhangi bir burjuva demokrasiden bir milyon kez daha demokratiktir; Sovyetler iktidarı, burjuva cumhuriyetlerin en demokratiğinden bir milyon kez daha demokratiktir.” (Lenin, Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, sf. 28-29)
***
İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi sonucu kazanılmış olan demokratik hak ve özgürlükler, burjuva/kapitalist egemenliğin sınırları içinde kaldığı sürece emekçiler için tam olarak kullanılabilen haklar olamazlar. (Bu durum, demokratik hakları işçi sınıfı mücadelesi için önemsiz kılmaz.)
Burjuva demokrasisinin sınırları içerisinde proletaryanın bazı haklara sahip olduğu doğrudur. Örneğin, propaganda özgürlüğü. Oldukça yüklü bir sermaye gerektiren propaganda araçları, eğitim kurumları burjuvazinin elindeyken, burjuvazi ile proletarya arasında eşit bir özgürlükten söz etmek mümkün mü? Çokça övülen Avrupa demokrasisinin basın özgürlüğü. Kağıt fabrikaları, büyük baskı makineleri, gelişmiş teknolojik olanaklar medya tekellerinin elindeyken; sermayenin basın üzerindeki egemenliği bu kadar net ve açıkken, kimin için basın özgürlüğü? Demokrasinin olmazsa olmazı temsil hakkı; burjuvazi olağanüstü propaganda ve medya iletişim araçlarını, dahası devlet iktidarını elinde tutarken, Meclis’te temsil kim için bir haktır? Ulusal Meclis, kapitalistlerin istek ve ihtiyaçlarına göre şekillendirilirken ve sermaye bunun tüm araçlarına sahipken, kimin meclisidir?
Proleter demokrasi; işçi sınıfı ve emekçiler için demokratik hakların kullanılmasının koşullarının yaratıldığı bir demokrasidir. Kağıt, baskı, dağıtım ve teknolojik olanakların proletaryanın elinde olduğu koşullarda, basın, yayın ve propaganda özgürlüğü; halkın çalışma ve yaşam koşullarının geliştirilmesi ile ulaşım, seyahat, eğitim, güvenli bir gelecek hakkı; bilimsel, sanatsal ve kültürel alanlarda bireysel gelişme özgürlüğü; toplumsal mülkiyetin egemen olduğu bir toplumda iktidarın sermayenin tekelinde kurtulması ve emekçilerin gerçek anlamda temsil özgürlüğü, burjuva parlamentarizmin rüşvet, borsa ve ahlaksızlık batağından kurtulmuş halkın çıkarlarını temel alan demokratik bir yönetim sistemi proleter demokrasinin özellikleridir. Proleter demokrasi halk yığınları için gerçek demokrasidir.
Ekim Devrimi, proletaryanın iktidarıyla gerçek bir demokrasinin başlangıç noktası olmuştur. Sömürücü bir azınlığın çoğunluk üzerindeki egemenliği ortadan kaldırılmış; azınlığın iktidar olduğu burjuva demokrasisi aşılmıştır. Tarih ilk kez çoğunluğun sömürücü bir azınlık üzerindeki egemenliğine tanık olmuş; emekçi yığınların iktidarda olduğu, ona hizmet eden proleter demokrasi kurulmuştur:
“Burjuva demokratik cumhuriyetinde ‘özgürlük’ aslında zengin olan için özgürlüktü. Proleter ve çalışan köylüler, bundan, kendi güçlerini sermayeyi alaşağı etmek, burjuva demokrasisinin üstesinden gelmek amacıyla yararlanabilirdi ve yararlanmalıydı da, ama gerçekte çalışan yığınlar, genel bir kural olarak kapitalizm koşullarındaki demokrasiden yararlanamamışlardı.
“Sovyet ya da proleter demokrasisi, dünyada ilk kez yığınlar için, çalışan halk için, fabrika işçileri ve küçük köylüler için demokrasiyi yaratmıştır.
“Dünya, nüfusun çoğunluğu tarafından kullanılan siyasal iktidarı, bu çoğunluk tarafından fiilen kullanılan iktidarı, Sovyet yönetimine benzer bir biçimde bugüne dek henüz görmemiştir.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol Yayınları, sf. 146)
PROLETER DEMOKRASİNİN ORGANLARI: SOVYETLER
Sınıflı toplumlarda devlet egemen azınlığın baskı ve sömürü aygıtı olduğundan, yığınların yönetime katılması gibi bir sorun yoktur.
