7. BÖLÜM
TUZAKLAR
Parçalanma-Savrulma-MDD-Zinde Güçler
YENİLGİ DÖNEMİ
Ne var ki burjuvazi, bu başkaldırıyı affetmedi. 15-16 Haziran olaylarının ardından 2 ay sıkıyönetim ilan edilirken Marmara Bölgesindeki işçi hareketi yaklaşık 4000-4500 tane işçinin işten atılması, kara listeye alınmasıyla birlikte ciddi bir gerilemeye girdi. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Dergisinin o tarihlerde 2 sayısında ortada her biri 15-16’şar sayfalık uzun isim listeleri yayınlandı ve o eylemlere katılanlara, yıllarca iş verilmedi. .
Başka bir gelişme Çukurova Bölgesinde yaşandı. Çukurova bölgesindeki işgaller de Bossa işgaliyle bitti. İşgal çok sert bir biçimde bastırıldı.
SENDİKACILAR-BARİKAT
Devlet güçleri ve yedeğindeki gerici milisler tarafından bir plan çerçevesinde, silahlı, çatışmalı meşru müdafaaya zorlanan ve TİP tarafından bu ortam gerekçe yapılarak, parti dışına doğru itilen devrimci gençlik, bu defa da “sendikacılar” barikatıyla karşılaşıyor ve devlete “kötü cereyanlar” olarak ihbar ediliyordu. Sonuçta işçi sınıfının biricik, dolaysız müttefiki Devrimci Gençlik bu alanda da tecrit edilmeye çalışılıyordu. Bütün bu gelişmeler, işçi sınıfının öncülüğünü savunan ve işçi sınıfının iktidarı için mücadele eden devrimci gençlikte “şok” etkisi yapıyordu.
SAVRULMA
“Her işçi, grevlere ajitatörlerin değil kötü ücretlerin ve koşulların sebep olduğunu bilir.Bazı abartılı gazetelerin verdiği izlenimlerin aksine grevler o kadar yaygın olaylar değildirler. Bir fabrika ya da işyeri görünüşte yıllarca sükunet içinde kalabilir.
Ücretlerine ve koşullarına saldırıldığında bile işgücü tepki göstermeyebilir. Kitlesel işsizlik koşullarında ya da sendikaların tepesinden bir yönlendirme gelmediğinde bu özellikle doğrudur. Çoğunluğun bu bariz kayıtsızlığı, eylemci azınlığı çoğu kez umutsuzluğa sürükler. Diğer işçilerin ‘geri‘ olduklarına ve asla bir şey yapmayacaklarına dair yanlış bir hükme varırlar. Ama aslında görüşte durgun yüzeyin altında değişimler yaşanmaktadır. Binlerce küçük hadise, sinir bozucu küçük olay, haksızlıkla, yaralanmalar adım adım kendi izlerini işçilerin bilincine bırakmaktadır.“ (Alan Woods, Ted Grant, Marksist Felsefe ve Modern Bilim s . 59 /60 )
Henüz ekonomik ve demokratik mücadele sürecinden, geçmemiş, sınıf sendikalarını oluşturamamış, ”ilk öğretimini” tamamlayamamış, sınıf bilincine henüz ulaşamamış işçilerden “üniversiteli” gibi davranmasını elbette bekleyemezsiniz. Beklerseniz, 1970’lerde olduğu gibi, hayal kırıklığına uğrarsınız ve savrulursunuz. İşçi hareketinin bırakınız öncülüğünü yapabilmeyi, hareketi, sizin “hız”ınıza ayak uyduramayan “İşçi sınıfıyla” birlikte ıskalar, işçi sınıfı adına hareket eder veya işçi sınıfı adına hareket edenlerin peşine takılarak savrulursunuz.
Öyle de olmuştur. Savrulmuşuzdur.
GENÇTİK, DELİKANLIYDIK
Biz bu savrulmanın bedelini fazlasıyla ödedik. Bu ülkenin geleceğini, iki kuşak gençliğini yok ettiler. 68’lilerin, 78’lilerin üzerinden, asker, sivil demeden tüm devrimcilerin üzerinden tanklar geçirildi, silindir gibi. Önderleri asıldı, öldürüldü, sakat bırakıldı. Biz bedel ödedik, biz yenildik. O kadar çok kahramanımız var ki, yeniden bedel ödemeye, yeniden kahramanlar yaratmaya ihtiyacımız yok. Karıncalara ihtiyacımız var bizim. Uzun ince bir yolda, sabırla, ama kararlı yürüyecek karıncalara.
Biz bilerek, isteyerek savrulmadık, eksiklerimiz vardı. Zaaflarımız vardı. Yanılgılarımız vardı. Gençtik, delikanlıydık. Gençliğimiz vardı.
Bir siyasi okulda eğitim göremeden atıldık mücadeleye.
Köklü bir siyasi parti eğitimi alamadık. Türkiye’de bir köklü sosyalist parti geleneği olsaydı, o sosyalist parti geleneği içinde kendimizi fedaya hazır coşkumuz ve inancımızla sınıf hareketinin köklü, sakin, zor harekete geçen ama kalıcı ve kurumsallaşan yapısı bütünleşebilse idi bugün çok olumlu noktalara gelebilirdik.
Biz bugün bunları kavramış durumdayız. Bunları kavrayanlara sözümüz yok. Sözümüz, bilerek, devrimci gençliği örgütsüz bırakanlaradır. Sözümüz bilerek, gençliği savuranlaradır. Gençliği sahte “devrim”lerin peşine sürükleyen ve hiçbir bedel ödemeyenleredir.
Biz bugün bunları kavramış durumdayız. Bunları kavrayanlara sözümüz yok. Sözümüz, bilerek, devrimci gençliği örgütsüz bırakanlaradır. Sözümüz bilerek, gençliği savuranlaradır. Gençliği sahte “devrim”lerin peşine sürükleyen ve hiçbir bedel ödemeyenleredir.
BİZ ÖYLE AHMAK DEĞİLİZ
Ne diyor Engels:
“Okur, şimdi anlıyor mu; neden, yönetici iktidarlar ille de bizi tüfeklerin patladığı, kılıçların şakladığı yere götürmek istiyorlar?
Neden, bugün yenilmekten, daha baştan emin bulunduğumuz sokağa, paldır küldür inmiyoruz diye bizi korkaklıkla karalıyorlar?
Neden ısrarla bir kez olsun kurbanlık koyun gibi ortaya atılmamız için yalvarıp duruyorlar?
Bu baylar provokasyonlarını olduğu gibi, yalvarışlarını da boşuna ve hiç uğruna harcıyorlar. Biz öyle ahmak değiliz.”
PARÇALANMA- FRAKSİYON
60’ların sonları geniş ölçekli işçi eylemlerine, toplu gösterilere sahne oldu. Bir yandan da burjuvazi içindeki çelişkiler hükümet politikalarında da su yüzüne çıkıp gerilimler yaratıyordu. Güvenlik güçleri ve hatta ordu, gösterilere sertçe müdahale etmeye başladılar. Bazı üniversiteler ve liseler kapatıldı. Daha 6 ay önce Yargıtay, Danıştay, baro üyelerinin cüppeleriyle gelmiş olduğu ve yüz binlerce devrimci-demokrat ve ilerici insanın katıldığı “Anayasaya Saygı” yürüyüşünü düzenleyen Dev-Genç parçalanmaya başlamıştı. Dev-Genç içerisindeki gruplar illegaliteye çekilmeye zorlanmaktaydılar. Gençlik cephesinde bu süreç yaşanırken, işçi sınıfımız İstanbul ve İzmit’te 15-16 Haziran’da yüzbinlerle sokaklara inerek ve önüne dikilen polis ve asker barikatlarını aşarak sendikal haklarını koruma mücadelesi veriyorlardı.
DEV-GENÇ, TİP çizgisinden uzaklaşan kitlelerle buluşmuş, üniversite devrimci ve yurtsever gençliğinin tartışmasız en güçlü örgütü olmuştu. Kırsal çalışmalarıyla, gecekondu bölgelerinde yaşayanların ve işçileri sorunlarıyla sahip çıkarak halkın güvenini kazanan bir örgüte dönüşmüştü.
Ne var ki, “fraksiyon” ayrılıkları sürüyordu. DEV-GENÇ artık tamamen MDD’cilerin yönetiminde idi ama, MDD'cilik içinde de ayrılıklar vardı. Hepimiz MDD'ciydik ama MDD’yi farklı farklı yorumluyorduk. Kimimiz için MDD sosyalizme varmak için bir zorunlu aşama, kimimiz için kendi başına bir amaçtı. "İşçi sınıfı öncüdür" diyorduk. Ama bu söylem, kimimiz için sınıfın bilfiil öncülüğü anlamına gelirken, kimimiz için “işçi sınıfına inananların” fiili öncülüğü anlaşılıyordu. Kimimiz için Demokratik Devrim Küba, Çin, Vietnam'da olduğu gibi "halk savaşı" yoluyla gerçekleşecekti. Kimimiz için "asker-sivil-aydın zümre"nin yapabileceği bir işti. Kimimiz bu zümreyi, kendi dışımızda, ama demokratik aşamada amaçlar ortak olduğu ölçüde ittifak yapılacak bir güç olarak görürken, kimimiz MDD hareketini o zümreyle yapılacak pazarlıklarda bir koz olarak görüyordu.
GOŞİST-ANARŞİST
Bu ayrılıkların ilk belirtileri pratik sorunlardan çıktı. DEV-GENÇ üyeleri, kontr-gerillanın hedef tahtası haline getirilmişti. Sürekli olarak faşist komandoların, resmi, sivil polislerin silahlı saldırılarına göğüs germek zorunda kalıyorlardı. Bu saldırılarda, gözaltına alınıyor, tutuklanıyor ve işkence görüyorlardı. Gözleri önünde arkadaşları vuruluyor, yaralanıyor katlediliyordu. Bu saldırılara karşı, silahlanmak ve kendilerini korumak zorundaydılar. Kendilerini korumaya kalktıklarında da ister istemez silahlı çatışmaya giriyorlar ve bu çatışmalar kamuoyuna “öğrenciler sağ, sol olarak cepheleştiler silahlandılar ve çatışıyorlar” şeklinde yansıtılıyordu. Oysa çatışmanın tarafları sağ-sol gençler değil, kontr-gerillanın örgütleyip yönlendirdiği bazı resmi ve sivil illegal güçlerle, kendilerine “komando” diyen ve bu güçlerin desteğinde saldırıya geçen Başbuğ TÜRKEŞ ve faşist çetelerdi. TÜRKEŞ kendine verilen görevi “komando”, ”bozkurt” adını vererek aldattığı gençleri, devrimci gençlerin üzerine sürdürerek onları yasadışı silahlanmaya itiyordu.
Bu eylemlerin içerisinde olmayan, olayları yalnızca basından izleyen bazı “sol” unsurlar, hareketin özünü göremiyordu. Devrimci gençliği savunup saldırılara karşı durarak, devrimci gençlik üzerinde oynanan oyunlara tavır almak yerine, devrimci gençleri suçluyorlardı. Devrimci gençliğin mücadelesini, yalnızca “mecbur bırakıldığı” silahlı çatışma olarak gösterip, gençleri “hor” görüyor ve onlara, egemen güçlerle birlikte kolayca "anarşist" “goşist” damgasını vuruyorlardı. Devrimci gençliğin öfkesi bundandı. Bu öfke bazı haklı eleştirileri de gözardı etmelerine neden oluyordu. Gençler, hiçbir şey yapmayıp, sadece “ahkam kesen” bu kesimi “pasifistlikle”, mücadeleden kaçmakla suçluyorlardı.
Yıllar sonra özeleştirilerini yapabilen DEV-GENÇ’liler bu konuda ki görüşlerini şu şekilde dile getiriyorlardı:
ÖZELEŞTİRİ
“Evet, bizlerde anarşizan bir yan vardı ama bundan çıkarılacak sonuç, faşistlere karşı direnmenin reddi olmamalıydı. Bu tür eylemler daima içinde bir anarşizm öğesini besler; tıpkı parlamenter mücadelenin parlamentarizm; sendikal mücadelenin sendikalizm eğilimlerini beslemesi gibi. Bundan çıkarılacak sonuç parlamenter veya sendikal mücadeleyi reddetmek olamaz ise, özsavunmayı da reddetmek olamazdı. Bundan çıkarılacak sonuç, gerçek bir proletarya partisinin öncülüğü ve eğitimiyle, bu mücadeleleri daha disiplinle ve bilinçli kılmaktır. Yoksa bir proletarya partisinin bu yöndeki bilinçli çabalarından yoksun her mücadele yozlaşma eğilimi taşır. Ancak burjuva sosyalistleri -tıpkı Rusya'da olduğu gibi- bu eğilimlerden, bu mücadelelerin reddi sonucunu çıkarabilirler.
Elbet o zamanlar sorunu böyle koymuyorduk ama bize karşı çıkanlarda bir sakatlık, bir oportünizm olduğunu da seziyorduk. Çünkü deneyle görüyorduk ki, o çatışmalar gerçekten gerekliydi ve başarıları ortadaydı.
Gerçekte bize karşı çıkanlar müttefikleri ürkütmemek için karşı çıkıyorlardı. O ürkütülmeyecek müttefikler ise faşistlere direnişi yanlış buluyorlardı.”
ZİNDE GÜÇLER
Pratiğe ilişkin bu tartışmalar yaşanırken bir başka eğilim kendini göstermeye başlamıştı.
Bu eğilim; 1961 Aralığı’nda Doğan Avcıoğlu yönetiminde çıkmaya başlayan Yön dergisinin devamı niteliğinde idi. Yön dergisinin temsil ettiği çizgi 60’lı yıllarda gündeme gelen Kemalizm’in radikal bir yeniden yapılanmasını içeriyordu. Feodal nitelikleri ve azgelişmişliği ile karakterize edilen toplumsal yapı için siyasi ve ekonomik çözümü devlet öncülüğünde gerçekleşecek planlı bir ekonomi politikasında gören Yön çevresi, anti-feodal ve anti-emperyalist eğilimler etrafında örgütlenecek bir seçkinler, teknokratlar, subaylar ve aydınlar yani ‘zinde güçler’ öncülüğünde bir ‘Milli Demokratik Devrim’ projesini öngörüyordu. “Zinde Güçler”, askerlerden ve bazı aydınlardan oluşuyordu. İşçi sınıfı ve diğer emekçi kesim “zinde” olmadığı için es geçiliyor, tüm “umutlar” ordudan gelecek hareketlere bağlanıyordu.
Bu düşünce tarzı, 1930’lu yılların “kadrocular”ının düşüncelerine yakındı. 1930’lu yılların başlarında, Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör ve arkadaşlarının çıkardığı “Kadro” dergisi etrafında buluşan kadrocuların o dönemdeki tezi de “Türkiye’deki işçi sınıfı yeterince gelişmemiştir” şeklindedir. Bu nedenle Sovyetler Birliği’nin 1960’lı yıllarda Arap ülkelerinde uyguladığı kapitalist olmayan yol tezini, kadrocular 1930’lu yıllarda önerirler. Bu politikanın Türkiye’deki işçi sınıfını geliştireceğini savunurlar.
Buna Dr. Hikmet Kıvılcımlı yanıt verir; Marksizmin Bibliyoteği yayınlarından 1932’de çıkan, “Türkiye İşçi Sınıfının Maddi Varlığı” kitabında, Dr. Hikmet 1927 nüfus sayımı sonuçlarından hareket ederek, Türkiye’deki işçi sınıfının konumunun, 1917 Çarlık Rusya’sından daha da gelişmiş olduğunu iddia eder. Bu tartışma, İdeolojik öncülük mü, fiili öncülük mü tartışması, 1960’lı yıllarda farklı biçimde yenilenmektedir.
DEVRİM-ORHAN KABİBAY-“SOL” KUŞATMA
Yön adlı dergi 1967 yılında yayınlarına son vermiştir. 1969 seçimleri ardından, 21 Ekim 1969'da Yön, bir başka isim altında, «DEVRİM» adı ile yeniden yayınlanmaya başlar. Bir farkla ki, artık “Devrim” ordu içerisinde de örgütlenmeye başlayan bir askeri harekatın “yayın organı” niteliğindedir. Başka bir ifadeyle Devrim, Yön'ün hazırladığı teorik temel üzerine eylem için gerekli girişimin organı olmak iddiasıyla ortaya çıkmıştır. 27 Nisan 1971 tarihli 79. sayısından sonra kapatılmıştır.
Devrim Dergisi’nin, yasal sahibi C. Reşit Eyüboğlu’dur. Devrim gazetesinin çıkarılması Orhan KABİBAY öncülüğünde yapılan bir toplantıda kararlaştırılır.
Devrim Dergisi’nin çıkarılması; Orhan KABİBAY’ın generallerinin (Faruk Gürler- Muhsin Batur-Kemal Kayacan) altının doldurulması, ordu gençliğinin paşaların altında hiyerarşik darbeye yönlendirilme hareketidir. Numan Esin, para katkısıyla Dergiye ortak olur. Yazı kadrosunda Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk, İlhami Soysal, Uğur Mumcu, Altan Öymen, Uluç Gürkan, Hasan Cemal, Çetin Altan gibi isimler vardır. Dergiye haber taşıyanlar arasında ise Emin Çölaşan, Ali Nejat Ölçen, Hikmet Çetin gibi DPT’da çalışan uzmanların ve bazı üst düzey bürokratların isimleri sayılabilir. Tekrar da olsa bu toplantıyı bir daha yazacağız.
“3. toplantımızı, Fakih Özfakih'in Ankara, Kocatepe semtindeki evinde yaptık. Evde, Av. Fakih Özfakih, Orhan KABİBAY, İlhami Soysal, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk toplandık, İlhan Selçuk ikâmet yeri İstanbul'da olduğundan toplantılara ya kendisi Ankara'da bulunduğu bir sırada katılıyor veyahut da Orhan KABİBAY tarafından telefonla davet edilmesi üzerine geliyordu…
Bu arkadaş da, bu üç kumandanın (Gürler-Batur-Kayacan) bir faaliyet içerisinde olduğunu ve bizlerin de bu faaliyet bünyesinde harekete katılmış olduğumuzu biliyordu. Bunu Orhan KABİBAY kendisine daha evvel söylemiş.
Bu evdeki toplantıda bir yayın organına ihtiyacımız olup olmayacağı konusu görüşüldü. Neticede fikirlerimizi aksettirecek haftalık bir derginin çıkarılmasının lüzumlu olduğu kanaatine vardık. Ve bir gazetenin çıkarılması hususlarını planladık.
Gazeteyi yani haftalık dergiyi Doğan Avcıoğlu sevk ve idare edecek, sorumlu müdürü olacak, İlhami Soysal ile İlhan Selçuk da yazıları ile dergiyi takviye edeceklerdi. Derginin finansmanı için Cemal Reşit Eyuboğlu ağırlığı teşkil edecekti. Bizler de bu dergi için mali yardımda bulunacaktık. Burada yapılan konuşmalardan sezinlediğime göre, Cemal Reşit Eyuboğlu, Doğan Avcıoğlu'na bağlı olarak faaliyete katılacaktı. Daha doğrusu faaliyette idi. Çıkarılması düşünülen haftalık gazetenin finansmanına bir adî ortaklık yoluyla gidilecekti. Bu ortaklığın büyük payını Cemal Reşit Eyüboğlu verecek, ben, Coşkun, Coşkun Bölükbaşıoglu (Ankara'da münteşir, iş ve Ekonomi gazetesi sahibi) ve Doğan Avcıoğlu mahdut hisselerle katılacaktık. Benim katılma payım 6.000.- TL idi.
Coşkun Bölükbaşıoğlu ve Doğan Avcıoğlu'nun hisseleri bu miktar civarında idi. Sadece Cemal Reşit Eyuboğlu'nunki 100.000.-TL idi. Bunun için bir adî ortaklık mukavelesi yaptık. Bu mukavele örneklerinden biri benim şahsî evraklarımın arasında mevcuttur. Gerekirse bunu ibraz edebilirim. Toplantımız 3 saat kadar sürdükten sonra evden ayrıldık.”(Numan Esin-Sorgu)
TÜRKİYE'NİN DÜZENİ - DOĞAN AVCIOĞLU
Yön - Devrim grubunun sol içinde asıl karakteristiği işçi sınıfı öncülüğü ile Türkiye'de düzen değişikliğine gidilemeyeceği doğrultusundaki inanç ve düşüncelerdir. Bu akımın teorisyeni olarak bilinen Doğan AVCIOĞLU, «Türkiye'nin Düzeni» adını taşıyan kitabında bu akımın tarihsel nedenlerini göstererek tezlerine uygun kalkınma yönteminin esaslarını çizmiştir. Asıl sorunun ekonomik olduğuna işaret etmiştir.
AVCIOĞLU bu kitabında, gerici parlâmentarizmin bugün Türkiye'de emperyalizm ve işbirlikçilerinin tahakküm aracı olduğuna özellikle işaret etmekte ve emperyalizm ve işbirlikçilerinin hâkim olduğu bu düzenin değiştirilmesinin, ancak millî sınıfların aralarında güçbirliği yapmaları ile mümkün bulunduğunu belirtmekte, yâni sivil - asker-aydın ittifakının ”Milliyetçi Devrimciler“, “Sol Kemalist Devrimciler” olarak “Proleter Devrimcileri” ile güç birliği etmesini önermekte ve Türkiye düzeni, katı sol doğmalarla değiştirilemeyeceği için bir kadro devrimi istemektedir. Türkiye'nin sorunlarını çözebilmek için sivil - asker aydınlarının ordu öncülüğünde iktidarı ele geçirmelerini önermektedir.
Yön - Devrim grubu Türkiye'nin özel ve tarihsel koşullarının ordu öncülüğü düşüncesine açık olduğu kanısındadır. Tarihsel alanda bu öncülüğünün eylemsel ve başarılı örneklerini değerlendirmeye tabi tutarken bu olanaktan günümüzde de yararlanılması sonucuna varır. Ana teması, daima askerlerin bugünkü parlamentarizme karşı çıkmasını sağlamak ve bu amaçla askerî bir müdahaleye zemin hazırlamaktır. Kısaca ifade etmek gerekirse, önerdikleri devrimin stratejisini bir darbeye göre ayarlamışlardır. Yâni her şeyden önce devrim, daha sonra da bilinçlendirilmiş halk desteğinin en kısa sürede sağlanması düşüncesindedirler. Ve bu meydan esasen sivil-asker-aydın zümrenin Devrimci yönde yürüttüğü mücadelelerin, tüm millî sınıfların ve proletaryanın uyanışına, ezcümle devrimi destekleyecek bilinçli halk desteğine öncülük de etmiş olacağı görüşündedirler. Bu bakımdan tepeden inmeciler olarak vasıflandırılırlar.
TÜRK SOLU
“YÖN” dergisiyle yönlendirilen, “DEVRİM” gazetesi ile taraftar bulan bu eğilim, Türk Solu ve Aydınlık'ta çıkan iki yazıyla da destek bulmaya başlamıştı.
Gençleri “anarşistlikle suçlayanlar” şimdi de, Türkiye'de "İşçi sınıfının objektif şartları yok" diyorlardı; yani,” işçi sınıfı yok, varsa da devrime öncülük edemez” .
Bu durumda “zinde güçler” “devrime” öncülük edecektir. Türkiye’de Doğan Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni” adlı kitabıyla “teorik temelleri” atılmaya çalışılan, YÖN ve DEVRİM Gazetesi etrafında örgütlendirilerek yaygınlaştırılan bu düşünce de giderek sivil-asker devrimci bazı çevrelerde taraftar bulmaya başlıyordu.
Hatta bu “tez” önce Sovyet teorisyenleri tarafından ortaya atılmıştı ve bazı ülkelerde fiilen desteklenmişti. Sovyetler bu “tezi”, tüm tarihsel ve somut içeriğinden soyutlanmış olarak, politik ve ekonomik ilişkilerinde kullanmaktaydı. Sovyet teorisyenlerine göre, Cezayir, Suriye, Irak, Nasır dönemi Mısır’ı, Gana, hatta Hindistan bile “kapitalist olmayan yoldan”dı ve desteklenmeliydi. Bu destek, cılız burjuvazinin “askeri diktatörlükler” ardına gizlendiği ve Sovyetlerle tarafsızlık çerçevesinde iyi ilişkiler kuran bütün ülkeleri kapsamaktaydı.
Bu kavrayış içinde Beyaz Aydınlık'ın "İşçi Sınıfının Objektif Şartları Yoktur" demesinin somut anlamı, "kapitalist olmayan yol geçerlidir", bu da "cuntacıların (Yöncülerin-DEVRİM grubunun) görevidir bugünkü devrimi yapmak, o halde bize düşen görev, Irak, Suriye Komünist Partileri gibi onları ileriye itmektir” anlamına geliyordu.
YÖN’ÜN YÖNSÜZLÜĞÜ
Dr. Hikmet Kıvılcımlı Yön Hareketi ve devamı olan Doğan Avcıoğlu’nun “Devrim Dergisi”nde ileri sürülen görüşleri eleştirir. Yön’ün yönsüzlüğünü sergiler:
“Bugün Yön adlı dergi ölmüş bulunuyor. Sağlığında onun düşüncelerini yayanlar, şimdi Devrim adlı bir dergi çıkarıyorlar. Yön niçin öldü, Devrim niçin doğdu? Ayrı konu. Her ikisinin de yaşaması gerekirdi. 0lmadı.
Yön battı. Ama ana düşünce Devrim'de sürüp gideceğe benziyor.”
"Yönizm", Türkiye toplumuna "Yön" vermek gibi ağır ve nankör bir çaba içindedir. Bunun için 3 doktrin ve 3 parola ortaya atılıyor. 3 doktrin şunlardır:
1- Batılılaşma doktrini, 2- Ekonomi doktrini 3- Devletçilik doktrini.
3 parolaları da o 3 doktrinden çıkar:
1- İstismarı (sömürüyü) kaldırmak, 2- Sosyal adalet, 3- Planlı istihsal(üretim).
Bu altı nokta, "Yönizm"de olağanüstü birbirine karışık, içiçe ve ayrılmaz durumdalar. Gene de, kimi yerlerini tekrarlama tehlikesini de göze alarak, onları ayrı ayrı bölümlerde gözden geçirmek gerekir. Kendileri yıllardır aynı temayı öylesine ısıtıp ısıtıp öne sürdüler ki, bizim o "temcit pilavı"na fazla kaşık atmamızı pek yadırgamasalar olur.
BATICILIK DOKTRİNİ
Yalnız, "Yönizm"in üç doktrini ile üç parolasına girmeden önce ve rahat girebilmek için, bu eğilimin hangi sosyal kökten kaynak aldığına ve hangi yordamla işlediğine iki üç sözcükte değinmek gerekir.
1- Batıcılık Doktrini: Yöncülerin en tartışılamaz "gerçek" gibi koydukları "Batılılaşma" nedir? Kısaca görelim:
Batılılaşmak mı, Batıdan kurtuluş mu?
Yönizm, Bildiri'sinin 1 sayılı paragrafında şöyle diyor:
"İktisadi alanda hızla kalkınmak. Yani milli istihsal seviyesini hızla yükseltmek."
Bu "hızlı" gidiş hangi yoldan yürüyecek? 1. paragrafın (a) fıkrası yolu şöyle çiziyor:
"Atatürk Devrimlerinin amacı olan Batılılaşmak."
Atatürk devrimleri ulusal kurtuluş ateşi içinde başladı. Bu devrimler "Batılılaşmak"mıdır, "Batılılaşmamak" mıdır? Onu, 42 yıl sonra yazı alanına girecek "Yöncü'lerden öğrenmek yerine, Mustafa Kemal Paşa'nın Türkiye Büyük Millet Meclisindeki ilk açış söylevinden okumak daha yerinde olur.
Mustafa Kemal Paşa, dünya önünde giriştiği devrimin bir kurtuluş savaşı olduğunu söyledi. Bu ulusal kurtuluşun iki amacı bulunduğunu belirtti: 1- Emperyalizme ve kapitalizme karşı gelmek. 2- Zorbalığa (Osmanlı derebeyliğine) karşı gelmek,
Mustafa Kemal Paşa'nın kendi ağzından çıkan bu iki amacı, Yönizmin atlayarak görmemezlikten gelmesi, nasıl bir "sosyalizm", "solculuk", "hızla kalkınma" ya da "hızla yükselme" olur? Anlaşılmıyor.
Yönizmin, asıl ulusal kurtuluş ortada dururken ve bugünün en yakıcı konusu olmuşken, onu bırakıp önem verdiği "batılılaşma" nedir?
Batılılaşmak Neyin Peçesidir?
"Batılılaşma", en bayağı "elkitabı"nda, en toy ilkokul çocuğunun bile kolayca okuyup anlayabileceği şeydir artık, Türkiye'de bile... Batılılaşma, bir ülkede kapitalizmi kurmaktır. Nitekim Türkiye'de de şimdiye dek yapılmış bütün "Batılılaşma" işlemleri, kapitalistleşmekten başka sonuç vermemiştir. Veremezdi de.
Batılılaşma, "utangaç kapitalistleşmek"tir.
FİNANS KAPİTAL-"BATILILAŞMA" GEVELEMELERİ
Kapitalist sınıfı Türkiye'de her zaman "kökü dışarıda" bir sınıftır. Saltanat çağında komprador kapitalizmdi, yabancı sermayenin Türkiye'deki kontuarlarına bağlı doğrudan doğruya ajanlarıydı. Cumhuriyet çağında finans-kapital oldu. Yani, Türkiye'deki kapitalist sınıfına karşı bile açık yüzle görünemeyecek kertede millete ve vatana karşı, uluslararası finans- kapital ile göbek bağlıydı.
