4. BÖLÜM
ALTÜSTLÜKLER
DP-27 MAYIS-22 ŞUBAT-21 MAYIS

ZAVALLI HALK PARTİSİ

1950 seçimlerine ekseriyet sistemi ile giren CHP seçimleri alacağına emindir. Tüm devlet gücünü halkın üzerinde kullanacaktır. Halk jandarma baskısıyla tehdit altındadır. CHP, DP’nin “komünist” olduğu propagandasını yapmakta, DP’nin dinsiz, kendisinin dindar parti olduğunu söylemektedir.

CHP içinde Mustafa Kemal‘in gümbür gümbür devrim söylemlerinin yerini, bezirgan nutuklar almaktadır.

Paşalar tedirgindir. İktidarın CHP’nin elinden kaçması olasılığı vardır. Paşalar İsmet Paşayla görüşürler. CHP uyguladığı seçim sistemiyle, bürokrasi baskısı ve verdiği gerici taviz ödünlerle kazanacağına emindir. Uygulanan “ekseriyet“ sisteminde bir seçim bölgesinde en çok oyu alan parti, o bölgede tüm milletvekilliklerini kazanmaktadır. Paşaları rahatlatır.

14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan seçimleri “grev hakkı tanımak”, “basını özgür kılmak”, “anti-demokratik yasaları değiştirmek” gibi programında aydınların da desteklediği maddeler bulunan Demokrat Parti seçimleri kazandı. İnönü ve CHP artık muhalefetteydi. CHP meclise ancak 69 milletvekili sokabildi. DP’nin meclisteki sandalye sayısı ise 408 di.

Seçim sonuçları depremdir. CHP ve Paşalar şoktadır.

Celal Bayar Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes başbakan oldu.

2 Haziran’da, Adnan Menderes, kabinesini açıkladı. 295 Milletvekilinin katıldığı oylamada, 282 oyla güvenoyu aldı.

6 Haziran’da ordunun üst yönetimini büyük ölçüde değiştirdi. Bir çok general ve üst rütbeli subayı emekliye ayırdı.

Seçimler bitti. Demokrat Parti, Halk Partisini korkunç bir bozguna uğrattı. Oysaki Halk Partisi, halkı kazanacağını umarak fikirleriyle, prensiplerinden son zamanlarda ne fedakarlıklar etmişti. Bütün yayınlarına göz yumulan din dergileri, okullara konan din dersleri, yeniden açılan ilahiyat fakülteleri, imam hatip kursları, türbeler, şahsi sermayeye sağlanan imtiyazlar, her türlü irticaa tanınan haklar... Hiçbiri kar etmedi. Zavallı Halk Partisi” (Orhan Veli 15 Mayıs 1950 Yaprak)



BAŞKALARINDAN BEKLEME

Halka “demokrasi” vadeden DP, demokrasiye susamış tüm kesimlerden, hatta ülke aydınlarından ve sol kesimden de büyük destek almıştı.

DP iktidarı büyük sevinç yarattı. Solcular bile; sanki kendileri iktidara gelmişcesine seviniyorlardı. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun da belirttiği gibi: “Sanki halk savaşı sonunda ülke düşman saldırısından kurtarılmıştı. Esen ve estirilen hava buydu…”

Bugün olduğu gibi o günlerde de halk ve aydınlar kendi ellerinde olan “kurtuluşu”; kendi örgütlü mücadeleleriyle ilmik ilmik örerek gerçekleştirebilecekleri “demokrasiyi” ve “özgürlükleri” hep başkalarından bekliyorlardı ve başkalarının değirmenine su taşıyorlardı.

Ne var ki, her zaman yaşadığımız gibi, iktidara gelinir gelinmez verilen sözler unutuldu. Çok kısa sürede DP’nin de makyajı silindi. Gerçek yüzü açığa çıkmaya başladı.

Demokrat Parti iktidarı, iktidara geldiği günden itibaren ülke içinde gericiliğe taviz üstüne taviz verirken, dış ilişkilerde tamamen Amerika’nın güdümünde bir siyaset izlemeye başladı.

MUSTAFA KEMAL’İN BAŞBAKANLARI

16 Haziran 1950’de Türkçe okunan ezanın tekrar Arapça okunmasına dair kanun kabul edildi. 1933 yılından beri Türkçe okunan ezan yeniden Arapça okunmaya başlandı. Kuran kursları yaygınlaştırıldı.

Bu sıralarda Amerika’nın başını çektiği Kapitalizm ve Sovyetler’in başını çektiği Sosyalizm bloğu karşı karşıyadır.

6 Haziranda ordu yönetiminde istediği değişikliği yapan Menderes DP Hükümeti, NATO’ya girişi kolaylaştıracağı düşüncesiyle, 1 Temmuz 1950’de TBMM’nin yetkisini hiçe sayarak karar almadan, Kore savaşında emperyalist devletlere karşı mücadele veren, mazlum Kore halkına karşı Amerika’nın yanında savaşmak üzere Türk askerini göndermeye karar verdi.

Bu karar İsmet İnönü liderliğindeki CHP tarafından da desteklendi. Ne acıdır; verdikleri Kurtuluş mücadelesiyle örnek olmuş, emperyalizme karşı dövüşmüş bir ulusun iki önderi İsmet İnönü ile Celal Bayar aynı amaçta birleşmektedir.
Mustafa Kemal’in başbakanları Bayar ve İnönü emperyalizme hizmet etmekte yarışmaktadırlar. Lozan baş delegesi İsmet İnönü manda (sığınma) bayrağını, Celal Bayar’a teslim ediyordu. Mustafa Kemal’in “Savaş bağımsızlık için verilmediği taktirde cinayettir” ve “Yurtta sulh cihanda sulh“ sözleri unutularak-unutturularak, askerlerimiz Amerikalı Komutanlar emrinde “katliama” gönderiliyordu.

KORE-BEHİCE BORAN

26 Temmuz 1950 günü Kore’ye Amerikalı komutan Mac Arthur emrinde savaşmak üzere 4500 kişilik bir tugay asker gönderildi.

Başkanlığını Behice Boran’ın, Genel Sekreterliğini Adnan Cemgil’in (1971’lerde öldürülen Sinan Cemgil’in babası) yaptığı Türk Barışseverler Cemiyeti, bu onursuz davranışa karşı çıkıyordu. Bu karşı çıkma nedeniyle Amerikan işbirlikçileri tarafından 15 ay hapis cezasına çarptırılıyorlardı.

Türk Barışseverler Cemiyeti 21 Mayıs 1950 tarihinde Behice Boran, Adnan Cemgil, Nevzad Özmeriç, Vahdeddin Barut, Osman Faruk Toprakoğlu, Turgut Pura, Affan Kırımlı, Reşad Seviçsoy, Muvakkar Güran tarafından kurulmuştu.

Ne acıdır ki, emperyalizme karşı dünyada ilk kurtuluş savaşını başarıyla gerçekleştirmiş bir ülkenin askerleri, emperyalizme karşı mücadele veren Kore halkına destek vermek için değil, onları öldürmek ve ABD çıkarları için ölmek üzere Kore’ye gönderiliyorlardı. 9. Amerikan Kolordusu’nun emrine verilen Türk Birliği verdiği 721 şehit, 2147 yaralı, 234 tutsak ve 175 kayıpla Kore savaşında en ağır kayba uğrayan Birleşmiş Milletler Birliği oluyordu.

DEĞİŞEN MADALYALAR

Kurtuluş savası madalyasını onurla taşıyan subaylarımızın yerini, Amerikanın verdiği Liyakat madalyası, “Silver Star” nişanı, “Mümtaz Asker nişanı taşıyan askerler alıyordu. Genel Kurmay Başkanımız, Liyakat madalyasını (Amerikan üstün hizmet) alırken, Alay komutanımıza “Silver Star“ nişanı, Tugayımıza da “Mümtaz Birlik nişanı veriliyordu. (Yine ne acıdır ki aynı dramlar 2000’li yıllarda Afganistan’da, Irak’ta, Orta Doğu’da oynanıyor. Birliklerimize Emperyalizmin emrinde görev yaptırılıyor. 13 Aralık 2005 de Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Büyükanıt’a Amerika’da törenle Liyakat madalyası takılıyor.)

Mayıs 1951 de TCK 141 ve 142.ci maddeleri ağırlaştırıldı. Sosyalistler gözaltına alınarak ağır cezalara çarptırıldılar.

BİR ZAFER-NATO

Menderes hükümeti Kore Savaşının ardından, Temmuz 1951'de NATO'ya girmek için müracaatta bulundu. NATO’ya girişimiz 21 Eylül 1951'de kabul edildi. Menderes bunu bir zafer olarak ilan etti.

Bu girişimlerle, emperyalizme bağımlılık her geçen gün daha da artmaktaydı.

Menderes hükümeti Brüksel'de, hiç kimseye danışmadan, hiç kimse bizden böyle bir talepte bulunmadan Devletin bütün silahlı kuvvetlerini NATO'da yabancı bir kumandanın emrine sokuyordu. İşin acı tarafı bütün bunların ne anlama geldiğini de biliyordu.

Meclis'te yaptığı bir konuşmada şunları söylüyordu :

Birleşmiş Milletler Teşkilatı'na girmek suretiyle milletler, kendi hükümranlık haklarından esaslı takyitler kabul ve kendi milli iradeleri haricinde bir makamın lüzum göstereceği faaliyetlere girişilmesine, prensip itibariyle muvafakat etmiş bulunmaktadırlar!

Menderes bu sözleri ile Birleşmiş Milletler, NATO ve Avrupa Topluluğu gibi kurumlara girmekle temel hükümranlık haklarımızdan vazgeçtiğimizi açıkça belirtiyor ve buna razı olduğunu söylüyordu.

Bu razı oluş emperyalist askeri güçlerin ülke topraklarına yerleşmesine yol açıyordu. ABD üsleri Türkiye’nin dört tarafına yayılıyordu.

Türkiye daha Nato’ya girmeden, Amerikan askerleri Türkiye’ye girmişti.

Dünyanın en büyük üssü” olarak adlandırılan İncirlik Üssü’nün kuruluşuna 1950 yılında başlanılmıştı.

19 Haziran 1951 tarihinde imzalanan “Kuzey Atlantik Andlaşmasına Taraf Devletler Arasında Kuvvetlerin Statüsüne Dair Antlaşmaya“ göre “Birleşik Devletler Hükümeti, kuvvetleri için gereken teçhizatı ve makul miktardaki yiyecek, ikmal maddeleri ve diğer eşyaları, münhasıran Birleşik Devletler Kuvvetleri, mensupları, sivil unsuru ve yakınları tarafından kullanılmak üzere” Türkiye’ye gönderilebilecekti.

ABD’nin kullanımına sunulan vatan toprakları, sadece İncirlik üssü ile sınırlı değildi.

Gizli yapılan anlaşmalarla Türkiye’de yüzden fazla üssün bulunduğu söyleniyordu.

Ortaya çıkarılabilen anlaşmalarda bile “temel hükümranlık haklarımızdan” nasıl vazgeçildiği ve bir başka ülkeye vatan topraklarının nasıl peşkeş çekildiği açıkca anlaşılıyordu.

23 Nisan 1954 tarihinde Türkiye ile ABD arasında imzalanan “askeri kolaylıklar anlaşması” ile ABD “Türkiye’deki tesislerde ortak savunma tedbirleriyle ilgili faaliyetlere” katılabiliyordu. Bu anlaşma ile ABD Türkiye’de şu üslerde faaliyet gösteriyordu;
sinop (elektromanyetik izleme)
Pirinçlik (radar uyarı, uzay izleme)
Yamanlar (İzmir), Şahintepe (Gemlik), Elmadağ (Ankara), Karataş (Adana), Mahmurdağ (Samsun), Alemdağ (İstanbul), Kürecik (Malatya) (muhabere yerleri)
Belbaşı (sismik bilgi toplama)
Kargaburun (radyo seyrüseferi)

Amerika artık Türkiye’nin her yerindeydi.

DAHA YAKINDAN GÖSTERME

NATO, CENTO ve İkili Anlaşmalar konusunda İsmet İnönü’nün görüşleri ve tutumu da pek farklı değildi. “2. Adam İnönü”nün yazarı Şevket Süreyya Aydemir bile "İnönü hiç bir zaman NATO'nun aleyhinde olmadı" diyerek, onun “dış politikada önemli bir konuşması”ndan şu sözlerini nakleder:

Amerika ile yakın temaslarla başlayan münasebetler, NATO içinde kesin şeklini almıştır. Hülasa bizim memleketin nötralist bir politika takip etmesi tasavvur olunamaz. CENTO ittifakı Irak'ın ayrılmasından sonra ehemmiyetini artırmıştır. Amerika'nın asli bir aza olmaması eksiği henüz durmaktadır. İkili Anlaşmalar, Amerika'nın ilgisini daha yakından gösterme fırsatını vermiştir. Bütün bunları memnuniyetle karşılıyoruz.” (2. Adam, cilt 3, sf. 346-47)

Sovyetler Birliği, gerek NATO'ya girdiğimiz, gerekse ABD'ye üs verdiğimiz için Kasım 1951'de Türkiye'ye nota veriyor ve “doğacak sorumlulukların ve neticelerinin Türkiye'ye ait olacağını” belirtiyordu.

Verilen tavizler ve Kore‘de akan, akıtılan kanlar sonucu; Türkiye Şubat 1952’de NATO’ya kabul edildi. Türkiye hem NATO’ya girmek için öncesinde, hem de girdikten sonra Amerika ve batılı ülkelere büyük tavizler verdi. (Tarih tekerrürden ibaret mi acaba? Bugün de AB’ye girmek için veriliyor benzer tavizler).

Ülkemiz, üslerle, radar istasyonlarıyla dolduruldu.

1954 yılında ikili anlaşma ile Amerika’ya bağımlı bir hale geldik ve Türkiye NATO’nun silah deposu oldu.

Amerika; barış gönüllüleri adı verilen casuslarıyla, misyonerleriyle CIA uzmanlarıyla Türkiye’ye doldu.

TARAF-TARAFSIZLIK

9 Mart Olayı ve ardından verilen 12 Mart Muhtırası, 1946’da başlayan ABD emperyalizminin ülkemize egemen olma süreciyle bir bütün olarak ele alınıp bir değerlendirmeye tabi tutulmazsa açık ve net bir biçimde yerli yerine oturtulamaz.

Emperyalist bir savaşta, bu savaşı yöneten emperyalizm kendisi öyle istemedikçe, hiçbir geri ülkenin kendi gücü ve zekası ile “tarafsız” kalabildiği veya kalabileceği masalları ancak kahve sohbetlerinde ve uyuşmuş beyinlerde bir zemin bulabilir. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşında İsmet Paşa’nın kafasında dolaştırdığı söylenilen ünlü tilkileriyle Hitler’i de, Churchill’i de kandırdığı için sağladığı hikayeleştirilen “tarafsızlığımız” sonunda, Türkiye yüzlerce Amerikan üssü ile topun ağzına sürülen bir numaralı Emperyalizm fedaisi haline sokulmuştur. Hiç unutmamak gerekiyor: Mustafa Kemal Paşa en keskin anda yalnız ve ancak en keskin biçimde “taraf” tuttuğu ve Emperyalizme açıkça karşı çıktığı için bu güne dek ayakta duran Türkiye Cumhuriyeti doğmuştur.

NATO - İÇİ PLAN

İsmet Paşa’nın devlet başkanı olduğu dönemde “12 Temmuz 1947 tarihli askeri yardım anlaşması” sonrasında yapılan seçimlerde Demokrat Parti büyük bir çoğunlukla iktidara gelmiştir.

Bu dönemde ABD emperyalizmi, Türkiye’yi bir ahtapot gibi bütün stratejik noktalarından sarmıştır. Hava üsleri Adana’da “İncirlik”ten, Diyarbakır’da “Pirinçlik”e kadar Güney ve Doğu Türkiye’nin tümünü yabancı pençesine sokmuştur. Batı Anadolu’da İzmir, NATO merkezinin emrine verilmiş, İstanbul’dan Kars’a kadar bütün kalabalık merkezlerimiz, Türkiye’nin ekonomi ve kültürüne egemen İstanbul’daki Karamürsel, Merkez Amerikan üssünün etki alanına terk edilmiştir. Ankara merkez tutularak bütün Orta Anadolu, Şile, Samsun, Trabzon mevzileri ile tüm Karadeniz bölgemiz Amerikan üs ve mevzilerinin kontrolü altına alınmıştır.

Bu konuşlanışta en dikkat çekici durum, tüm mevzilendirmeler Türkiye’yi her türlü bir iç devrimden sakınmak ve her türlü karşı devrimi zorlamak için bir dış devrim planlaması olmasıdır. Bu plan için iki stratejik şehir seçilmiştir. Adana ve Diyarbakır. Bu iki şehrin ekseni Kürt ve Arap kökenli yurttaşların eksenidir. Amerikan emperyalizmi, eski İngiliz casusluğunun izinden yürüyerek, Türkiye’yi o eksene basarak ikiye parçalama yolunu planlamıştır. NATO - içi plan budur.

NATO- DIŞI PLAN

NATO dışı harcanışımız ise, NATO içi parçalanıp yutuluş planının kaçınılmaz sonucudur.

Kurtuluş savaşı yıllarında, büyük bir dayanışma sonucu oluşturulmuş, Sovyet dostluğuna dayanan istikrarlı dış politika kundaklanmıştır. İzlenen “Sovyet düşmanı olmamak” politikalarının Türkiye’nin Uzak Doğu ve Yakın Doğu kargaşalığına çanak tutmama anlamına geldiğini çok iyi bilen ABD emperyalizmi, gönderilen dış yardımlar, benzin istasyonları, traktörler vb. ile donattığı egemen sınıfları ve onların temsilcisi siyasal iktidarı Türk Ordusunun Kore savaşına gönderilmesine ikna edivermiş ve NATO kazığını bağrımıza yerleştirmiştir.

Böylelikle yıllardır sürdürülen “Sovyet düşmanı olmama” politikası terk edilmiştir.

Sonuçta ABD emperyalizmi İngiliz casuslarının çiftlikleri olan Acem Şahının İran’ı ile İngiliz ordusundan diplomalı işbirlikçilerin Pakistan’ını Türkiye ile aynı torbaya koyup ağzını iyice kapatmışlardır.

YAN TESİSLER

Ülkemizi doğrudan doğruya kuşatan bu askeri üs ve mevzilerin yanında ayrıca “yan tesisler” adı verilen ağlar da ülke bütününde örülmeye başlanmıştır. “Barış Gönüllüleri” adı verilen binlerce CIA ajanı ülkenin her yanında her türden faaliyete girişmişlerdir. Onların yarattığı ortamda resmi patentli son derece etkili iki Amerikan Kumpası da bağrımıza yerleştirilmiştir: Jusmatt ve Tuslog.

Jusmatt “Amerikan Yardım Teşkilatı” adını alır. Bu teşkilat gerçekte Türkiye içine yerleştirilmiş “Küçük Amerika”dır. Devlet içinde devlet, hükümet üstünde hükümet yetkisindeki bu teşkilatın organize ettiği binlercelik ajan ordusu ülkemizde büyük imtiyazlarla köpeksiz köyde değneksiz dolaşma tarzında dilediği faaliyeti yapmış, toplumu ayakta tutan tüm değerler üzerinde yıllarca canlı araştırmalar yapıp, kendi yandaş örgütlerini kurup oluşturdukları politikalarla bugün trafikte bile birbirini boğazlamaya hazır ama üstü sahte “milliyetçilik” şalı ile örtülü bir çürümüş toplum yapısı yaratmışlardır.

GLADYO-KONTRGERİLLA

NATO’nun tarihi, batının liderliğini yapan ABD’nin hegemonya ihtiyaçlarına göre örgütlenmenin ve yoksul ülkelere yönelik ABD tehdidine uluslararası meşruiyet kazandırmanın tarihidir. NATO operasyonları bu ihtiyaca göre yapılmış, yapılmaktadır. NATO nereye müdahalede bulunduysa oraya şiddet, kan, gözyaşı, açlık ve sefalet getirmiştir. Balkanlar, Afganistan, bunun yakın tarihimizdeki örnekleridir. NATO tarihi dünyada silahlanma yarışını tırmandırmanın tarihidir. Yine NATO tarihi devletler içinde Gladyo-Kontrgerilla ve benzeri gizli kirli ve karanlık örgütlerin tarihidir. NATO emperyalizmin örgütlü-silahlı gücüdür. Nasıl ki İMF, emperyalist sömürü ve yağmanın iktisadi yolla ve antlaşmalarla ülkelere dayatılması için oluşturulmuş bir kurum ise; aynı şekilde NATO da bu sömürü ilişkilerinin silah zoru ve askeri güç ile dayatılması ve korunması için oluşturulmuş bir güçtür.

Kontrgerilla Pentagon merkezli NATO ülkeleri tabanında yapılanan bir örgütlenmeler ağıdır. Her ülkede isimleri farklı farklı da olsa bu yapı genel bir yapılanmadır. Kontrgerillanın kuruluş gerekçesi Sovyetler veya Varşova Paktı kaynaklı bir istila hareketine karşı paramiliter tabanlı direnişi örgütlemek ve bunun hazırlıklarını da önceden yapmaktır. Zaman içinde bu örgütlenmeye yüklenen misyonun yalnız istilacıları değil, pratikte NATO’nun ve Amerika’nın çıkarlarını radikal biçimde zedeleme olasılığı bulunduğu varsayılan toplumsal hareketleri de kapsadığı anlaşılmıştır. Yine anlaşılmıştır ki, bu varsayımın sınırları da varolan toplumsal hareketlerde bitmemektedir. Fikren bir tehdit oluşturabileceği varsayılan kişi, grup ve kuruluşları da kapsamaktadır. Uygulamalar mevcut ve olası hareketlerin her türlü yıldırmayla ve infazlarla bastırılmasının ötesinde, hazırlanan komplolarla yangın, gemi batırma, katliam gibi medyatik şoklar yaratılması ve suçun “o kanı bozuk hainlere“ yüklenmesine kadar uzanmıştır.

KANI BOZUK HAİNLER

31 Mayıs 1972’de İtalyan köyü Petano’nun yakınlarında bir ormanda bir araba havaya uçtu. Patlama sonucu İtalya’nın paramiliter polis gücü Carabinieri’nin üç üyesi öldü, biri yaralandı. Carabinieri, saldırı noktasına, kimliği belirsiz kişilerce yapılan bir telefon ihbarıyla çekilmişti. Memurlardan biri, terk edilmiş Fiat 500’ü kontrol ederken aracın kaputunu açmış, bu da bombayı tetiklemişti. İki gün sonra, polise yine kimliği belirsiz kişilerce açılan bir telefonla, katliama, o dönem rehin almalar ve düzen yanlılarına yapılan soğukkanlı suikastler aracılığıyla İtalya’da iktidar dengesini değiştirmeye çalışan komünist terör örgütü bir grup olan Kızıl Tugaylar’ın adı karıştırıldı. Polis, derhal İtalyan solunu çember altına aldı ve 200 komünist tutuklandı. On yıldan fazla bir süre boyunca İtalyan halkı Petano saldırısını Kızıl Tugayların gerçekleştirdiğine inandı.

Ardından 1984’te genç İtalyan Hakimi Felice Casson, Petano’daki canavarlığı çevreleyen ve insanı hayretler içerisinde bırakan bir dizi gaf ve hayal ürününü keşfettikten sonra, uzun süredir rafa kaldırılmış olan davayı yeniden açtı. Hakim Casson, öncelikli olarak olay yerinde hiçbir polis araştırması yapılmadığı bulgusuna ulaştı. Ayrıca olay zamanı hazırlanan raporda yer alan, patlamanın Kızıl Tugaylar tarafından geleneksel olarak kullanılan bir bombayla gerçekleştirildiği iddiasının uydurma olduğunu keşfetti. İtalyan polisi patlayıcı uzmanlarından Marco Morin kasten uydurma bir rapor sunmuştu. Kendisi sağ kanat İtalyan örgütü ‘Ordine Nuovo’ üyesiydi ve Soğuk Savaş bağlamında İtalyan komünistlerinin nüfuzuna karşı savaşmak için meşru gördüğü bir yolu kullanıp, payına düşeni yapmıştı. Hakim Casson, Morin’in bilirkişi raporunun aksine, Petano’da kullanılan patlayıcının dönemin en kuvvetli patlayıcısı olduğu ve aynı zamanda NATO tarafından kullanılan C4 olduğunu kanıtlamayı başardı.

24 Şubat 1972’de bir grup Carabinieri, Trieste yakınlarında şans eseri, içindeki silahlar, mühimmat ve Petano’da kullanılana özdeş C4 patlayıcı bulunan bir yer altı silah deposunu keşfetmişti. Carabinieri bir suç şebekesinin cephaneliğini ortaya çıkardığını düşünmüştü. Yıllar sonra Hakim Casson’un soruşturması, onların İtalya’da “Gladio” (kılıç) kod adıyla bilinen, NATO bağlantılı gizli gölge-ordunun yüzden fazla yer altı cephaneliğinden birine tesadüf ettiklerini ortaya çıkarma başarısını gösterdi. Casson, zamanın hükümeti ve İtalyan askeri servisinin, Trieste bulgusunu ve her şeyden önemlisi onun daha geniş stratejik bağlamını sır olarak saklamak için her türlü çareye başvurduğu bilgisine ulaştı.“ (Natonun Gizli Orduları Danıele Ganser-27-28)

Bu somut örnek tek değildir; Gladio’nun kanlı Milano tren garı katliamında, ya da bizim 6-7 Eylül-1955, Taylan Özgür Cinayeti-1970, Gemi Yakma-1972, Kültür Sarayı Yangını-1972, 1 Mayıs Taksim Katliamı-1977 olaylarında bu karanlık örgütlenmelerin izlerine rastlanmaktadır. Türkiye’de bu paramiliter örgütlenmenin karanlıktan taşan ve dikkat çeken şok görüntüleri 12 Mart 1971 ve takip eden süreçte gözler önüne serilmeye başlamıştır. Gözaltılar, kayıplar, işkence, cinayet, toplu katliam, 12 Mart’tan 12 Eylül’e dek süren ve bugüne uzanan yerleşik ve kanlı bir çizgi oluşturmaktadır.

KOYUN POSTU

CIA’nın, 1952’den itibaren NATO’ya bağlı tüm Avrupa ülkelerinde bu tür örgütler kurdurduğu ortaya çıkmıştır.

Gladio” İtalya’da önce doğrudan CIA ve İtalya istihbarat servisi SIFAR’ın başkanı General Lorenzo’ya bağlı 622 kişilik özel bir birliği eğitti. Sardunya adasında gizli bir eğitim kampında eğitilen bu birliğin gerektiğinde kullanabilmesi için Kuzey İtalya’da gizli 139 ayrı noktaya cephaneler yığıldı. Bu gelişmeler, seçilmiş başbakanın ve hükümetin bilgisi dışında örgütlendi. Amerikan ve İngiliz istihbarat servisleri tarafından eğitilen bu birlik daha sonra 450 ayrı ve birbirinden bağımsız hücreye bölündü. Yetiştirilen bu “Kontr-gerilla” liderleri kendilerine bağlı 12-15 kişiden oluşan timlerini oluşturdular. Normal zamanlarda, kendi işlerinde güçlerinde çalışan sıradan insanlar gibi görünen bu özel görevliler, özel silahlarını kendi evlerinde bulundurmaktaydılar. Hareket emrini alır almaz, timlerini toplayarak verilen görevleri yerine getiriyor, gerektiğinde saklanılan cephanelikleri kullanıyorlardı. 1969-1984 yılları arasında İtalya’da rejim muhalifi 143 kişinin “gladio” tarafından öldürüldüğü ortaya çıkarıldı.

