TATLI BETÜŞ                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                        Aziz NESİN

İSTANBUL
KAYIP İLÂNI
Takriben kırk, kırbeş yıl önce, beş-altı yaşında bir çocukken, ilçedeki bir memur
ailesine evlâtlık olarak verilmiş bulunan Güllü adındaki akrabamızdan, o zamandanberi
hiçbir haber ve bilgi alamadığımızdan kendisini aramaktayız. Tanıyanların, hayatta olup
olmadığını bilenlerin, insaniyet namına adresimize bildirmeleri rica olunur. Yerini
bildirenler, hayatta değilse öldüğüne tanıklık edenler, ayrıca maddî olarak da memnun
edilecektir.
Yakın akrabaları adına İzmir'in (...) ilçesi, Balkaç köyünden, kayıp Güllü'nün
yiğenlerinden,
Mahmut Yarlı
ULUSAL GELİR KAYNAKLARIMIZDAN BAYAN DÖVİZ
Kim gönderdi dediniz? Yüksek kulüp'ten Faruk Bey mi? Başkan gönderdi? Eveeet... Siz
demek Betül Hanım'ı arıyorsunuz... Bilirim bilirim, bilmez olur muyum hiç! Ama çok
yıllar var, görmedim kendisini. Ne zamandır kulübe de gittiğim yok ya... Kulüp'tekiler
bilmiyorlar mıydı? Yaa... Nerde acaba, ne oldu? Demek sizin büyük halanız oluyor? Yani
dedenizin kızkardeşi... Hiç görmediniz
öyle mi? Babanız da görmemiş... Vallahi, ben size ne diyeyim bilmem ki... Peki,
bildiklerimi anlatayım. Evet, Lokum Betül de derlerdi, Tatlı Be- tüş de denirdi. Ama
biz gümrükçüler O'na «Bayan Döviz» adını takmıştık. Bana eski günleri hatırlattınız.
Dediğiniz gibi Sarsak Mecdi Bey adında birisiyle evliliğini ben de duydum, o köşk
hikâyesini de işittim. Ama o zamanlan bilmiyorum. Ben O'nu daha sonraları tanıdım. Bu
Bayan Döviz adını da biz takmadık, Amerikalılar, Mis Döviz, Fransızlar da Madam
Döviz diyorlarmış da, adı ondan öyle kalmış.
Yooo, uluslararası bir ünü vardır. Eğer Tür-kiye'deyse mutlaka bulursunuz; bulmamak
imkânsız.
Efendim, ben O'nu İstanbul gümrüğünde muayene şefi bulunduğum zaman tanımıştım.
Hatta hiç unutmam, o günlerde gazeteler Gümrükçülerle çoğ uğraşıyorlardı...
Herneyse, biz gelelim Bayan Döviz'e... İşlerin karışık olduğu telâşlı bir günde,
Avrupa'nın Akdeniz limanlarından gelen bizim bir yolcu gemimizde külliyetli miktarda
kaçak eşya bulunduğu ihbar edildi. İhban yapan vatandaş da, muhbirlik hakkını almak
için gümrükte bekliyor. Kaçakçılarla anlaşmaya da fırsat bulamadığımızda, biz
gümrükçü olarak, maalesef, arayıp bulup kaçak eşyaya el koymak zorundaydık. Daha
gemi limana girmeden kırmızı plâkalı bir resmî araba rıhtıma gelip gümrük önünde
durdu. Aynca başmüdürlüğe de telefon edilmiş... Edilmiş diyorum, çünkü böyle
meselelerde telefon edenin kim olduğu, devlet sim olduğundan, bilinmez. Bizi başmüdür
çağınp, «Yolcular arasında bulunan Betül Hanım'a, resmî ara
6 banın kendisini beklemekte olduğunu haber verin!»
dedi. Biz işareti aldık. Az sonra da
gemi rıhtıma yanaştı. Arama yapılacağı için yolculann inmesi yasak. Ben işte Betül
Hanım'ı o zaman gördüm. Sizin akrabanız değil mi, halanız öyle ya... Velâkin Allah
bağışlasın, böyle bir kadın cihana kırk yılda bir gelir, hani resmî arabanın rıhtımda
beklediği kadar var. Biz Betül Hanım'ı vapurdan usuletle indirip kendisini bekleyen
arabaya bindirdik. Yaz ortasında kürk, kadına başka bir özellik veriyor ve kadının
Avrupa seferinden döndüğü derhal anlaşılıyor. Arabaya binince gümrük vergisi
ödememek için, o yaz sıcağında üstüste giydiği iki kürkü çıkanp, valizlerini, bavullarını
arabanın içine, şoför mahalline ve bagaja yerleştirdikten sonra «Kalan eşyalarımı
gümrükte iyi muhafaza edin, ben sonra adam göndertir, aldırtırım» dedi. Biz Betül
Hanım'ı selametledikten sonra gemiye daldık, aramaya, taramaya başladık. Evet, âdet
ve gelenektir, dış seferden dönen her gemide kaçak mal ve eşya bulunur. Gerekli
görülürse, arada sırada bunlardan kimisini yakalamak gümrükçü o-larak bizim de
görevimizdir. Ama, ben o kadar yıllık gümrükçülüğümde hiç bu kadar çok kaçak eşya
getiren gemi görmedim. Akıl durur, hokkabazın, içinden güvercinler, tavşanlar
çıkardığı şapkası kaç para eder. Bir küçük kutudan bir tuhafiye mağazasını dolduracak
kaçak eşya çıkıyor. Benim takdir ve hayranlığımı çeken nokta, kaçak eşyaların gayet
muntazam ve cinslerine göre ayn ayrı konulmuş olması... Hatta bizim arkadaşlardan biri
«Aşkolsun adamlara» dedi, «Bizim gümrük ambarlarında bile eşyalar bu kadar iyi
tasnif edilmiş değil...» İşin içinde bir gümrükçü parmağı o-
7l
acak, çünkü kaçak eşyanın vapurda gizli yerlere tıkılışı, tamamiyle bizim gümrük
ambarlama talimatına harfi harfine uyuyor. Yalnız bir yanlışlık yapmışlar,
talimatnameye göre patlayıcı maddeleri sıcak yere koymamak gerekirken, kaçak
mermileri geminin kazan dairesine saklamışlar ki, kat'-iyyen yanlıştır. Bunun dışında,
çakmakları, saatleri, losyonları ve naylon kadın iç çamaşırlarını, hepsini ayrı ayrı
yerleştirmişler.
Başka bir arkadaş da «Böyle bir usta kaçakçıyı bizim ambarları tasnife memur
etmezsek, karışıklıktan günün birinde gümrük ambarlarının i-çinde kaybolacağız» diye
kaçakçıların intizamına hayranlığını ifade etmişti. Kamaralardan birine açtığımız deliğe
kolunu sokan bir memur delikten boyuna takma meme ve şimdi peruka dedikleri takma
saç ve sutyen çıkarıyordu. Elini deliğe sokup çıkardıkça beş-on sutyen çekip alıyor.
Çıkar çıkar bitmez, kamara doldu, salon doldu, hâlâ deliklerden sutyen çıkıyor... Yahu
bu gemide sutyen madeni mi var, yoksa gemi içinde gizli bir sutyen fabrikası var da
boyuna sutyen mi imal ediyor?
O kadar çok kaçak eşya çıkardık ki, kaptan şaşıp dehşet içinde kaldı,
— Bu eşyalar kat'iyyen bu gemiden çıkmış olamaz, dedi, çünkü bizimki yolcu gemisidir
ve bu kadar yükü şu kadar bin tonilatoluk şilepler bile kaldıramaz. Siz bu eşyaları
geminin neresinden çıkardınız?
— Kıçından, dedim, geminin kıçamban kaçak eşya dolu...
. İkinci kaptan da,
— Artık aramayın, dedi, aradıkça boyuna kaçak eşya çıkıyor, bu gemi bu kadar yükü
taşıya-
8
maz, sonra durduğu yerde gemiyi batıracaksınız. Biz mesuliyet kabul edemeyiz...
Hatta hiç unutmam, o zamanki gazeteler aynen «Bu kadar çok kaçak malın gemiye nasıl
ve kimler tarafından sokulduğu araştırma konusu olduğu kadar merak konusu da
olmuştur» diye yazmışlardı; hâlâ aklımdadır.
Kaçak eşyaları bulmak kolay ama, kaçakçıyı bulmak imkânsız. Geminin süvarisinden
dümencisine kadar, ne personel, ne yolcular eşyaya sahip çıkıyor. «Bu senin mi?» diye
kime sorsak, «Hayır, benim değil!» diyor.
Uzatmıyalım efendim... Affedersiniz adınız neydi? Mahmut... Evet Mahmut Bey oğlum,
Betül Hanım'la tanışmamız işte o gün oldu. Gemiden çıkardığımız, sahipsiz sanılan
eşyaların büyük bir kısmının Betül Hanım'a ait olduğu sonradan anlaşılarak hiçbir
eksiksiz hepsi kendisine teslim edildi.
Ondan sonra Avrupa seferinden dönen birçok vapur yolcuları arasında sık sık Betül
Hanım'ı görürdüm. Ama sonradan her nasıl olmuşsa, Betül Hanım siyasî himayeden
mahrum kalmış. Yolculuktan dönerken gümrükte onu karşılamaya eskisi gibi makam
arabası gelmedikten başka, sıkı şekilde aramamız için de yukarıdan emir verildi. Eh ne
yapalım, biz emir kuluyuz, değil mi ya... Çok dedikodu mu olmuş, gazetelerin diline mi
düşmüşler, yoksa Betül Hanım'ı himaye eden zat gözden mi düşmüş, her ne olmuşsa...
Bizde zaten idare işleri hep böyledir, bir türlü istikrar kurulamaz. Bir bakarsınız,
falan yolcuyu aramayacaksınız diye el altından emir gelir, bir bakarsınız o yolcuyu sıkısıkıya
arayacaksınız diye, emir değiştirirler. Bir
9
öyle, bir böyle olmaz... Bir memleketin düzelmesi için beyim, her şeyden önce istikrar
lâzımdır. Gümrük memurları da kimi arayıp kimi aramayacaklarını ve kimi ne kadar
arayacaklannı bilmelidirler ki, bir yanlışlık yapmasınlar, şaşkınlıkla a-ranmıyacak
kimseyi arayıp, aranacağı da aramadan salmasınlar.
Betül Hanım yine böyle bir Avrupa seferinden dönüyordu. Üstünü başını, bavullarını
iyice aramamız özel olarak emredilmişti. Betül Hanım önce itiraz edecek oldu, durumun
ciddiyetini anlayınca pek şaşırdı.
— Allahallah... Hükümet mi değişti, nedir? Ne oluyor böyle? Değişse elbet duyardım,
hükümetin değiştiğini de duymadım... dedi...
— Hükümet değişmedi, dedik.
— Bakan mı değişti yoksa?
— Hayır efendim...
__Peki, ne oluyor öyleyse? Mevzuat mı değişti, yoksa rejim mi?
Doğrusu Betül Hanım haklıydı.
—. Durum değişti, o kadar, arıyacağız... dedim.
Aradık beyim. Muayene salonunda bir kadın memurumuz Betül Hanım'ın koynundan,
söylemesi ayıp, daha başka yerlerinden, bir kuyumcu dük-künını dolduracak kadar,
mücevherat, incik boncuk ve kadın süs eşyası çıkardı. Demek ki durumun değiştiğini
Betül Hanım da sezmiş ki, bunları biryerlerine saklamış. Yoksa her zamanki gibi açıkta
getirirdi. Vücudunun gizli bölgelerinden mücevherat çıktıkça Betül Hanım da hayretler
içinde kalıyor,
__ Çok şaştım, diyordu, bunların hiçbiri bemin
değil... Allahallah, acaba hangi ahlâksız alçak
bunları benim haberim olmadan orama burama tıkıştırmış?
Ben müddet-i hayatımda bu kadar zekî kadın görmedim, Mahmut Bey oğlum. Kadının
güzeli aptal olur derler ya, itimat buyurunuz, Betül Hanım bu kaidenin istisnasıdır.
Uzun zaman dış seferler yapan vapurlarda yolculuk etti. Hatta bir seferinde, hiç
unutmam, üzerinde o kadar çok kaçak eşya yakalanmıştı ki,
— Bunlar benim değil!.. Sakın bu eşyalar A-merika'dan gönderilmiş yardım malzemesi
olmasın? dedi.
Müfettiş,
— Dış yardım gizli mi gelir? deyince,
— Asıl yardım gizli olur, dedi, iyilik kimin tarafından yapıldığı belli olmayandır.
Memleketimizin bu kadar sıkıntıda olduğunu görüp halimize acıyan bir yabancı
dostumuz, haysiyetimiz incinmesin diyerek, bu maLzemeleri gizlice bavullarımıza
yerleştirmiş olamaz mı yani?
Fikrimi sorarsanız Mahmut Bey, Betül Hanım memleket için gayet faydalı bir insandı,
maalesef bizde hiç kıymeti bilinmedi. Dış sefere giden her gemimizde onun gibi, fazla
değil, üç kadın daha yolculuk yapıp memlekete eşya getirseydi, emin olunuz bu
memleket şimdiye kadar çoktaaan kalkınırdı.
Düşününüz beyim, bu zavallı kadın kendi başına Avrupa'lara on parasız gidiyor,
dönüşünde memlekete yüz binlerce liralık eşya getiriyor, daha ne isteriz? Yahu biz,
Amerikalılar bize para versin, borç versin, kredi açsın, hibe etsin, yardım versin diye
senelerden beri uğraşmıyor muyuz kuzum? Yalnız bu Betül, bir başına Amerikan
yardımına bedel. Sen böyle bir kadını hiç durmadan
«Aman kızım Avrupa'ya, Amerika'ya git de gel!» diye zorlayacağına, O'na
yalvaracağına, bir de üstelik gitmesine engel oluyorsun... Biz kıymet bilmeyiz. Neler
yaptık bu kadıncağıza, anlatmakla bitmez. Birisinde hiç unutmam, yakaladığımız kaçak
eşyalar için,
— Bunların hiçbiri benim değil, dedi, olsa olsa bunlar gemide unutulmuş
eşyalardır. Biliyorsunuz son zamanlarda insanlar çok dalgın oldular, her yerlerde
unutuyorlar. Hatta otobüste takma dişlerini düşürüp unutanlar bile var. Eh, bu koca
gemi... Her seferinde her yolcu bir eşyasını unutsa, yıllardır bu kadar eşya birikir.
Bunda şaşacak ne var sanki, hiç anlamıyorum.
Geminin süvarisi,
— Olamaz, dedi, çünkü gemi yenidir, bu dördüncü seferidir. Dört değil, dörtyüz
sefer yapsa, bu gemide bu kadar eşya unutulmuş olamaz.
Betül Hanım Avrupa'ya giderken üstünde neler olduğunu tesbit ediyorduk. Yolculuğa
çıkarken pek basit giyinirdi. Ama dönüşü pek mükellef o-lurdu. Betül Hanım'm bir gezi
dönüşünde, müfettişlerden biri, yurt dışına çıkarken tutulmuş eşya zaptına bakıp,
— Hanımefendi siz çıkarken bu eşyalardan hiçbiri yanınızda yokmuş, dedi, beşyüz
lirayla çıktınız burdan, bunları nasıl satın aldınız?
Betül Hanım'm kızdığını ilk o zaman gördüm. İki eliyle kürkünün yakasını, sonra da
ceketinin yakasmı açıp, çıplak göğsünü göstererek,
— Var,mı bir diyeceğiniz, kazandım... Mal benim değil mi? diye bağırdı.
Gümrük rüsumunu ödeyip mallarını aldı.
Yani diyeceğim şu ki, Mahmut Bey, enternasyonal bir kadındı. Memleketimizin döviz
kaynağıydı ama, ne yazık ki kadrini bilemedik. Bir komşu devletin gümrükçüsü bana
aynen «Bu kadın bizde olsa el üstünde tutarız ve sizde yaptığı vazife karşılığında elli
bin lira maaş bağlarız» demişti.
Bugün bizim en büyük döviz kaynağımız nedir? Avrupa'lara, Avustralya'lara
gönderdiğimiz işçilerimiz değil mi? Hey gidi hey! Vaktiyle atalarımız dünyanın üç
kıtasında nal şakırdatıp kılıç sallarken, onların torunları bugün oralarda çekiç
takırdatıp sokak süpürgesi sallıyorlar. Memlekete döviz kazandırsınlar diye iki milyon
işçimiz yurt dışında... Çok değil, Betül Hanım ayarında ikiyüz kadınımız olsaydı,
yeterdi; ne diye iki milyon işçimizi gurbet ellere salacaktık... İnan olsun ikiyüz Betül,
iki milyon işçiden daha çok döviz getirirdi memlekete...
Size bişey söyliyeyim mi, bunca senelik gümrükçüyüm, gümrüklerin bir faydası
olduğuna kani değilim. Elinde Betül Hanım gibi birkaç kadın olacak, salacaksın
Avrupa'ya, Amerika'ya... Sermayesi de kendinden, sen hiçbişey koymayacaksın.
Yatırım yok, kazanıp kazanıp getirecekler memlekete beyim. Sonra da, neme lâzım,
kaçak eşyalarını yakaladığımız zaman bize karşı eli gayet açık bir kadındı. Bu bizim
işler, maaşla olmaz beyim... Betül Hanım gibisi olduktan sonra ben ne yapayım maaşı,
değil mi ama... Böyle bir beynelmilel şöhret kolay kolay yetişmez, zaten bizde, malûm,
iş adamı kıtlığı var.
Ah beyim ah, halanız sizin, öyle mi? Şimdi nerelerdedir bilmiyorum, uzun zamandır da
göremedim. İnşallah kavuşursunuz. Pekçok insana iyilik
etmiştir, bu memlekette kaç kişiyi zengin etti. Gayet iyi biliyorum, sevdiği adamın
birine Avrupa'dan getirdikleriyle bir kuyumcu dükkânı açmıştı. Bir başkasına da
kürkçü dükkânı... Daha da neler neler... Ama hiç kimse onun kıymetini bilemedi, herkes
işi görülünceye kadar «Şekerim, gülüm, yavrum», dedi, sonra yüzüstü bıraktılar kadını.
Yani bütün İstanbul'un işsiz güçsüz erkeklerini zengin edecek değildi ya kadın...
Durun bakayım, neydi adı? Haa, evet evet, en son duyduğum Klarkçı Muammer adında
birine bir mağaza açmış demişlerdi, tki sefer Avrupa'ya gidip geldi, koca bir mağaza
açıp Klarkçı Muammer denilen herifi adam etti. Yaa, halanız işte böyle bir kadındır.
Hey gidi hey... Ah bendeki bu kafa eşek kafa... Bigün bana, ama çok rica ederim
aramızda kalsın, «Niçin serbest hayata atılmıyorsunuz da gümrük ambarında ömrünüzü
çürütüyorsunuz?» demişti. «Sermayem yok ki!» demiştim. Güldü. «Ben varım, size
yardım ederim!» demişti. Ah kafa...
Başka mı? Vallahi başka bilgim yok... Bildiklerim işte bu kadar. Siz o Klarkçı
Muammer'i bulsanız iyi olur. O bilir nerde olduğunu Bayan Döviz'in... Belki de hâlâ
birlikte oturuyorlardır, bilemem... Eskiden yüksek Kulüp'e arada sırada gider orda
görürdüm. Ama emekli olduktan sonra hiç gidemedim oralara... İhtiyarladık da... Heh,
heh heh... Gidiyor musunuz? Estağfurullah... Gü-legüle... Bulursanız benden de selâm
söyleyin, doğrusu çok iyiliğini görmüşümdür, anlatın kendisine, olmaz mı? Ne kadındı,
ne kadın... Gülegü-le Mahmut Bey oğlum...
14
BÎR GAZETE HABERİ
«Vârislerden biri kaybolduğu için öbürleri de parayı alamıyor.»
«Yirmi milyonluk bir mirasa konan kadını
ailesi arıyor.»
İzmir (HA) — Yirmi milyonluk mirasa konan onbeşten çok mirasçı, hisselerine düşen
mirası a-labilmek için, şimdi kırkbeş elli yaşlarında olduğu tahmin edilen Güllü adındaki
bir kadını bütün Türkiye'de aramaya başlamışlardır. Güllü, kesin tarihi bilinmemekle
birlikte, bundan kırk yıl kadar önce, beş altı yaşlarındayken ilçedeki bir memur ailesine
evlâtlık olarak verilmiş, bu tarihten sonra da kendisinden hiçbir haber alınamamıştır.
Güllü'nün ailesinden bugün yaşamakta olan onbeş kişinin başına devlet kuşu konmuş ve
yirmi milyon liradan fazla değerdeki bir mirası alabilmeleri için Güllü'nün bulunmasına
ve onun imzasının alınmasına ihtiyaç duyulmuştur. Bunun üzerine toplanan mirasçılar,
Güllü'nün kesin olarak bulunması, hem kendisinin mirasını alması, hem de miras evrakını
imzalaması gerektiği düşünülerek, kayıp Güllü'nün bulunması için, çeşitli gazetelere
ilân vermişlerdir. Ancak, bu ilânlardan bu güne kadar hiçbir sonuç alınamamıştır. Bunun
üzerine Güllü'nün doğduğu köydeki yakın akrabaları olan onbeşten çok insan, Güllü'yü
arayıp bulmak için Türkiye'nin her yanma dağılmışlardır. Güllü'nün yiğenlerinden
üniversite öğrencisi olan Mahmut Yarlı adlı genç şu açıklamada bulunmuştur:
«Yirmi milyon değerinde deniliyorsa da, gerçekte mirasın çok daha fazla olduğu
sanılmaktadır. Sonradan aldığımız bir habere göre, mirasımı-
15
zın değeri yirmi milyon Türk lirası değil, yirmi milyon dolar tutarındadır ki, o zaman
üçyüz milyon Türk lirasını bulur. Ama bizim mirastan hisselerimizi alabilmemiz için
halam GüUü'yü bulmamız gerekiyor. Herhalde çok büyük bir mirasa konduğunu
bilmeyen zavallı halam şimdi yoksulluk içinde yaşamaktadır.»
YANBASTI FETTAH PAŞAZADE SARSAK MECDİ BEY'İN KÖŞKÜ
Haa, anladım. Siz Sarsak Mecdi Bey merhumun eşi olan Betül Hanım'ı arıyorsunuz.
Vallahi, Paşa'nm köşkü satıldıktan sonra bir daha Betül Hanım'ı hiç görmedim evlâdım.
Betül diye ararsanız biraz zor bulursunuz, O'nu Tatlı Betüş diye a-rayacaksınız. O
zamanlar sosyetede Lokum Betül yada Tatlı Betüş diye tanınırdı. Çünkü, yüksek
sosyetede, birkaç tane Betül olduğundan, birbirinden ayırmak için Sarsak Mecdi
Bey'in karışma Lokum Betül derlerdi. Sebebi de, şimdi seks bombası dedikleri tip var
ya, işte o cinsten, gayetle albenisi olan, tatlı, yumuşak ve balıketinde bir kadındı.
Sarsak Mecdi Bey'in dostu olan yabancılar ve Amerikalılar Törkiş dilayt yani Türk
Lokumu derlermiş de, ondan adı Lokum Betül kalmış. Benim fazla bir malumatım yok bu
hususta... Merhum Sarsak Mecdi arkadaşımdı da, ordan tanırım biraz Betül Hanım'ı...
Şimdi kendisini nerde bulabileceğinizi bilemem. Demek akrabanız oluyor... Yaaaa!...
Vallahi ne diyeyim bilmem ki, adresini bileni hiç hatırlamıyorum. Zaten ben de yıllar
var, görmedim. Hakkında bilgi mi istiyorsunuz? Benim, Mecdi ile evlenmesi olayından
başka Be-
Ifi
tül Hanım hakkında hiçbir bilgim yoktur. Zaten evlilikleri de altı ay sürdü sürmedi,
zavallı Mecdi gümbürdedi gitti... Anlatayım ama, nasıl anlatayım yavrum, akrabam
diyorsun... Zararı yok, anlatayım mı? Peki öyleyse...
Hangi padişahın pek iyi bilemiyorum, artık hangininse, diyelim Sultan ikinci
Bilmemkim'in, Yanbastı Fettah Paşa namıyla maruf bir Başma-beyincisi varmış.
Yanbastı Fettah Paşa Başmade-yihci ama devletin her işi ondan sorulurmuş. İtalya ile
padişah'ın arasını bulan oymuş; sonra İtalya ile siyâsi ve ticarî münasebetleri o kadar
iyi yoluna koymuş ki, İtalyanlar da «Biz de eğer insansak bu kadar iyiliğin altında
kalmayız» diye o zaman kendi gazetelerine yazmışlar. İtalyan kralı da Yanbastı Fettah
Paşa'ya İtalyanm en yüksek nişanını göndermiş. Nişan merasiminde İtalyan sefiri,
Yanbastı Fettah Paşa'ya iki memleket arasında kurduğu iyi münasebetler için, yüzde
on komisyona razı olup olamıyacağını, gizlice sorunca, gayet namuslu bir adam olan
Fettah Paşa «Siz galiba Beni Hariciye Nazın sandınız» deyip İtalyan elçisini bozarak
yüzde ona kat'iyyen tenezzül etmiye-ceğini sezdirmiş. Bir başka gün, Paşa'nın
konağında bir ziyafette İtalyan elçisi pazarlığa oturmak isteyince de «Kat'iyyen
pazarlık istemem. Almanlar yüzde kırk verdikleri halde güzel hatırınız için ben sizi
tercih ettim. Sonunda bana böyle mi yapacaktınız? Çok teessüf ederim; bu gibi sözler
his-siyat-ı vatanperveranemi rendice eder, kat'iyyen hazmedemem!...» diye bağırarak
sefiri iyice bozmuş. İtalyan sefiriyle Fettah Paşa arasındaki bu konuşma, Fettah
Paşa'nın konağındaki ziyafet masasında geçiyormuş. Paşa sözünün sonunda
17
İtalyan Sefirine «Hazmedemem!» diye bağırınca, karşısında elpençe duran
sofracıbaşı, yediği yemekler paşa hazretlerinin midesine oturdu' sanıp koşarak, böyle
zamanlarda hep yaptığı gibi, bir şişe karbonatı getirip «Buyrun Paşam!» diye uzatmış...
Yanbastı Fettah Paşa avucuna boşalttığı karbonatı bir bardak suyla içtikten sonra
geğirmeye başlayınca bir yandan «Estağfurullah!» çeker, bir yandan da İtalyan
sefirine,
— Afedersiniz ekselans, sinirlendiğim zamanlar böyle olurum: hissiyat-ı milliyem
galeyane gelince midemde de galeyan başlıyor... demiş.