En gelişmişinden en geri kalmışına, hatta açık diktatörlüklere kadar, çeşitli ülkelerde seçimler ve seçimler sonrasında oluşturulan parlamentolar vardır. Yaygın olan görüşe göre, parlamentolar, halkın iradesinin temsilcisi ve halkın yönetme veya yönetime katılma aracıdır. Burjuvazinin istediği, halkın, 5 senede bir kendisini yönetecek egemen sınıf partilerinden birisi seçmesidir. İktidarda olan parti kredisini tükettiğinde, ona muhalif, ama aynı ya da benzer politikaların takipçisi başka bir burjuva partiyle yer değiştirmesidir. Bu, halkın iradesinin tecelli etmesi olacaktır!
İşçi sınıfı ve emekçilerin iktidarında, yığınlar için demokrasi, 5 senede bir yapılan ‘oy kullanma’ işlemiyle sınırlı olamaz. Proleter demokrasi; kapitalizmde yönetilen bir sınıf olan işçi sınıfı ve emekçilerin, devrimci işçi partisi önderliğinde yönetmeyi öğrenmesi, devlet idaresine katılması ve yön vermesini gerektirir. Yığınların devlet idaresine katılmasının aracı, bütün ezilen ve sömürülenleri, işçileri ve köylüleri kucaklayan kitle örgütleri ve iktidar organları olan Sovyetlerdir.
1905 Rus Devrimi’nde ortaya çıkan, devrimin yığın örgütü olarak devrimi yöneten Sovyetler, 1917 Şubat Devrimi’yle daha sağlam temeller üzerinde kuruldu. Ekim Devrimi; Sovyetlerin yarattığı güç ve yığınların fiili demokrasisi üzerinden gerçekleşmiştir dersek abartı olmaz.
Ekim Devrimi’yle tarihte ilk kez ezilen ve sömürülen yığınlar iktidara gelmiş; demokratik hak ve özgürlüklerden gerçek anlamda yararlanmanın ötesinde Sovyetler aracılığıyla siyasal yaşama ve devlet yönetimine katılmıştır.
“En demokratik cumhuriyetlerde bile, yasa karşısında eşit haklara sahip olmakla birlikte, siyasal yaşama katılma ve demokratik hak ve özgürlüklerden yararlanmaktan binlerce yol ve kurnazlıkla uzak tutulmuş bulunan yığınlar, şimdi devletin demokratik yönetimine, durmadan ve zorunlu olarak ve üstelik kesin bir biçimde katılmış bulunmaktadırlar.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol Yayınları, sf. 126)
Sovyet iktidarının ayırt edici niteliği tüm devlet aygıtının temelinin kapitalizm tarafından ezilen sınıfların; işçi ve emekçilerin yığınsal örgütlenmesi (Sovyetler) olmasıdır. Burjuva demokrasisi ve parlamentarizm yığınları yönetim aygıtından uzaklaştıracak şekilde örgütlenmişken, Sovyetler iktidarı, yani proletarya diktatörlüğü yığınları yönetim aygıtına yakınlaştıracak biçimde örgütlenmiştir.
Sovyetler iktidarı, burjuva demokrasisinin her zaman ve her yerde vaat ettiği, ama kapitalizmin egemenliği nedeniyle hiçbir zaman gerçekleştiremediği, yurttaşların din, dil, ırk, milliyet ve cinsiyet bakımından eşitliğini iktidarının ilk yıllarından itibaren derhal uygulamıştır. Bu eşitliğin yaratılabileceği özgür ortamı, üretim araçlarının özel mülkiyetini kaldırarak sağlamıştır.
Ezilen ve baskı altına alınan; dil ve kültürlerinin kullanılması engellenen uluslar Sovyet iktidarıyla kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip olmuşlardır. Onlarca ulusu baskı altına alan ‘Uluslar Hapishanesi’nden, halkların kendi dil ve kültürlerini özgürce kullandıkları, bununla da yetinmeyip kendi siyasi, ekonomik ve kültürel yönetim ve gelişim araçlarına sahip olduğu bir devlet örgütlenmesine geçilmiştir. Ulusların kaderlerini tayin hakkı, Sovyet iktidarıyla birlikte hayata geçirilmiştir.
