6. BÖLÜM
YÜKSELEN DEVRİMCİ DALGA
Uyanış-Örgütlenme-Mücadele
GENÇLİK, GENÇLİK...
Gençliğin desteğini alarak yapılan 27 Mayıs İhtilali ile gençlik popüler bir konuma geldi.
Dönemin gençlik örgütleri Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT), Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF), Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) 27 Mayıs’ı destekliyorlardı.
27 Mayıs’tan sonra oluşturulan Kurucu Meclis’te gençliğe de yer verildi ve 1961’de yürürlüğe giren 27 Mayıs Anayasası’nın oluşumunda gençlik kuruluşlarının da görüşleri alındı.
61 Anayasası gelince sola örülen duvarlar büyük ölçüde yıkılmış, kısmı bir demokratik ortam doğmuş ve o güne kadar serbestçe tartışılamayan düşünceler tartışılabilir hale gelmişti. Her çeşit sol kitap artık yayınlanabiliyor, okunuyor ve tartışılıyordu.
1960'lı yıllar halk kitlelerinin özgürlükleri ve hakları konusunda bir uyanışı yaşandığı yıllardır. Kuşku yok ki bu uyanışın ve buna bağlı taleplerin ileri sürülmesine olanak sağlayan (sonradan egemen güçlerin `lüks' diye nitelendirdikleri) 27 Mayıs Anayasası’dır. Bu Anayasa, basın özgürlüğüne, yargının bağımsızlığına, sendikal haklara, üniversite özerkliğine ilişkin yasalarla en azından sosyalist teorinin geniş zümrelerce tanınması ve pratiğe geçirilebilmesi için gerekli ortamı hazırladı. Bu yıllar sosyalizm ile ilgili bir faaliyetin çığ gibi büyüdüğü, yabancı dillerden kitapların çevrildiği, sol teorinin dergilerde hararetle tartışıldığı ve 51 ilde seçimlere katılan Türkiye İşçi Partisi'nin, yüzde 2.83 oy alarak 15 milletvekili ile parlamentoya girdiği yıllardır.
TİP MİLLETVEKİLLERİ
10 Ekim 1965 Miletvekili Genel Seçimi sonuçlarına göre 15 TİP milletvekili, seçildiği iller ve aldığı oylar şu şekildeydi. Ali Karcı - Adana 7926 oy, Rıza Kuas - Ankara 20264 oy, Tarık Ziya Ekinci - Diyarbakır 8867 oy, Yahya Kanbolat - Hatay 5371 oy, Mehmet Ali Aybar, Çetin Altan, Sadun Aren - İstanbul 49422 oy, Cemal Hakkı Selek - İzmir 15840 oy, Adil Kurtel - Kars 9333 oy, Yunus Koçak - Konya 6752 oy, Yusuf Ziya Bahadınlı - Yozgat 7086 oy. 11 milletvekili olarak kesinleşen bu sayıya daha sonradan artık oyların partilere göre dağılımının hesaplanması sonucunda eski Milli Birlikçilerden Muzaffer Karan Denizli'den, Şaban Erik Malatya'dan, Kemal Nebioğlu Tekirdağ'dan, Behice Boran Urfa'dan milletvekili olarak TBMM'ye girdiler. TİP'in geliştiği yıllarda ABD Vietnam'da batağa saplanmıştı. Türkiye'deki ilerici insanlar, tüm dünyada olduğu gibi bu büyük bağımsızlık direnişinden etkileniyorlardı.
TİP, Vietnam sergileri açtı. TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, ABD'yi Vietnam'daki suçları nedeniyle yargılayan ''Russel Mahkemesi'' nin üyesi seçildi.
O güne kadar mevcut sistem içerisinde klasik “düzenden yana iktidar” ve “düzenden yana muhalefet” ikilemine paralel olarak oluşturulan, devletten maddi destek gören yarı resmi öğrenci derneklerinin yanı sıra, fikir kulüplerinin kurulmasıyla, kurulu düzene emekten yana bir bakışla eleştiri getirecek gençlik örgütlerinin temelleri atılıyordu.
27 Mayıs’tan sonra gençlik ile ordu gençliğinin iktidarı arasında görülen uyumlu ilişkiler, İsmet İnönü’nün Başbakan olarak görev yaptığı 15.10.1961 da kurulan CHP-AP koalisyonu ve diğer CHP ağırlıklı iktidarlar süreci içerisinde yeniden uyumsuzluğa dönüştü. CHP ağırlıklı iktidarlar 61 Anayasasının öngördüğü reformları yapmadıkları gibi, kendilerini destekleyen gençlere de umut verecek herhangi bir girişimde bulunmadılar. Üniversite harçlarının arttırılması ile de gençliğin tepkisini üzerlerine çektiler. Harçların arttırılması MTTB ve TMTF gibi gençlik kuruluşlarının yayınladıkları bildirilerle protesto edildi.
1965’ten itibaren gençlik eylemlerinin genellikle düzeni sorgulamaya başlaması ve “düzene karşı” eylemlere yönelmesi ve “anti-emperyalist” bir yön almasıyla gençler “düzen” partilerinden uzaklaşmış ve giderek tamamen karşıt bir noktaya gelmiştir. Bundan sonra iktidarlarca gençliğe hep “potansiyel suçlu“ olarak bakılmış, haklı eleştirileri dikkate alınacağı, sorunlarına çözüm getirileceği yerde, yüksek öğrenim gençliğinin kendisi bizzat “sorun” olarak görülmüştür.
27 Mayıs 1960 sonrası siyasi arena oldukça hareketlidir. Özellikle sol kesimde gençliği örgütlemek, kendi saflarına çekmek için yoğun bir çaba vardır. CHP, TİP ve daha sonra MDD grubunu oluşturacak olan TİP dışında kalmış eski tüfekler ve YÖN grubu, bu yönde en fazla çaba gösterenlerin başındadır.
Gençlik 27 Mayıs öncesi pratiğiyle, toplumdaki dinamik rolünü ve taşıdığı potansiyeli ortaya koymuş, bu yanıyla 27 Mayıs sonrası toplumsal dinamiği yönlendiren en hareketli kesim olmuştur.
SOSYALİST KÜLTÜR DERNEĞİ
Bu dönemde Gençlik dışında kurulan önemli bir Dernek de Sosyalist Kültür Derneği’dir. Daha sonraları bir arada olmaları giderek zorlaşacak isimler, 18 Aralık 1962 de kurulan bu dernekte bir araya gelmişlerdi. Osman Nuri Torun, Atila Karaosmanoğlu, Cahit Tanyol, Necdet Erder, Hilmi Özgen, Nurettin Şazi Kösemihal, Hüseyin Korkmazgil, Nihat Türel, Tarık Ziya Ekinci, Erdoğan Alkin, Işıl Ersan, Mükerrem Hiç, Merih Teziç, Metin Sözen, Gülten Kazgan, Cemal Reşit Eyüboğlu, Güney Özcebe, Doğan Avcıoğlu, Nejat İzar, Türkkaya Ataöv, Erhan Işıl, Mümtaz Soysal, Niyazi Ağırnaslı, Galip Aknil, Mehmet Selik, Aslan Başer Kafaoğlu, Müşerref Hekimoğlu, A.Sırrı Hocaoğlu, Şevket Süreyya Aydemir, Reşat Titiz, Yahya Kanbolat, Sadun Aren, Seyfi Demirsoy, İdris Küçükömer, Fakih Özfakih, Asaf Ertekin, Abdullah Kızılırmak, Hamdi Konur, İlhami Soysal .
AJAN-HIZLI DEVRİMCİ
Bu kadar farklı siyasetten önemli isimler bir araya gelir de ajanlara görev düşmez mi? Mahir Kaynak da kurucular arasındaydı.
Bu ortamda üniversitelerde, TİP’e sempati duyan öğrenciler tarafından fikir kulüpleri kuruluyor ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF)’nde olduğu gibi daha önce var olan kulüplerde bu gençler etkin olmaya başlıyordu.
SBF Fikir Kulübünün yanı sıra 8.2.1963’de İstanbul Hukuk Fakültesi Fikir Sanat Kulübü, 2.5.1963’de İktisatlılar Fikir kulübü kurulur. Mahir Kaynak burada da başroldedir. Kulübün Yönetim Kurulu şöyledir. Mahir Kaynak (1.Başkan), Şuayıp Dilmen (2.Başkan), Işıl Ersan (Sekreter), Nihat Başaran (Muhasip), Üyeler: Erdoğan Aklan, Erol Manisalı, Yıldız Turan, Fikret Özkan, Mehmet Oğuz Yazıcı.
Şüphesiz ki, Mahir Kaynak örneğinde olduğu gibi, “ajanlar” da bu örgütlere “temelden” yerleşiyorlardı. Deşifre olmasına rağmen günümüzde bile, bir şekilde işlev gören Mahir Kaynak 60’lı yıllardan “deşifre edildiği” 71 yılına kadar, “hızlı devrimci” rolündedir.
İstanbul’da kurulan örgütlerin kuruluş çalışmalarında da vardır. Devrimci Öğrenci Birliği(DÖB)’ün, Demokratik Devrim Derneği’nin, Pahalılıkla Mücadele Derneği’nin kuruluş çalışmalarına katılacaktır. Devrimcilerin yaptığı toplantılarda, en keskin konuşmaları yapanlar arasındadır. Konuşmalarında sık sık “Devrimci mücadelenin gücü silahtır. Silahsız mücadele başarıya ulaşamaz: Pasifizm’e son verelim.” türü kışkırtıcı cümlelere yer vermektedir.
ONLAR ORTAK, BİZ PAZAR
Türkiye ile AET’yi Gümrük Birliğine götürecek ve tam üyelik görüşmelerini başlatacak Avrupa Topluluğu (AT) ile Türkiye’nin ortaklık ilişkisini belirleyen Ankara Anlaşması, Yunanistan’ın toplulukla yaptığı ortaklık anlaşmasından iki yıl sonra, 12 Eylül 1963’de imzalandı. Türkiye ve Yunanistan’la akdedilen bu anlaşmalar, daha sonra yapılan ortaklık anlaşmalarından farklı olarak, iki ülkeye de tam üyelik hakkı tanımış ve ortak üyeliği tam üyeliğe yönelik bir süreç olarak öngörmüştür.
1963’de imzalanıp Aralık 1964’de yürürlüğe giren Ankara Anlaşması ile başlayan Türkiye-AB (o zamanki AET) ilişkileri, giriş döneminin ardından, “geçiş” dönemini yürürlüğe koyan, 1973 tarihli “katma protokolle” gelişme göstermiş ve 6 Mart 1995 tarihli Ortaklık Konseyi Kararı (OKK) ile de 1 Ocak 1996 tarihinde “Gümrük Birliği” (GB) sürecine girilmiştir.
AB-Türkiye ortaklığının temelini atan 1963 Ankara Anlaşması'nda öngörüldüğü gibi, Gümrük Birliği (GB) 1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
YORGUN DEMOKRAT
AB konusundaki tartışmalar, bugün de sıcaklığını koruyor. Bu konuda çok net olarak algılanmasını istediğimiz bir konu var.
Bugün de sistem ekonomik ve siyasi kriz içinde. “Sistemi Savunanlar” Avrupa Birliği konusunda odaklanan bir çatışmanın içerisindeler. Bir yanda ABD ve AB’ye koşulsuz teslimiyeti savunan, sistemin çıkmazının bu yolla aşılacağını, kendi sınıfsal çıkarlarının böylelikle korunabileceğine inanan bir grup. Bu grup, dış politikayı ABD’ye, ekonomiyi IMF’ye, hukuku ve demokrasiyi AB’ye teslim etmek istiyor. “Serbest dolaşım” hakkının verileceğini, serbestçe Avrupa ülkelerine giderek iş bulacaklarını, karınlarını doyurabileceklerini sanan halkımızın bir kısmı ile; özlemleri olan ve fakat bir türlü gerçekleşemeyen, demokrasiye, insan haklarına, özgürlüğe kavuşulabileceğini sanan “yorgun demokratlarımız” bunların peşinden sürükleniyor.
Diğer yandan, üretmeden tüketen, bugünkü sistemin kötü koşullarından beslenen, bu sistemin rantını yiyen ve bu sistemin bu haliyle aynen korunmasını ve kendi ayrıcalıklarının sürmesini, statülerinin korunmasını isteyen grup var. Yıllardır, diğerleri ile iktidarı paylaşan, ülkeyi içinde bulunduğumuz bataklığa sürükleyen bu grubun AB’ye karşı görünmelerinin nedeni, asla emperyalizme karşı bir duruş, sömürüye ve ülkenin sömürgeleştirilmesine bir karşı çıkış değil; ayrıcalıklarını ve statülerini kaybetme ve çıkarlarını başkalarıyla paylaşmanın telaşıdır.
Bugüne damga vuran bu iki çıkar grubunun çatışmasıdır. Yurtseverler, bu iki çıkar grubuna karşı da mücadele etmek durumundadırlar. Sisteme karşı olmadan AB’ye karşı çıkılamayacağı gibi, AB savunularak, IMF’ye ve sömürüye karşı çıkılamaz.
Ulusunu seven, ülkenin sömürgeleştirilmesine, yağmalanmasına ve yağmalatılmasına karşı çıkan; bağımsızlıktan, demokrasiden ve emekten yana olan insanların ilkesiz beraberliklerden, sapla samanın birbirine karıştığı kamplaşmalardan uzak durması gerekmektedir. Gerçek yurtseverler, AB teslimiyetçilerine karşı verdikleri mücadelenin yanısıra, madalyonun diğer yüzünde yer alan, statükoyu korumak, despot iktidarlarını sürdürebilmek için AB’ye karşı duruyor görüntüsü veren çıkarcılara ve etnik milliyetçi çevrelere karşı da mutlaka mücadele etmek zorundadırlar. Bunlar da, emperyalizme atılacak her tokattan mutlaka nasiplerini almalıdırlar.
İMZA’NIN KAZIĞI
1964 Mayısında meydana gelen Kıbrıs bunalımında Amerika Birleşik Devletleri Cumhurbaşkanı Johnson’un mektubuyla ABD emperyalizminin çirkin yüzü gözler önüne seriliyor ve gençlerin eylemleri anti-Amerikan bir yön alıyordu. Kıbrıs bunalımı ve Johnson’un mektubuyla Türkiye gündemine gelen Türk-Amerikan ilişkileri gençler arasında tartışılıyor, ulusal ilişkiler, ikili anlaşmalar, üstler, altıncı filonun ziyaretleri panellerle, forumlarla, açık oturumlarla görüşülüyor, Vietnam savaşının da etkisiyle Amerika’ya duyulan kızgınlık giderek eyleme ve öfkeye dönüşüyordu.
ABD emperyalizmine bağımlılığın, ikili anlaşmaların ve Amerikan yardımlarının gerçek yüzünün ne olduğu 1964 Haziranında “Kıbrıs Buhranı” sırasında açıkça anlaşılır hale gelmişti.
Askeri alanlarda yapılan anlaşmalarla Türk ordusunun elinin kolunun bağlandığı, Türk jetlerinin Kıbrıs’ı bombalaması üzerine dönemin ABD başkanı Johson’un İnönü’ye gönderdiği mektupta çok kaba bir üslupla Türk hükümetine hatırlatılıyordu.
“... Bay Başkan, Türkiye Cumhuriyeti ile ABD arasında imzalanan askeri yardım hususuna dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye ile aramızda mevcut bulunan askeri yardımın veriliş maksadının dışından gayri maksatlarla kullanılması için hükümetinizin Birleşik Devletlerin iznini alması gerekmektedir. Hükümetinizin bu şartı tamamen anlayacağını ve Birleşik Devletlerden aldığı tüm askeri teçhizat, mühimmat vs.’yi “Kıbrıs”a kullanacak olursa, ABD’nin bu duruma kesinlikle izin vermeyeceğinin ...”
Kurtlar kuzu postlarından yavaş yavaş soyunmaya başlıyor ve Türkiye halkının büyük tepkisini çekiyordu.
Acaba suçlular sadece Amerikalılar mıydı? Ülkeyi bu denli bağımlı hale getirenlerin, ikili anlaşmalara imza atanların, bu anlaşmayı mecliste onaylayan milletvekillerinin hiç mi suçları yoktu? Hatta Johson’un 12 Temmuz 1947 yılında yapılan Askeri Yardım Anlaşmasına atıf yapan bu ünlü mektuba “....Yeni bir dünya kurulur, Türkiye bu dünyada yerini bulur.” diye cevap veren İnönü, bu anlaşmadan habersiz miydi?
Amerika’yla yapılan ikili anlaşmalarla ülkemizin savunması, eğitimi, üretimi, ticareti bütünüyle Amerika’ya bağımlı hale getirilmişti. Türk Silahlı Kuvvetlerinin hemen hemen bütün silah ve teçhizatı Amerika Birleşik Devletlerinden karşılanmaktaydı. Bazı Amerikan subay, astsubay ve erleri uzman adı altında silahlı kuvvetlerin birlik ve karargahlarına atanmaktaydı. Sayıları 108’e yükselmiş ve Türk generallerinin bile giremediği yurdumuzun dört bir yanına yayılmış Amerikan üsleri, herhangi bir savaşta Türkiye’yi açık bir hedef noktası haline getirmekteydi. Birinci Dünya Savaşına Alman savaş gemilerince nasıl sokulduğumuzu İsmet İnönü unutmuştu herhalde. Yoksa bile bile bu ihaneti yapmazdı.
TESİS DENİLEN ÜSLER
1963 yılında 3'üncü Ordu Komutanı olan Orgeneral Refik Tulga, Trabzon'daki Amerikan üssüne gider.
Üs komutanı Amerikalı Albay, Orgeneralimizi üsse sokmaz.
Olayı Orgeneral Refik Tulga'nın kendi kaleminden okuyalım (dikkat edelim olay, 1963 yılında olur. Paşamız 6 sene susar. 1969 yılında konuşma gereğini duyar. Refik Tulga, 21 Mayıs 1963 olayının destekçilerindendir. Hareket yenilgiyle sonuçlanınca iktidar yanında yer alır. Mükafat olarak yükselmeye devam eder. Bu kişilerin yükselen sol düşünce etkisiyle ortaya çıkmaları dikkat çekicidir.)
Orgeneral Tulga, 1969 yılında olayı, "Devrim Gazetesi"ne şöyle anlatmıştı:
"Üs komutanı albay, bizi büyük bir merasimle karşıladı. Albay, kantin, kulüp, yemekhane, mutfak gibi tesisleri gezdirdi. Biraz ötede etrafı demir kafesle çevrili gerçek üsse doğru ilerledim. Amerikalı albay yolumu kesti:
- Giremezsiniz, buraya ancak Amerikan uyruklu yetkililer girebilir...
- Ben ordu komutanıyım. Bulunduğumuz bölgede giremeyeceğimiz yer olamaz...
- Emir böyle...
- Bu hükümranlık haklarımıza tecavüz değil mi?
- Ama ikili antlaşmalar var... Bir viski almaz mısınız paşam?
-Hayır...
-Kıtayı denetleyecek misiniz?
-Hayır..."
KİŞİLİKSİZ POLİTİKA –USTA TİLKİ
Bu gibi olaylar ve Johson’un mektubu, “duyarlı” çevreleri harekete geçirdi.
Ancak CIA yönetimin her kademesine el atmıştır.
İsmet İnönü 1964 yılında “üst düzey bir toplantıda” çaresizlik içinde yakınır:
“Daha bağımsız, kişilikli dış politika izlenmesini istiyorsunuz. Herkes aynı şeyden bahsediyor. Nasıl yapacağım ben bunu?
Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar etraflı çalışmalarını yapacaklar, tekliflerini hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu?
Hepsinin etrafında uzman denen yabancılar dolu, muvaffak olamazlarsa, işi sürüncemede bıraktırmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar.
Bir görev veriyorum. Neticesi bana gelmeden Washington’a gidiyor. Sonucu memurumdan önce sefirden öğreniyorum. Böyle mi teslim ettik biz devleti? [Evet, ne yazık ki böyle teslim ettiniz. T.Ç.]
Bana şimdiye kadar bunlar tarafından hazırlanmış derde deva tek rapor gösteremediler. Hepsi yasak savma kabilinden şeyler. Ne yapıyorsak, kendi elemanlarımızla yapıyoruz. Peki, bu binlerce adam “avare kasnak” gibi mi dolaşıyorlar, elbette kendileri için önemli marifetleri var.
İstiklal harbinden sonra sulh anlaşmasında esas mücadele bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa, hudutlar fiili bir durum idi. Tazminat işini iki devlet aramızda hallederdik. Bütün mücadele idaremize tasallut yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için büyük tavizlerde bulunmaya hazırdılar.
Dayattık. Biz onların ne için ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar bizim niçin inatla reddettiğimizi biliyorlardı.
Böyledir bu işler. Peygamber edası ile, size dünyaları vaat ederler, imzayı attınız mı ertesi günü gelmişlerdir. [İmzayı 1947 de kim attı? T.Ç.]
Ondan sonra sökebilirsen sök…Gitmezler.
Ancak bu meselenin üstüne vakit geçirmeden eğilmek lazım. Yoksa ne bağımsız dış politika, ne bağımsız iç politika güdemez, havanda su döversiniz. Fakat zannetmeyin ki kolay iştir. Savuşturulan iki üç badire [6 Haziran 1961- 22 Şubat 1962- 21 Mayıs 1963 Ordu Gençliğinin direnmesi kastediliyor. T.Ç.] bunun yanında hiç kalır. Teşebbüs ettiğimizde başımıza neler geleceğini kestiremem.”
TEŞEBBÜS- MORRİSON
Aslında “Teşebbüs edenlerin başına neler geleceğini kestiren” İnönü, yaşamının ileri dönemlerinde, teşebbüs edenlerin başına neler geleceğini görecek ve yalnızca seyredecekti. Dahası, uygulamaları ve davranışıyla uygulayıcıların yanında yer alacaktı. 1963 de ordu gençliğini ezdiği gibi, 1971 de ordu-öğrenci gençliğinin ezilmesine destekçi olacaktı..
Bağımsız iç ve dış politikadan yoksun Türkiye, “havanda su dövmeğe” devam edecekti. “Havanda su dövülmesine” karşı çıkanlar ise; önce kendileri dövülecek, işkence görecek, cezaevlerine atılacak ve öldürüleceklerdi.
Kendisi; değil teşebbüs etmek, bu konulardaki “duygu ve düşüncelerini” söylemek gafletinde bulunur bulunmaz, ABD’nin gözünde “değer” yitiriyor ve yerine bir başkası aranmaya başlanıyordu. Belki de aranmıyor, ABD’nin her an yedeğinde tuttuğu, “alternatif”lerden biri piyasaya sürülüyordu.
Bir anda gazetelerin ilk sayfalarında ABD başkanı Johson’un yanı başında, mütebessim çehresi ve dolgun cüssesi ile “Muhteşem Süleyman” namı diğer “Çoban Sülo” arzı endam ediyordu. Ama ona en çok, devrimci gençlerin koymuş olduğu isim “MORRİSON Süleyman“ ismi yakışıyordu. Tarihe bu isimle geçecek olan ABD’nin MORRİSON Şirketinin yöneticisi Süleyman Demirel’i Başbakanlığa taşıyacak yolun kilometre taşları döşenmeye başlanıyordu.
RAHATSIZ’DAN RAHATSIZ
O sıralarda, Silahlı Kuvvetler içinde, İkili Anlaşmalarla Nato'nun kötü taraflarından rahatsız olan ve bunları düzeltmesini isteyen kimseler vardı.
Bu girişimi izliyen Amerikan Genelkurmay’ı da, “bu çalışmaları Türkiye'de kimlerin yürüttüğünü, çalışmaları başlatanların ve yürütenlerin adlarının saptanmasını” istemiştir.
O dönemde ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'ndeki Kara Ataşesi Albay Dickson'dur. Bu CIA ajanının "Gizli rapor"unu tabii Senatör Haydar Tunçkanat 7 Temmuz 1966 günü,TBMM Senato kürsüsünde açıklamıştı.
Bu "Gizli rapor"da Albay Dickson, Washington'daki "Ordu Karargah İstihbarat Dairesine şu bilgileri iletiyordu:
”Münakaşa edilmez bir gerçektir ki: memleketin politik hayatında ordu her zaman rejimin istikrarını tayin eden birinci derecede önemli bir faktör olmuştur. Hükümet darbesinden sonra [27 Mayıs’tan söz ediliyor T.Ç.] binlerce subayın ordudan çıkarılması, bizim askeri çevreler içindeki nüfuzumuzu ciddi surette etkilemiştir.” Buna bağlı olarak, bazı hükümet tedbirlerinin hazırlanmasına ve uygulanmasına paralel olarak, Rejime sadık olmayan devlet memurları ve "subaylardan" en tehlikelileri bir program dahilinde "tasfiye" edilmek üzere tespit edilmektedir... “
22 Kasım 1965 tarihinde Washington'daki "Ordu Karargah Dairesi", CIA Başkanlığı'na, Ankara'daki ve Atina'daki Amerikan Kara Ateşeleri'ne "Gizli" kaydıyla şu yazıyı göndermekteydi:
Türk Hükümeti ve Genelkurmayı tarafından,bazı Avrupa ülkelerinde askeri üsler yapılması için Amerikalılara sağlanan kolaylıkların şartlarıyla ilgili istihbarat faaliyeti şunları kapsayacaktır:
a-Böyle bir harekete gerçekten teşebbüs edilmiş midir?
b-Hareketi kim başlatmıştır?
c-Hareketin nedenleri?
Kılavuz: Askeri üsler için Amerikalılara sağlanan kolaylıkların şartlarıyla ilgili bilgi toplaması için Türk Genelkurmayı tarafından emir verildiği haber alınmıştır.
Dağıtım: Amerikan Elçiliği - Ankara Türkiye, (bilgi için)CIA, Amerikan Kara Ataşesi, Amerikan Elçiliği - Atina, Yunanistan.
Özel Talimat:
a) 20 Aralık 1965'te sona erecektir. Eğer paragraf 3'de daha önce bir talimat verilmemişse, istenilen bilgi o tarihte veya ondan sonra yollanacaktır.
b) Cevap verilme tarihi bildirilsin veya bildirilmesin yukarıda verilmiş olan öncelik derecesi kontrol faktörüdür.
c) Verilen tarihten sonra da bu konu ile ilgileneceği anlamı çıkmamalıdır. DASGIR-Ordu İstihbarat Dairesi'nin başka bir dairesi bu tarihten sonra da rapor edilmesini istemektedir. Herhalukarda bu gibi raporlarda yukarıdaki kontrol numarasından bahsedilmelidir.
d) Diğer talimat, bilgi için bir nüsha Yunanistan'daki ARMA'ya, Kılavuz için AIC Atina Soruşturma Merkezine iletilmelidir.
Genelkurmay İstihbarat Başkan Yardımcısı yerine
İmza
James E.Lazanby
Albay GS
Haberalma Şefi
TESBİT-TASFİYE
Ne gariptir ki, bu “tesbitler” ve “tesbit edilenlerin” tasfiye işlemleri “bir program dahilinde” ABD ve işbirlikçileri eliyle yürürlüğe konuluyor ve “Atatürkçü” komutanlarca uygulanıyordu.
Tasfiyelerden bir kısmını Uğur Mumcu'nun 10 Ocak 1975 tarihinde Yeni Ortam gazetesindeki makalesinden okuyalım:
“Amerikalılara sağlanan ayrıcalıklara karşı çıkan eski "Kara Kuvvetleri Plan ve Prensipler" Başkanı Tümgeneral Celil Gürkan da 16 Mart 1971 günü, "Türkiye'nin geleceğini ağır bir tehlike içine düşürmek" suçuyla devrilen Süleyman Demirel Hükümeti'nin imzasıyla emekliye sevk edilmiş, bir süre sonra da işkencecibaşı Orgeneral Faik Türün'ün emriyle elleri ve ayakları zincirlenerek Göztepe'deki işkence evinde sorguya çekilmiştir. Tümgeneral Celil Gürkan’dan bu yolla tasfiye olunmuştur!
Milli Savunma Bakanlığı Hukuk Müşaviri Hakim Albay Emin Değer, ikili antlaşmaları inceleyerek,bunların değiştirilmesi gerektiğini yetkililere bildirmiş ve Amerikalılara sağlanan ayrıcalıkların ortadan kaldırılması gereğini savunmuştur. Hakim Albay Emin Değer 16 Mart 1971 günü Ankara dışına atanmış, bir süre sonra da ordudan ayrılmak zorunda kalmıştır. Bu "tasfiye" de böyle gerçekleşmiştir! “
Tasfiyeler, Uğur Mumcu’nun anlattıklarıyla sınırlı değildi. İleriki sayfalarda anlatacağımız gibi binlerce “üniformalı”, “üniformasız” devrimci bu “tespit” ve “tasfiye”den nasiplerini alıyordu. Dahası, “tespit” edilemeyenlerin “açığa çıkartılması” için, “sağ”, “sol” sahte liderler ortaya atılıyor, “sanal” örgütlenmeler yaratılıyordu.
Güngör Türkeli 21 Mayıs olayları ardından “Talat Turhan’ın lider göründüğü “Genç Kemalistler Ordusu Davası” nedeniyle ordu ile ilişkisi kesilen hava üsteğmeni. Anısını dinliyelim…
HER DEVİRDE İHTİLALCİ OLMAYI BAŞARAN SADİ KOÇAŞ
Güngör Türkeli’den Bir Anı:
Yıl 1969. Genel seçimlerin bir ay öncesi. Anamur’dayım. Yerel ‘’ANAMUR Gazetesi’ni yayımlıyorum. Aynı zamanda TRT’nin de muhabiriyim. Bülent Ecevit CHP Genel Sekreteri. Seçim gezisine çıkmış. Anamur’a da geliyor.
TRT Haber Müdürlüğünden bir talimat: ’’CHP Genel Sekreteri Anamur’a geliyor. İlçe sınırlarında karşıla yaptığı her konuşmayı bize bildir.’’
CHP Anamur ilçe örgütünün önde gelenlerinden arkadaşım ve eniştem Yıldırım Nasuhoğlu’nun Mercedes otomobiliyle sayın Ecevit’i karşılamak üzere Aydıncık (Gilindire)’a gidiyoruz. Doğal olarak ilçe örgütünden de kalabalık bir grup var.
Aydıncık’da karşılıyoruz. Ecevit kısa bir konuşma yapıyor, vaktin daraldığını söyleyerek halkan özür diliyor ve Anamur’a doğru yola çıkıyoruz.
Sayın Ecevit’i Yıldırım Nasuhoğlu’nun aracına davet ediyorum. Çünkü Anamur’la ilgili en doğru bilgileri benim verebileceğimi söylüyorlar. Sayın Ecevit ‘’Benim ilkemdir; seçim gezilerimde Parti örgütünün araçlarına binmem. Güngör Bey! Siz benim araca gelin..’’ diyor. Zorunlu olarak kabul ediyorum.
Araçta önde Sn.Ecevit ve eşi Rahşan Hanım var. Arkada biz iki kişiyiz ancak ben yanımdaki kişiyi tanımıyorum. Bir ara Ecevit benim asker kökenli olduğumu öğrenince yanımdaki kişiyi tanıyıp tanımadığımı soruyor. Tanımadığım yanıtını veriyorum. Sayın Ecevit ‘’Siz nasıl askersiniz! Birbirinizi tanımıyorsunuz.’’ diye sert bir söylemde bulunuyor.
Sonra açıklıyor:’’Yanındaki kişi emekli Kurmay Albay SADİ KOÇAŞ.’’ diyor. Beni de Güngör Türkeli olarak tanıtıyor. Ben Sayın KOÇAŞ’ı isim olarak tanıdığımı söylerken sayın KOÇAŞ’da ‘’Ben Hv.Üsteğmen Güngör Türkeli’yi isim olarak biliyorum. Fakat bugün ilk kez karşılaşıyoruz’’ yanıtını veriyor Ecevit’e.
Anamur’dayız. Partililerin (CHP) yemekli toplantı düzenlediği Deniz lokantasındayız. Bu arada ben 22:45 haberleri için TRT’ye haberi geçiyorum. Hatta haberi Sn. Ecevit kendisi yazıyor ve haber aynen yayınlanıyor.
Yemekte Prof. Muammer Aksoy da var. Hararetli bir tartışmada tüccar Yıldırım Nasuhoğlu Ecevit’i ikinci bir Atatürk olarak niteliyor ve Aksoy da bu değerlendirmeye katılıyor.
Bu tartışmalar sürerken Sayın KOÇAŞ Ecevit’e ‘’Sayın Genel Sekreter, siz tartışmalarınızı sürdürün. Biz de Güngör’le şöyle bir kenarda asker-askere dertleşelim’’ diyor ve sayın Ecevit de onaylıyor.
Bir kenarda baş başayız. O günler 9 Mart olaylarının ön hazırlıklarının yoğun biçimde yapıldığı günler. En yakın arkadaşlarım bu olayın içindeler. Ayda bir kez bu çalışmaları izlemek üzere Ankara’ya geliyorum. Gelemezsem arkadaşlarım güvenli biçimde bana haber gönderiyorlar.
Sayın KOÇAŞ konuşma sırasında ‘’Bak Güngör... Siz orduda mağdur olmuş genç subaylarsınız. Bazı çalışmalarımız var. Sakın Anamur’dan ayrılma! Sizin itibarınızı iade edeceğiz. Sizi en ciddi biçimde onurlandıracağız. Sizler gerçek yurtsever ve Atatürk’ün tanımladığı kahraman subaylarsınız. Sen 150 kişilik İhtilal Konseyi’nin üyeleri içinde yer alacaksın. Ama bunu eşine bile söyleme ve Anamur dışına çıkma’’ diyor.
Ve ben Ankara’ya gidişlerimi erteliyorum.
9 Mart olayı 12 Mart olayına dönüşüyor, Sadi KOÇAŞ siyasi işlerden sorumlu Başbakan Yardımcısı oluyor. 17 Nisan 1971 günü radyoda yaptığı konuşmada o ünlü ‘’Makabiline Şamil’’ (önceyi Kapsayan T.Ç.) sözcüğünü kullanıyor ve Anamur’da ilk gözaltına alınan kişi de ben oluyorum.
“AKABİNE ŞAMİL”
17 Mayıs 1971 günü evimde kitap okuyordum. 11.45 ajansını dinlemek için radyoyu açtım. Spikerin tanıdık sesi:
- Şimdi hükümet başkanlığı tebliğini dinleyeceksiniz... dedi. Ben de kendi kendime:
- Hayırdır inşallah... dedim. Ve kulak verdim radyoya. "Başbakan idari ve siyasi işler yardımcısı" kartvizitli, emekli albaylarımızdan Sadi Koçaş beyefendi başladı konuşmaya:
- Makabline şamil kanun çıkarırız ha... Herkesi içeri alacağız... Asacağız... Keseceğiz... Mülki amirler emirlerimi dinleyin... Falan filan...
Emekli albay bas bas bağırıyordu:
- Anarşistlerle uzaktan yakından ilişkileri olanlar içeri alınmalı... Mülki amirler... Emirlerimi dinleyin.
Yine kendi kendime düşündüm. Bu Sadi Koçaş beyefendi, 13 Mart 1971 günü "Cumhuriyet Gazetesi"nde çıkan bir yazısında "eylemci" gençleri göklere çıkarıyor ve şunları söylüyordu:
- Memlekette yüzyıllardır bir soygun düzeni vardır. Hiç kimse bunun karşısına çıkmamış. Çıkanlar ya canından olmuş ya istikbalinden...Ama eski çamlar bardak oldu Türkiye'de. Bir kuşak yetişti ki bu ülkede, bilinçli, Atatürkçü... Dönen dolapların içyüzünü iyi anlamış ve önemlisi imanlı... Mücadele güçleri var ve mücadeleye kararlılar...
Böyle sürüp gidiyordu yazı. Bunu hatırladım. İçimden:
- Vay Sadi Koçaş efendi vay... dedim.( 7 Haziran 1974 - Yeni Ortam Kitaplarımı İsterim Uğur Mumcu)
BÜYÜKLERİMİZ
Uğur Mumcu esprili diliyle gençlerin başını yiyen 12 Mart’ın “büyüklerini” anlatıyor”:
NİHAT BEY GENÇLERİ SAVUNUYOR
Nihat Erim'in sosyalist olup, gerek Sosyalist Kültür Derneğinde, gerekse sosyalist eğilimli YÖN dergisinde yaptığı konuşmalar Engels, Marks, Castro, Lenin ve Sosyalist Hilmi'den sonra dünyanın bir sosyalist düşünür kazandığını belli ediyordu.
