JAMES PETRAS

CIA ve KÜLTÜREL SOĞUK SAVAŞ

James Petras
3 Kasım 2001


Frances Stonor Saunders’in "Parayı Verdi Düdüğü Çaldı: CIA ve Kültürel Soğuk Savaş" kitabı hakkında James Petras’ın tanıtım yazısı

Bu kitap bize CIA’in, kurmuş olduğu paravan gruplar sayesinde ve Ford Vakfı, Rockefeller Vakfı gibi kendisine yakın hayırsever kuruluşlar aracılığıyla çok sayıda kültürel örgüte sayısız yoldan nasıl nüfuz ettiğinin ayrıntılı bir dökümünü sunuyor. Yazar, Frances Stonor Saunders, CIA’in kültür kongreleri topladığını, sergiler açtığını, konserler düzenlediğini n’içini ve nasılıyla enikonu ele almış. CIA bu gibi faaliyetlerinin yanı sıra, Washington çizgisine bağlı ünlü yazarların kitaplarını yayınladı ve çevirdi, soyut sanattan toplumsal içeriği olmayan "eylem-karşıtı" sanata kadar hiçbirinden sponsorluğunu esirgemedi; tüm yeryüzünde Marksizmi, komünizmi ve devrimci politikaları eleştiren ve ABD’nin yıkıcı emperyalist politikalarını savunan ya da bu politikaları görmezden gelen yayınları sübvanse etti. CIA, Batı’da, aydının bağımsızlığı fikrini en dokunaklı biçimde dile getirenleri bu politikalarının hizmetine koştu ve bazı entelektüellere doğrudan CIA bütçesinden maaş bağlayarak onları vesayeti altına aldı. Pek çoğu CIA’in "projeleri"ne bilinçli olarak dahil olurken, CIA’in yörüngesinde dolanıp duran diğer bir kesim aydın 1960’ların sonlarına doğru CIA'deki sponsorları açıkça ortaya çıktıktan ve Vieatnam savaşından sonra, ibre sola kaymaya başlayınca CIA bağlantısından haberleri olmadığını iddia ettiler.

Aralarında Partisan Review, Kenyon Review, New Leader, Encounter ve bunun gibi birçoklarının bulunduğu ABD ve Avrupa menşeli antikomünist yayınlar bu fonlardan doğrudan ya da dolaylı olarak yararlandılar. CIA’in fon sağladığı ya da kariyerlerinde yükselmelerini sağladığı aydınlar arasında Irving Kristol, Melvin Lasky, Isaiah Berlin, Stephen Spender, Sidney Hook, Daniel Bell, Dwight MacDonald, Robert Lowell, Hannah Arendt, Mary McCarthy'nin de içinde olduğu ABD ve Avrupa’dan çok sayıda isim yer alıyordu. CIA, Avrupa’da özellikle “Demokrat Sol” ve aralarında Ignacio Silone, Stephen Spender, Arthur Koestler, Raymond Aron, Anthony Crosland, Michael Josselson ve George Orwell’in bulunduğu eski solcularla ilgileniyor ve onları destekliyordu.

CIA; Sidney Hook ve Melvin Lasky’nin önayak olmasıyla Kültürel Özgürlük Kongresi’ne kaynak sağlayan bir aygıt, her türden "anti-Stalinist" solcu ve sağcıyı bir araya getiren bir çeşit kültürel NATO işlevi görmekteydi. Bunlar Batı’nın kültürel ve siyasal değerlerini savunmakta, "Stalinist totalitaryanizme" saldırmakta ve ABD ırkçılığı ve emperyalizminin dolayında dans etmekte tamamen özgür bırakılmışlardı.  CIA destekli gazetelerde ABD toplumuna yönelik ucundan kıyısından ayrıntıya ilişkin eleştiriler getiren yazılar ancak istisnai olarak yer bulabilirdi.

CIA’in kaynak sağladığı bu aydınlar koleksiyonuna ilişkin özellikle tuhaf olan yalnızca bunların aşırı politik taraflılıkları değildi, bunlar kendilerini aynı zamanda, Stalinist aygıtın çürümüş "uşak" ruhlu "ucuz kiralık yazarları" karşısında, tarafsız araştırmacılar, putları yıkan hümanistler, özgür ruhlu aydınlar ya da sanat için sanat yapan sanatçılar olarak gösteriyorlardı.

CIA bağlantılarından habersiz oldukları iddialarına inanmak ise imkansız. Onca zaman, ABD’nin güneyindeki sayısız linç vakasına ilişkin herhangi bir eleştirinin gazetelerde yer almayışına nasıl razı oldular? ABD’nin Guatemala, İran, Yunanistan ve Kore’de milyonlarca kişinin ölümüne yol açan emperyalist müdahalesine ilişkin eleştirilere düzenledikleri kültür kongrelerinde nasıl yer vermeyebildiler? Yazı yazdıkları gazetelerin yaşadıkları yüzyılda işlenen her bir emperyalist suçun savunusuna yer verdiğini nasıl görmezden gelebildiler? Bunların hepsi birer kiralık askerdi: Bazıları Hook ve Lasky gibi rahat konuşan, ağzı laf yapan, sert, nezaketten uzak ve iyi polemikçiler; diğerleri Stephen Spender gibi kibarlık budalası makaleciler ya da George Orwell gibi kendini beğenmiş muhbirlerdi. Saunders WASP (White Anglo-Saxon Protestant - Beyaz Anglo-Sakson Protestan'lar Amerikan toplumunun geleneksel sosyal elitlerine verilen ad -ç.n.) Ivy League seçkinlerini, CIA’in ipleri elinde tuttuğu bir kukla topluluğu, sol muhalefete hırlayıp duran, eski solcu Yahudiler olarak betimlemektedir. Nihayet 1960’ların sonlarında gerçek açığa çıktığında ve New York, Paris ve Londra "aydınları" kullanılmış oldukları için öfkelenir gibi yaptıklarında, CIA de misilleme yaptı. CIA’in Uluslararası Örgütler Şube yöneticisi Tom Braden, maaşlarının ve bahşişlerinin kimler tarafından ödendiğini hepsinin de bilmek zorunda olduğunu ortaya koyarak sır perdesini kaldırdı.

Braden’a göre CIA, yine CIA’den Cord Meyer’in, Hook, Kristol ve Lasky’nin anti-Stalinist entelektüel çalışmalarından söz ederken kullandığı deyimle “edebi gevezeliklerini” finanse etti. Kendinden menkul "Demokratik Sol" yayınlardan (Encounter, New Leader, Partisan Review gibi) en saygın ve ünlü olanlarına gelince, Braden, onlara ayrılan paranın CIA’den geldiğini ve "Encounter dergisinin editörünün bir ajan olduğunu" yazdı. Braden 1953 yılında "her alanda faaliyet gösteren uluslararası örgütlere müdahale ettik ya da bunları etkiledik" diyordu.

Saunders'ın kitabı CIA’ye bağlı casus aydınların ABD’nin emperyalist çıkarlarını kültürel alanlarda ne şekillerde savunduklarına ilişkin birçok soru işaretini ortadan kaldırmaktadır. Ayrıca CIA aydınlarınca savunulan ideolojik ve sanatsal tavırların uzun vadede doğuracağı sonuçlar hakkında önemli bir tartışma da başlatmaktadır.

Saunders, Hook, Kristol ve Lasky tarafından ileri sürülen iddiaları çürütmektedir; bu iddialar CIA ve onun hayırsever vakıflarının hiçbir karşılık beklemeden yardımda bulunduğu şeklindedir. Yazar "CIA’in sübvanse ettiği birey ve kurumlardan bir propaganda savaşının … parçası gibi davranmalarını beklediğini" kanıtlamaktadır. CIA’e göre en etkili propaganda “bireyin CIA görüşlerini kendi görüşleri sanarak hareket etmesidir." CIA, zaman zaman sosyal reformlar konusunda gevezelik yapsınlar diye bu gibilerin "Demokratik Sol" varlıklarına izin verirken, asıl ilgilendiği Batılı Marksistlere, Sovyet yazar ve sanatçılara karşı "anti-Stalinist" polemikler yürüten ve edebiyat tartışmalarına girişen aydınlardı; onlara bol miktarda para veriyor, bazılarını açık açık ödüllendiriyordu. Braden bu durumu, komünizme karşı savaşta CIA ile Avrupa "Demokratik Solu" arasındaki "ittifak" olarak niteliyordu. "Demokratik Sol" ile CIA arasındaki işbirliğine Fransa’daki grev kırıcılığı, Stalinistlerin (George Orwell ve Sidney Hook tarafından) ihbar edilmeleri ve solcu sanatçıların kabul görmesini engellemek için iftira kampanyaları düzenlemek de dahildi (Pablo Neruda’ya 1964 yılında Nobel Ödülü verilmesini önlemeleri örneğinde görüldüğü gibi).

ABD hükümetinin Kültürel Soğuk Savaş'la en çok ilgilenen organı olarak CIA, İkinci Dünya Savaşının hemen ardından özellikle Avrupa üzerinde yoğunlaştı. İki kapitalist savaş sonrası ortaya çıkan yıkım, bunalım ve savaş sonrası işgal deneyimine sahip Avrupalı aydınların ve sendikacıların büyük bir çoğunluğu kapitalizme karşıydılar ve Amerika’nın hegemonik taleplerini özellikle eleştiriyorlardı. Komünizmin çekici hale gelmesine ve (özellikle Fransa ve İtalya gibi ülkelerde) Avrupalı komünist partilerin büyümesine karşı koymak için CIA iki aşamalı bir program geliştirdi. Bir yandan Saunders’ın ortaya koyduğu gibi, belirli Avrupalı yazarlar, açıkça "antikomünist bir programın" parçası olarak bir kenara ayrıldı. CIA kültür komiserliğinin "uygun metinler" için aradığı vasıflar "Sovyet dış politikasına ve bir hükümet biçimi olarak komünizme yönelik nesnel olduğunu düşündüğümüz (evet, aynen böyle deniyor), ikna edici ve zamanlıca yapılmış her türden eleştiri" şeklinde tanımlanıyordu. CIA, Silone, Koestler ve Gide gibi hayalkırıklığına uğramış eski komünistlerin yapıtlarını yayınlamaya özellikle meraklıydı. CIA, antikomünist yazarları Paris, Berlin ve (Como Gölü’ne nazır) Bellagio Oteli’nde bolca para saçarak düzenlediği konferanslarla teşvik etti; buralarda aynı zamanda Isaiah Berlin, Daniel Bell ve Czeslow Milosz gibi kendi değerlerini (CIA'den patronları tarafından belirlenmiş antikomünist ve Washington yanlısı patronları parametreler çerçevesinde Batı özgürlüğünün ve aydın bağımsızlığının erdemlerini) vaaz eden pek nesnel sosyal bilimci ve filozoflar vardı. Bu saygın entelektüellerden hiçbiri Çin-Hindi ve Cezayir’deki kitlesel kıyımlara ABD’nin destek vermiş olabileceğinden, ilerici ABD’li aydınların cadı avına maruz bırakıldıklarından ya da (Ku Klux Klan gibi) paramiliter bir gücün ABD’nin güneyinde linç eylemleri gerçekleştirdiğinden kuşkulanmadı ya da bunları sorgulamaya kalkışmadı. İflasın eşiğine gelmiş yazınsal çalışmaları için bulmaya can attıkları fonlara kavuşan Sidney Hook, Melvin Lasky ve Partisan Review çevresine göre bu tür kaba işler ancak "Komünistlerin ellerine yakışırdı." Bu sözümona saygın anti-komünist edebiyat ve siyaset dergilerinin pek çoğu bunların binlercesinin basılmasını ve ücretsiz dağıtılmasını sağlayan CIA desteği olmasaydı varlığını sürdüremeyeceklerdi.

CIA’in kültürel alanda uygulamaya koyduğu ikinci yöntem ise daha sinsiceydi. Bu kez açıkça Avrupa’daki anti-emperyalist duruşu hizaya getirmek ve ABD kültür ve yönetim biçimini yüceltmek amacı taşıyan senfonileri, resim sergilerini, dans gösterilerini, tiyatro topluluklarını ve ünlü caz ve opera sanatçılarını teşvik ediyordu. Bu politikanın ardında yatan niyet askeri-iktisadi imparatorluğunu destekleyecek kültürel hegemonyayı elde edebilmek için ABD kültürünü sergilemekti. CIA, Avrupalılar’ın Washington'un ırkçı politikalarına duyduğu nefreti köreltmek için siyah sanatçılarını —özellikle de (Marion Anderson gibi) şarkıcıları, yazarları ve (Louis Armstrong gibi) müzisyenleri— Avrupa’ya göndermeye oldukça meraklıydı. Siyah aydınlar, yazar Richard Wright örneğinde olduğu gibi, ABD’nin sanatsal senaryosunda rol almak istemeyecek ve bunu açıkça eleştirme yolunu seçmeye yeltenecek olduklarında derhal listeden çıkarılırlardı.

CIA’in, sözümona politik olmayan bu sanatsal etkinliklerin içeriği üzerindeki siyasal denetiminin derecesi Lasky, Kristol, vb. Encounter editörlerinin Dwight MacDonald tarafından yazılmış bir makaleye gösterdikleri tepkiyle açıkça kanıtlandı. Başıboş, anarşist bir aydın olan MacDonald, CIA destekli Kültürel Özgürlük Kongresi ve Encounter ile epeydir işbirliği halindeydi. Encounter için 1958 yılında yazdığı "Amerika Amerika" başlıklı makalesinde, Amerikan kitle kültürüne, kaba maddiyatçılığına ve medeniyet yoksunluğuna duyduğu tiksintiyi dile getiriyordu. Bu makale, CIA’in ve Encounter’in Komünizm ile mücadelelerinde başlıca propaganda malzemesi olan Amerikan değerler silsilesine bir saldırıydı. MacDonald'ın "çürümüş Amerikan iktidarına" saldırısı, CIA ve onun Encounter’daki entelektüel ajanlarına “orda dur bakalım!” dedirtecek cinstendi. Braden, entelektüellere verdiği tavsiyelerde, "CIA’den fon alan kurumların ABD’nin her politikasını desteklemelerine gerek olmadığını" ancak – özellikle ABD dış politikası söz konusu olduğunda – aşılmaması gereken kırmızı bir çizgi olması gerektiğini söylüyordu. MacDonald, Encounter’ın eski editörü olmasına karşın yazdığı makale kabul görmedi. Nicola Chiaromonte gibi Soğuk Savaş yazarlarının Encounter’ın ikinci sayısında dile getirdiği “hiçbir aydın kendini aşağılamadan yalanları açığa vurmaktan kaçamaz ve ‘faydalı yalanları’ doğru diye adlandıramaz” türünden dindar sözleri, sorun Batı’nın “faydalı yalanları” olunca Encounter ve bu dergiye yazan seçkin yazarlar için geçerli olmuyordu.

Saunders'ın kitabında yer alan en önemli ve etkileyici tartışmalardan biri de CIA'in ve onun Modern Sanat Müzesi’ndeki (MSM) müttefiklerinin Soyut Ekspresyonist (SE) resim ve ressamları desteklemek için, toplumsal içeriği olmayan sanata adeta ilaç gibi gelen çok miktarda para akıtmış olmasıdır. SE’ye destek vermede CIA, Kongre’nin sağ kanadıyla anlaşmazlığa düşmüştü. CIA’nin SE’de bulduğu şey bir "anti-Komünist ideoloji, özgürlükçü ideoloji, serbest girişimcilikti. Non-figüratiflik ve politik konularda suskunluk tam da toplumcu gerçekçiliğin anti-tezleriydi". SE’yi ulusal iradenin gerçek bir ifadesi olarak gördüler. CIA, sağ kanattan gelen eleştirileri bertaraf etmek için özel sektöre (başka deyişle MSM’ye ve SE’yi "serbest girişimci resim" olarak tanımlayan MSM’nin kurucu ortaklarından Nelson Rockefeller’a) yöneldi. MSM’deki birçok yönetici CIA ile uzun bir geçmişe sahipti ve SE’yi, kültürel Soğuk Savaş’ta bir silah gibi kullanacak ellere teslim etmeye dünden razıydılar. Ağırlıklı olarak SE’nin Avrupa’da açılan tüm sergilerine kaynak sağladılar; sanat eleştirmenleri seferber edildi ve bu sanatı cömertçe öven makalelerle sanat dergileri de kıvamına getirildi. MSM ve CIA destekli Fairfield Vakfı kartelince sağlanan kaynaklar, sırası gelince Avrupa’daki estetik anlayışına yön verebilecek en saygın Avrupa galerilerine sunuldu.

SE, "özgür sanat" ideolojisi olarak (George Kennan), Avrupa’nın örgütlü ve politik sanatçılarına saldırmak amacıyla kullanıldı. (CIA sözcüsü) Kültürel Özgürlük Kongresi politik sanat söz konusu olduğunda temsili ya da gerçekçi sanattansa soyut sanattan yana tavır koydu. Saunders, SE’nin siyasal rolüne şu şekilde açıklık getiriyor: "Amerikan resim sanatının kültürel Soğuk Savaşta oynadığı sıra dışı başrollerden biri, bu sanatın serbest girişimin bir parçası olmaya başlaması değil, apolitiklik iddiası taşıyarak son derece politik olunabildiğini kanıtlayan bir hareket olmasıdır". CIA apolitik sanat ve sanatçılarla özgürlük söylemi temelinde birleşti. Bu da Avrupalı solcu sanatçıları tarafsızlaştırmaya yönelmek demekti. Buradaki ironi elbette apolitik duruşun yalnızca sol kanat için geçerli olmasıdır.

Bununla birlikte CIA ve onun kültür örgütleri savaş sonrası sanat anlayışına esaslı olarak şekil verdiler. Pekçok saygın yazar, şair, sanatçı ve müzisyen politikayla ilgilenmediklerini ve sanatın sanat için olduğuna inandıklarını ilan ettiler. Politik uğraşlardan uzak biri olarak bağımsız sanatçı ya da aydın dogması itibar görmüş ve günümüze kadar gelmiştir.

Saunders, CIA'le Batılı sanatçı ve aydınlar arasındaki bağları zengin ayrıntılarla ortaya koyarken CIA’in aldatmacalarına ve muhalif fikirler üzerinde denetim kurmasına duyulan gereksinimin yapısal nedenlerini açıklamadan bırakıyor. Yazar tartışmayı daha çok siyasal rekabet ve Sovyet komünizmi ile çatışma bağlamında sürdürüyor. Kitapta, CIA’in yürüttüğü kültürel Soğuk Savaşın sınıf savaşımı, üçüncü dünya devrimleri ve ABD’nin emperyalist iktisadi hakimiyetine yönelik bağımsız Marksist mücadele bağlamında ortaya konmasına yönelik ciddi bir çaba yok. Bu da Saunders’ın CIA’in bazı girişimlerini, bazı ajanlarını övmesine yol açıyor. Saunders, CIA’in yürüttüğü kültürel savaşın emperyalist sistemin bir parçası olduğunu görmektense yalanlarını eleştirmeyi yeğliyor. ABD ve NATO’nun Doğu Avrupa ve eski SSCB’de kazandığı kültürel zafere bakarsak kültürel savaşın bir savunma eylemi olduğu fikrinin yanlışlığı hemen ortaya çıkacaktır.

Kültürel Soğuk Savaşın kökenleri doğrudan sınıf mücadelesine dayanıyordu. Daha başlangıçta, CIA ve AFL-CIO içerisindeki ajanları (eski komünistlerden) Irving Brown ve Jay Lovestone sosyal-demokrat birlikler kurarak devrimci sendikaları dağıtmak ve grevleri kırmak amacıyla milyonlarca dolar para harcadılar. Kültürel Özgürlük Kongresi ve ona bağlı budala aydınları destekleyen aynı CIA ajanları, 1948 yılındaki liman işçileri grevini kıran Marseilles haydutlarını da kiralamışlardı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, (faşistlerle ilişkileri açığa çıkan ve kapitalist sistemin oradaki zayıflığın yüzünden), Batı Avrupa’nın eski sağcılarının itibarlarını yitirmeleriyle CIA, NATO karşıtı sendikaları ve aydınları çökertmek için ideolojik savaşım yürütecek bir Demokratik sol bulmak (ya da icat etmek) gerektiğini fark etti. Kongrenin sağ kanadından gelen itirazları atlatabilmek için de CIA içerisinde özel bir birim oluşturuldu. Demokratik Sol temel olarak, radikal sol ile mücadele etmek ve ABD’nin Avrupa’daki hegemonyasına ideolojik bir cila sürmek amacıyla kullanıldı. ABD’nin stratejik politikalarını ve çıkarlarını belirlemek hiçbir zaman demokratik sol ideologların haddine düşmemişti. Onların yapması gereken sorgulamamak ve talep etmemek ama imparatorluğu "Batılı demokratik değerler" olarak göstermekti. Bir tek, Amerika’da ve Avrupa’da Vietnam Savaşı’na karşı kitle muhalefeti açığa çıktıktan sonra ve yüzlerindeki CIA maskesi düştükten sonra CIA güdümlü ve destekli pek çok aydın herkesten geri kalmamak için ABD dış politikasını eleştirmeye başladılar. Mesela kariyerinin önemlice bir bölümünü CIA çalışanı olarak geçirmiş Stephen Spender, Partisan Review editörlerinin yaptığı gibi, ABD’nin Vietnam politikasını eleştirmeye başladı. Hepsi de masum olduklarını iddia ediyorlardı ama söz konusu dergilerle bunca flört ettikten ve bu kadar içli dışlı olduktan sonra onlara kimse pek inanmadı.

CIA’in Amerika, Avrupa ve herhangi bir yerdeki kültürel yaşamı kuşatması uzun vadede önemli sonuçlar doğurdu. Pekçok entelektüel, CIA’in istediği ideolojik çizgi dahilinde faaliyet göstersin diye prestij, ün ve araştırma fonlarıyla ödüllendirildi. CIA destekli konferans ve yayınlar sayesinde felsefe, siyasal etik, sosyoloji ve sanat alanında ün yapan isimler yeni kuşakları, CIA tarafından belirlenmiş politik parametreler çerçevesinde desteklemeye teşvik eden kural ve ölçütleri oluşturmayı sürdürdüler. "Doğruluk" ve "erdem" artık ne başarı ne de yetenekle tersine —Washington çizgisindeki— politikalarla tanımlanıyor ve gelecek saygın akademik kuruluşlarda, vakıflarda ve müzelerde zincire vuruluyor.

ABD ve Avrupa Demokratik Solu’nun anti-Stalinist yaygaraları, demokratik değerlere ve özgürlüğe olan inançlarını ilan etmeleri Batı’nın utanç verici suçlarını başarıyla gizlemeye yarayan bir örtü işlevi gördü. NATO’nun Yugoslavya’ya müdahalesinde, Demokrat Sol aydınlar bir kez daha Batı’nın ve onbinlerce Sırp’ın kanlı kıyımından ve sayısız masum vatandaşın katledilmesinden sorumlu UÇK’nın (Kosova Kurtuluş Ordusu) yanında yer aldılar. Nasıl ki anti-Stalinizm, Soğuk Savaş yıllarında Demokratik Sol’un afyonu olduysa, insan haklarını korumak adına yapılan müdahaleler de günümüzde aynı uyuşturucu etkiyi yapıyor ve çağımızın Demokrat Solcularının aklını aynı şekilde çeliyor.

CIA’in yürüttüğü kültür kampanyaları günümüzün apolitik aydın, akademisyen ve sanatçı prototipini yarattı; bunlar kendilerini halk mücadelelerinden koparıyorlar, işçi sınıfından uzaklaştıkları ve saygın vakıflara yaklaştıkları ölçüde de değerleri artıyor. CIA’in sunduğu rol modeli bir ideolojik bekçidir; sınıf mücadelesi, sınıfsal sömürü ve ABD emperyalizmi gibi "nesnel" değil “ideolojik” olan, ya da öyle olduğu söylenen kategorileri kullanarak eleştirel yazan aydınları dışlamak bunun temelidir.

CIA’in Kültürel Özgürlük Kongresi topluluğunun verdiği asıl kalıcı zarar, bazı aydınların ABD’nin emperyalist politikalarını kendilerine özgü biçimde savunmaları biçiminde değil, etkili kültürel ve siyasal medya organları yoluyla ABD emperyalizminin tartışılmasını dahi dışlayan fikirleri yeni kuşak aydınlara benimsetmeyi başarmaları biçiminde ortaya çıkmıştır. Sorun günümüz aydın ve sanatçılarının şu veya bu konuda ilerici bir tavır alıp alamamalarında değildir. Sorun, yazarlar ve sanatçılar arasında, müzik, resim ya da yazın alanında verdikleri eserlerin yüksek sanatsal düzeyde sayılabilmesi için anti-emperyalist toplumsal ve siyasal öğeleri barındırmaması gerektiğine dair yaygın bir kanının ortaya çıkmış olmasıdır. CIA’in kalıcı siyasal zaferi, sola siyasal açıdan bağlanmanın ciddi bir sanatsal ve akademik başarıyla bağdaşmadığına aydınları inandırabilmiş olmasıdır. Günümüzde operalarda, tiyatrolarda, sanat galerilerinde ve akademik toplantılarda CIA’in Soğuk Savaş değerleri yaygın olarak görülmektedir: kim kral çıplak demeye cesaret eder ki?



Neo Liberalizme Karşı Köylü Muhalefeti

LATİN AMERİKA: YENİ BİR DEVRİMCİ KÖYLÜLÜK

NEO LİBERALİZME KARŞI KÖYLÜ MUHALEFETİ

3-7 Kasım 1997 tarihleri arasında Brezilya'da düzenlenen İkinci Latin Amerika Kırsal Örgütlenmeler Kongresi'nde (Congreso Latinoamericano Organizaciones del Campo, CLOC) bir açılış konuşması yapmak üzere davet edilmiştim. Uruguay ve El Salvador hariç, neredeyse her Latin Amerika ülkesinden 350 kadar delege gelmişti. Kongre, neo liberal rejimleri yıkmak, insani ve eşitlikçi bir alternatif yaratmak için halka dayanarak örgütlenmiş bağımsız mücadelelerin canlanışı ve dinamik bir gelişim seyri izlemesine işaret etmesiyle, Latin Amerika devrimci siyasetinde bir dönüm noktası oldu.