KÖR’ÜN FİL’İ

Bu gizli örgütler her ülkede farklı kod adlarıyla faaliyet gösteriyorlardı. Avusturya’da Almanca “kılıç” anlamına gelen “SCHWERT”. Belçika’da (SDR-8). Fransa’da (Glavive). Yunanistan’da “Koyun Postu” gibi.

Her ülkede bu “özel” yasadışı ordunun idaresi, söz konusu ülkenin askeri gizli servisi, CIA ile işbirliği içerisinde, her türlü denetimin, halkın ve meclisin bilgisi dışında yürütülmektedir. Ülke Başbakanları, Başkanları, İçişleri, Savunma Bakanları, Genel Kurmay Başkanları örgütün varlığından elbette haberdardırlar ama, ipler kendi ellerinde değildir. Görevleri başında iken yasadışı bir şeylerin yapıldığının farkındadırlar ama, müdahale etmeye, karşı çıkmaya ve hatta halkı bilgilendirmeye bile cesaret edemezler. Nedense görevleri ve sorumlulukları sona erdiğinde ve pisliğin kendileri üzerine de sıçramasından çekindiklerinde, her biri “körün fili tarif ettiği” gibi “örgüt”ten yarım yamalak söz ederler. Ama “demokratlıklarına” zerre kadar toz kondurmayan bu zevat, “örgütün” tamamen ortaya çıkartılması ve dağıtılması için parmaklarını dahi oynatmazlar. Çünkü ipin ucu derindedir. Dahası NATO’ya üye olan devletler, NATO’ya bağlı bu “yasa dışı” yeraltı örgütünü destekleyeceklerini ve gerekirse bu örgütten yararlanacaklarına ilişkin “Stay Behind” anlaşmalarını da imzalamak zorundaydılar.

UĞRUNA HAPİS YATMAK

İtalya’daki birkaç yurtsever savcı ve hakimin cesurca olayların üzerine gitmesi ve kamuoyunun ısrarlı takibi üzerine 1990 yılının Ağustos ayında İtalyan Başbakanı Giulio Andreotti, “gladio”nun varlığını İtalyan Parlamentosu önünde teyit etmek zorunda kaldı. NATO’nun gayri nizami harp kolu tarafından koordine edilen gizli ordu, ABD gizli servisi Merkezi İstihbarat Ajansı (CIA) ve Britanya Gizli İstihbarat Servisi (M16 ya da SIS) tarafından, İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı Avrupa’da komünizmle mücadele amacıyla kurulmuştu.

İtalya Başbakanının bu açıklaması İtalyan askeri gizli servisi SID’in direktörü General Vito Miceli’yi kızdırmıştı. Ölümünden kısa bir süre önce Ekim 1990’da öfkeyle şöyle diyordu. “Ben, bu çok gizli örgütün varlığını açığa vurmamak adına hapise girdim. Ve şimdi Andreotti ortaya çıkmış onu Parlamento’ya anlatıyor.”

GÖLGE ORDU-UTANMA
İtalya Başbakanı Andreotti 9 Kasım 1990’da İtalyan Senatosu önünde yaptığı halka açık konuşmasında, NATO ve Birleşik Devletler ile Almanya, Yunanistan, Danimarka ve Belçika Dahil birçok Batı Avrupa ülkesinin gölge ordu komplosunda yer aldığını bir kez daha dile getirdi. Bu noktayı kanıtlamak adına, gizli bilgiler basına sızdırıldı ve İtalyan siyasi dergisi Panorama, Başbakanın komisyona sunduğu “Paralel SID- Gladyo Operasyonu” belgesini baştan sona yayınladı.

İtalyan karşı istihbaratının eski başkanı General Giandelio Maltti Mart 2001’de kullandığı ifadeleri de İtalyan komünistlerinin itibarını sarsan katliamların, Gladyo gizli ordusu, İtalyan gizli servisi ve bir grup İtalyan sağ kanat teröristin yanı sıra Washington’daki Beyaz Saray ve ABD gizli servisi CIA tarafından desteklendiğini ortaya koyar nitelikteydi.

Piazzo Fontana katliamında yer almakla suçlanan aşırı sağcı bir sanığın duruşmasında verdiği ifadede Maletti şöyle diyordu:

CIA, hükümetinden aldığı talimatlara uygun olarak, sola kayma olarak gördüğü yönelime son verecek bir İtalyan milliyetçiliği yaratmayı istiyordu; işte bu amaç doğrultusunda sağ kanat, terörizmin kullanılmasını sağlamış olabilir. İtalya’nın sola kaymasını engellemek için her şeyi yapabileceği izlenimi mevcuttu...”

İtalya ‘ABD’nin’ koruması ve denetimi altında bir devlet gibi idare edilmiş. Hala bir başka ülkenin denetimine tabi olduğumuzu düşündükçe utanıyorum.”

DEMOKRASİ’NİN PUSULASI-BRÜKSEL

Herkesin kendine göre bir ad taktığı, “diğer devletler”, aslında Uluslararası ölçekte NATO’nun gayri nizami harp kolu tarafından “Allied Clandestine Committee” ACC (Müttefik Gizli Komite) tarafından koordine edilmekteydi. Bu oluşum NATO’nun Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Karargahı SHAPE (Supreme Headquarters Allied Powes Europe)’in gizli yapılanmasından başka bir şey değildi.

ACC’nin Avrupa gizli servisleri temsilcileriyle yaptığı ve katılımcı ülke yetkililerinin önemli bir kısmının itiraf etmek zorunda kaldıkları ve bunu teyit ettikleri bilinen son toplantısı 24 Ekim 1990’da Brüksel’de yapılmıştı.

Hani şu; “ülkemize” demokrasi getireceğine inandığımız, verdiği “ev ödevlerini” gecikmeli ve yalap şap olarak da olsa yapmaya çalıştığımız, Avrupa Birliği toplantılarının da yapıldığı Brüksel’de.

Kim bilir, belki de Avrupa Birliği toplantılarına katılan üye devlet temsilcileri, bir yandan bize “demokrasi” dersine hazırlanmamız için ev ödevleri verirlerken, diğer yandan ACC toplantısına katılarak, hangi ülkede hangi faşist cuntanın işbaşına getirileceğinin planlarını yapmaktaydılar.

KUCAĞA DÜŞMEK-PARA EMPERYALİZMİ

Lozan anlaşmasında kapitülasyonların kaldırıldığı gün Lord Kürzon ne demişti, salondan çıkarken koluna girdiği İsmet paşaya;

Mutlak istiklal için boşuna uğraştınız. Bu (baş ve şahadet parmaklarını birbirine sürtüp, göz kırparak) para bizde oldukça, er geç kucağımıza düşecek değil misiniz?

Ne yazık ki, “kucağa düşmüştü” Türkiye. 1946’lardan itibaren Amerika ile başlayan ilişkiler sonucu, “silahla” yurttan kovulan Emperyalizm “para” ile giriyordu Türkiye’ye. Hem de nazlanarak. Günümüzde bile bu “naz”ını sürdürerek, gelen her iktidardan yeni tavizler koparmayı beceren “Yabancı sermaye” gelmek için “ayrıcalıklar, teşvikler” istiyordu. Her dönem de istediği tavizi koparıyordu.

DP döneminde de; önce 1 Ağustos 1951 tarihinde “Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu“ çıkarılır:

Memleket ekonomisinin, kalkınmasına yarayacak mahiyette olmak, Türk hususi sermayesine açık işlerde kullanılmak, herhangi bir inhisar ve imtiyazı tazammum etmemek şartıyla ve sanayi, enerji, maden, bayındırlık, ulaştırma ve turizm sahalarına yatırılmak üzere getirilecek yabancı sermaye bu kanunda yazılı hak ve menfaatlerden faydalanır.

18 Ocak 1954 yılında Menderes DP hükümeti tarafından çıkarılan 6224 sayılı Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası ile yabancı sermaye artık -bir iki istisna dışında- yerli sermayeye açık tüm alanlarda faaliyet göstermeye başladı. Bu yasayla yabancı sermayenin kâr transferleri önündeki engeller kaldırıldığı gibi, sermayenin nakit sermaye dışında kalan patent, lisans, yedek parça, makine ve teçhizat, teknik eleman gibi diğer bileşenleri biçiminde de gelebileceğini kabul ederek emperyalizmin yeni-sömürgecilik politikasının gerekleri yerine getirildi.

KÂR KÂR KÂR

Yerli ve yabancı özel firmaların dış borçlanmalarında Hazinenin kefil olacağı borç miktarı 300 milyon liradan 1 milyar liraya çıkartıldı. Yine aynı yıl 7 Nisan 1954 tarihinde çıkarılan 6326 Petrol Yasası ile de petrolde devlet tekeli kaldırıldı, bu alan da emperyalist tekellerin yağmasına açıldı.

Hükümet bu yasaları çıkararak ülkede yeni-sömürgeciliğin gereklerini yerine getirmeye çalışırken, bunları layıkıyla yerine getirebilmek için bu yasaların hazırlanmasına emperyalizmin uzmanlarını etkin bir biçimde işin içine katıyordu. Yabancı Sermaye Yasası ABD'nin Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı C. B. Randall'ın yoğun çabalarıyla hazırlandı. Petrol Yasası'nı petrol şirketlerinin avukatı Max Ball bizzat kotardı. Bunlar çıkarılan yasaların emperyalist tekellerin çıkarlarına en uygun koşulları gözetmesine çalıştılar.

Yabancı sermaye ülkeye giriş yıllarından sonra faaliyet alanlarını ve yatırımlarını, ülkedeki gelişmelere, pazarın genişlemesine bağlı olarak kendisi açısından en kârlı alanlara doğru kaydırdı, kârlarına kâr kattı. Her yıl yabancı sermaye önemli miktarda kârı ülkemizden dışarıya transfer etti. (Ülkeye 1963-67 döneminde 115, 1968-72 döneminde 183, 1973-77 döneminde 362 milyon dolarlık yabancı sermaye girerken, bunlara karşılık sırasıyla 74, 168 ve 342 milyon dolar kâr transferi olarak emperyalist tekellerin kasalarına aktı.)

Görüldüğü gibi kâr transferlerinin gelen sermayeye oranı giderek yükseldi. (Bu oran 12 Mart'ı izleyen ilk dönemde %95.6'ya ulaştı.) Emperyalist tekeller neredeyse yatırdığından fazlasını aynı dönem içinde geriye aldılar.

ÇARPIK-YETİŞİYORUZ

Emekçi halkın yarattığı değerlere el koyan, onları yoğun bir sömürüyle karşı karşıya bırakan emperyalist tekeller, ülkede yukarıdan aşağıya çarpık bir kapitalistleşme yarattılar. Halk, ''sanayileşiyoruz'', ''kalkınıyoruz'', ''falan tarihte falan ülkeye yetişeceğiz'' masallarıyla uyutuldu. Oysa gerçekler, anlatılan masallarla gizlenemeyecek kadar çıplaktı. Yaratıldığından bahsedilen sanayileşme, çarpık kapitalizmin, dışa bağımlılığın ta kendisiydi.

İthal edilecek girdilerin ithalatının sürekliliğinin sağlanabilmesi için sürekli döviz gerekmekteydi. Çarpıklığıyla kendi kendini üretmekten yoksun olan bu yapı ancak dış kaynaklarla varlığını sürdürebilmekte, her yıl emperyalist ülkelerin ve finans kuruluşlarının kapılarında borç aranmaktaydı. (Bugün de pek değişen bir şey yoktur. Bu bir kısırdöngüdür. Her yıl yapılan borç ödemelerine rağmen borçlar hiç eksilmemekte sürekli artmaktadır. Eski borçların ödemeleri ancak yeni alınan borçların bir kısmıyla karşılanmakta, yani borç borçla ödenmeye çalışılmakta, diğer kısmıyla dış ticaret açığı kapatılarak ekonomi çarkları döndürülmeye çalışılmaktadır. Türkiye ekonomisinin döviz darboğazına her girişinde ölümcül sancılar içinde kıvranması bu yüzdendir. Bu yüzdendir halkımızın IMF, Dünya Bankası, OECD gibi kuruluşlarla tanışmaları. Bu yüzdendir, ikili anlaşmalarla alınan borç yükü altında halkımızın ezilmesi. Bu yüzdendir, ülkemizde doğan her çocuğun bin doları aşkın bir borç yükünü de sırtlanarak dünyaya gelmesi.)

EMPOZE ETMEK

Türkiye'de yeni-sömürgecilik ilişkilerinin ilk yansımalarından biri emperyalist sistemin finans kuruluşları olan IMF ve Dünya Bankası'na katılmak oldu. Emperyalizmin reçeteleri bu kuruluşlarca ülkeye empoze edildi. Türkiye IMF ile birçok Stand-By anlaşması yaptı. Tüm anlaşmaların sonucu ülkemizin hep yaşadığı; enflasyon, hayat pahalılığının sürekli artması, halkın daha fazla yoksulluğa mahkum edilmesi oldu.

Emperyalist ülkelerin yeni-sömürge ülkeleri denetim altında bulundurmasını sağlayan IMF'nin Türkiye Masası Şeflerinden Woodward şöyle açıklıyordu:

Bizi herkes, her ülke kendi içişlerine karışmakla suçluyor ve öyle görüyor. Ancak konunun iki yönü var. Biri uluslararası bankalar, diğeri başka ülkeler ve hükümetler.

Bankalar paraları için güvence arıyorlar. Ve önemli bir güvence olarak bizi görüyorlar. Hükümetler ise başka bir yol izliyorlar. Hiçbir hükümet kalkıp size belli bir politikayı doğrudan önermez. Ama, bu önerileri gelip bize söylüyorlar, gidip şunları söyleyin diyerek.

Bize empoze edilen politikaları da, biz size ve anlaşmaya oturduğumuz ülkelere empoze etmek, aktarmak zorundayız.” (IMF Kıskacında Türkiye, 1946-1980, Yalçın DOĞAN, s.18)

İşte, işlevleri kendi ağızlarından açıkça dile getirilen bu finans kuruluşları, emperyalist tekellerin istemleri doğrultusunda yeni-sömürge ülkeleri yönlendiriyorlardı. Bunlarla yapılan anlaşmalar sonucu elde edilen borç ve krediler yine tekellerin yönlendirdiği alanlara akıyordu. 1950'lerden sonra başlayan yol, baraj ve liman gibi altyapı yatırımlarının hızla artmasının nedeni işte buydu. Bu krediler yine emperyalist tekellerin ülkeye girişini kolaylaştırmak için harcanmıştı.

SÖMÜRÜ

Bugün ülkemizde işçi ve emekçilerin yaşadığı her sorun kapitalist sömürü ilişkilerinden kaynaklanmaktadır. Gelir dağılımındaki uçurumun büyümesi, emekçilerin ekonomik ve sosyal yaşamlarının daha da kötüleşmesi, çalışma koşullarının ağırlaşması, işsizliğin artması, her türlü sosyal güvencenin tasfiye edilmesi ve bunlara bağlı olarak toplumsal yozlaşmanın ve ahlaki çöküntünün boyutlanarak büyümesinin temelinde kapitalist sömürü yatmaktadır.

Emperyalistler de bu kapitalist sömürü düzeninin devamı için ve elbette kendi çıkarları doğrultusunda, yerli işbirlikçilerinin de desteğiyle İMF gibi kuruluşları devreye sokarak ülke ekonomilerini ele geçirir, yönetir hale gelirler.

Ekonomik açıdan bağımlı olan ülkeler, siyasal bağımsızlığını da kaybederler. Ya da ülkenin stratejik kuruluşlarının, doğal zenginliklerinin ve madenlerinin özelleştirme yoluyla yerli ve yabancı sermaye çevrelerine peşkeş çekilmesi, kamuda çalışan binlerce işçinin işten atılması, tarımın çökertilip kendi kendine yeten bir ülkenin dışarıya bağımlı hale
getirilmesi, eğitim ve sağlık hizmetlerinin özelleştirilip, emekçilerin en zorunlu ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak duruma getirilmesi; tüm bunlar İMF dayatmalarıyla gerçekleşmiştir.

AĞIR BEDEL

Hükümetler değişse bile IMF yıkım programlarının uygulanması değişmemiştir. IMF’ye danışılmadan, ondan izin alınmadan tek bir adım bile atılmamaktadır. Atıldığı taktirde ağır bedeller ödettirilmektedir.

1959’da IMF’nin emir ve talimatlarıyla gerçekleştirilen devalüasyon ve yapılan anlaşma ile yabancı tekellerin hakimiyeti iyice pekiştirildi. 1959 yazı sonunda, on bir yıldır sabit tutulan Türk lirasının değeri dış piyasalarda düşürüldü.

Batıdan alınan yeni kredi taleplerine karşılık bir dizi istikrar önlemi uygulandı. 4 Ağustos'ta yapılan devalüasyon ile Amerikan doları birden bire 2.80'den 5 Liraya çıktı. Enflâsyon yüzde yirmilere fırladı.
Ekonomik durum gün geçtikçe daha kötüye gidiyordu. Pahalılık, işsizlik, karaborsa ve yoksulluk had safhaya ulaşıyordu.

DP iktidarı muhalefeti susturmak için baskı tedbirlerine başvurdu. Toplantı ve gösteriler yasaklandı. Basın özgürlüğü ayaklar altına alındı, basına ağır bir sansür uygulaması getirildi. İspat hakkı kaldırılarak yapılan hırsızlıkların ve suistimalleri yayınlanması önlendi. Yargıç güvencesi, sınırlı da olsa var olan üniversite özerkliği yok edildi. Meclis Tahkikat Komisyonları kurularak tüm muhalefete göz dağı verildi.

BİZE DÜŞEN ROL- TAŞERON

Ortadoğu her zaman emperyalizmin iştahını kabartan bir bölge olmuştur. Zengin petrol kaynakları, coğrafi konumu, sahip olduğu önemli ulaşım yolları gibi özellikleriyle, emperyalizmin ekonomik, siyasal, askeri olarak egemenliğini pekiştirmeye çalıştığı bölgelerin başında gelmiştir.

Yüzyılın başından beri önce İngiliz, sonra ABD emperyalizminin bölgeye ilişkin egemenlik hesapları nedeniyle, Ortadoğu halkları açlıkla, yoksullukla, savaşlarla yüz yüze kalmışlardır. Açlıkla petrol zenginliğinin içice, dahası birinin öbürünün nedeni olduğu Ortadoğu’da, zenginlik savaşların yoğunluğu nedeniyle silah tekellerine akmıştır, akmaktadır.

ABD emperyalizmi dünya jandarmalığı konumuna ulaştığı andan itibaren, bölgede nüfuz sahibi olabilmek için, “komünizme karşı mücadele” adı altında Ortadoğu’ya dönük çeşitli müdahalelerde bulunmuştur. Buna dair gerekçelendirme, ABD başkanı Eisenhower tarafından 1957’de şu sözlerle ifade edilmiştir:

ABD Başkanı kongre tarafından kendisine tanınan yetkilerle uluslararası komünizmin egemen olduğu herhangi bir ülkeden gelebilecek silahlı saldırıya karşı, korunma isteyen herhangi bir Ortadoğu ulusu ya da uluslar topluluğuna yardım etmek amacıyla ABD silahlı kuvvetlerini kullanabilecektir.

Ülkemizin politikacıları ise emperyalistlerin Ortadoğu politikalarının 1949’lardan itibaren taşeronudur. Türkiye 28 Mart 1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olmuştur.

DP iktidarının Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, 1951’de TBMM önünde şu açıklamayı yapmaktadır:

Ortadoğu savunmasının gerek stratejik, gerek ekonomik bakımdan Avrupa’nın korunması için zorunlu olduğuna inanıyoruz. Bu nedenle Türkiye Atlantik Paktı’na katılınca Ortadoğu’da bize düşen rolü etkin biçimde yerine getirmek ve gerekli tedbirleri almak için derhal müzakereye girmeye hazır olacaktır.

ABD emperyalizmi 1950’lerden itibaren İncirlik Üssü’nü kullanmaktadır. Körfez Savaşı sonrasında Irak’ı vuran uçaklar İncirlik’ten kalkmakta, bu iş on yıldır yapılmaktadır. Bundan sonra da emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda verilen görevleri üstlenecektir.

Ortadoğu’ya yönelik planlarını hayata geçirmek için 11 Eylül 2001 saldırısı ABD için bir “fırsat” olmuştur. ABD, yaşadığı bunalımı aşabilmek, dünya jandarmalığı konumunu pekiştirmek için dünyayı bir kan gölüne çevirmeye çalışmaktadır. Afganistan ilk hedef olmuştur, sıra Ortadoğu’dadır. Bundan sonraki hedefin hangi ülke ya da ülkeler olacağı açıkça belirtilmektedir. Başta Irak olmak üzere, Suriye, Yemen, Sudan, Libya, Somali, Endonezya, Filipinler gibi birçok ülke ABD emperyalizminin hedef tahtasında yer almaktadır.

BAĞDAT PAKTI

Türkiye NATO’ya girdikten sonra olanca gücüyle emperyalizmin Ortadoğu’daki Batı çıkarları için çalışmıştır. Yöneticiler, emperyalistler ile, Ortadoğu ülke yöneticileri arasında “işbirliği” ilişkisini geliştirmeyi kendileri için “kutsal görev” saymıştır. ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles’in girişimi ve ülkemizin yöneticilerinin yoğun çabalarıyla 24 Şubat 1955 tarihinde Irak ile Bağdat Paktı anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma ile Türkiye, Irak, Pakistan, İran ve İngiltere bir araya geliyor ve “gözlemci” statüsündeki ABD ile birlikte Ortadoğu’da NATO’nun bir uzantısını oluşturuyorlardı.

Bağdat Paktı, Arap dünyasında büyük tepkilere yol açmıştır. Türkiye’nin Arap ülkeleri ile özellikle Mısır ve Suriye ile ilişkilerini olumsuz olarak etkilemiştir. Bu ülkeler Türkiye’yi “Batı emperyalizminin jandarması” olarak suçluyorlardı. Nitekim bu suçlamalarında haksız da değillerdi.

KRAL’DAN ÇOK KRAL’CI

Türkiye, 18 Nisan 1955’de Endonezya’nın Bandung kentinde toplanan Asya-Afrika Ülkeleri Konferansı’nda da emperyalist ülkelerin savunuculuğunu yapmış ve bu tutumuyla da şimşekleri üzerine çekmiştir. Bandung'a 24 devlet Emperyalizm'e karşı yürüttükleri savaşta birbirlerini desteklemek amacıyla katıldılar. Ama Türkiye'yi temsil eden Fatin R. Zorlu, Batı Sömürgeciliği'nin avukatlığını üstlendi. Hindistan Başbakanı Nehru ile gereksiz tartışmalara girdi. Toplantıya katılan Mazlum Ülkelerin temsilcileri, Emperyalizm'e ilk direnen Atatürk'ün Türkiye'sini hayretle seyrediyorlardı..

1956’da Nasır, Süveyş kanalını ulusallaştırma kararı almıştı. Bu karara karşı, aralarında gizli bir anlaşma yaparak Mısır’a saldıran İngiltere, Fransa ve İsrail, Mısır’ı işgal ettiğinde Türkiye işgale uğrayan Mısır’dan yana değil, işgalci ülkelerden yana tavır almıştır. Fransız sömürgeciliğine karşı, Cezayir’in verdiği bağımsızlık savaşını desteklemediği gibi, Birleşmiş Milletlerde yapılan oylamada bile Cezayir’in bağımsızlığı lehine oy kullanmamıştır.

Türkiye, 1957’de de, Suriye’de ABD’ye tavır alan ve SSCB ile ilişkiler kuran bir yönetimin işbaşına gelmesi karşısında, ABD’nin Suriye’yi hedef alması üzerine ABD’nin yanında yer aldı. Hemen Suriye sınırına askeri yığınak yaptı.

Aynı tavır 1958’de Bağdat Paktı üyesi olan Irak’ta emperyalizmin işbirlikçisi Kral Faysal’ın devrilmesi sırasında da yaşandı, Hükümet hemen emperyalizmin çıkarları doğrultusunda Irak’a müdahaleye hazırlandı. Irak ihtilalden sonra Pakt'tan çekildi. ABD'nin gayrı resmi katılımıyla Bağdat Paktı CENTO'ya dönüştü. ABD'nin bölgedeki faal kuruluşu haline geldi. "İkili anlaşmalar", askeri üsler, yabancılara yargı imtiyazları, o tarihten sonra her gün artarak Türkiye'nin başına bela oldu. Hala da kaç tane, ne mahiyette olduğu bilinmeyen bu anlaşmalardan çoğu yürürlüktedir.

1958 Mayıs’ında patlak veren “Lübnan Krizi” esnasında yaşananlar da farklı değildi. Ortadoğu’da ve Lübnan’da ABD karşıtı akımlar güç kazanınca, Lübnan Cumhurbaşkanı Şaman ABD’yi yardıma çağırdı. Türkiye ise ABD müdahalesinde üs görevi gördü. Temmuz ayında, İncirlik üssünden taşınan 5 bin asker Lübnan’ı işgal etti.



NALINCI KESERİ- ANLAŞMALAR

İkili Anlaşmalar”ın birisi o günlerde (5.3.1959'da), yani Menderes döneminin çöküş yılında imzalanmıştı. CENTO'nun üç üyesi İran, Türkiye ve Pakistan'ın ABD ile ikili anlaşmalar imzalaması öngörülmüştü.
ABD Ortadoğu ülkelerine askeri ve mali yardım yapar. Üsler, tesisler kurar... Ancak bütün yardımlarda takdir hakkı ABD'ye aittir. Taahhütler ABD Kongresi'nin Başkan'a verdiği yetkilerden ibarettir. ABD tatbikatı sadece dikte eder. Diğer üye ülkeler sadece direktiflere uyarlar... O yüzdendir ki, “ikili” anlaşmalar, aslında tek taraf'tan dikte edilmiş ve diğer taraf'ça imzalanarak itirazsız kabul edilmiş belgelerdir.

Bu anlaşmalarda ABD'nin bir taahhüdü yoktur.

Taahhüt ve itaat bize ait, yetki ve talep hakkı ABD'ye aittir. Bu anlaşmaların 34 ile 100 arasında olduğu söylenir. Tam sayısını kimse bilmediği gibi, çoğu Dışişleri arşivlerinde bulunmaz! Üsler ve tesislere Türk komutanlar giremez! Oradaki nükleer silahları ve yürütülen faaliyetleri denetleyemez! Türkiye'de görevli ABD personeli eğer herhangi bir suç işlerse, tıpkı kapitülasyon döneminde olduğu gibi, Türk makamlarınca tutuklanıp yargılanamaz
En önemlisi bu anlaşmalar, bir “tecavüz” durumunda Türkiye'ye ABD müdahalesine imkan sağlıyordu. Neyin “tecavüz” sayılacağı ise, ABD'nin yorumuna kalmıştı.

Bu “anlaşmalar”dan çoğu zaman dönemin hükümetinin, meclisin, muhalefetin haberi yoktu.
OLTAYA YAKALANMIŞ BALIĞIN YEME İHTİYACI YOKTUR.

