ELİF ÇAĞLI
MARKSİZMİN IŞIĞINDA
-II-
1918-1921: Sovyetik İşçi İktidarının Yaşam Savaşı
80
Savaş Komünizmi
Ekim Devrimini takiben devrimci proletarya, iktidarını gerek dıştan emperyalizmin, gerekse içten burjuvazi-toprak ağalarının saldırılarına karşı korumak amacıyla çetin bir savaş dönemi yaşadı. Sovyetlerde örgütlü işçi ve yoksul köylü yığınları, devrimin silahlı gücü olan Kızıl Ordu saflarında, 1918-1921 yılları arasında iç savaşla sürdürülen keskin politik mücadeleye aktif katıldılar.14 Mart 1918’de Troçki Savaş Komiserliğine getirildi ve Yüksek Savaş Konseyi Başkanı oldu.[12] İlk dönemde Kızıl Muhafızlar gönüllülerden oluşturuldu. 1918 Nisanına dek yüz bin kişi gönüllü olarak Kızıl Ordu saflarına katıldı. Fakat bir süre sonra, iç savaşın şiddetlenmesi nedeniyle Kızıl Ordunun mevcudunu arttırmak zorunlu hale geldi. Böylece zorunlu askerliğe geri dönüldü ve ordunun mevcudu 1919 yılının genel seferberliği sırasında beş milyona kadar çıkartıldı. Ancak, köylü kökenli askerlerin büyük sayılar halinde askerden kaçmalarına karşı getirilen sert cezalar, zorunlu disiplin önlemleri, eski Çarlık subaylarının uzman olarak Kızıl Orduya alınması vb. derken, ne yazık ki, devrimi takiben “ordunun demokratikleştirilmesi” bağlamında hedeflenen dönüşümler arzulandığı şekilde yaşama geçirilemedi.[13] Fakat, o dönemdeki gelişmeleri aktaran askeri tarihçilerin de işaret ettiği gibi, ağırlıklı olarak komünist işçilerden oluşan birlikler, devrimi savunmak amacıyla ölümüne savaştılar ve moral açıdan örnek oluşturdular. Tarihi kaynaklar, iç savaşta ölen komünistlerin sayısının iki yüz bin civarında olduğunu belirtmektedir.
İç savaş süresince Sovyet devleti, savaş komünizmi olarak adlandırılan ekonomik önlemlere başvurdu. İç savaş döneminin yarattığı açlık, kıtlık, üretim ve dağıtımdaki karmaşa ve sabotajlar yüzünden, Kızıl Ordunun ve sanayi kentlerinin tüketim ihtiyaçlarını karşılayabilmek en temel problemdi. Bu nedenle ekonominin düzenlenmesi bu dönem boyunca, üretici güçleri arttırmaya yönelik bir planlamaya değil, zorunlu tüketim ihtiyacının, ürünlere devlet tarafından el konulmasıyla karşılanmasına dayandı. Troçki’nin deyişiyle, savaş komünizmi, özünde kuşatma altındaki bir kalede tüketimin sistematik olarak düzenlenmesiydi.[14] Bu dönem boyunca ücretler ayni olarak ödendi; yiyecek karneye bağlandı ve silahlı işçi birlikleri şehirlere gerekli besin maddelerini, tarım ürününe zorla el koyarak sağlamaya çalıştılar.
İçinde bulunulan koşullar, sanayi kesiminde daha önce düşünülmeyen ölçekte devletleştirmeleri gündeme getirdi. 1920 Kasım kararnamesi, makine kullanan ve beş kişiden fazla işçi istihdam eden fabrikalarla, bütünüyle kol gücüne dayansa bile on kişiden fazla işçi çalıştıran tüm imalathanelerin devletleştirme kapsamına alınmasını öngörmekteydi. Böylece, ekonomik verimlilik hesaplarına ve bir plana dayanarak değil de, savaş komünizmi döneminin dayatmalarına bağlı olarak devletleştirilen, fakat kontrol edilemediği için üretimde tam bir çöküntünün yaşandığı pek çok işletme vardı.
Kırsal kesimde “savaş komünizmi” uygulamalarının başlatılması, köylüler arasında örgütlü Sol Sosyal Devrimcilerin sert muhalefetine yol açtı. Örneğin, Temmuz 1918’de Beşinci Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi oturumunda tarım sorunu tartışılırken, Sol Sosyal Devrimcilerin lideri Spiridonova, kendisinin artık Bolşevik Partisinin bir düşmanı olduğunu ilân ediyordu. Ancak iç savaşın hızla yayılışı, kentlerin ve ordunun tahıl ihtiyacının karşılanmasını gerçekten de bir tercih sorunu olmaktan çıkartıp, bir ölüm kalım sorunu haline getirmişti. Bu nedenle, gerek kentlerin işçi müfrezeleri gerekse de Bolşeviklerin kırsal kesimde örgütlediği yoksul köylü komiteleri aracılığıyla, köylülerin ürettiği mallara el koyulmaya başlandı. Oysa hatırlanacak olursa, Lenin’in Ekim Devrimi döneminde savunduğu hedef, “küçük köylüye yardım edilmesi, orta köylüye zarar verilmemesi ve zengin köylünün önünün kesilmesi” şeklindeydi. Dolayısıyla kırsal 81
kesimdeki “savaş komünizmi” siyaseti, Lenin’in arzuladığı ya da programatik olarak hedeflediği bir şey değil, zorunlulukların bir sonucuydu.
Öte yandan, iç savaş döneminde dış ticaret neredeyse sıfırlandı, Sovyet Rusya ekonomik bakımdan içe kapandı. Ve bu koşullar Sovyet mali sistemini de çöküntüye sürükledi. İç savaşın finansmanı muazzam bir kaynak sorunu yaratmış ve çaresizlik sonucu banknot basımı plansız bir şekilde arttırılmıştı. Sonuçta rublenin satın alma gücü alabildiğine düştü ve serbest piyasada fiyatlar, rublenin değerindeki düşüşe koşut olarak yükselirken, resmi piyasada aynı düzeyde yükselmediği için artık hiçbir şey ifade etmez oldu. İşte, savaş komünizmi döneminde bir süre paranın bir kenara atılması ve değişimde ayni ödeme sisteminin getirilmesi gibi uygulamalar, bilinçli ve olması gereken bir planlamanın değil, tam tersine çaresizliğe ayak uydurma çabasının bir sonucuydu. Ama ne yazık ki, bu türden bir açmazı, olması gereken bir uygulama şeklinde yansıtan Bolşevikler de oldu.
Parti programı, ancak ileriye yönelik olarak paranın rolüne ihtiyaç duyulmayacağı bir dönemden söz etmekteydi. Fakat bazı Sovyet yetkilileri, iç savaş nedeniyle rublenin çöküşünü, parasız bir ekonomiye geçişin işareti biçiminde yorumlayabildiler. Örneğin Buharin, “savaş komünizmi” uygulamalarını komünizm doğrultusunda atılması gereken bir adım olarak değerlendirenler arasında başta geliyordu. O, para olarak ödenen ücret yerine karnelerle ayni ödeme yapılmak zorunda kalınmasını, ücretli emeğin ortadan kaldırılması olarak ele almaktaydı.
Oysa savaş komünizmi yılları, bir bakıma açlığın kol gezdiği ve zorunlulukların dayatmaları dışında daha iyi seçenekleri seçmek gibi bir lüksün olmadığı koşullarda, Sovyet iktidarını ayakta tutabilme çırpınışının bir ifadesidir. Kuşkusuz ki böyle bir durum, Lenin de dahil pek çok Bolşeviği, daha önceki yıllarda dile getirmiş oldukları doğru değerlendirmelerden tamamen farklı noktalara savurabilmiştir. O ağır iç savaş yılları boyunca, açlığa bir çare bulabilme çabası içinde Lenin’in, Troçki’nin, örneğin iş disiplininin ve emek üretkenliğinin arttırılmasına yönelik önerileri bu türden bir içeriğe sahiptir.
Aslında daha iç savaşın patlak vermesinden önce, 1918 Nisanında üretimi arttırmak amacıyla gündeme getirilen, tartışılan ve kararlaştırılan bazı önlemler olmuştur. Örnekse, daha yüksek ücretler vererek burjuva uzmanlardan yararlanılması; daha önce eleştirilen Taylorizm[15] sisteminin bazı yönlerinin uygulamaya konulmak istenmesi; parça başı ücret uygulamasının geri getirilmesi gibi. Buna benzer düzenlemelerin, sendikalarla bir uzlaşmaya varılıp daha tedrici bir biçimde uygulanması düşünülürken patlak veren iç savaş planları altüst etti; bunlar düşünüldüğü şekilde dengelenerek uygulanamadı ve tempo hızlandırıldı. Daha sonra, koşulların daha da kötüleşmesiyle birlikte iş yaşamına ilişkin yeni öneriler gündeme getirildi. 1920 yılında ele alınan tek kişi yönetimi, emeğin askerileştirilmesi konuları bu bağlamda tipik birer örnekti. Ve çalışma koşullarının yeniden düzenlenmesine yönelik bu tür teklifleri tartışmaya açan kişiler Lenin’di, Troçki’ydi. Örneğin Lenin, bu sorunlar temelinde partide oluşan muhalefetin eleştirilerine karşılık şu zorunluluklara dikkat çekiyordu:
Ekonomik kalkınmanın ikinci koşulu, emekçilerin disiplininin, çalışma gücünün, becerisinin, çalışma yoğunluğunun arttırılması ve çalışmanın daha iyi örgütlenmesidir.
Rus proletaryasının en sınıf bilinçli öncüsü, çalışma disiplininin arttırılması görevini önüne koymuş bulunmaktadır. … Bu çalışmayı desteklemeli ve var gücümüzle ilerletmeliyiz. Parça başı ücreti, Taylor sisteminde mevcut olan birçok bilimsel ve ileri yanın uygulanmasını, kazancı üretim veriminin genel sonuçlarına ya da 82
demiryollarından, deniz taşımacılığından yararlanmanın sonuçlarına göre ayarlamayı vs. gündeme sokmak, fiilen uygulamak ve sınamak gerekir.[16]
Fakat öneriyi getiren her kim olursa olsun, bu türden uygulamaların işçilerin hoşnutsuzluğunu arttırması, sendikaların muhalefetini doğurması kaçınılmazdı. Bu temelde gerek Bolşevik Partisi içinde, gerekse sovyetlerde ve sendikalarda farklı eğilimler, muhalif görüşler, gruplar oluştu. Böyle bir dönemi değerlendirirken büyük bir hataya düşmemek için bizce göz ardı edilmemesi gereken husus şudur: Lenin ya da Troçki gibi liderlerin, bizzat kendilerinin savunmuş oldukları hedeflerle ters düşmek pahasına gündeme getirmiş oldukları pratik önlemler, onları istemleri dışında böylesi çelişkilere sürükleyen somut koşulların basıncından bağımsız olarak irdelenemez. Ama öte yandan, eğer ki yaşanan olaylar bir şeylerin yanlışlığını daha sonra ortaya koymuşsa bunları görmezden gelmeye çalışmak da devrimci bir tutum olmayacaktır. Kaldı ki, devrimci liderlerin örnek alınacak yönleri, hiç hata yapmamaları değil, hatalarını gördüklerinde gerçeği itiraf edebilmeleri ve kitleleri yalanlarla kandırmamayı ilke edinmeleridir. Sosyalizm hedefinin ruhuyla uyuşmayan ters bir uygulama söz konusu olduğunda açıkça söylenmelidir. Lenin’in verdiği örnekte olduğu gibi:
Son derece yüksek ücretler vererek burjuva uzmanların yardımından yararlanılmasıyla Paris Komünü’nün ilkelerinden geri dönüldüğü gerçeğinin halktan gizlenmesi, burjuva siyasetçilerin düzeyine inmek ve halkı aldatmak olurdu.[17]
1919 Nisanında, iç savaşın alabildiğine şiddetlenmesi nedeniyle genel seferberlik ilân edildi. Sendikalar üyelerinin neredeyse %50’sini cepheye gönderdiler. Sanayinin içine düştüğü çöküntü zorunlu çalışmayı gündeme getirmişti. 1920 yılının başlarında Kolçak ve Denikin yenilgiye uğratıldı ve bu kez, işçilerden oluşan askeri birliklerin, felâkete uğramış sanayi işletmelerine sevk edilmesi düşünülmeye başlandı. Yani, daha önce Kızıl Orduya seferber edilmiş işçi birliklerinden bu kez emek orduları oluşturulması tartışılıyordu. Ocak 1920’de toplanan Üçüncü Tüm Rusya Milli Ekonomi Konseyleri Kongresindeki konuşmasında Troçki, çalışma disiplinin önemi üzerinde durdu. Urallar’daki üçüncü orduyu, devrimci bir emek ordusuna dönüştüren kararname yayınlandı ve Troçki, ilk “emek ordusu”nun böylece “Kızıl Ordunun girişimiyle” kurulduğunu açıkladı. İşte, Mart 1920’de toplanan 9. Parti Kongresinde ele alınan sorunlardan biri de buydu. Troçki’ye göre, sanayileşmenin sorunlarının çözümü için iç savaşın kazanılmasını mümkün kılan faktör, yani disiplinli, coşkulu, fedakâr emek ordularının örgütlenmesi gereği unutulmamalıydı. Şöyle diyordu Troçki:
İşçi sendikalarını sendikalar olarak askerileştirmeden ve her işçinin kendini bir emek neferi gibi hissedeceği, kendi emeğini özgürce tasarruf edemeyeceği bir rejim kurulmadan, herhangi bir askerileştirme düşünülemez; işçinin başka yere gönderilmesi emredildiği takdirde bu emre uyması gerekecektir, uymadığı takdirde kaçak işlemi görecek ve cezalandırılacaktır. Kim ilgilenecektir onunla? Sendika. Yeni rejimi yaratan odur. İşçi sınıfının askerileştirilmesi budur işte.[18]
Kongre bununla ilgili tasarıyı onayladı. Gerçekte bu durum, yaşanan ekonomik çöküntünün devrimin liderlerine çıkarttığı kötü bir faturaydı. Fakat 1920 yılının sonuna doğru Wrangel’in orduları da yenilgiye uğratılıp iç savaş sona erdirildiğinde, işçilerin düşünceleri değişikliğe uğramaya başladı. İç savaş yıllarında bir dereceye kadar haklılık kazanan uygulamalar, savaşın sona ermesiyle birlikte artık farklı algılanıyordu. Bu nedenle “emeğin askerileştirilmesi” tartışması sendikaların tepkisini çekti. Ve bizce Troçki’nin artık bu dönemde sendikalara bu tarz bir yaklaşımı doğru değildi. Fakat önemli bir noktayı da atlamamak gerekir; iç savaşın bir sonucu olarak çöken sanayinin ayağa kaldırılması bağlamında gündeme getirilmiş olan bu öneri çerçevesinde öne çıkan 83
isim Troçki olsa da, aynı öneri daha ihtiyatlı bir biçim altında Lenin tarafından da desteklenmişti. Örneğin, aşağıdaki satırlarda olduğu gibi:
Elimizdeki aygıttan mümkün olduğunca süratle yararlanabilmek için bir emek ordusu yaratmalıyız. … Bu sloganı ileri sürmekle, işçilerin ve köylülerin bütün dinamik gücünü sonuna kadar zorlamak, bu konuda bize her türden yardımda bulunmalarını talep etmek zorunda olduğumuzu ilân etmiş oluyoruz. Ve böylece, bir emek ordusu yaratıp, işçilerin ve köylülerin bütün gücünü kullanarak, başta gelen görevimizi yerine getireceğiz.[19]
Kısacası, ortada ekonomik çöküntünün basıncıyla oluşmuş bir hata varsa, dereceleri farklı olsa bile Troçki de, Lenin de bir dönem bunu paylaşmışlardır. Bu sorun etrafında yürüyen tartışmaların büyümesi üzerine sorun Merkez Komitesine getirilmiş; Lenin “sendikalar üzerinde aşağılık bir vesayete dönüşecek olan merkeziyetçilik ve işgücünün askerileştirilmiş şekilleri” ile “işgücünün askerileştirilmesinin sağlıklı şekilleri” gibi bir ayrım yaparak ikinci formülasyonu savunmuştur. Bu ve benzeri sorunlar çerçevesinde gelişen tartışmalar, 1921 Martındaki Parti Kongresinde savaş komünizmi çizgisinin tamamen terk edilmesine dek devam etmiş ve parti literatüründe önemli bir yer tutmuştur.
Bu dönemin genel bir değerlendirmesini yapacak olursak şunu söylemek gerekir ki, o günün koşulları çerçevesinde “savaş komünizmi” uygulamasının, sosyalizme geçiş yönünde ekonominin planlanmasının hareket noktasını oluşturabileceği de düşünülmüştü. Fakat iç savaşın sona ermesiyle birlikte buna benzer düzenlemeleri sürdürmenin artık yanlış olacağı belirginleşmeye başlayınca yaklaşımlar da değişmeye başladı. Örneğin Lenin, 1921 Nisanında NEP’e geçiş zorunluluğunu gündeme getirirken, geçmişin muhasebesini şu sözlerle yapacaktı: “«Savaş komünizmi»ni savaş ve yıkım dayattı. O proletaryanın ekonomik görevlerine uygun bir politika değildi ve olamazdı da. O geçici bir önlemdi.”[20] Nitekim, ürünlerin bölüşümünün ticari yöntemlerle değil de devlet eliyle yapılması, köylülerin direnciyle karşılaşmış ve tarımda muazzam üretim düşüşüne neden olmuş, kentlerde açlık başlamıştı. Diğer yandan, iç savaşın işçi devletine çıkarmış olduğu fatura da onu tehdit eden bir sonuca işaret etmekteydi.
Troçki, üretici güçlerin gelişmesinin komünizmin kesinlikle zorunlu pratik temeli olduğu ve yokluğun genelleşmesi halinde eski pisliğe geri dönüleceği yolunda Marx’ın o ünlü satırlarını hatırlatarak, Marx’ın bu düşüncesini geliştirmeye gerek duymadığını, çünkü geri bir ülkede proleter devrimin gerçekleşeceğini hiçbir zaman tahmin etmediğini belirtir. Fakat Marx’ın bu açılımı Sovyet rejiminin somut sıkıntılarına ve hastalıklarına vazgeçilmez bir anahtar sunmaktadır. O nedenle Troçki şöyle devam eder:
Emperyalist ve iç savaş yıkıntılarıyla körüklenen yoksulluğun tarihsel temeli üzerinde, “bireysel varoluş kavgası”, burjuvazinin devrilmesinden hemen sonraki gün ortadan kalkmamak bir yana, bu olayı izleyen yıllarda da azalmamış, fakat tam tersine zaman zaman duyulmadık canavarlıklara bürünmüştür. Ülkenin belli kesimlerinde iki kez yamyamlık noktasına varıldığını hatırlatmamıza bilmem gerek var mıdır?[21]
84
Bürokratikleşme
İç savaş süresince sendikalı işçilerin yarıdan çoğu Kızıl Orduya katılmış, 1913 yılında üç buçuk milyon olarak tahmin edilen sanayi işçisi sayısı yaklaşık bir milyona inmişti. Kent nüfusu iç savaştaki kayıpların yanı sıra, açlıktan köylere göçün başlaması nedeniyle de çok büyük ölçüde azalmıştı. Tüm kentlerdeki nüfus %35 civarında düşerken, proleter devrimin kalbi, Bolşevik örgütlenmesinin ana yatağı Moskova ve Petrograd kentlerinin nüfusu çok daha fazlasıyla azalmıştı. Örneğin, 1917’de iki buçuk milyon civarında olan Petrograd’ın nüfusu, iç savaş sonunda beş yüz bin civarına düşmüş bulunuyordu.
Proleter sosyalist devrimin başını çeken deneyimli sanayi proletaryası, bir yandan iç savaşta uğradığı kayıplar, diğer yandan kentlerdeki açlık nedeniyle köylere göç etme sonucunda zayıflamıştı. Kentlerde yaşamını sürdüren işçilerin pek çoğu da, karaborsadan, ticaretten kazanç elde etmeye yöneliş vb. gibi nedenlerle, erimekte, dağılmakta ve atomize olmaktaydı. Bu durumda fabrikaları, köyden yeni gelen, denetimsiz yarı işçi-yarı köylü unsurlar doldurmaktaydı. Bu yeni işçiler, büyük sanayi merkezlerinde 1903’lerden 1917’lere uzanan devrimci mücadele döneminin ateşinde pişmemiş, devrimci sınıf bilinci edinmemiş kafalarıyla ve guruldayan boş mideleriyle, Rus despotizminin ataerkil mirasının ürünü bürokratik otoriteye itaatkârlıklarıyla, bürokratik liderlerin yükselişine elverişli bir zemini oluşturmaktaydılar.
Diğer yandan sanayi ve tarım üretimindeki muazzam düşüş ve açlık koşulları, yaşayabilmek için bireysel varoluş kavgasını körüklemekteydi. Bu durumda kaosun önlenebilmesi, ekonomi ve siyasette aşırı bir merkezileşmeyi zorlarken, üretimi arttırıcı önlemlerin alınmasını en acil sorun olarak gündeme getirmekteydi. Bu koşulların bir sonucu olarak, sovyet iktidarının can damarları olan yerel sovyetler işlevlerini yitirmeye başladılar. Öte yandan, iç savaşın sonuna doğru Bolşeviklerin kazanacağının belli olmasıyla birlikte, iktidardaki partinin yaratacağı avantajlardan yararlanma güdüsüyle, kızıl gömlekleri kuşanan çıkarcılar, partinin ve sovyetlerin yönetim kademelerine doluşuyorlardı. Tüm bu faktörlere bağlı olarak, Bolşevik Partisinin üye yapısı kökten bir değişime uğramaktaydı. Olumsuzluklarla yüklü bu tablo göz önünde bulundurulmaksızın, 1917 Ekim Devrimiyle doğan devrimci iktidarı korumak üzere yürütülen iç savaşın gerçek sonucu da doğru değerlendirilemez.
Sovyet iktidarı iç savaştan yıkılmadan çıkmış gibi görünür. Avrupa’da beklenen proleter devrimin imdada yetişmemesi nedeniyle yalnız kalan Sovyet kalesinin, emperyalist kuşatmaya ve içteki burjuva-toprak ağası saldırılarına karşı korunması başarılmıştır. Fakat bu ne pahasına bir zaferdir? İç savaşın yarattığı yıkım ortamında, koskoca dünyanın ortasında bir başına kalakalmış Sovyet kalesini ayakta tutabilmek için başvurulacak önlemler, devrimci toplumsal dönüşümlerin ruhuyla ne derece uygunluk içinde olabilecektir?
İç savaşın sonunda atomize olmuş bir işçi sınıfı, işgalci orduları topraklarından kovalar kovalamaz kendi küçük topraklarının mülkiyet derdine düşen yoksul köylüler ve açlığın yarattığı kaosla baş başa bulunan Bolşevik Partisi. Gerçeklik budur ve parti devrimi ilerletecek sosyal temellerinden yoksun kalmış, çaresizlik içindeki bir öncü güç durumundadır. Böyle bir ortamda devrimi korumak için çırpınan öncü –liderlerin iradelerinden ve niyetlerinden bağımsız olarak– istese de istemese de, kendini devrimci sınıfın vasisi konumunda buluvermiştir. Devrimci proleter kitlelerin savaş ve açlık koşulları altında kırıldığı, yorulduğu, dağıldığı bir ortamda, hiç değilse dünya devrimi yardıma yetişene dek Ekim Devrimini korumayı başarmak sorumluluğuyla harekete 85
geçen Lenin, Troçki gibi devrimci önderler ve Bolşevik devrimciler, bir anlamda proleter sınıfın öncü kesiminin yerine kendilerini ikame etmiş gibidirler. Onların zorunluluklar nedeniyle başvuracakları önlemler, her ne kadar içinde bulunulan koşullarda onları suçlamayı mümkünsüz kılıyorsa da, bu durum sosyalist devrimin ilerlemesine uygun bir tarihsel örneği de asla oluşturmamaktadır.
Yüz yüze bulunulan son derece elverişsiz koşullarda, en başta kitleleri içine düştükleri dayanılmaz açlık ve sefaletten kurtarmaya çabalayan Lenin, Troçki ve diğer Bolşevik savaşçıların çabası, kendi iradeleriyle değiştirmeye muktedir olmadıkları nesnellikler nedeniyle, tarihsel açıdan çelişkilerle yüklüdür. İşte bu nedenle, Lenin önderliğindeki Bolşevik devrimciler, bir yandan üretimi arttırıcı önlemlere başvururlarken (sanayide tek kişi yönetimi, fabrika komitelerinin azalan rolü, burjuva uzmanların, teknik elemanların yüksek ücretlerle geri çağrılması, Taylorizm gibi üretimi arttırıcı kapitalist üretim tekniklerinin kullanılması), diğer yandan büyüyen bürokratlaşma belâsını endişe içinde izlemektedirler.
Bu durumda, Rus proletaryasının iç savaşta kazandığı zafer, yeni efendilerin (Sovyet bürokrasisi) yükselişinin önlenememesi ile karşılaştırıldığında, bir Pirus zaferi niteliğine bürünmektedir. Böylesi durumlar, tarihsel deneyimin değerlendirilmesinde son derece uyanık olmayı gerektirmektedir. Devrimci önderlerin hatalarının nesnel nedenlerini anlamaya çalışmak yerine, aşılması o anki verili tarihsel koşullarda neredeyse olanaksız olan zorlukların faturasını tümüyle onlara çıkarmaya çalışmak, küçük-burjuva nihilist bir yaklaşım olur. Nitekim, Sovyet deneyimini değerlendirirken anarşistlerin takındığı tutum, bu türden bir nihilizmi yansıtmaktadır.
Zorunluluklar nedeniyle başvurulan yöntemler ve Bolşeviklerin bazı pratik önlemlerde kaçınamadıkları hatalı tutumları, anarşistler tarafından, Leninist düşüncenin doğasında var olan bürokratizm eğilimi olarak sunulmaktadır. Anarşist düşünce, Leninizm ile Stalinizm arasında hiçbir ayrım gözetmemekte, ikincisini birincisinin doğal uzantısı kabul etmektedir. Bu nedenle de anarşist yazarlar, 1917-1921 arasını bizzat Lenin’in önderliğinde bürokratik karşı-devrimin yürütüldüğü yıllar olarak değerlendirmektedirler. Ama bu düpedüz bir sahtekârlıktır. Marksizmin sadık bir takipçisi olan Lenin’in, proleter demokrasisine olan bağlılığını ve bürokratizme olan düşmanlığını, devrimin kuşatma altında bulunduğu o zorlu yıllarda bizzat Lenin’in pratikteki mücadelesi kanıtlamaktadır.
1917 Ekim Devrimiyle yaşama gözlerini açmış bulunan işçi devleti, Avrupa devriminin imdada yetişmemesi halinde doğabilecek tehlikelere değinmiş olan devrimci önderlerin sözlerini doğrular biçimde büyük bir tehdit altındadır. Lenin’in konuşmalarında ve yazılarında dile getirmekte olduğu bürokratikleşme olgusu, içinde bulunulan ekonomik ve kültürel gerilik koşullarında, ölümcül bir hastalık gibi tüm bünyeyi sarmaktadır. Devrimin ilk döneminin olağanüstü zorluklarıyla boğuşulduğu günlerde, siyasal iktidarı elde tutmak amacıyla yapılmış olan “başarı” vurguları bir yana bırakılacak olursa, Sovyet Devleti’nin zayıflığının daha devrimden bir iki yıl sonra bizzat Lenin tarafından dile getirilmekte olduğu görülecektir. Lenin’in bürokratizme karşı uyarıları, bürokratik bir egemenliğin yükselmesine elverişli koşulların oluşmakta bulunduğuna işaret etmektedir.
Sovyetlerin başına musallat olan bürokratlaşma belâsı, Lenin’in ölümüyle birlikte parti ve devlet örgütlenmesinde iplerin Stalin’in eline geçmesiyle birden bire zuhur etmedi. Tersine, Stalin tipi liderlerin yükselmesine zemin hazırlayan bürokratlaşma olgusu, Rus Devriminin tek ülkede tecrit olması, yalnız kalması nedeniyle çok daha önceden boy vermeye başlamıştı bile. 1919 Martında Petrograd Sovyetinde yaptığı konuşmada, Lenin, kitlelere bir gerçeği itiraf ediyordu:
86
… Eski bürokratları kovduk, fakat geri geldiler. … Yakalarında kırmızı kurdelalar taşıyorlar ve sıcak köşelere yerleşiyorlar. Ne yapabiliriz? Bu pisliğe karşı tekrar tekrar mücadele etmeliyiz, şayet bu pislik geri gelirse onu tekrar tekrar temizlemeliyiz.[22]
Yine aynı yıl toplanan 8. Parti Kongresinde ise, partiye şu sözlerle seslenmekteydi Lenin:
Çarlık bürokratları sovyet kurumlarına katılmaya ve kendi bürokratik yöntemlerini uygulamaya başladılar. Komünistlerin renklerine bürünmeye, daha üst mevkilere gelmeye, Rus Komünist Partisi üyelik kartı edinmeye başladılar. Kapıdan kovulan bu unsurlar, böylece pencereden girdiler. … Burada kendini en çok hissettiren sorun kültürlü güçlerin yokluğudur.[23]
Lenin’in vurguyu yaptığı kültürel gelişmişlik düzeyi, yeni tipte “bürokrasisiz devlet”i inşa edebilmek için çabalayacak olan proleter devrimin üzerinden atlayıp kurtulamayacağı temel problemdir. Bu nedenle devrimin geri ülkelerde tecrit olması durumunda, devrimci güçlerin tüm çabalarına karşı, eski yeniye boyun eğdirebilir; onu yolundan saptırabilir. Peki, parti bu durumda ne yapmalıdır ya da ne yapabilir? Böyle bir durumda, partinin evrimin tek etkeni olamayacağını düşünmekle işe başlamak doğru olacaktır. Yeri gelmişken, birkaç yıl ileriye atlayarak Lenin’in 1922 yılında 11. Parti Kongresinde yaptığı ve partiye son seslenişi olan konuşmasına bakalım. Lenin, liberal bir profesör olan Ustrialov’un, Sovyetlerin burjuvalaşması nedeniyle desteklenmesi gerektiği yolundaki sözleri üzerine, düşmanın bu pervasız sözlerini “komünistlerin kaypak yağcılığına” tercih ettiğini belirterek durumu şöyle değerlendirir:
Ustrialov’un sözünü ettiği şeyler olanaklıdır, bunu açıkça ifade etmek gerekir. Tarih çok çeşitli türlerden metamorfozlar bilir; inanç bağlılığına, özveriye ve daha başka mükemmel manevi niteliklere güvenmek politikada hiçbir şekilde ciddiye alınamayacak bir şeydir. Mükemmel manevi nitelikler az sayıda insanda vardır, buna karşılık tarihsel sonuç, işlerine gelmediğinde bazen bu az sayıda insana pek kibar davranmayan dev kitleler tarafından belirlenir.
Konuşmasını şöyle sürdürür Lenin:
Bir halkın bir başka halkı fethettiği durumda, fetheden halk fatih, fethedilen halk ise yenilen halktır. Bu çok basittir ve herkes tarafından anlaşılabilir. Peki bu halkların kültürlerine ne oluyor? Burada iş o kadar basit değildir. Eğer fetheden halk yenilen halktan daha gelişmiş bir kültüre sahipse, bu halka kendi kültürünü dayatır, fakat tersi bir durum söz konusuysa, yenilen halkın fetheden halka kendi kültürünü dayatması söz konusudur. RSFSC’nin başkentinde de benzer bir durum ortaya çıkmadı mı ve burada 4700 komünist (neredeyse bir tümen, hepsi de en iyileri) yabancı bir kültür tarafından boyunduruk altına alınmadı mı?[24]
Farklı kültür düzeyindeki uluslar arasındaki savaşlarda olduğu kadar, eski ile yeni güçler arasındaki mücadelede de geçerli olan “üstünlük” kuralı, 1917 Ekim Devrimi sonrasında da hükmünü icra etti. Lenin’in, “4700 komünistin yabancı bir kültüre boyun eğmesi” benzetmesiyle anlatmak istediği durum buydu. Ekonomik zorluklar nedeniyle yeniden göreve çağrılan eski burjuva uzmanların ve Çarlık bürokratlarının doğuracağı bürokratlaşma tehlikesinin önüne, onların başına Bolşevik komiserlerin dikilmesiyle geçilebileceği düşünülmüştü. Ne var ki sonuç, umulanın tam tersi oldu. Bolşevik komiserler, burjuva uzmanları ve Çarlık bürokratlarını yeni rejimin ideallerine uyduracak yerde, bu uzman ve bürokratlar, onları kendilerine uydurmuşlardı. O döneme ilişkin yazından da anlaşılacağı gibi, Ekim Devriminin galibi komünistler, eski devletin memur ordusunun büyük direnci ile boğuşmak zorunda kalmışlardı. Ve bu memurların, 87
uzmanların vb. direncinin kırıldığı sanıldığı bir noktada, gerçekte eskinin nasıl yeninin içine uzandığı, onu etkisi altına aldığı da bilinmektedir. Sovyet Hükümetinin yüz binlerce büro memuru çalıştırdığını ve bunların Sovyet Hükümetine hiçbir inançlarının olmadığını söyleyen Lenin’dir. (Rakamlar, 1920 yılında Sovyetler Birliği’nde 5 milyon 880 bin devlet memuruna karşı, yaklaşık 2 milyon sanayi işçisi olduğunu söylüyor.)
Kısacası Ekim Devriminde elde ettiği başarıya rağmen, Sovyet işçi sınıfı, çözümü uzun yılları gerektiren nesnel zorluklarla baş edebilmek için ileri ülkeler proletaryasının fiili desteğine muhtaçtı. Ve öte yandan Sovyet işçisi, kendini bürokratlaşan devletine karşı da korumak durumuyla yüz yüze bulunuyordu. 1920 Aralığında Lenin tarafından ifade edildiği gibi:
Parti programımız … devletimizin bürokratik çarpılmaya uğramış bir işçi devleti olduğunu gösteriyor. … Şu an öyle bir devletimiz var ki, bir yandan kitlesel olarak örgütlenmiş proletaryanın kendisini ondan koruması gerekiyor, öte yandan, bizler, kendi payımıza, bu işçi örgütlerini, işçileri kendi devletlerinden korumak ve onların devletimizi korumasını sağlamak için kullanmak zorundayız.[25]
Bu ifadenin işaret ettiği gerçeklik ne olabilir? Eğer ki Sovyet devleti, bizzat egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryaya denk düşmüş olsaydı, “işçi örgütlerini, işçileri kendi devletlerinden korumak” amacıyla kullanmaya gerek duyulur muydu? Kuşkusuz hayır. Lenin “bürokratik çarpılma” vurgusuyla bir gerçekliğe parmak basmakta, Sovyet devletinin artık bir işçi devletinin taşıması gereken niteliği yitirmekte olduğuna dikkat çekmektedir. Lenin’in, işçilerin sendikaları aracılığıyla kendilerini Sovyet devletine karşı korumaları gerektiği düşüncesine sıkı sıkıya sarılmasının nedeni var olan bu gerçekliktir. 88
1921-1924: Devletin ve Partinin Bürokratik Yozlaşması
89
Kronştad Ayaklanması
İç savaş gündeme devasa sorunları getirerek sona erdi. Bu duruma bağlı olarak Bolşevik Partisi içinde yaşanan huzursuzluk, devrimden beri ortaya çıkan en büyük muhalefet grubu olan “İşçi Muhalefeti” grubunun oluşumuyla sonuçlandı. Bu grubun liderleri, eski metal işçisi Şlyapnikov ve ilk Sovyet hükümetinde Çalışma Halk Komiseri olan Kollontay idi. Muhalefetin bütünsel bir programı yoktu; dile getirilen görüşler daha ziyade, ekonomik ve siyasal yaşamda artan merkeziyetçiliğe duyulan tepkiyi dile getiriyordu.
Kentlerde kol gezen açlık ve köylünün içinde bulunduğu kötü koşullar, tarımsal üretimi arttırmak amacıyla yeni önlemlerin yürürlüğe konmasını zorlamaktaydı. Savaş komünizmi uygulamalarını sona erdirerek özel ticaretin canlanmasına ve köylüye ürününün bir kısmını pazarda satmasına izin veren yeni bir ekonomik politika (NEP) biçimlendirilmekteydi. Lenin ve Bolşevik Partisi böyle bir ortamda 10. Kongreye hazırlanmaktaydı. Fakat Kongre öncesinde, uluslararası sermaye çevrelerinin ve karşı-devrimci güçlerin perde arkasında olduğu bir ayaklanma patlak verdi. Ancak bu ayaklanma, genelde huzursuz kitleleri kışkırtan ve “Bolşeviksiz Sovyetler” sloganıyla yürütülen karşı-devrimci bir kampanya döneminde meydana geldiği için yarattığı etki büyük olacaktı. Troçki bu olayı, “Kronştad ayaklanmasının Polonya ile barış anlaşması ve İngiltere ile bir ticari sözleşme imzalanmasının hemen eşiğinde patlak vermesi kuşkusuz ki rastlantı eseri değildir” diye değerlendirecekti.[26]
Denizin ortasında, buz ve karla kaplı bir donanma üssü olan Kronştad’da bulunan askerler 1921 Martında iktidara karşı başkaldırdılar. İsyanı bastırmak için sürdürülen görüşmeler ve çağrılar sonuç vermedi. Ve ne yazık ki, 17 Mart günü 10. Kongre tartışmaları sürerken, ayaklanma ancak çarpışmalar sonucunda bastırılabildi. Karşı-devrimci sermaye güçlerinin, sinsice davranıp sovyetlere açıktan karşı çıkmadığını ve “partisiz sovyetler” sloganını kullandığını belirten Troçki, önemli bir gerçeği vurguluyordu: “Denizcilerin bir bölümü bu oltaya takıldı. Bizim kör denizci yoldaşlarımız başkaldırmanın onları nereye sürüklediğini kendi gözleriyle görsünler diye, bekleyebildiğimiz kadar bekledik.”[27]
İsyan, son derece olumsuz koşullar altında geçen yılların bir ürünüydü. Ayaklanan bahriyeliler, “sovyetlerin özgür seçimlerle seçilmesi” gibi doğru görünen taleplerle işçi kitlelerinin nezdinde de meşruiyet kazanmaya çalıştılar. Fakat isyan ağırlıklı olarak, köylülerin hoşnutsuzluğunun anarşist liderler tarafından Bolşeviklere karşı kullanılmasına dayanmaktaydı. Kuşkusuz ki, tarihte buna benzer tüm olaylarda görüldüğü üzere, ayaklanmaya katılan askerler ya da onu destekleyen emekçiler genelde işin nereye varacağını ya da hangi güçler tarafından provoke edildiğini, yönetildiğini bilmeden, kendilerine son derece haklı görünen nedenlerle isyan etmişlerdi. Nitekim Lenin de olayın bu yönünü, ayaklanmayı kendi çıkarları doğrultusunda kullanan karşı-devrimcilerin niyetinden ayırt edecekti:
Yorgunluk ve tükeniş belirli bir ruh hali yaratır ve bazen çaresizlik doğurur. Her zamanki gibi bu eğilim devrimci unsurlar arasında anarşizmi besler. … Küçük-burjuvazi, son birkaç yılın çok ağır geçmesi nedeniyle kriz içinde debeleniyor … Küçük-burjuvazideki karışıklık ve kararsızlığın buradan kaynaklandığını bilen kapitalist düşman, bu yüzden, “Bütün gereken birazcık itmek, sonrası bir çığ gibi büyüyecek” demektedir.[28]
Böylece, Bolşevikler açısından son derece sıkıntı yaratan ve tarihi değerlendirirken kimilerinin onları ağır bir şekilde suçlamasına neden olan, kısacası her türlü istismara 90
açık hassas bir olay patlak vermiş oldu. Kronştad ayaklanmasını değerlendirirken takındıkları tutum anarşistlerin siyasal meşrebini ortaya koymaktadır. Kitlelerin kendiliğinden eylemine tek yanlı vurgu yapan, her türlü otoriteyi görünürde ilkesel olarak reddeden ve kendiliğindenlik ile anti-otoriterizmi yücelten anarşistler, Kronştad ayaklanmasındaki rollerini işlerine geldiği şekilde gizlerler.[29]
Anarşistler bu ayaklanmayı, iç savaş boyunca Kronştad bahriyelerinin değişen sınıf kompozisyonunu hiç hatırlatmaksızın değerlendirirler. Oysaki 1917 bahriyelilerinin proleter devrimi destekleyen ileri işçi unsurlarının iç savaşta kırılması sonucunda, 1921 Kronştad bahriyelilerinin çoğunluğunu köylü kökenli ve daha geri askerler oluşturmaktadır. Bu nedenle, ayaklanma, sanayi proletaryasının sosyalist istemlerini yükselten bir eylemlilik olarak patlak vermemiştir. Tersine, Kronştad ayaklanması Bolşeviklerin sosyalist hedeflerine köylülerin tepkisini dile getirmiş ve 1921’in bahriyelileri, “Bolşeviklerin sovyetlerden çıkartılması; tarımda serbest pazar yaratılması” gibi köylü istemleriyle hareket etmişlerdir.