Neo liberalizme karşı yükselen köylü önderlikli kitlesel muhalefet hareketleri eşitsiz gelişmektedir. Topraksız Kır İşçileri Hareketi'nin (MST) yüz binlerce çiftlik çalışanını temsil ettiği Brezilya gibi bazı ülkelerde kırsal hareket, ulusal mücadeleye önderlik ederken, Şili gibi başka ülkelerde ise çiftlik işçilerinin hareketi, Pinochet'li yılların vahşi baskılarının yaralarını henüz saramamış ve yerellerde bile marjinal kalmıştır. Köylü hareketlerinin büyüyen etkisini açıklayan kilit etkenlerden biri, politikalarını, ilişkiyi bir "volan kayışı"ndan ibaret gören seçim partilerinden ve gerilla "komutanları"ndan özerk ve bağımsız kurmalarıdır.

Bağımsız örgütlenme


İkinci etken, bu hareketlerin ulusal bir sosyo-politik gündem belirlemeleridir. CLOC Kongresi'nde (ayrıca geçtiğimiz 5 yıl içindeki toplantılarda) köylü önderleriyle tartışmalarda, temel mesele "kendi kaderini tayin" hakkı oldu. Çiftlik işçilerinin kurtuluşunun ancak kendi örgütleri aracılığıyla, kendi verecekleri mücadelede yattığı düşüncesi egemendi. Hepsi de tarım reformuna ilişkin ulusal tartışmayı şekillendirmede büyük bir rol oynamış olan, Ekvator'da FENOC, Brezilya'da MST ve Paraguay'da Paraguay Köylü Federasyonu, aşağıdan köylü örgütlerinden doğdu, kendi yapı ve önderlerini çıkardı ve herhangi bir partinin yörüngesine de girmedi.

Buna karşılık, Şili'deki köylü örgütleri, büyük ölçüde neo liberal bir program uygulayan, hükümet koalisyonunun bir parçası olan seçim partilerinin (Sosyalist ve Hıristiyan Demokrat) eklentileri oldular. Bu örgütlerin, örgütlenme kapasiteleri zayıf ve kıt kanaat geçimleri için de devletin eline bakıyorlar.

Köylü hareketlerinin etkisi ve gücü rahatlıkla görülebilir:
Ekvator'da, köylü ve yerli hareketleri, yolsuzlukları ve halka, bir İMF serbest piyasa programı dayatma çabaları nedeniyle Başkan Bucaram'ı istifaya zorladılar.
Brezilya'da MST, doğrudan eylem-toprak işgali hareketleriyle 150.000'den fazla aileyi işlenmeyen topraklara yerleştirmiştir. Bu, neredeyse bir milyon insan demektir. 21 eyaletteki eylemleri aracılığıyla MST, toprak reformunu siyasal tartışmanın merkezine oturtmayı başarmıştır. Başarılarının göstergelerinden biri de, Brezilya'nın en büyük kenti Sao Paolo'da yapılan son anketlerde nüfusun %75'ten fazlasının topraksız tarım emekçileri lehine toprak dağıtımını desteklediğini bildirmesi olmuştur.
Bolivya'da köylüler, özellikle de koka yetiştiren eski kalay madencileri, ulusal egemenliğin savunulması mücadelesine önderlik ediyor ve bir süre önce Cochabamba bölgesinde, kendi adaylarıyla katıldıkları seçimleri silme aldılar.
Kolombiya'da, köylü tabanlı gerilla ordusu, Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri/Halk Ordusu, nüfuzunu ülkedeki kırsal belediyelerin yarısına yakınına kadar genişletmiştir. Askerlerinin neredeyse üçte biri, kasaba ve kentlilerden oluştuğu için tamamıyla bir köylü hareketi olmamasına rağmen, programatik taleplerinin bir çoğu kır merkezlidir: Toprak reformu, insan haklarının kırsal alanlara genişletilmesi, tarım işçilerinin sendikalaşması vb. Çoğu köylü 15.000'e yakın savaşçısıyla günümüzde Üçüncü Dünya'daki muhtemelen en diri gerilla ordusudur ve güçlenmesini sürdürmektedir. Bunun bir göstergesi de, ABD Savunma Bakanlığı'nın Kolombiya'da yürüttüğü milyonlarca dolarlık askeri yardım programının uyuşturucu tacirlerini hedeflediği masalını artık terk ederek köylü hareketiyle savaşmak için silah gönderilmesini alenen onaylamış olmasıdır.
Paraguay'da gündeme gelen bir askeri darbe, köylülerin ve öğrencilerin kitlesel bir seferberliğiyle önlenebildi. Fırlayan pamuk fiyatları, yüz binlerce köylüyü iflasın eşiğine getirdi. Serbest piyasa ticaret politikaları ve devlet teşvikli ihracatçı tarım tekelleri, yerel gıda üreticilerini baltalayarak, köylülerin toprak işgal ettiği ve ordunun da şiddet yoluyla onları söküp attığı bir döngüye yol açmaktadır.
Meksika'da Zapatista hareketi (EZLN), yerli hakları, toprak reformu ve daha köklü olarak, Clinton ve Zedillo tarafından teşvik edilen bütün NAFTA/serbest piyasa politikaları sorununu tekrar gündeme soktu. 1994'teki Zapatista isyanı olmasaydı, NAFTA'nın imzalanması ve uygulanması egemenlerin bir töreni olarak geçiştirilirdi. NAFTA'nın uygulanmaya başlanmasından beri, 1 milyondan fazla köylü yıkıma uğradı ve on milyonlarca ücretlinin geliri yarı yarıya azaldı. EZLN'nin talepleri ve eleştirisi, ülkenin dört bir köşesinde yankı bulmaktadır.

Yeni köylülük


Günümüzün köylü hareketleri, ne geçmiştekilerle karşılaştırılabilir, ne de "toprak işleyenindir" sloganıyla savaşan yöresel, geleneksel, cahil köylü klişesine uymaktadır. CLOC Kongresi'ndeki köylü ve yerli delegelerin çoğu eğitimliydi (hem kendi kendilerini eğitmiş ve hem de en az 6 yıllık okul eğitiminden geçmişlerdi) ve ulusal ve uluslararası meselelerin bilincindeydiler. Yeni köylü hareketlerinin ulusal bir gündemi var; sadece kırsal meselelerle ilgili değiller. Daha somutlarsak, toprak dağıtımı politikalarının ancak krediyle, teknik yardımla ve pazarların korunmasıyla başarılı olabileceğinin farkındalar. Kentli sınıf ve örgütlerle ittifakların, düzeni dönüştürmek için zorunlu olduğunu kabul ediyorlar. Bunlar "ekonomik örgütler"den ibaret değiller. Özelleştirme, kuralsızlaştırma ve ihracatı teşvik şeklindeki serbest piyasa politikalarına karşı mücadele eden sosyo-politik hareketlerdir. Kırsal hareketler, sendikalarla siyasi ittifaklar kurmuşlardır ve kent varoşlarının örgütlenmesine katkıda bulunuyorlar. Örneğin Şubat 1997'de Ekvator'u, Haziran 1996'da Brezilya'yı, Aralık 1996'da Bolivya'yı sarsan genel grevler, köylü-yerli-sendika ittifakına dayanıyordu. CLOC Kongresi'nde delegelerin çoğu 20-30 yaşları arasındaydı. Ulusal ve bölgesel mücadelelerden çıkıp gelmişlerdi. Tarihi birinci Latin Amerika Kır Kadınları Asamblesi, CLOC Kongresi'nin hemen öncesinde 100'e yakın delegenin katılımıyla yapıldı. CLOC toplantısındaki delegelerin ise %40'tan fazlası 20'li 30'lu yaşlarındaki köylü kadınlardı. Bu olağanüstü bir değişimdi, çünkü 3 yıl önceki ilk CLOC toplantısında delegelerin %10'undan azı kadındı.

Genç delegeler, 1960'ların veya 1970'lerin sekter sol içi mücadelelerinden çok şükür geçmemişlerdi. Küba Devrimi'ne destekleri, onun ABD müdahalesine direnişine ve ilerici tarım reformuna dayanıyordu. Çok azı, eğer vardıysa, "doktriner anahtarlarını" Fidel Castro'dan aldılar. Che Guevara veya Fidel Castro'yu, özgül ulusal ve toplumsal mücadeleyle bütünleştirmişlerdi. Bu nedenle koka çiftçi delegesi, Che'nin anti-emperyalizminden ABD-DEA yok etme politikalarına karşı mücadele bağlamında bahsetti. Fidel Castro, Brezilyalı köylülerin toprak işgali ve boşaltmaya direniş mücadelelerinin bir öncüsü olarak zikredildi. Dolayısıyla geçmiş devrimcilerin ne kötülenmesi, ne de ilahlaştırılması söz konusu.

Yeni köylü hareketlerinin yükselişi, hem resmi, hem de gayrı resmi oturumlarda dillendirilen önemli zorluklarla yüz yüze. Örneğin kongrenin sloganlarından biri "tarım reformu, anti-emperyalizm ve sosyalizm" idi. Ama Guatemalalı örgüt (CONIC) temsilcileri, bu konulardan herhangi birini Guatemala'da ortaya atmanın olanaksız olduğunu söyledi. "Kitlesel terör ve paramiliter ölüm mangalarının devam eden faaliyeti, köylüler üzerinde korkutucu ağırlığını hala hissettiriyor." Gerilla komutanlarınca imzalanan barış anlaşmaları, soykırımcı generalleri herhangi bir soruşturmadan muaf tutmaktadır. Ortaya çıkan seçimsel siyasi sistem, devletin sadece estetik yapılan, yeniden adlandırılan, personeli karılan şiddet kurumlarına (ordu, adli ve gizli polis) hala bağlıdır.

"Birinci öncelik, son yıllarda ortaya çıkan bir düzine kadar köylü örgütünü bir şemsiye altında birleştirmektir. Faaliyetlerimizi, kapsadığımız, sallantılı ve çok sınırlı bir siyasi alanı tehlikeye atmayacak şekilde yoğurmak zorundayız", diyor bir köylü önderi. US-AID, kırsal alanlara ayırdığı fonları, militan köylü örgütlenmelerine rakip örgütlenmeler yaratmakta ve grupları, tarım reformu değil de "projeler" temelinde düşünmeye teşvik etmekte kullanmaktadır.

Kültür ve devrim


Kültürel meseleler, özellikle Ekvatorlu, Bolivyalı ve Guatemalalı delegelerce yükseltilen, yerlilerin teritoryal özerklik, dinleri, dilleri ve topluluğa dayanan ekonomilerinin tanınması talepleri merkezi meselelerdi. Guatemalalılar, bütün yerli-köylü delegelerin paylaştığı daha geniş öz-yönetim hakkına ilişkin ortak kaygıları seslendirdi.

Ama tartışmaların akışında, bu militanlarla Batı medyasının "Yerli sözcüleri" olarak sunduğu tanınmış şahsiyetler arasında derin bir farklılık bulunduğu açığa çıktı. Örneğin Bolivyalılar, yerlilerle konuşan, ama zengin yabancılar için çalışan "Quechuaca konuşan başkan yardımcısı"ndan aşağılayarak söz ettiler. Guatemalalılar, Rigoberta Menchu'ya karşı, daha geniş siyasi-ekonomik ve insan hakları meselelerinden koparılmış sembolik bir "Maya" kültürel değişimleri benimsediği için hayli eleştireldi. Ve Ekvator'dan FONICI önderleri, şemsiye örgüt CONAI'nin, çürümüş serbest piyasacı Bucaram rejimince desteklenmiş iki Yerli önderinden eleştiriyle bahsettiler. CLOC Kongresi'nde Yerli hareketlerinin önderleri, hareketi bölüp toprak hakkı taleplerini baltalamayı ve yerel önderleri düzenle bütünleştirmeyi hedefleyen "kültürel kimlik" siyasetine yenik düşmediler.

Yeni köylü hareketleri, Kilise'nin toplumsal doktrinlerinden derinden etkilenmiştir. Genel oturumların birinde, Brezilyalı Katolik ilahiyatçı Fray Beto, delegelere içlerinden kaçının dini örgütlerden etkilenmiş olduğunu sorduğunda, %90'dan fazlası ellerini kaldırdı. Halkçı dindarlık, İncil derslerinin kaynaşması ve dini değerler, yeni köylü önderleri kuşağının beslenmesinde, Marksizm, geleneksel topluluk değerleri ve modern feminist ve ulusalcı fikirlerin yanı başında doğrudan bir etkiye sahip. Hareketin büyük kısmını aşılayan örgütsel disiplin, kişisel dürüstlük ve manevi bağlılık, militanların pek çoğu, tutucu Kilise hiyerarşisi ve Vatikan'la aralarına mesafe koymuş olmalarına rağmen dini geçmişlerinden geliyor.

Latin Amerika Köylü Kadınlar Asamblesi'nin başarısı, onların köylü örgütünün (yerelden uluslararasına kadar) bütün kademelerinde ve tarım reformu sürecinin bütün aşamalarında (toprak hakkından kooperatif önderliğine kadar) eşit var olma taleplerinin ezici bir lehte yanıtla karşılanmasıyla ortaya çıktı.

Köylü kadınların yeni militanlığı, başka vesilelerle de sergilendi.

Cochabamba köylü hareketinden bir delege, koka çiftçilerinin ABD-yönetimindeki, koka üretiminin kökünü kazıma kampanyasını anlattı. "Bu yıl, birkaç üyemiz ve bir önderimizi katlettiler bile. Direndik ve direnmeye devam edeceğiz. Ben 0.16 hektarımla yaşlı anneme ve biricik oğluma bakıyorum.

Hükümetle 2.800 hektar koka üretimini yok etme karşılığında bir anlaşma müzakere ettik. Hükümet, yerlerinden olacak çiftçileri istihdam için bir fabrika dahil, alternatif ekonomik faaliyetleri finanse etme sözü verdi. Koka üretimini 1.200 hektara düşürdük, ama onlar fabrikayı inşaya başlamadılar.

Bizi bir kez daha kandırmışlardı. Şimdi de bizi katletmek ve bütün kutsal topraklarımızı yok edip bizi sefalete terletmek için orduyu göndermekle tehdit ediyorlar.

Silah kullanmasını öğrenmek istiyorum. Çünkü ordu işgale geldiğinde, silahlı direnişin bir parçası olabilmeliyim."

Militarizasyon ve devlet baskısı


Neoliberal rejimler ve onların Washington'daki destekçileri, büyüyen köylü hareketine, kırları militarize ederek karşılık veri-yor. 1995'ten beri Meksika Chiapas'ta en azından 5 paramiliter gruba ek olarak 40.000 asker vardır. Kolombiya'da ordu, düzinelerce paramiliter gücü silahlandırdı, FARC'ın gerçek ya da potansiyel sempatizanları olarak görülen birkaç yüz bin köylüyü terörize edip topraklarından sürdü. Peru'da ABD destekli ordu, ülkenin dörtte üçünü işgal ediyor ve Başkan Fujimori, basın konferanslarını ve üst düzey strateji toplantılarını kışlalarda düzenliyor. Bolivya'da ABD-DEA danışmanlarıyla ordu, koka yetiştiricisi köylülere vahşet uygulamakta ve tek geçim kaynakları koka yaprağı yetiştiriciliği olan 40.000'den fazla aileye büyük bir saldırı için bölgeyi ablukaya almaktadır.

Latin Amerika kırsalının askerileşmesinde ve beraberinde gelen şiddette Washington'un sorumluğu gün gibi ortadadır. Clinton'un serbest piyasa hamlesi, ABD'den ucuz mısır ve tahıl ithal edilmesi, yerli köylü üreticileri yıkıma sürüklüyor. Beyaz Saray'ın tarım tekellerinin ihracat stratejilerini finanse etmesi, kırsalı tek bir plantasyona çevirerek köylü ve yerli topluluk çiftçiliğini söküp atıyor.

Piyasa tarafından sökülüp atılamayanlar, kalıp örgütlenmeye ya da pazarlanabilir alternatif ürünler yetiştirmeye karar verenler, ABDnin eğitip silahlandırdığı ordu ve paramiliter güçler tarafından sürülüyor. Bütün Latin Amerikada açıkça ve bolca görülüyor ki, köylü eylemciler Clinton yönetimini yaşadıkları en yıkıcı ekonomi politikalarından bazılarıyla işbirliği içinde algıladığı, Washingtonun kıtanın artan askerileşmesine desteğiyle, Clinton, Ronald Reaganın 1980lerde Orta Amerikada 275.000 ölümlük rekorunu geçebilir.

Ama yeni köylü hareketleri, yeni sivil rejimlerin baskılarına rağmen büyüdüler. Santa Cruzda, köylülerin palalarıyla araziyi açtıkları ve komünal mutfak üzerinden beslendikleri bir toprak işgali yaşandı. Ağustos 1996da, Ordu, işgale geldi ve üç köylüyü öldürdü, ekinlerini ve evlerini yok ederek onlarca aileyi topraktan sürdü. Birkaç ay sonra köylüler toprağı yeniden işgal ettiler ve ülkenin her yanından öğrenciler, profesörler, ilerici işadamları ve köylülerin bulunduğu 1.000den fazla katılımcıyla bir ulusal konferans düzenlediler. Benzer şekilde Brezilya Parada, otoyolları barışçı şekilde bloke eden 18 topraksız köylü, valinin emriyle askeri polis tarafından katledildi. Bir fotoğrafçı olayı kameraya aldı. Ulusal bir rahatsızlık ortaya çıktı. Sao Paoloda, Rioda ve başka kentlerde kitlesel gösteriler yapıldı. Kamuoyu yoklamaları MST lehine ezici bir desteği sergiliyordu. Başkente bir yürüyüş örgütlediler ve onlara sendikacılar ve kentlerin varoşlarında yaşayanların da aralarında bulunduğu 100.000 insan daha katıldı. MST yi modası geçmiş savaşlar (toprak reformu gibi) yürüten "tarih dışı bir hareket" olarak aşağılayan Başkan Cardoso, kitlesel protestolarla karşı karşıya kalınca, reformları uygulamanın en iyi yolunu tartışmak üzere önderlerden birini Başkanlık Sarayına davet etti. Bunun üzerine MST 15 üyeli ulusal önderlik ortaya çıkarak tekil bir önder bulunmadığını gösterdi ve Cardosonun çekişme konusu topraklar üzerinde kamp kurmuş bulunan 49.000 ailenin iskanı karşılığında toprak işgallerinin askıya alınması teklifini reddetti. MST önderi olan Joao Pedro Stedilenin sonradan söylediği gibi, "Müzakere etmek gereklidir, ama asla hareketi demobilize etme pahasına değil. Yoksa gelecekte müzakere edecek bir şeyiniz kalmaz."

Ama bütün köylü hareketleri ölüm mangalarının baskısına karşı koyacak konumda değiller. Kongrede Kolombiyadan bir köylü önderi, köylü eylemcilerin ve ailelerinin, FARC da (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) bu talepleri desteklediği için toprak reformunun her taraftarının veya her insan hakları savunucusunun gizli gerilla destekçisi olmasından kuşkulanan paramiliter gruplar tarafından sistematik olarak ortadan kaldırılmasından bahsetti.

Peruda Fujimori rejiminin suikastleriyle, fanatik Maocu Aydınlık Yol sekti, ve solcu seçim partilerince provoke edilen siyasi bölünmelerle üyeleri hırpalanan Peru Köylü Konfederasyonu (CCP) güçlerini tekrar gruplama sürecindedir. Bazı bölgelerde CCP, paramiliter güçlere ve Aydınlık Yolcu sekterlerin "örnek oluşturucu eylemler"ine direnmek için "rondas campesinos" köylü öz-savunma grupları örgütlemiştir. Lopez ve diğer köylüler, seçilmiş memuriyet kazanan eski köylü hareketi önderlerinin rotasına karşı eleştireldir: "Parlamentoya ne kadar yakın, halka o kadar uzak."

Sivil Toplum Kuruluşları


STKlar köylü mücadeleleri için pek çok sorun yaratıyorlar: Serbest piyasaya uygun politikalar izlemeye bağlı muazzam dış fonlar, yapısal değişmeler (toprak reformu) yerine yerel projelere odaklanma; kapsamlı, kamu fonlu sağlık, eğitim ve konut programları yerine kendi kendini sömürmeye ve hayatta kalma stratejilerine (kendi kendine yardıma) vurgulama.

Köylü önderleri ve eylemciler STKların köylü önderlerle nasıl rekabet ettiklerini, toplulukları nasıl böldüklerini ve fonlarıyla eylemcileri nasıl ayarttıklarını anlattı. Brezilyalı bir eylemci, MST kadınlarının bir Latin Amerika Köylü Kadınlar Toplantısında ortak bir strateji formüle etme çabalarını anlattı. "Tarım reformu için birleşik bir strateji, toprak işgalleri mücadelesinin önderliğinde ve devletin baskıcı rolüyle karşılaşmalarda aktif bir rol önerdik. STKlardan profesyonel kadınlarının gündemi denetlemek ve onu sırf uluslararası işbirliğiyle sınırlamak ve mücadeleyi feminist meselelerle sınırlamak isteyen, bu da tarım reformu için, anti emperyalizm için ve anti neo liberalizm için hiçbir destek vermemek anlamına gelen manipülatif davranışları nedeniyle, toplantıdan bir anlaşma çıkmadı.

Bu feminist STK profesyonellerini "otoriter ve sömürgeci bir zihniyete sahip; zengin dış destekçilerinden başka arkalarında kimse yok" diye betimledi. Ekvatorlu bir köylü önderi şu yorumda bulundu, "Eğer yapmak istedikleri buysa, bizim toprak reformu hareketimize dış STK fonlamasına hiçbir itirazım yok. Alçaltıcı olan, kendi önceliklerini koymaları ve gelip mücadelelerimizi baltalamak için bizim ülkemizden profesyonelleri fonlamalarıdır."

Köylüler geçmişten, iyi niyetli ilerici profesyonellerin bile köylülere desteklerini, siyasi veya yağlı bir mesleki kariyer yabancı bir danışman veya uzman olarak inşa için kullandıklarını öğrenişlerdir. Bu, köylülerin aydınlara veya profesyonellere sırtlarını döndükleri anlamına gelmiyor. Temel farklılık, profesyonellere dış tahsis kaynakları olarak hareketlerin aydınlara hizmet etmesinin yerine, aydınların hareketler için kaynak insanlar olmalarını istemeleridir, .

Kent-kır ittifakları


Yeni köylü hareketlerinin en umut verici yönü, ufku kırsal mücadelelerle sınırlı "köylü hareketleri"nin sınırlarını anlamalarıdır. Bütün büyük köylü hareketleri bir kent destek temeli inşa için ve kırsal ve kentsel mücadelelerin koordinasyonu için ortak bir çaba gösteriyorlar. Ekvatorda, FENOC, kent ve kır yoksullarının çıkarlarını yansıtan bir anayasal meclis seçmek için mücadeleye katılmıştır. Paraguay Köylü Federasyonu, öğrencilerin, profesyonellerin ve işadamlarının aralarında bulunduğu bir Tarım Reformu Forumu oluşturmuştur. Siyasi ufuklarını serbest piyasa kapitalizmine ve narko-kapitalist elite karşı olmaya genişletmişlerdir. Bolivyada koka çiftçileri yeni bir seçim partisi kurmuşlardır, Halk Egemenliği İttifakı. Bütün koka yetiştiren eyaletlerde oyların %60ından fazlasını toplayarak ve Evo Moralesi Kongreye seçerek zaferi silip süpürmüştür.

Brezilyada MST, Sao Paolo, Rio ve diğer büyük kentleri sarmalayan dev favelaları veya varoş yerleşimleri örgütlemek için sistematik bir çaba başlatmıştır. Esasen başarılı kırsal mücadeleleri ve faveladosların çoğunun son dönem kırsal göçmenler olmaları nedeniyle Faveladoslar arasında büyük bir duyarlılık bulmuşlardır. MST, sadece toprak hakları için acil taleplere ve altyapıya değil, önderlik eğitimi okulları aracılığıyla ve siyasi eğitime ve finansal ve emlak sermayesinin sömürücü doğasını anlamaya dayanan bir anti kapitalist perspektifin geliştirilmesi aracılığıyla da yoğunlaşmaktadır. Cesur bir mücadele yürütmüş olan yerel önderlerin sonra kendilerini kent meclisine seçtirmeleri ve ardından seçkinci siyasete dayanan seçim aygıtları inşa ettikleri önceki kalıptan kurtulmayı umut ediyorlar.

MST, kendi kentsel örgütlenme projelerini ulusal bir siyasi mücadelenin parçası olarak görüyor. Bu amaçla, bütün başlıca serbest piyasa karşı-reformlarının tersine çevrilmesine dayanan: Temel sanayilerin (petrol, telekomünikasyon vb.) tekrar ulusallaştırılması, ekonominin stratejik noktalarının (bankacılık, dış ticaret) toplumsallaştırılması ve entegre bir tarım reformu, ucuz ihracatı sınırlayan ve kooperatiflerle endüstriyel gıda işleme tesislerinin bağlantılarını teşvik eden "Proje Brezilya" dedikleri bir program formüle etmiştir.

