Kızılderililer Nasıl Yokedildi
-I-
BARTOLOME DE LAS CASAS
İspanyol Kilise büyüğü (Sevilla 1474-Madrid 1566). Yaşam öyküsünü yazdığı Kristof
Kolomb'un arkadaşlarından birinin oğlu idi. Santo Domingo'da babasından kalan toprakları
bırakarak Küba'da papaz oldu (1510) ve 1522'de Dominiken tarikatına girdi. Yerlileri savunan ve
encomienda'nın yolsuzluklarını açıklayan yapıtları geniş yankılar uyandırdı; bunları [özellikle,
BreVisima historia de la destruccion de las Indias (Yerlilerin imhasının çok kısa tarihi), 1542
adlı yapıtını] Aragonlu Fernando'ya, sonra da Carlos'a yolladı. Böylece, yerlilere yapılan
haksızlıkların ve encomienda'nın yavaş yavaş kaldırılmasını sağlayan "Yeni Yasalar"ın öncüsü
oldu (1542). Yasaların uygulanması, Casa de Contratacion'dan destek gören encomiendero'ların
direnişiyle karşılaştı ve sonuçta zenci ticaretinin gelişmesine yol açtı. Meksika'da Chiapa
piskoposu olan (1544) Las Casas, uğradığı başarısızlıktan ötürü umutsuzluğa düşmekle birlikte
eylemini sürdürmeye karar verdi, piskoposluktan istifa etti. İspanya'ya döndü (1547) ve Historia
de las Indias (Amerika yerlilerinin tarihi) adlı yapıtını verdi. (Bu kitap ancak 1875'te yayımlandı)
Rahip Gregoire onun için bir Apologie yazdı. Kuramsal alanda, Las Casas'ın fikirleri öyle büyük
bir basarı kazandı ki, en büyük rakibi Juan Gines de Sepulveda'nın kitapları bu yüzden XIX. yy.
sonuna kadar yayımlanamadı.
İÇİNDEKİLER
Sunuş.......................................................................................... 7
Bu Kitabın Hazırlanma Nedeni?................................................ 15
Giriş ........................................................................................... 17
Kızılderililer Nasıl Yokedildi? ................................................... 21
İspanyol Adası............................................................................. 25
İspanyol Adası'nda Bulunan Krallıklar ...................................... 28
San Juan ve Jamayka Adaları ....................................................... 35
Küba Adası .................................................................................. 35
Ana Kara ...................................................................................... 39
Nikaragua Eyaleti.......................................................................... 44
Yeni İspanya.................................................................................. 47
Guatemala Eyaleti ve Krallığı’ndan ............................................. 58
Yeni İspanya'dan, Pânuco, Jalisco'dan ......................................... 63
Yucatan Krallığı'ndan.................................................................... 68
Santa Marta Eyaletinden ............................................................... 76
Carthagene Eyaletinden ................................................................ 80
Perles, Paria Sahili ve Trinidad Adası'ndan ................................. 80
Yuya Pari Nehri'nden..................................................................... 89
Venezuela Krallığı'ndan................................................................. 89
Ana Karanın Florida Tarafındaki
Eyaletlerinden ................................................................................ 95
Plato Riosu'ndan ............................................................................ 98
Peru'nun Büyük Krallık ve Eyaletlerinden .................................... 99
Yeni.Grenade Krallığı'ndan............................................................. 106
SUNUŞ
Geliyorlar ötelerden.
Başıma garip belalar geldi ama
yine de benimdir bu koskoca ülke.
(Bir kızılderili şiirinden)
Amerika kıtası, 12 Ekim 1492'ye kadar, üzerinde güneşin batmadığı bir ülkeydi. Coşkun
akarsularla kuşatılmış bu verimli topraklar üzerinde, yeryüzünün büyük medeniyetlerini kurmuş,
doğayı katletmeden ondan faydalanmasını öğrenmiş, silahı ve savaşı tanımayan insanlar
yaşıyordu.
"Avrupa uygarlığı, eski dünya, Kolomb'un şahsında, sonradan Amerika adını alacak yeni
dünyaya ilk adımını attığında, 'yeni dünya uygarlığı'nın farklı gelişmişlik derecesine sahip
birimleri, üretim araçları ve üretim ilişkilerindeki gelişme düzeyi bakımından Avrupalı kaşiflerin
'komünallık' aşamasından çıkarak 'devletli toplum' olma yoluna giren atalarının bulundukları
noktaya henüz yeni adım atıyordu. Şimdiki Meksika'da, Orta Amerika ve Antiler de, And
Dağları'nın Kuzey ve Orta kısımlarında yaşayan halklar, Avrupalı fatihler tarafından
yokedilmeye başlandıkları sırada, 'altın çağ'ında bulunan uygarlıklara sahiptiler. Meksika'nın
yüksek yaylalarında Toltek ve Aztek, Yucatan Yarımadası'nda Maya, Antiller'de Karaib, şimdi
Kolombiya adı ile anılan topraklarda Chibcha, Peru ve Bolivya Adalarında înka uygarlıkları
kurulmuştu. Bu uygarlıkların bir bölümü, yoğun nüfuslu, halkı toprağa bağlı ve tarımsal kentlere
sahip uygarlıklar, siyasal örgütlülük düzeyi bakımından devlet, hatta bir kısmı imparatorluk
aşamasına kadar evrimleşmişti. Daha geri ve 'ilkel uygarlıklar' ise avcı, yiyecek toplayan göçebe
veya yarıgöçebe, bazı yerlerde de ilkel bir tarımcılık aşamasına gelmiş dağınık kabilelerden
oluşuyordu.
Araştırmacıların tahmini hesaplarına göre, Kolomb'un Hint Adaları sandığı Antil adalarına ayak
bastığı tarihte bütün Amerika kıtasının nüfusu 30-50 milyon arasındaydı. En kötümser
tahminciler, bu sayıyı 10 milyon rakamı ile sınırlandırıyor.
'Eski dünya'nın fatihleri tarafından yokedilmeden önce kentleri ve tapınaklarıyla, mimarisi ve
matematik bilimi ile 'yeni dünya', Avrupa uygarlığından habersiz ve onu epeyce geriden
izlemesine karşın, kendi iç evrimiyle gelişmeye devam eden Atlantik ötesi bir uygarlık
merkeziydi."(*)
Amerika kıtasının yerli halkının, gerek Kolomb'a gerekse ondan sonra gelen diğer Avrupalılara
karşı gösterdiği misafirperver ve cömert tavır onları adeta büyülemişti.
"..Kristof Kolomb, seyahatleri boyunca bir seyir günlüğü tutmuştu.
Bu günlük çok şey açıklıyordu. Bahamalarda karaya çıktığında, kendisini ve adamlarını
iyi niyetle karşılayan Kızılderililerden söz ediyordu. Bunlar, Tainolar diye de adlandırılan
Arawak yerlileriydi. İspanyolları başka dünyalardan gelmiş yaratıklar gibi gören Kızılderililer,
sığ kıyıda, denizde yürüyerek teknelere yaklaşmış, ilk karşılaştıkları yabancılara çeşitli hediyeler
sunmuşlardı. Kolomb, Arawakların barışçı ve yumuşak huylu insanlar olduğunu yazıyor ve 'silah
taşımıyorlardı' diyor. 'Silahın ne olduğunu da bilmiyorlar. Onlara bir kılıç gösterdim, keskin
tarafından tuttular ve ellerini yaraladılar.'
Sonraki aylar boyunca Kolomb, günlüğünde yerli Amerikalılardan saygılı bir hayranlıkla söz
ediyor: 'Bu yerliler, dünyanın en iyi, en nazik insanları,' diye yazıyor. 'Kötülüğün ne olduğunu
bilmiyorlar, çalmıyorlar, öldürmüyorlar.
(*) Hovard Zinn-Manning Marable-Mike Davis-Veli Yılmaz, Fatihler Yar-gılanıyor, Tüm
Zamanlar Yayıncılık, İstanbul 1992, s. 16-17.
Komşularını, kendileri kadar çok seviyorlar. Dünyada onlar kadar tatlı dilli insanlar yoktur. Her
zaman gülüyorlar.'
İspanya'daki patronlarından birine yazdığı bir mektupta da Kolomb, yerlileri tanıtmak için
şöyle diyor: 'Son derece sade, dürüst ve aşırı düzeyde eli açık insanlar. Herhangi birinden, sahip
olduğu herhangi bir şey istenince, hemen veriyorlar. Başkalarına olan sevgileri, kendi özlerine
olandan çok daha fazla.' Ama bu övgüleri sıralayan Kolomb, günlüğün bir yerinde de şöyle
diyor: 'Bunlardan çok iyi hizmetkâr olur. Sadece elli adamla bütün bu yerlilerin hepsine kolayca
boyun eğdirebiliriz ve her istediğimizi yaptırabiliriz.'
Evet... Kolomb, Kızılderilileri böyle değerlendiriyordu. Onun gözünde yerliler konuksever ev sahipleri
değil, 'her istediğimizi yaptırabileceğimiz hizmetkârlar' idi."(*)
Yerli halk, bu yeni tanıştığı misafirlere topraklarını açtı, yiyeceklerini paylaştı ve altın süs
eşyaları hediye etti. Avrupalılarsa, Amerika'ya, salgın hastalık, yağma ve ölüm getirdiler.
1492'de Amerika kıtası, yeryüzünün gördüğü en trajik alışverişlerden birine sahne olmuştur.
Yerliler altın, yiyecek ve toprak verdiler, karşılığında salgın hastalık, yağma ve ölümle
ödüllendirildiler.
Avrupalılar, altın olarak istediklerini elde edemediler fakat yine de kendilerine çok kazanç
getirecek başka bir yol buldular: Köle ticareti! Tıka basa gemilere bindirilen zavallı
Kızılderililerin pek çoğu yolda soğuktan ve hastalıktan öldü.
(*) Hovard Zinn, a.g.e., s. 56-57.
Artık yeni bir hayat başlamıştı onlar için.
ABD'li tarihçi Samuel Eliot Morison'a ait şu satırlar bize vahşetin boyutu hakkında bir fikir
verecektir:
"1492'de bir yeryüzü cenneti olan İspanyol Adası'nın bütün insanlarının yokedilmesi siyaseti ve
o siyasetin uygulanması, tek sorumlusu olan Kolomb tarafından başlatıldı. Çağdaş' bir etnologa
göre, 1492'de 300.000 olması gereken ada nüfusunun üçte biri 1494-1496 arasında öldürüldü.
1508'de, sağ kalan yerlilerin sayısı 60.000 idi. 1548'de Oviedo (İspanyolların resmi fetih tarihi
yazarı), adada yaşayan Kızılderililerin 500'ü bulduğundan kuşkuluydu.(*)
Bartolome de Las Casas, yerli halka Hıristiyanlığı aşılamak için Amerika'ya gitmiş bir
papazdır.
Kristof Kolomb'un yakın arkadaşlarından birisinin oğludur. 1522'de Dominiken tarikatına
girmiştir. Ömrünü Kızılderililerin haklarını korumaya adamış ve onların lehinde yasalar
çıkartacak kadar da başarılı olmuştur.
Yazdığı eserlerde, Kızılderililerle İspanyolların nasıl karşılaştıkları ve İspanyolların yaptığı
vahşet, tüyler ürpertici bir şekilde anlatılmaktadır. Özellikle, şu an elinizde bulunan ve orijinal
adı "Brevisima historia de la destruccion de las Indias (Yerlilerin imhasının çok kısa Tarihi)"
olan bu eseri, İspanyolların yerli halka yaptıkları zulmü en ince ayrıntılarına kadar gözler önüne
sermektedir. Yazdıklarını yayınladığı yıllarda resmi tarihçilerin saldırılarına maruz kalan Las
Casas, yaşayan pek çok şahit göstererek anlattıklarının doğruluğunu ispat etmiştir.
Bugün ise, hâlâ Amerika'daki okulların ders kitaplarında bir halk kahramanı olarak tanıtılan
Kolomb ve diğer kâşiflerin gerçek yüzü, pek çok yazar tarafından ortaya çıkarılmıştır. Resmi
tarihin ısrarla korumasına rağmen, ciddi araştırmacılar, Kolomb ve diğerlerinin tarihteki gerçek
yerlerini ortaya koymuşlardır.
Bugüne kadar, özellikle filmlerle insanların kafasına yerleştirilmeye çalışılan "Kızılderili"
imajını yıkan ve Amerika kıtasını keşfedenlerin gerçek yüzünü ortaya çıkaran bu kitap,
tarihi incelerken "madalyonun öbür yüzü"nü de görmek isteyen okuyucularımıza önemli
ipuçları sağlayacaktır.
(*) Hovard Zinn, a.g.e., s. 59.
Şule
KIZILDERİLİLER NASIL YOKEDİLDİ?