Erim'in sosyalist düşünceleri gelişirken, dünyada ve Türkiye'de işgal ve boykot eylemleri başlamıştı. İsmet Paşa, o günlerde “Her ikisinin de Allah belâsını versin. Boykot da, işgal de aynı şeydir” sözlerinin ilk kısmı duyulmadığından. “Boykotta işgal aynı şeydir” sözü üzerine çeşitli yorumlar yapılıyordu. O sıralar CHP Millet Meclisi grup başkan-vekili olan Erim Kürsüye fırlayarak şunları söylüyordu :
“Bu bir patlamadır, gençler yerden göğe haklıdır.”
Gençlerin bu eylemleri sürerken, patlama ve çatlama üstadlarından emekli kurmay albay Orhan Kabibay, Erim'in evine sık sık geliyor ve Erim, Kabibay'dan patlamalar hakkında ayrıntılı bilgiler alıyordu. O günlerde Erim'in evinde toplananlar arasında, Kabibay, emekli istihbaratçı Amiral Sezai Orkunt, emekli ihtilâlci Sadi Koçaş gibi devlet adamları bulunmaktaydı. Bu devlet adamları devletin nasıl kurtulacağı konusunda görüş alış verişinde bulunuyorlar, görüşler çoğunlukla Nihat Erim Beyin başbakan olması konusunda düğümleniyordu.
DEVRİMCİ ORHAN
O sıralar (13 Kasım 1961), liderlik için iki aday vardı. Biri, Alparslan Türkeş, ikincisi Orhan Kabibay.. Kabibay, liderlik sorununu nasıl çözecekti. Liderlik sorunu çözmek demek, Türkeş'i yenmek demekti. Türkeş'i tek başına yenemezdi. Öyleyse önceleri sahnede pek görünmemeli, Türkeş'in ortalıklardan çekilmesinden sonra liderliğini ilân etmeliydi.. Tamam, yola devam..
13 Kasım Darbesi'yle yurt dışına sürülen «14»ler yurt dışında birkaç toplantı yaptılar. Bu toplantılarda liderlik konusu karara bağlanmadı. Bunun yerine şöyle bir karar alındı. İhtilâlciler başka, başka partilere dağılacak, her biri ihtilâl çekirdeğini o partide kurup geliştirecekti. Yurda dönünce bu planı uygulamaya başladılar.
Türkeş, Numan Esin, Muzaffer Özdağ, Mustafa Kaplan, Dündar Taşer, Rıfat Baykal, Ahmet Er... Bunlar, kısa adı CKMP olarak bilinen Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne girerek, bu partiyi ele geçirecekler, «Orhan bir» ve «Orhan iki» CHP'ye girerek burada İsmail Arar, Nihat Erim, Sadi Koçaş, Kemal Satır gibi devrimcilerle CHP içinde ihtilâl grubu oluşturacaklardı.
AYDEMİR KIZIL KOMÜNİSTTİR
Kabibay, Türkiye'ye dönünce, ihtilâlcilerin Harp Okulu Komutanı Albay Talât Aydemir'in çevresinde toplanmakta olduğunu gördü. Ne yapmalıydı? Önce Aydemir için «Kızıl komünisttir» diye söylentiler yaymaya başladı. Kabibay'ın Aydemir için, «komünisttir» demesinin elle tutulur bir nedeni vardı. Çünkü Aydemir öğrencilere sosyalist eğilimli “Yön Dergisi” okutmaktaydı, yetmez mi?
Bu numara sökmeyince, taktik değiştirerek, Aydemir ile dostluk ilişkileri içine girmeye çalıştı. Ne de olsa Aydemir ile okul arkadaşıydı.. Üstelik yine. sınıf arkadaşları olan Kurmay Albay Dündar Seyhan ile Aydemir'in yakınlığı vardı!. Bu yakınlığı kullanarak, Aydemir ile kopan bağlarını yediden onarmaya çalıştı.
Aydemir o günlerin güçlü adamıydı. Kabibay, Aydemir’i kullanarak Türkeş'i tasfiye edebilir miydi? Aydemir, Türkeş'i tasfiye edecek, o da kolay kolay liderliğini yürütecekti..
22 Şubat ve 21 Mayıs ihtilâl girişimleri Kabibay'ın planlarını altüst etti. Aydemir idam cezasına çarptırılmış, Türkeş, Aydemir'i ihbar ederek, ihtilâlcilikten paçayı sıyırmıştı. Şimdi ne yapacaktı Kabibay?
GENİŞ CEPHEYİ SAVUNUYOR
21 Mayıs olayından sonra hemen bir «Durum muhakemesi» yapan Kabibay, CHP'de örgütlenmeye ve yayılmaya karar verdi. Bir yandan da devrimci gençlerle ilişki kurmayı ihmal etmiyor. Soranlara «Ben demokratik devrime inanırım» diyordu. Kabibay'ın «Geniş cephe» görüşü, parti içinde Nihat Erim, Kemal Satır, Orhan Erkanlı gibi liderler tarafından da paylaşılıyordu.
ERİM'İN KARARGÂHINDA
Günler ihtilâle gebeydi. Kabibay ise doğacak ihtilâl için tecrübeli bir ebeydi. Herkes artık Kabibay'ın ihtilâl yapacağı günün gecesini beklemekteydi.
Kabibay için o günlerde iki adres önemliydi. Birinci adres Nihat Erim'in Cinnah Caddesi üzerindeki apartmanı, ikincisi de Adapazarı'nda Çark Caddesi'ndeki bir komutanlık köşküydü., bir komutanlık köşkünde Kabibay'ın bir sınıf arkadaşı tümgeneral (Celil Gürkan Ö.G.)oturmaktaydı.
27 Mayıs ihtilâlinin «Orhan bir»i içinden gelen seslere kulak vermek istiyordu. «Devrim ister kan, başa geç sen Orhan - liderimiz Kabibay. devrim yapıyoruz vay vay.»
Kabibay'ın trafiği çok hızlanmıştı. Bir Adapazarı'na, Çark Caddesi'ne, bir Ankara'da Cinnah Caddesi üzerindeki Erim'in apartmanına..
12 MART BAŞ SPİKERİ SADİ KOÇAŞ
Siyasal tarihimizin son dönemde yetiştirip ortaya salıverdiği büyük devlet adamlarının başında Sadi Koçaş gelmektedir. Son yılların girdisini çıktısını Öğrenmek isteyen herkes Sadi Koçaş'ın hayatını, sanatını ve herşeyini öğrenmek zorunda oldukları çok açık bir gerçektir. Koçaş, siyasal yaşamını kapatıp gittikten sonra yayınladığı anılarla edebiyat tarihimize geçmiş ve «zavallı Necdet»ten sonra duygu dünyamıza yerleşmiştir.
Koçaş'ın yayınladığı anılar, bu büyük devlet adamının nasıl doğduğu, nasıl yürümeye başladığı, liseyi bitirip, Harbiye'ye nasıl girdiğini, sigaraya nasıl başladığını teker teker ortaya koyarak, yerli ve yabancı tarihçiler tarafından yıllarca araştırılan konuları gün ışığına çıkarıverdi.
KOÇAŞ FORMÜLÜ NEDİR?
Siyasal tarihimizde en bunalımlı dönemleri özet olarak imal ettiği formüllerle atlatmamızı sağlayan Koçaş'ın «formülü» neydi acaba?
Uzun araştırmalardan sonra elde ettiğimiz bulgulara göre, Koçaş formülü «ASSİVKO» şeklindedir. Bu nedir Allahaşkına dersiniz, hemen şu korkunç açıklamamızı okuyunuz:
Biliyorsunuz bazı terziler, hem asker hem de siviller için elbise dikerler. Bunlara «askerî-sivil terziler» denir. Koçaş, aynen asker-sivil terziler gibi düşünürdü. Biliyorsunuz, elbise için önce, ölçü alınır, sonra «prova» yapılır. Ondan sonra da elbise manken ya da elbise sahibi üzerinde «teyellenir», dikiş bundan sonradır.
Koçaş formülüne göre, bunalımlı dönemlerde toplumların üzerine asker elbisesi giydirilmelidir. Bunun için önce ölçü alınır. Ölçü alınırken çok dikkatli olmak gerekir. Çünkü insan yanlışlıkla başkasının ölçüsünü almaya çalışırken kendi ölçüsünü de alıverir.
Ölçü işi tamamlandıktan sonra, örneğin sıkıyönetim gibi, «provalar» yapılır. Parlamento içinden ve dışından seçilmiş üyelerle «partiler üstü hükümet» kurmak, askerî yönetimin “teyellenmesi” demektir. Teğerlenme işlemi başarıyla yapılırsa, bundan sonrası rejim değişikliğidir. Koçaş formülü “teyellenme” aşamasına kadar gelmekte, ondan öteye bir türlü geçmemektedir.
27 Mayıs İhtilâli olduğunda, Koçaş, Londra'daydı. Londra'nın sisleri içinde siyasal geleceğini gören Koçaş. hemen yurda dönmeye karar verdi. Fakat yine de biraz beklese iyi olacaktı. Hele şu kargaşa bir bitsin, ondan sonra gelir, eski arkadaşları aracılığı ile siyasal hayatta iyice bir yer alırdı.
İhtilâl lideri Cemal Gürsel ile arası bayağı iyiydi. Hatta 27 Mayıs İhtilâli'nden önce, bir Almanya gezisinde. Gürsel'in kulağına eğilip, “Paşam ister hiç de iyi gitmiyor” dediği, buna karşılık öteki “Ne yapalım?” sorusuyla karşılaştığında, “İyisi mi bir sigara yakalım” yanıtını verdiği, böylece ihtilâlin çekirdeğine girdiği sonradan anlaşılmış ve Koçaş tarihteki yerini almıştır.
KONTENJAN SENATÖRÜ OLUYOR
Koçaş Türkiye'ye dönünce. Güneydoğu illerimizde bir alaya komutan olarak atandı. Orada bir yıl bekleyecek, ondan sonra paşa olacaktı. Fakat Koçaş sabırsızdı. Siyasal hayatta biran önce rol oynamak istiyordu.
Kurmay Albay rütbesindeyken ordudan ayrıldı. Yıl 1961. Koçaş üniformasından soyunur soyunmaz. Cumhurbaşkanı Gürsel tarafından kontenjan senatörlüğüne getiriliyor, ancak kontenjan senatörlüğü» Koçaş çapındaki adamlar için çok küçük geliyordu.
Kabına sığamayan Koçaş, kontenjan grubuna da sığamamış, 1969 yılında Konya Milletvekili olarak CHP listelerinden Millet Meclisi'ne girmişti. Millet Meclisi'nde o sıralar, bacanağı Dr. Kemal Demir de bulunuyor, iki bacanak “arslan bacanak” diye birbirlerini mutlu yarınlara hazırlıyorlardı. Fakat önleri tıkalıydı. Prof. Turan Feyzioğlu, Ferit Melen, Emin Paksüt, Coşkun Kırca gibi devlet adamları sırada bekliyorlardı. Koçaş'ın bunların arasından sıyrılması çok güçtü.
Olaylar kendiliğinden gelişti. Feyzioğlu ve arkadaşları Güven Partisi hareketiyle CHP'den ayrılmışlar, meydan Orhan Kabibay ve Sadi Koçaş gibi iki büyük lidere kalmıştı.
GEL BAKALIM KOÇAŞ
Sadi Koçaş, bir gün arabasıyla genelkurmayım önünden geçiyordu. «Pat» dedi, lâstiği patladı. Koçaş, arabadan çıkıp, lâstiğe bakıyordu ki, yukarılardan bir yerden “Koçaş, Koçaş” diye seslenildiğini duydu. Baktı. Bağıran, seslenen Tağmaç değil miydi? Tağmaç, Harp Akademisi'nden hocasıydı. “Buyurun Paşam” diye yanıt verince, Tağmaç, “Gel bakalım Koçaş” diye ondan Genelkurmaya gelmesini istedi.
Koçaş o gün ve ertesi gün daha sonra bir iki gün daha Tağmaç'ı dinledi. Tağmaç dertliydi: Ülkede anarşi kol geziyordu. Aşağıda (aşağı dediği, bazı generaller ve albaylar) ihtilâl hazırlığı içindeydiler. Gürler, Batur, bunlarla temas halindeydi. Ne yapmak gerekirdi?
Ne yapmak gerektiğini en iyi bilen, hiç şüphesiz Sadi Koçaş'ın kendisiydi. Ne yapılacağını onbir sayfalık bir raporla Tağmaç'a bildirdi ve beklemeye koyuldu.
MUHTIRA GELİYOR- BAŞBAKAN YARDIMCISI OLUYOR
12 Mart Cuma günü muhtıra Türkiye radyolarından okundu. Muhtırada Demirel ve arkadaşlarının çekilmesi yerine «Koçaş formülü» gereğince «Partiler üstü bir hükümet» kurulması istenmekteydi.
12 Mart «Koçaş formülü» uyarınca kotarılmış ve uygulanmıştı. Bu uygulama içinde Kocaş'a da bir başbakanlık yardımcılığı düşmüştü. Fakat bu yardımcılık öyle Feyzioğlu'nun başbakan yardımcılığına benzemezdi. Bir kere adı görkemliydi: «Başbakan idarî ve siyasî yardımcısı»..
Koçaş'ın yayınladığı “ona dedim'ki, o bana dedi ki, öyle dememiş miydi, Allah Allah” adlı anılarının üçüncü kitabında, “Erim'e başbakanlığı ben teklif ettim” diye yazmış. Erim buna -şiddetle karşı koyarak, “hayır, ben o gün İtalya'daydım. Hem kim oluyor Sadi Bey” dedikten sonra, Koçaş'ın geçirdiği rahatsızlığı ima ederek, “O zaten hastadır” yolunda açıklamalar yapmıştı.
Koçaş'ın, Erim'e verdiği yanıtta, Koçaş'ın rahatsızlık geçirdikten sonra iyileştiği ve araba bile kullandığını, bunu gören Erim'in “Maşallah, Maşallah” dediği, böyle konuşan bir devlet adamının nasıl olup da bir süre sonra- bu söylediklerini unutmuş göründüğü soruluyor, “Bir daha sizinle aynı kabineye girersem, anam avradım olsun” deniliyordu.
Koçaş'ın kabineye girmesinin amacı reform yapmaktı. O günlerde tam reform yapacaklardı ki anarşistler İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom'u kaçırdılar. O günlerde İçişleri Bakanı İsmail Arar'dı.
KOÇAŞ RADYOYA KOŞUYOR
İsmail Arar, Koçaş'a «Albayım. Bi koşu radyoevine gidip, şunu bırakır mısın?» diye bir yazılı kâğıt vermiş, Koçaş da askerlikten edindiği alışkanlıkla «başüstüne» diyerek radyoevine koşmuştur.
Koçaş'ın eline verilen metin siyasî tarihe “makabline şamil kanun çıkarma bildirisi” olarak geçen ünlü belgeydi. Koçaş önce bildiriyi okutacak bir spiker aradı. Sonra düşündü. Sesi güzeldi. Spikerleri aratmazdı. O okusa ne olurdu?. Ve bildiriyi çatır, çatır kendisi .okudu.
“Kaçırılan başkonsolos bu bildirinin yayınlanmasını takip eden en kısa süre içinde derhal bırakılmadığı takdirde sözü geçen gizli örgüte uzaktan yakından ilişkisi bulunanlar ve masum gençlerimizi kışkırtıcı yayın ve sözleriyle kanunsuz hareketlere teşvik eden ve kimlikleri güvenlik kuvvetlerince öteden beri bilinen kimseler, sıkıyönetim sınırları dışında bulunsalar dahi, sıkıyönetim kanunu gereğince derhal gözaltına alınarak en yakın sıkıyönetim komutanlığına teslim edileceklerdir...”
MİT Müsteşarı Fuat Doğu, bu bildiriyi okuyunca önce gazetelerde gençleri öven, kışkırtan Sadi Koçaş'ı gözaltına aldırmak istedi amma tabii olmazdı. Ayıp olurdu. Bu emir gereğince binlerce aydın valiler tarafından gözaltına alınarak cezaevlerine dolduruluyorduk. Koçaş, sonradan bu olay için şunları yazdı:
“... Devletle pazarlık masasına oturan bir anarşist grubuna hükümet başkanı tarafından en yetkili hukukçu grubuna hazırlatılarak verilen ve kaçırdıkları diplomatı iade etmedikleri takdirde bunları koruyan ve saklayan ve tahrik edenlerin tutuklanmaları hakkındaki cevap üzerine bir kısım valiler, hükümet tarafından verilen sürenin sonunu dahi beklemeden tutuklamalara girişmiş ve olayla ilgisi olmayan yüzlerce vatandaşı tutuklanışlardır..”
Sadi Koçaş bu bildiriyi nasıl okumuştu? Neden okumuştu? Koçaş'ın Milliyet Gazetesi'nde çıkan anılarında bu konu enine boyuna tartışılmış, bu tartışma sonunda İsmail Arar'ın «Ben o gece Koçaş'ı işletmiştim» dediği iyice anlaşılmış, büyük devlet adamı Koçaş hazin bir şekilde aldatılmıştı. (Vah, vah.)
ULUSAL DAMAT METİN TOKER
Ünlü güldürü yazarımız Aziz Nesin ”damat” sözcüğünün, «dam» ve «at» hecelerinden türetildiğini. bu sözcüğün «dama at» anlamında kullanıldığını ileri sürmektedir. Yapılan araştırmalar, damatın “iç” ve “dış” olmak üzere ikiye ayrıldığını, dış damatlara, yani kendi evinde oturan damatlara, sadece «damat» dendiğini,, kayınpederinin evinde oturan damatlara da «iç güveyi» adı takıldığını ortaya koymuştur. İç güveyi ise, «başkasının evinde pijamayla oturan adam» demektir.
Çok partili hayatımızın demirbaşlarından ve NATO'nun ünlü avukatlarından Metin Toker, bilindiği gibi, Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa'nın damadı ve bu niteliği dolayısıyla da İsmet Paşa'nın evinde (ne evi canım, Pembe Köşk) pijamayla oturduğu için «iç güveysidir.
Metin Toker'in hayatındaki en büyük siyasal başarı, İsmet Paşa'nın kızı Özden Toker'le evlenmesidir.
Uzatmayalım. Özden İnönü ve Metin Toker, İsmet Paşa'nın izni ve Kasım Gülek'in kavliyle dünya-evine girmişlerdir. İşte Metin Toker'in siyasal geleceği bu evlilikten sonra birdenbire parlamış ye Toker bu evlilikle çok partili siyasal hayatımızın vazgeçilmez unsurları arasında yerli yerini almıştır.
…..
Gerçekten Erim,”İki» tarafı idare etmiş” 12 Mart muhtırasından sonra “toparlayıcı rol” oynayarak, büyük ilerici aydınları bir gecede toparlamıştır. (!)
Bu toparlama görevinde Metin Toker'e de iş düşmüştür. Toker düşmanca kin duyduğu Erim'in gelmişini, geçmişini unutmuş, Erim'den aldığı özel izinle, TRT ekranlarında “Sağda ve Solda Vuruşanlar” adlı müzikli, sesli gösteriyi kamuoyuna sunmuştur.
Böylece hukuk tarihinde ihbar dilekçeleri ilk kez, müzik eşliğinde TRT ekranlarına gelmiş oluyordu.
ALAFRANGA SAĞCILIK
Metin Toker'e bu yeni devrede elbette yeni bir görev düşecekti. Bu görev, “alafranga sağcılık” şeklinde tanımlanabilir. «Alafranga sağcı» komünizme şiddetle karşıdır. Alafranga sağcılık, «Alaturka sağcılığın» tam tersidir. Önce görünüşte uygardır. Her türlü siyasal akımın konuşulmasından yanadır. Alafranga sağcılığın kökeninde «Amerikancılık» yatar. NATO, alafranga sağcıların kalesidir.
Toker, alafranga sağcılıkta oldukça başarılı oldu. 12 Mart günlerine gelindiğinde elbette alafranga sağcıların sesleri yükselecekti. Ses yükseldi, yükseldi, taa televizyon ekranlarına kadar ulaştı. Oradan kamuoyuna yansıdı. (Ne ses be..)
KRİPTO HAFİYESİ
“Kripto” Metin Toker'in deyişi ile “Gizli Komünist” demekti. Kriptolar, her yeri işgal etmişlerdi. Basında Kriptolar vardı. TRT'de Kriptolar vardı. Sağda Kriptolar vardı. Solda Kriptolar vardı. Herşeyde Kriptolar vardı.
Toker, Kriptolarla karada, havada ve denizde mücadele verdi: “Sağda- ve Solda Vuruşanlar” adlı yazı dizisinde Kriptoları tek tek teşhir etti. Kriptoları tek tek teşhir eden Toker, NATO'yu, CENTO'yu ve de ne kadar Amerikancı askeri pakt varsa, bunları tek başına arslanlar gibi savundu.
“MAHİR” BİR “KAYNAK”
Vatan kurtarmak kolay iş değildir. Her önüne gelen vatan kurtaramaz... Vatan kurtarmak için belirli koşullar vardır. Bu koşullara sahip olmayan kimse, vatan kurtaramaz. Vatanımız, son yirmi-otuz yıldır, en az yirmibeş-otuz kerre kurtarılmıştır. Vatan kurtaranlar genellikle ikiye ayrılırlar. “Herkesin gözü önünde vatan kurtaranlar”, “Perde arkalarından vatan kurtaranlar”.
Herkesin gözü önünde vatan kurtaranlar sınıfına, Süleyman Demirci, Turhan Feyzioğlu, Faik Türün, Ali Elverdi, Orhan Kabibay, Fethi Çelikbaş gibi büyükler girer. Perde arkasından vatan kurtaranların başında yer alan bu kahramanımız, 12 Mart olayı dolayısıyla adı ortalığa dökülen emekli üsteğmen, müstafi öğretim üyesi, MİT görevlisi Mahir Kaynak'tır.
ORDUDAN ATILIYOR
Mahir Kaynak, Kilis doğumludur. 1934 yılında doğan Mahir Kaynak, 1953 yılında Kara Harp Okulu'nu beşincilikle bitirmiştir. Harp Okulu'nu böyle bir parlak derece ile bitiren Kaynak'ın Silâhlı Kuvvetler'de başarıdan başarıya koşması beklenirken, aaaa, bir de ne görüyoruz. Kaynak 1956 yılının aralık ayında ordudan çıkartılıyor.
Bu konuda çeşitli yorumlar yapılmış ve Mahir'in Silâhlı Kuvvetlerden neden çıkartıldığı araştırılmıştır.
Bir yoruma göre. Mahir o tarihlerde MİT'e girmiş ve kendisine ordudan ihraç edildiği süsü vermiştir. Bir başka söylentiye göre de Mahir bir Kürtçülük davasına adı karışmış, bu davadan kurtulurken MİT'e kaydını yaptırmıştı. Daha başka söylentiler varsa da, o kadarını yazmak istemiyoruz, üstümüze pek varmayın...
SOLCULUĞA BAŞLIYOR
Belli ki, MİT büyükleri, Mahir Kaynak'ın kişiliğinde “Mahir” bir “Kaynak” bulmuşlardır. Mahir'in ordudan ayrılmasının temel nedeni, Mahir'in bu üstün yetenekleridir.
Kaynak, ordudan atılınca hemen İstanbul İktisat Fakültesi’ne kaydoldu. Bir yandan da bazı basın kuruluşlarının kapısını aşındıran Kaynak, sosyalizme olan aşırı tutkusu nedeniyle dikkati çekti. İktisat Fakültesi'ni başarıyla bitiren Kaynak, aynı fakültede ilerici öğretim üyelerinin yanında asistanlık yapmayı çok istiyordu. Kaynak, girdiği sınavları başarıyla vererek, İdris Küçükömer ve Sencer Divitçioğlu'nun kürsülerine asistan oldu.
GÖREVİMİZ TEHLİKE
Mahir Kaynak'ın temel görevi, ihtilâlci akımları MİT Müsteşarlığına bildirmekti. Kimler ihtilâlci olabilirdi? Bunu belirleyip, saptamak görevi doğrudan doğruya, Mahir Kaynak'a bırakılmıştı.
Kaynak işe öğrencilerin arasına sızarak başladı. Akademik kariyerde doçentlik aşamasının kapısına kadar dayanan Kaynak, doçentlik tezi yazacağına,, bütün zamanını, öğrenciler arasında geçirirdi. Öğrencilerle sosyalizm üzerine tartışan Kaynak, burjuva düzeninin ancak ve ancak silâh kullanarak devrileceğini söyler ve «gerilla savaşı şarttır» derdi.
Öğrencilere, «Teoriyi yeniden keşfetmeyin. İşte-proleterya, işte burjuvazi... Siz gerilla yöntemleri öğrenin» yolunda öğütler veren Kaynak, bu yolda örgütler oluşturulmasını salık vermekteydi.
NATO'DAN ÇIKALIM YOLDAŞLAR
Devrimci derneklerce de tanınıp, sevilen Kaynak, Türkiye Millî Gençlik Teşkilâtı temsilcisi olarak 15-20 Haziran 1969 tarihleri arasında Romanya'nın Başkenti Bükreş'de düzenlenen bir toplantıda, dünyanın dört bir yanından gelen komünist gençlik örgütleri toplantısında konuşmasına şu cümlelerle başlıyordu.
“Yoldaşlar.. Böyle bir seminerde dikkatleri, askerî bir ittifak sonucu olarak ciddi tehlikelere maruz kalan bir ülke üzerine çekmek isterim. Hepinizin bildiği gibi, Türkiye NATO adlı saldırgan bir ittifakın, boyunduruğu altındadır. Ve bilindiği üzere NATO, ABD'nin iktisadî ve askerî sömürüsü üzerine inşa edilmiştir. Türkiye'nin komşu devletlerle ayrıcalık ifade edebilecek bir sorunu yoktur. Her şeye rağmen, Amerika'nın yönetimi altında bütçemizin üçte birini askerî masraflar için ayırma zorunluluğunda kaldık. Hükümetimizin onayı ile 32 bin kilometre alanı Amerikalılara verdik. Bu Amerikan üslerine Türk Genelkurmay Başkanı bile giremez.”
Mahir Kaynak, aynı konuşmasında Sovyetler'in Çekoslovakya'yı işgalini de haklı buluyor ve komünist ülke gençleri arasındaki dayanışmanın, Türkiye'yi de içine almasını öneriyordu.
DERNEK KURUYOR
Mahir Kaynak, 1968 yılında, devrimci gençliği etkisi altına alan demokratik devrim tezi görüşlerinin baş savunucularından biriydi. Kaynak, sadece bu görüşleri savunmakla yetinmedi, bir de bu adla bir dernek kurulmasına çalıştı ve sonunda derneği kurdurttu. «Demokratik Devrim Derneğinin İstanbul ilindeki kuruluş çalışmalarını yürüten Kaynak, derneğin kayıt defterlerini de elinde tutuyordu.
Bütün üyelerin adları, şanları ev ve iş adreslerini de böylece ele geçiren Kaynak, tabii hemen, bu belgelen MİT İstanbul Bölge Şefi’ne aktarmıştı bile... Bir süre sonra “Demokratik Devrim Derneği” İçişleri Bakanlığı tarafından kapatılmış ve Kaynak'a göre, “İhtilâlci çekirdek” saptanmıştı. Demokratik Devrim Derneği kapatıldıktan sonra Mahir Kaynak'ı “işsizlik ve pahalılıkla mücadele derneği”nde görüyoruz. Bu dernekler aracılığı ile Mihri Belli ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yla da dostluk ilişkileri kuran Kaynak, Halkevlerine kanca atmak istiyordu. Kaynak bunlarla da Yetinmemiş, devrimci öğretmenlerin oluşturduğu TÖS seminerlerinin vazgeçilmez konuşmacılarından biri olmuştu.
AMERİKA'DAKİ EĞİTİM
Mahir Kaynak, doktorasını yaptıktan bir süre sonra Birleşik Amerika'ya gitti. Birleşik Amerika'ya her giden yurttaş, gelişmiş hünerler edinerek yurda döner. Dr. Mahir Kaynak da öyle yaptı. Washington'dan Uluslararası Polis Akademisi'nde, “istihbarat” kursları gören Mahir Bey kardeşimiz, yaldızlı bir “Sertifika” ile yurda dönünce kendisine büyük kapılar şırak diye açılıyordu.
İlk amacı, komünist ihtilâli önlemek, ikinci amacı doçent olmak, üçüncü amacı da MİT’teki yerini iyice sağlamlaştırmaktı. Raporlarında «Üniversiteli» imzasını kullanan Kaynak, 12 Mart öncesinde önemli bir görev üstlenmişti: Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu'nun çevresini izlemek ve bu grubu tutuklatmak...
MİT DOSYASINDAKİ ADI: M-3445
“Üniversiteli” imzasıyla rapor yazan Mahir Kaynak'ın MİT içindeki adı “3445”olarak bilinirdi. M-3445 Madanoğlu'nun peşine düştü ve ağını kurdu. Önce devrimci yazarlarla dost olacak, bu dostluğu pekiştirecek, sonra da Cemal Madanoğlu ile bu yazarlar arasında bir siyasal örgüt yaratacak. Daha sonra da, General Madanoğlu'nu gerek Dr. Hikmet Kıvılcımlı, gerekse Mihri Belli ile tanıştıracaktı.
Kaynak sık sık seminerlerine katıldığı TÖS İstanbul Şubesi'nde yapılan bir toplantıya Madanoğlu ile birlikte gitmişti. Madanoğlu. TÖS tarafından yapılan konuşmaları pek beğenmemiş ve toplantıya katılan solculardan “asgarî müştereklerde birleşilmesini” istemişti. Madanoğlu'nun bu asgarî müşterekler sözü sonradan Kaynak tarafından MİT'e “askerî müşterekler” şeklinde yansıtılmıştır.
EN BÜYÜK BAŞARISI
Madanoğlu'nu adım adım izleyen Mahir Kaynak'ın en büyük başarısı Madanoğlu ile Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı tanıştırmış olmasıdır. TÖS toplantısını asgarî müştereklerde birleşin diye kısa bir konuşma yapıp, terkeden Madanoğlu, Kaynak tarafından “aman ayıp oldu paşam” eleştirisiyie karşılaşmıştı. Madanoğlu bu toplantıya Mahir Kaynak ve Prof. İsmet Sungurbey'le beraber gitmişti. Kaynak, “Paşam, toplantıyı yarıda kesip gittiğiniz, Sungurbey alındı” demiş ve paşadan Sungurbey'in gönlünü almasını istemişti.
Gönül alma işlemi, Madanoğlu'nun Kızıltoprak’daki evinde vereceği, bir yemekle olacaktı. Yemeğe Sungurbey, Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Mahir Kaynak, beraber gelmişlerdi. Geç saatlere kadar oturuldu, konuşuldu. Rakılar içildi.
TÜRK NAPOLYONU ALİ ELVERDİ
27 Mayıs Devrimi, Ali Elverdi'nin binbaşılığına rastlar. Binbaşı Ali, ihtilâli bütün gücüyle desteklemiş, ancak treni kaçırdığı için, ön saftaki ihtilâlciler arasında yer alamamıştı. Fakat önüne gelen bir tarihî fırsatı kaçırmadı, eski Cumhurbaşkanlarından Celâl Bayar'ın Kayseri Cezaevi'nden tahliye olduğu gün gösteri yapan bir ere tokat atarak ihtilâlciliğini ve inkılâpçılığını kanıtladı.
Elverdi, 27 Mayıs İhtilâli'ne yürekten bağlanmıştı. Bu bağlılığın kanıtlanması için önüne bir başka fırsat daha çıkmıştı. Yıl 1962. Devrimci gençler, AP'nin eski Genel Merkezi önünde gösteri yapıyorlar. Gösteri bir süre sonra saldırıya dönüşüyor. Göstericiler AP Genel Merkezi'ne girmek istiyorlar. Kapıda bir hırgür patlıyor. Bir kurmay yarbay, gözlüklü bir milletvekiline bağırıyor, “Devrim düşmanı. Devrim düşmanı.” Bu gözlüklü milletvekili AP Erzurum Milletvekili Cevat Önder, bu devrimci subay da 28'inci Tümen Kurmay Başkanı Ali Elverdi'ydi. Sonradan Elverdi ve Önder dost oldular. Ali Elverdi'nin oğlu İskender Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra, avukatlık stajını Cevat Önder'in yazıhanesinde tamamladı.
ELVERDİ İHTİLÂLCİLERE KARŞI
Ali Elverdi. Ankara'da 28'inci Tümen Kurmay başkanlığı yaparken. Albay Talât Aydemir'in adamları kendisine çengel atmışlardı. Elverdi'nin elinde Ankara'yı işgal planı vardı. 22 Şubat erken patlak vermiş ve çarçabuk bastırılmıştı. Koşullar yeni bir ihtilâle gebeydi. Ancak ortalıkta pek yetenekli ebe de görünmüyordu.
21 Mayıs ihtilâl girişimi gecesinde Ali Elverdi'nin yıldızı birdenbire parlamıştır. Tank Üsteğmeni İlhan Baş, Ankara Radyosu'ndan yaptığı anonsla ihtilâlin başladığını haber vermekteydi. Elverdi hemen bir jeep'e atlayarak, radyoevine girdi. Ankara Merkez Komutanı Orhan Çokdeğer, Elverdi'den önce radyoevine gelmiş ve ihtilâlci üsteğmenle yanındaki Harp Okulu öğrencilerini tutuklamıştı. Elverdi anons odasına girer girmez, her şeyi hazır buldu. Mikrofonu görünce önce “Bursa'nın ufak tefek taşları” diye başlayacaktı amma hemen kendine geldi ve bülbülleri kıskandıran sesiyle tarihî konuşmasını yaptı :
“Çapulcuların yaptığı hareket durdurulmuştur...”
Fakat aksilik bu ya, tam o sırada Üsteğmen Erol Dinçer komutasındaki bir manga radyoevine girerek, Elverdi'yi teslim almıştı bile.
ELVERDİ'NİN AYAĞI TAKILIYOR
Elverdi Harp Okulu öğrencilerini görür görmez, “Evlâtlarım, demek sizdiniz, bırakın hatamı düzelteyim” dediyse de pek inandırıcı olmadı. Elverdi yolda mızıldanıyor, mırıldanıyordu: “Sizdenim ben, yanlışlık oldu.”
Harp Okulu öğrencileri bu mırıldanmalara “Sabahın seher vaktinde Ali'yi gördüm, Ali'yi” türküsünü söyleyerek karşılık veriyorlardı, öğrenciler Elverdi'yi Albay Talât Aydemir'in karşısına çıkardılar.
Bundan sonrasını pek kimse bilmemektedir. Ali Elverdi'ye göre Aydemir, “Bir kahve içer misiniz?” demiş, Elverdi, “Bir orta rica edeyim. Bu yapılanları hazmedemedim. Bir de soda” diyerek hür demokratik rejimi korumuştur. Fakat bazı “Muzur eşhas”, Elverdi'nin, Albay Aydemir'e “Affet beni Albayım” dediğini yazmışlardır.
Aydemir, ihtilâl gecesi tutuklandıktan sonra, Elverdi'nin kendisine hakaret etmek istediğini anılarında şu şekilde anlatmaktadır:
“Elverdi... Benim önüme geldi ve (Senin kanını bu memlekete değil, Moskova'ya gömeceğiz) diye hitapda bulundu. Ve (tu) diye hücreye tükürdü. Ben de gayet sakin, (O belli değil daha) dedim. Benim elim kolum bağlı idi. Hücrede kilitli idim. O geceyi hatırladım. Ayaklarıma kapanmış, hayatını kurtarmam için yalvarmıştı...”
Yapılan araştırmalar sonunda, Elverdi'nin, Aydemir'in ayaklarına kapanmadığını, bu sırada büyük bir rastlantı sonucu ayağının halıya takıldığını ve bu sarsıntı sonucu dudaklarının Aydemir'in ayakkabılarına değdiğini ortaya koymuştur. (İş bu açıklama ilk kez yayınlanmakta olup her hakkı saklı ve üstelik de bayağı haklıdır).
Yine yapılan araştırmalarda. Talât Aydemir'in. Elverdi'ye tabancasını dayadığını, ancak Elverdi'nin iman dolu göğsünün ve de özellikle derisinin kalınlığı dolayısıyla kurşun işlemediği de anlaşılmıştır.
ELVERDİ'NİN YILDIZI PARLIYOR
Yarbay Ali Elverdi'nin bu cansiperane kahramanlıkları, ne yazık ki, altının değerinin düştüğü günlerde onsekiz ayar bir üstün liyakat madalyasıyla ödüllendirilmiştir. Oysa Yarbay Ali, Mareşalliği hakkettiği kanısındaydı.