Kentleri kazanmak açık bir yol değildir. Engeller var: Kent orta sınıfı ve hatta sendikalar köylülere patronaj bir bakışa sahip hala. Bugün kent işçi sınıfı önderlerinin tarihsel değişmenin belirleyici öncüleri oldukları geleneksel inancına meydan okuyanlar kır işçileridir. Günümüzün köylü önderleri, kent işçileri ve yanı sıra dev gecekondulardaki kent yoksullarıyla, içinde tarım meselelerinin merkezi sahneyi paylaştığı ortak bir program temelinde bir ittifak arıyor. Sosyalist bir anavatana bağlı eski tarz enternasyonalizm, yeni bir gönüllü, desantralize, danışmacı enternasyonalizmle yer değiştirmiştir. Bu yeni örgütlenme içinde çeşitli kültürlerin serpildiği ve ortak mücadelelerin karizmatik önderleri tarafından değil, Guatemala köylerine, Ekvator yaylalarına, Brezilyanın geniş düzlüklerine bütün gün ve bütün gece yolculuk eden, öğreten, öğrenen ve yeni bir toplumsal kurtuluş ve manevi doyum devrimci siyaseti yaratan köylü kadınlarının ve erkeklerinin gündelik kahramanlığı tarafından kalıba dökülmektedir.



ABD ve Çin: Biri kaybediyor, diğeri kazanıyor!

  27 Ocak 2010 -  James Petras
Asya'nın kapitalist önderleri Çin ve Güney Kore, küresel güç olma yolunda ABD ile yarışıyorlar. Asya'nın küresel bu güç olma yolundaki çıkışı, dinamik ekonomik gelişmesi ile devam ederken, ABD aynı iddiasını askeri gücüyla imparatorluk inşa ederek devam ettirmeye uğraşıyor. Financial Times’a (FT) üstünkörü olarak bir göz atıldığında bile 28 Aralık 2009 tarihli sayısında imparatorluk inşaasına dair muhalif yazılar bulabilirsiniz. İlgili tarihteki ABD baskısının birinci sayfasında, "Terörle Savaş" başlıklı yazıda, Obama'nın Teröre destek veren ülkeler listesini genişletmesi ve dünyanın diğer köşelerindeki askeri karışıklığa değinilir. Bu konunun tam karşıtı olarak, yine iki ayrı birinci sayfa yazısındaysa, Çin'in dünyanın en hızlı uzun mesafeli trenini kullanıma sunduğunu, Çin'in ihracat işlemlerinde yerel para birimini koruma adına, ABD Dolarına karşılık, Yuan'ı tercih ettiğini görebilirsiniz. Obama, "Terörle Savaş" konusunda Irak, Afganistan ve Pakistan'dan sonra Yemen'de dördüncü cepheyi açmaya hazırlanırken, aynı gazetenin sayfalarında, Güney Kore'nin Birleşik Arap Emirlikleri'nde, ABD ve Avrupalı rakiplerini alt ederek 20.4 milyar dolarlık nükleer santral ihalesi aldığını görebilirsiniz.

FT'nin 2. sayfasında, Çin'in yeni demiryolları sisteminin, ABD'den nasıl üstün olduğunun haberleri görülüyor: Çin'in ultra-modern tren sistemi, aralarında 1,100 km olan iki şehir arasında 3 saatten az zamanda giderken, ABD'deki kardeşi Amtrak, Boston-Newyork arasındaki 300 km’lik yolu 3,5 saatte geçiyor. ABD demiryolu sistemi yatırımsızlık ve bakımsızlıktan can çekişirken, Çin hızlı hatlar için 17 milyar dolar yatırım yapmakta. Çin 2012'ye kadar, 18 bin km'lik yeni tren hatları inşa etmeyi planlarken, ABD eşdeğer miktarda parayı savaş bütçesine ayırıyor.

Çin, üretim sahaları ile işçilerin yaşam alanlarını, limanları, fabrikaları birleştiren çok büyük ulaşım ağları inşaa ederken, FT'nin 4. sayfasında ABD'nin nasıl "Terörle Savaş" ve "İslamcı korkular" arasında sıkışıp kaldığını görüyorsunuz. İslam dünyasına karşı onlarca yıldır sürdürülen bu savaşlar, ABD halkının fonlarda biriken yüz milyarlarca dolar birikimini, halkın yararına olmayan bir savaşa sürüklemek için kullanılırken, Çin bu sürede sivil ekonomisini oldukça iyi duruma getirdi ve modernleştirdi. Beyaz Saray ve ABD Kongresinin, askeri ve sömürgeci İsrail devletini bütün olanakları ve kaynaklarıyla, 1.5 milyar Müslüman toplumuna rağmen desteklediği aynı gazetenin 7. sayfasında anlatılırken, 9. sayfada da Çin'in gayrisafi milli hasılasının 26 yılda 10 kat büyüdüğü haberi yer alıyordu. ABD'nin, Wall Street’e ve askeri harcamalara 1.4 trilyon dolar akıtıp, bütçe açığını ve işsizliği katladığı haberlerine yer verilen 12. sayfada, Çin hükümetin iç üretimi arttırıcı ve teşvik edici ekonomik paketi devreye aldığı, milli hasılayı yüzde 8 arttırırken, işsizliği azalttığı, Asya, Latin Amerika ve Afrika ile ticari bağlarını güçlendirdiği haberleri 12. sayfada yer alıyordu.

ABD'nin,Afganistan ve Irak'taki çürümüş işbirlikçilerinin yeniden seçilmesi ve geçimsiz İsrailli ortağı ile onun aciz Filistinli işbirlikçisinin arasını yapmak için bol bol para ve zaman harcadığı haberi ile, Güney Kore hükümetinin Kore Elektrik Şirketi'nin konsorsiyumu ile o bölgede 20.4 milyar dolarlık nükleer santral ihalesi kazandığı haberi 13. sayfada yer alıyor.

Sayfa 3'e bakıldığında, ABD iç güvenlik uygulamaları ve potansiyel teröristleri takip etmek için 60 milyar dolar harcarken, Çin hükümeti, Rusya ile enerji alanında ortaklık yapmak için 25 milyar dolar yatırım yapıyor.

FT'nin tek bir sayısında bile görülen bu başlıklar ve makaleler dünyadaki bu derin farklılıklara işaret etmektedir. Çin önderliğindeki Asya ülkeleri üretim, ulaşım, teknoloji ve madencilik alanında yaptıkları muazzam yatırımlarla dünya liderliğine oynamaktalar. ABD ise tam tersine, kullandığı askeri yöntemlerle yaratmaya çalıştığı imparatorluk ve spekülatif ekonomisi ile inişte...

1) Washington, Asya'daki ufak askeri çıkarlarını gözetirken, Çin, ticari ve yatırım faaliyetlerini, Rusya, Japonya, Güney Kore gibi büyük ortaklarla geliştirmekte.

2) Washington, iç ekonomik kaynaklarını, deniz aşırı sürdürdüğü savaşını fonlamak için kullanırken, Çin, madencilik ve enerji kaynaklarını, üretim alanında işsizliği azaltmak için kullanıyor.

3) ABD, askeri teknolojiye yatırım yaparak mevcut rejimini korurken, Çin sivil teknolojiye yatırım yaparak rekabetçi ihracat alanında öne geçiyor.

4) Çin, ülkenin iç işlerini yeniden düzenleyip, ekonomisini yeniden yapılandırırken, sosyal dengesizlikleri ortadan kaldıran uygulamalar yapadursun, ABD, mevcut ekonomisini batıran parazitleşmiş finansal sistemini için bütün fonlarını kullanıyor ve karşılığında işsizlik, üretim ve rekabetçilikte en ufak bir yol alamıyor.

5) ABD, Ortadoğu’da, Güney Asya'da, Afrika'da ve Karaibler'de yeni cepheler açıp, asker gönderirken, Çin sadece Afrika'da, 25 milyar dolarlık, altyapı, madencilik, enerji ve fabrika yatırımları yapıyor.

6) Çin; İran, Venezüella, Brezilya, Arjantin, Şili, Peru ve Bolivya ile milyar dolarlık ticaret ve yatırım anlaşmaları yapıp, ihtiyacı olan, dünyanın stratejik enerji, maden ve tarımsal kaynaklarına erişimini güvenlik altına alırken, ABD, Kolombiya'ya 6 milyar dolarlık askeri yardım yapıyor, Venezüella'yı korkutmak adına 7 tane üs açıyor, Honduras'taki askeri darbeyi destekliyor, Brezlya ve Bolivya'nın İran ile ekonomik ilişkilerini eleştiriyor.

7) Çin, Latin Amerika ile ekonomik ilişkilerini arttırıp, güçlendirip, kıtanın yüzde 80’i ile iletişim halinde olurken, ABD, bölgenin en kötü ekonomik performansına sahip Meksika ile ekonomik ilişkilerini devam ettirip, bölgeyi uyuşturucu kartellerine teslim ediyor.

Sonuç;

Çin istisnai bir kapitalist ülke değildir. Çin’in kapitalizminde, emek sömürülmektedir; refah ve sosyal hizmetlere erişimdeki şahlanmıştır, köylüler-çiftçiler mega baraj projeleri nedeniyle yerlerinden edilmektedir ve Çin şirketleri Üçüncü Dünya Ülkelerinde madenleri ve diğer doğal kaynakları çıkarmak için çılgınca bir çaba içindedir. Ancak, Çin, tarihte hiçbir devletin ulaşamadığı bir hızla ve çok daha fazla insan için üretim sektöründe milyonlarca iş yaratmış ve yoksulluğu düşürmüştür. Bankaları, çoğunlukla üretim sektörünü desteklemektedir. Çin, diğer ülkeleri ne bombalamakta, ne işgal etmekte, ne de yıkmaktadır. ABD kapitalizmi ise, küresel bir askeri güce dönüşmüş, kendi ekonomisininin içini boşaltmış, yaşam standartlarını düşürmüş, deniz aşırı topraklardaki savaşları fonlar hale gelmiştir. Finans, emlak ve ticari sermaye ise, spekülasyondan ve ucuz ithalattan kar ederek üretim sektörünü yok saymıştır.

Çin, petrol zengini ülkelere yatırım yaparken, ABD onlara saldırmaktadır. Çin, Afganistan'daki düğün törenlerine çatal-bıçak gönderirken, ABD bomba yağdırmaktadır. Çin, doğal madenlere yatırım yaparken, Avrupalı sömürgeciler gibi davranmayıp, gittiği ülkelerde demiryolları, limanlar inşa etmiş, bölgeye ucuz kredi imkanları sağlamıştır. Çin, etnik ve ırkçı savaşları ve “renkli isyanları”, CIA gibi fonlayıp desteklememiştir.

Çin kendi büyümesini, ticaret ve ulaştırma sistemlerini öz kaynaklarıyla finanse etmekte, ABD ise sonu gelmez savaşlarını finanse etmek, Wall Street bankalarını kurtarmak ve milyonlar işsiz kalırken üretken olmayan diğer sektörleri desteklemek için mülti-trilyon dolarlık borç altında ezilmektedir.

ABD, bu sonsuz savaş girdabında iflasa ve iç yıkıma doğru giderken, Çin, gelişmekte ve gücünü piyasalarda deneme şansı bulmaktadır. Çin'in çeşitlendirilmiş büyümesi, dinamik ekonomik ortaklarla ilişkili olup, ABD askeri gücü, uyuşturucudan para kazanan ülkelerle, savaş lordlarının rejimleriyle, göstermelik muz cumhuriyeti olarak adlandırılan ülkelerle ve dünyanın en son ve en kötü ırkçı sömürgeci rejimi İsrail ile temas halindedir.

Çin dünya tüketicilerini baştan çıkarırken, ABD’nin küresel savaşları içerde ve yurtdışında teröristleri kışkırtmaktadır.

Çin ekonomik krizlerle ve hatta işçi ayaklanmaları ile karşılaşabilir ama bununla başa çıkacak ekonomik kaynakları mevcuttur. ABD zaten krizin içindedir ve iç ayaklanma ile yüzleşebilir. Fakat bütün kredisini tüketmiştir, bütün fabrikaları yurtdışındadır, yurtdışı askeri üsleri ve tertibatı bir değer değil, masraf kapısıdır! ABD'deki toplam fabrika sayısı, umarsız işçilerini yeniden istihdam etmek için yeterli değildir: Amerikan işçilerin eski fabrikalarının boş binalarını işgal ettiği bir toplumsal ayaklanma görülmesi muhtemeldir.

ABD’nin yeniden normal bir devlet olması için her şeye en baştan başlamalıyız. Bütün yatırım bankalarının ve yurtdışındaki askeri üsler kapatılması, kendi topraklarına geri dönmesi şarttır. Kendi halkımızın ihtiyaçlarına hizmet edecek şekilde sanayiyi yeniden kurma, kendi doğal doğal çevremizde yaşama, bu imparatorluk sevdasından vazgeçip demokratik sosyalist bir cumhuriyet kurma yolunda bir uzun yürüyüşe başlamalıyız.

When will we pick up the Financial Times or any other daily and read about our own
high-speed rail line carrying American passengers from New York to Boston in less than one hour? When will our own factories supply our hardware stores? When will we build wind, solar and ocean-based energy generators? When will we abandon our military bases and let the world’s warlords, drug traffickers and terrorists face the justice of their own people?

Ne zaman, Financial Times'ı ya da bir başka günlük gazeteyi elimize aldığımızda kendi yüksek hızlı trenimizle New York - Boston arasını 1 saatten daha kısa sürede geçtiğimizi okuyacağız? Ne zaman kendi fabrikalarımızda, kendi mamullerimizi üreteceğiz ? Ne zaman rüzgar, güneş veya okyanus tabanlı enerji jeneratörleri kuracağız? Ne zaman askeri üslerimizi kapatıp, o destek verdiğimiz savaş lordlarının, uyuşturucu simsarlarının, teröristlerin kendi halklarıyla yüzleşmesini sağlayacağız?

Bunları hiç Financial Times'ta okuyabilecek miyiz?

Çin'de bütün bunlar bir devrim ile başladı...

[lahaine.org adresindeki İngilizce orijinalinden Cüneyt Göksu tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]



Latin Amerika ve sosyal-liberalizmin sonu

  19 Eylül 2009 -  James Petras
Güncel dünya bunalımı ve bazı ülkelerin olası toparlanışı, geleneksel ‘ihraç piyasası’ -serbest ticaret-, göreceli fayda doktrinlerinin zayıflıklarını açığa vurdu.

Bu hiçbir yerde son Latin Amerika deneyiminde olduğu kadar açık değildir. Bölge ülkelerinin çoğunda ortaya çıkan son halk ayaklanmalarına ve merkez-sol rejimlerin yükselişine rağmen, dış ekonomik ilişkiler başta olmak üzere, izlenen ekonomik yapılanmalar, stratejiler ve politikalar, öncellerinin ayak izlerini takip etmekten kurtulamadı. Özellikle tarım, maden ve enerji alanındaki ürünlere şiddetli talep ve fiyatlarındaki artışın etkisiyle bir dizi kritik alanda yapılması gereken değişikliklerden vazgeçtiler ve neoliberal seleflerinin politik ve ekonomik miraslarına adapte oldular. Böylece şu an 2008’de başlayan dünya ekonomik durgunluğuna bağlı olarak ciddi sosyal sonuçları olan keskin ekonomik gerilemeyi yaşamaktalar.

Sosyoekonomik krizler önemli dersler sunuyor; yatırım, ticaret alanlarındaki derin yapısal değişikliklerin ve stratejik ekonomik sektörlerin mülkiyetini devralma gibi adımların adil ve istikrarlı bir büyümeyi garantilemek için temel noktalar olduğu düşüncesini güçlendiriyor.

Serbest piyasa, serbest ticaret doktrini: 1990’lar

1970’lerin ortasından itibaren ABD yanlısı askeri ve sivil otoriter rejimlerin iktidara gelişi ve ABD serbest piyasa akademisyenleri ve ABD eğitimli ekonomistlerin rehberliğinde Latin Amerika, serbest piyasa-serbest ticaret politikalarının bir laboratuvarı haline dönüştü. Koruyucu ticaret engelleri düşürüldü veya kaldırıldı, böylece sübvanse edilmiş ABD ve AB tarım ürünleri, yerel tüketim için gıda üreten küçük çiftçileri büyük oranda yok ederek engelsiz bir şekilde ülkelere girebildi.

Politikacı yapıcılar, ‘göreceli fayda’ doktrini altında, avantajlı fiyatlara, avantajlı pazar erişimine ve uygun gıda, tarım ekipmanı ve tarım-dışı ithal fiyatlarına güvenerek buğday, soya, mısır ve büyükbaş hayvan gibi temel gıda maddelerinin ihracına yoğunlaşan büyük ölçekli tarım işletmelerini finanse ve teşvik ettiler.

Ekonominin topyekün deregülasyonu ve kamu işletmelerinin özelleştirilmesi kapıları yabancı yatırıma sonuna kadar açtı ve stratejik sektörlerin devralınmasını kolaylaştırdı. Böylece ekonomik büyüme ve ödemeler dengesini sağlamak için yabancı yatırıma bağımlılık arttı.

Rejimlerin genel stratejisi, ülke içi pazarın zayıflatılması ve daraltılması (kitlesel yerel tüketimin kısılması) pahasına ihraç pazarlarına dayanıyordu; yerel emek masraflarını ucuzlaştırma ve tarıma ve madene dayalı (agro-mineral) zengin egemen sınıfın yüksek kazancını süreklileştirme… Söz konusu egemenlerin rejimlerin bütün kilit ekonomi bakanlıklarındaki varlığı, dünya pazarlarının içsel istikrarsızlığının uzun geçmişini gözden kaçırarak, kendi hizmetlerindeki bu politikalara ‘rasyonel verimli pazarlar’ kavramı çerçevesinde ideolojik bir cila çekilmesini sağladı.

Geleneksel neoliberal rejimlerin krizi

Kuralsızlaştırılmış mali sistem ve 2000-2001 dünya ekonomik durgunluğu, ekonominin ve kamu hazinesinin serbest piyasa uygulayıcıları tarafından ve devasa yolsuzluk nedeniyle talan edilişi, işçilerin, köylülerin ve kamu çalışanlarının vahşi sömürüsü bölge çapında ayaklanmaları üretti. Seçim yarışlarında bir dizi ABD destekli rejim devrildi ya da başarısızlığa uğratıldı. Ekvador, Arjantin, Bolivya, Brezilya, Uruguay ve Paraguay, seçim kampanyaları sırasında iktidarın yapısında, sosyal harcamalardaki artış ve kırsal alanda toprağın yeniden dağıtımı noktalarındaki değişiklikleri de içeren ‘derin yapısal değişimleri’ vaat eden merkez-sol rejimlerin iktidara gelişine yol açan halk ayaklanmalarına tanıklık etti.

Ancak pratikte, yerleşik sağcı partilerin politik yenilgisi ya da ekonomik elitlerin zayıflaması geniş çaplı ve uzun vadeli sosyoekonomik dönüşümler için bir temel oluşturmadı. Yeni merkez-sol rejimler ekonomik elitleri, ekonomiyi yeniden canlandırmaları, yoksul ve işsizleri sübvanse etmeleri için çaba sarf etmeye zorlayarak onları ‘reforme’ etmeyi deneyen sosyo-ekonomik politikalar izlediler. Partiyi -politik sistemi- dönüştürmek için ciddi bir çaba gösterilmeksizin politik elitler iktidardan uzaklaştırıldılar, büyük basınç altındaki birkaç rüşvetçi mahkemeye sevk edildi. Diğer bir deyişle, serbest piyasa politikalarının tetiklediği krizde neoliberal elitlerin ölümü tam olarak gerçekleşmedi, merkez-sol rejimlerin devlet müdahalesini içeren kriz yönetim politikaları nedeniyle dönemsel olarak askıda kaldılar.

Merkez sol politikalar: Kriz yönetimi ve ekonomik patlama

Yeni merkez-sol hükümetler iş dünyasına ekonomik teşvikler sunmak ve mali düzenlemeler yapmaktan, yoksulluk programlarına ödeneklerin artırılması, geniş kapsamlı ücret artışları ve halk örgütlenmelerinin liderleriyle fikir alışverişine kadar bir dizi politika benimsediler. Bazı özel şirketlerin iflasına müdahale etmenin yanısıra önceki dönemden politik düşmanlarını ve suçluları da yok saydılar. Bu sembolik ve dikkat çekici politikalar dönemsel olarak kitlesel seçim desteğini güvence altına aldı ve halk hareketlerinin daha radikal kesimlerini böldü ve onları izole etti.

Yine de bir taraftan merkez sol rejimler tabandan gelen radikal taleplerle mevcut tüm kapitalist elitleri (yabancı çokuluslu şirketler, tarım ve maden şirketleri, mali, ticari ve sanayi elitleri) de kapsayan kendi politik icraatlerini normalleştirme ve kapitalist gelişimi canlandırma noktasında denge kurmaya çalışırken, diğer taraftan da daha geniş ve daha derin değişim talebi kitlelerin birinci gündemi olmaya devam ediyordu. Merkez solun bu açmazı, büyük oranda Çin başta olmak üzere Asya ekonomilerindeki büyümenin tetiklediği ürün fiyatlarındaki ani artış ve dinamik talep sayesinde çözüldü.

Merkez-sol rejimler bütün yapısal değişim gerekçelerini terkettiler ve birincil ürünlerin ihracına dayalı ‘ihracata dayalı büyüme’ kervanına katıldılar. Yabancı yatırım eleştirisini ve stratejik özel şirketlerin ‘yeniden ulusallaştırılması’ talebini terk eden merkez-sol rejimler, kimi düzenleyici kontrol mekanizmalarını iptal ederek büyük ölçekli yabancı sermaye akışına kapıları açtılar.

2003-2008 emtia patlaması dönemi, merkez sol (ve sağcı) rejimlerin muhalefeti ‘satın almasına’ izin verdi: sendikacılar yüklü ücret artışları, iş dünyası önemli teşvikler aldılar, yabancı yatırımcılara kolaylıklar sağlandı, yabancı ülkelerdeki işçilerin havaleleri yoksulluğun düşürülmesine katkı olarak teşvik edildi.

Tek kelimeyle Latin Amerika’nın hızlı büyüyen ihraca dayalı stratejisinin bütün sosyoekonomik yapısı, dünya pazarındaki talebe ve emperyalist ülkelerdeki ekonomik koşullara bağlıydı. Ekonomi uzmanlarının, finans yazarlarının ya da ‘rasyonel piyasaların’ politik savunucularının çok azı ‘ihraç pazarı’ modelinin sürdürülebilirliğine dair şüphelerini ifade ettiler.

Bu ekonomilerin aşırı kırılganlığı, çabuk patlayıp-sönen piyasalara, sınırlı sayıdaki ihraç ürününe ve sadece bir iki pazara bağımlılıkları, yabancı ülkelerde istikrarsız işlerde çalışan işçilerin dış havalelerine bağımlılıkları, herhangi bir ekonomistin ve politikacının zihninde isyan bayrağını çekmiş olmalıydı. Harward İşletme Okulu, Penn’s Wharton Okulu ve (kendi ön tahminlerini ifade eden matematiksel denklemlerine sevdalı) diğer prestijli yüksek öğrenim merkezleri tarafından yollanan yüksek ücretli danışmanlar ve uluslarası istişare misyonları yürütenler en az kurallı piyasaların en başarılı olanlar olduğunu iddia ediyorlardı ve merkez soldan sağa kadar Latin Amerikalı meslektaşlarını, ticaret engellerini düşürmeye ve sermayenin akışına izin vermeye ikna ettiler.

İhraç pazarının hızlı büyüyüşü yalnızca beş yıl sürmüştü ki Latin Amerika ekonomileri çöküşle karşı karşıya kaldı. Birleşmiş Milletler’in 2009 yılında Latin Amerika ve Karayip ülkelerinde yapılan ihracatı araştıran komisyonuna göre, bu konuda son 72 yıldaki (son dünya bunalımından bu yana) en keskin düşüş kaydedildi. Bölge ihracatı yüzde 11, ithalatı da yüzde 14 olmak üzere hacmen 1982 dünya durgunluğundan bu yana en yüksek daralmayı yaşadı.[1]

Ürün ihracatında özelleşmenin tehlikeleri

Karşılaştırmalı tarihler ticaret yapısındaki uzun süreli taahhütlerin ve zayıf noktaların göstergesidir: geçmişteki ve şimdiki durgunlukların Latin Amerika üzerindeki etkileri şiddetli olmaktadır, çünkü hem geçmişteki hem de şimdiki ekonomileri, kendi iç krizlerini hızla Latin Amerikalı ticari ortaklarına yansıtan emperyalist pazarlara yaptıkları tarım ve maden ihracatına bağımlıdır. Ticaretteki tarihi düşüş ihraç sektöründeki işçiler arasında işsizlik oranını kaçınılmaz bir şekilde ikiye-üçe katlıyor ve bu düşüşün dış ticaret tarafından üretilen harcama ve tüketime bağlı olarak bunlarla ilintili uydu ekonomik işletmeler üzerinde çoklu bir etkisi oluyor. Tarım ve maden ihracatına yoğunlaşma, başka ekonomilerde var olan alternatif istihdam yaratma olanaklarını sınırlıyor. Devletin tarım-maden ve enerji ihracından gelecek gelirlerine bağımlılığı, kamu yatırımlarında ve sosyal hizmetlerdeki harcamalarda otomatik kesintiler anlamına geliyor.

Latin Amerika ticaret krizleri özellikle geleneksel olarak tarım, maden ve enerji ürünlerinde ihracata göre yapılanmış ülkelerde etkili olagelmiştir: Venezüella, Ekvador (petrol), Kolombiya (petrol ve kömür) ve Bolivya 2009’da kıta ortalamasının çok üstünde bir oranlar yüzde 33’lük bir düşüş yaşadılar. Ticaretinin yüzde 80’i ABD’ye bağlı olan (petrol, turizm, göçmen havaleleri, otomobil) Meksika, GSMH’sindeki yüzde 11’lik düşüş ile bu yarıküredeki ülkeler arasındaki en büyük zararı yaşadı.