Sovyet iktidarıyla farklı din mensuplarına yönelik baskılar ortadan kaldırılmış, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı, kilise egemenliğine son verildiği, tüm yurttaşların din ve vicdan özgürlüğünün, farklı dinlere mensup olma veya hiçbir dine mensup olmama özgürlüğünün tanındığı, devletin dinler karşısında tarafsız kaldığı laik bir devlet kurulmuştur. Dine ve hurafelere dayanan eğitim sistemi ortadan kaldırılmış; gerçekliğe ve bilime dayanan bir eğitim sistem kurulmuştur.
Sovyet iktidarıyla eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, barınma vb. temel insan hakları tüm yurttaşların ulaşılabileceği biçimde sağlanmış; çalışma ve yaşam koşulları emekçilerin çıkarların doğrultusunda yeniden şekillendirilmiş; böylece yığınların siyasal yaşama katılmasının, entelektüel ve kültürel gelişimlerinin önü açılmıştır.
Sovyet iktidarıyla işçi sınıfı ve emekçiler, en demokratik burjuva cumhuriyetlerde bile sahip olamadıkları kağıt, baskı ve dağıtım tekellerine, gelişmiş teknolojili cihazlara ve iletişim olanaklarına sahip olmuşlardır. Basın tekellerinin büyük olanakları ve eşitsiz rekabeti ortadan kaldırılarak, basın ve yayın özgürlüğü gerçek anlamda sağlanmıştır. Toplanma, örgütlenme, siyasal yaşama katılma özgürlüğü önündeki kapitalizmden kaynaklanan engeller kaldırılmıştır.
Ülkenin ekonomi politikaları, 5 yıllık planların hedefleri, çalışma yaşamının düzenlenmesi, kültürel alandaki gelişmeler, yeni yasal düzenlemeler vb. tüm konular, Sovyetlerde tartışılmış ve buradan çıkan eğilimler üzerinden karara bağlanmıştır.
1936 yılında kabul edilen Sovyet Anayasası, milyonlarca Sovyet yurttaşının katıldığı toplantılarda tartışılmış, yüz binlerce insan toplantılarda söz almış ve binlerce öneri getirilmiştir. Tarih, ilk defa, hazırlanışına yığınların katıldığı, söz aldığı; bizzat kendisinin hazırladığı bir Anayasa’ya tanık olmuştur. Faşizme karşı bir iddianame niteliği taşıyan bu Anayasa, hazırlanışı ve içeriğiyle yalnızca Sovyetler Birliği’nde değil, kapitalist ülkeler proletarya ve emekçilerinde de büyük bir coşku yaratmış; kapitalist ülkelerde birçok demokratik düzenlemeye yol açmıştır.
Sovyetler, Ekim Devrimi’yle kurulan proletarya diktatörlüğü için yaşamsal bir öneme sahip olan işçi ve emekçilerin siyasal yaşama katılmasını, yığınları siyasal hayattan uzaklaştıran parlamentarizmin aşılmasını, böylece işçi demokrasinin gerçekleşmesinin olanaklarını sağlamıştır. Proletaryanın mücadelesinin ortaya çıkardığı bu örgüt biçimi, proleter demokrasinin temel dayanağı olmuştur.
DEMOKRASİNİN AŞILMASI
Ekim Devrimi’yle kurulan proletarya diktatörlüğü, sosyalizmi ve Sovyet demokrasisini inşaya girişerek komünizme giden yolu açtı. Proletaryanın tarihsel amacı ve ilerleyişi; proletarya dahil tüm sınıfların ortadan kaldırılması, sınıf çelişkileri, devlet ve ordunun olmadığı; eşitliğin ve özgürlüğün egemen olduğu bir dünya kurmaktır. Sınıflar ve sınıfların varlığına dayanan devlet aygıtı ortadan kalkmadığı sürece gerçek bir eşitlik ve özgürlükten bahsetmek olanaklı değildir.
Proletaryanın egemen sınıf konumuna gelmesi bu yolda atılmış bir adımdır. Kapitalizmden komünizme geçişte, başka bir deyişle kapitalizmden miras kalan temel üzerinde komünizmin inşasında proletarya diktatörlüğü zorunlu bir aşamadır.