Günler çabuk geçti. 12 Mart'a gelindiğinde Elverdi'yi, Tuğgeneral rütbesinde görüyoruz. 28. Tümen Komutan Yardımcılığı görevini yürüten Elverdi, 12 Mart Muhtırası'ndan hemen sonra Ankara 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanlığı'na getirilmişti. ( büyüklerimiz Uğur Mumcu)
AYDIN EMRE KONGAR’DAN “AYDINLATMA” YAZILARI
1. İŞTAHI KABARANLAR
“Ordu içindeki kıpırdanmalar 15 Ekim 1961'de yapılan seçimlerle durulmamıştı. 27 Mayıs darbesinin oluşturduğu örnek, darbe sırasında yurt dışında olduğu için iktidara ortak olamamış olan Albay Talat Aydemir ve genç arkadaşlarının iştahasını kabartmıştı. Ankara'daki Harp Okulu'nun komutanı olan Talat Aydemir 22 Şubat 1962'de askeri öğrencileri silahlandırarak bir darbe teşebbüsünde bulundu. Halkın ya da ordunun başka kademelerinin desteklemediği bu darbe teşebbüsü İsmet İnönü Hükümeti tarafından bastırıldı. Talat Aydemir, 21 Mayıs 1963'de bir darbe girişiminde daha bulundu, yine bastırıldı ve bu kez idam edilerek cezalandırıldı. “
2. KOÇAŞ'IN SOLA VE DEMOKRASİNİN GELİŞTİRİLMESİNE AÇIK FİKRİYATI
12 Mart darbesi ilk kez "Atatürkçülük" adına baskıcı bir uygulamaya da yol açtı. Daha sonra 12 Eylül darbesi ile pekişecek bu uygulama, günümüzde pek çok "İkinci Cumhuriyetçi" diye nitelenen yazarın sergilediği "Atatürk düşmanlığının" tohumlarını attı. 12 Mart askeri darbesinin fikir babalığını bir anlamda Sadi Koçaş yapmaya çalıştı ama başaramadı. Koçaş'ın sola ve demokrasinin geliştirilmesine açık fikriyatı, kendi iç hesaplaşmasına yönelmiş olan Silahlı Kuvvetler hiyerarşisi içinde, bu hiyerarşi anti-komünist bir yapıda olduğu için, rağbet görmedi ve etkisiz kaldı; darbe "Atatürkçülük" adı altında koyu bir baskıya ve sola karşı bir harekete dönüştü. (Asker-Siyaset_Iliskileri_Emre Kongar)
Daha geniş “aydınlanma” isterseniz Emre Kongar’ın resmi internet sitesini ziyaret edebilirsiniz. (http://www.kongar.org/aydinlanma)
GÜVEN BAYRAĞI
Dönemin Milli Savunma Bakanlığı Hukuk Müşaviri ve 9 Mart olayında önemli bir rol oynamış olan Hakim Albay Emin Değer yıllar sonra nasıl oyuna getirildiklerini şöyle anlatır:
“12 Mart öncesi ve sonrası genç subayın komutanına bağlılığı silahlı kuvvetlerin geleneksel yapısına uygundur. 9 Mart’ta tasfiye edilen subaylardan biri olarak güvenimizi kazanan, hareketimize katkısı olacağını düşündüğümüz arkadaşlara açıldığımızda, “Kim var başınızda, Faruk Paşa varsa evet” derlerdi. Faruk Gürler adı, bizim gerçekleştirilmesini istediğimiz Kemalist devrimci hareketin güven bayrağıydı. Faruk Gürler Paşa, o dönem, Silahlı Kuvvetlerde bilgisi ve dünya görüşüyle astlarının güvenini kazanmış tek komutandı.”
ON YERİNE BEŞ-ÖZEL GÖREVLİ
“Ama içimizde hep bir kuşku vardı! Acaba bizi oyalıyorlar mı, kuşkusuydu bu. Çünkü 1970 sonlarına doğru, değişik evlerde en az onar kişilik toplantılar yapılıyordu. Oysa bu tür çalışmalar, birbirine güvenen beş kişiyi geçmemeliydi. Sonradan bu toplantılardaki kimi hızlı arkadaşımızın, özel görevli olduğunu öğrenecektik. Çünkü onlar tasfiye edilmediler, görevlerinde kalıp yükseldiler”
“Hareket içindeki çalışmalara dönüp bakıldığında, komutanların bizim siyasal ve sosyal görüşlerimizi öğrenmek için bizimle birlikte göründükleri kanısı uyanıyor.”
(M.Emin Değer, UĞUR MUMCU VE MART, UM:AG Yayınları 2002. s. 216-217)
ALİCENGİZ’DE ROL ALMAK
“Yıllar sonra olayları bir bütün olarak değerlendirdiğimde, bir kuşkuyu yavaş yavaş siliyorum ve altından bir gerçek çıkıyor. Dickson Raporundaki “Rejime sadık olmayan devlet memurları ve subaylardan en tehlikelileri bir program dahilinde tasfiye edilmek üzere tespit” ediliyor ve bunun programı uygulanıyormuş. Anayasa ve rapor çalışmaları da hareketimize tanı konulması ve soldaki yerimizin saptanması içinmiş.
O koca koca paşalar, bu alicengiz oyununu başarıyla oynamışlar. Bizler mi, kendi adıma iyi ki bize de rol verilmiş diyorum. Sıradan bir izleyici olsaydım daha mı iyi olurdu ?” (M.Emin Değer, agy s.219)
İYİ Kİ ROL ALDILAR-SIRADAN İZLEYİCİ OLMADILAR
Albay Emin Değer ve General Celil Gürkan, Görevli Orhan KABİBAY’ın çengeli kullanarak ve “Sol Görünümlü Cunta“ yemine takılarak tasfiye edilmişlerdir. Hatıralarında bunu açıkça yazmıyorlar.
İyi ki rol aldılar, sıradan izleyici olmadılar. Sıradan izleyicilerin başına gelenleri gördüler. Rol almayanlar ya da rolun hakkını vermeyenler asker-sivil gençlerdi. Örneğin Albay Salih Zeki Yılmaz’ı 40 kiloya düşüren işkencelere tabii tutulabilirlerdi. 146-1 den Deniz Gezmiş gibi asılabilirlerdi. Rollerinin hakkına bağışlandılar.
MIŞ –MUŞ-DEMEK Kİ
Hukukçu Emin Değer Orhan Kabibay hakkında da “hukukçu titizliğiyle” şunları yazar:
“Uğur Mumcu, Suçlular ve Güçlüler’de Kabibay’la ilgili bir not düşer. Mumcu’nun 12 Martta Erim’in basın danışmanlığını yapan Kurtul Altuğ’un anılarından aktardığına göre: “ 12 Mart öncesi Orhan Kabibay’ın evinde toplantılar yapılırmış! Bu toplantılara, 12 Martın Başbakanı Nihat Erim, Başbakan Yardımcısı Sadi KOÇAŞ, Adalet Bakanı İsmail Arar’da bulunurmuş.”(s.227)
Kurtul Altuğ’un da bu evin konuklarından olduğu anlaşılıyor. Kabibay öte yandan 16 Martta Silahlı Kuvvetlerden tasfiye edilenlerle de ayrı bir ekip içinde çalışmaktaydı.
Bu ekibin içinde bulunduğum için, onun ikili oynadığından son anda kuşkulanmıştık. Kabibay’ın 3 Mart gecesi Fakih Özfakih’in evinde, kendisinin ısrarlarıyla yapılan ve Atıf Erçıkan’a ordudaki solcu subayların dökümünü veren toplantıdan sonra, ikili ilişkileri gündeme gelmişti.
Bu olgu da, komutanların bir tasfiye amacıyla genç kesimle devrimcilik oynadıklarını göstermektedir.
Kabibay’ın bu oyunun iki sahnesinde de rolü varmış demek ki!” (M.Emin Değer, agy s.260)
Anasının gözü görevliler (Orhan KABİBAY ve Sadi KOÇAŞ) hepsini ayakta uyutmuştu. Emin Değer’in 10 kişilik toplantısına katılıp rol alan askerlere genç yaşlarında Albaylıktan –Generallikten emeklilik uygun görüldü
Rol almayan ya da rolün hakkını vermeyen figüran gençlere yapılanlar bahsetmeye değmez. En fazlası, öldürüldüler...
ÇETİN CEVİZ
CIA ajanı Albay Dickson "gizli rapor"unda ayrıca, Atatürk'ün "milli politikasını" ve "Atatürkçü dış politikayı" tehdit olarak görüyor ve boğulmasını istiyordu. Günümüze kadar olan siyasal gelişmelerde, ABD'nin bu planlarını adım adım uyguladığını ortaya koymuştur.
Görüldüğü gibi gelişen olaylar bir zincirin halkaları gibidir. Bu halkalar bir araya getirildiğinde bir anlam kazanmaktadır.
Dickson Demirel hükümetine de şu öğütleri veriyordu :
“Seçimlerden sonra ortaya çıkan ve sizi ilgilendiren bazı güçlükler aşağıdaki şartların bir sonucudur:
Diğer bazı hususlarla birlikte, 27 Mayıs Hükümet darbesi, ekonomik problemler, iç ve dış politikada muhalefetle olan ciddi görüş ayrılığımız büyük güçlüklere sebep olmaktadır. Meşhur af ve seçim kanununun değiştirilmesi ile ilgili sorunlar bize karşı bir birleşmenin mümkün olduğunun belirtileridir."
“Çetin ceviz [İsmet İnönü kast edilmektedir. T.Ç.] beklendiği üzere, eskiden yaptığı gibi, Atatürk’ün milli politikası, ikili anlaşmalar, üsler, vesaire gibi can sıkıcı sorunları tekrar ortaya atmaya çalışarak, hükümete karşı tecavüzlerini artırmaktadır.”
“Bu sebeple, herkes müttefiktir ki: bu tehlike muhalefetin tedrici şekilde parçalanmasını ve bütün arzulanmayan sonuçları ile birlikte, sol ve sol eğilimlerin benzeri bir birlik yaratmasını önlemek üzere boğulmasını tahrik eder hatta buna zorlar”
İsmet İnönü muhalefette gerçekten “Çetin Ceviz’”dir. İktidar sahiplerince kırılması zordur. Ama iktidara ortak olduğu anda emperyalizm ve işbirlikçilerin elinde “balyoz” olur. Yetiştirmesi Nihat Erim ve Sadi KOÇAŞ’ın sol aydınlar ve gençlik üzerindeki meşhur “Balyoz” hareketini ayakta alkışlar. Verdiği demeçlerle “gençliğin” boğulması için halkı yardıma çağırır.
İdamlarla İlgili Gazetecilerin Sorularına Verilen Yanıtlar (Barış Gazetesi, 25.03.1972)
Gazeteciler: Kararda değişiklik var mı? Anayasa Mahkemesine gidilecek mi?
İnönü: Hiçbir şey söyleyecek değilim size. Bir şey söylemeyeceğim. Gazetecilik sanatıyla bana mutlaka bir şey söyletmeye çalışmayın.
Gazeteciler: Kararın tashih edileceği, Anayasa Mahkemesi'ne gidilmekten vazgeçileceği yolundaki söylentiyi, hiçbir yerden teyit ettiremedik, yalanlatamadık da.
İnönü: Daha Nihat Bey gelmedi. Gelsin bakalım. Nihat Bey gelsin.
3 İngiliz Teknisyenin THKP-C Militanlarınca Kaçırılmasıyla İlgili Verilen Demeç (Barış Gazetesi, 28.03.1972)
“Bugün Ordu ilimiz içinde Ünye'de, memleketimizde bulunan gönüllü müttefik uzmanlarından üç kişinin kaçırılması havadisini aldık. Her birimiz başımıza indirilen ağır bir hicap vuruşu ile sarsıldık.
Kaçırılanların bıraktıkları mektuptan mahkemelerde hüküm giyen ve kaderleri türlü yönden tahkikat içinde bulunan üç mahkumun kurtarılması için rehin alındığını ve eğer mahkeme hükümleri infaz olunursa, onların canlarının tehlikeye düşeceğini bildirmiş olduklarım öğrendik.
Türkiye'de mahkemelerin tehdit altında hüküm vereceklerini veya tehdit altında mahkeme hükümlerinden kurtulmak mümkün olacağını zannetmek hiçbir sonucu olmayan meyusane bir teşebbüstür.
Aklı başında insanların bu kanunsuz kaçırmadan bir netice umması düşünülemez. Fakat mektup sahiplerinin dediği gibi kaçırılanlara bir tecavüz olursa, bundan memlekete gelecek zararların hududu olmayacaktır. Bunu vatandaşlarıma bildirmek istiyorum.
Kaçırılanlar, devletin kanunu ve milletin seferi ile bağlı olduğu uluslararası taahhütle memleketimizde çalışan insanlardır.
Bunların hiçbir münasebetleri olmayan bir bahane ile hayatlarına kastedilmesi her memleketin kanunu ile bütün milletimizi leke altında töhmet altında bırakır. Böyle bir vaka yalnız cinayeti yapanlara karşı değil, onların ailelerine ve bütün yurttaşlarına sönmez, unutulmaz, derin bir düşmanlık yaratır.
Bütün insanlık âlemine karşı sözüne güvenilmekte, kanuna inanılmaktan şikâyet edilen bir millet damgası ile milletler arasında tahmin edemeyeceğimiz kötü nazarlara, ithamlara ve muamelenin maddi, manevî bütün zararlarına maruz kalırız.
Bütün vatandaşlar önemli bir vazife karşısındayız. Böyle bir cinayete mutlaka manî olmalıyız.
İlk önce şehirlisi, köylüsü, bütün Ordu ile yakın iller bütün memleket bunların peşine düşmelidir. Mutlaka bilen vardır. Barındıkları ve gittikleri yer, şehirli ve köylü halkımızın çevresindedir.
Bunları bulmalı, hükümete teslim etmeli, esirlerini kurtarmalı ve bir facia önlenmelidir.
Resmî vazifelilerin yardımcısı olarak halkımızın her ferdinin bir vatan müdafaası yapar gibi teması olanlar, kaçıranları uyarmalı temasları olmayanlar, her yerde takip etmeli, mutlaka izlerini bulmalıdır.
Kaçırılanların canlarını kurtarmak çok değerli bir ödevdir. Amaç kaçırılanların canlan gibi önemli olan milyonlarca Türk çocuklarının maruz kalacakları, zararları ve tehlikeleri celp edecekleri engin düşmanlıkları önlemektir.
Benim vatandaşlarıma söylediğim bu sözler tam bir şeref acısıyla devlet ve millet olarak temel düşüncelerle söylenmiştir.
VATAN HAİNİ
"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne,
kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz,
ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası,
Amerikan donanması, topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
NÜMAYİŞ- YANKEE GO HOME
Bütün bu gelişmeler karşısında toplumun bu konularda en duyarlı kesimi yüksek öğrenim gençliği tepkisiz kalamazdı. Amerika’ya karşı ilk eylemli tepki de onlardan geldi. 1000’den fazla üniversite öğrencisi 27 Ağustos 1964’de Ankara Zafer Meydanında Amerika karşıtı gösteri yaptılar. Türkiye’de ilk kez Amerika karşıtı bir gösteri yapılıyordu.
27 Ağustos 1964 Perşembe günkü Milliyet Gazetesinden:
“AMERİKA ALEYHİNE BİR GÖSTERİ YAPILDI:
Gençlerin bu tepkisi toplumun diğer kesimlerinden de, özellikle aydınlardan da destek buluyordu. Üniversite öğretim üyeleri de Amerika’nın Vietnam savaşına karşı çıkıyor ve yayınladıkları bildirilerde Amerika’ya tavır alıyorlardı.
ORTANIN SOLU
Devrimci hareketlerin yaygınlaşması, sosyalizmin öğrenciler ve aydınlar arasında hızla benimsenmesi üzerine CHP Genel Başkanı İsmet İnönü Temmuz 1964’de ortanın solunda olduklarını ifade etmek zorunda kalıyordu. 1947’lerde Tan matbaasını bastıran, Sol partileri yasaklayan İnönü hidayete erip solcu oldu. 27 Mayıs dalgası onu başbakan yapmıştı, Belki de Sol Düşünce dalgası da onu iktidar yapabilirdi.
Gençlerin Amerika karşıtı eylemleri 1965 yılında da devam etti, TMGT açıkça Amerika’ya cephe alıyor ve petrol sanayinin uluslaştırılması kampanyasını başlatıyordu.
DÜZENİ SORGULAMA
ABD karşıtlığı gençlik içerisinde hızla yaygınlaşıyordu. Bu durum devrimci, toplumcu kanadı güçlendiriyordu. “Komünizme karşı paratoner” gibi kullanmak amacıyla kurulan ve 27 Mayıs 1960’a kadar Amerikalı rektörle yönetilen Orta Doğu Teknik Üniversitesinde bile 1965 yılında Sosyalist Fikir Kulübü kuruluyor, Türkiye Milli Talebe Federasyonu ve Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı seçimlerinde ilerici öğrenciler kazanıyordu. Gençler, artık düzeni sorgulamaya başlıyor ve düzene karşı eylemlere yöneliyordu.
Asker-sivil gençlik sosyalizme koşuyordu. Kurtuluş savaşından gelen gelenek sosyalizmle buluşuyordu.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyalist Fikir Kulübünün kuruluş öyküsünü ve ODTÜ’lü Sosyalistlerin örgütlenmeleri ve ilk eylemleri, kulübün kurucularından Ersin Arısoy’dan dinleyelim.
BİR KURULUŞ ÖYKÜSÜ
Yıl 1964. ODTÜ Mimarlık Fakültesini bitirmişim. Artık çiçeği burnunda bir mimarım. Yüksek lisans bölümüne kaydımı yaptırmışım, üç dört yıldır sol düşünce ile haşır neşirim, geleceğe umutla bakmaktayım.
Bir yaz akşamı. Sınıf arkadaşım Gündoğdu Gencer ile Atatürk Bulvarı’nda amaçsızca geziniyoruz. Bakanlıklar yönünden ortak tanışlarımız Alper Doğay ile Yalçın Cerit geliyorlar.
Karşılaşınca da;“Burada böyle aylak aylak dolaşacağınıza gelin de partiye üye olun!”diyorlar.
Gündoğdu ile birbirimize bakıyoruz ve ikimizin ağzından aynı anda aynı sözcükler çıkıyor: “Neden olmasın?”
Dördümüz birlikte, Gima’nın yakınındaki Angora Pastanesi’nin bulunduğu yapının en üst katına, TİP Ankara İl Örgütüne gidiyoruz. Giriş belgeleri dolduruluyor, Alper ve Yalçın bizleri öneren kişiler olarak belgeleri imzalıyorlar ve Gündoğdu ile benim politik yaşamımız başlıyor.
Parti üyesi olmak ciddi bir iş. Oturup partide çay içmek ve geyik yapmakla olmuyor. İkimiz de her işe koşturuyoruz. Partide etkin gençlere gereksinim duyuluyor ve ben Merkez İlçe Yönetim Kuruluna seçiliyorum. Kurulda benden başka Şekibe Abla (Çelenk), Süleyman Ege, Ethem Yazgan, Osman Çamer, Mustafa Karayol ve şu anda adını anımsamadığım bir kişi daha var. İlk oturumda Şekibe Abla başkanlığa, ben yazmanlığa, Osman Bey de saymanlığa öneriliyoruz ve de seçiliyoruz.
Partide diğer üniversitelerden gençlerle tanışıyoruz. Bu tanışlardan aklımda kalanlar Ataol Behramoğlu, İsmet Özel (sonradan politik görüşleri değişecek), Ümit Hassan, Ahmet Say, Abdullah Nefes, Hüseyin Ergün, Attila Arsoy, Alper (soyadını anımsamıyorum, Hachette Kitabevinde çalışıyor), Aslan (soyadını anımsayamıyorum). Bir de Muzaffer var. Bana garip garip sorular yöneltiyor. Polisliğinden şüpheleniyorum ve durumu bizim Osman’a (Aybers) açıyorum. Osman’ın yanıtı kesin: “Muzaffer polis bile olamayacak kadar aptal biri !”
DÖNÜŞÜM
Siyasal’dan, Dil Tarih’ten, Hukuk’tan ve ODTÜ’den sol eğilimli arkadaşlar bir araya gelip bir dergi çıkarmayı tasarlıyoruz. Adı “Dönüşüm” olacak dergi böylece doğuyor. Dergiyi bayilere vermeyip Kızılay’da kendimiz satacağız ve her sayının satışından elde edilecek gelir öbür sayısının basımında kullanılacak, döner sermayeye aktarılacak.
Yazılar ve resimler kolaylıkla toplanıyor. İlk sayı basılıyor. Kızılay’da Sakarya Caddesi’nin girişine sıralanıyoruz. Elimizde birer dergi. Bağırıyoruz:
Sömürüye karşı Dönüşüm!”
Emperyalizme karşı Dönüşüm!”
Sosyalizm için Dönüşüm!”
Halk çok ilgili. İlk kez böyle bir olayla karşılaşıyor. Dergiler birer birer tükeniyor, koşturup depodan yenilerini getiriyoruz. Kızılay’dan geçen Tuğrul Akçura Hocamız parasını verip bir adet Dönüşüm alıyor, ardından ekliyor:
“Yarınki sınavınızı unutmayın evlatlarım!”
Çevrede kalabalık artıyor. Çoğunu tanımıyoruz, ancak karanlık suratlı kişiler. Bir ara birinin diğerine gözüyle işmar ettiğini görüyorum. (O zamanlar MHP yok, bunlar AP Gençlik Kolları ve Komünizmle Mücadele Derneği mensupları) Saldırıyorlar, ele geçirebildikleri dergileri yırtıyorlar, döğüş başlıyor. Benim bulunduğum yönde, Sergen Pastanesi’nin önünde bir saldırganı kötü benzetiyoruz.
Asker Mehmet’in vole atar gibi savurduğu tekmeyi gerici gazetelerden biri fotoğraflamış, ertesi günü şu alt yazıyla gazetesinde sergileyecek:“Galeyana gelen milliyetçi gençler komünistleri dövüyorlar”
Bir süre sonra yetişen güvenlik güçleri her zaman olduğu gibi saldırganları bırakıp bizleri toparlıyor. Benzer görüntüler haftalarca bir birini izliyor. Senatör Niyazi Ağırnaslı sorunu mecliste gündeme getiriyor, bir sonuç alınamıyor.
Değişik üniversitelerde okuyan biz sol eğilimli gençler okullarımızda birer fikir kulübü kurup sonra da bir federasyonda bir araya gelmek istiyoruz. ODTÜ’de ortam araştırması ve saptaması yapmak bana ve Gündoğdu’ya düşüyor. Tam o sırada üniversitemizde Öğrenci Birliği seçimleri var.
ÇEKİRDEK KADRO
O zamana kadar ODTÜ’de değişik sosyal etkinlikler (sosyal etkinlikten, danslı partiler, çaylar, suya sabuna dokunmayan açık oturumları anlıyorlar) düzenleyen gruplar seçimleri kazanmışlar. Yine öyle gruplar kurulmuş ve harıl harıl hazırlanıyorlar. Okulda bir tarama yapıp sol eğilimli öğrencileri saptamaya ve bir toplantıda bir araya getirmeye çalışıyoruz. Gündoğdu’nun İzmir’den tanıdığı Bekir Harputlu’ya açılıyoruz. Son derece olumlu karşılıyor. Ben bir Amerikan karşıtı gösteride Mühendislik Fakültesinden Tunca Bökesay’ı görmüştüm, ona haber iletiyoruz. Bizim fakültede solcu olarak tanıdığımız arkadaşlarla konuşuyoruz. Osman Aybers ve Mehmet Hamuroğlu dışındakilerden pek yüz bulamıyoruz. Belli ki bir şeylerden çekiniyorlar.
Çekirdek kadro yakın çevresinde araştırma yapıyor. İki, üç gün içinde öngöremediğimiz ölçüde kalabalıklaşıyoruz. Sonunda Mimarlık Fakültesindeki sınıflardan birinde bir toplantı düzenliyoruz. Katılım çok fazla: Ben, Gündoğdu Gencer, Osman Aybers, Hulagu Bulguç, Hüseyin Tanrıöver, Bekir Harputlu, Vahap Erdoğdu, Muammer Soysal, Tunca Bökesay, Ercan Enç, Kurthan Fişek, Seyhan Say, Nurten Kam, Selami Sargut, Ergin Kısakürek, Bahattin Akşit, Mehmet Koca, Özkan (soyadını anımsamıyorum, 21 Mayısçılardan), Tevfik (soyadını anımsamıyorum).. Mutlaka başka arkadaşlar da var ama aradan kırk yıl geçti, bu toplantıdan usumda kalanlar kişiler bunlar. Hocalardan da ilgilenenler var. Ergin Günçe, Cemalettin Çakmak, Yaşar Gürbüz, Arif Payaslıoğlu. Ancak bu ilk oturumda hocalar yok, onlar izleyen günlerde katılacaklar.
İlk toplantıda iki konu üzerinde duruluyor. Birincisi çok acil. Kısa bir süre kalan Öğrenci Birliği seçimlerine katılmak. Genel kanı sonuçtan çok umutlu değil. Yine de, bir anlamda bir Amerikan kuruluşu olan ODTÜ’de gücümüzü denemek istiyoruz. Bakalım oy oranımızın yüzdesi ne olacak? İkinci konu toplumsal düşüncenin okul içinde yaygınlaşmasını, örgütleşmesini sağlayacak bir fikir kulübünün oluşması. Gücümüzün bölünmesi diye bir kavram yok. Herkes her iki örgütleşmeyi de destekleyecek. Önce seçim konusu tartışılıyor. Başkan adayının mutlak Mühendislik Fakültesinden olması gerekiyor. Bu bir sorun yaratmıyor. Tüm katılanlar Muammer Soysal’ın başkanlığı konusunda fikir birliğindeler. Yönetim Kurulunun diğer üyeleri için öneriler geliştiriliyor. Bekir de mutlaka listeye alınmalı. Bir bayan olmalı yönetimde, Seyhan mı? Nurten mi? Nurten Seyhan’ın adaylığını destekliyor. Çok sayıda arkadaşın yönetime girmesini istediği Ergin kendi adaylığına karşı çıkıyor:“Benim soyadım Necip Fazıl’ın soyadı ile özdeş, bu nedenle listemiz çoğu kişiye antipatik gelebilir!”diyor ve çekiliyor.
TOPLUMCU GRUP
Liste son biçimini alıyor. Benim listeden bugün anımsadığım isimler Muammer, Bekir, Seyhan ve Selami. Anımsayamadıklarım altmış beş yaşımın beyin yorgunluğuna versinler. Grubun adı konusunda bir sorun yok. “Toplumcu Grup” adı tüm katılımcılarca benimseniyor.
Hazırlıklara hemen girişiliyor. Pankartlar, afişler düzenleniyor, çeşitli duvarlara yazılar yazılıyor, konuşmacılar belirleniyor. Bekir kafeteryaya yayın yapan düzenekten ODTÜ’lülere sesleniyor:“Ben Toplumcu Grup adına konuşuyorum,...Bize mutlaka oy verin demiyorum ama söylediklerime kulak verin...Bu düzen okulumuzda ve ülkemizde böyle sürmeyecek, bir şeyler mutlaka değişecek, bu değişimi olumlu yöne çevirmek sizlerin ellerinde...”
Okuldaki kulüplerden de bizleri destekleyenler var. Özellikle “Halk Oyunları Kulübü” seçim öncesi bir gösteriye yakalarında “Toplumcu Grup” yazılarıyla çıkıyorlar. Seçime katılanlardan “Reform Grubu”nda da solcular var. Birleşmeyi öneriyorlar, ancak çok geç.
Sonunda seçim günü geliyor. Ben kafeteryadaki sandığın başında görevliyim, yakamdaki “Toplumcu Grup” etiketini gururla taşıyorum. Akşamın bir saatinde seçim süresi doluyor. En çok oy kafeteryadaki sandığa atılmış. Oy sayımı başlıyor. Reform Grubu ile Toplumcu Grup çekişiyor. İktidardaki sosyal etkinlikçilerin (sanırım Güneş Grubu) ve Emin Çölaşan’ın başkan adayı olduğu grubun (adını anımsamıyorum) gerilerde kaldığı anlaşılıyor. Diğer sandıkların sonuçları daha önce alınıyor. Reformcular yirmi, otuz oy öndeler. Tüm öğrenciler kafeteryada, sandık masasının çevresinde toplanmış, çıt çıkarmadan sandık başkanı Yücel Özden’in ağzından çıkanları dinliyor:“Toplumcu Grup tam liste, .....Reform Grubu tam liste, ......Reform Grubu Ertöz Vahit Suiçmez dışında tam liste,..... Toplumcu Grup tam liste, ........”
Oyların sonuncuları sayılıyor. Artık fark üçlere, beşlere düşmüş. Son oylar sürekli bize çıkıyor.... Tüm sandıkların toplamında Öğrenci Birliği seçimi sonuçları: Toplumcu Grup Reform Grubundan 7 (evet tam yedi) oy fazla alarak seçimleri kazanıyor. Muammer Başkan olacak. Ancak ufak bir sürpriz var. Reform Grubundan Aydın Karagözoğlu da kazananlar arasında. O da Genel Sekreter olacak ve sonraki seçimlere hep Toplumcu Grup adayı olarak katılacak.
ODTÜ SOSYALİST FİKİR KULÜBÜ
Seçimler böylece istediğimiz biçimde sonuçlanıyor. Sırada fikir kulübünü kurmak ve tüzüğünü kaleme almak var. Toplantılar birbirini izliyor. Tüzük taslağı hazırlanıyor, maddeler bir bir tartışılıp son biçimlerini alıyorlar. Bu kez toplumcu yerine doğrudan sosyalist sözcüğünün kullanılması fikri ağır basıyor ve “Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyalist Fikir Kulübü” böylece doğuyor. İlk yönetim kurulu için seçimlere geçiliyor. Herkes büyük bir özveri içinde. Üyeler birbirlerini aday gösteriyor. Yapılan seçim sonucu SFK Yönetim Kurulu şöyle oluşuyor: Başkan Tunca Bökesay, İkinci Başkan Ersin Arısoy, Genel Yazman Kurthan Fişek, Genel Sayman Ercan Enç, üyelerden biri Gündoğdu Gencer, diğer üyeler yine usumdan gitmiş, Vahap Erdoğdu olabilir, Osman Aybers olabilir, ya da başkaları...
Kulübün resmen tescil edilmesi için Cemiyetler Masasına bildirimde bulunmak şart. Gerekli belgeler tamamlanıyor. İş başa düşüyor. Elimde belgeler Necatibey Caddesinde, Maltepe Köprüsünün yanındaki Emniyet’in Cemiyetler Masası bölümüne yollanıyorum. Biraz huzursuzluk ve ürküntü duyuyorum. Kendi ellerimizle adlarımızı ve adreslerimizi polise bildirmeye gidiyorum. Hoş onlar adları ve adresleri zaten saptamışlardır. Yüzü hiç yabancı gelmeyen bir komiser (parti kongrelerindeki hükümet komiserlerinden biri olabilir) getirdiğim belgeleri bir bir inceliyor, gerekli defterlerde işlemler gerçekleştiriyor, son derece kibar davranıyor, güçlük çıkarmıyor, sonunda beni hayretlere düşüren bir biçimde elimi sıkıyor ve ekliyor:“Kayıt ve tescil tamam, hayırlı olsun, başarılar dilerim!”
Okulda yavaştan yavaştan etkinliklere girişiyoruz. Bir “Vietnam Savaşı Sergisi” açıyoruz. Oldukça ilgi topluyor. Açık oturumlar, söyleşiler (Yaşar Kemal), müzik geceleri (Aşık Mahzuni) düzenliyoruz. Önemli günlerde ve gerektiğinde gazetelerde bildirilerimiz yayınlanıyor. İktidardaki Adalet Partisi belirgin biçimde yobazlığa prim tanıyor ve antidemokratik yasa tasarıları hazırlıyor. Bu konuda da bir bildiri döşeniyoruz. Ertesi gün okula giderken satın aldığım gazeteden önce bildirimizi okuyorum:“27 Mayıs Anayasasının gerektirdiği devrimci atılımları gerçekleştirmek yerine faşizmin gelişini desteklemek namussuzluktur. ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü.”
Bildirimizin altında iki satırlık şöyle bir haber var: “Orta Doğu Teknik Üniversitesi Fikir Kulübü Başkanı Tunca Bökesay gözaltına alındı!”
O gece eve dönmüyorum. Sınıf arkadaşlarımdan üçünün kaldığı evde gizleniyorum. Protestolar, savaşımlar, tutuklanmalar, mahkumiyetler, işkenceler, öldürülmeler dönemi başlıyor...
Geçtiğimiz kırk yıl içinde faşizme karşı savaşan, tutuklanan, işkence gören, sakat bırakılan, darağacına gönderilen, çeşitli yöntemlerle yaşamına son verilen, yıllarca hapis yatan, iş ve yaşam olanakları ellerinden alınan, türlü baskılar altında savaşımını sürdüren, liberalizmin yapay büyüsüne kapılmayıp kırk yıl önceki düşüncelerinden taviz vermeyen tüm devrimci arkadaşlarımın kutsal anısı önünde saygıyla eğiliyorum.” Ersin Arısoy (Amca) Şubat 2005
SİNAN CEMGİL
Ersin Arısoy’un ODTÜ’den mezun olduğu yıl Sinan Cemgil'in ODTÜ'ye başladığı dönemdir. 9 ve 10 Temmuz 1964 günleri ODTÜ sınavına giren Sinan Cemgil, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü'nü kazanır ve ODTÜ Mimarlık Fakültesi'ne kaydını yaptırır.
İlk sayısı 22 Nisan 1965 tarihini taşıyan “Dönüşüm” dergisinin, ikinci yayın döneminde yazı kurulu üyeleri arasında Sinan da vardır. Bu dönemde derginin sahibi ve yazı işleri müdürü olarak Abdullah Nefes gözükmektedir. Yazı kurulunda Sinan Cemgil dışında; Atilla Sarp, Abdullah Nefes, Ataol Behramoğlu, Ümit Hassan, Doğu Perinçek, Nuri Çolakoğlu, Şahin Alpay, Ayhan Başaran, Erdoğan Güçbilmez, Osman Sakalsız, Ömer Madra bulunmaktadır.
Dönüşüm Dergisinin ilk sayısında sahipliğini DTCF’den Ataol Behramoğlu üstlenmiştir. Sadun Aren, Aziz Nesin ve Cem Eroğul’un yazıları vardır. Başyazıda “derginin yurt içinde ve dışında hep halkın, sömürülenlerin, baskı altında tutulanların sesi olacağı, üniversite gerçeğine eğilecekleri, sözde gençlik temsilcisi olduğunu söyleyenlerin neden maşa olduklarını açıklayacakları” belirtilmektedir.
Ersin Arısoy’un da yukarıda belirttiği gibi, “Dönüşüm” dergisinin çıkması ve Kızılay’da satılması, üniversitelerdeki, sosyalist gençlerin bir araya gelmesini ve yeni örgütlenmeler yaratmasını sağlar.
Bu örgütlenme ve dayanışmada “Dönüşüm Dergisi”’ni Kızılay’da satan devrimci gençlere yapılan saldırıların da etkisi vardır. AP güdümündeki gericiler, dergiyi satan devrimci gençlere sopalarla saldırırlar, saldırganlara müdahale etmeyen polis, devrimcileri yakalayarak karakollara götürür. Karakollara götürülenler arasında Uğur Mumcu, Alper Aktan, Ataol Behramoğlu, Hüseyin Ergün’de vardır.
ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü, 18 Mayıs 1965 Salı günü kurulur.
ODTÜ SFK, kurulduktan sonra, ilk olarak, İTÜ Öğrenci Birliği, Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) ve Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT) nin başlattığı ''Milli Petrol Kullan'' kampanyasına katılır. 18 Mayıs 1965 Salı günü bir bildiri yayımlayan ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü, ''Petrolün millileştirilmesi kampanyasına'' katıldığını açıklar.
ÖĞRENCİLER TÜRK PETROLÜ SATIYOR (30.5.1965 Tarihli Ulus Gazetesi)
Türk petrolünün kullanılmasını isteyen ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü mensupları olan öğrenciler, bugün şehrimizde Petrol Ofisi benzin istasyonlarında, benzin satışı yapmışlardır.
Kızılay ve Sıhhiye’deki benzin istasyonlarında ekipler halinde çalışan kızlı-erkekli öğrenciler, büyük ilgi görmüşler ve her günkü normal satışın üstünde birkaç misli benzin satmışlardır.
Bu arada mavi önlükler giymiş genç kızlarla, şoförler arasında ilgi çekici konuşmalar olmuştur. Şoförler, öğrencilere, ''Siz bir Amerikan üniversitesinde okuyorsunuz. Nasıl oluyor da Türk petrolünün satışı işinde çalışıyorsunuz?'' diye sormuşlardır. Öğrenciler cevaplarında, ODTÜ'nün Türk Üniversitesi olduğunu söylemişler ve Türk petrolü kullanılması konusundaki çalışmalarının nedenlerini anlatmışlardır. Bu arada benzin alanlara, şeker ve çiçek sunmuşlardır.
