Felsefenin Temel İlkeleri

GİRİŞ

I .      Felsefe Nedir?
II .    Niçin felsefeyi incelemeliyiz?
III .   Hangi felsefe incelenmeli?
       a) Hangi felsefe incelenmeli?
       b) Bilimsel bir felsefe: diyalektik materyalizm
IV .    Vargı: teori ve pratiğin birliği




      "FELSEFE", işte öyle bir sözcük ki, her şeyden önce, emekçilerin pek çoğunda hiç de güven uyandırmaz. Emekçiler der ki, filozof, ayakları yere basmayan kimsedir. Yiğit insanları "felsefe yapmaya" çağırmak, belki de onları ip üstünde bir cambazlık gösterisine çağırmak gibi bir şeydir diye düşünürler. Bu gösteriden sonra başımız dönecek...
      Felsefe çok kez şöyle görünür: gerçeklikle ilgisi olmayan bir fikir oyunu; birkaç bilgicin ayrıcalığında olan karanlık bir oyun; ve alınteriyle yaşayan insanlara pek de yararı olmayan herhalde tehlikeli bir oyun.
      Büyük bir Fransız filozofu, Descartes, bizden çok önce, bazı kimselerin felsefeyi karanlık ve tehlikeli bir oyun durumuna indirgemek istemelerini suçlamıştı. Sahte fllozofları şöyle nitelendiriyordu:
      "... Yararlandıkları meziyetlerin ve ilkelerin anlaşılmazlığı (sayfa 25) nedeniyle, her şeyi bilirlermiş gibi, çekinmeden her konuda konuşabilirler; ve en kurnaz ve en beceriklilere karşı, onları inandırma olanağına sahip olmaksızın, tüm söylediklerini savunabilirler; bu bakımdan, böyleleri, bence gözleri gören biriyle eşit koşullarda dövüşebilmek için onları çok karanlık bir mahzenin dibine çeken bir köre benzerler."[1]
      Bizim amacımız, okuru "karanlık bir mahzenin dibine" götürmek değil. Karanlığın, kötülüklere elverişli olduğunu biliyoruz. Karanlık ve zararlı bir felsefe vardır; ama Descartes'ın da dediği gibi, aydınlık ve iyilikçi bir felsefe de vardır, Gorki bu felsefe için şöyle diyordu:
      "Benim felsefeyi alaya aldığımı sanmak bir hata olur; hayır, ben felsefeden yanayım, ama aşağıdan, yeryüzünden, emeğin süreçlerinden gelen, doğa olaylarını inceleyerek doğanın güçlerini insanın hizmetine koyan bir felsefeden yanayım. İnanıyorum ki, düşünce, ayrılmaz bir şekilde çabaya bağlıdır, ve oturmuş, yatmış, hareketsiz bir durumda bulunan düşünceden yana değilim."[2]
      Felsefenin İlkeleri'ne bu Giriş'in amacı, felsefeyi genel olarak tanımlamak, sonra da neden felsefe okuyup öğrenmemiz gerektiğini ve hangi felsefeyi okuyup öğrenmemiz gerektiğini göstermektir.


I. FELSEFE NEDİR?


      Tarihin tanıdığı en büyük düşünürlerin birkaçını yetiştirtniş olan eski Yunanlılar, felsefeden, bilgi sevgisini anlıyorlardı. Philosophia'nın (Philo, sevgi; sophia, bilgi) sözcük anlamı budur, felsefe de buradan gelir.
      "Bilgi", "dünyayı ve insanı bilme" demektir. Bu bilme belirli davranış kurallarının anlatılmasına, yaşam karşısında belirli bir tavır takınılmasına olanak veriyordu. Bilge, her durumda, dünyayı ve insanı bilmeye dayanan bu kurallara (sayfa 26) göre hareket eden insandı.
      Felsefe sözcüğü, o çağdan beri tutundu kaldı, çünkü bir gereksinmeyi karşılıyordu. Sık sık, dünya konusundaki görüşlerin çeşitliliğine göre, çok farklı anlamlar aldı. Ama felsefenin en kalımlı anlamı şöyledir: "Genel bir dünya anlayışıdır ki, bu anlayıştan, belli bir davranış tarzı çıkabilir."
      Ülkemizin tarihinden alınmiş bir ömek, bu tanımlamayı daha iyi açıklayacaktır:
      18. yüzyılda, Fransa'nın burjuva filozofları, bilimlere dayanarak, dünyanın bilinebilir olduğunu düşünüyor ve bunu öğretiyorlardı; buradan, dünyanın, insanın iyiliği için değiştirilebileceği sonucuna varılıyordu. Ve birçoğu, örneğin, İnsan Ruhundaki Gelişmeler   Üzerine Tarihsel Bir Tablo Taslağı'nın (1794) yazan Condorcet, sonuç olarak, insanın gelişebileceğini, daha iyi olabileceğini ve toplumun da daha iyi olabileceğini kabul ediyordu.
      Bir yüzyıl sonra, gene Fransa'da, burjuva filozoflarının çoğunluğu, tersini, yani dünyanın bilinemeyeceğini, "şeylerin aslı"nı bilemediğimizi ve hiçbir zaman da bilemeyeceğimizi düşünüyorlar ve bunu öğretiyorlardı. Ve dünyayı dönüştürmek istemenin saçma olduğu kanısı da, bu sonuçtan çıkarılıyordu. Elbette ki, doğa üzerinde etki yapabileceğimizi kabul ediyorlardı, ama, "şeylerin aslı" bilinemeyeceği için, doğa üzerindeki etki de ancak yüzeyde kalan bir etki olabilirdi. İnsana gelince, o, her zaman olmuş olduğu gibidir ve her zaman o olacaktır. Bir "insan doğası" vardır ki, bunun sırrını biz bilemeyiz. "Öyleyse, toplumu iyileştirmek için kafa yormak neye yarar?"
      GÖRÜYORUZ Kİ, dünya anlayışı (yani felsefe), yararı olmayan bir sorun değildir. Çünkü birbirine karşıt iki anlayış, birbirine karşıt pratik sonuçlara götürmektedir.
      Gerçekten de. 18. yüzyıl filozofları, toplumu dönüştürmek istiyorlar; çünkü o zaman devrimci sınıf olan ve feodaliteye karşı savaşım veren burjuvazinin çıkarlarını ve dileklerini ifade ediyorlardı. 19. yüzyılın filozoflarına gelince, bunlar (sayfa 27) (ister gizlesinler, ister gizlemesinler), artık tutucu olan bu burjuvazinin, artık egemen sınıf olan ve proletaryanın devrimci yükselişinden korkan burjuvazinin çıkarlarını ifade ediyorlar. Burjuvazi, kendisine en iyi payı veren bir dünyada değiştirilecek hiçbir şey olmadığı kanısındadır. Filozoflar, insanları, toplumu değiştirmeye çalışan bütün girişimlerden döndürürlerken, bu gibi çıkarları haklı gösteriyorlar. Örnek: olgucular (pozitivistler) (en başta geleni, Auguste Comte, birçok kimsenin gözünde bir "toplumsal reformcu"dur; ama gerçekten, o, burjuvazinin egemenliğinin sonsuz olduğuna kuvvetle inanır, ve onun "toplumbilim"i üretici güçlerden ve üretim ilişkilerinden habersizdir,[3] bu da, bu toplumbilimi güçsüzlüğe mahkum eder); seçmeciler (eklektikler), (en başta geleni, Victor Cousin, burjuvazinin resmi filozofu oldu; o, "doğru", "güzel", "iyi", "adalet" vb. adına, proletaryaya yapılan baskıyı ve hele 1848 Haziranında kitle halinde kurşuna dizilmelerini haklı gösteriyordu); bergsonculuk (burjuvazinin, 1900 yıllarında, yani emperyalizm çağında, onur direğinde taşıdığı Bergson, bütün aklını, insanı somut gerçekten, dünya üzerinde etki yapmaktan, toplumun biçimini değiştirmek için savaşımdan döndürmeye veriyor; insan, kendisini, kendi "iç benliği"ne, "iç" yaşamına feda etmelidir; geriye kalan hiç de önemli değildir ve sonuç olarak, başkalarının emeğinden yararlananlar güven içinde rahat rahat uyuyabilirler).
      Demek ki, aynı toplumsal sınıf, Fransız burjuvazisi, bir yüzyıldan ötekine, birbirinden tamamen farklı iki felsefeye sahip oldu; çünkü 18. yüzyılda devrimci olan burjuvazi, 19. yüzyılda tutucu, ve hatte gerici olmuştu. Hiçbir şey şu iki metni karşılaştırmaktan daha anlamlı değildir. Birincisi, burjuva devrim, 1789 tarihini taşıyor. Yazar, şu sözleriyle yeni zamanları selamlamayan bir burjuva devrimci Cammille Desmoulins'dir: "Evet, bu uğurlu Devrim, bu yeniden canlanma tamamlanacak; hiçbir güç ona engel olacak durumda değildir. Felsefenin, özgürlüğün ve yurtseverliğin yüce etkisi! (sayfa 28) Biz yenilmez olduk."[4]
      Ve işte öteki metin, 1848 tarihini taşıyor. iktidardaki sınıfının, proletaryaya karşı çıkarlarını savunan burjuva devlet adamı M. Thiers'nin sözleri:
      "Ah! Eskisi gibi olsaydı. Okullara hep rahipler ya da onların yardımcıları baksaydı, şimdi okulların halk çocukları için gelişmesine karşı çıkmamış olacaktım. Pekçoğu insana tiksinti veren şu laik öğretmenler yerine başka bir şey istiyorum; kardeşleri istiyorum, her ne kadar eskiden onlara karşı güvensizlik duydumsa da artık din adamlarının etkisinin salt egemen olmasını istiyorum; papazın etkisinin, olduğundan da daha güçlü olmasını talep ediyorum; çünkü, insana, zevkine bak, çünkü ... sen, bu ölümlü dünyada kendi küçük mutluluğunu [asıl metinde de altı çizilmiş] yaratmak için bulunuyorsun, ve bu mutluluğu şimdi içinde bulunduğun durumda bulamıyorsun, bencilliği, sana bu mutluluk payını vermeyi reddeden zengine korkmadan vur; zenginin fazla servetini elinden alarak, kendi rahatını ve seninle aynı durumda olanların hepsinin mutluluğunu sağlayacaksın, diyen felsefe için değil, tersine, insana acı çekmek için dünyada bulunduğunu öğreten bu iyi felsefenin yayılması için yalnızca rahipler sınıfına güveniyorum."[5]
      Görülüyor ki, Thiers, felsefeyle ilgileniyor. Neden? Çünkü felsefenin bir sınıf niteliği vardır. Her ne kadar filozofların, genel olarak, bundan kuşkuları yoksa da, kesindir bu. Ama, her dünya anlayışının pratik bir anlamı vardır: bazı sınıflara yararlı, ötekilere zararlı olur. Göreceğiz ki, marksizmin de bir sınıf felsefesi vardır.
      Burjuva devrimci Camille Desmoulins, felsefeyi, devrimin hizmetinde bir silah gibi görürken; tutucu Thiers, felsefeyi toplumsal gericiliğin hizmetinde bir silah olarak görür: "İyi felsefe", emekçileri boyun eğmeye çağıran felsefedir. Daha sonra Komün yandaşlarını kurşuna dizdirecek olan (sayfa 29) adam, işte böyle düşünüyor.


II. NİÇİN FELSEFEYİ İNCELEMELİYİZ?


      Bugün, Birleşik Devletler'de olduğu gibi Fransa'da da M. Thiers'nin ardından gelenler, marksistler hakkında fikir davaları açıyorlar. Yalnız marksistleri değil ellerinden gelse onların felsefesini de yok etmek istiyorlar. M. Thiers'nin, Komün yandaşlarıyla birlikte onların toplumsal gelişme fikirlerini öldürmek istemesi gibi. İşçilerin ve genel olarak emekçilerin görevi bununla çizilmiş oluyor; bu görev, sömürücülere hizmet eden felsefenin karşısına, sömürücülere karşı savaşıma yardımcı olabilecek bir felsefe çıkarmaktır. Şu halde, felsefe okuyup öğrenmek, emekçiler için çok önemlidir. Bu önem, zaten olgularla karşılaşılınca kendini gösterir.
      Olaylar, günümüzün egemen sınıfı burjuvazinin, ülkemizin tüm emekçileri üzerinde sürdürdüğü baskı siyasetinin gitgide sertleştiğini ortaya koymaktadır: işsizlik ve yaşam pahalılığı, gençlere kapıların kapanması, toplumsal yasalara, grev hakkına, demokratik özgürlüklere saygı gösterilmemesi, baskı, silahlı saldırı (14 Temmuz 1953'te Paris'te), ülkenin Amerikan emperyalizmi tarafından sömürgeleştirilmesi, kanlı ve yıkıcı Vietnam Savaşı, Wehrmacht'ın yeniden canlandırılması vb., vb.. Bu durumda, emekçiler, kendilerine şunu sormalıdır: Bu durumdan nasıl kurtulmalı? Olanların niçinini bilmek gereksinmesi, gittikçe daha genel, gittikçe daha had bir durum alıyor. Savaş tehlikesi nereden geliyor? Faşizm nereden geliyor? Yoksulluk nereden geliyor? Ülkemizin emekçileri, olup bitenleri anlamak istiyorlar, bu durumu değiştirmek için anlamak istiyorlar.
      Ama o zaman, eğer felsefe bir dünya anlayışı, pratik sonuçları olan bir dünya anlayışı ise, dünyayı değiştirmek isteyen emekçiler için doğru bir dünya anlayışına sahip olmanın çok değerli bir şey olduğu açıkça ortaya çıkmaz mı? Nasıl ki, nişan tahtasını vurmak için doğru nişan almak gerekiyorsa.
      Kabul edelim ki, tüm emekçiler, gerçeğin bilinemeyeceğini (sayfa 30) düşünüyorlar. O zaman, savaş, işsizlik, açlık karşısında kendilerini savunamayacaklardır. Başlarına gelen her şey, onlar için anlaşılmaz bir şey olarak kalacaktır, bunları bir alınyazısı olarak karşılayacaklardır. Burjuvazinin, emekçileri sürüklemek istediği nokta tamıtamına budur. Dolayısıyla kendi çıkarlarına uygun bir dünya anlayışını yaymak için hiçbir çareyi ihmal etmeyecektir. Örneğin "her zaman zenginler ve yoksullar olacaktır" gibi düşüncelerin yayılması böyle açıklanabilir. Ya da, "toplum bir cengel ormandır ve her zaman öyle olacaktır, o halde, herkes kendi başının çaresine bakmalıdır! Eğer başkasının seni yemesini istemiyorsan, sen başkasini ye. İşçi, ücretlerinizi hep birlikte savunmak için iş arkadaşlarınla birleşeceğine, arkadaşlarının zararına patronun lütuflarını kazanmaya bak. Kadın memur, patronun metresi olmaya çalış, güzel bir yaşamın olur. Boşver ötekiler ne olursa olsun..." gibi düşünceler.
      Bu gibi düşünceleri (Reader's Digest'in) Selection gibi dergilerde, "mide basını"nda bol bol bulabilirsiniz. Burjuvazi, emekçilerin bilincini, bu zehirle zehirlemek ister, onun için, emekçiler kendilerini bundan korumalıdırlar. Ayrıca bu zehir, çok çeşitli biçimlerde karşımıza çıkar.
      Bunun içindir ki, emekçiler hâlâ Franc-Tireur okuyorlar, bilmeksizin, günde onbeş franklık zehir satın alıyorlar. Bilmeksizin; çünkü, Franc-Tireur, bu gidiş iyi değildir ve bunun sonu kötü olacak diye tepiniyor, bağırıyor, ama Franc-Tireur, işlerin niçin iyi gitmediğini söylemeye ve nedenlerini göstermeye hiç yanaşmıyor, ve hele emekçilerin birliğini, "kurtulma"nın tek çaresi olan bu birliği önlemek ya da bozmak için elinden geleni yapıyor.
      Bütün bu düşünceler, son tahlilde, bir dünya anlayışından, bir felsefeden doğuyor: Toplum dokunulmazdır, onu olduğu gibi kabul etmek gerekir, yani ya sömürüye katlanacaksın, ya da toplum içinde dirseklerinle ite ite kendine ufak bir yer açacaksın.
      "Tanrım! daima başımıza gelen şeylerin niçinini ve nasıl olduğunu bilmeye çalışmak zorunda mıyız? Adaletsizlik her (sayfa 31) gün yapılıyor ve kuvvet, hakka üstün geliyor!"
      İşte, burjuvazinin, emekçilerin çocuklarına sunduğu sayısız gazetelerden biri olan Super-boy'da bunları okuyabiliyoruz. Şiddet, insanı aşağılama, gerçekten de bunlar, fetih savaşını normal bir eylem haline getiren saldırgan burjuvazinin gereksinmelerine uygun gelen şeylerdir.
      Burada Lenin'in, 1920'de Rusya Komünist Gençlik Birliklerinin III. Kongresinde söylediklerini anımsatmak yerinde olur. Lenin, kapitalist toplumu şöyle çiziyordu:
      "Eski toplum şu ilkeye dayanıyordu: soy ya da soyul, başkaları için çaliş ya da başkalarını kendin için çalıştır, köle sahibi ol ya da köle ol. Doğal olarak, böyle bir toplumda yetişen insanlar, deyim yerindeyse, analarının sütüyle birlikte şu ruh halini, alışkanlığı, anlayışı da alırlar: ya bir köle sahibisin ya köle, ya da bir küçük mülk sahibi, bir küçük görevli, bir küçük memur, bir aydın — kısacası yalnızca kendini düşünen ve başkasını umursamayan bir insan.
      "Eğer ben şu toprak parçacığını ekip biçiyorsam, başkaları benim için önem taşımaz; eğer bir başkası açsa, daha iyi, buğdayımı daha pahalı satacağım demektir. Eğer benim önemsiz bir hekim, mühendis, öğretmen, müstahdem olarak bir işim varsa, başkalarının benim için ne önemi var? Ola ki bu dünyanın güçlüleri karşısında dalkavukluk ede ede ve yaltaklana yaltaklana işimi koruma ve hatta sivrilme, bir burjuva olma başarısını göstereceğim."[6]
      Egemen burjuvazi için çok değerli olan bu eski felsefeye karşı kendi dışımızda ve kendi içimizde amansız bir savaş açmamız gerekir; çünkü bü felsefenin elinde, geleneklerden, boşinanlardan başka; basın, radyo, sinema gibi araçlar da var... Eski zehirli düşüncelere karşı bu savaşımı anarak: "Gerekiyorsa, büyük bir dürüstlükle kendi kendini yenile!"[7] diyen Barbusse'ün çağrısına uymak gerekir.
      Umutsuzluk değil güven, yazgıya boyun eğme değil savaşım taşıyan yeni fikirler edinmeye çalışmak gerekir. Bu, (sayfa 32) emekçiler için, ikincil bir sorun değildir. Bu, varolmak ya da olmamak sorunudur, çünkü emekçiler, ancak bir dünya anlayışına onu gerçekten değiştirebilecekleri bir dünya anlayışına sahip oldukları zaman, sınıf baskısının üstesinden gelebileceklerdir.
      Böylece, Gorki, Ana'da, çarlık Rusyası'nda, o zamana kadar her şeye boyun eğmiş, umutsuz, yaşlı bir kadının, kahramanca savaşan sosyalist oğlu sayesinde, halkının çektiği acıların kaynağını anladığı için, ve bu acılara bir son vermenin olanaklı olduğunu anladığı için, nasıl durdurulamaz bir devrimci haline geldiğini anlatır.
      Savaşıma henüz başlayanlara, yazgıya boyun eğmeyi reddedenlere, felsefe öğrenmek yararsız olmayacaktır: Gerçekte yalnız nesnel bir dünya anlayışı, onlara savaşımlarının kanıtlarını verebilir.
      Doğu bir teori olmaksızın, savaşım başarıya ulaşamaz. Bazıları, başarmak için, başarı koşullarının gerçekleşmesinin yeterli olduğunu sanırlar. Yanlıştır, çünkü, bu koşulları gerçekleştirmeyi bilmek de gerekir. Ve işler karmaşıklaştıkça, ne yapacağını bilmek, daha büyük bir önem kazanır.
      Bu gözlemler, devrimci bir savaşım, sosyalizm ve komünizm için savaşım sözkonusu olduğu zaman değer kazanır. "Devrimci teori olmadan, devrimci eylem olmaz", diyordu Lenin.
      Ama bu gözlemler, aynı zamanda, başka amaçlar için yapılan savaşımda da: demokratik özgürlükler için savaşımda da, ekmek için ya da barış için savaşımda da değerlidirler.
      Demek ki, pratik zorunluluk dolayısıyla, felsefeyi incelememiz, genel dünya anlayışıyla ilgilenmemiz gerekir.
      Şimdi de, bize, dünyayı anlamak olanağını sağlayacak, bunun sonucu olarak dünyayı değiştirmek için savaşım vermek olanağını sağlayacak olan hangi felsefedir, bunu, daha yakından görelim. (sayfa 33)


III. HANGİ FELSEFE İNCELENMELİ?

a) Bilimsel bir felsefe: diyalektik materyalizm.


      Eğer gerçeği (doğayı ve toplumu) değiştirmek istiyorsak, onu tanımak gerekir. İnsan, çeşitli bilimler yoluyla dünyayı tanır. Öyleyse, daha iyi bir yaşam için savaşımlarında, emekçilere yalnız bir tek bilimsel dünya anlayışı uygun düşebilir. Bu bilimsel anlayış, marksist felsefedir, diyalektik materyalizmdir.
      Burada akla şöyle bir soru geliyor: "Bilim" ile "felsefe" arasında nasıl bir ayrım yapıyorsunuz? Birincisini ikincisiyle bir tutmuyor musunuz? Marksist felsefe, gerçekten de, bilimlerden ayrılamaz, ama onlardan ayırdedilir. Bilimlerin her biri (fizik, biyoloji, psikoloji vb.) gerçeğin tamamen belirli bir kesimine özgü yasaları incelemeyi ister. Diyalektik materyalizme gelince, onun ikili bir amacı vardır:
      — diyalektik olarak, evrenin en genel yasalarını, fizik doğadan düşünceye kadar, canlı doğaya ve topluma geçerek, gerçeğin bütün görünümleri için ortak olan yasaları inceler. Önümüzdeki derslerde, bu yasaların incelenmesi ele alınacaktır. Ama, diyalektik materyalizmin kurucuları Marx ve Engels, diyalektiği, hiç akıldan çıkarmadılar. Bilimlerin ilerlemesi, onlara, felsefenin ortaya koyduğu en genel, bütün bilimler için ortak olan yasaları bulup ortaya koymak ve dile getirmek olanağını verdi.[8]
      — materyalizm olarak, marksist felsefe, bilimsel bir dünya anlayışıdır, bilimsel, yani bilimlerin bize öğrettiklerine uygun tek dünya anlayışıdir. Öyleyse, bilimler neyi öğretirler? Evrenin maddi bir gerçek olduğu, insanın bu gerçeğe yabancı olmadığını, bu gerçeği bilebileceğini, ve bu sayede evreni değiştirebileceğini (çeşitli bilim kollarıyla elde edilen pratik sonuçların gösterdikleri gibi) öğretirler. Felsefi (sayfa 34) materyalizmin incelenmesini 8-11. derslerde ele alacağız. Marksist materyalizm, bilimlerle özdeş değildir, çünkü onun konusu, gerçeğin bu sınırlı yönü değildir (bu, bilimlerin konusudur), ama, dünyanın bütünüyle kavranmasıdır; bilginler marksist olmasalar bile, tüm bilimlerin alttan alta kabul ettikleri bir dünya anlayışıdır.
      "Materyalist doğa görüşü, der Engels, doğanın olduğu gibi, yabancı bir şey katmadan, yalın biçimde kavranmasından başka bir şey değildir."[9]
      Bilimlerin her biri, "doğanın, olduğu gibi" bir yönünü inceler. Marksist felsefe ise, "doğanın, olduğu gibi, genel olarak kavranılması"dır. Onun için her ne kadar bilimlerle özdeşleşmese de, bilimsel bir felsefedir.
      Diyalektik materyalizmin bilimlerle özdeşleşmediğini söyledik. Ama şimdi gördük ki, bilimler, zorunlu olarak diyalektiktir (çünkü, bilimler evrenin en genel yasalarını tanımazlıktan gelirlerse kurulamazlar) ve materyalisttir (çünkü bilimlerin konusu maddi evrendir). O halde, diyalektik materyalizm, bilimlerden ayrılamaz. Ancak bilimlere dayanarak ilerleyebilir, onlardan sentez yapar. Ama karşılık olarak da, ilerde göreceğımız gibi, bilimlere geniş ölçüde yardım eder. Öte yandan, kendini, bilimsel olmayan dünya anlayışlarını, anti-diyalektik ve anti-materyalist felsefeleri eleştirmek görevine verir.
      Tarihsel materyalizm, diyalektik materyalizmin ilkelerini topluma uygular, (bunu da 15-21. derslerde inceleyeceğiz).
      Diyalektik materyalizm ve tarihsel materyalizm, bilimsel sosyalizmin ve bunun sonucu olarak komünizmin teorik temelini oluştururlar.
      Stalin, bütün bu nitelikleri özetleyerek şöyle yazar:
      "Marksizm, doğanın ve toplumun gelişmesinin yasalarının bilimidir, ezilen ve sömürülen sınıfların devriminin bilimidir, bütün ülkelerde sosyalizmin zaferinin bilimidir, komünist toplumun kuruluşunun bilimidir."[10] (sayfa 35)


b) Devrimci bir felsefe: proletaryanın felsefesi.


      Tamamen bilimsel ve, bilimsel olduğu gibi, kanıtlarını olgulardan —çünkü pratik, teoriyi doğrular— alan marksist felsefe, aynı zamanda, tarihsel rolü burjuvaziyi altetmek, kapitalizmi ortadan kaldınmak, sosyalizmi kurmak olan proletaryanın felsefesi, devrimci sınıf proletaryanın partisinin teorisidir.
      Ondördüncü derste, proletaryayı marksizme bağlayan bağın önemi üzerinde yeniden duracağız. Ama bunu şimdiden açıklığa kavuşturmak uygun olur.
      Eğer, gerçekten de, proletarya, marksist felsefeye bağlanıyorsa, bu felsefeyi kendine malediyorsa ve onu zenginleştiriyorsa, bu, proletaryanın, toplumu —kurbanı olduğu toplumu— değiştirme savaşımının, ona bu toplumu anlamak ve onu bilimsel olarak incelemek görevini yüklemesindendir. Burjuvazi, ayrıcalıklı sınıfının çıkarlarını savunurken, emek-gücünün sömürüsü üzerine kurulmuş bulunan egemenliğini unutturmaya çalışır. Kapitalist sömürü gerçeğini bile reddeder, günkü gerçeği kabul etmek, kendi sömürücü sınıf çıkarlarına aykırı olurdu. Sınıf çıkarları yüzünden, burjuvazi, gittikçe gerçeğe sırt çevirir.
      Proletaryanın durumu tamamen başkadır. Boyunduruktan kurtulmayı isteyen sömürülen sınıfın çıkarı dünyaya doğrudan bakmaktır. Sömürücü sınıfın, sömürüyü sürdürmek için yalana gereksinmesi vardır; devrimci sınıfın ise sömürüden kurtulmak için gerçeğe gereksinmesi vardır. Devrimci görevini iyi yürütebilmek için, doğru bir dünya görüşüne gereksinmesi vardir.
      Dünyaya doğrudan bakmak materyalizmdir.
      Dünyaya gerçek gelişmesi içinde bakmak, diyalektik materyalizmdir (diyalektik, toplumun gelişmesini açıklayan yasaları inceler).
      Diyebiliriz ki, bilimsel felsefe, diyalektik materyalizm, (sayfa 36) bundan dolayı, devrimci sınıfın, sömürüden kurtulabilmek için toplumu anlamakta çıkan olan sınıfın felsefesi olmuştur. Marksizm, proletaryanın bilimsel felsefesidir.
      A. Jdanov eöyle demişti:
      "Proletaryanın bilimsel felsefesi olan marksizmin ortaya çıkışı, felsefenin, köşesine çekilmişlerin bir uğraşı olduğu, dış dünya ile bağıntısı olmayan, yaşamdan ve halktan kopmuş, halka yabancı, az sayıda filozofun ve öğretilisinin oluşturdukları okulların tekelinde olan felsefe tarihinin eski dönemine son verir.
      "Marksizm, bu çeşit bir felsefe okulu değildir. Tersine, marksizm, birkaç seçkinin, bir fikir aristokrasisinin tekelinde olan eski felsefenin aşılması olarak, ve felsefenin, kurtuluşları için savaşımda, proletarya yığınlarının elinde bilimsel bir silah haline geldiği büsbütün yeni bir dönemin başlangıcı olarak ortaya çıkar."[11]
      İşte biz, bu felsefeyi inceleyeceğiz, çünkü bilimsel felsefe, emekçilere, savaşımlarını aydınlatan ışığı verir. Emekçilere, ve yalnızca proietaryaya değil, devrimci proletaryanın müttefiği olan, kapitalist burjuvaziye karşı çıkarları aynı olan kol ve kafa emekçilerine, savaşımlarını aydınlatan ışığı verir. Demek ki, marksizmin, proletaryanın bilimsel felsefesinin incelenmesi, proleter olsun ya da olmasın burjuvazinin egemenliğine yardım eden yalanları yıkmak isteyen herkesin işidir. Her bilim gibi, marksist teoriyi, hangi sınıftan olursa olsun, her insan benimseyebilir: Bir burjuva, proletaryanın yanında yeralır, proletaryanın görüşünü benimserse, marksist olabilir.
      Ama, marksizmi proletaryaya bağlayan çözülmez bağ, marksist felsefenin, proletaryanın felsefesinin, zorunlu olarak bilr parti felsefesi olduğu anlamamızı sağlar. Gerçekten de proletarya, toplumlar bilimine sahip bir devrimci parti olmadan, burjuvaziye karşı savaşım veremez. Bu fikir, Marx ve Engels tarafından Komünist Parti Manifestosu'nda (sayfa 37) açıklanmıştır ve Lenin de şöyle der: "Marx ve Engels, felsefede, başından sonuna kadar, hep belli bir yanın adamları oldular."[12]


IV. VARGI: TEORİ VE PRATİĞİN BİRLİĞİ


      Emekçiler için, ve özellikle proleterler için marksist felsefenin ineelenmesi bir lüks değildir: bu bir sınıf görevidir. Bu görevi yerine getirmemek, burjuva baskısına hizmet eden bilim-dışı ve gerici görüşlere alanı boş bırakmaktır, işçi hareketini, yolgösterici kılavuzdan yoksun bırakmaktır.
      Burjuvazi, proletarya felsefesinden korkmakta ve her yola başvurarak onunla savaşmaktadır. On yıllar boyunca, marksizmi üniversitelerden uzaklaştırarak, marksist teorinin ışığını kapadı. Sonra, diyalektik materyalizmin etkisi büyüyünce (aynı zamanda işçi sınıfının otoritesi artınca) hile yapmak gerekti: o zaman burjuva ideologlarının havası değişti. Dediler ki: "Elbette, marksizm, eskiden iyiydi. Ama bugün, marksizm aşılmıştır." Sayısız marksizmi "aşma" girişimleri, buradan ileri geliyor. Bütün bu girişimlerin, marksizmin felsefi temellerinin tasfiyesi ya da tahrifi, diyalektik materyalizmin tasfiyesi ya da tahrifi gibi hazırlık ve giriş niteliğinde bir ön işlemden geçmeleri anlamlıdır.
      Burjuvazi, bu iş için, uluslararası sosyal-demokrasi liderlerinden gayretkeşçe bir yardım gördü. Özellikle, bizim ülkemizde Léon Blum'un yardımı. A l'echelle Humaine'de (1946), Marx'ın kuşku götürmez öğretilerini hiçe sayarak, sosyalizm için materyalist bir felsefenin gereğini yadsır. Ve Sosyalist Enternasyonalin liderleri, açıkça dinin kanatları altında yeralıyorlar: "Marksizm, diyalektik ve tarihsel materyalizm, sosyalizm için hiç de gerekli değiller; dinsel telkin de onun kadar değerlidir."[13]
      Bu görüşlerin, sınıf savaşımına, yani devrime yasak koymak gibi bir amaç taşıdığını ilerde göreceğiz. (sayfa 38)
      Ama, susmak ve tahrif etmek, diyalektik materyalizmin ve tarihsel materyalizmin gerçeğini hiçbir şekilde değiştiremez. Gerçek gerçektir. Ve, örneğin, şu sırada, sosyalist ülkelere karşı, bir koalisyonda biraraya toplanmış olsalar bile, çeşitli kapitalist devletler arasındaki çelişkilerin gene de şiddetlendiği görülmektedir. Kapitalistlerin kendileri de bu durumu kabul ediyorlar. Marksist teoriyi geliştirdiği ve zenginleştirdiği SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları[14] adlı yapıtında, Stalin, bunu belirtmiş ve anlatmıştı.
      Gerçekler ortadadır. Ve sosyalizmin başarısı, SSCB'de komünizmin kurulmaya başlamasından sonra halk demokrasisinin ilerleyişi, marksist-leninist işçi partisinin gelişmesi, marksist teorinin ne ölçüde güçlü olduğunu kanıtlamaktadır. Burjuva filozoflara gelince, onlar, ancak, kapitalizmin genel bunalımını (ve açıklamaksızın haklı göstermeye çalışarak) yazabilirler.
      Marksist felsefeyi incelemeye başlayacak olanların hiçbir zaman unutmaması gereken bir nokta vardır. Devrimci proletaryanın bilimsel felsefesi, marksizm, hiçbir zaman teoriyi (yani bilgiyi) pratikten (yani eylemden) ayırmaz. Marx, Engels ve onların öğretilileri, aynı zamanda, hem düşünür, hem de eylem adamıydılar. Zaten teori ile pratik arasındaki bu organik bağdır ki, marksizme zenginleşmek olanağını sağladı: devrimci hareketin her aşaması, teoride yeni bir ileri hamleyi hazırladı. Eğer marksizmin verimliliğini ortaya koyan devrimci eyleme katılınmazsa, marksizmin ilkeleri sindirilemez. "Marksist teori bir dogma değil, eylem için bir kılavuzdur."[15] (sayfa 39)


Dipnotlar

[1] Descartes, Discours de la Méthode (1637), Editions Sociales, Paris 1950, s.101
[2] Gorki, "Darkafalı ve Anekdotlar", Les Petits-Bourgeois, Editions de la Nouvelle Critique, Paris 1949, s. 52, not.
[3] Üretici güçler ve üretim ilişkileri konusunda, onbeşinci derse bakınız.
[4] Aktaran: Albert Soboul, 1789, "L'An Un de la Liberté", 2. baskı, Editions Sociales, Paris 1960, s. 63.
[5] Aktaran: Georges Cogniot, La Question Scolaire en 1848 et la Loi Falloux, Editions Hier et Aujourd'hui, s. 189.
[6] V.İ. Lenin, Gençlik Üzerine, Sol Yayınları, Ankara 1993, s. 227.
[7] Henri Barbusse, Paroles d'un Combattant, Flammarion, s. 10.
[8] Marksist teorinin biçimlenmesi konusunda birinci ve ondördüncü derslere bakınız.
[9] F. Engels, Doğanın Diyalektiği, Sol Yayınları, Ankara 1996, s. 219, aktaran: J. Stalin, "Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm", Leninizmin Sorunları, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 659.
[10] J. Stalin "A. Holopov Yoldaşa Mektup" ("Dil Üzerine"), Son Yazılar 1950-1953, Sol Yayınları, Ankara 1990, s. 58.
[11] Jdanov, Sur la littérature, la philosophie et la musique, Editions de la Nouvelle Critique, 1950, s. 44, 45.
[12] Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, Sol Yayınları, Ankara 1993, s.380.
[13] Yeni "Sosyalist Enternasyonal"in Tüzüğü.
[14] Bkz: J. Stalin, Son Yazılar, 1950-1953, Sol Yayınları, Ankara 1990, s. 61-145.
[15] Histoire du Parti Communiste (Bolchévik) de l'USSR, Moscou 1949, §2, s. 394



BİRİNCİ BÖLÜM
MARKSİST DİYALEKTİK YÖNTEMİN İNCELENMESİ

BİRİNCİ DERS
DİYALEKTİK YÖNTEM



I .      Yöntem Nedir?
II .    Metafizik Yöntem
       a) Nitelikleri
       b) Tarihsel Anlamı
III .   Diyalektik Yöntem
       a) Nitelikleri
       b) Tarihsel Oluşumu
IV .    Formel Mantık ve Diyalektik Mantık


      "DİYALEKTİK materyalizm denmesinin nedeni, doğa olaylarını ele alış biçimi, araştırma ve tanıma yöntemi diyalektik, ve doğa olaylarını yorumlayışı ve anlayışı, teorisi materyalist olduğu içindir."[1]


I. YÖNTEM NEDİR?


      "Yöntem"den, bir amaca varılan yol anlaşılır. Descartes, Spinoza, Hegel gibi en büyük filozoflar, yöntem sorununu özenle incelemişlerdi; çünkü, onlar, gerçeğe varmanın en usa-uygun yolunu bulmayı kendilerine iş edinmişlerdi. Marksistler, anlık ve aldatıcı görünüşlerin ötesindeki gerçeğe doğrudan bakmak isterler; bu yüzden, yöntemin onlar için (sayfa 43) çok büyük bir önemi vardır. Yalnız bir tek bilimsel yöntem, dönüştürücü, devrimci bir eylemi, bilimsel dünya anlayışı içinde oluşturmak olanağını sağlar.
      Diyalektik, materyalist bir dünya anlayışına tamıtamına uygun gelen tek yöntem, işte bu yöntemdir.
      Bu incelemenin önümüzdeki altı dersini diyalektik yönteme ayıracağız. Ama, kendimizi, özet niteliğinde bir başlangıçla bu işe hazırlamamız uygun olur. Diyalektik yöntem (bilimsel olan) ile metafizik yöntem (bilimsel olmayan) arasında bir karşılaştırma, bunu kolaylaştıracaktır.


