HESAPLAŞMA
68 GENÇLİĞİ ve KATLEDİLİŞİ
Tuncay ÇELEN – Ömer GÜRCAN
SOSYALİST METOD - AHLAK
Ülkemizde Devrimci Mücadelede hakim bir eğilim olarak uygulanmayan, ama dünyadaki Devrimci Mücadele tarihinden deneyler sonucu ortaya çıkmış ve sosyalist kuşaklar arasındaki ilişkileri belirleyen bir sosyalist ahlak ve metod var.
Bu şöyle formüle edilebilir: Hayatın dinamizmini teşkil eden yeni kuşaklar, durmuş, yanılmış eski kuşağı yıkmış olmak için yıkmazlar. Yıkılan sakat ve bayağı eğilimler, derinliğine teorik araştırmalarla doldurulur.
Ayrıca sosyalizm bilimi dedikleri şey de, ister istemez her bilim gibi önce birikim bilimi aşamasından geçmek zorundadır.
Gelen her kuşak kendinden önceki kuşağın savaşları ve bilimsel araştırmalarını, sırf “her şey bizimle başladı” demek için yok sayarsa, sosyalizm bilimi nasıl birikir?
Her ülkenin kendi özgün ekonomik ve sosyal ilişkileri, çelişkileri iyice işlenmezse, sırf dünya sosyalizminin genel formüllerini tekerlemek bir ülkenin düşünce ve davranışlarını nasıl sosyalizm bilimi payesine yükseltebilir?
Her defasında bir önceki kuşağın tezine karşı sonraki kuşağın antitez yapması, diyalektik canlılığın kaçınılmaz sonucudur. Olmuştur, olacaktır. Her ülkenin yetişmiş, yetişecek kuşakları arasında bu diyalektiğin benzerleri gelişir. Yalnız bu oluş, eski teze yeni antitez çıkarmak gibi eski bir çelişki basamağında kalmaz. Mutlaka daha yüksek bir sentez uğruna gelişir.
Bağlayıcı ilke, dünyadaki uzun devrimci mücadeleler sonucunda oluşan metod ve ahlak budur.
Ülkemizde de devrimci mücadelenin 80 yılı aşan bir geçmişi var. Dolayısıyla hem teorik-ideolojik boyutta, hem de pratik mücadele anlamında bir birikim var. Bir gelenek var.
Türkiyeli devrimcilerin ilk aşamada beğenseler de beğenmeseler de bu ortak geçmişin varlığı üzerinde fikir birliği etmeleri gerekiyor.
Tarihsel maddeciliğin kurucu ustası Marks’ın insanlık tarihinin iç tutarlılığı bağlamında “yeni gelen her kuşağın, bir öncekisinin ulaştığı üretici güçlere sahip çıkıp onları yeni üretim için hammadde olarak hizmetlerine koşmaları yüzünden, insanlık tarihinde bir iç tutarlılık sağlanır“ tarzında formüle ettiği yaklaşımı, bizlerin ülkemizdeki devrimci mücadele sürecinin iç tutarlılığı düzeyinde ele alıp incelememiz ve uygulamamız gerekiyor.
Bu yasa yaşamsal olarak hayata geçirilmediği sürece Devrimci Mücadele de “tekrarlar” kaçınılmaz zorunluluk oluyor.
Dünya çapında sosyalist metod, sosyalist ahlak budur.
BİZ BİZE BENZERİZ
Bizde ise, garip bir çelişkidir ki, mevcut sistemin değişmesini istemeyenler, sömürülerini ve çıkarlarını sürdürebilmek için tüm bilgi ve deneyimlerden yararlanır ve bir sonrakilere aktarır.
Mevcut sistemlere karşı çıkanlar, sistemi değiştireceklerini iddia eden ilericiler, devrimciler ise, ne kendi deneyimlerini bilimsel bir objektiflik içerisinde belgeleyerek neden ve sonuçlarıyla birlikte aktarmakta, ne de biraz olsun yapılan bu tür çalışmaları değerlendirerek, önceki deneyimlerden ders çıkarmaktadırlar.
Bundan dolayı ülkemizde hep aynı oyunlar, değişik aktörlerle ve yeni makyajlarla piyasaya sürülebilmektedir.
Emperyalist güçler ve işbirlikçileri, Ulusal Kurtuluş Savaşımızla, Mustafa Kemal ve Devrimleri’yle, ülkemizdeki sosyo-ekonomik gelişmelerle, toplumsal çalkantılarla bizden daha fazla ilgilenmekte, bilgi sahibi olmakta ve tüm gelişmeleri mercek altına alarak yönlendirmeye çalışmaktadır.
Böylelikle, kendi çıkarlarına karşı olan gelişmelere müdahale edebilmekte, kontrol altına almaya çalışmakta, kontrol altına alamadıkları unsurları ise, nötralize etmeye, tasfiyeye uğratmaya ve yok etmeye çalışmaktadırlar.
TEK OYUNCULU SATRANÇ
Satranç kurallarına göre, beyaz taşlar ve siyah taşlar, tahtaya dizilir. Oyuncudan birisi beyaz taşlarla, diğeri siyah taşlarla oynayarak hamlelerini yapar ve bir diğerine üstünlük sağlayarak şahı düşürür ve karşı tarafı mat eder.
Ama Türkiye “demokrasi tiyatrosu” sahnesinde garip bir satranç oynanmaktadır. Yalnızca beyaz taşlara sahip olması ve bu taşları sürerek oyun kurması gereken güçler, siyah taşların kendilerini zor duruma düşürebilecek hamlelerine, müdahale edebilmekte, siyah taşlara sahip oyuncunun yürütmesi gereken taşları bile hareket ettirerek, kendisine karşı yapılması gereken hamleleri de kendisi yaparak, gerektiğinde yapılan hamleleri geri alarak oyunu kendi lehine sürdürebilmektedir.
Bu kural dışı hileli oyun sonucu, sivil-asker, devrimci ve yurtsever güçler tasfiye edilmekte, zararsız hale getirilmekte, vurularak, öldürülerek, asılarak fiilen yok edilmektedirler.
Bütün bu oyunların, oyuncularıyla, senaristleri ve sahneye koyucularıyla birlikte açığa çıkması, belgelenmesi ve yeni kuşaklara aktarılması gerekmektedir.
Bu bilgi ve deneyim aktarımı sayesinde oynanan ve oynanacak olan yeni oyunların, yeni tuzakların önceden görülebilmesi ve bu oyunlara gelinmemesi, aynı tuzaklara tekrar tekrar düşülmemesi önemli bir ölçüde önlenebilir.
Bu kitapta bir toplumsal başkaldırının nasıl bastırıldığı; asker-sivil yurtsever güçlerin oyuna getirilerek, provoke edilerek var olan güçleri abartılarak, kendi yatakları dışına nasıl çıkartıldığı; sol-gösterilip sağ-vuran 12 Mart 1971 hareketiyle 68 gençliğinin katledilişinin, perde arkası ve sahnelenme şekli; aktörleriyle birlikte anlatılmaktadır.
1. BÖLÜM
KAHRAMAN-ANARŞİST
YALAN-GERÇEK
Dünya tarihi ezenle ezilenin, zalimle mazlumun, sömürenle sömürülenin, haksızla haklının mücadelesinin tarihidir. Bir anlamda da yalanla gerçeğin kavgasıdır.
Zalimler, sömürenler, haksızlar, zulümlerini, sömürülerini ve haksızlıklarını gizlemek, gerçekleri saptırmak ve halkın gerçekleri görmesini önlemek için her dönemde yalana ve şiddete başvurmuşlardır. Dahası ve belki de en kötüsü, ellerindeki tüm güçleri ustaca kullanarak yalanları, sahteleri gerçekmiş gibi göstermişlerdir. Ne yazık ki uzun bir süre diliminde yalanlarına bilinçsiz halk kitlelerini inandırabilmiş ve egemenliklerini sürdürmüşlerdir.
Nice vatan hainleri, nice insanlık düşmanı zalimler, kahraman, saygıdeğer insan, “büyük devlet adamı” ilan edilip baş tacı yapılırken; nice yurtsever devrimci, “vatan haini, insanlık düşmanı” suçlamalarıyla cezaevlerine atılmış, işkencelerden geçirilmiş, öldürülmüş ve idam edilmiştir.
Mustafa Kemal’ce 1920’lerde hedef koyulan “Bağımsız ve Demokratik Türkiye” ereğini gerçekleştirmek için yola çıkan üniformalı-üniformasız devrimcilerin önü, kendilerine “Atatürkçü” diyenler tarafından, komplo, cinayet, idam, işkence ve kitlesel tutuklamalarla kesilmemiş midir? Bu ülkede ABD’nin çıkarlarını savunan sol-sağ partiler kurdurulmamış mıdır?
Yasalardan muaf, siyasal iradeden özerk, hazineden beslenen, cepleri para dolu, silahlandırılmış “çeteler” oluşturulmamış mıdır?
DERİN ARAŞTIRMA
İnsanlık suçu olan işkence, devlet eliyle uygulanıp, resmileştirilmemiş midir? Münferit olarak bazı güvenlik güçleri tarafından işlenmiş bireysel suç gibi gösterilen işkence, devlet suçu değilmidir?
Özellikle ülkemizde de işkence kurumlaşmış ve resmi sektörün bir parçasına dönüşmüştür.
İşkence yapmakla görevlendirilmiş ve ona göre eğitilmiş bir güvenlik görevlisi, devlet bütçesinden ödenerek satın alınan manyeto aracını kullanarak, zanlıyı konuşturmak için kullanmadığı zaman görevini yerine getirmemiş ve o nedenle devletin ödediği maaşı hak etmemiş sayılır. Derin Araştırma Laboratuarı (DAL) adıyla güvenlik merkezinde kurulan ve çeşitli işkence araçlarıyla donatılmış olan yerlerdeki güvenlik görevlileri o araçları evlerinden mi getirmişlerdir? Filistin askısını onlar mı üretmiştir? İşkence araç ve gereçleri, “demokratik” Avrupa ülkelerinden bedeli bütçeden ödenerek alınmamışlar mıdır?
Adları yolsuzluklara, komplolara, cinayetlere, gayrı ahlaki faaliyetlere karışanlara dokunulmazken; halkını ve ülkesinin bağımsızlığını savunanlar; üniformalı üniformasız devrimci gençler cezaevlerine atılmış, katledilmiş ve idam edilmemişler midir?
Fethi Gürcanlar, Deniz Gezmişler; Anayasayı Tebdil ve İlga eden yönetimler tarafından, Anayasayı Tebdil ve İlga suçuyla idam sehpasına gönderilmemişler midir ?
RAMP IŞIKLARI
Türkiye Cumhuriyetinin kısa tarihinde tüm bunlar gözlerimizin önünde gerçekleştirilmiş, aynı süreç defalarca tekrarlanmış olmasına rağmen, olayların yeterince değerlendirilip, gerekli dersler çıkarılmamıştır. Bunun sonucu olarak karşı güçler hakkında gerekli bilgiler değerlendirmeler yapılmadan; bu güçlerin daha önceki benzer durumlarda uyguladığı yöntemler, taktikler, oyunlar göz önüne alınmadan girişilen hareketler başarısızlığa uğratılmış ve karşı güçlerce kendi çıkarlarına zarar vermeyecek yönlere saptırılarak gerçek amacından kısa sürede uzaklaştırılmıştır.
27 Mayıs 1960’ta, 22 Şubat 1962’de, 2l Mayıs 1963’te, 1971‘de 9 Mart’ın 12 Marta dönüştürülmesinde oynanan oyunlar, aşağı yukarı aynıdır. Dahası 60-82 yıllarını kapsayan süreç içerisinde, tiyatro sahnesinde ramp ışıklarına çıkartılan aktörlerin, satranç tahtasında sürülen taşların büyük bir kısmı kimlikleri bile değiştirilmeden yeniden yeniden kullanılmış ve kullanılmaya devam etmektedir.
CANA YAKIN İNSAN
4 Aralık 2004 tarihli Hürriyet Gazetesinin manşetinden verdiği haber şöyleydi:
ASALA’yı çökerten Albaya veda
Milli İstihbarat Teşkilatı’ndaki (MİT) çalışması sırasında Ermeni terör örgütü ASALA’ ya karşı verdiği mücadele ile tanınan, bir çok örgütün ölüm listesine giren sessiz kahraman Emekli Tank Kıdemli Albay Süleyman Selim Yenilmez hayata veda etti.
Yenilmez’in cenazesi, dün öğle vakti Selimiye Camii’nde düzenlenen askeri törenin ardından, Küçükyalı Mezarlığı’nda toprağa verildi.
84 yaşında ölen Yenilmez’i, son yolculuğunda Türk Silahlı Kuvvetleri ve MİT’de görev yaptığı dönemdeki arkadaşları ile yakın dostları yalnız bırakmadı. MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un da çelenk gönderdiği törende, başsağlığı dileklerini oğlu Engin, kızı Petek Sarıgöllü, torunları Ebru, Tolga ve Burak kabul ettiler.
Annesini 5 yıl önce kaybettiklerini belirten kızı Petek, babasıyla ilgili duygularını, ‘Sevildiği cenazeye katılan arkadaşlarının çokluğundan belli. Asker disiplinine sahipti ancak çok cana yakın bir insandı. Bütün enstrümanları çalardı, müziğe büyük tutkusu vardı’ diyerek dile getirdi. Gelini Güzin Yenilmez, ‘Vatan sevgisi çok yüksek bir insandı. Yanında çalışanlar da, gösterdiği insani tavırlardan dolayı hep kendisine “baba” diye hitap ederlerdi’ diye konuştu.
Törende bir zamanlar yeraltı dünyasından tanınan işadamı Fevzi Öz’ün çelengi dikkat çekti. Yenilmez’in Türk bayrağına sarılı cenazesi, askerler tarafından top arabasına konuldu ve oluşturulan kortejle bir süre gidildikten sonra cenaze arabasına alındı. Cenaze Küçükyalı Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Gözyaşlarıyla uğurladılar......
YALDIZ ALTINDAKİ KİŞİLİK
“Cana yakın, vatan sevgisi çok yüksek bu “sessiz kahramanın” yaldızı biraz kazıldığında altından çıkan kişilik ise bu niteliklerin tam tersiydi.
Yanında çalışanların, gösterdiği insani tavırlardan dolayı kendisine “baba” dedikleri, 12 Mart 1971 döneminin ünlü işkencecilerinden biriydi. Süleyman Yenilmez, Ziverbey köşkünde üniformalı- üniformasız gençlere; İlhan Selçuk ve Doğan Avcıoğlu gibi tanınmış aydınlara; Emekli Yarbay Talat Turhan ve Emekli General Celil Gürkan gibi emekli subaylara işkence yapan kişidir.
Albay Süleyman Yenilmez, eline düşen aydınlara, yanında çalışanlara gösterdiği söylenen insani tavırları nedense hiç göstermemişti. İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün’ün emriyle, Mehmet Eymür, Necip Yusufoğlu, Hiram Abas ile birlikte “Ziverbey Köşkünü” Amerikancı işkence ve komplo karargâhına çevirmişti.
Faik Türün, şöyle diyordu:
"Mahir Çayan ve arkadaşlarının kaçmasından sonra başlayan soruşturmaya, bazı subayların da adı karıştı, hatta Çayan’ı bir general arabasının gelip aldığını söyleyenler de vardı. Bu subayların ifadesinin alınması lazımdı. Polisin bu işleri nerede yaptığını biliyordum, Sirkeci’de bir yerleri vardı, hücreler vardı, orada belki de dövüyorlardı. Subayları oraya göndermek istemedim.
MİT’ten gelen Süleyman Yenilmez bizim Erenköy’de bir yerimiz var dedi, orayı gözetim evi olarak kullandık, ben de bir iki kere oraya gittim."
Büyük medyamız, nedense “baba” ve “sessiz kahraman”ın bu önemli yanına hiç değinmiyordu. İşkenceci bir kişiyi kahraman diye tanıtıyordu. Soygun düzeninin Albay Yenilmezlere daima ihtiyacı vardı. Bu düzenin gazeteleri de görevlerini yerine getirecekti. Gerçekleri yazmasını beklemek abes kaçardı.
ÖLMEDEN MEZARA KOYDULAR
12 Mart 1971 Harekatı sonrası, karşı-devrimciler ağababalarından aldıkları işkence eğitimini asker-sivil, kadın-erkek ayırt etmeden gençlik üzerine uygulamışlardır. Yazdıklarımız binlercesinin içinden alınan sadece birkaç örnektir.
30 Mart 1972’de Kızıldere’de Mahir Çayan ve 10 arkadaşını katletmişler, 6 Mayıs 1972 de Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ı asmışlar, yüzlerce genci sokak aralarında kırlarda öldürmüşlerdir. Bütün bunlar yetmemiş, ellerine geçirdikleri gençlere yaşamları boyu psikolojik ve bedensel bozukluklar yaratacak işkenceler yapmışlardır. Gençleri “ölmeden mezara koymuşlardır.”
Oğlunu işkenceci ve ruh dengesi bozuk kişilerin elinden kurtarmak için çırpınan bir Anne. Ankara valilerinden Enver Kuray'ın eşi. Oğlu Deniz Teğmeni Sarp Kuray’a yapılanları anlatmak için çırpınıyordu. Bedia Kuray Hanım sağa sola mektup yazarak Devlet’i Devlet’e şikayet ediyordu:
Nisan ayının (1971) onuncu günü gece yarısı oğlumu tevkif ettiler. Mamak'tan alınıp İstanbul'a götürüldüğünde on dört gün işkence görmüştür. Ardına cop sokmaktan tutun da dört gün çarmıha gerilip öyle bırakılmış ve dayak atılmıştır. Vücudunun her zerresine iğne yapılmıştır. Bu insanlık dışı davranışların sonunda aslan gibi Sarp tanınmaz hale gelmiş ve on dört kilo vermiştir. Şuurunu iğnelerle muhtel edip, istedikleri ve diledikleri ifadeleri hazırlayıp kendisine imza ettirmişlerdir.