O yüzden, toprağımızda maskeli haydut biçiminde gizli faaliyet göstermek zorunda kaldı. Hele 1920 yılları, ulusal kurtuluş savaşı kapitalizme ve emperyalizme karşı olmayı kutsal bir ulusal amaç olarak tüm insanlığa ilan ettikten sonra, kalkıp, "Türkiye'de kapitalizmi yoktan var edeceğiz!" demek, her babayiğidin harcı değildi.
Ancak, Amerika gelip onbinlerce yabancı uzman ve askeriyle Türkiye'yi "üs" yaptıktan sonra, artık kapitalizmi savunmak büyük bir kahramanlık olmaktan çıktı. Sırt, emperyalizmin ağababalarına dayanmıştı. Öyleyse neden hâlâ "Batılılaşma" gevelemeleri yapılır?
Millete, vatana açıkça ihanet etmek kolay iş değildir. Yapılanlar şirin gösterilmek için, kıyıcığından "zararsız" sözcükler uydurulup kullanılacaktır. "Batılılaşma" o "zararsız" sözcüklerin en sınanmışlarındandır.
EMPERYALİZM-KAPİTALİZM
Yöncülerin "Batılılaşma" sözcüğünü kullanmaları, emperyalizm ve kapitalizme aşık olduklarını mı gösterir? Hayır. Onlar,1920 Türkiyesi’nde olduğu gibi hâlâ emperyalizm başka, kapitalizm başka şeydir sanırlar. Ama kapitalizmin dostu olmadıklarını kanıtlamak için, emperyalizmin düşmanı olduklarını somut açıklamalarla belirtirler.
"Akılcı düşünce" mi "Batı uygarlığının temeli"dir? O da tersine konuyor. "Akıl" hangisidir? Batının, korsanlıkla ve yabancı ülkeleri soyup soğana çevirmekle biriken sermayesini Yönizm belki "akılcılık" sayıyor. Dolayısıyla biz Türklerin sermaye biriktiremeyişimiz akılsızlığımızdan olmalıdır.
Batılı emperyalizm de bunu söylüyor. Hitler onlardan daha da ileri gidiyor. Ne yazık ki kazın ayağı hiç öyle değil. 15 ile 19. yüzyıllar arasındaki Batı kapitalizminin canavarlıklarının akılla ilgisi üzerinde durmayalım. Şu, Batıcı akılın en sultan geçindiği 19. yüzyıl ile birlikte, her 5-10 yılda bir patlak veren ekonomi krizleri, 20 yüzyılla birlikte her 20- 30 yılda bir patlak veren emperyalist evren savaşları, hep, "Batı uygarlığının temeli"nde yatan akıl almaz dinamitler midir? Yoksa "kütlelere yayılmış" o yaman "akılcı düşünce" eseri midir?
Onlar yanılıyor diye, herkesi yanıltmaya kimsenin hakkı olamaz. Hele ulusal çabayı kapitalizme yöneltmek kimin işi, kimin ülküsü olur? Herhalde solların değil. Öyleyse Yönizm, Türkiye'nin Batılılaşmasından ne bekliyor? Bir değişiklik bekliyor. Batılılaşırsak:
1- "Şehir-köy ikiliği ortadan kalkacak",
2- "Batı uygarlığının temeli olan akılcı düşünce kitlelere yayılacaktır."
Doğru mu?
Şehirle köy ikiliği büsbütün artmıştır. Batıda da 'Türkiye'de de, kapitalizm, "istihsal seviyesi yükseldikçe", şehirler hıncahınç dolmuş, köyler ıssızlaşmıştır. Bunu, bütün "Batılılaşan" büyük şehirlerimizi sarmış gecekondu ordugâhları kadar hiçbir şey en kör göze batıramaz.
DEVLETÇİLİĞİMİZ
Gerek Genç Türkler, gerek muzaffer kurtuluş savaşı gibi özel olaylarımız, "devletçilik" kadar ikiyüzlü ve kabuklaşmış bir kavrama sığdırılamaz. Çok derin ve sosyal anlamlı milletçilik eğilimi, bir milletin yüzlerce ve binlerce yıllık doğuş ve yaşayışından doğar. Devlet ise, milletçe her zaman yok edilebilen gelgeç bir biçimdir. Her milletin tarihinde birçok devlet gelir geçer. Ama, bir devletin tarihinde birçok milletin gelip geçtiği işitilmemiştir.
Bugünkü devletçiliğimiz budur. Millet devlete çuvalla verecek, devlet de öze1 teşebbüse torba torba dağıtacaktır. Devlet öze1 teşebbüsün siyasi hegemonyası altında kaldıkça başka bir sonuca salt devletçilikle varılamaz. Yön "varılır" derse milleti aldatmış olur. Olmayacak duaya amin dedirtir. Yön' ün böyle sahte bir inanç yaratması yersiz olur.
Türkiye'de gerçekten planlı ekonomi isteniyorsa, devletçiliğimizi, finans-kapitalle tefeci-bezirgan tekelinden kurtarmak birinci iştir. Bu iş, halkın gerçekten siyasette söz sahibi olmasıyla başarılır.
BAŞTA İŞÇİ SINIFIMIZ
Ancak o zaman: "İkinci bir kuvayi milliye seferberliği gerektir... Bu mübarek iktisadi kuvayi milliye seferberliğimizin güdücü ruhu -başta işçi sınıfımız gelmek üzere- cahil alim, köylü şehirli... bütün değer yaratan iyi, niyetli vatandaşların, tamamıyla aşağıdan gelme ve tamamıyla serbest “Teşebbüs-Teşkilat-Kontrol”larında bulunur; ve bu emelle, bütün organlarda bilfiil müstahsiller (eylemcil üretmenler) çoğunlukta görülür, yarımız olan kadın ön safta bulunur, gençliğe sonsuz inanılır."
Bu siyasi çaba başarılmadıkça, plancılık istediği kadar göklere çıkarılsın, yapılacak bütün planlar Amerikan tekellerinin ve yerli Demirellerin göstereceği "Yön"de yürür. Yön böyle bir Yön müdür? Herhalde olmamalı. Gerçeği görmüyor mu? Görüyor. Buna karşı ne yapıyor? (Yapmak şöyle dursun, ne düşünüyor?)
Yön, "Türkiye'nin kalkınmasını belli bir siyasi amaca yöneltmek" istiyor. O siyasi amaç nedir? Besbelli (ürkek ya da atak) "sosyalizm" olacak.
Sosyalizm amacına varmak için ne gerekir? Yukarıda değindik. Devlet planlaması gibi bütün devletçiliğimiz de gerçekten halkçı, halkın aşağıdan ve serbest teşebbüs-örgüt kontrolüne dayanmış bir "siyasi iktidarın emrinde" olmalıdır.
Yön tam tersini istiyor. "Siyasi iktidarın emrinde teknik bir organ" olmayacak bir "planlama teşkilatı" tasavvur ediyor! Dünyanın her yerinde teknik ve ekonomi planları siyasi iktidarların emrindedir. Demokratik İngiltere'de de faşist Almanya'da da, komünist Sovyetler Birliği' nde de bu böyledir.
Yön, Türkiye'de bunu tersine çevirebileceğini umuyor. Hem kalkınmayı "siyasi bir amaç"a yöneltmek istiyor, hem yöneltmeyi yapacak "siyasi iktidar"ı -ki devlet demektir- "Devlet Planlama Teşkilatı"na emir veremez hale sokmak istiyor. Neden? Çünkü bugünkü siyasi iktidar AP'nin elindedir.
DEVLET-SOSYAL SINIF
Bunu bildiği halde, siyasi iktidardan bağımsız bir devlet (olabilirmiş gibi) istiyor Yön (isteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara diye besbelli). İktidara kafa tutan bir devlet, daha doğrusu devlete karşı devlet. Yön'ün bütün "felsefesi" bu "yeni devletçilik" ilkesini keşif ve icat etmiş olmasına dayanıyor. Çok "orijinal". Bu orijinallik Yön'e nereden geliyor?
27 Mayıs'tan. 27 Mayıs'a nereden geliyor? Osmanlı İmparatorluğu geleneklerinden. Ala. Demek Yön'ü icadı büsbütün temelsiz değil.
Osmanlılıkta devlete karşı devlet, padişah’a karşı yeniçeri kazan kaldırmasıydı. Cumhuriyette devlete karşı devlet, Türkiye Silahlı Kuvvetlerinin DP hükümetini devirmesi oldu. Demek tarihte, Yön'ün kuruntuda kurduğu gibi paradokslar olurmuş. Yeniçerilerin kazan kaldırmaları tarihe karıştığına göre, Yön 27 Mayıs'ın mı ideoloğudur? Pek benziyor.
Ancak, bu gibi değişiklikler adım başında gelmezler, gelince de, onları getiren sosyal, ekonomik ve politik sınıf eğilimlerinden aldıkları amaçla yönelirler.
Bu amacı bizim uyduracağımız ütopik "devletçilik" kuruntuları değil, ortada duran gerçek devletin sahibi, belirli sosyal sınıflar etkiler. Yön'ün tüm hiçe saydığı o etkiler ise bu sosyal sınıf determinizmidir. Yön ise, bir topluma sosyal sınıflar üstünde "yön verebilecek" insanlar bulunduğunu savunuyor.
CENNETLİK CENTİLMENLER
"Sınıf" Yerine "Kişiler"
"Planların yön kazanması ve başarıya ulaşması ancak Türk toplumuna Yön verebilecek durumda bulunan çevrelerin açık bir kalkınma felsefesi üzerinde anlaşmalar ile mümkün olacaktır." (Bildiri, 2/c)
Bildirisini de o "çevreler"den derlediğini yazıyor: "Hazırlanan bildiri Türk toplum hayatının çeşitli kesimlerinde görev almış kimselere danışılarak, onların fikirleri göz önünde tutularak meydana getirildi." (Bildiri, Başlangıç) Ve tekrar ediliyor: "... Kurtulmanın birinci şartı, Türk toplumunun çeşitli kesimlerinde görev almış olanlar ve millet kaderine hakim olacak mevkilere gelmiş bulunanlar, düşüncelerini açıkça ortaya koyarak bir temel kalkınma felsefesi etrafında birleşmeli."
En son "felsefe" bu! Adı, sanı belirli olmayan "çevreler". Bunlar tüm küçük-burjuvazi midir?
Küçük - Burjuva Yerine Ayrıcalıklı Kapıkulu
Kimdir o "çevreler"? Bu yerde bakla da ağızdan çıkarılıyor:
"Türk toplumuna yön verebilmek durumunda bulunan: Öğretmen, yazar, politikacı, sendikacı, müteşebbis ve idareci gibi kimselerin belli bir kalkınma felsefesinin ana hatları üzerinde anlaşmaya varmalarını zaruri sayıyoruz." (Bildiri, 2)
Demek bütün planların dayanağı, tümüyle küçük-burjuvazinin büyük yığınları bile değildir. O yığınlar içinden bir avuç insan istibdatta kapıkulu, meşrutiyette münevver, cumhuriyette aydın adı verilen Türkiye'deki azınlık bile değil, "millet kaderine hakim olacak mevkilere gelmiş" hüdavendigarlar. "Söyle Tatar ağası?"
Bütün o cennetlik centilmenleri bir tek "kalkınma felsefesinde" birleştirmek ne güzel şey! Yeter ki gerçek olsun. Gerçek olması için, bu insanların kimlikleri ve çevreleri üzerinde durmak gerekmez mi?
Yüksek Görevliler: İntihar Felsefesi
Kimlikler belli. "Görevliler". Yöncülük kızacak ama, soralım; polis "görevlisi jandarma" da bu görevlilerden midir? Elbette olmalıdır. Şaka etmiyoruz. Camide vaiz ünlü hoca efendiyi dinleyin: "Ülülemr" kimdir? Polistir, jandarmadır.
Toprak gösterisi yapan köylüyü karakola, gösteri yürüyüşü yapan şehirliyi cezaevine "yönelten" odur. Ona "kalkınma felsefemizi" beğendirmezsek epeyce "imkansızlık" değilse bile, güçlük çekeriz.
Ancak Yön bu küçük insanların görevliliklerine de önem vermez. Görevli yüksek tabakadan "millet kaderine hakim" olmalıdır. Yön bu yüce görevlilere güveniyor mu bari?
Hayır. O gibilerin bütün benlikleri hep "dış yardım turizm, meyve sebze ihracı" -yani hep bizim acente bezirganların fikirleri- ile doludur. Yön yazıyor: "Toplum hayatının gidişinde söz sahibi birçok kimse (sebze meyva ihracı -Turizm- Dış yardım yolu ile) kalkınma davasının çözülebileceğine inanmaktadır." (Bildiri, 2/b)
Ne yazık değil mi? Sen bütün umudunu, inancını o "yüce görevlilere" bağla.. Onlar da habire dış yardım-turizmden başkasına inanmasınlar.
FELSEFE
Başkası olsa intihar edebilir. Yöncülerin sinirleri sağlam. Dayanıyorlar. Yalnız "akılcıl düşünce"leri depreştikçe, kendi kendilerine şöyle sokran maktan da "hazin" "üsluplarını" alıkoyamıyorlar:
"İşte en hazin tarafı, (diyorlar) Türkiye'nin kaderine hakim olabilecek durumda bulunan çevrelerde, karşı karşıya bulunduğumuz çetin meselelerin şuuruna henüz varılmamış olmasıdır. Bu çevrelerce benimsenen ve uygulanabilecek olan bir kalkınma felsefesi yoktur." (Bildiri, 2/b)
Şimdi, Yöncülere karşı o "millet kaderine hakim" yüce görevlileri savunmanın sırası bize gelmedi mi dersiniz? Amaç "felsefe" ise, (Yön öyle diyor), yüce görevlilerin felsefesiz olduklarını söylemek iftira olur. Dış yardım turizm v.b. molozlar, finans-kapital başlıklı tefeci-bezirgan sınıflarımız için pekâlâ en parlak felsefedir. Günahlarına giriyor yüce görevlilerin Yön, onları "felsefe"siz ilan ederken. Yöncüler, besbelli kendi "felsefe"lerini yüce görevlilerde bulamıyorlar. Yoksa onlar (görevliler) burjuvaca kalkınma felsefesiz değillerdir, haşa!
FELSEFESİZ
Biz Türkiye işçi sınıfına inanıyoruz. Ve Yöncüleri tutundukları dal ellerinde kaldığı için teselli etmek üzere "bildir"elim.
Şu bizim dört elle sarılınmasını, başta gelmesini istediğimiz Türkiye işçi sınıfımız yok mu? Bugün asıl "felsefesiz" bırakılmış, tek sosyal yığınımız odur. Çünkü işçi sınıfımız ortaçağ felsefesini köyde bırakmış fakat modern burjuva felsefesini bile, henüz şehirde bulamamıştır.
Ancak biz, Türkiye işçi sınıfı felsefesizdir diye üzülmüyoruz. İşçi sınıfının evrensel bir diyalektik yöntemi bulunduğunu ve bu yöntemin hayattan geldiği için Türkiye işçi sınıfımıza anlatılabileceğini biliyoruz. Bütün korktuğumuz, kendilerine kolayca "Marksist" deyiveren küçük- burjuva, aydınlarının "felsefe"lerini işçi sınıfımız içine yaymalarıdır.”
KORKULAN BAŞA GELİYOR
Ne yazık ki; Kıvılcımlı’nın “korktuğu” başına geliyor, kendilerine kolayca “Marksist” deyiveren küçük-burjuva aydınlar “felsefelerini” işçi sınıfı hareketi içine yayarak bu hareketi parçalamakla kalmıyor, devrimci gençliğin bir bölümünü “felsefelerini” yaşama geçirmek için kullanıyorlardı. Daha kötüsü yukarıda ki satırların yazarı, bu duruma göz yumuyor ve “zımnen” onaylıyordu.
Sarp Kuray anlatıyor:
“9 Mart “ittifak” olayı devrimciler tarafından yıllarca devrimci ortamdan saklanmıştır.
12 Mart öncesi (Orhan KABİBAY - İrfan Solmazer - Numan Esin - Talat Turhan) dan oluşan dörtlü çete ile görüşmelerin başladığı anda bizim için olmazsa olmaz iki koşul öne sürülmüştür.
1- Hareketimizin ideolojik - teorik planda önderliğini kabul ettiği Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya öneri sunulacak ve onun kararı belirleyici olacaktır.
2- DEV - GENÇ ve Ordu Gençliği bünyesindeki bütün gruplarla ortak bir toplantı yapılacak, kollektif hareket etmenin zemini aranacaktır.
Sonuçta Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile görüşülüp ‘ittifak’a katılma konusunda olumlu yanıt alınmıştır.
MİHRİ BELLİ-BİR TÜRKÜ YAK YETER
Benim (Güngör Türkeli) 9 Mart olayına karışmam için bir güçlük yoktu. Çünkü Talat Turhan ve arkadaşları (Yüzbaşı Salih Zeki Yılmaz, Yüzbaşı Yılmaz Tokmak ve Yüzbaşı Fuat Turan) 9 Mart olayının önde gelenlerindendi. Dolayısı ile ben de aralarındaydım.
Hani ,Sadi KOÇAŞ “Anamurdan ayrılma” demişti ya..
1971’in Şubat ayı sonunda bir zorunluluk gereği Ankara’ya gitmek zorunda kaldım.
Sülayman Sırrı Sokakta, DEV-GENÇ bürosundayız.
Mihri Belli’yle gündemdeki konuları görüşürken Ulaş Bardakçı,Mustafa Kemal Çamkıran birkaç arkadaşıyla geldi. ODTÜ’de bulunan DENİZ’in benimle görüşmek istediğini akşam üzeri beni götüreceklerini söylemişlerdi. Saat 18:00 de Tarım Bakanlığı’nın önünde buluşmak üzere sözleşmiştik.
9 Mart Olayı hızla gelişiyordu. Sanıyorum, öğleden sonra; MİHRİ BELLİ’ye bir haber geldi. 9 Mart olayının tersine döndüğü haberiydi gelen. 9 Mart olayı için hazırlanan komutanlar, bu eylemden vazgeçip bir muhtıra ile olayı ile çözme kararı almışlar. Mihri Belli, bu haberin en hızlı biçimde Talat Turhan’a iletilmesini istedi. Yüzbaşı arkadaşlarla birlikte durumu değerlendirdik. Benim hemen İstanbul’a gitmem ve durumu Talat Turhan’a bildirmem istendi.
Ulaş’larla Tarım Bakanlığı önünde buluştuk. Durumu kısaca anlattım. “İstanbul’a gideceğimi Deniz’e söyleyin.” dedim. Karşımızda güçlü bir ordu, güçlü bir jandarma ve polis örgütü var. Bizi ve sizleri öldürebilirler. Biz geride kalırsak sizin ardınızdan türkü yakmaktan başka bir şey yapamayız, dediğimde Ulaş; “Ağabey, böyle bir olay gerçekleşirse arkamızdan türkü yakmanız bile bizim için yeterlidir.”dedi ve vedalaştık.
Akşam otobüsle İstanbul’a hareket ettim. Sabah erken saatlerde İstanbul’a ulaşıp TALAT TURHAN’a haberi ulaştırdım. Talat Turhan durumu biliyormuş. Ama biz olayı şansa bırakamazdık.
Hemen Ankara’ya döndüm. Sözleştiğimiz yerde (Sıhhiye’de bir pastanede) Muammer Soysal ve Vahap Erdoğdu’nun eşi Seyhan beni bekliyorlardı. Mihri Belli, Vahap Erdoğdu ve birkaç kişinin daha Malatya’ya gittiklerini beni de beklediklerini ve Ankara’yı derhal terk etmemi söylediler.
Doğrudan Malatya’ya gitmek yerine Uçakla Antalya’ya otobüsle hemen Anamur’a ulaştım. Durumu eşime açınca, “Ben seni toroslarda saklar ve beklerim. Daha güvenli olursun” deyip beni alıkoydu.
Anamurda kaldım. Bir süre sonra da Mihri Belli ve arkadaşlarının Suriye sınırında yakalandıkları haberi geldi. (Üsteğmen Güngör Türkeli Harbiye’den Babıâliye ve ek anlatımı)
ASKER-SİVİL AYDIN ZÜMRE
Ya devrimci gençlerin siyasi liderliğine soyunan Mihri Belli bu konularda ne düşünüyordu ? Şimdi de sözü Mihri Belli'ye bırakalım. O, "asker-sivil aydın zümre" olarak adlandırdığı ve küçük burjuva kategorisine koyduğu subay katmanına devrim stratejisinde son derece önemli, hatta belirleyici bir rol biçiyordu. Türk ordusunun subay kademesinin demokratik devrimden yana olduğunu, hatta sosyalist devrime karşı olmadığını (!) savunacak kadar ileri gidiyordu.
M. Belli, 5 Ağustos 1966'da YÖN dergisinde yayımlanan bir yazısında şöyle diyordu:
"Türk toplumunda pek önemli bir yeri olan, çoğunluğu küçük burjuva kökten gelme asker-sivil bürokrat aydın zümre de... küçük burjuvazi içinde ele alınmalıdır... Bizce bu zümrenin durumu özel olarak ele alınmalıdır ve bunun sosyalist teoriye aykırı bir yanı yoktur... Bugün Türkiye'de asker-sivil memurlar yarım milyona yakındır.
Marks'ın önemle üzerinde durduğu sayının hemen hemen on misli... Bu zümre Tanzimat'tan bu yana Türkiye'nin yönetimini çok kez tekelinde tutmuş, hiç değilse bu yönetimde önemli rol oynamıştır. Yüzyıldan uzun bir süredir Türk tarihindeki gelişmeler bu zümrenin damgasını taşır. Pek yakın bir geçmişe kadar Türk toplumunda son söz bu zümrenindi. Ağa, eşraf, işadamı toplumda ikinci durumdaydı... "
ÇARPITMAK
M. Belli'nin Türk askeri bürokrasisinin "devrimci" karakterini kanıtlamak için hem Marksizm-Leninizmi, hem de tarihsel olguları çarpıtmaktadır. Herhangi bir çağdaş ülkede askeri (ya da sivil) bürokrasinin "ağa, eşraf ve işadamı"nı "toplumda ikinci durumda" bırakarak iktidarı kendi tekelinde tutması olanaksızdır. Bu kural, Türkiye için de geçerli olmuştur. Sömürüye dayanan sınıflı toplumlarda, devlet ve onun temel öğesi olan ordu, her zaman şu ya da bu sömürücü sınıfın -kapitalist toplumlarda burjuvazinin (ve büyük toprak sahiplerinin)- devleti ve ordusu olmuştur. İkincisi, askeri ya da sivil bürokrasinin içinde yer alan kişilerin şu ya da bu toplumsal kökene sahip olması, devletin ve ordunun sınıfsal niteliğini değiştirmez.
"Bu konunun hiç de küçümsenmemesi gereken bir de manevi yanı var: Yüzyıldan uzun bir süredir Türkiye'nin kaderine hükmetmiş olan asker-sivil bürokrat zümre, bir geçmişin, bir geleneğin temsilcisidir. Bu geçmişte örneğin bir Çanakkale var, bir Kurtuluş Savaşı var...
İşte söz konusu zümre böyle bir geleneğin mirasçısıdır, ve bu miras elbette ki zümrenin politik bilinci üzerinde etkili olmaktadır. Onun için bu zümre ile komprador-ağa ittifakı arasında uzun süreli bir uzlaşma yalnızca maddi değil, manevi bakımdan da, gelenek ve tarih bakımından da imkansız görünmektedir...
Hangi yönden bakarsak bakalım bu zümre ile komprador-ağa arasındaki derin sınıf çelişkisi ayan beyan ortadadır. Bu çelişkinin ideolojik alanda tezahürüne değinmeden geçmeyelim: Asker-sivil aydın zümrenin ideolojisinin günümüzün şartlarına uydurulmuş bir Kemalizm olduğu söylenebilir.
Kemalizm’in milliyetçi, anti-emperyalist ilkelerinin Türkiye'de sosyal adaletin gerçekleştirilmesiyle sıkı sıkı bağlı olduğu ve köklü altyapı dönüşümlerinin gerçekleştirilmesinin bugünün Kemalist politikasının gereği bulunduğu bilinci bu aydın çevrelerde yaygındır. Denebilir ki, asker-sivil aydın zümre, gerek kök bakımından, gerek genel durum bakımından içinde sayılması gerektiği Türk küçük burjuvazisinin en bilinçli kolunu, bu sınıfın öncü müfrezesini teşkil etmektedir.
Son yıllarda sosyalist akım, bu zümrenin geniş çevrelerini etkilemektedir. Ve Türk sosyalistleri ne sektarizme ve ne de oportünizme sapmadan gerçekten sosyalist bir politik çizgiyi izleyebildikleri ölçüde, yani gerçek sosyalistler olabildikleri ölçüde, demokratik devrim aşamasında pek önemli bir rol oynaması mukadder olan bu zümrenin önemini doğru değerlendirmek zorundadırlar. İçinde bulunduğumuz aşamada tarihsel inisiyatife sahip bulunan asker-sivil aydın zümre kesin olarak demokratik devrimden yanadır. Sosyalist devrime karşı olması için de sınıf açısından bir neden yoktur."
"Batı'da sosyalizm ile anti-militarizm hep birlikte gitmiştir. Ama Batı'da tarihi gelişmenin bir sonucu olan sosyalizm-antimilitarizm bağdaşması, Türkiye'nin gerçeklerine hiç uymayan bir şeydir. Öteki ülkelerin tarihinde sık sık görülen asker tarafından bastırılan halkçı ilerici hareketler bizim tarihimizde yoktur. Ve bu gerçek bizim ilerici olarak Türk ordusuna karşı tutumumuzun Batı anti-militaristlerinin tutumunun tam karşıtı olmasını gerektirir."
Bu tartışmalar elbette devrimci üniversite ve ordu gençliğini de etkiliyordu.
Ne yazık ki, o dönem özellikle MDD’yi savunan devrimci gençler üzerinde etkili olan Mihri Belli “gerçekten sosyalist bir politika” izleyemememiş ; Türkiye İşçi Partisinden koparttığı devrimcilerin, emekçi yığınlarla birlikte “sosyalist” bir parti çatısı altında örgütlenmesini önlemiştir.
MUHTEŞEM İKİLİ-KILAVUZLAR
Cemal Madanoğlu ve Osman Köksal’ın; 27 Mayıs 1960 hareketi sırasındaki yalpalamalarını daha önce anlatmıştık. 27 Mayıs sonrası Albay Osman Köksal Muhafız Alayı Komutanı, General Cemal Madanoğlu da Ankara Komutanı olarak MBK içinde etkindir. Ancak Talat Aydemir öncülüğünde 6 Haziran 1961 Ordu Gençliği Hareketiyle bu görevlerinden alınırlar. 1961 seçimi sonrası Tabii Senatör olurlar. Sonra tabii senatörlükten ayrılırlar. Zamanın Cumhurbaşkanınca kontenjan senatörü yapılırlar.
Dr. Hikmet KIVILCIMLI bu kişileri Finans Kapitalin adamları olarak görür. 6 Haziran 1961’de bunların tasviyesini, Finans Kapital’e vuruş olarak adlandırır.
Bu kişiliklerin “Karşı-Devrimcilikleri” DEVRİM gazetesi yazarlarınca gençlerden saklanacaktır. Belki de Doğan Avcıoğlu bu iki kişinin zayıf taraflarını bilerek kullanmak için gazetesinde bunları “27 Mayıs’ı Yapan Kahramanlar” olarak tanıtacaktır. Belki de Orhan KABİBAY’ın Generallerine (Gürler-Batur-Kayacan) koz olarak elinde bulundurmak istemiştir. Ne yazıktır ki, o dönemler de gençlerin-aydınların kılavuzları bunlardır.
“SOL” KUŞATMAYA DEVAM
MİT Madanoğlu Cuntası diye bilinen 9 Mart Cuntası Sivil kesiminin toplantılarını 19 Mart 1967’den, 08.Nisan.1972’e kadar cuntaya sızan Ajan Mahir Kaynak tarafından kayda aldırdı. Bu kayıtlar mahkemeye delil olarak sunuldu. Bu tutanaklardan : (Aşağıdaki yazıda adı geçen MİT elemanı Mahir Kaynak’tır).
14 KASIM 1969 TOPLANTISI
“İstanbul'da İlhan ÜNDEĞER'in evinde Emekli Kurmay Albay Zeki ERGUN, Kurmay Albay Adnan ARA-BACIOĞLU, Hava Kurmay Albay Fahrettin TEZEL, Hava Kurmay Albay Orhan Seyfi GÜVEN, Emekli Hava Kurmay Albay Necdet DÜVENCİOĞLU, Osman KOKSAL, İlhan SELÇUK, Doğan AVCIOĞLU, Hıfzı KAÇAR ve MİT elemanından teşekkül etmiş ve Osman KÖKSAL'ın başkanlığında yapılmış ve saat 20. den 24.00'e kadar devam etmiş bir toplantıdır. Ev sahibi İlhan ÜNDEĞER ve eşinin toplantıdan önce evden ayrılmış oldukları cihetle toplantıda bulunmadıkları anlaşılmıştır. Toplantıya gelenler tedbir olarak gerek gelişlerinde ve gerekse toplantı esnasında sık sık testler yapıp etrafı tarassut etmişlerdir. Toplantı, MİT elemanı raporuna müstenittir. (Dosya 1. Dizi 23-24).
Bu toplantıda;
………………………………………………
Adnan ARABACIOĞLU bu defa Doğan AVCIOĞLU'na: “Sivil demek 3-5 kişi demek değildir. İsim sormuyorum, bazı gruplarla temas halinde misiniz? Tabanınız var mı, bunlara ne ölçüde etki yapabilirsiniz” tarzında bir soru yöneltmiş,
Buna karşılık Doğan AVCIOĞLU: “Sosyal Demokrasi Derneklerini ele geçiriyoruz. Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Devrimci Gençlik Federasyonu bizden.” cevabını vermiştir.
Bilâhare Adnan ARABACIOĞLU izlenecek dış politika ile ilgili olmak üzere: “Dış politikamız ne olacaktır” sorusunu sormuş. AVCIOĞLU da cevaben: “Herkesle dostluk politikası güdeceğiz, herkesten yardım alacağız.” demiş..