II. METAFİZİK YÖNTEM

a) Nitelikleri..

      Bir çift sarı ayakkabı satın aldık. Belli bir süre sonunda, birçok tamirden taban ve topuk pençesinden, yamalandıktan vb. sonra, artık bunların aynı olmadığının farkına varmaksızın, hala "sarı ayakkabılarımı giyeceğim" deriz. Ama biz, ayakkabılarımızın ansızın değişmesini önemsemiyoruz, onları, hiç değişmemiş olarak, aynısı olarak kabul ediyoruz.
      Bu örnek, metafizik yöntemin ne olduğunu anlamamıza yardım edecektir. Böyle bir yöntem, Engels'in deyişiyle şeyleri "kesin biçimleriyle", değişmez olarak "meydana gelmiş gibi"[2] kabul eder. Hareket, ve bunun sonucu olarak, değişmenin nedenleri de, bu yöntemin dikkatinden kaçar.
      Metafiziğin tarihsel bir incelemesini yapsaydık, bu inceleme, kendisi için yeterli olmayan gösterişsiz bir çift ayakkabıyı çok gerilerde bırakırdı. Kısaca belirtelim ki, "metafizik" sözcüğü, Yunanca, ötesi diye yorumlanabilen meta ve doğa bilimi demek olan fizik sözlerinden gelir. Metafiziğin konusu (özellikle Aristoteles'te), doğanın ötesinde bulunan varlığın incelenmesidir. Doğa, hareket halinde olduğu halde; doğaötesi (sayfa 44) varlık (doğaüstü varlık), değişmez ve sonsuzdur. Bazıları bu varlığa tanrı derler, bazıları ise Mutlak, vb... Yalnızca bilime dayanan materyalistler, bu varlığın imgesel olduğunu kabul ederler (9. derse bakınız). Ama eski Yunanlılar, hareketi açıklayamadıkları için, bazı Yunan filozofları, hareket halindeki doğanın da ötesine bir sonsuz ilke koymak zorunda kaldılar.
      Şu halde metafizik yöntemden sözederken, hareketin ve değişmenin gerçeğini bilmeyen ya da bilmezlikten gelen bir yöntemi anlıyoruz. Ayakkabılarımızın artık aynı ayakkabılar olmadıklarını görmemek, metafizik bir tutumdur. Metafizik, durgunluk yararına hareketi, özdeşlik yararına değişmeyi bilmez. "Güneş altında yeni hiçbir şey yoktur" der. Kapitalizmin sonsuz olduğuna, kapitalizmin insanlarda oluşturduğu ya da sürdürdüğü kötülüklerin ve kusurların (ahlak bozukluğunun, bencilliğin, hunharlığın vb.) her zaman varolacaklarına inanmak, metafizikçi gibi uslamlamaktır. Metafizikçi, hayalinde, sonsuz, yani değişmez bir insan canlandırır.
      Niçin? Çünkü, metafizikçi, insanı, çevresinden, toplumdan ayırır. Der ki: "Bir yanda insan, öte yanda toplum. Kapitalist toplumu yıkıyorsunuz, sosyalist bir toplumu kuracaksınız. Ya sonra? İnsan, insan kalacaktır." Burada metafiziğin bir ikinci çizgisini yakalıyoruz: Metafizik, gerçekte birbirinden ayrılmaz olanı, keyfi olarak ayırıyor. İnsan, gerçekte, toplumların tarihinin bir ürünüdür: İnsan, toplumun dışında değildir, ancak, toplumdadır. Metafizik yöntem, gerçekte birlik olanı ayırır. Şeyleri kesin [değişmez] olarak sınıflandırır. Ömeğin der ki: siyaset burada, sendika orada. Kuşkusuz siyaset ve sendika iki ayrı şeydir. Ama yaşam deneyimi bize gösteriyor ki, siyaset ile sendika, birbirlerinden çok az ayrılır. Sendikada olup bitenler siyaset üzerinde de etki yapar; ve tersine, siyasal eylemin de (devlet, partiler, seçimler, vb.) sendika üzerinde bir karşı etkisi vardır.
      Bölmelere ayırma, metafizikçiyi, her durumda şöyle uslamlamaya götürür: "Bir şey, ya budur, ya şudur. Aynı zamanda (sayfa 45) hem bu hem şu olamaz." Örnek: Demokrasi diktatörlük değildir; diktatörlük demokrasi değildir. Öyleyse, bir devlet, ya demokrasidir, ya diktatörlüktür. Peki yaşam bize ne öğretiyor? Yaşam, bize bir ve aynı devletin aynı zamanda hem diktatörlük, hem demokrasi olabileceğini öğretiyor. Burjuva devlet, (örneğin Birleşik Devletler'de) bütün haklara, bütün iktidara sahip olan bir büyük para sahipleri azınlığı için demokrasidir; çoğunluk üzerinde, ancak aldatıcı hakları olan küçük insanlar üzerinde diktatörlüktür. Halk devleti (örneğin Çin'de), halk düşmanlarına karşı, devrimci zaferin iktidardan uzaklaştırdığı sömürücü azınlık için bir diktatörlüktür; büyük çoğunluk için, ezilmekten kurtulmuş emekçiler için demokrasidir.
      Kısacası, metafizikçi, şeyleri kesin (değişmez) olarak tanımladıği için (şeyler ne iseler öyle kalacaklardır!), ve birbirlerinden özenle ayırdığı için, onları, tamamen uzlaşmaz olarak birbirinin karşısına koyar. İki karşıtın aynı zamanda olamayacağını düşünür. Bir varlık ya canlıdır, ya ölüdür, der. Bir varlığın aynı zamanda hem canlı, hem ölü olabilmesi, ona anlaşılmaz görünür: bununla birlikte, ömeğin, insan bedeninde, her an yeni hücreler, ölmekte olan hücrelerin yerlerini alırlar: bedenin yaşamı, açıkça bu karşıt güçler arasındaki sürekli bir savaşımdır.
      Değişmenin reddi, ayrılmaz olanın ayrılması, karşıtların sistemli olarak dıştalanması, işte metafizik yöntemin çizgileri bunlardır. Bunları, önümüzdeki derslerde, diyalektik yöntemin özelliklerini belirleyen çizgilerin karşısına koyarak daha yakından inceleme olanağını bulacağız. Ama, daha şimdiden, gerçeğin araştırılmasına ve yeryüzünde eyleme gelince, metafizik yöntemin tehlikelerini sezebiliriz. Metafizik, gerçeğin sürekli değişen özünü, kaçınılmaz olarak, unutur: Sonsuz derecede zengin olan bu gerçeğin bir tek görünümü ile her karşılaştığında, onu görmek istemez, ve bütünü kısımlarından birine, bütün ormanı onu oluşturan ağaçlardan birine götürmek istemez. Diyalektiğin yaptığı gibi, kendini gerçeğe uydurmaz, ama canlı gerçeği kendi ölü çerçeveleri (sayfa 46) içine hapsolmaya zorlar. Başarısızlığa mahkum bir çaba.
      Eski bir Yunan efsanesi, Procrust adlı bir haydudun kötülüklerini anlatır: Bu haydut kurbanlarını bir yatağa yatırırmış. Eğer kurbanı yatağa sığmayacak kadar büyükse, haydut, onun bacaklarını yatağın boyuna göre keser; eğer kurbanın boyu yataktan küçükse, ayaklarını gererek uzatırmış... İşte metafizik de gerçekleri böyle baskı altında tutar. Ama gerçekler inatçıdırlar.

b) Tarihsel anlamı.

      Hareket halindeki nesneleri çizmeyi bilmeden, önce onları hareketsiz çizmeyi öğrenmek gerekir. Bu, biraz da insanlığın tarihidir. İnsanlık, henüz diyalektik bir yöntemi özümleyebilecek düzeyde olmadığı zamanlarda, metafizik yöntem ona büyük hizmetlerde bulundu.
      "Hegel"in 'metafizik' yöntem dediği, verilmiş ve değişmez nesneler olarak düşünülen şeylerin incelenmesiyle uğraşmayı yeğleyen ve kalıntıları hâlâ zihinlere musallat olan eski araştırma ve düşünme yönteminin doğruluğu, zamanında, tarihsel olarak ortaya çıkmıştır. Süreçleri [yani hareketleri ve dönüşümleri] incelemeden önce şeyleri incelemek gerekiyordu. Bir şeyde oluşmuş değişiklikleri gözlemlemeden önce şu ya da bu şeyin ne olduğunu bilmek gerekiyordu. Ve bu, doğa bilimlerinde de böyle oldu. şeyleri, kesin biçimleriyle oluşmuş şeyler olarak ele alan eski metafizik, ölü ve canlı şeyleri kesin biçimleriyle oluşmuş olarak inceleyen bir doğa biliminin ürünü idi."[3]
      Başlangıcında doğa bilimi başka türlü davranamazdı. İlkin, canlı türleri tanımak, onları özenle birbirlerinden ayırdetmek, sınıflandırmak gerekiyordu: bir bitki bir hayvan değildir, bir hayvan bir bitki değildir vb.. Fizikte de gene aynı: birbirine karıştırma tehlikesi karşısında ilkin ısıyı, ışığı, (sayfa 47) kütleyi iyice ayırmak, başlangıç için en basit olayların incelenmesine kendini vermek gerekiyordu. Bu yüzdendir ki, bilim, çok uzun bir süre hareketi çözümleyememiştir. Bilim asıl önemi dinginliğe verdi. Sonra, (Galilei ve Descartes'la birlikte) hareketin bilimsel olarak incelenmesine sıra gelince, ilkin hareketin en basit, en anlaşılır biçimiyle (yer değiştirme) yetinildi.
      Ama, bilimlerin ilerlemeleri, onları metafiziğin çerçevelerini kırmaya götürüyordu.
      "Ama, bu inceleme tarzı, kesin bir ilerlemenin, yani bizzat doğanın bağrında bu şeylerde oluşan değişmelerin sistemli bir biçimde incelenmesine geçişin olanakları yaratılıncaya kadar geliştiği zaman, işte o anda felsefe alanında da eski metafiziğin ölüm çanları çalmaya başladı."[4]


III. DİYALEKTİK YÖNTEM

a) Nitelikleri..

      "Diyalektik, tersine, bununla yetinmez; o şeyleri ve kavramları, zincirlenmeleri, karşılıklı bağlantıları, karşılıklı etkileri ve bundan kaynaklanan değişiklikleri, doğuşları, gelişmeleri ve yokoluşları içinde gözönünde tutar."[5]
      Bu yüzdendir ki, diyalektik, her noktada metafiziğe karşıdır. Diyalektik, ne dinginliği, ne de gerçeğin çeşitli görünümleri arasındaki ayrımı kabul etmediği için değil. Ama diyalektik, dinginlikte, gerçeğin göreli bir yönünü görür, oysa hareket mutlaktır; diyalektik bütün ayrımların da göreli olduğunu kabul eder, çünkü, gerçekte her şey şu ya da bu biçimde birbirine bağlıdır, her şey, aralarında birbirini etkileme durumundadır. Biz aşağıda, altıncı derste, diyalektiğin yasalarını inceleyeceğiz.
      Hareketi (yalnız basit bir yer değiştirmeyi değil, sıvı olan (sayfa 48) suyun, su buharı olarak gaz haline geçişi gibi durum değiştirmelerini de), bütün biçimleriyle dikkate alan diyalektik, hareketi, karşıtların savaşımı olarak açıklar. Bu, diyalektiğin en önemli yasasıdır (5, 6 ve 7. derslerimizi buna ayıracağız). Metafizikçi, karşıtları tecrit eder, sistematik olarak bağdaşmaz kabul eder. Diyalektik, karşıtların biri olmadan ötekinin de olamayacağını ve her hareketin, her değişikliğin, her biçim değiştirmenin, karşıtların savaşımıyla açıklandığını ortaya koyar. Bu dersin II. kesiminde bedenin yaşamının yaşam güçleri ile ölüm güçleri arasındaki sürekli savaşımın ürünü olduğunu, yaşamın durmaksızın ölüme karşı zafer kazandığını, ölümün durmaksızın bu zaferi elde etmeye uğraştığını belirtmiştik.
      "... her organik varlık, her an, hem aynı, hem aynı-olmayan şeydir; her an, yabancı maddeleri özümler ve başka yabancı maddeleri dışarı atar, her an vücudundaki hücreler yokolur ve yeni hücreler oluşur: azçok uzun bir zaman sonunda, bu vücudun maddesi tamamen yenilenir, başka madde atomları ile değiştirilir; öyle ki, her organik varlık hem hiç değişmez, hem de bir başkasıdır. Şeylere biraz yakından bakınca, bir çelişkinin, olumlu ve olumsuz gibi iki kutbunun, karşıt oldukları kadar ayrılmaz da olduklarını ve bütün antitez değerlerine karşın, karşılıklı olarak birbirlerine karıştıklarını; aynı biçimde, neden ve sonucun, ancak özel bir duruma uygulandıklarında geçerliği bulunan kavramlar olduklarını, ama bu özel durumu, dünyanın bütünü ile genel bağlantısı içinde düşünmeye başladığımız andan başlayarak, bu kavramların, neden ve sonuçların sürekli olarak görev değiştirdikleri, şimdi ya da burada sonuç olanın, başka yerde ya da daha sonra neden, ve vice versa durumuna geldiği, evrensel karşılıklı etki görünümü içinde birleştiklerini, birbirlerine dönüştüklerini de görürüz."[6](sayfa 49)
      Toplum için de durum aynıdır: karşıtların savaşımının toplum içinde sınıf savaşımı biçiminde bulunduğunu göreceğiz. Bundan başka, düşüncenin devindiricisi de, karşıtların savaşımıdır (altıncı dersin III. kesimine bakınız).

b) Tarihsel oluşumu.

      Diyalektiğin ilk taslağını yapmak onuru, Yunan filozoflarınındır. Onlar, doğayı bir bütün olarak anlıyorlardı. Herakleitos, bu bütünün durum değiştirdiğini öğretiyordu: biz, hiçbir zaman aynı ırmaka girmiyoruz, diyordu. Yunan filozoflarında özellikle savaşımın verimliliğini önemle belirten Platon'da karşıtların savaşımı büyük bir yer tutar: karşıtlar birbirlerini doğururlar.[7] Diyalektik sözü, doğrudan doğruya Yunancadan gelir: dialegein — tartışmak; karşıt fikirlerin savaşımını ifade eder.
      Çağdaş dönemin en güçlü filozoflarında, özellikle Descartes ve Spinoza'da en parlak diyalektik uslamlama ömeklerini buluruz.
      Ama, diyalektik yöntemi ilk kez, dahice ifade edecek olan, büyük Alman filozofu Hegel'dir (1770-1831); Hegel'in yapıtı, hemen Fransız Devrimini izleyen dönemde gelişip ortaya çıkacaktır. Fransa'da, kendisinin sonsuz olduğuna inanan feodal toplumu alaşağı ederek zafere ulaşan burjuva devrimin hayranı olan Hegel, fikirler alanında da buna benzer bir devrim yapar; metafiziği ve onun sonsuz gerçeklerini tahtından indirir. Gerçek, her olgunun ilk nedenlerinin bir dermesi değildir. Tarihsel bir süreçtir, bilginin alt derecelerinden üst derecelerine geçiştir. Gerçeğin hareketi, ancak kendi öz sonuçlarını durmadan eleştirmek ve onları aşmak koşuluyla ilerleyebilen bilimin kendi hareketidir. Ve böylece görüyoruz ki, Hegel'e göre her dönüşümü oluşturan şey, karşıtların savaşımıdır.
      Bununla birlikte Hegel, idealistti. Yani, ona göre, doğa (sayfa 50) ve insan tarihi yaratılmamış Fikrin (Idée) kendini göstermesinden, açığa vurmasından başka bir şey değildir. Demek ki, hegelci diyalektik salt tinsel alanda kalır.
      Marx (ki, önce Hegel'in öğretilisi olmuştu), diyalektikte tek bilimsel yöntemi tanımayı bildi. Ama, aynı zamanda materyalist olarak, onu doğru koymayı da bildi: Maddi evreni Fikrin bir ürünü sayan idealist dünya anlayışını reddeden Marx, diyalektiğin yasalarının maddi dünyanın yasaları olduğunu, ve düşüncenin diyalektik oluşunun insanların bu dünyanın yabancısı olmamalarından, bu dünyaya katılmış ve onun parçası olmalarından ileri geldiğini anladı.
      "Hegel'de, diyor Marx'ın dostu ve uğraş arkadaşı Engels, doğada ve tarihte kendini gösteren diyalektik gelişme, yani zikzak halindeki bütün hareketler ve bütün ani geri çekilmeler boyunca kendini ortaya çıkaran aşağıdan yukarıya doğru ilerlemenin nedensel zincirlenişi, demek ki, Fikrin bütün sonsuzluk boyunca nerede olduğu bilinmeyen, ama her halde, düşünen her insan beyninden bağımsız olarak süregiden özerk hareketinin kopyasıdır ancak. İşte çıkarılıp atılması sözkonusu olan, bu ideolojik tersyüz olma durumuydu. Biz yeniden beynimizin düşüncelerini, onları Mutlak Fikrin şu ya da bu derecede yansıları olarak, gerçek nesneler sayacağımız yerde, onları materyalist açıdan nesnelerin yansıları olarak kavradık. Bundan ötürü, diyalektik, dış dünya için olduğu kadar insan düşüncesi için de hareketin genel yasalarının —temelde özdeş olan ama ifadede birbirinden ayrılan, insan beyni onları bilinçli olarak uygulayabildiği halde, doğada ve şimdiye dek büyük bölümüyle insanın tarihinde de bu yasaların yalnız bilinçsiz olarak görünüşte sonsuz bir dizi raslantılar içinde dış zorunluluk biçiminde kendilerine yolaçmaları anlamında birbirinden ayrılan iki yasalar dizisinin— bilimine indirgeniyordu. Ama bu yolda Fikrin kendisinin diyalektiği gerçek dünyanın diyalektik hareketinin yalnızca basit bir bilinçli yansısı haline geldi ve böylelikle Hegel'in diyalektiği başı yukarda olmak üzere doğrultuldu, ya da daha tam ve doğru bir deyişle, başının üzerinde dururken yeniden ayakları (sayfa 51) üzerine kondu."[8]
      Kısacası, Marx, hegelci sistemin "usa-uygun çekirdeğini", yani diyalektiği alıkoyarak idealist kabuğunu attı. Bunu, Kapital'in ikinci sonsözünde kendisi de açikça söylüyor (Ocak 1873):
      "Benim diyalektik yöntemim, hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam süreci yani düşünme süreci —Hegel bunu'Fikir' ("Idea") adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür— gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca 'Fikir'in dışsal ve görüngüsel (phénomenal) biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir."[9]
      Marx ve Engels bu diyalektik anlayışı, kesin olarak tersine döndürmeyi nasıl başardılar? Bunun yanıtı onların yazılarındadır. Onları, diyalektiğin nesnel bir temeli olduğunu düşünmeye götüren, 18. yüzyılın sonu ile 19. yüzyılın ilk on yıllarında, doğa bilimlerindeki ilerleyiştir.
      Bu konuda üç büyük buluşun belirleyici bir rolü olmuştur:
      1. En karmaşık organizmaların gelişmelerinin başlangıcı olan canlı hücrenin bulunuşu.
      2. Enerjinin dönüşümünün bulunuşu: ısı, elektrik, mıknatıs, kimyasal enerji vb. aynı maddi gerçeğin nitel bakımdan farklı biçimleridirler.
      3. Darwin'e borçlu bulunulan dönüşümcülük. Taşıllar biliminin (paleontolojinin) ve hayvan yetiştiriciliğinin verilerine dayanarak, dönüşümcülük, bütün canlı varlıkların (insanın da) doğal bir evrimin ürünleri olduğunu gösteriyordu. (Darwin'in Türlerin Kökeni, 1859.)
      Zamanın bilimlerinin tümünde olduğu gibi (örneğin, (sayfa 52) güneş sistemini bir bulutsudan başlatarak açıklayan Kant ve Laplace'ın varsayımı; ya da yeryuvarlağının tarihini yeniden düzenleyen yerbilimin doğuşu gibi), bu buluşlar da, doğanın diyalektik niteliğini, zorunlu yasalara göre, durmadan yeni yönler doğurarak gelişen, oluş halindeki sınırsız bir bütünün birliği olarak aydınlığa çıkarıyordu; insan türü ve insan toplumu, bu evrensel oluşumun bir anıdır.
      Marx ve Engels'in vardıkları sonuç, derin bir şekilde diyalektik olan bu gerçeği anlamak için, dünyanın birliğini önleyen ve onun hareketini donduran metafizik yöntemden vazgeçmek gerektiği oldu; şu, Hegel'in nesnel temellerini ortaya koymadan üne kavuşturduğu yöntem, diyalektik bir yöntem gerekliydi.
      Demek ki, diyalektik yöntem, Marx ve Engels tarafından dışardan, keyfi olarak geliştirilmiş değildi. Marx ve Engels, diyalektik yöntemi, diyalektik olan nesnel doğayı konu olarak aldıklarına göre, bilimlerin kendisinden çıkardılar.[10]
      Bunun içindir ki, Marx ve Engels, bütün ömürleri boyunca, bilimlerdeki ilerlemeyi çok yakından izlediler; böylece diyalektik yöntem de, evren bilgisi derinleştiği ölçüde belirlendi, kesinleşti. Marx ile (ki, kendi yönünden, ekonomi politiğin temellerine inerek, Kapital'i kaleme alıyordu) anlaşma içinde Engels, uzun yıllarını, felsefenin ve doğa bilimlerinin özenle incelenmesine ayırdı. Böylece, 1877-78 yıllarında Anti-Dühring'i[11] yazdı. Engels, engin bir tahlil yapıtını, (sayfa 53) Doğanın Diyalektiği'ni[12] yazmaya başlamıştı; diyalektik yöntemle dikkat çekici bir şekilde aydınlatılan çağının bilimlerinin düzeyini saptayan bu yapıtın birçok bölümleri kalmıştır.
      Diyalektik yöntemin bu verimliliği, gittikçe daha çok genişleyen bir hareketle, her bilim kolundan sayısız bilginleri marksizme kazandıracaktı. Fransa'da bu bilginlerin klâsik örneği, aynı zamanda büyük bir yurttaş, hayran olunası bir yurtsever olan büyük fizikçi Paul Langevin'dir.
      Diyalektik yöntemin bu verimliliği, bizzat Marx ve Engels'le de yararlılığını gösterecekti. Düşünce adamı oldukları kadar, savaşan devrimciler olan Marx ve Engels, onlardan önce gelen en dahi kişilerin doğru olarak koyamadıkları sorunu, diyalektikçi oldukları için, çözümlediler: materyalist diyalektiği insanlık tarihine uygulayarak, gerçekte (genel teorisi tarihsel materyalizm olan) toplumlar bilimini kurdular. Bu temel buluşun nasıl yapıldığını göreceğiz (ondördüncü ders). Bununla, sosyalizme, bilimsel bir temel sağlıyorlardı.
      Öyleyse, burjuvazinin, sınıf çıkarlarından dolayı, diyalektiğe karşı savaş açmış olmasını anlamak kolaydır. "... usa-uygun biçimiyle diyalektik, burjuvazi ile onun doktriner sözcüleri için bir rezalet ve iğrençliktir, çünkü şeylerin mevcut bugünkü durumunu olumlu yanlarıyla kavrar, aynı zamanda bu durumun yadsınmasını, onun kaçınılmaz çöküşünün anlaşılmasını içerir; çünkü diyalektik, tarihsel olarak gelişmiş olan her toplumsal biçimi, akışan bir hareket içinde görür ve bu yüzden, onun geçici niteliğini, onun anlık varlığından daha az olmamak üzere hesaba katar; hiçbir şeyin zorla kabul ettirilmesine izin vermez, özünde eleştirici ve devrimcidir."[13] (Italikler bizim, -G.B.-M.C.)
      Bunun içindir ki, burjuvazi metafizikte kendine sığınak arar; bunu göstermek olanağını bulacağız. (sayfa 54)


IV. FORMEL MANTIK VE DİYALEKTİK YÖNTEM


      Bu ilk dersi mantık üstüne birkaç gözlemle biraz daha uzatmak yararlı olur.
      Bilimlerin, başlangıç dönemlerinde ancak metafizik bir yöntem kullanabildiklerini (II. kesim, b) görmüştük.
      Bu yöntemi genelleştirerek, Yunan filozofları (özellikle Aristoteles), kendini yanılgılardan korumak için, düşüncenin her durum ve koşul altında izlemek zorunda olduğu birtakım evrensel kurallar ortaya koymuştu. Bu kuralların birliğine mantık adı verildi. Mantığın konusu, gerçeği araştırmada düşüncenin izlemesi gereken ilkelerin ve kuralların incelenmesidir. Bu ilke ve kurallar, bir fanteziden ibaret değildirler, insanın doğa ile yinelenen alışverişinden ortaya çıkarlar: insanı "mantıklı" kılan, insana gelişigüzel herhangi bir şeyin yapılamayacağını öğreten doğadır!
      İşte formel mantık denen geleneksel mantığın üç bellibaşlı kuralı:
      1. Özdeşlik ilkesi: bir şey, kendisiyle özdeştir. Bir bitki bir bitkidir; bir hayvan bir hayvandır. Yaşam yaşamdır; ölüm ölümdür. Mantıkçılar bu ilkeyi formülleştirerek a, a'dır, derler.
      2. Çelişmezlik ilkesi: bir şey aynı zamanda hem kendisi, hem karşıtı olamaz. Bir bitki hayvan değildir; bir hayvan bir bitki değildir. Yaşam ölüm değildir; ölüm de yaşam değildir. Mantıkçılar buna a, a-olmayan değildir, derler.
      3. Üçüncünün dışarılması ilkesi (ya da üçüncü durumun dıştalanması): birbirinin karşıtı iki olanak arasında bir üçüncünün yeri yoktur. Bir varlık, ya bitkidir ya hayvandır: üçüncü olanak yoktur. Yaşamla ölüm arasında seçim yapmak gerekir, üçüncü bir durum yoktur. Eğer a ve a-olmayan birbirinin karşıtı ise, aynı bir nesne ya a'dır, ya a-olmayan'dır.
      Bu mantık geçerli midir? Evet, çünkü, yüzyıllar boyunca biriktirilmiş deneyimi yansıtır. Ama araştırma derinleştirilmek istendiği andan başlayarak yetersizdir. Gerçekten de, (sayfa 55) yukarda sözü edilen ömekleri yeniden ele alacak olursak, kesinlikle hayvanlar ya da bitkiler kategorisinde sınıflandırılamayan canlı varlıkların varoldukları ortaya çıkar. Bu varlıklar, hem biri, hem ötekidirler. Aynı şekilde, ne mutlak yaşam, ne mutlak ölüm vardır: her canlı varlık, her an ölüme karşı savaşımda kendi kendini yeniler; her ölüm kendi içinde yeni bir yaşamın öğelerini taşır (ölüm, yaşamın ortadan kaldırılması değildir, bir organizmanın çözülüp dağılmasıdır). Belirli sınırlar içinde geçerli olan klâsik mantık demek ki, gerçeğin daha derinliğine inme gücünde değildir. Bu mantıktan, verebileceğinden fazlasını istemek, işte bu, tam metafiziğin içine düşmektir. Geleneksel mantık kendi niteliği gereği olarak yanlış değildir, ama onu kendi sınırları dışında da uygulamak hevesine kapılınırsa yanlışlığa neden olur.
      Bir hayvanın bir bitki olmadığı doğrudur; çelişmezlik ilkesine uygun olarak, onu buna, bunu ona karıştırmaktan sakınmak gerektiği de doğrudur ve doğru olarak kalır. Diyalektik, karışıklık, şeyleri birbirine karıştırma değildir. Ama diyalektik, bazı varlıkların hayvan ve bitki oldukları noktada hayvan ile bitkinin, gerçeğin birbirinden ayrılmaz iki görünümü oldukları da doğrudur der (karşıtların birliği).
      Bilimlerin şafağında kurulmuş olan formel mantık, günlük kullanım için yeterlidir: sınıflandırmaya, ayırmaya olanak sağlar. Ama tahlili daha ileri götürmek istediğimizde artık yeterli değildir. Niçin? Çünkü gerçek, harekettir ve özdeşlik mantığı (a, a'dır), fikirlerin, gerçeği kendi hareketi içinde yansıtmasına olanak vermez. Çünkü, öte yandan, beşinci derste göreceğimiz gibi, bu hareket, iç çelişkilerin ürünüdür; ve özdeşlik mantığı, karşıtların birliğinin ve birinden diğerine geçişin kavranılmasına olanak vermez.
      Kısacası, formel mantık, gerçeğin en yakındaki görünümlerine varabilir ancak. Diyalektik yöntem daha öteye gider, bir sürecin bütün görünümlerine ulaşmayı kendine amaç edinir.
      Diyalektik yöntemin, bilen, anlayan düşüncenin yasalarına uygulanmasına diyalektik mantık denir. (sayfa 56)


Dipnotlar

[1] Stalin, "Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm", Leninizmin Sorunları, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 651.
[2] Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 44; K. Marx, F. Engels, Felsefe İncelemeleri, Sol Yayınları, Ankara 1979, s. 47.
[3] Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 43-44; K. Marx, F. Engels, Felsefe İncelemeleri, Sol Yayınları, Ankara 1979, s. 47-48; K. Marx, F. Engels, Din Üzerine, Sol Yayınları, Ankara 1995, s. 233.
[4] Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach.... s. 44; K. Marx, F. Engels, Felsefe İncelemeleri, s. 48; Din Üzerine, s. 233.
[5] Friedrich Engels, "Anti-Dühring İçin Elyazmaları", Anti-Dühring, Sol Yayınları, Ankara 1995, s. 481.
[6] Friedrich Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, Ankara 1995, s. 66. Nedenin etki ve etkinin neden halini aldığı bu karşılıklı etkilemenin iki basit örneği. Denizlerin ve ırmakların suyu, buharlaşma sonucu bulutları oluşturur; bulutlar da yoğunlaşarak tekrar toprağa düşen yağmur haline gelir. Kalbin harekete getirdiği kan ona oksijen sağlayan ciğerlere gereksinme duyar. Ciğerler ise kan dolaşımı olmadan çalışamaz.
[7] Platoncu diyalektiğin çok guzel bir örneği, anlaşılması oldukça kolay olan, Platonun en ünlü diyalogları Phedon'da verilmektedir.
[8] Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach..., s. 42; K Marx, F. Engels, Felsefe İncelemeleri, s. 45-46; Din Üzerine, s. 231-232.
[9] Karl Marx, "Almanca İkinci Baskıya Sonsöz", Kapital, Birinci Cilt, Sol Yayınları, Ankara 1993, s. 28. Buradaki "yaratıcı" sözcüğü, "fikrin dış görünüş biçimi" anlamına gelir (Hegel için fikir, şeylerin özüdür).
[10] Dünyayı materyalistçe anlayış tarzlarını benimsediğine göre Marx'ın doğrudan doğruya kendi ataları saydığı 18. yüzyılın Fransız materyalistleri (Diderot, Holbach, Helvétius) diyalektik yöntemi bulamamışlardı. Çünkü, 18. yüzyılın bilimi bunun için yeterli değildi. Canlı madde bilimleri o dönemde, henüz çocukluk çağındaydılar: bu bilimlerin eksiksiz diyalektik bir fikir olan evrim fikrini (bir türden başka bir tür haline gelişi) getirmekle, diyalektik materyalizmin şekillenmesinde oynadıkları büyük rolü gördük. 18. yüzyılda egemen bilim, ancak hareketin en basit şeklini, yer değiştirmesini bilen, usa-uygun mekanik idi (Newton); bu durumda evren, ancak durmadan kendi kendini yineleyen bir saatle kıyaslanabilirdi.
    18. yüzyıl materyalizmine mekanist denmesi bu yüzdendir; değişmeyi kavramadığına göre bu bakımdan metafiziktir; bu materyalizm, özellikle karşıtların çatışmasını reddeder. 9. derste mekanist (metafizik) materyalizmi ayrıntılı olarak ele alacağız.
[11] Friedrich Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, Ankara 1995.
[12] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, Sol Yayınları, Ankara 1996.
[13] Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, s. 29.