Görüştüğümüz petrol satıcısı öğrencilerden Nurten Kam, Şenay Karapirim, Nurdan Takım, Yavuz Çorapçıoğlu, Ümit Güngören ve Deniz Egemen, yaptıkları iş hakkında, ''Türk petrolünü satmanın kıvanç verici olduğunu, petrolü alanların da aynı kıvancı duymaları gerektiğini'' söylemişlerdir. Öğrenc, genç kızlar ayrıca, ''Benzin satıcılığının bayanlar için iyi bir meslek olabileceği'' fikrini ortaya atmışlardır.
ODTÜ öğrencileri, Haziran ayı içinde şehrimizdeki bütün Petrol Ofisi şubelerinde satış yapacaklardır. Bugünkü, satışlar sırasında, benzin alıcılarına, ''Yurttaş! Yurdunun ekonomik özgürlüğünü sağlamak için petrol savaşına katıl. Unutma ki, Türkiye'yi ancak sen kurtarabilirsin'' yazılı bildiriler dağıtılmış ve bu bildiriler taşıtlara asılmıştır.
ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü üyesi olan Sinan Cemgil 1967 Aralık ayında Başkanlığa seçilir. Diğer Yönetim Kurulu üyeleri Müfit Özdeş (2. Başkan), Halil Çelimli, Aydınel Altıntaş, Fehmi Sönmez, Mesut Odabaşı ve Ercan Öztürk’tür.
1965 Mayıs ayında yapılan Öğrenci Birliği seçimlerine ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü (ODTÜ-SFK) “Toplumcu Grup” olarak girer ve seçimleri kazanır. Muammer Soysal ODTÜ Öğrenci Birliği Başkanı olur.
ÇÖZÜM
ODTÜ Öğrenci Birliği Başkanı Muammer Soysal, 1 Ekim 1965 Cuma günü ODTÜ'nün açılış töreninde yaptığı konuşmada, özetle şunları söylüyordu: ''Üniversitemiz, Türkiye'nin dışında, bayrakları ayrı, ama dertleri, problemleri bizimle aynı olan memleketlerden gelmiş arkadaşlarımızı da çatısı altında toplaması bakımından büyük anlam taşımaktadır. Onların ve bizim ortak olan birçok acılarımız vardır. Örneğin haksız bir saldırıya uğrayan Pakistan karşısında en az Pakistanlı arkadaşlarımız kadar heyecanlandık. En az onlar kadar haksızlığa uğrayan Pakistanlıya yardım etmek istedik. Onları haklı davalarında sonuna kadar destekleyeceğiz. Geniş doğal kaynaklarına rağmen sefalet içinde yaşayan Arap ülkelerinin ve Afrika'nın Batı egemenliğinden kurtulması bir Afrikalı, bir Iraklı kadar bizi de etkileyecektir. Zira onların sorunlarının çözümü, bizim sorunlarımızın çözümü demektir. Bizim problemlerimizin çözümü, onların problemlerinin çözümü demektir. Çünkü hepimiz aynı gayeler için kullanılmaya çalışılan bir tek kitleye mensubuz. Bugün Batılılarla birleşip kendi çıkarı uğruna memleketini satmaktan çekinmeyen bir diktatörün idaresinde ilkçağ insanı hayat koşullarında yaşayan İranlının da kurtuluşu bizi de sevindirir.''
“Dönüşüm”ün yayınlanmasının arkasından, “Dönüşüm”e karşıt olarak 5 Haziran 1965’de Adalet Partisinin desteğiyle, Muammer Kıraner’in sponsorluğunda “Kuva-i Milliye” dergisi çıkartılır. Bu dergi etrafında örgütlenen “milliyetçi” gençlere 11.Aralık 1965 tarihinde aynı ismi taşıyan “Kuva-i Milliye Derneği” kurdurulur. Bu dernek daha sonra kurulacak “Ülkü Ocakları” ve “Ülkücü Gençlik Derneklerinin” temelini oluşturur.
FİKİR KULÜPLERİ FEDARASYONU (FKF)
Çeşitli fakülteler bünyesinde oluşturulan Fikir Kulüpleri, kısa sürede bir yandan öğrencilerin akademik-demokratik talepleri doğrultusunda mücadelenin mevzileri, bir yandan da gençliğin ideolojik eğitim ve mücadele okulları oldular.
Türkiye İşçi Partisi’nin 1965 seçimlerinde 15 milletvekiliyle Türkiye Büyük Millet Meclisine girerek büyük bir başarı kazanması ve Üniversite ve Yüksek okullarda okuyan gençlerin çoğunluğundan oy alması, devrimci gençlerde büyük bir coşku ve umut yarattı.
Ankara’nın çeşitli yüksek öğrenim kurumlarındaki Fikir Kulüplerinin başlattığı görüşmeler, tartışmalar Ekim ayı içinde bütün hızıyla devam etti. Farklı düzeyde yapılan toplantılardan sonra 12 Kasım 1965 de SBF kantinindeki karar toplantısına Ankara’daki 12 yüksek öğrenim kurumundan 126 kişi katıldı. Kurucu kulüplerin belli olması üzerine tüzük ve program çalışmasına başlandı. 19 kişi ve 5 kulüp kurucu üye olarak görülüyordu. SBF FK’den (Fikir Kulübünden) 5 kişi, DTCF’den 1 kişi, Fen Fakültesi FK’den 1 kişi, Hukuk Fakültesi FK’den 3 kişi, Yüksek Öğretmen FK’den 4 kişi vardı. İstanbul’da da paralel gelişmeler yaşanıyordu.
17 Aralık 1965’te, Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) kuruldu. Böylece Türkiye’de ilk kez sosyalist üniversite gençliğinin yasal örgütü oluşuyordu. Sosyalistler gerek üniversite gençliği içerisinde, gerek yurt çapında ilgi ve sempatiyle izleniyordu.
21 Aralık 1965’te Kurucular (SBF FK’den Hüseyin Ergün, İsmet Özel, Kudret Ulutürk, Erdal Türkan, Ümit Hassan; DTCF FK’den Ataol Behramoğlu; AÜ Fen Fak. FK’den Asaf Köksal; Hukuk Fakültesi FK’den Zülküf Şahin, Taylan Türker, Şirin Yazıcıoğlu; Yüksek Öğretmen Okulu FK’den Mevlüt Korkmaz, Talip Özay,Rıfat Murat, Dudu Körücekli Federasyonun ilk yöneticilerini şu şekilde belirliyorlardı:
Genel Başkan : Hüseyin Ergün
Yazman : Mevlüt Korkmaz
Sayman : Kudret Ulutürk
Üyeler : Asaf Köksal, Ataol Behramoğlu, Zülküf Şahin
Yedek Üyeler : Orhan Ali Yücealp, Erol Temelkuran, Ahmet Ali Arlı
Bu dönemde, 18 Ocak 1966’da Ziraat Fakültesi; 1 Şubat 1966’da İTİA Fikir Kulüpleri; 24 Mart 1966’da İ.Ü Orman Fakültesi Toplumcu Fikir Kulübü; 31 Mart 1966’da İ.Ü. Fen Fakültesi Kimya Topluluğu Fikir Kulübü, 24 Mayıs 1966’da Atatürk Üniversitesi İktisat Fakültesi Fikir Kulübü Federasyon üyesi oldular.
FKF’nin kuruluşundan sonraki ilk dönemi ”örgütlenme dönemi” olarak tanımlanabilir. Bu örgütlenme, kısa süre sonra Türkiye devriminde önemli kopuşları gerçekleştirecek kadroların yetişme, teoriyi, örgütlenmeyi, yönetmeyi öğrendiği yerler olacaktı. Daha sonra DEV-GENÇ adını alacak olan FKF, 1965 sonrası devrimci mücadelede çok önemli bir yere sahip olacaktır.
FKF 1965 sonrası süreçte öğrenci gençliğin merkezi kitle örgütü olarak demokratik üniversite mücadelesinin de yönlendiricisi konumundadır. Anti-emperyalist, anti-faşist mücadeleden işçi gösterilerine, grevlerden, köylünün toprak işgallerine kadar hemen her yerde pratiğiyle ağırlığını hissettiren bir örgütlenme durumundadır.
FKF İLK KURULTAY
FKF’nin ilk olağan Genel Kurultayı 22.Ocak 1967 yılında, Federasyonun Selanik Caddesi 31/12 Yenişehir/Ankara adresinde bulunan Genel Merkezinde yapıldı. Kurultay sonunda İzzet Ararat, Ahmet Ali Karlı, Asaf Köksal, Hamza Kırmızı, Ergun Türkoğlu, Burhan Gürcan, Mustafa Kamer, Nail Gürman, Salih Er, Gülseren Ergün, Alev Ateş, Mevlüt Korkmaz, Kuddusi Öztaş, Fikri Çiftçi, Ruknettin Biryol, İhsan Karahan, Osman Kiper, Doğan Uyuklu, M.Ali Canbaz, Ebubekir Kaya, Emre Dölen, A.Sezai Arısoy, Haluk Timuroğlu Genel Yönetim Kurulu üyeliklerine seçildiler. Genel Yönetim Kurulu 28 Ocak 1967 tarihinde yaptığı ilk toplantısında Merkez Yürütme Kurulunu belirledi.
Merkez Yürütme Kurulu
Genel Başkan : İzzet Ararat
Genel Yazman: Ahmet Ali Karlı
Genel Sayman: Asaf Köksal
Üye : Ergun Türkoğlu
Üye : Burhan Gürcan
Üye : Mustafa Kamer
Üye : Nail Gürman
Yedek Üyeler : Gülseren Ergün, M.Ali Canbaz ve Salih Er
olarak belirlendi.
21 Mayıs 1967’de yapılan Genel Yönetim Kurulu toplantısında FKF İstanbul Sekreterliğinin kurulmasına karar alındı. Sekreterliğe Veysi Sarısözen, Sekreterlik Asil üyeliklerine Fahri Aral, Ayşın Eren, Esat Yarar, Emre Dölen; yedek üyeliklerine Mehmet Salmanoğlu, Şafak Kutsal ve Ömer İnce atandılar.
İstanbul Sekreterliği ve devrimcilerin hâkimiyetinde olan öğrenci örgütleri tarafından tanınan ve bu örgütlerle ilişkisi olan İbrahim Kaypakkaya, 1967 yılı son aylarında, Yüksek Öğretmen Okulu'nda (YÖO) fikir kulübünün kurulmasına önayak olur. Çapa Yüksek Öğretmen Okulu Öğrencileri Fikir Kulübü (Çapa YÖOÖFK) 21 Kasım 1967 Salı günü kurulur.Kurulduktan sonra yapılan ilk Yönetim Kurulu toplantısında İbrahim Kaypakkaya başkan, Halit Koçer sekreter, Mehmet Çetin sayman olur.
KULÜPLER, KULÜPLER...
Bu dönemde de 13 Fikir Kulübü daha Federasyona katılır..
23.2.1967’de Karadeniz Teknik Üniversitesi, 15.4.1967’de İstanbul Teknik Üniversitesi ve İstanbul Edebiyatlılar Fikir Kulüpleri; 22.4.1967’de AÜ Tıp Fakültesi Fikir Kulübü ve İstanbul Tıp Fakültesi Toplumcu Fikir Kulübü, 16.6.1967’de Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi, 4.11.1967’de Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu Öğrencileri Fikir Kulübü, 5.12.1967’de İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Öğrencileri Fikir Kulübü ve Ankara Basın Yayın Yüksek Okulu Fikir Kulübü; 5.1.1968’de İzmir İTİA Fikir Kulubü, 9.1.1968’de İstanbul Güzel Sanatlar Akademileri Fikir Kulübü, 10.1.1968’de İstanbul Hukuk Fakülteliler Fikir Kulübü, 15.1.1968’de Atatürk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Fikir Kulubü, 3.3.1968’de Ege Üniversitesi Fikir Kulübü ve 21.1.1968’de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Fikir Kulüpleri Federasyonuna üye oldular. Ayrıca Federasyon Kurucu üyelerinden SBF Fikir Kulübünün mahkeme kararıyla kapatılması üzerine kurulan SBF Sosyalist Fikir Kulübü, 7.7.1967 tarihinde yeniden FKF üyesi oldu.
ÜNİVERSİTE-İŞÇİ-KÖYLÜ GENÇLİĞİ
FKF ilk başlarda TİP’in etkinliğindeydi. Bu etkinlik şu veya bu şekilde 1968 baharında yapılan ikinci kurultaya kadar devam etti.
Fikir Kulüpleri'nin yönetiminde kısmen etkili görünen TİP; gelişen mücadelenin ihtiyaçlarına, gençliğin taleplerine cevap veremeyen çizgisiyle kısa süre sonra bu etkisini kaybetti. 1968'den itibaren TİP, hem ideolojik olarak hem de yönetim anlamında FKF içerisinde geriletildi. Fikir Kulüpleri Federasyonu 23-24 Mart 1968 tarihlerinde yapılan İkinci Genel Kurulunda Türkiye İşçi Partisine (TİP) paralel bir anlayışla hareket eden Fikir Kulüpleri Federasyonu yönetimi seçimleri kaybetti ve Milli Demokratik Devrim (MDD) anlayışı federasyona egemen oldu.
Bu kurultayın önemli bir yanı da, kurultayda alınan karar gereği Fikir Kulüpleri Federasyonu salt üniversite gençliğinin örgütü olmaktan çıkarılıyor, işçi-köylü gençliğinin de örgütü duruma getiriliyordu. Bu karardan sonra işçi-köylü gençliği ile üniversite gençliği arasında dayanışma güçleniyor, her işçi-köylü hareketinin yanında FKF’li sosyalist gençler yer almaya başlıyorlardı.
Böylece Devrimci Gençlik içerisinde misyonunu tamamlayan TİP ile Devrimci Gençlik birbirinden uzaklaştılar. Bu uzaklaşma ve TİP yerine gerçek bir sınıf partisinin olmaması veya oluşturulmaması, “devrimci gençliği” bu boşluğu doldurmaya yönelik çalışmalara itiyordu. Teoride bilinmesine rağmen “gençliğin bir sınıf olmadığı ve iktidar mücadelesinde öncülük yapamayacağı” gerçeği, pratikte gözardı ediliyordu.
BU OYUN SÖKMEYECEK (Mİ?)
“18 Ocak 1966 Salı günü, Siyasal Bilgiler Fakültesinin bahçesine atılmış, “Hür Subaylar Komitesi” imzalı ve Adalet Parti Hükümeti karşıtı bildiriler bulunur. Bu nedenle, SBF Fikir Kulübü üyeleri ile SBF öğrencilerinden 150 kişi evleri arandıktan sonra 1. Şube yetkilileri tarafından sorgulanır.
4 Mart 1966 Cuma sabahı Ankara, Bahçelievler ve Yenimahalle'de evlere, 'Milli Kurtuluş Komitesi' imzalı AP hükümet aleyhtarı bildiriler dağıtılır. Dağıtılan bu bildirinin ardından 5 Mart 1966 günü, 1960'daki gibi “555 K” parolası ile Kızılay'da hükümet aleyhtarı bir gösteri yapılacağı söylentileri çıkar.
Demirel hükümeti çok sayıda aydını ve gençlik önderini, hatta ortaokul öğrencilerini gözaltına aldırır. SBF Fikir Kulübü (başkanı Mahir Çayan’dır) bir protesto bildirisi yayınlar. Bildiri 15.000 adet basılarak İstanbul, Ankara, İzmir ve Erzurum'da dağıtılır. “Sahte” bildiriler nedeniyle Fikir Kulüpleri Federasyonu “Bu oyun sökmeyecek” başlıklı bir bildiri yayınlar. Ve işin bir CIA oyunu olduğunu, hükümetin yanlış yönde araştırmalar yaptığını, dünyanın başka yerinde ilericileri bu tür oyunlarla alt eden CIA’nın Türkiye’deki bu tuzağına düşecek kimsenin bulunmadığını belirtir. Bildiri 15.000 basılıp İstanbul, Ankara, İzmir ve Erzurum’da dağıtılır.”(MAHİR- Turhan Fevzioğlu)
Ne yazık ki oyun sökmüştür. Bu tuzağa düşülmüştür. CIA bu oyundan başarıyla çıkmıştır. Oyunun nasıl söktüğünü, ilerideki sayfalarda göreceğiz.
TÜRKEŞ GÖREV YERİNDE
Hakim sınıflar 1961 Anayasası ile getirilen kısmi demokratik hakların bile kullanılmasına tahammül edemiyor, bu anayasayı lüks bularak değiştirmenin yollarını arıyordu. Üniversitelerde gelişen ve giderek devrimci bir tabana oturan gençlik hareketlerinden tedirgin oluyor, gençliği bölmek ve etkisiz hale getirmek için var gücüyle çalışıyordu. “milliyetçi” ve “mukaddesatçı” adları altında, kırsal kesimden gelen bilinçsiz insanların şovenist ve dinsel duygularını istismar ederek bunları sol gençliğin karşısına çıkarmak üzere örgütlüyordu. 13 Kasım 1960’da “14” lerle birlikte MBK’den uzaklaştırılan ve 2 yıl sonra sürgüne gönderildiği Hindistan’dan dönen Türkeş bu örgütlenmede başı çekiyordu.
1965 yılına gelindiğinde Alparslan Türkeş ve 14’lerden 9’u CKMP içinde politika yapma kararı aldılar. Yanında ileride Devrim ve Vatan gazetelerini çıkaracak Numan Esin’de vardır. Türkeş ile CKMP'ye katılan dokuz kişi şunlardır; Muzaffer Özdağ, Rıfat Baykal, Fâzıl Akkoyonlu, Numan Esin, Mustafa Kaplan, Şefik Soyuyüce, Münir Köseoğlu, Dündar Taşer ve Ahmet Er.
14’lerden CKMP’ye girmeyen Orhan KABİBAY, Orhan Erkanlı ve İrfan Solmazer’e İsmet İnönü liderliğindeki CHP’den teklif gelir ve onlar da kabul ederler. Muzaffer Karan’da TİP’e katılır.
Önceleri çoğu üniversite dışından ve öğrenci olmayan dinci muhafazakar güruhlara, giderek okullarda örgütlenmeye başlayan ülkücü-faşist gruplara; devrimci gruplara saldırılmak üzere hazırlık yaptırılıyordu.
AP il teşkilatları da yurt genelinde Nurcu, Süleymancı fanatikleri de içeren “ Komünizmle Mücadele Dernekleri” adı altında militan bir kadro oluşturdu.
1965 seçimleriyle AP nin tek başına iktidara gelmesiyle birlikte bu tür dernekler devletinde desteğiyle güç ve cüretlerini hızla artırdılar.
Buna rağmen, Devrimciliğin ve Amerika karşıtlığının üniversite gençliği içerisinde yaygınlaşması, Sosyalist gençlerin, tüm öğrencileri katıldığı öğrenci birliği seçimlerini kazanmaları, ABD emperyalistlerini ve işbirlikçilerini düşündürüyor ve yeni önlemler almalarını zorunlu kılıyordu.
Dinsel tarikatlarla sıkı fıkı ilişkiler içerisinde her yerde kuran kursları ve imam hatip okulları açılıyordu. Bu arada devletin baskısıyla daha önce ilerici gençlerin yönetiminde bulunan MTTB de AP kontrolüne giriyordu.
GÖZE BATIRA BATIRA
Emperyalistler yaptıklarını ve yapacaklarını saklamıyorlar, açık açık söylüyorlardı. Anlayana...
Ne diyordu ABD Savunma Bakanı Mc Namara?
“Daha kesin olarak belirtmek gerekirse, Latin Amerika’ya yapılan yardımlarda güttüğümüz temel amaç, gerekli olduğu yerlerde polis ve diğer güvenlik kuvvetleriyle birlikte, ihtiyaç duyulan iç güvenliği sağlayacak yetenekte askeri ve yarı askeri güçlerin yetiştirilmesine yardımcı olmaktır”
ve tamamlıyordu Galula:
“Yeni liderlerin mahalli halk üzerindeki otoriteleri en fazla idari bir görünüme sahiptir. Liderliğin politik alana da uzanması isteniliyorsa bu ancak bir parti vasıtasıyla olabilir […] Ayaklanmayı bastırmakla görevli olan kuvvetlerin bu liderleri bulduğu gibi, bunlar da halk arasında muharip kimseleri bulmalıdırlar. Bulunacak muharip kimseleri bir arada tutabilmek için, bu liderlerin yardıma, desteğe ve bir siyasi partinin rehberliğine ihtiyaçları vardır”
Bu strateji Türkiye’de de aynen uygulandı. Artan anti-amerikan gençlik eylemlerinin, gelişen işçi sınıfı hareketinin ve TİP’in önünü kesecek sivil siyasi örgütlenmenin, Demirel’in deyimiyle “İti ite kırdırma” stratejisini uygulama görevi verilen “Başbuğ” Türkeş’e bir taraftan polis ve diğer güvenlik kuvvetlerine yardım edecek “yarı askeri güçlerini” “saldırılara“ hazırlaması için yardımcı olunurken; diğer taraftan sivil siyaset sahnesinde de boy göstereceği bir parti arandı. Önce yeni bir parti kurulması düşünüldü, daha sonra ise Hitler’in yaptığı gibi yapıldı. Türkeş ve arkadaşları, bir partiye girerek onu ele geçirdiler.
CKMP kısa sürede kabuk değiştirmeye başladı. AP’den koparılan milletvekilleri Mustafa Kemal Erkovanlı ve İsmail Hakkı Yılanlıoğlu’nun da katılımıyla mecliste de sesi duyulmaya başladı. Türkeş ve arkadaşları, parti içerisinde giderek etkin bir duruma geldiler. “Komünizmle Mücadel Dernekleri” nin üyeleri de CKMP’de birleşmeye başladılar. Türkeş artık tamamıyla partiyi kontrol altına almıştı.
Partinin, 1 Ağustos 1965 kongresinde ülkücü komandoların fiili katkılarıyla Türkeş en yakın rakibinin 516 oyuna karşılık, 698 oy alarak Genel Başkanlık koltuğuna oturtuldu. Türkeş’le birlikte Gökhan Evliyaoğlu, Muzaffer Özdağ, Dündar Taşer, Ahmet Er, Mustafa Kaplan, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu, Rıfat Baykal, Numan Esin, Mustafa Kemal Erkovanlı’da partinin yönetiminde görev alıyorlardı.
BAŞBUĞ!
Türkeş resmen “Başbuğ”luğunu ilan etmiş ve partinin ideolojisi “9 ışık“ olarak açıklamıştı. Almanya faşistlerinin “Führer’i” Hitler, İtalya’nın “Duçe’si” Mussolini varsa Türklerin de “Başbuğ”u vardı artık: “Başbuğ Türkeş”.
Türkeş, “devlet”in ve “dış güçlerin” katkı ve himayeleri ile, devrimcilere karşı resmi “devlet” güçlerine yardım edecek “komandoları” örgütlemeye başlamıştı. 1965’te kurdurulan ve daha sonra “ülkü ocakları” na dönüşen Milliyetçi Türk Gençlik Teşkilatı (MTGT)’nda, Nazi metotlarına ve örgütlenme modeline göre örgütlenen “komandolar” komando kamplarında eğitiliyor, silahlandırılıyordu. Türkeş “komandolarına” ilk talimatını veriyordu: “ Davadan döneni vurun!”
X-ÖRGÜTÜ
(Top Secret Yazılar - Gladio Ve Stay Behind Operasyonları - Serdar Kuru - Q-Matris)
“Operasyon meyvesini vermekte gecikmedi. 27 Mayıs 1960'ta ordu yönetime el koydu. Menderes tasfiye edildi, daha sonra da hepimizin bildiği gibi imha edildi. Amerika mesajını vermişti:
"İtaat et ya da öl!"
Darbenin ardından Amerika'yı ve CIA'yı şaşırtan yeni gelişmeler meydana gelmişti. Türk ordusunun Venezüella ordusundan farklı olduğunu anlamışlardı. Darbeye zorlanan subay grubu içinde kontrol altında tutamadıkları bir fraksiyon ortaya çıkmıştı ve bu beklenmeyen bir gelişmeydi. İşler kontrolden çıkabilir ve hesap Amerika'nın aleyhine dönebilirdi. Sovyetler de muhtemel gelişmeler için KGB Türkiye istasyonunu alarma geçirmişti, kısacası herkes tetikteydi.
Olan kısaca şuydu: Darbe için provoke edilen subaylardan CHP yanlısı olanlar sola eğilimliydi; bu, belli şartlar altında kabul edilebilirdi, muhtemel bir sola kayışı önlemek için Amerika, Albay Alparslan Türkeş ve arkadaşlarına güveniyordu. Albay Türkeş NATO bünyesinde eğitim görmüş, Amerika'da psikolojik harekat kurslarına katılmış ve X operasyonunu iyi bilen bir askerdi. CIA tarafından çıkarılan psikolojik profilinde onun Turancı ve milliyetçi olduğu, Sovyetler'e karşı operasyonlarda güvenilebileceği, sıkı anti-komünist kimliği, karizması ve teşkilatlanma yeteneği övülüyor ve güvenilir bir subay olduğu belirtiliyordu.
Albay Türkeş Amerika'da gördüğü eğitim sırasında "Stay Behind" Operasyonu konusunda bilgilendirilmiş ve X örgütünden haberi olan bir askerdi. CIA'nın çalışma yöntemlerini de iyi biliyordu; çünkü tam da onları uygulamak konusunda eğitim görmüştü. "( s46-47)
CIA İLE UZLAŞMA
“Alparslan Türkeş sürgüne gönderildiği Hindistan'da uzun uzun düşünecek zaman bulmuştu. Amerika'yı sevmiyordu; fakat komünist Sovyetler'den nefret ediyordu. Hayallerini süsleyen Turan düşünün gerçekleşmesinin tek yolu Sovyetler'in yıkılması ve Amerika'nın kazanmasıydı. Bu sebeple Amerika ve dolayısı ile CIA ile bir uzlaşmaya gitti. CIA'nın da aslında Albay Türkeş'e oldukça ihtiyacı vardı. Bunun sebebi komünizmle mücadele konusunda devlet güçleri yetersiz kalıyor, X'in sosyalist hareket içine sızdırdığı ajanların ise hedeflerine ulaşması için zaman gerekiyordu; fakat son derece iyi propaganda yöntemleriyle halkı etkileyen komünist hareket buna zaman bırakmayabilir ve Türkiye, Varşova Paktı'nın yeni bir üyesi haline dönüşebilirdi. Bunu engellemenin tek yolu komünizme karşı muhalefet edebilecek sivil bir hareketin başlatılmasıydı. Komünizm tehlikesi altındaki pek çok ülkede bu tip sivil oluşumlar faaliyete çoktan geçirilmişti bile. Bu ülkelerde genelde İkinci Dünya Savaşı sırasında taban bulan nazi ve faşist partileri yeniden canlandırılmış ve bu yapılırken Stay Behind birimleri kullanılmıştı. Bu yeni neonazi ve neofaşist hareketlerin en büyük özelliği antikomünist olmaları ve Amerika'ya fazla dil uzatmamaları idi.
KARİZMATİK LİDER
Türkiye'de ise böyle yeniden canlandırılabilecek bir oluşum yoktu, keza milliyetçilik bir devlet politikası olarak kullanıldığından halk nazarında bir çekiciliği de kalmamıştı. Bu sebeple Türkiye'de kurulacak antikomünist ve milliyetçi hareket sıfırdan kurulmalıydı. Bunun için gerekecek ideolojik altyapı zaten hazırdı, gereken çekirdek kadrolar da X tarafından karşılanacaktı. Mesele bu hareketin başını çekecek ve vitrinde oturacak karizmatik bir lider bulmaktı ve bu liderin X'in varlığını bilen ve bunu kabullenen bir lider olması gerekiyordu. Bu özelliklere uyan tek bir kişi vardı; emekli Albay Alparslan Türkeş ya da ileride anılacağı şekilde 'Başbuğ Türkeş'.
BOZKURTLARIN ÇIĞLIĞI
Yeni bir yapılanmanın başına geçecek Türkeş için aslında çok da yapılacak bir şey yoktu. Ondan istenen sadece vitrinde durmasıydı. Kurulacak yeni oluşumun bütün ayrıntıları CIA tarafından hazırlanmıştı zaten. Hareketin çekirdek kadroları ise Özel olarak seçilmiş X kadrolarından oluşacaktı. İlk önce bir siyasi parti lazımdı. Bu sorun halihazırda boşta duran bir parti ele geçirilip ismi değiştirilerek halledildi. CIA bu hareket için "Nationalist Movement Party" adını uygun buldu.
Türkeş'in Führer veya Duçe gibi bir unvana sahip olması gerekiyordu bu da bulundu: "Başbuğ". Hareketin propagandası varoşlar ve kırsal kesime yapılacağından dolayı bu kesimdeki insanların kendileri özdeşleştirecekleri bir sembol gerekiyordu, bu sembol için Almanlar ve İtalyanlar putperest dönemlerden kalma sembolleri kullanmışlardı. Yeni milliyetçi hareketin sembolü ise Türk mitolojisinde yeri olan bozkurttan seçildi ve buna uygun bir selamlaşma jesti de sonradan uyduruldu. Bu hareket KGB destekli sol örgütlerle her alanda mücadele edecekti ve kuvvetli olması gerekiyordu. Bu sebeple de özellikle gençleri organize etmesi gerekiyordu. Bu amaçla İtalyan Kara Gömlekliler ve Alman SA teşkilatı benzeri bîr yapı oluşturuldu. Bu yapı partinin vurucu gücü olacaktı. Her şey hazırdı. Binlerce vatansever Türk genci nasıl bir oyuna itildiklerini anlamadan bu partinin saflarını dolduracaklardı. (s50-52)
Alpaslan Türkeş Sağ’dan, Orhan KABİBAY Sol’dan ve Sadi KOÇAŞ Tepe’den “Yükselen Devrimci Dalgayı” boğmak üzere görev yerlerini aldılar. Sahiplerinin işaretlerine uygun davrandılar.
DALGA YÜKSELİYOR
60’lı yılların başından beri 61 Anayasasında belirtilen üniversite özerkliğine ilişkin hükümlerin yerine getirilmesi ve Anayasanın tastamam uygulanması için üniversite gençliği görüşlerini yer yer belirtiyor, harçların düşürülmesi, barınma, beslenme, kitap, burs gibi sorunlarının çözümü için istemlerde ve bu istemlerinin yerine getirilmesi için eylemlerde bulunuyordu.
1964’ten beri üniversitelerde reform isteniyordu, hükümet reform talepleriyle ilgilenmiş gözüküyor, ama konuları komisyonlara havale ederek gençliği oyalıyordu. 1964’ten bu yana köprülerin altından çok sular geçmişti. Gençler sorunlarına sahip çıkmışlar, okuyup, tartışıp, bilinçlenmişlerdi. Artık mevcut eğitim sistemini tümden yadsıyor, eğitimde devrim istiyorlardı.
Bunun için de devrimci öğrenciler uzun süredir kendi aralarında tartışıyor, hazırlık yapıyorlardı. Hedefleri; 68 sonbaharında geniş çaplı bir kampanya ve eylemler dizisi başlatmaktı, ama dünyada gelişen 68 olaylarının etkisiyle olaylar kendiliğinden gelişmeye başladı. İlk boykot 10 Haziran’da Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde başladı, buradan Hukuk Fakültesine, Fen Fakültesine, ardından İstanbul Hukuk Fakültesine sıçradı. 11 Haziran 1968’de de İstanbul Üniversitesi dekanlığı işgal ediliyor, üniversite santralı ele geçiriliyordu.
12 Haziranda eyleme İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi ve İktisat Fakültesi de katılıyor, boykot ve işgaller tüm ülkeye hızla yayılıyordu. Üniversite gençliği bozuk düzene, köhne eğitim sistemine karşı özerk, demokratik, katılımcı, üretken ve çağdaş bir üniversite talebiyle eğitimde devrim istiyordu. Önceleri siyasi iktidarca üniversite yöneticilerine ve öğretim görevlilerine karşı masum öğrenci istekleri olarak algılanan hareketler hoşgörüyle karşılanıyordu.
Başlangıçta sağcı öğrenciler de boykotları destekliyorlardı, ama öğrenci hareketinin önderliğinin devrimci öğrencilerin kontrolüne geçmesi ve mevcut düzeni sorgulayan, eğitimde devrim isteyen boyuta dönüşmesi üzerine önce sağcı öğrenciler hareketten çekildi, sonra da siyasi iktidarlarla birlikte boykot ve işgallerin kırılması için saldırıya geçildi.
SİLAHLI SALDIRI
14 Haziran 1968’de ilk kez sağcılar silahlı saldırıya geçmişlerdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine saldıran sağcılar, 50 öğrenciyi yaraladılar ve böylece ilk saldırıyı başlatmış oldular. Polis saldırılarına alışkın öğrenciler, polislerin gözleri önünde ve polisin müsamahasıyla yapılan bu ilk sivil saldırı karşısında ilk şoku atlattıktan sonra bu tür saldırılara karşı tedbir almaya başladılar.
Devrimci öğrenciler artık tüm öğrencilerin güvenliğini sağlamakla da kendilerini yükümlü sayıyorlardı.
ODTÜ Öğrenci Birliği, 1968 Ocak ayının ilk haftasında, ''Gençlik Örgütlerinin Görevi'' konulu bir açık oturum düzendi. ODTÜ Konferans Salonunda yapılan açık oturuma ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü Başkanı Sinan Cemgil, ODTÜ Hür Düşünce Kulübü Başkanı Şemsettin Akbulut, ODTÜ Sosyal Demokrasi Kulübü Başkanı Öner Yurtsever katıldılar.
İlk sözü alan Hür Düşünce Kulübü Başkanı “ Dünyada iki büyük emperyalist devlet olduğunu söyleyerek sözlerine başlar. Daha sonra, Japon gençlik örgütlerinden örnek verir ve ''Köylere gitmeliyiz, ama belli bir fikri yaymak için değil'' der.
İNGİLİZCE ÜÇ KELİME
Daha sonra söz alan ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü Başkanı Sinan Cemgil, özetle şunları söyler: ''Sosyalistler tahlillerini, gözlemlerini bilimsel verilere göre yaparlar. Sosyal olaylara, konulara sınıf açısından bakarlar. Eğer toplumun belli katında olan bir tabakadan söz açmak gerekiyorsa, onun toplum içindeki yerini saptamak gerek. Öyleyse, önce Türk üniversite gençliğinin sosyal sınıflar içindeki yerini ortaya koyalım. Toplumumuzdaki sosyal sınıfları kabaca şöyle sıralayabiliriz: Komprador burjuvazi, toprak ağaları, tefeci tüccarlar, küçük esnaf, zanaatkârlar, hizmet işçileri, tarım işçileri, endüstri işçileri. Üretim faaliyetine doğrudan doğruya katılmayan, bunların arasında birtakım ara tabakaların varlığını da görüyoruz. Bunlar öğretmen, subay, devlet memurları, öğrencilerdir.
Fakat birey olarak ele alındıklarında üniversitelilerin farklı sosyal sınıf ve sosyal tabakalardan geldikleri görülür.
Üniversitelileri başlı başına bir grup yapan, toplumun teknik, bilimsel, sosyal, kültürel kadroları olmak için hazırlanmalarıdır. Üniversitedeki gençlerin görevleri olarak konuyu el aldığımızda bu görev objektif olarak tarihi koşulların onlara yüklediği bir görevdir. Bu görev, Türk halkına olan görevimizdir.
Türkiye bugün yapısında yarı feodal, yarı sömürgesel ilişkileri barındıran geri teknikli, az gelişmiş kapitalist bir ülkedir. 1956- 1963 dönemi süresinde ABD'ye 1,4 milyar dolar borçlandık. Bu süre içinde çeşitli ithalat-ihracat oyunlarıyla ABD'ye 1 milyon dolar hediye etmiş olduk. Türk gençliği olarak, her zaman Türk halkına karşı sorumluluğumuzun bilinciyle hareket etmeliyiz. Sosyalistler, ülkemizin tam bağımsızlığı için, emperyalistler ve onların işbirlikçileriyle mücadele eder. Emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşı veren halklara barbar değil, kahraman deriz.''
''Biz ODTÜ'de İngilizce üç kelime öğrendik: YANKEE GO HOME''
SOSYALİST ÖĞRENCİLER
Artık eylem bütünüyle devrimci sosyalist kesimin elindeydi ve sosyalist gençliğin örgütü 1969’de Dev-Genç adını alan Fikir Kulüpleri Federasyonu geniş öğrenci yığınlarınca tasvip gören ve prestij kazanan en güçlü öğrenci örgütüydü. Geçmiş dönemin diğer örgütleri ve yarı resmi sözüm ona öğrenci örgütleri adeta silinmişler, eylemlere karşı çıkan örgütler dışlanmışlardı. Üniversitelerde yapılan öğrenci derneği seçimlerini artık Fikir Kulüpleri Federasyonunun desteklediği sosyalist öğrenciler kazanmaya başlamışlardı.
