İKİNCİ BÖLÜM
MARKSİST FELSEFİ MATERYALİZMİN İNCELENMESİ

SEKİZİNCİ DERS
MATERYALİST DÜNYA ANLAYIŞI NEDİR?


I .    "Materyalizm" sözcüğünün iki anlamı.
II .    Madde ve ruh.
III .   Felsefenin temel sorunu.
IV .   "İdealizm" sözcüğünün iki anlamı.
V .     Materyalizm ve idealizm, teoride olduğu kadar
        pratikte de birbirlerine karşıdırlar.
VI .    Marksist felsefi materyalizm üç temel çizgi ile
        ayırdedilir.


      HENÜZ incelemiş olduğumuz diyalektiği, gerçek alemden —doğa ve toplumdan— ayıracak olursak, hiçbir anlam taşımaz. Almış olduğumuz bütün örnekler bunu göstermiştir. Daha birinci dersimizden başlayarak belirttik ki, diyalektik gerçeğin kendisindedir, onu gerçeğe akıl sokmamıştır. Eğer insan düşüncesi diyalektik ise, bu, kendisinden önce gerçeğin diyalektik olmasındandır.[1] Diyalektik, gerçek alemin diyalektiğidir. Bunun içindir ki, marksist teoride yöntem diyalektik olunca, dünya anlayışı da materyalisttir. Şimdi açıklamaya çalıştığımız işte bu "dünya anlayışı"dır. (sayfa 157)


I. "MATERYALİZM" SÖZCÜĞÜNÜN İKİ ANLAMI


      İlkin bir büyük karışıklığa karşı kendimizi korumalıyız. Marksist felsefe materyalisttir. Materyalist olmasıdır ki, bu felsefenin ortaya çıkışından beri marksizmin sınıf düşmanlarının sayısız saldırı ve karaçalmalarına uğramasına yolaçmıştır. Aynı saldırı ve karaçalmalar, daha antikçağda, genel anlamında materyalizme karşı da yöneltilmiştir. Bu karaçalma ve saldırılar, esas olarak "materyalizm" sözcüğünün anlamının kaba bir şekilde bozulmasından ibarettir; materyalizm sözcüğünün doğru felsefi anlamı, gizlenir, örtülür, onu gözden düşürmek, değersizleştirmek için niteliğine "ahlaki" bir anlam yakıştırılır.
      Böylece onlara bakarsanız, "materyalizm" ahlaksızlık, sınırsız, frenlenmemiş bir zevk arzusu, insan ufkunun yalnızca maddi gereksinmelerle sınırlandırılması demektir. Bu karaçalma, yeni bir karaçalma değil. Eskiden de kilise tarafından, mutluluk hakkını ve bu mutluluğun gerçekleşmiş olması için insan doğasının asil gereksinmelerinin doyurulması gereğini tanıyan Epiküros felsefe okuluna karşı da kullanılmıştı. Papazlık geleneği ve daha sonra üniversiteci gelenek, yüzyıllar boyunca epikürosçu felsefeyi bilerek çarpıttı. Sonuçta materyalistler de "Epiküros ordusunun sefihleri" oluyordu.
      Gerçekte, sözcük yalnızca bu anlamda alınmak istense bile, o, Gabriel Péri'ye, Georges Politzer'e, Pierre Timbaud'ya ya da Beloyannis'e değil, devrimci proletaryaya değil, tastamam burjuvazinin kendisine, kendi bolluk, gönenç ve zevklerini, sömürülenlerin yoksulluğu üzerine kuran sömürücü sınıfa yaraşır.
      Engels, bu karaçalmayı kendi sahiplerine geri çevirmiştir:
      "Gerçek şu ki ... burada, materyalizm sözcüğüne karşı darkafalı burjuvaların önyargısına, kökenini köy papazlarının eski karaçalmalarından alan bu önyargıya bağışlanmaz bir ödün verilmektedir. Darkafalı, materyalizm dendiği (sayfa 158) zaman pisboğazlık, ayyaşlık, arsızlık, ten zevkleri ile şatafatlı bir yaşam sürdürmeyi, açgözlülük, cimrilik, doymak bilmezlik, çıkar peşinde koşmayı, ve borsa oyunlarını ve kendisinin gizliden gizliye kölesi olduğu bütün bu iğrenç kusurları anlar."[2]
      Materyalizm sözcüğünün öz anlamı, doğru anlamı, onun felsefi anlamıdır. Bu anlamda materyalizm, bir dünya anlayışıdır, yani belli ilkelerden hareket ederek doğa görüngülerini ve bunun doğal sonucu olarak toplumsal yaşamın görüngülerini anlama ve yorumlama tarzıdır. Bu "dünya görüşü", her durumda ve koşulda uygalanan çeşitli bilimlerin temelidir. Her çeşit bilimsel çalışmalara sağlam bir temel, kısaca teori denen şeyi sağlayarak, evrenin genel bir açıklamasını oluşturur.
      Bu dersin konusu materyalist teorinin temelinin ne olduğunu genel olarak belirlemektir.


II. MADDE VE RUH


      Her şeyden önce "materyalizm" ("maddecilik") sözünün türetildiği "madde" ile ne anlaşıldığını kesin olarak belirtmemiz gerekir.
      Dünya, yani doğa ve toplum, sonsuz derecede çok, sonsuz derecede çeşitli ve sayısız yönler taşıyan görüngüler gösterir. Bununla birlikte görüngülerin çeşitli yönleri arasında yapılabilecek bütün ayrımlar arasında bütün ötekilerden daha önemli olan ve önceden bir bilimsel inceleme yapmaksızın kavranabilen bir yön vardır.
      Herkes bilir ki, gerçekten de, gerçekte görebildiğimiz, dokunabildiğimiz, ölçebildiğimiz ve maddi denilen şeyler vardır. Öte yandan fikirlerimiz, duygularımız, isteklerimiz, anılarımız vb. gibi, ne görebildiğimiz, ne dokunabildiğimiz ve ne de ölçebildiğimiz, ama ötekilerden daha az varolmayan şeyler de vardir: bunların maddi olmadıklarını anlatmak için (sayfa 159) bunların düşüncel (idéal) oldukları söylenir. Böylece varolan her şeyi, iki alana paylaştırıyoruz: maddi (matériel) ya da düşüncel (idéal). Daha diyalektik bir biçimde de söylenebilir, ve gerçek, bir maddi yön ve bir de düşüncel yön sunar denebilir. Bir heykele biçim verecek olan bir heykelcinin fikri ile, bitmiş, tamamlanmış heykel arasındaki farkı herkes anlar. Gene herkes anlar ki, başka bir kişinin bu heykeli görmeden önce bu heykel hakkında bir fikri olamayacaktır. Bununla birlikte fikirler dil aracıllığıyla aktarılabilirler: böylece, bu heykeli görmemiş olan kişi, eğer heykelci ona ne yapmak istediğini, örneğin Henri Martin'in bir büstünü yapmak istediğini anlatırsa, heykel hakkında bir fikre sahip olabilecektir. Böylece maddi dünya, bize bu maddi dünyayı tasarımlayan, "tasarımlar"ımız dediğimiz düşüncel bir dünya ile bir bakıma ikilenmiştir.
      Toplumsal yaşam alanında da, maddi yön ile düşüncel yönü birbirine karıştırmaya izin verilmez. Bunun gibi, sosyalist üretim tarzı, üretim araçlarının sosyalist mülkiyeti, Sovyetler Birliği'nde sözgötürmez bir gerçektir. Bununla birlikte SFİO yöneticilerinin yanılttığı bir emekçinin bunlar hakkında sahip olduğu fikir, onun ilkesini bilen bir komünist militanın sahip olduğu fikirle hiç de aynı değildir. İşte burada da gene, bir yanda gerçek, öte yanda da bu gerçek hakkında sahip olunan "tasanmlar" var.
      Bu köklü ayrım, toplumların gelişmesinin belirli bir evresinde, bilim adına layık bilimlerin doğuşundan çok önce, yalnızca kendi fikirlerinin gücüyle, evrenin aslına uygun tutarlı bir tablosunu çizmeye çalışmış insanların hiçbirinin gözünden kaçmadı.
      Bunun içindir ki, maddenin yanına başka bir ilke, ruh (esprit) koymaya gidildi. Bu sözcük, genel olarak bütün maddi olmayan şeyler alanını, yani bizim düşüncemizin olaylarından başka imgelemimizin ürünlerini, düşlerimizdekiler gibi imgesel varlıkları belirtiyordu. Böylece ruhlara inanma, bir ruhlar dünyasının varlığına inanma ve ensonu dinlerin tanrı dedikleri bir üstün ruh fikri oluştu. (sayfa 160)
      Görüyoruz ki, maddenin ve ruhun ayrımı büyük bir önem taşıyor. Bunu, kendini gösterdiği bütün biçimlerde bulup tanımayı bilmek gerekir. Örneğin, bunu, dinlerin, can ile beden arasında yaptıkları ayrımda buluyoruz. Bazan, "madde" ve "ruh" ifadeleri kullanmak yerine, "varlık" ve "düşünce"den sözedilir, ya da "doğa" ve "bilinç" karşı karşıya getirilir — ama bu ayrım hep aynıdır.


III. FELSEFENİN TEMEL SORUNU


      Bundan önceki tahlil, bilimlerin çağcıl gelişmesiyle hiç de aşılmış değildir. Gerçeğin maddi yönü ile düşüncel yönü arasındaki ayrım bütün bilim adamlarının iyi bir felsefi formasyon edinmeleri için gereklidir de: bilim adamı, madde ile kendisinin maddeden edindiği fikir arasında ayrım yapabilmelidir; aynı şekilde, militan, kendi arzuları ile gerçek olarak olanaklı olan arasında ayrım yapmasını bilmelidir.
      Bununla birlikte, filozofların kendileri de, ilk bakışta, bu iki temel ilkenin, felsefenin en genel bilgileri, kavramları olduklarını açıkça göremediler. Ancak yavaş yavaş insan bilgilerinin gelişmesi sırasında bunun bilincine vardılar. Bunları kesin ve açık olarak ortaya çıkarmayı büyük Fransız filozofu Descartes (1596-1650) başarmıştır. Bununla birlikte, bugün bile, burjuva üniversiteden nice filozoflar, bütün inceliği ve yalınlığı içinde bu temel ayrımı ve bizi ulaştırdığı sonuçları bir türlü kavrayamamaktadırlar. Böyleleri, bu bakımdan, marksizm okulunda yetişmiş bir işçi militandan daha geri durumdarırlar.
      Bütünü içinde dünyanın, son tahlilde, iki ilkeyle, yalnızca iki ilkeyle açıklandığı açıkça görülür görülmez, kaçınılmaz olarak felsefenin temel sorunlarıyla karşı karşıya gelinir. Şu halde denebilir ki, burjuva üniversite "filozofları"nın çoğu, felsefenin temel sorununun yanına bile yaklaşmamışlardır. Hatta onu dikkate almayı bile reddederler, bu sorunun kendilerine açıkça sorulmasını yasaklarlar.
      Bununla birlikte, şunu gözönünde bulundurmak gerekir (sayfa 161) ki, bütün felsefe tarihi çeşitli biçimlerde ifadelendirilen bu temel sorun çevresinde toplanan uzun tartışmalardan başka bir şey değildir. Başka başka biçimlerde formüle edilen bu temel sorun, dönüp dolaşıp şuraya gelir: kısacası, dünyayı açıklamak için iki ilke, yalnızca iki ilke olduğu doğru ise, bu iki ilkeden hangisi ötekini açıklar? Hangisi daha temel ilkedir? Birinci olan hangisidir, ötekinden türeyen hangisidir? Başı sonu olmayan, sonsuz olan ve bu yüzden de ötekini yaratan hangisidir?
      İşte felsefenin temel sorunu budur.
      Böyle bir soranun, soruyu ne şekilde sorarsak soralım, ancak olanaklı iki yanıtı olabilir.
      Ya madde (varlık, doğa) başı sonu olmayan, sonsuz ilk'tir, — ve ruh (düşünce, bilinç) bundan türemiştir.
      Ya da ruh (düşünce, bilinç) başı sonu olmayan, sonsuz ilk'tir, — ve madde (varlık, doğa) bundan türemiştir.
      İşte birinci yanıt, felsefi materyalizmin temelini oluşturur.
      İkinciye gelince, bu, şu ya da bu biçimde, felsefi idealizm'den gelen bütün öğretilerde bulunur.
      Bu iki felsefi tutum —her ne kadar kendi bünyelerinde tutarlı olan yalnızca bu felsefelerse de— taban tabana birbirine karşıdırlar.


IV. "İDEALİZM" SÖZCÜĞÜNÜN İKİ ANLAMI


      Daha fazla ilerlemeden""idealizm" sözcüğünün felsefi anlamının yerine, kasıtlı olarak "ahlaki" bir anlam koyan materyalizm düşmanlarının kurduğu bir tuzaktan sakınmamız gerekir.
      Ahlaki anlamda bir ideal (ülkü), bencil, dar perspektiflere, küçüklüklere vb. karşılık olarak yüksek, soylu, yüce bir amaçtır. Ve bazan "idealist" (ülkücü) sözcüğü, uygun olmayarak kendisini bir davaya adayan, gerçekleşecek ya da gerçekleşmeyecek bir fikre feda eden insanı belirtmek için kullanılır. Materyalizmin düşmanları, dünyayı maddeden önce (sayfa 162) gelen bir ruh ile açıkladıkları için, pratikte de, yalnız onların kendilerini bir fikre adayabileceklerine, yalnız onların bir ideale sahip olabileceklerine, sade insanları inandırmak isterlerdi elbette. Güzel bir safsata ömeği.
      Gerçek bambaşkadır. Felsefi idealizm, fikir kurbanlarını esinleyebilmekte tek felsefe olmak şöyle dursun, genel olarak en canice işlere kılıf ödevi görür. Devrimci proletanyanın zaferinin, "zevk eğilimi"nin, "fedakarlık eğilimi"ne üstün gelmesi demek olacağı karaçalması, "devrimci barbarlığa" karşı savaştıklarını iddia eden Oradour katillerininkinden olduğu gibi, hain Pétain'in dilinden de düşmüyordu.
      Materyalistlere gelince, onlar, dediğimiz gibi, fikirlerin varlığını hiçbir zaman yadsımazlar, onların fikirlere verdikleri önemli rolü de göreceğiz. Pratikte, bir işçi ideali olduğu açıktır. Devrimci proleterlerin bir ideali vardır: sosyalizm. Bu ideal, en yüksek, en güç bir ideal de olsa, en çıkarsız bir idealdir, çünkü, insanın öteki dünyadaki kişisel "kurtuluş" umudunun bu idealde hiçbir payı yoktur.
      Bu, hiç de ufkunu iğrenç kapitalist gerçeğin ötesine genişletince mutlaka idealist olunması gerektiğini söyleyenlerin iddia ettikleri gibi, bu devrimcilerin "idealist" ya da "feragat sahibi hıristiyanlar" olduklarını göstermez. Üstelik bu, durmadan sözü edilen ama gerçekleştirmek için hiçbir zaman hiçbir şeyin yapılmadığı bir düşün sözkonusu olduğunu da göstermez. Devrimci proleterler gerçekleştirmeye niyetli oldukları bir ideale sahip bulunmaktadırlar ve bu gerçekleştirme, onu ütopyadan olduğu kadar ikiyüzlülükten de koruyan materyalist bir dünya anlayışına dayanır.
      İdeal üstüne söylenen şatafatlı sözleri, emekçilere kabul ettirdiği sömürünün üstüne örtmeye çalıştığı asma yapraklarından başka bir şey olmayan "idealist" burjuvaziyi, Engels, bütün çıplaklığıyla ortaya koyar:
      "... [darkafalı burjuva], idealizm sözcüğünden ise, başkaları önünde göklere çıkardığı, ama kendisi, ancak her zamanki 'materyalist' aşırılıklarının zorunlu sonucu olan sıkıntı dönemlerini ya da bunalımları atlatması sözkonusu olduğu (sayfa 163) sürece, inandığı erdeme, insanlığa ve genellikle 'daha iyi bir dünya'ya imanı anlar ve durmadan pek sevdiği şu nakaratı yineler: 'İnsan dediğin de nedir ki? Yarı-hayvan yarı-melek!"[3]



V. MATERYALİZM VE İDEALİZM TEORİDE OLDUĞU KADAR
PRATİKTE DE BİRBİRLERİNE KARŞIDIRLAR


      Şimdi, gene, felsefenin temel sorusuna verilen iki yanıta dönebiliriz.
      Şurası açıktır ki, bu iki yanıt mutlak şekilde birbirleriyle bağdaşmaz yanıtlardır ve bunlar içinde ancak bir tanesi doğru olabilir. Neden insanlar ilk bakışta doğru yanıtın hangisi olduğunu bilemediler? Bunu daha sonra idealizmin kaynakları konusunda göreceğiz.
      Şimdilik, materyalizm ile idealizm kesin olarak birbirleriyle bağdaşmadıklarına, biri diğerini uzaklaştırdığına, ve yalnız bir tek doğru yanıt olabileceğine göre, bir çelişki karşısında bulunduğumuzu görmekle yetinelim. İdealizm ile materyalizm bir birlik oluştururlar, iki karşıt gibi ayrılmaz bir şekilde birbirlerine bağlıdırlar. Materyalizmin her ilerlemesi, idealizme indirilmiş bir darbedir. Ve tersine, materyalizmden her uzaklaşma, idealizmin bir ilerlemesidir. Bu karşıtların birliği, materyalizm ile idealizm arasındaki savaşımın kaçınılmaz olduğu, idealizm ile materyalizm arasında hiçbir sentez, hiçbir uzlaşma olamayacağı anlamına gelir. (Bkz: beşinci ders, III. kesim, c. ve yedinci ders, V. kesim.)
      Bu nokta önemlidir, çünkü marksizmi bozmaya, olduğundan başka göstermeye çalışan bazı idealist filozoflar, diyalektik materyalizmin, marksizm-idealizm karşıtlığının bir sentezi, bir aşılması olacağını iddia ediyorlar. Böyle bir "sentez", gerçekte idealist metaın bir kılık değiştirmesinden başka bir şey değildir.
      Marx'ın, diyalektik materyalizmin, materyalizm ile idealizm (sayfa 164) arasındaki eski çatışmayı artık günün konusu olmaktan çıkardığını yazdığı doğrudur. O, bununla, diyalektik materyalizmin bu bin yıllık tartışmayı kesin olarak materyalizmin lehine sonuçlandırma olanağını sağladığını, çünkü materyalizmin adamakıllı geliştiğini ve idealizmi onulmaz bir yenilgiye uğrattığını söylemek istiyordu.
      Şu halde, demek ki, diyalektik okurken gördüğümüz gibi "uzlaşma"yla, "sentez"le değil, idealizme karşı savaşımla bu çelişki çözülebilir.
      Bu teorik savaşımın büyük bir pratik önemi vardır. Birbirine karşıt iki dünya anlayışı, gerçekte pratikte birbirine karşıt iki tutuma komuta ederler.
      Bir yıldırım tehlikesi, iki şekilde uzaklaştırılmaya çalışılır. Ya paratoner kurularak, ya da tanrıya yakarıp, mum yakarak. Birinci yöntem, yıldırımın belirli maddi nedenleri olan maddi bir olay olduğu ve bunun sonuçlarından da, bilimsel bilginin ve tekniğin bize sağladığı yollarla sakınılabileceği fikrinden hareket eder. İkinci yöntem, yıldırımın her şeyden önce doğaüstü bir nedeni olan, tanrısal öfkenin ve tanrı kudretinin bir işareti olduğu ve bundan ötürü de mum yakma ve dua gibi sihirli, büyülü çarelere başvurarak insan ruhunun tanrının ruhu üzerindeki etkisinin savuşturulmaya çalışılması fikrinden hareket eder. Böylece gördüğümüz gibi, olayların nedenlerini anlayış tarzı, kaçınılmaz olarak, farklı pratik yollarla, birinci durumda materyalist ikinci durumda idealist yollara başvurmaya götürür — ve pratik sonuçları da farklı olur!
      Teoriye muhalefetin daha başka pratik sonuçları da vardır: paratoner kullanımı yaygınlaştıkça daha az mum yakıldığını ve duadan da vazgeçildiğini anlamak güç bir şey değildir ve elbette ki, bunun sonucu olarak saygınlığının azaldığını gören kilise, bilimin ilerlemesine, insanların saflığının, kolay inanırlığının azalmasına kötü bir gözle bakıyordu.
      Toplumsal yaşamın olayları sözkonusu olduğu zaman da, bu engelleme daha az gerçek değildir. Rabelais, Picrochole'un Savaşı bölümünde, iki tutumun belagatli bir tablosunu (sayfa 165) bıraktı bize. Saldırgan Picrochole, yağma etmeye niyetlendiği manastıra saldırdığı zaman, keşişlerin çoğu mihrap dairesine kapanıyor ve ruhlarını tanrıya emanet ediyorlar; yalnız Jean des Entommeurs birader eline geçirdiği sağlam bir sopayla, o zamana kadar meyve bahçelerini tahrip etmiş olan Picrochole'un tutma askerlerine kıyasıya vurarak onları kapı dışarı ediyor; bununla, bir saldırgandan kurtulmak için karşı koymanın dua etmekten daha çok işe yaradığını gösteriyor.
      Bunun gibi, nazi saldırısına karşı Ulusal Direniş hareketi sırasında, katolikler, işgalcilere karşı çeşitli savaşım biçimlerine katıldılar. İdealist felsefelerden yana olanların yaşamda, materyalistçe davranmaları da genel bir olgudur.
      İdealizmin pratik tehlikeleri burada kendini gösterir. Rabelais'nin keşişlerinin idealizmi, pratikte, saldırgana alanı boş bırakmak sonucuna varır. Aynı şekilde, savaşa karşı somut eylemi reddeden ve genel olarak emperyalistlerin ve özel olarak Hitler'in "iyi niyet"ine inanırmış gibi görünen pasifistlerin idealizmi, pratik olarak, nazilere yardım ediyor ve 1939'da "ölmektense kölelik" sloganına arka çıkıyordu.
      Aynı şekilde, bugün, savaşın kaçınılmaz olduğu ve ona insanlığın günahlarının tanrı tarafından verilmiş bir cezası gibi boyun eğmek, tevekkül göstermek gerektiği yolundaki idealist anlayış, hâlâ birçok hıristiyanı barış uğruna savaşımdan uzak tutmaktadır.
      Mademki idealizm, insanı (eski idealisi kurala: "Kötüye karşı koymamalı" kuralına uygun olarak) böyle savaş kundakçılarına ve genel olarak sömürücü sınıflara alet olan tutumlara götürüyor, sömürücü sınıfların, tarih boyunca, idealizmi, halk yığınları içinde isteklendirmek, geliştirmek ve desteklemek için bütün elverişli önlemleri almalarını anlamak hiç de güç değildir. 1940'ta mezarci Paul Reynaud'nun Fransa'yı korumasi için tanrıya yakarmak üzere büyük bir gösterişle Notre Dame kilisesine gittiğini herkes anımsar.
      Genel olarak her ne pahasına olursa olsun, şeylerin, kendileri yararına olan durumunu sürdürmeye kararlı olan (sayfa 166) sömürücü sınıfların, bu durumun bir "yüce irade"nin cisimleşmesi olduğunu, ya da "evrensel akıl"ı temsil ettiğini vb. öğretmekte; yığınlara tevekkül telkin eden idealizmi yaymakta çıkarları vardır.
      Görülüyor ki, her zaman idealist görüşleri tanıyabilmenin ve felsefi materyalizmi okuyup öğrenmenin çok büyük bir pratik önemi vardır.


