5. BÖLÜM



SAĞ-SOL GÖREVLİLER

Alpaslan Türkeş-Sadi Koçaş-Orhan Kabibay

GÖREV BİTTİ

Kıbrıs’daki olaylar nedeniyle Kıbrıs’a müdahale kararı alan İsmet İnönü, Johnson’un mektubuyla sarsıldı.

1946’larda imzaladığı anlaşmalar Amerika Başkanı’nca yüzüne vuruldu. Başbakan İnönü İstiklal savaşındaki İsmet Paşa gibi gürledi:

Yeni dünya kurulur orada yerimizi alırız!

Birkaç gün geçince yelkenleri indirdi.

O, Mustafa Kemal değildi.

22 Haziran günü Beyaz Saray’da Başkan Johnson‘a ağzından çıkıp kulağının duymadığı restinin hesabını verdi.

Emperyalizm’e sadakatini ve gücünü 27 Haziran 1964’de Fethi Gürcan’ı, 5 Temmuz’da Talat Aydemir’i asarak ispat etti. 27 Mayıs’ın teşkilatçısı ve eylemsel uygulayıcısı bu iki önder, 27 Mayıs’ın silah zoruyla Başbakan yaptığı İsmet İnönü ve 27 Mayısın sözde lideri Orgeneral Cemal Gürsel’ce idam ettirildiler.

27 Mayıs devriminin nirengi-noktasına oturtuluşu gerekti. Bunu en az sarsıntı ile yapabilecek "Tek Adam" İsmet Paşa'ydı. Paşa'nın görevi, 27 Mayıs derdimendi Aydemir-Gürcan ikilisinin asılmasıyla bitti. Artık koalisyon kabinesine finans-kapitalin ihtiyacı kalmamıştı. Kendi kabinesi başı çekmeliydi. Amerikan casus başlarından CIA Generali Porter, Ankara'ya gönderildi." (Dr Hikmet Kıvılcımlı)



ÖZEL HARP DAİRESİ

Amerika sözde “Demokrasi”sini dünyaya yaymak için; ikinci dünya savaşının kılıç artığı faşistlerle derin işbirliğine girecektir.

1946’da “Turancılık” davası nedeniyle CHP hükümetinin tabutluğa soktuğu Yüzbaşı Alpaslan Türkeş önce kurmaylığa, oradan Amerikan eğitimine oradan da Başbuğluğa yükselecektir. Türkeş, önceden yargı önüne çıktığı halde kurmaylığa yükselmesine izin verilen tek subaydır. İlerde gazetecilerin bu konuda kendisine sorulan soruları geçiştirip cevaplandırmayacaktır.



Turancıların Duruşması; Arka sıralarda Alparslan TÜRKEŞ

Teğmen Aziz Nesin’i, Yüzbaşı Vedat Türkali’yi dışlayan ordu mekanizması Türkeş’e sahip çıkacaktır.





Türkiye’de Özel Harp Dairesi, Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla 27 Eylül 1952 tarihinde kuruldu. Özel Harp Dairesi de “kontrgerilla” yetiştirecekti. İzmir Menteş’teki Özel Harp Kampı artan ihtiyaca yetmeyince, Amerikalıların önerisiyle Eğridir Dağ ve Komando okulu açıldı.

Seferberlik Çalışma Grubu” Ankara Bahçelievler’de bulunan Amerikan Yardım Teşkilatı JUSMATT binasında çalışmasına başladı. JUSMATT da aslında CIA’ya bağlı olarak çalışan bir kurumdu.



HİSSETME- ENDOKTRİNE

16 Aralık 1952 tarihli Cumhuriyet Gazetesinin verdiği habere göre başta Ticaret Bakanlığında olmak üzere 507 Amerikalı görevlinin resmen çalıştığı belirtiliyordu. Gayri resmi görevlilerin nerelerde çalıştığı, neler yaptığı, kimlerle ilişki olduğunu ise ülkenin başbakanları, dış işleri bakanları bile kesin olarak bilemiyorlar, sadece hissediyorlardı.

Kaldı ki Amerika, görevlileri aracılığıyla, Türkiye Cumhuriyetinin İdari sistemini denetliyor, yeniden yapılandırıyor ve bürokratlarını “Amerikan dünya görüşü” doğrultusunda eğiterek kilit noktalara yerleştiriyordu.

1961-65 yılları arasında Ankara'daki Milletlerarası Kalkınma Örgütünde (AID) Kamu Yönetimi Danışmanı olarak görev yapan ve bu sürenin önemli bir kısmını Devlet Personel Dairesinde geçiren Dr. Richard Podol çalışmalarını içeren raporunda şunları söylüyordu:

On yıldan fazla bir zamandan beri Türkiye’de faaliyette bulunan Amerikan yardım programı bir zamandan beri meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir bakanlık ya da iktisadi devlet kuruluşu hemen hemen kalmamıştır. Bu kimseler halen bulundukları örgütte ‘ilerici güç’ niteliği taşımaktadırlar. Genel müdür ve müşteşarlık mevkilerinden daha büyük görevlere kısa zamanda geçmeleri beklenir. AID bütün gayretleri bu gruba yöneltmelidir.

Geniş ölçüde ‘Türk idarecilerini endoktrine etmek [Amerikan çıkarlarına göre beyinlerini yıkamak T.Ç.] gerekir. Burada özellikle orta kademe yöneticiler üzerinde durmak yerindedir. Amaç, bunlara yeni davranışlar kazandırmaktır. Bu grubun yakın gelecekte yüksek sorumluluk mevkilerine geçecekleri düşünülürse, bütün gayretlerin bu kimseler üzerinde toplanması doğrudur” (İlhami Soysal, Yön, Sayı: 140)



HOŞA GİDİP GİTMEME

Ülkenin istihbarat örgütü MAH (şimdiki MİT)’da 1953 yılından itibaren tamamen CIA’nın kontrolünde, onun yerel birimi gibi çalışmaya başladı. MAH görevlileri Amerika’ya gönderilerek, CIA istihbarat kurslarında eğitim gördüler.

CIA, Türkiye’deki operasyonlarda kullanacağı personeli titizlikle seçti. Gerekli, güvenlik araştırmaları yapıldıktan, anti-komünist olduklarından iyice emin olunduktan sonra Avrupa ve ABD’deki eğitim merkezlerine göndererek eğitti.

Amerikan Harp Doktrinleri Kitabı ordu içinde dağıtıldı, bürokrasinin üst kesimlerine brifingler verildi.

Neler yazılıyordu bu kitaplarda; neler söyleniyordu:

Bizim güvenliğimizi sadece açık saldırılar tehdit etmiyor. Bu açık saldırıların yanında, ondan daha tehlikeli, fakat saldırı görümünde olmayan, başka cins tehditler da vardır. Bu tehditler, içeriden yapılmak istenen değiştirme ve dönüştürmelerdir. Bu maskeli saldırılar, bazen iç harp şeklinde, bazen demokratik akımlar ve reform hareketleri biçimlerinde karşımıza çıkmaktadır. Bizim amacımız buna benzer akımları önlemek olmalıdır.

ABD’nin hoşuna gitmeyen solcu veya solcu olmayan hükümetleri devirmek için gerilla taktiği kullanılabilir. Bizim amacımız hoşa gitmeyen ve bizimle dost olmayan hükümetlerin yerine, dost hükümetleri geçirmek olmalıdır.

Kendi personelimizi ve yardımda bulunduğumuz memleketlerin personelini yetiştirmek için bir eğitim sistemine ihtiyacımız var. NATO müttefiklerimizle müştereken komünist tecavüzlere maruz memleketlerde, Amerika’dakine benzer enstitüler ve özel harp daireleri kurulmalıdır.”



HER ÜLKEDE VAR

Eski Milli Savunma Bakanlarından Hasan Işık kontr-gerilla konusunda şunları söylüyordu:

Kontr-gerilla her ülkede var. Genelkurmay bunun planlarını almış. Amacı şu. Ülke işgal edilecek olursa iç direniş nasıl yapılacak ? Bu fikir planında geçerli ve doğru. Yalnız şu durumlar var:

Fikri ABD vermiş.

Finansmanını yapmış.

Örgüte sızmalar olmuş. Bu sızmalar Pentagondan başlar, CIA sızmasına kadar sürer.



AHTAPOT

Ahtapot operasyonu, kökleri 1947 doğumlu CIA öncesine, OSS (Office of Strategic Services – Stratejik Hizmetler Dairesi) örgütlenmesine dek uzanan ve ABD yönetiminin ve ABD merkezli uluslarötesi tekellerin değişik ülkelerdeki yararlarını korumaya yönelik olan gizli ve kanlı değişik operasyonlara verilen ortak addır.

Aynı adla farklı müdahaleler yapılmıştır. İkinci Dünya Savaşının bitiminde Avrupa’da ABD askeri istihbarat görevlisi olan ve -Yahudi asıllı olmasına karşın- eski Nazi savaş suçlularının yeniden örgütlenmeleri yönünde raporlar verdiği bilinen ve aynı zamanda SS ve Gestapo görevlilerinin yeniden örgütlenmeleri işinde çalışmış olan Henry Kissinger, Richard M. Nixon ve Gerald R. Ford yönetimleri sırasında ABD dış politikalarının belirlenmesinde başrolü oynamıştır.

Aynı kişi, Türkiye’deki MGK’na örneklik eden ABD’nin Ulusal Güvenlik Meclisi’ne 1969-76 yılları arasında başkanlık yapmıştır. Çin ile ABD’nin yakınlaştırılmaları ve Sovyetler Birliği’ne karşı ilan edilmemiş bir cephe oluşturmaları, “Maocu” örgütlenmelerin dünyanın her yerinde desteklenmeleri politikasının da mimarlarından olan Kissinger, 1973-77 yıllarında ABD’nin Dışişleri Bakanı olarak birçok kanlı karanlık operasyona imza atmıştır. Bunların arasında Vietnam’da savaşı yeniden tırmandırtarak 3-5 milyon arasında insanın ölümüne neden olmak da vardır.

Henry Kissinger’in Dışişleri Bakanlığı yıllarında, aralarında Türkiye’nin de olduğu bazı ülkelerdeki odaklara büyük paralar ödemiş olduğu yakın zamanda ortaya çıkmıştır.

Zafer Arapkirli’nin Londra’dan yolladığı ve Milliyet’in 13 Şubat 2000 tarihli nüshasında yayınlanan Ahtapot operasyonu başlıklı habere göre:

Kissinger'in planına uygun olarak başlatılan politik provokasyonlar zinciri için Türkiye'deki bazı odaklara gizlice büyük paralar ödenmiştir.

Arapkirli’nin İngiliz gazetesi The Independent’den aktardığı aynı habere göre, söz konusu Ahtapot Operasyonuna Federal Almanya Başbakanı ve Hıristiyan Demokrat Partisi lideri Helmut Kohl da katılmıştır.

''Ahtapot'' kod adlı bu operasyon için ödenen ABD ve Federal Almanya kaynaklı paraların çoğu Türkiye'ye, bir kısmı da İspanya ve Portekiz'e gitmiştir. Yine aynı habere göre, CIA'nın Nicaragua'da “Kontra” güvenliğe ayırdığı paranın bir kısmı da bu fona ayrılmıştır. Türkiye’deki bireysel terör eylemleri yapan “sol” ve faşist terör örgütlerinin CIA ve Federal Alman dış istihbarat örgütleri için bir maliyetleri olmuştur ama, bu paraların nasıl harcandıkları, harcanan paraların miktarı açıklanmamaktadır.







KONTR GERİLLA-SADİ KOÇAŞ

Cuntaların “Atatürk devrimcisi” 12 Mart‘ın MİT’ten sorumlu Başbakan Yardımcısı Sadi KOÇAŞ bile kontr-gerilla konusunda bakar mısınız ne diyordu?

….sonradan yetkililerden 1971 son günlerinde kurulduğunu öğrendiğimiz Kontr-Gerilla örgütü, Genelkurmay Başkanının emriyle, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı ve MİT tarafından müştereken kanun dışı kurulmuş, yönetilmiş ve kanun dışı çalışmış bir örgüttür.

6-7 Eylül olaylarını Bükreş'te duymuştuk. Bir yabancı ülkede, resmî görevli ve uygar bir insanın böyle bir hareketten ne ölçüde ıstırap duyabileceğini deneylerle yaşamıştık. D.P. iktidarına karşı ilk burukluğum bu olayla başlar.

Bu 6-7 Eylül olayı mahiyeti bakımından utandırıcı olduğu kadar, sonucu bakımından da çirkin ve tahrik edici olmuştur.

Kendilerinin tertiplediği ve yönettiği; ama sonunda kontrolü kaçırdıkları için suçlu aradıkları ortada iken, asıl suçluları bile bile, üç generali kurban etmeleri orduyu en tedirgin eden tutumlarından biri olmuştu.

Bu olaylardan hiç ders alınmadığı, bir daha sonraki yıllarda hükümetlerin bile bile göz yumduğu veya bizzat düzenledikleri Uşak, Topkapı, Konya, kanlı pazar olaylarında; veya çeşitli örgütlerin, gerçekten iddia ettikleri gibi başka nedenlerle bile yapmış olsalar, sonucu itibarı ile bir gövde gösterisi, bir prova haline getirilen 15-16 Haziran 1970 olaylarında görülmüştür.

Bunlar uygar devletlere ve milletlere yakışan işler değildir ve kitlenin, böyle maksatlara âlet edilmek istenirlerse, sel gibi, yangın gibi kontrol altına alınamayan bir tahrip unsuru olabileceğinin en açık örnekleridir.



ÖRTME ÇEŞİTLERİ

Yukarıdaki açıklamayı okuyan, Sadi KOÇAŞ’a hayran olur. Halbuki kendisi bu açıklamayı kendisini örtmek amacıyla yaptığı, yaşanan olaylarla ortaya çıkmıştır.

Gladio bünyesinde ABD ve İsrail de “saboteur” (sabotajcı) olarak yetiştirildiği belirtilen ve özel harp dairesinde görevli iken MİT’e geçen Yavuz Ataç, Ecevit Kılıç’la yaptığı ve 28.07.2005 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan söyleşide ise şunları söylüyordu:

Bizim Çakıcılara, Pekerlere ihtiyacımız olmamalı. Ama bu adamların faydası da oluyor. Bu adamlar operasyonun yapıldığı ülkenin güvenlik güçlerinin eline geçince bir hikaye uydurabiliyorlar. “İstihbaratla ilgim yok, ülkücüyüm ve gönüllü olarak bu işi yapıyorum” diyorlar. Böylelikle ülkeler arasında kriz çıkmasını önlüyoruz.



BİR “ÖZEL HARP” İŞİ

Sadi KOÇAŞ’ın “Bu 6-7 Eylül olayı mahiyeti bakımından utandırıcı olduğu kadar, sonucu bakımından da çirkin ve tahrik edici olmuştur.” dediği olay için farklı düşünenler de vardı.

Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu Gazeteci Fatih Güllapoğluna; yıllar sonra 6-7 Eylül olaylarını kıvançla anlatıyordu:

6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.



O zamanların Özel Harp Biriminde Seferberlik Tetkik Kurumunda görevli Yirmibeşoğlu’nun “amacına ulaştı” diye övgüyle bahsettiği 6-7 Eylül vahşetini anımsayanlarınız mutlaka vardır. Ama biz anımsamayanlar için, hiç bilmeyenler için “ibret olsun” diye bir kez daha anlatalım.

5 Eylül 1955: Gazeteler haberi manşetten veriyorlardı:

ATAMIZIN EVİNE BOMBA

Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve bomba atılmıştı. Ertesi gün, kızgın kalabalıklar İstanbul’un her yerinde aynı anda faaliyete geçtiler. “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacaktır, Yunan ittir, it kalacaktır” naraları atarak azınlıklara ait ev ve işyerlerini tahrip ettiler. Yağmaladılar.

Olayda “komünist parmağı” aranarak, “komünistler” tutuklanırken, saldırganlar “yurtsever “ ilan edildi. Siyasiler, olayları “halkın haklı infiali” olarak yorumladı. Öyle ya; ellerinde sopa ve demir çubuklarla sağa sola saldıran çember sakallıların “çok sevdikleri“ Atatürk’ün evinin bombalanmasından öfkelenmeleri çok normaldi. Peki, aralarında Aziz Nesin, Nihat Sargın, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Mustafa Börklüce, Müeyyet Boratav, Tornacı Emin, İlhan Berktay, Hasan İzzettin Dinamo’nun da bulunduğu “komünistler “ niye tutuklanmıştı, aylarca tutuklu kalmıştı? “Halkın” gazabından korunmak için mi ?

Sonunda işin içyüzü anlaşıldı. Gerçekten de olayların tetikçisi ve tertipçisi Özel Harp Birimiydi. Selanik konsolosluğunda görevli Hasan Uçar aracılığıyla öğrenci Oktay Engin’e bomba attırılmış, MAH‘ın denetimindeki Kıbrıs Türk Cemiyetinin yönlendirmesiyle “halk” sokağa dökülmüştü. Amaç ise Kıbrıs’ta siyasi üstünlük sağlamaktı.



SOĞANBAŞLARI

DSP lideri Bülent Ecevit 1978 yılında devlet içindeki örgütlerin hukuk sınırlarına çekilmesi için dönemin Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren’i uyardığını söylemiştir.

Ecevit ayrıca Evren’in anılarında “Özel Harp Dairesinin yasadışı bir örgütlenme olmadığını, kendisinin bu örgütlenmelerin normal hukuk kurulları içine çekilmesi için elinden geleni yaptığını, bu kişilerin kendisi dışında gayri resmi olarak karanlık işlere bulaşmış olabilirler” dediğini anlatmış ve buna karşı Kenan Evren: “ Ecevit Başbakan olduğu zaman Özel Harp Dairesinden kuşkuluydu, bir gün bana gelip “Kızıldere olayları sırasında Özel Harp Dairesi kullanılmış, onlardan yararlanılmış, ben kuşkuluyum, bunları kullanmamak lazım” dedi. Ben de: “Özel Harp Dairesi Genel Kurmay Dairesine bağlı, “Ben onları şimdi doğrudan doğruya Harekat Başkanlığına bağlayıp, eski görevlerine yönelteceğim” dedim.” demiştir.

Bir soru üzerine Kenan Evren: “Kızıldere olaylarında Özel Hareket Dairesinin kullanıldığı şeklinde duyumlar aldık.

Süleyman Demirel Başbakan olduğu zaman bana gelip, ‘Teröristlerle mücadelede Özel Harp Dairesinden yararlanalım’ dedi. Kendisine şiddetle karşı çıktım, Sayın Demirel bunu inkâr ediyor. Tabii bu ikimizin arasında geçen bir konuşma. Bu konuşmayı teybe almadım, Ecevit’in bahsettiği herhalde budur” demiştir.

Bütün bunlar sanıyorum kontrgerilla ve çalışmaları hakkında aydınlatıcı bilgiler vermektedir. Bu bilgileri yeterli bulmuyorsanız, konumuza devam edelim.



ADAM GİBİ ADAM - DOĞAN ÖZ

Ankara Cumhuriyet Baş Savcı Yardımcısı Doğan Öz mesleğini ciddiye alan, demokratik düşüncelere sahip değerli bir insandı. Sayıları hızla artan siyasi cinayetlerin, yükselen terör dalgasının baş sorumlusu olarak gördüğü kontr-gerilla örgütü hakkında bir soruşturma dosyası hazırlamaya başlamıştı. Öldürülmeden önce zamanın Başbakanı Ecevit’e verdiği ve çok az bir kısmı bazı basın organlarına yansıyan raporunda, Terör örgütlerini Genelkurmay’a bağlı Kontrgerilla adlı yasadışı kuruluşun yönettiğini yazıyordu. Aynı kuruluşun sivil MİT görevlilerini ve siyasi polisi de kullandığını anlatıyordu. Kontrgerilla’nın CIA ve MOSSAD ile işbirliği içinde Türkiye’yi bir askeri darbe ortamına sürüklediğini ifade ediyordu. Böyle bir darbe ile Türkiye’nin bölgede tehlikeli serüvenlere sürüklenebileceğini, demokrasinin alternatif olmaktan çıkacağını ve ülkede faşizmin kökleşeceğini anlatıyordu.

Bu nedenle, Bülent Ecevit, kontr-gerilla konusunu ayrıntıları ile biliyordu.

1974 yılında Genelkurmay Başkanı Sancar, bana başbakanlığa ait örtülü ödenekten bu daireye (Özel Harp Dairesi) para vermemi istedi. Hem de yüklüce bir paraydı. Bütçeye baktım, böyle bir daire yok. Ama o sırada Kıbrıs harekatı vardı. Üstüne gidemedim. Çünkü diyorlardı ki Rum tarafında da Özel Harp Dairesi’nin adamları var. Onlardan bilgi alıyormuş. Oysa bunlarla harekat sırasında telsiz irtibatı bile kuramadık. 1978’de Sayın Evren’i özel harp dairesinin tasfiyesi için sıkıştırdım. Bana hep “yapıyoruz, ediyoruz” dedi. Ama yapılmadı. Tabi bir yandan Genelkurmayı sıkıştırıyordum. Sonuç almaya çalışıyordum, bir yandan da içimizdekileri yatıştırmaya çalışıyordum. Başbakanım; bunları yapıyorum.

Özel Harp Dairesi’nin her ilde depoları vardı. Buraya bağlı olanlar, “çok vatansever insanlar” diye alınmışlardı. Bu daire gerektiğinde bu silahları kullanacaktı....