İnsanlık dışı yaratıkların işkence tezgahlarından geçenler yazdıkları dilekçelerle Tarih’e not düşüyorlar.
BİNBAŞIM! ALBAYIM!
Dilekçe sahibi: Ayşe Semra Eker
(Doğum yeri : İzmir, 1949; Baba adı: Fikri; Gözaltına alındığı tarih: 18 Nisan 1972; Tutuklandığı tarih: 22 Mayıs 1972)
18 Nisan 1972 tarihinde sokakta birkaç kişinin saldırısına uğradım. Ve gözlerim özel olarak hazırlanmış siyah bir bantla bağlanarak zorla kapalı, gri bir minibüse bindirildim. Minibüs birkaç dakika hareket etmedi. Bu zaman zarfında etrafımdaki şahıslar birbirlerine (binbaşım, albayım) gibi hitaplarda bulunuyorlardı.
Arabaya alındığım ilk anlardan itibaren bana birçok sorular soruyorlar, cevap alamayınca da “Sen konuşma bakalım, biraz sonra ellerimiz bacaklarının arasında, dolaşmaya başlayınca bülbül gibi ötersin”gibi tehditler savuruyorlardı. Araba hareket ettikten uzun bir süre sonra, neresi olduğunu anlayamadığım bir binanın önünde durduk. Minibüsten inince yüksek ve açıklık bir yerde olduğumu farkettim. Sonra da önünde durduğumuz binanın bodrum katına indirildim ve geniş bir odaya alındım. Etrafımı birbirlerine hitaplarından subay olduklarını anladığım şahıslar çevirdi. Bana sorular soruyorlar, konuşmazsam kendim için kötü olacağını, aksi takdirde “beraberce eğitim yapmak” zorunda kalacaklarını söylüyorlardı.
Nitekim bir süre sonra bana zorla çoraplarımı ve eteğimi çıkarttırdılar. Ve ellerimden, ayaklarımdan kazıklara bağlı olduğum halde yere yatırdılar. Ümit Erdal adlı şahıs copla ayaklarımı yarım saat kadar dövdü. Bunu yaparken de bir yandan da “biz burada kaç kişiyi bülbül gibi öttürdük, seni mi konuşturamayacağız” diyor ve daha da ileri giderek ağza alınmayacak küfürler savuruyordu. Daha sonra el ve ayak parmaklarıma çıplak elektrik kabloları bağlayarak şiddetli elektrik vermeye başladılar. Bir yandan da çıplak halde olan kalçalarıma copla vuruyorlardı.
Bu işe yardımcı olan birkaç şahıs vardı. Bunlardan birincisi esmer, uzun boylu kıvırcık saçlı, iriyarı; ikincisi esmer, siyah saçlı bıyıklı, ufak tefek; üçüncü beyaz tenli, siyah saçlı, bıyıklı uzun boylu bir genç; dördüncüsü esmer, orta boylu, devamlı renkli gözlük kullanan orta yaşlı; beşincisi mavi gözlü, orta boylu, şişman, kır saçlı ve yaşlıydı. Ayrıca işkence esnasında bulunduğum odaya birisi kır saçlı, dinç görünüşlü, yaşlı bir albay ve yine kır saçlı mavi gözlü, topluca uzun boylu bir yarbay sık sık geliyorlar ve direktifler veriyorlardı.
Bir müddet sonra elimdeki elektrik kablosunu çıkararak kulağımın etrafına başka bir âletle sıkıştırdılar. Hemen ardından şiddetli elektrik vermeye başladılar. Vücudum ve başım korkunç bir şekilde sarsıldı. Ve ön dişlerim yavaş yavaş kırılıyordu, işkenceciler yüzümün ne hale geldiğini göstermek için ayna tutuyorlar ve “bak o güzel yeşil gözlerin ne hale geliyor, biraz sonra hiç görmeyeceksin, aklını yitireceksin, bak şimdi de ağzından kan gelmeye başladı” diyorlardı.
Elektrik şokunu bir müddet sonra durdurup, beni yerden kaldırdılar ve yukarıda tariflerini ve adını verdiğim şahıslardan birkaç tanesi ellerine coplar alarak bana meydan dayağı çekmeye başladılar. Bir müddet sonra etrafımı seçememeye ve bulanık görmeye başladığımı hissettim. Daha sonra da bayıldım.
OROSPU-ÜMİT ERDAL
Ayıldığımda kendimi yarı çıplak yerde sular içinde buldum. Beni zorla yerden kaldırıp koşturmaya çalıştılar. Bir yandan da belden aşağıma tekmeler indiriyorlar, copla kafama vuruyorlar, duvardan duvara çarptırıyorlardı. Daha sonra ellerimi zorla zaptederek, sırayla ellerimin üstüne ve içine copla vurdular. Bütün bunlardan sonra vücudumun her yanı şişmiş, morarmış ve ayaklarımın üzerine basamaz hale gelmiştim.
Bunlar yetmemiş olacak ki, bir ara Ümit Erdal üstüme saldırdı. Beni zorla yere yatırmak istedi. Yere yatırdıktan sonra da sırtıma çıkıp başka birisinin yardımıyla arkadan makatıma cop sokturdu. Ben ayağa kalkmak için çırpınırken bana “seni orospu seni, simdi görürsün, bak seni ne hale getireceğiz. Önce say bakalım kaç kişiyle yattın? Bundan sonra yatamayacaksın. Sonra kadınlığını kaybedeceksin” gibi lâflar söylüyordu.
Nitekim biraz sonra beni zorla yere yatırıp, ellerimden ve kollarımdan sıkıca kazıklara bağladılar. Çıplak elektrik kablosunu sağ ayağımın küçük parmağına, diğer kabloyu da bir copun ucuna sardıktan sonra cinsiyet organıma sokmaya çalıştılar. Ben direnince ellerindeki balta sopasıyla bacaklarıma ve vücudumun çeşitli yerlerine vurdular. Bir müddet sonra ellerindeki copu elektrik kablosu sarılı olduğu halde cinsiyet organıma soktular. Ve elektrik verdiler.
Bu esnada kendimi iyice kaybettim. Bir müddet sonra da dışarıdaki erler içeri insan vücuduna hava vermeye yarayan bir âlet getirdiler. Ve beni öldürecekleri şeklinde tehdit ettiler. Daha sonra beni tekrar yerden kaldırıp odadan çıkardılar. Ve koridordaki bir su borusuna ellerimden kayışla bağlı olduğum halde yarı çıplak astılar. Birkaç kişi beni coplamaya başladılar. Yine kendimi kaybettim.
Ayıldığımda kendimi yine aynı odada yatakta buldum. Bu arada içeriye beni muayene etmek üzere bir doktor getirdiler. Bana zorla ilâç içirmeye ve yemek yedirmeye çalıştılar. Bu arada koyu pıhtı halinde kanamanın devam ettiğini farkettim.
Bir zaman sonra bana baskı yapmak için benimle aynı binada kalan Nuri Çolakoğlu'nu getirdiler. Ve son halini göstermek istediler. Gördüğüm kadarıyla Nuri'nin sağ el tırnakları iltihap içindeydi. Sigarayla yakmış olduklarını anladım. Zaten kendileri de bunu teyit ettiler. Tek ayağının altı ise simsiyahtı. Ve parçalanmıştı.
Yine aynı gece Nuri Çolakoğlu ile birlikte İstanbul'a götürüldük. Ertesi gün kaldığım hücreye (nerede olduğumu bilmiyordum) daha önce de tarifini verdiğim albay geldi. Bana orada dayak atarak tehdit etti. “Seni akşam ölülerin yanına göndereceğim. Sizin ölülerinizi yıkatacağım, seni tavana astırıp bacaklarını yarıp, tuz basacağım” dedi.
PANSUMAN-DOKTOR
Verdiğim cevapları beğenmeyince tekrar dövdü. Ve gözlerim bağlı olarak bir başka binaya gönderdi. Yine gözlerim bağlı olarak küçük bir odaya götürüldüm. Ellerimden ve ayaklarımdan kazıklara bağlanarak sağ elimden ve ayaklarımdan elektrik verildi, falakaya çekildim.
İstanbul'da kaldığım sürece devamlı zincirlerle bağlıydım. Ben bundan dolayı hem dilim parçalandığından verdikleri yemekleri yiyemiyordum. Ara sıra bir doktor bana gelip bakıyor ve çeşitli pansuman tavsiyelerinde bulunuyordu.
Bir gece geç saat dışarıda bir silâh sesi ve ölerek yere düşen bir insanın iniltilerini çok yakınımda duydum. Bunun üzerine “kimi öldürdünüz?” diye bağırınca “sen yat aşağı ulan, işimize karışma, biz istediğimizi öldürürüz, sonra da çukur açıp gömeriz. Sana da aynı şeyleri yapsak kimin haberi olur?” diye cevap aldım. Daha önceden de kavramış olduğum gibi can güvenliği diye bir şeyim yoktu.
MİT'te kaldığım on gün esnasında aynı işkence, hakaret, baskı ve tehditler sürüp gitti. 28 Nisan'da tutukevine sevkedildim. Tutukevinde doktora çıkıp bana yapılan işkenceleri, sağ kolumun tutmadığını ve birçok rahatsızlıklarımın olduğunu, daha sonra da dört ay süreyle adet görmediğimi anlattığım halde hiçbir tedavi görmedim Bazı rahatsızlıklarım halen devam etmektedir.
TEĞMENLER-KARA GÖZLÜKLER
Yazılı sorguyu veren: Teğmen YÜCEL TOP
Yer: Üç Numaralı Askeri Mahkeme (Ankara)
13 Şubat 1972 günü Atilla Özsever'in İstanbul'daki evinden beş MİT mensubu tarafından alındım. Ve o günden bugüne işkence odalarından zindanlara, zindanlardan mahkemeniz önüne çıkıncaya kadar olan zamanda geçen olaylar neden kendimi ağır bir suçlamanın altına sokan bir ifadeye imza attığımı açıklar.
Beni, Merkez Komutanlığına teslim eden bu beş kişinin davranışlarından, ileride beni hangi günlerin beklediğini anladım. On dört gün daracık bir hücrede uzun zaman kullanılmaktan tam tersi bir renge dönüşmüş, eskiden beyaz olan bir yatakta bekledim.
On dört günün bitiminde Merkez Komutanlığına gelmiş MİT sorgu ekibi tarafından sorgulanmak üzere ilk defa hücreden çıkarıldım, içlerinden birisi benim biyografimi yazarken, ırk ayırımını yasaklayan Anayasamızın bu kahraman savunucuları, Laz mı, Göçmen mi olduğumu tartışıyorlardı. Sonra memleketimi sordular. Erzurumluydum. Kaş göz rengimi ve burun yapımı da hesaba katarak Kürt olduğuma karar verdiler. Daha sonra bu baylar hangi örgütlerle birlikte çalıştığımı, nereleri soyduğumu sordular.
Evden adam kaldıranlar, bir metrekarelik binalarda hiçbir şey söyleme gereğini duymadan on beş gün adam bekletenler, suret-i haktan görünüp şimdi de akıllarınca hukuk düzeninin koruyuculuğunu yapıyorlardı.
Üç gün devamlı söyledikleri şeylerle ilgim olmadığını, herhalde şahsımda yanıldıklarını, eğer mümkün olsaydı, kendilerine beynimin içini göstererek doğruyu söylediğimi ispat edebileceğimi tekrarladım.
Üç günün sonunda anladım ki, sorgucuların gerçek dedikleri şey, söylediklerini tevekkülle kabul etmektir. Beynimin onların gerçek dedikleri şeyi sağlamken kabul edemeyeceğimi hissettim. Bunu sorgucular da hissettiler. Ve sorguya beynin, düşüncenin ve daha bir sürü insanî şeylerin sökmediği, vahşetin, barbarlığın, alçaklığın kol gezdiği mahzenlerde devam etmek üzere ayrıldık.
O gece Merkez Komutanlığının demir parmaklıklarla parsellenmiş koridorunda Sabahattin Sakman ve Berker Barçak isimli iki teğmenden çözdükleri kelepçeleri bana ve orada gördüğüm Hava Teğmen Mustafa Şahin'e taktılar. Ellerinde kısa namlulu otomatik tabancalar bulunan ve kaş, göz, burun, saç rengine bakarak Orta Asya'dan mı, yoksa Orta Avrupa'dan mı geldiğini araştıran o sorgucu beylerin dikkatini nasıl çekmediğine hayret ettiğim iki sarışın bizi iterek bir arabaya bindirdi. Ve gözlerimize kara gözlükler taktılar. Kadıköy yakasına geçtik, bir süre sonra bir yerde durduk. Gözlerimizde gözlüklerle bir binaya sokulup ayrı ayrı hücrelere konduk.
YAŞ YİRMİBEŞ
Bir yatağa oturdum ve sigara içip içemeyeceğimi sorduğumda bana yaşımın kaç olduğunu sordular. Yirmi beş dedim “Pek gençmişsin, devleti devirmek için pek gençmişsin” dediler.
l Mart günü elim ve ayağım zincirli, üzerimde kendi verdikleri kanlı bir pijama, gözlerimde arkadaşım kara gözlükler, bir bahçeden geçerek başka bir binaya girdik. Mantığım burada hiç de iyi şeylerle karşılaşmayacağımı söylediği halde o insanı devamlı yanıltan iyimserlik duygusu eğer merdiven çıkarsam işkence edilmeyeceğimi, aksi olursa, yani merdiven inersem, durumumun pek iç açıcı olmayacağını söylüyordu. Seslerin duyulamayacağı kadar aşağı inen adımlarım bu duyguyu mahcup etti. İşkencecilerimin yanına girerken ilk defa işkence edilmek korku ve dehşeti yayıldı vücuduma.
Yanaştırdıkları sandalyeye otururken gözlüğün alt kenarından yere serili bir kilim ve üzerinde bir sicim gördüm. Kilim tamam ama sicimi o an anlayamadım. Sinirlerime hâkim olmaya çalışırken tepemden bir ses “Yücel Top sen misin lan?” diye gürledi. Bendim Yücel Top. Niye Merkez Komutanlığında doğruyu söylememişim? Ben bildiğim her şeyi söylemiştim.
Sordukları kimselerden yalnız Mehmet Alkaya'yı tanıyordum. Onlara göre silâhlı kuvvetlerdeki bütün subayların her şeyini biliyordum. Kendi söylediklerini kabul etmem için yarım saat üzerimde tekme ve yumrukla uğraştılar.
Galiba kalın kafalı buldular ki ayaklarımı vidalı bir tahtaya, geçirip yere yatırdılar. Bir müddet bu falaka faslı devam etti. Toplanan kanı dağıtmak için ara sıra çözüp yere serptikleri su üzerinde yürütüp gene yatırıyorlardı. Sağ ayağımın baş parmağı, sol ayağımın ikinci parmağı ve sağ elimin baş parmakları kan içinde kalmıştı. Bir ara sorgucuların başı, sonradan isminin MEMDUH ÜNLÜTÜRK olduğunu öğrendiğim tümgeneral geldi.
PAŞA-TÜRK SUBAYI
İşkencecilerim, “konuşmuyor Paşam” dediler. Paşaları, “yüzleştirin“ dedi. Kiminle, ne için yüzleşeceğimi bilmiyordum ama, gene de iyiydi yüzleştirmek, hem işkenceyi kesecekler, hem de kim bilir, ikna olabileceklerdi söyledikleri kimseleri tanımadığıma. Ben artık yürüyemez, işkencecilerim de sopalarının gücünden şüpheye düşer olmuşlardı. O çok merak ettiğim sicimle sıkı sıkıya sandalyeye bağladılar beni.
Birkaç gün öncesine kadar odaya gelen generalle aynı elbiseyi giyiyordum. Onun yakasında kırmızı, üzerinde defne dalı, benim yakamda ise, mavi zemin üzerinde muharebe sınıfının işareti şerare vardı. Bunun için de sol kulağım ve sol elime bağlanan kabloların birleştiği yerdeki deri kılıflı Amerikan yapısı EE-S telefonunu ve onun doksan-yüz on volt alternatif akım üreten manyetosunu tanıdım.
Mesleğimin cihazlarından biriyle bana işkence edileceğine mi yansam, yoksa tekniğin işkenceye kadar girdiğine memleketim için sevinsem mi diye düşünürken Amerikan telefonunun manyeto akımı Türk subayının vücudundan saniyede üç yüz bin kilometre hızla devresini tamamladı.
Türk subayı biraz daha direnirse Amerikan telefonunun manyeto akımının, Amerika Başkanı’nın öldürülmesini bile kendisine kabul ettireceğini anlayınca en ehven-i şer olan birkaç parça şeyi kabul etti.
Ve on dört gün ellerim, ayaklarım zincirli bir yatakta bekledim. Her gün gecenin en umulmayan saatinde paldır-küldür odaya girip beni tehdit ediyorlardı.
Bir Cumartesi gecesi doktor geldi. Sağ elimin baş parmağında kaynamış bir kırık olduğunu, sağ ayağımın baş parmak tırnağı ile sol ayağınım ikinci parmak tırnağının düşeceğini-ki düştüler- ama önemli olmadığını söyledi. Elbette önemsizdi. Nasılsa düşecek üç tırnak ve kırılan başparmak onun vücudunda değillerdi. Kaldı ki öldürebilirlerdi her gece geldiklerinde söyledikleri gibi. Çünkü onlar Anayasayı koruyorlardı. Hatta Anayasa’mızın işkence sesinden rahatsız olmasın diye o binaya sokulmadığını “Burada Anayasa, Babayasa yoktur” demelerinden anlamıştım.