VI. MARKSİST FELSEFİ MATERYALİZM
ÜÇ TEMEL ÇİZGİ İLE AYIRDEDİLİR


      Dünya anlayışı olarak felsefi materyalizm, tarihsel bakımdan marksizmden öncedir. Nitekim göreceğiz ki, materyalizm, dünyayı, ona yabancı hiçbir şey katmaksızın olduğu gibi ele almaktan başka bir şey değildir. Daha çok zaman önce, gereksinmelerinin tatmini, kendisini, etkili teknik araçlarla doğaya egemen olmaya zorladığı ölçüde insan, dünyayı, doğayı bu şekilde ele almak zorunluluğunu duymuştu. İlerici, yükselen sınıflar, tarih boyunca, materyalist düşünceyi böylece isteklendirdiler. Çünkü bir yandan, onların geleceği, teknik ve bilimin ilerlemesine bağlıydı; öte yandan da kendilerinin savaşım verdikleri şeylerin eski düzeninin, tanrının iradesinin cisimleşmesi olduğu fikriyle savaşıyorlardi. Onlar, insanı, kendi emeğiyle, çalışmasıyla, maddeyi, doğayı değiştirdiğine bakarak, eylemiyle de kendi talihini iyileştirebileceğini sezinliyorlardı.
      Burada materyalizmin tarihini inceleyemeyiz. Materyalist felsefenin büyük çağları, en başta, o çağda çok gelişmiş olan tacirler sınıfıyla Yunan antikçağı; devrimci burjuvazisiyle Fransız 18. yüzyılı; ensonu, devrimci proletaryanın desteğiyle, ve özellikle bu sınıfın iktidarı elegeçirmiş olduğu Sovyetler Birliği'ndeki desteğiyle 19. yüzyılın ortalarından beri içinde bulunduğumuz çağ oldu.[4]
      Son dönemin materyalizmini, tamamlanmış biçimiyle (sayfa 167) materyalizmi temsil eden marksist felsefi materyalizmi ayrıntalarıyla inceleyeceğiz. Başka iki dersimizde de,[5] materyalizmin, neden, özellikle 19. yüzyılın ortalarına doğru kurucuları Marx ve Engels'in dahice çalışmalarında, tamamlanmış, eksiksiz biçimini aldığını göreceğiz.
      Ayrıca, marksizm-öncesi materyalizmin sistematik ve tutarlı bir şekilde diyalektik olmadığını, bunun için de, gerçeği bütün özellikleriyle yansıtamadığını ve neden tamamlanmış, eksiksiz bir dünya görüşü oluşturamadığını göreceğiz.
      Bu bakımdan felsefi marksist materyalizmi, kendisinden önceki bütün materyalist doktrinlerden köklü bir şekilde ayırmak önemlidir, ve bunun için de önümüzdeki derslerde felsefi marksist materyalizmin temel çizgilerini inceleyeceğiz.
      Bunlar felsefi idealizmin bellibaşlı biçimlerine kesin olarak karşı bulunan üç çizgidir.
      1. Dünya maddi yapıdadır.
      2. Madde ilk veridir, bilinç ikinci veridir, türevdir.
      3. Dünya ve onun yasaları eksiksiz bilinebilir.
      Bu noktaların her birini inceleyerek, materyalizmin incelenmesini idealizme karşı savaşıma bağlayacağız ve materyalizmin toplum yaşamı alanındaki sonuçlarını nitelendireceğiz. (sayfa 168)


YOKLAMA SORULARI


      1. Burjuva ideologlarının "materyalizm"e karşı karaçalmalarını nasıl yanıtlamak gerekir?
      2. Felsefenin temel sorunu nedir?
      3. İdealistlerin "idealizm" sözcüğü üzerinde yarattıkları ve sürdürdükleri karışıklık ve bulanıklığı açıklayınız ve dağıtınız.
      4. Marksist felsefi materyalizmin üç temel çizgisi nelerdir?


Dipnotlar

[1] Şeylerin kendi içindeki çelişkileri yansıtmayan bir "diyalektik" uslamlama ancak bir tuzak, bir "bilgiççilik"tir. Marksizmin düşmanları "diyalektik" ile "'bilgiççilik"i birbirine karıştırmaya özen gösterirler.
[2] F. Engels, Ludwig Feuerbach..., s. 30; K. Marx, F. Engels, Felsefe İncelemeleri, s. 33, Din Üzerine, s. 220.
[3] F. Engels, Ludwig Feuerbach.... s. 30; K. Marx, F. Engels, Felsefe İncelemeleri, s. 33, Din Üzerine, s. 220.
[4] Zamanın Rus demokratik burjuvazisine bağlı olan 19. Yüzyıl Rus materyalistlerini de burada anmak gerekir, Bielinski, Herze-n, Çernişevski, Dobroliyubov.
[5] Bkz: dokuzuncu (III) ve ondördüncü derslerin girişi.




DOKUZUNCU DERS
MARKSİST MATERYALİZMİN BİRİNCİ ÇİZGİSİ
DÜNYANIN MADDİLİĞİ


I .    İdealist tutum.
II .    Marksist anlayış.
III .   Madde ve hareket.
IV .   Doğal zorunluluk.
V .     Marksizm ve din
VI .    Vargı


I. İDEALİST TUTUM


      İdealizmin en eski biçimi, doğa olaylarını maddi olmayan güçlerin etkisiyle açıklamak ve doğayı "ruhlar" tarafından canlandırılmış olarak kabul etmekten ibarettir.
      İnsana öyle gelir ki, idealizmin bu biçimiyle savaşmak pek güç olmasa gerek. Nitekim üretimin, tekniğin ve bilimin ilerlemesi bu çeşit açıklamaları gittikçe, yavaş yavaş ortadan kaldırmıştır. Çok önceleri de, en gelişmiş halklar, ateş, su ve hava cinlerini, ancak sihirle, büyüyle açıklayan gizemli güçleri doğadan kaldırıp atmışlardır, ve peri ve cin masalları ancak küçük çocuklara anlatıları masallar haline gelmiştir.
      Yani fetişizm ve genel olarak her yanda "ruhlar"ın bulunduğunu öne süren ve bu yüzden de canlıcılık (animisme) denilen görüş terkedilmiştir. (sayfa 169)
      Daha yüksek düzeyde, barometre tüpünde civanın yükselişini açıklamak için, artık, ne "doğa boşluktan nefret eder" diyoruz; ne de afyon uyutur, çünkü onun bir "uyutucu etkisi" vardır diyoruz. Yalniz, çocuklar, kendilerini yaralayan şeylere karşı, sanki bu şeyler kötü bir iradeye sahiplermiş gibi öfkeye kapılırlar, bu bakımdan "kötü kader" karşısında sinirlenip kızan ya da uğur getirecek şeyler kullanan kimselere benzerler.
      Newton, eskiden varlığına inanılan tanrının, kendi yörüngeleri üzerinde seyredebilmeleri için, her bir gezegene bahşettiği gözcüyü, koruyucu meleği uzaydan uzaklaştırdı. Kartezyen (dekartçı) filozoflar ise, hayvanların bir ruhu olduğu fikrini yok ettiler ve Diderot, bu konuda alayla şunu soruyordu: bir hayvanın kesilmiş bir organında hâlâ kas hareketleri varsa, bu hareketi açıklamak için, kesilmiş beden parçasında kalmış olan bir "can parçası" olduğunu da düşünmek gerekir!
      Bununla birlikte, her doğa olayının özel bir ruhun etkisini gerektirdiği fikri, bugün bize yabancı bir fikirse de, tüm olarak alındığında, dünyanın varolmak için bir üstün, evrensel ruha gereksinmesi olduğu fikri, bilindiği gibi, özellikle tek-tanrılı dinler biçiminde hâlâ durmaktadır.
      Örneğin, tek-tanrılı hıristiyan dini, dünyanın maddi gerçeğini pekala tanır. Ama bu gerçek, ikincil, yaratılmış bir gerçektir. Gerçek varlık, sonuncu ve derin gerçeklik taşıyan ruhtur: bu, salt ruh ve evrensel ruh olan tanrıdır. İşte nesnel idealizm denen şeye bir örnek.
      Bu felsefi görüş, birçok biçimlere bürünmüştür. Platon'a göre maddi gerçek, düşüncel bir dünyanın, varolmak için maddi dünyaya gereksinmesi olmayan mutlak aklın hüküm sürdüğü Idée'ler (Fikirler) dünyasının bir yansısından başka bir şey değildir. Eski Yunan stoacıları okuluna göre, dünya, tanrısal bir iç ateşle canlanan muazzam bir canlı varlıktı. Hegel'e göre, doğa ve insan toplumlarının gelişmesi, kendiliğinden varolan mutlak ve evrensel düşüncenin dış kılıfından, görülebilir yönünden ve cisimleşmesinden başka bir şey (sayfa 170) değildi.
      Şu halde görülüyor ki, bütün bu filozoflara göre, dünya ancak, görünüşe göre maddidir; son tahlilde, onun derin gerçeği başka yerdedir, onun derin nedenini ruhun varlığında aramak gerekir. Bu ruh bizim bireysel insan bilincimizden bağımsızdır: onun için bu filozoflara nesnel idealizm grubunda yer verilir.
      Şunu da kaydedebiliriz ki, insana gelince, nesnel idealizm, çok kez, can (ruh, âme) ile bedeni birbirinden ayırdetmeye varır, birincisini manevi dünyaya, ikincisini ise maddi dünyaya bağlar. Hıristiyan idealizminde de aynen böyledir. İnsanın böyle iki ilkeye bağlı olmasını isteyen görüşe, ikicilik (dualisme) denir. İnsanı konu alan bilimlerde, ikicilik idealizmden esinlenir.
      a) çünkü, ikicilik, doğanın bir varlığını, bu varlığın içindeki bir "can" ile açıklar. Bu, canlıcılığa bağlanır;
      b) çünkü, ikicilik, kısaca bu "can"ı bir üstün ruhun varlığına bağlar. Zaten, eğer onu maddi ilkeye bağlamış olsaydı, artık ikici (dualiste) değil, birci (moniste) olurdu.
      Bununla görülüyor ki, kaba tanrıtanımazlık tamamen ikicilikten çıkmaktadır; tanrının varlığını yadsır, ama bilimsel materyalist anlayışa başvurmadan; "insan ruhundan", "insan bilincinden", sanki bu ruh, farklı ve bağımsız bir ilkeymiş gibi sözeder; böylece en yavan idealizme bağlı kalır. Bizim üniversiteli filozoflarımızın, laiklikten yana olan ya da olmayan filozoflarımızın durumu böyledir. Kilise, Napoléon devrindeki Maine de Biran gibi, emperyalizm çağındaki Bergson, Freud ya da Camus gibi idealist tanrıtanımazlardan o kadar çok korkmuyor. Haklı olarak onların sürüden ayrılmış koyunlar olduklarını biliyor ve söylüyor. Ve gerçekten de, bir kez kariyerini yaptıktan sonra ağıla dönen koyunlar sık sık görülmektedir.
      Nesnel idealizm, bazı çağlarda, usa-uygun bir çekirdeği olan büyük felsefeler doğurabildiyse de, cançekişen burjuvazinin her çareye başvurarak yığınların dikkatini dünyanın materyalist açıklamasından çevirmeye gerek duyduğu (sayfa 171) çağımızda —emperyalizm çağında— idealizm, açıkça, usa-aykırı, gerici bir durum alır.
      Örneğin Freud, insanı ve toplumsal yaşamın olaylarını, insanda maddi olmayan bir kuvvetin "bilinçaltı" dediği gizemli bir kuvvetin gizli "eğilimleri"nin varlığıyla açıklar. İyi niyetli insanların safdilliklerini kötüye kullanmaya kararlı şarlatanlar için güzel bir nimet. Bilinçaltı, gerçekte, canlıcılığın, dünyada maddi olmayan güçlerin varlığına inancın en son biçimidir.
      Bergson'a gelince, o, dünyanin maddiliğini, kayıtsız şartsız yıkar. Nitekim ona göre madde, yaratıcı bir işlemin ürünüdür. Madde, özünde, yaşamdır. Tüm madde, dünyayı oluşturan, tutan, sınırsız bir "dirimsel atılış"ın ürünüdür. öyleyse Bergson'a göre yaşamın kendisi nedir? Bu bilinçtir, bu düşüncedir, bu ruhtur. Bergson, "bilinç, genel olarak, evrensel yaşamla birlikte vardir."[6] diyor. Bilinç, yaşamın ilkesidir. Madde, bilincin gelişmesinin zorunlu temeli olmak şöyle dursun, tersine, bilinç, madde halinde cisimleşerek onun gelişmesini açıklar.
      İşte gerici burjuvazinin en büyüklerle eş saydığı çağdaş "dahi" filozof; işte hangi "felsefe" adına "bilimciliği" bir vuruşta ikiye bölen ve işte zekanın işini değerden düşürmeye çalışan.
      "Bilimsel olarak" evrenin yaradılışını, evrenin yaşını, ve bu yaradılışın ne kadar zaman aldığını göstermeye ve eski "evrenin ölümü" teorisini vb. diriltmeye çalışan idealist Amerikan bilginleri gibi bilginler görülebildiğine göre, idealizm bilimsel alanda bile saldırısına devam ediyor.
      Eğer zamanımızda, bilisizleri ve kandırılmışları, acısını çektikleri toplumsal kötülüklerin materyalist açıklamalarından başka yana çekmek için (Bergson'un yüreklendirdiği ve froydculuğun arka çıktığı) "gizli bilimler"e "ispiritizma"ya yeniden kazandırılan parlaklık ve ciladan korunabilirse,[7] (sayfa 172) dünyanın maddiliği konusundaki marksist tezin, bütün geçerliliği daha açık bir biçimde kavranacaktır.


II. MARKSİST ANLAYIŞ

      "Dünyayı, 'mutlak fikir'in, 'evrensel tin'in, 'bilinç'in cisimleşmesi olarak düşünen idealizme karşılık, Marx'ın felsefi materyalizmi, dünyanın, doğası gereği, maddi olduğu; evrenin sayısız olaylarının hareket halindeki maddenin başka başka görünümleri oldukları; diyalektik yöntemin ortaya koyduğu gibi, olayların bağıntılarının ve birbirlerini karşılıklı koşullandırmalarının, hareket halindeki maddenin gelişmesinin zorunlu yasaları oldukları; dünyanın, hareket halindeki maddenin yasalarına göre geliştiği, ve hiçbir 'evrensel tin'i gereksinmediği ilkesinden hareket eder."[8]
      Stalin, burada, idealizmden sözederken, en başta, yukarda hakkında birkaç söz söylediğimiz Hegel felsefesine dayanır. Çünkü, hegelcilik, felsefe tarihinde en son büyük idealist sentezi temsil eder, nesnel idealizmin bütün tarihsel çizgilerinin, doğada olduğu kadar toplum alanında da, en uygun özeti ve özünün özüdür.
      Stalin, evrenin çeşitli olaylarının, ne çeşitten olurlarsa olsunlar, ruhların ya da maddi olmayan "güçler"in müdahalesinden ileri gelmediklerini, ama hareket halindeki maddenin çeşitli yönleri olduklarıni önemle belirtir.
      Stalin maddenin içinde ondan ayrılmaz bir şekilde bulunan ve diyalektik yöntemin ortaya koyduğu şekilde evren yasalarının temeli olan bir doğal zorunluluğun varlığını belirtir.
      Ensonu Stalin, hareket halindeki, kesiksiz, sürekli değişme halindeki maddenin, dünyanın sonsuzluğunu belirtir.
      Bu noktaların her birini sırasıyla ayrıntılı olarak yeniden ele alacağız. (sayfa 173)


III. MADDE VE HAREKET


      Madde ile hareket arasındaki ilişkiler sorunu, idealizm ile materyalizmin sınırlarını kesin olarak saptamak sorunudur.
      Nitekim, idealizme göre hareket, dinamizm, etkinlik, yaratıcı güç, yalnızca ruha aittir. Madde, süreduran, edilgin, kendine özgü bir biçimden yoksun bir yığın olarak temsil edilmiştir. Maddenin bir şekil alması için Ruhun damgasını taşıması, Ruh tarafından canlandırılması gerekir. Onun için idealist görüşe göre, madde, kendiliğinden hiçbir şey üretemez; ve madde, hareket halinde olduğu zaman, bu hareket ona başka yerden, tanrıdan, Ruhtan gelmektedir.
      Maddeyi hareketten ayırmak, metafizik düşüncenin ayırdedici bir çizgisidir. Şunu da kaydedelim ki, bu, yani madde ile hareketi ayırma, bilimlerin başlangıcında, durgunluk halindeki (elbette ki yalnızca görünüşte durgunluk halindeki) maddenin, değişme halindeki maddeye göre daha kolaylıkla incelenebildiği ölçüde kaçınılmaz bir yöntemdir.
      Çağdaş bilimlerin hızla ilerleyişi sırasında bile, hareketin maddeye, zamanların başlangıcında bizzat tanrı tarafından verildiği fikri üzerinde ısrar ediliyordu. Bunun gibi gök cisimlerinin hareketleri bilimini geliştiren Newton, evreni, mükemmel bir şekilde ayarlanmış çarkları olan muazzam bir saat gibi tasarımladı ve oluşturduğu dünyanin bilimsel tablosunu, bu koskoca makineyi harekete getirmek için bir başlangıç vuruşunun, bir "tanrısal fiske"nin gerekmiş olduğu fikriyle açıkladı.
      Bunun için, azçok tamamlanmış bir hale gelen ilk bilim, yani katı cisimlerin, gök ve yeryüzü cisimlerinin uzayda bir yerden başka bir yere gitmelerinin (ya da yer değiştirmelerinin) bilimi, yerçekimi bilimi, mekanik oldu. İlk yaklaşık tahminle, mekanikte, yer değiştirmekte olan cismin niceliğinin, onun yer değiştirme hızından bağımsız olduğu varsayılabilir. Öyle görünüyor ki, buradan, madde ve hareketin, kütle ve enerjinin birbirinden farkli iki gerçek oldukları yolundaki (sayfa 174) metafizik bir doğrulaması çıkıyor.
      Materyalizme göre, tersine, hareket, maddenin temel özelliğidir, madde harekettir. Daha Demokritos, atomları, dünyanın öğelerini, başı ve sonu olmayan bir hareketle canlandırılmış olarak tasarımlıyordu. Bu fikirler, Rönesansı etkilediler. Galilei, 17. yüzyılın başlarında, cisimlerin düşüşünü bilimsel olarak inceledi. Matematik bilimlerin gelişmesi, düşmekte olan bir cismin hareketinin ilk kez olarak doyurucu bir biçimde açıklanmasına olanak sağladı. Bilimlerdeki ilerleme, materyalizmi ilerletiyordu, ve aralarında Descartes'in da bulunduğu filozoflar, doğada her şeyin, cisimlerin mekanik hareket yasalarının işleyişiyle açıklandığı fikrine vardılar. Böylece katı mekanik bir gerekircilik (déterminisme), durmak bilmez bir çarklar sistemi, tanrısal zekanın gizemli eyleminin yerini alıyordu.
      Dinsel idealizmin çeşitli biçimlerine oranla büyük bir ilerleme olan 18. yüzyıl Fransız materyalizmi, böyle açıklanır. Bununla birlikte bilimlerin gelişme özelliklerinden dolayı bu materyalizm eksikti. En başta —az önce gördüğümüz gibi— ulaşmış olduğu gelişme noktasında, mekanik, mekanik hareketin "zamanların başlangıcında" maddeye geçirilmiş olduğunun varsayılmasına izin veriyordu, bu da, dinsel idealizmin saldırganca geri dönüşüne açık kapı bırakır. Buna karşın Diderot gibi en güçlü düşünürler, hareketin, maddenin ondan ayrılmaz bir şekilde içinde bulunan bir özelliği olduğu fikrini parlak bir şekilde savundular.
      Yalnız burada, tarihsel bir olguyu hesaba katmak gerekir: ancak basit yer değiştirmenin ya da bir yerden bir yere gitmenin yasaları bilimsel olarak tanınıyordu. Maddenin öteki hareket biçimleri henüz yasalarını açığa vurmamışlardı: kimya, termodinamik, biyoloji yoktu. Ya da daha çok bilimlerin inceledikleri bütün olaylar, mekanik nedenlerle açıklanmaya çalışılıyordu. Maddenin hareketinin çeşitli biçimlerinin özgül niteliği bilinmediği için, yanlış yolda yürünüyordu. Bu çağın materyalizmine verilen mekanist materyalizm adı da bundan ileri gelir. Engels, bunun, (sayfa 175) marksizm-öncesi materyalizmin başlıca kısırlıklarından biri olduğunu belirtir.
      Onun için bu marksizm-öncesi materyalizm, maddenin hareketinin üst biçimlerini, yani yaşamı, düşünceyi inandırıcı bir şekilde açıklayamıyordu. Örneğin, dekartçılar, hayvanlarda, ruhtan eser bulunmadığını kabul ediyorlar ve bundan da, onların, makinelerle karşılaştırılabilecekleri sonucunu çıkarıyorlardı; ve onları taklit etmek üzere otomatlar, robotlar yapmaya koyuldular, ama şurası besbelli ki, bir yerden bir yere gitme hareketleri bir yana, canlı organizma, ne kadar yetkinleştirilmiş olursa olsun, bir makineyle benzeşmez, ve yaşamın bütün işlevlerini yerine getiren —dendiğine göre— Vaucanson'un ünlü ördeği, gene de bu işlevlerden birini, yani yeniden üretim işlevini yerine getirmekten geri kalıyordu. İşte böyle mekanist materyalizm gerçeğin orasını burasını budar. Ensonu, insanı, madde üzerinde etkisi bulunmayan, güçsüz ve onun için de özgürlüğü olmayan, doğanın edilgin bir ürünü yapar.
      İdealizm, materyalizme karşı saldırılarında, durmadan, kendisine büyük fırsatlar veren mekanist materyalizme başvurur; gerçeğin, mekanist materyalizmin sakatladığı yönlerini kolaylıkla ortaya koyar. "İnsanı bir makineye benzeten, insanı bir robot yapan materyalizm" vb. üstüne bir sürü nakarat bundan ileri gelir.
      Isı, elektrik, manyetizm, kimyasal süreçler, yaşam gibi maddi hareketin başka biçimlerinin ineelenmesine girişildiğinde de idealizm, kendini yenilmiş saymadı. Daima maddenin hareketsiz olduğu fikrinden hareket ederek, tanrının, maddeyi "kuvvetler"le, elektrik kuvvetiyle, manyetik kuvvetle, kimyasal ilgi kuvvetiyle, yaşamsal ilkeyle, ensonu ruh ilkesiyle bezediğini ve maddenin bunları yaratamayacağını ileri sürdü. Bu, diğerleri arasında İngiliz fizikçisi Joule'un da (1818-1882) görüşüydü.
      Yalnız diyalektik materyalizm, maddenin hareketinin özgül biçimlerinin sözkonusu olduğunu göstererek, maddenin yalnız mekanik harekete değil, gerçek değişikliklere ve nitel (sayfa 176) dönüşümlere yetenekli olduğunu, ensonu maddenin, şeylerin kendi bağrındaki çelişkilerin varlığında yatan bir iç dinamizme, bir etkinliğe, bir yaratıcı güce sahip olduğunu göstererek bu olaylara doyurucu bir açıklama getirebildi.
      Diyalektiği incelerken, bilimlerin her noktada doğruladığı, maddenin hareketle ilgili diyalektik anlayışını nitelendirmiştik. Bu nedenle Stalin, adı geçen metinde, evrenin çeşitli olaylarının maddiliğinin, ancak bu olayların yasalarının diyalektik yöntemle düzenlenmiş olması halinde bilimsel clarak kavranabileceklerini kesin olarak ortaya koyar. Yoksa bütün bilim, idealist bir müdahaleye açık kapı bırakır.
      Doğanın diyalektiğini apaçık gösteren, mekanist materyalizmin kesin olarak aşılmasını ve diyalektik materyalizmin kurulmasını sağlayan, üç büyük bilimsel buluş olmuştur;
      a) nitel değişiklik fikrini yaratan ve çeşitli fizik "kuvvetler"i, maddenin hareketinin yönleri olarak ortaya koyan enerjinin dönüşümünün bulunması;
      b) canlı organizmanın yapısının sırrını açıklayan, kimyasaldan biyolojik olana geçişin sezilmesine ve canlı varlığın gelişmesinin anlaşılmasına olanak sağlayan canlı hücrenin bulunuşu;
      c) çeşitli türler arasındaki metafizik engeli, insanla doğanın geri kalan bölümü arasındaki engeli yıkan, canlı türlerin evriminin bulunması ve insan toplumları da içinde olmak üzere, bütün evreni, doğal tarih süreci olarak, tarihsel bir gelişmeye bağlanmış madde olarak ortaya koyan, genel olarak evrim teorisinin bulunması.
      Bununla birlikte, bu buluşların bütün önemini, bütün kapsamını farkedebilmek için diyalektik yönteme derinlemesine sahip olmak gerekiyordu. Marx'la Engels'in dehası gerekiyordu.
      Onun için, ancak diyalektik materyalizm, yaşam gibi, düşünce gibi üstün olayların, onların kendilerine özgü niteliklerinden hiçbir şeyi kaybettirmeden, hiçbir "yaşamsal" ya da "ruhsal ilkenin" yardımına başvurmaksızın doğal açıklamasını (sayfa 177) gerçekten yapabilecek güçtedir. Bu açıklamanın ayrıntısını nerede aramalı? Bunu yanıtlamak elbette ki, bilime; ileri doğru gidişi diyalektik materyalizmin ilkeleriyle aydınlanan bilime, Miçurin ve Lisenko'nun, Olga, Lepeşinskaya'nın, Seçenov'un, Pavlov'un ve onların öğretililerinin bilimine düşer.
      Diyalektik materyalizm, bilimin gücüne inanır, güvenir. İdeailzm ise, tersine, sanki her şeye göre hazırlanmış bir yanı olması gerekmiş gibi, güçsüzlüğünü ilan etmekte acele eder. Yalnız ahmaklar, bilimin henüz önünde duran sorulara hemen acele bir yanıt isteyebilirler. Bilimin maymuncuk yanıtı yoktur. İdealizmin ise böyle bir yanıtı vardır: bu "Ruh"tur; ama, bu, bilgisizliği örten bir sözcüktür. "Ruh", tanımlamaya göre, belli bir anda maddenin bilinen özelliklerinden hiçbirine sahip olmadığı için, maddenin henüz bilinmeyen özelliklerinden ileri gelen her şeyi "açıklamaya" olanak verir. İdealist, kısaca, bilmediğimi ruha malederim, der.
      Materyalizmi, ikibin yıldan beri (!) evrim göstermemekle ve hep aynı şeyi yinelemekle suçlayan idealist ("suçlamanın" değerini tartma olanağına sahibiz), madde hakkında donmuş, kalıplaşmış, dogmatik bir fikre sahiptir. Her ne zaman ki bilim, maddenin evrensel hareketinin yeni bir yönünü bulur ve böyle idealistçe "açıklama"ya kalan alanı daraltır, idealist, "madde"nin yokolduğunu, uçtuğunu vb. bildirmeye büyük bir dikkat ve özen gösterir. Yokolan, sönüp giden, onun, madde hakkında sahip olduğu dar, mekanist ve metafizik fikridir, başka bir şey değil. Maddenin, belli bir anda (belli bir yaklaşıklıkla) bilgilerimizin durumunu belirten, gittikçe daha derin ve gittikçe daha zengin olarak ardarda gelen bilimsel kavramları ile bilimsel araştırmalara sağlam teorik temel ödevi gören felsefi madde kavramını birbirine karıştırmamak gerekir.
      "Materyalizm, diyordu Engels, her yeni büyük buluşla yeni bir görünüm almak zorundadir."
      Bu noktayı, bir sonuca bağlayarak, Engels'le birlikte, "hareketin, maddenin varoluş tarzı olduğunu", canlılık, özgüç (sayfa 178) (autodynamisme) kaynağının, maddenin kendi içinde bulunduğunu söyleyelim.
      "Materyalist doğa anlayışının, doğanın, kendisini bize sunduğu gibi, yabancı bir katma olmadan, basitçe kavranılmasından başka bir anlama gelmediği doğrudur..."[9]