İhracata dayalı tüm ekonomiler krizden ciddi bir şekilde etkilenmişken, petrol ve maden ihracatında özelleşmiş ülkeler yüzde 50’lik bir düşüş yaşarken, daha çeşitlenmiş bir ticaret sepetine (imalat, tarım, hizmet sektörü) sahip ülkeler yüzde 20 civarı düşüş yaşadılar.

Tek pazara bağımlılığın tehlikesi

Daha fazla pazar ve ticari ortak çeşitliliğine sahip ülkeler, özellikle Latin Amerika bölgesi içinde ve Çin ile ticaret yapanlar, ABD ve AB pazarlarına bağımlı Meksika, Venezüella ve Orta Amerika ülkeleri gibi yüzde 35’ten daha fazla düşüş yaşayan ülkeler ile karşılaştırıldığında daha küçük bir düşüş yaşadılar.

Ticaret, Latin Amerika’yı olumsuz etkileyen dört cepheden yalnızca biriydi: doğrudan yabancı yatırım, yurtdışında çalışan işçilerden gelen havaleler, emtia fiyatlarındaki değişim de krize katkıda bulundu.

Yabancı yatırıma bağımlılığın tehlikeleri

Latin Amerika’nın yabancı yatırıma açık kapısı krizin başlıca sebeplerinden biridir. Yabancı yatırım Latin Amerika’nın iç büyümesine bağlı olarak, emtia/ticaret patlaması sonucu meydana getirilen yüksek kar avantajından yararlanarak artarak aktı. Ticaret, gelir ve karlardaki düşüşle birlikte yabancı yatırım karlarını alarak, krizi ve artan işsizliği daha da kötü hale getirerek geldiği yere geri döndü, yatırımlarını geri çekti. Yabancı yatırım kolay giriş ve hızlı çıkış pratiklerini izler -gelişme için yüksek derecede güvenilmez ve istikrarsız bir vasıta.

Denizaşırı ülkelerden gelen işçi havalelerine bağımlılığın tehlikeleri

Latin Amerika rejimleri, yurtdışında çalışan vatandaşlarının son derece kırılgan yasal ve ekonomik durumlarını görmezlikten gelerek, buralardan gelen milyarlarca dolarlık gelire dayalı projelerin sürekliliğini esas aldı ve bunu ekonomi politikası olarak yapısallaştırdı. Yurtdışında çalışan işçilerin büyük çoğunluğu oldukça kırılgan bir pozisyondalar: birçoğu kâğıtsız (illegal göçmenler), durgunluk ve ekonomik çöküş dönemlerinde çabucak işsiz kalıyorlar. İkincisi inşaat, turizm, bahçıvanlık ve temizlik gibi durgunluktan şiddetle etkilenen sektörlerde çalışıyorlar. Üçüncüsü ya az ya da hiç kıdeme sahip olmayıp ve ‘en son işe alınıp, en önce kovulan’ durumundadırlar. Dördüncüsü, birçoğu işsizlik sigortası elde edebilecek durumda değiller. Hayatlarını sürdürebilecek imkânlara sahip değillerse sınırdışı edilmeyle yüz yüze kalıyorlar. Yurtdışında çalışan işçilerin aşırı kırılganlığının sonuçlarını, Latin Amerika’ya yurtdışından gelen multi-milyar dolarlık işçi havalelerinin, yoksulluğu ve ödemeler dengesindeki olumsuz eğilimi artıran düşüşünde görebiliriz.

Ürün fiyatlarındaki dengesizlik

Merkez-sol hükümetler, bütün yumurtaları yüksek emtia fiyatları ve yurtdışı pazarları sepetine koyarak dış tahrikli krizden ulusal ekonomiyi korumak için, iç pazarlarını, ithal ikameci sanayileşme, toprak reformu; tarım, maden, imalat ve enerji kaynakları ile ilişkili kamu altyapı yatırımları yoluyla derinleştirme noktasında büyük bir imkânı kaçırdılar.

Sosyal liberalizmin (‘merkez-sol’) sınırları ve ekonomik kriz

Yeni milenyumun ilk on yılı boyunca, yeni açığa çıkan merkez-sol rejimler neoliberalizme sövüp saydılar ve kendilerini “21. yy” sosyalistleri olarak adlandırdılar. Bunun pratikteki anlamı, mevcut ekonomik yapılara ve ticari politikalara, ticari ortaklarlıklarda ve yabancı yatırımcılarla yapılan bazı durumlardaki ‘ortak işletmeler’de birtakım ayarlamalar yapmak suretiyle sosyal harcamalardaki artışları eklemek oldu. Dönem süresince rejimlerin tümü çağdaş Avrupa sosyal demokrat yönetimlerine benzer sosyal liberal politikaları hayata geçirdiler: yoksulluk-karşıtı programlar, işsizlik yardımları ve asgari ücretlerde artış için büyük harcamalarla serbest ticaret ve yabancı yatırım için açık kapı politikasını bir araya getirdiler. Diğer taraftan da çok büyük kârlar, ticareti, tüketimi ve borç kredi uzatımlarını finanse eden tarım-maden ve banka elitlerine aktı.

Yine de bütün sosyal liberal model kriz eğilimli emtia ihraç stratejisinin kırılgan yapılarına, çabuk değişen ticari gelirlere ve kırılgan yurtdışı işçi havalelerinden gelen gelirlere dayanıyordu. Latin Amerika ihraç piyasası kuruyunca ve ürün fiyatları düşünce, gelirler azaldı ve işçiler işsiz kaldı. Sosyal liberal model negatif büyümeye girdi, istihdamdaki ve yoksulluğun azaltılmasındaki önceki kazanımlar tersine döndü.

Sosyal liberal modelin çöküşünden çıkan dersler

Sosyal liberal rejimlerin süregiden deneyiminden bazı önemli dersler çıkarılabilir.
1. Pozitif sosyal programlar dışsal kırılganlıkları azaltan yapısal değişiklikler olmaksızın sürdürülebilir değildir.

2. Dışsal kırılganlıkları azaltabilme, yabancı temelli sermayenin tipik davranışı olan sermaye kaçışını engelleyebilmek için stratejik ekonomik sektörlerin kamu mülkiyetinde olmasına bağlıdır.

3. Ekonomik kırılganlığı azaltma, krize uğrayan, mali olarak kontrol edilen emperyalist merkezlerin dışına doğru çeşitlendirmeye bağlıdır. Daha fazla ekonomik sürdürülebilirlik, iç pazarın derinleştirilmesine, bölgeler arası ticaretin yükseltilmesine ve ticaretin hızlı büyüyen bölgelere yönlendirilmesine bağlıdır.

4. Sosyal harcamalar anlık gerekli geçici çarelerdir ancak yoksulluğun ve düşük gelirlerin kökenine inmez. Tarım ve maden üretimi ile bağlantılı ve onunla bütünleşen yerel gıda üretimi ve yerli sanayilerdeki büyük ölçekli gelişme finansmanı ve yatırımı ile bağlantılı geniş çaplı toprak dağıtımı, dış pazarlara bağımlılığı azaltacak ve ekonomiyi istikrarlı hale getirecektir.

5. Yabancı ticaret ve stratejik maden işletmeleri üzerindeki devlet kontrolü, ekonomik çeşitlenmenin ve yenilenmenin finanse edilmesi için ekonomik artı değerin yakalanmasına hizmet eder.

6. Bölgesel bütünleşme güzel sözlere dayalı deklarasyonlardan güncel icraata ve pratiğe geçmelidir. Bölgesel entegrasyona öncülük eden ve ALBA’nın kurucusu Venezüella Başkanı Chavez halen petrolünün satışında yüzde 80 ve hükümetin petrol gelirlerinde yüzde 70 oranında ABD pazarına, ve gıda ithalarının yüzde 50’sinde de ABD askeri işbirlikçisi Kolombiya’ya bağımlıdır. Bölgesel entegrasyon tamamlayıcı yatırımların ve maden, petrol ve diğer hammadde ürünlerinin endüstrileştirilmesi için ortak kamu işletmelerinin hayata geçirilmesinin planlanmasıyla mümkündür.

7. ABD-Kolombiya askeri üslerine ve ABD askerileştirme stratejisine karşı koymayı amaçlayan Latin Amerika rejimleri arasındaki ortak güvenlik paktlarının aynı zamanda ortak silah sanayisi kurma ve dışardan alımları azaltma gibi ekonomik fonksiyonu da olabilir.

8. Ticaretin Asya’ya doğru çeşitlendirilmesi ve ABD, AB’ye bağımlılığın azaltılması gereklidir ancak eğer ihracat muhtevası ağırlıklı olarak temel ürünler olacaksa bu yeterli değildir. Ticari ortakları değiştirmek ancak ‘sömürgeci tarzda’ki ticari şablonları sürdürmek kırılganlığı azaltmaz. Bolivya, Brezilya, Peru ve Ekvador başta olmak üzere Latin Amerika, temel ürünlerinin sanayileştirilmesinde ve Çin’e, Hindistan’a, Japonya’ya ve Kore’ye ihraç edilmesinden önce katma değer kazanmasına ısrar etmeliler.

Özet olarak, güncel dünya krizi sosyal liberal politikaların ve rejimlerin sınırlarını ve sürdürülemezliğini ortaya çıkarmaktadır. Kırılganlığın ve kararsızlığın kabulü, toprak sahipliğinde, ticaret biçiminde ve stratejik sanayilerin mülkiyetinde değişikliklere dayanan daha köklü bir yapısal dönüşüm için ön çalışma yapmayı gerektirmektedir. Güncel kriz hem neoliberal hem de sosyal liberal reçeteleri boşa çıkarmış ve sosyal mülkiyetle sosyal harcamaları birbirine bağlayan yeni düşünceye kapıları açtı.

Eylül 2009

Dipnot:
1. Raporun tamamı, Şili’nin başkenti Santiago’da Ağustos 2009’da yapılan ‘2008-2009 Dünya Ekonomisinde Latin Amerika ve Karayipler’ isimli konferans belgeleri arasında bulunabilir.

[Lahaine.org’daki İngilizce orijinalinden Canan Ateş tarafından çevrilmiştir]


İsrail Ortadoğu egemenliğinde ısrarlı: Gazze'den Tahran'a

  27 Şubat 2009 -  James Petras
“İsrail Savunma Gücü, dünyanın en ahlâkî ordusudur!”
(İsrail Başbakanı Ehud Olmert)

Giriş

Faşist İtalya ve Nazi Almanyası, Dünya İmparatorluğu emellerine girişirken, ülkeleri ve memleketleri bombalayıp, istila ve işgal ettiler. İsrail’in bölgesel hâkimiyet girişimi de aynı usulü taklit edip, aynı adımları izledi: Sivil-asker ayrımı gözetmeyen hava bombardımanları, zırhlı araçlarla yapılan zalimane şok saldırılar, uluslararası örgütlerden gelen her türlü eleştiriye dudak büküp reddetmek ve bunlara ek olarak, İran’a karşı yeni ve daha büyük bir savaş için yapılan açık askeri yığınak… “Bolşevik tehdidi” kartını oynayan Nazi liderliği gibi İsrailli yüksek komuta düzeyi de, yetmiş dört milyon İranlı’ya karşı girişilecek bir askeri saldırının hazırlıklarını meşrulaştırmak için “İslamcı terör” heyulasını ileri sürerek, dünya çapında, Siyonist ağ tarafından yürütülen bir propaganda kampanyası başlattı. Nasıl Nazi Almanyası, “somut gerçekler”le yüzleşen Batı’nın hareketsizliğini, sempatisini ve kudretsizliğini, girişeceği saldırılara verilen onay olarak yorumladıysa, İsrail savaş makinesi de Batılı hükümetlerin Lübnan’ın işgali, Suriye’nin bombalanması ve şimdi Gazze’ye Nazi usulü saldırılıp, bölgenin işgal edilmesi karşısındaki ataletinden ve gevşekliğinden şevk kazanıyor. Batılı devletlerin kudretsizlikleri ve yardakçılıkları, İsrail komuta kademesine, Ortadoğu’da, Kızıldeniz’den İran Körfezi’ne kadar, İsrail üstünlüğünü ve hâkimiyetini kuracak daha büyük ve kanlı savaşlar için yol gösteriyor.

Gazze Saldırısı: İran Saldırısının Kostümlü Provası

İsrail’in Gazze’deki askeri zaferi, İran’a yapılacak tam kapsamlı bir askeri saldırının kostümlü provasıdır. Gazze’nin imhası kampanyası sırasında İsrailli askeri ve siyasal stratejistler; (1) Avrupalı, Kuzey Amerikalı ve Arap devletlerin kudretsizlik ve yardakçılıklarının düzeyi, (2) muhalifleri püskürtürken, ABD hükümetinden görülecek maddi ve siyasal desteğin derecesi ve derinliği, (3) en şiddetli kıyımlarda bile Yahudi seçmenlerden görülecek dahili desteğin derecesi, (4) ABD’deki ve Batı Avrupa’daki, siyasi olarak en hatırlı ve varlıklı, en büyük Yahudi-Siyonist kuruluşların, bir taarruz harbi karşısındaki sorgusuz sualsiz ve yekpare arka çıkışı, (5) Birleşmiş Milletler’in güçsüzlüğü ve etkisizliği ile insani örgütlerin, İsrail’in bir halkın varlığını tümüyle ortadan kaldırmayı hedefleyen imha kampanyasını sınırlandırmaktaki yetersizlikleri, (6) ABD’deki kitle iletişim araçları ve haber ajanslarının hepsinin; Avrupa ve dünyanın geri kalanındaki kitle iletişim araçlarının büyük kısmının koşulsuz desteği, (7) liberal eleştirmenlerin, İsrail devletinin herhangi bir şekilde dolaylı olarak kınanmasını etkisizleştiren, imhanın kurbanları ile imha edenleri şiddetten dolayı eşit oranda sorumlu tutma hevesleri ve (8) gazetecilerin, yazarların, akademisyenlerin ve siyasetçilerin hepsinin İsrail propaganda bürosunun hüsn-i talil sanatlı kelime dağarcığına uygun şekilde intibaklarının sağlanması hakkında büyük çaplı, yaşamsal bilgi edindiler.

Bu sonuncusuna örnek olarak; sürekli topyekün savaş, “akın” olarak adlandırılıyor. Yüzlerce İsrail helikopteri ve avcı bombardıman uçağı tarafından gerçekleştirilen on bin hava saldırısı, “şiddet” başlığı altında münferit ve zararsız ev yapımı füze saldırıları ile eşitleniyor. İsrail’in hedefindeki binlerce sivilin yaşadığı evler, hastaneler ve temel altyapı, “terörist” hedefler diye etiketleniyor. Direniş savaşçıları, “Hamas teröristleri” diye… Kızıl Haç’ın, Birleşmiş Milletler yardım tesislerinin, hastanelerin, camilerin bombalanmasına ya “yanlışlık” deniliyor ya da “Hamas teröristlerinin atış alanları” denilerek bu bombalamalar meşrulaştırılıyor.

İsrailli siyasal liderler, yürüttükleri bu küçük ve kirli “savaş”tan, kendilerine dokunulmadan, bir ulusu tamamen tahrip edebilecekleri, bir toplumun büyük bölümünü yok edebilecekleri ve yedi bin sivili sakat bırabilecekleri dersini çıkardılar. İsrailli liderler, (Moritanya, Katar, Bolivya ve Venezüella hariç) diplomatik ilişkilerde hiçbir kopma yaşamadan, soykırım benzeri bir saldırıyı sürdürebileceklerini öğrendiler. İsrailliler, bölgedeki başlıca Arap rejimlerinin huşuu ve sadakatlerini başarıyla sınadılar. Mısır, “Filistin Otoritesi”, Ürdün ve Suudi Arabistan’la işbirliği ve muvafakat sağladılar. İsrailli sivil-askeri liderler, başlıca Siyonist liderlerin ve kitle iletişim araçlarının sahibi nüfuzlu işadamlarının hepsinin desteği yanında, devletler düzeyinde böylesi üst dereceden bir suç ortaklığıyla daha büyük sokak eylemlerini, yinelenen boykot çağrılarını ve Birleşmiş Milletler ikazlarını bile bertaraf edebilmenin hesabını yaptılar. İsrailli liderler, büyük dini liderlerin ya da sayıları giderek artan muhalif Yahudiler’in, eleştirel entelektüellerin ve eylemcilerin kınamalarının, Batılı hükümetler üzerinde önemli bir etkisi olmayacağını ya da büyük Yahudi kuruluşların coşku ve sadakatini azaltmayacağını biliyorlar.

Görünmez Tehditler ve Görünür Dokunulmazlık

İsrail’in soykırım benzeri taarruz harbine yönelik iki potansiyel tehlike, yani önemli ticaret ve yatırım ülkelerinin yapacağı ekonomik boykot ile askeri yardımların durması, gerçekleşmedi. Kuzey Amerikalı başlıca Siyonist kuruluşlar boykot meselesinin yasama ya da yürütme düzeyine asla ulaşmamasını güvenceye aldılar. ABD’de, AIPAC [The American Israel Public Affairs Committee- Amerikan İsrail Kamusal İşler Komitesi, ABD’de etkin İsrail yanlısı bir lobidir. çn.] önergeler hazırlayıp, İsrail işgali ve katliamını onaylayan bir AIPAC önergesinin neredeyse oybirliğiyle (Senato’da %100, Kongre’de %90) kabul edilmesini sağladı. Dahası, Siyonizmin sömürgesi Pentagon, Filistinlilerin toplu kıyımı esnasında, İsrail’i ikmal etmek üzere, çok miktarda yeni füze ile 1000 librelik bombalar sevk etmekle yetkilendirildi. İsrail liderleri, savaş karşıtlarının, ABD politikalarının Yahudi Siyonist lobisi tarafından kontrol edilmesine engel olamadıkları gerçeğini zevkle izlediler. Dünyada pek az gösterici grup, ABD, Kanada ve Avrupa’nın Ortadoğu siyasetlerinin oluşumunda kendi ülkelerindeki Siyonist kuruluşların rolünü tanımlayıp, ifşa edebildi.

Hiçbir şey, elli bir kodaman Amerikan Yahudi kuruluşunun (bkz. ek 1) İsrail dış politikasının ereklerine mutlak ve körü körüne boyun eğişlerini, Gazze soykırımı sırasında yaşanan şu iki olay kadar iyi açıklayamaz.

Bu “51”ler, Dışişleri Bakanı Condeleeza Rice’ın İsrail’in soykırımını durdurmak için Gazze’de ateşkes çağrısı içeren bir Güvenlik Konseyi kararı önerisi üzerinde çalıştığını haber alır almaz, üyelerini, buna karşı çıkmaları için harekete geçirdiler. Yahudi haftalık yayın organı Forward’da da belirtildiği üzere: “5 Ocak 2009’da Yahudi temsilcilerle yapılan konferans çağrısında, Büyük Amerikan Yahudi Kuruluşları Başkanları Konferansı (CPMAJO) İcra Kurulu Başkan Yardımcısı Malcolm Hoenlein, uluslararası kuruluşların Gazze meselesinde taraf olmaktan alıkonulmasına özel bir öncelik verdi. Hoenlein ‘Güvenlik Konseyi’nin kararı geçirmemesini sağlamak için sıkı çalışmalıyız’ dedi” (Forward 15 Ocak 2009).

İsrail’in, ABD’nin Ortadoğu politikasına hâkim ve başkanının itaatine mazhar olduğuna dair Siyonist inancın ikinci örneği, İsrail Başbakanı Olmert’in, Beyaz Saray’ın Birleşmiş Milletler’deki politikasına başarıyla dikte edip, bunu kabul ettirmekle böbürlenmesiyle karşılık bulmaktadır. Forward’a göre “İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in yaptığı yanlış değil; ama ağzını açmamalıydı. Bazı Yahudi liderlerin tepkisi de bu yöndedir. İftira ve Karalama ile Mücadele Birliği’nin [Anti-Defamation League, Anti-Semitizm’le ve Yahudi karşıtlığı ile mücadele etmek üzere kurulmuş, Amerikan politikasında son derece etkin bir dernek, çn.] ulusal yöneticisi Abraham Foxman ‘Olmert’in yaptıkları ile bir sorunum yok’ dedi” (Forward, 15 Ocak 2009). AIPAC’ın eski baş lobicisi Douglas Bloomfield, (bir Amerikan yurttaşı olarak) kendisinin ABD siyasetini İsrail’in dikte etmesi ile hiçbir sorununun olmadığını ama “bunun hakkında konuşmanın yanlış olduğunu” belirtti (Forward, 15 Ocak 2009). Olmert, İsrail’in Washington’daki gücü hakkında konuşarak, Siyonist Güç Birliği’nin ABD politikalarını belirlemekteki rolünü ifşa etmektedir.

Bu örnekler, İsrail ile Amerikan-Siyonist beşinci kol [Bir ülke içerisinde düşman hesabına çalışan casuslar, truva atı, çn.] arasında kopmaz bağı ve -söz konusu olan bir soykırımı desteklemekse bile- ABD politikalarını belirlemedeki güçlerini bir kez daha ortaya koymaktadır. Bu vakalar aynı zamanda, başlıca Amerikan-Yahudi örgütlerinin, Beyaz Saray’ın -toplu kıyım içerse dahi- İsrail politikalarına en küçük bir şekilde ayrı düşmesini dahi hoşgörmeyeceğini göstermektedir. Başkan Bush’un sekiz yıl boyunca İsrail savaş makinasına kölece itaat edip maddi destek sağlaması kafi gelmedi -ki ABD’li Yahudi liderlere göre bu, görevde olduğu son güne kadar süren, %100 körü körüne itaatti. Forward’a göre “İsrail ve Yahudi grupların dillendirdiği bu açık sözcükler, yeni (Obama) yönetimi için bir mesaj niteliği taşımaktadır” (Aynı yer).

Siyasal güç pozisyonlarını ele geçirmenin yanında, ABD’deki büyük Siyonist Yahudi örgütlerinin en önemli önceliklerinden biri de İsrail lehine propaganda faaliyeti yürütüp, gönül alıcı hikâyeler uydurmaktır. İsrail’in Filistinliler’e uyguladığı ve BM Genel Kurulu, Ulusulararası Kızıl Haç ile insani kuruluşların hepsi tarafından kınanan en bariz şiddet suçları karşısında bile önde gelen Amerikan Yahudi din kuruluşları ve lobileri, İsrail devletine olan sadakatlerini gösterdiler. Kendi iç yayımlarıyla belirledikleri çalışma usulü; basın-yayın organlarında İsrail’in işlediği savaş suçları için (İsrail devletinin çizgisini izleyerek) gerekçeler ve mazeretler yazıp, yayımlayan “yerleşikler” -Siyonizm yanlısı gazeteciler, akademisyenler, “uzmanlar” ve editörler- aracılığıyla kitle iletim araçlarına hükmetmektir. Ardından Siyonist propagandacılar, bu yerleşik makaleleri, daha evvel hazırlanmış İsrail-Siyonist propagandasının yeniden üretilmesinden başka bir şey olmadıkları halde, geniş bir kamu desteği varmış izlenimi yaratmak üzere, meslektaşları ile paylaşmaktadırlar. Siyonist propaganda operasyonunun tarzı ve özü, İsrail’in Gazze’deki kan banyosunu savunma şekillerinde apaçık görülür. Bu tarz, totaliter rejimleri anımsatan, Büyük Yalan tarzıdır. Buna ilişkin, 51 Büyük Amerikan Yahudi Kuruluşu Başkanları’nın (PMAJO) başlıca sözcülerinden örnekler vermek dikkate değer:

1. İsrail’in işlediği savaş suçlarını inkar edip, Yahudi devletinin kıyımlarını küçümsetecek gerekçeler uydurmak: The Daily Alert, İsrail’in yalnızca, “büyük bölümü savaşçı olan” 600 Filistinliyi öldürdüğünü ileri sürdü (22 Ocak 2009). The Daily Alert, başlıca insan hakları kuruluşları çalışanlarının, Kızıl Haç görevlilerinin, Filistinliler’in ve uluslararası doktorlar ile tıp çalışanları ve gazetecilerin yaşamlarını tehlikeye atmak pahasına, yerinde inceleyerek bildirdikleri, üçte ikisi çocuk, kadın ve sivil olmak üzere yaklaşık 1400 ölü gerçeğini reddetmektedir.

2. Birleşmiş Milletler’e bağlı okulların bombalanmasını, okullardaki binlerce sığınmacının arasına “Filistinli teröristlerin sızdığını” söyleyerek meşrulaştıran İsrail propagandasını tekrar etmek (The Daily Alert, 22 Ocak 2009): Kız çocuklarının gittiği ilkokulun moloz yığınından Birleşmiş Milletler çalışanları, Uluslararası Kızıl Haç ve Filistinli tıbbi ekipler tarafından çıkarılan 40 beden arasında bir tane bile silahlı direniş savaşçısı bulunmuyordu; hepsi çocuk, öğretmen ve sığınmacı idi. İsrail’in okulu bombalamasına ilişkin Siyonist- Amerikan gerekçe, Avrupa Birliği de dahil olmak üzere, kurumsal ya da bireysel her türlü tanıklık tarafından reddediliyor. En tuhaf uydurma ise The Daily Alert’in, Rod Nordland’ın (Newsweek) bir makalesine dayanılarak attığı manşet: “Hamas Sivil Yerleşimlerden Vurdu”. Oysa makalede aksine “Doğu Cebaliye’de görüştüğümüz bölge sakinlerinin hepsi, bölgeden kaynaklı hiçbir tahrik olmadığı konusunda ısrar ettiler; ne bir direniş savaşçısı ne de roket ateşlemesi vardı” denilmekteydi.

