DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
TARİHSEL MATERYALİZM
ONBEŞİNCİ DERS
ÜRETİM:
ÜRETİCİ GÜÇLER VE ÜRETİM İLİŞKİLERİ
I . Toplumun maddi yaşam koşulları.
a) Coğrafi ortam.
b) Nüfus.
II . Üretim tarzı.
a) Üretici güçler.
b) Üretim ilişkileri.
III . Üretim araçları mülkiyeti.
IV . Üretim tarzının değişmesi, toplumlar tarihinin anahtarı.
V . Vargı.
I. TOPLUMUN MADDİ YAŞAM KOŞULLARI
Bu incelememizin üçüncü bölümünde toplumlar tarihine uygulanan diyalektik materyalizmin sonuçlarının neler olduğunu gördük, özellikle, toplumun manevi yaşamının, toplumun maddi yaşamının koşullarını nasıl yansıttığını inceledik.
Burada, karşımıza bir soru çıkıyor: "Tarihsel materyalizm bakımından, toplumun maddi yaşamının koşulları denilince ne anlamak gerekir?" Maddi koşullar, yani insanların iradesinden bağımsız olarak varolan ve toplumun gelişmesi için gerekli olan koşullar pek çoktur ve aralarında karşılıklı etki vardır.
"Öyleyse, toplumun maddi yaşam koşulları sistemi içinde, toplumun çehresini, toplumsal düzenin niteliğini, (sayfa 307) toplumun bir düzenden ötekine doğru gelişmesini belirleyen başlıca güç hangisidir?"[1]
Bazıları bunun coğrafi ortam olduğunu, bazıları da nüfusun artması olduğunu savunurlar. Yani coğrafi alınyazı ya da nüfusbilimsel (demographique) alınyazı.
Demek ki yoksulluk içindeki toplumun, yaşamak için, ancak iki çözüm yolu olabilirdi: ya göçebe kabilelerin yaptıkları gibi yer değiştirmek ve yeni topraklar elegeçirmek; ya da Eski Ispartalıların[2] yaptıkları gibi, insan soyunu iyileştirme (eugenisme) yoluyla nüfusu azaltmak ya da işe yaramayan boğazları, yaşlıları, sakatları, hastaları, bazı ilkel kabilelerin yaptıkları gibi kendi halinde yokolup gitmeye bırakmak.
Fetih savaşı ve halkların yığın halinde yok edilmeleri her iki çözüm yolunu birleştiriyor. İnsan soyunu iyileştirme ve özellikle akıl hastalarını yok etme, hitlercilerde, pratikte olduğu gibi teoride de, "yaşam alanı" öğretisi ile birlikte gidiyordu. Aynı barbar tezler, şimdi de Birleşik Devletler'de çiçekleniyor.[3]
Bu tezler, insanı, hayvan derekesine düşürür. Bir hayvan türü, belirli besin kaynaklarına sahip, belirli bir yüzölçümü olan bir yerde yaşarken, türün dalgalanmalarını önceden bilmeyi sağlayan "nüfus yasaları" kurulup yerleşir. Besin eksikliği, farklı bir besin tüketmek zorunluluğu, ya türün ortadan kalkmasına, ya da türün değişikliğe uğramasına neden olabilir.
Ama insan, hayvan değildir: çalışır ve doğaya karşı savaşım verir. Diyalektiği unutmayalım: bir yanda doğa, öte yanda insanlar diye bir şey yoktur: her biri alında yazılı bir etki oluşturmak üzere şurada coğrafya, burada biyoloji diye de bir şey yoktur. (sayfa 308)
Yeryüzünü kendi kullanımına göre değiştirmiş olan insanlığın binlerce yıllık pratiği, bu fikri yalanlamıştır.
a) Coğrafi ortam.
Coğrafi ortam, toplumu çevreleyen doğa, iklimiyle, doğal kaynaklarıyla, ulaşım kolaylıklarıyla, toprağıyla kuşkusuz, toplumun maddi yaşamının zorunlu ve sürekli bir koşuludur. Elbette ki, toplumun gelişmesi üzerinde etki yapar, onu kolaylaştırır ya da yavaşlatır. İngiltere'de maden kömürü çıkartılmasındaki kolaylık, ülkede sanayinin gelişmesine yardım etti. Tersine, kurutulması gereken bir bataklık bölgesinin, ya da sulamayı gerektiren bir çöl bölgesinin varlığı, ya da petrol bulunmayışı vb., bir ülkenin gelişmesini engelleyen çevre koşullarıdır.
Ama coğrafi ortamın etkisi, belirleyici değildir. Bunun kanıtı, toplumdaki değişikliklerin coğrafi ortamdaki değişikliklerden çok daha çabuk oluşmasıdır. Eğer coğrafi ortam, toplumların tarihi üzerinde belirleyici bir etki oluştursaydı, coğrafi ortam esas olarak aynı kaldığı sürece, toplumların da aynı çizgileri korumaları gerekecekti. Oysa, üçbin yıl içinde, Avrupa, dört, hatta beş değişik toplumsal düzen tanıdı: ilkel komün, kölelik, feodal düzen, kapitalizm ve sosyalizm. Bu zaman içinde Avrupa'nın coğrafi koşulları hemen hemen değişmedi.
Tersine, coğrafi ortamdaki değişmeler için belirleyici olan toplumsal düzendir. Antikçağdaki kölecilik, Akdeniz havzasındaki toprakları tüketti ve insanları Gal ülkesinin zaptına ve yeni topraklar açımına itti. Hollanda ticaret burjuvazisi, modern zamanların başlangıcında, ülkesinin bir kısmını denizden kazandı. Serbest ticaret kapitalizmi, İngiltere'de buğday tarlalarını hayvan yetiştirmeye özgü çayırlar haline getirdi; kapitalizm, Avrupa'nın birçok bölgelerini tümden ormansızlaştırdı, böylece su baskınlarını kolaylaştırdı; işlenebilir toprakları kısırlaştırdı ve Birleşik Devletler'de birçok bölgeleri tüm çöle çevirdi. Tersine, SSCB'de (sayfa 309) sosyalizmin büyük şantiyeleri, çölleri verimli hale getiriyor, ırmakların akışını başka yöne çeviriyor, iklimi düzeltiyor; öncü bilim, toprakların gelişim yasalarını inceleyerek; kutuplar tarımını yarattı, ünlü "kara topraklar"ı yeniden canlandırdı ve çevrenin doğal görünümünün evrim yasalarını buldu.[4] Çin'de, halk demokrasisi, büyük ırmakların yıkım getiren su baskınlarına son verdi.
Gerici sınıflar, büyük kamu afetlerindeki sorumluluklarından kurtulmak için, "coğrafi ortam"a başvururlar. Ama, Hollanda'da bentlerin 1953 yılında yıkılması, gerici burjuvazinin bu bentlerin bakımı için savaş bütçesinden bir metelik olsun kısmak istememesindendir; eğer Yunanistan'da bütün halk, yer sarsıntıları karşısında, İtalya'da su baskınları karşısında yardımsız, eli-kolubağlı bırakılmışsa, bunların belirleyici nedeni "coğrafi ortam" değil, burjuvazinin sınıf siyasetidir.
Toplumsal gelişmenin gerçek devindirici gücünü gözlerden saklamak isteyen sosyal-demokrat tarihçiler, tarihi, "coğrafi ortam"la açıklarlar. Bu kaba materyalizmin, sözde bir Batı "uygarlığının" ya da Atlantik "uygarlığının" değişmezliğine, "Doğu" ile "Batı"nın karşıtlığına inandırmaktan, kısaca soğuk savaşı haklı göstermekten başka amacı yoktur.
b) Nüfus.
Nüfus durumu, artışı ve yoğunluğu, hiç kuşku yok, toplumun maddi yaşam koşulları arasında vazgeçilmez öğelerdendir. Asgari bir insan sayısının altında hiçbir toplum maddi yaşamını sağlayamaz ve doğa kuvvetlerine karşı koyamaz. Aktif nüfus sayısı, üretici güçleri değerlendirme için hesaba katılması gereken öğelerden biridir. Nüfus artışı, toplumsal gelişme üzerinde bir etki oluşturur: toplumsal gelişmeyi kolaylaştırır ya da yavaşlatır. Göçmen kol gücünün Birleşik Devletler'e akını, ancak bir yüzyıllık varlığı olan bir büyük (sayfa 310) sanayinin hızla gelişmesini kolaylaştırdı. Tersine, Kuzey Amerika'nın kızılderili halkının anglo-sakson sömürgecileri tarafından kısmen yok edilmesi, varlıklarını sürdüren kabilelerde iktisadi ve teknik durgunluğa yolaçan nedenlerden biri oldu.
Ama bu etki de tek başına belirleyici olamaz. Bunun kanıtı da, nüfus artışının kendi başına, neden şu ya da bu toplumsal düzenin arkasından bir başkasının değil de, ille şu ya da bu yeni düzenin geldiğini açıklayamamasıdır. Eğer nüfus artışı belirleyici bir etki oluştursaydı, en yüksek nüfus yoğunluğuna ulaşmış olan ülkelerin otomatik olarak en ileri toplumsal düzene erişmeleri gerekecekti. 1939'dan önce, Belçika'da nüfus yoğunluğu SSCB'dekinden 26 kere daha yüksekti; bununla birlikte, Sovyetler Birliği, kapitalist düzenden çıktığı zaman, Belçika hâlâ bu düzende bulunuyordu.
Tersine, nüfus hareketlerini açıklamak bakımından belirleyici olan toplumsal düzendir Kapitalizm, yığınların satınalma gücünü azaltarak, emekçileri zayıf düşürerek, onlara yoksul, zavallı bir yaşamı zorla kabul ettirerek ölüm oranını artırır (özellikle çocuklarda).
Tahlillerinde, gerçekte ancak bir bileşke olduğunu görmeden nüfus hareketinden işe girişen burjuva iktisatçıları, kaba bir hata işlemektedirler.
Buna göre, toplumsal düzenin niteliğini ve toplumun bir düzenden ötekine doğru gelişmesini belirleyen şey, ne coğrafi ortam, ne de nüfus artışıdır.
Tarihsel materyalizm, toplumun maddi yaşam koşulları arasında, varlığı insanların iradesinden bağımsız ve toplumsal gelişmenin en önemli gücü olan başka bir gücün varolduğunu kabul eder. Bu güç, insanların geçim araçlarının, yaşam için gerekli olan maddi değerleri elde ediş tarzlarından oluşmuştur. Bu, maddi değerlerin üretim tarzı denen şeydir.
II. ÜRETİM TARZI
Doğa ile insanların dışında hiçbir şey yoktur, ve az önce (sayfa 311) gördük ki, bu öğelerden herhangi biri bir yana bırakılarak toplumların gelişmesi açıklanamaz. Yalnız onların diyalektik birliği bir yanıt verebilir, ve onların diyalektik birliği, iştir, üretimdir. İş olmadan, üretim olmadan toplum ne yaşayabilir, ne de gelişebilir: bu bir tanrı kargışı değil, bütün insan varlığının nesnel koşuludur.
Ama toplum için, zorunlu geçim araçlarını sağlamanın birçok yolları, biçimleri vardır. Örneğin bunu, zanaat aletlerinden ya da makinelerden yararlanarak, hayvanları kullanarak ya da köleleri kullanarak vb. yapabilir. O halde üretimin gerçekleştiriliş biçimini, yani üretim tarzını yakından incelemek gerekir.
Geçim için vazgeçilmez maddi değerlerin elde ediliş biçiminden sözedildiği zaman, küçük-burjuva, bu maddi değerlerin, pazarda hangi koşullar altında satın alınabildiğini anlar. Ama burada sözkonusu olan, üleşim ve tüketimdir, kesinlikle üretim değildir. Ama şurası açıktır ki, üretim olmasaydı, ne üleşim ne de tüketim olurdu.
a) Üretici güçler.
Yaşamak için besine, giyeceklere, oturacak yere, yakacak maddelere vb gereksinme vardır. Bu maddi değerlere sahip olmak için toplumun bunları üretmesi gerekir. Bunları üretmek için de, bu işe yarayan aletler gerekir, bu aletleri yapmak ve onları kullanmasını bilmek gerekir.
Toplumun geçimini doğadan elde etmemizi sağlayan güçlerin tahlili bizi şunları ayırdetmeye götürür:
— üretim aletleri – maddi değerler bunların yardımıyla üretilir (elbette maddi değerler arasında yalnızca tüketim maddelerini değil, bizzat üretim aletlerini de saymak gerekir);
— insanlar – üretim aletlerini kullanan insanlar, onlar olmadan bu aletler iş göremez;
— üretim deneyimi – birbiri ardısıra gelen kuşakların kazanmış oldukları üretim deneyimi: meslek gelenekleri, (sayfa 312) teknik ve bilimsel bilgiler; örneğin, Lyon'daki ipekçilik sanayisinde birikmiş olan deneyimin yerini kısa zamanda doldurmak güçtür;
— iş alışkanlıkları – her emekçiye özgü iş alışkanlıkları, onun yetkinliği, ustalığı, mesleğe alışmış olması hali.
Bunlar, hepsi birlikte ele alındıklarında karşılıklı etkileri içinde üretici güçleri oluşturan maddi kuvvetlerdir.
Bütün bu üretici güçler bütünü içinde, üretici güçlerin durumunu tanımlayan belirleyici öğe hangisidir? Bunlar üretim aletleridir. Bu üretim aletlerinin niteliğidir ki, gerçekten de belli bir iş için gerekli insan sayısını, zorunlu teknik bilgileri, aynı zamanda üreticinin bu üretim aletlerini kullanarak kazandığı iş alışkanlıklarını belirler. İşin el işi yönü de, kafa (zihinsel) yönü de üretim aletlerinin niteliğine bağlıdır.
Üretici güçlerin gelişmesi üretim aletlerinin gelişmesiyle koşullandırılır: İlkel, taştan yapılma kaba avadanlıklar; sonra avcılıktan hayvanların evcilleştirilmesine ve hayvan yetiştirilmesine geçişi sağlayan ok ve yay; sonra tarıma geçişi sağlayan madenden yapılma avadanlıklar; sonra gereçlerin işlenmesine, çömlekçiliğe, demirciliğe olanak sağlayan yeni gelişmeler; daha sonra zanaatların gelişmesi ve tarımdan ayrılmaları; daha sonra belli bir tek ürünün imali ereğiyle kısmi görevler halinde işbölümüyle karakterize olan manüfaktürlerin ortaya çıkışı;[5] sonra, zanaatçı üretim aletlerinden manüfaktürden makineli fabrikaya, makine sistemleriyle modern mekanik büyük sanayiye geçişi sağlayan makineye geçiş; buhar makinesinin, sonra elektrik enerjisinin ortaya çıkışı. İşte kaba çizgileriyle insanlığın tarihi boyunca üretici güçlerin gelişiminin tablosu.
Bu üretici güçler gelişmesinin, insanlar arasındaki işbölümünün, özellikle ilk büyük işbölümünün, yani ilkel avcılar ve ilkel balıkçılar ile öte yanda hayvan yetiştiren kabileler ve sonra tarım yapan kabileler arasındaki işbölümünün; - ve ikinci büyük işbölümünün: zanaatlar ile tarım arasındaki (sayfa 313) işbölümünün kökeninde bulunduğunu gözlemliyoruz. Bu ikinci büyük işbölümü, zorunlu olarak, ürünlerin tarımcılarla zanaatçılar arasında değiştirilmesi ve topluluk içi üleştirmeden daha başka bir üleştirme biçimi bulunması zorunluluğuna neden oluyor: böylelikledir ki, belirli koşullar altında meta[6] ortaya çıkacaktır. Gene aynı bu ikinci işbölümüdür ki, köy ile kent arasındaki farklılaşmanın başlangıcını oluşturuyor. (Kent, hem zanaat üretiminin merkezi hem de değişimin merkezi olarak zorunlu oluyor.)
Ensonu üretim aletlerindeki gelişme de, üretici güçlerin öteki yönleri üzerinde etki oluşturmaktan geri kalmıyor:
"Ve kendiliğinden anlaşılır ki, üretim aletlerinin gelişmesi ve yetkinleşmesi, üretimle ilişiği olan insanların işidir, yoksa insanlardan bağımsız olarak olmamıştır. O halde, üretim aletleri değişir ve gelişirken aynı zamanda insanlar da -üretici güçlerin temel öğesi de- değişir ve gelişir; onların üretim deneyimi, iş alışkanlıkları, üretim araçlarını kullanma yetenekleri de değişmiş ve gelişmiştir."[7]
Bunun içindir ki, modern büyük sanayinin gereksinmesi olduğu için; kapitalist burjuvazi, emekçilere, okuma-yazmayı ve sayı saymayı öğretmeye razı olmak zorunda kalmış, parasız ve zorunlu ilköğretimi ve bazı meslek okullarını düzenlemek zorunda kalmıştır.
Leon Blum, aletlerin ancak insan aklı sayesinde yetkinleşebildiklerini ve onun için de üretici güçlerin ilerlemesinin kökeninde insan aklının bulunduğunu ileri sürerek buraya da idealizmi sokmaya çaba harcamıştır. Ama biz, fikirlerin nasıl pratiğin kendisinden doğduğunu biliyoruz: maddi yaşamın gereksinmelerinin dürtüsü iledir ki yetkinleşme, olgunlaşma fikirleri ortaya çıkar; bu fikirler şu ya da bu aletin pratiğinde ortaya çıkar.
Alet, avadanlık, insanla doğa arasında bir aracıdır; onun görevi doğal nesnelerin insan tarafından yararlanılabilir nesneler haline değiştirilmesini sağlamaktır. Bunun içindir (sayfa 314) ki, alet, aynı zamanda, hem üzerinde çalışılması gereken maddenin gereklerini (çeliğin işlendiği aletlerle bakır işlenmez), hem de insanın yaşam gereklerini, yani insana hizmet etmek zorunda olan ve insanın yapması gereken nesnenin özelliklerini yansıtır (başka başka işler için başka başka aletler).
İlk yönü ile alet, insanın doğal zorunluluğa bağlı oluşunu ifade eder; ikinci yönü ile alet, doğanın, insanın gereksinmelerine ve eylemine bağlı oluşunu, şu halde insanın özgürlüğünü ifade eder. Böylece alet, insanın ve doğanın savaşımını derinlemesine diyalektik bir biçimde ifade eder, ve üretici güçler ise, "... insanların maddi değerleri üretmek için yararlandıkları nesnelere karşı ve doğa kuvvetlerine karşı davranışlarını"[8] ifade eder.
İnsanlar ne ile üretimde bulunuyorlar? İlkel karasabanla mı, yoksa traktörle çekilen çok demirli pullukla mı? İşte, eğer bir örnek vermek istersek, üretim tarzı tahlilinin ortaya çıkardığı birinci sorun budur: üretici güçlerin düzeyi sorunu.
b) Üretim ilişkileri.
Gene de tahlilimizin sonuna varabilmemize daha çok var. Üretim, insanın doğaya karşı savaşımıdır. Ama, insan, hiçbir yerde ve hiçbir zaman bir hayvan durumuna gelmek ya da boyun eğmek tehdidi altında bulunarak tek başına savaşım vermez. İnsanlar doğaya karşı toplu halde savaşım verirler. Koşullar ne olursa olsun, üretim, daima toplumsal bir üretimdir. İnsanı insan yapan toplum olmuştur, insanı hayvanlıktan çıkaran toplumsal üretimdir.
Burjuva ekonomi politiğinin temel yanılgılarından biri, Robinson gibi ya da iktisadi bir Adem gibi hiçbir zaman varolmamış olan tek başına bir adamın iktisadi eylemi üzerinde uslamlamayla işe başlamasıdır: bu, salt metafizik kurgudur. Bunun içindir ki, biz, bir tek bireye gerekli olan maddi değerlerden değil, bütünüyle birlikte ele alınmış bütün (sayfa 315) toplum için zorunlu olanlardan hareket ettik.
Eğer üretim her zaman ve her yerde toplumsal bir niteliğe sahipse, üretim dolayısıyla ve üretim içinde insanlar arasında bazı ilişkilerin kurulması kaçınılmaz bir şeydir. Platonik ilişkiler sözkonusu değildir, sıkı sıkıya üretimle ilgili ye üretimin kumanda ettiği ilişkiler sözkonusudur. İnsanlar yalnız doğa ile (üretici güçler) ilişkide bulunmazlar, aynı zamanda, üretim süreci içinde kendi aralarında da ilişkide bulunurlar; insanlar arasındaki bu ilişkilere, üretim ilişkileri diyoruz.
İnsanlar arasındaki üretim ilişkileri çeşitli tiplerde olabilir:
— insanlar ortak bir işi, örneğin bir evyapımı işini aralarında yardımlaşarak ye işbirliği yaparak ortaklaşa ortaya koymak, gerçekleştirmek üzere serbestçe biraraya gelebilirler; o zaman aralarındaki ilişkiler, her türlü sömürüden uzak insanların arasında yardımlaşma ve işbirliği ilişkileridir;
— ama bir insan, bazı koşullar altında, kendi benzerlerini, kendisi için üretmeye zorlayabilir de: bu durumda üretim ilişkilerinin niteliği kökten değişir; egemen olma ve bağımlı olma ilişkileri haline gelirler, burada başkasının emeğinin sömürülmesi vardır;
— ensonu, tarihin akışı içinde, bu iki üretim tipinden biri yokolmaya doğru giderken, öteki kuvvetlenmekte olan iki üretim tipinin birarada bulunduğu toplumlara raslanır: burada bir biçimden ötekine geçiş ilişkileri vardır.
Ama üretim ilişkilerinin tipi nasıl olursa olsun, bunlar daima üretimin vazgeçilmez öğesidirler. Şimdilik basit bir örnek olarak diyoruz ki, kendi kendisi için çalışan bir adam hiçbir zaman başkası için çalışan gibi çalışmaz; bu, o kadar gerçektir ki, sömürücüler, her zaman, sömürüyü sözde bir işbirliği maskesi altında gizlemeye, sömürülenlerin gözünde sömürü ilişkilerini "ailevi" işbirliği ilişkileri gibi göstermeye bakarlar; bu patron egemenliğidir (paternalisme): "patronun çıkarlarını koruyunuz, öteki dünyada bunun ödülünü (sayfa 316) alacaksınız.
Ama üretim ilişkilerinin niteliği üretimin vazgeçilmez bir öğesiyse, paternalist patronlar kusura bakmasınlar, bu ilişkileri, fikre (idee) indirgemek olanaklı değildir. Leon Blum, ikiyüzlülükle, insanlar arasındaki iktisadi ilişkilerin öteki ilişkilerden hangi bakımdan daha "maddi" olduğunu göremediğini söyledi. Ama biz biliyoruz ki, maddilik insanların iradesinden ve bilincinden bağımsız olarak varolma olgusudur. Üretim, insanlar için nesnel bir zorunluluktur ve ancak, varolduğu biçimiyle, toplumun daha az nesnel olmayan çerçevesi içinde yerine getirilebilir. Örneğin, yaşam için gerekli maddi değerlerden hiçbirine sahip olmayan bir kimse, maddi olarak, bağımlılık ilişkileri içinde başka birisi için çalışmak zorundadır. Böylece sömürü, bir "fikir" değildir, bütün ağırlığı ile üretimin üzerine binen nesnel bir olgudur.
"Üretimde, insanlar, yalnız doğa üzerinde değil, birbirleri üzerinde de etkili olurlar. Ancak belirli bir biçimde işbirliği yaparak ve etkinliklerini karşılıklı olarak değiş-tokuş ederek üretimde bulunurlar. Üretmek için birbirleriyle belirli bağlantılar ve ilişkiler içine girerler, ve ancak, bu toplumsal bağlantı ve ilişki sınırları içindedir ki, doğa üzerinde etkili olur, üretimde bulunurlar."[9]
O halde üretici güçlerin etkisini üretim ilişkilerinin özelliğinden ayıramayız. Üretici güçler ve üretim ilişkileri, Stalin'in deyimiyle, onların diyalektik birliğini maddi değerlerin üretim süreci içinde "cisimleştiren" üretim tarzının çözülmez, ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlı iki yönüdürler.
Üretimin incelenmesini yalnızca üretici güçlerin incelenmesinden ibaret kılmak temel bir yanılgıdır. Bununla birlikte, bu yanılgı, marksizmin, toplumların gelişmesini yalnız üretici güçlerin gelişmesiyle açıklamaktan ibaret olduğunu sanan ve üretim, ilişkilerinin niteliğini sessizce geçiştirenler tarafından işlenen bir yanılgıdır. Modern dünyayı, kapitalist üretim ilişkilerinin tahlilini yapmadan, buhar makinesiyle (sayfa 317) açıklamak, materyalist olmak demek değildir, marksizmi bozmak, karıştırmaktır. Okul çocuklarına, tekniğin tarihsel ilerlemesini, kapitalist sömürünün ne olduğunu öğretmeden açıklamak, onları aldatmak, onlara, geçmiş, içinde bulunduğumuz zaman ve gelecek hakkında yanlış bir imge vermek demektir.
Aynı yanılgı, toplumsal ilerlemeyi, üretim ilişkilerindeki ilerlemeyi unutarak, "ilerleme"de yalnızca teknik bir ilerleme görenlerde de vardır. Bu, 19. yüzyılın burjuva ütopyası oldu. Acı düş kırıklıkları böylece hazırlandı, çünkü, teknik ve bilimsel ilerleme, barış çalışmalarına olduğu kadar savaş çalışmalarına da hizmet edebilir, makine işçiyi ya ezebilir, ya da kurtarabilir. Ne zaman ki, emperyalizm çağında, kapitalizmin çöküşü, kendi onmaz yaralarını, yoksulluğu, zulmü, savaşı, en modern tekniğin öldürme işlemde kullanılmasını gözler önüne serdi, "teknik" ütopyacıları, ilerlemenin iflasına ağladılar, yalnızca sermayenin doğurduğu kötülüklerden makineyi sorumlu tuttular. "Sanayi sosyolojisinin" havarileri, bazı burjuva toplumbilimciler ve özellikle onların elebaşısı Georges Friedmann aynı yutturmacaya kendilerini kaptırırlar: patronların "görüş açısı"nı kabul ederek, asıl neden, makinelerin verimlilik için, kapitalist verimlilik için ve aşırı sömürü için kullanılması olduğu halde, kapitalist ülkelerde işçinin emek karşısındaki "olumsuz" tutumunu, makineleşmekte aramaya kalkarlar. Marx, üretici güçler, etkilerini ancak üretim ilişkileri sınırları içinde oluştururlar, diyor. Onun içindir ki, sömürü ilişkilerinin ortadan kalkmış bulunduğu Sovyetler Birliği'nde makinenin kullanılmasının işçiler için mutlu sonuçları olabilir. "SSCB'de makineler, yalnız emekten tasarruf etmekle kalmaz, aynı zamanda, emekçilerin uğraşını da kolaylaştırır; onun için sosyalist ekonomi koşullarında, kapitalizm koşullarında olduğundan farklı olarak, işçiler, işlerinde, makineleri seve seve kullanırlar."[10]
Demek ki, tarihsel materyalizm, üretim tarzını, bütünü (sayfa 318) içinde, kendi birliği içinde üretim ilişkileri ve üretici güçler olarak ele alır. Bununla birlikte, üretici güçler, ancak üretim ilişkileri sınırları içinde etkin olduklarına göre, çeşitli üretim tarzları, alışılageldiği üzere, her zaman, egemen olan üretim ilişkilerinin niteliğiyle tanımlanırlar; feodal üretim ilişkilerinden sözedildiği zaman, feodal üretim ilişkilerini orada egemen durumda oldukları, bütün toplumsal yaşama damgalarını vurdukları söylenmek istenir; mutlaka orada varolan tek üretim ilişkisi olduğu kastedilmez. Tersine, tarihsel bir çağı, örneğin taş devri, maden devri, buhar makinesi çağı ya da atom çağı deyimlerinde olduğu gibi, üretici güçlerin durumuyla tanımlamak bilimsel değildir.
III. ÜRETİM ARAÇLARI MÜLKİYETİ
Üretici güçleri incelerken (II. kesim, a) üretim aletlerinin burada belirleyici öğeyi oluşturduklarını gördük. Gerçekten de üretici güçlerin düzeyini belirleyen üretim aletlerinin niteliğidir.
Üretim ilişkilerinden daha önemli olan, onların niteliğini belirleyen öğe hangisidir?
Üretim araçları mülkiyetidir.
Gerçekten de şurası besbelli ki, bu araçlardan yoksun bir kimse, ancak bu araçlara sahip olanın egemenliğini kabul etmek şartıyla yaşayabilir.
Üretim araçları, tüketim mallarıyla (mobilya, ev, aile için binek arabası vb. ile) karıştırılmamalıdır. Üretim araçlarından, üretmek için gerekli olan her şeyi anlıyoruz.
Örneğin, modern bir toplumda, üretim araçları nelerdir?
İlkin doğal zenginlikler (toprak, ormanlar, sular, yer altı zenginlikleri, hammaddeler vb.); sonra bu doğa zenginliklerinin dönüştürülmesini sağlayan üretim aletleri; sonra üretim eylemi için gerekli tesisler: fabrika binaları, maden tesisleri vb.; taşıma ve ulaştırma araçları. Toplum üyeleri arasındaki değişim araçlarını: üleşim için, ticaret için gerekli tesisleri (antrepoları, satış mağazalarını ve) kredi kuruluşlarını (sayfa 319) (bankaları) da eklemek gerekir. O halde, üretim ilişkilerinin nitelikleri tanımlanmak istendiği zaman sorulacak soru şudur: üretim araçlarına kim sahiptir?
Üretim araçlarına bütün toplum mu sahiptir? Ya da üretim araçlarına, başka birey ya da grupları sömürmek için bu araçlardan yararlanan bireyler ya da gruplar mı sahiptir?
Bu soruyu yanıtlamak, üretim ilişkilerinin durumunu, insanlar arasındaki iktisadi ve siyasal ilişkilerin durumunu göstermek demektir.
O zaman anlaşılır ki, eğer üretim araçları bütün toplumun hep birlikte mülkiyetindeyse, insanlar arasındaki ilişkiler, işbirliği ve yardımlaşma ilişkileri olabilir.
Bunun tersi durumda, bütün üretim araçlarından yoksun olanlar, bunları elinde bulunduranların emrine tabi olmadan yaşamayacaklardır. İnsanların kimisi çalışır, kimisi de bu çalışanların emeğini sömürür. Bazılarının çıkarları ötekilerin çıkarlarıyla çatışır. Dayanışma, ancak, üretimde aynı rolü oynayanlar arasında vardır: bu, bir sınıf dayanışmasıdır.
Bu durumda toplum, birbirine uzlaşmaz karşıt toplumsal sınıflara bölünmüştür. Üretim araçlarının özel mülkiyeti vardır.
"Toplumsal sınıf deyince, üretimde, birbirine benzer bir rol oynayan, öteki insanlara karşı birbirleriyle aynı olan ilişkiler içinde bulunan kişiler topluluğu anlaşılır."[11] (Lenin).
Demek ki, toplumsal sınıf deyimi, ancak üretim ilişkileri düzeyinde bir anlam taşır. Bu deyim, mülkiyet tipi ile ya da mülkiyetin bulunmayışı ile tanımlanan bir kavramdır ve teknik kollarıyla, mesleklerle, toplumun yaşamı için zorunlu toplumsal eylemlerle, örneğin maden sanayii işçisi, maden işçisi, demiryolcu gibi tanımlanan toplumsal kategorilerle karıştırılmamalıdır. "Köylü" olmak toplumsal bir kategoriye ait olmaktır, ama bu, ait olan sınıfı tanımlamaz: köylü, büyük toprak sahibi kapitalist ("beyaz-elli köylü") olabilir, (sayfa 320) ya da tarım işçilerinin yardımıyla toprağını işleten mülk sahibi, ya da aile işletmesinin sahibi, ya da tarım işçisi vb. olabilir.[12]
Aynı şekilde, fabrikada da, "patron", müdür ya da mühendis değildir. Üretim araçlarının sahibi olan kapitalist ya da kapitalistler grubu, "şirket"tir.
Toplumsal bir sınıf, üretim araçlarının sahibi olduğu zaman, kendisi için elverişli olan üretim ilişkilerini, diyelim ki, kişileştirir: o halde, birbirinden ayırdetmeden "kapitalist" üretim ilişkilerinden ya da "burjuva" üretim ilişkilerinden sözedilecektir. Belli bir üretim tarzında bu üretim ilişkileri egemen durumda bulundukları zaman, aynı deyimler, aynı zamanda üretim tarzını da belirtmeye yarar; böylece: "feodal" sınıf, "feodal" üretim ilişkileri, "feodal" üretim tarzı denir, çünkü burjuvazi o zaman egemen sınıf değildir.
Şimdi üretim ilişkileri kavramını kesinlikle belirtebiliriz:
"Bu ilişkiler şunları kapsar: a) üretim araçlarının mülkiyet biçimleri; b) değişik toplumsal grupların üretimdeki yerleri, ve onların karşılıklı ilişkileri ya da Marx'ın deyimini kullanırsak, bu biçimlerden çıkan 'etkinliklerinin değişimi'; c) bunlara tamamen bağlı olan, ürünlerin dağıtım biçimleri. Bütün bunlar, ekonomi politiğin konusunu oluşturur."[13]
Şu halde üretim ilişkilerinin belirleyici, kesin öğesini oluşturan, asıl mülkiyet biçimleridir. Elbette ki, sömürücü sınıflar, kendi ayrıcalıklarını sağlayan mülkiyet biçimlerini korumaya yarayan bütün önlemleri alırlar. Üretim araçlarının mülkiyetiyle nitelenen üretim ilişkileri, bütün toplumsal düzenin ekonomik temelini oluştururlar.
Şimdi, üretim tarzının, toplumsal gelişmenin en başta gelen gücünü oluşturduğunu anlamak için gerekli bütün kavram ve bilgilere sahip ve onları istediğimiz gibi kullanabilecek durumda bulunuyoruz. (sayfa 321)
IV. ÜRETİM TARZININ DEĞİŞMESİ.
TOPLUMLAR TARİHİNİN ANAHTARI
Üretim, her zaman değişme ve gelişme yolunda olmak, hiçbir zaman uzun bir dönem için aynı noktada duraklamamak gibi bir özellik gösterir, oysa coğrafi ortam büyük ölçüde aynı kalır. İnsanlar, gerçekten, durmadan doğanın kendilerine sunduğundan daha fazlasını elde etmeye bakarlar, durmadan, hep hareket halinde olan üretimi yetkinleştirmeye çalışırlar.
Eğer insan, maddi gereksinmelerini her zaman daha iyi bir şekilde tatmin etmeye çalışmasaydı, bilinçli bir yaratık değil, kör zorunluluğa boyun eğen bir hayvan olurdu. Ama insan, doğal zorunluluğu kendi yararına kullanmanın çaresini üretimde bulur, onun için de üretim hiçbir zaman uzun bir süre için aynı noktada durmaz.
Bu gerçek, idealist için bir skandal konusudur; idealist dinmek bilmez maddi servet susuzluğunu ortaya koyar; hıristiyanlık bunda şeytanın, kötünün işini görür. Ama aynı zamanda bilinir ki, bu konular yalnız emekçi yığınların kullanımı içindir; onlara açlık, perhiz yapmak, nefsine hakim olmak telkin edilir; oysa sömürücü sınıflar, tiksindirici bir maddi servetler bolluğu, savurganlığı içinde yüzerler. Gerçekte üretimin artması, insan toplumlarının nesnel bir gereksinmesidir, ve yalnız insanın insan tarafından sömürülmesi, bu gerekliliğin doğal ve olumlu sonuçları olmasını engeller.
Yalnız üretim tarzı değişikliğidir ki, neden şu ya da bu düzenin şu ya da bu düzeni izlediğini, neden toplumsal fikirlerin, siyasal görüşlerin ve kurumların değiştiklerini, neden belli bir anda bütün toplumsal ve siyasal sistemi yıkmanın zorunlu bir hale geldiğini açıklamaya olanak verir.
Aristoteles, daha o zaman, kölelikle üretici güçler düzeyi arasındaki bağı sezinlemişti:
"Antikçağın en büyük düşünürü 'Eğer' diyordu, 'her araç, Deadalus'un yarattıklarının kendi başlarına hareket etmeleri, (sayfa 322) ya da Heprestos'un üç ayaklılarının kutsal görevlerine diledikleri şekilde gitmeleri gibi, kendisine uyan işi, gene kendi istekleriyle yapmış olsalardı, dokumacının çıkrığı, kendi başına dokuma yapsaydı, ne ustalar için çırağa, ne de efendiler için köleye gerek kalmazdı'."[14]
Ortaçağda, toplumu, tanrısal planın değişmez bir yansısı sayan hıristiyan metafiziği, üretici güçlerin ilerlemesini sınırlandırarak feodal düzenin sağlamlığına yardım etmekte olan loncaların varlığını haklı buluyordu. Ama başlangıçta, bu sistem, toplumu, açlığa, yoksulluğa karşı güvence altına almayı önü sürüyorduysa da, bu hareket ve değişiklik korkusunun, feodallerin, burjuvazinin yükselişi karşısındaki korkusundan başka bir şey olmadığı zamanla ortaya çıktı. Burjuvazi bir kez iktidarı aldıktan sonra üretim üzerindeki bütün kısıtlamaları kaldırdı ve loncaları yasakladı.
Böylece siyasal iktidar, yeni hukuku, yeni üretim tarzının yansısı olan hukuku kabul ettirmek için zorunlu hale geldi. Ve bu yeni iktidarı, ve bu yeni hukuku haklı göstermek, savunmak için yeni fikirler gerekti. Felsefe, şeylerin eski düzenine karşı ideolojik bir silah oldu. Utkun burjuvazi, burjuva mülkiyet hakkını, İnsan Hakları Bildirgesine kaydetti, burjuva parlamenter meclisler kurdu, kendi ahlakını üstün kıldı, yeni bir öğretim yarattı ve bununla ortaçağ felsefesini kovdu - ve aynı zamanda da kendini, sömürülen proletaryanın savaşımına karşı korumak için işçi derneklerini yasakladı.
Böylece, tüm ulusa, burjuva "yaşayış tarzı"nı ve kendisine uygun gelen fikirleri kabul ettirdi: "insanın yaşama biçimi nasılsa, düşünce biçimi de öyledir."[15]
Komünist Parti Manifestosu'nun birinci bölümünün ölümsüz sayfalarını tekrar okuyalım:
"Burjuvazi, üstünlüğü elegeçirdiği her yerde bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. İnsanı 'doğal (sayfa 323) efendiler'ine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı, ve insan ile insan arasında, çıplak öz-çıkardan, katı 'nakit ödeme'den başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın en ilahi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri, değişim-değerine indirgedi, ve sayısız yok edilmez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o tek insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla perdelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü koydu.
"Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi.
"Burjuvazi, aile ilişkilerindeki duygusal peçeyi yırtıp attı ve bunu salt bir para ilişkisine indirgedi."[16]
Burjuvazinin, kendisinin de bir ürünü olduğu üretim tarzını, her türlü çareye başvurarak sağlamlaştırmak istemiş olduğu anlaşılmadığı için, örneğin, 1789 ile 1815 arasında yeralmış olan tarihsel olayların anlamı kavranmaz.
Burjuva tarihçileri, kendileri de bir antikçağ, ilkçağ, ortaçağ ve modern zamanlar ayrımı yaparlar. Peki bu çağlar arasındaki fark neden ibarettir? Esas olarak şundan ibaret: ilk başlangıçta servetlerin ortak mülkiyeti vardı; tarihin ve uygarlığın şafağında, antikçağda hüküm süren köleci üretim tarzının kurulduğu görülüyor; oysa ortaçağa toprağın feodal mülkiyeti egemen olmuştur ve modern zamanlar ticaret burjuvazisi mülkiyetinin gelişmesi, sonra da kapitalist burjuvazinin utkusu ve gerilemesi görülmüştür. Ama, anti-marksist tarihçiler diyorlar ki, antikçağda, ortaçağda, modern zamanlarda ortak çizgiler vardır: Platon'un fikirleri, ya da Cicero'nun söylevleri bize yabancı değillerdir. Doğru: ama bu ortak çizgiler, hiç olmazsa kurumlar ve ideolojilerle ilgili olarak şöyle açıklanır:
1. Kölelik düzeninin, feodal düzenin ve kapitalist düzenin (sayfa 324) aralarındaki farkların büyüklüğü ne olursa olsun, ortak bir nitelikleri vardır: bunlar, bir sınıfın başka bir sınıf tarafından sömürüsüne, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan üretim ilişkileridir. Onun için bu üç toplum tipinde, sınıflar arasındaki savaşım, kurumlar ve fikirler planındaki bütün sonuçlarıyla bulunur.