Sarıkamış’taydım. Birlikte yemek yediğimiz komutana kontr-gerilla (özel harp dairesi)’yı sordum. “Var” dedi. “Hepsi çok memleket sever insanlardır” diye ekledi. O sıralar çevrede MHP İl Başkanı da geziniyordu. “MHP İl Başkanı da bu daireyle...” diyecek oldum. General “o başında” demez mi? “



JENERATÖR-BAŞSOĞAN

Ya Demirel’e ne demeli? Yıllarca Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı yapmış “böyyyük” devlet adamımız, yapılanlardan sanki kendisinin hiçbir bilgisi ve en küçük bir sorumluluğu yokmuş gibi, 17.11.2005 tarihli Cumhuriyet Gazetesinin haberine göre bakın ne diyor:



Zorluk çıkınca derin devlet devreye giriyor'

Haber Merkezi - 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Türkiye'de iki devletin olduğunu savunarak ''Ufak bir zorlukla karşılaşınca sivil devlet devreden çıkıyor, derin devlet devreye giriyor'' dedi.

NTV'de yayımlanan Basın Odası programına katılan Süleyman Demirel, ''Devletin tekliği esastır, iki devlet olmaz. Bizim ülkemizde iki devlet var. Bir derin devlet var, bir devlet var. Asıl olması gereken devlet yedek, yedek olması gereken devlet asıldır'' dedi.

Süleyman Demirel ülkede ufak bir zorlukla karşılaşıldığında sivil devletin devreden çıktığını, jeneratör gibi diğer devletin devreye girdiğini ileri sürdü.”.



İTALYA-YUNANİSTAN………….-TÜRKİYE

1990 yılında İtalya Başbakanı Giulio Andreotti’nin Gladio ile ilgili açıklamaları; Yunanistan eski Başbakanı Papenrreo’nun 30 Ekim 1990 yılında günlük Yunan gazetesi Ta Nea’ya verdiği, “kendisinin de Yunanistan’da İtalyan Gladiosu’na benzer, gizli bir NATO yapılanması keşfettiği ve dağıtılmasını emrettiğini” belirtir demeci; 7 Kasım 1990’da Belçika Savunma Bakanı Guy Coeme’nin Belçika’da da NATO bağlantılı gizli bir ordunun varlık göstermiş olduğunu onaylaması ve Fransa’da “gizli ordunun” ‘çoktan dağıtıldığı’nın açıklanması Türkiye’de de konunun yeniden gündeme gelmesine neden oldu.

8 Kasım 1990’da CIA Başkanı William Webster Türkiye’ye gelerek Dışişleri yetkilileri ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile görüştü.

Aynı gün İzmir Bağımsız milletvekili Kemal Anadol meclise bir soru önergesi vererek, “gladio” konusunu meclise taşıdı. NATO’ya bağlı İtalya ve Yunanistan’daki örgütlenmenin Türkiye uzantısının açıklanmasını talep etti.

15 Kasım’da İtalya’nın Coriel della Sera gazetesi, NATO’nun gizli istihbarat örgütü “ Süper Nato” nun Türkiye’de de faaliyette bulunduğunu iddia etti.

16 Kasım'da Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Hurşit Tolon bir açıklama yaparak, son günlerde "Gladio" ile eş tutulan Özel Harp Dairesi'nin, Genelkurmay Başkanlığı'na bağlı olarak görev yapan bir askeri kuruluş olduğunu ve bu kuruluşun herhangi bir anarşi ve terör olayında yer almadığını, almasının da mümkün olmadığını belirti.

Aynı gün, SHP Genel Başkanı Erdal İnönü, hükümetin konuyla ilgili TBMM'ye bilgi vermesini istedi.

En çarpıcı açıklama ise DSP Genel Başkanı ve eski başbakanlardan Bülent Ecevit’ ten geldi. Ecevit, "Son zamanlarda sözü edilen bazı NATO ülkelerindeki gizli örgütle ilgili haberler, Türkiye'de de Özel Harp Dairesi'ni çağrıştırıyor” dedi. Ecevit, başta l Mayıs 1977 Taksim olayları ve 29 Mayıs 1977 tarihinde kendisine İzmir'de düzenlenen suikast girişimi olmak üzere bazı terör olaylarında Özel Harp Dairesi'nin sivil uzantısının rol oynadığı yönünde kuşkuları bulunduğunu” dile getirdi.

17 Kasım'da eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Başbakanlığı döneminde Süleyman Demirel'in kendisine gelerek, "Özel Harp Dairesi 1971’de kullanıldı, şimdi de teröristlere karşı bu teşkilatı kullanalım" dediğini, ancak kendisinin bu öneriyi reddettiğini bildirdi. Evren, bu konuda Ecevit'in de kendisiyle konuştuğunu belirterek, Özel Harp Dairesi'ni Genel kurmay'dan alarak Harekat Başkanlığına bağladığını anlattı.

18 Kasım'da eski Milli Savunma Bakanı Safa Giray, eski başbakanlardan Bülent Ecevit'in Özel Harp Dairesi ile ilgili açıklamalarına son vermesini isteyerek, "Biliyorsa da bilmiyorsa da susması gerekir" dedi.

24 Kasım'da Ecevit, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren'den, Özel Harp Dairesi'nin sivil uzantısının ve silah depolarının dağıtılmasını istediğini açıkladı. Ecevit, askeri darbelere giden yolda kontr-gerillanın kullanılmış olabileceğini belirtti.

Bütün bu gelişmeler sonucu; 3 Aralık 1990'da Genelkurmay Başkanlığında Harekât Dairesi Başkanı Korgeneral Doğan Beyazıt ve Özel Harp Dairesi Başkanı Tuğgeneral Kemal Yılmaz basına yaptıkları açıklamada Türkiye'de Özel Harp Dairesi tarafından idare edilen ve görevi "düşman işgali altında kalan bölgede 'gerilla, yeraltı ve kurtarma-kaçırma' çalışmaları örgütleme" olan gizli bir ordu bulunduğunu onayladılar.

4 Aralık'ta SHP'nin, "kontrgerilla konusunda verilen araştırma ve genel görüşme önerilerinin öncelikle görüşülmesi" için verdiği önerge, Meclis Kurulu'nda reddedildi. Bu gelişmelerden sonra askeri yönetim meclisten ve sivil bakanlardan gelen soruları yanıtlamayı reddetti.

Herkes tarafından bilinmesine rağmen, İtalya’da Belçika’da ortaya çıkarılan; Fransa’da ‘çoktan dağıtıldığı’ yetkililerce bilinen bu örgütlenmenin üstü Türkiye’de hala kapatılmak isteniyordu. Ülke başbakanlarının gücü bile, bu yasa dışı “işkence” ve “cinayet” örgütünü açığa çıkartıp, tasfiye etmeye yetmiyordu.



KARAKUTU

78’li Üsteğmen -Gazeteci Rahmi Yıldırım 2006 yılının ilk günü çıkan Özel Harp Dairesi’nin (ÖHD) eski başkanlarından emekli Orgeneral Kemal Yamak ‘ın anılarını derlediği “Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler” kitabını sizler için okumuş. Gladyo’nun Karakutusu adlı yazısıyla okuduklarını aktarıyor:

Gladyoların ortak adı Stay Behind olarak da bilinmektedir. Stay Behind’in Türkçe karşılığı olarak “gölge ordu” deyimi kullanılmaktadır.

Tesadüf mü yoksa bilerek seçilen bir başlık mı? Gladyo’nun Türkiye’deki kolu diye bilinen Özel Harp Dairesi’nin (ÖHD) eski başkanlarından emekli Orgeneral Kemal Yamak da anılarını derlediği kitaba “Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler” adını vermiş.

Tesadüf isimlendirmeden ibaret değil. Kitabın satışa çıkmasıyla Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca’nın cezaevinden çıkıp tekrar girmesi aynı günlere rastladı.

Mehmet Ali Ağca ile Kemal Yamak’ın başkanlığını yaptığı örgüt arasında ilişki kurulması nedensiz değil. Kitabın reklamını yapan gazete, tanıtım haberinde ÖHD’de CHP’li milletvekillerinin de bulunduğu ifadesini başlığa çıkarmış, Ağca’nın örgüt tarafından kullanıldığı tezini ayrıntı olarak anımsatmıştı. “Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler” kitabı kuş gribi ve Ağca’nın tahliyesi tartışmalarının gölgesinde kaldı, özel harpçi milletvekilleri konusu unutuldu gitti. Bu arada, Doğan Kitap yayını olarak çıkan kitap ikinci baskısını da yaptı.





CUMHURİYET ÇOCUĞU

Cumhuriyet ile yaşıt, kendi ifadesiyle “Cumhuriyet çocuğu ve nesli” (s: 7) Kemal Yamak’ın yaşamı, cumhuriyet döneminin bir kesiti, üstlendiği görevler itibariyle de cumhuriyetin ve özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin geçirdiği evrimin kara kutularından biri.

1962-63 Aydemir-Gürcan kalkışmaları sırasında Harp Okulu’nda eğitim şube müdürü, sonrasında kurmay başkanı.

Özel Harp Dairesi’nde kurmay başkanı (1967-1971) ve başkan (1971-1974).

ÖHD Başkanı olarak Kıbrıs meselesinde aktör.

12 Eylül döneminde Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı.

Turgut Özal’ın iki Necdetler operasyonu sonrasında Kara Kuvvetleri Komutanı.

Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Genel Sekreteri.

Bu arada İş Bankası Yönetim Kurulu Başkanvekili.

Anılarını yazmaya teşvik edenler arasında ismen andığı tek kişi Vehbi Koç. Kitabın ileriki sayfalarında Vehbi Koç’un telkinlerine, tebriklerine özel önem verdiği görülüyor. Vehbi Koç ile 1978 yılında Kayseri’de tanışmış, çok etkilenmiş ve faydalanmış (s: 457).

Babası İstiklal madalyalı “Arpacı Ahmet Ağa”. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunda askerken Ruslara esir düşmüş, Kazım Karabekir’in Doğu Harekâtı sırasında kaçıp kurtulmuş. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Merzifon’da on ile otuz arasında ırgat çalıştıracak variyette hatırı sayılır bir çiftçi ve zahire tüccarı. Mustafa Kemal’in isminden esinlenerek oğluna Kemal adını vermiş ama asker olmasını istememiş. Kemal, askeri lise sınavlarına girebilmek için sivil lisedeki velisi aracılığıyla babasını ikna etmek zorunda kalmış.



ESİR DÜŞME KORKUSU

Babasının Ruslara esirliği Kemal’in bilincine ve bilinçaltına damgasını vurmuş. Amerika’ya sorgusuz sempatisinin belki de en temel nedeni, babası gibi Ruslara esir düşme korkusu.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında Harp Okulu’nda öğrenciyken Almanya’nın Rusya’daki ilerleyişini bu duygularla alkışlıyor, başta ABD olmak üzere Batı dünyasına “Rusya’ya nasıl bu kadar inandınız?” diye güceniyor (s: 56). (O tarihte Gehlen’i bilmesi etkilenmesi mümkün değil.)







MANTIKİ TERCİH

867 sayfalık kitabında PKK ile mücadele, Kıbrıs meselesi konularında apayrı birer kitap olacak hacimde ayrıntılı değerlendirmeler yapmasına karşılık, ABD’ye bu gücenme dışında tek satır eleştiri yöneltmiyor. İnanıyor ki, Amerikalı bir generalin de söylediği gibi, ABD’nin duygusal tercihi Yunanistan’dan yana olsa bile mantıki tercihi her zaman güçlü Türkiye’den yanadır (s: 347).

Kıbrıs meselesinde kendi anlatımına göre etkili bir aktör; ama hiç değilse, 1963 yılında Kıbrıs’a doğru yola çıkan Türk ordusunu geri çevirip, “Verdiğim silahları benden izinsiz kullanamazsın” diye mektup yazan ABD Başkanı’na, Kıbrıs harekâtı sonrasında Türk ordusuna ambargo koyan ABD’ye serzenişte bulunmuyor.

Yamak, 2004 ve 2005 yıllarındaki ÖHD tartışmalarına bile atıfta bulunurken, 2003 yılında ABD askerlerinin Süleymaniye’de Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖHD’nin şimdiki adı) timine çuval geçirmelerini es geçiyor. (Bir kere mantıksızlıktan bir şey çıkmaz diye düşünmüş olmalı.)

Mustafa Kemal’in adını taşımasına, Türkiye Cumhuriyeti’nin subayı olmasına karşın, Amerikan askerlerinin Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki teftişlerine de itiraz etmiyor, gurur meselesi yapmıyor. ÖHD’nin Amerikan yardımıyla kurulmasını savunurken bile aksi halde vatan evlatlarının Sibirya’ya sürgün edileceğini vurguluyor.

Yamak’ın Amerika’ya yegâne tepkisi, ÖHD Başkanı iken, ABD’nin teşkilata her yıl verdiği 1 milyon dolar için pazarlık yaparken, para sahiplerinin dayatmada ölçüyü kaçırmaları üzerine “Hem paranız hem de vereceğiniz malzeme sizde kalsın. Toplantı bitmiştir”den ibaret (s: 285). (Dostluk hep düz bir çizgi üzerinde ilerlemez, arada böyle anlaşmazlıklar da olur değil mi?!)

Amerika’ya sempatisinin bir kaynağı da Merzifon’daki Amerikan Kız Koleji’nin varlığı. Kolej misyoner gibi çalışsa da Merzifon’a faydalı olmuş (s: 24).



AMİRLERİNİN GÖZDESİ BİR YAMAK

Yaşamındaki önemli dönemeçlerde üstleri tarafından korunup gözetildiğini saklamıyor. Hep iyi, bilgili, dirayetli, hoşgörülü, koruyucu komutanlarla çalışmış. Akademi’de Turgut Sunalp, Harp Okulu’nda okul komutanları Semih Sancar ve Namık Kemal Ersun, Genelkurmay başkanları Cevdet Sunay ve Cemal Tural, Özel Harp Dairesi’nde Başkan Cihat Akyol ve Genelkurmay Başkanı Semih Sancar, sonraları Kenan Evren ve nihayet Başbakan ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal.

Yamak, kendisini koruyup gözeten komutanlara karşı olağan dışı saygılı ve bağlı. Askerlikte temel kural “kişilerin değil vazifenin ve devletin hizmetkarı olmak” iken, Kemal Yamak’ın el öpmeye varan saygısı ve bağlılığı daha çok amiri konumundaki kişilere. Lider yaradılışlı komutan vasfının eksikliğine işaret eden bağlılık, soyadıyla kafiyeli bir nitelemeyi de akla getiriyor.

1977 yılında tümgeneral rütbesindeyken Namık Kemal Ersun cuntasına adı karıştığı için kızak görev sayılan yurt içi bölge komutanlığına atanmış, emekliliğini bekliyor. Ama 3’üncü Ordu Komutanı Orgeneral Mahmut Ülker, kendisine sahip çıkacağını, terfilerin karara bağlanacağı Şura’ya birinci sırada aday göstereceğini söyleyince kalkıp elini öpüyor (s: 461).



ÖL DE ÖLEYİM

Genelkurmay Başkanı ve darbe lideri Kenan Evren’e “öl dediği yerde ölmeye hazır olacak kadar sevgi, saygı ve güvenle bağlı” (s: 606).

Turgut Özal ise “Fikir ve düşüncede atılımcı, hızlı çalışma ve karar alıp uygulamada yetişilmez, tutum ve davranışta zapt edilemez bir devlet adamı” (s:733). Zaten Turgut Özal’ı Vehbi Koç aracılığıyla 1979 yılında Kıbrıs’tayken tanımış. Koç, Özal’ı “Kafası elektronik beyin gibidir. Çok zeki ve akıllı bir insandır. Altını çizerek söylüyorum. Devletin geleceğinde onun adı ve imzası bulunacaktır” diye tanıştırmış ve zaman Koç’u haklı çıkarmış (s: 483).

Kemal Yamak’ın Turgut Özal’a sevgisi Ertuğrul Özkök’ün sevgisinden bile ilerde. Bu yüzden, “alışamadım” diye telgraf çeken teğmene hayli öfkeli. Teğmen, aslında mesleğine alışamamış (s: 695).

Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in ve Başbakan Turgut Özal’ın da Kemal Yamak’a derin muhabbetleri var. Kara Kuvvetleri Komutanı iken Yamak’ın görev süresini uzatıp Genelkurmay Başkanlığı’na taşımak istiyorlar. Yazdığına göre Yamak bu niyetten habersiz. Hürriyet gazetesinde Çetin Emeç kendisini Özal ile ilişkili gösteren bir yazı yazınca, kızgınlıkla gazetecilere, iki yıllık görev süresinin sonunda emekli olacağını açıklıyor, Özal ve Evren’in niyeti boşa çıkıyor.



TAKDİRİ İLAHİ

Yamak’ın kendisi hakkındaki niyetten habersiz çıkışı, belki de hayran olduğu Turgut Sunalp’ın “Sen hiç usta olmayacak mısın? Değiştir şu soyadını” takılmalarını haklı çıkarıyor.

Yamak, emrinde çalıştığı amirlerine böylesine bağlı, saygılı, ABD Başkanı Kennedy’ye bile özel saygısı var. Kennedy özel harbin, gayrinizami harbin ve özellikle özel kuvvet harekâtının gereğini kavramış, çok güzel tespitleri ve düşündüğü tedbirleri bizlere kadar dağıtabiliyor (s: 256).

Kemal Yamak, amirlerinin himmetine karşın, kariyerindeki yükselmeyi hep “takdiri ilahi”yle açıklıyor: “Takdiri ilahinin çizdiği çizgiyle orgeneralliğe kadar yükseldim.” (s: 38)

Takdiri ilahi’nin yanı sıra aslında genç bir subayken ‘takdiri Amerika’nın yardımını da görmüş. Hatta bu yüzden “Amerika ile dostluğun kıymetinden habersiz” (!) bazı üstleri tarafından Amerikalıları arkasına almakla eleştirilmiş.



AMERİKA’YI ARKAYA ALMAK

Yamak 1957 yılında yüzbaşıyken, Malatya’da 59’uncu Er Eğitim Alayı’nda servis bölük komutanı. O yıllarda ordu ABD subaylarının gözetiminde NATO ve ABD ordusu standartlarına göre yeniden yapılandırılıyor. Amerikan subaylarının inisiyatifi, Osmanlı’nın son döneminde Alman subaylarının Osmanlı ordusundaki inisiyatifinden farklı değil.

Yamak’ın yazdığına göre, Malatya’daki eğitim alayının kuruluş maksadı ve görevi Amerikan eğitim birliklerinden alınmış. Atandığı bölükte disiplinsizlik had safhada, “Dayak dahil her çeşit ceza” ile ancak sağlanabiliyor. Bölüğün bir de bakım yeri sorunu var. Amerikalı subayların alayı denetlemesi sırasında bölüğünün ihtiyaçlarıyla ilgili dosyayı, Alay Komutanı’nın bilgisi dahilinde Amerikalılara veriyor. Amerikalı subaylar Yüzbaşı Kemal’e dosyayı iki ayda bir güncellemesini öğütlüyorlar. Yüzbaşı Kemal sonunda Amerikan yardımıyla sorunu çözüyor. Alay Kumandanı Topçu Albay Fercani Şener memnun; “2. Ordu Eğitim Başkanı Amerikalı Albay Kolb, Alayı ziyaretlerinde 2 nci kademesini çok beğenmiş ve Türkiye’de gördüğüm 2 nci kademeler arasında en iyi ve en takdire şayan 2 nci kademedir. İfadesinde bulunmuştur. Çok kısa zamanda Alayın 2 nci kademesini çok mükemmel bir hale getiren Eğitim Malzeme Bölük Komutanı Yüzbaşı Kemal Yamak’a takdir ve teşekkürlerimi bildiririm.” diye takdirname yazıyor (s: 132).

Alay kumandanı takdirname veriyor; ama, Yüzbaşı Kemal Yamak’a Amerikan yardımından memnun olmayanlar da vardır. Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Korgeneral Suat Kuyaş, Amerikalılar sıkıştırdığı için olsa gerek, Yüzbaşı Yamak’ın bölüğünü denetlemeye geliyor. Burnundan soluyan Korgeneral Kuyaş, “Bıktım senin dosyalarından, Amerikalıları arkana almışsın, hep haklılığından bahsediyorlar” diye atıyor fırçasını (s: 133).



SAYIN OLMAYAN TEK KOMUTAN

Komutanlarına bağlılıktan, Amerikalılara sempatiden yana hayli cömert davranan Kemal Yamak’ın sempati ve bağlılığı esirgediği tek komutanı Kara Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir olmuş. Yamak, kitabında adı geçen yerli yabancı herkesi, hatta Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı iken Diyarbakır Cezaevi’nde işkence gören Felat Cemiloğlu’nu bile “Sayın” diye anıyor, bir tek Talat Aydemir’den esirgiyor bu sıfatı. Yamak, “siyasetin dışında ve üstünde” olma çizgisini izlemiş; bu yüzden olsa gerek (!) kendisini Harp Okulu’na tayin ettiren Talat Aydemir’in oltasına gelmemiş; 27 Mayıs, 22 Şubat ve 21 Mayıs olaylarını kısa geçiyor. Yazdığına göre, 22 Şubat olayları sonrasında Harp Okulu’nun cephaneliğini gizlice Kayaş’a nakletmiş, bu yüzden 21 Mayısçılar ihtilal için Ankara caddelerine mühimmatsız çıkmak zorunda kalmışlar.

Aydemir olayından sonra Yamak, Harp Okulu’nun Amerikan Harp Okulu modeline göre yeniden yapılandırılması çalışmalarına katılmış. “Harp Okulu’nun geleceğiyle ilgili olarak, Amerikan Harp Okulu (West Point) dahil, on-on iki değişik Harp Okulu’na ait dokümanları getirmiş ve incelemeye devam ediyorduk. Amerikan Harp Okulu Personel Şubesi’nde görevli personel sayısı neredeyse bizim okul karargahındaki personel sayısı kadardı.” (s:190 ).