Siz gençler maalesef tarihimizin bu yanlarını bilmezsiniz, Mahmut Bey oğlum, eskiden
gayet celâletli ve celâdetli paşalarımız vardı; ben bir kısmına yetişmişimdir. Koca bir
İtalyan sefirine böyle bir lâf söylemek, ne demek? Sonra Mahmut Bey oğlum, Yanbastı
Fettah Paşa ziyafet sofrasında İtalyan sefir-i kebirini kalp beşlik gibi bo- zarken,
sefirin yanında da İtalya'nın şark işleri mütehassısı bulunuyormuş. Bu mütehassıs,
Yanbastı Paşa'nın bu jestinden ne demek istediğini derhal anlayarak, sefirin kulağına
eğilip bişeyler fısıldamış. Sefir de gülümseyerek tercümanına «Sorunuz bakalım;
yüzde on hakları bakî kalmak şartıyla, Paşa hazretleri arsalarından hangisi üzerine bir
köşk kurulursa memnun kalırlar?» demiş. Yanbastı Fettah Paşa da, torunu Sarsak
Mecdi'ye kaldığını söylediğim o köşk var ya, işte o köşkün yerini tarif edip «O arsa
münasiptir» demiş. İtalyanlar sonradan bir de tahkik etmişler ki, Yanbastı Fettah
Paşa'nın yerini söylediği deniz kıyı-
18
sındaki arsa kendisinin değil... Tabii mecbur olmuşlar, evvelâ arsayı satın alıp sonra da
üstüne köşkü yaptırmaya... Bak oğlum bak, sen o zamanki siyaset adamlarımızın
ferasetine bak... İşte siyaset diye ben buna derim; Paşa enayimi kendi arsalarından
birini söylesin. Heriflere hem en güzel yerdeki pahalı arsayı kendi namına satın aldırtıyor,
hem de üstüne köşk kurdurtuyor. Üstelik o arsa da kendisinin değil, ikinci
hareminin-miş. Yani anlıyacağınız efendi oğlum, siz şu siyasete bakın, Yanbastı Fettah
Paşa ikinci karısının malı olan arsayı, parasını İtalyanlara verdirterek, kendine
aldırtıyor. O zamanın insanları başkay-mış... Şimdi bizde Yanbastı Fettah Paşa gibi
birkaç paşa olsa, bak o zaman gör. Evet var, şimdi de var ama, ne de olsa eskileri
başka... Bugünküler eskilerin eline su dökemezler.
Evet, biliyorum, siz Betül hanım hakkında malumat almak, izini bulmak istiyorsunuz.
Ben ,de size onun için anlatıyorum ya bunları. Çünkü Merhum Sarsak Mecdi ile Lokum
Betül'ün evlenmelerinde ve hatta Mecdi'nin ölümünde bu köşkün çok mühim rolü
olmuştur.
Uzatmıyalım efendim, İtalyanlar evvelâ arsayı Yanbastı Fettah Paşa'nın ikinci
hareminden Paşa namına satın alıp, sonra da üstüne köşkü kuruyorlar ve köşkün altın
anahtarını Başmabe-yinciye teslim ediyorlar. Siz Yanbastı Fettah Pa-şa'nm köşkünü
bilir misiniz? Demek bilmiyorsunuz... Mutlaka gidip görün; zaten Betül Hanım'm izini
bulmak için nasıl olsa köşke gideceksiniz ya.... Gayet geniş lebiderya bir arsa
üzerindedir ama, denizin kıyısında olmadığından yalı sayılmaz. Koru içinde dillere
destan bir köşktür evlâdım... Allah
19
sizi inandırsın, hela taşlarına, mermerlerine, fayanslarına ve aynalarına kadar
herbişeyi İtalya'dan getirilmiştir. Hatta bizde o zamanlar alafıran-ga kiremit imâl
edilmediğinden, köşkün kiremitleri bile İtalya'dan getirtilmiştir, derler. Tavanları ve
duvarları kamilen yağlı boya nakış, resim ve altın yaldızlı tezyinattır ve bunlar da
İtalya'dan getirtilen nakkaşlarla ressamlar yapmışlar. Sarsak Mecdi, nur içinde yatsın,
benim çocukluk arkadaşım olduğundan köşkü gayet iyi bilirim... Hey gidi günler,
hayatım bu köşkte geçti evlâdım. Evet, şimdi de zamanın ilerigelenleri gayet muazzam
ve saraylar misali binalar, iş hanlan inşa ettiriyorlar, velâkin bunları kendi paralarıyla
yaptırıyorlar. Anlattığım tarihin büyükleriyse, milletin on parasına dokunmaz ve bir
siyaset dolabı çevirerek kendi köşklerini bile ecnebilere yaptırırlardı; nur içinde
yatsınlar... Helasının taşlan bile halis İtalyan mermeri, renkli mermerler... İtimat
ediniz oğlum, insan heladaki o mermerlere şey'etme-ye kıyamazdı. Hatta sonradan
İtalya'yla münasebetlerimiz bozulunca, Yanbastı Fettah Paşa gazaba gelirmiş de,
affedersiniz. «Ben böyle dostluğun da, anlaşmanın da içine...» diye kızarak taşları
İtalya'dan getirtilmiş helaya sıksık koşarak, o güzelim helada bir güzel hırsını
çıkardıktan sonra ancak teskin olurmuş. Ben tanıyamadım, velâkin çok vatanperver bir
zat imiş. Allah gani gani rahmet eylesin.
Anlatıyorum evlâdım, ben de size Betül Ha-nım'ı anlatacağım da ondan bu teferruata
girdim. Köşk çok mühimdir de bilmeniz lâzım... Bizim Sarsak Mecdi, Yanbastı Fettah
Paşa'nın torunudur. Mecdinin pederi gayetle silik bir zat olduğun-
20
dan ismi anılmaz ve Mecdi bu yüzden dedesingiza-feten Yanbastı Paşazade namıyle
anılırdı. Mecdi, Yanbastı Fettah Paşa'nın hayatta kalan tek varisiydi ve buyüzden pek
kederliydi, çünkü kendisine dedesi Yanbastı Fettah Paşa'dan kalan mirası bitirmeye
uğraşmaktan, hayatında bir saat bile bir işde çalışmaya vakit ve imkân bulamamıştı.
Bana daima, «Beni mahveden o dedem olacak Yanbastı denilen heriftir... Miras
bıraktığı serveti bitürlü bitiremiyorum ki, ben de bir iş güç sahibi olayım da, isterse
üç kuruş olsun, kendi emeğimin geliriyle geçineyim» derdi. Zavallı Mecdi çok
muzdaripti, bütün hayatında çalışarak on para kazanmadığı için ömrü boyunca çocuk
olarak kalmıştı. En1büyük kederi de, Yanbastı Fettah Paşa'dan kalan mirası bitirmeden
ölmesi korkusuydu. Bu mirasın dibine darı ekmek için bütün gayretiyle gece gündüz
çalıştı zavallı. Yiyor, içiyor, yediriyor içiriyor, harvurup harman savuruyor, yine de
bitürlü Yanbastı Fettah Paşa'nın bıraktıklarını bitiremiyordu. Tükenecek gibi mal-.
mülk değildi ki oğlum... Ben gözlerimle gördüm, koskoca kaim bir cilt matbu kitap vardı
ve bu cildin üzerinde yaldızla şöyle yazılmıştı: «Başmabe-yinci Fettah Paşa
Hazretlerinin hafidi (torunu) Mecdi Efendi hazretlerine bâtapu tescil edilen çiflikât.
»
Çiftlik değil evlâdım çiftlikat, yani çiftlikler... Bu kitabın içinde kırktan fazla çiftliğin,
tapu kaydına göre, yerleri ve hudutları tarif ediliyordu ki, o çiftliklerden herbiri
sonradan onbeş-yirmi çiftlik haline getirildi. Yine o hanlar, apartmanlar, hamamlar,
dükkânlar... Hiçbir zaman Sarsak Mecdi'-nin tek apartmanı yoktu, içine beş mahalle
ge-
21
nişliğinde on-onbeş apartmanı alan bina adalan-nın sahibiydi. Batmakla bitirilecek gibi
değil. Boyuna satsan ve açık arttırmaya çıkanp durmadan «Sattım, sattım!» diye
bağırsan, onca malın mülkün bittiğini görmeye yine bir adamın ömrü yetmez. Zavallı
Mecdi neler çekti. Bana kaç kere «Geriye mal bırakır da ölürsem gözlerim açık
gidecek» demiştir.
«Ooooh, Allahıma bin şükür artık onparasız kaldım...» diye göbek attığı gecenin
sabahında avukatlarından biri çıkagelir, «Müjde Mecdi Bey, iki çiftliğiniz daha
olduğunu keşfettim. Altıyüz-bin lira veriyorlar, satalım mı?» diye sorardı. Ben kaç
kere şahit olmuşumdur, avukatına şöyle bağırmıştır: «Yahu sen avukat mısın, çiftlik
kaşifi mi? Bu çiftlikleri, hanları, evleri, apartmanları nerden bulup bulup çıkarıyorsun?
Yeter yahu... Daha ne dikilmiş duruyorsun karşımda, çabuk sat , şunları da kurtulayım
be...»
Fakat kurtulamazdı; avukatlarından biri yine bir yerlerden bulur buluşturur, beş-altı
apartman yada, birkaç çiftlik ortaya çıkarırdı. Mecdi istemese de avukatları ona miras
kalmış malı mülkü ordan burdan bulup ortaya çıkarmaya mecbur; çünkü onlar da
buldukları her mal mülkün satışından yüzde pay alıyorlar.
Nasıl para yerdi bilir misiniz, anlatsam aklınız durur. Bir bölük maaşlı dalkavuğundan
başka a-matör dalkavukları da vardı. Her akşam başka bir eğlence yerine, lüks
otellerden birinin pavyonuna yada bir içkili gazinoya gidilirdi. Ne günler yaşadık,
barların, gazinoların dili olsa da anlatsa... Sarsak Mecdi parayı savurur, saçardı. Yenilip
içildikten sonra, vakit gece yarısını az geçti mi, Mec-
22
di, «Orkestra arkamızdan gelsin!» derdi. Biz otomobillere binerdik, altı, yedi bazan on
otomobil... Gazinonun orkestrası da otomobillerin önüne geçer, çalmaya devam eder,
Beyoğlu caddesinden böylece ağır ağır geçerdik. O zamanlar iyiydi, ne şimdiki gibi
trafik derdi vardı, ne de araba, otomobil deresi... Ordan başka bir otele giderdik.
Oranın cazbant takımı da bizim otomobil kafilesinin arkasına takılırdı; önde bir caz,
arkada bir başka caz takımı... Hatta bir keresinde piyanoyu da faytona yükletmişti de
meşhur piyanist Aleksiye! efendi yol boyunca piyano çalmıştı. Oraya buraya uğraya
uğraya incesaz takımıyla, cazla birlikte ya Bentlere yada Sulûkule'ye gidilirdi.
Sabaha karşı Sarsak Mecdi yine coşar, Sulukuleli çingene oyuncuların arasına katılıp
«Dedem Yanbastı Fettah Paşa'nm ruhu şadolsun!» diye göbek atardı. Sabah olunca da
bir hamamı kapatırdı. Hep birlikte hamama gider, hamamın göbek taşında
sızar kalırdık.
Evlâdım, insan böylesine para yer de yine parasını bitiremezse ne yapar? Deli olur,
deli...
Lâf lâfı açıyor; bir köpeği vardı rahmetlinin, çok severdi. Köpek günün birinde öldü.
Sarsak Mecdi öyle müteessir oldu ki, köpeğin cesedini gömdürdüğünün gecesi «Bu gece
Beyoğlu matem tutmalı» diyerek, Beyoğlu'ndaki bütün barları, gazinoları ve
affedersiniz "bütün genelevleri, o gece her ne kazanacaklarsa her birine istedikleri
parayı verip kendi namına kapattırdı. Sarsak Mecdi'-den büyük menfaatleri
olduğundan herifler işyerlerini kapamaya mecbur; çünkü Sarsak Mecdi on gün için
ortadan çekilse hepsinin de kârlarına kesat girecek... Hatta hiç unutmam, içkili ve sazlı
23
gazinolardan birinin sahibi, köpeğinin ölümü yüzünden gazinoyu kapattığı bilinmesin,
müşterileri dağılmasın diye, şöyle bir levha yazdırıp, gazino kapısının üstüne astırmıştı:
«Çok sevdiğimiz aile büyüğümüzün vefatı dolayısıyle, bu gece gazinomuzun kapalı
bulunduğunu muhterem müşterilerimize arzederiz.»
Sarsak Mecdi bu ilândan o kadar memnun kaldı ki, gazinonun sahibine bir aylık kazancı
ne olduğunu sorarak, parayı derhal verdi. Rahmetli çok iyi kalpliydi ve sevap
işlemekten, hayır yapmaktan, fakir fukaranın gönlünü almaktan hiç geri kalmazdı. Kaç
kere şahit olmuşumdur, otomobille giderken, yol kenarında pinekleyen, köyden yeni
gelmiş işsiz ameleleri toplayıp «Ulan bu gece bendensiniz...» deyip eğlensinler diye
götürüp Abanoz sokağındaki genelevlere bırakmış ve gecelik paralarını mamalara peşin
ödemiştir. Yani diyeceğim şu ki, merhum çok iyilikseverdi ve fakir fukaranın gönlünü
etmesini pek severdi,'nur içinde yatsın...
Kendine ve avukatlarına kalsa, mirası yiyip bitiremezdi ama, yine dua etsin Lokum
Betül'e... Tatlı Betüş olmasaydı, o mirası imkânı yok, başka hiçkimse yiyip bitiremezdi.
Aşkolsun Betüş'e... Kendi yok Allahı var, neme lâzım yaman kadındır ve gayetle
hovardadır. Sizin akrabanız oluyor, değil mi? Hiç görmediniz mi? Yaa, vahvah.*.
Görülecek kadın... Şimdi kimbilir nerelerdedir... Mirası tüketmesi için, doğrusu, Sarsak
Mecdi'ye çok yardım etti, yoksa o mal mülk, o kadar para, imkânı yok tükenmezdi.
Belki bunları size anlatmak doğru değil, ne de olsa akrabasısmız, ama siz öğ-
24
renmek için İsrar ediyorsunuz da ondan anlatıyorum. Bakın nasıl evlenmişlerdi. Onu da
anlatayım. Bu bizim Sarsak Mecdi günün birinde evlenme hastalığına tutuldu. Allah
kimsenin başına vermesin, çok kötü bir hastalıktır: insanın canı hep aynı kadınla
evlenmek ister. Sarsak Mecdi'ye bu hastalığı Lokum Betül aşılamış. Ben Betül Hanım'ı
işte o sıralarda tanıdım, hazâ kadın ve o zaman Sarsak Mecdi'den otuzsekiz yaş
küçüktü ve etiketi üstünde; Lokum...
Ben Lokum Betül'ü görünce, bizim Mecdi'ye «Bu kan seni altı aya kalmaz bitirir,
ufalar, toz-duman eder» diyemedim de,
— Mecdi Bey, birader, dedim, cenabıallah bilcümle güzellikleri yalnız bir kulum
istifade etsin diye değil, cemi cümle kullarım niüstefid olsunlar diye halletmiştir.
Senin Betül Hanım gibi, müstesna bir güzeli nikâhın altına sokup inhisarına alman bence
doğru değildir. Buna kul da, Allah da razı olmaz. Senin bu yaptığının büyük günahı,
vebali vardır. Böyle bir güzelliği yalnız kendine maletmekle birçok hemcinsinin kalbini
kırmış ve başkalarını bu güzellikten mahrum etmiş olacaksın. Güzel ve cömert kadınlar,
ay'a, güneşe benzerler; onlar da ay ve güneş gibi cemi cümlenin nurudur. Gel sen bu
evlilikten vazgeç de o güzellikten hem sen istifade et, hem de başkaları... Sarsak
Mecdi, — Artık çok geç, mümkün değil... dedi.
• Bana kalırsa, meselenin içyüzü başka... Bizim Sarsak Mecdi, Lokum Betül'ün birkaç
milyoneri iflâs ettirdiğini duyunca, kadının reklâmına kapılıp «Aman dedem Yanbastı
Fettah Paşa'dan kalan
25
mirası bitirse bitirse ancak bu kadın bitirebilir. Beni de dertten kurtarır...» sevdasına
kapılmış.
Evlendiler ve altı aya kalmadan Sarsak Mecdi cartayı çekti, nur içinde kalsın. Rahmetli
son günlerini pek mesut geçirdi. Çünkü Lokum Be-tül'ün sayesinde on parası kalmadığı
gibi, uçan kuşa borçlanmış ve bir dilim kuru ekmeğe ve bir kaşık çorbaya muhtaç
vaziyete düşmüştü.
Lokum Betül'ün onunla evlenmesine gelince, mesele gayet basit; niyeti, Sarsak
Mecdi'yi aşk yolunda şehit edip mirasına konmak... Mecdi'ye niçin sarsak diyorlar?
Sarsak da ondan... Bütün hayatında bu adam, her neye niyet etmiş, her ne yapmak
istemişse, mutlaka hep onun tersini yapmıştır. Sarsak bir herifti merhum, nur içinde
yatsın. Nitekim, Yanbastı Fettah Paşa'nın köşkü de Lokum Betül'e, Mecdi'nin
sarsaklığı yüzünden kaldı ya... Anlatayım efendim onu da...
Lokum Betül'ün Cins Bekir dedikleri bir sevgilisi vardı. Bu Cins Bekir denilen herif,
Lokum Betül'ün demirbaşı gibi bişey... Betül kaç kere evlenmişse, her evlendiği adamın
evine Cins Bekir'i de beraber götürürmüş. Cins Bekir'e «Memuriyetiniz nedir?» yada
«Hangi vazifede bulunuyorsunuz?» diye sordukları zaman «Lokum Betül'ün
arkadaşıyım» dermiş. Lokum Betül bizim Sarsak Mecdi-yle evlenince daha ilk geceden
bu Cins Bekir de Betül'le birlikte köşke giriyor. Betül çok esprili kadın. Köşke
girdikleri akşam kocasına, «Sakın beni çeyizsiz evlendi sanma, işte benim çeyizim»
diye Cins Bekir'i takdim ediyor. İlk iki ay, üçü bir arada gül gibi geçiniyorlar. Ama iki
ay sonra Cins Bekir «Betül'ü boşayacaksın!» diye Sarsak Mecdi'nin başına ekşiyor.
Çünkü Lokum
26
Betül'le Cins Bekir bir olup, Sarsak Mecdi'nin yü-lardanberi savura savura
bitiremediği o mirasın, iki ayda dibine dan ekmişler. Artık Sarsak Mecdi, Lokum
Betül'e iyice âşık mı olmuş, ihtiyar halinde yalruz kalmaktan mı korkmuş, yoksa inadı
mı tutmuş, her nasıl olmuşsa, Cins Bekir'e «Ölüm var, aynlık yok. Ben Betül'ümden
aynlamam!» diye kafa tutmuş. Cins Bekir de «Bu yaştan sonra elin zavallı garip kızını,
ölünce mirasım sana kalacak diye iğfal etmeye hiç utanmadın mı? Sende Allah korkusu
yok mu? Madem paran pulun yoktu, ne diye zavallı kadını aldattın, ne diye bu yaştan
sonra evlendin? Çişini tutamayan senin gibi Sarsak bir herifin evlenmek de nesine!»
diye barbar ba-ğmyormuş. Bir gece Cins Bekir'le Lokum Betül bir olup Sarsak
Mecdi'nin üstüne yürüyünce, o da herhalde can korkusuna düşüp bir yalan kıvırmış!
«Ayol, benim servetim kalmadığı yalanını sise kim uydurdu? Benim asıl servetim,
bankadaki kasamda mahfuz bulunan sandıktadır. Ben öldükten sonra Betül'cüğüm,
seninle birlikte, sandığın içindekini afiyetle yesin... İkinize de yeter...»
Bunun üzerine sevinç içinde üçü birbirine sarmaş dolaş oluyorlar. Bundan sonra iş,
Sarsak Mecdi'nin biran evvel ölmesine kalıyor; nasıl olsa bir ayağı çukurda, öbürüne de
bir çelme taktın mı tamam... Gelgelelim, Sarsak Mecdi'nin de inadına ölmiyeceği
tutuyor, gündengüne canlanıyor. Betüş'ün bütün gayretleri boşa gidiyor, Betüş gayret
ettikçe Sarsak Mecdi açılıyor, gitgide formuna giriyormuş, azdıkça azıyormuş. Hatta
«Ben kendimi otuz yaşındayken bile böyle erkek his-setmedimdi!» diyormuş. Bunun
üzerine Cins: Bekir Betüş'e «Yazıklar olsun, bir Sarsak herifin
27
hakkından gelemedin. İş bana düştü, ben bu herifi tahtalıköye göndereceğim» diye
tutturmuş. Lokum Betül de «Olmaz, ben Allahtan korkarım. Sen onu bana bırak, ben
onu kollarımın arasında güzellikle, tatlılıkla öldürürüm» diyormuş. Bu konuşmaları
köşkteki hizmetçiler, uşaklar, aşçılar duyuyor, dünyada hangi sır gizli kalır ki... Gelgelelim
Sarsak Mecdi açıldıkça açılıyor, hatta Lokum Betül bile az gelmiş de köşkteki
hizmetçileri kapı aralıklarında sıkıştırmaya, ahçı kadına saldırmaya, çamaşırcı kadına
asılmaya başlamış. Cins Bekir, Betüş'e «Ulan kız, herifi azdırdın... Ben bu moruğu
zehirlesem mi, boğsam mı...» deyip dururken, Betül de Cins Bekir'e «Pis herif için
boşubo-şuna elini kana bulama, değmez; bilmezler, cinayet sayarlar. Benim tecrübem
var, bilirim; bunlar son günleri yaklaşınca böyle azgınlaşır, dikilirler. Az kaldı, dişini sık
şekerim» diyormuş.
Nihayet Lokum Betül'ün dediği oldu. Bir gece sabaha karşı, Sarsak Mecdi, Betül'ün
kollan arasında donpaça sarsıla sarsıla, inleye inteye ruhunu teslim edip rahmet-i
rahmana kavuştu. Mecdi ruhunu teslim ederken, Cins Bekir de yatak odasının kapısı
arkasından Betül'e «Oldu mu? Tamam mı?. Ben de yardıma geleyim mi? Bitti mi? Öldü
mü?» diye sorar dururmuş.
Halbuki efendi oğlum, meselenin içyüzü çok başka. Biz yalanlan işin esasını biliyoruz.
Sarsak Mecdi'nin hakikaten on parası kalmamıştı. «îçin-de bütün servetim saklı
duruyor» dediği banka ka-sasındaki çekmece bomboştu. Kala kala içinde o-turduklan
bir o köşk kalmıştı. Paralann suyunu çektiğini bilse Lokum Betül Mecdi'yi yüzüstü
bırakıp gidecek. Halbuki zavallı Sarsak Mecdi, son
28
günlerini saadet içinde geçirmek istiyor. Onun için, sedef kakmalı, bomboş, eski
çekmeceyi, bankadaki kasasına koymuş, Betül'ü hem seviyor hem de ondan öyle
çekmiş ki, anasından emdiği sütler burnundan gelmiş. İçinden «Ben bu kadına öyle bir
madik atayım ki, ölümümden sonra beni hiç unutmasın! Yaşadıkça unutamayacağı
bir • oyuri oynamazsam, bana da Yanbastı Fettah Paşazade Mecdi Bey demesinler»
demiş. Tek serveti olan köşkünün de ölümünden sonra Betül'e kalmasını istemiyor.
Onun için, Betül'le Cins Bekir'in kendisini boğmak için üstüne yürüdükleri gecenin
sabahı, noteri çağırtıp vasiyetini yazdırmış. Bu vasiyete göre, banka kasasında saklı
duran sedef kakmalı çekmece ve içindeki serveti Betül'e, köşkü de bir hayır kurumuna
bağışlamış. 'Kasadaki çekmecede milyonlar, mücevherler, altınlar var; yani herkes
böyle zannediyor. Halbuki Sarsak Mecdi boş çekmeceye pamuk doldurmuş,
pamukların içine de kullanıla kullanıla tüyleri dökülmüş, havı kalmamış, gayetle eski
püskü bir nargile marpucu yerleştirmiş. Hasta halinde karyolasının başına getirttiği
notere diyecekmiş ki «Benim hayatta kala kala iki şeyim kaldı. Biri bu köşk, biri de
içinde ailemin son serveti bulunan banka ka-sasındaki çekmecem.» Sarsak Mecdi,
sözde kıyms-ti az olduğu için köşkü bir hayır müessesesine bağışlayacak, asıl büyük
serveti olan çekmeceyi de kansma bırakacak ve aklınca Betül'den intikam alacak. Yani
ölümünden sonra Betül'e şunu anlatmak istiyor: «Çekmece içindeki eski marpucu
gördün ya, sen beni işte bu hale soktun. Onun için ben de sana bu eski marpucu
bırakıyorum ki, bakıp bakıp beni hatırhyasın...»
29
i i
Sarsak Mecdi'nin son günlerini mutlu geçirmesinin sebebi buymuş.. Ölümünden sonra
neler olacağını düşünür, keyfinden boyuna gülermiş. Kendisi ölür ölmez, Lokum Betül'le
demirbaş sevgilisi Cins Bekir hemen notere koşacaklar. Mahkemede tek mirasçı
olduğunu ispat eden Betül'ün önünde hâkimle noter vasiyeti okuyacak, sonra banka
kasasmdaki sedef kakmalı çekmeceyi açacaklar. Onlar, sedef kakmalı çekmeceden
milyonlar değerinde servet çıkacak diye umutla beklerken, hâkim çekmecedeki
pamuklara sarılı eski marpucu çıkarıp Betül'e uzatacak: «Buyrun hanımefendi, merhum
kocanızdan size alan miras işte budur!» diyecek.
Yoluk marpucu görünce küplere binecek olan Cins Bekir de Lokum Betül'e «Sarsak
Mecdi ölmeden, çekmecede bıraktığım sana yeter, demişti. Şimdi al da gülegüle kullan
kocanın mirasını!» diyerek çekip gidecek.