İlhan SELÇUK söze karışarak aynı suale cevap olmak üzere: “Bağımsız olacağız ve kabul edin ki bu Amerika'nın aleyhine olacaktır. İhtilâlin ilk bildirisinde Nato'ya ve Cento'ya bağlıyız sözlerine lüzum yok. Ama kabaca ittifaklara riayet ediyoruz der ve geçeriz.” demiş,
Bunun üzerine Adnan ARABACIOĞLU İlhan SELÇUK'a : “Nato'dan çıkacak mısınız?” diyerek konuyu açıklamaya matuf yeniden bir sual sormuş.
İlhan SELÇUK: “Hemen çıkmağa lüzum yok.” diye cevap vermiştir.
Bu meyanda söze karışan Hava Kurmay Albay Fahrettin TEZEL : “Yabancılar yardımları bağımsızlığımızı zedeleyerek verdiğine göre, AVCIOĞLU herkesten yardım alıp nasıl bağımsızlığımızı koruyacak. Burada bir mantık hatasına düşüyor.” şeklinde bir konuşma yapmıştır. ……………………………………………”
31 ARALIK 1970, ANKARA,
DOĞAN AVCIOĞLU'NUN İŞ YERİ:
Ankara'da Doğan AVCIOĞLU'nun bürosunda Doğan AVCIOĞLU ile Osman KÖKSAL, soyadı tespit edilememiş, Cengiz isimli bir şahıs ve yine ismi tespit edilemeyen fakat Albay olduğu anlaşılan bir kimse arasında yapılmış bir toplantıdır. Ses bandı ve tapesine müstenit bulunmaktadır. (Dosya. 1. Dizi: 253-272)
Bu toplantıda;
Kimliği meçhul şahıs; Polatlı ile teması olup toplantı için kendisini zamanlı zamansız çağırdıklarını ve bazı gençleri ayarladığını, bu arada Fethi GÜRCAN'ın oğlu Yiğit GÜRCAN (Ömer Gürcan T.Ç) ile de temas kurduğunu ve bu grubun liderini de tanıdığını bildirmiş ve bu sırada Doğan AVCIOĞLU söze karışarak «Mucip» adını söylemiştir.
Aynı şahıs;
Devrim için iki gündür gece yarılarına kadar toplanan gençler arasında bulunduğunu, hattâ bu arada Sarp'ın kendisini suçladığını ve diğer taraftan Orhan KABİBAY ile de teması olduğunu fakat bu şahsın hastalığı sebebiyle işlerin aksadığını bildirmiştir.
Aynı gün yine Doğan AVCIOĞLU'nu bürosunda ziyaret eden TMGT ikinci Başkanı Cengiz HARCIOĞLU ile yapılan görüşmede Doğan AVCIOĞLU bu şahıstan Sarp KURAY'ın durumunu sorarak bu gruptan vurucu güç olarak faydalanmasının mümkün olabileceği düşüncesine sahip bulunduğunu açıklamış ve ne kadar vurucu kuvvete sahip olunursa o kadar iyi netice alınacağını belirtmiştir.”
19 TEMMUZ 1970, İSTANBUL C. MADANOĞLU'NUN EVİ:
İstanbul'da Cemal MADANOĞLU'nun evinde Cemal MADANOĞLU, Osman KOKSAL, Hıfzı KAÇAR, İlhan SELÇUK ve MİT. elemanının biraraya geldikleri, bir toplantıdır. MİT. eleman raporuna müstenittir. (Dosya. 1. Dizi. 38)
Bu toplantıda;
Cemal MADANOĞLU; son olarak Hava Generali Aydın KİRİŞOĞLU ve hava Albay İlyas ALBAYRAK ile temas ettiğini, fakat sivillere daha çok önem vermeleri gerektiğini, önce dışarı da ortam hazırlayıp sonradan askerleri harekete katmayı kabul etmeleri lâzım geldiğini söylemiş ve Osman KÖKSAL'da aynı fikirde olduğunu ifade etmiştir.
Ayrıca MADANOĞLU MİT … elemanı aracılığı ile Doktor Hikmet KIVILCIMLI ve" Profesör İsmet SUNGURBEY'i sivil teşkilâtlanma mevzularını görüşmek üzere evine davet etmiş ve Mihri BELLİ ve bazı talebe liderleri ile görüşmesini temin görevi vermiştir.
12 EYLÜL 1970, İSTANBUL C.MADANOĞLU'NUN EVİ
İstanbul'da Cemal MADANOĞLU'nun evinde ve Başkanlığında Osman KOKSAL, Hıfzı KAÇAR, Öğretmen Cengiz BALLIKAYA, Öğretmen Doğan ERDOĞAN ve MİT… elemanının iştiraki ile yapılmış bulunan bir toplantı olup MİT. eleman raporuna müstenittir. (Dosya. 1. Dizi. 40)
Bu toplantıda;
Cemal MADANOĞLU; kendisinin yokluğunda neler olduğunu ve hali hazır durumu sormuş, bu arada Öğretmen Cengiz BALLIKAYA'nın, Mihri BELLİ'nin bir ajan olduğu ve Devrimci hareketi baltaladığı yolundaki sözleri üzerine de: “Biz birbirimizi itham etmeyelim.” diyerek Mihri ile konuşmak ve işbirliği yapmak niyetinde olduğunu belirtmiştir.
Ayrıca; Dev-Genç, Sosyal Demokrasi Derneği ve TÖS arasındaki işbirliğinin pratik yollarının nasıl olması gerektiği hususunda konuşmalar yapılmış ve genel olarak bütün teşkilâtlara sızmak suretiyle onların ele geçirilmesi prensibine varılarak bu konuda Öğretmen Cengiz BALÜKAYA ve Doğan ERDOĞAN'ın MİT… elemanı ile birlikte bir çalışma programı yapmaları kararlaştırılmıştır.
24 EYLÜL 1970, İSTANBUL,
C. MADANOĞLU'NUN EVİ:
Cemal MADANOGLU'nun İstanbul'daki evinde Cemal MADANOĞLU, Hıfzı KAÇAR, Öğretmen Cengiz BALLIKAYA, Avukat Hüseyin ONUR ve MİT… elemanının birlikte yaptıkları bir toplantıdır. MİT eleman raporuna dayanmaktadır. (Dosya. 1. Dizi. 41). Bu toplantıda bulunanlar ceketlerini çıkararak oturmuşlardır. Sebep de üzerlerinde teknik cihaz olup olmadığını anlamış olmak idi. Bu toplantıda;
Cemal MADANOĞLU; konuşmaların, insan beline takılan bir kuşak üzerine yerleştirilen bir teknik cihazla tespit edildiğini ve bu cihazın anteninin ceket yansına yakın bir yere kadar getirildiğini anlatmış ve daha sonra da, Ankara'da Rus Kültür Ataşesi'nin bir gün Devrim Gazetesi idarehanesine gelerek kâğıt üzerine “Bahçelievler'deki toplantılarınız izleniyor, Komando Birliğindeki adamınız biliniyor.” diye yazdığını söylemiştir.
Daha sonra Ordu içindeki durum incelenmiş ve Kara Kuvvetlerindeki başarısızlığa rağmen Hava ve Deniz Kuvvetleri içinde güçlü olduklarını ifade etmiştir. MADANOĞLU bilâhare, 150 - 200 kadar gözü kara adama ihtiyacı olduğunu, bunlarla ya iktidarın ele geçirileceğini veya iktidarın kendilerini hesaba katmadan iktidarda kalamayacaklarını söylemiş ve bundan sonra kendilerinin siviller arasında da yeraltı faaliyetleri yapmaları lâzım geldiği hususuna dikkatleri çekmiş.
MADANOGLU ayrıca, bir güç birliğinin zaruretinden bahsetmiş ve bunun için TÖS, DİSK, DEV-GENÇ ve TMGT'nin bu güç içinde olmasını söylemiştir. Ve Kürtçülük, Mao'culuk Lenincilik gibi aşırı hareketlerden sakınılması yolunda talimat vermiştir.
9 OCAK 1971, İSTANBUL,
MİT ELEMANININ EVİ:
İstanbul'da MİT elemanının evinde İlhan SELÇUK, Necdet DÜVENCİOĞLU, Türk Devrim Ocakları Başkanı Ahmet Güryüz KETENCİ, Raif ERTEM, Cengiz BALLIKAYA, Ali SİRMEN, Önder UÇTA ve MİT elemanının iştirakiyle yapılmış bir toplantı olup ses bantı ve tapesi ile tespit edilmiştir. (Dosya. 1. Dizi: 390-411).
Bu toplantıda:
İlk sözü alan İlhan SELÇUK: “Arkadaşlar, maksadımız elele beraberce yürümek. Şimdi bir kere hepimizin içinde bir şey yapma ihtiyacı var. İnsan tek başına bir şey yapar. Bir de beraberce bir şeyler yapar. Türkiye de beraberce işler yapmak için birtakım örgütler var; İşçi Partisi. Dev-Genç, TMGT, Devrim Ocakları, Halk Partisi, TÖS var, şu var bu var. Bunlar bir şeyler yapıyor ama bunlar birbirinden çok ayrı ve zaman zaman birbirleri ile çatışan ve çelişen gruplar halinde ortada görünüyorlar. Öğretmen olmadığım için TÖS'e gidemiyorum. İşçi Partisine girsem huzursuz bir durum oluyor. Yazar olarak Halk Partisine girsem büsbütün olmaz. Öbür dernekler de böyle, muallaktayız.
Ya ufak bir fikir ihtilâfı olduğu için, ya başındaki adamları beğenmediği için veya başka sebeplerden böyle başka bir dayanışmaya ihtiyaç duyulduğundan ötürü galiba burada toplandık. Ben şimdi amacımızı şöyle düşündüm. İlkelerimizi şöyle tespit ettim. Amacımız:
1 — Millî Misak sınırları içinde Ülke ve Ulus Birliğini esas tutarak Sosyal Adalet koşullarını gerçekleştirmek. 2 — Devrimci hamlelerle Demokrasiyi kurmak. 3 — Çağdaş uygarlığa yani sömürüşüz uygarlığa kavuşmak. 4 — Mustafa Kemal Atatürk'ün İstiklâli tam ilkesini gerçekleştirmek.
Amacımız Türkiye'de Sosyalizmi kurmaktır, diyebilirdik. Şimdi bakıyorsunuz sol kesime, bir kısmı diyor ki, amaç Sosyalizmdir. Ama ilki Millî Demokratik Devrimdir. O aşamadan sonra gelinir. Öbürü diyor ki hayır doğrudan doğruya Sosyalizme gidilir. Biri de diyor ki; Sosyalizm ne demektir. Atatürkçülük, bir kere baştan parçalanıyor. Halbuki lâflarla parçalanıyor.
Gelecekler düşünüldüğü zaman Marksist-Leninist öğreti dediğimiz kanunlara, kanunları bize anlatan şeyi düşündüğümüz zaman bir süreç içinde... bu sürecin kanunlarını iyi saptarsak şu noktalar etrafında birleşebiliriz. Madem ki bir yere doğru mert bir şekilde kesimlerde yürümek gerekiyor. O zaman elbirliği verecek kimseler bu amacın içine girebilirler diye düşündüm. Fakat bu büyük amaca giderken ilkelerimiz ne? Programımız ne? Ne yapabiliriz, ne edebiliriz, diye.
Durum muhakemesi şöyle: Türkiye'nin sol kesimindeki değişiklikler dediğimiz zaman aralarında büyük uçurumlar olan sol örgütler vardır. Bu dağınıklık, hem cesaretleri kırmakta, hem umutsuzluk gerekçesi olmaktadır. Ama bu dağınıklığı birleştirici güçte bir olağanüstü Devrimci eylem patlak vermeden durum sürecek gibidir. Salt Örgütlerin içindeki Devrimciler de karamsardırlar.
MİHRAK
Bu halde ne yapmak gerekir? Denemeler göstermiştir ki, bir yeni mihrak noktası kurup bütün Devrimci Örgütlere hâkim olma çabası, yeni bir hizip ve yeni bir ayrılık yaratacaktır. Bunun için sorunu bir iktidar ve iddia sorunu olarak değil, bir hizmet anlayışı içinde ele almak gerekir. O zaman hem kendimiz açısından yararlı olacak, hem Türkiye'deki Devrimci eylem açısından yararlı bir iş yapmış olacağız.
İlkelerimizin şöyle olacağını düşündüm.
1. Cumhuriyetçilik baş koşuldur.
2. Milliyetçilik devrimin temelidir.
3. Devletçilik kalkınmanın yöntemidir.
4. Lâiklik Cumhuriyetin tamamlayıcısıdır.
5. Halkçılık vazgeçilmez yöntemdir. Milletin içinden halk ve imtiyazlı sınıflar ayırımı, Milleti ikiye ayırıp tehlikeli çatışmalara yol açan bir durumdur.Millet içindeki imtiyazlı tabaka ve sınıfları, imtiyazlarından tasfiye ederek halk içinde eritmek ve Millî Birliği sağlamlaştırmak yolunda gereklidir.
6. Ordu Millet Ordusudur. İmtiyazlı bir sınıfın Ordusu olmak kadar, imtiyazlı Ordu olmak da Türk Devletini yıkar.
7. Ordu disiplini esastır. Türk Silâhlı Kuvvetlerinin disiplin geleneği Devrim eylemi içinde titizlikle yürütülecektir.
8. Ordu günlük politikasının dışında, Devrim ideolojisinin içindedir. Bağımsızlığın teminatı; Devrimin güvencesi Silâhlı Kuvvetlerin, Devrim Ordusu olarak zindeliğini korumasına bağlıdır.
9. Devrimi Sivil-Asker Devrimci yürütür. Devrimcilikte Sivil-Asker ayırımı yoktur. İster Asker, ister Sivil olsun Devrimcilikte Devrim üniformasıdır esas olan.
10. Devrim halkın itici gücüne dayanacak ve yürüyecektir. Atatürk'ün deyişi ile memleketin asıl sahibi ve efendisi olan köylü ve işçi yönetimde öncelikle söz sahibidir. Demokratik düzen, köylü ve işçinin yönetimde söz sahibi olması île kurulur ve işler, Devrim, Devrimlerle Demokrasiye ulaşmak ilkesindedir.
DARBE NASIL YAPILIR?
Sözlerine devamla İlhan SELÇUK; zaten bu ilkeler yazılarda, konuşmalarda söylediğimiz hususlardır. Bunlar hakkında itirazlar varsa onları konuşacağız burada. Maksat birlik ve beraberlik içinde ilkeden yürümek.
Şimdi uygulama meseleleri ve ondan önce bizim ne yapabileceğimiz konuları var, biz birtakım hizmet erleriyiz... Bizim kendi içimizde Devrim hareketine bir katkıda bulunmak iddiası var ise bunu bir çekirdek olarak bu akşam başlatmak istiyorum. Zannediyorum ki bu akşam bundan toplandık. Fakat bu çekirdek bir yerde sağlam ölçüler içinde kurulmazsa ondan sonra hayal kırıklığı büyük oluyor. Şimdi Türkiye'de birtakım iyi niyetli, hüsnüniyetli hareketler başlamıştır. Bu hareketler gelmiştir, gelmiştir bir yerde yıkılmıştır. Niye yıkılmıştır onu da söyleyeyim. Biz burada oturuyoruz, bir parti kuracağız, ama şu anda parti kurmak isteyen BEHİCE de parti kuruyor, onun yanında başka şeyler de var. Bir yeraltı örgütü kuralım desek onu da kuranlar var. Ya sandıktan çıkalım, ya darbe yapalım, iktidara geçelim.
Darbe nasıl yapılır? Orduyu elde etmekle. Sandıktan nasıl çıkılır? Bütün Türkiye'yi elde etmekle, etkilemekle. Şimdi bunların ikisi de çok büyük işler. Öyle işler ki, size biraz şey vereyim. Meselâ Sovyet Rusya'da bütün örgütler yıkıldığı zaman, ne bileyim ben, Kafkasya’da bir Stalin Örgütü ayakta durabiliyor. Yani bütün Türkiye'de bütün kuvvetleri zaptırapt altına alacak bir örgüt kurmak kimsenin nasibi değil ama devrimci istikâmette olan hareketleri destekleyecek, hizmet yapacak, iktidara geçip hizmet yapacak ve bütün Devrimci hareketleri destekleyecek birtakım hizmetler yapabilir.
İşte biz bu hizmetleri yapmak için bir araya gelmiş kadro olacağız. Bunun için bu hizmetin iktidara gelme veya maddi hiçbir çıkarı mevcut değildir. Ahmet'in hareketi bizi aşıyormuş, o iktidara daha yakınmış kıskanmayacağız onu. Mihri Behice'yi kıskanıyormuş, Behice Mihri'ye kızıyormuş. Ama o başa geçer. Aman geçsin, geçsin ki şu şeyi yapsın. İşte biz onun desteği olalım. Havacıların içinde Devrimci bir örgüt varmış, onun yanındayız. Bütün ileri hareketleri desteklemek, gerici hareketlerin karşısında olmak bizim şiarımız olacaktır.
KADROLAŞMA
Hizmet anlayışımızı şöyle maddeleme imkânı oldu.
1- Bütün sol örgütleri bir irade altında toplayacak Merkez olma iddiasında değiliz. Her bir örgütün kendi içindeki bağımsızlığı, her bir örgütün içinde bulunduğu ortam ve koşullara göre hareket etmesi zorunluluğunu kabul etmek gerçekçi bir görüştür.
2- Birleştiriciyiz. Her bir örgütün birleşmesi için gerekli ortamı yapmak, çaba göstermek, soldaki çatlakları yapıştırmak için hoşgörü ve elâstikî olmak gerekir.
3- Bütünleştiriciyiz. Çoğu zaman ayrılıklar Devrimci teorinin iyi saptanmamasından, ya da kişisel itişmelerden doğmaktadır. Bu hastalıkları iyi etmeğe çalışarak bütünleşmeğe önem vermeliyiz.
4- Devrimci kesimin vurucu güçleriyle önce Sivil güçler arasında uçurumlar kazmak Emperyalizmin stratejisi ve taktiğidir. Bu taktiği boşa çıkarmak için elden ne gelirse yapılmalıdır.
5- Çeşitli örgütler arasında zincirin halkaları gibiyiz. Bu örgütlerin içinde bulunan arkadaşların, örgütler arası düşünce ve eylem birliğini sağlamak için çalışmalıdır.
6- Devrimci düşüncenin eylemde doğru yola girmesi için ağırlığı o yana kaydırmakta, gerekince ağırlığımızı koyarak yön tayininde etkili olmak görevimizdir.
7- Geleceğe hazırlık için, geleceğin toplumuna ait tasarı ve plânları, yapıcı açıdan hazırlanmalıyız.
Bu günkü topluma eleştiri açımızdan bakılmakta, ama eski kurumların yerine nasıl ve hangi kurumların konacağı sorusu açık kalmaktadır. Bu açığı kapamak için çalışacağız.
İlhan SELÇUK sözlerine devamla: “Yani arkadaşlar el ele verirsek bizim kadrolaşma hareketimiz iktisatta, hukukta, Askerî kesimde, bankacılıkta ve anayasacılıkta, devlet teşkilâtında, şurada, burada birtakım yardımcıları olacaktır. Bütün bunlara geleceğin Türkiye'sinin nasıl olacağı konusunda çalışmalar yaptıracağız. Bu çalışmaları değerlendireceğiz, birleştireceğiz. Kadrolaşma böyle oluyor, bu şart. Bankaları devletleştirelim diyoruz değil mi? Nasıl devletleştireceğiz? 29 tane banka var. İşte bugün radyodan ilân edildi. Nasıl birleştireceksin. İşte birtakım çalışma kuralları koymuş oluyoruz. Bunun dışında bir de araçlarımız var, bir de uygulama yöntemlerimiz var. Buraya kadar olanlar için bilmiyorum bir itirazınız var mı?” demiş.
SAĞA DA GİDER SOLA DA
Cengiz BALLIKAYA: “İlhan SELÇUK'un söylediklerine aynen katılıyorum.”dedikten sonra Orduyu karşılarına almadıklarını bundan önceki toplantılarda da bu yolda karara vardıklarını söylemiştir.
İlhan SELÇUK: “Bugün Ordu öyle bir durumda ki, diyelim ki ileriye açıktır. Fakat bir harekete geçtiği vakit bugün olduğundan daha sola gidebilir.. Hem de duruma göre sağa gidebilir. Yani bunun garantisi yoktur. İşte onun garantisini ancak bizim kesimdeki gelişmeler yaratacaktır. Yani biz bunu şöyle formülleştirebiliriz. Biz orduya tabi değiliz, Orduyu etkilemeye çalışacağız.”
Söz alan Raif ERTEM: “Bu toplantının iki amacı var. Birincisi, hali hazırdaki durumda bir hareket, biz devrime kadar neler yapabiliriz, nasıl yapabiliriz. Bugün birçok teşkilâtlar var. Dev- Genç, TMGT, TÖS var, Ordu var. Birçok teşkilât var. Amacımızı, prensiplerimizi bu gruplara biz nasıl empoze edebiliriz. Devletleştirmekten ne anlıyoruz? Devletleştirme nedir? Hattâ sınıf meselesi. Bu laflar çok laflardır. Devrimden sonra dış ticaret nasıl, Bakkallar nasıl teşkilâtlandırılır? Beyoğlu'ndaki bir sürü o ufak dükkânları nasıl kaldırırız?:.”
İlhan SELÇUK: “Devletçilik şöyle ilerleyecek. Devletçiliği ilkelerimizde şöyle saptadık. Devletçilik kalkınmanın yöntemidir. Devletçilik her mahallede bir milyoner politikasına değil, halka dönük devletçilik olacaktır... Halkçılık vazgeçilmez yöntemdir. Beşinci maddede böyle saptadık. Devletçilik ile halkçılık birbirlerine bir yerde kapanıyor. Onuncu maddede, Devrim halkın itici gücüne dayanacak ve yürüyecektir. Atatürk'ün deyişiyle Memleketin asıl sahibi olan köylü ve işçi yönetimde öncelikle söz sahibidir» dedi. Tabiatiyle fabrika yönetiminde de demokratik düzen köylü ve işçinin yönetiminde söz sahibi olmasıyla kurulur ve işler.
Devrim devrimlerle Demokrasiye ulaşmak ilkesindedir. Devrimcilik tek başına süreç olarak alınmıyor zaten. Ondan sonra ayrıca bir de uygulama yöntemleri var. Bir de ayrıca bu noktaya gitmek için araçlar var. Araçlara geldiğimiz zaman, orada Devrimci Parti aracını göreceğiz. Devrimci Parti, öğretmenler, gençlik ve ordu. Araçlar, Devletçiliğin halkçılığa, işçiye, köylüye dayandığını ortaya çıkaracak.”
Ali SİRMEN: “Halkçılığa şöyle bir teklifim var: Türk ulusunun maddi ve manevi değerinin yaratılmasında alın teri bulunan ve maddî ve manevî değerlerinin en iyi şekilde yaratılmasında, bunların en iyi şekilde gerçekleştirilmesine ve ilerlemesine engel olmayan kişiler Türk halkının ayrılmaz parçalarıdır, dersek o zaman ithalâtçı, ihracatçı yok Moranolar bilmem neler engel oldukları için, yani belirli bir üretimde engel oldukları için, kolaylıkla bunun dışında bırakılmış olabilir. Böylece de halka dönük Devletçilik belirtilmiş olur” demiştir.
DEVRİM ÜNİFORMASI
İlkelerin 9 ncu maddesinde yer alan Devrimi Sivil-Asker devrimci yürütür. Devrimcilikte, Sivil - Asker ayrılığı yoktur. İster asker ister sivil olsun. Devrimcilikte Devrim üniformasıdır esas olan.. Bölümü ile ilgili olarak yapılan açıklama ile ilgili olarak söz alan İlhan SELÇUK: “Bu köylüyü, işçiyi, askerin seviyesine çıkarmak demektir. Bu komünist partisinin de ilkesidir” demiş ve ayrıca ortaya konmuş olan ilkelerin yer yüzünde Baas partisinden komünist partisine kadar bütün her taraftaki Devrimci Partilerin ilkesi olduğunu ifade etmiştir.
Yapılmış olan görüşmeler sonunda maddeler üzerinde mutabakata varılmıştır.
Ayrıca da bu hizmet prensipleri altında inşasını düşündükleri Türkiye için dört amaç saptamışlardır.
1- Köylü - işçi, esnaf, küçük toprak sahibi ve milli sanayiciden meydana gelecek DEVRİM PARTİSİ kurulacaktır.
2- Siyasi parti kadrolarına eleman hazırlayacak, yozlaşmağa istidatlı kurumlara karşı Devrim ilkelerinin direnme kaynağı olacak ve bütün Anadolu'yu kapsayacak GENÇLİK ÖRGÜTÜ teşkil edilecektir.
3- Bütün toplumu Devrimci bilinç ve bilgiye kavuşturmakla görevli ÖĞRETMEN ÖRGÜTÜ kurulacaktır.
4- Millî Bağımsızlık ve kalkınmayı amaç edinen Devrim eyleminin desteği olarak, iç ve dış düşmanların karşısında bulunacak SİLAHLI KUVVETLER kurulacaktır.
5- Devrimci partiye genç subay ve öğretmenin üye olabileceği kabul edilmiştir.
Bu programların uygulama yönleri (Başlıklı kısmında)
1- Kooperatif çiftliklere dayanan bir tarım yapısı kurulması,
2- Dış ticaret, banka ve sigorta şirketlerinin
kamulaştırılması,
3- Yabancı sermaye kuruluşlarının millileştirilmesi,
4- Büyük sanayinin devletin elinde olması,
5- Ulusal ordunun gerçekleştirilmesi,
6- Amerika ile bağımlı ilişkilere son verilmesi,
7- Ulusal bir savunma stratejisi tespit edilerek bu stratejinin çizilmesinde halk savaşma önem verilmesi gibi esaslar yer almıştır.
Toplantıda ayrıca, faaliyet mensuplarının kadrolaşmayı genişliğine ve derinliğine geliştirmekle görevli olduğu, üyelerin bir kişiyi kendisine irtibat noktası seçip teması onunla yapacağı ve faaliyetlerin şimdilik İstanbul'a münhasır bulunduğu ve bilâhare Türkiye'deki Devrimci hareketlerle birleşileceği bahis konusu edilmiştir.
15 Ocak 1971 günü saat 19.30 da Ferruh ÖZDİL'-in evinde toplanmak üzere toplantıya son vermişlerdir.”
DEVRİM DERGİSİNDE görev alan ve o dönemde yazılar yazanlar, 12 Mart sonrasında Devrimci Gençliği, “silaha sarılmakla”, “goşistlikle”, “çıkmaz yola” girmekle suçlayanlar, 12 Mart öncesi aynı gençleri adeta silahlı eylemlere teşvik ediyorlardı.
DOĞAN AVCIOĞLU-GERİLLA
(Devrim, 23 Şubat 1971)
NATO’nun kuzeyden gelecek her saldırıya karşı Türkiye’yi korumayacağı, ünlü Johnson mektubuyla anlaşılınca, Genelkurmay’da bir ulusal savunma stratejisi çizme ihtiyacı doğdu: Türk vatanı, üstün hasım karşısında kendi olanaklarıyla nasıl korunacaktı? Bu sorunun cevabı gerilla idi. Bütün mazlum milletlerin, süper devlet saldırıları karşısında tek savunma yolu gerilla idi. Çok başka koşullarda yürütülen Kurtuluş Savaşımız dahi, bir gerilla hareketi olarak başlamış değil miydi?
Gerilla savaşı için hazırlanma zorunluluğu Genelkurmay’da herkesce teslim edildi. Fakat bu yolda ciddi bir adım atılmadı. Gerilla savaşı, Johnson mektubuyla birlikte unutuldu gitti...
Şimdi Türkiye’de başka tip bir gerilla savaşının belirtileri görülüyor. Bu, ülke içinde, siyasi iktidarlara egemen sınıflara ve emperyalistlere karşı bir savaş... Adına “şehir gerillası” deniyor ve bu savaşı devrimci gençliğin başlattığı öne sürülüyor.
Oysa, devrimci gençlik kitlesi, üç-dört yıl öncesine kadar, yürürlükteki hukuk düzeni içinde, Devrim’in sandıktan çıkacağı inancındaydı. Enerjisini, ilerici saydığı siyasi partilerin saflarında harcıyordu. Bu tutumda belirli ilk değişiklik, 1968 yılında görüldü: Gençlik üniversitede reform istiyordu. Aradan üç yıl geçti, hiçbir şey yapılmadı. Gençlik, kurulu düzen taraftarlarının reform yapamayacağını gördü. Reform yerine, iktidarlar, devrimci gençliğin karşısına silahlı komandolar dikti. “Fruko”lar, kırmızı görmüş boğa gibi devrimci gençliğin üzerine sürüldü. Vahşet, son SBF ve Hacettepe olayları ile görülmemiş ölçülere ulaştı. Silahlanmak ve savaşmak, “nefis müdafaası”nın gereği oldu.
Gençlerin ilerici saydığı siyasi partiler, giderek gençliğin aleyhine döndüler. Antiemperyalist eylemleri kınadılar. “Haytalar, serseriler” edebiyatı başladı. Silahlı çatışmalardan devrimci gençlik suçlu tutuldu.
Politikacılar, oybirliği ile gençliği suçlamaya koyulurken, ülkede ekonomik ve toplumsal bunalım şiddetlendi. Toprak ve fabrika işgalleri hızlandı. Köylüler, barikatlar kurdular; işçiler sokaklara döküldüler. Yargıçlar yürüdüler, vali ve kaymakamlar dahi direnişe geçtiler. “Şellefyan düzeni” bütün pislikleriyle gözler önüne serildi.