Sonuçta eğitimde devrim gerçekleşmemişti, ama üniversite gençliği bu süreç içerisinde hızlı bir değişime uğramış, kendilerine olan güvenleri artmıştı.
Bu süreç içerisinde önce kendi akademik sorunlarını sorgulayan yüksek öğrenim gençliği, üniversite sorunlarının ülkenin sorunlarından, ülke sorunlarının da dünya sorunlarından ayrı olmadığını emperyalizme karşı bağımsızlık ve demokrasi için mücadele verilmeden ne ülke sorunlarının, ne de üniversite sorunlarının çözülemeyeceğini kavramıştı.
BAĞIMSIZ VE DEMOKRATİK BİR TÜRKİYE
Kitlesel olarak demokratik forumlarda bu konuları tartışmış, üniversite gençliğinin büyük bir çoğunluğunun katıldığı ve herkesin söz ve karar verme hakkının bulunduğu forumlarda alınan kararlar doğrultusunda eylemler yapmışlardı. Bu tartışmalar sonunda demokratik üniversite isteminin emperyalizme ve faşizme karşı mücadeleden ayrılamayacağı, demokratik üniversiteye ancak Bağımsız ve Demokratik Bir Türkiye için mücadele edilerek ulaşabileceği ortaya çıkmıştır.
Ama görülmüştür ki, üniversite sınırları içerisinde kalan bu eylemler kamuoyuna doğru bir şekilde yansıtılamamakta ve ulaşamamaktadır, üniversitenin duvarları içerisinde kendileri söyleyip, kendileri dinlemektedirler. Verilen mesajlar üniversite ve fakültelerin dışına çıkamamakta, çıkanlar ise çarpıtılmış ve gençliğin istem ve taleplerini yansıtmayan, tam tersine üniversite gençliğini topluma yanlış tanıtan mesajlar olarak yansıtılmaktadır. Bu nedenlerle üniversitenin sınırları dışına çıkılması, sorunların ve çözüm önerilerinin gerçek sahiplerine, halka, işçilere, köylülere anlatılmasına karar verilmiş, fabrikalara, köylere, gecekondu bölgelerine gidilerek hem halkın haklı taleplerine destek olunmuş, hem de kendilerince kavranılan gerçekler halka anlatılmaya çalışılmıştır.
SALDIRI- ŞİDDET
Tam da bu noktada, yani gençlerin artık halkla buluştuğu noktada, onlarla bütünleştiği noktada önceleri öğrenci eylemlerine sıcak bakan iktidar ve egemen güçler, öğrencilerin üzerine saldırmaya başladılar. CIA‘sıyla, MİT’iyle, kontr-gerillasıyla, Ülkü Ocaklarıyla, polisiyle, faşistiyle... Sağ’dan,Sol’dan ve Tepe’den...
Yurdunu seven ve giderek anti-emperyalist bilince ulaşan gençliğin mücadelesini önlemek için, gençliğin kitlelerle kurmak istediği ve giderek kurmaya başladığı bağları koparmak, bu mücadelenin kitlelere doğru yansımasını ve kitlelerce doğru kavranılmasını önleyebilmek için gençliğin üzerine saldırdılar. Bu saldırılar üniversite gençliğinin kitlesel ve örgütsel tepkisiyle püskürtülmüş, kamuoyuna sağcı ve solcu öğrenciler çatışıyor, gençlik iki kampa ayrıldı imajı verilmek istendiyse de, gençliğin çok büyük bir bölümünün örgütlü direnciyle karşılaşılmış, çok küçük bir azınlık olan “Türkeş denetimli kadrolar” gençlik içerisinde tecrit edilmiştir. Bu defa aynı kadrolar polis desteğinde saldırtılmış, yurtsever ve devrimci gençler sokak ortalarında öldürülmüştür.
TÜRKEŞ’İN PİYADELERİ
29 Şubat 1968 de merkezi Yozgat’ta olan Genç Ülkücüler Teşkilatı (GÜT), aynı yıl Ankara’da Ülkü Ocakları Derneği (ÜOD) kuruldu. 1970’de merkezi Kayseri olan Büyük Ülkü Derneği (BÜD) faaliyete geçti.
Ağustos 1968 ayında gazeteler açılan komando kampları haberleriyle doluydu. 1968 yılında, İzmir, Ankara, İstanbul ve Gaziantep’te; 1969 yılında Adana, Kayseri, Mersin, Sakarya, Konya, Çankırı, Mudanya, Tokat, Amasya, Malatya, Samsun, Kars ve Antalya‘da; 1970 yılında Erzurum, Trabzon, Bursa, ve Denizli’de açılan kamplara toplam 7 binden fazla “ülkücü” katılmıştı.
Ülkü Ocakları’nın çıkardığı Devlet dergisinin 21 Nisan 1969 tarihli üçüncü sayısında “Komandalar” başlıklı yazıda şu satırlar yer alıyordu :
“Türk’ün tarihi, normal seyrinden beş bin yıldan beri zerrece inhiraf etmemiştir. Komandolar işte bu kutsal gerçeğin kahramanlarıdır. Onlar asırlardır millet hayatını tümen tümen kuşatan şan ve şeref haleleridir. Bugün onlara ne isim verilirse verilsin, bütün tarihimizde onlar, felaket fırtınalarının üzerine bora misali patlamış, kurtuluşun müjdecileri olmuşlardır. [...]
Milletin sabrının sonu gelmiştir. Komandolar milli çaresizliğimizin ihtiyaçlarından doğmuş ve kitlelerin yanan bağırlarına su serpmişlerdir. Asırlardır uyuyanlar uyanmıştır. Liderine, kadrolarına ve aksiyonuna kavuşan Türk Milliyetçiliği, karşısındaki düşman cephelere rağmen ayaktadır. Bu savaş sol olsa da olmasa da, düşman enternasyonaller sinse de sinmese de mutlak kurtuluşa kadar devam edecektir. Komandolar yol gösteriyor işte. Şüphe yok hedef Kızıl Elma’dır.”
Alpaslan Türkeş ise şöyle diyordu :
“Gençlik kolları, çeşitli sportif ve kültürel faaliyetlerde bulunuyorlar. Bu arada kendilerine judo da öğretiliyor. Komünistler memleketi sahipsiz sanıp sokak hakimiyeti kuramazlar. Onların anlayacağı dilden konuşacak memleketçi, milliyetçi çocuklar vardır. Bunun için gençlerimizi mücadeleci olarak yetiştiriyoruz. Gençlerimiz memleket vazifelerine hazırlıklı bulunuyorlar, bulunacaklar.”
BAŞ TEHDİT-CEVDET SUNAY
Sağcı militanların giderek yoğunlaşan kanlı saldırıları konusunda en büyük sorumlulardan biri, bu tür saldırıların durdurulması için ağırlığını koymasını talebinde bulunan muhalefete “İyi ama onlar yurtsever gençler” yanıtını verecek denli gerçeklere gözü kapalı olan dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’dır. 6.1.1971 tarihinde “Bunlar vatansever gençlerdir. Milliyetçi gençlerdir. Komünizme karşı mücadele etmektedirler.” diyordu.
Yükselen devrimci dalgayı, ‘milli güvenlik’ bakımından baş tehdit olarak gören devlet, bu dalgayı kırmak için, sola karşı bir “reaksiyon” olarak özellikle kırsal kesimden gelme ve varoşlarda bulunan bilinç düzeyi düşük genç insanları “komünizme” karşı şartlayarak örgütlüyordu.
Bu genç insanlar “şuursuzca” kendilerinin de kurtuluşunu isteyen arkadaşlarına saldırtılıyor, boyunlarına “katil” yaftası astırılıyordu. Görevleri “devrimci dalgaya” dalgakıran olmaktı.
Bunların görevi “yardımcı” oldukları “devlet” güçleriyle birlikte yurdunu seven ve giderek anti-emperyalist bilince ulaşan gençliğin mücadelesini önlemek, gençliğin kitlelerle kurmak istediği ve giderek kurmaya başladığı bağları koparmak, bu mücadelenin kitlelere doğru yansımasını ve doğru kavranılmasının önleyebilmekti. Kamuoyuna sağcı ve solcu öğrenciler çatışıyor, gençlik iki kampa ayrıldı imajı verilmek isteniyor, diğer yandan da devrimci gençlerin sindirilmesi, enerjilerinin karşılıklı çatışmalarla harcatılması ve dile getirildikleri devrimci görüşlerinin, geniş halk kitlelere ulaşmasının engellenmesi öngörülüyordu.
DIŞ DİNAMİK
60’lı yıllarda Türkiye’deki gençliğin devrimci gelişimini yalnız iç dinamiklerle açıklamak mümkün değildir. Bu yıllar küresel ölçekte sol muhalefetin yükseldiği bir dönem olmuştur. Reel sosyalizmi yaşayan SSCB’nin varlığı sosyalizmin dünya ölçüsünde güçlü ve meşru bir toplumsal proje olarak yer almasını sağlamıştır. ABD’nin Vietnam’ı işgali sonucu küresel ölçekte anti - emperyalist bir savunu alanı ve duyarlılık yaratmış, Batı Avrupa’da öğrenci hareketleri yükselmiştir. Latin Amerika’da ve Ortadoğu’da ulusal bağımsızlık ve devrim için gerilla mücadeleleri ortaya çıkmıştır. Politik muhalefetlerin seyrini radikal bir biçimde dönüştüren bu gelişmeler, devrim projesini bir ütopya olmaktan çıkarmış yakın gelecekte gerçekleşecek olan bir toplumsal ve politik bir projeye dönüştürmüştür.
Küresel ölçekte yükselen sol muhalefet, Türkiye’deki sol hareketi de derinden etkilemiştir. Sol yayınlar hızlı ve geniş bir biçimde Türkçe’ye çevrilmiş teorik-politik tartışmaların zenginleşmesine hizmet etmiştir. Özellikle üniversite çevrelerinde fikir kulüpleri aracılığı ile örgütlenen öğrenciler dönemin gelişmelerinden etkilenerek hızlı bir politikleşme sürecine girmişlerdir.
ANKARA’NIN TAŞI
19 Nisan 1966'da, ABD Dışişleri Bakanı Dean Rusk, CENTO Dışişleri Bakanları toplantısına katılmak üzere Ankara'ya geldi. FKF'li öğrencilerin yoğun protesto gösterileriyle karşılandı.
Çoğunlukla Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF), Hukuk Fakültesi ve ODTÜ öğrencisi olan gençler, ellerinde pankartlarla, Rusk'ın kalacağı ABD Büyükelçisi'nin evine gitmek amacıyla yürüyüşe geçer. Aralarında Sinan Cemgil'in de bulunduğu 70 eylemci genç gözaltına alınır.
ABD Cumhurbaşkanı Johnson 'un Yunan asıllı özel temsilcisi Cyrus Vance, Türk hükümetine bir mesaj vermek amacıyla Ankara'ya gönderilir. Vance'in Esenboğa Havaalanı'na geleceğini öğrenen öğrenciler, 23 Kasım 1967 Perşembe günü, saat 10.30'dan itibaren havaalanının bekleme salonunu doldurur. Öğrenciler:
Ankara'nın taşına bak, Şu Yankee'nin işine bak,
Bizi Yunan'a satıyor, şu feleğin işine bak,
Ankara'nın taşlı yolu, üsler dolu sağı solu,
Amerika evine dön, yoktur bunun başka yolu”
marşını söylerler.
Gençler, bir ara uçağın iniş alanına girerek oturur. Toplum polisi şefinin uyarılarına karşın öğrenciler yerlerini terk etmez.
YERLİ SATILMIŞLAR
ODTÜ-ÖB, ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü, FKF, TMTF, AYOTB ile AÜTB, 25 Mayıs 1967 Perşembe günü, ortak bir bildiri yayımlar. Amerika'nın, Yunanistan ve Vietnam'da giriştiği faaliyetlerin yerildiği bildiride özetle şu görüşlere yer verilir:
''Emperyalizm ve yerli satılmışların, bütün dünyada sahneye koydukları yeni oyunlar karşısında duyduğumuz öfkeyi, kamuoyuna haykırmayı bir görev sayıyoruz.
Bugün Yunanistan'da, Vietnam'da, Kıbrıs'ta ve bütün Asya, Afrika, Latin Amerika ülkelerinde emperyalizm korkunç cinayetler işlemektedir. Emperyalistler aynı oyuna Brezilya'da, Arjantin'de, Dominik'te, Endenozya'da ve en son olarak Yunanistan'da başvurmuştur.
Ordumuzun şanlı tarihinin devrimci geleneği mutlaka ağır basacağına kesin olarak inanıyoruz. CIA, Türkiye'de bir General Patakos bulamayacaktır.
Amerika, özgürlüğü için savaşan Vietnam halkını yok etme çabasındadır. Gün gelecek bütün Vietnam, emperyalistlerden ve satılmışlardan arınacaktır. Çünkü, dava ölüm kalım davasıdır.
Biz Türk milliyetçileri olarak şu anda oyuna getirilmiş olan, emperyalizmin yönettiği bir faşizm darbesinin kurbanı olan Yunan halkının ve kurtuluş savaşı veren Vietnam halkının milliyetçi güçleri ile dayanışma halindeyiz. Bütün dünya halkları yakın bir gelecekte, emperyalizmin ve yerli ortaklarının üstesinden gelecek, yurtlarında kendi ulusal geleneklerine uygun halktan yana demokrasiler kuracaklardır.''
TÜRK BAYRAĞI-YATAK ODASI
24 Temmuz 1967’de 6. Filonun İstanbul’a gelmesi, artık hiç de 1946’ta limanlarımıza gelen MISSUORI zırhlısı gibi şenliklerle karşılanmıyor, emperyalizmin denizlerimizdeki bekçisi olarak algılanıyor ve tavır alınıyordu. Protesto etmek için Dolmabahçe’de ABD Konsolosluğu önünde Amerikan bayrağı indirilip, yerine Türk bayrağı çekiliyor, bayrak çeken gençlerin üzerine ise ateş açılıyordu.
Gençler tarafından, filo komutanının Taksim alanına koyduğu çelenk yakılıyor, Amerikalı denizcilerin kepleri başlarından alınıyordu. 6. Filo protesto mitingleri düzenleniyordu.
Bu tepkilere rağmen 1967 ekiminde yeniden İstanbul’a gelen 6. Filo erlerinin, bu sefer sadece keplerinin alınmasıyla yetinilmiyor, Amerikalı denizciler üzerlerine atılan çürük yumurtalar ve fışkırtılan mürekkeplerden de nasiplerini alıyorlardı. 7 Ekim 1967 de 6. Filoyu protesto etmek için Dolmabahçe’de düzenlenen oturma mitingine çağrıda:
“Emperyalizmi topraklarından yarım asır önce silah zoruyla kovarak dünya geri kalmış ülke halklarına önderlik eden Türk ulusunun yatak odalarına kadar girmeye cesaret eden Amerikan emperyalizmine artık tahammülü kalmamıştır “ deniliyor ve “bu mitinge hangi partiden ve hangi ideolojiden olursa olsun, bütün milliyetçi güçlerin bir araya gelmesi“ isteniyordu.
1968 yılında işgal ve boykotlar sürerken anti-emperyalist gösterilerde yoğunluk kazanıyordu.
14 Mayıs 1968’de “Nato’ya Hayır” Haftası düzenlendi. Gençliğin anti-emperyalist eylemleri artarken, gençlik üzerine saldırılar da arttı ve giderek bu saldırılar katliama dönüştü.
1968 Mayısında düzenlenen “ NATO’YA HAYIR” kampanyasında ”....NATO’ya Hayır diyoruz, çünkü Amerika’ya karşıyız . NATO’ya Hayır diyoruz çünkü emekçi halk yığınlarının, yani Türkiye’nin çoğunluğunun çıkarlarından yanayız (....) Amacımız bağımsızlık sorununu yalnızca biz gençlerin ve aydınların sorunu olmaktan çıkarıp, emekçi halkımıza mal etmektir. Çünkü her zaman halklar galip gelmiştir. Vietnam’da da böyle olmuştu. Türkiye’de de olacaktır... “ deniliyordu.
DEVRİMCİ GÜÇ BİRLİĞİ
Bu süreç Türkiye’nin tek legal sol partisi Türkiye İşçi Partisi'ni de etkiliyordu. (TİP) Malatya'da yapılan Büyük Kongre'sinde, Mehmet Ali Aybar ile Behice Boran ve Sadun Aren gruplarına karşı çıkılıyor, Milli Demokratik Devrim tezi seslendiriliyordu. Mihri Belli'nin öncülük ettiği bu tezi, FKF içerisinde Adalet Partisi (AP) Milletvekili Sadık Perinçek'in oğlu Doğu Perinçek sahipleniyor ve FKF Genel Başkanlığına geliyordu.
Bu yeni oluşum, 27 Mayıs Milli Devrim Derneği'yle dayanışmaya girerek, Devrimciler Güç Birliği'ni (Dev-Güç) kuruyordu. Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu (TÖDMF) Genel Başkanı Prof. Bahri Savcı, ayni zamanda Dev-Güç'ün de başkanlığını üstleniyordu. Sekreteri ise, eski Milli Birlik Komitesi (MBK) üyesi yeni tabii Senatör Kadri Kaplan oluyordu.
(Tabii senatörler tekrar piyasaya çıkıyorlardı. Elleriyle teslim ettikleri 27 Mayıs kazanımlarını sözde tekrar geri almak için kurmaylığa soyunuyorlardı. 12 Mart 1971 sonrası bu kurmaylar sıra kadem basacaklardı. Kurmaylığa soyundukları gençler asılırken ve öldürülürken “ihtilalci” kimlikleri karşılığı aldıkları “ömür boyu senatörlük” koltuklarını kaybetmemek için, seslerini kısacaklardır. Aynını 21 Mayıs 1963 sonrası da yapmışlardı. Asılan arkadaşlarını, kurşunlanan Harbiyelileri seyretmekle yetinmişlerdi.)
1968 Martı sonunda Ankara’da şeriatçı güçler sola ve sol düşüncenin gelişmesine karşı ikinci şahlanış mitingi düzenleyeceklerdi. Dinsel gericiliğin emperyalizmin bir uzantısı olduğu ve bağımsızlık mücadelesinde engel olduğu düşüncesiyle 27 Mayıs Milli Devrim Derneği, demokratik kitle örgütlerini ortak tavır almaya çağırdı. Gericiliğe karşı tam bağımsızlık anlayışı içerisinde Anayasanın ilkelerinin eksiksiz gerçekleştirilmesi için 27 Mayıs Milli Devrim Derneği, Fikir Kulüpleri Federasyonu, Türkiye Milli Talebe Federasyonu ve Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu güç birliği yapacaklarını 27 Mart 1968 tarihinde yayınladıkları bir bildiriyle ilan ettiler.
Devrimci Güç Birliği adı altında görüş birliği yapan 50’ye yakın devrimci nitelikte öğrenci, işçi, öğretmen ve çeşitli halk kuruluşları imzasıyla yayınladıkları bildiride şunları belirtiliyordu :
“Bugün ülkemiz görünür, görünmez, açık, kapalı bir şeklide emperyalizmin, yani yabancı sermayenin kontrol ve çıkarlarının baskısı altında bulunmaktadır.
Köylerimize kadar sokulmuş barış gönüllüleri adı altında Amerikan araştırmacıları ile,
Bakanlıklarımıza yerleşerek görevlerinden çok daha etken faaliyetlerde bulundukları şüphesiz olan yabancı uzmanlarla,
Sadece bizce bilinmesi gereken bütün askeri harekatımızı rahatlıkla kontrol edip, gözetleyebilen ve mili güvenliğimizi tehlikeye düşüren askerleri ve askeri imkânlarıyla,
32 milyona mezar hazırladıkları artık iyice bilenen atom üsleriyle,
Yurdumuzda kolaylıkla üretebileceğimiz tüketim mallarını gözler önünde pervasızca satan Amerikan pazarlarıyla,
Suçluyu yargılama hakkımıza bile set çeken ikili anlaşmalarla,
Yurdumuzda kendi çıkarlarına göre kredi dağıtabilecek bankalarıyla,
Mali politikamızı kontrol edip, müsaadesine başvurmaya ve yasaklarına uymaya mecbur tutulduğumuz konsorsiyumlarıyla,
Temel sanayimizin gelişmesine engel olan ve gittikçe tekelcilik yönünden gelişen iki misli pahalılıkla mal satan montaj sanayi ve bunun arkasındaki yabancı şirketlerle ve nihayet ikide bir Dolmabahçe önünde ve İzmir’de demirleyerek gençlerimizi birbirine kırdırıp, dostluk ziyaretlerini çok aşan filolarıyla, emperyalizm ne denli ve derece etken bir şekilde ülkemizi tahakküm zincirine vurmaya çalıştığı açıkça görülmektedir. …..)
Emperyalizme karşı savaşta esas hedef, yabancı desteğine bel bağlayan ve onunla işbirliği yaparak halkımızı sömüren ve sömürülmesine göz yuman yabancılarla işbirlikçi çevrelerdir. Bunlar gayri millidirler, yabancılarla paravanlık etmekte onlara maskelik yapmaktadırlar. Bu paravan yırtılıp maskeler düşürülmedikçe, emperyalistin gerçek yüzü görülmez. Çünkü, yeni emperyalizm saklı ve sinsi karakterde, paravanlı ve maskeli bir tiptir. Hedef paravanı yırtıp maskeleri düşürerek, emperyalizmin gerçek yüzünü Türk halkının tükenmez gücünün ve sarsılmaz inancının karşısında bırakmaktır.(…….)”
SENDİKAL HAREKET
Dev Güç’ün ilk kuruluşu döneminde işçi sınıfı, bu güç birliğinde son derece zayıf temsil edildi. DİSK önceleri kuruluş toplantılarına, DİSK’in Ankara Temsilcisi Uğur Cankoçak’ı göndererek katıldı. Fakat daha sonra DİSK Genel Merkezi, Dev Güç’ten çekildiğini açıkladı. DİSK çekildi. Ama Gıda-İş kaldı. Güçbirliği içerisinde ,İsmet Demir’in Yapı İşçileri Sendikası da vardı. Daha sonra Necmettin Giritlioğlu bu sendikada görev alacak ve 22 Ağustos 1970’te Aliağa grevi sırasında öldürülecekti.
1967’de Ereğli Demir Çelik İşletmesinde soğuk haddehanesinde işçi olarak çalışmaya başlayan Giritlioğlu, bir yıl sonra Ereğli’de örgütlenme çalışmalarında bulunan DİSK’e bağlı Türkiye Maden İş Sendikası’na girerek, gençlik kolu başkanlığına getirildi.
Aynı dönemde Türkiye İşçi partisine üye olarak, Karadeniz Ereğlisi’nin ilçe örgütünün yönetim kuruluna seçildi. 1969’da aynı işletmede mühendis olarak çalışan Bingöl Erdumlu ile birlikte Türk Metal sendikasının bünyesi dışında ama özellikle sendika üyelerinin bilinçlenmesine yönelik “Toplu Sözleşme ve Grev Dayanışma Komitesi”ni kuran Giritlioğlu’nun bu çabası işçiler arasında önemli bir birikime yol açtı.
Aynı yıl Türk Metal Sendikası’nın Ereğli Demir Çelik İşletmesi’nde başlatıp uzlaşarak noktaladığı grevden sonra işçilerin DİSK’e bağlı Türkiye Maden İş Sendikası’na geçmesinde de Giritlioğlunun bu çabası etkili oldu. 1968’de Ereğli’de açılan Vietnam sergisi bahane edilerek, polis tarafından gözaltına alındı ve ağır işkenceye maruz kaldı. Şubat 1969’da İstanbul’daki Kanlı Pazar mitingine katıldı.
1969’un sonunda Ereğli’deki işinden atılan Giritlioğlu, Ankara’ya giderek Yapı İşleri Sendikasında çalışmaya başladı. Sendika başkanı İsmet Demir’le inşaat işçilerini örgütledi. Bu Bu arada Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ndeki inşaat
işçilerinin örgütlenmesinde çalışırken Yusuf Küpeli, Münir Aktolga ve Mahir Çayan’la tanıştı. Aynı yıl YİS’in Ankara şube başkanlığına getirildi. Daha Giritlioğlu İzmir’de yapılan kongre sonucunda Yapı İşleri Sendikası’nın genel başkanlığına getirildi.
Dev Güç, öğrenci gençliğin işçi sınıfıyla bağlantı kurmasında ve ortak bir program etrafında hareket geçmesinde istenilen sonuçları doğuramadı ve doğuramazdı.
FKF III. Kurultayı Ocak 1969’da yapıldı. MDD’cilerin TİP’lilere nazaran daha ağırlıklı bir şekilde yönetime geldikleri bu kongre sonrasında giderek etkinliği ele geçirdiler. Kurultay sonrası FKF’nin etkinliği giderek genişlemeye başladı. Toprak eylemleri, üretici mitingleri, anti-emperyalist eylemler, grevlerle birlikte halkın diğer kesimleriyle gençliğin birliği konusunda ileri adımlar atıldı.
Dönemin hemen tüm örgütlenmeleri ve siyasi eğilimleri FKF içinde yer almaktaydı. Aralarında kıyasıya bir "yönetim" mücadelesi olmaktaydı.
1969 yılının başındaki kongrede yapılan seçimlerde, TİP yanlısı ekip yönetimden uzaklaştırıldı ve Yusuf Küpeli FKF'nin Başkanı oldu.
ULUSAL ONUR
1968 işgallerinin sonrasına rastlayan 15 Temmuz 1968’de 6. Filo yine limanlarımıza geldi. Bu sefer gençlerin tepkisi ve öfkesi her zamankinden daha büyüktü Daha önce hiçbir şey olmamış gibi 6. Filonun Türkiye limanlarını yeniden kirletmesi ulusal onurumuza yapılan en büyük saygısızlıktı. 6. Filonun geldiği gün tüm bayraklar yarıya indirildi. Sokakta görülen Amerikalı askerlere boya atıldı, yuhalandı. Polis Taksim’e giden yolları bile tutmuş, genç avına çıkmıştı. Taksim’e çorba içmeye giden 16 üniversiteli bile tutuklandı.
Amerikan bahriyelileri, barlarda sazlarda gezerken polis Amerikalıların güvenliklerini koruyor, ilgili ilgisiz sokakta gördüğü gençleri topluyordu.
6.Filo’nun İstanbul’a gelmesiyle birlikte Ankara’da da öğrenci gençlik bir dizi eylem gerçekleştirdi. Ankara’daki Amerikan Haber Alma Merkezi, Pan Amerikan Hava Yolları ve Amerikan Kültür Merkezi molotof kokteyli atılarak tahrip edildi. Tuslog Komutanlığı’nın duvarları siyaha boyandı.
6. Filo'yu protesto gösterilerine katılan öğrencilerden TİP ve FKF üyesi İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencisi Vedat Demircioğlu, polislerin İTÜ Gümüşsuyu Öğrenci Yurdu'nu basması sonucu yurdun penceresinden düşerek ağır yaralandı. Demircioğlu, tedavi edildiği İlk Yardım Hastanesi'nde 24 Temmuz 1968 Çarşamba günü öldü.
Demircioğlu'nun öldüğünü duyan öğrenciler yoğun protesto gösterisine giriştiler. Taksim’e kadar yürüyüp, 6. Filoyu protesto ettikten sonra Dolmabahçe’ye inerek yakaladıkları Amerikalı subay ve erleri karga tulumba denize atmaya başladılar. Bu eyleme işlerinden çıkan halkta katılınca binlerce kişi, ortalıkta denize atacak Amerikalı, Amerikalılar’da kaçacak delik aradılar.
TEĞMENLER, TEĞMENLER...
“1968 yılına gelindiğinde Deniz Harp Okulu Subay Taburu’ndaki (3. ve 4. sınıf ) teğmenlerden oluşan devrimci bir örgütlenme, organlarıyla birlikte oluşumunu tamamlamıştı. Bu örgütlemenin ülke sorunlarına bakış mantığını anlatabilmek açısından şu noktayı hatırlatmalıyım: dönem tatillerinde teğmenlerden oluşan gruplar Doğu Anadolu’nun en ücra köylerine kadar gitmekte ve o köylerdeki okullara “Mustafa Kemal kütüphaneleri”ni kurmaktadır. Aynı zamanda devrimci teğmenler halk ile ilişkilere girip sorunlarını dinlemekte ne bu konuda raporlar hazırlamaktadır.
Bu aşamada henüz sivillerle hiçbir ilişki yoktur. Henüz Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile tanışılmamıştır. Örgütlenme benim (Sarp Kuray) başkanlığımda yürümektedir ve merkezi komitede Teğmen Sarp Kuray, Teğmen Mehmet Akmaner, Teğmen Yücel Ersoy, Teğmen Ali Kırca, Teğmen İsmail Cankardeş, Teğmen Mehmet Sağcan, Teğmen Coşkun Erkal, Teğmen Çetin Algon, Teğmen Erhan Ünal, Teğmen Ercüment Toker bulunmaktadır. Bu arkadaşların her biri kurulan eğitim, maliye, toprak vb gibi komitelerde başkanlık yapmaktadır
Bu aşamada Hava Harp Okulu öğrencilerinin oluşturdukları bir örgütlenme ile ilişkiye geçilmiştir. Hava Harp Okulu 2. sınıf yani Teğmen çıkacak devredeki öğrencilerden oluşan örgütte Saffet Alp, Mustafa Çimen, Hasan Özgen, Mehmet Aklaya, Kemal Berişler, Nevzat Yücel, Ahmet Nart, Mehmet Yurtözveri gibi Harbiye öğrencileri bulunmaktadır. Yapılan ilişkiler sonucunda kendilerine Deniz Harp Okulu’ndaki örgütlenme açılmış ve birlikte hareket etme önerisi getirilmiştir.
Öneriyi kabul eden hava Harbiyeliler ile buluşulmuş ve birlikte yürünmüştür. Her kuvvet kendi bünyesinde müstakil örgütlenmeler yapacak koordinasyon merkezden sağlanacaktır. Bu açılım ilke olarak kabul edilmiştir ve THKP-C örgütlenmesi ile temas sağladıkları ana kadar da kimse bu ilkeye ters düşmemiştir.
Havacılar çoğunlukla Harbiye 2. sınıf öğrencisi olduklarından her sene mezuniyette geleneksel olarak çıkarılan “Göksenin” adlı yıllığın çalışmalarını da yürütmektedirler. Kendilerinden gelen bilgilere göre sınıf subayları Yüzbaşı Salih Zeki Yılmaz ve Üsteğmen Fuat Turan okulda bu arkadaşlarımızla ilişki içindedirler. Bu iki havacı subay da Talat Turhan‘a yakındır. Benim bugünkü değerlendirmelerime göre genç subay ve Harbiyeliler arasında başlamış ve hiçbir yer ile bağlayıcı anlamda ilişkisi olmayan bağımsız harekette bizim boyutumuzda ilk kırılma bu subaylarla başlamıştır. Salih Zeki Yılmaz Ve Fuat Turan 12 Mart sonrası açılan 256 sanıklı “ Türk Halk Kurtuluş Parti-Cephesi Davasının” sanıklarıdır ve bu iddianamede onların Harbiyeliler ile olan ilişkileri ve tüm bu ilişkilerin THKP-C’ye taşınması anlatılmaktadır.
Diğer kanal da Binbaşı İbrahim Keskin ile başlayan ve Orhan Savaşçı ile devam eden kanaldır. Buradaki kırılma iki boyuttadır; bir bizim bağımsız hareketimize yönelmişlerdir, iki sonraki süreçte de THKP-C hareketine sızmışlardır. Sonuç ortadadır. Şimdi bu acılı süreci anlatıyoruz.
Hava harp okulundaki devrimci arkadaşlar teğmen çıktıkları zaman “Göksenin” de yayınlanmıştır. Bu yıllık devrimci ve antiemperyalist bir özde hazırlanmıştır. (Sarp Kuray)
GÖKSENİN
GÖKSENİN 1968 Hava Harb Okulu Kültür Yıllığı Hasan ÖZGEN’in giriş yazısı ile başlıyor. Ardından,Yzb Zeki Yılmaz, Mehmet Yurtözveri, Erol Erdener Yücel, Erdal Şahman, Öner Kamburoğlu, Kemal Berişler, Selami Çetin, Akın Aklar, Üner Akdeniz, Ali Değirmenci, Kaya Gürleyen, Mehmet Güçlü, Şerif Özçelik, Mehmet Erikli, Ahmet Güvenç, M.Kemal Koçtepe, Neşet Sözer, Mustafa Çimen ve Hasan Özgen’in şiirleri; Öner Akdoğu, Neşet Sözer, Mustafa Çimen, Hasan Özgen, Mehmet Yurtözveri, Onur Akdoğu, Haşim Erkan, Saffet Alp, Öner Kamburoğlu, Kürşat Çelik, Mehmet Birhekimoğlu, Mehmet Erten ve Hv.P. Fuat Turan’ın yazıları ile kitap GÖKSENİN oluyor.
GÖKSENİN’den birkaç alıntı:
BARUT YERİNE DEVRİMCİ DÜŞÜNCE
Daha güzel bir “YILLIK” çıkartamaz mıydık? Daha güçlü ve gür... olurdu, ama ilk yapıt bizim verdiğimiz. Bir kültür yayınının ilki. Temel olması önemli bizce. Toplumlar sürekli gelişir, düşünceler de öyle. Eylemler için. değer yargıları da evrimleşecektir; iyiye ve daha güçlü olana. “Kartal Kapı”dan uğurlanırken, daha koyu solukların savımızı sürdürecekleri gün gibi açık.
Nedir tanıtlamak istediğimiz? Savaşçıyız ya, katı ve sıkı yaşantıların insanları olarak biliniriz. Öyledir de... Dışarı taşırmasak da duygu ve düşünce evrenimiz kuşam gibi üstümüzdedir. Örneğin; düşünemez miyiz? Sevmediniz mi?
Büyültelim adımlarımızı daha bir. Bir kez savaşa barıştan yükselmek, önümüzdeki gerçek. Konu yurt ise topraksa ya da özgürlük ise bizim de söyleyeceklerimiz var topluma. Harbiyeli olarak görevimiz bu. Hakkımızı ulustan alıyoruz, gücümüzü Ata’dan. Artık tüfeklerimize barut yerine devrimci düşünceyi sürmek zorundayız.Tetik o zaman güvenilir olur.
İşin ilgi yönü umut vermedi bize. Kendi çabalarımızı geriden izlemek yırtılacaktır gün olup. Gelecek betikler tümden ilgi duyarsa, yüce yapıtlara varabilir, üstümüze çıkar. İleriden çok şeyler beklemenin ilk uyartısıdır bu. Büyük olmak için, ilkten bütün olmak gerekir...
“GÖKSENİN” demeyi uygun bulduk yıllık için. Belki gökte konaklamış yaşantılarımızın ılıklığını yansıttığı için, belki de maviye olan tutkunluğumuzdan... Dileğimiz «GÖKSENİN» in geleneksel bir güç kazanması.
Anıksamanın yorgunluğunu yüklenen arkadaşlara özellikle Mustafa ÇİMEN, Neşet SÖZER, Erdal ŞAHMAN ve Nevzat KILIÇARSLAN'a “sağolun” demeden geçemeyiz.
Bir diğer sıcak ilgi Alay Komutanımızdan ve yöneticilerimizden geldi. Karşılık olarak kendilerine elinizdeki yapıttan özge ödül veremezdik...
Toplarsak, gelecek için bir temel, 1968 Devresi için de onur verici bir yıllık vermeğe çalıştık.
Bu uğraşıdan yüzümüzün aklığı ile çıkmışsak, üleşiyoruz.
Yeşilyurt, 14 Haziran 1968- GÖKSENİN Yürütmeni Hasan ÖZGEN
TÜRK DÜŞÜNÜŞÜNÜN BATILAŞMA EYLEMLERİ İÇERİSİNDE EVRİMİ
Saffet ALP
(Kızıldere’de “Deniz Gezmiş’in idamına mani olmak için mücadele ederken” Mahir Çayan’la birlikte Üsteğmen rütbesinde öldürülmüştür. Uzun yazısının son kısmı alınmıştır.)
Ekonomik bağımsızlıktan yoksun olan toplumun bütün çabaları yalnız sömürü düzenini sürdürenler içindir. Ve son olarak, devrimci bir görüşü kabul etmeyen toplumun bu yönde düşünü aşılamayan her toplum, dünya toplumları ayrımında, doğru dediğimiz ve her zaman geri kalmışlığını önerdiğimiz bir düzeyde kalacaktır.
Bir toplumun kalkınması, çağının uygarlık düzeyine paralel bir düzeyde yürütülmek isteniyorsa, ilk önce bağımsızlığa kavuşturulması, ondan sonra da topluma sürekli bir devrimcilik anlayışının egemen kılınması zorunludur. (Saffet ALP)
DOĞUM YERİ-NERELİ?