Daha sonra Selimiye tutukevine getirildim. Birkaç ay sonra bu davanın sanıklarından olan ve 1970 senesinin hatırımda yaz aylarının birinde Dursun Gürler'in evinde gördüğüm ve İzmir'e babamı görmek için gittiğim 1971 Mayıs'ında kendisine uğradığım Oktay Akıncı bulunduğum tutukevi koğuşuna getirildi. Kayışı alındığından zayıflamış bedeninde durmayan pantolonunu eliyle tutarak yanıma geldi ve bana MİT’te imzalamak zorunda kaldığı ifadesini anlattı.
Şaşkınlıktan donakaldım. İfadesinde geçen YÜCEL TOP'un ben olup olmadığımı sordum. Üzüntüyle özür diledi. Ve bunları uydurmak zorunda kaldığı için kendisini hiç affetmeyeceğini söyledi. Kendisini anlıyordum. Ve bir şeyi daha anlıyordum ki, bu ifadeyle başıma hiç de hoş şeyler gelmeyecekti.
İKNA-TEHDİT-ISRAR
Birkaç gün sonra aynı koğuşa başka birini getirdiler. Ona da Boğaz Köprüsü’nün ayaklarına dinamit koyma suçu yüklemişlerdi. Sekiz günlük çok çok ikna edici bir konuşmadan sonra, ancak otuz beş ton dinamitle uçurulabilecek beton bir ayağın, üç-dört lokum dinamitle de havaya atılabileceğine bu kişiyi inandırmışlar. “O da devletimizin bu koruyucuları benden daha iyi bilirler, belki de düşüncelerimin gerisinde saklı bir köprü uçurma meselesi vardır” diye kabul etmiş.
Kendisine ifadesinde bu köprü uçurma meselesine acaba beni de karıştırıp karıştırmadığını sordum. Şaşkın şaşkın yüzüme baktı ve neden sonra anladı: “Yoksun” dedi. “Bu koğuştaki kimse yok.” Artık her yeni gelene ne için tutukladıklarını ve kimleri hangi suçtan itham ettiklerini sorma merakı başladı. Kadıköy yakasındaki o evde kabul ettirilmeyecek hiçbir suçlama olamaz.
4 Ekim 1972 günü tutuklandığımdan 6 ay 18 gün, gözaltına alındığımdan 7 ay 16 gün sonra Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Üç Numaralı Ceza ve Tutukevi’ne bu dava sanıklarından altı kişiyle birlikte teslim edildim.
Yukarıda anlatılanları burada tekrar etmeye gerek duymuyorum. Aynı mizansen üç aşağı beş yukarı cereyan etti. İlk önce söylediklerimin doğru olmadığını kendilerine anlattım. Kabul etmediler. Bana bir sürü ifade getirdiler. Nasıl alındıkları belliydi. Çünkü beni bir örgütün üyesi yapan ve bu davada sanık olan kişilerden çoğunu tanımıyordum.
Bir teksir kâğıdına yazılı ve benim hakkımda ifade vermeye zorlanan kişilerin adları ve ifadelerinin, benimle ilgili bölümlerini verdiler. “Bunu al, yazılanları iyi düşün”. İyice düşündüm. Her şey akıl sınırları dışına taşmıştı. Kağıtta yazılanların tümünü kabul etmenin beni ne gibi durumlara sokacağı aşikârdı. Hiç kabul etmemek de o anda mümkün değildi.
Ortadan birkaç şey alıp gece bir senaryo yazdım. Büyük bir suç tevlit etmeyecek, fakat işkencecileri işkenceden alıkoyacak bir de toplantı uydurdum. Bu ifade albay Yaşar Savaş tarafından iyice tahrif edildi. Israrla kabul etmek istemememe rağmen birkaç kez “örgüt” lâfını gerekli gereksiz kullandı, itirazlarımda ise derimi yüzmekle tehdit etti. Ben de derimi yüzdürmemek için ısrar etmedim. Fakat onlar ısrar ettiler…
ŞEREFLİ-KOMÜNİST
Dilekçe sahibi : Nergiz Savran
(Gözaltına alındığı tarih : 19 Nisan 1972; Tutuklandığı tarih: 15 Mayıs 1972)
“Gözlerim bağlanarak İstanbul, Göztepe taraflarında bir yere götürüldüm. Yolda bütün komünistlerin orospu olduğunu, önüne gelenle yatıp kalktığını, benim kimlerle yatıp kalktığımı sordular. Kendilerine doğru konuşmalarını söyleyince, şerefli bir Türk subayına hakaret ettiğimi, bunun hesabını soracaklarını ve benim ırzıma geçeceklerini söylediler.
Harem iskelesinden sonra bir müddet şehir dışında gittikten sonra, bozuk bir yolda devam ettik. Çocukların oynadığı, at arabalarının geçtiği bu yerin bir arka sokak olduğunu tahmin ettim. Daha sonra bahçe içinde bir yere geldik. Kapısındaki askerlerin nöbet tuttuğunu gözüme bağlanan bandın arasından gördüm. Önce iki basamak çıktık, bir taşlığa geldik. Önümde yukarı doğru çıkan merdivenler vardı. Sol taraftan beş altı basamak inip düz olarak on beş yirmi adım yürüdükten sonra bir odada gözlerimi açtılar. Burası camı boyalı, içinde eski bir yatak, koltuk ve komidin olan bir odaydı.
Bana birisinin yerini sordular. Bilmediğimi söyleyince, kendisine (albay) diye hitap edilen orta boylu, kır saçlı, elli yaşlarında biri bana, Anayasa ve bütün kanunların denetiminden uzak olduğumu, askeri kontr-gerilla üssünde olduğumu ve isteklerini kabul etmediğim takdirde başıma gelecekleri anlattı. Ben bir şey bilmediğimi söyleyince çoraplarımı ve eteğimi çıkarmamı söylediler. Bu durumda üzerinde yalnız külotum kaldığından itiraz ettim. Üstüme yürüyüp “sen burasını ne zannediyorsun? Daha neler yapacağız sana” dediler. Bu arada iri yarı, esmer ve “yüzbaşı” dedikleri biri devamlı beni s...ceğini, ve oradaki erlere de s..tireceğini söylüyordu.
Sonra beni yere yatırdılar. Kollarımı açarak beni bir tahtaya iplerle bağladılar. Ayaklarımı da falakaya geçirip vidaladılar. Önce copla ayaklarımın altına sonra da vücuduma ve kollarıma vurmaya başladılar. Falakayı iki er havada tutuyorlardı.
Bir müddet sonra odaya bir alet getirdiler. Ucundan çıkan tellerin birini el, birini ayak parmağıma bağladılar. Ayaklarımdan aşağı doğru biraz su döktüler ve elektriği vermeye başladılar. Bütün kaslarımın birbirinden ayrılıyor gibi olduğunu ve bütün vücudumun dayanılmaz bir acıyla kasıldığını hissettim. Bu arada coplama işi de devam ediyordu. Bu bir süre devam etti. Ara verdikleri zaman ise falakadan çözmediler.
Bir tanesi bluzumun düğmesini açarak sütyenimi çıkardı. Diğeri de külotumu çıkardı. Odada en aşağı beş kişi vardı. Bir tanesi de Ankara'da görevli olup o sıra İstanbul’a gelen Ümit Erdal'dı. Elektrik ve copla dövme işi tekrar başladı. Bu ara iri yarı esmer, “yüzbaşı” dedikleri adam bir cop alarak kadınlık organımın civarında gezdirip makatıma soktu.
SAPIK-ADAMLAR
Etraftakiler bu duruma gülüyorlar, şimdi hatırlayamadığım ama o sıra bütün kanımı beynime çıkaran lâflar ediyorlardı. En son karşımdakilerin sapık, insanlıkla hiçbir alakası olmayan kişiler olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum.
Kendime geldiğimde falakadan çözülmüştüm. Ayaklarım, kollarım, şişmişti ve tutmuyordu. Bluzumun düğmelerini bile ilikleyemedim. İki er koluma girerek beni odadan çıkardılar. Yere su (tuzlu) dökülmüştü. Üzerinde zıplamamı söylediler. Oysa ben ayaklarımı kıpırdatamadığım için kendi başıma ayakta duramıyordum. Ancak iki askerin tutmasıyla ayakta durabiliyordum. Bir asker daha çağırdılar. O da ayağımı havaya kaldırıp yere vurdu. Daha sonra öğrendiğime göre, şişkinlikleri indirebilmek ve işkenceye devam edebilmek içinmiş.
Sonra beni koltuğa oturttular. Ve pijama giydirdiler. Beni öldüreceklerini, kimsenin haberinin olmayacağını, kadınlığımı yitireceğimi ve bunun gibi tekliflerin ardı arkası kesilmeksizin devam ediyordu.
Bir süre sonra tekrar falakaya bağlayıp elektrik vermeğe ve copla dövmeğe başladılar. Ne kadar devam etti bilmiyorum. Zira bu “seansların” sonunda baygın hale geliyordum. O gece geç vakit beni bırakıp gittiler. Ellerimi kelepçelediler ve yatmamı söylediler.
O gece hiç uyumadım. Çünkü en ufak bir harekette her tarafıma bıçaklar saplanıyor gibi oluyordu. Her tuvalete götürdüklerinde ayaklarıma zincir vuruyorlardı. Ertesi gün bütün bu işkenceler tekrarlandı. Bu sefer elektriği kulağımdan bağladılar ve gittikçe dozunu artırarak verdiler. Bir ara erleri çağırarak falakanın iki yanından kollarımı bağladıkları tahtaları havaya kaldırdılar.
Elektrik verildikçe havada sallanıyordum. Adamların karşıma geçip bu halimle alay ettiklerini hatırlıyorum. “Şuna bak, ağzı burnu nasıl çarpılıyor” diyerek...
Bir müddet sonra aslında sordukları kişinin yerini bilmediğimi ve sırf işkenceye ara verilsin diye böyle söylediğimi kendilerine söyledim. Bunun üzerine işkence daha şiddetle tekrar başladı. O gece geç saatlere kadar devam etti. Ertesi gün bana yerini sordukları kişiyi buldukları için beni bıraktılar.
O gün akşam üstü ben Ferit İlsever ve Ayten Bulut MİT'ten Emniyete götürüldük. Ben zorlukla yürüyebiliyordum. Buna benimle beraber olan yukarıda saydığım arkadaşlar ve o gece nöbetçi, olan komiser Orhan ve diğer birinci şube polisleri şahittir.”
SESLENİŞ
Uğur Mumcu “68 Gençliğinin” duygularını dillendiriyor:
Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtından yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı.
Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak, katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk...
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize, çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, Diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık.
Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık, kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı, köylüyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı, bahar çiçekleri gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık, boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.
Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...
Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde, öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi, dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurt dışına gitseydik kurtulurduk belki. Birbuçuk yaşındaki kızlarımızı, öksüz bırakmazdık. Önce, kolumuzu, omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine, sonra da, otuz iki yaşında, bırakıp gittik bu dünyayı ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi.
Giresun'daki yoksul köylüler. Sizin için öldük.
Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük.
Doğu'daki topraksız köylüler, sizin için öldük.
İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler, sizin için öldük.
Adana'da paramparça elleriyle ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi.
Bağımsızlık, Mustafa Kemal'den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı'nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler. Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile alamamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.
Asıldık ey halkım, unutma bizi...
Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, Batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...
Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi... Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi...
2. BÖLÜM
BAĞIMSIZLIK 1919 dan 1968’e
Mustafa Kemal Atatürk-Deniz Gezmiş
Deniz GEZMİŞ ve Arkadaşları
SYKES VE PİCOT ANLAŞMASI
Birinci Dünya Savaşı, emperyalist devletler arasında bir paylaşım savaşıydı. Bu bir petrol kavgasıydı. Petrol geleceğin kara altını idi. Bunu ilk İngiltere kavradı. Onu Rusya izledi. Fransa ve İtalya da kervana katıldı.
Osmanlı topraklarında ilk petrol arama çalışmaları 1897’de başlatılmıştı. Osmanlı henüz petrolün stratejik önemini kavramış değildi. İngiltere 1899’da Osmanlı toprağı olan Kuveyt’e yerleşmiş petrol arıyordu. Osmanlı toprağında ilk petrol kuyusu 1900’de European Petroleum Company tarafından açıldı. Petrolün en yoğun bulunduğu yer Osmanlı Devleti topraklarıydı. Ve de Osmanlı hasta adamdı, güçsüzdü, borç batağındaydı. O halde paylaşım oradan başlayacaktı.
1. Emperyalist paylaşım savaşı sonrası, emperyalist devletler tarafından fiilen işgal edilen Türkiye paylaşılmak ve yok edilmek sürecine girmişti.
Savaşın Galip Devletleri paylaşımın nasıl yapılacağı konusunda birbirleriyle, gizli kapılar arkasında pazarlık yapıyorlardı.
İngiltere ve Fransa arasındaki pazarlık daha savaş sürerken başlamıştı. 1916 Şubatında Sykes ve Picot Anlaşması yapıldı. Bu anlaşma, Ortadoğu haritasını tümüyle değiştiriyordu. İngiltere ve Fransa’nın bu anlaşması Mayıs 1916’da Rusya’ya bildirildi. Ekim 1916’da imzalandı.
Fransızlar paylaşımda istedikleri yerleri ve bu yerlerdeki çıkarlarını şu şekilde açıklıyordu:
Klikya, Suriye, Filistin, Kürdistan ve Musul bize hemen şunları sağlayacaklardır:
Buğday: Yılda 115 milyon kental ;
Petrol: Başka hiçbir yerde bulamadığımız ve yarın onsuz büyük bir millet olunamayacak olan petrol. Zira hayati bir sorun olan petrolsüz ne ordu ne deniz kuvveti mümkündür.
Pamuk ve Yün: İşletmelerimiz bu maddeleri büyük güçlük ve korkunç fiyatlarla İngiltere ve Amerika’dan alabiliyor.
Sykes-Picot anlaşmasına göre Osmanlı toprakları üzerinde sınırlar kağıt üzerinde 4-5 defa yeniden çizilmiş, emperyalist devletler kendi aralarındaki çekişmeyi haritalara yansıtmışlardır. Son çizilen haritaya göre, Fransa’ya Lübnan, Suriye, Klikya, Antep, Urfa, Mardin, Diyarbakır ve Musul’un bir bölümü veriliyordu. İngiltere Güney Mezopotamya ile Akdeniz’de Akka ve Hayfa limanlarını alıyordu. Buna göre petrol coğrafyasında bulunan tüm Arap toprakları Osmanlı’dan kopartılıyor, İngiltere ve Fransa’nın denetimine sokuluyordu.
Bu anlaşma çerçevesinde Emperyalistler, ülkeyi işgal ederken, padişah ve emrindeki kukla hükümet sadece seyrediyor, daha kötüsü halkın direncini kırmak ve emperyalistleri “hoş” göstermek için her türlü çabayı gösteriyordu.
MANDA- BÜYÜK DOST
Padişah ve İstanbul hükümeti; kendi varlıklarını sürdürebilmek için; ülke bağımsızlığını ayaklar altına alıyor ve aldırıyordu. İşgal normal karşılanır olmuştu. Yeni anlaşmalar, yeni tavizlerle ülke parça parça emperyalist güçlere peşkeş çekiliyordu.
Toz duman içerisinde, o güne kadar ülke yönetiminden sorumlu gruplar, suçu birbirine atıyor, ülkenin bu hale gelmesinden kendileri de sorumlu değillermiş gibi, kendi grup çıkarlarına uygun sözüm ona kurtuluş yolları öneriyorlardı.
İngilizlerle işbirliği içerisinde bulunan Hürriyet ve İhtilaf Fırkası önderleri “koca” imparatorluğun çöküşünün sorumlusu olarak İttihatçıları gösteriyor; Almanlarla işbirliği içinde Osmanlı İmparatorluğu’nu savaşa sürükleyen İttihatçıların bir kısmı da, Enver Paşa’yı suçluyorlardı.
Çözümleri ise çok basitti: Emperyalist devletlerden birinin güdümüne girmek ve himayesini kabul etmek. İngiliz Muhipler Cemiyeti (İngiliz mandasına girmek isteyenlerin mensubu oldugu cemiyet) üyeleri, İngiltere ile işbirliğini savunurken; Wilson Cemiyeti üyeleri Amerikan mandasından medet umuyordu. Devrin “aydınları” da bu iki öneriyi ciddi ciddi tartışıyor, tıpkı bugünkü ABD mi, AB mi tartışmaları gibi, İngiltere mi, Amerika mı tartışmaları ayrışmalara gruplaşmalara yol açıyordu.
İsmet İnönü bile 27 Ağustos 1919 tarihinde Kazım Karabekir’e yazdığı mektupta: “Eğer Anadolu’da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zemininde Amerikan milletine müracaat edilse pek ziyade faidesi olacaktır, deniliyor ki, ben de tamamıyla bu kanaatteyim. Bütün memleketi parçalamadan bir Amerikan murakabesine tevdi etmek, yaşayabilmek için yegane ehven çare gibidir.” diyordu .
O Amerika, Miralay İsmet’in mektubunda “ehven çare” olarak gördüğü O, büyük dost-büyük müttefik Amerika ve diğer emperyalistler tam da bu mektubun yazıldığı yıllarda Türkiye'ye ve Kurtuluş Savaşı'na bakın nasıl bakıyorlardı:
5 Ağustos 1919 , Başkan Wilson:
Türkiye haritadan silinmelidir. Türkiye'yi parça parça edelim.