Bu iflas tablosuna rağmen, iktidarı ve muhalefetiyle birlikte siyasi parti yöneticileri, gaflet ve dalalet çizgisindedirler. Bunlar, içine düşülen çıkmaza bir çözüm getirmekten acizdirler. Ne Demirel’in düşmesi, ne de erken seçim hiçbir şeyi değiştirecek değildir. Parlamento, partilere ve meb’uslara Hazine’den para sağlamak amacıyla Anayasa’yı değiştirmeye kalkışacak kadar akıl almaz bir vurdumduymazlık içindedir. Millet Meclisi’nde Abdülhamit övülmekte, Atatürk yerilmekte ve inşa olunacak Meclis Camii’nde Cuma namazı kılınıp kılınamayacağı tartışılmaktadır.
Manzara-ı Umumiye, 1919 yılını hatırlatacak kadar karanlıktır. Devrimci gençlik, bu duruma haklı olarak isyan etmektedir. Artık hiçbir etki uyandırmayan bildiriler, toplantılar, gösteriler dönemi geçmiştir. Polis vahşeti, bunu en açık biçimde göstermektedir. Gençliğin kurulu düzeni protestosu -istense de istenmese de- en şiddetli biçimlere dönüşmektedir. İktidarın vahşet tedbirleri, kaçınılmaz biçimde devrimci şiddeti körükleyecektir.
Şehir gerillası, bu çerçeve içinde değerlendirilmelidir. Ve hatırlanmalıdır ki, egemen sınıfların yayılmasından pek korktukları gerilla, toplumun aynı isyanı paylaşan uyanık kesimlerinden destek gördüğü takdirde mümkündür. İktidarın vahşetine karşı dikilen toplumun uyanık kesimleri, devrimcilerin safında cesaretle yer aldığı ölçüde, gerilla, yenilmez bir güç haline gelir.
Türkiye’de şimdi bu koşullar hızla oluşmaktadır. Ülkede devrimci bir iktidar iş başına gelene kadar bu koşullar değişmeyeceğine ve hatta ağırlaşacağına göre, gerilla eylemlerinin büyümesi ve genişlemesi beklenmelidir. Ancak devrimci bir iktidar, devrimcilerin bugün şiddete yönelen enerjisini, ülkenin inşasına çevirebilir.
Faşizmin artan vahşetine de son vermek üzere, var gücümüzle devrimci bir iktidar için mücadele edelim.”
DELİKANLILAR-TRENİ KAÇIRMAMAK
Parti örgütlülüğünden ve disiplininden yoksun bırakılan devrimci gençler bu kargaşa içerisinde kendi göbeklerini kendileri kesmek zorunda kaldılar.
Tartışılan konu özünde yine mücadele biçimlerine ilişkin bir sorundu. DEV-GENÇ yönetimine etkin olan grup, bir yandan Beyaz Aydınlığın "İşçi sınıfının objektif şartları yoktur" önermesine ve “cuntacılığa” karşı çıkarken, “halk savaşı yoluyla devrimi”, “gerilla savaşını” savunuyor, bu öncülüğü henüz örgütlenmesi tamamlanmış “işçi sınıfı” adına “profesyonel devrimcilerden” oluşan “gerilla”nın yapacağını ve mücadele içinde “işçi sınıfı”nın örgütlenerek “partisinin” oluşacağını varsayıyordu. Ama ayrılıkların sonu gelmiyordu. “Halk savaşı” kırdan mı başlamalıydı, şehirden mi? Esprili bir şekilde KIRŞEHİR’DEN başlatılmasını önererek “Orta yolu” bulmaya çalışanlar da yok değildi.
Kontr-gerillanın cinayetleri, özellikle Taylan Özgür’ün katli ile başlayan ve devam eden cinayetler, tutuklamalar devrimci gençleri “silahlanmaya” ve “gerilla” tipi örgütlenmelere yöneltiyordu. Öğrenci liderleri birer birer vuruluyor, ya da tutuklanıyorlardı. Artık, okullarına, evlerine gidemez olmuşlardır. Bilinçli bir şekilde yok ediliyorlar veya kendi kitlelerinden tecrit ediliyorlardı.
Artık şehirlerde yaşama olanakları kalmamıştı, şehirleri kırdan kuşatmak için gerilla yaşamına başlamalıydılar. “Dağların özgür havası” onları bekliyordu.
Bu ortam, bir yandan egemen güçlerin, diğer yandan “cuntacılar”ın ekmeğine yağ sürüyordu.
Egemen güçler, giderek güçlenen halk kitleleriyle bağ kuran devrimci hareketin, kalıcı örgütlenmesini ve yükselen dalgasını önlemek için “ağlarını” germiş; “Devrimci Cuntanın” içerisine ajanlarını, ajan provokatörlerini yerleştirmiş, “balığı” başından “kokutmuş”, tespit ve tecrit etmek üzere ağa düşen devrimci subayların çetelesini tutmaya başlamıştı. Önce devrimci subaylar tasfiye edilecek, daha sonra da, su üstüne çıkan “balıklar” teker teker avlanacaktı.
“Cunta”nın sivil-asker “zinde güçleri” ise ; çepeçevre kuşatıldıklarını bile bile, dün “anarşist” diye suçladığı gençleri, “cunta”larına “zemin hazırlamak” üzere, “anarşiye” teşvik etmekten çekinmiyorlardı. Kimin eli kimin cebinde belli değildi.
Gençler, “yağmurdan kaçarken, doluya tutuluyorlardı”. Geleceği görüyor, nereden gelirse gelsin “askeri bir cuntanın” ülkeyi “devrime” götüremeyeceğini kavrıyorlardı. Ancak ok yaydan çıkmıştı. Bu kargaşa ortamında bazıları “askeri örgütlenmelerle” dirsek temaslarını sürdürürken, bazıları “Hazırlık için Filistin'e” gidiyorlardı. Fedai hareketiyle ilk bağlantılar kurulmuş, yollar öğrenilmişti. Sanki “tren kaçıyordu”. Halk savaşına bir an önce başlamak gerektiğine göre yapılacak iş, Filistin'e gitmek, silah kullanmayı, savaş sanatını, gerilla savaşı taktiklerini öğrenmekti. Orada Parti'yi de kurar, Güney'den girer, Amerikan üslerini vura vura ilerler ve halk savaşını başlatırlardı.
FİLİSTİN
1960 sonrası Türkiye'den Filistin'e ilk kez Gaziantepli Abdülkadir Yaşargün ile Mustafa Çelik isimli gençler, 1 Ekim 1968 tarihinde gitti. Mustafa Çelik, 8 Haziran 1969 tarihinde Filistin'deki bir çatışmada öldü.
Daha sonra, 1969 yılı Temmuz ayında İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencileri Ömer Erim Süerkan, Deniz Gezmiş, Cihan Alptekin, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi öğrencisi Kıbrıslı Fadıl Hasan ve Kıbrıs Türk Ulusal Öğrenci Federasyonu (KTUÖF) İkinci Başkanı Kuydul Turan ve FKF Genel Başkanı Yusuf Küpeli birlikte Filistin’e gittiler. Mahir Çayan’da bu grupla birlikte gidecekti. Ancak babasının rahatsızlığı nedeniyle gidemedi.
Filistin'de bulunduğu sırada Deniz, Naif Havatme ile görüşüyor. Yusuf Küpeli, bu konuda özetle şunları anlatmıştır:
“Bizleri Naif Havatme ile karşılaştırdılar. Deniz, büyük ve gizli bir örgütü temsil ettiğimizi, kendisinin bu örgütün sözcüsü olduğunu vb. söyledi. Burada kalıp çarpışacağız, belki öleceğiz vb. diye anlatmaya başladı. Abu Süleyman da çeviriyordu. Havatme, kibarca, 'Biz zaten enternasyonal bir tugay kurmak istiyoruz, buna katılmanız, diğer arkadaşlarınızı da getirmeniz yararlı olur’ dedi.”
Abdülkadir Yaşargün ile Deniz Gezmiş, 1969 Ağustos ayında birbirlerinden habersiz ayrı ayrı Türkiye'ye gelirler. Deniz ve Yaşargün, 26 Ağustos'ta başlayan ODTÜ Öğrenci Birliği ile FKF olağanüstü kongrelerinin yapıldığı 9-10 Ekim günleri, ODTÜ-SFK'de tanıdıkları arkadaşlarına, El-Fetih kamplarında yaşadıklarını anlatırlar.
Abdülkadir Yaşargün, kendisinin yeniden El-Fetih kamplarına döneceğini, ayrıca, gitmek isteyen olursa götürebileceğini söyler. Yaşargün'ün bu konuyu daha çok konuştuğu kişi ise Hüseyin İnan'dır. Hüseyin ve bir grup arkadaşı, silahlı mücadeleye katılmak amacıyla, bir süredir Vietnam ve Latin Amerika'da gerilla mücadelesi veren bir ülke veya Küba'ya gitmeyi düşünmektedir. Fakat Vietnam, Latin Amerika ve Küba'ya gitmek o dönem kolay değildir. En yakın yer Filistin'dir. Hüseyin ve bir grup arkadaşı, Yaşargün'le El-Fetih kamplarına gitmeye karar verir.
10 Ekim 1969 Cuma günü, otobüsle Ankara'dan Gaziantep'e gider. Burada diğer arkadaşlarıyla bir araya gelen Hüseyin İnan, Abdülkadir Yaşargün, Yusuf Tunbay Aslan, Celal Özcan, Ahmet Tuncer Sümer, Mustafa Yalçıner, Alpaslan Özdoğan, Halil Çelimli, İbrahim Seven, Fevzi Yaşar, Cemal Bağcı, Recep Alpay ve Ercen Kanar, Gaziantep'ten Birecik'e geçer.
Nizip-Karkamış istasyonundan 12 Ekim 1969 Pazar günü, trene binen 13 kişi, Fırat Köprüsü'nü geçtikten sonra arazi yapısı nedeniyle Suriye sınırına giren trenin bir rampada yavaşlamasından yararlanılarak trenden Suriye topraklarına atlar. Suriye üzerinden Amman'a geçerler, ardından El-Fetih eğitim kamplarına ulaşırlar. Kamplarda askeri eğitimin yanı sıra Türkiye'den götürdükleri bazı kitapları okuyarak teorik eğitim de yapılır. Türkiye'den gidenler, zaman zaman, İsrail denetiminde olan bölgelere düzenlenen saldırılara katılır, çatışmalara girer. 13 kişi arasında bir süre sonra öğrencilik ve yerel kültürel özelliklerden kaynaklanan bazı anlaşmazlıklar çıkar.
Gaziantep grubu, Hüseyin İnan ve arkadaşlarından ayrılır, başka bir kamp kurar. Halil Çelimli ile İbrahim Seven, kısa bir eğitim yaptıktan sonra Türkiye'ye döner. Bir süre sonra da Hüseyin İnan ile Ercan Kanar, yeni kadrolar getirmek için 9 Kasım 1969 Pazar günü Türkiye'ye gelir. Hüseyin İnan, Ankara'da Teoman Ermete'nin evinde ve ODTÜ'de bir kısım arkadaşıyla bu konuyu görüşür. Atatürk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Fakültesi Fikir Kulübü Başkanı Kadir Manga'nın Ankara'ya gelmesi için Tuncer Sümer imzasıyla Erzurum'a telgraf çeker. Hüseyin İnan, bu arada, İstanbul ve İzmir'e de gider. Hüseyin İnan, İzmir'de iken 20 Aralık 1969 Cumartesi günü yapılan 6. Filo'yu protesto mitingine de katılır.
MACERACILIK VE EKONOMİZM
Ercan Kanar da Filistin'e götürmek amacıyla Gaziantep ve Ankara'da bazı kişilerle görüşür. Filistin'de yaptıkları eğitimi Ankara'da Ulaş Bardakçı ile Mahir Çayan'a anlatır. Mahir, Ercan Kanar ve arkadaşlarının yaptığı eylemi, ''Maceracılık ve ekonomizm'' olarak eleştirir. Ulaş Bardakçı ise devrimci kitle çizgisini savunarak Kanar'a, bu işin yanlış olduğunu söyler. Ercan Kanar, aralarında Hacı Tonak'ın da bulunduğu bir gurubu Filistin'e götürür.
Hüseyin İnan, El-Fetih kamplarına katılmak isteyen ODTÜ- SFK Başkanı Atilla Keskin ve, Ahmet Müfit Özdeş, Ercan Enç, Hamid Yakup, Teoman Ermete, Bahtiyar Emanet, Ali Tenk, Hüseyin Elmacı, Halis Özkan ve Yavuz Kaçar ile Gaziantep'te buluşur. Birkaç gün burada kaldıktan sonra Suriye'ye geçen grup, yılbaşında Amman'dadır.
Tuncer Sümer Filistin’e gidişle ilgili şunları anlatıyor:
“1969 yılının Haziran ayında Ankara’da Hüseyin İnan’ı buldum; Hüseyin’in kafasında bir düşünce vardı. Yusuf Aslan’da bu düşüncelere katılıyordu. “Silahlı Mücadele” verilmesi konusunda hemfikir hale gelmiştik; yani Türkiye’de bir “Halk Kurtuluş Savaşı” nın örgütlenmesi gerektiğine…
Hüseyin İnan ‘Filistin’e gitmek gerektiğini’ söylüyordu. Sonra, Filistin’den beklediğimiz haber geldi. Gaziantep’te 13 kişi olduk, Halep’e geldik; El Fetih’teki yetkililerle temas kurarak bir gün orada kaldık. Şam’a oradan Amman’a geldik. Amman’da görüştüğümüz en önemli yetkili Ebu Cihad oldu; o dönemde ‘Filistin El Fetih Örgütünün Siyasi Şube Sorumlusu’ydu. Sonra bizi oradan aldılar. Bir eğitim kampına götürdüler. Yaklaşık 2 ay eğitim gördük. Silah söküp takma; silah kullanma; kültür fizik gibi şeylerdi. Sonra Hüseyin İnan, Türkiye’ye dönüp yeni bir grup getirdi.
Biz Filistin’e gitmeyi şunun için istemiştik: Tabii Türkiye’de ‘Amerikan Emperyalizmi’ kovulmadan gerçek ‘Devrim’in olamayacağına inanıyorduk. ‘Amerikan Emperyalizmi’ni kovmanın tek yolu ‘Silahlı Mücadeleden’ geçerdi; ama, ‘silahlı mücadeleyi vermek için önce silahın nasıl kullanılacağını; ‘Halk Savaşı’nın ne olduğunu öğrenmek gerekiyordu.
Bunu nereden öğrenebilirdik ? Latin Amerika’da öğrenebilirdik. Orası bize çok uzaktı; ya da doğrudan Vietnam’a gidip ‘Emperyalizme karşı savaşarak öğrenebilirdik. O da bize çok uzaktı. En yakında Filistin’in İsrail’e karşı yürütmüş olduğu ‘Gerilla Savaşları’ vardı. Buralarda kendimizi eğitebileceğimizi, Halk Savaşı’na böylece askeri yönden de kendimizi hazırlamış olacağımızı düşündük ve böylece gittik Filistine …..”
DİYARBAKIR TUTUKEVİ
El-Fetih kamplarında yaptıkları yirmi günlük bir eğitimden sonra Hüseyin ve 15 arkadaşı, 1 Şubat 1970 Pazar günü, Suriye sınırından gizlice Türkiye'ye girer. Grubun bir kısmı Diyarbakır'a gelir.
Hüseyin İnan, Alpaslan Özdoğan ve Mustafa Yalçıner, yanlarında getirdikleri silahları Diyarbakır surlarında bir yere gömer. Daha sonra Diyarbakır Tıp Fakültesi önünde buluşmak için anlaşılır.
Tıp Fakültesi önüne geldiklerinde fakültenin polis tarafından basılmış olduğunu gören Hüseyin, Alp ve Yalçıner, Adana'ya gitmek için Diyarbakır dışından bir benzin istasyonunda otobüse binerler. Otobüs, Gaziantep yakınlarında bir yerde jandarmalar tarafından durdurularak aranır. Yanyana koltuklarda oturan Hüseyin ile Alp, gözaltına alınır. Onlardan ayrı oturan Yalçıner, şans eseri gözden kaçar. Adana'ya, oradan da Ankara'ya gider.
Müfit Özdeş, Teoman Ermete ve Atilla Keskin ise Malatya'da tren garında yakalanır. Sonuçta, yakalananlardan Hüseyin İnan, Atilla Keskin, Teoman Ermete, Müfit Özdeş, Ercan Enç, Alpaslan Özüdoğru, Hamit Yakup, Ahmet Tuncer Sümer, Kadir Manga, Ali Tenk, Bahtiyar Emanet tutuklanır ve Diyarbakır Tutukevi'ne konur. Filistin'den dönenlerden Mustafa Yalçıner, Ahmet Erdoğan ve diğer 3 kişi, yakalanamaz, ancak yakalananların Emniyet'te verdiği ifade nedeniyle Mustafa Yalçıner ile Ahmet Erdoğan, gıyabi tevkif kararı ile aranmaya başlanır.
TEPEDEN VURUŞ’A HAZIRLIK -SADİ KOÇAŞ
1968 Eylül’ünün 16’sı; 12 Mart Darbe Hükümetinin Başbakan Yardımcısı olmasından yaklaşık 3 yıl önce, Sadi KOÇAŞ; Genelkurmay Başkanlığı eski sekreteri Kurmay Albay Ertuğrul Alatlı’nın işyerine gelir. O tarihte KOCAŞ emekli kurmay albaydır ve CHP Konya Milletvekilidir.
Alatlı’ya ilginç bir teklif yapar; kendisine Devrimci bir darbe ile kurulacak Devrim Hükümetinin başına geçmesinin teklif edildiğini, kendisinin devrimci bir kadro hazırladığını, Alatlı’nın da bu kadroda yer alıp almayacağını sorar.
Koçaş, kendine yapılan liderlik teklifini de şu şekilde açıklar: “Erdek Körfezi’nde Denizkent Sitesi’ndeki yazlığımda tatildeydim. Ağustos 1968 sonlarına doğru Ankara çıkışlı, imzasız bir telgraf aldım. Telgrafta ’.. şu tarihte, mutlaka Ankara’da bulununuz.’ deniliyordu. Tatilimi keserek istenilen gün Ankara’da bulundum. Çakı gibi bir kurmay albay evime geldi ve bana : ‘Türkiye’de Devrim yapmak için, başında büyük rütbelilerin de bulunduğu bir Gizli Teşkilatımız var. Bizler, Devrim’in Ordu’ya ilişkin tüm hazırlıklarını yapıyoruz; 27 Mayıs’taki yanlışı tekrar etmek istemiyoruz: bu nedenle Devrim Hükümetinin sivil kadrosunu da şimdiden oluşturmayı uygun bulduk. Yaptığımız çeşitli inceleme ve araştırmalar sonucunda İhtilal’den sonra kurulacak Devrim Hükümeti’nin başında sizi görmek istiyoruz. Teklifimizi kabul ederseniz, kadronuzu oluşturup listenizi bize vermenizi diliyoruz’,dedi. (Ertuğrul Alatlı 9 Mart )
Sadi KOÇAŞ bu teklifi kabul eder ve kadrosunu oluşturmaya başlar. Ertuğrul Alatlı’ya da işte bu kadro içinde görev almasını önerir. Alatlı sorar peki kadronda başka kimler var ?
Cevap çok ilginç. KOÇAŞ sayar: “ Türkan Akyol, Selahattin Babüroğlu, İhsan Topaloğlu, Özer Derbil, Atilla Sav, Memduh Aytür, Sezai Orkunt, Şinasi Orel.”
Gerçekten de çok ilginç değil mi ?
3 yıl sonra Sadi KOÇAŞ “Devrim Hükümetinin” başı değil ama “karşı-devrim” hükümetinin baş yardımcısı; saydığı isimlerin çoğu da bakanı olur.
ŞAİBELİ TUTUKLANMALAR
Bu ortamda 17 Ekim 1970 tarihinde DEV-GENÇ’in V. Kurultayı yapılacaktı. Normal olarak Atila Sarp Başkanlığındaki bir önceki yönetim (Atila Sarp, Ruhi Koç, Tuncay Çelen, İrfan Uçar, Ergün Aydınoğlu, Ahmet Bozkurt, Oktay Etiman, Nurettin Öztürk ve Hüseyin Onur) yeniden aday olacak ve muhtemelen seçileceklerdi. 15 Ekim tarihinde toplanarak Kurultayın son hazırlıklarını gözden geçirdiler. Karşılarında başka bir liste çıkacak gibi görünmüyordu.
Ancak ne tuhaftır ki, tam da kurultaydan bir gün önce Atilla Sarp ve Merkez yürütme kurulunun diğer üyeleri polis tarafından evlerinden alınıyor ve TCK 141’den (gizli örgüt kurmaktan) tutuklanıyorlardı. İddiaya göre DEV-GENÇ gizli örgüttü. Aynı gün taşradaki bazı DEV-GENÇ yöneticileri de (Malatya, Gaziantep, Adana, Balıkesir Devrimci Gençlik Dernekleri) gözaltına alınıyor ve İstanbul Bölge Yürütme Kurulunun üç üyesi tutuklanıyordu.
Daha garibi, yöneticileri gizli örgüt kurmaktan tutuklanan “gizli örgütün” Genel Kurulu, açıkça, hem de hükümet komiserinin denetiminde yapılıyor ve o güne kadar DEV-GENÇ tabanının fazla tanımadığı, Ertuğrul Kürkçü DEV-GENÇ başkanı seçiliyordu. İşin ilginç yanı bu Genel Kuruldan bir hafta sonra, 141’den tutuklanan cezaevindeki DEV-GENÇ yöneticileri serbest bırakılıyordu.
Yöneticileri “gizli örgüt kurmaktan“ tutuklu, DEV-GENÇ’in Genel Kurulu 17-18 Ekim 1970 günleri Ankara’da Yusuf Küpeli’nin divan başkanlığında yapıldı. Bu kurultay ile Ertuğrul Kürkçü, Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga Dev-Genç’e tamamen hakim olmuşlardır. Bu hakim oluş, Dev-Genç’i gençliğin devrimci bir kitle örgütü olma durumundan hızla çıkması, kitlesinden uzaklaşması ve giderek marjinalleşmesi sonucunu getirmiştir. Olmaması gereken bir şey olmuş, gençlik örgütü gençliğin demokratik kitle örgütü DEV-GENÇ, olmayan “işçi sınıfı” partisi yerine konulmak istenmiştir.
MARKSİST-LENİNİST BİR SAVAŞ PARTİSİ
1970'in Ekiminde yapılan DEV-GENÇ Kongresi, MDD içindeki ayrışmanın da netleşmesi demekti. Bu kongrede Mahir Çayan uzun bir konuşma yaptı.
Mahir bu konuşmasında:
"Devrimi gerçekleştirecek iki unsurun profesyonel devrimciler ve geniş işçi ve köylü kitlesi olduğunu, kitlelerle bağ kuruldukça örgütün sınıfsal önem kazanacağını, kurulacak örgütün düzen örgütü olmayıp bir savaş örgütü olacağını, Dev-Genç'ten üstün Marksist-Leninist bir savaş partisi kurulması gerektiğini, bu örgütlenmenin başta parti adını almayabileceğini, fakat aslında bunun bir parti olduğunu' söylemiş, ayrıca, konuşmasında, 'Milli Demokratik Devrim Stratejisinin’ nasıl kavranması gerektiğini, Milli Demokratik Devrim Stratejisinin bir savaş stratejisi olduğunu, bu devrimci savaşın görevlerinin bir gençlik örgütü (Dev-Genç) tarafından asla yerine getirilemeyeceğini; bunun bir parti örgütlenmesi içerisinde çözümlenmesi gerektiğini" anlatmıştı.
Mahir, bir savaş örgütünün önderliğinde ve devrimin işçi-köylü ittifakı temelinde emperyalizmin etkisinin en zayıf olduğu kırlardan kentlere doğru bir rota izleyerek gerçekleşeceğini de bu konuşmasında belirtmişti.
DOLAMBAÇLI YOLLAR
Bu netleşme, MDD içinde birlikte olunan Mihri Belli ile de yolların tamamen ayrılması demekti. Bu ayrılık Aydınlık Sosyalist Dergi'ye yazılan bir "Açık mektup"la ilan edildi. Mahir tarafından yazılan ve Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga ve Ertuğrul Kürkçü tarafından da imzalanan broşürde :
"Bu durumda hareket bölünmesin diye, proletaryanın devrimci ilkelerinin çiğnenmesine, Leninizm’in bayrağının oportünizm batağına sokulmasına göz yumacak mıydık?
Hayır, bin kere hayır!
Artık M. Belli'nin sağcı görüşlerinden dolayı harekete tam bir kargaşa hakim olmuştur. Bu kargaşa, hareketin hem teorik, hem de pratik ilerleyişine engel olmaya başlamıştı.
Artık, ayrılık parolamızdır.
Ve proletaryanın devrimci ilkelerini her şeyden üstün tutan, devrimci şeref ve namusu olan her devrimcinin yapacağı gibi Mihri Belli ve onun temsil ettiği akımla bütün organik bağlarımızı kestik!
Bizimle düne kadar ilkelerde hemfikir olan bazı arkadaşlar bu sağcı görüşlerin yanında yer aldılar.
Devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır. Bazıları düşerler, gerilerde kalırlar. Daha düne kadar beraber omuz omuza yürüdüğümüz arkadaşlarla artık beraber değiliz. Onlar için daha fazla duramayız. Çünkü onlar tercihlerini geriye doğru yaptılar. Onlar bataklığı tercih ettiler. Ve maalesef, namlularını bize çevirdiler. Bu mücadele sınıflar mücadelesidir. Burada el titremesine, tereddüde ve kararsızlığa yer yoktur. Sınıflar mücadelesinde proletarya yoldaşlığının dışında feodal ve ataerkil ilişkilere yer yoktur."
KEMALİZM SOLDUR
Mahir, Dev-Genç içinde herkesten çok teoriye yakındı ve hep araştırıcı olmuştur. TİP’e, MDD tezine ve Beyaz Aydınlığa karşı Dev-Genç platformunun görüşleri, eleştirileri büyük ölçüde onun kaleminden çıkmıştır. Kurtuluş savaşı ve Kemalizm konusunda yaptığı tespitler de vardır.
“Kemalizm, Emperyalizmin işgali altındaki bir ülkenin Devrimci-Milliyetçilerinin bir milli kurtuluş bayrağıdır. Kemalizm’in özü emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizm bir burjuva ideolojisi veya küçük burjuvazinin veyahut asker- sivil bütün aydın zümrenin ideolojisi saymak kesin olarak yanlıştır.
Kemalizm küçük burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin, milliyetçilik tabanında antiemperyalist bir tavır alıştır. Bu yüzden Kemalizm soldur. Milli kurtuluşçuluktur. Kemalizm devrimci milliyetçilerin emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur. Dünyada ilk muzaffer olmuş bir halk savaşını veren radikal milliyetçiler, bu bakımdan ülkemizin –kökeni Osmanlı alt bürokrasisinin ilericiliğe dayanan– bir orijinalitesidir. Kemalistler için ülkemizdeki asker-sivil aydın zümrenin jakobenleri diyebiliriz.” (Mahir Çayan bütün yazılar sayfa 398)
BİÇİMLENME
Mahir Çayan’a göre DEV-GENÇ aşılmalı, hareket partileşmelidir. Mahir bu dönemde yaptığı bir konuşmada bu ihtiyacı şöyle belirtir:
"Ayrıca Dev-Genç örgütlenmesi düzen örgütlenmesidir. Oysa yaptığı iş düzenle savaştır. Bu ikisi arasında bir çelişki vardır. Bu çelişki ortadan kaldırılmalıdır."
Esasında bu görüş, oldukça uzun süre önce netleşmişti. İlişkiler buna göre biçimlenmekteydi. Daha 1969 kışında SBF'de Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Hüseyin Cevahir, İlhami Aras, ODTÜ'de Ulaş Bardakçı, İrfan Uçar, Münir Aktolga kendi iç disiplini olan bir "gizli" örgütlenme temelinde anlaşmışlardı. Daha sonra bu ilişki ağına mühendis Bingöl Erdumlu ve işçi Necmettin Giritlioğlu da katıldılar.
Çekirdek örgütlenme ODTÜ'den Aktolga-Bardakçı ve SBF'den Küpeli-Çayan'dan oluşuyordu. Grup 1970 yazında oluşturdukları plan doğrultusunda yoğunlaşma bölgeleri tespit ederek Anadolu'ya dağıldı.
PROVOKASYONLAR SÜRÜYOR
Karşı güçler de boş durmuyor, provokasyonlarını sürdürüyordu.
20 Ocak 1971’de üniversitelerdeki eylemleri engellemek için yeni bir yasa tasarısı hazırlandı. Yeni saldırılar başlamıştı. Bu saldırıların hedefleri arasında öğretim üyeleri de yer alıyordu. Sağ ve sol, kuşatma altında boğuluyordu. TÜRKEŞ’in gençleri silahlı saldırıyı artırırken, Orhan KABİBAY da işbirliğine aldığı gençlere sağı solu bombalatıyordu.
ODTÜ Rektörü Erdal İnönü, öğretim üyeleri Mümtaz Soysal ve Uğur Alacakaptan’ın evleri bombalandı.
Sarp Kuray anlatıyor ve soruyor:
“İttifak” oyununda bizim nasibimize doğrudan Faruk Gürler ve Muhsin Batur’a bağlı “Orhan KABİBAY – İrfan Solmazer – Numan Esin – Talat Turhan” çetesi düştü.
Bu çete elemanlarından Orhan KABİBAY şimdi yaşamıyor, kalan üçlüye tüm kamuoyu önünde açıkça ve cevaplanması dileğiyle 1976’dan beri tekrarladığım aşağıdaki soruları yeniden soruyorum.