İKİNCİ DERS
DİYALEKTİĞİN BİRİNCİ ÇİZGİSİ
HER ŞEY BİRBİRİNE BAĞLIDIR
(KARŞlLIKLI ETKİ VE EVRENSEL BAĞLANTI YASASI)


I .      Bir örnek.
II .    Diyalektiğin birinci çizgisi.
III .   Doğada.
IV .   Toplumda.
V .    Vargı.


I. BİR ÖRNEK


      Bir yiğit adam barış için savaşıma katılıyor: Stockholm çağrısına imza topluyor. Dünya Halkları Kongresi için kart dağıtıyor, iş arkadaşları ile ya da tanımadığı bir kimseyle Almanya sorununun barışçı yoldan çözülmesi konusunda, Vietnam Savaşının durdurulması konusunda tartışmaya girişiyor ya da barış için ulusal birliği sağlamak üzere kendi evinde öteki kiracıları toplantıya çağırıyor.
      Bazıları "Ne yaptığını sanıyor zavallı? Zamanını da emeğini de boşuna harcıyor." diyeceklerdir. Gerçekten de, ilk bakışta, bu adamın yaptığı iş saçma bir şeydir; adam ne bakan, ne milletvekili, ne general, ne bankacı, ne diplomat. Öyleyse? (sayfa 57)
      Bununla birlikte, onun hakkı var. Neden? Çünkü o tek başına değildir. Kişi olarak ne denli alçakgönüllü olursa olsun, onun girişkenliği işe yarar, çünkü tecrit edilmiş değildir. Onun eylemi, koskoca bir bütünün, dünya halklarının barış için savaşımının bir bölümüdür. Aynı anda milyonlarca insan, onun gibi, onunla aynı doğrultuda ve aynı güçlere karşı hareket ediyorlar. Aynı zincirin halkaları olan bütün bu girişkenlikler arasında evrensel bağlantı vardır. Ve bu girişkenliklerin her biri, kendi örneğiyle, kendi deneyimiyle, başarısızlıkları ve başarılarıyla ötekine yardım ettiği (karşılıklılık) için bütün bu girişkenlikler arasında karşılıklı etki vardır. Kendi seçeneklerini karşılaştırdıkları zaman, tecrit edilmemiş olduklarını anlarlar, aynı zamanda, her şeyin birbirine bağlı alduğuna inanırlar.
      İşte pratikten alınmış pek basit bir örnek. Görülüyor ki, yalnızca diyalektik yöntemin ilk yasası, doğru yorumlamaya olanak veriyor. Burada diyalektik, metafiziğe kökten karşıdır: "Kendini bu kadar sıkıntıya sokmak, basit insanları tedirgin etmek, insanlarla tartışmak neye yarar? Barış bu basit insanlara bağlı değildir..." demek, metafizikçi gibi uslamlamaktır. Metafizikçi gerçekte, ayrılabilir olmayanı ayırır. 1952 Ekiminde, Barış için Asya ve Pasifik Konferansına, Los Alamos'a, ilk atom bombasının yapılışına katılan bir bilgin, Joan Hinton da geldi.
      "Nagazaki üzerine atılan ilk bombaya ellerimle dokundum. Derin bir suçluluk hissi duyuyorum ve insanlığa karşı bir cinayetin hazırlanışında bir rol oynamış olmaktan utanç duyuyorum. Nasıl oldu da bu görevi yerine getirmeyi kabul ettim? 'Bilim için bilim' yanlış felsefesine inanıyordum da ondan. Bu felsefe, modern bilimin zehiridir. Bilimi toplumsal yaşamdan ve insanlardan ayırmak demek olan bu yanılgı yüzündendir ki, savaş sırasında, atom bombası yapımında çalışmaya sürüklendim. Bilgin olarak kendimizi 'salt bilime' vermemiz gerektiğini ve geriye kalanın da mühendislerin ve devlet adamlarının işi olduğunu düşünüyorduk. Beni fildişi kulemden çekip çıkarmak ve bana 'salt bilim' olmadığını ve (sayfa 58) bilimin ancak insanlığın çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde bir anlamı olduğunu anlatmak için Hiroşima ve Nagazaki bombardımanları faciasının gerekmiş olduğunu söylemeye utanıyorum. Birleşik Devletler'de ve Japonya'da hallen atom silahlarının yapımında çalışan bilginlere sesleniyorum ve onlara 'Ne yaptığınızı iyi düşününüz' diyorum".
      Metafizikçi, kendi yaptığı işin, başkalarının yaptıkları ile bağlantılı olduğunu düşünmez; işte bu, atom bilgininin durumuydu, o "bilimsel düşünüce" uygun davrandığını düşünürken, gerçekte bilime karşı bir tutum almıştı, çünkü kendi mesleki eyleminin nesnel koşulları ve çalışmasının yararlılığı üzerinde, kendi kendini sorguya çekmeyi reddediyordu.
      Bu gibi davranışlar çok yaygındır. Başka bir örnek almak istersek, örneğin, her firsatta: "Spor, spordur; siyaset siyasettir. Ben hiçbir zaman siyaset yapmadım." diyen sporcunun durumu. Sporla siyasetin başka başka eylemler olduğu doğrudur. Ama onlar arasında hiçbir ilişki olmadığı yanlıştır. Eger sporcunun satınalma gücü azalırsa, ve eğer işsiz kalırsa, spor gereçlerini ve giysilerini nasıl satın alabilecektir? Ve eğer savaş, spor için ayrılan bütçeleri, ödenekleri kemirip yutarsa, stadlar ve yüzme havuzları nasıl yapılabilecektir? Görülüyor ki: spor, metafizikçinin bilmediği, ama diyalektikçinin bulduğu bazı koşullara bağlıdır; ödeneksiz spor olmaz; ama bir barış siyaseti olmadan da ödenek olmaz. Demek ki, spor siyasetten ayrılmıyor. Bu bağı bilmeyen, unutan sporcu, yalnız spor davasına hizmet etmemekle kalmaz, onu savunmanın çarelerini de elinden kaçırır. Niçin? Çünkü her şeyin birbiriyle bağ1antılı olduğunu anlamadığı için, savaş siyasetine karşı savaşım vermeyecektir; bir an gelecektir, sporu, onun koşullarını gerçekleştirmeden istediği için, ister ülkenin yıkımı spor ekiplerini ortadan kaldıracağı için olsun, ister savaş gelmiş olacağı için olsun, artık hiç spor yapamayacaktır.


II. DİYALEKTİĞİN BİRİNCİ ÇİZGİSİ

      "Diyalektik, metafiziğin tersine, doğaya, birbirinden (sayfa 59) kopuk, tek başına ve birbirinden bağımsız ayrı ayrı nesnelerin ve görüngülerin (phénomène)[14] rasgele bir araya toplanmış bir yığını olarak değil, nesnelerin ve görüngülerin organik olarak birbirlerine bağlı bulundukları, birbirlerine bağımlı oldukları ve karşılıklı olarak birbirlerini koşullandırdıkları bağlantılı tam bir bütün olarak bakar.
      "Bu yüzden diyalektik yönteme göre, hiçbir doğa olayı, tek başına, çevresindeki olayların dışında ele alındığında anlaşılamaz; çünkü doğanın herhangi bir alanındaki herhangi bir olay, çevresindeki koşulların dışında düşünülürse ve bu koşullardan ayrılırsa anlamsız bir şey haline geliverir; tersine, herhangi bir olay, çevresindeki olaylarla çözülmez bağları açısından kendisini kuşatan olayların onu koşullandırdıkları gibi düşünülürse, anlaşılabilir ve açıklanabilir."[15]
      Diyalektiğin birinci çizgisinin açıklanışı, onun çok genel olan niteliğini gösteriyor: bu çizgi, doğada ve toplumda, evrensel olarak doğrulanır.


III. DOĞADA


      Metafizik, kaba maddeyi, canlı maddeyi, düşünceyi ayırır; metafizikçiye göre, bunlar, mutlak olarak birbirlerinden yalıtılmış, birbirlerinden bağımsiz üç ilkedir.
      Ama düşünce, beyinsiz varolur mu? Ve beyin, bedensiz? Fizyoloji (canlı varlığın işlevlerinin bilimi) bilinmiyorsa, psikoloji (düşünen eylemi inceleyen bilim) olanaksızdır ve bu da sıkı sıkıya biyolojiye (genel anlamıyla yaşam bilimi) bağlıdır. Ama yaşamın kendisi kimyasal süreçler bilinmeden anlaşılamaz;[16] (sayfa 60) kimyaya gelince, o da molekülleri ele aldığında, onların atom yapılarını bulur; oysa atomun incelenmesi fiziğin alanına girer. Eğer şimdi biz, fiziğin incelediği bu öğelerin kökenini bulmak istersek, bize bu öğelerin oluşumunu gösteren yeryüzü bilimlerine kadar gitmemiz gerekmeyecek mi? Ve buradan, yeryüzünün bir parçası bulunduğu güneş sisteminin incelenmesine (astronomiye) kadar uzanmayacak mıyız?
      Böylece, metafizik, bilimsel ilerlemeyi engellediği halde; diyalektik, bilimsel olarak kurulmuştur. Kuşkusuz, bilimler arasında kendilerine özgü ayrılıklar vardır: kimya, biyoloji, fizyoloji, psikoloji farklı, özgül alanları inceler; buna tekrar döneceğiz. Ama bu yüzden, bütün bilimler, evrenin birliğini yansıtan temel bir birlik oluşturmaktan geri durmazlar. Gerçek bir bütündür. İşte diyalektiğin birinci çizgisi bunu anlatır.
      Elbette ki, karşılıklı etkilemenin, karşılıklı koşullandırmanın ne olduklarını örnekleriyle iyice belirtmek yararlı olacaktır.
      Madeni bir yayı ele alalım. Bu yayı, çevreleyen evrenden ayrı olarak değerlendirebilir miyiz? Yay, insanlar tarafından (toplum) topraktan (doğadan) çıkarılmış bir madenden yapıldığına göre, besbelli ki hayır. Ama daha yakından bakalım. Şurada dururken, yayımız, çevreleyen yerçekimi, ısı, oksitlenme, vb. gibi koşullardan bağımsız değildir. Bu koşullar, onun yalnız konumunu değil, yapısını da değiştirebilir (pas). Yaya bir kurşun parçası asalım: bu yay üzerinde oluşturduğu bir kuvvetle, yay gerilir; yayın biçimi belirli bir direnç noktasına kadar değişir; ağırlık yay üzerinde etki yapar, yay ağırlık üzerinde etki yapar; yay ve ağırlık bir bütün oluştururlar; aralarında etki, karşılıklı bağlantı vardır. Bundan başka; yay, moleküllerden bileşmiştir, bu moleküller birbirlerine öyle bir çekim kuvveti ile bağlıdırlar ki, belirli bir ağırlığın ötesinde yay artık gerilemez, kopar: bazı moleküller arasındaki bağ çözülmüştür. Gerilmemiş olan yay, gerilmiş yay, kopmuş yay — her seferinde, moleküller arasında başka (sayfa 61) bir bağ tipi vardır. Eğer yay ısıtılırsa, moleküller arasındaki bağlar başka bir biçimde değişir (genleşme). Biz diyeceğiz ki, yapısında ve çeşitli biçim değişikliklerinde, yay, kendisini oluşturan milyonlarca molekül arasındaki karşılıklı etkiyle kurulmuştur. Ama bu karşılıklı etkinin kendisi de, yay (bütünüyle) ve çevreleyen ortam tarafından koşullandırılmıştır: yay ve çevreleyen ortam bir bütün oluştururlar; kendi aralarında karşılıklı bir etki yaparlar. Eğer bu etki bilinmezse, o zaman yayın oksitlenmesi (pas), yayın kopması anlamsız, saçma olaylar haline gelir. Stalin, diyalektiğin birinci çizgisini yorumlarken şöyle yazar:
      "Bu yüzden diyalektik yönteme göre, hiçbir doğa olayı, tek başına, çevresindeki olayların dışında ele alındığında anlaşılamaz; çünkü doğanın herhangi bir alanındaki herhangi bir olay, çevresindeki koşulların dışında düşünülürse ve bu koşullardan ayrılırsa anlamsız bir şey haline geliverir; tersine, herhangi bir olay, çevresindeki olaylarla çözülmez bağları açısından kendisini kuşatan olayların onu koşullandırdıkları gibi düşünülürse, anlaşılabilir ve açıklanabilir."[17]
      En anlamlı karşılıklı etkileme örneklerinden biri de, canlı varlıkları, onların varoluş koşullarına, "ortam"larına birleştiren bağdır. Bitki, ömeğin havadan oksijeni alır, ama o da havaya karbonik gaz, ve su buharı verir. Ama bu, yalnızca, bitki ile ortam arasındaki karşılıklı etkinin en basit görünümlerinden biridir. Güneş ışığının sağladığı enerjiden yararlanarak, bitki, topraktan çekip aldığı kimyasal öğelerin yardımıyla kendi öz gelişmesine olanak hazırlayan bir organik maddeler bireşimi oluşturur. O gelişmekteyken, aynı zamanda, toprağı ve bunun sonucu olarak da, kendi türünün sonraki gelişmesinin koşullarını da dönüştürür. Kısaca, bitki, ancak, kendisini çevreleyen ortam ile birlikte vardır. Bu karşılıklı etki, canlı varlıkların bütün bilimsel teorilerinin hareket noktasıdır, çünkü karşılıklı etki onların varlığının evrensel koşuludur: canlı varlıkların gelişmesi, onların varlık (sayfa 62) ortamlarının dönüşümlerini yansıtır. Miçurinci bilimin ilkesi, başarılarının kaynağı buradadır. Miçurin, canlı türlerle ortamın birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu anlayarak, ortamı değiştirmek yoluyla türleri de dönüştürmeyi başardı.
      Aynı şekilde, büyük fizyoloji bilgini Pavlov, organizma ile ortam arasındaki ayrılmaz birliği iyi bilmeseydi, üstün sinirsel işleyiş bilimini kuramayacaktı. Beyin kabuğu (korteks), organizma ile ortamın karşılıklı etki süreçlerinin tamamlandığı organdır. Organizmanın tümü korteksin buyruğu altındadır, ama korteksin kendisi de, her an, dış ortamdan (organizmadan) gelen, geçmiş ve şimdiki uyarıların buyruğu altındadır. Bedende oluşan bütün olgular —örneğin bir hastalık— çeşitli görevleri düzenleyen ve doğal ortamda —insan için— toplumsal ortamda varolan koşullardan ayrılmaz olan üstün sinirsel işleyişe bağlıdırlar.
      Bu, olguların birliği ve karşılıklı etkisi ilkesi, bu büyük ilke, bütün bilimlerin ilerlemesi için her zaman zorunlu olan bir ilkedir. Bu konuda örnekler çoğaltılabilir. Örneğin atmosfer basıncının Torricelli tarafından bulunuşunu (1644) alalım:
      Civa ile dolu bir tüp, gene civa ile dolu bir kabın içine ağzı aşağı gelecek biçimde konursa, tüpteki civa belirli bir yüksekliğin altına düşmez, ve kaptaki civa düzeyinin üstünde kalır.
      Bu olgu, kendi koşullarından yalıtıldığı sürece anlaşılamaz. Eğer tersine, tüpün daldırılmış olduğu (kap içindeki) civanın yüzeyinin yalıtılmamış olduğuna, atmosferle temas halinde bulunduğuna ve tüpün içinde olup bitenlerle çevreleyen koşullar arasındaki karşılıklı etkiye dikkat edilirse, o zaman, açıklama olanaklı olur: civa, tüp içinde asılı kalır, çünkü hava, kaptaki civa üzerine bir basınç (atmosfer basıncı) yapar. Torricelli, kap, bir hava okyanusunun dibindeymiş gibi dikkate alınmalıdır, der.
      İncelenen olgu, kendisini çevreleyen koşullardan ayrılırsa, diyalektiğin birinci yasası bozulur, bilimde buluşlar yapılamaz. (sayfa 63)


IV. TOPLUMDA


      Metafizik, toplumsal olguları birbirinden ayırır, soyutlaştırır; iktisadi gerçek, toplumsal yaşam, siyasal yaşam da bir o kadar birbirlerinden ayrılmış alanlardır. Ve metafizik, bu alanların her birinin içine, binlerce bölmeler sokar. Bu durum, insanı şöyle konuşmalara götürür: "Amerika hükümeti, suçsuz Rosenbergler'i elektrik sandalyesine gönderiyor, bu budalalıktır, anlamsız bir davranıştır." Diyalektikçi bunu şöyle yanıtlar: bu idam olayının bir anlamı vardır; Amerikan yöneticilerinin bütün siyasetini, yalana ve yıldırmaya gereksinme duyan savaş siyasetini yansıtır.
      Metafizikçiye göre, toplumların tarihi anlaşılmaz bir şeydir: olumsallıklar (yani nedensiz olaylar), saçma raslantılar kaosudur. Dünyanın esasının kesin olarak saçma bir şey olduğunu öne süren filozoflar (Albert Camus gibi) vardır. Felsefe, felaket kışkırtıcılarının pek işine yarar. Diyalektikçi, doğada olduğu gibi, toplumda da her şeyin birbirine bağlı olduğunu bilir. Eğer okullar yıkılıyorsa, bu, yöneticilerin yeteneksizliğinden değildir, savaş siyasetleri uğruna okul binalarını zorunlu olarak feda etmelerindendir. Aragon'un da belirttiği gibi, yöneticiler, bizim ölüm süremizi uzatmak için yaşam süremizi kısaltıyorlar. "Her şey, yer ve zaman koşullarına bağlıdır." Diyalektik, toplumsal olguları kavramayı ve açıklamayı başarır, çünkü, diyalektik, bu olguları, kendilerini doğrudan, bağlı oldukları ve karşılıklı etki ilişkisi içinde bulundukları tarihsel koşullara bağlar. Metafizikçi, yer ve zaman koşullarını hesaba katmaksızın, soyutta kalır.
      Bunun gibi, bazı kişiler, 1944'te, Komünist Partisinin yönettiği Fransız proletaryasının iktidarı alacak güçte olduğuna ve bunu yapmamakla "otobüsü kaçırdığına" içtenlikle inanırlar. İlk bakışta çekici bir değerlendirme ama yanlış. Neden yanlış? Çünkü bu değerlendirme ancak bütünle ilişkisi bakımından bir anlamı olan bir yönü, keyfi olarak bütünden ayırıyor. Daha yakından bakalım. (sayfa 64)
      İlkin Direnişin niteliği ve amacı konusunda yanılma var. Elbette ki, devrimci parti, Komünist Partisi tarafından yönetilen işçi sınıfı en büyük güç oldu. Ama Direnişin amacı, proletarya devrimi değil, ülkenin kurtarılması ve faşizmin yok edilmesiydi. Böyle bir amaç, her durumda Fransızı biraraya topladı (büyük bir kesimi Vichy hükümetinden bağını koparan burjuvaziyi bölecek ölçüde). Direniş çok çeşitli biçimler aldı: silahlı savaşım, işçi grevleri, kadınların alış-veriş konusundaki gösterileri, köylülerin ürünü teslim etmeyi reddetmeleri, vişici baskı aletinin (memurlar tarafından) sabote edilmesi, gençlerin STO'ya karşı, öğretmenlerin, bilginlerin hitlerci gerici öğretimine karşı savaşımı, vb., vb.. Direniş büyük bir ulusal davranış oldu. Onun başat çizgisi budur. Fransız komünistlerinin değeri, durumu bütünü içinde anlamaları oldu: onun için Hitler'e ve suç ortaklarına karşı savaşımda geniş bir ulusal cephe kurmaya çalıştılar, ve Direnişin, halkımızın geniş yığınlarından kopmuş bir tekke halinde dejenere olmasına izin vermediler. Gitgide daha çok tecrit edilmiş hale gelen düşmana karşı 1944 ulusal ayaklanması böyle olanaklı oldu.
      Eğer o sırada, işçi sınıfı, "devrim yapma"ya, "sosyalizmi kurma"ya kalksaydı ne olurdu? Eğer, 1944'te Hitlere karşı savaş devam etmekteyken, komünistler, "artık Fransayı ve dünyayı nazilerden kurtarmak sözkonusu değildir, derhal proleter devrimi yapmak sözkonusudur" demiş olsalardı, işçi sınıfının, ülkenin kurtuluşu için savaşmaya kararlı, ama devrimci bir hareketi desteklemeye hiç de hazırlıklı olmayan her sınıftan milyonlarca Fransız yurttaşı ile bağlarını kopardığını göreceklerdi. Ve hitlerciler, suç ortakları, gerici burjuvazi, vişiciler bayram ederdi buna. Tecrit edilmiş bir işçi sınıfı, Direnişin yönetimini, en çetin fedakarlıklar pahasına üstlendiği yönetimi kaybederdi. Böylece diktatörlük kapıları, Amerikan ordusunun da yardımıyla De Gaulle'e ardına kadar açılmış olurdu.
      Amerikan ordusu, gerçekten de —bu, aydınlatılacak ikinci noktadır—, ancak Sovyet zaferleri Avrupa'da ikinci cepheyi (sayfa 65) kacınılmaz kıldığı için çıkartma yapmıştı. Amerikan yöneticilerinin art-düşüncesi, Hitler'in yenilgisinin, o zamana kadar Wehrmacht'ın işgali altında bulunan ülkelerde komünizme yararlı olmasını önlemekti. Eğer bu nesnel koşulları iyi bilmeyip, işçi sınıfı birdenbire iktidara atılsaydı, halkımız bir kıyıma uğrayacak, Amerikan ordusu, daha o andan itibaren, bugün de sahip olduğu işgal ordusu niteliğini alacaktı: ve bu kez, baskı, yeni Oradourlar yaratmak için geri gelen nazilerin suç ortaklığıyla yapılacaktı. Hitler Almanyası'nın, büyük Alman burjuvazisinin (örneğin, Amerikalıların sayesinde serbest bırakılan Krupplar'ın) umudu, Üç Büyükler arasındaki ittifakta bir kopma meydana gelmesi değil miydi? Münih ittifakı böylece yeniden perçinlenmiş olur, gerici burjuvazinin, sosyalist ülkelere karşı, halkların kurtuluşunda kesin rolü oynayan Sovyetler Birliği'ne karşı Kutsal İttifakı daha 1944'te gerçekleşmiş olurdu. Dört yıllık bütün çabaların bütün acıların kazancı, Fransız halkının kanında boğulurdu.
      Buna karşılık, o zaman, "çevreleyen koşulların" tümü, komünistlerin yaptıkları gibi, faşizmin tasfiyesini, bir burjuva demokratik cumhuriyeti istemeye uygundu. Fransız halkının geniş yığınlarınca kabul edilebilir olan bu istem, gerçekleşebilir bir istemdi, ve büyük bir ileri adım sağladığı için de, ilerici bir istemdi. Gerçekten de, işçi sınıfı, burjuva demokratik cumhuriyette kendi sınıf savaşımı için en elverişli koşulları bulur: bu, Fransız işçi hareketinin, kurtuluşu izleyen aylardaki ileri atılımını açıklar, bu atılım, komünistleri iktidara getirdi, halkımıza, ekonomisini yeniden yaratmayı, yaşam düzeyini yükseltmeyi, toplumsal güvenliği, ulusallaştırmaları, işletme kurumlarını, demokratik bir anayasa, oy pusulası, kadınlar için seçilme hakkını, memurlar tüzüğünü vb., vb. sağladı. Bu sayededir ki, işçi sınıfı, 1947'de, gerici güçlerin karşı saldırısına meydan okumak için kendisini en iyi savaşım koşulları içinde bulabildi.
      Uluslararası planda, Hitler Almanyası'na karşı Üç Büyükler arasındaki ittifakın devamı Wehrmacht'ın ezilmesini (sayfa 66) sağladı. Ama hepsi bu olmadı: Birleşmiş Milletler örgütünün kurulmasını ve Potsdam antlaşmalarını vb. mümkün kıldı — ki bunlar, sonradan Amerikan emperyalizminin gizli dolaplarına engel teşkil edeceklerdi. Üç Büyüklerin antantı, Avrapa'nın genç halk demokrasilerinin işini kolaylaştırdı, ve bu nokta da birinci derecede önemlidir, 1944'te Fransız komünistlerinin serüvenci bir siyaseti, bu başarıları tehlikeye düşürürdü: bu başarılar, uluslararası kapitalizmi son derece zayıflatmıştır. Bir ülkenin işçi hareketi hiçbir zaman kendi başına değil, ama bütünle ilişkisine göre değerlendirilmelidir.
      Olayları karşılıklı etkileri ve bütünlükleri içinde dikkate almanin ve bir olguyu, onu "çevreleyen koşullar"dan asla ayırmamanın zorunluluğunu gösteren daha başka örnekleri tahlil edebiliriz. Şu örnekle yetinelim:
      Faşist burjuvaziye karşı burjuva demokratik cumhuriyeti istemek, Fransız işçi hareketinin bugünkü durumuna tamamıyla uygun düşen bir istemdir. Bu istem, en başta gelen düşmana karşı yaşamını sürdürmek için kendi yasasına uymayanı boğmaktan başka çıkar yolu olmayan gerici burjuvaziye karşı, işçi sınıfının çevresinde geniş bir halk toplaşmasını sağlamaya en elverişli istemdir. Ama Sovyetler Birliği'nde aynı isteme başvurmak saçma bir şey olur. Niçin? Çünkü nasıl ki, burjuva demokratik cumhuriyet, faşizme göre bir ilerleme ise, (emekçilere üretim araçları mülkiyetini sağlayan) sovyet sosyalist cumhuriyeti de burjuva cumhuriyetine göre kesin bir ilerlemedir. Bizim halkımız için ileri bir adım olacak olan şey, Soyyetler Birliği için geri bir adım olurdu. Metafizikçi, kibrinden, zaman ve yer koşullarını bilmez. Demokrasiyi kendi koşullarından ayırır; burjuva demokrasisi ile sovyetik demokrasi arasında ayrım yapmaz. Ve burjuva demokrasisinden başka demokrasi tanımadığı için de, burjuva demokrasisini demokrasiye özdeşleştirir: Sovyetler Birliği'ni "bir demokrasi" olmamakla suçlar. Ve bunun, bir burjuva demokrasisi olmadığı doğrudur, çünkü o, kapitalist sömürüyü tasfiye ederek, bütün iktidan emekçilere veren yeni bir (sayfa 67) demokrasi yaratmıştır.
      Kısaca, metafizikçi, politik biçimi, kendisini doğuran ve açıklayan tarihsel koşulların bütününden soyutlar, tecrit eder; diyalektikçi bu koşulları yeniden bulur.


V. VARGI


      Ne doğa, ve ne de toplum, anlaşılmaz bir kaos değildir: gerçeğin bütün görünümleri zorunlu ve karşılıklı bağlarla birbirine bağlıdırlar.
      Bu yasanın pratik bir önemi vardır.
      O halde, bir durumu, bir olayı, bir işi kendisini meydana getiren ve açıklayan koşullar açısından değerlendirmek gerekir.
      Her zaman olanaklı olanı ve olanaklı olmayanı hesaba katmak gerekir.
      "İnsan kendi dileklerini gerçek gibi almamalıdır. Bir devrimci için, her şeyden önce, görüngüleri bütün gerçeklikleriyle ve doğru olarak saptamak sözkonusudur. ... Kabul ediyorum ki, belli bir durumda, belli bir karar alınır, ve bu durum değişince ilkin alınmış olandan farklı bir karar alınır. Başarı için koşullar artık yeterli görünmüyorsa, düşmanın önünden çekilinir; tersine, eğer hareketi şiddetlendirmekte daha büyük bir başarı şansıyla sonuç alabilmek umudu varsa, derhal savaşa gidilir. Her ne olursa, bir formülle, bir kararla bağlı kalınamaz, hareketimiz bu noktada tehlikeye sokulmaz."[18]
      Eylemin koşullarını unutmak, dogmatizmdir.
      Elbette ki, devrimci proletaryanın, diyalektiğin bu birinci yasasına saygı göstermekte çıkarı vardır, oysa burjuvazi bu yasayı unutturmak isteyecektir, çünkü çıkarı buna karşıdır. Toplumsal adaletsizlikten sözedenlere "Bu, geçici bir kusurdur!" diye yanıt verir. Aynı şekilde, iktisadi bunalımları, yüzeysel ve gelip geçici görüngüler olarak gösterir. Diyalektik (sayfa 68) bilimin yanıtı: toplumsal adaletsizlik, bunalımlar, kapitalizmin zorunlu sonuçlarıdır.
      Burjuva filozoflar, gerçeği parçalara bölmek ve bu yolla, sömürücü sınıfın yararına, gerçeği olduğundan başka göstermek olanağını sağladığı için metafiziğe taparlar. Düşünce bütünü içinde gerçek olana ulaşır ulaşmaz derhal karşı çıkarlar: bu artık usule uygun değildir, bu artık "felsefeye" uygun değildir. Felsefe onlara göre, her kavramın uslu uslu yerini koruduğu bir klasördür: burada düşünce, şurada madde; burada "insan", ötede toplum vb., vb..
      Tersine, diyalektik, her şeyin birbirine bağlı olduğunu öğretir. Ve bunun sonucu olarak, bir amacın gerçekleşmesi için hiçbir çaba yararsız değildir. Barış savaşçıları, savaşın kaçınılmaz olmadığını bilirler, çünkü savaşa karşı her eylem, değeri olan, barışın zaferini hazırlayan bir eylemdir.
      İşte bunun içindir ki, diyalektikle donatılmış her devrimci militan, yüksek bir sorumluluk duygusuna sahiptir: hiçbir şeyi raslantıya bırakmaz, her çabayı gerçek değeriyle ölçer.
      Bu, gerçeğin tam olarak kavranılması, uzağı görme olanağını sağlar. Yenilmez bir cesaret verir, öyle bir cesaret ki, Alman askerleri tarafından kurşuna dizilen diyalektikçi filozof V. Feldmann, son nefesinde, "Ahmaklar, sizin için ölüyorum" diye bağırabilir onlara.
      Onun hakkı vardı. O, Fransız halkı için olduğu kadar Alman halkı için de savaşım veriyordu, çünkü her şey birbirine bağlıdır. (sayfa 69)


YOKLAMA SORULARI


      1. Karşılıklı etkiye örnekler arayınız.
      2. Neden, bir olgu (doğal ya da toplumsal) koşullarından yalıtıldığı zaman kavranılmaz?
      3. Belirli bir örnek üzerinde, burjuvazinin, emekçileri yanıltmak için olayları tarihsel koşullarından nasıl ayırdığını gösteriniz.