Rockefeller, “ikili anlaşmalarla” ilgili dönemin başkanı Eisenhower’a yazdığı mektupta ilk askeri yardımların hangi ülkeye nasıl yapılacağının bilinmesi gerektiğine dair bölümde ülkeleri altı gruba ayırır ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu 1. grup için bakın ne der:

Biz askeri paktlarımızı kurmayı ve sağlamlaştırmayı hedef alan tedbirlere devam etmeliyiz. Büyük ölçüde askeri ve politik nüfuz garantileyecek genişlikte ekonomik yayılma planını, Asya, Afrika ve diğer az gelişmiş bölgelerde uygulamak zorundayız. Birinci gruba, bizimle dost olan ve bize uzun vadeli askeri paktlarla bağlanmış olan ülkeler girer. Bu ülkelere yapılacak yardımlar ve açılacak krediler öncelikle askeri nitelikte olmalıdır. Oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı yoktur (örneğin Türkiye TÇ). Bu yaklaşım, bazı hallerde düşünülenin tersi sonuçlar verebilir. Yani bağımsızlık eğilimini artırıp mevcut askeri paktları zayıflatabilir. Bu tip ülkelere doğrudan doğruya iktisadi yardım da yapılabilir ama bu bize uygun, bağlı hükümetleri iktidarda tutacak ve bize düşman muhalifleri zararsız bırakacak biçim ve miktarda olmalıdır.

YEM! –YEM!
Ancak, “oltaya yakalanmış balığın” yeme ihtiyacı vardı.

Ekonomi hiç de iyi gitmiyordu. İşsizlik ve pahalılık hızla artıyordu. Menderes iktidarı, işsizliği azaltacak, sanayi yatırımlarına gereksinim duyuyor, şimdiye kadar bir dediklerini iki etmeyen “müttefik”inden medet umuyordu.

Ama medet umduğu dağlara kar yağıyordu. Amerika, Türkiye’nin sanayileşmesini istemiyor ve tarım ülkesi olarak kalmasını istiyordu. Yapılması düşünülen sanayi yatırımları için Türkiye’nin istediği krediyi (yemi) vermiyordu.

Menderes hükümeti, Amerikanın vermediği krediyi (yemi) Sovyetler Birliği’nden aldı. İskenderun Demir Çelik, Seydişehir Alüminyum, İzmir Rafinerisi gibi büyük tesislerin projeleri Sovyetler Birliği’nden alınan bu kredilerle başlatıldı.

Bu davranış, “kayıtsız, şartsız itaat” isteyen ABD’yi rahatsız etmişti. ABD nezdinde ‘Menderes İktidarı’nın suyu ısınmıştı. Yeni seçenekler gözden geçirilmeliydi. Ekim 1957 seçimlerine DP, bu şartlarda giriyordu.

LİBERAL RAHATSIZ

Artık, Amerika kendi yörüngesinden uzaklaştığı için; “sol” ise ABD güdümüne girdiği için Menderes iktidarına karşıydı. DP’nin uygulamaları sadece “sol”u değil, “özgürlükler” getireceğine inanılan DP’yi destekleyen liberal aydınları da rahatsız ediyordu. Özellikle yurtdışında öğrenim gören veya yurtdışında bir süre kalarak “Batı” ülkelerindeki “Burjuva demokrasisine” tanıklık eden aydınlar, ülkede yaşanan “demokrasi”yi anlamakta güçlük çekiyor ve tepki gösteriyorlardı. Türkiye’nin sorunlarının Batı ülkelerinde görülen kurumlarla çözülebileceğine inanıyorlardı.

Bu ülkelerde, sistem içerisinde kalmak şartıyla, iktidar partilerinin politikalarını siyasi yorumlarıyla eleştirebilen ve zaman zaman yönlendirebilen dernekler ve yayın organları vardı. Bunlar sistemin işleyişinde ve tıkanıklıkların çözümlenmesinde etkili olabiliyor ve kamuoyu tepkilerini, düzene zarar vermeden yansıtarak yumuşatabiliyorlardı.

İLK FİKİR KULÜBÜ

Bu düşünceden hareketle, Türkiye’de üniversitelerdeki ilk Fikir Kulübü 14 Kasım 1952 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde, “Fikir Hürriyeti” ilkelerini savunmak amacıyla, kuruldu. AÜ Hukuk Fakültesi Fikir Kulübü’nün Yönetim Kurulunda ilginç isimler bir aradaydı. Altan Öymen, Hüsamettin Cindoruk, Nahit Özkutlu; Adnan Güriz, Suna Tezcanel, Yüksel Sungur, Tekin Gürzumar, Gülsen Daldal, Necmi Abadan, Atilla Sav.

Fikir Kulübü’nün kuruluş amacı şu şekilde açıklanıyordu:

Demokrasinin temeli fikirdir. Maalesef bu gerçeğe milletçe ve hükümetçe yüz çevirmişiz. Bir avuç memleketsever genç, fikir ve sanat meselelerimizi yakından ilgilendiren önemli konuları aydınlarımızın gözleri önüne sermek için toplanıp Ankara Hukuk Mensupları Fikir Kulübü’nü kurdular.”

Ayrıca, İngiltere’den dönen Aydın Yalçın ve eşi Nilüfer Yalçın’ın öncülüğünde; İngiltere’de yayımlanan ve Liberal İşçi Partisi’nin yayın organı ‘Fabian Society’ ve daha liberal ‘Ekonomist’ dergileri örnek alınarak “FORUM” isimli bir derginin çıkarılması çalışmalarına başlanıldı. Dergi, çoğunluğunu Ankara Üniversitesi Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyelerinin oluşturduğu bir grupla birlikte 1 Nisan 1954 tarihinde çıkarıldı. Forum Dergisini çıkaranlar arasıda kimler yoktu ki, Turhan Feyzioğlu, Bahri Savcı, Şerif Mardin, Akif Erginay; Nejat Bengül, Çoşkun Kırca, Fahir Armaoğlu, Yaşar Karayalçın, Turan Güneş, Osman Okyar, Metin And.

HÜRRİYET HAVASI
FORUM, DP’yi şöyle eleştiriyordu :

Birkaç yıl evvel ciğerlerimizi dolduran, hayatiyet dolu tatlı hürriyet havası, bugün ruhumuzu kasvete boğan, yaşam, çalışma ve iş görme şevkimizi baltalayan ağır bir sisle kaplanmıştır. Bu sis nasıl ve ne zaman dağıtılacak? Türk milletinin, yaratıcı kabiliyetlerini serbestçe ortaya dökerek asırlardır özlediği hür, ileri ve mesut bir vatan kurma iştiyakı ne zaman tahakkuk yoluna girecektir.

FORUM dergisi; özellikle üniversite gençliği çevresinde ilgiyle izlendi. Doğu Perinçek, Şahin Alpay ve Erdoğan Güçbilmez de bir ara FORUM Dergisi’nde çalıştılar. Derginin etkilediği ve Forum Dergisi yazarlarıyla ilişkili 11 genç tarafından 3 Ocak 1956 tarihinde Siyasal Bilgiler Fakültesi Fikir Kulübü kuruldu. Başkanlığına Ertuğrul Baydar getirildi. Kulübün önemli etkinliği 29 Mart 1956 yılında Amerikalı İktisatçı Max Thornbur’a verdirilen “Türkiye ve Orta Doğu Memleketlerinin İktisadi Durumu” konulu konferanstı.

Kulüp 22 Mayıs 1956’da da SBF dekanı olan ve kulüp üyesi bulunan Profesör Turhan Fevzioğlu’nu kutlama ziyaretine giderek kendisine bir buket sundu.

SBF Fikir Kulübü üyeleri ve yöneticileri arasında da ilginç isimler vardı. Örneğin 19 Mart 1957 de yapılan seçimlerle Yönetim Kuruluna seçilen Yalçın Küçük, Sadun Aren, Yaşar Yakış, 22.3.1958’de üyeliğe kabul edilen ve aynı yıl yönetim kuruluna seçilen Hikmet Çetin, 8.12.1959’da üyelikleri kabul edilen Doç.Dr. Besim Üstünel ve Prof. Dr. Cahit Talas; 2.11.1961 tarihinde Yönetim Kurulu üyeliğine, ardından Sekreterliğe seçilen Sönmez Köksal (23 Ekim 1992’de MİT Müsteşarlığına getirilmiştir), aynı tarihte Muhasipliğe seçilen Onur Öymen, Yönetim Kurulu üyeliğine seçilen Sami Güven.

13 Mart 1956 da ise, İstanbul Hukuk Fakültesi Fikir Kulübü kuruldu ve başkanlığına Raif Ertem getirildi.

ORDUDA OYNAŞMALAR

1946’larda kurulan genç subay ağırlıklı örgütlenmeler İsmet İnönü’ye karşı oluşturulmuştur. “Demokrasiye geçmede” ayak sürümesine karşı, yapılacak siyasete müdahale örgütleridir. Şu bilinmelidir ki her siyasi ve ekonomik sıkışıklık Türk Silahlı Kuvvetleri içinde de farklı farklı etkileşme ve oynaşmaları, dalgalanmaları yaratır. 1946’larda İsmet İnönü’ye karşı oluşan askeri örgütlenmeler 1950 seçimi ve iktidar değişimi ile birlikte dağılmıştır.

Menderes iktidarının ikinci döneminden (1954) itibaren DP yönetimine karşı tepkiler asker kesim içerisinde de artmaya başlamıştı. Bu tepkilerin artmasına; ülkenin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik sorunların yanı sıra, CHP’nin gençliği ve orduyu, DP iktidarına karşı yönlendirmesi, DP yönetiminin orduyu hafife alması ve hor görmesi, giderek artan hayat pahalılığı ve geçim sıkıntısının subayları da bunaltması ve beklenen “özgürlük” yerine, anti-demokratik uygulamaların çoğalmasına da neden oluyordu.

1950’lerin ortalarına doğru, Harp Akademileri’nde subayları ‘genel bilgi ve kültür’ ile donatmak yerine ABD modeline göre, eğitim süreleri kısaltılarak, daha dar askeri-mesleki uzmanlık alanlarında yetiştirecek şekilde yeniden örgütlenmesinin DP iktidarınca tasarlanması da ordu içinde huzursuzluk yaratan etkilerdendi.

Başbakanın, bakanların yüksek rütbeli subayların selamını almaması, yurt ziyaretlerinde askeri erkanı ve birlikleri ziyaret geleneğini çiğnemeleri, yüksek rütbeli subaylara çanta taşıtmaları, radyo haberlerinde ve protokolde Genelkurmay Başkanı’nın örneğin il emniyet müdürlerinden sonra anılması; Menderes’in ‘Ben de bu generalleri bir şey sanıyordum, bunlar en basit usullü müzakereyi dahi bilmiyorlar’; ‘Bunlar Battal Gazi ordusu’; ‘Ben orduyu yedek subaylarla da idare ederim’; kendi milletvekillerine; ‘Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz!’ gibi sözleri tepki ve huzursuzluklara neden oluyordu.

Bu anılan gelişmeler ile birlikte ordu içerisinde iktidara karşı gizli örgütlenmeler başladı. Ekim 1955’te İstanbul’da Harp Akademisi’nde oluşan ilk komitelerden birinin üyeleri arasında Kurmay Yarbay Faruk Güventürk, Kurmay Binbaşı Dündar Seyhan, Kurmay Yüzbaşılar Suphi Gürsoytrak, Orhan Erkanlı, Nuri Hazer ve Orhan KABİBAY vardı. Bu ilk oluşumu, 1956’da Ankara’da Faruk Ateşdağlı, Sezai Okan, Osman Köksal, Talat Aydemir’in başını çektiği ikinci; Sadi KOÇAŞ, Kenan Esengin gibi isimlerin oluşturduğu üçüncü; Alpaslan TÜRKEŞ, Numan Esin, Muzaffer Özdağ, Ahmet Er, Dündar Taşer, Rıfat Baykal, İrfan Solmazer gibilerin oluşturduğu dördüncü grup ve bunların yanısıra irili ufaklı çevreler izledi.

12 MART’IN AKTÖRLERİ

Orhan KABİBAY, Sadi KOÇAŞ ve Alpaslan TÜRKEŞ isimlerinin altları tarafımızdan çizildi. Bu ve benzer isimler, 1950’li yıllardan beri Sağ-Sol hemen bütün hareketlerin içinde yer aldılar. Sağ-Sol dinamikleri hareketlendirdiler, yönlendirdiler.

Yönlendirdikleri, birlikte hareket ettikleri kişiler, sorgulandılar, yargılandılar, işkence gördüler ve idam sehpalarına gönderildiler. Ama bunlara hiçbir şey olmadı. Bunlar varlıklarını ve işlevlerini sürdürdüler. “Katalizör” olarak girdikleri her hareketten, işlevlerini yerine getirdikten sonra, hiçbir zarara uğramadan çıktılar.

İşte içlerinde, bu “katalizör”leri de barındıran birbirinden bağımsız ve habersiz olarak kurulan çevreler 1956 yılından itibaren Necdet Üruğ, Ahmet Yıldız gibi sonraları önemli siyasal roller üstlenecek olan genç subayları da aralarına alarak genişlemeyi sürdürdüler.

1954’den sonra Ordu içinde örgütlemeler birbirinden habersiz hızla artı. Bundan dolayı gruplar arasında “ben senden önce kurdum” tartışması 27 Mayıs ihtilali sonrasında sürüp gitti.

CIA’NIN ELİ KİMİN CEBİNDE?

12 yıl CIA ajanlığı yapan ve bu dönemi "CIA Günlüğü" adlı bir kitapta anlatan Philippe Agee; Türkiye'deki askeri darbelerde CIA' nın rolü için şunları söylemektedir:

Faşizmin en büyük destekçisi CIA'dır. Yunanistan, Türkiye, Güney Kore, Filipinler, İran, Endonezya’da CIA duruma müdahale edip faşizmin zaman zaman yerleşmesini sağlamıştır. CIA Türkiye'de siyasi baskı ve işkence yapılmasında da başrolü oynamıştır.

Bir merkezin (kastedilen herhangi bir ülkedeki CIA merkezidir. T.Ç) yerli güvenlik servisleriyle yaptığı ortak çalışmalarla da politik-eylem çalışmalarında kullanılacak kişiler üzerinde değerli bilgiler elde edilir. Gelişmemiş ülkelerde sık sık düzen değişiklikleri yer aldığından, askeri güvenlik kuvvetlerinde önemli mevkilerde bulunan politikacılar CIA merkezine bilgi verebilecek ve istenilen eylemleri gerçekleştirebilecek durumdadırlar. CIA’nın elde ettiği politikacılar görev başına geldiklerinde , en azından sürdürülmekteki ortak haberalma çalışmalarının devamına izin vererek, merkezle aralarında faaliyet yönünden ilişkiyi gerçekleştirmiş olur. Politik-eylem faaliyetlerinde nüfuzlarını kullanmaları için bu politikacılar sürekli olarak merkezin etkisi altında bırakılır. Kesinlikle uygun görüldüklerinde kendilerine başka özel görevler verilir. Politik hayatlarında ilerlemeleri sağlanır ve bakanlıktan ayrıldıklarında ilişkinin sürmesi için ayrıca mali yardımda da bulunulur.

Birçok ülkede siyasi anlaşmazlıklarda son söz sahibi olan askeri yetkililer de elde edilecek önemli hedeflerdir. Bazen doğrudan doğruya Amerikan askeri ataşesince ya da Amerikan askeri yardım misyonlarınca merkez görevlileriyle tanışmaları sağlanır. Bazen da, CIA ile yerli haberalma servisi arasındaki ilişki yoluyla bağlantı kurulur. Ayrıca, yabancı ülkelerin subayları Amerika’ya eğitime geldiklerinde, CIA görevlileri onlarla ilişki kurabilir. CIA merkezlerinin çoğunda, bilgi toplamak ve gerektiğinde politik bakımdan kullanılmak üzere ülkenin politikacılarıyla olduğu gibi askeri yetkilileriyle de ilişki geliştirme çalışmaları sürdürülür.

Ama sorun, yalnızca yerli politikacılara mali yardım sağlamak ve çalışmalara yön vermek değildir. Amerika için tehlikeli görülen durumlard, CIA, bir siyasi partiyi kullanıp seçim çalışmalarına girişerek CIA’nın kendilerini desteklediğinin farkında olan ya da olmayan adaylara mali yardımlarda bulunur. Milyonlarca dolarlık bu tür işlemler, seçimden bir yıl önce başlar. Yoğun bir propaganda ve halkla ilişki kampanyası başlatmak, sayısız kukla örgüt yaratmak ve mali yardım olanakları sağlamak, seçim listelerini hazırlamak, muhalefete karşı koyacak “zorba-ekipler” kurmak, istenmeyen adayları gözden düşürmek için alçaltıcı söylentiler yaymak ve kışkırtmalarda bulunmak gibi eylemler sürdürülür. Oyları ve oyları sayanları satın almak için de bir miktar para ayrılır.”

Amerika’nın çıkarlarına daha elverişli olması halinde, yasa dışı yöntemlere ya da askeri darbeye başvurulur. Askeri darbenin gerçekleştirilmesinde CIA, genellikle komünizme karşı koyma kozunu kullansa da, külçe altın ve çuvallar dolusu para çoğu kere aynı ölçüde etkilidir. Bazı durumlarda, bir merkez görevlisinin tam zamanında harekete geçmesinin ardından yapılacak gösteriler, sonunda da düzenin sağlanması ve ulusal birliğin sağlanması adına komutanların işe karışması yararlı bir yoldur.

SADİ KOÇAŞ SAHNEDE

Sadi KOÇAŞ yayınlanan anılarında örgütlenme çabalarını şöyle anlatır:

“…….. karar vermiştik. Var olduğunu duyduğumuz, ama içinde kimlerin bulunduğunu kesin olarak tespit edemediğimiz örgütlerden birine girmeyecektik.

Yeni bir örgüt oluşturacak, güçlenecek, ondan sonra güvenilir yeni arkadaşlar bulacaktık. Bir hafta sonra üç kişi olmuştuk. Binbaşı Baha Vefa Karatay da bizimle birleşmişti. Ertesi hafta dört olduk. Albay Faruk Ateşdağlı da bize katılmıştı. Ama onun başkaları ile de ilişkisi olduğunu biliyorduk. O bunu saklamadı:

Benim İstanbul'daki bir örgütle ilişkim var. Kimler olduğunu söyleyemem. Onlara da sizin adlarınızı söylemem. Gerekirse ileride birleşiriz.

Ve hemen çalışmalarımızın ana prensiplerini tespit ettik.

1- Birbirimizin adlarını hiç kimseye haber vermeyeceğiz
2- Kâğıt üzerine hiç bir şey yazmayacağız.
3- Beraberce tespit edeceğimiz kişilere, sadece bir kişi açılacak.
4- Hiç bir siyasi parti ve politikacı ile temas etmeyeceğiz
5- Örgütlenmeyi mutlaka bir büyük başın liderliği altında yapacağız.

ARKADAŞINI SÖYLE, KİM OLDUĞUNU SÖYLİYEYİM

Binbaşı Akyol Harp Akademisini bizden sonraki sınıfta bitirmişti. Üstün nitelikleri olan, çalışkan, ketum, her yönden güvendiğim bir arkadaşımdı. İyi bir askerdi. Askerlikten başka hiç bir konuda gözü yoktu. Ama, Türkiye'nin içinde bulunduğu durum hepimizi bir şeyler yapmaya zorlamamış mı idi? Uzun süredir görüşmemiştik. Millî Emniyet de görevli idi. Ankara'ya gelişinden yararlanarak konuyu açtım.

Bu konudaki olumsuz düşüncelerimi biliyordun’ dedi. ‘Buna rağmen hiç bir girişe, ağız aramaya bile gerek görmeden bana açılışın için teşekkür ederim. Gerçekten iyi durumda değiliz. Bir şeyler yapmak gerek, en azdan senin dediğin gibi hazırlıklı olmak lâzım. Ama bu iş kolay değil KOÇAŞ. Örneğin; sizin, Faruk Güventürk ve Baha Vefa Karatay ile ilişkiniz var mı?

Bunların bir takım örgütlere mensup olduklara söyleniyor. Henüz teşkilâta intikal etmiş bir şey yok. Ama bu haber yayılırsa takip edilirler. Hepiniz meydana çıkarsınız.

Samet'in de, İstanbul'da bazı faaliyetleri olduğu ve Milli Savunma Bakanı Semi Ergin'in liderliğinde bir harekat düşündüğü söyleniyor. Haberin olsun ama, fazla güvenme

Benim sadece seninle temasım olsun. Adımı arkadaşlarına söyleme. Ben de temaslar kurarım. Karar günü gelince sür'atle hedefte birleşiriz. Ben bu şekilde daha yaralı olabilir, muhitim ve görevim itibarı ile sizi zamanında uyarabilir, hatta koruyabilirim.

Bu uyarıdan sonra Karatay ile temaslarımızı azaltmıştık. Güventürk ile zaten bir temasımız yoktu. Ama bu uyarı bizi bazı müşkül durumlardan kurtarmıştır

TALAT AYDEMİR’DEN RAHATSIZLIK

Ankara'da kendisi ile (Osman Köksal) görüştük. Arkadaşlarına ‘yeni bir grupla işbirliği için bir teklif getirdiğini, ancak isimleri açıklayamayacağını’ söylemiş. Onlar da ‘Böyle bir ön şartla görüşmeye başlayamayacaklarını’ söylemişler. Ertesi gün Talât Aydemir, kimseye söylemeyeceğine dair şeref sözü vererek, eğer Ankara'daki grup adına kimlerle görüşeceklerini kendisine söylerse belki bir anlaşma sağlayabileceğini söylemiş. O da hiç kimseye söylememek şartı ile benim adımı vermiş. Talât arkadaşları ile konuşurken hem benim adımı, hem de Samet Kuşçu'nun bizimle beraber olduğunu söylemiş. Bu yüzden bir birleşme veya işbirliğinin mümkün olamayacağı sonucuna varmışlar.

Köksal, ‘Ben Talât Aydemir'e senin adını, başkasına söylememesi şartı ile, söylemiştim. Samet Kuşçu'nun adı bile geçmedi. Kaldı ki, senin Samet Kuşçu ile hiç bir ilişkin olmadığını en iyi bilen kişilerden biriyim. Sen beni uyarmasaydın, ben onunla temas edebilirdim. Ama sen beraber olduğunuz bazı arkadaşların onunla işbirliği yapmayacaklarını söylediğin için tekliflere rağmen görüşmedim kendisi ile’ diyerek Talât Aydemir'i bir takım oyunlar peşinde olmakla suçluyordu. 1959'da kurulacak örgüte Aydemir bu sebeple alınmamış ve Kore'ye gönderilmiştir.

İLGİNÇ-İLGİNÇ

Bu arada, başını Yarbay Faruk Güventürk’ün çektiği örgüt ; İsmet İnönü ve kendilerine yakın, Menderes’e de soğuk hissettikleri DP’li savunma bakanı Şemi Ergin’e liderlik teklifi götürüyorlar ve bu talepleri reddediliyordu.

İlginçtir, daha teklif götürülmeden teklifin götürüleceği, diğer gruplarca da biliniyordu. Bu grupların içerisinde bulunan ve “büyük bir baş” aramaya çıkan Binbaşı Sadi KOÇAŞ’ın yukarıya aldığımız anılarında da belirttiği gibi, öneri almak için gittiği Milli Emniyet görevlisi Cihat Akyol’dan ‘onlardan başka bir grup daha olduğu, Şemi Ergin’e liderlik teklif edileceğini, Samet Kuşcu’ya güvenmemesi’ uyarısını alıyordu.

Gene ilginçtir, uyarıyı alan “ihtilalci” Sadi KOÇAŞ, ilerde de göreceğimiz gibi: 1971 12 Mart Cunta Hükümetinin MİT’ten ve Özel Harp Dairesinden de sorumlu Başbakan Yardımcısı; uyaran Cihat Akyol Özel Harp Dairesi Başkanı olacaktı.

Daha da ilginci, “9 Mart Devrimci Cuntası” içinde yer alan Sadi KOÇAŞ’ın çok güvendiği ve hemen her harekette kendisinden bilgi ve destek aldığı “Üstün nitelikleri olan, çalışkan, ketum, her yönden güvendiğim bir arkadaşımdı. İyi bir askerdi. Askerlikten başka hiç bir konuda gözü yoktu.” diye nitelediği Binbaşı M. Cihat Akyol, 1971 Mart ayında Tümgeneral rütbesiyle Özel Harp Dairesi Başkanı iken yayınladığı broşürde bakın neler diyecekti :

Halkı mukavemetçilerden ayırmak için, sanki ayaklanma kuvvetleri yapıyormuş gibi müdahale kuvvetlerince, zulme kadar varan haksız muamele örnekleri ile sahte operasyonlara başvurulması tavsiye edilir.

Gayri Nizami Hareket örgütleri kuruluş hazırlıkları içinde çok zayıftır, başlangıçta güçsüzdürler, mahdut ölçüde teşkil edilebileceklerinden düşmanda gerekli ortam meydan gelmeden büyük ölçüde aktif bir harekete girişmezler… Hazırlık safhası çok zamana ihtiyaç gösterir. Düşman gerilla harekatını başlattıktan sonra, geciktirilmiş olduğundan, gayri nizami kuvvetlerle mücadele zorlaşacaktır… Gerçi mücadele tekniklerinden birisi de şiddet hareketleri ve misillemedir. Ancak bu tekniğin halka uygulanışının çok hassas olduğu unutulmamalıdır. Mukavemetin en verimli tohumunun zulüm olduğu bilinmelidir. “ (M.Cihat Akyol, Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekat, Mart 1971, Silahlı Kuvvetler Dergisi Eki)

Bu muhteşem ikilinin süregelen ilişkilerine, 12 Mart 1971 darbesinde üstlendikleri “görevlere” yeri geldikçe daha ayrıntılı yer vereceğiz. Biz konumuza dönelim.

PANİK-İHBAR

Ordu içinde oluşan örgütler çevrelerindeki subayları etkilemek için temasları sırasında “yanlış bir anlama” 9 Subay olayını patlattı. Binbaşı Samet Kuşçu adlı subay, bir grup subaya ihtilalci konuşmalar yaptı. Karşısındakilerin temkinli konuşması nedeniyle panikledi. Karşısındaki subayların Menderesçi olduğunu düşünerek onlar kendini ihbar etmeden önce kendisi onları ihbar etmek için harekete geçti.

Binbaşı Samet Kuşçu DP Milletvekili ve İstanbul Ekspres Gazetesi sahibi Mithat Perin’i arayarak “ihtilal” çalışmalarını haber veriyordu:

Tıpkı Mısır’da olduğu gibi bazı subaylar Nasır tipi ihtilal hazırlığı içindeler. Başlarında Yarbay Faruk Güventürk var. Beni Başbakan Menderes’le acilen görüştür.”

Kuşcu Menderes’le görüşemese de, İçişleri Bakanı Namık Gedik’le görüşüyor ve bildiklerini anlatıyordu.

Bu ihbar üzerine Kurmay Albay İlhami Barut, Kurmay Albay Naci Aşkun, Topçu Yarbay Faruk Güventürk, Piyade Binbaşı Ata Tan, Piyade Yüzbaşı Hasan Sabuncu, Piyade Binbaşı Ahmet Dalkılıç, Piyade Yüzbaşı Kazım Özfırat ve emekli Kurmay Albay Cemal Yıldırım ihtilale teşebbüsten tutuklanıyorlardı (16 Ocak 1957). Üç gün sonra da Milli Savunma Bakanı Şemi Ergin istifa ediyordu.

Tesadüfe bakın ki 1943 yılında “milli şef”i iktidardan uzaklaştırmak için “CUNTA” oluşturanlardan Kurmay Albay Naci Aşkun’un da aralarında bulunduğu “ihtilal teşebbüsçülerini”; 1943’te Naci Aşkun’la birlikte “ihtilal teşebbüsünde” bulunan Cemal Tural’ın başkanlığındaki askeri mahkeme yargılıyordu. Tabi ki 5 Nisan 1958’de serbest bırakıldılar ve “beraat” ettiler. Ceza alan tek kişi “ihbarcı” Binbaşı Samet Kuşçu’ydu. Ordu’yu isyana teşvik suçundan iki yıl ceza alıyordu.