Bu gerçek nedeniyle Bolşevik Partisi içindeki hiçbir muhalefet grubu ayaklanmanın bastırılması gereğine karşı çıkmamıştır. Kronştad ayaklanmasının bastırılmasını tamamen haksız gösterebilmek amacıyla, ayaklanmada bizzat bazı muhalif Bolşeviklerin yer almış olduğunu iddia eden, ya da ayaklanan denizcilerin istemleri ile İşçi Muhalefetinin platformu arasında paralellik kurmak isteyen yazarlar da vardır. Fakat bunu kanıtlayacak bir belge olmadığı gibi, söz konusu istemlerle İşçi Muhalefetinin talepleri arasında paralellik de yoktur.
91
Sendikalar sorunu
O dönemde İşçi Muhalefeti grubu, sendikaların sanayi ve üretim üzerinde üstün haklara sahip olması gerektiği görüşüne dayanan bir eğilimin sözcülüğünü yapmaktaydı. 1920–1921 kış ayları boyunca sendikalar sorunu etrafında sürdürülen tartışmalar, Kollontay’ın grubun görüşlerini açıklayan İşçi Muhalefeti adlı bir kitap yayınlamasıyla birlikte, 1921 Martında toplanan 10. Parti Kongresinin gündemine girdi. Troçki o dönemde, sendikaların devlete tâbi olmasını savunmaktaydı. Lenin ise hem İşçi Muhalefetinden hem de Troçki’den farklı bir pozisyonu temsil ederek, sendikaların devletten bağımsızlığı görüşü temelinde kongreyi etkilemeye çalışmaktaydı.
Bolşevik Partisi bu farklı görüşlerin tartışılmasını sağlamak amacıyla iki sayılık iç tartışma bülteni yayınladı. Ne var ki, Kronştad ayaklanması gibi bir krizin ardından patlak veren bu durum Lenin’i endişeye sürükledi ve Troçki’nin savunduğu görüşü de eleştirmekle birlikte, asıl mücadelesini Kollontay grubuna karşı verdi. Lenin’e göre parti içinde farklı görüşleri tartışmak doğaldı; fakat bir komünist partisinin üyelerinin, eleştirilerini sendikalizm gibi komünizme yabancı bir siyasal akım çerçevesinde yükseltmeleri de onaylanabilir bir durum değildi. İşçi Muhalefeti grubu ise, görüşlerinin sendikalizmle suçlanamayacağını belirtmekteydi. Muhalefet, tezlerinde, “İşçi sendikaları, bugün olduğu gibi devlet idare kademelerine edilgen bir destek sunmakla sınırlandırılmak yerine, ulusal ekonominin bütününün yönetimine bire bir ve etkin bir biçimde katılmaya çağrılmalıdır”[30] görüşünü dile getiriyor ve “Bu sendikalizm midir? Bu partimizin programının gerçekleştirilmesi değil midir?”[31] diye soruyordu.
Lenin kongrede çoğunluğu kendi görüşlerine kazanarak tartışmayı sona erdirdi ve içinde bulunulan güç koşullar nedeniyle parti birliğinin zorunluluğunu belirten konuşmalar yaptı. Konuşmalarının ana teması şuydu:
Yoldaşlar, olağanüstü bir yıl geçirdik, parti içi tartışmalar ve mücadelelerle boşa zaman geçirme lüksünü kendimize tanıdık. Bütün kapitalist dünyayı birleştiren güçlü ve kudretli düşmanlarla kuşatılmış bir parti için, omuzlarında inanılmayacak kadar ağır bir yük taşıyan bir parti için bu durum şaşırtıcı bir lüks idi. Bugün bu konuda ne düşündüğünüzü bilmiyorum. Sizce bu lüks, maddi ve manevi kaynaklarımızla bağdaşmakta mıydı?[32]
Kongre, Lenin’in partinin birliğinin kaçınılmazlığı doğrultusundaki tezleri üzerine bu konuda iki karar aldı. Birincisi, partideki sendikalist ve anarşist sapma üzerine; diğeri ise, İşçi Muhalefetinin görüşlerini yaymanın parti üyeliğiyle bağdaşmazlığı üzerine idi. İşçi Muhalefetine bağlı üyeler yeniden Merkez Komitesine seçilmeleri üzerine istifalarını verdiler, ama kongre bunu kabul etmeyerek onları partide kalmaya ve parti disiplinine uymaya davet etti. Aslında, farklı görüşleri olanların farklılıklarını savunmaları ya da istifa etmeleri siyasal mücadelede son derece olağan bir tepki olsa bile, yüz yüze bulunulan zorluklar ne yazık ki Lenin’i çubuğu başka taraflara bükmek zorunda bırakıyordu. Fakat, İşçi Muhalefetinin amacının işçi demokrasisini yaşatmak olduğu düşünülürse, onlara karşı takınılan tutum pek de doğru değildi. Ancak kuşkusuz ki, ilerleyen yıllarda Stalinizmin egemenliği döneminde karşılaşılan uygulamalardan tamamen farklı olarak, muhalefetin üyeleri sürgüne ya da ölüme gönderilmiyor, onlardan partide kalmaları isteniyordu!
Kongre bu konuyla ilgili kararına, yalnızca olağanüstü koşullarda geçerli olması ve sonra kaldırılması düşüncesiyle gizli tutulmasını tercih ettiği bir paragraf ekledi. Buna göre, parti birliğine uymayanların, Merkez Komite üyesi dahi olsalar partiden atılmaları talep 92
edilecekti. Fakat söz konusu olan henüz Lenin’in dönemiydi. O nedenle de, bu talep yine de Stalin döneminde olduğu gibi tek kişinin keyfine terk edilmemiş, bir kurala bağlanmıştı. İlgili paragrafta şu koşul yer alıyordu:
MK üyelerine, MK adaylarına ve Kontrol Komisyonu üyelerine karşı böyle bir uç önlemin uygulanmasının şartı, tüm MK adaylarıyla tüm Kontrol Komisyonu üyelerinin de katılımıyla bir MK Plenumunun toplantıya çağrılması olmalıdır. Partinin en önemli önde gelen fonksiyonerlerinin böyle bir ortak toplantısı, üçte iki çoğunlukla, bir MK üyesinin adaylık konumuna indirilmesini ya da partiden ihracını gerekli görürse, bu ceza derhal uygulanır.[33]
Fakat Lenin’in ölümünü takip eden dönemde, parti birliğine yönelik bu tür hükümlerin nasıl istismar edilmeye başlandığı hatırlanacak olursa, bu karar yine de parti yaşamında eskiye oranla olumsuz bir değişiklik anlamına gelmektedir. Aslında, iç savaşın sona ermesiyle birlikte ortaya çıkan muazzam çöküntü, partinin iç yaşamını da etkilemiş ve Lenin de dahil parti liderliğini pek çok çelişkiye sürüklemiştir. Örneğin, ekonomi ve siyasette aşırı merkezileşmenin, aslında iç savaş koşullarının dayattığı “savaş komünizmi” uygulamalarının sonucu olduğunu ve savaşın sona ermesiyle artık işçi demokrasisinin geliştirilmesine ihtiyaç olduğunu vurgulayan kişi bizzat Lenin’di. Ama öte yandan, gerçekte zorlukların henüz hiç de aşılmamış olması nedeniyle parti içinde söz konusu önlemleri gündeme getirebilmişti. Oysaki, İşçi Muhalefeti grubu da parti içinde demokratik ruhun yeniden canlanmasını istiyordu. Bununla ilgili kampanyasında, İşçi Muhalefeti, şu üç temel ilkeden hareket ettiğini belirtmekteydi:
1) Her kademede seçim; atama sisteminin ortadan kaldırılması ve delegelerin taban karşısındaki sorumluluğunun ağırlaştırılması.
2) Parti içinde açıklık …
3) Tüm parti kademelerinin işçileştirilmesi; parti ve devletin yönetim kademelerindeki yığılmanın önlenmesi ve asgari düzeye indirilmesi.[34]
Belki de işçi demokrasisini güçlendirme yolunda o dönemde doğru ve ileri önlemler sunan İşçi Muhalefeti grubunun yanılgısı, sınıfın öz örgütlenmesinin gerekliliği fikrine sımsıkı sarılmakla sorunların üstesinden gelinebileceğini ummasıydı. Fakat ne yazık ki, katı gerçeklik bu güzel düşüncenin yaşama geçirilebileceği yolları tıkamaktaydı; proletarya iç savaşta deklase olmuş ve işçi demokrasisini güçlendirebilecek güçten yoksun düşmüştü.
1921 yılı, işçi devleti açısından pek çok olumsuz sonuçlarla yüklü yeni bir dönemeç noktasıdır. Bu gerçeklik hatırda tutulacak olursa, sorunları, örneğin sendikalarda ya da sovyetlerde örgütlü devrimci proletaryanın çözmesi gerektiği biçimindeki bir dileğin biraz havada kalacağı anlaşılır. Gerçekte, devrimci önderlerin arzusu da, kuşkusuz bunun mümkün olması idi. Nitekim, Lenin’in son yazılarında, işçi devletindeki ve partideki muazzam deformasyon karşısında işçi kitlelerinin denetiminden medet umduğu, yüzlerce sıradan işçiden oluşan bir Merkez Komitesi düşündüğü hatırlanacaktır. Fakat ne yazık ki, mevcut koşullar altında patlak veren birçok toplumsal huzursuzluk, partiyi ve kuşkusuz somutta onun önderlerini, Lenin’i, Troçki’yi, işçi devletini bir yıkımdan kurtarabilme umuduyla sert tedbirler almaya yöneltmiştir. Muhalefet partilerinin yasaklanması, Bolşevik Partisi içinde muhalefet hakkının askıya alınması vb. 1921 dönemecinin, olumsuzluklarla yüklü bazı sonuçlarına örnektir. Bu önlemler o an için Sovyet hükümetinin ayakta kalmasını sağlamış olsa bile, devrimi diren önlemler değildir; tersine onun içinde bulunduğu yalnızlığın, güçsüzlüğün ifadesidir. O nedenle de bu önlemler, 93
bürokratik deformasyonu yaratan nesnel koşulları ortadan kaldırmamakta, tersine bu koşullar orta ve uzun vadede bürokratik deformasyonun çığ gibi büyümesine neden olmaktadır. İşte bu nedenle 1921 dönemeci, devrimci önderlerin istemlerine, iradelerine rağmen bürokratik deformasyonun önlenemediği, tersine bürokratik yozlaşmaya doğru büyüdüğü bir dönemeçtir.
1921 yılında devrimi tehdit eden temel faktörleri Lenin şu sözleriyle sıralar: “Biz, barbarlığa ve rüşvetçilik gibi hastalıklara karşı propaganda yürütüyoruz … [Komünist siyasi eğiticilerin] karşı karşıya olduğu üç ana düşman şunlardır: birincisi komünist kibir, ikincisi cehalet, üçüncüsü rüşvettir.”[35] Doğru çözüm yolunun ne olması gerektiği noktasından bakıldığında, işçi devletinin bürokratik deformasyonuyla mücadelede temel kaldıraç noktası, sovyetlerde, fabrika komitelerinde ve sendikalarda örgütlü proletaryanın aktif müdahaleleri olabilirdi. Partide, Lenin ve Troçki gibi devrimci önderlerin etkinliğini sürdürebilmelerinin garantisi de buna bağlıydı. Bir başka deyişle, Bolşevik Partisi, içinde yaşanılan toplumsal koşullardan, hastalıklardan, bürokratik deformasyondan etkilenmeyen soyut bir varlık değil, tersine, bu koşullardan etkilenen ve doğru bir yolda ilerleyebilmesinin garantisini de, son tahlilde ancak devrimci bir proletaryanın varlık ve uyanıklık koşullarında bulabilen somut bir toplumsal olguydu. Oysa Lenin’in dile getirmiş olduğu şu bir tek cümle bile, yüz yüze bulunulan durumun vahametini göstermektedir:
… sanayi proletaryası, savaş, kahredici yoksulluk ve yıkım yüzünden deklase olmuştur, yani sınıfsal rayından çıkmış ve proletarya olarak varlığı sona ermiştir.[36] 94
NEP
1921 yılı, uygulanan ekonomik politikadaki değişim açısından da önemli bir dönemeç noktası oldu. Lenin tarafından 10. Kongreye sunulan ve köylülere yönelik bazı ayrıcalıklar getiren ekonomik önlemler paketi kongrede kabul edildi. Böylece, iç savaş dönemine özgü “savaş komünizmi” politikasına son verildi ve yüz yüze bulunulan ekonomik zorlukları aşabilmek amacıyla ekonomik işleyişte yeni bir dönem başlatıldı. NEP olarak adlandırılan bu Yeni Ekonomik Politika, kırsal kesimde ekonomik ilişkileri düzelterek açlık ve ekonomik yıkım tehlikesinin önüne geçmeyi amaçlıyordu. Diğer ülkelerde devrim gerçekleşmezse Rusya’daki sosyal devrimi ancak köylülükle anlaşmanın kurtarabileceğini belirten Lenin, küçük üretimin ve köylülüğün acele bir şekilde dönüştürülmesi çabalarının olanaksızlığına ve tehlikesine değinmekteydi. Kaldı ki bu husus, zaten Marksizmin kurucuları tarafından da programatik bir uyarı olarak ortaya konmuş bulunmaktaydı. Engels, Fransa’da ve Almanya’da Köylü Sorunu adlı yazısında, komünistlerin küçük köylüye yönelik programatik görüşleriyle ilgili olarak şunları belirtiyordu:
… iktidara geçtiğimizde, büyük toprak sahipleri için yapmak zorunda kalacağımız gibi, küçük köylüler için (karşılığını ister ödeyerek, ister ödemeyerek) zorla kamulaştırmayı aklımızdan bile geçiremeyeceğimiz de bir o kadar açık. Küçük köylü karşısındaki ödevimiz ilkin, onu buna zorlayarak değil, ama örnekler aracıyla buna götürerek, ve toplumun yardımını onun buyruğu altına koyarak, onun bireysel mülkiyetini ve işletmesini, kooperatif işletmeye dönüştürmektir. Ve bu konuda, daha bu günden gözlerine çarpacak üstünlükleri, küçük köylüye belli belirsiz de olsa gösterme araçlarımız eksik değil.
Ve biz kesinlikle küçük köylüden yana olacağız; yazgısını daha katlanılabilir kılmak, eğer aklı yatmışsa kooperatife geçişini kolaylaştırmak, ve hatta eğer aklı yatmamışsa ona kendi küçücük toprak parçasının sahibi olarak düşünme zamanını bırakmak için, elden gelen her şeyi yapacağız.[37]
Stalinist bürokratik egemenlik kurulmazdan ve dünya komünist hareketinin görüş ve uygulamalarına Stalinizm tarafından tahrif edilmiş bir “Marksizm” biçim vermezden önce, komünistler sosyalizmin tepeden buyruklarla, emekçi kitlelerin baskı altına alınmasıyla kurulamayacağını savunur ve kendilerini her türden küçük-burjuva sosyalizm akımından ayırt ederlerdi. Oysaki, Stalin döneminde gerçekleşen “hızlı kolektifleştirme” temelinde küçük köylüye yöneltilen baskı ve zorlamalar, Marksizmin bu konudaki ilkesel yaklaşımına oranla arada aşılmaz uçurumlar yarattı. Lenin’in şu sözleri, kendilerini uzun yıllar boyunca baskı altında tutan bürokratik diktatörlüklere karşı emekçi kitlelerin duydukları tepkinin tarihsel nedenini sergiler gibiydi:
Yığınların yaratıcı faaliyeti, yeni kamusal hayatın temel faktörüdür. … Sosyalizm, yukarıdan kararnameyle indirilemez. Onun ruhu, mekanik bürokratik yaklaşımı reddeder; canlı, yaratıcı sosyalizm bizzat kitlelerin eseridir.[38]
NEP döneminin başlamasıyla birlikte gerçekten de köylüye bazı haklar tanındı. Örneğin, ürününün belirli bir bölümünü devlete vermesi koşuluyla, geri kalan kısmını artık pazarda satabilirdi. 1921 yılındaki tarımsal üretimin doğal afetler nedeniyle düşük olması, açlık tehlikesinin ve zorlukların devamına sebep olsa da, 1922 ve 1923 yıllarında iyi bir hasat alındı ve bu beraberinde bir rahatlama getirdi. Fakat kırsal kesimdeki toplumsal farklılıkların büyümesi pahasına sağlanan bir ferahlama söz konusuydu. 95
Çünkü, pazar için üretimin serbest bırakılmasıyla birlikte kulak (zengin köylü) palazlanmaya başladı. Ekim Devrimini takip eden günlerde ilkesel olarak yasaklanmış bulunan “toprak kiralama ve işçi çalıştırma hakkı” 1922 tarihinde getirilen yeni yasal düzenlemelerle belirli ölçülerde serbest bırakıldı.
NEP, kırsal kesimde işçi devletinin kontrolünde kapitalist ilişkilere bir geri dönüştü. Lenin, kapitalist ilişkilerin işçi devleti tarafından kontrol edilmesini ve düzenlenmesini anlatmak amacıyla “devlet kapitalizmi” kavramını kullandı. Şöyle diyordu:
… coşkuya doğrudan bel bağlayarak değil, ama büyük devrimin yarattığı coşkunun da yardımıyla ve kişisel çıkar, kişisel güdü ve ticaret ilkeleri temelinde, bu küçük köylü ülkesinde ilkin devlet kapitalizmi yoluyla sosyalizme giden sağlam geçitler inşa etmeye koyulmalıyız.[39]
“Savaş komünizmi” uygulamalarından sonra çıkardığı dersler doğrultusunda, Lenin, uzun bir geçiş döneminin ve kırsal kesimde işçi devletinin kontrolü altında kapitalizmin geliştirilmesinin zorunluluğunu gündeme getirmek zorunda kalmıştı. Yani NEP’i, sosyalizm doğrultusunda atılması gereken olağan bir ileri adım olarak değil, proleter devrimin geri ülkede yalıtılmasının sonucu ortaya çıkan ve kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığı bir zorunluluk olarak ifade etmekteydi. Son yazılarında ise Lenin, NEP’in gerekliliğine tek yanlı olarak vurgu yapmalarının bir hata olduğunu belirtecekti. Bu uygulamanın zararlarının, köyde kooperatifleşme atılımını başlatmakla ve bir kültür devrimi uygulamakla dengelenebileceğine partinin dikkatini çekecekti. Troçki’nin ifadesiyle Lenin, NEP ile pazarın yeniden işler hale getirilmesinin gereğini, ülkedeki milyonlarca köylü girişiminin varlığına ve bunların dış dünya ile ilişkilerini ifade edecek tek yolun ticaret olması gerçeğine bağlamıştı.
Diğer yandan, Sovyetler Birliği’nin ticari açıdan yalıtılmışlığına bir son verebilmek de çok önemliydi. Nitekim belirli bir süre boyunca İngiliz Hükümeti ve bazı firma temsilcileriyle sürdürülen temaslar sonucunda, Londra’da 16 Mart 1921’de İngiliz-Sovyet ticaret anlaşması imzalanabilmişti. İngilizlerin anlaşmada kabul ettirdikleri en önemli husus, sömürgelerde Komintern’in İngiliz karşıtı propagandaya son vermesiydi. Bunun en gözle görülür sonuçlarından birisi, Doğu Halkları Kurultayının ilk kongreden sonra bir daha toplanmaması oldu. NEP ile aynı döneme denk düşen bu politika değişikliği, Sovyetler’in Doğu ülkeleriyle olan ilişkilerine de yansımaktaydı. Örneğin, İngiliz-Sovyet anlaşmasıyla aynı tarihte, Türkiye ile de “emperyalizme karşı savaşta” iki ülkenin dayanışmasını ilân eden bir anlaşma imzalanıyordu.[40] Keza benzer ilişkiler Almanlarla da sürdürülüyordu.
NEP dönemiyle birlikte, sanayi kesimindeki kamulaştırmalar durdurulmuştu. Büyük işletmelerin çoğunluğu zaten devletin elindeydi, ama şimdi daha önce el konulmuş büyük işletmelerin çalıştırılabilmesi için, bunların bireysel girişimcilere ya da eski sahiplerine kiralanmasına izin verilmişti. Öte yandan, yirmi işçiden daha az işçi çalıştıran işletmeler ise artık genellikle kamulaştırma kapsamına dahil değildi. Tıpkı tarım kesiminde olduğu gibi sanayi kesiminde de bireysel girişimcilere, devlete vergilerini ödemeleri koşuluyla, üretilen malı piyasada satma hakkı tanınmıştı. Tüm bu yenilikler üretimde artış sağlamış, belirli bir iyileşme atmosferi yaratmış ama öte yandan bazı önemli tehlikelere kapı açmıştı. Bolşevik Partisinin 10. Kongresinde Lenin’in dikkatleri çektiği gibi, bu önlemler hem zorunluydu hem de “ticaret özgürlüğü” kapitalizmin güçlenmesinden başka ne anlama gelebilirdi ki? Nitekim, 1922’de toplanan 11. Parti Kongresine sunduğu raporunda Lenin, NEP’i bir “geri çekilme” olarak tanımlayacak ve böylesi bir dönemde disiplinin yüz kat daha gerekli olduğunu vurgulayacaktı.
96
Ticaret üzerinde denetim sağlamak gereğiyle 1922’de Moskova’da Ticaret Borsası kuruldu. Kentin yeni zenginleri olan tüccarlar (Nepmen), ticari faaliyetlerinin boyutlarını büyütmekteydiler. NEP politikasının düzeltici eklentisi olarak düşünülen kooperatifler hiç de yeterli değildi; dolayısıyla perakende ticareti, tüketici kooperatifleri değil Nepmen kontrol etmekteydi. Diğer taraftan, yüz yüze gelinen en önemli sorunlardan biri de yaşanmakta olan fiyat krizi idi. Savaş komünizmi döneminde uygulanan fiyat kontrolünün yerini NEP döneminin piyasa dalgalanmalarının almasıyla birlikte, tarım ve sanayi arasındaki dengesizlik, fiyatların çıldırmasına neden oluyordu. Diğer yandan bireysel girişimcilere tanınan haklar, işçi sınıfını kapitalizm altındakine benzer sorunlarla (yetersiz ücretler, işsizlik tehdidi gibi) yüz yüze getirmekteydi. Bu arada işçilerin hoşnutsuzluğunu arttıran yeni bir durum da, daha önce düşünülen fakat savaş komünizmi nedeniyle pek de uygulanamayan bir önlemin yürürlüğe konması oldu; eski fabrika yöneticileri ve burjuva uzmanlar işletmelerde yüksek ücretlerle çalıştırılmaya başlandı.
Kısacası, NEP nedeniyle kırsal kesimde bir rahatlama hissedilse bile, sanayi kesiminde işler henüz yoluna konulamamış, ekonomik dengesizlikler mali sistemde önemli krizlerle, rublenin dengesizliğiyle kendini açığa vurmuştu ve bu tür sorunlar giderilemiyordu. 1924 yılında ekonomide geçici bir iyileşme belirtisi görülse de henüz durum vahametini koruyordu. “Gosplan rakamlarına göre 1 Ocak 1924’te biten yılın toplam endüstriyel üretimi 1920’deki üretimin 2,5 katı olmasına rağmen savaş öncesi düzeyinin %40’ına, metal endüstrisinde ise %28,7’sine ancak ulaşabiliyordu.”[41] Bu yüzden, belirli bir süre sorunları hafiflettiği sanılarak olumlu bakılan NEP uygulamalarına karşı artık muhalif sesler yükseliyordu. 97
Lenin’in son dönemi
Bu dönemdeki siyasal yaşama bakacak olursak, öncelikle şu gerçeği vurgulamalıyız: Politik rejimin artık tek partiye, Bolşevik Partisine dayandığı koşullar altında, devletle partinin iç içe geçmesi ve sovyetlerin rolünün giderek sönmesi gerçeği, işçi devletinin varlığını tehdit eden tehlikenin boyutlarını sergilemiştir. Lenin Mart 1922’de 11. Parti Kongresinde yaptığı konuşmada (partiye son konuşması) parti ve devletin karşılıklı hak ve görevlerinin yeniden düzenlenmesi önerisini getirir. Genel gidişattan duyduğu endişeyi, “aygıt kendisini yöneten ellere itaat etmeyi reddetti. Tıpkı şoförünün değil de başkasının arzu ettiği yönde giden bir araba gibi” sözleriyle ifade etmektedir.[42] 1922 Kasımında Komintern’in 4. Kongresinde yaptığı yaşamının son konuşmasında ise şöyle der: “Eski devlet aygıtını devraldık, bu bizim şanssızlığımızdı.”[43]
Son dönem yazılarında ve ünlü vasiyetinde Lenin, Stalinist bürokratik aygıtın can sıkıcı sonuçlarına değinmekte, partiyi ve devleti bu aygıtın elinden kurtarmak gerektiği konusunda, son görevlerini yerine getirmek isteyen bir devrimcinin duyduğu endişe ile adeta haykırmaktaydı. Mayıs 1922’de Lenin, haftalar boyunca çalışmasını engelleyen bir felç geçirdi. Sonbaharda yeniden çalışmaya başlayabildi ve birkaç konuşma yaptı. İlk felçten sonra çalışmaya başladığında, Stalin’in bürosunun ve personelinin ele geçirdiği güç ve otorite nedeniyle Lenin’in açıkça dehşete kapıldığı görülüyordu. Aralık ayında Lenin yeni bir felç geçirdi ve takip eden üç ay boyunca parti sorunları üzerine bazı notlar ve makaleler dikte ettirdi. 24 Aralık 1923’te, daha sonra 4 Ocak tarihli notunu da eklediği ünlü vasiyetini yazdırdı. Bu ekte Lenin’in belirttiğine göre, Stalin “çok kaba”ydı. Onun genel sekreterlikten alınarak yerine, “daha hoşgörülü, daha sadık, daha nazik ve yoldaşlarına karşı daha dikkatli, daha az kaprisli vs.” bir başkasının getirilmesi daha uygundu. Ayrıca, Stalin’in Krupskaya’ya hakaret etmesi üzerine Lenin 5 Martta dikte ettirip gönderdiği bir mektupla, Stalin’le “yoldaşça ilişkilerini” kesti. 9 Mart 1923’te gelen üçüncü felçten sonra Lenin bir daha konuşamadı ve bu durumda 10 ay daha yaşamış olsa da artık tüm çalışması sona ermişti.
Sovyet Cumhuriyetlerinin birleşik devlet cihazının (SSCB’nin) tam eşitlik ilkesine göre kurulması gerektiğini savunan Lenin, Rus şovenizmine başvuran Stalin hizbinin Gürcistan komünistlerine yönelttiği kaba ve saldırgan tutum karşısında da büyük bir öfke duymuştur. Lenin bu nedenle, Stalin, Cerjinski ve Orjonikidze’yi ismen şiddetle kınar. 1922 Aralık sonunda kaleme aldırttığı Ulusal Azınlıklar ya da “Otonomi” Sorunu Üzerine başlıklı yazısında Stalin hizbi ile açık bir mücadeleyi başlatır. Stalinist hizip, büyük ulus şovenizmini ve bürokratik saldırganlığını “aparatın birliğine gerek var” bahanesinin ardına saklamaya çalışmaktadır. Lenin’in bu tutuma yanıtı, vasiyetinde de olduğu gibi, Stalin’i partinin başından defetme isteğinin ne denli haklı bir istek olduğunu göstermektedir. Şöyle der Lenin:
Aparatın birliğine gerek vardı diyorlar. Ama bu iddiaları kim öne sürüyor? Bunları öne süren tam da geçen gün notlarımda belirttiğim, çarlıktan miras olarak devraldığımız ve sovyet dünyasının birazcık üstüne yeni boya çektiği Rusya aparatı değil mi?…
Bu durumda kendimizi haklı göstermek için öne sürdüğümüz, “özgür iradeyle birlikten ayrılma hakkı” kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdur. Bu, başka ulustan olan Rusya vatandaşlarını, yedi nesil Ruslar, şovenist büyük-Ruslar, yani işin özünde, gerektiğinde güç kullanan alçak, tipik Rus bürokratının saldırısı karşısında korumaya yetmeyecektir. Şurası da bir gerçek ki, Sovyet üyesi olan ve sovyetleşmiş işçiler, oranları oldukça az olduğundan, bu büyük-Rus pisliğinin denizinde iğnenin samanda yittiği gibi, kaybolup 98
gideceklerdir.[44]
Lenin bu yazısında, Rus asıllı olmayanların dikkatini, Rusların zorbalığına karşı kendilerini gerçekten savunabilecekleri tedbirleri almaları gerektiğine çeker. Başka ulustan olup da Ruslaşanların, “Ruslara göre daha çok Rusçu” olduklarını ifade ederek, ezilen ulus komünistlerine karşı kaba ve saldırgan tutumların, Stalin tipi bürokratlardan kaynaklandığını gösterir. Ve açık isim vermeden Stalin hakkında şu önemli uyarıda bulunur partiye:
... (kendisi gerçek bir “nasyonalist-sosyalist”, hatta kaba bir Büyük Rus zorbası olduğu halde) “nasyonalist-sosyalizm” konusunda ileri geri suçlamalarda bulunan bir Gürcü, temelde proleter sınıf dayanışmasının çıkarlarını zedelemektedir. … Çünkü, proleter sınıf dayanışmasının gelişmesini ve gücünü, ulusal haksızlık kadar hiçbir şey engelleyemez.[45]
Ve nihayet, Lenin’in bürokratik yozlaşmaya karşı dile getirmiş olduğu uyarıların en çarpıcısı olması ve bu türden bir belâ karşısında kendisini de dışında bırakmaksızın yaşanan süreci sorgulaması bakımından asla unutulmaması gereken şu satırlar ibret vericidir:
Rezil bürokrasiye karşı kamusal bir mücadeleyi nasıl yürütebileceğimizi bilmiyoruz: Bu yüzden, başta özellikle Adalet Halk Komiserliği olmak üzere hepimiz iğrenç kokulu halatların ucunda sallandırılmayı hak ettik. Bir gün bu yüzden ipe çekileceğimize ilişkin umudumu bütünüyle yitirmedim ve gerçekten de böyle bir sonu hak ediyoruz.[46]
Öznel öge bu olumsuz nesnellik karşısında ne derece etkili olabilirdi? Soyut bir tartışma yürütmekten kaçınmak için, öznel ögeyi partiyle özdeşleştirmekten ve partiyi de soyut bir varlıkmış gibi ele almaktan kaçınmak gerekir. Son derece güç koşullar, devasa problemlerle yüz yüze bulunulan bir noktada, en has devrimci önderlerin bile sayısız hata yapabileceği gerçeğini bir yana bırakacak olursak, bakılması gereken asıl yer şudur: Partideki devrimci önderliğin varlığını da garanti altına alabilecek düzeyde güçlü, bilinçli, örgütlü bir devrimci proleter gövde var mıdır? Bu yoksa, “şunlar yapılmalıydı” temennisi havada kalacak ve hatta bunların bir kısmını olsun yapabilecek devrimci önderliğin, yaşamını sürdürüp sürdüremeyeceği sorun olacaktır.
1917’de barikatların ardında devrimci bir coşkuyla kaynaşmış sanayi proletaryasının, birkaç yıl sonra deklase olması ne anlama gelmektedir? Bu durumun, Ekim Devrimiyle doğan sovyetik işçi devletinin, artık sosyal temelinden yoksun kaldığına işaret ettiği tartışma götürmez. Böylesi bir anda, kendi varlığını sınıfın öz örgütlülüğünün yerine ikame ederek devrimi kurtarmaya çalışan devrimci liderlerin, sovyet egemenliğini tek parti diktatörlüğü ile yaşatmaya çalışması, öncü açısından çok elverişsiz ve şanssız bir durum oluşturmaktadır.
Fakat ne yazık ki, tarihsel bağlamda kötü bir açmazdan başka bir şey olmayan böyle bir durumu, sanki arzulanması gereken bir hedefmiş gibi algılayan mantalite dün de vardı, bugün de vardır. Örneğin, Lenin’in artık katılamadığı 12. Parti Kongresinde (Nisan 1923), parti diktatörlüğünün aslında olumsuz bir durum olduğunu anlatmaya çalışan bazı Bolşeviklere karşı, neredeyse Merkez Komitesinin diktatörlüğünü öven Zinovyev’in satırları ibret vericidir:
Her şeyin lideri olan tek, güçlü ve iktidar sahibi bir Merkez Komitesine ihtiyacımız var… Merkez Komitesi demek Merkez Komitesi demektir, çünkü bu, hem sovyetlerin, hem 99
sendikaların, hem kooperatiflerin ve hem de taşra yürütme komitelerinin ve bütün bir işçi sınıfının Merkez Komitesidir. Liderlik rolü buradadır ve parti diktatörlüğünün anlamını bulduğu yer de burasıdır.[47]
Acaba Zinovyev ve onun gibi düşünen Bolşevikler, o her şeyin sahibi olan Stalinist Merkez Komitesinin emriyle öldürülürlerken, bu ve buna benzer açıklamalarını hatırladılar mı? Peki, ya tarihin acılarla dolu bu sayfalarının üzerinden yıllar geçtikten sonra, sosyalizm adına tek parti diktatörlüğünü kutsayanlara ve Stalin’in yolundan yürümekte ayak direyenlere ne demeli?!
Aslında, Bolşevik Partisi içinde devrimi geriletici öznel faktörlerle, ilerletmekten yana olanlar kesin bir çatışma içindeydi. Geriletici öznel faktörler, Rus proletaryasının Bolşevik öncü birikiminin iç savaşta çok büyük bir kırıma uğraması nedeniyle partinin iç yapısının değişmesinde, eski deneyimli işçilerden boşalan yerleri deneyimsiz, genç köylülerden gelme yeni bir işçi kuşağının doldurmasında, artık iktidarı temsil eden bir partide iktidarın nimetlerinden yararlanmayı düşleyen bürokratik eğilimlerin boy vermesinde, partiye iktidarın ganimetlerinden yararlanmak isteyen küçük-burjuva unsurların doluşmasında ve tüm bu geriliğin üzerinde yükselen Stalin tipi liderlerin öne çıkmaya başlamasında somutlanabilir. İlerletici öznel faktörler ise, geri bir ülkede, dünya devriminin çıkarlarına bağlı Lenin, Troçki gibi devrimci önderlerle ve sayıları azalmış bile olsa devrimi yaşatmak için çırpınan deneyimli Bolşevik savaşçılarla sınırlanmaktadır. Kısacası, tablo birinciden yana ağır basmaktadır.
Bolşevik Partisindeki bürokratik yozlaşma olgusunu, partinin değişen yapısını sergileyen rakamlardan da izlemek mümkündür. 1917 sürecinde devrime katılmış olan Bolşevik Parti üyeleri 1919’da partinin onda birini oluştururken, 1922’de bu oran kırkta bire düşmüştür. İşçi sınıfının üretim sürecindeki konumu, yükselen yeni bürokratların, yönetici ve müdürlerin lehine alabildiğine kötüleşmiştir. Örneğin 1922’de idari personelin %65’ini işçiler, %35’ini işçi olmayanlar oluştururken, 1923’te bu yüzdeler tersine dönmüştür; idari personel toplamı içinde işçilerin yüzdesi 26’ya düşerken, diğerleri 64’e yükselmiştir.
Bu noktada bakılması gereken yer, ulusal ölçekte devrimin korunması için partinin neyi yapıp neyi yapmadığından çok, proleter devrimin dünya devrimi kapsamında ilerleyemediği koşullarda, bürokratikleşme belâsının önlenmeye muktedir olunamayacağı gerçeğidir. Bu gerçeğin göz ardı edilmesi ve tüm dikkatin ulusal ölçekle sınırlı bir devrim koruyuculuğuna çevrilmesi, dünya devrimi anlayışından verilmiş affedilmez bir ödün olur.
Bu durumu somut bir örnekle vurgulamak gerekirse, iç savaş içinde ekonomik çöküntü ile yüz yüze gelen devrimci önderlerin, üretimi arttırmak için başvurdukları ve son tahlilde bürokratlaşmayı büsbütün kışkırtan önlemler hatırlanmalıdır. Rusya gibi geri bir ülkede yalıtılmış devrimin önderleri, burjuva uzmanları geri çağırmak zorunda kaldılar. Peki ama bu önderler, geri bir ülkede proleter devrimin ancak ileri ülkeler proletaryasının devrimci atılımı eşliğinde ilerleyebileceği gerçeğini unutmuşlar mıydı? Kuşkusuz hayır. Fakat, dünya proletaryasının enternasyonalist devrimci müfrezelerinin örgütlenmesini mümkün kılacak, çeşitli ülkelerdeki komünistleri Rusya’daki devrimin pratik sorunlarını (üretimin örgütlenmesi, proleterlerin eğitilmesi ve yönetim görevine hazırlanması gibi) çözümlemek için seferber edecek bir enternasyonalist atılımın olmadığı koşullarda, Ekim Devriminin önderleri –herhalde ki ilkeleriyle uyuşmazlığın derin acısını da duyarak– burjuva uzmanları yüksek ücretlerle geri çağırmak zorunda kaldılar. Dünya devriminin ilerletilemediği koşullarda, tüm suçu Rus proletaryasının güçsüzlüğüne ve onun devrimci önderlerinin sırtına yükleyenler karşısında duyduğu 100
devrimci öfkeyi dile getiren Rosa Luxemburg’un, Alman proletaryasına serzenişleri haksız değildir. Bu bağlamda, bir yandan “Alman yığınların ölü hareketsizliğini” sözünü sakınmaksızın vurgulayan Rosa, diğer yandan devrimci liderleri kuşatan tuzaklar nedeniyle eleştirel bakışa duyulan ihtiyacı dile getirmektedir:
Hiç kuşku yok ki Rus ihtilalinin beyinleri olan Lenin ve Troçki, her yandan tuzaklarla çevrili dikenli yolları üzerinde, ancak büyük kuşkularla, bazen de istemeye istemeye adımlar attılar; giderek mayalanan olayların gürültüsü içinde, en zorlu itiş ve karşı koymaların baskısı altında, yapmak ya da yapmamak zorunda oldukları her şeyi, Enternasyonal’in, yalnızca eleştirisiz bir hayranlık ve ateşli bir savunuculukla karşılayıp üstün bir sosyalist politika modeli olarak onayladığını görmek akıllarının ucundan bile geçmezdi.
Alman yığınların ölü hareketsizliğini yenebilecek tek etmen olarak ortaya çıkan Rus proleterlerinin göz kamaştırıcı örneği ve prestiji tehlikeli bir şekilde sarsılır korkusuyla, Rus ihtilalince izlenen yolların eleştirel analizinden kaçınmak çok yanlıştır.[48]
Buradan çıkan sonuç şudur: Dünya ölçeğinde nesnel koşulların olgunlaşmış olması durumunda, proleter devrimi yaşatabilmenin ve koruyabilmenin son tahlilde yegâne garantisi, dünya proletaryasının devrimci enternasyonalist bilinci ve devrimci hazırlık düzeyidir. Ama bu da, devrim patlak verdikten sonra değil, öncesinde yürütülmesi gereken örgütlü bir mücadeleye bağlıdır. Bu görev ancak, dünya devrimini hedefleyen ve proleter yığınları bu perspektifle eğiten bir devrimci enternasyonalist önderlik varsa başarılabilir.
Ekim Devrimi başladığında ise böyle bir önderlik yoktu. Ortada, çürümüş bir ceset olarak duran II. Enternasyonal vardı ve o da emperyalist burjuvaziyle el ele, Avrupa’da devrimi boğmakla meşguldü. Yeni ve devrimci bir Enternasyonal önderliğin inşasına ise, Ekim Devriminden tam iki yıl ve Alman devriminin boğazlanmasından bir yıl sonra girişilebilmiştir. Yani çok geç kalınmıştır. II. Enternasyonal, Rosa’nın da tanımladığı gibi “çürümüş bir ceset”ti. III. Enternasyonal’in kuruluşuna kadar geçen uzun yıllar boyunca, uluslararası proleter hareket, dünya devrimi anlayışına bağlı, ihtilalci bir enternasyonal önderlikten yoksun kaldı. Tüm bu faktörler, Avrupa proletaryasının, Ekim Devrimiyle başlayan süreçteki pasif durumunun nedenlerini açıklamaktadır.