Dipnotlar

[14] Phénomène = görüngü sözcüğünden, doğa yasalarının (düşen bir taş, kaynayan su) ya da toplum yasalarının (iktisadi bir bunalım) bütün belirtileri anlaşılır.
[15] Stalin, "Diyaletik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm", Leninizmin Sorunları, s. 653.
[16] Biz yaşamın kimyasal süreçlerden ibaret olduğunu söylemiyoruz; bu, diyalektiğe aykırı bir iddia oluyordu: bu konuyu ilerde yeniden ele alacağız. Biz, düşünme eyleminin fizyolojiye indirgenebileceğini de söylemiyoruz. Dediğimiz şudur: canlı varlık olmadan canlı varlık fikri olmaz; fiziksel-kimyasal bir evren olmnadan canlı varlık olmaz, organizma olmaz.
[17] Stalin, "Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm", Leninizmin Sorunları, s. 653.
[18] M. Thorez, "Emekçiler Yeraltı Birliği Federasyonu III. Kongresinde Konuşma". Fils du Peuple, Editions Sociales, Paris 1949, s. 43.




DÖRDÜNCÜ DERS
DİYALEKTİĞİN ÜÇÜNCÜ ÇİZGİSİ
NİTEL DEĞİŞİKLİK


I .      Bir örnek.
II .    Diyalektiğin üçüncü çizgisi.
III .   Doğada.
IV .   Toplumda.
V .    Vargı.


I. BİR ÖRNEK


      Suyu ısıtırsam sıcaklığı derece derece yükselir. Suyun sıcaklığı 100 dereceye vardığında, su kaynama haline geçer: su, su buharı olarak değişir.
      İşte iki çeşit değişiklik. Isının gitgide artması bir nicelik değişikliği oluşturur. Yani, suyun tuttuğu sıcaklığın niceliği (miktarı) artar. Ama belirli bir anda su durum değiştirir: sıvı niteliği kaybolur; gaz haline gelir (bununla birlikte kimyasal yapısı değişmez).
      Basit nicelik (miktar) artışına (ya da azalışına), nicel değişiklik diyoruz. Bir nitelikten başka bir niteliğe geçişe, bir durumdan başka bir duruma (örneğimizde sıvı durumundan gaz durumuna) geçişe, nitel değişiklik diyoruz.
      Diyalektiğin ikinci çizgisinin incelenmesi bize gösterdi (sayfa 86) ki, gerçek, değişikliktir. Diyalektiğin üçüncü çizgisinin incelenmesi de, bize gösterecektir ki, nicel değişiklikler ile nitel değişiklikler arasında bir bağ vardır.
      Gerçekte, ki unutulmaması gereken esas nokta budur, nitel değişiklik (sıvı halindeki suyun su buharı oluşu) bir raslantı sonucu değildir: Zorunlu olarak, nicel değişiklik, ısının derece derece artışının sonucunda oluşur. Sıcaklık belirli bir dereceye (100 dereceye) vardığı zaman, normal atmosfer basıncı koşullarında su kaynar. Eğer atmosfer basıncı değişirse, o zaman, nasıl ki her şey birbirine bağlıysa (diyalektiğin birinci çizgisi), kaynama noktası da değişir; ama belirli bir cisim için ve belirli bir atmosfer basıncı altında kaynama noktası, her zaman aynı olacaktır. Bu, nitel değişikliğin bir yanılsama olmadığını gösterir; nitel değişiklik, doğal bir yasaya uyan, nesnel, maddi bir olaydır. Ve bunun için de önceden görülebilen bir olaydır: bilim, belirli bir nitel değişikliğin oluşması için zorunlu nicel değişikliklerin neler olduklarını arar.
      Kaynama durumundaki su olayında, iki türlü değişiklik arasındaki bağ, sözgötürmez ve açıktır.
      Diyalektik, nitel değişiklik ile nicel değişiklik arasındaki bu bağı, doğanın ve toplumun evrensel bir yasası olarak kabul eder.
      Bundan önceki dersimizde, metafizikçinin, değişikliği yadsıdığını gördük. Ya da, onu kabul etse bile, bir yinelemeye indirger; mekanizma örneğini vermiştik. O zaman, evren, durmadan aynı yolu gidip gelen bir sarkaca benzetilebilir. Böyle bir anlayış, topluma uygulanınca, insanlık tarihini, hep yeniden başlayan bir çevrim, sonsuz bir dönüş haline getirir. Başka bir deyişle, metafizikçi, yeniyi açıklamak gücüne sahip değildir. Ve yeni, kendini ortaya.koyduğu zaman, onu, doğanın bir özenci, ya da tanrısal bir buyrultu, bir tansık (mucize) olarak görür. Diyalektikçi ise, tersine, yeninin ortaya çıkışıyla ne şaşırır, ne de dehşete kapılır. Yeni, görünüşte önemsiz olan küçük nicel değişikliklerin derece derece birikiminin zorunlu sonucudur: böylece madde, kendi öz (sayfa 87) hareketiyledir ki, yeniyi yaratıir.


II. DİYALEKTİĞİN ÜÇÜNCÜ ÇİZGİSİ


      "Diyalektik, metafiziğin tersine, gelişme sürecini, nicel değişmelerin nitel değişmelerle sonuçlanmadığı basit bir büyüme süreci olarak düşünmez, ama önemsiz, gözle görünmeyen, için için değişmelerden, gözeçarpan, kökten değişmelere, nitel değişmelere geçen, nitel değişmelerin kademeli olmadığı, ama hızlı, anı oldukları, bir durumdan öteki duruma sıçramalarla geçerek gerçekleştikleri bir gelişme olarak ele alır; bu değişmeler olumsal (olabilir ya da olmayabilir) değillerdir, zorunludurlar; farkına varılmayan ve dereceli, hissedilmeyen ve nicel değişmelerin birikiminin sonucudurlar."[33]
      Bu tanımlamanın bazı yönlerini iyice belirtelim.
      Nitel değişikliğin bir durum değişikliği olduğunu bir önceki paragrafta söylüyorduk: sıvı durumundaki su, su buharı durumuna geliyor: ya da sıvı su, katı su (buz) oluyor. Yumurta, civciv oluyor. Gonca, çiçek haline geliyor. Canlı varlık ölüyor, ceset oluyor.
      Gelişme: ortaya çıkan şey, yavaş yavaş ve belirsiz gelişmiştir. Bir tansık yoktur ortada, yalnız diyalektikçinin açıp ortaya çıkarabileceği yavaş bir hazırlanış vardır. Maurice Thorez, Fils du Peuple adlı kitabında (s. 248) "Sosyalizm, kapitalizmden, kelebeğin kozasından çıkması gibi çıkacaktır." diyor.
      Sıçrama: bir adayın seçilmesi için 60.223 oy gerekiyorsa, işte tam 60.223'üncü oy, adayın milletvekili olmasını sağlayan nitel sıçramayı gerçekleştirir. Bununla birlikte, bu sıçrama, bu çabuk ve anlık değişiklik, seçim oylarının dereceli ve hissedilmez bir birikimiyle hazırlanmıştı: 1+1+1... İşte nitel sıçrayışın, köklü değişikliğin çok basit bir örneği.
      Aynı şekilde, çiçek, yavaş bir olgunlaşmadan sonra birdenbire açar. Bunun gibi, birdenbire göze görünür bir şekilde patlak veren devrim, yavaş bir evrimin hazırladığı (sayfa 88) sıçramalı bir değişikliktir.
      Ama bu demek değildir ki, bütün nitel değişiklikler, bunalımlar, patlamalar, biçimini alırlar. Öyle olaylar vardır ki, burada, yeni niteliğe geçiş, dereceli nitel değişikliklerle oluşur. Stalin, "Dilbiliminde Marksizm Üzerine" adlı yazısında, dildeki dönüşümlerin, dereceli nitel değişikliklerle oluştuğunu gösterir.
      Aynı şekilde, birbirine düşman sınıflara bölünmüş toplumun bir üst üretim ilişkisine geçişi sıçramalarla olurken, sosyalist toplumun gelişmesi, bunalımsız, dereceli nitel değişikliklerle gerçekleşir.
      Stalin şöyle yazıyor:
      "Sekiz-on yıllık bir süre içinde, ülkemizin tarımından, burjuva düzenden, bireysel köylü işletmeciliği düzeninden, sosyalist kolhoz düzenine geçişi başardık. Bu, köyde eski burjuva ekonomik düzeni tasfiye edip, yeni, sosyalist bir düzen yaratan bir devrim olmuştur. Oysa, bu köklü dönüşüm, patlama yoluyla yapılmadı, yani varolan iktidarın devrilmesi ile ve yeni bir iktidarın yaratılması ile değil, eski kırsal burjuva düzenden yeni bir düzene tedrici geçişle yapılmıştır. Bu devrim bu şekilde yapılabildi, çünkü bu, yukardan yapılan bir devrimdi, çünkü bu köklü dönüşüm, varolan iktidarın girişimi üzerinde ve köylülüğün esas yığınının desteği ile başarıldı."[34]
      Gene bunun gibi, sosyalizmden komünizme geçiş de bir nitel değişmedir, ama bunalımsız gerçekleşen bir nitel değişmedir, çünkü, sosyalist düzende marksist bilimle donatılmış insanlar, kendi tarihlerinin efendileridir, çünkü sosyalist toplum uzlaşmaz karşıt sınıflardan oluşmamıştır.
      Böylece görülüyor ki, her olayda nitel deiişikliğin aldığı özel niteliği incelemek gerekir. Her nitel değişmeyi mekanik olarak patlamayla özdeş tutmamalıdır. Ama, nitel değişikliğin büründüğü biçim ne olursa olsun, hiçbir zaman hazırlanmamış bir nitel değişiklik yoktur. Evrensel olan, nicel değişiklik ile nitel değişiklik arasındaki zorunlu bağdır. (sayfa 89)


III. DOĞADA


      Bir litre su alalım. Bu hacmi iki eşit parçaya bölelim; bölme, cismin yapısını hiçbir şekilde değiştirinez; yarım litre su gene sudur. Bu şekilde bölmeye devam edebilir ve her seferinde daha küçük parçalar elde ederiz: Bir yüksük dolusu su, bir toplu iğme başı kadar su... su, hep sudur. Hiçbir nitel değişme yoktur. Ama bir an gelir, su molekülüne varırız.[35] Su molekülü, iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomu taşır. Bölmeye devam edebilir, su molekülünü parçalarına ayırabilir miyiz? Evet, uygun bir yöntemle bunu yapabiliriz. Ama o zaman elde ettiğimiz şey artık su değildir, hidrojen ve oksijendir. Bir molekül, suyun bölünmesi ile elde edilen hidrojen ve oksijen, artık, suyun özelliklerine sahip değildirler. Herkes bilir ki, oksijen alevi besler, su ise yangını söndürür.
      Bu örnek, diyalektiğin üçüncü yasasının parlak bir açıklamasıdır: nicel değişme (burada su hacminin dereceli olarak bölünmesi) zorunlu olarak bir nitel değişikliğe götürür (nitel bakımdan sudan farklı olan iki cismin birdenbire açığa çıkması).
      Doğa böylesi süreçlerle doludur.
      "Niceliğin niteliğe ve niteliğin niceliğe dönüşmesi yasası [nı], .... biz, .... doğada, her durum için ayrı saptanmış bir biçimde, nitel değişmeleri ancak (enerji denilen) madde ya da hareketin nicel eklemeleri ya da nicel eksilmeleri ile ifade edebiliriz."[36]
      Engels de birçok örnek verir:
      "Oksijende olduğu gibi, iki atom yerine üç atom bir molekül halinde birleşirse, koku ve tepki bakımından normal oksijenden oldukça farklı olan ozonu elde ederiz. Ve ayrıca, (sayfa 90) oksijenin nitrojen ya da sülfür ile birleştiği ve bunların her birinin nitelik bakımından ötekilerden farklı bir madde ortaya çıkardığı çeşitli oranlar! Güldürücü gaz (nitrojen monoksit, N2O), nitrik anhidritinden (nitrojen pentoksit, N2O5) ne kadar farklıdır! Birincisi gaz, ikincisi normal sıcaklıkta katı kristal bir maddedir. Ve bileşim bakımından bütün fark, ikincisinin birincisinden beş kat fazla oksijen içermesi, ikisinin arasında fazladan nitrojenin üç oksidi daha bulunmasıdır (NO, N2O3, NO2) ki, bunların her biri öteki ikisinden ve birbirlerinden nitel olarak farklıdırlar."[37]
      Mendelyef'e kimyasal elementlerin bir sınıflamasını yapmak olanağını sağlayan, bu nitelik ile nicelik arasındaki zorunlu bağdır:[38] elementler büyüyen atom ağırlıklarına göre sıralanmışlardır.[39] Elementlerin bu en hafiften (hidrojen) en ağıra (uranyum) doğru nicel bakımdan sınıflanması, onların nitel bakımdan ayrılıklarını, özellikle farklarını ortaya çıkarır. Böylece düzenlenip hazırlanan bu sınıflama, gene de bazı boşluklar taşıyor. Mendelyef, bu durumdan, doğada, nitelikleri bakımından henüz bilinmeyen, bulunacak yeni elementler olduğu sonucunu çıkardı: bu elementlerden birinin kimyasal özelliklerini önceden açıkladı, sonradan bunun gerçekten varolduğunu gösterdi. Mendelyef'in yöntemli sınıflaması sayesinde, doğada varolmayan ondan fazla kimyasal element, önceden tasarlanabildi ve elde edilebildi.
      Nükleer kimya (ki atom çekirdeğini inceler) bir yandan bilgi alanımızı önemli bir şekilde genişletirken, nitelik ve nicelik arasındaki zorunlu bağın büyük öneminin daha iyi anlaşılmasına da olanak sağladı. Böylece Rutherford, nitrojen atomlarını helyonlarla (radyum atomunun bölünmesi ile elde edilen atom cisimcikleriyle) bombardıman ederek (sayfa 91) nitrojen atomlarının oksijen atomlan haline gelmek üzere başka bir maddeye çevrilmelerini gerçekleştirdi. Dikkate değer bir nitel değişiklik. Oysa bu değişikliğin incelenmesi gösterdi ki, bu nitel değişiklik, bir nicel değişiklik tarafından koşullandırılmıştır: helyonun etkisiyle nitrojen çekirdeği, ki 7 proton[40] taşır, bunlardan birini kaybeder; ama helyon çekirdeğinin iki protonunu "tutar". Bu da 8 protonlu bir çekirdek, yani bir oksijen çekirdeği oluşturur.
      Yaşam bilimleri de bize birçok örnekler sunarlar. Gerçekten de canlı doğanın gelişmesi aynı süreçlerin arık ve basit bir yinelenmesiyle açıklanamaz: böyle bir görüş, evrimi anlaşılmaz kılar; bu, kısaca klasik genetiğin (özellikle Weismann'ın) görüşüdür. Bu görüşe göre, canlı varlığın oluşu, soydan geçme bir tözde (genlerde) bütün olarak ve önceden içinde bulunmaktadır, bu tözün kendisi, her türlü değişiklikten uzak, çevrenin etkisinin dışındadır. Bu durumda yeninin ortaya çıkışını anlamak olanaksızlaşır. Gerçekte ise, canlı doğanın gelişmesi, nitel değişikliklere dönüşen bir nicel değişiklikler birikimi ile açıklanır. İşte onun için Engels şöyle yazıyordu:
      "... tek bir hücrenin oluşumunu bile, yapıdan yoksun canlı protein yerine ölü madde ile açıklamaya kalkmak, birazcık kokmuş su ile, doğanın, binlerce yılda yarattığı şeyi 24 saatte yapmaya zorlanabileceğini sanmak saçma olur."[41]
      Canlı doğanın, bu nitel ve nicel birlikte gelişmesinin, diyalektikte, basitten karmaşığa, aşağı olandan üstün olana geçişle ne anlaşıldığını anlatmaya çok elverişli olduğu gözden kaçmayacaktır. Evrimle doğan türler gerçekte gittikçe karmaşıklaşmaktadır; canlı varlıkların yapıları gittikçe farklılaşmaktadır. Aynı şekilde, yumurtadan başlayarak nitel bakımdan birbirinden farklı, her birinin özel bir görevi olan bir çok organ oluşur: canlı varlığın büyümesi, demek ki, hücrelerin basit çoğalması değildir, sayısız nitel değişikliklerden geçen bir süreçtir. (sayfa 92)
      Sinir sistemini ve psikolojiyi inceleyecek olursak, nitelik-nicelik yasası çok çeşitli biçimlerde karşımıza çıkar.
      Örneğin: sinir sistemine özgü bir olay olan duyum (ışık, sıcaklık, işitme, dokunma vb. duyumu), ancak uyarma, yani uyarıcının sinir sistemi üzerindeki fizik etkisi, eşik denilen belirli bir nicelik düzeyine ulaşırsa, ortaya çıkar. Bunun gibi bir ışık uyarması, ancak asgari bir süresi ve şiddeti olduğu zaman duyum haline dönüşebilir. Duyumun eşiği, uyarıcının niceliğinden, tepkinin niteliğine doğru sıçramanın oluştuğu noktadır: eşiğin altında, uyarıcı çok zayıf olduğu için henüz duyum yoktur.
      Aynı şekilde, kavram, duyumdan başlayarak yinelenen pratikle oluşur.
      "Toplumsal pratik sürüp gittikçe, pratiğin seyrinde, insanda algılar ve izlenimler uyandıran şeyler, birçok kez yinelenir ve insan zihnindeki bilgi sürecinde, sonucu kavram kurulmasına varan, ani bir değişme, bir sıçrama olur."[42]
      Duyum, aslında, gerçeğin kısmi bir yansısıdır, bize gerçeğin ancak dışsal görünümlerini bırakır. Ama insanlar, yinelenen toplumsal pratikle, işle, bu gerçeği derinleştirirler: önceleri gözlerinden kaçan iç süreçleri kavrama yeteneğini kazanırlar; görünüşün ötesinde gerçek olanı açıklayan yasalara ulaşırlar. Bu kazanç, kavramdır, her ne kadar duyumlar kavramın özümlenmesi için zorunlu ve pek çok sayıda iseler de, kavram duyumlara oranla nitel bakımdan yeni bir şeydir. Örneğin, insanlar son derece çok ve değişik durum ve koşullarda, sıcaklık duyumunu almamış olsalardı, sıcaklık kavramı hiçbir zaman oluşmayacaktı. Ama duyumlardan, enerji biçimi olarak bugünkü ısı kavramına geçmek için ısının temel özelliklerinin özümlenmesini olanaklı kılan binlerce yıllık bir toplumsal pratik gerekiyordu: insanlar "ateş yakmayı", kendi gereksinmelerini karşılamak üzere onun ısıtıcı etkilerinden yüz türlü yararlanmayı öğrendiler, çok daha sonra bir ısı miktarını ölçmesini, ısıyı işe, işi ısıya dönüştürmesini (sayfa 93) öğrendiler, vb..
      Gene aynı şekilde topiumsal gereksinmelerden doğmuş olan arpantaj (yer ölçümü) sisteminden soyut biçimler bilimi olan geometriye geçiş, pratik içinde yavaş yavaş biriken duyumların kavramı haline dönüşümüdür.
      Metafizikçinin gözünde, mantık ilkeleri de, aynı şekilde, yaradılıştan fikirlerdendir. Örneğin, bütün dünyaya yayılmış olan şu "bütün, kısımdan daha büyüktür; bölüm, kısımdan daha küçüktür" beliti, mantığın bir simgesi olarak, en eski toplumlara çeşitli biçimlerde kendini kabul ettirmiş olan pratiğin nitelikçe yeni bir ürünüdür: bir insanı beslemek için, yirmi insanı beslemek için gerekenden daha az besin gerekir.
      Lenin, Felsefe Defteri'nde, "İnsanın pratik eylemi, çeşitli mantık simgelerinin bir belit değerini alabilmeleri için, insan bilincine bu simgeleri milyarlarca kez yineletmek zorunda kalmıştır."[43] diye yazıyor. Ve gene: "İnsanın pratiği milyarlarca kez yinelenerek, insanın bilincinde mantık simgeleri olarak yerleşir kalır."
      Diyalektiğin üçüncü çizgisi, bize türetimin usa-uygun bir yorumunu yapmanın yolunu gösterir; metafizikçi, yeni fikirlerin ortaya çıkışını, türetimi, bir tanrı esini olarak değerlendirir, ya da raslantıya bağlar. Türetim (teknikte, bilimlerde, sanatlarda ve başka alanlarda) gerçeğin zihindeki yansısından oluşan ve insan pratiğinin belirsiz küçük değişikliklerinin birikimiyle hazırlanmış olan bir nitel değişiklik değil midir? Bunun içindir ki, büyük buluşlar, ancak kendilerini olanaklı kılan nesnel koşullar gerçekleştiği zaman yapılmışlardır.
      Seçmiş olduğumuz son örnekler (duyumdan kavrama geçiş; uzun bir pratik sonucu ortaya çıkan türetim) nitelik-nicelik sürecinin önemli bir yönünü belirtmemizi sağlamaktadır. Eski nitel durumdan yeni nitel duruma geçiş, gerçekte (sayfa 94) çok kez bir ilerlemedir. O halde bu, aşağı olandan üstün olana bir geçiştir. İnsan, kavrama (bilincin üst biçimine) varmak üzere duyumu (bilincin alt biçimini) aştığı zaman da bu böyledir. Ama, canlı-olmayanın canlıya nitel geçişinde de aynıdır; böyle bir durum değişikliği kesin bir ilerleme oluşturur. Bu gibi nitel değişikliklerle sonuçlanan bir hareket de, Stalin'in yazdığı gibi "durmadan ilerleyen ve yükselen bir hareket"tir. [44]
      Toplumların gelişmesinde de bunun aynı olduğunu göreceğiz.


IV. TOPLUMDA


      Bundan önceki dersimizde doğa gibi toplumun da bir hareket olduğunu ortaya koyduk.
      Bu hareket, nicel değişikliklerden nitel değişikliklere doğru gider.
      Lenin, bunu, daha, 1887'de, Kazan Üniversitesinde öğrenciyken, anlamıştı ve daha o zamandan devrimci eyleme katılmış olan Lenin, kendisine, "Kendinizi bir duvara çarpıyorsunuz" diyen polis komiserini: "Bir duvara mı? Evet ama o duvar çürümüş! Bir vuruşta yıkılır", diye yanıtlıyordu. Gerçekten de çarlik, tıpkı şiddetli yağmurun etkisi altındaki duvarlar gibi, yıldan yıla çürümüştü; Lenin, nitel değişikliğin (düzenin yıkılmasının) yakın olduğunu anlıyordu.
      Toplumun nitel dönüşümleri, böyle yavaş gelişen nicel süreçlerle hazırlanmıştır.
      Devrim, (nitel değişiklik), şu halde, bir evrimin (nicel değişikliğin) zorunlu tarihsel ürünüdür. Stalin, toplumsal hareketin nitel yönüyle nicel yönünü çok güçlü bir biçimde tanımlamıştır:
      "Ve bu yüzden, diyalektik yöntem, hareketin iki biçimi olduğunu söyler: evrimci ve devrimci [hareket].
      "İlerici unsurlar, günlük etkinliklerini kendiliklerinden sürdürdükleri ve eski düzeni, küçük, nicel değişimlere (sayfa 95) uğrattıkları zaman, hareket evrimcidir.
      "Aynı unsurlar, birleştikleri, bir tek görüşle donandıkları ve eski düzeni yok etmek ve yaşama nitel değişiklikler getirmek, yeni bir düzen kurmak amacıyla düşman kampını süpürüp geçtikleri zaman, hareket devrimcidir.
      "Evrim, devrimi hazırlar ve ona ortam yaratır; devrim, evrim sürecini tamamlar ve onun daha ileri etkinliğini kolaylaştırır."[45]
      Ve Stalin, bu tahlilini, 1905 olaylarıyla açıklar. 1905 Aralık ayı günlerinde, proletarya, "ayaklanarak silah depolarına hücüm etti, ve gericiliğe karşı bir saldırıya geçti".[46] Gericiliğin kalesine yürüdü. Devrimci hareket, "proletaryanın 'barışçı' gelişme koşulları altında, tek tek grevler ve küçük sendikaların kurulmasi ile yetindiği"[47] önceki yılların uzun evrimiyle hazırlanmıştı.
      Ama aynı şekilde, 1789 Fransız Devrimi, yüz yıllık bir sınıf savaşımıyla hazırlandı. Birkaç yıl içinde (1789, 1790 ...) Fransa'da öyle dikkate değer nitel değişiklikler oldu ki, nicel değişikliklerin derece derece birikimi olmasaydı, yani burjuvazinin işi bitiren en son saldırısına gelinceye, ve kapitalistleri iktidara getirinceye kadar feodaliteyi hırpaladığı sayısız kısmi savaşımlar olmasaydı, bu nitel değişiklikler olanaklı olamayacaklardı.
      Ekim 1917 Sosyalist Devrimine gelince, bu nitel değişikliğin, bu olayın nasıl bir sürü nicel değişiklikler tarafından hazırlanmış olduğu SSCB Komünist Partisi (Bolşevik) Tarihi'nde okunabilir. Eğer 1914-1917 dönemi öğrenilmek istenirse VI. ve VII. Bölümleri incelemek gerekir: bu bölümler, yığın hareketinin, sonucu belirleyen bu yıllar içinde, iktidarın sovyetler tarafından alınışına kadar hangi yolla genişleyip yaylıdığını anlatmaktadır. (sayfa 96)
      (Bu dersin III. kesiminin sonunda yaptığımız gibi) burada da nitel bakımdan eski durumdan yeni duruma geçişin bir ilerleme oluşturduğunu gözönüne almak uygun olur. Kapitalist durum, feodal durumdan üstündür; sosyalist durum da kapitalist durumdan üstündür. Devrim aşağıdan üste geçişi sağlar. Niçin? Çünkü devrim, toplumun ekonomik düzenini, üretici güçlerin gelişmesinin gerekleri ile uygun bir hale getirir.
      Toplumsal hareketin nitel yönü ile nicel yönünü hiçbir zaman ayırmamak ve onları zorunlu bağlantıları içinde değerlendirmek çok önemlidir. Yalnızca birini ya da ötekini görmek, çok önemli ve derin bir yanılgıya düşmektir.
      Yalnız evrimi görmek, toplum dönüşümlerinin devrimsiz gerçekleştirileceğini kabul eden reformculuğa batmak demektir. Gerçekte, reformculuk bir burjuva görüşüdür: işçi sınıfına kapitalist üretim ilişkilerinin savaşımsız giderilebileceği sanısını verirler. Reformculuk, devrimin düşmanıdır, çünkü "... burjuva düzenin devrimci yolla alaşağı edilmesine karşı, çalışan sınıfı bölmek ve zayıflatmak ve burjuvazinin egemenliğini sürdürmek amacıyla yıkılması kaçınılmaz olan düzenin kısmen de olsa onarılması"nı[48] över.
      Reformculuk, Jules Moch gibi, Blum gibi kendilerini "kapitalizmin sadık temsilcisi" ilan eden sosyalist liderler tarafından yayıldı. Kautsky'nin durumu da aynıydı. Kautsky'ye göre, emperyalist kapitalizm kendiliğinden sosyalizm haline değişecekti. Bu marksizm kalpazanları, diyalektiği hiçe sayarak, sözde bir "ahenkli evrimin genel yasası"na başvuruyorlar. Böylece işçi sınıfinın çıkarlarına ihanetlerini haklı göstermeye çalışıyorlar. Onların programı, "... devrim düşüncesine karşı, devrim 'umutlan'na karşı (reformcunun gözüne böyle 'umutlar' belli-belirsiz görünür, çünkü o, çağdaş ekonomik ve siyasal çelişkilerin derinliğini anlamaz) savaş; güçleri örgütlemek ve zihinleri devrime hazırlamak yolundaki her eyleme karşı savaş"tır.[49] (sayfa 97)
      Bunun karşısında, gene tam diyalektiğe-karşı clan ve bu yüzden de karşı-devrimci olan başka bir görüş vardır: bu görüş, özellikle anarşistleri ve blankicileri nitelendiren serüvenciliktir. Serüvencilik nitel değişikliğin (devrimin) nicel evrimle hazırlanması gereğini yadsımaktan başka bir şey değildir. Bu da bir önceki kadar metafizik bir anlayıştır, çünkü, toplumsal hareketin yalnız bir yönünü görür.
      Onun koşullarını istemeden devrimi istemek, açıkça onu olanaksız kılmak demektir. Serüvencilik (devrimcicilik, révolutionnarisme) ve reformculuk, aslında birbirinin aynıdırlar.
      Ama serüvenciler, solcu "sözler"le gözboyarlar. Her fırsatta eylemden sözederler, ama bu, gerçek eyleme daha iyi engel olmak içindir. Gerçekte, gösterişsiz eylemleri, küçük ama gene de kesin değişmeler için zorunlu nicel değişiklikleri küçümserler.
      Maurice Thorez, Œuvres, c. IV, s. 129'da, 1932'de çeşitli ilçelerde, PTT'deki iş arkadaşlarının hep birarada parlamenterlere hitaben hazırladıklan bir ortak istekler dilekçesine karşı bir tutum alan bir kısım komünist posta dağıtıcılarını eleştiriyor. Bu posta dağıtıcıları, dilekçecilere: "ilkin CGTU'ya (Birleşik Emekçiler Genel Sendikasına) katılınız, yoksa dilekçeniz hiçbir işe yaramaz" diyorlardı. Maurice Thorez açıklıyor:
      "Ortak dilekçeyi, hatta 'yığın eylemi' üzerine bir sözü, onun karşısına çıkararak küçümsememelidir. Dilekçe, yığın eyleminin —kuşkusuz basit— bir biçimidir. O, hem gönderilen kimseler üzerinde bir baskı aracı, hem de imzalayanlar için bu toplanma ve örgütlenme unsurudur.
      "Sözkonusu bu olayda ortak dilekçe, ücretlilerin, patronları olan devlete karşı, parlamenterler olarak devlet gücünün bir kısmını ellerinde bulundurdukları kabul edilenlere karşı protestolarının örgütlü bir biçimidir.
      "Eğer devrimci unsurlar, onu suçlamak yerine ona katılırlarsa, eğer iş arkadaşlarına sabırla ve kardeşçesine, dilekçenin pekçok savaşım araçlarından ancak biri olduğunu, (sayfa 98) dilekçeyi tamamlayan ve destekleyen daha birçok savaşım yolları olduğunu, ve örneğin bulundukları ilçede, bölgede, hatta bütün ülkede, tüm personelin katıldığı, uygun şekilde gerçekleştirilen bir gösterinin, imzalara bir ağırlık vereceğini anlatırlarsa, dilekçenin gerçek bir değeri ve gücü olabilir ve olacaktır."
      Maurice Thorez, ortaya koydu ki, dilekçe, "... tabanda bir tek cephenin gerçekleşmesine yardım ediyor. Her imza dolayısıyla, birlikçi olan, federasyona bağlı bulunan, özerk olan ya da örgütlü olmayan iş arkadaşları arasında görüşme ve tartışmalar olacağını tahmin etmek kolaydır. Herkes kendi fikrini dile getirir, kendi tercihlerini söyler. Bununla birlikte herkes, postacıların büyük çoğunluğunun, belki de hepsinin bilinçli gösterisinin kesin bir etkisi olacağını kabul eder. Şurası açıktır ki, birlikçi sendikalı, dilekçeyi imzalarken ve imzalattırırken gelişecek olan hareket hakkındaki fikrini söylemiştir. Örneğin, dilekçe komitelerinin seçimi önerisinde bulunmuştur. Bir grev olanağından sözetmiştir. Federasyona bağlı ya da örgütsüz arkadaşları kendisini dinlediler, ona itirazlarını söylediler. Onu daha tam, daha geniş açıklamalar yapmaya zorladılar. Bu, meyveler verecek olan bir ortak eylemin temeldeki ilk yaklaşmasıdır.
      "... 'yığın eylemi' üzerinde gevezelik etmemek, ama proleterlerle birlikte ve onların başında, sınıf savaşımının en yüksek biçimlerine ulaşabilmek için yığınların en gösterişsiz protesto biçimlerini ortaya koymayı, örgütlendirmeyi ve desteklemeyi öğrenmek..."[50] gerekir.
      Gerçekte, emekçiler, bu kısmi savaşımlarda yeri doldurulamaz bir deneyim biriktirerek, kendi kendilerini eğitirler. Gösterişsiz, ama ortaklaşa bir hak davası uğruna yürütülen günlük eylem, daha geniş alanı, daha büyük önemi olan bir eyleme yolaçar. Emekçilerin amaçlarını ve bu amaçlara varma yollarını kardeşçe tartıştıkları ve kararlaştırdıkları alt kademe komitelerini kurmak, işte bir tek cephenin koşulu. (sayfa 99) Eğer bu sabır isteyen iş gerçekleşmezse, kesin değişiklikler nasıl elde edilir? Aynı şekilde, milyonlarca imzalarının birikimiyle, yiğit kişiler, sonunda, Henri Martin'i zindandan çıkartan devlet başkanının imzasını da "kopardılar".
      İşte böylece diyalektiğin üçüncü yasası, bize pratik önemini ve verimliliğini gösteriyor. Tek cephenin gerçekleşmesinin ve Fransız ulusunun, işçi sınıfının çevresinde toplaşmasının, en bilinçli emekçilerin işyerlerinde ve bürolarında sürdürdükleri gösterişsiz ve sabırlı çabalar pahasına gerçekleşen nicel değişikliklerin zorunlu sonuçları olacağı yolunda bize bilimsel bir kesinlik vererek bugünkü perspektifleri aydınlatıyor. 1953 yılı Ağustosundaki grevlerin çok büyük bir genişlik kazanması, doğrudan doğruya, grevlerden önceki aylarda her yanda gelişmiş olan sayısız yerel eylemlerin sonucu olmuştu. Ağustos hareketinin en civcivli zamanında bir sendika sorumlusu, on gün önce her türlü ücret artmasına vb. kayıtsız olan emekçilerin nasıl artık en kararlılar arasında bulunduklarını gösteriyordu: "Besbelli ki, hiçbir şey hiçbir zaman kaybolmuş değildir..." sonucuna varıyordu. Ve bu doğrudur: tarih doğrultusunda gösterilen çabalardan, yapılan açıklamalardan, konuya getirilen açıklıklardan hiçbir şey kaybolmaz. Nicel birikim, belli olmadığı zaman bile nitel dönüşümleri hazırlar.
      İşte bu yüzdendir ki, meclisin çoğunluğunun "onlardan yana" olduğu gerekçesiyle burjuva politikacılarının gerici siyasetinin "daha uzun zaman" süreceğini düşünmek yanlıştır. Fransa "tükenmiş bir ülkedir", Amerika'ın koruyuculuğu altında bir bitki gibi kişiliksiz yaşamaya mahkumdur demek, yanlıştır. Şerefsizlik siyasetine ve çürümüşlerin, ahlaksızların girişimlerine bir son verecek güçler her yanda birikmektedir. Her yanda, günbegün, bir gün olayların gidişini değiştirecek ve Fransa'yı yeniden büyüklüğüne yaraşır bir üne kavuşturacak güçler birikmektedir. Son sözü söyleyecek olan halktır. Fransa için gerici, ve ulusal-olmayan burjuvazinin siyasetinden "başka bir siyasetin olanaklı" olduğunu söylemek yanılsamalara kapılmak değil, bilimsel bir gerçeği ortaya koymaktır. (sayfa 100)