Proletarya, burjuvazinin siyasal egemenliğini alaşağı ettikten sonra, kapitalist üretim ilişkilerini parçalarken yerine sosyalist üretim ilişkilerini inşa eder. Sosyalizmin inşası, yalnızca iyi niyete dayanan ‘halkçı’ bir çaba değil, proletarya ve onun devrimci komünist partisinin önderliğinde, sınıf savaşımına dayanan; bilimsel bir teorinin kılavuzluğunda yürütülebilecek bir süreçtir. Bu süreç, yalnızca öncü ile değil, ancak yığınların işi ele alması ve doğrudan katılımı ile, yani proleter/Sovyet demokrasisi ile ilerleyebilir.
Üretici güçlerin gelişmesi, sınıf farklılıklarının, kafa ve kol emeği arasındaki çelişkinin azalması, sınıfsal egemenlik aracı olan devletin giderek bir zorunluluk olmaktan çıkarak sönmeye yüz tutması, gerçek eşitlik ve özgürlüğe açılan kapıdır.
Devletin sönmesi, bir tarafta yöneten bir tarafta yönetilen ayrımının bütünüyle kalkmasını gerektirir. Toplumun bir kısmının yönetim işleriyle uğraştığı, diğer kısmının yönetimin dışında kaldığı ya da az çok katıldığı yapının değişmesini, politik yönetimden, insan ve insan gruplarının yönetiminden “şeylerin yönetimine” geçilmesini gerektirir.
Sosyalizmin gelişmesi ve komünizme ilerlemek için emekçilerin devlet yönetimine katıldığı proleter demokrasinin tesisi şarttır. Devlet işlerinin basitleşmesi, sınıfların ortadan kalkması ve yığınların devlet yönetimine tam olarak katılması, böylece yöneten ve yönetilen ayrımının kalkması, yöneten ve yönetilenin aynı öznede birleşmesi yönetilecek, aynı anlama gelmek üzere baskı altında tutulacak kimsenin kalmaması ile devlete gereksinim ortadan kalkar. Devlet misyonunu tamamlamış ve tarihin çöplüğüne atılmayı hak etmiş olur.
Devletin sönmesi, yığınların yönetim işlerini ellerine alması, demokrasinin tam anlamıyla yaşam bulması; bir yönetim biçimi olan ve yöneten-yönetilen ayrımını zorunlu kılan demokrasinin aşılması anlamına gelir.
Lenin bir devlet biçimi olan demokrasinin, dolayısıyla zorun ortadan kalkmasının komünizme geçişle olacağını söyler:
“Biz devletin, yani tüm örgütlenmiş ve sistemli zorun, genel olarak insanlar üzerinde uygulanan her türlü zorun ortadan kalkmasını son erek olarak alıyoruz. … sosyalizm, evrimi içinde komünizme varacak ve sonuç olarak, insanlara karşı zora başvurma zorunluluğu, bir insanın bir başka insana, nüfusun bir bölümünün nüfusun öteki bölümüne boyun eğme zorunluluğu büsbütün ortadan kalkacaktır; çünkü insanlar, zor ve boyun eğme olmaksızın toplum halinde yaşamanın yalın koşullarına uymaya alışacaklardır.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, sf. 92)
Tarihte her olgu geçici ve görecelidir; mutlak değildir. Devlet nasıl tarihin değişmez bir olgusu olmayıp bir başı ve sonu varsa; demokrasi de, burjuva-demokratlarımızın, küçük burjuva ‘saf demokrasi’ hayranlarımızın söyledikleri gibi mutlak değildir. Tarihin ilerleyişi içerisinde, belli maddi koşullar olgunlaştığında doğuşu; yine başka maddi koşullar ortaya çıktığında sönmesi söz konusudur. Proleter demokrasi ile yığınların devlet yönetimine katılması, demokrasinin gerçek anlamda yaşam bulması, aynı zamanda, demokrasinin aşılmasının başlangıç noktasıdır.
EKİM DEVRİMİ’NİN YOLUNDA!
18. ve 19. yy’da demokrasi için mücadelenin önderliğini yapan burjuvazi, halka egemenlik, halk iktidarı vaat etmişti. Oysa feodal sömürücü sınıflar iktidardan indirildiğinde, başka bir sömürücü sınıf olan burjuvazinin iktidarı kuruldu. Halka kalan iktidar değil, burjuvazinin vahşi sömürüsü ve kapitalist egemenliği oldu. Feodaliteye karşı sövüp sayan burjuvazi, işçi hareketi yükseldiğinde proletaryaya karşı feodal beylerle ittifak yapmaktan çekinmedi, ilerici niteliğini giderek kaybetti. Emperyalizm çağında tekelleşen, ilerici barutunu tüketen egemen burjuvaziyse, artık demokrasinin değil siyasal gericiliğin temsilcisi haline geldi.