Sovyetlerde 1921’den 1924’e ilerleyen süreçte, Lenin’in önderliğindeki Bolşevik Partisinin kendini proletaryanın vasisi durumunda bulması ve Sovyet iktidarını kurtarmaya çabalaması, gerçekliğin bir yüzünü oluşturur. Diğer tarafta ise, artık iktidarda olan tek partinin bürokratik yozlaşma belâsına karşı savaşacak sosyal temelinden yoksun bulunması gerçeği yer alır. Bu durum nedeniyle, tüm siyasal mücadele ve iktidar kavgası, o tek partinin bünyesine hapsolmuş biçimde yürüyecektir. Lenin döneminde nesnel zorunlulukların dayatmasıyla ortaya çıkmış olan bu gerçeklik, Stalin tipi liderlerin elinde, yükselen bürokrasinin egemenliğini garantileyen fırsata dönüştürülecektir. 1921’den 1924’e ilerleyen yıllarda Bolşevik Partisinin bürokratik yozlaşması, Sovyet devletinin giderek işçi devleti olmaktan çıkıp bürokratik bir karşı-devrime açık hale geliyor oluşuna işaret edecektir.
Böyle bir durumda, Ekim Devriminin kazanımları henüz tamamen elden gitmemiş olsa bile, artık çok yıkıcı bir tehdit altındadır. Bolşevik Partisinin yozlaşması, verili koşullarda proletaryanın tarihsel çıkarları uğrunda kavgayı yürütmenin tek güvencesi olarak kalan faktörü de ortadan kaldırmaktadır. Sovyetlerin iktidarda oynaması gereken rolün artık fiilen son bulduğu koşullarda, partide ve devlette palazlanan bürokratik oligarşi ile işçi sınıfının devrimci öncüleri arasındaki mücadele, sonucu belirleyici etken olarak ortaya 101
çıkmıştır. Rusya gibi, ekonomik ve kültürel gerilik temelinde yalnızlaşan bir devrimci kalede, devrimci iktidarın korunması zorunluluğundan doğmuş olsa bile, işçi sovyetleri iktidarının giderek tek parti iktidarına dönüşmesi, partinin yönetiminin kimlerin elinde olduğu ve olacağı sorununu yaşamsal bir sorun haline getirmektedir. Nitekim 1924’lere ilerlendikçe, Lenin ve onun gibi düşünen önderlerin tüm çabasına rağmen, parti örgütlenmesinde iplerin yükselen bürokrasinin eline geçtiği ve bu nedenle de Sovyet kurumlarının bürokrasinin egemenlik aygıtına dönüşmekte olduğu gözlenecektir.
Lenin’in hastalığı ile birlikte parti yönetiminin Stalin, Zinovyev, Kamenev’den oluşan üçlünün eline geçmesi, Bolşevik Partisi içindeki bürokrasinin ve Stalin’in önünü açan tarihsel fırsatı oluşturmaktan başka bir işe yaramamıştır. Böyle bir durumda, Bolşevik Partisi içindeki kimi muhalefet gruplarının (İşçi Muhalefeti gibi, Demokratik Merkeziyetçiler grubu gibi) çözümlemelerinde eksiklikler ve hatalar olsa bile, işçi devletinin artık son bulduğuna ilişkin haykırışlarının anlaşılır bir nedeni vardır.
1923 yılının yaz ve sonbahar aylarında ekonomik kriz büyüdü. Aslında, 1922 Eylülünden beri sanayi ürünleri fiyatları, tarım ürünleri fiyatları aleyhine sürekli yükselmekteydi. Nitekim Troçki, Nisan 1923’te toplanan 12. Parti Kongresine bu önemli sorunu getirmiş ve sanayi ürünleri fiyatlarıyla tarım ürünleri fiyatlarının arasının iyice açılması nedeniyle makas bunalımı olarak adlandırılan bu fiyat dengesizliğine dikkat çekmişti. Durum gerçekten ciddiydi ve Troçki 8 Ekimde Merkez Komiteye gönderdiği eleştirel mektubunda, savaş komünizmi döneminde olduğu gibi fiyatlara komuta etmeye çalışarak bu bunalımın aşılamayacağını belirtiyordu. Ona göre, devletin büyük sanayi işletmelerinin reorganize edilmesi, işlerin artık bir plana göre yürütülmesi gibi önlemlere acilen ihtiyaç vardı. Troçki’nin mektubundan bir hafta sonra, gerek Troçki’yi destekleyen gerekse de çeşitli muhalif unsurları içeren 46 parti üyesinin imzaladığı 46’lar Platformu bildirgesi yayınlandı. Bildirgede ekonomik krize dikkat çekiliyor, ekonominin yanlış yönetimi ve parti içinde yaratılan baskıcı rejim eleştiriliyordu.
Muhalefet bu önemli sorunların ele alınacağı geniş bir parti konferansının toplanmasını talep etmiş olsa da, parti liderliği onlara yalnızca görüşlerini Pravda’nın sütunlarında tartışma iznini verdi. Gerçekte bu kadarlık bir taviz bile artık bir son örnekti ve bir daha muhalefete böyle bir hak tanınmayacaktı. Kaldı ki 25 Ekimde Merkez Komite toplanarak hem Troçki’nin 8 Ekim tarihli mektubunu hem de 46’lar Platformunu mahkûm etti. Stalin, Zinovyev ve Kamenev’den oluşan triumvira (üçlü yönetim) artık açıkça Troçki’ye saldırmak üzere kılıçlarını kuşanıyordu.
15 Aralıkta Stalin Pravda’da Troçki aleyhinde bir makale yayınlayarak yeni bir dönemi başlattı. Stalin’in, Zinovyev ve Kamenev’le bir olup Troçki’den kurtulabilmek amacıyla türlü yalanlara ve entrikalara başvuracağı bu dönem boyunca, Troçki’ye yöneltilen hakaretler aslında Zinovyev ve Kamenev’in icadı olan bir “Troçkizm” suçlaması altında yürütüldü. Ve Ocak 1924’te Lenin ölüm döşeğindeyken, Stalin, triumviranın marifetiyle parti kongresinde muhalefeti mahkûm ediyor, parti liderliğine karşı muhalefetten Troçki’yi kişisel olarak sorumlu tutuyordu. Bu sonuç, vasiyetinde Stalin konusunda dile getirmiş olduğu kuşkularında Lenin’in ne kadar haklı olduğunun ve öte yandan triumviranın bu vasiyeti ne kadar ciddiye aldığının (!) aşikâr bir kanıtı değil miydi?
102
1924-1928: Bürokratik Karşı-Devrim Süreci
Alman devriminin yenilgisi ve Avrupa’da devrimci dalganın geri çekilmesi nedeniyle Sovyetler’in yalnızlığının kesinleştiği koşullarda, Lenin’in de ölümüyle birlikte Bolşevik Partisinde gruplar arası çatışma keskinleşti. Artık bu çatışma, yükselen bürokrasiyle, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarının savunuculuğunu sürdüren Bolşevik-Leninistler (Sol Muhalefet) arasında yürümekteydi. 1924-1928 arasında yaşanan bu çatışmalı süreç, bürokratik yozlaşma sonucunda işlevsizleşen işçi iktidarının, bürokrasi tarafından doğrudan doğruya tasfiyeye girişildiği bürokratik bir karşı-devrim süreci olacaktı.
Bu sürecin özgünlüğü şuradadır: Yalnızca eskinin artığı bürokratlardan değil, daha da önemlisi, Sovyetlerin ve partinin içinde palazlanan yeni efendilerden oluşan bir bürokrasi artık mutlak egemenliğini kurmak üzere ilerlemektedir. Bu, olası bir burjuva karşı-devriminden farklı olarak, dıştan değil içten yürüyen bir karşı-devrim sürecidir. Yani bu süreçte proletarya, eski sınıf düşmanının (burjuvazinin) açık bir saldırısıyla değil, Bolşevik Partisinde ve sovyet kurumlarında konumunu güçlendiren bürokrasinin marifetiyle siyasal iktidardan uzaklaştırılmaktadır. Görünürde parti örgütleri ve sovyet kurumları şeklen varlığını muhafaza etmekte, fakat gerçekte bu organlar işçi iktidarının yaşam göstergesi olmaktan çıkmaktadır. Sovyet kurumlarının ve Bolşevik Partisinin içini bürokrasinin egemenliği doldurmakta, işçi devleti böylece tasfiye olmaktadır. Kuşkusuz böyle bir süreç tamamlandığında, bürokrasi sovyetlerin biçimsel varlığını muhafaza etmeye devam etmiş bile olsa, artık bir işçi devletinin olmazsa olmaz koşulu olan sovyetik devlet yapılanmasından (bürokrasisiz devlet, bir işçi demokrasisi olarak devlet) söz etmek mümkün olmayacaktır. Kısacası, yükselen bürokrasinin partide ve sovyetlerde mutlak hakimiyetini kurmasıyla, işçi devleti kesin olarak son bulmuş olacaktır.
İşte, Lenin’in ölümüyle Bolşevik Partisi içinde Stalin hizbinin artık pervasızca yürüttüğü iktidar kavgası, proletaryaya karşı yeni bir sınıf olarak yükselen bürokrasinin verdiği egemenlik mücadelesidir. Diğer partilerin ortadan kaldırıldığı, Bolşevik Partisiyle devletin iç içe geçtiği ve sınıfın deklase halde bulunduğu koşullarda, bürokrasinin iktidar kavgası, proletaryanın tarihsel çıkarlarını savunan Bolşevik-Leninistlere karşı yürütülen parti içi entrikalarda ve tasfiyelerde somutlanmaktadır. Bu durum bürokratik karşı-devrim sürecinin özgünlüğünün dışavurumunu oluşturmaktadır.
Lenin’in ölümüyle birlikte, Bolşevik Partisi içinde devrimci unsurları birleştirecek bir otorite boşluğu doğmuştur. Parti içi demokrasinin artık hiçbir biçimde işlemediği, iplerin tepede genel sekreter Stalin’in eline geçmiş bulunduğu koşullar nedeniyle, Bolşevik Partisi içindeki Sol Muhalefet başarılı bir kavga yürütememiştir. Daha sonra Stalin’e karşı çıkan Zinovyev, Kamenev gibi eski Bolşevik liderlerse, siyasal birlik oluşturamamalarının yanı sıra, birbirlerine karşı yürüttükleri üstünlük kavgasında Stalin’le uzlaşmalara da yer verdiklerinden, bir yerde kendi sonlarını kendi elleriyle hazırlamışlardır. Bu faktörler, siyasal iktidar kavgasının bütünüyle iktidardaki tek parti içinde cereyan ettiği özgün koşullar nedeniyle, mücadelenin farklı siyasal partiler arasında yürüdüğü bir ortamla kıyas edilemeyecek derecede önem taşımaktadır.
103
Sol Muhalefet
O dönemde içinde bulunulan ekonomik zorluklar nedeniyle, sanayileşme atılımının gerçekleştirilmesine ilişkin farklı görüşler parti içindeki gruplaşmaların odak noktasını oluşturmaktadır. Sanayi-tarım ilişkisi çerçevesinde parti içinde başlıca üç grup ortaya çıkmıştır. Troçki’nin içinde bulunduğu Sol Muhalefet grubu, planlı ve hızlı bir sanayileşmeyi savunmaktadır. Öte yandan Troçki, Lenin’in bürokratizme karşı başlattığı mücadeleyi sürdürmekte, partiyi Stalinist hizbin entrikalarına karşı uyanık tutum almaya davet etmektedir. Troçki, Yeni Yol adlı broşüründe yer alan ve bürokratizmi eleştiren 8 Aralık 1923 tarihli Parti Toplantısına Mektup’ta şöyle demektedir:
Aygıtın bürokratlaşması, hizipleşmenin başlıca kaynağıdır. O, eleştiriyi insafsızca yasaklıyor ve hoşnutsuzluğu örgütün derinlerine yayıyor. Herhangi bir eleştiri ve uyarıyı hizipçilikle damgalamaya çalışıyor. Mekanik merkeziyetçilik, zorunlu olarak, demokrasinin kötü niyetli bir karikatürü ve potansiyel bir politik tehlike olan hizipçilik ile tamamlanmaktadır.[49]
Sol Muhalefet “hızlı sanayileşme” önerisiyle, ağır sanayinin teşvik edilmesini, makine fiyatlarının gerçek değerlerinin üzerinde belirlenmesini, böylece sanayiye kaynak aktarımını ve kulakların makineleşmeye ekonomik faktörler aracılığıyla zorlanmasını talep etmekteydi. Aslında o dönemde Rusya’nın temel sorunu, gerçekten de ekonomik durumda bir iyileşme sağlanabilmesinin koşulu olan sanayileşmeyi gerçekleştirebilmesiydi. Ne var ki bunun başarılabilmesi için kaynak gerekmekteydi. Yabancı sermaye, dış borç ve kredi akışı açısından neredeyse yalıtılmış durumda bulunan Sovyet iktidarının, Preobrajenski gibi önde gelen iktisatçılarının gözlerini iç kaynaklara dikmelerinin temelinde böylesi bir nesnellik yatıyordu.
1924 Temmuzunda Preobrajenski, Sosyalist Birikimin Temel Yasası adlı çalışmasını Komünist Akademiye sundu. Preobrajenski, devletin denetimindeki sanayi sisteminin dışından elde edilen maddi kaynakların devlet elinde birikimini savunmaktaydı. O, bu birikimin geri kalmış bir tarım ülkesinde kaçınılmaz olarak devasa bir rol oynayacağını ve sanayileşme döneminde egemen olacağını düşünerek, bütün bu aşamayı ilkel ya da ön sosyalist birikim olarak adlandırmayı önerdi. Fakat parti liderliği bu görüşleri o dönemin resmi çizgisiyle bağdaşmaz bulduğundan, Preobrajenski’nin çalışmasını “Troçkizm” olarak suçladı. Preobrajenski aslında Marx’ın kapitalist ilk birikime ilişkin değerlendirmelerinden yola çıkmıştı. Nasıl ki bu birikim üreticilerin üretim araçlarından kopuşunu gerekli kılmışsa, “sosyalist birikim”in de bundan ilham alması gerektiğini düşünmekteydi. Yani ona göre Rusya’da bir “sosyalist birikim” sorunu vardı ve küçük ölçekli üretim sömürülmeden, tarımdan sanayiye kaynak aktarımı sağlanmadan bu sorun çözümlenemezdi.
Buharin’in görüşleriyle biçimlenen sağ kanat ise bu öneriye işçi-köylü ittifakını bozacağı gerekçesiyle karşı çıkmakta, tarım kesiminin desteklenmesine ağırlık verilmesini istemekteydi. Buharin, planlı sanayileşme fikriyle dalga geçmekte, “kaplumbağa hızı”yla sanayileşmeyi, kırsal kesimde burjuva unsurlara tavizler verilmesini savunmaktaydı. Sağ kanadın köylüye yönelik tutumu “zenginleşin” sloganında dile getiriliyordu.
Parti içindeki üçüncü grubu oluşturan ve Stalin’in içinde yer aldığı Merkez grup ise, her iki görüş arasında duruyor gibi görünmekteydi. Tüm dikkatini, parti içindeki Sol Muhalefeti ezmek üzere sağ kanadı kullanabileceği taktikleri, entrikaları geliştirmeye vermişti. Bu nedenle Stalinist merkez, Buharincilerin tezini desteklemekte ve 104
uygulamakta, Troçki’yi ve Sol Muhalefeti ise maceracılıkla suçlamaktaydı.
Bu arada, 13. Parti Kongresinden önce Mayıs 1924’te, yalnızca önde gelen parti üyelerinin katıldığı bir toplantıda Zinovyev, Lenin’in vasiyetini gündeme getirmişti. Stalin’in görevden alınması konusunda Lenin’in uyarısının pek de haklı olmadığı anlamına gelecek bir tutum sergilemiş ve Kamenev tarafından da desteklenmişti. Anlaşıldığı kadarıyla Troçki’nin sessiz kalmayı tercih ettiği tartışmalar sırasında Krupskaya, Lenin’in vasiyetinin kongreye okunması konusunda ısrar edecekti. Fakat kongrede alınan karar, vasiyet konusunda yalnızca bazı delegelerin gizlice bilgilendirilmesi doğrultusundaydı. Öte yandan, Lenin’in partiyi açıkça uyarmak amacıyla kaleme aldırdığı ama triumviranın hesaplarına denk düşmediği için gizlenen vasiyet sorunu ve dolayısıyla 1925 yılı, Troçki’nin siyasal yaşamı bakımından tehlikeli bir dönemeç noktası oldu.
Çünkü o sıralarda, Troçki yanlısı olarak bilinen Amerikan komünisti M. Eastman, Lenin’in yaşamının son dönemlerini anlatan ve New York’ta basılan bir kitapta Lenin’in vasiyetinden alıntılar yapmıştı. Oysaki vasiyet Stalinist klik tarafından gizli tutulduğundan, bu olay Troçki’nin siyasal açıdan yıpratılması için bir bahane olarak kullanıldı. Troçki, ancak aradan bir süre geçtikten sonra bizzat kabul ettiği üzere, 1925 Ocağında “vasiyetin var olmadığı” doğrultusunda bir açıklamada bulunmuştu. Fakat yine de bu tutumu, Ocak 1925’teki Merkez Komitesi toplantısı sonucunda onun Devrimci Askeri Komite başkanlığından ve Savaş Halk Komiserliği görevlerinden alınmasını engelleyememişti. Artık bürokrasinin çarkı Stalin’in egemenliği altında dönmekteydi ve şimdi de sıra Zinovyev’e ve Kamenev’e gelmişti.
1925 sonlarında toplanan 14. Kongrede triumvira çözülüyor ve Stalin bu kez Zinovyev ve Kamenev’den de kurtulmanın yolunu döşüyordu. Bu gelişme karşısında Zinovyev ve Kamenev ikilisi bu kez görüşlerini değiştirip, sanayileşmeye hız verilmesini savunan safa geçtiler. Böylece, 1926 yazında Troçki, Zinovyev, Kamenev ve onların izleyicileri Birleşik Muhalefeti oluşturdular. Ayrıca Sapronov’un önderliğindeki küçük fakat radikal bir grup olan Demokratik Merkeziyetçiler grubundan bazı kişiler de Birleşik Muhalefette yer almıştı. Muhalefet Temmuz ayında yapılan Merkez Komitesi toplantısına katıldı; bu toplantıda Zinovyev politbürodan, Kamenev ise hükümetten atıldı.
1927 başlarında yeni bir bunalım patlak verdi. Bu bunalımın temelinde yatan önemli bir faktör Sovyetler Birliği’nin dış ilişkilerinin bozulmasıydı. Almanya kendi çıkarları nedeniyle Sovyetlerle ticari ilişkilerini sürdürmekten yanaydı; fakat Sovyetler Birliği’nin o dönemde en büyük ticari ortağı olan İngiltere ilişkilerini kesti.[50] Ayrıca, Pilsudski önderliğindeki Polonya’nın, Baltık bölgesine yönelik müdahalede bulunacağı yolundaki endişeler de Sovyet liderliğini bir savaş beklentisi gerginliğine sürüklemişti. Bu gerilimli sürecin kaçınılmaz sonucu olarak, liderlik içindeki çekişmeler de alabildiğine tırmandı. Fakat aynı dönemde Sovyet diplomasisi, uluslararası arenada yalıtılmışlıktan kurtulmak amacıyla girişimlerini sürdürmekteydi. 1927 Mayıs ayında bir Sovyet delegasyonu, Dünya Ekonomik Konferansına katılmak üzere Cenevre’ye gitti. Delegeler genel anlamda kapitalistleri eleştirmek ve dış ticaret tekelini savunmakla birlikte, “iki ekonomik sistemin barış içinde bir arada yaşaması” çağrısını yükselttiler.
Bu süreçte Sovyetler Birliği’nde muhalefete yönelik baskılar arttırıldı; Troçki ve Zinovyev’in partiden atılması için bahaneler aranıyor, kampanyalar yürütülüyordu. Troçki Merkez Kontrol Komisyonunda dinlendi. Ve Prezidyum üyesi Aron Solts’un oturum sırasında Fransız Devrim tarihinden, giyotinden söz etmeye başlaması üzerine, Troçki bu tehdide, Stalinist liderliğin “Termidorvari yozlaşması”ndan söz eden ünlü cümlesiyle karşılık verdi. Bu olayı belgelere dayanarak aktaran M. Reiman, Troçki’nin daha sonra Merkez Kontrol Komisyonu başkanı Orjonikidze’ye gönderdiği bir mektupta, 105
savaş tehlikesinin eleştiri ihtiyacını yok etmediğini ve önderliğin değiştirilmesinin zafer için gerçekten bir önkoşul oluşturabileceğini söylediğini belirtmektedir.[51] Muhalefetin görüşlerinden vazgeçmesi yönünde bindirilen basınç etkili olmadı. Bunun üzerine, 29 Haziran 1927’de Merkez Komite ve Merkez Kontrol Komisyonunun ortak plenumunda, Troçki ve Zinovyev’in gıyabında, onların Merkez Komiteden atılmaları yolunda bir tavsiye kararı alındı. Stalinist liderlik, salt parti içi bürokratik manevralarla muhalefetin sesini kesemeyince, muhalefete karşı siyasi tertiplerin odağı haline gelen OGPU’nun siyasi yaşamdaki rolü de gün geçtikçe artmaya başladı.
1927 Eylül başlarında Birleşik Muhalefet, daha önce hazırlamış olduğu programatik bir belge niteliğinde olan platformu (83’ler bildirgesi) parti liderliğine sundu. Platform, Sovyet ekonomisinde yapısal bir iyileşmenin sağlanmasını, sanayi işçilerinin ve kırlardaki yoksulların toplumsal koşullarının hızla iyileştirilmesini, parti, sovyetler ve kamu örgütleri içindeki hayati çekirdeğin güçlendirilmesini, ulusal baskılara son verilmesini vb. talep etmekteydi. Platform, 8 Eylül 1927’de Politbüro tarafından yasaklandı. Artık bu tarihten sonra Stalin’in muhalefete karşı atakları peşpeşe gelecekti.
1927 yılı ayrıca Çin Devriminin yenilgisi ve Troçki’nin, Stalinist liderliğin Çin politikasını eleştirisi temelinde gelişen gerginliklerle de yüklüydü. Komintern Yürütme Komitesi toplantısında Stalin’in politikalarını eleştiren Troçki, 27 Eylülde Komintern’in Yürütme Komitesinden ihraç edildi. Aradan bir ay geçtikten sonra toplanan parti Merkez Komite toplantısında ise Troçki ve Zinovyev Merkez Komiteden ihraç edildiler. Ekim Devriminin onuncu yılı nedeniyle düzenlenen kutlamalar sırasında muhalefet liderlerinin Moskova’da ve Leningrad’da halk arasında dolaşıp muhalefet yaptıkları gerekçesiyle düzenlenen polisiye kampanyalar sonucunda sıra artık doğrudan partiden ihraçlara gelmişti. Troçki ve Zinovyev partiden atıldılar; Kamenev ve diğer bazı muhalifler Merkez Komiteden ihraç edildiler.
Böylece Stalinist liderlik Aralık ayında toplanacak olan 15. Parti Kongresine, o dönemde Sovyet ekonomisinin içinde bulunduğu sorunlara bir çözüm aramak amacıyla değil de, asıl kendi iktidarını garantilemenin taktikleri üzerinde yoğunlaşarak hazırlanmaktaydı. Nitekim muhalefete karşı yürütülen kampanya kongrede doruğa tırmandı ve ardından kitlesel ihraçlar ve sürgünler gündeme geldi. Kamenev ve Zinovyev, Moskova’dan birkaç yüz mil uzakta bulunan Kaluga’ya sürülürken, Stalin’in tehlikenin asıl kaynağı olarak kabul ettiği Troçki 1928’de, Orta Asya topraklarının en uzak sınır şehirlerinden biri olan Alma-Ata’ya sürgüne gönderildi. 1928 Martında ise, Cezalandırma Politikası ve Hapis Yerleri Rejimi Üzerine başlığıyla yayınlanan bir talimatla, o döneme dek sınırlı ölçüde bulunan toplama kamplarının genişletilmesine ve muhaliflere, sabıkalılara karşı en sert baskı tedbirlerinin uygulanması için OGPU yönetimine daha geniş yetkiler verilmesine karar verildi.
Her ne kadar Sol Muhalefet, Stalinist liderliğin açık baskıları sonucunda gücünü yitirmekte ise de henüz yine de bir realiteydi. Oysa Stalin böyle bir muhalefetten tamamen kurtulmayı arzulamaktaydı. Stalin, parti örgütlerine gönderdiği gizli bir mektupla, muhalefete karşı gösterilecek her türlü “liberalizm”in hoşgörülemez olduğunu, “Troçkistler”in evrimlerini “Sovyet karşıtı bir yeraltı örgütü”ne dönüşerek tamamladıklarını bildirdi.[52]
Fakat öte yandan tarihin bu kesiti, bir zamanlar Bolşevik Partisi içinde lider pozisyonunda bulunan pek çok kişinin, daha sonra Stalin’in verdiği ölüm emriyle yüz yüze geldiklerinde kendilerinin de acıyla kavrayacakları üzere, çeşitli yanılsamalara kapıldıkları, tövbe ederek partiye döndükleri bir dönemdi. Örneğin Haziran 1928’de Kamenev, Zinovyev ve diğer bazı muhalifler bu yolla yeniden partiye kabul edildiler. 106
Diğer yandan Troçki’nin yandaşı olarak bilinen Preobrajenski ve Radek, artık Troçki’nin görüşlerine katılmadıklarını bildirerek Stalin’e yanaştılar. Tüm bu acı olaylar yaşanmaktayken, Troçki Alma-Ata’da, 1928 Kongresinde ele alınacak olan Komintern program taslağının eleştirisini kaleme alıyor ve bu eleştiriyi kongre delegelerine ulaştırıyordu. Eleştiri, bürokratik devletin kuruluşunun ideolojik dayanağı kılınan “Tek Ülkede Sosyalizm” doktrinine kapsamlı ve şiddetli bir darbe indirmekteydi.[53]
Aralık 1928’de Stalin politbüroya, Troçki’nin SSCB’den sürülmesi önerisini getirdi. Amacı sol muhalefeti önderinden yoksun bırakıp tam manasıyla çökertmekti. Ocak 1929’da Stalin, (Rikov, Buharin ve Tomski’nin itirazlarına rağmen) politbürodan bu kararı çıkarttı. Troçki Odessa’dan İstanbul’a giden bir gemiye bindirilerek zorla Türkiye’ye sürüldü. Böylece Stalin, Bolşevik Partisi içinde amaçladığı despotik-bürokratik diktatörlüğünü kurmuş ve parti Lenin’in takipçisi Bolşevik-Leninistlerden temizlenmişti. Bolşevik Partisinin artık eski parti ile özde hiçbir benzerliği kalmamıştı.
Bolşevik Partisi içinde, enternasyonalist devrimci unsurların mücadelesine, Lenin ve Troçki gibi saygın önderlerin varlığına rağmen, Stalin tipi milliyetçi, büyük Rus şovenizminin takipçisi bürokratların yükselişi engellenememişse, bu durumun ortaya koyduğu bir ders olmalıdır: Toplumun ekonomik-kültürel geriliği, iç savaş sürecinde sanayi proletaryasının gücünün kırılması ve en önemlisi devrimin tek ülkede yalıtılmış bulunması, bürokratik bir egemenliğin yükselişini olanaklı kılmışsa, böyle bir durum, devrimin öncüsü olan partinin yapısında ve konumunda da muazzam bir değişikliğe neden olacaktır. Bir zamanlar proletaryanın devrimci öncülerini içeren partinin, bürokrasinin egemenlik aygıtına dönüşmesi, nesnel durumun öznel ögenin gelişimi üzerinde de nasıl yıkıcı etkiler yaratabileceğini açıklar.
1924-1928 arasında yürüyen bürokratik karşı-devrim sürecinde bürokrasi, Bolşevik Partisini kendi egemenlik aygıtı olarak yeniden örgütlemiştir. Lenin döneminde, bürokratik yozlaşmayla mücadele etmek amacıyla, partiye iktidarın nimetlerinden yararlanmak için üşüşen ikbal avcılarına karşı çeşitli temizlik kampanyaları yürütülürdü. Oysa onun ölümüyle birlikte Stalin partinin kapılarını bu türden unsurlara açmıştır. Lenin’in mücadele arkadaşı eski Bolşevikleri partiden tasfiyeyle uğraşan Stalin, bu iş için gereken desteği, proletaryanın bilinçsiz geri kesimlerinden, eski Menşevik unsurlardan, köylülerden ve yükselen bürokrasiden almıştır.
Cliff’in, “eski pisliğin geri gelmesi” bağlamında ortaya çıkan bürokrat tipine ilişkin olarak Boris Pilnyak’ın öyküsünden aktardığı satırlar tam da o zamanki durumu resmetmektedir: “Odasında, telefonun yanında bir koltuk duruyordu; emrindekilerle konuşurken koltuğunda gösterişli bir şekilde kasılıp ayaklarını açarak ileri uzatır, kendi eşitleriyle konuşurken olağan bir oturuş durumuna geçer ve kendinden yüksek mevkide olanlarla konuşurken yerinde toparlanıp dikkat kesilirdi: Bu üç ayrı durumda üç ayrı ses tonu işitilirdi.”[54] Sağlıklı bir işçi demokrasisinde asla yönetici pozisyonunda olmaması gereken bu geri fakat kendi çıkarlarını kollamada uyanık ve çıkarcı tipin, işçi sınıfının devrimi uğrunda yaşamlarını bile esirgemeyen kahraman öncülerle arasında uçurumlar vardı. Bu bakımdan, bu büyük devrimin lideri durumunda olan Lenin’in, komünist bir insan olarak oluşturduğu olumlu örnek, o sadelik unutulmamalıdır.
Bolşevik Partisinin üye sayısı 1924-1928 yılları arasında 472 binden 1 milyon 304 bine yükselmiş ve Parti bu süreçte yürütülen tasfiyelerle eski Bolşevik üyelerden temizlenmiştir. Partinin üye bileşiminin artık kesinlikle yeni efendilerden (Sovyet bürokrasisinden) yana ağır basması, Bolşevik Partisinin bürokrasinin ayrıcalıklarını simgeleyen bir organa (tapınağa) dönüştüğünün ifadesidir. 107
Sanayi kentlerinde burjuvazinin siyasal ve ekonomik varlığının ezildiği, fakat işçi sınıfının egemenliğinin de son bulduğu koşullarda, parti ve devlet kademelerinde egemenliğini kuran Sovyet bürokrasisi, bir bürokratik kast oluşturmanın ötesine geçerek, yükselen yeni bir sınıf oldu. Devletleştirilmiş üretim araçları üzerinde kolektif olarak tasarruf hakkına sahip olan ve dış ticaretteki devlet tekelini yöneten Sovyet bürokrasisi, işte bu maddi temele dayanarak egemen bir sınıf niteliğine yükseldi. Siyasal iktidar mücadelesinin parti içindeki çatışmalı süreçte somutlandığı bir durumda, partiyi tümüyle ele geçiren Stalinist Sovyet bürokrasisi, böylece bürokratik karşı-devrimi işçi sınıfına karşı kazandı. Bu sonuç bürokrasi açısından, karşı-devrimci uygulamalarını uluslararası ölçekte de yaygınlaştırabileceği çok önemli bir mevziyi ele geçirmesi anlamına gelmekteydi. Çünkü iktidardaki tek parti egemenliğine ve artık bürokrasinin çıkarlarını koruyacak nitelikte örgütlenmiş Sovyet devletine dayanan Sovyet bürokrasisi, kendini “devrimci merkez” ilân ederek dünya komünist hareketi üzerinde de hegemonya kurabilecekti.
Stalinist bürokrasi, içte kazandığı zaferi dünya ölçeğinde de garanti altına almanın yolunu tuttu. Egemenliğini koruyabilmesi ve pekiştirebilmesi için bunu yapmak zorundaydı. İşçi Sovyetleri Devletini tasfiye ederek kendini egemen kılan Sovyet bürokrasisi, dünya devriminin ilerleyişi “tehlike”sinden kendini korumak sayesinde varlığını sürdürebilirdi. Çünkü uluslararası proletaryanın kazanacağı yeni sovyetik mevziler, Sovyetler Birliği’nde egemen bürokrasinin iktidarının tepesinde sallanan bir Demokles kılıcı olabilirdi ancak. Bu nedenle, nasıl ki proleter devrim ancak bir dünya devrimi olarak ilerleme şansına sahipse, bürokratik karşı-devrim de uluslararası düzeyde dayanaklarını döşemek için dünya devrimini engellemek ve böylece bürokrasinin egemenliğini garanti altına almakla yükümlüydü.
Sovyet bürokrasisinin dünya devrimine duyduğu tepki, onun kendi devletini tıpkı burjuva devletin yapılanmasında olduğu gibi, ulus-devletin çıkarlarını savunma temelinde yapılandırmasında somutlandı. Proletaryanın tarihsel çıkarlarını dile getiren hedef devrimin sürekliliği iken, bürokrasinin çıkarlarını dile getiren hedef, uluslararası istikrar ve ulus-devletin güvenliğinin en başa alınmasıydı. Sovyet bürokrasisi, bu temelde bir statükonun kurulup, bunun dünya ölçeğinde korunmasına çalışmak üzere kendi resmi devlet ideolojisini yarattı.
Stalinizmin teorik düzeydeki çapsızlığı yadsınamaz. Kendisini sözümona sosyalist olarak göstermeye çalışırken mevcut küçük-burjuva sosyalizm anlayışlarına sahip çıktığı, bağımsız bir teori yaratamadığı da doğrudur. Fakat tüm bu olgular, egemen bürokrasinin bir ideolojisinin olmadığı anlamına gelmez. Hatırlanacağı üzere, kendini devlet olarak örgütleyen bürokrasi, bir kez toplumun karşısında bağımsız bir güç haline geldi mi, kendisi de artık yeni bir ideoloji yaratır. “Tek ülkede sosyalizm” efsanesi, dünya proletaryasının tarihsel çıkarlarının yerine, Sovyet bürokrasisinin kendi bencil ulusal çıkarlarını geçirebilmek amacıyla dört elle sarıldığı bir “ideoloji”dir.
Bu ideoloji, Sovyet bürokrasisi için dünya devrimi fikrinden uzak durmanın, onun sorumluluğundan kaçmanın bahanesiydi. Lenin’in ölümüne dek, dünya devrimi anlayışına bağlı görünen Stalin, Lenin’in ölümüyle doğan otorite boşluğundan yararlanarak Bolşevik Partisinde ipleri ele geçirdikçe ve artık kendini yükselen bürokrasinin lideri, “büyük Rus şovenisti” bir despot olarak açıkça ortaya koydukça, tek ülkede sosyalizm anlayışı da resmi devlet ideolojisi olarak biçimlenmeye başladı. Stalin’in, dünya devrimi anlayışının savunucusu olan Sol Muhalefeti ve özellikle onun önderlerinden Troçki’yi maceracılıkla suçlamaya başlaması ve Bolşevik Partisini bu “tehlikeli” dünya devrimi fikrinden temizlemeye koyulması, bürokratik karşı-devrimin yükselişinin somut bir göstergesidir. Bu olgu aynı zamanda, Stalinist karşı-devrimin 108
dünya proletaryası açısından uluslararası boyutunu da sergilemektedir. Bürokratik karşı-devrim, doğası gereği, uluslararası komünist hareket içinde de karşı-devrimci bir saldırı olarak örgütlenmiş ve yürütülmüştür. Bu nedenle, Stalin’in Bolşevik-Leninistleri, Troçki’yi partiden tasfiyesi (1927) bürokratik karşı-devrimin Sovyetler Birliği’ndeki zaferini simgelerken; “tek ülkede sosyalizm” anlayışının Kominternce kabul edilmesi (1928) de bu zaferin dünya komünist hareketindeki yansımasıdır.
O halde, 1928 yılı Sovyet bürokrasisinin bürokratik karşı-devrimi kazandığını ve Sovyet devletinin artık bürokrasinin devletine dönüştüğünü açığa vuran tarihsel bir dönemeç noktasıdır. Bundan sonra gelişen süreç ise, kurulmuş bulunan bürokratik diktatörlüğün kendini pekiştirmek üzere fiili duruma denk düşen hukuksal düzenlemelere girişeceği bir süreç olacaktır. Egemen bürokrasinin devleti bu süreçte, Ekim Devriminden arta kalan ne varsa bunları da işçi sınıfının elinden çekip almaya, tasfiyeyi tamamlamaya koyulacaktır. Bu nedenle, 1928’lerden 1936 Anayasasının kabulüne ve “Sovyetler Birliği’nde artık sosyalizmin kurulmuş bulunduğu”nun ilânına dek geçen süreç, totaliter rejimin kurumlaşması ve stabilizasyonu özelliğiyle sivrilecektir.
109
1928-1936: Bürokratik Diktatörlüğün Pekişmesi
Stalinci merkez, sanayileşme sorununda 1928 dönemecine dek sağ kanadın görüşlerini savunmaya devam etti. 1928 yılına kadar Stalin’in savunmuş olduğu tez şuydu: “Sanayileşmede acele etmemek, mujikle kavgaya girişmemek, dünya devrimine bel bağlamamak ve hepsinin ötesinde parti bürokrasisinin gücünü eleştiriden korumak!”[55]
Fakat artık Sol Muhalefetin parti içindeki basıncından kurtulmuş bulunan Stalin, bu kez de iktidar ortağından kurtulmanın planlarını yapıyor; Buharinci sağ kanadı tasfiyeye girişiyordu. “Buharin vakası”, politik taktiklerini Asyatik entrikacılık üzerine inşa eden Stalin’in meşrebini sergileyen tipik bir örnektir. Çünkü, bir zamanlar Troçki’yi ve Sol Muhalefeti ezmek için Buharin’i, Tomski’yi vb. kullanan Stalin, artık onlara ihtiyacı kalmadığında, daha 1925 yılında bu kişiler hakkında söylediği şu sözleri unutuverecektir: “Ne isteniyor Buharin’den? … Buharin kurban edilsin mi istiyorsunuz? Onu kurban etmeyeceğiz, bu böyle biline.… Sizin oluşturduğunuz platformun anlamı nedir? Bu işin sonu nereye varır? Bu iş, eninde sonunda partiyi Rikov, Kalinin, Tomski, Molotov ve Buharin olmadan yönetmeye kadar gider… ama yoldaşlar şimdi adını saydığım yoldaşlar olmadan bu parti yönetilmez.”[56] Stalin’in bu girişimini fark ettiğinde, Buharin’in Kamenev’le görüşerek Stalin’e karşı bir ittifak oluşturmayı önermesi ve Stalin’i, “birbirimize düşmeye başladığımız an boğazımızı kesmek için bekleyen bir Cengiz Han” olarak tanımlaması[57] sanki tarihin bir ironisidir. Stalinist egemenliğin ideolojik simgesi olan “tek ülkede sosyalizm”in mimarlarından biri olan Buharin’in bu itirafı artık olayların akışını değiştirmeyecektir.
Önce 1929 Kasımında Merkez Komite toplantısında Buharin, Tomski ve Rikov’a görüşlerinden vazgeçtiklerine ilişkin belge imzalatıldı ve Pravda’da yayınlandı. Ardından da Buharin Politbürodan çıkartıldı; Tomski ve Rikov’a ise kınama cezası verildi. 21 Aralık 1929’da Stalin 50. yaşgününü artık partiyi tamamen kendi egemenlik aygıtına dönüştürdüğü ve muhaliflerini susturduğu bir ortamda kutlamaktaydı. Tam da bu noktada E. H. Carr’ın değerlendirmesi yerindedir:
Ellinci yaşgününde Stalin’in ihtirası en yüksek noktasındaydı. İktidarını kaba ve keyfi biçimde kullanacağına ilişkin Lenin’in endişelerini doğrulayacak yeterli olay olmuştu. Amaçlarını zorla gerçekleştirmede olağanüstü bir acımasızlık sergilemiş, tüm muhalefeti ezmişti. Ama diktatörlüğünün niteliğinin tam anlamıyla açığa çıkması için biraz daha zaman geçmesi gerekecekti. Kolektifleştirme sürecinin, toplama kamplarının, büyük gösterilere dönüşen mahkemelerin ve yalnızca geçmişte kendisine karşı gelmiş olanların değil, iktidara yükselmesinde yardım etmiş olanların da yargılanarak, ya da yargılanmaksızın ayrım gözetilmeden öldürülmelerinin dehşetiyle birlikte basına, sanata, edebiyata, tarihe ve bilime katı ve teksesli bir ortodoksluğun dayatılması ve her türlü eleştirel düşüncenin baskıyla susturulması, savaş başarısının ya da elde edilen sonuçların silemeyeceği bir leke bıraktı.[58]
1929 sonu, kolektifleştirmenin nasıl yürütüleceğine ilişkin çeşitli toplantılar, tartışmalar ve oluşturulan komisyonların taslak hazırlıkları ile geçmekteydi. Politbüro henüz komisyon raporunu görüşmeden önce, Moskova’da Marksist Tarımcılar Konferansı düzenlenmişti. Bu fırsatı değerlendirerek aylardır ilk kez kalabalığa konuşan Stalin, “bir sınıf olarak kulakların tasfiyesi, tüm politikamızın en keskin yönelimidir” demekteydi.[59] Ardından politbüronun 5 Ocak 1930’da aldığı karar bu doğrultudaydı ve büyük çaplı kolektifleştirmeye girişildi. Buna direnen tüm köylülerin kulak olduğu ya da kulaklarla işbirliği içinde olduğu düşünülerek cezalandırılması yoluna gidildi. Zorla yapılacak bir 110
kolektifleştirmenin, işçi-köylü bağlaşıklığını bozarak toplumsal devrimi bütünüyle tehlikeye atacağını düşünen Troçki’nin kaygısı gerçekliğe dönüşüyordu.