2. Bu üç üretim tarzında da küçük-burjuva tabakalar (ticaret, zanaat, köy küçük-burjuvazisi, aydınlar küçük- burjuvazisi) vardır. Bu sürekli tarihsel olgunun bir "ortalama insan" psikolojisinin şekillenmesi ve sürüp gitmesi gibi bir sonucu vardır, bireyci, özel mülkiyete bağlı, sınıf savaşımının pasif tanığı olduğu için çelişkilerle dolu olan bu ortalama insan, sömürücü egemen sınıf karşısında durmadan ödünler verir, ona teslim olur.
Ama, bu farklı üç düzen, birbirlerine benzemekle birlikte, ekonomik temelleriyle nitel olarak birbirlerinden ayrılırlar. Birbirinden farklı toplumsal şekillenmeler oluştururlar. Tarih biliminin konusu, onların hem özgül farklarını, hem de benzerliklerini incelemektir.
V. VARGI
Tarihsel materyalizm, üretim tarzlarının genel teorisidir. Ekonomik politik, insanlar arasındaki üretim ilişkilerini düzenleyen nesnel yasaların özgül bilimidir. Tarih biliminin özgül konusu bu üretim ilişkilerini kişileştiren sınıflar arasındaki bağıntılar, ilişkiler ve özellikle onların siyasal bağlarıdır.
Eğer her zaman, üretim ilişkilerinin niteliği, mülkiyetin niteliği, toplumsal sınıflar, sınıf çıkarı sorunu konmazsa, tarih bilimi olmaz.
Şu halde, gerçek tarih bilimi, kralların, komutanların, fatihlerin yaptıklarını incelemekle sınırlandırılamaz, çünkü, tarih, son tahlilde, halkların tarihidir.
"Toplumsal gelişmenin tarihi, ... maddi değerlerin üreticilerinin tarihidir, üretim sürecinin temel güçleri olan ve (sayfa 325) toplumun varlığı için zorunlu maddi değerleri üreten emekçi yığınların tarihidir."[17]
Gerçekten de tarihin derin yasası, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki zorunlu uygunluktur: bu yasa, insanlığın büyük yığınlarının yaşamsal çıkarlarını ifade eder.
Bu yüzden, Marksizm, Stalin'in ifadesine göre, "ezilen ve sömürülen yığınların devriminin ... bilimi"dir.
Ama insanlar kendi öz tarihlerini yapıyorlarsa da, "onu kendilerini belirleyen belli koşullar içinde" (Marks) yaparlar. Tarihin anahtarını, insanların kafalarında, onların görüşlerinde ve fikirlerinde değil, asıl, insanlar toplumsal olarak üretime geçtikleri andan başlayarak, onların iradesinden bağımsız olarak işleyen ve üretim araçları mülkiyetinin biçimine, yani ekonomik temele bağlı olan üretim ilişkilerinden ve nesnel ekonomik yasalarda aramak gerekir.
Gerçek tarih bilimi bu yasaları bilmezlik edemez, bunlardan vazgeçemez.
Bunun içindir ki, proletaryanın partisi, eğer işçi sınıfını tarihsel misyonuna götürmek istiyorsa, onu yalnızca çıkarları için kitle hareketinde bulunmaya çağırmamalı, programını ve pratik eylemini, bu iktisadi gelişme yasalarına dayandırarak hazırlamalıdır.[18] (sayfa 326)
YOKLAMA SORULARI
1. Toplumun maddi yaşam koşulları nelerdir?
2. Üretici güçleri tanımlayınız.
3. Üretim ilişkilerini tanımlayınız.
4. Üretim ilişkilerinin belirleyici öğesi nedir?
5. Üretim tarzlarını tanımlayınız.
6. Toplumsal bir sınıf nedir?
7. Üretim tarzı değişikliğinin zorunlu olarak bütün toplumun çehresini değiştirdiğini gösteriniz.
Dipnotlar
[1] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 669.
[2] Onlar, yeni doğan biçimsiz ya da hastalıklı çocukları dağlara bırakıyorlardı.
[3] Vogt'un "dünyada çok insan" olduğunu ileri sürdüğü ve çare olarak açıkça savaşı salık verdiği Dünyanın Açlığı adlı kitabına bakınız. Gerçekte kapitalizm,emperyalist aşamada, varlığını sürdürmek için savaşa gereksinme duyar. Paul Eluard: "Onlar dünyada yalnız kalmak için ellerinden geleni yaparlar" diyordu.
[4] Bkz: Safanov, La Tere en Fleurs, Üçüncü Kısım, "Yaşamın Yaratılışı", Editeurs Français Reunis.
[5] "Çok sayıda parça-işçinin birleşmesi ile oluşan kolektif işçi, manüfaktür döneminin kendisine özgü makinesidir." Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, s. 363.
[6] Gelecek dersin II. kesimine bakınız.
[7] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 674.
[8] Stalin, Leninizmin Sorunları, s: 670.
[9] Karl Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr - Ücretli Emek ve Sermaye, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 35.
[10] G. Malenkov, "Rapportau XIX. Congres du PCUS", Cahiers du communisme (özel sayı), Kasım 1952, s. 113.
[11] Onyedinci derste, toplumsal sınıf kavramı üzerinde daha uzun duracağız.
[12] "İşçi-Köylü İttifakı" deyiminde, köylü teriminden, emekçi köylülük (küçük toprak sahipleri, küçük çiftlik kiracıları, ortakçılar) ve, elbette, tarım işçileri belirtilmek istenir.
[13] J. Stalin, "L. D. Yaroşenko Yoldaşın Yanlışları", Son Yazılar, 1950-1953, s. 131.
[14] Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, s. 421.
[15] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 671. Bu ifade, Feuerbach'ın "Bir sarayda ve bir kulübede ayrı ayrı düşünülür." mekanist formülü ile hiç de aynı anlamda değildir.
[16] Marx-Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, s. 112.
[17] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 671.
[18] SSCB Komünist Partisi yeni programının ve komünizme geçiş için pratik yönergelerin hazırlanması, sosyalist ekonomi yasaları bulundurmaksızın, sosyalist üretim ilişkileri ve bunların komünist üretim ilişkileri durumuna dönüşüm koşulları irdelenmeksizin, bilimsel bakımdan mümkün değildi. Yaroşekno'nun bilmezlikten geldiği ve Stalin'in son yapıtında ("SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları"yla ilişkili olarak "L. D. Yaroşenko Yoldaşın Yanlışları" başlıklı yanıtına bakınız. Son Yazılar, 1950-1953, s. 116-141) yanıtladığı gerçeklik işte budur.
ONALTINCI DERS
ÜRETİM İLİŞKİLERİ İLE ÜRETİCİ GÜÇLERİN NİTELİĞİ
ARASINDA ZORUNLU UYGUNLUK YASASI
I . Üretici güçler, üretimin en devingen ve en devrimci öğesidirler.
II . Üretim ilişkilerinin üretici güçler üzerindeki karşı-etkisi.
III . Zorunlu uygunluk yasası.
IV . İnsan eyleminin rolü.
ÜRETİM tarzlarının, tarihin akışı sırasında değişikliklerini önceki dersimizde gördük. Bütün gerçek gibi, üretim tarzları da, nicel değişmelere, bir evrime uğrarlar; bunu, çözülmekte olan ayrıcalıklı sınıflar gerekli değişmelere karşı durdukları zaman, devrimci bir biçime bürünmesi olanaklı olan nitel değişmeler izler.
Bütün gerçek gibi, bu değişikliklerin devindiricisi de, bir içkin çelişkidir. Üretim tarzlarının özgül çelişkisi, genel olarak nedir? Bu çelişki, üretim ilişkileri ile üretici güçlerin nitelikleri arasındaki çelişkidir. İşte bu çelişki, bu dersin konusudur. (sayfa 328)
I. ÜRETİCİ GÜÇLER, ÜRETİMİN EN DEVİNGEN VE
EN DEVRİMCİ ÖĞESİDİRLER
Üretimin her zaman değişme yolunda olduğunu söylemiştik. Peki ilk değişen yön hangisidir? Üretici güçler mi, yoksa üretim ilişkileri mi? Aletler mi, yoksa mülkiyet biçimleri mi? Şurası açıktır ki, toplumsal bir şekillenmenin ekonomik temeli sürüp giderken, teknikte ilerlemeler olmaktadır. Demek ki, ilkin değişenler, üretici güçler, hepsinden önce de üretim aletleridir. Bu, üretimin ikinci özelliğidir.[19]
İşte çok basit bir örnek: büyük bir taş parçasının yeri değiştirilmek istendiğinde, taşı, yuvarlanabilen kazıklar üzerine koymaktan ibaret olan yöntemi, herkes bilir. Bu kazıklar, kullanıla kullanıla daha iyi perdahlanır, düzgünleşirler; insanların kafasında henüz hiçbir geometrik silindir fikri olmadan önce kusursuz silindirler haline gelmeye başlarlar.[20] Aynı zamanda, yer değiştirme, daha çabuk ve daha kolay olur ve insana, bu perdahlamayı elverişli araçlarla kendisinin gerçekleştirmesi fikrini verir. Gereksinmenin dürtüsü ve yardımıyla, insanın imgelemi işe koyulur ve eğer kazıklar, eksenlerine göre kendi üzerlerinde dönerlerken, yer değiştirme sırasında, taş parçasıyla bir birlik halinde bulunurlarsa, işin daha kolay olacağını bulur. O zaman arka tarafta açıkta kalan kazıkların durmadan taş parçasının önüne yerleştirilmesi gerekmeyecektir. Şöyle on, yüz, bin yıl geçsin, dingil, tekerlek ve araba gelecektir.
Böylece üretici güçler, hiçbir zaman yerinde durmaz, insanın iradesinin önünde giderek ve onu da sürükleyerek yetkinleşirler. Aynı zamanda insanın gereksinmeleri de gelişir: insan, arabayı öğrenir öğrenmez artık kazıklarla yetinmeyecektir, hiç değilse bir taşıyıcı araç kullanılması olanaklı olduğu zaman kazıkları hiç kullanmayacaktır.
Üretim ilişkilerinin kendileri de, üretici güçlerde oluşan değişikliklere uyarak değişirler. Onlar da havada asılı (sayfa 329) değillerdir, üretici güçlerin niteliğine bağlıdırlar.
Bir örnek alalım. Köleci toplumun son döneminde, daha önceki dönemde uzun bir gelişme göstermiş olan yeni üretici güçler vardır. Döküm işinin ve demirin işlenmesinin durmadan gelişmesi, ilerlemesi, kollu dokuma tezgahının kullanılması; sabanın yaygın bir halde kullanılması; tarımda, bahçecilikte, şarap, zeytinyağı, bal üretiminde ilerleme; su değirmeninin bulunuşu (İS 340). Bu yeni teknikler (ki, Romalılar, bunları barbarlar dedikleri halklarda sık sık görüyor ve kendi ülkelerine getirmeye çalışıyorlardı), kölelik sistemiyle çelişkili bir duruma girer: kölenin çalışmada hiçbir çıkarı yoktur; ne yaparsa yapsın kendisine hep aynı şekilde davranılır. Onun için yaptığı işe ne bir girişkenlik gösterir, ne de bir zevk duyar. Verimi çok düşüktür. Ve artık yalnız kamçı ile harekete geçen köle sürülerinin gerçekleştirebildiği büyük işler sözkonusu değildir. Yeni üretici güçler, işe belli bir ilgi gösteren emekçiler gerektirmektedir; yoksa üretici güçler savrulup saçılmış, ziyan edilmiş olur.
Çok kez esir edilmiş barbarlar olan köleler, isyanlar düzenledikçe ya da malikaneden kaçıp, silah yapımı ve denizcilik gibi tekniklerden yarar sağlayarak korsan oldukça, köle sahibi, bu durumu dikkate almak zorunda kalır.
Kısaca, yeni üretici güçler, zorlayarak yeni üretim ilişkilerini gerekli kılarlar. Bunun içindir ki, üretim araçlarının sahibi, çok düşük bir verimi olan köleden vazgeçerek bir serfle iş görmeyi yeğ tutar. Serf, gerçekte, kendi öz işletmesine, kendi üretim aletlerine sahiptir; her ne kadar senyör toprağına bağlıysa da, işe karşı bir kişisel ilgisi de vardır. Bu ilgi, serfin bütün tarım işlerinde verimi yükseltebilmesi ve ürün üzerinden feodale ayni olarak bir borç taksiti ödeyebilmesi için vazgeçilmez bir şeydir. Feodal bey, kahyaların kırbaçları altında bile hiçbir şey yapmayan bir köleyi beslemektense, tahılını senyörün değirmeninde öğütmek ve ekmeğini senyörün fırınında pişirmek kaydıyla istediği gibi çalışmakta serbest olan bir serften ayni bir yükümlülüğün ödenmesini isteyecektir. (sayfa 330)
Böylece köleci üretim ilişkilerinin bağrında yeni üretici güçlerin gelişmesi, yeni üretim ilişkilerinin, feodal ilişkilerin doğmasına neden oldu.
"Toplumsal ilişkiler, üretici güçlere sıkı sıkıya bağlıdırlar. Yeni üretici güçler sağlamak için, insanlar, kendi üretim biçimlerini değiştirirler; kendi üretim biçimlerini değiştirmek, yaşamlarını kazanma yollarını değiştirmek için de, bütün toplumsal ilişkilerini değiştirirler. Yeldeğirmeni size feodal beyli toplumu verir; buharlı değirmen ise, sınai kapitalistli toplumu."[21]
II. ÜRETİM İLİŞKİLERİNİN ÜRETİCİ GÜÇLER ÜZERİNDEKİ KARŞI-ETKİSİ
Eğer üretici güçlerin üretimin en devingen ve en devrimci öğesi olduklarını belirtmekle yetinseydik metafiziğin ve mekanizmin içine düşmüş olurduk. Üretim tarzı, üretici güçlerle üretim ilişkilerinin diyalektik birliğini cisimleştirir: bu içkin çelişki içinde, karşıtlardan her biri, ikisinden biri ilkin değişse bile, öteki üzerinde etki yapar. O halde, üretim ilişkilerinin, üretici güçler üzerindeki karşı-etkisini de incelememiz gerekir.
Eğer, yeniden, köleci toplumdan feodal topluma geçiş örneğini alacak olursak görürüz ki, feodal üretim ilişkileri, ortaya çıkışlarından sonra, eski üretim ilişkilerinin frenledikleri üretici güçlerin gelişmesini kolaylaştırırlar. Gerçekten de, her ne kadar sömürülmekte idiyse de, üretimde, serfin, köleden daha çok çıkarı vardı. Böylece, antikçağ sonundan ve yukarı-ortaçağdan kalma ağır yoksulluk ve perişanlık mirası yavaş yavaş tasfiye edildi.
Başka bir örnek: bundan önceki dersimizde (II, a) gördük ki, madenlerin işlenmesindeki ve çömlekçilikteki ilerlemeler, tarım ile zanaatlar arasında işbölümüne neden olmuştu. Üretim araçları özel mülkiyeti koşul1arı içinde hem zanaat işinin, hem de köyde köle kullanımının gerektirdiği bu (sayfa 331) işbölümünün, zanaat ürünlerinin ve tarım ürünlerinin pazarda alınıp satılması, yani metaın ortaya çıkması gibi kaçınılmaz bir sonucu oldu. Aynı anda yeni bir sınıf, taşıma ve metaların dağıtımı işinde uzmanlaşmış bir tüccarlar sınıfı doğuyordu. Ama, bu sınıfın, ticarette özel bir çıkar bulduğu için, meta üretimini kolaylaştırması ve bu ticareti genişletmesi gerekiyordu. Bu, Akdeniz'in bütün çevresi boyunca uzanan Fenike ve Yunan sömürgelerinin ve ticaret acentelerinin başlangıcı oldu. Besbelli ki, meta üretimi, üretici güçlerin, tekniklerin ve sanatların, ayrıca denizciliğin gelişmesine yardım etti; Atina çömlekleri bütün Akdeniz'de satılıyordu ye Atina'da yüzden fazla köle çalıştıran silah yapımevleri bulunuyordu.
Başka bir örnek: feodallerin zenginliğinin kaynağı, esas olarak, toprak, ve serflerin ayni olarak ödedikleri yükümlülüklerdi. Buna karşılık, ticarete ve yeni doğmakta olan kapitalist üretime dayanan burjuvaların zenginliği ise, özellikle paradan ibaretti. Lüks zevki ve zengin burjuvalarla yarışmak arzusuyla, ticari mallardan edinmek isteyen feodal, hızla yıkıma doğru gidiyordu. Feodal ayrıcalıklardan ve feodal haklarının pekiştirilmesinden başka bir korunma çaresi yoktu. Meta üretimin artması, feodalin ekonomik gücünü sarsıyordu. Bu yüzden, iktisadi gücünü loncalar sistemiyle sıkı bir şekilde düzenlemeye çabalıyordu. Böylece de feodal sistem, yeni üretici güçlerin gelişmesini frenliyordu. Ama yeni üretici güçler, yeni üretim ilişkilerinin (kapitalist) genelleşmesini buyuruyordu.
O halde şunu unutmamalıyız: üretici güçler birinci olarak değişirler ama, gene de üretim ilişkilerinden bağımsız değildirler. Gelişmeleri üretici güçlerin gelişmesine bağımlı olan üretim ilişkilerinin kendileri de, bu üretici güçlerin gelişmesini etkilerler.
Onu yavaşlatırlar ya da çabuklaştırırlar.
Üretim ilişkileri, üretici güçlerin hızlı ilerleyişine artık uygun düşmedikleri zaman, üretici güçlerin gelişmesine karşı bir köstek rolü oynarlar. (sayfa 332)
Tersine, esas olarak, üretici güçlerin durumu ile uygunluk halinde bulundukları zaman, dürtücü rolü oynarlar.
Ve gelişmede üretici güçlere ait olan öncelikten dolayı bile, yeni üretim ilişkileri, üretici güçlere uygun düştükleri zaman, bu güçleri ileri doğru iten başlıca güçtürler. Yeni üretim ilişkileri, üretici güçlere uygun düştükleri içindir ki, onların başta gelen devindiricisidirler.
"Önce, üretim ilişkilerinin toplum tarihindeki rolünün üretici güçlerin gelişmesini felce uğratan engeller olmakla yetindiği, yanlıştır. Marksistler, üretim ilişkilerinin köstek rolü oynadığını söyledikleri zaman, herhangi bir üretim ilişkisini değil de, ancak üretici güçlerin gelişmesine artık tekabül etmeyen ve bunun sonunda onların gelişmesini köstekleyen üretim ilişkilerini gözönüne getirirler. Ancak, eski üretim ilişkilerinden başka, bilindiği gibi yenileri de vardır ki, bunlar eskilerin yerine geçerler. Denebilir mi ki, yeni üretim ilişkilerinin rolü, üretici güçlerin kösteği rolüne indirgenir? Kuşkusuz ki, hayır. Tersine, yeni üretim ilişkileri, üretici güçlerin sonraki ve üstelik güçlü gelişmesini belirleyen başlıca ve kesin gücün ta kendisidir; ve bu ilişkiler olmazsa, bugün kapitalist ülkelerde olduğu gibi üretici güçler sürünmeye mahkum olurlar."[22]
III. ZORUNLU UYGUNLUK YASASI
İşte şimdi üretim tarzının iç diyalektiğini kavrıyoruz. Belli bir ekonomik temelin azçok uzun bir süresi olduğundan üretici güçler bu zaman içinde aynı durumda kalmazlar, ilerlemeler gösterirler. Bu belli üretim tarzının tarihinin başlarında yeni olan üretim ilişkileri, böylece eskimiş, modası geçmiş bir hale gelirler. Başlangıçta bu üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmesini belirleyen başlıca gücü oluşturuyorlardı. Ama onların ileri atılımına ayak uydurmayı durdurdukları andan başlayarak onların önünde bir engel haline gelirler. (sayfa 333)
"Kuşkusuz, yeni üretim ilişkileri her zaman yeni olarak kalmazlar, kalamazlar; eskimeye başlarlar ve üretici güçlerin sonraki gelişmesi ile çelişkiye düşerler; yavaş yavaş üretici güçlerin en önemli devindiricisi rollerini yitirip, onların köstekleri haline gelirler."[23]
Örneğin, kapitalizm, ilerlemiş teknik karşısında nasıl bir tavır takınır? Kapitalistler, teknik ilerlemenin savunucuları olmakla, teknik konusunda devrimci olmakla övünürler. Ve kapitalizmin tekniğe coşkun bir atılganlık verdiği doğrudur. Şu var ki, yeni teknik, üretim için gerekli-emek süresini azaltarak artı-değerin,[24] bunun sonucu olarak da kârın artmasını sağlar, şu koşulla ki, pazara ait perspektifler yeni donatımın amortismanı için elverişli koşullar bulunduğunu sezinlemesine olanak sağlasın.
Ama öte yandan şu da bilinir ki, kapitalizm teknik durgunluk sorunları da koyar ortaya; kapitalistler, o zaman, teknik alanında gerici bir tutumu benimserler; artık yeni gelişmelerden sözedilmesini duymak istemezler, hatta çoğu kez el işine ya da evde yapılan işe başvururlar. Gerçekte, yeni donatımların kurulması, yakın gelecek için sermayelerin hareketsiz hale gelmesine malolur; bu sabit sermayenin artması, kâr oranı düzeyini düşürecek ve onun için de, kapitalist pazarların göreli sağlamlığının da kalmadığı bir dönemde, kapitalizmin artık vazgeçemeyeceği azami kârın elde edilmesine olanak vermeyecektir.
O halde bugünkü kapitalizmin temel ekonomik yasası, yani en yüksek kârı gerçekleştirmek zorunluluğu, kısaca, artık, eskimiş üretim ilişkilerinin niteliği, durgunluk olayını açıklar. Kapitalizm artık yükseliş döneminde değildir.
"Yeni teknik kendisinde daha büyük kârlar gösterince, kapitalizm ondan yanadır. Yeni teknik kendisine artık daha büyük kârlar (sayfa 334) sezdirtmezse, kapitalizm, elle yapılan imalata dönüş yanlısıdır."[25]
Bununla birlikte, üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin atılımına göre geride kalması sonsuza kadar gitmeyecektir. Tarihin mahkum etmiş olduğu, zamanı geçmiş üretim ilişkilerini kişileştiren sınıfların, her ne pahasına olursa olsun kendi ekonomik temellerini sürdürmek için aldıkları önlemler ne olursa olsun, tarih tekerleğini geriye doğru döndüremezler. Üretici güçlerin gelişmesi, üretimin gelişmesi, insanlığın maddi bir gereksinmesidir, buna karşı "ruh" eninde-sonunda hiçbir şey yapamaz. Şu halde zamanı geçmiş üretim ilişkilerinin, yerlerini, yeni üretim ilişkilerine bırakmaları gerekir. Gerici sınıflar tarafından alınan önlemler en sonunda üretici güçlerin tahribiyle ve üretimin tümü içinde kendini gösteren ve bütün üretim tarzının yıkımını çabuklaştırmaktan başka bir şey yapmayan şiddetli bir çelişkiyle sonuçlanabilirler ancak.
O halde, üretim ilişkileri, ne kadar gecikme gösterirse göstersinler, er ya da geç, ensonunda üretici güçlerin yeni niteliğine uymaya başlamak zorundadırlar. Bu uygunlaşma nasıl olur? Üretim araçları mülkiyeti biçimlerinin, daha-önce gördüğümüz gibi üretim ilişkilerinin esas öğesi olan mülkiyet biçimlerinin alt-üst olmasıyla. Yeni bir mülkiyet düzeninin kurulması, yeni üretim ilişkilerinin kurumlaşması demektir.
Şurası açıktır ki, atom enerjisinin, ulus yararına barışçıl amaçlarla kullanılması, özel kapitalistler tarafından gerçekleştirilmeyecektir; azami kârı, bu kadar pahalı bir teknik işte, ancak devletin savaş siparişlerinden elde edebilirler. Aynı şey, hidroelektrik enerjinin ve gene aynı şekilde tarım işlerinin elektrikleştirilmesinin büyük ölçülerde kullanılması için de söylenebilir.
Yalnız üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, kâr yasasına bağlı olmadığı için bu işleri gerçekleştirebilir. (sayfa 335) Bu yüzden, denilebilir ki, üretici güçler daha ilerdeki gelişmelerini gerçekleştirmek için gereksindikleri üretim ilişkilerini ortaya çıkarırlar.
Bu anlamda üretici güçler, üretimin gelişmesinin belirleyici öğesidirler. Bu, üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasındaki zorunlu uygunluk yasasıdır.
"Üretici güçler nasılsa, üretim ilişkileri de ona göre olmalıdır."[26]
"O zaman, bu zamanı geçmiş üretim ilişkilerinin yerine yenileri belirir, bunların rolü, üretici güçlerin sonraki gelişmesinin başlıca devindiricisi olmaktır."
Ve Stalin ekliyor ki:
"Üretim ilişkilerinin gelişmesinin bu özelliği, -[üretim ilişkilerinin] üretici güçlerin kösteği olmak rolünden onları ileriye doğru iten esas devindirici haline girmesi, ve esas devindirici rolünden üretici güçlerin kösteği haline girmesi- marksist diyalektik materyalizmin esas öğelerinden birini oluşturur. Bunu, bugün bütün marksizmi öğrenmeye yeni başlayanlar bilmektedirler."[27]
Şunu da ekleyelim ki, bu yasa evrenseldir yani kendileri için özgül olan ekonomik yasaları ne olursa olsun bütün üretim tarzları için geçerlidir; insan toplumlarının bütün gelişmelerinin temelinde vardır.
IV. İNSAN EYLEMİNİN ROLÜ
Zorunlu uygunluk yasası, nesnel bir yasadır. Hiçkimse, içinde yaşadığı üretim tarzını seçmemiştir. Biz, ne büyük sanayi, ne de emperyalist kapitalizm çağında doğmayı yeğ tuttuk. Üretim, zorunluluklarının diyalektiği ile birlikte kendisini bütünüyle, insanlara kabul ettirir. Üretici güçler ancak bazı belli üretim ilişkileri sınırları içinde ilerleyebilirler ve bu zorunlu uygunluk, bizzat üretici güçlerin niteliğinin sonucudur, insanların iradesinin değil. Buna karşı hiçbir şey (sayfa 336) yapılamaz. Hiçbir kapitalist, bugünkü kapitalizmin, üretici güçlerin gelişmesinin durması sonucuna varması gibi nesnel bir olguyu ortadan kaldıramaz. Ve hiç kimse, yalnızca sosyalizmin bu zorunlu uygunluğu kurabileceği olgusuna karşı duramaz.
Bununla birlikte, bu, hiç de, insanların etkisi, toplumsal gelişmede hiçbir rol oynayamaz ya da oynamaz demek değildir. Bu etki, insanların, üretimin nesnel gerekleri hakkında, zorunlu uygunluk yasası konusunda taşıdıkları duygu ya da duruma göre sahip oldukları tam bilgi ile belirir Daha yukarda verdiğimiz bir örneği yeniden alacak olursak, serf, üretim için daha elverişli olduğundan, bir köleye sahip olmaktansa bir serfle iş görmeyi yeğ tutan feodal beyin zorunlu uygunluk yasası konusunda azçok bir sezgisi vardır, ve kölesini bir serf haline getirirken, kendi sınıf çıkarına olarak, bu yasaya dayanmaktadır. Acaba insanın bu eylemi, nesnel yasa olmadığı anlamına mı gelir? Asla. Tersine, yasanın nesnelliğini varsayar. Bunun kanıtı da şudur ki, feodal, kararıyla önceden kestirdiği sonuçlara varır. Yalnızca yasayı kendi çıkarına kullanmaktadır, başka bir şey değil.
İleri tekniğin kendi azami kârını tehlikeye düşürdüğünü farkeden ve bu yüzden üretici güçlerin gelişmesine karşı, bilime karşı önlemler alan kapitalistin de bir zorunlu uygunluk yasası sezgisi vardır. Üretici güçlerin, üretim araçlarının özel mülkiyetini mezara götüren gelişmesi karşısında büyük bir korku duyar. Bu olasılığı uzaklaştırmak için üretimde devrim yapan üretici güçleri yıkmaktan başka bir şey yapamaz. Kısaca, kendi sınıf çıkarına olarak, zorunlu uygunluk yasasının öznel sonuçlarını önleyebilmek için gene bu yasaya dayanır; bu yasanın işleyişini frenler.
İnsan iradesinin ortaya çıktığı ve kendini gösterebildiği nokta, demek ki, insanların bu yasadan aldıkları azçok doğru ve tam bilgidir. İnsanlar bu yasayı bilmekle, onun eylemini frenlemeye, onun hiç kimsenin gözünün yaşına bakmadan oyununu oynayacağı anı geciktirmeye çalışabilirler, ama beri yandan da bu eyleme yardımcı olabilir, onun anını çabuklaştırabilir, (sayfa 337) nesnel zorunluluklara uygun önlemler alabilir, üretim ilişkilerini üretici güçlerin niteliğine uydurabilirler:
O halde anlaşılıyor ki, zorunlu uygunluk yasasının nesnel niteliği, insanların sorumluluğunu hiçbir şekilde ortadan kaldırmaz. İnsanlar, bilinçli eylemleriyle, bu yasanın düzenli işleyişine elverişli ya da elverişsiz koşulları yaratabilirler. Eğer, örneğin, büyük Amerikan sanayicileri, sistemli bir savaş siyaseti izliyorlarsa, bunu saflıkla yapmıyorlar elbette; kapitalist ilişkilerin, yerlerini sosyalist ilişkilere bıraktıkları her yerde, bu kapitalist ilişkileri yeniden kalkındırmak istemektedirler, ve üretici güçlerin kesin, kararlı tahribiyle, bu güçlerin kendi çıkarlarına zarar veren atılımlarını, gelişmelerini frenlemek istemektedirler.
Ama, kuşkusuz, insanların iradesi de ancak çağlarının nesnel sınırları içinde kendini ortaya koyabilir. "O zamanın insanları belki de daha kötü yaşamıyorlardı" diyen gerici zihniyete karşın, insanlar, üretici güçleri, mağaralar zamanı düzeyine geri götürmek gücünde değildirler. Üretim ilişkilerini değiştirecek gerçek güç elbette ki her zaman mevcut değildir, ve bu güç, üretici güçlerin durumuna ve doğasına bağlıdır. Kapitalistler, sosyalizmi kurmanın olanaklı olmadığını, böyle bir denemenin kıtlığa malolacağını vb. yineleyip duruyorlardı. Bu, 1848'de belki de doğruydu, ama toplum 20. yüzyılın koskoca enerji ve sanayi güçlerini işler hale getirebildiğinden beri artık doğru değildir. Deneyim bunu pek güzel gösterdi ve kapitalistler, bundan böyle sosyalizmi kurmanın olanaklı olduğunu anlayarak sarsıldılar. Ensonu, insanların bu gücü üretim ilişkilerinin niteliğine de bağlıdır: birbirine düşman sınıflara bölünmüş bir toplumda, üretim ilişkilerini üretici güçlere uydurmakta çıkan olan sınıfların eylemi bir sürü engellerle karşılaşır. Toplumun bağrında, direnci örgütlendirebilen sonu gelmiş bir sınıf bulunmadığı zaman durum aynı değildir.
İnsanların iradesi -nesnel etken- demek ki, ancak nesnel yasanın uygulanmasını kolaylaştırmayı kendisine kesin olarak amaç edindiğinde etkili olabilir. Nesnel gerçeğe (sayfa 338) dayanmayı reddeden bir irade, bizzat iradenin tersidir. Eğer bilinmiyorsa, istemek, bir sözden başka bir şey değildir.
Stalin, insanların bu eylemi üzerinde ısrarla duruyor:
"Burjuva devrimi döneminde, örneğin Fransa'da burjuvazi, feodalizme karşı, üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasındaki zorunlu uygunluk yasasını kullanmış; feodal üretim ilişkilerini devirmiş; yeni, burjuva üretim ilişkilerini yaratmış ve onları feodal rejimin bağrında gelişmiş bulunan üretim güçlerinin niteliğiyle uyuşur hale sokmuştur. Burjuvazi, bunu, kendi özel yetileri dolayısıyla değil, bunda büyük çıkarı olduğu için yapmıştır. Feodaller aptallıklarından dolayı değil, bu yasanın uygulanışını engellemekte büyük çıkarları olduğundan karşı gelmekteydiler."[28]
Başka bir yerde de der ki, Sovyetler iktidarı eğer sosyalist kuruluş görevini, bu güç ve karmaşık görevi yerine getirdiyse, bunu "... varolan ekonomik yasaları yok ettiğinden ve yenilerini 'oluşturduğundan' değil, yalnızca üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasındaki zorunlu uygunluk ekonomik yasasına dayandığı için başarmıştır."[29]
Eğer burjuvazi, bütün çarelere başvurarak bu yasanın uygulanmasına karşı koyduysa, bu, bu yasanın uygulanmamasıyla çok yürekten ilgili olduğu içindi.
Şu halde, sonuç olarak, insanların eylemlerinin iktisadı yasalardan toplumsal gelişmenin çıkarına yararlanarak, az ya da çok büyük bir ölçüde ve çevre koşullarına göre, bütün toplumsal şekillenmelerde yeraldığını belirtelim. Ama, bu yararlanış bilimsel olduğu zaman ve sosyalist düzende oluğu gibi hiçbir sınıf buna karşı koymadığı zaman, sonuçlar gözle görülür bir şekilde çok daha çabuk olur.
İkinci olarak şunu da belirtelim ki, sınıflı bir toplumda iktisadi yasalardan yararlanılmasında her zaman ve her yerde sınıf dürtüleri vardır, ve her zaman, her yerde iktisadi (sayfa 339) yasaları toplumsal gelişmenin yararına kullanmanın dövüşçüsü olan sınıf, öncü sınıftır; oysa gerileyen sınıflar, toplumun geri kalanı için sonuçlan ne olursa olsun buna karşı koyarlar. Böylece toplumun düşmanları haline gelirler ve kendi sınıf bencillikleri içine çekilirler.
Proletaryayı, geçmişte üretim ilişkilerini altüst eden öteki sınıflardan ayıran, proletaryanın, doğası gereği, zorunlu uygunluk yasasını, üretim araçları özel mülkiyetini, yani her türlü sömürüyü ortadan kaldırmadan uygulayamamasıdır. Proletaryanın sınıf çıkarı, şu halde, bütün emekçilerin, bütün sömürülenlerin ve ezilenlerin çıkarları ile özdeşleşir.
İncelememizden, marksist büyük bir fikir, eylemimiz için esas olan bir fikir çıkaracağız: insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendilerini belirleyen, gözönünde bulundurulmaları gereken belli koşullar içinde. Bu, bütün zamanların gerçeğidir. Tarihi yapmak, üretim tarzındaki zorunlu değişikliklere karşı koyan gerici sınıfların direncini yenmektir. Tarihi yapmak, demek ki, sömürülenlerin ve ezilenlerin işidir, görevidir. Tarih, maddi değerleri üretenlerin tarihidir, ve sömürülen ve ezilen sınıflar, tarihi yaparlar: halk, tarihin gerçek yaratıcısıdır. Ama, bu bütün zamanların gerçeği, kapitalizmde, göze çarpan ayrı bir önem kazanır. Bütün dünyaya yayılmakla, bir ülke halkının çoğunluğunu sömürmekle, başka ülkelerin halklarını köleleştirmekle, kapitalizm, son evresinde, daha önceki düzenlerdekiyle karşılaştırılamayacak kadar geniş yığınları harekete getirir. Proletarya devrimi ve sömürge halklarının kurtuluşu çağı, dünya halklarının birdenbire tarih sahnesine çıkıverdikleri bir çağdır. Yalnız yığınların eylemi, kapitalistlerin direncinin üstesinden gelebilir. 1917'de Petrograd ve Moskova'da, 1949'da Nankin ve Şangay'da zaferi kazanan, yığınlardır. Yığınlardan korkan gericilerin tersine, yığınların eylemine karşı "us"u ve "düşünce"yi çıkaran küçük-burjuvaların tersine, bir marksist, yığınların eyleminden endişe etmez. Tam tersine, o, onların başında gider, çünkü, proleter sosyalizmi, yalnızca felsefi bir öğreti değildir. Stalin'in söylediği gibi, proletarya yığınlarının (sayfa 340) öğretisi, onların "sancağı"dır. Onun, yığınlara ve onların eylemine sarsılmaz bir güveni vardır, çünkü o, adım adım gitmekte olan tarihin, bu yığınlar harekete geçtikleri zaman bütün hızıyla yürümeye başladığını bilir, sınıf savaşımının, tarihin devindirici gücü olduğunu bilir. (sayfa 341)
YOKLAMA SORULARI
1. Üretimin en devingen öğesi nedir? Niçin?
2. Üretim ilişkileri niçin değişir? Örnekler.
3. Üretim ilişkilerinin üretici güçler üzerindeki etkisi nedir? Örnekler.
4. İnsanların, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasında zorunlu uygunluk yasasının varlığını hesaba katan bilinçli eylemlerinin tarihteki rolü nedir?
Dipnotlar
[19] Onbeşinci dersin ilk kesiminde incelendiği gibi, üretim tarzının değişmesi, tüm toplumun çehresini değiştirir.
[20] Matematik fikirler, pratikten doğarlar.
[21] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, s. l00.
[22] J. Stalin, "L. D. Yaroşenko Yoldaşın Yanlışları", Son Yazılar, 1950-1953, s 1l9-120.
[23] J. Stalin, "L. D. Yaroşenko Yoldaşın Yanlışları", Son Yazılar, 1950-1953, s 120.
[24] İşçi, işgününün ilk saatlerinde [diyelim 8 saatlik işgününün ilk dört saatinde], ürün olarak, kendisine [o işgünü için] ödenen ücrete eşit bir değer yaratır; günün geri kalan kısmında [öteki dört saatinde], kapitaliste gidecek olan ek bir değer, ya da artı-değer yaratır.
[25] J. Stalin, "SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları", Son Yazılar, 1950-53, s. 98.
[26] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 673.
[27] J. Stalin, "L. D. Yaroşenko Yoldaşın Yanlışları", Son Yazılar, 1950-1953, s 120-121.
[28] J. Stalin, "Aleksandr Iliç Notkin Yoldaşa Yanıt", Son Yazılar, 1950-53, s. l07.
[29] J. Stalin, "SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları", Son Yazılar, 1950-53, s. 66
ONYEDİNCİ DERS
KAPİTALİZMDEN ÖNCE SINIF SAVAŞIMLARI
I . Toplumun kökenleri.
II . Sınıfların ortaya çıkışı.
III . Köleci ve feodal toplumlar.
IV . Burjuvazinin gelişmesi.
BİRAZ önce, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasında zorunlu uygunluk yasasını açıkladık. Öte yandan biliyoruz ki, üretim ilişkileri özel mülkiyete dayandıkları zaman, sınıf sömürüsü ile, dolayısıyla sınıf savaşımı ile nitelenirler. Tarihte, insanların eylemi, bu biçimde, kendiliğinden görünür.
Şimdi burada iki yanılgıdan kaçınmak gerekir: bütün toplumlar için ortak olan bir zorunlu yasa varolduğuna göre, insanların eyleminin yararsız olduğunu ve tarihte ve toplumların iktisadi temellerinin değişmesinde bir iş görmez olduğunu sanmak - ya da tam tersine, sınıf savaşımının her zaman her şeyi yapabildiğini sanmak.
Sömürülen sınıflar sömürüyü ortadan kaldırmak isterler. Ama bu, ancak üretici güçlerin gelişmesinin belli bir düzeyinde olabilir. Proletarya devrimine kadar, ezilen sınıfların savaşımı, hiçbir zaman özel mülkiyet düzeninin değişmesinden, (sayfa 342) bir sömürü biçiminin yerini bir başkasının gelmesinden başka bir sonuç vermedi.
Sınıf savaşımı, sömürenlerle sömürülenler arasındaki üretim ilişkilerinde varolan temel çelişkiyi yansıtır. Ama onun sonuçları, belli bir anda, bu ilişkilerle, üretici güçler arasındaki zorunlu uygunluk yasasının izin verdiği dereceyi aşamaz.
Bununla birlikte, sömürü, bu zorunlu uygunluk yasasında uygulama yöntemi olarak varolduğunda, sınıf savaşımı büyük bir önem kazanır. Bu anlamda -ve yalnızca bu anlamda- sınıf savaşımı, tarihin devindiricisidir.