1- Bizlerin ; yani has adamınız Kemal Kayacan’ın, donanma komutanı olduğu dönemde ordudan atılmış denizcilerin yaptığı Taksim soygununun arkasındaki istihbarat verenler, bizi bu soyguna yönlendirenler, kesik imzalı pusulalarla randevu tespit edenler ve tutuklanmamızı fırsat bilip paralara oturanlar kimlerdir?
2- Yükseliş Kolejine konulması istenen ve konulan bomba yönlendirilmesinde, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un MGK de yapacağı bir konuşmanın alt yapısı hazırlanmak istenmiş midir? Bu eylemin kararını kimler almıştır?
3- Deniz Gezmişlerin Ankara’da saklanması için sizlerden dayanışma istediğimi noktada eski Tarım Bakanı Turhan Şahin’in özel arabasını bizlerin kullanımına bırakırken bu kararınızı kime onaylattınız? Turhan Şahin o dönemde kimlerle ne iş yapmaktadır?
4- 12 Mart sonrasında ispiyoncu Atıf Erçıkan’ın evinin bombalandığı günün sabahı bizler ( denizciler – Askeri tıbbiyeliler ve bir kısım Dev-Gençliler ) sizlerden hangi yardımı istemişizdir? Bize verilen ret cevabı kimler arasında kararlaştırılmıştır? Önerdiğimiz eylemin içeriği nedir?
5- Çetenizin elemanlarından MBK cı TIR cı Numan Esin’in 12 Mart sonrası sahibi olduğu Vatan gazetesinde bütün uyarılarımıza rağmen hangi “proleter devrimciler” görev almışlardır? Kimler yazar, röportajcı, olarak bu çalışmaya katılmışlardı? Gazetenin politik çizgisi hangi çizgide ve nasıl belirlenmiştir?”
SICAKLIK ARTTIRILIYOR
Kısa bir süre sonra 21 Ocak 1971’de ODTÜ süresiz olarak kapatıldı. 25 Ocak günü AÜ SBF’de polisin saldırısına devrimci öğrenciler direnerek cevap verdiler.
10 Şubat’ta Hacettepe Üniversitesi Senatosu üniversiteyi ve yurdu kapattığını açıkladı. Devrimciler ve tüm gençlik, okulları açılana kadar üniversiteyi terk etmeyeceklerini açıkladılar. Direnişe saldıran polis onlarca öğrenciyi yaraladı.
28 Şubatı 1 Marta bağlayan gece, Kırıkhan'daki Hamidiye Camii'nde bir bomba patlamıştı. Caminin caddeye bakan penceresinde 4.5 metre uzunluğunda dinamit fitili bulunmuştu. Halil Çeken adlı bir yurttaş, savcılığa giderek, fitilin uzandığı yöndeki evde Ali Çalışkan adlı bir Ülkü Ocaklı'nın oturduğunu, eylemin kışkırtma olmasından kuşkulandığını söylemişti. Dinleyen bile olmamıştı.
2 Mart günü Türk Ocağı, Ülkü Ocakları, Hayır İşleri Cemiyeti, Esnaf Kefalet Kooperatifi, Kuvayı Milliye Cemiyeti ve Türkiye Milliyetçi Öğretmenler Derneği ortak bir bildiri yayınlamışlar ve "Düşman ordusunun yapmadığını bu dinsiz komünistler, mukaddes camiimize bomba koyarak tahrip etmişlerdir. Cuma günü namazından sonra bu olayı protesto için bir yürüyüş yapılacaktır. Bütün Müslümanların buna katılması gerekmektedir" demişlerdi.
5 Mart Cuma günü sabahı, Malatya İmam Hatip Okulu'nun mehter takımı kasabaya getirildi. Cami hoparlörlerinden yürüyüşün yapılacağı duyuruldu. Malatya, Osmaniye, Dörtyol ve Maraş'tan da yürüyüşe katılmaya gelenler vardı. Topluluk, Kaymakamlık binasına doğru yürüyüşe geçti. Kaymakam kalabalığa, yürüyüş yapılmayacağını söyledi. AP İlçe Başkanı Ahrazoğlu ise, "Yürüyüş kanunsuz da olsa bunun mesuliyetini üzerime alıyorum. Ben burada inkılâp yapacağım. Dinsiz solculara hesap soracağız." dedi.
Namazdan sonra topluluk, dere kıyısından getirtilen taşları da alarak yeniden Kaymakamlığa yöneldi. Kasabanın matbaası ateşe verildi. Bir astsubay havaya ateş açarak kalabalığı durdurdu. Matbaa'dan Ali Göçmen ve Şaban Bakır adlı çalışanları asker kurtardı. Kalabalık bu arada Kanatlı Caddesi'ne varmıştı. Ve olanlar burada oldu. CHP'li, TİP'li ve Alevi olarak tanınanların mağaza ve dükkanlarına saldırıya geçildi. Gasip İnsal linç edilerek öldürüldü. Bir çok kişi ağır yaralandı, yaralananlardan ikisi hastaneye kaldırılırken öldü.
BAHANE-5 MART ODTÜ
5 Mart 1971 tarihinde, THKO önderi Deniz Gezmiş ve bazı devrimcileri arama bahanesiyle ODTÜ yurtları polis ve jandarma tarafından sarıldı. Öğrenciler barikat kurarak direnişe geçtiler.
Jandarma ve Komando birlikleri ODTÜ'ye sevk edildi. On saate yakın bir çatışma yaşandı. Jandarma Albay Mehmet Öztoprak, bu işin aslında toplum polisinin işi olduğunu vurgulayarak, aramanın polisçe yapılmasında diretti.
Saatlerce sonra ODTÜ'ye girildi. 1500 dolayında öğrenci spor salonunda, 400'den fazlası da Emniyette sorguya çekildi. 14 Savcı görevlendirildi. Albay Öztoprak, 30 bin asker ve polisin yürüttüğü operasyona karışıp öğrencileri tahrik eden AP'li Belediye Başkan Vekili Muhlis Şenöz'ün de sorgulanması gerektiğini söyledi. Kimse umursamadı.
Olaylarda öğrenci Şener Erdal, Jandarma eri Mevlut Meriç ve aşçı Aziz Yalta ölmüş; bir Üsteğmen, beş er ve yirmi öğrenci de yaralanmıştı.
Demirel, "ODTÜ komünizme karşı bir ilim yuvası olmak için kurulmuştu" derken aynı anda ABD Senatosu'nda Çoğunluk Grup Başkan Vekili Byrd de, "Amerikan vergi mükellefinin parasıyla Amerikan aleyhtarı genç devrimciler mi yetiştirilecek? Bu üniversiteye yardım kesilmelidir" savındaydı.
ODTÜ'de aranan hiçbir sol eylemci bulunamamıştı. Ama Ekrem Göksu, Şahap Kocatopçu, Ahmet Tokuş, Fahir Armaoğlu, Vecdi Diker, Akif Tuncel ve Osman Bozok'lu Mütevelli Heyeti, aradığı fırsatı bulmuştu. "Politik davranışlarda bulunmak"la suçladıkları Akademik Konsey'i lağvettiler. Rektör Prof. Dr. Erdal İnönü kararı protesto ederek görevinden çekildi. Rektör Yardımcısı Ertan Acaroğlu, İdari İlimler Fakültesi Dekanı Yaşar Gürbüz ve Mühendislik Fakültesi Dekanı Erdoğan Tekin ile Vekili Sedat Özkol, Mütevelli Heyet tarafından üniversiteden uzaklaştırıldılar.
5 Mart günü ODTÜ öğrencileri saldırıları protesto için Eskişehir yolunu trafiğe kapattılar.
8. BÖLÜM
SAVAŞSIZ VE SÖMÜRÜSÜZ BİR DÜNYA
Çatışma-Katlediliş-Lekesiz Bayrak
KENDİ GÖBEĞİNİ KESME
1970’li yıllardan itibaren bir işçi sınıfı partisinin varlığından disiplinli önderliğinden yoksun gençlik kendi göbeğini kesmeye, olmayan “işçi sınıfı partisi” yerine kendi örgütlenmelerini yapmaya başlamış ve bunun sonucu olarak da bir takım örgütlenmeler ortaya çıkmıştır.
1- THKO – Deniz GEZMİŞ
2- THKP/C –Mahir ÇAYAN
3- TİİKP (TKP/ML –İbrahim KAYPAKKAYA)
PARTİ ORDUDAN DOĞACAK
1969 yılının sonlarına doğru, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO)’nun temelleri atılıyordu. Üniversitelerde başlayan ve giderek köylerde toprak, şehirlerde fabrika işgallerine ve grevlere dönüşen devrimci hareket ve gelişen bu hareketi kırmaya yönelen karşı-devrimci dalga devrimci gençleri yeni arayışlara yöneltmişti.
ABD büyükelçisi Komer’in arabasının yakılması olayına katılan ODTÜ öğrencileri ve ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü üyeleri Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Sinan Cemgil ve Taylan Özgür bir öğrenci hareketi olma noktasından çıkan devrimci mücadeleyi “halk örgütlenmesine” taşıyacak, bu uğurda ölümü göze alacak inançlı ve yürekli kadrolardan oluşacak bir “örgüt” oluşturmaya karar verdiler.
Hüseyin İnan’a göre, “sol” adına hareket eden mevcut oluşumlar yetersizdi. TİP ve Mihri Belli önderliğinde yürütülen mücadelenin başarı şansı yoktu. Örgütlü bir “halk hareketi” oluşturulmadan “Ordu içindeki” devrimci örgütlenmeler yoluyla iktidara gelinse bile, bu iktidar “halkın iktidarı” olamayacak, 27 Mayıs İhtilali gibi emperyalizm tarafından kuşatılarak, karşıtına dönüştürülebilecekti. Ancak ne var ki, gündemde “sol” bir askeri hareket söz konusu idi ve “ordu” bir iç çatışmanın eşiğine gelebilirdi. Bu durumda “halk güçlerini” örgütleyerek devrime önderlik edebilecek “Parti” oluşturulabilirdi. Küba deneyiminde olduğu gibi “ ordu partiden değil, parti ordudan doğacaktı."
KIR -ŞEHİR GERİLLASI
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) fikri bu anlayıştan doğdu. Öncelikle silahlı mücadele yöntemlerini öğrenmiş kadroların oluşturulması gerekiyordu. Bu hedef doğrultusunda Filistin'de eğitime giden Hüseyin İnan, Tuncer Sümer, Teoman Ermete, Atila Keskin, Ercan Enç ve Müfit Özdeş, 1970 baharında geri dönüş yolunda, Diyarbakır'da yakalanarak tutuklanırken, dışarıda kalan Mustafa Yalçıner, Ahmet Erdoğan, Yusuf Arslan ve Gülay Özdeş ODTÜ içinde eleman kazanmayı sürdürdüler. Diyarbakır cezaevi, cezaevinde tutuklu arkadaşlarını ziyarete gelen devrimci gençlerin buluşma ve görüşme yeri oldu.
Diyarbakır’da tutuklananların tahliyesinden sonra, 1970 Eylül ayında Bursa cezaevinden çıkan Deniz Gezmiş de ODTÜ’ye gelerek oluşuma katıldı. Bu süreçte, Müfit Özdeş ve Ercan Enç gruptan koptular.
1971 başında, Malatya Akçadağ'da devrimci köylü hareketleri oluşumu içinde bulunan Teslim Töre, Hacı Tonak, Metin Güngörmüş, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan ile ilişkiye geçen grup, yapılan işbölümü sonucu bu kadro önderliği altında kır gerillası oluşumu sürecini başlatırken; Ankara'daki diğer kadrolar ise silahlı mücadele için şehir gerillası yapılanmasını örgütlediler.
ŞEREFLE ÖLMEK-KENDİNE GÜVENMEK
THKO 11 Ocak 1971 tarihinde İş Bankası Emek şubesini soyarak harekete geçti; 15 Şubat 1971’de Amerikalı bir çavuşu Balgat'taki Amerikan üssünden kaçırdı.
4 Mart günü de NATO'nun Kepekli Boğazı'ndaki Elektronik Taburu'nda görevli ABD'li erler Larry Heaver, Richard Carazci, James Cholson ve Çavuş Jimmy Sexton isimli 4 Amerikalı çavuşu kaçırdılar.
Anadolu Ajansı'na gelen silahlı üç kişi ise, THKO adına kaçırılan dört ABD'linin iade koşullarını açıklıyorlardı:
- 400 bin dolar fidye,
- Tutuklu tüm devrimcilerin salıverilmesi,
- THKO'nun amaçlarını açıklayan bir bildirinin radyodan ilanı.
Eğer koşullar kabul edilmezse, dört Amerikalı 36 saat içinde kurşuna dizilecekler, radyoevi ve ajans binaları havaya uçurulacaktı.
THKO’nun amaçlarını açıklayan bildiri şöyleydi.
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusunun Sesidir.
1. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu halkımızın bağımsızlığının silahlı mücadeleyle kazanılacağına ve bu yolun tek yol olduğuna inanır.
2. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu bütün yurtseverleri bu kutsal mücadele saflarına çağırır ve hainlere karşı giriştiği kavgaya en son savaşçısına kadar devam edeceğini bildirir.
3. Amacımız Amerika’yı ve bütün yabancı düşmanları temizlemek, hainleri yok etmek ve düşmandan temizlenmiş tam bağımsız Türkiye’yi kurmaktır.
4. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu ezilen halkımızın öncü gücüdür, halkımızın Kurtuluşu dışında hiçbir harekete girişmez.
5. Halkımıza şunu duyururuz: Düşmanın zenginliğine, sayısına, imkanlarına ve dehşetine aldırmayınız. Düşmana boyun eğmeyiniz, haklarımızı zorla alacağız, çünkü onlar her şeyi bizden zorla alıyorlar.
6.
Bütün Yurtseverler: Şerefsiz yaşamaktansa şerefle ölmek, yalvarmak yerine zora başvurmak, başkasına değil kendine ve kendin gibi olanlara güvenmek, nerede ve nasıl olursa olsun hainlere boyun eğmemek parolamızdır.
Devrimciler: Barışçıl şartlar içinde mücadele metotlarını bırakınız. Halk kitlelerini Kurtuluşa götürecek olan şiddet politikasını temel alan silahlı mücadeleye THKO’nun saflarında katılınız. Ulusal Kurtuluş savaşının haklı bayrağını emperyalizmin saldırgan politikasına karşı hep beraber dalgalandıralım.
SİLAHLANMA- SİYASAL YÖNTEM-TIKANMA
THKO’nun eylemlere başlaması, THKO adının duyulması ve bünyesinde Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil gibi tanınan ve sevilen gençlik liderlerinin bulunması, devrimci saflarında kısa zamanda sempati yaratmış, “silahlı eylem” olgusu, bir başka açıdan tartışılır olmuştur.
Planlı bir şekilde gençliğe dayatılan meşru müdafaa çizgisindeki silahlanma, bu aşamadan sonra silahlı mücadelenin bir siyasal yöntemine dönüşmüştür.
Ne var ki bu gelişmeler, aynı zaman devrimci gençliğin tüm örgütsel ve ideolojik engelleri aşarak açmaya başladığı kitle kanallarını tıkamaya ve kazanılan birikimleri kaybettirmeye başlamıştır. Geniş gençlik kitlesi o güne kadar birlikte oldukları, omuz omuza mücadele ettikleri arkadaşlarını ancak “resmi medya”dan, gazetelerin “çarptırılmış” haberlerinden ve “fısıltı” gazetesinden takip eder olmuştur.
KIRSAL ÜS NOKTALARI-ÇABALAMA
Rehineler 10 Mart günü serbest bırakıldı. Dört ABD'liyi Amaç Apartmanı'nda serbest bıraktıktan sonra Sinan, Deniz, Yusuf, Emek'teki subaylara ait eve gelirler. Orada bir gece kalan Sinan, Deniz ve Yusuf, daha sonra, Koç Yurdu'nun arkasında bulunan Barınak Oteli'nin yanındaki bir eve geçerler.
12 Mart Muhtırası verilir bu sıra. Hüseyin İnan 'ın değerlendirmesi şöyledir: ''Gelen sağ bir darbedir. Amaçları bizi ezmektir.''
ODTÜ yurtlarının çatışmalar sonucu kapatılmasının ardından, şehir kadroları kırsal üs noktalarına gitmek üzere ayrıldılar. Ancak Deniz Gezmiş ve Yusuf Arslan 16 Mart'ta Sivas'ta; Hüseyin İnan ve Mehmet Nakiboğlu ise 21 Mart'ta Kayseri'de yakalandılar. Böylece, THKO kıra geçmeyi başaran Sinan Cemgil komutasında kırsal faaliyetlerini, ve İstanbul'da kalan Cihan Alptekin komutasında şehir faaliyetlerini yeniden organize etmek zorunda kaldı. 31 Mayıs günü Malatya Kürecik ABD radar üssünü basmak üzere yola çıkan gruptan, çıkan çatışmada, Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan ve Kadir Manga vurularak öldürüldü (Nurhak Katliamı), diğerlerinin büyük kısmı ise yakalandı.
THKO'nun İstanbul kolu ise mali kaynak sağlama amacı ile eylemlerini sürdürdü. Bu gruptan, Ömer Ayna Unkapanı soygununda yakalanırken, İbrahim Öztaş İzmir'de polis tarafından öldürüldü. Peşi sıra, Cihan Alptekin, Tayfun Cinemre, Osman Bahadır, Oktay Kaynak, Zerruk Vakıfahmedoğlu yakalanınca, THKO'nun eylem ve faaliyetleri dışarıda kalan Nahit Töre ve Fevzi Bal aracılığı ile sürdürüldü.
Kasım ayı içinde Cihan Alptekin ve Ömer Ayna'nın ve ardından Kartal Askeri Cezaevi'nden THKP-C liderleri Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz'ın kaçması, ilişkileri yeniden hareketlendirdi.
ÜNİFORMA-DAYANIŞMA
Gruplara bölünmüş her biri kendini geleneğin merkezi ilan eden devrimci ortamda, her mahfil kendini ifadelendirirken diğerini yok saymaya, olmadı susuşa uğratmaya, bu da olmadı karalamaya ve sonuçta bilerek veya bilmeyerek birikimi darmaduman etmeye yönelse de, Askeri Tıbbiyelilerin 1971 öncesi süreçte mücadeleleri, başta THKO olmak üzere hayata geçirdikleri dayanışmalar, Kayseri ve Kahramanmaraş kırsalındaki çalışmaları Dev-Genç teki devrimci duruşları, ordu içindeki faaliyetleri döneme damgasını vuran yaşanmış gerçeklerdir. Nihat Erim başbakan olduktan sonra yaptığı ilk radyo konuşmasında Askeri Fakülte ve Yüksek Okulları’nı kendi ifadesiyle ‘anarşi ve terörün merkezi’ ilan etmiş ve bu ocağı eline geçirmiş devrimci asker öğrencileri hedef göstermiştir.
Bizim Deniz Gezmiş ile yaptığımız dayanışma hiçbir ön koşul olmaksızın, ciddi ve tutkun sosyalist kardeşlik içinde yapılmıştır. Hesapsız ve çok doğal bir birlikteliktir. Ankara’da, her köşede arandığı bir ortamda evden eve geçerken, benim (Sarp Kuray) atılmadan önce deniz kuvvetlerinde giydiğim üniformayı giyecek kadar da yakın arkadaşımdır. O dönemde ODTÜ’de askeri öğrenci olan öncü arkadaşlarımızdan Ömer Gürcan ve arkadaşları Hasan Ataol, Zeki Gümüşel vb. dayanışmayı yaşayan en sağlam referanslardır. Ayrıca bu dayanışma, birlikte olduğumuz Atilla Sarp ve Ruhi Koç tarafından çok farklı düzeylerde perçinlenmiştir.
GENEL KOMİTE-MERKEZ KOMİTE
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) Aralık 1970’te kuruldu ve kısa bir süre sonra eylemlere başladı.
Aralık 1970’de Ankara Küçükesat’ta bir evde yapılan toplantıda 11 kişilik bir Geçici Genel Komite seçildi. Geçici Genel Komite de üç kişilik bir Merkez Komite seçti ve yetkilerini Merkez Komiteye devretti. Geçici Genel Komitede yer alan kişiler şunlardı; Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Münir Aktolga, Ertuğrul Kürkçü, Bingöl Erdumlu, Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Sina Çıladır, Orhan Savaşçı ve Sırrı Öztürk.
Genel Komitede yapılan işbölümüne göre Merkez Komite hareketin genel gidişatından ve Kurtuluş Dergisinin yayınından sorumlu olurken, Mahir Çayan ve Münir Aktolga, ideolojik, politik görüşlerin ayrıntılı olarak hazırlanması, bunların Kurtuluş gazetesinde açıklanması, Yusuf Küpeli bu görüşlerin kitle toplantılarında sözcülüğünün yapılması görevini yüklendiler.
Genel Komite ise zaten her biri belli bir alandan gelen ve alanın ilişkilerini fiilen temsil eden kişilerden oluşuyordu ve alanlarına ilişkin sorumluluklarını sürdüreceklerdi. Ziya Yılmaz, Karadeniz'de, Ertuğrul Kürkçü gençlik içerisinde, Hüseyin Cevahir Doğu Anadolu’da, İrfan Uçar Güney Anadolu'da, Bingöl Erdumlu başkanı bulunduğu İzmir Yapı İşçileri Sendikası ve genel olarak işçiler arasında, Sina Çıladır Ereğli'de maden işçileri arasında, Orhan Savaşçı askeri kesim içinde; ideolojik eğitimin yürütülmesi, kadroların hazırlanması görevlerini üstlendiler. Ulaş Bardakçı ise esas olarak şehir gerillası hazırlıklarıyla görevlendirildi.
Parti-Cephe’nin örgütlenmesi ağırlıklı olarak gençlik içindeki kadrolardan oluşuyordu. Bunun dışında ordu içindeki örgütlenmeler ve işçiler, aydınlar içinde çeşitli örgütlü ilişkileri vardı.
Bu dönemde Mahir Çayan, örgütlenme için daha uygun olması nedeniyle İstanbul’a geçmişti, Ankara örgütlenmesinde ise Yusuf Küpeli, M. Ramazan Aktolga, Ertuğrul Kürkçü ve Hv. Yzb. Orhan Savaşçı bulunuyordu.
İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir, Afyon, Kütahya, Kayseri, Merzifon ve Diyarbakır da görev yapan havacı subay ve astsubaylar ile Hava Harb Okulunda bulunan devrimci öğrenciler 69 sonu ve 70 yılı başlarından itibaren örgütlenmeye başladılar.
THKP-C’nin Ankara askeri örgütlenmesinde Yüzbaşı Orhan Savaşçı, Eskişehir askeri örgütlenmesinde Teğmen Şükrü Sütçüoğlu, Kayseri örgütlenmesinde ise Üsteğmen Muhittin Bilgen bulunmaktaydı.
THKP-C’nin ilk silahlı eylemi 12 Şubat 1971 günü Ankara Küçükesat Ziraat Bankası eylemidir.
BİRLEŞME YERİNE PARÇALANMA
Daha önceki sayfalarda belirttiğimiz gibi, 1960 lı yıllarda yükselişe geçen ve giderek kitlelerle buluşmaya ve kitleselleşmeye başlayan Türkiye solu 1969 yılından itibaren ayrışmaya, parçalanmaya “fraksiyon” laşmaya başlamıştı. Ayrılan her grup, kendi yayın organını çıkarıyor, bu “yayın organlarında” yalnız, “sistemi eleştirmekle”; kendi görüşlerini savunmakla yetinmiyordu. Kendi dışındaki “sol” grupları da acımasızca eleştiriyordu. Çok zaman bu eleştiriler, “eleştiri” sınırlarını da aşarak “hakarete”, “küfüre” dönüşebiliyordu. Bu tutum “sol”un yeniden biraraya gelme ve güçlerini birleştirerek güçlenen kitlesel hareketlere önderlik edebilme olanağını da ortadan kaldırıyordu.
Ayrılan her “fraksiyon” önce “kendi” yayın organını, ardından “kendi” örgütünü oluşturuyordu. “İşçi Sınıfın güçlü örgütü” nün oluşmadığı, “oluşturulamadığı” ülkemizde ; herkes “kendi”, “çekirdek” partisini kuruyordu.
Aydınlık Dergiden ayrılacak olan Doğu Perinçek ve taraftarları taraftarları da 21 Mayıs 1969 tarihinde Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP)’ni kurmaya karar verdiler..
KOMİTELER-BİRLİKLER-BÜROLAR
Doğu Perinçek bu konuda şunları anlatır :
“21 Mayıs 1969 Çarşamba günü akşamı, Mihri Belli’nin annesinin Ankara Kızılay Çelikkale sokaktaki evinde yeni bir örgütlenme kurmak amacıyla toplandık. Bizim amacımız; sosyalist bir kurultay toplayarak hep beraber bir parti kurmaktı. Mihri Belli parti kurmayı reddetti. Diğerleri de dağa çıkmayı savunuyorlardı. Fikir birliğine varılmadan herkes ayrıldı. Mihri Belli’nin annesinin evinden çıktıktan sonra ben, Oral Çalışlar, Cengiz Çandar, Ömer Özerturgut ve Gün Zileli, gece yarısı Güvenpark’a gittik oturduk. “Bu böyle yürümüyor. Biz, bir çekirdek oluşturalım ve diğerleriyle de birleşmeyi amaçlayalım” diye konuştuk. Aydınlık dergisi çevresinin fiiliyatta ikiye ayrılması, yani bölünmesinden sonra Merkez Komitesini oluşturduk” (İBO İbrahim Kaypakkaya – Turan Feyizoğlu- s. 156)
TİİKP’nin ilk Merkez Komitesi şu isimlerden oluşmuştu : Doğu Perinçek, Vecdi Özgüner, Hasan Yalçın, Ömer Özerturgut, Gün Zileli, Mehmet Altun ve Oral Çalışlar. Yedek Üyeler : Bora Gözen, Ferit İlsever, Halil Berktay ve İbrahim Kaypakkaya.
TİİKP Merkez Komitesine bağlı Ankara, İstanbul, Ege Bölgesi, Doğu Anadolu Bölge Komitesi, Yurt Dışı Bürosü Komiteleri kurulur. Bu komitelere bağlı olarak da, İhtilalci Köylü Birliği, İhtilalci Gençlik Birliği, Şafak Basım Bürosu, Ordu kesimlerinde çalışmakla görevli komite, çeviri komitesi, sahte kimlik ve pasaport yapma komitesi gibi kuruluşlar oluşturulur.
PDA’CILAR
TİİKP illegal bir kuruluş olduğu için MDD içindeki bu ayrılma, ‘sol’ kamuoyuna pek yansımaz. ‘Sol’ kamuoyu, ayrışmayı Aydınlık Dergisi’nin Ocak 1970 ayı içerisinde, Aydınlık Sosyalist Dergi (ASD) ve Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) olarak iki ayrı dergi olarak yayınlanmasıyla, somut bir şekilde yaşayarak görür. Bu tarihten sonra TİİKP taraftarları PDA’cı olarak anılırlar. Bu ayrışma ister istemez gençlik hareketi içerisinde de kendini gösterir. Dev-Genç yönetiminden tasfiye edilen Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) dergisi taraftarlarının gençlik içindeki çalışmaları zayıflar, çalışmalarını Proleter Devrimci Aydılık Dergisi ve İşçi-Köylü gazetelerinin yayın ve dağıtılması şeklinde sürdürüler.
12 Mart faşizmi, diğer örgütleri olduğu gibi TKİİP’yi de hazırlıksız yakalar.
ŞAFAKÇILAR
12 Mart 1971 darbesinden sonra 30 kadar TİİKP önderi, 10-12 Nisan günleri Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde bir araya gelirler. Doğu Perinçek’in başkanlığında yapılan toplantıya; Halil Berktay, Yücel Sayman, Bülent Tanör, Nuri Çolakoğlu, İbrahim Ömer Madra, Nejat Bayramoğlu, İbrahim Kaypakkaya, Bora Sabri Özen, Vecdi Özgüner, Muzaffer Oruçoğlu, Mehmet Altun, Ayhan Özer, Halis Özkan, Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Cemil Fazlı, Abdurahman Taşçı, Mehmet Latif Güvercin, Gün Zileli, Müfit Özdeş, Ercan Enç, Ferit İlsever, Aydoğan Büyüközden, Hasan Yalçın, Atıl Ant, Oral Çalışlar katılır.
Bu toplantıda İbrahim Kaypakkaya ve beş arkadaşı özetle İşçi-Köylü gazetesinin kapatılması, köylere gidilmesi ve silahlı mücadeleye başlanılması önerisinde bulunur.
26 Nisan 1971’de başta Ankara, İstanbul ve İzmir olmak üzere 11 ilde sıkıyönetim ilan edilir.
27 Nisan 1971’de Sıkıyönetim Komutanlığı İşçi Köylü gazetesi ile Proleter Devrimci Aydınlık dergisini kapatır. Bunun yerine illegal yayın “Şafak“ dergisinin ilk sayısı 1 Mayıs 1971’de çıkartılır. Bu derginin isminden dolayı bu tarihten sonra TİİKP’liler “Şafakçılar” olarak da anılırlar.
TİİKP, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde “Parti Çalışmalarını yürütmek amacıyla, Doğu Anadolu Bölge Komitesi (DABK) adlı Oral Çalışlar, İbrahim Kaypakkaya ve Muzaffer Oruçoğlu’nun sorumluluğunda bir komite oluşturdu.
Oral Çalışlar, Kaypakkaya ile birlikte gittiği Gaziantep’te 11 Temmuz.1971’de yakalanır. Kaypakkaya kaçarak kurtulur.
Oral’ın yakalanması üzerine Komite üyeleri İstanbul’a dönerler. 1971 Eylül ayının ikinci haftasında TİİKP MYK’si Doğu Perinçek başkanlığında bir toplantı yapar. Toplantıya Kaypakkaya katılmaz. Bir eleştiri mektubu gönderir.