V. VARGI


      Stalin diyalektiğin üçüncü çizgisini yorumlarken, "Sonuç olarak, siyasette yanılmamak için bir devrimci olmak gerekir, bir reformcu değil" gözleminde bulunuyor. Mademki, devrimci tutum, nicel bir evrimin ürünleri olan nitel değişikliklerin nesnel zorunluluğunu tanıyor, o halde tek diyalektik tutum, devrimci tutumdur.
      Metafizikçi, ya nitel değişiklikleri yadsır ya da kabul etse bile onları açıklamaya çalışmaz, raslantıya ya da mucizeye bağlar. Burjuvazinin bu yanılgılarda çıkarı vardır ve onları alabildiğine yayar. Örneğin, haber basını denen basın, siyasal ve toplumsal olayları, kamuoyuna, o olayları hazırlayan iç bağlantılarını vermeden yansıtır ve onları anlaşılmaz kılar. "Anlaşılacak bir şey olmadığı" fikri buradan gelmektedir.
      Diyalektikçi, tersine, gerçeğin hareketini, nicel değişiklikler ile nitel değişikliklerin zorunlu birleştiricisi olarak anlar, onları kendi pratiğinde birleştirir. Solcunun (gauchiste), ancak, ağzında "devrimci" sözler vardır, kesin "devrim" anının sonsuz bekleyişi içinde hiçbir şey yapmaz. Reformcu, "doğal" evrimin toplumu dönüştüreceğine inanır, kendi dilediği reformlar için bile savaşım vermez. Yalnız diyalektikçi, reformları yapmak, dönüşüm için savaşım vermek gerektiğini, ve bunu yapmanın iyi olduğunu anlayan adamdır, çünkü o, devrimin evrime bağlı olduğunu bilir. Yalnız devrimciler, eyleme katılışlarıyla, reformlara gerçekten devrimci bir içerik kazandırabilirler. Yalnız onlar, diyalektikçi oldukları için, reformcuların yanılttığı emekçiler gibi "solcu sözlerin" ayartıp baştan çıkarttığı kimseleri de küçük eylemlerde, sonra daha büyük eylemlerde kendi çevrelerinde biraraya toplayabilirler. Yalnız diyalektikçi, dereceli nicel değişikliklerin değerini, sosyalizm için savaşım yollarının koşullara göre çeşitliliğini, kısaca, devrimin bir süreç olduğu gerçeğini anlayabilir. Yalnız diyalektiğin ustaları, Halk Cephesinin ve Kurtuluş Cephesinin başarılar sağlamasında emekçi kitlelere (sayfa 101) kılavuzluk edebilirler. Diyalektikçi, reformcu olarak değil devrimci olarak, en küçük bir eyleme girişirken de Enternasyonalin doğru sözlerine bütün anlamını verir:

      Biraraya gelelim, bir gün gelecek
      Enternasyonal tüm insanlık olacak

      Proletaryanın evrensel zaferi bir ütopya değildir, nesnel olarak konmuş kesin bir bilgidir.

GÖZLEMLER

      a) Belirsiz, göze çarpmayan nicel değişikliklerin köklü nitel değişikliklere vardığını söyledik.
      Bu demektir ki, nicelik nitelikten, nitelik te nicelikten ayrılamaz, ve (örneğin maddeyi saf nicelik, ruhu salt nitelik sayan Bergson'un yaptığı gibi) nicelikle niteliği birbirinden yalıtmak keyfi bir davranıştır. Gerçek hem nicel hem de niteldir. Ve iyice anlamak gerekir ki, nitel değişiklik bir nitelikten ötekine geçiştir. "Sıvı" olma niteliği, belirli bir ısının nicel birikimi ile "gaz" olma niteliği haline geçer.
      Metafizikçilerin yalnız niceliğin bilimi yapmak istedikleri matematikte bile nicelikle nitelik birbirinden ayrılamazlar. Tam sayıları (5+7+3...) toplamak nicel bir süreçtir; ama bu toplamanın bir de nitel yönü vardır, çünkü bütün tam sayılar kesirli sayılardan, cebir sayılarından vb. değişik nitelikleri olan belli bir türün sayılarıdır. Sayıların nitel bakımdan çeşitliliği önemlidir: her türün kendi özellikleri vardır. Tam sayıları, kesirli sayıları, ya da cebir sayılarını toplamak, daima toplamadır denecektir; evet ama toplama her seferinde farklı niteliklere dayanır. Aynı şekilde: 5 şapkayı ya da 5 lokomotifi toplamak hep aynı toplamadır, ama nesneler nitel bakımdan çok farklıdırlar. Nicelik, her zaman bir şeyin niceliğidir, bir niteliğin niceliğidir.
      b) Nicelik nitelik olarak değişir. Ama karşılıklı olarak nitelik de nicelik olarak değişir, çünkü onlar birbirlerinden (sayfa 102) ayrılmazlar.
      Örnek: kapitalist üretim ilişkileri, belirli bir andan sonra, üretici güçlerin nicel gelişmelerini dizginler, hatta onları geriletir. Üretim ilişkilerinin nitel dönüşümü üretici güçlerin toplumsallaşması ile ifadesini bulur ki, üretici güçler böylece yeni bir atılım kazanmış olurlar. Sonuç olarak: üretici güçler büyük bir nicel gelişme tanımış olurlar.(sayfa 103)


YOKLAMA SORULARI


      1. Nitel değişiklik nedir?
      2. Kesin örnekler yardımıyla, nicel değişiklik (çoğalma ya da azalma) ile nitel değişiklik arasında zorunlu bir bağ olduğunu gösteriniz.
      3. Diyalektiğin üçüncü çizgisi, bir militan işçiye, ne bakımdan, bir tek cephenin gerçekleştirilmesinde daha iyi iş görmek, etkili olmak olanağını sağlar?



Dipnotlar

[33] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 654.
[34] J. Stalin, "Dilbiliminde Marksizm Üzerine", Son Yazılar, 1950-1953, s.32.
[35] Bir cisim, hangisi olursa olsun moleküllerden oluşmuştur. Molekül, belirli bir kimyasal bileşimin en küçük miktarıdır. Molekülün kendisi, atomlardan kurulmuştur. Bir atom bir elementin bileşime girebilen en küçük parçasıdır. Basit bir cismin (oksijen, hidrojen, azot vb.) molekülleri, özdeş (oksijenin, hidrojenin, azotun vb.) atomları içerirler. Bileşik bir cismin molekülleri (su, mutfak tuzu, benzin) bileşimin içindeki çeşitli cisimlerin atomlarını içerirler.
[36] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, s. 75.
[37] Aynı yapıt, s. 78.
[38] Element, basit bir cismin ve ondan gelme bileşiklerin bütün çeşitlerinin ortak parçasıdır. Örnek: kükürt, bütün kükürt çeşitlerinde ve bütün kükürt bileşiklerinde kendini korur. 92 tane element vardır: cisimler arasındaki karşılıklı kimyasal etkiler sırasında, bunlar niteliklerini korurlar. Ama elementlere çevrilirler (radyoaktivite).
[39] Bir elementin atom ağırlığı, bu elementin atomunun ağırlığının, bir tip elementin (hidrojen ya da oksijen) atomunun ağırlığına orantısıdır.
[40] Proton ve nötron, atom çekirdeğini oluşturur.
[41] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, s. 323.
[42] Mao Çe-tung, "Pratik Üzerine", Teori ve Pratik, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 10.
[43] "Belit"ler (aksiyom, mütearife) matematik biliminin en genel ve en temel gerçekleridir. İdealizm, bunda, ruhun bir açığa vuruşunu, esinini görür. Ama bütün gerçekler gibi belitler de emekle kazanılan bir başarının meyveleridirler.
[44] Stalin, Lenizmin Sorunları, s. 654.
[45] J. Stalin, Anarşizm mi? Sosyalizm mi?, Sol Yayınları , Ankara 1978, s. 16. Eluard'ın,dizelerini anımsayalım (Paul Eluard, Poémes, Editions Gallimard, 1951, s. 302):
      "Birkaç kişiydiler
      "Birden çoğaldılar."
[46] J. Stalin, Anarşizm mi? Sosyalizm mi?, s. 16.
[47] J. Stalin, aynı yapıt, s. 16.
[48] V. İ. Lenin, Marx-Engels-Marksizm, Sol Yayınları, Ankara 1990, s. 223
[49] V. İ. Lenin, Marx-Engels-Marksizm, Ankara 1990, s. 234.
[50] Maurice Thorez, Œuvres, kitap II, c. IV, Editions Sociales, 1951, s. 129, 130 ve 131.


BEŞİNCİ DERS
DİYALEKTİĞİN DÖRDÜNCÜ ÇİZGİSİ
KARŞITLARIN SAVAŞIMI (I)


I .      Karşıtların savaşımı her değişikliğin
      devindiricisidir. Bir örnek.
II .    Diyalektiğin dördüncü çizgisi.
III .   Çelişkinin nitelikleri.
         a)   Çelişki içtedir.
         b)   Çelişki yenileştiricidir.
         c)   Karşıtların birliği.


I. KARŞITLARIN SAVAŞIMI HER DEĞİŞİKLİĞİN
DEVİNDİRİCİSİDİR. BİR ÖRNEK


      Biz gördük ki, bütün gerçek, harekettir ve bu hareket evrenseldir, kendi aralarında zorunlu olarak bağlantı bulunan nicel ve nitel olarak iki biçime bürünmüştür. Peki ama hareket niçin vardır? Değişikliğin, özellikle niceliğin nitelik haline dönüşünün, bir nitelikten yeni bir niteliğe geçişin devindiricisi nedir?
      Bu soruyu yanıtlamak, diyalektiğin dördüncü çizgisini, diyalektiğin temel yasasını, bize hareketin nedenini veren yasayı açıklayıp anlatmaktır.
      Pek somut bir ömek bu yasayı ortaya koyacaktır.
      Marksist felsefeyi, diyalektik materyalizmi inceliyorum. Bu, ancak, aynı zamanda, hem bilgisizliğimin bilincinde (sayfa 104) isem, ve hem de bu bilgisizliğimi yenmek ve bilgiyi elde etmek iradesine sahipsem olanaklı olabilir. İncelememin devindiricisi, incelemedeki ilerlemenin mutlak koşulu, benim bilgisizliğim ile onu yenme isteğim arasındaki savaşımdır, bu benim bilgisizliğim konusundaki bilincim ve bu bilgisizlikten kurtulmaktaki iradem arasındaki çelişkidir. Bu karşıtların savaşımı, bu çelişki, incelememin dışında değildir. Eğer ben ilerleme gösteriyorsam, bu, bizzat bu çelişkinin durmadan kendisini ortaya koyuşu ölçüsündedir. Elbette ki, incelemenin ilerleyişini belirleyen kazançların her biri, bu çelişkinin çözülmesidir (bugün, dün bilmediğimi biliyorum); ama her bir çözülmenin arkasından, bildiğimle bilmediğimin bilincinde olduğum arasında yeni bir çelişki ortaya çıkar ve buradan incelememde yeni bir çaba, yeni bir çözülme ve yeni bir ilerleme oluşur. Her kim ki her şeyi bildiğini sanır, hiçbir zaman ilerleyemeyecektir, çünkü bilgisizliğini gidermeye, yenmeye çalışmayacaktır. Bu hareketin ilkesi, incelemedir, daha az bir bilgiden, daha büyük bir bilgiye dereceli olarak geçişin devindiricisidir, şu halde, karşıtların savaşımı, (bir yandan) benim bilgisizliğim ile (öte yandan) bilgisizliğimi yenmek zorunda olduğumun bilinci arasındaki savaşımdır.


II. DİYALEKTİĞİN DÖRDÜNCÜ ÇİZGİSİ


      "Diyalektik, metafiziğin tersine, doğadaki nesnelerin ve olayların iç çelişkiler içerdikleri, çünkü hepsinin olumlu ve olumsuz yanları, bir geçmişleri ve bir gelecekleri olduğu, hepsinin yokolup giden ya da gelişen öğeler taşıdıkları görüşünden yola çıkar; karşıtların savaşımı, eski ile yeni arasındaki, ölen ile doğan arasındaki, yitip giden ile gelişen arasındaki savaşım, işte bu, gelişme sürecinin, nicel değişmelerin nitel değişmelere çevrilmesinin içindeki içeriktir."[51]
      Gelişmenin ilkesi olarak çelişkinin incelenmesi, şu başlıca nitelikleri ortaya çıkarmamıza olanak sağlar: çelişki (sayfa 105) içtedir; çelişki yenileştiricidir; karşıtların birliği vardır.


III. ÇELİŞKİNİN NİTELİKLERİ

a) Çelişki içtedir.

      Her gerçek, harekettir, bunu gördük. O halde, hiçbir hareket yoktur ki, bir çelişkinin, bir karşıtlar savaşımının ürünü olmasın. Bu çelişki, bu savaşım, içtedir, yani ele alınan hareketin dışında değildir, onun esasıdır.
      Bu, keyfi bir olumlama mıdır? Hayır. Biraz düşünme gösterir ki, gerçekte de, dünyada hiçbir çelişki olmasaydı, dünya değişmeyecekti. Eğer bir tahıl tanesi yalnızca bir tane olsaydı, sonsuza dek hep tahıl tanesi olarak kalacaktı; ama, o, mademki bir bitki olacaktır, değişme gücünü kendinde taşır. Bitki taneden çıkar, ve başverip ortaya çıkması, tanenin ortadan kaybolmasını içerir. Bu, her gerçek için böyledir; eğer gerçek değişiyorsa, o, özünde, aynı zamanda hem kendisi ve hem de kendisinden başka bir şeydir. Niçin yaşam, çiçeklerini ve meyvelerini verdikten sonra ölüme doğru yönelir? Çünkü yaşam, yalnızca yaşam değildir. Yaşam ölüme dönüşür, çünkü yaşam bir iç çelişki taşır, çünkü yaşam ölüme karşı gündelik savaşımdır (her an bir kısım hücreler ölür, başkaları onların yerini alır, ta ki ölüm onlara da üstün gelinceye kadar).. Metafizikçi, onların derin birliğini, karşıt güçlerin birliğini görmeksizin, yaşam ile ölümü iki mutlak gibi birbirinin karşısına koyar. Mutlak olarak her türlü çelişkiden arınmış bir evren, kendi kenndini yinelemeye mahkum olurdu: hiçbir zaman, yeni bir şey.ortaya çıkmazdı. O halde, çelişki, her değişmenin içinde vardır.
      "Şeylerin gelişiminin ana nedeni, dışta değil, içte, yani şeylerin iç çelişkilerindedir. Şeylerin hareketleri ve gelişimleri, içlerinde bu gibi çelişkilerin varlığı nedeniyle olur. Bir şeyin içindeki bu çelişki, gelişmenin ilk nedeni olup ..."[52] (İtalikler bizim, -G.B.-M.C.) (sayfa 106)
      Lenin de "Gelişme, karşıtların 'savaşımı'dır."[53] diyordu.
      Gene incelemekte olan adam örneğini alacak olursak, bu adamın, aynı zamanda, hem bilisiz olduğu ve hem de öğrenmeye gereksinme duyduğu doğru değil midir? İncelediği sürece bu iki karşıt gücün savaşımıdır o. İşte incelemekte olan adamın özü budur (öz: derin doğası anlamında).
      Eğer geçen derste incelediğimiz süreci: suyun gerek buz, gerek su buharı haline dönüşümünü yeniden ele alacak olursak, böyle bir değişmenin de bir iç çelişkinin varlığıyla açıklandığını saptarız: bir yandan, su moleküllerinin yapışma (cohésion) kuvvetleri ile, öte yandan, her moleküle özgü hareket (molekülleri dağılıp-saçılmaya iten kinetik enerji) arasındaki çelişki; yapışma kuvvetleri ile dağılma (dispersion) kuvvetleri arasındaki çelişki. Elbette ki, suyu yalnız sıvı haliyle, yani 0 derece ile 100 derece arasında ele almakla yetinilirse, bu savaşım kendini göstermez, her şey dingin ve durgun gibidir. Görünen, sıvı durumun kalımlılığıdır. Görünen yön (görüngü) derin gerçeği, özü, yani yapışma kuvvetleri ile dağılma kuvvetleri arasındaki savaşımı gizler. Bu iç çelişki, işte sıvı durumun gerçek içeriği. Ve işte bu çelişkidir ki, sıvı suyun birdenbire katı su ya da su buharı haline dönüşmesini açıklar. Yeni bir duruma nitel geçiş, karşıt kuvvetlerden birinin öteki üzerinde zafer kazanmasıyla olanaklıdır ancak. Sıvı durumundan katı duruma geçişte yapışma kuvvetlerinin zaferi, sıvı durumdan gaz durumuna geçişte dağılma kuvvetlerinin zaferi. Bu zafer, karşıt kuvvetleri yok etmeyen, ama onların bir bakıma "bellilik"ini değiştiren bir zaferdir: katı durumda olumsuz (ya da ikincil) yön, moleküllerin hareketidir; gaz durumunda olumsuz (ya da ikincil) yön, yapışmaya doğru olan eğilimdir.
      Şu halde, o andaki durumu ne olursa olsun, iç kuvvetlerden olan karşıt kuvvetlerin savaşımıdır — ve suyun dönüşümleri bununla açıklanır.
      Bu, dış koşullar, çevre koşulları hiçbir rol oynamaz demek midir? Hayır. Diyalektiğin birinci yasasının (her şey (sayfa 107) birbirine bağlıdır) incelenmesi, bir gerçeği, hiçbir zaman kendisini kuşatan koşullardan yalıtmamak gerektiğini bize göstermişti. Su olayında, durum değişikliği için zorunlu olan bir dış koşul vardır: bu, ısının yükselmesi ya da azalmasıdır. Sıcaklığın yükselmesi, moleküllerin kinetik enerjisinin artmasınğ, yani onların hızının artmasını olanaklı kılar. Soğumanın, ters etkisi vardır. Ama unutmamak gerekir ki, eğer ele aldığımız nesne içinde (bu durumda: su) iç çelişkiler olmasaydı —daha yukarda da gördüğüz gibi— dış koşulların etkisi bir sonuç oluşturmayaktı. Onun için diyalektik, iç çelişkilerin, incelenen sürecin ondan ayrılmaz bir parçasını oluşturan ve bu sürecin özgüllüğünün anlaşılması için zorunlu olan iç çelişkilerin aranıp bulunmasını esas olarak kabul eder.
      "Bir şeyin içindeki bu çelişki, gelişmenin ilk nedeni olup bir şeyin öteki şeylerle ilişkileri —bunların iç bağları ve birbirleri üzerine etkileri— ikinci derecede bir nedendir."[54] (İtalikler bizim, -G.B.-M.C.)
      İşte, metafizik düşünüşün kabul edemediği de budur. Metafizikçi, gerçeği oluşturan ve bütün nitel değişikliğin devindirici gücü olan iç çelişkilerden habersiz olduğu için, bütün değişiklikleri dış müdahalelerle açıklamak zorundadır. Yani, ya doğaüstü "nedenler"le (tanrı, yaşamı, düşünceyi, krallıkları "yarattı"), ya da yapay nedenlerle şeyleri değiştirmek gibi gizemli bir gücü ellerinde tutan ayrııcalıklı kimseler vardır; devrimi "yapanlar", "başkaldırma tohumları saçanlar" birtakım "elebaşılar"dır vb., vb.. Bunun gibi, bazı gerici ideologlar, 1789 Devrimini, birkaç kötü önderin belalı eylemine bağlarlar. 1917 Sosyalist Devrimi için de durum aynıdır. Tersine, diyalektik, toplumsal gelişmenin karşısına çıkan sorunların çözümü için, bir iç çelişki, bu toplumu oluşturan uzlaşmaz karşıt sınıflar arasında çelişki varolduğu sürece, devrimci çıkış yolunun kaçınılmaz olduğunu bilimsel olarak gösterir. Devrim, çeşitli aşamalardan geçen bu çelişkinin ürünüdür; devrim ne tanrıdan, ne de şeytandan gelir. (sayfa 108)
      İç çelişkilerle (temel nedenlerle) dış koşulların (ikincil nedenlerin) karşılıklı rolü, akılda tutulmalıdır. Gerçekten de bu rol, "devrimin ihraç edilmediğini" anlamaya olanak verir. Hiçbir nitel değişme, bir dış müdahalenin doğrudan doğruya ürünü olamaz. Bunun gibi, Sovyetler Birliği'nin varlığı ve ilerlemeleri, kapitalist ülkelerde proletaryanın genel savaşım koşullarını değiştirdi. Ama Sovyetler Birliği'nin ne varlığı, ne de ilerlemeleri, öteki ülkelerde, sosyalizmi yaratmak gücüne sahip değildir: ancak her ülkeye özgü olan sınıf savaşımının gelişmesi, kapitalist ülkeleri niteleyen iç çelişkilerin gelişmesi, bu ülkelerde devrimci değişiklikleri oluşturabilir. Stalin'in sık sık yinelenen: "Her ülke, eğer istiyorsa, kendi devrimini kendisi yapacaktır; eğer devrimi istemiyorsa, devrim olmayacaktır." sözü, bundan ileri gelir. Tıpkı küçük çocuğun durumu gibi: siz, onu yürütmek için istediğiniz çareye başvurun, onun iç, organik gelişmesi yürümesine izin verinceye kadar hepsi boşuna olacaktır.
      Görülüyor ki, Stalin'in dördüncü çizginin anlatımında ısrarla üzerinde durduğu çelişkinin iç özelliğinin çok önemli bir pratik anlamı vardır.

b) Çelişki yenileştiricidir

      Eğer Stalin'in bu yasayı açıklamasını ele alacak olursak, karşıtların savaşımının "eski ile yeni arasındaki, ölen ile doğan arasındaki, yitip gitmekte olanla gelişmekte olan arasındaki savaşım" olarak değerlendirildiğini görürüz.
      Karşıtların savaşımı, gerçekte, zaman içinde gelişir. Ve (üçüncü derste) tıpkı toplum gibi, tıpkı canlı doğa gibi fizik evrenin de bir tarihi olduğunu gördük. Nitel değişiklikler, tarihsel sürecin belirli bir anında eskiye karşı kazanılan zaferin ürünleri olan yeni yönler ortaya çıkarırlar. Ama bu, ancak, yeni güçler, eskiye karşı ve bizzat eskinin bağrında gelişmiş oldukları için olanaklıdır. Kapitalist toplumu ortaya çıkaracak olan yeni üretici güçler ve onlara uygun düşen üretim ilişkileri, eski feodal toplumun bağrında ve ona karşı (sayfa 109) gelişirler. Aynı şekilde, delikanlı, çocukta ve ona karşı büyür; ergin de, delikanlıda ve ona karşı olgunlaşır.
      Demek ki, çelişkinin iç niteliğini saptamak yeterli değildir. Bu çelişkinin, eski ile yeni arasında savaşım olduğunu da görmek gerekir. Yeni, eskinin bağrında doğar; eskiye karşı büyür. Çelişki, yeninin kesin olarak eskiye üstün geldiği zaman çözülür. O zaman iç çelişkilerin yenileştirici niteliği, verimliliği ortaya çıkar. Gelecek, geçmişe karşı savaşımda hazırlanır. Savaşımsız zafer yoktur.
      Metafiziçi, çelişkinin yenileştirici gücünü değerlendiremez. Ona göre çelişki, iyi hiçbir şey getiremez. Evrenin dural (statique), durağan olduğu görüşüne sahip olduğu için, varlığın (doğanın ya da toplumun) her zaman özdeş olmasını istediği için, çelişki, metafizikçiye göre saçmalıkla eşanlamlıdır. Bütün gücüyle onu uzaklaştırmaya çalışır. Bu yüzden, ekonomik bunalımlar, diyalektikçiye göre, kapitalizmin temel iç çelişkilerinin açık belirtileridir, metafizikçi için geçici sıkıntılardır. Bunun gibi sınıf savaşımı, "elebaşılar"ın kötü niyetinden ileri gelen cansıkıcı bir musibettir.
      Diyalektikçi bilir ki, bir çelişkinin geliştiği yerde, verimlilik, yeninin varlığı ve yeninin zafer vaadi vardır. Sınıf savaşımı, yeni bir toplumu müjdeler. Her ortam ve durumda, diyalektikçi bu verimli savaşım için elverişli koşulları yaratır; geçmişin güçlerinin direnişi, onu hiç de korkutmaz, çünkü, bütün işçi hareketi tarihinin tanıklık ettiği gibi, geleceğin güçlerinin, savaşım içinde çelikleştiğini bilir. Tam tersine, devrimci güçleri savaşımdan döndürmek sosyal-demokrasinin başlıca görevidir; sosyal-demokrasi devrimci güçleri savaşımdan döndürerek bozmaya, yozlaştırmaya çalışır.
      Bilimler ve sanatlar tarihi, çelişkinin verimliliğini parlak bir şekilde gösteren örnekler bakımından çok zengindir. Büyük buluşlar, eski teoriler ile yeni deneysel olgular arasındaki korkusuz bir çelişkinin ürünüdür. Örnek: Torricelli deneyi, gerçekliği ortaya konan bir olay ile: (civa ile dolu bir kaba başaşağı daldırılan bir tüp içindeki civa, deney yerinin (sayfa 110) yüksekliğine göre değişen belirli bir düzeye kadar iner; civanın üstünde boşluk vardır) her tarafta öğretilen eski fikir ("doğa boşluktan nefret eder") arasında yaratıcı bir çelişkiyi ortaya çıkardı. Eski fikir, gerçekte, tüp içindeki civa düzeyinin neden yükseklikle değiştiğini açıklamakta güçsüzdür. Çelişkiyi atmosfer basıncının bulunuşu çözmüştür.
      Her nitel değişiklik, bir çelişkinin, verimli bir çözülmesidir.
      Çelişkinin verimliliği Gorki'nin kitaplarında da çok güzel ortaya çıkar. Gorki'nin Ana'sında, zora, kadere boyun eğmiş yaşlı bir kadın, önyargılarına karşı savaşım vererek bir devrimci haline gelir, değişir. (Dış koşullar sayesinde gelişen iç çelişki: devrimci bir savaşçı olan oğlunun örneği.) Gene aynı, 1902 yılı 1 Mayıs gösterisini Sormova'da ilk başlatan, Gorki'nin kitabının kahramanı Pier Zalomov, çarlık mahkemesine gururla açıklar:
      "Özlemini çektikleri yaşamla, bugünkü toplumun kendilerine hazırladığı yaşam arasındaki uyumsuzluk yüzünden kıvranan, işkence çeken işçiler, mevcut düzenin kusurlarının kendilerini mahkum ettiği tiksinti verici durumdan kurtulmak için çareler aramaya yönelirler."[55]
      Ve Pier Zalomov umutsuz bir emekçiyken, bu çelişkinin üstesinden gelmek için yaptıkları inatçı bir savaşımdan sonra, nasıl yeni bir adam, bir devrimci haline geldiğini anlatır.
      Bu dersin başlangıcında, bilimi inceleyen bir adamın bizzat incelemenin ortaya koyduğu çelişkileri durmadan çözerek ilerlediğini söylemiştik. Aynı şekilde, çelişkinin verimli gücünü bilen devrimci bir savaşçı, Maurice Thorez'nin, "Eleştiri ve özeleştiri, bunlar bizim günlük tayınımızdır" diyen bilge sözüne sahip çıkar. Yoldaşların yaptığı bir işin eleştirisi (eleştiri). Ve gene herkesin, kendi yaptığı işi eleştirmesi (özeleştiri). Sosyal-demokrat ideolojinin etkisi altında bulunan bir emekçi, özeleştiriyi onursuzluk ve yerlere kapanmak sanır. Oysa özeleştiri, bilimsel bir devrimci anlayıştan ileri gelir, özeleştiri yoluyla, savaşçı, kendi öz bilincinde, (sayfa 111) kendi günlük eyleminde eskiye karşı yeninin utkun savaşımına elverişli koşulları yaratır. Özeleştiri yapmayı kabul etmemek, onurunu korumak değildir: ilerleme olanaklarını bozmak, kendi kendini gerilemeye mahkum etmek, kendi özvarlığını aşağılamak demektir. Lenin'in Komünist (Bolşevik) Partisini güçlendiren, bilimsel sürekli eleştiri ve özeleştiri pratiğidir.[56] Eleştiri ve özeleştiriyledir ki, Maurice Thorez, 1930 yıllarında Fransiz Komünist Partisini Barbé-Celor grubunun sürüklediği bataktan kurtarmıştır. [57]