IV. DOĞAL ZORUNLULUK


      Eğer maddenin özgücü fikrini doğru olarak anlamak istersek, burada, konuya yeni bazı açıklıklar getirmek yerinde olur. Bu özgüç, gerçekte, belirlenmiş biçimlerden önce doğal varlıkların ortaya çıkması sonucunu verir, bu da idealizmin yeni bir saldırısı için fırsattır.
      Örneğin, kar kristallerinin (ya da kristalleşebilen herhangi bir cismin kristallerinin) her zaman belirlenmiş geometrik bir biçim almasını nasıl açıklamalı? Nasıl olur da bir tavuk yumurtası bir civciv, bir ördek yumurtasi ise bir ördek palazı verir? İki hayvan biçimi, civciv ve ördek palazı, henüz yumurtaların içinde mevcut değilken yumurtalar, aslında, ancak madde olarak birbirlerinden ayrılırlar, biçim olarak değil. Görülüyor ki, soru geneldir ve biçimleri, coğrafya biçimlerini, kristal biçimlerini, bitkisel biçimleri, hayvansal biçimleri ve hatta gramer biçimlerini ve hareket biçimlerini ve "içgüdü" denen hayvanların davranışlarını da unutmadan bütün biçimleri inceledikleri için, bu soru, "morfoloji" denilen bilimin bütün bölümlerinde sorulur.
      Bu sorulara idealizm, bir yanıt verir. Ona göre doğal nesnenin biçimi, madde ile "gerçekleştiriliyor", ama biçim bu "gerçekleştirme"den önce varoluyor; doğal varlığın gelişmesine bu biçim hükmediyor, bir çeşit onun "kader"i oluyor; doğa, kendinden önce de varolan bir "plan"a kendini uyduruyor. Aynı şekilde evrime önceden "yön verilmiş" oluyor, evrim, organizmaların yaşamının güncel koşullarıyla değil, ulaşılacak bir "amaç"a göre belirleniyor. Aynı şekilde, iggüdü, hayvanların (sayfa 179) kör bir "niyet"inin gösterisi oluyor. Kısaca, madde, kendinde bir "zeka"nın varlığını şu ya da bu şekilde açığa vuruyor. Eğer gerçekte maddenin henüz tamamlanmamış gelişmesinden önce de var ise, bu "biçim", "plan", "amaç", "zeka" nerede olabilirler acaba? Elbette ki, kendilerini içinde barındıran üstün bir zekadan başka bir yerde bulunamazlar. Bu öğreti, ereklik (finalité) öğretisidir, görüyoruz ki, ereklik, dünyayı bir "fikir"in cisimleşmesi gibi ele alan idealizmin bir sonucudur.
      Bu sorulara diyalektik materyalizmin yanıtı tamamen başkadır (mekanist materyalizm ise bir yanıt verme yeteneğinde değildir ve alanı erekliğe boş bırakır). Diyalektik materyalizme göre biçim, güncel içerik ile, yani "olayların karşılıklı bağıntıları ve koşullandırmalarıyla", maddenin güncel durumu ve madde içindeki, maddeyi çevreleyen ortamdan gelen koşullarla ayrılmaz bir şekilde bağlı bulunarak gelişen çelişkilerin durumuyla belirlenir. Bunun en iyi kanıtı, belli bir biçimin gelişmesine müdahale edilebilmesidir. Biyoloji bilginleri, biçim ile çelişki arasındaki bağı deneysel olarak ortaya koymuşlardır. Eğer gelişme halindeki bir yumurtadan alınan bir madde parçası, yumurtanın başka bir noktasına nakledilecek olursa, orada, normalde olmayan, örneğin bir ayağın geliştiği görülecektir, yani yapay olarak bir ucube yaratılmış olacaktır. Zaten işlem sırasında, yumurta maddesinin çeşitli parçaları birbirlerinden ancak kimyasal özellikleriyle, orada toplanmış olan tözlerin yapısıyla ayırdedilirler. Ve yumurtanın bu kimyasal içeriği, dış koşulların etkisi altında (ömeğin ısı ile) ve kendi iç çelişkileri temeli üzerinde kendi kendine farklılaşır. Şu halde, son tahlilde, hayvanın bedeninin biçimini belirleyen şey, çeşitli hayvan türlerinin yumurta tözünün biyo-kimyasal yapısıdır: içeriğin gelişmesi, biçimin gelişmesinden önce gelir. Hiçbir düşüncel ön-oluşma, hiçbir önceden belirlenmiş "kendinde-biçim" yoktur. Zaten böyle olsaydı, yani biçim önceden belirlenmiş olsaydı, bir türün bütün bireyleri kesin olarak tıpatıp birbirlerinin aynı olurdu! (sayfa 180)
      Diyalektik materyalizme göre, biçim içeriksiz, yani belirlenmiş bir içerik olmaksızın varolmaz ve karşılık olarak içerik de biçimsiz, belirlenmiş bir biçim olmadan varolmaz.
      İçeriğin biçim olmadan varolmayacağını söylemek, hiç de içeriğin biçim tarafından belirlendiği anlamına gelmez. Biçimi belirleyen, daha çok içeriktir. Bu demektir ki, biçim, önceden varolan, değişmez bir şey değildir, değişkendir. İçerikte oluşan değişikliklerin sonucu olarak değişir. Çevre koşullarının değişmesinin etkisiyle ilkin içerik değişir; biçim, sonradan, içerikteki değişikliğe, içeriğin iç çelişkilerinin gelişmesine uygun olarak değişir. Bundan şu anlam çıkıyor ki, biçim, gelişmeden önce varolmaktan uzaktır, biçim, belli bir gecikmeyle gelişmeyi yansıtır: biçim içerikten sonra gelir.
      "Gelişme sürci sırasında, içerik (öz) biçimden önce gelir, biçim içeriğin gerisinde kalır. ... Biçim olmaksızın içerik olanaksızdır, ama kastedilen şey, belli bir biçimin, içeriğin gerisinde kalması nedeniyle, bu içeriğe asla tamamen uymaması; ve bunun için yeni içeriğin bir süre kendisini eski biçimle örtmek 'zorunda olması' ve bunun, aralarında bir çatışmaya yolaçmasıdır."[10]
      Doğanın ve toplumun her olayında, her alaninda, "yeni bir biçim arayan ve bu yönde çaba gösteren" (Stalin) gelişmekte olan içeriğin baskısıyla yeni bir biçimin günışığına çıkışı nasıl olur? Bunu yanıtlamak da, bilimlere, diyalektik materyalizmle aydınlanmış bilimlere düşüyor. Kesin olan bir şey varsa, o da şudur ki, biçimin içeriğe göre daha geride, daha geç olması kaçınılmaz olarak doğada tutarsızlıklar doğurur; onun için doğa "uyumlu" olmaktan uzaktır, çatışmalarla, "çelişkiler"le, tamamlanmamışlıklarla doludur.
      Görülüyor ki, diyalektik materyalizm, idealist ereklik teorisini kökten baltalar, yıkar: ama aynı şekilde, çeşitli olayların birbirleri üzerindeki etkisini basit bir mekanik tarzda, sağlam, katı cisimlerin değişmez, hareketsiz biçimlerle bir içiçe geçişi biçiminde tasarımlayan mekanist gerekirciliği de reddeder. (sayfa 181)
      Marksist materyalizni, bilime, verimli, üretken bir öğreti getirir; bilimin bulduğu yasaların, diyalektik yöntemle düzenlediği ilgi ve bağıntıların keyfi ilişkiler olmadığı, hareket halindeki maddenin zorunlu yasaları oldukları fikrini getirir.
      Materyalist bilim, olayların birbiri ardısıra gelişini saptamakla yetinen ve durmadan kendi kendilerine yarın güneşin doğup doğmayacağını sorabilen "görgücüler"in ("empiristes") sıkıntı ve korkusunu tanımaz.
      Materyalist bilim, belli koşullarda, öngörülen olayın oluşmamasının olanaklı olmadığı, çünkü doğanın kendi kendine sadık olduğu, doğanın bir olduğu fikrinden hareket eder.
      Materyalist bilim, bilimsel yasanın, maddenin nesnel bir özelliğini ifade ettiği belli koşullarda, belli bir gelişme sırasında, belli bir olayın ortaya çıkışının kaçınılmazlığını ifade ettiği fikrinden hareket eder.
      Engels, herhangi bir gezegen üzerinde zorunlu koşullar biraraya geldiği zaman yaşamın belirlenmesinin kaçınılmazlığını ve türlerin evrimi süreci sırasında, başka bir gezegende ve başka bir zamanda da olsa eğer zorunlu koşullar biraraya gelirse, insanın ortaya çıkışının kaçınılmaz olduğunu belirtmiştir.
      İşte, doğal zorunluluklar, evrenin birliğiyle, maddenin yasalarının evrenselliğiyle anlaşılması gereken şey budur.
      Bundan şu anlam çıkıyor ki, doğanın ve toplumun yasaları ne yaratılabilir, ne de yok edilebilir ya da yürürlükten kaldırılabilir. Doğanın ve toplumun yasaları ancak keşfedilebilir.
      "Bu yasaları keşfetmek, onları bilmek ve onlara dayanarak, onları toplumun yararına kullanmak, bazı yasaların yıkıcı etkilerine başka bir yön vermek, etki alanını sınırlamak, kendilerine yol arayan başka yasalara yolaçmak olanaklıdır, ancak, ne varolan yasalar yok edilebilir, ne de yeni ekonomik yasalar yaratılabilir."[11] (sayfa 182)
      O halde, yalnız diyalektik materyalizm, doğa ve toplum olaylarının bilimsel olarak önceden bilinmesi için sağlam bir teorik temel oluşturur; gerçeğin bilimsel olarak tanınması temeli üzerinde girişilmiş bir eylemin sonucu konusunda kuşkuyu ise kökünden yok eder. Şu halde, insana, kuşkusuz hareket etme olanağını vererek, ona hem en yüksek derecede gerçeklik, bir kesinlik, doğruluk, hem de en yüksek derecede özgürlük sağlar.


V. MARKSİZM VE DİN


      Şimdiye kadar bütün gördüklerimiz, nesnel idealizmin en yaygın biçimi olan dinsel biçimin kararsızlığını ölçmemizi olanaklı kılar.
      Örneğin hıristiyan dininin, dünyayı açıklamak için, yaratıcı bir tanrının, sonsuz ve tükenmez bir ruhun müdahalesine gereklilik getirdiği bilinir. Şimdi bu gerekliliğin neye dayandığını görelim:
      a) idealizme göre madde edilgin ve durağandır: o halde hareketini ruhtan alması gerekir;
      b) idealizme göre, madde, kendinde hiçbir doğal zorunluluk taşımaz, hiçbir birliğe sahip değildir: şu halde, bir ruhun, maddenin yasalarına sürekli ve değişmez bir şekilde konması gerekir;
      c) idealizme göre, madde, tarihsel bir gelişme sürecine hiç de bağlanmış değildir: öyleyse, dünyanın bir başlangıcı vardır, bir de sonu olacaktır, o halde sonsuz bir varlık tarafından yaratılmış olması gerekir.
      Materyalizme göre, tersine, maddenin, iç ve zorunlu gelişme halinde kavranışı doğal olarak kesintisiz dönüşen evrenin sonsuzluğu ve tükenmezliği tezine, maddenin yok edilmez ve yaratılmamış olduğu olumlaması sonucuna götürür.
      Diderot, dünyanın, maddenin sonsuzluğunun anlaşılmaz bir şey olacağını ileri sürerek, birincisinden daha da anlaşılmaz olan bir sonsuzlukla açıklanmamasını istiyordu.
      Diderot'dan beri bilimsel buluşlar, yaratıcılığın (sayfa 183) (créationnisme) durumunu daha da sarsmıştır. 18. yüzyılın başında, Kant güneş sisteminin evrimi üstüne ünlü varsayımını formüle ediyor, Laplace da onu yeniden bilimsel olarak ele alıyor ve onun sisteminde tanrıyı hiç görmediğinden yakınan Napoléon'u, sükunetle, "Aziz efendim! Bu varsayıma gereksinme duymadım." diye yanıtlıyordu. Lyell'in, yeryüzünün evrimi alanındaki buluşları; Lamarck ve özellikle Darwin'in canlı türlerin evrimi alanındaki buluşları, genel evrim teorisini kesin olarak kurdular ve bu tarihsel evren anlayışının eksik olduğu eski materyalizmin çok geride bırakılmasını sağladılar. Bu tarih anlayışından yoksun oluş, eski materyalizmin sınırlamalarının ve kaçınılmaz kısırlıklarının ikincisiydi.[12]
      Ensonu, Marx ve Engels'in toplumlar bilimi alanındaki buluşları, bu köklü tarih anlayışını, toplum yaşamının bütün olaylarına yaydılar, ve insan toplumunu doğal tarihin bir süreci olarak değerlendiremeyen eski materyalizmi tasfiye ettiler.
      Lenin'in aktardığı gibi, "... dünya bir'dir, ne bir tanrı tarafından, ne de bir insan tarafından yaratıldı; belirli yasalara göre parlayıp güçlenen ve sönen, her zaman için sonsuza kadar, canlı bir alevdi, alevdir, ve alev olacaktır" diyen ilkçağ filozofu Herakleitos'un materyalist görüşü, demek ki, "diyalektik materyalizm ilkelerinin üstün bir açıklamasıdır".[13]
      Diyalektik materyalizmin ortaya çıkışı, dinin ve tanrıbilimin eleştirisini kökten değiştirdi. Eskiden rasyonalist filozoflar hıristiyan tanrısı üstüne eleştirilerini, böyle bir kavramın sürüklediği sayısız tutarsızlıkları göstererek geliştiriyorlardı: bir saf ruh, nasıl maddeyi oluşturabilir? Zamandan, oluştan, değişiklikten bağımsız, hareketsiz bir sonsuzluğun dibinde, değişmez bir varlık, nasıl zamanın verili bir anında dünyayı yaratabilir? "İyi"liği sınırsız olan bir varlık, nasıl ucubeleri, canavarları, zararlı hayvanlari, yersarsıntılarını (sayfa 184) ve Apokalips'in üç kara atlısıyla simgelenen kötülükleri; savaş, kıtlık ve salgınları yaratabilir? Tanrı ki her şeye kadirdir, güçlüdür, 2 kere 2'yi 5 ettirrneli ve doğruyu yanlış yapabilmeli değil miydi? Eğer bunu yapamıyorsa, o zaman her şeye muktedir midir? Ve eğer tanrı, en üstün derecede, tanrısalca eksiksiz ve yetkin ise, adaletsizliği cezalandıramaz mı? Ama eğer en üstün derecede iyi ise şefaatçi olmayabilir mi? Ve adaletsiz olmayabilir mi vb., vb..
      Kısaca, rasyonalist eleştiri, haklı olarak, tanrı kavramının taşıdığı bütün olanaksızlıkları, tanrı kavramının içinde sakladığı, bununla birlikte tanrıbilimin (théologie) kabul ettiği ve açıklamak için de, yaratık bakımından nüfuz edilmez olan tanrısal "giz"e başvurduğu bütün "çelişkiler"i ve sözde ilk günah fikrine şekil vermek için gerekli bütün şeytanlıkları ortaya çıkarttı.
      Demek ki, rasyonalist idealist filozoftar, hıristiyan dininin tanrı kavramını yeniden gözden geçirmeye koyuldular: öyle kavramlar ileri sürdüler ki, hepsi birbirinden daha olanaksız olan bu kavramlar, her ne kadar öncekiler yenilmiş görünüyorlardıysa da, yeni güçlükler doğurdular. Marksizm-öncesi materyalistlere gelince, onlar, daha yukarda belirtilen bütün güçlüklere, yani yaşamın ve düşüncenin açıklanmasına, dünyanın oluşunun açıklanmasına, hastalık, ölüm, açlık, kıtlık, savaş gibi insanlığa malolan bütün kötülüklerle birlikte toplumsal olayların ve doğanın çelişkilerinin açıklanmasına takılıp kaldılar.
      Diyalektik materyalizm, bu güçlükleri ortadan kaldırdı ve daha önce diyalektikçi olmayan rasyonalistlerin sarsmış oldukları tanrı kavramı, bu kez, bütün içeriğini yitirdi. Kaba, marksist olmayan tanrıtanımazlığın doğurduğu tanrının varoluşu ya da varolmayışı tartışması, Laplace'in dediği gibi, tanrı yararsız bir varsayım haline geldi, sözleriyle son buldu. Tanrının varlığı "soruna"nun yerini, insanların kafalarındaki tanrı fikrinin varlığı sorunu aldı, nesnel idealizm, bu iki sorunu birbirine karıştırıyordu.
      Tanrı fikrinin, dinsel duyguların ve dinin varlığı bir (sayfa 185) olgudur ve bu olgu bir açıklama gerektirir. İnsanın, aynı zamanda, hem doğal hem doğaüstü, hem ölümlü hem ölümsüz, hem bu dünyada hem de ötekinde yaşayan bir "tanrısal" varlık olması şöyle dursun, "tanrı" da, din de, insanlara ilişkin bir olaydır demek gerekir: tanrısal olan, insanın yarattığı bir şeydir, ve insan, tanrısal olanın yarattığı bir şey değil.
      Voltaire, daha o zaman, dinlerden sözederken, "eğer tanrı insanı yaratmış idiyse de, insan bu iyiliğin altında kalmamış borcunu fazlasıyla ödemiştir" diyordu. Alman materyalisti Feuerbach din olayının eleştirisini, bu açıdan ele aldı. Ama, kesin açıklama unsurlarıni getiren marksizmdir. İşte onun ilkeleri:
      1. Dinin alt biçimleri, büyüye dayanan uygulamalar, doğal ve toplumsal olayların ilkel bir şekilde idealistçe açıklanması, keza aynı şekilde felsefi ve ahlaki görüşler, sofuca yakarışlar ve kurban vermeler gibi, "ruhanileştirilmiş" büyüye dayanan ibadet biçimleri taşıyan daha gelişmiş biçimler de, duygular planında ve düşünce planında, insan pratiğinin gerçek olan bir verisini, yani onun, insanoğlunun insanlığın başlangıcında çok büyük olan göreli güçsüzlüğünü, ne anlayabildiği ne de egemen olabildiği doğa karşısındaki güçsüzlüğünü, üretimin zayıf gelişmesine bağlı olan güçsüzlüğünü,[14] sınıf baskısına, perspektiflerden yoksun oluşuna, toplumsal bilincin zayıflığına bağlı olan, ne anlayabildiği, ne de hükmedebildiği toplumsal olaylar karşısındaki güçsüzlüğünü ifade eder, anlatır ve yansıtırlar.
      Herkes bilir ki, dinsel uygulamalardan, iyi olan sonucu sağlamaları, "işlerde başarı" dahil, başarıyı, hasma karşı zaferi, sonsuz mutluluğu vb. sağlamaları beklenir. Şu halde din, insanlar için amaçlarına varmanın bir aracı olarak, mutsuzluğun nedenlerini bilmemesine bağlı, aynı zamanda, mutluluğa karşı duyulan belirsiz, bulanık özleme bağlı bir uygulama gibi ortaya çıkıyor.
      Ama din, böylece, pratiğin verilerini yansıtıyorsa, onları tersine olarak, nesnel verilere göre değil de öznel verilere, (sayfa 186) düşlerin görüntülerine, bilisizliğin kurbanı olan insanın düşüncesinin arzularına göre yansıtır. "Tanrı", örneğin, yüce kurtarıcı, yetkinliklerin yetkinliği (kemallerin kemali) oluyor. Bizzat "tanrı" fikri içindeki, ortaya koymuş olduğumuz çelişkiler, insanın kafasında kurduğu "salt yetkinlik", "salt bilgi", "sonsuz mutluluk" fikirlerinin iç çelişkilerini, yani insanın, gerçek dünyanın çelişkilerini ve bilgisizliği içinde tasarladığı gerçekliği olmayan (fantastique) istekleri tersyüz ederek içine yerleştirdiği gerçeksiz ve metafizik fikirlerin iç çelişkilerini ifade etmekten başka bir şey yapmazlar. Tanrı fikri, aynı zamanda metafizik, salt, çözülmez çelişkiler haline gelen bütün bu çelişkileri bir tek demet halinde özetlemek, biraraya yığmak ve yoğunlaştırmaktan başka bir şey değildir.
      Böylece, din, diyalektik materyalist bilimin tam karşıtıdır; diyalektik materyalist bilim, gerçeğin çelişkilerini, tersyüz etmeden, doğru olarak, aslına sadık kalarak, yabancı, imgesel, gerçek olmayan bir şey katmadan yansıtır. Engels'in dediği gibi dinin kökleri, "yabanıllık (vahşet) çağının kısıtlı ve bilisiz kavrayışlarındadır."[15]
      2. Bununla birlikte, dini incelemek için ikinci bir olguyu da hesaba katmak gerekir, çünkü, din, bilgisizlikten doğduğundan, bilimsel açıklamaların yerine imgesel açıklamaları koyduğu ölçüde, büyük bir bölümüyle, gerçeği maskelemeye, olayların nesnel açıklamasını gizlemeye yardım eder ve kendi kuruntularına bağlı dindar adam şu ya da bu biçimde, ilke clarak, şeytan işi saydığı bilime düşmandır. Bu özellik, kendi sömürülerini yığınların gözünden gizlemekte çıkarı olan sömürücü sınıflar tarafından, daha önceki dersimizde kaydettiğimiz gibi, sonuna kadar kullanılmaktan geri kalmıyordu. Kendi sınıf baskılarını sonsuzlaştırmak için yığınların edilginliğine, eylemsizliğine, onların tevekkülüne, yumuşakbaşlılığına, mutsuzluğun kaderde yazılı olduğu inancına muhtaçtırlar, ama, aynı zamanda, yığınların mutluluk (sayfa 187) umutlarının öteki dünyaya doğru çevrilmesi gerekir: geleceğe ait avutucu cennet umudu, sömürülen yığınlara yeryüzündeki "fedakarlıklarının" ödülü olarak sunulmuştur. Böylece, ilkin, antikçağda aman vermez bir alınyazısı olarak tasarlanan ruhun (âme) ölümsüzlüğü, öteki dünyada kurtuluş umuduna dönüşmüştür.
      Ta en eski zamanlarda, bilgili-görgülü yönetici sınıflar, yığınlar üzerindeki etkisini sürdürdükleri aldatmacların bir sözcüğüne bile inanmazlarken, dinden, "düzenin korunmasının" ideolojik kuvveti olarak, Marx'ın formüle ettiği gibi halkın afyonu olarak yararlanılmıştı. Daha eski Mısır rahipleri, tanrıların heykellerini kendi kendilerine hareket ettirerek mucizeler "imal ediyorlardı"; Romalılar, "iki kahinin gülmeden birbirine bakamayacaklarını" temin ediyorlardı ve Cicéron, dinin, kadınlar ve kölelere göre olduğunu bildiriyordu. Eski Düzenin gerici feodalleri, bilimdeki ilerlemeleri yavaşlatmaya çalışmak için dinden yararlandılar; tıbbi araştırmaları, cerrahlığı yasak ettirdiler. Dünyanın, alemin merkezi olmağını savunmuş olduğu için Galilei'yi mahkum ettirdiler. 20. yüzyılda bile, çarların Rusyası'nda, Miçurin, çarlık polisine, kutsal şeylere saygısızlık eden bir adam olarak ihbar edilmişti: Miçurin, bitki türlerine çaprazlamayı uyguluyordu.
      18. yüzyıl Fransız materyalizmi ile dine çok kuvvetli darbeler indirildi. Bununla birlikte, ülkemizde [Fransa'da -ç.] bir sürü gerici siyasal önlemlerle devrimin hemen ertesinde ve bütün 19. yüzyıl boyunca, özellikle, Birinci İmparatorluğun düşüşünden sonra, 48 Haziranından sonra, Paris Komününden sonra ve Vichy düzeni sırasında, din yeniden ihya edildi. Sözde mucizelerin sahneye konuşu, sömürgeciliğin yöntemlerinden biri oldu.
      Teorik plan üzerinde, dinin felsefi içeriği kesin bir yenilgiye uğradığı halde, bu siyasal kullanımı 1789 Devriminin çağdaşı Kant tarafından kusursuz bir biçimde ortaya konmuştur. Ona göre tanrının varlığı tanıtlanamaz. Bununla birlikte onu "kabul etmek" gerekir, çünkü, bu fikir olmasa, her şey mubah olurdu, artık büyük adalet koruyucusu olmazdı, (sayfa 188) artık gökyüzünün jandarması, artık bir ödül ve ceza güvencesi kalmazdı, "doğru" olan cesaretini yitirir, "kötü" olan cesaret bulurdu, kısaca burjuva düzen tehlikeye düşerdi. Şu halde, "tanrı", doğrudan doğruya karşı-devrimci bir silahtır; hatta onun varlığından teorik olarak emin olmak bile gerekli değildir, onu, pratik olarak ve yararı bakımından kabul etmek yeterlidir. Burjuvazinin din konusunda değişmez uygulaması bu değil midir? Ve bu, dinsel idealizmin teorik bakımdan tam başarısızlıklarının en güzel bir tanıtıdır, değil mi?
      Sosyalizmin tarihsel zaferi, gerici sınıfların egemenliğine son verdi. Sınıfların hizmetinde ideolojik bir güç olarak din, böylece toplumsal temelini yitirdi. Ama daha bir zaman, insanların bilincinde geçmişten arta kalan bir şey olarak varlığını sürdürüyor. Onun için, sosyalist düzende, bilimle din arasında, bilgisizlikle bilgi arasında teorik bir savaşım sürmektedir.[16] Mademki, bilgi savaşım ile ilerler, bu savaşım bilgi sürecinin bir yönüdür. SSCB'de vicdan özgürlüğü ilkesinin içeriği böyledir.