DERGİCİLİKLE HALK SAVAŞI
Mektupta şu görüşlere yer verir :
“.........Gerçekleri dobra dobra söylemekte sayısız faydalar vardır. Söylediklerimiz kafadan uydurulmuş faraziyeler değil, içinde yaşadığımız ve bugün kötü sonuçlarını elimizde hissettiğimiz gerçektirler. Bir düşünelim biz Mihri Belli ile ayrıldıktan sonra (öncesini saymıyorum) ne gibi faaliyetlerde bulunduk. Önceleri bir gazete ve derginin (hatta bir ara Devrimci TİP Haberleri de vardı), daha sonra bir derginin yazılması, basılması ve dağıtılması....Bütün faaliyetimizin belkemiği buydu işte. ........Hatta bizim ‘parti’ adını verdiğimiz örgütlenme bile dergicilik faaliyetine hizmet eden tali bir unsurdu. En değerli kadrolarımız, dergi faaliyeti alanında kendi günlük hayatını sürdürüyordu.........
Arkadaşlar, bütün bunlar sağ hatadır ve hem de, bütün dünya çapında devrim şartlarının (yani silahlı mücadele şartlarının ) çok elverişli olduğu ve ayrıca ülkemizde, halk kitlelerinin, devrimci mücadelenin kabardığı, hakim sınıfların şiddetli ve derin buhranlara düştüğü dönemlerde işlediğimiz hatalardır...... Peki biz halk savaşını neyle ve nasıl yürütmeyi düşünüyorduk? Yazı kurullarıyla mı? İşçi-Köylü çalışma komiteleriyle mi? Yoksa hakim sınıfların istediği zaman kapatabileceği gazetede attığımız sloganlarla mı? Bu sloganlar ne gibi bir örgütlenmeyle ve pratik çalışmayla hayata uygulanacaktı? Ben, böyle bir örgütlenme ve böyle bir pratik faaliyet bilmiyorum, bilen arkadaşlar söylesinler! Ayıbımızı örtmek için attığımız parlak ve keskin sloganlar bizi, ‘dediği başka, yaptığı başka’ bir grup haline getirmekten başka bir işe yaramadı. Ve halk kitleleriyle birleşmek ve kaynaşmak kesinlikle mümkün olmadı......
Bütün yukarıda sıraladığımız hataları, belli bir sınıf içgüdüsüne ve sınıf tavrına bağlamıştık. Bu içgüdü ‘burjuva içgüdüsü’, bu tavır ‘burjuva sınıf tavrıdır’ ve hareketimiz esas itibariyla burjuva içinde kök saldığından, onların sağladığı imkanlar vs.ye yaslandığından, yukarıdaki hatalar kaçınılmazdı. Saflarımız burjuva hayat tarzına, burjuva alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlı unsurlarla doluydu ve esasen bizzat yürüttüğümüz faaliyet, bu faaliyetin muhtevası, bu unsurları saflarımızda toplamıştı. O faaliyet, yani legal dergi faaliyeti, hakim sınıfların bir darbesiyle ortadan kalkınca, bugün ortada pek az arkadaşla kaldık ve devrimci (kelimenin gerçek anlamıyla devrimci) bir faaliyetin örgütlenmesine giriştiğimizde kadro bulamıyoruz.”
KOPUŞ-PARTİYİ RED
TİİKP Merkez Komitesi, kongrenin Aralık 1971'de yapılmasını, İbrahim Kaypakkaya ise 1-15 Ocak 1972 tarihleri arasında yapılmasını teklif etmektedir.
Yapılmasını istediği kongrenin tarihine uygun olarak İbrahim Kaypakkaya, 1971 yılı sonlarında, TİİKP'in militan kadrolarını etrafına toplamak için çalışmalar yapar. Sırasıyla peş peşe dört yazı kaleme alır ve bu yazıları, ortak bir karara dönüştürür. Bora Sabri Gözen, bu kararlar ile 1972 Şubat ayı ortalarında Avşar'a gider, parti yöneticilerine, ''İbrahim Kaypakkaya ile Muzaffer Oruçoğlu'nun partiyi reddettiklerini'' anlatır.
Bunun ardından, İbrahim Kaypakkaya ile Muzaffer Oruçoğlu, 26 Mart 1972 Pazar günü, Ege'nin Beşparmak dağlarında Doğu Perinçek ile görüşür. Doğu ile baş başa yaptığı tartışmada İbo, yazdığı yazılar temelinde iddialarını tekrar eder ve ''Ben, Parti'den ayrılıyorum'' der.
DAİMİ KOMİTE-TKP(ML)
Muzaffer Oruçoğlu, Filistin'den döndükten sonra, İbrahim Kaypakkaya ve Kabil Kocatürk ile Siverek'te bir toplantı yaparak, Filistin'de gördüklerini ve yaşadıklarını arkadaşlarına anlatır. Bu kampların Türkiye’de de kurulmasını önerir. Kaypakkaya öneriyi destekler.
İbrahim, ''Askeri kanadı olmayan örgüt olmaz. Silahlı çekirdekler kurabiliriz. Nerede bir bölge komitesi varsa, nerede bir parti örgütü varsa, 3-5 kişi de olsa, bunun bir bölümünün mutlaka silahlı gücü de olması gerekir. Partinin örgütünün olduğu her yerde bir silahlı çekirdek kurulmalı. Diyelim Siverek'te beş kişiyiz. Bunun iki kişisinin partinin askeri kolu olması lazım. Bu şekilde örgütlenmeliyiz. Bu nedenle çok çabuk bir şekilde askeri bir üs kurmamız lazım. Dediğimiz bu gençleri o zaman bu şekilde mücadele içinde partiye üye yaparız,.'' der.
Sıra “askeri örgüte” isim bulmaya gelmiştir. Muzaffer Oruçoğlu’nun önerisi kaul edilir. TİİKP terimine yakın olduğu düşünülen TİKKF (Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Fedaileri) ismi üzerinde mutabakata varılır.
Malatya, Gaziantep, Siverek bölgelerinde yapılan çalışmalardan sonra Tunceli'de de parti çalışması başlatılır. Kaypakkaya ve arkadaşları çalışmalarında artık Türkiye Komünist Partisi Marksist-Leninist TKP (ML) ismini kullanmaya başlarlar.
DAĞDA GENÇLER
TKP (ML)’nin silahlı ilk eylemi, 31 Mayıs 1971 tarihinde Nurhak’ta çatışmada öldürülen Sinan Cemgil ve arkadaşlarının, berberde traş olurken “dağda gençler olduğunu, kendisinin onlara ekmek götürdüğünü söyleyerek” yakalanmasına sebep olan, İnekli köyü muhtarı Mustafa Mordeniz’in öldürülmesidir.
İbrahim, 1972 Aralık ayı sonunda İstanbul'dan Tunceli'ye geçer.
24 Ocak 1973 de, Tunceli'nin Haydaran bölgesi Munzur dağlarının kolu üzerinde bulunan Seyithan ile Gökçek köylerine yakın Vartinik mezrasında kaldığı ev jandarma tarafından kuşatılır. İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşları, jandarmayla çatışarak kaçmaya başlarlar. Kaçmaya çalışanlardan önce Ali Haydar Yıldız, sonra İbrahim Kaypakkaya, vurulur. İbrahim Kaypakkaya, jandarmalar bakmaya gelince ölü numarası yapar. Başından kan aktığını gören ve öldü sanan jandarmalar, yakalamak amacıyla kaçanların peşine düşer. Muzaffer Oruçoğlu, kendini uçurumdan aşağı atar. Karlar içinde dereye kadar iner. Askerlerin ateşi ve bombaları altında iki saat kadar uçurumun altındaki dere yatağının içinde kalan Muzaffer Oruçoğlu ile Hüseyin Bozkurt, sonunda oradan kurtulur. Dedesi 1938'deki Dersim İsyanı'nda Haydaran bölgesinin lideri olan Ali Haydar Yıldız ölmüştür.
SER VERİP, SIR VERMEYEN
Yaralı olan İbrahim Kaypakkaya, fırsattan istifade ederek çatışma bölgesinden uzaklaşır.
İbrahim Kaypakkaya, ayakları donmuş vaziyette, 29 Ocak 1973 Pazartesi günü, Barıkbaşı Köyü Mirik mezrasında bulunduğu evde, Üsteğmen Fehmi Altınbilek ve komutasındai askerler tarafından yakalanır. 1 Şubat 1973 Perşembe günü Tunceli'den Diyarbakır'a götürülerek, Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı askeri makamlarına teslim edilir.
İbrahim Kaypakkaya, 20 Şubat 1973 Salı günü, Diyarbakır Askeri Hastanesi'nde ayaklarından ameliyat edilir. Bir gün sonra arkadaşı Bora Gözen, 1973 yılı 21 Şubat'ında Filistin'de İsrail gizli örgütü MOSSAD ajanları tarafından 7 arkadaşıyla birlikte öldürülür.
İbrahim Kaypakkaya, Diyarbakır Askeri Hastanesi'nde 56 gün kalır. Hastaneden cezaevine nakil tarihi, 17 Nisan 1973'tür. İbrahim Kaypakkaya, 19 Nisan 1973 Perşembe günü hastaneden alınarak Diyarbakır Askeri Cezaevi'nin yanında, TİKKO davasından yargılanacak olan arkadaşlarının da bulunduğu ayrı bir binadaki 3 no.lu hücreye tek başına konur. Yakalanmasından itibaren, sürekli fiziki ve psikolojik işkence altında tutulan İbrahim Kaypakkaya örgütü ile ilgili detay bilgileri inatla vermez. Tüm baskı ve eziyet karşısında dirençli ve yiğit bir karşı duruş sergiler. 17 Mayıs 1973 Perşembe günü, Sıkıyönetim ilgilileri tarafından, İbrahim Kaypakkaya'nın öldüğü açıklanır.
İbrahim Kaypakkaya, arkadaşlarınca yeni kuşaklara “ser verip, sır vermeyen” yiğit devrimci olarak anlatılır.
ELEŞTİRİLECEK OLAN
Devrimci hareketin ikinci miladı olan bu tarihsel dönemin ciddi bir eleştirisi yapılacaksa, bunun merkezine devrimci gençliği koyarak yapılması devrimci tavır olamaz. Elbette o dönemin devrimci gençleri olarak bizlerin de eleştirilmemiz gereken yanlarımız vardır. Ancak bunlar meselenin izahı için yeterli değildir.
Asıl “özeleştiri” yapması gerekenler, devrimci gençliği bir parti çatısı altında yönlendirme şansına sahipken, parti çatısı altında toplanan, gençliği dışlayanlar veya gençliği, işçi sınıfı mücadelesiyle bütünleştirecek “parti”yi oluşturmak yerine, başka güçlerin peşine takmak isteyenlerdir. Esas hesap vermesi gerekenler, kendi aralarındaki kişisel anlaşmazlıkları ideolojik kılıflara büründürerek devrimci hareketin parçalanmasına neden olan eski kuşak sosyalistleridir.
BOMBALA -TARA VE YOK OL
Burada bazı kitaplarda geçen bir değerlendirmeyi cevaplamak ve düzeltmek istiyorum. Ertuğrul Alatlı adında emekli bir Kurmay Albayın yazdığı, “Belgelerle 9 Mart 1971. Anti-emperyalist- Baasçı darbe girişimi” adlı kitapta, Emekli Deniz Binbaşı Erol Bilbilik, ben ve Deniz Gezmiş konusunda 9 Martla ilgili bazı değerlendirmeler yapmıştır:
“Bir gün KABİBAY’ın evinde toplandık. Hava kurmay albay Hidayet Ilgar, emekli kurmay yarbay Talat Turhan, emekli personel yüzbaşı İrfan Solmazer ve daha birçok kişi vardı. Bir aralık İrfan Solmazer bana : “Sen denizcileri ihmal etmişsin” dedi. “kimi ihmal etmişim” diye sorduğumda, “Deniz Gezmiş’i, Sarp Kuray’ı ihmal etmişsin. Hiç temas kurmamışsın. Ama ben İstanbul’da Ankara’da onlara mısır patlatır gibi bomba patlatıyorum.”dedi. Ben şaşırdım, yanımdaki Talat Turhan’ında -yüz ifadesinden- çok şaşırdığını anladım. “Başka ne yapıyorsunuz?”diye sordum. Yanıtı şu oldu. “Deniz Gezmiş’i, Sarp Kuray’ı falan oturtuyorum. Demokratik bir tartışmayla eylem kararı alıyoruz. Amerikan büyükelçiliğinin kapısının kurşunla taranmasına demokratik olarak karar veriyoruz. Bu demokratik tartışmada ben lider oluyorum. Emri ben veriyorum. -Deniz Gezmiş Amerikan Büyükelçiliğini tara ve yok ol diyorum. Sarp Kuray’a git şurayı bombala emrini veriyorum.” Bu işlerden KABİBAY’ın mutlak bilgisi vardı.
Dolayısıyla Deniz Gezmiş’i, Sarp Kuray’ı, herkesi kullandılar.”
YALAN SÖYLEMEKTEDİR
Deniz Gezmiş’in DÖB ve sonraki dönemde CHP içinde mevzilenmiş Orhan KABİBAY grubu ile siyasi bir ilişkisi olmuş mudur, olmamış mıdır? Bu konuları ben bilmem. O dönemde askerdim. Doğru referanslar eski DÖB'lü arkadaşlardır. Onlara sormak gerekiyor. Ancak 9 Mart öncesinde Deniz Gezmiş benimde olduğum bir toplantıda İrfan Solmazer’le hiçbir zaman yan yana gelmemiştir.
İrfan Solmazer eğer böyle bir laf ediyorsa yalan söylemektedir. Gelelim bana “git burayı bombala” emrini vermesi konusuna. Bırakın Solmazer’i hayatım boyunca bana hiç kimse böyle bir emir verme şansına sahip olamamıştır. Bundan sonraki yaşantımda da olamayacaktır. Ama benim bildiğim İrfan Solmazer Askeri Tıbbiyelilerin ve Denizcilerin dikkatini çekebilmek için bu tarz eylemlerde çok heveskar davranmıştır. Bende bu konuda arkadaşlarımın dikkatini çekmişimdir. Benim bildiğim bunlardır. Beni cevaplamak isteyen, istediği şekilde ortaya çıkıp konuşabilir. Hep birlikte izleriz.
SOSYALİST KARDEŞLİK
Aynı süreçte Dev-Genç saflarına katıldım. Atilla Sarp genel başkan, Ruhi Koç’ta genel sekreterdi. İkisi de arkadaşımdır. Dev-Genç in bu dönemi henüz daha bünyesinde gruplaşmaların tam olarak oluşmadığı, büyük gençlik kitlelerini arkasından sürüklediği coşkulu bir süreçtir. Saflarda ciddi ve tutkun bir sosyalist kardeşlik vardır.
İstanbul’da Deniz Gezmiş, Mustafa Zülkadiroğlu ve Mustafa Gürkan’ın öncülüğünü yaptığı DÖB (Devrimci Öğrenciler Birliği) lü öğrenciler, Ankara’da Yusuf Küpeli’nin başkanlık yaptığı FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) li gençlerle yapılan bir genel kurulda buluşarak TDGF (Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu) yi yani popüler ismiyle Dev-Genç’i yarattılar.
Devrimci gençliğin akademik-demokratik talepleri ile başlayan eylemliliği kısa sürede üniversite duvarlarını aşıp işçi sınıfımız ve yoksul köylülüğümüzle buluşma isteği ve kararlılığına dönüştü. Ben 11 Nisan 1971’de tutuklandığım ana kadar Dev-Genç saflarında mücadele ettim.
İKİ SİYASAL ÇİZGİ
Gençler kitleler halinde sosyalist hareketin içine doğru akmaya başlamıştır. Yükselen mücadelede iki siyasal çizgi belirginleşmektedir.
1. 50 yıllık sosyalist geleneğin devamcıları değişik yerlerde ve düşüncelerde olsalar bile, aynı geleneğin insanları olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli, TİP (Behice Boran, M. Ali Aybar- Sadun Aren) ve dışarıda da İsmail Bilen ve diğerleri..
2. 1963 ten itibaren yığınsal olarak sosyalist harekete akan ve mücadelede ikinci kanalı oluşturan gençlik gerçekliği. Bunun adı da DEV-GENÇ ve Devrimci Ordu Gençliği oldu.
DEV-GENÇ VE ORDU GENÇLİĞİ
Dev-Genç ve Ordu Gençliği platformu :
Başlangıçta sosyalist bilinç ve inanç kavramlarının gelişme zemini olarak değerlendirilmelidir. Kitlesel bir niteliğe sahiptir, elli yıllık gelenekten gelmiş önderlere ve örgütlere karşı saygılı ve itaatkar bir tutum vardır.
27 Mayıs ve 21 Mayıs yenilgilerinin, Tarihsel Devrimci gelenekten koparak getirdiği sonuçla, yoksul yığınlarla buluşma ve bir halk muhalefeti oluşturma çabası anlamında büyük bir potansiyel taşımaktadır. Anti-emperyalisttir ve tavrını Dolmabahçe’de Amerikan bahriyesi subay ve erlerini denize dökecek boyutta göstermektedir. Devrimci gençlik saflarındaki bu antiemperyalist tavır, Mustafa Kemal Paşa’nın emperyalizme ve yerli gericiliğe karşı Kurtuluş savaşını başlattığı Samsun’dan Ankara’ya kadar yürüyerek gerçekleştirilen Mustafa Kemal Yürüyüşü ile güncelleştirilmiş, 1969’da eski Vietnam kasabı, yeni Türkiye ABD büyük elçisi Komer’in Amerikan bayraklı arabasının ODTÜ’de yakılması ile altı bir daha çizilmiştir.
15-16 Haziran büyük işçi direnişinde DÖB’ lü gençler aşağı yukarı her bölgede yürüyüşlere katılmışlar, hatta bazı bölgelerde direnişin inisiyatifini ellerine geçirmişlerdir. Devrimci gençler ülkenin her yanında fındık, üzüm, tütün, çay vb. mitinglerine katılmakta ve hatta bazı bölgelerde bu mitingleri kendileri köylülerle birlikte organize etmektedirler.
Tüm bu gelişmeler derin devleti rahatsız etmiş ve devlet desteğindeki Amerikancı çeteler tarafından provake edilmiştir.
Beyazıt Meydanı’nda şehit edilen Taylan Özgür’ün ve diğer arkadaşlarımızın cinayetlerinin nerelere dayandığı bugün artık bilinmektedir.Bu saldırıların yoğunlaşması ister istemez devrimci gençlik saflarında meşru müdafaa çizgisinde silahlanmayı getirmiştir.
GENÇLİĞİ İTELEME
Bu aşamada TİP “kıpırdamayın faşizm gelir” diyerek gençliği saflarından itelemeye başlamıştır.
Kıvılcımlı’nın tespit ettiği gibi TİP içinde A.B.A’cı (Aybar, Boran, Aren) toyların bilime ve bilince tepeden bakarak işledikleri binbir taktik yanlışın bir tek özü vardır: A.B.A’cilerın yürekleri, beyinleri ya da çapları gereği, Türkiye’nin devrimci ortamını değerlendirmeyi becerememişlerdir. O yanlış değerlendirme TİP içinde ve TİP dışında bir takım çabaları bilerek veya bilmeyerek körlerin - sağırların dövüşüne doğru itmiştir.
TİP’in sendikalist ve parlementarist zümreler tekelinde kuruluşunda toplanan doğuştan günahlı durumu, o yüzden zamanla törpülenmemiştir. O yüzden sorunlar doğru konulmamış, gereğince tartışılamamış, proletaryaca çözüme kavuşturulamamıştır.
O dönemde, Türkiye’nin gündeminde konu, gelecek devrimin güler yüzlü ya da demokrat olup olmayacağı değildi. Sosyalizm bir maksima programdı. Halbuki ülkemizde bir minima program kendisini dayatıyordu. Minima programın binlerce yakıcı konusu ortada çözüm beklerken, Sosyalist Devrimden konu açıldı, hatta bunun seçimlerle parlamentoda halledilebileceği umuduna kapılındı. 27 Mayıs’a tepeden inme devrimcilik suçlamaları yapılırken, kendilerinin 27 Mayıs’tan sonra ve ihtilalin açtığı imkanlarla işçi sınıfının başına tepeden inme ansızın geliverdikleri unutuldu.
KABUĞUN PARÇALANMASI
Devrimci Gençlik gerek TİP ve gerekse sonraki MDD’ci dönemlerinde, yani eski kuşakların yönlendiricilik işlevi gördüğü yapılanmalar içinde yer aldıkları süreçte, yüklü bulundukları toplumsal fonksiyonun doğal sonucu bir işlev görmüş ve elli yıldır kendi kabuğunda sıkıştırılmış sosyalist mücadeleye yol açıcılık yapmışlardır. Neticede varlığı ve onun fonksiyonları, geleneksel sol yapı ile çatışmış ve Dev-Genç içinden, önderliklerini bizzat devrimci gençlik öncülerinin yaptıkları örgütler doğmuştur.
Bu gruplardan biri olan THKO’nun eylemlere başlaması, gençlik saflarında kısa zamanda sempati yaratınca, “silahlı eylem” konusunda hızlı bir hareketlenme yaşanmış ve soğuk savaş stratejisi çerçevesinde planlı bir şekilde gençliğe dayatılan meşru müdafaa çizgisindeki silahlanma, bu aşamadan sonra silahlı mücadelenin bir siyasal yöntem olarak kabulüne dönüşmüştür. Bu gelişmeler, devrimci gençliğin tüm örgütsel ve ideolojik engelleri aşarak oluşturduğu birikimler ve açılan kitle kanallarını duraksamaya uğratmıştır.
Daha 6-7 ay önce , aralarında cüppeleriyle gelmiş Yargıtay, Danıştay, baro üyelerinin olduğu yüzbinlerce devrimci-demokrat ve ilerici insanın katıldığı “Anayasaya Saygı” yürüyüşünü düzenleyen Dev-Genç parçalanmaya başlamış, kitleselliğini kaybetmiş ve gruplar illegaliteye çekilip mücadeleye girmişlerdir. Bu çizgi hepimiz için geçerlidir. Gençlik cephesinde bu süreç yaşanırken, işçi sınıfımız İstanbul ve İzmit’te 15-16 Haziranda yüzbinlerle sokaklara inerek ve önüne dikilen polis ve asker barikatlarını aşarak sendikal haklarını koruma mücadelesi veriyorlardı. Diğer yandan ordu içinde ordu gençliği devrimci mücadeleyle kendiliğinden buluşuyor, diğer bir kanalda da ”tepeden inmeci” müdahaleci geleneğin unsurları radikal bir darbenin teşkilatlanmasını ve programını hazırlıyorlardı.
Tüm bu kanalların bir parti çatısı altında toparlanarak sentez edileceği ve iktidar yürüyüşüne yönlendirileceği bir aşama kendini gelip dayatmıştı.
Devrimci hareketin ikinci miladı olan bu tarihsel dönemin ciddi bir eleştirisi yapılacaksa, bunun merkezine devrimci gençliği koyarak yapılması devrimci tavır olamaz. Kendi adıma söylüyorum bizim eleştirilmemiz gereken yanlarımız vardır. Ancak bunlar meselenin izahı için yeterli değildir. İçeride ve dışarıda, kendini, işçi partisi ilan edenler ve devrimci gençliği bir parti çatısı altında yönlendirme şansına sahip eski kuşak sosyalistleri bu eleştirinin merkezine koyulmalıdır düşüncesindeyim.
KRİTİK 48 SAAT
Karşı-devrimci Amerikancı güçler 9 Martı tasfiye ederek 12 Martı gündeme sokmuşlardır. İsmet Paşa yine sahnededir. “Rejim açısından çok kritik 48 saat geçirdik“ diyerek demokrasiye şal örtme formülünün yaratıcısı Nihat Erim, başbakan olarak komutanların hizmetine sunulmuştur. Sonrası Türkiye halkı için acılarla dolu karanlık ve kanlı bir süreçtir. Tasfiyeler, tutuklamalar, işkenceler, katliamlar, idamlarla dolu bir dönemdir. Finans-kapital cephesi bu dönemde, 1970’deki devalüasyonla birlikte gündeme soktuğu ve bir türlü parlamentodan geçiremediği önlem paketini yürürlüğe sokmuş ve tekelleşme sürecinde önemli mevziler kazanmıştır. Toplumun demokratikleşmesi için imkanlar sunan 61 Anayasası’nın kısmi özgürlükler ortamı büyük darbe yemiştir. 21 Mayıs yenilgisine 9 Mart yenilgisi de eklenerek ordunun içindeki kurtuluş savaşçılığı geleneği ve devrimciler ciddi bir tasfiyeye uğratılmışlardır. 12 Mart’ta başlayan süreç, 12 Eylül faşist darbesiyle nihai şeklini almıştır.
İTTİFAK DENEMESİ
9 Mart; 1919’da Kurtuluş Savaşında ve ardından 27 Mayıs’ta sosyalist hareketin reddedilişinin bir değerlendirmesi yapılarak reddiyeyi kırma ve ülkedeki yeniden yapılanma sürecini işçi sınıfı yörüngesine çekme anlamında “işçi sınıfı“ adına yapılan bir ittifak denemesidir. Sosyalist hareket yine reddedilmiştir. Adeta tarih tekerrür etmiştir. “Hiyerarşi ve sicilli cuntacı taşeronlar”ın haricinde 9 Mart darbe girişiminin ordu içindeki teşkilatlanması, hazırladığı anayasa taslağından da açıkça görülebileceği gibi ilerici devrimci askerlerdir. Çoğu müdahale sonrası tasfiye edilmiş ve Ziverbey köşkünde, İstanbul dukalığının değnekçiliğini yapan Faik Türün çetesi tarafından işkencelere çekilmişlerdir.
1970’lerde ülkemizdeki devrimci dinamikler açısından, ittifak politikaları içinde en önemli sorun ordu içindeki radikal güçlerle dostluk içinde mi, yoksa sırtımızı onlara dönme prensibi ile hareket edip etmeyeceğimiz sorunuydu. Önümüzdeki siyasal ve toplumsal tabloda ön gördüğümüz stratejik hedeflere yönelik sürecin, demokratik devrim karakterinde ve halkın tüm çalışan yığınlarını kapsayacak bir biçimde olması konusunda hemen hemen herkes aynı görüşteydi. Hiçbir grup bu ittifakta kendi kuvvetlerini radikal güçlere bağlamak ve onların kuyruğuna takılmak görüşünde değildi. Doğru olan ve yapılması gereken o konjonktürel koşullar içinde, bu siyasal eylemde, imkanlar dahilinde bağımsız bir güç olarak yer almak ve bu tarihsel vurucu güç eylemciliğini yönlendirmekti. Devrimci dinamikler içinde paylaşılan genel ve ortak görüş, mevcut düzen içinde hoşnut olmayan bütün halk sınıf ve tabakaları ile birlikte gerçekleştirilmesi öngörülen Demokratik Halk Devrimi tezi idi.
VURUCU GÜÇ
Bizim teşkilatlanmamız açısından bu hedef Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın tespit ettiği ilkeye göre şöyle formüle ediliyordu:
“Vurucu güç : Gerici iktidarı, sırası gelince bir gecede vurup düşürebiliyor. Ondan sonrası öne geçen öz gücün niteliğine kalıyor. Bu nitelik karşı-devrimci ise, vurucu gücün devrimciliği amortize edilerek güme gider, nitelik devrimci ise sosyal devrim yörüngesine oturabilir. Demokratik devrim özgücü olan işçi sınıfının yanına konulan proletarya aydınları deyimi, o devrimci özgücün daha özel karşılığı olur. Vurucu güç : proletaryanın kendi yapısı içine giren öncü örgüt değildir”
Demek ki devrimci dinamiklerdeki belirgin olan temel yaklaşım, radikal ordu güçlerine ittifak politikaları açısından devrimci güçler arasında yer verilmesiydi. Onlar açısından da hedefe ulaşabilmeleri için ittifakı yapabilecekleri yegane güç devrimci dinamiklerdi.
Sonuçta olaylar bu öngördüğümüz çerçevenin dışına taşarak farklı yönlerde gelişti. Radikal gruplar, bırakın eylemi bizimle hayata geçirebilmeyi, teşkilatlanmaları kendi içinde provoke edilerek süreç, karşı-devrimci bir müdahaleye dönüştürülmüştür.
Finans-kapitalistler, kendi sınıf çıkarları açısından yürürlüğe sokmayı planladıkları ve parlamentodan bir türlü geçiremedikleri ekonomik önlemler paketini (finansman kanunları, emlak vergisi kanunu, ithal imkanlarının genişletilmesi, vergi muafiyetleri vb.) her dönemde olduğu gibi orduyu yedeklerine alarak gerçekleştirebileceklerini bildiklerinden pusuda bekliyorlardı. Gelişen ittifaklar politikası ve vurucu güç içindeki bilinçlenme onlar için rejim sorunuydu. Ve tam bu noktada daha önceki müdahale momentlerinde olduğu gibi ordu hiyerarşisi ile anlaşıp devrimci dinamikleri ve radikal ordu güçlerini tasfiye etmişlerdir.
SİYASET FAHİŞELERİ
Şimdi birtakım ne olduğu belirsiz adamlar çıkacaklar, bizleri “cuntacılıkla”, “derin devletin solcusu olmakla”, “omuzu kalabalıklara kabalık etmememizle”, “kullanılmışlığımızla” falan suçlayacaklar. Gerçek ortadadır. Konjonktürel avantajları da arkasına alarak devrimci hareket, tarihinde hiç rastlanmayan bir düzeyde iktidar meselesine yaklaşmıştır.
9 Martçılar tarihi arka yapıları ile birlikte ortadadır. Düşünceleri, hedefleri, hazırladıkları anayasalar tüm detayları ile yazılıp çizilmektedir. Tasfiyeyi yapan 12 Martçı güçlerin sınıfsal yapıları, uluslararası bağlantıları ortaya çıkmıştır. Bunların içinde iki taraflı oynayan siyaset fahişeleri deşifre olmuşlardır. “Derin devlet” denilen ve Petagon’la paralel hareket eden yapılanmanın bu olay içindeki konumlanışı tüm detayları ile yazılıp çizilmektedir.