Sarsak Mecdi'nin ölüm döşeğinde bile kıkırkı-kır gülmesinin sebebi buymuş. Eski
marçup önünde Cins Bekir'le Lokum Betül'ün nasıl bozulacaklarını hayal ettikçe mutlu
olurmuş zavallı. Gelge-lelim işler, Sarsak Mecdi'nin düşündüğü gibi yürümemiş. Bütün
hayatında sarsaklığından kurtulamayan Sarsak Mecdi, son sarsaklığını da notere
vasiyetini yazdırırken yapmış. Artık ölmek üzereyken zihni mi karışmış, dili mi
dolanmış her nasıl olmuşsa «Çekmecedekini karım Betül'e, köşkü de falanca hayır
kurumuna bırakıyorum» diyeceği yerde sarsaklığı yüzünden şaşırıp «Köşkü karım
Betül'e, çekmecedekini de falanca hayır kurumuna bırakıyorum» demiş. Ama böyle
dediğinden haberi yok zavallının. İşte böylece, Sarsak Mecdi öl-
3(
dükten sonra köşk Tatlı Betü§'e, eski marpuç da hayır müessesesine kaldı.
Sonra efendi oğlum, Cins Bekir hela taşları italyan mermerinden yapılma o güzelim
köşkü Be-tüi'e sattırdı, efendime söyliyeyim, sonra da paralan cebine indirip savuştu.
Betül dımdızlak ortada kalakaldı. O günden sonra bir daha Betül hanım hakkında hiçbir
malumat alamadım ve kendisini göremedim. Köşke gelince, o tarihî köşk birkaç el
değiştikten sonra büyüklerimizden birinin yüksek irşadlarıyla «Yüksek kulüp» oldu.
Ben de birkaç kere Yüksek Kulüp'de verilen balolara gittim, ama uzun zamandır
sosyeteyle temasımı kestiğimden, oralara gitmiyorum. İhtiyarlık oğlum, malûm ya... Siz
şimdi Yüksek Kulübe gidip Betül Hamm'ı kulüp azalarına soracak olursanız, zannederim
onlar, Tatlı Betüş'ün nerde olduğunu bilirler...
Akrabanız demiştiniz değil mi? Betül Hamm'ı aramanızın sebebi nedir? Ya, demek bir
akraba bağlılığı, yalnız... Hiç görmediniz, öyle mi? Demek yakın akraba... Peki oğlum,
gülegüle... gülegüle...
KLARKÇI MUAMMER'İN BOZUM OLUŞU
Yaaa... öyle mi? Demek siz Betül Hanım'ın akrabasısınız... Nesi oluyorsunuz? Yiğeni...
Çok güzel... Efendim ben Betül Hamm'ı Klarkçı Muammer dolayısıyla tanırım. Klarkçı
Muammer namında birini duymuş muydunuz? Öyle ya, siz İs-tanbul'lu değilsiniz sahi...
Hey gidi günler hey... Bizim Muammer'in Betül'e klark çekişini hâlâ hatırlarım da
gülerim... Ne günlerdi! Allah selâmet
31
versin Betül Hanım, Muammer'i hem de herkesin içinde çok fena bozmuştu. Siz o
günlere yetişmediniz, bilmezsiniz, Muammer'in üzerine de memlekette klark çeken
yok, öyle bir usta klarkçı. Hatta derler ki, Avrupa'da ve Amerika'da bile üstüne
klark çeken yokmuş. İşi mi dediniz? İşi klarkçılık, adı üstünde Klarkçı Muammer.
Yüksek sosyetede gözüne kestirdiği kadınlara klark çekerek senelerce mis gibi
geçindi, lordlar gibi yaşadı. Neme lâzım, kendisi yok şimdi burda, Allah'ı var, gayetle
mahirane klark çekerdi... Nerde şimdi onun gibi klarkçı, klarkçılık o zamanlarmış... Hani
kendimi methetmek gibi olmasın, haddim olmayarak ben de iyi klark çekerdim ve fakat
bizim nesil içinde klark çekmede Muammer'in üstüne yoktu. Klark çekmek mi dediniz?
Nasıl mı çekilir? Aaaa, sahi bilmiyor musunuz? Hayret vallahi... Hiç duymadınız ha...
Anlatayım efendim... Klark Geybil namında bir Amerikan artisti vardı bizim
zamanımızda. Bildiniz mi? Evet, adını duymuşsunuzdur, işte o... Tıpkı işte bu artist gibi
rol kesmeye klark çekmek tâbir olunur. Ama bunun bir usulü var, gayetle hüner ister.
Meselâ, bir kadını gözünüze kestirdiniz farzedelim. Bir fırsatını bulup kadının
karşısına geçeceksiniz, kaşınızın birini yukarı, ama ta yukarı kaldıracaksınız. Bu
sırada alnınız da kırış kınş kırışacak. Ne kadar kaşınızı yukarı kaldırırsanız o kadar
makbul kadınların gözünde. Ondan sonra efendime söyliyeyim, sol elinizde de bir
sigara olacak. Kadının gözbebeklerinin tahlifine keskin keskin bakacaksınız. Baktınız mı
baktınız, ondan sonra aradabir de gözlerinizi baygın baygın süzerek, sigarayı gayet
racon-lu bir şekilde ağzınıza götürüp, içinize derin bir
32
nefes çektikten sonra, dudaklarıma yuvarlaştmp hafif hafif sigaranın dumanını,
dumanlar karşınızdaki kadını yanaklarım okşayacak surette üfli-yeceksiniz. Sigara
dumanları havada halkalar yaptı mı, bu en iyisi... Ondan sonra efendim, bakışlarınızı
kadının gözbebeklerinden hiç ayırmadan, tekrar »igara dumanını derin derin içinize
çekeceksiniz, ama öyle derin çekeceksiniz ki kadın kendini sigara dumanıyla birlikte
içinize süzülüp akıyor zannedecek; maharet işte burda. îki üç kere böyle sigara çekip
duman saldıktan sonra yavaş yavaş kadın da kıvama gelir... Geldi mi geldi, artık tamam.
Sanki hipnotize olmuş gibi, siz sigarayı içinize çektikçe kadın da size yaklaşır^ siz
dumanı savurdukça biraz açılır... Yaklaşır açılır, açılır yaklaşır... Artık sallana sallana
gider gelir, bırakın gidip gelsin... Ondan sonra efendim, kadın kıvamı buldu mu,
kayık tabağında pelte gibi tir tir titrer, artık olmuştur, afiyetle ye... İşte klark
çekmek diye buna derler. Kolay mıymış! Amma da yaptmız, ben böyle anlatı verince
size kolay geldi. Herkes beceremez. Sonra karşısındaki kadına kepaze olmak da var
işin içinde. Maazaallah, bir erkek klark çekti de, klark kadına etkisini göstermedi mi,
rezalet... Adamı tefe kor, çalarlar... Ben kaç kişi bilirim, klark çektiği kadınlar alay
edip gülmüştür de, bozum oldular diye bir daha sosyeteye girememişler, insan yüzüne
çıkamamışlardır, siz ne diyorsunuz?
Bir bu dediğim Klarkçı Muammer bu işin ustasıydı. Hoş onun da foyası sonradan ortaya
çıktı ya... Ama daha o zaman herifin numarasını kimse bilmiyor, herkes onun sahiden
klark çektiğini sanıyor.
33
Düşünsenize beyim, adam klark çekmekle hayatını kazanıyor... Bir klark çekti mi,
karşısındaki kadının ciğerini fethediyor. Ağzından savurduğu sigara dumanı var ya,
onun klarkma çarpılanların dediğine göre, kadınların boynuna zincir gibi dolamrmış;
artık ondan sonra kadın boynunu sigara dumanının halkasından kurtarabilirse
kurtarsın... Bir kadın Muammer'den klark yedi mi, artık Muammer'den bir daha öldür
Allah çözüle-miyor... Adamdaki klarkı anlayın, ne klark...
Muammer'in klark çekişine ben kaç kere şahit olmuşumdur. O zehir bakışlı gözlerini
bir kere karşısındaki kadının gözlerinin bebeğine sapladı da, sigarasının dumanını
üfledi mi, başını kadına doğru bir yaklaştırır, bir uzaklaştırır. Böyle böyle, derken
kadın ona uymaya başlar; sonra efendime söyliyeyim, ikisinin başı birlikte gider gelir,
sallanır. Kadını böyle adamakıllı tesiri altına aldı mı bir kere, sanki hiçbişey olmamış
gibi Muammer kalkar gider. Ondan sonra kadını tutabilirsen tut, zincirle bağlasan
durmaz, haydi Muammer'in arkasından. Muammer nereye o da oraya... Muammer'in
klarkını yiyen kadın bir daha iflah olmuyor. Yaa, işte böyle...
Hiç unutmam, Paslı Pervin'e bir klark çekmişti, Allah Allah... O ne klarktı yarabbim!..
Evvelâ size Paslı Pervin'i anlatayım. Efendim bu kadın, dünyanın en cimri insanı...
Kocasının söylediğine göre, eskir aşınır diye kocasına dudağından bile öptürtmezmiş;
anlayın artık ne cimri kadın.. Paslı Pervin demelerinin sebebi de, kadının kirli çıkıdaki
altınları bile nerdeyse paslanacak da, ondan bu lâkabı takmışlar. Bu Paslı Pervin'in de,
Lok-
34
man Hekim'in ye dediği cinsten, affedersiniz bir kızı var, ilik ilik... Lüp diye yut kızı.
Yine o günler aklıma geldi de ağzım sulandı, hey gidi hey... Efendim bu bizim Klarkçı
Muammer, bir toplantıda Paslı Pervin'in kızını görmüş; görmesiyle kızı gözüne kestirip
şipşak kıza klarkı basmış, ama ne klark... Görenler söylerdi, körpe kız klarkı yer-yemez
çarpılmış. Muammer klarkı çekti ya, basıp gitmiş... Kız artık durabilir mi beyim, ne
mümkün, haydi Muammer'in arkasından, Muammer nereye kız da oraya...
Efendime söyliyeyim, bu iş hemen duyuldu, dilden dile yayıldı. Paslı Pervin küplere
binmiş, kıza etmediğini bırakmıyor: «Yazıklar olsun sana verdiğim emeklere. Hem de
herkesin içinde adamın arkasından gidip ş'apmâya utanmadın mı? Ailemizin şerefini iki
paralık ettin, tuuu...»
Kız iki gözü iki çeşme durmadan ağlar, annesine yalvarırmış: «Anneciğim, benim bunda
ne kabahatim var. İsteyerek mi yaptım yani... Herkes gördü işte, bana inanmazsan
oradakilere sor. Namussuz herif bana öyle bir klark çekti ki, ben o klarkı yedikten
sonra kendimi kaybettim zaten, kendimde değildim ki... Ne yaptığımı hiç bilmiyorum.
Klarkı yiyince kendimden geçmişim. Cümle âlem söylüyor, bu herifin klarkını yiyen
kadın, elinden kurtulamazmış... Ben klarkı yedim, ondan sonrasını hiç hatırlamıyorum...»
Paslı Pervin «Sen o ağızlan bana yutturamaz-sın... Senin annen ne Marklar yedi de
Allah'a şükür dillere düşmedi...» diye, bağırıp çağırıyor. Bir daha Muammer'in klarkına
çarpılır diye, kızı evden dışarı çıkarmıyormuş.
35
1 I
Neyse efendim, galiba bir baloda, mı ne, bu Paslı Pervin herkesin içinde Klarkçı
Muammer için ağzına geleni söylüyor: «Klark numarasıyla masum kızların safiyetinden
istifadeye kalkmak alçaklıktır. Parmak kadar kıza hiç klark çekilir miymiş... Klarkını
bana çeksin de ben onun erkekliğini göreyim bakayım...»
Aksilik bu ya beyim, Paslı Pervin'e bağırıp çağırırken kalabalık arasından Muammer de
dinliyormuş. «Göreyim onun erkekliğini!» sözüne pek alınmış.
Haa, şunu söylemeyi unuttum, bu Muammer de Allah selâmet versin, öyle her kadına
klark çekmezdi ha... Gönlü olacak da, içi çekecek de bir kadını klarklayacak... Kadının
güzeli olacak bir, körpesi olacak iki... Çünkü öyle kadınlar vardır ki, Muammer kızsın da
onları Marklasın diye «Hin... Muammer'inki de klark mıymış!... Ben ne klark-lar yedim
de yine bozulmadım, Bana Muammer'in klarklan vız gelir...» diyerekten onu tahrik
ederlerdi. Muammer onların maksadını bildiğinden güler geçer, boş yere klarkma ziyan
etmezdi. Çünkü efendim, o günlerde Muammer'in klarkı sosyetede gayet kıymetli, öyle
her kadını klarklamıyor. Fakat bu sefer Paslı Pervin'in lâfları kanma dokunuyor.
İçinden «Dur ulan, sana bir klark atayım da kitaplara geçsin...» diyor. Paslı Pervin de
bağırıp çağırdığından çok sinirlenmiş, koltuğa çökmüş, başına toplananlar limon çiçeği
kolonyasıyla Pervin'in boynunu, bileklerini ovuşturuyorlar. Muammer «Az müsaade
efendim, müsaade ediniz rica ederim:..» diyerek, kalabalığı eliyle aça aça, Paslı
Pervin'in yanına geliyor, kadına bir klark çekiyor ki beyim, Allah Allah... Daha ilk
klarkta
36
kadının işini bitiriyor. Maalesef ben göremedim. Şahit .olanların anlattığına göre, Klark
Geybıl'm kendisi bile böyle klark çekemezmiş.. Ben görenlerin yalancısıyım, daha
Muammer kaşının birini kaldırır kaldırmaz Paslı Pervin «A dostlar, beni zaptedin, bana
bişeyler oluyor... Eyvah, ben bittim, bu da mı başıma gelecekti... Kızımın yerden göğe
hakkı varmış...» diyerek tirtir titremeye, sıtma nöbetine tutulmuş gibi zangırdamaya
başlıyor. Muammer sigarasının dumanını Paslı Pervin'in kulak memesine doğru bir-iki
üfürüp, başını ona birkaç kere yaklaştırıp uzaklaştırdıktan sonra «Sana bu kadarı
yeter!» diyerek kalkıp gidiyor. Artık Paslı Pervin durabilir mi? Yallah arkasından...
Uyur-gezer gibi iki elini ileri doğru uzatıp hem Muammer'in arkasından gidermiş, hem
de ordakilere «Hepiniz şahitsiniz, işte gördünüz, benim bunda hiçbir kabahatim yok...
Eğer vicdan sahibiyseniz, kocama benim suçum olmadığını söylersiniz... Ah zavallı
kocacığım, beni affet!...» diye söylenirmiş. Böylece mırıldanarak Muammer'in
arkasından merdiveni çıkıyor.
Paslı Pervüvin klark yiyişinin dedikodusu sosyetede günlerce çalkalandı. Tabii her
zaman olduğu gibi, en sonunda kocasının kulağına kadar gitti. Adam, onca yıllık karısını
boşamaya kalkmış. Paslı Pervin kocasına: «Ayol, herkesler gördü işte, bana inanmazsan
başkalarına sor, bu oğlanın klarkma dayanılmıyor...» dermiş. Adam da karısının suçu
olmadığını anlıyor, anlamasına anlıyor ama, başına gelenleri de bitürlü hazmedemiyor.
Paslı Pervin'in kocası için de dedikodular vardı doğrusu... Adamın bazı huylan varmış
sözüm meclisten dışan, şeymiş yani, o biçim..'. Ama ne de olsa
37
koca değil mi ya... Dedikodu da ayyuka çıkmış aı-tık. Pervin'in kocası herkese «O
Klarkçı Muammer denilen hergeleyi gözüm görmesin, vuracağım o iti...» diye yayıyor.
İç cebine bıçak, kıç cebine de tabanca koymuş. Muammer'i eline geçirse tamam... Ama
adam gene de namuslu, başı belâya girmesin diye Muammer'in olduğu yerlere adımını
atmıyor. Bir yandan da «Gözüme görünmesin, işini bitireceğim...» diye de haber
gönderiyor.
Aslına bakarsanız, bütün sosyete erkeklerinin kuyruk acılan olduğundan, kocalar
Muammer'e kızıyorlar. O yüzden de Paslı Pervin'in kocasını kışkırtıyorlar ki, herif
Muammer'i temizlesin de, öbür sosyete kocaları da klark derdinden kanlarını, kızlarını
kurtarsınlar. Elaman demişler canım.. Muammer bir belâ başlarına, klark çektiği kadını
evliya çarpmışa döndürüyor. Bana göre bu klark çekmek insan haklarına da aykırı bir
iş... Çünkü kadının rızası yok ki, iradesi elinden gidiyor. Ne olacak, kadın dediğin iradesi
zayıf bir mahlûk zaten... Çözülmeye, çarpılmaya bahane arıyor, * bir de ona klark
çektin mi, tamam... Aklı başında bazı kocalar, Muammer'in yüksek sosyete muhitine
girmesini yasaklamak istediler ama muvaffak olamadılar; çünkü kadınlardan çoğu
Muammer'den
yana...
Neyse efendim, günün birinde nasıl olduysa bir gece Yüksek Kulüp'de Paslı Pervin'in
kocasıyla Klarkçı Muammer karşılaştılar. Ben de o gece or-daydım... Bakın siz aksiliğe...
Paslı Pervin'in kocası «Gözüme görünmesin, yoksa vururum...» diye aylarca haber
yaymış her-yana... Adam başka türlü namusunu nasıl temizlesin, hiç değilse lâfını
ediyor. Ne bilsin günün bi38
rinde hapahap karşılaşacaklannı. Adamcağız, görmezden gelip, çekip gitse rezil
olacak... Çekip tabancayı Muammer'i vursa, nasıl vursun beyim... Adam vurmak kolay
mı? Bir kere de vuracağım diye herkesin içinde söz vermiş. Siz şu içinden çıkılmaz
belâya bakın... Allah hiçbir kocanın başına vermesin... Biryandan da oradaki kocalar
«Hadisene, hadisene, tam sırasıdır, gebert şu namussuzu!...» diye tahrik ediyorlar.
Paslı Pervin'in kocası isteristemez tabancayı cebinden çıkardı, demek dediği
doğruymuş, cebinde tabanca taşırmış, yine cesur adammış, neme lâzım...
O koca salonu dolduran insanlarda çıt yok, hava son derece gergin, tıpkı filmlerdeki
gibi... Pervin'in kocası, tabanca tutan eli titreyerek ağır ağır, adım adım Muammer'e
doğru yürüyor... Ah orda olmalıydınız da o hali görmeliydiniz bir... Zavallı Muammer...
Duvarın önünde durmuş, ölümünü beklemekte. Elinde de sigarası... Kaçsa, bırak rezil
olmayı, Pervin'in kocası büsbütün azıp kova-lıyacak, pisipisine elinden kaza çıkacak.
Halbuki O'nun bize sonradan söylediğine göre, Pervin'in kocası içinden «Allahım kaçsa
da, beni cinayet işlemek zorunda bırakmasa...» diye dua edermiş. Adımlarını ağır
ağır atması da ondanmış ki, Muammer fırsat bulup da kaçsın... Muammer de, kaçarsam,
herif kendini sahiden koca sanıp azar, tetiği arkamdan çekmek zorunda kalır, diye
düşünürmüş.
Beyim, öyle zamanlarda bir Allahırt kulu çıkıp da, etme eyleme deyip adamın elinden
tabancayı almıyor.
Pervin'in kocası geldi geldi, Muammer'in önünde durdu, tabancayı göğsüne dayadı,
tetiği
39
ha çekti ha çekecek.. Ben böyle heyecanlı bir manzara ömrümde görmedim. Klarkçı
Muanimer bak-tıki kurtuluş yok, pabuç pahalı, artık canhavliyle karşısındakinin erkek
olduğuna aldırmadan, efendime söyliyeyim, buna bir klark çekti ki beyim, yahu ne
klark... Siz klarkın tesirine bakınız, Faslı Pervin'in kocasının tabanca tutan eli aşağı
sarktı ve tabanca elinden düştü. Muammer insafsız, hâlâ da klark çekiyor, herifi
bitirecek... Sigarasının dumanını herife savurarak, başını ona bir uzatıp bir çekiyor.
Adamın da başı Muammer'inkiyle birlikte gidip geliyor, koca adam sallanıyor ayakta. Bu
sefer Pervin'in kocası yalvarmaya başladı: «Aman klarkı kes, ben ettim sen etme...
Beni ele güne rezil etme, ben namuslu bir adamım...»
Muammer döndü gidiyor, Pervin'in kocası da arkasından... Dönüp de Pervin'in kocasına
ne dese iyi: «Bırakın peşimi!.. Benim öyle huyum yoktur.» Adamın iradesi erimiş klarkı
yiyince, nasıl gitmesin arkasından... Herif «Karıcığım haklıymışsın...» diye inliyor.
Bunun üzerine Muammer salondakilere döndü: ((Siz şahitsiniz vatandaşlar..» dedi,
«Ben bu adama vallahi de billahi de klark mlark çekmedim. İşte gördünüz, o
kendiliğinden arkamdan geliyor...»
Herkes gülmeye başladı. Paslı Pervin'le kızını görmeyin... «Çöz Klarkı Muammer Bey...»
diye
yalvarıyorlar.
Bu vak'adan sonra klarkçı Muammerin şöhreti sosyetede büsbütün yayıldı. Kadınlar:
«Ah öyle bir klark çekiyor ki kardeş...» «Aaaa, hiç bilmez olur muyum, benim de
başıma geldi...» diye ballandıra ballandıra birbirlerine anlatıyorlar. Kimi kadın «Hadi
canım lâf... Öyle şey olur muy-
40
muş...» deyince, öbürü «Büyük söylemeyin, O' klarka can dayanmıyor...» diye kendisini
savunuyor.
Muammer'i o zamanlar görseniz, burnu kaf dağında... Paşa gönlünün beğenmediği
kadınlara. kat'iyyen klark çekmiyor. Canı çekmezse bir kadını «Hanımefendi boşuna
İsrar etmeyiniz rica ederim. Sizin iradeniz çok kuvvetli, sağlamsınız maşallah! Size
klark tesir etmez!» diye başından sa-vuyor. Biliyor, bir baygın göz süzüp kaşını kaldırsa
kadm üstünde kalacak... Kadınlar «Efendim bir kere deneyin bakalım...» dedikçe
Muammer, «Sizi klark tutmaz hanımefendi...» diyor.
Ne buyurdunuz? Eveeet... Benim de size anlatmak istediğim Betül Hanım.
Yi genisiniz değil mi, tamam... Ben Betül Ha-nım'ı Klarkçı Muammer vasıtasıyla tanıdım.
Ak-rabanızdır diye sakın sözlerimden alınmayın, Betül Hanım, Klarkçı Muammer'i
perişan .etti, mahvetti adamı... Ben hakikatleri söylüyorum. Sonradan acıdı
Muammer'e, yardım etti... Tabii...
Efendim nasıl olduysa iyi bilemiyorum, bira-ra Muammer'in malî durumu sarsılmıştı.
Klarkçı-hkla geçiniyor ama, demek o sıra klark çekecek münasip bir kadın bulamamış.
İşte o günlerde Beyoğlu'nda Paslı Pervin'e rastlıyor. Demek çok sıkıntıda olacak ki,
hemen oracıkta, ayaküstü kadına bir klark çekiyor. Artık nasıl bir klark çek-mişse,
ikisi birlikte hemen pasaportlarını alıp ver elini Paris. Paslı Pervin altı ay sonra
Paris'ten kocasına mektup yazmış: «Biricik kocacığım, tahmin edeceğin gibi, benim
hiçbir günahım yok. Muammer denilen alçak beni yolda görüp, hem de ayaküstü, klark
çekmek suretiyle irademi elimden
41
alıp, beni peşinden Paris'e sürükledi. Bedenim suçlu olsa bile daima senin olan ruhum
masum ve bigünahtır. Kirlenmiş olan bedenimi affetme-sen bile, tertemiz kalan
ruhumu affet... Hiçbir zaman sana ruhumla ihanet etmedim. Her zaman için ruhum
seninle beraberdir.»
Bu mektubu alınca kocası «Benim için önemli ¦olan beden değil, ruhtur. Beden fâni, ruh
bakidir. Ruh temizliği bana yeter, acele dön gel yuvana ey ruhum!» diye cevap yazıp
karısını İstanbul'a
çağırıyor.
Ama kadın bu mektuptan sonra da uzun zaman Muammer'in klarkından
çözülemediğinden Paris'te kaldı. Sonra İstanbul'a döndü ama ruhu kocasının, bedeni
Muammer'in... Muammer'in eline düştükten sonra Paslı Pervin'in kirli çıkışındaki
paracıkları da yavaş yavaş suyunu çekti. Derken efendim, Bayan Döviz... Affedersiniz,
ağzımız alışmış da... O zamanlar halanıza Bayan Döviz denilirdi de... Evet, duyduk ki
Bayan Döviz Avrupa seyahatinden dönmüş. Herkesin ağzında bir Bayan Döviz'dir
gidiyor. Namını duymuşum ama, o zamana kadar görmemiştim. Bir kokteylde tanıdım
kendisini, yani Lokum Betüş dedikleri boşuna değil... Affedersiniz halanıza öyle
derlerdi de...
Bir gece bir toplantıda Paslı Pervin'in kocası galiba içkiyi çokça kaçırmış, sarhoş olmuş
«Ben karımın yalnız ruhuyla tatmin olamıyorum, bedenini de isterim, ille de karımın
bedeni...» diye ağlamaya başlamış. Doğrusu Tatlı Betüş çok merhametli bir kadındı.
«Niye ağlıyor bu koskoca herif?» diye sormuş. Onlar da karısının Klarkçı Muammer'in
eline düştüğünü anlatmışlar... Betüş sadece «Yaaa...» demiş, o kadar... Bu «Yaaa...» lâ-
42
fında çok mânâlar gizli. Bu «Ya» öyle bir «ya» ki, Betüş açıktan açığa Muammer'e
meydan okuyor, belli...
Sosyetede aylarca konuşuldu, durdu. Muammer de duymuş, «O'na öyle klark çekeyim
ki» demiş, «Lokum Betül iyice şekerlensin...» Lâfı hemen Betül'e yetiştirmişler. O da o
zaman anlatmış:
— Ayol bu klark mlark, bunların hepsi numara... Kadınlar zaten dünden razı bu işe de,
herif klark çekti, ne yapalım, elimizden ne gelir, diye bahane uyduruyorlar. Kocalarını
uyutmak için suçu Muammer'in üstüne yıkıyorlar. Bizim sümsük Muammer ne
zamandanberi başımıza klarkçı kesildi?
Bu lâfı da hemen Muammer'e yetiştiriyorlar. İşte böyle böyle derken iki taraf da
yavaş yavaş savaşa hazırlanıyor. Muammer hayatının en büyük klarkını Lokum Betül'e
çekip zafer kazanacak. Tatlı Betüş de Muammer'in klarkını foslatacak... Hepimiz
heyecan-içinde» aman bir karşılaşsalar diye "bekleyip duruyoruz. Yüksek sosyete
aylarca bu maça hazırlandı. Aman efendim ne heyecan... Vallahi, Galatasaray -
Fenerbahçe maçının heyecanı hiç kalır... Ayrıca bu mesele konuşuldu, tartışıldı..