1542
BU KİTABIN HAZIRLANMA NEDENİ
Amerika kıtasının büyüleyici keşfinden itibaren, başlangıçta oraya belli bir süre için yerleşen
İspanyollar ve daha sonra da onları bugüne dek takip edenler, olayları baş döndürücü bir hızla
başlatıverdiler. Tanık olmayanlar için bu olaylar öylesine garip ve inanılmazdı ki, geçmiş
yüzyıllarda görülmüş ve duyulmuş bütün benzerlerini -ne denli önemli olursa olsun- karartacak,
susturacak ve unutturacak nitelikteydi. Aralarında katliamlar, masum insanların kıyımı, bu
eylemlerin yapıldığı köylerin, eyaletlerin ve krallıkların boşalması ve benzeri korkunç olaylar
vardı. Törenle göreve geldikten sonra, Piskopos Bartolome de Las Casas, efendimiz İmparatora
bilgi vermek için saray erkânına katıldı. Kendi gözleriyle gördüğü bu olayları, bilmeyen birçok
kişiye anlattı. Hikâyesi, onu dinleyenlerde bir çeşit kendinden geçme ve şaşkınlık uyandırdı.
Öylesine ki, olaylardan bazılarını kısaca yazmasını rica ettiler. O da yazdı. Birkaç yıl sonra,
duygusuz, aç gözlülük ve hırs içinde dejenere olmuş, devam eden eylemleri ile kınanacak bir
yola sürüklenmiş insanları gördü.
Bu insanlar halkını yokettikleri kıtada zulmü iğrenç bir sanat haline getirmişler, yaptıkları
kötülüklerle, ihanetlerle tatmin olmamışlardı. Daha korkunç (daha korkunç olabilirse!) yeni
zulümler yapabilmek için kralın kendilerine yetki ve güç vermesini istiyorlardı. Bunun üzerine,
Bartolome de Las Casas bunları krala yazmaya karar verdi. Önce, efendimiz prense bir mektup
yazarak bu yetkiyi vermemesini rica etti. Daha sonra da, bu anlattıklarını yazılı, kısa bir özet
şeklinde sunmayı uygun gördü. İşte biraz sonra okuyacağınız bu kitabın hazırlanma nedeni
budur.
GİRİŞ
Piskopos Bartolome de Las Casas veya Casaus tarafından, ulu ve güçlü efendimiz İspanya
prensi den Felipe'e:
Çok ulu ve güçlü efendimiz,
Tanrı'nın inayetinin dünyada emrettiği gibi, krallar insan soyunun yönetimi ve ortak çıkarları
için, krallıkların ve ulusların babaları, çobanları olurlar (Homere'ın dediği gibi). Dolayısıyla
devletlerin en soylu ve en cömert fertleridir. Hiç kimse -haklı bile olsa- onların krallık ruhunun
doğruluğundan şüphe etmemelidir. Eğer devletlerde, hatalar, önyargılar ve kötülükler ortalığı
kasıp kavuruyorsa, bunun tek nedeni kralların durumdan haberdar olmamasıdır. Bilselerdi,
büyük bir dikkatle ve ustalıkla onların kökünü kazırlardı. Salomon atasözlerinde kutsal yazıtların
söylemek istediği de buydu: Rex qui sedet in solio juidict, dissipat omne malum intu-itu suo {*)
Çünkü özündeki doğal meziyet sayesinde, krallığındaki en ufak bir kötülük haberi, o kötülüğü
defetmesi için yeterli olur.
(*) Tahtta oturan kral çevresindeki tüm kötülükleri yargılar ve yok eder.
Ve eğer kötülükten sakınırsa bir an bile zarar görmez.
Çok güçlü efendim, bu kadar büyük krallıkların, daha doğrusu bu geniş yeni dünyanın (*) yakılıp
yıkılmasını, orada yapılan kötülükleri (insanların bu denli korkunç şeyler yapabileceği hayal bile
edilemezdi) düşünüyorum. Tanrı bu toprakları Castilla krallarına bahşetti; yönetmeleri,
değiştirmeleri ve maddi-manevi ümit aşılamaları için onlara emanet etti. 50 yıldan fazladır bu
topraklarda yaşıyorum ve zulümlere şahit oluyorum.
Sayın Altes hazretleri bu sömürülerden bazılarını bilseydi, zorbaların "fetih" adı altında
yaptıkları keşifleri ve işledikleri suçları kabul etmemesi ve hiçbir şekilde onlara izin vermemesi
için majestelerine yalvarırdı. Bu eylemlere izin verilirse, eylemler daha da artacaktır. Mademki
doğal, kutsal ve insanî bütün kanunlar, (kimseye zararı dokunmayan, yumuşak ve uysal yerli
pasifik halkına karşı işlenen) bu eylemleri yasaklar, kınar ve lanetler, susarsam zorbaların
yokettiği vücut ve ruhlardan sorumlu olurum. Bu yüzden olaylardan birkaçını yazmaya karar
verdim. Aslında anlatabileceğim sayısız örnek var ama, sayın Altes hazretlerinin daha kolay
okuyabilmesi için bir özet yaptım.
Sayın Altes'in genel valisi, Tolede başpiskoposu, Carthagene'de psikopos olduğu sırada benden
bu öyküleri istedi. Daha sonra onları sayın Altes hazretlerine sundu. Ancak sayın Altes, karada
ve denizde yaptığı uzun yolculuklar ve çok sayıda kraliyet
görevi nedeniyle onları ya okumamış veya unutmuş olabilir. Haksız yere birçok insanın kanını
dökmeyi, 1 milyar kişiyi öldürerek bu geniş toprakları doğal sahiplerinden temizlemeyi ve eşsiz
hazinelerini çalmayı önemsiz bulanların tehlikeli ve mantık dışı arzuları gün geçtikçe
büyümektedir. Kendilerine fetih izni verilmesi için her yolu denemekte, değişik aldatıcı
görüntülere bürünmektedirler.
(Doğal ve kutsal kanunu ihlâl etmeden, yani cehennem azabına lâyık ölümcül günahlar
işlemeden bu fetihlere izin vermek imkânsızdır). Uzun uzun yazılabilecek -yazılması da gerekenyakıp
yıkma, yerle bir etme öykülerinin kısa bir özetini sayın Altese sunmayı gerekli buldum.
Sayın Altes'in, halkın menfaati ve Kraliyet Devleti'nin refahı için hizmet veren yandaşlarına ve
hizmetçilerine gösterdiği bağışlama ve teveccühü bu özeti okurken de göstermesini rica
ediyorum. Sayın Altes, özeti okuduğunda yokedilen, parçalara ayrılan bu masum insanlara
yapılan korkunç haksızlığı görecektir. Sebep, bu iğrenç suçları işleyenlerin açgözlülüğü ve hırsı
değilse nedir? Sayın Altes, majestelerine yalvaracak, onu, canilerin yıkıcı iğrenç teşebbüslerini
reddetmeye ikna edecektir. Bu korkunç isteği -hemen hemen hiç endişe uyandırmadan- susturan
majesteleri bundan böyle tek söz sahibi olacaktır. Çok ulu efendimiz, Tanrı'nın Castille Kraliyet
Devleti'ni geliştirmesi, koruması ve maddi, manevi mutlulukla doldurması için bu gereklidir.
Amin.
(*) Amerika kıtasının.
KIZILDERİLİLER NASIL YOKEDİLDİ?
Amerika 1492 yılında keşfedildi. Ertesi yıl İspanyol Hıristiyanlar oraya yerleştirildi. Sonuçta 49
yıl içinde birçok İspanyol oraya gitti. Yerleşmek için girdikleri ilk toprak, çevresi 600 mil olan,
büyük İspanyol adasıydı. Etrafında sayısız başka büyük adalar vardı. Hepsi de dünyanın
herhangi bir toprağı gibi nüfuslanmıştı. Orada pek çok insanın yaşadığını görmüştük.
En yakın noktası adadan aşağı yukarı 250 mil uzaklıkta olan kıtanın bilinen 10 bin mil sahili
vardı ve her gün yeni yerler keşfediliyordu. 1541'e kadar keşfedilen toprakların hepsi bir an
kovanı gibi öylesine kalabalıktı ki, Tanrı'nın buraya insan soyunun çoğunluğunu yerleştirdiği
düşünülebilirdi.
Tanrı, bu çeşit çeşit, kalabalık insanları son derece sade yaratmıştı. Kötülükten ve ikiyüzlülükten
uzak, yerli efendilerine (beylerine) ve Hıristiyanlara hizmet ediyorlardı. Dünyadaki en uysal, en
sabırlı, en barışçı ve en sakin insanlardı. Gürültüsüz patırtısız, ne sinirli ne de kavgacı;
kırgınlıktan, nefretten, intikam arzusundan uzaktılar. İnce, narin, kırılgan bir yapıları vardı;
işlerini güçlükle yapabiliyorlar, herhangi bir hastalıkta da kolayca ölüyorlardı. Bizde, zenginlik
ve tatlı bir hayat içinde yetiştirilen prens ve soylu çocukları bile onların köylülerinden daha narin
değildir.
Maddi varlıklara sahip olmak istemediklerinden, ne gururlu, ne hırslı, ne de açgözlüydüler.
Gıdaları ne çok bol, ne mükemmel, ne de çöldeki Saints Pere'inkilerden daha zengindi. Genelde
sadece utanılacak yerlerini kapatıp gezerlerdi. Bir buçuk karış uzunluğunda kareli pamuklu bir
kumaşa sarınırlardı. Yatakları hasırdı ve ada İspanyolca’sında "hamak" denilen asılı filelerin
ortasında uyurlardı.
Açık, sağlıklı ve canlı bir anlayışları vardı. Her türlü iyi öğretiyi öğrenecek kadar yetenekli ve
uysaldılar. Bu bakımdan kutsal katolik inancımızı ve erdemli geleneklerimizi benimseye çok
uygundular. Tanrı, bünyesinde böylesine az olumsuzluk taşıyan başka bir halk daha
yaratmamıştır.
Dini şeylerden söz edildiğini duyar duymaz, büyük bir ısrarla öğrenmeye, kilisenin dinsel
törenleri ile kutsal ibadetlerini yerine getirmeye çalıştılar. Aslında din adamlarının, onlara
dayanabilmek için, Tanrı tarafından büyük bir sabırla donatılmış olmaları gerekirdi. Son birkaç
yıldır, din adamı olmayan birçok İspanyol'dan bu insanların aşikâr iyiliklerinin
yadsınamayacağını duyuyorum. Eğer Tanrı'yı tanısalardı, kuşkusuz dünyanın en mutlu insanları
olurlardı.
İşte İspanyollar onları tanır tanımaz, yaratıcılarının böyle güzel meziyetlerle donattığı bu müşfik
koyunların topraklarına, günlerdir aç vahşi kurtlar, kaplanlar, aslanlar gibi girdiler. 40 yıldan beri
ve bugün hâlâ onları parçalara ayırıyor, öldürüyor, tedirgin ediyor, acı ve sıkıntı veriyorlar.
Tuhaf, yeni, çok çeşitli, şimdiye dek ne okunmuş, ne duyulmuş, ne de görülmüş bir zulümle
onları yokediyorlar. Bazılarını daha sonra söyleyeceğim. Yalnız şu bir gerçek; İspanyol adasına
ilk çıktığımızda 3 milyon yerli vardı, bugün ise 200'den fazla kalmadı.
Aşağı yukarı Valladolid-Roma mesafesi kadar uzun olan Küba adası bugün neredeyse bomboş.
Mutlulukla dolup taşan, büyük ve güzel San Juan ve Jamayka adaları yakılıp yıkılmış durumda.
Kuzeyde İspanyol ve Küba adalarına komşu olan Lucayes adalarını, Geants adaları ve diğer irili
ufaklı 60'dan fazla ada oluşturuyor. En kötüsü bile Sevilla Kralı'nın bahçesinden daha güzel ve
verimli. Burası dünyanın en verimli toprağı. 500.000'den fazla insanın yaşadığı bu yerlerde,
bugün hiç kimse yok. İspanyollar bütün halkı İspanyol adasına götürerek öldürdüler. Halk orada
kendilerine hiçbir şey kalmadığını görmüştü.
Her bağbozumundan sonra, 3 yıl boyunca bir gemi adaları dolaştı. Çünkü iyi kalpli bir Hıristiyan
orada yaşayanlara acıyarak dinlerini değiştirmiş, onları Hıristiyanlığa kazandırmıştı. Benim
gördüğüm kadarıyla sadece 11 kişi bulunmuştu.
San Juan adasına komşu 30'dan fazla ada, aynı sebepten dolayı boşaltılarak kaybolup gittiler.
Bütün bu adalar, tamamen boşaltılmış, 20.000 milden fazla ıssız bir alanı kapsıyor.