Gizli hiçbir şey kalmamıştır. Darbenin neden engellendiği, sınıfsal olarak nasıl bir rejim tehlikesi potansiyeli taşıdığı en yetkili ağızlarda dillendirilmiştir. Kitaplar, gazeteler, dergiler ve televizyonlar anılarla dolup taşmaktadır. Devrimcilerin 12 Mart’tan sonra başından geçenler de ortadadır. Yaşanmış, görülmüştür. Öncüler katledilmiş ve idam edilmişlerdir. Binlerce devrimci işkenceden geçirilmiştir. İşkencecilerin 9 Mart gerçekliği karşısındaki tavırları ve öfkelerini sağır sultan bile duymuştur.
ORTAK BİR TAVIR
Gülhane askeri hastanesinde bel fıtığından yatan, eski MBK üyesi ve 14’lerden dönemin CHP milletvekili Orhan KABİBAY, askeri tıbbiyeli arkadaşlarımızın aracılığı ile bizimle görüşme talebinde bulunmuştur. İki askeri tıbbiyeli ve bir deniz subayı arkadaşım ile birlikte hastaneye gittim. Orhan KABİBAY’ın odasında İrfan Solmazer (eski MBK üyesi 14’lerden ve CHP milletvekili), Numan Esin (eski MBK üyesi 14’lerden CKMP milletvekili adayı), Talat Turhan (emekli kurmay yarbay) hazır bulunuyorlardı. Uzun bir gecenin sonunda hazırlıkları yapılan bir ihtilali desteklememiz istenmiş, 27 Mayıs’ın düştüğü hatalara düşülmeyeceğini, hazırlanan anayasa taslağından örnekler göstererek, bizi ikna etmeye çalışmışlardır.
Bu toplantı sonunda bizim verdiğimiz yanıt, hiçbir spekülasyonu içinde barındırmayacak kadar açıktır:
1- Dr.Hikmet Kıvılcımlı’ya danışılacak ve onun tavrı bizim açımızdan belirleyici olacaktır.
2- Dev-Genç içinde birlikte mücadele ettiğimiz tüm gruplar toplantıya çağrılacak, yapılan öneri onlara aktarılacak ve ortak bir tavır belirlenecektir.
HANİ ŞU ‘YAĞMURLU’ GECE
İkinci maddeyi hayata geçirmek üzere yaptığımız toplantı, bazı sol yayın organlarında ‘’Dikmen toplantısı’’ diye isimlendirilmiştir. Turhan Feyizoğlu adındaki genç bir yazar, çeşitli çevrelerle konuşarak hazırladığı ”Mahir” adlı kitabında bu toplantının içeriği ile ilgili bazı yorumlar yapmıştır.
Onu tanıyorum, iyi niyetinden şüphem yoktur. Ancak bizim organize ettiğimiz böyle bir toplantı ile ilgili değerlendirmeler yaparken bizlere danışması ve fikirlerimizin alınması gerekirdi, devrimci metod budur. Bu yönteme pek itibar edilmiyor.
Bu toplantı ile ilgili neler yazdığını izleyelim;
“Deniz teğmeniyken, arkadaşlarıyla beraber yayınladıkları bir bildiri gerekçe gösterilerek subaylıktan atılan Sarp Kuray ve ekibi, 1971 Mart ayının ilk günlerinde Dikmen’de Harp okulunun yakınında İrfan Solmazer’in evinde bir toplantı düzenlemiştir [Düzeltelim diyoruz; bu ev İrfan Solmazer’in değildir, o tarihte Solmazer’i, yalnız GATA’daki toplantıda tanımıştık. Bu ev denizci bir doktor arkadaşımızın evidir ve ileriki günlerde, Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil ve Yusuf Aslan belli bir süre bu evde saklanmıştır. S.K.].
Toplantıda Türkiye’nin her tarafından gelen subaylar vardır. Toplantı başladığında, toplantıya katılan bütün subaylar, kendilerinden emin olarak konuşmaya başladığında ‘’benim adım şu, ben şu askeri birliği veya şu askeri okulu temsilen geldim’’ diyerek kendini takdim eder ve tartışmaya katılır. Toplantıda bulunanların hemen hemen hepsi, pırıl pırıl 14’lü tabancalarıyla gelmişlerdir. Sarp Kuray ise biraz liderliğinden, biraz ittihatçı anlayıştan gelen bir tavır sergileyerek ‘’biz bu işe kellemizi koyduk, ben bu harekatta resmi elbisemi giyerek sokağa çıkacağım’’ diye konuşur [Düzeltme: Bu bir önerinin tartışılma toplantısıdır, ben bir açılış konuşması yaparak, öneriyi tartışmaya açmışımdır, daha henüz kelleler üzerine değerlendirme yoktur. S.K.].
Toplantıda TDGF adına, TDGF genel sekreteri Sinan Kazım Özüdoğru ile merkez yürütme kurulu üyesi ve ‘askeri işler’ sorumlusu Şaban İba katılır fakat isimlerini söylemezler [Düzeltme: Aşağı yukarı herkesin birbirini tanıdığı bir ortamda, kimse ismini ve durumunu saklamamıştır. S.K.] ve toplantıda ilişkide oldukları havacı subaylarla daha önceden anlaştıkları gibi,birbiriyle aynı konularda paslaşarak ama sanki aralarında bir ilişki yokmuş, birbirlerini tanımıyormuş gibi davranırlar. [Düzeltme; bizim açımızdan buna imkan yok, toplantıyı organize eden biziz ve kimleri çağırdığımızı biliyoruz. S.K.]. Toplantıda Sarp Kuray’lar, TDGF’lilere ve özellikle onlarla ilişkisi olan havacı subaylara, ’yakında bir harekatın olacağını’ söyler ve ‘buna katılarak destek vermelerini isterler…Toplantıda ‘biz yokuz’ diyen havacı subaylara biraz yüklenilerek ‘ayrı bir harekete gitmenin iyi olmayacağını’ ima ederler. (Turhan Feyizoğlu ‘Mahir’ sayfa 340).
BİZ YOKUZ
Dev-Genç merkez yürütme üyesi iki arkadaş ve iki havacı subayın ‘biz yokuz’ diyerek, toplantıyı terk etmelerinden sonra toplantı devam etmiştir. Olayı Turhan Feyizoğlu’nun kitabından izlemeye devam edelim;
“İTÜ-ÖB başkanı Gökalp Eren şunları anlatmıştır; ’İlk toplantımız ordu içindeki sosyalizm taraftarlarıyla oldu. Şaban İba, Kazım Özüdoğru askerlerden Mazhar vardı. Ankara eski Dev-Genç’ten birileri, Sarp’lar (Sarp Kuray), tanımadığım subaylar askeri tıbbiyelilerden temsilciler vardı. Üç kişiydik biz. Ömer Güven, Namık Kemal Boya ve ben. Tam bir görüş birliğine varılamadı, THKP-C dışta kalmayı tercih etti. Çünkü o ordu içinde daha yükseklere kadar ulaşıyor. Bir hiyerarşileri var. Deniz’ler, ‘o toplantıda bulun ama bizi temsil etmiyorsun’ demişlerdi. Daha sonra yukarıdan subayların bulunduğu toplantıya katıldık, Numan Esin vardı, sivil giyinmiş yaşlı subaylar vardı. Rütbeler genellikle binbaşı, emekliler eski ihtilalciler’’
Deniz’lerin haberi var mıydı, yok muydu tartışması çok yapıldı. Kendilerine bu toplantı ben (Sarp Kuray) ve askeri tıbbiyeliler tarafından önerildi ve sonucu aktarıldı. Ondan sonraki günlerde Deniz’ler ile bizim çok sıcak dayanışmalara girdiğimiz günlerdir ve darbecilerden kısmi de olsa birtakım destekler alınmıştır. Deniz Gezmiş, 9 Mart’ın sonucunu bekleyerek, Yusuf Aslan ile birlikte 14 Mart’ta Ankara’yı terk etmiştir.
SAKLAMBAÇ
Devrimcilerin gündemdeki bir konu ile olan ilişkisini, benim (Sarp Kuray) bildiğim kadarıyla ideolojik bakışları belirler. 9 Mart olayı maalesef, devrimciler arasında herkesin yazdığı, çizdiği ortada olmasına rağmen saklambaç oyununa dönüştürülmüştür.
Bu davranış özellikle bu dönemin mirasını sahiplenmek isteyenler arasında çok daha belirgindir. Halbuki, ortada kimimizin “zinde kuvvetler”, kimimizin “ulusal kurtuluşçuluk”, kimimizin “asker-sivil aydın zümre”, kimimizin de “kurtuluş savaşçılığı-vurucu güç” ismini koyduğu bir gerçeklik vardır. Ve sonuçta kiminin yönlendirme, kiminin de ittifak dediği siyaset gündeme sokulmuştur. Kimse gizli kapaklı bir iş yapmamıştır. Gizli kapaklı olan o dönemin bazı devrimcileridir.
Deniz subayları bildirisinin Devrim gazetesinde yayınlandığı günkü sayısında Uluç Gürkan Deniz Gezmiş’le bir röportaj yapmıştır:
“Tutucular koalisyonu tertiplerinde “gençliği” ordunun karşısına düşürmek hedefine ulaşamadıkları gibi, “devrimci gençlik eylemi”, “Mustafa Kemalci zinde güçler” saflarını birbirine kenetlemiştir. Öğrenci olarak “devrimci mücadeleye katılmak, Mustafa Kemal’in bize yüklediği bir görevdir.”
BİZ VARIZ
Dikmen toplantısı sonucunda bir komite oluşturulmuş (ben bu komitenin içinde yokum) ve ertesi gün, Gökalp Eren’in yukarda ki alıntıda bahsettiği nihai toplantıya gidilmiştir. Toplantı Orhan KABİBAY’ın evinde yapılmıştır ve bir ittifak yapılmasına karar verilmiştir. Şimdi dönelim, “biz yokuz” diyenlerin “kararlılıklarını” izleyelim:
“9 Mart günü herkesin bir görevi vardı”. 9 Mart 1971 Salı günü gecesi, THKP-C’nin kadroları, gruplar halinde Ankara’nın değişik evlerine dağılmışlardır…Selçuk Polat, Ertuğrul Kürkçü, Mustafa Hüdai Arıkan, Sinan Kazım Özüdoğru ve Yusuf Küpeli, Ertuğrul Kürkçü’nün ODTÜ’den bir bayan arkadaşının Maltepe’deki evinde, silahlarıyla birlikte ‘düğmenin basılmasını’ radyodan verilecek mesaja göre ve kendileriyle irtibatlı olan havacı subaylar aracılığı ile hazır bir şekilde bekler…Ankara Emniyet Müdürlüğüne el koyma görevi THKP-C ile irtibatlı olan subaylarla birlikte yapılacaktır. Böyle bir görev ‘düğmeye basacaklar’ tarafından bilinerek bu ekibe verilir…Binbaşı İbrahim Keskin; THKP-C’ye haber verdim. Çok iyi hatırlıyorum, yağmurlu bir gündü, hava kuvvetleri karargahının önüne gelerek beni beklediler, gelenler arasında Orhan Savaşçı, Mustafa Şahin, Mazhar Ataç’ın adlarını hatırlıyorum. O ekip arasında sivil yoktu, THKP-C üyesi Orhan Savaşçı ve diğer genç subaylar,o gece bana yardımcı olacaklardı’’ (Turhan Feyizoğlu ‘Mahir’ sayfa 335).
Bu örnekleri daha başka kaynaklarla çoğaltabiliriz. Demek ki bu arkadaşlar, Dikmen toplantısında, “biz yokuz” diyerek, bizimle olmayacaklarını kastetmişler. Aslında başka bir bağlantı kanalından, ’biz varız’ demişlerdir.
9 MART GECESİ-HABER VERİLMEYENLER
Bu güne kadar üstü örtülen ve bizim tarafımızdan altı her yerde çizilen bir gerçeği yeniden belirtmek istiyorum: 9 Mart gecesinden, hani şu ‘yağmurlu’ geceden, Dikmen Toplantısında içeride kalıp devam edenlerin haberi olmamıştır. Tabii bunun nedenleri vardır. KABİBAY’ın evinde yapılan nihai toplantıdan sonra bizden, taktik planda siyasi iktidarı yıpratma çizgisinde bazı eylemler yapmamız istenmiştir. Bunlar yapılmıştır, bizim de bazı isteklerimiz olmuştur. Bir kısmı karşılanmış, (İstanbul’da bazı kamulaştırma eylemlerinde, yönlendirme ve istihbarat) bir kısmı da oyalamaya sokulmuştur. Deniz Gezmiş’in saklanması konusunda isteklerimiz olmuştur, ucu kendilerine dokunmayacak tarzda bazı yardımlar yapmışlardır. Ancak, bizim Devrimci yapımız hiçbir hiyerarşik bağlantı içinde olmadığından onların karşısında her durumda, pazarlık gücümüzü ve bağımsızlığımızı korumuşuzdur. Onlara hep mesafeli davranmışızdır. Bu başımıza buyrukluğumuz onları mutlu etmemiştir. Özellikle İrfan Solmazer bazı eylemlerin içine sokularak, arkadaşlarımızın kafasını karıştırıp, bizi parçalamaya uğraşmışlar, başaramayınca, ilişkilerini yavaş yavaş açığa almışlardır. Bu nedenlerle 9 Mart Gecesinden bizim haberimiz olmamıştır ama açık konuştuğumuz için, 9 Mart, devrimci ortamda bize ihale edilmiştir, özelliklede genç kuşakların gözünde.
12 Mart’tan sonra bizim arkadaşlarımız sıkıyönetimin ilan edilmesi ile birlikte tutuklanmış ve ordudan çıkarılmış olmalarına rağmen, 9 Mart’ı destekleyen THKP-C’li havacılar, Mahir Çayan, Cihan Alptekin ve arkadaşlarının Maltepe askeri cezaevinden kaçmalarından sonraki olaylar aşamasına kadar, orduda kalmışlar sonra tutuklanmışlardır. (Sarp Kuray)
ÖDÜL-ALTIN KOZA
23 Eylül 1971 yılında Altın Koza Film Festivali’nin tüm ödüllerini Yılmaz Güney aldı. 26 Eylül’de Yılmaz Güney, Altın Koza ödülünü Türk Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’na verdi. 12 Mart olalı henüz 5 ay olmuştu.
9 Ekim 1971’de Deniz Gezmiş ve 17 arkadaşı idama mahkum oldu. “Muhsin Batur’la flörtün devamını gösteren bir ödül” değil mi?
Turhan Feyizoğlu’nun ‘Mahir’ adlı kitabında, bu gecikme ile ilgili tespitlerine bakalım;
‘’Mahir Çayan’ın 29 Kasım 1971 tarihinde, hapishaneden kaçışında bazı subaylarında devrede olduğunun Hükümet tarafından açıklanması, ABD Büyükelçiliğinde bazı değerlendirmeler yapmalarına yol açıyor.
”Büyükelçi Hendley’in değerlendirmelerinin önem taşıyan yanı, hükümetin, subayların aşırı eylemcilerle ilişkisinin üstüne gidişinin,hava kuvvetleri komutanı,Orgeneral Muhsin Batur’u güç duruma soktuğunu belirtmesi.
Büyükelçi şöyle diyor;’bu açıklama,bugünkü şartlarda olağan üstününde ötesinde bir durum yaratıyor. Çünkü bu açıklama,hava kuvvetleri komutanı,Muhsin Batur’a dönük bazı sonuçlar doğuruyor,perde arkasında bir hayli faaliyet yürüttüğü yolunda haberler alıyoruz’(Mahir,sayfa 471).
ACABA?
Hiyerarşi bu desteği, denizcilere, askeri tıbbiyelilere vermiyor, onlar hemen içeri alınıyorlar. Sıkıyönetimden 8 ay sonra havacı tutuklamaları başlıyor. Muhsin Batur, tamamen kendini korumak amacıyla, havacıları koruyor. Dev-Genç’in 5. Kurultay öncesi Atila Sarp ve Dev-Genç Yürütme Kurulunun tutuklanmaları, Kurultayda Ertuğrul Kürkçü’nün seçilmesi de, bir “acaba?” sorusunu akla getiriyor.
SOSYALİST KARDEŞLİK İLİŞKİLERİ
“Bu arkadaşlarımızın, bizi ‘Dikmen’ toplantısında kandırmış olmaları, tabiî ki 1971 başlarındaki devrimci ortamda kırılma noktalarını, ciddi ve tutkun bir sosyalist kardeşlik ilişkilerinin yediği darbeyi açıklaması açısından çok önemlidir ve derslerle doludur. Ama bizce işin en üstünde durulması gereken yanı; 1974 sonrasına da bu örtü taşınmış ve yeni gençlik kuşaklarının mutlaka bilmesi gereken gerçekler öğrenilememiş ve alınması gereken ideolojik ve yapısal önlemler oluşturulamamıştır. 12 Eylül 1980 faşist darbesinin komuta kademesinde bulunan Haydar Saltuk olayı ve devrimci ortamdaki bazı yayın organlarının darbe öncesi bu generale yaklaşımları ibretle incelenmeye değerdir.
Mahir Çayan, sevdiğim ve her zaman kişisel boyutta iyi ilişkilerimiz olmuş bir arkadaşımdır. Onun sembol olmuş hayatı ve anısı yaşadığım sürece bende heyecanını ve devamlılığını sürdürecektir “ (Sarp Kuray)
Oktay ETMAN, Cenap NURHAT, Şerif BAYKUT, Sami TEZVEREN,
Halil İbrahim ERGÜN, Mahir ÇAYAN, Savaş DİZDAR
FLÖRTÜ BOZMAK
(http://www.sinbad.nu/ YUSUF KÜPELİ)
Size THKP-C nin kurucularından Yusuf Küpeli’nin uzun bir yazısını aktaracağız. Yusuf Küpelinin gözünden olayların yorumunu izleyelim. Muhsin Batur ilişkisini ve Mahir Çayan’ı bu ilişkiyi bozduğu için nasıl suçladığını görelim.
HER ŞEYİN HESABI
Bilindiği gibi Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşunun hemen ardından, 1925 yılından itibaren tüm sendikal faaliyetler ve özellikle proletaryanın politik örgütlenme hakkı yasalarla engellenmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ve çok partili dönemde ise, proletaryanın politik örgütlenmesi üzerindeki yasaklar sürmüştür. Faşist İtalya’dan alınıp Ceza Yasası’na konulan 141nci ve 142nci maddelerle proleterya partileri yasaklanmışlardır. Buna karşın aynı dönemde göstermelik, devletin denetiminde ve grevsiz bir sendikal örgütlenme hakkına izin verilmiştir... Proletarya verdiği mücadele ile 1961 anayasasına grevli- toplu sözleşmeli sendikal örgütlenme haklarını sokabilmiş ve süreç içinde aydınları ve üniversite gençliğini de etkileyen güçlü bir sendikal mücadele geliştirmiştir...
Komünist olmamakla ve Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya müdahalesinin hemen ardından parçalanmış olmakla birlikte relatif güçlü bir Türkiye İşçi Partisi (TİP) doğmuştur... Söz konusu gelişme CHP’yi de etkilemiştir... Gençliğinde Alman Nazizmi’nin etkisi altında kalmış olan ve politik yaşamının başlangıcında faşizme özgü bir korporatismi savunan Ecevit, başlarında Turan Güneş’in olduğu SBF cuntası tarafından “ortanın solu”nu temsil ediyor görünümünde öne sürülmüştür. Aralarında büyük toprak sahiplerinin de olduğu üst sınıfların bu devlet partisine, Ecevit ile birlikte yeni bir imaj kazandırılmaya, halkçı bir hava verilmeye çalışılmıştır... Sonuçta Türkiye çok hızlı ve pozitif bir değişim süreci içine girmiştir. Aynı süreç içinde NATO’nun, ikili anlaşmaların, halktan gizli kotarılmış olan her şeyin hesabı yavaş yavaş sorulmaya başlanmıştır...
NAZİ YARDAKÇISI
Silahlı Kuvvetler de aynı gelişmeden etkilenmiştir... Bu olumlu toplumsal politik gelişme iç ve dış karşı-devrimci güçlerin yüreklerine korku salmıştır. Eski Nazi yardakçısı Türkeş’in önderliğinde MHP ve bu partiye bağlı paramiliter (yarı askeri) gençlik örgütlenmesi yaratılmıştır. Devlete bağlı gizli servisler içindeki bazı odaklar tarafından şekillendirilen bu faşist örgütlenme, 1968 yılının Aralık sonunda ilk saldırılarını başlatmıştır...
MHP, Alman Nazizmi’nin tersine, Türkiye’ye özgü biçimde devlet içindeki bir güç tarafından yaratılmıştır. Şüphesiz MHP’yi yaratan aynı iç güç CIA ve NATO ile de bağlantılıdır ve MHP tüm sözde milliyetçi söylemine karşın aynı zamanda Pentagon’un ve NATO’nun yararlarının savunulması için şekillendirilmiştir. Kuruluş biçimi ve yapısı gereği MHP, faşizme özgü milliyetçilik, din ve sosyalizmden çalınma karışık yamama bir söylemin yanında “devleti koruma” söylemini de ön plana çıkartmıştır...
Aslında bu son söylem bazı darbeci milliyetçi “sol” guruplaşmalara da özgü olmuştur ve aynı çevreler şimdi açıkça MHP’ye yaklaşmaktadırlar... MHP, doğrudan iktidara yürümek yerine, asıl olarak faşist eğilimli veya faşist NATO’cu darbeler için katalizatör rolü oynamıştır, darbeyi hazırlayacak ortamı olgunlaştırma işinde kullanılmıştır.
SUBAY’IN İŞÇİYE SEMPATİSİ
Dikkatle altını çizmek gerekir... Gençliğin sosyalist ve ulusal içerikli yığınsal haklı kalkışmasından kopan kişilerin ilk terör eylemleri, işçi sınıfının 15- 16 Haziran 1970 şahlanışının hemen ardından başlamıştır. Olayların merkezindekilerin bir kısmı tezgahın farkında olmasalar bile, söz konusu kişilerin eylemleri sonuçta belli darbeci çevrelerin hesabına yazmıştır. Bu terörist guruplaşmaları ve bunları alkışlayan “devleti koruma” görevini üstlenmiş milliyetçi “sol” çevreleri darbecilerin karanlık hesaplarından soyutlamaya olanak yoktur. Zaten tüm bu guruplaşmalar sonuçta da işleriyle darbeci karanlık odakların değirmenlerine su taşımışlardır...
Gelmekte olan ekonomik krizle birlikte işçi sınıfının ekonomik mücadelesini engelleyici yönde sendikalar yasasında yapılmak istenilen değişik, 15- 16 Haziran 1970 günü İstanbul ve İzmit’te sokaklara dökülen yüzbinlerce işçi tarafından protesto edilmiştir. Tankların üzerinden geçen işçilere birçok subay sempati ile bakmıştır, direnişi engellemeye kalkışmamışlardır. Bu olay üst sınıfların yüreğine ve NATO’cu çevrelere derin bir korku salmıştır. Hemen ardından sıkıyönetim ilan edilmiş ve bazı sendika önderleri tutuklanmışlardır...
BOMBALAR-SOYGUNLAR
Anlatılan ölçüde yığınsal bir proletarya eyleminin hemen ardından sağa sola bomba atmaya başlamak, saçma önemsiz soygunlar yapmak, adam kaçırmak, konsolos öldürmek, bir kız çocuğunu rehin almak vs., hiçbir mazeret kabul etmeyecek ölçüde işçi hareketine, halkın ekmek kavgasına ve politik mücadelesine düşmanca işlerdir. Bunlar, halkın yığınsal demokratik mücadelesini bastırma peşindeki NATO’cu faşist çevrelerin ekmeklerine yağ süren eylemler olarak ortaya çıkmışlardır. Ve zaten aynı bireysel terör eylemleri, gelişmekte olan işçi hareketinin, bu hareketin iyi- kötü politik örgütlenmesinin, demokratik örgütlerin ve bunlara hukuki dayanak sağlayan 27 Mayıs Anayasası’nın ağır darbeler yemesine yol açmışlardır. Söz konusu kitlelerden kopuk ahmakça ve haince terör eylemleri bahane edilerek halkın örgütlenme çabalarına saldırılmıştır.
İşçi sınıfının 15- 16 Haziran yığınsal kalkışmasından tam dokuz ay sonra Demirel Hükümeti’ne 12 Mart 1971 Muhtırası verilmiş ve Demirel şapkasını alıp iktidar koltuğunu terk etmiştir ama, bu 12 Eylül’de olduğu gibi tam bir uzaklaşma olmamıştır. Demirel, geriden işleri karıştırmayı, süreci derinden etkilemeyi başarmıştır... Süleyman Demirel, bölünmüş olan ve bu bölünmüşlüğü dışa açıkça yansıyan ordu içindeki Tağmaç- Türün kanadına yaslanarak müdahalenin daha sağa, faşist sayılabilecek bir çerçeveye çekilebilmesi için elinden geleni ardına koymamıştır. Birinci Erim Kabinesi'nin spekülatif işleri ve mafyalaşmayı durdurmaya yönelik bazı reformlarını engellemeyi başarmıştır.
KİTLELERDEN KOPUK TERÖR
Türkiye’deki bu ikinci büyük askeri darbeyi, 12 Eylül darbesinden ayıran önemli farklar vardır. (İkinci büyük diyorum, çünkü 27 Mayıs 1960’ın ardından arada 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 başarısız darbe girişimleri olmuştur.)
Farklardan birincisi, 12 Mart 1971 darbesi gerçekleşirken, kitlelerden kopuk terör daha doğuş aşamasındadır ve rolünü asıl olarak 12 Mart Muhtırası’nın hemen ardından oynamaya başlamıştır. Darbenin ardından hızlanan kitlelerden kopuk ve emniyette etkili bazı çevrelerce izin verilmiş terör, birinci ve ikinci Erim Kabineleri’nin yıkılması işlerinde, sürecin faşizme doğru çekilmesinde kullanılmıştır...
İkincisi, aynı darbe gerçekleşirken silahlı kuvvetlerde gerçek bir bütünlük yoktur. Altan gelen daha sol ve milliyetçi baskılar -aralarında derin bir iktidar kavgası olmakla birlikte- üst kademenin mevcut rekabetini soğutup anlaşmasına yol açmıştır. Üst kademe tam güvenli olmayan sahte bir uzlaşmaya gitmiştir. Bu uzlaşma sonucu 8- 9 Mart müdahalesi engellenmiş, NATO’nun yararları korunurken, sonu belirsiz bir iç çatışmanın da önü alınmıştır. Aynı göstermelik uzlaşmanın sonucu olarak 12 Mart muhtırası verilmiştir ama, sivil ve asıl olarak askeri kesimdeki kavga sessizce ve şiddetlenerek sürmüştür...
22 ŞUBAT VE 21 MAYIS “GAZİSİ”
Silahlı kuvvetlerin üst kademelerindeki ayrışma şu şekilde özetlenebilir... Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve İstanbul'u denetiminde tutan Birinci Ordu Komutanı Faik Türün, daha NATO’cu ve faşist eğilimi temsil eden bir ekip olarak ortaya çıkmışlardır- diğerlerine “demokrat” ve gerçek anlamda ulusalcı demekte olanaksızdır şüphesiz ve sonuçta hepsi belli nüans farkları ile NATO’cudurlar... Anlaşıldığı kadarıyla “Kontr-gerilla” denen yasa ve kuraldışı NATO örgütlenmesi asıl olarak bu ilk guruptaki generallerin denetiminde olmuştur ve işkenceli gizli sorgu merkezlerini de yine aynı kişiler denetlemişlerdir... Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan eski genelkurmay başkanı, 22 Şubat ve 21 Mayıs “gazisi” Cevdet Sunay da ağırlığını bu faşist ekipten yana koymuştur. Demirel de bunlarla birlikte davranmıştır. Zaten darbenin bitişiyle birlikte Demirel, Faik Türün’ü partisinden saylav seçtirerek ödüllendirmiştir...
GADDAFİ GİBİ ADAM
İkinci gurupta, -belli çevrelerce şişirilerek sosyalist hareketin başına bela edilmiş yaşlı bir psikopat tarafından “Gaddafi gibi adam” olarak reklamı yapılan- Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve ayrıca Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur vardır. Yine bunların safında adı ön plana çıkmış olan General Celil Gürkan ve başka generaller ve subaylar vardır. Bu birliğin tam homojen olduğunu ve disiplinli olarak örgütlenebildiğini söylemek olanaksızdır. Aralarında Cemal Madanoğlu gibi emekliye ayrılmış olduğu halde silahlı kuvvetler içinde saygınlığı ve etkisi süren daha ulusalcı emekli generaller de vardır... Yaşamıma girmiş olan söz konusu başarısız darbe girişimlerinde de tanık olduğum gibi, ikili oynayan, “rüzgara göre yelken açan” bir sürü fırıldakçı tipi ve ajanları da hesaba katmak gerekir şüphesiz. [Yusuf Küpeli Harbiyeli olarak 21 Mayıs 1963 harekatına katılmıştır. T.Ç.]
Özellikle Madanoğlu’nu tasviye etmek hesabıyla sadece bir ajan deşifre edilmiştir ve bir generalde tesadüfen deşifre olmuştur ama, benzerlerinin sayılarının çok kabarık olduğunu anlamak için özel yeteneğe gerek yoktur...