I. TOPLUMUN KÖKENLERİ[30]
İdealistlerin, ilk toplumsal şekillenmelerle ilgili açıklamaları kadar karışık ve tutarsız bir şey yoktur. Havva ile Adem efsanesini bir yana bırakalım, en yaygın tezlerden biri, aileyi toplumun ilkel hücresi gibi kabul eder. Gerçekte, aile tipi, sıkı sıkıya egemen olan üretim ilişkilerine bağlı toplumsal bir kurumdur. Burjuva toplumbilimcilere gelince, onlar, tekniklerden ve ilkel inançlardan başka bir şeyle ilgilenmezler, ve mekanist materyalizm ile idealizm arasında sallanır dururlar. Ayrıca, toplumsal gelişmeyi, toplum "hacmi"nin genişlediği açısından ele alırlar: bunda "klanlardan imparatorluklara" doğru bir geçiş görürler. Yalnız marksizm, ilkel toplumların da, bütün toplumlar gibi, bir iktisadi temelleri olduğunu göstererek bunların bilimsel bir tanımlamasını yapar.
Bu dönemin üretici güçleri çok az gelişmişti. Taş avadanlıklar, hatta daha sonra ortaya çıkan ve tam bir silah haline gelen yay ve oklar, insanın, doğa güçlerine ve av hayvanlarına karşı tek başına savaşım verebilecek durumda olmasına yetecek kadar güçlü değillerdir. Onun için insanlar, güçlerini (sayfa 343) birleştirerek, tehlikelere karşı koymaya çalışıyorlardı.
"İnsanlar, açlıktan ölmek ya da yırtıcı hayvanlara ve komşu kabilelere yem olmak istemedikleri takdirde, ormandan meyve toplamak için, balık avlamak için, herhangi bir barınak yapmak için ortaklaşa çalışmak zorunda idiler."[31]
Şeylerin bu durumunun sonucu, üretim araçları mülkiyetinin, örneğin av sahalarının ve ürünlerin de ortaklaşa bütün toplumun olmasıdır. Yalnız, aynı zamanda, av hayvanlarına karşı savunma silahı da olan bazı üretim aletleri onları imal edenlerin kişisel mülkiyetidirler.
Böylece, üretim araçlarının ortak mülkiyeti, özünde, üretici güçlerin niteliğine uygun düşmekte ve ilkel komün denilen bu toplumsal oluşumun ekonomik temelini oluşturmaktadır.
Bu ekonomik temelin kendisi de ilgi çekici ideolojik özellikler doğurur; özel mülkiyet duygusu ve kavramı henüz mevcut değildir. Ne sınıf, ne de sınıf sömürüsü olmadığı için sınıflar arası kin de yoktur. Şu halde görüyoruz ki, idealistlerin dediklerinin tersine "benimki" ve "seninki", kin ve bencillik duyguları, insan doğasının her zaman için varolan duyguları değildir. Bunlar, özel mülkiyetten çıkma tarihsel ürünlerdir. İlkel insan, klanın çıkarlarına fedakarca bağlılık, öteki klan üyelerine karşı dürüstlük ve güven duygularıyla nitelenir. İşte "yitik cennet" efsanesi buradan geliyor, ama bu "erdemler", Rousseau'nun candan sevdiği "doğal iyilik"in sonuçları değildi, iktisadi temeli yansıtıyordu ve klanı çevreleyen düşman güçlere karşı zaferin gerektirdiği bir koşuldu. Aynı zamanda, ilkel insan, bu düşman kuvvetlerin korkusuyla ve bu kuvvetlerin bilgisizliği içinde, bu yüzden de boşinanlar içinde yaşıyordu.
İlkel komünizmin bir başka özelliği de, kadına tanınan büyük roldü; erkekle kadının eşitsizliği, aralarındaki işbölümünden ibaretti, yalnız kadından gelme soy tanınıyordu. Şu halde eğitimi kadın yönetiyordu ve kadın-atanın öğütleri, yasa yerine geçiyordu: bu, anaerkillik idi. (sayfa 344)
II. SINIFLARIN ORTAYA ÇIKIŞI
İlkel komünü sona erdiren, sınıfları ortaya çıkaran nedir? Bu, hiç de idealistlerin ileri sürdükleri gibi insanın kötülüğü değildir, marksizmin öğrettiği gibi üretici güçlerin gelişmesidir.
Gerçekte, insanın, malları, kendi adına yığabilmesi için, toplumun, ilkel komünün yararlandığı, güvencesi olmayan kaynaklardan daha fazla maddi malları elinde bulundurması gerekiyordu. İlkel komünün elindeki kaynaklar toplumun yaşamını sürdürmesini ancak sağlıyordu. Bu koşullarda, mallara elkoymak, kendi soyundan olanları ölüme mahkum etmek demektir: yalnız ortak savaşım, çeşitli tehlikelere göğüs germeye olanak verdiğine göre, bundan hiç kimsenin çıkarı yoktur. Kendi adına yığabilme olanağının bulunması için toplumun öteki üyelerinin yaşamlarını devam ettirmeleri için gerekli şeylere sahip olmaları ve ayrıca bir fazlalığın bulunması, dolayısıyla da üretici güçlerin ilerlemiş olması gerekir.
Üretici güçlerin bu ilerlemesi, o zaman doğaya karşı savaşımı son derece kolaylaştırmakta olan ilkel komünün bağrında oluştu. Belli başlı aşamalar şunlar oldular: ok ve yay yardımıyla hayvanların evcilleştirilmesi, ve çobanlarla ilkel avcılar arasında işbölümü; sonra metal aletler (demir balta, saban demiri) sayesinde tarıma geçiş; ve daha sonra zanaatların ve tarımın farklılaşması; burada, çömlekçiliğin, yedeklerin saklanmasına olanak sağladığını da ekleyelim.
Bu ilerlemelerin kayda değer sonuçları vardır. İlkin hayvan yetiştirme ve tarım, av raslantılarından çok daha düzenli ve bol kaynaklar sağlıyor.
Hayvanların evcilleştirilmesi erkeğe ekonomik olarak ayrıcalıklı bir durum verdi. Böylece veraset hukukunu altüst edebildi ve baba nesebini kurabildi.
"Analık hukukunun yıkılışı, kadın cinsin büyük tarihsel yenilgisi oldu. Evde bile, idareyi elde tutan erkek oldu; kadın aşağılandı, köleleşti ve erkeğin keyif ve çocuk doğurma aleti (sayfa 345) haline geldi. Kadının, özellikle Yunanlıların kahramanlık çağında, sonra da klasik çağda görülen bu aşağılanmış durumu, giderek süslenip püslendi, aldatıcı görünüşlere sokuldu, bazan yumuşak biçimler altında saklandı; ama hiçbir zaman ortadan kaldırılmadı."[32]
Amazonlar efsanesi, ata boyun eğdirmeyi başarmış olan anaerkil kabilelerin, artık erkeklerin hüküm sürdükleri kabilelere karşı sürdürdükleri kahramanca savaşımların anısını bize aktarmıştır.
Hayvan yetiştirmeyle, sonra tarımla birlikte, emek (çalışma), yalnızca o andaki gereksinmeleri amaçlamaz, emek, bir fazlalık üretir: değişim zorunlu ve aynı zamanda olanaklı olur ve değişimle birlikte zenginlikleri biriktirmek, yığmak olanağı da.
"İnsanlar, taş aletler yerine, şimdi artık madeni aletlerden yararlanabilmektedirler; ilkel ve yoksul bir avlanmadan ibaret olan, hayvan yetiştirmeyi ve tarımı bilmeyen bir ekonomi yerine, hayvan yetiştiriciliğinin, tarımın, zanaatların, üretimin çeşitli dalları arasındaki işbölümünün ortaya çıktığı görülür; bireyler ve gruplar arasında ürünleri değiş-tokuş etme olanağının, zenginliğin birkaç kişinin elinde birikmesi, üretim araçlarının bir azınlığın elinde gerçekten birikmesi olanağının, çoğunluğun azınlığa boyun eğmesi ve insanların çoğunluğunun köle haline gelmesi olanağının belirdiği görülür."[33]
Bundan böyle insan emeği, asgari tüketimin üstünde bir fazlalık sağladığı için, yeni emek-güçlerini biraraya toplamakta çıkar vardı. Daha önceki dönemde, emek, kendisini yapanın yaşamını sürdürmesini ancak zar-zor sağladığı için, savaş tutsakları yararsız tüketicilerdi; onun için tutsak almakta bir çıkar yoktu, ama düşman kabileyi av sahasından uzaklaştırmakta yarar vardı. Ama şimdi, tutsağın çalışması bir fazlalık bırakabiliyordu, onu kullanmak, ondan yararlanmak (sayfa 346) doğal bir şeydi, ve savaş tutsağı, köle haline geldi.
"Bütün çalışma kollarındaki -hayvancılık, tarım, ev sanayisi- üretim artışı, insan emek-gücüne, kendisine gerekenden daha çoğunu üretmek yeteneğini kazandırdı.[34] Bu, aynı zamanda her gens, ev topluluğu ya da karı-koca ailesi üyesine düşen günlük iş tutarını artırdı. Yeni emek-güçlerine başvurmak gerekli duruma geldi. Savaş bunları sağladı: savaş tutsakları köle haline getirildiler. Birinci büyük toplumsal işbölümü, emek üretkenliğini, dolayısıyla servetleri artırıp üretim alanını genişleterek, o günkü tarihsel koşullar içinde, zorunlu olarak köleliği getirdi. Birinci büyük toplumsal işbölümünden, toplumun iki sınıf: efendiler ve köleler, sömürenler ve sömürülenler biçimindeki ilk büyük bölünüşü doğdu."[35]
"Şimdi uygarlığın eşiğine gelmiş bulunuyoruz. ... En aşağı aşamada, insanlar yalnızca doğrudan doğruya kişisel gereksinmeleri için üretiyorlardı; zaman zaman yapılan değişimler, yalnızca raslantı sonucu elde kalan fazlalıkla ilgili yalıtık olaylardı."[36]
Artık fazladan üretim, tersine, gitgide daha sistemli oldu. Bazı köleler, kendilerini yenenlerin ortak mülkiyeti oldular, bazılarıysa kişisel mülkiyet; ama her durumda, kölelerin kendileri, hiçbir şeye sahip bulunmuyorlardı: üretim araçlarının özel mülkiyeti doğmuştu, toplum bundan böyle, artık sınıflara bölünmüş durumdaydı, ilkel komünizm kaybolmuştu, toplumun iktisadi temeli değişmişti. Bütün bunlar, yeni üretici güçlerin gereksinmeleri gereği, tekniğin yetkinleşmesiyle uygunluk içinde, ve insanlar bunu istemeksizin, bizzat ilkel komünün bağrında yapılmıştı.
"İlkel komünün bazı üyeleri, yavaş yavaş ve elyordamıyla taştan aletlerden, demirden aletlere geçmeye başladıkları zaman, besbelli ki bu yeniliğin ne gibi toplumsal sonuçlara varacağını bilmiyorlardı; bunu düşünmüyorlardı; bunun bilincinde değillerdi, madenden aletleri uyarlamanın, (sayfa 347) üretimde bir devrim anlamına geldiğini, sonuç olarak kölelik düzenine varacağını kavramıyorlardı. Onların istedikleri, yalnızca işlerini kolaylaştırmak ve kısa vadeli, elle tutulur bir yarar elde etmekti; onların bilinçli etkinliği, bu kişisel günlük çıkarın dar çerçevesi içinde sınırlı kalıyordu."[37]
İlkel çağın sonları ve kölelik çağının başları, insanların anılarında derin izler bıraktılar. Nesnel zorunluluğu kavramadıkları için, bu işte, bir tanrı intikamı gördüler, bunu, ilkel "saflık ve temizliğin" kaybı şeklinde yorumladılar; bunda, "kötülüğün", "benciliğin" ve şeytanın meyvesini buldular. Eski zamanın "erdemleri" ülküleştirildi ve bu erdemler birçok ahlaksal konuya vücut verdiler. Kadının antikçağdaki varlığının anısı, bolluk, verimlilik tanrıçası Kibele efsanesinde sürdürülmüştür. İncil, insanın "düşüş"üne yanıp yakındı ve antikçağ şairleri Hesiodos ve Ovidius, geleneğin, mutlaka geri geleceğini bildirdiği "altın çağ"ı kutladılar.
Gerçekte ise, ilkel dönem, daha sonraki dönemlerde toplumu bölen sınıf savaşımlarını tanımadıysa da, her türlü doğal afetlerin kurbanı olan insanlığın zavallı durumunu yaşadı. Üretici güçlerin gelişmesi temeli üzerinde ortaya çıkan köleliğin, teknik bakımdan en geri kabileleri, bitkisel bir yaşayış içinde bulundukları durumdan çıkardığını ve ileri doğru bir adım oluşturduğunu kabul etmemek gülünç olurdu.
O halde ilkel çağı ülküleştirmek doğru olmaz. Sınıfların ortaya çıkışı kaçınılmazdı, çünkü üretimin artmasını olanaklı kılıyordu, bununla birlikte, Engels'in deyişiyle, toplumun bir kesiminin üretiminde, refahında, uygarlığında her artış, sömürünün artması, büyük çoğunluğun yoksulluğu ve alıklaşması koşuluna bağlı olduğuna göre, sınıfların ortaya çıkışının, her ileri adımın koşulunun bir geri adım olduğu şu insanlık çağını başlattığını da akıldan çıkarmamak gerekir.
Sınıflı toplum, insanın psikolojisini derin bir değişikliğe uğrattı ve bu anlamda, Rousseau'nun, "insan doğası"nın "bozulması"ndan, toplumu sorumlu tutmaya hakkı vardı. İnsanın insan tarafından sömürüsünün, sömürüleni kendi (sayfa 348) çalışmasının meyvesini dilediği gibi kullanmaktan kabaca alıkoymak gibi bir sonucu vardır. İnsan, böylece, kendi yapıtından ayrılmaktadır. Onun emeği, onun "mülkedinen" sömürücünün ellerinde "yabancılaşmaktadır". Mademki üretici eylem, yaratıcı girişkenlik, insanın özelliğidir, insanı gereğince, tam insan yapan ve hayvandan ayırdeden budur, kendi yapıtından ayrılmış olan insan, kendi kendinden ayrılmış olur. Sömürülen, ürettiği şeyden yoksun kalırken, sömüren de üretmediği şeye sahip çıkmaktadır. Sömürülenin bilinci kendi kendinden ayrılmaktadır. Çünkü kolu-kanadı kırılmış, sakatlanmıştır, kendi ereklerini serbest bir biçimde gerçekleştiremez; sömürenin bilinci de kendi kendinden ayrılmıştır, çünkü sürekli olarak yalan bilincine yerleşmiştir, çünkü serbest bir şekilde kendi ereklerini kendi kendine açıklayamaz. Her bir bilinç, sömürü olayını, kendine göre yansıtır. Bu, bilincin kendi kendine karşı bölünüşü, gerek "ilkel temizlik ve iyiliğin" yitirilmesinden, gerek Hegel'in "bilincin bahtsızlığı" dediği şeyden ibaret olan durumdur. Böylece, sınıfların, sömürünün ortaya çıkışı, yani insanlığın birbirine karşıt gruplar halinde temelden bölünüşü, kendiliğinden taban tabana birbirine karşı eğilimler halinde parçalanan insan bilincinin bu derin ve köklü bölünüşünde yansır.
İnsanın kendi üretici eyleminin öz amacı gene kendisi olması gerekirken, tersine, amaçla aracın birbirlerinden ayrılması görülür: toplumun üretim aracı olan bölümü (çoğunluk), onun amacı değildir; üretimin amacı olan bölüm (azınlık) ise aracı değildir.
Bu çelişki, sömürücü sınıfların, sömürü sistemlerinin artık üretici güçlerin gereksinmelerine uygun düşmediği andan başlayan soysuzlaşmasını ve manevi çöküşünü açıklar. Sömürü, dayanılmaz, çekilmez hale geldikçe, sömürücüler aleminde dağılma, çürüme ve skandal gittikçe daha çok yerleşir. İşte o zamandır ki, sınıflı toplumun, bozucu, kokuşturucu niteliği ve bir yenilenme zorunluluğu daha açık olarak ortaya çıkar.
Örneğin, Eski Düzenin sonunda, filozofların hepsi, (sayfa 349) -yalnız Rousseau değil- çöküş halindeki aristokrasinin günah ve kusurlarına karşı "erdem"i çıkarırlar. Robespierre, Terör'ü, Erdem'in hizmetine koymayı ilan eder, Condorcet ve başkaları ise, insan soyunun yenilenmesini devrimden beklerler. Önce Direktuvar, sonra genel olarak burjuva düzen, Fourier'nin ütopyacılığını haklı gösteren acı düş kırıklıkları yaratmakta gecikmezler.
Yenilenmenin ne ahlaksal ya da felsefi propaganda ile, ne Dracon'vari ya da Isparta usulü şiddet yasalarıyla ve ne de genel olarak bir devrimle gelemeyeceğini, sınıf sömürüsünün ortadan kaldırılmasıyla gelebileceğini yalnız Marx gösterecektir. Yalnızca sınıf savaşımının sonu, insanlığın kendi arasında bölünüşünün sonunu, insanı kendi kendisiyle uzlaştırabilecek ve mutlu bir bilincin gelişini hazırlayacaktır. Ama sınıf savaşımının ortadan kalkması, ancak, sınıf savaşımının sonuna kadar götürülmesiyle olur.
İnsanlık-dışı davranışlar ve sömürücü sınıfların geriliğine karşı başarılı savaşımında proleterler ve müttefikleri, insanlığı kendileri için yeniden ele geçirirler ve insanın amacını kesin olarak gerçekleştirirler. Zaten amaçla araç özdeşleşmiştir. O halde, tek yenileşme umutları halk yığınlarının eyleminde yatar, çünkü savaşım verenleri değiştiren, kesin olarak savaşımın kendisidir.
Onun için sosyalist devrim, gerçek hümanizmin şafağıdır, ama kesin olarak, devrimci savaşımın bütün insanlığa teslim ettiği bir insan yapıtı olduğu için böyledir. Burjuva ideologların devrimin araçları ile amacı arasında kurmaya çalıştıkları metafizik karşıtlık, safsatadan başka bir şey değildir. Toplumun devrimci değişme süreci, her anı dayanışma halinde olan tek süreçtir. Yığınların devrimci savaşımı koşulları içinde, insanın yabancılaşmasının, aslından ayrılan insanlığın bölünmüş bilincinin binlerce yıllık çizgileri zaten yokolmuş durumdadır; işte bu savaşım koşulları içindedir ki, sınıflı toplumun kusurlarından kurtulmuş insanın, geleceğin insanının çizgileri kesin olarak belirir. Devrimcilerin büyük özverisi bunun canlı bir kanıtıdır. (sayfa 350)
III. KÖLECİ VE FEODAL TOPLUMLAR
İnsanın insan tarafından sömürüsünün kökenini incelerken onun doğasını ortaya koymuştuk: üretim araçlarının sahibi, üretici güçlerin, gelişmelerinin belli bir düzeyinde, üretim araçları mülkiyetinden yoksun emekçinin yaşaması için gerekli asgariye oranla yaratabildikleri fazlalığı kendisine maleder.
Tarihte, insanın insan tarafından sömürüsünün üç biçimi tanınır: köleci sömürü, feodal sömürü, kapitalist sömürü. Burada kısaca ilk ikisini belirleyeceğiz. Bundan sonraki dersi, üçüncü sömürü biçimine ayıracağız.
Köleci üretim ilişkilerinin özgül çelişkisi, köle sahibi olan efendiler sınıfı ile köleler sınıfı arasındaki çelişkidir. Köle sağlamak için yapılan savaş, ve bunun yarattığı kölelik düzeni, savaş tutsaklarının zorla çalıştırılmasından başka bir şey değildir. Başından sonuna kadar amansız bir sınıf savaşımının geçtiği bir tiyatro sahnesidir.
Köle sahibinin üretim araçları ve emekçi üzerindeki mülkiyeti, üretim ilişkilerinin temelini oluşturur ve özünde, üretici güçlerin durumuna uygun düşer. Eski savaş tutsağı olan köle, bir hayvan gibi satın alınabilir, satılabilir ve öldürülebilir. Üretim araçları bir azınlığın elinde toplanmıştır, toplum üyelerinin çoğunluğu ise azınlığa bağımlıdır. Ortak ve serbest çalışma son bulmuştur; varolan, yalnızca, bir yanda sömürülen emekçinin zorla çalıştırılması, öte yanda ise üretimle ilgilenmeyen ve onu artırmak için kölelerin sayısını artırmaktan başka yol göremeyen efendilerin aylaklığı. Köle sahibi ilk ve en belli başlı mülk sahibidir, mutlak sahiptir.
Kölenin hiçbir hakkı yoktur. Aylaklık, işsiz-güçsüzlük, özgür insanın yetkinliği sayılmaktadır. EI emeği ve köle emeği horgörülmektedir. Uzlaşmaz karşıt sınıflarla birlikte, köleleri olduğu yerde tutabilmek için zorunlu özgül organlar da kaçınılmaz olarak ortaya çıkar: bu, devletin başlangıcıdır. Hukuk, ahlak, din, idealist felsefe, egemen sınıfın hizmetinde rollerini oynarlar, ve kendileri de toplumun sınıflara (sayfa 351) bölünüşünün bir ürünüdürler.
Köle, sömürüyü iliğine kadar hissetmektedir: emeğinin tüm ürününün efendiye gittiği duygusundadır; gerçekte bunun bir bölümü -gerçekten de en ufak asgariye indirilmiş bir bölümü- besin olarak kendisine verilmektedir. Ama, kölelerin savaşım biçimleri, ilkel ve gelişmemiş biçimlerdir: zoraki çalışmaya karşı pasif direnme, efendinin malikanesinden kaçma, korsan çeteleri kurma, ensonu toplu ayaklanma.
Köleci toplumun bağrında öteki sınıflar da gelişir. Zanaatlar tarımdan ayrıldığı zaman, zanaatçılar sınıfı da ortaya çıkar; sonra meta değişimlerinin gelişmesi, tacirler sınıfını doğurur.
Ve buradan yeni çelişkiler ortaya çıkar. İki üretici arasında zorunlu bir aracı olan tacirler sınıfı, hızla ve pek büyük zenginlikler, ve zenginlikleriyle orantılı olarak toplumsal bir etkinlik kazanırlar. Siyasal iktidarı kendi sınıf çıkarları doğrultusuna yöneltmek için büyük toprak sahipleriyle rekabet ederler (Yunanistan'da "demokratlar"ın "aristokratlar"a karşı, Roma'da "plebyenler"in "patrisyenler"e karşı savaşımı).
Ama bu ikincil çelişkiler, baş çelişkiyi maskeleyemez: zenginliklerin, ticareti canlandıran üretimin artışını sağlayan, köleliktir. Bu üretimin ve onunla birlikte emeğin verimliliğinin artışı insanın emek-gücünün değerini artırır. Toplumsal sistemin esas bir öğesi haline gelen kölelikten vazgeçilemez olur artık.
Efendilerle kölelerin çıkarları arasındaki çelişki, teknik ilerlemeler, kölelik sisteminin, köle haline getirdiği geri kalmış kabileler üzerinde bir üstünlük kurmasını sağladığı sürece, bu sistem için bir tehlike oluşturmuyordu. Ama, köleci üretim ilişkileri, bir kez üretici güçlerin gelişmesinin başlıca gücü olduktan sonra köstek haline geldiler. Örneğin İS 2. yüzyılda, İskenderiyeli Heron buharlı makinenin ilkesini bulmuştu. Ama bunun pratik sonuçları olmadı: köle emeğinin işlemez, etkisiz hale getirdiği yeni teknikleri üretime getirmek yerine, yeni köleler toplamak yeğ tutuluyordu. (sayfa 352) Teknik üstünlük, sonunda, yerini teknik durgunluğa ve giderek tekniğin gerilemesine bıraktı.
Öte yandan, köle toplamak, sürekli savaşı gerektiriyordu, yoksa kölelerin çocuklarını yetiştirmek gerekecekti. Nesnel çelişkilerin ve dinsel ve siyasal savaşımların içiçe girdiği uzun bir cançekişme sonunda, antikçağın köleci devleti, Roma İmparatorluğu, Barbarların darbeleri altında çöktü. Tam, teknik geriliği ve iç çelişkileri -iktisadi ve siyasal- artık Barbarlara üstün gelmesini ve böylece köleler toplamasını sağlayamaz olduğu anda çöktü. Çünkü, Barbarların Roma devletine karşı savaşımı, kısaca, köle haline getirilişlerine karşı savaşımdan başka bir şey değildir. Kendisi, sisteminin mantığı gereği, Roma devleti, sürekli saldırgan durumdaydı.
Böylece, sistemin kendisi, üretici güçlerin niteliğiyle çelişki haline girince, köleci düzenin kendi özgül çelişkisi, onu, yıkıma götürdü. Ekonomiyi yeniden kalkındırmak için yeni üretim ilişkileri gerekiyordu: bu yeni üretim ilişkileri, köleliğin yıkıntıları üzerinde geliştiler: bu, feodal düzen oldu.
Feodal düzen, özel mülkiyetin bir evrimini gösterir. İktisadi temeli feodal senyörün üretim araçları üzerindeki mülkiyeti ve emekçi, yani serf üzerindeki sınırlı mülkiyetidir. Feodal, artık, serfi öldüremez, ama onu her zaman [toprakla birlikte] satabilir ve satın alabilir. Serf, köylü ya da zanaatçı olan serf, kendisi için ancak kendi aletlerine ve kendi kişisel çalışmasıyla kurulmuş olan kendi özel ekonomisine sahiptir. Böylece bir aileye sahip olabilir ve serfler, esas olarak kölelik verasetiyle sağlanır. Bu üretim ilişkileri, özünde, üretici güçlerin durumuna uyar.
Sömürünün özü, burada da, serfin üretim fazlasına, senyör tarafından özel olarak elkonulmasından ibarettir. Örneğin, serf, üç gün kendisi, üç gün de senyör için çalışır. Sömürü, kölelik çağına oranla ancak farkedilecek kadar yumuşamıştır; "serf" sözü bile "köle" anlamına gelen "servus" sözünden gelmektedir. Bütün haklar senyöre, feodal beye aittir. Feodal bey, kendi serflerini komşu beylerin haydutluk ve (sayfa 353) yağmasına karşı "korumak" bahanesiyle, onlardan yüklü ayni yükümlülükler talep ederek kendisi soyar. Serflerin savaşım biçimleri de ilkel kalmakta devam eder: beyin arazisinden (fieften), kaçmak, ormanlarda çeteler kurmak, ensonu başkaldırma, ya da serflerin, senyörün kendilerine ait yükümlülükleri kaydettiği tirşeleri (parchemins) yok etmeye çalıştıkları jaköri (jacqueries) isyanları.
Vahşi bir baskı Jaklar'ın Üzerine çullanmaktadır.[38] Feodal üretim ilişkilerinin özgül çelişkisinin yansısı, feodallerle serfler arasındaki sınıf savaşımı, düzenin başından sonuna kadar sürer. Öte yandan bu çelişki yeni çatışmaların tohumu olan yeni bir biçimde gelişir: serflerin, kendilerini zanaata sonra da ticarete veren bir bölümü, yeni bir sınıf yaratır. Bu kasaba (burg) sakinleri burjuvalar ile feodaller arasındaki çıkar çelişkileri, büyüyecektir. Genç burjuvazi, üretici güçleri geliştirmeye ve yeni bir iktisadi güç oluşturmaya adaydır. Başlangıçta, üretici güçlerin niteliğine uygun olan feodal üretim ilişkileri, bu güçlerin gerisinde kalacak ve bu güçler için bir engel haline gelecektir. Başlangıçta, ikincil olan ve köleliğin bağrında üretici güçlerin gelişmesinden doğan burjuvazi ile feodalite arasındaki çelişki, yavaş yavaş ön plana geçer ve sonunda başrolü oynar.
Gerçekten, köyde yaşayan serflerin savaşımı, onların yazgısında biraz iyileşme sağlamıştı, çünkü feodaller, burjuvaların serflerde kendilerine müttefik bulmalarından korkuyorlardı. Ama serflerin savaşımı, kendi başına, feodal üretim ilişkilerinin tasfiyesine varamazdı; çünkü yeni üretici güçler köyde değil, kentte gelişiyordu. Serfliği ortadan kaldıran burjuva demokratik devrimdir. Feodal üretim ilişkilerinin özgül çelişkisi, ancak, bu ilişkiler üretici güçlerin yeni niteliği ile şiddetli bir çelişki haline girdikleri zaman ortadan kalkabilirlerdi. İktisatta yeni bir gelişme olabilmesi için yeni üretim ilişkileri gerekiyordu: feodal sistemin kalıntıları üzerinde kapitalist sistem yükseldi. (sayfa 354)
IV. BURJUVAZİNİN GELİŞMESİ
Şuna işaret edebiliriz ki, her olayda yeni üretim ilişkilerine varacak olan yeni üretici güçler, eski düzenin dışında, bu düzenin ortadan kalkışından sonra değil, tersine, bu düzenin bağrında, içinde ortaya çıkarlar. Her kuşak kendisi için kısa vadede yararlı olacak belli teknik gelişmeleri gerçekleştirmeye çalışır ve bu, daha önceki kuşakların çalışmalarının yarattığı mevcut üretim koşullarına kendini uydurmak zorunda olduğu içindir. Ayrıca, belirli bir kuşak, üretici güçlerde gerçekleştirilmiş olan gelişme ve iyileştirmelerin zamanla oluşturabilecekleri toplumsal sonuçların bilincinde değildir: o, yalnızca kendi günlük çıkarlarını düşünür. Ancak belirli bir zaman sonradır ki, egemen sınıflar, tehlikenin farkına varırlar ve üretici güçlerin atılımını bilerek frenlerler. Her kuşak, anlamadığı bir nedenler ve sonuçlar bağlantısı içine sürüklenir. Yeni üretim ilişkileri, insanların bilinçli ve önceden düşünülüp hesaplanmış eylemlerinin sonucu değildir, tersine, kendiliklerinden ve insanların bilincinden ve iradesinden bağımsız olarak belirirler. Yeni üretim ilişkileri, hiç de keyfe bağlı değildirler, yeni üretim ilişkileri zorunluluğu, eski düzenin teknik ve iktisadi koşullarından ortaya çıkar. İşte bu, üretim tarzları diyalektiğinin önemli bir özelliğidir. Bir üretim tarzını belirleyen şey, bu düzende mutlaka tek başlarına bulunmaları gerekmeyen, ama egemen olan üretim ilişkileridir. Feodal düzenin içinde, onunla birlikte yediyüz yıl yaşamış olan burjuvazinin gelişmesi olayını daha yakından inceleyelim.
Başlangıçta: üretim düşüktür ve üretildiği yerde tüketilir, değişimler azdır ve köyün, feodallere bağımlı olan ve çok az gelişmiş bulunan kente karşı bir üstünlüğü olduğu görülür. Sonra, 12. yüzyıla doğru, serfliğin kendisinin olanaklı kıldığı zanaatlardaki ilerleme sayesinde kentlerde yeni olaylar kendini gösterir: pazar için bir üretim fazlalığı. Bunun üzerine metaların alım-satımında uzmanlaşmış bir sınıfla, yani burjuvazinin ilk embriyonu olan tacirlerle birlikte, (sayfa 355) panayırlar ortaya çıkar.
Burjuvazinin feodallere karşı sınıf savaşımının ilk biçimi olan komün hareketi, kökenini, burjuvazinin bu atılımından alır: feodal, tanıdığı özgürlük ve bağışlamalar karşılığında, para ile ödenen haklar talep eder; aynı yolla burjuvalar çeşitli siyasal haklar satın alırlar: kentlerini duvarlarla çevirmek, para basmak, hapishane inşa etmek, silahlı bir milis kuvvetine, seçilmiş temsilcilere, müstahkem kuleleriyle bir belediye dairesine sahip olmak gibi. Kral da, çoğu kez, feodal devletin güçlendirilmesi ve yürütülmesi için kendisine gerekli olan borç para karşılığında, kendi rakipleri olan feodallere karşı, burjuvalara arka çıkar.
Haçlı seferleri, Akdeniz yolunu açarak, ticaret burjuvazisini geliştiriyor. Aynı zamanda, değişimlerin zorunlu yardımcısı bankacılar sınıfı büyüyor (Floransa).
Yüz Yıl Savaşı, feodallerin askeri bakımdan güçsüz düştüğünü,[39] ve İngiliz burjuvazisinin, Belçika burjuvazisinin (çuhacı Artevelde ile) ve Fransız burjuvazisinin (çuhacı Etienne Marcel ile) güçlendiğini doğruladı. Askeri teknikteki ilerlemeler senyörlerin durumunu sarsıyor: ateşli silahlar o kadar pahalıdır ki, ancak tacirlerin finanse ettikleri kral bunları satın alabiliyor; böylece kral, büyük şatoları çeviren surları yıkacaktır.
15. yüzyılın sonunda altın elde etme niyetiyle büyük buluşlar yapıldı. Avrupa pazarlarında altına hücumun olağanüstü sonuçları oldu: büyük bir hızla koskoca servetler toplanıyor, fiyatlar yükseliyor, senyörler iflas ediyor. Mediciler gibi, büyük burjuva aileleri, çağın gerçek krallarıdırlar, hesaba katılması gereken büyük bir güç oluştururlar. Monarşi, burjuvaziden elde ettiği mali desteğin karşılığında, ona tekeller bağışlar.
İşte o zaman manüfaktür ortaya çıkıyor, çünkü hem önceki dönemde birikmiş olan sermayeler mevcuttur, hem de ticaret öyle bir atılım göstermiştir ki, feodal düzenin ayırıcı özelliği olan zanaat üretimi artık yeterli olmamaktadır. (sayfa 356) Böylece zanaattan ticarete, ticaretten manüfaktüre geçilmiştir, bu, üretici güçlerin ileri doğru bir adımıdır. Ticaret merkezleri, manüfaktür merkezleri haline gelirler. Manüfaktür, bir ürünün yapımının parça parça işler halinde ayrı ayrı işçilere dağıtılmasıdır: bu, ticaret amacıyla, sermayeyi artırmak amacıyla, üretimi artırmak olanağıdır. Daha önce bir araç olan ticaret, kendisi için yeni araçlar yaratan bir amaç haline gelmiştir. Böylece sanayi burjuvazisi, manüfaktür burjuvazisi, feodal toplumun bağrında ortaya çıkıyor ve onunla birlikte proletaryanın ilk embriyonları da oluşuyor. "Orta-çağ", yerini "modern zamanlara" bırakmıştır.[40] Bu, ücretli bir proletaryanın, kapitalist sömürüsüyle karakterize olan yeni üretim ilişkilerinin başlangıcıdır. Ücretli proletarya, iflas etmiş, topraklarından kovulmuş köylüler, rekabet yüzünden iflas etmiş zanaatçılar, feodallerin işsiz kalmış paralı askerleri ve feodal baskıdan kaçan bütün bu insanlar arasından sağlanıyordu: özgür, ama bütün üretim araçlarından yoksun bulunan bu insanlar açlıktan ölmemek için emek-güçlerini burjuvaya satmak zorundadırlar; çünkü kendisi de meta üretiminden doğan burjuvaya göre, her şey satın alınır ve satılır.
"Yeni üretici güçler, emekçilerden, bilisiz ve alıklaşmış serflerden daha kültürlü ve daha kavrayışlı olmalarını ister; makineyi kavrayabilecek ve onu gerektiği gibi kullanabilecek yetenekte olmalıdır. Onun için kapitalistler, köleliğin ayakbağlarından kurtulmuş, makineleri uygun bir biçimde kullanabilecek kadar kültürlü ücretli işçilerle iş görmeyi yeğ tutarlar."[41]
Yeni üretim ilişkileri gerçekten kârı artıran yeni üretici güçlerin gelişmesini kolaylaştırırlar: manüfaktürden makineli sanayiye geçilir, daha sonra buharlı makineyle makineler sistemine ve modern büyük makine sanayisine. Bu, 18. yüzyılda, Marx'ın Komünist Parti Manifestosu'nun birinci bölümünde güçlü bir biçimde anlattığı "sanayi devrimi"dir. (sayfa 357)
Bu, yeni üretim ilişkilerinin ortaya çıkışının sonucu, feodallere karşı sürekli bir sınıf savaşımıdır. Bu savaşım, senyörlerin "bağışlamalar"na karşı girişilen ilk savaşlardan beri uzun bir evrim göstermiştir.
Rönesans bunu ifade eder. Burjuvazi, feodalitenin ideolojik müttefiki Kiliseye kafa tutarken antikçağ ideolojilerinde bir dayanak bulmaktadır. Leonardo da Vinci, Erasmus ve Rabelais ile, doğayı, bilimi, aklı, insan ruhunu, gücünü yüceltir; Rabelais ve Montaigne'in ağzından ortaçağ eğitimini eleştirir. Din savaşları, bu savaşımı daha üstü örtülü, daha mistik bir biçimde ifade ederler.
Savaşım, 18. yüzyılda keskinleşir: savaşım, kuralları ile, eyaletler halinde bölünmüş durumu ile, ayrıcalıkları, vergileri ile üretici güçlerin gelişmesini ve değişmelerin genişlemesini engelleyen feodal devlete karşı yönelmektedir. Savaşımın çok keskin bir durum almasının büyük bir anlamı vardır: burjuvazi, gönençle gelişmek ve ilerlemek için zorunlu olarak, eski üretim ilişkilerini tasfiye etmenin ve yenilerine ortaksız bir hükümranlık sağlamanın kendisine gerekli olduğunu dikkate almaya başlar. Savaşım, siyasal savaşım haline gelir:
"Şu halde görüyoruz ki: burjuvazinin kendisini onlara dayanarak güçlendirdiği üretim ve değişim araçları, feodal toplum içersinde yaratılmışlardır. Bu üretim ve değişim araçlarının gelişiminin belirli bir aşamasında, feodal toplumun üretimde ve değişimde bulunduğu koşullar, tarımın ve imalat sanayisinin feodal örgütlenmesi, tek sözcükle, feodal mülkiyet ilişkileri, gelişmiş bulunan üretici güçlere artık ayak uydurmaz hale geldiler; bir o kadar ayakbağı oldular. Bunlar kırılmalıydılar; kırıldılar.
"Bunların yerini, kendisine uygun düşen bir toplumsal ve siyasal yapı ile, ve burjuva sınıfının iktisadi ve siyasal egemenliği ile birlikte, serbest rekabet aldı..."[42]
Elbette ki bu bilinçlenme bir gün içinde olup bitmedi:
"Ve feodal düzen altında, Avrupa'nın genç burjuvazisi, (sayfa 358) küçük zanaatçı atelyelerinin yanında büyük manüfaktürler kurmaya ve böylece toplumun üretici güçlerini ilerletmeye başladığı zaman, elbette ki bu yeniliğin varacağı toplumsal sonuçlardan habersizdi, bunu düşünmüyordu; bunun bilincinde değildi, bu 'küçük' yeniliğin, toplumsal güçlerde yeni bir gruplaşmaya, yeni bir mevzilenmeye varacağını, büyük iyi niyetine o kadar değer verdiği krallık iktidarına karşı, ve bir o kadar, en iyi temsilcilerinin aralarına katılmayı düşledikleri soylulara karşı bir devrimle sonuçlanacağını kavramıyordu; onun istediği, yalnızca, metaların üretim değerini düşürmemek, Asya pazarlarına, ve daha yeni keşfedilmiş olan Amerika pazarlarına büyük miktarlarda meta yığmak ve en büyük kârları gerçekleştirmekti; bilinçli etkinliği, bu pratik ve günlük çıkarların dar çerçevesi içinde sınırlı kalıyordu."[43]
Böylece başlangıçta, burjuvazi, feodal toplum içinde kendine bir yer sağlamaktan başka bir amaç gütmüyordu. Sınıf, savaşımı, gerçek, maddi iktisadi çıkarların toplumsal, siyasal, ideolojik bir yansısıdır. Bu, nesnel bir olgudur, çünkü burjuvazinin kendisi de nesnel tarihe, meta üretiminin iktisadi yasalarının bir ürünü olarak, doğrudan doğruya kölelik kurumunun sömürülen sınıfa ilk öğelerini sunduğu özel mülkiyetin bir ürünü olarak geçmiştir.
Bir an gelir ki, feodal mülkiyet ve bütün feodal düzen, üretici güçlerin atılımına karşı bir engel halini alır, eski üretim ilişkileri ile yeni üretici güçler arasındaki çelişki artık katlanılmaz olur. Yükselen sınıf, adından da belli olduğu gibi, yeni üretici güçleri geliştirme yeteneğinde olan sınıftır.
Çelişki bir uzlaşmaz karşıtlık haline gelmek üzere gelişir: ilk bakışta kendiliğinden-gelme olan savaşım, giderek daha bilinçli, daha yöntemli bir hal alır; yükselen sınıfı devrimci kılar. Savaşım, zorunlu uygunluk yasası uygulamasını gerçekleştirmenin vazgeçilmez bir aracı olur. Bundan böyle, artık savaşımın amacı, burjuvaziye feodal düzen içinde bir yer yapmak değil, bu sistemin yok edilmesidir. (sayfa 359)
Bunun içindir ki, artık yalnız bir ölçüde sahip oldukları iktisadi güç bakımından değil de doğrudan doğruya sınıf olarak varlıkları tehdit altında bulunan feodaller yönünden de savaşım daha keskin, daha amansız bir hal alır; ve bu yüzden feodaller gitgide daha gerici olurlar.