İKİ SAAT -KIYAK

Harp Okulu yeniden yapılandırılmış; ama, okuldaki aşırı disiplin öğrencileri hayattan bezdirince, derslerden sonra iki saat serbest vakit tanınmasını teklif etmiş ve kabul ettirmiş.

Kara Harp Okulu’na 1974 yılında giren 1978 mezunları, günde iki saat boş vaktin Kemal Yamak’ın himmeti olduğunu bilmiyorlardı; ama, bu “kıyak”tan çok mutluydular. Hatta, latife uygun düşerse, başlarına ne geldiyse bu “kıyak” yüzünden geldiği de söylenebilir.

Eklemek gerekir ki, NATO’ya girişten sonra ordunun ABD ve NATO şablonlarına göre yeniden yapılandırılmasına rütbesinin elverdiği ölçüde katkıda bulunan Kemal Yamak, eşsiz bir çifte standart ve tutarsızlık örneği sergilediğinin farkında değil.

Türkiye’de 27 Mayıs ihtilali olurken Binbaşı Yamak, Afganistan Harp Okulu’nda taktik öğretmenidir. Okulda sadece Türk değil, Rus hocalar da vardır. Yamak’ın anlattığına göre, Afganistan dış ilişkilerinde Türkiye’nin etkisini azaltma yolundadır. Eskiden Afganistan Veziri hükümetinde değişiklik yapacağı zaman Türk büyükelçisiyle müşaverede bulunurken, artık Türk hariciyesinin etkisi büyük ölçüde yıpranmıştır. Ekonomik ilişkiler ise tamamen yön değiştirmiştir. Zeytin uzmanı Türkiye’den ama zeytin İtalya’dan; veteriner Türkiye’den ama peynir Hollanda’dan, şeker Belçika’dan; askeri eğitim Türkiye’den ama Rus subaylar her yerde Türk subaylardan daha etkin. Binbaşı Yamak, Afganistan adına üzüntü duyar:

Seneler önce 1837 yılında Türkiye’deki Almanya yardım heyeti içinde bulunan Alman Generali Moltke, 1839 yılındaki bir raporunda ‘Rus ceketleri, Fransız talimnameleri, Belçika tüfekleri, Türk fesleri, Macar eyerleri, İngiliz kılıçları ve bütün uluslardan öğretmenlerle, Avrupa örneğine göre bir ordunun yaratılması çok bahtsız bir girişimdi’ diyordu. Şimdi bazı değişikliklerle burada aynı durumu yaşamış oluyorduk” (s: 163)

Keşke Kemal Yamak Afganistan hesabına duyduğu üzüntüyle Türkiye’ye de bakabilseydi.



ABD AKLI VE PARASIYLA VATANSEVERLİK

Kemal Yamak, Harp Okulu’ndan sonra bir süre Kıbrıs’ta görev yapmış, ardından Özel Harp Dairesi Kurmay Başkanlığı’na atanmış;

Tümgeneral Cihat Akyol’dan sonra da ÖHD Başkanı.

Anılarını kaleme alırken, en çok ÖHD’yle ilgili bölümde zorlanmış. “Asıl yazılacakları tarihe bırakıyor”(s: 244), “yazmayıp unutmaya terk ettiği” anıları var (s: 348).

Her şeye karşın unutmaya terk etmeyip yazdıkları itirafname niteliğinde.

Teşkilat, 1952 yılında sivil otoritenin kararıyla, özel bir kararnameyle “Seferberlik Tetkik Kurulu” adıyla, aynen NATO ülkelerinde olduğu gibi muhtemel bir işgale karşı direnişi barış zamanında hazırlamak gerekçesiyle kurulmuş. Her sivil otoritenin sahip çıkacağı masum bir gerekçeyle izin alınan kuruluş 1960’lı yıllarda Özel Harp Dairesi adını almış ve Amerikan Yardım Kurulu (Jusmat) ile aynı binada iç içe faaliyet göstermiş. “Özel Harp Dairesi, özellikle Amerikalıların da verdiği destekle NATO’nun ‘örtülü harekât konseptine’ dayanarak kurulmuş bir harekât ünitesiydi. Memleketimizin bulunduğu coğrafi mevki ve stratejik konum, böyle bir teşkilatı çok lüzumlu ve faydalı hale getiriyordu.” (s: 248)

Özel Harp üç sahada veriliyor: Gayri nizami harp, Psikolojik harp ve Ayaklanmalara karşı koyma (istikrar harekatı). Gayri nizami harp içinde de üç harekât türü vardır: gerilla harekâtı, mukavemet harekâtı ve özel kuvvetler harekâtı.

NATO’yu ve “örtülü harekât konsepti”ni sorgulamayan Yamak’a göre, batı ordularında özel harp bu şekilde tanımlanıyor; ama, Türkiye’de Özel Harp Dairesi sadece gayri nizami harbi yürütmek üzere kuruldu. Yani, temel amaç, seferde düşman gerisinde kalarak ya da düşman gerisine sızarak, halkla beraber gerilla harekâtı, mukavemet harekâtı ve özel kuvvetler harekâtı yürütmek. Gayri nizami askeri kuvvet terimi Amerikan talimnamesinin çevirisiyle girmiş olsa da hiç kullanılmadı, kuruluş ismi olarak “özel kuvvetler” terimi tercih edildi. “Halen de uzun süre Güneydoğu’da görev yapan kuvvetler özel kuvvetler, bunlara komuta eden teşkilatın adı da Özel Kuvvetler Komutanlığı olarak geçmektedir.” (s: 246)

Barış dönemi kadrosu tümüyle muvazzaf askerlerden kuruludur. Sefer kadrosu ise “gerilla ve mukavemet teşkilatı personeli” olarak eğitilmek üzere “Genelkurmay Başkanlığı’nın özel emirleriyle seçilmiş, ilk eğitimleri ve göreve davetleri gene Genelkurmay Başkanlığı’nın özel emirleriyle yapılmış, daha sonra ‘sefer görev emirleriyle göreve çağrılacak yetişmiş personel’den oluşmaktadır. Bu personelin barışta gördüğü özel eğitim ve tatbikatlar dışında hiçbir yetki, görev ve sorumluluğu yoktur. Kendilerine hiçbir malzeme, silah ve mühimmat verilmez, herhangi bir ödeme yapılmaz.” (s: 247)



KAYIP DEPO- 1 MİLYON DOLAR

Gayri nizami harp, sadece silah altına alınabilecek gençleri değil, bütün halkı kapsar. Aksi halde yurt savunmasına katılamayacak olanların Sibirya’ya gönderilmesine razı olunur. (s: 249)

Yurdun çeşitli yerlerinde örgüte ait silah ve malzeme depoları vardır. Kenan Evren’in Genelkurmay başkanlığı döneminde eleştiriler üzerine depolar kontrol ediliyor, biri bulunamıyor. Oysa, bulunamayan depo heyelan nedeniyle kaybolmuştur (s: 304).

ÖHD’nin harcamaları, barış dönemi kadrosu zaten muvazzaf askerlerden oluştuğu için, teşkilatın varlığından habersiz Milli Savunma Bakanlığı’nın resmi bütçesinden karşılanıyor; ama, satın alınacak silahlar ve teknik malzemeler için ABD’nin özel yardım faslından her yıl 1 milyon dolar geliyor; gelen bu para resmi bütçeye dahil edilmeden ayrıca muhasebeleştiriliyor, veriliş amacı dışında harcanamıyor (s: 254).

Teşkilat, işgale karşı direnişi örgütlemek gerekçesiyle kurulmuş; ama, Kemal Yamak, teşkilata Amerikan yardımını hiç sorgulamıyor. Tek korkusu Sibirya’ya sürülmek, “Ya Amerika’nın işgaline uğrarsak?” ihtimalini hiç aklına getirmiyor. Amerikalıların mantıklı davranarak hep güçlü Türkiye’yi tercih edeceğine inançtan olsa gerek, “Amerikalılarla her yıl müşterek bir Özel Kuvvetler tatbikatı yapılıyor ve Amerikan Özel Kuvvetleri’ndeki yeni teknik ve taktiklerin tanıtımına bu tatbikatlarda ağırlık veriliyordu.” (s: 255)

Seferberlik ve işgale karşı direnişe hazırlık” gerekçeli ÖHD, stajını anavatanda değil, Kıbrıs’ta yapıyor, daha sonra Güneydoğu’da görevlendiriliyor (s: 247). Yani, işgale karşı direnişi hazırlamak ve yürütmek üzere kurulduğu söylense de, görevi anavatanda muhtemel işgale karşı direnişle sınırlı değil. Hedef ülkedeki özel harp de teşkilatın görevleri arasında.

ÖHD, Kemal Yamak’ın üç yıl süren başkanlığının son aylarında deşifre oluyor, cılız da olsa eleştirilere uğruyor. Yamak, 867 sayfalık kitabında her fırsatta, sadece kendi görev döneminde değil, sonraki yıllarda yapılan eleştirileri de yanıtlamaya çalışıyor, yetkili komutanların teşkilata yeterince sahip çıkmamasından yakınıyor, bu yüzden Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a dert yanıyor. ( “Keşke Kennedy sağ olsaydı da çok güzel tespitlerini ve düşündüğü tedbirlerini bizlere ulaştırsaydı” diye iç geçirmiş de olabilir.)

Eleştirilere karşı Kemal Yamak sık sık vatanseverlik silahını çekiyor. Eleştirilerin 1974 Kıbrıs harekâtından sonra başladığını kaydediyor ve soruyor: “Bu dairede hizmet edenler ve bu daireyi yönetip kontrol edenler, Genelkurmay Başkanları, Genelkurmay ikinci başkanları, neden sizler gibi vehme kapılmayacaklar ve yel değirmenleriyle boğuşmayacaklardı? Sizden daha mı az vatanseverlerdi?” (s: 267)



OUR BOYS DID IT- BİZİM ÇOCUKLAR BAŞARDI

Kemal Yamak değinmese de sorunun yanıtı “12 Eylül darbesini kimin çocukları yaptı?” sorusunun yanıtında aşikâr. ABD yöneticileri, Yamak’ın ölesiye bağlı olduğu Kenan Evren’in de aralarında olduğu 12 Eylül darbecisi generalleri “our boys” diye nitelemişlerdi. Amerikan Merkezi Haberalma Örgütü CIA’nın Türkiye İstasyon Şefi Paul Henze, 12 Eylül darbesini dönemin ABD Başkanı Carter’a “Our boys did it”, yani, “Bizim çocuklar başardı” diyerek haber vermişti.

Yanisi şu ki, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yapacağı darbeyi ABD yönetimi biliyor. ABD, Türkiye’yi işgal edecek düşmana karşı direnişi başlatacak ÖHD’yi biliyor, para veriyor; ama Türkiye Başbakanı’nın haberi yok. Ne zaman ki ABD parayı kesiyor (yıl 1974), Başbakan o zaman haberdar ediliyor. Çünkü, kesilen parayı genel bütçeden almak için Başbakan’a brifing vermek gerekiyor:

Bu daire o güne kadar Genelkurmay Başkanı ve ikinci başkanlar dışında hiç kimse ve makama böyle bir brifing vermemişti. Ordu ve kuvvet komutanlıklarına daha kısa, bilgilendirici mahiyette kişisel brifingler veriliyordu. Konudan ne sayın bakanın ne de başbakanın haberi vardı. Milli Savunma Bakanı rahmetli Hasan Esat Işık, Başbakan da Sayın Bülent Ecevit’ti. (…) O dönemde ne Sayın Ecevit’in ne de sayın bakanın ne daireden ne ödenekten ne de olan bitenden hiçbir şekilde haberi yoktu ve kendilerinden böyle bir istek hiçbir zaman gelmemişti. ” (s: 285, 286)

ÖHD Başkanı Kemal Yamak, para alabilmek için Başbakan’a brifing veriyor. Brifingte Genelkurmay Başkanı Semih Sancar da var. Yamak’ın yazdığına göre, Başbakan “Ne kadar iyi bir teşkilat ve ne kadar ulvi bir görev paşam!” diyerek takdir hislerini dile getiriyor. Yani sonradan “Rahmetli Hasan Esat Işık’la brifingi dinlerken tüylerimiz diken diken olmuştu” derken doğruyu söylemiyor Ecevit. Hasan Esat Işık’ın terfi dönemlerinde Yamak’a yazdığı tebrik mesajları da bunun kanıtı. Ama bu brifing, hep kontrgerilla tartışmalarına referans yapılıyor.

Oysa ÖHD’nin Ziverbey Köşkü’ndeki sorgulama ekibiyle ve öteki sorgulamalarla, faili meçhul cinayetlerle ilgisi yok (s: 293). Sadece bir isim benzerliğiyle Gladio ile bir tutulması haksızlık (s: 306). İddia edildiği gibi güçlü ve yasa dışı olsa, neden birkaç milyon lira para için kendisini deşifre etsin, bankaların soyulup soğana çevrildiği dönemde karanlık gücünü kullanıp bu parayı sağlamasın? (s: 307).

ÖHD’nin kuruluşunda esas alınan Amerikan talimnameleri de ÖHD’ye karşı iddiaların kanıtı olarak istismar ediliyor. Oysa bu talimnameler “kontrolsüz ve millileştirilmeden alelacele yapılmış tercüme yayınlar.” (s: 293)



TEŞKİLATINI SAVUNMADA USTA OLAMAYAN YAMAK

Yamak, teşkilatı savunmak için şecaat arzeylerken ofsayta düştüğünün farkında değil. Hem tarama özürlü hem kibirli olduğu da söylenebilir.

Teşkilat 1952 yılında kurulmuş, sonraları ÖHD adını almış, tartışılan talimname 1965 yılında yayımlanmış, tercümesinde ve millileştirilmesinde gecikme olmuş. Teşkilat işgale karşı direnişin marş motoru olacak, ama işgale karşı direnişin nasıl yapılacağını anlatan talimnamenin tercümesi bile geciktikçe gecikmiş. Allahtan gecikilen sürede ülke işgale uğramamış!

En ironik tarama özürlü-kibirli olma hali ise, kökü dışardalıkta. Soğuk Savaş boyunca, özel harbin psikolojik harp cephesinde, sosyalistler hep kökü dışarda ideolojilerin esiri ve dış mihrakların kuklası olmakla, ruble ile solculuk yapmakla karalandı. Sovyetler Birliği Komünist Partisi yörüngesindeki bir grubun yanlışlıkları tüm sosyalistlere mal edildi. Yamak da kitabında düşünce özgürlüğüne karşı çıkarken, psikolojik harp imalatı uyduruk bir belgeyi kanıt göstererek, emekten yana sol ve sosyalist aydınları Moskova’dan talimat almakla suçluyor, “fikri ve zikri bozuklar” diye karalıyor (s: 558). Ama, Yamak itiraf ediyor ki, ÖHD’nin fikri ve parası dışardan gelmiş.



VATANSEVER -MADE IN USA

Teşkilat vatanseverlikten yana klasmanın en üst sırasında. Hatta, ülkenin başbakanları bile, vatanı işgalden kurtaracak örgütün varlığından haberdar olmasında sakınca görülmeyecek derecede vatansever sayılmıyor. Örgüt herkesten daha vatansever; ama, muhtemel işgale karşı Kuvayı Milliye tecrübesini değil, hiç işgale uğramamış, işgale uğramak şöyle dursun, hep kendisi işgal etmiş ABD’nin tecrübesini pusula ediniyor. Pusula edinmek bir yana, birlikte ortak tatbikat yapıyor. Made In USA damgalı vatanseverlik böyle olsa gerek!

Amerika’nın verdiği “örtülü harekât” fikri malum; sol muhalefetin, devrimci demokratik hareketlerin, ezilen sınıf mücadelesinin “dolaylı saldırı”, yani “dolaylı işgal” sayılmasını ve özel harp yöntemleriyle ezilmesini öngörüyor. Zaten, özel harbin resmi söylemi de ülkeyi işgalden kurtarmak diye açıklanıyor. Yani aslında dış düşmanın açık işgaline karşı değil, “iç düşmanın örtülü işgali”ne karşı kurulmuş bir teşkilat. Gayrinizami harp, psikolojik harp ve ayaklanmalara karşı koyma harekâtının asıl amacı iç düşmanın örtülü işgalini def etmek.





ST31-15

İç düşmanla baş etme yöntem ve tekniklerini Kemal Yamak söylemese de, Amerikan talimnamesinden çevrilerek Ocak 1965 tarihinde Orgeneral Ali Keskiner imzası ile TSK’da uygulanmak üzere dağıtılan “Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekat” başlıklı ST 31-15 adlı talimnamede mücadele yöntemleri sansürsüz sıralanmaktadır:

ST 31-15 adlı talimnamede açık ve sinsi gayri nizami faaliyetler arasında; adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm hale getirme, adam kaçırma suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber yayma, zorbalık, şantaj sayılmakta ve 10. sahife, madde 9'da 'Bir gayri nizami kuvvetin yer altı unsurları kaide olarak kanuni statüye sahip değillerdir' denilmektedir.” (Aktaran Talat Turhan. Bomba Davası Savunma-1- İstanbul, 1986, s: 137-138)

Kemal Yamak’a göre, Talat Turhan’ın sözünü ettiği talimname, millileştirilmeden alelacele çevrilmiş (s: 293). Selefi Cihat Akyol ve halefi Sabri Yirmibeşoğlu ise hayli açık sözlüler, Yamak gibi ketum davranmak, lafı dolandırmak ve “yazmayıp tarihe bırakma” yoluna gitmemişler.

Cihat Akyol: “Halkı mukavemetçilerden ayırmak için, sanki ayaklanma kuvvetleri yapıyormuş gibi, müdahale kuvvetlerince zulme kadar varan haksız muamele örnekleri ile sahte operasyonlara başvurulması tavsiye edilir.” (Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât, Silahlı Kuvvetler Dergisi eki, Mart 1971. Aktaran Emin Değer, CIA KONTRGERİLLA VE TÜRKİYE, Mayıs 1977 Ankara, s:119)

Sabri Yirmibeşoğlu: “Savaşta, düşmanın işgal ettiği bölgelerde bazı olaylar yaratılır ve düşman yaratmış gibi gösterilir... Psikolojik harekâtta böyle bir olay yaratarak halkı düşmana karşı galeyana getirmek. Belki, Güneydoğu'da da oluyor bunlar, yanlış olarak... ” (Aksiyon, sayı: 330, 31 Mart 2001)

İtalya’da Gladyo’nun solculara yüklemek, böylece solcuları gözden düşürmek için giriştiği terör eylemleri taktiğine benzemiyor mu?!..

Yamak itiraf ediyor ki, Amerika sadece fikir değil para da vermiş. Ne ki, Kemal Yamak bunu hiç yadırgamamış. Yamak yadırgamadığı gibi, muhabbetle bağlı olduğu Genelkurmay başkanları da yadırgamamışlar. Cevdet Sunay, “Donumuza kadar her şeyimizi Amerika veriyor” derken, herhalde uyanıklık yaptığını düşünmüş olmalı.



17 YAŞINDAKİ HARBİYELİ’NİN GURURU

1974 yılı Ağustos ayında Menteş’teki ATAT bölgesinde eğitime başlayan 17 yaşındaki Harbiyeli, manga komutanı olduğu için tahkim edevatı olarak bel kemerine taktığı baltanın ağaç sapındaki Made In USA damgasını boşuna gurur meselesi yapmış?! Harbiyeli’ninki çocukluk işte! Nerden bilsin, dona varana kadar her şeyi Amerika’dan almanın uyanıklık olduğunu?! Nerden bilsin, vatanın en çok Amerika’nın verdiği fikir ve parayla sevilebileceğini?!

Harbiyeli, işgalciye karşı direnmek için akıl ve para veren Amerika’yı sorgulamanın nankörlük ve vatana ihanet olacağını bilmediği gibi, Amerika’dan akıl ve para alarak vatan seven komutanlarına inanmamakla katmerli ihanete sürüklendiğinin de farkında değildi?! Oysa vatanı sevmek, vatana ihanet etmemek o kadar kolaymış ki?! Komutanları her şeyi Amerika’dan alarak vatanı sevmenin en kestirme yolunu göstermişlerdi, bir Dışişleri Bakanı da Amerika’ya kötü gözle bakmanın vatana ihanet olacağına dair açık uyarılarda bulunmuştu?!

Yıl 1958, Bağdat’ta Arap milliyetçileri Kral Faysal’ı devirmişler. Belli ki bir “dolaylı saldırı” söz konusu. Dolaylı saldırıyı def etmek üzere ABD Lübnan’a çıkarma yapmış, İngiliz birlikleri de Ürdün’deler. Ankara’da ise TBMM’de Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, vatana ihanet tehlikesine karşı uyarılarda bulunuyor:

Müttefikimiz Birleşik Amerika, mertçe bir davranışla, dünya çapındaki sorumluluğunun yükümlülüğünü kavramış bir celadetle derhal harekete geçiyor ve böylece bizim inancımız, yani küçük devletlerin bağımsızlığına ve güvenliğine onların her ne biçimde olursa olsun, kışkırtmalar, dolaylı saldırılar karşısında savunulacağına dair inancımız bir anda evc-i balasını (en üst nokta) buluyor. Bu davranış karşısında Türkiye’ye düşen ödev ne idi? Elbette ki bu civanmerdane hareketi ve belki bizim de teşvik ettiğimiz bu civanmerdane hareketi desteklemekti. (CHP’li bir milletvekiline seslenerek) Gülme! Bizim ödevimiz Amerika’yı küçük devletlerin yardımına gitmeye teşvik etmektir. Sen gülüyorsun. Bu hareketinle vatana ihanet ediyorsun…” (Aktaran Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, İstanbul 1974, cilt 3, s: 1647)

Söylediğimiz gibi o yıllarda Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu Amerika’ya kötü gözle bakmanın vatana ihanet olacağı (!) uyarısında bulunurken, Yüzbaşı Kemal Yamak bölüğünün sorunlarını çözmek için Amerikalı subaylarla teşriki mesai eylemektedir. Tahkim edevatındaki Made In USA damgasını gurur meselesi yapan, böylece vatana ihanet ettiğinden (!) habersiz, haki ünformadan çıktıktan sonra tek tip cezaevi üniforması giymediği için 12 Eylül’ün sıkıyönetim mahkemesinde atlet külot kalan Harbiyeli ise henüz birkaç aylıktır.