UZATILAN MUZ
Sonuçta, andığım ilk ekip, Tağmaç- Türün cuntası, süreç içinde bu ikincilerin altlarını ustaca oymayı başarmıştır. Bunları pasifize etmiş, aralarına kama sokmuş ve kariyer hırsı ile yandığı anlaşılan Faruk Gürler’e Cumhurbaşkanlığı muzunu uzatmıştır. Uzatılan muzu yutmaya çalışırken tabanından kopan Gürler, Demirel ve Ecevit tarafından Meclis’te kolay bir lokma olarak yutulabilmiştir... Bu son anılan gelişmenin zararlı olduğu söylenemez; çünkü, iktidar koltuğuna oturacak olsa, işçiler ve tüm çalışanlar ve aydınlar açısından Gürler’in yapacakları ilk anılanların yapmış olduklarından ve yapacaklarından hiç de farklı olmayacaktı...
BATUR’UN ALTININ OYULMASI
Batur’un ve daha başka kişilerin anılarında birçok gerçeği gizledikleri ve bazı bilgileri de özellikle kendilerini koruyacak biçimde manupule ederek yansıttıkları kanısındayım... Özellikle Batur’un altının oyulmasında, Elrom’u öldürmüş olan ve bu işini eline düşmüş olduğu Tağmaç- Türün denetimindeki servislere tüm ayrıntıları ile anlatan kişi önemli rol oynamıştır [Mahir Çayan kastediliyor T.Ç.]. Olaya arkadaşlık bağlarıyla zorla sürüklenmiş ve ev tutmuş olmanın dışında bir şey yapmamış olan Yüzbaşı İlyas Aydın’ın adının ifade değiştirtilerek duruşmalar sırasında “katil” olarak yansıtılması, Batur’a yönelik darbede kullanılmıştır. Baştan ayrıntıları ile anlatılmış olan cinayetin sonradan ifade değiştirtilerek İlyas Aydın'a yüklenmeye çalışılmasının tek nedeni de zaten, Hava Kuvvetleri Komutanı Batur'u etkisizleştirebilmektir... Cinayetle kesinlikle uzaktan yakından bağı olmayan İlyas Aydın’ın duruşmalar başlarken “Elrom’un katili” gibi yansıtılması ve Faik Türün’ün emrindeki savcı albay Naci Gür’ün ilk ifadelerle çelişen bu söylemin üzerine gitmemesi, tamamen Batur’un cuntasına yönelik saldırı ile bağlantılıdır. Savcı soruşturmayı derinleştirmeyerek bağlı olduğu Tağmaç- Türün cuntası tarafından tezgahlanmış yalanı kolayca onaylamıştır. Ve yalan Batur’un pasifize edilmesi ve altının oyulması işinde kullanılmıştır...
Hava kuvvetlerinden bir subayın “Elrom’un katili” biçiminde yansıtılması, Batur’un elini kolunu bağlamış, çevresindekileri korkutmuş ve Tağmaç- Türün takımının önünde eğilmesine yol açmıştır...
ELROM’U ÖLDÜRMÜŞ OLAN KİŞİ
Şüphesiz öykü çok daha uzundur ve herhangi gizli bir merkezle işbirliği içinde olmayan bir katil, cinayette kullandığı silahı gizli ilişki içinde olduğu politika dışı bir kadına teslim ederek bir yerlere yollamaz. Ve o kadın, 6.35 mm ve Lama marka olduğu bile bilinen silahı “Üsküdar- Beşiktaş arasında denize attım” diyerek işin içinden kolayca sıyrılamaz.
Söz konusu tabanca gerçeği bilinir ve geriye alınmazken, mahkeme tarafından da kabul edilirken, “katilin” Yüzbaşı İlyas Aydın olduğu senaryosunu Yeşilçam bile onaylamaz. Bu trajedi aynı zamanda Türkiye’deki aydınların, basının ve “sol” hareketin düzeyini, pespayeliğini sergilemesi açısından da ilginçtir ve aynı olayla bağlantılı olarak daha bir sürü yalan üretilmiştir...
Elrom’u öldürmüş olan kişiye [Mahir Çayan kasdediliyor. T.Ç.], “Neden İlyas’ın adını verdin, gerçekten o mu öldürdü, yoksa ajan mı demek istedin?”, diye doğrudan sordum. Yanıtı, “Hayır o öldürmedi, ajan da demek istemedim, sadece yurtdışında olduğunu sandım!” oldu. “Peki yakalansa idi ne olacaktı?” diye soruyu sürdürdüğümde, yanıtı, “İfade değiştirecektim!”, oldu...
Şüphesiz o günlerde İlyas gibi birini politika gereği, işlerin, tezgahın bozulmaması için yakalamayacaklarını ve bir biçimde yok edeceklerini düşünebilecek düzeye gelmemiştim... Gerçekten gizli servisin adamı olan birinin de İlyas Aydın gibi başı boş bırakılmayacağı bellidir. Adı Elrom'un katiline çıkartılmış olan adamlarına güvenmiyorlarsa eğer, bu kişiyi daha dışarıya çıkmadan kendileri yok ederler- aralarında Naci Gür'ün de olduğu bazı adamlarını yok etmiş oldukları gibi kendileri yok ederler. Ya da bu kişi gerçekten güvenilir adamları ise, değişik örneklerde gözükmüş olduğu gibi, yakaladıktan sonra biraz yatırıp “temize çıkartarak” kurtarırlar...
Adı “Elrom’un katiline” çıkartılmış bir “ajanlarını” başı boş bırakmazlardı ve böyle biri gerçekten ajan olsa ahmakça sıradan Filistin örgütlerine değil, doğrudan doğruda Suriye istihbaratına veya bir benzerine sığınırdı. Ve her şeyden önce eğer İlyas Aydın gerçekten adamları olsaydı, ifadesini değiştirterek İlyas Aydın'ın adını verdirttikleri kişiye hava kuvvetlerinde işe bulaşmış bir başka subayın adını rahatça verdirtebilirlerdi. Kendi adamlarını "katil" olarak yansıtmaz, birçok tetikçiyi ve katili korudukları gibi Aydın'ı da korurlardı.
SİVİL POLİTİK ARENA
Aynı darbede süreci içinde sivil politik arenada ise şöyle bir ayrışma gözlemlenmektedir:... Sol olarak adlandırılanlar, aralarında birçok farklar olmakla birlikte temel olarak darbeci olan ve olmayan biçiminde ikiye bölünmüşlerdi... TİP kararlı bir şekilde darbeye karşı çıkmıştır ama, bölünmüş olması, içindeki oportünizm ve görebildiğim başka hataları nedenleriyle bu yönde yeterli bir mücadele verememiştir- bunları yukarıdan yargıç havasında ve herşeyi daha iyi bildiğim iddiasıyla söylemiyorum ve konunun açılması gerekir şüphesiz.
Özünde bilimsel anlamda sosyalist veya Avrupa’da şekillenmiş olan sosyal demokrat partiler gibi olmamakla birlikte artık “sol” olarak anılmaya başlanmış olan Bülent Ecevit’in başkanlığındaki CHP, gelmekte olan darbenin karşısında yer almıştır- her şeye karşın CHP içinde de bazı darbeci unsurlar vardı. Fakat malesef bu iki parti ve kararsızlık içinde olan pusuladan yoksun yığınsal ilerici gençlik hareketi darbe karşısında demokratik süreçler için birleşememişlerdir- aslında birleşmek akıllarına bile gelmemiştir. Ve zaten bu gençlik hareketi kendi dışından gelen etkilerle de bölünmüş, içinden kopan bazı gruplar -daha öncede belirtmiş olduğum gibi- faşist darbeci güçlerin ekmeklerine yağ sürecek bireysel terör eylemlerine sürüklenmişlerdir... Çok daha genişletebileceğim hakkındaki eleştirilere karşın Ecevit’in darbelere yönelik tavrı son derece olumludur ve zaten -yaşamdan kopuk aşırı milliyetçi düşleri ile- öne sürülüp kullanılmak istenen bu devlete sadık çelişkilerle dolu kişinin süreç içinde politika ve mevcut devlet yapısı hakkında daha fazla bilgilere sahibolduğu ve belli ölçülerde değiştiği kanısındayım.
DARBECİ “SOL”
Diğer yanda, şimdi bir kısmı MHP ile bütünleşme süreci içinde olan veya MHP’yi aratmayacak bir söylemi ön plana çıkartan darbeci bir “sol” ortaya çıkmıştır. Bunlar asıl olarak, -önceki araştırmalarının yanında ileride de değerli araştırmaları ile Türkiye’nin kültür yaşamını zenginleştirecek olan- Doğan Avcıoğlu’nun motoru olduğu YÖN dergisi çevresi ve kendi içinde parçalı MDD hareketi içinde şekillenmişlerdir...
Doğan Avcıoğlu’nun asıl olarak Muhsin Batur örgütlenmesi ile bağı olmuştur. Bu subaylar Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni” adlı kitabından etkilenmişlerdir. Fakat kanımca tüm bu örgütlenmelerin İtithat ve Terakki Partisi içinde gözüktüğü gibi disiplinli bir yapıları olmamıştır. Aralarında kurulan kuralsız ve müeyyidesiz ilişkiler her türlü ihanete açıktırlar...
PALAVRACI-PALYAÇO
Doğan Avcıoğlu çevresinin yardımıyla adı duyurulup TİP’in başına bela edilen palavracı ise, “tam bağımsızlık” söylemi ile Sovyetler Birliği’nden de bağımsız olacağı ve “gerçekten demokratik” söylemi ile de halk cumhuriyetlerinde olan gibi “demokratik” olmayacağı garantisini NATO’cu çevrelere verip buduna bakmadan icazet istemiştir...
Şüphesiz olay komiktir ama, böyledir. Şimdi anlatmakta olduğu masallara karşın söz konusu malum kişi, üretimsizliği, yeteneksizliği ve sorumsuzluğu nedeniyle kayda değer bir iş başaramadan izole olmuştur.
Aynı kişi sahte anılarında, sorumlu yazı işleri müdürlüğüne getirerek onlarca yıl ceza yükümlülüğü altına soktuğu genç insanlar hakkında, “onu hiçbir zaman ciddiye almadım” biçiminde ifadeler kullanacak kadar derin bir moralsizliği sergileyebilmektedir. Bu tip, TİP’e de dişe dokunur bir zarar verememiştir ve politika sahnesinin palyaçosu olarak işlevini sürdürmüştür. TİP asıl darbeyi kendi içinden, merkezinden yiyerek bölünmüştür...
BELKEMİKSİZ TİPLER- KIŞKIRTMA
Kısacası, bu cuntacı legal ve sözde illegal guruplar TİP’i ve Ecevit’i yıpratmak için çaba harcarlarken, politik destabilizasyona neden olarak darbe ortamını hazırlayacağı umudu ile bireysel terör eylemlerini kışkırtmışlardır. İş umduklarının tersine dönünceye dek olanları açıkça alkışlamışlardır.
Her şey bittikten, sular bulanıp durulduktan sonrada, “tertemiz demokratlar” veya “proleter devrimcileri” olarak yeniden sahneye çıkıp ahkam kesmekten geri durmamışlardır... Aynı kişiler ileride, Türkiye’deki demokratik süreçleri toptan yok etmek isteyen NATO’cu Kontragerilla çevreleri ile birlikte bireysel terörün önde gelen adlarını bir dokunulmazlık halesi ile çevreleyip politik arenada prim toplamaya çalışmışlardır.
Şüphesiz bu tavırları oynamaya çalıştıkları “demokrat” veya “proleter devrimci” rolleri ile yüzde yüz çelişkilidir ama, zaten her şeyleri yalan ve ticaret olduğu için buna şaşmamak gerekir. Daha öncede dokunduğum gibi, sosyalist hareketin içine düştüğü kısır döngünün başlıca nedeni de aynı belkemiksiz tiplerdir. Bunlar, Türkiye’nin çalışan insanları açısından içine sürüklenmiş olduğu içler acısı durumun ve sosyalist hareketin sürüklenmiş olduğu kaosun yaratılmasında başlıca rolü üstlenmişlerdir...
ANITKABİR’İ BOMBALAMA
Bazı servisler kendi açılarından akıllıca davranarak bu tip belkemiksiz kişilerin yollarının açılmasına özen göstermektedirler... Örneğin şöyle bir dokunup geçecek olursak... O yıllarda bana ciddi ciddi Anıtkabir’i bombalamayı, gerekli bombaları getirmeyi teklif edenlere bile rastladım- şüphesiz başkalarının böyle bir şey yapmaları dahi engellendi. Ayrıca, para teklifleri ile birlikte Ankara ve İstanbul’u toptan ateşe vermeyi önerenler çıktı.
İlk teklifi yapan daha sonra “tertemiz bir demokrat” rolünde CHP’den, Atatürk’ün partisinden Meclis’e girdi ve çok önemli görevler üstlendi.
Diğer, alanında ünlü zengin psikopatın ise namaza başladığını duydum vs... Şüphesiz bunlar biraz ekstrem örnekler ve açığa çıkmamış üst düzeyde provokatörler olmakla birlikte, Gürler'e "Gaddafi gibi adam" derken birden "proleter devrimcisi" olabilen tip ve bir sürü benzeri diğer küçük işportacılar söz konusu işin asıl malzemeleri olarak sıralanabilirler.
Şüphesiz diğer politik akımlarda aynı konuda alabildiğine bir zenginliğe sahiptirler; "şehit" ve din ticareti eski bir meslektir. Parazit balıklar hiçbir zaman denizlerin kıralı olamazlar ama, bir başka büyük vahşinin artıkları ile geçinerek durumu idare edip yaşamlarını sürdürürler.
Sosyalist hareket içindeki parazitlerden kurtulamadığı sürece edilgen kalmaktan kurtulamayacaktır ve bu durum tüm politik hareketler için genel geçerli bir gerçektir.
NİHAT ERİM’E DARBELER
Muhtıra’nın hemen ardından kurulan teknokratlardan oluşma Birinci Erim Kabinesi aslında Türkiye ekonomisininin endüstride bir sıçrama yapmasını sağlayacak reformlar planlamıştır... Bilindiği gibi, halen egemenliğini sürdüren tefeci tüccar sermaye, mafya tipi işlerle birlikte üretici olmayan spekülatif alanlara yönelen sermaye, endüstride kapitalizmin gelişmesine set çeker. Bu kolay ve çok az riskle kazanılan gelirler hiçbir zaman üretici alanlara yönelmezler... Kısacası -demokratik olmayan yöntemlerle iktidara gelmiş olsa da- ilk Erim Kabinesi’nin programı spekülatif işlere akan fonları endüstriye aktaracak köklü tedbirleri içermekteydi ve şüphesiz böyle bir gelişme Demirel gibi politikacıların geleceklerini de tehlikeye sokmaktaydı...
Erim ilk büyük darbesini, Elrom’um kaçırılıp -bilinçli ve önceden kararlaştırılmış biçimde karşılığında verilebilecek hiç birşey istenmeden- öldürülmesi ile yedi.
İkinci darbeyi, vaktiyle M. A. Ağca’nın da kaçırılmış olduğu İkinci Zırhlı Tugay’ın ortasındaki Askeri Cezaevi’nden kaçışla yedi ve reformlarında geri adım atmak, kabinesini Demirelciler ile ortak kurmak zorunda kaldı. (İkinci Zırhlı Tugay’ın ortasındaki cezaevinden Ağca’yı kaçırtmış olan Nurettin Ersin ile aynı cezaevini 1970’li yılların başında denetiminde tutan Birinci Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün arasında kayda değer bir fark olmadığını burada hemen belirtmeliyim...).
Erim, Kızıldere olayı ile de politikaya veda etti ve anılarını yazarken öldürüldü...
Hakkında daha açığa çıkmamış bir sürü gerçek olan Kızıldere olayı, içeriye girseler en çok 4- 5 yıl yatarak kurtulabilecek bir sürü değerli genç insanın ölümüne neden olduğu kadar, İsmet İnönü’nün elini kolunu bağlayarak Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan gibi hiç kimseyi öldürmemiş üç genç insanın -yasa dışı- idamlarını da kolaylaştırdı... Yıkılan Erim’in yerine önce çok daha sağcı Ferit Melen ve ardından da Naim Talu hükümetleri geldi... Erim gerilerken, aslında Demirel- Tağmaç- Türün kanadının hakimiyeti adım adım pekişti...
Eğer Sovyetler Birliği’nin uzayda sağlamış olduğu egemenlikle birlikte dünyamız bir yumuşama, birlikte var olma, detant sürecine girmemiş olsa idi, 12 Eylül ile başlamış olan süreç daha 12 Mart darbesinin ardından yürürlüğe girecekti.
KARANLIK İLİŞKİLER
Sonra ne oldu? “Anahtar suya düştü, suyu inek içti, inek ormana kaçtı, orman yandı kül oldu, vay benim köse sakalım.” Karanlık ilişkiler ağında bildikleri ile birlikte sadece Erim mezara gömülmedi...
Elrom cinayeti üzerine sonradan politik nedenlerle mahkemede uydurulan veya Türün cuntası tarafından söylettirilen yalanları kabullenip işi ustaca kapatmış olan savcı albay Naci Gür “faili meçhul” bir cinayete kurban gitti.
Basındaki bilgilere ve araştırmacı yazar Uğur Mumcu’nun aktarmasına göre, özel arabası içinde ölü bulunan Gür’ün üzerinden 9 ayrı kimlik çıkmıştı. Basın organları tarafından MİT ajanı olduğu iddia edilen Albay Gür, muhtemelen yakından tanıdığı kişiler tarafından tuzağa düşürülerek kolayca öldürülmüştü ve artık bilgileri ile kimseye şantaj yapamayacaktı.
Elrom'un kaçırılması olayındaki sırrı bilen, duruşmalar sırasında kaçırılma planlarından önceden haberi olduğu kesinlikle ortaya çıkan İstanbul Emniyet Müdür Muavini Ilgız Aykutlu, vurulup öldürülecek ve bildikleri ile birlikte mezara gidecekti. Ilgız Aykutlu Demirel’e ve Türün’e yakınlığı ile tanınıyordu ve onun bildiği şeyleri diğerlerinin bilmiyor olmaları olanaksızdı...
Araştırmacı yazar Suat Parlar'ın yazdığına göre, 27 Mayıs 1960 askeri darbesini gerçekleştiren subaylardan biri olan eski Milli Birlik Komitesi üyesi İrfan Solmazer, İsrail Başkonsolosu Elrom'un kaçırılacağının sekiz gün önceden bilindiğini söylemiştir. Aynı zamanda eski MİT'ci olduğu söylenen İrfan Solmazer'in bu konuda verdiği bilgiye inanılabilir...
Elrom'un kaçırılacağını bilenler şüphesiz bu eylemi kimlerin yapacağını ve kaçırılan Elrom'un hangi adreste tutulduğunu da biliyorlardı ve ev dinleniyordu. Eichman’ı Arjantinden getiren ekip içinde olan emekliye ayrılmış Elrom politik hesaplar uğruna feda edilecekti...
Faik Türün'ün sağ kolu konumundaki ve aynı zamanda Elrom’u öldürmüş olan kişinin sorgusuna da katılmış olan General Memduh Ünlütürk, kapısını çalan subay üniformalı üç kişi tarafından vurularak öldürülecekti. İstihbaratcı General Ünlütürk’ü öldüren kişilerin kurbanları ile belirli bağları olduğu ve bu nedenle Ünlütürk’e rahatca yaklaşabildikleri hissedilmektedir. Ünlütürk’ün katilleri de hiçbir zaman yakalanmamışlardır ve cinayet kolayca unutturulmuştur... Şüphesiz iz silme cinayetleri burada kısaca kaydedilenlerle sınırlı değildir.
BİLİYORUM, AMA VAKTİM YOK
Bazı çarpıcı karelerle ve özü özetlenmeye çalışılarak yansıtılan 12 Mart darbesinin 12 Eylül’e başlıca katkısı, kitlelerden kopuk terörü, terör örgütlerini kurumlaştırmak olmuştur.
Sosyalist hareket, işçi hareketi kesintiye uğratılır, yeniden toparlanması zorlaştırılır ve arasına çelişkiler sokulurken, çok daha mükemmel biçimde denetim altına alınmış olan terör örgütleri kurumsallaştırılmış ve hatta her türlü eleştirinin dışına çıkartılmışlardır. Bu gelişme şüphesiz kendilerinin başarabileceği bir iş değildir. Kurumsallaştırılan ''sol'' terörün ve faşist MHP'nin yardımları ile 12 Eylül 1980 askeri darbesinin psikolojik ortamı hazırlanmıştır. Bugün demokrasi yanlıları tarafından değiştirilmesi istenen ve faşist maddeler içerdiği açık olan, faşizme özgü ve her türlü yolsuzluğun temel kaynağı mevcut korporatif yapının hukuki temelini oluşturan 12 Eylül Anayasası (1982 Anayasası), söz konusu terör örgütlerinin yarattığı dehşet ortamı içinde halkın yüzde yüze yakınının evet oyları ile kabul edilmiştir...
Şüphesiz daha söylenecek çok söz vardır ve bazı istihbarat servislerinin büyük emperyalist güçlerin politik hesapları doğrultusunda manupule edilmiş gerçekdışı raporları -olayların göbeğinde olmayan- generallerin önlerine atarak onları kışkırttıklarını, kullandıklarını kesinlikle biliyorum ama, bu konuya şimdi girecek yerimiz ve vaktimiz yok.. (Yusuf Küpeli-11 Eylül 2004 )
5 GENERAL+ 5 ESKİ İHTİLALCİ- PROVOKASYON
Talat Turhan: 03 Mart 1971 Toplantı'sına bakmak lazım. Bir provokasyon toplantısı yapıldı; ben de oradayım. Bir tarafta Ordu'nun 5 generali, bir tarafta 5 eski ihtilalci; içinde ben de varım.
Gazeteci: Bu 10 kişi bir İhtilal hazırlığında mı? Siz orada ne arıyordunuz?
Talat Turhan: Hayır; Türkiye'nin... Eeee...Tabii bir 'İhtilal'e giden, yani ‘Darbe'ye giden bir Ordu var. Onun görüşmesini yapıyorlar.
Gazeteci: Siz orada ne arıyorsunuz, siz bu cuntanın içinde misiniz.?
Talat Turhan: Hayır, değilim! Türkiye'nin menfaatinin olduğu her yere girerim...Orada Türkiye'nin kaderi konuşuluyor; bunu bilmem lazım!...
Gazeteci: Orada 10 kişi konuşuyor; 10 kişiden biri nasıl olabildiniz?
Talat Turhan: Silahlı Kuvvetler'de bir dalgalanma olduğu vakit Silahlı Kuvvetler güvendiği adamları arar; Silahlı Kuvvetler'de dalgalanma olduğu için beni de aradılar yani!..
Gazeteci: O 10 kişi arasında size güvenen kimdi?
Talat Turhan: Şimdi; O... Hareket'e giderken....eeee....O Hareket'in oluşumunda varım ben de zaten: anlatabildim mi?..."
diye gazetecinin sorularını cevaplandıran Talat Turhan’a bizzat ben (Ömer Gürcan) sordum :
Orhan KABİBAY kimdir? Tek kelime ile cevap verdi. ‘Hain’. Ya İrfan SOLMAZER? diye sordum. “ Siz daha iyi bilirsiniz” diye cevap verdi .
10 İHTİLAL GÜCÜ= MAHVOLACAĞIZ!..
"Her neyse, biz çalışmalarımızı sürdürdük ve 09 Mart 1971 günü saat 17:00'de İşi(Darbe'yi) bitirme kararı aldık., her şey hazırdı; elimizdeki güçle 10 tane İhtilal yapılabilirdi!..
09 Mart günü 15:30-16:00 civarında Doğan Avcıoğlu ile, İstatistik Enstitüsü önünde buluştuk.
Bana ‘ne düşünüyorsun?' diye sorunca: Mahvolacağız!.. cevabını verdim; 'Ben de öyle düşünüyorum!..' dedi." diye anlatan Emekli Deniz Binbaşısı Erol Bilbilik'e aynı soruyu sordum:
'Orhan KABİBAY kimdir ? cevapladı 'CIA ajanı'
Bunlar bilinmeden “banka soydu”, “devleti yıkacaklar” diye bir avuç gencin öldürülmesi anlaşılamaz. Onlara (Talat Turhan-Erol Bilbilik) “Yazın”dedim. “Yazacağız” dediler. Beklemedik, biz yazdık.
OLANI ÖZETLEMEK
Sadi KOÇAŞ, yazdığı dört Ciltlik “Atatürk’ten 12 Mart’a” ve “12 Mart Anıları” kitaplarında bu görevini açıkça anlatmaktadır. Ertuğrul ALATLI yazdığı “ Belgeleriyle 09 Mart 1971 Darbe Girişimi” kitabında bu görevliyi teşhir ediyor. 1968 Ağustosunda 9 Mart 1971 sonrası kurulacak hükümette görev alacak bakanların isimlerinin nasıl belli olduğunu açıkça yazıyor.
Ersal YAVİ “İhtilalci Subaylar” adlı 3. kitabında Alpaslan TÜRKEŞ ile ilgili ortaya bir belge koyuyor. Belgede denilen şu: Amerikan Büyükelçisi üstlerine yazdığı raporda ‘Alpaslan TÜRKEŞ’i Cemal GÜRSEL’in altına kendisinin yerleştirdiğini’ söylemektedir. Ayrıca 1944‘de Türkçülük davasında beraber yargılandığı Nihal ATSIZ’ın grubunun internetteki sitelerinde TÜRKEŞ’i 1961 sonrası sürüldüğü Hindistan Yeni Delhi de Amerika’yla işbirliğine girdiğini ve Türk-İslam sentezine bu şekilde yönlendiğini iddia etmektedir.
Orhan KABİBAY’ın görevi yayınlanan onlarca anı, mahkeme tutanakları, Sarp Kuray’ın, bizzat benim (Ömer Gürcan) ve arkadaşlarımın yaşadıklarıyla belirlenmiştir..
Bu ÜÇLÜNÜN görevleri yaşananlarla ortaya serilmiştir. Üçü de çırılçıplaktır.
Bizim burada yaptığımız, olanı özetlemektir.
ÖZET
TÜRKEŞ’in görevi bellidir. Sağ dinamikler örgütlenerek sol dinamiklerin çember içine alınarak sıkıştırılması ve gerektirdiği takdirde yok edilmesidir. Sol dinamikler “komünist” tanımıyla belirlenmiş, sağ gençlik “ülkücü”, “komando” adıyla belirlenerek bu iki gençlik kesimi çarpıştırılmış, gençlik hızla yasa dışına itilerek, silahlı hareketlere ve terör içine sokulmuştur.
Orhan KABİBAY, Orgeneral Faruk GÜRLER ve Orgeneral Muhsin BATUR‘un liderliğinde sözde sol bir cuntanın örgütlemesine başlamıştır. Bu baş görevlinin yanındaki ana görevliler şunlardır. Fakih ÖZFAKİH adlı avukat aynı zamanda CHP milletvekili; Numan ESİN MHP Başkan Yardımcısı ve 14’lerden eski MBK üyesi; İrfan SOLMAZER 14’lerden eski MBK üyesi ; Talat TURHAN emekli yarbay İstanbul Bölge sorumlusu.
Orhan KABİBAY görünürdeki örgütleyici olarak sivil kadrosunu da oluşturmuştur. Bu kadroda Doğan AVCIOĞLU, İlhan SELÇUK, İlhami SOYSAL ve birçok sol yazar önemli görevler almışlardır. Bu yazarlar “Devrim” gazetesiyle ve günlük çıkan gazetelerinde yazılarıyla bilerek veya bilmeyerek bu aşağılık tezgaha alet olmuşlardır.
Bu asker-sivil aydın grup gençleri yasadışı hareketlere teşvik etmişler, gençlerin coşkusunu şehir gerillacığına doğru yönlendirmişler, yaptırdıkları ya da teşvik ettirdikleri bombalama ve soygunlarla gençleri hızla terörün içine sokarak halk kitlelerinden tecrit etmişlerdir.
“Devrim” dergisinde yazılarında bu açıkça görülmektedir. Doğan AVCIOĞLU’nun “Gerilla” adlı yazısı bunun en çarpıcı örneğidir.
Devrim Dergisi’nde sol gençliğin çarpıştırıldığı gençlik, “gerici” ve “komando” olarak belirlenmekle yetinilmektedir. Bunun arkasındaki Alpaslan TÜRKEŞ saklanmaktadır. Bir kere TÜRKEŞ’ten bahsedilmekte, o haberde de TÜRKEŞ övülmektedir. Haber; Yahudi iş adamlarına karşı gösteri yapan gençlerin partiden TÜRKEŞ tarafından uzaklaştırılmalarıdır.
Benzer şekilde Alpaslan TÜRKEŞ’e yakın ve denetimi altında bulunan o dönemdeki yayın organları incelendiğinde, tezgahlanan sol cunta görünürlü harekete bir tepki yoktur. Olamaz da; çünkü her şey iç içedir. Komando kamplarını kuran Dündar TAŞER kurulacak devrim konseyinin içindedir. Fakih ÖZFAKİH bunu sorgusunda özellikle belirtiyor.
Bütün ilerici unsurlar Orhan KABİBAY’ın kurduğu bu örgütlenme aracılığıyla denetim altına alınmıştır.
Doğan AVCIOĞLU’nun alternatif olarak yaratmak istediği Cemal Madanoğlu ve Osman KÖKSAL da bu oyunun içine “kontrollü” olarak yerleştirilmiştir.( Cemal Madanoğlu’nun sol kolu Mahir Kaynak MİT görevlisidir.)
Sadi KOÇAŞ; Orhan KABİBAY ve TÜRKEŞ ile temasını sağlayarak daha üst düzey ilişkileri düzenlemiştir. Yurt içi düzenlemelerde Nihat ERİM, Cevdet Sunay, İsmet İnönü ve niceleri arasında mekik dokumuştur.
Hala bu provokasyonu, bomba, samba palavralarıyla olayların ve bu kişilerin üstlerini örtmeye çalışmak, en büyük Sol Kontr-Gerillacılık’tır.
Bilmeyerek bu oyunda görev alanların bilgilerini açıklamaları, asılan, öldürülen ve ezilen gençlere ve gelecek nesillere karşı namus borçlarıdır.