BEŞİNCİ BÖLÜM
MATERYALİST DEVLET VE ULUS TEORİSİ



YİRMİİKİNCİ DERS
DEVLET


     
I .    Devlet ve "Kamu Yararı"
II .    Devlet, Uzlaşmaz Sınıf Karşıtlıklarının Ürünü.
         a)   Devletin Kökeni.
         b)   Devletin Tarihsel Rolü.
III .    Devletin İçeriği ve Biçimi .
         a)   Devletin Toplumsal İçeriği.
         b)   Devletin Biçimi .
IV .   Sınıf Savaşımı ve Özgürlük.
         a)   Burjuvazi ve "Özgürlük".
         b)   Proletarya ve Özgürlükler .



I. DEVLET VE "KAMU YARARI"


      Burjuva siyaset adamlarının devletle ilgili değişmez öğretisi, tamamıyla burjuva devletin, kamu yararına hizmet ettiği görüşüne dayanır.
      Bununla birlikte, tarihsel deneyim, bu "teoriyi" sert bir şekilde yalanlar. Yurttaşların, kamu yararının gereklerini, örneğin Nazilerin silahlanmasına karşı protestoda bulunmak ya da yalnızca Bastille'in alınışının yıldönümünü kutlamak gibi şeyleri hükümete anımsatmaya niyet etmeleri yeter, hemen burjuva devletin polis kordonlarıyla burun buruna gelirler. (sayfa 447) Ve eğer, emekçiler ekmeklerini savunmak isterlerse, ister özel sanayide, ister kamu hizmetlerinde olsun, polis baskısıyla ve burjuva devletinin temsilcilerinin silahlarıyla karşılaşırlar.
      Demek ki, arkasına sığınılan "kamu yararı", pratikte, proletaryanın ve geniş halk tabakalarının çıkarını içine almaz. Bu "kamu yararı"nın sınıf sınırları vardır!
      Daha ileri gidelim; hatta devlet "yasaya uygunluğun" ("legalite") bile savunucusu değildir. Diyelim ki, emekçiler, İş Yasasına aykırı bir davranış karşısında greve koyuluyorlar, işçiler ya da genç emekçiler, "eşit emeğe, eşit ücret" yasal ilkesine saygı gösterilmesini istiyorlar ve grev gibi bu anayasal hakkı, patronların yasadışı davranışlarına karşı korumak için güvenlik kuvvetlerinin desteğini diliyorlar, her ne kadar ilke olarak, güvenlik kuvveti, yasanın hizmetinde ise de, polisin kendilerine göstereceği kabulü tahmin etmek güç değildir.
      Memurlar yönetmeliğinin aynı şekilde uygulanmaması da, devletin, oybirliğiyle kabul edilen bir yasanın üstünde yeraldığını gösterir.
      Bununla birlikte, bazı tarihsel koşullarda, devletin, kamu yararının hizmetinde olduğu tamamıyla doğrudur. Yani devlet, bazan kamu yararının hizmetindedir, bazan değildir. Demek ki, kamu yararı ölçütünün hiçbir bilimsel yanı olmadığı yargısına varmak zorunludur, gerçekte, bazı kimselerin devletin bilimsel olmayan bir tanımlamasını yapmakta çıkarları olduğu yadsınılmaz bir şeydir.
      Devletin doğaüstü bir şey olarak sunulduğu zamanlar ve ülkeler olmuştur: öyle bir kudret, öyle bir güç idi ki, onsuz insanlık yaşayamazdı ve bu devlet, insanlara, insanlardan çıkmayan bir şey, kısacası üstün bir bilgelik getiriyordu... Devlete tanrısal kökten gelme bir şey gibi bakılıyordu. Devlet, tanrısal hukukun devletiydi. Tanrının oğlu Mikado'nun Japonyası'nda da durum hâlâ böyledir. Hitler'e gelince, "tanrı bizimledir" diye ilan ediyordu. Truman ve Eisenhower'dan beri bilinir ki, Beyaz Saray, yeryüzünde doğrudan doğruya (sayfa 448) tanrıyı temsil eder, bu ise, inananların gözünde tanrının saygınlığını daha çok sarsacak nitelikte bir şeydir.
      Devlet, uzun zaman pek çok kimseler için bir "batıl saygı" konusuydu ve hâlâ da öyledir. Devlet sorunu, çok zaman, din sorunuyla karışmıştır. Olgucu olarak doğaüstüyü başından atmış olmakla öğünen Auguste Comte bile, toplumda "cismani iktidar"ı "manevi iktidar"a bağımlı kılıyordu. Gerçekte, bir kilise, başvurulacak yetkili yerin, yetkili dinsel hukuk olduğunu öne sürdüğü zaman, bu, örneğin Franco İspanyası'nda olduğu gibi, çoğunlukla devlet karşısında ustaca gizlenmiş bir köleliğin işaretiydi. Müminlerine, devlete karşı dinsel bir saygıyı telkin eden kilisedir. Ve devlet sorununun anlaşılmasında karşılaşılan güçlüklerin kökenleri, dinsel idealizmin inatçı kalıntılarındadır.
      Örneğin Fransa'da da, dinsel hukuk teorisi, uzun zamandan beri iflas etmiş bulunmaktadır. Bu bakımdan herhangi bir ideolojik yayılmaya karşı güvenlik altında olduğumuzu sanmamıza yetecek kadar laik düşünceli insan vardır. Tıpkı devlet memurlarına göre olduğu gibi bunlara göre de, devlet, kamu yararından doğar. Bu doğuş, gizemli bir nitelik taşır! Devletin, sınıfların, özel çıkarların, partilerin üstünde olduğu söylenir bize; ama eğer devlet, sınıf savaşımının üstündeyse, yani sınıfların uzlaşmasının bir organizmasıysa, besbelli ki, toplumun kendisinden oluşamaz; o halde toplumun daha yukarılarından gelmesi gerekir; eğer bu, tanrı değilse ruhtur! Reformistlerin tezi, ortaçağın dinsel hukuk teorisinin laikleştirilmesinden başka bir şey değildir; bu, dinin üstü örtülü bir biçimi olan kaba idealizmdir. Her cinsten gericiler, burada, bir anlaşma zemini bulmaktadırlar. "Ruh"un üstünlüğü, o bulantı verici devlet idealizmi, -devlet ki, yığınlara karşı en kanlı cinayetler hep onun adına işlenir; adalet ki, savaş suçlularının serbest bırakılması gibi en göze batan biçimde hep onun adına çiğnenir. Gerçekten eğer devlet, "ruh"un bir cisimleşmesi ise, bu ruh, burjuva ruhudur, burjuva ideolojisidir!
      Birleşik Devletlerin atom planından sözederken Amerika (sayfa 449) dışişleri bakanı Foster Dulles, "Maddenin içindeki tahrip kudretinin idealizm tarafından denetlenmesini" dilediğini ilan ediyordu. Ama Birleşik Devletler'de, Stockholm Çağrısına imza koyanlar hapisteydiler.
      Felsefe tarihi boyunca, devlet sorunu, sınıf sömürüsü sorunuyla birlikte karmakarışık edilmiş sorunlardan biri olmuştur. Lenin'in de belirttiği gibi, bu sorun, egemen sınıfın çıkarlarını, bütün başka sorunlardan daha çok etkiler. Yalnız tarihsel materyalizm, bu sorun üzerinde objektif olabilir.
      Devlet sorunu, tekelci kapitalizmin tekelci devlet kapitalizmi haline geçtiği çağda, proletarya için özellikle önemli bir kılığa bürünmüştür. Bu çağda, emekçi yığınları, (artık yalnız yurttaş olarak değil) üreticiler olarak, gittikçe güçlü kapitalist gruplaşmalara bağımlı olan devlet tarafından doğrudan doğruya baskı altında tutulmaktadırlar. Savaş ekonomisinde -daha barış zamanında- emperyalist ülkeler, işçiler için bir zindan haline gelirler. Proletarya, ekmek için -ekonomik- savaşımında, devlet sorunuyla, siyasal sorunla yüz-yüze gelir. Karşılık olarak, burjuvazi proletaryanın iktisadi savaşım örgütlerini (1931-1940 olayında olduğu gibi sendikaları) yıkmak için savaş bahanesini, siyasal bahaneyi kullanır. Lenin şöyle yazıyordu:

      "Dünya sosyalist devriminin başladığı zamanda, ve devrimin bazı ülkelerde başarıya ulaştığı bir zamanda, dünya sermayesine karşı savaşın özellikle de sert biçimler aldığı bir zamanda, bu devlet sorunu en büyük önemi kazanmış ve, denilebilir ki, en hararetli bir sorun, bugünkü siyasal sorunların ve siyasal tartışmaların odağı haline gelmiştir."[2]
     

II. DEVLET, UZLAŞMAZ SINIF KARŞITLIKLARININ ÜRÜNÜ

      Materyalizmin incelenmesi, özellikle 12. dersteki inceleme, zaten, devletin toplumun dışından, "ruh"tan, "tanrı"dan gelemeyeceğini bize göstermektedir. Diyalektik yöntem de, (sayfa 450) öte yandan, devletin, gelişimi içinde ve tarihsel bakımdan incelenmesi gerektiğini bize göstermektedir.
      Ama bunlar, çok genel sözler olarak kalmaktadır. Olgucu burjuva "toplumbilimciler" de, devlet sorununu bilimsel olarak ele almak iddiasındadırlar: onlara göre, devleti zorunlu kılan şey, toplumsal yaşamın artan karmaşıklığı, ayrı ayrı küçük insan gruplarından, çok daha kalabalık toplumlara geçiş, "toplumsal işlevlerin farklılaşması"dır. Devlet, toplumun sinir sistemi gibidir: organizma karmaşık oldukça, beynin rolü de artar. Devlet, toplumda "örgütleme görevini" yerine getirir. Şimdi bu konuyu göreceğiz.
     

a) Devletin kökeni.[3]

      Dikkate alınması gereken birinci şey, devletin her zaman varolmamış olduğudur.
      İlkel komünal toplum çağında, insanların, klanlar, kabileler, ataerkil ya da anaerkil aileler halinde yaşadıkları zamanlarda,[4] baskıyı sistemli olarak uygulamak için özel bir aygıt, devlet adı verilen bir aygıt yoktur.
      Elbette ki, bazı adetler, şefin otoritesi, onun kişiliğine ve iktidarına duyulan saygı, kadınların otoritesine karşı saygı vardı, ama, özel olarak ve yalnızca öteki insanları yönetmekle meşgul olan ve bunun için de sürekli olarak silahlı bir kuvveti emri altında bulunduran insanlar yoktu.
      Acaba buradan, çalışmada, disiplin ve düzen olmadığı sonucunu mu çıkartmak gerekir? Asla, çünkü alışkanlıkların ve geleneklerin gücü, yaşlıların ya da kadınların otoritesi, doğal saygı, bu işe yetiyordu.
      Ve bununla birlikte silah vardı. Yeryüzünde aletler olduğu andan itibaren, yani insan ortaya çıkar çıkmaz, elbette ki, aletlerden silah olarak yararlanmak olanağı da olmuştur. Çalışma, insana karşı zor kullanma olanağını da içeren doğaya karşı bir "zor kullanma"dır. Bununla birlikte, bu silahlar, (sayfa 451) toplum için bir tehlike taşımıyorlardı. Belli bir kabilenin silahlı adamları, silahlarını birbirlerine karşı çevirmiyorlardı. İlkel komünün ideolojisi, toplum yaşamını düzenlemeye yetiyordu, ve kuralların dışına çıkmak isteyen bireyler, silahlı adamların ortak hareketiyle, düzene saygı göstermeye yöneltiliyordu. Hiç kimse, bu görevde uzmanlaşmış değildi: devlet yoktu.
      O halde neden "toplumbilimcilerimizin" o kadar övdükleri "örgütleme görevi", bugün de, o zamanlarda olduğu gibi, iktisadi eylemi denetleyen bir planlama merkezi aracılığıyla, çalışmanın ve toplum yaşamının disiplinini sağlayan halkın kendiliğinden gelme örgütlenmesiyle sağlananlasın?
      Acaba antikçağ efsanesinin altın çağı, ilk günah yüzünden mi ortadan kaybolmuştur?
      Antikçağ tarihinin belli bir anında, saygının, çalışma disiplinini sürdürmeye artık yetmediği görülüyor. Alışkanlık ve gelenek gücü yerine, deneyime dayanan otorite yerine, zor kullanan, korku telkin eden özel, fizik bir güç koymak zorunlu olmuştur. Bir silah tekelini ve silahların, özel bir kata yükselmiş ve öteki insanlardan ayrılmış olan bir grubun yararına kullanımını kurumlaştırmak zorunlu olmuştu. Bu değişiklikler, kendilerini neden kabul ettirmişlerdi?
      İşte "toplumbilimcilerimizin" yan çizip sıyrılmaya çalıştıkları esas sorun budur. Çünkü, eğer eski doğal otorite saygısı kaybolmuşsa, eğer silahlı halkın kendiliğinden örgütlenmesi tehlikeli ve yasak sayılmışsa, bu, ancak, çalışmada işbirliğinin ve karşılıklı yardımlaşmanın son bulmuş olmasından, ortak mülkiyete dayanan üretim ilişkilerinin yerine özel mülkiyete ve insanın insan tarafından sömürüsüne dayanan yeni üretim ilişkilerinin gelmiş olmasındandır. Demek ki, yalnız tarihsel materyalizm, devletin kökeni sorununa bilimsel bir yanıt verebilir.
      İnsanın insan tarafından sömürüsü başladığı zaman, doğal saygı üzerine kurulu eski otoritenin yerini, korku üzerine kurulu otoriteye bırakarak yıkılmış olması, tamamıyla anlaşılabilir bir şeydir. O zaman silahlı bulunan bütün halkın (sayfa 452) kendiliğinden örgütlenmesi durakladı, çünkü köle haline gelmiş olan savaş tutsakları silahtan yoksun kaldılar. Yalnız efendiler, yani üretim araçlarını ellerinde bulunduranlar, bundan böyle aynı zamanda silahların da sahibi oldular. İşte bunun gibi, zamanımızda da [1954'lerde], emperyalizme boyun eğmiş ülkelerde, Madagaskar'da, Tunus'ta, Fas'ta, Cezayir'de vb. sömürgeli kölelere karşı silahlanan kolonları görüyoruz.[5]
      Hiçbir zaman serbest ataerkil ya da anaerkil kabileler kendiliklerinden köleliği kabul etmediler. Hiçbir zaman köleler, pazara götürülmelerine kuzu kuzu boyun eğmediler.
      Kölelerden beklenen işi elde etmek için, onlara zor kullanmak gerekiyordu. Ayrıca, bu şekilde kurulmuş olan toplumsal düzene bütün üretim için zorunlu olan istikrarı ve sağlamlığı sağlamak istedikleri takdirde, efendilerin, köleleri, böyle bir rejimin doğru ve adil olduğuna ve düzeni temsil ettiğine inandırmaları uygun olurdu; insanların toplumsal ilişkiler içindeki tutumlarını belirleyen bozulmaz kurallar saptamak, deyim doğru ise, yeni üretim ilişkilerini sonsuzlaştırmak gerekiyordu. Böylece, yenenin, yenilen üzerindeki eski hukukundan çıkan efendilerin köleleri üzerindeki mutlak hukuku kavramı doğdu. Kendisini oluşturan bireylerin iradesinden bağımsız olarak ve efendilerin sınıf olarak çıkarlarını temsil etmek üzere, sömürülenlere yükümlülükler yükleyen ve sömürenlere ise, baskı için dokunulmazlığı olan bir temel görevini yerine getiren ve böylece bu baskının kayıtsız şartsız gerçekleşmesini güvence altına alan ve sınıf savaşımının "raslantılarından" ve kuvvetin geçici çalkalanmalarından bağımsız bir uygulamayı güven altına alan haklar tanıyan yasalar hazırlamak zorunlu oldu. Böylece, egemen sınıfın maddi gücündeki anlık gerileme ve gevşemeler, yasa korkusuyla giderilebiliyordu.
      Üstelik, bu yasaları, salt yasa oldukları için saymak gerekiyordu. (sayfa 453) Bir antikçağ düşünürü, Critias, diyor ki:

      "... İnsanlar, adaleti egemen kılmak için, amaçlarına ancak kısmen ulaşabilen yasalar yaptılar: bu yasalar, herkesin ortasında şiddet kullanılmasını pekala önleyebiliyordu ama, gizli olarak şiddete başvurulmasını önleyemiyordu. İşte o zaman uyanık düşünceli bir bilge, insanlara, her şeyi bilen tanrılardan korkmayı telkin etmek gibi bir fikre sahip oldu. Hatta kimseye duyurulmadan kurulan kötü tasarıların bile tanrıların gözünden kaçmayacağına insanları inandırdığı zaman kanunsuzluk (anomie) [yani kronik bir şekilde yasaya karşı gelişler] durdu."[6]

      Critias'ın bu sözleri derin bir gerçeği yansıtıyor: sınıfların ortaya çıkışıyla, insan imgeleminin o zamana kadar doğa güçlerini ve kaderin dalgalanmalarını açıklamasına yardımcı olan tanrılar, yeni bir işlev kazandılar: tanrılar, toplumsal düzenin kefilleri, sınıf eşitsizliğinin gizemli güvencesi, ezilenlerin öteki dünyadaki yargıçları olurlar ve bu yargıçlar zorbalarla uyuşma halindedirler. Bu zorbalar, yığınların kafasına tanrı korkusunu iyice sokarlar ve kendilerinin tanrılarla gizemli bir ilişki halinde bulundukları efsanesine, yığınları inandırmaya çalışırlar.
      Böylece hukuk, kuvveti tamamlar ve onaylar; din de hukuku tamamlar ve kutlu kılar. Onun için köleci üretim tarzı geliştiği, köleci toplum kurulduğu zaman, boş inançlar köleleri itaat altına aldığı ve köleler, kölelik alışkanlığıyla, Rousseau'nun belirttiği gibi, bir köle zihniyetine sahip oldukları zaman, artık silahlı adamlardan kurulu özel müfrezeler, yani kaçan köleleri cezalandırmakla görevli bir polis kuvveti amacı karşıladı ve köle sahiplerinin devamlı olarak silahlı bulunmalarının gereği kalmadı. Bununla birlikte, köle sahipleri, hiçbir zaman, kendi malikaneleri üzerinde silahlı özel kolluk kuvvetlerine sahip olma hakkını yitirmediler. Aynı şekilde zamanımızda da, büyük Amerikan kapitalistlerinin büyük petrol ya da tarım işletmelerinde kendi özel polisleri vardır. (sayfa 454)
      Demek ki, tarihsel olayların incelenmesinden çıkan sonuca göre, bütün karşıt sınıflı toplumlarda, devlet, şu duruma gelir: insan toplumundan çıkan ve gitgide ondan ayrılan sömürülenleri yönetme aygıtı. Devlet, yalnızca yönetim işiyle uğraşan ve bu iş için "başkalarının iradesini kuvvet yolu ile baskı altına almaya"[7] özgü bir aygıttan yararlanan özel bir insan grubunun, siyaset adamları grubunun varlığını öngörür; bu aygıt, polisi, hapishaneleri, mahkemeleri kapsar; ideolojik baskı organlarını, eğitimi, basını, radyo yayınını vb. buna eklemek gerekir.
      Özet olarak:
      1. Devlet her zaman varolmamıştır.
      2. Devlet aygıtı, ancak, toplumda uzlaşmaz karşıt sınıflara bölünmenin ve sınıf sömürüsünün ortaya çıktığı yerde ve zamanda ortaya çıkar.
      Engels şöyle yazmıştır:

      "Öyleyse devlet, topluma dışardan dayatılmış bir güç değildir; Hegel'in ileri sürdüğü gibi, 'ahlak fikrinin gerçekliği', 'aklın imgesi ve gerçekliği' de değildir. Devlet, daha çok, toplumun, gelişmesinin belirli bir aşamasındaki bir ürünüdür; bu, toplumun, önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama, karşıtların, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu, kısır bir savaşın içinde eritip bitirmemeleri için,[8] görünüşte toplumun üstünde yeralan çatışmayı hafifletmesi, 'düzen' sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yeralan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç, devlettir."[9]

      Lenin, devletin kökeni hakkındaki bilimsel anlayışı, kesin bir formül halinde özetlemiştir: (sayfa 455)

      "Devlet, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ürünü ve belirtisidir."[10]

      O halde, devletin kökenini anlamak için üretici güçlerin gelişmesinin belirli bir evresinde özel mülkiyeti, insanın insan tarafından sömürülmesini ve bunun için de bu özel mülkiyeti pekiştirme zorunluluğunu doğuran üretimin nesnel yasalarını dikkate almak gerekir. Demek ki, devlet, toplumun iktisadi gelişmesinin tarihsel bakımdan zorunlu bir ürünüdür; hiçbir şekilde "ilk günah"la, tanrı iradesiyle, "ahlak fikri" ile ya da "örgütleme görevi" ile açıklanamaz.
      İşte bu, teorik planda, idealizmin tutsağı olan anarşistlerin anlamadıkları bir şeydir. Nasıl burjuva devletin savunucuları, insanın doğuştan gelme kötülüğünü ve kötü yürekliliğini - sınırlandırmak için devletin zorunlu olduğunu anlatıyorlarsa, aynı şekilde, anarşistler de devlette kötücül bir gücün, bir "hükmetme içgüdüsünün" ürününü görürler. Devleti sınıf temelinden ayırırlar ve devleti, egemen olmayı ve onu eline geçirmeyi başaranların çıkarma işleyen özerk bir güç sayarlar. Devletin tarihsel kökenini ve onun belirli bir anda ortaya çıkışının nesnel zorunluluğunu yadsırlar.
      Pratik planda önemli sonuç: anarşistler, burjuva devlete karşı savaşımı, sınıf savaşımından, yığınların savaşımından ayırırlar. Kendinde-devletin karşısına bireyi çıkarırlar, ve savaşım yöntemi olarak bireysel davranışları ileri sürerler. Bunun siyasal sonucu şudur ki, anarşizm, burjuvazinin işçi sınıfı hareketi içindeki kışkırtıcı ajanları için en kolay özürlerden biri haline gelmiştir. Öte yandan kendinde-devlete karşı anarşist muhalefet, bireyin ve yığınların anarşist muhalefeti, dosdoğru sosyalist iktidara karşı, işçilerin ve köylülerin iktidarına karşı düşmanlığa kadar gider. Siyasal sonucu şudur ki, anarşizm, sovyet karşıtı terörizme bir özür görevi görür. Böylece, görünüşlere karşın, örneğin, 1914 savaşında, "devletin iktidar iradesinin" bir sonucunu gören burjuva tarihçilerin "teorileri" ile Camus'nün sovyet karşıtı, Başkaldıran İnsan adlı kitabındaki ayaklanma övgüsü aynı çizgide (sayfa 456) birleşir.
      Gene de şunu belirtelim ki, devleti özerk bir güç, bir "fikir" cisimleşmesi, kısaca idealist bir önyargı yapan yutturmaca, Engels'in yukardaki metinde belirttiği özellikte yatar. Anımsatalım ki, devletin fizik gücü, yalnız kendi başına yeterli değildir. Bütün büyük devrimler bunu göstermiştir; bütün büyük devrimler "silahlı adamların özel müfrezeleri" ile "silahlanan halkın kendiliğinden örgütlenişi" arasındaki ilişkiler sorununu gündeme almışlardır. Devrimler göstermiştir ki, devletin fizik gücü kendi başına kaldığı zaman savaşımın sonucu çabuk alınmakta ve hiç de sömürücü sınıfın lehine olmamaktadır. Eğer, tersine, devlet gücü, halkın bir kısmı tarafından destekleniyorsa, tarih bize uzun ve sonuçları kuşkulu iç savaşlar gösteriyor: Bu demektir ki, eğer sömürülenler, devleti olduğu gibi, yani kendilerini köleleştiren bir araç olarak görebilselerdi, sömürenlerin egemenliği fena halde tehlikeye girerdi. Demek ki, sömürücülerin, yalnızca devlet aygıtının gücüne değil, onu üstün bir öz gibi göstermeye ve ona karşı temelsiz bir korku aşılamaya da gereksinmeleri vardır. Devletin görünürde toplumun üstünde, toplumsal savaşımların üstünde yeralması gerekir. Devletin toplumdan gittikçe daha çok uzaklaşması, gizemle çevrilmesi karşısında, herkesin dize gelmesi gereken bir bulutlar ve şimşekler yarımadası Sina'nın üstünde asılı duran göksel bir güç gibi görünmesi gerekir. Ne zaman devletin bu şekilde sunulması olanaklı olmuşsa, egemen sınıflar, devlet başkanını tanrılaştırmışlardır. Bu olanaklı olmadığı zaman da, "kamu yaran" gibi, ölümlü insanoğullarının çoğunun aklının almayacağı bir şeye başvururlar. İşte idealist devlet teorilerinin dayanakları. Ve yönetici sınıfların, devleti, üstün bir gücün cisimleşmesi gibi göstermekteki bu ısrarları, bir devletin gerçek gücünün kamuoyunun kendisine gösterdiği destekte, yığınlar karşısındaki saygınlığında, sağladığı güvende, kısaca fikirlerde yattığını bildiklerini tanıtlar. Bir kapitalist ve hükümet başkam olan Laniel'i, 1953 Ağustosunda grevcilere hitap ederken dinleyelim: (sayfa 457)

      "Şimdi size devlet ağzıyla konuşmalıyım. ... Çünkü, demokraside, özel çıkarlar arasındaki çekişmelerde, devlet, yalnız devlet hakemlik yapmalıdır."