İşte o zaman Marx'ın formülü anlaşılır: sınıf savaşımı, tarihin devindiricisidir, yani sınıf savaşımı, üretim çelişkilerini çözen siyasal araçtır, sayesinde, üretici güçlerin ve bütün toplumun ileri gidebileceği araçtır. Ama sınıf savaşımı çelişkiyi çözümlüyorsa da, çelişkiyi başlatan sınıf savaşımı değildir: durup dururken keyfince çelişkiler yaratan insanların bilinci değildir. Bu devindirici (moteur) hiç ile işlemez: kendi zorunlu uygunluk yasasıyla birlikte üretim vardır burada. Ama, nasıl bir motor, yakıtının enerjisine bütün etkisini yapmasını sağlarsa, devindirici de bu yasanın alabildiğine kendini ortaya koymasına olanak sağlar. Üretimin, birbirine karşıt sınıfları doğurduğu andan itibaren ve bu sınıflar kayboluncaya kadar toplumun gelişmesi sınıf savaşımıyla olur: bir yanda, çıkarlarıyla, üretim ilişkilerinin üretici güçlerle zorunlu uygunluğuna düşman olan sınıflar, öte yanda çıkarları bakımından bu uygunluğa elverişli olan sınıflar arasındaki savaşım. Burada, burjuvazi örneğiyle şu konuya işaret edelim ki, devrimci bir sınıf, aynı zamanda sömürücü bir sınıf olabilir, ve hükmedilen bir sınıf (feodal düzendeki burjuvazi gibi) aynı zamanda sömürülen bir sınıf değildir.
Yükselen sınıf, iktisat biliminin yardımıyla, ya da hiç değilse iktisadi deneyimiyle tarihsel görevinin bilincine varır; bu bilinç kesinleşip belirginleştikçe onun devrimci savaşımı da daha etkili olur, çünkü, bu sınıf, zorunlu uygunluk nesnel yasasına dayanmaktadır.
O halde bir sonuca varmak istersek:
"... İktisadi üretimin ve her tarihsel dönemin buradan çıkan toplumsal yapısının, o dönemin siyaset ve düşünce tarihinin temellerini oluşturduğu; bunun sonucu olarak, (ilkel komünal toprak mülkiyetinin çözülüşünden bu yana) tüm tarihin bir sınıf savaşımları tarihi, sömürülen ile sömüren (sayfa 360) arasındaki, toplumsal gelişmenin çeşitli aşamalarında egemen olunan ile egemen olan sınıflar arasındaki savaşımların tarihi olduğu"[44] ortaya çıkar. (sayfa 361)
YOKLAMA SORULARI
1. Toplumlar tarihinde ilk üretim tarzı hangisidir?
2. Sınıflar nasıl belirmiştir?
3. Kölelik düzeninin esas çizgisi nedir ve bu düzen neden
4. Feodal toplumun çelişkileri nasıl gelişirler?
Dipnotlar
[30] Başlangıçtan kapitalizme kadar ayrıntılı incelemesi için bkz. J. Baby, Principes fondamentaux d'économie politique, 1. kısım, Editions Sociales, Paris 1949 [Ayrıca bkz. P. Nikitin, Ekonomi Politik, Sol Yayınları, Ankara 1995; Zubritski, Mitropolski, Kerov, İlkel, Köleci, Feodal Toplum, Sol Yayınları, Ankara 1992. -Ed.]
[31] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 674.
[32] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 62.
[33] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 675.
[34] İtalikler bizim. -G.B.-M.C.
[35] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 166.
[36] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 170.
[37] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 680.
[38] Bkz: Prosper Mérimée, La Jacquerie , Aragon'un önsözüyle, La Bibliothéque Français ; ve Friedrich Engels, Köylüler Savaşı, Sol Yayınları, Ankara 1990.
[39] Poitier Savaşının arifesinde, Kral Jean komünleri silahsızlandırmıştı.
[40] Bu iki deyim, elbette bilimsel anlamda pek yetersizdir, ama gerçek bir değişmeye uygun düşmektedirler.
[41] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 676-677.
[42] Marx, Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, s. 115.
[43] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 680.
[44] Marx, Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, s. 87-88.
ONSEKİZİNCİ DERS
KAPİTALİST TOPLUMUN ÇELİŞKİLERİ
I . Kapitalist üretim ilişkileri: kapitalist üretim ilişkilerinin özgül çelişkisi.
II . Kapitalist toplumda zorunlu uygunluk yasası.
a) a) Kapitalist üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasındaki uygunluk.
a) b) Kapitalist üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasında çatışma.
III . Proletaryanın sınıf savaşımı, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişkinin çözülmesi yöntemi.
IV . Vargı.
I. KAPİTALİST ÜRETİM İLİŞKİLERİ:
KAPİTALİST ÜRETİM İLİŞKİLERİNİN ÖZGÜL ÇELİŞKİSİ
Stalin, feodal toplumu izleyen kapitalist toplumun ayırıcı özelliklerini belirtirken şöyle yazıyor:
"Kapitalist düzende, üretim araçlarının kapitalist mülkiyeti, üretim ilişkilerinin temelini oluşturur: üreticiler, ücretli işçiler, mülk değildir artık; kapitalist, üreticileri, yani ücretli işçileri ne öldürebilir, ne de satabilir, çünkü onlar her türlü kişisel bağımlılıklardan kurtulmuşlardır; ama üretim araçlarından yoksundurlar ve açlıktan ölmemek için emek- güçlerini kapitaliste satmak ve sömürünün boyunduruğuna katlanmak zorundadırlar."[45]
Bir başka deyişle, kapitalist ilişkiler, sömüren sınıfın (sayfa 362) (kapitalist burjuvazinin) çıkarı ile sömürülen sınıfın (proletaryanın) çıkarı arasındaki temel çelişkiyi içerir. Bu çelişki, kapitalizmin özgül çelişkisidir. Kapitalist burjuvazinin varlığının ve gönenç içinde gelişmesinin, proleterlerin ücretli emeğinden başka kaynağı olamayacağına göre, bu çelişki, kapitalizmi oluşturur.
O halde, sınıf savaşımının kapitalizmden ayrılmaz bir şey olduğu anlaşılıyor. Sınıf savaşımı, kapitalist üretim ilişkilerinin iç çelişkisini, insanın insan tarafından kapitalist sömürüsünü ifade eder. Kapitalist üretim ilişkileri -bizzat feodal toplumun bağrında- şekillenir şekillenmez, burjuvazi ile proleterler arasında sınıf savaşımı da ortaya çıkar.[46] Bu savaşım, kapitalizmin bütün tarihi boyunca sürer.
Kapitalist üretim ilişkilerinin tahlili, onların zorunlu sonucu sınıf savaşımı olan özgül çelişkisinin niteliğini kesinlikle saptamamızı sağlayacaktır.
Zanaatçı, kendisine gerekli maddi servetleri satın alabilmek için ürünlerini satıyordu; kapitalist, imal edilmiş ürünleri satmak üzere hammaddeleri satın alır. Zanaat üretiminin amacı tüketimdir; kapitalist üretimin amacı kârdır. Dolaşımın bu yeni biçiminde: daha çok para yaratmak için para yatırmak biçimindeki dolaşımda, para, sermaye haline dönüşür: para dolaşımının ilk biçiminden sermaye dolaşımı biçimine geçiş, üretim araçları özel mülkiyetinin bulunduğu yerde her zaman olanaklıdır, tıpkı feodal düzende olduğu gibi. Bu, kapitalizmin feodal düzen içinde doğmuş olmasını açıklar.
Ama, işlemde, bir kârın gerçekleşebilmesi için, kapitalistin, pazarda, tamamıyla kendine özgü bir özelliği, kendini yenilemek için gerekli olandan daha fazla değer üretme gibi bir özelliği olan bir meta bulması gerekir; ve kapitalistin böylece üretilen değer fazlasına elkoyması gerekir. (sayfa 363)
Kapitalist için o kadar ilgi çekici olan bu meta nedir? Bu meta, besbelli ki, işçinin emek-gücüdür, çünkü emekten başka değer üretebilecek hiçbir şey yoktur.[47]
"Emek-gücü ... sözünden insanın, kendisinde bulunan ve hangi türden olursa olsun bir kullanım-değeri üretirken harcadığı zihinsel ve fiziksel yeteneklerin bütünü anlaşılmalıdır."[48]
Kapitalistin üretilen bu değere sahip çıkabilmesi için ne gerekir? Bütün üretim araçlarına sahip olması.
İnsanın emek-gücünün bir meta haline gelmesi insanların kendi kendilerini pazarda satacak duruma gelmeleri için ne gerekir?
İlkin, bu emek-gücünün tamamıyla o insanlara ait olması, yani insanların serflik bağlarından kurtulmuş olmaları; ikinci olarak da pazarın: alım ve satımın, meta üretiminin varlığı; üçüncü olarak, insanların emek-güçlerinden başka satacak bir şeyleri olmaması, yani kendilerinin hiçbir üretim aracına sahip olmamaları gerekir. Böyle insanlar, yani proleterler, gerek feodal düzenin iktisadi parçalanması sonucu olarak, gerek meta üretiminde hüküm süren rekabetin, meta üretiminin gelişmesinin ta başından beri küçük zanaatçıları, küçük tacirleri yıkıma sürükleyen rekabetin sonucu olarak mevcuttur. Öte yandan, bilisiz serflerden daha gelişmiş ve yeni tekniklerden yararlanmayı bilen özgür emekçileri kullanmakta çıkan olan kapitalist, serflerin özgür olma savaşımını bütün olanaklarıyla destekler.
Burada, aynı zamanda, kapitalizmin, öncülüğünü yaptığı "özgürlük"ün kökenini ve niteliğini de kavrıyoruz; bu, kapitalist için ticaret ve girişim özgürlüğü, proleter için ise kapitalistin yanında iş edinme özgürlüğüdür.
O halde, iş verme, proleterin emek-gücünü satın almaktan başka bir şey değildir. Ama ödeme nasıl olacaktır? Bütün metalar gibi, emek-gücünün değeri de, üretimi için (sayfa 364) gerekli-emek miktarı ile, onun iyi durumda tutulması için, yenilenmesi için gerekli ürünlerin değeriyle, proleterin yaşaması, çocuklarının büyümesi ve onun yerini alması için gerekli ürünlerin değeriyle belirlenir. Bu değer, işgünü süresi içinde, emekçi tarafından üretilen değerden çıkartıldığı için, fazlalığın hepsi, yani artı-değer sermayeyi artıracaktır: birinci bölüm, ücrette ifadesini bulur; ikinci bölüm ise kârı doğurur.[49] Bunun içindir ki, kapitalistin bütün çıkarı işgününü uzatmakta, proleterin çıkarı ise, bunu kısaltmaktadır. Eğer emekçinin emek-gücünün iyi durumda tutulması ve sürdürülmesinin gerektirdiğine eş bir değer üretmek için üç saat gerekiyorsa ve işçi sabah saat 6'da çalışmaya başlıyorsa, saat 9'dan itibaren kapitalist için çalışıyor demektir. Eğer, kesintisiz çalışarak, saat 14'te bitiriyorsa, 5 saat kapitalist için çalışmıştır; ama eğer saat 19'da çalışmayı bırakıyorsa (hep kesintisiz bir çalışma düşünüyoruz) 10 saat kapitalist için çalışmış oluyor. Şu halde, 8 saatlik bir işgünü ile 13 saatlik bir işgünü (ki bu, kapitalizmin başlangıcında çok görülen bir şeydi) arasında kapitalistin kârı iki katına çıkıyor. Ücrete gelince, o hep aynı kalıyor: ücret, emek-gücünün iyi durumda tutulması, emek-gücünün sürdürülmesi için gereken değerle, üretilmesi için üç saatin yeterli olduğu değerle saptanılmıştır. Elbette ki, kapitalist, ücreti günün sonunda, kendi talep ettiği iş bittikten sonra ödeyerek, bu olguyu gizler. Demek ki proleter, açlıktan ölmemek için, eğer ücretini almak istiyorsa, saptanılan bütün zaman içinde çalışmak zorundadır.
Bir başka deyişle, kapitalist, proleterin asgari maddi gereksinmelerinin en dar anlamda, ancak eşdeğerini temsil eden bir ücret karşılığında, bu proleterin emeğinin ürünlerine elkoyar. İşgünü, gerekli emek-zamanı ve bedava (sayfa 365) emek-zamanı [artı-emek-zamanı] olarak bölünür.
Kapitalizmde, demek ki, feodal düzende ve kölelikte de olduğu gibi, ödenmemiş emeğe özel olarak sahip çıkma durumu vardır; ama proleter, bu sömürünün içyüzünü hemen bulamaz, çünkü çalışmasının tüm karşılığının, işgününün sonunda kendisine ödendiği sanısındadır. Serf kendi özel ekonomisinin ürünlerine sahip bulunuyordu ve bir şu kadar gün bedava olarak feodal için çalıştığını biliyordu. Modern proleter, köle gibi, "özgürlüğü", yani kendi emek-gücünü satma yetisi bir yana hiçbir şeye sahip değildir. Köleyi efendisi besliyordu: kapitalist, proletere, ücret şeklinde, beslenmesi için bir asgariyi verir, ve hatta bazan, verdiğini, kantinde ve ayrıca mesken bedeli şeklinde hemen hemen tümden geri alır: kapitalizm, tamıtamına ücretli köleliktir.
Bu tahlil, kapitalistin ve proleterin çıkarlarının temelden uzlaşmaz olduklarını, kapitalizmin içinde kendisinden ayrılmaz bir çelişki bulunduğunu ve bu çelişkinin kapitalist üretim ilişkilerinin özü olduğunu söylemekte haklı olduğumuzu saptamamıza olanak sağlar.
Burada şu sonuca varılıyor: sınıflararası işbirliği ve sermaye-emek ortaklığı fikri (ki bu, birbirine karşı sınıflararasında bir hakem olarak kendini ortaya koymaktadır), kapitalistin hizmetinde bir silahtır. Proleteri, çıkarlarını savunma savaşımından döndürmek amacını güder. Kapitalist sömürü, Papalık Genelgelerinde ileri sürüldüğü gibi, "kötü patronların bir yolsuzluğu, aşırılığı" sonucu değildir, "iyi" kapitalizm yoktur, çünkü her kapitalizm sömürücüdür. Bir yandan kapitalizmi, yani üretim araçlarının özel mülkiyetini sürdürmeyi isterken, proletaryayı ve kapitalist sömürüyü ortadan kaldırmanın sözünü etmek, dünya ile alay etmektir. Proletaryayı ortadan kaldırmak için kapitalizmi ortadan kaldırmak gerekir.
Bu gözlemler, kapitalizmi, devrimci sınıf eylemi ile yok etmeyi değil de, düzeltilmiş ve iyi huylu, uslu bir kapitalizm çerçevesi içinde "işçi sınıfının kaderini iyileştirme"yi düşünen Proudhon'un burjuva "sosyalizm"i için geçerlidir.[50] (sayfa 366)
Tahlilimizin vardığı bir başka sonuç sınıf savaşımı, Karl Marx'ın uğursuz bir buluşu değildir. Sınıf savaşımı, insanların iradesinden bağımsız olarak mevcuttur ve işte bunun içindir ki, proleterler varlıklarını ancak sömürücüye karşı savaşımla sağlamlaştırabilir, güven altına alabilirler. Eğer proletarya, ücretler uğruna savaşımını durdursaydı, kapitalist burjuvazi, onu hayvanlık derekesine yakın bir duruma düşürürdü.
Bununla birlikte, sermaye ile emek arasındaki çelişkinin, kapitalizmin başlangıcından beri varolan tek çelişki olmadığına dikkati çekmek de yerinde olur. Kapitalizmde, ayrıca rekabet, kapitalistler arasındaki savaşım da vardır. Ama, rakip kapitalistler arasındaki çıkar çelişkisi temel bir çelişki değildir; bu, kapitalizmin özgül çelişkisine, sömürücü kapitalist ile sömürülen emek arasındaki çelişkiye bağlıdır, özgül çelişkinin altında yeralır: gerçekten bu son çelişki olmasaydı, kapitalizm de olmazdı. Onun için kapitalist düzende üretimde anarşi yasası, temel olan artı-değer yasasına bağımlıdır, ona göre ikincil bir önem taşır.
II. KAPİTALİST TOPLUMDA ZORUNLU UYGUNLUK YASASI
Kapitalist üretim ilişkilerini incelemiş bulunuyoruz: bu incelemeyi, kapitalist üretim ilişkilerinin iç çelişkisini, kapitalizmin özgül çelişkisini tahlil ederek yaptık.
Bu inceleme, kapitalist toplumda, toplumların temel yasasının, üretim, ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasındaki zorunlu uygunluk yasasının ne gibi bir uygulanış alanı bulduğunu anlamamızı sağlayacaktır.
Bir ilk dönemde, kapitalizmin özgül çelişkisinin zorunlu (sayfa 367) uygunluk yasasının işleyişine ve bu bakımdan üretici güçlerin atılımına elverişli koşulları nasıl yaratmış olduğunu göreceğiz. Sonra, bir ikinci dönemde, kapitalizmin özgül çelişkisinin, zorunlu uygunluk yasasının işleyişine elverişli olmayan koşulları yarattığını göreceğiz: bu duruma geldikten sonra üretim ilişkileriyle üretici güçler arasında çatışma vardır: böylece üretici güçlerin gelişmesi engellenmiş olur.
a) Kapitalist üretim ilişkileriyle
üretici güçlerin niteliği arasında uygunluk.
Bundan önceki dersimizde gördük ki, burjuva sınıf, feodal toplumun bağrında oluşmuştur. Ama, çıkarları yeni üretici güçlerin (manüfaktürler, fabrikalar...) atılımına bağlı bulunduğu için, burjuvazi, ancak, yeni üretici güçlerle uyum halinde bulunmayan ve bunun için de zorunlu uygunluk yasasının işleyişine engel oluşturan feodal üretim ilişkilerine karşı savaşım içinde gelişebilirdi.
Burjuva demokratik devrimin rolü, kesin olarak, feodalitenin tasfiyesini sağlamak oldu. Burjuvazinin zaferiyle kapitalist üretim ilişkileri üstün geldiler.
Böylece, yeni üretim tarzının, üretimin gelişmesinin gereklerine tamamıyla uygun düştüğü tarihsel bir dönem açılmış oldu. Feodal toplumun kösteklediği zorunlu uygunluk yasası, böylece kapitalist toplumda bütün gücünü yeniden kazandı.
Kapitalist ilişkilerin bütün öteki üretim ilişkileri biçimleriyle bağdaşmazlığını gözönünde bulundurmak, yerinde olur. Kâr üzerine dayandığı için kapitalizmin hep daha çok ve daha ucuz üretim yapmakta çıkarı vardır: o halde durmadan üretim süresini azaltan yeni üretici güçleri biraraya getirmesi ve her yola başvurarak yeni pazarlar ele geçirmesi gerekir. Ama böylece gerçekleşen kâr, ancak, kendisi de yeni girişimlere, sanayi, ticaret ve tarım girişimlerine yatırıldığı takdirde daha büyük bir kâr yaratabilir: onun içindir ki, kapitalist mülkiyet, zorunlu olarak, istisnasız bütün üretim araçlarına (sayfa 368) yayılmalıdır. Bu yüzden, kapitalizm, kendi yanında başka hiçbir üretim biçiminin varlığını sürdürmesine izin veremez. Bütün ulusa ve bütün diğer ülkelere yayılmak zorundadır. Daha başlangıcında, kapitalizm, evrensel bir egemenliğe adanmıştır.
"Burjuvazi, üretim araçlarını, ve böylelikle üretim ilişkilerini ve, onlarla birlikte, toplumsal ilişkilerin tümünü sürekli devrimcileştirmeksizin varolamaz. Daha önceki bütün sanayici sınıflarının[51] ilk varlık koşulu, bunun tersine, eski üretim biçimlerinin değişmeksizin korunmasıydı. Üretimin sürekli altüst oluşu, bütün toplumsal koşullardaki düzenin kesintisiz bozuluşu, sonu gelmez belirsizlik ve hareketlilik, burjuva çağı bütün daha öncekilerden ayırdeder. Bütün sabit, donmuş ilişkiler, beraberlerinde getirdikleri eski ve saygıdeğer önyargılar ve görüşler ile birlikte tasfiye oluyorlar, bütün yeni oluşmuş olanlar kemikleşemeden eskiyorlar. Yerleşmiş olan ne varsa eriyip gidiyor, kutsal olan ne varsa lanetleniyor, ve insan, kendi gerçek yaşam koşullarına ve hemcinsiyle olan ilişkilerine sonunda ayık kafa ile bakmak zorunda kalıyor."[52]
Bunun sonucu olarak üretici güçler, şaşılacak bir atılım, bir ilerleme gösterirler. Bu, kapitalizmin, üretici güçleri sınırsız bir şekilde geliştirebileceğini düşündüğü çağdır. Bu, burjuva çerçeve içinde sonsuz "ilerleme" ve uygarlığın son ve tamamlanmış biçimi olarak sunulan kapitalizmin sonsuzluk inancının başlangıcıdır. Bu çağ, burjuva iktisatçıların, kapitalist üretimin uyumlu bir şekilde çelişkisiz geliştiğine inandıkları çağ, yani "iktisadi uyumlar" çağıdır.
O dönemin kapitalistleri toplumun çıkarlarına hizmet etmek, tüketim mallarını artırmak ve herkese iş vermek bilincine sahiptirler. Kapitalistlerin "toplumsa1" kaygıları, aralarından bir kısmı için, bizzat üretimin gelişmesiyle toplumsal dertlere çare bulmayı ve böylece kapitalist düzeni ve burjuva toplumu sağlamlaştırmayı ummaktan ibarettir. Herkesi mal (sayfa 369) sahibi yapmak, işte o zamanın burjuva reformcularının ülküsü. Proletaryasız bir burjuvazi istiyorlar. İşte böyle tutucu bir insan sevgisi, sayısız hayırsever demeklerini doğurmuştur.
Bu ideoloji, üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyetinin bu dönemde üretime son derecede elverişli olduğu olgusunu yansıtır.
"Burjuva devrimi izleyen dönemde, burjuvazi, feodal üretim ilişkilerini yıktığı ve burjuva üretim ilişkilerini kurduğu zaman, kuşkusuz, burjuva üretim ilişkilerinin üretici güçlerin niteliğine tamamen uygun olduğu devreler olmuştur. Aksi halde, kapitalizm, burjuva devrimden sonra hızla gelişemezdi."[53]
Kapitalist üretim ilişkileri o zaman, üretici güçlerin coşkunca gelişmesini daha da hızlandıran başlıca güçtü.
Oysa, bu dersin birinci kesiminde gösterdik ki, kapitalist ilişkiler, sömürü ilişkileridir. O halde, üretici güçler, kapitalist düzende artabiliyorlarsa, sömürü sonucu olarak artabilmektedirler. Üretimdeki atılımın koşulu, insan emeğinin yaratabildiği, ve burjuvazinin kendine malettiği ek değerin, artı-değerin varlığı olmuştur. Öyleyse, kapitalizmin gelişmesini sağlayan, proleterlerin sömürülmesidir. Erkekleri, kadınları, çocukları yiyip bitiren korkunç bir yoksulluk pahasına, modern uygarlığın harikalarını yaratmış ve kapitalist burjuvazinin, büyük zenginlik ve iktidarını üzerlerine oturttuğu üretici güçlerin şaşılacak gelişimini sağlamış olanlar modern proleterlerdir.[54]
Başka bir deyişle, kapitalist toplumda, üretim, kapitalist kâra bağımlıdır; işçi sınıfının sömürülmesini içerir.
O halde, kapitalizmin özgül çelişkisinin -sömüren sınıf ile sömürülen sınıf arasındaki çelişkinin- zorunlu uygunluk yasasının işleyişine elverişli, buna göre de, üretici güçlerin (sayfa 370) atılımına elverişli koşulları yarattığını söylemek doğrudur.
Şimdi aynı çelişkinin, ikinci bir dönemde (1840'larda başlayan dönemde) nasıl ters bir sonucu olduğunu göreceğiz.
b) Kapitalist üretim ilişkileri ile
üretici güçlerin niteliği arasında çatışma.
Yükseliş döneminin kapitalistleri, üretici güçleri sınırsız bir şekilde geliştirebileceklerini, sanayinin bütün kötülüklerini gideceklerini ve bütün sorunları çözeceklerini sanıyorlardı. Gelişmesinin zorunlu olarak bir sınırla karşılaşacağını ve bu sınırın bizzat kapitalizm olacağını akıllarından geçirmiyorlardı. Nasıl ki, mikroskop merceklerinin büyütüşü, daha ötesinde artık görmeyi engelleyen ve klasik mikroskobun bütün ilerlemesini önleyen yeni optik olayların oluştukları bir sınır tanırsa, nasıl ki, uçakların hızının artışı ses hızına ulaştığında yepyeni olaylar doğuruyorsa, aynı biçimde, üretici güçlerin -daha önce gördüğümüz gibi kapitalizmin olanaklı kıldığı- artışı, bir noktadan sonra, bizzat kapitalizme karşı dönmek zorundadır, çünkü, doğada ve toplumda, diyalektik böyledir. Kapitalizmin kendisi de bir "ses duvarı"na çarptı: bunlar iktisadi bunalımlar oldular.[55] Bunların temeli nedir?
Üretici güçlerin daha önce görülmemiş bir biçimde gelişmesiyle kapitalizm, pazara her gün daha çok artan miktarlarda ve daha düşük fiyatla meta sürecek durumdadır; böylece rekabeti ağırlaştırır, güçleştirir; küçük ve orta özel mülk sahipleri kitlesini yıkıma sürükler. Bir yandan büyük çoğunluğun yoksulluğu yaygınlaşırken (orta sınıfların, köylülerin vb. yoksullaşması), zenginlik, küçük bir grup kapitalistin (tekelcinin) elinde toplanır. Sermaye, sömürücü bir azınlığın elinde toplandıkça, sayıca önemleri durmadan artan bütün bu yoksullaşan tabakaların satınalma gücü görünür bir biçimde azalır, pazar daralır, alışveriş durgunluğu kendini gösterir, çünkü, nüfusun çoğunluğu tüketimini asgariye (sayfa 371) indirir. Üretim ile tüketim arasında dengesizlik gitgide daha çok belirginleşir; bu, kapitalistlerin "aşırı-üretim" dedikleri şeydir, bunalımdır.
Kapitalizmin temeli, kâr yarışı, kendi karşıtını yaratır: kârın duraklaması. Ve toplumun çoğunluğu, satınalma olanağından yoksun bulunduğu geçim araçlarını üretmiş olmaktan dolayı yoksulluk içindedir: bu, bolluk içinde yoksulluktur.
Marksist ekonomik tahlil gösterir ki, üretimle tüketim arasındaki denge, tüm toplumsal üretimin uyumlu bir biçimde gelişmesi, ancak, tüketim maddelerinde olduğu kadar üretim araçlarında da toplumun gereksinmelerinin tüm olarak dikkate alınması halinde gerçekleşebilir. Ama, mademki, kapitalistin kendi özel çıkarından başka, kendisi de pazarın perspektiflerince belirlenen kârından başka amacı yoktur, bütün bu gerekleri nasıl dikkate alabilir? Kapitalist düzende üretim, herkesin gereksinmesine değil, kapitalist azınlığın kârına bağımlıdır. O halde, kapitalizmde, üretimi uyumlu bir biçimde geliştirmek olanaklı değildir; üretimin, kaçınılmaz olarak, anarşik bir niteliği vardır.
Görüyoruz ki, iktisadi bunalımların temeli, son tahlilde, özel kapitalist çıkarlarla, toplumsal üretimin gerekleri arasındaki çelişkidir. Kapitalizm, üretici güçleri geliştirerek zanaata özgü üretim bölünmelerine son verdi. Kapitalistler arasındaki amansız rekabet, 20. yüzyılın başlarında zayıfların daha kuvvetliler tarafından yutulmasına neden oldu: tekeller, ağlarını bir ülkenin sınırlarının ötesine genişleten çok güçlü iktisadi feodaliteler, böyle oluşur (örneğin: petrol kralı Rockefeller'in denetlediği Standard Oil Company tröstü).[56]
Bu evreye ulaşmış olan kapitalizm, çeşitli sanayi kollarının tümünü, hammaddelerin çıkarılmasından son şeklini almış ürüne kadar, tek bir bütün haline getirir; dev tröstler, (sayfa 372) bir ülkenin ya da giderek birçok ülkenin tüm ekonomisini, sanayisini, ticaretini, tarımını denetlerler. Üretimin yürümesi için gerekli muazzam sermayeleri ellerinde bulunduran bir mali oligarşi (finans oligarşi) ekonomiyi buyruğu altında tutar.
Böylece, kapitalizmin gelişmesi, onu, toplum yaşamının bütün yönlerine nüfuz etmeye götürür. Bankalar, tröstler, karteller, üretimin çeşitli ko1ları arasında sıkı bir bağımlılık durumu yaratırlar. Tüm üretim süreci, toplumsal bir nitelik alır.
Peki bu dehşetli yoğunlaşmadan kim yararlanır? Büyük üretim araçlarına sahip olan bir avuç kapitalist. Üretim gittikçe daha toplumsallaşır, ama asalak bir azınlığın çıkarı lehinde olmak üzere. Bu azınlığı oluşturan rakip tekeller, hem emekçi yığınların sırtından, hem de daha zayıf kapitalistlerin zararına olarak, azami kârı elde etmeye çalışırlar. Azami kâra sahip çıkmak; bu onlara göre, genişlemelerini belirleyen nesnel bir zorunluluktur. Bugünkü kapitalizmin temel yasası budur.
"Bugünkü kapitalizmin temel ekonomik yasasının belli-başlı çizgileri ve gerekleri aşağıyukarı şu şekilde ifade edilebilir: belirli bir ülke halkının çoğunluğunu sömürerek, iflasa sürükleyerek ve yoksullaştırarak; diğer ülkelerin ve hele geri kalmış ülkelerin halkını boyunduruk altına alarak ve sistemli bir şekilde talan ederek; ve ensonu savaşlarla ve en yüksek kârlar sağlamak için ulusal ekonomiyi askerileştirerek, azami kapitalist kârı sağlamak."[57]
Kapitalist kâr yarışının kaçınılmaz sonucu, yığınların artan yoksulluğu, duyulmamış bir zorbalık kudurganlığıdır. Kore savaşı, bu şekilde Amerikan kapitalizminin büyük sanayicileri tarafından başlatıldı: kapitalistler, kazançlarını zarara uğratacak olan bunalımın geleceğinden korktuklarından, savaşta, bol bir siparişler kaynağı, kârlı bir pazar aramakta duraksamıyorlar. "Bizim gönencimiz, bir savaş (sayfa 373) gönencidir" diye sıkılmadan itiraf ediyordu Başkan Eisenhower.
Dernek ki, kapitalizm, bugünkü evresinde, halklara karşı sürekli olarak saldırgan dururnundadır: emperyalizmdir bu.
Ama, kapitalizmi oluşturan çelişkiyi, sömürücü sınıfın çıkarları ile tüm toplumun çıkarları arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmak, kapitalistlerin elinde değildir. Burjuvazi, bu çelişkiyi saptasa bile kendi sınıf çıkarlarını feda etmeyi, kârlarından vazgeçmeyi göze alamaz. Onun için de, kendi çıkarlarının gerektirdiği biçimde üretici güçleri sınırlandırmaya çalışır. Böylece, kapitalist üretim ilişkilerini, onları tehlikeye atan üretici güçlerin atılımına karşı korur.
Kendisine musallat olan bunalımlardan bunalmış durumda bulunan kapitalizmin, üretici güçlerin gelişimini kösteklediğini gösteren örnekler pek çok çoğaltılabilir: yeniden el işine dönmek, sistemli olarak kötü kaliteli eşya yapımı, beratların ıskartaya ayrılması, laboratuarlar için gerekli kredilerin azaltılması ya da kaldırılması vb.. Kapitalist üretimin bütün alanlardaki durgunluğu bu şekilde açıklanır.
Kapitalizmin durumunu nitelendirirken Stalin şöyle diyor:
"Ama, üretici güçleri çok büyük ölçülerde geliştirmiş olması yüzünden, kapitalizm, kendisinin de çözemeyeceği çelişkilere gömülmüştür. Kapitalizm gitgide daha büyük miktarlarda meta üreterek, ve bu metaların fiyatını düşürerek, rekabeti ağırlaştırır, küçük ve orta özel mülk sahibi yığınını yıkıma uğratır, onları proleter durumuna düşürür, satınalma güçlerini azaltır; bunun sonucu olarak, mamul metaların sürümü olanaksızlaşır. Kapitalizm, üretimi genişleterek, ve alabildiğine kocaman fabrika ve işyerlerinde milyonlarca işçiyi biraraya toplayarak, üretim sürecine toplumsal bir nitelik kazandırır ve bununla da kendi kuyusunu kendi kazar: çünkü üretimin toplumsal niteliği, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini gerektirir; oysa üretim araçları mülkiyeti, üretim sürecinin toplumsal niteliğiyle bağdaşmaz bir özel, kapitalist mülkiyet olarak kalır.
"İşte dönem dönem patlak veren aşırı üretim bunalımları (sayfa 374) sırasında kendini gösteren şey, üretici güçlerin niteliği ile üretim ilişkileri arasındaki bu uzlaştırılamaz çelişkilerdir; kapitalistler, gene kendilerinin sorumlu oldukları, yığınların yıkıma uğraması yüzünden metaın karşılığını ödeyebilecek alıcı bulamayınca, zahireyi yakmak, mamul metaları yok etmek, üretimi durdurmak, üretici güçleri tahrip etmek zorunda kalırlar ve bir yanda milyonlarca insan, meta eksikliği yüzünden değil, tam tersine fazla meta üretildiği için işsizlik ve açlıktan acı çeker.
"Bu demektir ki, kapitalist üretim ilişkileri, artık toplumun üretici güçlerine uygun düşmüyorlar, ve onlarla çözülmez çelişkiler içine girmiş bulunuyorlar."[58]
İşte demek ki, kapitalist üretim ilişkileriyle üretici güçlerin toplumsal niteliği arasındaki çelişki, kapitalizmin uğradığı bunalımların temelidir.
Ama, bu çelişkinin kendisi kapitalizmi oluşturan özgül çelişkiden doğmuştur.
Eğer bu kesimi özetlemek istersek, ne göreceğiz?
Kapitalizmin özgül çelişkisi (sömürülen proletaryaya karşı sömüren burjuvazi), başlangıçta, zorunlu uygunluk yasasının işleyişine elverişliydi: kapitalist kârın kaynağı, artı- değer yasası, üretici güçlerin atılımını hızlandırıyordu; burjuva sınıfın çıkarı böyleydi.
Sonra, aynı çelişki, bunun tersi bir sonuç doğurdu. Aynı sınıf çıkarı, üretim için bir engel haline geldi. Bugün azami kâr yasası içinde somutlaşan artı-değer yasası, ensonu, üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasında zorunlu uygunluk yasasını engellemeye başlamıştır. Oysa, biliyoruz ki, bu zorunlu uygunluk yasası, insan toplumlarının genel yasası, bütün üretim biçimleri için ortak olan bir yasadır; toplumlar ancak bu yasaya saygı gösterildiği takdirde gelişebilirler. Böylece, kapitalizmin özgül yasası (burjuva sömürüsünden ayrılmaz olan artı-değer yasası), insan toplumlarının genel yasasını tehdit altında bulundurur, işleyişini engeller. Bu çatışma, kapitalizmin sonunun başlangıcıdır. Bu (sayfa 375) çatışma, düzenin bağrında, düzenin artık zaptedemediği üretici güçlerin gelişmekte olduğu anlamına gelir. Yeni üretim ilişkilerinin, sosyalist ilişkilerin, nesnel olarak zorunlu oldukları, çünkü, bundan böyle modern üretim güçlerine yalnız sosyalist ilişkilerin uydukları anlamına gelir.
"... kapitalizm, üretim araçlarının bugünkü kapitalist mülkiyeti yerine sosyalist mülkiyeti koyacak bir devrime gebedir."[59]
Burjuvazi, üretim araçlarında merkezileşmeyi geliştirmekle, kendi arzusu dışında, kendisine karşı çalışmış oldu. Gerçekten, tekeller evresinde üretimin tümü toplumsal bir nitelik alır; üretimin bu toplumsal niteliği ile özel kapitalist mülk edinme arasındaki çelişki, tekellerin daha güçlü oluşları ölçüsünde, giderek daha keskin ve daha katlanılmaz bir çelişki haline gelir. Sınıf çıkarı yüzünden üretici güçlere hız vermekle, azami kârı elde etmek üzere her gün onları daha çok merkezileştirmekle, burjuvazi, kendi mezarını kazmış oldu. Mezar kazıcıları ise, emeğiyle ve sefaletiyle kapitalizmin güzel günlerini yaratmış olan sınıftan, proletaryadan başkası değildir.
III. PROLETARYANIN SINIF SAVAŞIMI
ÜRETİM İLİŞKİLERİ İLE ÜRETİCİ GÜÇLER ARASINDAKİ
ÇELİŞKİNİN ÇÖZÜLMESİ YÖNTEMİ
Kapitalizmin diyalektik tahlili bize şunları gösterdi:
a) Üretim ilişkilerinin bağrında bir çelişki, sömürülen proletarya ile sömürücü burjuvaziyi karşı karşıya getiren çelişki. Bu dersin I. kesiminde bu çelişkiyi incelerken, kapitalizm sürdükçe çelişkinin de sürdüğünü, bunun, kapitalizmin özgül çelişkisi olduğunu saptamıştık.
b) Kapitalist üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasında bir çelişki, ancak, kapitalizmin geliştirdiği (1840'larda) üretici güçlerin belli bir düzeyinde kendini gösteren çelişki, bu çelişkiyi bu dersin II. kesiminde incelemiştik. (sayfa 376)
Üretim tarzı değişikliğinin temeli, sosyalist devrimin dayandığı temel nedir? Gördüğümüz gibi bu, ikinci çelişkidir. Ama, mademki üretici güçlerin coşkunca atılımını, üretici güçlerin kapitalizm için fazla güçlü bir hale geldikleri güne değin sömürücü sınıfın yararına olan atılımını sağlamış olan kapitalist sömürüdür, proletaryanın burjuvazi tarafından sömürülmesidir, ikinci çelişkiyi doğuran birinci çelişkidir.
Şimdi artık proletaryanın sınıf savaşımının tarihsel rolünü anlayabilecek durumdayız. Göreceğiz ki, bu rol, kesin olarak, kapitalist üretim ilişkileri ile üretici güçler arasında belirmiş olan çelişkiyi çözmektir.
Burjuvazi bir yandan yeni üretici güçleri geliştirirken aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin niteliğine uygun olarak proletaryayı, sömürülen sınıfı ve bu yüzden de sömürücü burjuvazinin karşıtı olan sınıfı geliştiriyordu. Üretim araçları, günden güne daha güçlü olarak burjuvazinin elinde toplandıkça, proletarya da sayıca ve kuvvetçe artıyordu. Böylelikle, burjuvazi, kapitalist sömürü gereğince, onbinlerce, sonra milyonlarca proleteri sanayi sitelerinin koskoca işyerlerinde biraraya topladı. Aynı şekilde muazzam işletmelerde binlerce tarım emekçisini biraraya getirdi. Oysa, biliyoruz ki, proleterler, ancak kendilerini sömüren sınıfa karşı yürüttükleri sürekli bir savaşım ile varlıklarını sürdürebilirler. Onun için, burjuvazi, kendi karşıtını (sömürülen proletaryayı) yaratmakla, sömürücülere karşı bir sınıf savaşımı veren bir düşman güç yarattı.
Karl Marx, Komünist Parti Manifestosu'nun birinci bölümünde, bu savaşımın başlıca aşamalarını anlattı; gösterdi.[60]
Kapitalizmin başlangıcında, işçiler içine düştükleri düzenin niteliğini tam olarak anlamadıkları için darbelerini, işsizliğin sorumlusu saydıkları makinelere yöneltiyorlar. Makine ile, burjuvazinin makineyi kendi sınıfı yararına kullanışı arasında ayrım yapmıyorlar. Kısacası, sömürüye karşı savaşım vermek yerine, üretici güçlere karşı savaşım veriyorlar.