Herkes Muammer'den yana, çünkü Tatlı Betüş haklı çıkarsa, bütün kocalar çok zor
durumda kalacaklar, karılarının foyası meydana çıkacak. Klark yemiş kadınlar da
istemiyorlar Muammer'in yenilmesini. Hele Muammer, O'nu hiç sormayın, yenilirse
mahvolacak, mesleği elinden gidiyor, lâf değil geçim meselesi...
Betüş'ün, Muammer'in klarkına karşı açıktan açığa meydan okumalarından sonra
birtakım ha-
43
Derler dolaşmaya başladı. Ağızdan ağıza sosyetede yayılan bu haberlere göre, evet,
klark dedikleri boş şeymiş. Aslında bu Muammer, klarkçı filan değil, gayet keskin
ipnotizmacıymış. Bu hünerini de, gidip yıllarca kaldığı Hindistan'da öğrenmiş. Öyle bir
yaman hipnotizmacıymış, yolda görüp beğendiği kadının gözlerine şöyle bir baksa,
ipnotize edermiş kadını, ona her istediğini yaptırırmış,. Muammer'in gözlerinden
şimşekler çakıyormuş. İpnotize ettiği kadının kulağına «Gece şu saatte bana
geleceksin!» dedi mi, zavallı kadın yandı. Gecenin tam o saatinde uyanır, yatağından
kalkar, bir uyurgezer olarak, saniyesi saniyesine O'nmvÜe-diği zamanda Muammer'in
yanında olurmuş.
Bu ipnotizmacılık lâfı da çıkınca, herkesin korkusu büsbütün arttı. Hadi yine klark
şöyle böyle ama ipnotizmanın şakası olmaz... Betüş'ü de ipnotize edeceği yüzdeyüz...
Ne dersiniz beyim, bu ipnotizma lâflarından sonra Betül'ün yine aldırdığı yok. Betüş
her yerde «Hm... İpnotizmay-mış!... Gözlerinden şimşekler çakıyormuş... Ayol o yan kör
bir miyop olduğundan günde beşaltı kere başını kapılara duvarlara çarpar. Gözlerinin
çapaklarını silsin de bana bir iyi baksın!» diye hâlâ Muammer'e meydan okuyor.
Doğrusu ya, biz artık Betül, mahsustan kışkırtıyor Muammer'i diye
düşündük...
Neyse efendim maç gecesi geldi çattı. Yüksek kulüpte balo veriliyor. Betüş'le
Muammer de baloya geldiler. O kadar meraklı ve heyecanlı ki, Ankara'nın, İzmir'in
yüksek sosyete mensupları da sırf bu maçı görmek için İstanbul'a gelmişler.
Ah o Lokum Betüş... O gece neydi Yarabbim... 3ir âfet... Üstünde o zamanın parasıyla
beşbirt
44
liralık bir tuvalet... Herkesin gözü O'nun üstünde. Hepsi de kızıyor. İçlerinden «Ah!»
diyorlar, «Bir okkalı klark yesin de düşsün Muammer'in arkasına... Zaten biz O'nun
klark yemek için bu numarayı yaptığını biliyoruz.»
Gece yarısına doğru herkes sabırsızlanmaya başladı artık, heyecan son haddinde... Bir
taktik kullanıp bunları karşıkarşıya getirdiler. Muammer en keskin pozlarını almaya
başladı. Sigarasını çekip çekip dumanını savuruyor. Betüş'ün hiç aldırdığı yok...
Muammer sol kaşını kaldırıyor, Betüş oralı değil, sağ kaşını kaldırıyor, Betüş'ün
aldırdığı yok... Bir de üstelik alay ediyor:
— Ayol Muammer sen klark çekip kadınları bitiriyormuşsun, öyle mi? Hah hah hah...
Güleyim bari...
Muammer gözlerini dikmiş Betüş'ün gözüne...
Betüş,
— Karşımda öyle pis zampara numaraları yapma soğuk soğuk... diyor.
Erkekler başladı mı gülmeye... Muammer deli olacak, son gayretini gösteriyor.
— Ayol deli misin sen, nedir öyle kaşını gözünü oynatıp duruyorsun. Aaaa, delinin
zoruna bak! Maskaralığı bırak, çekil karşımdan...
Kat'iyyen Betüş'e klark sökmüyor. Muammer kıvranıyor, Betüş'ün kılının kıpırdadığı
yok, üste-!ik alay ediyor oğlanla:
— Yeter maskaralık, hadi kalk ordan!.. Senin ipnotize numaraların bana sökmez!
Muammer sokulup Betüş'ün kulağına bişeyler fısıldadı. Meğer «Beni rezil etme, hayat1
itila oynu-yorsun...» diyormuş...
Lokum Betüş kalktı ordan, gidiyor... Bu sefer
45
In1,;,..
ne görsek, bizim klarkçı Muammer, Betüş'ün ar-kasma düşmez mi, alenen yalvarıyor
kadına...
Betüş,
— Ben karşımda erkek görmek isterim, dedi,
yalvarıp durma, iğreniyorum.
Evet beyim, Muammer'in de böylece sonu geldi, o gün bu gün kimseye klark çekemez
oldu. Maskaralığının meydana çıkmasından sonra, başka kadınlar da utandıklarından
klark numarasına yatmadılar. Fakat sizin halanız vicdanlı kadınmış j gene, bir iyilik
etti, Muammer'i de yanma alıp bir ay için Avrupa'ya gitti. Dönüşünde kaçak olarak
getirdikleriyle Muammer'e bir kadın süs eşyası dükkânı açtı. Ama Muammer'de iş
yok ki, iki aya kalmadan dükkânı batırdı.
Muammer, son zamanlarda yaşlı kadınlara, çirkin dullara klark çekerek, ipnotizma
numaralarıyla geçinmeye çalışıyordu. Bir gece yine bir yerde ipnotizma denemesi
yapıyormuş. Bilirsiniz belki, gece kulüplerine sıksık sivil polis memurları gelir. O gece
de, sivil polis, Muammer'i orda görür görmez «Ulan Muammer, ne işin var senin
burda?» diye üstüne yürüyor. O klarkçı, ipnotiz-maçı Muammer, polisi görünce «Aman
abi...» diye yalvarmaya başlıyor. Muammer'i enseleyip götürüyorlar. Efendim, herifin,
Hindistan'da altı yıl kalıp ipnotizma öğrendim dediği, meğer sabıkalı bir
dolandırıcıymış da altı yıl cezaevinde hapis
yatmış, işte oymuş...
Betül Hanım mı? Vallahi, onun ne olduğunu, nerde olduğunu bilemiyorum. Hüüüü, yıllar
var ki görmedim. Kimseden de duymadım nerde olduğunu.
46
\M
üsaade sizin efendim. Neden acele ettiniz? Konuşuyorduk... Peki efendim...
Gülegüle... Halanızdan bir haber alırsanız, bana da bildirin, ne olur. Gülegüle...
ASALETİN SON PERDESİNDE BİR HANIMEFENDİ
Allah Allah... Pek şaştım... Demek şimdi sen, Betül Hanımefendi'nin akrabası oluyorsun,
öyle mi? Allah Allah... Allah Allah... Acaip bir iş... Bunda şaşacak ne mi var? Bre oğlum,
senin bir Anadolu çocuğu olduğun yüzünden belli. Sen bu Betül Hanımefendi'yi
görmeliydin ki, ondan sonra senin gibi bir akrabası olur mu, olmaz mı, kendin karar
vermeliydin. Demek sen, O'nun yiğenisin şimdi? Bunda bir yanlışlık vardır ya... Neden
mi dedin? Ben de Anadoluluyum canım, bilmez miyim hiç, bizim Anadolu'dan böylesi bir
kadın çıkamaz kat'iyyen. Ben epeyi zaman yanında çalıştım, bilirim. Gayetle asaletli bir
kadın ki, asaleti halis Av-„ upa ayan. Dur bakayım, seni bana şoför Muzaffer mi
gönderdi? Şimdi kahvecilik ediyor, öyle ya... Demek Muzaffer efendi, senin aradığm
kadın O'~ dur, dedi. Öyleyse bir diyeceğim yok, doğrudur. Muzaffer efendi, Betül
Hanımefendi'yi benden eski tanır.
Şimdi mi? Vallaha oğlum, şimdi nerdedir bilemem, yıllar var ki kendisini gördüğüm,
adını işittiğim yok... Zaman zaman ben kendi aklımdan, bu kadın buralarda edemez,
gene kalkıp Nis'e gitmiştir, diye düşünür dururdum. Bana sorarsan, gene de öyledir,
Nis'e gitmiştir, o Nis denilen yer her neresiyse... Çünkü öyle bir asaletli kadın buralarda
yaşayamaz mümkünü yok. Nasıl anlatsam sana onun asaletini canım, yani sertçe
bir rüzgâr üfürse bedenine, hemen örselenir, bir ay hasta yatar, artık anla...
Madem öğrenmek istiyorsun, anlatayım. Ben terhis teskeresini alıp askerden bizim
köye dönünce, amcam oğlu Şerif Ali İstanbul'dan mektup yazdı ki: «Sana iş buldum,
tez gel!»
İstanbul'a varışımda amcam oğlu Şerif Ali, — Seni bir Hanımefendi'ye götürecekler,
beğenirse yanında çalışacaksın... dedi.
Beyin biri beni Nişantaşı'nda bir apartmana götürdü. Apartmanda bir başka adam beni
bir odaya soktu. İşte Betül Hanımefendi'yi ben ilk o zaman gördüm. Yumuşacık
yastıklar içine gömülüp uzanmış, sanki günbatımında renk renk olmuş bulutların üstüne
yangelip yatmış bir melek.. Yattığı yerden, eline bir saplı gözlük alıp bana baktı da
baktı, saplı gözlüğü o yana bu yana evirip çevirip uzaktan, her yanımı muayene ediyor.
Saplı gözlüğe gayet meraklıydı ve hiçbir zaman yanından eksik etmezdi.
Bir zaman bana böylece baktıktan sonra, beni oraya getiren adama, ecnebi dilinde
bişeyler söyledi. Beni beğenmiş. O adam bana, — Vale oldun, gözünü aç! dedi. Cahillik,
ben vale nedir, ne bilirim... Herif bana «Vale oldun» deyince, ben bu lâfı «Vali oldun»
anladım. Demek bu İstanbul şehrinin âdeti budur, zengin karı kısmı adamı saplı
gözlükle muayene edip beğenirse Vali yapıyor, dedim. Sonra sonra, Vale'nin, bizim
bildiğimiz uşak'm gâvurcası olduğunu öğrendim.
Efendim, gayetle asaletti bir kadın olduğun-
48
dan çok ters bir kadındı. Bak meselâ, bu İstanbul'un zengini yaz geldi miydi, Boğaziçi,
Büyükada gibi yazlık yerlere taşınır, değil mi? Bu bizim Betül Hanımefendi, yazın
sıcağında Nişantaşı'ndaki apartmanında oturur, kışın da Boğaziçi'nin Anadolu
yakasındaki yalısına taşınır. Böyle bir ters kadın Allah selâmet versin...
Onun yanma vale durduğumun haftasına mı, ayma mı, geçmiş gün aklımda kalmadı, kış
bastırdığından Boğaziçi'ndeki yalıya taşınıldı. Koskoca bir yalı ve de o yalıda tek
başına yaşıyor, hizmetçi, aşçı, uşak takımını kat'iyyen yalıya sokmuyor. Yalının arkası,
fundalıklı dik bir sırt; bu sırtta bir ev var, biz uşak, hizmetçi, aşçı, şoför filân bu
sırttaki evde kalıyoruz. Betül Hanımefendi her ne hikmetse insanoğlundan nefret
etmektey-miş. Birbaşma yaşıyor, bir de kedisi var... Kadın dertli, karasevda denilen bir
kibar hastalığı varmış, ondan olmuş... Sebebi de, bunun bir kocası varmış, prensmiş...
Prens ile Nis'te yaşarlarmış ve de prens gayetle kumarbaz bir herifmiş. Bir gece
kumarda, devlet hazinesi değerinde bir parayı ütülmüş. Sonra prens intihar etmiş.
Betül Hanımefendi de İstanbul'a gelmiş.
Yalıya taşınmcaya kadar, o ilk gördüğümden sonra bir daha ben O'nun suratını
görmemiştim. Yalıya taşınınca, biz de o dediğim dik sırttaki iki katlı, geniş eve
yerleştik. Bana dediler ki:
— Sen daima evde oturacaksın, hiçbir yere aynlmıyacaksın. Yalıdan eve zil vardır. Zil
çaldı mıydı, anla ki, Betül Hanımefendi seni çağırıyor. Hemen koşup yanma varacak,
«Buyur!» diyeceksin.
Ben zilin başına çöktüm. Dört gün zil çalma-
49
di. Kış da iyiden iyiye bastırdığından oraları diz-boyu kar oldu, daha da kar yağmada...
Bir gece uyuyorum, zil sesiyle yataktan fırladım. Bir zil çalıyor ki durmamasıya, aman
Allah. Uyku sersemi şaşırmışım, apartopar giyinmemle «Eyvah kadının başına bir iş
geldi...» diye seğirttim. Velâkin o karın üstüne gece ayaz çıkmış, yerler hep don...
Kaldığımız ev de bayıraşağı olduğundan, adımımı atmamla yuvarlanıyorum. Düştüğüm
yerden kalkıp tutunayım demeye kalmadan bir daha yerdeyim... Zil de hiç durmadan
çalıyor. Hay Allah, ben ne etsem? İçimden «Bunca zaman bir iş görmeden yiyip içip yan
geldim, yattım, nasılsa hanım bir iş buyuracak, ona da yetişmenin imkânı yok...»
diyorum. Yerler buz olmuş, hem de dimdik bayır... Hop ayaktayım, pat yerdeyim...
Kafam gözüm patladı ya, aldırdığım yok, şu zil sesine ye-tişsem bir... Baktım olacağı
yok ve de dağ başında sakatlanıp kalacağım, o yana bu yana tutunmayı bırakıp, kendimi
bıraktım; yuvarlanarak, kayarak, çarparak yalının kapısına düştüm. Anahtarı bana
vermişlerdi. Kapıyı açıp girdim. Gelge-lelim, Hanım'ın odası nerdedir bana
göstermediler. Koskoca bir yalı bre oğlum, içinde var belki kırk oda... Masallardaki gibi
bişey bu... Betül Hanımefendi hangisindedir, ne bilirsin? O kapıya saldırıyorum, hela...
Öbüründen dalıyorum, mutbak.. Öteki, banyo... Beriki, bomboş bir salon... Zil sesinin
geldiği odayı bitürlü bulamıyorum. Çaka çaka kutudaki kibritler de bitti mi sana, kaldım
karanlıkta. Bitürlü elektrik düğmesini bulamam... Allah bilir o koskoca üç katlı yalıyı
beş-on sefer döndüm dolandım, durdum... Sonunda ayağıma bişey takılıp merdivenden
yuvarlandım da Allaha şü~
50
kür, düşüp yattığım yerden bakınca bir kapı aralığından ışık sızdığını gördüm. Kalkıp
davrandım. Kapıyı tıklattım. İçerden sesi geldi «Karnin!» Allah selâmet versin hep
ecnebice ya «Antre» derdi yada «Karnin», Türkçe olaraktan «Buyrun girin» demezdi
asaletinden.
İçeri girdim. Tüyler ve tüller içinde uzanmış, yatıyor. Cennetteki huriler de olursa
böyle olur işte... Gözleri tavanda, başını çevirmeden,
— Neden geciktin? -dedi.
Gündüz gözüyle evden yalıya ancak beş dakikada gelinir, ben o karda, donda gecenin
bir vakti daha çabuk nasıl.geleyim! Hiç sesimi çıkarmadım.
— Ben seni bişey için çağırmıştım, ama neydi unuttum... dedi.
Gene sesimi çıkarmadım.
— Ben seni niçin çağırmıştım acaba? dedi bir daha.
Sonra birden hatırladı:
— Haa, okurken uyuya kalmışım da kitap düşmüş elimden... Şu kitabı versene!...
Evet, yerde bir kitap duruyor ama, istediği kitap bu olmaz. Çünkü yattığı yerden eli
sarkmış, parmağının ucu kitaba dokunuyor. İstese, eğilmeden kitabı alır, ne diye
dağbaşlanndan gecenin bir vakti beni çağırsın buraya?
— Hangi kitabı efendim? dedim.
— Yerdeki kitabı görmüyor musun? dedi. Eğildim, yerdeki kitabı aldım.
— Buyrun... dedim.
Kitabı aldıktan sonra, öbür elindeki saplı gözlükle bana bakmasıyla,
— O nedir öyle? diye bağırması bir oldu.
51
Ben yatakta yatarken, zil sesine hoplayıp kalkınca, uyku sersemi giyinirken pantalon
düğmelerini iliklemeyi unutmuşum. Betül Hanımefendi onu sorarmış. Ben anlayamadım.
Ellerim, yüzüm sıyrılmış düşmekten, azıcık kan sızıyor; onu soruyor sanarak,
— Bişey değil efendim... dedim.
Saplı gözlüğünü elinden bırakmadan şaşkınlıkla bana bakarak,
— Aman Allahım, nasıl bişey değil! dedi. Gözünü diktiği yere elimi atınca, hemen
pantalon düğmelerini ilikleyip durumumu aldım.
Başını bana döndürmeden,
— Kremşantiye, kremşantiye... dedi.
Ne dediğini anlayamadığımdan dikildiğim yerle durdum. «Gir» diyeceği yerde «Karnin»
diyen, «Buyur» yerine «Antre» diyen bir kadın... «Kremşantiye» demekle kimbilir ne
demek istiyor.
— Ne dikilmiş duruyorsun, sana kremşantiye, dedim.
Hay Allah! Ne demek istiyor ki?.. Betül Ha-umefendi'nin hizmetine girmeden öncesi,
birkaç ;ün yapı işlerinde çalıştıydım. Orada çimentoyu, ;iviyi, neyi yığdığımız işliğe
şantiye derlerdi. Saniye şantiye de, kremi ne oluyor?
Bir daha,
— Kremşantiye... deyince,
— Bağışlayın beni, o ne demeye gelir? diye sordum.
— Şoföre söyle, kremşantiye... dedi. Hanımefendi'nin bir de huyu var, asaletinden
geliyor, kat'iyyen paraya elini sürmez. Onun bir xdami var, avukatmış, herif desteyle
pangınotu ge-irir. Hanımefendi başıyla,
52
— Koyunuz oraya lütfen... der.
Adam, şöminenin mermeri üstüne para destelerini koyar, gider. Altın para olmayınca,
hele kâğıt paraya elini değdirmez bizimki... Satın alınacak bişey istedi mi benden, yine
başıyla paraların durduğu yeri gösterip,
— Al ordan!... der.
«Para al» bile demez, yani lâfından iğreniyor paranın, gayri anla sen, nasıl bir asalet...
— Al ordan!
Bir avuç para aldım.
Tepedeki eve geldim, şoförü uyandırdım :
— Kalk arkadaş, Hanımefendi kremşantiye istiyor...
Şoför,
— Ulan, sabah olacak nerdeyse, bu saatte bu karı kremşantiyeyi ne yapacak? diye bir
suntur-lu savurdu.
Ben o zamanlar daha dünya görmemişim. Krem olduğuna göre, kremşantiyeyi de yüze
sürülür bir çeşit krem sandığımdan,
— Bir açık nöbetçi eczane bulur, ordan alırız, dedim.
Şoför,
— Yürü dangalak, çok konuşma!... dedi.
Şoför, garajdan arabayı çıkardı. Arabaya bindik. İstanbul'un Anadolu yakasını hep
dolaştık, o saatte açık hiçbir dükkân yok. Araba vapuruyla karşı kıyıya geçtik. Aşçı,
muhallebici dükkânlarının kepenklerini dövüyoruz: «Aç hemşerim, aç hele... Paradan
yana hiç çekinme, iste ne istersen. Aman bize bir kremşantiye...» Kimisi söver
dükkâncıların, kimisi kovar, kimisi de baskın verdik sanıp «Ulan polis nerde?» diye
bağırır.
53
Uzatmıyahm oğlum, sonunda bir muhallebiciden bu kremşantiyeyi bulduk. Araba
vapuruyla karşıya geçtik. Yalıya geldik, gün de ağarmak üzere...
Aldım elime kremşantiyeyi, Hanımefendi'ye götürdüm. O daha yattığı yerde kitap
okumakta.
— Getirdim efendim... dedim.
Demiştim ya, pis bir kedisi var boncuk adında...
— Boncuk, boncuk... diye kediyi çağırdı.
O sünepe pis de divanın altından çıktı. Benim getirdiğim kremşantiyeyi, tabağıyla
kedinin önüne koymaz mı!... Vay babanın canına... Kedi, burnunu uzatıp, bir-iki kokladı,
yemedi yahu... Yemedi be!...
Tepem attı iyicene,
— Yemiyor Hanımefendi!... dedim.
— Varsın yemesin, dedi, ben insaniyetliğimi gösterdim ya... Günah benden gitti, canı
isterse yesin...
Böyle bir asalet görülmemiş dünyada be oğlum... Bak sen, hanımefendideki asaletliğe
bak, insaniyetliğe bak!
Hanimefendi'nin Beyoğlu'nun en işlek yerinde bir hanı varmış, hanın altı gepegeniş bir
bodrum-muş ve de hiç kullanılmıyor. Ben bunları, birgün yine Hanımefendi'nih
odasmdayken, avukatının getirdiği bir adamdan öğrendim. Adam,
— Ö boş bodrumu bana verin, orda iş yapacağım, size hergün beşyüz lira... Seneliği
peşin... diyor.
Ne dese iyi bizim Hanımefendi :
— Aaa, daha neler... Ben iş mi yapacağım? Bana iş mi teklif ediyorsunuz?
54
«İş» derken ağzına pis bişey girmiş de, iğrenip tükürüyor gibi suratını buruşturuyor.
Adam da, avukat da diller döküyor :
— Yok Hanımefendi, siz iş yapmayacaksınız, estağfurullah... İşi biz yapacağız. Siz
tıkır tıkır kiranızı alın, o kadar...
Yahu ayda onbeşbin, yılda yüzseksen bin... Hem de o zamanın parası. Adama,
— Rica ederim bana iş teklif etmeyin... İstemem!... dedi.
Adamları kovmadan beter etti.
Sen şimdi deli dersin, deliliğinden değil oğlum, asaletinden böyle yapıyor. Kadındaki
asaletin son perdesi...
Yalnızlığı seven bu kadına, sonradan nasıl bir hal geldiyse, o yalıdan aldı başını gitti ve
bir zaman yalıya uğramadı. Şoföründen duydum ki, yine kendi gibi asâletli biriyle
evlenmiş. Ben bir ay kadar daha o yalıya bekçilik ettim. Bigün şoförü geldi, alacağım
olan paramı bitamam verdi bana.
O gün bugün bir daha Hanımefendi'yi hiç görmüş değilim. Kiminle mi evlendi?
Bilemiyece-ğim oğlum... Dur bakayım... Yanılmıyorsam, Hasan Köselek namında biri,
evet, evet, Hasan Köse-lek... Hattâ sonradan aşçı dükkânı açmıştım da ben kapı
yoldaşlığı ettiğimiz şoför bigün benim dükkânımda yemek yemişti.
— Hanımefendi nasıl? diye sorduydum.
— Ben yanından çoktan ayrıldım. Şimdi malın gözü oldu, kocası Hasan Köselek isimli
gavat bizim Hanımefendi'yi randevu evinde bastırdı... dediydi.
55
Günahı onun boynuna, kat'iyyen inanmadım.
— Olmaz arkadaş, dedim. Şoför,
— Karıda hiçbir suç yok, kocası olacak dür-züde kabahat... Kadım oyuna getirdiler...
dedi.
Hasan Köselek dediği ileri gelenlerden biriymiş... Daha çok şeyler anlattıydı ya, geçmiş
gün, unuttum. Sonradan o Hasan Köselek'in resimlerini gazetelerde çok gördüm de
ordan aklımda kaldı. Sen de adım duymuşsundur belki... Ama ner-de bileceksin, eski
işler... Şimdi onun âdı sanı duyulmaz oldu.
Yaaa, demek şimdi sen Betül Hanımefendi'yi anyorsun, öyle mi? Senin aradığın belki de
başka-sıdır oğlum, o kadın gayetle asrı idi, gayetle asâlet-liydi... Gülegüle aslanım,
gülegüle...
RADYO'DA KAYIP İLÂNI
Radyo'nun kayıp ilânları saatinde spiker şöyle diyordu :
«Burası İstanbul radyosu. Şimdi kayıp ilânlarım okuyoruz. Mahmut Yarh, halası
Güllü'yü arıyor. Güllü, aslen İzmir'in Balkaç köyünden olup, takriben kırk-kırkbeş yıl
önce, ilçedeki bir memura evlâtlık olarak verilmiş, memurun ilçeden ayrılmasından
sonra Güllü'nün akıbeti hakkında hiçbir bilgi alınamamıştır. Halası Güllü'yü arayan
Mahmut Yarlı'mn adresi Sirkeçi'de Yeni Otel...»
İKİ KATLI PRENSES FEŞAFEŞ
Bonjuuuur... Siz Prenses Feşafeş'in kuzeni? Bravooo... Çok genç... Ben sizi en az otuz
yaşında zannediyor... Size veririm en çok onsekiz yaş... «Ködit vu?» Hayret!... Yirmibir
yaşında? «Empo-
56
sibl...» Hiç göstermiyorsunuz, bir çocuk gibi siz... Ama ben görmeden zannediyorum,
otuz yaşında varsınız... Niçin? Çünkü Prenses Feşafeş benim çok eski dostum... Nasıl
derler ki Türkçe, «İl ya kelk an» Fransızca biliyor siz? Ah yazık... Ana dilim Türkçe
«Natürelman» «Me» fakat... Çok zaman kaldım Öropa'da, biraz difisil şimdi benim için
Türkçe... Fransızcayı Türkçe'den daha rahat konuşuyor ben... «İt iz veri diffikulti...»
İngilizce biliyorsunuz? Ah, yazık!... Sorri...
Siz hiç görmediniz halanızı? Babanız da görmedi? Halanızın prenses olduğunu bilmiyor
muydunuz? Hayreet! «Kö dit vu?» Evet, prensesti, hem de pek meşhur bir prenses...
«A kuva panse vu?» nasıl derler? Niçin öyle düşündünüz? Anlatınm natürelman... Niçin
anlatmıyayım? «İl niya pa dö kuva...»