VI. VARGI


      Bu dersten, dünyanın maddiliği hakkında bir fikir ortaya çıkıyor: günümüzde diyalektik materyalizm, devrimci olan tek görüştür. Eğer, "tanrı" ya da "Ruh" vb., boş bir kavram, insanlığın geçmişteki bütün bilgisizliklerinin simgesi ise, Enternasyonalin deyimiyle, "hiç de yüce kurtarıcı değildir."
      İnsan, ancak kendi kendinden ve bu yeryüzündeki yaşamdan bir şeyler bekleyebilir, ve işte tam diyalektik materyalizmdir ki, insana "dünyayı olduğu gibi", tersyüz olarak değil, doğru yüzüyle görmeyi öğretir.
      Materyalizm, insanı ezmek şöyle dursun, insana, "kader" diye, "alınyazısı" diye bir şey olmadığını, gerçeğin bilimsel olarak bilinmesiyle, tanınmasıyla durumunu değiştirebileceğini, yeni bir yaşama geçebileceğini, yaşamın mutluluklarını tadabileceğini haber veriyor. (sayfa 189)
      Yunan materyelisti Epiküros'un öğrettiği gibi, materyalizm, binlerce yıldan beri boş inanlara dayanan bir tanrı gazabı korkusuyla ezilen insan bilincini kurtarır; ve biz de ekleyelim: boşinanlara dayanan devlet korkusu, "ulu tanrı"nın sözde iradelerinin cisimleşmesi olan "kurulu düzen" korkusu ile ezilen insan bilincini özgür kılar. Marx'ın işaret ettiği gibi, materyalizm, insanı sosyalizme götürür.
      Pétain'in iddiasının tersine, hiçbir şey, hiçbir şeyin kefareti değildir. Hiçbir şey mukadder değildir. Hiçbir şey "yazılmış" değildir. Hareket halindeki maddeden başka hiçbir şey sonsuz değildir. Nasıl ki, hastalıklar bilimi onların nedenleriyle savaşarak hastalıklarla savaşmayı sağlarsa, savaş nedenlerinin bilimi de savaşla savaşmayı sağlar. Kuşkuya yer vermeyecek bir biçimde, zorunlu olarak, savaşları doğuran nedenler daha iyi tanındıkça, savaşlara karşı daha etkili olarak savaşmak için daha iyi silahlanılmış olunur. Şu halde, savaş, hiç de alna yazılı değildir. Materyalizm, edilginliği, tevekkülü, boyun eğmeyi yaratmak değildir, bir eylem çağrısıdır; olanaklı olanın kesinlikle bilinmesine, insanın gerçek (effectif) gücünün saptanmasına olanak sağlar. İşte özgürlük budur: gürültü koparan cafcaflı bir bildiri değil, kendini ortaya koyan bir güçtür. (sayfa 190)


YOKLAMA SORULARI


      1. Günümüzde nesnel idealizmin en yaygın biçimleri hangileridir?
      2. Dünyanın maddiliği marksist tezini özetleyiniz.
      3. Mekanik materyalizm ne bakımdan yetersizdi?
      4. Marksizm-öncesi materyalizmin öteki kısırlıkları nelerdi?
      5. Bir olayın kaçınılmazlığı ile "alınyazısı" fikri arasında nasıl bir ayrım yapıyorsunuz?
      6. Marksizm, din sorununu nasıl ele alır?
      7. Aklıbaşında bir marksist, toplumsal yaşamın olayları ve kendi kişisel yaşamının olayları karşısında nasıl bir tutum takınır?


Dipnotlar

[6] Bergson: L'Evolution créatrice, s. 84.
[7] Bkz. Friedrich Engels, "Ruhlar Aleminde Doğabilim, Doğanın Diyalektiği, s. 62-73.
[8] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 659.
[9] Friedrich Engels, "Feuerbach'tan Yayınlanmamış Bir Parça", Ludwig Feuerbach... s. 68; K. Marx, F. Engels, Felsefe İncelemeleri, s. 75.
[10] J. Stalin, Anarşizm mi? Sosyalizm mi?, s. 32.
[11] J. Stalin, "SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları", Son Yazlar, 1950-1953, s. 64.
[12] Eski materyalizmin birinci kısırlığının özelliği, mekanist oluşuydu. Bu bölümün III. kesimine bakınız.
[13] Lénine, Cahiers philosophiques.
[14] Sekizinci dersin V. kesimindeki paratoner örneğine bakınız.
[15] F. Engels, Ludwig Feuerbach.... s. 21; K. Marx, F. Engels, Felsefe İncelemeleri, s. 22, Din Üzerine, s. 211.
[16] İkinci ders, III. Kesim, ve beşinci ders, III. kesim b'ye bakınız.



ONUNCU DERS
MARKSİST MATERYALİZMİN İKİNCİ ÇİZGİSİ
MADDE BİLİNÇTEN ÖNCEDİR


I .    Yeni idealist hile.
II .    Marksist anlayış.
         a)   Varlığın nesnelliği.
         b)   Bilinç, varlığın yansısı.
III .   Düşünce ve beyin.
IV .   Bilincin iki derecesi.
V .    Vargı


I. YENİ İDEALİST HİLE


      Bundan önceki dersimizde, dinin nesnel idealizminin, Rönesanstan beri bilimlerin gelişmesiyle her yandan şiddetli bir top atışına tutulmuş, ve 18. yüzyılda materyalizmin darbeleri altında belini doğultamayacak hale gelmiş olduğunu belirtmiştik.
      İşte o zaman, batmakta olan dünya anlayışının yerini almak üzere yeni bir idealizm biçimi, bugün birçok filozoflarda bulduğumuz idealizm biçimi ortaya çıktı. Bu idealizm, İngiliz piskoposu Berkeley'in (1685-1753) idealizmidir. Bu idealizmin amacı, maddi ilkenin dünyada varolmadığını tanıtlamaya çalışarak, bilimsel buluşların teorik önemini baltalamaktır. Artık bu çağda, engizisyonun güzel günlerindeki gibi, materyalistleri ateşte yakarak ortadan kaldırmak (sayfa 191) olanaklı olmadığına göre, onları saf, basit insanlar gibi, "felsefe yapmak" yeteneğinde olmayan kimseler gibi göstererek gülünç hale getirmek için bizzat madde ortadan kaldırılacaktır. Maddenin bir kuruntu olduğuna ilişkin bir karar çıkartılacak ve böylece, gerçeğe dayandığını öne süren bu felsefeye son verilecektir. Bundan böyle artık yalnız "bilinç" üzerinde felsefe yapılacak ve bilincin sınırlarını aşan her şey felsefi-olmayan ilan edilecektir.
      Berkeley, zaten, bu görüş uğruna savaşan felsefe-dışı nedenleri gizlemiyor. Kaçamaklı söz etmeden açıkça söylüyor:
      "Madde, bir kez doğadan sürülüp atıldıktan sonra, tanrıbilimciler ve filozoflar için, onların görüşlerini karartan, gözleri önünde birer perde olan bir sürü kuşkucu [tanrıtanımaz anlayınız] ve dinsiz yapıları da ve ... bir sürü tartışmaları ve karmakarışık sorunları da kendisiyle birlikte alıp götürür; madde, insana o kadar yararsız iş yüklemiştir ki, bizim ona karşı ileri sürdüğmüz kanıtlar pek tanıtlayıcı olmasaydılar bile, ... bu yüzden gerçeğin [feodal ideoloji diye okuyunuz], barışın [feodal düzen diye okuyunuz] ve dinin tüm dostlarının, bu kanıtların yeterli sayılmasını istemek için, her türlü nedene sahip olduklarına daha az inanmayacaktım."[17]
      Başka yerde de şöyle açıklıyor:
      "Eğer bu ilkeler kabul edilmiş ve onlara gerçek gözüyle bakılmışsa bundan şu sonuç çıkar: tanrıtanımazlık ve kuşkuculuk, ikisi birden tamamıyla yenilmişlerdir, karanlık sorunlar aydınlanmıştır, hemen hemen çözülmez olan güçlükler çözülmüştür ve aykırı düşüncelerden hoşlanan insanlar sağduyuya varmışlardır."[18]
      Berkeley, idealist hezeyanı içinde, bilimin bütün buluşlarına, özellikle matematikteki sonsuz derecede küçük sayılar hesabına çatıyor, onları saçma, mantıksız ve aykırı düşüncecilik olarak ilan ediyordu.
      Berkeley'in görüşünü incelemek önemlidir, çünkü bu görüş çağdaş idealizmin özünü belirler. Burjuva üniversitesinin (sayfa 192) kabul ettiği, bir materyalistin kaba bir adam olduğu düşüncesinin, idealist "filozoflar"ın bilimler ve "bilim adamları" hakkındaki hesaplı horgörüsünün kökeninde, Berkeley'in bu dünya anlayışı vardır.
      Berkeley'in sistemi hakkında "... insan aklı ve felsefe için ne utanılacak şeydir ki, hepsinin en saçması olduğu halde, savaşım verilmesi en güç olan sistemdir"[19] diyen Diderot, bu sistemin, gerici önemi hakkında yanılmıyordu.
      Berkeley, amacına ulaşmayı nasıl beceriyordu? Diderot, Berkeley'in idealizminin ne tür bir idealizm olduğunu belirtiyor:
      "Yalnızca kendi varlıklarının, kendi içlerinde birbirlerini izleyen duyumların bilincinde olan, başka bir şeyi kabul etmeyen filozoflara idealist denir."[20]
      Şu halde sözkonusu olan, bizim bilincimizin, tasarımlarımızın, fikirlerimizin dışında hiçbir şeyin varolmadığını "tanıtlamak"tır. "Dış" gerçek yoktur; her şey, son tahlilde, bizim tasarımlarımız olan ussal tasarımlara varır. Ve eğer bilinç ya da denildiği gibi "ben" ortadan kaldırılırsa bütün gerçek kaybolur. Böylece, varlık, doğa, madde, bilincin, benim bilincimin dışında ve ondan bağımsız olarak varolamazlar. Onun içindir ki, bu tür idealizme öznel idealizm adı verilir. Berkeley'i dinleyelim:
      "Madde, bizim aklımızın, zihnimizin dışında varolduğunu düşünürken sandığımız şey değildir. Biz sanıyoruz ki, şeyler vardır, çünkü onları görüyoruz, onlara dokunuyoruz; bize duyumlar verdikleri içindir ki, onların varlığına inanıyoruz.
      "Ama duyumlar, bizim zihnimizdeki, bizim sahip olduğumuz fikirlerden başka bir şey değillerdir. Şu halde, duyularımızla algıladığımız nesneler, fikirlerden başka bir şey değildirler ve fikirler bizim zihnimizin dışında varolamazlar."[21]
      Berkeley diyor ki, ellerinizi ılık bir suya daldırınız, (sayfa 193) diyelim ki ellerinizden biri soğuk, biri de sıcak olsun. Su, sıcak olan elinize soğuk, soğuk elinize de sıcak gelmeyecek midir? Şu halde, su, hem soğuk hem de sıcaktır mı demek gerekecek? Bu, saçmalığın ta kendisi değil midir? Öyleyse benimle birlikte siz de şu sonuca varınız ki, suyun kendisi, maddi olarak ve bizden bağımsız olarak var değildir; bu, bizim duyumlarımıza verdiğimiz bir addan başka bir şey değildir; su, ancak bizde vardır, bizim zihnimizde vardır. Kısaca, madde, bizim madde hakkında yarattığımız fikirdir; madde, fikirdir!
      Berkeley'in amacına varmak için kullandığı hokkabazlık, bilgiççilik, görülüyor. Duyumlarımın çelişkili, bağıntılı oluşundan, maddenin varolmadığı sonucuna varıyor. Şunu, belirtmeyi unutuyor ki, tam da duyumlarım çelişkili olduğu içindir ki, suyun ılık olduğu sonucunu çıkaracağım. Ayın kimi zaman hilal biçiminde, kimi zaman yuvarlak görünüşünden, ayın, bizim dışımızda varolmadığı sonucu çıkmaz, ama, ay öyle koşullar içinde bulunur ki, başka başka zamanlarda onu değişik biçimlerde görürüm anlamı çıkar. Eğer biri bana kırmızı bir kumaşı san gördüğünü açıklarsa, ben bu kumaşın ancak bizim her ikimizin bilincinde varolduğu sonucuna değil, bu kimsenin sarılık gibi bir şeyi olduğu sonucuna varırım. Bir çubuğun suya daldırılmış olduğu zaman bana kırılmış gibi görünmesinden, ben bu olayın ancak benim bilincimde varolduğu sonucunu çıkaracak değilim, tam tersi, ışık ışınlarının sudan geçerken kırılmalarının benim dışımda ve nesnel bir olay olduğunu düşüneceğim.
      Berkeley'in bilgiççiliğini neye dayandırdığı da görülüyor: doğrudan doğruya, çelişkiyi olaylardan çıkartıp atan, ve olayların birbirleri üzerindeki karşılıklı etkisini hesaba katmayan metafizik düşünüş tarzına. Onun fikrine göre, çelişki, ancak zihinde olabilir, nesnel gerçekte değil. Böyle olduğuna göre, ona öyle geliyor ki, eğer benim duyumlarım çelişkiliyse, bu duyumlarımın tasarımladıkları şey, yalnızca benim zihnimde vardır; bir yanılsamadan, bir kadın vücudu ile bir balık kuyruğundan oluşan denizkızı gibi bir imgelemden başka bir şey değildir demektir. (sayfa 194)
      Bir soru daha kalıyor: eğer madde yoksa, "bizde" her an ortaya çıkan bu duyumlar nereden gelebilirler? Yanıt hazır: onları bize gönderen tanrının kendisidir. Piskopos, "duyumların psikolojisi" içinde yaptığı keşif yolculuğundan sonra yeniden piskopos oluyor, ve Berkeley'in öznel idealizmi, boğulmak üzere olan kocamış nesnel idealizme elini uzatıyor; Berkeley, "iç" tanrıyı kurtarırken, geleneksel yaratıcı tanrıyı da ve bütün tanrıbilimi de kurtarmayı umuyor.
      Berkeley'in ünlü formülleri şöyle açıklanır: "Varlık, algılanmış olmak ya da algılamaktır." Ama benim "ruh"um öteki insanları bana duyumlar aracılığıyla tasarımladığıma, o insanların varlıklarını ancak bu duyumlarla tanıdığıma göre, mantıkı olarak bundan çıkan sonuç, insanların da ancak benim ruhumun fikirleri oldukları sonucudur. Sonuç olarak, dünyada yalnız benim bilincim vardır! İşte "tekbencilik" denen bu saçma yargıyı (yalnız "ben-kendim"in varlığı tezini) Berkeley yadsır, ama eğer sonuna kadar kendi kendisiyle mantıklı olmak istiyorsa, bu sonucu uzaklaştıracak bir çare var mıdır? Diyalektik materyalizmden farklı olarak idealizmin hiçbir zaman tutarlı olamadığını, çünkü tekbencilik demek olan bu saçma vargı önünde her zaman gerilediğini önemle belirtmekten hiçbir zaman geri durmamalıyız.
      Berkeley'den sonra, nesnel idealizm, bir sürü ayrıntı noktalarında, kendi kendini "yetkinleştirmeye", gençleşmek için gittikçe birbirlerinden daha karanlık, daha anlaşılmaz yeni sözcükler bulmaya ve idealist filozofların saygınlığını yükseltmeye uğraşta. Ama o hep aynı taneyi öğütecek bir değirmendir.
      "En modern" idealist filozoflar, "materyalistlere karşı piskopos Berkeley'de bulunamayacak hiçbir, ama sözcüğün tam anlamıyla hiçbir kanıt ortaya koymamışlardır."[22]
      Üniversite çevrelerinde maddeyi ancak cımbızın ucuyla tutan ve onu ruhun yerini tutacak bir şey yapan "ruh filozofları"na, "bilinç filozofları"na verilen önem, Berkeley'vari öznel idealizmde ayak direyişi ortaya koyar. Bu felsefe özellikle (sayfa 195) Paris komününden sonra, okullarda salgın haline gelen ve materyalizmin proletaryanın bağrında kaydettiği ilerlemeler karşısında burjuvazinin duyduğu dehşeti ifade eden, gerici burjuvazinin gözde felsefesidir. Hemen 1848'den sonra, Thiers tarafından ifade edilen istekleri yanıtlayan burjuva filozoflar, her yola başvurarak, dini kalkındırmaya çaba gösteriyorlardı.
      Böylece, bir Lachelier'ye göre, evren "düşünülebilen bir düşünceye asılı düşünülemeyen bir düşüncedir". Boutroux'ya göre "tanrı, ona yaklaşmak için harcadığımız çabaların ortasında, şu, kendi kendimizin en derininde yaratıcı etkisini duyduğumuz varlığın kendisidir." Bir Hamelin'e göre, gerçek, ruhumuzun oluşturduğu bir "yapının" (construction) ürünüdür. Bir Duhem için, bilimsel kavramlar, insan zihninin yarattığı "simgeler"den başka bir şey değildir. Bir Brunschvicge'e göre "ruh, ancak, ruhtan sorumlu olabilir", ve bilimlerin ilerlemesi, batıda "vicdan"ın ilerlemesine bağlıdır. Ve öteki daha küçük beylerden de sözetmiyoruz. "Felsefe", ayin havasına, gizemli bir havaya bürünüyor: o zaman, "felsefe" sözcüğü, artık yalnızca resmi idealizmin eşanlamı bir sözcük olarak kullanılıyor. Öyle bir duygu uyandırılıyor ki, sözcüğü iyi ve doğru olarak kullanmak herkese göre değildir; idealist ilahisini söylemeyi bilmek gerekir. İdealist kanıtların, kendilerinin "filozof olmadıkları"na inandırmayacağı kimseleri yanıtlayabilmek için, "Felsefeye Giriş" adlı kitapların sayısı durmadan artırılır.
      Bu felsefi gericiliğin zaferi, 1900-1914 ve ondan sonraki burjuva filozoflarınin elelaşısı olan, bundan önceki dersimizde de sözünü etmek fırsatını bulduğumuz Bergson'un felsefesidir. Berkeley'in adını etmeden onun tezini alarak, Bergson, Madde ve Bellek adlı kitabının başında şunu belirtiyor: dünya imgelerden yapılmıştır, bu imgeler ancak bizim bilincimizde vardır; beynin kendisi de bu imgelerden birisidir: böyle olduğuna göre, bilincin beyinsiz varolmaması şöyle dursun, tersine, "bilinç"siz varolamayacak olan beyindir! Bilinç, "bağımsız bir gerçektir"; beyin kendinden önce varolan (sayfa 196) düşüncenin hizmetinde bir mekanizmadır. Bundan şu sonuç çıkar: eğer beyin zarara uğrarsa, bellek, onun dışında, "bilinçaltı"nda sürer! En eski dinlerde olduğu gibi, organik hiçbir dayanağı olmayan salt bir ruh vardır. Felsefi Bir Geçit Töreninin Sonu: Bergsonculuk adlı yergi yazısının son bölümünde Politzer, bu ruh felsefesinin çok maddi olan tarihsel anlamını ortaya koydu. 1914'te Bergson ve onun salt ruhu, Fransız emperyalistlerinin hizmetine giriyor. En şoven tezlere ayak uydurarak, Alman halkını, ruhu boşalmış madde gibi gösteriyor. Ruh, Fransız emperyalizminin zorla elegeçirdiği bayrakların kıvrımları arasında gizlenmişti! Aynı "filozof', cançekişen kapitalizmin onmaz yaraları karşısında paniğe kapılıyor ve bundan ... makineleşmeyi sorumlu tutuyor!
      "Kendi kendine yetmek iddiasında bulunduğu zaman, hele hele aşağılık duyguların ve ahlak bozucu tutkuların hizmetine girdiği zaman, uygarlığın maddi gelişmesi barbarlıkların en kötüsüne gidebilir." diye yazıyor.
      Burada, gene, materyalizme yöneltilen eski iftirayı buluyoruz. Bergson, böylece, basit insanların dikkatini gerçek sorunlardan başka yana saptırmak ve bilimi değerden düşürmek için gericiliğin gedikli ideoloğu rolünü oynuyor.
      Ayrı çağda, Almanya'da idealist Husserl, bilincin içeriğinden önce varolduğunu doğruluyor ve sonucunda, "felsefe yöntemi" olarak dünyayı ve nesnel çelişkilerini "parantez içine" almayı öne sürüyor. Bilincin kökenini gerçek içinde araştırmak yerine gerçeğin kökenini bilinç içinde aramayı öne sürüyor; bu, idealizmin önüne durmadan yeni ve çözülmez diyalektik sorunlar çıkartan bilimlerin gelişmesini kendi iradesine boyun eğdirmedeki güçsüzlüğü karşısında burjuvazinin duyduğu sıkıntıyı yansıtan umutsuz bir çabadır. Husserl'e göre, bilimlerin ortaya koydukları felsefi sorulara verilecek yanıt, her ne pahasına olursa olsun, maddenin varoluşu ya da varolmayışından bağımsız olmalıdır.
      Ensonu idealizmin en son sakızı, Alman Heidegger ve Fransız öğretililerinin (bu arada Jean-Paul Sartre'ın) varoluşçuluğudur: burada sözkonusu olan varoluş, "benim (sayfa 197) varlığım, varoluşumun bilinci"nden başka bir şey değildir. Bu bilinç tek gerçektir. Varlık ve bilimsel bilgi, nesnel veriler ve bunları yansıtan kavramlar değerden düşürülmüştür. Usauygun fikirler, "varoluş"a yol vermelidirler. Kuşkusuz, bu "varoluş", bir "durum"la ("Situation") sınırlandırılmıştır, insan bir "durum içinde"dir. Ama bu durum, onun bilincini belirlemez; tam tersine, durumu belirleyen bilinçtir. Çünkü her durum, sonal olarak, bu durum hakkında sahip olunan bilince gider, ve her an, istenilen bilince sahip olunabilir, insan "kendi kendisini seçebilir". Buradan şu sonuç çıkarılabilir ki, kısacası, bir mahpus, özgürlükten yoksunluğunu "varoluş bakımından" hissetmediği anda, hücresinde, ilkyazdaki bir kırlangıçtan daha özgürdür! Böylece bilinç, varlıkla, nesnel verilerle alay eder; o, bunlardan —sözde— bağımsızdır. Kendimi maddenin varolduğunu hissetmemek üzere ayarladığım andan itibaren, madde artık yoktur; ve eğer proleter, "kendini proleter olarak seçmezse", proleter değildir!
      Tanrıtanımaz olsun ya da olmasın, bu "felsefeler", mademki bilimin, toplumsal sorunları aydınlığa çıkarmak için zorunlu olduğunu yadsıyorlar, bilmesinlercilik değirmenine su taşıyorlar demektir. Artık sorun, kapitalizm ya da sosyalizm sorunu değildir, proletaryanın "kendisine" devrimciliği seçip seçmeyeceği" sorunudur. Onun için kilise, bu felsefelerle ya pek yumuşak bir şekilde savaşır, ya da hiç savaşmaz; bir hıristiyan bergsonculuğun ve bir hıristiyan varoluşçuluğun yaşamasına izin verir; hatta kilise, onları, kendisine "gelişmiş" bir güvence vermek için, hıristiyan aydınları, dinsel dogmanın savunulması olanaksız çelişkileri üzerine bilimler üzerine ve materyalizm üzerine felsefi düşünüşten uzaklaştırmak için kullanır. Sosyal-demokrasiye gelince, o öznel idealizmi, marksizmi tahrif etmek için kullanır.