Yavaş yavaş, asıl sorumlunun makine değil de (sayfa 377) kapitalizm olduğunu anlıyorlar. Gerçekten de, kapitalizm, makineleri kullanarak üretimin maliyetini düşürür. emek-gücünün değeri de doğal olarak azalır; ücretler düşer. Proleterler ücretlerini savunmak için savaşıma girişirler. Proleterler, kapitalistin proleterleri birbirine karşı kullanmaya çalıştığını anlayarak (en bahtsız olanlar, kendilerinden daha az bahtsız olanların zararına, çok düşük ücretleri kabul ettiklerinden, daha az şanssız olanlar o andan itibaren işsiz kalırlar ve onlar da, bu kez, daha da düşük ücretleri kabul etmek zorunda kalırlar ve bu böylece gider...) ortak çıkarlarının bilincine varırlar. Bunun için de ortak düşmana karşı, kapitaliste karşı savaşımı yürütmek için birleşirler.
Savaşımın bu ilk biçimi, hedefi, ücreti olduğu gibi tutmak (ve işgününü kısaltmak) olan grevdir. Proletaryanın ilk silahı grev, proletaryanın sınıf bilincinin, işçilerin bireysel çıkarlarının ancak sınıf dayanışmasıyla, ancak ortak savaşımla savunulabileceği bilincinin uyanışı anlamına geliyordu.
"Büyük sanayi, birbirlerini tanımayan insan kalabalıklarını bir yerde yoğunlaştırır. Rekabet, bunların çıkarlarını böler. Ama ücretlerin korunması, patronlarına karşı sahip oldukları bir ortak çıkar, onları ortak bir direnme düşüncesinde birleştirir - dayanışma. Demek ki, dayanışmanın her zaman ikili bir amacı vardır, işçiler arasındaki rekabeti durdurmak, ki böylelikle kapitalistlerle olan genel rekabetlerini sürdürebilsinler."[61]
Grev amacıyla geçici güçbirliği, sürekli güçbirliğine, kapitalist baskısına karşı direnmek üzere ortaklaşmaya varır. bu, sendikadır.
Grev için geçici güçbirliği, sonra, sürekli güçbirliği (sendika), bunlar proletaryanın kendiliğinden savaşım ve örgütlenme biçimleridirler: proletarya, bu biçimlere, hiçbir teorinin yardımı olmaksızın, kendi deneyimiyle ulaşır. İşçi sınıfı, güçlü ve zorlu kapitalistlerden, örneğin sekiz saatlik işgünü gibi büyük kazançları böylece adım adım koparmıştır. Ama, (sayfa 378) kapitalist burjuvazi, katı yürekli kâr yasasının dürtüsüyle, bırakmak zorunda kaldığı şeyi her yola başvurarak geri almaya bakar. Kapitalistler ve onların devlet adamları, hararetle, "işçi sınıfının kaderinde iyileşmelerden" sözettikleri zaman safdil olmamak gerekir; bu iyileştirmelerin hepsi örgütlenmiş işçiler tarafından yeksek bir savaşımla kazanılmıştır. İşte özellikle, bu yüzden, burjuvazi, işçi sendikalarına karşı kızgın bir savaşa girişir. Sendikaları "yeni derebeylikler" oluşturmakla suçlar - bu, 1789'un anısına bağlı olan orta sınıfları ve köylüleri, örgütlü proletaryanın karşısına dikmek içindir. Toplumun (küçük-burjuvalar ve köylüler dahil) bütün zenginliklerini emen finans-kapital "derebeyleri"nin ağzında eğlenceli bir suçlama.
Marx ve Engels tarafından kurulan toplumlar bilimi, proletarya saflarına nüfuz ettiği zaman, sınıf savaşımı, devrimci parti yardımıyla bir üst düzeye götürülmüş olur.[62] Kendiliğindenlik o zaman aşılmıştır. Parti, proletaryanın ileri unsurlarını biraraya toplayarak, gerçekten de sosyalist bilinci işçi sınıfı içine sokmak ve işçi sınıfını ve onunla dayanışma halinde olan bütün emekçi tabakaların, kapitalizme karşı yöneltmek gibi bir rol oynar. Parti, ücretlilerin yakın istemleri, hak davaları için savaşım verir, ama bununla yetinmez: onlara sömürünün kaynağını bilimsel yolla açıklayarak, insanın insan tarafından sömürülmediği bir toplumu, sosyalist toplumu kurarak, sömürüden kurtulabileceklerini gösterir. Ancak böyle bir savaşım, devrimci, savaşım adına layıktır.
Proletaryanın bu savaşımı sonuna kadar götürmekte ve kapitalist üretim ilişkilerini yıkmakta büyük çıkarı vardır.
Gördük ki, en gelişmiş üretici güçlere bağlı olan proletarya, kapitalist sömürünün zorunlu bir ürünüdür. O halde, proletarya ne sömüreni ne de sömürüleni bulunmayan bir toplumda herkesin mülkü haline getirmek üzere, üretim, araçlarını, burjuvaziden, sömürücü sınıftan koparıp alarak, (sayfa 379) sınıf sömürüsünden kurtulabilir ancak. Orta sınıflar, küçük mülk sahibi sınıflar (küçük imalatçılar, perakendeciler, zanaatçılar, yoksul ve orta köylüler) kapitalizmin bağrında küçük mülk sahipleri olarak varlıklarını sürdürmeye bakarlarken, kesin olarak kendi emek-gücünden başka hiçbir şeyi olmayan proletaryanın, konusu olduğu sömürüyü ortadan kaldırmaktan, yani sınıfsız toplumu kurmak üzere, sömürülen sınıf olarak kendi kendisini ortadan kaldırmaktan başka perspektifi yoktur.
Nasıl ki eski feodaller, gözlerini korkutan kendi burjuvalarına karşı, Avrupa'nın bütün ülkelerinde kendilerini dayanışma halinde, aynı safta hissediyorlardıysa, bugün de, çeşitli kapitalist ülkelerin burjuvazileri, aynı şekilde, devrimci proletaryaya karşı, kendi gerici sınıf dayanışmalarını uygulama alanına geçiyorlar. Rakip kapitalistler arasındaki çelişkileri hiç de ortadan kaldırmayan bu durum, tekellerin ortaya çıkışıyla görülmedik bir güç kazanmıştır: büyük kapitalizm kozmopolittir. Ama karşı tarafta, bütün ülkelerin proleterleri de kendi devrimci sınıf dayanışmalarını duyuyor ye bunu ilan ediyorlar. "Bütün ülkelerin proleterleri, birleşiniz!" Komünist Parti Manifestosu bu çağrıyla son bulmaktadır.
Böylece, proletarya enternasyonalizmi, milliyetleri ne olursa olsun, proleterlerin nesnel durumlarından ileri gelir: bütün ülkelerin sömürülenlerinin milliyeti ne olursa olsun ortak bir düşmanı, sömürücü sınıf vardır.
Sömürüye karşı, devrimci savaşımın niteliği budur. Bununla birlikte, bu savaşım, kapitalist üretim ilişkileri, nesnel olarak üretici güçler düzeyiyle uyuştuğu sürece, yani kapitalizm, büyük zorunlu uygunluk yasasına uygun bir biçimde geliştiği sürece, zafere ulaşamayacaktır. Bu, öyleyse proletaryanın savaşımı boşuna, demek değildir; çünkü, proletarya, ancak, savaşımla kendi güçlerinin bilincine varır, birleşir ve örgütlenir; savaşımla kendi kendini eğitir. Bu aşamada proletarya savaşımı kapitalist sömürüyü ortadan kaldıramaz, ama bu sömürünün etkilerini sınırlandırabilir. (sayfa 380)
Buna karşılık, üretici güçlerdeki atılım dolayısıyla, kapitalist üretim ilişkileri artık bu güçlerle uyuşmaz hale gelince -yani kısacası, kapitalizm, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki zorunlu uygunluk yasasıyla çatışma haline girince- o zaman, proletarya savaşımı için yeni nesnel koşullar yaratılmış olur.[63] Proletaryanın üretim araçlarının toplumsallaştırılması yolundaki savaşımı, kapitalizmin artık saygı gösteremediği zorunlu uygunluk yasasının işleyişine elverişli koşulları ortaya çıkarmaya yönelir. Proletaryanın devrimci savaşımı, böylece, tarih doğrultusunda yürür; bu savaşımın geleceği sağlanmıştır, çünkü o, toplumların temel yasasına uygundur.
Ama, kendi sömürücü sınıf kazançlarını sürdürmek isteyen kapitalist burjuvazi, zorunlu uygunluk yasasını kösteklemek için, her türlü olanaktan yararlanır; daha önce gördüğümüz gibi, bu, toplum için çok büyük acılara malolur. Yalnız önemli bir toplumsal güç, burjuvazinin zorunlu uygunluk yasasına karşı gösterdiği direnci yenebilir. Bu güç nedir? Ütopyacılar, yalnız fikirlerin gücüyle toplumu değiştirebileceklerini düşünüyorlardı. Marx ve Engels'in, üretici güçlerin toplumsal niteliği ile özel mülk edinme arasındaki çelişkiyi çözebilecek tek yöntemin, sömürünün kurbanı olan bütün öteki sınıfların desteğiyle işçi sınıfının devrimci savaşımı olduğunu keşfetmek gibi değeri oldu. Gerçekten de proletarya, savaşımında yalnız değildir. Kapitalizmin -rekabetten tekele geçen kapitalizmin- gelişmesi bile, toplumun çeşitli tabakalarının yoksullaşması gibi bir sonuca dayanır. Büyük-burjuvazi, ancak, çevresinde yoksulluk ve sefaleti genelleştirerek gelişebilir. Böylece, -doğal düşmanından, devrimci proletaryadan başka- yoksullaşmış orta sınıflar, emekçi köylüler, zanaatçılar, esnaf vb. burjuvazinin yıkıma sürüklediği bütün tabakalar, önüne geçilmez bir biçimde burjuvaziye karşı direnirler. Partisinin rehberliğinde proletarya, düşüşten kurtulmak isteyen bütün bu tabakaları, ortak (sayfa 381) düşmana, sömürücü büyük burjuvaziye karşı aynı bir savaşım cephesinde toplar. Böylece, kapitalist ilişkileri kırmaya yetecek güçte, yeni üretim ilişkilerinin, modern üretici güçler düzeyine uyan sosyalist ilişkilerin kurulmasına yolu açan toplumsal bir güç gerçekleşmiş olur.
Proletaryanın, sömürücü azınlığa karşı savaş vermek için en geniş yığınları biraraya toplama yeteneği, onun ulusal rolünü tamamıyla ortaya koyar. Marx ve Engels'in Manifesto'da gösterdikleri gibi, sınıf çıkarı dolayısıyla, büyük sermaye oligarşisi, ulustan kopup ayrılırken, işçi sınıfı, devrimci savaşımında ulusun başına geçer. Bu oligarşinin, Fransa'da, bugün nasıl ulusal çıkarlara ihanet ettiğini herkes bilmektedir: yaşamını sürdürmek için her şeyi yapmaya kararlı olan bu oligarşi, ülkemizi, malıyla ve canıyla,. yabancı bir emperyalizme teslim ediyor. 1789'da, iktidarı tekrar ele geçirmek için öteki ülkelerin feodalleriyle kendi öz halklarına karşı ittifak kuran feodallerinkine benzeyen bir durum.
Tersine, devrimci proletaryanın çıkarları, sömürücü ve vatansız büyük burjuvaziye karşı ulusun çıkarlarıyla özdeşleşir. Proletarya yurtseverliği ve proletarya enternasyonalizmi, böylece, işçi sınıfının, halkların yaşamını azami kâr yasasına feda eden gerici burjuvaziye karşı giriştiği aynı savaşımın birbirinden ayrılmaz iki yönüdürler.
IV. VARGI
Kapitalist toplumun çelişkilerini ve onların gelişimini incelemek, bizi, yeni, sömürüsüz bir toplumun eşiğine götürür. Ama daha ileriye gitmeden önce, belki de, kapitalist sömürünün bazı ideolojik sonuçları üzerinde düşünmek yararlı olur.
Bir burjuva hümanizmi olmuştur. Kim ki, "hümanizm" der, insana inanma, güvenme, insan sevgisi demek ister. Devrimci burjuvazi, özellikle Fransa'da, evrensel kardeşliğe inanmakla övünüyordu. Neden? Çünkü, burjuvazi, zorunlu uygunluk yasasına, feodalitenin engellediği özgür işleyişini yeniden kazandırmak için nesnel olarak savaşım veriyordu; (sayfa 382) şu halde onun eylemi tarih doğrultusunda yürüyordu.
Ama bugün durum nasıldır? Artık, sınıf çıkarıyla, üretici güçlerle, üretim ilişkileri arasındaki zorunlu uygunluk yasasının özgür işleyişini engelleyen burjuvazidir. İşte burjuva hümanizminin nesnel temeli budur (insanı faşistçe horgörme teması). Uluslararası büyük burjuvazinin düşünüş tarzı insan soyu ile ilişiğini kesmiş bir haydut çetesinin düşünüş tarzıdır. Bu, burjuvazinin, her "karşıt"ının en basit haklarını bile elinden almak iddiasında olan ideolojisi, iflas etmiş sınıfın kurtuluşu için başvurduğu korkunç cinayetleri haklı göstermeye elverişli bir şiddet ve ölüm ideolojisidir.
Buna karşılık, büyük zorunlu uygunluk yasasına haklarını teslim etmek için savaşım veren işçi sınıfı, insanlığın öncüsüdür. Devrimci sınıf olduğu için, işçi sınıfı, toplumların geçmişi ile geleceği arasında canlı bağlar kurar. Geçmişi ile bağlar kurar, çünkü, işçi sınıfı toplumların ilerlemesine katkıda bulunabilmiş ne varsa onu yeniden ele alır ve kendine maleder (böylece burjuva hümanizmini canlandırır - ve bunu, kendisini kınayan gerici burjuvaziye karşı yapar). Geleceği ile bağlar kurar, çünkü, işçi sınıfı, sınıf savaşımlarında ona biçim verir. Böylece işçi sınıfı bütün insanlar için savaşım verir. (sayfa 383)
YOKLAMA SORULARI
1. Kapitalizmin atılım dönemini belirleyen özellikleri anlatınız.
2. Kapitalizmde sınıflar savaşımının nesnel niteliğini gösteriniz.
3. Kapitalist üretim tarzını değiştirecek toplumsal devrimin nesnel temeli nedir?
4. Kapitalist üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasındaki çelişki hangi yöntemle çözülebilir?
Dipnotlar
[45] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 676.
[46] Bu nedenle, 1789'da. burjuva devrim sırasında tiers-état'nın çıkar çelişkileri bulunmayan bir blok oluşturduğuna inanmak yanlış olur. Tiers-état'yı oluşturan bütün sınıfların, feodalizmin kaldırılmasında ortak bir çıkarı vardı. Ama aynı zamanda, tiers-état'nın bağrında, sömürenler ile sömürülenler arasında bir çıkar karşıtlığı vardı; buna büyük ve küçük-burjuvazi arasındaki vb. karşıtlıkları da eklemek gerekir.
[47] Onyedinci derste (II) gördüğümüz gibi, insan emek-gücü, ancak, üretici güçlerin gelişmelerinin belirli bir düzeyinden sonra bir değer fazlası üretebilir.
[48] Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, s. 183.
[49] "... Emek-gücünün değeri, geçim araçlarının değeri ile, yani bunları üretmek için gerekli-emek miktarıyla belirlenir." (Karl Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr - Ücretli Emek ve Sermaye, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 115.)
"Artı-değere, yani metaların toplam değerlerinin, içinde artı-emeğin, yani işçinin ödenmemiş emeğinin cisimleşmiş olduğu bölümüne kâr adını veriyorum." (Karl Marx, aynı yapıt, s. 110.)
[50] "Burjuva sosyalizmi yeterli ifadesini ancak ve ancak salt bir mecaz haline geldiği zaman buluyor.
"Serbest ticaret: işçi sınıfının çıkarı için. Koruyucu gümrükler: işçi sınıfının çıkarı için ... Burjuva sosyalizminin son sözü ve ciddi olarak söylediği tek söz işte budur.
"Bu sosyalizm, şu sözlerle özetleniyor: burjuva bir burjuvadır -işçi sınıfının çıkarı için." (Marx, Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, s. 142.)
[51] Köleci sanayilerin durumu örneği.
[52] Marx, Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, s. 113.
[53] J. Stalin "SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları". Son Yazılar, 1950-1953. s. 109.
[54] "Sermaye, ölü emektir ve ancak vampir gibi canlı emeği emmekle yaşayabilir, ve ne kadar çok emerse. o kadar çok yaşar." Karl Marx. Kapital, Birinci Cilt, s. 247.
[55] Bkz. Baby, Principes fondamentaux d'economie politique, s. 253-254.
[56] Serbest, kapitalizmden tekelci kapitalizme geçiş, karşıtların savaşımının dikkate değer bir belirtisidir: gerçekte, bu, en zayıfların tasfiyesiyle karşıtına (tekele) dönüşen kapitalistler arası serbest rekabettir: zaman, yeni bir savaşım biçimi, büyüklük sırasına göre dünya ölçüsünde tekeller arası bir savaşım biçimi ortaya çıkar.
[57] J. Stalin, "SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları", Son Yazılar, 1950-1953, s. 96-97.
[58] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 677.
[59] Stalin, Leninizmin Sorunları, s.677.
[60] Ayrıca bkz: Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, s. 151-160.
[61] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, s. 156-157.
[62] Devrimci partinin, komünist partisinin nitelikleri üzerine ondördüncü derse (IV. kesim, b) bakınız.
[63] Yirmi ve yirmibirinci derste, proletarya tarafından toplumun devrimci dönüşümünün, öznel koşulları gerektirdiğini de inceleyeceğiz.
ONDOKUZUNCU DERS
ÜSTYAPI
I . Üstyapı nedir?
II . Üstyapı temel tarafından oluşturulur.
III . Üstyapı etkin bir güçtür.
IV . Üstyapı üretime doğrudan doğruya bağlı değildir.
V . Vargı.
I. ÜSTYAPI NEDİR?
12 ve 13. derslerde fikirlerin toplumsal yaşamdaki kökenini ve rolünü inceledik. Gördük ki, toplumun manevi yaşamı, maddi yaşamının bir yansısıdır.
O halde, belli bir toplumda varolan bütün fikir ve kurumları üstyapı sözüyle belirtmek uygun olur mu? Şimdi tarihsel materyalizmin temel kavramlarını tanıdığımıza göre, bu soruya kesin bir yanıt verebiliriz.
Tarihin her anında ve bütün toplumlarda, toplumun nesnel çelişkilerinin yansısı çeşitli fikirler, birarada bulunurlar. Bununla birlikte bu fikirlerin hepsi aynı nitelikte değildir; bazıları toplumu eski düzen içinde tutmaya, ötekiler, onu yeni bir yola sokmaya yönelirler. Birbirine karşıt sınıfların bulunduğu toplumlarda, (sayfa 384) birbirine karşı fikirlerin hareketi, sınıf savaşımının bir yansısıdır. Fikir savaşımı bir şiddet ve zor biçimi alabilir. Sosyalizmde artık uzlaşmaz-karşıt sınıflar yoktur, ama bu yüzden eski ile yeni arasındaki savaşım eksik olmaz ve bir fikir savaşımı halinde yansır.
İnsanlar, gerçeğin kendi içinde sakladığı çözümlerin bulunmasına yolaçan fikir savaşımı içinden geçerek, kendi zamanlarının koyduğu sorunların bilincine varırlar. Onun için Hegel gibi idealistler, tarihsel hareketi doğuran şeyin, fikirlerin diyalektiği olduğunu sanırlar.
Bazı tarihçilerin geçmiş hakkında verdikleri metafizik imgeye karşın, geçmişte, güya düşüncelerde ve yüreklerde bir uyumun hüküm sürdüğü, fikir savaşımının bulunmadığı kutlu çağlar olduğu yanlıştır. Aslında, egemen sınıflar tarafından zalimce, hoyratça bastırılan, resmi tarihin bilmezlikten geldiği karşıt akımlar vardır. O kadar övülen ortaçağ, yergili, taşlamalı halk yapıtlarında, manzum öykülerde ve türkülerde, kendi ruhban sınıfını, feodalleri acımasızca yermiştir.
Yeni fikirlere karşı baskı, egemen sınıfın örgütlü ideolojik savaşımı, insanın insan tarafından sömürüsünün bulunduğu toplumların belirtisidir.
Burjuvazi, fikir savaşımını serbest ilan ederek kendisine bir ün yapmayı düşünüyordu; aslında, yalnızca burjuva ideolojisi çerçevesi içinde düşünce ve görüş özgürlüğü sözkonusuydu: bu sınıfın gerileyişiyle, bu, her gün biraz daha açık bir biçimde ortaya çıktı.
Yalnız uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarını ortadan kaldırma yeteneğinde bir sınıf, kendisini serbest fikir savaşımının savaşçısı yapabilir. En büyük hızla ilerlemekte olan bir toplumda, sosyalizmde, en canlı bir fikir savaşımının gelişmemesi olanaksızdır.
Fikirlerin çarpışmasında kendini bulmak, onların hepsini aynı kaba koymamak, fikirlerin sakladıkları sınıf çıkarlarını ayırtetmek, işte yalnızca tarihsel materyalizm, militana olduğu gibi bilgine de, bunu yapmayı sağlar. (sayfa 385)
Kapitalist düzen otoritelerinin, örneğin basın yoluyla, şu fikri değil de bu fikri ön plana çıkardıkları gözden kaçmamaktadır. Eğer bir gazetede küçük tacirlerin sayısının çok yüksek oluşunun, iktisadi güçlüklerin nedeni olduğunu okursak, büyük sermayenin bu "teori"nin ardındaki çıkarını ortaya koymayı bilmeliyiz: bugünkü kapitalizmin ayırıcı özelliği olan azami kâr yasasının dürtüsüyle, sermaye, küçük perakendecilere bırakılan artı-değer payının asgariye indirilmesine bakar. Eğer, en iyi vergi sisteminin dolaylı vergi sistemi olduğunu, çünkü bu vergileri herkesin ödediğini okuyorsak, bu artış da gene kapitalist çıkarları gizlemektedir: gerçekte, dolaylı vergi, tüketim araçlarına konduğu için, kapitalistten çok, ücretlilere, köylülere, orta sınıflara dokunur.
Ama bu fikirler, yalnızca mevcut düzeni ülküleştirmek gibi bir amaçla sınırlı kalmazlar. Gerçekten de bu fikirler savaşım araçlarıdırlar: bunları yayarak, sermaye, kendi işine gelen vergilendirme tarzını korumaya çalışır. Yasa ya da karar, yeni önlemler için, kapitalizmi sağlamlaştırmaya yardım edecek olan siyasal önlemler için ortamı ve zihinleri daha iyi hazırlar.
Böylece, egemen sınıf tarafından yayılan bu fikirler, onun çıkarlarını yansıtırlar ve bunun için de ona hizmet ederler: işte üstyapıdan ne anlaşıldığını kavramaya başlıyoruz.
Basın yoluyla her gün yayılan şu ya da bu fikir için söyleyebileceğimiz şeyi, üzerinde daha da çok işlenmiş olan felsefe teorileri için de söyleyebiliriz. Kalvenist alınyazısı teorisi konusunda Engels şöyle yazıyor:
"Ama Luther'in başarısızlığa uğradığı yerde, Calvin'e gün doğdu. Calvin'in inancı, çağının en gözüpek burjuvalarına uygundu. Onun alınyazısı öğretisi, rekabete dayalı ticaret dünyasında, başarının ya da başarısızlığın bir insanın çalışkanlığına ve becerikliliğine değil de, onun denetleyemeyeceği koşullara bağlı olduğu olgusunun dinsel dışavurumuydu. Bu koşullar, isteyenin ya da rekabet edenin buyruğunda değildir; tersine, bilinmedik üstün ekonomik güçlerin lütfuna (sayfa 386) bağlıdır; ve bu, bir ekonomik devrim döneminde, bütün ticari merkezlerin ve yolların yerlerini yenilerinin aldığı dönemde, Hindistan'ın ve Amerika'nın dünyaya açıldığı dönemde, ve en kutsal ekonomik imanların -altının ve gümüşün değeri- sarsılmaya ve yıkılmaya başladığı dönemde, özellikle doğruydu."[64]
İşte böylece, basit bir iktisadi olay, tanrının gizemli bilgeliğinin eseri haline geliyor. Burjuvalar rekabette deneyim kazanıyor ama zamanın dinsel anlayışı, rekabetin yalnızca ekonomik niteliğini onların gözünden gizliyor. "'Kader"' fikri, dünya anlayışı gibi görkemli bir plana aktarılıyor ve dine nüfuz ediyor. Tacirler, rekabetin sonuçlarından yakınıyorlar, ama onunla yaşıyor, onunla zenginleşiyorlar. Rekabeti istiyorlar ama sonuçlarını istemiyorlar. Bunun avuncunu, insanların önceden saptanmış bir alınyazısına katlanmak zorunda oldukları fikrinde buluyorlar. Alınyazısı öğretisi, rekabet içinde yaşayan bir sınıfa, rekabetin sonuçlarını kabul ettirmekle, meta üretimini sağlamlaştırıyor.
Elbette, burjuva ticaretinin yıkıma sürüklediği feodaller bu öğretiyi kabul edemezlerdi: öğreti, feodalitenin manevi kılıcı Katolik kilisesi tarafından mahkum edildi. Ama meta üretimi, üretici güçleri geliştirdiği için, feodal ekonomiye göre bir ilerlemeydi, onun için kalvenist teori ortaçağ inanına oranla ilerici bir rol oynuyordu. Günümüzde ise, bu teorinin zamanı geçmiş, teori eskimiştir; onun alınyazıcılığı insanın kendi alınyazısına sahip olduğu devrimci fikrine karşıdır: büyük protestan bankacıların ideolojisi, ancak, kapitalizmin iktisadi bunalımlarının ve mali çöküşlerinin "kaçınılmaz" olduğunu, "alında yazılı" olduğunu kabul ettirmeye yarar.
Bu örnek, açıkça gösteriyor ki, aynı bir fikir, tarihsel koşullara göre, çok farklı iki durumda olabilmektedir: bazan egemen ekonomi biçimine zarar verebilir, alınyazısı öğretisinin feodal düzendeki durumu gibi; bazan da egemen üretim ilişkilerine hizmet edebilir, aynı öğretinin kapitalizmdeki durumu gibi. Ancak bu ikinci durumdadır ki, öğretinin bir (sayfa 387) üstyapı öğesi olduğu söylenecektir. Bu yüzden üstyapı terimi, ayrım yapmaksızın herhangi bir fikir, teori ya da bunlara uyan bir kurum için kullanılmaz. Toplumun iktisadi temeline göre, ona kıyasla tanımlanır. Üstyapı, egemen üretim ilişkilerini yansıtan ve bunun sonucu olarak kendileri de egemen durumda olan fikirleri ve kurumları içine alır.
"Temel [altyapı], toplumun gelişmesinin belirli bir aşamasındaki ekonomik düzendir. Üstyapı, toplumun politik, hukuksal, dinsel, sanatsal, felsefi görüşleri ve bunlara tekabül eden politik, hukuksal ve diğer kurumlardır.
"Her temelin o temele tekabül eden kendi üstyapısı vardır. Feodal düzenin temelinin kendi üstyapısı, politik, hukuksal ve diğer görüşleri ve onlara tekabül eden kendi kurumları vardır; kapitalist temelin kendi üstyapısı vardır, sosyalist temelin de. Temel değiştiği ya da tasfiye edildiğinde, onun üstyapısı, onu izleyerek değişir ya da tasfiye olur, yeni bir temel doğunca bunu izleyen ve buna tekabül eden bir üstyapı doğar."[65]
Siyasal kurumların, yani devletin de üstyapıya girdiğini belirtelim.
Gerçekten de, devlet, Stalin'in sözüyle, egemen olan siyasal görüşlere, siyasal ideolojiye "uyar", sınıf çıkarlarını yansıtan ilkelere göre örgütlendirilmiştir. Devlet, en güçlü sınıfın, egemen durumda olan üretim ilişkilerini kendinde kişileştiren sınıfın iktidarının örgütlenme biçimidir. İktisadi temel birincildir, devlet ikincil. Siyasal örgütlenme örgütlendirici güç olan siyasal ideolojiden ortaya çıkar. Son tahlilde devletin gücü, fikirlerin gücünden kendisi de iktisadi temelin yaşamsallığının yansısı olan fikirlerin gücünden başka bir şey değildir. Siyasal gücün asıl dayanağı yığınların desteğidir; devlet, bu yığınların saflarında hüküm süren fikirlerden yararlanma durumundadır. Yığınların bu desteği yerinde olabilir ya da olmaz; yığınlar, tarihsel gelişimin belli bir noktasına kadar aldatılabilirler ve sömürücü sınıfların (sayfa 388) iktidar gücü yalana dayanır. Yığınların bu desteği azaldığı zaman devlet zayıflar: iktidardaki sınıfın açıkça şiddet yoluna başvurması, zayıflığının ve yaklaşan sonunun belirtisidir. Belirleyici olan şey, yığınları içine alan fikirlerdir.[66]
II. ÜSTYAPI TEMEL TARAFINDAN OLUŞTURULUR
Üstyapı, temel tarafından oluşturulur, onunla birlikte kaybolur, o da onun kaderini izler. Bir toplumda egemen fikirleri, gerçekte, o toplumda egemen durumda olan üretim araçlarının mülkiyet biçimi oluşturur. Demek ki, üstyapı, siyasal, hukuksal, dinsel, felsefi vb. fikirlerin basit bir şekilde yanyana sıralanışı değildir. Bu fikirlerin bir iç bağı vardır: aynı temeli yansıtırlar. Temel ve üstyapı, organik bir bütün oluştururlar. Örneğin feodal üstyapı bütün bölümlerinde, çözülmez bir biçimde feodal temele bağlıdır. Temelin ve üstyapının diyalektik birliği marksist toplumsal şekillenme kavramını oluşturur.
Öyleyse, üstyapı, elbette ki, değişmez olmayan, ama canlı temeliyle birlikte doğan, onunla birlikte gelişen, onun ardından ortadan kalkan bir bütün oluşturur.
Sınıflı toplumlarda, devletin varlığı, üstyapının tüm varlığına özel bir karakter damgası vurur. Devlet, üstyapının örgütleyici öğesidir. Örneğin, bir sınıf eğitimini düzenleyen devlettir.
İktisadi bir düzenin ortadan kalkışı sonunda, üstyapı, organik bir bütün olarak yokolur. Şu halde, üstyapıyı, tarihsel materyalizmin temel kavramı üstyapıyı, kendi kendine, yalıtılmış, keyfi bir şekilde ve herhangi belli bir üstyapıdan kopuk olarak ele alınan şu ya da bu fikir ya da kurumla karıştırılmamalıdır. Her fikir ve kurum, yeni bir üstyapı bütününe tamamlanırken kökten bir değişikliğe uğrar ve bundan böyle katıldığı bütünün yeni anlamını alır, kabul eder. Bunu unutmak biçimciliktir.
Bu konuda özellikle anlamlı olan bir örneği, dinsel okul (sayfa 389) vermiştir. Ortaçağ tipi bilmesinlerci okul, devrimci burjuvazi, feodal iktisadi temeli tasfiye ettikten sonra, feodal üstyapının tasfiyesiyle birlikte, tarih sahnesini terketmiştir.
Daha sonra, 19. yüzyıl boyunca, proletaryanın devrimci yükselişinden korkan, ama artık feodalitenin geri dönüşünden endişe etmeyen Fransız burjuvazisi, anti-demokratik amaçlar için kullanmak üzere, dinsel okulu isteklendirecekti. Ama, burjuvazi, ona burjuva üstyapının öğesi olarak yeniden yaşam verdi ve bu yüzden, sonuç olarak onu burjuva toplumun koşullarına uydurarak değiştirdi.
Bu, hiç de feodal üstyapının kendi temelinden sonra da yaşadığı anlamına gelmez, ama yalnızca, burjuva üstyapının, önceleri ilerici olan kapitalist üretim ilişkilerinin artık gerici oldukları bir dönemde gerici bir doğrultuda değişikliğe uğradığı anlamına gelir. Burjuva demokratik geleneğin mirası laik okul, bu koşullarda, burjuva üstyapının bu yönelimine karşı en iyi savaşım verebilecek öğelerden biridir. Proletarya, onu desteklemelidir.
Böylece, üstyapı ile temel arasındaki uygunluk, yalnız bütün üretim tarzının altüst olduğu çağlarda değil, ama aynı ve bir toplumsal şekillenmenin gelişiminin çeşitli evre ya da derecelerinde de kendini gösterir.
Kapitalizmde, serbest rekabet evresine "liberal" fikirler uygun gelmektedir, siyasete de burjuva parlamenter demokrasi; tekeller evresine ise her çizgide gericilik uygun düşer: tekelci burjuvazi "kuvvetli devlet" zorunluluğunu ilan eder, kendi meşruiyetini bozar, burjuva demokratik özgürlükleri bir yana iter.[67]
Kültür alanında, birbiriyle çelişik yönleri kapitalizmin atılım dönemine ve son bulma dönemine karşılık olan, iki hareket görülür. Birinci dönemde -Rönesans'tan 19. yüzyılın ortalarına kadar- burjuva kültür eleştirici bir özümleme, benimseme süreciyle, insan düşüncesinin bütün kazançları, özellikle antikçağ kültürü ile gelişir ve zenginleşir. İkinci (sayfa 390) dönem: burjuva kültür, daha önce içine aldığı bütün ilerici, ulusal, hümanist öğeleri yavaş yavaş kendi etki alanının, kendi dünyasının dışına atar ve çabukça ayrışır, dağılır. Hatta artık kendi geçmişine bile saygı gösteremez. Eleştirici özümleme süreci kalkar, onun yerine bir ayırdetme, seçme süreci gelir. Evrensellik tutkularının yerine kendi öz mirasını terketme geçer: Diderot felsefeden, Michelet tarihçiler safından, Victor Hugo ise "salt" şairler safından çıkarılırlar.[68]
Bu konuda, sonuç olarak, bir fikri ya da bir kurumu doğru olarak değerlendirmek için, onu hiçbir zaman kendi kendine, soyut olarak, bir bölümünü oluşturduğu ve belirli bir temeli yansıtan üstyapıdan ayırarak incelememek gerekir. Bu, devlet konusunda özellikle vazgeçilmez bir şeydir. "Aracı", "sınıflar üstü", sözde "genel çıkar"ı cisimleştiren sosyal- demokrat ve idealist devlet teorisi, bir yalandır. Aynı şekilde hıristiyan-demokratlar, devleti, "ortak yarar"ın cisimleşmesi şeklinde sunarlar. Gerçekte, toplumun uzlaşmaz sınıflara bölünüşüyle ortaya çıkan, tarihsel bakımdan zorunlu bir olgu olan devlet, kökeni ve niteliği ile bir sınıfın devleti olarak kalır. Yoksa, bilimsel bir yanılgı olan biçimciliğe kapılmadan, genel olarak ve soyut olarak "demokrasi"den sözedilemezdi. Daima şu soruyu sormak zorunludur: kimin için demokrasi? Kapitalistler için mi, yoksa yığınlar için mi?
N o t: Anarşizm -ki, Fransız işçi hareketi üzerinde hala bir etki yaratmakta devam ediyor- üstyapının niteliğini ve rolünü tanımayan idealist bir öğretidir. Onun için devletin sınıfsa1 kökünden, iktisadi temel ile olan nesnel bağından habersizdir. Bu öğreti, devlette, insanın derinliğinde. yatan ve aslında sınıf savaşımının bir alt-ürününden başka bir şey olmayan bilmem hangi egemen olma ve iktidar "içgüdüsü" görür. Bu yüzden, pratik planda, anarşizm, yığınların siyasal ve ideolojik eyleminin gereğini yadsır, çünkü, devletin gerçek gücünün yığınların desteği olduğunu görmez. Bireyin ya da azınlığın eylemini göklere çıkararak, anarşizm, (sayfa 391) serüvene kapılır, ve bir provokasyon aleti olarak yozlaşır.
III. ÜSTYAPI ETKİN BİR GÜÇTÜR
"Üstyapıyı doğuran temeldir, ancak, bu hiçbir zaman onun temeli yansıtmakla yetindiği, edilgin, tarafsız olduğu, temelin kaderine, sınıfların kaderine, düzenin niteliğine karşı kayıtsız bulunduğu anlamına gelmez. Tersine, üstyapı bir kez doğunca etkin büyük bir güç olur, temelin billurlaşmasına ve güçlenmesine etkili bir biçimde yardım eder; yeni düzenin, eski temeli ve eski sınıfları yıkışını tamamlamasına ve onların tasfiyesine yardım etmek üzere gereken bütün önlemleri alır.
"Başka türlü olamazdı da. Üstyapı, özellikle, temel tarafından, kendisine hizmet etmesi için, billurlaşmasına ve güçlenmesine etkin olarak yardım etmesi için, zamanı geçmiş bulunan eski temeli ve onun eski üstyapısını tasfiye etmek üzere etkin olarak savaşım vermesi için yaratılmaktadır. Üstyapının bu alet rolünü oynamayı reddetmesi, onun, temelin etkin savunucusu durumundan temele karşı kayıtsız bir duruma geçişi, sınıflara karşı aynı tutumu takınması, niteliğini yitirmesi ve bir üstyapı olmaktan çıkması için yeterlidir."[69]
Zaten daha önceden de biliyoruz ki, fikirler, canlı güçlerdir. Ama Stalin'in burada üzerinde ısrar ettiği nokta, üstyapının kesin olarak kendi temeline hizmet etmek ve onu savunmak için oluşturulduğudur. Madem ki üstyapının üstyapı olma niteliğini yitirmesi için, kendi temeline artık hizmet etmez olması yeterlidir, bu üstyapının bir çeşit tanımlamasıdır da.
Üstyapı, bir alettir, iyi düzenlenmiş bir planın, egemen sınıfın bilinçli bir eyleminin meyvesidir. Elbette ki, egemen sınıf fikirleri yoktan yaratmaz. Fikirler yansılardır. Ama belli bir sınıfın kendisi için yararlı fikirleri ileri götürmesi (sayfa 392) bilerek olur, bilinçle olur.
Üstyapıyı kendi içinde bağlantılı bir bütün olarak gösterdik. Peki, bir fikir ya da bir kurumun bu bütüne bağlılığını belirleyen nedir? Yalnızca onun sınıfsal yararlılığı, ve temelin hizmetindeki rolü. Üstyapının yaşamında, fikirlerin savaşımında, kurumların evriminde raslantı yoktur. Burjuvazi kendi üstyapısını bir plana göre düzenler. İşte buna bir örnek: Meclis kürsüsünden, Fallaux yasası üzerine tartışmalar sırasında, 1848 Haziranından birkaç ay sonra Montalembert kontunun konuşması:
"Mülk sahibi olarak ve mülk sahiplerine hitap ederek, tam bir açık yüreklilikle bir tek sözcük ekleyeceğim, çünkü biz burada, sanıyorum, birbirimize, yalansız-dolansız gerçeği söylemek üzere bulunuyoruz.
"Bugünün sorunu nedir? Mülk sahibi olmayanlarda, mülkiyete saygı uyandırmaktır. Bu saygıyı uyandırmak,[70] kendileri mülk sahibi olmayanları mülkiyete inandırmak için bir tek yol biliyorum: onları tanrıya inandırmak! Ve seçmeciliğin, şu ya da bu başka bir sistemin belirsiz tanrısına değil, ama hıristiyan dini öğretisinin tanrısına, On Emir'i yazdırmış olan ve hırsızları sonsuza kadar cezalandıran bir tanrıya inandırmak. İşte mülkiyeti etkili bir şekilde koruyabilecek olan gerçekten halka göre tek inanç budur..."[71]
Burada, üstyapının bilinçli şekillenmesini, burjuvazinin, eski bir kurumu daha, gerici olma yoluna girmiş olan kendi üstyapısı içine almak zorunluluğunu kavrıyoruz.
Katolik Kilisesi köleliği mahkum etmedi; ortaçağda, Avrupa'da, sömürgelerde 1848'e kadar, Birleşik Devletler'de 1865'e kadar köleler vardı.