1920'li yıllar, İngiliz Başbakanı Lloyd George:
Türkler Avrupa'dan atılacaklardır .
1922 yılında Adam Dulles:
Mustafa Kemal'e karşı sert bir tutum alınmalıdır. Gelecekte istikraz için başvurabilirler. Eğer Türkiye hiçbir zarar görmeden, devletlere kafa tutmakta devam eder, kapitülasyonları kaldırır ve İstanbul'a yerleşirse, bu yalnız Ortadoğu'yu değil, Avrupa'da da barışı tehlikeye atacaktır.
1920 yılında New York Times:
Avrupa'dan süpürülen Türklerin dünya siyaset sahnesinden bir daha dönmemek üzere silinip gitmesi başlıca isteğimizdir.
YA BAĞIMSIZLIK YA ÖLÜM
Bütün bu tartışmalara Mustafa Kemal ve arkadaşları son noktayı koyuyorlardı:
Temel ilke Türk Ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz.
Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez.
Oysa, Türkün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyi.
Öyleyse Ya Bağımsızlık Ya Ölüm……
IŞIK YAYAN ÇİÇEKLER
Mustafa Kemal ve arkadaşları ölümü göze alan gençleri, askerleri ve halkı örgütleyerek; Bağımsızlık mücadelesini başlatıyorlardı.
300 paşadan sadece altısı katıldı bu mücadeleye. Ulusal Kurtuluş Savaşı genç subaylarla örgütlendi. İstanbul’dan kaçıp gelen askeri okul öğrencileri, okullarını bırakıp gelen yükseköğrenim gençleri, genç askerler, çocuk denecek yaştaki Anadolu köylüsü delikanlılar, sivil mukavemet güçleri, bir araya getirildi. Mustafa Kemal üniformasını çıkarmış, Anadolu’da halkı örgütlüyordu ve gençlere güveniyordu. Zaten kendisi de 19 Mayıs 1919 da Samsun’a çıktığında 38 yaşında genç bir generaldi. O, gençlere güvenini şu sözlerle vurguluyordu:
“Başımıza neler örülmek istenildiği ve nasıl direndiğimiz daha doğrusu ulusun arzu ve emellerine uyarak ve onun yardımıyla nasıl çalıştığımız görülmeli, gelecek kuşaklar için ibret ve uyanıklığı gerektirmelidir. Zaten her şey unutulur. Fakat biz her şeyi gençliğe bırakacağız. O gençlik ki, hiçbir şeyi unutmayacaktır. Geleceğin ışık saçan çiçekleri onlardır.”
Gençler, Bağımsızlık Mücadelesine sahip çıktılar. Sadece savaş alanlarında değil, yaşamın her alanında Bağımsızlık Mücadelesini ve Devrimleri desteklediler.
3-4 Nisan 1922 de Darülfünun öğrencileri ulusal kurtuluş mücadelesinin aleyhine yazılar yazan ve emperyalist güçleri destekleyen öğretim üyelerine karşı boykota gittiler.
Eski bakanlardan, Peyam-ı Safa ve Alemdar gazetelerinde, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının aleyhine yazılar yazan “Avrupa-Osmanlı Devlet İlişkileri” üzerine ders veren Ali Kemal, Yunanlıların “ülkeyi haydutlardan temizlemeye uğraştığını” ileri süren Türk edebiyatı hocası Cenap Şahabettin, Ertuğrul Gazi’den “tatar yavrusu” diye söz eden “İran Tarihi ve Edebiyatı” derslerini okutan Hüseyin Daniş ve Behdut Han Cevahir’in katili Tarlakyan’ın İngiliz mahkemelerinde avukatlığını üstlenen Barsamiyan Efendi öğrencilerin 4 5 ay süren direnişleri sonunda görevlerinden alındılar.
Erzurum-Sivas kongrelerinde yurdumuzu işgal eden emperyalist güçlere verilecek cevap halk temsilcileriyle tartışıldı ve emperyalizme karşı savaşa birlikte karar alındı.
Mustafa Kemal’in ağzından mücadelenin amaçları şöyle açıklandı:
“İstiklalimizi emin bulundurabilmek için, heyeti umumiyetimizce, heyeti milliyemizce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyeti milliyece mücadeleyi caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız.”
Bu insanlar dünyada ilk kez emperyalizme karşı Ulusal Kurtuluş Savaşını, Bağımsızlık Savaşını çok zor şartlara rağmen yedi düvelle çarpışarak başlattılar ve destansı bir askeri zafer kazandılar.
Emperyalist işgalcileri yurdundan kovan Türkiye halkı, genciyle, işçisiyle, askeri ve köylüsüyle dünyada ilk kez emperyalizme karşı yürütülen bir ulusal kurtuluş savaşını utkuyla sonuçlandırmanın gururunu yaşadı.
Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı, dünyanın tüm ezilen halklarına örnek oldu.
1968 GENÇLİĞİ’NİN ÜLKESİ
“1919-29 arası Türkiye'de kadim doğu gericiliğinin kavuğu olan saltanat devrildi.
O kavuğun örttüğü asıl doğu gericiliğinin başı: tefeci-bezirganlık dımdızlak parladı kaldı. O yüzden eski “irtica”, yeni “gericilik” budanmış ağaç gibi, her zamankinden daha zor kötekli ve daha gürbüz olarak, dört bucağımıza dal budak saldı.
1919-29 arası, Türkiye'de modern batı gericiliğinin şapkası olan emperyalizm, silâhlı kuvvet biçimiyle önce kapıdan kovuldu. O şapkayı taşıyan eskimiş ve tutar yeri kalmamış komprador burjuvazi saf dışı edildi
Emperyalizm şapkasını yerli millî şirketler başlarına geçirdiler. Kapıdan kovulan yabancı sermaye: “Batıcı Demokrasi” ve “dış yardım” adı verilen Truvanın Atı’yla yurdumuza bacadan girdi.
Bir de baktık 1923 yılı finans kapital şeytanının alıp götürdüğü yabancı silâhlı güçleri, aynı şeytan satamayıp geri getirdi. Ve yüzlerce üs'te yuvalandırdı.” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı)
68’LİLER “BAĞIMSIZ TÜRKİYE” DE DOĞAMADI
Ne yazık ki 68’in ve 68’lilerin simgesi Deniz GEZMİŞ Bağımsız Türkiye’de doğamadı (28 Şubat 1947).
Onun doğumundan önce başlamıştı karşı devrim. ABD ile Truman yardımı adı altındaki ilişkiler ve IMF’den alınan borçlar… Ve yitirilen ekonomik bağımsızlık… Arkasından yitirilen siyasi bağımsızlık…
Bu nedenle haykırıyordu gençliğinde “Bağımsız Türkiye” diye.
28 Şubat 1949’de Deniz Gezmiş 2 yaşındaydı. İlkokulların dördüncü ve beşinci sınıflarında din dersi okutulmaya başlandı. Cumhuriyet Devrimleri adım adım geriye püskürtülmeye başlanmıştı. Delikanlığında Samsun’dan Ankara’ya 19 Mayıs yürüyüşünde de bunu halkına anlatmak için çırpınacaktı.
28 Şubat 1951’de 4 yaşındaydı. İktidar el değiştirmişti. CHP yerine DP gelmişti. IMF’si ABD’si her yerdeydi vatanın. Askerimiz Kore’de Amerika’nın emrinde savaştaydı. Başka bir ülkenin menfaati için, ilk defa ordumuz görevdeydi. O yaşta anlayamazdı. Anladığı zaman bağımsızlık mücadelesinin en önündeydi.
28 Şubat 1952’de 5 yaşındaydı. Türkiye NATO üyesiydi. O yaşta anlayamazdı. Anladığı an “NATO’ya Hayır” diye haykıracaktı. Milli Savunma Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada “bugüne değin Kore’de 34 subay, 46 astsubay ve 1252 erin şehit düştüğünü” dinledi radyodan. Şehit’in Ölüm olduğunu gençliğinde öğrendi. Arkadaşları teker teker öldürülmeye başlandığı zaman. “Devrimciler ölür devrimler sürer” diye haykırdı acılarını içine gömerken.
28 Şubat 1958’de 11 yaşındaydı. Adana yakınlarında kurulan İncirlik üssünü duydu radyodan, okudu gazeteden. Gençliğinde “Üs değil Tesis” diyen Başbakan Demirel’e karşı verecekti mücadelesini.
28 Şubat 1959’de 12 yaşında duyacaktı Bağdat Paktı’nı ve CENTO’yu.
28 Şubat 1961’de 14 yaşındaydı. 27 Mayıs’ta Sokağa Çıkan Genç Asker. Yıkılan iktidar ve fışkıran Sol Düşünce. O yaşta sevdi Sol Düşünceyi. Tavrını ondan yana koydu, babası gibi.
28 Şubat 1962’de 15 yaşındaydı. Talat Aydemir’le İsmet İnönü’nün karşı karşıya gelişi ve TİP in kuruluşu.
28 Şubat 1964’de 17 yaşındaydı. Talat Aydemir’in ve Fethi Gürcan’ın Ankara Cezaevinde idamını okudu gazetelerden. 8 sene sonra aynı avluda Hüseyin İnan, Yusuf Aslan ve O’nu asacaklardı. Aynı paşalar, aynı siyasetçiler…
28 Şubat 1971’de 24 yaşındaydı. Liderdi. Bağımsızlık ve Sosyalizm bayrağı elinde en önde koşuyordu.
28 Şubat 1972’de 25 yaşındaydı. Bundan sonraki her takvimin 28 Şubatında 25 yaşında kaldı.
Nice 28 Şubatlar yaşandı onun ölümünden sonra. Sahtekarca, rezilcesine.
Sadece O kaldı her 28 Şubatta 25 yaşında.
25 yıllık yaşantısıyla örnek oldu.
Binlerce onbinlercesi ‘Deniz‘ adını verdi doğan kız ve erkek çocuklarına.
Denizler Denizler’i doğurdu. Denizler, Okyanus oldu Halkının Gönlünde.
Elbet bir gün bu Okyanusta boğulacak, Denizler’i boğarak öldüren Amerikan Emperyalizmi ve İşbirlikçileri.
DENİZ HESAP SORUYOR
Deniz Gezmiş sorgusunda hesap vermiyor, hesap soruyordu.
“Evvelemirde iddianameye karşı diyeceklerim mevcuttur, iddianame kelle istemek için hazırlanmıştır. Yapılan tahliller yanlıştır, hatalıdır, değerlendirmeler keza isabetsizdir. Yalnız biz varlığımızı hiçbir karşılık beklemeden esasen Türk halkına armağan etmiş bulunmaktayız. Bu sebeple ölümden çekinmiyoruz, iddianamede yapılan değerlendirmeler başkana arz ettiğim gibi hatalıdır. 1908 tarihinden itibaren yapılan gelişme, isabetsiz tahlillere tabi tutulmuştur. Giriş kısmı muğlaktır. Açık değildir, bunun hangi manaya geldiğini anlayamadım, neyi kastettiği açık değildir.
Eğer giriş kısmında korku, gaflet, kurnazlık ve ihtiras içinde bulunanlardan bizleri kastediyorsa, bu doğru değildir. Türkiye'de gaflet, delalet ve hatta hıyanet içinde bulunanlar varsa, bunlar ancak Amerikan Emperyalizmi ile iş yapan çıkarcılardır, iddianame hukuk mantığından ari olarak hazırlanmıştır.
Gelişmiş ülkelerin gençliği ile az gelişmiş ülkelerin gençliği terazinin aynı kefesine konmuştur. Ve kız-erkek ilişkileri, içki olayları, toplum baskısından uzak bir yaşama isteği gibi değerlendirmeler vardır. Bunlar doğru değildir. Bizlerin tek özlemi tahsil sırasında bulunmamıza rağmen Türkiye'nin bağımsızlığıdır. Biz hiçbir zaman bütün çabamıza rağmen Türkiye'nin bağımsızlığını temin edemedik. Bugüne kadar da bu özlem içinde kaldık.
PEŞKEŞ
İddianamede bir hususa daha değinmek istiyorum. 14 Mayıs 1950 tarihi Türkiye'nin döneminde yeni bir olay ve tarihi bir dönüm olarak nitelendiriliyor. Ve aynen şöyle denmektedir. Ulusun tarihinde ilk defa seçimle iktidar değişikliği oluyor. Bu tarih bize göre Amerikan Emperyalizminin Türkiye'de seçimle iktidara gelmesidir. Ve iddianame bundan sonraki kısımlarında bu hususu da belirtmektedir, îkili anlaşmalar kısmı bundan sonra yer almaktaydı ve bu hususu açıklığa kavuşturmaktadır. Türkiye'nin madenleri, petrolü 1950 tarihinden sonra Amerikalılara peşkeş çekilmiştir.
Kurtuluş Savaşı'nı da yerli yerine oturtmak gerekmektedir. Biz 50 sene evvel kurtuluş savaşı vermiş bir ülkenin çocukları olarak Kurtuluş Savaşı'nın gerçek tahlilini yapmaya her zaman muktediriz. Biz yine çok iyi biliriz ki Türkiye Kurtuluş Savaşı'nı yapmak için Samsun'a çıkanlara İstanbul Örfi İdaresi'nce ve Mahkemeleri’nce idam cezası verilmiştir.
KAÇ GENERAL
Ve yine bilmekteyiz ki Osmanlı İmparatorluğu'nun yüzlerce generalinden ancak birkaç tanesi Kurtuluş Savaşı'na iştirak etmiştir. Ve yine bilmekteyiz ki Kurtuluş Savaşı yapıldığı sırada İstanbul'da bulunanlar bunları yapanlara eşkıya demiştir.
Türkiye'nin kurtuluş ve bağımsızlık savaşından ne şekilde bağımlı hale geldiğini de belirtmek gerekmektedir.
1922-1923 sıralarında Lozan müzakereleri sırasında İngilizler Türk Delegasyon Başkanı İsmet İnönü'ye bu hususu peşin olarak hatırlatmışlardır.
Kurtuluş Savaşı aydınların yönetiminde yapılmış savaştır. Fakat bu yönetime feodal mütegalibe ve eşraf iştirak etmiştir. Bu eşraf ve mütegalibe evvela İş Bankası'na sızdı, daha sonra da 1944-1945 yıllarında ‘Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’ hazırlıklarında bu tasarıya kesin cephe aldılar. Bunlar Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Demokrat Parti'yi kuran kimselerdir. Böylece 1950 tarihine gelindi ve 1950 tarihinde Amerikan emperyalizmi iktidara geldi. Olaylar bundan sonra bildiğimiz gibi gelişti, olaylar cereyan etti, Demokrat iktidar 27 Mayıs 1960'da tarihe gömüldü.
Demokrat Parti gitti, bunun gitmesi ile tellaklar değişmedi. Hamam aynı, bu defa yanlış oldu, 27 Mayıs'ı kastetmiyorum, bundan sonrasını kastediyorum. Hamam aynı fakat bu defa da tellaklar değişti. Amerika bu dönemde imdada yetişip, İnönü'yü düşürdü. Demirel'i iktidara getirdi.
Öğrenci hareketlerine gelince, iddianamede, Öğrenci hareketlerinin başlangıç tarihi 1968 olarak belirtilmektedir. Bu tarih yanlıştır. Türkiye'de öğrenci olayları 50-60 senedir eksik olmamıştır. Sultan Hamit'in Tıbbiye talebelerini Sarayburnu'ndan denize attığı tarihten itibaren öğrenci hareketleri Türkiye'de devam edegelmiştir. 1908'i hazırlayan hareketler ileriye dönük hareketlerdir. Vagonli'yi tahrip eden gençler ilerici gençlerdir.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Faşizme hayır diyen gençler ilerici gençlerdir. Ve 28 Nisan 1960 tarihinde özgürlük savaşı veren gençlerdir, ilerici gençlerdir. Amerikan Emperyalizmi tarafından İnönü hükümetten düşürüldüğünde protesto gösterisi yapan gençler ilerici gençlerdir.
Anayasaya bağlılık mitingini de bizler yaptık. O günün mitinginde iktidarın kiralık adamlarından ve polisinden dayak yiyen de gene bizlerdik. 1968 senesine gelince üniversiteler öğrenciler tarafından işgal edildi, işgalleri gayet meşru idi ve kürsü ağaları dahi, bu işgallerin haklılığını hiçbir zaman inkar edemedi. Ve 1968'de umumi efkar ve herkes öğrenci isteklerinin kabul edileceğini beyan ediyordu, herkes bu kanaatte idi.
Aradan üç sene geçti, bu üç sene içerisinde o zamanki isteklerin tahakkuku istikametinde en ufak bir kıpırdanma olmadı. Aynı yılın Temmuz ayında Amerikan filosuna karşı gösteri yapanlardan Vedat Demircioğlu polis tarafından hunharca öldürüldü.
Bundan sonra olayları sizler de biliyorsunuz, iktidarın silahlı kuvvetleri yanlış oldu. Kiralık kuvvetleri ve polisi hunharca devrimcilerin üzerine saldırdı. Yirmiye yakın devrimci öldürüldü. Bunların hiçbirinin katili bulunamadı. Polis karakolları işkencehane yerine getirildi. Hiçbir savcı buna karşı çıkmadı.
BU MEMLEKETTE MUSTAFA KEMAL'E GERÇEKTEN SAHİP ÇIKANLAR VARSA ONLAR DA BİZLERİZ.
İddianamede bir gerçek tahrif edilmek isteniyor, bu hususu da belirtmek ve düzeltmek isterim.