II. MARKSİST ANLAYIŞ


      "Yalnız bilincimizin gerçekten varolduğunu, maddi dünyanın, varlığın, doğanın ancak bizim bilincimizde, (sayfa 198) duyumlarımızda, tasarımlarımızda, kavramlarımızda varolduğunu savunan idealizmin tersine, marksist felsefi materyalizm, maddenin, varlığın, doğanin, bilincin dışında ve ondan bağımsız olarak varolan nesnel bir gerçeklik olduğu, maddenin bir ilk veri olduğu, çünkü duyumların, tasarımların, bilincin kaynağının madde olduğu, oysa bilincin bir ikinci veri, türev olduğu, çünkü maddenin yansısı, varlığın yansısı bulunduğu; düşünmenin, gelişmesinin yüksek bir yetkinlik derecesine varmış maddenin bir ürünü olduğu; daha belirli bir biçimde söyleyecek olursak, düşüncenin beynin ürünü olduğu ve beynin düşünmenin organı olduğu; dolayısıyla düşünmenin maddeden ayrılamayacağı, onları ayırmanın büyük bir yanılgıya düşmek demek olacağı ilkesinden yola çıkar."[23]
      Stalin, böylece, marksist bilgi teorisinin iki temel tezini ortaya koyuyor: varlık bir nesnel gerçektir, bilinç onun öznel yansısıdır. Sonra, materyalizmin, canlı varlıkların gelişmesi sırasında düşüncenin kökeni sorununu, düşünce ve beyin ilişkileri sorununu, somut olarak koyduğunu gösteriyor. Kendiliğinden anlaşılır ki, bu sorunun bilimsel olarak incelenmesiyle, bilgi teorisi alanında, yeni açıklıklara ulaşılır. Öyleyse bu çeşitli noktaları görelim.


a) Varlığın nesneliği.


      Bundan önceki dersimizde, bilimin madde hakkında edindiği görüşleri, anlayışları, maddenin özellikleri tükenmez olduğu için gittikçe daha çok diyalektik olarak evrim gösteren, derinleşen ve zenginleşen bu görüşleri, bütün bilimsel çalışmanın, eskiyemeyen,[24] bütün bilginin temelinde yatan maddenin felsefi bilgisi (ya da kavramı) ile karıştırılmaması gerektiğini kaydetmiştik.[25] Maddenin bu felsefi kavramını kesin olarak belirtmek zamanı geldi şimdi:
      "Madde, insana duyumları tarafından verilen ve (sayfa 199) duyumlarımızdan bağımsız olarak varolan, duyumlarımız tarafından kopya edilen, resmedilen ve yansıtılan nesnel gerçekliği gösteren felsefi bir kategoridir."[26]
      Lenin, başka bir yerde, şöyle açıklıyor:
      "Madde, ... kendisini yansıtan insan zihninden bağımsız olarak varolan ve onun tarafından yansıtılan nesnel gerçekliktir."[27]
      Demek ki, gerçeği, Berkeley'in yaptığı gibi ondan algıladığımız şeye götürmek şöyle dursun, gerçekten algıladığımızı bizzat gerçek ile açıklamak sözkonusudur.
      O zaman idealilzm, kendisini yalnız sanan, ona göre kendisinden bağımsız hiçbir şeyin varolmadığı, her şeyi kendi ruhsal durumuyla, çocukça açıklayan bir insanın davranışına benzer. Dünya, onun dünyasıdır. İnanılmaz bir kendini beğenmişlikle katmerlenen bönlük, sanki bilmek için kendinin dışına çıkmak gerekli değilmiş gibi! Bu, sanki kendi "yargısı" yasaymış, hadismiş gibi, her şeye bir yanıtı olan kimsenin tutumu, kendi bilincini bütün gerçeğin ölçüsü sayan ve insan soyuna değişmez, her zaman için geçerli, kendi öz bilincinin sınırından başka bir şey olmayan bir sınır çizen bir kimsenin davranışıdır.
      Birçok yüzyıllardan beri bilimlerin gelişmesi, gerçeğin eskiden hiç akla gelmeyen yönlerini ortaya çıkardı. Dünyanın varolmak için, bizim bilincimize ve idealistlerin iznine gereksinmesi olmadığını doğrulamak, zorunlu olarak bilimlerin değişmez görüş açısıdır; bilimler, bu noktada, kendiliğinden bir materyalizm öğretirler ve bilincin dışında bir nesnel gerçeği kabul ederler. Bilim, durmadan maddenin yeni özelliklerini buluyorsa, bu, maddenin bizde değil, bizim dışımızda varoluşundandır.
      Mikropların, bulunuşlarından önce de varolduklarından hiç kimsenin kuşkusu yoktur, çünkü, o zamana kadar tedavi edilemez sanılan ve mikropların bulunuşuyla tedavi edilen hastalıklar, mikropların bulunuşundan önce de vardı.
      Hiç kuşku yok ki, bir canlı varlığın varolabilmesi için (sayfa 200) gereken koşulların hepsinin birden yeryüzünde bir araya gelmediği bir zaman olmuştu.
      İdealistler, buna şu "itiraz"la karşı çıkıyorlar: "Ama mademki insansız, insandan önceki bir dünyanın varlığını kafasında canlandıran sizin bilincinizdir, 'bütün bilinçten bağımsız olarak varolmak' ne ifade eder? — Christoph Colomb'un gözüne çarpmadan önce Amerika'nın varoluşu, mademki, bu önceki varoluşu tasarlayan 'sizin bilinciniz'dir, ne ifade eder? Mademki onu kafanızda tasarlayan sizsiniz, ıssız bir ada sizsiz var değildir." vb...
      Lenin, bütün bilgi teorisinin, belli zaman ve yer koşulları içinde dünyada bulunan insanın gerçek varlığı ile, insandan önce ya da insanın yokluğunda gerçek olarak varolan dünyanın tasarımlanmasına zihin yoluyla yardımcı olan bilinç ve düşüncenin imgesel bir şekilde varolmasını birbirinden ayırmayı kesin olarak bilmekten ibaret olduğunu uzun zamandan beri belirtmiş bulunuyor. Bunu ayırdetmeyi bilmemek tam anlamıyla filozof olmamak demektir.
      Toplumun maddi yaşamının, insanların bilincinden bağımsız olarak varolduğundan hiç kimsenin kuşkusu yoktur, çünkü, ne kapitalist, ne de proleter, kimse, iktisadi bunalımı dilemez, ama o gene de kaçınılmaz bir şekilde oluşmaktadır.
      Bir meta içinde bulunan emek miktarının değer ve değerin biçimleri aracılığıyla belirtilmesi yasası, yani değer yasası, her ne kadar iktisatçı Ricardo bunu 19. yüzyılda bulduysa da, meta üretiminin ta başından beri işlemektedir.
      Burjuvazi ile soylular arasındaki sınıf savaşımı, burjuvazinin ilk günlerinden beri gerçektir; bununla birlikte, ancak 19. yüzyıldadır ki, bu gerçeği, burjuva tarihçiler Guizot, Mignet, Thiers bulmuşlar ve bilerek ifade etmişlerdir.
      Öyleyse şu aşağıdaki idealist iddialar hakkında ne düşünmeli:
      "Düşünülmemiş olan her şey salt hiçliktir. ... Bize, zaman ve uzay anlayışlarını kabul ettiren doğa değildir, onları doğaya kabul ettiren biziz."[28] (sayfa 201)
      Eğer burjuva ideologların buna benzer tezleri tutmalarına neden, diyalektik materyalizm konusundaki eldeğmemiş bilgisizlikleri değilse nedir? Kuşkusuz marksist felsefi yönteme sahip olmayan birine, doğa, varlık, madde, kendi gereksinmelerini kabul ettiren insan düşüncesini yansıtıyor gibi gelebilir. Örneğin, bir kez bir baraj kurulduktan sonra, doğa, mühendisler tarafından tasarlanıp hazırlanmış olan planı yansıtacaktır, ve baskı altına alınan sel, insanların iradesine boyun eğecektir. Bu, her şeye karşın, doğa yasalarının bozulabileceği, değiştirilebileceği ve işlemez hale getirilebileceği ve insan bilincinden bağımsız olarak varolmadıkları, insan bilinci olmazsa, ortadan kalkacakları anlamına gelir mi? "Tersine, bütün bu önlemler, doğa yasalarının, bilimsel yasaların doğru temeli üzerinde alınmıştır, çünkü doğa yasalarının herhangi bir biçimde bozulması, bu yasalara herhangi bir saldırı, bu önlemlerin bozulmasını ve başarısızlığını doğururdu."[29]
      "Sonuç olarak, doğa güçlerini ya da ekonomik güçleri 'emrimiz altına almak', onlara 'egemen olmak' vb. dendiği zaman, hiçbir biçimde bilimsel yasaların 'yok edilebileceği' ya da 'oluşturulacaği' ifade edilmemektedir. Tersine, bu sözlerle kastedilen şey şudur ki, yasalar keşfedilebilir, tanınabilir, özümlenebilir, tam bir bilinçle uygulanabilir, toplum çıkarına işletilebilir, ve bu yolla, egemenlik altına alınarak fethedilebilir."[30]
      Stalin'in son yapıtında bilim yasaları üstüne yaptığı açıklama, temel marksist tezin bütün önem ve kapsamını ölçmemize olanak sağlıyor.
      "Marksizm, —ister doğa yasaları, ister ekonomi politik yasaları olsunlar— bilim yasalarını, insan iradesinden bağımsız olarak etkilerini sürdüren, nesnel süreçlerin yansımaları olarak anlar."[31] (sayfa 202)


b) Biliç, varlığın yansısı.


      Bilincin, varlığın, doğal ya da toplumsal gerçeğin yansısı olduğu fikri ne demektir?
      Bu demektir ki, ikicilik artık sona erdi; düşünce, hareket halindeki maddeden ayrılmaz. Bilinç, maddeden bağımsız olarak ve onun dışında var değildir; "... duyularla algılanabilir maddi dünya, bizim de bir parçası olduğumuz bu maddi dünya tek gerçeklik"tir.[32]
      Bu, hiç de, düşüncenin, organlarımızın salgıları gibi maddi olduğu anlamına gelmez. Buna inanmak, materyalizmle idealizmi karıştırmaya doğru, yanlış bir adım atmak, madde ile düşünce arasında, madde ile bilinç arasında bir özdeşlik kurmak demektir. Kaba materyalizmin içine düşmek demektir.
      "Öte yandan, bilincin, varlığın bir biçimi olduğu düşüncesi, niteliği bakımından bilincin de madde olduğu anlamına gelmez. ... Marx'ın materyalizmine göre, bilinç ve varlık, düşünce ve madde, genel bir deyişle, doğa ve toplum adı verilen aynı görüngünün (phenomenon) farklı iki biçimidir. Dolayısıyla birbirlerini yadsımazlar;[33] bir ve ayni görüngü de değillerdir."[34]
      Bu, marksist teze göre, bilincin edilgin olduğu, hiçbir rolü bulunmadığı, marksistlerin "bilincin rolünü reddettikleri" vb. anlamına da gelmez. Buna inanmak, marksizmi sahte bir görüş olan "epifenomenizm" (katmaolaycılık, gölgeolaycılık) ile karıştırmak, marksizm kalpazanlarının ardından gitmektir. Eğer bilinç hiçbir etki oluşturmasaydı, Marx ne diye o kadar kitap yazacaktı, ne diye Birinci Enternasyonali kuracak, fikirlerini yaymak için her yola başvuracaktı? (sayfa 203)
      Marksist tez, bilincimizin içeriğinin, içinde yaşadığımız dış koşulların bize sunduğu ve bize duyumlarımız içinde verilen nesnel özelliklerden başka hiçbir kaynağı olmadığını ifade eder:
      "Bu konuda, materyalist teori, kavramlarımızın, 'ego'muzun, ancak 'ego'muz üzerinde izlenimler yaratan dış koşullar varolduğu sürece, varolduğunu söyler. ... Bizim dışımızdaki nesne, bizim onu kavramamızdan önce gelir; bu durumda da, kavramımız, biçim, nesnenin gerisinde —özün gerisinde— kalır. Bir ağaca baktığım ve onu gördüğüm zaman, bu, ancak, bu ağacın benim kafamda bir ağaç kavramının uyanmasından da önce varolduğunu ortaya koyar; yani kafamda ona uygun düşen kavramı yaratan bu ağaçtır."[35]
      Bilinç, maddenin hareketinin insan beyninde yansımasıdır.
      Ensonu marksist tez, bilincin, doğa ve toplum tarihi açısından olduğu kadar, bireyin ve her bireyin kişiliğinin tarihi bakımından da tarihsel gelişmenin bir ürünü olduğunu ifade eder:
      "... doğanın ve toplumun gelişmesinde, bilinçten, yani kafalarımızda oluşan şeyden önce, buna ilişkin maddi bir değişiklik, yani bizim dışımızda oluşan şeyler gelir. Her belli maddi değişikliğin ardından, ergeç kaçınılmaz olarak, buna uygun bir düşüncel değişiklik gelir."[36]
      "Dış koşulların gelişiminin, maddi yanın gelişiminin, bilincin gelişiminden önce geldiği çıkar: önce dış koşullar değişir, önce maddi yan değişir, sonra da buna uygun olarak bilinç, düşüncel yan değişir."[37]
      Bu olay, ki herkes tarafından denetlenebilir, materyalizmin ve bilincin varlığa göre bağımlılığının deneysel kanıtını oluşturur. Aynı zamanda, bilincin, aynadaki yansı gibi gerçeğin hemen beliren, doğru ve şaşmaz bir yansısı olmadığını, canlı, hareketli, değişken, durrnadan ilerleyen bir yansı (sayfa 204) oluşturduğunu gösterir.
      Elbette, düşündüğümüz zaman, bu hemen gözümüzün önüne gelmez. Düşünce, görkemle kendi kendisini işletiyor, yönetiyor gibi gelir insana. Descartes'in kabul ettiği gibi, varolmak için düşünmenin yeterli olduğunu ve bu düşüncenin kendi kendini yetiştirinek için bir bedene gereksinmesi olmadığını tasarlayabilir, kendi kendimizi buna kandırabiliriz. Ve idealist filozoflar, varolan her şeyin, onların yüce ve "özgür" düşüncelerinin erdemi sayesinde varolduğu düşünmekten o kadar mutlu oluyorlar ki, buna inanmaya hazır bulunuyorlar. Düşüncenin doğal ve toplumsal köklerini bilmedikleri için, her şeyin düşünceden yola çıktığını sanıyorlar ve düşünce karşısında büyük bir hayranlık duyuyorlar:
     
      "Bütün evren soyumda sallanıyor ve titriyor."
      (P. Valéry)
     
      Fikirlerin, bizzat kendilerini muhafaza ettiklerini, bizzat kendilerini geliştirdiklerini, bilincin her şeye kadir iç tanrı üslubu olduğunu sanmak: hem korkunç, hem de zevk verici bir eğilim. Daha önce büyük materyalist Diderot tarafından alaya alınmış bir yanılsama; Diderot, idealizmin oluşu sürecini, duyarlıkla bezenmiş, dünyada kendini tek sanan ve "evrenin tüm uyumu"nun kendinde olduğunu sanacak, bir piyanonun yanılsamaları ile karşılaştırır.[38]


III. DÜŞÜNCE VE BEYİN


      Materyalizm, bu yanılsamayla her zaman savaşmıştır. Diderot, daha o zaman, maddenin düşünebildiği varsayımını açıkça dile getiriyordu. Marx şunu yazdı: "Düşünceyi, düşünen maddeden ayırmak olanaksızdır. Bu madde, evrende oladuran bütün değişmelerin etkenidir."[39] (sayfa 205)
      Engels ise, "bize ne kadar yüce görünürlerse görünsünler, bilincimizin ve düşüncemizin, maddi, bedensel bir organın, beynin ürünlerinden başka bir şey olmadıkları"nı[40] belirtir. Ve Lenin, "Alemin tablosu, maddenin nasıl hareket ettiğini ve 'maddenin' nasıl 'düşündüğünü' gösteren bir tablodur"[41] diyor ve, düşünce bir hareket değildir, düşünce, "düşünce"dir demek, hemen hemen "ısının bir hareket değil, ısı olduğu" ileri sürmek kadar bilimseldir, gözleminde bulunuyor.
      Doğa bilimleri gösterir ki, bir kimsede beyin gelişmesinin yetersizliği, bilincin, düşüncenin gelişmesi için büyük bir engel teşkil eder: aptalların durumu böyledir. Düşünce, canlı türlerdeki duyu organları, sinir sistemi, ve özellikle sinir sisteminin organizmaya komuta eden üst segmenti beyin, temsil ettikleri yüksek bir yetkinlik derecesine varan doğa gelişiminin tarihsel bir ürünüdür. Beyin, aynı zamanda, hem organizma içinde hüküm süren koşulları, hem de dış koşulları yansıtır.
      Bilincin, düşüncenin hareket noktası nedir? Duyumdur, duyumların kaynağı ise, insanın doğal gereksinmelerinin baskısıyla işlediği maddedir. İnsan türünün başlangıcında düşüncenin ilk hareketlerini oluşturan iştir, pratiktir, üretimdir. İş, bir bedduanın, "ekmeğini alnının teriyle kazanacaksın" bedduasının meyvesi değildir. Emek, insanla doğanın öz birliği, tözel birliğidir, insanın yaşayabilmek için doğaya karşı savaşımıdır, bütün düşüncenin kaynağıdır.
      "... tüm materyalizmin ... başlıca kusuru, nesnenin, gerçekliğin, duyumluluğunun duyumsal insan etkinliği, pratik olarak"[42] ele alınmamasıdır.
      Engels, ünlü bir metinde, emeğin, hayvanlıktan henüz çıkmakta olan insanın duyurnlarını çoğaltarak, ellerini ve bunun sonucu olarak da beynini nasıl geliştirdiğini ve bunun da (sayfa 206) ona nasıl yeni pratik ilerlemeler sağladığını göstermiştir. Demek ki, el, emek organı el, aynı zamanda emeğin ürünüdür.[43] Öte yandan bilimler şunu da öğretiyor ki, eğer bir kişi her türlü toplum yaşamından kopar, onun dışında kalırsa, düşüncesi aşırı ölçüde bozulur, körelir; belleği dağılır; iradesi çöker, yokolur. Eğer bu kişi toplum yaşamını hiç tanımadıysa onun insan niteliği kaybolur. Ormanlara bırakılmış ve kurtların koruyup baktıkları çocukların, kurtların huylarını aldıkları görülmüştür.
      Engels, bütün insan çalışmasının ta ilk zamanlardan beri topluluk halinde bir çalışma olduğunu, aksi halde, insanın doğal tehlikelere bile karşı koyamayacak olduğunu kaydediyor.
      Bu, düşüncenin ve düşünmenin (düşünme işinin) kökenlerini anlamak bakımından çok büyük önemi olan bir gözlemdir. Emek, durmadan, gerçeğin yeni yönlerini ortaya çıkarır, o zamana kadar bilinmeyen sorunlar getirir. Duyumların yansıtmaya yetmediği yeni nesnel bağlantıları ortaya çikarır. Oysa emek, bir grup insanın bütün enerjilerinin aynı anda ve aynı noktaya uygulanması için —örneğin bir kayayı yerinden oynatmak için— toplu çabayı ve toplu eylemi gerektirir. İnsanları toplu halde hareket ettirmek için bir işaret, bir emir gerekir. Ama eylem daha karmaşık olur olmaz ne bağırış, ne de el-kol hareketi yetmiyor; yerine getirilecek işi açıklamak gerekiyor, yani artık duyumların da ötesinde, yeni işaretler, duyumlar arasındaki bağlantıları ifade eden nitel bakımdan yeni işaretler, yani sözcükler gerekiyor. Böylece, emek, insanlarda oluşturduğu karmaşık izlenimlerin, insanlar arasında birbirlerine iletilmesini gerektiriyor. Şu halde, birbirine iletme, birbirine nakletme gereksinmesini, emek ortaya çıkarmıştır. Böylece, bir anlatım olmaktan önce bir iletim olan dil doğdu.[44] (sayfa 207)
      Aynı zamanda insan beyni, inceliyor ve yeni bağlantılarla zenginleşiyor. Şu halde beyin, toplumsal bir üründür de. Ensonu dilin ortaya çıkışı, ön anlamıyla düşüncenin ve düşünmenin ortaya çıkışı demektir. Önemli bir basamak atlanmış, ileri doğru kesin bir adım atılmıştır. Emek olmadan, toplumsal eylem olmadan, dil olmaz, düşünce olmaz.
      "Diyorlar ki, düşünceler, insanın aklına demeç halinde ifade olunmadan önce gelirler, bunlar dil malzemesi olmaksızın, dil zarfı olmaksızın, sözümona, çıplak olarak doğarlar. Oysa bu, kesinlikle yanlıştır. İnsanın aklına gelen düşünceler ne olurlarsa olsunlar, bunlar, ancak dil malzemesinin temeli üzerinde, dilin deyim ve tümcelerinin, dilin temeli üzerinde doğabilirler ve varolabilirler. Çıplak, dilin malzemesinden kurtulmuş, dil denen 'doğal madde'den kurtulmuş düşünce olamaz. 'Dil, düşüncenin dolaysız gerçekliğidir' (Marx). Düşüncenin gerçekliği dilde belirir. Yalnızca idealistler, 'doğal madde'si olan dilden kopmuş bir düşünceden, dilsiz bir düşünceden sözedebilirler."[45]
      Diyalektik materyalizmin bu tezleri, Lenin'in de önceden sezip yapılmasını istediği gibi, doğa bilimleri tarafından, büyük bilgin Pavlov'un fizyoloji alanındaki çalışmalarıyla apaçık göze çarpacak bir şekilde doğrulanmıştır.
      Pavlov, beyin etkinliğinin esas süreçlerinin, belirli koşullar altında oluşan, dıştan gelme olduğu kadar içten gelme duyumların harekete geçirdiği şartlı refleksler olduğunu buldu. Bu duyumların, canlı organizmanın bütün eylemi için işaret hizmeti gördüklerini gösterdi.
      İkinci clarak, sözcüklerin de, içerikleriyle, anlamlarıyla, kendi belirttikleri nesnelerin sağladığı duyumların yerine geçebildiklerini, ve bu sözcüklerin de, sırasında, şartlı reflekslere, ister organik, ister sözlü olsun yanıtlamalara neden olabildiklerini buldu. Böylece sözcükler, işaretlerin işaretlerini, yani birincisi üzerinde oluşan ve insana özgü olan ikinci bir işaretleşme sistemi oluştururlar. Böylece, dil, insanın üst (sayfa 208) eyleminin, toplumsal eyleminin koşulu, şu anda varolan duyurnu aşan soyut düşüncenin dayanağı, düşünmenin dayanağı oluyor. İnsana, gerçeği azami kesinlikle yansıtmak olanağını sağlayan, dildir.
      Böylece Pavlov, aynı buluşla insan bilincini en başta belirleyen şeyin, kaba materyalistlerin ve psikanalistlerin sandıkları gibi, insan organizması ve biyolojik koşullar olmadığını, tersine, içinde yaşadıkları toplum ve toplum hakkında sahip oldukları bilgi olduğunu göstermiş oldu. İnsanda biyolojik olan, toplumsal olana bağımlıdır. Yaşamın toplumsal koşulları, organik ve ussal yaşamın gerçek düzenleyicisidir.[46] Düşünce, doğası gereği, toplumsal bir olaydır.
      Demek ki, böylece beynin düşüncenin organı olduğu, ama onun yalnızca organı olduğu çok doğrudur, ve bu, marksizmin, "insanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen toplumsal varlıklarıdır."[47] diyen öz görüşünü yalanlamaz.