      İşte böylece kapitalist Laniel'in özel çıkarları, devletin savunduğu çıkarlardır. Devletin "hakemliği"ni öne sürerken, bunu itiraf ediyor. Ama milyonlarca emekçinin yasal istemleri, yalnız özel çıkarları mı ifade eder? Sanki çalışanların çıkarı, kamu çıkarının en resmî, en gerçek ifadesi değilmiş gibi!
      Sorunun terimlerini böyle tersine çevirerek Laniel, yığınların ya da onların bir bölümünün desteğini sağlamaya bakıyor, onlar olmadan egemen sınıfın iktidarı devam edemeyecektir. Bunun içindir ki, kapitalist devletin, özel kapitalist çıkarları, kamunun çıkarı adına savunması zorunludur. Yığınlar iki şeyi anlamalıdır:
      1. yığınlar, sözde "kamu yararının" kapitalistlerin çıkarlarından başka bir şey olmadığım hesaba katsınlar.
      2. kapitalistlerin çıkarlarının uzun zamandan beri, artık, tüm ulusun çıkarı ile uyuşmadığını anlasınlar.
     

b) Devletin tarihsel rolü.[11]

      Devletin kökenini incelerken devletin rolünden de sözettik, bu kaçınılmaz bir şeydi. Devlet, kesin olarak, toplum içinde ortaya çıkan bir soruna karşı koymak için, sömürenlerin toplumsal üstünlüğünü, onların ayrıcalıklarını güven altına alan rejimi sağlamlaştırmak için, doğmuş bulunduğuna göre, diyalektik, bunun böyle olmasını ister. Devlet, iktisadi temelin bir yansısıdır, ama edilgin bir yansısı değil, etkin bir yansısıdır. Onun için, onun rolünü kökeninden ayırmamak, ama gene de toplumsal yaşamda fikirlerin incelenişinde olduğu gibi, rol ile kökeni birbirine karıştırmamak yararlıdır. Çünkü, köken bakımından devlet, ekonomiden kaynağını almıştır, oradan gelmektedir; ama rol bakımından devletin öneminin birincil, kesin ve belirleyici olduğu durumlar vardır. (sayfa 458) Devletin, ekonominin bir yansısı olduğunu söylemek, devletin ekonomi üzerindeki karşı-etkisini küçümsemeye varmamalıdır.
      Devletin görevi, diyor Engels, "sınıflar arası çatışmayı yumuşatmak", onu "düzen" sınırları içinde tutmaktır. Lenin'in gösterdiği gibi, bu, hiçbir şekilde devletin, sınıfları uzlaştırma örgütü olduğu anlamına gelmez. Bu, tam tersi demektir!
      Eğer sınıfların "uzlaşması" olanaklı olsaydı, hiçbir zaman devlete, baskı örgütüne gerek olmayacaktı.
      "Sınıfların çatışmasını yumuşatmak", bu çatışmanın keskinliğini gidermek anlamına gelir, başka bir deyişle sömürülen sınıfların elinden; sömürücülerinden kurtulmalarını sağlayan araçları almak demektir. Demek ki, amaç, sömürülen sınıfların savaşımını sınırlandırmak, önünü almaktır. Nasıl? Özellikle üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin durumuna artık uygun düşmez oldukları zamanlarda, sömürenlere alanı boş bırakarak, baskıyı genişleterek, geliştirerek, güçlendirerek.
      İşte gerçekte, gerici sınıfların çıkmazı budur: "rahat etmek, dinginlik içinde olmak" için hapishaneleri doldurmak; ve dolu hapishanelerin kendilerine saldığı korkuyu gidermek için hapishaneleri daha çok doldurmak. İşte gerici sınıflara göre "huzur" ve "düzen", baskıyı meşrulaştıran düzen -o baskı ki, düzeni sağlamlaştırmak için yapılır ve aynı zamanda onu sarsar.[12]
      Sonuç şu oluyor: "Marx'a göre, devlet, bir sınıf egemenliği örgütü, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı örgütüdür."[13]
      Burada bir sorun ortaya çıkıyor: tarihsel gelişmesinin her döneminde, bu aleti yaratacak, sürdürecek, kullanacak güçte olan sınıf hangi sınıftır? Her sömürücü sınıfın devlete gereksinmesi vardır ama onu her zaman elinde tutamaz. Engels (sayfa 459) yanıtlıyor:

      "Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksinmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan, ve bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir."[14]

      Her çağda tarih bilimi, demek ki, somut bir yanıt vermelidir. Örneğin, modern devletin devam etmesi (ordu, polis, memurlar) birtakım giderleri gerektirir.
      O halde, egemen sınıf, somutlaştırdığı ve korumak istediği üretim ilişkilerinin kendisine izin verdiği ölçüde, bu aleti elinde tutabilir ve ondan yararlanabilir. Bunun içindir ki, genel kural olarak, siyasal bakımdan egemen olan sınıf, iktisadi bakımdan egemen olan sınıftır.
      Buradan bazı sonuçlar çıkar:
      1. Savaşım halinde bulunan iki sınıf, ekonomik bakımdan belirli bir dengeye ulaştıkları zaman, devlet, belirli bir zaman için, bu sınıflara karşı azçok bir bağımsızlık görünüşü kazanabilir. XIV. Louis'nin mutlak hükümdarlığı, serfleri sömüren feodaller ile burjuvalar arasında hakem olabilir görünüyordu; kral "devlet, benim!" diyebiliyordu.
      Gerçekte, bu, burjuvalar feodal devletin gereksinmelerini sağladıkları ve krala borç para verdikleri için, devlet üzerinde belirli bir etkinlik elde ettikleri, ama karşılık olarak feodal devletin koruyuculuğu olmadan ticareti ve manüfaktürleri geliştiremedikleri anlamına geliyordu. Feodal sisteme verdikleri mali yardım karşılığında burjuvalar, tohum halinde, feodal sistemin sonunu içinde taşıyan ticari ayrıcalıklar elde ediyorlardı! İki sömürücü sınıf arasındaki savaşım, bu sırada, iki sınıftan her birinin ötekine gereksinmesi olması biçiminde kendini gösteriyordu. Yüz yıl sonra, 1789'da, durum bambaşka oldu: iktisadi bakımdan egemen duruma geçen burjuvazi, feodal devlete yardımı kesti ve onu çökertti. (sayfa 460)
      Bununla birlikte şunu da unutmayalım ki, soylularla burjuvalar arasındaki geçici anlaşmalar, her zaman, köylülerin, sömürülen sınıfın sırtında düğümleniyordu.
      2. Sömürücü bir sınıfın elinde devlet, ezilen sınıfların sömürüsü için bütünleyici, ek bir araçtır. Vergiler, para cezaları, adliye giderleri vb. de, bir o kadar, toplumun genel giderlerine katkı adı altında, ezilenlere yapılan baskının kendilerine ödetilmesinin araçlarıdırlar. Fransa'nın muazzam savaş bütçesinin, Fransız ulusunun, bir savaşın (Vietnam savaşının) ve yalnızca emperyalist burjuvazinin çıkarma girişilen (saldırgan Atlantik Paktı çerçevesi içinde) bir silahlanmanın giderlerini ödediği anlamına geldiği şu günlerde bunun böyle olduğu daha da iyi anlaşılmaktadır. Aynı şekilde, kamu yararı adına kendilerini coplayan polisin bakım giderlerini ödeyen de, geniş yığınlardır. İşte böylece, devlet, emekçileri, "onların çıkarma" ve gideri onlar tarafından karşılanmak üzere coplamaktadır. Bununla birlikte, bu ek sömürü, ancak sömürücü sınıfın devletinin işi olabilir ve özünde sömürünün kendinde doğar. Blanqui'nin sandığının tersine, sömürü, vergi ödemek değildir, ödenmeyen emeğin özel olarak mülkedinilmesidir.
      3. İktidardaki sınıf, kişileştirdiği ve kendisine iktisaden egemen kılan üretim ilişkileri eskimeye başlayınca, yani üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasındaki uyumsuzluk günışığına çıkar çıkmaz, zorunlu olarak, siyasal üstünlüğünü duyarlılıkla savunur. Bu uyumsuzluk ağırlaştığı zaman devlet sorunu keskin bir biçimde kendini ortaya koyar. Ve işte bu anda, devlet iktidarının egemen sınıfın elinden kaçmasının maddi olanağı ortaya çıkar.
      Onun için iktisadi bakımdan en güçlü sınıftan sözedildiği zaman, bu ifadeyi şematik olarak anlamamak gerekir. Bir anlamda en "güçlü" sınıf, üretici güçlerin gelişmesini ileri götürebilen sınıf, yeni üretim ilişkilerini somutlaştıran sınıftır. Burjuvazi artık üretici güçleri geliştirecek güçte olmadığı zaman, artık iktisadi bakımdan "güçlü" olduğu söylenemez, nasıl ki, henüz topluma hükmetmekte olan kapitalist ekonominin (sayfa 461) sağlam, sağlıklı olduğu da söylenemezse. Kapitalist ekonomi, tersine, son bulma halinde bir ekonomidir ve bu, burjuvazinin, siyasal olduğu kadar iktisadi egemenliğinin de sonuna vardığı anlamına gelir.
      Ama işte o zamandır ki, devletin ekonomi üzerindeki karşı-etkisi apaçık ortaya çıkar, çünkü devlet, kendi temelinin kaderi karşısında edilgin değil, etkindir ve onu canlı bir biçimde savunur.
      Üretim ilişkileri, üretici güçlerin niteliği ile uygunluk halinde oldukları zaman, bu üretim ilişkilerini somutlaştıran iktidardaki sınıfın ekonomik siyaseti, üretimin gelişmesine, sanayinin genişlemesine yönelir: örneğin burada, burjuvazinin serbest değişim için savaşımını analım.
      Ama üretim ilişkileri, artık üretici güçlerin niteliğine uygun düşmediği zaman, sömürücü sınıfların iktisadi siyaseti, zorunlu uygunluk yasasının işleyişini, örneğin üretici güçlerin gelişimini engellemek için önlemler alarak, engellemeye yönelir.
      Özellikle kapitalizmin son bulma çağında, mali sermaye, kendi aletinden başka bir şey olmayan devleti sıkı bir şekilde denetleyerek, kapitalizmin iktisadi sorunlarına, kendi çıkarlarına uygun, tüm ulusun çıkarları zararına bir çözüm bulmaya yönelir. Tekellere bağımlı bulunan devlet, kapitalizmi "planlamak" olanaklı olduğu için değil de, yalnızca mali oligarşinin çıkarlarını korumak için iktisadi yaşama egemen olmaya çalışır. Mali oligarşi, böylece kendisine çok büyük çıkarlar sağlar: denetimi altında bulundurduğu devlet, mali oligarşiye devlet fonlarının dağıtımı tekelini sağlar, askeri donatım ve cephane siparişlerini ona aktarır, onu vergilerden bağışık tutar, onun yararına perakende ve toptan fiyatları ayarlar, kamulaştırılmış sanayi ürünlerini (elektrik ve kömürü) ona düşük fiyatla satar, rakiplerini uzaklaştırmak için önlemler alır, ona para yardımında bulunur, para işletir, onun hesabına başka ülkelerle görüşmeler yapar, ensonu ücretleri ona uygun gelen şekilde saptar, öyle ki her proleter, ekmek savaşımında, yolu üzerinde kaçınılmaz olarak (sayfa 462) devletle karşılaşır.
      Emperyalizm çağında, devletin etkinliğini, kapitalizmi kurtarmak ve özellikle iktisadi bunalım saatini geciktirmek zorunluluğu belirler. Devlet, ülke nüfusunun çoğunluğunun yıkımının ve yoksullaşmasının, sömürge halklarının sistemli olarak soyulmasının ve köleleştirilmesinin, tekelci kapitalistlerin tekelci olamayan kapitalistlere karşı savaşımının, tekelci kapitalist gruplar arasındaki savaşımın başlıca aletidir, ensonu rakip emperyalistler arasındaki savaşımın, savaşların, ulusal ekonominin askerileştirilmesinin aletidir. Bütün bu görevlerin yerine getirilmesi için, devlet, bugün her zamandan daha çok ve her şeyden önce, proletaryayı ve geniş emekçi yığınlarını ezme aracıdır.
      Böylece devlet, sömürücü sınıfın kalesidir ve devletin rolü, zamanını yaşamış olan üretim tarzının savunulması bakımından kesin bir roldür. İktisadi bakımdan en güçlü sınıfın egemenliğinin aleti olmuş olan devlet, bu iktisadi güç, üretim tarzının çelişkileriyle temelden baltalanmış olduğu halde, bu gücün korunması aleti haline gelmiştir. Üretim tarzı değişikliğinin nesnel koşulları vardır. Ama, zorunlu uygunluk yasasının uygulanmasına karşı çıkan sömürücü sınıfın eylemi, burjuva devletin eylemi, zorunlu değişikliklere karşı birinci engel haline gelir. Bu engel yenilmelidir, ama bunun için öznel koşullar, yani bir sınıf partisi halinde örgütlenmek için, halk yığınlarını örgütlemek için, demokratik özgürlükleri savunmak ve genişletmek için ve ensonu kendi öz devlet iktidarını yaratmak için işçi sınıfının bütün siyasal savaşımı gereklidir. İşçi sınıfı iktidarı, başlangıcında, hiçbir iktisadi özel temele, sosyalist temele sahip değildir: kendi öz temelini yaratmak zorunda kalacaktır. Üstelik, kendi kendini ancak emekçi yığınların bilinçli desteğiyle kurabilir. O halde, işçi sınıfı tarafından ileri sürülen yeni siyasal fikirlerin yığınlar arasında yandaş kazanması, yani ulusun çoğunluğunun burjuva siyasetine güvenmemesi ve onu desteklememesi gerekir. Bunun içindir ki, marksizm, haklı olarak, devlet sorununa, üretim tarzı değişikliğinin öznel koşulları (sayfa 463) arasında yer verir.
      Diyalektiğin bize öğrettiği şey şudur: her ne kadar belli bir devlet, belirli bir iktisadi temelin yansısı ise de, devlet sorununun, siyasal sorunun çözülmesi, belirli olaylarda tarihsel bakımdan, yeni devletin özgül temeli olacak olan iktisadi temelin kurulması işinden daha önce gelir.
      İşte kaba materyalizmin anlayamadığı konu budur: kaba materyalizm, devletin, toplumun iktisadi gelişmesinin bir ürünü olduğu fikrinden hareket ederek, iktisadi çelişkilerin mekanik ve kaçınılmaz olarak üretim tarzı değişiklikleri şeklinde sonuçlanacağı, sosyalizmin, "kapitalizmin çürüyüp dağılmasından" kendiliğinden doğacağı sonucunu çıkarır. İnsanların eyleminin iktisadi yasaların uygulanmasını engelleyebileceğini, burjuvazinin, siyasal eylemiyle ve modern devletin kendisine verdiği muazzam araçlarla iktisadi temelin cançekişmesini uzatabileceğini unutur. İşçi hareketinde ekonomist akım, proletaryanın burjuva devletine karşı siyasal savaşımının zorunluluğunu yadsıyarak aynı sonuca varır ve böylece oportünizmi besler, işçi sınıfını burjuvazinin kuyruğuna takar. Aynı zamanda işçi sınıfının siyasal iktidarına karşı çıkar.
      O halde sonuç, siyasal savaşımın buyrultu niteliğindeki zorunluluğudur. Ama öte yandan yukarda gördüğümüz şeyi de unutmamalıyız: ancak, yığınların (aynı zamanda devlet görevlilerinin), devletin sınıfların üstünde olduğu fikrini kabul etmeleri halinde, ancak yığınlar ve devlet görevlileri böyle bir boşinana sahipseler, devlet kendi rolünü oynayabilir. Devletin fizik gücü, kısaca ideolojik bir öğede, yığınların kendi öz güçlerini yeteri kadar değerlendirmemelerinde yatar. Napoleon, kamuoyuna sahip olmak koşuluyla, süngüyle her şeyin yapılabileceğini kabul ediyordu. Burjuva devletin emrindeki baskı araçları ne olursa olsun, tarihsel deneyim göstermiştir ki, bu araçlar, ideolojik bakımdan donatılmış yığınların sağlamlık ve sarsılmazlığına karşı hiçbir şey yapamazlar. Kısacası bir tek şey önemlidir, yığınların, düşmanlarının oyununu açıkça görmeleri, düşmanlarının, halk yığınlarını (sayfa 464) yanıltamamaları. Bunun içindir ki, marksizm, siyasal kurumları, toplumun manevi yaşamının olayları arasında sıralar; onların gücü, gerçekte, fikirlerin gücünden, fikirlerin yığınları kavraması koşuluyla maddi bir güç haline gelebilen güçten başka bir şey değildir.
      Sonuç olarak: siyasal savaşım, zorunlu olarak ideolojik savaşımı, sınıf düşmanının siyasetini tutan fikirlere karşı savaşımı, yığınların burjuva devletine karşı siyasal savaşımında birleşmesini önleyen ideolojik engelleri ortadan kaldırmak için savaşımı içerir.
      Bu tahlil, proletaryanın sınıf savaşımı için, proletaryanın, bağımsız siyasal bir güç halinde örgütlenmiş bir öncü tarafından, işçi sınıfının ve bütün toplumun yaşamsal, en yakın ve uzun vadeli çıkarlarını bilimsel olarak yansıtan ve bir sınıf ideolojisine, bir devrimci savaşım ideolojisine dayanan siyasal bir parti tarafından yönetilmesi zorunluluğunu bir kez daha tanıtlamaktan başka bir şey yapmıyor.
     