c) Karşıtların birliği

      Çelişki, ancak en az iki güç arasında savaşım varsa, vardır. O halde, çelişki, zorunlu olarak birbirlerine karşı olan iki ucu içinde saklar: çelişki, karşıtların birliğidir. Bu, çelişkinin, üçüncü niteliğidir. Bunu daha yakından inceleyelim.
      Metafizikçiye göre, karşıtların birliğinden sözetmek saçmalamaktır. Örneğin: metafizikçi, bilimi bir yanda, bilgisizliği öte yanda sayar. Oysa gördük ki, bütün bilim, bilgisizliğe karşı savaşımdır. Lenin, "bilmenin konusunun tükenmez olduğunu" gösteriyordu. Öyleyse mutlak bilim yoktur: her zaman daha öğrenilecek bir şey kalır. Şu halde, her bilim bir yandan bilgisizliği de içinde taşır. Ama, aynı şekilde, mutlak bilgisizlik de yoktur: en bilgisiz bir kişinin bile duyumları vardır, belirli bir yaşam alışkanlığı, ilkel bir deneyimi vardır (aksi halde yaşamını nasıl sürdürebilirdi?). İşte bu, bilim tohumudur.
      Karşıtlar, birbirleriyle savaşırlar, ama birbirlerinden ayrılamazlar. Kendiliğinde bir burjuvazi yoktur. İlkin feodal toplumun bağrında, feodal sınıfa karşı burjuvazidir. Sonra, kapitalist toplumda (daha feodal toplumun bağrında iken de) proletaryaya karşı burjuvazidir. Karşıtlardan biri, öteki olmaksızın, birbirlerinden ayrı ayrı yerlere konamazlar. Proletarya, sömürülen sınıf olarak ortadan kalkinca, burjuvazi de (sayfa 112) sömürücü sınıf olarak ortadan kalkar.[58]
      Karşıtların bu ayrılmazlığı, metafizikçinin yadsıdığı nesnel bir olaydır. Bunun içindir ki, burjuvazi, ömeğin tüm burjuvaziyi muhafaza ederek "proletaryayi yok etmeyi" (özellikle "sermaye-emek ortaklığı"yla) öne süren metafizik görüşleri besler. Sanki kendisi için çalışan bir proletarya olmaksızın, kapitalist bir burjuvazi olabilirmiş gibi.
      Diyalektikçi, karşıtları hiçbir zaman ayırmaz, onlan çözülmez birlikleri içine koyar.
      "Yaşam olmaksızın ölüm olmaz; ölümsüz de yaşam olmaz. 'Üst' olmadan 'alt' olmaz, 'alt' olmadan 'üst' olmaz. Talihsizlik olmazsa talihlilik olur mu? Talihlilik olmazsa talihsizlik olur mu? Kolaylık olmaksızın zorluk olmaz; zorluk olmaksızın kolaylık olmaz. Ağa olmazsa yarıcı olmaz; yarıcı olmazsa ağa olmaz. Burjuvazisiz proletarya olmaz; proletaryasız burjuvazi olmaz. Ulusların emperyalistler tarafından sömürülmesi olmasa, sömürge ve yan-sömürgeler olmaz; sömürgeler ve yarı-sömürgeler olmasa, ulusların emperyalistler tarafından sömürülmesi olmaz. Bütün çelişik yönler, belirli koşullar nedeniyle özdeş değil diye nitelendirilir ve bunların çelişik olduğu söylenir. Ama, bunlar, aynı zamanda özdeşlikleriyle de nitelendirilir ve birbirlerine bağlıdırlar."[59]
      Bu karşılıklı bağlantı, A karşıtının B karşıtı üzerindeki etkisinin, B karşıtının A karşıtı üzerindeki etkisiyle aynı ölçüde olduğu; ve B'nin A üzerindeki etkisinin, A'nın B üzerindeki etkisiyle aynı ölçüde olduğu anlamına gelir. Böylece, (sayfa 113) karşıtlar, biri değişebilirken öteki değişmeden kalabilecek şekilde birbirleri yanısıra, sıralanmış değillerdir. Bunun içindir ki burjuvazinin her kuvvetlenişi, onun karşıtının, proletaryanın zayıflaması demektir. Proletaryanın her kuvvetlenişi de karşıtının, burjuvazinin zayıflamasıdır. Aynı şekilde, sosyalist ideolojinin her güçsüzlüğü burjuva ideolojisinin bir ilerlemesidir ve tersine. ... O halde, proletarya burjuvaziye karşı aralıksız olarak savaşım vermediği zaman da onun zayıflayacağını sanmak baştanbaşa yanılsamadır; bu durumda asıl kuvvetlenen burjuvazidir, zayıflayan da proletarya. Onun için Marx, eğer işçi sınıfı, durumunu iyileştirmek için bütün fırsatları yakalamasaydı "ezilmiş, artık hiçbir umudu kalmamış, ömür boyu açlık çeken yaratıklar yığınından başka bir şey olmamak durumuna düşerdi."[60] diye açıklıyordu.
      Karşıtların bu birliği, karşıtların bu karşılıklı bağlantısı, özellikle sürecin belirli bir anında karşıtlar birbirinin yerini almak üzere birbirlerine dönüştükleri zaman, önemli bir anlam kazanır. Gerçekten, belirli koşullarda, karşıtlar, birbirlerine dönüşürler. O zaman, karşıtlar arasındaki karşılıklı bağlantı, karşılıklı dönüşüm olur, bir nitel değişiklik oluşur, ve işte bu aynı dönüşüm "nitelik" kavramının bilimsel olarak tanımlanmasına izin verir.
      Örnek: Burjuva-proletarya karşıtlarının savaşımının belirli bir anında, karşıtlardan her biri öteki durumuna geçer: hükmeden sınıf olan burjuvazi, hükmedilen sınıf haline gelir; hükmedilen sınıf proletarya, hükmeden sınıf olur. Aynı şekilde, öğrenmekte olan bilisiz adam kendi karşıtına değişir, bilen adam olur; ama o hale gelip de her şeyi bilmediğini anlayan bilgin adam da kendi karşıtına, yani yeniden öğrenmeyi isteyen bilisiz adam olarak değişir.
      "Nesnel şeylerdeki çelişik yönlerin birliği ya da özdeşliği ölü ve katı olmayıp, yaşayan, koşullara bağlı, değişebilir, geçici, bağıntılı bir durumdur. Bütün çelişik yönler, belirli (sayfa 114) koşullar altında karşıtlarına dönüşürler. İnsan düşüncesinde yansıyan bu durum, marksizmin materyalist diyalektik dünya görüşüdür. Yalnızca geçmişteki ve bugünkü gerici egemen sınıflarla bunların hizmetindeki metafizikçiler, karşıtları birbirlerine dönüşebilen, yaşayan, koşullara bağlı, değişebilir şeyler olarak görmeyip, ölü, katı şeyler olarak görürler ve halkı kandırarak egemenliklerini sürdürebilmek için bu yanlış görüşü yaymaya çalışırlar."[61]
      İşte böylece, eskinin feodal sınıfı gibi bugünün kapitalist burjuvazisi de, kendi üstünlüğünün sonsuz olduğunu öğetir; diyalektik bilime uygun olarak karşıtların karşılıklı dönüşmesini, yani ezilen proletaryanın kendini, sömürenler üzerindeki önüne geçilmez zaferini öğreten marksist-leninistleri kovuşturur.
      Bununla birlikte, karşıtların bu dönüşümünün mekanik bir yorumunu yapmamak eksiklik olur. Karşıtların birbirine dönüştüğünü söylediğimiz zaman, bununla, basit bir sıra değiştirmeyi, yani birinden ötekine geçiş bir kez olduktan sonra, gene de hiçbir şeyin değişmemiş olacağı bir sıra değiştirmeyi anlamıyoruz. Hükmeden sınıf olan burjuvazi, hükmedilen sınıf haline gelir; hükmedilen sınıf olan proletarya, hükmeden sınıf olur. Ama proletarya burjuvaziden tamamen farklı bir sınıf olmaya devam eder, çünkü burjuvazi sömürücü bir sınıftır, oysa proletarya kendi iktidarını yürütürken hiç kimseyi sömürmez, sosyalist kuruluşun koşullarını yaratır. Başka bir deyişle, karşıtların karşılıklı dönüşmeleri nitel bakımdan yeni bir durum yaratır; aşağıdan yukarıya bir geçiş, bir ilerleme oluşturur.
      Bu durumda, sosyalizm, sömürücü sınıf olarak burjuvaziyi ve sömürülen sınıf olarak da proletaryayı tasfiye ettiğine göre karşıtların dönüşümü onları yokolmaya götürür. Sosyalist toplumun niteliği gereği, yeni çelişkiler ortaya çıkar, ama burjuvazi-proletarya çelişkisi aşılmıştır.
      Öte yandan ve en önemlisi, karşıtların birliğinin (ve karşılıklı birbirine dönüşümlerin), bu birliğin özü olan (sayfa 115) karşıtların savaşımına göre, ancak bağıntılı bir anlamı vardir. Şu halde, eğer bir dönüşümün koşulları gerçekleşmemişse, karşıtların karşılıklı dönüşümünü keyfi olarak gerçekleştirmeyi istememek gerekir. Daha yukarda aldığımız metinde Mao Çe-tung, karşıtların birbirine "belirli koşullar altında" değiştiğini söylüyor. Neyle belirlenmiş? Savaşım ile, ve savaşımın ayırdedici somut nitelikleriyle. O halde karşıtların birliği, ve onların karşılıklı birbiri haline geçmeleri savaşıma bağlıdır, yani onun alt sırasındadırlar. Bu birlik kopar, nitel bakımdan yeni bir birlik ortaya çıkar, ama bu sürecin her anı savaşım ile açıklanır.
      "Karşıtların birliği ... koşullara bağlı, geçici, süreksiz, görelidir. Birbirlerini dıştalayan karşıtların savaşımı, tıpkı gelişme ve hareketin mutlak oluşu gibi mutlaktır."[62]
      Kısaca, karşıtların birliğinin savaşım yoluyla olduğunu, sürdürüldüğünü ve gözüldüğünü unutan bir kimse, metafizik içinde kaybolup gider. (sayfa 116)


YOKLAMA SORULARI


      1. Niçin karşıtların savaşımı, bütün değişikliğin devindiricisidir?
      2. Çelişkinin niteliklerini kısaca anımsayınız.
      3. Dersimizdeki 3-a, 3-b, 3-c bölümlerini, örneklerle açıklayınız.
      4. Çelişkinin iç niteliği, devrimin "ihraç edilmez" oluşunu anlamaya nasıl olanak sağlar?


Dipnotlar

[51] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 656.
[52] Mao Çe-tung, "Çelişki Üzerine", Teori ve Pratik, s. 27.
[53] V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 413.
[54] Mao Çe-tung, "Çelişki Üzerine", Teori ve Pratik, a. 27.
[55] La Famille Zalomov, Editeurs Français Réunis, s. 221.
[56] Bkz: Histoire du parti communiste (bolchévik) de l'USSR, Sonuç, 4. nokta, s. 398-399-400.
[57] Bkz: Maurice Thorez, Fils du Peuple, bölüm II.
[58] Marksist ekonomi politik, karşıtların birliğini irdeleme bakımından son derece değerlidir, çünkü bu birlik, ekonominin tüm düzeylerinde görülür. Örnek: Meta, karşıtların birliğidir. Bir yandan bir kullanım-değeri (tüketilebilir bir ürün), öte yandan bir değişim-değeridir (değişilen bir ürün). Bir ürün ancak tüketilmiş olmadıkça değişileceğine ve ancak değişilmiş olmadıkça tüketileceğine göre, bunlar, gerçekten karşıt şeylerdir. Marx, diyalektiğin baş yapıtı olan Kapital'de, bu içsel çelişkinin tüm sonuçlarını dahice açıklamıştır. Gözlem: Kapitalizmi devirli olarak vuran bunalımlarda, karşıtların bu birliği kendisini açıkça gösterir: Yığınlar kendi öz ürünlerini tüketemezler, çünkü bu ürünler, kapitalist duzende, metadırlar, ve öyleyse tüketebilmek için satın almak, yani parayı ürün ile değişmek gerekir.
[59] Mao Çe-tung, "Çelişki Üzerine", Teori ve Pratik, s. 54.
[60] Karl Marx, Ücretli Emek ve Sermaye - Ücret, Fiyat ve Kâr, Sol Yayınlan, Ankara 1992, s. 126.
[61] Mao Çe-tung, "Çelişki üzerine", Teori ve Pratik, s. 56-57.
[62] V. İ. Lenin, "Diyalektik Sorun Üzerine", Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 414 (aktaran: Mao Çe-tung, "Çelişki Üzerine", Teori ve Pratik, s. 59). Ayrıca bkz: V. İ. Lenin, Marx-Enge1-Marksizm, Ankara 1976, s. 337.





ALTINCI DERS
DİYALEKTİĞİN DÖRDÜNCÜ ÇİZGİSİ
KARŞITLARIN SAVAŞIMI (II)


I .      Çelişkinin evrenselliği.
         a)   Doğada.
         b)   Toplumda.
II .    Uzlaşmaz karşıtlık ve çelişki.
III .   Karşıtların savaşımı, düşüncenin devindiricisi.


I. ÇELİŞKİNİN EVRENSELLİĞİ


      Her değişikliğin devindiricisi, çelişki, evrenseldir. "Çelişki"den sözedildiği zaman, idealist filozoflar, yalnızca, "fikirlerin savaşımı"nı anlarlar. Onlara göre, ancak birbirlerine karşı olan fikirler arasındaki çelişki kavranabilir. Bir de sözcüğün günlük kullanılış anlamı kalıyor ("tersini, karşıtını söylemek gibi"). Ama fikirler arasındaki çelişki, çelişkinin bir biçimi olmaktan başka bir şey değildir: çelişki, dünyanın her yanında bulunan nesnel bir gerçek olduğu içindir ki "özne"nin içinde de bulunur, (dünyanın bir parçası olan) insanda da bu böyledir.
      Her süreç (doğal ya da toplumsal) çelişkiyle açıklanır. Ve bu çelişki, süreç devam ettiği sürece vardır: ve hatta açıkça belli olmadığı zamanda da vardır. Bir önceki derste bunun (sayfa 117) örneğini su deneyinde (s. 90) gördük. Toplumlar planında, Mao Çe-tung, Sovyet filozofları tarafından eleştirilen bazı teorisyenlerin yanılgısını açıklıyor. Bu teorisyenler "Fransız Devrimini tahlil ederken, devrimden önce, işçilerin, köylülerin ve burjuvazinin oluşturduğu birlikte, çelişkiler olmayıp, yalnız farklar olduğu iddiasındaydılar. Bunlar anti-marksist görüşlerdir."[63]
      Onlar unutuyorlar ki, "her ayrılıkta zaten bir çelişki yatmaktadır ve ayrılık bir çelişkidir. Daha burjuvazi ve proletarya ortaya çıkar çıkmaz, emek ile sermaye arasında bir çelişki doğmuştu; yalnız bu çelişki, derinleşmemişti, işte o kadar."
      Eğer gerçekte, daha sürecin başlangıcında çelişki varolmasaydı, o zaman süreci bir dış kuvvetin gizemli müdahalesi ile açıklamak gerekecekti: oysa bundan önceki derste (3-a) her ne kadar süreç için gerekli iseler de, dış koşulların, iç çelişkilerin yerini tutamayacaklarını gördük. İç çelişkiler, az gelişmiş de olsalar, çok gelişmiş de olsalar, süreklı, kalıcıdırlar. Zaten bunun içindir ki, doğal ya da toplumsal bir süreci, ancak o sürecin çelişkisi ya da çelişkileri yeteri kadar gelişmiş ise inceleyebiliriz. Bu yüzden, kapitalizmi 1820'de bilimsel olarak incelemek olanaklı değildi, çünkü onun özü henüz gelişmemişti; onun ancak bazı kısmi görünüşleri, bazı yanları yakalanabilirdi, işte Marx'tan önce gelenlerin yaptıkları da budur. Aynı şekilde eğer yeterince büyümemişse, bir bitki bilimsel olarak incelenemez. Ancak yeni başlamış durumda olan bir süreç hakkında sahip olunan bilgiyi gününden önce genelleştirmek, bu sürecin önemli yönlerini ihmal etmek demek olacağına göre, bu, metafizik bir tutumdur.
      Bir kere, karşıtların savaşımının evrensel niteliğini (her zaman ve her yerde) kesin olarak saptadıktan sonra, birkaç somut örnek görelim: (sayfa 118)

a) Doğada

      Bundan önceki dersimizde su örneğini verdik: suyun sıvı durumundan gaz durumuna, sıvı durumundan katı durumuna nitel dönüşümünü açıklayan, karşıtların savaşımıdır. Gerçekte, bütün doğal süreçler karşıtların savaşımını içerirler. Daha, hareketin en basit biçimi olan (üçüncü dersin 3. bölümüne bakınız) bir yerden bir yere geçiş, yer değiştirme, çelişki ile açıklanır. Gitmekte olan bir aracı (ya da yürüyen bir insanı) ele alalım. Araç, bulunduğu duruma karşı durmadan "savaşım" vermesi koşuluyla, ancak A'dan B'ye, sonra B'den C'ye vb., geçebilir. Bu savaşım dursa, yürüyüş de durur. Mantıkçılar, B'yi doğrulamak için A'yı yadsımak gerekir; C'yi doğrulamak için B'yi yadsımak gerekir diyeceklerdir. B, A'ya karşı savaşımdan çıkar; C, B'ye karşı savaşımdan çıkar... ve böylece gider.
      "... daha yalın mekanik yer değiştirmenin kendisi bile, ancak bir cisim, bir ve aynı anda hem bir yerde, hem de bir başka yerde, hem bir ve aynı yerde olduğu ve hem de orada olmadığı için gerçekleşebilir. Ve hareket, işte bu çelişkinin sürekli olarak ortaya çıkma ve aynı zamanda çözülme biçimi içinde bulunur."[64]
      Fizik alemde karşıt güçlerin savaşımı evrenseldir. Çatalın paslanması gibi sıradan bir olay, demirle oksijen arasındaki savaşımın ürünüdür.
      Doğada hareketin başlıca temel biçimi, çekme ile itme arasındaki savaşımdır. Bu iki karşıtın, yani çekme ve itmenin birliği ve savaşımı, ister en uzak samanyolları, yıldızlar ya da güneş sistemi —katı kitleler, sıvı damlalar, ya da gaz kümeleri— ister moleküller, atomlar ya da onların çekirdekleri sözkonusu olsun, bütün maddi yığınların, kümelerin oluşumunu, evrimini, devamlılığını, durum değiştirmesini ve parçalanıp yokolmasını belirler.
      Güneş sistemini alalım: gezegenlerin, güneşin çevresindeki hareketleri, bu iki karşıtın, gezegeni güneşin üzerine (sayfa 119) düşürme eğilimindeki çekim ile gezegeni güneşten uzaklaştırmaya eğilim gösteren süredurum arasındaki savaşım olmadan anlaşılamaz.
      Genişleyen ya da kasılan katı bir cismi, eriyen bir katıyı, katılaşan bir sıvıyı —buharlaşan bir sıvıyı ve sıvılaşan bir gazı— ele alalım: bu süreçler, iki karşıtın, moleküllerin çekici etki yapan yapışma kuvvetleriyle itici etki yapan ısı enerjisi arasındaki savaşım olmadan varolamazlar.
      Basit cisimlerin aralarında bileştikleri ve bileşik cisimlerin basit elementlerine ayrıştıkları kimyasal olayları ele alalım: hepsi karşıt süreçlerin birliğine dayanırlar: atomların birleşmesine ve ayrışmasına; buradan da kimyaya özgü çelişkilere: asitle baz arasındaki, oksitleyiciyle indirgeyici arasındaki, esterleşme[65] ile hidroliz arasındaki çelişkilere dayanırlar.
      Bir atoma bakalım: burada, elektronları çekirdeğin çevresinde tutan bağıntılı dengenin, iki karşıt olan çekici elektrostatik enerji ile, itici kinetik enerji arasındaki savaşımdan oluştuğunu görürüz. Ve çağdaş bilim, bizzat atom çekirdeğinin içinde, proton ile nötron arasında özel çekme ve itme biçimleri olduğunu sanmaktadır.
      Herkes, elektriğin birbirine karşıt iki biçimde varolduğunu bilir: negatif ve pozitif, mıknatısın —kuzey ve güney— iki kutbu, aynı şekilde, aynı yükle ya da farklı olarak elektriklenmiş cisimler arasındaki, iki mıknatısın aynı ya da farklı kutupları arasındaki çekme ya da itme olayları.
      Ensonu, çağdaş fizik, bütün maddi kümeleri oluşturan parçacıkların, örneğin atom elektronlarının, metafizik olarak kendi kendilerine özdeş olmaktan uzak olduklarını ortaya koydu. Tersine, aynı zamanda, hem cisimcik, hem de dalga olmak üzere çift niteliğe sahip, aynı zamanda, hem tanelere, hem de dalgalara benzetilebilen bu parpacıklar (partiküller) birbirleriyle derin bir şekilde çelişkilidirler. Bununla radyo dalgaları gibi dalgaların maddi özelliği ortaya konmuş oluyor ve ışının niteliği hakkındaki eski esrar aydınlanıyor.[66] (sayfa 120)
      Canlı doğaya gelince, bu da, karşıtlar yasasına göre gelişir. Bundan önceki dersimizde de yaşamın, ölüme karşı sürekli bir savaşım olduğunu belirtmiştik. Belirli bir türü, bitki ya da hayvan türünü ele alalım. Bu türü oluşturan bireylerin her biri, sırası gelince, kaçınılmaz olarak, ölür. Bununla birlikte tür, kendini sürdürür ve çoğalır. Birey ölçüsünde üstün gelen yaşamdır. Yaşam canlı-olmayan üzerinde bir kazanç, bir başarı olduğuna göre; bir bireyin ölümü ve ayrışıp dağılması bir gerileme, geri çekilme, üsttekinden alttakine, yeniden eskiye doğru bir dönüştür diyebiliriz. Buna karşılık, türün genel gelişmesi, yeninin eski üzerinde başarısı, alttakinden üsttekine doğru bir ilerlemedir. Şu halde yaşam ve ölüm, sonsuz bir şekilde kendini koyan ve çözülen bir çelişkinin iki yönüdür. Doğa, böylece, dönüşür, her zaman aynı, bununla birlikte her zaman yeni.[67]
      Matematik de, hem de en basit düzeyinde, karşıtlar yasasına daha az bağlı değildir. Elementer cebirde, (a-b) çıkarması (-b+a) toplamasıdır. Bu karşıtların birliği, "toplama toplamadır, çıkarma da çıkarmadır" diyen sağduyuya aykırı görünmüyor mu? Sağduyunun hakkı var ama kısmen: cebir işlemi, hem kendisi, hem de karşıtıdır. Matematik düşünce, evrenin yasalarından kaçamaz ve matematik düşünce de (sayfa 121) evren gibi, ancak diyalektik olduğu ölçüde gelişir. Engels, diyalektik açısından incelenmiş matematiğe çok dikkate değer sayfalar ayırdı.[68]

b) Toplumda

      Toplumsal gerçeği oluşturan bütün süreçler de, aynı şekilde, çelişkilerle açıklanırlar. Ve hepsinden önce toplumun kendi oluşumu. Gerçeğin nitel bakımdan yeni bir yönü olarak, insan toplumu, aslında, doğa ile bugünkü insandan çok, üst-maymunlara yakın olan uzak atalarımız arasındaki savaşımın ürünüdür. Bu savaşımın somut içeriği, aynı zamanda, hem doğayı dönüştüren hem de insanları dönüştüren, emek oldu ve olmakta devam eder. Toplumların kökeninde, atalarımızı, varlıklarını sürdürme savaşımında biraraya toplayan emek vardır. Hayvandan insana nitel geçişi gerçekleştiren, emektir. Marx, toplumu yaratan karşıtların savaşımı olarak emeğin kesin rolünü bulmakla, pek büyük önemi ve değeri olan bir buluş yaptı; genel teorisi tarihsel materyalizm olan toplumlar bilimini kurdu. Emek (insan ve doğanın birliği, ama karşıtlar olarak birliği) konusunda, toplumların bu ana çelişkisi konusunda, Doğanın Diyalektiği'nden "Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü" adlı eşsiz bölümü okumak çok yararlı olacaktır.[69]
      Ama çelişki orada durmaz. İlkel komünden sosyalist topluma, komünist topluma kadar tarihin devindiricisi çelişkidir ve tarihsel materyalizme ayrılmış olan dersler, bu hareketi daha yakından tahlil edecektir. Yeni üretici güçler ile eski üretim ilişkileri arasındaki temel çelişki. Belli bir andan başlayarak da sınıflar arasındaki çelişki, yani sınıfların savaşımı. Sömürücü sınıflar ile sömürülen sınıf arasındaki savaşım büyük karşıtlar yasasının, bellibaşlı, önemli bir yönüdür. Sınıf savaşımının rolünü, hatta varlığıni yadsıyabilmek içindir ki, marksizm kalpazanı Blum, diyalektik (sayfa 122) materyalizmi (yani doğrudan doğruya karşıtların savaşımını) reddetti.
      Belirli bir toplumsal düzeni alırsak, görürüz ki, o da, aynı şekilde, bir temel çelişki ve gelişmekte olan ikincil çelişkilerle açıklanır. Üretim araçlarına sahip olan kapitalist burjuvazi ile proletarya arasında çelişki olmaksızın, kapitalizm olmaz. Bu kapitalizm, durağan değildir, dönüşür: böylece ilk dönemin kapitalizmi, yani rekabetçi kapitalizm, ikinci bir döneme, tekelci kapitalizme dönüşür — rekabet gerçekte, en güçlü kapitalistlerin zaferini sağlar ve işte o zaman rekabetten ortaya çıkan, ama onu aşan tekelci kapitalizm haline gelir. Rekabet, kendi karşıtına dönüşür.
      Kapitalizmi oluşturan çelişkilerin derinleştirilmiş tahlilini Marx'ın Kapital'inde bulabileceksiniz.


II. UZLAŞMAZ KARŞITLIK VE ÇELİŞKİ


      Sık sık şu soru sorulur: "Kapitalizm, burjuvazinin çıkarları ile proletaryanın çıkarlarının ortadan kaldırılamaz bir şekilde birbirine karşı oldukları bir sömürü düzeni olduğuna göre, iç çelişkisiz kapitalizm olamaz. Ama sosyalizm bütün çelişkilerin sonu olmayacak mıdır?" Buna şu yanıtı vermek gerekir: "Sosyalizm, büyük çelişki yasasının dışında kalamaz. Toplum varoldukça, bu toplumu oluşturan çelişkiler de vardır."
      Kapitalizmin sonunun, çelişkinin de sonu olduğu yanılsaması uzlaşmaz karşıtlık (antagonizm) ile çelişkiyi birbirine karıştırmaktan ileri gelir. Oysa uzlaşmaz karşıtlık ancak özel bir durumdur, çelişkinin bir anıdır: her uzlaşmaz karşıtlık çelişkidir, ama her çelişki uzlaşmaz karşıtlık değildir.
      Elbette ki, son derece küçük bir arsenik dozu ile organizmamız arasında çelişki vardır; ama eğer vücutça emilen arsenik dozu çok yetersiz kalırsa, çelişki, uzlaşmaz karşıtlığa varamayacaktır. Dozu artırınız, işte o zaman uzlaşmaz karşıtlıktır: yani şiddetli, organizma için ölümcül olan karşıtlığa varan çelişki. Aynı şekilde, kapitalist toplumun bağrında da, (sayfa 123) her zaman, birarada bulunan karşıtların savaşımı vardır: burjuvazi-proletarya savaşımı.
      "... Ama iki sınıf arasındaki çelişki, belirli bir aşamaya kadar gelişince, açık bir uzlaşmaz karşıtlık biçimini alır ve devrime dönüşür."[70]
      Uzlaşmaz karşıtlık, çelişkinin ancak bir anıdır. Emperyalist devletler arasındaki savaş, onlan sürekli olarak karşı karşıya getiren savaşımın en kesin anıdır. O halde çelişkiyi bütün gelişmesi içinde değerlendirmeyi bilmek gerekir. Örneğin, sınıflar arasındaki çelişki, ilkel komünün bağrında işbölümünden doğmuştur; bu aşamada toplumsal işler arasında ayrım vardı (av, balıkçılık, hayvan yetiştirme); ama bu ayrım, sınıfların doğuşuna götürdüğü zaman, savaşımı geliştirdi, savaşım, devrimci dönemde uzlaşmaz karşıtlık haline geldi.
      O halde, sosyalizmde olan nedir? Burjuva sömürünün tasfiyesi, sınıflar arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı ortadan kaldırır. Bununla birlikte bütün bir dönem süresince işçi sınıfı ile köylüler arasında, kent ile köy arasında, ve aynı şekilde kol emeği ile kafa emeği arasındaki ayrımlar devam eder. Uzlaşmaz karşıt olmayan bu ayrımlar, gene de yenilmesi gereken, çelişkilerdir, çünkü, insan, geleceğin sınıfsız toplumunda, bugünkü toplumda farklı bireyler arasında paylaşılan çok çeşitli eylemlerde bulunmak yeteneğine sahip olacaktır; ve çünkü, özellikle kol emeği ile kafa emeği arasındaki çelişki, daha üst bir birlikte çözülecektir. Politeknik eğitim, her bireyi, aynı zamanda hem teknikçi, hem de bilgin yapan bu birliğin koşullarını yaratır.
      O halde görülüyor ki, burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın sonu, çelişkilerin sonu anlamına gelmez. Lenin, bu konuda Buharin'i eleştirirken, "Uzlaşmaz karşıtlık ile çelişki tamamen farklıdır" diyor. "Sosyalizmde uzlaşmaz karşıtlıklar yokolur, ama çelişkiler vardır."[71] (sayfa 124)
      Gerçekte, ilerlemenin devindiricisi çelişki olmadan ilerleme nasıl olabilirdi? "SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları" adlı incelemesinde, Stalin, sosyalizmden komünizme aşamalı geçişin, ancak (sosyalist toplumda) mevcut sosyalist mülkiyetin iki biçimi arasında: kolhoz mülkiyeti yani az ya da çok büyüklükte bir grubun sosyalist mülkiyeti ile ulusal mülkiyet, yani tüm toplumun ortaklaşa mülkiyeti (örneğin fabrikalar) arasındaki çelişkinin çözülmesi ile olanaklı olacağını açıklıyor .[72]
      Bununla birlikte, sosyalist toplumda, çelişkiler, çatışmalar halinde, uzlaşmaz karşıtlıklar halinde evrim göstermezler, çünkü, bu toplumun üyelerinin, çıkarları, dayanışma halindedir ve çünkü bu toplum, marksist bilimle, çelişkiler bilimiyle silahlanmış bir parti tarafından yönetilmektedir: böylece çelişkilerin çözülmesi bunalımsız gerçekleştirilir. Ama bu çelişkiler, bu yüzden daha az verimli değildir, çünkü topluma ilerleme olanağını sağlarlar.
      Aynı şekilde, sovyet insanının yaşamında eleştiri ve özeleştirinin genel pratiği, çelişkilerin uzlaşmaz karşıtlık olmadan gelişmesinin en arı örneklerinden birini oluşturur. Malenkov, "Davamızı ileri götürmek için, olumsuz olaylara karşı bir savaşım yürütmek, partinin ve bütün sovyet insanlarının dikkatini, çalışmalarımızdaki yanlışlık ve kusurların tasfiyesine doğru yöneltmek gerekir." diyordu.
      Eleştiri, milyonlarca emekçinin, ülkenin efendilerinin işidir. "Aşağıdan gelen eleştiri daha genişledikçe, halkımızın yaratıcı güçleri ve enerjisi daha tam olarak kendini gösterecek ve ülkenin efendileri oldukları duygusu yığınları daha güçlü bir şekilde etkileyecek."[73]
      Malenkov, böyle bir eleştiri ile düzeltilecek yanlışların örneklerini veriyor: bazı işyerlerinde hammaddelerin çarçur edilmesi; bazı kolhozlarda zaman kaybı; ya da kapitalist (sayfa 125) kuşatma gerçeğine gereği kadar önem verilmemesi; ya da bazı örgütlere ya da bazı militanlara emanet edilen görevlerin yeterince denetlenmemesi.
      Malenkov, "Bütün namuslu sovyet insanlarının, örgütlerin ve yönetimlerin çalışmalarındaki yetersizlikleri cesaretle ve çekinmeden eleştirebilmelerini sağlayacak koşulları yaratmak kesin olarak partinin işidir. Meclisler, militan toplantıları, bütün örgütlerin oturum ve konferansları fiili olarak, yetersizliklerin cesurca ve şiddetle eleştirildikleri geniş bir kürsü olmalıdır."[74]
      Yığınların bu eleştirisinin, karşıtların savaşımının bir yönü olduğu açıktır, çünkü, sosyalist toplumun ilerlemesine engel olan yanlışların ve kalıntıların giderilmesine olanak sağlar; ama bu eleştiri, kardeşçe bir eleştiridir, çünkü, çıkarları aynı olan insanların eseridir.
      Partinin kendi içinde bile, fikir savaşımı, karşıtların savaşımı, karşıtların savaşımının özel bir ifadesidir. Bu savaşım, marksist-leninist-stalinci partiye, çalışmasını durmadan düzeltme olanağını sağlayan, ama uzlaşmaz karşıtlığa vararak yozlaşmayan bir savaşımdır. Bu savaşım, uzlaşmaz karşıtlık halini alırsa, o zaman parti, içinde bulunan ve burjuvazinin ajanları olarak iş gören düşmanlara karşı savaşıyor demektir: Komünist (Bolşevik) Partisinin, Trotski, Buharin ya da Beria'ya karşı savaşımı gibi.