IV. BİLİNCİN İKİ DERECESİ


      Pavlov'un fizyolojik çalışma ve buluşları, bilinçte, gerçeğin yansısını, varlığın yansısını, yani bilginin oluş tarzını açıklıkla belirtmemize de olanak sağlar.
      Basit bir örnek alalım: bir çocuğa, kullanılagelen sözcüklerin anlamı nasıl öğretilir? Önce çocuğa sözcüğün anlattığı şeyin birçok kez ardarda gösterilmesi gerekir; ikinci olarak da aynı zamanda, ona şeyin adını söylemek ve çocuk, sözcüğü, doğru olarak ve "kendiliğinden", şeyle birleştirinceye ve sözcüğü şeyin yokluğunda da, yani soyut olarak kullanabilinceye kadar sık sık söylettirrnek gerekir.
      Böylece, sözcüğün anlamı, özümlendiği anda şeyin fikrini temsil eder ve bu fikir ya da kavram, yinelenen duyumlar temeli üzerinde ve bu duyumlari işaret eden dil temeli üzerinde (sayfa 209) şekillenir. Şu halde, bilginin iki derecesi vardır: aralıksız (hemen uyarıyı izleyen) duyum ve soyut fikir (ya da kavram). Ayrıca, tek başına duyumun fikirden daha az tam bir bilgi olduğunu görmek kolaydır; gerçekten de çocuk yalnız beyaz kuğuları gördüğü sürece kuğunun beyaz bir kuş olduğuna inanacaktır, ki bu da kısmen yanlıştır; tersine, kuğuyu bilimsel tanımlamasıyla bilen bir zoolog onun hakkında daha kesin, daha doğru ve daha "tam" bir fikre sahip olacaktır. Şu halde görülüyor ki, gerçeği daha doğru olarak yansıtan soyut fikirdir, ama şurası kesindir ki, bu bilimsel kuğu fikri, ancak, doğada varolan türlerin ve çeşitlerin sistematik bir envanterinin temeli üzerinde, duyumlar temeli üzerinde oluşabilir.
      Kendiliklerinden "soyut" şeyler, örneğin akrabalık kavramları sözkonusu olduğu zaman, çocuk, bunları da, gene yeteri kadar sık sık yinelenen toplumsal pratik aracılığıyla edinebilir.
      Daha karmaşık bir örnek alalım: küçük tüccar, çok ağır vergiler ödüyor, tekstil işçisi işsizlik tehdidi altında, küçük memur ayda 20.000 frank kazanıyor. Diyelim ki birincisi L'Aurore, ikincisi Franc-Tireur, üçüncüsü ise Figaro gazetesini okuyor. Herbiri kendi gazetesinde kendi sefaletinin bir yankısını bulur; burjuva yazar, küçük insanların hazin kaderinden yakınır. Bu gazeteler, durumu duygusal yönleriyle kısmen yansıtırlar. Ama o kadarla kalırlar, durumu açıklamaya hiç yanaşmazlar, gelişigüzel onu-bunu, yönetimin israfını küçük işletmelerin sayısını ya da köylüleri suçlarlar. Tersine, L'Humanité gazetesinin, Maurice Thorez'nin bir raporunun okuru, kendisine durumun bütün yönlerinin anahtarını veren açıklamayı, kapitalizmin ve çelişkilerinin tahlilini, bugünkü kapitalizmin temel yasası hakkında, yani azami kâr peşinde koşma hakkında, soyut ama gerçeği derinlemesine yansıtan bir kavram bulacaktır.
      Böylece, bütün alanlarda, bilgi, duyumsal olandan, ussal olana doğru gider. Berkeley'e göre güneşin düz ve kırmızı görülmesi olgusu, onun yalnız bizim bilincimizde varolduğunun bir "kanıt"ıdır; marksizme göre bu, yalnızca (sayfa 210) duyularımızla algıladığımız bilginin yeterli olmadığının, çünkü, her ne kadar duyularımız gerçekle temasımızı sağlıyorlarsa da bize gerçeğin ne olduğunu anlatamadıklarının kanıtıdır. Diyalektik bize öğretti ki, bir olayı anlamak için, olayla başka olaylar arasında bağlantılar kurmak, onun kökenini bilmek, iç çelişkilerini yakalayıp ortaya çıkarmak gerekir. Bilim, fikirlerle tanıma, yalnızca güneşin gerçekte nasıl olduğunu bize bildirmekle kalmayacak, aynı zamanda, onu neden düz ve kırmızı gördüğümüzü de öğretecektir. Bilim bize olayların özünü teslim eder.
      "Mantıksal bilgi ve algılarımızla elde edilen bilgi arasındaki fark, algısal bilginin tek tek olaylarla, şeylerin dış ilişkileriyle ilgilenmesine karşılık, mantıksal bilginin büyük bir adım atarak bütüne varması, şeylerin özünü, iç ilişkilerini kavraması ve bizi çevreleyen alemin iç çelişkilerini açıklamasıdır. Böylece o, çevremizdeki alemin gelişmesini, bütün aşamalar arasındaki iç ilişkileri içinde kavrayabilir."[48]
      Bilginin birinci aşamasından, duyumlar, izlenimler, heyecanlar derecesinden, ikinci derecesine, kavramlar aşamasına geçiş, kayda değer, önemli bir diyalektik örneğidir, çünkü, nitel bakımdan yeni olan bu olayı, yani kavramı oluşturan şey, duyumların nicel bakımdan birikimidir.
      "... bilginin duyusal aşaması, yani duyumlar ve izlenimler aşaması, bilginin ilk aşamasıdır. ...
      Toplumsal pratik sürüp gittikçe, pratiğin seyrinde insanda algılar ve izlenimler uyandıran şeyler,[49] birçok kez yinelenir ve insan zihnindeki bilgi sürecinde, sonucu kavram kurulmasına varan, ani bir değişme, bir sıçrama olur. Bu haliyle kavram, artık, şeylerin doğasını, bunların birleşimden kopuk aşamalarını ya da dış ilişkilerini değil, bunların özlerini, bütünlüklerini, iç ilişkilerini kapsar. Kavram ve algı, yalnızca nicelik yönünden değil, nitelik yönünden de birbirinden farklıdır."[50] (sayfa 211)
      Gene Lenin'in forrnülünü alırsak: "Kavramlar maddenin kendisinin en yüksek ürünü olan beynin en yüksek ürünleridirler."[51] Ve eğer, insanların fikirleri arasında çelişkiler varsa, bu, bizim düşüncemizin yansıttığı gerçekte de çelişkiler olmasındandır: "şeylerin diyalektiği, fikirlerin diyalektiğini yaratır ve tersi olmaz."[52]
      Marx daha önce şöyle demişti: "...fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir."[53]


V. VARGI


      Maddenin bilince göre önceliği konusunda marksist tezin büyük pratik önemini anlıyoruz.
      Birinci olarak eğer ilkin değişikliğe uğrayan koşullarsa ve sonra bunun sonucu olarak insanların bilinci değişiyorsa, şu ya da bu öğretinin, teorinin, ya da idealin derin nedenini, ne insanların beyninde, ne onların imgeleminde, ne de yaratıcı dehasında değil, maddi koşulların gelişmesinde aramak gerekir. Ancak bu koşulların incelenmesine dayanan bir fikir iyidir ve kabul edilebilir.
      İkinci olarak, eğer insanların bilincini, duygularını, örf ve adetlerini dış koşullar belirliyorsa, yalnızca bu koşullardaki değişikliğin insanların bilincini değiştirebileceği besbelli bir şeydir. Sonsuz bir insan, "sonsuz bir insan doğası" yoktur. Bireysel bir varolma savaşımının geliştiği bir özel mülkiyet düzeninde, insanin bir başka insan için kurt olması "doğal"dır. Sosyalist yarışmanın, sosyalist mülkiyetin geliştiği bir düzende, insanlar arasındaki kardeşlik fikirlerinin zafer kazanması kaçınılmaz bir şeydir. İnsan ne iyi, ne de kötüdür; koşullar nasıl yapmışlarsa öyledir. Marksizm, burjuva ideologlarının ortaya attıkları, insanı kötü yapan "kötü (sayfa 212) kurumlardır" demek mi doğrudur, yoksa insanın kötülüğü "kurumları" bozar demek mi doğrudur, sorusuna kesin bir yanıt getirir. İnsanın ahlakını bozan "kurumlar" değil, kapitalizmdir. "Ahlaki yenilenme" yoluyla devrim fikri, bir yalandır.
      Gerçekte, yeni, sosyalist bir bilinçle yeni bir insan, yeni, sosyalist yaşam koşullarında oluşabilir. Bunun için ne yapmalı? Toplumsal gerçek üzerinde, insanlık-dışı kapitalist sistem üzerinde oluşturulacak değiştirici bir etkiyle bu yeni koşulların gelişini hızlandırmalı. Marx'ın dediği gibi "Eğer koşullar insanı biçimlendiriyorsa, bu koşulları insanca biçimlendirmek gerekir."[54]
      Böylece, daha aydınlanma çağının bazı Fransız filozoflarının da sezinledikleri materyalizm ile sosyalizm arasındaki bağlantı, bütün açıklığı ile ortaya çıkıyor. Sosyalizmi istemeyen sağcı sosyal-demokrat liderler, öteki derslerimizde göreceğimiz gibi, materyalizmi reddederek ve en geri idealizmin arkasına gizlenerek marksizmi tahrif etmek için ellerinden geleni yapmak durumuna düşerler. Materyalizm, tersine, proletaryaya ve insanlığa, maddi ve kültürel açılıp gelişmesinin yolunu, devrimci yolu açar. (sayfa 213)


YOKLAMA SORULARI


      1. Fikrinizce, öznel idealizmin kanıtları en çok kimin üzerinde etki yapabilir? Neden?
      2. Doğanın ve toplumun yasalarının nesnelliği fikrinden ne anlaşılır? Örnekler veriniz.
      3. Bilincin, gerçeğin yansısı olduğu tezi ne anlama gelir?
      4. İnsan bilincinin şekillenmesinde emeğin rolü nedir?
      5. Bilincin toplumsal gelişmenin bir ürünü olduğunu gösteriniz.
      6. Bilimin soyut fikirleri, neden azami bir doğrulukla gerçeği yansıtırlar?
      7. Materyalizm ile sosyalizm arasındaki bağı gösteriniz.


Dipnotlar

[17] Aktaran. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, Sol Yayınları, Ankara 1993, s.18-19.
[18] Berkeley, Trois dialogues d'Hylas et de Philonoüs,"Önsöz".
[19] Aktaran: Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 27.
[20] Diderot, aktaran: Lenin, aynı yapıt, s. 27.
[21] Berkeley, adı geçen yapıt.
[22] Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 30-31.
[23] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 659-660.
[24] Bu konuda bakınız: Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 135-137 ve 287-292.
[25] Bu fikir, gelecek dersta aydınlatılacaktır.
[26] Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 136.
[27] Aynı yapıt, s. 290.
[28] H. Poincaré, La valeur de la science.
[29] J. Stalin, "SSCB'de Sosyalizmin Ekonornik Sorunları", Son Yazılar 1950-1953, s. 63.
[30] Aynı yapıt, s. 68.
[31] Aynı yapıt, s. 62.
[32] Ludwig Feuerbach..., s. 24; Felsefe İncelemeleri, s. 26; Din Üzerine, s. 214.
[33] Burada Stalin, bunun biçim ve içerik arasında bir çatışma olduğu düşüncesiyle çelişmediğini, çünkü çatışmanın genel olarak biçim ile içerik arasında değil, ama yeni bir biçim arayan ve bu yönde çaba gözeten yeni içerik ile eski bilim arasında olduğunu belirtiyor.
[34] J. Stalin, Anarşizm mi? Sosyalizm mi? s. 32-33.
[35] J. Stalin, Anarşizm mi? Sosyalizm mi? s. 33.
[36] Aynı yapıt, s. 33.
[37] Aynı yapıt, s. 29.
[38] Diderot, Entretien avec d'Alembert; Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 27-3 1.
[39] Aktaran: Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Sol Yayınları, Ankara 1993, s. 35.
[40] Ludwig Feuerbach.... s. 24; Felsefe İncelemeleri, s. 26; Din Üzerine, s. 229.
[41] Lenin, Tüm Yapıtlar, c. XIII, s. 310, [Rusça baskı].
[42] Karl Marx, "Feuerbach Üzerine Tezler", Felsefe İncelemeleri, s. 67; Ludwig Feuerbach... s. 61; Din Üzerine, s. 61.
[43] Bkz: Engels, "Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü", Doğanın Diyalektiği, s. 186-200.
[44] Çalışmayan gerçeğin biçmini değiştirmesini sağlamayan ve bunun sonuca olarak da duyumları da değişmeyen hayvanların, konuşma diline gereksinmeleri yoktur.
[45] J. Stalin, "E. Kreşeninkova Yoldaşa Mektup" Son Yazılar, 1950-953, s.42.
[46] Bkz: "Introduction â I'œuvre de Pavlov", Questions scientifiques, n° 4, Editions de la Nouvelle Critique.
[47] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, "Önsöz", Sol Yayınları, Ankara 1993, s. 23.
[48] Mao Çe-tung, "Pratik Üzerine", Teori ve Pratik, s. 11.
[49] Bu yineleme beklenmedik bir şey değildir, doğal zorunluluğun sonucudur.
[50] Mao Çe-tung, "Pratik Üzerine", Teori ve Pratik, s. 10.
[51] Lénine, Cahiers philosophiques.
[52] Aynı yapıt.
[53] Karl Marx, "Almanca İkinci Baskıya Sonsöz", Kapital, Birinci Cilt, Sol Yayınları, Ankara 1993, s. 28.
[54] Karl Marx, "Fransız Materyalizminin Tarihine Katkı", Felsefe İncelemeleri, s. 172.



ONBİRİNCİ DERS
MARKSİST MATERYALİZMİN ÜÇÜNCÜ ÇİZGİSİ
DÜNYA TANINABİLİR


I .    İdealizmin son sığınağı.
II .    Marksist anlayış.
         a)   Pratiğin rolü.
         b)   Marksist pratik kavramının bir tahrifi.
III .   Göreli gerçek ve mutlak gerçek.
IV .   Teori ve pratiğin birliği.


I. İDEALİZMİN SON SIĞINAĞI


      Bundan önceki dersimizde, 18. yüzyılda, Berkeley'in öznel idealizminin ortaya çıkışının, doğa bilimlerinin ve materyalizmin darbeleri altında ezilen dinin nesnel idealizmini başka bir yola çevirerek kurtarmak zorunluğu ile açıklandığını gördük. Ama, Berkelay'in felsefesinin, kendisiyle çağdaş olan bilimsel ilerlemeleri, bu arada yalnızca bir örnek vermek istersek, örneğin matematikteki ilerlemeleri açıklamak yeteneğinde olmamak gibi büyük bir kusuru vardı. Berkeley felsefesi, bunları bilmezlikten geliyor, saçma olduklarını öne sürüyordu ve gördük ki Berkeley gibi idealist filozoflar, kendilerini, çoğu kez bilimsel sorunlardan uzak tutuyorlardı. Ama bu yeterli değildir. 18. yüzyılla birlikte, bilimlerin gelişmesi, özellikle Newton'un evrenin genel mekanik teorisini (sayfa 214) kurmasından sonra öyle oldu ki, Berkeley felsefesinin artık tutulur yanı kalmadı. İdealizm geri çekilmek zorunda kaldı: amaç hiç değilse dinin varlığını devam ettirme olanağını muhafaza etmek, ve ona, kuşkudan bir kâr sağlamaktır. Yeni felsefe, "materyalizmin maddenin ilk olduğunu iddia ettiğini, kendisinin bu konuda hiçbir şey bilmediğini" ileri sürecektir.
      Böylece, bu yeni felsefe, kendisini idealizmle materyalizm arasında bir "üçüncü yol" gibi göstermeye çalışır; yan tutmanın olanaklı olmadığına karar vererek felsefenin temel sorununda bir yanı tutmayı reddeder; "dogmatik" değil "eleştirici" bir durum benimsemekle övünür.
      Nesnel idealizm, maddeyi bir evrensel Ruha bağımlı kılıyordu, öznel idealizm maddeyi bilincimizde eritip yok ediyordu. Ama biri, doğa bilimleri tarafından; öteki de, fizyoloji ve toplum bilimleri tarafından yıkılmıştır. Şimdi de "Peki ama, bilimin bize gerçeği olduğu gibi tanıttığını, nereden biliyorsunuz? Elbette ki, bilimler vardır; ama, nesnel gerçeğin kendi ilkesi içinde madde mi yoksa ruh mu olduğunu bilmek için, ilkin bizim ruhumuzun bizzat nesnel gerçeği tanıyabilip tanıyamayacağını bilmek gerekirdi." diyen yeni felsefe ortaya çıkıyor. Demek ki, böylece bu "üçüncü felsefe", maddeyi ruha bağımlı kılmıyor, maddeyi bilincin içinde eritip yok etmiyor, ama, başlangıç noktasında sanki biri ötekine yabancı imiş gibi, sanki madde ruha ve bilgimize nüfuz edemezmiş gibi, sanki bilgimiz, doğayı ve bizim ruhumuzun olanaklarını bulup gün ışığına koymak yeteneğinden yoksunmuş gibi muhakeme yürütüyor.
      Felsefenin temel sorununu yanıtlamanın olanaksız olduğu, çünkü, bizim, şeylerin birinci ilkelerini bilmek, tanımak yeteneğinde olmadığımızı ve hiçbir zaman olmayacağımızı ileri süren bu eğilim, (Yunanca "bilmek yeteneğinde" olmayan anlamına gelen iki sözcükten türetme) agnostisizm-bilinemezcilik adını alır.
      Bu felsefenin 18. yüzyıldaki habercisi, İskoçyalı David Hume'dur. Bu felsefenin başlıca temsilcisi Fransız Devriminin çağdaşı, daha önce de sözünü ettiğimiz Alman (sayfa 215) Emmanuel Kant'tır (1724-1804)[55] Fransa'da, 19. yüzyılda, Auguste Comte (1798-1857), buna yakın bir tutumu benimsemiştir, ve daha bir sürü yazarda, bilinemezcilik idealizmin başka biçimleriyle karışmış durumdadır (gerçekten de, bu yazarlarda, felsefi eğilimler, öğreti kurucularındaki gibi saf durumda görülmez, ancak değişken dozlarda eğilimler vardır). Bundan başka, Kant'ın felsefesi, işçi hareketinde bir rol oynamıştır, çünkü, marksizmin düşmanları, marksizmin "revizyonu"nu denemek için bu felsefeye dayanmışlardır.
      Öyleyse, şimdi de, bilinemezciliğin "kanıtları"nı görelim.
      Hume şöyle yazıyor:
      "İnsanların doğal içgüdüleriyle ... kendi duyularına güvenmeye eğilimli oldukları ve bizim algılarımıza bağımlı olmayan ve duyarlılıkla bezenmiş bütün varlıklarla birlikte ortadan kalktığımız takdirde bile varolacak olan bir dış evrenin varlığı, en ufak bir uslamlama yapmadan ya da hatta uslamlamaya başvurmadan önce her zaman varsaydığımız, apaçık belli bir şey plarak kabul edilebilir."
      Şunu görüyoruz: buraya kadar Hume, materyalizmin sağduyuya uygun düştüğünü kabul ediyor.
      "Ama bütün insanların bu evrensel ve birincil kanısı, bize, zihnimizde hiçbir şeyin bir imgesi ya da algısı dışında varolamayacağını ... öğreten birazcık felsefeyle hemen sarsılır. Görmekte olduğumuz masa, ondan uzaklaştıkça daha küçük görünür, ama bizden bağımsız olarak varolan gerçek masa, değişmez; o halde bizim zihnimiz, masanın imgesinden başka bir şeyi algılamamıştır."[56]
      İşte en katıksız Berkeley tarzının bir kanıtı karşısında bulunuyoruz: "düz ve kırmızı" güneş örneğini anımsayalım (geçen dersimizden). Bununla birlikte gene bir ayrım var: Berkeley maddenin bağımsız varlığını yadsıyordu; Hume bunu yadsımıyor: bizden bağımsız olarak varolan ve bizim duyumlarımız değiştiği halde değişmeyen "gerçek masa"nın varlığını kabul ediyor, ama mademki biz bu masadan ancak (sayfa 216) duyularımızın bize verdikleri göreli imgeleri tanıyoruz, o halde hiçbir zaman bu masanın nasıl oduğunu bilemeyeceğiz. Kendinde masa ise bilinemez.
      Demek ki, Hume, gerçek içinde iki düzey ayırdediyor: bir yanda bizim gördüğümüz gibi, bize göre masa, imge biçiminde bizim bilincimizde olan, öznel olan, yalnızca görünüş olan masa; öte yanda "gerçek" masa, kendinde masa, bizim bilincimizin dışında olan, nesnel olan, ve gerçeği teşkil eden ama bilinemez olan masa. Çıkan sonuç: hiçbir zaman şeylerin görünüşlerinden başkasını tanımıyoruz, hiçbir zaman onların varlıklarını bilmeyiz, öyleyse, kendimizi idealizmle materyallizm arasında gösteremeyiz. Kendinde-şeylerin ne oldukları, madde mi, yoksa ruh mu oldukları üstüne durmadan birbirleriyle tartışan idealist ile materyalist, karda yürüyen, biri mavi gözlüklü, öteki kırmızı gözlüklü ve durmadan karın ne renk olduğunu tartışan iki insana benzerler. Materyalist, eşyanın maddi yanının önemini görür, idealist ise düşüncel yanının önemini; aşkolsun kendinde-şeylerin ne olduklarını söyleyecek olana, çünkü onların ikisi de "kendi görüş açıları içine hapsolmuş" durumdadırlar.
      "Tarafsız kalmak" ve "bilimsel ihtiyatı elden bırakmamak" iddiasinda olan kimseler için bu felsefenin ne kadar önemli olduğu anlaşılır.
      Kant, Hume'un düşünme düzenine dayanarak doğrudan doğruya bilim alanına müdahale edecektir. Kant, çok güç anlaşılır bir filozof olarak ün yapmıştır.[57] Gerçekte, kantçı ideolojiyle her yerde karşılaşılır. Bu şeylerin bir "giz"i olduğu ve bizim bu gize ulaşmadığımız fikridir, bu sanki doğru ile yanlış arasında, bilim ile bilgisizlik arasında eşit bir denge tutturmak olanaklıymış gibi, burjuva okuluna kabul ettirilen yalancı bir tarafsızlıktır; bu, fazla doğrulayıcı olmanın doğru olmadığı, her yanda gerçek olduğu, ve "herkesin kendi görüşü bulunduğu" vb. fikridir. O halde, bu, yığınların yolunu (sayfa 217) şaşırtmaya özgü ideoloji türünün kendisidir.
      Şu halde Kant, bilinemez olan kendinde-şey ile, bu kendinde-şeyin bizim duyu organlarımızda oluşturduğu çarpmadan ileri gelen dış görünüş, bize-göre-şey arasında ayrım yapmakla işe başlıyor. Biz, şeylerin içinde değiliz ve hiçbir zaman da olmayacağız. Öte yanda, dış görünüşler çeşitlidir, karmakarışıktır ve çelişkilidir. Öyleyse bilimin görevi bunları bir düzene koymak ve bunlardan, bizim mantık gereksinmemizi karşılayacak bir tablo oluşturmaktan ibaret olacaktır. Bu, nasıl yapılacaktır? O zaman Kant, insan zihninin, duyuların verilerini kendi öz gereklerine göre yorumladığını belirtiyor. Bilim, bu yorumlamanın sonucundan başka bir şey değildir. Böylece bilimin yasaları, olaylar arasındaki ilişkiler, yalnızca insan zihninin ürünüdürler. Hareket halindeki maddenin gerçek yasalarını yansıtmak şöyle dursun, insan zihninin "yasalarını", gereksinmelerini yansıtırlar. Nesnel gerçeği temsil etmekten uzaktırlar, ancak öznel bir gerçeği temsil ederler. Elbette ki, bilimin yasaları, olaylar arasındaki ilişkiler şu ya da bu kişiye bağlı değildirler. Bununla birlikte Kant'a göre insan zihnine görelidirler (sanki dünyayı başka türlü görebilen tanrısal bir zihin olabilirmiş gibi).
      Bu teoriden çıkan sonuçlar nelerdir? Bilim, şeylerin yüzeyinde kalır. Gerçekte, mutlak, nüfuz edilemez, sonsuz bir gizem, üzerinde bilimlerin yanılsamalı ilerlemesinin cereyan ettiği gerçek arka plandır. Sonuç olarak, bilime hiçbir mutlak gerçeklik atfetmemelidir. Bu yalnızca bir yorumlama sorunudur. Kantçılık, insanı dosdoğru, kuşkuculuğa (scepticisme), bilimsel teorik araştırmalar alanı da dahil olmak üzere hareketsizliğe götürür. Bilinemezciler, böylece, dünün biliminin yanlışları ile bugünün biliminin doğruları arasında hiçbir ayrım yapmamak durumuna düşerler. Bilim bir kez yanıldıktan sonra, hangi anda yanılmadığının bilinemeyeceği yargısına vararak, "bugün doğru, yarın yanlış" derler. Bilginin, laboratuvanndaki yöntemli eleştirici zihniyeti ile kuşkuculuktan gelen evrensel kuşku zihniyetini birbirine (sayfa 218) karıştırırlar. Onlara göre, bilgi, bizimle dünya arasına bir engel koyar. Burjuva üniversitede, modaya göre ortaya konan bilimin değeri bilimin iflası vb. üstüne bitmez tükenmez düşünceler buradan ileri gelmektedir. Eğer bilim ancak dış görünüşlere dayanıyorsa, kısacası, bir bilim görünüşünden, bir bilgi görünüşünden başka bir şey değildir.
      Daha önce de söylediğimiz gibi, bilinemezcilik, gene tanınması gereken başka yakın biçimlere de bürünmüştür. Auguste Comte'un olguculuğu (positivisme), bilimin, olaylar arasındaki ilişkilerin nedenlerini araştırmaksızın yalnızca bu ilişkileri ortaya çıkarmakla yetinmesi gerektiğini savunur; bilim, şeylerin "nedenini" aramayı kendine yasak etmeli, mutlağa ulaşmayı istememelidir; Auguste Comte bu yoldaki her araştırmayı, olayların özünü ortaya çıkaran açıklayıcı her teoriyi, sözcüğün pek meşru olmayan bir kullanımı ile "metafizik" olarak mahkum eder. Bu, bilim konusunda burjuva üniversitesinin resmi amentüsüdür.
      Örneğin, Henri Poinearé'nin desteklediği adcılığa (nominalisme) göre bilim, bir "anlatış"tan başka bir şey değildir, ancak, bizim olaylardan algıladığımız şeyin bir ifade ediliş tarzıdır, ama hiçbir şekilde gerçeğin kesin bir açıklaması değildir. Henri Poincaré, dünyanın, güneşin çevresinde dönüşü gibi büyük bir buluştan bile kuşku duyuyor ve Kopernik sisteminde ancak bir "anlatış" görmek istiyor. Bu felsefeler, bilim hakkında yanlış bir görüş vermekle kalmazlar, bilimi, onu kısırlaştıracak yollara sürerler; Rönesans çağındaki o güzelim gözüpekliğini ve atılganlığını, bilimin elinden alırlar; onu zararsız kılmak için elbirliği yaparlar. Bütün bu akımlar, yüz yıldan beri Fransa'da ve Almanya'da, İngiltere'de ve Amerika'da yeni kuşaklardan da bol bol yandaşlar buldular. Özelikle toplum bilimleri alanında büyük bir başarıya ulaştılar.
      Şimdi bilinemezciliğin yerini belirleyelim.
      1. Bilinemezcilik, bilime karşıdan saldırmaz; bu, Kant ve Comte zamanında artık olanaklı değildir. Nesnel gerçeğin varlığını da yadsımaz; öyleyse, bilinemezci, bilim karşısında, (sayfa 219) materyalisttir. Ama öte yandan hemen güvence vermekte, bilimin, bilginin tümü olmadığını temin etmekte acele eder. Bilinemezci, bilimin saygınlığını düşürmeye, onun materyalist içeriğini ve bilgi değerini saklamaya, başına hiç dert açmayacak bir şekilde bir yandan kabul ederek maddeyi savuşturmaya çabalar. Kısaca amaç, idealizm lehinde bilime elkoymaktır; bilim, "insan ruhunun" övgülerini okumaya hizmet edecektir. Kısaca, bu materyalizm, utangaç bir materyalizmdir.
      "Bununla birlikte, yeni-kantçılar Almanya'da Kant'ın düşüncelerine, bilinemezciler ise İngiltere'de Hume'un düşüncelerine (bu düşünceler İngiltere'de hipbir zaman ortadan kalkmadı) yeni bir canlılık vermeye uğraşıyorlarsa da, bu, bilimsel açıdan, bunların çok zaman önce yapılmış olan teorik çürütülmelerine oranla bir geriye gidiştir, pratikte ise, materyalizmi açıktan açığa geri çevirirken, gizlice utangaç bir biçimde kabul etmektedir."[58]
      2. Bu "ara" durum, kapitalizmin hızla ilerleyişi döneminde; üretimin hizmetindeki bilimlerin gelişmesinden geçemeyen, ama aynı zamanda, ister Comte zamanındaki Fransa'da olduğu gibi kendi iktidarını daha sağlamlaştırmak için gereksindiğinden olsun, ister Kant zamanındaki Almanya'da olduğu gibi henüz feodal düzenden yakasını tam kurtarmamış olmasından olsun, feodal ideoloji ile dinle bir uzlaşma arayan buijuvazinin gereksinmelerine çok uygun düşmektedir.
      3. Bilinemezcilik, ancak görünüşte bir "ara" durumdur. İlkin pratik olarak, Comte'ta, örneğin siyasette mutlakın reddi ne anlama gelir? Bunu Comte'un kendi sloganı ile görüyoruz: "Ne eskiye dönüş, ne devrim", güzel bir burjuva sloganı. Bilinemezci, yan tutulamaz bahanesiyle yüzü açık dövüşmeye girişemeyen utangaç bir materyalizmle yetinerek alanı boş bırakır ama her iki yana da eşit şekilde değil, güçlü olana. Pratikte daha güçlü olan hangisidir? Lenin'in Ne Yapmalı?'da (sayfa 220) gösterdiği gibi, daha kuvvetli olan yadsınmaya yer bırakmayacak bir biçimde idealizmdir, çünkü, idealizmin resmi ideoloji olarak eski olma üstünlüğü vardır ve çünkü, teorik olarak kafalar için daha kolay bir yoldur. Materyalizm, tersine, resmi ideoloji değildir, güçtür, çünkü bilimseldir ve alışılmışın dışındadır. Bilinemezciliğin "yansızlığı" İspanyol Cumhuriyeti ile faşist müdahale arasındaki çatışmada Léon Blum'un "müdahale etmeme"sine benziyor. Bizzat Kant da çok iyi bilir ki, geçerli bir teorik yanıttan yoksun bırakılan insanlar, böyle bir yanıt getirdiklerini ileri sürenlere ve işin başında olanlara, idealistlere, tanrıbilimcilere doğru döneceklerdir, çünkü, insanların felsefi bir kesinliğe gereksinmeleri vardır; o halde bilinemezciliğin "yansızlığı" ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Üstelik göreceğiz ki, teorik planda, bilinemezciliğin idealistçe ön-varsayımları vardır.
      4. Sonuç olarak, bilinemezcilik dosdoğru gizemciliğe (mysticisme) ya da inancılığa (fidéisme) gider. Aklın üstünde başka bir "bilgi" cinsi: inan (iman) kabul eden gerici öğretiye inancılık denir. Aslında, bilinemezciliğe göre, tanrı ya da madde olsun, alemin ilkelerini, akıl yoluyla, felsefe yoluyla tanımak mademki olanaksızdır, bilinemezcilik nesnel idealizmin kendini verdiği dinsel dogmaların ussal olarak tanıtlanması yolunda bütün çabaları reddediyor demektir. Sonuç olarak: şeylerin gizli nedeni bilinmediğine göre, insan, aklın çözemeyeceği bir gizle kuşatılmış olduğuna göre, hiçbir şey, yüce gerçeğe, ussal-olmayan (non rationelle), gizemli yollarla ulaşılmasına engel olmaz, hiçbir şey inana şans tanımaya engel olmaz, hiçbir şey inanın gerçek bilgi olduğunu düşünmeye engel olmaz.[59] Bilinemezcilik, dinsel idealizm gibi "din, felsefi bakımdan doğru olandır" demez, "belki din bir yanılgı değildir, belki dinde gerçeklik vardir" der. Aradaki "ufak ayrım" görülüyor, öyle bir ayrım ki, teorik olarak kilisenin yıldırımlarını üstüne çekmeye, pratikte ise desteğini sağlamaya (sayfa 221) yetiyor.
      "Çağdaş inancılık, bilimi kesinlikle reddetmez, ancak nesnel gerçeği bulmak iddiası gibi 'aşırı iddiaları' reddeder. Eğer, (materyalistlerin düşündükleri gibi) nesnel bir gerçek varsa, eğer, yalnızca dış dünyayı insanın 'deneyim'inde yansıtan doğa bilimleri bize nesnel gerçeği vermek yeteneğinde iseler, bütün inancılığın mutlak surette reddedilmiş olması gerekir."[60]
      Bilimi bir öznel gerçek haline getirirken, bilinemezcilik, nesnel gerçeği inana bırakır. "Bilinemezciyi biraz kazıyınız —diyor Lenin— altında idealist bulacaksınız." Öznel idealizimden hareket ederek riesnel idealizme ulaşılır. Yeter ki ona bir şans verilsin, bugün tanrıbilimin bütün isteyebileceği de işte budur. Bilinemezcilik ve olguculuk, bilginlerin ufuklarını daraltarak, onlara genişliği olan bütün teorik genellemeleri yasaklayarak, onların ellerini-kollarını bağlayıp, tanrıbilimin buyruğuna verdiği gerçekliği olmayan uydurmaların kucağına atarlar; papa, kendilerine aşağı-yukarı şu ağızla konuşur: "Bilim, görüyorsunuz, güçsüzdür: yalnız, onu aşan inan evrenin gizemini bulup ortaya çıkarmaya olanak verir." Yalnız marksist bilgi anlayışı ve diyalektik materyalizm yöntemi, olguculuğun içine hapsettiği bu güçsüzlükten, bilimi, çekip çıkarabilir.