3. Üçüncüsü bir kuyruklu yalan: “İsrail, Gazzeliler’e Yardım Edebilmek için Elinden Geleni Yapıyor” (Daily Alert, 16 Ocak 2009). Aksine İsrail, Gazze’ye her türlü ilaç ve tıbbi malzeme girişini engelledi, hastaneleri bombaladı, ambulansları vurdu, doktorları ve tıbbi yardım çalışanlarını öldürdü ve her türlü su, yiyecek ve yakıt erişimini kesti. İsrailliler, içindekilerin hepsini tahrip edecek şekilde, Birleşmiş Milletler’e ait ana yiyecek ve tıbbi malzeme deposunu havaya uçurdular. Amerikan Siyonistler’i bu bombalamayı, Olmert’in binlerce ton yiyeceğin imha edilmesinin “binadan açılan ateşe karşılık olduğu”na ilişkin kan damlayan açıklamasına atıfta bulanarak savundular. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, tahribatı görmek üzere dumanı hâlâ tüten BM deposunu ziyaret ettiğinde bu utanmazca yalan karşısında deliye dönerken, ABD Dışişleri Bakanı Rice, İsrailliler’e “bu tür kazalardan (yeni bir kazadan) kaçınmaları” (Daily Alert, 16 Ocak 2009) için yalvararak, dalkavukluk ediyordu.


4. “Terörün Kalbini Parçalayarak Gazze’yi Kurtarmak” (Daily Alert, 16 Ocak 2009). Yahudi propaganda gazetesi, Filistinli Araplar’ın hepsinin “Büyük İsrail”den uzaklaştırılmalarını savunan ultra-milliyetçi Natan Sharansky’nin bir makalesini yeniden yayımlıyor. Bloomberg’te yayımlanan makalesinde Sharansky, (Filistin İnsan Hakları Merkezi ve Stephen Lendman’ın 25 Ocak 2009 tarihli “İsrail, Direnme İradesi Dışında Her şeyi Öldürdü” makalesindeki rakamlara göre) 10.000’den fazla evin harap edilmesini, 40.000 yuvanın, yolların, hastanelerin, elektrik tesisinin, su ve kanalizasyon sisteminin, 121 fabrika ve ticari dükkanın, 30 caminin, 29 eğitim kurumunun, çiftliklerin, kümeslerin, küçük balıkçılık kanallarının ve balık limanlarının zarar görmesini savunuyor.

5. Beşinci Büyük Yalan: “İsrailli Pilotlar Sivilleri Vurmaktan Kaçınmaya Çalışıyorlar” (Daily Alert, 14 Ocak 2009). Uluslararası iletişim araçlarında çıkan fotoğraflar, bu Siyonist propaganda iddiasını çürütüyor. Nihayet Gazze’ye giden BBC muhabirlerine göre, viraneye dönen apartman bloklarının molozları, nükleer bir saldırıyı ya da depremi andırıyor. Çok sayıda Avrupa Parlamento temsilcisi ve olay yerini gören dünyanın farklı yerlerinden gelen diğer ziyaretçiler tahribat karşısında şoke oluyorlar. İsralli pilotların sivil hedefleri vurmaları bir yana, kara birlikleri, beyaz bayrak taşıyan sivilleri ve hatta kaçmaya çalışan küçük çocukları alçakça öldürdüler. Hayatta kalmayı başaran çocuklar, babalarının, ailelelerinin gözleri önünde infaz edildiğini anlatıyorlar.

Başlıca Siyonist kuruluşların arka çıktığı Büyük Yalan, gerek cemaatin üyelerinin gerekse herkesin duyması için Hahamlık kürsüsünde de çınlıyor: Yerel Siyonist grupların üyeleri ve yöneticileri ile yapılan gayri resmi telefon anketine göre, aynı yalanlar ve mazeretler neredeyse kelimesi kelimesine aynı şekilde dile getiriliyor. Yani ne gerçekler, ne raporlar, ne uluslararası kınamalar, ne de muhalif hahamların, ileri gelen Yahudiler’in, yazarların ya da eylemcilerin karşı çıkışları, büyük Yahudi kuruluşları ve yeni Obama yönetiminin etkili makamlarında yer alan temsilcilerinde küçük bir çentik yaratıyor. Onlar, Gazze’deki toplu kıyımın gönüllü iştirakçileri… Onlar, İran’a yapılacak önleyici hava saldırısının faal destekçileri… İsrail’in insanlığa karşı işlediği herhangi bir suçu bilâ kaydu şart savunacaklar. Harvard’da akademisyen olanları, İsrail Soykırımı’nı “Haklı Savaş”ın bir parçası olarak savunacaklar. Evrensel kınamaya karşı, Holocaust’u ileri sürmeye ve neyin doğru neyin kutsal Hakikat olduğuna karar verip hükmetme yetkisine sahip tek Ahlâkî Halk’ın kendileri ve kendi devletleri olduğu iddialarına devam edecekler.

İsrailli liderler, soykırımın savunulmasındaki gözalıcı rolleri de dahil olmak üzere, “Beşinci Kol”un istediğini yapabileceğini çok iyi biliyorlar. İsrailli liderler İran ya da Suriye/Lübnan’a karşı yürütecekleri (önleyici nükleer saldırı olasılığını da içeren) daha büyük, hacimli ve tahripkar bir savaşta bile, Beyaz Saray ve Kongre’nin desteğinin sağlanmasında, ABD’deki Siyonist lobinin milyonlarca üyesine güvenebileceklerinden eminler. İsrailli liderler artık, savaş karşıtı hareketlerin bir kez daha, Siyonist Güç Birliği’nde mündemiç gerçek güç sahiplerine karşı değil, “gölge güçlere” karşı hiçbir sonuç alamayacakları protestolara girişecekleri gerçeğinden haberdarlar.

Gazze: Beyaz Saray ve Kongre’nin İtaatinin Sınanması

İsrail Gazze’ye korkunç bir gaddarlıkla vahşice saldırarak, ABD’nin daha saldırgan bir savaşa vereceği desteği sınıyor. Gazze, Yahudi liderlerin, ABD Siyonistleri’nin siyasal etkisinin derinliği ve genişliği ile İsrail yetmiş dört milyon İranlıyı taş devrine yollayacak şekilde bombalamaya ya da tanınmış İsrailli Siyonist, tarihçi Benny Morris’in New York Times’ta 18 Temmuz 2008’de önerdiği üzere İran’ı “nükleer çöplüğe” çevirmeye karar verdiğinde “sonuna kadar gitme” arzularını ölçebilmelerine imkan tanıdı.

Başbakan Olmert’in kamuoyu önünde, Başkan Bush’un resmi olarak halkın karşısına çıkmasını engellemekle ve başarılı bir şekilde Bush’a, Dışişleri Bakanı Condaleeza Rice’ı kendi başına Güvenlik Konseyi’nde Gazze’de ateşkes çağrısını içeren bir karar hazırlamaktan kaçınmasını öğütlemesini buyurmakla övünmesi pek çok farklı anlam barındırıyor. Bunlardan en bilineni, Olmert’in ifşaatının, İsrailli liderlerin Beyaz Saray üstündeki güçlerinin onaylanmasıdır. İkinci olarak, bir gücün kullanımının kamusal doğası gereği, tüm dünyaya İsrail’in açıkça ABD Başkanı’nı küçük düşürüp, ti’ye alabilme ve ardından da İsrailli görevliler önünde hiçbir aksi sonuç doğurmaksızın böbürlenme kapasitesini gösteriyor. Üçüncü olarak bize, İsrail’in, ABD dış politikası hakkında Amerikan Dışişleri Bakanı’ndan daha çok söyleyecek sözü olduğunu gösteriyor. Dördüncü olarak, Güvenlik Konseyi’nde ABD’nin nasıl davranacağına, oy vereceğine, neyi veto edeceğine ve yapmaktan kaçınacağına İsrail’in karar verdiğini, bunların İsrail’in onayına tabi olduğunu gösteriyor.

İsrail, Siyonist Beşinci Kol ve İran

İsrail Ortadoğu’da askeri silah kullanarak hükmediyor. Komşu ülkelere yönelttiği tekerrür eden tehditler, hava ve kara saldırıları, bölgesel üstünlüğünü teyid etmeye dönük planlı bir stratejinin ürünüdür. Son yıllarda, İsrail’in askeri üstünlüğüne kafa tutan herhangi bir ülkeyi tahrip etmek için kendi ülkelerinin silahlı güçlerini kullanan ABD ve Kanada’daki Siyonist Güç Birliği sayesinde, İsrail’in bölgesel gücü arttı. Klasik örnek, uzun vadede ABD hükümetindeki İsrail kökenlilerin savaş konusunda hayati rol oynadığı, ABD’nin Irak’a müdahalesi ve devamında işgalidir.

1980’lerin sonundan bugüne kadar, ABD ordusunun İsrail işbirliği ile İran’la karşı karşıya gelmesi kampanyasını desteklemekte ABD Siyonist Güç Birliği hep ön cephedeydi. Askeri siyonist öneriler, sekiz yıllık Bush yönetimi sırasında büyük hız kazandı. ZPC, İran’ı canavar gibi gösteren, nükleer programları hakkında yanlış bilgiler uydurup yayan, amansız bir basın-yayın propaganda kampanyasına; diğer hükümetleri, endüstrileri, bankaları ve yatırımcıları İran’ı boykot etmeleri için saldırgan bir şekilde hizaya getirmek üzere, (Stuart Levey öncülüğünde) ABD Maliye Bakanlığı’nda kilit noktalara sızıp, buraları işgal etmeye girişti. Maliye Bakanlığı’nın Siyonist çalışanları, bir askeri müdahale sırasında zayıflatmak üzere İran ekonomisini sıkıştırıp, güçsüzleştirmeyi umuyorlardı. Ne Kuzey Amerika’da ne de -bu meseleyle ilgili olarak- (İsrail dışında) dünyanın bir başka yerinde, herhangi bir tekil ya da birleşik güç, İran’a karşı girişilecek bir taarruz savaşını kışkırtmakta, ABD hükümetinin Siyonist politikacıları ve çalışanları kadar büyük bir rol oynadı. Bunlar, Yahudi lobisi, Siyonist propaganda merkezleri, multi-milyarderler ve yüzlerce Yahudi cemaat örgütü tarafından desteklenip, teşvik ediliyorlardı.

Büyük Yahudi din örgütleri, İsrail propaganda kanalları olarak çok etkin bir rol oynadılar ve (Büyük Amerikan Yahudi Kuruluşları Başkanları Konferansı-CPMAJO gibi) temel Siyonist şemsiye örgütleri içerisinde önemli bir güç oldular. Söz konusu konferansın (Örgütlerin tam listesi için bkz. Ek 1) tam olarak beşte biri, temel işlevi ABD politikasına her düzeyde müdahale ederek İsrail’in hedeflerini gerçekleştirmesini sağlamak olan dinsel nitelikli Siyonist örgütlerden oluşmaktadır. Muhafazakar Birleşik Yahudi Sinagogu adlı bir grubun, İsrail’in Gazze katliamını savunma stratejisinin ayrıntılarına ilişkin sirküleri 3 Ocak 2009 tarihinde yayımlandı: “Her bir cemaat, İsrail’e desteğini bildiren bir açıklama yapmalıdır. Bölge, belediye, eyalet ya da federal düzeyindeki seçilmiş görevlilerden beyanatlar rica edin. Yerel dini, etnik ya da diğer önde gelen kişilerden açıklama yapmalarını rica edin. Mümkünse, İsrail’e desteklerini göstermek üzere, Yahudi olmayan kamu görevlilerinin ve önde gelen konuşmacıların listesini oluşturun”. Ardından sirküler, üst düzey İsrail askeri-siyasi komutasının propaganda yalanlarını kelimesi kelimesine aynen tekrarlayarak “Gazze Şeridi’ndeki duruma ilişkin” bir dizi konuşma konusu öneriyor: İsrail’in barış girişimlerinden bahsetmek, Hamas’ı saldırganlıkla suçlamak, “İsrail’in, her zaman olduğu gibi, Gazze’de savaşçı olmayan kayıpların en aza indirilmesi için imkan dahilinde her şeyi yaptığını” ileri sürmek… Birleşik Sinagog’daki Yahudi cemaatler, sadık üyelerine, 5000’den fazla sivil kaybı ve dörtte üçü kadın, çocuk ve silahsız sivillerden ibaret olan 1300 kişinin ölümünü, altmış okulun, on binlerce evin, bir düzine caminin tahribatını, Birleşmiş Milletler, Kızıl Haç ve İsrailli ve Filistinli insan hakları grupları tarafından dile getirilen savaş suçlarını görmezden gelmelerini söylemektedir.

Dindar Muhafazakar Yahudiler’in hazırladığı strateji belgesi, elli bir dinî ve seküler grubun “Başkanları”nın iştirakiyle hazırlanana çok benziyor. Bu, yüksek derecede disiplinli, iyi gelir sahibi bir azınlığın, kendi üyelerinin çok daha ötesine geçip, “manivela” etkisiyle Yahudi olmayanlar, her düzeyde kitle iletişim araçları ve halkın tanıdığı kişiler arasında da güç kazanıp bunu, İsrail’in bugün Gazze’de gerçekleştirdiği soykırımın, yarınsa İran’a ilan edilecek bir savaşın savunulmasında muazzam bir güç olarak kullanacak kadar nasıl çoğaltabileceğini gösteriyor.

İsrail’in İran’a Yönelik Askeri Tehdidi

İsrail, bazı solcu şüphelerin aksine, İran’a yönelik kitlesel bir hava saldırısının operasyonel planlarını ilerletti. Yakın geçmişte İsrail, İran’a yönelik önüne ancak Bush’un Beyaz Sarayı tarafından geçilebilen hava saldırısı planları hazırladı. Yahudi devleti, eğer İran, uluslararası alanda kabul edilen, yani hukuki olan uranyum zenginleştirme hakkını kullanmayı sürdürürse, tek taraflı olarak İran’a saldıracağını ilan etti. Şubat ayında yapılacak ulusal seçimlerin muhtemel galibi olan Benyamin Netanyahu, gündeminin en üst sırasında, İran’a yapılacak askeri bir saldırının olduğunu belirtti -ki, bu ABD’deki büyük Siyonist-Yahudi kuruluşlarının, ABD’nin muvafakatini, desteğini ve etkin işbirliğini güvenceye alma çabalarını iki katına çıkarmak üzere harekete geçmeleri için bir mesaj oldu. 7 Ocak 2009’da, The London Sunday Times, bazı üst düzey İsrail askeri kaynaklarına dayanarak şöyle bir haber yaptı: “İsrail, İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerini, taktik nükleer silahlarla sonlandırmak üzere gizli planlar hazırladı. İsrail hava kuvvetlerine ait iki bölük, İran’ın faaliyetlerini, düşük-düzeyli nükleer ‘bunker-buster’ [Bina içerisine ya da yer altına girerek orada patalayan, altyapı ve lojistik olanakları çökertmekte kullanılan bir bomba türü, çn.] kullanarak patlatmak üzere eğitiliyorlar… ABD’nin yeni (bu sıfatı yazar kullanmaktadır) Savunma Bakanı Robert Gates, İran’a karşı girişilecek bir askeri eylemi, İran’ı vurup vurmama kararını İsrailli yetkililerin inisiyatifine bırakarak, “son çare” olarak nitelendirdi. Hazırlıklar, İsrail Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Eliezar Shkedi nezaretinde sürdürülüyor” (Times on Line, 7 Ocak 2009). Bunu takiben, İsrail yanlısı New York Times’ta (11 Ocak 2009) önde gelen Siyonizm sempatizanlarından David Sanger’in yazısı yayımlandı: “Geçtiğimiz yıl (2008) Başkan Bush, İsrail’in, İran’ın ana nükleer kompleksini vurmak üzere istediği özel bunker-buster bombaları talebini geri çevirdi… Bush yönetimi bilhassa, İsrail’in, İran’ın ana nükleer kompleksine Irak hava sahasını kullanarak ulaşma talebi karşısında telaşa kapılmıştı… Beyaz Saray talebi tamamen reddetti”. Sanger, İsrail’in, on altı ABD istihbarat ajansı (Ulusal İstihbarat Hesabı) tarafından hazırlanan ve İran’ın 2003 yılında nükleer başlık geliştirme çalışmalarını durdurduğunu gösteren ayrıntılı raporlar karşısında, İran’a yönelik bir askeri saldırıda ABD işbirliğini sağlama olanağını ortadan kaldırdığı için deliye döndüğü iddiasını sürdürüyor. Sanger, İran’ın nükleer programı hakkında İsrail’in asılsız iddialarını desteklemek üzere, lafı, “2008’in başları” diye işaret edip, ABD ordusunun muhalefeti sonucu durduğunu söylediği İsrail’in tek taraflı saldırısına getirdiği birkaç paragraf harcıyor.

Yaklaşan İsrail ulusal seçimleri (10 Şubat 2009), İsrail’in İran’a yönelik kitlesel askeri saldırı planlarının hızlandırılması için bir vaadi de içeriyor. Zira anketler, Yahudi seçmenlerin çoğunluğunun, en etkin Siyonist-Amerikan kuruluşlarının favorisi, ultra-milliyetçi Siyonist Binyamin Netanyahu’yu seçeceklerini gösteriyor. Wall Street Journal’da çok yakın bir zamanda yayımlanan (24 Ocak 2009) röportajında Netanyahu İran’dan “ana terörist üssü” diye söz ediyor ve “İsrail, büyük kentlerinin yanı başında, bir İran terör üssünü (Gazze) kabul edemez” diyor. Ardından, İsrail’in sivilleri öldürmesini haklı göstermeye çalışıyor. Filistinli direnişçilerin (“teröristlerin”), “sivillerin arkasına saklandıkları”nı söylüyor. Wall Street muhabiri, Brett Stephens adlı biri, İsrailli liderin ayaklarının dibinde, huşu ve hayranlıkla, Netanyahu’nun İran’a yönelik bir saldırıya ilişkin gerekçelerini onaylıyor: “Nükleer güce sahip bir İran tehdidi, dünya için ekonomik krizden daha büyük bir tehlike taşıyor…. Bu, doğrudan İsrail’e yönelik olarak varoluşsal bir tehdit içeriyor”. Stephens, Netanyahu’nun konumunu Obama’ya anlatarak bitiriyor: “Eğer diplomasi başarısızlığa uğrar ve ABD askeri güce başvurmazsa, İsrail bunu tek başına yapacak…”

İsrailli liderler İran’a saldırmak konusunda geçici olarak desteksiz kaldılar. Bunun yerine, İsrail’in ileride Müslüman müttefikleri olan Tahran’la yapacakları bir savaşta Filistinliler’in yapacağı olası bir direnişi zayıflatmak üzere Gazze saldırısını hayata geçirdiler. İsrail’in İran’a yönelik savaş planları, yeni Obama başkanlığında pekişecek. Ultra-Siyonist Dennis Ross’un İran konusunda Başkan Obama’nın baş danışmanlığına yükselmesi ve Hillary Clinton’un (“İran’ı mahvedeceğiz”) Dışişleri Bakanı olması ile İsrail’in İran’a yönelik ABD destekli bir önleyici saldırısı greçekleşmeye çok yaklaştı. İki ay kadar önce Ross, İran’la savaşın “yol haritası”nı içeren bir belge imzaladı. Obama rejiminin siyaset üretme aygıtındaki Siyonist virüs, İsrail’in İran’a yapacağı saldırıya karşı herhangi bir resmi askeri ya da istihbari muhalefetin törpüleneceği ve sözcülerinin kenara itileceği anlamına geliyor.

Obama Rejimi ve İsrail

Siyonistler, Obama rejiminde, en alttan en tepeye, Yürütme makamlarından Kongre’ye varana kadar Ortadoğu politikası ile ilgili her türlü stratejik karara etki edecek konumlara çok daha fazla nüfuz etmişlerdir.

Amerikan Yahudi-Siyonist yayımların önde gelen haber ajansı The Jewish Telegraph Agency (20 Ocak 2009) Obama rejiminde stratejik Ortadoğu konumlarındaki “İsrail yanlısı” Siyonistler’in ayrıntılı bir listesini sunuyor. Siyonist denetimin izleri karşı konulamaz düzeydedir. Bunun neticesi, herhangi bir “eşit” barış görüşmesinin başlamadan bitmesidir ve İsrail’in bölgedeki savaş tutkusu için olağanüstü derecede vaatkârdır:

1. Dennis Ross, İran politikasında etkili bir danışman olacak. Ross, barış görüşmelerini zayıflatıp askeri seçeneği zorlamak üzere, yaptırımların artırılmasını savunmaktadır.
2. Richard Holbrooke, Obama’nın Afganistan elçisi olarak atandı. Clinton döneminde BM elçisi olarak görev yapan önde gelen bir Siyonist’tir. Kısa süre önce, eğer İran, hukuken sahip olduğu nüleer enerji programı hakkını kullanmayı İsrail’in dikte ettiği üzere bırakmazsa, askeri müdahaleyi savunan, Nükleer İran’a Karşı Birlik adlı bir gayri resmi gruba başkanlık etti.
3. George Mitchell, Obama’nın Filistin-İsrail çatışmasındaki elçisi… İkiyanlı Politika Merkezi adlı Siyonist cephe grubunun dört eş-başkanınından biridir. Bu merkez, yaptırım, ambargo, deniz ablukası ve askeri taarruz olmak üzere adım adım ilerleme yaklaşımını öneriyor.
4. Dan Shapiro ve Puneet Talwar, Ulusal Güvenlik Konseyi’nde Ortadoğu politikaları konusunda işbirliği yapacaklar. İsrail uzmanı olan Shapiro, “Suriye Sorumluluk Yasası’nın (Suriye’ye sert yaptırımlar içeren bir düzenleme) Senato’da kabul edilmesini yönlendirmekteki kilit” kişiydi. Obama’nın Mayıs 2008’de Washington’daki AIPAC Konferansı’nda yaptığı köpeklik edip, yüzüstü yerlerde sürünen konuşmasını hazırlayan Shapiro idi. Puneet Talwar, İran’ı da kapsayan, İran Körfezi meselesiyle ilgilenecek. Daha önce, eski Senator ve mevcut Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın ekibinde çalışmıştı. AIPAC’la ilişkiler konusunda iyi bir kanal ve sıkı bir işbirlikçi idi.
5. Eric Lynn, Beyaz Saray’ın Ortadoğu politikası görevinin başına getirildi. Kariyerine 1998’de AIPAC’ta stajyer olarak başladı ve “Kongre’deki en sadık İsrail yanlısı figürlerden bir olan” Kongre temsilcisi Peter Deutsch’un ekibinde çalışarak devam etti. Lynn, Siyonist askeri kültürünü özümseyip, İbranice öğrenmek üzere bir yıl İsrail’de bulundu.
6. James Steinberg ve Jacob “Jack” Lew, Dışişleri’nde Clinton’un temsilcileri olarak tanındılar. Steinberg’in “İsral yanlısı topluluklarla güçlü ilişkileri” bulunmaktadır ve Arafat’ın İsrail taleplerine imtiyaz tanıması için yapılan İsrail baskısının kanallarındandı. Jack Lew, denizaşırı iktisadi teşviki yönetecek. Lew, Amerikan ekonomik kaynaklarını, İsrail militarizmi ve onun rakiplerini cezalandırıp ödüllendirmek üzere kullanacak olan bir Ortodoks-Siyonist… Citigroup yatırım biriminin eski başkanlarından biri olarak, İsrail devlet tahvillerinde 50.000 ilâ 100.000 dolarlık bir meblağ bulunduruyor.
7. Samantha Power, 2002’de İsrail savaş suçlarını eleştiriyordu. Bu nedenle, Siyonist Güç Birliği onu Mart 2008’de Obama’nın kampanyasından uzaklaştırdı. İsrail’den “onursuzca özür” diledikten sonra, Clinton intikal takımının bir üyesi olarak iade-i itibar edilip, yeniden kabul edildi.
8. Cass Sunstein, Obama rejiminin anahtar propaganda ordusu olan Beyaz Saray Enformasyon ve Kamu Kurumları ile İlişkileri Düzenleme Biriminin başı… Ömrü boyunca Siyon ağzıyla konuştu.
9. Rand Beers, Senatör Kerry’nin 2004’teki başkanlık kampnyasında önde gelen ulusal güvenlik danışmanı idi ve İsrail yanlısı siyasal aygıtlarla “yakın ilişkiler kurdu”. İç Güvenlik danışmanı olarak, “İsrail ve ABD’nin daha yakın müttefikler olması için hayati rol oynayacak” (Jewish Telegraph Agency, 20 Ocak 2009).
10. Lee Feinstein ve Mara Rudman, Clinton Yönetimi’nin Siyonist duayenleri… Feinstein, Dışişleri Bakanı Clinton’un önde gelen danışmanı ve Rudman Başkan Obama’nın Kıdemli Dış İlişkiler Danışmanı…
11. Susan Rice, Obama tarafından BM Büyükelçiliği’ne atandı. Geçtiğimiz yaz, Washington Ortadoğu Politikası Enstitüsü (WINEP) tarafından hazırlanan, İran’a yönelik ambargo ve askeri saldırı için daha sıkı bir İsrail-Amerikan işbirliğinin önerildiği bir belgeyi imzaladı. WINEP, İsrail’in en fanatik, savaşçı ve kayıtsız şartsız destekçilerinden oluşan bir propaganda fabrikası… Senatodaki yemini sırasında Rice, İsrail’in Gazze’deki kan banyosunu eleştiren Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nu itham etti.