Fikir özgürlüğünü ve Anayasayı paravan yapanlar önceleri Atatürkçü geçinirken, onun fikir ve şahsiyetini de küçük görmeye başladılar şeklinde ve sadece Mustafa Kemal tarafını beğeniyorlardı şeklinde bir cümle mevcuttu. Bunu kesin olarak reddediyorum, asla kabul etmiyorum. Diğer yurtseverler de bunu kabul etmez, bu kasten tahrif edilmek isteniyor, gerçekler örtülmek isteniyor. Bu cümle art niyetle hazırlanmıştır. Bu memlekette Mustafa Kemal'e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz. Onun istiklali tam prensibi ve ideali tam yanlış zapta geçti, onun istiklali tam Türkiye idealini yalnızca biz devam ettiriyoruz, iddianamede bizim Anayasayı cebren ilgaya teşebbüs ettiğimiz ileri sürülmektedir.
Öteden beri arzetmiş olduğum gibi, bu ülkede Anayasayı en fazla savunanlar bizleriz. Anayasayı ihlal edenlerse ortadadır. Anayasanın uygulanmasını isteyen gene bizleriz. Anayasayı uygulamayan yavuz kimselerse hâlâ ortadadır. Yine o kişiler bizim kellemizi istemektedirler. Bile bile iddia makamı bizim Anayasayı ilgaya teşebbüs ettiğimizi ileri sürmektedir.
TÜRKİYE'NİN BAĞIMSIZLIĞINDAN BAŞKA HİÇBİR ŞEY İSTEMEDİK VE HAYATIMIZI BU YOLA KOYDUK, VARLIĞIMIZI TÜRKİYE HALKINA ARMAĞAN ETTİK. BUNUN AKSİNİ İDDİA EDENLER VATAN HAİNİDİR
İddia makamı bizim vermekte olduğumuz bağımsızlık savaşına karşıdır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına karşı, reformlara karşıdır ve bu nedenle bizim Anayasayı ilgaya teşebbüs ettiğimizi ileri sürmektedir. Çünkü Süleyman Demirel hâlâ ortada gezmektedir. Kudreti yetiyorsa Süleyman Demirel hakkında aynı şekilde dava açsın, onlar 36 milyonluk ülkenin bütün yükünü 20 gencin üzerine yıkmaya alışmışlardır.
Bizi bağımsız bir ülkenin çocukları olmaktan mahrum eden hepiniz dahil, sizlersiniz. Çünkü Amerika sizin döneminiz sırasında Türkiye'ye girdi ve hiçbiriniz sesinizi çıkarmadınız ve Demokrat Parti iktidarına 10 yıl ses çıkarmadınız, ta ki 38 yurtsever subay ses çıkarana kadar ve onları devirene kadar.
Ve bugün aynı savcılar bu şahıslar hakkında da idam kararı istemektedir. Süleyman Demirel'in Anayasayı ihlaline, despotizmine ve ülkeyi Amerika'ya satmasına ses çıkarılmadı. Ve meydanlarda bunlara karşı bizler dövüşmek mecburiyetinde kaldık, bizler kurşunlandık. Ve sonunda idam isteği ile buraya getirildik, dediğim gibi Türkiye'yi bu hale getiren bütün eski idarecilerin suçu bize yükletilmek istenmektedir.
Türkiye'nin bağımsızlığından başka hiçbir şey istemedik ve hayatımızı bu yola koyduk, varlığımızı Türkiye halkına armağan ettik. Bunun aksini iddia edenler vatan hainidir.
12 Mart muhtırası muvaffak olmasaydı, bizi itham eden makam onları da aynı şekilde itham ederdi, buna da kanaatim tamdır. 12 Mart muhtırası Anayasanın uygulanmadığını iddia etmektedir. Ve Parlamentoyu açıkça suçlamaktadır. Biz stratejik olarak düşüncelerimizi hiçbir zaman saklamayız. Hangi şartlar altında olursak olalım bunu açıkça söyleriz. Düşüncelerimizi mezara kadar götürürüz. Nasıl burada namluların ve dipçiklerin gölgesi altında konuşuyorsak, düşüncelerimizi her zaman açıkça ifade ederiz.
Bizim Anayasayı ilgaya teşebbüs gibi bir kastımız bulunsaydı bunu da burada açıkça söylemekten çekinmezdik. Meclisi ıskat amacı gütmüş olsaydık, bunu da söylerdik, hatta gider meclise de bombayı koyardık. Böyle bir amacımız olsaydı, bunu söylerdik ve yapardık. Daha evvelce de belirtmiş olduğum gibi bizim böyle bir amacımız yoktur, tek yazılı belgede, bildiride bu husus açıkça ortaya konmuştur.
Orada açıkça da anlatıldığı gibi bizim düşmanlarımız Amerikan emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçileridir. Yine bildiride açıkladığımız gibi yerli işbirlikçiler, hain patronlar yani emperyalizmle işbirliği yapan patronlar feodal mütegalibe yani bezirganlar, tefeciler, toprak ağaları ve diğer işbirlikçileri ve bizim bütün eylemlerimiz bu hedefe yönelmiş bulunmaktadır. Bunun dışında başka bir hedefimiz yoktur. Eylemlerimiz de savcının iddianamesini yalanlamaktadır.
Kavaklıdere Amerikan Sefareti önünde nöbet bekleyen polis memurlarını kurşunladığımızı kabul ediyorum. Çünkü onlar her türlü işkenceyi devrimci gençler üzerinde yapmaktan zevk alıyorlardı.
Olaydan iki gün evvel de iki kişi ölmüştü. Nail Karaçam ve İlker Mansuroğlu isimli arkadaşlarımız öldürülmüştür. Bunların bir tanesi toplum polisi tarafından, birisi sivil polisler tarafından öldürülmüştür.
1920'lerde İstanbul'da karakol teşkilatı M. Grubu hangi amaçla İngilizlere ve Osmanlı polislerine kurşun sıktıysa biz de o amaçla polislere kurşun sıktık. Olayı arkadaşım Yusuf Aslan anlattı, burada açıklamak istediğim husus öldürmek kastı yönündedir, öldürmek kastı ile ateş açmadım. Mesafe çok yakındı, iki metre kadar vardı, isteseydik bunları rahatça öldürebilirdik, ayaklarına ve kollarına ateş ettik, çok yakın mesafeden ateş ettik. Olayda herhangi bir tanık olmadığı halde bunu açıkça ikrar ettik.
Biz Türkiye İş Bankası Emek Şubesi'ndeki 124 bin liraya el koyduk, bunu da kendi şahsımız için almadık, fakat kendi şahsı ve kardeşleri için 30 milyon lira çalanlar hâlâ ellerini kollarını sallayarak ortada dolaşmaktadır.
İş Bankası'nın mekanizmasını izah etmek istiyorum, İş Bankası bilindiği gibi her sene küçük cep defterleri dağıtır. Bu cep defterlerinin arka sayfası açıldığında, görülecektir ki, İş Bankası Türkiye'de yabancı sermaye ile iş yapan, işbirliği halinde bulunan en büyük müessesedir. Nerede Türkiye halkını sömüren, halkın zararına çalışan bir müessese varsa bunun altında muhakkak İş Bankası bulunmaktadır. Ve İş Bankası'nın bu marifetleri yeni değildir, ileri tarihlere uzanmaktadır. Demokrat Parti'yi de iktidara getiren İş Bankası'dır.
1936 tarihlerinde İsmet İnönü Meclis koridorlarında hazineyi İş Bankası'na soydurmayacağız diye bağırmıştı.
Birinci Kurtuluş Savaşı sırasında Kuvayı Milliye’ciler İzmir Valisi Rahmi Bey'in oğlunu kaçırıp 50 bin altın almışlardır ve civardaki paralara el koymuşlardır. Biz de bunu yapmakla en az onlar kadar haklıyız. Tarih evvelce bunu yapanları nasıl temize çıkarmışsa bizi de temize çıkaracaktır. Buna da inanıyoruz.
SİLAHLARIMIZI VATAN HAİNLERİNE KARŞI ÇEVİRİRİZ
İddianamede geçen ve bana affedilen bir cümleyi kabul etmiyorum. Ben silahımı halka ve orduya karşı kullanmadım, ancak vatan hainlerine karşı kullanmak maksadıyla taşıdım ve halka ve orduya karşı kullanırım, şeklinde beyanda bulunmadım. Silahlarımızı vatan hainlerine karşı çeviririz, bunların da kimler olduğunu başlangıçta arzettim. Polisteki ve Cumhuriyet Savcılığı'ndaki ifadelerimi kabul etmiyorum, Askeri Savcıya da ifade vermemiştim.
İddianamede Marksist-Leninist düzen kurmak istediğimiz iddiaları yer almaktadır. Bunlara da değinmek istiyorum. Bu iddiayı Marksizmin ve Leninizmin cahili olan kimseler ortaya atabilir. Marksizm ve Leninizm her şeyden evvel bir dünya görüşüdür ve bir metoddur. Ve gerçeğe varmak için Leninist metod içinde bulunduğu şartları tahlil eder değerlendirir, o şartlara göre değerlendirme yapar. Durum böyle iken Marksist-Leninist düzen kurulacağı ve kuracağımız iddiası bunun iyi bilinmemesinden doğmaktadır.
Profesyonel devrimci olmak bir suç unsuru olarak ileri sürülmektedir. Bu da bir cehalet örneğidir. Bu konuların bilinmemesinden ileri gelmektedir. Profesyonel devrimci bugünün Türkiye'sinde kendini hayatı boyunca Türkiye'nin bağımsızlığına adayan kimsedir. Birinci suçumuz iddia makamına göre hayatımızı boşu boşuna Türkiye'nin bağımsızlığına adamış olmamızdır, ikincisi Dev-Genç üyesi olmakla suçlanıyorum, aramızda Dev-Genç üyesi olmayan arkadaşlar da mevcuttur. Dev-Genç üyeliği bir suç değildir. Dev-Genç Sıkıyönetime kadar faaliyette bulunmuş legal bir örgüttür. Kanunen faaliyeti tahdit edilmemiş ve yasaklanmamıştır.
MİSAK-I MİLLİ SINIRLARI İÇİNDE İKİ KARDEŞ KAVİM YAŞAR. TÜRK VE KÜRT KAVMİ YAŞAMAKTADIR.
Ayrıca iddianamede Türkiye halkının bir takım etnik gruplardan teşekkül ettiği iddiaları ve bunu bizim yaptığımız, ortaya attığımız ithamları mevcut bulunmaktadır.
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kararında ve Misak-ı Milli'de şu vardır, Misak-ı Milli sınırları içinde iki kardeş kavim yaşar. Türk ve Kürt kavmi yaşamaktadır. Birinci Büyük Millet Meclisi'nin kararı böyledir. Türkiye'de iki kardeş kavmin ve unsurun yaşadığını kabul etmektedir.
Bunu kabul etmek bölücülük değildir. Bölücülük olarak kabul edildiği takdirde Birinci Türkiye Millet Meclisi ve Mustafa Kemal'i de bölücü olarak kabul etmek gerekir. Bu iki kardeş unsur Birinci Kurtuluş Savaşı'nı müştereken başarmışlardır. Güney cephesinde düşmanla omuz omuza savaşmışlardır. Bu ikisine birden biz Türkiye halkı diyoruz ve bu iki kardeş unsur ikinci bağımsızlık savaşını da müştereken başaracaklardır.
Asıl bölücüler bu gerçeği kabul etmeyenlerdir. 101 tane Amerikan üssünün bulunduğu ülkede, bizim milli bütünlüğü bozmak istemekle itham edilmemiz gülünç olmaktadır.
24 YAŞINDAYKEN KENDİMİ TÜRKİYE'NİN BAĞIMSIZLIĞINA ARMAĞAN ETMEKTEN ONUR DUYUYORUM. BAĞIMSIZLIK DÜŞÜNCESİNİ MEZARA KADAR GÖTÜRECEĞİZ.
Ayrıca memleketin huzurunu bizim bozduğumuz iddia ediliyor. Memleketin huzurunu kimlerin bozduğu ortadadır. Ve kimler 30 milyon çalmıştır?
Kimler Devlet hazinesini kardeşlerine peşkeş çekmiştir? Memleketin madenlerini peşkeş çekmiştir, Anayasayı uygulamamıştır? Bunlar ortada iken, bilinirken bunlardan bahsedilmeyip, memleketin huzurunu bozduğumuz iddiaları değersiz ve mesnetsizdir. Bizim kişi güvenliğini, mülkiyet-hakkını, egemenlik ilkelerini, milli bütünlüğü bozmak için harekete geçtiğimiz iddiaları vardır. Kişi güvenliğini ihlal edenler kimlerdir? Bunu evvela tespit etmemiz gerekir.
Karakollarda işkence gören bizler olduk, meydanlarda kurşunlanan gene bizler olduk. Bakanların emri ile hapishanelere atılan bizler olduk. Buna rağmen kişi güvenliğini bozan olmakla itham ediliyoruz, yukarıda anlatılanlar, asıl kişi güvenliğini bozanlar ise serbestçe meydanlarda dolaşmaktadır.
Mülkiyet hakkını ortadan kaldıracağımız iddia ediliyor. Bizatihi Anayasa mülkiyet hakkım toplum yararına kısıtlamıştır. Mutlak mülkiyet hakkı tanımamıştır. Elli köye sahip bir toprak ağasını Anayasamız kabul etmemiştir. Egemenlik ilkelerine karşı çıkmakla itham edilmekteyiz. Asıl egemenlik ilkelerine karşı çıkanlar halkın sırtından geçinenlerdir.
Ayrıca milli bütünlüğe karşı çıkmakla da suçlanıyoruz. 101 tane Amerikan üssünün bulunduğu ülkede, bizim milli bütünlüğü bozmak istemekle itham edilmemiz gülünç olmaktadır.
35 milyon metrekare vatan toprağı işgal altında iken bizim milli bütünlüğü bozmakla suçlanmamız gülünçtür. Mustafa Kemal sağ olsaydı bugün çok şaşırırdı, iddianame baştan beri arzettiğim gibi sırf kelle istemek maksadıyla hazırlanmıştır. Şeklen de hukuk mantığından mahrumdur. Hukuki kıymetten ve değerden mahrumdur. 21 yılın hesabını 21 gençten sormak maksadıyla ve suçluların telaşı içerisinde hazırlanmış bir iddianamedir.
Ben şunu iddia ediyorum ki hareketimiz tamamen Anayasal bir harekettir. Anayasanın başlangıç ilkesinde belirtilen ulusun zulme karşı direnme hakkını kullandık. Bu sebeple Anayasal bir davranışta bulunduk.
Yaptıklarımızın haklı olduğuna inanıyorum. Halen de bu inancı taşıyorum.
Türkiye'nin bağımsızlığından başka bir şey istemedim ve bu sebeple Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı mücadele verdik. Bundan dolayı ölümden korkmuyoruz. Onu ancak işbirlikçiler düşünsün ve ancak onlar kendi canının telaşına düşsün ve ben 24 yaşındayken kendimi Türkiye'nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum. Bağımsızlık düşüncesini mezara kadar götüreceğiz,”
(1971- Deniz Gezmiş SORGU)
3. BÖLÜM
EMPERYALİZMİN DÖNÜŞÜ
Milli Şef-Amerika-Çok Sağ Partili Sistem
BEDBAHT HAYVANLAR
Karşı Devrim, Mustafa Kemal’in sağlığında dahi sinsi sinsi filiz vermeye başlamıştır. Her başkaldırışında ezilmesine rağmen bıkmadan usanmadan mücadelesine devam etmiştir. Mustafa Kemal’in ölümünün ardından meydanı boş bularak fütursuzca her yeri sarmıştır.
Mustafa Kemal düşmanın yalnızca ülkeden kovulmasıyla bağımsızlığın kazanılamayacağının bilincindeydi.
Tam bağımsızlık, bizim bu gün üzerimize aldığımız görevin özüdür. Bizden öncekilerin yaptıkları yanlış işler yüzünden, ulusumuz sözde bağımsızdı, ama gerçekte bağımlı bulunuyordu. Tam bağımsızlık demek; elbette siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi konularda tam bağımsızlık ve özgürlük demektir.
Bu saydıklarımın her hangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluk demektir. Biz bunu sağlamadan ve elde etmeden barışa ve esenliğe erişeceğimiz kanısında değiliz.
Bugünkü savaşımızın gayesi tam bağımsızlıktır. Bağımsızlığımızın tamlığı ise, ancak mali bağımsızlıkla mümkündür. Bir memleketin maliyesi bağımsızlıktan mahrum olunca, o devletin bütün hayat kollarında bağımsızlık felçtir.
Çünkü her devlet organı ancak mali kuvvetle yaşar. Devlet bünyesini yaşatmak için dışarıya müracaat etmeksizin memleketin gelir kaynaklarıyla idare edilmesi çare ve tedbirlerini bulmak lazım ve mümkündür.
Bütün dünyanın bilmesi lazımdır ki Türkiye halkı, T.B.M.M. ve onun Hükümeti, uşak muamelesine tahammül edemez.
Devletler, şimdiye kadar, bize şu ve bu meselelerde gösterişli müsaadelerde bulunuyorlar gibi görünüyorlar, lakin, iktisadi esaretle bizi felce uğratıyorlardı. Öteden beri bize bazı şeyler vermiş gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi vaziyet alırlar, hakikatte iktisaden elimizi kolumuzu bağlarlardı. Bu esarete katlanan mevki sahipleri kimseler memnundu. Çünkü görünüşte büyük bir bağımsızlık sağlamışlardı. Fakat gerçekte ise ulusu manen miskinlik çukuruna atmışlardı.
Bunlar, iktisadi mahkumiyeti anlamayan bedbaht hayvanlardı..” diyordu.