VATANSEVERLERDEN HABERSİZ BAŞBAKAN

Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler” adlı kitap, sadece Kemal Yamak’ın başkanı olduğu döneme yöneltilen eleştirilere değil, sonraki yıllarda yapılan eleştirilere karşı da ÖHD’yi savunmayı amaçlıyor. Yamak’ın kitabı yazmaktaki birinci önceliği ÖHD’yi aklamak, ikincisi de ÖHD’nin stajını yaptığı Kıbrıs meselesi.

Başbakan Bülent Ecevit’in 1978-79’lu yıllarda Sarıkamış’ta ÖHD’nin eski başkanlarından Sabri Yirmibeşoğlu’yla görüşürken, Milliyetçi Hareket Partisi ilçe başkanının da teşkilatın üyesi olduğunu öğrenince bunu kontrgerillanın varlığına kanıt olarak kullandığını anlatıyor Kemal Yamak ve şöyle yanıt veriyor:

Bu daire önceden tespit ettiği, vatan ve millet için severek ve gönüllü hizmet edeceğine inandığı vatandaşını tetkik eder, inceler ve müspet kanaate varırsa, Genelkurmay Başkanlığı’nın yazılı emriyle görev teklif eder ve eğiterek bu personeli göreve hazırlar. Partisini, dinini, mezhebini sormaz. Barışta ve bir savaş halinde Milliyetçi Hareket Partililer askere alınmayıp kendilerine şu veya bu şekilde sefer görevi verilmeyecek midir? Parti gözlüğü bu kadar kalın camlı mıdır? Acaba bu kişi Sayın Ecevit’in kendi partisinden olsaydı, bu itirazı olacak mıydı? O zaman CHP’den bu teşkilatta kimse yok mu zannediliyor?” (s: 309)

Yamak ne yazdığının farkında, “Birçok kimseyi ayağa kaldıracağını biliyorum ama bu noktada yazmak istiyorum.” diyerek, sözü özel harpçi milletvekillerine getiriyor:

Sayın Ecevit’in inandırıcılığına dayanarak alevlenen ve Sayın Ecevit’in zaman zaman medyanın ilgisi için bizzat öne çıkarak söyledikleriyle devam eden bu iftira kampanyası sürdürülürken, bu teşkilatın içinde o zaman kendi partisinden ne kadar personelin, hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde birbirini hiç tanımayan kaç milletvekilinin bulunduğunu ve bunun sadece kendi partisine ait bir durum olmadığını, birisi söyleyiverseydi ne olurdu? (…) Aslında onlar milletvekilliği dönemlerinde değil, daha genç yaşlarda bölgesinde güvenilir, saygın, sözü geçen ve gerektiğinde halkıyla bütünleşerek, milleti ve vatanı için yapılacak mücadelede önder olabilecek niteliklere sahip oldukları için seçilmişlerdi. Milletvekili oluşları da bu seçimin doğruluğunu göstermiyor muydu?” (s. 461-462)



1978 MEZUNU HARBİYELİ

Özel Harp Dairesi sefer kadrosunda Genelkurmay Başkanlarının yazılı emriyle görev alanlar, ‘devlet içinde yuvalanmamışlardır’. Seferde muhtemel bir görevi, inançla ve evet vatanseverlik duygularıyla hiçbir şey beklemeden ve istemeden kabul etmişlerdir. ‘Yuvalanmışlardır’ sözünün kendilerini kim bilir ne kadar üzdüğünü düşünerek, kendilerine ‘Bu deyimle neyi kastediyorsun?’ diye sormak gerektiğine inanıyorum. O yuvalanmışlar içinde kimlerin olduğunu bilseler, mutlaka özür dilerlerdi.” (s: 465)

Vatanseverlerin dini, mezhebi, yuvalanmak, özür beklemek... Bunlar boş sözler. Vatan işgale uğradığında kim direnmeye koşmaz ki! Asıl sorulması gereken, ABD yardımına bel bağlayanların, ABD’nin Irak’ı işgaline destek verenlerin, tanrı korusun Türkiye gerçekten işgale uğrarsa direnişe katılıp katılmayacakları. Merak edenler için Kuvayı Milliye deneyimi yeterince açıklayıcı. Sahi, Yamak’ın Ecevit’e karşı kendisini haklı çıkarmak için referans verdiği Hasan Esat Işık ne diyordu:

Kontr-gerilla her ülkede var. Genelkurmay bunun planlarını almış. Amacı şu: Ülke işgal edilecek olursa, iç direniş nasıl yapılacak? Bu fikir planında geçerli ve doğru. Yalnız şu durumlar var: 1. Fikri ABD vermiş. 2. Finansmanı yapmış. 3. Örgüte sızmalar olmuş. Bu sızmalar Pentagon’dan başlar, CIA sızmasına kadar sürer.

Burası Türkiye! Türkiye’de Made In USA damgalı vatanseverlik en hafif deyimle ayıptır.

1978 mezunu Harbiyeli olarak soruyorum: Bu ayıp özür dilemekle temizlenebilir mi? Kemal Yamak’ın vereceği yanıt var mı?



HUKUK” DEVLETİ –PİSLİĞİ ÖRTME

Ecevit “geçmişe sünger çekiyorum” diyerek işin içinden çıkmaya çalıştı. Çekilen süngerden fışkıran kanlar gölleşerek günümüze kadar taşındı.

Adana gezisi sırasında devrin Başbakan’ı Ecevit’le gizli bir görüşme yapan Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul görüşmeden bir hafta sonra 28 Eylül 1979 tarihinde öldürüldü. Yurdakul, bu görüşme hakkında eşi Ülker Yurdakul’a “Çok şükür bütün bildiklerimi anlattım. Artık ölsem de gam yemem” demişti. Yurdakul’un katillerinin olayın ardından MHP İl binasına girdiklerini belirleyen emniyet mensupları binaya girip arama yapmak istediler. Ancak Sıkıyönetim Komutanlığı buna izin vermedi.

Tıpkı Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul gibi Cumhuriyet Baş Savcı Yardımcısı Doğan Öz de, Ecevit'e, kontr-gerilla konusunda rapor düzenleyerek verdikten bir hafta sonra bu cinayet örgütünün “kurbanları” arasına katıldı. 12 Eylül askeri darbesinin hemen öncesinde, 24 Mart 1980 günü sabah saat 08.00 sularında işine gitmek üzere arabasına bindiği sırada silahlı bir saldırı sonucu öldürüldü.

Katili tam 18 kişi görmüş, farklı 5 kişi arasından kesinlikle teşhis etmişlerdi. Katil MHP’li İbrahim Çiftçi idi. Çiftçi sorgusu sırasında cinayetini itiraf etti ve cinayet yerinde yapılan uygulamada, işlediği cinayeti ayrıntılarıyla anlattı. Buna rağmen askeri mahkemede yargılanması altı yıl sürdü. Birilerinin koruması altındaydı.

Avukatları, Çifti’nin Milli Savunma Bakanlığı’nda dosyası olduğunu belirten bir yazıyı Askeri Darbe Hükümeti’nin Başbakanı Bülent Ulusu'ya yollamışlardı. Bir çeşit şantaj yapıyorlar, müvekkillerinin askerler hesabına çalıştığını ima ediyorlardı.

Mahkemenin oybirliği ile verdiği idam kararı, her defasında Askeri Yargıtay’ca bozulacak, sonunda İbrahim Çiftçi, 9 Ocak 1985 günü Mahkemenin, Askeri Yargıtay’a uyarak verdiği kararla beraat edecekti.

Bu karar Türk ve Dünya Hukuk tarihine, hukukun acizliğini belirtmek adına ibretle anılacak bir karardı. Berat Kararı şu ifadelerle açıklandı:

Sanık İbrahim Çiftçi’nin maktul Doğan Öz’ü taammüden öldürdüğü mahkememizce sabit görülmüş, ancak Askeri Yargıtay Daireler Kurulu kararları mahkememizi bağlayıcı nitelikte bulunduğundan sanık İbrahim Çiftçi hakındaki 7/8’lik oy çokluğuna dayanan bozma ilamına uyularak, sırf bu hukuki zorunluluk nedeniyle sanık İbrahim Çiftçi’nin beraatına karar verilmiştir.”

Suçu sabit görülen katilleri 7/8 oy çokluğuyla beraat ettiren “12 Eylül Hukuku”, aynı dönemde 17 yaşındaki 78’lileri , sırf gösteriye katılmaları nedeniyle ipe gönderiyordu. Erdal Eren 17 yaşında tüm hukuk kuralları hiçe sayılarak asılıyordu. İdam kararlarını her seferinde onaylanan Askeri Yargıtay Başsavcısı , suçu sabit görülen katilin beratını sağlamakta bir beis görmüyordu.

Çiftçi, Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı ve MHP'li diğer bazı arkadaşları ile birlikte 7 TİP üyesi öğrenciyi hunharca öldürme olayına da katılmıştı. Bu yargılamadan da ceza almadan kurtulacak ve Devlet Bahçeli’nin MHP’ ye başkan seçildiği kongrede, Çiftçi de Devlet Bahçeli’nin karşısında MHP’ye başkan adayı olacaktı.

Türkiye işte böyle bir “ Hukuk Devleti” idi. Şiddete karşı çıkan hukukçuları, gençleri öldürülen, katilleri ise aklanarak baş tacı edilen bir “Hukuk Devleti”...

Bir ülkenin halkını vatanseverler ve vatansevmezler olarak ayıran koca koca paşalar…Kim bölücü? Cumhuriyet savcıları nerede? Ya siyasetçilerimiz? Soğanbaşlarımız?

Cinayet örgütünün üzerine neden gidilmiyor, gidilemiyor?

Bu suskunluk neden? Bilenler, bildiklerini neden anlatmıyor? Anlatılanlar neden açıklanmıyor? Cevat Yurdakul’un ve Doğan Öz’ün Ecevit’e verdikleri ve kanımızca öldürülmelerine neden olan “bilgiler” neden saklanıyor?



GAYRİ NİZAMİ AHLAK-AMERİKAN YAMAKLIĞI



Emekli Orgeneral KEMAL YAMAK' ın açıkladığı formüle göre, o işler şu biçimde yürüyormuş:

"GAYRİ NİZAMİ HARP UZMANI ASKERLER, GAYRİ NİZAMİ HARP İÇİN YETİŞTİRİLMİŞ SİVİLLER, SİVİLLER ARASINDA ÖZELLİKLE MİLLİYETÇİLER VE MİLLİYETÇİLİĞİNİ MHP ÜYESİ OLARAK KANITLAYANLAR.."...

Bir de "ABD'DEN PARA".

Formül bu.

Bu formülle ne yapıldı derseniz...

Türkiye'nin komünist olması önlendi! Sovyetler Birliği dahi, Türkiye'yi bir bakıma Küba ile, Balkanlar'daki sultasıyla, Ortadoğu'daki menfaatleriyle takasa sokup "AMERİKAN NÜFUZ BÖLGESİ İLE NATO STANDARDI" diye kabul etmişken, böyle büyük bir başarı kazanıldı!

Başarı hanesinde...

Evlerinin önünde kurşunlanan ve bin bir düşünce, bilgi, deneyim ve iyilikle dolu kafaları kanlar içinde kaldırımlarda parçalanan üniversite hocaları, savcılar, emniyet müdürleri...

Evlerinden kaçırılıp boğma telleriyle nefessiz bırakılan bedenlerine bir an önce ceset olmaları için susturucu kusturulan üniversite öğrencileri...

Aynı silahlarla öldürülen solcu ve sağcı gençler...

Kahramanmaraş, Çorum katliamları...

İstanbul Üniversitesi önünde bombayla havaya uçurulan çocuklar...

1 Mayıs'ta Taksim Kazancı Yokuşu'na yığılan 40'a yakın insan...

İşkenceler, idam sehpaları...

Pusular ve yaylım ateşler de mevcut.

Yani, "ÜLKENİN YABANCILAR TARAFINDAN İŞGALİNDE GAYRİ NİZAMİ HARP YÜRÜTMEK" üzere kurulmuş birtakım birimler ile onlara, devlete yamaklık yapan birtakım sivil örgütlenmeler, esas savaşı, kendilerine düşman seçtikleri kendi vatandaşlarına karşı yürüttüler!

Kıbrıs'ta olan bitenlerin tartışması bir yana...

"KONTRGERİLLA, GLADİO" isimleriyle anılan, lakin hiçbir hesabı sorulmayan tarih bu işte.

Bunu sanki memleket evlatlarının topyekun ve onca fedakarlıkla katıldığı, sanki ninelerin sırtlarında mermi, dedelerin kağnılarda cephane taşıdıkları bir "İSTİKLAL SAVAŞI" gibi anlatıyorlar.

Utanacaklarına, kahrolacaklarına, kendi aydınlarını, gençlerini, öğrencilerini katletmiş olmaktan, birbirine sokmuş olmaktan, birbirine kırdırmış ve işkencelerden geçirmiş olmaktan ötürü kanayan vicdanlarıyla çığlık çığlığa özür dileyeceklerine bir de gurur duyuyorlar.

ABD'den para alınmış, "MİLLİYETÇİ" birileri teşkilata yazılmış, başka birileri "VATAN, MİLLET, DEVLET" adına öldürülmüş...

Oralardan nice çete, nice çete fikri serpilip büyümüş...

Biz, hepimiz bu "AMERİKAN YAMAKLIĞI" ile gurur duyacağız!

Sovyet tahakkümünün alternatifi olarak, sözde demokrasi ve özgürlük maskeleriyle, Latin Amerika'dan Uzakdoğu'ya, Yunanistan'dan Türkiye'ye, katliamları, suikastları, kışkırtmaları, provokasyonları, cinayetleri, darbeleri, işkenceleri, kayıpları yerleştirmiş bu "AMERİKAN MALI" milliyetçilikle övüneceğiz! Ve bu ülkenin milliyetçileri de, bu "AMERİKAN PARASI VE NATO STANDARDI" ile yazılmış kanlı geçmişlerinden hiç utanmayacak, onunla hiç hesaplaşmayacak ve hala milliyetçi olacak; kendi insanının çoğundan nefret ederek "VATANSEVER" kalacak.

Bu ülkenin eski siyasetçileri, 70 ve 80'likler ve gençleri o tarihle yüzleşmeden "DEMOKRAT" olacak ve öyle kalacak... Askeri, o geçmişten hiç rahatsızlık duymayacak...

İş dünyasının ağır topları, makineli tüfekleri, tankları, kendi çıkarlarını da kollayan bu "ABD YAMAĞI MİLLİYETÇİLİK" e verdikleri maddi ve manevi destekle biriktirdikleri servet, kudret ile burjuvalaşma maharetinin damarlarındaki irinden hiç sıkılmamış olacak.

Gayri nizami ahlakımızı seveyim! (Hadi gayri! Umur TALU SABAH 4 OCAK 2006)

HİKAYE BUDUR-KIRCI-TÜRKEŞ

Susurluk Olayı’ndan sonra Alparslan Türkeş’le HBB televizyonunda belki de kimimizin gözünden kaçan bir röportaj yapıldı. Türkeş bu röportajda şöyle söylüyordu: “Biz 1950’lerde bir grup kurmay subay Amerika’ya gönderildik, gerillaya karşı eğitilmek üzere, hikaye budur.” Bir başka deyişle: “Şimdi siz Susurluk diyorsunuz, gerilla tehlikesi vardı her tarafta, biz de bunun için eğitildik.”

Yakın tarihimizden iki kişi: Biri Başbuğ, diğeri sıradan bir militan. Başbuğ Alpaslan TÜRKEŞ, Ankara'nın göbeğinde Beştepe'de özel, görkemli mezarda. Haluk KIRCI ise hapishanede yaşlanıyor. Ve o sıradan militan, arka arkaya kitaplar yazarak geçmişi sorguluyor. Ve kendisiyle yüzleşiyor.



ZAMANI SÜZERKEN

(Haluk Kırcı-Burak Yayınevi)

"Benim üzerinde durmak istediğim asıl konu, patlayıcılarla tanışmamı ve onların ruhumda bıraktığı izleri anlatmak değil; yıllarda, onların kaynaklarının nereler olduğu hususudur. Bu konuyla ilgili bazı tespitlerimi nakletmek istiyorum.

Meselâ, Kürt arkadaşların görev yaptığı ve çoğunlukla Kürt vatandaşlarımızın yaşadığı bölgelerde olan biteni, yıllar sonra da olsa öğrendiğimde, bir kısım patlayıcının kaynağını fark etmek imkânını bulmuştum.

Çoğunluğu Kürt olan arkadaşlarımın anlatımlarına göre; o dönemde onlara, bazı genç subaylar patlayıcı getirmektedir. 70'li yılların başında, PKK belası henüz ortalıkta görünmüyordu. Bölgede, siyasî Kürtçülük hareketleri ve sol grupların teşkilatlanma faaliyetleri vardı. Milliyetçi teşkilatlanmalara ve yapılanmalara ise 70'li yılların ortaların dan itibaren hız verilmişti. İşte o arkadaşların anlatımları,bu hassas bölgelerde görülen milliyetçi teşkilatlanmaların başlamasından hemen sonra bazı genç subayların kendileriyle iletişim kurduğunu ve gerekli desteği sağladığını ortaya koymaktadır "(s 32)







GÖRÜNÜR AMA GÖRÜNMEZ

"Bu durum ilk bakışta, fikir birlikteliği veya masum bir yardımlaşma olarak görülebilir. Fakat bana göre, hiç de öyle değerlendirilmemelidir. Çünkü ABD ve Sovyet Rusya, 2. Dünya Savaşı sonrasında dünya ölçeğinde ortaya çıkan iki süper devlet ve kutupların denge unsurlarıdır.

Bu iki devlet, kendi hayat sahalarını genişletmek ve birbirinin stratejik noktalarını zayıflatmak gibi pek çok sebeple büyük paralar ve emekler sarf ederek, "görünür ama görünmez" bir savaşa başlamışlardır. Bu savaşta da durmadan taktik ve strateji değiştirmişler ve nüfuz alanlarını genişletmek için her yolu mubah saymışlardır.

Türkiye de, coğrafî konumu, tarihî gerçekleri ve diğer pek çok özelliğinden dolayı bu savaşta taraf olmuştur. Buna bağlı olarak, bütün dinamikleriyle, ABD ve diğer batılı ülkelerin yanında yer almıştır. Soğuk savaşın, Batı adına kutbu ve patronu olmak özelliğini taşıyan AB, özellikle Sovyetler'e sınırı bulunan ülkeler için "Yeşil Kuşak Stratejisi" ni geliştirmiş ve buna bağlı değişik projeler çerçevesinde bazı yapılanmalara girişmiştir.

Bu çerçevedeki yapılanmaların üç temel unsura dayalı olduklarını görmek mümkündür.

Bunlar; askerî, siyasî ve sivil yapılanmalardır. Kapitalist batılı devletler, önce, hayat sahaları içine giren bölge ve ülkelerdeki siyasî yapılanmaların antimarksist güçlerin eline geçmesini sağlamaya çalışmışlardır. Bu arada, o ülkelerin askerî güçlerini de kendilerine bağımlı hâle getirmeye ve kendi stratejilerine uygun olarak organize etmeye başlamışlardır. Bütün bunlarla beraber, sivil antimarksist güçlerle de dolaylı ilişkiler kurmuşlar ve bu ilişkileri geliştirmişlerdir. Bir anlamda, marksizme karşı ortak bir cephe oluşması için zemin hazırlamışlardır.







HER İHTİMAL

Yıllardır marksistleri veya olayları anlamakta zorluk çeken kafaların ortaya attıkları "kontr-gerilla", bu kalemin, yani antimarksist yapılanmanın ürünü sayılmalıdır. Çünkü hesaplar, her ihtimal göz önüne alınarak yapılmıştır.

Plan şudur: Sovyetler'le kurulacak sıcak bir temasta bu güçler devreye girecek, sivil halkı Kızıl Ordu'ya karşı örgütleyecek ve aynı zamanda da silahlandıracaktır. Amaç, değişik noktalarda önceden beri hazır bulundurulan silahlarla ve kurulacak direniş hatlarıyla Kızıl Ordu'nun durdurulmasıdır. Bu görevi ise, ordu içindeki uzman subay kadroları yapacaktır. Sivil ve askeri yapılanma, sadece bu bağlamda iç içe girmiştir. Asıl amaç, o günlerin ruhuna uygun şekilde sıcak savaşa hazırlıklı olmak planlarının oluşturulmasıdır.

Deyim yerindeyse; bu savaş, gittikçe, süper güçlerin satranç oyununa dönüşmüştür. İşte bu bağlamda, birileri, sağ grupların örgütlenmesine yardımcı olmuştur. Bu yardımcılık, hedeflerin birlikteliğinden değil, çıkarların buluşmasından kaynaklanmış ama süreklilik arz etmemiştir. Yalnızca, zayıf kalınan ve taban bulmakta zorlanılan bölgelerde lojistik destek olarak kendini göstermiştir.