Obama’nın dış ilişkiler rejiminin en üstünde bulunan, Başkan Yardımcısı Biden (“Ben bir Siyonist’im”), Dışişleri Bakanı Clinton (“İran’ı mahvet”) ve Savunma Bakanı Gates (İsrail’in yönlendirdiği Bush yönetiminin uzantısı), ABD tarihindeki en Siyonistleşmiş Ortadoğu politikası rejimini yürütüyorlar. Bu rejim, İran’la ciddi görüşmelere başlamak ya da Filistin’deki İsrail işgalini sona erdirmek için ne bir arkaplana, ne de vefaya ya da sorumluluğa sahiptir. Aksine, Siyonist Güç Birliği ile yakın ilişkileri ve İsrail militarizmine ve yayılmacı politikalarına uzun dönemli bağlılıkları, Obama rejiminin, İran’la askeri olarak karşı karşıya gelmek konusunda, Yahudi devletiyle bir işbirliğine doğru ilerlemesini sağlayacaktır. Obama ekibindeki herkes, İsrail’in Gazze’deki katliamını destekliyor; İsrail’in demokratik olarak seçilmiş Hamas hükümetini ortadan kaldırıp, Abbas liderliğindeki itibarsız ve müflis işbirlikçi hizbi destekleme çabasını haklı görüyor.

Obama Başkanlığı, pek çok gözlemcinin imkansız dediği şeyi başardı: İran’la yürütülecek bir savaş için, Bush yönetiminden bile daha büyük bir taahhütle, daha fazla Siyonist’i çok daha stratejik güç konumlarına yerleştirdi. Obama’nın atamaları ve bizzat kendisinin İsrailli liderlere boyun eğişi düşünüldüğünde, on altı büyük istihabarat servisinin, Bush döneminde olduğu gibi, İsrail’in İran nükleer programı hakkındaki uydumalarına karşı çıkacak bir rapor hazırlamalarını hayal etmek zor görünüyor. Daha kötüsü, Beyaz Saray’daki mevcut Siyonist hâkimiyetle birlikte, Obama’nın İsrail’in İran’a yönelik olarak önereceği bir hava saldırısını, daha evvel Bush’un yaptığı gibi reddedip reddedemeyeceği de kuşkuludur.

İsrail’in İran’a yönelik savaş stratejisi, öncüsü olan Naziler’in “salam taktiği”ni andırıyor: İran’a yönelik İsrail saldırganlığına karşı çıkan ülke ve liderlerin sivil altyapılarına en üst düzeyde tahribat vermek üzere tasarlanmış saldırılar. İsrail Lübnan’ı bombaladı ve istila etti. Suriye’yi bombaladı. Gazze’ye vahşice saldırdı. İsrail lobisi, Maliye Bakanlığı’ndaki Siyonistleşmenin de etkin müdahalesi ile küresel ekonomik yaptırımları genişletip, arttırdı. Obama’nın üst düzey ekonomi danışmanı, ultra-Siyonist Lawrence Summer, İsrail’in belirlenmiş düşmanlarına karşı daha sıkı yaptırımlar, boykotlar ve ambargolar uygulanmasını teşvik ediyor: Politikalar savaşı işaret ediyor.

Savaşa Yönelik “Barış” Görüşmeleri

Obama rejiminin dünyayı, İran’a yönelik saldırgan bir savaşa daha da yaklaştıracağı öngörüsü, boş bir spekülasyona ya da başkanlık kampanyası sırasında yaptığı konuşmalara dayanmıyor. İran’ın egemenliği ve ulusal çıkarları açısından kabul edilemez koşullar içerdiği sürece, Başkan Obama’nın ya da Dışişleri Bakanı Clinton’un “İran’la müzakere” avukatlığını kimse ciddiye almaz. Obama rejimi açıkça, eğer İran tek taraflı silahsızlanmayı ve İsrail ile ABD’ye gerçekleştirecekleri ilk dalga saldırıda hedef alacakları hayati merkezleri öğrenmek için eşsiz bir fırsat sunan, stratejik savunma üslerinin zorla denetlenmesini kabul etmezse savaşla tehdit ediyor.

En gayretli Siyonist militarist Dennis Ross’un İran’la ilgili kilit stratejik makama atanması, Obama’nın İran’la savaşa doğru sürüklendiğini kesin olarak göstermektedir.

Obama, Ross’u, “İran Özel Elçiliği”ne atadı. Ross, Ortadoğu politikasının Çar’ı gibi hareket edecek. İsrail-Filistin görüşmelerine ilişkin elçiliğini George Mitchell yürütecek; klasik “kötü polis”e (Ross) karşı “iyi polis” (Mitchell) taktiği… Genellikle “İsrail avukatı” olarak anılan Ross, İran’la ilgili temel girişimlerinin hepsinde, ABD Siyonist Yahudi Lobisinin veliahtı olarak davranan bir aşırı Siyonist’tir. Ross, Washigton’daki en temel ve kuvvetli İsrail Lobisi olan AIPAC’ın kurucu liderlerdindendir. Irak’ın istilası yönündeki kampanyayı da başarıyla sürdürerek, ömrü boyunca etkin bir Siyonist komplo ideoloğu olagelmiştir. İsrail’in yayılmacı emelleri lehine ABD askeri müdahalesini zorlayan en savaşçı yazıları hazırlayan, Siyonist mali destekli propaganda makinesi WINEP’in en üretken ve etkili yazar ve propagandacılarından biridir. Clinton döneminde Ross, İsrail-Filistin görüşmelerinde (1999-2000) ABD “arabuluculuk” komitesinin başına atanmıştı. Bu konumda iken, bir ABD Siyonist diplomatı arkadaşına göre “İsrail’in avukatı” gibi davranmıştı. “İsrail’in öncülüğünü izleyerek”, her türlü uzlaşma olasılığını tıkadı. Sorumluluğu bu acılı halkın üzerine yıkarak, Filistinlilerin kaçınılmaz olarak reddedeceği koşulları hazırladı. Ross, Obama’nın İsrail politikası üzerinde derin bir etki sahibidir.

Ross, “İki Yanlı Politika Merkezi” adıyla bilinen görece yeni bir Siyonist ön cephe grubunun da lideridir. Bu “Merkez” yakın zamanda, “Meydan Okumayı Göğüslemek: İran’ın Nükleer Gelişimine Yönelik ABD Politikası” başlıklı bir rapor yayımladı. İran’la savaşın yol haritası anlamına gelen bu metin, Ross ile birlikte Michal Makovsky ve Michael Rubin adlı iki İsrail-ABD çifte vatandaşı, aşırı uç Siyon komplocusundan oluşan bir özel ekip tarafından hazırlandı. Ross’un “Rapor”u kabulü, İran’la uzlaşılarak varılacak, İran’ın uluslararası anlaşmalarca tanınan hukuki uranyum zenginleştirme programını kabul etmek anlamına gelecek herhangi bir anlaşma olasılığını reddettiğini göstermektedir.

Dennis Ross’un Obama Kabinesi’ne atanması ile ilgili son zamanda rivayet olunan bir bilgi de, Ross’un İsrail Hükümeti’nin resmi bir parçası olan Yahudi Ajansı altında çalışan Kudüs merkezli Yahudi Halklar Politika Planlama Enstitüsü’ndeki mevcut başkanlığı hakkında… Ross’un halihazırda İsrail hükümet ajansı için çalışıyor olması, yabancı hükümetler adına çalışan kişilerin bu durumu bildirmesini gerekli kılan bir Federal düzenleme olan Yabancı Ajanlar Kayıt Yasası karşısında, durumunu tuhaflaştırıyor. [Zira] Ross, böyle bir bildirimde bulunmuş değil…

“Rapor”, ABD ve Avrupa ilk saldırıyı yapmazsa, İran’a karşı önleyici İsrail hava bombardımanı yapılmasını ve misilleme kampanyası yürütülmesini savunuyor. Bu Dennis Ross imzalı “Rapor”, İran’ın hayati altyapı olanaklarına yönecelecek bir ABD saldırısına başlangıç olarak topyekün bir deniz ve hava ablukası öneriyor. Belgede, Obama’ya “Irak ve Afganistan çatışmaları kapsamında, bölgeye hem asker hem de mühimmat gönderme, böylece bir dereceye kadar stratejik ve taktik şaşkınlık imkanı kazanma” çağrısı yapılıyor. Yani, Obama’nın gelecekte Ross’u Ortadoğu Politikaları Danışma Grubu’nun başına atayacak olması, İran’a karşı soykırımvari bir savaşın kayıtsız şartsız destekçisi ve teşvikçisi olan bir kişinin, dış ilişkilerde kilit stratejik bir konuma gelmesi anlamını taşıyor.

Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ve Dennis Ross, İran’a ABD ve İsrail’in birlikte saldırmalarını teşvik edip, meşrulaştırmak için ellerinden geleni yapacaklardır. Ross ve Clinton, işe kabul edilemez ultimatomlar içeren sahte görüşmelerle başlayacaklar. Bunu, Gazze’de olduğu gibi, İran halkını aç bırakıp güçsüz düşürecek ambargolar şeklinde tasarlanan savaş adımları izleyecek ve nihayet Gazze tarzı ani hava bombardımanı ile son bulacak. Obama tarafından hükümetin her düzeydeki anahtar mevkiine atanan olağanüstü sayıda çok Siyonist’in varlığı düşünüldüğünde, Ross’un İsrail çıkarına bir savaş için hazırladığı yol haritası üzerinde bir iç tartışma ya da çekişme olasılığı da oldukça düşük… Obama, İsrail ordusuna bu derece bağlı ve sadık, öyle bir politika üreten eliti bir araya getirdi ki, İran’la anlamlı herhangi bir görüşme yapılması imkansız hale geldi.

İran’a Yönelik Siyonist-İsrail-ABD Savaşı Karşısında Olası Harici Kısıtlar

İran’a yönelik Gazze benzeri bir İsrail saldırısını engelleyen tek etkin caydırıcı, Tahran’ın askeri olarak karşılık verebilme kapasitesi ve özellikle de İsrail’in ana askeri üslerine, altyapısına ve bağlantılı destek sistemlerine kadar erişme kapasitesine sahip hassas uzun menzilli füzeleridir. İsrail liderlerinin herhangi bir ahlâkî kısıt tanımadıkları ve güçlerini artırıp, İsrail kamu desteğini almanın yolunun kaba güç ve yaygın şiddet kullanmaktan geçtiği şeklindeki militarist bir ideolojiye bulandıkları göz önüne alındığında, İsrail liderlerini, askeri yönelimli dış politikalarını yeniden değerlendirmeye zorlayacak en etkili araç, görkemli ve yekpare bir askeri karşı saldırı olarak görülmektedir.

İsrailli militaristler önleyici bir hava saldırısı öncesinde, “savunmacı” bir retorik kullanırlarken, stratejileri, İran’ın savunma yeterliliğini zayıflatmak, askeri tehditler ve diplomatik baskı karşısında daha kırılgan hale gelmesini sağlamaktır. Birleşmiş Milletler görevlileri tarafından gerçekleştirilen uluslararası incelemeler yalnızca İran tesislerinde yürütülmüş ama nükleer silahlı gemileri ve denizaltıları da dahil olmak üzere ABD’nin bölgedeki askeri üsleri ya da İsrail’in nükleer silah üsleri ile nükleer silah laboratuarları incelenmemiştir. Tek taraflı bu incelemeler, İran’ın askeri kapasitesi, savunma bölegeleri ve gelişkin stratejik araştırma laboratuarları hakkında zengin bir bilgi kaynağıdır. ABD’nin Irak işgali öncesinde BM incelemesi, kilit savunma tesislerini ve Iraklı bilimadamlarını, işyerlerini ve evlerini belirlemeye yaramıştı. Bu bilgiler, bombalama görevleri sırasında ve sonrasında Iraklı üst düzey bilimadamlarına karşı yürütülen suikast kampanyasında kullanıldı. Bu tarz bir enformasyon, Lübnan ve Gazze’nin işgali sırasında, İsrail bombalarına, roket saldırılarına ve liderlerle ailelerine yönelik suikatlere rehberlik etmesi bakımından da yaşamsaldı.

İran’a yönelik olarak, İsrail’in dikte ettiği ve ABD Siyonistler’i tarafından uygulanan ekonomik boykot, açık ki, aynı Yahudi devleti tarafından Gazze’de uygulandığı gibi, İranlılar’ın yaşam standartlarının ve ekonomik performanslarının düşürülmesini hedefliyor. Bu, gerçekleştirilecek saldırı öncesinde yürütülen “yumuşatma” kampanyasının bir parçasıdır.

Bugün yine de, ABD hükümetinde üst düzey Siyonist faaliyet yürütenlerin her türlü çabasına ve bu lobinin ABD emeklilik fonlarını yönetenlere uyguladığı yoğun baskılara rağmen, ambargo, İran ekonomisini bozguna uğratamadı. Özellikle resesyonun başlamasıyla, dünya piyasalarının düşüşü ve Çin’in artan enerji talebiyle, İsrail’i ve Siyonist baskıyı görmezden gelerek, İran’la ticareti sürdüren çeşitli Batılı ve Asyalı çokuluslu şirket bulunuyor.

İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırımvari savaş nihayet, Yahudi kamuoyu üzerindeki denizaşırı Siyonist tekelde önemli çatlaklar yarattı. Başlıca Yahudi cemaat örgütleri ve bunların ruhani sözcüleri, Kızıl Haç ambulansları ve kliniklerinden Birleşmiş Milletler okullarına, yiyecek ve tıbbi malzeme tedarik depolarına ve sığınmacı merkezlerine kadar heryerin bombalanmasına ilişkin her bir suçu savunmayı sürdürüyorlar. Bu nihayet, Yahudi entelektüeller, yazarlar ve diğer mesleklerden insanlar arasında sert bir karşı çıkışı tetikledi.

Yahudi cemaatinde, İsrail’in soykırımını şiddetle reddeden yeni yapılar ve kişilikler ortaya çıkmaya başladı. Kimi Yahudi eylemciler, bazı büyük kentlerdeki İsrail konsolosluk binalarını işgal edip, İsrail mallarını ve akademik ilişkileri topyekün boykot etme çağrısında bulunmak gibi, cesur eylemlere yöneldiler. Kimileri de, forumlarda ya da basın konferanslarında Siyonist mazeret üreticilerinin karşılarına çıktılar. Siyonist savaş suçlarını eleştiren Yahudiler’in sayıları ve etkileri küçükse de, önemleri, sessiz kalmış ve sinmiş milyonlarca Yahudi olmayan insanın “ortaya çıkması” için meşruluk sağlayıp, cesaret vermelerinden kaynaklanıyor. Sonuç olarak, Batı’da beklenmedik sayıda insan, Siyonist askeri vahşet karşısında nefretlerini ve karşı çıkışlarını dillendirip, İsrail’e karşı yürütülecek bir ekonomik boykoto desteklerini açıkladılar. Yahudi olan ya da olmayanların yek vücut karşı çıkışları, İsrail’in Gazze’deki katliamlarını yavaşlatıp, durdurmadı ise de, Amerikan Siyonistler’in İran’la savaşma planlarına karşı kitlesel bir kampanyanın hayata geçirilebilmesi için siyasal ve örgütsel bir zemin yarattı.

İsrail’in askeri başarıları, İsrailli liderlerde ve ABD’de milyonlarca üyeye sahip Yahusi Siyonist kuruluşlarındaki coşkulu destekçilerinde, akıldışı bir zafer düşkünlüğü hevesi yarattı. Bu, İran’la yapılacak bir savaşın feci sonuçlarını öngörememelerine neden oluyor. İran’a yönelik sinsi bir İsrail-ABD saldırısı, Ortadoğu’nun tamamında, askeri ve siyasal misilleme eylemlerini harekete geçirecektir. Bu da Körfez bölgesindeki ABD askeri üslerinin esaslı insani, askeri, siyasal ve ekonomik kayıplar vermesine neden olacaktır. Bu özellikle, ABD askeri gücünün yüksek derecede kırılan olduğu, Irak ve iyi bir pazar olan komşu Körfez ülkeleri için geçerlidir. Bir İsrail saldırısı, müttefik Arap devletlerinde kargaşaya hatta rejimlerin devrilmesine neden olabilir. Dahası, İran, İsrail’in ana askeri tesislerini ve komşu yerleşimleri hedef alarak, hassas uzun menzilli roketlerle karşılık verebilir.

İsrail’in Gazze’de işlediği savaş suçlarına karşı, dünya çapında oluşan büyük nefret ve memnuniyetsizlik ile milyonlarca İranlıyı hedef alan yeni bir hava saldırısı ihtimalinin yarattığı düşmanlık düşünüldüğünde, Tahran’ın İsrail ve ABD’ye yapacağı misillemeler fazla kınanmaz gibi görünüyor. Muhtemelen pek çok insan, bunun, küstah kabadayının nihayet Gazze’deki silahsız, kıstırılmış sivillere yaptıklarını ödeten, adil bir karşılık olduğunu düşünecektir. İngiliz halkının yaşadığı yerlere atılan Nazi roket saldırılarından kurtulan İngilizler’in, Dresden’in bombalanmasını alkışlarla karşılamaları gibi, kamuoyunun farklı kesimleri, İran’ın İsrail’e yapacağı bir misillemeyi, insanlığa karşı giriştiği mezalimin sonucu, yerinde bir caydırıcı faaliyet olarak görebilir.

İsrail’in soykırımvari yürüttüğü savaşa ilişkin en etkin tehdit, İsrail savaş suçları için soruşturma başlatılması, İsrailli askeri ve siyasi liderleri insanlığa karşı işledikleri suçlar yüzünden yargılamak üzere mahkemeler kurulmasıdır (Financial Times, 16 Ocak 2009, s. 5). İsrailli liderler, suçlu-askerlerine, hukuki koruma altında olacaklarını söylediler. Liderler, asıl kendilerinin tutuklanıp, denizaşırı ülkelerdeki mahkemelerde yargılabileceğinden endişe ediyorlar. Bazı hükümetler, Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde savaş suçları isnadıyla yargılanıyorlar. İsrail savaş suçlularının itham edilmeleriyle ilgili problem, askeri-siyasi liderler arasındaki çizginin nasıl çekileceğine ilişkindir. Savaş suçlarını ve ordudaki görevlileri kim yönetti; Cenevre Konvansiyonu’nu ihlal eden politikaları kim uyguladı..? İsrail’in Gazzeli sivilleri korkunç şekilde katlettiği yerde, söz gelimi, özel olarak, tıbbi ve acil yardım çalışanlarının aralarında küçük çocuklar da bulunan, yaralı ve aç sivillere ulaşmalarını dört gün boyunca engelleyen görevlileri belirlemek… Peki ya, sivil komşularının bombalanması ile keyiflenen İsrailli Yahudi yurttaşlar..? Öyle ki, kimi İsrailliler devam eden katliamı temaşa edebilmek için piknik sepetleri ile rasat mevkilerine yollandılar. “Memnun fotoğraflar veren, gazetelerin ilk sayfalarından fırlayan, muzaffer bir şekilde tankların üzerinde evlerine dönen askerlere gülümseyen” (Financial Times, 26 Ocak 2009) aynı İsraillilerdi. İsraillinin kitlesel gururu, siyasi sarhoşluk ve silahsız halkı öldüren faillerin kucaklaşması dünyaya tiksindirici gelebilir ama uluslararası bir mahkemeyi gerektiren yeterli suçlar değildirler. Ancak yine de, pek çoğumuzun Hitler’in zalimce Sovyet, Leh ve Balkan şehirlerini bombalamasını kutlayan Alman halkına karşı hissettiğimiz ahlâkî bulmama duygumuzun nesnesi olacaklardır. Siyonizmin kontrolündeki Beyaz Saray, İsrailli liderlerin savaş suçlarından dolayı soruşturulmalarını, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki veto yetkisini kullanarak engellese bile, iddiaların bazı Avrupa ülkelerinde dile getirilmesi ve bazı muhtemel tutuklamalar, İsrailli liderleri, toplum dışına itilmişliklerini görerek, İran’a kanlı bir savaşa girmekten alıkoyabilir. Aşağıda, İsrailli askeri liderlerin isimlerinin, rütbelerinin ve Gazze’deki savaş suçlarındaki sorumluluklarına ve operasyonel rollerine ilişkin bilgilerin yer aldığı bir liste bulunmaktadır (bkz. Ek 2).

İsrailliler şu anda, dünya kamuoyunun gözündeki rezilliklerini, sürdürdükleri askeri saldırı ile ilgisiz olarak kabul edip, görmezden geliyorlar. Bu Yahudi devletinin, stratejik siyasal desteğin erimesinde dünya kamuoyunun görüşünün taşıdığı öneme gereken dikkati vermemesine neden oluyor. Pek çok gözlemci, yüz milyonlarca Arabın ve Arap ya da Müslüman olmayan yığınların, İsrail ile denizaşırı Siyonist beşinci kolun, kendi çıkarları için düzenli olarak sıkıştırılıp, güçsüz bırakılmış halka devlet terörü uyguladıkları için, yalnızca şiddetin dilinden anlayacağına inanmaya başladıklarını düşünüyor. Sonuç olarak, pek çok yorumcu, İsrail’in kurbanları için en iyi seçeneğin kaçınılmaz bir şekilde, sürekli, örgütlü ve askeri halk direnişi olmasının anlaşılır olduğunu söylüyor. Bu koşullar altında, mevcut kansız, kudretsiz, işbirlikçi Arap liderleri ve rejimleri devrilerek, kitle desteğini en derinlerdeki ulusal onur ve Siyonist istihza karşısındaki engin düşmanlık duygusundan alan yeni bir savaşçı ve önem taşıyan liderlik doğabilir.

Sonuçlar

İsrail’in Gazze savaşı, İsrailli liderlere ve ABD siyasetinde stratejik olarak konumlanmış denizaşırı mümessillerine, emperyal gücü korumak için uygulanan bölgesel stratejinin bir parçası olarak, kendilerini aşarak İran’la yeni bir savaşa girebilmeleri için öncülük ediyor. Obama yönetimi ile yeni seçilecek İsrail başbakanı, aynı politika-üreticilerinden ve askeri güce dayalı bir imparatorluk kurmaya olan ortak sadakatten daha fazlasını paylaşıyorlar. Sahneyi, İran’a karşı soykırımvari bir savaşın başlatılmasına hazırlamak üzere bir dizi diplomatik ve ekonomik adımı usul usul atacaklarını açıkça gösterdiler. Bu, Obama’nın, İsraillilerin çıkarları ve Amerikalıların hayatları üzerine kurulu Yahudi-Afro-Amerikan ittifakını yeniden yaratma retoriği ile aynı hizada olacak. Yeni imha savaşları önündeki tek engel, İsrail’in saldırganlığının siyasal, ekonomik ve askeri bedelini artıran kitlesel eylemlerdir. Ancak, İsrail’in zayiatı arttığında, Siyonist sömürgenler ve bankacılar kayıplar verdiklerinde, akademik ya da turistik tesisleri boykot edildiğinde; işte ancak o zaman İsrailliler ve ABD’li hempaları, askeri politikalara körü körüne bağlılıklarını bir kez daha düşünmek zorunda kalacaklar. Ancak o zaman, dünyadaki Tek Ahlâkî Devleti’nde yaşayan Seçilmiş bir Halk etrafında dönüp duran akıldışı Juda-sentrik [Yahudi-merkezli, çn] dünya görüşlerini bir kez daha gözden geçirmek zorunda kalacaklar.

Bu kabile fantezilerinin dağılması, maalesef bir askeri şokun yaşanmasını gerektirebilir. Tarih bize, Süpermen Kompleksini sona erdirmekte en etkin yolun kanlı bir bozgun olduğunu öğretiyor.