TERCİH
Bu bilinçle, devlet desteğiyle sanayileşme hamlesine girişildi. Sanayi-i Teşvik Kanunu çıkarıldı. Devletin kısıtlı olanaklarıyla tüccar ve sanayicilere her türlü olanak tanınarak yardım edildi. Genç Cumhuriyet milli bir ekonomi politikası oluşturmak, milli bir burjuva sınıfı yaratmak kararındaydı. Ancak, tüccarlar ne milli olabildiler, ne de burjuva. Para kazanmak için kolay yolları seçtiler, sanayi yatırımı yerine ithalatçılığı işbirlikçiliği tercih ettiler. Atatürk ve ulusal bağımsızlığa inanan kadronun engellemelerine, millileştirme politikalarına rağmen, devlet yardımlarıyla palazlanan iş adamları, giderek yabancı sermaye ile ortaklıklar kurmaya yöneldiler.
Azınlıklara, kompradorlara, Levantenlere karşı; “milli” olmalarına rağmen; genel olarak ülkedeki üretici güçlerin son derece düşük düzeyde olması; feodal yapının hakim olması ve devrimci bir yoldan feodalizmin tasfiye edilememiş/edilmemiş olması, onların emperyalizme karşı kesin bir tavır alabilmelerini engelliyordu. Aksine, emperyalizmle yeni bağlar kurma arayışına yöneliyorlardı. Önceleri, batı finans kapitalinin acenteliklerini alan bu kesimin bir kısmı, biraz palazlanınca, ancak güçsüz ortaklıklar kurabildiler.
Emperyalist güçlerle daha yakın işbirliği için can atan bu kesimin önündeki en büyük engel olan Atatürk’ün ölümünden sonra emperyalistlerle ekonomik ilişkiler daha da derinleşti.
Savaş alanında kazanılan bağımsızlık, giderek ekonomik bağımlılığa dönüşmeye başladı.
Bu “bağımlılık” siyasete de yansıdı. İşbirlikçiler siyaset sahnesinde de yeniden boy gösterdiler.
Amerikan Mandacılar, İngiliz Muhipleri yeniden meydanlara çıkmaya başladılar.
MİLLİ ŞEF
Türkiye’de karşı devrim ve Amerikan emperyalizmi ile işbirliği politikası, ülkenin bağımsızlığından ödün verme girişimleri, aydınlarımızın birçoğunun ileri sürdüğü gibi 1950’den sonra DP iktidarıyla birlikte değil, Atatürk’ün etkisinin kaybolmasıyla başladı ve DP iktidarı ile ivme kazandı.
Atatürk’ün ölümünden sonra, Genelkurmay Başkanı Feyzi Çakmak ve Başbakan Celal Bayar’ın yol vermesi ile İsmet İnönü değişmez Milli Şef oldu. Mustafa Kemal etrafındaki gençler darmadağın edildi. Mustafa Kemal’in Nutuk’unda nedenlerini açıklayarak uzaklaştırdığı kişi ve paşalar, İsmet İnönü’ce yüksek görevler verilerek geri çağrıldı. 1922-1938 yılları arasında yapılan tüm olumsuzluklar Mustafa Kemal’in sırtına yıkılarak, “olumluluklarla dolu Milli Şef” yaratılmaya çalışıldı. Mustafa Kemal’in iç ve dış siyasetinin tam tersine doğru doludizgin gidilmeye başlandı. Emperyalizmin ülkeye girişi, iktidardaki işbirlikçilerinin çıkardığı yasalarla kolaylaştırıldı. Ülke emperyalist tekellerin rahatlıkla at oynatabileceği bir alan haline getirildi.
12 Kasım 1942'de azınlıklar üzerinde Varlık Vergisi görünümünde terör estirildi. 6-7 Eylül 1955’in küçük provaları yapıldı.
Türk-Alman Saldırmazlık Antlaşması
Mustafa Kemal aşırı milliyetçiliğe taviz vermediğinden Türk Ocakları’nı kapatmıştı. İsmet İnönü liderliğindeki CHP, yönlendirdiği basın organlarıyla ırkçılığı azdırdı. Nihal Atsız’ın ideologluğunu yaptığı akımlara, aynı 1970 ve 1980’lerde Demirel’in yaptığı gibi tam destek verdi.
İkinci Dünya Savaşındaki uyguladığı tutarsız siyasetle, İstiklal Savaşı’nda Mustafa Kemal’in tam destek aldığı Sovyetler Birliğiyle ilişkiler bozuldu.
2. Dünya Savaşı sonrası Faşist Almanya Savaşı kaybetmişti. Faşizm Almanya’nın elinden alınarak Amerika’nın yeni Küresel Faşizmine kısaca Emperyalizmine dönüştü.
İsmet İnönü’nün CHP’si 180 derece çarketti. Almanya yerine tercihi Amerika oldu. 12 Eylül 1980 öncesi MHP’li gençlerin kullanılıp ardından, solcularla aynı işkencelere maruz bırakılması gibi; Türkçü - Turancı avı başlatıldı. 1944 tevkifatı ile tutuklanan ve işkence görenler arasında Başbuğ unvanını alacak Yüzbaşı Alpaslan Türkeş de vardı.
SAVAŞ-TEK EKSİK
23 Şubat 1945 yılında, Türkiye-Amerika arasında ikili yardım antlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya göre:
.... ABD Hükümeti T.C Hükümetine devir ve tedariklerine yetki vereceği savunma maddelerini, savunma hizmetlerini ve savunma bilgilerini vermeye devam edecektir... buna karşılık... Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti sağlayabilmekle vazifeli bulunduğu ve müsaade edebileceği maddeleri, hizmetleri, kolaylıkları veya bilgileri ABD’ye temin edecektir.
(ABD bu anlaşmaya dayanarak Türkiye toprakları üzerinde uzun süre Türk Generallerinin bile giremediği üs ve tesisleri kurmuştur. Türkiye’nin bilgisi dışında Ortadoğu’daki çıkarlarını korumak için bu üs ve tesisleri kullanarak masum halkların üzerine bombalar yağdırmıştır. Türkiye’yi ve Türkiye halkını komşu ülkeleri ve halkıyla düşman haline getirmiştir.)
Aynı gün Almanya ve Japonya'ya savaş ilanı TBMM'de oybirliği ile kabul edildi. Çünkü birkaç gün önce Yalta'da toplanan Üç Büyükler (İngiltere, Amerika, Rusya), Birleşmiş Milletler Anayasası'nın hazırlanması için bir komisyon kurulmasına karar vermişlerdi. 1945 Nisan'ında milletlerarası teşkilatı kuracak olan Birleşmiş Milletler Konferansı, San Francisco şehrinde toplandı. Konferansa katılabilmek için ilk şart, 1 Mart 1945'e kadar Almanya ve Japonya'ya savaş açmaktı. İkinci şartta çok partili sisteme geçilmesiydi.
Bu vecibesini yerine getiren Türkiye, 26 Haziranda, San Francisco'da Birleşmiş Milletler Antlaşmasını imzalayarak üyeliğe kabul edildi.
Cumhurbaşkanı İnönü 1 Kasım’da TBMM, açış konuşmasında "...Tek eksiğimiz, Hükümet Partisinin karşısında başka parti bulunmamasıdır." diyordu.
ABD’nin tavsiyesiyle “o tek eksik” de gideriliyordu.
ÇOK SAĞ PARTİLİ SİSTEM-AMERİKAN DEMOKRASİSİ
Köprülü, Bayar, Koraltan ve Menderes
3 Aralıkta 1945 günü Celal Bayar, CHP Genel Sekreterliği'ne gönderdiği kısa bir yazı ile CHP’den istifa etti. 7 Ocakta (1946) Demokrat Parti kuruldu. 8 Ocakta Parti kurucuları, Ankara'da bir evde yaptıkları toplantıda, Demokrat Parti Başkanlığına Celal Bayar'ı seçtiler.
Demokrat Partinin kurulmasıyla birlikte çok partili yaşama “Amerikan Demokrasisi”ne geçildi. Böylece, halkı dışlayan, ama halk adına söylemleriyle “umutlandıran” sözüm ona muhalefet de sahnede “rol” almış oldu. Türkiye’nin batıya verdiği “demokrasiye geçiş” sözü de yerine getirildi.
Ne var ki, ne çok partili yaşam, ne de genel oya dayalı seçim sistemi Türkiye’de “Gerçek Bir Demokrasinin” yerleşmesine hizmet edebildi. Feodal kalıntıların büyük ölçüde siyasi ve ekonomik nüfuzlarının olduğu ülkemizde genel oy; bey, ağa, şeyh, tefeci vb. gibi hakim sınıfları tasfiye edecek yerde onları güçlendirdi.
İşbirlikçiler, feodal beyler, tarikat şeyhleri, tüccarlar, bürokratlar “özgürdüler” artık. Partiler kurdular. Partiler kurdurdular. Partilere üye oldular. Ülke siyasetine egemen olmak için zaman zaman birbirleriyle uzlaştılar, zaman zaman “özgürce” mücadele ettiler.
Amerikan’ın istediği Demokrasi değildi. Çok partili sistemdi. Sol’un temsil edilmediği, işçi sınıfının siyasi örgütlenmesine izin verilmediği, sol partisiz, birden fazla sağ partili sistem.
Özgürlük Türkiye halkından ve emekçilerinden esirgendi. Onlar ancak sağ partilerde figüran olabilirlerdi. Figüran olmak istemeyen, rol almak istemeyenler vatan hainiydi ve icaplarına bakılmalıydı. İcaplarına bakıldı da.
Türk dış politikasında Amerikancı yönelime karşı çıkan, Mustafa Kemal’in Tam Bağımsızlık ilkesini savunan solcu kesime, hürriyet ve demokrasi düşmanı ilan edilerek, hürriyet ve demokrasi düşmanlarına hürriyet yok demagojisi ile ağır baskılar uygulanmaya başlandı.
TAN MATBAASI
“Nâzım'ın "Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim" diye başlayan şiiri, 1946 yılındaki Tan Matbaası baskını"nın ardından yazılmıştır.
"Komünistler" dedikleri o dönem; Tan gazetesi ve Görüşler dergisinde demokrasi isteyen Zekeriya ve Sabiha Sertel'dir.
İşin ilginç yanı, aynı dönemde tek parti iktidarından kurtulmak isteyen Demokratlar da onlara katılmış ve bir demokrasi cephesi oluşturulmuştu.
“Görüşler in yazı kadrosunda Celal Bayar, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes'in adları, Aziz Nesin, Behice Boran, Mehmet Ali Aybar'la yan yanaydı.
O gün İstanbul Üniversitesi'nde birileri, elde Vatan gazetesiyle derslere girip öğrencilere "Kalkın ey ehl-i vatan" diye bağırdı.
Az sonra bütün okul Beyazıt Meydanı'nda toplanmıştı. Yürüyüşe geçmeleriyle sayıları 10 bine ulaştı. Ellerinde Atatürk ve İnönü resimleri ve Zekeriya Sertel'e bakılırsa arkalarında tek parti iktidarının desteği vardı. Doğruca Cağaloğlu'na, Tan matbaasına yürüdüler. Saat 10.00'da taşlamalarla başlayan saldırı, sopalarla binanın camlarının kırılmasıyla sürdü. Sonra gençler matbaaya girdiler. Ne var ne yoksa yağmalayıp, baskı makinelerini parçaladılar. Daktiloları, masaları, telefonları, kurşun harfleri pencerelerden attılar.
Polis seyretti.
İşlem bittiğinde Tan matbaası bir harabeden ibaretti.
Son yağmacı binanın üzerine bir Türk bayrağı dikti.
Ve gençler kâğıt bobinlerinden bir beyaz halı oluşturarak saldıracakları diğer kitapevlerine doğru yürüdüler.
Saldırıyı tetikleyen Hüseyin Cahit, ertesi gün olayları "Milli Türk mukavemeti" diye niteleyecekti. (Basından)
HOŞGELDİNİZ- BACADAN
1938'den 1944'e kadar aklına hiç demokrasi uygulamasına geçmek gelmeyen, İsmet İnönü’nün CHP si dış ve iç zorlamayla çok partili sisteme geçmek zorunda kaldı.
Atatürk’ün halkı örgütleyerek başlattığı, ulusal kurtuluş savaşıyla kapıdan attığı emperyalistler ve işbirlikçileri; kılık değiştirerek “bacadan” giriyorlar ve ne yazık ki Mustafa Kemal’in kurduğu partiye bile hakim olabiliyorlardı. Bir anlamda tahterevallinin iki ucuna da yerleşiyorlar, hangi parti iktidara gelirse gelsin, kendileri hem iktidar, hem de muhalefet görevlerini yerine getirebiliyorlardı. “Amerikan Demokrasisi” Türkiye’de de perdelerini açıyordu.
Amerika’nın tüm dünyaya yaydığı “demokrasi” havariliği ve “refah devleti” imajına ilişkin yoğun propagandalar sonucu, Amerika ile girişilen sıkı ilişkiler halkta refah geliyor, demokrasi geliyor sanılarak sevinçle karşılanıyordu.
5 Nisan 1946 tarihinde USS Missouri adlı Amerikan zırhlısının İstanbul’a gelişi büyük olay oldu. İstanbul’un caddeleri yıkandı. Genelevler dahil binalar boyandı. Amerikan denizcilere otobüs ve tramvaylarda ücretsiz seyahat etme olanakları sağlandı. Kabataş Camii’nin minarelerine İngilizce, Üsküdar Camii’nin minarelerine Türkçe “HOŞGELDİNİZ” mahyaları bile kuruldu.
9 Nisan 1946’da Amerika, Türk Hükümetinin istediği 500 milyon dolar borcu, şu şartla kabul ediyordu: Türkiye’ye gelecek bir Amerikan heyeti, verilecek paranın nerelere harcanacağına karar verecek ve ABD onayı olmaksızın bu para başka amaçlarla kullanılmayacaktı. Hükümet bu onur kırıcı şartı kabul etti.
AÇIK OY-GİZLİ SAYIM
21 Temmuz 1946’da muhalefetin de katıldığı ilk tek dereceli genel seçim yapıldı. CHP: 396, DP: 61, Bağımsız: 7 milletvekili kazandı.
1946’da İsmet İnönü’nün seçimleri “açık oy- gizli sayım”la yaptırması, ortalığı karıştırdı. Milli Şef Demokrasi’ye geçecektir ama kendisi iktidarda kalmak şartıyla. Bu demokrasi kültürü İsmet Paşa’da ve havarilerinde değişmez anlayış olarak kalacak ve tarihe “altın harflerle” geçecektir. 27 Mayıs ve sonrası silah zoruyla kurulan Hükümet uygulamaları bunun diğer tipik örnekleri olacaktır. CHP içinden çıkan diğer partilerde bu kültürden nasiplerini alacaktır. Sadece muhalefette iken “demokrasi” diyecek, iktidara geldiklerinde tüm dediklerinin aksini uygulayacaklardır.
5 Ağustosta TBMM açıldı. İnönü 451 Milletvekilinden 388'inin oyu ile tekrar Cumhurbaşkanlığı'na seçildi. Başbakan Saraçoğlu istifa etti. Recep Peker, yeni kabineyi kurmakla görevlendirildi. TBMM Başkanlığı'na, 379 oyla Kazım Karabekir seçildi.
BARIŞ GÖNÜLLÜSÜ
27 Aralık 1946 tarihinde ABD ile eğitim ve kültürel işbirliğini içeren Fulbright Anlaşması imzalanır.
Fulbright Komisyonu; yönetim kurulu, sayman ve genel sekreterlikten oluşmaktadır. Yönetim Kurulunun onursal başkanı Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye Büyükelçisidir. Yönetim Kurulu dördü Türk, dördü Amerikalı sekiz üyeden oluşur.
• öğretim görevlilerinin değişimi
• yüksek öğrenim araştırma bursları
• Humphrey bursları (yöneticiler için )
• ortaöğretim öğretmen değişim programı
• yabancı dil öğretim asistanlığı..vb
gibi uygulamalar bu anlaşma çerçevesinde yapılmaktadır.
Anlaşma görünüşte, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri vatandaşları arasında karşılıklı anlayışı, kültürel değişim yolu ile güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Bu amaca varmak için kullanılan araç, Türk ve Amerikan vatandaşlarının Türkiye’de ve Amerika’da ders vermeleri ve öğrenim ve araştırma yapmaları için burslar verilmesidir.
Uygulama sonucunda, barış gönüllüsü adı altında yüzlerce Amerikalının halkımıza, köylülerimize ve gençlerimize; eğitim vermek ve araştırma yapmak için, yurdumuzun en ücra köşelerine kadar yayılmasını, casusluk faaliyetinin yapılmasını ve tek taraflı Amerikan kültürünün temellerinin ülkemize atılmasını getirmiştir.
FARK ETMEZ
Aynı şekilde Türkiye’den seçilen genç beyinler ABD’ye gönderilerek Amerika’da eğitilmişlerdir. Ülke topraklarımızdan atılan emperyalizm, seçilen genç beyinlerin içinde geri dönmüştür.
Fulbright Anlaşması çerçevesinde Amerika’da eğitim görenlerden biri de ajan Mahir Kaynak’tır.
Mahir Kaynak 1996 yılında Yeni Yüzyıl gazetesinde yayınlanmış anılarında bu konuda şunları anlatır:
“1967’de bir profesörün teşvikiyle Fulbright Bursuna başvurdum. Talebin kabul edildiğini bildirdiler. Objektif olarak bu bursu alabilecek konumda olduğumu bilmeme rağmen, istihbarat görevimin bunu kolaylaştırmış olabileceği şüphesini hep taşıdım.