Bu tespit, ne Ülkücü Hareket'in geçmişteki mücadelesine bir yergi ve karalama, ne de Marksistlerin bu konulardaki yanlış teorilerine bir payandadır. Ben sadece, yaşanmış olayların, bir anlamda sisler altında kalmış bazı gerçeklerin vurgulamasını yapmaya çalışıyorum.



AL GÜLÜM VER GÜLÜM

Denilebilir ki: "Marksistlere destek sağlayan ve yardım eden subaylar da vardı. Hatta bazıları yargılanıp, ceza bile aldı. Olayları bu temele oturtarak anlatmak, milliyetçi subaylara atılmış bir iftiradır".

Ben de derim ki: Benim vurgulamaya çalıştığım gerçek, Kürt vatandaşlarımızın yoğun olarak yaşadığı bölgelerle ilgilidir. Gizlenmesi gerekmeyen "al gülüm, ver gülüm" ler yaşanmıştır."(S 33-35)

O zamanın çarklarındaki her şey, kendine özgü şekilde dönüyor, âdeta raksediyordu. Sanki, her şey önceden planlanmıştı. Meçhul bir senarist tarafından bir oyun yazılmış, bu oyunu, bizim neslin oynaması istenmişti. Bir nev'i emir olan bu istek karşısında, biz garip, biz hiç rol yapmamış, biz dar çevrelerin acemi oyuncuları da, geniş bir sahnede yer almak zorunda kalmıştık. Amatör anlayışımız, acemi oyunculuğumuz ve güçsüz ayaklarımızla, "bizim olmayan" o oyunda, elimizden geldiğince iyi oynamaya gayret edecektik."(s 8)



FIRTINA SONRASI-DEVLET AYAĞI

"1960'lı yılların sonlarına doğru başlayan öğrenci hareketleri, 68 Kuşağı'nın estirdiği fırtınaya dönüşmüştü. Bu fırtına, 12 Mart Muhtırası arifesinde hızının zirvesine ulaşmış ise de, muhtıradan sonra yavaş yavaş hızını kaybetmeye başlamıştı. Fakat 1974 affı ve dönemin hükümetinin icraatları ile yeniden hızlanma eğilimi göstermeye başlamıştı. Zıt görüşlü gruplar, birbirlerine el ense çekmeye ve birbirlerini yoklamaya başlamışlardı.

Toplumda dalgalanmalar yaşanıyor, özellikle genç insanlar, akıl almaz bir şekilde politize oluyorlardı. Her grup, mevzi kazanmak ve bir yerlere hâkim olabilmek için diğerleriyle yarışıyordu. Âdeta cephede siper kazar gibi, mahalle, sokak, okul... demeden, her yerde teşkilatlanmaya çalışılıyordu. İşte o mevsimin rüzgârlarına kapılan bizler de, okulumuzda teşkilatlanmaya ve yeni mevziler kazanarak bir yerlere varmaya çalışıyorduk."(s 16)

"Bir anlamda, hak savaşı sokaklara taşmış, her kesimde taraftar ve her zeminde yer bulmakta gecikmemişti. Araya kan girmiş, aileler bile parçalanır olmuştu. Kavganın tarafları olarak ortaya çıkan bizlere, yani solculara ve ülkücülere bir ayak daha katılıyordu. Çok geçmeden aramıza katılan bu ayağı ise devlet oluşturuyordu.

Şiddet rüzgârları, 1975'in ortalarından itibaren fırtınaya dönüşmeye başladı. Politik alanda ortaya çıkan yapılanmalar da bu şiddet rüzgârlarının çıkmasına yardımcı oluyorlardı. Lise birinci sınıfta arkadaş olduğum, defalarca beraber sinemaya gittiğim, okulda gizlice içtiğimiz sigaradan ikram ettiğim, kıt bilgime rağmen ara sıra tartıştığım sınıf arkadaşlarımdan biri, yalnızca, solcuların teşkilatlanmasına yardımcı olan TÖB-DER'e gittiği için düşmanım olmuştu." (s 17)



KÖR KUYU ÇİÇEKLERİ

"Yeri gelmişken ifade etmeliyim: Sonraki yıllarda, Mamak Askerî Cezaevi'nde yatarken, bir çok solcu genci tanımak imkânım oldu. Hepimiz, üç aşağı beş yukarı, aynı sosyo-ekonomik kesimlerin ve dar çevrelerin ezilmiş, horlanmış çocuklarıydık.

Hepimizin anası, babası, eğitimi, yaşantısı, geliri, giyimi birbirine benziyordu. Yani kör kuyularda yetişmiş çiçeklerden farkımız yoktu. Hepimizin rengi, dokusu, yaprağı ve kökü aynıydı.

Fakat hayatın cilvesine bakın ki; hem birbirimizle savaşır, hem de aynı kaderi paylaşır olmuştuk. İşin daha da ilginç yanı ise, bizi dipsiz kuyulara atanların ve böylelikle toplumu kurtardıklarını zannedenlerin halleriydi. Bizlerin enterne edilmesiyle zafer kazandıklarını zannedenler, yanılıyorlardı! Çünkü her hâlin bir psikolojik ve sosyolojik izah tarzının olabileceğini akıllarına bile getirmiyorlardı. Eğer getirmiş olsalardı, gençliğin boynunda asılı kalan şu şiddet, endamını böylesine pervasızca sergilemeye devam edebilir miydi?" (s 36)



KAVRAMLAR

"Bu kavramlar, ortaokulda okutulan Yurttaşlık Bilgisi dersinde kısa paragraflar hâlinde açıklanmaktaydı. Bizler de bundan daha geniş bir bilgiye sahip değildik.

Bu kavramların millet hayatındaki yerini bilmeden ve bu kavramlar üzerinde, en azından yakın tarihimizde yaşanan olaylar ışığında kafa yormadan, boyumuzdan büyük işlerin marabalığına soyunmuştuk.

Demokrasi nedir; cumhuriyet, anayasa, parti hangi fonksiyonlara sahiptir; senato ve meclis ne iş yapar; yakın geçmişte neler olmuştur; 1924 anayasasının, Serbest Cumhuriyet Fırkası olayının, 1950 seçimlerinin, 27 Mayıs darbesinin ve 12 Mart muhtırasının perde arkasında kimler ve hangi gerçekler vardır...

Bilmeden elimizde fırçalar ve parti flamaları, dilimizde sloganlarla, milletin kaderine hükmedecek bir sorumluluğun altına girmiştik. Bu durum, bizi olduğu kadar, diğer kesimleri de içine alan bir gerçeğin ifadesiydi. CHP veya MSP adına seçim çalışması yapan genç insanların da bizden farkı yoktu.

Nefsanî hesaplarla siyaset yapanlar, genç insanlara, siyaset üzerine verebilecek bir şeylere elbette sahip olamazlardı. Nitekim olaylar da bu ölçüde cereyan etti: Siyaset ve siyasetin unsurları, sayıları giderek artan birer kavga malzemesi olarak bizim hayatımızda yer aldı." ( s40)



ROBOTLAR

Bahçelievler'deki genel merkezin önüne geldiğimizde, görevli arkadaşların, kapının önünde hazır beklediklerini gördüm. Başbuğ arabasını park eder etmez fırladılar ve kapısını açtılar.

Arka koltuktaki çantasını alarak, birlikte içeri girdiler. Ben ise, Başbuğ arabadan inmeden indim, esas duruşa geçtim ve onlar içeri girene kadar öylece bekledim.

Rahmetli Alparslan Türkeş'e, o zamanlar, akılların almakta zorlanacağı bir sadakat ve samimiyetle bağlıydık. Onun canını, kendi canımızdan aziz biliyor, işaret ettiği her şeyi bir robot kimliği ve kişiliği içinde yerine getiriyorduk. Müthiş karizması ve yapısıyla etkilendiğimiz ve samimiyetle bağlandığımız bu insan için yapamayacağımız hiç ama hiç bir şey yoktu. Bu ve benzeri tavırlar yapmacık değil, samimi duygularımızın ifadesiydi.

Bu noktada bir hususa daha temas etmeyi ve birtakım insanlara bazı konuları hatırlatmayı uygun buluyorum:

Yukarıda anlatmaya çalıştığım olay 1978 senesinde geçti. Bu kitabı ise 1997 de kaleme aldım. Aradan, neredeyse yirmi uzun yıl geçmiş. Geçen bu zaman içinde çok şeyler yaşadık, gördük, geçirdik.

Acılar ve çaresizlikler içinde kıvranırken bile kimseden bir şey istemedik. Kimselere kabahat yüklemeyip, başımıza gelenlerden dolayı hiç kimseyi suçlamadık. Şairin dediği gibi "ses çıkarmadan aşın" dedik. Sorumluluklarımızdan kaçmadık, inandığımız veya inandığımızı zannettiğimiz şeyler için, kimselerin girmek istemediği risklerin altına girdik..." (s88-90)



KURT BAKIŞI

(Emin Pazarcı -Burak Yayınları)

"C-5 adlı işkencehanede, insanlık dışı işkenceler devam ediyordu. Binadan 24 saat canhıraş çığlıklar yükseliyordu.

Bekir Bağ ise, 17 yaşındaydı. Mahir Damatlar ve Emir Kuşdemir'le birlikte korkunç işkencelere tabi tutuluyordu. Üstelik, bütün suçlamaları kabul etmiş, "Tamam, ben yaptım" demişti.

Verdiği bu ifade, işkencecileri tatmin etmedi. Çünkü, 17 yaşındaydı ve ceza alsa bile kısa bir süre yatıp çıkacaktı. Onlar, Bekir Bağ'ın farklı ifade vererek, Mahir Damatlar ve Emir Kuşdemir'i suçlamasını istiyorlardı.

O'nu ayrı bir yere kapatıp, arkadaşlarından tecrit ettiler. Sürekli olarak aynı telkinde bulundular:

- Bu ifadeni değiştireceksin. Bu suçları sen işlemedin. Asıl suçluların Mahir ve Emir olduğunu söyleyeceksin.

17 yaşındaki Bekir Bağ, günlerce ağır işkencelere tabi tutuldu.

Bir gün askerler telaş içinde koşuşturmaya başladılar. Cezaevinde bir olağanüstülük olduğu açıkça belliydi. Bazı Ülkücü gençleri hücrelerinden çıkardılar. Bekir Bağ'ın hücresinin yanına götürdüler.

Arkadaşınız kendisini astı.

Herkes, anında neler olduğunu anlamıştı. Çünkü, tamamı C-5'ten geçmişti. Orada, Bekir Bağ'a neler yapıldığına herkes şahit olmuştu. Askerler ise, olaya bir açıklama getirmek için çırpınıyorlardı:

Yatak çarşafını yukarıdaki elektrik tellerine bağlamış.Kendisini asmış.

Oysa, bu mümkün değildi!

Hiçbir Ülkücü tek kelime bile etmedi. Hiçbiri yorum yapmadı. Tamamı, "Biz aptal mıyız?" dercesine askerlerin yüzüne baktı!

O sırada bir tabip teğmen de hücrenin önüne gelmişti. Birlikte Bekir'i dışarı çıkarıp, soydular. Bütün vücudu mosmordu ve cesedi alabildiğine şişmişti. Belli ki ölümünün üzerinden uzun süre geçmişti.

Haber, anında farklı bir yorumla bütün koğuşlara yayıldı:

Bekir Bağ, işkence ile öldürüldü.



İSYAN-ÜLKÜCÜLER-SOLCULAR

O gece A Blok'taki ülkücüler, Bekir Bağ için Yasin okumaya karar verdiler. Oysa, Mamak'ta böyle bir uygulama yoktu. İç Hizmet Yönetmeliği'ne göre, bu büyük bir suçtu. Alınan bu karar, "isyan'' anlamına geliyordu. Askerler anında harekete geçtiler. Ancak, üzerlerine inip kalkan coplara rağmen Ülkücüler susmuyorlardı:

Yasin Vel Kuran - il Hakiym...

O gece solcular da Ülkücülere destek verdiler. Onlar da cezaevi idaresine isyan bayrağını açtılar." (s.270-271)

"Mamak Askeri Cezaevi'ndeki C-5 adlı bölüm, askerler için "disiplin koğuşu" olarak tasarlanmıştı. Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından da özel bir işkencehane haline getirilmişti. İçi de işkence uzmanı polislerle doldurulmuştu.

C-5'te sorgulamalar sürerken, canhıraş feryatlar dört bir yanı sarıyordu. Koca salon, çırılçıplak soyulup çarmıha gerilen gençlerle doluydu." (s 270)



YAN GEL BAŞBUĞ

"Türkeş, Mevki Hastanesi'nde rahattı. Odasında ziyaretçi kabul edebiliyordu. Ancak, zaman zaman askeri tedbirler arttırılıyor, kimseyle görüştürülmüyordu. Hastanedeki "Teşkilat" buna da bir formül bulmuştu...

Türkeş'in kaldığı oda, üst kattaki büyük koridora açılan küçük bir koridorun sonundaydı. Banyo olarak kullandığı yer ise, büyük koridorun diğer başındaydı.

Tedbirlerin arttırıldığı günlerde Türkeş, hastanede yatan "Ülkücülere" talimat veriyordu:

-Seval Hanım'ı aşağıda karşılayın. Banyoya girsin, beni beklesin.

Seval Hanım, hastane kapısında karşılanıp, banyoya alınıyordu. Ardından Türkeş'e haber veriliyordu. O da peşindeki inzibatlarla birlikte koridoru geçip, banyoya giriyor, kapıyı kilitliyordu.

Nöbetçi askerler, içeride banyo yaptığını sanıyorlardı. Türkeş dışarı çıktığında peşine takıldıkları için, daha sonra ayrılan Seval Hanım'ı görmüyorlardı.” (s305-306)



ÜLKÜCÜ GENÇLER !

"Ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu ile solcu Necdet Adalı, özel "idam hücrelerinde" kalıyorlardı. Bu hücreler, intiharı önlemek için özel olarak yapılmıştı. Bütün duvarları deri kaplıydı. 1980 yılında, 7 Ekim'i 8 Ekim'e bağlayan gece hücrelerinden alındılar. Haklarındaki idam cezası, Meclis'te de onaylanmışta. Mamak Askeri Cezaevi'nde asılarak idam edildiler.

Ertesi sabah, askerler koğuşlara girdi ve herkese kola dağıttı. Ülkücü ve solcu gençler şaşkındı. Böyle bir uygulama ilk olarak yapılıyordu. Ancak, kimse bunun sebebini sormaya cesaret edemiyordu.

Çok geçmeden kola dağıtımının sebebi açıklandı...

Bir er, "Afiyet olsun" dedi:

- Dün gece arkadaşlarınızı astık!

Herkes donup kalmıştı. Kimseden çıt çıkmadı. Tam bir şok yaşıyorlardı. Yaklaşık 10 dakikalık bir sessizlik oldu. Ardından ders başladı. Ülkücü ve solcu gençlerin gözlerinden yaşlar süzülüyordu.

Ülkücülerle solcular, ilk defa birlikte ağlıyorlardı. (s 243)



SADİ KOÇAŞ

12 Mart’ın meşhur Başbakan Yardımcısı Sadi KOÇAŞ.

Kamuoyu bu kişiyi “balyoz” olayıyla tanıdı.

1943‘lerden itibaren hatıralarını ve düşüncelerini anlatan kitaplarda kendisini sergiledi.

Bu ilginç kişiyi kitaplarındaki satır aralarından tanımaya çalışacağız.

1943’lerde çok yetenekli bir subay olduğunu, etrafı ve her tanıyanın öyle söylediklerini söylüyor.

Demokrasi aşığı tam Atatürkçü”. 1943’ ten 1957’ye kadar askeri darbelere karşı .

1950 de Demokrat partinin iktidara gelmesinin ardından, subaylara gazozcu denmesini yalanlarcasına 1 yıl izin alıp İngiltere’ye gidiyor.

Bir genç subay olarak parasal sıkıntısı yok. Oradaki eğitimini ve kişisel harcamalarını cebinden karşılıyor. Gazozcu olmadığına göre, herhalde aileden zengin!

1957’den sonra darbeye karar veriyor, demokrasi düşüncesini rafa kaldırıyor. Aşırı sola da karşı aşırı sağa da. Varsa yoksa Atatürkçülük. Ama şartları var; yeni örgüt kurulacak bir, 3-4 kişiyi geçmeyecek iki ve en önemlisi tepede “büyük bir baş olacak” üç.

Kendi tabiri “büyükbaş altında” olmak zorunlu. Onun ömrü de ‘büyükbaş’ aramakla geçiyor. 12 Mart’larda kendi de ‘büyükbaş ‘olup altına gireceklere yer açıyor. Ama “ büyükbaş’lığı” fazla uzun sürmüyor. Görevini bitirdikten sonra geri göreve alınıyor.



BÜYÜKBAŞ TAMAM

Sadi KOÇAŞ, 27 Mayıs 1960 hareketi öncesi nihayet Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel’i buluyor. ‘Büyükbaş’ tamam kendi de irtibatı sağlayan tek kişi. Nedense 27 Mayıs hareketi yaklaşırken “Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın “ yanında çıkan görevi istemiyor.

Yakışır mı ona? İhtilalci olup ihtilalde Cumhurbaşkanını tevkif etmek ayıp kaçar. Onun, onur ve şerefine bağdaşmadığı için kabul etmiyor. 27 Mayıs hareketinden 8 ay önce İngiltere’ye Askeri Ataşe olarak gidiyor. Neden mi yurtdışına kaçıyor, pardon gidiyor?

Kurmaylar toplanmış düşünmüşler. Ya ihtilal kaybedilirse. Hemen çaresini bulmuşlar, bu kıymetli kurmayın İngiltere’ye gidip, eğer hareket kaybedilirse gelecek ihtilalcileri Büyükelçilikte misafir edecek . Ya DP hükümeti kendine darbe yapmak isteyenleri elçilikte ağırlamazsa ne olacak? Değerli kurmayımız bunu da düşünmüştür herhalde. İngiliz çevreler gereken ilgiyi göstermiş olsa gerek ki, o da altında kalmıyor. İngiliz sevgisi daha çok artıyor. İngilizleri anlatıyor da anlatıyor. Sayın Albayımız Sadi KOÇAŞ’ın anlatımına göre Dündar Seyhan da Amerika’daki konaklamayı ayarlıyor. Alpaslan Türkeş Genelkurmay NATO şubesinde, Orhan KABİBAY CENTO Şubesinde görevli. Taşlar yerli yerinde.

Daha önce Talat Aydemir’in katakulli taktiğiyle Kore’ye gitmesini el çabukluğuyla halledip tehlikeyi önlediklerini belirtmeden de geçemiyor .

Ve 27 Mayıs oluyor. Kolay mı, onun çok emeği geçmiş. Cemal Gürsel' le teması sağlayan o. Osman Köksal'ı tayin şubesinin başına getiren o. (Osman Köksal da hareket öncesi Afganistan’a gitmeye çabalamıştı, ama olmamıştı. Kendini hareketin ortasında bulmuştu). Önce kimse onun bu hizmetini hatırlamıyor, ya da hatırlamak istemiyor.



BULUNMAZ HİNT KUMAŞI

Sadi KOÇAŞ da genç yaşında, 42 yaşında hayatının 2. baharına başlıyor. Subaylıktan ayrılıyor. Sivil olarak hizmetine devam edecek. İlk bahar dönemini büyükbaş aramakla geçirmişti. Artık sıra ondaydı. Gereken eğitim ve kültürü İngiltere’de almıştı. O artık ‘büyükbaş’ olacaktı. Ve bundan sonra değeri birden anlaşılıyor, Bulunmaz ‘Hint Kumaşı’ oluyor. Üsteki büyükbaşlar onu altına almaya çabalıyor. Küçük başlar da onun altına girmeye can atıyor. Ama herkes her konuda ona koşuyor, o da herkese koşuyor. Ne de olsa İngiltere’de kazandığı tecrübenin bunda çok büyük payı vardı. Cemal Gürsel onu kontenjan senatörü yapıyor. Tabii Senatör olamamıştı. Olsun, bu da ömür boyu olmasa da idare ederdi. Sonra bir daha yapılıyor, oluyor 8 sene senatörlük. Bir de İsmet Paşa milletvekili yapıyor: Alın size bir 4 sene daha. 12 Mart 1971 sonrası paşalar da onu başbakan yardımcısı yapıyor. Çıktığı en yüksek makam da bu oluyor.

Ermeni meselesinde, Kürt meselesinde velhasıl her konuda ahkam kesip duruyor. Sağına aldığı Alpaslan Türkeş ve soluna aldığı Orhan KABİBAY’la gençleri birbirine kırdırarak 12 Mart 1971 hadisesini yaratıyorlar. Ama olan oluyor. onun da üstüne bir çizgi çiziyorlar. Yine de şükretsin “sol” ekibiyle kendini Ziverbey’de bulabilirdi. Sağ ekibiyle yarasız beresiz bu olayı atlatıyor. İnönü, “11 lere güvenilmez”, diyor. Dünyası kararıyor 11‘lerin başı olarak. Nasıl olur? O İnönü’ye o kadar istihbarat taşımıştı.

Sonra düşüş başlıyor. Görevlendirenler onu geri göreve çekiyorlar.

12 Eylül 1980 sonrası Haydar Saltık Paşa’ya danışmanlık yapıyor. Kendi danışmanları da 12 Mart’ taki değerli arkadaşları. Orhan KABİBAY, Numan Esin ve Talat Turhan.

Talat Turhan’ı bakan yapmak istiyorlar. Haydar Saltık Kenan Evren’e iletiyor. Kenan Evren’in cevabı net: “Başımıza dert almayalım.”