Ek 1

Büyük Amerikan Yahudi Kuruluşları Başkanları Konferansı’nın üyesi olan elli bir örgüt:

1. Ameinu
2. American Friends of Likud
3. American Gathering/Federation of Jewish Holocaust Survivors
4. American-Israel Friendship League
5. American Israel Public Affairs Committee
6. American Jewish Committee
7. American Jewish Congress
8. American Jewish Joint Distribution Committee
9. American Sephardi Federation
10. American Zionist Movement
11. Americans for Peace Now
12. AMIT
13. Anti-Defamation League
14. Association of Reform Zionist of America
15. B’nai B’rith International
16. Bnai Zion
17. Central Committee of American Rabbis
18. Committee for Accuracy in Middle East Reporting in America
19. Development Corporation for Israel/State of Israel Bonds
20. Emunah of America
21. Friends of Israel Defense Forces
22. Hadassah, Women’s Zionist Organization of America
23. Hebrew Immigrant Aid Society
24. Hillel: The Foundation of Jewish Campus Life
25. Jewish Community Centers Association
26. Jewish Council for Public Affairs
27. Jewish Institute for National Security Affairs
28. Jewish Labor Committee
29. Jewish National Fund
30. Jewish Reconstructionist Federation
31. Jewish War Veterans of the USA
32. Jewish Women International
33. MERCAZ USA, Zionist Organization of the Conservative Movement
34. NA’AMAT USA
35. NCSJ: Advocates on behalf of Jews in Russia, Ukraine, the Baltic States and Eurasia
36. National Council of Jewish Women
37. National Council of Young Israel
38. ORT America
39. Rabbinical Assembly
40. Rabbinical Council of America
41. Religious Zionist of America
42. Union for Reform Judaism
43. Union of Orthodox Jewish Congregations of America
44. United Jewish Communities
45. United Synagogue of Conservative Judaism
46. WIZO
47. Women’s League for Conservative Judaism
48. Women of Reform Judaism
49. Workmen’s Circle
50. World Zionist Executive, US
51. Zionist Organization of America


Ek 2

Gazze işgali sırasında savaş suçu işleyen İsrailli yetkililerin listesi… Bu, potansiyel savaş suçluları, İsrail hükümetinin sansürüne ve İsrailli Baş Savcı Menachem Mazuz ile askeri muadili, Baş Askeri Hukuk Müşaviri Tuğgeneral Avihai Mandelblit’in tehditlerine rağmen, bir grup İsrailli eylemci tarafından tespit edildikçe büyüyen kısmi bir listedir:

1. Ehud Olmert, İsrail Başbakanı
2. Ehud Barak, İsrail Savaş Bakanı
3. Tzipi Livni, İsrail Dışişleri Bakanı
4. Yuval Diskin, İsrail Güvenlik Servisi Başkanı
5. Korgeneral Gabi Ashkenazi, İsrail İşgal Gücü Kurmay Başkanı
6. Korgeneral Hartzi Halevi, Paraşüt Birlikleri Tugay Komutanı
7. 401. Tugay Komutanı Albay Yigal Slovik
8. Tuğgeneral Jonathan Locker, İsrail hava güçlerinin başı
9. Orgeneral Ido Nehushtan, İsrail Hava Kuvvetleri
10. Albay Ron Ashrov, Kuzey Gazze Komutanı
11. Tuğgeneral Eyal Eisenberg, İsrail İşgal Gücü Komutanı
12. Albay Yigal Slovik, 401. Zırhlı Birlik Tugayı Konvoy Komutanı
13. Sho'alay Marom, Tuğgeneral
14. Yarbay Yoav Mordechai, Golan Piyade Tugayı’nın Gazze’deki 13. Taburu
15. Yarbay Oren Cohen, 13. Tabur, Golan Tugayı
16. Yarbay Avi Blot, 101. Tabur, Paraşüt Tugayı
17. Yarbay Yehuda Cohen, Givati infantry Brigade's Rotem Regiment
18. Yarbay Ronen Dagmi, 401. Zırhlı Birlik Tuhayı Komutan Yardımcısı
19. Albay Avi Peled, 51. Tabur Tugay Komutanı
20. Tuğgeneral Zvika Fogel, Eski Operasyon Birliği Güney Komutanlığı Temsilcisi
21. Tuğgeneral Yuval Halamish, İsrail İşgal Gücü İstihbarat Şefi
22. Paraşüt Birliği Komutanı, Hartzi Halevi
23. Albay Hertzi Halevy, Tugay komutanı
24. Albay Tomer Tsiter, “Öncü Birlik Operasyonu” sırasında Gazze katliamında yer aldı. Daha önce de 2002’de Cenin mülteci kampına düzenlenen “Savunma Kalkanı Operasyonu”na katılmıştı.
25. Gur Rosenblatt, Piyade ihtiyat görevlisi
26. Guy Ohaion, Piyade ihityat görevlisi
27. Yarbay Erez
28. Binbaşı Nimrod Aloni
29. Yarbay Shlomo Saban
30. Yüzbaşı Ron Vardi
31. Albay Pnina Sharvit-Baruch, Uluslararası Hukuk Departmanı Başkanı, Askeri Hukuk Müşavirleri Yetkilisi
32. Tümgeneral Yoav Galant, Güney Komutanlığı
33. Richard Awizrat, Kıdemli Müzekkere Görevlisi
34. Tümgeneral Amos Yadlin, Askeri İstihbarat Şefi

30 Ocak 2009

James Petras’ın “Zionism, Militarism and the Decline of US Power” (2008, Clarity Press, Inc.) adlı son kitabına Amazon.com’dan ulaşılabilir.

[La Haine’deki İngilizce orijinalinden Kasım Akbaş tarafından 5deniz (Sendika.Org) için çevrilmiştir]


21. Yüzyıl Sosyalizmi üzerine düşünceler

  06 Eylül 2008 -  James Petras
Petras, bu makalesinde bir taraftan 20.yy deneyimleri üzerinden 21.yy sosyalizmine ilişkin kimi dersler çıkarırken bir taraftan da isim vermeden Küba ve Venezüella devrimlerine ilişkin değerlendirmelerde bulunuyor. Makalede Küba devriminin Raul Castro dönemindeki reformlarına ilişkin olumlu bir çerçeve çizilmesinin yanı sıra, Venezüella'daki bürokrasi gerçeği ve Küba ile Venezüella'nın uluslararası yardım programlarına ilişkin olumsuz eleştirilerin ipuçları da bulunabilir. Sendika.Org

21. yüzyılda sosyalizme ilişkin perspektifleri incelemek için, sosyalist projeye şekil veren temel önermelerden bazılarını hatırlamak gerekir.

Dahası, çarpık yapıları ve başarısızlığa uğrayan politikaları anımsamanın büyük önem taşımasının yanı sıra, 20. yüzyıl sosyalist rejimleri tarafından erişilen temel ilerlemelerin bazılarını da hatırlamak önemlidir.

En temel anlamda “sosyalizm”in, kapitalizm altında olduğundan daha iyi bir maddi hayata dönük bir araç olduğunu hatırlamak önemlidir: daha yüksek yaşam standartları, daha geniş siyasi özgürlük, koşullarda toplumsal eşitlik ve iç ve dış güvenlik. “Saygı”, “haysiyet” ve “dayanışma”, sadece bu temel maddi hedeflere eşlik eden şeyler olarak anlaşılmalıdır, ikameler olarak değil. “Saygı” ve “haysiyet”e, uzun vadeli, geniş ölçekli mahrumiyet, fedakârlık ve maddi ilerlemenin gecikmiş biçimde yerine getirilmesi koşulları altında ulaşılamaz. Adaletin soyut ilkeleri adına maddi yaşam standartlarından “fedakârlığı” idealleştirerek “sosyalist” olduklarını iddia eden hükümetler, modern dinamik bir sosyalist hükümetten çok dini düzenin “ruhani sosyalizmi”ne yakındırlar.

Toplumsal dönüşümler ve kapitalist mülk sahiplerinin sosyalist devlet tarafından tasfiye edilmesi, sadece, yeni düzenin verimliliği, çalışma koşullarını ve sosyalist kurumların tüketicilerine karşı sorumluluğu geliştirebildiği takdirde haklı çıkarılabilir. Örneğin, bazı sosyalist rejimlerde, “devrimci atak” kisvesi altında devlet, “kapitalistleri tasfiye etmek” adına müdahale ederek, binlerce küçük ve orta boy kentli perakendeci işletmeyi imha etmişti. Sonuç bir felaketti: dükkânlar kapalı kaldı; devlet küçük işletmeler yığınını örgütlemekte beceriksiz oldu ve işçilerin büyük bir kısmı hayati hizmetlerden yoksun kaldı.

20. yüzyıl sosyalist devletleri işçilerin çoğunluğuna hizmet eden verimli ve eksiksiz sağlık, eğitim ve güvenlik sistemleri inşa ettiler. Sosyalist devletlerin çoğu, doğal kaynaklar üzerindeki yabancı denetimini ve sömürüsünü ortadan kaldırdı ve bazı örneklerde çeşitlendirilmiş endüstriyel ekonomiler geliştirdiler. Bütün hepsinde, yaşam standartları yükseldi, suç oranı düştü, istihdam, emeklilik ve refah sağlandı. Ancak 20. yüzyıl sosyalizmi, derin yapısal krizlere önayak olan derin çelişkilerle bölünmüştü. Bürokratik merkeziyetçilik işyerindeki özgürlüğü yok saydı ve kamusal tartışmalar ile halk katılımını kısıtladı. Kamusal otoritelerin “güvenlik” üzerine yaptıkları aşırı vurgu, yeni fikirleri, girişimciliği, bilimsel ve popüler inisiyatifleri engelleyerek, teknolojik durgunluğu ve kitlesel pasifizmi körükledi. Siyasi büroya dayanan seçkin maddi imtiyazlar, halkın sosyalist ilkelere dönük inancının altını oyan ve kapitalist değerlerin yayılmasına önayak olan derin eşitsizliklere neden oldu.

Kapitalizm, toplumsal eşitsizlikler üzerinden devam eder; sosyalizm daha geniş eşitlik vasıtasıyla derinleşir. Kapitalizm ve sosyalizmin her ikisinin de verimli, üretici ve yenilikçi işçilere ihtiyacı vardır: ilki, karları maksimize etmek için, ikincisi genişleyen bir refah devletini sürdürmek için.

21. yüzyıl sosyalistlerine 20. yüzyıl dersleri

21. yüzyıl sosyalistinin 20. yüzyıl sosyalizminin başarıları ve başarısızlıklarından alacağı dersler vardır.

İlki: politikalar, halkın çalışma koşullarının yanı sıra yaşam [şartlarını] da geliştirme doğrultusunda hayata geçirilmelidir. Bu kaliteli barınma, hane donanımı, toplu taşıma, çevresel kaygılar ve altyapıya muazzam yatırımlar anlamına gelir. Denizaşırı dayanışma ve misyonlar, sosyalist rejimin başlıca dahili sınıf tabanı için maddi yatırımları arttırmak ve derinleştirmenin yerine önceliğe alınmamalıdır. Dayanışma memlekette başlar.

İkincisi: kalkınma politikaları, hammaddeyi işleme, kitlesel tüketime yönelik (giyim, ayakkabı vs.) kaliteli ürünler üretecek endüstrilere ve tarıma büyük yatırımlar yapma, özellikle temel zorunlu besinlerde kendine yeter hale gelme konusuna özel bir önem vererek, ekonomiyi çeşitlendirme üzerine odaklanmalıdır. Sosyalist ekonomiler hiçbir koşulda, büyük belirsizliklerle malul olan tek ürünlere (şeker, turizm, petrol, nikel) dayanmamalıdır.

Sosyalist bir hükümet, yüksek ekonomik ve kültürel önceliklerine uygun biçimde eğitimi, gelir ve altyapı politikalarını finanse etmelidir; bu, tarım uzmanları ve becerikli tarım işçileri, becerikli inşaat işçileri (tesisatçılar, elektrikçiler, boyacılar) ve sivil mühendisler ve mega-şehirleri dağıtmak ve özel taşıma yerine kamusal taşımayı ikame etmek amacıyla ulaşım işçileri ve kent ve kır plancıları yetiştirmek demektir. Halkın, havanın, suyun kalitesini, gürültü seviyesini ve besinin ulaşılabilirliğini, fiyatlarını ve kalitesini denetlemek üzere seçtiği çevre ve tüketici konseylerini onlar kurmalıdırlar.

20.yüzyıl sosyalist hükümetleri, büyük miktarlarda yardımı (çoğu ilerici bile olmayan!) denizaşırı rejimlere yönlendirerek, çoğunlukla kendi işçilerine yabancılaştılar. Sonuç olarak, “uluslararası dayanışma” adına yerel ihtiyaçlar ihmal edildi. 21. yüzyıl sosyalizminin ilk önceliği, memlekette dayanışmadır. 20. yüzyıl sosyalistleri, yerel faaliyetin önüne geçerek ve pasifliği özendirerek, yukarından “refah”ı vurguladılar –“veren” hükümet ve “alan” kitleler. 21. yüzyıl sosyalizmi, makamlarını kamusal yetkileri vasıtasıyla bireysel serveti çoğaltmak ve korumak üzere kullanan ayrıcalıklı “sosyalist” burjuva bakanlara ve memurlara karşı durmak için özerk sınıf faaliyetlerini özendirmelidir. [Ancak] özerk halk örgütlenmeleri, özel şoförlü Mercedes’lere binerken ve lüks yalılarda, ikinci ve üçüncü yazlıklarında sefa sürerken yüksek maaşlı sanayi işçilerine “ayrıcalıklı” oldukları gerekçesiyle saldıran ve çocuklarını yurtiçi ve yurtdışındaki pahalı ve halka açık olmayan özel okullarda okutan zengin bakanların ikiyüzlülüğünü teşhir edebilir.

Sosyalizm her şeyden önce toplumsal eşitlikle ilgilidir. Gelir seviyesinde, okullarda ve hastanelerde eşitlik; sınıflar arasında ve içinde eşitlik. Toplumsal eşitlik olmaksızın, bütün “çeşitlilik”, “haysiyet” ve “saygı” muhabbetleri anlamsızdır. Kapitalistler de, kendi karlarını ve zenginliklerini etkilemediği sürece “çeşitliliği” destekler. Sosyalistler, zenginliği ve mülkiyeti, siyah ya da beyaz, yerli çiftçi ya da kentli işçi, erkek ya da kadın ve genç ya da yaşlı, bütün işçilere etkili biçimde yeniden bölüştürecek olan gelir ve mülk eşitliğini destekler. Yoksul olmanın ve sömürülmenin “haysiyeti” yoktur; haysiyet mücadeleyle ve toplumsal eşitlik ve yükselen yaşam standartlarına dair sosyalist hedeflere ulaşılmasıyla birlikte gelir.

17 Ağustos 2008

[La Haine’deki İngilizce orijinalinden Soner Torlak tarafından Latinbilgi (Sendika.Org) için çevrilmiştir]


Yabancı Sermayenin Faziletleri Hakkında Efsaneler ve Gerçekler

 13 Aralık 2005 -  James Petras
Yabancı sermayenin faziletleri hakkında, ortodoks iktisatçılarla çok uluslu şirketlerin halkla ilişkiler uzmanları tarafından ileri sürülüp kitlesel medyaya bağlı gazeteciler ve yayın sorumlularınca yaygın bir şekilde pazarlanan bazı efsaneler var:

Efsane 1 - Yabancı sermaye, yeni işletmeler yaratır, yeni pazarlar açar ya da var olan pazarları büyütür ve böylece yeni araştırmaları ve yerel teknolojik bilgi birikiminin artmasını teşvik eder. Oysa işin aslı, yabancı sermayenin çoğunun özelleştirilmiş kamu işletmelerini ya da karlı özel işletmeleri satın almaya yöneldiğidir. Bunu yaparken geri kalan karlı kamu işletmelerinin özelleştirilmesi için de baskı kurar, mevcut pazarları ele geçirir. Girdiği ülkede teknolojik bilgi birikiminin artmasını teşvik ettiği iddiasına gelince, yabancı sermayenin bu konuda yaptığı kendi ülkesinde tasarlanmış ve geliştirilmiş teknolojiyi yöneldiği ülkede satmak ya da kiralamaktan ibarettir. 1980'li yılların sonlarından beri, Latin Amerika'ya giren yabancı sermayenin yarısından fazlası, zaten var olan işletmeleri, üstelik de çoğu kez gerçek piyasa değerlerinin altında fiyatlarla satın almaya yönelmiştir. Girdiği ülkedeki kamusal ve özel sermayenin yanında bir tamamlayıcılık rolü oynamaktansa, yerel sermayenin ve kamu girişimciliğinin ''elde patlamasına'' yol açar ve yeni yeni gelişmekte olan teknolojik araştırma merkezlerinin altını oyar.

Pazarı genişletmesine gelince, bu iddia bazı bakımlardan doğru, bazı bakımlardan yanlıştır. Kamu işletmelerinin kaynak kıtlığı çektiği telekomünikasyon gibi kimi sektörlerde, yeni yabancı mal sahiplerinin kullanıcı sayısını artırmış ve pazarı büyütmüş olabilir. Ama, su, elektrik ve ulaşım şebekelerinin kurulması ve korunması gibi başka durumlarda, yeni yabancı mal sahipleri bu hizmetlerin fiyatlarını tüketicilerin çoğunun karşılayamayacağı şekilde yükseltmekle özellikle dar gelirli sınıfları devre dışı bırakarak, pazarı genişletmek şöyle dursun, mevcut pazarı daraltmıştır. Yabancı sermayenin teknoloji transferiyle ilgili karnesi de zayıflarla doludur: Araştırma-geliştirme (Ar-Ge) çalışmalarının yüzde 80'inden fazlası konak ülkede değil merkezde yapılmaktadır. Şu çok övülen ''teknoloji transferi'', yerel tasarım olmaktan çok, başka yerlerde geliştirilmiş tekniklerin satılması ya da kiralanmasından ibarettir. Çok uluslu şirketler, karlarını ve konak ülkeye ödenecek vergileri yapay ya da sahte bir biçimde düşük göstermek için çoğunlukla bağlı şirketlere aşırı yüksek patent ücretleri uygular, hizmet ve işletme giderlerini şişirir.

Efsane 2 – Yabancı sermaye girdiği iş kolunda ihracatta rekabet gücünü artırır, ikincil ve üçüncül alım ve satımlar yoluyla yerel ekonomiyi canlandırır. Gerçekte ise yabancı sermaye karlı mineral kaynaklarını satın alıp bunları çok küçük ya da hiç miktarda katma değer ekleyerek ihraç eder. Madenlerin çoğu, yüksek katma değerli yarı mamul ve nihai ürünlere ihraç edildiği ülkelerde dönüştürülür ve bu dönüştürme işlemlerinin gerektirdiği istihdam, ekonomik farklılaşma ve hüner bu ülkelerin kazancı olur. Brezilya'nın Vale del Doce'deki çok büyük ve karlı demir madeninin 1990'larda özelleştirilmesi madenin yeni sahiplerine muazzam karlar sağlamış ve buradan çıkarılan hammadde 21. yüzyıldan itibaren başta Çin
olmak üzere dışarıya pazarlanmıştır. Brezilya'nın ham demir cevherini işleyen Çin, ulaştırma, makine ve metalürji sanayileri için gereken çeliği üreterek kendi ekonomisini güçlendirmiş ve büyük ölçüde istihdam yaratmıştır. Aynı şekilde 1990'ların ortalarında Bolivya'nın gaz ve petrol sektörünün özelleştirilmesi, yabancı sermaye için 21. yüzyıla taşınan muazzam karlara yol açarken, buna karşılık, işleme ve doğalgaz ile petrolü yüksek katma değerli işlenmiş ürünlere dönüştürme işlerinde çalışan yüz binlerce Bolivyalının işlerinden olmasına neden olmuştur. Bundan başka, gaz ve petrol varlıklarını ihraç amacıyla işleyen yabancı sermaye, bu
kaynakların bulunduğu ülkelerde yaşayan düşük gelirli tüketicilerin ihtiyaçlarını karşılamakla ilgilenmemiştir. Hammadde çıkarımı az işçiye ihtiyaç duyan sermaye yoğun bir iştir. İşleme ve imalat aşamaları ise daha emek yoğun ve daha çok istihdam yaratıcı niteliktedir

Efsane 3 - Yabancı sermaye, yerel hazineyi güçlendirecek vergi gelirleri yaratır ve nakit döviz kazandırarak ithalatın finansmanını sağlar. İşin aslı ise yabancı sermaye devasa vergi yolsuzluklarına, geniş çaplı para aklama işlerine bulaştığı ve kamu şirketlerini satın alırken
dolandırıcılığa varan dolaplar çevirdiğidir. 2005 Mayısında, Venezüella hükümeti, geçmiş hükümetlerle 1990'lardan itibaren hizmet sözleşmeleri imzalamış olan başlıca yabancı petrol şirketlerinin o zamana dek değeri milyarlarca doları bulan veri kaçakçılığı ve yolsuzluklarına
karıştığını ilan etti. Rusya'nın bütün petrol ve doğalgaz sektörü, yabancı yatırımcılarla işbirliği içindeki yeni bir milyarder girişimci sınıfı olan hırsız oligarklar tarafından gerçek anlamda çalındı. Bu soygunun bir sonucu da vergi gelirlerinin erimesi oldu. Bu oligarklardan
ikisinin, Platon Lebedev ile Mihail Hodorkovskiy'in ABD ve Avrupa bankaları aracılığıyla 29 milyar dolarlık vergi kaçakçılığından yargılanıp cezalandırılması aydınlatıcıdır. Yabancı sermayenin ödemeler dengesi üzerindeki uzun vadeli etkisi olumsuzdur. Örneğin, ihracata
yönelik serbest ticaret bölgelerinde kurulan montaj tesislerinin çoğu, gereken bütün girdileri,
makine donatımın, tasarımı ve know-how'ı ithal eder, bunlarla ürettiği yarı mamul ya da nihai ürünü ihraç eder. Bu işlemin ticari dengesi girdi maliyetlerinin ihracat değerine oranına bağlıdır. Pek çok durumda, ithal girdilerin yerel ekonomiye olan maliyeti ihracata yönelik serbest bölgelerde yaratılan katma değerden fazladır. İkincisi, ihracat platformlarından elde edilen gelirin çoğu kapitalistlere gider, çünkü kişisel imparatorluklara uzanan yolda başarının anahtarı işçi ücretlerinin düşük tutulmasıdır.

Brezilya'nın son on beş yıllık deneyimi yabancı sermaye ve dışarından fonlanan yatırımların ödemeler dengesi üzerindeki olumsuz etkisi bakımından aydınlatıcıdır. Brezilya, 2004 yılında yabancı bankalara faiz ve ana para ödemesi olarak 46 milyar ABD doları ödemiştir. Söz konusu yıl içinde sadece 16 milyar dolarlık yeni kredi alabildiğinden ülke dışına yönelen net para çıkışı 30 milyar dolar olmuştur (2). Bu yılın (2005) Ocak ve Nisan arasındaki ilk dört ayında, Brezilya ekonomisinin kan kaybı, faiz ödemesi olarak 4.6 milyar dolar, kar dağıtımı (temettü) olarak 3.7 milyar dolar, ''dış hizmetlere'' karşılığı olarak 1.7 milyar dolar ve ana para borç ödemesi olarak 7.3 milyar dolar olmuştur (3). Toplamı 17.3 milyar doları bular bu ödemeler, 12.2 milyar dolar olan dış ticaret fazlasını hayli hayli geride bırakmıştır (4). Bir başka şekilde söylersek, yabancı yatırım öncülüğünde ihracat modeli, Brezilya'yı acil açığı yeni borçlarla finanse etme kısır döngüsüne, küçük ve orta ölçekçi çiftçilerin zengin sınai tarımcıların insafına terk edilmesine ve çevresel yıkıma mahkum etti.

Efsane 4 - Bir ülkenin uluslararası piyasalarda itibarını koruması ve mali sistemin güvenilirliğini sürdürmesi için borçlarını aksatmadan ödemesi zorunludur. Ve bu ikisi (uluslararası piyasalardaki itibar ve mali sistemin güvenilirliği) sağlam bir kalkınma için can alıcı önemdedir. Tarihin gösterdiği şey ise halkını gerçek anlamda temsil etmeyen hükümetlerce şaibeli koşullarda ve yasadışı sözleşmelerle alınan borçları geri ödemenin, yerel mali sistemin uzun dönemli mali durumunu ve güvenilirliğini tehlikeye soktuğu ve mali bir çöküşe yol açtığıdır.

Arjantin'in 196-2001 yılları arasında geçirdiği deneyim bu açıdan yol göstericidir. Bu dönemde yapılan iç ve dış kamu borçlarının önemli bir bölümü yasa dışı sözleşmelerle sağlanmıştı ve bu borçların kalkınma hedefleriyle pek bir ilgisi de yoktu. Bu borçların ödenmesine karşı Arjantinli iktisatçı Olmos'un açtığı davada, Arjantin hükümetinin
Citibank, First National Bank of Boston, Deutsche Bank, Chase Manhattan Bank ile Bank of America'nın özel yabancı borçlarını ödemeyi üstlendiği ortaya çıktı (5). Kıyı aşırı (offshore) bankaların ülkedeki şubelerinin borçları için de aynı şey geçerliydi. Olmos davası, ayrıca, askeri diktatörlüğün ve onu izleyen rejimlerinin dolar cinsinden sermaye, kaçışını kolaylaştırmak üzere nakit döviz sağlamak için de borçlanmış olduklarını belgeledi. Yabancı
bankaların verdiği borçlar Merkez Bankası'na gitti, oradan da kıyı aşırı banklardaki hesaplara aktarılmak üzere Arjantin parası verip dolar alan zenginlere aktarıldı. 1978 ile 1981 arasında Arjantin'den kaçan para 38 milyar doları aştı. Yabancı borçların çoğu, ülkenin ekonomik ''dışa açılmasını'', lüks eşya ve tüketim malları ithalatını ve askeri malzeme alımını finanse etmek için harcandı.

Olmos davası daha büyük borçlanma kaynağı olan bir ahlaksızlığı da ortaya çıkardı: Arjantin rejimi bankalardan yüksek faizle borç alıp, aldığı bu paraları düşük faizlerle borcu veren aynı bankalarda tutmuş, böylece borç yükünü milyarlarca dolar artırmıştı.

Efsane 5 – Yerel kaynaklar yeterli ve uygun olmadığından, pek çok Üçüncü Dünya ülkesi kalkınma için gereken sermayeyi temin edebilmek için yabancı yatırımlara bağımlıdır. Neo-liberal iktisatçıların çoğunun katıldığı bu görüşün aksine, yabancı yatırımlar denen şeyin çoğu yerel işletmeleri ve mali yatırımları satın almak için ulusal birikimler karşılığı yabancı borçlanmadan ibarettir. Yabancı yatırımcılar ve çok uluslu şirketler ya yerel hükümetlerin güvencesiyle yabancı borçlar sağlarlar ya da doğrudan doğruya, yerel tasarruflardan ve işçilerin emeklilik kesintilerinden toplanan konak ülkenin emeklilik fonlarından ya da bankalarından borç alırlar. En son veriler, Meksika'da faaliyet gösteren ABD çok uluslu şirketlerinden Banamex'in yerel kaynaklardan 28.9 milyar peso (yaklaşık 2.6 milyar ABD Doları), American Movil'in (Telcel) 13 milyar peso (1.2 milyar dolar) Ford Motor'un (uzun dönem borçlanmayla) 9.556 milyar peso, (kısa dönem borçlanmayla) 1 milyar peso ve General Motors'un (mali kolunun) 6.555 milyar peso borç aldığını göstermektedir (6) Çok uluslu şirketlerin ve yabancı yatırımcıların girdikleri ülkenin piyasalarını ve verimli sektörlerini ele geçirmek için o ülkenin kendi kaynaklarını kullanmaları yaygın bir uygulamadır. Ve bu yaygın uygulama, yabancı yatırımların ülkelere ''yeni sermaye'' getirdiği yönündeki efsaneyi çürütmektedir. Bu uygulama, aynı biçimde Üçüncü Dünya'nın sermaye kıtlığı yüzünden yabancı yatırımlara ''ihtiyaç duyduğu'' iddiasının inandırıcılığını da sarsmaktadır. Yabancı yatırımları davet etmek, yerel tasarrufların kamu ya da özel sektörde olsun yerel yatırımcılara gideceğine yabancılara yönelmesine neden, oluyor, yerel yatırımcıların devre dışı kalmasına ve sermaye ihtiyaçlarını karışlamak için, daha fahiş faizlerle kredi veren ''kayıt dışı'' tefecilerin kucağına düşmesine yol açıyor. Yani, yabancı
yatırımlar yerel yatırımcıların yanında bir tamamlayıcılık işlevi üstlenmek yerine, kredi piyasalarında bu yatırımcılarla daha güçlü bir konumdan rekabete girişiyor, yerel tasarrufları yerel işletmelerin elinden alıyor ve mali ve siyasal bakımdan daha güçlü olmaları sayesinde
yerel mali piyasalardan yerel yatırımcılardan daha iyi yararlanıyor.