III. DEVLETİN İÇERİĞİ VE BİÇİMİ

      Egemen ve sömürücü sınıfların ideologları tarafından devlet sorununu anlaşılmaz hale getirmek için kullanılan bellibaşlı çarelerden biri, devletin biçimiyle içeriğini birbirine karıştırmaktır. Çeşitli devlet tiplerini tanımlarken, her zaman, iktidar ayrıcalığını kullanan insanların sayısından sözederler: monarşik, aristokratik, demokratik devlet ayrımı yaparlar. Tartışmayı biçim sorunlarıyla, iktidarı yürüten örgütlerin niteliğiyle sınırlandırırlar: örneğin, bir parlamentonun varlığı, "kuvvetlerin ayrılığı", "adaletin bağımsızlığı", vb. ile içeriğinin dokunulmaz olduğunu gösterirler.
      Marksizme göre en önde gelen sorun şudur: kimin çıkarına ve kime karşı bu iktidar yürütülmektedir? Marksizm, devletin toplumsal içeriğini biçiminden ayırdeder. (sayfa 465)
     

Devletin toplumsal içeriği.

      Bir devlete, niteliğini, onun gerçek toplumsal içeriği, yani sınıf içeriği verir. Bir devlet köleci ya da feodal, burjuva ve kapitalist ya da proleter ve sosyalisttir. Her devlet, bir sınıf iktidarıdır: bu, onun kökeninin ve rolünün sonucudur. İçerik, devletin özünü temsil eder, biçimden önce gelir ve onu belirler. Her egemen sınıf, kendi sınıf iktidarına en iyi uyan biçimi seçer.
      Birkaç tarihsel örneğe bakalım.
      Antikçağ devleti, bir köleci devlet midir? Evet, biçimi ne olursa olsun, çünkü, bu devlette, köle, yurttaş değildi.
      Ortaçağ devleti, bir feodal devlet midir? Evet, biçimi ne olursa olsun, çünkü, bu devlette serfin hiçbir zaman en küçük bir siyasal hakkı yoktu; burjuvalara gelince, onlar feodal devlette kurtuluşlarını yüksek bir savaşımla elde ettiler.
      Çağdaş Fransız devleti, 1789'dan beri, kapitalist burjuvazinin devleti midir? Evet, biçimi ne olursa olsun, çünkü, hiçbir zaman proletaryanın bu devlette burjuvaziden savaşımla kopardığı ve her an sürdürdüğü savaşımla saygı gösterilmesini sağladığı haklarından başka bir siyasal hakkı olmamıştır.
      Sovyet devleti, işçilerin ve köylülerin devleti midir? Evet, çünkü, "... SSCB'nin siyasal temeli, büyük toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin iktidarının devrilmesi sonucunda iktidarın proletarya tarafından elegeçirilmesi ile büyüyen ve kuvvetlenen emekçi vekillerinin Sovyetleri tarafından oluşur." (SSCB Anayasası, 2. Madde.)
      "SSCB'de bütün iktidar, emekçi vekilleri Sovyetlerinin kişiliğinde, kent ve köy emekçilerine aittir." (SSCB Anayasası, 3. Madde.)
      Şu halde, zamanımızda bir devletin niteliğini belirlemek için sorulacak ilk soru, bir burjuva kapitalist devlet mi, yoksa işçilerin ve köylülerin sosyalist devleti mi sözkonusudur? sorusudur.
      Devlet, bir insanın ya da bir partinin devleti olamaz; her (sayfa 466) zaman, bir sınıfın devletidir. Bir devlet, görmüş olduğumuz gibi, iktisadi bir temeli olmadan kendisini sürdüremez, iktisadi temel ise, biliyoruz ki, üretim araçları mülkiyetiyle nitelenir. Mülkiyeti cisimleştiren, onu elinde bulunduran ve ondan yararlanan toplumsal güç, hiçbir yerde, bir insan ya da bir parti değildir, her zaman ve her yerde bir sınıftır, şurada kapitalist burjuvaların sınıfı, ötede emekçi köylüler sınıfının müttefiki olan işçilerin sınıfıdır.
      Demek ki, bir devletin toplumsal içeriği şu sorunun yanıtıyla verilir: hangi üretim ilişkilerinin hizmetinde, hangi mülkiyet biçiminde (özel ya da toplumsal), ve hangi sınıfın devletidir?
      Bütün siyasal kavramlar konusunda bu soruyu sormak gerekir.
      Örneğin özgürlük konusunda, Lenin, hemen kağıt üzerine şu notları düşmüştü:

      " 'Özgürlük.' = meta sahipleri için özgürlük.
      "Ücretli işçiler için, köylüler için gerçek özgürlük.
      "Sömürücüler için özgürlük.
      "Kimin için özgürlük?
      "Kimden? Neden özgürlük?"[15]

      Ve eşitlik konusunda;

      " 'Eşitlik'. Anti-Dühring'de Engels (eğer sınıfların ortadan kaldırılmasının ötesine geçerse önyargıdır).
      "Meta sahiplerinin eşitliği.
      "Sömürülen ile sömüren arasında eşitlik.
      "Aç ile tok arasında eşitlik.
      "İşçi ve köylü arasında eşitlik.
      "Kimin arasında eşitlik? Neyin arasında?"[16]

      Bir devlet yönetiminin araçları, devletin aleti olduğu sınıfın araçlarıdır, ve bu sıfatla, anlamlıdırlar ve devletin içeriğine tanıklık ederler. Kapitalist devlet için bunlar kapitalist araçlardır ve en başta da paradır. (sayfa 467)
      Engels bu konuda şöyle yazıyor:

      "... demokratik cumhuriyet, [bu] en yüksek devlet biçimi, servet ayrımlarını artık resmen tanımaz. Zenginlik, demokratik cumhuriyette, gücünü, dolaylı, ama o kadar da güvenli bir biçimde gösterir. Bir yandan, Amerika'nın klasik bir örnek sunduğu, memurların düpedüz rüşvet yemesi, öbür yandan, hükümetle borsa arasındaki ittifak biçimi altında; bu ittifak, devlet borçları ne kadar çok artar, ve hisse senetli şirketler, yalnızca ulaştırmayı değil, üretimin kendisini de ellerinde ne kadar çok toplar ve böylece borsada ne kadar merkezî bir durum kazanırlarsa, o kadar kolay gerçekleşir."[17]