Kilise, serflere, senyöre boyun eğmeyi öğretti. Kuşkusuz, cengaver olan derebeyler, onları, cehennem ateşi korkusuyla "tanrının yasaklarına" saygı göstermeye zorladı. Ama bu önlemler, her şeyden önce o toplumun yaşamı için zorunlu olan kültürü koruyor, üretimi kayırıyor, ayaklanmaları önlüyordu. (sayfa 393) Kısacası, feodallerin "aşırılıklarına" karşı feodaliteyi koruyordu. Ama Reims başpiskoposu haykırıyordu:
"Serfler, efendilerinize karşı her zaman uysal olunuz. Onların sertliğini ya da cimriliğini bahane edecek duruma düşmeyiniz. Yalnız iyi ve ölçülü olanlara değil, böyle olmayanlara da bağlı kalınız. Kilisenin kuralları, serfleri başkaldırmaya, itaatsizliğe, hileye itenlere, ve hele hele onlara açıkça karşı koymayı öğretenlere karşı aforozlarını ilan eder. "[72]
Daha sonra, Kilise, 19. yüzyıl sonlarının Genelgeleriyle, kapitalistlerin "yolsuzluklarına" karşı, kapitalizmi korumaya çaba gösterdi, ağzını da buna göre ayarladı. Eskiden, toplumda senyörlerin ve serflerin varlığını zorunlu olarak ilan ediyordu, şimdi de kapitalistlerle proleterlerin varlığının zorunlu olduğunu bildiriyor.
Böylece kapitalizmde kilisenin varlığı, bir eski düzenden artakalış değildir: bu, sömürücü ve zorba burjuva düzenin, daha eski, ama gene sömürünün ve baskının hüküm sürdüğü toplumsal bir biçimlenmeyi içeren bir ideolojiden ve bir kurumdan yararlandığı anlamına gelir. İşte bunun içindir ki, burjuvazi, kendini tehlikede hisseder hissetmez, dini, kendi gereksinmelerine uydurarak, bile bile yeniden kalkındırdı ve kapitalist üstyapının bütünü içinde bir bölüm olarak dine yeniden güç ve arka verdi. Sonuç olarak, dinsel eğitim ile laik öğretimi birbirinin tamamlayıcısı olarak sundu. 1887 yılının ilkokul hakkındaki resmi bilgileri gösteriyor ki: "Laik öğretim, dinsel öğretime karşı koymaksızın ondan ayrılır. Öğretmen rahibin yerini al[maz]. ..her çocuğu namuslu bir insan yapmak için kendi çabalarını [onun çabalarına] katar."
Burjuvazi, bütün yumurtalarını aynı sepete koymuyorsa da, gene de kemanlarını akort etmeyi biliyor!
Stalin'in bir gözlemi, özellikle üzerinde durulmaya değer: üstyapı bu alet olma rolünü reddettiği anda niteliğini yitirir ve üstyapı olmaktan çıkar. Örneğin resmi öğretimin hocaları, (sayfa 394) burjuvazinin emperyalist amaçlarını savunmayı reddederlerse, burjuvazi, bu demokrat öğretmenleri işlerinden atar. Burjuva yasallık artık tekellerin gereklerine uygun gelmediği zaman, tekellerin kendi çıkarlarının iyi bir aleti olmaktan çıkar; burjuvazi, burjuva demokratik özgürlükleri bir yana atmaya bakar. İşte o zaman,burjuva özgürlükleri bayrağını yukarı kaldırmak ve onu ileri götürmek işi, pek doğal olarak, kapitalist düzende, ulusa kendi siyasal görüşlerini yaymak için en iyi koşulları burjuva demokrasisinde bulan proletaryaya düşer.
Şu halde, fikirler ve kurumlar, metafizik bir biçimde değerlendirilmemelidir. Fikirlerin kökenlerinin onların niteliklerini belirlediği doğru ise de tarihsel koşulların değişmesi, onların rolünü değiştirir: bunların belli bir anda, nesnel koşulların değişmesinden dolayı hangi sınıfın hizmetine konabileceklerini daima diyalektik olarak araştırmak gerekir.
Üstyapının, en başta da devletin etkin gücü, özellikle kapitalizmin cançekişme döneminde kendini gösterir. Bu dönemde üretim ilişkileri artık üretici güçlerin niteliğine uygun değillerdir. Bu ilişkileri sağlamlaştırmak, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki zorunlu uygunluk yasasının uygulanmasını engellemek ve kapitalizmin varlığını sonsuz bir şekilde uzatmaya çalışmak için bütün önlemleri alan kapitalist devlettir. Kendisine uygun gelen bir ideolojiye dayanan burjuva devlet, o zaman toplumun ilerlemesine karşı başlıca engel haline gelir.
Ancak yeni güçlerin bilinçli eylemi ile yolun üzerinden uzaklaştırılabilen bir engel. Daha önceki dersten biliyoruz ki, bu siyasal ve toplumsal güçler, proletarya ile köy ve kentteki emekçi kitlelerin ittifakı ile oluşur. Şimdi görüyoruz ki, böyle bir savaşımın amacı, yeni bir siyasal iktidar kurmak, etkin rolüyle eski temelin ve eski üstyapının tasfiyesini, yeni bir temel ve yeni bir üstyapı yaratılmasını sağlayacak olan proletarya iktidarını kurmaktır.
Böylece, bazı tarihsel koşullarda, fikirler ve kurumlar belirleyici bir rol oynarlar. Kaba materyalizm, toplumun (sayfa 395) otomatik ve "kendiliğinden" gelişmesi gibi yanlış bir "teoriye" götürür: pratik olarak, kapitalist devletin kendi temelinin varlığını uzatmak için yürüttüğü eylem karşısında pasif kalmayı haklı gösterir, doğrular. Marksizm ise, tersine, yığınların devrimci girişkenliğinin en başta gelen rolünü hiçbir zaman ihmal etmez. Siyasal eylemi geliştirmek ve yığınların ideolojik düzeyini yükseltmek için savaşımı hiçbir zaman ihmal etmez.
IV. ÜSTYAPI ÜRETİME DOĞRUDAN DOĞRUYA BAĞLI
DEĞİLDİR
"Üstyapı, üretime, insanın üretici etkinliğine doğrudan bağlı değildir. O, üretime, ancak dolaylı bir şekilde, ekonominin aracılığı ile, temelin aracılığı ile bağlıdır. Bu yüzden, üst- yapı, üretici güçlerin gelişme düzeyindeki değişiklikleri dolaysız ve doğrudan değil, temeldeki değişikliklerden sonra, temeldeki değişikliklerin üretimdeki değişikliklere dönüşmesinden sonra yansıtır. Bu, şu anlama gelir ki, üstyapının etki alanı dar ve sınırlıdır."[73]
Marksizmin bu önemli tezi, bütün üretim ilişkilerinin ve sınıf savaşımının sözünü etmeden geçiştirenlere ve "tekniğin evrimi"nin doğrudan doğruya fikirlerin ve kurumların ilerlemesine neden olduğunu öne sürenlere karşı bizi uyarır. Gerçekten, "modem uygarlığın" maddi ilerlemesini, kültürel, entelektüel, "manevi" alanda da buna uygun düşen bir ilerlemenin izlemesi gerektiğini söylemek, burjuva düşüncenin durmadan yinelediği bir şeydir. Emperyalizmin de bu beylik burjuva düşünceyi durmadan yalanlaması, teknik ve bilimsel ilerlemeyi suçlamak için bunu bahane eden idealistlerin yakınmalarına neden olmaktadır.
Oysa, bir toplumun kültürel, entelektüel ve "ahlaksal" düzeyini belirleyen onun iktisadi temelidir. Teknik ve bilimsel bilgilerdeki ilerleme, bunda, hiçbir değişiklik yapmaz. (sayfa 396)
İlerleme, üstyapıda, ancak temelin aracılığıyla yansır. Nasıl ki, üretici güçler, varolan üretim ilişkileri sınırlan içinde gelişirse, aynı biçimde, teknik ve bilimsel ilerleme de bu temeli yansıtan ideolojik ölçütlerine göre evrim gösterir, her sınıf tarafından kendi sınıf çıkarına göre değerlendirilir.
Öyle bir zaman oldu ki, sanayi burjuvazisi, bilimlerdeki ilerlemenin, insanlığın maddi ve kültürel ilerlemesine varacağını bildiriyordu. Bununla, bu çağda, sanayi kapitalizminin gelişme olanaklarını ifade etmekten başka bir şey yapmıyordu. Ama, olguculuğun tezi olan bu tez yanlıştır.
Çökmekte olan kapitalizmde, bilimsel ve teknik ilerleme, yalnız toplumsal gereksinmelerin hizmetinde olmamakla kalmazlar, çünkü, kapitalist kârın hizmetindedirler, ama hatta bilimsel fikirler yığınların içine enikonu giremezler ve onların kültür düzeylerini yükseltmeye hizmet edemezler. Gerici burjuva ideolojisi, yığınlara egemen olur; burjuva üstyapı onların kültür düzeyini belirler ve bu kültür düzeyi, kaçınılmaz olarak, bilimsel bilgiye göre geri kalır. Toplumun ve kurumların ilerlemesinin yalnızca bilginin yığınlar arasında dağılmasına bağlı olduğunu kabul eden A. Comte'un olgucu anlayışı, ilerici burjuvazinin bir ütopyasıdır: kapitalizmin daha sonraki gelişmesi bu anlayışın dayanaksızlığını gösterecekti.
Olguculuğun tersine, marksizm, üstyapının -yeni üstyapının- teknik ve bilimsel ilerlemeyi yansıtmasını sağlayan şeyin sınıf savaşımı ve iktisadi temel değişiklikleri olduğunu ortaya koyar. Toplumun kültürel ve entelektüel düzeyinin yükselişine doğru, fikirlerin ve kurumların ilerlemesine doğru giden tek yol, sınıf savaşımı ve sosyalist devrimdir. Makine ve bilimin kendi başlarına, insanı alıklaştırmak ya da yükseltmek yetileri birbirinden fazla değildir. "Uygarlığı" belirtmeye yetmezler. Birleşik Devletler'deki teknik gelişme bu ülkede egemen olan ideolojinin, yüksek bir uygarlık derecesini ifade etmek şöyle dursun, kapitalist barbarlığın bütün çizgilerini sunmasına engel olmamaktadır. Sosyalizme gelince, sosyalizm, ne "tekniğe bağlı bir uygarlık"tır, ne de (sayfa 397) bilimciliğin zaferi. Onun manevi üstünlüğü, üstün bir hümanizm yaratan sosyalist temelin bir yansısıdır. Gerçek bir hümanist, sınıf savaşımını mahkum etmez, ona katılır; yalnız sınıf savaşımının, insan emeğinin ve insan zekasının en büyük kazançlarının engellere uğramadan uygulama alanı bulabileceği iktisadi ve toplumsal bir düzene varacağını bilir.
V. VARGI
Uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarıyla, uzlaşmazlıklarıyla parçalanmış bir toplum, gerçek bir ahlaksal ve kültürel birlik gösteremez. Elbette ki, egemen sınıf, kendi ideolojisini kabul ettirebilir, ezilenlerin sesini boğmayı başarabilir. Yalnız sınıflararası uzlaşmaz karşıtlıkları olmayan bir toplum, gerçek ahlaksal ve manevi birliği tanıyabilir, bu birlik hiçbir zaman bilginin ilerlemesi için zorunlu olan fikir savaşımını kaldırıp atmaz.
Bizimki gibi bir toplumda birbirinin karşıtı olan iki ideoloji vardır, yalnızca iki ideoloji: burjuvazinin çıkarların hizmet eden ve üstyapının tamamlayıcı bir bölümü olan ideoloji, ve öteki, bilimsel ifadesini marksizmde bulan proletaryanın ideolojisi..
"Tarafsız ideolojiler"de artış diye bir şey sözkonusu olamaz. Ama halkın, ulusların ve insanın düşmanı saldırgan emperyalizmin ideolojik isteklerine oranla daha az saldırgan olan, geri çekilmiş durumda bulunan burjuva fikirler vardır. Akılcı, anti-faşist, hümanist burjuva fikirler bu tür fikirlerdir. Bu fikirler, emperyalizmin istekleriyle çelişki haline düşer düşmez, burjuvazi, onlara karşı saldırıya geçer. O halde besbelli ki, işçi sınıfı ve ilerici güçler, bu fikirlere sahip çıkmalı, onlara güç ve kuvvet vermeli ve onların demokratik içeriğini geliştirerek onları ileri götürmelidirler.
Böylece, iki ideoloji durağan değildir. Bunlardan biri gerilemektedir ve her gün daha gerici ve daha az evrensel olmaktadır. Öteki zenginleşmekte ve yeni bir hümanizm uğruna savaşımda güçlenmektedir. (sayfa 398)
Proletarya, artık ulusun çıkarlarından ayrılmaz olan çıkarlarındaki değişikliklere uyarak, geçmişin ulusal kültürü içinden, yaşamın sadık yansılan olan ve aynı zamanda sanatın kalıcı anıtları olan ilerici öğeleri çekip çıkarır. Ve gene ulusun çıkarlarına karşı olan kendi çıkarındaki değişikliklere uyarak, burjuvazi ulusal mirastan ve kendi demokratik ve hümanist kalıtından yüzçevirir. Tarafsız ideoloji yoktur ve olamaz: yalnızca uzun tarihi boyunca burjuvazi tarafından hazırlanmış fikirler ve bu fikirlerin bilimsel eleştirisinin sonucu olarak oluşan, marksizmin ortaya attığı ve proletaryanın benimseyip kendine malettiği fikirler vardır.
Sınıf savaşımının zikzaklı tarihsel gidişine göre şu ya da bu fikrin bir kamptan bir başkasına geçebilmesi, kesin olarak o fikrin tarafsız olmadığın, ve belirli bir içerik taşıdığını gösterir; bunun içindir ki burjuvazinin sınıf çıkarı değiştiği zaman bu sınıf, artık işine yaramayan fikri kaldırıp atar.
Toplumun öncü güçlerine düşen görev, bütün ideolojik ve kültürel kalıtı yeniden değerlendirmektir. Marksizm, aslında, eleştiricidir ve kapitalizmin nice emekle kurulan ideolojik yapısını en ince noktasına kadar eleştirir. O halde, eleştirici bir biçimde geçmişin kültürünü benimsememiş, özümsememiş bir kimse, tam marksist olamaz. (sayfa 399)
YOKLAMA SORULARI
1. Karşıt sınıflı bir toplumda fikir savaşımının gerçek içeriğini bir örnekle gösteriniz.
2. Hangi tür fikirler üstyapıya aittirler? Örnekleri.
3. Proletarya, kapitalist üstyapının dönüşümlerine karşı ne gibi bir tutum almalıdır?
4. Bilimsel ilerleme ve "manevi" ilerleme.
Dipnotlar
[64] Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, s. 42-43.
[65] J. Stalin, "Dilbiliminde Marksizm Üzerine", Son Yazılar, 1950-1953, s. 10.
[66] Devlet konusunda daha derin bir inceleme için, Lenin'in Devlet ve Devrim kitabına başvurulmalıdır.
[67] 1831 Lyon ipek işçileri ayaklanmasının arkasından gelen 1833 Guizot yasasının, sonrada 1848 Haziran işçi ayaklanmasının ezilmesini izleyen 1850 Fallaux yasasının anlamı budur.
[68] Bu, proletaryanın hiç de bu öğretinin içeriğini eleştirmekten vazgeçtiği anlamına gelmez: burjuva sömürüsünün de getirdiği ölçüde, proletarya bu içeriği eleştirir.
[69] J. Stalin, "Dilbiliminde Marksizm Üzerine", Son Yazılar, 1950-1953, s. 1l.
[70] Stalin'in metnini tamamen doğrulayan sözcüğe dikkat edilmeli.
[71] Ulusal Mecliste konuşması, Ocak 1850.
[72] Aktaran: J. Bruat, Histoire du mouvement ouvrier français, Editions Sociales, 1952, s. 43.
[73] J. Stalin, "Dilbiliminde Marksizm Üzerine", Son Yazılar, 1950-1953, s. 14-15.
YİRMİNCİ DERS
SOSYALİZM
I . Üretim ve üleşim.
II . Sosyalizmin iktisadi temeli.
III . Sosyalizme geçişin nesnel koşulları.
IV . Sosyalizmin temel yasası.
V . Sosyalizme geçişin ve sosyalizmin gelişmesinin öznel koşulları.
VI . Vargı.
I. ÜRETİM VE ÜLEŞİM
Sınıfların ortaya çıkışından beri insanlar, insanın insan tarafından sömürüsünün ve sınıf savaşının ortadan kalkacağı ideal bir toplumsal düzenin düşünü görmekten hiç geri durmadılar. Halkların özlemlerinin gerçek bir yeraltı akımı, antikçağdaki altın çağa dönüş inancından beri ezilen yığınların tarihi boyunca sürüp gider. Halklar, hiçbir zaman, insanlığın geleceği için umutsuzluğa kapılmadılar. Bütün çağlarda, ozanlar ve düşünürler, yeni zamanların ilk ışıklarını beklediler ve kutladılar. 16 yüzyılın sonunda Güneş Ülkesi'ni yazan ve 27 yılını hapiste geçiren Thomas Campanella gibi Hıristiyan dini, ikibin yıl boyunca ezilen insanlara, "mutluluk krallığının bu dünyada olmadığı"nı yineledi durdu, ama hiçbir şey yığınların yüreğindeki yeryüzünde mutluluk (sayfa 400) umudunu öldüremedi ve Beethoven, o harika Dokuzuncu Senfoni'siyle gelecek günlerin marşını yarattı.
Bununla birlikte, marksizmden önce, "ideal ülke" üstüne fikirler, ütopya sınırları dışına çıkmadılar ve çıkamazlardı. Bütün çağların iktisadi yasalar bilgisinden yoksun toplumbilimcileri, esas kötülüğü, servetlerin bireyler arasında eşit olmayan bir şekilde üleştirilmesinde gördüler; onun için, ya bir eşit paylaştırmayı ya da servetlerin ortaklığını övdüler. Ama, onlar, toplumlar biliminden yoksun oldukları için üretimin tahlilini yapmayı ve sınıf sömürüsünün mekanizmasını ortaya koymayı bilemezlerdi. Bunun için de onlara hayalci olarak ba6kı66ı ve kolay kolay temizlenemeyen bir önyargı, burjuvazi içinde -küçük ve büyük- kök saldı, bu önyargıya göre, sosyalizm, gerçekleşemeyecek bir şeydi.
19. yüzyılda, ütopyacı sosyalistler, sorunu öteki ucundan, yani tüketim yönünden değil de üretim yönünden ele almak gerektiğini, üretimi önemli bir ölçüde artırmadan önce bir servet bolluğu istenemeyeceğini, büyük modern makineli sanayinin de bu servet bolluğuna olanak verdiğini farkettiler. Ama üretim ve iktisat yasalarının bilimsel bir tahlili bulunmadığı için, "aşırı-üretimi" iktisadi bir afet haline getiren şey, üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyeti, yalnız ve yalnız bu özel kapitalist mülkiyet olduğuna göre, eğer gerçekten üretim artırılmak isteniyorsa, üzerinde düşünülüp görüşülmesi gereken kesin ve sonal sorunun üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyetinin ortadan kaldırılması sorunu olduğunu, başka bir şey olmadığını açıkça göremediler. Kapitalizmin yasalarını bilmedikleri için, iyi niyetin, muazzam kapitalist sanayi aygıtını, toplum gereksinmelerinin hizmetine vermeye yeteceğini sanıyorlardı. Böyle olmadığını gördük, çünkü üretim araçlarının özel mülkiyeti, modern sanayi ve bilimin sağlayabileceği uygulamalara tam bir engel oluşturur.
Bununla birlikte, ütopyacı sosyalistler, modern bilim ve sanayinin serbest bıraktığı muazzam üretici güçlerin, küçük sömürücü tabakaya kâr sağlamak için değil, toplumun (sayfa 401) maddi gereksinmelerinin karşılanmasında kullanılması gerektiği yolundaki devrimci fikri ileri sürdüler: "İnsanın insan tarafından sömürülmesi yerine, dünyanın insanlar tarafından ortaklaşa üretime açılması, insanlar üzerinde hükümet etme yerine, şeylerin insanlar tarafından yönetimi". İşte Saint-Simon'a göre sosyalizmin amaçları bunlardı.
Yalnız marksizm, bu amaçların gerçekleştirilmesinin ortaya çıkardığı sorunlara:
1. üretim ilişkilerinin esas öğesinin üretim araçları mülkiyeti olduğunu;
2. üretim tarzının gelişmesinin iç diyalektiğine dayanmadığı takdirde üretim ilişkilerinin değiştirilemeyeceğini;
3. bu değişiklikten zarara uğrayan sınıfların direncini yenebilecek tek gücün proletaryanın ve müttefiklerinin siyasal sınıf savaşımı olduğunu göstererek bilimsel bir yanıt verdi.
Marksizm, böylece:
1. sosyalizmin temelini;
2. sosyalizmin kuruluşu için gereken nesnel koşulları;
3. sosyalizmin kuruluşunun öznel koşullarını, bilimsel olarak tanımlamaya olanak sağlar.
II. SOSYALİZMİN İKTİSADİ TEMELİ
Marksizm, herhangi bir toplumda, üretim ilişkilerinin esas öğesinin üretim araçlarının mülkiyet biçimi olduğunu gösterirken, aynı zamanda, sosyalizmin, ne genel olarak "servetlerin" ortaklığından, ne "servetlerin" paylaşılmasından, ne özel sermayelerin birleştirilmesinden, ne de kapitalizmin merkezileşmesinden ve örgütlenmesinden ibaret olamayacağını gösterdi. Sosyalizmin temeli, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetidir, bu, özel mülk sahiplerinin, her şeyden önce kamu gereksinmelerinin karşılanması için işletilebilecek ve işletilmeleri gereken büyük modern üretim araçları sahiplerinin, mülklerinin kamulaştırılması anlamına gelir. Marksizm, bu amacın pekala gerçekleşebilir olduğunu gösterdi, artık ütopik olmayan bu gerçekleşme yollarını (sayfa 402) gösterdi: üretim tarzının tarihsel değişmesini yerine getirmeye, tamamlamaya, nesnel olarak yetenekli olan proletaryadır, çünkü, özel mülkiyetin doğrudan doğruya kurbanı proletaryadır; üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, onun, sömürülen sınıf çıkarlarına tamamıyla uygun gelmektedir. Yoksullaştırılan yığınların emeğinin ürününü, yüzyıllar boyunca kendilerine mülk edinen kapitalistler, yığınları mülksüzleştirmişlerdir. Sosyalizm, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesidir.
Üretim araçlarının toplumsal mülkiyetinin, ücretliliğin ortadan kaldırılması gibi bir sonucu vardır. Gerçekten, modern üretici güçlerin bir günde üretilmesini sağladıkları, işçinin emek-gücünün korunması ve devamı için gereken değere oranla artı-değer, artık özel kapitaliste gitmez, bütün topluluğa döner, ve topluluk üyeleri arasında, sağladıkları emeğe göre ve aynı zamanda çeşitli toplumsal gereksinmelere göre paylaştırılır. Artı-değer, ücret kavramları, emek-gücü fiyatı, kâr, sermaye, gerekli-emek ve artı-emek gibi kavramlar anlamlarını yitirir.
"Meta olarak emek-gücü ve işçilerin "ücretliliği" üzerine sözler bizim düzenimizde bir hayli anlamsız görünmektedir; sanki üretim araçlarına sahip olan işçi sınıfı kendi kendini ücretlendiriyor ve kendine kendi emek-gücünü satıyormuş gibi. Bugün 'gerekli-emek'ten ve 'artı-emek'ten sözetmek aynı derecede gariptir; sanki bizim koşullarımızda üretimi genişletmek, eğitimi geliştirmek, halk sağlığını korumak, ulusal savunmayı örgütlemek vb. için işçilerin topluma verdikleri emek, bugün iktidarda bulunan işçi sınıfı için, işçinin ve ailesinin kişisel gereksinmelerini karşılamak için sarfedilen emek kadar gerekli değilmiş gibi."[74]
Marksizmin bilimsel olarak tanımladığı gibi sosyalizm, demek ki, insanın insan tarafından sömürüsünün ortadan kaldırılması, ve dolayısıyla toplum içindeki uzlaşmaz karşıtı olan sınıfların kaldırılmasıdır. O halde, (sayfa 403) iktisadi plandaki sömürenlerle sömürülenler arasındaki sınıf karşıtlığı da son bulur.
Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, ayrıca iktisadi bunalım olanaklarını ortadan kaldırır. Kâr perspektifinin yönettiği özel üreticiler arasındaki rekabet ve onunla birlikte kapitalist üretim anarşisi de ortadan kalkar. Öte yandan, dev üretici güçlerin gelişmesinin, toplumsal emek ürününün özel mülk edinilmesi dolayısıyla yığınların yoksulluğunun artışı koşuluna bağlı olmasını isteyen kapitalist birikim yasası geçersiz ka1ır. Bundan şu sonuçlar çıkar: 1. üretim araçları üretiminin gelişmesi ve tüketim araçları üretiminin gelişmesi, marksist iktisat biliminin kurduğu yeniden-üretim kurallarına göre ayarlanabilir, düzenlenebilir; üretim anarşisi, yerini ekonominin uyumlu (orantılı) gelişimi yasasına bırakır; başka bir deyişle, ekonomi planlanabilir; 2. üretimin sürekli olarak artması, bir "üretim fazlası bunalımı"na varmaz, çünkü, herkes emeğine göre aldığı için, üretimin artması, zorunlu olarak bütün emekçilerin satınalma güçlerinin yükselmesi ve tüketimlerini artırmalarıyla birlikte gider. Üretim ile tüketim arasındaki düzensizlikler ve bundan doğan bütün bozukluklar -işsizlik, üretici güçlerin tahribi- meydana gelmez. Demek ki, sosyalizm, iktisadi bunalımların olmayışı, emperyalizmin ortadan kalkışı ve savaş nedenlerinin yok oluşudur.
Sosyalizmin temel çizgilerini özetlerken Stalin şöyle yazmıştır:
"Bugün için yalnız SSCB'nde gerçekleşmiş bulunan sosyalist düzende, üretim ilişkilerinin temelini oluşturan, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetidir. Burada, artık ne sömüren, ne de sömürülen vardır. Ürünler, verilen emeğe göre ve 'çalışmayan yemez' ilkesi gözönünde tutularak üleştirilir. Üretim süreci içinde insanlar arasındaki ilişkiler, sömürüden kurtulmuş çalışanların kardeşçe işbirliği ve sosyalist yardımlaşma ilişkileridir."[75]
Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti ne şekilde gerçekleşebilir? Eğer SSCB örneğini alırsak görürüz ki: (sayfa 404)
1° Sanayide, üretim araçları kamulaştırılmış ve bütün halka maledilmiştir;
2° Küçük ve orta bireysel üreticilere gelince, onlar, kademeli olarak üretim kooperatiflerinde, yani büyük tarımsal işletmeler olan kolhozlarda toplanmıştır;
3° Kent ile kırın, sanayi ile tarımın ekonomik birliğini sağlamak için, bir süre meta üretimi (satınalma ve satış yoluyla değişimi) sürdürülmüş, bu, -köylüler için- kent ile ekonomik ilişkilerin tek kabul edilebilir biçimi sayılmış ve sovyet ticareti, devlet ticareti ve kooperatif ve kolhozcu ticareti geliştirilip, ticari dolaşımından her türden kapitalistler tasfiye edilmişti.[76]
Bundan çıkan sonuca göre, Sovyetler Birliği'nde üretim araçlarının iki biçim toplumsal mülkiyeti vardır:
SSCB'nde sosyalist mülkiyet, kimi yerde devlet mülkiyeti (bütün halkın mülkü), kimi yerde de kolhozların iş-ortaklığı mülkiyeti (her kolhozun mülkiyeti, kooperatif birliklerinin mülkiyeti) biçimine bürünür. (SSCB Anayasasının 15. maddesi.)
Toprak, yeraltı, sular, ormanlar, yapımevleri, fabrikalar, kömür madenleri, maden ocakları, demiryolları, suyolu, havayolu ve ulaştırma, bankalar, PTT, devlet tarafından düzenlenen büyük tarım işletmeleri (sovhoz, makine ve traktör istasyonları vb.), aynı şekilde, belediye işletmeleri, kentlerdeki konutların esas kitlesi, sınai kümelenmeler devlet mülkiyetidir, yani bütün halkın malıdır (6. madde).
Kolhozlardaki ve kooperatiflerdeki ortak girişimler, hayvan sürüleriyle, tarım alet ve binalarıyla birlikte, kolhozların ve kooperatiflerin sağladıkları üretim, bunun gibi ortak binalar, kolhozların ve kooperatiflerin sosyalist mülkiyetini oluştururlar (7. madde).
Görülüyor ki, SSCB örneğinde, tarım kooperatifleri, tasarruf hakkı, ücretsiz ve daimi olarak kendilerin verilmiş olan toprağı işlerler. Ayrıca (sayfa 405) devlet, kendilerine bol miktarda traktör ve birinci derecede önemli olan başka makineleri sağlar, bunların da mülkiyeti devlete aittir. Kolhozun tam özgürlük içinde istediği gibi kullanılıp yararlandığı şey, demek ki, esasında işletmelerinden ve binalarından başka, onun gelirlerinin kaynağı olan ko1hoz üretiminin ürünüdür.
Her kolhoz ailesinin, ortak kolhoz ekonomisinin esas gelirinden başka küçük bir toprak parçasından yararlanmaya hakkı vardır, bu toprak üzerinde, özel olarak yardımcı bir ek ekonomiye: oturmak için eve, ürün veren hayvanlara, kümes hayvanlarına, ufak tarım gereçlerine sahiptir.
Yasa, köylü bireylerin, zanaatçıların, başkasının emeğinin sömürülmesi hariç olmak üzere, küçük özel mülkiyetlerini kabul etmektedir.
Tüketim araçları konusunda ise, yurttaşların, kendi emeklerinden gelen gelirlere ve biriktirilmiş paralara kişisel olarak sahip olmaya, oturdukları evin, yardımcı ev ekonomisinin, ev eşyasının ve günlük kullanım eşyasının, kişisel tüketim ve kullanım eşyasının (örneğin otomobil) mülkiyetine hakları vardır; ve bu kişisel mülkiyetin miras hakkına sahiptirler.
Sosyalist toplum, demek ki, iki sınıfı içeriyor: işçi sınıfı[77] ile kolhozcu, yani emekçi köylüler sınıfını. Bu sınıflar arasında hiçbir uzlaşmaz karşıtlık yoktur, çünkü onların çıkarları dayanışma halindedir.
Bir de, bir aydınlar toplumsal tabakası vardır: teknik kadrolar, mühendisler, iktisadi organizasyon kadroları, bilim emekçileri, öğretim üyeleri, sanatçılar ve yazarlar. Bu tabaka bütün emekçiler kategorilerinden toplanmış olmak gibi burjuva toplumunda bilinmeyen bir özellik gösterir. 1936'da, Stalin, aydınların bileşiminin eski düzenden artakalan duruma göre değişmiş olduğunu ve aydınlar arasında % 80-90'ının işçi sınıfından ve emekçi köylülerden geldiğini kaydediyordu. (sayfa 406) Bu aydınlar, artık ayrıcalıklı sınıfın değil, bütün halkın hizmetindedirler.
Sosyalizmde toplumsal yapının esas niteliği öyledir ki, hala mevcut olan farklılaşmış toplumsal gruplar, sömürünün ortadan kaldırılması sayesinde müttefik ve dostturlar ve hepsi emekçilerden meydana gelmiştir.
Bu ittifak, savaşım içinde çelikleşmiştir: örneğin, işçiler, mülk sahibi sömürücü köylüler (kulaklar) sınıfına karşı savaşımda köylülere yardım ettiler; emekçi köylüler, kulakların aç bırakmak istedikleri işçi merkezlerinin yiyeceğini sağlarken, işçiler de köylülere makine gönderiyorlardı.
Aynı şekilde, üretimde, işçiler ve aydınlar arasındaki ilişkiler de değişmiştir.
"Şimdi, kol emekçileri ve yönetim personeli düşman değildirler, ama üretimin gelişmesiyle ve iyileşmesiyle yakından ilgilenen yoldaşlar ve dostlar olarak, tek bir üretici topluluğunun üyesidirler. Eski karşıtlıktan iz kalmamıştır."[78]
İnsanın insan tarafından sömürüsü ile birlikte kent ile köy arasındaki -kentin kapitalist burjuvaları tarafından yerleri elinden alınan ve yıkıma sürüklenen köy arasındaki- karşıtlık kayboldu -bu karşıtlık, köylülerin kentliler hakkındaki düşmanlığının, kentlilerin de köylüler hakkındaki horgörülerinin temeliydi. İnsanın insan tarafından sömürüsüyle birlikte, kol emekçileri ile, sömürücü burjuvazinin aletleri olan kafa emekçileri arasındaki karşılık da kayboldu -bu karşıtlık, kol emekçilerinin kafa emekçileri hakkındaki düşmanlığının, kafa emekçilerinin ise kol emekçilerine karşı horgörülerinin temeliydi.
Ensonu, insanın insan tarafından sömürüsünün ortadan kalkmasıyla birlikte kadının köleliği de kaybolmuştur ve erkekle kadının eşitliğinin temelleri kurulmuştur.
Üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla ve insanın insan tarafından sömürüsünün ortadan kalkmasıyla, uzlaşmaz karşıt olmayan sosyalist üretim ilişkilerinin, yeni, özgül bir iktisadi temel yasasının ortaya çıkması için koşullar yaratılmış (sayfa 407) oldu. Bu yasa sosyalist ekonominin sömürüsüz ve bunalımsız bir ekonominin amaç ve araçlarını yansıtır. Böyle bir ekonominin, yığınların maddi ve kültürel gereksinmelerinin en yüksek ölçüde karşılanmasını sağlamaktan başka amacı olamaz. Ama sosyalizmin bu özgül yasasını incelemeden önce anımsatalım ki, sosyalizme geçiş toplumların temel yasasına, üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasında uygunluk yasasına belirli nesnel koşullar ister.
III. SOSYALİZME GEÇİŞİN NESNEL KOŞULLARI
Marksizm, sosyalizmi bilimsel olarak tanımlarken, aynı zamanda, sosyalist toplumun geliş ve kuruluş koşullarını da tanımlar. Mülkiyet tarzı değişikliği, ancak belli nesnel koşullarda mümkündür. Üretim ilişkilerinin değişmesinin temeli nedir? Bu temel, bu ilişkilerle üretici güçlerin niteliği arasındaki uygunsuzluk, belli bir anda çıkagelen uygunsuzluktur.
O halde, sosyalist devrimin amacı, öznel bir amaç değildir. Kendi kusurlarını işçi sınıfına yüklemek isteyen burjuvazinin inandırmak istediği gibi, kıskançlık ve açgözlülükle belirlenmiş değildir. Herhangi bir akşam, kargaşalık yaratmak isteyen birkaç kışkırtıcı elebaşının eseri de değildir!
Sosyalist devrimin görevi, onlara karşı çıkan tek engeli, kapitalist üretim ilişkilerini, mümkün olduğu bir sırada uzaklaştırarak, üretici güçlerin sınırsız bir şekilde gelişmesine elverişli koşulları yaratmaktır; gerçekte üretici güçleri, bizzat kapitalizmin kendisi ile çelişik bir duruma gelinceye kadar geliştirerek, sosyalist devrimin nesnel temelini sağlayan kapitalizmdir.
Kapitalist özel mülkiyetin, kapitalist sömürünün ortadan kaldırılması, aynı zamanda, hem mümkün hem de zorunlu olduğu bir anda, yeni üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasında uygunluğun kurulup yerleşmesine olanak sağlar.
Buna göre, belli bir tarihsel çağa bağlı nesnel koşullar (sayfa 408) olmaksızın sosyalizm olmaz. Sanayii az gelişmiş bir ülkede, örneğin Çin'de, iktidardaki proletarya, büyük bir ulusal sanayii yaratmadan önce sosyalizmi kurmayı düşünemez ve bir zaman için kapitalist üretim tarzı, ekonominin bir kesiminde varlığını sürdürür.
Başka bir deyişle, iktisat yasalarını bozmak, hükümsüz kılmak, hiç kimsenin elinde değildir; insanların sınıf çıkarlarının yön verdiği iradeleri, ancak nesnel yasalara dayandığı takdirde etkilidir. İnsan iradesinin, doğanın ve iktisadın yasaları, bilgisinin dışında işlediğine ve her şeye kadir olduğuna inanan "iradecilik" ("Volontarisme") yanlış bir felsefedir.
Sosyalizmin kuruluşundan sözederken, Stalin, bunun sovyetler iktidarı için güç ve karmaşık bir görev olduğunu, bununla birlikte sovyet iktidarının bunu başardığını anımsatıyor.
"[Sovyet iktidarı bu başarıyı], sözümona, var olan ekonomik yasaları yok ettiğinden ve yenilerini 'oluşturduğundan' değil, yalnızca üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasındaki zorunlu uygunluk ekonomik yasasına dayandığı için başarmıştır... Bu yasa olmadan ve ona dayanmadan Sovyet iktidarı bu görevi başarıya ulaştıramazdı."[79]
Ve gene Stalin, sınıf çıkarının bu yasanın uygulanışını yürüttüğünü belirtiyor:
"İşçi sınıfı, üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasındaki zorunlu uygunluk yasasını kullanmış, burjuva üretim ilişkilerini devirmiş, yeni, sosyalist üretim ilişkileri kurmuş ve onları üretici güçlerin niteliği ile uyuşur hale sokmuştur. Bunu, kendi özel yetileri gereğince değil, bunda büyük çıkarı olduğu için yapabilmiştir. "[80]
IV. SOSYALİZMİN TEMEL YASASI
Bununla birlikte, sosyalist devrim, kapitalist toplumdan devraldığı üretici güçlerden en iyi şekilde yararlanmakla (sayfa 409) yetinemez. Üretici güçlerin, kapitalizmle ne kadar gelişmiş olurlarsa olsunlar, sosyalist bir toplumun gereksinmelerini karşılayamayacaklarını hesaba katmak gerekir. Birincisi, kapitalizm,son evresinde, teknik bakımdan daha ilerlemiş olsa bile, üretici güçleri tahrip ettiği için; ikincisi, kapitalizmde üretici güçlerin gelişimi tamamıyla anarşik olduğu için; üçüncüsü, kapitalizmde yığınların tüketimi çok düşük olduğu ve yalnız ufak bir sömürücü tabaka iyi yaşamak olanağına sahip bulunduğu için. Teknik bakımdan en gelişmiş kapitalist toplumun tükettiği ürünlerin miktarı, demek ki, sosyalist toplumun fazlasıyla tatmin etmeyi öngördüğü yığınların gerçek gereksinmeleri ölçüsünde değildir, sosyalizm, yoksulluğun genelleştirilmesi değil, bolluğun genelleştirilmesidir.
O halde, kapitalizmde hayal edilemeyecek, hızlı, büyük bir üretim artışı olmadan sosyalizm olmaz. Bu nesnel bir zorunluluktur. Ama, büyük miktarda tüketim maddeleri üretebilmek ve, bunların hacmini durmadan artırabilmek için, ilkin, yeterli miktarda üretim araçları, özellikle üretim aletleri üretmek, bunların yerine yenilerinin konmasını ve artırılmasını sağlamak gerekir. Bunun içindir ki, üretimin yükselişi, zorunlu olarak, üretim araçları üretiminin artmasıyla başlamalıdır. Bunun anlamı şudur ki, sosyalizmin nesnel koşullarından biri, örneğin tarıma çok sayıda traktör sağlayabilecek büyük bir ağır sanayiin yaratılması ve geliştirilmesidir. Üretici güçlerin coşkunca atılımı, yalnızca özel sermayenin ortadan kalkışının mümkün kılacağı bir olay değildir; görüyoruz ki, aynı zamanda, yeni sosyalist üretim ilişkilerinin nesnel bir gereğidir.
Bu, şu demektir: yeni üretimin ilişkileri, üretici güçlerin gelişmesini azami ölçüde hızlandıran başlıca güç haline gelmişlerdir. Sosyalist devrimden önce üretici güçler, üretim ilişkilerinin değişmesini zorunlu kılar; sosyalist devrimden sonra, yeni üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmesini zorunlu kılar.
Ama üretici güçlerin gelişmesi, işçi sınıfının sayıca artışı (sayfa 410) ya da üretim aletlerinin miktarca artışı ile sınırlı kalamazdı. Kendisi de artmakta olan bir halkın gittikçe artan gereksinmeleri, emeğin verimliliğinin yükselmesini gerektirir. Oysa, emeğin verimliliğinin artışı, emekçinin büyük yorgunluğu pahasına Léon Blum'un inandırmak istediği gibi bir "kölece çalışma"yla elde edilecek olsaydı, sosyalizmin amaçlarına açıkça aykırı bir durum olurdu. İşgünü süresini ve emekçinin yorgunluğunu azaltarak, emeğin verimliliğini artırmak, ancak üretim aletlerinde nitel bakımdan bir ilerleme ile, öncü bir tekniğin kullanılmasıyla, güç işlerin makineleştirilmesiyle vb. olanaklıdır. Onun için sosyalizm, nesnel yasaları sonucu olarak, mekanikten tarım bilimine kadar, bilimi, kapitalist ülkelerin görmedikleri ölçülerde geliştirir, bu kaçınılmaz bir şeydir. Sosyalizm, aynı zamanda, emekçinin yeteneğinin yükselmesine gereksinme gösterir, öyle ki, üstün bir teknikle temasa geçen el emeği gitgide entelektüelleşir.