1961 Anayasası’nın getirdiği nispi demokratik ortam Türkiye’de her sınıf ve katmanı etkiledi. Özellikle Türkiye işçi sınıfı, aydınları ve Kürt devrimci demokrat, yurtseverleri de bu ortamdan yaralanma yollarını aradılar.
O dönemde gerek dünyadaki, gerekse Türkiye’deki gelişmelerden etkilenen Kürt kökenli devrimci gençler ve aydınlarda devrimci örgütlenmelerin içerisinde yer almaya başladılar. Önceleri Türkiye İşçi Partisi içinde ve Fikir Kulüpleri Federasyonu içerisinde devrimci mücadeleye katıldılar. O dönemlerde devrimciler arasında, etnik ve/veya dinsel ayırımlar söz konusu bile değildi. Öyle ki gençler birbirlerinin nereli olduklarını bile merak etmezdi, bilmezdi. Yıllar sonra öğrendiler arkadaşlarının doğum yerlerini.
Kürt aydınlar; T. Ziya Ekinci, M. Ali Aslan, Kemal Burkay N. Kutlay, A. Aras ve Yaşar Kaya TİP içinde yoğunlaştılar. M. Ali Aslan bir dönem TİP Genel Başkanı oldu. Daha önceleri T. Ziya Ekinci TİP Genel Sekreteri oldu ve parlamentoya girdi. Kürt gençlerin büyük bir kısmı Fikir Kulüpleri Federasyonu’nda (FKF) yer aldılar.
ETNİK MİLLİYETÇİLİK-DDKO
Devrimci dalgayı kırmak için kışkırtılan “milliyetçilik” akımları, bir yandan “Türk Milliyetçiliği” adına devrimcilere saldırtılırken diğer yandan “etnik” ayırımları ön plana çıkarttı ve Kürt halkını yok sayan anlayış, “Kürt Milliyetçiliğini“ tetikledi. Bu ortam Kürt gençlerini de etkiledi. Giderek genel devrimci hareketten uzaklaşarak kendi “etnik” kimliklerini aramaya başladılar.
Önceleri sosyalist ve komünist olmayanlara hafif gözle bakılırken, daha sonra ulusalcı olmayanlara hafif gözle bakılmaya başlanıldı. Devrimci Doğu Kültür Ocaklarını (DDKO) kurarak bir kısım Kürt gençleri ayrı örgütlenmeyi tercih ettiler.
Şüphesiz bu ayrılmada, o günkü solda yaşanan ayrışmalar ve çekişmeler de etkili oldu. Sosyalist Devrim (SD) İle Milli Demokratik Devrim (MDD) tartışmaları devrimcileri böldü.. SD’yi M. Ali Aybar ve Behice Boran temsil ediyordu, MDD’yi Mihri Belli temsil ediyordu. Dergileri bile ayrıldı. BEYAZ Aydınlık ile KIRMIZI Aydınlık dergileriyle kendilerini ifade ettiler.
DDKO’ların kuruluşları ile ilgili ilk toplantı 1969 Nisanında, ANKARA Ticari İlimler Akademisi Öğrenci Derneğinde yapıldı. Öğrenci Derneği Başkanı Mehmet Demir’di. Bu toplantı sonunda Ankara DDKO 21 Mayıs 1969 tarihinde kuruldu.
Kurucuları: Yumni Budak, Daham Keleş, İbrahim Güçlü, Kemal Cengiz, Hikmet Buluttekin, Ahmet Kotan, Şerif Felekoğlu, Nazmi Onur, Nusret Kılıçaslan, Abdullah Soysal, Ali Beyköylü, Salih Sıtkı, Mustafa Karacadağ, Halit Çetinyalap, Mümtaz Kotan, Mustafa Karadağ, Mehmet Demir, Halil Dündar, Nuri Bingöl, İsa Geçit, M.Sait Aktaş, İrfan Özen, Faruk Aras, Bedri Demir den oluşuyordu. Başkanlığa Yumni Budak getirildi.
İkinci Toplantı Ankara DDKO Kurulduktan bir hafta sonra 27 Mayıs 1969’da İstanbul’da Diyarbakır Yurdunda yapıldı. Bu toplantı sonucunda da İstanbul DDKO kuruldu.
Kurucuları: Necmettin Büyükkaya, Hikmet Bozcalı, Ali Buran, Leyla Ejder, Mehmet Tüysüz, Ali Haydar, Emre Mehmet Can, Sabri Ünlü, İbrahim Önen, Ömer Bakal, Fevzi Yardımcı, Mahmut Kılıç, Aydın Yümlü, M.Ali Aslan, Aziz Yılmaz, Sait Bozgan, İbrahim Yüksekkaya, Fazlı Can Kadir Akgüneş, Salih Kaynak, Mustafa Doğan Özbay, Ahmet Zeki Okçuoğlu, Mehmet Balamir, Sait Pektaş, Şakir Elçi, Ali Yilmaz Balkaş, Agah Uyanık, Kadri Çağlı, Hüseyin Azkan, İlhami Yaban.
1. Dönem Başkan: Necmettin Büyükkaya
2. Dönem Başkan: Hikmet Bozcalı
3. Dönem Başkan: Mehmet Tüysüz
Kuruluş toplantılarında tartışmalar genellikle iki noktada yoğunlaştı.
Örgütün Merkezi olup olmaması. O günkü yasal koşullar nedeniyle örgütün merkezi olmamasına, özellikle Doğu illerinde yoğunlaşılarak il bazında ayrı dernekler kurularak örgütlenmesine
Ayrı örgütlenilmesine rağmen DEV-GENÇ ve TİP ile dayanışmanın sürdürülmesine karar verildi.
Kararlar doğrultusunda illerde Devrimci Doğu Kültür Ocakları açıldı.
DDKO- Kozluk, 28 Ocak 1970
Kurucuları: M. Şirin Baltaş, Alaattin Baltaş, Abdi Dizmen, Yusuf Güzel, Mehmet İnal, Halil Kaneş, İrfan Bozgil, M.Tahir Birlik, A.Halim Dinler, Mehmet Asker, Nasir Bağ.
DDKO -Ergani 13-Ekim 1970
Kurucuları: Ömer Kan, Mehmet Emintektaş, Kemal Vural, Mustafa Gök, Mehmet Sağlamoğlu.
DDKO- Silvan, 9 Kasım 1970
Kurucuları: Bahri Evliyaoğlu, Mahmut Okutucu, Muhterem Biçimli, Vedat Erkaçmaz, Akif Işık, A.Kerim Ceylan, Yusuf Kılıçer, Mahmut Yeşil, Cüneyt Ceylan, Zeki Bozaslan, Fikri Müjdeci
DDKO-Diyarbakır, 6-Ekim 1971
Kurucuları: Yusuf Ekinci, Süleyman Çelik, Fikri Gürbüz Yıldızhan, Ömer Çetin, Mehdi Zana, Nazım Sönmez, İlhan Aslan, Abdurrahman Uçman, Vedat Hayrullahoğlu, Gıyaseddin Ayaz, Halit Ayçiçek, Hasan Yılmaz, Hüseyin Altan, Tarık Ziya Ekinci, Naci Kutlay, Sadun Kılıç, Mehmet Canpolat.
DDKO- Batman, 18 Kasım 1971
Kurucuları: Mehmet Yıldız, Sabri Yıldız, Mehmet Durmaz, Sabahattin Saygılı, Übeydüllah Aydın.
O dönemde Türkiye solunun “Milli Mesele” ye bakışı son derece netti. Sistemin inkarcı tutumuna, yasak ve engellemelerine rağmen Kürt halkının sorunlarına sahip çıkıyor. Halkların kardeşliğini savunuyordu ve Türkiye halkının devrimci mücadelesinin Kürt ve Türk ayrımı yapmadan sömürülen ve hakları gasp edilen tüm Türkiye halkının kurtuluşu için yapıldığını belirtiyordu.
1969’da TİP’in Ankara’daki YİBA düğün salonunda yaptığı aldığı kurultayda alınan bir kararda "Doğu ve Güney Doğuda Kürt halkı diye bir halk yaşamakta" olduğu ve bu halkın sorunlarına da sahip çıkılacağı belirtiliyordu. Bu karar nedeniyle 1971 yılında TİP kapatılıyordu. Aynı yıl DDKO’larda kapatıldı. Yönetici ve üyeleri tutuklandılar, işkence gördüler ve hüküm giydiler.
Deniz Gezmiş idam sehpasında bile “Yaşasın Türk ve Kürt Halkının kardeşliği” diyerek son sözünü söylüyor ve devrimci kardeşliğe vurgu yapıyordu.
ÜÇ HİLAL-GAMALI HAÇ
19 Ağustos 1968’de Türkeş gazetelere demeç vererek “CKMP’nin komünistlerle mücadele için komando birliklerini kurduklarını” resmen açıklıyordu. Türkeş demecinde “Komando birliklerinde ’milliyetçi’ çocukların, Genel İdare Kurulu üyesi Dündar Taşer nezaretinde her gün sıkı bir eğitime tabi tutulduklarını,” bildiriyordu.
“Türkçülük“ ve “milliyetçilik” sadece laftı ve bilinçsiz kitleleri aldatmaya yönelik, sloganlardan ibaretti. ABD’nin talimatıyla “yeşil kuşak” stratejisine uygun olarak “Türkçülüğün” ve “milliyetçiliğin“ bile içi boşaltılıyordu. 8 Şubat 1969’da Adana’da yapılan CKMP kongresinde Parti içerisindeki Nihal Atsız taraftarı “Türkçü” ve “milliyetçi” unsurlar tasfiye ediliyor, partinin adı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), amblemi de “üç hilal” olarak değiştiriliyordu. Gençlik Kollarının amblemi hilal içinde “bozkurt” olarak belirleniyordu.
Artık, parti ideolojisini “Türkçülük” ve “Milliyetçilik” değil Türk-İslam Sentezi olarak sunulan ve ABD emperyalizminin yeni stratejisine göre belirlenen yeni anlayış belirliyordu.
Bu anlayışa karşı çıkanlar için ise sert ve katı önlemler alınıyordu. Başbuğun “davadan döneni vurun” talimatı sonucu; MHP’li Ali Balseven Ankara Kurtuluş Parkı’nda öldürülüyordu.
DEVRİMCİ ÖĞRENCİ BİRLİĞİ (DÖB)
Bütün bu gelişmeler yaşanırken, FKF yönetiminin pasif tutumu, devrimci gençlerin huzursuzluğuna yol açıyor, bir yandan FKF içerisinde devrimci muhalefet yükselirken, diğer yandan İstanbul’da başta Deniz Gezmiş’in bulunduğu ve olaylar içinde aktif rol oynayan bir grup devrimci genç tarafından DÖB (Devrimci Öğrenci Birliği) kuruluyordu.
FKF yönetiminde değişikliklerden ve 28 Ekim - 10 Kasım 1968 de Samsun’dan Ankara’ya yapılan “Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü” ne katıldıktan sonra DÖB, DEV-GENÇ ile bütünleşiyordu.
KOMER
Parker Hart'dan boşalan ABD'nin Ankara Büyükelçiliğine, Güney Vietnam'da “Barışı Koruma Programı Müdürü” olan CIA ajanı Robert Komer'in getirildiği Beyaz Saray tarafından açıklanır.
“Barışı Koruma” yani Türkçesi “hükümet darbesi yapmak, karşı devrimi tezgahlamak, işkence tezgahlarını açmak, seçimlere para yatırımı yapmak, iç savaş çıkartmak“. Bütün bunlar 'özel harekât' ve Amerikanca deyimi ile 'special operation'ca yapılan işlemlerdir.
Ankara Amerikan Büyükelçisinin Türkiye'den önce Vietnam'da 'pasifikasyon' hareketini yönetmesi de gene CIA programı içinde bulunmaktadır. Bu programa göre 15 milyonluk Güney Vietnam halkının % 90'ı, 11.000 stratejik köye veya dikenli tel ve mayınlarla çevrilmiş kamplara toplanmıştır. Bu program Türkiye'de pek iyi tanıdığımız AID (Amerikan Yardım Teşkilatı) eliyle yürütülmüştür.
Komer, Vietnam’da, Amerikanın işgaline karşı yurtlarını savunan yurtseverlerin, Vietkongların pasifize edilmesi alanında ortaya attığı parlak fikirlerle dikkat çekmişti. Vietnam’da Milli Kurtuluş Hareketine karşı yürütülen sindirme hareketinin yöneticisi, Vietnam halkının celladı idi.
“Sindirme”, “Pasifikasyon”; “Komünistleri kendi oyunları ile yeneceğiz, horozlarını boğazlayacağız, gerekirse kadınları ve çocukları da; bu, komünistlerin halk üzerindeki etkisini silene dek sürecek...” diyen CIA’nın “Artık bir insan sadece Vietkong’a benzese bile, bu onun öldürülmesine ya da kampa konulmasına yetecektir ve bu iş, halkın, kendi hükümetiyle işbirliği yapmasını öğrenmesine dek böyle devam edecektir” dediği bir savaştı bu.
Sahra Kuvvetleri, Eyalet Keşif Birlikleri adı altında yaratılan “korucu” güçleri, Özel Şube adıyla anılan korkunç işkence merkezleri, zindanlarda başlatılan “pişmanlık” kampanyaları ve katliamlar, Stratejik Köy ya da Toplama Kampları, Devrimci Kalkınma Programı adı altında uygulanan kandırma çabaları, vb. hepsi Komer’in döneminin başlıca uygulamaları olarak öne çıktı.
Köylerin yakılması, kelle avcısı özel timler, ispiyon şebekeleri ve bütün diğer kirli işler... Komünist bir teğmenin kellesine 42 dolar, eyalet komutanınkine 4200 dolar.
İşte Honcho (Kasap) adıyla anılan görünürde ABD Vietnam Büyükelçisi Robert Komer, Vietnam’da böyle koruyordu barışı. Meslekdaşlarının şimdi Irak’ta “özgürlüğü” getirip koruduğu gibi.
Sonradan, tam da devrimci mücadelenin geliştiği yıllarda 1969’da Türkiye Büyükelçiliğine atandı.
Komer’in Ankara’ya Büyükelçi olarak atanmasını devrimci gençler büyük bir tepki ile karşıladılar. Komer’i getiren uçağı karşılamak üzere ODTÜ ve Ankara Üniversitesi öğrencisi gençler 28 Kasım 1968 Perşembe günü dersleri boykot ederek Esenboğa Havaalanına gittiler. Komer’i karşılamaya gelen resmi protokolün aksine gençlerin elinde çiçek buketleri değil, çürük yumurta ve domatesler vardı. Komer havaalanı binasına uğratılmadan, iniş pistinin ucundan alınarak gizlice şehre götürüldü.
CADİLLAC
Komer, kendisine yöneltilen protesto gösterilerini ciddiye almadığını göstermek veya protestonun ciddiyetini test etmek üzere ODTÜ öğrencilerinin şaşkın bakışları arasında 1969 model 'Cadillac' marka, siyah renkli, 06 CA 001 plakalı makam otomobiliyle, 6 Ocak 1969 Pazartesi günü, saat 12.30'da ODTÜ'ye geldi. Gözlerine inanamayan, ilk şaşkınlıkları geçer geçmez bu inanılmaz olayı tüm kampusa duyurdular.
Komer'in otomobilini ilk olarak, rektörlüğün hemen yanında ve karşısında olan kantin, kütüphane ve kimya laboratuvarında bulunan öğrenciler fark etti.
Mustafa Yalçıner, Komer'in ODTÜ'ye geldiğini arkadaşlarına haber vermek için yurtlara koştururken, Mimarlık Fakültesi üçüncü sınıf öğrencisi Hamid Yakup isimli İranlı bir öğrenci de, ODTÜ SFK'ye giderek, arkadaşlarına seslendi: ''Haberiniz var mı? Komer'in otomobili rektörlüğün önünde''. Sinan Cemgil, Hüseyin İnan, İrfan Uçar, Halil Çelimli, Yusuf Aslan, Tuncay Çelen, Mehmet Akın Atauz, İbrahim Seven, Ulaş Bardakçı, Mete Ertekin, Sait Big, Serdar Haybat, Mustafa Taylan Özgür ve birkaç öğrenci, hızla olay yerine gittiler. Birkaç öğrenci, ODTÜ Rektörlük binası önünde parketmiş ABD Büyükelçisinin makam otomobilinin yanına gelerek şoför Nidai Cemal'den, kapı ve kontak anahtarlarını istedi. Şoför, anahtarları vermedi. Bunun üzerine öğrenciler arabayı taşa tutttular ve 'çimlere basmayınız' yazılı demirleri sökerek arabanın camlarını kırmaya başladılar.
Rektör Kurdaş ile ODTÜ Öğrenci Birliği Başkanı İskender Odabaşıoğlu, bu arada, öğrencilerin arasına karışarak eylemcileri engellemeye çalıştı. Rektör Kurdaş'ın uzaklaşmasından sonra Sinan Cemgil, Hüseyin İnan, Akın Atauz, İbrahim Seven, Halil Çelimli, Tuncay Çelen, İrfan Uçar, Ulaş Bardakçı, Yusuf Aslan, Mustafa Taylan Özgür, Komer'in otomobilini önce tutarak sallamaya ve sarsmaya başladılar.
Komer'in otomobilini sarsan ve sallamaya çalışan öğrenciler, sonra havaya kaldırarak devirmek için bir süre uğraştılar. Fakat otomobil çok ağır olduğu için deviremediler. Civardan bulunan bir çelik boruyu, manivela gibi kullanarak Komer'in otomobilini ilkönce yan, sonra ters çevirdiler.
Ters çevrilen otomobilin benzin deposundan benzin akmaya başladı. Hüseyin İnan, Sinan'ın boynundaki kaşkolu alarak; ters çevrilmiş ve benzin akıtan otomobilin benzin deposunun kapağını açtı ve kaşkolu deponun içine soktu. Benzin emdirdiği kırmızı siyah çizgili uzun kaşkolu otomobilin değişik yerlerine vurarak, otomobili, benzinle buladı. Ve kibriti çaktı. Otomobili söndürmek için gelen itfaiye öğrencilerin engeliyle karşılaştı. Ateş alan otomobilin etrafında toplanan binlerce ODTÜ’lü Amerikan emperyalizmini, Komer’i ve Komer’in ODTÜ’ gelmesine izin veren Rektör Kurdaş’ı saatlerce protesto ettiler.
Rektör Kemal Kurdaş da basın toplantısında olayı şöyle aktarıyordu :
“Her yönü ile yerilecek bir kaba kuvvet gösterisi oldu. Rektöre bir nezaket ziyaretinde bulunan, dost bir elçinin arabası herkesin gözleri önünde gösteriler arasında yakıldı.”
REKTÖR-FIRTINA
Kurdaş’a göre, Komer, ismini “övgüyle duyduğu” üniversiteye gelmek istediğini daha önce iki kez Rektöre söylemişti. Ancak, Rektör, "Bu fırtına estiği sürece Komer’e fazla yakınlaşamazdım. Ama üniversiteme 7.700.000 dolar yardım yapacak bir ülkenin elçisine karşı uzak da duramazdım" diye kendini savunuyordu.
Kurdaş anılarını yazdığı kitabında olayı şöyle anlatıyor:
"Misafirlerimizi yemeğe davet ettim, masaya oturduk. Fakat çok geçmeden kötü haberler birbiri ardına gelmeye başladı. Öğrenciler toplanıyorlar. Çok kalabalıklaştılar. Arabanın etrafındalar. Malum grup hepsi oradalar. Arabayı devirmeye çalışıyorlar. Camını kırdılar. Devirdiler. Arabayı şişliyorlar. Arabayı yaktılar. Saat 13.15 dolaylarında…"
Hepimiz masadan fırladık. Arabayı gören rektörlüğün makam odasının pencerelerine yığıldık. Araba gerçekten yanıyor, etrafı öğrenci kaynıyor. Yanan arabayı bir iki dakika seyrettik. O sırada rektörlük telefonu çaldı açıp bana verdiler. “Bir komiser sizi arıyor efendim!”
KOMİSER
Telefonu aldım “Buyur kardeşim.” Dedim. Karşımdaki kendisi tanıttı. Komiser bilmem kim, ismi hatırımda kalmadıç Söylediği şu:
Komiser: Efendim, arabayı yaktılar.
Ben:Evet gördüm.
Komiser: Müdahale edeyim mi?
Ben:Neyle edeceksin?
Komiser:Yanımda adamlarım var.
Ben: Sen neredesin ?
Komiser: Mimarlık Fakültesindeyim 35 numaralı odada.(bu rakam 33 de olabilir)
Ben: Benden izin almadan üniversiteye nasıl girdin ?
Komiser: Amirlerim emir verdi girdim efendim. Ben bir saatten fazla bir süredir buradayım.
Ben: Yaa..(Demek ki Emniyet, Büyükelçinin üniversiteye geleceğini ve geliş saatini biliyordu, burada bir olay çıkacağını tahmin ediyordu veya belki de biliyordu. Onun içinde üniversiteye bir öncü ekip de yerleştirmişler.)
Telefonda komiser soruyor ”Efendin müdahale edeyim mi?” Cevabım:” Olay şu ana kadar bir araba yakılmasından ibaret, şimdi sen müdahale edip kan mı çıkartmak istiyorsun ? Masum bir öğrenci ölürse ben bunun hesabını hayatımın sonuna kadar veremem. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde kan akıttırmam, otur oturduğun yerde, sonra da sessizce kimseye görünmeden üniversiteden çık.”
Komiser çaresiz “Peki” dedi. Telefonu karşılıklı kapadık. Üç dört dakika geçmemişti ki ikinci bir telefon. Saat 13:20 olabilir.
KİM YAKTI? - BACAĞI KOPMUŞ KEDİ
Bu defa beni arayan İçişleri Bakanı Faruk Sükan. Telefonda bir bacağı kopmuş kedi gibi bağırıyor:
-Sükan: Rektör, Elçinin arabasını yaktın!..
-Ben:Hayır ben yakmadım. Beş on manyak öğrenci yaktı.
-Sükan: Sen Yaktırdın
-Ben : Hayır öğrenciler yaktılar. Ben bunu üniversiteye karşı işlenmiş vahim bir hata, hatta ihanet kabul ediyorum.
-Sükan: Sefiri kandırıp oraya yemeğe davet ettin, tuzağa düşürdün arabayı yaktırdın.
-Ben : Hayır ben davet etmedim, ısrarla o gelmek istedi.
-Sükan: Ben şimdi olaya müdahale edeceğim. Bütün gücümle üniversiteye giriyorum.
-Ben: Ne ile gireceksiniz ?
-Sükan: Karşınızdaki Mobil istasyonunda 250 polisim var, onlarla gireceğim.
-Ben: Faruk bey polisinizi üniversiteye sokmam. Polis bu anda üniversiteye girerse mutlaka kan çıkar, arabanın etrafında iki yüz, üç yüz tane çocuk var. Bunların belki on-onbeşi olaya karışan zorba, diğerleri masum öğrenci, seyirci. Ama hepsi genç ve heyacanlı. Bu ortamda polis üniversiyete girerse burası bir muhabere meydanına döner. Belki onlarca masum öğrenci, hayatını kaybeder. Ben kimseye bunun hesabını veremem. Onun için kesin olarak söylüyorum polisin üniversiteye bir adım bile atmasına izin vermiyorum.
-Sükan: Ben gireceğim,
-Ben: Giremezsin, girersen karşında beni bulursun.
-Sükan: Elçi orada hayatı tehlikede.
-Ben: Elçinin hayatı benim teminatım altındadır. Beni öldürmeden kimse ona dokunamaz. Burada işleri kontrol altına aldıktan sonra elçiyi şahsen ben götüreceğim,
Sükan homurdanarak telefonu kapattı.
NE İSA’YA NE USA’YA YARANDI
Kurdaş “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan” oldu. Ne İsa’ya ne USA’ya yaranabildi. Bir işkenceciyi, bir CIA ajanı “kasabı” “dost bir elçi” olarak bağrına basarak “öğrencilerini”; koca kadillaklarını yakılmasını önleyemeyerek; “polisin” üniversiteye girmesine izin vermeyerek “dostlarını” “incitti”.
ODTÜ Direniş Komitesinin Bülteninde şu satırlar yer alıyordu : "6 Ocak 1969. Öğle üzeri kalabalık büyüdü. Geri bırakılmışlığın ve bağımlılığın öfkesi gibi büyüdü. Sonra yüreklerdeki bağımsızlık ateşi gibi arabayı sarıverdi.”
ODTÜ’de yakılan araba devrimci gençler tarafından 2. Milli Kurtuluş Savaşının Meşalesi olarak adlandırılıyor ve Türkiye’nin her yerinde birbiri ardına, anti-emperyalist gösteri ve etkinliklerle ABD emperyalizmi, Komer ve işbirlikçi iktidar protesto ediliyor, bildiriler ve özel gazetelerle Komer olayı ve nedenleri Türkiye halkına anlatılıyordu.
ABD elçisi Komer ise basın açıklamasında şunları söylüyordu:
"Müttefik bir ülkenin temsilcisinin, büyük bir Türk üniversitesi rektörü tarafından öğle yemeğine davet edildiği bir sırada, otomobilinin ufak bir müfrit grup tarafından ateşe verilmesi gerçekten üzücü bir husustur."
KOMERİN ARABASINI BİZ YAKTIK
Ne var ki başta ODTÜ gençliği olmak üzere, Türkiye halkı “ufak bir müfrit gruba” sahip çıkıyordu. 3000 ODTÜ öğrencisi Rektörlüğe dilekçe vererek, “Komerin arabasını biz yaktık’” diyerek, tutuklanan arkadaşlarının serbest bırakılmasını, ya da kendilerinin de tutuklanmasını istiyorlardı.
Komplo, tersine çevrilmişti. TCK 128. Maddesi ile idam talebiyle tutuklanan ve “vatan haini” ilan edilmek istenen “Komerciler”i, halk “vatansever” olarak bağrına basıyordu. “Komerciler” in vekilliğini yüzden fazla avukat “gönüllü” olarak üstleniyordu.
Gençlerin yargılandığı Ankara Anafartalar Adliyesini, gençler ve halk doldurmuştu. Duruşma salonunda ayakta durmak için bile yer kalmadığı gibi, kalabalık Adliye Sarayının dışına Anafartalar caddesine taşmıştı.
Av. Halit Çelenk başkanlığındaki “hukuk ordusu” gençleri savunuyordu.
Gençlerin yargılandığı TCK 128.madde “İki ülke arasının açılması ve savaşa neden olunması”nı içermekteydi. Savaş çıkarsa idam, çıkmaz da sadece “ara açılırsa” müebbet hapis cezasını öngörüyordu. Avukatlar; “bu olayın Türk-Amerikan dostluğunu zedeleyip, zedelemediğinin ABD Dışişleri Bakanlığından sorulmasını istedi. Gelen cevap muhteşemdi “ Bu hareket iki dost ve müttefik ABD ve Türk Hükümetleri arasındaki dostluk ilişkilerini daha da kuvvetlendirmiştir”. O halde gençlere ceza değil “madalya” verilmeliydi. 128. madde düştü. Gençler sadece “toplu ızrar “ suçundan altı ay ceza alarak tahliye edildiler.
Gençlerin tahliyesinden sonra daha da gelişen antiemperyalist gösteriler ve hareketler sonucu ABD Komer’i geri çekmek zorunda kaldı. Böylelikle “Honcho” (kasap-işkenceci) olarak adlandırılan Vietnam Pasifikasyon uzmanı ve CIA ajanı Komer’in kısa süren Türkiye macerası 7 Mayıs 1969 da sona erdi.
KASAP’IN FİLOSU
Komer’in makam arabasının yakıldığı, Türkiye’ni hemen her yerinde anti-emperyalist ve Amerika karşıtı etkinliklerin düzenlendiği bir ortamda, 6. Filo’nun tekrar geleceği öğrenildi. Devrimci örgütler 28 Ocak 1969 da toplanarak “Dayanışma Kurulu “ oluşturdular ve hazırlıklara başladılar. İlk olarak 6 Şubat’da Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a ve Genelkurmay Başkanı Cemal Tural’a telgraf çekildi :
“Amerikan emperyalizminin bekçisi bu filoyu ve askerlerini, kendi donanmamızdan ve Mehmetçiklerimizden daha fazla görmekten usandık. Soruşturması hala açılmayan Vedat Demircioğlu’nun ve Savaş Atalay’ın öldürülmesi olaylarının doğurucusu Amerikan askerlerini görmek istemiyoruz. “
Tüm bunlara rağmen 6. Filo yine İstanbul’a geldi. Daha filo karasularımıza girmeden başlayan anti-emperyalist gösteriler, filonun gelişiyle giderek arttı. Devrimci örgütler 16 Şubat’ta yapılacak ve Taksim Meydanı’nda sona erecek “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü“nü hazırlıyorlardı. Bu arada Komer olayı ve 6. Filo protestolarından dolayı yurtsever - devrimci gençliğe diş bileyen Amerika boş durmuyor, gizli örgütleri ve işbirlikçileri aracılığıyla gerici-şeriatçı güçleri devrimcilere karşı kışkırtıyordu.
ABD’NİN DOSTLARI-KANLI PAZAR
Bazı gerici gazeteler “Cihada Hazır Olun”, “Kızılları Boğmanın Vakti Geldi”, “Ya Tam Susturacağız, Ya Kan Kusturacağız“ başlıkları atıyor, toplu kılınan cuma namazlarından sonra cemaate ABD’ye karşı çıkmanın komünistlik olduğu, komünistlerin başlarının ezilmesi gerektiği söyleniyordu.
Bütün bu tahrikler sonucu 16 Şubat 1969 Pazar günü sayıları 40.000 e ulaşan yürüyüşçüler Taksim alanına girerken polisin gözü önünde, hatta himayesinde çember sakallı, takkeli gözü dönmüş şeriatçılar ve gericiler devrimcilere saldırtırılıyordu. Saldırı sonucu Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan öldürülüyor, yüzlerce kişi yaralanıyordu.
Cevdet Sunay tam da bu sıralarda Suudi Arabistan'a gidiyor ve bu ülkeyi ziyaret eden ilk Türkiye Cumhurbaşkanı oluyordu.
Basında da, İslamcı örgütlenme ve eylemlerin Suudi Arabistan'daki ABD sermayesi denetimindeki Aramco petrol şirketinin katkılarıyla desteklendiği yazılıyordu.
EMPERYALİST SALDIRGAN CERYAN
1970 yılında zamanın başbakanı Süleyman Demirel’e Emniyet Genel Müdürlüğü Önemli İşler Dairesi tarafından hazırlanmış bir rapor sunuluyordu. Bu raporda 1968-70 yıllarında yurdun çeşitli yerlerinde kurulan 25 komando kampı tek tek belirtiliyor; bu kampların Türkeş’in emriyle kurulduğu, kendisi tarafından zaman zaman kampların ziyaret edildiği, kamplardaki komandoların silahlandırıldığı, belirtiliyor ve raporun sonuç bölümünde “Türk milliyetçiliği, Türkçülük maskesiyle yurdumuzda tatbik edilmek istenen Nasyonel Sosyalizmle, mevcut demokratik düzeni yıkmayı amaçlayan emperyalist ve saldırgan bir cereyandır” deniliyordu.
Devletin resmi bir kuruluşunca, ülkenin başbakanına “ mevcut demokratik düzeni yıkmayı amaçlayan emperyalist ve saldırgan bir cereyan” olarak, delilleriyle birlikte rapor edilen, “ülkücü hareket” devletin diğer farklı güçlerince korunup kollanıyor, beslenip büyütülüyordu. Bazıları “Devlet adına” görevlendiriliyordu.
Gençliğin arasına ajan provakotörler sokuluyor, meşru müdafaa için silah bulundurmak zorunda bıraktırılan gençlik, silahlı çatışma ortamlarının içine sürüklendiriliyordu. Forumlarda büyük bir hoşgörü içerisinde özgürce tartışan, kendi sorunlarını ve Türkiye’nin sorunlarını irdeleyebilen, sağ-sol tüm siyasi liderlerle, düzenledikleri açık oturumlarda tartışma olanağı bulabilen gençler bu özgür ve demokratik ortamın dışına itilmeye çalışılıyordu. Ülkeyi yönetenler, Amerika’nın ve bir avuç işbirlikçi çevrelerinin çıkarları için ülke geleceğini, ülke gençliği feda ediyorlardı.
Cinayetler birbirini kovalıyordu. Mehmet Cantekin (19.9.1969), Taylan Özgür (23.9.1969), Mehmet Büyüksevinç (9.12.1969), Battal Mehetoğlu (14.12.1969) teker teker katledildi. Gençlik meşru müdafaaya zorlanarak, kendini korumak için silah taşımak zorunda bırakıldı.
BİLİNÇLİ PLAN- TAYLAN ÖZGÜR’ÜN KATLİ
Taylan Özgür 23 Eylül 1969 da İstanbul’da güpegündüz herkesin ortasında Beyazıt Meydanında katledildi. Taylan Özgür, ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü üyesiydi ve Sosyalist Fikir Kulübünce düzenlenen “köy çalışmaları”na ilk katılan ve başarılı sonuçlar elde eden arkadaşlarımızdandı. Kitlelerin güvenini kazanmayı bilen, özveri sahibi ve mücadelen kaçmayan atak ve yiğit bir kişiliği vardı. Taylan, 6 Ocak 1969'da Amerikan elçisi Komer’in makam arabasını ODTÜ’de yakan devrimci gençlerden biriydi. Komer, daha önce Vietnam’da CIA ajanı olarak görev yapan ve “pasifikasyon “ hareketini, yani her türlü işkence, şiddet ve baskı ile Vietnam halkının sindirilmesi hareketini, yöneten kişiydi.
Taylan ölen ve öldürülen ilk 68’li değildi. Taylan’ın öldürülmesinden yaklaşık bir yıl önce, Amerikan 6 Filosunun İstanbul’a gelişi sırasında çıkan olaylarda vermişti 68’liler ilk şehidini.
18 Temmuz 1968 günü sabaha karşı 04.30’da polislerin Gümüşsuyu İTÜ öğrenci yurduna yaptığı baskında pencereden atılan FKF üyesi Vedat Demircioğlu 6 gün komada kaldıktan sonra 24 Temmuz’da yaşamını yitirmişti. 28 Temmuz’da da Ankara adliyesi önünde, arkadaşlarının duruşmasını izlemeye gelen gruba polisin müdahalesi sonucu Atalay Savaş, polisten kaçarken bir minibüs altında kalarak can vermişti.
Evet, Taylan ölen ve öldürülen ilk 68’li değildi. Ama, CIA’nın, 1952’den itibaren NATO’ya bağlı tüm Avrupa ülkelerinde “ gladio” “kontr-gerilla” “özel harp dairesi” adı altında kurduğu ve “komünistleri” yok etmeyi amaçlayan örgütlerin tetikçileri tarafından, “bilinçli” ve “planlı” bir şekilde öldürdüğü ilk 68’li devrimcidir.
Taylan Özgür, CIA bağlantılı gladio tetikçileri tarafından, bilinçli bir şekilde hedef seçilerek katledilmiştir.
ÖLÜM EMRİ- HEDEF GENÇLİK
Taylan Özgür emperyalist güçlerin, “öldürülecekler” listesine rastgele seçilmiş bir devrimci değildir. Tıpkı Deniz gibi, Yusuf gibi, Mahir, Hüseyin, Ulaş gibi, Kaypakkaya, Cevahir gibi asılarak, vurularak, işkence yapılarak öldürülen yüzlerce binlerce devrimci kardeşimiz gibi, varlıklarıyla, eylemleriyle, halklarıyla kucaklaşarak emperyalizme karşı örgütlenmeleriyle emperyalistleri ve işbirlikçilerini tedirgin ettiği “bilinerek” verilmiştir “ölüm” emri.
CIA’sıyla, MİT’iyle, kontr-gerillasıyla, Ülkü Ocaklarıyla, polisiyle neden saldırılmıştır 68 devrimci gençliğine? Neden sokak ortalarında öldürülmüştür, yurtsever ve devrimci gençler? Yanıt basit: Kitlelerle kurmaya başladığı bağları koparmak, devrimci mücadelenin kitlelere doğru yansımasını ve doğru kavranılmasını önlemek için.
Gençliğin arasına ajan provakötörler sokularak, sokak ortasında öldürülerek, meşru müdafaa için silah bulundurmak zorunda bıraktırılmış, silahlı çatışma ortamlarının içine sürüklendirilmiştir. Ülkeyi yönetenler, Amerika’nın ve bir avuç çıkar çevrelerinin çıkarları için ülke geleceğini, ülke gençliğini feda etmiştir.