Eminiz ki İspanyollar, zulüm ve kötülükleriyle, akıllı insanlarla dolu olan bu insanları
topraklarından kopardılar, yurtlarını yerle bir ettiler. Böylece kıta bugünkü terkedilmiş halini
aldı. İspanya, Aragon ve Portekiz'in toplamından 10 krallık daha büyük, Sevilla Jerusalem
mesafesinin iki katı, yani 2000 milden daha büyük bir alandan söz ediyoruz.
Bu 40 yıl boyunca, kadın, erkek, çoluk-çocuk, 12 milyondan fazla insan Hıristiyanların iğrenç
eylemleri ve zorbalıkları yüzünden öldü. Bu rakam kesin ve doğrudur (gerçektir). 15 milyondan
fazla kurban olduğunu düşünerek, aslında belki de iyimser bir tahminde bulunmuş oluyorum.
Oraya giden ve Hıristiyan olduğunu söyleyen kişiler, bu zavallı insanları yurtlarından zorla
çıkarmak ve yeryüzünden silip atmak için başlıca iki yöntem kullandılar. Biri, onlarla haksız,
cani, kanlı ve zorba savaşlar yapmaktı. Diğeri ise, önce özgürlüğü arzulayabilecek, umabilecek,
düşünebilecek, ya da içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtulmayı isteyebilecek herkesi öldürmek
(yerli beyler ve erkekler gibi; çünkü savaşlarda genellikle sadece kadınlar ve gençler hayatta
bırakılıyordu); daha sonra da, hiçbir insanın hatta hayvanın bile yapmayacağı en ağır, korkunç,
hayvani işlerde onları ezmekti. Diğer bütün yoketme şekilleri -çok çeşitliydiler- bu iki iğrenç
zorba yönteme dayanır, onda özetlenirler.
Eğer Hıristiyanlar onca nitelikli insanı öldürdüler, yokettilerse, tek amaçları altın sahibi olmak,
kısa sürede çok zenginleşmek ve kişilikleriyle orantısız yüksek mevkilere gelmekti.
Açgözlülükleri, dinmek bilmez hırsları -bütün dünyada daha kötüsü olamazdı- toprakların
mutluluğu ve zenginliği, yerli halkın bu denli sakin, sabırlı ve kolayca boyun eğen oluşuyla
birleşince, onları saymadılar, sevmediler ve değer vermediler. (Bütün bu süre boyunca gördüğüm
ve bildiğim gerçekleri söylüyorum). Onları, hayvan demiyorum, (keşke hayvan muamelesi
yapsalardı) hayvandan da kötü, pislikten aşağı gördüler.
İşte yerlilere ve hayatlarına böyle özen gösterdiler(!). Bu yüzden de sayısız insan dinsiz ve kutsal
törensiz öldü gitti. Oysa, bütün Amerika kıtası yerlilerinin, Hıristiyanlara hiçbir zaman en ufak
bir kötülük yapmadığı herkesçe -hatta despotlar ve katillerce de- bilinen, kanıtlanmış ve kabul
edilmiş, apaçık bir gerçektir .Yerliler önce onların gökten indiğini sandılar. Ta ki Hıristiyanlar
onlara veya komşularına, defalarca binbir çeşit kötülük, hırsızlık, şiddet ve eziyet uygulayana
kadar.
İSPANYOL ADASI
Daha önce söylediğimiz gibi, İspanyol adası Hıristiyanların ilk girdiği ve bu halkları kırıp
geçirmeye başladığı yerdi. Yani ilk yıktıkları ve boşalttıkları yer... Yararlanmak veya kötüye
kullanmak amacıyla karılarını, çocuklarını alarak, emek ve alın teriyle kazandıkları besinlerini
yiyerek işe koyuldular.
Herkesin olanakları ölçüsünde kendi rızasıyla verdiği onlara yetmedi. Yerliler zayıftı çünkü
genelde ihtiyaç duydukları ve az bir çabayla ürettiklerinden fazlasını ellerinde tutmazlardı. Ayda
onar kişilik üç zileye yeten miktar, bir hristiyanın sadece bir günlük tüketimiydi. Ancak,
uğradıkları şiddet ve aşağılama karşısında Amerika yerlileri, bu adamların gökten inmediğini
anladılar. O zaman, bazıları yiyeceklerini, bazıları karılarını, bazıları da çocuklarını sakladı.
Diğerleri, böyle gaddar ve korkunç insanlardan uzaklaşmak için ormanlara kaçtı. Hıristiyanlar
halkı tokatla, yumrukla, sopayla dövüyorlardı, hatta köy beylerini ele geçiriyorlardı.
Cüretkârlıkları ve küstahlıkları öyle arttı ki, Hıristiyan bir yüzbaşı, bütün adanın beyi sayılan, en
büyük hükümdarın öz karısının ırzına geçti. İşte o zaman, yerliler Hıristiyanları topraklarından
kovmak için yollar aramaya başladılar. Silahlandılar. Çok zayıf, az saldırgan, dayanıksız ve
savunmasızdırlar. (İşte bu yüzden savaşları bugünkü değnek oyunları ya da çocuk oyunları
gibiydi). Atlarını, kılıçlarını ve mızraklarını alan Hıristiyanlar, yerli Amerikalıların daha önce hiç
görmediği eylemlere başladılar: Katliam ve kan dökme! Köylere giriyor, çoluk çocuk, yaşlı,
hamile veya loğusa (kadın) demeden, ağıllarına sığınmış kuzulara saldırır gibi, karınlarını
deşiyor, parçalara ayırıyorlardı. Kimin tek bıçak darbesiyle bir insanı ortadan ayıracağı veya tek
mızrak atışıyla başını keseceği, ya da bağırsaklarını ortaya dökeceği üzerine bahse giriyorlardı.
Anne sütü emen bebekleri zorla alıyor, ayaklarından tutup başlarını kayalara çarpıyorlardı.
Bazıları ise onları yüksekten ırmaklara atıyor, bir yandan da gülerek şakalaşıyorlardı.
Çocuklar suya düştüğünde: "Kımıl kımıl oynuyorsun, seni komik şey seni!" diyerek gün geçtikçe
daha da iğrençleşiyorlardı. Çocuklarla annelerini ve önlerine çıkan herkesi kılıçtan
geçiriyorlardı. İsa peygamberimizi ve 12 havariyi kutsamak ve saygılarını iletmek için uzun
darağaçları kuruyorlardı. Ayakları yere neredeyse değecek şekilde, 13 kişilik gruplar halinde
onları bağlıyor, ateşe veriyor ve diri diri yakıyorlardı. Bazıları ise, bütün vücutlarına kuru saman
yapıştırıyor ve bu şekilde ateşe veriyorlardı. Diğerlerinin ve hayatta bırakmak istedikleri
herkesin ellerini kesiyorlardı. Elleri sarkar durumda, onlara: "Gidin, mektupları götürün"
diyorlardı. Bu, ormana kaçanlara haber götürmek demekti. Beyleri ve soyluları öldürme şekilleri
de aynıydı. Önce direkler üzerine tahta çubuklardan bir ızgara yapıyorlardı. Sonra, onları
ızgaraya bağlıyor, altlarına da hafif bir ateş yakıyorlardı.
Yerliler bu korkunç işkenceler altında, çığlıklar atarak can veriyorlardı. Bir keresinde dört veya
beş önemli beyin ızgaralar üstünde yandığını gördüm (sanırım başkalarının da yandığı iki üç çift
ızgara daha vardı). Yüksek çığlıklar attıkları için, subayın içi sızlamış veya uykusu bölünmüş
olmalı ki boğulmalarını emretti. Onları yakan cellattan da kötü polis memuru (ismini biliyorum,
hatta Sevilla'da ailesiyle tanışmıştım), boğmak istemedi. Önce, gürültü yapmasınlar diye kendi
elleriyle ağızlarına odun parçacıkları tıktı. Daha sonra istediği gibi yavaş yavaş kızarsınlar diye
ateşi körükledi. Yukarıda anlattığım her şeyi ve sayısız daha bir çok olayı gözlerimle gördüm.
Kaçabilenlerin hepsi ya ormanlara sığınıyor ya da dağlara tırmanıyorlardı. Amaçları böyle
insanlıktan uzak kişilerden, bu kadar merhametsiz ve yırtıcı hayvanlardan, insan soyunun en
büyük düşmanları ve yıkıcılarından kaçabilmekti. Bunun üzerine Hıristiyanlar, özellikle kötü tazı
ve köpekler yetiştirdiler. Bu hayvanlar bir yerliyi görür görmez, kaşla göz arasında paramparça
ediyorlardı. Saldırarak, bir domuzdan daha çabuk yiyorlardı. Bu köpekler büyük zararlar
verdiler, korkunç kasaplıklar yaptılar. Çok ender olarak, yerliler birkaç Hıristiyan öldürdüğü için,
Hıristiyanlar kendi aralarında bir karar aldılar. Öldürülen her bir Hıristiyan için yüz yerli
öldürülecekti.
İSPANYOL ADASI'NDA BULUNAN KRALLIKLAR
İspanyol adasında başlıca beş büyük krallık ve diğer bütün derebeylerin boyun eğdiği beş güçlü
kral vardı. Bu beyler sayıca çok fazlaydılar. Uzak eyaletlerde olanları, daha üst hiçbir yetkili
tanımazlardı. Birinci krallığın ismi Muga'ydı. Son hecesi vurgulanarak okunduğundan, verimli
ova krallığı anlamına gelirdi. Bu ova, dünyanın en dikkat çekici ve hayranlık uyandırıcı
yerlerinden biriydi. Güney Denizi'nden Kuzey'e uzanan 80 mil alanı kaplardı. Genişliği 5 mil,
hatta bazı yerlerde 8 ile 10 mil arasında değişirdi. Otuz bini aşkın nehir ve akarsu bu topraklan
sulardı. İçlerinden bazıları Ebre, Douro vey Guadalquivir'den büyüktüler. Batıdaki dağlardan
gelen yirmi-yirmibeş bin kadarı ise altın bakımından çok zengindi. Bu meşhur zengin altın yatağı
sıradağlar arasına kurulmuş Cibao eyaletinden gelirdi. Bu krallığın hükümdarı ve efendisi
Guarioner adında birisiydi. Krala bağlı öylesine büyük derebeyler vardı ki, bir tanesi Guarioner'e
hizmet eden 16.000 savaşçıya sahipti. Aralarından bazılarını tanıdım. Guarioner, Castilla
krallarına karşı son derece itaatkâr, erdemli, doğal olarak barışçı ve sadıktı.
Bazı yıllar, halkından ev sahibi olan her kişi emrine bir çıngırak dolusu altın verirdi. Daha
sonraları çıngırak doldurulamadığından, bu miktar yarıya indirildi. Çünkü adanın yerlileri altını
madenden çıkaracak kadar usta değildiler. Bu başkan (*' kendisinden altın istenmemesi için,
Castilla kralına, Isabela (Hıristiyanların ilk yerleşim bölgesi) ile Saint Dominique şehri
arasındaki topraklan, yani 50 milden büyük bir alanı, işlemeyi önermişti. Sebep olarak, kendisine
bağlı beylerin altın çıkarmayı bilmediklerini öne sürüyordu. Sözettiği tarım, ki büyük bir
coşkuyla yapacağına eminim, krala her yıl 30 milyon castillan (**} dan fazla kazandıracak, hatta
bugün adada Sevilla büyüklüğünde elliyi aşkın şehrin kurulmasını sağlayacaktı.
Böylesine iyi bir kral, yalnız namussuzlukla karşılaştı: Kötü bir Hıristiyan yüzbaşı karısına
tecavüz etti. Kral fırsat kollayıp intikam almak için halkını toplamak yerine kaçmaya karar verdi.
Kendisine bağlı bir derebeyin eyaleti Ciguallos'da tek başına saklanmayı, krallığından ve
devletinden uzak, sürgünde ölmeyi planladı. Kaçışı, Hıristiyanlardan saklanamadı; ortadan
kaybolduğunu farkettiler.
(*) Guarinoer.
(**) Altın sikkenin 1/50'i kadar, ortalama 4.6 gr. altın değerinde para ve değerli metallerin
ağırlık ölçüsü birimi.
Onu barıdıran beye savaş açtılar. Kralı bulup yakalayana kadar büyük bir soykırım yaptılar. Onu
zincire vurup, Castilla'ya götürmek üzere gemiye bindirdiler. Gemi denizde kayboldu. Kralla
birlikte birçok Hıristiyan ve yüklü miktarda altın beraberinde yitip gitti. Böylece Tanrı bu büyük
haksızlıkların intikamını almış oldu.