Sosyalist toplumun gelişimi için zorunlu olan öğeler bunlardır. Bundan çıkan sonuca göre sosyalizmin bir iktisadi temel yasası, insanların iradesinden bağımsız, nesnel bir yasası vardır:
"Sosyalizmin temel ekonomik yasasının ana çizgileri ve talepleri aşağı yukarı şöyle formülleştirilebilir: üstün bir teknik temel üzerinde sosyalist üretimi durmadan geliştirerek ve yetkinleştirerek bütün toplumun durmadan artan maddi ve kültürel gereksinmelerinin azami tatminini sağlamak.
"Bunun için: azami kâr sağlanacağına, toplumun maddi ve kültürel gereksinmelerinin azami tatmini sağlanıyor; -yükselişten bunalıma, bunalımdan yükselişe- üretim duraksamalarla geliştirileceğine, üretim durmaksızın artırılıyor; toplumun üretici güçlerinin yok edilişi ile birlikte gelen teknik gelişmenin devresel duraksamaları yerine, üstün bir tekniğin temeli üzerinde üretimin duraksamadan yetkinleşmesi sağlanıyor."[81]
Sosyalist toplumun dünyaya örneğini verdiği muazzam (sayfa 411) sınai ve tarımsal ilerlemenin kendi başına bir amaç oluşturmadığını iyice anlamak gerekir. Teknik ilerleme, üretimin gelişmesinin temelidir; üretimin gelişmesi sosyalizmin temel bir nesnel gereğine, bütün toplumun durmadan artan gereksinmelerinin en yüksek ölçüde tatminine bağlıdır, esas olan, gereksinmelerin tatminidir. Bu, nesnel bir gerektir, çünkü, insanın insan tarafından sömürüsünün ortadan kaldırılması, emekçilerin kendileri için çalıştıkları anlamına gelir. O halde, üretimin amacı, zorunlu olarak, toplumun gereksinmelerinin yüksek ölçüde karşılanması ve bunun en iyi çalışma koşulları içinde yapılmasıdır. Hangi gereksinmeler? Maddi gereksinmeler, ama aynı zamanda kültürel gereksinmeler. O halde, sosyalist üretimin amacı, "bütün gereksinmeleriyle birlikte insan"dır.[82] Sosyalizm, burjuva ideologların ileri sürdükleri gibi, koskoca ama insana karşı ilgisiz maddi başarılara susamış bir "teknik uygarlığı" değildir. Tam bir açılıp gelişme halinde bulunan insan, sosyalizmin merkezidir ve bütün maddi başarıların, insanın her türlü gereksinmesinin daha iyi karşılanmasından başka amaçları yoktur: bilme gereksinmesi, kültür gereksinmesi kadar, rahat etme gereksinmesi: mutlu bir yaşamın çeşitli öğeleri. Sosyalizm, gerçekleşmiş bir hümanizmdir.
V. SOSYALİZME GEÇİŞİN VE SOSYALİZMİN GELİŞMESİNİN
ÖZNEL KOŞULLARI
Marksizm, -yalnızca sosyalizmin gelişi ve gelişmesi için gereken nesnel koşulların değil- aynı zamanda öznel koşulların, insanların tarihteki bilinçli eylemlerinden doğan koşulların da bilimsel olarak tanınmasını sağlar. Gerçekten de, kapitalist sınıfın, bütün olanaklarıyla, zorunlu uygunluk yasasının işleyişine karşı koyduğunu, devletin etkisiyle kendi üretim tarzını kurtarmaya çalıştığını, ve burjuvazinin tarihsel ilerlemenin önüne diktiği bu barajın, ancak kapitalistlerin (sayfa 412) direncini yenmek için zorunlu olan toplumsal güçleri oluşturan proletarya ve müttefiklerinin bilinçli eylemiyle yolun üstünden kaldırılabileceğini biliyoruz.
Sosyalizmin kuruluşunun birinci koşulu, demek ki, çıkarları ulusun çıkarlarıyla özdeşleşen işçi sınıfının gerçekten devrimci bir partiye sahip olmasıdır.
Yığınların bu bilinçli eylemi nasıl bir sonuç verebilir? Burjuva devletin yerine üretim araçlarını toplumsallaştıracak yeni bir devlet iktidarının düzenlenmesi sonucunu verir. İşte proletarya diktatörlüğü denen şey, bu yeni devlet iktidarıdır.
Burjuva devletin, kapitalistlerin arkasına sığındıkları, tarihin mahkum ettiği bu tek kalenin yıkılması, yerine üretim araçları özel mülkiyetini ortadan kaldırabilecek yeni bir devlet iktidarının oluşumu sonucunu verir. Proletarya diktatörlüğü öyle bir alettir ki onsuz üretim ilişkilerinde değişiklik yapmak olanaklı değildir. Herkes çok iyi bilir ki, işçi sendikalarının, örneğin günün birinde kapitalistlerin mülklerini kamulaştırmaya, sosyalist üretimi örgütlendirmeye, yani meslek kuruluşlarını, loncalar halinde serbestçe birleşen ve emekçilerinin meyvesini paylaşan emekçilerin üretimini düzenlemeye koyulmaları olanaklı değildir. Bu anarşist-sendikalist yavanlık, kapitalizmin koruyucusu burjuva devletin sert siyasal eylemini doğru değerlendirememektedir.[83]
Proletarya diktatörlüğünün esas görevi, Marx tarafından açık bir biçimde ifade edilmiştir:
"Proletarya, siyasal egemenliğini, tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece koparıp almak, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek için, ve üretici güçlerin tamamını olabildiğince çabuk artırmak için kullanacaktır."[84]
Proletarya diktatörlüğünün hazırlanıp kurulduğu tarihsel dönem, sınıf savaşımının en keskin evresine girdiği (sayfa 413) dönemdir. Sosyalizmin iktisadi uzlaşmaz karşıtlıkları ortadan kaldırışından uzun zaman sonra, savaşım, burjuva kalıntılarının kapitalizmi onarma, yeniden canlandırma çabalarına karşı devam eder ve bu, sosyalizmin, yeryüzünün daha büyük kısmında başarıya ulaşmasına kadar sürer. Yığınlar ilk kez olarak, kendilerinin olan bir demokrasiye kavuşuyorlar. Bir düşünün! İlk kez olarak milyonlarca insan böyle insanca bir yaşama çağrılıyor. Böylece, örneğin, Çin'in en uzak köylerinde, o zamana kadar kendilerine yük hayvanları gibi davranılan köylüler bellerini doğrultuyor ve kendilerini yurttaş ve kamu yararının sorumlusu hissediyorlar. Proletarya diktatörlüğünün yaptığı büyük iyilik budur işte: O, kendilerine bütün ufukların kapalı bulunduğu bu derin insan yığınlarına bilinçli, etkin bir yaşam verir.
"Proletarya diktatörlüğü sınıflar savaşımının sonu değildir; onun yeni biçimler altında sürmesidir. Proletarya diktatörlüğü yenilmiş ama, direnmeyi bırakmak şöyle dursun, direncini daha da yoğunlaştırmış, yokolmamış, ortadan kalkmamış burjuvaziye karşı siyasal iktidarı eline geçirmiş bulunan proletaryanın sınıf savaşımıdır."[85]
Lenin şunu da yazıyordu:
"Yalnızca sınıf savaşımını kabul edenler henüz marksist değildirler; bunlar henüz burjuva düşüncesinin ve burjuva siyasetinin sınırları içersinde bulunabilirler. Marksizmi sınıf savaşımı teorisi içinde hapsetmek, marksizmi budamak, onu çarpıtmak, onu burjuvazi tarafından kabul edilebilir bir şeye indirgemek anlamını taşır. Marksist, yalnızca, sınıf savaşımının kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne dek genişleten kimsedir."[86]
Ve gene:
"Sosyalistler'in proletarya diktatörlüğünü anlayamamalarının başlıca nedeni, sınıf savaşımı fikrini mantıksal sonucuna kadar götürmeyişleridir."[87] (sayfa 414)
Proletarya diktatörlüğü bir sınıf egemenliğidir. Kimin üzerinde egemenlik? Kapitalistler üzerinde, kapitalist çöplüğüne üşüşen ve onun devlet iktidarını destekleyen çeşitli sömürücü, açıkgöz, madrabaz, serüvenci tabakaların üzerinde.
Bu yüzden proletarya diktatörlüğü, yepyeni tipte bir devlet iktidarıdır. Tarihin daha önce tanımış olduğu bütün siyasal iktidarlar, sömürücü sınıfın egemenliğini, azınlığın çoğunluk üzerindeki egemenliğini temsil ediyorlardı. Proletarya diktatörlüğü, ilk kez olarak, sömürülenlerin sömürenler üzerindeki egemenliğini temsil ediyor. Onun için de, çalışan, sömürülen ve ezilen öteki toplumsal tabaka ve sınıfların desteğini kazanıyor: o halde proletarya diktatörlüğü çoğunluğun azınlık üzerindeki egemenliği, emekçilerin egemenliğidir.
Bu egemenlik, ancak, çalışan yığınların bilinçli ve örgütlü eylemi sayesinde hazırlanıp kurulabilir, sürdürülebilir, sağlamlaştırılabilir.
Bu egemenlik, asıl parçalanması, ortadan kaldırılması sözkonusu olan siyasal rejimin ve iktisadi sistemin ideolojik oyalamasından başka bir şey olmayan burjuva "yasallık"ın kapsamına giremez. Bunun içindir ki, hareket halindeki yığınlar, ulusun çıkarlarına uygun ve demokratik özgürlüklerin alabildiğine gelişmesini sağlayan yeni bir meşruiyet yaratırlar.
Bu egemenlik, burjuvazinin, bütün ayrıntılarında çoğunluğa baskı yapmak için tasarlanmış bürokratik devlet makinesini kullanamaz. Bunun içindir ki, hareket halindeki yığınlar, yukarıdan aşağıya empoze edilen burjuva bürokratlığı yıkar, kendileri tarafından denetlenen ve halkın gözleri önünde açıkça işleyen yeni tipte bir yönetim kurarlar.
Proletarya diktatörlüğü yalnızca bir egemenlik aleti değildir, aynı zamanda, proletarya ile emekçi köylüler ve orta sınıflar arasında bir ittifakın da aletidir. Bu diktatörlük, (sayfa 415) müttefiklerini ulusal çıkara uygun bir yolda yönetmek için proletaryaya çok gereklidir. Mademki, çoğunluğun azınlık üzerindeki egemenliği, proletarya diktatörlüğü, burjuvazinin yığınlara zorla kabul ettirdiği siyasal boyunduruğun sonudur, emekçiler için, yığınlar için demokrasidir; proletarya diktatörlüğünün gelişi bir kurtuluştur ve bu siyasal kurtuluş koşulu, burjuvazinin düzen ve dolaplarının önlenmesidir.
Proletarya diktatörlüğü, tarihte ilk kez yığınlar için bir demokrasi olduğundan, demokrasinin en yüksek biçimidir. Bu, bir dönemeçtir; burjuva demokrasisinden, sermaye diktatörlüğünden proletarya diktatörlüğüne, halk diktatörlüğüne dönen, ezenlerin demokrasisinden ezilen sınıflar demokrasisine dönen bir dönemeç. O zamana kadar büyük yığınları ezmeye yarayan özel bir güç olan devlet, ensonu bastırılmış olan ezenlere karşı, halkın çoğunluğunun, işçilerin ve köylülerin ve onların müttefiklerinin genel gücünün ifadesi haline gelir.
"Sömürülenler için gerçek özgürlükler, proleterlerin ve köylülerin ülkenin yönetimine gerçekten katılması, ancak proletarya diktatörlüğünde olanaklıdır."[88]
Proletarya diktatörlüğünün görevlerini yerine getiren devletin yalnız özel bir baskı gücüne dayanmaması, ama halkın çoğunluğunun genel gücüne dayanması onun niteliğini kökten değiştirir. Bu, yeni tipte bir devlettir. Burjuvazi bir sınıf olarak bütün dünyada yenilmiş ve tasfiye edilmiş olmadığı sürece bu devletin sürekli olarak güçlendirilmesi zorunludur; bu devletin güçlendirilmesi, her şeyden önce yığınların bilinçli siyasal eyleminin güçlendirilmesi demektir. Buna karşılık, burjuva devletlerin "güçlendirilmesi", onların polis kuvvetlerinin artırılmasından ve yığınların siyasal eyleminin boğulmaya kalkışılmasından başka bir anlama gelmez. Görülüyor ki, proletarya diktatörlüğünün güçlendirilmesi, sömürücü sınıf devletlerinin "güçlendirilmesi"nin tam karşıtıdır; bunun içindir ki, proletarya diktatörlüğünün (sayfa 416) güçlenmesi, aynı zamanda, devletin "klasik" çizgilerinin gerçekten zayıflaması demektir: halkçı bir polisin tutumu, yığınlarla olan bağları, bir burjuva devletin polisininkilerle -eğer bu polisin kitlelerle olan bağlarından sözedilebilirse- hiçbir şekilde kıyaslanamaz. Bir halk ordusunun tutumuyla emperyalist bir ordunun hiçbir ilişkisi, benzerliği yoktur: Çin'in kurtu1uşu sırasında bütün dünya bunu görüp anladı. Yeni devletin siyaseti dar ve kapalı "uzman" çevrelerinde hazırlanmaz, yığınların içinde ve yığınların öncü güçleri içinde hazırlanır: kolhozcu bir milletvekili kendi kolhozunda emekçi olarak kalır.
Proletarya iktidarının uygulanışının tarihsel biçimleri çeşitlidir. Birincisi, Paris Komünüdür. Halk demokrasileri bunun bir başka biçimidir. Proletarya iktidarının klasik biçimi, sovyetler iktidarıdır.
Emekçiler vekilleri sovyetleri (ya da konseyleri), Rusya'da, 1905 Devrimi sırasında ortaya çıktılar. Bu siyasal iktidar biçimi, hareket halindeki yığınlar tarafından yaratıldı. 1917 Ekim Devrimi "bütün iktidarı sovyetlere" verdi. Sovyetler, proletaryanın ve bütün sömürülenlerin en geniş yığın örgütlenmesi, bizzat yığınların doğrudan organıdır. Sovyetler karar verirler, yerine getirirler ve verdikleri kararların yerine getirilmesini kendileri denetlerler. Burjuva parlamenter meclislerden (ulusal ya da yerel) farklı olarak bütün iktidarı, yürütme gücünü olduğu kadar, yasama gücünü de ellerinde bulundururlar. Sovyetler, devlet iktidarının yerel ve merkezi organıdırlar. Sovyetlerin üyeleri her an seçmenleri tarafından geri alınabilirler.
Yeni iktisadi temelin yansısı Stalin Anayasası, şu olguyu onaylamıştır:
SSCB'de bütün iktidar, emekçiler vekilleri sovyetlerinin şahsında, kent ve köy emekçilerine aittir. (Madde 3.)
Bunun içindir ki, -düzenbazlıkla, sosyalizmi faşizme benzeten burjuva ideologları kusura bakmasınlar- Sovyetler Birliği'nde, hiç kimse yasaya boyun eğmekten bağışık tutulmaz. Büyük sermayenin en gerici unsurları tarafından (sayfa 417) kurulan faşist diktatörlüğün, keyfi yönetiminden ve terörden başka silahı yoktur; burjuva meşruiyetini kendisi ayaklar altına alır. Tersine, sosyalist demokrasi, gücünü, emekçilerin desteğinden alır; onun için ancak emekçilerin özel ve kamusal haklarının kullanılmasını güven altına alarak varlığını sürdürebilir. Sovyet hükümeti, bütün yurttaşlar gibi, anayasaya saygı göstermek ve yasalara uymak zorundadır. Başka türlü de hareket edemezdi, yoksa bütün otoritesini yitirirdi.
Rousseau'nun ülküsü -genel iradenin ifadesi olarak demokrasi- demek ki, proletarya diktatörlüğü tarafından tamamıyla gerçekleştirilmiştir. Ve gerçekten de, böyle bir ülkü ancak sınıfların iktisadi karşıtlıklarının ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşmiş olabilir.
Geniş yığınların bilinçli eylemine dayanan sovyet devletinin, sosyalizmin kuruluşunda çok büyük rolü vardır. Yeni iktidar, yeni üretim ilişkilerinin ortaya çıkışı için vazgeçilmez öznel bir koşuldur. Gerçekten proletarya iktidarı, tarihsel bakımdan kendi iktisadi temelinden önce gelmek ve kendi temelini yaratmak zorunda olmak gibi bir özellik gösterir. Burjuva iktidarı, tersine, burjuva devrimi sırasında en başta burjuvazinin siyasal egemenliğini, mevcut burjuva ekonomisiyle uygunlaştırmalıydı. Bundan başka, proletarya devriminden önceki devrimlerin amacı, bir sömürü biçimi (feodal) yerine, bir başka sömürü biçimini (burjuva) getirmekti; proletarya devrimi, tersine, tüm sömürüyü ortadan kaldırır ve bu da ancak devletin önemini artırır.
Sosyalist iktisadi temelin mevcut olduğu andan başlayarak sovyet devleti, kendi iktisadi temelinin yansısı olarak kabul edilmelidir, ve işte o zaman olayların gerçeği yeni bir biçimde, yeni anayasa biçiminde ifade edilmiş olabilir.
Sovyet Anayasası, bu hakların kullanımını olanaklı kılan maddi koşulların yaratılmasını en uzak bir zamana atarak soyut birtakım haklar ilan etmek yerine -burjuva anayasalarının yaptıkları budur- maddi temelleri zaten daha önce yaratılmış olan gerçek hakların varlığını onaylamak gibi bir özellik gösterir. Örnek: (sayfa 418)
"SSCB yurttaşlarının çalışma hakları, yani işin nicelik ve niteliğine göre emeklerinin karşılığı ile birlikte güvenceli bir iş edinme hakları vardır.
"Çalışma hakkı, ulusal ekonominin sosyalist biçimde düzenlenmesiyle, sovyet toplumunun üretici güçlerinin sürekli olarak büyümesiyle, iktisadi bunalım olanaklarını ortadan kaldırmasıyla ve işsizliğin tasfiyesiyle güven altına alınmıştır." (Madde 118.)
Bu demek midir ki, sovyet devleti, iktisadi temelini edilgin bir biçimde yansıtmakla yetinir? Hiç de değil! Sovyet devleti hiçbir an, ekonominin nesnel yasalarının bilgisine dayanarak sosyalist ekonominin gelişmesini hızlandıran ve onu tutarlı bir şekilde planlayan etkin bir güç olmaktan geri kalmaz.
Bu görevi yerine getirmek için sovyet devletine iki şey gereklidir: 1) doğanın ve toplumun yasalarını tanımak, yani bilim; 2) yeni fikirleri anlayıp benimsemiş yığınların bilinçli desteği. Proletaryanın siyasal iktidarının kuruluşu sırasında bilimsel sosyalizmin oynadığı büyük rol, demek ki gitgide artacaktır. Burjuva ideolojisine karşı bilinçli savaşım, marksizm-Ieninizmin yığınlar arasında yayılması, biçimiyle ulusal, içeriğiyle sosyalist yeni bir kültürün yaratılması, böylece sosyalizmin kuruluşu için vazgeçilmez olan öznel koşullardır.
Sosyalizm kurulup yerleştiği ölçüde, demek ki, sovyet devletinin, bu yeni tipte devletin eğitimdeki rolü ve kültürel rolü büyür. Devletin rolünün bu artışı, hiç de marksizmin düşmanlarının sözünü ettikleri "totaliter baskı"nın artışı anlamına gelmez. Devletin bu yeni rolü, yığınların kültürel ve entelektüel düzeylerini egemen sınıf için tehlike oluşturmaksızın yükseltemeyen kapitalist burjuva devletlerince hemen hemen bilinmeyen bir şeydir. Bu yüzden, kapitalist devlet, en başta bastırma işleriyle meşguldür. Tersine, emekçilerin devleti, iktisadi alanda olduğu kadar kültür alanında da varlığını korumasını bilerek, gitgide, yığınların yaratıcı emeğinin yönetici merkezi haline gelir: emekçilerin devleti, (sayfa 419) yığınların düşmanı değil, onların örgütleyicisi ve eğitimcisidir.
Kültür devrimi, öncü fikirlerin ve öncü bilimin yığınlar içinde yayılması, sosyalist ideolojinin burjuva ideolojisini yenmesi, diyalektik materyalizmin, fikirlerin toplumsal yaşamdaki rolü konusunda öğrettiklerine uygun olarak, bizzat devletin bütün dikkatini üstünde toplayacağı bir konudur. Üretim ilişkilerinin değişmesi, burjuva ideolojinin nesnel temellerini, üretim araçları özel mülkiyetini ortadan kaldırarak, yığınlar arasında yeni bir bilincin oluşması için gerekli koşullan yaratır. Yani, yeni sosyalist bilinç, hiç yoktan yaratılmış değildir: devletin rolü, yığınların bilinci ile yeni nesnel, sosyalist koşulları olanaklı olduğu kadar doğru ve eksiksiz olarak birbirine uygun hale getirmek - er ya da geç yeni bir bilinç biçiminin yeni içeriğe uygun gelişmesini isteyen süreci çabuklaştırmaktır. Aynı zamanda, gelişme perspektifleri bilgisinin de nesnel koşullar üzerinde etki yaparak iktisadi gelişmeyi hızlandırması için, toplum yasaları bilgisinin yardımıyla sosyalist bilinci ileri götürmek gerekir. Görülüyor ki, sosyalist toplumda birbirleriyle çelişki halinde olmayan nesnel koşullar ve öznel koşullar, karşılıklı bir etki oluştururlar ve birbirlerini karşılıklı olarak desteklerler. Bunun içindir ki, sosyalist toplum, maddi bakımdan ve kültür bakımından, burjuva toplumunda bilinmeyen bir tempoyla gelişebilir. Sosyalist ilerleme yarışması, sosyalist üretimin gelişmesinde, yığınların yeni bilincinin öneminin bir örneğidir. Bu bilinç değişmesinde edebiyat ve sanata büyük bir rol düşer: yazarlar, Stalin'in deyişiyle, "ruhların mühendisleri" olurlar.
Ensonu, şurası da açıktır ki, eğer işçi sınıfı ve onun müttefiklerinin başlarında, bilinçli ve örgütlü müfrezeleri, yığınlara bağlı ve toplumların doğru devrimci teorisiyle donatılmış siyasal bir parti olmasaydı, sosyalist devlete düşen bütün görevler -proletarya diktatörlüğünün kazanılmasından kültür devrimine kadar- gerçekleşmezdi. Sosyalist toplumun yolunu aydınlatan, teoriyle pratiği birleştiren bu öncülük rolü, yeni maddi ve kültürel zorunluluklar ortaya çıktığı ölçüde ve sovyet devletinin rolü büyüdüğü ölçüde artar, eksilmez. (sayfa 420)
VI. VARGI
Sosyalizmin temel iktisadi yasası, nesnel bir yasadır. Yığınların maddi ve kültürel gereksinmelerinin en yüksek ölçüde tatminini sağlamak, bir hükümetin "serbest tercih"inin eseri değildir. Bu, üretim araçlarının topluma maledilişinin (toplumsallaştırılmasının) zorunlu sonucudur, ve yalnız işçi sınıfı iktidarı, vaadetmiş olduğu şeyi verebilir yığınlara; çünkü o, üretim araçlarını topluma maletmiştir ve yeni üretim ilişkilerini niteleyen nesnel yasaya dayanmaktadır. Marksist sosyalizm anlayışını ütopyacı anlayışlardan ayıran, yığınların binlerce yıllık hak davası ile, bilimsel olarak belirli bir üretim tarzının temel ekonomik yasasının gereklerini birbirleriyle bağdaştırmasıdır.
Sosyalizmin düşmanları, kapitalist burjuvazi, sosyalist kurtuluşun başarılarının ancak bireyin köleleştirilmesiyle elde edilebileceğini yineleyip dururlar. Sosyalizmin, insanın kişiliğini, kişisel enerji ve girişkenliğini, bireyin yeteneklerini, hak ve özgürlüklerini ezdiğini ve yok ettiğini; gereksinmeler ile beğenileri bir düzeye getirdiğini öne sürerler. Ama, emekçileri, fizik bakımından ve kafaca sömürerek ve sakatlayarak bütün bir manevi ilgiler, özlemler ve insan yetenekleri dünyasının üzerine çöken ve onu boğan; varlığını güvensizliğe borçlu olan, insanları birer robot haline getiren, bir baskı, açlık ve işsizlik rejimi altında işçiyi makinenin bir eki, uzantısı haline getiren; onu fizik ve manevi bireyliği içinde sakatlayan; işçiyi bir köle durumuna indirgeyen kapitalizmin ta kendisidir. Kapitalizmin karşısında birey yalnız ve silahsızdır; onu kurtaracak olan, yalnızca sömürülenlerin ve ezilenlerin birliği, devrimci savaşımıdır. Yığınlar kurtarılmadan birey kurtarılamaz. Yığınların kurtuluşu, bireyin kurtuluşunun birinci koşuludur.
Kapitalizmin savunucuları, kapitalizmde, girişkenlik ve yetenek sahibi her insanın, servet sahibi olmasa bile, "kendi yolunu kendisinin aşabileceğini" ve yeteneklerine uygun bir duruma geçebileceğini öne sürerler. Ve milyoner olmuş (sayfa 421) ayakkabı boyacıları gibi "mutlu olayları" anlatırlar. Ama, herhangi bir kimsenin "başarı"sının binlerce sömürülen emekçinin sırtından ödendiğini gizlerler. Kapitalizmde herkesin "kendi yolunu kendisinin açması" zorunluluğu, burjuva toplumda insanların durumunun özel mülkiyetin alanı ile belirlendiğini tanıtlar. Yönetici görevlere yükselebilenler, "üst" sınıfların temsilcileri ya da onların adamları, memurlarıdır. İnsanların durumları, onların servet, sınıf, kast durumlarıyla, ulusal kökenleri, cinsiyetleri, inançları, yakınlıkları, ilişkileri, kayrılmaları vb. ile belirlenir. İşte kapitalizmin "düşünürler"i ve "ahlakçılar"ı tarafından "sonsuz", "mantıksal" sayılan "düzen", usa-uygun ve kavranılır kabul edilen tek "düzen" budur. En üstün yeri haklı olarak işgal ettiklerini tanıtlamak için, Krupplar'ın, Stinnesler'in, Morganlar'ın, Rothschildler'in, Rockefellerler'in, Fordlar'ın, Boussaclar'ın "yaratıcı yetenekleri" göklere çıkartılır. Ama herkes bilir ki, kapitalistlerin "yaratıcı yetenekleri", artı-değerin üreticilerden zorla koparılıp alınması becerisine dayanır, ve onların egemen durumunu belirleyen şey, yalnızca sermayelerinin büyüklüğüdür. Ve işte kapitalizmde bir insanın "değerini" saptayan da budur.
Sosyalizmde ise, tersine, bireyin yükselmesinin, yeteneklerinin, anıklıklarının, yaratıcı yetilerinin gelişmesinin koşulu, bizzat yığınların yaratıcı yeteneklerinin yükselmesidir. Sosyalizmin temel ekonomik yasası, öncü tekniğin rolünü bize gösterdi; sosyalizmin öznel koşullarının incelenmesi, sosyalist bilincin, bu yeni toplumun muazzam etkin gücünün önemini kuvvetle belirtti.
Bu çifte incelemeden, sosyalizmin, emekçinin kişiliğini bütün yönleriyle, bilgili, düşünsel yönden gelişmiş teknisyen olarak, toplum sorunları konusunda geniş ve derin bir bilgiye sahip olan, yeni bir yaşamın yapıcısı toplumsal bir insan olarak geliştirdiğini iyi akılda tutmak gerekir. İnsanın kişiliğinin, kişisel yeteneklerinin çok yönlü gelişmesi, sosyalizmde, kapitalizmde olduğu gibi, soyut bir olay olarak kalmaktan uzaktır, bir yığın olayı olmuştur. Sosyalist yarışma, (sayfa 422) herkesin kişisel girişkenliğini, yaratıcı zekasını geliştirme olanaklarını hazırlayan canlı bir örnektir. SSCB'de stahanovistler, yenilik getiriciler, verim sağlayanlar, her çeşit buluşçu, yüksek nitelikli emekçiler ve uzmanlar, tarım alanındaki deneyciler, üretim ve ekonomi düzenleyicileri, halktan çıkma ileri aydınlar, toplumsal ve siyasal bir eylem başında bulunan kadınlar ve erkekler, bilimsel bir tartışmaya, bir edebiyat ya da sanat yarışmasına katılabilecek çapta emekçiler ye bunların ortasında yürüyen, binlerce sosyalist emek kahramanları ve Stalin ödülü kazananlar. Ancak sosyalist toplumdadır ki, insan, kökenine, cinsine, servetine vb. bakılmaksızın kendi yeteneklerine uygun bir yere gerçekten sahip olabilir.
Sosyalizm tam yığınların egemenliğidir, yüzyıllar süren baskının kurbanları olan ve sömürü yüzünden her çeşit insani gelişmeden yoksun bulunan milyonlarca insanın egemenliğidir. Tarihi yapan bu yığınlardır, çünkü yalnız bu yığınlar sermayenin iktidarını yere serebilirler. Bir kere boyunduruktan kurtulduktan sonra, yığınlar, büyük bir coşkunlukla kendileri için yeni bir yaşam kurarlar. Yığınlar, insanın insan tarafından sömürüsünü ortadan kaldırarak, bireyle toplum arasındaki uyuşmazlığı gidermiş ve herkese bol bol açılıp gelişme olanağı sağlamışlardır. (sayfa 423)
YOKLAMA SORULARI
1. Üretim araçlarının toplumsallaştırılmasının ekonomik ve toplumsal planda belli başlı sonuçları nelerdir?
2. Sosyalizme geçişin nesnel koşulları nelerdir?
3. Sosyalizmin temel yasasını söyleyiniz ve açıklayınız.
4. Sosyalizme geçişin ve sosyalizmin gelişmesinin öznel koşulları nelerdir?
5. Sosyalizm ve birey.
Dipnotlar
[74] J. Stalin, "SSCB'nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları", Son Yazılar, 1950-1953, s. 73.
[75] J. Stalin, Leninizmin Sorunlan, s. 677-678.
[76] Bkz: J. Sta1in, "SSCB'nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları",Son Yazılar, 1950-1953, s. 70.
[77] Sömürünün ortadan kalkması, gerçekten de "proletarya" sözcüğünün kullanılmasını elverişsiz hale getirir.
[78] J. Stalin, Son Yazılar, 1950-1953, s. 82.
[79] J.Stalin, "SSCB'nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları", Son Yazılar, 1950. 1953, s. 63-64.
[80] J. Stalin, "Alekaandır Iliç Notkin Yoldaşa Yanıt", aynı yapıt, s. 102.
[81] J. Stalin, "SSCB'nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları", Son Yazılar, 1950-1953, s. 98.
[82] M. Thorez, Sovyetler Birliği Komünist Partisi X1X. Kongresine Selam.
[83] Ayrıca, kapitalizmin üretici güçlerinin eriştikleri noktada, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetinin gerçekleşmesi gereken yer ulusal çerçevedir: o halde, yalnızca, bir işçi sınıfı ulusal siyasal iktidarı kurabilir.
[84] Marx, Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, s. 131.
[85] Lenin'den aktaran: J. Stalin. Leninizmin İlkeleri, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 106.
[86] V. İ. Lenin, "Devlet ve Devrim", Marx-Engels-Marksizm, Ankara 1976, s. 396.
[87] V. İ. Lenin, "Proletarya Diktatörlüğü", Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 159.
[88] J. Stalin, Leninizmin İlkeleri, s. 41.
YİRMİBİRİNCİ DERS
SOSYALİZMDEN KOMÜNİZME
I . Komünist toplumun ilk evresi.
II . Komünist toplumun üst evresi.
III . Sosyalizmde üretici güçler ve üretim ilişkileri.
IV . Sosyalizmden komünizme geçişin koşulları.
VI . Vargı.
SOSYALİST ekonominin amacı, görmüş olduğumuz sosyalizmin temel ekonomik yasasının da sonucu olarak toplumun maddi ve kültürel gereksinmelerinin en yüksek derecede karşılanmasıdır. Ve özel mülkiyet ortadan kalktıktan sonra da başka türlü olamaz. Bununla birlikte, bu demek değildir ki, toplumun her bir üyesi, hemen, gereksinmelerine göre sınırsız olarak istediklerini elde edebilir. Sosyalist toplumda herkes verdiği emeğe göre alır. O halde toplumsal mülkiyete dayanan toplumun gelişmesinde iki evreyi birbirinden ayırmak gerekir: bir ilk evre ki "sosyalizm" adını alır ve bir üst evre ki buna "komünizm" denir. Bu ayrım, Marx tarafından bilimsel olarak konulmuştur. (sayfa 424)
I. KOMÜNİST TOPLUMUN İLK EVRESİ
Tamamıyla, gelişmiş olan komünist topluma oranla değerlendirmek istendiğinde, az önce incelediğimiz sosyalizm, bir ilk evreden ibarettir. Sosyalizmin ilkesi "herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre" ilkesidir. Ama komünizmin ilkesi, "herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre"dir. Modern alemde, herkes, gereksinmesine göre alamıyorsa, bunun başlıca engelinin, insan emeğinin bütün zenginliklerini israf eden kapitalist sömürü olduğu gerçeğidir. İnsanın insan tarafından sömürüsünün ortadan kaldırılmasının ilk sonucu, emekçinin, ürettiği zenginliğin bir bölümünü, kendisinden aşırılmaksızın, verdiği emeğe göre alabilmesidir. Herkesin, isteklerine ve gereksinmelerine göre almasına gelince, bunun için, toplumun yeteri kadar tüketim araçlarını üretebilecek duruma gelmesi gerekir. Yeni iktidarın ilk ereklerinden biri, üretimi artırmaktır; ama bu evrede üleşimin ilkesi henüz toplum üyelerinin gereksinmelerinin tamamını karşılamak değildir. Gerçekte, bütün üretim artışının, eğer bu artışın duraklamalarla yürümesi, yarınsız ve yarım kalması istenmiyorsa, üretim araçları üretiminin artırılmasıyla başlaması gerekir. Bireysel tüketimin gereksinmelerini tatmin etmeden önce, üretim araçları yönünden toplumun maddi gereksinmelerini tatmin etmek gerekir. Oysa, çoğu kez, görmüş olduğumuz gibi, kapitalist toplum, sosyalizme, üretim araçları üretimi ile tüketim araçları üretiminin birbiriyle orantılı olmadıkları çok kötü bir miras bırakır. Örneğin, Çekoslovakya'da, kapitalizm, "sanayileşmiş" denilen bu ülkenin burjuvazisine yüksek bir yaşam düzeyi sağlayan, ama büyük bölümüyle, büyük kapitalist ülkelerin ağır sanayisine bağlı hafif bir sanayi geliştirmişti.
Sosyalizmin "herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre" formülü, elbette tüketimde bir ölçü bulunması gereği olgusuna uygun düşer.
Bu ölçüyü nerede bulmalı? Elbette ki emekte. Gerçekten de, her bireyin toplumsal üretimden alacağı payı belirleyen, (sayfa 425) onun sağladığı emeğin nitelik ve niceliğidir; bu, hakedilen tüketimi ölçmenin en doğru yoludur. - Ayrıca, emek (iş, çalışma), üretici güçlerin hızla yükselişinin, bu bakımdan da ileri aşamaya geçişin koşuludur. Böylece sağlanan emeğin karşılığı, artık bireyin tüketimini ölçmek için gerekli olmayacağı bir evreye geçişi hazırlar.
Zaten sosyalizmin -"herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre"- ilkesi, emekçilerin hiçbir zaman emeklerine göre almadıkları sömürücü kapitalizme oranla ileri bir adımdır.
Demek ki, sosyalist toplumda, bireyler için, yaşamları için gerekli malları, satınalma yoluyla sağlamak zorunluluğu, zorunlu olarak devam eder, ve bu zorunluluk, günlük tüketim mallarının üleşimi için olanaklı olan tek yoldur. Bu üleşimin dışında, yığınların maddi ve kültürel gereksinmeleri, toplumsal hizmetlerle -örneğin tıbbi bakımın parasız oluşuyla- ve kapitalizmin tanımadığı kültür kurumlarıyla tatmin olunurlar.
Ayrıca, tüketim mallarının herkesin gereksinmesine göre bölüşülmesini sağlayacak olan üretim artışının teknikte önemli bir gelişme olmadan olanaklı olmadığını da gözönünde bulundurmak gerekir .Böylece bir teknik atılım, emekçilerin teknik niteliklerinin ve kültürlerinin, yığınları öğrenim ve bilimden yoksun bırakan kapitalizmin, kendilerini içinde tuttuğu teknik nitelik ve kültür derecesinden çok daha üstün bir dereceye ulaşmalarını gerektirir. O halde, çalışma, birey için, soluk almak, ya da yürümek kadar doğal bir gereksinme haline gelmedikçe, emekçilerin ilerlemesini ve niteliklerini isteklendiren araçlardan biri, herkesin verdiği emeği, çalışmasının niteliğine göre almasıdır.
Emekçileri, niteliklerini geliştirdikleri takdirde yaşam düzeylerini iyileştireceklerine inandırmak isteyen kapitalizmin oyalayıcı vaatleri, sosyalizmde, bir gerçek haline gelir, çünkü sosyalizmde sömürü ortadan kalkmıştır.
Böylece, sosyalist evreyi anlamak için her alanda kapitalizmin ağır mirasını tasfiye etmek yükümlülüğünü unutmamak (sayfa 426) gerekir:
"Burada karşılaştığımız şey, kendine özgü olan temeller üzerinde gelişmiş olan bir komünist toplum değildir, tersine, kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hala taşıyan bir toplumdur."[89]
Sosyalist toplum herkese emeğine göre verir dendiği zaman, bu demek değildir ki, herkes birey olarak, tek başına ve doğrudan doğruya emeğinin tüm ürününü alır. Bu bir küçük-burjuva ütopyasıdır. Gerçekte, eğer toplumsal emeğin tümü dikkate alınacak olursa, ilkin bir yedek fonu, üretimi artırmaya ayrılmış bir fonu, eskimiş makinelerin yerine yenilerini koymaya ayrılmış bir başka fonu, bundan düşmek gerektiği açıktır. Eğer tüketim araçları ele alınacak olursa, bunlardan da yönetim masrafları için bir fon, okullar, hastaneler ve yaşlılar için dinlenme yurtları için bir başka fon düşmek gerekir.
Bütün buraya kadar söylediklerimiz, Sovyet anayasasının 12. maddesini anlamamıza yardım ediyor: "Çalışma, çalışmaya anık (ehil) her yurttaş için bir ödev ve 'çalışmayan yemez' ilkesine göre bir onur sorunudur."
Bunun içindir ki, sosyalist toplumda eşitlik, elbette ki herkese varlığını sürdürmesi olanağı (sömürünün ortadan kaldırılması sayesinde) bir kez sağlandıktan sonra, herkese emeğine göre, yani eşit olmayarak vermekten ibarettir. O halde sosyalizmi, ütopik bir eşitçilikle bir tutmamak gerekir .
"Her insanı aynı ölçüye vurmak demek olacak olan eşitçiliğe (egalitarisme) gelince, -diye yazıyor Maurice Thorez- bu, toplumsal bakımdan olanaksızdır: insanlar arasında, onların biyolojik ve psikolojik anıklık ve elverişliliklerinden ileri gelen doğal eşitsizlikler vardır. Sosyalistlerin ortadan kaldırmayı istedikleri eşitsizlik, sınıfların varlığının sonucu olarak ortaya çıkan eşitsizliktir. Kapitalist toplumda, bireyler, (sayfa 427) kişiliklerini geliştirmek için eşit bir şanstan yararlanmazlar. Bir milyoner ile bir işsizin yasa karşısında eşit ve her ikisinin de özgür oldukları söylenir, ama bu özgürlük onlardan birini Riviera'nın lüks ote1lerine, ötekini ise köprü altına götürür. Geleceğin insanı, tek örneğe göre ayarlanmış, makineleşmiş bir 'robot' olmayacaktır, yetenekleri ve anıklıkları alabildiğine açılıp gelişen, özgür ve güçlü bir birey olacaktır."[90]
Sosyalist toplumda "eşitlik", gereksinmeleri kıyaslanabilir olan ama yetenekleri eşit olmayan bireylerin her birinin emeğine göre, toplumdaki katkı payına göre, yani eşit olmayarak almalarına dayanır. Stahanovist, stahanovist-olmayandan daha çok alır, ama bu, ayrıcalığı olmasından ileri gelmez -sömüren sınıf olmayan bir toplumda artık ayrıcalıklar yoktur- seçkin ve bulucu, yenilikçi bir emekçinin toplumun tümüne, ve doğal olarak toplum üyelerinin her birine oranla daha çok katkıda bulunmasındandır.[91]
Buna karşılık, komünist toplumda "eşitlik" şundan ibaret olacaktır: yetenekleri eşit olmayan ve bu yüzden topluma (nitel ve nicel bakımdan) farklı bir emek sağlayan bireyler gene de eşdeğer bir biçimde, her biri azami gereksinmelerine göre alacaklardır. Niçin? Çünkü üretim, artık herkesin gereksinmesine göre alabileceği ölçüde yükselmiş olacaktır.