      Zamanımızda burjuva cumhuriyette zenginliğin egemenliği daha az belirgin değildir. Her ne kadar mali oligarşinin üyelerine devletin kilit noktalarını ayıran hiçbir yasal ya da adli karar yoksa da "devlet aygıtının tekellere bağımlılığı"[18] bir olgu olmaktan geri kalmaz. Bir yandan, 200 aile, kendi üyelerinden bazılarını, devlet aygıtında yüksek görevlere yerleştirme olanaklarına sahiptirler: bu görevlere alınma kuralları ne olursa olsun, sonuçta maliye müfettişliği ve benzerleri gibi "büyük devlet görevlerine" kabulünü sağlayan şeyin, adayın toplumsal durumu olduğu bilinir. Öte yandan mali oligarşi, yüksek memurların düzenli bir şekilde özel sektöre doğru göçmesini düzenler, bu gerçek iş bıraktırma, ona kendi kadrolarından sürekli olarak adam toplamayı sağlama olanağını verir, ki bu da, tutku, kazanç hırsı, ahlaksızlıkla bütün yönetim hiyerarşisini denetlemeye yönelir. Bu ahlaksızlık, kapitalist devletin kaçınılmaz ve devresel skandallarında patlak verir. Ayrıca, tröstlerin yönetim kurullarındaki üyeliklerin, milletvekillerine, diplomatlara, generallere vb. doğrudan doğruya dağıtılması biçimini de alır.
      Yukarda, devletin, mali sermayenin hizmetinde, tarihsel rolünü gördük. Marshall planının kredileri yüzünden Fransız (sayfa 468) devleti, Yankee tekellerine bağımlı bir duruma ve devletin çarklarından bazıları, örneğin Quai d'Orsay, onların ajanları tarafından sıkı sıkıya denetlenir duruma düştü. Büyük burjuvazi, parlamento üzerinde bir şantaj aracı olarak "mali bunalım"ı da istediği gibi kullanır: devlet borçlarının artması ona göre siyasal iyi bir iştir: burjuvazi hesabına krallar üzerinde baskı yapmak için bir araç olmuş olan mali şantaj, burjuvazi için kendi devleti ile ve sıkıntı içindeki yabancı devletlerle olan ilişkilerinde de yararlanılabilir bir pratik olarak kalır.
      Burjuva devlette zenginliğin siyasal rolü, daha bir sürü konuda ortaya çıkar: basın özgürlüğünün içeriği bir gazete kurmanın ve onu finanse etmenin maddi olanağına yalnız kapitalistler sahip olduklarına göre, kapitalistlerin bu içeriği yaratmada hareket serbestisinin tümüne sahip oluşlarından başka nedir ki? - herkesin eğitim görme hakkının içeriği nedir, eğitim görme olanağına gerçekten sahip olanlar, yalnızca, eğitimin masraflarını ödeyebilen toplumsal sınıf ve tabakalar olduktan sonra - düşünce özgürlüğünün ve siyasal hakların içeriği nedir, gerçekten adayların kayıt yaptırma olanağı, yalnızca seçim kampanyasını finanse edebilecek kapitalist gruplar için sözkonusu olduktan sonra? Unutmayalım ki, bağımsız bir işçi sınıfı partisinin varlığı, burjuva liberalizmin değil, yığınların etkili dayanışmasının sonucudur.
      Sınıf devletinin çizgileri adalet sorununda net olarak belli olurlar. İlkin şunu kaydedelim ki, adalet verilmez, teslim edilmez, burjuvazi tarafından satılır: teorik olarak parasız olan adalet, gene de ancak bir davanın giderlerini üzerine alabilecek kimselere verilir; bir emekçi, bir iş kazası için nasıl zarar-ziyan tazminatı elde edebilir? Bir idari eşitsizliğe karşı, devlet konseyinden nasıl yardım isteyebilir? Adalet, ta burjuvazinin ilk zamanlarına kadar giden ve halk yığınlarınca anlaşılmaz olan bir ifadeyle dağıtılır. Ensonu ve özellikle adaleti yöneten ilkeler, mülkiyetin, sermayenin savunulması üzerine kurulu burjuva hukukun ilkeleridir; kişisel mallan Çalanlara, hırsızlara karşı yapılan önleme ve bastırma, sömürücülerine (sayfa 469) karşı savaşım veren emekçilere karşı baskıya bir özür oluşturur; siyasal işlerde burjuva devletin yüksek yargıçlar üzerindeki baskı araçları, terfilerine karşı şantajdan, kışkırtıcı ajanların yaptıkları, zarzor maskelenebilen tehditlere kadar çok çeşitlidir; hatta cinayetler konusunda bile, burjuva ideolojisinin, bunları, cinayetin bahtsız bir düşkün ya da bir "şerefli" ailenin çocuğu tarafından işlenişine göre çok farklı biçimde değerlendirdiği bilinen bir şeydir: en-sonu çöküş halindeki burjuvazinin ahlakça düşüşü, adaleti, pratik bakımdan, toplumun "yüksek" çevrelerinin soygununu yapan büyük işler peşindeki kaçakçı, karaborsacı ve gangsterleri karşısında güçsüz bir hale getirir.
      Hukukun içeriği, varolan mülkiyet rejimini onaylamak gibi bir göreve sahip olması olgusundan doğar. Sonsuz ilkelerin, "doğal yasaların" ya da "kolektif bilincin" iradesinin türleşmesi olmaktan uzak bulunan hukuk, üstyapı oluşturan bir öğedir, mutlağa götürerek, sözde değişmez bir "ilke"yle doğruluğunu tanıtlayarak sonsuzlaştırmaya çabaladığı egemen mülkiyet biçiminin yansısıdır: burjuva hukuk anlayışı, metafizik yöntemin en iyi uygulama örneklerinden biridir.
      Basit bir örnek, hukukun sınıf içeriğini açıklayacaktır. Yasa, çocuklara, ana-babalarının gereksinmelerine yardımda bulunmak ve ana-babalara ise çocuklarını yetiştirmek zorunluluğunu yükler.
      Bütün toplum için genel kural olan bu zorunluluk ancak mülk sahibi olan burjuva aileler için bir anlam taşımaktadır; proletaryanın çalışmayan unsurlarının, yani yaşlı, hasta ve sakat emekçilerin ise, çocuklarını yetiştirme zorunluluklarını yerine getiremeyecekleri açık değil midir?
      Burjuva "demokratik" devlet, bunlardan başka, şu aşağıdaki çizgilerle karakterize olur:
      - bürokrasi: yönetim yalnızca yukardan aşağıya büyük burjuvazinin gizli buyruklarına göre yürütülür; yüksek yönetim pratik olarak sorumsuzdur ve doğrudan doğruya malı oligarşi tarafından denetlenir; yüksek memurlar, "yeteneklilerin", yani burjuvazinin yüzyıllardan gelme sınıf deneyiminin (sayfa 470) taşıyıcıları olan uzmanlaşmış, içine kapalı "müfrezeleri" oluştururlar; bu yönetim "meslek sırrı" bahanesiyle parlamento komisyonlarının denetiminden kaçırılır; il yönetimi yerel meclislerin çalışmalarını gözden geçirir ve onların kararlarını büyük burjuvazinin sınıf çıkarlarına bağımlı kılar.[19]
      - militarizm: barışı yalnız iki saldırı arasında bir ateşkes sayan emperyalizmin bir sonucu olan askerî hizmet süresinin çok fazla olmasının, bütün öteki amaçlarının yanında, gençliği emperyalizmin hizmetinde ayakta tutmak gibi bir amacı vardır; disiplin, tartışmasız, yukardan empoze edilen edilgin bir itaat gibi anlaşılır; emperyalizm, erlerine kendi sınıf amaçlarını açıkça itiraf edemez.
      - parlamentarizm: seçimler, yalnız her 4 ya da 5 yılda bir burjuvazinin hangi güvenilir adamının parlamentoda halkı temsil edeceğine ve ezeceğine karar vermek zorunda oldukları şeklinde anlaşılır; halkın temsilcileri, seçmenleri tarafından görevden alınamaz, düşürülemezler ve burjuvazinin "kuvvetlerin ayrılması" safsatası gereğince yürütme ve yönetme kuvvetini ellerinde bulundurmazlar; parlamentarizmin tanımlaması öyledir ki, seçilen meclisler, kararlarının yürütülmesini ve uygulanmasını kendileri denetlemezler, meclisler iş görmezler, etkili değillerdir. (sayfa 471)
      Ensonu Fransa'da son zamanın olayı, siyasal personelin bile, bir Pinay, bir Mayer, bir Laniel ile birlikte artık siyasal personeli boyundurukları altında bulundurmakla yetinmeyen ve hükümetin, yönetimini şahsen sağlayan kapitalistler arasında doğrudan doğruya seçilmesidir. Birleşik Devletler'de bu olay daha eski ve daha yaygındır: generaller, diplomatlar, yargıçlar, bu görevleri bizzat kendileri yerine getiren kapitalistlerdir.
      İşte şimdi bütün devletin hangi anlamda bir sınıf iktidarı olduğunu görüyoruz; bu demektir ki, iktidar gerçeği kendi çıkarları içinde ve kendisine özgü yöntemlerle iş gören bir sınıfa aittir. Burjuva devlet, kapitalistler için demokrasi olabilir, ama her zaman işçi sınıfı üzerinde bir diktatörlüktür. Lenin, "Diktatörlük, demokrasinin yadsınması. Kim için?"[20] diyordu.
      O halde faşizmi, "bir partinin diktatörlüğü" olarak tanımlamak yanlıştır. Faşizm, "finans kapitalin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğü"dür (Dimitrov). Tek parti, bu sınıf diktatörlüğünün aletinden başka bir şey değildir.
      Ensonu, modern devlete "proleter unsurların nüfuz etmesi" üzerine, ki bu, devlete sözde "aracı" bir nitelik sağlayacaktır, çünkü, devlet "tamamıyla proleter olmasa" da artık "bütün bütüne burjuva" da olamayacaktır türünden sosyal-demokrat gevezelikler de şu gerçeği maskeleyemez: eğer proletarya, büyük zahmetlerle, kapitalist devletin ileri karakollarından birkaçını düşürmek zorunda kaldı ise, bu, kapitalist devletin kapitalist devlet olarak kalmasını önler mi, ya da tersine, bu devletin kapitalist devlet olduğunun kesin kanıtı değil midir?
     

b) Devletin biçimi.

      Devletin biçimi toplumsal içeriğinin ifadesidir, sınıf savaşımının gelişimi ile belirlenir.(sayfa 472)
      Lenin antikçağdan beri ortaya çıkan çeşitli devlet biçimlerini ayırdeder:

      - bir tek kişinin iktidarı olarak monarşi;
      - seçilmemiş iktidara yer vermeyen devlet olarak cumhuriyet;
      - nispeten sınırlı olan bir azınlığın iktidarı olarak aristokrasi;
      - halkın iktidarı olarak demokrasi.

      Bu çeşitli biçimler, aralarında birleşiyorlardı. Örneğin cumhuriyet, aristokratik ya da demokratik olabilir ve aynı zamanda monarşi artıklarını içinde barındırabilir.
      Devletin biçimi çok kere değişkendir: biçim, çok kere içeriğe göre geride kalarak, kendi tutumuyla toplumun iç çelişkilerini ifade eder.
      Antikçağda, bütün devlet biçimlerinin köleci bir içerikleri vardı. Bununla birlikte, birinden ötekine, aristokratik cumhuriyetten demokratik cumhuriyete (örneğin Roma'da) geçiş, zorunlu olarak, toprak sahipleri (patrisyenler) ile tacirler (plebyenler) arasındaki sınıf savaşımının yeni bir evresini yansıtıyordu.
      Feodal düzende, devlet biçimleri büsbütün değişik oldular: feodallerin, devlet şefini, imparatoru seçtikleri aristokratik cumhuriyetler olmuştu; bazıları babadan oğula geçen monarşiler haline döndüler. Charlemagne her yıl Karolenjiyen soylulardan bir parlamentoyu toplantıya çağırıyordu, bu Frankların "cumhuriyetçi" geleneklerinin bir kalıntısıydı. Birinci Kapetiyenler seçiliyorlardı ve belli bir dönemde, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğunda, imparator büyük feodaller tarafından seçilirdi. Ama bütün bu durumlarda da devletin içeriği feodaldi. Seçilmiş delegelerden oluştuklarına göre eski rejimin Etajenero (Etats généraux) meclisi "cumhuriyetçi" nitelikte bir kurumdu, ve burada feodaller, otomatik olarak her iki üçte-birin, yani soylularla din mensuplarının çoğunluğundan yararlandıklarına göre aynı zamanda aristokratik bir kurumdu: ve bu arada feodallerin çıkarlarına hizmet ettiği için de feodal bir kurumdu.[21] (sayfa 473)
      Burjuvazi, mali çarelerle monarşik feodal devlette bir nüfuz elde edince, feodal bir kurum olan ve burjuvazinin azınlıkta bulunduğu Etajenero kurumunu yenilgiye uğrattı. Bunun içindir ki, XIV. Louis'nin ve Colbert'in -Colbert bir burjuvadır- "mutlak" monarşisinde Etajenero meclisi hiçbir zaman toplanmadı.
      Ama 18. yüzyılda, burjuvazinin kaydettiği, feodal sistemin varlığını bile tehlikeye sokan ilerlemelerden dolayı, daha önce Fronde ayaklanmasından sonraki günlerde feodallere karşı yöneltilmiş olan monarşik mutlakiyetin sivri ucu bu kez burjuvaziye karşı döndü.
      Burjuvazi, bunun üzerine, Etajenero meclisinden yararlanmayı tasarladı. Durum değişmişti: birkaç reform yaparak şimdi burjuvaziye hizmet edebilirdi! Soylular, ülkede tecrit edilmiş durumdaydılar; din mensupları ise, sınıf savaşımı sonucu, feodal yüksek ruhban ve halktan çıkma aşağı ruhban olarak ikiye bölünmüştü; burjuvazi, ulusal ekonominin zenginliğinin dayandığı sınıftı: burjuvazi, üçüncü-gücün (tiers-état) (geleneksel olarak öteki iki tabakanın her birininkine eşit olan) delegelerinin sayısını iki katma çıkarmak ve Etajenero meclisi içinde artık zümre hesabıyla değil de adam sayısıyla bir oya sahip olmak için halk yığınları arasında bir kampanya yürüttü; bu şekilde din mensupları grubunun alt tabakasının delegelerinin desteğini de sağlayarak Etajenero meclisinde kesin olarak salt çoğunluğu elde etti! Delegeler toplandığı zaman üçüncü-gücün vekilleri, oturumu kendi otoriteleriyle yürüterek, din mensupları vekillerini kendileriyle birleşmeye davet ettiler ve kendilerini millet meclisi olarak ilan ettiler.
      Görülüyor ki, sınıf savaşımındaki durum değişikliklerine göre, burjuvazi, bazı kez, feodal devletin monarşik kurumlarından (kraldan), bazı kez, feodal devletin "cumhuriyetçi" kurumlarından (Etajenero meclisinden) yararlanmayı bildi.
      Sınıf savaşımının gelişmesidir ki, bu feodal kuruma yeni (sayfa 474) bir içerik, burjuva bir içerik vermek olanağını sağlamıştır; yeni içerik, belli bir zaman için, eski bir biçime büründü ve kendi değişikliklerini sağladı. Ensonu şunu da kaydedelim ki, nicel bir evrim, ülkede burjuvazinin gücünün artması, diyalektik olarak kurumların biçiminde nitel bir değişikliğe, Etajenero meclisinin millet meclisi haline gelmesine, ve aynı zamanda, genel siyasal durumun tümden tersine dönmesine, siyasal devrime yolaçtı. Bütün bunlar sınıf savaşımının gelişim temeli üzerinde yapılmıştı.
      Bizzat burjuvazi de, sırası gelince, egemen sınıf oldu, çeşitli devlet biçimlerini uyguladı:
      - meşruti krallık, yani yalnız belli bir vergiyi ödeyebilecek kadar zengin olan "etkin yurttaş"ların seçmen olabildiği "yükümlü seçmenler sistemine, yani 'gens' sistemine" dayanan, demokratik olmayan bir cumhuriyetle sımsıkı sınırlandırılmış bir monarşi;
      - "gens" sistemine dayanan cumhuriyet;
      - "genel" oy hakkıyla demokratik cumhuriyet.
      Ama birinci biçim, gerekli olduğu dönemlerde, eski rejimle yapılan bir uzlaşmayı temsil ediyordu.
      İkincisi, rejimin iktisadi temeline uygun düşmesi bakımından burjuvazinin tercihi oldu: bu, mülk sahiplerinin cumhuriyetiydi.
      Üçüncüsü, proletaryanın sınıf savaşımı geliştiği ve "sınıfların çatışmasını ılımlaştırmak", proletaryanın devrimci atılışını yönlendirmek ve kırmak için, burjuvazinin kendi sınıf diktatörlüğü görüşünü değiştirmesi gerektiği zaman zorunlu oldu.
      Burjuvazi, demokratik cumhuriyetin ideal ve son devlet biçimi olduğu, "ilerici bilincin", uygarlığın, hümanizmin "doğal hukukun" cisimleşmesinin son sözü olduğu, bir bakıma tarihin de sonu olduğu fikrine herkesi inandırmayı çok isterdi. Böylece sermayenin egemenliğini sonsuzlaştırabilirdi.
      Kapitalizmin çelişkileri, sınıf savaşımının ve iktisadi bunalımların keskinleşmesi, emperyalist saldırıların hazırlanışı, kapitalizmin genel bunalımının başlaması buna olanak (sayfa 475) vermedi. Burjuvazi, çürümüş bir ekonomi üstünde yalpalayan kendi sınıf egemenliğini sürdürüp gitmek ve savaşı hazırlamak için demokratik maskesini atmak ve kendi öz meşruiyetini bozmak zorunda kaldı. O zaman kan dökücü vahşiliği içinde faşizmin lanetlenmiş çehresini, sermaye diktatörlüğünü gösterdi. Bununla, devletin sınıf içeriğinin biçimden önce geldiğinin, demokratik cumhuriyetin, tarihsel, geçici ve burjuvazinin kendi sınıf çıkarlarına bağlı olan, hiçbir şekilde kutsal ve sonsuz olmayan bir devlet biçimi olduğunun kanıtını verdi. Burjuvazi, özgürlüğe ve uygarlığa karşı, çıkar gütmeyen ve kayıtsız-şartsız olan aşkına ilişkin beyanlarının ikiyüzlülüğünü kendisi tanıtlamış oldu.
     