Şimdi mi? Tabii yine prensestir. Bir kadm bir kere prenses oldu mu, artık o kadın hep
prenses kalır... Şimdi nerde olduğunu bilmiyorum. Herhalde yine Arabistan'da falan,
öyle bir yerlerde olacak... Öropa'da da olabilir. Yaz aylarını Fransa'nın, İtalya'nın
cenup «Rivaj»lannda geçirirdi. «Ri-vaj» demek ki yani, sahil, Akdeniz sahilleri... Hatta
ben en son kendisini Kan'da mı, Nis'te mi, yoksa Montekarlo'da mı, öyle bir yerde
görmüştüm.
Şimdi nasıldır bilemem, ama o zamanlar çok «regutan» bir kadındı, yani, nasıl denir
Türkçe, çok «Kaptivan»... Nasıl demek? Erkeklerin hislerini kamçılayan, insanı kendine
kul köle eden bir tip... «Sola e dö tut sertîtüd dan lö şoz» Bilmem, anlatabildim mi?
57
Efendim? Ne kadar çok ismi var diye şaşıyor musunuz? Başka başka kadınlar diye,
şüpheye mi düşürüyorsunuz? Öyle mi? Yooo... Monşer, halanız büyük kadm, çapı
büyük... Onun için birçok isimleri olması normal... Son derece zengin ve renkli bir
hayatı var, dolu dolu yaşadı. «E til riyen do plü bo?» yani... Nasıl derler? Bundan daha
güzel bişey var mı?
Nasıl? Zaman zaman çok düşük hayat mı yaşamış? Ne çıkar bundan monşer?
Konservatif bir düşünce... Siz daha çok gençsiniz, toysunuz... «İl yu siye mal dö parl
ensi...» Eeee, nasıl denir Türkçe'de... Yani halanız için böyle konuşmak size yakışmaz...
Büyük kadm monşer... Ne yazık ki küçük bir memlekette dünyaya gelmiş. Öropa'da
olsaydı böyle bir kadın, tarihe geçer, aşk tarihine, belki edebiyat tarihine, sanat
tarihine, politika tarihine...
Prenses Feşafeş'in aradığınız kadın olduğunda şüpheniz mi var? Olabilir Monşer,
«Posibl» o başka kadın... Söyler misiniz şimdiye kadar hangi isimleriyle karşılaştınız?
Oooo, defterinize not ettiniz demek?.. Lütfen okur musunuz? Evet... Tatlı Betüş...
Şükran, Be-tül Hanımefendi... Sonra? Şişli Güzeli, Sarışın Bebek, Lokum Betül,
Müzayede Hanım, Bayan Döviz... Müstesna Hanımefendi... «Önmoman» Bayan Döviz mi
dediniz? Hin hih hih... Hih hih... Ta kendisi... Eveeeet... Biz ki... Nasıl derler... Size
garanti ederim ki, Matmazel Döviz, Prenses Feşafe-şin kendisidir, «je se sola avek
sertitüd» Pardon... Yani, bunda hiç şüpheniz olmasın... Çünkü, Prenses Feşafeş olmadan
evvel, yüksek sosyetede Mad-
58
mazel Döviz namıyla maruftu. «Şi vaz velnavn vomın, yes...»
Pardon... Siz, Matmazel Döviz'in halanız olduğuna emin misiniz? Öyleyse tamam
Monşer, sonradan prenses Feşafeş olduğuna ben şahitim, aradığınız kadının ta
kendisi...
O'nun hakkında bildiklerimi bütün teferruatıyla öğrenmek istiyorsunuz? «Solman...»
Pardon... Nasıl anlatayım... «Entiman şökre» nasıl derler? Sır kalması lâzım gelen bazı
şeyler var ki... Halanız olduğuna göre sizi belki müteessir eder diye... Etmez demek...
Öyleyse anlatırım... «je man lavle men» Benden günah gitti artık...
Bişey sorabilir miyim? Mersi... Bugüne kadar ailesi hiç arayıp sormaz bu kadını...
Babanız bile daha görmemiş, tanımıyor... Şimdi neden O'nu bulmak istiyorsunuz böyle?
Ya, akraba hasreti demek? Bravoo... Yoksa halanızdan bir yardım mı isteyecektiniz?
O'nun zengin olduğunu duymuşsa-nız... Eveeet, demek bir dava mevzuu var? Bulunması
lâzım geliyor.
Bende bir zamanlar, ama çok eskiden «jineko-fobi» başladı... Ne demek biliyorsunuz
mu? Ne demek jinekofobi? Nasıl anlatmalı?.. Bir erkek hastalığı... Yani insanda
kadından korkma oluyor, tiksinme oluyor. Ben o zamanlar kadınlardan korkuyordum,
yine de korkarım kadından... İşte o sıralarda bir arkadaşım vardı, Baygın Sedat derler,
yahut Süzük Sedat derler... Gözlerini süze süze, baygın baygın baktığı için öyle
demişler. Bende jinekofobi başlayınca, Süzük Sedat'la çok iyi arkadaş olduk. Her
zaman beraberiz. Anlatabiliyorum mu? Baygın Sedat'la birbirimizden hiç ayrılmıyoruz,
nereye gitsek beraber... Bir mevsim sonu balo-
59
suna gitmiştik. İşte Prenses Fesafeş'le tanışmamız orda oldu. Hatta ben «Feşafeş
diye bir isim duymadım, manâsı nedir?» diye sormuştum da izah etmişlerdi. Feşafeş'in
Türkçesi fısırtı demek... Madmazel Döviz bir arap paşasıyla evlenip prenses unvanını
almış ya, işte bu paşayla ilk karşılaştıklarında, halanızın üstünde taftadan bir tuvalet
varmış. Salonda salına salına yürüdükçe, tafta tuvaletin yere sürünen, bacaklarına
dolanan etekleri fışır fışır eder, fışırtılı bir ses çıkanrmış. Arap paşası da bu fısırtıya
hayran olup, «Aman ne feşafeş, aman ne feşafeş!...» demiş. Ondan sonra da o kadınla
evlenince karısının adını Feşafeş koymuş, böylece halanız Prenses Feşafeş olmuş...
Prenses Fısırtı demek ama, Türkçesi iyi olmuyor. «Banalite» var fısırtıda, ama Feşafeş
«Tre joli», hih hih hih...
Prenses Feşafeş'in, bizim eskiden tanıdığımız Madmazel Döviz olduğumu söyledikleri
zaman pek şaştım. Çünkü çok değişmiş... Âdeta tanıyamadım. Madmazel Döviz iken,
Öropalı bir kadın formundaydı. Paşayla evlenince bildiğimiz Arabistan Prenseslerine
benzemiş... Klâsik Arabistan prensesi ki, spesiyalitesi fıstık gibi olmalarıdır.
Prenses Feşafeş o zaman, gözleri sürmeli, şişmanca, gıdısı çıkmış, iki gerdanlı bir
kadın. Nasıl mı Prenses olmuş?.. Gayet kolay. Güzel kadın için prenses olmak dünyanın
en kolay işi... «Pareg-zampl...» bir güzel kadın, Arabistan memleketlerinden birine
gitse de, bir deveye binse ve onu trir arap şeyhi, bir arap kralı, bir arap prensi görse,
o kadını prenses yapmadan bırakmazlar. Çünkü o zaman Araplarda şeyhlerin, prenslerin
sayısı fel-lâhlann sayısından bile çoktu. «Tre normal» Çün-
60
kü bir arap kralı, yahut prensi, diyelim çok aza kanaat etse de yirmi kadınla evlense,
bu yirmi kadından herbiri beşer çocuk doğursa yüz çocuk eder; bu yüz çocuktan yarısı
erkek olsa, demek bir prensten elli prens dünyaya çıkıyor. Sonra o prenslerinden
yirmişer kadından ellişer prens çocukları olsa... Anlatabiliyorum mu? Bu dünya yüzünde
tavşanlarla domuzlar, bir de prensler çok ürerler. «Revolüsyon» nasıl derler, ihtilâller
olup da kökleri kazmmasa, domuzlan vurmasalar, tavşanları rahat bırakmasalar, dünya
yalnız domuz, tavşan, prens ve prensesle dolar. Bereket versin, kendilerine de dünyada
yer kalsm diye insanlar ihtilâller yapıyorlar da, biraz yer boşalıyor.
Yani demek istiyorum ki, bu Arap prensleri, güzel bir kadını, elinden tutsa, O'nu
prenses yapmadan kat'iyyen bırakmazlar. Benim tanıdığım kaç kadın, kız var, hepsini
de Arap prensleri pren-,.g-ses yaptılar; bir aylığına Arabistan çölüne giden güzel
kadın, prenses olmadan dönmüyor monşer. Herkesin ayrı bir huyu var, öyle değil mi,
Arap şeyhlerinin, krallarının, prenslerinin de huyu bu işte, ellerine geçirdikleri
kadınları prenses yapmadan bırakmıyorlar. Bir dokundular mı, şıp prenses... Yani,
kolay... Arabistan demek o zaman, prenses fabrikası demek. Ve sonradan prenses
olanların akıllısı, Arabistan'a gidip de prenses oldu mu bir kere, artık orda durmuyor,
ver elini doğru Öropa'ya... Öropa demek, prenses deposu demek, fabrikadan çıkıp
depoya giriyorlar.
Meğerse Süzük Sedat, Prenses Feşafeş'in eski kocası değil miymiş! Evlendiklerinden
benim hiç haberim yok. Çünkü ben o zaman Öropa'daydım, beş-on sene kaldım
Öropa'da. İşte o zaman Süzük
61
Sedat'la Madmazel Döviz evlenmişler. Madmazel Döviz demiş ki, Süzük Sedat'a «Ben
genç yaşta çok yoruldum, bir çocuğum olsun istiyorum» demiş. Süzük Sedat çok
yakışıklı, güzel adam... Evlenmişler. Ama Süzük Sedat'ın nasıl olsun çocuğu «Emposibl»
Çünkü O da hasta, jinekofobi... Kadından tiksiniyor Monşer, benim hastalıktan...
İğreniyor kadından. Madmazel Döviz'le, pardon artık madam... Madam Döviz'le
evlenmiş, çünkü Madam Döviz'de para var çok... Ne zaman gidiyor Öropa'ya, çok mal
getiriyor. «Nuvo parti...» Biliyorsunuz? ... Süzük Sedat koca olarak «Tre goşeri»
Pardon pardon... Yani çok beceriksiz... «Galan-ten» ama «Goşeri...» Nasıl derler, iş
yok... Madam Döviz kaderine razı oluyor, ne yapsın çocuğu yok ama, yakışıklı kocası
var... Fakat çok arkadaşı var Baygın Sedat'ın, karısı kıskanıyor çok... Sonra Baygın
Sedat kaçıyor evden, Madam Döviz'i bırakıyor.
Nasıl derler, çok yıkılıyor Madam Döviz, seviyor çünkü kocasını. Bedbaht oluyor çok...
İçkiye veriyor kendini. Başlıyor başka türlü çalışmaya... Biliyorsunuz nasıl? Başka
başka erkeklerle her gece... Randevu evine düşüyor ama çok lüks bir ev... O zamanlarda
memlekete bir Arap kralı mı, emîri mi, şeyh'i mi ne öyle birisi geliyor; Haybe kralı mı,
Haybetiye kralı mı, Hayraniye kralı mı, bir kral işte... Protokol icabı krala kadın
arkadaş lâzım... Kralın yaverine «Majesteleri hangi rengi sever?» diye soruyorlar. O da
«Kral sarışınları ve dolgunları sever» tliyor, Protokol müdürü, her zamanki diplomatik
kembinezonlarda yaptığı gibi, en lüks randevu evi sahibine telefon edip, «Tombul bir
sarışın istiyoruz, akşama gönderin» diye sipa-
62
riş veriyor. Yüksek sosyete etiketini en iyi bilen kim var? Madam Döviz... Hem sarışın,
hem de balıketi... Hem de Fransızca, İngilizce biliyor. Telefon edip söylüyorlar Madam
Döviz'e... «Me malşans monşer...» Madam Döviz o gün saçlarını siyaha boyatmamış mı!
Hiç haberi yok ki Majesteleri sarışın istiyor. Gidiyor saraya... Protokol Müdürü
karşısında simsiyah saçlı bir kadın görünce «Vaay, misafirimiz koca bir krala sen kazık
atıyor?» diye kızıp Madam Döviz'i kovuyor. Ve o gece monşer, yüksek sosyetenin
abonman olduğu evi, ahlâk zabıtası basıyor... «Malörözman.»
Madam Döviz bundan çok müteessir oluyor. O günlerde de bizim yerli kadınlardan
prenses olanlar çok var, moda olmuş... Madam Döviz'ih tanıdıklarından birçoğu prenses
olmuş... Madam Döviz de hem kendisini yüzüstü bırakıp giden Süzük Sedat'dan intikam
almak, hem de uğradığı hakareti hazmedemediği için prenses olmaya karar veriyor.
Maksadı, kendisini kovan protokol müdürüne, prenses olarak elini öptürmek... Ne irade
monşer! Prenses olması için de Arabistan'da bir yere gitmesi lâzım. Arabistan'daki
barlara konsomatris, dansöz ihraç eden bir artist ajanı vasıtasıyla gidiyor
Arabistan'a... Tek prenses olsun diye, bir yıl monşer, Arabistan'da gitmedik yer
bırakmıyor. En sonunda kendisini prenses yaptırmaya muvaffak oluyor «Kö lö senyör e
grand» Pardon... Yani demek ki, Türkçe, Allah ne büyüktür.
Daha evvel de söylemiştim kralın akrabalarından bir paşa ile, bir baloda karşılaşıyorlar.
Tafta tuvaletin yerleri süpüren eteklerinin çıkardığı fısırtı üzerine, paşa ağzının suları
akarak hayranlıkla «Aman ne feşafeş, aman ne feşafeş!..» diyor.
63
Böylece evleniyorlar. Paşa ile evlenince de, Prenses Feşafeş namını alıyor.
Düğünlerine Kral hazretleri de şeref veriyor: Kral hazretleri, Prenses Feşafeş'i görür
görmez gözleri dönüp «Bu kadını neden daha evvel bana göstermediniz?» diye bağırıp
çağırmaya başlıyor. Prenses Feşafeş'in kocası olan paşa «Ha sizin ha bendelerinin»
diye Kral hazretlerini zorla teskin
ediyor.
Tabii daha sonra kocası Prenses Feşafeş'i saraya götürüyor. Paşa, çok arif bir
adammış, lep demeden leblebiyi anlayanlardan. Ağzının tadına bilen kralın ağzının
sulandığını görünce, ziyafet ten sonra karısını saraya emanet edip çekip gitmiş.
Böylece Prenses Feşafeş o gece kralın hususî misafiri olmuş. Fakat monşer ne kadın,
koca krala eteğinin ucundan bile dokundurtmamış. Çok tecrübeli kadın monşer...
Kendisi söylese inanmazdım, ama başkalarından duydum, o gece az kalsın kraliçe bile
olacakmış, Hakkıdır, öyle kadına prenseslik az gelir... «Ensantiyabl» bir kadın...
Pardon... Nasıl derler, yani haris, gözü doymayan
bir tip...
Kral misafirlerini erkenden başından savıp da Prenses Feşafeş'le başbaşa kalınca,
koca sarayda bir kovalamacadır başlamış... Kral kovalar, Feşafeş kaçarmış... Sarayın
koridorlarında sabaha kadar kovalamaca oynamışlar. Evet, kral elini bile sürememiş...
Tam eli eteğine değecekken «Benim gibi biçare namuslu bir kadın, majestelerine lâyık
değildir» deyip fırlar, kaçarmış. Sonra da krala «Aman Majeste, yavaş koşun,
göbeğiniz düşecek» der kahkahalarla gülermiş. «El lui pri ön rir fu». Dünyada ne
namuslu kadınlar var.. Paşa, ka-64
rısı Prenses Feşafeş'e güvenmese, onu hiç sarayda geceyatısı misafirliğine krala
emanet eder mi?
Sabaha kadar sarayın koridorlarında dört dönmüşler. Kral hazretleri bakmış ki,
muradına nail olamadan, kalbi duracak, kanter içinde soluk soluğa hemen bir siyasî plân
düşünüp «Seni kraliçe yaptım» diye bağırınca, Feşafeş'in de zaten istediği bu, hemen
dizlerinin bağı çözülüp, koridorun köşesine, sütunlardan birinin dibine yığılmış. Kral da
Feşafeş'in yanma çökmüş. Kraliçe olmak ümidiyle Feşafeş'in vidalan gevşemiş. Zaten
bu kadar kaçması, cilvesi de ondan ya... Kralı iştah-landınp iştahlandırıp, kraliçeliği
koparmak maksadı... Fakat kral hazretleri bütün gece Feşafeş'i kovalamaktan dili bir
karış dışarda soluyup duruyor. Nerde Feşafeş'i kraliçe yapmak, zavallı kralda serçe
parmağını kımıldatacak derman bile kalmamış. «Beğendin mi yaptığını, şu halime bak!»
demiş.
Monşer, çok şanssız bir kadın halanız... Aksi lik Monşer, o ,sabah ihtilâl olmamış mı?
İhtilâlciler kralı, Feşafeş'in eteğinin altına sokulurken yakalamışlar. Kralı
memleketten sepetlemişler. Ne aksilik monşer, o kadar zaman ihtilâl olmamış da, tam
ihtilâl olacak zamanı bulmuş... Yani, ihtilâl öğleden sonraya kalsa, Feşafeş kraliçe
olacak... Evet, resmen kraliçe olamamış ama, gene de hususî şekilde az bişey kraliçe
olmmş sayılır. Çünkü Kralın «Seni kraliçe yapacağım!» diye sözü var, kral sözü
önemlidir.
İhtilâl olup bitince, Prenses Feşafeş de saraydan çıkıp kocasının evine gelmiş tabii...
İhtilâlciler, kralın akrabalarını da asıp kesecekler, memleketten kovacaklar diye,
akrabaları
65
kralın aleyhine dönmüşler, «Mal onet!» Pardon, yani nasıl derler Türkçe ki,
namussuzluk...
Paşa, Prenses Feşafeş'e —mil pardon— «Sen orospuymuşsun, benim karım olamazsın!»
diyor. «Parskö» diyor, «Sen bana ihanet ettin, o hain Kralla sarayda bir gece
geçirdin.» Prenses Feşafeş de «Beni saraya sen kendin götürdün, elinle orada
bırakmadın mı? Sen değil misin beni orda bırakıp gece haberim olmadan saraydan
tüyen?» diyor. Paşa «Ben bıraktımsa seni, emaneten bıraktım» diyor.
Düşünün monşer, ne acı!... Prenses Feşafeş ne kadın, büyük kadın! Feleğin çemberinden
geçmiş, hiç lâfın altında kalır mı?... Mil pardon monşer, iskarpinini eline alıp «Ulan
pezevenk, bu senin yaptığın pezevenkliğin kanununa bile sığmaz. Beri bunca pezevenkle
iş yaptım, hiçbiri senin gibi kalleş çıkmadı...» diye üstüne yürüyüp, paşa hazretlerini
dövmeye başlamış.
İhtilâlciler de kralın akrabalarının evlerini basıyorlarmış. Prenses Feşafeş'in
iskarpinle kocasını dövdüğü sırada, ihtilâlciler de paşanın konağına dalmışlar ki, ne
görsünler, paşa yerde «İm-daaat! Yaaa Medeeet!» diye feryad edip, kendisini
öldürmeye gelen ihtilâlcilerden yardım istiyor.
İhtilâlci subaylar Prenses Feşafeş'i yatak kılı-ğıyla ve kombinezonunun bir askısı
omuzundan sıyrılmış bir pozisyonda paşayı altına almış, biyan-dan vuruyor, biyandan da
«Pezevenk!» diye bağırıyor görünce, alkışlıyorlar Prenses Feşafeş'i... «Le röpli dö
Tam» yani nasıl derler, kadını çıplak gö rünce zavallı ihtilâlcilerin ruhunun en gizli
noktalan titriyor. İhtilâlciler nasıl anayurdu kralm
66
elinden kurtardılarsa «Sen anayurdun sembolüsün anam» diyerek Prenses Feşafeş'i de
paşanın elinden kurtarmak istiyorlarsa da, halanız tre enteli-jans bir kadın,
ihtilâlcilere «Siz önce kendi yakanızı, paçanızı kurtarın da, sonra...» diyor...
Kat'iyyen «ridükülize» etmiyorum, aynen... Aynen böyle olmuş...
Efendim, kral memleketten kovulunca, paşa «Bu kadar fedakârlığım boşuna mı gitti,
ben saraya karıyı boşuna mı bıraktım!» diye çok kızıyor. Kim olsa kızar monşer...
Ne dediniz? Nasıl? Kabahat paşada mı? Ben sizin fikrinizde değilim. Evet, Paşa kendisi
Prenses Feşafeş'i saraya götürüp krala bırakmış ama, ne bilsin adam ertesi sabah
ihtilâl olacağını, ertesi sabah kral hazretlerinin memleketten kovulacağı-nı bilemezdi
ki... Bilse, hiç böyle bir fedakârlığa katlanır mı? Çok kızmış paşa. Ama kim olsa kızar..
Kral kovulunca, ihtilâlciler, Paşa'nın bütün malını mülkünü elinden alıp, ona küçük bir
maaş bağlamışlar. Bunun üzerine Prenses Feşafeş de «Ben herif başvekil olsun diye bu
kadar fedakârlığa katlanayım da makbule geçmesin ha? Bsn bu dargelirli herifle
yaşayamam» deyip paşadan boşanıyor. Aslında ikisi de haklı... İkisi de fedakârlıkta
bulunuyor ama, «Mal şans» netice alamamışlar... Yoksa, ihtilâl olmasa, Prenses
Feşafeş'in başvekil karısı olması da mümkündü.
Prenses Feşafeş boşanınca Paşa da «Zaten namusuna dokunuyordu, onun için ben
boşadım» diyerek haysiyetini korumuş.
«İl niya nül sertitüd dan le şoz dü mond» Ah pardon... Demek ki Türkçesi, dünya
varlıklarına hiç inan olmaz, bugün var, yarın yok...
87
«El a rate la vi...» Yani nasıl demek lâzım? Hayatı berbat etti. Ondan sonra hiç
görmedim... «Me...» fakat duydum ki, çok sıkıntılar çekmiş. «İroni dü sor» işte kaderin
cilvesi... Örövvar... Bi-şey değil...
BİR GAZETE HABERİ
Yirmi milyon lira mirasa konan aile, mirası paylaşabilmek için kırk yıldır kayıplara
kansan bir akrabasını arıyor.
Mısır'daki amcasının ölümüyle, bir söylentiye göre yirmi milyon Türk Lirası, başka bir
ihtimale göre de 20 milyon dolar değerinde olduğu tahmin edilen mirasa konmuş bir
aile, mirası alabilmek için, kırk yıl önce köyünden evlâtlık olarak verilen ve şimdiye
kadar bütün aramalara rağmen hiçbir yerde izine rastlanmayan Güllü adındaki kadını
aramaktadır. Aradan geçen yarım yüzyıla yaklaşan zaman içinde Güllü'nün babası,
annesi, kardeşleri ve yakın akrabaları ölmüş, köyde yalnız kardeş çocukları, yiğenler ve
torunlardan onbeş kişilik bir aile topluluğu kalmıştır. Mirastan hakları olduğunu iddia
edenler, hala ya da teyzeleri olan Güllüyü, heryerde arayıp sormaya başlamışlar, ama
Güllü'nün ne yaşadığı, ne öldüğü konusunda bir bilgi edinebilmişlerdir. Güllü
bulunmadıkça, ya da öldüğü belgelenmedikçe. Mısır'da ölen zengin amcanın bıraktığı
miras alınamamaktadır.
fi8
EVLÂTLIK ŞÜKRANIN TAKUNYESİNİN İZİ DURUYOR!
Kimmiş o beni arayan? Ulan Keriz Ali, Kerii-iz... Çağır yukarı gelsin bakayım... Ne
istiyormuş? Beni mi soruyor? Gelsin buraya...
'— Ne o delikanlı? Kimi aradın? Evet, benim: Çakır Muzaffer. Tamam, üstüne bastın...
Ne meselesine dair? Hususî mi görüşeceksin? Peki... Siz açılın bakalım... Buyur, otur
şöyle delikanlı. Kim dedin? Betül mü? Hangi Betül bu? Ne istiyormuş yani? Sen onu
arıyorsun? Ben ne bileyim be oğlum? Haa, şimdi çaktım... Öyle söylesene be delikanlı...
Yaa, demek senin halan oluyor... Yapma be... Üüüüüvv, kaç sene oluyor, kimbilir nerdedir!..
Halan senin ha? Peki sen nerden çıktın be oğlum? Halanı arıyorsun ha?
Tamaam, ta kendisi. Demek şimdi sen ipucu istiyorsun... Peki, bilgi toplayacaksın da ne
olacak? Ben anlatırım anlatmasına aslanım, anlatırım... Bizim eski mahalleye gittin ha,
ordan mı söylediler sana burda olduğumu? Eksik olmasınlar, sayarlar, hatırımızı...
Demek namımızı unutmamışlar... Eski mahalleyi de boşladık ya, seneler var gittiğim yok
oralara. Son gidişimde içime dokundu, mahallenin manzarası bozulmuş kamilen... O
bizim zamanımızdaki bostanı parselleyip satmışlar, sıra sıra takma dişler gibi
apartmanlar sarmış her tarafı... Bostanın yanında bir çeşme vardı. Duruyor hâlâ öyle
mi? İşte o çeşmenin arkasında bizim Akbaş tekkesi vardı. Bakma sen şimdi bu halime...
Hoş gene bir şikâyetim yok. Hamdolsun... Ben Akbaş tekkesinin şeyhi Rüstem
Efendi'nin oğluyum. Bizim tekkenin arkasındaki boş arsada koca bir çitlenbik ağacı
vardı.
69
Mahalleye en son gidişimde baktım, o çitlenbiği kesmişler... Ulan kesilir mi be, kesilir
mi ulan? Vallahi kanıma dokundu... Ne hatıralarımız vardı o ağaçta... Vay gidi vay!... Ben
senin halanı da o çitlenbik ağacında tanıdım ilk. Anlatayım mı hepsini? Ama bak, bizde
harbi, sonra bozulma... Halan diye falan bozulmak yok. Seni Allah mı gönderdi be... îçini
dökmek ferahlıktır ama, sana nasıl anlatsam, bilmem ki...
Peder merhum keramet ehli bir zattı, daha o zamandan bana «Oğlum, sen adam
olmazsın» derdi. Hakikat, dediği çıktı. Kim derdi ki, Akbaş Tekkesi şeyhinin oğlu
Muzaffer, Tarlabaşı'nda kahve işletecek? Hayat bu delikanlı...