Demek ki, sosyalist toplumda, emek ölçüsünün, bu bakımdan da tüketim ölçüsünün sıkı bir biçimde denetimi zorunlu olarak hüküm sürer. Çalışma bir zorunluluktur, ama, herkesin, en adil şekilde, verilen emeğe göre alması gibi bir karşılığı vardır. Artık ne ayrıcalıklı, ne sömürücü, ne de kâr düşkünü vardır; emek her şeyin en yükseği, en yücesidir, emek egemendir. "Sosyalist toplumda, bir ölçüde, bir servet eşitsizliği vardır. Ama sosyalist toplumda artık ne işsizlik, ne sömürü, ne de ulusal-topluluklar üzerinde baskı vardır. Sosyalist toplumda, her ne kadar çalışması karşılığında (sayfa 428) gereksinmelerine göre değil de, verdiği emeğin nitelik ve niceliğine göre alıyorsa da, herkes çalışmak zorundadır. Bu yüzden, hala bir ücret, hem de eşit olmayan, farklılaşmış bir ücret vardır. Ancak kişilerin çalışmaları karşılığı toplumdan emeklerinin nitelik ve niceliğine göre değil de, gereksinmelerine göre alacakları bir düzen yaratma işi başarıldığı zaman komünist toplum kurulmuş olacaktır."[92]
II. KOMÜNİST TOPLUMUN ÜST EVRESİ
"Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında, bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman, emek, yalnızca bir geçim aracı değil, ama kendisi birincil yaşamsal gereksinim haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: 'Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre.'"[93]
Burjuvazinin, komünizmin sözde "gerçekleşmesi olanaksız" niteliğine ilişkin başlıca "kanıtı", toplumun herkese "gereksinmelerine göre", yani bedava olarak veremeyeceği, çünkü böyle bir durumda herkesin derhal "olanaklı olduğu kadar az çalışacağı" ve böylelikle kısa zamanda kıtlığın geleceği iddiasıdır. Burjuvaziye göre, "ilk günah"ın kurbanı olan insan, -sonsuz olarak ve doğası gereği- başkasının çalışmasından en büyük payı çekip almaya çabalayan, ancak zorunlu olunca ve zorla çalışan bir tembeldir. Burjuvazi, böylece, "çalışma" hakkındaki kendi öz anlayışını yansıtmaktan başka bir şey yapmıyor. "Burjuva hukukunun dar ufku" (sayfa 429) içinde, bir Shylock'un[94] açgözlülükle yaptığı, "Bir başkasından ne yarım saat fazla çalışmam, ne de daha az bir ücret almam gerekmez"[95] hesabı içinde sınırlanan anlayışa gelince, bu, kapitalist sömürü koşullarının ürününden başka bir şey değildir ve zaten ancak bu durumda tamamıyla anlaşılır bir şeydir.
İnsanın insan tarafından sömürüsünün bin yıllık koşulları, genel olarak güçten düşüren aşırı çalışmalara karşı bir düşmanlık yaratmışlardır. Oldukça yakın bir zamana kadar üretici güçlerin zayıf bir şekilde gelişmeleri, kapitalist düzende emekçilerin yükünün elverişli bir teknikle hafifletilmesi için hiçbir tasa duyulmaması, çalışmayı güç katlanır bir eylem haline getirmişlerdir. Ensonu, başlangıçta, üretici güçlerin ilerlemesinin bir koşulu olan işbölümü, her insanı ömrü boyunca aynı işe perçinlemiştir - özellikle her insanın, parçalara bölünmüş bir eylemin esiri olduğu modern sanayide; ekleyelim ki, kafa emeği ile kol emeği arasında işbölümü, kol emekçilerini her türlü yaratıcı eylemden yoksun bırakarak, kol emeğinin hiçbir çekici yanını bırakmadı. Bu nedenledir ki, çalışmak, bir angarya halini aldı.
Ama bu durum, sonsuz olan, değişmeyecek bir durum değildir. Belli maddi koşullar tarafından oluşturulan bu durum başka koşullar tarafından ortadan kaldırılacaktır. Helvetius, daha o zaman, ılımlı, ölçülü ve sağlıklı bir üretici eylemin insana ve insanın mutluluğuna yaşamsal ölçüde gerekli olduğunu düşünüyordu; ona göre kötülükler ancak aylaklıktan ya da aşırı yıpratıcı çalışmadan ileri gelebilir. Fourier, "ilgi duyulan, çekici işi" ululamıştır; emekçilerin zevklerine, anıklıklarına, yeteneklerine uyan böyle bir çalışma, gelecekteki toplumun nasibi olacaktır. Sınıflara bölünmüş bir toplumda, sanata ilişkin ya da bilimsel eylem, komünist toplumda, bütün insanların çalışmasının alabileceği niteliğin, artık bir angarya değil, bir açılıp gelişme olan işin bir imgesini verir. Yalnız şunu da gözönünde bulundurmak gerekir ki, karşılaştırma (sayfa 430) kusursuz ve eksiksiz değildir, çünkü kapitalist toplumda, sanatçı ve bilim adamı, her zaman gereksinmelerden kurtulmuş, gereksinmelere karşı korunmuş değillerdir ve kendi yaratıcı güçlerini, sömürü düzeni tarafından sınırlandırılmış olarak görmektedirler.
Komünist toplumda, öncü teknik, kol emeği ile kafa emeğini birleştirir, aynı zamanda, emekçiye niteliklerini geliştirmek için boş zaman bırakmak, ve böylece ona bütün yaşamı boyunca aynı işe bağlanıp kalmamak olanağını vermek üzere emek-zamanının azaltılmasını sağlar. İş bundan böyle artık insanın kişiliğini sakatlamayacak, bu kişiliğin en yüksek ifadesi olacaktır. Ve iş sayesinde, herkes, yeteneklerini açıp geliştirecektir: sömürüden kurtulan emek, her bireyin temel gereksinmesi haline gelecektir.
Herkes kendi yeteneklerine göre verecektir. Burada da, gene burjuva zihniyet bunu anlamaktan yoksundur, çünkü, burjuva zihniyete göre her tür insan eyleminin devindiricisi özel çıkardır, ortak çıkara karşı olan özel çıkardır. Ama sosyalist toplum ilerledikçe, kişisel çıkarla ortak çıkarı özdeşleştiren sosyalist bilinç daha çok belirir, kesinleşir. Bir Shylock'un açgözlü hesabı, kapitalizmde ne kadar "doğal" ise, komünist toplumda da bütün toplumun çıkar bilinci o kadar "doğal" bir alışkanlık haline gelir. Nasıl bugün özel mülkiyet törelerden biriyse, sosyalizm de törelerin içine girecektir. İnsanlar toplu yaşamın temel kurallarını gözönünde bulundurmaya o kadar alışacaklardır ki, yeteneklerine göre, isteyerek ve bilinçli olarak çalışacaklar ve tüketim araçları arasından gereksinmelerine göre serbestçe istediklerini alacaklardır.
İşte görüldüğü gibi, sosyalist devrim, böylece, toplumun ve insanların uzun süreli bir değişiminin başlangıcından başka bir şey değildir.
"Ama burjuvazinin, sosyalizmin, cansız, katı ve hiç değişmez bir şey olduğu yolundaki yaygın anlayışının ne de büyük bir yalan olduğunu kavramak önemlidir, oysa gerçekte yalnızca sosyalizm, önce çoğunluğu, sonra da halkın tümünü (sayfa 431) kamusal ve özel yaşamın her alanında kucaklayan, ileri doğru hızlı, asıl ve gerçek bir yığın hareketinin başlangıcı olacaktır."[96]
Ama komünizmin, "kamu zenginlikleri"ni boş yere saçıp savurma ve "olanaksız olanı isteme yeteneğindeki bugünün küçük-burjuvasının"[97] ortadan kalkmasını ileri sürdüğü açıktır. Elbette ki bu küçük-burjuva, kendisini ölümsüz sanmaktadır. Kendi bencilliğinin ve kendi dargörüşlülüğünün, sonsuz insanın çehresini şekillendirdiğine sersemce inanmıştır. Marksistler, insan değişiyor ve toplumla birlikte değişecektir dedikleri zaman, küçük-burjuva, omuzlarını silker ve "ütopya"dan sözeder. Asıl ütopya, kendi varlığının toplumsal koşulları ortadan kaybolduktan sonra da, küçük-burjuva ideolojisinin sonsuza kadar devam edeceğine inanmaktır.
Bununla, birlikte, utkun proletaryanın, bütün topluma yayacağı "atölye disiplini", ne bir ülkü, ne de bir son erektir, "bu, yalnızca kapitalist sömürünün bütün kötülüklerinden ve bütün pisliklerinden toplumun iyice arındırılması için, ve daha ileri gelişmeler için zorunlu bir adımdır."[98]
Sınıfsız toplumun çizgileri şu şekilde belirtilebilir:
a) toplumsal, kolektif mülkiyet haline gelecek olan üretim alet ve araçlarında, özel mülkiyet olmayacaktır;
b) sınıflar ve devlet iktidarı olmayacaktır,[99] ama kendi kendilerini ekonomik bakımdan yöneten, emekçilerin özgür ortaklığı biçiminde sanayi emekçileri ve tarım emekçileri olacaktır;
c) bir plana göre düzenlenmiş olan ulusal ekonomi, sanayi alanında olduğu kadar, tarım alanında da yüksek bir tekniğe dayanacaktır;
d) kent ile köy arasında, sanayi ile tarım arasında (sayfa 432) karşıtlık olmayacaktır;
e) ürünler, eski Fransız komünistlerinin ilkelerine göre, "herkesten yeteneklerine göre, herkese gereksinmelerine göre" üleştirilecektir;
f) bilim ve sanatlar, tam bir açılıp gelişmeye ulaşabilmeleri için yeteri kadar gerekli koşullardan yararlanacaklardır;
g) günlük ekmek tasasından, ve "bu dünyanın güçlüleri"nin hoşuna gitmeye çalışmak zorunluluğundan kurtulan birey, gerçekten özgür olacaktır...[100]
III. SOSYALİZMDE ÜRETİCİ GÜÇLER VE ÜRETİM İLİŞKİLERİ
Sosyalizm ile komünizm arasında temel bir yakınlık vardır: üretim araçlarının toplumsal, kolektif mülkiyeti. Daha birinci aşamada, üretimin amacı, gereksinmelerin azami tatmini olduğuna göre, sosyalizmin temel iktisadi yasası, toplumun bu iki aşaması arasındaki devamlılığı pek güzel belirtir. Demek ki, iki evre arasında bir "Çin Seddi" yoktur. Bununla birlikte toplumsal mülkiyet çeşitli biçimlere bürünür; SSCB'de gerçekleştirilmiş olan sosyalizmde iki toplumsal mülkiyet biçimi olduğunu görmüştük. Komünist toplum ise, yalnızca sınıflar arasında uzlaşmaz karşıtlıkların bulunmayışı olgusuyla değil, artık hiç sınıf olmayışı olgusuyla karakterize olur. Şu halde artık yalnız bir tek toplumsal mülkiyet biçimi, bütün halkın kolektif mülkiyeti biçimi vardır. Görülüyor ki, bu iki evre arasında farklar vardır: ilkin ürünlerin üleştirilmesini düzenleyen ilkede fark; ama aynı zamanda herkes için bolluğun hüküm sürmesini olanaklı kılacak bir üretici güçler gelişmesi sağlaması gereken üretim ilişkilerinde de fark vardır. Ve üretim ilişkilerinin değişmesi için, önce üretici güçlerin değişmiş olması gerekir, bunu biliyoruz.
Sosyalizm için de böyle midir? Kaçınılmaz olarak böyle! Üretim ilişkileriyle üretici güçlerin niteliği arasındaki (sayfa 433) zorunlu uygunluk yasası, istisnasız bütün üretim tarzları için geçerli olan evrensel bir yasadır. Sosyalizmden daha ileri aşamaya geçişin nesnel temeli, üretim ilişkileri ile üretici güçlerin karşılıklı etkileridir. Hiçbir marksist başka türlü düşünemez, sosyalizmden herhangi bir anda komünizme geçileceğine inanamaz.
Biliyoruz ki, yeni sosyalist üretim ilişkileri, üretici güçlerin başlıca devindiricileridir. Ama SSCB örneğinde, üretim ilişkileri öyle bir nitelik gösterir ki, devlet mülkiyetinin, yani bütün halkın mülkiyetinin yanında, sosyalist bir grubun mülkiyeti, kolhoz mülkiyeti vardır: kolhoz, kendi işletmelerinin, kendi binalarının ve kendi üretiminin sahibidir. Amaç ile aracın özdeşliğinin diyalektik gerçeği, hiçbir yerde daha iyi açıklanamaz, hiçbir yerde, insanın, komünizmin başı ve sonu, onun "en değerli sermayesi" olduğu daha iyi görülemez.
Sosyalist toplumda, birinci mülkiyet biçimi, üretici güçlerin niteliğine tamamıyla uygundur; sosyalist devlet, çölleri sulamak, steplerin iklimini değiştirmek gibi büyük işlere girişebilecek güçtedir! Ama ikinci mülkiyet biçimi, tamamıyla uygun değildir. Diyelim ki, bir kolhoz, tarım işlerini, örneğin çekim makinelerini, koyunların kırkılmasını, ineklerin sağılmasını vb. elektriklendirmek istiyor ... Elbette ki sözkonusu kolhoza elektrik sağlayan ve kolhoza çok büyük harcamalara malolan küçük bir santral yerine, 4 ya da 5 kolhoza elektrik gönderecek daha büyük bir santral kurmakta çıkarı vardır. Eğer kolhoz, komşu kolhozlarla ortaklık kurmak, birleşmek istemezse, santralın hiçbir zaman kurulamaması tehlikesi vardır. Yani bu demektir ki, tarım bilimi bakımından olduğu kadar, tarım gereçleri bakımından da çok gelişmiş olan tekniğin, sosyalist üretim ilişkileri sayesinde gelişmiş olan tekniğin, küçük kolhozlarda uygulanamaması tehlikesi vardır.[101] Marx, üretici güçlerin ancak üretim ilişkileri sınırları içinde geliştiklerini öğretiyordu. Marksizm, üretici güçlerin organizasyonu bilimi haline indirgenemez: üretim ilişkilerinin, (sayfa 434) ekonominin incelenmesini gerektirir. Oysa bu durumda, sosyalist tarımda büyük bir gelişme sağlamış olan kolhozcu sosyalist grup mülkiyeti, üretici güçlerin köyde daha sonraki gelişmeleri için bir engel olarak ortaya çıkar. Tarımda ve hayvancılıktaki bu hızlı gelişme, tüketim maddelerinin artışı, o halde kolhoz mülkiyet şeklinin genişlemesi için zorunludur. Sosyalist grup mülkiyetinin genişlemesi, kolhozların, daha büyük kolhozları oluşturmak üzere biraraya gelmeleri gerekir. Aksi halde şimdiye kadar üretici güçlere yararlı olmuş olan üretim ilişkileri -kolhoz-, onların atılımını engeller ve onlarla çelişki haline gelirlerdi. Sonuçta da üretim ilişkileri, üretici güçlerin niteliğine uygun düzeyde kalır.
Ama hepsi bu kadar değil. Kent ile köy arasında alım- satım ile - metaların dolaşımı devam ettikçe, kolhozlar, ürünlerini satmak ve bu yolla elde ettikleri gelirleri, istedikleri biçimde kullanmak olanağına sahiptirler; o halde onların işlemlerini önceden kestirmek kolay değildir. Bu bakımdan da tüketim araçlarının artması sırasında bile üretim araçlarının üretimi ile tüketim araçlarının üretimi arasında sıkı bir orantı kurmak ve böylece gereksinmelerin tümünü hesap ederek bütün üretimi planlamak olanaksızdır. Oysa, eğer ürünlerde bolluğa geçebilmek isteniyorsa, en başta hesabı yapmak gerekir. Buna göre metaların dolaşımı (alım-satım), üretici güçlerin planlı gelişmesi için bir engel haline gelmek tehlikesi gösterir. Oysa, ürünlerin, devletle kolhozlar arasındaki sözleşmelerle değişimine dayanan bir sistem, bu planlamaya olanak sağlar. Aynı zamanda, gereksindikleri ürünleri devletten çok daha büyük miktarlarla ve daha ucuza alan kolhozlar için çok elverişlidir.
Demek ki, ortaya çıkan değişikliklerin temelini oluşturan şey üretim ilişkileri ile üretici güçlerin karşılıklı etkileridir. Yalnız sosyalist toplumda zorunlu uygunluk yasası, gerici sınıfların çıkarları yüzünden bu yasanın etkisine karşı durma çabalarıyla karşılaşmaksızın kendi yolunda yürüyebilir. İşçilerin de tıpkı kolhozlar gibi üretici güçlerin gelişmesinde, üretimin artmasında, bolluğa geçişte sınıf çıkarları (sayfa 435) vardır. Bunun içindir ki, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki -göreli- uyumsuzluk, bir çatışmayla sonuçlanmayabilir; çelişkiler, kesin olarak çelişkiler bilimine dayanan, doğru bir siyaset yürütülmesi koşuluyla, uzlaşmaz karşıtlıklar halinde dejenere olmayabilirler.
"Sosyalist rejimde, olaylar, genellikle üretim ilişkileri ile üretici güçler arasında bir çatışmaya kadar varmazlar; toplum, geri kalmış üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliğini zamanında uygunluğa ulaştırma olanağına sahiptir. Sosyalist toplum bunu gerçekleştirme olanağına sahiptir, çünkü bağrında karşı koyuşu örgütleyecek, çökmekte olan bir sınıf yoktur. Elbette, sosyalist rejimde de üretim ilişkilerini değiştirmek gerektiğini anlamayan geri kalmış atalet kuvvetleri olacaktır; ancak, kuşkusuz, olayları bir çatışmaya vardırmadan bunları yola getirmek olanaklı olacaktır."[102]
Sovyet devletine gelince, bu devlet, kapitalist devlet gibi üretim ilişkilerinin değişmesine karşı bir engel olmak şöyle dursun, ittifak halindeki işçi ve köylülerin çıkarlarını yansıtır: zorunlu uygunluk yasasının eylemine karşı koymak şöyle dursun, bu yasanın önündeki engelleri temizlemek ve üretim ilişkilerinin değişmesini çabuklaştırmak için yararlı olan bütün önlemleri alır. İşte sovyet devletinin sosyalizmden komünizme geçişteki rolü burada kendini gösterir. Lenin'in formülüne göre: "Komünizm, sovyetler iktidarı, artı, bütün ülkenin elektriklendirilmesidir." Mademki, iki mülkiyet biçiminden tek bir mülkiyete, iki sınıftan sınıfsız topluma geçilecektir, sosyalizmden komünizme geçiş de, üretim ilişkilerinde bir nitelik değişikliğidir. Ama bu, yeninin birikimiyle ve eskinin gitgide ortadan kaybolmasıyla kademeli nitel bir geçiş olacaktır.
"Patlamalara karşı tutkuları olan yoldaşlar için genel olarak şunu anımsatmak gerekir ki, eski bir nitelikten yeni bir niteliğe patlama yoluyla geçişi öngören yasa, yalnızca dilin gelişmesinin tarihine uygulanamayacak durumda değildir; (sayfa 436) aynı zamanda, bu yasa, temeli ya da üstyapıyı ilgilendiren başka toplumsal olgular için de her zaman uygulanabilecek durumda değildir. Bu, düşman sınıflara bölünmüş bir toplum için zorunludur. Ancak düşman sınıfları kapsamayan bir toplum için hiç de zorunlu değildir."[103]
Sosyalizmden ileri aşamaya geçişte, bir sınıfın iktidarının, onun uzlaşmaz karşıtı olan bir sınıf tarafından devrilmesi gibi, bir karşıttan, karşı gruptaki bir karşıta geçiş gibi bir koşulu yoktur, ama yalnızca iki sınıf arasındaki ayrımların kademeli olarak ortadan kalkışı vardır; o halde bu geçişin patlamayla yapılması için hiçbir neden yoktur. Artık uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları olmayan yerde, sınıf savaşımı da, tarihin devindiricisi değildir.
Artık hiçbir şekilde devindirici yok mudur? Devindirici olmadığını sanmak hata olurdu.
Emekçilerin çıkarı, iktisat yasalarına dayanarak daha ileriye geçmektir. O halde, toplumun, yeni öncü gençleri temsil eden bilinçli bir bölümü vardır, oysa gelenekleriyle ya da bambaşka bir nedenle geri kalan unsurlar, üretim ilişkilerini değiştirmek zorunluluğunu anlamazlar, değişiklikleri engellerler ve eski güçleri temsil ederler. O halde burada da tarihin devindiricisi, savaşımdır: bu, ilerici güçlerle tutucu güçler arasındaki, yeni ile eski arasındaki savaşımdır.
Sosyalizmden komünizme geçiş bir idil değildir.[104] Bunun için de eleştiri ve özeleştiri sovyet toplumunun gerçek devindirici güçleridirler: gerçek, nesnel, en yakın değişikliklere varmak için eleştiri; özeleştiri, çünkü, eski ile yeni arasındaki savaşım bireyin içinde de geçer ve kapitalizmin artıklarını insanların bilincinden çıkarıp atmaya yarar.
"Uzlaşmaz şekilde karşıt sınıfların ortadan kalkmış olduğu bizim sovyet toplumumuzda yeni ile eski arasındaki savaşım, bunun sonucu olarak alttan üste doğru gelişme, kapitalist düzende olduğu gibi, karşıt sınıflar arasındaki savaşım (sayfa 437) biçiminde, bir altüst oluş (cataclysme) biçiminde olmaz, bizim gelişmemizin gerçek devindirici gücü olan, partinin elinde güçlü bir silah olan eleştiri ve özeleştiri biçiminde olur. İşte bu da kuşkusuz yeni bir hareket biçimi, yeni bir gelişme tipi, yeni bir diyalektik yasadır."[105]
Görülüyor ki, komünizme geçişte öznel koşullar sosya1izmin kuruluşunda olduklarından daha az önemli değillerdir ve burada da fikirlerin, sosyalist bilincin maddi koşulları üzerindeki karşı eylemi çok büyüktür.
"Yazarlarımız ve ressamlarımız toplumda bulunan kötülükleri, kusurları, bozucu, sakat olayları damgalamalı, yarattıkları olumlu kişilerde yeni tipte insanları, insanlık onurlarının bütün gözkamaştırıcı parlaklığı içinde göstermelidirler ve böylece toplumumuzun insanlarında kapitalizmin doğurduğu yaralardan, kusurlardan arınmış karakterler ve alışkanlıklar yaratmaya katkıda bulunmalıdırlar. Yergilerinin ateşiyle, yaşamda olumsuz, çürümüş, ölmüş ne varsa, ileri doğru hareketi frenleyen ne varsa hepsini yakıp kül edecek sovyet Gogoller'i, Şçedrinler'i gerek bize."[106]
Sovyet devletinin ve fikirlerin, sosyalizmden komünizme geçişteki rolleri belirtildikten sonra, bu geçişin sovyet emekçilerinin partisinin, bilimsel teorinin ordusunun siyasal ve ideolojik yönetimi olmaksızın başarıyla gerçekleşemeyeceği anlaşılır. Komünistler artan sorumlulukları göze alabilecek durumda olmalıdırlar.
IV. SOSYALİZMDEN KOMÜNİZME GEÇİŞİN KOŞULLARI
Şimdi artık, komünizme geçişi, "salt bildirisel" değil, gerçek bir şekilde hazırlamak için gerekli olan üç büyük ana koşulu öğrenebiliriz. Marx'ın öğretisine uygun olarak bu koşullardan birincisi üretimle, ikincisi iktisadi temelle, üçüncüsü toplumun kültürel değişimi ile ilgilidir. (sayfa 438)
1. Birinci koşul, üretimle ilgilidir. Gerçekten biliyoruz ki, "dağıtım ekonomisi", "tüketim komünizmi" ya da "bolluk ekonomisi" gibi küçük-burjuva teorilerin tersine marksizm, tüketimi hiçbir zaman üretimden ayırmaz. - "Herkese gereksinmesine göre" sağlanabilmesi isteniyorsa, amaca hayranlık duymak yetmez, ona ulaşmanın yollarını bulmak gerekir.
"Önce, üretici güçlerin mitsel bir 'rasyonel örgütlenmesi' ile değil, gelişmede üretim araçlarının üretimine öncelik tanıyarak, bütün toplumsal üretimin sürekli gelişmesini sağlamak gereklidir."[107]
Üretimle ilgili olarak şunu belirtmek isteriz ki, düzenlemeyi, planlamayı kendiliğinden bir amaca göre ayarlamak yanlış olur. Amaç, üretimin artmasıdır ve bu amacın kendisi de bir başka amaca, gereksinmelerin en üst derecede tatminine bağlıdır; yani amaç, insandır. Ekonominin planlamaya olanak sağlayan uyumlu bir biçimde gelişmesi yasası, sosyalist ekonominin temel yasası değildir, sosyalist ekonominin temel yasası, bütün toplumun maddi ve kültürel gereksinmelerinin en üst derecede tatmini yasasıdır.
Biliyoruz ki, üretimin artırılması, sosyalizmde, yalnız aynı emek-zamanı içinde değil, hatta emek-zamanını azaltarak üretimin artmasını olanaklı kılacak bir şekilde emeğin verimliliğini yükseltebilen, üstün bir bilimsel teknik temeli üzerinde gerçekleştirilir. Ayrıca, bu üstün ve bilimsel teknik, gitgide kol emeği ile kafa emeği arasındaki farkları siler ki, bu, komünizmin bir özelliğidir: araç, burada da aynı şekilde amaçtır.
Üretimin artışı ayrıca şu anlama da gelir ki, sınıflar arasındaki uzlaşmaz karşıtlıklar ortadan kaldırıldıktan sonra, savaşım -her ne kadar üretim ilişkileri çerçevesi içinde, eski ile yeni arasındaki savaşım sınırları içinde kendini gösterirse de- doğaya karşı savaşımdır: komünizmi hazırlamak için doğayı, yeryüzü şekillerini, iklimi değiştirmek, (sayfa 439) hidrografik ağı, ormanları düzenlemek, bataklıkları kurutmak, çölleri yok etmek, toprağı canlandırmak, yeni hayvan ve bitki türleri yaratmak, ulaştırma araçlarını genişletmek, yorucu işlerin hepsini tümüyle makineleştirmek vb. gerekir.
Ama üretici güçlerin gelişimini sürdürebilmek için üretim ilişkilerini değiştirmek gerekir. O halde:
2. İkinci koşul iktisadi temelle, mülkiyet rejimiyle ilgilidir. Şimdiye kadar görmüş olduğumuza göre önemli olan, "kademeli aşamalarla, kolhozlara kâr sağlayarak, ve sonuçta bütün topluma da kâr sağlayarak, kolhoz mülkiyetini, ulusal mülkiyetin düzeyine çıkarmak ve, gene kademeli aşamalarla, meta dolaşımının yerine bir ürün değişimi sistemini getirmek gerekir ki, merkezi iktidar ya da başka herhangi merkezi toplumsal ekonomik [örgüt], toplumsal üretimin bütün ürünlerini toplumun yararına kullanabilsin."[108]
Bu yollarla, toplumsal gelişmenin her aşamasında, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasında tam bir uygunluk en iyi şekilde gerçekleşir; böylece kolhozların kaynaşması yoluyla, yani mülksüzleşmeksizin kolhoz mülkiyetinin gruplaşması, sanayi ile tarım arasındaki esas ayrımın -toplumsal mülkiyet biçimiyle ilgili ayrımın- ortadan kaybolmasını hazırlar, ve buna göre artık yalnızca bütün halkın sosyalist mülkiyetinin egemen olacağı, gitgide sınırlanan metaların dolaşım alanının, yerini ürünlerin değişimi sistemine bırakacağı sınıfsız bir toplumu haber verir. Ama bu aşamaya varmak için yeni bir bilincin eskisi üzerinde başarı kazanması, onu yenmesi gerekir. O halde:
3. Üçüncü koşul kültürel niteliktedir. Bildiğimiz gibi, eğer çalışma, yaşamsal bir gereksinme haline gelmezse ve toplu halde yaşamanın temel kuralları birer alışkanlık halini almazlarsa yeni topluma varılamaz. Öyleyse üçüncü koşul kültür alanındadır.
"... toplumun bütün üyelerine, fiziksel ve zihinsel (sayfa 440) yeteneklerinin bütün alanlarda gelişmesini sağlayacak toplumsal ve kültürel bir gelişme sağlamak gerekir ki, toplumun üyeleri, toplumsal gelişmenin etkin yapıcıları olabilecek biçimde yeterli bir eğitim alabilsinler, özgürlük içinde bir meslek sağlayabilsinler ve mevcut işbölümü uyarınca bütün yaşamları süresince tek bir mesleğe perçinlenmiş bulunmasınlar."[109]
Her yurttaşı toplumsal gelişimin etkin etkeni haline dönüştürmek - bu, kendileri de toplumun maddi yaşamı üzerinde karşılıklı etki oluşturan fikirlerin rolü hakkındaki yüksek marksist anlayışa, insanın tarihteki rolü ve insanın yaratıcı olarak özgürlüğü konusundaki yüksek marksist anlayışa tamamıyla uygundur. Şurası açıktır ki -eğer insan, toplumsal gelişimin etkin, bilinçli bir etkeni haline gelmez, eğer kendi işini serbestçe seçemezse- toplumsal mülkiyet hiçbir zaman bir alışkanlık ve çalışma da hiçbir zaman bir gereksinme haline gelmeyecektir.
Böyle bir sonuca varmak için ne yapmak gerekir? "İş durumunda ciddi değişiklikler" gereklidir.
a) işgününü hiç değilse 6 saate, sonra 5 saate indirmek gerekir, bu, herkese evrensel bir eğitim görmesi için yeterli zamana sahip olması olanağını sağlayacaktır; ama bunun için de:
b) Fourier ve Marx tarafından öngörülen zorunlu politeknik eğitimi kurumlaştırmak gerekir; toplumun her üyesinin, yüzeysel, üstünkörü değil, ama bilimsel olarak (teori ile pratik hiçbir zaman birbirinden ayrılmadıklarına göre), öncü sanayi tekniğinin büyük dallarındaki iş ilkelerini bilmesi ve toplumsal bilimleri ve evrensel kültürün en iyisini özümlemesi sözkonusudur. Ancak böylece herkes serbestçe bir uğraş seçebilecek ve bütün yaşamı boyunca aynı ve tek bir eyleme bağlı kalmayabilecektir. Bununla birlikte, en iyi okuma, inceleme, öğrenme koşullarını gerçekleştirmek için:
c) konut koşullarını köklü bir şekilde iyileştirmek, ve ensonu: (sayfa 441)
d) para olarak, ücreti doğrudan doğruya yükselterek ve özellikle, komünizmin bolluğunun özünü oluşturan büyük tüketim mallarının fiyatını sistemli ve sürekli bir şekilde düşürerek, emekçilerin gerçek ücretinin en az iki misli ve belki de daha fazla artırılması da gerekir.
Belirtelim ki, Beşinci Beş Yıllık Planın zaten ele almış bulunduğu politeknik eğitimin kurumlaşması, kol emeği ile kafa emeği arasındaki, sınai iş ile tarım işi arasındaki esas ayrımın ortadan kalkmasını somut bir şekilde hazırlamaktadır. İnsanın kişiliğini sakatlayan yüz yıllık işbölümü süreci durdurulmuştur.
Stalin, üç esas koşul üzerine açıklamasını sonuca bağlarken şöyle yazıyor:
"Ancak tüm olarak ele alındığında, bütün bu önkoşullar yerine getirildikleri zaman, toplum üyelerinin gözünde çalışma bir angarya olmaktan çıkacak, ve 'varlığının ilk gereksinmesi' (Marx) olacaktır, ve 'çalışma bir yük değil, bir zevk olacaktır' (Engels); toplumsal mülkiyet, toplumun bütün üyeleri tarafından toplumsal varlığın değişmez ve dokunulmaz temeli sayılacaktır.
"Ancak bütün bu önkoşullar, tüm olarak alınarak, yerine getirildikleri zaman, 'herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre' sosyalist formülünden, 'herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre' komünist formülüne geçilebilecektir.
"Bu, bir ekonomiden, sosyalizm ekonomisinden, başka üstün bir ekonomiye, komünizm ekonomisine tümden geçişi oluşturacaktır."[110]
V. VARGI
Komünizm, artık düşmanlarının bile üstün olarak kabul ettikleri, ama insana ilgisiz, kayıtsız ya da düşman olarak takdim ettikleri bir tekniğin egemenliği değildir. Komünizm, hiç de (sayfa 442) "üretici güçlerin akla-göre bir örgütlenmesi" değildir. Komünizm, doğanın ve toplumun nesnel yasalarının bilgisi sayesinde ensonu kendi kaderinin efendisi olan insanın egemenliğidir.
Üretim, insana ve insanın gereksinmelerine bağlıdır. Komünistlerin amacı yoksulluğun eşit olarak paylaşılması değil, ama herkesin gereksinmelerinin karşılanmasıdır.
Tekniğin burada görevi, insanların yükünü hafifletmek ve ortadan kaldırmaktır. Üç yılda SSCB'de, 1.600 yeni makine modeli, insanın işini azaltmak üzere, işletmeye koyuldu.
Komünist insan, özel mülkiyetin izlerinden ve geçmişin manevi köleliklerinden kurtulmuş insandır. Bu insan, artık sömürücü bir azınlık için değil, toplumun iyiliği için iş gördüğüne deneyimle inanmış olarak en muazzam planlara vücut verir:
"Komünizm milyonlarca emekçinin bilinçli ve yaratıcı eylemin sonucu olarak doğar; işleri oluruna bırakmak ve kendiliğindenlik teorisi, sosyalizmin tüm iktisadi yapısına tamamen yabancıdır."[111]
Komünizmle, her insan, birey olarak, "kendi gerçek kişiliğini değerlendirmenin olumlu gücü" olan somut özgürlüğü kazanır (Marx-Engels). Tam, eksiksiz demokrasinin uygulanışında kendi benzerleriyle omuz omuza, insan geleceğinin hazırlanışına bilinçli olarak katılır.
İnsan, bir yandan, -Descartes'ın istediği gibi- buyruğu altına aldığı makineyle, "doğanın efendisi ve sahibi" haline gelirken, aynı zamanda, kendi öz yaşamını değiştirir ve kendi kendisinin efendisi ve sahibi olur. Her birey, daima, durmadan daha iyiye doğru yolalabilen insanlığın en güzel çizgilerini yansıtır.
"Sosyalizmin düşmanları ve onların her türlü uşakları, sosyalizmi, bireyin ezilmesi sistemi olarak göstermeye çalışırlar. Bu çeşitli anlayışlardan daha ilkel, daha bayağı, kaba bir şey yoktur. Sosyalist sistemin insanın kurtuluşunu, (sayfa 443) bireysel ve kolektif yaratışın açılıp gelişmesini sağlamış olduğu ve yığınların içlerinde sakladıkları yeti ve anıklıkların her alanda gelişmesinin koşullarını yaratmış olduğu tanıtlanmıştır."[112]
Şu satırları yazarken Eluard işte bu fikirden esinleniyordu:
Karanlıkları deste deste ateşe atıyoruz
Kırıyoruz paslanmış kilidini haksızlığın.
İnsanlar gelecek, artık kendi kendilerinden korkmayan
Çünkü insanlar güveniyor tüm insanlara
Çünkü yokoluyor insan yüzlü düşman.
Engels'in, Maurice Thorez'nin Fransız Komünist Partisinin XI. Kongresinde anımsattığı ifadesine göre, sosyalizm ve komünizmle, bireysel varlık için savaşım son bulur. Yalnız o zaman insan, bir anlamda, aleminden çıkar, gerçekten insani koşullara geçmek üzere hayvani varlık koşullarını bırakır. (sayfa 444)
YOKLAMA SORULARI
1. Kapitalizmden sosyalizme geçiş nasıl olur?
2. Sosyalizmden komünizme geçişin koşulları nelerdir?
3. Sosyalizmden sınıfsız topluma geçişin koşulları nelerdir?
4. Sosyalist toplumda fikirlerin rolü nedir?
5. Sosyalizm neden gerçek hümanizmdir?
Dipnotlar
[89] K Marx, F .Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yayınları, Ankara 1989, s. 29.
[90] Maurice Thorez, Fils du peuple, s. 243.
[91] Stahanovistlerin ödüllendirilmesi bir ayrıcalık olmaktan öte, sosyalist hukukun bir sonucudur; Lenin şuna dikkati çekiyordu: "Her hak tek bir kuralın değişik insanlara, gerçekte aynı ve eşit olan insanlara uygulanmasından ibarettir." (Devlet ve Deurim.)
[92] Staline, "Déclaration à Roy Howard", Cahiers du communisme, n° 11 (1948), s. 1413. [Stalin diyor ki: "Stalin'in Skripps-Howards Newspapers adındaki Amerikan Gazeteleri Tröstünün Reisi Roy Howard ile Yaptığı Mülakat", çev. Hasan Ali, Marksizmin Bibliyoteği, İstanbul 1936, s. 15-16]
[93] K. Marx, F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, s. 31.
[94] Shakespeare'in kişilerinden: tefeci.
[95] Bkz: Lenin, "Devlet ve Devrim", Marx-Engels-Marksizm, Ankara 1976, s. 412.
[96] V. İ. Lenin, "Devlet ve Devrim", Marx-Engels-Marksizm, Ankara 1976, s. 415-416.
[97] Bkz: Aynı yapıt, s. 413.
Küçük-burjuva zihniyetinin eleştirisi için Gorki'nin Küçük-Burjuvalar adlı yapıtıyla Mayakovski'nin şiirlerinin okunmasını öğütlüyoruz.
[98] V. İ. Lenin, "Devlet ve Devrim", Marx-Engels-Marksizm, 1976, s. 418.
[99] Yani, burjuvazi sınıf olarak bütün dünyada yenildiği zaman.
[100] Staline, "Entretienavec la premiere délégation des ouvriers americains", Lenine, Œuvres choisies, t. I. 45. [Stalin. Diyor'ki: "Stalin'in Amerika Birinci İşçi Deıegasyonu ile Mülakatı",çev: Hasan Ali, s. 91-92.]
[101] G. Nikolayeva'nın Hasat romanına bakınız.
[102] J. Stalin, "Aleksandr İliç Notkin Yoldaşa Yanıt", Son Yazılar, 1950- 1953, s. 109.
[103] J. Stalin, "Dilbiliminde Marksizm Üzerine", Son Yazılar, 1950- 1953, s. 31-32.
[104] Altın Yıldızlı Şövalye adlı ilginç bir Sovyet filmi, bir kolhoz bünyesinde komünizme geçiş için yapılan savaşımı anlatır.
[105] A. Jdanov, "Discours prononcé au cours de la diacussion sur le livre G. Alexandrov", Sur la littérature, la philosophie et la musique, s. 62-63. Editions de la Nouvelie Critique , Paris 1950.
[106] Malenkov, Rapport au X1X. Congres du PCUS, s. 63-64.
[107] J. Stalin, "L. D. Yaroşenko Yoldaşın Yanlışları", Son Yazılar, 1950-1953, s. 125.
[108] J. Stalin, "L. D. Yaroşenko Yoldaşın Yanlışları", Son Yazılar, 1950- 1953, s. 125.
[109] J. Stalin, "L. D. Yaroşenko Yoldaşın Yanlışları", Son Yazılar, 1950- 1953, s. 127.
[110] J. Stalin, "L. D. Yaroşenko Yoldaşın Yanlışları", Son Yazılar, 1950- 1953, s. 127-128.
[111] Malenkov, Rapport au X1X. Congres du PCUS, s. 92.
[112] Malenkov, Rapport au X1X. Congres du PCUS, s. 58.
Bölümlerin hazırlığı devam ediyor... [15 Ağusotos 2002]
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
TARİHSEL MATERYALİZM