İkinci krallık Marien'di. Burası, ovanın bitiminde, kuzeye doğru, şimdiki kraliyet limanının
bulunduğu bölgeydi. Portekiz Krallığın'dan büyük, gerçekten de mutlu, yaşanmaya değer bir
yerdi. Yüksek dağlarında -sayıca fazla- çok zengin altın ve bakır yatakları vardı. Kralın ismi
Guacanagari idi. (Son hecede vurgu var). Emrinde çok yüce derebeyler vardı; birçoğunu gördüm
ve tanıdım. Amerika'yı keşfeden yaşlı amiralin ilk geldiği yer bu krallıktı. İyilik ve
yardımseverlik dolu adayı keşfettiğinde, ilk olarak beraberindeki bütün Hıristiyanlarla birlikte,
Guacanagari tarafından karşılandı. Kral onları öyle hoşgörü ve nezaketle ağırladı ki kendi
ülkelerinde anne-babaları tarafından bile daha iyi karşılanamazlardı. Amiralin gemisi
kaybolduğundan kral onlara yardım etti, azık ve araç-gereç sağladı. Bunları yazılanlardan ve
Hıristiyan vahşet ve katliamlarının bana gösterdiklerinden biliyorum. Yıkılmış, devletinden
ayrılmış kral, ormanlarda kayboldu. Kendisine bağlı diğer beyler de, daha fazla anlatmak
istemediğim zorbalık ve kölelik altında öldüler.
Üçüncü krallık ve derebeylik Maguana idi. Bugün adanın en iyi şekerinin yetiştirildiği hoş, son
derece sağlıklı ve verimli topraklardı buralar. Kralın ismi Caonabo'ydu. Hizmetinin kalitesi,
saygınlığı ve törenleri diğer bütün krallarınkinden üstündü. Hristiyanlar büyük bir kurnazlık ve
hainlikle ülkesinde barış içinde yaşayan bu kralı yakaladılar. Castilla'ya götürmek üzere bir
gemiye bindirdiler. Tanrı bunun büyük bir haksızlık ve adaletsizlik olduğunu yine göstermek
istedi. Limandan kalkan 6 gemi ile birlikte, o gece hepsini batıran bir fırtına yolladı. Zincirlere
ve demirlere (prangalara) vurulmuş Caonabo ile beraber gemilerdeki bütün Hıristiyanlar da
boğuldular. Bu hükümdarın kendisi gibi yiğit ve cesur üç veya dört erkek kardeşi vardı. Bunlar,
kardeşleri kralın haksız tutsaklığını, Hıristiyanların diğer krallıklarda yaptıkları yıkımları ve
katliamları görünce -özellikle kardeşlerinin öldüğünü öğrendikten sonra- saldırıp intikam almak
istediler. Bu yüzden silaha sarıldılar. Hıristiyanlar ise bir kısmı atlı (yerlilere karşı en tehlikeli
silah buydu) olmak üzere hücuma geçtiler. Ortalığı yakıp yıkarak, halkı öldürerek krallığın
yarısını yokettiler.
Adı Xaragua olan dördüncü krallık bütün adanın beyni-iliği ve saray erkânı idi. Son derece soylu
ve cömert, dili ve konuşması daha temiz, nezaketi ve eğitim seviyesi daha düzgün ve saygındı.
Çünkü burada birçok bey ve soylu otururdu. Yaşayanları diğer bütün krallık sakinlerinden daha
güzel ve sevimliydiler. Bu devletin kralı ve efendisi Behechio idi. Kralın Anacaona isimli bir kız
kardeşi vardı. İki kardeş Castilla krallarına büyük hizmetlerde bulundular. Hıristiyanları birçok
ölüm tehlikesinden kurtararak, iyilik üstüne iyilik ettiler. Behechio'nun ölümünün ardından taht
Anacaona'ya kaldı. Bir-gün adanın valisi 60 süvari ve 300'den fazla piyade ile çıkageldi. Sadece
süvariler, adayı ve bütün kıtayı yerle bir etmeye yeterdi. Valinin çağrısı üzerine, 300'ü aşkın bey
çekinmeden oraya geldi. En önemlilerini kurnazlıkla samandan bir kulübeye soktu ve kulübenin
ateşe verilmesini emretti. Diri diri yandılar. Diğerleri mızrakla öldürüldü, birçoğu kılıçtan
geçirildi. Kraliçe" Anacaona'ya gelince, askerler onurlandırmak için onu astılar. Bazı
Hıristiyanlar merhametlerinden veya açgözlülüklerinden, öldürül-memeleri için korumak üzere
çocukları, atlarına alıyor, terkilerine oturtuyorlardı. Bir başka İspanyol arkadan gelip, mızrağıyla
çocuğu deliyordu; bir diğeri, çocuk yerdeyse kılıcıyla bacaklarını kesiyordu. Bu insanlık dışı
vahşetten kaçabilenler, 8 mil uzaklıktaki küçük bir adaya sığındılar. Ancak vali kasaplıktan
kaçtıkları için hepsini köleliğe mahkum etti.
Beşinci krallık Higuey'di. Higuanama isimli yaşlı bir kraliçe tarafından yönetiliyordu.
Hıristiyanlar onu astılar. Diri diri yaktıkları, parçalara ayırdıkları, her türlü yeni yeni işkenceler
yaptıkları insanları gördüm. Canlı bıraktıkları herkesi köle yapıyorlardı. Bu insanlara yapılan
soykırım ve yıkımın özellikleri öylesine çok ki sayfalar dolusu anlatmakla bitmez (Aslında
söylenecek çok şey var ama hepsini birden anlatmayacağım). Bu savaşlar hakkında tüm ruhum,
vicdanımla inandığım bir gerçeği belirterek konuyu kapatacağım. Burada sözettiğim ve
anlatılabilecek daha birçok haksızlık ve vahşetin nedeni kesinlikle yerliler değildi. Bir
manastırdaki iyi kalpli, munis din adamlarını düşünün.
Her şeyleri çalınsa, öldürülseler, ölümden kaçabilenleri yaşam boyu tutsak veya köle olsa bu din
adamları ne kadar suçlu olurlar? İşte yerliler de o kadar suçluydu. Ayrıca bildiğim ve tahmin
ettiğim kadarıyla, bu adada yaşayanların birçoğu öldürülene ve yokedilene dek Hıristiyanlar
aleyhinde, insan inisiyatifine bağlı, bir tek ölümcül günah işlememişlerdir. Sadece Tanrı'nın
elinde olanlara gelince; Hıristiyanlara yani bu korkunç düşmanlarına karşı duydukları intikam
arzuları, nefret ve hınç pek az yerliyi etkiledi. Deneyimlerime dayanarak, Amerikan yerlilerinin
çocuklardan veya 10-12 yaşlarında erkek çocuklarından olsa olsa biraz daha sert ve kaba
olduklarını söyleyebilirim. Amerika yerlilerin Hıristiyanlara karşı giriştikleri savaşta haklı
olduklarına yüzde yüz eminim. Öte yandan Hıristiyanlar onlarla tek bir haklı savaş yapmadı.
Tam tersine savaşları dünyadaki hiçbir zorbanın olamadığı kadar şeytansı ve haksızdı.
Amerika'da geçen bütün savaşlar için durum aynıydı.
Savaşlar bitip, bütün erkekler ölünce, genelde olduğu gibi, geride sadece genç delikanlılar,
kadınlar ve küçük kızlar kaldı. Hıristiyanlar onları aralarında paylaştılar. Vali adı verilen yüksek
diktatörün yanındaki itibarına göre bazıları otuz, bazıları kırk, bazıları da yüz veya iki yüz yerli
aldılar. Böylece, katolik dinini öğretmek bahanesiyle, her Hıristiyan’a pek çok yerli verildi.
Genelde hepsi vahşi, embesil, cimri ve ahlâksız olan bu adamlar yerlilerin bakımını üstlenmiş
oldular. Onlara gösterdikleri özen, erkekleri altınları çıkarmak üzere maden ocaklarına yollamak
(bu dayanılmaz bir işti), kadınları toprağı sürmeleri, işlemeleri için tarlalara, çiftliklere
yerleştirmek (bunlar da çok zor ve yorucu erkek işleriydi) şeklindeydi. Onlara ot ve ne olduğu
belli olmayan besinlerden başka yiyecek vermiyorlardı. Lohusa kadınların göğsündeki süt
kuruyor, dolayısıyla bebekler çabucak ölüyordu. Eşleri birbirinden ayırıp uzaklara gönderdikleri
için üreme durdu. Yorgunluk ve açlıktan, erkekler maden ocaklarında, kadınlar da çiftliklerde
öldüler.
Böylece adada yaşayan bunca insan yokoldu, aynı şekilde dünyanın bütün insanları yok
olabilirdi. Hıristiyanların onlara taşıttığı yükleri düşününce! Hıristiyanlar, yerlilerin sırtlarında
taşıdığı hamaklar -bir çeşit file-'içinde dolaşırken, yerliler 100 ile 200 mil boyunca 3-4 "arrobe"
(*) yük taşıyorlardı. Onları daima yük hayvanı gibi kullandılar. Omuzlarında ve sırtlarında
yorgun hayvanlarınki gibi yaralar vardı. Hıristiyanların kırbaç ve sopa darbeleri, tokat, yumruk
ve hakaretleri ve daha binlerce işkenceyi anlatmaya çok zaman ve kâğıt gerekir. Hepsi
anlatılamaz, ayrıca insanlar bundan ürkeceklerdir. Bu adaların ve toprakların yıkımı Serenissime
kraliçesi dona Isabel'in ölüm haberiyle, yani 1504'de başladı. Bu tarihe kadar adada yalnızca
birkaç eyalet haksız savaşlarla kısmen yokedilmişti. Bu savaşların hemen hepsi kraliçeden
saklanmıştı. Çünkü kraliçe (Tanrı onun aziz ailesini korusun) bu insanlara özen gösteriyor,
selâmet ve refahları için endişe ediyordu. Örneklerini gözlerimizle görüp, onlara ellerimizle
dokunduğumuzdan bu özeni çok iyi biliyoruz. Başka bir şeyi daha vurgulamak gerekiyor:
Hıristiyanlar üzerinden geçtikleri bölgelerin hepsinde bu masum halka bahsedilen vahşeti
uyguladılar: Katliam, zorbalık ve baskı! Her seferinde yeni işkenceler buluyor, gitgide
insanlıktan uzaklaşıyorlardı. Fakat Tanrı aniden onları yüzüstü bırakıyor, suçlu düşünce ve
duygular içine daldırıyordu.
(*) 1 arrobe = 12-15 kg.
SAN JUAN VE JAMAYKA ADALARI
İspanyollar San Juan ve Jamayka adalarına (burası meyve bahçeleri ve arı kovanlarıyla doluydu)
1509'da vardılar. Niyetleri ve amaçları İspanyol adasına gidenlerle aynıydı. Söz ettiğim büyük
haksızlıkları yapıp, günahlar işlediler. Bunlara bir de daha büyük ve dikkat çekici bir vahşet
eklediler. İnsanları öldürdüler, yaktılar, ızgara yaptılar, vahşi köpeklere attılar. Hayatta kalanlara
maden ocaklarında veya başka işlerde baskı ve işkence uygulayıp aşağıladılar. Ta ki bu zavallılar
tamamen bitip yokolana dek... San Juan ve Jamayka adalarında 600 binden fazla, hatta sanırım 1
milyonun üzerinde insan vardı. Bu gün her birinde 200 kişi bile kalmadı. Hepsi dinsiz ve törensiz
(ayinsiz) öldüler.
KÜBA ADASI
1511 yılında İspanyollar, daha önce söylediğim gibi, Valladolid Rona mesafesi kadar uzun olan
Küba adasına vardılar. Orada kalabalık nüfuslu büyük eyaletler vardı. İspanyollar yukarıda
bahsettiğimiz -hatta daha da vahşi- yöntemlerle başladılar ve bitirdiler. Hatuey isimli çok önemli
bir derebey, Hıristiyanların felaketlerinden, insanlık dışı eylemlerinden kaçmak için halkın
büyük bir kısmıyla beraber İspanyol adasından Küba'ya geçmişti. Küba yerlileri Hıristiyanların
gelmekte olduğunu haber verince hemen hemen bütün halkını topladı ve şöyle dedi:
'Hıristiyanların geldiğini biliyorsunuz Untel'in ve Haiti'nin (yani İspanyol adası)başına gelenler
hakkında deneyiminiz var. Burada da aynı şeyi yapmaya geliyorlar." Halk şöyle cevap verdi:
"Bunları nedensiz yapmıyorlar. Taptıkları ve çok sevdikleri bir Tanrı var. Bizim de ona
tapmamızı sağlamak istediklerinden bize boyun eğdirmeye çalışıyorlar, bizleri öldürüyorlar."
Hatuey'in evinde altın mücevherlerle dolu küçük bir sepeti vardı. Şöyle dedi: "İşte Hıristiyanların
Tanrısı; eğer isterseniz onun için areitos* yapalım. Belki onu hoşnut ederiz de Hıristiyanlara bize
kötülük yapmamalarını emreder." Hep bir ağızdan bağırdılar:
"Doğru, doğru" yorulana dek altının önünde dans ettiler. Sonra Hatuey şöyle dedi : "Dinleyin!