Stalinist liderlik köylüler hakkında yeni bir kitlesel baskı planı geliştirdi. “On binlerce kulak evlerinden ve topraklarından çıkartılıyor, uzak bölgelere sürülüyor, hayvanları, araçları ve makineleri ise kolhozlara devrediliyordu. Her kategoriden köylülerin çok küçük bir kısmı gönüllü olarak kolhoza giriyordu. Köylülerin en çok gücendikleri konu, hayvanlarının istenmesiydi. Çoğu köylü hayvanlarını teslim etmektense kesmeyi tercih ediyordu. Kampanya boyunca ikna ve zor kullanma arasındaki çizgi çok incelmişti.”[60] Tahıl teslimat kampanyalarında OGPU’nun müdahalesi arttırıldı ve köylere askeri birliklerin yerleştirilmesi için hazırlıklar yapıldı. Baskıcı bir propaganda kampanyası eşliğinde köylüler kolhozlara girmeye zorlandılar. Bu uygulamaların sonucunda köylerdeki huzursuzluk büyüdü. Köylüler, devlet baskısına bir tepki olarak topraklarını ekmemeye, kendi hayvan sürülerini katletmeye ve bazı yerlerde ayaklanmaya başladılar. “Bunu birkaç gün sonra yeni bir emir izledi.… Suçlular hemen, sorgusuz sualsiz ölüme mahkûm edileceklerdi; temyiz yoktu ve cezalar yasa tarafından öngörülen dönem içinde infaz edilecekti. Bu bir bakıma, Stalin tarafından 1 Aralık 1934’te, Kirov’un öldürülmesinden sonra çıkartılan «teröristler»le ilgili ünlü kararnamenin bir prototipiydi.”[61]
Arada köylülerin ekim yapmasını sağlamak amacıyla, kolektifleştirme uygulaması ve baskılar gevşetilse de, sonuçta köylülerin direnişleri kırılarak hız yine arttırılmış ve nihayetinde 1931 yılının ortalarında, başlıca tahıl üretim bölgelerindeki işletmelerin üçte ikisi kolhozlarda birleştirilmiştir. Takip eden birkaç yıl içinde de diğerleri kolhozlara katılmıştır. Bu uygulamalar sırasında köylünün çektiği açlığın, iç savaştan beri yaşanan en kötü olay olduğu ve birkaç milyon insanın açlıktan öldüğü belirtilmektedir. Kaynaklar, 1931 yılına gelindiğinde, ekonomideki kapitalist sektörün tam bir enkaz yığınına dönüştüğünü ve öte yandan bu hızlı operasyon sonucunda tarımın tam bir kaosa sürüklendiğini belirtmektedir.
Bu süreçte Stalin asıl olarak bürokrasinin diktatörlüğünü pekiştirecek sonuçlar üzerinde kafa yormuş ve kırsal kesimde gelişecek kulak tehlikesinin kendi diktatörlüğünü tehdit edebileceğini hesaba katmıştır. Stalin’i böyle bir yol tutmaya yönelten temel faktör rasyonel ekonomik hesaplamalar olmayıp, politiktir. Kolektifleştirmeyle güdülen başlıca amaç, değer yasasının etkisine son vermek ve böylece politik kontrolü mutlak olarak ele geçirmektir. Kısacası Stalin’in kaygısı, artık zaten var olmayan bir işçi devletini muhtemel bir burjuva karşı-devriminden korumak değildir. O, işçi sınıfının elinden iktidarı gasp eden egemen bürokrasinin temsilcisi olarak, burjuva karşı-devrim olasılığına karşı düpedüz kendi bürokratik egemenliğini koruyabilmenin yolları üzerine odaklaşmıştır. Stalin bu nedenle, 1929 dönemecinde ani bir dönüşle aşırı zorlanmış bir kolektifleştirmeye yönelmiş ve böylece kendi iktidarını tehdit edecek kulak tehlikesinin önünü kesmeyi başarmıştır. Önce kırsal kesimde küçük-burjuva kitlelerin desteğini alarak proletaryayı ezen Stalinist bürokrasi, bunu başardıktan sonra köylüyü de ezerek kendi bürokratik diktatörlüğünü pekiştirmiştir.
Dolayısıyla, hızlı sanayileşme gereği nedeniyle, Troçki’nin sanayileşme planıyla Stalin’in 1929 dönemecindeki uygulamaları arasında özdeşlik kurmaya çalışmak, bilimsel temelden yoksun bir iddia olacaktır. Kaldı ki, bizzat Troçki’nin kendisi de, Stalin’in kolektifleştirme operasyonunu büyük bir macera, sonuçları itibarıyla bir yıkım olarak değerlendirmektedir:
Tarihte sık sık rastlandığı gibi oportünizm kendi karşıtına, maceracılığa dönüşmüştü. 1923-1928 yılları arasında Buharin’in “kaplumbağa temposu” felsefesini benimsemeye 111
hazır olan Politbüro, şimdi büyük bir çeviklikle yıllık yüzde 20’den yüzde 30 büyüme hızına sıçrıyor, her kısmi ve geçici kazanımı bir norm haline dönüştürmeye çalışıyor ve değişik sanayi kollarının koşullandırıcı ilişkilerini gözden kaybediyordu.[62]
Kolektifleştirmenin gerçek olanaklarının, sanayinin tarıma büyük çapta makine sağlamasına bağlı olduğunu belirten Troçki, 1923’ten beri Sol Muhalefetin sanayileşme önerilerine sırt çeviren Stalin’in, 1929’da tamamen hazırlıksız ve son derece aceleci biçimde ve de zorla kolektifleştirmeye giriştiğini söyler. Sonuç nedir? Troçki’nin deyimiyle:
Açlık, soğuk, salgın hastalık ve baskı önlemleri ile yitirilen insanların sayısı, katledilen hayvanlarınkine göre maalesef daha dikkatsizce kayıtlara geçmiştir ama bu da milyonlarla ölçülmektedir. Bu kurbanların günahı kolektifleştirmenin değil, kolektifleştirmenin gerçekleştirildiği gözü kapalı, zorba ve kumarbazca yöntemlerin boynunadır.[63]
Troçki’nin bu satırları, Stalin’in uygulamalarının Sol Muhalefetin sanayileşme planıyla uyuşmazlığını sergilemektedir. Fakat ne yazık ki, Troçki’nin, Stalin’in politik çapsızlığını kanıtlamak maksadıyla, onun sonuçta Sol Muhalefetin yıllardır işaret ettiği noktaya geldiğini vurgulayan bazı yanlış değerlendirmeleri de vardır.[64] İlerleyen yıllar içinde, Troçki bu yanlış tutumunu düzeltmiş olmasına rağmen, genelde pek çok Troçkist çevre bu gibi hususları sorgulamak yerine neredeyse iki plan arasında özdeşlik kurmaya devam etmiştir. Ve belirtmek gerekir ki, bu konuda yanılgıları besleyen asıl kaynak, Stalin’in yanına çekmeyi başardığı bazı dönek Sol Muhaliflerdir. Nitekim tarihi belgelere dayanarak o döneme ilişkin değerlendirmeler yapan kimi yazarlar bu hususu ifade etmektedirler. Örneğin M. Reiman, “Zinovyevistler bir tarafa, Antonov-Ovseenko ve Piyatakov gibi önde gelen Troçkist kanat önderleri dahil kimi muhalifler muhalefetle kopuşlarını haklı göstermek için Stalin’in «sola dönüş»ünü kullandılar” demektedir.[65] Gerçi genelde söz konusu Sol Muhalifler de Stalin’in ölüm makinesinden kendilerini kurtaramamışlardır; fakat Stalin’in entrikalarına kanarak ona destek verebilmişler, Stalinist kolektifleştirmeyi Sol Muhalefetin planlarının yürürlüğe konması biçiminde değerlendirmişlerdir. Oysa, kırsal kesimde girişilen kolektifleştirmeyi, “sosyalist devletin temellerinin sağlamlaştırılması”, “kırda sosyalist mülkiyet ilişkilerinin kurulması” biçiminde lanse eden resmi Sovyet görüşünün palavralarını, bizzat Troçki’nin 1936’lardaki şu sözleri deşifre etmektedir:
Resmi teoriye göre kolektif çiftlik mülkiyeti sosyalist mülkiyetin özel bir biçimidir. … Gerçekte kolektif çiftlikler, bireysel ve devlet ekonomisi arasında yarı yolda bir yerdedir ve onların içindeki küçük-burjuva eğilimler hızla büyüyen özel tahsisler ya da üyelerince yürütülen kişisel ekonomiler sayesinde çok güzel gelişmektedir.…
… Ne olursa olsun kolektifler şimdiye dek ülkedeki ekonomik ilişkilerin ancak hukuksal biçimlerini dönüştürmeyi başarmış –özellikle gelir dağıtımı yöntemlerini– ama eski kulübe ve sebze bahçesine, ahırdaki ağır pis işlere, mujik emeğinin tüm ağır temposuna dokunmamış, bunları hemen hiç değiştirmeden bırakmıştır.[66]
Sovyetler Birliği’nde kırsal kesimdeki kolektifleştirme gereksinimine ilişkin olarak bir noktanın altını çizelim: Sanayileşme planı ile uyumlu, işçi-köylü bağlaşıklığını kollayan dengeli bir kolektifleştirme, kırda modernleşmeyi, tarımdan sanayiye kaynak aktarımını sağlayabilmek için gerekli idi. Ancak, kolektifleştirmenin bürokratik egemenlik koşulları altında yapılmış olması ve dolayısıyla işçi-köylü bağlaşıklığını da yerle bir eden bir yol izlenmesi, sonuçları günümüze kadar uzanıp gelen sorunları yarattı. Eğer sanayileşme 112
hamlesi, işçi devletinin varlığını sürdürdüğü, kırsal kesimde zengin köylü hariç, yoksul ve orta köylünün proletaryanın yanına çekilmesi amacıyla özendirici ekonomik önlemlerin uygulandığı ve yeni bir işe girişirken kaçınılmaz olan yanılgıların en masrafsız biçimde düzeltilebilmesi için toplumda ve partide eleştiri-öneri serbestisinin bulunduğu koşullarda gerçekleşmiş olsaydı, Sovyetler Birliği’nin alnına kara bir leke olarak sürülen o katliamlara kapı açılmamış olurdu. Oysa Stalinist bürokrasinin kendi egemenliğinin temellerini güçlendirmek için giriştiği hızlı kolektifleştirme, yoksul ve küçük köylüyü sosyalizm hedefine düşman etmekten başka bir sonuç getiremezdi; nitekim de öyle oldu. Ve bu süreç, Rusya’nın uçsuz bucaksız kırsal alanlarında geleceğin milliyetçi öfkesinin temellerini attı.
Stalinizmden kopmamakta ayak direyenler, yaşananların içyüzünü anlamaya zahmet etmeksizin, Stalinist bürokrasinin uygulamalarına çeşitli özürler bulmaya çalışıyorlar. Örneğin, Stalinist kolektifleştirmenin yarattığı yıkıcı sonuçlar, “devrimin gerektirdiği zorunluluklar” bahanesiyle aklanmak isteniyor. Oysa bakılması gereken yer, Stalinizmin Marksizme yabancı karakteridir. 1929 dönemecine gelindiğinde, zaten tek kişi egemenliğine uyarlanmış iktidar aygıtı, tarihe büyük Petro gibi atılımlar yaparak geçmek uğruna her şeyi göze alabilecek Stalin’in emirlerini uygulamaya hazırdı. Ama yığınlar Stalin’in maceralarına gönüllü girişmeyecekleri için, baskı ve şiddet, bürokratik rejimin vazgeçilmez ögesi haline getirilip kurumlaştırıldı. Böylece, sosyalizmin tepeden buyruklarla kurulamayacağını ısrarla vurgulayan Marksizmin, Stalin tarafından nasıl da fırlatılıp bir kenara atıldığı bu gelişmelerle de kanıtlanıyordu.
Sanayileşme hamlesi bahsinde üzerinde durulması gereken diğer bir konu da merkezi plandır. 1929 yılında kabul edilen ilk beş yıllık planın hedefi, “ülkenin sanayileşmesinin temeli olarak üretim araçları üretiminin maksimum gelişmesinin sağlanması” diye ifade edilmişti. O dönemde Sol Muhalefet saflarını terk eden Piyatakov, Devlet Bankası başkanlığına getirildi. Dolaylı ve dolaysız vergilerin arttırılması, devlet tahvillerinin satışa sunulması vb. gibi mali önlemlerle “denk bütçe” prensibi yürürlüğe kondu. Fakat uygulanan kolektifleştirmeyle de birlikte, artık üretim araçları üzerinde ağırlıklı olarak devlet mülkiyetinin geçerli olduğu komuta ekonomisi altında, mali önlemlerin serbest piyasa ekonomisindekine benzer düzenleyici fonksiyonundan söz edilemezdi. Bu nedenle, örneğin Carr da o günlerin realitesini şöyle değerlendirmektedir: “Devlet Bankası ekonomiye sürekli yeni kredi pompalıyordu. Aşama aşama para basit bir değiş tokuş aracı ve muhasebe birimi haline dönüşmüştü, paranın tamamen ortadan kalkacağı gelecekteki komünist toplumun tadına şimdiden bakılıyordu.”[67] Dolayısıyla, NEP’in yürürlükten kaldırıldığı resmen ilân edilmiş olmasa da artık devlet mülkiyetine dayanan bu komuta ekonomisi, kapitalizmin bürokrasinin egemenliği altında tasfiye edilişiyle biçimlenen ve bürokratik merkezi planlamaya dayanan bir işleyişe sahipti. Kapitalist ülkelerin 1929 Büyük Depresyonunun pençesinde kıvrandığı bir dönemde, ekonominin kaderini piyasanın kendi başına buyruk yasalarına terk etmeyen SSCB’nin bürokratik “planlı” ekonomisi, bu nedenle bir prestij kazanacak ve bu özelliği nedeniyle birkaç kuşak boyunca nice insanın sosyalizm kavrayışını bulandıracaktı. 113
İşçi sınıfının durumu
Stalinist diktatörlük bir yandan despotik-bürokratik devletin iktisadi temellerini pekiştirirken, öte yandan işçi sınıfının Ekim Devrimiyle elde ettiği kazanımları tamamen tasfiye ederek, işçi sınıfı karşısındaki yönetici-egemen pozisyonunu pekiştirdi. Stalinist bürokrasi 1928 yılında Troyka’yı[68] resmen sona erdirmeyi amaçlayan bir karar almıştı. 1929 Eylülünde ise fabrika komitelerinin artık yönetime müdahale edemeyeceklerini kararlaştırdı. Lenin döneminde iç savaşın yarattığı ekonomik yıkım nedeniyle bazı demokratik haklar sınırlandırıldığında, bunun çaresizlikten kaynaklanan olumsuz bir durum olduğu açıklanırken, bürokrasinin egemenliği altında artık bu türden sınırlamalar katı biçimde yasalaştırıldı ve rejimin fazileti olarak sunulmaya başlandı. Örneğin, Sovyet ekonomik yasaları üzerine 1935’te yayınlanan bir ders kitabında, “tek kişilik yönetim sosyalist ekonominin örgütlenmesindeki en önemli ilkedir” denilmekteydi.[69]
İşçi sınıfı aleyhindeki yasal değişiklikler, iş yasalarında da gerçekleştirildi. Daha önceden, 1922 yılında çıkarılmış İş Yasası gereğince, işçiler işyerlerini değiştirmekte özgürken ve bir işçinin işyerinin değiştirilmesi, o işyeri taşındığında dahi işçinin onayına tâbiyken, bürokratik diktatörlük altında buna son verildi. 27 Aralık 1932’den itibaren Rusya’nın her tarafında geçerli olmak üzere, partinin özel izni olmaksızın işçinin iş yerini terk ederek başka bir iş yerine veya başka bir kente geçişini yasaklayan bir uygulama (iç pasaport yasası) başlatıldı. Bunun yanı sıra, önce sanayi ve ulaşım işçilerini ilgilendiren fakat daha sonra tüm işçileri kapsar hale getirilen “iş karnesi” sistemi getirildi. İşçilerle ilgili her türlü bilginin işyeri yöneticisi tarafından işlendiği bu karnelerin, işçi yeni bir işe girmek istediğinde gösterilmesi zorunluydu.
15 Kasım 1932 yılında çıkartılan bir yasa ile, geçerli bir neden göstermeksizin işini aksatan işçiye işten ve oturduğu evden atılma tehdidi getirildi. Aralık 1938 tarihli bir yasa ise, işe geç gelenleri ya da öğlen molasını biraz uzatanları, sonunda işten atmaya varana kadar çeşitli cezalara çarptırmayı mümkün hale getiriyordu. Ve nihayet, iş cezalarından çok siyasi ceza yöntemi olarak başvurulan zorunlu çalıştırmadan (angarya) tutun da 1930’larda Stalin’in temizlik kampanyaları sırasında 10 milyona yakın mahkûmun kapatıldığı çalışma kamplarına varıncaya dek totaliter bir rejimin tüm taşları döşenmiş oldu.
Keza kadın işçilerin bürokratik diktatörlük altında uğradığı hak kayıpları, bürokrasinin Ekim Devriminin kazanımlarına ne büyük bir saldırı yürütmüş olduğunun göstergesidir. Kadın ve çocukların ağır işlerde, sağlıksız koşullarda ve maden ocaklarında vb. çalıştırılması 1922 İş Yasası ile yasaklanmıştı. Bürokratik diktatörlüğün işçilerin kazanımlarına saldırılarından kadın işçiler de fazlasıyla nasiplerini aldılar. Örneğin, kadınların kömür madenlerinde çalışmalarının onların sağlık koşulları bakımından bir sakıncasının olmadığı yolunda düzenlenen “bilimsel” araştırmalar (!), kadın işçilerin en ağır işlerde çalıştırılmasının yolunu açtı ve giderek bunlar yaygın bir uygulama haline geldi.
Sendikaların bağımsızlığı ortadan kaldırıldı; toplu sözleşme hakkına son verildi; grevler yasaklandı; grevci işçilere ölüm cezası getirildi. Bir zamanlar sendikalar, yaşanan bürokratik deformasyon nedeniyle “işçilerin kendilerini kendi devletlerine karşı korumaları gereken” işçi örgütleri olarak savunulurken, bürokratik devletin artık bu türden “koruma” önlemlerine tahammülünün olamayacağı açıktı. Nitekim, sendikalar işçi haklarını düzenleyen ve koruyan örgütler olmaktan çıkartılıp sözde kurumlara dönüştürüldüler. Örneğin, 1932-1949 yılları arasında İşçi Sendikaları Kongresi 114
toplanmadı ve bu süre boyunca, yasal işgünü süresini yedi saat olarak belirleyen yasa iptal edildi. Karşılığı ödenmeyen zorunlu fazla mesailer gibi, iş koşullarını ağırlaştıran yeni düzenlemeler getirildi. Bürokrasinin komuta ekonomisi altında ücretlerin devlet tarafından belirlenmesi hususu, Sendikalar Merkez Konseyi başkanının şu sözlerinde açıkça dile getirilmekteydi:
Planın ekonomik kalkınmanın belirleyici unsuru haline gelmesinden sonra ücretlerin bundan bağımsız olarak kararlaştırılması söz konusu olamaz. Böylece toplu sözleşmeler, ücretleri tayin etme biçimi olarak yararlılığını yitirmiştir.[70]
Lenin döneminde açlık felâketi nedeniyle gündeme getirilen kapitalist üretim tekniklerinden yararlanma uygulaması, Stalinizm tarafından kutsandı. Bu tür uygulamalar, zorunluluklar nedeniyle başvurulan bir olumsuzluk olarak değil, tersine, sosyalizm ile tam uyuşan yöntemler olarak savunulmaya başlandı. Stalinizm, benzer işlerde eşit ücret uygulanması istemini, küçük-burjuva eşitlik anlayışı olarak damgalayıp rafa kaldırdı. “Sosyalist yarışma” adı altında işçi sınıfı içinde ayrılıkçı ve rekabetçi eğilimler körüklendi. Bilinçli bir yöntemle işçi sınıfı bölündü ve işçiler birbirine düşman edildi; Stahanovculuk bu uygulamanın resmi adıdır. 1928 ile 1936 arasında emek üretkenliği üç kattan daha fazla artarken, gerçek ücretler yarıdan fazla azaldı. Parti üyelerinin gelirini kısıtlayan kural kaldırıldı; bürokrasinin geliriyle işçi ücretleri arasında uçurumlar açıldı.
Peki tüm bu yasal düzenlemelerle, verimli ve disiplinli bir şekilde çalışan ve yeni iş koşullarını önemli bir kazanım olarak değerlendiren bir işçi sınıfı mı yaratıldı? Hayır, tam tersine! Devletin tek karar sahibi olduğu ve kararların son tahlilde yerel yöneticilerin keyfine kaldığı bu bürokratik sistemde, söz konusu yasal düzenlemeler aslında, istenmeyen, muhalif işçilerin işten atılmasının, onların ve ailelerinin kaderinin bürokratların “insafına” terk edilmesinin zeminini oluşturdu. Eğer bürokratik rejime karşı çıkmaya ve örgütlenmeye teşebbüs edersen geleceğin daha baştan belirlenmişti! Yok şayet yöneticilerin suyuna gidersen, mevcut sistem içinde ufak bir ayrıcalık koparmak için (küçük çapta bir karaborsacılık gibi) senin de bir şansın olabilirdi! Ve böylece, bir yandan ağır baskı ve tehdit, öte yandan göz yumma ve rüşvet sonucunda, işçiler daha iyi bir gelecek olabileceği yolundaki umutlarını giderek tamamen yitirdiler; kendilerini uyuşturma ihtiyacı içinde alkolizmin batağına battılar. İşte Stalinizmin “yaşayan sosyalizm”inde (!) işçilerin kaderi bu oldu.
Tüm bu gelişmeler neye işaret etmektedir? Sovyet işçi sınıfının artık kesinlikle egemen bir sınıf olmadığını göstermektedir. Ekim Devrimiyle işçi sınıfının elde ettiği tarihsel bir kazanım olan iş güvencesinin içinin bürokratik diktatörlük tarafından tamamen boşaltıldığı açık bir gerçektir. İşçi sınıfının politik iktidarının gasp edildiği, üretim sürecindeki yönetici pozisyonuna son verildiği, çalışma rejiminin işçinin özgür iradesine dayanmak yerine devletin bürokratik komuta sistemine dönüştürüldüğü bir durumda, sovyet proletaryasının tarihsel kazanımlarını koruduğundan söz etmek olanaksızdır.
Diğer yandan, yönetici sınıf konumunu tamamen yitiren proletaryadan boşalan yeri mutlaka bir başkası doldurmuş olacaktır. Bu bir başkası, sovyetlerin içinden yükselerek devleti mülk edinen yeni efendilerdir, bürokrasidir. Sovyet bürokrasisi, bu koşullarda artık oluşumunu tamamlamış egemen bir sınıftır. Bürokratik diktatörlüğün pekişmesinin ifadelerinden biri de, Kızıl Ordunun, burjuva profesyonel ordularında olduğu gibi düzenli ordu haline getirilmesi ve hiyerarşik rütbe sistemine dönüşün gerçekleştirilmesidir. Bu dönüşümü Troçki şu sözlerle dile getirmektedir:
Ekim Devrimine daha da ölümcül bir darbe, tüm burjuva ihtişamıyla subaylığı geri 115
getiren kararname ile indirildi.
1935 yılı Eylülünde uygar insanlık, dostlar ve düşmanlar şaşkınlıkla öğrendiler ki Kızıl Ordu artık teğmenle başlayıp Mareşalle bitecek olan bir subaylık hiyerarşisi ile taçlanıyordu.[71]
Oysaki, eski düzenli ordunun dağıtılması ve yerine halk milislerinin geçirilmesi doğrultusundaki programatik hedef, Ekim Devrimini takiben yayınlanan kararnamelerle yaşama geçirilmek istenmişti. Ne var ki, devrimin karşı karşıya bulunduğu sorunlar arasında en büyük engeli yaratan nesnel gerçeklik, yani devrimin ileri ülkelerde gerçekleşmemesi ve geri bir ülkenin koşulları içine hapsolması, o kararnamelerin pek çok devrimci maddesinin istenildiği düzeyde yaşama geçirilememesi sonucunu doğurmuştu. Hele bir de var olan bu nesnel engellere iç savaş faktörü eklenince, Lenin, Troçki gibi devrimci liderler bile, yeniden düzenli bir ordunun oluşturulması yoluna gitmişlerdi. Fakat aşılamayan zorunluluklar nedeniyle bir düzenlemeyi istemeye istemeye yapmak zorunda kalan devrimci liderlerin tutumuyla, artık iktidarın yapısı değiştiği için aynı şeyi kendi sınıf egemenliğini sürdürmek için yapan bürokrasinin tutumu arasındaki fark, basit bir fark değildir. Arada kahrolasıca bir bürokratik karşı-devrim yer almaktadır. Unutulmasın, bir zamanlar Bolşevikler, düzenli orduya geri dönüşü kalıcı kılmak isteyenlere karşı, halk milisi sistemini savunan sert cevaplar verirlerdi. Örneğin, mecburiyet nedeniyle yeniden göreve çağrılan bir generalin, ordunun artık eski kışla sistemine dayanması gerektiğini söylemesi üzerine Troçki’nin verdiği yanıt şuydu: “Komünist Partisi üç renkli kışlanın yerine kızıl kışlanın konulması için iktidara gelmedi.”[72]
116
1936 Anayasası ve Bolşevik kadroların tasfiyesi
SBKP’nin 1934 yılında yapılan 17. Kongresi, bürokrasi tarafından “muzafferler kongresi” olarak ilân edilmişti. Resmi açıklamalar Sovyetler Birliği’nde artık sosyalizmin kurulduğunu, tek ülkede sosyalizmin muzaffer olduğunu vurguluyordu. Stalin, Sovyetler Birliği’nde eski sınıfların ortadan kalktığını, eski sınıf çelişkilerinin son bulduğunu, artık sosyalizme özgü yeni sınıfların var olduğunu ve bunlar arasında da uzlaşmaz çelişkilerin bulunmadığını söylüyordu. Dolayısıyla devletin de artık proletarya diktatörlüğü olmaktan çıkıp, “tüm halkın devleti” haline geldiğini açıklıyordu. Bütün bu safsatalar, proletarya diktatörlüğünün Stalinist bürokrasi tarafından tasfiye edildiğinin üstünü örtmek için bürokrasinin kullandığı yeni argümanlardı. Bir zamanlar Stalin, sosyalist toplumun sınıfsız ve devletsiz bir toplum olduğunu söylerdi. Fakat bürokrasinin egemenliği kurulduktan sonra, egemen bürokrasinin artık kendi devletini kutsamaya ihtiyacı vardı. O nedenle söylem değiştirildi ve devletin güçlendirilmesinin, “tek ülkede sosyalizmin”in zorunlu koşulu olduğu ilân edildi.
Oysaki dünya burjuvazisi bu safsatalara değil, Sovyetler Birliği’nde yaşanmakta olan gerçek değişime bakmaktaydı. Fransız resmi gazetesi Le Temps, 25 Eylül 1935’te şöyle yazıyordu: “Artık kesinlikle konsolide edilmiş olan rejim giderek stabilize olmaktadır. Sovyet ailesi ve Sovyet toplumu içinde devrimci alışkanlık ve gelenekler yerlerini, adlarına kapitalist denen ülkelerde hüküm sürmeye devam eden duygu ve alışkanlıklara bırakmaktadırlar. Sovyetler burjuvalaşmaktadırlar.” Bu gazete haberini aktaran Troçki’nin yorumu ise şuydu: “Bu yargıya ekleyecek söz bulmak zordur.”[73]
1923 Anayasası ile inşa edilen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde egemenlik hakkı Sovyetler Kongresi başkanlığı altında Sovyetlere aitti. Fakat bürokrasinin yükselişine bağlı olarak bu hakkın da içi boşalmaya ve giderek kâğıt üzerinde kalmaya başlamıştı. Nitekim, bürokrasinin egemenliği altında yeni yasal düzenlemelerin yapıldığı 1931-1935 döneminde Sovyetler Kongresi hiç toplantıya çağrılmadı. Ve 1936 Anayasası ile yapılan yeni düzenlemelerle, “Yüksek Sovyet” adı verilen Sovyetler Kongresinin işlevi artık göstermelik törenler düzeyine indirgendi.
17. Kongrede kabul edilen “tek ülkede sosyalizmin zaferi” masalı, 1936 Anayasasının da temel esprisini oluşturur. Bu anayasayla, Sovyet proletaryasının iş yerleri temelinden yükselen seçme ve seçilme, iktidar organlarını oluşturma hakkına –fiilen zaten ortadan kaldırılmış bulunan bu hakka– hukuken de son verilir. 1936 Anayasası ile getirilen genel oy hakkı, burjuva parlamentarizmine benzer şekilde göstermelik bir hakka indirgenmekte, hatta zorunlu onaya dönüştürülmektedir. Troçki’nin belirttiği gibi:
Siyasal alanda yeni anayasanın eskisinden ayrımı, sovyet sistemi sınıf ve endüstriyel gruplara göre seçimden, burjuva demokrasisi sistemine, atomize nüfusun “evrensel, eşit ve dolaysız” denilen oylamasına dönüşüdür. Kısaca belirtmek gerekirse bu proletarya diktatörlüğünün hukuksal olarak tasfiye edilmesidir.[74]
Hatırlanacağı üzere, Ekim Devriminin ürünü olan Sovyet sistemi, “komünlerde örgütlenmiş emekçilerin genel oy hakkı” ilkesine uygun olarak, ancak bunun dışındaki unsurları oy hakkından yoksun kılmaktaydı. Ayrıca, temsil oranlarında işçiler lehine farklılık yaratmakla da, burjuva parlamentarizminden tamamen farklı bir seçim sistemi getirmişti. Bu devrimci Sovyet sistemi 1936 Anayasası ile tasfiye edildi. Fakat buna rağmen, bürokrasinin kendi egemenliğini “Sovyetler Birliği” kavramıyla ifadeye devam etmesi, aslında bir tarihsel kazanımın fiilen tasfiyesiyle yetinmeyip, onun olumlu izlerini 117
dahi insanların beyninden kazımak istemesi anlamına gelmekteydi. Victor Serge’in belirttiği gibi:
… oy eşitliği ile bundan böyle bürokrasi, gerektiğinde işçiler üzerinde kırsal kesim çoğunluğu ile hakimiyet kurmayı sağlayacak. Yeni yasama ve yürütme organı olan, dört yıllığına seçilmiş … Yüksek Şura, seçmenler birliğinin göstermelik bir danışma kurulu olduğuna göre parlamento değildir ve artık bir Sovyetler kongresi de değildir.… Devletin adlandırmasında Sovyetler sözcüğünün hâlâ niçin var olduğunu soruyor insan kendine? Belki de yalnızca tarihsel geleneği kötüye kullanmak içindir.[75]
İşçi sovyetleri iktidarının son bulmasını salt 1936 Anayasa değişikliğine bağlayıp, hukuksal dar görüşlülüğe düşmemek için önemli bir gerçeğin altını çizmek gerekiyor. Anayasalar genelde sosyo-politik değişimde bir başlangıç noktası oluşturmayıp, tersine fiili değişimi takip eden normatif düzenlemelerdir. Bu kuralı doğrular biçimde, bürokratik karşı-devrimin tamamlanmasını takiben, 1936 Anayasası ile Stalinist bürokrasinin kendi diktatörlüğünün yasal örtüsünü dokuduğu bir gerçektir. Görünürde, 1918 Sovyet Anayasasında yer alan bazı maddeler korunurken, bu iki tarih arasında cereyan eden köklü fiili değişim ifadesini, Sovyet bürokrasisinin ilân ettiği “tüm halkın devleti”, “SSCB’de sosyalizmin kurulduğu” açıklamalarında bulmaktadır. İşte 1936 dönemecinde bakılması gereken asıl yer biçimsel anayasa maddeleri değil, bürokrasinin egemenliğinin kurulduğu sürecin sonunda, Sovyet devletinin temel esprisinin ifade edilişindeki bu köklü değişimdir.
Sovyet bürokrasisinin kullandığı bu yeni argümanlar şu gerçeği gözler önüne sermektedir: Nasıl ki burjuvazi diktatörlüğünü bir ulus-devlet olarak kutsayıp, sınıf ayrılıklarını gözden gizlemeyi, böylece sınıf çatışmasını kendi hegemonyası altına almayı amaçlamaktaysa, Sovyet bürokrasisinin “tüm halkın devleti” parolası da benzer bir işlevle yükümlü kılınmıştır. Burjuvazinin diktatörlüğünü uzun vadede sürdürebilmesi için çıplaklığını örtecek şala duyduğu gereksinim gibi, Sovyet bürokrasisi de uzun vadede hegemonyasını bir “sosyalizm” şalına örtünerek sürdürebilmiştir.
Ekonomik bakımdan durum ortadayken, Stalinist resmi ideoloji Marksist kavramların içini boşaltma konusunda çarpıcı bir adım daha atmıştır. 1936 Anayasasının “Toplumsal Yapı” adlı bölümünde; “Sovyetler Birliği’nde sosyalizm ilkesi gerçekleştirilmiştir” denmekte ve bu saptama “Herkesten yeteneğine göre, herkese çalışmasına göre” parolasıyla somutlanmaktadır. Bu ifade büyük bir yalandır. Bu yalan, Marx’ın komünizmin üst aşamasını karakterize edebilmek amacıyla dile getirdiği; “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” sözünün tamamen keyfi biçimde ikiye bölünmesi ve içeriğinin iğdiş edilmesiyle üretilmiştir. “Herkesten yeteneğine göre” sözü, çalışmanın artık bir yükümlülük olmaktan çıkıp, toplumun zorlamasına gerek kalmaksızın bireyin zevki haline dönüştüğü bir bolluk ve üst kültürel gelişme dönemini anlatır. O nedenle, böyle bir toplumsal duruma ulaşıldığında artık toplumsal üretimin bölüşümünde “herkese çalışmasına göre” diye bir ölçü de kalmayacak, herkes ihtiyacı kadarını toplumdan alacaktır. Kısacası Marx’ın ifadesinin her iki bölümü birbirine derinden bağlı tam bir bütünlük oluşturmaktadır; hiçbir şekilde bölünemez. Ve hepsinden önemlisi de, çalışmanın bürokratik diktatörlüğün egemenliği altında bir zorunluluk oluşturduğu durumu, “herkesten yeteneğine göre” diye ifade etmek düpedüz Marksizmle alay etmektir!
17. Kongreden sonraki dönem, Stalin’in şahsında simgelenen bürokratik oligarşinin mutlak diktatörlüğüne geçişi hazırlayan kanlı tasfiyeler, sürgünler ve katliamlar dönemi oldu. Sovyetler Birliği’ndeki politik rejim, tek şefin (Stalin’in) iradesi altında, totaliter bir niteliğe büründü. 1936-1938 yılları arasında kurulan Moskova mahkemeleri sonucunda 118
Stalin’in muhalifleri, Bolşevik-Leninist geleneğin takipçileri, adi ve düzmece suçlamalar bahane edilerek fiziksel olarak yok edildiler. Troçki o döneme ilişkin bazı çarpıcı gerçekleri şöyle dile getirmiştir:
Bu yıllar süresince yüzlerce gerek Rus gerek yabancı Muhalefetçi ya öldürülmüş, ya açlık grevi sonucu ölmüş, ya da intihara başvurmuştur. Son on iki yıl içinde yetkililer defalarca Muhalefetin nihai olarak kökünün kazındığını dünyaya ilân etmişlerdir. Ama 1935 yılının son ayında ve 1936’nın ilk yarısındaki “tasfiyeler” sırasında yüz binlerce parti üyesi bir kez daha partiden atılmıştı ve bunların arasında on binlerce “Troçkist” vardı. En eylemli olanlar hemen tutuklanmış ve hapishanelere, toplama kamplarına atılmıştı. Gerisine gelince, Pravda aracılığıyla Stalin, yerel organlara, bunlara iş vermemeleri için açıkça öğüt verdi. Tek işverenin devlet olduğu bir ülkede bunun anlamı, açlıkla, yavaş yavaş öldürmektir. Eskinin: çalışmayan yemeyecek, ilkesi bir yenisiyle değiştirilmiştir: itaat etmeyen yemeyecektir. Bonapartizm çağının başladığı 1923 yılından bu yana tam olarak kaç Bolşevik’in atıldığını, sürüldüğünü, tutuklandığını, öldürüldüğünü Stalin’in siyasal polisinin arşivlerini incelediğimiz zaman öğreneceğiz.[76]
Bu düzmece mahkemelerin ve sözde davaların içyüzü, Kruşçev’in SBKP 20. Kongresi kapalı oturumunda okuduğu ünlü raporun Komplo Davalar bölümünde (sonradan yine karanlıklara gömülmeye çalışılsa da!) yer aldı. Kruşçev’in, bu konuda 20. Kongreyi bilgilendirmek için oluşturulan komitenin araştırmalarına dayanarak vardığı sonuç şuydu:
1937-1938’de “düşman” olarak damgalanan pek çok parti ve sovyet aktivistinin, gerçekte asla düşman, ajan, yıkıcı olmadıklarını, tersine daima namuslu komünistler oldukları ve çoğunlukla dayanılmaz barbar işkencelerle (soruşturma yargıçları –çarpıtma uzmanlarının– emirleriyle) itiraflarda bulundukları açığa çıkmaya başladı.[77]
Ve Kruşçev, yine aynı komitenin raporundaki tespitleri aktarırken şöyle demekteydi:
XVII. Kongrede seçilen Merkez Komitesinin 139 üye ve yedek üyesinden 98’inin, yani yüzde 70’inin tutuklandığı ve kurşuna dizildiği belirlendi (büyük çoğunluğu 1937-38’de)
Sadece Merkez Komite üyeleri değil, XVII. kongreye katılan delegelerin çoğunluğu da aynı sonla karşılaştı. Toplam 1966 delegenin 1108’i tutuklandı; yani yarısından çok çok fazlası. Bu gerçek, şimdi gördüğümüz gibi XVII. Kongreye katılanların çoğunluğuna karşı yöneltilen karşı-devrimci suçlamalarının ne kadar saçma, vahşi ve sağduyuya aykırı olduğunu gösteriyor.[78]
Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik egemenliğin kuruluş sürecine yüzeysel olarak yaklaşanlar, Stalin’in adım adım işçi devletini tasfiye eden uygulamaları esnasında Bolşevik Partisinden yeterli muhalefetin yükselmemiş olduğunu söylerler. Böylece sonucu onaylamasalar bile, “bir yerde zafer Stalin’in hakkı idi” (!) demeye getirirler. Bu büyük bir sahtekârlıktır. Sovyetler Birliği tarihinin sayfaları Stalinist diktatörlüğe direnen, parti içinde muhalefet yükselten nice Bolşevik-Leninistin kanıyla sulanmıştır. Peki ya Stalin’in zaferinin, “birtakım hatalara rağmen son tahlilde yine de komünizm yolunda elde edilmiş” (!) bir zafer olduğunu savunabilen mantaliteye ne demeli? Böylesi düşünce sahiplerini niteleyecek sıfat ne olabilir ki? Belki de böyleleri için bir sıfat aramaya hiç gerek yok. Onların konumunu şu gerçekler yeterince anlatıyor: Sovyetler Birliği’nde Stalinist diktatörlük tarafından 1936’dan 1939’a kadar 1,5 milyondan fazla parti üyesi hapsedilmiş –yaklaşık tüm üyelerin yarıya yakını– ve 1936 yılından itibaren 10 milyondan fazla Sovyet vatandaşı hapishanelerde ya da çalışma kamplarında ölmüştür.