IV. SINIF SAVAŞIMI VE ÖZGÜRLÜK

a) Burjuvazi ve "özgürlük".

      Burjuvazinin "özgürlük" uğruna tarihsel savaşımının bir sınıf içeriği vardı.
      Eğer burjuvazi, burjuva devrimi çağında, özgürlüğün önderi olduysa, nedenleri şunlardır:
      a) çünkü, burjuvazinin, pazarda, feodal bağlardan kurtulmuş, bir senyöre bağlı olmayan özgür bir kol gücü, kapitalist üretimin gereksinmelerine göre sanayi çevresinde toplayabileceği ya da tersine işsizliğe terkedebileceği kol emeği bulmaya gereksinmesi vardır;
      b) çünkü, yeni üretici güçlerin gelişmesi, ticaret özgürlüğü, girişim özgürlüğü ve feodal ekonominin kısıtlamalarının ortadan kaldırılmasını gerektirir;
      c) çünkü, "bireyin özgürlüğü", burjuvazinin temeli olan, toplum üyeleri arasındaki bütün kişisel bağları ortadan kaldıran paranın temsil ettiği bir zenginlik olan özel mülkiyet biçimini en iyi şekilde ifade eden hukuksal ve siyasal biçimdir, her ne kadar burjuvazi, tersine, mutlak birey kavramının, üstün değerin, özel mülkiyeti haklı gösterdiğine inandırmak isterse de bireysel özgürlük fikrinin temeli, burjuva özel (sayfa 476) mülkiyetidir!
      d) çünkü, özgürlüğün önderliğini yaparak, burjuvazi, feodaliteye karşı savaşımında, halkın öteki sınıflarıyla, köylülerle ve küçük-burjuvazinin çeşitli tabakalarıyla siyasal bir ittifak kurmak üzere ideolojik bir temel yaratır. Burjuva demokratik devrim, feodaliteye karşı savaşımı başarıya götürmeye özgü bir yöntemdir.
      Dikkat edelim ki, kendisini "liberal-özgürlük yanlısı" ilan eden bu burjuvazi, "edilgin yurttaşlara" seçim hakkını reddeden aynı burjuvazidir. Onun "liberalizmi"nin sınırları, tamı tamına sınıf çıkarının sınırlarıdır.
      Kapitalizmin kendi özellikleri nedeniyle ve rekabet yüzünden çıkarları ayrı yönlerde olabilen kesimlere bölünen burjuvazi, bu kesimlere uygun düşen siyasal örgüt biçimlerini yaratır: burjuva partilerinin çeşitliliği, parlamentarizm.
      Bununla birlikte, burjuvazinin şu ya da bu kesiminin çıkarlarının, burjuva sınıfının genel ve sürekli çıkarlarına bağlı olması gerektiğinden, burjuvazi, parlamentonun haklarını sınırlandırır, yürütmeyi yasamadan ve devlet yönetimini parlamentonun denetiminden ayırır.
      Burjuvazinin, sonradan genel oy hakkına (19. yüzyılın ortasında); parlamentarizme yönelmesi de çok açık nedenlere bağlıdır:
      Gerçekte, sınıf savaşımı gelişir, proletarya siyasal haklar isteminde bulunur; kamuoyunun önemi artar, çünkü kamuoyu yeni, etkin, büyük sanayinin geliştirdiği tabakalara yayılır; demokratik cumhuriyet o zaman sınıf egemenliğini gizler, nasıl ki işgünü sonunda ödenen ücret, sınıf sömürüsünü gizlerse. Üstelik demokratik cumhuriyet, burjuvazi için henüz tehlike arzetmemektedir, çünkü proletarya, o çağda, ideolojik olarak burjuvaziden bağımsız değildir. Onun için dizginleri burjuvazinin elinde olan demogogların aracılığıyla proletaryanın oylarını elegeçirmek ve uygun bir oylama sistemiyle genel seçimlerin sonuçlarını değiştirmek kolaydır. Ayrıca milletvekili olmak için asgari bir öğrenim gerekmez mi? Ve "demokratik" burjuvazi, yığınları, demokratik bir (sayfa 477) doğrultuda siyasal bakımdan eğitmek için en ufak bir hizmette bulunmaktan kaçınır! Daha sonra, zorunlu ilk eğitimi, doğrudan doğruya yığınları burjuvaziye karşı bir saygı duygusuyla yetiştirmek görevini yerine getirecektir.
      Ensonu, seçmenlere karşı yaptıkları vaatlerle, parlamentodaki işleri arasındaki çelişki, yığınlarla burjuvazi arasındaki çıkar karşıtlığını yansıtan çelişki, burjuva siyasetçilerinin bir kuralıdır.
      Kısacası, bu çağda, genel oy hakkı, burjuvaziye zarardan çok yarar sağlar. Onu kabul ederek yığınlarla bağlarını sıklaştırır, yığınlar yanında kendini popüler kılar ve böylece siyasal bakımdan kendini kuvvetlendirir.
      Cavour, liberal bir büyük burjuva, hep şöyle demez miydi:
      "Meclislerin en kötüsü, kulislerin en iyisinden daha iyidir." Bu sözlerle, bir kamuoyu desteğinin sergilendiği bir parlamento vitrininin, burjuvazi için yararına işaret etmek isterdi. Ayrıca şu sözleri de söylüyordu:
      "Kendimi hiçbir zaman meclislerin tatilde oldukları zamanlardaki kadar zayıf hissetmedim."
      Lenin şöyle yazmıştı:

      "Demokratik cumhuriyette 'zenginlik'in sınırsız gücü daha güvenlidir; çünkü artık, kapitalizmin siyasal dış görünüşündeki kusurlara bağımlı değildir. Demokratik cumhuriyet, kapitalizmin olanaklı olan en iyi siyasal biçimidir; esasen sermaye, demokratik cumhuriyeti ... elegeçirdikten sonra, iktidarını öyle sağlam, öyle emin bir biçimde kurar ki, burjuva demokratik cumhuriyetindeki hiçbir kişi, kurum, ya da parti değişikliği, onu sarsamaz."[22]

      Bu demektir ki, genel seçim, burjuva devletinde, emekçilerin çoğunluğunun iradesini tam olarak ortaya koymak ve iradenin gerçekleşmesini sağlamak yeteneğinde değildir. Bu o kadar doğrudur ki, eğer genel seçimin bunları yapabilecek duruma gelmesi tehlikesi başgösterirse, burjuvazi, örneğin kısmi temsili kaldırarak seçimin etkisini yıkmakta kusur etmez; (sayfa 478) çoğunluk sistemi, "ortak liste usulü", Gasperi'nin İtalya'da, Adenauer'in Almanya'da örneğini verdikleri daha da utanmazca hileler, burjuvaziye göre bütün bunlar, genel oylamanın halkın iradesini ortaya koymasını önlemek için mubahtır.
      Maurice Thorez, burjuva demokratik cumhuriyetinde devlet biçimi ile içeriği arasında varolan çelişkiyi şu biçimde nitelemiştir:

      "En demokratik kapitalist devletlerde yasaların tanıdığı eşitlik ile olguların ortadan kaldırdığı eşitlik arasında, halklara demokratik özgürlükler veren anayasalarla, bu özgürlüklerin kısıntısız kullanılmasını önleyen yoksulluk arasında, biçimsel, görünürde özgürlük ile gerçekte varolan bağımlılık arasında durmadan çelişki patlak verir." [23]

      Bu, gene de, ilerde de göreceğimiz gibi hiçbir zaman, faşizme malzeme sağlayan oportünist sosyal-demokrat liderlerin ileri sürdükleri gibi, proletarya, burjuva devletinin demokratik niteliklerine kayıtsız olmalıdır demek değildir.
     

b) Proletarya ve özgürlükler.

      Kapitalizmin genel bunalım döneminde, emperyalizmin çelişkileri daha da derinleştiğinde, saldırı savaşlarının hazırlığı burjuvazi için her zamandan daha çok günün konusu olur. Emperyalist devletler arasındaki savaşın hazırlıklarına, sosyalist ülkelere karşı, işçi sınıfı iktidarının kurulduğu ülkelere karşı savaş hazırlıkları eklenir. Emperyalistler, (elbette ki, kapitalizmi en az tehlikeye atmak koşuluyla) kapitalizmi kurtarma çaresi olarak, bunalıma ve rejimin çelişkilerine çözüm yolu olarak savaşı istemezlik edemezler. Ama, emperyalizmin, savaşların nesnel nedeni olduğu doğru ise de bir saldırının başlaması aynı zamanda öznel koşullara da bağlıdır: burjuvazi, geleceğin erlerini saldırıya hazırlamalıdır, ulusun çoğunluğunu emperyalizm davasına kazanması (sayfa 479) gerekir. Bunun için de, işçi sınıfının barış uğruna savaşım veren, emperyalizme karşı duran, sosyalizm ilkesini savunan bilinçli bölümünü susturmak zorunludur. Hiçbir burjuvazi, bu çağda, gerisini güven altına almadan, kendi işçi sınıfına ve kendisine yedek kuvvet olarak hizmet eden, ezdiği sömürge halklarına boyun eğdirmeden savaşa atılamaz. Bu zorunluluğa faşizm yanıt verir.
      Faşizm, ayrıca, kapitalist çelişkiyi hızlandırarak, iktisadi bunalımın etki ve sonuçlarını orta burjuvaziye yükleyerek ve onun her türlü siyasal anlatım olanaklarını şiddetle yasaklayarak kapitalizmi kurtarmak çabasından ibaret olan bir iktisadi siyasetin araçlarım verir. Bu orta burjuvazinin yıkımı, toplumsal bir demagojiyi besler: faşizm, işçi sınıfına hitap ederken, kendisini devrimci, kapitaliste-karşı ilan eder; ama yoksullaşmış orta sınıflara hitap ederken savaş sayesinde, savaş açmakla, emperyalist yayılmayla, "yaşam alanı" ile tazminat elde etmeyi önerir, ve ulusal demagojiyi, şovenizmi sunar.
      İşte bunun içindir ki, iki demagojiyi birleştirerek kendisini nasyonal-sosyalist ilan eder. Faşizm, anti-kapitalist demagojiyi ulusal ve ırksal nefretle birleştirdiğine göre, yahudi düşmanlığı bu iki demagojinin özü olmaktan başka bir şey değildir.
      Faşizm, mali oligarşinin ortaksız egemenliğini, "onun en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğünü" temsil eder. Bunlar, diktalarını yalnız işçi sınıfına değil bütün kapitalist ekonomiye kabul ettirirler. Burjuvazi, bu devlet biçimini kabul etmekle, devletin ekonomi üzerindeki karşı-etkisi sayesinde, esas biçimi üretici güçleri tahrip etmek olan savaşın etkisi sayesinde, kapitalizmin cançekişme dönemini uzatır.[24] Faşizm, savaşa hazırlanıştır ve savaşın kendisidir. Faşizm, daha savaşa hazırlık döneminde burjuva demokrasisinin tasfiyesi demektir. Faşist devlet, burjuvazinin -kapitalizmin son evresinin artık kaçınılmaz (sayfa 480) seçme durumu içinde; sosyalizme geçmek ya da devresel emperyalist savaşları yapmaktan- savaş seçimini yapmalarını empoze etmek üzere, toplumun yükselen sınıflarının karşısına dikmek isteyeceği "aşılmaz" bir engeldir.

      "Faşizm, -diyor Maurice Thorez-, işçi sınıfına karşı kanlı terördür, işçi örgütlerinin tahrip edilmesidir, sınıf sendikalarının dağıtılmasıdır, devrimci partilerin yasaklanmasıdır, işçi ve devrimci militanların toplu halde tutuklanması-dır, işçi sınıfının en iyi unsurlarının işkenceye uğratılması, öldürülmesidir. Faşizm, hayvanlığın, zincirinden boşanmasıdır. Ortaçağ pogromlarına dönüştür, bütün kültürün yok edilmesidir, bilgisizliğin egemenliğidir, kan dökücülüktür; faşizm, lanetli, iğrenç bir savaştır."[25]

      Faşizme yönelme, burjuvazinin, yığınlar arasında çoğunluğu kaybedeceğini hissetmesinin belirtisidir; bu koşul olmadan savaşı başlatamaz. Bu yüzden, faşizme başvurma, burjuvazinin bir zayıflık belirtisidir, yığınlarda hile ile elegeçirilen bir saygınlığa dayanmak yerine, ona terörden başka bir şey kalmadığının belirtisidir. Ama faşizmin zaferi, burjuvazinin, işçi sınıfını tecrit etmeyi başardığını, siyasal manevrasını başardığını, kendi sınıf terörünü örgütlendirdiğini, savaş açabileceğini, kendi kaçınılmaz düşüşünün saatini yıllarca geciktirebileceğini anlatır.
      Burjuva demokratik devlet ile faşist devletin sınıf içeriği aynıdır, ama kapitalizmin ve sınıflararası savaşımın çelişkilerinin değişik gelişim evrelerine uygun düşerler. Bunun için faşizm, yığınların saygınlığını kazanmak için kendisini ulusal ve sosyalist devrimle örtmeye çalışır: "Proletarya sosyalizmi, eskimiş bir mittir, diyordu Mussolini, faşizm yeni bir mittir.". Burjuvazi faşizme başvuruyorsa, bu, elbette ki, burjuvazinin içinde bulunduğu zayıf durumda, faşizmin, burjuva düzeni kurtarmanın en iyi çaresi olmasındandır: demek ki, bu, faşist devletin rolünün burjuvazi için büyük bir önem kazanmış olmasındandır. Demek ki, işçi sınıfının, kendi köleleşmesini (sayfa 481) sağlayacak olan bu aracın yaratılması fırsatını burjuvaziye vermemesi gerekir. İşte bunun için işçi sınıfı, burjuva devletin biçimine kayıtsız kalamaz. Kaba bir materyalizme dayanarak sosyal-demokrat liderler, "her durum ve koşulda" hükmedilen kendisi olduğuna göre, işçi sınıfı için sınıf egemenliğinin biçiminin o kadar önemli olmadığı fikrini yaymaya çaba gösterirler. Ama işçi sınıfı, kendisi, en kısa zamanda bu egemenliği başından atmaya, ondan kurtulmaya uğraşır! Yüzeyde doğru görünen düşünüş tarzlarıyla sosyal-demokrat liderler, işçi sınıfını, diş bileyen faşizm karşısında silahsızlandırmış olurlar; burjuvazinin hesabına çalışırlar.
      Fransa'da, burjuvazinin diktatörlüğünün aldığı biçimlerin önemini küçümseme akımına kesin darbeyi indiren Maurice Thorez olmuştur. Komünist Enternasyonalin VII. Kongresindeki konuşmasında, pek sınırlı niteliğine karşın, burjuva demokrasisinin işçi sınıfı için ne kadar önemli olduğunu göstermişti.