Hangi anlama gelirse gelsin, bu altını elimizde tutarsak, almak için bizi öldürecekler. Altını şu
ırmağa atalım." Öneri için oylama yapıldı. Sonuçta hepsi altını orada akan büyük bir ırmağa
attılar. Hıristiyanlar Küba'ya gelir gelmez Hatuey yine kaçtı. En sonunda tutsak edildi ve diri diri
yakıldı. Çünkü o haksız ve vahşi insanlardan kaçmış, onu öldürmek, ölene dek de eziyet etmek
isteyenlere karşı kendini, halkını ve soyunu savunmuştu.
(*) Bayramlar ve danslar.
Onu bir direğe bağladılar. Saint François tarikatından orada bulunan bir din adamı ona Tanrı'dan
ve dinimizden sözetti. Yerli bey bunları daha önce hiç duymamıştı. Tarikat papazı, kendisini
görkemli bir dünyanın ve ebedî istirahatin beklediği gökyüzüne gideceğine inanmak isterse,
cellatların izin verdiği kısa süreden yararlanabileceğini söyledi. Aksi takdirde sonsuz acılar ve
işkenceler çekeceği cehenneme gitmek zorunda kalacaktı. Biraz düşündükten sonra yerli reis
Hıristiyanların gökyüzüne gidip gitmediklerini sordu. Papaz, iyi olanların gittiğini söyledi. O
zaman, daha fazla düşünmedi. Böylesine vahşi insanlarla beraber olmamak, onları görmemek
için cennete değil, cehenneme gitmeyi tercih ettiğini belirtti. Amerika'ya giden Hıristiyanlar
sayesinde Tanrı'nın ve dinimizin edindiği ün ve saygınlık bu işte. Vaktiyle yerliler yiyecek ve
hediyelerle bizi karşılamaya gelmişlerdi. Bize büyük bir miktar balık, ekmek, yemekler ve daha
verebildikleri pek çok şeyi verdiler. Birden şeytan, Hıristiyanların kanına girdi. Hiç sebepsiz,
önümüzde oturan 3000'i aşkın insanı kadın, erkek, çoluk çocuk demeden gözlerimin önünde
kılıçtan geçirdiler. Orada, hiçbir canlının hayal edemeyeceği büyük bir vahşet gördüm. Bir başka
seferinde birkaç gün öncesinden Havana eyaletinin bütün beylerine mesajlar göndermiştim.
İtibarımı duymuşlardı. Korkmadan bizi karşılamaya gelmelerini söyleyip, onlara hiçbir kötülük
yapılmayacağına dâir güvence vermiştim.
Gerçekten de bütün kıta, geçmiş kıyımlardan ürkmüştü. Bu mesajları, yüzbaşının izniyle
yollamıştım. Eyalete vardığımızda yirmi bir bey ve reis bizi karşılamaya geldi. Yüzbaşı,
verdiğim güvenceyi hiçe sayıp, onları yakaladı. Başka bir gün onları diri diri yakacaktı. Bir
yandan da bunun iyi bir şey olduğunu, çünkü bu beylerin er ya da geç kötülük yapacaklarını
söylüyordu. Onları, yakılacakları odun yığınından zor kurtardım. Neyse ki sonunda kaçtılar.
Adanın yerlileri, İspanyol adasındaki gibi köleliğe ve işkenceye mahkum edildiklerinde, birer
birer öldüklerini ve çaresizce yok olduklarını gördüler. Bunun üzerine ya ormanlara kaçmaya ya
da ümitsizliğe kapılıp kendilerini asmaya başladılar. Karı kocalar, çocuklarıyla beraber
kendilerini asıyorlardı. Tanıdığım zorba bir İspanyol’un vahşetinden ötürü iki yüzden fazla yerli
kendini astı. Sayısız insan bu şekilde yokoldu. Adada bulunan kralın bir görevlisine üç yüz yerli
dağıtılmıştı. Üç ay sonunda iki yüz yetmişi maden ocaklarında ölmüş, elinde otuzdan fazla yerli
kalmamıştı. Yani sadece onda biri. Daha sonra bir o kadar daha, hatta daha da fazla yerli verildi.
Onları da öldürdü. Ne kadar verilirse, o kadar öldürüyordu. Ta ki kendisi ölene ve şeytan ruhunu
götürene dek... Adada bulunduğum üç dört ay zarfında yedi bini aşkın çocuk öldü. Çünkü anne
babaları maden ocaklarına onları da götürüyorlardı. Dehşet verici şeyler gördüm. Daha sonra,
İspanyollar ormanlara sığınan yerlileri yakalamaya karar verdiler. Korkunç kıyımlar yaptılar.
Böylece bütün adayı yerle bir edip, insanlarını yok ettiler. Adayı göreli çok zaman olmadı. Şimdi
onu ıssız, yalnızlığa terkedilmiş görmek ne kadar kötü ve acıklı!..
ANAKARA
1514 yılında aşağılık bir vali ana karaya geldi. Bu adam, son derece vahşi, zorba, acımasız,
akılsız, kutsal kudurganlığın gerçek bir aletiydi. Bu toprağa İspanyolları yerleştirmekte de
kararlıydı. Daha önce birkaç despot ana karaya gitmişti. Hırsızlık yapmış, insanları öldürmüş,
ezmişlerdi. Ama bunlar kıyılarda olmuştu. Soyabildikleri kadar soymuş ve yağmalamışlardı.
Ancak bu adam kendinden önce gelenleri de, bütün adalardakileri de geçti. Korkunç eylemleri,
önceki bütün iğrençlikleri geride bıraktı. Katliamla, sadece sahili değil, büyük toprakları,
krallıkları boşalttı. Orada yaşayan birçok insanı cehenneme yolladı. Dünyadaki en güzel, en
mutlu, en kalabalık karayı yıktı geçti. Bu toprak Darien'in üzerindeki millerce bölgeden,
Nikaragua'nın eyaletleri dahil krallığa kadar uzanıyordu. Yani 500 milden büyük bir alanı
kaplıyordu. Burada birçok ulu bey, sayısız önemli şehir ve büyük altın zenginlikleri vardı.
Şimdiye kadar yeryüzünde hiç böylesi görülmemişti. Sonunda İspanya altınla doldu fakat, bu
altın yerin derinliklerinden yerliler tarafından büyük eziyetlerle çıkarılmıştır. Yerlilerse,
söylediğim gibi, ölmüşlerdir.
Bu vali ve bölüğü, yerlileri altın bulmaya, buldukları altım kendilerine vermeye zorlamak için
yeni vahşet ve işkence şekilleri icat etti. Yüzbaşılardan biri, yerlileri soyma ve yoketme emri
üzerine yaptığı bir seferde 40.000'den fazla kişiyi öldürdü. Onunla beraber olan Saint François
tarikatından bir din adamı -fray Francisco de San Roman- bu katliamı gözleriyle gördü. Çeşitli
işkencelerden sonra yüzbaşı onları kılıç darbeleriyle öldürdü, diri diri yaktı, vahşi köpeklere attı.
Amerika'yı yönetenlerde bu zamana dek hep varolan tehlikeli körlük gitgide ciddileşti. Bu
halkların din değişimi ve selametine yönelik bütün hazırlık ve düzenlemeleri her zaman
ertelediler. Bir yandan da sözde başka bir şey idda edermiş, bir şey gizlermiş gibi
görünüyorlardı. Dini kabul etmeleri ve Castilla krallarına itaat etmeleri için yerlilere emir
vermeyi tasarladılar. Verdiler de. Aksi takdirde onlarla ateş ve kana bulanmış savaşlar
yapacaklar, onları öldürecek, tutsak edeceklerdi. Sanki, onların her biri için ölen Tanrı'nın oğlu,
kanununda "Euntes docete omnes gentes" (*) diyerek toprak sahibi, barışçı imansızları
uyarmalarını söylemişti. Onlardan, öğreti olmadan dinimizi benimsemelerini; adamları ve elçileri
böylesine vahşi, merhametsiz ve iğrenç olan, hiç görmedikleri ve duymadıkları bir krala itaat
etmelerini istediler. Aksi halde mallarını, topraklarını, özgürlüklerini, karılarını, çoluk
çocuklarını ve hayatlarını kaybediyorlardı. Anlamsız, aptalca, her türlü kınanmaya ve
aşağılanmaya, hatta cehenneme layık bir tutumdu bu.
Bu uğursuz, kötü valinin elinde uyarıları nasıl yapacağına dâir talimatlar vardı. Her ne kadar
saçma, mantıksız ve haksız da olsalar, bu talimatlar uyanları haklı gösteriyordu. İspanyollar altını
olduğunu öğrendikleri bir köyü soyup yağmalamaya karar verdikleri zaman bu uyarıları
kullanıyorlardı.
(*) Sizler ki gidiyorsunuz, bütün halkları eğitin.
Yerliler huzur içinde evlerinde, köylerindeyken, uğursuz, yağmacı İspanyollar, geceleyin köyün
yarım mil uzağına geliyorlardı. Orada, ihtarnameyi aralarında ilân ediyor, şöyle okuyorlardı: "Bu
kıtanın, filanca köyünün reisleri ve yerlileri, size Tanrı, papa ve bu toprakların efendisi Castilla
Kralı'nın varlığını bildiriyoruz. Gelin ona itaat edin vs. Aksi halde sizinle savaşacağımızı, sizi
öldüreceğimizi, tutsak edeceğimizi bilin vs." Ve gün ağarırken, masumlar karıları ve çoluk
çocuklarıyla uyurken, köye saldırıyor, genellikle samandan olan evleri ateşe veriyor, çoluk
çocukları, kadınları ve birçok erkeği daha kendine gelmeden diri diri yakıyorlardı. İstediklerini
öldürüyor, canlı bıraktıklarına altını olan diğer köyleri göstermeleri, başka nerelerde
bulunduğunu söylemeleri için öldürene kadar işkence yapıyorlardı. Kalanlar köleler gibi demirle
damgalanıyordu. Yangın sönünce, İspanyollar evlerdeki altını aramaya koyuluyorlardı. İşte bu
şekilde, bu ahlâksız adam, emrindeki kötü Hıristiyanlarla 1514'den 1521-22'ye kadar böyle
eylemlerle uğraştı. Seferlere 106 hizmetçi yolluyor, çaldıkları altın, inci ve mücevherler,
getirdikleri köleler kadarını alıyordu. (Kıdemli subay olmasından ötürü verilenler hariç). Kralın
subayları da aynı şeyi yapıyorlardı. Her biri yollayabildiği kadar hizmetçisini yolluyordu.
Bu süre içinde İspanyollar krallıktan (tahmin edebildiğim kadarıyla) 1 milyon castillandan fazla
çaldılar.
Hatta sanırım tahminlerim gerçek rakamın altında. İspanyollar çalınan bütün bu altının yalnızca
3.000 castillanını krala yolladılar. Buna karşın 800.000'den fazla insanı öldürdüler. 1533'e kadar
birbiri ardına gelen despot valiler de, geri kalan halkı ya öldürdüler ya da savaş sonrası baskıcı
kölelik altında ölüme terkettiler.
Bu valinin yönetimi sırasında yaptığı, ya da yapılmasına izin verdiği sayısız kötülükten işte bir
tanesi: Bir reis (veya bey) kendi arzusuyla ya da korkudan (ki bu daha gerçeğe yakın) ona 9.000
castillan vermişti. Bununla yetinmeyen İspanyollar, bu beyi yakaladılar ve yere çakılmış bir
kazığa bağladılar. Daha fazla altın verdirtmek için ayaklarının altını ateşe verdiler. Bey evinden
3.000 castillan daha bulup getirmelerini söyledi. Askerler yeniden işkenceye başladılar.
Olmadığından, ya da istemediğinden, daha fazla altın vermeyince, tabanlarından ilikleri çıkana
dek onu bu şekilde tuttular. İşte böyle öldü. Altın koparmak için, İspanyollar sayısız kez beylere
işkence ettiler, onları öldürdüler.
Bir başka seferinde, bir İspanyol bölüğü yağmaya gitmişti. Hıristiyanların korkunç
eylemlerinden, katliamlarından kaçmak için birçok insanı toplayıp saklandığı bir ormana
geldiler. İspanyollar aniden onların üstlerine atladılar. Öldürebildiklerince insan öldürüp, 70-80
kadar genç kız ve kadını yakaladılar. Ertesi gün birçok yerli bir araya geldi. Karılarını ve
kızlarını bulmak amacıyla Hıristiyanları kovaladılar. Hıristiyanlar kıstırıldıklarını anlayınca genç
kızların ve kadınların karınlarını deştiler. 80 kişi içinde bir tane bile sağ bırakmadılar. Acıdan
yüreği parçalanan yerliler çığlıklar atıyorlardı:
"Ah! Kötü adamlar! Vahşi Hıristiyanlar! İraları(*) öldürüyorsunuz." Kadınları öldürmek,
erkekler için vahşi ve iğrenç bir hayvanlık belirtisi anlamına geliyordu.