II. MARKSİST ANLAYIŞ


      "Dünyayı ve onun yasalarını bilebilme olanağını yadsıyan, bilgilerimizin değerine inanmayan; nesnel gerçeği tanımayan ve dünyanın, bilimin hiçbir zaman tanıyamayacağı, bilemeyeceği 'kendinde-şeyler'le dolu olduğunu düşünen idealizme karşılık, marksist felsefi materyalizm, dünyanın ve yasalarının pekala tanınabilir, bilinebilir oldukları, deneyimle, pratikle gerçeklenmiş doğanın yasaları hakkındaki bilgimizin geçerli bir bilgi olduğu, nesnel bir gerçek imlemi taşıdığı; dünyada hiç de bilinemez şeyler olmadığı, ama yalnızca (sayfa 222) henüz bilinmeyen, bilim ve pratik yoluyla bulunacak ve bilinecek şeyler olduğu ilkesinden hareket eder."[61]
      Görüyoruz ki, Stalin, gerçeğin bulunuşu ve bilgilerimizin doğrulanması aracı olarak, bilimin temeli olarak pratiğin merkez olma rolünü belirtiyor.


a) Pratiğin rolü.


      Engels, ünlü bir metninde, Kant'ın kendinde-şey teorisini eleştirmiştir:
      "Bu felsefi saplantanın en çarpıcı çürütülmesi, bütün öteki saplantılarda olduğu gibi, pratiktir, özellikle deneyim ve sanayidir. Eğer biz, doğal bir süreç hakkındaki anlayışımızın doğruluğunu, bu süreci biz kendimiz yaratarak onu koşullarından çıkarıp varlık haline getirerek ve onu kendi amaçlarımıza hizmet ettirerek tanıtlayabiliyorsak, Kant'ın bilinemez 'kendinde-şey'inin işi biter. Bitkisel ve hayvansal organizmalarda üretilen kimyasal tözler, organik kimya birbiri ardından onları birer birer yapmaya koyuluncaya kadar böyle 'kendilerinde-şeyler' olarak kaldılar; ama kimya onları yaptı mı, 'kendinde-şey' bizim-için-şey haline gelir, tıpkı örneğin, artık kızıl kök halinde tarlalarda yetiştirmeyip çok daha kolaylıkla daha ucuza taş kömürü katranından çıkardığımız alizarin gibi. Kopernik'in güneş sistemi, üç yüzyıl boyunca bir varsayım oldu; bunun üzerinde bire karşı yüz, bin, onbinle de bahse girişilse, gene de varsayımdı; ama Le Verrier, bu sistemden çıkarılan veriler yardımıyla, yalnız, bilinmeyen yeni bir gezegenin varlığının zorunlu olduğunu değil, ama aynı zamanda bu gezegenin gökyüzünde bulunması gereken yeri hesaplayınca ve daha sonra Galilei onu gerçekten bulunca Kopernik'in sistemi tanıtlanmış oldu."[62]
      Pratiğin tahlili, neden, bilinemezcilik olan bu "felsefi (sayfa 223) kapris"in çürütülmesini sağlar? Bir teori, pratikte nasıl çürütülür? Bizzat bu, idealistlerin söylemekten hiç geri kalmadıkları gibi, bizi "felsefenin dışına" çıkarmaz mı? İlkin onların kendi görüşlerinin savunulamaz bir görüş olduğunu görelim: onlar, bilimin pratik, sınai bir değeri olduğunu, ondan yararlanmanın yerinde olduğunu ifade ederler, ve aynı zamanda da bilimin bütün teorik değerini reddederler. Bu iki davranış birbiriyle nasıl uyuşur, idealistler bilimin "pratik" değerinden ne anlarlar? Gerçekte bunu yanıtlayamazlar. Eğer pratikle teorinin ayrılmasının bir anlamı varsa, bu ancak şu olabilir: bu ayrılma, kapitalist düzende kafa emeği ile kol emeği arasındaki karşıtlık, ayrılık demektir, başka bir şey değil.
      O halde marksist pratik anlayışı nedir? Pratik sözcüğü aynı zamanda hem 1° emek, üretim, sanayi; hem 2° bilimsel araştırma çalışması, deney, deneysel denetleme; hem de 3° toplumsal pratik, öteki iki pratiğin tabi oldukları pratiğin en üst biçimi, örneğin sınıf savaşımı pratiği için kullanılır. Pratik, gerçeği değiştiren insanın eylemidir; pratik, maddi emek ve duyum ile başlar. Kant, duyumu basit bir imge olarak kabul eder, duyarlığı edilgin bir yeti sayar: diyalektiğe göre duyum harekettir, ve bundan önceki dersimizde gördük ki, duyum, pratik eyleme bağlıdır. Duyarlık ve eylem, Kant'ın[63] metafizikçi olarak öğrettiği gibi, birbirinden ayrılmış şeyler değillerdir.
      Pratik, duyumların, izlenimlerin, bilginin birinci derecesinin kaynağı olduğuna göre aynı zamanda nesnelerin üretimidir de. Kant diyor ki: biz şeylerin içinde değiliz; Kant, nesne ile özneyi metafizik bir biçimde ayırır, düşünce ile gerçek arasına bir kopukluk koyar. Bundan daha yanlış bir şey olamaz. Biz, şeyleri ürettiğimiz ölçüde, şeylerin "içinde"yiz: onları üretirken kendi eylemimizi, kendi düşüncemizi onlarda cisimleştiriyoruz. Eğer biz "yapay olarak" alizarini üretmeyi biliyorsak, bu, onun niteliğine hükmedebildiğimizden, onu (sayfa 224) kendisi olarak tanıyabildiğimizdendir. Materyalizm için "yapay" bir ürünün, "doğal" bir ürün değerinde olmadığı yolundaki boşinanın yeri yoktur. O halde eğer, bir şey hakkındaki görüş ve anlayışımız doğru, kesin ise, pratiğimizin ortaya koyduğu sonuç, bizim beklediğimize uygun olacaktır ve bu, bizim bilgilerimizin nesnel olarak doğrulanması olacaktır. Her nesne, kendisini oluşturan sürece, çözülmez bir biçimde bağlıdır. İnsan, doğru bir biçimde bu sürece müdahale ederek, onu ortaya çıkartarak, bizzat o şeyle kendisi arasında tam bir ilgi kurar, ona nüfuz eder ve böylece kendi anlayışının doğruluğunu tanıtlar.
      "Bu nesneleri, onlarda algıladığımız niteliklere göre kendi yararımıza kullanmaya başladığımız an, duyusal algılarımızın doğruluğunu ya da yanlışlığını yanılmaz bir sınamadan geçirmekteyizdir. Bu algılar yanlışsa, bir nesnenin onlara göre kestirdiğimiz kullanım yolunun da yanlış olması ve çabamızın boşa gitmesi gerekir. Ama amacımıza varmayı başarırsak, o nesne ile onun bizdeki imgesinin uyuştuğunu anlarsak; nesne, ereğimiz için kendisinden beklediğimizi verirse, o zaman bu, bizim o nesne ve onun nitelikleri üzerine olan algılarımızın kendi dışımızdaki gerçeklikle uyuştuğunun o ölçüde olumlu kanıtıdır. Ve bir başarısızlığa uğtadığımız zaman, başarısızlığımızın nedenini bulmada genellikle pek gecikmeyiz; kendisine dayanarak iş gördüğümüz algının ya eksik ve yüzeysel, ya da başka algıların sonuçları ile onların elvermediği bir tarzda birleştirilmiş olduğunu —kusurlu savurma dediğimiz şey budur— anlarız. Duyularımızı gerektiği gibi eğitmeye ve kullanmaya, ve eylemimizi gerektiği gibi edinilmiş[64] ve kullanılmış algıların belirlediği sınırlar içinde tutmaya ne kadar dikkat edersek, eylemimizin sonucunun, algılarımızla algılanan şeylerin nesnel doğası arasındaki uyuşmayı gösterdiğini o kadar iyi anlayacağız."[65]
      Engels'in de andığı bir deyişi yinelersek "çöreğin kanıtı, onu yememizdir", bilimin doğru olduğunun kanıtı, doğal ve (sayfa 225) toplumsal dünyayı değiştirmeye olanak vermesindedir. Bunun için Marx:
      "Nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilemeyeceği sorunu, bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. İnsan hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlamalıdır."[66] diye yazdı.
      Bunun için pratik, bize, gerçeğin ölçütünü verir. Ama belki de, bu neden böyledir ve neden bilim olanaklıdır, bilimin olanaklı oluşunun temeli, gerçeğin temeli nedir, diye sorulacaktır. Bu sorunun yanıtı bundan önceki derste vardı. Kant, bize, "insan zihni"nden sözeder ve onun gerçeği bilebilmesinden kuşku duyar, onu maddeye yabancı ve deneyimden önce gelen bir şey olarak imgeler; ayrıca insan zihninin değişmez olduğuna ve değişmelere elverişsiz olduğuna inanır. İşte burada, Kant'ın metafizik, anti-diyalektik durumunu görüyor, aynı zamanda, zihnin kaynağında bir defada ve son şekliyle oluşmuş bütün "yetileri" ile birlikte verilmiş olduğunu kabul eden her idealizmin ön-varsayımını tamıtamına elegeçiriyoruz. Gördük ki, materyalizm, tersine, insan zihninin kökeni sorununu koyar ve gözer, insan zihninin, evrimin bir ürünü, insanlığın binlerce yıllık deneyiminin ürünü, pratiğin bir ürünü olduğunu, bilincin ise toplumsal bir ürün olduğunu gösterir. Eğer bilinç, doğadan ve toplumdan çıkıyorsa, doğaya ve topluma yabancı değildir. O halde doğanın ve toplumun yasalarını doğru olarak yansıtabilir. "Fikirlerin diyalektiğini oluşturan, şeylerin diyalektiğidir, fikirlerin diyalektiği şeylerin diyalektiğini oluşturmaz." (Lenin).
      Sonuç olarak, yanılgıyı insan için doğal bir şey gibi gösteren, ve gerçeğin bulunmasını hemen hemen bir mucize sayan idealizmin tersine, materyalizm, ilk elde hemen eksiksiz olmasa bile gerçeğin ilk olduğunu gösterir, çünkü, gerçek, gerçek olanın insan beynindeki yansısından başka bir şey değildir, ve bu yansi doğal bir süreçtir: dünyanın varlığı bizim için her an vardır. (sayfa 226)
      Bu koşullarda materyalizm yanılgıyı nasıl açıklar? Yanılgının olanaklı olması nereden gelmektedir? İdealist dünya anlayışı gibi, öteki şeyler arasında dinler gibi, yeryüzünde varolan birçok yanlış anlayışlar, nereden gelmektedir? Bu soruları yanıtlamak için, şeylerin, ancak bizim pratik eylemimizin gelişmesi sayesinde duyularımızın peşpeşe ortaya çıkarttıkları pek çok yönleri bulunduğu olgusundan hareket etmek gerekir. Bu yönlerin ancak bir tanesi ile yetinilirse, şeyler hakkında geçerli bir bilgiye sahip olmak olanaklı değildir. Örneğin, suya daldırılmış bir çubuk biçimi hakkında, yalnız gözlerimizin tanıklığıyla yetinirsek, o, tam olarak bilinemez. Her şey için durum aynıdır. Yanılgı mutlak değildir. Pratiğin bir anı, öteki anlarından ayrı tutulursa, yanılgı kökleşir. Bunun içindir ki, yanılgı her zaman pratiğin kendisiyle düzeltilebilir ve giderilebilir.
      Ama bundan önceki derste gördük ki, bilgi, iki derecelidir: duyum ve kavram. Birinci dereceden ikinci dereceye geçiş bir genelleme oluşturur. İşte burada da ikinci bir yanılgı kaynağı olabilir, çünkü, öyle durumlar olabilir ki, yeterli olmayan temellerden hareket edilerek genelleştirmeye gidilebilir. Örneğin, bazı burjuva siyasetçilerinin tutumlarına bakarak, bütün siyaset adamlarının kokuşmuş olduğunu ifade eden bir kimsenin durumu buna benzer. Burada, gerçeğin bir yönünü mutlağa götüren metafizik düşünce tarzını saptıyoruz: işte burada da gene, somut tahlil yetersizliğinin, yanılgının kökeninde olduğunu görüyoruz. Ama, şuna da işaret etmek gerekir ki, bir genelleme yapıldığında, gerçek olandan ayrılma ve bu gerçekten edinilen imgeyi bozma olasılığı vardır. Yanılgı mutlak değil, biçimi bozulmuş bir gerçektir. Lenin'in sözlerine göre, bizzat bilgi sürecinde gerçeğin dışına doğru imgelemeci bir uçuş olasılığı bulunur. Fikirlerin, kendilerine özgü olan bir sürükleme güçleri vardır. Bir kere doğduktan sonra, kendiliklerinde vardırlar. Yani başka türlü söylersek, beyin, kendisinin dışında biçimlenen fikir yapılarının değerlerini yalnız kendisi denetleyebilen pratikten ayrılarak, nispeten özerk bir şekilde işleyebilir. İşte pratik, (sayfa 227) burada da, yanılgıyı gerçeğin boyutları içine indirgemenin, düşünceyi "yere ayak bastırmanın" tek çaresidir.
      Şunu da not etmek gerekir ki, üretimin ve toplumsal varlığın bazı koşulları, bu sürekli yanılgının giderilmesini kolaylaştırmazlar. Örneğin, toplumların başlangıcında 'üretici güçlerin zayıf gelişmesi insana doğal olayların gerçek nedenlerini bulmak olanağını vermiyordu, bunun üzerine insan, doğal olayları kendi kendine imgesel nedenlerle açıklıyordu: efsaneler, mitler, dinsel inançlar buradan geliyor. Engels şöyle yazar:
      "Tüm uygar halkların geçtikleri belli bir aşamada, ... her yerde tanrılar yaratmış olan [doğa güçlerini] ... kişileştirme iç güdüsü ... dinin evrenselliğini tanıtlar."[67]
      Toplumun, biri çalışırken, öteki mülk sahibi olarak üretimi yöneten, planlar kuran ve kendisini bir fikir çalışmasına verebilen iki karşıt sınıfa bölünmesi, salt kurgusal kavramların gelişmesini kolaylaştırıyor. Aynı zamanda insanın zihinsel eyleminin ürünleri, üretimi ve toplum yaşamını yönetmekte kullandığı fikirleri, gerçeğin gerçek kökeni imişler ve ancak kendi kendilerine bağlı imişler gibi görünüyor. Nesnel gerçek ile fikirler arasindaki ilişkinin, ancak "gerçek olanın dışına doğru imgelemeci bir uçuşla" olanaklı olabilen bu tersyüz edilişi, her şeye tersine dönmüş, "gerçek-dışı" bir imge veren, ve yanılgının en yüksek biçimini temsil eden idealist dünya anlayışını oluşturuyor.
      Böylece, materyalizm, idealizmi yalnız çürütmekle kalmıyor, onun kökenini de açıklıyor. Lenin, idealizm için, aşırı bir şekilde mutlak içine, maddeden kopmuş bir mutlak içine dalan bilginin çizgilerinden ya da küçük yüzeyciklerinden biri, bir urudur, diye yazmıştır. İdealizm, elbette ki gerçek olanı yansıtır, ama tersine yansıtır, ve onu başaşağı yürütür. İdealistler, diyor Lenin, kısır çiçeklerdir, nesnel ve mutlak olan gerçek insanlık bilgisinin canlı, üretken ve güçlü ağacı üzerinde biten asalaklardır. Ve Mao Çe-tung, "Pratikten (sayfa 228) ayrı, ondan kopmuş bilgi anlaşılamaz"[68] diye yazıyor.


b) Marksist pratik kavramının bir tahrifi.