TEPKİ-69 SUBAY BİLDİRİSİ
69 Subay Bildirisi’nden bazı bölümleri aktaralım:
“Halkımıza bildiririz, senden yana olanları bir bir vurmaya başladılar yiğit halkım. Önce Vedat’ı öldürdüler alaca karanlıkta, bağımsız Türkiye demişti Vedat. Sonra Mehmet’i sonra Taylan’ı, Türk halkı ezilmekten kurtulsun demişti Taylan’la Mehmet. Sonra bir gece bir başka Mehmet sonra bir gece bir yiğit Battal. Sandılar ki durdururuz ihanet selleriyle bu coşkun seli... Ama yetsin artık bu alçakça katliam, bitsin artık bu zulüm. Sahipsiz bildikleri devrimi köşe başlarında yok etmeye kalkanların karşısına yeni Mehmetler yeni Taylanlar dikilecektir bunu bilsinler, bunu anlasınlar ezenlerin kuklaları, iplerini tutan elleri kıracak güçler de vardır Türkiye’de; meydan boş değildir. Tüfeklerimizdeki mermi,mermilerimizdeki barut, yüreklerimizdeki ateş yeter size...
Ne paşalık, ne beylik istediler bu kavganın sonunda, ve zaten bu kavgada ne bir paşa ne bir bey; bu kavgada en güzel şey, tam devrimci bir nefer olabilmek. Patlamaya hazır bir mermi gibi barutla dolabilmek ve devrim için asıl olan yaşamak olduğu halde mümkünü kalmamışsa şayet hiçbir şey olmamış gibi sessizce ölebilmek. Analar taş bassın bağırlarına, bağımsız bir Türkiye’nin yarınlarına sel olsun, bol olsun, göl olsun anaların gözyaşları, ne değişir kesilsin devrimcilerin başları birer birer oysa bir yasadır bu mümkünü yok devrimciler ölür, devrimler sürer.” ( 69 subay bildirisi)
DEV-GENÇ
Ekim 1969’da FKF’nin olağanüstü 4. Kurultayı toplandı. Federasyonun adı; Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) olarak değiştirildi. Bu ad artık Türkiye'deki devrimci gençlik mücadelesinin efsaneleşecek adı olacaktı.
Bu kurultay, salt isim değişikliğinin değil, aynı zamanda Devrimci Gençliğin TİP’ten tamamen uzaklaşmasının da kesin bir şekilde belirlendiği bir kurultay olması açısından önemlidir.
Kongre sonunda geçici bir uzlaşmayla Atilla Sarp başkan seçildi.
DEV – GENÇ Merkez Yürütme Kurulu şu isimlerden oluştu:
Genel Başkan : Atila Sarp (AÜ Ziraat Fakültesi)
Genel Sekreter : İrfan Uçar (ODTÜ)
Genel Sayman : Aktan İnce (Basın Yayın Yüksek Okulu)
Üye : Tuncay Çelen (ODTÜ)
Üye : Ahmet Bozkurt (AİTİA)
Üye : Ergun Aydınoğlu (HÜ)
Üye :Gün Zileli (DTCF)
Üye : Oral Çalışlar (SBF)
Üye : Ömer Özerturgut (AÜ Fen Fakültesi)
Ancak bu "uzlaşma" geçiciydi . Bir süre sonra Perinçek grubu DEV-GENÇ Yürütme Kurulundan tasfiye edildi. Yeni DEV-GENÇ Yürütme Kurulu şu isimlerden oluştu.
Genel Başkan : Atila Sarp (AÜ Ziraat Fakültesi)
Genel Sekreter : Ruhi Koç (AÜTıp Fakültesi)
Genel Sayman : Tuncay Çelen (ODTÜ)
Üye : Ahmet Bozkurt (AİTİA)
Üye : Ergun Aydınoğlu (HÜ)
Üye : İrfan Uçar (ODTÜ)
Üye : Oktay Etiman (SBF)
Üye : Nurettin Öztürk (HÜ)
Ayrılık resmileşti. Çıkmakta olan dergilere yansıtıldı. Perinçek çevresi Mahir’lerde kalan “Aydınlık Sosyalist Dergisi”nin karşısında "Proleter Devrimci Aydınlık" dergisini çıkartmaya başladılar
HEY DEV-GENÇ’Lİ
Sosyalist işçi ve köylülerin kurduğu derneklerin de DEV-GENÇ’e üye olabileceğini kabul eden bu kurultayla birlikte DEV-GENÇ artık yalnızca devrimci üniversite gençliğinin bir dayanışma örgütü olmaktan çıkıyor; Akhisar’da ki tütün üreticisinden, Sungurlu’daki işçiye; Çorumlu temizlik işçilerinden Akdere’deki gecekonduluya, cezaevlerindeki “kader kurbanlarına” kadar herkesi kucaklamaya çalışıyordu. İsmi kendinden büyük DEV-GENÇ kimin başı sıkışsa yardımına koşuyordu.
DEV-GENÇ bir gençlik örgütü gibi değil, adeta bir siyasi parti gibi algılanıyordu. Gerçek anlamda kitleleri kucaklayabilecek sosyalist bir partinin bulunmaması ve sosyalist grupların dağınıklığı, DEV-GENÇ’i bir anlamda böyle bir görevi de yerine getirme zorunluluğu ile baş başa bırakıyordu. Dev-Genç yöneticileri “bir gençlik örgütü olduklarını ve gençliğin siyasi bir devrime önderlik edemeyeceğinin bilincinde olmalarına rağmen; böylesine çetin ve kapsamlı bir görevi de omuzlamak zorunda kalıyorlardı.
Bir yandan üniversitelerde gençliğin sorunlarına sahip çıkarken, şehirlerde anti-emperyalist, anti-faşist mücadeleyi sürdürüyorlar, gerek İşçi sınıfı içerisinde, gerekse yaz tatillerinde kırsal alanda çalışmalarına devam ediyorlardı.
Yapılan çalışmalar, çalışmaları yapanların gözlem ve deneyleri raporlar halinde genel merkeze iletiliyor ve değerlendiriliyordu.
KÖYLÜLERLE OMUZ OMUZA
68 GENÇLİĞİ devrimci potansiyeli ülkenin tüm köşesine ve tüm kesimlerine taşımak için her yolu denedi, her türlü özveriyi gösterdi. Öğrenci-gençlik içerisindeki örgütlenmeler, anti-emperyalist çıkışlar, gecekondu çalışmaları, işçilerle dayanışma eylemleri, onlar için yeterli değildi. Kırsal kesimlere de ulaşmak, yoksul köylüleri de harekete geçirmek için yollara düştüler.
1968 devrimci gençliğinin eylemleri; üniversite işgalleri, Amerikan aleyhtarı mitingleri, Komer’in arabasının yıkılması, işçi eylemlerini desteklemek, gecekondu çalışmaları yapmakla sınırlı değildi. 68’lerin kalıcı başarılar sağladığı önemli çalışmalarından birisi de tarımsal üretim ve üleşim sorunları, toprak sorunları ile ilgiliydi.
Gençler; ağalarla, topraksız ve az topraklı köylülerin mücadelesinde köylülerden yana; toprak sahipleriyle, üreticiler arasındaki mücadelede üreticilerden yana tavır aldılar.
YAZ ÇALIŞMALARI
Çalışmalar, daha 1967 yılında ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübünce, ODTÜ Öğrenci Birliğinin desteğiyle “Yaz Çalışmaları” adı altında başlatıldı. Bu çalışmaların amacı “Önce ODTÜ’lü öğrencilerin Türk Yurdunu; halkını, kaygı ve korkularını, yaşayış biçimini öğrenmesi, Türk halkına işleri başında, çiftini sürerken ya da madenine girerken gidip görmesi, Türkiye’de üretimde çalışanların çilesini bilmesi, tanıması” olarak açıklandı.
Çalışmalara katılan öğrenciler, yaz tatillerinin 45 günlük süresini, ön bir eğitimden geçirilerek, Türkiye’nin her bölgesinde, çalışanların, üretenlerin sorunlarını yerinde görmek, tespit etmek ve sonuçlarını bir raporla bildirmekle görevlendirildiler.
Çalışma, öncelikle, Etibank işletmelerinin bulunduğu yerlerde, Göcek, Halıköy, Emet, Kütahya, Murgul ve Maden bölgelerinde yapıldı. Ardından Konya-Ilgın, Amasya-Taşova, Tokat-Erbaa, Elazığ, Diyarbakır, Van-Erçiş, Kar-Iğdır’a ekipler gönderildi.
Bir sonraki “Yaz Çalışması”nın programlanabilmesi ve ön çalışma yapılabilmesi için Bafa, Akhisar, Biga, Kocaeli, Pınarhisar, Sivas, Malatya, Erzurum, Erzincan; Samsun, Ordu, Rize, Giresun ve Trabzon’a öğrenciler gönderildi.
En kapsamlı çalışma İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği, İstanbul Teknik Üniversite Teknik Okulu Talebe Birliği, İstanbul Yüksek Okulu Talebe Birliği temsilcilerinin de katılımıyla Elmalı’da yapıldı. Elmalı olayları yerinde incelendi. “Elmalı Olayları” adlı kitap hazırlandı. Yapılan çalışmalar raporlar hazırlandı. Kitaplar basıldı. Bir bölgede yaşanan sorunlar, diğer bölge çalışanlarına yayınlarla, bildirilerle aktarıldı. Kamuoyuna duyuruldu. Elmalı’nın ayrıntılarına ileride değineceğiz.
Kırsal nüfus, toplam nüfus içinde önemli bir yer tutuyordu ve ticaret ve sanayi burjuvazisi için önemli bir iç pazar haline getiriyordu. Bu iç pazarın, pazar özelliğini koruyabilmesi için verimliliğin ve üretimin artması ve bu kesimdeki insanların alım güçlerinin yükseltilmesi gerekiyordu. Bu da ancak, feodal ilişkilerin ve kalıntılar temizlenmesi, makineli tarıma geçilmesi, ekilebilir alanların genişletilmesi ile mümkündü.
Bu gereksinimlerin karşılanabilmesi için 1960’lı yıllarda bazı göller kurutulmuş, hazine arazileri ekime açılmıştı. Tohum, gübre, sulama, makine gibi üretim artışını sağlayacak girdilere devlet desteği sağlanmıştı. Ne var ki, her zaman olduğu gibi, bu konuda da, “ekonomik” kurallar işlememiş, devlete yakın kesimler aslan payını kapmıştı.
Büyük tarım işletmeleri kolayca toprak ve kredi girdileri elde ederek gittikçe büyürken, küçük işletmeler toprak ve kredi sağlayamadıkları gibi çoğu kez ellerindeki toprakları bile kaybetmekteydiler.
Daha önce ürettikleri endüstriyel tarım ürünlerini devlete satan ve üretim için gerekli bazı girdilerde devlet desteğinden yararlanan üreticiler bu avantajlarını eskisi kadar kullanamaz olmuşlardı.
Tütün, çay, incir, üzüm, pamuk, pancar, fındık, fıstık, haşhaş ve ayçiçeği gibi endüstriyel değeri olan tarım ürünleri üreticileri mağdur edilmekteydi. Devlet tarafından ilan edilen destek alım taban fiyatları düşük tutulmakta, eksperler tarafından ürünün kalitesinin belirlenmesinde haksızlıklar yapılmaktaydı. Üretici ürününü, devlete satabilmek için, uzun kuyruklarda bekletiliyor, satın alınan ürün bedelleri zamanında ödenmiyordu. Açıkçası devlet bilinçli olarak üreticiyi bezdiriyor ve adeta ürününü tefeciye ve/veya tüccara ucuz fiyatla kaptırmasını teşvik ediyordu.
DEV-GENÇ’E HABER SAL
Bu açık sömürüyü, üreticiye oynanan oyunu gören ve kavrayan devrimci gençlik, devlet tarafından tefecilerin ve tüccarların acımasızlığına terk edilen bu üreticilere sahip çıktı ve onları destekledi.
Üreticilerle bağ kurdu. Sorunlarıyla ilgilendi. Üretici köylü Mitingleri düzenleyerek, üreticilerin bir araya gelmesine, sorunlarını birlikte tartışmasına ve çözüm yolları bulunmasına önayak oldu.
Dev-Genç, aynı anda 5-6 ilde binlerce köylünün katıldığı üretici mitingleri düzenleyerek, o yıllarda hiçbir siyasi partinin gerçekleştiremediği etkinlikleri gerçekleştirdi.
Üretici köylülerle bağ kurulması ve birlikte etkinlikler düzenlenmesi için komiteler kuruldu. Bu komitelere, gidecekleri yöreler, üretim biçimleri, ilişkileri, üretilen ürün çeşitleri ve yöresel sorunlar hakkında bilgi verildi.
Köylülerle sıcak ve inandırıcı ilişkiler kuruldu. Bu ilişkiler o derece artırıldı ve karşılıklı öyle bir güven sağlandı ki, Türkiye’nin neresinde olursa olsun, haksızlığa uğrayan veya herhangi bir eyleme kalkışmak isteyen köylüler, devrimci gençliğin örgütü DEV-GENÇ’e haber verir oldular. Köy çalışmaları devrimci gençlik hareketin bir parçası oldu. DEV-GENÇ’in yayın organı İLERİ ‘de yapılan köy etkinlikleri haber olmaya, sorunları ayrıntılı olarak incelenmeye başladı.
Devrimci gençliğin fiilen katıldığı ilk önemli köylü hareketi Elmalı eylemidir .
Antalya’nın Elmalı köylüleri 40 yıldan beri ekip biçtikleri arazilerinin ağalar tarafından kendi tapulu toprakları olduğu gerekçesiyle gasp edilmesi üzerine 1964 yılında direnişe geçerler ve bu toprakları ağaların elinden kurtarılması için mücadele ederler. 1967 Eylül ayında da ağaların el koyduğu bu toprakları işgal ederler.
Yukarıda değindiğimiz “Yaz Çalışmaları” çerçevesinde, 1967 Elmalı Toprak işgalini yerinde inceleyen ve bu konu araştıran ekibin sorumlusu ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü üyesi Ercan Enç “Elmalı Olayı”nı şöyle aktarır:.
ODTÜ ÖĞRENCİSİNİN ELMALI'DA İŞİ NE?
“Birinci Dünya savaşı öncesinden başlayıp çeşitli biçimler alarak günümüze dek gelen bir toprak sorunu var Elmalı'nın. Bayralar, Beyler, Karamık, Taşağıl köylerinde. Salt bir biçimde ortaya çıkan ağa-köylü çatışması var Antalya'nın Elmalı'sında. Bir toprak sorunu var dedik Elmalı'nın, aslında sorun sadece Elmalı'nın değil fakat Türkiye'nin sorunu, %75'i köylerde yaşayan bir ulusun yan feodal bir ortamdan çıkıp çağdaş düzeye erişme sorunu.
Elmalı'nın kan, ateş, barut kokan bir geçmişi var 1964 olaylarını yaratan. Olayları başlangıcından günümüze dek geçirdiği aşamaları belgeleriyle birlikte hazırlamakta olduğumuz bir kitapta anlatacağız. Biz burada sadece bir sorunun, Elmalı'da jandarma komutanından kaymakam vekiline, ODTÜ'de bazı öğretim üyelerinden öğrencilerine kadar çeşitli kimselerin zihinlerini meşgul eden sorunun, "ODTÜ öğrencisinin Elmalı'da işi ne" sorusunun cevabını daha doğrusu ODTÜ öğrencisinin Elmalı'yla ilişkisini ve bu ilişkinin nedenini açıklamaya çalışacağız, Türkiye'nin bin bir örneğinden biri olan Elmalı olaylarını kısaca anlatmakta fayda var, üniversite öğrencisiyle Elmalı köylerinin ilişkisini açıklamakta.
VALİ-KAYMAKAM-JANDARMA KOMUTANI-HAKİM
Olaylar 1964 senesinde kadastronun köylerde çalışmaya başlamasıyla yeniden kıvılcımlanıyor. Ağa artık makineli tarıma geçmiştir, elindeki imkanlarla daha binlerce dönümü ekebilme ve yüz binlerce lira fazla kazanma olanağı geçirmiştir eline, o halde ağa ne yapacaktı. Ağa da yapması gereken şeyi yapıyor, 40-50 yıldan beri köylülerin zilliyetinden olan toprakları işgal ediyor, eder ya. Türkiye de, iddia edildiğine göre, bir hukuk devleti. Bir hukuk devletinde, halkın haklarını korumakla görevli, valisi var, kaymakamı var, jandarma kumandanı var, hakimi var. Antalya'da yok mu bunlar? Var tabii, ama kim köylüden yana (ağa menfaatine karşıt) çıkmışsa değiştirilmiş hepsi, valisinden kaymakamına, jandarma komutanından hakimine kadar. Salt ağadan yana bir mekanizma kurulmuş Antalya'da, Antalya'nın Elmalı'sında. Jandarmayı dikmişler köylünün karşısına, köylülerin bir yıllık emekleri çıkarılan men-i müdahale kararlarıyla ellerinden alınmış, binlerce köylü açlığa terkedilmiş.
YOOO
Sadece köylülerin zilliyetlerindeki topraklara, bu topraklar üzerindeki ürünlere mi el konulmuş men-i müdahale kararlarıyla? Yooo, men-i müdahale karan tatbik edilmiş, devlet bakanının resmen hazine arazisi olarak ilan ettiği, devletin resmi müessesi olan Devlet Su İşleri tarafından fakir halktan toplanan milyonlarca lirayla kurulan Avlan Gölü'nden elde edilen topraklar üzerine köylülerin ektiği 200 bin lira değerindeki nohutlara. Ve çürümeye terkedilmiş bu nohutlar. Köylü esasında aç kalmaya, açlıktan ölmeye razı, razı ama şu jandarma baskısı, jandarma dayağı yok mu ya? Kadın erkek, çoluk çocuk gece yansından evden toplanmalar, meydan dayağı yemeler, jandarma kumandanı yüzbaşı Nejdet Çavusçu'nun kadın, erkek, çoluk çocuğa erkekliğini ispatlama çabalan, daha neler neler.
Bir de Elmalı'daki toprak dağılımı var. Sadece şu dört köydeki toprak dağılımına bakmak ağa-köylü çatışmasının nedenine yeteri kadar ışık tutar.
Beyler Köyü- Köy arazisi 15 bin dönüm, 50 hane, sadece beş hanenin yüzer dönüm toprağı var. 14 bin 500 dönüm ise ağanın.
Karamık Köyü- Ekilebilir durumda 16 bin dönüm, 60 hane, 45 hane topraksız, 10 hanenin 10-15 dönüm, beş hanenin 50-100 dönüm, 15 bin dönüm ise ağanın.
Taşağıl Köyü- Toprak 70 bin dönüm, ekilen 30 bin dönüm, 350 hane 76 hane topraksız,265 hane 10-50 dönüm, 6 hane 50-200, 2 hane 200-250, bir hane 300 dönüm. 18 bin dönüm ise ağanın.
Bayralar Köyü- Toprak 30 bin dönüm, 236 hane, 83 hane topraksız, 130 hane 5-10 dönüm, 23 hane 20-25 dönüm, 28 bin dönüm ise ağanın.
KORKUNÇ
Ne diyelim, Türkiye'de dağıtılacak toprak yoktur diyenlere ithaf olunur. Türkiye'deki toprak dağılımı, ulusal gelir dağılımı, eğitim durumu kısaca Türk ulusunun yaşam düzeyi, Devlet İstatistik Enstitüsü resmi göstergelerine göre korkunç bir eşitsizlik ve yirminci yüzyıl ölçülerinin çok çok altında. Gerçi rakamların gösterdiği gerçek korkunç ama, daha korkuncu bu rakamlar değil, gözle görünen halkın yaşam şekli.
Yirmi birinci yüzyıla hazırlanan geri kalmış dünya halktan kurtuluşlarını evrensel görüş içerisinde salt milliyetçilikle görüyorlar. Bu milliyetçilik anlayışı kısaca; geri kalmış bir ulusun maddi kaynaklarının sadece o toplum tararından ve toplum içerisinde bu kaynaklardan eşit surette faydalanılarak, halkın yaşama düzeyinin toptan yükselmesi ve her ferdin kendine düşen görevi bu yaklaşım açısından ele alarak yerine getirmesi olarak tanımlanıyor.
HALKIN RIZKI- ODTÜ ÖĞRENCİSİ
Türkiye geri kalmış bir ülke ve ODTÜ öğrencisi de % 60’ı okuma yazma bile bilmeyen halkın rızkından keserek okuttuğu bir ulusun üniversite öğrencisi, sorumluluğunu bilen, ülkesinin geri bırakılmışlığının nedenini kavramış, ülkesini ve ülkesi topraklan üzerinde yaşayan yığınları seven bir üniversite öğrencisi ve işin en önemli tarafı halkının kurtuluş yolunu bilen, yöntemi çizmiş bir üniversite öğrencisi.
Böyle bir üniversite öğrencisinin halkını daha iyi tanımak ve ona gerçekleri anlatmak istemesi ve bunun için de Anadolu’nun uçsuz bucaksız ovalarına, yaylarına dağılmasından daha doğal bir şey olamaz.
Esasında hakim güçlerin kuşkusu ve korkusu üniversite öğrencilerinin köylere gitmesi onlarla kaynaşması değil emekçi halk yığınlarının gittikçe artan uyanışı ve birbirinden kopmaz bir birleşmeye gitmesidir. Evet, Türk halkı artık kıpırdanmaya başladı. Bu kıpırdanıştan bu denli ürkenlerin, halkın emeğinin bilincine tam anlamıyla vardığı zaman ne gibi bir tutum takınacakları merak konusudur.
Türk halkı da artık yirmi birinci yüzyıl hazırlıklarına başlamıştır. Artık önemli olan halktan yana olmak değil, halkın kendisi olmaktır.”
TELGRAF-CAN SAVRAN
Olayları aralıklara sürdüğü Elmalı köylülerinden; 1968 Mart ayı sonunda ODTÜ Öğrenci Birliği ve ODTÜ Sosyalist Fikir Kulubü’ne bir telgraf gelir. Köylüler yardım istemektedir. Telgrafı alır, almaz ODTÜ Öğrenci Birliği 2. Başkanı Can Savran’ın başkanlığındaki beş kişilik bir grup, ön bilgi toplamak için, 27 Mart’ı 28’e bağlayan gece saat 01.00 de, otomobille Elmalı’ya hareket eder. Ne var ki, Elmalı’ya ulaşamazlar. Otomobil, saat 03.00 te Sivrihisar yakınlarında devrilir. Üç kişi ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılır. Can Savran 1 Nisan 1968 de Eskişehir Devlet hastanesinde yaşamla vedalaşır. Can Savran törenle uğurlanır. Kaldığı yurda Can Savran ismi verilir. ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü üyeleri otobüslerle Elmalı’ya giderek direnişi desteklerler.
KÖYLÜLER, KÖYLÜLER – DEV GENÇ
7 Şubat 1969 tarihinde Akhisar’da tüccarların parayla tuttukları silahlı adamların engelleme çalışmalarına rağmen, tütün üreticileriyle ortak bir miting düzenlenmiştir. 10 Şubat 1969 tarihinde Ödemiş’te yine bir tütün mitingi düzenlenmiştir.
4 Şubat 1969’da İzmir’in Atalan ve Göllüce köylüleri ağaların elinde bulunan Hazine arazileri ile, ağaların kredi topraklarından, kendi topraklarından bir kısmını işgal ederek 600 kişilik bir komite kurup, hükümetten topraklarının gerçek sınırlarının saptanmasını istemişlerdir.
22 Şubat 1969 tarihinde Malatya’da “emperyalizmi, işsizlik ve pahalılığı protesto mitingi” yapılmıştır.
Şubat 1969’da Tokat’ın Uzunburun köylüleri ağaların elindeki devlete ait hazine arazilerini sürmeye başlamışlardır.
Şubat 1969’da Torbalı köylüleri yine ağaların elindeki hazine arazilerini işgal etmişlerdir.
13 Nisan 1969 tarihinde Diyarbakır’da “özgürlük mitingi” yapılmıştır.
16 Nisan 1969 tarihinde Söke’de “toprak reformu ve bağımsızlık mitingi” yapılarak, köy ağası Tanman ve diğer ağalar ile ağalık düzeni, protesto edilmiştir.
1969 yılının Mayıs ayında Ağrı ilinde Erzurum Atatürk Üniversitesi Fikir Kulüpleri Federasyonu Erzurum Sekreterliği’nin örgütlediği “işsizlik ve pahalılık mitingi” yapıldı. Bu mitinge toplam nüfusu 10-12 000 olan Ağrı’da yaklaşık 4 000 kişi katıldı. Bu miting Kürt ve Türk sosyalistlerinin ortaklaşa yaptıkları bir mitingdi. Mitingin konuşmacılarından birisi de Mehti Zana’ydı. Yine bu mitingin sunucusu da Kadir Manga idi. Mitinge destek verenler arasında o zamanki Türkiye İşçi Partisi Ağrı Teşkilatı il yöneticilerinden Naci Kutay gibi, Mehmet Ali Aslan gibi isimler vardı.
Aynı günlerde, Kars’ta Türkiye İşçi Partisi İl Başkanlığınca düzenlenen (o zamanki İl Başkanı Hayati Tuncer’di) Susuz ve Digor ilçelerinden topraksız köylülerin toprak talebiyle yaptıkları yürüyüş ve mitinge katılındı. Mitingde 1500 köylü vardı
Haziran 1969’da Akhisar’da Tütün Üreticileri Sendikası kurularak, tüccara, tefeciye ve devlete karşı üretici haklarını savunmaya geçilmiştir. 18 Ağustos 1969 tarihinde Anamur köylü mitingi yapılmıştır. 20 Ağustos 1969 tarihinde Çivril’de haşhaş mitingi yapılmıştır. Eylül 1969’da Tarsus’ta pamuk üretici köylüler verilen taban fiyatı düşük bularak Yenice’de bir miting düzenlemişler, Ankara-Adana-Mersin asfaltını 2 saat trafiğe kapatmışlar, daha sonra da Yenice’den Tarsus’a kadar yürüyüşe geçmişlerdir. 12 Eylül 1969 tarihinde Hatay Kırıkhan köylüleri 56 köyden gelen katılımcılarla tefeciye karşı güçlü bir miting yapmışlardır.,
Kasım 1969’da Silivri Değirmenköy’de köylüler ağalara ait Esecelik çiftliğinin 5 000 dönümlük bölümünün kendilerine ait olduğunu belirterek işgal etmişlerdir.
İŞGAL-MİTİNG-ÇATIŞMA
1969 yılındaki diğer önemli eylemler şunlardır: Fatsa’da fındık ve demokratik haklar mitingi, Hilvan’da köylüler kredi dağıtımındaki yolsuzluğu protesto etmek için Ziraat Bankası şubesini işgal etmeleri, Adana Kozan’da pamuk üreticileri Adana asfaltını trafiğe kapatarak pamuk üreticilerinin sorunlarını dile getirmeleri, Antalya Manavgat’ta ağaların köylülerden gasp ettiği topraklar yüzünden çatışma çıkması ve 13 köylünün tutuklanması, Balıkesir Dursunbeyli’de Akyayla köylüleri ağaların elindeki hazineye ait toprakları işgal etmeleri, Gemlik Murattuga köylüleri topraklarının baraj inşaatı için istimlak edilmesi üzerine direnişe geçmeleri, Erzurum Tekman ve Malatya Düzyurt köylüleri ağaların elindeki hazineye ait arazileri işgal etmeleri, Ankara Polatlı’nın Karailyas köyünü ağalar satın alınca köylülerin topluca direnişe geçmeleri, Kütahya Değirmenözü ve Yozgat Kayadibi köylüleriyle köylü gençlik dayanışmasının oluşturulması. Aralık 1969’da Burdur’da küspe satışındaki yolsuzluğu protesto etmek için traktörlü köylülerin traktörleriyle birlikte küspe fabrikasını işgal etmeleri, Sakarya’da da çobanların ağalara ait sürüleri başı boş salıvermeleri eylemi...
FINDIK-SÜT-TÜTÜN-TOPRAK
26 Ocak 1970 tarihinde çok sayıda Dev Genç’li devrimci Turgutlu, Manisa Akhisar, köylerini gezerek büyük bir potansiyel yaratmışlar, polisin ve tefeci tüccarların baskılarına rağmen tütün üreticileri ortak bir miting düzenlemişler ve tütün üreticilerinin sorunları üzerinde durmuşlardır. Akhisar mitinginden yaklaşık bir hafta sonra Ödemiş’e geçen devrimciler çok sayıda tütün üreticisi köyleri gezerek, sağladıkları potansiyeli yine bir mitingle değerlendirmişlerdir.
1970 yılı başlarından itibaren beşer kişilik gruplar halinde Alaçam’ın tütün üreticisi köyleri gezilmiş ve Şubat 1970’te Alaçam’da bir miting yapılmıştır. 23 Mart 1970’te Ankara Nallıhan’a bağlı dağ ve orman köyleri “köylüye otlak ve yeteri kadar toprak” sloganı altında toplanarak ilçe merkezine doğru yürüyüşe geçti. Kentte düzenlenen “uyarı ve ihtar” mitingine katıldılar.
Mayıs 1970’te Giresun, Bulancak, Ordu ve Fatsa fındık üreticisi köyler gezilmiş, alınan ilk miting izni polis tarafından engellendiği için Ordu-Fatsa-Samsun karayolu trafiğe kapatılmıştır. Gözaltına alınan miting tertip komitesinden bir arkadaşın götürüldüğü karakol basılmış ve salıverdirtilmiştir. Daha sonra Mayıs ayı sonunda Fatsa’da güçlü bir fındık mitingi düzenlenmiştir.
9-25 Haziran 1970 tarihlerinde Kars’ın süt üreticisi köyler beşer kişilik iki ekip tarafından gezilmiş, süt ve besicilik üzerine bir rapor hazırlanmış, süt ağası Şemihtan Koçulu protesto edilmiş, fakat Kars’ta süt üreticileri bir miting gerçekleştirememişlerdir. O dönemde Dev Genç’in bölge binası da kundaklanarak yıkılmıştır.
HAŞHAŞ-FISTIK-ÜZÜM
Haziran 1970’te Çorum, Amasya ve Tokat’ta haşhaş üreticisi köylülerin bir çoğu 20 günlük bir çalışmayla gezilmiş ve bölgenin en önemli, hatta bazı yerlerde tek geçim kaynağı olan haşhaşın yasaklanması konusu işlenmiştir. Bu çalışmalar sırasında haşhaş konusu üzerinde yazılmış olan bildirilerden 14 000 tanesi köylülere dağıtılmış ve bu bildiride özellikle Amerika’nın isteğiyle haşhaş ekiminin yasaklandığı vurgulanmıştır.
Yine haşhaş ekiminin yasaklanmasını işlemek üzere beşer kişilik ekipler halinde çok sayıda Dev Gençli Malatya’nın köylerini gezerek, tüm engelleme girişimlerine rağmen, Temmuz 1970’te Malatya mitingi gerçekleştirilmesini sağlamışlardır.
20 Ağustos 1970 tarihinde 15 günlük köy çalışmaları sonucunda Denizli-Çivril haşhaş üreticilerinin katıldığı Çivril mitingi yapılmıştır. Bu mitingi engellemek için Ülkü Ocaklarıyla, Ziraat Odaları Birlikleri ortak çalışmışlardır, ama mitinge engel olamamışlardır.
Ağustos 1970’de Gaziantep’te fıstık ve üzüm taban fiyatlarının düşük tutulması üzerine yerel Dev Gençlilerle üretici köylüler ortak bir miting düzenlemişlerdir. Mitinge katılmamaları için vali, köyleri tek tek dolaşarak köylüleri uyarmasına rağmen katılım büyük olmuştur.
Uşak Eşme’de Dev Gençli devrimciler kahve toplantıları yaparak, bütün üreticilerin sendikalaşması gerektiğini savunurken, gözaltına alınmışlardır.
Nevşehir Gülşehir’de devrimcilerin 15 günlük köy çalışmaları sonucunda üzüm üreticileriyle Eylül 1970’te Gülşehir üzüm mitingi yapılmıştır. Ülkücüler, köylülere mitinge katılmamaları için tehdit etmeleri sonuç vermeyince Nevşehir’de devrimcilere saldırmışlar, 7 devrimci arkadaşımız bu saldırıda yaralanmıştır.
ÖĞRETMENLER
Anamur’da Dev Gençli gençler, TÖS üyesi öğretmenlerle birlikte köyleri dolaşmışlar, hem topraksız dağ köylerinin sorunlarını, hem de fıstık üreticisi sahil köylerinin sorunlarını işlemişlerdir. 26 günlük çalışma sonucunda Anamur Köyle Birliği oluşturulmuştur. Bu örgüt, pahalılığı, fıstık fiyatlarının düşüklüğünü protesto için 12 Eylül 1970 tarihinde Anamur’da bir miting düzenlemiştir. Anamur çalışmaları da raporlandırılmış ve Dev Genç tarafından değerlendirilmiştir.
Bütün dünyada ve Türkiye’de “bozuk düzen” diye nitelendirilen sisteme karşı duran güçlerin oluşturduğu direnç, bu yıllarda en yüksek düzeyine erişmiştir. Bu gelişimden etkilenen köylülük, tarımsal kesimdeki kendine özgü üretim ve toprak sorununda yaşanan sistemin yarattığı bozuklukların da etkisiyle demokrasi güçlerinin muhalefetine katılmıştır.
Devrimci gençlerin hiçbir çıkar gözetmeden birçok tehlikeyi göze alarak onların yanında yer alması, köylülerin baskı ve sömürü düzenine karşı harekete geçmesinde önemli etki kaynağı olmuştur.
O dönemde sağlanan köylü-devrimci işbirliği sonucunda ortaya konulan köylü sorunlarına yönelik eylemler hak arama kavgasında köylülerin miting ve örgüt geleneğiyle buluşturulmuştur. Karadeniz Tütün Üreticileri Sendikası, Türkiye Tütün Üreticileri Sendikası, Anamur Köylü Birliği, Ağalığa Karşı Oluşturulan 600 Kişilik Söke Komitesi, bu örgütlenmelerin örneklerindendir.
Köylülerin ellerindeki toprak ürünlerinin değerlendirilmesinde devletin tek yanlı olarak fiyat belirlemesi sistemi uygulanamaz olmuş ve fiyat belirlemede, demokrasi güçlerinin yarattığı muhalefet etkili olmaya başlamıştır. Bu çalışmalar sırasında köylüler emek sömürüsüne karşı bilinçlendirildiği gibi aynı zamanda anti - Amerikancılık bilinci verilmiş ve o zamanki devrimcilerin sloganı olan “Tam Bağımsız Gerçekten Demokratik Türkiye” sloganı, köylülerin de dillerine ve belleğine girmiştir.
Bütün bunlardan başka köy çalışmalarıyla kırsal kesimden Türkiye devrimci hareketinde sürekli yer alacak militanlar yetişmiştir. 12 Mart düzenine karşı kırsal kesimde savaşım veren devrimciler, 12 Mart öncesindeki köy çalışmalarıyla oluşan dirençli köylü kadrolarının destek ve katkısını görmüşlerdir.
GREV-TOPLU SÖZLEŞME
1960‘lı yıllar köylülerin olduğu kadar, işçilerin de mücadelesinin yükseldiği yıllar olmuştur.
1961’in kitlesel işçi eylemi 23 Aralık 1961’de sendikalaşma ve grev haklarının tanınması için Eskişehir’de 5 bin işçinin çeşitli sloganlar atarak yaptığı yürüyüştür.
1962 yılında Türkiye’de yaşayan 15- 65 yaş arasındaki çalışabilir nüfus yaklaşık 16 milyon kişi idi. Çalışabilir nüfusun %77’den biraz fazlası tarım, yaklaşık %9’u ise sanayi sektöründe çalışıyordu. Ülkenin toplam nüfusu ise 30 milyon kadardı... İşçiler çok ağır koşullarda ve genellikle büyük kentlerin çevrelerinde oluşmuş altyapı hizmetlerinden yoksun derme- çatma yerleşim merkezlerinde, “gecekondu”larda yaşamaktaydılar.
Ankara nüfusunun %45’i, İstanbul nüfusunun %21 kadarı ve İzmir nüfusunun %18’i gecekondularda yaşıyordu. Henüz ekonomide ağırlık tarımdaydı ama, endüstri işçileri belirli merkezlerde yoğunlaşmışlardı ve bilinç düzeylerinde hızlı bir yükseliş gerçekleşmişti. Bu işçiler, emeklerini satarken ellerindeki tek silah olan grev ve toplu sözleşme haklarını elde edebilmek için mevcut sendikalarının bir kısmı ile birlikte yoğun bir mücadele başlattılar.