Ben o sıralar, tığ gibi delikanlıydım... Pederin kuvvetine, asker kaçağı olaraktan, hem
de ortalarda geziyorum. O dediğim çitlenbik ağacı var ya, işte o ağacın olduğu arsanın
bir yanında doktorların evi var. Doktorlar da tarikattan ha... Her çarşamba bizim
tekkeye zikre gelirdi doktor, tabii İstanbul'da oldukları zamanlar... Çünkü doktor,
Anadolu'da çok bulundu, memurdu yani... Tekaüt olunca, Doktor'lar evlerine gelip
temelli yerleştiler. Anadolu'nun her neresindeyse, ordan gelirken bir de evlâtlık
getirdiler yanlarında. İşte senin Betül dediğin o... Bak şu Allahın işine yahu, nerden
nereye be... O zaman adı Betül değil, Şükran... Şükran derlerdi.
Evet, bak şimdi hatırladım yahu, evet öyle ya... Hakiki adı Güllü'ymüş. Bana söylemişti
o zaman... Güllü, köylü adı diye, Doktor'un karısı değiştirmiş kızın güzelim adını... O
zamanlar öyleydi, evlâtlıklara hususi isim takılırdı. Efendim, bu
70
evlâtlıklar, kurban olduğum Yaradan'ın bir hikmeti, her bidaim gayetle güzel olurlar.
Evin hakiki kızı zannedilmesin diye bunlara ayn bir isim verilir ki, hemen evlâtlık
oldukları bilinsin, çaktın mı?
Sonra anam babam kardeşim, bu güzelim evlâtlık kızların saçlarını da evin hanımları,
sözde evlâtlık kız bitlenmesin bahanesiyle berbere dibinden sıfır numara traş
makinesiyle kestirirlerdi ki, kız iyicene madara olsun da evin beyi ile fingirde-şip
oynaşmasın, sen şu dalgaya bak be...
Neyse efendicağzım, Doktor tekaüt olup gelince, mahalle delikanlılarının dilinde
Şükran adı da dolanmaya başladı. Evet kız onbeşinde var yok ama, yani maşallahı var,
bir de kalçalar var kızda.. Hani halan diye alınmıyorsun ya... Bizde yalan yok aslanım...
Tamam mı? Tamam... Biz evdeki kadınlardan duyuyoruz; Doktor'un karısı dermiş ki,
güya Şükran'ın başından hiç bit eksik olmazmış, kızın saçına, sürür derler bir zehir
vardır, ondan sürerlermiş, bitler ölsün diye de, gene de bit kaynarrriış... Ondan dolayı
kızın saçlarını dibinden kesiyorlar. Gelgelelim, herkes işin aslını biliyor. Doktor ihtiyar
ama, havada uçan dişi sineni kaçırmaz, öylece bir azgın, zampara herif... Ne de olsa
dervişandan... Bizim peder rahmetli de öyleydi... Doktor, kızı orda burda sıkıştırırken,
karısı bir kaç kere yakaladığından, laz çirkinleşsin de kocası yüzüne bakmasın diye
kızın saçlarını kökünden kesiyor, annadın mı?
Bizim orası fakir fukara semtidir, annadın mı, bütün mahalledeki evlerde evlâtlık
yalnız bir evde var, o Doktor'un evinde... Öbür aile kızlarına hal-
71
lenemediğimizden bütün mahalle delikanlıları Şükran'a yeşilleniyoruz, azmış mart
kedileri gibi kızın peşinde dolanıyoruz,
Neyse anam babam kardeşim, ben bigün arsadan geçerken, Şükran'ı çitlenbik ağacının
tepesinde görmiyeyim mi? Vay anam babam... Şu Allanın büyüklüğüne bak, kısmetimi
ayağıma yollamış. Ben hemen yüksek ökçelileri ayaklarımdan fora, tak, ağacın
tepesindeyim... Ne günlerdi be... Şükran beni görünce bir çığlık attı. «Kız sus» dedim,
«Duyarlarsa, doktorlar seni evden kovarlar, bana ne?» «Kurban olayım beni bırak!»
diye yalvarmaya başladı. Vah yavrum, kanarya gibi avucumda çırpınıyor be... Yüreğinin
atışlarını nah şu avucumda duyuyorum. Yahu delikanlı, gönül yaralarımı depreştirdin
be... Başında saçı yok ki yapış-sam da çeksem kendime, oğlan çocuğundan beter.
«Bırak, yoksa karışmam!» demez mi? «Karışmazsın da n'olurmuş yani?...» diyerek beh
bunun eteğine bir el atmamla, kız tırnaklarıyla yüzümün derisini kazıyıp kendini aşağı
atmaz mı! Allah Allah... Yahu, ağacın tepesindeyiz be, kız kendini or-dan hayda edip
attı aşağı be... Çitlenbiğin tepesi bizim tekkenin dammdan daha yüksek. Bende
korkudan yürek nah böyle. Hemen ağacın gövdesine sarılıp kaydım aşağı... O da düştüğü
yerden kalktı ayağa. Takunyeleri ağacın dibindeymiş, yakunye-lerini uzatmamla, giydi,
kaçacak benden... «Bir yerin incinmiştir meleğim» dedim, elimi uzattım. Uzatmamla şak
diye takunyenin kafama indiğini biliyorum. O kadar... Nah, bak alnıma, kaç sene oldu,
hâlâ takunyenin izi var... İşte bu, halanın hatırası... Helâl olsun ona...
Takunyeyi de kafaya yedikten sonra, ben bu-
72
nu o kızın yanma koymam diye ahdettim. Fakat kızı ele geçirmek ne mümkün...
Arkadaşlar, alnına n'oldu diyorlar, Arapcamii'nde kavga ettim der falan filân diye
maval atıyorum.
Neyse uzatmıyalım aslanım, evde Şükran'ı bir dövüyorlar, bir dövüyorlar, geceleri
kızın bağırmalarından konukomşu uyuyamaz oldu. Doktorun karısı biyandan, Doktor
biyandan, Doktor'un oğlu biyandan kızı döverlermiş... Hem de nasıl dayak, fukaranın
ağzından burnundan kan gelmecesine... Niye mi? Niyesi var mı aslanım... Karı, Şükran'ı
kocasından kıskanıyor, kocası olacak moruk da oğlundan kıskanıyor. Oğlu olacak puşt
da, kızı öz babasından kıskanıyor. Hangisi boş bulursa kızı marizliyor. Doktor'un karısı
zavallı kızı kaç kere merdivenden aşağı yuvarlamış yahu...
Bigün ben bu Doktorların evinin arkasından geçerken, pencerenin kafesi tıktık vuruldu.
Pencereye baktım, bişey göremedim, hayırdır inşallah... Kafamı takunyeyle kıran
Şükran olmaz ya bu... Pencerelerin önünde sardunya saksıları, çiçek, karanfil var, ıtır
var, fesleğen var... Ayağımın dibine bir kırmızı karanfil düşünce, ben pencerenin dibine
yanlandım.
Bir fısıltı: «Başın iyi oldu mu ki?»
Şükran'ın sesini tanıdım. Kafamı kaldırmadan «Az daha beni öldürecektin insafsız!»
dedim.
«Oy elim kınlaydı da benim...» dedi... «Oy kırılası elim...»
Birisi görecek diye de ödüm kopuyor, efeliği elden bırakmadan «Ne istiyorsun şimdi
benden?» diye sordum.
«Sana diyeceklerim var, çitlenbiğin altına gel!» dedi.
73
Ben hemen mahsustan kahvenin arkasından dolanıp çitlenbiğin altına geldim ki bu orda.
Hiç umursamazdan gelip «Ne var kız?» dedim. Birden ağlamaya başlamaz mı! Fukara,
konuşamıyor, ağlıyor. Konuşmak istedikçe boşanıyor. Bir hoş oldum, anlatamam... Benim
de içim kabardı. «Beni istiyor musun? istiyorsan al götür, ne yaparsan yap... Beni
bunlar öldürecekler... Bak biyol her yanım çürük içinde, öldüm, bittim ben... Ölüm
çıkacak o evden!» dedi.
Kollarını gösterdi, mosmor çürük... Yüzü de öyle... Ben o zaman koca delikanlıyım ama,
baba eline bakmadayım. Sonra benim niyetim, doğrusu ya, kızdan çöplenmek...
Doktor'a şapırşupur, bize gelince yarabbi şükür... Benim niyetim başka... Velâkin kızın
o hali içime dokundu. Postnişin bir Şeyh efendinin oğluyum, ne demek yahu... Oğlum,
kalakala bir evlâtlık parçasına mı kaldı diye, anam. Şükran'a abayı yaktığımı duyarsa,
kahrından ölür.
«Hele sen şimdi eve git de, sonra bişeyler düşünürüz...» dedim.
Başımdan savayım da, sonra bir yolunu buluruz diyorum kendimce...
«Ben kendimi öldüreceğim» dedi, «Onlar öldüreceğine beni, kendim öldürürüm
kendimi... Daha dayanamıyacağım... Beni al götür, kulun kölen olayım, kurtar beni, ne
dilersen öyle yap!»
Gözlerim doldu, ağlasam karı yanında rezillik... Bir bahane bulmak için «İyi ama» dedim
«mahallede senin, için çok dedikodu var; Doktor seninle yatıyormuş, doğru mu?»
Oğlum, bu rezil dünyada senin halan gibi yiğit karı yoktur be... Namussuzum yoktur...
Ne dedi biliyor musun: «Allahından bulsun, beni zorla
74
alıyor yatağına... Allahın bildiğini kuldan ne sak-lıyayım?» dedi... Bak bak, sen o yaşta
bir kızdaki namusa bak, dobralığa bak be... Vay namussuz moruk, ulan torunun yaşında
kıza ha...
«Oğlu da şey'ediyormuş; öyle diyorlar mahallede, doğru mu?» dedi.
Sicim gibi yaş akıyor gözlerinden... «Ben \\\-lan diyemem... Hele sana hiç yalan
diyemem. Doğru... Doktor'un karısı beni zorla oğlunun koynu:;; sokuyor ki, kocası bana
bakmasın...»
Ağlıyor fukara...
Baktım ben de ağlıyacağım, hem de ağlıyorum... Kız ağladığımı görmesin diye arkamı
dönüp «Hadi hadi, sen git eve... Ben seni ararım...» deyip yürüdüm.
Ah ulan ah... Sen bendeki kafaya bak.. Bendeki kafa eşek kafası desem, eşeğe
haksızlık ve de hakaret olur... Kızoğlan kızla evlendik de ne oldu be; karı bize taktırdı,
hem de yaldızlısından... Altı sene mahpusluğum o yüzden.
Neyse aslanım uzatmıyalım, biz Şükran'la fırsat buldukça o çitlenbiğin orda
buluşuyoruz. Ne gö-züyaşlı kızdı be... Bir söyler, iki ağlardı, iki söylerse üç ağlardı. Hiç
unutmam, bigün ağlamaktan konuşamamıştı da,
— Hçibişey söyliyemiyorum, sen anla artık!.. demiş, elini sol göğsüne bastırıp «Şuramda
çok şey var ama...» dedikten sonra, bu sefer eliyle dudaklarını gösterip «Şuramda
yok...» diyerek, içinden geçenleri dile getiremediğini ne güzel anlatmıştı. Hâlâ
hatırlarım o halini... Ama o zamanlar bende insanlık ne gezer; «Anlıyorum yavrum!»
deyip, Şükrah'ın dudaklarına yumulmuştum. Şükran ağ-
75
laya ağlaya bana hayatını anlatmıştı. Anası Şük-ran'ı, babası askerdeyken doğurmuş.
Şükran'm anası, zati adamın ikinci karısıymış. Hastalıklı zayıf bir kadmmış, işe güce
yetişemiyormuş. Şükran'-ın babası askerden dönüşünde bir daha evlenmiş. Üçüncü
karısı çok zorluymuş, dağa bayıra, her işe koşar, genç, acar bir kadmmış. Bu zorlu
kadın, ille de Şükran'ı evlendireceksin, diye tutturmuş. O zaman daha adı Şükran
olmamış, Güllü... Şükran bana döne döne «Ah bir Hasan Amcam vardı, o beni çok
severdi...» der dururdu. İşte bu Hasan amcası «Daha döşeğine işeyen bir bebe e
verilmez!» diye ağabeyine karşı koymuş. Güllü'yü daha bebekken gelin diye evine alıp
büyütecek adam da varmış. Gelgelelim, Hasan amcanın dikilmesi karşısında Güllü'yü
evden çıkaramamışlar. Ama taze gelin baskın gelmiş, onun zoruyla, babası, Güllü'yü
ilçeye götürüp hükümet hekimine evlâtlık vermiş. Güllü o zaman küçük ama, herşeye
aklı eriyor. Şundan bundan duymuş ki, bikâç dönümlük tarla mirası yüzünden Hasan
amcasıyla babasının arası açılmış. Hasan amcası, Güllü'yü evlâtlık verdi diye ağabeysine
kızdığından büsbütün küsmüş. «Avrat sözüyle evlâdını atana er denilmez!» deyip
ağabeysine kahrederek gurbete düşmüş. Gurbete giderken de, ilçedeki doktorun evine
uğrayıp Güllü'ye «Ben para kazanıp seni burdan alırım, hiç kaygılanma!» demiş, gitmiş.
Şükran «Akrabalarımdan bir Hasan amcamı severdim, bir daha onu hiç görmedim. O
bilse nerde olduğumu, gelir beni kurtarırdı» der, ağlardı. O hekim, biriki ay sonra
tekaüt oluyor, bizim mahalledeki evine taşmıyor. Güllü de Şükran olup, serpilip
gelişiyor.
76
Neyse aslanım, bu anlattığım işlerin olmasından sonra, ayma kalmadı, o moruk doktor
cartayı çekti. Yetmişinden sonra azanın sonu bu... Moruk geberirken Şükran da
koynundaymış. Anlaşılan, körpe kızın koynunda moruk zora gelince zı-barıp tahtalıköyü
boylamış. Moruk biriki titreyip -de kaskatı kesilince zavallı Şükran'cık çığlık çığlığa
kaçıyor yataktan. Ev halkı uyanıyor, «Vay orepsu, hem koynuna girip adamı öldürürsün,
hem de çığlık atıp bizi mahallede konukomşuya rezil edeceksin...» deyip, gecenin bir
vakti kızcağızı hemen kapıdışarı ediyorlar. Sokağa atıyorlar garibi. Kar, kış, soğuk... O
zamanlar kim arar, kim sorar...
Biz bütün bunları, evleri, ölen Doktor'un evine bitişik komşulardan duyup öğrendik.
Doktor'un hanımı, oğlundan gebe kaldığı için Şükran'ı evinden kovduğunu söylemiş.
Şükran o zamanlar onal-tısında ancak var. Aradan çok değil, bikaç ay geçti, duyduk ki
Şükran mahalleye gelmiş. Bir taksiden inmiş, bostanın arkasındaki çeşmeye bitişik
kulübede oturan üç çocuklu Şerife kadma gitmiş. O üç çocuğun da babalan belli değil,
piç olduklarını söylerlerdi. Şükran bu kadının kulübesinde otururken, bindiği taksi de
kapıda bekliyormuş. Taksiden paket paket bişeyler indirip kadına vermiş. Şükran öyle
süslüymüş, öyle süslüymüş, şa-~ıp şaşıp kalmışlar. Şükran taksiye binip mahalleden
giderken, ölen doktorun evinin pencere perdeleri kıpır kıpır kıpırdıyormuş, demek
kocakarı içerden dikizliyor...
Ah tersliğe bak sen, Şükran geldiğinde ben mahallede yoktum. Olsam konuşurdum.
Aradan yıllar geçti. Biz Şükran'ı unuttuk. Pe-
77
der rahmet-i rahmana kavuştu. Okuldayken okumuşsunuzdur, bilirsiniz, tekkeler
kapatıldı. Senin anlıyacağın ben de düdük gibi ortada kaldım. Bereket askerlikte,
İstanbul çocuğu olduğumdan, biraz okur-yazarlığımız var, bizi kayırdılar. Askerî şoför
oldum.
Terhisden sonra şoförlüğe başladım. İstanbul'da birisinin taksisinde şoförlük
yapıyorum. O zamanlar İstanbul'da taksi az, nerde şimdi... Ben gece çalışıyorum
arabada, gündüzleri de başka bir şoför...
Bir gece sabaha karşıydı. Beyoğlu'ndan Bü-yükdere'ye bir müşteri götürmüştüm.
Dönüşte, Bebek'e gelmeden, baktım yolda bir hususî araba bozulmuş, şoförü de tamir
etmeye çalışıyor. Yanında durdurdum benim külüstürü, şoföre,
— Ne oldu arkadaşım, bişey lâzım mı? dedim. Şoför,
— Bu meret gitmiyecek... Sen bizimkileri al götür arkadaşım... dedi.
Son model kız gibi acabadan bir kadınla bir herif indi, benim arabaya bindi. Kısmet
işte... Karıyla herif Fransızca konuşuyorlar, demek ecnebi milletinden.
Şoföre,
— Nereye gidecek bunlar arkadaşım? dedim.
— Şişli'ye... dedi.
Arabaya binerlerken baktım, kadın bebek, bebek, sarışın bebek... Herifi dersen,
göbekli bir kar lontor...
Arabayı gazladım, dikiz aynasından onlara bakıyorum. Hiç durmadan vırvır
konuşuyorlar. Kavga ettikleri belli. Fransızca da olsa, kavga anlaşılıyor. Birbirlerine
bağırıyorlar. Herifin bağırdı-
78
ğı yok ya, karı bayraklılardan. Herif alttan aldıkça, karı bayrağı açıyor. Vay zilli vay...
Nerdeyse herifi dövecek. İkisi de sarhoş, zom olmuşlar...
Karı Fransızca konuşurken konuşurken birdenbire herife, hem de tecvitli tarafından,
— Eşşoğlu eşşek!... diye bağırmasın mı! Karinin yerli malı olduğunu çaktım.
Kadm Fransızca konuşuyor, hızını alamayınca, aradabir Türkçe olaraktan sunturluyu
savuruyor :
—. Pezevenk!...
Biraz sonra bir kantarlı daha:
— İtoğlu it!...
Daha ne yakası açılmadık küfürler... Erkeklik namına benim yüzüm kızarıyor. Karının
Türkçe küfür edişine bakılırsa, herif Türkçe çakmıyor.
Kan bir kere daha herife,
— Boynuzlu! diye bağırınca ben artık dayanamadım.
— Affedersiniz hanım abla, dedim, muhabbetinize karışmak, dalganıza taş atmak gibi
olmasın ama, «Eşşoğlu eşşek» in, «Pezevenk» in Fransızcası yok da ondan mı Türkçe
sallıyorsun?
— Fransızca küf ürün tadı olmuyor, dedi, anadilimde sövünce rahatlıyorum...
Baktım, kan malın gözü.
— Sen boş versene, dedim, adam Türkçe bilmiyor diye boyuna kalaylıyorsun zavallıyı.
Karı,
— Sana ne ulan inek, sen önündeki zımbırtıya bak! diye beni kalaylamaz mı!...
Tepem attı,
— Ağzmı bozma abla!... dedim.
79
— Bozsam n'olur ulan bilmem nenin çocuğu... diye adlı adınca- söyleyerek beni
yukardan aşağı silme sıvama kalaylamaz mı! Vay anasının gözü... Çirkefe taş at, üstüne
sıçrasın, dedikleri bu işte...
— Ayıp be!... Kılığınıza baktım da ben de sizi yüksek sosyeteden zannettim.
Abonozdakiler bile senin gibi ağzını bozmaz.
— Ne zannettin, asıl yüksek sosyete malı işte böyle bizim gibi olur.
Kadının bu sözü bayağı hoşuma gitti. Yoksa arabadan indirecektim namussuzum.
Bu sırada herif ona bişey söyledi. Kadın ona cevap verdikten sonra, bana,
— Ne konuştuğumuzu soruyor, ben de pazarlık ediyoruz, çok para istiyor... dedim.
Arkadan gene kavgaya başladılar. Türkçe olaraktan herife boyuna sövüyor.
Dayanamadım, frene bastım,
— Bu araba gitmez, dedim, inin aşağı!...
— Enayiliği bırak, dedi, ikiyüz papel sızdıracaksın heriften...
Haa anlaşıldı, karı sahiden mal... Bak namussuza! ... O zamanın parasıyla ikiyüz papel
demek ne demek? Biz o zamanlar haftada yüz papel bile kazanamıyoruz. Fakat, kadının
herife küfürleri, erkek olaraktan kanıma dokundu, yüzümü ona döndüm,
— Sen bana baksana, dedim, ikiyüz değil, iki bin lira versen, bu araba gitmez. İnin
aşağı!...
Ben arkamı dönüp de, kadın benim yüzümü görünce,
— Muzaffer! diye bağırmaz mı!...
Donup kaldım. Kadına alıcı gözle bakıyorum, hiç tanışlığımız yok.
80
di.
— Beni tanımadın mı? dedi.
— Hayır!... dedim.
Elini uzattı alnıma, saçlarımı itti,
— Takunyenin izi duruyor hâlâ alnında... de-
— Şükran... dedim.
— Ben artık Şükran değilim, Lokum BetüT-üm... dedi.
Öyle oldum ki, vallahi kıtır kıtır kesseler bir damla kanım akmaz. Boğazıma bir düğüm
oturdu. Hık desem boşanıp ağlıyacağım.
— Hadi sür arabayı!... dedi.
Sesimi çıkarmadan gaza bastım. Herif şaşırmış olacak, Betül'e bişeyler soruyor. O da
cevap veriyor ama, artık kızgınlığı yok... Sesi de bir tuhaf, ağlıyor belli... Herif de onu
teselli için mırıl mini bi§eyler söylüyor. Dikiz aynasından onlara bakıyorum. Adam,
Betül'ün yumuşadığını görünce, elini omuzuna atacak oldu, Betül, adamı itti.
Bizim eski mahallede olup bitenleri sordu. Ben de anlattım.
— Şerife hanım ne yapıyor?
Şerife hanım dediği, bostanın arkasındaki çeşmeye bitişik kulübede yaşayan üç piçin
anası...
— Ne yapsın fukara, hep bildiğin gibi işte... İhtiyarladı artık. Evlere tahta silmeye,
gidemiyor, hastalıklı...
— Çocukları?
— Küçüğü askerde. Büyük oğlan pazarcılık ediyor.
— Bana bu dünyada bitek o Şerife Hanım iyilik etti. Doktor öldüğü gece, ben onun
çırılçıp-
81
lak koynundaydım... Beni hep anadandoğma so-yardı moruk. Gözlerimin önünde geberdi
titriye titriye... Hiç unutamıyorum...
— Ağlama!...
— Bırak ağhyayım... Deli gibi fırladım yataktan, öylecene... Doktor'un karısıyla oğlu
«Kaatil» diye üstüme yürüdüler. Beni sokağa attılar döverek... Düşün, ayağımda donum
bile yok... O soğuk kış gecesi... Şerife Hanım'ın kulübesinin önünden geçerken
baktım, kafesli penceresi aydınlık, lâmbası yanıyor. Bizim evdeki gürültüye uyanmış,
kapıya çıkmış. Kolumdan çekip aldı içeri... Sabaha kadar hem ağladı, hem anlattı. O da
ev-lâtiıkmış, onun da başından bana yapılanların , tıpkısı geçmiş. Sabah erkenden
beni giydirdi, para verdi... Kimse görmeden mahalleden çıkardı. «Bundan beteri
olmaz, hiç korkma. Başın sıkışınca bana gel. Sen de benim bir kızımsın!» dedi.
— Adam şüphelenecek! Sus! dedim.
— Püff... Vız gelir, dedi, Doktor'un karısı ne yapıyor?
— Onlar çoktan taşındılar mahalleden, evi de sattılar, seneler oldu...
Aradabir adam, BetüPe bişeyler soruyor, Betül de adamı tersliyordu.
Adamın neden BetüPün aşağılamalarına aldırmadığını anlar gibi olmuştum. Altyanı bir
gece yatacağı bir kadın... O yüzden adamın kim olduğunu soramıyordum.
— Çok yazık, dedi, seni öyledir zamanda gördüm ki... Biz yarın gidiyoruz.
— Nereye?
— Kahire'ye.
— Neden?
82
— Kahire'de işte bu pezevenkle evleneceğim.
— Kocan olacak adama böyle söyleme...
— Tabii pezevenk... Pezevenk olmasa benimle evlenir mi? Benim ne mal olduğumu
bilmiyor mu sanki... Dünyada kadın mı kalmadı...
Birdenbire,
— Dur ama, yarın gitmem, su koyveririm, dedi.
Adama Fransızca bişeyler söyledi. Bu sefer adam da kızdı ona, sesini yükseltti. Bir
zaman hır-laştılar. Bigün daha İstanbul'da kalmak istediği için kızmış adam. Ama
sonunda razı olmuş...
— İçki de yok ki, dedi, içkiler bizim arabada kaldı.
— Seni hiç tanıyamadım, dedim.
— Nasıl tanıyacaksın, dedi, sen beni hiç saçlı görmemiştin ki... *
Şişli'de bir apartman önünde indiler arabadan. İkisi de yalpalıyordu.
— Unutma, yarın öğleden sonra...
— Olur...
— Şimdi işte bu pis herifin koynuna gireceğim... İçmiyeyim de ne yapayım?
Bana, adam sanki onun dediklerini anlıyacak-mış gibi geliyordu da, sıkılıyordum.
Ağız dalaşı yaparak apartmandan içeri girdiler. Bizim mahalleye döndüğüm zaman
sabah j*e-ni oluyordu. Hemen eve girmedim. Bir zaman çit-lenbik ağacının oralarda
dolandım durdum.
Yaa, işte böyle anam babam kardeşim... Film gibi bişey bu bizim başımıza gelenler...
Bunları anlattım diye bana darılmadın ya...
Ben bu yaşıma kadar bunca kadın tanıdım, ama senin halan gibi yiğit karı görmedim
anam
83
avradım olsun. Ve de tarihler böyle erkek karı yazmamıştır.
Sonra imanım, arabada gündüz çalışan arkadaşa gittim.
— Arkadaşım, dedim, benim bugün bir dalgam var. Araba gündüz bende kalsın, sen
gece çalışırsın...
Aldım arabayı, doğru Şişli'deki o apartmana... Yahu, o ev nasıl bir ev be oğlum, ben
hayatımda, haddim olmayarak, çok lüküs yerler görmüşümdür, velâkin bu yaşıma
geldim, böyle bir lüküs ev görmedim... Yahu o ne eşya, saray gibi bir yer... Evin içi
hizmetçi, uşak dolu... Ben eve girince feleğimi şaşırdım. Nereye otursam, kirleteceğimi
sanıyorum. Beni bir salona aldılar. Betül, geleceğimi geceden söylemiş. Sen bendeki
şaşkınlığa bak ki, beni buyur eden hizmetçi kızı ilkin Betül sanmaz mıyım! Hizmetçi de
bir güzel ki, tasviri mümkün değil... Ben gece vakti zaten Betül'ü iyi farkedememişim...