9 Subay Olayı, Ordu içindeki örgütlenmeleri telaşlandırdı. Çil yavrusu gibi dağıldılar. Herkes kendi başının derdine düştü.

SEZAR’IN HAKKI SEZARA

27 Ekim 1957’de seçimler yapıldı. DP, ABD’ nin desteğinden yoksun girdiği bu seçimlerde önemli ölçüde oy yitirdi. DP nin 1950 seçimlerindeki % 53 lük oy oranı % 48’e düşerken; CHP’nin oy oranı % 39’5 tan % 41’e yükselmişti.

CHP yine muhalefette kalmıştı ama, 1954 seçimlerindeki 31 olan milletvekili sayısını 178’e çıkartmıştı.

Ekonomi de iyi gitmiyordu. ABD yardımı ve kredileri kesmişti. 1958 yılında Türkiye ekonomisi iflasın eşiğine gelmişti.

Türkiye moratoryum (borçlarını erteleme) ilan etti. Hani beklenirdi ki Türkiye moratoryumunu ilan edince, bütün kaderini bütün varlığını bağlamış olduğu bir takım ülkeler Amerika başta olmak üzere Türkiye’ye arka çıksınlar. Çıkmadılar.

IMF’nin yardım ve yönlendirme önerisi ise Menderes tarafından reddedildi. Bir “Borçlar Genel Müdürlüğü” oluşturuldu. Türkiye’nin geliri ve gideri bir kağıt üzerine dökülerek uzun vadeli bir plan yapıldı. Bu gerçekten bir devlet adamına yakışan davranıştı.

CEPHELEŞME

6 Eylül 1958’de Menderes:” İdam sehpalarında can verenlerden ders alsalar ya” diye muhalefete gözdağı verirken, İsmet İnönü’nün cevabı gecikmedi: “Sehpalar kurulursa nasıl işleyeceğini kimse bilemez.”

1958’de Irak’daki darbe Menderes’i telaşlandırdı. Irak’a askeri müdahale yapmak istedi. Amerika’dan destek alamadı. Sovyetler Birliği’nin karşı uyarısı nedeniyle çaresiz kaldı. Irak, Mısır’ın yanında yerini aldı.

1959 Ocak ortalarında toplanan 14. CHP kurultayı bir "İlk Hedefler Beyannamesi" ni kabul etti.

İlk Hedefler Beyannamesi; Partizanlığın kaldırılması, ikinci meclisin kurulması, seçim güvenliği, anayasa mahkemesinin kurulması, yüksek hakimler kurulu oluşturulması, memurlara mahkemeye başvurma hakkının tanınması, basın özgürlüğünün anayasa güvencesine bağlanması, üniversite özerkliği, yüksek iktisat şurasının kurulması, sosyal adalet kavramının anayasaya girmesi gibi hedefleri içeriyordu. Bu da demokrasi açısından önemli davranıştı. İleride 27 Mayıs sonrası genç subayların ve gençliğin bu istemleri ciddiye almasıyla ortalık kan gölüne döndürülecektir.

Muhalefetteki partilerin DP karşıtlığında birleşmesi üzerine, DP Vatan Cephesi'ni kurarak cevap verdi. 1959 Ocak ayı içinde kurulan Vatan Cephesi Ocakları ile iktidara, partinin verebileceğinden fazla taban bulunmaya çalışıldı. Vatan Cephesi'ne katılımlar teşvik ediliyor, belli kesimlerden belli konumlardaki kişiler buna zorlanıyordu.

Bu kargaşalar sırasında, 30 Ekim 1959’da sessiz sedasız, Türkiye topraklarında bir füze üssü kurulması kabul edildi. (1961 de İsmet İnönü başkanlığındaki Hükümet zamanında nükleer füzelerin montajı tamamlandı. Türk kamuoyu, Türkiye’de Akhisar’da nükleer başlıklı Jüpiter füzelerinin yerleştirildiğini ancak Ekim 1962’de ki Küba Füze Krizi ile öğrenecekti. Gelip giden hükümetlerin bu konuda hiç farkları yoktu.)

Lübnan’daki iç siyasetin karışması üzerine, Amerika İncirlik üssünden kalkan uçaklarla Lübnan semalarında 10 bin sorti yaptı.

LEYLEĞİN ÖMRÜ LAK LAKLA GEÇER

Dağılan örgüt elemanları 1959 senesinde dirsek temasına geçmeye ve havayı koklamaya başladılar. Biraz incelendiğinde örgüt elemanlarının iktidar devirme hedeflerinde kararsız oldukları görülecektir. Sadece gizli yapılan toplantılar, toplantılar... “Leylek’in ömrü lak lakla geçer” görüntüsü veren toplantılardı bunlar.

Sadi KOÇAŞ tarafından Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel’e örgüt çıtlatılır. Türkiye’nin durumunun kötüye gittiğinden her an müdahale gerekebileceği anlatılarak gereken destek istenir. Baş’a geçmesi istenir. Baş olduğunu bir KOÇAŞ bilecektir bir de kendisi. Cemal Gürsel olumsuz karşılamaz, gereken desteği verir. Tayin şubesine örgütçüler hakim olurlar. Ama nedense tayin olanlar rehavete kapılıp, yurt dışı görevler isterler.

Olaylar yaklaşırken, Kurmay Yarbay Sadi KOÇAŞ 27 Mayıs’tan 8 ay önce kendisine teklif edilen Cumhurbaşkanlığı yaverliğini kabul etmemişti. Kendisine teklif edilen görev Cumhurbaşkanını hareket anında hemen etkisiz hale getirme imkanı vermektedir. Böyle iken bu görevi reddetmiş ve anlaşılmayan bir nedenle kaçarcasına Türkiye’den ayrılmıştır.

MEVZİYE” YERLEŞEN “İHTİLALCİLER”

Sadi KOÇAŞ İngiltere’ye, Dündar Seyhan Amerika’ya uçarlar. 27 Mayıs sonrası bunun nedeni soranlara şu komik gerekçeyi ileri sürer. Eğer İhtilal başarısız olursa, ihtilalci arkadaşlarına İngiltere ve Amerika’da sığınma-korunma imkanı sağlamak.

Talat Aydemir, kendi isteği ve Sadi KOÇAŞ gurubunun zaten onu uzaklaştırma isteğiyle birleşince 27 Mayıs 1960 harekatını Kore’de öğrenir. Muhafız Alayının başına geçirilen Osman Köksal Afganistan’a tayinini ister.

Tayin şubesini ele geçirenlerin” nedense Ankara’da, Muhafız Alayı dışında göze çarpan tayinleri ve çabaları yoktur. Harp Okulu Komutanı Sıtkı Ulay’ı DP’li olarak bilmektedirler. 43. Süvari Alayı Komutanı kendilerinden değildir.

Tüm güçleri, ortada gezen, birlikleri olmayan, hadise anında kolaylıkla “ben yoktum” zaten diyebilecek subay grubudur. (21 Mayıs 1963 hareketinde bunu sayısız örnekleri vardır.). Bunlarda Genelkurmay ve Kuvvet Karargahlarındaki odalarda, koridorlarda gezinmektedir. Leylekliğe, yani lak laka devam etmektedirler.

İhtilal lideri” Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal GÜRSEL, emekliğini isteyen bir mektubunu hükümete sunar. Bu mektubunda Başbakan Menderes’i övmekte Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı bu olayların baş sorumlusu olarak göstermektedir. Bu mektup 27 Mayıs sonrası kamuoyundan saklanacaktır. İzin alıp İzmir’e gider, orada emekliğini beklemeye başlar.

Biz de ihtilalcilik böyledir. Yatacaksın pusuya, kazanırlarsa rütben sayesinde avın tepesine oturursun, kazanamazsan tehlikeyi savuşturup geçiştirirsin. Seni bilen kaç kişi ki?

GENÇLER-SUBAYLAR

Yapılacak hareket generalsiz ve başsız kalmıştır.

Nisan ayında Ankara ve İstanbul gençliği meydanları ele geçirmiştir. İktidarın, Ordu gençliğiyle üniversite gençliğinin karşı karşıya getirilmesiyle 27 Mayıs barutunu ateşleyen kıvılcımlar saçılmaya başlar.

Yüzbaşı Fethi Gürcan Ankara’da üniversite gençliğine ateş etmeyi reddeder. Sıkıyönetim Komutanını dinlemez. Fethi Gürcan komutasındaki genç subaylar, Kızılay’da gençleri dövmek için Beypazarı’ndan getirilen DP lileri tartaklayarak şehir dışına atarlar. Genç subaylar da meydanları doldurmaya başlarlar.

Kıvılcım barutu ateşlemiştir. Gerçek ihtilalciler birer birer ortaya atılmaya başlamışlardır. Odalarda gizlenerek her an kaçmaya hazır lak lak’çıların yerine, korkusuzca açık tavır alan ihtilalciler meydanları doldurmaya başlar.

21 Mayıs günü Kızılay’da Harbiyeliler yürüyüşe geçer. Başlarına Veteriner General Burhanettin Uluç geçer. Harp Okulu komutanı Sıtkı Ulay Kara Kuvvetleri karargahındaki subaylara bağırıp çağırmaya başlar. Tayin şubesindeki subaylar şaşkındırlar. Ankara’daki en büyük güçlerden biri olan Harbiye Komutanı bir an evvel tavır koyulmasını istemektedir. Öğrenci gençlik ordu gençliğini tetiklemiştir, ordu gençliği de lak lak’la vakit geçiren kurmayları.

Yükselen ordu gençliğin dalgası 6 seneyi aşkın toplantılarla vakit öldüren kurmayları tetikler.

EHVEN-İ ŞER

DP de, askeri tehdidin daima farkındaydı. 5 Mart 1959’da ABD ile iç tehdit söz konusu olduğunda yardım istemek üzere anlaşmaya varmıştı. Fakat ilginç olan, 27 Mayıs Hareketi gerçekleştiği zaman Amerika yardım etmeyi düşünmemişti.

ABD de bu gelişmelerden haberdardı. Gelişmeleri izlemekteydi. Kuşkusuz, tepkinin de bu kadar altüstlük yaratacağını bilseydi, hiç çekinmeden ihtilalcilerin tepesine binerdi

ABD “ihtilalin” sonucunda kendi çıkarlarına “halel” gelmeyeceği kanaatindeydi. Onun için önemli olan, DP İktidarı ve Menderes değil, Amerikan emperyalizminin çıkarlarıydı. “Geliyorum” diyen ihtilal bu nedenle de “ehven-i şer”di.

Ayrıca, darbenin ertesinde şekillenecek olan yeni üstyapıya da gerekli şekli verilebileceğini düşünmekteydi.

Türkiye ABD’nin tam olarak denetleyemediği, ama adım adım izlediği bir süreçte “27 Mayıs İhtilali” ne doğru yol alıyordu.

YALPALAMA-KARARLILIK

Uzun süre tereddüt gösteren “Kurmay” komiteciler, sonunda alttan gelen baskılara dayanamayarak, ihtilâl yapmaya karar vermişler ve harekat planlarını yapmışlardı. 26 Mayıs'ı 27 Mayıs'a bağlayan gece saat 03:00'te belirlenen hedeflerde olunacaktı. Ankara'daki parola: İNKILAP’TI. “(Ben İhtilalciyim! Öner Gürcan-Süvari Yayıncılık)
26’yı 27 Mayıs’a bağlayan gece Kurmaylar 6 gün önce harekete katılan Harp Okulunda toplanır.
03:00 de Süvariler, komutanlarını tevkif edip atlarıyla Ankara’yı işgale başlar, 6 tank da Ankara’da dolanmaya başlar. Harbiyeliler kilit noktalarını tutmaya başlar.
İstanbul da harekete geçmiştir. Orhan Erkanlı’nın komutasındaki tanklar görev başındadır. İstanbul Radyosu’nda İhtilal bildirileri okunmaya başlar.
Ankara Radyosu suskundur. Harekete son günlerde katılan General Cemal Madanoğlu İhtilal yerine 12 Mart gibi Meclisi fesh etmeden Hükümet değişikliği” gibi önerileriyle kurmaylar arasında kararsızlıklar yaratmaktadır. Alpaslan TÜRKEŞ radyoda bildiriyi okuyacak subaydır. Ankara Radyosu, hareket başlamasına karşın suskunluğunu devam ettirmektedir.

Ankara’da Çankaya Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı ve Jandarma Taburu ihtilalci birliklere yol vermemektedir. Muhafız Alayının başına getirilen Osman Köksal hiçbir örgütlemeye gitmemiş, tek bir subayını dahi ihtilale hazırlamamıştır. İhtilalci birlikler şaşkındır. Kendilerine söylenen Muhafız Alayının ihtilalden yana tavır koyacağıdır. Muhafız Alayı Komutanı Osman Köksal Alayının başına geçip Cumhurbaşkanını tevkif edeceğine, Köşkte Celal Bayar’ın etrafında dolanıp durmakta, Bayar’ın sorularına kem küm etmektedir. Süvari Yüzbaşıları Fethi GÜRCAN ve Nusret KOCABEY komutasındaki 43. Süvari Alayı’nın Süvari Birlikleri Jandarma Taburu’nun savunmasını yararak köşke yönelirler. Fethi Gürcan direnmeyi söndüren birlikleri tesirsiz hale getirirken, Nusret Kocabey’in yönettiği Süvari Birliği köşkü ele geçirir. Kendisine kurmaylarca görev–haber verilmemesine rağmen hareketi duyup gelen Veteriner General Burhanettin Uluç, açılan gedikten etraftan bulduğu 4 Harbiyeli ile girer. Süvariler Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı Burhanettin Uluç’a teslim ederler. Açılan gedikten geçenler de içeri girerler. Hatıralarında hep Süvari neferlerinden bahsederler. Osman Köksal’ın yalpalaması saklanır. İhtilalci birliklerce alınmak istenen tabancası ve kendisi, arkadan gelen Kurmay Sami Küçük‘ce engellenir.

SAHTE KAHRAMANLAR HER ZAMAN GEREKLİDİR

1970’ lerde DEVRİM gazetesi 27 Mayıs’ı yapanlar olarak Osman Köksal- Cemal Madanoğlu’nun hatıralarını baş sayfada 6 hafta boyunca yayınlarlar. “Çankaya Köşkü nasıl düştü”. Olanlar olmamışa döndürülecektir.

Kendilerine sahte kahraman gerekmektedir. Ordu ve üniversite gençliğini kandırmaya çalışırlar. Fethi GÜRCAN ismi tehlikelidir. Kontrolsüzdür. Kendilerine kontrollü sahte kahramanlar gereklidir. Osman Köksal ve Cemal Madanoğlu bu iş için biçilmiş kaftandırlar. Her ikisinin de 27 Mayıs öncesi ve sonrası yalpalamaları meşhurdur.

Aynen 21 Mayıs 1963’de Talat Aydemir’e yalvarıp “Bokunu yiyim” diyen Ali Elverdi’yi 21 Mayıs’ı bastıran kahraman olarak gösterip, general yapıp 1971’de Deniz Gezmişlerin mahkemelerinde başkan yaptıkları gibi.

21 Mayıs’ta alnının çatına dipçiği yiyince Harbiyelinin ayağına kapanıp “Aman evladım ben de sizlerden yanayım, beni kurtar, hastahaneye yetiştir“ diyerek yalvaran ve Fethi Gürcan’ca Harbiyeliler’in elinden alınıp hastahaneye gönderilen Albay Tevfik Türüng gibi.

Tevfik Türüng General yapılacak, 1972’de Mahir Çayan ve arkadaşlarının katledildiği Kızıldere’deki kontrgerilla operasyonunu yönetecektir. Mahir’in cenazesini Ankara’ya getiren aracın şöförünü, Ankara girişinde durdurarak teröristin cenazesini nasıl taşırsın diyerek sille tokat dövecektir. Ağabeyi Orgeneral Faik Türün’e yakışır kardeş olduğunu gösterecektir. İşte 21 Mayıs bilinmezse bu kişilerin davranışları anlaşılamaz.

1963 de Ordu gençliğinin postalını parlatan kişiler “Demokrasi Kahramanı” olarak süslenip püslenip omuzlarına yıldızlar takılarak 1971’de gençliği ezmede kullanılmışlardır. İsmet İnönü’nün 27 Mayıs sonrası yarattığı ve ordu gençliğini ezmek için kullandığı “Demokrasi Generalleri”dir.

RADYO SUSKUNLUĞUNU BOZAR

Nihayet saat 05:25’te, iki saatlik gecikmeyle Ankara radyosu da Alpaslan TÜRKEŞ’in sesinden ihtilal bildirisi okunmaya başlar.

"Sevgili Vatandaşlar; Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini ele almıştır. Bu harekata Silahlı Kuvvetlerimizin, partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi hangi tarafa mensup olursa olsun, seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır.

Girişilmiş olan bu teşebbüs, hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir. İdaremiz, hiç kimse hakkında şahsiyata müteallik tecavüzkar bir fiile müsaade etmeyeceği gibi edilmesine de asla müsamaha etmeyecektir.

Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup bulunursa bulunsun, her vatandaş; kanunlar ve hukuk prensipleri esaslarına göre muamele görecektir. Bütün vatandaşların, partilerin üstünde aynı milletin, aynı soydan gelmiş evlatları olduklarını hatırlayarak ve kin gütmeden birbirlerine karşı hürmetle ve anlayışla muamele etmeleri ıstıraplarımızın dinmesi ve milli varlığımızın selameti için zaruri görülmektedir.

Kabineye mensup şahsiyetlerin, Türk Silahlı Kuvvetlerine sığınmalarını rica ederiz. Şahsi emniyetleri kanunun teminatı altındadır. Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz. Gayemiz, Birleşmiş Milletler Anayasasına ve insan hakları prensiplerine tamamıyla riayettir. Büyük Atatürk'ün "Yurtta sulh, cihanda sulh" prensibi bayrağımızdır.

Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve CENTO'ya inanıyoruz ve bağlıyız. Düşüncemiz “yurtta sulh, cihanda sulh”tur.

DEPREM- ŞAŞKINLIK

Ordu gençliği görevini yapmıştır. Görev yerlerinde kalırlar. Görevleri bitenler kışlalarına dönerler. Ordu gençliği kurmayların her şeyi düşünüp planlandığını düşündükleri için rahattırlar.

Kurmaylar” ise şaşkındırlar. Planlarında “ihtilali ertelemeyi” yada “yakalanılırlarsa elde delil bırakmamayı” temel almışlardır. Ordu gençliğinin itmesi 27 Mayıs depremine sebep olmuştur. Yıllardır plan yapan Kurmaylar kararsızdırlar.

Ortalık birden diğer kurmaylarla dolar. Kazanılmış hareketin nimetlerini kapmak için beline tabancayı takan kapıya dayanır.

Emeklilik dilekçesini verip İzmir’e giden Orgeneral Cemal Gürsel, apar topar İzmir’den uçağa adeta atılarak Ankara’ya getirilir. Çoraplarını uçakta giyer. Onu bile kimin getirdiği tartışma konusu olacaktır. Her kurmay bir yüksek rütbeli bulup ikinci adam olma derdindedir. Her biri liderdir. Ama kendisinden başka kimse onu lider görmemektedir. Düzen için bir tanrı gereklidir. Kendileri peygamberleri ve havarileri olacaktır

Orgeneral Cevdet Sunay havaalanında “İhtilalci” komutanını karşılayıp kucaklar. “Gazasının mübarek olmasını” diler. İleride Genelkurmay Başkanı ve 12 Mart’ın Cumhurbaşkanı olacak Cevdet Sunay gençlerin idam kararını “meclisi ilgaya tam teşebbüs” (146/1) gerekçesiyle “Demokrasi uğruna” onaylayacaktır.

İstanbul’daki kurmaylar da “alan mı kaçan mı” hesabı bir uçağa doluşarak Ankara’ya gelirler. İktidar gemisi yol almak üzeredir.

Cemal Gürsel yerine oturur oturmaz kendisini İzmir’den getiren ve karşılayan ihtilalcilere, burada ne beklediklerini sorup, artık komutanın kendisinde olduğunu söyleyerek görevlerinin başına dönmelerini emreder. İhtilalciler bu sefer silahı kendisine yöneltilince o an geri çekilip izlemeye başlar. Tepelerine bineceği günü bekler.
MBK (MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ)
Birbirini tanıyanlar, arkadaşlarını yanında görmek isteyenlerden, Deniz Kuvetleri’nden de Jandarma’dan da olsun düşüncesine kadar hesaplar yapılır ve 38 kişilik MBK kurulur. Yasama ve yürütme yetkisi MBK de iç içedir. Birlik yoktur. Buna rağmen; birbirlerine düşürülmelerine rağmen, halkın yanında bir Anayasa oluştururlar. Ordu–Üniversite gençliğinin halktan yana olan karakteri büyük ölçüde uygulamalarda kendini gösterir. Her ne kadar kurmayların kaleme aldığı ihtilal bildirisinde NATO’ya, CENTO’ya bağlılık ifadeleri yer alsa da, “Amerikan emperyalizmine karşıtlık”, “sol düşünce” kavramları tartışılabilmektedir.. Amerika’nın Barış Gönüllüleri uygulamasına son verilir. Kore’deki askeri birlik geri çekilir. Ordu gençliği hızla politize olmaya başlar.

BAŞI DÖNMÜŞ BİR GRUP

ABD yönetimi, bir anlamda dipten gelen bir dalga olduğu için, tam olarak denetimi altına alamadığı 27 Mayıs’ı yakından izliyordu. Kendi dışında gelişmiş bu hareketi bir yandan kontrol altına almaya çalışırken, diğer yandan hareketin kendi çıkarlarına karşı etkilerini azaltmaya çalışıyordu.

ABD ve yerli işbirlikçileri gelişmelerden tedirgindir. Çünkü, ordu tehlikeli bir şekilde “emir komuta” zincirinin dışında hareket etmektedir. MBK’da yüzbaşılar, generallere kafa tutabilmekte, birliklerin kimin tarafında olduğu tartışmaları ortalığı sarmaktadır. Bu arada, MİT, CIA’nın ve MOSSAD’ın tasallutundan kurtarılmak istenilmektedir. 27 Mayısçılar MAH’ın (MİT in eski adı) başına 9 Subay Olayında yargılanan Tümgeneral Naci Aşkun’u getirdiler ve operasyon başlatıldı. Teşkilatın hemen tamamı tasfiye edildi.

Darbe için örgütlenen subaylardan bir kısmı CHP yanlısı idi. Bir kısmı ise daha radikal bir çizgide idi ve ABD’ye tavır alıyorlardı. Olası bir sola kayışı önlemek için Amerika, Albay Alparslan TÜRKEŞ ve arkadaşlarına güveniyordu. Albay TÜRKEŞ, NATO bünyesinde eğitim görmüş, Amerika'da psikolojik harekat kurslarına katılmış bir askerdi. CIA tarafından çıkarılan psikolojik profilinde onun Turancı ve milliyetçi olduğu, Sovyetler'e karşı operasyonlarda güvenilebileceği, sıkı anti-komünist kimliği, karizması ve teşkilatlanma yeteneği övülüyor ve güvenilir bir subay olduğu belirtiliyordu. Albay TÜRKEŞ Amerika'da gördüğü eğitim sırasında "Stay Behind" Operasyonu konusunda bilgilendirilmişti. CIA'nın çalışma yöntemlerini de iyi biliyordu; çünkü tam da onları uygulamak konusunda eğitim görmüştü.” (Serdar KURU-Stay Behind Operations)

1955'te ABD'de Psikoljik Savaş ve Propaganda Merkezinde CIA uzmanlarıyla birlikte eğitim gören Ahmet YILDIZ 1960'ta MBK üyesi olacak daha sonra tabii senatör ve halkevleri başkanlığı görevine gelecektir.

Bir ABD belgesi olan Emperyalizm Çağı kitabının yazarı Harry Magdoff “eğitim” konusunda şöyle diyordu :

Birleşik Devletler’deki ve yabancı ülkelerdeki askeri okullarımızda ve eğitim merkezlerimizde seçme subaylar ve önemli mevkilerde bulunacak uzmanları eğitmemiz askeri yardımlarımızdan sağlanan faydaların her halde en önemlisidir. Bu öğrenciler dönüşlerinde eğitici olmak üzere kendi ülkeleri tarafından özel olarak seçilmişlerdir. Bunlar gerekli bilgilerle teçhiz edilmişlerdir. Bu bilgileri kendi bilgilerine aktaracak olan geleceğin liderleridirler. Amerikalıların ne yapmak istediklerini ve nasıl düşündüklerini gayet iyi bilen kimselerin, liderlik mevkilerinde bulunmalarının ne kadar önemli olduğunu belirtmeye ayrıca gerek duymuyorum. Böyle kimselerden dostlar edinmenin değeri ölçülemeyecek kadar fazladır.
Dönemin ABD Ankara büyükelçisi Warren ise merkeze verdiği raporda şunları belirtiyordu:
27 Mayıs'tan sonra kurulan Milli Birlik Komitesi çok genç, tecrübesiz ve üstlendiği misyondan başı dönmüş bir grup"

"Şu andaki işlerimizden biri de, MBK içindeki kilit kişilerin kimler olduğunu araştırmaktır"

ABD YANLISI-SAĞLAM-ÖDÜLLÜ

27 Mayıs 1990 tarihli Hürriyet Gazetesinde yayınlanan aşağıdaki haber bu bakımdan anlamlıdır.
ABD Dışişleri Bakanlığının 27 Mayıs ihtilalinden bir yıl sonra hazırladığı rapor, darbecilerin karakterine varıncaya kadar açıklıyor. Gizliliği sona erdiği için açıklanan raporda, başta Org.Cemal Gürsel olmak üzere MBK üyelerinin çoğunluğu Amerikan yanlısı olarak nitelendirilmiş.
Fahri Özdilek: ABD yanlısı ve batıcı
Cemal Madanoğlu : Sağlam ABD yanlısı
Mucip Ataklı : NATO karahgahında görev yaptı
Osman Köksal : ABD’nin üstün hizmet madalyası ödüllü
Sami Küçük: Amerikan yanlısı olduğunu saklamaz
Suphi Karaman : ABD’de atom silahları kursunu bitirdi,
Ahmet Yıldız: ABD’ de Fort Still’deki top okulunu bitirdi. Fort Bragg’daki psikolojik savaş merkezinde eğitildi.

Suphi Gürsoytrak: ABD kurmay kolejinden mezun.
Sakın yanlış anlaşılmasın, biz yalnızca bir gazete haberini okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz, yoksa Amerika’da eğitim gören herkesin Amerikan çıkarlarına hizmet ettiği veya edeceği yolunda bir savımız yok. Örneğin Amerika’da eğitim gören Üsteğmen Erol Dinçer 21 Mayıs 1963 de sisteme başkaldırmıştır. Ama ABD yönetimlerinin bu eğitimlerden beklediklerinin Amerikan çıkarlarına hizmet edecek kişileri yetiştirmek olduğu ve bu kişilerden hizmet bekledikleri çok açık.