119
1917 Ekim Devriminde Kronştad denizcilerinin lideri ve Petrograd Askeri Devrim Komitesinin üyesi olan Raskolnikov, 1939’da kaleme aldığı Stalin’e Açık Mektup’ta, Sovyet tarihinin bu kanlı karşı-devrim dönemini dile getirmektedir:
Stalin! Sizinle beraber devrim tarihimize “terör dönemi” başlığıyla geçecek yeni bir dönem başlamıştır. Sovyetler Birliği’nde bugün kimse kendini güven içinde hissetmiyor. Kimse, akşam yattığında geceyi tutuklanmadan geçirip geçiremeyeceğini bilemiyor. … Ekim Devriminin kahramanları şimdi neredeler? … Savaşımın başından beri beraber olan eski takım nerede? Onlar yok artık. Siz kurşuna dizdirdiniz onları Stalin! Siz, size inananların vicdanını çürüttünüz, mahvettiniz. Siz sizinle beraber yürüyenleri, ikircim ve tiksinti içinde bırakarak, dünkü yoldaşlarının ve arkadaşlarının kanına girmeye zorladınız. Siz, sizin öncülüğünüzde yazılan yeni sahte parti tarihinde ölülerin ve kendinizin katlettirdiği kahramanların eylemlerini kendinize malederek mezar soygunculuğu yaptınız. … Savaşın arifesinde siz, ülkemizin gururunu ve güvencesini, yani Kızıl Orduyu yıktınız. … Siz dünya savaşının ve iç savaşın deneyimleriyle yetkinleşen ordunun en seçkin yöneticilerini, başta mareşal Tuhaçevski olmak üzere, katlettiniz! Sizin bu çılgın oyununuzun da sonu gelecektir. Sizin, işlediğiniz suçların listesi sonsuzdur. Sizin kanına girdiğiniz masumların listesi sonsuzdur. Bunları sıralamak bile olanaksız. Ama sovyet halkı sizi sosyalizme ve devrime ihanet ettiğiniz için, verdiğiniz muazzam zararlar için, halkın gerçek düşmanı olduğunuz için, sefaleti ve sahte delillere dayanan davaları örgütlediğiniz için eninde sonunda sanık sandalyesine oturtacaktır.[79]
Tarihin belirli bir kesitinde tüm bu gerçekler örtbas edilip, resmi tarih tarafından “Büyük Önder”, “Halkların Babası” vb. sıfatlarıyla farklı bir Stalin imajı yerleştirilmiş olsa da, ne derler, tarih affetmez!
Ölümü göze almak pahasına Stalinizme karşı muhalefet yürütmüş olan on binlerce devrimcinin, nasıl olup da bürokrasi tarafından yenilgiye uğratıldığının nesnel nedenini sorgulayan Troçki şöyle der:
Kuşkusuz on binlerce devrimci savaşçı Bolşevik-Leninistlerin bayrağı altında toplandı. İşçilerin ileri kesimi kesinlikle muhalefete sempati duyuyordu, ancak bu sempati edilgen kaldı. Yığınlar, durumun yeni bir savaş ile ciddi olarak değişebileceği inancından yoksundu. Bu arada bürokrasi iddia ediyordu: “Uluslararası devrim uğruna muhalefet bizi devrimci savaşa sürüklemeyi öneriyor. Sarsıntılar yeter! Dinlenmeye hak kazandık biz. Sosyalist toplumu biz burada inşa edeceğiz. Bize, liderlerinize güvenin!” Bu dinlenme vaazı, apparatçiki, askeri ve sivil memurları iyice pekiştirdi ve yorgun işçiler, ve daha da yoğun olarak, köylüler arasında tartışmasız yankı buldu.[80]
Ve en önemlisi, Troçki’nin Lenin’in öngörüsünü hatırlatarak dile getirdiği gerçekliktir. Troçki, bürokrasinin Bolşevik Partisini fethettiğini, böylece başlıca tehlikeyi, devlet organlarının toplumun hizmetkârlarından toplumun efendilerine dönüşmesinde gören Lenin’in programını yenilgiye uğrattığını belirtir: “Bürokrasinin koca kıçı, devrimin başına ağır bastı. İşte Sovyet Termidor’unun sırrı budur.”[81]
Son olarak da bir başka gerçeğin altını olanca netliği ile çizmek gerek: Nasıl ki bürokratik diktatörlük işçi devletinin karşı-devrimci inkârıysa, Stalinizm de aynı şekilde Leninizmin inkârıdır. 1917 Ekim Devrimiyle hayata gözlerini açan işçi iktidarı ile bu iktidara son verip egemen olan Stalinist rejim arasında, nice Bolşevik önder ve militanın kanıyla boyanmış bir karşı-devrim süreci uzanmaktadır. Buharin’in ölüme beş kala, 1938’de tutuklanmadan önce eşi Larina’ya ezberleterek teslim ettiği Parti Yöneticilerinin Gelecek Kuşaklarına başlıklı veda mektubu, Stalinizm gerçeğinin geç ve acıyla yüklü bir itirafıdır:
120
Yaşamdan uzaklaşıyorum. Başımı uzattığım satır, proletaryanın satırı değildir. O, acımasız, ama sonuna kadar tutarlı bir ahlâka sahip olmalı. Sürdürdüğü Orta Çağ yöntemleriyle muazzam güce sahip olan, örgütlediği iftira kampanyalarıyla kendinden emin ve cesur bir şekilde işleyen bu cehennem makinesi karşısında çaresiz olduğumu hissediyorum.[82]
İncelediğimiz sorun, tarihte birtakım olayların sonucu olarak Stalin diye bir kişinin ortaya çıkıp despot kesilmesi değildir. İncelenmesi gereken tarihsel olgu, kişi olarak Stalin değil, Stalinizmdir. Stalin bürokratik karşı-devrimin ve despotik bürokratik rejimin kuruluş sürecinin lideri olmasıyla sivrilen bir tarihsel şahsiyet olduğundan, kaçınılmaz olarak bu yeni rejime de ismini armağan etmiştir. Bilindiği gibi, Bolşevik Partisi içinde nice farklı görüşler dile getirilmiş, pek çok muhalif grup ve çevre biçimlenmiştir. Ancak eski Bolşeviklerin neredeyse hepsi bürokratik rejimin terörü altında can verirken, başta kalan ve egemen olan Stalin olmuştur. O nedenle de gerek Rusya’da gerekse ilerleyen tarihlerde başka ülkelerde kurulan despotik bürokratik rejimlerin isim babalığını yapmak Stalin’in “bileğinin hakkıyla” kazanmış olduğu bir tarihsel “ayrıcalık”tır.
Totaliter bir rejim, her ne kadar diktatörün oldukça “şahsi”leşmiş egemenliği ile karakterize oluyorsa da, bu tür bir siyasal biçimlenme hiçbir zaman rejimin özünü ve sınıf diktatörlüğünün niteliğini göz ardı etmeyi haklı kılmaz. Nitekim, 1953’te Stalin’in ölümü, ardından Kruşçev’in Stalin’i suçladığı 1956 yılının ünlü 20. Kongresi, Sovyet rejiminin niteliğinde bir değişiklik yaratmamış ve Sovyetler Birliği’ndeki despotik bürokratik rejim, kuruluşundan 1990’lardaki çöküşüne dek varlığını sürdürmüştür. Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’ndeki rejimin karakteriyle ilgili olarak niteliksel bir değişimin yaşandığı iddiası gerçeklikle bağdaşmamaktadır. Kruşçev’in 20. Kongre raporunda yaptığı gibi, Sovyet egemen bürokrasisinin Stalinizmi asla sorgulamaksızın, Stalin adını bürokrasinin günahlarını bağışlatacak bir günah keçisi gibi kullanmak isteyişi, ya da ilerleyen süreçte gerçekleşen çeşitli lider değişiklikleri, bazı reform denemeleri vb. bürokratik rejimin niteliğini değişikliğe uğratan faktörler değildir.
Öte yandan, Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik diktatörlüğün oluşumunu gerçek kaynağında, yani Stalin’in egemenliği altında cereyan eden bürokratik karşı-devrim sürecinde aramayıp, onun ölümünden sonraya havale eden görüşler, bilimsel açıdan bir değer taşımıyor. Nihayetinde bu tip tezler, devrimci Marksizmin ışığında sürdürülen anlamlı bir sorgulamaya dayanmayan ve yalnızca Maoculuk, Enver Hocacılık vb. gibi, Stalinizmin siyasal çeşitlemelerinden birini tercih etme temelinde biçimlenen siyasal eğilimlerdir. 121
Diğer Bürokratik Rejimler
Sovyetler Birliği’nde egemen olan Stalinist bürokrasi, sosyalizmin özüne aykırı olan uygulamaları sosyalizmin bir “erdemi”, “ideal uygulaması” olarak teorize ederek, sosyalizm mücadelesine dünya burjuvazisinin verebileceğinden çok daha fazla zarar vermiştir. Stalinist “tek ülkede sosyalizm” anlayışını birkaç temel noktası itibarıyla ifade etmek gerekirse şöyle sıralayabiliriz:
·Sınıfsız toplumun tek bir ülkede, ulusal ölçekte kurulabileceğini vaaz eder.
·Sosyalizmin “ulusal” ve “devletli” bir toplum olduğunu söyler.
·Sosyalizmin dünya devriminin ilerlemesiyle değil, kapitalizm ile “barış içinde yan yana yaşama” koşulları altında, ulusal devletler bünyesinde inşa edilebileceğini savunur.
·“Sosyalist devlet (!)”in giderek güçlenmesi gerektiğini, hatta komünizmde de devletin varlığını koruması gerektiğini ilân eder.
“Ulusal sosyalizm” anlayışının Ekim Devriminin ülkesinde iktidar olması, gerek bu nedenle yarattığı devasa yanılsamalar gerekse dünya dengelerini etkileyen fiili varlığı nedeniyle, bu anlayışın dünya komünist hareketinde de güç kazanmasının maddi temelini oluşturdu. Bu durum 1917 Ekim Devriminden sonra gerçekleşen devrimlerin ve II. Dünya Savaşı sonucunda Sovyet nüfuz alanı içinde kurulan devletlerin kaderini belirledi. Stalinizmin küçük-burjuva milliyetçi “sosyalist” mantığı, sonuçta birbirinin boğazına sarılan, birbirine düşman “ulusal sosyalist devletler” garabetinde somutlandı. Böyle bir “sosyalizm” akımının nasıl milliyetçi, şoven bir içeriğe sahip bulunduğunu uzun yıllar boyunca SSCB-Çin, Çin-Vietnam, Vietnam-Kamboçya vb. çatışmasında izlediğimiz gibi, bugün de SSCB’de ve Yugoslavya’da yaşanan milliyetçi çatışmalardan ibretle izliyoruz.
Avrupa’yı sarsan 1929 ekonomik krizinden II. Dünya Savaşının başladığı tarihe kadar geçen süre, Avrupa ülkelerinde devrimci yükselişlere, karşı-devrimci saldırılara, faşizmin iktidara gelişine sahne olmuştu. Böylesine karışık ve devrimlere gebe bir ortamda bile Stalinizmin politikası “statükoyu korumak” temelinde biçimlendi. Sovyet bürokrasisinin tek endişesi kendi ulus-devletinin güvenliğiydi. Bürokrasi, iktidar aygıtının iç istikrarını bozacak ve bürokratik diktatörlüğünün geleceğini tehlikeye sokacak gelişmelerden uzak durmak istiyordu. O nedenle, Avrupa’daki işçi eylemlerini de dünya devrimi açısından değil, kendi dar ulusal çıkarları açısından değerlendiriyordu. Stalinist egemenliği körü körüne izleyen resmi komünist partilerse, kendi ülkelerinde gelişen devrim süreçlerini Stalinist merkezin kontrolü altında etkilemeye çalıştılar. Bu uğurda, burjuva hükümetlerle uzlaşılıp, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin fiilen engellenmesi yoluna bile gidildi. Komintern böyle uğursuz bir görevin aracı kılınarak, dünya devriminin çıkarları açısından tamamen işlevsiz hale getirildi, bir enkaza dönüştürüldü.
Almanya’da 1930’larda Hitler’in yükselişi sırasında Alman Komünist Partisini mücadeleden alıkoyan Stalinizm, böylece Nazi tehlikesinin önünü kesebilecek olanakları dinamitlemiş oluyordu. Nazilere karşı sol güçlerin ayaklanmasının bir iç savaşa yol açarak statükoyu bozacağından endişe duyan Stalinizm, ekonomik-politik-toplumsal istikrarsızlığı dünya devriminin ilerleyişine dönüştürmeyi ilke edinen Leninizmle arasındaki uçurumları ortaya koyuyordu. 1935’ler Fransa’sı örneğinde olduğu gibi, Stalinizm, işçi sınıfının lehine gelişen devrimci durumu, burjuvaziyle ittifaka dayanan “Halk Cephesi” politikasıyla terse döndürüyordu. 1936-1939 İspanya İç Savaşında da komünist ve devrimci güçlerin yenilgisini hazırlayan Stalinizmden başkası değildi. 122
Nazizmin artık Sovyetler Birliği’ne saldırı hazırlıklarını yürüttüğü bir aşamada, 1939 Ağustosunda, Nazi-Sovyet Saldırmazlık Paktını imzalayan Stalin, imza töreninden sonra Almanya’yı “savaşı hemen sona erdirmek ve barışı sağlamak için çalışan bir ülke” olarak tanımlıyordu.
Stalin’in “statükoyu koruma” amaçlı politikası, Hitler ordularının Sovyetler Birliği’ne saldırıya geçtiği 1941 yılında büyük bir gürültüyle çatırdadı. Stalinist bürokrasi, Nazizme karşı Sovyet halkının savaşımına da salt bir “Anayurt Savaşı” olarak yaklaştı; bu koca savaş, dünya savaşı nedeniyle Avrupa’da yükselen devrimci dalgayla ilişkilendirilmedi. Hitler ordularının 1943’te Sovyet topraklarında bozguna uğratılmasıyla, savaşın galip taraflarından biri olarak sivrilmeye başlayan Sovyet bürokrasisi, Amerikalı ve İngiliz burjuva müttefikleriyle pazarlık masasına oturmaya hazırlanıyordu. Ancak bu görüşmeler öncesinde Stalin’in yapması gereken “ufak” bir iş daha vardı. Fiili varlığı sona erdirilmiş Komintern’i resmi olarak da sona erdirip, böylece burjuva müttefiklerin arzularını yerine getirmek! Komintern, Stalin’in emri üzerine Haziran 1943 tarihinden geçerli olmak üzere feshedildi.
Kasım 1943’te Tahran Konferansı toplandı. Stalin’le pazarlık masasına oturarak, nüfuz alanlarının paylaşımında Sovyet bürokrasisini üçüncü bir taraf olarak kabul eden emperyalistlerin düşüncesi şu gerçeği yansıtıyordu: Dünya devriminin ilerletilmesini savunan devrimci güçlere karşı, Sovyet bürokrasisinin nezdinde bir müttefik bulduklarını! Örneğin Tahran Konferansı’ndan birkaç ay önce ABD Başkan yardımcısı Henry Wallace şöyle demekteydi: “Eğer Rusya dünya çapında devrim kışkırtan Troçkist fikre bir kere daha kapılırsa 3. Dünya Savaşı kaçınılmaz olur.”[83] II. Dünya Savaşının bitiminde nüfuz alanlarının paylaşımında Sovyet bürokrasisine de bir pay vermeye mecbur kalan Amerikan ve İngiliz Hükümetleri, alacakları ödünü çoktan almışlardı. Emperyalistler, dünya savaşının içinde gelişen ve savaşın bitiminde daha da gelişecek olan devrimci yükseliş tehlikesinin önüne, komünist partileri devrimi durdurmakla görevlendirecek olan Stalin’le anlaşarak geçmeyi umuyorlardı. O nedenle antlaşmanın gerisi, savaşın bitimindeki güçler dengesine göre Avrupa’da Nazizmin işgali altındaki bölgelerin paylaşımına kalmıştı.
Sonuçta, Tahran (28 Kasım-1 Aralık 1943); Yalta (4 Şubat-11 Şubat 1945); ve Potsdam (17 Temmuz-2 Ağustos 1945) Konferanslarında, ABD, İngiltere ve Sovyet Hükümetleri arasında varılan antlaşmalar uyarınca Doğu Avrupa ülkeleri (Doğu Almanya, Çekoslovakya, Macaristan, Polonya, Romanya, Arnavutluk ve Bulgaristan), Sovyet nüfuz alanına bırakıldı. Dolayısıyla bu topraklarda Stalinizmin egemenliğindeki “Kızıl Ordu”nun müdahalesiyle kurulan devletler hiçbir şekilde Ekim Devrimi gibi bir devrimin ürünü olmadı. Tersine, bu ülkelerdeki Komünist Parti liderlikleri, proleter iktidarların kurulması yönünde gelişme potansiyeli taşıyan devrim sürecini, “ulusal kurtuluş”u sağlayan bir iktidarın kurulması noktasında durdurmuş oldular. Böylece, Doğu Avrupa ülkelerindeki “Halk Demokrasileri”nin kuruluş süreci, dünya savaşının bitiminde Sovyet egemenliğinin de kabul edildiği yeni bir dünya dengesi temelinde gücünü pekiştiren Stalinist bürokrasinin, dünya burjuvazisi ile anlaşmasının etkisi altında biçimlendi.[84]
Ancak bu genel değerlendirme, bu ülkelerdeki yeni iktidarların kuruluş sürecinde farklılıklar olmadığı anlamına gelmez. Alman Nazizmine karşı yürütülmüş olan direniş hareketlerinin çapı ve gücü açısından bir ayrıma gidilecek olursa, bazılarında “ulusal kurtuluş” bağlamında belirleyici etkenin Kızıl Ordunun müdahalesi olduğunu belirtmek gerekir. Fakat, örneğin Yugoslavya’da öne çıkan faktör, Tito’nun önderliğinde yürüyen önemli ve direngen bir partizan savaşıdır.
Diğer yandan, savaş sonrasındaki süreçte Yugoslavya ve Arnavutluk KP’lerinin 123
bürokratik liderliklerinin Moskova bürokrasisi ile çatışmaları, bu ülkelerdeki sürece farklı yaklaşılmasını gerektirmez. Çünkü bu bürokratik liderlikler de tıpkı Moskova bürokrasisi gibi, özde, dünya devrimi anlayışına karşı idiler. Onlar da kendi ulus-devletlerinin çıkarlarını savunma temelinde biçimlenmiş bir ulusalcı devlet sosyalizmi anlayışına sahiptiler. II. Dünya Savaşı konjonktüründe yürüyen anti-faşist ulusal kurtuluş mücadelesine böyle bir perspektifle yaklaştılar. Olayların gidişatını bu yönde etkilediler. Bu ülkelerde kurulan iktidarların ve devlet düzeninin niteliğini belirleyen de, aslında Nazizme karşı uzun direniş savaşı sürecinde oluşan ve düzenli orduya doğru gelişen askeri bürokratik yapı oldu. Ve gelecekteki bürokratik diktatörlüğün temel dayanağını da, sanılanın aksine işçi sınıfı ve köylülük değil, bu askeri bürokratik yapı oluşturdu.
Tüm bu nedenlerle, Doğu Avrupa devletleri, daha doğuşlarında Stalinist bürokratik egemenliğin uyduları ya da kopyaları olarak biçimlenen ve asla 1917 Ekim Devriminin doğurduğu İşçi Sovyetleri iktidarıyla benzeşmeyen fenomenlerdir. Bir başka deyişle, Rusya’da 1917’de doğan işçi devleti gerçeğinden farklı olarak, Doğu Avrupa devletleri daha baştan bürokratik devletler olarak yaşama gözlerini açmışlardır. Bu bürokratik devletlerdeki ekonomik rejim de, büyük sanayinin devletleştirilmesi temelinde kapitalist ekonomik işleyişe son veren ve devlet mülkiyetine dayanan, bürokratik merkeziyetçi komuta ekonomisi yapılanmasını yansıtmıştır.
Bu dizinin dışında kalan ve II. Dünya Savaşı sonrasında Sovyet bürokrasisinin (Moskova’nın) hegemonyasına şu ya da bu ölçüde tavır koyarak iktidarını kuran Mao önderliğindeki Çin’de de durum özünde bundan farklı değildir. Mao’nun bürokratik liderliğinde yürüyen Çin ulusal kurtuluş hareketi, esas olarak köylülüğe, küçük-burjuvaziye dayandı. Çin Halk Cumhuriyeti, devlet mülkiyeti temelinde, sanayileşme alanında atılım kaydetti, bu açıdan devasa bir köylü ülkesinde var olan tarihsel açığı önemli oranda azalttı. Keza, daha yakın dönemde gerçekleşen Küba, Vietnam ulusal kurtuluş hareketleri de, son tahlilde Sovyetler Birliği’nin varlığı sayesinde Amerikan emperyalizminin nüfuz alanından kopabilmiş ve iktidara yürüyebilmişlerdir.
Maoculuk, Stalinizmin köylü versiyonundan başka bir şey olmamasına rağmen, küçük-burjuva solculuğu uzun yıllar boyunca “Sovyet revizyonizmi”ni Maoculuk akımını benimseyerek yere sermeye çalışmıştır! Küçük-burjuvazinin sınıfsal konumuna ve mantalitesine denk düşen bir “devrimcilik” temelinde oluşan bu tür saflaşmaların, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin çıkarları açısından pek bir anlamı olmasa da, bu tür akımlar belirli bir süre boyunca sosyalist yelpazede etkili olmuşlardır. Bürokratik rejimlerin çözülüşüyle birlikte değişen dünya koşulları altında, artık bu akımların dayandığı maddi temeller ortadan kalkmış olsa da, düşünsel düzeyde etkileri hâlâ sürmektedir.
Özetle, asıl tartışma konusu, proletaryanın devrimci hedefleri bakımından, kurulan iktidarın ve devletin niteliğinin belirlenmesi olduğunda, ulusal kurtuluşçu hareketlerin görece devrimci niteliğini vurgulamak hiçbir şeyi çözmez. Sorunu Marksist açıdan irdelemek ve bu türden hareketlerin taşıdığı temel eksiklikleri açıkça ifade etmek gerekir. Bu hareketlerin önderlikleri, Sovyet bürokrasisinin hegemonyacı tutumlarına karşı ulusal bir refleksle cephe almış bile olsalar, bu onların Stalinist “ulusal devlet sosyalizmi” anlayışından esaslı bir kopuş yaptıkları anlamına gelmiyordu. Siyasal çözümlemeleri arasında farklılıklar olsa da, bunların hepsinin ortak eğilimi, sosyalizm yolunda ilerleyecek gerçek bir işçi iktidarının kurulması değil, “ulus-devletin örgütlenmesi” ile sınırlı bir iktidarın kurulmasıydı. Yani, tartışma konusunu oluşturan hareketlerin içeriğinde ve önderliklerinin siyasal anlayışında, kendi bağımsız ulusal devletlerini oluşturma perspektifi ağır basmaktaydı. 124
Stalinist politika, Batı’da olduğu kadar Doğu’da da, statükoyu koruma, uluslararası statükoyu bozabilecek toplumsal sürtüşmelerden kaçınma arzusuna dayanmaktaydı. Her ne kadar Maocular bu statükocu politikayı “Kruşçevci revizyonizme” mal etmeye çalışmış olsalar bile, gerçekte revizyonizm Stalinizmin ta kendisi demekti. Maoizmin Stalin ve Stalinizme dokunmamasının nedeni de bizzat kendisinin onun bir tekrarı olmasından kaynaklanıyordu. Bu nedenle Deutscher, “sosyalizm hakkındaki düşünceleri bile Stalinizmin izini taşır; bu, Çin Seddi’yle çevrelenmiş bir Tek Ülkede Sosyalizm düşüncesidir” derken bir gerçeği dile getirmektedir.[85]
Esasen, söz konusu ülkelerdeki komünist partilerin ya da diğer devrimci örgütlerin içindeki siyasal çatışmaların tarihi gözden geçirilecek olursa, tıpkı Stalinizmin egemenliğinin kuruluş sürecinde olduğu gibi, devrimci Marksizmle küçük-burjuva sosyalizmi arasında sürüp giden bir mücadelenin varlığına tanık olunacaktır. Ve yine bir genel sonuç olarak şunu söylemek mümkün ki; bu devrimlerin iktidara getirdiği siyasal liderlikler, ne sovyet tipi örgütlü proletaryaya ne de devrimci Marksizmi savunan kadrolara dayanıyordu. Bunlar, Stalinizm benzeri bürokratik eğilimlerle biçimlenmiş ve ulusal devrimin önderliği ile bürokratik bir egemenliği bağdaştırmış “ulusal kurtarıcılar” olarak öne çıkmışlardı. Bu nedenle, gerek tarihsel-toplumsal kapsamları, gerekse iktidara getirdiği siyasal temsilcilerin eğilimleri bakımından bu devrimler “ulusal sosyalizm” anlayışını aşmadılar.
Stalinist resmi Marksizm akımıyla eğitilmiş ulusal devrimci liderlikler iktidara geldiklerinde, Stalinist bürokrasinin “tek ülkede sosyalizm” anlayışına sahip çıktılar. Çünkü bu tür bir “sosyalist kuruculuk” çizgisinde, aslında emperyalizm çağında kendi bağımsız ulus-devletlerini kuracakları ve ekonomik gelişmeyi sağlayacakları ulusal kalkınma stratejisini bulmuş oluyorlardı. O yüzden bu ülkelerde ulusal kurtuluş devrimini takiben, emperyalist sermayenin elindeki üretim araçlarının ulusallaştırılmasına ve olduğu kadarıyla büyük ölçekli sanayinin devletleştirilmesine girişildi. Sonuç olarak, ister Kızıl Ordunun müdahalesiyle isterse bir ulusal kurtuluş devrimiyle kurulmuş olsunlar, hepsi de içerdikleri temel özellikler nedeniyle Stalinist bürokratik devletin bir benzeri olarak yaşama gözlerini açan “bürokratik devletler” oldular. O halde, Ekim Devriminin ürünü olan ve tarihsel olarak çok kısa bir süre yaşamını sürdürebilen İşçi Sovyetleri Devleti hariç, “sosyalist ülkeler” olarak adlandırılanların tümünde kurulan devletlerin, işçi devleti ile bir ilişkisi bulunmamaktadır.[86]
[1] John Reed, Dünyayı Sarsan On Gün, Ağaoğlu Yay., Aralık 1968, s.35
[2] Lenin, Devrimci Lafazanlık, Temel Yay., 1977, s.96-97
[3] Lenin, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yay., Şubat 1969, s.119
[4] Lenin, “Proletarya Diktatörlüğü Döneminde Ekonomi ve Politika”, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü içinde, Sol Yay., Haziran 1977, s.206-207
[5] Lenin, “Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Tezler ve Rapor”, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü içinde, s.164-165
[6] Lenin, Devrimci Lafazanlık Üzerine, Temel Yay.., 1977, s.24
125
[7] Troçki, 3 Ekim 1918’de Sovyetlerin üst örgütlerinin olağanüstü genel kurulunda şu değerlendirmeyi yapacaktı: “Bu büyük yetkili toplantıda söylemeyi ödev sayarım ki, birçoklarımızın, ve bu arada benim Brest-Litovsk’da barış imzalansın mı, imzalanmasın mı diye kararsızlık içinde bocaladığımız günlerde, bir tek Lenin yoldaş, eşsiz bir kavrayış ve güvenle, ve dünya çapında proletarya devrimine geçmeyi kuran birçoklarımızın görüşüne karşı çıkarak, evet imzalansın, demiştir. Ve işte şimdi de açıkça söylemek zorundayız ki haklı olan biz değildik, oydu.” (Troçki, Hayatım, c.2, Köz Yay., Mayıs 1970, s.463)
[8] akt: T. Cliff, Lenin, c.3, Z Yay., Nisan 1996, s.68
[9] Beşinci Tüm Rusya Sovyetleri Kongresine sunulan anayasa tasarısı, 10 Temmuz 1918’de oybirliği ile kabul edilmiş ve 19 Temmuz 1918’de İzvestiya’da yayınlanarak yürürlüğe girmişti. Buna göre yeni kurulan cumhuriyetin adı, Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti (RSFSC) idi. Ancak daha sonra 1923 Anayasası ile cumhuriyetin yapısı yeniden düzenlendi. Önce, Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’ın birleşmesiyle “Transkafkasya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti” oluşturuldu. 1922 Aralık ayında ise, RSFSC, Ukrayna, Beyaz Rusya ve Trankafkasya cumhuriyetlerinin kongreleri ayrı ayrı toplanarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olarak birleşme kararını aldılar. Bu dört cumhuriyetin delegelerinin toplanmasıyla SSCB’nin ilk Sovyetler Kongresi toplandı, Temmuz 1923’te yeni anayasa taslağı hazırlandı ve ikinci SSCB Sovyetler Kongresi tarafından Ocak 1924’te onaylandı.
[10] Lenin, bu sayıların eşit olmamasının nedenini şöyle açıklamaktaydı: “Evet, işçilerle köylüler arasındaki eşitliği bozduk… Bir işçinin oyu birkaç köylünün oyuna eşit. Bu bir haksızlık mı? Hayır, sermayenin başımızdan defedilmesinin zorunlu olduğu bir dönemde, bu tamamen haklı bir uygulama.” [Lenin, “First All-Russia Congress On Adult Education”, Collected Works, Vol. 29, s.359-369]
[11] ÇEKA, Ekim Devrimi sonrasında kurulan Tüm Rusya Olağanüstü Komisyonudur. Daha sonra RSFSC Anayasası ile GPU (Devlet Siyasal Yönetimi), 1923 Anayasasıyla ise OGPU (Birleşik Devlet Siyasal Yönetimi) adını alacaktır.
[12] Troçki’nin çeşitli cepheleri dolaşabilmesi için bir komuta merkezi olarak kullandığı ve o amaçla donatılmış zırhlı trenin, iç savaş süresince, ekvatoru beş kez dolaşacak uzunlukta bir yol katetmiş olduğu belirtilmektedir.
[13] Bir işçi demokrasisinin gerçekleştirmek zorunda olduğu dönüşümler, ne yazık ki “yalnız kalan devrim”in çaresizliği ve iç savaşın kızgın ateşi karşısında yavaş yavaş erimeye başlayacaktı. Bu durumun tarihsel açıdan anlaşılabilir ve açıklanabilir nesnel nedenleri bulunmaktaydı. Fakat köprülerin altından daha nice sular aktıktan ve SSCB bürokratik bir diktatörlüğe dönüştükten sonra, tüm şaşaalı rütbeleri, gösterişli üniformaları, “deli saraylı”ları andıran madalya koleksiyonlarıyla yüksek tribünlere dizilen generallerin “kutsayıcı” askeri selamları eşliğinde, onların önünden kaz adımlarıyla yürüyerek geçen askeri birliklerin süslediği “resm-i geçit”ler sanki tarihin bir ironisiydi!
[14] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, Köz Yay., Mayıs 1980, s.24
[15] Amerikalı sanayi uzmanı F. W. Taylor, işçilerin işgünü içinde daha yoğun çalıştırılması amacıyla stop-watch (kronometre) sistemiyle çalışma koşullarının öncülüğünü yaptığından bu yöntem onun adıyla anılır.
126
[16] Lenin, “Sovyet İktidarının En Yakın Görevleri”, Seçme Eserler, c.7, İnter Yay., Haziran 1996, s.345 ve 346
[17] Lenin, Collected Works, Vol. 27, s.350 [“Sovyet İktidarının En Yakın Görevleri”, Seçme Eserler, c.7, s.337]
[18] akt: E. H. Carr, Bolşevik Devrimi, c.2, Metis Yay, Ekim 1998, s.197
[19] Lenin, “Third All-Russia Congress of Economic”, Collected Works, Vol. 30, s.312
[20] Lenin, “Ayni Vergi Üzerine”, Seçme Eserler, c.9, İnter Yay., Mayıs 1997, s.205
[21] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.52
[22] Lenin, Collected Works, Vol. 29, s.32-33
[23] Lenin, Collected Works, Vol. 29, s.183 [Ekim Devrimi Dosyası, Sol Yay., 1999, s.316-317]
[24] Lenin, Seçme Eserler, c.9, s.379 ve 380
[25] Lenin, Collected Works, Vol. 32, s.24-25 [Seçme Eserler, c.9, s.33]
[26] Troçki, Kronstadt içinde, Ataol Yay., Ekim 1992, s.65
[27] Troçki, age, s.65
[28] Lenin, Kronstadt içinde, s.53
[29] İşin esasında, ayaklanmayı planlayan ve kışkırtanlar arasında bizzat anarşistler de vardı. Ve bunlar kitlelere, Bolşevikleri değil, kendilerini izlemelerini öğütlemişlerdi. Anarşistler Bolşeviklerin önderliğine karşı kitlenin kendiliğinden eylemine vurgu yaparken, gerçekte kitlenin siyasal önderliğini kendileri kazanmak istemekteydiler. Bunlar Bolşevik liderlere karşı yığınları kışkırtırken, kendi liderliklerini kabul ettirmeye çalışmaktaydılar.
[30] A. Kollontay, Rusya’da İşçi Muhalefeti, Belge Yay., Mayıs 1991, s.72
[31] A. Kollontay, age, s.88
[32] Lenin, “Tenth Congress of the RCP(B)”, Collected Works, Vol. 32, s.168
[33] Lenin, Seçme Eserler, c.9, s.160
[34] A. Kollontay, age, s.99
[35] Lenin, “The New Economic Policy and the Tasks of the Political Education Departments”, Collected Works, Vol. 33, s.77
[36] Lenin, Collected Works, Vol. 33, s.65
127
[37] Engels, Seçme Yapıtlar, c.3, s.571 ve 573
[38] Lenin, “Meeting of the All-Russia Central Executive Committee -November 4 (17) 1917, Collected Works, Vol. 26, s.288
[39] Lenin, Collected Works, Vol. 33, s.58 [“Ekim Devriminin Dördüncü Yıldönümü Üzerine”, Seçme Eserler, c.6, İnter Yay., Kasım 1995, s.523]
[40] E. H. Carr bu anlaşmanın uzun süren sıkıntılara yol açtığını belirtirken, nedenini de şöyle açıklamaktadır: “Anlaşmanın imzalanmasından üç ay önce Kemal’in adamlarınca illegal Türkiye Komünist Partisinin lideri öldürülmüş, diğer Türk komünistleri de öldürülmüş ya da tutuklanmıştı ve komünizmin bastırılmasının Kemalist rejimin amaçlarından biri olduğu biliniyordu.” (E. H. Carr, Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi, Mer Yay., 1992, s.57)
[41] E. H. Carr, Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi, s.67
[42] Lenin, Collected Works, Vol. 33, s.279 [Seçme Eserler, c.9, s.371]
[43] Lenin, Seçme Eserler, c.10, İnter Yay., Haziran 1997, s.362
[44] Lenin, “Ulusal Azınlıklar ya da Otonomi Sorunu Üzerine”, Bitirilmemiş Devrim (der: T. Demirkan) içinde, Amaç Yay., Ocak 1988, s.52
[45] Lenin, “Ulusal Azınlıklar ya da Otonomi Sorunu Üzerine”, Son Yazılar Son Mektuplar içinde, Ser Yay., 1.bsk, s.29
[46] akt: T. Cliff, Lenin, c.3, s.192
[47] akt: T. Cliff, age, s.210
[48] Rosa Luxemburg, 1917 Ekim Devrimi, BDS Yay., Nisan 1989, s.12
[49] Trotsky, The New Course, “A Letter to Party Meetings” [Sürekli Devrim Çağı, Habora Yay., 1971, s.111]
[50] “Mayıs 1927’de, Sovyet önderliğine yeni ve daha da ağır bir darbe indi. İngiliz Muhafazakâr hükümeti, İngiltere’nin uluslararası konumunu baltalamayı amaçlayan Çin olaylarına ve Sovyet politikasına çok öfkelenmişti. İşçi Partisiyle rekabet gibi iç politikaya ilişkin mülâhazaların da etkisiyle hareket eden Tory’ler Sovyetler Birliği’yle ilişkileri kestiler ve iki ülke arasındaki ticari işlerin yasal temeli işlevini gören İngiliz-Sovyet ticaret antlaşmasını iptal ettiler.” (Michal Reiman, Stalinizmin Doğuşu, Metis Yay., Ekim 1998, s.27)
[51] M. Reiman, age, s.43
[52] M. Reiman, age, s.141
[53] Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal (Komintern Program Taslağının Eleştirisi), Tarih Bilinci Yay., Eylül 2000
128
[54] T. Cliff, Lenin, c.3, s.227
[55] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.33
[56] Stalin, “Görüş Ayrılıklarının Tarihine İlişkin”, Bitirilmemiş Devrim içinde, s.67
[57] E. H. Carr, Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi, s.167
[58] E. H. Carr, age, s.172
[59] Stalin’den akt: E. H. Carr, age, s.159
[60] E. H. Carr, age, s.160-161
[61] M. Reiman, Stalinizmin Doğuşu, s.119
[62] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.35
[63] Troçki, age, s.39
[64] Örneğin Eylül 1929’da Troçki, bugün için yanlışlığı apaçık ortada olan şu yorumu yapmıştı: “Stalin, namlunun ucunu sağa çevirmek ve parti içi bir manevrayı keskin ancak uzun süreli bir zikzak çizdikten sonra sola yöneltebilmek için, Sol Muhalefetin zorla ezildiği bir sırada, kendisini, onun programını kısmi biçimde ve tüm alanlarda, sanki bu kendi programıymış gibi uygularken buldu. Bu da gösteriyor ki, proletarya her şeye karşın hâlâ baskısını dayatacak bir gücü elinde bulunduruyor ve devlet aygıtı hâlâ ona bağlı olmayı sürdürüyor. Rus Muhalefeti kendi politikasını bu esaslı gerçeğe dayandırmaya devam etmelidir ve bu politika devrim değil, reform politikasıdır.” (akt: F. Füredi, Soviet Union Demistified)
[65] M. Reiman, Stalinizmin Doğuşu, s.103
[66] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.195-196
[67] E. H. Carr, Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi, s.153
[68] Troyka sistemi: üretim sürecinin, fabrikalardaki parti hücresi, fabrika işçi komitesi ve bu ikisinin denetimi altında teknik müdürden oluşan üçlü tarafından yönetimi sistemi.
[69] T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.23
[70] akt: T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.25. Bu konuyla ilgili olarak Cliff’in aynı yere düşmüş olduğu dipnot da yeterince çarpıcıdır: “Dışarıda yayınlanmak üzere çıkan kitaplarda toplu sözleşmelerin hâlâ sürüyor gibi anlatılıyor olması çok ilginçtir. Bkz. Lozovski’nin Sovyet İşçi Sendikaları Elkitabı, Moskova 1937, s.56-7”
[71] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.179 ve 180
[72] akt: T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.91
[73] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.181
129
[74] Troçki, age, s.209
[75] V. Serge, Bir Devrimin Kaderi, Pencere Yay., Haziran 1997, s.157
[76] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.226-227
[77] Kruşçev, Kişi Kültüne Karşı (XX. Kongre Gizli Raporu), Pencere Yay., Aralık 1991, s.25
[78] Kruşçev, age, s.25 ve 26
[79] Raskolnikov, “Stalin’e Açık Mektup”, Bitirilmemiş Devrim içinde, s.88-92
[80] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.79
[81] Troçki, age, s.81
[82] Buharin, “Parti Yöneticilerinin Gelecek Kuşaklarına”, Bitirilmemiş Devrim içinde, s.120
[83] akt: F. Claudin, Komintern’den Kominform’a, Belge Yay., c.1, Nisan 1990, s.27-28
[84] Stalin’in, II. Dünya Savaşı döneminde Avrupa’da komünistlerin yönetimindeki çeşitli direniş hareketlerini, sosyalizm için değil, sadece ulusal kurtuluş için çarpışmaya zorladığını belirten Deutscher, şöyle devam etmektedir: “Savaşın bitmesiyle bir devrimci durum ortaya çıkmıştı. Bunun nasıl kontrol altına alınacağı ve asgariye indirileceği, Yalta ve Tahran’da Stalin, Roosevelt ve Churchill’i ilgilendiren başlıca konu oldu. Üç lider, ittifakın sorunlarını geleneksel diplomasi havası içinde ele aldılar ve kendilerine düşen nüfuz alanlarını paylaştılar.” (I. Deutscher, Bitmemiş Devrim, Belge Yay., Temmuz 1990, s.106-107) “Halk Demokrasileri” adı verilen ülkelerin, “Tek Ülkede Sosyalizm”in savunma barikatlarından başka bir şey olmadığını vurgulayan Deutscher, öte yandan Batı Avrupa’da ağır darbe yemiş ve itibarını yitirmiş burjuva iktidarların, Stalinizm tarafından yönlendirilen komünist partilerin işçi sınıfının kaynaşan radikalizmini frenlemesi sayesinde, yani Yalta ve Tahran anlaşmaları uyarınca yeniden güç kazandıklarını ifade etmektedir.