Burjuvazinin demokratlığı başından itibaren ikiyüzlü olmuştur. Vaatleri kapitalist üretim ilişkileri sürdükçe ya gerçekleşemez olarak kalmış ya da kullanılması için gerekli nesnel koşullar varolmamıştır.
Ekim devrimi, işçi sınıfı ve emekçiler için yalnızca yeni bir demokrasinin, Sovyet demokrasisinin doğuşunu ifade etmez. SSCB’de yeşeren demokrasi, kapitalist ülkeler proletarya ve emekçilerine esin kaynağı olmuş, onların mücadelelerine büyük manevi destek sağlamış, burjuvaziyi sosyalizm karşısında tavizler vermek zorunda bırakmıştır. Sovyet demokrasisinin açtığı yoldan ilerleyen işçi sınıfı ve emekçiler burjuva iktidarlarını yıkmışlar; güçlerinin yetmediği ülkelerde ise burjuvaziyi önemli tavizlere zorlayarak bir çok demokratik hak ve özgürlükleri kazanmışlardır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan sosyal devletçi politikalar, emekçilere sağlanan eğitim, sağlık, sosyal güvenlik hakkı, söz, basın, düşünce ve örgütlenme özgürlüğündeki ilerlemelerde Ekim Devriminin yarattığı Sovyet demokrasisinin büyük etkisi ve payı vardır.
Ekim devrimi yalnızca Sovyet halklarının değil kapitalist ülkeler proletaryasının, ülkemiz işçi sınıfı ve emekçilerinin mücadelesine de yol göstermiştir. Bugün giderek yok edilmeye çalışılsa da tüm bu kazanımlar Ekim devriminin mirası üzerinde yükselmektedir.
Proletarya, kendisiyle beraber tüm ezilenlerin kurtuluşu için mücadelede emperyalizme ve işbirlikçi gericiliğe karşı bağımsızlık ve demokrasinin biricik tutarlı savunucusudur. Gericiliğe karşı demokrasi mücadelesi veren proletarya, tarihsel görevini yerine getirebilmek için, aynı zamanda, burjuva demokrasisinin sınırlarını, onun burjuva/ikiyüzlü niteliğini bilmeli; üzerinde yükseldiği kapitalist üretim ilişkilerini parçalayarak, proletarya ve tüm emekçilerin iktidarını, proleter demokrasiyi kurmalıdır.
Uluslararası burjuvazi, Ekim Devrimi’ni çarpıtmak için elinden geleni yapacaktır. Burjuva demokrasisini sınıfsal içeriğinden koparıp, demokrasi yaygaralarıyla yığınları kapitalizme bağlamak için çabalayacaktır. Küçük burjuva ‘sosyalist’leri, dönekleri ve paralı-maaşlı ideologlarıyla toplumun düşünsel yaşamına müdahale etmeye çalışacaktır. Proletarya ve onun devrimci komünist partisi, burjuvazinin bu kara propagandasına karşı mücadeleyle yetinmeyecek; yeni Ekim’lerle sosyalizmin bayrağını ülkemizde de dalgalandıracaktır!
Kemalist bir devrim Çin'de mümkün müdür?
Sun Yat-sen Üniversitesi öğrencileriyle bir görüşmede altıncı soruya verilen cevabın tam metni:
ALTINCI SORU
"Kemalist bir devrim Çin'de mümkün müdür?
Ben buna ihtimal dışı ve bu sebeple imkansız görüyorum.
Kemalist bir devrim, sadece Türkiye, İran ve Afganistan gibi, sanayi proleteryası hiç olmayan veya hiç denecek kadar az olan, köylülerin güçlü bir toprak devriminin gelişmediği ülkelerde mümkündür. Kemalist devrim, bir üst tabaka devrimidir, milli ticaret burjuvazisinin devrimidir. Bu devrime, yabancı emperyalistlerle karşı-mücadele içinde varıldı ve devrimin sonraki gelişmesi, esas olarak köylü ve işçilere karşı, evet toprak devrimi imkanlarına karşı yöneliyor.
Kemalist bir devrim Çin'de imkansızdır.
a ) Çünkü orada, Çin'de, köylüler arasında güçlü bir otoritesi olan, belli bir asgari sayıda, mücadeleci ve aktif sanayi proleteryası vardır.
b ) Çünkü orada, yolu üzerindeki feodal kalıntıları silip süpüren, gelişmiş bir toprak devrimi ilerlemektedir.