Çünkü eski Şükran'dan hiçbir iz yok üstünde..
Neyse aslanım, az sonra Betül geldi... Vay babasının canına, ilik be ilik... Şimdi ben buna
ne di-yerekten hitap etsem? Samimiyetliğe vurup «Betül» desem, ayıp kaçar...
«Hanımefendi» desem yakışık almaz dilime... Elimi sıktı.
— Bugün vazgeçtik gitmekten, yarın uçakla gideceğiz, dedi.
— İyi... dedim.
— Seninle önce Şerife Hanım'a gideriz bir... Ne içersin?
— Ne olsa...
Adını bilmediğim tatlı buruk bir içki geldi. Derken efendi oğlum, bu Betül güler ha
güler...
84
Ben gene bozuldum. Suratımın asıldığını görünce,
— Neye gülüyorum biliyor musun? dedi, ayol bu benim herif Türkçe bilmiyor muymuş
meğer-sem!...
— Ne diyorsun... Demek Türkçe bilirmiş! Şimdi ayıp ettin işte.
— Yaaa, ben onu Türkçe bilmiyor diye boyuna kalaylıyordum, meğersem bilirmiş de
Türkçeyi, bozuntuya vermemek için bilmezden gelirmiş...
— Nasıl çaktın? Kendisi mi söyledi?
— Söyler mi hiç? Gece birara Türkçe sayıkladı. Şaştım kaldım. Sonra onu tanıyanlara
telefon edip sordum, biliyormuş...
— Ama sen de küfürü fazla kaçırdın... Doğru değil...
— Asıl bundan sonra rahat kalaylarım.
— Sen bilirsin ama benden söylemesi... Madem sana bu lüks hayatı kurmuş, hiç uygun
düşmez...
— Ayol bu herif benim ne mal olduğumu bilmiyor mu sanki... İnadıma yapıyorum...
Randevu evinde çalıştığımı bile bile benimle evlenecek herif. Böyle dürzüye acıyacak
değilim ya...
Birdenbire ciddileşip,
— Araba kendinin mi? dedi.
Önce fiyaka yapıp «Tabii benim» demeyi düşündüm, ama onun dobralığı karşısında
doğruyu söyledim :
— Nerde be Betül Abla...
Hah buldum, ona abla demek münasip...
— Ben bu herifle çok kalmam, hemen memlekete dönerim... O zaman sana bir araba...
Bir ağrıma gitti... Sesimi çıkaramadım.
— Hazırlanayım da çıkalım... dedi.
85
Sana esas niyetimi söyliyeyim mi? Biliyorum, bende eskiden gözü vardı ya... Benim
niyetim evine gidince mercimeği firma vermekti, ne saklıya-yım... Hamama gidip
yıkanmış, temiz giyinmiştim, sinekkaydı güveyi traşı olmuştum... Velâkin o lüküsü
görünce çok kötü bozuldum, iyice kesildim.
Giyinmiş, geldi. Vayvayvay... Bir içim su be! Aşağı indik. Hususî arabası kapıda.
— Ben taksiyi getirmiştim, dedim.
— Daha iyi, dedi, senin arabayla gideriz... Yanıma oturdu.
— Betül abla, dedim, çok affedersin yani, yahu sen bu Fransızcayı nerde öğrendin?
— Ben daha neler öğrendim, dedi... Fransız» ca bişey mi... Beraber yaşadığım her
erkekten bi-şey öğreniyorum. Uzun zaman da Avrupa'da kaldım.
Beyoğlu'nda birçok mağazalara uğradık, araba paketle doldu. Ver elini Şerife Hanım'in
evi... "Sen bizim mahalleye girişimizi görecektin... Pencerelerde salkım salkım kadın
başları... Arabayı çeşmenin orda bıraktık, bir raconla girdik sokağa. Şerife Hanım'ın
evine beş sefer mi, on sefer mi otomobilden paket taşıdım. Ne dersin efendi, Şerife
Kadın ilkin Betül'ü kat'iyyen tanıyamadı. Ben tanıdım mı sanki... Betül'ü bir
görecektin... Kendini tanıttıkdan sonra, başını Şerife Hanım'm göğsüne dayadı, bir
ağladı, bir ağladı... Şerife Hanım ağlar, o ağlar... Şerife Hanım ağlayarak,
— Vah benim Şükran'im... Garip Şükran'im... diyor.
Ben dayanamadım, çıktım dışarı... Çitlenbi-ğin dibine gittim.
Bir zaman sonra döndüm. Baktım konuşuyor-
86
lar. Betül, Şerife Hanım'la çok ağırdan konuşuyor, hanım hanımcık... Benimle konuştuğu
gibi argo üstüne değil... Evli olduğunu söyledi. Şerife kadın,
— Kaç çocuğun var kız? dedi.
— Olmadı çocuğum Şerife teyze...
— Daha sen kendin çocuksun... Elbet olur... Ayrılırken para verdi kadına bir tomar,
— Şerife teyze, ben de senin bir çocuğun sayılırım, dedi, kocamla seyahate çıkıyoruz.
Dönüşte geleceğim yine... Ararım seni...
Arabaya bindik, sürdüm arabayı... Arkamızdan mahalleli yollara döküldü. Ne yalan
söyliyeyim imanım, benim gene gönlüm kabardı, yeniden ümitlendim. Akşam da oluyor...
«Artık beni evde alıkor» diye geçiriyorum içimden... Bir elim direksiyonda, kıyınkıyın
yaklaştım buna, iyicene sokuldum, öbür elimi de beline attım atmadım, bana:
— Muzaffer!... dedi. Sesi buz gibi...
Bir bozuldum ki... Hemen elimi çektim... Anladım ki ekmek çıkmayacak. Bana iş yok...
Ama suratım da asıldı haaa...
Yaman kadın, lâfı çevirdi, ordan burdan çıtı-pıtı diller dökmeye, başladı. Ben hiç sesimi
çıkarmıyordum. Birden nasıl olduysa, sen bendeki hayvanlığa bak,
— Tabii yüzvermezsin, dedim, biz zengin değiliz...
— Zengin olsan ne yazar... dedi.
— Öyle ya, bizim gibilerine iş yok...
— Artık benden hiçkimseye iş yok...
Sesi pürüzlenmişti, ağlamaklı... Apartman kapısına gelinceye kadar sustuk ikimiz de...
— Hadi gel eve... dedi.
87
— Ben gideyim artık...
Alnımdaki takunye yarasının kabarık izini okşadı.
— Darıldın mı? dedi.
— Yooo... dedim, neye danlayım... Ne var da-nlacak?
Orda bir lâf etti ama, ne dediğini iyicene an-, lıyamadım. Yani, bütün erkeklerin
kendisiyle yatmaktan başka bişey düşünmediklerinden şikâyet etmeye getirdi de,
gönlümü almak istedi. O zaman cahillik işte, sonra sonra anladım ne demek istediğini...
Elimi sıktı, indi arabadan. Ben arabadan bile inmedim.
Ogün, bugün bir daha görmedim onu. Zaten hemen arkadan evlendim, bir sene
geçmeden de, karı baha taktırınca, dostunu şişleyip mapusa düştüm.
Seni Allah mı gönderdi be delikanlı... İçimi döktüm de ferahladım be... Hey gidi Şükran
hey... Bak, hatırası işte alnımda...
Pekiy, sen onu niye arıyorsun şimdi? Yaaa... Ben de aramalıydım ama, felek komadı
yoksa...
Buralarda bulacağını sanmam, o şimdi Arabistan'da bir yerlerde olmalı. Zengindir
gayetle... Kadının gönlü gani... Haa, estağfurullah, sonradan duydum, bir kere de ben
mapustayken aramış beni mahallede... Dedik ya, araba verecekti bana. Almazdım tövbe
arabayı... Of ooof... Ulan keriz Aliii, ulan Keriiiz... Koş bana bir şişe yarım kiloluk al
oğlum... Efkâr bastı gene...
Şimdi burda kahvecilik yapıyorum işte, kahvede kumar da var ufak ufak... Ben kahvenin
üstündeki bu odada otururum. Geçinip gidiyoruz.
88
Neye kalktın? Ufaktan çekerdik be... Demek sen Şükran'm yiğenisin... Ulan Keriiz, rakı
nerde deyyus?
Selâmetle aslanım... Yerimizi öğrendin artık, gene gel, beklerim. Bir haber alırsan,
bana bildir, e mi aslanım... Artık onunla nasıl konuşulacağını biliyorum... İyi kızdı, iyi...
Güle güle... Ben de haber beklerim... Ulan Keriiiiz, itoğluit, nerde ralr ulan... Bizi
gönülden çıkarma oğlum...
KOPÇA KOPARAN DANSÖZ KEKLİK
Bilmez olur muyum, bilmez olur muyum hiç... Hem de iyisini bilirim, gayetle iyi tanırım...
Yok canım, ne Betül'ü?... Evet, Betül ya, onun piyasadaki asıl ismi Gülcan Keklik'ti.
Betül dedin mi kimse tanımaz... Onun için sen bulamıyorsun oğlum; dansöz Gülcan
Keklik diye anyacaksın... Hoş aradan seneler geçti, şimdi kimbilir nerelerdedir ya...
Ö'nu sen en iyisi bar sahiplerine, pavyonculara filân soracaksın. Bilse bilse gene ancak
onlar bilir. Ama Betül diye ararsan, nafile, bulamazsın... Ben de O'nun Betül olduğunu
bir tesadüfle öğrendim. Malûm ya, bu dansöz kısmının, seksen türlü ismi vardır, hangisi
esastır, hangisi sahtedir, vallahi onu polis de, ahlâk zabıtası da bilemez.
Ben o zamanlar, İstanbul Belediyesinin Beyoğlu kısmında tahsilat şefiydim!. Ne demek
tahsilat şefi biliyor musun, gözünü aç oğlum, kral demek kral. Yani o zamanlar
Beyoğiu'nun kralıydım.
Sen beni şimdi böyle görüyorsun ya, heheey, bir de o zamanlar görecektin ki... Allah
bilir, sen o zaman ananın karnına bile düşmemiştin daha... Beyoğlu semti kamilen
-benden sorulurdu. Sen
89
şimdi bu halime bakma, bana Beyoğlu'nda açılmadık kapı yoktu.
Yaa, delikanlı... Sonradan sol tarafıma nüzul indi de, böyle kaldım. Allaha şükür,
beterin beteri var, demişler. Sağ tarafıma nüzul inseymiş, konu-şamazmışım da...
Hamdolsun, konuşuyorum. Biz yaşta insanların belinden kuvvet çekilir, bütün kuvvetleri
dilinde toplanır. Allah göstermesin, bir de konuşamadın mı, öl daha iyi...
İsteseydim o zaman, vallahi hanlar, apartmanlar dikerdim. Ama yapmadım. Allah biliyor
ya namusum dairesinde çalıştım. Benden önceki tahsilat şefi, Belediye'ye bir, kendine
üç hisse ayınr-mış. Çok namussuzluk! Ulan, Allah'tan kork, yolsuzluğun bile bir hududu
vardır yahu... Allah şahidim, ben öyle yapmadım... Bir bana, bir belediyeye, bir bana,
bir belediyeye... Benimkisi, al sana, al bana, bu bana, bu sana... Hani şimdi fifti fifti
diyorlar ya, işte ondan... Bende yalan yok oğlum... Hepsini alırsan belediye batar yahu...
Belediye batınca, sen de batarsın... O zaman tahsilat şefliği kalır mı? Belediye
olmayınca, kimden neyi tahsil edeceksin? Bizden bazı arkadaşlar, arkalarından
söylemek gibi olmasın ama, gayetle gaddardır. Olmaz! Biraz da belediyeyi
düşüneceksin ki, o da seni düşünsün... Şaşı Allah'a nasıl bakarsa, Allah da şaşıya öyle
bakar, demişler. Sen belediyeyi kollayacaksın ki, belediye de seni kollasın... Hem
efendim, para neyine lâzım? Her kapı açık diyorum oğlum; ye, iç, eğlen, giyin, kuşan,
gez, toz... Ulan, daha Allah'tan belânı mı istersin? Para başka neyine lâzım, mezarına
mı götüreceksin?..
80
Bakma sen benim Darülaceze'ye düştüğüme. Ben burda kendi paramla bakılıyorum.
Emekli maaşım var, biraz da mülküm vardı; hepsini Darülaceze'ye bıraktım... Yaa...
Şimdi hatıralarımla baş-başa yaşıyorum. Bunca yıl, devlete, millete, memlekete, vatana
hizmet ettim, hepsi helâl olsun. Hiçbir vatandaş benden tacizlik getirmemiştir. Hiçbir
şikâyete uğramadım. Çünkü herkese mülayim davranırdım. Her vatandaşa muamelem,
usulü da-iresindeydi.
O zamanlar bir komser Recep vardı, gayetle iyi arkadaşım. Biz, hep onunla gezer
tozardık. Komser Recep de, hani bir komser Recep ki, Allah Allah, Beyoğlu'nda
yürürken, vallahi korkudan kaldırım taşları bile titrerdi. Biz o zamanlar delikanlıyız,
senden az daha kabacayız... Her gece, barlarda eğleniyoruz. En çok devam ettiğimiz
yer de Kordon Ruj denilen bir gece kulübü ki, Türkçe-si galiba «Kırmızı Uçkur»
demekmiş. Her neyse, benim Almancam zayıftır, onun için manâsını pek iyi bilmiyorum.
Kordon Ruj Almanca değil mi? Benim aklımda öyle kalmış. Herneyse... Kordon Ruj'un
sahibinin, daha bir-iki ban, gazinosu var. Kurt Zeyno derler kî, sizden iyi olmasın, herif
gayetle açıkgöz, candan bir arkadaş... Doğrusunu istersen, çok yüksek seviyede bir...
Nasıl söylemeli... Pezevenk desem, hiç yakışık almaz, muhabbet tellâllığı da münasip
değil... Hani «Keyif pezevengi» derler ya, işte onlardan... Fakat herifin seviyesi
yüksek, her işi yaparken, karıncanın bile belini incitmeden, nezaket dairesinde yapıyor.
Bizim de bu Zeynel Bey'in Kordon Ruj'una öbür pavyonlardan daha sık gidişimizin
sebebi, o zaman Zeynel Bey Avrupa'dan Macar kızlan getirt-
91
miş ki, herbiri dünyayı yangına vermeye yeter ateş parçası... Onlar piste çıkıp da
bacak sallamaya başladı mı, taa uzaktan bakanın bile gönlü tutuşuyor.
Haaa, unuttum söylemeyi, Komser Recep Bey, gayetle vatanperver ve son derecede
vazifesine bağlı bir arkadaştı, neme lâzım... Evet, her gece barlara gelir ama, vazife
aşkıyla gelirdi. Çünkü, malûm ya, hırsız takımı, dolandırıcı milleti, suis-timal yapan,
ihtilas yapman memurun enayisi, paraları yemek için bu barlara, gece kulüplerine
düşerler. Komser Recep'in gözü hep müşterilerin üstünde... Bir herif, bu barlara
dadanıp da, konsomatris karılarla bol para yemeye başladı mı, Komser Recep'in
kulakları, av kokusu almış tazı gibi dikilirdi. «Ne lüzumu var suçluları yakalamak için
arkalarından koşmaya, onlar da nasıl olsa buralara düşerler, ben ağımı kurmuşum,
bekliyorum» derdi. Çok suçlu enselemiştir. Buyüzden de birçok takdirname aldı, gayet
gözde bir polisti. Böyle olunca da O'nu kimse yerinden kıpırdatamıyordu. Hem her
gece kendi eğleniyor, hem de vazifesini yapıyor.
Ben bu Komser Recep Bey'e «Yahu böyle yerlerde namuslu insanlar para yiyemezler
mi?» diye sorardım da, «Yerler ama onlar ya büyük tüccardır, büyük müteahhit,
fabrikatör, toprak, çiftlik sahibi, ya da yüksek politikacı filândır. Yalnız onların1
hakkıdır böyle yerlerde eğienmek!» derdi. «Ya biz?» derdim. «Bizimki vazife
arkadaş...» derdi.
Efendim, derken bu Kordon Ruj'a bir herif dadandı, her gece mi her gece geliyor, avuç
dolusu para döküyor. Yaşlı bir adam... Hemen Komser
92
Recep Bey'in kulakları dikildi. Adam, anadandoğ-raa polis, efendim... Onda polislik
Allah vergisi... Yolda giderken, önünde yürüyen adamın ensesine bakar «Bu herifin
mutlaka bir suçu var, suçlu bu herif!» derdi. Ve de yakalar, karakola tıkar herifi, iki-üç
dakika içinde herifin sahiden bir suçu olduğu meydana çıkardı. Şaşar kalırdım. Enseden
bakıp, herifin suçlu olduğu nasıl anlaşılır oğlum, bir düşünsene... Artık kendikendime,
bu kadar isabet olmaz ya, galiba Beyoğlu'na çıkanların hepsinin bir suçu var ki, bizim
Recep kimi ensesinden tutsa, mutlaka bir suçunu itiraf ettiriyor, derdim. Anla artık,
Recep Bey'deki polislik kaabiliyetini.
Bizim Recep, Kordon Ruj'a her gece gelen o pinpona kancayı taktı. Birkaç gün sonra,
— Tamam, dedi, öğrendim hepsini...
Efendim, bu adam milyonermiş. Fransızca, İngilizce falan da biliyor. Evliymiş de... Ama
bu barda çalışan Macar kızlarından birine vurulmuş. Her gece o Macar kızını alıyor
masasına, çatır patır gavurca konuşuyor. Kordon Ruj'un sahibi bizim Zeynel Bey de pek
memnun bu adamdan, çünkü adam her gece mi her gece avuç dolusu para bırakıyor.
Komser Recep Bey,
— Bu herifin bir dalgası var ama, nedir anlı-yamadım, dedi, hırsız olamaz, dolandırıcı
olamaz, memur değil ki suistimal yada ihtilas yapmış olsun. Zengin olduğuna, ecnebiye
lisanlarını da bildiğine göre bu herif olsa olsa casustur...
Gayetle kuvvetli mantığı vardı.
Derken efendim, birkaç zaman sonra, bu herif geliyor bara, az sonra da genç, güzel
bir kadın geliyor yanma, ama güzel ki, nasıl... Tasavvur edemezsin, öyle bir güzel...
Acaba moruğun abayı yaktığı
Macar kızı yanında kaç para eder...
Geliyor bu kadın, o ihtiyar herife yalvarıyor, yakanyor, ağlıyor, ama ne yapsa boş,
sonunda herif kovuyor yanından. Kadın da ağlayarak, bir arabaya binip gidiyor. Ertesi
gece.yine geliyor.
Öğrendik efendim. Bu güzel genç kadın, o pinpon herifin karısıymış. Her gece gelip
kocasma, «Ayıptır. Böyle yerlerde bulunmak senin içtimaî mevkiine yakışmaz. Hadi eve
gidelim» diye yalvarır, ağlarmış.
Bir gece yine böyle pinpon herif o güzelim karısını yanından kovunca, kadın gitmedi; bu
sefer adam karısının yanında o Macar kızını masasına çağırdı. Kadın,
— Bu Mafcar karısının benden ne üstünlüğü, ne marifeti var, bir öğreneyim... dedi.
Az sonra Macar kızının numarasının sırası geldi. Lambalar söndü, Macar kızı tüller
içinde yarı çıplak çıktı piste... Renkli ışıklar da üstüne çevrilmiş, başladı oynamaya...
Kadın da ağlaya ağlaya dönüp gitti. Ertesi akşam, kadın yine kocasının arkasından geldi
ki, zilzurna sarhoş, yıkılıyor. Kocasının yanına gitti,
Biz, onlannkinin arkasındaki masadayız. Bu Komser Recep Bey'in bir kaabiliyeti daha
var, Allah vergisi birader, yirmi metre uzakta fısıltıyla konuşulanları bile duyar. Evet,
has ve halis polisin kulağı işte böyle cins,tazı kulağı gibi olacak. Velâkin, o gece kadın
da, kocası da bağırarak ko-. nuştuklaırndan, sözlerini ben de duyuyorum, Zeynel Bey
de...
Kadın yaklaştı kocasına, sandalyeye oturmadan,
— Artık benden günah gitti, dedi, ben elim
94
den geleni yaptım... Anladım artık, sen gönüllü bir pezevenksin, pezevenklikten
hoşlanıyorsun... Bundan sonra ben de yapacağımı bilirim! Bak, elin heriflerinin gözü
önünde nasıl soyunulup oy-nanırmış, gör de öğren bakalım... Bundan sonrası senin
bileceğin iş.
Bunu söyleyip, başka bir masaya geçti, oturdu. Garsonu çağırdi, bir şişe şarap getirtti.
O şişeyi içtikten sonra garsona,
— Bu barın sahibi nerde? Görüşmek istiyorum... Haber verin!... dedi.
Zeynel Bey kurt ki kurt... O zaten çoktan kokuyu almış, pusuda bekliyor. Ağzı
sulanarak güldü, ellerini ovuşturmaya başladı. Gayetle kuvvetli iş adamı ve özel
teşebbüscüydü.
Garson haberi getirince,
— Biraz sonra al, yazıhaneme getir... dedi. Biz geçtik yazıhaneye, az sonra kadın geldi
ki
zom olmuş.
Zeynel Bey babacan bir eda ile,
— Buyrun evlâdım, buyrun kızım... Oturun... Bir isteğiniz mi var? dedi.
Kadın çöktü koltuğa. Bir bakıyor ki bizim Zeynel'e, ben işte o zaman numarasını
verdim, bu kadın anasının gözü... Yahu, birden değişmiş kadın. Kestirmeden istediğini
söyledi:
— Ben sizin barda dans etmek istiyorum. Özel dans gösterilerim var, varyete
numaralarım...
Sen şu Zeynel Bey'deki ağızlara bak hele:
— Aman kızım, aman yavrum, nasıl olur, sizin gibi bir temiz aile kadını, sizin gibi bir
hanımefendi... Çok rica ederim...
Kadın tok tok,
—- Bırak bu ağızları, dedi, canın isterse... Ben
95
de gider, başka bir barda oynarım. Bar yok değil ya...
Kalkar gibi yapınca Zeynel Bey,
— Size yardım etmek isterdim, dedi, dans etmesini biliyor musunuz?
— Dans oryantal dediklerinden işte... Bilip de nesini bilecekmişim... Bir kere
denersiniz... Hemen bu gece çıkarım sahneye...
Onca yıllık Zeynel bile şaştı da,
— Aman... diye ağzından bir ses çıktı.
— Ne amanı? Senden para isteyen de yok, bir denersin, işine gelirse... Şimdi ortaya
çıkar oynarım... Orkestrana söyle, çalsın alaturka bişey...
— Hiç oynamış mıydınız eskiden?
— Göbek atmak değil mi bu, çalgıya uydurup göbek atmak alt tarafı. O kadarını
beceririm. Çocukluğumdan beri oynarım zati...
Bu sefer Komser Recep,
— Evli değil misiniz? dedi, kocanızın izni olmadan, artist vesikası almadan
oynayamazsınız ki...
— Evli değilim...
— O bey kocanız değil mi?
— Nikâhlı değilim...
— O zaman da belediyeden müsaade almak lâzım artist olduğunuza dair.
— Uzattınız, dedi, canınız isterse...
Avının elinden kaçacağını anlayan Zeynel Bey,
— Bu gece için bir defalık deneyelim... dedi. Bir şişe daha şarap getirtti kadın.
— Ama sarhoş olursanız...
— Merak etmeyin siz, hele bir meydana çıkalım da...
96
Bardaki dansözlerin elbiseleri getirildi ki, içlerinden hangisi bedenine uyarsa onu
giyecek...
Zeynel Bey,
-<- Oynayamaz ya, dedi, bir değişiklik olsun işte... Bu gecelik bir deneriz.
Biz geçtik salona. Az sonra salonun lâmbalarının sönmesiyle, orkestra bir alaturka oyun
havası vurmaya başladı, pistin projektörleri de yandı. Pullu elbiseler içinde bir dansöz
çıktı piste oğlum, Allah Allah... Daha tarihler, böyle bir göbek atan, kalça kıvıran
dansöz yazmamış... Yahu bu ne iş!... *
Onca yılın Zeynel Bey'i bile haptolup kaldı.
— Elimden bu kadar dansöz geldi geçti, böy-lesini daha hiç görmedim... dedi.
Bir omuz titretiyor, bir gerdan titretiyor, vay babasının canına... Komser Recep,
— İmkânsız, dedi, bu kadın evvelden biliyormuş dansı...
Zeynel Bey,
— Hayır, dedi, bilmediği doğrudur. Ördek yavruları yumurtadan çıkar çıkmaz,
suya girer yüzerler. Onlara yüzmesini öğreten mi var? Bizim kadınlarımız da göbek
atmakta böyledir birader. Bu bir Allah vergisi... Başka milletlerde kat'-iyyen yoktur.
Analarından doğunca, bir saz takımı oyun havası çalacak olsa, hemen fırlar ortaya
göbek atar bizimkiler...
Bunca şark dansı yapan dansöz var, bunların ya kafalan kızar, ya da coşarlar, ya da
çeker çeker kafayı, yaaa Allah deyip de bir çıktılar mı ortaya çıkış o çıkış, artık
tutma, salıver gitsin...
Dans bitti, alkış, alkış, alkış... Bir dans daha, bir daha...
97
Danstan sonra, kadının adının Betül olduğunu işte o zaman öğrendik.
Hemen ertesi gün de resmî muameleler tamamlandı. Zeynel Bey kurt olduğundan,
kadını elinden rakipleri kapmasın diye bir sıkı mukavele yaptı. Sonra da,
— Sana bir dansöz ismi bulmalı... dedi. Piyasadaki dansözlerin yansından çoğunun
ismini hep Zeynel Bey uydurmuş. Dakikada isim uydurur ve de o isim piyasada tutar.
— Sen, dedi, keklik gibi dans ediyorsun, senin adın Gülcan Keklik olsun...