[85] I. Deutscher, Bitmemiş Devrim, s.133
[86] Yeri gelmişken, Tarih Bilinci Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılan Troçki’nin Çin Üzerine adlı kitabında, “Çevirenin Önsözü” bölümünde yer alan bazı önemli saptamaları aktaralım:
“Çin, Yugoslavya, Vietnam gibi ülkelerde (ki hepsinde hareketlerin önderi olarak resmi KP’ler öne çıkar), küçük-burjuva devrimci önderliklerin daha iktidarı ele geçirmeden önce şu ya da bu ölçüde bu yola angaje olmasıyla, diğerlerinde (Küba, Nikaragua vb.) ancak iktidarı ele geçirdikten aylar sonra bu yola girilmiş olması arasında, temelde hiçbir fark yoktur. Her iki durumda da temel belirleyici faktör, o ülke burjuvazisinin kitlelerin seferberliğinden duyduğu korku nedeniyle bu ulusal kurtuluş hareketlerinden uzak durması, proletaryanın cılız ve örgütsüz oluşu sebebiyle bir önderlik rolü oynayamaması ve geriye tek seçenek olarak SSCB’nin sunduğu «kalkınma modeli»nin kalıyor oluşudur.” (s. XXIV)
130
“20. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran ulusal kurtuluş hareketlerinin önderliğini yapan küçük-burjuva aydın kesim, demek ki, Troçki’nin öngörülerini doğrular bir şekilde aslında bağımsız bir rol oynamamış, verili uluslararası konjonktürde uluslararası güçlerden birisi olan Sovyet bürokrasisinin açtığı yoldan ilerlemiş ve iktidarı ele geçirdiği durumlarda kendisini bürokratik bir sınıfa, bürokratik diktatörlüklerin egemen sınıfına dönüştürmüştür.” (s. XXIV)
131
Bürokratik Diktatörlük Altında “Geçiş Dönemi” Son Bulur
Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, bürokratik devletin kumandası altında oluşmuş bir sosyo-ekonomik formasyon, kapitalizmden komünizme geçiş dönemiyle hiçbir ilgisi olmayan ve tamamen kendine özgü karakteri temelinde irdelenmesi gereken bir fenomendir. İşçi sınıfının iktidarını bürokrasiye kaptırdığı, ya da zaten hiç iktidara gelmediği ve devletin daha baştan bürokratik tarzda kurulduğu ülkelerin tümünde, kapitalizmden komünizme geçiş döneminin temel koşulunun varlığından söz edebilmek olanaksızdır. Nedir bu temel koşul? Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’nde belirttiği üzere, “Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.”[1]
Yaşanan deneyimin de ortaya koyduğu gibi, işçi sınıfının kapitalizmden komünizme doğru ilerleyen tarihsel hareketi, ancak ve ancak onun doğrudan egemenliği altında mümkün olabilir. Bu siyasal egemenlik, özünü egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın oluşturduğu işçi devletinde somutlanabilir. Kapitalizmden komünizme geçiş döneminin ayırt edici özelliği, siyasal iktidarı fethederek kendini egemen kılan proletaryanın, üretim araçlarını kendi devleti elinde merkezileştirerek, kendini üretim koşullarının da efendisi konumuna yükseltmiş olmasıdır. Marx, bütün toplumsal yapının temelini aydınlatan unsura işaret ederken şöyle demekteydi:
Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, kısacası, buna uygun düşen özel devlet biçiminin, en içteki sırrını, gizli temelini açığa vuran şey, her zaman üretim koşullarına sahip olanlar ile doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir –bu, her zaman, doğal olarak, emek yöntemlerinin gelişmesinde belli bir aşamaya ve böylece de onun toplumsal üretkenliğine uygun düşen bir ilişkidir.[2]
Siyasal iktidarı fetheden işçi sınıfının kendi içinde bürokratik tarzda bir yöneten-yönetilen ayrımının doğmaması ve onun bu kez de bu yeni efendilerin yönetimi altına girerek iktidarını yitirmemesi için, Paris Komünü tipinde önlemlerin yürürlüğe konması ve bu önlemlerin yürürlülüğünü sürdürmesi zorunludur. Yani Paris Komünü tipi önlemler, sadece eski bürokratik-askeri devlet cihazını yıkmak için değil, yıkılanın yerine “eski çirkefe dönüşü engelleyecek” bir mekanizmanın geçirilmesi için de gereklidir. Kısacası, işçi devleti, burjuva devlet gibi bürokratik tarzda örgütlenemez; örgütlenirse, o işçi devleti olamaz. Öte yandan proletarya diktatörlüğü, sınıfın önderliğini kazanmış partinin egemenliğine değil, sovyetler biçiminde örgütlenmiş proletaryanın doğrudan egemenliğine dayanır. O halde, işçi demokrasisi, proletarya diktatörlüğünün biçimlerinden biri değil, onun varoluş şartı, özüdür.
Bu bakımdan, proletaryanın gerçek anlamda iktidara gelemediği ve daha başından bürokratik diktatörlüklerin kurulduğu ülkelerde “geçiş dönemi”nin başladığından zaten söz edilemeyeceği açıktır. Fakat bunun yanı sıra, 1917 Ekim Devrimiyle siyasal iktidarı fetheden ve böylece kapitalizmden komünizme tarihsel geçişi başlatan Rus proletaryasının verdiği örnek vardır. Ancak, Sovyet devletinin bürokratik devlete dönüşümüyle birlikte, bu ülkede de geçiş döneminin zorunlu koşulu (işçi demokrasisi) ortadan kalkmış ve kapitalizmden komünizme geçiş yönündeki tarihsel hareket sona 132
ermiştir. İşçi demokrasisinin olmadığı koşullarda işçi devletinden, işçi devletinin olmadığı koşullarda da, geçiş döneminin varlığından söz etmek olanaksızdır. Demek ki, bu toplumlar “sosyalist” olarak tanımlanamayacağı gibi, bunların, “geçiş dönemini yaşayan toplumlar” olarak tanımlanması da mümkün değildir. 133
Bürokratik Devletin İdeolojisi
Sovyet bürokrasisi ve diğer bürokratik egemenlikler, temel üretim araçları üzerindeki devlet mülkiyeti sayesinde var olmuş ve varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Kendi egemenliğini koruyabilmek için, bürokratik rejimin iktisadi temellerini, yani devlet mülkiyetini korumak, bürokrasinin boynunun borcu olmuştur. Kendilerini toplumun karşısında bağımsız bir güç katına yükselten bürokratik diktatörlükler, aralarındaki kimi farklılıklara rağmen, son tahlilde ortak içeriğe sahip resmi bir ideoloji yaratmışlardır. Bu resmi ideolojinin somutlanışı, “ulusal ve devletçi sosyalizm” anlayışıdır.
Sömürülü toplumlarda devletin, kendisini resmi bir ideoloji ile toplum karşısında tanımlaması genel bir olgudur. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu adlı yapıtında, ideolojinin en üst biçimlenişi olan devletin konumunu şöyle ifade eder:
Devlet daha doğar doğmaz, kendini toplumdan bağımsız kılar, ve belli bir sınıfın organizması haline geldiği ölçüde ve bu sınıfın egemenliğini doğrudan doğruya üstün kıldığı ölçüde, bu bağımsızlığı daha da büyük olur.…
Şu var ki, devlet bir kez toplum karşısında bağımsız bir güç haline geldi mi, kendisi de, artık yeni bir ideoloji yaratır. Meslekten politikacılar, kamu hukuk kuramcıları, özel hukukçular, gerçekte, ekonomik olaylarla olan bağlantıyı hileyle örtbas ederler.[3]
Oysa, tarihsel açıdan yeni bir dönem başlatan proletarya diktatörlüğü döneminde, devlet olgusu da niteliksel bir değişim geçireceğinden ve artık bir yarı-devlet olarak örgütleneceğinden, toplumun emekçi çoğunluğu karşısında bağımsız bir gücü temsil etmeyecektir. Tam tersine, burada “devlet”, emekçi çoğunluğun örgütlü gücünün ta kendisi olacaktır, ya da olmalıdır. Elbette ki, bu tipte bir devletin, çoğunluğun tarihsel çıkarlarını yansıtan bir dünya görüşünden farklı ve ondan bağımsız bir ideolojisi olamaz.
Gerçek bir işçi devleti için geçerli olan bu kuralın, sözümona işçi sınıfı adına egemenlik kuran bürokratik bir devlet için de geçerli olacağını ummak zaten büyük bir yanılgı olurdu. Sovyetler Birliği’nde işçi devletinin bürokratik bir karşı-devrim sonucunda bürokrasinin devletine dönüşmesi, tıpkı genel olarak sömürülü toplumlarda olduğu gibi, devletin toplumun çoğunluğu karşısında bağımsız bir güç haline gelmesi sonucunu doğurdu. Bürokrasinin devleti, Engels’in sözünü ettiği yasayı doğrular biçimde, kendi çıkarlarını yansıtan resmi bir ideoloji yarattı. “Stalinizm” olarak adlandırdığımız bu resmi ideoloji, yalnızca Sovyetler Birliği sınırları içinde değil, Sovyetler Birliği’ndeki iktidardan aldığı büyük güçle, uluslararası komünist harekette de egemen kılındı. Kısacası, bu resmi ideoloji, kendi hegemonyası döneminde “sosyalizm” adına kurulan tüm iktidarlara şu ya da bu oranda damgasını bastı, onlara kendi bürokratik egemenlik sistemini aşıladı, bunu yerleştirdi.
Stalinist bürokrasi, üretim araçlarının devletleştirilmesini, “toplumsallaşma”, “sosyalist kuruculuk”, “reel sosyalizm” olarak sundu. Oysa daha önceki bölümlerde belirtildiği üzere, devletleştirme hiçbir şekilde toplumsallaşmayla özdeşleştirilemeyeceği gibi, böylesi bir girişim, toplumsallaşmaya doğru atılmış bir ileri adım karakterini ancak ve ancak bir işçi devletinde kazanabilirdi.[4] Bürokrasinin siyasal egemenliği altında işleyen bir devletleştirme ise, bürokrasiyi ekonomik açıdan da egemen kıldı ve onu üretim sürecinin efendisi konumuna yükseltti. Böylece, Marx’ın ifade ettiği gibi, “toplumsal artı-ürünü denetleyenin sonuçta tüm toplumu da denetleyeceği” kuralı işlemiş ve bürokrasi, 134
politik ve ekonomik açıdan gerçek bir egemen güç olarak proletaryanın karşısına dikilmiş oldu. Bürokrasinin her şeyden önce proletarya karşısında egemenliğini sürdürebilmesi için, gerektiğinde açık baskıya başvurmanın yanı sıra, ideolojik hegemonyasını kurabileceği, pekiştirebileceği ve sürdürebileceği bir argümana ihtiyacı vardı. Bürokrasinin ideolojik hegemonyasının aracı olan bu argüman, “tek ülkede sosyalizm” çarpıtması oldu.
Nasıl ki, burjuva diktatörlüğü kendini uzun vadede emekçilere kabul ettirebilmek açısından bir “demokrasi” şalına gerek duymuşsa, bürokratik diktatörlük de bir “sosyalizm” şalına bürünüverdi. Stalinizm, resmi ideolojinin dayanaklarını herhalde ki devrimci Marksizmin perspektiflerinde arayacak değildi. Bu onun için, göz göre göre kendini intihara sürüklemek olurdu. O nedenle, bir zamanlar Marx’ın şiddetle eleştirmiş olduğu Lassalcı küçük-burjuva sosyalizm anlayışına dört elle sarılıverdi Stalinizm. Marksizmin dünya devrimi, işçi devleti, geçiş dönemi, sosyalizm ve komünizm perspektiflerine ilişkin tüm teorik cephaneliği, Stalinist egemenlik tarafından kuşatma altına alındı. Ve proletaryanın ele geçirmesini olanaksız kılacak her yola başvurularak, bu teorik cephanelik kilit altında tutuldu. Devletleştirilmiş üretim araçlarının kendisine bahşettiği egemenlik sayesinde bürokrasi, görece uzun bir tarihsel dönem boyunca, kendi egemenliğini proletaryaya “sosyalizm” diye yutturmayı başardı.
Sosyalizmi etatizm (devletçilik) ile özdeşleyen Stalinist ideolojiye göre, iktisaden geri ülkelerde Sovyet devleti ile iyi geçinen ulusal kurtuluşçu bir burjuva ya da küçük-burjuva iktidarın “devletçilik” yolunu tutmuş olması, onun “sosyalist” olarak adlandırılmasına yetmiştir. Cezayir, Yemen, Somali, Angola-Mozambik, Afganistan, Etiyopya, Nikaragua vb. gibi ülkelerde var olan rejimlerin “sosyalist” olarak adlandırılması, sosyalizm kavramının ne denli ayaklar altına alındığının yeterli ipuçlarını vermektedir. Kısacası Stalinist egemenlik dünyaya, sosyalizmle ortak noktası bulunmayan bir “sosyalizm” çarpıtmasını armağan etmiştir. Stalinizmin izinden gidenlerin “reel sosyalizm” olarak kabul buyurdukları bu çarpıtmanın, sosyalizm mücadelesine verdiği zarar inanılmayacak ölçüde büyüktür.
Stalinist bürokrasinin ideologları ve o meşhur “bilim akademileri”nin katkıları (!), Marksizmin katledilmesi için girişilen ideolojik mücadelenin kanıtlarıdır. Bunların “bilimsel” faaliyeti, Marksizmi ayakları altında çiğneyen Stalinizmi, devrimci Marksizmin eleştirilerinden korumakla yükümlü bir “memuriyet” olmuştur. Komintern’in ve Sovyet bürokrasisinin önde gelen ideologlarından olan Sovyet Bilimler Akademisi başkanlarından Kuusinen’den yapacağımız şu bir tek alıntı bile, Stalinist bürokrasinin Marksizmi nasıl katlettiğini göstermeye yeterlidir:
Sosyalist rejimde ulusal mülkiyet, devlet mülkiyetidir, çünkü üretim araçlarını elinde bulunduran toplum, bu aşamada devlet tarafından temsil edilir. Devlet tüm toplumsal üretimi, toplum adına, tek bir süreç gibi yönetir.… Sosyalist rejimde, insanların toplumun evrimini bilinçli olarak yönlendirdiği söylendiğinde, bundan anlaşılacak şey, onların bunu, sosyalist ekonominin yönetici ve örgütleyicisi rolü oynayan parti ve devletin aracılığıyla yaptığıdır.[5]
135
Bürokratik Rejimin Özellikleri
SSCB ve benzeri ülkelerde bürokratik egemenlik altında yaşanan süreçte, temel üretim araçlarında kapitalist özel mülkiyete son verildiği, üretim araçlarının devletleştirildiği koşullarda, artık kapitalist işleyişten söz edilemez. İşgücü özel kapitalistlere (ya da kapitalist bir devlete) satılan ve onlar tarafından satın alınan bir meta olmaktan çıkmıştır. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılmasıyla, bunların sermaye olma niteliğine ve dolayısıyla sermaye birikimi sürecine son verilmiş olur; bunun yerine ürünlerin genel birikimi süreci geçer. Artık üretim sürecinin genelde amacı, piyasada daha çok kâr elde etmeye yönelik değişim değerleri üretimi değildir. Bürokratik kumanda ekonomisinin özsel amacı, devlet mülkiyeti temelinde ürünlerin üretimini arttırarak, yeniden üretim için gerekli olan artı-ürün birikimini sağlamaktır.
SSCB gibi bürokratik kumanda ekonomisinde, genelleşmiş meta ekonomisi son bulmuş; üretim süreci artı-değerin üretildiği bir süreç olmaktan çıkmıştır. Bu rejimde üretici kaynakların dağılımı, piyasa ekonomisinin hareket yasalarına (sermayenin piyasada en yüksek kârı elde etmeyi amaçlamasında ifadesini bulan yasalar) göre değil, egemen bürokrasinin tercihlerini yansıtan bir merkezi plana göre gerçekleşir. Fakat planlamada ölçü, fiyat göstergesi ve parasal değerlendirme olduğundan, sektörler arası girdi-çıktı işlemleri, yalnız ve yalnızca biçimsel olarak piyasadaki alım-satım işlemine benzeyen bir mali planlamanın eşliğinde yürür. Bu durum, kaynak dağılımının piyasadaki rekabet kuralına göre işlediği kapitalist piyasa ekonomisinden tamamen farklıdır. Böyle bir durumda, ekonomik işleyişin egemen karakteri, ne özel ne de devlet kapitalizmi olarak tanımlanabilir.
Şu halde, dünya ölçeğinde kapitalist egemenliğin devam ettiği bir durumda, dünya pazarının varlığı bürokratik rejim üzerinde basıncını sürdürecekse de, bürokratik devlet altındaki ekonomik işleyişin, kapitalist devlet altındaki işleyişten niteliksel farklılığı asla göz ardı edilemez. Devlet mülkiyetine dayanan bürokratik rejimdeki ekonomik mekanizma, ekonominin temel olarak piyasa ekonomisine dayandığı ve üretim araçları üzerinde bireysel özel mülkiyet hakkının esas olduğu kapitalist bir toplumdaki “devletin iktisadi faaliyeti” ile benzeşmez. Bürokratik devlet altındaki “devletçi ekonomi”, kapitalizmin bir çeşidi, “devlet kapitalizmi” olarak nitelendirilemez.[6] Marx’ın Kapital’de çözümlediği gibi, kapitalizm ancak kapitalist rekabetin, –birleşmiş ve tekelleşmiş de olsa– “birçok sermaye”nin var olduğu ve karşısında özgür ücretli emeği bulduğu biçimde yaşayabilir. Oysaki, bürokratik rejimlerde böyle bir durum söz konusu değildir.
Birbirlerinden ulusal sınırlarıyla, çıkar çatışmalarıyla ayrılmış bürokratik diktatörlüklerde, kapitalist dünya pazarının basıncı, devletleştirilmiş dış ticaretin yanı sıra gelişen yasa-dışı bir piyasanın oluşumunda ve kapitalist ilişkilerin giderek bürokratik rejimin iç işleyişine taşınmasında somutlanmıştır. Özellikle bürokrasi içinde suyun başını tutanlar ve uyanıklar için dünya ticaretinin yarattığı cazip kazanç olanakları (kaçak ticaret, karaborsa vb.), zaman içinde bu ülkelerde gayri resmi bir piyasa ekonomisinin yaygınlaşması biçiminde kendini ortaya koymuştur.
Kapitalist toplumda alınıp satılan bir meta olan işgücünün, üretim araçlarının proletaryanın siyasal egemenliği altında devletleştirildiği durumda, bu karakterini yitireceğini belirtmiştik. Diğer yandan, bürokratik egemenlik altında bile olsa, temel üretim araçlarının devletleştirildiği ve sermaye birikimine son verildiği koşullarda işgücü yine meta karakterini yitirir. Fakat kuşkusuz, proletaryanın üretim sürecindeki konumu 136
itibarıyla soruna yaklaşıldığında, her iki durum arasındaki niteliksel fark ortaya çıkıvermektedir. İşçi devletinin varlığı halinde, kendi kendisinin efendisi olarak toplumsal üretimi planlayacak ve sürdürecek olan proletarya, bürokratik devlet altında bu üstünlüğünü tamamen yitirmektedir. Proletarya ikinci durumda işgücünü kapitalistlere satmamaktadır ve genel olarak işgücünü satın alacak kapitalist de artık bulunmamaktadır. Fakat bir işçi devletinde olacağı gibi, artık onu bizzat kendi egemenliğine de tahsis edememektedir. Bürokratik devlet altında proletarya işgücünü, bürokrasinin egemenliğinde somutlanan devlete tahsis etmektedir. Bu nedenle, işçi sınıfının üretim sürecindeki pozisyonu, kapitalist toplumdaki gibi değildir. Bürokratik devlete bağımlı ve egemen bürokrasi tarafından kolektif biçimde sömürülen bir niteliğe sahiptir.
Bu noktada, bazı yanlış anlamaların önüne geçebilmek için, önemli iki hususa dikkat çekelim. Birincisi, bürokratik rejimde işçi sınıfının kapitalizme oranla değişen konumuna rağmen, artık farklı koşullarda sömürülen bu sınıfı nitelemek üzere yine de “işçi sınıfı” kavramı kullanılabilir ve bu yaklaşım doğrudur. Çünkü bu sınıf, bürokratik rejimlerin karakterini farklı değerlendiren bazı yazarların iddia ettiği üzere, ne tamamen “yeni bir sınıf”tır; ne de “köle sınıf”tır. Bu türden yanlış görüşler bir başka bölümde ele alınacağı için, burada yalnızca kısa bir değinmeyle yetinelim. Bürokratik diktatörlük altında “işçi”, ne kapitalizmde olduğu gibi “özgür” bir ücretli emekçidir; ne de tüm varlığıyla efendisine ait olan bir “köle”dir. Onun işgücünün kullanım hakkı devlete aittir ve de o bunun karşılığında, yine devlet tarafından belirlenen bir pay almaktadır. Bu payın miktarı parasal olarak hesaplanıp, işçiye bu tutarda nakdi ödeme yapılsa da, bu, kapitalizmde olduğu gibi piyasa kurallarına göre oluşan bir ücret değildir. Fakat öte yandan, işgücünün kapitalizm koşullarındaki özgür ücretli emekten farkı belirtildikten sonra, bürokratik diktatörlüklerde işgücüne yapılan ödemeyi “ücret” olarak nitelemekte de bir sakınca yoktur.
Artı-değer üretiminin genel olarak son bulduğu bürokratik rejimde, proletaryanın artı-emeğine el konulma biçimi, bu sosyo-ekonomik formasyonun sırlarını açığa vuracaktır. Marx bu kurala ilişkin olarak Kapital’in üçüncü cildinde şöyle der:
Ödenmemiş artı-emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel iktisadi biçimi, doğrudan üretimin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici bir öge olarak onu etkileyen, yönetenler ile yönetilenlerin ilişkisini belirler. Ama, bunun üzerine de, üretim ilişkilerinin kendilerinden doğan iktisadi topluluğun tüm oluşumu, böylece de aynı zamanda onun özel siyasal biçimi yerleşmiştir.[7]
Bürokratik rejimde, “ödenmemiş artı-emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel iktisadi biçimi” nasıl ifade edilebilir? Devleti mülk edinen bürokrasinin, toplam işgücünü istihdam eden merkezi egemen bir güç olarak, toplumsal emek ürününün dağılımında da tek söz sahibi olmasıyla. Bu durum, yöneten bürokrasi ile yönetilen proletarya arasındaki ilişkileri belirlediği gibi, bürokratik rejimdeki üretim ilişkilerinin de ifadesidir. Ve üzerinde bürokratik rejimin siyasal biçiminin yükseldiği maddi temeldir. İşçi devletinde üretim koşullarının efendisi olan proletarya, üretimin planlanmasında “neyin, ne kadar, nasıl” üretileceğine karar veren politik ve ekonomik egemenlik kaynağı iken, bürokratik rejimde bu güç kaynağı bürokrasiye ait olmaktadır. Egemen bürokrasinin amacı, bürokratik devletin varlığını sürdürmek için genişletilmiş yeniden üretim sürecinin çarklarının dönmesini sağlamaktır. Genelde bürokratik merkezi planlamaya dayanan ekonomi, değişim değeri üretimini amaçlamadığından ve kapitalist piyasa mekanizmasının kurallarına boyun eğmek zorunda olmadığından, bir anlamda toplumun zorunlu ihtiyaçlarını karşılayacak kullanım değerleri üretiminin planlanması olarak algılanabilir. Fakat aslında, egemen bürokrasinin çıkarları, kaprisleri ve iç 137
çatışmaları nedeniyle bu planlama her zaman rasyonel değildir ve en önemlisi üreticilerin gerçek ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır. Bürokratik rejimin özü, bürokrasinin üretim koşullarına egemen olması; üretim sürecini işçi sınıfının tarihsel çıkarları açısından değil, bürokratik devletin korunması ve güçlendirilmesi bakımından düzenlemesidir.
Bürokrasinin merkezi planlaması temelinde toplumsal ürün başlıca şu kısımlar itibarıyla dağıtılır: 1) bürokrasinin kendi tüketim ihtiyacını (lüks ve konfor da dahil) karşılamak amacıyla el koyduğu kısım, 2) toplumsal kalkınma ve büyüme için ayrılan kaynaklar, 3) çalışanların işgüçlerini yeniden üretebilmeleri için gerekli olan kısım, çeşitli sosyal fonlar vb. Bu dağılımın, devlet mülkiyeti üzerinde mutlak söz sahibi olan egemen bürokrasi tarafından planlandığı göz önünde tutulursa, proletaryanın payına düşecek kısmın, proletaryanın egemenlik koşullarında olabilecek olanın çok altında kalacağı açıktır.
Bir kere, proletaryanın ulusal gelirdeki genel ücret diliminin belirlenmesinde hiçbir söz hakkının olmaması (bağımsız sendikal örgütlenme yok, ücret pazarlığı yok, grev yok!) bir yana, o, devasa bir bürokratlar güruhunun tüketim ihtiyacını karşılamaktadır. Bu koşullar altında, bürokrasinin proletaryanın ücret düzeyini adilâne bir şekilde hesaplayabileceğini düşünmek, gerçeklikle alay etmek olur. Bu ülkelerdeki işçi ücretlerinin sağladığı geçim düzeyi ileri kapitalist ülkelerdeki düzeyle karşılaştırıldığında, çoğunlukla genel ortalamanın altında kalmaktadır. Bunun bir nedeni, bu ülkelerdeki emek verimliliğinin dünya piyasalarındaki düzeyden düşük olmasıdır. Fakat istatistik rakamları, işçiye ödenen ücretin onun verimliliğinin de altında seyretmekte olduğunu göstermektedir. Yani, bürokratik devletin işgücünün “tek istihdamcı”sı olduğu koşullarda işçi sınıfına biçtiği ücret, hiç de gerçek bir yaşam güvencesine işaret etmemektedir. Bu nedenle, yaşam standardını yasal engellere rağmen yükseltme kavgası, bürokratik diktatörlük altında da hükmünü icra etmiş ve pratikte ortaya iki ayrı ekonomik işleyiş çıkmıştır: resmi ve gayri resmi ekonomi! Resmi ekonominin işçi sınıfı açısından yarattığı tatminsizlik (işçinin ürünlerden aldığı payın yetersiz kalması) nedeniyle kaçak olarak yürütülen ek işler temelinde gayri resmi bir iş piyasası oluşmuştur.
Fakat ürünlerin dağılımında proletarya açısından ortaya çıkan bu olumsuz tabloyu, salt dağılım sürecindeki eşitsizlikler olarak algılayıp, bunun temelinde yatan nedenler üzerine eğilmemek yanlış bir yaklaşım olur. Çünkü, ürünlerin dağılım koşulları, üretim koşullarının dağılımının, yani sınıfların üretim sürecindeki karşılıklı pozisyonlarının dağılımının bir sonucudur. Marx bu gerçekliği, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş başlıklı yazısında şöyle ifade etmektedir:
En basit anlayışla dağıtım, ürünlerin dağıtımı ve böylelikle üretimden uzak ve bu yüzden de ondan bağımsız bir şey gibi görünmektedir. Ama dağıtım, ürünlerin dağıtımı olmaktan önce, şunlardır da: 1. üretim araçlarının dağıtımı ve 2. aynı ilişkinin başka bir belirlenmesi olan toplumun üyelerinin çeşitli üretim cinsleri arasında dağıtımıdır. (Bireylerin belirli üretim ilişkilerine tâbi tutulması.) Ürünlerin dağıtımı, besbelli ki, üretim sürecinin içinde bulunan ve üretimin yapısını belirleyen bu dağıtımın sonucundan başka bir şey değildir.[8]
Üretim araçlarının dağıtımı açısından bürokratik rejim, egemen bürokrasinin devletin mülkiyetindeki üretim araçlarının tasarruf hakkını (nerede, nasıl kullanılacağına karar verme hakkını) kolektif olarak tekelinde tuttuğu bir gerçekliği yansıtır. Bu durumda proletarya, işçi devletinde sahip olabileceği “üreten ve yöneten” sınıf olma konumuna sahip değildir. İşçi devletinde proletaryanın bağrında birleşerek ortadan kalkacak olan “üreten-yöneten” ayrımı, bürokratik rejimde varlığını sürdürür. Proletaryanın nasibine “üretmek”; bürokrasinin nasibine “yönetmek” düşer. 138
İşte bu nedenle bürokratik devlet altında ürünlerin dağılımındaki eşitsizliği açığa vuracak kriter, salt bürokratın maaşıyla işçinin ücretinin karşılaştırılması değil, bu ikisinin üretim koşulları açısından farklı pozisyonlarının karşılaştırılmasıdır. Doğrudan üreticilerin üretim sürecinde “yönetilen” pozisyonlarını sürdürmekte olduğu koşullar altında bunlar, “yöneten” sınıfın yaşaması için gerekli tüketim maddelerini de üretmek zorundadırlar. Bir işçi devletinin varoluşu halinde işçi sınıfı açısından son bulabilecek olan bu zorunluluk, bürokratik devlet altında varlığını sürdürmektedir. Özel mülk sahibi varlıklı sınıfların bulunmadığı bürokratik rejimde, devlet mülkiyeti üzerinde kolektif egemenlik yetkisine sahip olan bürokrasi, proletaryanın toplumsal artı-emeğine el koyan, onu sömüren egemen bir sınıftır. Yani, bürokratik rejimde kapitalizme özgü artı-değer sömürüsü olmasa da, artı-emeğin sömürüsü vardır ve bu rejimler sömürülü toplumlar sınıflaması içinde yer alırlar. Bu nedenle de, Marx’ın Kapital’deki genellemesi, bu toplumlar için de geçerlidir:
Toplumun bir kesiminin üretim araçları üzerinde tekele sahip olduğu her yerde, işçi, özgür olsun olmasın, kendi varlığını sürdürmek için gerekli iş zamanına, üretim araçlarına sahip olanların yaşamaları için gerekli tüketim maddelerini üretmek için de fazladan bir iş-zamanı eklemek zorunda kalmıştır; üretim araçlarının tekelini elinde bulunduran bir kimse ister Atinalı soylu, Etrüsklü teokrat, Romalı vatandaş, Norman baronu, Amerikalı köle sahibi, Eflaklı boyar, modern toprak sahibi ya da kapitalist olsun, bu, hep böyledir.[9]
Demek ki, söz konusu ülkelerde bürokrasinin ayrıcalıklı konumu, tüketim araçlarının dağılımındaki yolsuzluklardan, haksızlıklardan çok fazla bir şeydir. Tüketim araçlarının bölüşümünde, bürokrasinin işçi sınıfı aleyhine aldığı aslan payı, birincinin yöneten, ikincisininse yönetilen bir sınıf olmasından kaynaklanmaktadır. Egemen bürokrasiyi, işçi sınıfının tarihsel çıkarları açısından yargılarken bakacağımız asıl yer burası olmalıdır. Yoksa, bürokratların salt özel ayrıcalıkları, daçaları vb. ile uğraşmakla yetinmek, görünüşe takılıp özü görememek anlamına gelir. Zaten, işi bu noktaya çekmek isteyen de uluslararası burjuvazidir. O, bu realitenin eşliğinde sosyalizme kara çalabilmek için, dikkatleri işin özünden, yani bu rejimlerin sosyalist olmadığı gerçeğinden kaydırmak zorundadır.
139
Tarihsel Kazanım mı?
İşçi sınıfının bürokratik rejimde “yönetilen” sınıf olma konumunu sürdürmesi, en çarpıcı yansımasını kaçınılmaz olarak bürokratik devletin çalışma rejiminde bulmaktadır. Bürokratik devlet altında çalışma hakkının yasalarla “güvence” altına alınmış olması, yasal olarak işsizliğe son verilmiş bulunması, bu durumu proletaryanın “tarihsel bir kazanımı” olarak ilân etmek için yeterli değildir. Bürokratik devlet altında işçi sınıfının sahip olduğu “iş güvencesi”, proletaryanın kendi devleti sayesinde sahip olabileceği gerçek iş güvencesi ile karıştırılmamalıdır. Bu ikisini aynı şey olarak görüp özdeşlemek, proleter devrimin gerçekleşmediği fakat daha baştan bürokratik bir egemenliğin kurulduğu koşullarda da devlet mülkiyetini işçi sınıfının tarihsel kazanımı olarak değerlendirmek anlamına gelecektir. Böylesi bir yaklaşım, bürokratik devletin işçi sınıfını içine düşürdüğü pozisyonu (despotik-bürokratik devletin işçisi), proleter devrimin tarihsel kazanımlarıyla (proletaryanın egemen sınıf, kendi kendisinin efendisi olması) bir tutmak anlamına gelecektir. Bu durumda proleter devrimin gerekliliği fikri sararıp solacak, böyle bir devrim olmadan da, işçi sınıfının salt devlet mülkiyeti sayesinde pekâlâ tarihsel bir kazanım elde edebileceği düşüncesi güç kazanacaktır.
Devlet mülkiyetine dayanan bürokratik rejimde, işçi sınıfının kapitalizmde sahip olamayacağı bir istihdam imkânı elde ettiği doğrudur. Bu durum işçi sınıfına, kapitalizm altında yaşayacağı işten atılma korkusu ve işsiz kalma tehdidine oranla bir güvence olarak da görünebilir; o bu hakkını korumak da isteyebilir. Fakat bütün bunlar yine de bürokratik rejim altındaki iş güvencesini, işçi sınıfının devriminin ürünü olan bir tarihsel kazanıma dönüştürmeye yetmez.
Bürokratik rejimler, kapitalizmin serbest piyasa kuralından (işçi işgücünü satmakta, patronsa bunu satın almakta özgürdür!) farklı olarak, koşulların devlet tarafından belirlendiği bir çalışma rejimi altında, genel olarak çalışabilir durumdaki tüm bireylere iş sağlamak durumundadır. Genel olarak diyoruz, çünkü bürokratik rejimlerde de işsizliğe mutlak olarak son verilmemiştir. “İstihdam güvencesi”, devlet mülkiyetine dayanan bürokratik rejimlerin egemenliklerini sürdürebilmelerinin koşuludur. Çünkü bürokratik devlet, statükoyu koruyabilmek, işçi sınıfını hareketsiz durumda tutabilmek için yapısal olarak bazı tavizlere dayanmak zorundadır. Ama, işçi sınıfının kendisine yabancılaşan bir devlet karşısında her türlü sendikalaşma, grev vb. hakkının elinden alındığı, ücret ve çalışma koşullarının tek taraflı olarak egemen bürokrasi tarafından belirlendiği bir çalışma rejimini “tarihsel kazanım” olarak değerlendirmenin akla uygun bir nedeni de bulunmamaktadır. Aslında kavranması gereken gerçeklik şudur: İşçi sınıfının egemen olmadığı ve kendini egemen bürokrasinin devletine karşı korumak için gerekli demokratik haklardan da yoksun bulunduğu bir durumda, yine de toplumsal istikrarı koruyabilmenin özel bir yolu olmalıdır. İşte bürokratik rejimlerde işçi sınıfına sağlanan “iş güvencesi”nin, düşük kiraların, parasız sağlık hizmetlerinin, parasız kreş, eğitim, genel kapsamlı bir emeklilik hakkının vb. nedeni, bürokrasinin işçi sınıfına duyduğu bağlılık (!) değil, bu zorunluluktur. Nitekim, bürokratik rejimlerin çözülüşüyle birlikte bu güvencelerin ortadan kalkması ve proletaryanın iş ve yaşam garantisini artık kendisinin fiili mücadelesine dayandırmaktan başka bir seçeneğinin kalmaması da bu durumun göstergesidir.
Tepeden inme bürokratik hiyerarşiye dayanan “çalışma disiplini”, işçi sınıfının çalışma zorunluluğu karşısındaki tutumunu da belirlemiştir. Sovyetler Birliği’nde ve benzeri ülkelerde işçinin devlete karşı “pasif direnişi” olarak adlandırılan “iş disiplinsizliği”, işçinin içine düştüğü derin yabancılaşmanın dışa vurumudur. Geçiş döneminin 140
özelliklerini incelerken şöyle demiştik: İşçinin artık kendi kendisinin patronu olarak düzenleyeceği bir çalışma rejimi, henüz gelecekteki sınıfsız topluma özgü bir ferahlığa sahip olamasa da, proletaryanın kendisine yabancı bir güç tarafından, örneğin egemen bürokrasi tarafından zorlanmasının yaratacağı sorunları yaratmaz. Buna şimdi şu ekleme yapılabilir: Proletaryanın üretim sürecinde ipleri kendi elinde tuttuğu, fedakârlık gerekiyorsa buna kendi bilinciyle karar verdiği bir durumla; kendisine yabancı bir güç, bürokrasi tarafından zorlanarak çalıştırıldığı koşullar asla birbirine benzetilemez.
Birinci durumda, sonuçta bir yorgunluk çekilse bile işçilerin üretim sürecine yabancılaşmaları söz konusu değildir. İkinci durumda ise, işçi yabancılaştığı bir çalışma rejiminden intikamını, pasif direnişle, mümkünse işten kaytarmakla vb. almaktadır. Proletaryayı, bürokratik rejime karşı pasif bir direniş içgüdüsüyle tembelliğe, işten kaytarmaya, alkolizme, büyük bir dejenerasyona iten bir “iş güvencesi”, yine de kapitalizmin işsizlik belâsına göre bir anlam ifade etse bile, asla proletaryanın gerçek bir tarihsel kazanımı olarak görülemez. Diğer yandan, bürokratik rejimin bir özelliği olarak, egemen bürokrasi de kendi tüketim ihtiyaçlarının karşılanmasında tatmine ulaştığında, üretim sürecine bürokratik bir vurdumduymazlıkla yaklaşabilmektedir. Fakat bu durum, bu ülkelerdeki çalışma rejiminin, işçilerin iş bulup bulmama konusunda kaderlerinin yine de bürokratların ağzından çıkacak bir çift söze bağlı olacak tarzda düzenlendiği gerçeğini değiştirmez.
141
Bürokrasi Devletlû Bir Sınıftır
Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nde, devlet bürokrasisinin devleti mülk edindiğini, devletin bürokrasinin “özel mülkiyeti” olduğunu belirtir. Bu durum, örneğin kapitalist toplumda devlet bürokrasisine ayrıcalıklı bir konum bahşetmiş olsa da, bürokrasiyi bağımsız bir sınıf katına yükseltmez. Hatta, burjuva düzeni sarsan büyük kriz dönemlerinde, bu bürokrasi siyasal alanda görece bağımsız bir konum kazanmış olsa bile, son tahlilde yine de burjuva sınıfın içinde bir yönetici kast, sosyal bir tabaka olmaktan öteye gidemeyecektir. Marx ve Engels, burjuva sınıfın bir parçasını oluşturan kapitalistlerle; diğer parçasını oluşturan, burjuva devletin yönetim işinde uzmanlaşmış politikacılar, yazarlar, idareciler vb. arasındaki olası bir karşıtlığın çözümlenmesine ilişkin genel ipucunu, Alman İdeolojisi’nde vermektedirler:
İşbölümü, egemen sınıf içinde de, zihinsel iş ile maddi iş arasındaki bölünme biçiminde kendini gösterir, öyle ki, bu aynı sınıfın içerisinde iki ayrı bireyler kategorisi olacaktır.
Ve şöyle devam ederler:
Bu sınıfın içerisindeki bu bölünme, hatta, mevcut bu iki kesimin belli bir karşıtlığıyla ve belli bir düşmanlığıyla sonuçlanabilir. Ama, bu sınıfın bütünüyle tehdit altında bulunduğu bir çatışma çıkageldi mi, bu karşıtlık kendiliğinden düşerken, egemen fikirlerin egemen sınıfın fikirleri olmayacağı, bu fikirlerin bu sınıfın iktidarından ayrı bir iktidara sahip olacakları kuruntusunun da uçup gittiği görülür.[10]
Böylece Marksist yaklaşım, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlarda, son tahlilde egemen olanın üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olan unsurlar olacağını belirler. Bu tür toplumlarda siyasal alan belirli koşullar altında görece bağımsız bir güç kazansa da, son tahlilde iktisadi alana bağımlıdır.
Üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan sınıflı toplumlarla, üretim araçlarının devlet mülkiyeti altında bulunduğu sınıflı toplum biçimi (tarihsel bir kategori olarak Asyatik toplum biçimi) arasındaki ayrımın odak noktasında devlet sorunu yer almaktadır. Birinci gruba giren toplumsal biçimlenmelerin tümünde, devlet toplum karşısında ne denli “bağımsız” bir görünüme bürünürse bürünsün, son tahlilde iktisaden egemen olan sınıfın, yani üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip bulunan sınıfın devletidir. İkinci grupta yer alan toplumsal biçimlenmede ise, iktisadi alanla siyasi alan iç içe geçmiş ve egemenlik sorunu “devletin sahipliğinde” somutlanmış olmaktadır. Temel üretim araçları üzerindeki mülkiyetin egemen eğilim olarak devlet mülkiyetine dayandığı toplumsal biçimlenmede, devleti yani siyasal erki elinde tutan, iktisadi erki de elinde tutacaktır. Böyle bir durumda, devleti mülk edinme konumu, iktisadi açıdan egemen olanı belirleyecektir.