FUKARA TAHİR
1962 yılının önde gelen işçi eylemlerinden biri de Ankara’da gerçekleştirildi. “Fukara Tahir” ismiyle bilinen Tahir Öztürk’ün 5000 işçiyle birlikte yaptığı ünlü Meclis yürüyüşüyle yeni bir çığır açıldı. Çıplak ayaklarıyla Meclise yürüyen işçilerin gösterisi, ekonomik istemlere dayalı bir kararın sonucu olarak başladı.
26 Nisan 1962’de, Ankara’daki Yapı-İş Federasyonu, inşaat iş kolundaki işsizliği protesto etmek amacıyla bir yürüyüş düzenlemeye karar verdi.
Bu yürüyüş 3 Mayıs’ta gerçekleşti. Yaklaşık 5 bin kişinin katıldığı bu mitinge gelen vali, sakıncalı bulduğu dövizlerin indirilmesini istedi. Ancak işçiler buna karşı çıktılar ve sloganlar atarak yürüyüşe geçtiler. Polisin kurduğu barikatları aşarak Sıhhiye’ye ulaştılar. Oradan sopalarla saldırıya geçen polisleri yararak, koşar adımlarla meclisin kapısına dayandılar. Burada çatışma daha da şiddetlendi ve kimi işçiler gözaltına alındı. Kitle patlamaya hazırdı. Meclis ve Senato başkanları, işçiler tarafından seçilecek bir heyeti kabul edeceklerini bildirdiler. Görüşmeye 20 kişilik bir temsilci grubu katıldı; gerekli güvencelerin verilmesi üzerine işçiler Meclisten ayrıldı.
LİMAN-MOTOR-TEKSTİL-LASTİK
Tutuklanan işçilerin bırakılması için eylem sürdürüldü. Artık eylemin içeriği değişmiş, hedefi siyasal iktidara yönelmişti. “Af değil, iş”, “İnönü istifa”, “Ecevit istifa” sloganlarıyla Ankara sokaklarını inleten Yapı-İş üyesi işçilerin gösterisi, “Açların yürüyüşü” olarak tarihe geçti. Aynı yıl İstanbul’da binlerce liman işçisi ile, Rami Gümüş Motor Fabrikası, Bursa Otobüs Atölyesi, İstanbul Bahariye ve Defterdar Tekstil Fabrikaları, Sümer Lastik ve Derbi Lastik Fabrikası işçileri -grev yasağını tanımayarak işlerini bıraktılar. Sekiz saatlik iş günü, ücret artımı ve çalışma koşullarının düzeltilmesini istediler. NATO Çiğli Hava üssü inşaatı işçileri ve Ereğli Demir Çelik inşaatında çalışan 500 işçi, bir miting düzenleyerek Morrison Şirketinin baskılarını protesto ettiler.
KABLO-OTEL-HAMAM
1963 yılı Ocak ayında, Kavel Kablo Fabrikası’nda işçiler, işten atılan 4 arkadaşlarının geri alınması için direnişe geçtiler. Polisin işçilere saldırması sonucu 10 işçi yaralandı.1963’ün sonlarında Eskişehir’de otel ve hamam işçileri greve gitti.
24 Temmuz 1963 tarihinde 274 sayılı sendikalar kanunu ve 275 sayılı toplu iş sözleşmesi, grev ve lokavt kanunları meclislerce onaylanarak yürürlüğe girdi. Bu yasaların çıkmasıyla birlikte Türkiye’de işçiler ilk defa grev ve toplu sözleşme hakkına sahip oluyorlardı.
274 ve 275 sayılı yasaların da sağladığı avantajla işçi sınıfımızın ekonomik-demokratik mücadelesinde yoğun bir dönem başlamış oldu. Bu dönemin önemi, işçi direnişlerinin gündeme girmesi ve bu direnişlerin sonucunda TÜRK-İŞ bünyesindeki parçalanmanın ortaya çıkmasıdır.
İŞÇİ SENDİKALARI
Türk-İş yönetimi Ereğli’deki Morrison-Nadsen Amerikan şirketinin işyerindeki grevi, Mersin’deki Amerikan- İngiliz ortaklığı ATAŞ rafinerisindeki işçilerin grevlerini, İstanbul’da yapılan Kavel grevini, Zonguldak maden işçilerinin grevini yasadışı ilan edip kırmaya çalışmıştı. Türk-İş’in Ocak 1964’de Bursa’da yapılan kongresi sırasında bazı sendikalar bu konfederasyondan ayrılacaklar ve Mayıs 1964’de İstanbul’da Hür Türk- İş adlı yeni bir konfederasyon kuracaklardı. En büyük bölünme ise, 1965 Zonguldak grevinin ardından gerçekleşecekti.
Ayrılanlar, Türkiye İşçi Sendikaları Dayanışma Konseyi adlı bir birlik oluşturacaklar, ardından yeni bir konfederasyonun kuruluşu için sözkonusu sendikacılar arasında görüşmeler başlayacaktı. Görüşmelerin gerçekleştiği 1965 yılında, Petrol İşçileri Sendikaları Federasyonu’nun açıklamasına göre, Türkiye’de 728 işçi sendikası bulunmaktaydı. Bunların sadece 270’i Türk-İş konfederasyonuna üye idi. Türkiye’de endüstri ve tarım işçilerinin sayıları yaklaşık iki milyondu. Türk-İş’e üye işçilerin sayıları ise sadece 280 bin kadardı. Türk-İş dışındaki sendikalı işçilerin sayıları ise 700 bin kadardı. Kısacası, mevcut işçilerin yaklaşık yarısı sendikalı idiler ama, sendikalıların ancak üçte bir kadarı Türk-İş çatısı altındaydılar.
GREV-LOKAVT
1964’e gelindiğinde, hem işçiler, hem de işveren, 274 sayılı sendikalar kanunu ve 275 sayılı grev, lokavt ve toplu sözleşme kanununda doğan haklarını sonuna kadar kullanmakta kararlı bir yapı içine girdi; işçilerin grev kararlarına işverenler lokavtla cevap vermeye başladı. Kimi işkollarındaki grevler ise Bakanlar Kurulunca ertelenmeye başlandı.
Bu koşullarda yurdun çeşitli yerlerinde olduğu gibi Ankara’da da Yapı-İş ve Maden-İş’in örgütlediği grevler oldu. Yapı-İş’in Ankara oteli inşaatındaki grevi, dışarıdan getirilen işçilerle kırılmak istendi; işçiler buna karşı mücadele ettiler ve polisle girilen çatışmada kimi işçi ve sendikacılar tutuklandı.
1965 Mart’ında 2 işçinin ölümüyle sonuçlanan Kozlu olayları önemlidir, fakat bu olaylardaki ana neden, çoğumuzun tahmin ettiği ya da umduğu işçi sınıfı hareketinin siyasal düzeni, toplumsal düzeni değiştirmeye yönelik eylemliliği değil, doğrudan doğruya işyerindeki primlerin dağıtılmasına ilişkin çıkan sorunlarla bağlantılıdır.
İŞÇİLER-DENİZ GEZMİŞ
31 Ağustos 1966’da, Türk-İş yöneticilerini kınamak amacıyla Çorum'dan İstanbul'a yalınayak yürüyen Çorumlu 54 belediye işçisini Taksim Meydanı'nda karşılayanlar arasında Deniz Gezmiş de vardı.
12 Kasım 1966’da Türk-İş tarafından Ankara’da Cemal Gürsel Meydanı’nda Amerikan üslerinde çalışan işçilere uygulanan baskıları kınamak amacıyla bir miting düzenlendi.
Mitinge diğer Demokratik Kitle Örgütlerinin dışında Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF)’da etkin biçimde katıldı. Cemal Gürsel alanındaki mitinge katılmak için Tandoğan alanından yürüyüşe geçen işçiler ve FKF’liler “Yankee Go Home”, “Topraklarımızın Altı da Üstü de Bizimdir”, “Gençlik İşçi El Ele”, “Türkiye Johnson’un Çiftliği Değildir”, “Kahrolsun Emperyalizm” yazılı dövizler taşırken, diğer yandan hep bir ağızdan değiştirilmiş sözleriyle “gül ağacı değilem / her gelene eğilem / çek elini üstümden / ben sömürgen değilem” şarkısı söyleniyordu.
Miting dağılırken kitlenin önemli bir bölümü FKF’lilerin yönlendiriciliğinde polis engelini de aşarak Kızılay’a yürüdü. Amerikan Haber Merkezi’nin önünde sloganlar atıldı, oturma eylemiyle Atatürk bulvarı trafiğe kapatıldı. Bu sırada ABD Haber Merkezi’ni korumaya çalışan AP Gençlik Kolları’nın üyeleriyle çatışıldı.
DEVRİMCİ İŞÇİ SENDİKALARI KONFEDERASYONU (DİSK)
Paşabahçe Şişe-Cam Fabrikası’nda sürmekte olan uzun grev sırasında Türk-İş yönetiminin takındığı grev kırıcı tavır bardağı taşıracaktı. Türk- İş’e bağlı sendikalar arasındaki bölünme eğilimini ve yeni bir sendikal federasyonun çatısı altına örgütlenme arzusunu güçlendirecekti. Türk- İş yönetimi, Kristal- İş önderliğinde 31 Ocak 1966 günü başlamış olan ve ikinci ayını doldurmak üzere bulunan bu grevi 21 Mart 1966’da bitirmeye kalkışacaktı. İşçiler kararı kabul etmeyip direnişi sürdürünce Petrol-İş, Maden-İş, Teksif, Deniz-İş, Basın-İş, Ulaş-İş, Enerji-İş, Kimya-İş, DYF-İş, Şöför-İş, Ar-İş, Tez Büro-İş, Karayolları Sendikası, Oley-İş, Sağlık-İş, Harp-İş, Gıda-İş, Tekstil-İş gibi diğer sendikalar söz konusu grevi desteklemek amacıyla bir konsey meclis oluşturacaklardı.
Sonunda, Demirel Hükümeti’nin kararıyla grev 83’ncü gününde ertelenecekti. Kristal-İş ve Petrol-İş gibi grevi destekleyen sendikalar geçici süreler için Türk-İş’ten ihraç edileceklerdi. Türk-İş yönetimi Demirel Hükümeti ile ortak davranmaktaydı. İhraç edilen sendikaların bir kısmı daha sonra DİSK’in kuruluşunda yer alacaklardı.
Türk-İş’te muhalefetin öncüsü olarak bilinen Lastik-İş, Maden-İş ve Basın-İş, Bağımsız Gıda-İş sendikasıyla anlaşarak 1966 yılında “Sendikalar Dayanışma Konseyi” ni kurdular. Bu üç sendika, 1967 yılında yaptıkları genel kurullarında yapıdan kesin olarak ayrılmaya karar verdiler. Bağımsız Gıda-İş ve Zonguldak'taki Maden İşçileri Sendikası da Türk-İş’ten ayrılan bu üç sendikayla birleşerek, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK)’nu kurdular.
MİLİTANCA SAVUNMA
Uzun hazırlık toplantılarının ardından, Türkiye Maden-İş Sendikası, Türkiye Lastik-İş Sendikası, Türkiye Basın-İş Sendikası gibi örgütlerin öncülüğünde hazırlanan DİSK tüzüğü, 13 Şubat 1967 sabahı valiliğine verilecek ve örgüt tüzel kişiliğine kavuşacaktı.
DİSK elbette diğerlerine ve özellikle Türk-İş’e göre işçilerin ekonomik haklarını daha militanca savunan bir sendika olacaktı. Ayrıca DİSK, Türk- İş’in “partiler üstü” sendika yalanına da karşı olup, açıkça TİP’in safında yer alacaktı. Fakat tüm bu gerçeklere karşın DİSK sosyalistlerin çoğunlukta oldukları bir Konfederasyon değildi. DİSK’e bağlı bir kısım sendikalar da örgütlenebilmek için zaman zaman bazı patronlarla anlaşabiliyorlardı ve DİSK içinde de Amerikan sendikacılığının çok büyük etkileri vardı. Çünkü, sonuçta onu kuranların bir kısmı ilk sendikal eğitimlerini ABD’de almışlardı. Her şeye karşın Türkiye koşullarında DİSK çok daha mücadeleci idi ve üye sayısı hızla yükselmekteydi...
İŞÇİLER YALNIZ DEĞİLDİR
1968 – 69 yılları, işçi sınıfımızın ekonomik – demokratik savaşında önemli olaylarla dolu bir dönem oluşturmaktadır. Yemek boykotları, grevler, yürüyüşler ve fabrika işgalleri boyutunda yoğunlaşan ve yükselen direnişler kısa zamanda ülkemizin tümünü kaplamış ve işçi sınıfımızın direniş gücünü ezmeye çalışan devlet güçleriyle sık sık çatışmalara kadar varmıştır.
Türkiye işçi sınıfı hareketinde 68 öğrenci hareketleri de etkili olur. 1968 ilkbaharında Haziran ayında başlayan boykot eylemleri ve işgal eylemleri Türkiye işçi sınıfı ve sendikacılık hareketini de etkiler.
Fabrika işgalleri, öğrenci işgal eylemlerinden hemen sonra, Derby Fabrikasının işgaliyle başlıyor. Derby işgali, üniversitelerin işgalinin hemen ardından aşağı yukarı 10-15 gün sonra yapılmıştır. 1600 işçi, 4 Temmuz günü sendikal mücadele nedeniyle işgale başlıyor. Bunun üzerine İstanbul’da, İstanbul Teknik Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi ve Özel Yüksek Okullar İşgal Konseyi ve Komiteleri adına bir heyet Derby işgalini ziyaret ediyorlar. Boykot Komiteleri Başkanı, daha sonra kanserden kaybettiğimiz Harun Karadeniz’dir. Harun Karadeniz orada bir konuşma yapıyor.
“Biz, devrimci Türk gençliği olarak her zaman emekçi halktan yana çalışmalar yapmak yolunda ve azmindeyiz. Patronların ezdiği, sömürdüğü siz emekçi kardeşlerimizi, babalarımızı, amcalarımızı bütün gücümüzle desteklemekteyiz. Bu fabrikada sizleri, diğer fabrikalarda daha birçok emekçi halkı sömüren patronlar şunu bilmelidir ki, bu işçiler yalnız değildir. Bu halkın evlatları olan bizler, halka dönük düzeni kurana dek çalışacağız. Bugün burada sizin yanınızdayız, sizi desteklediğimiz ve her zaman siz emekçilerden yana olduğumuz bilesiniz diye geldik. Gerektiğinde yine geleceğiz ve her hareketinizde sizinle beraber olacağız.”
İŞÇİLERLE OMUZ OMUZA
20 Mayıs 1969’daki Horoz Çivi direnişine öğrenciler desteğe giderler, polis müdahale eder, çatışma çıkar, 21 öğrenci gözaltına alınır;
68-69’da Akiş Dokuma, Altınel Pres, Bel Kimya, Çelik Halat, Deniz Nakliyat, Diyarbakır Belediyesi, Emayetaş, Gabriel Gabrieloğlu Dokuma, Güven Boya ve Apre, Kavel Kablo, Krom Manyezit, Perşembe Fındık Tarım Satış Kooperatifi, Singer, Tekel Çamaltı, Tunpeyin grevi sırasında 1969’da Exe Kültür Gemisinin işgali, Türk Demir Döküm, Yarımca Seramik, 1969 yazında Ankara’da Lili Deterjan işçilerinin fabrikayı işgal etmeleri, bu yıllarda işçilerin, öğrencilerin dayanışmalaryla gerçekleştirilen direnişlere örneklerdir. Çok önemli bir örnek de Alpagut Dodurga işgalidir. Burada işçilerin işyerini işgal ederek, uzun müddet alacaklarını tahsil etmek için işyerini kendileri yönetmişler ve üretimi sürdürmüşlerdir.
TETİKLEME
Gerçekten de, 1968-1969 yıllarında işçi sınıfı hareketinde bir yükseliş vardır. 68 devrimci gençlik hareketleri işçi hareketlerini de tetiklemiştir. Ne var ki bu yükseliş, ilk bakışta zannedildiği gibi kapitalizm karşıtı sosyalist bir programı benimseyen, anti-kapitalist bir programı olan bir yükseliş değildir. Bu yükseliş, işçilik bilinciyle, sınıf bilinci arasında oynayan ve sınıfın ancak çok küçük bir bölümünün katıldığı bir eylemliliktir. İşçi sınıfının mücadelesi, gençliğin mücadelesinden farklı olarak, uzun vadeli ve kararlı bir sınıf mücadelesidir. Saman alevi gibi, çabuk tutuşup, birden parlayarak kısa zamanda sönmez. Uzun bir süreç içerisinde için için olgunlaşır, kendisini engelli koşuya hazırlar. Sonra hiç acele etmeden engelleri birer birer aşarak ağır ağır ve kararlı bir şekilde hedefine doğru ilerler.
MEMURLAR-ÖĞRETMENLER
Öğretmenler ve diğer memurlarda, işçi sınıfının bir parçasıdırlar. 1960’lı yıllarda belli bir örgütlülüğü olan bu kesimin, öğrenci gençlikle ilişkileri daha sıcaktır. 1960’lı yılların başlarında öğretmenler Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu’nda yaygın bir biçimde örgütlüdürler.
Bu örgütlenmenin içinde de onu canlandıran, onu daha politize eden Köy Enstitüsü Mezunu Öğretmenler Derneği vardır. Eskiden devletle bağlantılı Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonunun yapısının değiştirilmesinde bu köy enstitülü öğretmenlerin çok ciddi çabaları ve katkıları olmuştur. Öğretmenlerin Dev-genç tarafından da desteklenen en önemli eylemi, 15-18 Aralık 1969’daki büyük öğretmen boykotudur, öğretmenlerin genel grevidir.
Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu 1965 yılında iki kuruluşun daha oluşmasında etkili olur. 1961 Anayasasına göre memur statüsünde çalışanlara da sendika kurma hakkı tanınmaktaydı. 1965 yılında 624 sayılı Devlet Personeli Sendikaları Kanunu çıkar çıkmaz, Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonunda etkili olan kesimlerce, Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS), İlksen (Ruşen Keleş’in Başkanlığını yaptığı İlkokul Öğretmenleri Sendikası) ÜNAS (Üniversite Asistanları Sendikası) TEKSEN gibi çeşitli sendikalar kuruldu. Bu memur sendikalarının sayısı 1965’ten, 12 Mart 1971 askeri darbesinden sonra Anayasa değiştirilerek memurların sendikalaşması yasaklanana kadar 658 e ulaştı. 350 bin dolayında memur, bu sendikalara üye oldu.
ORDU GENÇLİĞİ
“9 Ocak 1970’te sabah erken saatlerde, tutuklu bulunduğum Gölcük - Güllübahçe Askeri Cezaevi’ne gelen bir deniz albayı: “Hemen hazırlan, resmi elbiselerini giy, donanma komutanı seni istiyor.” dediği zaman ‘Bütün eşyalarımı alayım mı?’ sorusunu sordum.
Albay resmi bir tavır içinde ’Hepsini al, bir daha buraya dönmeyeceksin‘ yanıtını verdiği anda, hayatımda yeni bir sayfanın açıldığını hissetmiştim.
O tarihte Donanma Komutanı Oramiral Turgut Uzel idi.
Turgut Paşa’nın yeniden hareketlenmeye başlamış cunta örgütlenmeleriyle yakın bir ilişkisi yoktu. Deniz Kuvvetlerinde bu örgütlenmede hiyerarşide Oramiral Kemal Kayacan’ın ismi öndeydi.
Turgut Paşa beni odasında kabul etti. Komutan, dört arkadaşımla birlikte Yüksek Askeri Şura’nın kararıyla ordudan atıldığımızı bildirdi ve resmi evrakı bana imzalattı.
YAŞ kararında isimleri geçen diğer dört arkadaşımın kimliklerini öğrendiğim anda şaşkına dönmüştüm. Çünkü bu genç subayların gelişen olaylarda, ordudan atılacak bir boyutta rolleri olmadığını biliyordum. Liste yanlış düzenlenmişti.
Bu itirazımı Donanma Komutanı’na ilettiğim anda, kendisi sakin bir tavırla ’Bunu ben de biliyorum ama Ankara böyle istiyor’ yanıtını verdi ve devamla ’Sizi çok uyardıklarını ama söz dinlemediğinizi söylüyorlar, son bildiri bardağın taşmasına neden oldu.’ diyerek beni (Sarp Kuray) sivil hayata doğru uğurladı.
ÇATI-GÖZDAĞI-İLK TASFİYE
“Donanma Komutanı ile yaptığım kısa konuşma, ister istemez kafamda bazı geriye dönüşleri ateşleyici olmuştu.
Daha bir yıl önce, Deniz Harp Okulu Subay Taburu’nda okurken özel olarak ziyaretime gelen ve benimle uzun bir görüşme yapan Tuğamiral Bülent Tarkan (bu subay, 9 Şubat 1962 tarihli bir protokol ile ihtilal yapmaya karar veren illegal bir örgütün üyesidir ve protokolde imzası vardır. Aynı zamanda Yassıada İrtibat Komitesi’nde görev yapmış ve Adnan Menderes’in idamında hazır bulunmuştur) beni adeta sorgulamış ve ordu tabanında giderek yaygınlaşan hareketimizin düşünce yapısını öğrenmeye çalışmış, benden aldığı yanıtlar karşısında asabileşerek, adeta gözdağı verir bir biçimde;
‘Ankara’da ülke sorunlarıyla yakından ilgilenen komutanlar var, ayrı örgütlenmeye gerek yok, bir çatı altında toparlanmak gerekir’ sözleriyle bir çıkış yapmıştı.
Ben o dönemde 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 dönemleriyle ilgili derinlemesine bilgi sahibi olmadığımdan, Bülent Paşa’ya verdiğim yanıtı yalnızca ideolojik bir çerçeveyle sınırlayabildim ve ’Yön ve Devrim Gazetesi çizgisinde olmadığımızı’, örgütlenmede de bu hiyerarşik yapıdan uzak durarak bağımsız kalacağımızı bildirdim.
Konuşma bitmişti. Ankara’dan özel olarak gelmiş paşa benim (Sarp Kuray) tespitlerimden memnun olmamıştı.
Demek ki Donanma Komutanı’nın da sözünü ettiği “Ankara” bizim bağımsız duruşumuzdan, eylemlerimizden ve düşüncelerimizden rahatsız olmuş, tasfiyeyi başlatmıştı.
Evet, şu tespiti yapmak gerekiyor: 12 Mart öncesinde, devrimci ordu gençliği içinde başlatılan ilk tasfiye hareketi budur.
Daha 12 Mart’a 15 ay vardır ve Ankara düğmeye basmıştır. Mesaj nettir: “Ya ‘Bizimle birlikte olacaksınız yada tasfiye edileceksiniz.’
Bu noktayı iyi kavrayamadığımız taktirde he, 12 Mart’ın kirli ve karanlık yüzünü, yani Derin Devlet operasyonunu çözemeyiz hem de ordu içindeki devrimci birikimin başından geçenleri tam olarak anlayamayız.” (Sarp Kuray)
YAYIN ORGANI-TIME
“27 Mayıs’da yığınlara tanınan sınırlı özgürlükten sonra devrimci hareket gelişmeye, yığınların ekonomik mücadelesi gün geçtikçe güçlenmeye başladı.
27 Mayıs’ın devrimci özünün canına okuyan yerli - yabancı para babaları, güçlenen devrimci kavgadan da gocunmaya başladılar. Silahlı milis (Toplum Polisi) teşkilatı kurdular.
Devrimci öğrenciler sokak ortasında kurşunlanmaya başladı.
Devrimci Ordu Gençliği, halkının devrimci kavgasını görmemezlikten gelemezdi.
“69 Deniz Subayı Bildirisi” ile devrimci işçilerin, köylülerin, gençliğin yanında olduğunu kamuoyuna bildirdi.
O sırada uluslararası para babalarının yayın organı Time şöyle yazıyordu: “Türkiye de sosyalistler orduyu iktidara getirmek istiyor”. Para babalarının ne yapıp yapıp ordu gençliğini frenlemeleri gerekirdi.
İlkin bildiriye imza koyan Beş Deniz Subayı atıldı” (Dr.Hikmet Kıvılcımlı)
ÜNİVERSİTELİ ASKERİ ÖĞRENCİLER
“24 yaşındaydım ve yıllar önce büyük ideallerle terkettiğim Hukuk Fakültesi’ne geri dönüyordum.
Ankara’da babamın evine indiğim gece Deniz Lisesi’nden atılanlardan, çok sevdiğim Murat Yedican, yanında Atatürk Lisesi’nde okuyan devrimci bir arkadaşıyla ziyaretime geldi.
Murat ile gelen devrimci genç, Türk Ordusu’nda özellikle de genç subayların gönlünde efsaneleşmiş Süvari Binbaşı Fethi Gürcan’ın küçük oğlu Öner Gürcan’dı.
Öner kendisiyle buluştuğumuz hemen o gece, beni ODTÜ’de askeri öğrenci olarak okuyan ağabeyi Ömer Gürcan ile tanıştırmıştır.
Beni Askeri Tıbbiye’lilerle buluşturan Ömer olmuştur.
10 Ocak 1970 sonrası, Askeri Tıbbiye’lilerle kader birliği yaptığım bir dönemdir.
Askeri Tıbbiye’liler olarak anılan “Askeri Fakülte ve Yüksek Okullar”daki devrimci askeri öğrenciler dönemin en aktif ve örgütlü güçlerinden birisidir. DEV-GENÇ saflarında son derece prestijli devrimci duruşları vardır
Bu örgütlenme de hiçbir hiyerarşik bağlantısı bulunmayan ve sosyalist düşünceli bir yapıya sahiptir.
Askeri Tıbbiye’lilerle buluştuğum gece, bugün bile hafızamda tüm canlılığı ile yaşayan bir anımı aktarmak istiyorum: Ömer ve Öner beni (Sarp Kuray) onlarla tanıştırmak üzere Cebeci Tıp Fakültesi’nin bahçesine getirdiği zaman, fakültenin bütün duvarlarının Denizcilerin yayınladığı “69 Subay Bildirisi’nden” bölümlerle donatılmış olduğunu gördüm. Fakülte kantininin yanındaki duvarda boydan boya:
“Katiller
Türkiye’de meydan boş değildir.
Tüfeklerimizdeki mermi
Mermilerimizdeki barut
Yüreklerimizdeki ateş, yeter size”
yazısı duruyordu ve altında THKO imzası vardı.
Askeri öğrenciler o gün mücadelelerini bu isimle ifade ediyorlardı. Sonraki günlerde Deniz Gezmiş ve arkadaşları bu ismi çok beğenmiş, arkadaşlarımızdan kullanmak üzere izin istemiş ve kullanmışlardır.
Demek ki Askeri Tıbbiye’liler bizlerle kucaklaşmaya hazırdılar.
12 Mart öncesi çetin döneme onlarla omuz omuza girdim: Erkan Dirik, Uğur Oral, Yakup Hindistan, Ömer Gürcan, Ahmet Zafer Ergün Murat Kaçar, Lütfü Dokuzoğlu, Ahmet Türk, Remzi Aygün, Behçet Safa Aysan, Cengiz Kılıç, Seçim Yıldırım,Hasan Ataol, Celal Sarman, Engin Arasan, Önder Sağlık, Zeki Gümüşel, Hüseyin Soysever, Recepay Sayar, Ahmet Akküçük, Gürkan Dirik, Halil Alkan, İsmail Başyiğit ve yüzlercesi...
BEHÇET AYSAN-CENGİZ KILIÇ
Bu satırlarda Askeri Tıbbiyeli iki devrimci kardeşimizi anmadan geçemeyeceğim.
Sivas’ta kışkırtılmış gerici güruh tarafından yakılan Behçet Aysan,ve bir trafik kazasında yitirdiğimiz Cengiz Kılıç.
Her iki arkadaşımız da Kuleli Askeri Lisesi çıkışlı olduklarından, 71 öncesinde başta Kara Harp Okulu olmak üzere, ordu içindeki faaliyetlerde çok aktif ve başarılı olmuşlar ve taşıdıkları üstün insani değerlerle örgütlenmeye güç katmışlardır. Onları saygıyla anıyorum.”
DEV-LİS
Öner Gürcan, 1971 öncesinde Ankara’da örgütlenmesi başlatılan Devrimci Liseliler (DEV - LİS)’ in kurucularındandır.
Öner, Barış, Sabri, Alaattin, İhsan, Naki, Nuri, Taki, Suat, Gültekin, Selim, Güntekin ve şimdi isimlerini hatırlayamadığım diğer liseli öncüler, dönemin ağır koşulları altında ve türlü imkansızlıklar içinde çok kısa bir sürede bu örgütü bir güç haline getirmişlerdir.
Ne olursa olsun, 1971 öncesi DEV - LİS, mücadele tarihinde hakettiği yeri alacaksa, bu devrimci öncü liselilerin gayretlerini asla atlamamak gerekir.
BİR YASA-ABDULLAH BAŞTÜRK
İşçi sınıfımızın ekonomik - demokratik mücadelesi, 27 Mayıs 1960 Politik Devrimi ve onun sağladığı kısmi özgürlükler ortamında geçmişe kıyasla, çok daha boyutlu bir durum almıştır. 15 – 16 Haziran Büyük İşçi Direnişi bu dönemin vardığı en yüksek noktalardan biridir.
Dünya 1970 yılına ekonomik krizle girmişti ve Türkiye ekonomisi de bundan kendine düşeni alacaktı. Demirel hükümeti iktidarda idi ve bu iktidarın dayandığı mali-sermaye çevreleri “eski güzel günlere” dönme düşü taşımaktaydılar. Daha yedi yıl önce ne grev hakkı, ne de toplu sözleşme hakkı vardı.
Mevcut ekonomik krizin yükü, kolayca, “milli menfaatler” ajitasyonuyla, rahatlıkla, emekçi kesimin sırtına yüklenebiliyordu. Ama artık kazın ayağı pek öyle değildi.
Bir yandan devrimci gençlik hareketi, “her türlü” engele rağmen üniversite sınırlarını aşıyor ve Türkiye’nin dört bir yanına ulaşıyordu. Yoksul köylülerle, öğretmenlerle, işçilerle, emekçilerle buluşuyor, öğrenciler, gittikleri her yere heyecanlarını ve dinamizmlerini taşıyorlardı.
Diğer yandan, DİSK içindeki sosyalistlerin konfederasyonu gerçek anlamıyla sınıf sendikası konumuna getirme çabaları ve DİSK’in varlığının Türk- İş’i de daha mücadeleci bir çizgiye sürüklemesi hakim sınıfların işini zorlaştırıyordu. Öncelikle DİSK’in gücü zayıflatılmalı ve giderek yok edilmeliydi.
Bu nedenle, Demirel Hükümeti, 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’nu değiştirmek için harekete geçti.
Bu konuda ilk girişim, 1969 dan önce yapılmış, TÜRK-İŞ tarafından hazırlanan bir tasarı meclise getirilmiş, ancak o dönemde güçleri bunu yasallaştırmaya yetmemişti. 1969 – 70 döneminde biri CHP, diğeri AP tarafından hazırlanan iki yasa tasarısı Millet Meclisine verildi. Her iki tasarı meclis komisyonunda tek bir tasarı haline dönüştürülüp meclise sevk edildi. İlk olarak 274 Sayılı Sendikalar Yasasında, o dönem Türk-İş’e bağlı olan Genel-İş Sendikasının genel başkanı ve CHP milletvekili Abdullah Baştürk (sonradan DİSK Başkanı olacaktı.) ile yine o dönem Türk-İş’e bağlı olan Ges-İş Sendikasının genel başkanı ve CHP milletvekili Osman Soğukpınar’ın DİSK’in kapatılması amacıyla verdikleri bir kanun teklifi “11 Haziran 1970 tarihinde 274 sayılı sendikalar yasasında değişiklik yapılması ile ilgili tasarı” meclis gündemine geldi. Millet Meclisinde kabul edilen tasarı, Cumhuriyet Senatosunda görüşülecekti.
Söz konusu 274 sayılı yasada yapılacak değişiklikle sendikaların kurulabilmeleri için asgari bir üye sayısı limiti getirilmekteydi. Eğer dahil oldukları işkolundaki işçilerin en az üçte birini örgütleyemezlerse sendika kurma hakları bulunmayacaktı. Ayrıca sendika kurucuları o işkolunda en az üç yıldan beri çalışıyor olmalıydılar. Uluslararası işçi örgütlerine üye olma hakkı da, aynı işkolunda en çok üyeye sahip sendikaya veriliyordu. Farklı işkollarındaki sendikaların aynı yörede birlik oluşturma hakları yok edilmekteydi. Sendikalara üye olmak zorlaştırılıyordu.
Görünüşte yüzde yüz bir geriye dönüş yoktu ama, Demirel Hükümeti tarafından getirilen bu değişiklik önerileri eğer Meclis’ten geçecek olursa, sınıf sendikacılığının mezarı kolayca kazılabilir, işçilerin ekonomik ve demokratik mücadele silahları olan grev ve toplu sözleşme hakları ve her şeyden önce örgütlenme hakları ağır bir darbe yiyebilirdi. Sonuçta DİSK’in sonu gelirdi. Meydan, patronlarla ve olayla ilgili devlet bürokrasisi ile anlaşarak kişisel kasalarını dolduran “sendika ağalarına” kalırdı. Bu “oyunda” Abdullah Baştürk’ün başrolde olması ilginçti.
BİR DİRENİŞ: 15-16 HAZİRAN
Meclisten geçen yasa önerisinin, Cumhuriyet Senatosunda görüşülmesinden önce, önerinin yasalaşmasını önlemek amacıyla, çoğunluğu DİSK’e bağlı olan işçiler, İstanbul ve İzmit gibi büyük endüstri merkezlerinde 15 Haziran 1970 sabahı işbaşı yapmayıp yürüyüşe geçtiler.
İstanbul’da, Kartal, Bakırköy, Levent, Topçular, Sağmalcılar, Gebze gibi yerlerde bulunan fabrikalardaki işçiler ve yine İzmit’te 115 fabrikadan işçiler ters yönlerden aynı istikamete doğru düzenli bir şekilde yürümeye başladılar. Yolları üzerinde bulunan fabrikalardaki işçilerde onlara katıldığı için, yürüdükçe sayıları artmaktaydı. İşçiler polis barikatını aşarak Kadıköy’de birleştiler. Polisin açtığı ateş sonucu bir arkadaşlarını yitirdiler. Yolu kesmek üzere yollanan askerler, başlarındaki subayların emriyle işçilere dokunmadı ve yürüyüş kolu tankların üzerinden geçip, gitti. İlk gün Kadıköy’de ki eylemler saat 17.00’ye dek sürdü.
Ertesi gün, 16 Haziran’da aynı yoğunlukla süren gösterilerde ise üç işçi ölecek, 84 işçi yaralanacak ve 500’ü aşkın gösterici gözaltına alınacaktı.
Aynı günün akşamı İstanbul ve İzmit’te 60 gün süreyle sıkıyönetim ilan edilecekti. 15 Haziran’da İstanbul ve İzmit’te DİSK’e bağlı öncü fabrikalarda oturma greviyle başlayan direniş kısa bir zamanda sokağa inmişti. Türk-İş’e bağlı bir takım işçilerin hatta yer yer bağımsız sendikaların da katılmasıyla direnişçi işçilerin sayısı yüz bini aşmıştı. DEV-GENÇ’e bağlı gençlik kesimleri de bazı sendika yöneticilerinin tüm engellemelerine rağmen eyleme katılmıştı.
Direnişin ikinci gününde çatışmaların yaygınlaşması ve yoğunlaşması üzerine, 16 Haziran 1970 günü öğleden sonra İçişleri Bakanı, İstanbul valisi, diğer yetkililer ve DİSK yöneticileri Vilayette bir toplantı yaptılar.
Bu toplantıdan sonra DİSK Genel Sekreteri Kemal Sülker bir demeç vererek şunları söyledi: “Girişilen tahripkar eylemlerle ilgimiz olmadığını İçişleri Bakanı’na söyledik ve kesinlikle bu tahripkar olayları tasvip etmediğimizi bildirdik. Ayrıca işçilere de radyodan bir uyarı yaparak, kötü cereyanlara alet olmamalarını söyledik.” Kemal Sülker’in demecinde sözünü ettiği ve radyodan yayınlanan mesajı ise DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler vermişti.
Sendika yöneticileri tutuklanıp ağır ceza istemleri ile yargılanmaya başlanacaklardı.
Türk-İş yönetiminin engelleme çabalarına karşı sözkonusu direnişe, aralarında Türk-İş’e üye işçilerinde bulunduğu 200 bin civarında işçi katılacaktı. İlerici gençler de bu haklı ve demokratik eylemin içinde yer alacaklardı. Demirel Hükümeti’nin değiştirmek istediği 274 ve 275 sayılı yasalarla ilgili değişiklik önerileri gerçekleşmeyecekti.
Örgütlü demokratik güçlerini gösteren işçiler ilk raundu kazanmışlardı. 275 sayılı yasa değişikliğini senatoya sevk edilmeyerek geri alındı.