Panama'ya 10-15 mil uzaklıkta, Paris isimli çok altını olan büyük bir bey yaşıyordu. Hıristiyanlar
onu görmeye gittiler. Bey de onları kardeşleri gibi karşıladı. Hatta yüzbaşıya 50.000 castillan
sundu. Yüzbaşı ve Hıristiyanlar bu miktarda altını gönüllü veren birinin gerçekten bir hazinesi
olmalı diye düşündüler (zahmetlerinin gayesi ve tesellisi buydu). Gidermiş gibi yaptılar. Şafakta
tekrar dönüp, köyü istilâ ettiler. Evleri ateşe verdiler, birçok insanı öldürdüler, yaktılar ve 50-60
bin castillan daha çaldılar. Bey kaçtı. Ne öldürüldü ne de yakalandı. Hemen toplayabildiğince
adam topladı, iki üç gün sonra, 130.000-140.000 castillanlarını götüren Hıristiyanları yakaladı.
Kahramanca saldırıp, 50 Hıristiyan’ı öldürdü ve bütün altını geri aldı. Diğerleri, ağır yaralı
kaçtılar. Bu olayın ardından çok sayıda Hıristiyan tekrar bu beye saldırdı. Onu ve halkının büyük
bir kısmını öldürdüler. Her zamanki gibi geride kalanları köleliğe mahkûm ettiler. Onlar da öldü.
Sonuçta bugün ne bir kalıntı, ne köyün varlığını belirten bir işaret kaldı. Oysa ki bu kalabalık
nüfuslu topraklar 30 mili kaplıyordu. Bu alçak adam ve bölüğünün bu krallıklarda yaptıkları
soykırımlar, yıkımlar saymakla bitmez.
(*) Kadınları.
NİKARAGUA EYALETİ
Bu despot, 1522-1523'de, mutlu Nikaragua eyaletini egemenliği altına almaya gitti ve maalesef
oraya girdi. Kim bu kalabalık halkın mutluluğunu, sağlığını, sevimliliğini ve refahını övebilirdi
ki artık? Kalabalık nüfuslarından kaynaklanan harika meyveliklerle dolu onca köyü görmek
gerçekten de muhteşemdi. Hepsi 3-4 millik bir alana yayılmıştı.
Toprak düz ve kaygandı. Öyle ki halk ormanlarda saklanamıyordu. Toprak öyle nefisti ki ancak
binbir acı ve güçlükle terk edebiliyorlardı. Bu yüzden de büyük zulümlere maruz kaldılar.
Hıristiyanların uyguladığı zorbalık ve köleliğe, mümkün olduğunca dayanıyorlardı. Çünkü
yaratılıştan yumuşak ve barışçıydılar. Bu zorba ve yandaşları -onunla beraber olup öbür krallığı
yıkmaya yardım eden bütün diğer zorbalar- orada yaşayan insanlara öyle çok kötülük, soykırım,
vahşet, köleleştirme, haksızlık yaptılar ki hiçbir insanî dil bunları anlatamaz. Bu adam 50 süvari
yollayıp, Roussillen kontluğundan daha büyük bir eyaleti kılıçtan geçirtiyordu. Kadınları,
erkekleri, yaşlıları, çocukları bir hiç uğruna katlediyorlardı. Örneğin, çağrıldıklarında yeterince
çabuk koşmadıkları için, onca mısır (oranın buğdayı) yükünü onlara hemen taşımadıkları için
veya bu adamın ya da yandaşlarından birinin hizmetine filanca sayıda yerli vermedikleri için bir
anda canlarından olabiliyorlardı. Toprak düz olduğundan hiç kimse atlarından ve korkunç
öfkesinden kaçamıyordu.
Diğer eyaletleri yağmalamak üzere, İspanyolları seferlere yolluyordu. Yağmacıların istedikleri
kadar yerliyi barışçı ve itaatkâr köylerden getirmelerine izin veriyordu. Sırtlarına koydukları 3
arrobelik yükleri bırakmasınlar diye, zincirliyorlardı. Bu seferler tekrarlandıkça, 4000 yerliden 6
tane bile sağ kalmadığı oluyordu. İspanyollar ölenleri de öylece yollarda bırakıyorlardı. Ağır
yükler altında yaralanıp yorulanlar, açlıktan, sarfettikleri güçten ve zayıflıktan hasta düşünce,
zincirlerini çıkarmamak için boyunlarını kesiyorlardı. Baş bir yana, gövde bir yana düşüyordu.
Diğer yerlilerin neler hissedebileceğini düşünün! Benzer yolculuklar emredildiğinde, kimsenin
sağ dönmediğini bilen yerliler, ağlayarak ve iç çekerek yola çıkıyorladı. Şöyle söylüyorlardı:
Bunlar, Hıristiyanlara hizmet etmek için geçtiğimiz yollardı. Çok çalışsak bile, bir süre sonra
karılarımızın, çocuklarımızın yanına dönüyorduk. Ama bugün, dönüş umudu olmadan yola
çıkıyoruz. Ailemizi tekrar görmeyeceğiz, hayatta kalmayacağız.
Bir gün bu adam yerlileri tekrar bölüştürmek istedi. Bunu kafasına koymuştu bir kere. Yerlileri
sevmediklerinin elinden alıp, sevdiklerine vermek istediği söyleniyordu. Bu durum yerlilerin
ekim yapmasına engel oldu. Ekmek olmayınca, Hıristiyanlar, yerlilerin kendileri ve çocuklarının
geçimi için ayırdıkları bütün mısırı aldılar. Bu yüzden 20.000-30.000'i aşkın yerli açlıktan öldü.
Açlık bir kadını, yemek için çocuğunu öldürmeye itebildi. Söylediğim gibi köyler gerçek birer
bahçe olduğundan, her Hıristiyan payına düşen veya (dedikleri gibi) kendine ayrılan köye
yerleşti. Hepsinin oralarda ekili toprakları vardı. Bir yandan da yerlilerin fakir sofralarından
yiyip içiyorlardı. Böylece yerlilere ait toprakları ve onları yaşatan mal, mülkü aldılar. Öyle ki,
erkek, yaşlı, kadın, çocuk bütün yerliler kendilerini gece-gündüz aralıksız çalışmaya zorlayan
İspanyolların evindeydi. Çocuklar bile ayakta durabildikleri andan itibaren, yapabildikleri veya
yapamadıkları her şeyi yapmaya zorlanıyorlardı. Onları işte böyle yokettiler. Bugün sağ kalan
birkaç ender kişiyi yokettikleri gibi. Ne evleri, ne de özel mülkleri olmasına izin veriyorlardı. Bu
noktada İspanyol adasında yapılan haksızlıkları da geçtiler. Eyalette birçok insanı bitkin düşürüp,
ezdiler. Vaktinden önce ölümlere sebep oldular: Gemiler inşa etmek için, yerlilere limana kadar
30 mil boyunca kalas ve odun taşıtıyorlardı. Bal ve balmumu aramak üzere ormanlara
yolluyorlar, fakat yerliler orada vahşi hayvanlar tarafından parçalanıyorlardı. Hamile ve lohusa
kadınları hayvan gibi yüklüyorlardı, buna hiç ara vermiyorlardı.
Bu eyaleti kırıp geçiren en zararlı şey, valinin İspanyollara köy reisleri ve beylerinden köle
isteme iznini vermesiydi. ,4-5 ayda bir veya içlerinden biri valinin lütfunu ve iznini
kazandığında, diri diri yakma veya vahşi köpeklere atma tehdidi ile reisten 50 köle istiyordu.
Genelde yerlilerin köleleri olmadığından (bir reisin en fazla 2, 3 veya 4 tane kölesi vardı) beyler
köylere gidip, önce büyük yetimleri, sonra iki çocuklu ailelerin bir, üç çocukluların da iki
çocuğunu alıyorlardı.
Bu şekilde reis, diktatörün istediği sayıya ulaşıyordu. Halk inliyor, ağlıyordu. Çünkü bunlar,
apaçık görüldüğü gibi çocuklarını çok seven insanlardı. Olaylar öyle.çok tekrarlandı ki 1523-
1533 yılları arasında krallığı mahvettiler. Yerli halk yığınlarını köle olarak satmak için
Panama'ya veya Peru'ya götüren 5-6 gemi, 6-7 yıl boyunca ticareti sağladı. Bu yerlilerin hepsi
öldü. Doğal topraklarından koparıldıkları zaman, çabucak öldükleri kanıtlanmıştı (ispatı binlerce
kez yapıldı). Çünkü yemek verilmediği gibi, hiçbir sıkıntıdan da kurtulamadılar. Sadece
çalıştırılmak üzere alınıp satıldılar. Benim gibi hür, 500.000 yerli yurdundan köle olarak ayrıldı.
Diğer 500-600 bini İspanyolların şiddetli savaşların ve uyguladıkları korkunç tutsaklığın
sonucunda öldü. Ve bugün, hâlâ öldürülüyorlar. Bütün bu yıkımlar 14 yılın ürünü. Bütün
Nikaragua eyaletinde bugün 4-5 bin kişi kalmış olmalı. İspanyollar istedikleri hizmetler ve her
zamanki kişisel baskıları ile her gün onlardan birkaçını öldürüyorlar. Oysa, daha önce
söylediğim gibi, burası dünyanın en kalabalık yerlerinden biriydi.
YENİ İSPANYA
1517 yılında, Yeni İspanya keşfedildi. Kâşifler yeni ayaklanmalara ve bazı ölümlere neden
oldular. 1518'de, kendilerine Hıristiyan diyen adamlar bölgeyi yağmalamaya, insanları
öldürmeye başladılar. Bir yandan da orayı boşaltacaklarını söylüyorlardı. 1518'den bugüne, yani
1542'ye dek Hıristiyanların yerlilere yaptığı her türlü haksızlık, adaletsizlik, şiddet ve baskı son
sınıra dayandı, taştı. Hıristiyanlar, Tanrı ve Kral korkusunu, kim olduklarını unutmuşlardı.
Kıtadaki onca krallıkta yapılan yıkımlar, zulümler, soykırımlar, kıyımlar, boşaltmalar,
hırsızlıklar, şiddetler ve zorbaca eylemler o kadar çok, o kadar kaygı vericiydi ki, anlattıklarımız
yapılanların yanında hiç kalır. Hepsini anlatsak bile -çünkü çoğunu anlatmadan geçiyoruz-
1518'den 1542'ye kadar işlenen suçlarla ne sayıca, ne önemce karşılaştırılabilir. Bugün bile, en
ciddi, en iğrenç cinayetler işlenmeye devam ediyor. Böylece yukarıda belirttiğimiz kural
doğrulanıyor; sömürüler ve korkunç eylemler başlangıçtan günümüze kadar sürekli çoğalarak
geldi.
Demek ki, yeni İspanya'ya vardıklarından beri, 18 Nisan 1518'den 1530'a kadar, yani 12 dolu
dolu yıl boyunca, İspanyollar, Mexico şehri çevresinde 450 millik bir bölgede soykırım ve
zulümlerini devam ettirdiler. Oysa burada, İspanya'dan daha büyük ve daha mutlu 4-5 krallık
kurulabilirdi.
Bütün bu topraklar, Tolede, Sevilla, Valladolid, Saragossa ve Barcelona'nın toplamından daha
kalabalık bir nüfusa sahipti. Bu şehirler doluyken bile, Tanrı'nın bu bölgeye yerleştirdiği insanlar
kadar halka sahip olmadılar. Etrafını gezmek için, 1800 milden fazla yol katetmek gerekirdi. 12
yıl boyunca, bu 450 millik alanda, İspanyollar 4 milyonu aşkın insanı, kadın, çoluk çocuk, genç,
yaşlı demeden bıçakla veya mızrakla öldürdüler, ya da diri diri yaktılar. Söylediğim gibi "fetih"
dedikleri, aslında vahşi zorbaların şiddete dayalı işgalleriydi. Bu işgaller sürdükçe, yalnız
Tanrı'nın değil, bütün insani kanunların da kınadığı cinayetler devam etti.
Tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanmayacak korkunç savaşlar yapıldı. Bu işgallerde yapılan
katliamlarda ölen insanların sayısı ciddi rakamlar oluşturuyordu. Hiçbir dil, hiçbir yazı, hiçbir
insanî beceri, bu topraklarda gerçekleştirilen korkunç olayları anlatmaya yetmez. Bu olaylar
bazen aynı anda, beraberce; bazen de değişik yerlerde, ayrı ayrı oluyordu. Hıristiyan konuklar
insan soyunun en tehlikeli temsilcileriydi. Gerçekten de, koşulları ve nitelikleri itibariyle
özellikle önemli olan bazı olaylar bile güçlükle anlatılabilir. Bunun için son derece özen
göstermek, zaman ayırmak ve uzun uzun yazmak gerekir. Yine de, binde birini bile
söylemediğimi savunup yemin ederek, birkaç yerden sözedeceğim.