III. KARŞITLARIN SAVAŞIMI, DÜŞÜNCENİN DEVİNDİRİCİSİ


      Çelişkiler yasasi, doğada ve toplumda bu kadar büyük bir rol oynadığına göre, aynı zamanda hem toplumsal hem de doğal varlık olan insanın düşüncesinin de, aynı şekilde karşıtlar yasasına bağlı olduğunu anlamak kolaydır. Zaten biz de daha önce, dördüncü derste, düşüncenin diyalektik niteliğini gördük. Bu, bizi şaşırtmayacaktır. Materyalistler olarak biz, düşünceyi evrensel oluşun bir anı olarak alıyoruz; o halde, diyalektiğin yasaları, gerçeğin tümü üzerinde olduğu gibi düşünce (sayfa 126) üzerinde de hüküm sürer. Düşüncenin diyalektiği, özünde dünyanın diyalektiği ile aynı niteliktedir; o halde onun da temel yasası çelişkidir. Bunun için Lenin şöyle yazıyor:
      "Bilme bir süreçtir; düşünce bir süreç aracılığıyla, sınırsız ve sonsuz olarak nesneye yaklaşır. Doğanın insan düşüncesindeki yansısı, 'ölü' bir biçimde değil, 'soyut olarak' değil, hareketsiz değil, ÇELİŞKİSİZ DEĞİL, ama hareketin, çelişkilerin doğuşunun ve onların çözülüşünün SONSUZ SÜRECİ içinde anlaşılmalıdır."[75]
      Böylece, duyumdan kavrama nitel geçiş (bundan dördüncü derste sözetmiştik) çelişki tarafından yapılan bir harekettir: duyum, aslında, gerçeğin tekil, sınırlı bir görünümünü yansıtır; kavram evrenseli olumlamak üzere bu tekil görünümü yadsır,[76] nesnenin bütünlüğünü ifade etmek için duyumun sınırlamalarını aşar. Bu anlamda, kavram, duyumun yadsınmasıdır (ömeğin: dalganın ve zerrelerin birliği olarak ışığın bilimsel kavramı, ışık duyumunu, yani bize ışığın varlığını bildiren, ama onun ne olduğunu söylemeyen duyumu yadsır). Ama, kavram, duyumun yadsınması (bilmenin bu alt düzeyine karşı savaşım ile) hazırlanmış olan kavram, karşılık olarak duyum üzerinde etki yapar. Onu yadsıdıktan sonra, ona, kendi kendini yeni bir güçle olumlamak yollarını verir, çünkü, anlaşılan daha iyi algılanır.[77]
      "Deneyimlerimiz, algıladığımız şeylerin kolayca anlaşılmadığını, yalnızca, anlaşılan şeylerin daha derinden algılanabildiğini göstermiştir."[78]
      Böylece, duyum ve kavram, kavram ve duyum, birbirlerini, aralarında etkileyen, her ne kadar her biri öteki tarafından kuvvetlendirilirse de her biri ötekine karşı kendini doğrulayan karşıtların birliğini oluştururlar (duyumun kendisini aydınlatan kavrama gereksinmesi vardır, ve kavramın da (sayfa 127) kendisine dayanak noktası olan duyuma gereksinmesi vardır).
      Düşünceye özgü daha çeşitli süreçleri ele alabilirdik ve bunlarda karşıtlar yasasını bulabilirdik. Böylece, her düşüncenin mutlak olarak başvurmak zorunda olduğu tahlil ve sentez, metafizikçi tarafından birbirine karşı kabul edilirler, elbette ki birbirine karşıdırlar, ama bu, birbirinden ayrılmaz iki sürecin karşıtlığıdır. Tahlil ve sentez, birbirlerini içerirler. Gerçekten tahlil etmek, bir bütünün kısımlarını bulmaktır; ama kısımlar, ancak bir bütünün kısımları olan kısımlardır, "kendinde kısım" yoktur: demek ki, bütün, kısımlarını gösterir, tahlil ve sentez her ne kadar biri ötekinin tersi ise de, her biri öteki tarafından belirlenir.
      Aynı şekilde, teori ve pratik, diyalektik karşılıklı etkilemede, iki karşıt güçtür: onlar birbirlerini etkiler ve birbirlerini verimli kılarlar.
      Düşünce diyalektik olduğu içindir ki, dünyanın (doğanın ve toplumun) diyalektiğini kavrayabilir. Nesnel dünyanın onu ayakta tutan ve onu besleyen çelişkileri düşüncede yansırlar, ve böylece yaratılan düşüncenin hareketi de, gerçeğin bütün öteki yönleri gibi bizzat diyalektiktir.
      Çelişkileri iyi bilmeyen bir düşünce, gerçeğin özünü kaçırmaya yardım eder. En kaba nesnenin basit tanımı zaten bir çelişkinin ifadesidir. "Gül bir çiçektir" dediğim zaman, gülü kendinden başka bir şey yapıyorum, onu çiçekler sınıfı içine yerleştiriyorum demektir. İşte bu, diyalektik düşüncenin bir başlangıcıdır; çünkü bu sade bir gülden başlayarak, yaklaşa yaklaşa bütün evreni bulacağım (biliyoruz ki her şey birbirine bağlıdır). Diyalektik olmayan bir düşünce "gül güldür" demekle yetinecektir, bu deyim doğa hakkında, gülün niteliği hakkında hiçbir şey öğretmez.
      Bu durum, bazan da bir gülün bir gül olduğunu, bir araba olmadığını, anımsamakta yarar oluşuna engel olamaz. İlke olarak özdeşlik ilkesine (a, a'dır; a, a-olmayan değildir) sahip olan basit mantık, yani diyalektik olmayan mantık, yanlış değildir. Basit bir şekilde o, kısmıdır, şeyleri göründüğü (sayfa 128) gibi, yüzeysel görünüşüyle ifade eder. "Su, sudur", "burjuvazi, burjuvazidir" der. Diyalektik mantık, kalımlı görünüşün ötesinde iç hareketi, çelişkiyi yakalar. Diyalektik mantık, suyun, sudan hidrojene ve oksijene geçebilmesini açıklayan çelişkileri kendi içinde taşıdığını bulup ortaya koyar. Aynı şekilde, diyalektik mantık, burjuvaziyi, proletaryanın muhalifi, onun karşıtı olarak tanımlar, aynı zamanda, onu, kendisini oluşturan öğelerin çeşitliliği içinde tanımlar (der ki: kendine özdeş sınıf olarak burjuvazi, burjuvazidir, ama, bir ulusal olmayan ve bir de ulusal olan burjuvazi vardır ki, bir nokaya kadar bunlar çelişik çıkarlara sahiptirler).
      Bu demektir ki, formel mantık ya da çelişki olmayan mantık denen özdeşlik mantığı, yeterli olmasa da gereklidir. Bunu bilmemek ya da alaya almak, gerçeğe sırt çevirmektir. Örnek: Jules Moch, Confrontations'da ("Karşılaştırmalar"da) "Bugünkü düzende iki sınıf —kapitalizm ve proletarya— karşı karşıya bulunmaktadırlar." diye yazıyor.
      Saçma bir söz. Proletaryanın bir sınıf olduğu gerçektir; proletaryanın düşmanı olan sınıf burjuvazidir, kapitalizm değil; kapitalizm bir toplumsal düzendir. Yazar, aynı sıradan olmayan gerçekleri, aynı kategori içinde sıralıyor. Bir sınıf bir sınıftir, toplumsal bir düzen, toplumsal bir düzendir. Birini öteki diye almak, kullanılan terimlerin belirlenmesini isteyen en basit mantığa saygısızlık etmek demektir. Ve bundan dolayı, hiçbir şekilde böyle bir karışıklığa izin vermeyen, ama özdeşliği, gerçeğin bir yönü olarak, sahtekarlık yapmadan görmezlikten, bilmezlikten gelinemeyecek bir yön olarak kabul eden diyalektik mantığa hakarettir. Diyalektik çelişki, herhangi bir şeyi herhangi bir şeyin karşısına koymaz; diyalektik çelişkiye göre, bir kedi, ilkönce bir kedidir, her ne kadar bu, bir kedinin ne olduğunu açıklamaya yeterli değilse de.
      Jules Moch'un serüveni, bir başka yönden öğreticidir: o, diyalektiği, karşıtların savaşımını kabul etmemenin, en yüksek akımın mantığını kabul etmemeye götürdüğünü gösterir. Siyasal nedenler yüzünden bilimle araları açık olduğu için (sayfa 129) bilim kalpazanlarının sağduyuyla da araları yoktur. (sayfa 130)


YOKLAMA SORULARI


      1. İşçi hareketlerinin bölücüleri, karşıtların savaşımının varlığını niçin yadsırlar?
      2. Kesin bir örnekle, her çelişkinin uzlaşmaz karşıtlık olmadığını gösteriniz.
      3. Özeleştiri, ne bakımdan karşıtların savaşımıdıir?


Dipnotlar

[63] Mao Çe-tung, "Çelişki Üzerine", Teori ve Pratik, s. 33. 
[64] Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 193. 
[65] Eskiden "eterleşme" denirdi. 
[66] İşte bunun içindir ki, Paul Langevin şöyle yazıyordu: "Bütün bilimlerimizin tarihinde bu diyalektik süreçlere benzer işaret sırıkları vardır. ... Ben, fiziğin bu işaret sırıklarını ancak diyalektik materyalizmin temel fikirIerini öğrendikten sonra iyice anladığımın bilincine vardım." 
[67] Doğadaki karşıtları derinliğine incelemek isteyen okurlar, Engels'in Doğanın Diyalektiği adlı yapıtından yararlanmalıdırlar.
      Gözlem: Doğada kendini gösteren diyalektik güç, daha antikçağda, çeşitli büyük zekaların (örneğin Yunanlı Herakleitos'un) dikkatini çekmiştir. Ve daha sonra, Leonardo da Vinci'de, bu doğal diyalektiği tahlil önsezisi görülür. Bu konuda, şu ilginç parçadan bir fikir edinilebilir:
      "Kendini besleyen her şeyin bedeni durmadan ölür ve durmadan yeniden doğar. ... Ama eğer o beden bir gün içinde yokolduğu kadar yenilenirse, harcandığı kadar yeniden doğacaktır; tıpkı mum ışığının, aşağıdan çok hızlı bir sıvı akım sayesinde, mumun yaşlığını beslemesi, yukarda, kendini yok eden ve, sönerken, parlak bir ışık durumundan, isli bir duman durumuna dönüşen şeyi durmadan yenilemesi gibi; bu dumanın sürekli olması gibi, bu ölüm de süreklidir ve bu dumanın sürekliliği besinin sürekliliğinin tıpkısıdır ve ışık, kendi kendisinin devinimi ile, bir anda tamamen ölmüş ve tamamen yeniden doğmuştur." 
[68] Bkz: Friedrich Engels, Anti-Dühring, Doğanın Diyalektiği.
[69] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, s. 186-200. 
[70] Mao Çe-tung, "Çelişki üzerine", Teori ve Pratik, s. 61. 
[71] V. İ. Lenin, ("N. İ. Buharin'in Geçiş Dönemi Ekonomisi Üzerine Düşünceler", Selected Works, Moscow 1931, c. XI, s. 357)'den aktaran Mao Çe-tung, Teori ve Pratik, s. 62. 
[72] Bkz: J. Stalin, "SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları", Son Yazılar, 1950-1953, s. 74-75. 
[73] Malenkov, Rapport d'activité du Committé central du P. C. de l'Union soviétique, s. 76. 
[74] Malenkov, aynı rapor, s. 76. 
[75] Lénine, Cahiers Philosophipues.
[76] "Yadsıma", yok etmek anlamın da değil, diyalektik anlamda düşünülmelidir: tamamen üzerine dayanarak onu aşma... (Evrensel) kavram, (sınırlı) duyumu aşıyor, ama onun üzerine dayanarak. 
[77] İşte bunun için kültürün duyarlığı eğittiğinden sözedilir. 
[78] Mao Çe-tung, "Çelişki Üzerine", Teori ve Pratik, s. 12.




YEDİNCİ DERS
DİYALEKTİĞİN DÖRDÜNCÜ ÇİZGİSİ
KARŞITLARIN SAVAŞIMI (III)


I .      Çelişkinin özgül niteliği.
II .    Evrensel ve özgül birbirinden ayrılamaz.
III .   Baş çelişki, ikincil çelişki.
IV .    Çelişkinin başta gelen yönü, ikincil yönü.
V .   Çelişki üzerine genel sonuçlar. — Prudonculuğa karşı marksizm.


I. ÇELİŞKİNİN ÖZGÜL NİTELİĞİ


      Çelişkinin mutlak evrenselliği, somut çelişkilerin sonsuz zenginliğini bize unutturmamalıdır. Büyük karşıtlar yasası, kendi gerçeği içinde çok çeşitli biçimler alan bir görüngünün genel ifadesidir. İyi bir diyalektikçi, karşıtların savaşımının evrenselliğini, her hareketin ilkesi olarak doğrulamakla yetinmez. Bu yasanın, gerçeğin sayısız nitel yönlerine göre nasıl özgüleştiğini, bu yasanın nasıl özelleştiğini gösterir.
      "Maddenin hareketinin her biçimi gözden geçirilirken, hareketin diğer biçimleriyle olan ortak noktaları dikkate alınmalıdır. Ama asıl önemli olan ve şeyler üzerine bilgimizin temelini oluşturan, maddenin hareketinin özel noktalarını hesaba katmamız gereği, yani hareketin bir biçimi ile öteki biçimleri arasındaki nitelik farkıdır. Ancak bunu hesaba (sayfa 131) katmakla, şeyler arasındaki ayrılıkları farkedebiliriz. Hareketin herhangi bir biçimi, içinde, kendi özel çelişkisini taşır. Bu özel çelişki, o şeyi bütün öteki şeylerden ayıran özel niteliği oluşturur. İşte bu, iç nedendir, ve buna, şeyleri birbirinden farklı yapan, çeşitliliğin esasıdiı da diyebiliriz."[79]
      Bir başka deyişle, karşıtların savaşımının evrenselliğini doğrulamak yetmez. Bilim, teori ile pratiğin birliğidir ve karşıtların evrensel yasası her zaman somut biçimde, yaşamın özellikleriyle kendini ortaya koyar. Bir yumurtaya gerekli sıcaklığı verin, böylece, yumurtanın karakteristik iç çelişkisine, civcivin yumurtadan çıkışına kadar gelişme olanağını sağlamış olursunuz. Aynı nicelikte ısının bir litre suya uygulanması, suya özgü apayrı sonuçların oluşmasına neden olacaktır. Gerçeğin her yönünün kendi özel hareketi, yani kendi özel çelişkileri vardır.
      Herhangi bir şey, herhangi bir şey haline değişmez. Şöyle bir savaş, şöyle bir barışa çevrilir; şu ya da bu gelişme özellikleri olan şu ya da bu kapitalizm, kendisinin de şu ya da bu özellikleri olan bir sosyalist düzene yerini bırakacaktır: işte, eskinin yeninin içinde kendini barındırmasının anlamı budur. Böylece, bir yandan, yeni bir toplumsal düzen, geçmişi bütünüyle silip süpürür demek yanlıştır, ama öte yandan eski ile yeni arasında hiçbir "sentez", hiçbir uzlaşma olanaklı değildir. Çünkü yeni, ancak eskiye karşı kendini ortaya koyar. Karşıtların "birbirini geçmesi", onların sentezi anlamına değil, birinin öteki üzerindeki, yeninin eski üzerindeki zaferi anlamına gelir.
      Maddi hareketin her bir evresinin özgül niteliğidir ki, fizikten biyolojiye, biyolojiden insan bilimlerine kadar bilimlerin çeşitliliğini açıklar. Her bilim kendi özel konusunun özgül çelişkilerini ortaya çıkarmalı ve anlamalıdır. Bunun içindir ki, elektriğin kendi özel yasaları vardır; en genel enerji yasaları (elektrik de enerjinin bir biçimidir) elektriği belirlemeye yetmezler: "elektrik" olayının elektrik olayı olarak diyalektik tahlilini de gerçekleştirmek gerekir. Ama öyle olur (sayfa 132) ki, belirli bir miktarda elektrik, kimyasal tepkimeleri başlatır: o zaman kendi özgül yasalarıyla yeni bir konunun karşısında bulunuruz. Aynı şey, kimyadan biyolojiye, biyolojiden ekonomi politiğe vb. geçtiğimizde de karşımıza çıkar. Elbette ki, gerçeğin bütün anları bir birlik oluştururlar, ama bu yüzden farklılaşmış olmaları ve birbirine çevrilemez olmaları ortadan kalkmaz.
      Bu yalnızca bilimlerin bütünü için değerli değildir. Aynı ve tek bir bilimin içinde de özgül çelişkileri incelemek gereğini buluruz. Örneğin, atomun özgül hareketleri vardır; fizikçi, görülebilen cisimlerin hareketinden (düşen bir bilye) atomun hareketlerine geçtiği zaman, dalgalar mekaniğinin konusu olan yeni yasalar ortaya çıkar.
      Diyalektik, onun hareketini anlamak için kendi konusunun kalıbına sımsıkı uyar. Bunun içindir ki, başka bir örnek seçersek, sanat, (her ne kadar dünyayı yansıttığına göre, sanat da, bir bilme aracı ise de) ötekilerin, özellikle bilimin yerine konmayan bir eylem biçimidir. O halde başka alanlarda olduğu gibi bu alanda da özgül çelişkiler vardır, ve sanatçı, bu çelişkileri çözdüğü ölçüde diyalektikçidir; eğer çelişkileri çözemiyorsa sanatçı değildir. Büyük eleştirici Bielinski şöyle yazıyordu:
      "Ne kadar güzel fikirlerle dolu olursa olsun, çağının sorunlarını ne kadar büyük bir güçle yanıtlarsa yanıtlasın, eğer bir şiir, şiiriyet taşımıyorsa, ne güzel fikirler, ne de herhangi bir sorun içerebilir ve onda bulabileceğimiz, ancak çok kötü sunulmuş iyi niyetten başka bir şey değildir."[80]
      Bilim, gerçeği kavramlar aracılığıyla ifade ettiği halde, sanat, gerçeği büyük bir heyecan gücüyle bezenmiş tipik imgelerle ifade eder. Elbette ki, eğer sanatçı (şair, ressam, müzisyen) kendini ilk duyumlarının üstünde tutma ve izlenimlerini genelleştirme yeteneğindeyse, sanat ancak amacına ulaşabilir. Ama eğer sanat yapıtı, sanatçının fikrine uygun imgeleri bulamazsa, başansızlığa uğrar.
      Lenin'in büyük değeri, özellikle, kapitalizmin marksist (sayfa 133) tahliline dayanarak, kapitalizmin emperyalist aşamasındaki özgül çelişkilerini (özellikle: çeşitli kapitalist ülkelerin eşit olmayan bir şekilde gelişmelerini, daha büyük zenginlik sağlamış olanlarla ötekiler arasındaki amansız savaşımın bundan ileri geldiğini) bulmasındadır. Lenin bu çelişkilerin, savaşı kaçınılmaz kıldığını, köleleştirilmiş halkların ulusal hareketinin desteklediği dünya proletaryasının devrimci hareketinin, bu koşullar altında kapitalizm zincirini en zayıf noktasından koparabileceğini gösterdi. Ve böylece, Lenin, sosyalist devrimin önce, bir ya da birkaç ülkede zafere ulaşacağını önceden görebildi.
      SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları'nda Stalin, ekonomi yasalarının nesnel özelliklerini gösterirken, ekonomik yasaların bu özgül niteliği üzerinde, kalıcı olmama niteliği üzerinde de durdu:
      "Ekonomi politiğin kendine özgü bir özelliği, onun yasalarının, doğa yasalarının tersine, sürekli olmayışlarıdır; bunların çoğu, hiç olmazsa bir tarih dönemi boyunca etkili kalırlar, sonra da yerlerini başka yasalara bırakırlar. Yokolmazlar, ancak yeni ekonomik koşulların sonucu olarak güçlerini yitirirler ve onlar da insanların iradesi ile yaratılmış bulunmayan, ve ama yeni ekonomik koşulların temeli üzerinde ortaya çıkan yeni yasalara yerlerini bırakmak üzere sahneden çekilirler."[81]
      Bunun içindir ki, değer yasası, meta üretimi ile birlikte ortaya çıktı: bu yasa, meta üretiminin özgül yasasıdır ve onunla birlikte ortadan kalkacaktır. Kapitalizmin özgül yasası artı-değer yasasıdır, çünkü bu yasa kapitalist üretimin esas çizgilerini belirler. Ama bu yasa, bütün sonuçlarının geliştiği tekelci kapitalizm sürecinde, kapitalizmin bugünkü aşamasını nitelendirmeye elbette yetmez: bu yasa çok genel kalır ve onun için Stalin, bugünkü kapitalizmin özgül yasasını yani azami kâr yasasını ortaya koydu.[82]
      Ancak gerçeğin belirli bir yönünün titizlikle incelenmesi, (sayfa 134) bizi, dogmatizmden, yani tek biçimli, değişmez bir çevrenin çeşitli durumlara mekanik olarak uygulanmasından koruyabilir. İşte bunun içindir ki, Lenin, devrimcilere, her durumda, her koşulda kafalarını çalıştırmayı öğütlüyordu. Gerçek marksist, marksizmin klâsiklerini ezbere bilen, bütün problemleri birkaç çözüm-tipiyle çözebileceğini sanan kimse değildir, her sorunu, onun çözümü için gerekli verilerin hiçbirini ihmal etmeden somut olarak ortaya koyma yeteneğinde bir tahlilcidir.
      "Bir nesneyi gerçekten tanımak için, onun bütün yönlerini, bütün ilişkilerini ve 'aracıları' kucaklamak, incelemek gerekir. Hiçbir zaman buna tam olarak erişemeyeceğiz, ama nesneleri bütün yönleriyle dikkate almakla kendimizi yükümlü tutarak yanılgılardan ve katılıktan sakınacağız."[83]
      Dogmacı, genel bilgilerle yetinir. Örneğin, sendika tarafından verilmiş bir slogan varsa, dogmacı bu sloganı kendi iş yerinin her bir atelyesine, doğru olarak uygunlaştirmaya çalışmaz. Aynı şekilde, emekçilerin her bir kategorisine özgü istemleri hesaba katmasını bilmez.
      Bu şemacılığın daima kötü sonuçları vardır, çünkü militanları, emekçi yığınlarından koparır. Bunun içindir ki, Direnişi, Gönüllülerin ve Çetecilerin silahlı savaşımı haline indirgemek, onu yanlış göstermek, özgül niteliğini ihmal etmektir: Direniş, işçi sınıfının ve onun partisinin öncülüğünde, Fransız halkının, yurtseverce savaşı oldu. Direnişin bu özgül niteliğini iyi bilmeyen kimse, onun çeşitli yönlerini (Gönüllülerin ve Çetecilerin savaşımı olan önemli yönü de dahil) doğru olarak değerlendiremez.
      Aynı şekilde, Stalin'in de SSCBde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları'nda gösterdi gibi, dünya barış hareketinin amacı, hiç de komünizmi kurmak değildir. Bu hareketin özü, onun kendine özgü yasası, komünizmin dostu ya da düşmanı milyonlarca basit insanı, barışı kurtarmak için biraraya toplamaktır; onun amacı, özellikle Fransa'da proletarya devrimi değildir. Savaş politikasından bir müzakereler politikasına (sayfa 135) geçiştir. "Savaş politikası-barış politikası" çelişkisi başka şeydir, "kapitalizm-sosyalizm" çelişkisi (her ne kadar emperyalist kapitalizm, savaş politikasının sorumlusu ise de) başka şey.
      "Çelişki Üzerine" adlı incelemesinde, Mao Çe-tung, "nitel bakımdan farklı çelişkileri", "nitel bakımdan farklı yöntemlerle" çözmek zorunluluğu üzerinde ısrar ediyor. Şöyle diyor.
      "Örneğin, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişki, sosyalist devrim yöntemi ile; büyük halk kitleleri ile feodal sistem arasındaki çelişki, demokratik devrim yöntemi ile; sömürgeler ile emperyalizm arasındaki çelişki, ulusal devrimci savaş yöntemi ile; sosyalist toplumda işçi sınıfı ile köylülük arasındaki çelişki, tarımın kolektifleştirilmesi ve makineleşme yöntemi ile; sosyalist bir parti içindeki çelişki, eleştiri ve özeleştiri yöntemi ile; toplum ile doğa arasındaki çelişki, üretici güçlerin geliştirilmesi yöntemi ile çözülür. Süreçler değişir, eski süreçler ve eski çelişkiler kaybolur, yeni süreçler ve yeni çelişkiler ortaya çıkar ve buna uygun olarak çelişkileri çözme yöntemleri değişir. Rusya'daki, Şubat Devrimi ile Ekim Devriminin çözdüğü çelişkiler arasında temel bir ayrılık olduğu gibi, bunları çözme yöntemleri arasında da ayrılık vardır.[84] Farklı çelişkileri çözmek için farklı yöntemler kullanmak, marksistlerin sıkı sıkıya gözetmek zorunda oldukları bir ilkedir."[85](sayfa 136)
      Bu gözlemlerin, başka pratik sonuçları arasında, devrimci partinin eylemiyle ilgili şu sonuçları da vardır:
      a) Devrimci parti, hareketin yöntemi gibi bilimsel görevini, ancak, her militan, doğrudan doğruya kendisine düşen görevleri saptamak ve çözmek için bütün gücünü harcarsa, ancak eğer her parti örgütü, en küçük örgüt birimine kadar, özgül olarak kendisine ait olan görevleri (işyerindeki, bölgesindeki, mahallesindeki işleri) saptamak ve çözüme bağlamak için bütün gücünü kullanırsa, yerine getirebilir. Her militan, bir beyindir; her bir yerel örgüt birimi, iş görmeden önce düşünen bir kolektiftir.
      b) Parti, yönetim gibi bilimsel bir görevini, ancak, sentezi, partinin düzenli organlarında, partinin tümü tarafından yapılmak üzere, her militan, her örgüt birimi, kendi deneyim payını, kendi özgül deneyimini partiye getirdiği takdirde yerine getirebilir. Sovyetler Birliği Komünist Partisinin tüzüğü, her komünistin, partisine her zaman gerçeği söylemesini zorunlu kılar.[86] Her militanın, her örgüt biriminin deneyimi, gerçekten de yeri doldurulmaz bir şeydir, çünkü örneğin, bir köyün gençlerinin istemlerini, eğer ülkenin gençlerinin bunlardan haberi yoksa, partiye kim tanıtacaktır?
      c) Parti, bilimsel yönetim görevini, ancak parti üyeleri, emekçi yığınları ile en sıkı ilişkiler içinde bulunurlarsa, eğer parti üyeleri gerçekten herkesin tanıdığı ve benimsediği kimselerse, yerine getirebilir. Eğer üyeler, emekçi yığınları ile, sıkı ilişkiyi her zaman sürdürmezlerse, halkın her tabakasına özgü sorunları nasıl bilebilirler, ve belirli bir dönemin bu özgül çelişkilerini nasıl çözebilirler?
      Bu gerekleri ihmal eden bir parti, geleceğini tehlikeye düşürür: hareketin yönetimini kaybeder.


II. EVRENSEL VE ÖZGÜL BİRBİRİNDEN AYRILMAZLAR


      Somut çelişkilerin özgül niteliğini incelemek zorunluluğu üzerinde ısrar ettik. Ama, şurası açıktır ki, eğer bu inceleme, (sayfa 137) özgülün mutlak değil, ama bağıntılı olduğunu ve eğer onu evrenselden ayırırsak hiçbir anlam taşımayacağını bize unutturursa diyalektik bütün niteliğini yitirir.
      Bir örnek: bu dersimizin birinci bölümünde dedik ki, kapitalizmin bir özgül yasası (artı-değer yasası), bir de bugünkü kapitalizmin özgül yasası (azami kâr yasası) vardır. Ama, bu, çok da genel bir yasanın, insan toplumunun varoluşundan beri işleyen ve çeşitli toplumsal düzenler boyunca yürürlükte olan yasanın, Stalin'in Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm'de, SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları'nda, anımsattığı gibi, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki zorunlu uygunluk yasasını ortadan kaldırmaz.
      Şu halde, iyi bir diyalektik tahlil, şu ya da bu sürecin özgül niteliğini yakalar, ama bu, ancak, diyalektik tahlil, bu süreci, onun varlığını koşullandıran hareketin bütününden yalıtmadığında olanaklıdır (diyalektiğin birinci çizgisine bakınız). Özgül, ancak evrensele bağıntılı olarak kendi değerini alır. Özgül ve evrensel birbirinden ayrılmazlar.[87]
      "Özgül, evrensele bağlı olduğundan, yalnızca çelişkinin özgüllüğü değil, çelişkinin evrenselliği de her şeyin içinde vardır ve dolayısıyla evrensellik de özgüllün içinde vardır. Böylece belli bir nesneyi incelerken bu iki görünüşü ve iç bağlantılarını bulmaya, nesnedeki evrenselliği ve özgüllüğü, ikisini de, iç bağlantılarıyla ortaya çıkarmaya ve bu nesnenin, diğer nesneler ile bağıntılarını anlamaya çalışmalıyız. Stalin, Leninizmin İlkeleri adlı yapıtında, leninizmin tarihsel köklerini açıklarken, leninizmin doğduğu uluslararası durumu, kapitalizmi, emperyalizm koşulları altında en uç (sayfa 138) noktaya ulaşmış çeşitli çelişkilerle birlikte tahlil etmiş ve bu çelişkilerin sosyalist dönüşümü nasıl kaçınılmaz hale getirdiğini, kapitalizmin çökmesi için uygun koşulları nasıl yarattığını incelemiştir. Bütün bunların yanısıra, Rusya'nın leninizmin anayurdu oluşunun nedenlerini, çarlık Rusyası'nın emperyalizmin bütün çelişkilerini nasıl temsil ettiğini ve Rus emekçilerinin öncü rolünü de ayrı ayrı tahlil etmiştir. Stalin bu yolla, emperyalizmde çelişkilerin genelliğini tahlil etmiş, leninizmin, emperyalizm döneminin marksizmi olduğunu göstermiş ve genel emperyalizm çelişkisi içinde çarlık Rusyası emperyalizminin özgüllüğünü tahlil etmiş; Rusya'nın, proleter devriminin teori ve taktiğinin yurdu olmasının nedenini göstermiş, ve böyle bir özgüllükte çelişkinin evrenselliğinin nasıl olup da bulunduğunu açıklamıştır. Stalin'in yaptığı bu çeşit bir tahlil, çelişkinin özgüllüğü ve evrenselliği ile iç bağlarını anlamamıza yardım eder."[88]
      Metafizikçi, özgülün ve evrenselin bu birliğini korumayı bilmez. Özgülü evrensele feda eder, (örneğin bir Platon'un soyut rasyonalizminin yaptığı budur, Platon'a göre somut deneyim horgörülecek bir şeydir) ya da evrenseli özgüle feda eder (o zaman da bütün genel fikirleri kabul etmeyi reddeden ve kendisini sınırlı bir uygulamacılığa mahkum eden ampirizm olur). Marksist bilgi teorisi, böyle tutumu, diyalektiğe-karşı ve tekyanlı bir tutum sayar. Bilgi, gerçekte, duyulabilirden, dar bir çerçeve içinde sınırlı olan duyulabilirden hareket eder ve özgül bir durumu yansıtır; ama, pratikle, yeni bir güçle gene duyulabilire dönmek üzere evrensele ulaşır. Örneğin, fizikçi, başIangıçta, sınırlı bir sayıda deneysel olaylardan yararlanır; onlara dayanarak, yeni deneyimlerle gerçeği derinden dönüştürme olanağını sağlayan yasayı bulur. Bilginin iki aşaması birbirlerinden ayrılmaz: bilgi özgülden genele, genelden özgüle gider; bu hareket hiçbir zaman durmaz. Lenin, bu gidişi, bir sarmal harekete benzetir: araçsız, duyguya ilişkin bir deneyimden başlıyoruz, değer yasasını bulmak için, işlemi (örneğin bir metaın satın alınmasını) (sayfa 139) tahlil ediyoruz, buradan, somut deneyime dönüp geliyoruz (sarmal hareket); ama, değer yasasıyla silahlanmış olarak başlangıçta bu deneyimin çözümüzden kaçan derindeki anlamını, anlamış olarak: şu halde, sürecin gelişmesini öncden görebilir, süreci sınırlandırmaya ya da genişletmeye elverişli koşulları vb. ortaya çıkarabiliriz. Eğer özgülden hareket edilmezse evrensele ulaşılamaz, karşılık olarak da evrenselin kavranılması da özgülün derinleştirilmesine izin verir. Demek ki, sarmal hareket, kısır bir gidiş-geliş değildir, gerçeğin derinleştirilmesidir. Marx, kendi çağındaki kapitalizmin özgül çelişkilerini inceleyerek üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki evrensel uygunluk yasasını buldu. Bununla, kapitalizmden önceki toplumsal düzenlerin özgül çelişkilerini, bu çelişkiler evrensel uygunluk yasasından ortaya çıktıklarına göre, anlama olanağını sağladı; aynı zamanda, kapitalizmin kendisinin de daha sonraki hareketi içinde (tekelci kapitalizm, emperyalizm) her zaman daha derin ve daha özgül bir şekilde incelenmesini olanaklı kıldı.
      Sanatçı, tipik olana ulaşmaya gayret ederek, evrenseli tek olanda ifade etmesini bildiği ölçüde büyüktür. Naziler tarafından işgal edilmiş olan Paris'in bütün sıkıntısını Eluard iki satırla, günlük bir "küçük olay" aracılığıyla ifade ediyor:

      "Paris üşüyor, Paris aç
      "Paris kestane yemiyor artık sokaklarda"[89]

      Balzac ve Tolstoy'un kişileri içinde en başarılı olanlar zamanlarının toplumunun esas çizgilerini yansıtırlar. G. Nikolayeva'nın romanı Hasat, kahramanlarının kişisel ve ailevi tarihlerini dikkate değer bir şekilde, bir kolhozun ve sovyet toplumunun tarihine bağlar; kitabın kahramanlarının acısını çektikleri kişisel çelişkiler, kolhozun ilerlemesini köstekleyen daha geniş çelişkilerin çözüldüğü aynı hareket içinde çözülürler; ve bu Vassili ve Avdotya, kolhoz içinde geleceğin geçmişe üstün gelmesini sağlamak için savaşım vererek (sayfa 140) kendilerinde de geleceğin geçmişi yenmesini sağlarlar.
      Halkların sevdikleri kahramanları nitelendiren, bu evrensel olanla tek olanın derin birliği değil midir? Haziran 1917'de bir alayın erleri Lenin'e şöyle yazıyorlar:
      "Yoldaş ve dost Lenin, anımsa ki, biz, bu alayın erleri, hepimiz bir tek insan gibi, her yerde senin arkandan gitmeye hazırız, çünkü senin fikirlerin gerçekten köylülerin ve işçilerin iradesinin ifadesidir."
      Ethel ve Julius Rosenberg bütün dünyanın basit insanlarında sevgi uyandırdılar, çünkü onların özverilerinin yüceliği (genç yaşları, yaşamları, çocukları, mutlulukları), insanların barışa karşı duydukları yenilmez aşkın en alak-bullak edici ifadesiydi.