Efsane 6- Yabancı yatırımların yandaşları bir ülkeye bir kez yabancı yatırım girdi mi, bunu başkalarının da izleyeceğini, yabancı yatırımların ''kalkınmanın direği'' olacaklarını iddia eder. Bundan daha fazla gerçeğe aykırı bir iddia olamaz. Meksika'da, Karayiplerde, Orta Amerika'da yabancı sermaye tarafından geliştirilen montaj sanayilerinde yaşanan deneyimler, Asya'da özellikle de Çin ve Viet Nam'da yeni ucuz emek kaynaklarının çıkışıyla buralarda nasıl bir istikrarsızlık ve güvensizlik yaşandığını göstermektedir. Yabancı yatırımcılar, yerel yatırımcılara kıyasla çok daha kolay biçimde yer değiştirip yeni ucuz işçilikli pazarlara kayabilirler. Ve arkalarında kısa süreli bir göreli refahı izleyen enkaz ekonomiler bırakırlar.
Yabancı yatırımların Meksima, Karayipler ve Orta Amerika'daki pratiği.
Asya'nın rekabetiyle karşılaştığı anda, teknolojiyi, işçi hünerini ya da ürün kalitesini artırarak bulunduğu yerde rekabet etme yolunu seçmeyip, tası tarağı toplayıp ucuz emek pazarlarına taşınmayı tercih ettiğini ortaya koymuştur. Son olarak Hindistan'da yabancı sermayenin uzun vadeli etkilerini inceleyen bir araştırma, ekonomik büyüme ile yabancı yatırımlar arasında bir korelasyon (doğrudan ilişki) bulunmadığı yönündedir (7).

Sonuç

Yabancı yatırımlara bel bağlamak, riskli, masraflı ve kısıtlayıcı bir kalkınma stratejisidir. Nimetler ve külfetler yabancı yatırımları ''gönderenler'' ile kabul edenler arasında eşit biçimde paylaşılmaz. Tarihsel olarak bakıldığında da, ne ilk, ne geç ne de en son kalkınan ülkelerin hiçbirinin kalkınma planlarının merkezine yabancı yatırımları koymamış oldukları görülebilir. Ne 19. yüzyıl ABD, Almanya ya da Japonya’sı, ne 20. yüzyılın Rusya, Çin, Kore ve Tayvan'ının sınai ve mali kurumlarını ilerletmek için yabancı sermayeye bağımlı olmamıştır. Yazı boyunca kaydedilen dezavantajları göz önünde tutarsak, gelişmekte olan ülkeler için ileriye giden yolun yabancı yatırımları en aza indirip, ulusal mülkiyeti ve yerel mali kaynaklara ve becerilere dayalı yatırımları olabildiğince artırmaktan, çeşitlenmiş bir ekonomi
aracılığıyla yerel ve yabancı pazarları genişletip derinleştirmekten geçeceği açıktır. Yabancı yatırımların ekonomik, politik ve toplumsal bakımdan olumsuz maliyetleri özellikle Latin Amerika olmak üzere, Üçüncü Dünya'da giderek daha fazla insan tarafından fark ediliyor. Yabancı yatırımlardan kaynaklanan olumsuzluklar, kitlesel toplumsal hareketleri, hatta, 2005 yılında Bolivya örneğindeki gibi devrimci mücadeleleri ateşleyen önemli bir fitildir. Yabancı yatırımlar devletin en yüksek makamlarında alınan siyasal kararların doğrudan sonucu olduğundan, kitlesel toplumsal mücadeleler, yabancı yatırımları olduğu kadar, hatta ondan da fazla, bunların koruyan ve nazlandıran işbirlikçi siyasi rejimi de hedef alıyor. Toplumsal hareketlerin giderek devlet iktidarı için siyasi mücadelelere dönüşmesi, siyasi iktidarla yabancı yatırımlar arasındaki yakın ilişkinin gitgide daha çok anlaşılır olmasıyla doğrudan doğruya ilişkilidir. 21. yüzyılda, en azından Latin Amerika'da, halk çoğunluğundan gelen hareketlerle devrilen bütün seçilmiş hükümetler yabancı yatırımlarla derin yapısal bağlara sahipti: Ekvador'da Guiterrez; Bolivya'da Sanchez de Losada ile Mesa ve Peru'da Fujimori. Buna karşılık, Latin Amerika'nın en büyük ve sağlam halk desteğine sahip olan lideri Venezüella Devlet Başkanı Chavez, yabancı yatırımlara giderek artan düzenlemeler ve vergiler getirip artan kamu gelirlerini yoksullar, işçi sınıfı ve köylüler arasında yeniden bölüştüren tek lider olması anlamlıdır. Hala cevap bekleyen soru ise, sınıf bilincinin ve enerjinin bu yeni bileşiminin yabancı yatırım yanlısı rejimleri yenilgiye uğratmanın ötesine geçip, ''millileştirme''den fazlasını yaparak sosyalizme yönelecek geniş bir sınıflar ittifakına
dayalı yeni bir devlete ulaşmayı başarıp başaramayacağıdır.

Notlar:

1- Paul Doremus ve d.l, Myth of the Global Corporation, Princeton: Princeton University Press 1998
2- Boletin: Cedada da Divida No 12, May 31, 2005, s2
3- Age. s2-3
4- Age. s2-3
5- Cited in Boletin s6
6- La Jornada June 7, 2005
7- Tanushree Mazumdar, “Capital Flows into India”, Economic and
Political Weekly, Vol XL No 21, s2183-2189 June 13, 2005


[www.rebelion.org adresinden Ahmet KIRMIZIGÜL tarafından sendika.org için çevrilmiştir.]


Toplumsal Değişimde Aydınların Rolü

 26 Mart 2005 - James Petras 

Giriş

Bugün "aydın"dan sözetmek ya da aydın hakkında yazmak aşırı sağdan (neo-liberal, neo-con), merkez sağa (sosyal liberaller), merkez sola (sosyal demokratlar) ve devrimci sola (Marksistler) kadar uzanan bir politik konumlar yelpazesine atıfta bulunmayı gerektiriyor. Bu politik kategorilerin içinde ya da dışında ise politik ekolojistlerden, feministlere, gaylere ve ırksal ve etnik kimliklere dek uzanan bir yelpazeye sahibiz.

Üstelik bu politik aydınlar farklı konumlara da sahipler, bazıları STK"larda (hükümet dışı örgütler) önderlik yapıyorlar, bazıları Akademi içindeler, bazıları ise "kamusal aydınlar", gazeteciler, profesörler, sendika uzmanları, politik parti liderleri, teologlar ve serbest yazarlardan oluşuyor.

Bu makalenin amaçları açısından, merkez solun ve devrimci solun aydınları üzerine odaklanacağım, çünkü bu gruplar ilerici toplumsal değişim süreci ile en dolaysızca özdeşleştirilen gruplardır. Merkez sol aydınlar daha çok kurumsal konumlarda bulunuyorken, devrimci sol aydınlar çoğunlukla "kamusal aydınlar" arasında ve üniversitelerde bulunuyorlar.

Merkez sol aydınlar ile devrimci sol aydınlar arasındaki fark, zaman içinde sabit kalmış değil. Aslında sol aydınların en önemli özelliklerinden bir tanesi "akışkanlık" ya da politik kimlikler arasında "hareket"tir. En büyük trafik devrimci soldan merkez sola doğru yaşanıyor ve oradan da merkez sağa (sosyal liberalizm) ve neo-liberalizme doğru uzanıyor. Eski politik kimlikler şimdiki ya da gelecekteki politik konumlar için iyi bir tahmin noktası oluşturmuyor. Latin Amerika"da 1960"lar ve 1970"lerde devrimcilik yapıp şimdi neo-liberal bakan, senatör ve kongre üyesi olan ve orduyu, emperyalizmi, agro-ticareti ve karşı-istihbaratı destekleyen çok sayıda eski-gerilla mevcut. Özellikle 1990"lardan sonra, özellikle de 50 yaşın üzerindekiler arasında, devrimci sola doğru hareket eden az sayıda, nadir merkez sol aydın da var.

Siyasetleri ve politik bağlılık noktaları konusundaki kaymalar her ne olursa olsun aydınların siyasette, özellikle de Latin Amerika siyasetinde; belirli koşullar altında, göreli olarak önemli bir rolleri var. Aydınlar genellikle kitle siyasetini dolaysız biçimde etkilemiyorlar; bazılarının bu yöndeki iddia ve niyetlerine karşın, kitle mücadelelerini örgütlemiyorlar ve onlara önderlik de yapmıyorlar.

Aydınlar (1) parti militanlarını, toplumsal hareketleri ve siyasallaşmış sosyal sınıfları etkilemekte; (2) bir rejimin, önderliğin ya da politik hareketlerin meşrulaştırılması ve propagandasının yapılmasında; (3) ekonomi, devlet, siyaset, emperyalist politikalar ve stratejilerin çözümlemesinin sunulmasında; (4) rejimler, hareketler ve önderlere öneriler ve politik stratejilerle programlar sunulmasında; ve (5) parti ya da hareket militanlarının politik eğitimine katılma ve bunları örgütlemede önem sahibiler.

Bu makalede merkez sol ve devrimci sol aydınlarının hareketlere çözüm ve politik öneri sunma konusundaki rollerine odaklanarak bu rollerin eleştirel bir kıyaslamasını yapacağım.

Yöntemler ve Analizler

Tartışmamız merkez sol ve devrimci sol aydınların Latin Amerika"nın son 25 yılı içindeki rolleri üzerine odaklanacak. İki araştırma hattına odaklanacağız: (a) reformist ve devrimci aydınların bazı kurucu olaylar karşısındaki rolleri; ve (b) merkez sol ve devrimci sol aydınlar tarafından üzerinde çalışılan temel kavramların eleştirel analizi.

Üzerine odaklanacağımız dört merkezi olay var: (a) askeri yönetimden sivil seçilmiş siyasete "geçiş"; (b) 1980"lerde "yeni toplumsal hareketlerin" (kimlik hareketlerinin) ve 1990"ların toplumsal hareketlerinin (kitlesel köylü, işsiz ve yerli hareketleri) ortaya çıkışı; (c) yeni bin yılda "merkez sol" seçilmiş rejimlerin yükselişi ve (d) sermayenin dünya çapındaki yayılması ve emperyalist savaşların tırmanması.

Merkez sol aydınlar tarafından popülerleştirilen kavramlar, devrimci sol aydınlar tarafından kullanılanlarla kıyaslanacak. Bunlar "demokratik geçişe" karşı "otoriter seçim siyasetine geçiş"; yeni "kimlik-temelli" toplumsal hareketlere karşı sınıf-temelli toplumsal hareketler; ve "küreselleşme"ye karşı emperyalizm olacak. Makalenin son bölümünde merkez sol ve devrimci sol aydınların performansını siyaset, siyasi öngörü ve toplumsal değişimlerin sonuçlarına ilişkin teşhisleri temelinde değerlendireceğiz.

Reformist ve Devrimci Aydınlar: Kilit Olaylar Karşısındaki Tutumlar

Çalışmamıza ele alınan dönem boyunca (1980-2005) sol aydınların büyük çoğunluğunun reformist kamp içinde yer aldıklarını söyleyerek başlayalım: devrimci sol bu dönem boyunca bir azınlık olarak kaldı. Bu durumun nedenlerini araştırmak bu makalenin amacı değil; ancak şimdi kamusal aydınların büyük çoğunluğunu üniversite akademisyenlerinin oluştuğu düşünüldüğünde, bu durum şaşırtıcı değil. Hedefimiz bu iki grup aydın tarafından benimsenen politik konumların anlamını ve geçerliliğini analiz etmek.

Demokrasiye Geçiş

Reformist aydınlar askeri yönetimden sivil seçim siyasetine kaymanın "demokrasiye geçiş"i temsil ettiği fikrini propaganda etmekle derinden ilgilendiler. Partilerin, basının, seçimlerin ve bireysel özgürlüklerin yasallaşmasının "demokrasiyi" tanımlamanın yeterli koşulları olduğunu ileri sürdüler. Devrimci sol ise sınıf yapısının, (askeri, yasal, fikirler, istihbarat ve merkez bankaları) devlet aygıtının, ekonomik modelin ve uluslar arası mali kurumların makro-sosyal-ekonomik siyasete dair nihai karar verme gücünün sürekliliğine işaret ettiler. Reformistler devrimci solun otoriter yapıların yerlerinde kaldığı ve politik sistem üzerine kısıtlar koyduğu tezini örtük biçimde kabul ettiler ancak "küçük değişimlerin" mümkün olduğunu ve bu ilerlemelerin nihayet daha adil bir durum yaratacağını ileri sürdüler. Tersine, devrimci sol aydınlar sandıksal siyasal çerçevenin kapitalist devletin ve yönetici sınıfların kurumsal gücüne tabi olduğunu ve toplumu dönüştürmek ya da hatta zenginliği yeniden dağıtmak ve yaşam standartlarını yükseltmek açısından organik bir yetersizliğe sahip olduğunu iddia ettiler.

Latin Amerika"daki sandıksal siyasetin 24 yılına ilişkin bir araştırma merkez sol aydınlar tarafından, toplumsal değişimin bir aracı olarak sandıksal siyaset lehine ileri sürülmüş olan tüm varsayımların yanlışlandığını göstermektedir. Çeyrek yüzyıl içinde Latin Amerika"nın tümündeki her türden politik rejimler yaşam standartlarını yükseltmekte, zenginliğin yeniden dağılımında, ulusal kalkınmanın teşvikinde ya da barınma, toprak dağıtımı ve ekonominin yabancılaşması gibi temel sorunları çözmekte başarısız olmuşlardır. Tersine, sandıksal rejimler kendi yönetimlerinden önceki gerici siyasetleri derinleştirmiş ve yaygınlaştırmışlardır. Toprak ve mülkiyet sahipliği daha da temerküz etmiş; en üst ve en alttaki yüzde 10"luk gelir dilimleri arasındaki fark artmış; kamu işletmeciliğinin önemli bölümleri özelleştirilmiş ve yabancılaştırılmış; ve yüz milyarlarca dolar işçilerden çalınarak deniz aşırı bankalara transfer edilip dış borçları birkaç kez yeniden ödemiştir.

Bütün ülkelerde ve bütün biçimlerde sandıksal sistem, temelli sınıfsal karakterini açığa çıkarmıştır; ki bu da devrimci solun analizleriyle uyuşmaktadır. Bu rejimlere giren bütün "reformist solcular"ın sonu gerici siyasetlerin yöneticiliği ve halk arasındaki hoşnutsuzlukları bastırmak olmuştur. Açıktır ki reformist solun teşhisi ve tarifi; sandıksal siyasetin demokratik bir geçiş içinde toplumsal değişime yol açabileceği tezi yanlış ve hatalıdır. Devrimci solun burjuva iktidarının sürekliliğine ve "geçişin" kapitalist sınırlılıklarına yönelik vurguları ise doğrudur ve doğrulanmıştır.

Yeni Toplumsal Hareketler

Solcu aydınlar sandıksal sürecin toplumsal değişime yol açmadığını daha fazla gördükçe, birçokları yüzlerini "yeni toplumsal hareketlere" doğru çevirdi. Bir kez daha bu hareketlerin toplumsal bileşiminin ve toplumsal gündeminin ne olduğuna dair bir tartışma koptu. Reformistler; ki bazıları "post-modernistler" olarak adlandırılmaktadır, sınıf tanımlarına karşı "toplumsal kimlikleri" vurguladılar. Reformist aydınlar 1970"lerden 1980"lere kadar ekoloji, etnik, feminist ve gay hareketlerine işaret ederek, yeni "kimlik"-temelli hareketlerin sınıf-temelli hareketlerin yerini aldığını ileri sürdüler. Devrimci aydınlar ise, bu kimlik gruplarını görmezlikten gelmeyerek, Ekvador"daki CONAİE, Bolivya"daki cocaleros, Meksika"daki Zapatistler ve Brezilya"daki MST gibi sınıf-temelli kırsal hareketlerin temel toplumsal değişimlerin önder güçleri olduklarına işaret ederek, sınıf-etnik temelli toplumsal hareketlerin kitlesel mücadelelerini vurguladılar. Reformist aydınlar "kimlik" hareketleri içinde yalnızca küçük "elit" grupların işine yaramış olan sınırlı değişimlere işaret edebildiler. Tersine, sınıf-temelli toplumsal hareketler bazı temel değişimleri gerçekleştirmede, çürümüş neo-liberal rejimleri devirmede ve gerici yasalar ve başkanlık seçimlerini bloke etmede büyük başarılar elde ettiler. Brezilya"da MST sınıf mücadelesi üzerinden yükselerek, milyonlarca hektar toprağın kamulaştırılmasını ve 350,000 ailenin (1.3 milyondan fazla insan) tarlalara yerleştirilmesini sağladı. CONAİE iki neo-liberal başkanı devirdi; Arjantin"in işsiz işçileri ve yoksullaşmış orta sınıfları başkan De La Rua"yı devirdi; Bolivya"da işçiler ve köylüler doğal gazı savunurak başkan Sanchez de Losada"yı devirdi.

Sandıksal Siyaset ve Merkez Sol

Reformist ve devrimci sol arasındaki tartışma politik iktidar ve toplumsal değişime giden devrimci yolda sandık siyaseti sorunu üzerinde derinleşti. Refomist aydınların büyük çoğunluğu ve çoğu "devrimci" aydın Peru'da Toledo, Ekvador'da Gutierrez, Brezilya'da Da Silva, Uruguay'da Vazquez ve Arjantin'de Kirchner'i içeren "merkez sol" adayları toplumsal reformun araçları olarak desteklediler. Devrimci sol aydınların küçü bir azınlığı, bu adayların partilerinin artık solda yer almayıp, sağa kaymış olduğunu ve IMF, neo-liberalizm ve ALCA'ya yaklaştıklarını söyleyerek bu siyasetçileri reddettiler.

Reformist aydınlar toplumsal hareketlerin önderlerini ve bu hareketlerin kitlesel destekçilerini "merkez sol" siyasetçileri desteklemeleri için etkilediler. Devrimci sol seçimler sırasında ve hemen sonrasında fazla bir etkide bulunamadı. Şimdi sonuçlar iyi bilinmektedir: Lula, Gutrierrez, Toledo ve yeniden-işlemden geçmiş olan solcudan-dönme-neo-liberallerin geriye kalanları özelleştirmeleri derinleştirip yaygınlaştırdılar, agro-ticareti küçük çiftçiler ve topraksız emek aleyhine teşvik ettiler, yüz milyarlarca doları deniz aşırı bankalara transfer ettiler, gerici emek ve emeklilik yasaları çıkardılar ve Amazon'un yerli halklar aleyhine sömürülmesini tevşik ettiler. Reformist aydınların "merkez sola" destek verme biçimindeki seçim stratejileri toplumsal hareketler açısından felaket sonuçlar yarattı. Ekvador'da, petrol işçileri bastırıldı, bazı önderleri Gutrierrez ile işbirliğine giden CONAİE, hoşnutsuz üyelerinin desteğini yitirdi. Brezilya'da, MST politik olarak hareketsizleşti, baskıya uğradı ve toprak kamulaştırmaları kaplumbağa hızıyla ilerlerken toprak işgalleri konusunda engellendi. Uruguay'da, Vazquez rejimi IMF direktiflerini izledi, büyük kirletici selüloz şirketlerinin yabancı yatırımlarını teşvik etti ve kendisini desteklemiş olan sendikal önderlerin ve ünlü reformist solcu aydınların prestijinin altını oyarak, sendikalar üzerine genel ücret "kısıtları" koydu.

Aylarca süren zalim neo-liberal siyasetten sonra, "merkez sol" hükümet partilerini başlangıçta desteklemiş olan reformist aydınların çoğu devrimci sol tarafından savunulan sistematik eleştiriyi takip etmek yerine "hatalı politikaları" eleştirerek rejim eleştirmeni haline geldiler. Devrimci sol aydınların, teşhislerinin geçerliliğine ikna olan hoşnutsuz reformist aydın kesimleri arasındaki itibarı arttı. Devrimci sol aydınlar tarafından savunulan toplumsal değişim için devrimci siyaset önerileri kitle hareketinin bazı kesimleri arasında yankı bulmaya başladı. Bazı toplumsal hareketlerin önderleri mutlaka devrimci hedefleri olmasa bile devrimci mücadele yöntemlerini kabullendiler.

Küreselleşme mi Emperyalizm mi

Reformist ve devrimci aydınlar arasındaki dördüncü tartışma alanı dünya kapitalizminin doğası ve itici güçleri konusundaki teşhis hakkındaydı. Reformistler küreselleşmeden ve ulusal sınırları aşan ve kendisine "sosyal forum"larda toplanan ya da uluslararası elit toplantıları sırasında gösteri yapan sınıfsız bir "çoğulluk" tarafından muhalefet edilen çok uluslu şirketlerin hakimiyetindeki bir yeni dünya düzeninin yaratılmasından söz ediyorlardı.

Devrimci aydınlar çağımızın temel özelliğinin dünya denetimi uğruna Avrupa ve Japon emperyalizmleri ile yarışan tehlikeli biçimde militarist bir ABD emperyalizminin yükselişi çağı olduğunu, saldırgan bir emperyal devletin kapitalist fetih ve savaşların sivri ucunu oluşturmakta olduğunu savundular. Çokuluslu şirketlerin ekonomik yayılması üzerine yapılan reformist vurgu Yugoslavya, Afganistan ve Irak'taki emperyalist savaşları, Venezüella darbesindeki CIA müdahalesini ve Ortadoğu'daki sayısız ABD savaş tehdidini öngöremedi. Devrimci sol aydınların emperyal devlet, emperyalist savaşlar ve sömürgeci işgal üzerine yaptıkları vurgu çağdaş dünyanın doğasını ve itici güçlerini anlamak bakımından çok daha anlamlı şeyler sundu.

Üstelik devrimci sol aydınların sınıf analizi de emperyalizme karşı etkin direnişin doğasını anlamak bakımından, şekilsiz "çoğulluk" kavramından çok daha güçlü bir araç sundu. Irak'taki işsizlerin kitle hareketleri ABD sömürgeci işgaline karşı silahlı direnişin belkemiğini oluşturdu. Latin Amerika'daki köylüler, işçiler ve işsizler emperyal işbirlikçilerin yenilmesi ve (Meksika'da) elektrik, (Bolivya'da) su ve (Uruguay'da) limanların özelleştirilmesinin engellenmesine önderlik ettiler. Kolombiya'da, Nepal'de ve Filipinler'de emperyalizme ve neo-liberalizme direnmekte olanlar büyük ölçüde köylü-temelli ordular. Reformist küreselleşme ideologları bir kez daha yeterli bir teşhis koyamadılar ve politik eylemleri (Sosyal Forumlar, kitlesel eylemler) etkinlik kaybına uğrarken, devrimci sol aydınların emperyalizm ve sınıfsal-ulusal direnişler üzerine yaptıkları vurgu gerçeklerle örtüşerek yaygın kabul kazandı.

Sonuç

Reformist ve devrimci aydınların zıt kavramsal-teorik yaklaşımları toplumsal değişim mücadelelerini etkilemekte olan önemli öğelerden birisi olageldi. Reformist açılımların başlangıçta toplumsal hareket önderleri ve kitleler üzerinde devrimci sol analizden daha etkili olduklarını gösterdik. Ancak zaman içinde gördük ki, reformist aydınların teşhisleri, tanımları, öngörüleri ve pratikleri felaket sosyo-ekonomik ve politik sonuçlara yol açmıştır. Bu sonuçlar yeni "neo-liberal" rejimleri ve onların emperyalizmle olan ittifaklarını güçlendirdi ve toplumsal hareketlerin bölünmesine ve hareketsizleşmesine yol açtı. Tersine, devrimci sol aydınların toplumsal değişime yönelik teşhis ve önerileri başlangıçta çok sınırlı halk önderine ulaşmış ve kitleler üzerinde çok küçük bir etkide bulunmuştur. Ancak, zaman içinde, toplumsal hareketler içinde bir varlık ve kitle hareketi ile aydınlar arasında kökler kazanmakta ve etkileri artmaktadır. Bazı devrimci aydınların karşı karşıya oldukları sorun kitle mücadelesinden yalıtılmış olmaları ve fikirlerini yaygınlaştıracak araçlara sahip olmamalarıdır.

Devrimci aydınlar ile kitle hareketleri arasındaki bağlantıdan sarsıcı toplumsal değişimler doğacaktır. Bu ise bağımsız sınıf örgütlenmeleri tarafından bir iktidar mücadelesine yöneltilecek, devrimci yöntemlerle yapılan acil reform mücadelelerini gerekli kılmaktadır. Yalnızca devrimci bir rejim mülkiyet ilişkilerinde, sınıf yapısında ve devlette geri döndürülemez ve sürdürülebilir yapısal değişimleri güvence altına alabilir.

Kaynak: rebelion.org"den sendika.org tarafından çevrilmiştir.

Bu Blogda Ara