FELSEFE ÖĞRETME-ŞÜPHE YOK

Nitekim bu amaçlarını ve beklentilerini saklamıyorlar. McNamara ABD Senato Dış İlişkiler Komitesinde 1962 yılında yaptığı konuşmada şunları söylüyordu :

Gelecek yıl Amerikan askeri okullarında yabancı uluslarda 18.000 kişi eğitim görüyor olacaktır. Bu kişilerden her biri, demokrasimizin nasıl çalıştığına tanık olacak, bizim hükümet geleneklerimizi ve felsefemizi öğrenecektir. Ülkelerine döndüklerinde de her biri bunun uygulayıcısı olacaktır” (Çetin Yetkin, Türkiye’de Askeri Darbeler ve Amerika, s.32 )

Amerikan Kongresi için hazırlanan bir raporda da aynen şunlar yazılıdır:

Birleşik Devletlerin savunulmasında doğrudan doğruya katkıda bulunmaları, ya da stratejik konuma sahip oldukları birçok ülkeye yaptığımız askeri yardımların asıl sebebi bunlar değildir. Asıl sebep, general ve amirellerin iktidarı devralmak üzere yetiştirilmeleridir. Bu konuda artık hiçbir şüpheye yer yoktur.” (Harry Magdoff, Emperyalizm Çağı,Odak Yayınları 1974, s. 157)

TÜRKEŞ GÖREV YERİNE

Warren, araştırma sonucunu ise merkeze şu şekilde iletiyordu:

Milli Birlik Komitesi çok tecrübesiz, Gürsel’in altına en önemli MBK üyesi olarak TÜRKEŞ’i yerleştirdik.” (Foreign Relations, 1958-60 s.869-70). TÜRKEŞ, Başbakanlık Müsteşarlığına getiriliyordu.

Warren, MBK Hükümeti'ne "ortalamanın üstünde" not verdikten sonra kabinede ABD'nin bazı yakın dostlarının bulunduğunu, kabine üyelerinin arasında eğitim, ticari ve ideolojik bağlarla ABD'ye meyletmiş üyeler bulunduğunu, geçici hükümetin ABD'ye Menderes Hükümeti kadar yakın olmayacağını, hükümet içinde ABD'ye karşı şüpheci bir eğilimin bulunduğunu belirtiyor ve "Menderes döneminde hiç karşılaşmadığımız ölçüde sıkıntı ve güçlükler yaşayacağız" şeklinde kanısını dile getiriyordu.

ABD bu raporla tatmin olmamıştı. Olayları yerinde görmek için, adamlarını Türkiye’ye göndermeye başladı. 18 Haziran 1960’da NATO Başkomutanı General Norstad, ardından bir hafta sonra da ABD heyeti geldi. 25 Temmuz l960’da ABD Ankara Büyükelçiliği Birinci Sekreteri William H. Doyle, güvendikleri Başbakanlık Müsteşarı Albay Alpaslan TÜRKEŞ'e gönderdiği mektupta Türkiye’deki gelişmelerden yakınıyor ve şunları yazıyordu:



Değerli Albay

CIA, Türk milli polisiyle yaklaşık on yıldan beri irtibat içerisindedir. Şu anda polislik deneyimi çok fazla olan Mr. Arthur V. Miller (CIA’nın o tarihteki Ankara’daki başkanı) CIA’nın Türk polisi ile irtibatını temsil etmektedir.

Bizim irtibat görevlimiz, geçtiğimiz yıllar içerisinde Türk polisi ile ülkenizde yıkıcı eylemlere karşı gelmek üzere Little Groups (Küçük Gruplar) adındaki grupların örgütlenip eğitilmesinde çalıştı.

Bu gruplara “karşı tahrip” edici hareketler konusunda uzman olmaları için yaygın bir eğitim verildi. Geçtiğimiz birkaç yıl içinde bu grupların yaklaşık altı tanesi eğitildi.

Bir süre önce, Milli Güvenlik Genel Direktörlüğü Mr. Miller’a artık bu alanlarda çalışmasının istenmediğini bildirdi. Ayrıca Mr. Miller’dan polis karargahınızdaki küçük ofisten çıkması da istenildi

Geçtiğimiz birkaç yılın da, Türk milli polisi ile ilişkimizin, kısa bir özetini ilişikte bulacaksınız. Ayrıca aslında bizim teşvikimizle ve ortak çabalarımızı harekete geçirmek amacıyla 1959 yılında yayınlanan, bakanlığa ait kararnamenin bir kopyasını da gönderiyoruz…..”

Mektubun ekinde gönderilen “Türk Milli Polisi ile Resmileştirilmiş İşbirliği” başlığını taşıyan yazıda, Türk polis örgütüne yapılan yardımlar ve hizmetler şöyle sıralanıyordu:

1- Türk milli polisiyle irtibat eylemlerinin, ilk CİA temsilcilerinin Türkiye’ye varışından beri devam etmesine karşın, Türklerden işbirliği için resmileştirilmiş bir isteğin dosyalardaki kaydı, 1950 yaz aylarını gösterir. Bu zamanda Halk Güvenliği Genel Müdürü O’Donnell’a, Amerikan hükümetinin Türk milli polisinin yeniden örgütlenmesine yardımcı olması için, Amerikan polis görevlilerinden bir danışma kadrosu sağlama konusunda yardım talebinde bulunuldu. Bu başarıldı.

2- İlk operasyon fonları için o zaman 15 000 dolarlık bir başlangıç fonu konmuştu. Bu ilk giderlere 1950-1951 yılında 200 00 dolarlık bir değişiklik getirildi.

GEREKÇELER

1960'lardan 1980'lere kadar uzanan askeri darbeler dönemine yüzeysel bakıldığında kuşkusuz sayısız gerekçeler bulunabilir. Ancak Warren'ın da belirttiği gibi temel neden Türkiye'nin düzeninin her anlamda ABD'nin dümen suyuna oturtulmasıdır. Bu amaçla da ABD'nin kontrolü altına aldığı ülkelerdeki uzun erimli son hedefi, o ülkelerin iktidarlarının, muhalefetinin ve bürokrasinin sivil ve asker kanadının ABD işbirlikçilerinden oluşmasıdır.

Bunu ekonomiden soyutlamak da olanaksızdır. “Globalleşme” adı altında, piyasaya yeni bir ambalajla yeniden sürülen emperyalizm; azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerini dünya kapitalizmine entegre etmeye çalışmaktadır. Günümüzde aynı yöntemler dünkü sosyalist ülkeler içinde uygulamaya konulmuştur.

Warren’ın öngörüleri doğru çıkmıştı. Gerçekten de 27 Mayıs’ı gerçekleştiren ekibin içerisinde, ABD’ye şüpheyle bakan bir eğilim vardı ve ABD, Menderes döneminde hiç karşılaşmadığı ölçüde sıkıntılı güçlükler yaşayacaktı.

16 Eylül’de “Türkiye'nin milli kurtuluş savaşlarını özellikle de Cezayir'in Fransa'ya karşı savaşını desteklediğini” belirten bir MBK bildirisi Ankara Radyosundan yayınlanmış; bu arada MBK üyesi Erkanlı yurt gezisi sırasında Amerikan emperyalizminden bahsetmiş, ABD'nin Türkiye'ye karşı emperyalist bir siyaset izlediğini ileri sürmüştür (Vatan 30 Eylül 1960, Yalman).

SARSA SARSA-1961 ANAYASASI

27 Mayıs, ilerici bir karakteri de içinde taşımaktaydı. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden farklı olarak hiyerarşi dışı bir eylem olan 27 Mayıs askeri darbesi, esas olarak işçi sınıfının, diğer emekçilerin gelişen devrimci hareketine, sol ve devrimci güçlere karşı değil, iktidardaki DP Hükümetine karşı yapılmıştı. Bu askeri darbeyle açılan dönem, 1920'lerden bu yana ilk kez belirli bir düşünce özgürlüğü ortamının oluşmasına, devrimci ve sol düşüncelerin yaygınlaşmasına ve devrimci hareketin kitleselleşmesine tanıklık edecekti. Günümüzün AB ve ABD Emperyalizmi yalakalarının Dış Dinamikten beklentilerinin tersine, İç Dinamik özgürlükleri getirmişti. Hem de Sermaye Düzenini sarsa sarsa.

Kurucu Meclis tarafından Türkiye'nin gelmiş geçmiş en halkçı anayasası olmuş olan 1961 Anayasası hazırlanmış ve işçi sınıfı toplu iş sözleşmesi ve grev haklarını elde etmişti. Bugün ABye uyum yasaları adı altında, AB direktifleriyle “dostlar alışverişte görsün” anlayışıyla hazırlanan yasalar “demokratik açılım” açısından bu düzeyi bile yakalayamamıştır. AB’nin “demokrasi” anlayışında “işçi hakları” ve “sınıfın örgütlenmesi” kavramlarından söz dahi edilmemektedir.

KIZIN GÖZÜ AÇILMADAN

Amerika ve İşbirlikçileri telaş içindedir. Kızın gözü açılmadan başı bir an evvel bağlanmalıdır. Bir çok koldan işbirlikçiler ve efendileri işe koyulur.

Amerika MBK üyelerine el atar. Zaten bir kısmı Amerika da eğitimden geçmiş NATO ve CENTO şubelerinde eğitimleri pekiştirilmiş kişilerdi. Amerika Elçisinin açıklamasına göre Alpaslan TÜRKEŞ’i Gürsel’in altına yerleştirmişlerdi. Orhan KABİBAY Genelkurmay CENTO şubesinde ve Alpaslan TÜRKEŞ Genelkurmay NATO şubesinde çalışırken 27 Mayıs’a katılmışlardı. Eğitimliydiler. NATO’yu, CENTO’yu biliyorlardı. Dündar Seyhan Amerika’da, Sadi KOÇAŞ İngiltere’de 27 Mayıs’ı karşılamışlardı. 27 Mayıs’ı tek eğitimsiz olarak Kore’de karşılayan Talat Aydemir’in sorun olabileceğini düşünememişlerdi. Sonradan Aydemir’i de oltaya takmak için çok çaba harcayacaklardı. Oltaya takılmadığı için de asılacaktı.

DP kapatılmıştı. CHP kadroları yıllardır mahrum bırakıldıkları hasretle özledikleri iktidarın bir an evvel kendilerine verilmesi için sabırsızlardı.

Hızla sivilleştirilmeye geçilmeliydi. Siyasete bulaşan asker pek çok pisliği görmeye başlayabilirdi. Mustafa Kemal Paşa’nın Kurtuluş Savaşı’ndaki ülküsünü taşıyan yıpranmamış asker, siyasette emperyalizme teslim olmuş kadroların kanıksadıkları uygulamalara tepki verebilirdi.

3 Ağustos 1960’da 235 general ve amiral emekliye sevk edildi. 27 Ekimde 147 öğretim üyesi görevlerinden uzaklaştırıldı. Böylece ihtilalciler oyuna getirilerek üniversite ordu işbirliği parçalandı. Devrimleri yapma yerine, birbirlerini yeme oyununa getirildiler.

İşbirlikçilerin elinde koskoca bir İsmet Paşa ve CHP vardı. Denetimlerindeki basın da hazırdı.

HAVUÇLAR

Havuçlar uzatılmaya başlandı. İsmet Paşa’nın damadı Akis gazetesinde öneriyordu: Bu MBK üyesi 38 kişinin altından heykeli dikilmeliydi. MBK üyeleri yüceltilip ayakları yerden kesilirken, hem de içinden geldiği ordu gençliğinden koparılıp tecrit edilmek isteniyordu. Bu sayede ellerine alıp yoğurarak istedikleri biçimi aldıracaklardı.

Ulus gazetesinden Demokrasi Savaşçılarından Bülent Ecevit de havucunu uzattı. MBK üyeleri seçim sonrası ömür boyu senatör yapılmalıydılar. Bülent Ecevit 1964 de Talat Aydemir ve Fethi Gürcan için idam edilsinler diye oy kullanacaktı. İşte bizdeki çirkin politikacı. Yandaş olsun diye ihtilalciye seçimsiz ömür boyu senatörlük, sisteme teslim olmayan ihtilalcilere idam. Osmanlı da kendine isyan edeni ya vezir yapar ya da asardı. Gelenek devam ediyordu.

Ve gerçekten de bu havucu yiyen MBK üyelerinin büyük kısmı 12 Eylül 1980 Karşı Devrimi’ne kadar, 20 yıl demokrasi adına seçimsiz tabii senatör, bir başka deyişle ömür boyu senatör olarak utanmadan makam koltuklarında oturdular. Ve arsızca 21 Mayıs 1963 ihtilalini karşı devrim diye tanımlayarak 1970’lerde gençlik içinde “devrimci pozlarda” dolandılar. Bir kısmı gidip Celal Bayar’ın elini öptü. Gençler asılırken ortalıktan yok oldular, Halk Evleri’nin Başkanları, Dev-Güç’ün mimarları, Dev-Genç’in isim babaları, Dev-Genç’liler işkence görürken, öldürülürken, asılırken kıllarını kıpırdatmadılar. Tabii Senatörler, Kontenjan Senatörleri “İdamlar” görüşülürken, idam kararları verilirken ya toplantıya katılmadılar, ya da sessiz kalarak, idam lehine oy vererek geçlerin asılmasını “demokratik olarak izlediler”, asılmalarına katkıda bulundular. Aynen 1964’de iki subay arkadaşlarının idam oylamasında yaptıkları gibi. Demokrasi oyununda senatör maaşlarını alarak verilen rollerini ustaca oynadılar. Ta ki 1980 12 Eylül’ünde yerlerini alacak Beşler Çetesi gelinceye kadar.

İHTİLALCİYE UZATILAN KEMİK
Bir kısmı bu oyunu gördü.
Üsteğmen rütbesindeki MBK üyesi Ahmet Er MBK toplantısında haykırdı:
Bu bir siyasi rüşvettir.. İsmet Paşa’nın iktidarı elimizden almak için bize uzattığı kemiktir. Ve modern hiçbir memlekette böyle müessese yoktur. Bu bizim yeminimize aykırıdır. Biz millet önünde hiçbir karşılık beklemeden millete hizmet edeceğimize yemin ettik. Onun için Tabii Senatörlük diye bir şey kabul edilemez. Bize uzatılan kemiği almayacağız. Bu teklifler bize hakarettir.

Ekimin birinci günü gazetelerde Gürsel'in Komite içinde dikta yanlılarının olmadığını, Komite’nin ikiye ayrılmadığını anlatan bir demeci çıkmıştır. Oysa Komite hem bölünmüştür, hem birbirine eskisinden daha fazla kızgındır. Bu kızgınlık bir Komite toplantısında General Cemal Madanoğlu ile Üsteğmen Muzaffer Özdağ arasında sert bir tartışma çıkmasına neden olmuştur. Bu tartışmadan sonra Madanoğlu uzun bir süre Komite toplantılarına uğramamıştır.

Komite toplantısında Üsteğmen Muzaffer Özdağ, milletin kaderini değiştirme ve devrim üzerine bir konuşma yaparken, General Cemal Madanoğlu oturduğu yerden müdahale ederek:

Biz bu uzun işleri bırakalım, bizim bunlara aklımız ermez. Vazifemiz DP iktidarını yıkmaktı, yıktık bitti. Çağıralım İsmet Paşa’yı iktidarı devredelim, biz de kenara çekilelim.” demiştir.

İSMET PAŞA’NIN KİRALIK ASKERİ

Üsteğmen Özdağ'ın General Madanoğlu'nun bu müdahalesine tepkisi sert olmuştur:

Paşam, siz istediğiniz yere gidebilirsiniz, kimse sizi zorla tutmuyor. Zaten yanlışlıkla geldiğiniz ve bir türlü vazifenizi, fonksiyonunuzu idrak edemediğiniz bu topluluk bir İhtilal Meclisi’dir.
Burada herkesin rütbesi ve sıfatı eşittir ve birdir: İhtilal meclisi üyeliği... Burası kışla değil, siz de general değilsiniz; oturduğunuz yerden müdahale etmeyin, fikriniz varsa, söz alın ve kürsüden söyleyin.
Şunu da bilin ki biz İsmet Paşa’nın kiralık askerleri değiliz ve olmayacağız.
İhtilal İsmet Paşa’yı iktidara getirmek için yapılmamıştır. Her defa İsmet Paşa’ya iktidarı devretmekten bahsediyorsunuz.
Kimin malını kime veriyorsunuz? Milli Birlik İktidarı’nın gerçek sahibi Türk ordusudur, biz onun temsilcisiyiz.
İktidarı zamanı gelince yapılacak seçimleri kazanana devrederiz; önce devrimler yapılacak, sonra da seçimler.

CADI KAZANI
Durum tehlikeye gidiyordu.
Emperyalizm ve işbirlikçilerde oyun çoktu. CHP’li siyaset bezirganları ve yandaş basın mensupları cadı kazanını kaynatmaya başladılar. Bunlar seçime gitmeyip diktatörlük kuracaklardı. Bunlar komünistti. Bunlar Faşistti.

Hele Alpaslan TÜRKEŞ’in 1944’lerde Turancılık nedeniyle tutuklanması olayı propagandaları için eldeki en büyük kozdu. O olmasa diğerlerini nasıl yerden yere vuracaklardı?

Amerika, en yetişmiş elemanını, TÜRKEŞ’i feda edecekti. İlerde nasılsa telafi ederdi. TÜRKEŞ hiç beklemediği yerden vuruldu. Güvendiği dağlara kar yağmıştı. Amerika için adam harcamak kolaydı. Kuruların yanında TÜRKEŞ de yakıldı.

MBK üyeleri ve ordu gençliği arasına dalan siyaset bezirganları laf getirip laf götürdüler. İhtilalciler arasında nifak tohumlarını attılar. İhtilalciler birbirinden şüphelenir oldular. Hepsi tedirgindi Kim komünistti? Kim faşistti? Kim demokrasiye inanıyordu? Kim dikta istiyordu?

Parmaklar tabancalarının tetiğindeydi. Kıtalara hakim olma savaşı başladı. At izi ile it izi karışmıştı.

BAKİRE KURTARILDI

27 Mayıs sonrası ister istemez tekrar hiyerarşi kurulmuştu. Cemal Paşalar MBK’yi ikiye böldü. 14’ünü yurt dışına sürdü. Kalanları gücün el değiştirmesiyle hazırola geçtiler. Havuçlarına razı oldular. Geri kalanlar sisteme teslim oldular. ”Demokrasi” adlı bakire kurtarılmıştı. Bu duruma en çok sevinenler, oyuna düşürülenler olmuştu. TİP başkanı olan Mehmet Ali Aybar “Demokrasiyi” kurtaran İnönü’ye daima minnettar kalacak, bu davranışını övgüyle destekleyecekti. Oynanan oyunu tek anlayan eski tüfek devrimci Dr. Hikmet Kıvılcımlı olacaktı.

KİME KARŞI?

Hareket başarıldı. Menderes hükümeti devrildi. DP kapatıldı. Milletvekilleri Yassıada’ya gönderildi. 1938’den itibaren başlayan “Küçük Amerika” süreci, 27 Mayıs 1960'da çok kısa bir süre kesintiye uğradı. 27 Mayıs ne Amerika’dan yanaydı, ne de karşıydı. O günlerde 27 Mayıs karşıtları; 27 Mayıs kime karşı yapıldı? sorusuna, esprili bir şekilde “Sabaha karşı “ yanıtını veriyorlardı.

Gerçi tepkinin temelinde, ulusal kurtuluş savaşı kazanmış bir ordunun, “Küçük Amerika” sürecinde Amerikanlaştırılması ve Emperyalist Çıkarlara Alet edilmesi vardı. Ama, bu tepki yalnızca duygusaldı. Bilinç düzeyine yükselememiş ve kurumsal bir niteliğe ulaşamamıştı. Amerikan Emperyalizmi’ne karşı ikircikli bir yaklaşım sergileniyordu.

Bir yandan NATO'ya ve CENTO'ya sadık olunduğu söyleniyor; diğer yandan; Kore'deki Türk Birliği geri çekiliyordu.

Türkiyenin sivil ve askeri bürokrasisi tepeden NATO ve CENTO gibi emperyalist militarist birliklerle ve dolayısıyla güçlü uluslararası sermaye çevreleri ile bağlanmış olmakla birlikte, henüz bu tekelci sermaye çevreleri ve yerli bağlantıları ordunun tepesinde ve şüphesiz asıl olarak daha alt kademelerde bir denetim kuramamışlardı.

O yıllarda ekonomik durumları çok kötü olan ve genellikle yoksul ailelerden gelen subayların ve astsubayların yürekleri henüz halkıyla birlikte atmaktaydı; halk acı duyduğu zaman, aynı acıyı onlar da duymaktaydılar. Ve sonuçta, daha sonra olacak Pentagon güdümlü darbelerden farklı olarak bu darbe -NATO ve CENTO’ya bağlı kalmakla birlikte- Türkiye halkı ve çalışanları için çok daha özgürlükçü bir ortam yaratacaktı.

GİZLİ CELSE –MENDERES-CIA

Celal Bayar, Adnan Menderes ve arkadaşları Anayasa’yı değiştirmek, Türk halkını iç savaşa sürüklemek ve Türk topraklarının bir kısmını yabancı bir devlet egemenliğine bırakmaktan yargılanıyorlardı.

Yassıada duruşmalarının yıllar sonra açıklanan gizli celselerinde ABD’nin gizli istihbarat örgütü CIA’nın, ülkenin en gizli köşelerini bile nasıl ele geçirdiği tüm çıplaklığı ile açığa çıkmıştı.

Milli Emniyet elemanlarının bir kısmı emir ve talimatları, hatta maaşlarını bile CIA'dan alıyorlardı. CIA, şube müdürlerini, kısım amirlerini, hatta grup şeflerini aşarak direkt ajanla temasa geçiyor ve iş istiyordu.

CIA- PARA

BAŞKAN- Salon boşaltıldı, görevlilerden başka salonda kimse yok. Sanık Ahmet Salih Korur.

SANIK AHMET SALİH KORUR- Sayın Başkanım, Naci Perker 1950 yılında Millî Emniyet'in ilk hizmet başkanıdır. 1953 yılında ayrılmış, kendisi Bağdat Elçisi olmuştur. Bu müddet zarfında zabıtla tesbit edilen 261 bin küsur lirayı tasarruf etmiştir.

Bu para bizim kendisine verdiğimiz bir para değildir. Yani hükümetten; Başvekâlet'ten Millî Emniyet'e verilmiş bir para değildir.

Millî Emniyet'in diğer devletlerle olan münasebeti vardır. Başta Amerikalılar, sonra İngilizler, sonra Fransızlar ve sonra İtalyanlar.

Bunlardan da hizmet mukabili bir miktar alınır. Geçen seferki ifedelerimde "Başka menbalardandır bu para" dememin sebebi de budur. Onlar bu alınan paralardan 261 bin lirasını tasarruf etmiş. Hizmete sarfetmemiş, indelhacet kullanmak üzere, daireden ayrılırken bu parayı getirdi.

Başvekile müracaat ederek durumu bildirmiş, Başvekil de Müsteşara teslim et, demiş. İndelhace kullanmak üzere bu 261 bin lirayı aldım kasaya koydum.

Aylık sarfiyata tekabül eden bir para olmadığı için, yeni gelen Millî Emniyet Reisi'ne bu parayı devir etmedim.

AMERİKAN EMNİYET SERVİSİ
HAKİM BAŞKAN- Kim vardı o zaman?
SANIK AHMET SALİH KORUR- Behçet Türkmen. Zaten ona teslim etmek istemediği için Naci Perker, getirdi parayı bize teslim etti.
Bu para; Naci Perker'in işten ayrılmasına kadar bende kaldı, olduğu gibi kaldı, 261 bin küsur lira. 6 ay kadar emirleri veçhile bilfiil Millî Emniyet Reisliği'ni üzerime aldım. Bendenize emir verirken o zaman şöyle dedi. "Bu işe gir, gör bakalım, mahiyetini öğren". Birçok dedikodular vardı.
Dedikodular şuydu: Amerikalılar bizim Milli Emniyet'e hakimmiş, vermekte oldukları paralar dolayısıyle Millî Emniyet Teşkilatımız'a nüfuz etmektedirler. Bütün dosyalarımıza Amerika'nın Millî Emniyet Servisi hakimdir. Bu, şayian kulaklarımıza gelmekte idi. Ben işe başladıktan sonra bilhassa tetkikatı bu cihete yönelttim.
Hakikaten baktım ki bilhassa İstanbul'da bir mektep, İstanbul teşkilâtı ve Yeşilköy'deki Soruşturma Teşkilâtı tamamı ile Amerikalılar'ın emrinde idi. İstanbul'daki mektebin maaşını Amerikalılar doğrudan doğruya mektebin müdürüne tevdi etmekte idi. Yeşilköy'deki soruşturma teşkilâtının da maaşını doğrudan doğruya Amerikalılar vermekte idi. Ayrıca İstanbul Millî Emniyet Teşkilatımız'a da para vermekte idiler.

İZZETİ NEFSİNİ RENCİDE

Amerikalılar doğrudan doğruya para vermektedirler ve bunlar sonra merkeze bildirilmektedir. Ama Amerikan İstanbul Servisi'nin Başkanı bu paraları doğrudan doğruya verip ve doğrudan doğruya onlardan hesap almakta ve iş istemekte olduğu için memurların izzeti nefsini rencide eder vaziyette idi. Ve bundan hepsi de müşteki idiler.

Bunu tetkik ettim, mühim de bir para değildi, verilen para ayda 100.000 liranın etrafında idi. İngilizler'den alınana baktım, ay da 30.000 lira, Fransızlar'dan alınan ayda 7-8.000 lira, İtalyanlar'dan alınana baktım, ayda vasati 4.000 liranın etrafındadır. İtalyanlar'la Fransızlar'dan şikâyet yok, çünkü onlar doğrudan doğruya merkeze veriyorlar.

Fakat Amerikalılar doğrudan doğruya bizim memurlarımıza para vermekte ve hatta memurlara, bizzat kendilerine doğrudan doğruya maaşlarını ödemekte oldukları için bizim memurları kendi memurları gibi kullanmaktadır.

Dinleme servislerindeki memurlarımız da Amerikalılar'ın elinde, bilhassa telefon servisleri, Beyoğlu'ndaki bir nokta. Bunların maaşlarını doğrudan doğruya Amerikalılar vermektedir. Bu vaziyeti böylece tesbit edince geldim Başvekile söyledim.

TETKİK

BAŞKAN- Bu tetkikleri 1957'de yaptınız.

SANIK AHMET SALİH KORUR- Evet efendim. O zaman Başvekil'e geldim, bu vaziyeti aynen arzettim. Ve nihayet senede 1-1.5 milyon liraya kadar bir fark olacak bu para bakımından, bizim Millî Emniyet Teşkilâtımız'ın diğer devletlerin Millî Emniyet Teşkilâtı'nın emri altına girmesi ve onların emri altında çalışması gibi bir vaziyet hükümetimiz için elbette ki, tasvip edilmez.

Bunu tasvip etmediler. Derhal bu münasebeti sureti nazikâneda idare ederek, bu parayı bütçeye koyalım dediler, önümüzdeki sene için. O sene nasıl idare etmek mümkünse edelim, gelecek sene bütçesine para koyalım dediler. Zaten 1957 senesinden sonra da Tahsisatı Mesture'nin birden bire artışının sebebi de budur. 2.5 milyon yapılırken, birden bire 2.5-3 milyondan, 4.5 milyona çıkarıldı.

MÜNASEBET-HAYSİYET

Ben Amerikalılarla olan bu münasebeti kestim, 2 ay para almadım. Amerikalıların İstanbul teşkilâtına emir verdim dedim ki, sureti kat'iyede Amerikalılardan para almıyacaksınız. Amerikalıların servis şefini daireme çağırdım, kat'i talimat verdim.

Dedim ki; hiçbir memurumuzla temas etmiyeceksiniz, hiçbir memurumuza para vermeyeceksiniz. İcap ederse müşterek bir operasyon yaparsak, müşterek operasyonun masrafını ben tahakkuk ettirir sizden isterim. Fakat onun dışında ben size kat'i bir neticeyi bildirinceye kadar hiç kimse ile temas etmiyeceksiniz, para vermeyeceksiniz dedim.