ABD’nin ya da başka herhangi bir ülkenin verdiği bursların sırf azgelişmiş dedikleri ülkelerin insanlarını yetiştirmek amacına yönelik olmadığını, bunun siyasi bir boyutu olması gerektiğini düşünüyorum. Teşkilatın tavrını öğrenmek istedim. Acaba böyle bir seyahat görevimi olumsuz etkiler miydi? Cevap ‘hayır’dı. Orada bir teklifle karşılaşırsam ne yapmalıydım?
Cevap, uygun olanı yap, bizim için fark etmez oldu!”
SOĞUK SAVAŞ-TRUMAN
12 Mart 1947’de ABD Başkanı Harry S. Truman Amerikan Kongresinden, Sovyetler Birliği’nin baskısı altında bulunan Türkiye ve Yunanistan’a toplam 400 milyon dolarlık bir yardımda bulunulması ve devletlerin sivil ve askeri personeline ABD’de eğitim verilmesi için yetki istedi ve bu yetkiyi aldı.
Truman Doktrini, 2. Dünya Savaşı sonrası yeni bir dönemin başlangıcının da ip uçlarını veriyordu. Nazi Almanya’sının yenilmesi ile birlikte, Sovyetler Birliğiyle yapılan işbirliği de sona erdi. Sovyetler Birliği artık düşmandı.
İşbirliği yerini Soğuk Savaşa, Doğu-Batı bloklaşmasına bırakmıştı.
Truman Doktrini’ne göre; Sovyetler Birliği kuşatılmalı, Avrupa’ya doğru genişlemesi ve burada nüfuz kazanması önlenmeliydi. Türkiye ve Yunanistan bu amaca uygun koşulları taşıyan iki ülke idi.
Bu iki ülke, Amerikan çıkarları doğrultusunda ve bu çıkarları korumak için özellikle askeri bakımdan güçlendirilmeliydi. ABD kongresinden çıkan toplam 400 Milyon dolarlık yardımın 300 milyon doları Yunanistan’a; 100 milyon doları Türkiye’ye verilecekti.
IMF-ŞİRKETLER
Ancak ABD’nin şartları vardı.
1- Bu yardımlar ABD başkanının bilgisi ve onayı ile yardımın amaçları çerçevesinde kullanılacaktı. (bu çerçeve elbette yalnızca ve sadece ABD çıkarları idi)
2- Bu yardımın bu amaçlara uygun olarak kullanılıp kullanılmadığının denetlemek için ABD tarafından gönderilecek yetkililere bilgi verilecek; Amerikan basın ve radyo temsilcilerinin serbestçe inceleme yapıp, bilgi toplanmasına engel olunmayacaktı.
3- ABD Başkanı bu kanunun amaçlarının gereği gibi gerçekleştirilmediğine ya da gerçekleşme imkanı kalmadığına karar verirse yardıma son verilecekti.
12 Temmuz 1947 tarihinde Türkiye’ye yapılacak Amerikan yardımına ilişkin antlaşma imzalandı. Anlaşmayla birlikte Türkiye egemenlik haklarının devri ile ilk tavizlerini vermeye başladı. Anlaşmaya göre, eğer ABD Başkanı yardımla ilgili herhangi bir konuda Türkiye hükümetinin mevzuatını yeterli bulmuyorsa ya da o öyle görüyorsa "şu şekilde kanun çıkarın" diyecek ve biz de anlaşma gereği o şekilde kanun çıkartacaktık.
1946'den başlayarak, emperyalizm ülkemize IMF olarak, yabancı şirketler olarak girdi. IMF, Dünya Bankası, OECD gibi finans kuruluşları; Phillips, Ford, MAN, General Electric, ITT, Kamatsu, Caterpillar, Mobil vb. gibi tekeller günlük yaşamımızın ayrılmaz birer parçası haline geldiler. Yaptıkları yatırımlarla ekonominin denetimini eline geçirerek, yarattığı işbirlikçileriyle sömürünün, baskının, işsizliğin, açlığın ve yoksulluğun kaynağı oldu.
ASKERİ ÜSLER
Truman doktrini Akdeniz‘in doğu kısmında askeri üslerin kurulmasını da öngörmekteydi. Truman doktrininin tamamlayıcısı ve devamı olan ABD Dışişleri Bakanının adı ile anılan “Marshall” planı ile birlikte Amerika sosyalist ülkelere; Yakın ve Ortadoğu’daki ulusal kurtuluş savaşlarına karşı geliştirdiği “soğuk savaş” mücadelesinin temellerini de atmaya başladı.
Soğuk savaşın başlamasıyla birlikte Türkiye; Amerikan emperyalizminin ileri karakolu olarak belirlendi. Amerika, Doğuda gelişen Sovyetler Birliği'ne karşı yakın olmak ve Türkiye’den burayı denetim ve kontrol altında tutmak amacıyla ve özellikle de coğrafi konumundan dolayı Türkiye’yi seçmişti. Amerikan yardımları Türkiye’nin kara kaşı, kara gözü için değil, Amerika’nın doğu, yakın-doğu ve orta-doğudaki çıkarlarının korunması için verilmişti.
13 Mart 1947 tarihli gazetede bir müjdeli haber!!! yayınlanıyordu.
“Başkan Truman, seçkin bir Türk ve Yunan personelinin talim ve terbiyesi için yetki istedi.” Büyük Amerika personelimize talim ve terbiye verecekti. Ne için ?
Niçini belliydi. Nitekim 1 Nisan 1947 tarihli New York Herald Tribune gazetesinde şunlar yazılmaktaydı :
Türkiye ve Yunanistan’ı gerçekten yardıma muhtaç oldukları ya da demokrasi modeli teşkil ettikleri için seçmedik. Bu ülkeleri Sovyetler Birliği’nin kalbine ve Karadeniz’e açılan stratejik kapılar olarak seçtik.
Truman Doktrini ve Marshall Planı ile emperyalizm ülkemize geri gelmişti.
SEVİNÇLİ OLAY-ZİNCİRLİ HÜRRİYET
Sosyalistler daha o günden “yardım”ın gerçek amacını ve Türkiye’nin geleceğini nasıl karartacağını görüyor ve karşı çıkıyorlardı.
“Zincirli Hürriyet” dergisinin 5 Şubat 1948 günlü sayısında Doç. Dr. Mehmet Ali Aybar bu anlaşmayı şöyle değerlendiriyordu:
“ .. Amerikan yardımını, bir kere bizi şimdiden istiklalimizden mahrum edeceği ve Amerikan himayesi altına koyacağı için istemiyorum. Yardımın şartları malüm: Amerika Cumhurbaşkanından tutun da derece derece ta Amerikan radyo ve gazete muhabirlerine kadar birtakım yabancılar yardımın yerinde kullanılıp kullanılmadığını kontrol etmek bahanesiyle bizim içişlerimize müdahale edecekler.”
İsmet Paşa ise tam tersini söylüyordu “Büyük Amerika Cumhuriyeti’nin memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı her Türk candan alkışlamalıdır.”
Türkiye 3 Nisan 1948’de Avrupa Ekonomik işbirliğine katıldı.
4 Temmuz 1948’de de; Marshal planı çerçevesinde “Türkiye-ABD İktisadi İşbirliği Anlaşması” imzalandı. 8 Ekim 1948 Türkiye ilk kez Dünya Bankası’na 50 milyon dolar borçlandı. O zaman 1 Dolar 1 Türk Lirası değerindeydi. İlk borçlanma gerçekleşmiş, “Amerikan yardım programı“ ağını örmeye başlamıştı.
Böylece, Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı İsmet İnönü önderliğindeki CHP hükümetlerinin, ABD ile yaptığı ikili antlaşmalarla ülkemiz ABD emperyalizminin boyunduruğuna sokuldu.
ÖZGÜRLÜK- İŞKENCE OKULLARI
Bugün olduğu gibi o gün de Amerikan emperyalizmi, dünyaya ve Türkiye’ye “özgürlük” götürmek için canla başla çalışıyordu. “Özgürlükleri” garantiye almak için büyük çabalar harcıyordu. Ancak bu “özgürlük” herkes için farklı anlamlar ifade ediyordu. Özgürlük denince, Batı hayranı bazı aydınlarımız için düşünme özgürlüğü, dindarlarımız için ibadet özgürlüğü, tüccarlarımız için “ticaret” özgürlüğü akla geliyor ve sempati ile karşılanıyordu.
Emperyalizm için ise tılsımlı “özgürlük” sözcüğünün arkasına gizlenen “soyma, sömürme, hüküm altına alma, güce başvurma” özgürlüğü idi. Asıl bu “en önemli özgürlük” garanti altına alınmalıydı. Emperyalizmin bu “özgürlülüğüne“ karşı çıkacak, uluslar, yönetimler, insanlar kontrol altına alınmalı, yönlendirilmeli, direnenler etkisiz hale getirilmeli ve yok edilmeliydi.
Bunun için bazı mekanizmalara, bazı merkezlere ihtiyaç vardı. Tüm ülkelerde bu işlemleri yürütecek, organize edecek görevliler, işbirlikçiler gerekiyordu. Gerekirse istenmeyen yönetimleri devirecek darbecilere, darbe ortamlarını yaratacak provokatörlere, direnenleri etkisiz hale getirecek sorgu merkezlerine, işkencecilere ve bunları eğitecek yönlendirecek üslere gereksinim vardı.
ABD emperyalizmi, öncelikle Latin Amerika’yı, büyük bir deney alanı olarak kullanarak, bölgeyi çeşitli yöntemlerle ele geçirdi. Darbe yöntemlerini kuramlaştırdı.
DARBE- İMALAT VE İTHALATÇI
Amerika ilk darbe okulunu (Fort Gullic’i) 1946 yılında Panama’da kurdu. Güney Amerika'daki bütün faşist katilleri, işkencecileri, darbecileri, bu okulda yetiştirdi. Bu “okul” daha sonra ABD’ye, Fort Benning’e taşındı.
Georgia eyaletinin Fort Benning kasabasındaki bu askeri eğitim tesisinde:
Latin Amerika ülkelerinin yönetimlerine ‘demir yumruk’ asker ve polisler yetiştiriliyor. Guetamala, El Salvador, Kolombiya, Nikaragua, Honduras gibi ülkeler, bu askeri tesiste eğitilen nice subay ve polis şefinin ‘marifeti’ ile faili meçhul cinayetler, işkence, bombalama, adam kaçırma, suikast gibi ‘terörist’ eylemle tanışıyor ve bu ülkelerin ‘demokrasi’lerinde sık sık yaşanan iniş ve çıkışlarda, Fort Benning mezunları, hatırı sayılır bir rol oynuyorlar.
ABD hükümetinin işlettiği bu okulun adı, yakın bir zamana kadar ‘Amerikan Ülkeleri Mektebi’ (School Of Americas) ya da kısaca SOA’ydı. Ancak Senato’daki yoğun tartışmalar ve bu okulun faaliyetlerine ilişkin soruşturmaların ardından, 2005 Ocak ayından itibaren, aynı binada ‘Batı Yarımküresi Güvenlik İşbirliği Enstitüsü’ (Western Hemisphere Institute for Security Cooperation) ya da WHISC adı altında çalışıyor. 1946 yılından bu yana 60 bin Latin Amerikalı subay ve polisin eğitim gördüğü bu askeri eğitim tesisi, bakış açınıza göre ‘eli kanlı teröristlerin eğitim kampı’ ya da ‘demokrasi bekçisi, vatansever subay ve polislere Amerikan hükümetince gereken eğitimin verildiği bir askeri enstitü’ sayılıyor.
“Okul”da, işkence, darbe, katliam, sabotaj ve provokasyon öğretiliyor. Her türlü “darbe imalat ve ithalatçıları” yetiştiriliyor.
Bu okullarda yetişen katiller, darbeciler, işkenceciler, tüm “müttefik” ülkelere “NATO” ülkelerine “uzman” ve “eğitimci” olarak gönderiliyor. Merkezi emir-komuta zinciri içerisinde bu ülkelerde de benzer mekanizmalar oluşturuluyor ve çeşitli bağlarla birbirine bağlanıyor.
Bu bağlardan en önemlisi CIA. Washington’dan dünyanın bütün başkentlerine CIA ve diğer istihbarat örgütleri arasındaki ilişki sayesinde bir iletişim ağı kuruluyor. ABD cani, katil, suikastçı, provokatör, sabotajcı, işkenceci ve darbecileri yetiştiren okullardan çıkan adamları vasıtasıyla, gerektiğinde devlet terörü ile bir bakıma gözetim altında tutuyor dünyayı.
NATO da bu bağlardan biri. Brüksel'deki SHAPE Karargahı'nda (NATO Müttefik Baş Kumandanlığı) ACC denilen bir örgüt var. Bu örgüt; NATO ülkelerindeki Allied Coordination Center (Koordinasyon Merkezi), ACC'lere kumanda ediyor.
Bu konuda ABD Genelkurmay eski başkanı Oramiral William Crowe bakın ne diyor.
“Biz müttefik ülke subaylarına ABD'de eğitim görmeleri için askeri kurslar veririz. Bu kursların amacı tabii ki bu ülkelerin orduları, askeri ve siyasi lider kadroları üzerinde etki sağlamaktır.”
OKULDAŞLAR
İşte, bu okullardan yetişmiş, her biri ülkelerinde ABD çıkarları doğrultusunda faşist rejimler kurarak on binlerce insanı katleden isimlerin bazıları: Albay Byron Lima Estrada, Guetamala City’de Piskopos Juan Gerardi’nin 1998 yılında öldürülmesi olayından hüküm giydi. Gerardi’nin öldürülmesine yol açan eylemi, ülkenin D-2 olarak da anılan askeri istihbarat örgütünün marifetlerine ilişkin olarak yazılan bir kitabın yazımına yardımcı olmaktı. D-2’nin başında Albay Estrada vardı. Söz konusu örgüt, Maya yerlilerine ait 448 köyün terörize edilmesi ve onbinlerce kişinin “bölücülük” nedeniyle öldürülmesi kampanyasının arkasında yeralıyordu. Guetamala’da, anılan yıllarda görev yapan Lucas Garcia, Rios Montt ve Mejia Victores hükümetlerinin bakanlarının yüzde 40’ı School Of Americas (SOA) mezunuydu.
1993 yılında, Birleşmiş Milletler tarafından gerçekleri araştırmakla görevlendirilen bir komisyon, El Salvador’da iç savaş sırasında yasadışı cinayetlerin sorumlusu olduğu saptanan subayların adlarını yayınladı. Aralarında Roberto D’Aubuisson’un da bulunduğu bu katillerin yaklaşık üçte ikisi SOA mezunuydu.
Şili’de, Sosyalist Başbakan Salvador Allende hükümetini devirip ‘demokrasi’yi kuran General Augusto Pinochet rejimini ayakta tutan gizli polisin işlettiği üç toplama kampının elemanları da SOA’nın parlak mezunları arasındaydı.
Arjantinli diktatörler Roberto Viola, Leopoldo Galtieri, Panamalı Manuel Noriega ve Omar Torrijos, Peru’lu Juan Velasco Alvarado ve Ekvador’lu Guillermo Rodrigez gibi ‘demokratik rejim kahramanları’nın da feyz aldıkları yer hep aynıydı. Fort Benning’deki School of Americas.
İŞKENCE EĞİTİM EL KİTABI
Amerikan Senatörü Daniel Patrick Moynihan 1999 yılında senatoda bir önerge vererek bu “okulların” kapatılmasını ister :
“60 bin Latin Amerikalı askerin eğitim gördüğü Fort Benning'deki Amerikalılar Okulu'nu (SOA) inceledim. SOA diplomalı görevliler tüyler ürpertici eylemlerde bulunuyorlar. Bu okullarda işkence, gasp, suikast ve insanları kaçırma yöntemleri öğretilmektedir.
1996 yılı Eylül'ünde Pentagon (Savunma Dairesi) “İşkence Eğitim El Kitabı”nı SOA'nın kullanmasına izin verdi.
Bu kitapta sahte suçlama, şantaj yapma, yanlış bilgilendirme, fiziki ve diğer işkence yöntemleri SOA'daki görevli personel tarafından Latin Amerikalı askerlere halkını öldürme, tehdit, özellikle dini çalışma, sendikalarla diğer çalışma ile yoksulluğu kullanma taktikleri öğretiyor.
Bu Cinayet Okulu yılda yaklaşık 20 milyon dolara mal olmaktadır. Oysa bizim çocuklarımıza ve insanlarımıza yönelik yatırımlarımız tamamlanmış değildir. Lütfen SOA'nu Durbin yasa tasarısıyla kapatınız.”
Aynı şekilde Joseph Kennedy de bir önerge veriyor fakat tabii ki bu önergeler reddediliyor. Gerekçe ise şöyle: “Okulun Latin Amerika demokrasilerini güçlendirmek için önem taşıdığı...” .
“Okullar” kapatılmaz, ama Temsilciler Meclisi’nde “Kapatıp başka bir isimle açma” önerisi kabul edilir. İsmi değişir. Artık okulun adı SOA değil WHISC’tir.
Bu örgütlenmenin uzantılarının, Sovyetler Birliği’nin burnunun dibinde bulunan ve NATO ön cephesi sayılan Türkiye’de de bulunmamasına imkan yoktu.
MEDAR-I İFTİHARIMIZ ÖĞRENCİ
Amerikan okullarında yetişenlerden biri de 1960 sonrasının anlı şanlı başbuğu Alpaslan TÜRKEŞ.
Alpaslan TÜRKEŞ 1948 yılında 16 kişilik bir grupla Amerikan Kara Harp Akademisi’ne gönderiliyor. Burada 2.5 sene kalıyor. Georgia Eyaleti’ndeki Piyade Okulunda “gayri nizami harp, gerillaya karşı mücadele ve gerilla savaşları” konularında eğitim alıyor.