III. BAŞ ÇELİŞKİ, İKİNCİL ÇELİŞKİ


      Özgülü evrensele birleştiren bağın gücünün bilincine vardıktan sonra, baş çelişki ile ikincil çelişki arasındaki ilişkileri daha açık olarak göreceğiz. Gerçekten, belli bir süreç, basit bir süreç değildir; kesin olarak şunun için ki, bu süreç, kendi özgül varlığını, kendisini tüme bağlayan birçok nesnel koşullara borçludur. Bundan, her süreçte, bir dizi çelişkinin yeraldığı sonucu çıkar. Ama bu çelişkiler arasında, biri baş çelişkidir, sürecin başından sonuna kadar varoları ve varlığı ve gelişmesi, sürecin niteliğini ve gidişini belirleyen çelişkidir. Ötekiler ikincil çelişkilerdir, baş çelişkiye bağlı çelişkilerdir.
      Örneğin kapitalist toplumun baş çelişkisi nedir? Besbelli ki, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkidir. Kapitalizm varoldukça bu çelişki de vardır; ve mademki proletaryanın zaferi kapitalizmin ölüm saatini çalar, son tahlilde, kapitalizmin kaderine karar veren bu baş çelişkidir. Ama tarihsel süreci içinde ele alınan kapitalist toplum, baş çelişkiye oranla ikincil olan başka çelişkiler de taşır. Örneğin: hüküm sürmekte olan burjuvazi ile yenilmiş feodalitenin kalıntıları arasındaki çelişki; emekçi köylüler (küçük toprak sahipleri, (sayfa 141) ortakçılar, gündelikçiler) ile burjuvazi arasındaki çelişki; burjuvazi ile küçük-burjuvazi arasındaki çelişki; tekelci burjuvazi ile tekelci-olmayan burjuvazi arasındaki çelişki vb.. Kapitalizmin kendi tarihi içinde ortaya çıkan ve gelişen bütün çelişkiler. Ve bu gelişme dünya ölçüsünde gerçekleştiğine göre, başka başka kapitalist ülkeler arasındaki çelişkiyi, emperyalist burjuvazi ile sömürge halkları arasındaki çelişkiyi de dikkate almak gerekir.
      Bütün bu çelişkiler yanyana sıralanmiş durumda değillerdir. Birbirleriyle içiçe girerler ve, diyalektiğin birinci yasasına uygun olarak, karşılıklı etki içinde bulunurlar. Peki bu aralarında karşılıklı etkileme ve etkilenmenin sonucu nedir? Şu: bazı koşullarda, ikincil bir çelişki öyle bir önem kazanır ki, belli bir süre için baş çelişki haline gelir, bu arada baş çelişki ikinci plana geçer (bu, hiç de onun etkisinin durduğu anlamına gelmez). Kısacası, çelişkiler donmuş, kalıplaşmış değillerdir, yer değiştirirler.
      Bunun içindir ki, sömürge ülkelerde burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişki, her ne kadar, bu çelişki, bu ülkelerde sosyalizmin zaferi ile çözüleceği için son tahlilde belirleyici çelişki ise de, gene de bir zaman için ikinci plana geçer. Birinci plana geçen, sömürgeci emperyalizm ile sömürgeleşmiş ulus (bağımsızlık uğruna savaşım için ulusal bir cephede birleşen işçi sınıfı, köylüler, ulusal burjuvazi) arasındaki çelişkidir. Bu, hiçbir şekilde, sömürge ülkenin içindeki sınıf savaşımlarını ortadan kaldırmaz. (Üstelik sömürge burjuvazisinin bir kanadı, sömürgeci emperyalizmin suç ortağı olduğuna göre, hiç kaldırmaz.) Ama acil olarak çözülecek çelişki, emperyalizmin ortaya koyduğu, ve bağımsızlık için ulusal savaşla çözülen çelişkidir.
      SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları'nda Stalin, çelişkilerin yer değiştirmesi sorununu, bizim halkımız için son derece de önemli olan Almanya sorunu konusunda büyük bir ustalıkla aydınlatır.
      İlkin, kapitalizmin, kendisi sürdükçe sürecek olan özgül iç çelişkiler, nesnel çelişkiler taşıdığını anımsatır. Çelişkiler, (sayfa 142) burjuvaziyi, kendi güçlüklerine emperyalist savaşta bir çözüm yolu aramaya iten çelişkilerdir. Bundan şu sonuç çıkar ki, kaçınılmaz bir şekilde (yani zoranlu olarak) çeşitli kapitalist ülkeler birbirinin amansız rakipleridirler. Amerikan kapitalizminin öteki kapitalist ülkeler üzerindeki üstünlüğünün, kapitalizmin içinde ve ondan ayrılmaz şekilde mevcut clan çelişkilere bir son vereceğini sanmak bir yanılsamadır. Hiçbir Atlantik Paktı, SSCB'ye karşı hiçbir saldırı anlaşması, bu çelişkileri gidermez. Stalin, İngiliz burjuvazisinin ve Fransiz burjuvazisinin, Amerikan kapitalizminin kendi ülkelerinin ekonomisine elkoymasına nasıl uzun zaman katlanamayacaklarını gösteriyor. Savaştan yenilmiş olarak çıkan ülkelerde de, Almanya ve Japonya'da da durum aynıdır.
      Bugün herkes, Stalin'in ne kadar doğru görmüş olduğunu anlayabilir. Kapitalist ülkeler (özellikle Birleşik Devletler ve Büyük Britanya) arasındaki çelişkiler, Stalin'in bu değerlendirmesini yaptığı zamandan (Şubat 1952'den) beri önemli bir şekilde derinleşmiştir, o ölçüde ki, İngiliz ve Fransız burjuvazisinin bir kesimi, tümüyle, Sovyetlere karşı bir savaşta Amerikan kumandası altında tasfiyeye uğramaktansa SSCB ile anlaşmayı yeğler.
      Böylece Stalin'in değerlendirmesinin önemini anlayabiliriz:
      "Diyorlar ki, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki çelişkiler, kapitalist ülkelerin birbirleri arasındaki çelişkilerden daha güçlüdür. Kuşkusuz, teorik olarak bu doğrudur. Bu, yalnızca bugün doğru değildir, İkinci Dünya Savaşından önce de doğru idi. Kapitalist ülkelerin yöneticileri bunu azçok anlamaktaydılar. Oysa İkinci Dünya Savaşı, SSCBye karşı savaşla başlamadı da kapitalistler arasında bir savaş olarak başladı. Neden? Çünkü, ilkin; kapitalizm için, sosyalizmin ülkesi SSCB'ye karşı savaş, kapitalist ülkelerin arasındaki bir savaştan daha tehlikelidir. Çünkü, eğer kapitalist ülkeler arasındaki savaş yalnızca bu kapitalist ülkelerin şu kapitalist ülkeler üzerindeki üstünlüğü sorununu doğurmakta ise, SSCB'ye karşı bir savaş, ister istemez, bizzat (sayfa 143) kapitalizmin varlığı sorununu ortaya koyar. Çünkü, ikinci olarak, kapitalistler, 'propaganda' amacıyla, Sovyetler Birliği'nin saldırganlığı hakkında gürültü koparmakla birlikte, buna kendileri de inanmamaktadırlar, Sovyetler Birliği'nin barış politikasını hesaba katmaktadırlar ve SSCB'nin kapitalist ülkelere kendiliğinden saldirmayacağını bilmektedirler."[90]
      Ve Stalin, Birinci Dünya Savaşından sonraki olayları anımsatıyor. Kapitalist ülkelerin sosyalist ülkeye karşı ortak düşmanlıkları çok büyük oldu, bununla birlikte, (Hitler çapulcularını Sovyetler Birliği'nin üstüne sürmeyi düşleyen İngiliz ve Fransız burjuvazisinin yeniden kalkındırdığı) emperyalist Almanya, ilk darbelerini, İngiliz-Fransız-Amerikan kapitalist bloğuna karşı yöneltti.
      "Ve Hitler Almanyası, Sovyetler Birliği'ne karşı savaşa giriştiğinde İngiliz-Fransız-Amerikan bloğu, Hitler Almanyası ile saf tutmaktansa, tersine, Hitler Almanyası'na karşı SSCB ile güçbirliği yapmak zorunda kaldı."[91]
      Sonuç:
      "Sonuç olarak, kapitalist ülkelerin pazarlar elegeçirmek için savaşımları ve rakiplerini batırma istekleri, pratikte, kapitalizm cephesi ile sosyalizm cephesi arasındaki çelişkiden daha güçlü çıktı."[92]
      Çelişkilerin bu yer değiştirmesi —ikincil bir çelişkinin, bir zaman için, baş çelişki haline gelmesi—, bütün pratik sonuçları içinde, gözönüne alınmalıdır. Buna iki örnek veriyoruz:
      a) Savaş suçlusu generallerin kadrosuna katılmasıyla ve Fransız burjuvazisinin suç ortaklığıyla yeniden silahlandırılan Wehrmacht, Sovyetler Birliği'ne saldırmaya niyetleniyor. Ama nasıl ki 1940'ta Hitler, Moskova üzerine yürümeden önce Paris'i elegeçirdiyse, aynı şekilde, Oradour canilerinin kendi öz ekonomik güçlüklerini çözmek için ülkemizi işgal (sayfa 144)etmeye ve yağma etmeye hazır olduklarını saptamak da yerinde olur. Nazilerin koruyucusu ve suç ortağı Adenauer'in siyaseti, bu bakımdan hiçbir kuşkuya yer bırakmıyor. Ve Eisenhower, "Alman ordusunun, biz Amerikalıların gerekli göreceğimiz her yönde saldırabilmesini sağlayacak biçimde, işleri düzenlemek bizim çıkarımızadır ve görevimizdir" diye demeç verdiği zaman, bunu, işte böyle anlamak gerekir.
      Çin-Hindi'nde döktüğü kanlarla zayıflamış ve Amerikan emperyalizmi tarafından soyulmuş bir Fransa, işte (Fransız burjuvazisinin yardımıyla belini doğrultmuş olan!) Alman burjuvazisi için, Sovyetler Birliği'nden daha kolaylıkla yutulacak bir av.
      b) Kapitalist ülkeler arasındaki çelişkiler öyle bir önem kazanıyor ki, Amerikan emperyalizmi için bu ormanda kendi yasasını kabul ettirmek gittikçe daha güç bir hale geliyor: Amerikalıların baskılarına karşın Bonn antlaşmalarının ve Paris antlaşmasının onaylanmasının gecikmesi birçok başka örnekler arasında bir tanesidir. Sovyet diplomasisi, karşıtların diyalektiğine iyice egemen olmasını bildiği için, kapitalistler arasındaki çelişkilerden en büyük yararı sağlamaktadır. (SSCB, böylelikle, kapitalist İngiltere ile olan ticaretini geliştirmektedir.) Farklı düzenler arasında barış içinde birarada yaşama, böylece, kapitalizmin iç çelişkilerinin, her ne kadar kapitalizm-sosyalizm çelişkisine oranla ikincil iseler de önemli bir rol oynayacakları bir savaşımın ürünü olacaktır.
      Şu halde, bir süreç incelendiği zaman, onu bütün gelişmesi içinde izlemenin ve ani bir görüşle yetinmemenin ne kadar gerekli olduğu görülüyor. Bugün doğmuş olan şu ya da bu ikincil bir çelişki, gerçekten yarın baş çelişki olacak.
      Bu tahlil yöntemi, bugünün Fransası'na uygulandığında, çok karmaşık bir çelişkiler topluluğunu ortaya koyar: Proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişki; (kentlerin ve köylerin) küçük-burjuvazisi ile burjuvazi arasındaki çelişki; burjuvazinin rakip kanatları arasındaki çelişki vb.. Ama aynı zamanda, dış planda, Fransız emperyalizmi ile sömürdüğü (sayfa 145) sömürge halklar arasındaki çelişki de vardır; Fransız emperyalizmi ile öteki emperyalizmler, en başta Amerikan emperyalizmi ve yeniden doğan Alman emperyalizmi arasındaki çelişki vb. vardır. Ve elbette ki, Fransız kapitalizmi ile sosyalizm arasındaki çelişki de vardır. Bütün bu çelişkileri aynı plan üzerinde yerleştirebilir miyiz? Hayır. Eğer çağdaş Fransız toplumunu bütünüyle ele alacak olursak, baş çelişki, proletarya ile buijuvazi arasındaki savaşım, burjuva devrimin zaferinden beri[93] Fransız tarihini kırmızı bir şerit gibi kateden ve sonucuyla, sosyalizmin zaferini sağlayarak ülkenin geleceğini belirleyecek olan savaşımdır. Ama kapitalist burjuvazi, varlığını sürdürebilmek için Amerikan emperyalizminin himayesini davet etti. Böylece ulusun çıkarlarına ihanet etti. Şu halde onun sınıf siyaseti, yalnız devrimci proletaryaya karşı değil, burjuvazinin yankee egemenliğinden kazanç sağlamayan kanadı da dahil olmak üzere, öteki sınıflara da karşıdır. Sonuç olarak: yukarda belirttiğimiz baş çelişkiden doğan ikincil bir çelişki gelişmektedir (bir yanda Amerikan einperyalizmi ve ulusal-olmayan burjuvaziye karşı, öte yanda işçi sınıfının güdümünde Fransız ulusu). Bu ikincil çelişki öyle bir önem kazandı ki, bir zaman için baş çelişki haline geliyor. İşçi sınıfının ve ulusun öncüsü Fransız komünistlerinin güncel görevi, karşı durulmaz bir ulusal birlik cephesinin başında, iflas etmiş burjuvazinin ayaklar altında çiğnediği ulusal bağımsızlık bayrağını yükselterek ve ileri götürerek, bu çelişkiyi çözmektir.[94]
      Şurası açıktır ki, teorik bakımdan kötü silahlanmış bir devrimci parti, çelişkilerin kaşılıklı hareketini anlayamayacak ve önceden göremeyecektir. O, ancak olayların kuyruğuna takılacaktır. (sayfa 146)


IV. ÇELİŞKİNİN BAŞLICA YÖNÜ VE İKİNCİL YÖNÜ


      Hareket halindeki çelişkilerin özgül niteliğini incelemek, yalnızca her seferinde baş çelişkiyi ikincil çelişkilerden ayırmak demek değildir. Ayni zamanda her bir çelişkinin her iki yönünün bağıntılı önemlerini ortaya çıkarmaktır da.
      Her çelişki, gerçekte, zorunlu olarak iki yön taşır, bu yönlerin birbirine karşıtlığı, ele alınan süreci nitelendirir. Şimdi, bu iki yön —ya da bu iki kutup— aynı plana konacak şeyler değillerdir. Bir çelişkiyi alalım (A karşı B, B karşı A). Eğer A ve B, sürekli olarak ve kesinlikle eşdeğer iki kuvvet olsaydı, hiçbir şey değişmeyecekti; iki kuvvet sonsuz olarak birbirlerini dengeledikleri için bütün hareket duracaktı. Şu halde, her zaman, çok az da olsa, ötekine üstün gelen bir güç vardır ve böylelikle çelişki gelişir. Belirli bir anda başlıca rolü oynayan, yani yüzyüze karşıtların hareketini belirleyen yöne, çelişkinin başlıca yönü diyoruz. Öteki yön, ikincil yöndür.
      Ama, nasıl ki, baş çelişki ve ikincil çelişkiler yer değiştirebiliyorlarsa —şu ya da bu ikincil çelişki birinci plana geçiyorsa— aynı şekilde, bir çelişkinin başlıca yönü ile ikincil yönünün karşılıklı durumları da devingendir. Belli koşullarda başlıca yön ikincil, ikincil yön ise başlıca yön durumuna geçer.
      Dördüncü dersimizde belirttiğimiz gibi, su, molekülleri biraraya toplama eğilimindeki yapışma kuvvetiyle, molekülleri birbirinden uzaklaştırma eğilimindeki dağılma kuvveti arasındaki çelişkinin bulunduğu yerdir. Katı durumda, çelişkinin başlıca yönü, moleküller arasındaki yapışma kuvvetidir; gaz durumunda ise başlıca yön dağılma kuvvetidir. Sıvı durumu ise, iki kuvvet arasında kararsız denge durumudur.
      Fransa'da, Eski Düzende, feodalite ile kapitalizm arasındaki çelişkinin başlıca yönü, "feodal" yöndü. Ama, kapitalist burjuvazi, eski üretim ilişkilerine karşı savaşımında öyle gelişti ki, yeni ilişkilerin, kapitalist ilişkilerin üstünlüğünü kabul ettirdi. Çelişkinin ikincil yönü olan bu kapitalist ilişkiler, (sayfa 147) böylece başlıca yön halirie geldiler.
      Çok önemli bir not: görüyoruz ki, çelişkinin iki yönünün birbirine karşı durumu, köklü olarak değişince, başlıca yön ikincil yön haline, ikincil yön başlıca yön haline gelince, nitel bir değişme vardır (dördüncü derse bakınız). Ve aynı zamanda, eski karşıtlar birliğinin parçalanması, yeni bir karşıtlar birliğinin ortaya çıkışı vardır.
      Her defasında, başta gelen ve esas olan yönü belirlemek gerekir, çünkü, çelişkinin hareketini belirleyen bu yöndür. Baş çelişkinin başlıca yönü, işte diyalektik tahlilin kesin uygulama noktası. Bu, ikincil yönün hiçbir önemi bulunmadığı anlamına gelmez. Eski ile yeni arasındaki savaşıma bakalım: doğuşunda, yeni henüz çok zayıftır, çelişkinin ancak ikincil yönü olabilmektedir. Ama yeni olduğu için gelecek onundur; o, başlıca yön olacaktır ve onun zaferi bir nitel değişikliğe neden olacaktır.
      Tarihsel materyalizmi incelerken üretimin, üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasındaki temel bir çelişki üzerinde nasıl geliştiğini — ve bu çelişkinin başlıca yönünün nasıl kimi kez üretici güçler, kimi kez de üretim ilişkileri olduğunu (16. derse bakınız) göreceğiz.
      Başka bir örnek: toplumsal pratik ve devrimci teori bir karşıtlar birliği oluştururlar, her biri öteki üzerinde etki yapar. Eğer süreç uzun bir dönemde dikkate alınacak olursa, belirleyici yön pratiktir: marksizm, proletaryanın nesnel savaşımları olmaksızın kurulamaz ve gelişemezdi. Ama belirli anlarda ikincil yön başta gelen yön olur, teori kesin bir önem kazanır. Bunun gibi, 1917'de Bolşevik Partisi, nesnel durum konusunda doğru bir teorik değerlendirme getirmemiş olsaydı, bu duruma elverişli sloganları atamayacak, yığınları seferber edemeyecek ve onları zafere giden atılış için örgütlendiremeyecekti. Rusya'da devrimci hareketin geleceği uzun bir süre için tehlikeye düşmüş olacaktı. Demek ki, teorik yön yalnızca ihmal edilmeyecek bir yön olmakla kalmaz, bazı koşullarda, başlıca yön haline, yani belirleyici yön haline de geçer. (sayfa 148)
      "Lenin'in, 'Devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz" sözlerini söylediği sırada devrimci teorinin yaratılması ve savunulması, baş ve belirleyici bir rol oynuyordu. Herhangi bir iş yapılacağı zaman, bu işin yapılması ile ilgili buyruklar, yöntemler, plan ya da ilkeler yoksa, ana ve belirleyici etken, buyruk, yöntem, plan ya da ilkedir."[95]
      Nesnel etmenle öznel etmen karşılıklı etki durumunda bulunurlar, ve her an onların karşılıklı bağıntılı önemlerini en yakından değerlendirmek gerekir.
      "Bunu söylemekle materyalizme ters mi düşüyoruz? Hayır. Çünkü, bütün olarak tarihin gelişmesinde maddi şeylerin manevi şeyleri, toplumsal varlığın toplumsal bilinci belirlediğini kabul etmekle, aynı zamanda, manevi şeylerin ve toplumsal bilincin toplumsal varlık üzerindeki, üstyapının ekonomik altyapı üzerindeki etkilerini de kabul ediyoruz ve kabul etmek zorundayız."[96]
      Ve Mao Çe-tung belirtiyor ki, diyalektik materyalizmin mekanik materyalizme kesin üstünlüğünü sağlayan da budur. (Mekanik materyalizme göre, durum ve koşullar ne olursa olsun, ağır basan öğe ağır basan öğe kaldığı, ikincil öğe ikincil öğe kaldığı için mekanik materyalizm metafiziktir.)


V. ÇELİŞKİ ÜZERİNE GENEL SONUÇLAR
PRUDONCULUĞA KARŞI MARKSİZM

      "Diyalektik, esas olarak, şeylerin kendi özündeki çelişkinin incelenmesidir."[97]
      Lenin, diyalektiğin çekirdeği olarak kabul ettiği bu dördüncü yasanın büyük önemi üzerinde ısrarla durur.
      Bu yasayı kavrama güçsüzlüğü, sosyalizmi yüreğinden yaralar. Bunun en önemli örneği Proudhon'dur. Komünist Parti Manifestosu'nda Marx, Proudhon'u, tutucu sosyalizm (sayfa 149) ya da burjuva sosyalizmi kategorisi içinde sınıflandırır.
      "Sosyalist burjuva, modern toplumsal koşulların bütün üstünlüklerini istiyor, ama buradan zorunlu olarak çıkan savaşımlar ve tehlikeler olmaksızın. Bunlar mevcut toplumu istiyorlar, yeter ki, devrimci ve çözücü öğeleri çıkartılmış olsun. Proletaryası olmayan bir burjuvazi istiyorlar."[98]
      Gerçekte Proudhon, karşıtların birliğini, iyi yan ile kötü yanın birliği olarak değerlendirir. İyi yanı koruyarak kötü yanı atmak ister. Bu, çelişkinin içte olma niteliğini yadsımaktır: burjuvazi-proletarya çelişkisi, kapitalist toplumun gerçek yapıcı öğesidir, ve kapitalist sömürü ancak bu çelişkiyle birlikte ortadan kalkar. Temelden birbirine karşıt olan sınıfların çıkarlarının uzlaşması ütopyadır.
      Marx, Proudhon'u şöyle nitelendiriyor:
      "Bilim adamı olarak, burjuvaların ve proleterlerin üstünden süzülerek uçmayı arzular; oysa sermayeyle emek, ekonomi politikle komünizm arasında ileri geri yalpalayan küçük-burjuvadır yalıizca."[99]
      Diyalektiği bu bilmeyişi, Proudhon'u reformculuğa, devrimci eylemin, yani sınıf savaşımının yüzlerce kez yinelenen yadsınmasına götürür. Onun için, imparator Napoléon III'e şu (18 Mayıs 1850 tarihli) mektubu yazmasında: "Öğretilerin sentezinin simgesi olan sınıfların uzlaşmasını savundum."; gene not defterine 1847'de şöyle yazmasında: "Le Peuple ("Halk") işçilerin gazetesi olacağı sırada, Le Moniteur Industriel ile, efendilerin gazetesi ile anlaşmanın yolunu bulmalı." ; ve ensonu, Badinguet'nin hükümet darbesinden sonra söylediği: "Louis Napo1éon, tıpkı amcası gibi devrimci bir diktatördür; ama şu farkla ki, birincil konsül az önce devrimin birinci evresini kapatıyordu, başkan ise ikinciyi açıyor." sözlerinde şaşılacak bir yan yoktur.
      Blum gibi (İnsanlık Merdiveni adlı kitabın yazan), Jules Moch gibi (daha önceki derslerimizden birinde sözünü ettiğimiz Karşılaştırmalar'da) sosyalist liderler, "dengenin ve (sayfa 150) kararlılığın evrensel yasaları"na saygı göstermek bahanesiyle prudonculuğu yeniden canlandırmaya çalışıyorlar. Böylelikle burjuvazi karşısında teslimiyeti haklı gösteriyorlar. Böylece, Blum'un deyişiyle, "kapitalizmin sadık temsilcileri" gibi davranıyorlar. Teslim olmak, proletaryayı burjuvaziye teslim etmek, işte onların sözde "iki cephe üzerinde savaşım"larının sözde "üçüncü güç"lerinin gerçek anlamı. Sosyal-demokrasi baştan aşağı oportünizmdir; proletarya, eğer sınıf düşmanını yenmek istiyörsa, onunla kıyasıya savaşmalıdır.
      Marx, Engels, Lenin ve Stalin'in bilimsel sosyalizmi tek devrimci olandır, çünkü, karşıtların savaşımını, gerçeğin temel yasası olarak birinci plana alır. Onun için de devrimci proletaryanın "karşıtı" gerici burjuvaziye karşı ve diyalektiği yadsıyarak savaşın tam orta yerinde proletaryayı savaşımdan alıkoymak için çelişkileri maskelemeye çabalayan sosyal-demokrasi liderlerine karşı amansız bir savaşım yürütür.
      Karşıtların savaşımının yenilik getirici erdemini bilen, militan diyalektikçiye örnek, Fransa'da, Maurice Thorez'dir. Devrimci liderin kendi "çıraklığını" andığı Fils du Peuple'de ("Halkın Çocuğu"nda) şöyle yazıyor:
      "Marx'ın önemli bir fikri kafamda yer etmişti: diyalektik hareket, devrimi ve karşı-devrimi aralıksız bir savaşıma sürükler; devrim, karşı-devrimi her gün daha azgın, daha girişken yapar; karşı-devnm ise devrimi ilerletir ve devrimi, kendisine gerçekten devrimci bir parti edinmeye zorlar."[100]
      Ama diyalektik, yalnızca, sınıf savaşımının (burjuvaziye karşı proletarya), sosyalizmi doğuracak olan savaşımın oluşturduğu baş çelişkiyi anlamak ve sonuna kadar götürmek olanağını sağlamakla kalmaz. Burjuvaziye karşı ittifakı gerçekleştirebileceği büyük güçleri tanımak olanağını da sağlar proletaryaya. Burjuvazinin gerici siyasetinin gelişmesi de, emekçi köylü yığınlarının, orta sınıfların, aydınların vb. gittikçe büyüyen muhalefetine neden olur. Gerici burjuvaziye karşı Halk Cephesinin, yurdun bağımsızlığı uğruna Ulusal (sayfa 151) Cephenin teorisyeni Maurice Thorez'nin belirttiği gibi, bunlar, diyalektiğin günışığına çıkardığı çelişkilerdir.
      Bütün çelişkiler ilk bakışta göze görünmezler, onun içindir ki, diyalektik , her zaman dış görünüşten gerçeğe gider ve hareketi hızlandırmak isterken, onu engelleyen sabırsızlıklardan kaçınır. Şu ya da bu küçük bir memur RPF'ye oy veriyor. L'Aurore gazetesini okuyor, anti-komünizm propagandası ile besleniyor... Bu adam bir gerici midir? Bu memur, RPFye oy veriyor, L'Aurore'u okuyorsa, bu hoşnut olmadığı ve RPF'de ve L'Aurore'da müttefikler bulacağına inandığı içindir. Onun davranışı, kurbanı olduğu nesnel çelişkilerin öznel yansısıdır. Teoriye egemen olan bir militanın görevi, hoşnut olmayan bu küçük-burjuvanın, kendisinin de kurbanı olduğu kapitalizmin nesnel çelişkilerinin bilincine varmasına, bunları kendinde açıkça görmesine, ve "küçüklerin özgürlüğü" adına büyük kapitalistlerin özgürlüğünü bağnazlıkla savunan RPF ve L'Aurore'un değil, ancak proletaryanın bütün emekçilerle ittifakı halinde yürüttüğü savaşımın bu çelişkilere çözüm getirebileceğinin bilincine varmasına yardım etmektir.
      Bir gözlem: Zorunlu bir şey olan çelişkileri araştırmanın, fikir karışıklığı ile hiçbir ilgisi yoktur. Karşıtların birliğini araştırmak bahanesiyle her şeyi birbirine karıştırmamalıdır. Kendisiyle çelişki halinde olan bir düşünce, diyalektik düşünce değildir. Niçin? Çünkü, diyalektik bir düşünce, çelişkiyi kavrar, oysa kendisiyle çelişme halinde olan bir düşünce, çelişkinin kurbanıdır: böyle bir düşünce, karmakarışık bir düşüncedir.
      Örnek: bazı burjuva ve, sosyal-demokrat yöneticiler yıllarca şöyle dediler: "Vietnam'la görüşmelere girişmeyi ve barış yapmayı elbette ki istiyoruz, ama Ho Şi-minh'le görüşmeyi istemiyoruz." Diyalektik olmayan bir uslamlama; çünkü, gerçeğe sırt çeviriyor; gerçekte, barış yapmak, düşmanla görüşmelere girişmektir. Vietnam'da sömürgeci burjuvazinin düşmanı da Ho Şi-minh'dir, başka hiç kimse değil.
      Görülüyor ki, bu mantık yanlıştır. Eğer gene de nedenini (sayfa 152) kendimize soracak olursak, bu uslamlamanın yukarıdaki sözleri söyleyenlerin kurbanı oldukları nesnel bir çelişkiyi, yani savaşı sürdürmek isteyen sömürgecilerin çıkarları ile barış isteyen (sömürgecileri, barışı görüşmeye zorlayan) halkın çıkarları arasındaki çelişkiyi yansıttığı için yanlış olduğunu bulacağız. Demek ki, yanlış ve karışık bir uslamlama, tamamıyla nesnel ve diyalektik olan bir gerçeği ifade edebilir. Diyalektik tahlil, yanlış bir uslamlamadan onun gizlediği ya da bilmediği bir gerçeğe ulaşır. (sayfa 153)


YOKLAMA SORULARI


      1. Çelişkinin özgül niteliği nedir? Bir-iki örnekle açıklayınız.
      2. Şu ya da bu büyük artistin, büyük bir yazarın yapıtında özgül ile evrenselin birliğini nasıl gerçekleştirebildiğini gösteriniz.
      3. Kesin bir örnekle, ikincil bir çelişkinin, nasıl baş çelişki haline gelebileceğini gösteriniz.
      4. Kesin bir örnekle, bir çelişkinin ikincil yönünün nasıl başlıca yön haline geldiğini gösteriniz.
      5. Ne bakımdan, Lenin'in ifadesine göre, karşıtların savaşımı "diyalektiğin çekirdeği"dir?
      6. Sosyalizm, diyalektik yöntemi bırakırsa, neden soysuzlaşır?


Dipnotlar

[79] Mao Çe-tung, "Çelişki Üzerine", Teori ve Pratik, s. 34.
[80] Bielinski, Seçme Yapıtlar, c. III, 1948, Rusça baskı.
[81] J. Stalin, "SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları", Son Yazılar, 1950-1963, s. 64.
[82] J. Stalin, Son Yazılar, 1950-1953, s. 95-99.
[83] Stalin, Bir Kere Daha Sendikalar Üzerine.
[84] Şubat 1917 Devriminin amacı, çarlığı yıkmaktı. Bu bir burjuva demokratik devrimdi. Lenin ve bolşevikler bu soruna, doğru olan yöntemi uyguladılar: köylüyü kendi tarafına kazanmaya ve çarlıkla uzlaşmaya vararak devrimi tasfiyeye çalışan liberal kralcı burjuvaziyi tecrit ederek, proletaryanın köylü ile ittifakını sağlayarak çarlığı yenilgiye uğrattılar.
    Ekim 1917 Devriminin amacı, emperyalist burjuvaziyi yenmek, emperyalist savaştan çıkmak, proletarya iktidarını kurmaktı. Bu bir sosyalist devrimdi. Lenin ve bolşevikler bu soruna doğru yöntemi uyguladılar. Köy emekçileri kitlesini kendi tarafına kazanmaya ve emperyalizm ile anlaşmaya vararak devrimi tasfiye etmeye çalışan küçük-burjuvazinin (menşeviklerin, sosyalist-devrimcilerin) kararsızlığını felce uğratarak proletaryanın yoksul köylü ile ittifakını sağlama yoluyla emperyaist burjuvaziyi yenilgiye uğrattılar. (Bu konuda bkz: Stalin, "Strateji ve Taktik", Leninizmin Sorunları, s. 70-84; J. Stalin, Leninizmin İlkeleri, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 66-81.)
[85] Mao Çe-tung, "Çelişki Üzerine", Teori ve Pratik, s. 36-37.
[86] Sovyetler Birliği Komünist Partisi Tüzüğü, 3-İ.
[87] Zaten aynı sürecin, duruma göre hem evrensel, hem özgül olabileceğini görmekteyiz. Artı-değer yasası, kapitalizmin özgül yasasıdır, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki zorunlu uygunluk yasası ise evrenseldir (bu yasa, örneğin kapitalist toplum için olduğu kadar, kölelik toplumu için de geçerlidir). Ama artı-değer yasası, kapitalizmin ayrı ayrı aşamalarında aldığı somut, özgül yönler bakımından evrenseldir: bu bakımdan azami kâr yasasından daha geniş bir evrensellik gösterir. Üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliğinin zorunlu uygunluğu evrensel yasasına gelince, bu yasa toplumların özgül yasasıdır.
[88] Mao Çe-tung, "Çelişki Üzerine", Teori ve Pratik, a. 45-46.
[89] Paul Eluard, "Courage"dan, Poèmes, s. 295.
[90] J. Stalin, "SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları', Son Yazılar, 1950-1953, s. 92-93.
[91] J. Stalin, aynı yapıt, s. 93.
[92] J. Stalin, aynı yapıt, s. 93-94.
[93] Eski feodal düzende, daha o zaman proletarya ile burjuvazi arasında savaşım vardı, ama o dönemde bu henüz ikincil bir çelişkiydi.
[94] Bkz: J. Stalin, "Sovyetler Birliği Komünist Partisi XIX. Kongresi Kapanış Toplantısı Konuşması", Son Yazılar, 1950-1953, s. 187.
[95] Mao Çe-tung, "Çelişki Üzerine", Teori ve Pratik, s. 52.
[96] Mao Çe-tung, aynı yapıt, s. 52-53.
[97] Lénine, Cahiers philosophiques.
[98] Marx, Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İllkeleri, Sol Yayınları, Ankara 1993, s. 141.
[99] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 115.
[100] Maurice Thorez, Fils du Peuple, s. 65.

Bu Blogda Ara