      "Burjuva demokrasisi, iğreti, raslantıya bağlı, iktidardaki burjuvazi tarafından durmadan kısıtlanan ama gene de işçi sınıfına, çalışan yığınlara, kapitalizme karşı seferber olma, örgütlenme olanakları sunan bir özgürlükler asgarisidir."[26]

      Demokrasi uğruna savaşımın, proletaryayı , tarihsel görevinden başka yana saptırabileceğini düşünmek, temelden yanlıştır. Lenin şunu belirtiyordu ki, demokratik cumhuriyet, "... her ne kadar sermaye egemenliğini ve bunun sonucu olan yığınların ezilmesini ve sınıf savaşımını hiçbir şekilde ortadan kaldırmazsa da, kaçınılmaz olarak, bu savaşımın yayılması, hız alması, gelişmesi, keskinleşmesi sonucunu verir, öyle ki ezilen yığınların temel çıkarlarını tatmin etme olanağı bir kez ortaya çıktıktan sonra, bu olanak kaçınılmaz olarak proleter iktidarında gerçekleşir."[27]
      Burada, ayrıca, kayda değer bir diyalektik örneği de vardır: "... bir 'nicelikten niteliğe dönüş' olayı: bu dönüş o kadar (sayfa 482) tam olarak ve öyle yöntemli olarak gerçekleşmiştir ki, bunu kavramak, kafada canlandırmak olanaklıdır, burjuva nitelikte olan demokrasi, proleter demokrasisi haline geliyor."[28]
      Onun için XIII. Kongresinde kabul edilen "Fransız Komünist Partisinin Siyasal Durumu ve Görevleri Konusunda Tez"in 15. maddesinde, Lenin, o öğrettiği şu önemli noktayı bize anımsatıyor:

      "Proletarya, demokrasi uğruna bütün alanlarda bir savaşımda, tutarlı ve devrimci bir savaşım yürütmeden burjuvaziyi yenmeye hazırlanamaz."[29]

      Zamanımızda burjuvazinin kendi meşruluğunu ortadan kaldırışının aldığı kurnazca biçimlere karşı dikkatli davranılmalıdır. Ülkesinin yığınları tarafından demokratik biçimi sürdürmeye zorlanan burjuvazi, şu biçimin etkilerini başka yöne çevirmekle meşguldür. Bu, işçi sınıfını hedef olarak alan devletin faşistleştirilmesidir. Kamuoyunun hakkında verdiği hükümden kurtulmak isteyen burjuvazi, komplolar kurmaktadır. Ve seçimler sözkonusu olduğu zaman, bu sınıf, işçi sınıfını geriletmeyi amaç edinen koskoca bir mekanizma kurmaktadır. Bu mekanizmanın tarihsel şekilleri değişiktir: adayların teminat yatırmaları, iki turda oylama, çoğunluk listesi üzerinden oylama, tek ad üzerinden çoğunluk sistemi, yeniden oylama ve adaylıktan vazgeçme, ortak liste usulü, (apparentement) seçim bölgeleri üzerinde oyunlar, seçmen listelerinde yapılan hileler, sandıklara atılan sahte oy pusulaları, siyasal yöneticilerin müdahalesi, demokratik gazetelerin yasaklanması, adaylar hakkında kovuşturma açılması vb..
      1953 Ağustosunda, savaşım halinde olan emekçiler tarafından talep edilen ve milletvekillerinin üçte-birinin isteğiyle toplanması anayasa gereğince zorunlu olan millet meclisinin hemen toplantıya çağrılması işinin hangi düzenbazlık ve safsatalarla ertelendiği anılardadır.
      a) Komünist grubun istemini alır almaz, meclis başkanı, (sayfa 483) bu istemin değer taşımadığı kararını aldı ve tek tek istemde bulunulmasını istedi;
      b) 21 Ağustos, 229 istem gönderiliyor. Meclis bürosunun çoğunluğu telgrafla gönderilen istemleri geçersiz ilan ediyor (valiler, telgrafla gönderilen ve bakanlıktan gelen baskı emirlerine karşı aynı şekilde hareket etmiyorlar);
      c) 24 Ağustos, 211 yazılı istem geliyor, büronun çoğunluğu, keyfî olarak, dört imzayı dikkate almayı reddediyor, böylece istem sahiplerinin sayısını 209'un altına indiriyor;
      d) 5 Eylül, yeniden 214 istem toplanıyor: o zaman büro, mecliste görülmekte olan bazı onarım işlerinin, meclisin toplantıya çağrılmasını bir ay ileriye, yani olağan açılışın bir gün öncesine atmayı zorunlu kıldığını birdenbire keşfediyor.
      Başka örnekler de ister misiniz? Anayasanın girişi "Hiç kimsenin, kökenleri, fikirleri, inanışları nedeniyle işinde ya da memuriyetinde zarar göremeyeceğini" şart koştuğu halde, Ulusal Yönetim Okulu adaylarının, fikirlerinden dolayı ya da Cezayirli kökenden gelme oldukları için seçme sınavlarına girmeleri yasaklanıyor. İşte işçi sınıfının burjuva devlete "nüfuz edebileceğini" öne süren sosyalist yöneticilerin o kadar değer verdikleri burjuva devletin ünlü "geçirimliliği"nden yana burjuva devlete girilebilişin örneği!
      Emekçiler anayasal haklarından birini kullanarak grev yapmaktadırlar: hükümet barış zamanında, yasalara aykırı olarak, bir savaş zamanı yasası gereğince binaların zoralımını emrediyor. Ama hukuk bilimi binaların zoralımı konusunda bambaşka hükümler taşır.
      Yasalar burjuvazinin çıkarlarını mı yaralıyorlar? Burjuvazinin hükümeti, bu yasaları uygulamaktan beri durur, onları uygulamayan patronları tutar: ücretler için de, maaşlar için de, halk hizmetleri yönetmeliği, sosyal güvenlik konusundaki yasalar için de bu böyledir.
      Faşistleşme sürecinde burjuvazi bütün olanaklarını harekete geçirir: seçim hileleri düzenler, parlamento görüşmelerini süresiz olarak -sine die- erteler, bütün memurları kendi valilerinin boyunduruğu altına sokmaya çalışır, ahlak (sayfa 484) bozukluğunu ve polis şantajını örgütlendirir, anayasanın gerici bir görüşle yeniden gözden geçirilmesini ister, askerî kuvvetin serüvenci, partizanca darbe hareketlerini korur, yasa yerine geçen kararnameler sistemini başlatır.
      Ensonu işçi sınıfına ve örgütlerine karşı komploya geçer; yasal güvencelerin işçi sınıfına uygulanmadığı "ilke"sinden hareket ederek, bu örgütlerin yasal eylemlerini engellemeye çalışır; yurttaşların kişi güvenliğini ortadan kaldırır, önleyici tutuklamalara, ilgili kişilerin gıyabında aramalara, tutuklanan kimselerin evrakını çalmaya, tutuklama olayından sonra suç isnadına esas icat etmeye, sorgusuz, mahkemesiz hapsetmelere, sorgu sırasında suç isnadı esaslarını değiştirmeye başvurur. Aynı zamanda, parlamenter dokunulmazlığın kaldırılması tehdidini işçi sınıfı milletvekillerinin başı üzerinde asılı tutar, sivil kişileri askerî mahkemelerin huzuruna sürüklemeye niyetlenir, yüksek görevli devlet memurları üzerinde şantajlar yapar, bunlara karşı tecavüzde bulunanları korur. Barbusse'ün de dediği gibi "İnsan Hakları Bildirgesi çoktan burjuvazinin elinden düşmüştür."[30]
      Şu halde görülüyor ki, bu koşullarda, işçi sınıfının burjuva devlete ve onun faşist girişimlerine karşı savaşımı, burjuvazi tarafından ayaklar altına alman, ama işçi sınıfının birlik halinde olduğu takdirde saygı gösterilmesini sağlamaya yetecek güçte olduğu burjuva demokratik özgürlüklerin savunulması uğruna savaşımla bir bütün oluşturur. Örneğin, 21 Ağustos 1953'te, hizipçi sendikaların sosyal-demokrat yöneticileri işe başlama emri vererek, birkaç saat önce greve bir darbe indirmiş olmasaydılar, meclis bürosunun, parlamentonun toplantıya çağrılmasına karşı koyması olanaksız olurdu. Birlik halindeki işçi sınıfı, artık burjuva demokratik yasallıktan yararlanarak eylemini bütün alanlarda geliştirecek güçtedir.
      İşçi sınıfının, burjuva devlete karşı, burjuva demokratik özgürlükleri, elegeçirmiş olduğu ve iktisadi savaşımında büyük önemi olan sendika kurma özgürlüğünü, bağımsız ve (sayfa 485) proletaryanın tarihsel görevine uygun bir siyaset izleme yeteneğinde bir siyasal güç halinde örgütlenme özgürlüğünü savunmak için, sınıf ve ilke bakımından nedenleri vardır.

      "Bugün, kapitalizm koşulları altında yaşayan milyonlarca emekçi için sorun, burjuva egemenliğin çeşitli ülkelerde aldığı biçimlere göre tutumlarını saptamaktır. Biz, anarşist değiliz, hele şu ya da bu belli ülkede hangi siyasal rejim bulunduğunu bilmek konusunda hiç de kayıtsız değiliz: mevcut rejim en kısıtlanmış demokratik hak ve özgürlüklerle de olsa burjuva demokrasisi biçiminde bir burjuva diktatörlüğü müdür, yoksa açıkça faşist olan bir burjuva diktatörlüğü mü? Biz, Sovyet demokrasisinden yana olanlar,[31] uzun yıllar süren inatçı bir savaşım boyunca işçi sınıfı tarafından koparılıp alınan demokratik kazançları karış karış savunuyoruz, ve bu kazançların genişlemesi için azimle savaşım vereceğiz.
      "İngiltere'deki işçi sınıfı, grev hakkını, sendikaların yasal oluşunu, toplanma özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, oy verme hakkının genişletilmesini vb. elde etmek için ne fedakarlıklara razı olmak zorunda kalmıştır! Fransa'da 19. yüzyılda en ilkel hakları elde etme uğruna ve sömürenlere karşı savaşım için güçlerini örgütlemek olanaklarını elde etme uğruna verilen devrimci kavgalarda binlerce işçi yaşamını vermiştir! Bütün ülkelerin proletaryası, burjuva demokratik özgürlükleri elde etmek için pek çok kan dökmüştür ve bu özgürlükleri korumak için bütün güçleriyle savaşım vermek istemesi anlaşılır bir şeydir."[32]

      Burjuvazi, burjuva demokratik özgürlükleri, yalnız kendi kullanımı için tasarlarken, proletarya bu özgürlükleri kendi hesabına elde ederek kendi siyasal gelişmesini sağladı. Lenin şöyle yazıyordu:

      "Burjuva cumhuriyet, parlamento, genel oy - hepsi toplumun dünya ölçüsündeki gelişmesi yönünden büyük gelişme demektir. İnsanlık kapitalizme doğru ilerledi, ve yalnızca (sayfa 486) kapitalizm, kent kültürü sayesinde, ezilen proletarya sınıfının, kendi bilincine varmasını ve dünya işçi sınıfı hareketini yaratmasını, bütün dünyada milyonlarca işçinin partiler ... içinde örgütlenmelerini sağladı. Parlamentarizm olmaksızın, seçim sistemi olmaksızın, işçi sınıfının bu gelişmesi olanaksız olacaktır."[33]

      Şu halde, sosyal-demokrat liderlerin yaptıkları gibi, marksist-leninistlerin en kötü siyaseti uyguladıkları, faşizmi cumhuriyete yeğ tuttukları, bir karaçalmadır. Marksizmin, yığınlara nüfuz ederek maddi bir güç haline gelen ve nesnel koşullar gerçekleştiği zaman da toplumsal dönüşüm için zorunlu olan siyasal değişikliklerin kesin, belirleyici etmeni olan fikirlerini yığınlar içinde en iyi biçimde yaymak, siyasal eylem ereğiyle yığınları seferber etmeyi ve örgütlendirmeyi sağlayan bu fikirlerin açık propagandasıyla değil de başka nasıl olur? Proleter devrimciler için kapitalist toplumda en iyi koşullar, demek ki, partilerinin yığınlara siyasetini açıkça anlatabileceği demokratik cumhuriyet koşullarıdır. Yalnız diyalektikten, fikirlerin rolünden ve öneminden haberleri olmayan kaba materyalistler, tıpkı anarşistler gibi, burjuva devletin biçimine kayıtsız olabilirler.
      1891 sosyal-demokrat program taslağının eleştirisinde Engels'in bir gözlemini yorumlarken şöyle diyor Lenin:

      "Engels, burada, Marx'ın, bütün yapıtlarını kırmızı bir çizgi gibi işaretleyen o temel fikri, yani demokratik cumhuriyetin proletarya iktidarına götüren en kısa yol olduğu fikrini, özellikle belirgin bir duruma koyarak ele alıyor."[34]

      Daha yukarda sözünü ettiğimiz metnin son kısmında, Dimitrov, işçi sınıfının burjuva demokrasisi konusundaki tutumu tamamıyla sınıfsal nedenler tarafından saptanılır ve karşı-devrimci güçlerin burjuva demokrasisine ilişkin tutumlarıyla belirlenir, gözleminde bulunuyor.