Amerikalılar bundan memnun oldular. Bizim istediğimiz de zaten bu idi, dediler. Belki bunu o esnada vaziyetlerini kurtarmak ve yaptıkları işin bir devletin izzeti nefsini rencide eden bir iş olduğunu hissettirmemek için bu tarzı kabul etmiş göründüler. İşte o andan sonra bir iki ay elimizdeki o para ile idare ettim.

O sene Tahsisat-ı Mesture'ye ufak bir münakale de yapılmıştı. Bu tarihten sonra Amerikalılarla bizim teşkilâtın doğrudan doğruya temasını kestik. Mektebe devam ettik, fakat onlara tediye yaptırmadık. İstanbul teşkilâtı ile İstanbul Milli Emniyet Servis Şefi Amerikalılardan para alırdı, onu sarfederdi. Bunu önledik.

Yeşilköy'de kendilerinin kurduğu bir soruşturma servisi vardı, onların da alâkasını kestik. Ve siz bizim memurumuzsunuz, Amerikalılarla alâkanız yok, dedik ve bu suretle devam ettirdik. Bu elimize geçen parayı da bu uğurda ve bu esnada harcadık. Ve önümüzdeki yılın tahsisatını da artırdık. Zaten 75-85.000 lira olarak devam edegelen tahsisatı bundan sonra 140.000 liraya kadar çıkarabildik.

Yani her ay bizim Milli Emniyet Servisi'ne vermekte olduğumuz bir tahsisat vardır. Ben bu işe başladığım zaman 70-80 bin lira idi, sonra 140-170 bin liraya kadar çıkardık. Ve bu suretle elimizdeki bu paralarla bu işi idare ettik. Huzurunuzda, affınıza mağruren söylüyorum, devletin hakikatı halde orada zedelenmekte olan haysiyetini kurtardık. Bu doğrudan doğruya orada servis başında bulunan zatın günahı idi. Zaten kulağımıza da bir takım şikâyetler gelmekte idi.

GÜNAHKAR KİM?

BAŞKAN- Amerikan Servisi'nin başında bulunan zatın günahı mı, yoksa Behçet Türkmen'in günahı mı?

SANIK AHMET SALİH KORUR- Behçet Türkmen'in günahı. Amerikalılar bu kadar işin içine nüfuz etmişti. Ve zaten servisten ayrılmasının başlıca sebebini bu hali teşkil etmekte olduğunu zannediyorum. Daha başka bir malûmatım yoktur.

YAVAŞ YAVAŞ- VAZİYETİ İDARE ETME

BAŞKAN- Böyle midir, Adnan Menderes?

SANIK ADNAN MENDERES- Böyledir Beyefendi. Yavaş yavaş yardımları kestik.

Bu yardımlar şöyle başlamış: Servisler arasında irtibatlar tesis etmek; birbirlerine malûmat vermek suretiyle müştereken çalışılıyor. Bunun badi (sebep T.Ç) olduğu külfeti karşılamak üzere yavaş yavaş irtibat temin etmişler. Bunun Behçet Türkmen'in terviç etmiş olduğu (Türkmen tarafından uygun görüldüğü T.Ç) anlaşılıyor.
Müsteşarın dediği gibi, bu okul ve dinleme meselesi falan kulağımıza geldi, işittik.
Yine müsteşarın dediği gibi, önlemek de istedik. Esasen kendisini "bu servise gir de, orada neler cereyan ediyor, gayesini bir anla" diye vazifelendirdiğimin sebebi budur.
Neticeyi aldıktan sonra keselim. Amerikalıları darıltmayalım, daimi surette servis olarak yardımlarına muhtacız, bizim servise mensup olan memurlar doğrudan doğruya Amerikalılardan para alıyor gibi bir vaziyete düşmeyi önleyelim dedim.
Bize yapacakları yardımı malzeme olarak yapsınlar, teknik malzemeleri çok fazladır, bizim servisin bu malzemeye ihtiyacı vardır. Bu yolda yardım yaparlarsa memnun oluruz. Bu, haysiyete dokunacak bir nokta teşkil etmez, şeklinde görüştük ve bu suretle idare ettik vaziyeti.

SORULMAYAN HESAP

Bütün bu itiraflara rağmen; ABD’ye verilen üslerin, gizli ikili anlaşmaların, ülkede cirit atan CIA’ya teslimiyetin hesabı kimseden sorulmadı. Menderes ve arkadaşlarının yargılandıkları “Türk topraklarının bir kısmını yabancı bir devlet egemenliğine bırakmak suçu”nda sözü edilen yabancı devlet de, Amerika değil, Sovyetler Birliği idi!

Sorulsaydı, şüphesiz bir numaralı sanık İsmet İnönü olacaktı. Celal Bayar da iki numaralı sanık olarak İsmet İnönü’nün yanında yerini alacaktı. Sorulmadı, tarihi fırsat kaçırıldı.

MEMLEKETİN YÜKSEK MENFAATLERİ

MBK Komite Başkanı Cemal Gürsel, 13 Kasım 1960'da kamuoyuna açıkladığı bildirgede şöyle diyordu:

"MBK çalışmaları memleketin yüksek menfaatlerini tehlikeye sokacak duruma düştüğünden TSK kuvvetleri ve MBK komite üyelerinin talepleri üzerine 13 Kasım 1960 tarihinden itibaren MBK’ni feshettim."
13 Kasım günü Gürsel bildiriyi okurken Hava Kuvvetleri'ne mensup subaylar 14'lerin evlerine giderek kendilerine verilen sarı zarflı mektupları ilgili şahıslara verdiler. Bu mektupla şunlar yer alıyordu:
"Komite içindeki çatışmalar yüzünden normal çalışma düzeni kurmaya imkan kalmamıştır. Bu sebeple Milli Birlik Komitesini fesh ettim. MBK üyeliğinden af edildiniz ve emekliye sevk olundunuz. Şerefinizle mütenasip bir dış göreve atanmak üzere evinizde bekleyiniz."

14’ler grubu da homojen özellikleri olan bir grup değildi.

Orhan Erkanlı, TÜRKEŞ’in grup lideri olarak takdimini kabul etmeyenlerdendir ve “Aramızda, iktidarı devam ettirmekten başka müşterek bir taraf, anlayış ve inanış mevcut değildi.” der. Erkanlı: sistem ve doktrin olarak TÜRKEŞ’ten farklı düşündüğünü söyler.”

SAĞIMIZI VE SOLUMUZU

14’lerden Orhan Kabibay yurtdışına çıkırıldıktan sonra, Talat Aydemir’e bir mektup yazar. Durum değerlendirmesi yapar.

Sevgili ve aziz kardeşim Talât,

Hâtırımdan bir an olsun çıkarmadığım halde, şimdiye kadar sana yazamadım. İlk zamanlar hâdiselerin üzerinden bir zaman geçsin istedim. Daha sonra uygun bir durum aradım. Şimdi yazmakla cidden bir huzur içersindeyim.

Buraya geleli on üç hafta dolmuş oldu. İlk günü hangi hisler altında isem, değişen birşey yok, aynen devam ediyor. Bu müddet zarfında zaruri yaşama şartlarını asgari derecesinde temine uğraştık. İyi kötü bir mekan temin ettik. Sağımızı ve solumuzu tayin ettik.

Artık bundan ötesi meydana getirdiğimiz şartlar içinde mukadder olan akıbetimizi beklemekten ibaret... Biz de bunu tevekkülle yapmaya çalışıyoruz. Her halde huzur içersinde değilim. Gelişen şartlar o şekilde olmasaydı, nispi bir huzur ve mes'ut olma imkânları da mevcut olabilirdi. Fakat maalesef, şimdi bu bir hayalden ibaret.

İster istemez bazı, yine malûm uzun uzun münakaşaları yapılmış ve yapılmakta olan hususlara intikal ediyor ve edecek. Başka türlüsüne de imkân olmuyor. Sen herşeyi Komitedeki Sezai ve Osman müstesna, diğerlerinden de çok daha iyi bilir ve değerlendirme imkânlarına sahipsin. Zira 27 Mayıs İhtilâl temelleri senin çok müspet ve fedakâr faaliyetinin neticesinde meydana gelmiştir.
Fakat ne yazık ki seninle beraber olan bizler, senin için gerekli olanı temin edemedik. O günlerin havası bu esef verici neticeyi doğurdu. Bu konudaki çalışmalarımın müspet bir sonuca ulaşmayışından çok üzüntü duymuşumdur.

POLİTİKA OYUNLARI

Aziz kardeşim : Bu yazacaklarım özel olarak kendimi savunma değildir. Bunu yapmayacağım.

Hâdiselerin içerisinde yaşamış olan, her türlü politika oyunlarına bulaşmamış aklı selim sahibi kimseler durum ve durumum hakkında zannederim kararlarını çoktan vermişlerdir. Artık beni buraya getiren olay tarihe intikal etmiş oldu. Zaman gerçeklerin aynasıdır. Hakikatler ortaya çıkacaktır. Bunu böylece kapıyorum. Fakat bu arada beni üzen bir husustan bahsetmeden geçmeyeceğim. O da 14’ler hakkında tefrik yapılmadan toptan ve menfî dedikodulardır. Zaman alarak kafi bir zaman geçti. Bidayette itham edildiğimiz konuların şüphesiz delilleri de toplanmış bulunmaktadır.

Bütün şüpheler ya dağıldı veya müdellel oldu. Buna göre toptan 14’ler hakkında ağır bir itham dedikodusunun önü alınması, eğer suçlar varsa ortaya konsun, velhasıl kanunî yollardan gereği yapılmalıdır. Buraya kulağıma kadar gelen isnatlar çok çirkin ve çok acı.

Bunları yapanların kimler olduğunu kestiriyorum. Bunlar her devrin politika bezirganları, menfaat grupları bir tek kelime ile bu memleketin yüksek menfaatleri ile hiçbir ilgisi olmayan, yalnız günün rüzgârına göre yelken tutan kimse veya gruplardır.

27 Mayıs'ı meydana getiren o ulvi hissi yok etmek veya parçalamak, şu sıralarda hedefleri olsa gerek. Öyle zannediyorum ki komite arkadaşları ve sizlerde benim kadar bundan müteessir oluyorsunuz, fakat komite ne yapar ki onlarında hesap ettikleri bu ya şu veya bu sebepten tasfiye edilmiş ve mucip sebepleri ilk anlarda çok ağır, fakat sonradan tatil edilmiş bir grup için tam fırsat.

Akla gelen ve ağza alınmaz ithamlar sürüp gidiyor. Komite buna resmen mâni olmaya kalksa, kendi kendini tekzip gibi bir şey olur. Aksi türlü hareket etse şahsımızda kendiside yıpranmaktadır. Arkadaşlar müteessir olmaktadır. Bunları yapanlar bu açmazı mükemmel surette hesap etmişlerdir.

SİYASİ ÖLÜ

Gayeleri mateessüf meydana gelmiş 13 Kasım olayını ustalıkla istismar ederek ihtilâlin mânasını hırpalamaya çalışmak, 23’ler ve ondörtler düşmanlığı yaratarak 27 Mayıs'ı sembolize etmiş unsurları siyasî bir ölü haline getirmektir. Çünkü bunlar ihtilâl yapmış unsurları itibarlarıyla yaşar görmek istemezler ve bu yüzden ellerine geçmiş bir fırsattan istifade ediyorlar. Şahsen bu oyuna gelmiyorum, gelmemeye de azimliyim. Dışarıda olan diğer arkadaşların da geleceğini tahmin etmem, fakat çok üzülüyorum.

Meselâ bu çirkin ithamlardan bir kaçı :

Mutlak surette bir kısmımız komünist, bir kısmımız ise faşist, bizler Cemal Paşayı ve İnönü'yü öldürecek, partileri kapatacak ve memleketi, askerî Cunta veya diktatörlükle idare edecekmişiz. Bunun 27 Mayısı yapmak için ruhunda bir şeyler his etmiş bir Türk evlâdı için düşünülmesi mümkün müdür.

27 Mayısın hangi şartlar altında, sonsuz bir memleket sevgisi ve geleceğini dikkatle düşünmek suretiyle hazırlandığını, teşkilâtçısı sen olduğun için çok iyi bilirsin. Ayrıca bu ne mantıktan uzak hezeyandır. Kim diktatörlüğü yaptırtır. Diktatörlük kuvvetle yapılır. Memlekette bu kuvvet Silâhlı Kuvvetlerdir. Silâhlı Kuvvetlerimizin sağduyusu buna müsaade eder mi? ve durumu buna müsaade eder mi? Orduyu bilen ve tanıyan bir insan bu hususu aklından geçiremez...

Ben ki orduyu iyi tanırım. Orada iken de devamlı olarak şunu söylerdim: Yine de aynı kanaati taşımaktayım. Esaslı olarak bu memlekette demokratik düzen ve bu düzeni muhafazaya muktedir müesseseler kurulmadan memleket idaresi kabil olamaz. Aksi takdirde gelecek karanlıktır. Hele gelecek diktanın her türlüsü bir felâkettir.

Cemal ve İsmet paşaların öldürülmeleri değil aklı selim, biraz da vicdanı olan bir insan bunu hayalinden dahi geçiremez. Bunun münakaşasını yapacak değilim. Hiçbirimiz yıktığımız iktidarın adi suçlularına dahi aklımızdan geçirmediğimiz en küçük bir maddi zararı memleketimizin iftiharı olan bu büyük şahsiyetlere karşı nasıl düşünebiliriz. Hiç birimiz derken her halde sadece On dörtleri değil 27 Mayıs Komitesi ve onun yakın çevresini kast ediyorum.

KÜLAH KAPMA

Bir diğeri : Vatan hainidirler, Ruslara satılmışlardır. Gittikleri yerlerden Ruslara iltica ediyorlar. İstirham ederim olur mu?

Bu sözler ben ve benim gibiler için söylenebilir mi? Hatıra getirilebilinir mi? Bu pis ve adi propagandayı yapanların yüzlerine bir gün vurmak için âdeta yerimde duramıyorum. Allah beni bunu yapmadan öldürmesin, tek temennim bu. Talihin ne garip ne feci cilvesidir ki; 27 Mayıs'a hayatımızı bunları duymak için mi koymuştuk?

Bir diğeri : Beş bin subayı atan, 147 leri (üniversiteden çıkartılan öğretim üyeleri ÖG) tasfiye eden bunlardı. İyi niyetli diğer komite üyelerini aldatarak veya tehdit ederek istediklerini yaptırıyorlardı. Buna herşeyden evvel oradaki ve buradaki arkadaşlarımız şahittir, hepsi ile en yakın samimi münasebetlerimiz vardı.

Kimi kim kandırır veya tehdit edebilir. Buna eyvallah diyecek bir arkadaş var mıdır. Ben bir tek vak'aya şahit olmadım, hepsini yakından tanırım. Bunu kabullenecek bir tek kimse mevcut değildir ve olamaz. Zaten 27 Mayıs meydana gelemezdi? Onların hepsi titizlikle, fikir yapısı salam sonsuz bir memleket sevgisi duyan cesur insanlar arasından seçilmişlerdir.

İhtilâli yapan bunlar değildir. Açıkgözlük edip külâh kaptılar bir de bu... ihtilâlin hazırlanışını ve icrasını yakından bilirim. Bildiğim içinde bu konuda salâhiyetle konuşurum ve bütün arkadaşlarda şüphesiz çok iyi bilirler. Komite ilk teşkil edildiği zaman içinde öyle arkadaşlar vardır ki eğer onlar olmasaydı ihtilâl olmazdı. Bu ihtilâli onlar gerçekleştirdiler, yine öyleleri vardı ki olmasa da yine ihtilâl olurdu. Hizmetleri olmuştur veya olmamıştır. Fakat esasa taalluk etmez.

Komitenin durumunu yeni üyelerini tesbit etmek için, yani küllâhı kapmak, isteyenleri ayıklamak için komisyon kurulmuştu. Aklımda kaldığına göre dokuz kişiydi ve bu komisyon seçilirken şu husus nazarı itibara alınmıştı. İhtilâli hazırlayan ve götürenlerden kilit arkadaşlar seçilmişlerdi. Yine hatırımda kaldığına göre şu zevat vardı. Madanoğlu, Sezai, Osman, TÜRKEŞ, Muzaffer Yurdakuler, Mucip Ataklı, Sami Küçük, Orhan Erkanlı ve ben belki Ekrem Acuner de vardı. Belki başkaları da seçilebilirdi de. İşin selâmet ile cereyanı için feragat ettiler.

Her ne ise bu komisyon, Komiteyi tespit etmişti. Şahsım için söyleyebilirim ki açıkgözlük edip komiteye çöreklenmiş değilim. Talâtçığım seni işgal ediyorum. İşte böyle konuları duymak beni harap ediyor. Madde, mahal. ve kimden duyduğumu sarih olarak tespit etmeme imkân yok, bu şekilde lekelenmemize bir nihayet vermek lâzım. Eğer varsa resmen açıklanmalıdır. Herkes durumunu bilmeli ve lüzum görüyorsa savunmasını yapmalıdır. Bu konuda yardımlarını bilhassa istirham ederim.

Nasılsın, arkadaşlar nasıllar. Şu sıralar da hakikaten çok mühim problemlerde karar vermek durumunda bulunuyorsunuz. Meşguliyetiniz büyük, candan temennim komitenin ve sizlerin icraatınızda başarınızın devamıdır.

Memleket istikbalini inşa ediyorsunuz.

Bu tarihi çalışmanızı Allah meşgul etsin. Mesut inkişafları gördükçe bahtiyar oluyorum. Her şeyin en iyi sonuca ulaşacağına itimadım tamdır. Benim ve başkalarının şahısları mevzubahis değil, memleket hizmetinde şahsen kimseye karşı ne kinim ve nede bir davam var..

Bir ihtilâl hareketinde bu gibi olaylar olur, olmamasını temenni ederdim. Fakat olduktan sonra da memleketi seven hem de hayatından çok seven bir insan sıfatıyla hareketin muvaffakiyetini bütün kalbimle vatanın birlik, beraberlik selâmet ve atisi bakımından temenni ederim ve ediyorum.

Şimdilik hoşçakal. Bütün hasretimle gözlerinden, yanaklarından öperim sevgili kardeşim. Sezai, Osman, Kadri Kaplan, Muzaffer Yurdakuler, Suphi Karaman'ın hasretle gözlerinden öperim. Yazarsan beni memnun edersin. Orhan KABİBAY

TERBİYE
Bu kişiler, yani 14’ler, Dr Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimi ile dışarıda terbiyeye tabi tutuldular.

Millî Birlik Komitesi, kendi içinde birlik miydi? Daha 27 Mayıs başarı kazanır kazanmaz, en başta 38 kişilik MBK içinden 38 parça gibi göründü. Altı ay geçmedi. Milli Birlikçiler ikiye bölündüler. M.B.K.'de yarıya yakın (kimine göre sekizde yedi) "muhalif" üyelerden 14 birlikçi baskınla ayrılıp sınır dışına atıldı.

.

Ötede 14'ler, 2 yıl, 5'er bin lira maaşlı elçi danışmanlığı ile yurt dışında terbiyeye tâbi tutuldular.

Sansasyonel yasak buluşmalar yaptılar. İçeriden, dışarıdan birleşme denemelerine kalkıştırıldılar. Öngörüp birleşemediler. Yurda dönüşlerinde hepsinin ayakları suya erdi. Sosyal ve siyasi yönsüz hiç bir iş yapılamayacağını anladılar. Faşizmsi düşünenler CKMP'ye halkçımsı düşünenler CHP'ye, sosyalistimsi düşünenler TİP'e girdiler.

FİNANS KAPİTALE VURUŞ

Faşistler, Komünistler temizlenmişti. Basın görevini yaptı. Ordu gençliği siyaset yasağıyla büyüdükleri ve yaşadıkları için bu terminolojiler onlara ürkütücü geliyordu. Faşist, Komünist kelimeleri küfürdü. Biri diğerinin ne kadar kötü olduğunu anlatmak için kısaca, Faşist ya da Komünist diyordu. Dinleyen hemen olayı kavrıyordu. Ya! Vay Anasına!…Demek öyleymişler!…

Ordu gençliği hızla oynanan oyunu fark etti. MBK otoritesi dışında örgütlendi. Türk Silahlı Kuvvetler birliğini kurdu. Ama geleneksel hatalarını yaptılar. Hiyerarşi bozulmasın diye paşaları içlerine aldılar. Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay tüm birliklere bir tamim yayınlayarak TSK birliği örgütünün otoritesini ilan etmek durumunda kaldı.

6 Haziran 1961 devrimci haraket vuruşuyla Cemal Madanoğlu-Osman Köksal’ın gücü kırıldı. Osman Köksal Muhafız Alayı Komutanlığından, Madanoğlu’da Ankara komutanlığından alındı. Dr. Hikmet Kıvılcımlı bu tarihi olayı, Finans Kapital’e Vuruş diye adlandırır. 12 Mart 1971 öncesi bu ikili (Madanoğlu-Köksal) Doğan Avcıoğlu’nun Devrim gazetesiyle allanıp pullanarak devrimci çevrelere ve gençliğe 27 Mayıs’ı yaratan devrimciler diye yutturulur. Olanlar bilinçli şekilde saklanır.

14'lerden geri kalan MBK üyeleri "BİRLİK" miydiler? Doğrusu, yalnız 14'ler değil, hepsi: MBK üyelerine kimsenin dokunamayacağı andıyla, kendilerini "millete adamış" idiler. 14'lerin atılmasıyla, herkes sözünden dönmüş, yahut birlik olmaktan çıkmıştı. Bu çözülüşten en çok yararlanmak isteyenler, fırsatı kaçırmayacaklardı. 14'lerin sınır dışı edildikleri gün, Madanoğlu grubu, öteki MBK üyelerini ortadan kaldırma yoluna girdiler.

Kimdi bu Madanoğlu'cular? 14'lerin başında yurtdışı edilen KABİBAY'ın sonradan harekete sokulan kişiler olmaları, yeterli tanımlama değildir.

Millet Meclisi seçimlerinde İstanbul caddelerine, hele Beyoğlu caddesine çıkanlar, banknot yağar gibi Madanoğlu’nun propaganda kağıtları yığmış olduğunu görüp şaştılar, kafile kafile otomobillerle Madanoğlu'nun ültimatom çeşnili ünlendirilişi ile karşılaştılar. Madanoğlu'nun ardında finans-kapitalin gölgesi, saklanmakta güçlük çekiyordu.

Madanoğlu'nun temizleyecekleri, Gürsel çerçevesine pek sığmayan albay cuntalarıydı. Albay cuntaları devletçiliğimizin büyük çoğunluğu alt-kademe silahlı kuvvetlerdi. Henüz diriydiler. Kimin adına diktatörlüğe adaylığını koyduğu açıklanmayan Madanoğlu grubunu daha tez davranıp temizlediler.” (Dr.Hikmet Kıvılclmlı)

SİLAHLI KUVVETLER BİRLİĞİ

6 Haziran 1961 olayını da bir de Talat Aydemir’den dinleyelim :
 Aynı fikirler İstanbul’da da doğmuş olduğundan (Ankara grubu ve İstanbul grubu birbirlerinden habersiz muvazi çalışıyormuşuz.) 18 Mart 1961 de birbirimizden haberdar olup birleştik. Bazı prensipler vazettik. Ve bu prensipleri MBK üyelerine gönderdik. Bazıları iyi karşıladı, bazıları yadırgadı, bir kısmı da bizi kontr ihtilâlci olarak vasıflandırdılar, bize karşı cephe aldılar.

Vazettiğimiz bu prensipleri orduda ilkönce güvendiğimiz kumandanlara, sonra daha küçük rütbeli subaylara kabul ettirmek suretiyle prensiplerden ayrılmamaları için yemin ettiriyorduk..


O tarihlerde hiyerarşik sisteme göre teşkilâtı bağlayarak geliyorduk. Kara Kuvvetlerinde Korg. Cemal Tural, Jandarmada Tuğg. Abdurrahman Doruk, Deniz Kuvvetlerinde Donanma Kumandanı Tümamiral Necdet Uran, Hava Kuvvetlerinde Korg. İrfan Tansel'e kadar yükseltmiştik ki 6 Haziran 1961 hâdisesi zuhur etti.
Bu olay da şudur: Yukarıda saydığım MBK üyeleri, bu teşkilâtı dağıtmak ve ileri gelenlerini ordudan 13 Kasım 1960 harekâtı gibi lekeleyerek tasfiye etmek, bunun için de ilk önce o zaman liderlik yapan Hava Kuvvetleri Kumandanı İrfan Tansel'i emekli etmek için Genelkurmay Başkanı Org. Cevdet Sunay'a teklif ettiler.
Genelkurmay Başkanı kabul etmedi. Fakat Washington Daimi Üyeliğine tâyinin çıkmasına da mani olamadı.

O uzaklaştırıldıktan sonra sıra bizlerde idi.

Bir Cumartesi günü Korg. Cemal Madanoğlu, zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı (K.K.K.) Korg. Celâl Alkoç,Millî Müdafaa Vekili (M.M.V.) Org. Muzaffer Alankuş ile birlikte Silahlı Kuvvetler Birliği teşkilâtını tasfiye etmek için emeklilik listesini hazırlamışlardı. Bu durumdan bizi o zaman Genelkurmay İkinci Başkanı Korg. Muhittin Onür haberdar etti. Derhal Ankara’daki kıta komutanları birliklerimizi alârma geçirdik ve bekledik.

Korg. Cemal Madanoğlu aynı zamanda Örfi İdare Kumandanı idi.

Fakat Muhafız Alay Kumandanı Osman Köksal'dan başka kendisine yardımcı bir tek kıta kumandanı bulunamamıştı. Karşılıklı uzun temaslardan sonra mütarekeye geçildi. Durumu Genelkurmay Başkanına (O sırada İstanbul’da idi) aksettirdik, uçakla acele geldi. 28. Tümen karargâhında garnizondaki bütün kıt'a kumandanlarıyla bir toplantı yaptı. (K.K.K. Org. Celâl Alkoç hariç) tarihî bir gün yaşandı.

Arkadaşlar namına ben konuştum. İsteklerimizi bildirdik. Gecesi de yazılı olarak 6 maddelik bir ültimatomu Genelkurmay Başkanlığına ulaştırmak üzere Korg. Muhittin Onür'e,Kur. Alb. Necati Ünsalan verdi. Sabahleyin ulaşmadığını gördük. Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Tümg. Memduh Tağmaç ve zamanın M.M.V. Müsteşarı Tuğg. Nusret Bulca ile aynı ültimatomu Genelkurmay Başkanlığına ulaştırdık.

Devlet Reisince yerine getirilmesi istenilen ültimatom şu idi:

1- Korg. İrfan Tansel eski vazifesi olan Hava Kuvvetleri Kumandanlığına iade edilecek.
2- Hava Kuvvetlerinde bizim harekatımıza karşı duranlar Hava Kuvvetleri Kumandanının tanzim edeceği listeye göre emekliye sevkedilecek.
3- M.M.V. Muzaffer Alankuş, K.K.K. Korg. Celâl Alkoç, İkinci Ordu Kumandanı Korg. Şefik İlter, Deniz Kuvvetleri Kumandanı Koramiral Zeki Özek emekliye sevk edilecek.
4- Korg. Cemal Madanoğlu Örfî İdare Kumandanlığından, Muhafız Alay Kumandanı Albay Osman Köksal Muhafız Alay Kumandanlığından alınacak, MBK’deki aslî vazifelerine dönecekler.
5- Orduda yapılacak tâyin, terfi ve tasfiyelere MBK üyeleri karışmayacak
6- MBK üyelerinden hiç birisi bundan sonra MBKden tasfiye edilmeyecek ve istifaya zorlanmayacak.