O ÇOK YÖNLÜ BİRİYDİ

İki taraflı çalışan görevliler bilinirdi. Ama o, yedi kocalı Hürmüz’ü geçmişti. Kaç kişiyi idare ediyordu: İsmet İnönü, Talat Aydemir, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Doğan Avcıoğlu, Alpaslan Türkeş, Orhan KABİBAY, Amerika, İngiltere, Sovyetler Birliği vesaire vesaire… İstihbarat götürdü, getirdi. Bu işte uzmanlaşmıştı. İstihbarat onun uzmanlık sahasıydı. İsmet İnönü’nün deyimiyle 1960-1970 seneleri arasında 10 senede çok hizmet etmişti devletine. 27 Mayıs 1960, arkasından 22 Şubat 1962, 21 Mayıs 1963, 9 Mart 1971... İstihbarat, ordu içindeki ismiyle ispiyon, halk deyimiyle bohçacı kadın.

O nedenle CHP ya da AP, İsmet İnönü, Demirel, Genel Kurmay, Kuvvet Komutanları velhasıl her kim ki aklına MİT ya da İçişleri bakanlığına birisini düşünse, ilk akla gelen isim o: SADİ KOÇAŞ.

Her ne kadar MİT içinden birileri onun Sovyetler Birliği istihbaratıyla fazla yüz göz olduğunu düşünse de o, kurmay olarak hemen açıklayacaktır: Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay‘ın oğlu Atila ve Ertuğrul Alatlı ile kurduğu, Sovyetlerle alış veriş yapan şirkettir bu yakıştırmayı yakasına rozet diye taktıran.

Eski ortağı 27 Mayısçı Ertuğrul Alatlı anlatıyor da anlatıyor bu önemli kişiyi. 12 Mart’tan tam 2 sene önce nasıl bakanlar listesinin hazır olduğunu, her yaptığını hemen her ilgiliye bildirerek, kendini nasıl kamufle ettiğini. Nasıl sıkı bir istihbaratçı olduğunu ve kendisini nasıl dolandırdığını...



OYNAŞMALAR

Ara sıra Amerika ile oynaşmaları; Amerika’ya karşı verdiği mücadele: Üsler, ikili anlaşmalar, Amerika’nın tesirsiz hale getirilecek ya da kazanılacak kişiler olarak belirlediği 50 kişi arasında ekibiyle beraber boy göstermesi..

Olacak o kadar da, İrfan Solmazer’in deyimiyle o da aldatmacası.. Sis bulutları …

Sol göstereceksin, sağ vuracaksın. Şaşıp kalacak ulema takımı eski dostlar. Aptal Sol’um onu kendinden sanacak halbuki o, Memduh Tağmaç’ın, Cevdet Sunay’ın ve bilumum büyükbaşların hizmetinde her türlü istihbarata, bohçacılığa hazır ve nazır.. Herkesin gözde elemanı.

Nihat Erim kim mi? “12 Mart tan önce son aylarda hemen her gün beraber olup bu işleri konuştuğumuz insandı” diye tanıtıyor Sadi KOÇAŞ.

İnönü, "seni, Nihat Erim’i Başbakan yapan adam, diye tanıyorlar" deyince, ”estağfurullah” o beni başbakan yardımcısı yaptı, diyecek kadar alçak gönüllü.

En büyük düşü yayınevi açarak, eczanelerde ve postanelerde satış noktaları içeren dağıtım şebekesi kurup, Atatürkçü düşünceyi içeren kitapları dağıtıp diğer ideolojik kitapların önünü kesmekti. Fırsat vermediler, zorla Başbakan Yardımcısı yaptılar. O da 12 Mart 1971’ de ve 12 Eylül 1980 hareketi sonrası kitapların toplatılıp yakılmasında yolgöstericilik yaptı.

Ortanın Solunu çok beğendi, CKMP’nin, sonra da MHP’nin ideologları Muzaffer Özdağ ve Rıfat Baykal’ı dinledi.. Ah keşke onlarla beraber olsaydım diye iç geçirdi. Çok beğendiği Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın, kanunları, devlet gelenek ve göreneklerini hatta yakından bildiği kendi kişisel ahlak anlayışını bile hiçe sayarak tamamen yalan ve yanlışlarla dolu suçlama bildirisi günlerce usulsüz olarak TRT tarafından radyo ve televizyonda yayınlanırken, aklına kendinin devlet gelenek ve göreneklerine ve usulüne uygun günlerce yayınlanan balyoz bildirisi geldi. Aklına dava arkadaşları Talat Turhan ve Numan Esin'in dedikleri geldi. “Sunay ve Tağmaç’larla reform olmaz”,demişlerdi.

10 yıl sonra 12 Eylül’de Kenan Evren ve Haydar Saltık’larla birlikte Atatürk’ün Kurmayları olarak bir reform denemesi daha yapacaklardı. En çok saydığı ve güvendiği sözüne en güvenilir devlet adamı İnönü de onu vurmuştu. Kendisinin büyükbaş olduğunu sanmıştı. Ama diğer büyükbaşlar toslayıp, onu saha dışına atmışlardı. Bir daha büyükbaş olmaya özenmedi. Büyükbaşın altında olmak ona yeterdi de artardı bile. Böylece gelip geçen hizmet dolu ömrünü 1997’de noktaladı. Onunla gurur duyan duydu.

Biz ne mi diyoruz? Alışkınız böyle tiplere. Bir Görevli gider, diğer Görevli yerini alır. Dünya ve Türkiye tarihi devrimcilerin böyle Görevliler’e karşı mücadeleleri ile doludur. Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri, Kontenjan Senatörü Başbakan Yardımcısı, Yazar, Danışman. İspiyon, Bohçacı Kadın İstihbarat Uzmanı, Jurnal Uzmanı, Görevli v.s v.s…..



GÖREVLERE DAVET

Biraz Sadi KOÇAŞ’ın kendi anlatımlarını okuyalım:

1965 yılı Haziran içinde bir gün Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel tarafından davet edilmiştim. Hemen konuya girmişti. İçişleri bakanı olmamı istiyordu. Bu konu benim için bir sürpriz olmamıştı

Milli emniyet hizmeti başkanı sayın Ziya Selışık dedi ki “büyük bir hizmet ile karşı karşıyasın KOÇAŞ. Ancak senin başarabileceğin, sana güvenebileceğimiz bir hizmet var. Biliyorsun MİT kanunu çıktı. Bir Müsteşar, bir MAH Başkanı, bir de İstihbarat Başkanı gerek; öyle üç insan ki Türkiye’nin kaderine hükmedecekler.”

Yol boyunca hep düşündüm. Milli Emniyet için daha evvel iki kez teklif almış kabul etmemiştim. Bu işi sevmiyordum.

Başbakan Ürgüplü, büyük vukufla, görevin öneminden ve özelliklerinden, Amerika’da büyükelçi iken CIA hakkında edindiği bilgilerden ve Türkiye’nin durumundan bahsettikten sonra, ‘bunları siz de biliyorsunuz. İkili anlaşmalar hakkında söylediklerinizi unutmadım. Bu yüzden reddetmezsiniz diye düşünmüştüm’ dedi.”

Benim özel istihbaratıma göre, Genel Kurmay Başkanı oraya [MİT müsteşarlığına] mutlaka muvazzaf bir asker gelsin ister.” Başbakan Ürgüplü dedi ki ‘Doğru, öyle istiyordu. Fakat sayın Cumhurbaşkanı ile size karar verince, evvelki gün kendilerini aradım. Genelkurmay Başkanı ile üç kuvvet komutanı, dördü birden en iyi seçimi yapmışlar’ cevabını vermişler.”

Biz bunlarla görüşürken sayın İnönü’nün benimle görüşmek istediğini bildirdiler. Yemeğe davet ediyorlardı. İsmet İnönü dedi ki “iyi seçtiklerini kabul etmek gerekir. Fakat reddet bu görevi” dedi.

bu mücadelede asıl güçlü ve etkili olan Amerikalılara ise söyleyecek sözüm yoktur.

ben hümanist görüşlü, hem de Mevlana Celaleddin-i Rumi anlayışına göre hümanizm anlayışı olan bir kişi idim. Hindistan büyükelçisi dedi ki “Cumhurbaşkanı yardımcımız ekselans Zakir Husain resmi temasları dışında sizinle de görüşmek arzusundalar.

Ekselans Zakir Husain dedi ki “İhtilalde Londra’da idiniz. Buna rağmen ihtilalin lideri olan sayın Cumhurbaşkanı Gürsel, kendisini silahla başarıya götürenleri değil de, sizi senatör seçti. Bunun bir anlamı olsa gerek.”

Hindistan büyükelçisi dedi ki Cumhurbaşkanımızın dost olarak, özel mahiyette görüştüğü bir kişisiniz Ankara’da .”

Başbakan Demirel Ürgüplü’ye dedi ki ‘Sayın KOÇAŞ’ın yardımını ve iyi niyetini de biliyorum. Bu sabahki konuşması ile de bunu bir daha gösterdiler. Yanınızda, kendilerinden bu konuya şimdiye kadar olduğu gibi devam etmelerini ve bu kez de yardımlarını benden esirgememelerini rica edeceğim. Bilmem kabul ederler mi?’ deyince pek sevinmiştim. “hizmet ve şeref telakki ederim” dedim.

7 Temmuz 1966 günü Bursa'da idim. Akşam radyoda haberleri dinlerken, o gün Milli Birlik Grubu sözcüsü, Tabii Senatör Sayın Haydar Tunçkanat'ın Cumhuriyet Senatosunda yaptığı bir açıklama adeta tüylerimi ürpertmişti. Ama olayı ayrıntıları ile öğrenememiştim. Ertesi günkü gazetelerden aldığım bilgiye göre; bir Türk, hem de siyasi gücü olduğu anlaşılan bir kişi, 28 Aralık 1965 günü E.M. isimli bir Amerikalıya gönderdiği bir raporla, Türkiye'nin o günkü siyasi durumunu kendi görüşü açısından; yetki ile tahlil etmiş ve bu durumu düzeltebilmek için, isimlerini verdiği 50 Türk'ün ya tesirsiz hale getirilmesi’ni veya kazanılmalarını tavsiye etmiş.

E.M. adlı Amerikalı da raporu ve listeyi «ÇOK GİZLİ» işaretli bir mektupla, Ankara'daki Amerikan Ataşemiliteri Albay Dickson'a göndermiş.



AT İZİ İT İZİ

İşte o meşhur Amerika’nın taktiksel olarak “ at izi ile it izini” karıştırdığı ve ele geçirilmesini sağladığı liste:

1. Kemal Satır; 2. Turhan Feyzioğlu; 3. Orhan Öztrak; 4. İlhami Sancar; 5. Bülent Ecevit; 6. Feridun Cemal Erkin; 7. Lebit Yurdoğlu; 8. Suphi Baykam; 9. Orhan KABİBAY; 10. Orhan Erkanlı; 11. Selim Sarper; 12. Hasan Işık; 13. Sıtkı Ulay; 14. Coşkun Kırca; 15. Şefik İnan; 16. Osman Koksal; 17- Sadi KOÇAŞ; 18. Hüsnü Özkan; 19. Celâl Erikan; 20. Refet Ülgenalp; 21. Refik Tulga; 22. Cemal Tural; 23. Necdet Uran; 24. Fahri Özdilek; 25. Mucip Ataklı; 26. Nuri Arslantaş; 27. Ahmet Yıldız;28. Mustafa Ok; 29. Feridun Akkor; 30. Numan Esin; 31- Alpaslan Türkeş; 32. Rifat Baykal; 33. Ahmet Tahtakılıc; 34. Burhan Apaydın; 35. Ahmet Şükrü Esmer; 36- Cihat Baban; 37. Nadir Nadi; 38- Fethi Naci; 39. Ecvet Güresin; 40. Refik Erduran; 41. Mustafa Azman; 42. Erol Simavi; 43. Prof. Dr. Derviş Manizade; 44. Prof. Bahri Savcı; 45.. Prof. Muammer Aksoy; 48. Prof. Dr. Edip Çelik; 47. Dr. O. N. Koçtürk; 48. Dr. Türkkaya Ataöv; 49. Ahmet Güryüz Ketenci; 50. Yücel Akıncı

Amerika kimi kazandı? Kimi tesirsiz hale getirdi? Yaşayanlar bilir.

İçlerinden Mustafa Ok ilk açığa çıkan görevlilerden biridir. 1963 yılında 21 Mayıs ihtilalini hazırlayan 7 kişilik merkez komitenin üyesidir. Gencecik 1568 Harbiyeli cezalandırılırken mahkemede göstermelik müebbet hapis almasına rağmen Yargıtay’da beraat ettirilmiştir. Köy İşleri Bakanı yapılarak hizmetinin karşılığı verilmiştir. 12 Mart yaklaşırken Ortanın Solu’nun liderlerinden biri olmuştur. Bülent Ecevit’in en güvendiği ekip arkadaşı olmuştur. Sadi KOÇAŞ, Orhan KABİBAY ve Alpaslan TÜRKEŞ tanışık üçler. Onların etrafında dolanan isimleri yeri geldikçe belirteceğiz.



ÇOK MÜSTESNA -M.R.A

Sadi KOÇAŞ yazmaya devam ediyor:

1960 Eylül başında, Londra'dan Ankara'ya geleceğim günlerde, üzerinde Montreux damgası bulunan, tanıdığım, ama yazıdan yabancı olduğu açıkça anlaşılan sahibini hemen kestiremediğim bir yazı ile aldım ve adresim yazılı bir mektup alınca hayret etmiştim. Montreux'de hiç tanıdığım yoktu. Ama zarfı açınca problem çözüldü.

Mektup, Birinci Dünya Savasında, Kütülemare'de Türklere esir düşmüş, savaş süresince galiba Yozgat veya Tokat civarında bir yerde enterne edilmiş, Türkçe öğrenmiş, Türk dostu Channer adında bir İngiliz generalinden geliyordu.

General Channer, daha önce de Londra'da davet ederek tanıştırdığı M.R.A. (Moral rearmament- Manevî Cihazlanma) teşkilatının lideri Dr. Frank Buchmann adına beni Caux'daki genel merkezlerinde bir kaç gün misafirleri olmak üzere çağırıyordu.

M.R.A. Komünizmle mücadele için A.B.D. de kurulmuş ve bütün dünyaya yayılmış bir örgüttü. İsviçre hükümetinin hediye ettiği Caux şatosu Avrupa'daki genel merkezleri idi. Asıl Merkez Amerika’da bir ada'da imiş. Londra dışında Astonburry'de, XVII. yüzyılda yapılmış bakımlı bir bahçe içinde, İngiliz antik mimarisinin örneklerinden biri olan şatoya benzer küçük bir bina da Londra merkezleri idi.

Ayrıca, Tirley Garth'da geniş bir arazi içinde XIX. yüzyılda yapılmış bir malikânede de İngiltere merkezleri vardır. Ve General Channer bir Pazar günü beni, Londra'da bulunan sayın Prof. İrfan Şahinbaş’la beraber Astonburry'ye yemeğe çağırmıştı. Bütün gayesi bu teşkilatı Türkiye'de güçlendirmek için benim başkan olmamı temin etmek imiş. Dr. Buchmann örgüt mensupların gözünde bir peygamberden farksızdı. Londra'da sık sık toplantılar tertipler, filmler gösterir, ve aralarına almak istedikleri yabancıları da davet ederlerdi.

Hiç birisi hakkında kesin bir bilgim ve hiç birisine de mantıklı bir allerjim olmadığı halde, kökü dışarıda her çeşit teşkilâta karşı toptan bir soğukluğum vardı. Bir kaç kez, “Yurt dışında ve Türkiye'de” Mason derneklerine üye olmam istendiği zaman da aynı tepkiyi göstermiştim. Bu yüzden M.R.A. Derneğine girmeyi, hele başkan filân olmayı hiç düşünmüyordum.

Bir mektupla “Türkiye'ye gitmek üzere olduğumu, eğer imkân ve zaman bulursam ileride bir gün Caux'ya gitmekten ve Dr. Buchmann'ı ziyaret etmekten memnun olacağımı” yazdım. Hareketimden bir gün önce: “Lütfen Türkiye'ye gitmeden önce bir iki gün için gelemez misiniz? Dr. Buchmann sizinle görüşmekten çok memnun olacağını bildirmeye beni memur etti” diye bir telgraf almıştım. O gün öğrendiğime göre bu, çok müstesna, çoğunlukla Devlet başkanlarına gösterilen özel bir ilgi imiş.

Maalesef iki gün sonra Ankara'da bulunmak üzere emir aldım. İlgilerinden dolayı Dr. Buchmann'a ve size teşekkür ederim.” diye yazdığım telgrafı gören İngiliz sekreterim:

Dr. Buchmann'ın davetini red mî ediyorsunuz?” diye şaşıp kalmıştı. Ankara'da konuyu Genelkurmay yetkilileri ile konuştum. “Kabul ediniz ve buradan dönerken Cauz'a uğrayınız” demişlerdi. Bu sebeple Eylül ayı sonlarında Londra'ya dönmeden önce, bir kaç gün ünlü Caux' şatosunda M.R.A. teşkilatının misafiri oldum.





SEÇME MİSAFİRLER

Bütün dünyadan, her sınıf ve mevkiden misafirler vardı. Birkaç İngiliz ve Alman milletvekili, birkaç Amerikalı ile General Channer’in özel dostu bazı İngiliz asillerini orada tanıdım. Montreux ve Lausanne'a bakan şahane bir oda ayırmışlardı. Genç bir Alman kızı da hizmetime memur edilmişti. Üniversite mezunu ve çok zengin bir Alman ailesinin kızı olduğunu öğrenince şaşırmış ve: “İyi ama bunun sebebi ne?” diye sormuştum. Gülerek: “ İdealim” demişti. Sonra orada çalışan bütün genç kızların “galiba” birer aylık süreler halinde Caux'da Dr. Buchmann'a ve misafirlerine hizmet etmek için gönüllü Alman, İngiliz, Fransız, İsveç ve İsviçreli kızlar olduğunu söylemişti. Caux'da 3 gün kalabileceğimi söylemiştim ilk gün. 5 gün bırakmadılar. Her gün uygulanan disiplinli ve programlı bir hayatı vardı Caux'nun ünlü şatosundaki seçme misafirlerin.



EFSUNLU LİDER- ORHAN KABİBAY

ORHAN KABİBAY, her olayın içinde ve hatta başında olmasına “sol” gözükmesine rağmen hiçbir takibata uğramayan “efsunlu lider”di.

Eylül 1963 günlü Sıkıyönetim Mahkemesi kararında şunlar yazılıdır:

Diğer taraftan 14’lerden Orhan KABİBAY grubu ile 11’ler ile birleşme arzusunda ısrar eden 22 Şubatçılar, 17 Nisan 1963 günü gece geç vakitlere kadar İstanbul’da Piyerloti Oteli’nde toplandıkları ve bu toplantıda gayesi itibariyle muhtelif grupları birleştirmek, uzun vadede de olsa hazırlık ve destekleyici grupları tespit ederek prensip anlaşmasına vardıkları (Milli Emniyet raporları) dosyasındaki mevcut belgelerden anlaşılmışsa da bu raporlar başvekaletçe deşifre edilmesine kanuni hükümlere dayanılarak müsaade edildiğinden, bu raporlara itibar edilmemiş ve delil hükmünde sayılmamıştır.” (s.29)

Aynı davada sanık olarak yargılanan, sevgili arkadaşı Alpaslan TÜRKEŞ’in evinde bulunan ve dava dosyasına konulan [45 nolu özel dosya] dosyada şunlar yazılıdır. “ hareket için KABİBAY ve Özdağ .. istihbarat için, Kaplan ve Şahin.. personel Numan Esin, Rıfat Baykal … propaganda İrfan Solmazer, Fazıl Akkoyunlu … (gerekçeli karar s. 169)

(Orhan KABİBAY, 1977 de kaza geçirince, “silah arkadaşı ve günün Başbakan Yardımcısı” TÜRKEŞ derhal helikopter göndermiştir. Hizmetleri unutulmadığı için Kamu kurumlarında Yönetim Kurulu üyeliklerine atanmıştır.)



KOKTEYL

Orhan KABİBAY Kanadı : Bunlar 11 Havacı ekibi ile de birleşerek şöyle yeni bir kadro teşkil etmişler, ve adlarını (27 Mayıs Cephesi) olarak tescil etmişlerdir. Ben bu gruba (Kokteyl) grup ismini takmışımdır. Çünkü karmakarışıktır. Zorla bir dolmuş kadrosuna itilmiş insanlardır. Mecburiyet tahtında birleşmişlerdir. Kadrosu ileri gelenleri şunlardır :

1- 0rhan KABİBAY, 2- Orhan Erkanlı, 3- Dündar Seyhan,4- Kadri Kaplan [1970 lerin Halk Evleri Başkanı ve DEV-GÜÇ yöneticisi T.Ç.] 5-Necati Ünsalan, 6- Halim Menteş, (11 Havacı ve üç havacı tabii senatörü temsil eder. Mucip Ataklı, Emulllah Çelebi, Haydar Tunçkanat), 7- İrfan Solmazer, 8- Muammer Şahin (TÜRKEŞ'i bırakmış, şimdi buradadır), 9- Daniş Çağlar, 10- Ruhi Soyuyüce.

Ben bu tipleri 22 Şubat gecesi de hakiki hüviyetleri ile bilmeyen bir insan değildim, ama ne yazık ki eldeki kadro bu idi.” (Talat Aydemir-Hatıralar)







TEYZELER

TÜRKEŞ’in evinde yakalanan ve özel dosyasının 45 numaralı evrakını teşkil eden Arap harfleriyle yazılı kuruluş plânına göre ihtilâl karargâhı üç şube hâlinde çalışacaktı:

1- İstihbarat, 2- Harekât, 3 - Personel.