      "Bugün emekçileri, sömürü düzenine ve en barbar baskı düzenine boyun eğdirme çabası içinde burjuva demokrasisine (sayfa 487) saldıran, faşist karşı-devrimdir.
      "Bugün, bir sürü kapitalist ülkede, emekçi yığınları, şu içinde bulunduğumuz anda, proletarya diktatörlüğü ile burjuva demokrasisi arasında değil, burjuva demokrasisi ile faşizm arasında somut olarak seçim yapmak zorundadırlar."[35]

      Maurice Thorez, marksist diyalektiğin bu konudaki öğretilerini, şu aşağıdaki terimlerle özetlemiştir:

      "Bizzat partimiz, burjuva diktatörlüğünün bütün biçimlerine karşı, bu diktatörlük burjuva demokrasisi biçimine büründüğü zaman bile savaşım verir. Ama partimiz, hiçbir zaman burjuvazinin siyasal düzeninin aldığı biçime ilgisiz kalmaz. Burjuva demokrasisinin faşizme yolaçan, geriye doğru yozlaşması sürecini somut bir biçimde ortaya koyar. Ama partimiz yığınların kendi kazanmış oldukları bütün demokratik özgürlükleri ve en başta işçi sınıfının bütün haklarını savundu, savunuyor ve savunacaktır."'[36]

      İşçi sınıfı, burjuva demokratik özgürlüklerin savunulması uğruna, faşizme karşı savaşım verirken, demokratik özgürlüklere bağlı ve büyük sermayenin diktatörlüğünün kurbanı olan orta sınıflar ve emekçi köylülerle ittifak için bir ortam yaratır. İşçi sınıfı, onların büyük burjuvaziden ayrılmasına, büyük burjuvazinin küçük-burjuvazi içindeki dayanaklarını kaybederek tecrit olunmasına yardım eder. Faşizme karşı savaşım, şu halde, proletaryanın, köylülerin ve orta sınıfların ittifakını güçlendirir, bu toplumsal güç olmadan, gerici güçlerin toplumsal ilerlemenin karşısına çektikleri barajdan kurtulmak olanaklı değildir.
      İşçi sınıfı, burjuva demokratik özgürlükleri savunma uğruna savaşım verirken, gerçekte, daha üstün tipte bir özgürlük için, insanın insan tarafından sömürüsünden kurtulmuş emekçilerin özgürlüğü için, ulusun en büyük çoğunluğunun iradesinin ifadesi olan yeni tipte bir devlet iktidarını yürütme özgürlüğü için ve bu iktidarı doğa ve toplum yasalarının toplumun yararına bilinçli bir şekilde uygulanması hizmetinde (sayfa 488) kullanma özgürlüğü için savaşım verdiğini unutmaz. Bunun içindir ki, işçi sınıfı, burjuva demokratik özgürlükleri savunma uğruna ve genişletme uğruna savaşım verir. O halde bu savaşımın, burjuvazinin "özgürlük" uğruna savaşımından farklı toplumsal bir içeriği vardır.
      İnsanlığın gerçek, fiili özgürlüğe geçmesi anlamına gelen yeni, sosyalist üretim ilişkilerinin yaratılması, ancak, en geniş anlamda demokrasinin açılıp gelişmesiyle olanaklıdır.
      İşçi sınıfının demokratik özgürlükler uğruna savaşımı siyasal sorununu, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki zorunlu uygunluk yasasının uygulanması teorik sorununa hangi bağın birleştirdiğini Stalin şöyle ifade ediyor:

      "Eskiden burjuvazi liberalizm oyununu oynayabilirdi, burjuva demokratik özgürlükleri savunur ve böylelikle halka hoş görünürdü. Şimdi artık burjuva liberalizminden iz kalmamıştır. Sözümona 'kişi özgürlükleri' yoktur artık, kişi hakları şimdi artık yalnızca sermaye sahiplerine tanınmaktadır, ve geri kalan yurttaşların hepsi, ancak sömürülmeye yarayan bir insan hammaddesi sayılmaktadır. İnsanların ve ulusların hak eşitliği ilkesi ayaklar altında çiğnenmektedir, bunun yerini, bütün hakları sömürücü azınlığa tanıyan ve sömürülen yurttaşlar çoğunluğunu haklardan yoksun bırakan ilke almıştır. Burjuva demokratik özgürlükler bayrağı geminin bordasından denize atılmıştır. Eğer siz komünist ve demokratik partiler temsilcileri, halkın çoğunluğunu çevrenizde toplamak istiyorsanız, bence, bu bayrağı başınızın üstünde yükseltmek ve ilerilere taşımak size düşmektedir. Bu bayrağı sizden başkası yükseltemez."[37]



YOKLAMA SORULARI


      1. Devletin belli bir anda görünmesi tarihsel bakımdan neden zorunludur?
      2. Devletin bilimsel tanımlaması. (sayfa 489)
      3. Neden tarihsel materyalizm, devlet sorununu kesin olarak kabul eder?
      4. Burjuva devletin sınıf içeriğini gösteriniz.
      5. Hangi sınıfsal nedenlerle, burjuva demokratik devlet biçimi ortaya çıktı?
      6. İşçi sınıfının burjuva devlete karşı burjuva demokratik özgürlükler uğruna savaşımının nedenleri. (sayfa 490)


Dipnotlar

[1] 12. ve 13. derslerde, devlet sorunu özel olarak ele alınmamıştı. Konunun incelenmesini bu derse bırakmıştık. Bununla birlikte özellikle proletarya diktatörlüğü (s. 414-423) ve devletin çöküntüye uğraması (s. 418, 422, 433) üzerine, 12 ve 13 derslerle 19 20, ve 21. derslere başvurmak yararlı olacaktır. 
[2] V. İ. Lenin, "Devlet", Marx-Engels-Marksizm, Sol Yayınları, Ankara 1990, s. 299-300. 
[3] Bu kesim, onikinci ders ile paralel olarak konmuştur. 
[4] Bkz: Onyedinci ders, I ve II. 
[5] Burada silahlar sorunundan sözediyoruz, ama şunu da dikkate almak gerekir ki, sömürgecilik baskısı, daha temel olarak, tüm polisin, ordunun, adaletin, yönetimin, eğitimin, sömürgeleştirilene karşı sömürgecinin hizmetinde olması olayıyla nitelenir. 
[6] Aktaran: Sextus Empiricus, "Sisyphe", IX, 54. 
[7] V. İ. Lenin, "Devlet", Marx-Engels-Marksizm, Ankara 1990, s. 290. 
[8] Gerçekten de, üretim ilişkileriyle üretici güçlerin niteliği arasındaki zorunlu uygunluk, insanın insan tarafından sömürülmesinin, bazı çağlarda tarihsel bir görevi yerine getirdiğini göstermektedir. 
[9] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınlan, Ankara 1992, s. 175. 
[10] Lénine, L'Etat et la révolution, s. 12. 
[11] Bu kesim, onüçüncü ders ile paralel olarak konmuştur. 
[12] Burada, işçi hareketinin gevşekliğine ve bunun yanında kapitalizmin genel gücü ile zayıflığının da reddedilmeyeceğine işaret eden Stalin'in, faşizme ait önsözünün anlamı anlaşılır. 
[13] Lénine, L'Etat et la révolution, s. 13. 
[14] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 177. 
[15] V. İ. Lenin, "Proletarya Diktatörlüğü", Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, s. 161. 
[16] Aynı yapıt, s. 161-162. 
[17] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 178. 
[18] J. Stalin, "SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları", Son Yazılar, 19S0-1953. s.101. 
[19] Maurice Thorez, 1937'de Arles'da toplanan Fransız Komünist Partisinin IX. Kongresinde sunduğu raporunda, dış politika alanındaki büroların mutlak egemenliğim gösteriyordu. Bir demokratik haftalık yayından sözederek şöyle diyordu:
      "Dışişleri bakanlığı genel sekreteri bay Leger, 1914'te Quai d'Orsay'e girdi. 1916'da Şangay'dadır. 1921'de Paris'te. Ve 1921'den 1937'ye kadar bay Alexis Leger Paris'te kaldı. 1929'da siyasal ve ticari işler müdürüydü. Bu atamadan beri bay Briand bay Briand'ın yerine geçti. Bay Laval ve bay Briand'ın, bay Tardieu bay Laval'ın, bay Herriot bay Tardieu'nun, bay Paul-Boncour bay Herriot'nun, bay Daladier bay Paul-Boncour'un, bay Barthou, bay Daladier'nin, bay Laval bay Barthou'nun, bay Flandin bay Laval'ın, ve bay Yvuon Delbos bay Flandi'nin yerine geçti. Ama bay Leger hep dışişleri bakanlığı genel sekreteridir.
      "Gerçek dışişleri bakanı kimdir? Temsilcilerinin gözlerinde Fransa'yı kim temsil ediyor? Bay Delbos mu? Hadi canım! Temsil eden, sürekli bakan, bay Alexis Leger'dir." M. Thorez (Euvres c XIV. Editions Sociales, Paris 1954, s. 269. 
[20] M. Thorez, (Euvres, c. XIV, s. 149. 
[21] Soylular sınıfının, papazlar sınıfının ve soylular ve papazlar dışında kalan halkın her birinin birer oyu vardı, ve genellikle papazlar sınıfı oyunu soylular sınıfının kullandığı yönde kullanırdı. 
[22] L'Etat et la Révolution, s. 18. 
[23] Maurice Thorez, Cahiers du bolchévisme, 1 Kasım 1936, "Déclaration à un journaliste du Temps", Euvres, kitap III, c. XIII, s. 101. 
[24] 1914'ün hemen başında, burjuvazi, emperyalist savaşı daha rahat yürütmek için, olağan parlamenter etkinliğin askıya alındığını ilan ediyordu. 
[25] M. Thorez, "Discours au VII. Congrès de l'Internationale Communiste", 3 Ağustos 1935. Euvres, kitap 2, c. IX, s. 121. 
[26] M. Thorez, Euvres, kitap 2, c. IX, s. 121. 
[27] Lénine, Euvres Choisies, c. II, s. 218. 
[28] Aynı yapıt, c.U, s. 194 ve 244. 
[29] Lénine, Euvres Complétes, c. XXII, s. 133, 134. Aktaran: Dımıtrov, Euvres Choisies, Editions Sociales, s. 138, 139. 
[30] H. Barbusse, Paroles d'un combattant, s. 24. 
[31] Ya da, proletaryanın zaferini ve halkın ezici çoğunluğunun sosyalizm yoluna geçişini öngören her tür demokrasiden yana olanlar. 
[32] Dimitrov. "Le VII. Congrès de l'Internationale communisme (13 Ağustos 1935)", Euvres Choisies, Editions Sociales, 1952, s. 136-137. 
[33] Lénine, "De l'Etat". L'Etat et la Révolution s. 123. [bkz: V. İ. Lenin, Marx-Engels-Marksizm, Ankara 1990, s. 302. -Ed.] 
[34] Lénine, L'Etat et la Révolution, s. 66. 
[35] Dimitrov, Euvres Choisies, s. 137. 
[36] M. Thorez, Euvres, kitap 2, c. VI, s. 170, 171. 
[37] J. Stalin, "Sovyetler Birliği Komünist Partisi XIX. Kongresi Kapanış Toplantısı Konuşması", Son Yazılar, 1950-1953, s. 190. 






Bölümler Eksik, Bulunduğunda asılacaktır.


YİRMİÜÇÜNCÜ DERS. - Ulus (I)          
          I. Ulus ve Toplumsal Sınıf
          II. Bilimsel Ulus Anlayışı
                 a) Ulus Nedir?
                     (a) Dil Birliği
                     (b) Toprak Birliği
                     (c) İktisadi Yaşam Birliği
                     (d) Ruhsal Şekillenme ve Kültür Birliği
                     (e) Tarihsel Olarak Oluşmuş İstikrarlı Bir Birlik
                 b) Kaçınılacak Bazı Yanlışlar
          III. Burjuvazi ve Ulus
                 a) Burjuva Ulusların Biçimlenmesi
                 b) Burjuvazi Ulusun Başında
                 c) Burjuvazinin Ulusa İhanet Etmeye Başlaması
          IV. İşçi Sınıfı ve Ulus
                 a) Proleter Enternasyonalizmi
                 b) Proleter Yurtseverliği            491
YİRMİRDÖRDÜNCÜ DERS. - Ulus (II)            522
          I. Sömürge Sorunu: Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı
          II. Sosyalist Uluslar
                 a) Ulusal Sorun ve Sosyalist Devrim
                 b) Sosyalist Ulusların Nitelikleri
          III. Ulusların Geleceği
                 Alsace ve Moselle Üzerine Not   524

Bu Blogda Ara