GİZLİ TEŞKİLAT BAŞI – EN BÜYÜK BAŞ

Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay Türk Silahlı Kuvvetler Birliğinin başına geçti.

Bu sessiz ültimatomlu ihtilâlden galip çıktık. Ve Türk Silâhlı Kuvvetleri Birliği teşkilâtını orduda en büyük baş olan Genelkurmay Başkanına çengel takmak suretiyle tamamladık. Artık orduda gizli bir teşkilât mevcut değildir. Her şey kumandanların bilgisi dahilinde cereyan etmektedir. Ne zamana kadar? 22 Şubat 1962’ye kadar.

6 Haziran 1961 ültimatomlu ihtilâlinden sonra ben, Kur. Alb. Emin Arat, Deniz Alb. Nazım Özkan seçimlere kadar Türk Silâhlı Kuvvetler Birliği teşkilâtının özel karargâhını teşkil etmek suretiyle Genelkurmay Başkanı ve dört Kuvvet Kumandanı ile haftada iki defa, acele hallerde her zaman müşterek toplantılar yapar, Silahlı Kuvvetlerin isteklerini nakleder, ihtilâl rejimi içerisinde siyasî sahada yapılacak işleri yazılı olarak hazırlar, kumandan kademesine imzalayarak verir ve münakaşasını yapardık.

DEVRİM” KURMAYI

1962-63 de yaşananlardan ders almayan geçmişe değil geleceğe baktıklarını söyleyen 9 Mart 1971’in “DEVRİM” ci Kurmayları da yıllar sonra aşağı yukarı benzer şeyler anlatacaklardır.

9 Mart 1971 den önce ben, Emin Değer, Celil Gürkan,….. Türk Silâhlı Kuvvetler Devrim teşkilâtının özel karargâhını teşkil etmek suretiyle ilgili Kuvvet Kumandanlarıyla ile haftada iki defa, acele hallerde her zaman müşterek toplantılar yapar, Devrim Kuvvetlerinin isteklerini nakleder, Devrim rejimi içerisinde siyasî sahada yapılacak işleri yazılı olarak hazırlar, kumandan kademesine imzalayarak verir ve münakaşasını yapardık.

İZLEME
27 Mayıs sonuçları açısından, Türkiye’deki dengeleri sarsmış, “sistem” karşıtlarının önünü açmış, ülke sorunlarının tartışıldığı, çözümler üretilmeye çalışıldığı ve siyasi iktidarı amaçlayan “sistem” dışı” askeri, sivil örgütlenmelere hız kazandırmıştır.

27 Mayıs 1960 darbesini izleyen dönemde hazırlanan 1961 Anayasası, dönemin politik seyri üzerinde özgürleştirici etkiler yaratmıştır. Anayasanın en belirgin özelliği, kamu gücü karşısında yönetilenleri geniş güvencelerle donatmasıdır. Temel hak ve özgürlükleri düzenleyen 11. madde , parti ve sendika kurmayı; toplantı, gösteri ve grev hakkını güvenceye alıyordu.
Basın organlarına ve üniversitelere özerklik tanınıyordu. Yargının bağımsızlığı güvence altına alınıyor ve Anayasa Mahkemesi kurulması öngörülüyordu.
Diğer yandan da 1960 haraketinin düzenleyicisi olan ordu kuvvetleri, Milli Güvenlik Kurulu’nun anayasal bir organ olarak tanımlanması ile, politik hayata ordunun müdahalesinin tepeden denetleme geleneğini yerleştirmiş oluyordu.
60’lı yıllara gelinceye kadar illegal olarak örgütlenmek zorunda kalan ve etkenliği marjinal düzeyi geçmeyen sol hareket anayasanın demokratik yapısını kullanarak kendi örgütlenmesine toplumsal yaygınlık kazandırdı. Üniversite gibi özerk kurumlarda, sendikalarda, dergi çevrelerinde ve parti aracılığı ile örgütlenen sol muhalefet, radikal toplumsal projelerin tartışıldığı geniş kamusallık ve eylemlilik alanları yarattı.

ANAYASA-YASSIADA

Kurucu meclis toplanıncaya kadar, yasama ve yürütme yetkileri komitedeydi. MBK yasama yetkisini kendi, yürütme yetkisini de kurduğu Bakanlar kurulu aracılığıyla kullandı.

CHP’nin çoğunlukta olduğu Kurucu Meclis yeni Anayasayı yaptı. 9 Temmuz 1961’de halkoyuna sunulan Anayasa % 62 evet % 38 hayır oyu ile kabul edildi.

Celal BAYAR-Adnan MENDERES Yassıada’da

14 Ekim 1960'da başlayan Yassıada duruşmaları 11 ay sürdü. Başsavcı Altay Egesel'in sanık sandalyesine oturttuğu 588 kişi yargılandı. Sonuçta, Salim Başol'un başkanlığındaki mahkeme, 15 kişiye idam, 31 kişiye müebbet hapis verirken, 402 kişiyi de çeşitli cezalara çarptırdı. 35 kişi beraat etti, 5 kişi hakkında dava düştü
İdam cezalarının infaz meselesi tam seçim zamanına geldi. Ciddi tartışmalara yol açtı. İdamlar MBK'yı ikiye böldü. Bir kısmı idamlara taraftar iken, diğeri de idamlar yerine müebbet hapsi savunuyorlardı. Sonuçta 15 idamın 3'ü onaylandı. Diğer 12'si müebbet hapse çevrildi. İdamları onaylanan Polatkan ve Zorlu, 16 Eylül 1961'de, Adnan Menderes ise hasta olduğu için 17 Eylül 1961'de idam edildi.

BEYLER, BEYEFENDİLER! NERELERDESİNİZ?

Nerelerdeydiniz beyler, beyefendiler, Menderes, Zorlu ve Polatkan tutuklanıp Yassıada'ya götürüldüklerinde? Evet nerelerde?
Kiminiz, korkudan kavrulmuş yüreğiniz ile susup köşenize çekildiniz, kiminiz o günlerde büyük coşkular içinde "Yassıada saati"ni hazırlıyordunuz, kiminiz de MBK emrindeki komisyonlarda “hizmet arz” ediyordunuz.

Bilmez miyiz sizleri, bilmez miyiz?
Hukuk profesörleriydiniz, Milli Birlik Komitesi çağırınca, emir erlerine taş çıkartırcasuıa topuk selamı verip Celal Bayar'ın ipe çekilmesi için ceza yasasını değiştirdiniz. Devrik cumhurbaşkanı, başbakanı ve bakanlar kurulu üyeleri ile milletvekillerini yargılayan Yüksek Adalet Divanı'na "mütalaa" verenler de sizlerdiniz.

Bugün ne hakla ve hangi yüzle "demokrasi şehitlerinden'' söz ediyorsunuz? Eğer Menderes, Zorlu ve Polatkan haklarındaki karar bir "cinayet" ise bu cinayeti "azmettiren' de sizlerdiniz, sizler.
Evet, beyler, beyefendiler, hocalar, paşalar, o günlerde nerelerdeydiniz?
Kiminiz, "Yassıada kararlarının infazı" için Milli Birlik Komitesi'ne baskı üstüne baskı yapan "Silahlı Kuvvetler Birliği“ adındaki cuntanın üyesiydiniz, kiminiz "örtülü ödenek davası"nda günlerce Menderes'e, Yüksek Adalet Divanı önünde ter döktürten bilirkişiydiniz. Cuntalara bulaşmayanlarınız ise 27 Mayıs Anayasa ve Hürriyet Bayramlarında yıllarca merasim üniforması giyerek ve kılıç kuşanarak "tebrikleri" kabul ettiniz.
Kiminiz Kurucu Mecliste üyeydiniz, kiminiz 27 Mayıs ihtilalini "Devrimci Türk ordusu günaydın" diye selamlayan partili yazardınız.
Şimdi ne hakla Menderes, Zorlu ve Polatkan için "demokrasi şehitleri" dersiniz?
Bu eski başbakan ve iki bakan eğer bugün "şehitler" olarak adlandırılacaksa, bunları şehit edenler de sizlersiniz, başkaları değil sizler.
Menderes ipe çekilirken nerelerdeydiniz? Haydi o günlerde etkiniz ve yetkiniz yoktu. Sonra başbakandınız, Menderes'in kemiklerinin bir ıssız adada çürümesine vicdanınız nasıl razı oldu? İsteseydiniz, Menderes'in, Zorlu'nun ve Polatkan'ın mezarlarını bir gün içinde ailelerine verebilirdiniz.
İstemediniz, yapamadınız, yapamadınız.
Söyler misiniz neden?
Ey 27 Mayıs'tan önce ve sonra kurulan o cuntaların silah üzerine yemin etmiş üyeleri... "Askeri ve mülki erkân" nerelerdesiniz? Hangi yüksek koltukta? Hangi yönetim kurulu üyeliğinde? Hangi özel teşebbüs arpalığında? Nerede?" (17 Mayıs 1987 Cumhuriyet Uğur Mumcu)

YENİ PARTİLER

Kurucu Mecliste kabul edilen Siyasi Partiler Yasasına göre parti kurulması kolaylaştırılıyor ve eski yasada ki anti-demokratik maddeler yasadan çıkarılıyordu.

Yeni Siyasi Partiler Yasasına göre yeni partiler kuruluyordu.

12 Şubat 1961 tarihinde Prof. Aydın Yalçın önderliğinde, Yeni Türkiye Partisi (YTP) kuruldu. Prof Aydın Yalçın aynı zamanda MBK’yı destekleyen ve yayınlar yapan Müşerref Hekimoğlu’nun sahibi bulunduğu Öncü Gazetesinin de başyazarı idi Bu partinin kurucuları arasıda Ekrem Alican, Prof. Cahit Talas, Nilüfer Yalçın, Prof. Hikmet Belbez, İrfan Aksu, Hasan Kangal , Sırrı Öktem, Raif Aybar gibi isimler vardı. Bu isimlerin çoğu SBF Fikir Kulübünün de üyeleriydiler. İşin ilginç yanı o günlerde SBF Fikir Kulübü Yönetim Kurulu şu isimlerden oluşuyordu. Başkan: Varol Sezen, II. Başkan Mustafa Özyürek, Sekreter Sönmez Köksal, Muhasip Onur Öymen, Üye: Taner Timur, Üye: Sami Güven, Üye: Türkay Yazıcı.

TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİ-KAMBER

YTP’nin kurulmasından bir gün sonra; 13 Şubat 1961’de Türkiye İşçi Partisi (TİP) kuruldu. TİP 12 sendikacı tarafından kurulmuştu ve sınıfsal kimlikleri şöyleydi: Kemal Türkler maden işçisi, Avni Erakalın tekstil işçisi (ilk genel başkan), Şaban Yıldız tekstil işçisi, Rıza Kuas lastik işçisi, Kemal Nebioğlu gıda işçisi, İbrahim Güzelce basın işçisi, Hüseyin Ulubaş tütün işçisi, Saffet Göksüzoğlu ilaç sanayii işçisi, İbrahim Denizcier nakliyat işçisi, Salih Özkarabay basın işçisi, Ahmet Muşlu çikolata sanayii işçisi, Adnan Arıkan şoför.

Kambersiz düğün olur mu? Hemen her örgüte bir “görevli” yerleştiren MİT, TİP’in kurucuları arasına da Ahmet Muşlu’yu yerleştirmişti. Ahmet Muşlu’nun MİT ajanı olduğu daha sonra anlaşıldı ve Parti ile ilişkisi kesildi.

İŞÇİ SINIFI - EMEKÇİLER
Türkiye İşçi Partisi tüzüğünde kendisini:
İşçi sınıfının ve onun demokratik önderliği etrafından toplanmış bütün emekçi sınıf ve tabakaların kanun yolundan iktidara yürüyen örgütü olarak“ tanımlıyor ve “olayları işçi sınıfı ve emekçiler açısından değerlendireceğini ve onların hak ve özgürlüklerini gerçekleştirmek için mücadele edeceğini“ söylüyordu.

Partinin amacı ise:

Türkiye’nin ileri bir toplum hale gelmesi, emekçilere söz ve karar hakkı verilmesi, tüm emekçileri insanca yaşama hakkı şartlarına kavuşturmak” olarak vurgulanıyor ve “işçi sınıfını ulusal kalkınma ve ilerlemenin bilinçli itici kuvveti yapmak, Anayasal özgürlükleri koruyarak büyük toprak sahiplerinin, şehirli büyük sermayenin demokratik rejimi aksatan ekonomik kalkınmayı, sosyal ve kültürel gelişmeyi frenleyen, sosyal adalet ve güvenliğe karşı koyan zararlı nüfuz ve hakimiyetlerini önlemek, sanayileşmeye öncelik veren planlı, emekten yana bir devletçiliğin ulusal ekonomide sosyal ve kültürel hayatta temel kuvvet olmasını sağlamak, böylece de daha ileri bir toplum düzeyine demokratik yoldan geçiş şartlarını hazırlamak, insanın insan tarafından sömürülmesine son vermek” şeklinde açıklanıyordu.

MAKYAJ DEĞİŞİKLİĞİ

TİP’in varlığı ve -güçlü bir ideolojik ve teorik belkemiğinden yoksun olmakla birlikte- hızla yükselen toplumsal bilinç, 1968 lerde CHP’yi de makyaj değişikliğine zorlayacaktı. Yaklaşık bir çeyrek asırlık mutlak iktidar süreci boyunca işçi sınıfını ağır baskılar altına almış olan bu politik parti önce “ortanın solunda” olduğunu ilan edecek ve daha sonra ülkedeki değişime koşut olarak bu adımını genişletecekti. Şüphesiz olayın TİP’in önünü kesmek ve toplumsal uyanışı denetim altına almak gibi bir yanı da vardı ama, yine de toplumsal baskı CHP’yi de değişime zorlamaktaydı ve olayın bu cephesi olumluydu.

Emperyalist güçlerin 27 Mayıs’a ve 1961 Anayasası’na önce alçak ve giderek daha fazla yükselen bir sesle, ama sistemli bir biçimde saldırmaları ve "toplumsal uyanışın ekonomik gelişmeyi geçtiğini “ileri sürerek "anarşi ve terör"ün baş sorumlularından biri ilan ettikleri bu anayasayı “ tebdil ve ilga etmeleri bu nedenledir.

Bir diğer önemli faktör, işçi sınıfının, emekçi köylülüğün, üniversite gençliğinin 1960'larda gelişen ve anti-emperyalist ve demokratik yanı ağır basan kitlesel eylemliliğinin, 27 Mayıs’a sahip çıkan genç subaylar ve askeri öğrenciler üzerindeki devrimci etkisiydi. Esas olarak 12 Mart’a gelirken bu devrimci etki, ordu saflarında ve askeri okullarda önemli bir ilerici ve anti-emperyalist potansiyelin oluşmasına yol açmıştı.

ÇANKAYA’YI BOMBALAMA

15 Ekim 1961 de yapılan seçimlerde CHP % 36.7 oy alarak 173; AP % 34.18 oy alarak 158; CKMP % 14 le 54; YTP % 13.7 le 65 milletvekili çıkardı. 150 kişilik senatodaki dağılım ise şöyleydi : CHP 36; AP 70; YTP 28 ve CKMP 16.

TİP kuruluşunu tamamlayamadığı için seçimlere katılamamıştı.

Sonuçlar 27 Mayısçıları şok etti. Ülkeyi yönetmek üzere TBMM’ine gönderilen çoğunluk 27 Mayıs karşıtlarından oluşmuştu. Meclis açıldığında “devlet başkanı” yerine “cumhurbaşkanı”nı da seçecekti. Bu durumda halen “devlet başkanı” olan Cemal Gürsel’in, Cumhurbaşkanı seçilmesi de tehlikeye girmişti.

Adalet Partisi'nin bir kanadı ise bastırmaya başlamıştı:

"Gümüşpala kenara çekilsin. Adayımız Ordinaryüs Prof. Ali Fuat Başgil olacaktır."

İşte bu gelişmelere karşılık olarak, şimdi Ankara sokaklarında CHP yandaşı "MDO - Milli Devrim Ordusu" veya "SDK - Silahlı Devrim Kuvvetleri" imzalı bildiriler uçuşmaya başladı. Milli Birlik Komitesi'ni temsilen Kurmay Binbaşı Kamil Karavelioğlu, bir askeri uçakla Ankara'dan İstanbul'a geçti ve doğruca Birinci Ordu Karargahı'na gitti.

Karavelioğlu, Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Cemal Tural'a şu mesajı iletti:

"MBK üyeleri İsviçre'den gelecek olan Prof. Ali Fuat Başgil'in, geri çevrilmesini, yahut Ankara'ya gönderilmeyip İstanbul'da tutulmasını istiyor."

Aynı saatlerde Ankara'da Hava Kuvvetleri Karargahı hareketliydi.

Fısıltı Gazetesi, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İrfan Tansel'in "Başgil cumhurbaşkanı seçilirse, Çankaya'yı bombalarım." dediği iddiasını kulaktan kulağa yayıyordu.

EL KOYMA

21 Ekim günü, 38 general ve subay, İstanbul'da Harp Akademileri'nde saatlerce süren toplantı sonunda karar verdi: "Yönetime el koyacağız..."

"Seçimler bilindiği gibi sonuçlanınca Millî İradenin tam olarak gerçekleşmediği inancına varmıştık. Bu anda Türk Silâhlı Kuvvetleri içinde bir fikir ayrılığı belirmeye başladı.

Kanaat o idi ki, memleketin muhtaç bulunduğu ekonomik ve sosyal reformlar ilmî tarzda değil, gelişi güzel uygulanacak siyasî kavgalarla memlekette 27 Mayıstan öncesine nispetle daha gergin bir hava yaratılacak bu durum profesyonel politikacılara maişet endişesine dayanan bir post kavgasından başka bir sonuç vermeyecekti.

Bu fikirlerle bir grup subay yol yakın iken memleketin geleceği bakımından idareye el konulması fikrini savunuyordu. İkinci fikre göre ise, seçimler arzu edilen şekilde olmamıştı, şimdi askerî bir müdahale hareketine de lüzum yoktu. Tecrübe edilmeli, başarısızlıkları görüldükten sonra müdahale edilmeliydi.

Bu fikri savunanlar daha ziyade Hava Kuvvetlerinin temsilcileri olan Kurmay Albay Halim Menteş, Hava Albayı Fevzi Arsın idi, bunlar C.H.P’liler ile devamlı surette temasta oldukları için bu memleketi ancak başta İnönü olmak üzere C.H.P. nin kurtaracağına inanıyorlardı. Bu fikir gerek Ankara Grubunda, gerek İstanbul Grubunda tartışıldıktan sonra birinci fikir ekseriyet kazandığı için İstanbul'da 21 Ekim 1961 günü Harp Akademilerinde yapılan büyük toplantıda 10 General ve 28 Albay şu protokolü imzalamışlardı." (Talât Aydemir’in Hatıraları, s. 105)

HAKİKİ VE EHLİYETLİ

21 Ekim Protokolü (1961)

Harp Akademisi
Zabıt Varakası

1. Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları - aşağıda açık imzası bulunanlar - 21 Ekim 1961 günü saat 14:30'da toplanmışlar ve gündemlerinde mevcut olan konuları müştereken müzakere etmişler ve ittifakla aşağıdaki karara varmışlardır.

a. Türk Silahlı Kuvvetleri 15 Ekim 1961 günü yapılmış olan seçimlerden sonra, gelecek yeni Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanmadan evvel, duruma fiilen müdahale edecektir.
b. İktidarı, Milletin hakiki ve ehliyetli mümessillerine tevdi edecektir.
c. Bütün siyasi partiler faaliyetten men edilecek, seçim neticeleri ile Milli Birlik Komitesi feshedilecektir.
d. Bu kararın tatbiki 25 Ekim 1961'den sonraki bir güne tehir edilmeyecektir.
2. İşbu Zabıt Varakası üç nüsha olarak tanzim edilmiş ve bütün üyeler tarafından aynı anda imza edilmiştir.

21 Ekim 1961

İmza sahipleri:

Korgeneral Refik Tulga - Tümgeneral Fikret Esen - Tümgeneral Rafet Ülgenalp - Tümamiral Bahaddin Özülker - Tuğgeneral Faruk Gürler - Tuğamiral Celal Eyiceoğlu - Tuğgeneral Yusuf Alpmansu, Tuğgeneral Faruk Güventürk - Tuğamiral Kemal Kayacan - Tuğamiral İsmail Sarıken - Kurmay Albay Behçet Özdemir - Kurmay Albay Doğan Özgöçmen - Kurmay Albay Suat Aktulga - Kurmay Albay N. Kemal Ersun - Kurmay Albay Burhan Hunoğlu - Kurmay Albay Halim Kural - Kurmay Albay Recai Baturalp - Kurmay Albay Mehmet Bora - Kurmay Albay Vecihi Akın - Kurmay Albay Emin Aytekin - Kurmay Albay Ferit Erdoğan - Kurmay Albay Necati İşcan - Hava Kurmay Albay Rıfat Erenulu - Top. Alb. Celal Baykam - Kurmay Albay Cemal Öçal - Dz. Kurmay Albay Bülent Tarkan - Dz. Kurmay Albay Zarif Çetindağ - Kurmay Albay Bedrettin Demirel - Kurmay Albay Celal Ugan - Kurmay Albay Vahit Gürkan - Kurmay Albay Şerafeddin Olcay - Hava Kurmay Albay Emin Alpkaya - Kurmay Yarbay Ahmet Gergeç - Kurmay Albay Necati Ogan - Kurmay Albay Sadettin Cankır - Kurmay Albay Nihat Aslantürk - Hava Kurmay Albay Turan Çağlar - Kurmay Albay Fikret Göknar.

HUKUK DEVLETİ
Türkiye’de bir kez daha herkesin gözü önünde seçilmiş meclisi feshetmeyi, partileri kapatmayı ve iktidarı zor yoluyla ele geçirmeyi amaçlayan bir gizli örgüt oluşturuluyor. Koca koca generaller, kurmay subaylar, bu amaç için “yemin edip, ortak bildiriler hazırlayarak kararlar alıyorlar ve aldıkları kararların altını imzalıyorlar” ve kimse kendilerine ne yapıyorsunuz demiyor, diyemiyor. Bunlar ne sorgulanıyor ne yargılanıyorlar, nede mahkum oluyorlardı.

Ama; ülkenin asker-sivil gençleri, 27 Mayıs Anayasasını savunduğu için, ülkelerinin bağımsızlığını ve halklarının özgürlüğünü, istedikleri için; baskı ve sömürüye isyan ettikleri için liderleri asılıyor, kendileri öldürülüyor, işkenceden geçirilerek zindanlara atılıyordu. Türkiye işte böyle bir “hukuk” devleti idi.

SİLAH-ÇANKAYA

Buna rağmen 23 Ekim günü Genelkurmay Başkanı huzurunda yapılan Kumandanlar toplantısında iş değişmiştir.

Protokole imza koyan generaller dahi fikirlerinden dönmüşler, imzalarının kıymetlerini sıfıra indirmişlerdir.

Bu kumandanlara bizler ve astlarımız örnek olarak bakıyorduk. İşte o günden itibaren ordudaki genç kuşaklarda generallere karşı itimat kalmadı. Çünkü bu yollara bizleri generaller sürüklemişti.Geri dönüş yapanlar da ilk önce onlardı.

Artık profesyonel politikacılar ve CHP lideri, dört Kuvvet Kumandanı ile Genelkurmay Başkanlığına hâkim olmuşlardı.

Bu şartlar altında meşhur Çankaya Protokolü 24 Ekîm 1961 de köşkte Cemal Gürsel huzurunda dört parti lideriyle Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, Kuvvet Komutanları ve bazı generaller tarafından özel şartlar ortaya konarak imzalandı.

15 Ekim 1961 seçimleriyle «Millî İrade» nin tecelli ettiğine inanan bu siyasî liderler, askerî kumandanlar, devletin Anayasası dururken Reisicumhur seçimine, kanun yapma ve kaldırma yetkisi B.M.M. ve Cumhuriyet Senatosu'na ait iken acaba protokollerle devlet idare edilmesine neden lüzum görmüşlerdir? Açık rejim bu mudur? Demokratik nizam, çok partili parlâmenter sistemde demokrasi anlayışı bu mudur?

Süngülerin gölgesi altında (o gün Muhafız Alayı Meclisi kuşatmıştı) T.B.M.M. ne Reisicumhur seçtiren kumandanların demokrasi anlayışı bu mudur?

Reisicumhur adayı olarak çıkmak isteyen, diğer bir partiye mensup Prof. Ali Fuat Başgil (Sıtkı Ulay Paşa, Fahri Özdilek Paşa ve Haydar Tunçkanat'ın) silâh tehditleri altında istifa ettirilmemiş midir? Demokrasi bu mudur?

`Ne yazık ki, Reisicumhur seçiminin bu şekilde yapılmasına T.B.M.M. üyeleri seyirci kalmışlardır.

Anayasa harici bir teklifi kolaylıkla kabul etmişlerdir Çünkü o zaman söylenen sözler ve yapılan tehditler parti liderleri tarafından şudur; Eğer Reisicumhur olarak Cemal Gürsel'i seçmez iseniz ordu idareye el koyacak... Acaba böyle miydi?

Yoksa CHP ne ve İnönü'ye bel bâğlıyan birkaç generalin arzusu muydu? Bunu takdir edemeyen milletvekilleri, Meclisin ilk açılış gününde, kendi kendilerini bu karakterleriyle mahkûm etmişlerdi.”(Talat Aydemir)

BİZİM KASTTAN PAŞA

"Silahlı Kuvvetler Birliği teşkilatının Ankara'daki kurucuları olan ve önderliğini yapan Halim Menteş, Necati Ünsalan, Talat Aydemir, Selçuk Atakan, Emin Arat, Feyzi Arsın, Orhan Alpakın, Nuri Hazer'dir." Birlik, sözde "gizli"dir. Yani hükümete bildiri vermiş bir siyasi örgüt değildir. Zaten öyle şey veremez. Askerler, bütün memurlar gibi, siyasetle uğraşmaktan yasaklıdırlar.

Öyleyken, "Jandarma Subay Okulunda yapılan brifınglere katılan Genelkurmay Başkanı Sunay ve yüksek rütbeli subaylar", hatta, devrin başbakanı İnönü, fotoğraflar çektirerek, yapılan "illegal" birlik kongrelerini şereflendirirler. Çünkü İnönü de bizim kasttan Paşadır.

Başıbozuk olsa ne haddine girmek? Silahlı Kuvvetler Birliği'nin "gizli" toplantılar, brifingler, kongreler (evet kongreler!) yaptığı resmi Jandarma Subay Okulu salonlarına kuş uçurulmaz... Ve Sunay ise, Genelkurmay Başkanımız olarak gizli birliğin doğal şefi, hiyerarşiye uygun başıdır. “ ( Dr. Hikmet Kıvılcımlı)

YAŞASIN “DEMOKRASİ”!
MBK’nin seçimle gelen hükümete yetkisini devretmeyeceği söylentileri üzerine YTP Genel İdare Kurulu üyesi Prof. Aydın Yalçın ve eşi Nilüfer Yalçın YTP Gençlik Kolları ve SBF Fikir Kulübü Üyesi birtakım gençlerle birlikte; 23 Ekim 1961 tarihinde, MBK’nın ortak toplantı yaptığı Başbakanlık binası önünde eylem yaptılar.

SBF Fikir Kulübü Başkanı burada bir basın açıklaması okudu :

Parlamentonun açılışının çok yakın olduğu bu günlerde, bizler Fikir Kulübü olarak 15 Ekim seçimini demokrasiye geçiş olarak görüyoruz. Esasen, 27 Mayıs’ın gayesi de budur ve netice de alınmıştır. Bundan sonraki yolumuz , demokrasi yoludur. Demokratik düzene olan bağlılığımız sarsılmayacaktır. Siyasi partiler kuracakları idarede bütün güçlükleri milli hakimiyet yoluyla halledecekler. Türk milleti şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da batılı, ilerici ve devrimci bir gelişme içinde bütün gelişmeleri halledecektir.