Türkeş bu dönemi şöyle anlatır :
“16 Türk Subayı, Amerika’ya gönderildik. Burada, İngilizce tabiriyle: Oriyantasyon (Yönlendirme) Kursu’na tabi tutulduk. Canas Eyaletinde 2 Amerikan Kara Harp Akademisi’nde eğitim gördük. Missouri Nehrinin kıyısında güzel bir kasabaya yerleştik. Önce İngilizce kursları verdiler. Ardından arazi değerlendirmesi ve hava fotoğraflarının okunması konusunda eğitim gördük.
Aramızda, Güney Amerikalı Subaylar da vardı. Bolivya’dan, Şili’den, Arjantin’den gelen subaylarla birlikte kurs gördük. Ardından, Georgia Eyaleti’nde bulunan Amerikan Piyade Okulu’na gönderildim.
Amerika, birdenbire gözümü kamaştırdı. Kıbrıs ve Türkiye’den başka hiçbir ülkeyi görmemiştim. İlk defa yurtdışına çıkıyordum. Amerika’daki staj dönemi bittikten sonra, Türkiye’ye döndüm. Gelibolu’daki birliğime intikal ettim. Kısa bir süre sonra, Çankırı ‘Gerilla Okulu’na Gerilla Öğretmeni‘ olarak tayinim çıktı. Yüzbaşı rütbesindeydim; iki buçuk yıl orada kaldım.
Kurmay Subay sınavı açılınca, o fırsatı yeniden değerlendirdim. Bir defa daha kazandım ve Kurmay Binbaşı rütbesiyle Kara Harp Akademisinden mezun oldum. Bu sefer görev yerim, Başkent Ankara idi, Genel Kurmay Başkanlığı Yayın Şubesine tayin edildim. Aynı şubede Nurettin Ersin (12 Eylül’ün paşası TÇ) de vardı. O sıralarda, yine Genelkurmay Başkanlığında dış görevler için sınav açıldı. Sınava girdim, onu da kazandım; bu sefer, Washington’da, Pentagon’da NATO Türk Temsil Heyeti Üyeliği’ne atanıyordum.”
Alpaslan Türkeş aldığı diplomanın hakkını fazlaca vermiş, okul sonrası hayatında hocalarına parmak ısırtacak kadar başarıdan başarıya koşmuştur. Aferin beklerken 12 Eylül 1980’de, görevine son verilerek bir paçavra haline getirilmiş; elindeki faşist bayrak Kenan Evren’e verilmiştir. Her ikisi de Harp Okulu mezunudur. Mustafa Kemal öldüğü sene Kurtuluş Savaşı veren orduya subay olarak katılmışlardır. Amerikalıların “Bizim çocuklar” diye belirtmekten çekinmediği; bizce aşağıladığı karakterleriyle 1938 de subay olurken ettikleri yemine ihanet etmişlerdir. Alpaslan Türkeş, kendi ifadesiyle “12 Eylül’de fikrini iktidarda, bedenini Askeri Mevki Hastanesi’nde gözaltında” bulmuştur. Yerini silah arkadaşı Kenan Evren almıştır. CIA daha onun gibi nicelerini kullanıp atmıştır. Tarihin çöplükleri kirli kullanılmış mendillerle doludur.
PARA KOKUSU-KİBLE
Amerika yolcuları sadece Amerikan Harp Akademisine gönderilen subaylardan ibaret değildi.
Atatürk ve arkadaşlarının Genç Türkiye ekonomisini canlandırmak, “iktisadi devlet teşekkülleri” yanında, ekonominin ve toplumun motor gücü olmasını düşündükleri “milli burjuva”yı oluşturmak için besleyip büyüttükleri “tüccarlarımız” da gelişen dünya koşullarını izliyor ve “rotalarını" oluşan koşullara göre yeniden çiziyorlardı. Keskin burunları “Özgürlük” ve “Para” kokusunu almış, Amerika yolculuklarına çoktan başlamışlardı.
“Büyük” işadamımız Vehbi Koç’u kendi ağzından dinleyelim:
“1943 yılındaydık. Savaş uzuyor, bütün Avrupa’yı titreten Alman orduları Hitler’in durmadan değişen kararları ile yıpranıyor, savaş uzadıkça da müttefikler zaman kazanıyor, güçleniyordu. Yılın ikinci yarısında bende şu görüş belirdi: Bu savaşı Amerika ve Müttefikler kazanacak, ticaret serbest olacak, Avrupa bitkin bir halde, Amerika ile büyük iş yapmak imkanları çıkacak; iş alanıma giren büyük Amerikan firmalarının temsilcililiklerini almalıyım. “
Alıyor da.
Önce, Amerikan kolejini, bitirmiş, Amerikan üniversitelerinde ihtisas yapmış Vecihi Karabayoğlu’nu Amerika’ya gönderiyor.
”Vecihi Bey Amerika’da evinde çalışmaya başladı. Birkaç ay sonra şirketlerle ilişki kurdu. General Electric, U.S. Rubber, Oliver, Burrouhs, York gibi büyük firmaların temsilciliklerin almayı başardı”
İş adamlarımız “burjuva” olamadan “milli burjuva“ hiç olamadan, büyük bir gururla “işbirlikçi” olmayı başarıyorlardı. “Para” ve “güç” kimdeyse, “hizmet” onaydı. “Paranın” dini, imanı, milliyeti olamazdı. “Mark”ın saltanatı bitmiş “Dolar”ın saltanatı başlamıştı. “TL“ nin ise “kıymet-i harbiyesi” kalmamıştı.
Kıbleler değişiyordu. Kapitalistlerin “dini”, “imanı” artık “dolar”dı. Kıble artık “Almanya” olmaktan çıkmış; doğal olarak “Amerika” olmuştu.
“MİLLİ ŞEF” OUT – “DEMOKRASİ KAHRAMANI” IN
Bu durum Türkiye’nin iç ve dış siyasetini de ister istemez etkiledi. “Milli Şef” artık “Demokrasi Kahramanı” idi.
2. Adam” İnönü, 1. Adam Atatürk ile birlikte yaptıklarını yadsıyarak, kapıdan kovdukları emperyalizmi, bacadan tekrar içeri buyur ediyordu.
Mustafa Kemal’in talimatıyla Lozan‘da ülkenin bağımsızlığına imza atan İsmet İnönü, onun yokluğunda şimdi ardı ardına bağımlılık anlaşmaları imzaladı.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı olanı ne güzel anlatıyor:
…..İkinci meşrutiyet inkılapçılarını, Osmanlı derebeyi artıklarının kucağına düşürmek için, batılı devletler, kapitülasyonlar manivelasıyla, ittihatçıların başlarına açtıkları siyasi gailelerden faydalandılar.
Birinci cumhuriyet inkılapçılarımıza siyasi basınç oyunu oynayamayan aynı devletler, iktisadi hulul politikası yoluna gireceklerdi.
Bunu en feci şekilde belirten jest, Lozan anlaşmasında kapitülasyonların kaldırıldığı gün Lord Kürzon tarafından yapılmıştır. Lord, salondan çıkarken koluna girdiği İsmet paşaya; Mutlak istiklal için boşuna uğraştınız. Bu (baş ve şahadet parmaklarını birbirine sürtüp, göz kırparak) para bizde oldukça, er veya geç kucağımıza düşecek değil misiniz? demişti.
Bugün Birinci Cumhuriyet Partilerinin sonuçlarına bakarken ister istemez o jest gözümüzde büyüyor.
İkinci Meşrutiyet Devrinin Meşhur Partileriyle, Birinci Cumhuriyet Devrinin Meşhur Partileri arasındaki kader benzerlikleri bu açıdan insanı şaşırtıyor; Meşrutiyetin “İttihat Ve Terakki Fırkası” birinci cumhuriyetin Cumhuriyet Halk Partisidir. Meşrutiyetin “Hürriyet ve İtilaf Fırkası” da Demokrat Partidir.
Meşrutiyette (başka birçok partiler gibi) Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İttihat ve Terakki’den çıkmıştı. Demokrat Partide CHP'den çıktı.
Ve birbirinden çıkmış olmayan partiler sistematik olarak yaşatılmadı.
DP, İtilafçılar derecesinde ihanete sürüklendi. Ama CHP de, Cumhuriyet İnkılaplarını baltalamakla bu ihanete zemin hazırlamaktan geri kalmamıştı...
AMERİKAN BAYRAĞINDA YILDIZ OLMA
CHP nin yayın organı ULUS Gazetesinin 11 Ekim 1946 tarihli sayısında Falih Rıfkı Atay:
“Amerika’nın ne istediğini biliyoruz; hür, eşit ve egemen milletlerin güvenliğine dayanan, harpsiz ve saldırısız sade ve kanun bağışlama ve anlaşmaların hüküm sürdüğü bir dünya!
Böyle bir dünyada yaşamak isteyen herkes Amerikan bayrağında kendi talih yıldızını görür” diye yazıyordu.
KADERİNİ BAĞLAMAK
Ya, Mustafa Kemal’in kurduğu CHP’nin dışişleri memuru, genel sekreteri ve daha sonrada bakanı olan ve dış ilişkilerine yön veren Feridun Cemal Erkin bakın ne diyor :
Türkiye’ye karşı Amerikan ilgisi Türk milleti tarihinin en önemli anlarından birinde kendisini gösteriyordu.
Şecaat ve yiğitliğe karşı insiyaki saygı gösteren duygulu ve cömert Amerikan milleti, uzun asırlar boyunca Türk Milletini Batı medeniyetinin düşmanı olarak göstermeye uğraşmış olan düşman propagandasının aldatıcı örtüsü gerisinde değeri bilinmeyen milletin hakiki çehresini sezmeğe başlıyordu.
Bu karşılıklı buluşma ve tanışma her iki milleti, Amerikan anlayışı ve teşebbüsü sayesinde, ilişkilerini Şubat 1953’de Kuzey Atlantik Antlaşması (NATO) sinesinde ittifak bağlarıyla tamamlanan fiili bir işbirliği zirvesine yükseltmeye sevk edecekti.
Yeniden başlayan sıkıntılı ve hayati yarışmada Türkiye, ancak kaderini Amerika ve Büyük Britanya’ya bağlamak suretiyle selamete kavuşabilirdi .”
İSTİKAMET KÜÇÜK AMERİKA-KOŞAR ADIM MARŞ MARŞ
12 Mart cuntasının başbakanı, o günlerin CHP milletvekili Nihat Erim 20 Mart 1947 de Ulus Gazetesinde yayınlanan demecinde:
“Kati olarak beyan edebilirim ki, Amerika, ileriye süreceği şartları tespit ederken, ilgili memleketlerin ekonomik ve politik bağımsızlıklarına en ufak bir gölge dahi düşürmekten ihtimamla kaçınacaktır” diyordu.
19 Eylül 1949’da da Nihat Erim müjdeyi veriyordu. “ Türkiye küçük bir Amerika olacak”
Aynı günlerde; 23 Eylül 1949’’da BBC “Irak, İran ve Türkiye’nin solculuğa karşı polis ve haber alma kuvvetleriyle tedbirler almak için, birlikte çalışmaya karar verdiklerini” duyuruyordu. Üniversitelerde solcu öğretim üyeleri takip ediliyor, ilericiler fişleniyordu. Her yerde “komünist parmağı” aranıyordu.
Bu dönemi kronoloji olarak özetlersek :
7 Eylül 1946 Türk parasında ilk devalüasyon yapıldı
23 Kasım 1946 Bir Amerikan Filosu İzmir’e geldi.
4 Aralık 1946 Sıkıyönetim 6 ay daha uzatıldı.
3 Mart 1947 Truman Doktrini gereğince Türkiye ve Yunanistan’a yardım yapılması kararlaştırıldı.
11 Mart 1947 Türkiye, Uluslararası İskan ve Kalkınma Bankasına (Dünya Bankası) ve Uluslararası Para Fonuna (IMF) katıldı.
9 Nisan 1947 Köy Enstitüsü öğrencilerinin enstitü yönetiminde söz sahibi olmalarına son verildi
12 Nisan 1947 İncelemeler yapmak üzere bir ABD Heyeti geldi.
22 Nisan 1947 Truman doktrini Amerikan Senatosunda kabul edildi.
2 Mayıs 1947 Bir Amerikan Filosu İstanbul’a geldi. Filo komutanları ile görüşmek için Cumhurbaşkanı İnönü İstanbul’a gitti.
9 Mayıs 1947 Köy Enstitülerinde kız ve erkek öğrenciler ayrıldı. Truman Doktrini Amerikan Meclisinde onaylandı
20 Mayıs 1947 Köy Enstitüleri kitaplıklarında sakıncalı görülen kitaplar ayıklandı ve yakıldı.
22 Mayıs 1947 20 kişilik bir ABD askeri yardım kurulu General Oliver başkanlığında Türkiye’ye geldi.
24 Mayıs 1947 Kara Kuvvetlerinde subay üniformaları Amerikan modeline göre değiştirildi.
28 Mayıs 1947 Sıkıyönetim 6 ay daha uzatıldı.
14 Haziran 1947 Amerikan İktisadi Heyeti, Türkiye’ye geldi.
12 Temmuz 1947 ABD ile yardım anlaşması imzalandı.
8 Ağustos 1947 Bir grup subay eğitim görmek için ABD’ye gitti.
4 Eylül 1947 Köy Enstitüsü yasasında değişiklik. Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı.
21 Eylül 1947 Bir Amerikan yardım kurulu geldi.
2 Ekim 1947 ABD Kongre üyesi Mundt Türkiye’deki demokratikleşme sürecini öven demeci Ulus gazetesinde yayınlandı
5 Ekim 1947 Genel Kurmay Başkanı Salih Omurtak Başkanlığında bir heyet ABD ye gitti.
31 Ekim 1947 Bir ABD yardım kurulu daha geldi.
31 Ocak 1948 Din konusunda yapılacaklar için Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı İnönü başkanlığında Şemsettin Günaltay, Tahsin Banguoğlu ve Nihat Erim toplandılar.
5 Şubat 1948 Mason dernekleri yeniden açıldı.
19 Şubat 1948 Meclis Gurubu’nun okullara din dersi konulmasına ilişkin bildirisi gazetelerde yayınlandı.
9 Haziran 1948 Toprak ağası Cavit Oral, Toprak reformunu da uygulamakla görevli Tarım Bakanı oldu.
4 Temmuz 1948 ABD ile Ekonomik ve İşbirliği Anlaşması imzalandı
12 Temmuz 1948 Bayındır Bakanı Nihat Erim, Amerikalı uzmanların Türkiye’yi topoğrafik, ekonomik ve askeri açılardan incelediklerini açıkladı.
8 Ekim 1948 Dünya Bankasından 50 milyon dolar kredi alınması için girişimde bulunuldu.
22 Ocak 1949 Türk Hükümetinin istediği borç için Dünya bankasından iki kişilik bir kurul incelemelerde bulunmak için geldi.
15 Şubat 1949 İlkokullarda din dersi okutulmaya başlandı.
28 Şubat 1949 IMF heyeti geldi.
31 Ekim 1949 İlahiyat Fakültesi Ankara da açıldı.
1 Mart 1950 Türbelerin açılmasına ilişkin yasa kabul edildi.
14 Mayıs 1950 DP seçimleri kazandı.
İKİZLER- KAYIKÇI KAVGASI
Türkiye o günlerden beri “Amerika” konseptlerine göre yönetilmeye başladı. Bu politikaların bugün ülkemizi getirdiği yer ve ödenen bedeller ortada. Ülkenin bağımsızlığından yana olan, ezilen sınıf ve tabakaların haklarını savunan devrimcilere yönelik yıllardır uygulanan baskının üzerlerinden adeta bir silindir gibi geçmesinin ülkeye hiçbir yarar sağlamadığının en büyük kanıtı, işte bugün geldiğimiz nokta. Dışa bağımlı ve işbirlikçi bir politika... Çürütülmüş ve yozlaştırılmış toplum yapısı... Yozluğu, yoksulluğu ve yolsuzluğu her gün daha da artan “düzenbazlar” cenneti bir “düzen”.
ABD güdümlü bu politikaları yıllardır uygulayanlar, iki usta cambaz gibi, siyaset ipini yıllarca paylaşarak millete ölümlerden ölüm beğendirmişlerdir. Bu yıkıntının mimarları ortadadır ve er veya geç hesap vereceklerdir.
Hesap vermesi gerekenlerin, hesap sorması bugün demokrasi kahramanları gibi sunulması, bu ülkenin talihsizliğidir.
Ülkenin eğitim seferberliğinin, öğretim ve eğitimin köylere kadar yayılmasını sağlayan Köy Enstitülerini kapatanlar onlardır.
“Sürer eker biçeriz / Güvenip ötesine / Ulusun her kazancı ulusun kesesine / Toplandık baş çiftçinin / Atatürk’ün sesine / Biz Ulusal varlığın temeliyiz köküyüz / Biz yurdun öz sahibi / Efendisi köylüyüz” diyen köylülerin gür sesi 1946 yılında susturulmadı mı? Bunların yerine hızla ve inatla İmam ve Hatip okulları açılmadı mı?
Ülke aydınları; Pertev Naili Boratav; Behice Boran, Niyazi Mediha Berkes, Adnan Cemgil, Azra Erhat; solcu oldukları için tutuklanıp, üniversitelerden uzaklaştırılmadı mı?
Atatürk'ün ölümünden sonra İsmet Paşalı CHP tarafından başlatılan karşı devrim, Menderesli DP tarafından daha da hızlandırılarak sürdürülmüştür. Aralarındaki kavga, kayıkçı kavgasından öteye geçmemiştir.