Harekât kısmı KABİBAY ve Özdağ, istihbarat kısmı Kaplan ve Muammer Şahin, personel kısmı Numan Esin ve Rifat Baykal tarafından tedvir edilecek; ayrıca Fazıl Akkoyunlu ve İrfan Solmazer propaganda işi ile de uğraşacaklardı. Bu üçlü karargâh sisteminde istihbarat ve personel kısımlarına fazlasiyle emniyet verilmişti..

İş bu faaliyetlerini çok gizli yürütmek amacında olan 14’lerin kendi aralarında şifre usulü de ihdas ettikleri TÜRKEŞ'e ait cep takviminden anlaşılmaktadır. Meselâ Zeynep ismi İnönü karşılığında, Salih ismi TÜRKEŞ karşılığında, Ali Haydar ismi R,ıfat Baykal için, Mehmet Nuri ismi (T) için, Muhlis ismi, Muzaffer Özdağ için kullanıldığı gibi 22 Şubatçılar=Teyzeler; Silâhlı Kuvvetler=Tüccarlar; Kara Kuvvetleri= Demirspor; Hava Kuvvetleri = Galatasaraylılar; Deniz Kuvvetleri = Esnaf isimleri ile şifrelendirilmiş olup, bâzı tâbirlere de özel mâna kazandırılmıştır.

Bu cümleden olarak (Emniyet işi tamam = Sıhhatimiz rahatımız iyi), (Emniyet yok = Rahat yolculuk), (Gelmeyiniz = Rahatsız yolculuk) karşılığında kullanılmak üzere tesbit edilmiştir. (TÜRKEŞ'in yeşil renkte 1/A numaralı İş Bankası cep takvimindeki): Ayrıca TÜRKEŞ imzası ile dağıtılan gizli, beyannamelerle teşkilâta eleman kazanmak için fikrî sahada bir zemin hazırlanmaya çalışıldığı müşahede olunmuştur.

Siyasî bir Dernek yukarıda açıklandığı veçhiyle askerî maksatlar için kullanılan karargâh sistemi ile idare edilemeyeceği gibi askerî şahısların siyasî derneklere girmesine kanunî mesağ bulunmaması noktasından, isimleri yazılı subayların Dernek faaliyeti ile bir hizmetleri olamıyacaği âşikârdır. Bu sebeple 14 lerin siyasî dernek maskesi altında T. C. K. nun 146 ve 147 inci maddelerinde yazılı fiilleri irtikâp için gizlice cemiyet teşekkül ettirdikleri sabit olmuştur.(1963-İddianame)

SOL” KONTR-GERİLLA

Numan Esin; Orhan KABİBAY önderliğinde 12 Mart Sol Görünümlü Cunta provokasyonunda, İrfan Solmazer ile birlikte başrol oyuncularından olacaktır.

Tecrübeli geçinen Talat Turhan da ne yazık ki bu oyunun İstanbul Bölge sorumlusu olacaktır ve yedirtirilen kazığın CIA menşeli olduğunu anlatan 10’larca kitap yazacak, ama nedense Orhan KABİBAY ve Sadi KOÇAŞ’ın rollerini saklayacak, sadece Faik Türün ve ekibini hedef gösterecektir. ”Sağ” kontr-gerilla’yı anlatırken, “Sol” kontr-gerilla’nın üstünü örtecektir.

Numan Esin’in anlatımlarıyla kendisiyle ve Orhan KABİBAY’la tanışalım.



TARİH YARATAN ADAM

(Devrim ve Demokrasi Bir 27 Mayısçının Anıları-Doğan Kitap) Numan Esin

İlkokulda en büyük arzusu "tarih yaratan adam" olmaktı.

27 Mayıs'ta yıldızı parladı. Kendi anlatımına göre 27 Mayıs öncesi çeşitli toplantılara katılmıştı. "27 Mayıs"ta da İstanbul Sıkıyönetim Karargahı'nda Binbaşı X olarak görev yapmıştı. Buradan ihtilal hareketini “idare” etmişti.

Bu kadar çalışmasının bedelini almak için Ankara’ya koştu. Türkeş’in arkasında saf tutarak MBK üyesi oldu. O kadar komite çalışmalarına kendini vermişti ki, ne olduğunu anlamadan 13 Kasım 1961 de kendini İspanya'da buldu. Madrid’de aileden gelen bezirgan yapısı nedeniyle, ileride yapacağı kavun ticaretinin özelliklerini öğrendi. Çok değerli, bilgili bir kişiydi. Herkes ona gelip akıl danıştı. O da gelenlere akıl ve öğüt verdi.

Türkiye’ye döndü. Baktı, genç subayları Talat Aydemir kandırıyor, dayanamadı; Bulduğu genç subaylara öğüt vererek onların 21 Mayıs 1963 hadisesine katılarak ceza almamaları sağladı.



YATAKALTI LİDER

21 Mayıs 1963 hadisesini, kitabında yazdığına göre “her silah patlayışında yatağın altına saklanan Alpaslan Türkeş’le” birlikte izledi.

Korkusuz Başbuğu ile beraber MHP yi oluşturdular. Arkadaşını hiç yarı yolda bırakır mıydı? Başkan yardımcısı oldu. Sağ dinamikleri örgütledi. Ucu ucuna milletvekilliğini kazandı. Ama iptal ettiler, yanlış hesaplanmış.

Arkadaşlık bitti. O zaten "ulusal solu" yaratmak için ordaydı. Ama Türkeş’le olmuyordu. Her yerde ve her şeyde hep birinci olan bu zehir gibi kurmay, bunu anında anladı. “Türkeş şüpheliydi, ama demokrattı.” Dündar Taşer’i o öldürtmüş olamazdı”

Sol dinamikleri örgütlemeye başladı. O doğuştan örgütleyiciydi. Çocukluk anıları bunlarla doluydu. Örgütlemek için can atıyordu. Yeter ki ona "ha" desinler.

27 Mayıs’ın 31. yıldönümünde; 1991 senesinde İrfan Solmazer’in öncülüğünde yapılan “27 Mayıs Hareketinin içine nasıl ettik” toplantısında nelerin nasıl olduğunu öğrendi. 13 Kasım’da kalıpta tabii senatör olan ve kendini dışarı atanlar anlattı, O dinledi. 38 MBK üyesinden hayatta kalanlar bir araya gelip hasret giderdiler. 31 sene sonra "27 Mayıs"ın ne hale geldiğini görerek gururlandılar. Ne kurmaymışız diye övündüler. Çizgi dışına çıkan Talat Aydemir, Fethi Gürcan, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Saffet Alp, Ömer Yazgan ve niceleri cezalarını çekmişlerdi. Onlar ise "çizginin " içine girmişler gereken çevrelere güven vermişlerdi. Vehbi KOÇ çocuklarının düğünlerinde nikah tanıklığı yaparak O'nu onurlandırmıştı.



ABDÜLHAMİT DÜŞERKEN

"27 Mayısçı Yüzbaşı" gerilerde kalmıştı. 2005 yılında gözü TRT de oynayan filme takıldı. “Abdülhamit Düşerken” filmindeki O Subay’la ne anlatılmak isteniyordu? Dışişleri Bakanı asılır mıydı?. O İttihat Terakki’nin en önemli üç üyesinden biri idi. Kendisi de 27 Mayıs’ın MBK’sinin önemli üyesiydi. Rahatsız oldu. Kanal değiştirdi.

O artık zengin bir işadamıydı. 27 Mayısçı’ydı.

Binbaşı Fethi Gürcan 27 Mayıs uğruna ipte can vermişti ama, kolay mı, O’da Vakıflar kurarak, Roteryan olarak, 27 Mayıs uğruna lobilerde, otel salonlarında mücadele veriyordu. Onda ki yeteneği gören işadamları onunla çalışmak için can atmışlardı. Sonrada Yüce Tanrı " yürü ya kulum" demişti. O da kitabında sayfalarca iş tecrübelerini anlatıyordu., gençler faydalansın diye. 12 Mart anılarına gelince, keskin bir fren..... Birkaç sayfa yeter.

Solcusuyla sağcısıyla iç içeydi. Her ne kadar 9 Mart 1971 sonrası, neredeyse Ziverbey’de gazi oluyordu, ama neyse ki kendisinin "camiden geldiğini" ispat etmişti. Sonrasında da Sol’a ihanet etmediğini, çıkardığı Vatan Gazetesi ile ispat ettiğini düşünmüştü. MBK-MHP- Devrim gazetesi-Ulusal Solculuk-Ziverbey...

Nerden nereye. İnsan dediğin kuş misali, bugün burda yarın orda.

Şimdi Ziverbey dostlarıyla beraber ve işadamlarıyla omuz omuza vakıflarda, Avrupa yollarında. 27 Mayıs’ı da unutmadı. 1961 Anayasası ve Çağdaş Demokrasi Vakfının başındaydı.

Kökü dışardan örgütlerden sakınırdı, yakın dostları ve dünürü ikna etti. Beyoğlu Rotary Kulübü'ne üye oldu ve 2000 yılında başkan oldu. Yüksek tempolu bir çalışmaya girdi. En önemli sosyal yaramız "sokak çocukları" konusuna idealistçe yanaştı.

Soldaydı, sağdaydı, radikaldi, nakliyeciydi ... Neyse ne… Bize ne? Tasası bize mi düştü?

Bildiğimiz tek şey var: Numan ESİN adlı kişinin “Devrim ve Demokrasi Bir 27 Mayısçının anıları” ibretle okunacak bir kitaptır. Hayret ettiğimiz bu kişilerin “27 Mayısçı” kimliğiyle ortalıkta gezinmeleridir. Tabi bunlara, onlarla aynı yapıdaki “27 Mayısçı” geçinen medya çanak tutmasa, gezebilirler mi?

Suratlarına geçmişleri, yaptıkları vurulmuyor. Yaptıkları yanlarına kâr kalıyor. Tabii ki en büyük suç bizde. Geç kaldık bu kişileri sergilemeye.

1993’de bitirmiş kitabını. Yüzü tutmamış herhalde o zaman yayınlamaya. İhtilalin Süvari’si kırbaçlamış olsa gerek bu çıkışı.



27 MAYIS’IN ŞEHİTLERİ

İhtilalin Süvarisi'nden 2004 yılında gazetede çıkan bir yazı sayesinde haberdar olmuş ve kitabı alıp okumuş. Böylece Fethi GÜRCAN’ı tanımış. O’na ve Talat Aydemir’e “27 Mayısın Şehitleri” unvanını uygun bulmuş. Anılarının sonuna bunu eklemeyi unutmamış.

O kurmaydı. Verilen savaşta elbet şehitler olacaktı. Önemli olan kalanlardı. Kalanların 27 Mayıs için yaptıkları ve 27 Mayıs’ın vardırıldığı nokta gurur kaynakları. Ne kadar övünse az. Kalkıp ayakta alkışlamalıyız O’nu.

Numan Esin’in yazmadığı 9-12 Mart'daki rolünü ve "yarattığı tarihi" biz anlatacağız.

Aşağıda Ziverbey'de işkence altında alınan ifadesini yayınlıyoruz. Bunu kitabında göremedik. Biz işkence altında olmadan çok şey yazacağız.

Banka soydu, devleti yıkacaklar diye bir avuç genci asan, öldüren zihniyetin yüzündeki örtüyü kaldıracağız.

Deniz-Hüseyin-Yusuf 6 Mayıs 1972’de asıldılar. 146/1 den.

Tam bir sene sonra bu beylerin kulağı da çekiliverdi. Ah Faik TÜRÜN ah... Bir feryat bir feryat...

Buyrun, okuyun... Ama unutmayın ki bunlar işkencede uydurulmuş ifadeler... Bu yüzden beraat ettiler.



NUMAN ESİN'İN İFADESİ (31 Mayıs 1973)

"1969 yılının ilkbaharında, muhtemelen Haziran ayında Ankara'da bulunduğum bir gün işyerime telefon ederek Orhan KABİBAY beni Ankara Güvenevler semtindeki evinde görüşmek için yemeğe davet etti. Orhan KABİBAY'ın bu çağrısı üzerine, arabamla Orhan KABİBAY'ın evine gittim. Yanılmıyorsam, evinin altında mobilyacı veya bir postane vardı, ikinci katta olan ve "L" şeklinde salonu bulunan evde bir köşeye çekildik. Ve ikimiz günün aktüel konuları hakkında görüşmeye başladık.

Bu, arada Orhan KABİBAY, bana "Memleketin bir keşmekeş içerisine girdiğini, siyasî ve iktisadî durumun kötüye gittiğini, iktidar partisinin vaziyete hakim olamayacağını ve bu durum karşısında ordunun iktidara er geç el koyması gerekeceğini veya duruma müdahale edeceğini" söyledi.



BATUR-GÜRLER-KAYACAN-ACUNER-ATAKLI

Kendisinin bu mülahazayla o dönemde Hava Kuvvetleri Kumandanı olan Orgeneral Muhsin Batur, 2. Ordu Kumandanı olan Orgeneral Faruk Gürler ve Donanma Kumandanı olan Oramiral Kemal Kayacan ile eski Millî Birlikçilerden Ekrem Acuner'le ve Mucip Ataklı ile temasının olduğunu, ayrıca Ekrem Acuner ile Mucip Ataklı'nın da, ayrı ayrı bu üç kumandanla temas ve münasebetinin sürdürüldüğünü, bu irtibattan ve münasebetten amacın mevcut siyasî ve iktisadî durumu takip ederek, gelecekle doğabilecek ihtimallere göre zamanında tedbir içinde olmak ve müdahale etmek olduğunu bana ifade etti. Ve arkasından bu yüksek kumandanlarla temas ve işbirliği halinde bulunduğunu da anlattı. Bana bu durum içerisinde kendisiyle çalışıp çalışmayacağımı sordu.

Ben de kendisine bu kumandanları yakinen tanımadığımı, fikir ve inançlarım yakinen bilmediğimi söyledim. Beni temin etti. Her bakımdan güvenilir ve değerli kimseler olduğunu söyledi. Ve arkasından da bu çalışmalara Mucip Ataklı ve Ekrem Acuner'in de dahil olduğunu fakat Ekrem Acuner'in kumandanlardan ayrılarak kendi başına bir çalışma içerisine girdiğini, bu sebeple Faruk Gürler'in Ekrem Acuner'e karşı cephe aldığını anlattı.



TAMAMDIR

Orhan KABİBAY'a kumandanların, bu konuda ne dereceye kadar istekli ve kararlı olduklarını sordum. "Tamamdır, kesin olarak kararlı ve isteklidirler, ben kendileriyle her hususta hemfikirim ve onlarla beraberim, daha ne istiyorsun" karşılığını verdi. Ben de yukarıda zikrettiğim gibi Faruk Gürler Paşa ile Muhsin Batur Paşa'yı yakından tanımadığımı, sadece Oramiral Kemal Kayacan Paşa'yı 1963'ten beri tanıdığımı söyledim. Bana,"Zamanla sen de bu kişileri tanıyıp beğeneceksin ve sayacaksın" dedi. Böylece teklifini olumlu karışlayıp, bu faaliyetlerin içerisine girmiş bulundum.



DOĞAN AVCIOĞLU-İLHAN SELÇUK-İLHAMI SOYSAL

Bu ilk buluşma ve konuşmamızdan sonra tahminen 10-15 gün kadar sonra Orhan KABİBAY beni tekrar aradı. Bu defa da evine çağırdı. Gittim. Orada bana bu faaliyetlerle ilgili olarak Doğan Avcıoğlu, İlhami Soysal ve İlhan Selçuk'la da anlaşmış olduğunu, onları da bu faaliyete dahil ettiğini, daha doğrusu yapmış olduğu teklifin bu kişiler tarafından da kabul edildiğini söyledi. Ve bu arkadaşların beni aralarında görmekten kıvanç duyacaklarını da beyan etti. Ben de kabul ettim, İlhami Soysal'ın Çankaya Gazeteciler Sitesi'ndeki evinde bu maksatla verdiği yemeğe katıldım.

Orada İlhami Soysal, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk, Orhan KABİBAY ve ben toplandık. Hem yedik ve hem de karşılıklı görüş teatisinde bulunduk. Ve bu toplantıları sık sık tekrarlamaya ve buna göre çalışmalarımızı sürdürmeye karar verdik. Bu toplantımız tahminen 3.5-4 saat kadar sürdükten sonra evlerimize gitmek üzere oradan ayrıldık.

İlhami Soysal'ın evindeki toplantıdan tahminen 10 gün sonra bu defa Orhan KABİBAY'ın evinde toplanılmasına, yemek yenilmesine lüzum görüldü. Orhan KABİBAY'ın vaki daveti üzerine anlaşıldı. Nitekim kararlaştırılan günün akşamında Orhan KABİBAY'ın evine gittim. Ben eve gittiğimde içeride Orhan KABİBAY, llhami Soysal, İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu bulunuyorlardı.

Birlikte oturduk, konuşmalardan bu üç yazar arkadaşa da, Orhan KABİBAY tarafından, kumandanlarla yaptığı temas ve faaliyetleri hakkında bilgi verilmiş olduğunu anladım. Böylelikle aramızda bir gaye birliğinin doğmuş olduğu görülüyordu.



FAKİH ÖZFAKİH

Toplantı esnasında Orhan KABİBAY, oluşturulan bu grup içerisine Fakih Özfakih'in dahil edilmesinde fayda mülahaza ettiğini öne sürdü. Ve bu konu hakkında, bizlerin fikrini aldı. Ben şahsen Fakih Özfakih'i tanır, beğenir ve takdir ederdim. Hattâ ona güvenirdim de. Bu hissiyatımı bu toplantıda dile getirdim. Diğer arkadaşlar Fakih Özfakih'i yakinen tanımadıklarını, bizim karara tezkiyemiz üzerine itirazları olmadıklarını belirttiler.

Orhan KABİBAY'ın, Fakih Özfakih'e durumu açmasını ve ona teklifi yapmasını, müsbet sonuç aldığında müteakip toplantımıza davet etmesini söyledik. Bu toplantımız da bir önceki gibi 3-3,5 saat kadar sürdükten sonra dağıldık.

3. toplantımızı, Fakih Özfakih'in Ankara, Kocatepe semtindeki evinde yaptık. Evde, Av. Fakih Özfakih, Orhan KABİBAY, Ilhami Soysal, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk toplandık, İlhan Selçuk ikâmet yeri İstanbul'da olduğundan toplantılara ya kendisi Ankara'da bulunduğu bir sırada katılıyor veyahut da Orhan KABİBAY tarafından telefonla davet edilmesi üzerine geliyordu. Bu toplantıda bulunan Fakih Özfakih aslen Konyalı olup, Taşkent kazası halkındandı. Aynı zamanda avukattı. 1965 senesinden beri de Orhan KABİBAY'la beraber CHP milletvekilliği görevini yapmaktaydı, ikisi arasındaki dostluk partiden gelmekteydi.

Fakih Özfakih aynı zamanda Orgeneral Faruk Gürler'in avukatı ve yakın adamı idi. Bu arkadaş da, bu üç kumandanın (Gürler, Batur, Kayacan) bir faaliyet içerisinde olduğunu ve bizlerin de bu faaliyet bünyesinde harekete katılmış olduğumuzu biliyordu. Bunu Orhan KABİBAY kendisine daha evvel söylemiş.



DEVRİM DERGİSİ

Bu evdeki toplantıda bir yayın organına ihtiyacımız olup olmayacağı konusu görüşüldü. Neticede fikirlerimizi aksettirecek haftalık bir derginin çıkarılmasının lüzumlu olduğu kanaatine vardık. Ve bir gazetenin çıkarılması hususlarını planladık.

Gazeteyi yani haftalık dergiyi Doğan Avcıoğlu sevk ve idare edecek, sorumlu müdürü olacak, İlhami Soysal ile İlhan Selçuk da yazıları ile dergiyi takviye edeceklerdi. Derginin finansmanı için Cemal Reşit Eyüboğlu ağırlığı teşkil edecekti. Bizler de bu dergi için mali yardımda bulunacaktık.

Burada yapılan konuşmalardan sezinlediğime göre, Cemal Reşit Eyüboğlu, Doğan Avcıoğlu'na bağlı olarak faaliyete katılacaktı. Daha doğrusu faaliyette idi. Çıkarılması düşünülen haftalık gazetenin finansmanına bir adî ortaklık yoluyla gidilecekti. Bu ortaklığın büyük payını Cemal Reşit Eyüboğlu verecek, ben, Coşkun Bölükbaşıoglu (Ankara'da münteşir, iş ve Ekonomi gazetesi sahibi) ve Doğan Avcıoğlu mahdut hisselerle katılacaktık.

Benim katılma payım 6.000.- TL idi. Coşkun Bölükbaşıoğlu ve Doğan Avcıoğlu'nun hisseleri bu miktar civarında idi. Sadece Cemal Reşit Eyüboğlu'nunki 100.000.-TL idi. Bunun için bir adî ortaklık mukavelesi yaptık. Bu mukavele örneklerinden biri benim şahsî evraklarımın arasında mevcuttur. Gerekirse bunu ibraz edebilirim. Toplantımız 3 saat kadar sürdükten sonra evden ayrıldık.



CEMAL MADANOĞLU-OSMAN KÖKSAL

Bu sırada, yani 1969 yılı Ağustos ayı başlarında, ben işim sebebiyle Tahran'a ve Kuveyt'e gittim. Bu seyahatim 20 gün sürdü. Ankara'ya dönüşümde Orhan KABİBAY'ı aradım. Kendisini yazıhaneme davet ettim, geldi.