YTP Gençlik Kolu Teşkilatında da ilginç isimler vardı. Sadık Tanrıverdi (Başkan), Erdoğan Güçbilmez (Genel Sekreter) Doğu Perinçek, Adil Özkol, Süreyya Çelikkan, Mustafa Özyürek, Lale Alev Bora, Varol Sözen, Kaya İnal, Alev Alatlı, Sami Güven, Aklın Kireçtepe, Tahir Belbez, Güven Yalçıntaş, Şener Can.

Doğu Perinçek’in babası Sadık Perinçek de AP’ye geçmeden ve Genel Başkan Yardımcısı olmadan önce YTP’lidir ve 15 Ekim 1961 seçimlerinde Erzincan Milletvekili seçilmiştir.

27 MAYIS DİZGİNLENİYOR

Korkulan olmadı. Ali Fuat Başgil, “Çankaya Protokolü” ve “kendi rızası ile!!!!” cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeçti. TBMM'nin ilk toplantısında Gürsel'in cumhurbaşkanlığı oylandı. 156 boş oyla Gürsel Cumhurbaşkanı oldu. Başgil ihtilal ortamı içinde "ikna” edilmişti. 434 kabul oyuna karşılık 156 boş oy...

Gürsel artık cumhurbaşkanıydı.

Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, hükümeti kurma görevini CHP lideri İsmet İnönü’ye verdi.
İnönü Başkanlığında kurulan CHP-AP koalisyonunun başbakan yardımcısı Prof. Turhan Fevzioğlu idi. İnönü kabinesinin Çalışma Bakanı Bülent Ecevit’ti.
Ordu gençliği huzursuzdur. Subaylar yüksek sesle görüşlerini birliklerde seslendirmeye başlarlar. “Biz CHP nin silahşorları değiliz”.
Paşalarla yapılan toplantılarda ise Albaylar haykırmaktadır: “Türkiye’nin kaderi enerjisi tükenmiş 80 yaşındaki insana bırakılamaz. 27 Mayıs yok edilmek istenmektedir.”
Silahlı Kuvvetler Birliği’nin sürece bu şekilde ikircikli müdahale etmesi, genç subayları tatmin etmemişti.
Bu subayların önderi Talat Aydemir’dir. Talat Aydemir, aynı zamanda Silahlı Kuvvetler Birliği’nin kurucularındandır.
Ordu içindeki sorunlu tüm unsurlar yavaş yavaş temizlenmekte, 27 Mayıs öncesi büyük sıkıntısı görülen “emir-komuta” zinciri yeniden güçlü bir biçimde tesis edilmeye, ordu karşı devrimci misyonlarına hazırlanmaya çalışılmaktadır
Ordu yeniden NATO’nun perspektiflerine çekilmektedir. Anti-komünist histeriyle donatılmaya, emekçi düşmanlığı ön plana çıkmaya başlamıştır.

Ankara Radyosu’nda yayınlanan kamu yararına bazı spotlar oldukça ilginçtir:

Vatandaş dikkat, su uyur, komünizm uyumaz”, “Komünizm Türk ve Müslüman kıyafetine bürünerek arana girer”, “Komünizm tatlı dille arkadan sokan bir yılandır”.
Bunların yanı sıra, CIA tarafından hazırlanan ve Türkçe’ye aynen çevrilen anti-komünist programlar da radyolarda sık sık boy göstermektedir. Ordunun yeni misyonları, sadece Türkiye’de değil, kapitalist blokta yer alan tüm ülke ordularında uygulanan merkezi politikalar tarafından belirlenmektedir.
27 Mayıs dizginlenmiş ve kontrol altına alınmıştır. Dr. Hikmet Kıvılcımlı bu süreci şöyle anlatır:

BASİT GERÇEKLİK

27 Mayıs devrimcileri bu çok aşırı basit gerçekliği akıllarına getirmeden bir iktidarı devirdiler. Devrilen finans-kapital iktidarı mıydı? Açıkça oydu. 27 Mayısçılar öyle sanmadılar. "Kişileri" devirdiklerine inandılar. O kuklaları oynatan sınıfları görmediler.

Öylesine görmediler ki, iş başa düşünce devirdikleri adamların halkı kandıran sömürme aygıt ve avadanlıklarını yerden kaldırıp, yapma solunumla diriltiler. Ve iktidarı bu finans-kapital dikta araçlarına kendi elceğizleriyle teslim etmeyi, dünyanın en akılcıl işi saydılar. Ellerinde sosyal sınıf pusalası yoktu. Anadan doğma devletçi yetişmişlerdi. Devlet bütünüyle ellerindeydi. İstediklerini yapabilirler miydi?

Her devletçinin kalemine doladığı bütün sorunları ortaya atabilirlerdi. Ancak o sorunların sosyal sınıf açısından çözüm yolları açık değildi.

. SINIF PUSULASIZLIĞI

Sınıf pusulasızlığı yüzünden, iktidar, devrimcileri adeta paniğe uğrattı.

Yani, bütün ömrünce "siyasetle uğraşma yasağına" uymuş bir emekli Paşa, beklemediği bir gece yarısı , ansızın getirildiği o yüce görevde; Türkiye'nin bütün siyasetini tek başına güdecek!...
Bu durumlarıyla devrimciler tabana, temele inmeyi akıllarına getiremiyorlardı. Millet önünde geçerli, sınanmış bir otoritenin büyük rütbeli heykelini dikip, onun gölgesine sığınmak zorunda kaldılar. Halk yığınlarının muazzam denizinde yüzeceklerine, finans-kapital ağları ve oltaları içine girdiler.
Bu olta ağ, onları daha ilk günden kıstırıp, kendi selamet sahilindeki torbasına atmadıysa, çok tehlikeli durumlarda çok ince hesapları yapmakta usta olduğundan yapmadı.
Madem ki balıklar ağı görmüyorlardı, bıraktı onları, rahatça dolaşsınlar. Ne tür ve ne sayıda ve kalitede balıklar olduklarını zevkle ve bilimle ayırt etti. Canı ne zaman çekerse, ağı o zaman çekmek elindeydi.

YIĞINLARDAN TECRİT
Bir ihtilal düşünün ki, lideri ne yapacağını bilmez! Sonrası kendiliğinden gelmez mi?
Ne yaptı? Sonradan "gayri samimi beyanlar" sayılan anlaşılmaz "sosyalizm"lerle oyalandı. Sosyalizm yenir mi, yenmez mi işkilleri arasında, altta güreşmenin üstadı "devletçiliğimiz" imdada yetişti.

"Aman, aslanlar, şunları yaparsanız siz yaparsınız. Seçim ve partiler gelmeden çabuk karar verin. Göreyim sizi!" diyerek, akıl hocalığını tam yaptı.
İşçi, müstahdem, memur, esnaf 27 Mayıs'ı çılgınca mı alkışladı? Bak işvereni darılttınız, işletmeler kapanıyor, çabuk özel sermayeye sermaye ödenmek üzere işçiye, memura, esnafa tasarruf bonosu kesip, zorla ödünç nafakalarından parababalarına aktarın.
Beş on ağanın güvence altına alınması ile toprak reformu lâfları baldırı çıplak köylülerin hoşlarına mı gitti? Devletçiliğimizin kırdaki temel direkleri (Kadroculuğun "rasin temelleri"!) sarsılmasın, "sosyal devlet"in yerini bulması, çalışan köylüden de arazi vergisi alınmakla olur.
Bu iki önlemcik, 27 Mayıs'ı geniş köy ve şehir yığınları içinde o saat tecrit edivermişti.
Halkla arası açtırılan 27 Mayıs için geriye ne kalmıştı? Sokağa dökülüp elele veren üniversite ile ordu.
Üniversitede 147'ler, orduda 7000 Eminsular pekâla "zinde kuvvetler"i en az ikiye bölerek, kambur üstüne kamburlar çıkarabilir!... Ondan sonra yap bir "seçim

DEVLETÇİLİĞİMİZ

"Milli Birlik Komitesi bütün bu davranışlara neden kapıldı?

Özetlenirse "sınıfsız, ayrıcalıksız bir toplum olduğumuzu şarkılaştıran "devletçiliğimiz"e kanışından. Sınıflara bakmadan "devletçiliğimiz herşeyi yapabilir" sanısı, kolayca "herşey devletçiliğimiz için" oluvermişti.
En parlak sosyal sözlerse, ancak toplum sınıfları bakımından uygulanınca öz anlamlarını açıklayabilirler.
Tasarruf bonosu, söz olarak devlet eliyle "sosyal kalkınmamız" içindi. Uygulanınca, özel sermayeyi beslemek üzere dar geçimlilerin kuşaklarını büsbütün sıkmak oldu...
Arazi vergisi, söz olarak "devlet yükünü taşımakta eşitlik" içindi. Uygulanınca, küçük mülkleri büyük arazilere aktaracak vergi adaletsizliğini büsbütün arttırmak oldu.
Onun için, "aklımız eriyor, gücümüz yetmiyor" diyen sevgili çocuk halkımız, yedi bin yıllık ağız yanmışlığı ile devletçiliğimizden ürker. Devletçiliğimize karşı en sahte çıkışları dört elle tutar, DP ve AP zaferleri ondandır.

9 ŞUBAT PROTOKOLÜ

Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir ihtilalin gidişinden memnun değildi. Ona göre 27 Mayıs, Atatürkçü hedefinden saptırılmış, İsmet İnönü'nün kontrolüne girmişti. Hesaplaşılacaktı.

Ordu gençliğinin zorlaması üzerine paşalar ve albaylar 9 Şubatta bir toplantı yaparlar. 9 Şubat protokulunu imzalarlar. Protokolun 5. maddesine göre

Kararın zamanı Silâhlı Kuvvetler Kumandanlığınca emredilecektir. Bu husus İstanbul'daki kumandanlar tarafından temin edilecektir. Harekât 28 Şubatı geçmeyecektir. 09 Şubat 1962” gereğini yapacaklardır.

9 Şubat Protokoluna toplantıdan sonra imza koyan bazı Paşalar ve üst rütbeli subaylar şunlardır:

Korg. Refik Tulga, Tümgeneral Fikret Esen, Tümg. Rafet Ülgenalp, Tümamiral Bahattin. Özülker, Tuğgeneral Faruk Gürler, Tuğgeneral Faruk Güventürk, Tuğamiral İsmail Sarıköy, Tuğamiral Celâl Eğicioğlu, Tuğamiral Kemal Kayacan, Tuğgeneral Zeki İlter, Kurmay Albay Necati Ünsalan, Kurmay Alb. Ferit Erdoğan, Kurmay Albay Selçuk Atakan, Kurmay Albay Dündar Seyhan, Kurmay Albay N. Kemal Ersem, Kurmay Albay Behçet Özdemir, Kurmay Albay Vahit Gürkan, Kurmay Albay Emin Aytekin, Kurmay Albay Doğan Özgöçmen, Kurmay Albay Burhan Hunoğlu, Kurmay Albay Necati İşcan, Topçu Albay Celâl Baykam, Kurmay Albay Turan Çağlar, Kurmay Albay Fikret Göknar, Hava Kurmay Albay Emin Alpkaya, Albay Rifat Erenulu, Albay Zarif Çetindağ, Albay Nihat Aslantürk, Albay Halim Kural, Albay Recai Baturalp, Kurmay Albay Vecihi Akın, Kurmay Albay Mehmet Bora, Dz. Kur. Alb. Bülent Tarhan, Kurmay Albay Bedrettin Demirel, Albay Halim Kural, Kurmay Albay Mehmet Bora Kurmay Albay Cemal Öcal, Kurmay Albay Necati zan, Albay Sadeddin Çankır, Yb. Ahmet Gegeç, Yarbay Osman Deniz.

İsmet Paşa ve taraftarları ellerinden geleni yaparak kafaları karıştırırlar. Talat Aydemir’i hedef alan strateji izleyip, paşaları ve albayları tereddüde düşürürler. Her an Talat Aydemir’in yalnız başına ihtilal yapıp onları da tasfiye yapacağı düşüncesini yayarlar. Bu söylentilerle birlikler birkaç kere karşı karşıya getirilir. Talat Aydemir’in oynanan oyunu sergileme anlatma çabaları, basını ve bezirgan kurt siyasetçilerin oyunu bozmaya yetmez.

İKTİDAR AVUÇTA-22 ŞUBAT 1962

Nihayet 22 Şubat 1962 günü Genelkurmaya çağrılan albaylar tutuklanmaya başlar. Bunu öğrenen Harp Okulu Komutanı direnişe geçerek Harbiye’yi alarma geçirir. Olayı öğrenen birliklerde peşi sıra alarma geçmeye başlarlar. Genel Kurmay birliklere yeni komutan atamakta, eskilerini tutuklamaktadır.

Muhafız Alayı Komutanı Genelkurmay’da tutuklanmış yerine Albay Cihat Alpan geçirilmiştir. Tabi senatörler yani eski MBK üyeleri resmi üniformalarını giymiş, İsmet Paşa’yla birlikte operasyonu yönetmektedir. Fakat olaylar istedikleri gibi gelişmez. Muhafız Alayının başına geçirilen Albayın komutanlık ömrü yarım saati geçmez, alayın Süvarileri Binbaşı Fethi Gürcan komutasında harekete geçerek albayı tutuklar. Alay, Süvari Binbaşı Fethi Gürcanın komutasına girer.

Binbaşı Fethi Gürcan komutasındaki Muhafız Alayı Çankaya Köşkü’nü kuşatır. O anda Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, Başbakan İsmet İnönü, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, Ordu Komutanları, Tabii Senatörler, Bakanlar ve ilgili bürokratlar, kısaca Karşı Devrimin tüm görevlileri toplantı halindedir.

Karşı Güç Fethi Gürcan’ın avucundadır. Sıktığı anda karşı devrimi yok edecektir. Talat Aydemir’le telefon ile iletişim kurar ve sorar:

Hepsi buradalar. Enterne edeyim mi?

Talat Aydemir’in cevabı şaşırtıcıdır:

Hayır. Onlarla işim yok. Bırak.

27 MAYIS MEZARDA

O anda Direniş yükselmesi ters döner. Karşı devrimci güçler cesaretlenir. Araya YTP başkanı Ekrem Alican girerek İsmet İnönü- Talat Aydemir arasında söz getirip-götürür. İsmet İnönü’nün hiçbir cezai işlem yapmayacağına dair yazılı sözü üzerine harekete son verilir.

İsmet İnönü sözünde durmaz harekette aktif olan subayları ordudan atar. Atılanların başında Albay Talat Aydemir ve Binbaşı Fethi Gürcan vardır. Meclisten bir af kanunu geçirerek, olaya karışan paşa ve üst rütbeli subayları koruma altına alır. İsmet İnönü, CHP ve AP milletvekilleri başta olmak üzere, mecliste ve senatoda ayakta alkışlanır.

27 Mayıs mezarına sokulmuştur. Geriye kalan üstünü örtmektir. Bu da 21 Mayıs 1963 sonrası yapılacaktır. Fethi Gürcan-Talat Aydemir’in asılmalarıyla nihayetlenecektir.

12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 karşı devrimleri ve uygulamalarıyla gençlerin ve halkın kanlarıyla 27 Mayıs mezarı sulanacaktır.

İsmet İnönü 22 Şubatçılara “maceraperest”, “sergüzeşt” diye saldırır. Aynı şekilde 12 Mart’ta da Deniz Gezmiş’e, Mahir Çayan’a, tüm devrimci gençliğe “hasta ruhlu adamlar” diye saldıracaktır. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra Lozan’dan kazandıklarımızı cömertçe Emperyalizm’e peşkeş çektiği ortaya çıktıkça ve kamuoyuna açıklandıkça çıldırmaktadır.
HARBİYELİ ALDANMAZ

22 Şubat Direnişi bu hesaplaşmanın ilk adımı oldu. 1962'ün bir kış günü başlayan harekat hazırlıksız yakalandı. Talat Albay ve arkadaşları emekli edildi. Ancak harekat İsmet Paşayı ve “sistem” savunucularını oldukça telaşlandırdı. Dipten gelen dalga umduklarından da güçlüydü. Direniş başarıya ulaşamasa da , ordu içinde kendisine ve mevcut sisteme karşı çıkan genç subayların ordu içinde ne kadar da büyük bir güce sahip olduğunun gösteriyordu.

İnönü’ye göre “Harbiyeli Aldatılmıştır.” İnönü’nün bu sözü cevapsız kalmaz. Harbiyeliler izine gönderildikleri şehirlerde Atatürk Anıtına çelenk koyarak haykırırlar.” Yüce Türk Ulusu, HARBİYELİ ALDANMAZ

İNÖNÜ TÜKENMİŞTİR

İsmet İNÖNÜ, Talat AYDEMİR

Talat Aydemir’in İnönü’ye cevabı sert olur:

İnönü güven oyu aldıktan sonra uzun senelerden beri ‘malûm ve kendine has taktik ve tabiatını’ bir kere daha göstermiştir. Bu beyanatındaki 22 Şubatçılarla ilgili hususları şiddetle ret ederiz. Senelerden beri asla milletin hayrına işlememiş olduğunu bildiğimiz bir taktiğin sahibinin karşısında olduğumuz için sergüzeştçi alarak damgalanıyorsak bu kolaylıkla kabul edeceğimiz bir sıfattır. Bu sebeple asıl takbihe değer husus İnönü'nün siyasî zümre ve şahıs menfaatleri üstüne çıkamayarak aziz ulusumuzun sesine kulak vermeyen zihniyetidir. Bir hususu açıkça beyan etmek isteriz ki: ‘İnönü’nün ismi zekasından büyüktür.’ Bu zaviyeden tetkik edilince Atatürk'ün dehasının stratejik yaratıcılığından sonraki reformlardan mahrum statik devrenin asıl sebebi anlaşılacaktır. İnönü tükenmiştir.

Reformlara en çok ihtiyacımız olduğu bu devrede bütün hayatı statükoyu muhafaza ile geçmiş İnönü'yü tekrar başında görmek bu milletin talihsizliği olmuştur.

22 Şubat vahim bir tecrübeye teşebbüs değil, memleketin sayısız dertlerini bir tarafa iterek İnönü'nün yarattığı siyasî keşmekeşe karşı bir reaksiyondur. Demokrasinin bir türlü rayına oturtulmak istenmeyişinden ıstırap duyanların bir ikazıdır.

Emekli de olsa bir subayın açıkça gazete sütunlarında ‘İkinci Adam’a üstelik ‘zeka’sından hareketle tavır alması ilkti

Bu beyanatın arkasından Talat Aydemir derhal tutuklanır.
DÖNÜM NOKTASI-21 MAYIS 1963

Gazeteler, paşaların imzaladığı protokolleri yayınlar.

Ordu gençliği, Aydemir-Gürcan ikilisi etrafında kenetlenmektedir. Emperyalizm telaş içindedir. İçlerine görevliler sokulur.

Bunlardan en meşhuru 22 Şubatta emekliye sevk edilen Yarbay Mustafa Ok’tur. Bu kişi 22 Şubat 1962 hareketinin durdurulmasında da büyük rol oynamıştır. Amerika’nın silahlı müdahale edeceği, Sovyetler Birliğinin ister istemez onun da silahlı müdahale edeceğini, Türkiye’nin Kore’ye döneceğini iç savaş çıkacağını ileri sürerek, Talat Aydemir’i etkilemiş, hareketi durdurmuştur. Benzer provokasyonunu, 31 Martta 1963 yapılacak hareketi erteleterek yapmıştır. 7 kişilik ihtilal komitesinde yer almasına karşı 21 Mayıs 1963 sonrası ceza almamıştır. Sonra CHP den milletvekili seçilmiş, ardından Bakan olmuştur Ecevit’in “sol görüşlü ağır topu” olarak görevine devam etmiştir.

22 Şubat 1962'direnişi'nden sonra, hele baştan beri İnönü'nün safında yer almış "Malatyalılar Cuntası"nın bir parçası olarak bilinen 11'lerin Hava Kuvvetlerinden tasfiyesinin arkasından, aşağı yukarı 27 Mayıs ihtilalini hazırlayan "kurmay"ların tümü Silahlı Kuvvetlerden temizlenmiş durumdaydı.

İsmet İnönü, Paşalar kontrolünde iktidara el koyma planını hazır dosya olarak hep elinin altında tutmuştur.

AYDEMİR-GÜRCAN KOMUTLU

Bunu bilen Aydemir-Gürcan ikilisi erken davranmak gereğini duyarak, 27 Mayıs öncesi Harbiyeli’nin öğrenci gençliğinin yanında yer alıp yürüdüğü 21 Mayıs günü, İsmet İnönü’ye verdiği cevap olan ”Harbiyeli Aldanmaz’ı” parola yaparak harekete geçmişlerdir.



Üniformalarını giyerek başlattıkları bu hareketin dünya tarihinde örneği yoktur. Harbiyeliler ve Askeri Birlikler 1 yıl önce emekli olan bir albayın ve binbaşının yanında saf tutmuşlar, karşı devrimci hükümet güçleriyle sabaha kadar çatışmışlardır.

Sonuçta 22 Şubat 1962’ de oyuna getirilip emekli edilen Albay Talat Aydemir ve Süvari Binbaşı Fethi Gürcan öncülüğünde ayaklanan ihtilalci güçler yenilgiye uğrayarak tasfiye edilmişlerdir. İhanetler yüzünden yenilmişlerdir. Yüzlerce genç subay ve 1468 Harbiyeli hapislere atılarak ordudan atılmıştır. Talat Aydemir ve Fethi Gürcan devrimci düşüncelerini haykırarak yiğitçe idama gitmişlerdir.
PENTAGON KOMUTLU

Direnişlerin kırılmasından sonraysa gün uğursuzun olmuş ve daha sonraki 12 Mart 71, 12 Eylül 1980 gibi Pentagon komutlu ve kontrgerilla uygulamalı vahşet darbeleriyle açılan dönemler başlamıştır.

27 Mayıs yenilmiştir. Kuşatma tamamlanmış ve ordu içindeki direniş kaleleri de ağır bir darbe yemiştir. 1960’da Yassıada kayalığına kapatılan Demokrat partinin devamı olduğunu açıkça belirten Adalet partisine yollar açılmıştır. Türkiye finans kapital cephesi yine üsttedir. Mendereslere karşı iki ihtilalci lider idam edilmiştir. Daha bir yıl önce Adalet partisinin iktidara gelmesi durumunda, Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir’le birlikte ihtilal yapmayı planlayanlar, protokoller yapanlar bu idamlara yol vermişlerdir.

TALAT’IN ÜÇ BUÇUK ADAMI

Tüm bu işlemler devlet başkanı ve ordu hiyerarşisini yedeğine alan İsmet Paşa tarafından gerçekleştirilmiştir.

21 Mayıs ayaklanması, İsmet Paşanın ihtilal gecesi yaptığı radyo konuşmasında söylediği gibi “Talat’ın üç buçuk adamı “ çizgisinde iktidar hırsı olan maceracı bir avuç subayın girişimi olarak gösterilip üstü hızla ve titizce örtülmüştür.

9 Mart girişimi ve onun sokağa çıkmadan bastırılması dikkatlice incelendiği zaman, 21 Mayıs’a bu muamelenin niye uygulandığını çok açık kavrayabiliriz. 22 Şubat öncesi ordu içinde kurulan illegal “silahlı kuvvetler birliği”nin hazırladığı ihtilal protokollerinde Albay Talat Aydemir ile birlikte imzaları olan general ve amiraller, sonuçta İsmet Paşa ile anlaşıp tasfiyeyi gerçekleştirmişlerdir.

Eski ihtilalci taşeronlarda önce örgütlenmenin etrafında dolaşıp sonra bazıları isimlerini unutturarak , bazıları ispiyonculuk yaparak yeni bir askeri darbede görevlerini yerine getirmek üzere hiç yara almadan mevzilerine dönmüşlerdir. 9 Martın 12 Mart’a dönüşmesinde aşağı yukarı aynı general ve amiraller daha kritik mevkilerde, aynı taşeronlarda devrimci maskelerini takarak görevlerini ifa etmişlerdir.

HİYERARŞİ DIŞI GELENEK

21 Mayıs 1963 ülkemizde 1960-71 sürecinde önemli bir kilometre taşıdır. 27 Mayıs’ın gelgitleri durulmuş, ordu yeniden kontrol altına alınmıştır. 21 Mayıs öncesinde Ankara ve İstanbul sokaklarında 27 Mayıs’ı sahiplenen gençler için bir dönem kapanmıştır. Gençler kitleler halinde sosyalist hareketin içine doğru akmaya başlamıştır.
1962 ve 1963'deki başarısız darbe girişimlerinin ve 12 Mart öncesinde gündeme gelen "sol" cunta denemelerinde de görüldüğü gibi, 27 Mayıs depremi “sistem”in "normal işleyişini", ”statüko”yu bozmuştur.

Amerikancı bir yapı içerisinde şekillendirilen Türk ordusu içinde -egemen sınıfların, askeri kliğin ve emperyalizmin ortadan kaldırmak ve kökünü kazımak için çaba göstereceği- bir hiyerarşi-dışı askeri darbe geleneği de yaratmıştır.

SOSYAL UYANIŞ

61 Anayasasının getirdiği hak ve özgürlükler ve bütün bu açılımlar karşısında sistem savunucularından dönemin Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın ifadesiyle “Sosyal uyanış, ekonomik kalkınmanın önüne geçti. Türkiye hiçbir zaman sokağa bırakılamaz, her şeyi biliyoruz, hazırız; ne yapılacaksa biz yapacağız” denilmiştir.

Gerçektende, özellikle ordu ve üniversite gençliği içerisinde gelişen devrimci hareketin, “sosyal uyanışın” kitleselleşmemesi, işçi sınıfı ve emekçilerle organik bağı oluşturarak tabandan gelişecek ciddi bir siyasi örgütlenmeye dönüşmemesi için ne gerekliyse yapılmıştır.

İlerideki sayfalarda anlatacağımız gibi :

1. Solda ve sağda kendi kontrollerindeki sahte liderler lanse edilmiş, sistem dışı dinamiklerin, bu sahte liderler etrafında toplanılarak sisteme entegre edilmesi ve edilemeyenlerin tesirsiz hale getirilmesine çalışılmıştır.
2. Sivil sağ gruplar örgütlenerek, sol güçlerin üzerine saldırtılmıştır.
3. Grupların içersine ajan provokatörler sokularak, onları, kitleden kopartacak, halkın onlardan uzaklaşmasını sağlayacak, şiddete yöneltecek provokasyonlar düzenlenmiştir.
4. Provokatör örgütler kurulmuş, bu örgütlere provokasyon amaçlı etkinlikler yaptırılmıştır.
5. Devlet destekli, “faili belli”, ama bir türlü bulunmayan cinayetler işletilmiştir.
6. “Böl, parçala, yok et” yöntemiyle, “sistem” elindeki ve/veya denetimindeki tüm olanakları –MİT, CIA, Medya, Sivil Toplum Kuruluşları – kullanarak; devrimci güçler arası fikir farklılıkları derinleştirilmeye çalışılmış, gruplar arası düşmanlık körüklenerek, gruplar birbirlerine saldırtılarak, güçlerin bölünmesi, zayıflatılması ve giderek marjinalleşmesi sağlanmıştır.
7. Devrimci örgütler, kapatılarak, üyeleri hapsedilerek, işkenceden geçirilip, öldürülerek fiilen yok edilmeye çalışılmıştır.

Bu Blogda Ara