      Marksizmin yükselişiyle, bu pratik kavramı öyle bir önem kazanmıştır ki, artık bundan vazgeçmek olanaklı değildir. Bunun içindir ki, gerici burjuvazi onu elegeçirip kendine maletmeye ve tahrif etmeye kalkıştı. Burjuvazi de kendine bir eylem felsefesi hazırlamak istedi, işte bu, pragmacılık denen öğretidir.
      Emperyalist genişleme döneminde, Amerika Birleşik Devletleri'nde doğan pragmacılık, özellikle İkinci Dünya Savaşından beri Avrupa'da geniş çapta yayılmıştır.
      Pratik, bilginin gerçekliğini tanıtladığına göre, pragmacılık bundan şu sonucu çıkarmak iddiasındadır: başarılı olan her şey, yararlı olan her şey, gerçektir. "Gerçek olan her şeyin yararlı olduğu" formülünden hareket eden pragmacılık bunu döndürür, ve "yararlı olan her şeyin gerçek olduğunu" ileri sürer. O halde marksizmin tam karşıtıdır.
      Pragmacılığın, bilinemezciliğin kaba bir çeşidi olduğunu görmek güç değildir. Pragmacılığa göre gerçeğin temeli, gerçek olana uygunluk, gerçek olanın doğru, gerçeklenmiş, doğrulanmış ve denetlenmiş yansısı değil, yalnızca yararlılıktır. Ama kim için yararlılık? Ahmet için mi, yoksa Mehmet için mi? Burjuvazi için mi, yoksa proletarya için mi? Gerçek olan her şey yararlıdır, yalana gereksinmesi olanlardan başka herkese yararlı. Gerici burjuvaziye gittikçe daha çok yararlı olan ise yalandır, ve proletaryaya yalnızca gerçek yararlı olabilir. O halde pragmacılığa göre, gerçek, özneldir, nesnel dedildir. Aslında pragmacılık bizzat gerçeğin kendisiyle ilgilenmez; o, bir bilisizlik felsefesidir, idealizmlerin en gerisidir.
      Örnğin pragmacılık şöyle diyecektir: "din vardır, bazı kimseler için yararlıdır, o halde gerçektir". Aslında, gerileyen burjuvazinin, bilimi yadsıyan burjuvazinin tipik ideolojisi (sayfa 229) olan pragmacılık, gerçeği doğrudan doğruya egemen sınıfın çıkarlarına tabi kılar. Bu, makyavelciliğin savunmasıdır. Devletin çıkarı (makkarticilik), Rosenbergler cinayetini haklı gösterecektir. Eğer sermayenin çıkarı öyle ise, zaman zaman birbirine en karşıt şeylerin doğru olduğu karar altına alınacaktır. Bu, azami kâra tapınmadır.
      Eylemin felsefesi olarak pragmatizm, ilkeleri ne olursa olsun, başarılı olan eylemi salık verir; ona göre sonuç, yararlılık, kullanılan araçları haklı gösterir. Bu, "Gerçek, şu anda Mussolini'nin düşündüğüdür" formülüne uyan faşist serüvencilerin tipik felsefesidir.
      Bilimsel alanda, pragmacılık, teoriden, düşünceden ve olacağı bilmeden vazgeçilmesini öğütler. Gelişigüzel, "görmek için deneyimler"i över, bunlar ne olursa olsun. Bu deneyimler, başarılı olursa ne âlâ, yok başarıya ulaşamazsa ne yapalım, yazık! Pragmacılık böylece caniyane "deneyimler"e de izin verir. Bu iğrenç "teori", mahpuslar üzerinde deneyimler yapan nazi doktorlarının ve onlara özenen Japon doktorların bütün ideolojik yönünü teşkil ediyordu; gene bu teori, şimdi de bakteriyolojik savaş konusunda Amerikalıların teorisidir.
      Burjuva ideologları bir yandan böylece burjuvazinin kendi sınıf pratiğini "haklı göstermeye" çalışırken, aynı zamanda pragmacılığı marksistlere maletmek iddiasındadırlar. Onların sözlerine bakılırsa, güya, marksistler "etkililiği" her şeyin başına geçirirlermiş, ve kendi topluluklarının karanlık amaçları için yararlı olan şeyi, doğru ve gerçek olarak kabul ederlermiş. Bazı ideologlar, böylece, Hitlerin "yaşamsal yalan" teorisini, marksistlere bağlamak iddiasindadırlar.
      Marksist anlayış bambaşka bir anlayıştır. Bir fikrin yararlı olduğu için gerçek olması şöyle dursun, tam tersine, bir fikir doğru ve gerçek olduğu, yani nesnel olarak şekillenmiş oldu içindir ki ve yalnız bu takdirde yararlıdır, uygulanabilir, çunkü , daha zamanında, rasyonalist Descartes'in da[69] belirttigi gibi, pratik, gelip yanlış görüşü, hatalı yöntemi (sayfa 230) "cezalandıracak"tır. Amerikan emperyalizmi, Hitler'in de yaptığı gibi, bunu her gün deneyip duruyor. Bir fikir başarısızlığa uğradığı için yanlış ilan edilmez, tersine, nesnel olarak yanlış olduğu için başarısızlığa uğramıştır.
      "Yararlı" yalanı, gerçeğin eşanlamı haline getirmek, oportünistin "taktiği"dir. Yalnız ilkesiz ikbal avcıları ve emperyalist çöküşün ürünü serüvenciler, böyle bir davranış çizgisini övebilirler. Marksizm hiçbir zaman gerçeği feda etmez. Marksistler görünüşteki ve geçici "başarısızlıklar"a katlanmasını ve pratiğin en büyük iyiliği için bilimsel gerçeği açıklamasını bilirler. Bir zaman oldu ki, Fransa'da, Marshall planını ulusun çıkarlarına aykırı olarak niteleyenler, yalnızca komünistler oldu. Pragmacılık, tersine, her zaman rüzgarın estiği yandadır, ve yalnızca yakın başarıyı araştırır. Ama, pratik, Marshall planını suçlamanın dayandığı teorik verilerin doğrulanmasına olanak verdi, geniş yığınların gözü önünde gerçeğin ortaya çıkmasına, hangi değerlendirmelerin gerçeğe uygun, hangilerinin ise gerçeğe aykırı olduklarının gösterilmesine olanak verdi.
      İşte bu anlamdadır ki, pratik, gerçeğin ölçütüdür.


III. GÖRELİ GERÇEK VE MUTLAK GERÇEK


      Demek ki, pratik, bize, bir şeyin özellikleri hakkında sahip olduğumuz fikrin doğruluğunu tanıtlama olanağını verır. Bu andan itibaren Kant'ın "kendinde-şey"inden geriye ne kalır artık? Hiç!
      Nitekim diyalektik, hatta idealist diyalektikçi Hegel bile, bir şeyin özellikleri ile kendinde-şey arasında bir ayrıım yapmanın saçma olduğunu öğretir. Eğer bir şeyin bütün özelliklerini biliyorsanız o şeyin kendisini de bilirsiniz; kaldı ki, bu özellikler bizden bağımsızdır. İşte dünyanın maddiliğinden anlaşılması gereken şey budur; ama madem ki onun özelliklerini tanıyoruz, bu nesnel gerçek hiç de tanınması olanaksız bir şey değildir. Örneğin şöyle bir şey söylesek saçma olurdu: "Sizin karakteriniz başka bir şeydir, meziyetleriniz ve kusurlarınız (sayfa 231) başka bir şey; sizin meziyet ve kusurlarınızı biliyorum, ama karakterinizi bilmiyorum"; çünkü, "karakter" doğrudan doğruya kusurların ve meziyetlerin bütünüdür. Aynı şekilde, ressamlık, resme ilişkin yapıtların tümüdür; tablolar, ressamlar, renkler, çeşitli tarzlar, okullar vardır ve sonra kendinde "ressamlık" vardır, ve bunların hepsinin üstünde duru ve tanınmaz bir şeydir, demek de saçma olurdu. Nesnenin içinde iki bölüm yoktur. Nesne, bizim, pratikle, derece derece başka yönlerini bulduğumuz bir bütündür.
      Şeylerin "saklı" özelliklerine gelince, diyalektik, bu özelliklerin, değişikliği doğuran karşıtların iç savaşımıyla kendilerini ortaya koyduklarını bize öğretti: "kendinde" sıvı durumu, kendi iç çelişkisini donma ya da kaynama anında açığa vuran bu durum, göreli denge halidir. Sonuç olarak:
      "İlkede, dış görüntü ile kendinde-şey arasında hiçbir ayrım yoktur ve olamaz. Ancak bilinenle henüz bilinmeyen arasında ayrım vardır."[70]
      Gerçek olanın gitgide daha derin bir biçimde tanınmasıyla "kendinde"-şey, derece derece "bize-göre"-şey haline gelir.
      Şu halde görüyoruz ki, diyalektik materyalist bilgi teorisine göre, bir mutlak gerçek, yani kendinde gerçek olana uygun olan gerçek vardır. Kant'a göre, gerçek, insan zihnine göre görelidir. Kant'ın tersine, marksizm, gerçeği doğal bir süreç olarak tanımlar: insanların bilincinde, bu bilincin dışındaki nesnel gerçeğin gittikçe daha doğru olan yansısı, marksistlerin gerçeği yadsıdiklarını söylemek; bu, artık düpedüz karaçalmadır.
      Ama sıvı örneğine tekrar gelecek olursak, görürüz ki, bir olayın iç içeriği değişiklikle ortaya çıkar. Şu halde, bazan, bir olayın gerçeğinin net olarak belli olması için olayın belli bir gelişme ve olganlaşma derecesine ulaşmasını beklemek gereklidir; çelişkiler daha gelişmemiş oldukları zaman henüz farkedilemezler. Örneğin bir canlı varlığın başlangıçlarının incelenmesini güçleştiren budur. Kapitalizm için durum aynıdır; onun onulmaz yaraları, çözülmez gelişkileri, can çekişme (sayfa 232) haline geldiği zaman geniş halk yığınlarının gözüne gittikçe daha iyi çarpar. Diyalektikçi Hegel'in gösterdiği gibi: "Minevra gecekuşu (bilimin ve gerçeğin simgesi) ancak akşamın alacakaranlığında uçar."
      Öyleyse olayların gelişmesi bilginin ilerlemesine olanak sağlar; ve onun içindir ki, sabırla gözlemde bulunmasını ve gerçeğin yansısının beyinde şekillenmesi için gerekli zamanı hesaba katmasını bilmek gerekir.[71]
      "Bilgi teorisinde, bilimin bütün öteki alanlarında da olduğu gibi, diyalektik olarak düşünmek gerekir, yani bilgimizi hazır ve değişmez olarak görmemiz, bilginin bilgisizlikten nasıl çıktığını, nasıl eksik, tam doğru olmayan bilginin, daha eksiksiz ve daha kesin bir hale geldiğini belirlememiz gerekir."[72]
      Acaba hiçbir zaman tanınamayacak, bilinemeyecek şeyler var mıdır? Hayır, asla; yalnızca "bilim ve pratik yoluyla bulunacak ve bilinecek" şeyler vardır. , Bütün bilim tarihi, bilinemezin varolmadığını, bilinmeyenin durmadan bilinen haline dönüştüğünü doğrular. Kant, tersine; bazı sorunları çözülmez sayıyordu. Zaten onun bilimsel ufku zamanın bilimlerinin sınırlarıyla kısıtlanmıştı: örneğin o zaman organik kimya, biyoloji... henüz yoktu. O zamandan beri ufuk genişledi, ama durmadan Kant'ı yineleyenler bunu görmek istemiyorlar.
      Bunun için, bilinemezcilik kötümser olduğu ve "insan zihni"nin eksikliğinden yakındığı halde, materyalizm iyimserdir, hiçbir sorunu, örneğin kanser sorununu çözümsüz saymaz. Yalnız geçici olarak bilinmeyen şeyler vardır ve kapitalist rejim, bilimin hızını engelleyerek bu geçiciliği uzatır. Dahası var, materyalizm, buluşların olganlaşmış oldukları alanları önceden görerek ve bunların çabuklaştırılması için bütün önlemleri alarak bilimin gelişmesinin planlanmasını sağlar. Zaten, geçmişte, bir olgunluğa ulaşmış olan buluşların, (sayfa 233) birbirlerinden habersiz olan bilginler tarafından hemen hemen aynı zamanda yapıldığı sık sık olmamış mıdır; bilginin, şeylerin kendilerinin bizde neden oldukları doğal bir süreç olduğunun en güzel kanıtı değil midir bu?
      Ama, şunu da gözönünde bulundurmak gerekir ki, belli bir olayın gelişmesi, bütün ötekilerden bağımsız değildir, her şey birbirine bağlıdır ve doğa, zaman ve uzay içinde sonsuzdur, doğa daima yeni şeyler oluşturur, bitmez tükenmezdir. Bunun içindir ki, bilginin gelişmesi de sonsuzdur. Dünyada hiçbir zaman bizim bilgimizin içinde yeralmayacak kadar çok şey vardır, ama her şey birbirine bağlı olduğuna göre, bilmediklerimiz de bildiklerimizle birbirine bağlıdırlar. Sonuç olarak bilim, belli bir noktada durmaz ve bu anlamda, bilimin gerçeklerinden her biri, kendi başına ele alındığında görelidir, çünkü bütün öteki gerçeklerle bağıntılıdır. Molekülün ötesinde atom bulundu, atomun ötesinde elektron, çekirdek bulundu, çekirdeğin ötesinde öteki parçacıklar, ama gerçeğin sonuna ulaşılabileceğini sanmak yersizdir. "Elektronun kendisi de —diyor Lenin— bitmez tükenmez."
      Bu da, bilgilerimizin nesnel değerinden hiçbir şey kaybettirmez, çünkü, "görelinin içinde mutlak vardır" (Lenin).
      "Modern materyalizm, yani marksizm açısından, bilgilerimizin nesnel, mutlak gerçeğe yaklaşık sınırları tarihsel olarak görelidirler, ama bu gerçeğin varlığı,bizim ona yaklaşmakta olduğumuz kadar kesindir. Tablonun çevre çizgileri tarihsel olarak görelidirler, ama tablonun nesnel olarak varolan bir modeli temsil ettiği kesindir. Şu ya da bu anda, şu ya da bu koşullar içinde, şeylerin doğasına ilişkin bilgimizde, maden kömürü katranı içinde alizarini bulacak ya da atom içinde elektronları bulacak noktaya kadar ilerlemiş olmamız olgusu tarihsel bakımdan görelidir, ama hiçbir bakımdan göreli olmayan şey, bu cinsten her bulgunun mutlak nesnel bilgilnin bir ilerlemesi olduğudur."[73]
      Şu halde, zamanla, yanlış ya da günü geçmiş bir hale gelecek, doğru bilimsel bir teori olamaz; her bir teori, değerini (sayfa 234) korur; teorinin darlıkları, sınırlamaları bulunduğu zaman, bunlar, deneyimin tükenmez katkısıyla aşılmış olurlar. Bilimin ilerlemesi, özgünlüğe doğru, beceriye doğru bir yarış değildir, gerçeğin içinde derinliğine doğru bir ilerlemedir.


IV. TEORİ VE PPATİĞİN BİRLİĞİ


      Diyalektik materyalizme göre bilgi, aklın, duyuların verilerini "yorumlamasına" aracılık eden bir işlem değildir, insan beyninde gerçeğin gittikçe daha doğru, daha şaşmaz yansısını oluşturan karmaşık bir süreçtir. Biliyoruz ki, bu süreç, nitel bakımdan birbirinden ayrılan iki dereceyi içine alır: duyusal derece, ussal derece ya da pratik ve teori. Ayrıca gördük ki, pratik, teorinin zorunlu hareket noktası, bilginin kaynağıdır ve aynı zamanda gerçeğin ölçütüdür. Şu halde her teori, zorunlu olarak, pratiğe dönmelidir ve bu, iki nedenden böyle olmalıdır: birincisi, teori, kesin olarak pratik tarafından yaratılmıştır, dünyayı seyreden hevesli bir hoş merak için değil, dünyayı değiştirmeye yardım etmek için kurulup hazırlanmıştır; ikincisi, mademki gerçek, kesiksiz hareket ve değişikliktir, kendi kendine yeterli olmaya çalışan bir teori, kısırlaşır, artık ölü bir dogmadan başka bir şey değildir; ısrarla, durmadan pratiğe dönmezse, bilgi süreci duraklar, artık gerçeğin gittikçe daha kesin, daha şaşmaz bir yansısını elde etmek, teorinin yetersizliklerini düzeltmek, dünya bilgisini derinleştirmek olanaklı olmaz.
      Bilginin tüm birinci dereceye, duyumlar derecesine dayandığını düşünen filozoflara görgücü (empiriste) denir; fikirlerin, teorik bilginin rolüne büyük yer veren, ama onları gökten inmiş sayan, fikirlerin pratikten çıkamayacağını kabul eden filozoflara da rasyonalist (akılcı) idealistler denir. Bunlar da, ötekiler de, bilginin iki derecesini keyfi olarak ayınırlar; bu iki derecenin birliğini kavramazlar.
      Bu tezin devrimci pratik alanındaki önemi kolayca anlaşılabilir. Bilimlerde olduğu gibi, burada da her insanın kendisi, her şeyi deneyemez; teorinin hazırladığı ve işçi (sayfa 235) hareketinin yüz yıllık deneyimi sayesinde yanlışlığı daha önce kabul edilen ve düzeltilen dünya anlayışlarına kapılmak istemeyen her insanın özümlemeye çabalamak zorunda olduğu birikmiş bir toplumsal deneyim vardır.
      Teoriyi ihmal eden pratikçiliğe saplanır, körler gibi davranır ve karanlıklar içinde yürür. Pratiği ihmal eden ise dogmacılık içinde donar kalır, artık kafası tın tın öten bir doktrinerden başka bir şey değildir.
      "Kuşkusuz ki teori, devrimci pratiğe bağlanmadıkça amaçsız kalır; tıpkı yolu devrimci teori ile aydınlatılmayan pratiğin, karanlıkta, elyordamıyla yürümesi gibi."[74]
      Marksist bilgi anlayışı, "yansız", "nesnel" olmak için, kendinde gerçeği görmek için kendini pratikten uzak tutmak gerektiği yolundaki yanlış fikri çürütmemizi sağlar. Burjuva nesnelciliği denen bu yanlış fikir, marksizme karşı bir savaş makinesidir. Bu, kendi deneyimlerinden "etkilenmiş" olduğu için deneyler yapan fizikçinin nesnel olamayacağını söylemek gibi bir şeydir!
      "Bilgi edinmek isteyen, dünyayı, yani gerçeği değiştirme pratiğine bizzat katılmalıdır. Armudun tadını bilmek isteyen, armudu, yiyerek değiştirmek zorundadır. Atomun yapısını ve özelliklerini bilmek isteyenin, atomun durumunu değiştirmek için, fizik ve kimya deneyleri yapması gerekir. Devrimin teorisini, yöntemlerini bilmek isteyen, devrime katılmak zorundadır. Bütün gerçek bilgi, doğrudan deneyimlerden doğar."[75]
      Bunun içindir ki, harekete katılmak yerine kollarını bağlayıp seyretmekle, marksizmi doğru olarak ve derinlemesine özümlemek olanaklı değildir, ancak hareketten uzak durularak marksizmin değeri hakkında bir yargıya varilabileceğini ileri süren küçük-burjuva ideologları bundan alınmasınlar; teori ancak hareketle kurulur, doğdulanır ve zenginleşir. Yalnız devrimci pratik, kapitalist toplumun gerçeğini bulmak (sayfa 236) olanağını sağlar, çünkü yalnız devrimci pratik, bu toplumu dönüştürmeye, bu toplumun içinde hareket ettiği koşulları değiştirmeye niyetlenir; ve yalnız devrimci pratik, gerçeğe gereksinme duyar, çünkü, doğru bir teori olmayınca başarıya ulaşılamaz. Bunun içindir ki:
      "Materyalizm, şu ya da bu biçimde parti zihniyetini varsayar; materyalizm, her olayın değerlendirilmesinde, belirli bir toplumsal grubun görüşünü açıkça ve hiçbir kuşkuya meydan vermeyecek biçimde benimsememizi zorunlu kılar."[76]
      Zamanımızda bu grup, devrimci proletaryadır.
      "Pratik yoluyla doğruyu bulmak ve pratik yoluyla doğruyu tanıtlamak ve geliştirmek. Algısal bilgiden başlayarak onu fiilen usa-uygun bilgi haline getirinek ve sonra usa-uygun bilgiden başlayarak öznel ve nesnel dünyayı yeni bir kalıba dökmek için devrimci pratiğe geçmek, pratik, bilgi, daha fazla pratik, daha fazla bilgi ve bu örneğin sonsuza kadar yinelenmesi ve her devirde pratik ve bilginin kapsamını daha yüksek bir düzeye ulaştırmak."[77]
      Şu halde, marksizmi bir bilim olarak değil de, yalnızca tarihin proletarya için taşıdığı "öznel" anlamı (başka bir deyişle proletaryanın olaylar hakkındaki öznel yorumunu) temsil ettiğini sanmak kesinlikle yanlıştır. Bu değerlendirmeden şöyle bir sonuç çıkardı: mademki, bu onların kendiliğinden gelme görüşleridir, proleterlerin marksizmi öğrenmeye gereksinmeleri yoktur, proleter olmayanlar ise, mademki marksizm kendi görüşlerini temsil etmeyecektir, marksizmi öğrenmek zorunda değildirler! Tam tersine, biz diyoruz ki, marksizm bir bilimdir; herkes ona gereksinme duyar ve onu öğrenmelidir; marksizm hiç kimse için ne gereksizdir, ne de yararsızdır!
      Nesnel olmak, bütün teorileri reddetmek demek değildir; toplumsal gelişmenin süreçlerine uygun bir teoriyle yetinmektir. Bu uygunluk, ancak toplumsal pratikle denetlenebilir, (sayfa 237) bu, pratik gelişme sürecini yaratmaz, ona ancak yardım eder, nasıl ki, bir bilgin, laboratuvannda bir sürecin gidişini hızlandırmaya çalışabilir ama bu sürecin yasasını ne ortadan kaldırabilir, ne de yaratabilirse.
      Sonuç olarak, bilinemezciliğe karşı yalnızca teorik bakımdan savaşmamalıyız, aynı zamanda, eylemimizle, ne yaptığını bilerek, dünya üzerinde etki yapılabileceğini ve marksizmin tarihsel gerçek olduğunu kanıtlayarak onu pratik bakımdan da yıkmalıyız. Örneğin, bilinemezcilik, savaş kimin suçu? bilinmez! derken, namuslu insanların eylemi, onları, savaş suçlularını ortaya çıkartmaya yöneltti. Böylece proletarya, marksist materyalizmin değerini, olmadan olacağı bilmenin değerini deneyimleriyle doğruladı. Sosyalistlerin hiçbir zaman doğruyu söyleyen ve haklı olan ilk insanlar olmaktan başka kusurları olmadığı yargısına vardı. Oysa, olmadan olacağı doğru söyleyen, doğru bilimi söylüyor demektir.
      Böylece, bilinemezcilik burjuvazinin sınıf çıkarlarına hizmet eder: eğer toplum bilimi yoksa hiçbir şey önceden bilinemez ve elbette hiçbir şey yapmamak gerek; egemen sınıf rahatına baksın! Bilinemezcilik sömürülenleri güçsüzlüğe götürür. Tam tersine, toplumun bilimsel olarak bilinmesi olanaklıysa, ezilenler ve sömürülenler bu bilgiye sahip olabilirler, pratik ile teori arasındaki birliği, savaşımlarının yolgösterici yıldızı yapabilirler.
      Kuşku ve kötümserlik doğuran, kavrayamadıkları olayların gerisinde kalan insanların, artık hiçbir şeye inanmayan, yani ne olursa olsun, herhangi bir şeye inanmaya hazır insanların işi olan bilinemezciliğe karşı diyalektik materyalizm, akıllıca bir iyimserlik yaratır ve insanın, olayların akışına bilerek yön verebileceğinin anlaşılmasını sağlar. Materyalizm, eylemle birleşen düşüncenin gücüne sınırsız bir güven ilham eder. Marx'ın tezinin derin gerçeği böylede ayrınlanır.
      "Filozoflar, dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar oysa sorun onu değiştirmektir."[78] (sayfa 238)



YOKLAMA SORULARI


      1. Bilinemezcilik, siyasal görüşlerde kendini nasıl ortaya koyar?
      2. Bilinemezciliğin bilim karşısındaki tutumu nedir?
      3. Bilginler neden dine inanmaya devam ederler? Bilinemezcilik neden insanı inancılığa götürür?
      4. Bilinemezciliği nasıl çürütmeliyiz?
      5. Pragmacılık nedir? Neden bu anlayışa karşı savaşmalıyız?
      6. Marksizme göre gerçeğin göreli olduğu doğru mudur?
      7. Neden teori ile pratiğin birliği üzerinde ısrar etmek gerekir?


Dipnotlar

[55] Dokuzuncu derse bakınız: "Marksizm ve Din", V. 
[56] Aktaran: Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 25-26. 
[57] Kant'ın felsefesini eleştirmemiz, onun bilim adamı olarak katkılarını, Laplace'ın yeniden ele aldığı ve geliştirdiği bulutsu varsayımını değerlendirmediğimiz anlamını taşımaz. 
[58] Ludwig Feuerbach.... s. 23; Felsefe İncelemeleri, s. 24-25; Din Üzerine, s. 213. 
[59] Yukarda (9. Ders) gördüğümüz gibi Kant için dinsel inancın karşı-devrimci pratik bir rolü vardır. Benim felsefem, diye açıklar Kant, hem bilime, hem de inanca yer verebilme üstünlüğüne sahiptir. 
[60] Lenin, Tüm Yapıtlar, c. XIII, s. 98-99 [Rusça baskı]. 
[61] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 661. 
[62] Ludwig Feuerbach..., s. 23; Felsefe İncelemeleri, s. 24; Din Üzerine, s. 213. Yukarda Engels'ten sonra yaşayan bilinemezci Poincard'nin, Kopernik sistemini bir varsayım olarak düşünmekte direndiğini gördük; o, Engels'in sözünü ettiği parlak doğrulamayı düpedüz bir yana bırakmış bulunuyordu. 
[63] "Im Anfang war die Tat" ("Başlangıçta Eylem Vardı") (Goethe), aktaran: M. Thorez, Fils du Peuple, s. 68. 
[64] Yani "bilimsel olarak denetlenmiş" (Engels). 
[65] Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Sol Yayınları, Ankara 1993, s. 38. 
[66] Marx, "Feuerbach Üzerine Tezler", Felsefe İncelemeleri, s. 68; Ludwig Feuerbach..., s. 62; Din Üzerine, s. 62. 
[67] Friedrich Engels, "Anti-Dühring İçin Elyazmaları", Anti-Dühring, s. 470 
[68] Mao Çe-tung, "Pratik Üzerine", Teori ve Pratik, s. 14. 
[69] Discours de la méthode, 1. bolum.
[70] Lenin, Materyalism ve Ampiryokritisizm, s. 104-105. 
[71] Bu, elbette, bilgi edinme sürecini hayalgücü, bilimsel öngörü, varsayım aracılığıyla hızlandırmanıh olanaklı olduğu olgusunun reddedilmesi anlamına gelmez. 
[72] Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 105. 
[73] Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 143-144. 
[74] J. Stalin, Leninizmin İlkeleri, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 21; Leninizmin Sorunları, s. 24. 
[75] Mao Çe-tung, "Pratik Üzerine", Teori ve Pratik, s. 13. 
[76] Lenin, Tüm Yapıtlar, c. I. s. 380, 381, 4. baskı, [Rusça baskı], 1946; ve Bref aperçu de sa vie et de son œuvre, Moscou 1946. 
[77] Mao Çe-tung, "Pratik Üzerine", Teori ve Pratik, s. 23. 
[78] Marx, "Feuerbach Üzerine Tezler", Felsefe İncelemeleri, s. 70; Ludwig Feuerbach..., s. 64; Din Üzerine, s. 64

Bu Blogda Ara