Proletarya diktatörlüğünde işçi sınıfının egemen pozisyonunu açıklamaktaki temel kalkış noktasını, tam da bu gerçeklik oluşturur. Marksizm, proletaryanın siyasal devrimle kendini siyasal açıdan egemen konuma yükseltmesinin hemen ardından, temel üretim araçlarının devletleştirilmesine girişerek, kendini iktisaden de egemen sınıf olma pozisyonuna yükseltmesini şart koşar. Çünkü, bu üretim araçlarının burjuvazinin özel mülkü olmaya devam ettiği bir durumda, proletaryanın kazandığı siyasal egemenliği elinde tutabilmesi yalnızca bir hayal olabilir. Proletaryanın egemenliğini sürdürebilmesi, ancak ve ancak, işçi devletinin temel üretim araçlarının mülkiyetini tekeline alması sayesinde olanaklıdır. Fakat, işte tam da burada bir başka yaşamsal sorun öne 142
çıkmaktadır. Eğer ki devlet, proletaryanın bizzat kendisini egemen sınıf olarak örgütlediği bir yapılanmaya değil de, kendisini proletarya yerine ikame eden yeni efendilerin (bürokrasinin) örgütlenmesine dayanıyorsa, artık işçi sınıfının ne siyasal ne de iktisadi egemenliğinden söz edebilmek olanaklı değildir. Çünkü, iktisadi egemenliğin kaynağı olan mülkiyetin devlet mülkiyetine dayandığı bir durumda, devleti mülk edinen güç, hem siyasal hem de iktisadi erkin sahibi olacaktır.
Konumuzu oluşturan bürokratik rejimlerde, devlet bürokrasinin mülküdür. Bu nedenle bu bürokrasi, siyasal ve iktisadi açıdan erkin sahibi bulunan, egemen bir sınıftır. Toplumdan bağımsızlaşarak toplumun tepesine çöreklenmiş, örgütlü kolektif bir gücü temsil etmektedir. Üretim araçları üzerindeki devlet mülkiyetinin tasarruf hakkına kolektif olarak sahip bulunan, “kolektif sömürücü” bir egemen sınıftır bürokrasi.
Şimdi bu noktada başa dönüp, Marx’ın “bürokrasinin devleti mülk edindiği” yolundaki açılımı hatırlanmalı. Özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlarda bürokrasi, ne kadar bağımsızlaşırsa bağımsızlaşsın, son tahlilde, iktisadi egemenliği elinde tutan sınıfın (özel mülkiyet sahibi sınıfın) bağımlı bir unsuru olarak kalır. Oysa devlet mülkiyetine dayanan toplumsal biçimlenmede, eğer devlet bürokrasiye aitse, o takdirde bu “bürokrasi” kendi dışında hiçbir gücün bağımlı unsuru, eklentisi vb. olmayacaktır.
Ya da “olmayacaktır” saptamasından önce, “olabilir mi?” sorusu da sorulabilir. Üretim araçlarının devletleştirilerek varlıklı sınıfların egemenlik koşullarına son verildiği bir durumda, bürokrasinin son tahlilde “bağımlı” olacağı varlıklı bir sınıf var mıdır? Kuşkusuz yoktur. Peki, yine aynı koşullarda, devleti mülk edinmiş bulunan bu bürokrasi, son tahlilde proletaryaya “bağımlı” olan bir sosyal güç, bir kast olarak tanımlanabilir mi? Böyle bir tanımlamanın yapılabilmesi için, proletaryanın bürokrasiyi kendine bağımlı kılacak egemenlik kaynağını elinde tutuyor olması gerekirdi. Fakat proletarya, özel mülkiyet sahibi bir sınıf olmadığına göre, onun görüp görebileceği tek mürüvvet, bir anlamda “devleti mülk edinmek” yani kendini egemen bir sınıf olarak örgütlemek olabilirdi. Bu da bir işçi devletinin fiilen varoluşundan, mevcut devlet yapılanmasının bizzat proletaryanın siyasal egemenliğinde somutlanmasından başka hiçbir şey olamazdı.
Proletaryanın siyasal egemenliğinden söz edilemeyeceği koşullarda, onun bir biçimiyle de olsa devlet üzerindeki egemenliğinden, devlete sahipliğinden asla söz edilemez. Bu nedenle, ister daha baştan bürokratik bir devlet olarak kurulmuş örneklerde olsun, isterse işçi sınıfının siyasal egemenliği bürokratik karşı-devrim sonucunda bürokrasiye kaptırdığı Sovyetler Birliği örneğinde olsun, işçi sınıfı iktisaden de egemen bir sınıf değildir. Öte yandan, egemen sınıfı bulunmayan bir sınıflı toplum olamaz.
İşte, bürokratik rejimlerin kendine özgü karakteristiği de tam bu noktada sivrilivermektedir. Devlet mülkiyetine dayanan bu rejimlerde siyasal ve iktisadi erkin sahibi olan bürokrasi bir siyasal kast değil, egemen bir sınıftır. O halde bürokratik rejimlerde “bürokrasi” olgusu, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlarda bu kavramın ifade ettiğinin çok ötesinde bir anlam ifade eder. O artık varlık nedenini, egemen bir sınıfın hizmetinde oluşundan almamaktadır; bizzat kendisi hizmet ettiren egemen güçtür.
“Sosyalist” olarak adlandırılan ülkelerde, kendine özgü bir sınıf egemenliği sistemi kurmuş olan bürokrasinin tarihteki bu özgün konumu, dünya solunun büyük bir kesiminin bu rejimlerin niteliği konusunda içine düştükleri tarihsel yanılgının esas nedenini oluşturur. Niçin bürokrasinin “özgün” konumu ibaresini kullanıyoruz? Şundan: Doğu’nun arkaik-Asyatik despotik devletleri (Mısır, Sümer, Hint, Çin uygarlığı) ve daha geç dönemdeki Rus, Moğol, Selçuklu, Osmanlı vb. gibi despotik yapılar hariç tutulursa, 143
genel olarak özel mülkiyete dayalı Batı toplumlarında (köleci ve feodal dönemler de dahil olmak üzere), 20. yüzyıla gelene değin hiçbir dönemde, bürokrasinin bağımsız bir sınıf oluşturduğuna ve toplumda böylece egemen sınıf konumuna yükseldiğine tanık olunmamıştır.
Nitekim, hem köleci devlette, hem feodal devlette, hem de modern kapitalist devlette bürokrasinin konumu esasta hep aynı kalmıştır. Kuşkusuz ki bürokrasi, bu tarihsel dönemler itibarıyla devletin geçirdiği değişime bağlı olarak, örgütlenme biçimleri bakımından önemli değişiklikler geçirmiştir; ama özsel niteliği bakımından, yani sosyal işlevi bakımından hep aynı kalmıştır: Toplumsal örgütlenmede, egemen sınıfın çıkarlarının hizmetinde iş gören ve egemen sınıfa bağımlı bir sosyal tabaka. İlk sınıflı toplumların ortaya çıkışından ve dolayısıyla ilk devletlerin örgütlenişinden 20. yüzyıla gelene değin, Batı toplumlarında bürokrasinin bu konumunu değişikliğe uğratan tek bir istisnai duruma rastlanmaz.
Batı gelişme çizgisinde ortaya çıkan sınıflı toplumlarda (köleci, feodal, kapitalist), egemen sınıfa bağımlı toplumsal bir tabaka olarak kalan bürokrasinin, bağımsız bir sınıf oluşturabildiğine dair tarihsel örnekleri bize yalnızca Doğu toplumları sunmaktadır. Eski Asyatik toplumların tarihsel evrimini incelediğimizde görmekteyiz ki, burada bürokrasi bağımsız bir sınıf oluşturabilmiş ve hatta despotik devleti yöneten egemen bir sınıf konumuna yükselebilmiştir. Doğu’da ya da eski Asyatik üretim tarzlı toplumlarda karşılaşılan bu özgünlük, Batı’ya nazaran “istisnai” bir gelişim çizgisi olarak görülmüş olsa da, aslında insan topluluklarının tarihsel evriminde ve erken uygarlıkların doğuşunda özellikle daha ağırlıklı bir yer tutmaktadır.[11]
Demek ki, despotik-bürokratik diktatörlüklerdeki bürokrasinin egemen bir sınıf değil de “ayrıcalıklı bir kast” olduğunu iddia eden görüşlerin yanılgısını oluşturan başlıca nokta, bürokrasi olgusunun yalnızca özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlarda (Batı gelişme çizgisi) taşıdığı karakterden hareketle değerlendirilmesidir. Öte yandan, Marksizmin “sınıf” olgusuna ilişkin genel nitelendirmeleri, Sovyetler Birliği ve benzeri ülkelerdeki bürokrasinin bağımsız bir sınıf olamayacağına değil, bürokrasinin söz konusu toplumsal yapılanmanın içerdiği özgüllükler (devlet mülkiyeti) temelinde irdelenmesi gerektiğine işaret eder.
Troçki, İhanete Uğrayan Devrim’de özet bir vurgulamayla sınıf olgusuna şöyle değinir: “Sınıflar, ekonominin toplumsal sistemi içindeki konumlarıyla ve özellikle üretim araçlarına olan ilişkileriyle nitelenir.”[12]
Lenin ise şöyle vermektedir sınıf tanımını:
Sınıflar, birbirlerinden, tarihsel olarak belirlenmiş bir toplumsal üretim sisteminde tuttukları yere, üretim araçlarıyla olan (çoğu durumda yasalarla saptanan ve formüle edilen) ilişkilerine, emeğin toplumsal örgütlenişindeki rollerine ve bunun sonucu olarak, toplumsal zenginlikten aldıkları payın boyutlarına ve bunu elde etme tarzına göre ayrılan büyük insan gruplarıdırlar.
Lenin’in bu tanımlamasında yer alan son cümle ise şöyledir: “Sınıflar insan gruplarıdır, ve bunlardan biri, belirli bir toplumsal ekonomi sistemi içinde tuttuğu farklı yer sayesinde diğerinin emeğine el koyabilir.”[13]
Sovyetler Birliği ve benzeri ülkelerde böyle bir sömürüden söz etmek mümkün müdür? Bunun mümkün olmaktan öte, bir gerçeklik oluşturduğu “bürokratik rejimlerin 144
özellikleri”nin incelendiği bölümde gösterilmeye çalışıldı. Bu sömürü, kuşkusuz kapitalist toplumdaki artı-değer sömürüsünden farklı olan ve bürokratik rejimin özgüllüğünü oluşturan bir artı-emek sömürüsü çeşididir. Ayrıca da, sömürünün sadece özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlara ilişkin bir durum olduğu noktasından hareket edenlerin, bürokratik rejimlerin, genel toplumsal biçimlenmeler içinde oturacağı yeri ayırt edebilmeleri olanaksızdır. Böyle bir yanılgı içine düşenler, bürokratik devlet altındaki sosyo-ekonomik formasyonu, proletarya diktatörlüğü altında sınıfların ortadan kaldırıldığı geçiş dönemi ile karıştıracaklardır. Ya da bu ülkelerdeki sömürü olgusunu kabul etmekle birlikte, bunu bir artı-değer sömürüsü olarak değerlendirenler, söz konusu bürokratik rejimleri, “devlet kapitalizmi” olarak niteleyeceklerdir.
Oysa konuya Marx’ın materyalist tarih anlayışıyla yaklaşırsak, toplumların evriminde ortaya çıkan “sömürü” olgusunun, “yöneten-üreten” ayrımının ve genel olarak toplumların sınıflara bölünmesinin, yalnızca özel mülkiyetin doğuşuna bağlı olmadığını görürüz. Bunlar özel mülkiyetin bulunmadığı ve toprakların mülkiyetinin devlete ait olduğu Asyatik üretim tarzlı toplumlarda da ortaya çıkmıştır. Ne var ki, devlet mülkiyetinin hakim olduğu Asyatik üretim tarzında, sömürü olgusu ve sınıf ayrımı, özel mülkiyete dayanan Batılı sınıflı toplumlardan daha farklı ve “örtülü” yönler içerir. Eski Doğu’daki toplumsal yapının bu farklılığına işaret eden Marx, bu konuya Asyatik toplum yapısını çözümlediği yazılarında değinmektedir. Kapital’in üçüncü cildinde, “Asyatik toplumda devlet”in niteliğini vurguladığı satırlarda şöyle der Marx:
Eğer doğrudan üreticiler özel bir toprak sahibiyle karşılaşmayıp, Asya’da olduğu gibi toprak beyleri ve aynı zamanda hükümdarları olarak başlarında duran bir devletin doğrudan emri altında iseler, o zaman, rant ve vergiler çakışır ya da daha doğrusu, burada, toprak rantının bu biçiminden farklı olan hiçbir vergi bulunmaz. Böyle koşullar altında, bu devlete bağlı olan herkes için geçerli olandan daha güçlü bir siyasal ya da iktisadi baskının varlığına gerek yoktur. Devlet, bu durumda en yüksek beydir. Burada egemenlik, ulusal çapta yoğunlaşmış olan toprağın sahipliğinden oluşur. Ama öte yandan, toprağın gerek özel, gerek ortaklaşa zilyetliği ve tasarrufu olmasına karşın, toprağın özel mülkiyeti yoktur.[14]
Takip eden satırlarda ise Marx, ister özel mülkiyete ister devlet mülkiyetine dayansın, “ödenmemiş emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel iktisadi biçiminin, doğrudan üretimin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici bir öge olarak onu etkileyen, yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkiyi belirleyeceğini; bunun üzerinde, üretim ilişkilerinin kendilerinden doğan iktisadi topluluğun tüm oluşumunun, böylece de aynı zamanda onun siyasal biçiminin yükseleceğini” belirtmektedir.
Daha önceki açıklamalarda, Marx’ın bu açılımının eşliğinde, bürokratik rejimde “ödenmemiş artı-emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel iktisadi biçimi” şöyle ifade edilmişti: “Devleti mülk edinen bürokrasinin, toplam işgücünü istihdam eden merkezi bir güç olarak, toplumsal emek ürününün dağılımında da tek söz sahibi olması.” Ayrıca, devlet mülkiyetine dayalı sınıflı toplumlarda, sınıf ayrımı ve sömürü olgusunun, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlara oranla “örtülü” yönler içereceği de vurgulandı. Bu duruma tarihte yer almış Doğu despotizmi tarzındaki devletlû egemenliklerden bir örnek vermek istersek, fazla uzağa gitmeksizin, yaşadığımız topraklar üzerindeki Osmanlı tarihinin belirli bir kesitini hatırlamak yararlı olacaktır.
Burada bizi ilgilendiren, Asya toplumlarında varlık sürdürmüş despotik[15] devletlerden birini oluşturan Osmanlı Devleti’nin dirlik düzenidir. Yani topraklar üzerinde Osmanlı Devleti’nin mülkiyetine dayanan bu düzen bozulmadan önceki durumdur. Bu durum merkezi devlete, topraklar ve tebaası üzerinde “koruyucu”, “gözetici” bir görüntü 145
vermekteydi. Resmi devlet ideolojisine göre, topraklar tanrı adına, Osmanlı Devleti’nin egemenliği altındaydı. Ve bu topraklar, devletlû sınıfın (Osmanlı bürokrasisinin) otoritesi altında işletilebilirdi ancak. Osmanlı toplum yapısına ilişkin incelemeleriyle tanınan bilim adamı Niyazi Berkes, Osmanlı’da “mülk” kavramı ile ilgili olarak şöyle diyor:
Bugün “mülk” dediğimiz zaman “mülkiyet hakkı” dediğimiz hakkın gereği olan bir maliklik veya sahiplik anlarız. Halbuki Osmanlı sisteminde “mülk” devletin sahibi olduğu şey demektir ve bu bir güçtür; gücün toprak üstündeki görüntüsüdür. Osmanlı sisteminde “mülk” devletin elinde olan güçtür. Arapçadan gelen bu sözcüğün batı dillerindeki karşılığı “dominium”dur. Halbuki Fransızcayı alırsak mülkiyet konusu olan mülke “propriété” denir. Bizim bugünkü “mülk” sözcüğümüz bu sonuncu anlama gelir. Osmanlı düzeninde ise “mülk” ve “devlet” aynı şeylerdir. Devletin temeli mülktür, yani topraklar üzerine egemenlik ve “dominium”dur.
Toprak üzerindeki devlet mülkiyeti ise (yani Osmanlı tabiri ile mülk ise) alınmaz, satılmaz, feragat edilmez, mirasla da geçmez. Siyasal otorite olduğu sürece o hak vardır ve onunla durur. O hak olmadı mı, siyasal otorite de yok olur, ya da siyasal otorite yok oldu mu o hak da yok olur.[16]
İşte Sovyetler Birliği ve benzeri rejimler, temel üretim araçları üzerinde devlet mülkiyetinin sonuçları açısından, yukarıdaki satırlarda dile gelen gerçeklikle benzeşmektedir. Her ikisinde de ortak nokta, “alınmaz, satılmaz, feragat edilmez, mirasla da geçmez” olan devlet mülkiyetidir. Bu devlet mülkiyeti sayesinde egemenlik sürdüren bir devletlû sınıfın (yönetici seçkinler) varlığıdır söz konusu olan. Tıpkı eskinin Asyatik hükümranlıklarında olduğu gibi, yakın zamanların despotik-bürokratik diktatörlüklerinde de (örneğin SSCB’de), siyasal otorite olduğu sürece “o hak” (devlet mülkiyeti üzerindeki egemenlik hakkı) vardır ve onunla durur. O hak olmadı mı siyasal otorite de yok olur, ya da siyasal otorite yok oldu mu o hak da yok olur. SSCB ve benzerlerinde, bürokrasisinin üretim araçları üzerinde devleti temsilen egemenlik hakkı oluşmuştu. Bürokrasinin iktisadi egemenliğinin kaynağı da buradan geliyordu.
Söz konusu toplumlarda bürokrasinin bir egemen sınıf olarak kabul edilemeyeceği görüşünde ısrar edenlerin ileri sürdüğü bir gerekçe de, bürokrasinin üretim araçlarının fiili mülkiyetine sahip olmamasıdır. Oysaki devlet mülkiyetine dayanan bir toplumda sınıf egemenliğinin kaynağı başka bir yerde aranmalıdır. Bu, devlet mülkiyeti üzerindeki kolektif egemenlik hakkıdır. Bürokrasinin, özel mülkiyet sahibi bir sınıf gibi miras yoluyla aktaracağı sermayesi ve sermayedar konumu yoktur. Fakat bürokrasi, çocuklarını geleceğin bürokratları olarak yetiştirme ayrıcalığını (eğitim sisteminde bürokrasinin çocuklarına sağlanan ayrıcalıklı konum) elinde tuttuğundan, “devleti mülk edinme” pozisyonunu babadan oğula bu yolla aktarabilir. Bunun yanı sıra, Osmanlı toplum yapısında devlet mülkiyetinin (toprakta dirlik düzeninin) özel mülkiyet yönünde çözülüşü örneğinde (toprakta derebeylik düzeninin oluşumu) görüldüğü gibi, incelememize konu olan bürokratik rejimlerde de, kapitalist restorasyon sürecinde devlet mülkiyeti çözülmektedir. Böylece, daha önce devlet mülkiyeti üzerinde kolektif otoriteye sahip olan bürokrasinin pek çok unsuru, çözülüş sürecinde fiili mülkiyet hakkını ele geçirmekte ve burjuvalaşmaktadır. Troçki 1936’da, sanki bugün yaşanmakta olanları anlatırcasına şöyle demekteydi:
Denebilir ki, ona gerekli geliri sağladığı sürece büyük bürokrat hakim mülkiyet biçimlerinin ne olduğuna pek aldırış etmez. Böyle bir sav yalnızca bürokratın kendi haklarının istikrarsızlığını değil aynı zamanda onun çocukları sorusunu da göz ardı etmektedir. Yeni aile tapınması gökten zembille inmemiştir. Ayrıcalıklar eğer insanın çocuğuna aktarılmıyorsa kıymetlerinin ancak yarısı kadar ederler. Ama vasiyet hakkı 146
mülkiyet hakkının ayrılmaz parçasıdır. Bir tröstün direktörü olmak yeterli değildir; aynı zamanda hissedar olmak da gereklidir. Belirleyici özelliğe sahip bu alanda bürokrasinin zaferi onun yeni bir varlıklı sınıfa dönüşmesi anlamını taşıyacaktır.[17]
Ancak kuşkusuz, burada incelediğimiz konu bürokratik rejimin çözülüşüyle birlikte bürokrasinin devletlû sınıf olma özelliğini yitirmesi ve karşımıza artık özel mülkiyet hakkına sahip burjuvalar olarak çıkmaya başlaması değil. Biz, bürokratik rejimdeki egemen bürokrasinin niteliğini ifade etmeye çalışıyoruz.
Devletlû sınıfın özelliği, devlet makamı sayesinde var olmasıdır. Bu nedenle, örneğin uçsuz bucaksız topraklara, arazilere sahip feodal beyin toprağın özel mülkiyetine fiilen ve hukuken sahip olduğu Batı feodalitesi ile, Osmanlı toprak düzeni (dirlik) arasındaki farklılık, ikincisinde egemen sınıfın birincisine oranla, devlet mülkiyetinin yarattığı bir sis perdesinin ardına gizlenebilmesidir. Bu sis perdesi ardında devletlû sınıf, “her şeyi herkesten iyi bilen”, ne yaparsa “toplumun iyiliği için (!)” yapmakta olan ve “ilâhi” düzeni sürdürmekten öte amacı olmayan “kutsal görevli” gibi aldatıcı bir görünüme bürünebilmektedir. Kuşkusuz, gerçek durum bunun tam tersidir. Despotik devletlerde, artı-ürünü denetleyen devletlû sınıf tüm toplumu da denetlemekte, kendi devlet düzenini sürdürebilmek için gerektiğinde “asmakta, kesmekte”dir.
“Modern” despotik-bürokratik rejimlerde devletin ideolojisi, tarihsel çağların farklılığı nedeniyle, elbette ki eski dönemlerde olduğu gibi “dinsel” ve “ilâhi” argümanlara değil, başka bir şeye dayandı. Doğu despotik toplumlarında devlet ideolojisine egemen olan dinsel mistisizm, bürokratik devletlerde yerini, günün koşullarına uygun bir mite, “tek ülkede sosyalizm” mitine bırakmıştı. Fakat her ikisinde de ortak olan nokta, devletlû sınıfın “statüko”yu korumaya verdiği önemdi. Örneğin, bu gereksinim Osmanlı’da “nizam”ın korunması adı altında ifade bulmuştu.
Anlattığımız çeşitten bir devlet düzeni, ancak böyle koyun sürüsüne benzetilen statik bir toplumun üstünde durabilir. Sürekli değişme eğiliminde bulunan bir toplumun üstünde böyle bir devlet düzeni duramaz. Tepe taklak yuvarlanır. Onun için Osmanlı idarecileri ve yazarları hep “düzen” (nizam)dan söz ederler. Onun zıddı, devletin yok olması demektir.[18]
Bürokratik devlet düzeni de ancak statik bir toplum düzeni sayesinde varlık sürdürmüştür. Bu nedenle Stalinist bürokrasinin politikasının, “statükoyu korumak” prensibinde ifadesini bulması rastlantı değildir. Devlet makamını koruduğu sürece devletlû sınıfın mensubu olmayı sürdürebilecek olan egemen bürokratlar, en üst makamları işgal etmiş olsalar bile, her an bu konumlarını koruma kaygısı içinde iktidarlarını sürdürmüşlerdir. Bürokrat, devletlû sınıf içindeki kıyasıya çatışmanın kurtlar sofrasında yenik düşmemeyi başardığı sürece egemen konumunu muhafaza edebilir. Ancak bu sayede bürokrasinin topluca el koyduğu toplumsal artı-üründen pay kapabilir. O nedenle de Stalinist bürokrasinin ve benzerlerinin iktidar kavgalarındaki entrikalarla, Asyatik Doğu toplumlarındaki saray entrikalarının benzerliğine şaşmamak gerekir.
Bu örnekleri verişteki maksadımız, Sovyetler Birliği ve benzeri sosyo-ekonomik formasyonların, eski dönemlerin despotik-Asyatik üretim tarzıyla bire bir örtüştüğü biçiminde bir iddiada bulunmak değildir. Ancak yine de böyle bir benzetmeye ihtiyaç duymamızın nedeni, tarihte devlet mülkiyetine dayanan egemen sınıfların ve bu egemenlik tarzı sayesinde artı-ürünün dağılımını düzenleyen sosyo-ekonomik formasyonların yer aldığını hatırlatmak içindir. Diğer yandan, elbette özde derin bir benzerlik vardır. Şu farkla ki, 20. yüzyılın despotik-bürokratik rejimleri, eski dönemlerde 147
olduğu gibi Asyalı tarım komünleri üzerinde yükselmemekte, modern çağın üretici güçler düzeyine yetişmeye çalışan ulusal bir sanayileşme hamlesinin üzerinde biçimlenmektedir.
Devlet mülkiyetine dayanan üretim ilişkileri, bir bakıma eskiye ait olan bir egemenlik tarzının (doğu despotizminin), bu kez endüstri çağında, devlet mülkiyetinin koşullandırdığı üretim ilişkileri formları altında yeniden zuhur etmesi gibi görünmektedir. O nedenle modern çağda ortaya çıkan bu durum sanki bir anakronizm gibidir.
Despotik-bürokratik rejimlerin özgül yönlerine, tarihsel örneklemeler ışığında yaklaşmanın, egemen bürokrasinin sınıf karakterini açıklamak bakımından da büyük önemi vardır. Çünkü kapitalizm çağında, kapitalist işleyişe son verilmesi durumunda ortaya çıkan ve devlet mülkiyetine dayanan bir sosyo-ekonomik oluşumun özgül yönleri doğru kavranmadığı takdirde tamamen yanlış değerlendirmeler ağırlık kazanabilmektedir. Örneğin, bu rejimlerin niteliğine ilişkin tutarlı ve net bir açıklama getiremeyenler, çoğunlukla bu rejimleri “küçük-burjuvazinin egemenliği” olarak tanımlamaktadırlar.
Oysaki, egemen bürokrasinin diktatörlüğü hiçbir şekilde küçük-burjuvazinin diktatörlüğü demek değildir. Modern çağın iki temel sınıfı, burjuvazinin ve işçi sınıfının dışında iktidar olan bu devletlû sınıfın, böyle bir oluşumun özgünlüğü çerçevesinde bileşiminin nasıl oluştuğu incelendiğinde, şüphesiz küçük-burjuvazi faktörünü de hesaba katmak mümkün olabilir. Daha açık bir ifadeyle, egemen bürokrasi birdenbire gökyüzünden dünyaya inen birtakım yaratıklardan vücut bulmadığına göre, kuşkusuz ki onun bileşimi içinde köken itibarıyla eski toplumun sınıflarından (işçi, küçük-burjuva vb.) gelen, fakat kendi sınıf kökleriyle sosyal ve ideolojik bağlarını tamamen kesmiş unsurlar vardır. Ancak bu gerçek, egemen bürokrasinin diktatörlüğünü nasıl ki işçi sınıfının bir parçasının diktatörlüğü yapmıyorsa, aynı şekilde, bunu küçük-burjuvazinin diktatörlüğü olarak izah etmeye çalışanlara da bilimsel bir dayanak noktası sunmuş olmaz. Başka bir deyişle, Stalinist rejimlerin niteliğini, kapitalist toplumda ara konuma sahip küçük-burjuvazinin bağımsız bir konuma yükselmesi, “nihayet” egemenliği ele geçirmesi, vs. biçiminde izah etme girişimlerini asla haklı çıkartamaz.
Esas önemli nokta, Stalinist rejimlerdeki egemen despotik sınıfın, özel mülkiyete dayanan toplumlardaki egemen sınıf oluşumlarından farkını göz ardı etmemektir. Yani egemen bürokrasi, yıkılan kapitalist toplumun içinde daha önceden oluşmaya başlamış, tarihsel bağlamda spesifik temellere sahip bir sınıf değildir. O, devleti mülk edinme sayesinde sınıflaşan ve egemenlik katına yükselen bürokratlardan devşirme bir sınıftır.
148
Bürokratik Rejimin Geleceği Yoktur
Büyük bir tarihsel deneyim olarak, Ekim Devrimi ve sonrasında yaşananlardan bir ders çıkartmak istersek, özetle şunları söylemek mümkündür: 1917 Rusya’sı gibi görece geri bir ülkede gerçekleşen proleter devrimin yalıtılması sonucunda işçi devleti son bulur ve bürokratik bir egemenlik kurulursa, kapitalizmden komünizme geçiş yönündeki tarihsel hareket sona erer. Bundan böyle, ekonomik gelişmenin bürokratik egemenliği pekiştirdiği, onun ayakta durmasını sağlayan yeni bir süreç işlemeye başlar. Bürokratik egemenlik altında sağlanan ekonomik gelişme, dünya devriminin ilerletilmesi bir yana, bu ilerleyişin önündeki başlıca öznel engeli oluşturur ve kendisine benzer bürokratik egemenliklerin doğmasına neden olabilir. O halde, geri bir ülkede gerçekleşen proleter devrimin, ileri ülkelerdeki devrimlerle beslenmemesi durumunda, işçi iktidarının yıkılması ve başlamış olan toplumsal devrimin sona ermesi kaçınılmazdır.
Ekim Devrimiyle doğan ilk işçi devleti, emperyalist kuşatma altında tek başına kalmış ve buna ek olarak (son tahlilde yine bu koşulların ürünü olan) bürokratik bir egemenliğin tehdidi ile yüz yüze gelmişti. Sonuçta bu tehdit gerçekliğe dönüştü. Partide ve devlette egemen olan bürokrasi, Ekim Devriminin amaçlarından tamamen koparak devrimin ilerleyişine son verdi. Ekim 1917’de proleter devrimle başlayan geçiş sürecinin önü bürokratik bir karşı-devrimle kesildi ve işçi sovyetleri iktidarının tasfiyesinden sonra, geçiş süreci tamamen sona erdi. Bürokrasinin egemenliğinde bir “ulusal kalkınma” süreci başladı. Devlet mülkiyetine dayanan ve merkezi planlama sistemi ile ekonomik süreci düzenleyen bürokrasi, kendi egemenliği altında sağlanan sanayileşme ve ekonomik gelişmeyi “sosyalizmin kuruluşu” olarak ilân etti. Kendi bürokratik planlama mekanizmasını “sosyalist planlama” olarak sundu. Oysa Sovyet ekonomisi, içte bürokratik egemenliğin sultası altında olduğu gibi, dışta da kapitalist dünya pazarının basıncı altında yol almaktaydı.
Stalinistler yıllarca, Sovyet ekonomisinin bunalımsız bir ekonomi olduğunu, “mademki sosyalizm bunalımsız bir ekonomidir ve Sovyetler Birliği de sosyalisttir; o halde Sovyetler Birliği ekonomisinde bunalım olamaz” yollu bir totoloji ile savunageldiler. Ne var ki, kapitalist sistemin bunalım mekanizmasından farklı olsa da, gerek daha önceleri kendini hissettiren ve gerekse Gorbaçov döneminde olanca yıkıcılığıyla dışa vuran derin bir kriz bu görüşün sakatlığını açığa çıkarıverdi. Ekonomik bunalımlar, kişilerin uygulamalarına göre doğup, kayboluveren alicengiz oyunları değildir. Bunlar nesnel olgulardır ve Gorbaçov döneminde tüm sonuçlarıyla ortalığa saçılıveren derin ekonomik-toplumsal-politik krizin nedenlerini anlamak için, Stalin döneminden başlayarak bürokratik rejimin niteliğini kavramaya girişmek gerekir. Troçki daha 1930’larda, Sovyet ekonomisinin bunalımlarıyla ilgili ipuçlarını vermekteydi:
… Sovyet ekonomisinin keskin bunalımları, sadece bünyenin ortaya çıkardığı bir dert, bir tür çocukluk hastalığı değil, çok daha ciddi bir olgudur: dünya pazarının vurduğu gemlerdir bunlar; Lenin’in deyişiyle, “bağımlı olduğumuz, mahkûm olduğumuz ve kaçıp kurtulamayacağımız” şeylerdir.[19]
Troçki bu değerlendirmesinde bütünüyle haklıydı. Çünkü, üretici güçlerin uluslararası düzeyde toplumsal nitelik kazandığı bir çağda, ekonominin dünyasal işleyiş ve ilişkilerinden koparak, ulusal düzeyde uzun vadeli bir gelişmeyi sağlamak mümkün değildi. Sovyetler Birliği ve Çin gibi muazzam büyüklükteki ülkelerde, ya da “sosyalist blok” olarak adlandırılmış olan ülkeler arası ekonomik ilişkiler temelinde yıllar içinde önemli bir sanayileşme hamlesi gerçekleştirilmiş ve ekonomik büyüme kaydedilmiş olsa 149
da, Lenin’in ve Troçki’nin işaret ettiği gibi, “kaçıp kurtulmanın” olanaksız olduğu bir nesnellik vardı: Dünya kapitalist sisteminin varlığı ve bindirdiği basınç!
“Sosyalist” olarak adlandırılan ülkelerdeki ekonomik gelişmeyle ilgili olarak, ilerleyen yıllar içinde olumlu ve olumsuzundan nice değerlendirmeler yapıldı. Dünyadaki “iki süper güç” olarak nitelenen ABD ve SSCB arasında bitip tükenmeyecekmiş gibi gösterilen bir yarış hikâyesi, uzayda sürdürülen “yıldız savaşları”na doğru tırmandırılmaktaydı. Derken, dünya kapitalizminin elektronik alanında gerçekleştirdiği teknolojik atılımla birlikte, burjuva ideologlarının “yeni dünya düzeni” olarak dillendirmeye başladıkları bir döneme girildi ve “süper güç”lerden biri olarak kabul edilen SSCB’nin bu “yarış”ta tökezlediği haberleri ortalığı sarıverdi. Bu tür haberlerin, emperyalist güçlerin gizli servislerince ortalığa yayılan kasıtlı dedikodular olup olmadığı tartışılmaktayken, esas “bomba” bizzat Sovyetler Birliği egemen bürokrasisinin başı Gorbaçov tarafından patlatıldı ve “sosyalist blok” ülkelerinin içine düştüğü ekonomik çöküntü koşullarının itirafı artık gizlisi saklısı kalmayan sıradan bir habere dönüşüverdi.
Bu sonuç, devrimci Marksizm açısından bilinmeyen ve beklenmedik bir “sürpriz” değildi. Tersine, gezegenimizde kapitalist sistemi aşacak toplumsal dönüşümün, ancak işçi sınıfının dünyasal ölçekteki atılımının bir sonucu olabileceğini gösteren tarihsel maddeci çözümlemenin doğrulanmasından ibaretti. Öte yandan bizzat yaşamın kendisi, bürokratik rejimlerin, dünya kapitalist sisteminin ekonomik üstünlüğü ve yayılma potansiyeli karşısında son tahlilde çözülmeye yazgılı olduğunu ortaya koydu. Fakat Sovyetler Birliği ve benzeri ülkelerdeki devlet mülkiyetine dayalı ulusal kalkınma hamlesini abartmış olanların tümü, bu sonuç karşısında ya “hayal kırıklığı”na uğramakta ya da gerçeklere bir süre daha gözlerini kapayarak oyalanmaya çalışmaktadırlar.
Oysa yalın gerçek şudur: Despotik-bürokratik rejim, kapitalist üretim tarzının dünyadaki hakimiyeti karşısında, kendi temelleri üzerinde gelişme potansiyeli taşıyan, tarihsel açıdan dayanıklı ve uzun ömürlü bir sosyo-ekonomik formasyon değildir. Bu rejimler, insan topluluklarının tarihsel evrim sürecinde kapitalizmi aşan yeni bir üretim tarzı da olmadıklarından, bu anlamda “kapitalizm sonrası toplumlar” olarak da nitelenemezler. Ayrıca, bu rejimlerin uzun vadede ileriye yönelik bir evrimi sürdürmeleri de bir hayalden ibarettir. Despotik-bürokratik rejim, içinde yer aldığı tarihsel çağ ve tarihsel koşullar bakımından düşünülürse gerçek bir garabettir. Modern sanayi çağında, dünya kapitalizmiyle kuşatılmış bulunan despotik-bürokratik rejim, kendine özgü karakteriyle (sui generis) geleceği olmayan bir sosyo-ekonomik fenomendir.
Tarihsel açıdan bürokrasinin iktidarının, dünya devriminin ilerleyişinin kaderine bağımlı ve onun üzerinde etkili olan bir geçmişi olmuştur. Bürokratik egemenlik, dünya devriminin ilerleyişinin durduğu ve yeni yükselişlerin önünün de egemen bürokrasiler tarafından kesildiği koşulların ürünüdür. Ve bürokratik rejimler, ya proleter devrimin dünya ölçeğindeki yeni bir atılımıyla yıkılmaya ya da bunun gerçekleşmediği koşullarda, eninde sonunda dünya kapitalizmi tarafından çözülerek son bulmaya yazgılıdırlar.
Esas olarak Sovyetler Birliği gerçeğinde ifadesini bulan bürokratik rejim, işçi devriminin başlattığı “sosyalizme geçiş süreci”ni durdurmakla karakterize olmaktadır. Dünya proleter devriminin ilerleyişini durduran bu yapı, öte yandan kapitalizmin dünya pazarındaki egemenliği koşullarında, eninde sonunda onun önünde diz çökmeye mahkûmdur. Bu nedenle, bürokratik rejimin kurulmasıyla başlayan sürecin, kendi doğal evrimi içinde sosyalizme açık bir ucu yoktur. Bu bürokratik rejim, işçi sınıfı tarafından yıkılmadıkça, sürecin tek açık ucu vardır; o da dünya kapitalist sistemine entegrasyondur. 150
Günümüzde bürokratik rejimlerin yaşadığı çöküntüden, sosyalizme kara çalmak amacıyla tarihsel bir kazanç sağlamaya çalışan burjuva ideolojisinin, “komünizm, kapitalizmden kapitalizme giden en zahmetli yoldur” türünden propaganda malzemesi sunması, bürokratik egemenlik olgusunun burjuvazinin işine geldiği biçimiyle piyasadaki tanıtımıdır.
Öte yandan, bürokratik diktatörlüklerin hüküm sürdüğü ülkelerde, proletaryanın siyasal iktidarı fethetmesi durumunda başlayabilecek bir anti-bürokratik devrimin kapsamı ise şöyle ifade edilebilir: Bir egemen sınıf olan bürokrasiyi iktidardan alaşağı etmek; eski bürokratik devlet aygıtını parçalamak; bürokratik rejimin işleyişine son vermek; ekonominin planlanmasının doğrudan işçi sovyetleri tarafından örgütlenmesini fiili bir gerçekliğe dönüştürmek; böylece siyasal ve iktisadi egemenliğin bizzat proletaryaya ait olmasını sağlayarak kapitalizmden komünizme geçiş sürecini başlatmak!
Bu kapsamdaki bir devrimin, yalnızca “politik devrim” tanımı içine sığdırılmak istenmesi, onun gerçek boyutlarıyla çelişecektir. Çünkü Marksist açıdan, yürürlükteki egemen üretim ilişkilerini dönüşüme uğratmak üzere ilk adımında siyasal iktidarı fethetmek zorunda olan devrim, aslında bütünsel kapsamı itibarıyla toplumsal bir devrimdir. Anti-bürokratik devrimler siyasal hedefi açısından tanımlandığında, egemen bürokrasiyi iktidardan alaşağı eden bir eylem olarak belirmekteyse de, onun geniş içeriği proletaryaya yabancı bir sınıfın (bürokrasinin) iktidarına ve onun egemenliği altındaki üretim ilişkilerine son verme görevleriyle yükümlü bir devrim, yani bir toplumsal devrim olmasında somutlanabilmektedir.
Sonuç olarak, bürokratik rejimler işçi sınıfının devrimiyle yıkılmadıkça, bürokrasi kendi dönüşüm sürecini yaşayarak, proletaryaya maddi ve manevi yönden çok büyük sıkıntılara ve acılara mal olacak bir çözülüş içinde adım adım dünya kapitalizmine entegre olacaktır; olmaktadır. Dolayısıyla böyle bir süreçte iki olasılık vardır:
·Ya yeni bir proleter devrimle bürokratik rejimin yıkılması ve kapitalizme entegre olmaya doğru ilerleyen sürecin sona erdirilmesi,
·Ya da bürokratik rejimin, dünya burjuvazisinin doğrudan veya dolaylı müdahalesi altında kapitalizme evrilerek çökmesi ve bu ülkelerin dünya kapitalist sistemine eklemlenmeleri.