Bana, "Cemal Madanoğlu ve Osman Köksal'ın kendisiyle görüştüğünü, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk ve İlhamı Soysal'ın bu iki zatın aramızda bulanmasını arzu ettiklerini, benim buna bir diyeceğim olup olmadığını" sordu.

Ben de Cemal Madanoğlu ve Osman Köksal'ın benim için meçhul olmadığını, kendilerini çok iyi tanıdığımı, kendileriyle değil böyle bir konu için, herhangi başka bir iş için dahi beraber bulunmayı arzu etmediğimi kesinlikle ifade ettim. "Adımı her ikisinin adının yanına koyduramam" dedim. Her ikisinin kişiliklerinin bizce belli olması yanında, bu arkadaşların bizim dışımızda gizli bir faaliyet içinde bulunmaları sebebiyle aramıza alınmalarının tehlikeli ve zararlı olacağını yine kesinlikle Orhan KABİBAY'a anlattım.

Orhan KABİBAY bana "Prensip itibariyle haklısın, ama bu görüşünüzü o arkadaşlara nasıl kabul ettireceğiz, bunu bilemiyorum" dedi. Derhal toplantıya arkadaşları çağırmasını istedim. Orhan KABİBAY'ın evine geldiğimin ertesi günü toplandık. Bu toplantıya Orhan KABİBAY, Fakih Özfakih, Doğan Avcıoğlu, İlhami Soysal, İlhan Selçuk katılmıştık.

Orhan KABİBAY'ın ilk konuşmasından sonra sözü ben aldım, Cemal Madanoğlu ve Osman Koksal hakkında görüşlerimi açıkça ifade ettim. Ve "Cemal Madanoğlu ile Osman Köksal bu topluluğa girerse ben çıkarım" diyerek ağırlığımı koydum. Arkadaşlar bana "Sen hissi hareket ediyorsun, 13 Kasım'ın acısını hâlâ unutmamışsın, halbuki memleket meselelerini görüşmekte şahsî hisler değil, akıl ve mantık rol oynar" diye karşılık verdiler.



ÜÇ YAZAR

"Cemal Madanoğlu'nun 1960'dan bu yana fikir bakımından çok yetiştiğini, memleket meselelerini çok iyi kavradığını" söylediler. Bu hususta bilhassa, üç yazar, yani İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu ve İlhamı Soysal direttiler. Ve kendisinin memlekette büyük şöhreti olduğunu, her türlü harekette şöhrete ihtiyaç bulunduğunu, o bakımdan kendisinden yararlanmak icap ettiğini söylediler. Ben buna da karşı çıktım. Toplantı benim bu itiraz etmeme rağmen bir karara varılamadan nihayet buldu.

Tahminen 1969 yılı Eylül ayına rastlayan son toplantıdan sonra, bir iki defa şahsen Doğan Avcıoğlu ve İlhami Soysal beni iknaya çalıştılar. Fikrimde ısrar ettim. Bunun üzerine birkaç gün sonra da, İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu, İlhami Soysal beni ziyarete yazıhaneme geldiler. Fakih Özfakih ve Orhan KABİBAY'a da haber vermişler. Fakih Özfakih geldi. Orhan KABİBAY gelmedi, İlhan Selçuk, diğer arkadaşları, yani Doğan Avcıoğlu ve İlhami Soysal adına "Artık bizimle beraber olmak istemediklerini ve faaliyetlerini ayrıca kendileri yürüteceklerini" beyanla, soğuk bir hava içinde yanımızdan ayrıldılar. Biz de Fakih Özfakih'le bunu kabul ettik ve sonucu Orhan KABİBAY'a bildirdik.



CHP MİLLETVEKİLİ

Bu arada 1969 yılı Ekim ayı seçimleri araya girdi. Bu mülahazayla çalışmalarımıza ara verdik. Orhan KABİBAY'ın İstanbul’dan CHP milletvekili seçilmesi için ben de çalıştım ve kendisine destek oldum. Orhan KABİBAY'la 1959 yıllarından beri iyi tanışır ve görüşürdük. 27 Mayıs ihtilâlinde İstanbul’da beraber hizmet gördük. Komitede beraber çalıştık, 14’1er olayında o da benim gibi yurt dışına gönderildi. Kendisini sever ve beğenirdim. Bana nazaran daha yaşlı, rütbeli ve tecrübeli bir büyüğümdü. Kendisine saygım vardır, ihtilâl döneminde kendisi yarbay rütbesinde, ben ise yeni yüzbaşıydım. Orhan KABİBAY 1969 seçimlerini İstanbul’da CHP listesinden kazanarak milletvekili oldu.



KURMAY YARBAY TALAT TURHAN

Orhan KABİBAY milletvekili olduktan sonra, 1970 yılının baharında emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan hakkında bana bilgi verdi. Kendisini çok eski yıllardan beri tanıdığım, her bakımdan güvenilir, dürüst ve akıllı bir kimse olduğunu, bu arkadaşı da kadromuza dahil etmekte fayda mülâhaza ettiğini söyledi.

Ben, Orhan KABİBAY'ın bahsetmesinden önce Talat Turhan'ı bir iki defa emekli Kurmay Albay Dündar Seyhan'ın evinde görmüştüm. Kendisi hakkında da o zaman, müspet bir intibam vardı. Orhan KABİBAY'ın fikrine ben de katıldım.

Orhan KABİBAY kuvvet kumandanlarıyla ilgili faaliyetlerini Talat Turhan'a nakletmek suretiyle ona da teklifte bulunmuş, o da bu teklifi kabul ederek aramıza katılıp bu yolda çalışmayı yüklenmiştir. Böylece Orhan KABİBAY'a bağlı olarak faaliyet gösteren grubumuz bünyesine yeni bir arkadaş daha girmiş bulundu. Zaman zaman Orhan KABİBAY ve Fakih Özfakih'in evinde yapmış olduğumuz toplantılarda Orhan KABİBAY ordudaki çalışmalarla ilgili bilgileri bize nakleder ve ordu müdahalesinin gittikçe yakınlaştığını anlatırdı, söylerdi.

Orhan KABİBAY'la birlikte faaliyet içinde bulunmam sebebiyle Orhan KABİBAY'ın İstanbul’da kendisine bağlı Silâhlı Kuvvetler mensuplarından bir grup oluşturduğunu ve bu grup içinde Levazım Yarbay Hasan Yalçınkaya, Tank Yarbay Mehmet Şahin, Piyade Albay Bedri Buluç, Piyade Albay Orhan Dengiz adlı subayların bulunduklarını, Talat Turhan'ın da bu subaylarla temas halinde olduğunu öğrenmiştim.





DR. MEMDUH EREN

1970 senesi içinde bir gün İstanbul’a geldiğimde Talat Turhan, beni kendisine bağlı olan ve birlikte faaliyet yürüttükleri Dr Memduh Eren’in Kadıköy'deki muayenehanesine götürdü. Ben, Dr. Memduh Eren'i 27 Mayıs ihtilâlini müteakip günlerde şahsen ve ismen tanırdım. Fakat aramızda bir bağ yoktu. Dr. Memduh Eren orada bir arkadaşı bana göstererek "Bu kişi köprüde çalışan, yani Boğaziçi Köprüsü'nde çalışan jeologdur, size Boğaziçi Köprüsü hakkında istenilen izahatı yapar" dedi. Ve bu arkadaş bize Boğaziçi Köprusü'nün ayakları hakkında ve evsafı hakkında yeteri kadar bilgi verdi.



İRFAN SOLMAZER

Bilâhare, bu grubumuza İrfan Solmazer'i de kattık. Böylece Orhan KABİBAY'a ve dolayısıyle Muhsin Batur, Faruk Gürler ve Kemal Kayacan'a bağlı olarak faaliyet gösteren grubumuzun mensubu beş kişiye çıkmış oldu.

Bu grup, faaliyetini, öz olarak ifade etmek gerekirse ben, Orhan KABİBAY'a bağlı olarak Deniz Kuvvetleri'nin genç subay kesimiyle ve aklımda kaldığına göre bu subaylardan Sarp Kuray ve iki arkadaşıyla, Orhan KABİBAY ise Kara Kuvvetleri mensuplarıyla, Fakih Özfakih parlamento, Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi üyeleriyle ilişki ve faaliyette bulunuyordu. Talat Turhan ise Orhan KABİBAY'a bağlı olarak İstanbul'da hem cuntaya dahil ordu mensuplarından bazıları, hem de sivil kesimin belirli şahıslarıyla ilişkilerini sürdürüyordu.

Samimi olarak itiraf etmek gerekirse, Cemal Madanoğlu Cuntası ile birlikte çalışmak istemememi gerektiren husus, bu kişinin sevk ve idaresi altında bulunan arkadaşlarının fikir yapıları bakımından tasvip etmediğim kişiler olmasıdır. Meselâ İlhan Selçuk benim değerlendirmeme göre Marksist-Leninist bir yazardır. Doğan Avcıoğlu ise "Marksist'tir. İlhami Soysal için ise belirmiş bir kanaatim yoktu. Böyle bir kadronun görev aldığı bir faaliyet içerisinde bulunmam uygun olmazdı.

Talat Turhan, bir konuşmasında, bana Hava Yer Yüzbaşısı Fevzi Özkaya adında bir arkadaşın da, kendisine bağlı olarak kadro bünyesinde faaliyet gösterdiğini söylemişti. Fakat ben bu yüzbaşıyı hiç görmedim. Yine bir gün Talat Turhan'la buluşmamda adı geçen bana Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu mensubu olduğunu iddia ederek eyleme geçen ve çeşitli anarşik olaylar çıkaran Deniz Gezmiş hakkında "Biliyorum Deniz Gezmiş ve arkadaşları bu olaylardan ötürü idama mahkûm edildiler. Bunların idam edilmemeleri için kampanya açmak ve bir faaliyete geçmekte fayda görenler var, bu iş için bana Hasan Basri Akgiray adında bir savcı muavini müracaat etti. Osman Deniz de buna taraftar, bir kampanya açalım mı? Siz ne diyorsunuz?" dedi. Ben de "Böyle bir şeye lüzum yoktur" dedim.

Ankara'da faaliyetlerimizle ilgili konular hakkında İrfan Solmazer'le görüşürken İrfan Solmazer'in yanında Deniz subayı Sarp Kuray ve Askerî Tıbbiye öğrencisi Cengiz Kılıç'ı gördüğümü, bu arada şahsen gördüğüm takdirde tanıyabileceğim başka subay ve öğrencilere de orada tesadüf ettiğimi hatırlıyorum.



CELİL GÜRKAN-RAFET KAPLANGI-ADNAN ÇAKMAK

Rafet Kaplangı da faaliyetimiz içerisinde bulunan ve görev almış olan bir arkadaştı. Kendisi temas ve faaliyetlerini Talat Turhan, Celil Gürkan ve Orhan KABİBAY'la, sürdürürdü. Ben bu arkadaşı Talat Turhan'ın ve İrfan Solmazer'in yanında müteaddit defalar gördüm. Şahsen kendisini sevmememe ve itimat etmememe rağmen maalesef kadromuza mensup arkadaşlarımla temas ve münasebetteydi. Emniyet Genel Müdür Muavini olan Adnan Çakmak'i 1965'ten beri tanırım. Bu tanışıklığım, Adnan Çakmak'ın Dündar Seyhan'la samimi oluşundan ötürüdür. Kendisiyle fazla bir münasebetim olmamıştır. Sadece Talat Turhan'la Adnan Çakmak arasındaki münasebetin iyi olduğunu ve birbirlerinin evlerine gidip geldiklerini biliyorum. Adnan Çakmak'ın Talat Turhan'la gizli bir faaliyet içinde bulunduğunu bildiğini zannediyorum.

TAKSİM SOYGUNU

Muzaffer Yılmaz'ı tanımam. Taksim soygununu, İrfan Solmazer, Talat Turhan ve ekibi benim malûmatım dışında yapmışlardır.

Bundan 8-8.5 ay evvel işim icabı Almanya'ya gitmiştim. Orada, İrfan Solmazer'i ziyaret ettim. Daha doğrusu o beni gelip büromda buldu. Konuşmamız esnasında adı geçen bana Mihri Belli'nin kendisiyle görüşmek için haber gönderdiğini, bu kişi ile görüşüp görüşmeme hususunda tereddüde düştüğünü, bu husus hakkında benim ne düşündüğümü sordu. Ben de "Sakın bu adamla konuşma, sonra bununla görüştüğün öğrenilirse senin için hiç iyi olmaz, zira burada Millî istihbarat Teşkilatı'nın adamları da var, üstelik bu adamla ne görüşeceksin?" dedim.

Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan'a avukatı ben tuttum. Zira bomba ve cunta olayları ile ilgili olarak eninde sonunda tutuklanacağımı da biliyordum. Doğrusu içim rahat değildi. Talat Turhan'a tutmuş olduğum avukat Gülçin Çaylıgil ile avukat Ziyanur Erun'a bende bu olayla ilgili olarak vekâletnamemi vermiştim. Talat Turhan'ın avukatlık ücreti 20.000.- TL. olarak kararlaştırıldı. Ben bunun 10.000.- TL.'sini vermeyi tekeffül ettim ve 5000.- TL.'sım peşin olarak verdim. Mütebaki olan 10.000.- TL.'sını da Talat Turhan'ın ailesi ödeyecekti. Bütün bunlara rağmen benim elimde muteber, yurt dışına çıkmaya geçerli, temdit edilmiş bir pasaport olduğu halde, adalet önünde rahatlıkla hesap verip, vicdanen huzur içinde olmak amacıyla yurt dışına İrfan Solmazer gibi kaçmadım.



DEVRİM HÜKÜMETİ

Cunta hareketinin muvaffak olmasından sonra kurulması düşünülen Kurucu Meclis ve Devrim hükümetinin işleyiş ve kurulmasını düzenleyen Anayasa taslağının, hazırlanmasında Hâkim Yarbay Emin Değer, Hukuk Fakültesi mezunu Topçu Pilot Albay Hidayet Ilgar, Avukat Fakih Özfakih ile Hava Kurmay Albay İlyas Albayrak'ın katkıları ve çalışmaları olmuştur.

Cuntanın İstanbul kesiminde faaliyet gösteren arkadaşlardan Levazım Albayı Hasan Yalçınkaya'yı Orhan KABİBAY'ın çok yakını ve aynı zamanda faaliyet içinde bulunan arkadaşı olması hasebiyle tanırım. Kendisini Ankara'da ve İstanbul’da da görmüşümdür. Zaman zaman cunta faaliyeti ile ilgili olarak Hasan Yalçmkaya Ankara'ya gelir, ben ve Orhan KABİBAY'la mezkûr konu hakkında görüşürdük. Kendisi yanılmıyorsam o dönemde Kazlıçeşme'de 601. Levazım Tabur Kumandanı idi. Benim de bu yere yakın bir yıkama-yağlama istasyonum vardı. Zaman zaman yerime giderdim.

1970 yılının Haziran ayında, Talat Turhan'ın Ankara'dan dönüşünde, akşam üzeri, evine uğramıştım. Çıkarken bana içinde ne olduğunu bilmediğim 2 paket kutuyu Hasan Yalçınkaya'ya götürmek üzere emaneten verdi. Arabanın bagajına bunları koydum. Geceyi Levent'teki evimde geçirdikten sonra, ertesi gün öğleyin Hasan Yalçınkaya'yı taburunda ziyaretle ona emanetleri verdim. Ve odasına girerek bir kahve içtim. Bu paketlerin ağırlıkları yaklaşık olarak 15'er kilodan 30 kg. idi. Bu paketlerin içinde patlayıcı veya yanıcı bir madde olup olmadığını bilmiyorum. Çünkü açıp bakmadım.

Bundan başka 1972 yılı Temmuz ayı başlarında yine Mercedes arabamla Talat Turhan'ı Kumkapı'daki inşaatında ziyarete gitmiştim. O dönemde emekli olup Aksaray'da lokanta açtığını söylediği Hasan Yalçınkaya'yı ziyaret edelim, dedi. Ben de bu teklifini olumlu karşıladım. Gitmeden evvel bana "Burada Hasan'a götürülecek 2-3 paket var, onları da yanımıza alalım" dedi. Ben de kabul ettim. Yanına aldı bu paketleri ve aynı arabayla lokantaya gittik. Orada Hasan Yalçınkaya'yı gördük. Ve Hasan'a bu paketleri Talat Turhan teslim etti. Paketlerin üzerinde birtakım Almanca yazılar vardı. Bunların ağırlığı da bir önceki paketlerin ağırlığındaydı. Fakat içinde olanı bilmiyorum.

İrfan Solmazer, yurt içindeyken, yani Ankara'dayken, daha önce elinde yurt dışına çıkmak için pasaportu yoktu. Çıkışından çok kısa bir süre önce Ankara Emniyet Müdürlüğü'nden temin ettiği pasaportla, uçakla Almanya'nın Münih şehrine gitmiştir.



SİVİL KADRO

İrfan Solmazer o tarihlerde kurulmuş ve faaliyet halinde bulunan "Demos” Su Ürünleri Anonim Şirketi’nin Avrupa'daki işlerini tedvir için Almanya'ya görevli olarak gitmişti. Kendisini bu şirketin murahhas azası Ömer Boyar, Fethi Çelikbaş (şirketin idare meclisi reisi), Süreyya Koç (mezkûr şirketin idare meclisi azası) ve aynı zamanda İrfan Solmazer'in yazıhanesine sık sık gelip giden ve fakat mezkûr şirketle ilgisi olmayan Urfa Mebusu İbrahim (soyadını hatırlamıyorum. Cumhuriyetçi Güven Partisi üyesidir) tarafından bahis konusu iş için gönderildiğini biliyorum. Demas'ın o tarihlerde Almanya'da bir şubesi yoktu. Bu şube açılıncaya kadar İrfan Solmazer bizim şirketimizin Münih şubesinden işleri için yararlanmıştır, İrfan Solmazer'e firmasının bu işle ilgili olarak 2500 Mark aylık verdiğini biliyorum. Bu firma büyük ölçüde limon ihracatı yapan bir firmadır, İrfan Solmazer'in parlamento çevresinde CHP ve CGP milletvekillerinden arkadaşları vardır. Bu arkadaşlarından en çok samimi oldukları ve seviştikleri parlamenterler eski Tarım Bakanı Turan Şahin, CGP'den İhsan Karadayı, bir müddet Adalet Bakanlığı yapmış olan Fehmi Alpaslan'dır.

Dr. Memduh Eren, Talat Turhan, Orhan KABİBAY birlikte bir sivil kadro listesi tanzim etmişler ve bunu Celil Gürkan'a götürüp vermişlerdir. Bunu Dr. Memduh Eren Ankara'ya geldiğinde kendisiyle evimde yapmış olduğum konuşmada bana söyledi.

Muhabere astsubayı olup 1. Ordu Karargâhı'nın Kripto mericezinde görevli olduğunu bildiğim muhabere astsubayı Mahmut Dondurmacı'yı tanırım. Kendisini Talat Turhan'ın yanında gördüm, Talat Turhan'ın bu arkadaştan muhabere hizmetlerinde yararlandığını ve kendisinden bazı bilgileri aldığını biliyorum. Mahmut Dondurmacı da Talat Turhan'a bağlı olarak oluşturmuş bulunduğumuz kadronun bir mensubu idi.



MARKSİST-LENİNİST SUBAYLAR

Gerek Talat Turhan'ın ve gerekse İrfan Solmazer'in temasta bulundukları genç subayların genel olarak Marksist-Leninist düşünceye sempati duyan ve hatta Marksist-Leninistliği benimseyecek kadar işi ileriye götüren kişiler olduğunu duymam ve bu arada memlekette Marksist-Leninistler tarafından sürdürülen silâhlı eylemlerin vahameti ve bu kişilerle tanımadığım ve bilmediğim bazı genç subayların da işbirliği içerisinde bulunduklarımı öğrenmem, bende haklı olarak kaygı ve endişe yarattı, işte, bu anda düşünce ile hareket ederek yapacağımız devrim hareketi muvaffak dahi olduğunda, bu komünist hareketleri bastırmanın güçlüğünü idrak etmiştim. Bu düşünceyle cunta hareketinin İstanbul kesiminde görevli bulunan, Kurmay Albay Feridun Besler'e endişelerimi söyleyerek şimdiden gerekli tedbir almalarını ve ona göre planlı hareket etmelerini bildirdim.

Bu arada yine İstanbul’da Vilâyet Sivil Savunma Uzmanlığı’nda görevli olup da bizim örgütsel faaliyetle ilgisi bulunmayan emekli subay üsteğmen, soyadını şimdi hatırlayamadığım Ergun'a ve Ankara'da emekli kurmay albay eski İstanbul Emniyet Müdürü ve bizim örgütsel faaliyetle ilişkisi bulunmayan fakat aşın milliyetçi olan Muammer Şahin'e de bu endişelerimi açıkladım. Ve kendilerinden bana bu konuda yardımcı olmalarını rica ettim.

Olaylar hakkındaki bilgi, görgü ve faaliyetlerim bunlardan ibarettir. Şimdi çok pişmanım. Yüksek adalet önünde hesap vermek amacıyla Anayurt'ta kaldım. Aksi halde firmamın dış bürolarının birine veya başka bir ülkeye yanımdaki pasaportla yurt dışına çıkardım. Bir hatâ yaptım. Cezasını çekmeye razıyım, dedi. Yüksek sesle okuduğu ifadesinin doğru yazıldığını beyan ettiğinden, altı birlikte imza edildi.

Necati TAN Recai ÜNAL

Em.Ş.I.Kom.Mua. Em.Ş.I.P.M.

Numan Sabit ESiN

Sanık

Mayıs 1973

Bu Blogda Ara