Bir çok eyalette simdiden topraklara el koyan ve mücadelesine devrimci Çin proleteryasının önderlik ettiği milyonlarca köylü, işte bu Kemalist devrim adı verilen devrim imkanına karşı panzehirdir.
Kemalistlerin partisi ve Vuhan'daki sol Guodindang'ın partisi ayni kefeye konamaz. Tıpkı Türkiye ile Çin'in aynı kefeye konamayacağı gibi. Türkiye'de Sanghay, Vuhan, Nanking, Dienzin vb. gibi merkezler yoktur. Nasıl Ankara Vuhan ile boy ölçüşemezse, Kemalistlerin partisi de hiç bir zaman sol Guomindang ile boy ölçüşemez.
Çin ile Türkiye'nin uluslararası durum açısından farklarını da göz ardı etmemek gerekir. Türkiye ile ilgili olarak, emperyalizm başlıca isteklerinin birçoğunu zaten elde etmişti. Türkiye'nin elinden, Suriye, Filistin, Mezopotamya ve emperyalistler için önemli diğer bölgeler alınmıştı. Türkiye şimdi 10-12 milyon nüfuslu küçük bir devlet haline getirildi. Türkiye, emperyalizm için ne önemli bir pazar, ne de tayin edici bir yatırım alanıdır. Diğer sebeplerin yanında bu gelişme su sebepten dolayı olabildi: Çünkü eski Türkiye, milliyetlerin bir bileşiminden oluşuyordu ve yoğun bir Türk nüfusu sadece Anadolu'da vardı.
Çin'in durumu başkadır. Çin, bütün dünyada en önemli sürüm pazarı ve en önemli sermaye ihraç pazarı olan, bir kaç yüz milyon nüfusuyla bir milletin yoğun olduğu bir ülkedir. Emperyalizm orada, yani Türkiye'de, eski Türkiye içindeki Türkler ve Araplar arasındaki uzlaşmaz milli çelişmelerden yararlanarak, doğuda birçok büyük öneme sahip bölgeyi kopartmakla yetinebildiği halde, emperyalizm burada, yani Çin'de, eğer eski durumunu korumak veya en azından bu durumun bir kısmını elde tutmak istiyorsa, bıçagı milli Çin'in diri vücuduna saplamak, onu parçalara ayırmak ve bütün eyaletlerini elinden almak zorundadır.
Orada, yani Türkiye'de emperyalizme karşı mücadele, Kemalistlerin cılız kalan anti-emperyalist devrimiyle sona erebildi. Buna karşılık burada, Çin'de emperyalizme karşı mücadele, gerçek bir halk karakteri, tam anlamıyla milli bir karakter almak, adım adım derinleşmek, emperyalizme karşı şiddetli savaşlara yönelmek ve hatta bütün dünyada emperyalizmin temelini sarsmak zorundadır.
Muhalefetin ( Zinovyev, Radek, Trocki ) en büyük hatası, Türkiye ve Çin arasındaki bütün bu farkları göremeyişinde, Kemalist devrimi toprak devrimi ile karıştırmasında ve hepsini ayırmadan bir sepete atmasındadır.
Çin milliyetçileri arasında Kemalizm taraftarlarının olduğunu biliyorum. Kemal'in rolüne talip olan şimdi orada az değildir. Bunların arasında en başta geleni Can Kay-sek'tir. Bazı Japon gazetecilerinin, Cay Kay-sek'i Çin'in Kemal'i olarak görme eğiliminde olduğunu biliyorum.
Fakat bütün bunlar rüyadır, korkuya kapılan burjuvazinin hayaletidir. Çin'de, ya sonradan toprak devriminin darbesi ile yıkılmak üzere Cang Zo-lin ve Cang Zu-can gibi Çin Mussolinileri kazanacaktır, ya da Vuhan kazanacaktır. Bu iki kamp arasında orta yolu tutmaya çabalayan Can Kay-sek ve hempaları, kaçınılmaz olarak devrilmek zorundadırlar ve Cank Zo-lin ile Cang Zun-can'in kaderini paylaşacaklardır."
Josef Stalin, 13 Mayıs 1927
- Sun Yat-sen Üniversitesi öğrencileriyle bir görüşme -
Eserler ( Almanca ) Cilt IX. s. 222-224