Bürokratik rejimin devamında ayak direyen sivil-asker bürokrasinin sürece müdahalesiyle bir askeri diktatörlüğün kurulması üçüncü bir olasılık gibi görünüyorsa da, böyle bir durum, son tahlilde iki olasılıklı sürecin gidişatını belli bir süre durdurmaktan öte bir anlam içermeyecektir.
İkinci olasılığın gerçekleşmesi durumunda, bir zamanlar sözde işçi sınıfı adına hareket ettiklerini söyleyen bürokratlar, bizzat kendileri özel mülkiyet sahibi kapitalistlere dönüşeceklerdir. Ya da diğer bir bölümü, artık kapitalizme entegre olan bir sosyo-ekonomik formasyon içinde kapitalizmin üst bürokratları olacaklar, yani bu yolla burjuvalaşacaklardır. Böyle bir sürecin kendi yolundan finale varması durumunda, bürokratik devlet ve bürokratik rejim sona erecek, insanlığın çok yakından tanıdığı burjuva devlet ve kapitalist düzen yeniden avdet etmiş olacaktır. 1989 yılında Doğu Avrupa ülkelerinde esen fırtınanın sonucunda Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin tarihe karışıp, artık kapitalist birleşik Almanya’nın bir parçasına dönüşmüş bulunması böyle bir değişim hakkında yeterli fikri vermektedir.
151
[1] Marx, “Alman İşçi Partisi Programının Kenar Notları”, Seçme Yapıtlar, c.3, s.31-32
[2] Marx, Kapital, c.3, s.695
[3] Engels, Seçme Yapıtlar, c.3, s.452
[4] Bu noktada Troçki’nin konuya açıklık getiren satırlarını hatırlatalım: “Toplumsal olabilmek için özel mülkiyetin kaçınılmaz olarak devlet aşamasından geçmesi zorunludur; tıpkı kelebek olabilmek için tırtılın koza içerisinde ya da kozasız krizalit evresinden geçmek zorunda olması gibi. Ama krizalit, kelebek değildir. Milyarlarca krizalit hiçbir zaman kelebek olamadan ölür gider. Devlet mülkiyetinin «tüm halkın» mülkiyetine dönüşmesi ancak toplumsal ayrıcalık ve farklılaşmanın ve onlarla birlikte devlete duyulan gereksinmenin ortadan kalkması derecesinde gerçekleşebilir. Bir başka deyişle: devlet mülkiyeti devlet mülkiyeti olmaktan çıktığı oranda sosyalist mülkiyete dönüştürülür.” (Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.191)
[5] akt: M. Gündüz, Bürokrasi ve Sosyalist Demokrasi, Koral Yay., Şubat 1990, s.117-118
[6] Bu rejimleri “devlet kapitalizmi” olarak değerlendiren yaklaşımın eleştirisi ayrı bir bölümde ele alındığı için, bunun nedenlerine burada girmiyoruz.
[7] Marx, Kapital, c.3, s.695
[8] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s.262
[9] Marx, Kapital, c.1, s.258-259
[10] Marx ve Engels, “Alman İdeolojisi”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.55-56
[11] Bu özgünlüğe dikkat çeken ve tarihsel nedenlerini bilimsel olarak açıklama çabasına girişen ilk kişi Marx olmuştur. Asya tipi üretim tarzı ve Doğu despotizminin Marx’ın çalışmaları arasında önemli bir yer tuttuğu biliniyor. (bkz. Grundrisse ve Kapital)
[12] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.200
[13] Lenin, Collected Works, Vol. 29, s.421 [“Büyük Girişkenlik”, Ekim Devrimi Dosyası içinde, s. 530-31]
[14] Marx, Kapital, c.3, s.695
[15] “Despot” kavramı ile ilgili olarak Niyazi Berkes şu açıklamaları getiriyor: “«kapı» (zamanla Yüce, Ulu kapı oldu) güç, siyasa gücü sembolüdür. Batı’da karşılığı «dominium» ; Latince «dominus»tan gelme. Aslında «evin efendisi» demekmiş. Grekçedeki karşılığı ise «despotis»tir.… Orta çağlarda «despotis» terimi Batı’da unutuldu, Doğu’da kaldı. Aristo’nun sayesinde İran gibi Doğu hükümdarlarına takılan bir sıfat oldu.… Despot’un kapısına kapılanmanın iki anlamı var: birine sığınma, ona bağımlı olma. Ya da, «intisap» etme, onun adı ile çağrılma, bununla bir status edinme.” (Türkiye İktisat Tarihi, c.1, Gerçek Yay., Nisan 1972, s.99)
Ayrıca, “despotluk” kavramının yanlış şekilde yorumlandığına da değinen Berkes, bu kavramın keyfilik, ceberrutluk, köle sahipliği anlamına gelmediğini, kulu yöneten otorite 152
anlamına geldiğine dikkat çekmekte ve şöyle demektedir: “Efendilik genel bir güç, amme üzerine bir otorite ifade eder; yani siyasal anlamı var; özel mülkiyet anlamı ve kişi üzerine mülkiyet anlamı yok. Köleye malik olmak, serfe sahip olmak değil, otoriteye sahipliktir.” (age, s.132)
[16] Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, c.1, s.60-61
[17] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.204
[18] Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, c.1, s.58
[19] Troçki, Sürekli Devrim, s.44
153
SSCB Üzerine Troçki'nin Görüşleri
Sovyet devletinin bürokratlaşmasının giderek büyüyen bir tehlike olmakla kalmayıp, artık yerleşik bir olgu, Stalinist aygıtın egemenliğinde ifadesini bulan bir gerçeklik olduğunu izleme ve bu durumdan sonuçlar çıkarma olanağına Lenin sahip olamadı. Lenin’in ölümünden (1924) sonra Troçki, Stalin tarafından öldürtüldüğü 1940 yılına dek geçen on altı yıl boyunca, Sovyetler Birliği gerçeğini, yani oluşum ve değişim halindeki bir sosyo-ekonomik formasyonu irdeledi. Bu durum bizzat Troçki tarafından da dile getirilmiştir:
Toplumsal olguların her zaman bitmiş bir karakteri olsaydı sosyolojik sorunlar kuşkusuz daha basit olurdu. Ancak mantıksal bütünlük uğruna bugün sizin şemanızı bozan ve yarın onu tümüyle tersine çevirebilecek olan ögeleri gerçeğin dışına atmaktan daha tehlikeli bir şey yoktur. Çözümlememizde biz, daha önce görülmeyen ve benzer örnekleri bulunmayan dinamik toplumsal formasyonların hakkını vermemekten öncelikle kaçındık. Siyasal olduğu gibi bilimsel görev de bitmemiş bir sürece bitmiş bir tanım değil onun tüm aşamalarını izlemek, içindeki ilerici eğilimlerle gericileri birbirlerinden ayırmak, bunların karşılıklı ilişkilerini sergilemek, olanaklı gelişme çeşitlerini önceden görmek ve bu önceden görüşte eylem için bir zemin bulmaktır.[1]
Bu bakış açısı göz önünde bulundurulacak olursa, Troçki’nin konuya ilişkin açıklamalarını kesin ve tamamlanmış sonuçlar olarak değil, bizzat sorgulamanın hareketli süreci içinde gerçekliği kavrama çabası ve olasılıkların zengin bir sergilenmesi olarak ele almak gerekir. Sovyet devletinin niteliği üzerine getirdiği çözümlemeler, yaşanan sürecin dinamizmi içinde ele alınıp irdelendiğinde ve onun işaret ettiği olasılıklar pratiğin akışı içinde ayıklandığında, SSCB gerçeğini kavramak bakımından temel bir kalkış noktası oluşturmaktadır. Böyle bir yol izlendiğinde, herhangi bir kesitte Troçki’nin çıkarmış bulunduğu sonuçların, gerek daha öncekilere oranla içerdiği ileri yönleri, gerekse daha sonrakilere oranla taşıdığı eksiklikleri ve hataları görebilmek mümkün olabilir. Ve ancak soruna bu şekilde yaklaşıldığında, örneğin “bürokratik yozlaşmış işçi devleti” tanımlamasının taşıdığı yanılgılara rağmen, Troçki’nin bütünsel devrimci düşünsel zenginliğinden bugünü çözümleyebilmek için yararlanılabilir.
154
1929’dan 1936’ya
Troçki 1929’da Büyükada’da sürgünde yazdığı Sürekli Devrim kitabının önsözünde, tek ülkede proletarya diktatörlüğünün kaderinin dünya devrimi kapsamında ele alınması gerektiğini hatırlatmaktaydı:
Proleter devriminin, Sovyetler Birliği deneyiminin de gösterdiği gibi uzun bir süre için dahi olsa, ulusal sınırlar içinde kalması ancak geçici bir durum olabilir. Tecrit edilmiş bir proletarya diktatörlüğünde, ulaşılan başarıların yanı sıra kaçınılmaz olarak iç ve dış çelişkiler de gelişir. Tecrit edilmişlik durumunun devam etmesi halinde proleter devleti en sonunda bu çelişkilerin kurbanı olur. Buradan tek kurtuluş yolu, gelişmiş ülkelerin proletaryalarının iktidarı ellerine geçirmesidir. Bu açıdan bakıldığında ulusal devrim kendi kendine yeterli bir bütün değildir; o, uluslararası zincirin yalnızca bir parçasıdır. Geçici alçalış ve yükselişlerine rağmen uluslararası devrim sürekli bir süreç oluşturur.[2]
Uluslararası arenada proleter yöneliş temelinde ilerlemezse, devrimin ulusal çerçevede bürokratik bir yönelişte tıkanabileceği, kendi çöküşüne doğru ilerlemek zorunda kalacağı, tarihsel perspektif içinde bunun tartışmasız bir doğru olduğu düşüncesi Troçki tarafından çok net biçimde ifade edilmiş ve savunulmuştur. Temel düşüncesi bu olmakla birlikte, o, Stalinist bürokrasinin politikalarının işçi devletinin tasfiyesine yol açmış olduğunun henüz söylenemeyeceği noktasından hareket etmiştir. Bu nedenle, 1 Ekim 1933 tarihli Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri broşüründe, Sovyet bürokrasisinin ikili bir konuma sahip olduğunu dile getirmektedir. Komünist Enternasyonal’in çöküşüne neden olan Stalinist bürokrasinin, uluslararası bir etmen olarak devrimci niteliğini tamamen tüketmiş olsa da, Ekim Devriminin kazanımlarını koruma bakımından ilerici niteliğini bir parça olsun muhafaza ettiğini düşünmektedir Troçki:
Bu bize Stalinist aygıtın devrimci uluslararası bir etmen olarak anlamını nasıl tamamen tükettiğini, ama hâlâ proleter devrimin toplumsal kazanımlarının koruyuculuğunu yapma bakımından ilerici niteliğini bir parça olsun korumakta olduğunu göstermektedir.[3]
Gerçekten de öyle miydi? Yoksa bürokrasi, bu kazanımları tasfiye eden ve dolayısıyla proletaryanın tarihsel çıkarlarına düşman egemen bir sınıf olarak mı sivrilmekteydi? Kuşkusuz doğru olan ikincisidir. Stalinist bürokrasi, kendi egemenliğini giderek pekiştirdiği bürokratik karşı-devrim süreci içinde, Sovyet proletaryasının tarihsel kazanımlarını tasfiye etmekte ve sovyet kurumlarını kendi bürokratik egemenliğinin aygıtlarına dönüştürmekteydi.
Diyelim ki Troçki’nin 1933’lerdeki bu yanılgısı, bürokrasinin yükselişinin böyle bir noktaya kadar ilerlediğini henüz görememiş olmasından kaynaklanıyordu. Ancak bu yine de onun değerlendirmesindeki bir çelişkiyi ortadan kaldırmaz. Çünkü, Stalinist bürokrasinin politikalarının içte ayrı, dışta ayrı sonuçlar yaratabildiği biçimindeki bir yaklaşımın tutarsızlığını yine aynı broşürde bizzat kendisi eleştirmiştir:
Biz Marksistler, hiçbir zaman Brandlerciler gibi Stalinistlerin iç politikada günahsız ama dış politikada yıkıcı olduğunu söyleyecek kadar çifte muhasebe tutan patronlar olamayız. Bizim inancımız bu politikanın her iki durumda da aynı biçimde yıkıcı olduğudur.[4]
Troçki’nin söz konusu broşüründe dikkati çeken bir diğer nokta, proletarya diktatörlüğünün “tedrici” bir burjuva karşı-devrimi ile ortadan kaldırılamayacağına 155
ilişkin değerlendirmesidir:
İktidarın bir sınıfın elinden diğerine geçmesinin çatışmalı niteliğine ilişkin Marksist kavrayış, yalnızca tarihin çılgınca ileri atıldığı devrimci süreçler için değil, toplumun geriye yuvarlandığı karşı-devrimci süreçler için de geçerlidir. Sovyet hükümetinin proleterden burjuvaya doğru tedrici olarak dönüştüğünü söylemek yalnızca, deyim yerinde ise, reformizmin filmini geriye oynatmaktır.[5]
Burada üzerinde durulması gereken husus, işçi devletinin varlık koşulunun, yalnızca bir burjuva karşı-devrimin gerçekleşip gerçekleşmediği hususu ile ilişkili kılınmasıdır. Soruna böyle yaklaşıldığında, işçi devletinin son bulması açısından, bir dış saldırı ya da dünya burjuvazisinin öncülüğünde içte kışkırtılacak bir burjuva karşı-devrimi dışında bir olasılığın mevcut olamayacağı biçiminde bir sonuç ortaya çıkar. Oysaki, herhangi bir dış saldırıya ya da burjuva karşı-devrimine gerek kalmaksızın, bizzat bürokrasinin bir karşı-devrim süreci içinde işçi sınıfının egemenliğine son verebileceği olasılığı da vardı. Nitekim gerçekleşen de buydu. Kaldı ki Sovyetler Birliği’nde bürokratik bir karşı-devrimin yaşanmış olduğunu, ilerleyen yıllar içinde bizzat Troçki de ifade etmiştir. Demek ki, Sovyetler Birliği’nde bir burjuva karşı-devrimin vuku bulmadığına bakarak ve salt bu gerekçeyle, bürokratik yozlaşmaya uğramış da olsa, devletin hâlâ bir işçi devleti olduğunu söylemek, doğru bir saptama değildi.
Ekim Devrimiyle başlamış bulunan kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin, bürokratik diktatörlük altında sona erdiği ve bu diktatörlük proletaryanın yeni bir devrimci atılımıyla yıkılmadıkça, ucu yalnızca kapitalizme açık olan bir başka “geçiş” sürecinin başlamış bulunduğu bir gerçeklikse; tarihsel olarak bürokrasinin egemenliği, iktidarın yeniden burjuvaziye geçmesinde bir ara basamak oluşturmaktadır. Fakat kuşkusuz bu olgular, Troçki’nin ölümünden bu yana geçen elli yıllık bir zaman kesitinde yaşanan pratiğin eşliğinde bugün geriye dönüp rahatlıkla netleştirilebilecek boyutları içeriyor. Oysa, içinden bizzat geçilmekte olunan tarihsel anda, Troçki tüm dikkatini, Ekim Devriminin kazanımlarını korumayı mümkün kılacak en küçük ihtimali bile değerlendirmekte yoğunlaştırmıştı.
Onun bu “koruma” kaygusunu aşırıya vardırdığı ve açıklanması gereken bazı gerçekleri erken ifade etmiş olmaktan kaçındığı söylenebilir. İşçi devletinin bürokrasisiz bir devlet, daha baştan sönmeye yüz tutmuş bir devlet olması gerektiği konusunda Marksizmi derinden kavramış bulunan Troçki’nin, bu derin kavrayışını eğip bükmeye kalkıştığı örnekler görülmektedir. Örneğin “Demokratik Merkeziyetçiler” grubu 1925 sonrasında “işçi devletinin artık varlığını sürdürmediği” görüşünü tartışma gündemine sokmuştu. O dönemde bu iddianın doğru olup olmadığını bir yana bırakacak olursak, asıl olarak dikkat çekmek istediğimiz husus, Troçki’nin bu tür savlara ilişkin itirazlarını dayandırdığı argümanlardır. Siyasal tartışmalar sırasında öne sürülen özensiz açılımlar, ilerleyen yıllarda bazı Troçkistlerin, işçi devletinin karakteri konusunda saplanıp kalacakları kimi yanlış düşüncelere (işçi devletinin bürokrasili de olabileceği gibi) gerekçe oluşturmuştur. Örneğin Troçki, Sovyet devletinin artık proleter nitelik taşımadığını iddia edenlerin savlarını, “en popüler ve ilk bakışta çürütülemez görünen savlar” diye tanımlayarak aktarır: “Tek kişinin diktatörlüğüne götüren bir aygıtın diktatörlüğünü, proletaryanın sınıf olarak diktatörlüğüyle özdeşleştirmek olanaklı mıdır? Proletarya üzerindeki diktatörlüğün proletarya diktatörlüğünü dışladığı açık değil midir?”[6] Bu usavurmayı eleştirmektedir Troçki:
Böylesi çarpık bir mantık yürütme, sürecin gerçekliğinin maddi bir çözümlemesine değil, Kantçı normlara dayanan saf idealist şemalar üzerine inşa edilmiştir. Devrimin bazı soylu “dostları” son derece abartmalı bir proletarya diktatörlüğü kavrayışına sahiptirler; içsel 156
çelişkiler taşıyan, önderliğin hata ve suçlarıyla, sınıf barbarlığından kalan mirasla yüklü gerçek diktatörlük olgusu karşısında takatları kesilmiştir. Bu kişiler en güzel duygularında hayal kırıklığına uğrayarak Sovyetler Birliği’ne sırtlarını çevirdiler.[7]
Troçki’nin eleştirilerinin muhatabı olan muhalif çevrelerin, Stalinist diktatörlüğe karşı mücadelede doğru mu yoksa yanlış bir tutum mu almış bulundukları bir yana, bizce sorun hiç de Troçki’nin dediği gibi “önderlerin hata ve suçları”ndan; “sınıf barbarlığından kalan mirasla yüklü gerçek diktatörlük olgusu”ndan ibaret değildir. Muhalefetin ileri sürdüğü savlar, işçi devletinin sırtındaki kamburla da pekâlâ yaşayabileceğine değil, tam tersine yaşayamayacağına işaret edebilir ancak. Söz konusu yazısında Troçki, bürokratik kastın proletaryayı politik olarak mülksüzleştirdiği, ama Ekim Devrimiyle yaratılan mülkiyet biçimleri ortadan kaldırılmadığı sürece, proletaryanın toplumsal hegemonyasını koruduğu düşüncesinden hareket etmektedir. Daha doğrusu, Stalinist egemenliğin proletaryayı politik olarak mülksüzleştirdiği gerçeğini kabul eden Troçki, bu duruma rağmen proletarya diktatörlüğünün yaşayabileceğini ispata çalışmaktadır. Bunu yapabilmek için de, işçi devletinin farklı biçimlerinin olabileceği görüşünü, burjuva devlet biçimlenmesine dayandırdığı bir analojiden hareketle kanıtlamaya çalışmaktadır.
Troçki, Hitler faşizminden örnek vermektedir. Burjuvazinin, bu faşist güruhun politik egemenliği altına girdiğini, burjuvaziyi politik olarak mülksüzleştiren Hitler’in böylece onu ekonomik mülksüzleşmeden koruduğunu belirtmektedir. Burjuvazinin mülkiyeti ve toplumsal hegemonyası korunduğu için, burjuva diktatörlüğünün devam etmekte olduğuna dikkat çekmektedir. İşte bu noktadan hareketle Troçki, Sovyetler Birliği’nde de devlet mülkiyeti muhafaza edildiği için proletarya diktatörlüğünün varlığını sürdürdüğünü söylemektedir. Proletaryayı politik açıdan mülksüzleştiren bürokrasinin onu ekonomik mülksüzleşmeden koruduğunu, bu nedenle de proletaryanın toplumsal hegemonyayı yitirdiğinin iddia edilemeyeceğini düşünmektedir. Şöyle demektedir Troçki:
Toplumun özyapısı ekonomik ilişkileri tarafından belirlenmiştir. Ekim Devrimiyle yaratılan mülkiyet biçimleri ortadan kaldırılmadığı sürece, proletarya yöneten sınıf olarak kalır.[8]
Böylece, işçi devletinin olmazsa olmaz koşulu olan “işçi sınıfının siyasal egemenliği” (işçi demokrasisi), proletarya diktatörlüğünün tercih edilen fakat olmazsa da onun varlığını ortadan kaldırmayan ikincil bir unsuru, bir “devlet biçimi” düzeyine indirgenmiş olmaktadır. “Proletarya Sovyet devletinin belkemiğidir. Ama yönetme işlevi sorumsuz bir bürokrasinin elinde yoğunlaştığı sürece önümüzde belli ki hasta bir devlet var”[9] diyen Troçki, bu görüşünü, burjuva devletin farklı biçimlenmelerine dayandırdığı benzetmeden hareketle kanıtlamaya çalışmaktadır. Bu yaklaşım, onun ölümünden sonra da Troçkistlerin Sovyetler Birliği’nde devletin ve bürokrasinin karakterini hep bu analoji temelinde değerlendirmelerine yol açmıştır.
Oysa proletaryanın yöneten sınıf olabilmesi, yalnızca mülkiyet biçiminde yaratılan bir değişikliğe, yani devletleştirmelere indirgenemez. Bu değişimin içinin işçi sınıfının egemenliği ile dolabilmesi, toplumsal bir kazanıma dönüşebilmesi için, Marx’ın Paris Komünü deneyiminden çıkardığı temel sonuçların fiilen var olması, yaşama geçirilmesi ve korunması zorunludur. Bu da, proletaryanın yalnızca eski devlet aygıtını parçalamakla kalmayıp, yeni yöneticilerin ayrıcalıklı bir egemen sınıfa dönüşmemesi için zorunlu önlemleri alabilmiş olmasına bağlıdır. Aksi halde devlet mülkiyeti temelindeki değişiklik kaçınılmaz olarak yeni ve ayrıcalıklı bir sınıfın doğmasının yolunu döşeyecektir; nitekim öyle de olmuştur.
157
Sovyet devletinin artık bir işçi devleti olmadığını ve ancak bir çeşit Bonapartist hükümetin varlığından söz edilebileceğini ileri süren görüş sahiplerini eleştirmek için, Troçki, Bonapartizm tartışmasını gündemine almıştır. Öncelikle bazı yanlış kavrayışları sergileyebilmek amacıyla, burjuva rejimde Bonapartizm kavramının “sınıflar üstü hükümet” anlamına gelmediğini, Bonapartizmin kapitalist egemenliğin türlerinden yalnızca biri olduğunu belirtir. Bu nedenle, ancak toplumsal içeriğinin gerekli açıklıkla tanımlanması koşuluyla Bonapartizm yorumunun kabul edilebileceğini ifade eder. Troçki’ye göre, Sovyet Bonapartizmi de sovyet rejimini ortadan kaldırmamakta, onun üzerinde yükselmektedir:
Sovyet bürokrasisinin kendi yönetiminin hem ulusal hem de uluslararası alanda sınıf güçleri arasındaki kaypak temel üzerinde yükseldiği tamamen doğrudur. Bürokratik laçkalık Stalin’in kişisel plebisiter rejimi ile tamamlandığı ölçüde Sovyet Bonapartizminden bahsedilebilir. Fakat iki Bonaparte’ın Bonapartizmleri de ve onların şimdiki zavallı takipçileri de bir burjuva rejimi içinden geliştiler ve gelişmekteler; Sovyet bürokrasisinin Bonapartizmi ise sovyet rejiminin üstünde yükselmektedir.[10]
Troçki’nin buradaki yaklaşımı özü itibarıyla doğru değildir. Evet, burjuva rejimi içinde siyasal alan (devlet), iktisadi alana oranla görece bağımsızlık kazanabilir. Fakat işçi sınıfının egemenliği altındaki bir rejimde bu iki alan iç içe geçmekte ve kendini egemen bir sınıf olarak örgütlemiş proletaryanın bağrında bütünleşmektedir. Özel mülkiyete dayanan burjuva diktatörlüğünde, burjuvazi mülkiyetini koruduğu sürece, devletin siyasal biçimi ne olursa olsun, burjuvazinin diktatörlüğü devam eder. Fakat devlet mülkiyetine dayanan proletarya diktatörlüğünde, proletarya ancak siyasal egemenliğini koruduğu ve devleti elinde tuttuğu sürece egemen sınıf pozisyonunu koruyabilir ve ancak bu koşulla proletarya diktatörlüğü (işçi devleti) varlığını sürdürebilir. O nedenle, burjuva toplumundaki devlet biçimlerine benzetme yaparak, proletarya diktatörlüğünde de işçi demokrasisi dışında farklı devlet biçimleriyle karşılaşılabileceğini (örneğin Stalin’in despotik-bürokratik diktatörlüğüne Troçki’nin yaptığı “proleter Bonapartizmi” benzetmesi gibi) varsaymak doğru değildir.
Troçki’nin Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri broşüründe yer alan ve ilerleyen yıllarda yanlış kavrayışlara temel oluşturan noktalardan biri de, Sovyet bürokrasisinin hakim bir sınıf değil, proletarya içinde “ayrıcalıklı bir kast” olduğuna dair tezlerdir. Oysa, başlangıçta bürokratik bir kast niteliğiyle beliren bürokrasi, 1924’ten 1928’e ilerleyen ve 1936’lara doğru da pekişen bir bürokratik karşı-devrim süreci içinde kendini yönetici-egemen sınıf konumuna yükseltebilmişti.
Sovyetler Birliği’nde bürokrasinin niteliğine ilişkin Troçki’nin değerlendirmeleri yıllar içinde değişime uğramıştır. Fakat onun, bürokrasinin hakim bir sınıf oluşturamayacağı görüşü (ki Troçki bu tezini, burjuva toplumunda bürokrasinin tuttuğu yerden yola çıkarak kanıtlamaya çalıştı), Sovyet bürokrasisinin ve benzerlerinin karakteri konusundaki yanılgılı değerlendirmelerin dayanağı olmayı sürdürmüştür. Özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlardaki bürokrasinin konumunu, Troçki, Sovyet bürokrasisinin niteliğinin kavranabilmesinde de kalkış noktası yapmıştır:
Bir sınıf sadece milli gelirin dağılımı içindeki yeri ile değil, ancak ekonominin genel yapısı içindeki değişmez rolü ve toplumun ekonomik temellerindeki bağımsız kökleriyle tanımlanır. Her sınıf … kendi özel mülkiyet biçimini geliştirir. Bürokrasi bütün bu toplumsal özelliklerden yoksundur. Mülkiyetinin bağımsız kökleri yoktur. İşlevleri temelde sınıf egemenliğinin politik tekniğine ilişkindir. Bürokrasinin varlığı biçimlerindeki çeşitliliğe ve özgül ağırlığındaki farklara rağmen, her sınıf rejiminin özelliğidir. Gücü, yansımış bir nitelik taşır. Bürokrasi hakim bir iktisadi sınıfa kopmaz bir 158
biçimde bağlıdır ve onun toplumsal kökleriyle beslenerek, onunla birlikte var olur ve onunla birlikte devrilir.[11]
Bu noktada, Sovyet bürokrasisinin konumuyla burjuva toplumundaki bürokrasinin konumunun tamamen farklı bir karaktere sahip olduğu hatırlanmalıdır. Troçki’nin bürokrasinin niteliğine ilişkin yaptığı genellemeler, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlar (köleci, feodal, kapitalist) ve devletler için doğrudur. Fakat temel üretim araçlarının mülkiyetinin devletleştirildiği koşullarda, eğer işçi sınıfı kendi devlet organlarını ve onunla birlikte iktidarını bürokrasiye kaptırırsa, siyasal gücü elinde toplayan bu yönetici bürokrasinin gücü, artık “yansımış bir güç” değil, kendi özgücü haline gelecektir. Bu durumda bürokrasi, alışılagelenin dışında bağımsızlaşacak, kendine özgü bir karakter kazanacaktır. Yani bizzat bürokrasi “devleti mülk edinecek” ve buna dayanarak toplum üzerinde hakim bir sınıf oluşturacaktır. İşte bu koşullar gerçekleştiğinde, bürokrasi, işçi sınıfının bağımlı bir parçası (tabakası) olmaktan çıkar ve bağımsız bir sınıf konumuna ulaşır. Sovyet bürokrasisinin, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlardaki bürokrasinin bilinen klasik konumundan farkı şuradadır: Sovyet bürokrasisi, “sadece milli gelirin dağılımı içindeki yeri ile değil”, Sovyet ekonomisinin genel yapısı içinde değişmez rolü ve toplumun ekonomik temellerindeki bağımsız kökleri (yani devlet mülkiyetine dayanan üretim ilişkileri içinde bürokrasinin egemen konumu) ile tanımlanır.
Sovyet bürokrasisinin karakterini, tıpkı burjuva toplumda bürokrasinin tuttuğu “bağımlı” konum gibi ele alan Troçki, milli gelirin büyük bir kısmını yutsa da onun yine de bir “uşak” olarak kalacağını söylemektedir. İtalya ve Almanya’daki faşist bürokrasiden örnek veren Troçki, bunların burjuvazinin ağzından en lezzetli parçaları kapsalar da “uğursuz bir uşak” olmaktan öteye geçemediklerini belirtmektedir. Ve bürokrasiye ilişkin olarak bir genelleme daha yapmaktadır: “Her zaman ve her rejimde bürokrasi artı-değerin hiç de az olmayan bir bölümünü yutar.”[12] Kapitalist toplumdaki faşist bürokrasiler için söylenenlerin, gerekli değişiklikler yapıldığında Stalinist bürokrasiye de uygulanabileceğini düşünen Troçki, Sovyet bürokrasisinin ayrıcalıklarının istenmeyen bir eşitsizliğe işaret etmekte olduğunu, fakat geçiş döneminde bu türden eşitsizliklerin varlığını sürdüreceğini vurgulamaktadır:
Eşitsizlik, dahası böylesi belirgin eşitsizlik, elbette sosyalist bir toplumda tamamen olanaksız olacaktır. Ancak resmi ve yarı-resmi yalanların tersine, şu anki sovyet rejimi sosyalist değil geçiş rejimidir. Bu rejim, kapitalizmin korkunç mirasını, özellikle toplumsal eşitsizliği, yalnızca proletarya ile bürokrasi arasında değil, bürokrasinin ve proletaryanın kendi içinde de sürdürmektedir.[13]
Oysa bu noktada sorun, artık Sovyetler Birliği’nde zaten var olmayan bir geçiş rejiminin sosyalist topluma oranla taşıyabileceği eşitsizliklere işaret etmekle geçiştirilemez. Aslında o dönemde, bürokrasinin egemenliğini yansıtan bir devlet mülkiyeti temelinde Sovyet rejiminin ne gibi niteliksel değişikliklere uğramakta olduğunun sorgulanması başta gelmeliydi. Çünkü söz konusu durumda bürokrasinin ayrıcalıkları, yalnızca dağılım koşullarındaki bir eşitsizliğe değil, üretim sürecinde proletaryanın egemen konumunu yitirmiş olduğuna işaret etmekteydi. Fakat Troçki, devlet mülkiyetinin varlığını sürdürmesinin, işçi devletinin devam etmekte olduğunun yeterli bir kanıtı sayılabileceği noktasından soruna yaklaşır. Bu nedenle de bürokrasinin kazandığı yeni konumun ve rejimin niteliğindeki değişimin adını açıkça ifade etmemiş olur. Çünkü Troçki, Sovyet toplumunun Ekim Devrimiyle kazanmış olduğu niteliği veri kabul ettiğinden, rejimde gözlemlediği değişime rağmen, proletaryanın tepesindeki bürokratlaşma belâsını, “toplumsal asalaklık”la sınırlamaktadır. Oysaki Sovyet bürokrasisinin konumunun “toplumsal asalaklık”tan çok öte bir şey olduğu, o yıllar içinde yaşanan muazzam 159
değişimle birlikte açığa çıkmıştır.
Proletarya diktatörlüğünün son bulmasını, yalnızca bir burjuva karşı-devrim olasılığına bağladığı sürece, bürokrasinin tüm asalak karakterine rağmen yine de işçi devletinin varlığını koruduğunu düşünmektedir Troçki. Bu düşüncesini değiştirmediği sürece de, bürokrasinin karakterinin ikili yönü olacağını iddia etmiştir:
Stalinist aygıtı tam da ikili bir rol oynadığı için merkezci olarak adlandırıyoruz; bugün artık bir Marksist liderliğin olmadığı ve henüz ortaya çıkamadığı durumda, bu aygıt proletarya diktatörlüğünü kendi yöntemleriyle korumaktadır; fakat bu yöntemler yarın düşmanın zaferini kolaylaştıracak yöntemlerdir. Stalinizmin SSCB’deki bu ikili karakterini anlamayan hiçbir şey anlamamış demektir.[14]
Stalinist aygıtın “proletarya diktatörlüğünü kendi yöntemleriyle korumakta olduğu” düşüncesinin gerçeklikle bağdaşabilir bir yanı yoktur. Nitekim bu düşünce somut olguların eleştirisi karşısında o kadar dayanaksızdır ki, Stalinist egemenliğin işçi devletinin varlık koşullarıyla çelişen karakteri açığa çıktıkça, Troçki de ilerleyen yıllar içinde vurguyu bürokrasinin “ikili karakteri”ne değil, onun “uğursuz rolü”ne yapma ihtiyacını duyacaktır.
* * *
Troçki, İşçi Devleti ve Termidor, Bonapartizm Sorunları (1935) broşüründe geriye dönüp yeni bir değerlendirme yapar. Geçmişte “Termidor”, yani karşı-devrimci reaksiyon üzerine pek çok tartışma yürütülmüş olduğunu ve bu sorunun Sol Muhalefetin tarihiyle de sıkı sıkıya bağlı bulunduğunu hatırlatır. 1926’larda bu kavramı kullanan Sol Muhalefetin, bununla, büyüyen kırsal burjuvaziyle işçi sınıfı arasında duran bürokrasinin çelişkili konumunu anlatmak istediğini belirtir. Fakat o dönemdeki değerlendirmelere göre, “Termidor” bir tehlikedir ama henüz gerçekleşmemiştir. İşte bu sorunu yeniden ele alan Troçki, bu görüşlerinin yanlış olduğunu, Sovyet Termidorunun gerçekte 1924 yılında başladığını ifade eder. Ancak bu saptamayı, termidor kavramından toplumsal devrimi durduran bir karşı-devrimin anlaşılmaması koşuluyla yapmış olduğunu da ekler. Troçki’ye göre Fransız Devrim sürecindeki 1794 Termidoru, burjuva devrimin toplumsal sonuçlarını ortadan kaldırmayan ve iktidarın muzaffer “halkın” bir kesiminden başka bir tabakanın eline geçmesini sağlayan bir içeriğe sahiptir. Troçki, Sovyet Termidorunun da politik iktidarı proletaryanın elinden bürokrasinin eline geçirdiğini, fakat bu değişikliğin 1917 Ekim Devriminin toplumsal temellerini ortadan kaldırmadığını, onun üzerinde yükseldiğini iddia etmektedir.
Böylece Troçki, “Sovyet Bonapartizmi” tanımlamasındaki yanılgısını, bu kez de “Sovyet Termidoru”nun içeriğini açıklarken yinelemektedir. Çünkü Fransız Devrimindeki Termidor, devrime katılan ve burjuva demokratik devrimi halkçı istemlerle ilerletmek isteyen mülksüz, “baldırı çıplak” halk tabakalarının devrimden dışlanmasıydı; onlarla birlikte yürüyen Jakobenlerin de iktidardan tasfiyesiydi. Termidor’dan bir gün önce Robespierre, Konvansiyon Meclisinde şöyle bağırmaktaydı: “Devrimi mahvediyorlar; Cumhuriyet elden gidiyor!” Nitekim de öyle oldu. Termidor’un uzantısı olarak Fransa’da Napolyon’un Bonapartist imparatorluğu kuruldu. Fransız Termidoru sonuç olarak burjuva düzenin gelişimini güçlendirecek önlemleri aldı; fakat devrimin “halkçı-radikal” toplumsal dönüşüm istemlerinde ifadesini bulan ilerleyişini de durdurmuş oldu.
Sovyet Termidoru ise, proletaryanın iktidarına son vererek ve bürokrasinin iktidarını pekiştirerek, toplumsal devrimin ilerleyişini durduran karşı-devrimci bir boyuta sahipti. Fransız Termidoru burjuva düzenin toplumsal temelini (burjuva mülkiyeti) 160
sağlamlaştırırken, “Sovyet Termidoru” proletarya diktatörlüğünü temelinden dinamitlemiştir. Bürokrasinin egemenliği koşullarında “korunan” devlet mülkiyeti, bürokrasinin diktatörlüğünün maddi temellerinin döşenmesi anlamına gelmiştir. Bu nedenle karşılaştırmaya konu olan iki tarihsel-toplumsal durum arasındaki niteliksel farkı göz ardı edip, “Termidor”un devrimin toplumsal temeline dokunmayan bir karşı-devrimci reaksiyon olduğu genellemesine çıkmak yanlış olur.
Troçki’nin 1935’teki değerlendirmesi, Sovyet devletinin niteliğine ilişkin çözümlemesindeki yanılgıyı ortadan kaldırmamış tersine bu konudaki hatalı tutumunu güçlendirmiştir. Çünkü bu kez, “bürokratik diktatörlük”ün artık fiili bir gerçeklik olduğunu kabul ederken, bu durumun yine de bir işçi devletinin varlığı ile bağdaşabileceğini ispat etmeye çalışmıştır. Onun aşağıdaki değerlendirmesinde vurguladığı “gönül rahatlığı”, daha sonra kendisini de rahatsız eden bir yargı olsa gerek:
Nihai tarihsel çözümlemede, sovyet demokrasisi toplumsal çelişkilerin baskısıyla berhava olmuştur. Toplumsal çelişkileri sömürerek, bürokrasi iktidarı kitle örgütlerinin elinden almıştır. Bu anlamda bürokrasinin ve hatta Stalin’in kişisel diktatörlüğünden bahsedebiliriz. Ancak, iktidara böylesi bir el konuşun mümkün olabilmesi ve bu iktidar üzerinde varlığını koruyabilmesi bürokrasinin diktatörlüğünün toplumsal içeriğinin proleter devrimince yaratılmış üretim ilişkileri tarafından belirlenmesi nedeniyledir. Bu anlamda proletarya diktatörlüğünün çarpıtılmış ama onun olduğu şüphe götürmez ifadesini bürokratik diktatörlükte bulduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.[15]
Ancak aradan çok değil bir yıl geçtikten sonra, Troçki İhanete Uğrayan Devrim kitabında Sovyetler Birliği’ndeki realitenin daha kapsamlı bir çözümlemesini yapacaktır. Böylece kendisinin bazı hatalı saptamalarının, ölümünden sonra ilerleyen yıllar içinde aşılmasını mümkün kılacak çok önemli veriler sunacaktır. Bu nedenle onun eski değerlendirmelerine takılıp kalmanın haklı bir nedeni bulunmamaktadır.
Fakat yine de çok açık ve kesin düzeltmelere başvurmadığı konularda, takipçilerinin bir bölümü, onun hatalı görüşlerini sistematize etmeye çalıştıkları ölçüde bu hataları kalıplaştırmışlar, dogmalara dönüştürmüşlerdir. O günlerden bugüne taşınan “bürokratik yozlaşmış işçi devleti” kategorisi ve “toplumsal devrimin sonuçlarını ortadan kaldırmayan Termidor-Bonapartizm” benzetmesi, bu durumun en tipik örneklerinden biridir. Oysa, hatalı değerlendirmeler ve bunların düzeltilmesi gereği söz konusu olduğunda bizzat Troçki’nin satırları yeterince eğitici bir örnek sunmaktadır:
Eğilimimizin hiçbir zaman hatasız olduğunu iddia etmemiştik. Hiçbir zaman Stalinizmin yüce rahipleri gibi kendi kendilerini ortaya koymuş olan gerçekleri, bir ifşaat gibi öne sürmeyiz. Biz çalışırız, tartışırız, vargılarımızın doğruluğunu, yanlışlığını var olanın ışığında görmeye çalışırız; yaptığımız hataları açıkça düzeltiriz ve yolumuzda ilerleriz. Bilimsel inanç ve bireysel kararlılık Marksizm ve Leninizmin en iyi geleneklerindendir. Bu açıdan da ustalarımıza ters düşmemeye çalışırız.[16]
Keşke tüm Troçkistler bazı hatalı saptamaları dondurup saklayacak yerde, Troçki’nin bu ve benzeri satırlarını sık sık hatırlayabilselerdi!..
161