Diğer soykırımlar arasında, işte 30.000'i aşkın nüfuslu Cholula kentinde yaptıkları:
Önde başpapaz ve diğer papazlar, bölgenin tüm beyleri, tören alayı halinde, büyük bir saygı ve
onurla Hıristiyanları karşılamaya gelmişlerdi. Onları, en önemli beylerin evlerine yerleştirmek
üzere şehre götürmüşlerdi. İspanyollar, halkı öfkelerinden korkutmak ve bu toprakların her
köşesine korku ekmek için (kendilerinin ceza dedikleri) bir katliam yapmaya karar verdiler.
Çünkü, İspanyolların girdikleri bütün topraklarda niyetleri aynıydı: Bu yumuşak başlı koyunları
önlerinde titretmek için vahşi ve unutulmaz bir katliam yapmak! Bu amaçla, önce şehrin ve şehre
bağlı her yerin beyleriyle, soylularını ve baş beyi çağırdılar. Gelenler, İspanyol yüzbaşıyla
konuşmak için içeri girdikçe tutsak ediliyor, bu şekilde kimse durumu anlamadığından haber
yayılmıyordu. İspanyollar yüklerinin taşınması için 5-6 bin yerli istemişlerdi. Hepsi gelince,
onları evlerin avlularına koydular. İspanyolların yüklerini taşımaya hazırlanan bu yerlileri
görmek, insanda acıma ve merhamet duygusu uyandırırdı, çünkü üstlerinde sadece utanılacak
yerlerim örten bir şey, çırılçıplak gelmişlerdi. Omuzlarındaki küçük filelerde karın doyurmayan,
yavan yiyeceklerini taşıyorlardı. Munis kuzular gibi diz çöktüler. Orada bulunan diğer insanlarla
beraber hepsi avluda toplanınca, silahlı İspanyollar, gözcülük etmek için kapılarda durdular.
Diğerleri, kılıçlarını kaparak bu koyunların hepsini kılıçla veya mızrakla katlettiler. Fakat hiçbiri
ölümden kaçamayacaktı. İki üç günün sonunda, sağ kalan birçok yerli kanlar içinde ortaya çıktı.
Cesetlerin altına gizlenmişlerdi (Öyle çok ceset vardı ki). Öldürülmemeleri için, ağlayarak
İspanyollardan bağışlanmalarını dilediler. Ancak İspanyolların ne bağışlaması, ne de merhameti
vardı. Ortaya çıktıkça onları parçalara ayırıyorlardı. Yüzbaşı, bağlı bütün beylerin -yüzden
fazlaydılar- çıkarılıp, yere çakılı kazıklarda yakılmasını emretti. Ama bir bey (kuşkusuz bu
toprağın prensi veya kralı) oradan ayrılmayı başardı. 20-30 veya 40 adamla beraber bir çeşit kale
olan bir tapınağa sığındı. Tapınağın ismi Cue idi. Günün büyük bir bölümünde kendini savundu.
Ancak İspanyollar, özellikle bu silahsız insanlara göre, çarpışılması zor düşmanlardı. Tapınağı
ateşe verdiler. Yanan beyler şöyle bağınyorlardı. "Kötü insanlar! Biz size ne yaptık? Niçin bizi
öldürüyorsunuz? Defolun! Meksika'ya gidin. Orada her şeyi bilen beyimiz Montezuma
intikamımızı alacaktır." Denir ki 5-6 bin insan avluda kılıçtan geçerken, İspanyolların yüzbaşısı
şöyle bir şarkı söylemiş :
Neron yangına bakar
Roma'dan Tarpeia kayasına
Çocuklar, yaşlılar bağırır
Ve o hiçbir şey hissetmez
İspanyollar, Cholula'dan daha büyük ve kalabalık bir şehir olan Tepeaca'da başka bir büyük
katliam yaptılar: Çok sayıda insanı, iğrenç bir şekilde kılıçtan geçirdiler.
Cholula'dan Meksiya'ya doğru yola koyuldular. Büyük kral Montezuma, onlara binlerce hediye
ile beyleri ve şehir halkını yolladı. Yolda şenlikler düzenlendi. Şehre 2 mil uzaklıktaki Meksika
yolunun girişine, öz kardeşiyle, birçok bey ve altın, gümüş, kıyafet dolu hediyeleri taşıyan
yerliler yolladı. Montezuma, altın bir tahtırevan üzerinde, bütün saray erkanının eşliğinde, bizzat
İspanyolları karşılamaya, şehrin girişine geldi. Onları saraya götürdü ve oraya yerleştirilmelerini
emretti. Aynı gün, orada bulunanların bana söylediklerine göre, İspanyollar yüce kral
Montezuma'yı kuşkulandırmadan kurnazca ele geçirdiler. Başına 80 adam verdiler. Sonra onu
zincire vurdular. Anlatılması gereken bütün önemli olaylardan sözetmeden, sadece bu zorbaların
yaptığı önemli bir şeyi belirtmek istiyorum. İspanyolların komutanı, kendisine düşman başka bir
komutanı ele geçirmek üzere limana inmişti. Kral Montezuma'yı başka bir komutanın emrinde -
sanırım- yüz adamın gözetimine bırakmıştı. O zaman İspanyollar, bölgedeki dehşeti
kuvvetlendirmek için yeni bir çarpıcı eylem yapmaya karar verdiler (sık sık yaptıkları ve benim
de anlattığım gibi).
Şehirde yaşayan halk ve saray erkânından olan beyler tutsak krallarının hoşuna gitmeye
uğraşıyorlardı. Onuruna düzenlenen diğer şenlikler arasında, öğleden sonra, şehrin bütün mahalle
ve meydanlarında gerçekleşecek, "mitotes" adını verdikleri geleneksel danslar vardı (Adalarda
bu danslara "areitos" denirdi). Yerliler bu vesileyle bayramlık elbiselerini ve zenginliklerini
çıkarırlardı. Hepsi gayret gösterirdi. Çünkü bu şenlik sevincinin temel şekliydi. En soylular ile
kraliyet soyundan gelenler, soyluluk unvanlarına göre, balo ve şenliklerini güçlü kralın
dairelerinin gittikçe daha yakınında yaparlardı. Bu sarayların en yakın kısmında ikibini aşkın
şehzade bulunurdu. Bu Montezuma İmparatorluğu'nun seçkin bölümüydü. İspanyolların
komutanı bir bölükle oraya gitti.
Askerlerin şenliklere katılmak istedikleri bahanesiyle, şehirdeki şenlik yerlerine diğer birlikleri
yolladı. Hepsine, belirli bir saatte saldırıya geçmelerini emretti. Yerliler coşkuyla ve güven
içinde dans ederken, komutan: "Saint Jacques! (*) Yakalayın onları! " diye bağırdı. İşte o zaman
İspanyollar, bu çıplak narin gövdeleri kılıçlarıyla deşmeye, bu mert insanların kanını dökmeye
başladılar. Tek bir kişiyi sağ bırakmadılar. Diğer birlikler de başka yerlerde aynı şeyleri yaptılar.
(*) Aziz Jacques.
Bu, bütün krallıkları ve halklarını şaşkınlığa, korkuya ve yasa boğan bir olaydı. Yüreklerini acı
ve üzüntü kapladı. Dünyanın sonuna dek -kendi sonlarına dek- hep ağlayacaklar; "areitos'larında,
danslarında, romanslarında (İspanya'da söylediğimiz gibi) bu felâketi, yıllardır gurur
duydukları soylu veliahtlarının yok oluşunu anlatacaklardı. Yerliler, onca masuma yapılan
haksızlığı, olağandışı vahşeti görünce bütün kentte silaha sarıldılar ve İspanyolların üstüne
yürüdüler. Onlar ki en büyük beylerinin böylesine haksızca tutsak edilişine hoşgörüyle
katlanmışlardı. Çünkü Montezuma hristiyanlara saldırmayı, onlarla savaşmayı yasaklamıştı.
Yaraladıkları birçok hristiyan, kıl payı kaçtı. Tutsak Montezuma'nın, göğsünde bir hançerle,
sarayın balkonuna çıkıp, yerlilere saraya saldırmalarını ve barış yapmalarını emretmesi istendi.
Bu kez, itaat etmek istemediler. Hatta mücadelelerini yönetmesi için başka bir bey, yeni bir şef
seçmekten sözediyorlardı. Bu arada limana giden komutan, beraberinde birçok Hıristiyanla
muzaffer dönüyordu. Yaklaşmaları üzerine, yerliler, onlar kente girene kadar 3-4 gün boyunca
savaşı kestiler. Bütün bölge halkı toplandı.
Komutan şehre girince uzun zaman öyle iyi döğüştüler ki, ölmekten korkan İspanyollar bir gece
kenti terketmeye karar verdiler. Bunu öğrenen yerliler, deniz kulağınm köprülerinde birçok
hristiyanın öldürdüler. Bu, son derece haklı ve kutsal bir savaştı. Söylediğim gibi, sebepleri çok
haklıydı. Mantıklı ve adil her insan da bunu doğrulardı. Sonra Hıristiyanlar yeniden güçlendiler
ve savaşa girdiler. Yerlilere garip, şaşırtıcı eziyetler ettiler. Bir sürü insanı öldürüp, birçok büyük
beyi diri diri yaktılar. Meksika şehrinde, komşu illerde ve bütün bölgede zorbaca eylemler
yaptılar (Meksika'ya 10, 15, hatta 24 km uzaklıkta yaşayan insanları öldürdüler). Ardından,
zalim veba ilerleyerek hep kazandı. Kalabalık nüfuslu Panuca eyaletine bulaşıp, orayı da kırıp
geçirdi. Şaşkınlık verici yıkım ve katliamlar yapıldı. Daha sonra İspanyollar, aynı şekilde
Cututepeque eyaletini, Ypilcingo'yu ve Colima'yı yerle bir ettiler. Bu eyaletlerin her biri Leon ve
Castilla krallıklarından büyüktü. Her eyalette yapılan tahribi, zulüm ve cinayetleri anlatmak zor,
hatta imkânsızdır. Zaten anlatılsa bile, buna dayanabilecek insanın taş kalpli olması gerekir.
İspanyolların, bu bölgelere hangi sıfatla girdiklerini, masum yerlileri yokettiklerini, kalabalık
nüfusuyla gerçek Hıristiyanlara haz ve sevinç verecek bu toprakları hangi sıfatla boşalttıklarını
belirtmek gerekir. Yerlilere, İspanya kralına boyun eğip, itaat etmelerini, aksi halde
öldürüleceklerini veya köleleştirileceklerini söylüyorlardı. Böylesine mantıksız, aptalca emirlere
uymayıp, böylesine haksız, zalim ve vahşi adamlara teslim olmayanları, majestelerine karşı
gelen asiler, isyancılar olarak görüyorlardı. Bu şekilde, efendimiz İspanya Kralı'na yazıyorlardı:
Amerika kıtasını yönetenlerin körlüğü, kendi kanunlarında diğer kanunlardan çok daha açık
ifade edilmiş, önemli prensiplerden birini anlamalarını engelliyordu. Öyle ya, bir neden olmadan
hiç kimseye asi denemezdi.
Tanrı, mantık ve insan kanunlarından biraz olsun haberdar olan Hıristiyanlar, aniden iletilen bazı
haberlerin halkın kalbini kırabileceğini düşündüler. Bu topraklarda barış içinde yaşayan, kimseye
bir borcu olmayan, doğal beylere sahip halka: "Hiç duymadığınız yabancı bir krala itaat etmeye
hazırlanın. Aksi halde, sizi parçalara ayıracağımızı bilin, diyorlardı. Halk, gerçekten de böyle
olduğunu gördü. Daha korkuncu, itaat edenlerin en hayvani köleliğe, inanılmaz işlere ve kılıçla
ölümden daha uzun süreli işkencelere maruz kalıp, karıları, çoluk çocukları ve bütün soylarıyla
tükenip gittiklerini gördüler. Bu veya dünyadaki herhangi bir halde tehditlerden korkarak itaat
edip, yabancı kralın otoritesini kabul etse bile -hırsın ve şeytani bir açgözlülüğünün allak bullak
ettiği- bu körler görmüyorlar mı, bu onlara en ufak bir hak tanımaz.
Esinlendikleri tek şey endişe ve korku olduğundan, bu 'sebatsız ve geri adamlar' için doğal insanî
ve kutsal hukukta değer verilmek için yapılmış her şey yalnızca rüzgârdır. Onlara kalan ceza,
cehenneme gitme zorunluluğu, Castilla krallarına yaptıkları hakaret ve işkenceler olur.
Krallıklarını yok ediyorlar. Bütün Amerika kıtasında hukuku ortadan kaldırıyorlar. İşte
İspanyolların bu bölgelerde krallara yaptığı ve yapmayı sürdürdüğü hizmetler bunlardır.
(Bilinen ve hak ettiği unvanıyla) Bu zorba kaptan, kendisinden de zalim ve vahşi, merhametten
yoksun iki despot kaptanı Güney ve Naco Denizi'nde Guatemala'nın büyük, zengin, mutlu ve
kalabalık krallarına, Kuzey Denizi'nde Honduras veya Guaimura'ya yolladı. Bu iki krallık
bitişiktir; sınırları da Meksika'dan 200 ya da 300 mil uzaklıktadır. Kaptanlardan birini kara
yoluyla, diğerini deniz yoluyla yolladı. Her ikisine de kalabalık bir süvari ve piyade grubu eşlik
ediyordu. Gerçekte bu iki kaptanın yaptığı kötülükler arasında (özellikle Guatemala Krallığına
gideni, çünkü diğeri çabucak öldü) o kadar çok zarar, ziyan, cinayet, yıkım ve vahşi haksızlıktan
söz edebilirim ki bugünün insanı ve hatta gelecek yüzyıllardaki insanlar dehşet içinde kalır.
Anlatacaklarım büyük bir kitabı doldurabilir. Gerçekten de bu kaptan, yaptığı iğrençliklerin
miktarı, öldürdüğü insan ve çöle çevirdiği toprak sayısı ile geçmişteki ve şimdiki tüm
benzerlerini geçti. Sayısız kötülük... Deniz yoluyla giden birçok gemiyle sahil köylerini
yağmaladı, büyük skandallara yol açtı ve halkı kovdu. Naco ve Guaimura Krallığı'na giderken,
yolu üzerindeki Yucatan Krallığında yerliler onu hediyelerle karşılamaya gelmişlerdi. Bu
krallığa gelince, bütün bölgeye, köyleri yağmalayan ve yerle bir eden, halkı öldüren kaptanlar ve
birçok asker yolladı. Özellikle, bir kaptan 300 adamıyla ayaklanarak Guatemala'ya doğru
topraklara daldı. Bulduğu tüm köyleri yaktı, yıktı, yaşayanlarının her şeyini çaldı, onları öldürdü.
Bunu kurnazca, 120 milin üzerinde bir alanda yaptı. Böylece kendisini yakalamak için ardından
yollananlar ıssız ve ayaklanmış köyleri bulacaklar, yerliler de yaptığı kötülüklerin ve yıkımların
intikamını almak için onları öldüreceklerdi. Birkaç gün sonra kendisini yollayan ve karşı çıkıp
ayaklandığı baş kaptan öldürüldü. Ardından başka cani zorbalar geldi.
1524'den 1535'e dek korkunç zulümleri ve katliamlarıyla kendilerine şarap, giyecek ve yiyecek
getiren gemilere köle sattılar. Her zamanki diktatörlük yönetimleriyle bu eyaletleri, Naco ve
Honduras Krallığı'nı yerle bir ettiler. Gerçek bir zevk cenneti olan bu yerler, dünyanın en çok
ziyaret edilen, kalabalık topraklarından daha nüfusluydu. Dönüşte bu eyaletlerden geçtik.
Öylesine ıssız, yıkıklardı ki sert bir insanın bile bu manzara karşısında içi burkulur-du. Bu 12 yıl
boyunca İspanyollar 2 milyonun üzerinde insan öldürdüler ve 100 mil karenin üzerinde yaşayan
2000 kişi bile bırakmadılar. Sözettiğim kölecilik ile, her gün, kalanları da öldürüyorlar. Fakat
şimdi Guatemala krallıklarına giden şu büyük zorba kaptana dönelim. Söylediğim gibi gelmiş
geçmiş bütün zorba hükümdarları geçti, bugünkülerin Meksika'ya komşu eyaletlerde
yaptıklarının aynısını yaptı. Seçtiği yoldan Guatemala krallığı 400 mil çekiyordu (kendisini
yollayan kaptana şahsen yazmıştı). Geçtiği her yeri yakıp, yıkıp, çalarak, katliamlara ve
yağmacılığa girişti. Bahanesi her zamanki gibiydi. Yerlilere hiç tanımadıkları, hiç ismini
duymadıkları İspanya kralı adına bu insanlıktan uzak, adaletsiz, cani adamlara boyun eğmelerini
buyuru-yordu. Yerliler, kral diğer İspanyollardan çok daha adaletsiz ve cani olmalı diye
düşünüyorlardı. İspanyollar ise, onlara düşünme zamanı bile vermeden, mesaj kadar çabuk
geliyor, öldürüyor ve yakıyorlardı."
GUATEMALA EYALETİ VEYA KRALLIĞI'NDAN
Krallığa gelişinden itibaren bu kaptan, büyük bir katliam yaptı. Buna rağmen en büyük bey onu
karşılamaya geldi. Bir tahtırevan üzerindeydi. Boru ve dümbelek sesleriyle büyük bir bayram
havasında, krallığın başkenti Altatlan şehrinin diğer birçok beyi ona eşlik ediyordu. Yerliler
İspanyollara sahip oldukları her şeyi sundular; özellikle mükemmel yiyecekler verdiler ve
yapabildikleri her şeyi yaptılar o gece İspanyollar şehir dışında kaldılar. Çünkü şehir onlara
güçlü görünüyordu. İçeride tehlikede olduklarını bildiklerinden, endişeliydiler. Ertesi gün
kaptan, en büyük beyi ve diğerlerinden birçoğunu çağırdı. Uysal koyunlar gibi geldiler. Kaptan
onları tutsak etti ve kendisine filanca miktar altın vermelerini emretti. Altınları olmadığını çünkü
topraklarında altın bulunmadığını söylediler. O zaman onları diri diri yaktırdı; suç işlemedikleri
halde, sorgusuz sualsiz... Bütün bu eyaletlerin beyleri, yüce beylerinin sadece altın vermedikleri
için yakıldığını görünce, köylerine kaçtılar; ormanlara sığındılar. Halklarına, İspanyolları
bulmalarını, onlara beyleri gibi hizmet etmelerini ancak nerede saklandıklarını söylememelerini
emrettiler.
Krallığın tüm sakinleri, İspanyollara itaat edip onlara beyleri gibi hizmet etmeyi istediklerini
söylediler.
Bu yobaz kaptan onları kabul etmek istemediğini ve eğer beylerinin nerede olduğunu göstermezlerse
hepsini öldüreceğini söyledi. Yerliler hiçbir şey bilmediklerini, ancak karıları ve
çocuklarıyla beraber İspanyollara hizmet etmeye hazır olduklarını, kendilerini evlerinde
bulabileceklerini, orada onları öldürebileceklerini veya istediklerini yapabileceklerini söylediler.
Yerliler bu öneriyi birçok kez tekrarladılar. Ve şaşırtıcı bir olay oldu. İspanyollar köylere gittiler.
Karıları ve çocuklarıyla sükûnet içinde çalışan bu zavallı insanları mızrak darbeleriyle
öldürdüler, onları parçalara ayırdılar. Bu şekilde, İspanyollar çok büyük ve güçlü bir köye
girdiler. Buradaki yerliler de, kuşkusuz, diğerleri gibi saf ve masumdular. İspanyollar, orayı iki
saatten az bir zamanda yakıp yıktılar. Çocukları, kadınları, yaşlıları, kaça-mayan diğerleriyle
beraber kılıçtan geçirdiler.
Yerliler onca alçak gönülllük, hizmet önerisi, sabır ve acıya rağmen böylesine insanlıktan uzak
ve vahşi kalpleri ne sarsabildiklerini ne de duygulandırabildiklerini gördüler. Hiç sebepsiz şu
veya bu şekilde öleceklerini anlayınca, toplanmaya, birleşmeye ve bu cani ve iğrenç
düşmanlarından intikam alarak savaşta ölmeye karar verdiler. Çünkü çok iyi biliyorlardı ki
sadece silahsız değil, aynı zamanda çıplak, yaya ve güçsüz olarak, böylesine vahşi, atlı ve silahlı
bir bölüğe karşı galip gelemezlerdi. Sonuçta yok olacaklardı. O zaman atları düşürmek için
yollara çukurlar kazmayı akıl ettiler.
Bu çukurlar atların karnına girmesi için, sivriltilmiş ve ateşle sertleştirilmiş ve hiçbir şey
görülmemesi için yeşillik ve otlarla kaplanmış kazıklarla doluydu. Atlar bu deliklere yalnızca bir
iki kez düştü Çünkü İspanyollar kaçmayı başardılar, ama intikam almak için canlı yakaladıkları
bütün yerlileri yaşı, cinsiyeti ne olursa olsun bu çukurlara atacaklarını ilân ettiler. Böylece
hamile veya yeni doğum yapmış kadınları, çocukları, yaşlıları ve yakalayabildikleri bütün
erkekleri oralara attılar. Çukurlar kazıklarla deşilmiş yerlilerle doluydu. Onları, özellikle
kadınları ve çocukları, görmek çok acıklı bir durumdu. Diğerlerini mızrakla, bıçakla öldürüyor,
sonra da parçalayıp aç köpeklere atıyorlardı. Bir beyle karşılaştıkları zaman, zafer için, onu
yüksek.alevler içinde yakıyorlardı. Böylesine insanlık dışı kasaplıkları 1524'den 153l'e dek aşağı
yukarı 7 yıl sürdürdüler. Katlettikleri yerli sayısı tahmin edilemez.
Bu değersiz, uğursuz kaptan ve diğerlerinin (çünkü yardımcı kaptanları ve askerleri ondan daha
az sefil, daha az duygusuz değildi) yaptığı korkunç hareketlerin sonsuzluğunda özellikle kayda
değer biri var. Olay bugün San Salvador şehrinin bulunduğu, Cuzcatân eyaletinde meydana
geldi. Burası, Güney denizi sahiliyle donanmış, 45 millik bir alana yayılan, mutlu insanların
yaşadığı bir topraktı. Eyaletin başkenti olan Cuzcatân şehrinde İspanyollar şatafatla karşılandılar.
Yirmi-otuz bin yerli, tavuk ve yiyeceklerle yüklü olarak onları bekliyordu. Gelip hediyeleri
aldıktan sonra, kaptan, her İspanyolun bu kalabalık insan topluluğu içinden gerektiği zaman
süresince kullanılmak üzere istediği kadar yerli almasını, ihtiyacı olacak kadarını da getirtmesini
emretti. Her İspanyol 100-150 tane veya çok iyi hizmet edilmek için kendine yeterli görünen
sayıda yerli aldı. Masum kuzular bu bölüşmeye katlanmak zorunda kaldılar. İspanyollara tüm
güçleriyle hizmet ediyorlardı. Neredeyse onlara tapacaklardı.
Bu arada kaptan, beylere, kendisine çok altın getirmelerini söyledi, çünkü İspanyolların asıl
aradığı buydu. Yerliler sahip oldukları tüm altını vereceklerini söylediler ve çok miktarda,
altınmış gibi görünen yaldızlı bakır balta topladılar. Bunları kendileri kullanıyorlardı, çünkü
ellerinde az altın vardı. Kaptan baltaları mihenk taşından geçirdi, bakır olduğunu görünce
İspanyollara: "Bu ülke cehenneme gitsin! Madem ki altın yok, gidelim. Herkes kendisine hizmet
eden yerlileri zincire vursun. Onları köle gibi damgalayacağım." dedi. Öyle yaptılar; zincirliyebildikleri
herkesi kralın damgasıyla köle gibi damgaladılar. Şehrin en büyük beyinin oğlu bile
gözümün önünde damgalandı.
Böyle bir zulüm karşısında, kaçabilenler ve diğer bölge yerlileri birleşmeye ve silahlanmaya
başladılar. İspanyollar da büyük tahribat ve katliamlara giriştiler. Guatemala'ya döndüler, orada
bir şehir kurmuşlardı. Şimdi bu şehir, aynı anda 3 tufan yollayan kutsal adalet tarafından haklı
olarak yıkılmış bir durumda. Tufanlardan biri su, diğeri toprak ve üçüncüsü de 10-20 öküzden iri
taşlarıydı. Bütün beyler ve savaşabilenler öldürülünce, İspanyollar diğerlerini her zamanki gibi, o
dayanılmaz hizmetçiliğe mecbur ettiler ve köle vergisi istediler. Yerliler oğullarını, kızlarını
veriyorlardı çünkü köleleri yoktu. İspanyollar da, Peru'da satılmak üzere onları gemilere
yüklüyorlardı. Sözetmediğim diğer katliamlar ve tahribatlarla, dünyanın en verimli, en kalabalık
krallıklarından birini -100 mil kareden büyük-kırıp geçirdiler. Zorba kaptanın kendisi bile,
buraların Meksika'dan daha kalabalık olduğunu yazıyordu. Doğru söylüyordu. O ve diğerleri
1524'den 1540'a kadar, 15-20 sene içinde, 4-5 milyondan fazla insanı öldürdüler.