İşte Gülcan Keklik'in yıldızı böyle parladı oğlum... Onun için, sen Betül diye aradığından
bulamıyorsun onu... Gülcan Keklik desen eski kulağı kesiklerin, eski hovardaların hepsi
bilir... Haaa; sonra sonra Gülcan Keklik'e halk Gülcan Teklik demeye başladı. Sebebi
de şu ki efendi oğlum, malûm ya «teklik» demek, bir lira demektir; bu kadın da son
derecede cömert, alçakgönüllü, hayır sahibi ve fakir fukaranın gönlünü hoş eden
takımından olduğundan, ona «teklik» adını taktı halk... Evet, gayetle hayırsever
ve gönül almasını bilirdi. Gelgelelim, Zeynel Bey'e de, bizim Recep Bey'e de, ne de
bana, kat'iyyen o bakımdan yüz-vermezdi her ne hikmetse... Bize hiçbir zaman
hayırseverliği dokunmadı ve cömertlik göstermedi. Biliyor musun, Keklik'in bu
muamelesi Zeynel Beyin bayağı haysiyetine dokundu. Öyle ya canım, ne demek olsun,
bir koca Zeynel Bey olsun da, yanında çalıştırdığı bir dansöz-parçası kendisine yüzvermesin
ve O'na cömert davranmasın! Allah Allah! Zeynel Bey Keklik'in arkasında,
Recep Bey arkasında, ben arkasındayım. Biz aramızda anla-
98
saçağız ama, Keklik'i yola getirmenin imkânı yok... Neyse oğlum, Keklik, Kordon Ruj'da
dansa başlayınca, ordaki bütün öteki artistlerin, yıldızların, dansözlerin pabucu dama
atıldı. O dünya güzeli Macar kızlarının revüsüne, atraksiyonlarına bile kimsenin
aldırdığı yok. Varsa Keklik, yoksa Keklik... Kordon Ruj adam almaz oldu. O çıktı mı
dansa, millet ölüyor. Böyle şey görülmemiş... Onun yüzünden Zeynel Bey dünyanın
parasını kazanıyor her gece... Tüller arasında dans ederken çekilmiş bir resminden
afişler yapılmış, bütün İstanbul sokaklarının boş duvarlarını donatmışlar. Gazetelerde
hergün boy boy, sayfa sayfa resimleri çıkıyor. Renkli ışıklarla geceleri «Gülcan Keklik»
adı parlıyor sokaklarda...
Önemlisi de ne biliyor musun, hani bu kadının bir kocası vardı ya, nikâhsız kocası, işte
o herifi göreceksin... Köpekler gibi ayaklarına kapanıp yalvarıyor Gülcan'a, ağlıyor,
«Bütün malımı senin üstüne yapayım» diyor, «Nikâh kıydıralım, nikâhlı karım ol» diyor.
Soyunup ortalığa çıkınca kadının kıymeti arttı. Fakat, bu Keklik çok hain bir kadınmış,
onca yalvarmalara kat'iyyen merhamete gelmiyor, o taş kalbi bir parçacık yumuşamıyor.
İskarpinin burnuyla, sanki pis bir paçavrayı itermiş gibi, yerde kıvranan herifi
iteliyor. «Senin gibisi bundan hoşlanır, defol! Soyunup ortaya çıkınca mı kıymetim
arttî? Hadi git Macar karılarına!» diye herife olmadık hakaretler yağdırıyor. Adam
baktı ki Gülcân'm taş kalbini yumuşatamı-yacak, bu sefer bize döndü, yalvarmaya
başladı. Zeynel Bey'e ne isterse verecek, paraysa para, mal-sa mal, tek Keklik
gazinoda soyunup oynamasın...
Zeynel Bey de, Keklik'e anlattı bunu. Oğlum, kız bunu duyunca,
— Bundan sonra o herifi buraya sokarsanız, bir daha ben de burada dans etmem! diye
resmen protesto etmez mi!
Zeynel Bey, altı aylık mukavele yapmış; kim mukaveleden cayarsa büyük tazminat
ödeyecek. Keklik ne dese beğenirsin:
— Peki öyleyse, yarın sabah tazminat ödeyip ayrılıyorum.
Öbür gazinocular, barcılar, Keklik'i kapmak için para dökmeye hazır. Bu sefer Zeynel
Bey yalvarmaya başladı. Çünkü Keklik başka bara geçti mi, buranın bütün müşterileri
de güürrr diye oraya akacak. Ama bana sorarsan, işin aslı başka, bu Zeynel Bey,
Keklik'e abayı yaktı, Gülcan'.dan ayrılmak istemiyor.
İşte ondan sonra o herifi bara da sokmaz oldular. Herif, sabaha kadar barın kapısında
bekliyor, it gibi ayazda titriyor. Aradabir bir yolunu bulup içeri dalacak, Keklik'e
yalvaracak olursa Keklik'in emriyle barın fedaileri herifi yakalayıp kalorifer kazanının
olduğu bodruma atıyorlar eşek sudan gelene kadar bir güzel sopa çekip, baı kapısı
önüne yığıp bırakıyorlar. Herif dayak ye meye razı.
— Dövün, dövün... Tek onu dans ederken gö reyim de, dövün, kemiklerimi kırın! diye
yalvan
yor.
Artık herif, Keklik'in dans etmesine de, her m isterse yapmasına da razı oldu da
çoktan, ye ter ki, geceden, geceye o da başkaları gibi O' nun çıplak vücudunu görsün.
Bir gaddar ka dm ki, yahu ona bile müsaade etmiyor.
Bizim Komser Recep Beyi aerseiı, Komser Recep Bey değil. Vazifeyi mazifeyi iyice
boşladı. Her gece barda Keklik'e bakmakdan, başka bir yere, bardaki öbür müşterilere
bakamıyor ki, hangisinin hırsız, kaçakçı, casus olduğunu anlasın da yakalasın. Gülcan
dans ederken, ondan gözünü alamıyor; dünyayı gözünün gördüğü yok.
Mukavele tarihi biter bitmez Keklik başka bir gazinoya aktarma etmez mi! İşte o
zaman kıyametler koptu. Keklik'in namı büsbütün aldı yürüdü. Gazetelerde hergün
biriki çıplak resmi çıkıyor. Çukulata kartlarına bile resmi basılıyor. Zeynel Bey, Komser
Recep'e,
— Kardeşim Recep, dedi bak, bunca senelik arkadaşız. Ne olacaksa senden olacak.
Göster kendini birader...
Recep Bey, bunun üzerine yine eski formuna girip aşk ile, şevk ile vazifesine dört elle
sarıldı.. Keklik, hangi gazinoda, hangi barda, hangi pavyonda dans ediyorsa Recep Bey
de orda. Kadına kancayı taktı. Recep Bey birine kancayı taktı mı, artık o insan bir daha
iflah olmaz. Recep Bey her gece bir zabıt tutturuyor: «Dansöz Keklik namı ile maruf
ve ahlâk zabıtamızca müseccel kadının millî ahlâk ve adaba muhalif olarak, son
derecede erkekliği tahrik edici hareketlerle ve gayetle müstehcen etvar ve kıyafet ile
bilâ entari ve bilâ kombinezon bir vaziyette, ehalinin ar ve haya hislerini rencide eder
mahiyette dans ettiğini mübeyyin işbu zabıt varakası tanzim ile gereğinin ifası dileği
ile arz ve takdim kılındı. İmza, imza, imza...»
Keklik yandı. Hergün karakol karakol dolaştırılıyor, savcılığa gidiyor, ifade üstüne
ifade veriyor, mahkemelere çıkıyor. Oğlum, ben böyle inat-
101
çı kadın görmedim. Yahu, bize birazcık yüzverse kurtulacak ve de son derece rahat
edecek. Katiy-yen yüzvermiyor... Aleyhine birçok davalar açıldı. Kıl kaldı ki mahkûm
olup, hapse girecekti. Bir sefer de mahkûm oldu ama, tecil edildi cezası.
Bunun üzerine ne yaptı biliyor musun, katiy-yen açık saçık dans etmedi. Tamamiyle
tersine, her yanı kapalı, çarşaf gibi, aynen çarşaf, kapkara bir elbiseyle çıkmadı mı
piste... Evet, her yanı kapalı... Ve böylece dans oryantal yapmaya başladı. Dans ederken
coşuyor, coşuyor, efendim, yalnız bileğine kadar ellerini, bir de diz kapağına kadar
bacaklarını açıyor. Ayağında kaim siyah çoraplar var ama, sanki oynarken çorap aşağı
kaymış gibi yapıyor. O kapkara, kapalı elbise içinden, tozpembe kollar, manolya beyazı
dizkapağı, diz çukuru meydana çıkmıyor mu, yahu millet deli olacak, çıldıracak... O eski
açıkşaçık danslar kaç para eder, bu kapalı dansı daha da çok tuttu. O gazinoda yer
kapmak için herkes birbirine giriyor. Masalar karaborsaya bindi. Böyle şey görülmemiş
canım...
Keklik gazetelere, mecmualara beyanat veriyor:
«Ben, vücudumu göstererek müşterilerimden alkış bekleyen dansözlerden değilim. Ben,
sanatımı gösteriyorum. Çok kapalı bir kışlık manto içinde bile dansetsem, kıymetbilir
ve sanattan anlayan müşterilerim, benim sanatımı takdir ederler.»
Keklik o kapkara elbise içinde şark dansına başladı mı, seyirciler barbar bağırıyor:
— Kekliiiiik!... Yaşşa Keklüiiik!... Biraz da sanatını göster yavrum, sanatını görelim...
Bunun üzerine Keklik, düşen çorabından bal-102
dırlarını göstermiyor mu, kıyametler kopuyor.
Bizim Recep Bey de her gece bir fezleke tanzim ediyor: «Milli örf, âdet ve
an'anelerimize muhalif olarak, bedenine son derece yapışık ve kapalı bir elbise içinde,
kadınlığının mahrem vücut hatlarını tebarüz ettirmek suretiyle alâmeleinnâs dizkapağına
kadar bacaklarım açmak sureti ile baldırlarını teşhir eden ve böylece
halkımızın cinsî arzularını kamçılamakta olan, Keklik namı ile meşhur dansöz hakkında
icap eden kanunî muamelenin ifası için işbu fezlekenin tanzim ile takdim kılındığını...»
Haydi Keklik, Emniyet Müdürlüğüne, haydi savcılığa, haydi mahkemelere...
Fakat katiyyen pesetmiyor yahu... Ama zamanla ne de olsa yıldı biraz... Bunun üzerine
yazın Anadolu turnesine çıktı. Artık bir kere adı çıkmış, dillere düşmüş, gazetelerin
diline dolanmış ya, her gittiği yerde polis de peşinde...
Anadolu'da bir şehre gitmiş, neresiydi unuttum, orda bir sahnede tüllü, boncuklu bir
elbiseyle yan çıplak dans ederken, nasıl etmişse sutyeni fora etmez mi? Sutyen
göğsünden düşünce seyirciler bir azmışlar ki, Allah korusun, oranın milleti hep
ayaklanmışlar. Keklik'in sabıkası yar ya, hemen bir zabıt tutup adliyeye vermişler.
Keklik savcılıkta «Efendim, ben sutyenimi mahsustan fora etmedim» demiş, «sutyen
kendiliğinden sıyrılıp düştü. Çünkü efendim, lâstikler, kancalar, kopçalar çürük, ben
dans ederken hiçbiri, benim göğüslerime dayanmıyor. Lâstikler çatır çatır kopuyor,
kopçalar, çengeller, patır patır sökülüyor. İsterseniz dans ederken gelin, siz de
görün...»
Bir adlî mesele çıkmış ortaya: Mahsustan mı
103
sutyeni fora ediyor, yoksa kasd-ı mansusu yoK aa, sahiden lâstikler çürük olduğundan
dayanmıyor mu? Bu noktanın anlaşılması için, bir bilirkişi heyeti seçmişler, o taşra
vilâyetinin bütün ileri gelenleri, bilirkişi heyetine girmek için «Aman bu işten anlarım»
demeye başlamış. Kimisi «Ben lâstik mütehassısıyım», kimisi «Hiç kimse benim kadar
kopçadan anlamaz» diyormuş.
Bilirkişi gelmiş gazinoya. Bizim Keklik, çalgıcılara,
— Oynak bir hava vurun! demesiyle, çıkmış şanoya, başlamış oynamaya...
Bir oynarmış, bir oynarmış... Bilirkişi olanlar kendilerinden geçip de,
— Aşağıdan yavrum, aşağıdan... Kekliiiiik! diye nağra savurmaya başlamazlar mı!...
îki çalkala, üç ırgala, derken oğlum, sutyeni tutan lâstik pat diye patlayıp da sutyen on
metre ileri fırlamaz mı? Sutyen fora! Keklik'in göğsü çıkmış mı ortalığa... Aman
Allah!...
Bilirkişi olanlar,
— Aman nasıl oldu, iyice anlıyamadık, dur hele... Şunu bir daha görelim... Biz namus
üzerine yemin vermiş, bilirkişiyiz, tlmî rapor vermemiz icap eder... Aman Keklik, bir
daha oyna yavrum... Sutyenin lâstiğini nasıl kopardığını iyice anlıya-lım... demişler.
Ve de bir hiyle olmasın diye, bilirkişi olanlar kendi elleriyle sutyenin lâstiğini Keklik'in
sırtında iyice düğüm edip bağlamışlar. Ayrıca kopçaların çengellerini de geçirmişler.
Keklik yürümüş şanoya,
— Çalsın sazlar! Keklik başlamış yeniden.
— Döktür yavrum! Kıvıiıuır! Aşşağdan, yu-
104
kardan!... Aşşağdan...
Çat çat çat... Kopçaların çengelleri sökülmüş gene... Pat pat pat... Lâstik patır patır
patlamış gene... Üç kere mi, beş kere mi ne tekrarlatmışlar. Keklik'te Allah nazardan
saklasm, öyle bir göğüs var ki, lâstik, kopça, çengel dayanmıyor. Keklik'in göğüsleri
halatla sıkıca bağlansa, maşallah öyle bir göğüs var ki kızda, halatları çatır çatır söküp
atacak...
İyi mi? Keklik'e bir ceza verememişler. Çünkü sutyeni fora etmekte hiçbir kastı yok,
kasıt olmayınca suç olmaz. Yalnız,
— Aman kızım, demişler, çok sallama ki sutyenin lâstiğini kopartmayasm...
Keklik ordan başka bir yere turneye çıkmış. Burda basma daha büyük kaza gelmiş. Bu
sefer de dans ederken, oyun elbisesinin pullu külotu bacaklarından fırlamaz mı!... Bak
şu tersliğe... Her geceki oyunda aynı kaza oluyor. Komşu vilâyetlerden, onları da
geçtik, taa uzak yerlerden Keklik'in dansını görmek için ahali oraya dolmuş.
Otomobille, trenle, uçakla, atla, arabayla geliyorlar. Otellerde, hanlarda onca adama
yatacak yer kalmamış da millet sokaklara dökülmüş.
Hadi gene zabıt, hadi gene savcılığa... Efendim, ben -affedersiniz- kilotumu mahsustan
fora etmiyorum. Fermuarlar çürük, tutmuyor, ben ne yapayım...»
Hadi gene bilirkişi...
— Oyna Keklik yavrum...
Bi o yana, bi buyana, çaat, fermuar bi yana, külot öte yana... Aman bu ne iş!... Dur şu
fermuarı bir de ben kapatayım ki, bakalım bu sefer sökebilir mi? Bir çift camus olsa,
artık bu fermuarı
105
sökemez. Sökemez mi? Bir aşağıdan, bir yukarıdan... Çatır çatır fermuarın dikişleri
sökülür.
Bütün bu olayları da gazeteler ballandıra ballandıra yazıyor.
Bugünkü gibi hatırımdadır; o günlerin çok ünlü bir yazan gazetede Dansöz Keklik için,
aşa-ğıyukarı şöyle bişeyler yazmıştı:
«Yavrum Gülcan, ne diye halkımızın ar ve haya duygularını rencide ediyorsun? Rencide
etme, ayıptır! Bu ar ve haya duygusu denilen şey, kaput bezi gibi sağlam değildir, çok
naziktir. Sen iki göbek attın mı, hemen rencide olur, Allah göstermesin, ar ve haya
daman ve perdesi yırtılıverir. Göbeğinin dakikada bilmem kaç titreşimiyle halkın ar
perdesini rencide edip yırtma.»
Gazeteci işte böyle bişeyler yazdıktan sonra, bir de şuna benzer akıllar veriyordu
Keklik'e:
«Şimdilerde kızlanmızın zerafet elçisi, güzellik elçisi diye, memleketimizin güzelliğini
ve zera-f etini yabancılara tanıtmak için dünyayı gezip do-laşmalan moda oldu. En iyisi
sen de bizi yabancılara en iyi yerimizden tanıtmak için göbek elçimiz olarak,
Avrupa'lara, Amerika'lara git! Göbek nasıl olurmuş, nasıl titretilirmiş, görsünler de,
dünyanın gözü, gönlü açılsın! Sonra oralardan buraya, sanki bir yabancı dansözmüşsün
gibi döner, gelirsin. O zaman değerin artar, çok lüks gazinolarda göbek atarsın. O lüks
gazino müşterileri olan ilerigelenlerin ar ve haya duygulan çok dayanıklı olduğundan,
senin göbek titreşimlerinle rencide olmaz.»
îşte o günden sonra Keklik'in yeni bir reklâmı başladı: «Memleketimizin medar-ı
iftihan, lâstik koparan, fermuar söken, kanca tutmaz Dansöz
106
Gülean Keklik», «Dans oryantal kraliçesi lâstik paralayan Keklik Gülcan», «Şark
dansları yıldızı, fermuar söken Keklik».
Keklik'in namı aldı yürüdü. Fakat, gelgele-lim kıza hiç rahat vermedik. Zabıt, fezleke,
karakol, savcılık, ifade, Emniyet Müdürlüğü, mahkeme... derken Keklik'in de canına tak
etti.
Hiç unutmam birgün gene bir başka gazinoda dansa çıkacaktı. Biz de her zamanki gibi
ordaydık. Dansa çıkmazdan önce yanımıza geldi. Recep Beyle Zeynel Bey'e dedi ki:
— Benimle çok uğraştınız, ama kimsenin ahi yerde kalmaz. Ben artık bu hayattan
çekiliyorum. Siz de muradınıza eremediniz ya, avucunuzu yalayın... Yalnız... (İşaret
parmağını Recep Beye salladı) gün ola, harman ola... Eğer ben de Lokum Betül'sem, bu
bana yaptıklarını senin yanma bı-rakmıyacağım... Günün birinde sana otomobilimin
kapısını açtmp kapattırmazsam, bana da Lokum Betül demesinler...
İşte biz ancak o zaman, Keklik'in Lokum Betül olduğunu öğrendik.
Üçümüz de süt dökmüş kedi gibi sustuk. Keklik yanımızdan gittikten on dakika mı,
onbeş dakika mı sonra, Komser Recep birden ayıkıp,
— Yahu, dedi, şimdi ikinizin gözü önünde bu kan bana hakaret etmedi mi? Siz de şahit
değil inisiniz? Vazife başında bir devlet memuruna hakaret ne demek, bizzat devletin
kendisine hakaret sayılmaz mı? Şu iki paralık dansöz parçası da kim oluyor yahu...
Şimdi ben zabıt tutup da, şu dansöz parçasını karakola sürükliyerriez miyim?
Zeynel Bey,
107
— Kanun neyi icap ettiriyorsa onu yapmak vazifendir arkadaş, dedi ben de senin
arkandayım.
Keklik, o gece son dansını yaptı, bir dans ki, nasıl anlatsam, dille tarifi mümkün değil...
Millet çılgınlar gibi alkışlıyor, çatalı tabağı birbirine çarpıyor, masaları, sandalyeleri
kaldırıp yere savuruyor. Herkes kendinden geçmiş.
Komser Recep,
— Davranın zabıt tutmak gerek!... dedi. Davrandık davranmasına, velâkin Keklik'i
nerde bulacaksın, kodunsa bul, uçup gitmiş Keklik... Gidiş o gidiş...
ÇİFT MOTORLU MİS KAMEPA'NIN AYVA GÖBEĞİ
Yok canım, daha da neler... Nerden çıkarmış benim Keklik'e aşık olduğumu? Yok öyle1
şey... Keklik'e âşık olan kendisiydi, sırılsıklam âşıktı. Katiyyen benim hiçbir ilgim ve
alâkadarlığım yoktur. Ne münasebet!... Haa, bak komser Recep de âşıktı, onlar ikisi
vurgundu kıza. Bu benim mesleğim, bizim meslekte, yanında çalıştırdığın dansöze âşık
oMun mu, yandın bir kere.
Demek size, Darülacezeye yatmış, dediler. Vah vah... Nüzüllü demek... Peki ama bunca
zamandır arıyorsunuz da nasıl bulamıyorsunuz? İnmeli bir kadın nasıl kaçıp gidermiş
Darülacezeden? Olacak iş değil...
Seneler var görüşmedik... Oooo, siz ne bakıyorsunuz, o benden çok yaşlıdır, babam
yerinde adam... Komser Recep Bey'in de ne olduğunu, şimdi nerde bulunduğunu
bilmiyorum, kimbilir nerde-
108
dir! Ama terfi ettiği zamanı çok iyi biliyorum, baş-komser oldu, sonra izini kaybettim.
Onun terfii de çok enteresanlık bir iştir yani... Baktım ki payitahtımız Ankara,
gündengüne büyüyor; İstanbul'dakilerden başka bir de Ankara'da gazino açayım,
dedim. Ankara'da derme çatma iş olmaz, Ankara'nın şanına lâyık iş yapmalı, dedim.
İkinci üçüncü sınıf bir bar açmaya değmez. E benim de bu meslekte, haddimizolmıyaraktan,
bir namımız, bir şerefimiz var... Namımızla mütenasip olsun, dedim,
kıydım paraya çok lüks ve ekis-tirasmdan bir gazino açtım ki, birinci sınıf turistik bir
yer oldu. İlk senesini büyük zararla kapadık, ertesi yıl gene zarar... İstanbul'da
kazanıp, Ankara'da batıracağız... Benim gazinonun lükslü-ğüne diyecek yok ama,
zararın sebebi şu M, o zaman striptiz daha yeni çıkmış, diğer öteki gazinolar
Avrupa'dan hep striptizci kan getirmiş. Biz striptizcinin iyi bir cinsini bulup da
getirtemiyoruz.
Benim bir ayağım İstanbul'daysa, bir ayağım da Ankara'da. Derken bu bizim Recep
Bey Ankara'ya nakledilmez mi? Durup dururken... Recep Bey çok kızdı. «Ben» dedi,
«bu kadar sene devletime, hükümetime, milletime, vatanıma sadıkane hizmet edeyim,
gecemi gündüzüme katıp çalışayım da, buna karşılık bir de Ankara'ya sürsünler, öyle
mi? Vazife aşkının mükâfatı bu mudur!» deyip istifayı bastıysa da, istifası kabul
olunmadığı gibi, bir de Başkomserliğe terfi ettirilerek gene Ankara'ya naklolundu.
Recep Bey, bu başkomserliğe terfi işine büsbütün şaştı. Çünkü lise tahsili bile
olmadığından başkomserliğe terfii mümkün değildir, sanıyordu. Terfi edince sevindi.
«Demek bunda da
bir hayır varmış» diyerek Ankara'ya gitti. Ben d< sıksık iş icabı Ankara'ya gittiğimden
Recep Bey'-le her seferinde buluşuyorduk. Bir de öğrendim ki. Recep Bey'i vekillerden
birisi hususî olarak emrine almış. Yani işi iş mi iş Recep'in. Onun işi iş ama. benim işler
gayet boktan gidiyor. İstanbul'da gazinoda kazandığım parayı Ankara'da gazinoda
eritiyoruz. Bir sene zarar, iki sene zarar... Eee buna dayanılmaz. Ben Avrupa'dan
striptizci getirttim ama, bizim striptizci alâka ve ilgi toplayamadı. Çünkü o zaman
Ankara'da bir gazinoda Miss Ka-mepa denilen bir striptizci var, herkes onu görmeye
gidiyor.
Birgün ben, işlerin kötü gitmesinden dert yanarken, bizim Recep,
— Yahu, dedi, sen şu Mis Kamepa'yı ayartrp da gazinona alamaz mısm? O karı o
gazinodayken. Ankara'daki başka hiçbir gazino iş yapamaz. Çünkü senin gibi lüks bir
gazinoya fakir fukara takımı gelemez. İstanbul'daki iş başka, Ankara'nın işi başka...
Burda gazinoya ekâbir gidecek, hükümet adamlan filân gidecek, zengin ve muteber
tüccarlar filân gidecek ki, gazinocu da para kazansın. Onun için sen ne yap et, şu Mis
Kamepa'yı ayarla, ayart onu gazinona al.
— Nasıl olur, kadının o gazinoyla mukavelesi vardır... dedim.
— Ben kadınla ahbabım, benimle gayet iyi konuşuyor... dedi.
— Yahu o kadm Türkçe bilir mi? Bilmezmiş.
— Sen gavurca bilir misin? Bilmezsin...
— Eeee, nasıl konuşuyorsunuz?
110
— Efendim, bu kadın, bizim vekil beyle çok sı-kıfıkı ahbap, aralarından su sızmıyor.
Malûm ya, ben de her gece vekil beyefendinin arabasındayım. Miss Kamepa'yı
numarasını yaptıktan sonra her gece arabaya alıp Vekil Bey'e götürüyorum. Bazan da
Vekil Bey'le birlikte arabaya biniyorlar. Biz işte kadınla böyle böyle ahbaplığı
ilerlettik. Kaşla, gözle, işaretle, mişaretle anlaşıyoruz. Kadın benden pek bi hoşlaştı.
Bir görsen kardeşim, bir âfet-i cihan bu karı... Aman şunu ayartmanın bir yolu...
Bir gece Recep Bey'le beraber, Mis Kamepa'-nın çalıştığı gazinoya gittik. Benim
gazinoda her gece ancak iki üç masada müşteri var, halbuki bu gazino tıklım tıklım
dolu... Recep Bey,
— Hep bu Mis Kamepa'nın yüzünden gazino doluyor... dedi.
Mis Kamepa'nın numarası başlayacak. Salonun ışıkları söndü, pistin spotları yandı.
Evet, artist ortaya çıkarken salonun ışıklan karartılır ama bu kadar da karartılmaz,
biraz ışık olur, âdet böyledir. Recep'e:
— Salon zifiri karanlık oldu, acaba neden bu kadar kararttılar? dedim.
Recep dedi ki:
— Mis Kamepa. soyunmaya başladı mı, neden salonu böyle zifiri karanlığa boğduklannı
anlarsın... Striptize burda daha yeni başladığı günler, salonu bu kadar
karartmıyorlardı, ama sonralan baktılar ki olmuyor... Çünkü çok ayıp oluyor, kadın
soyunurken erkek seyircilerin suratlan değişiyor. Herkes birbirinden utanıyor, ertesi
gün de alay ediyorlar birbirleriyle... Şimdi kendin de göreceksin ya, Mis Kamepa
soyunmaya başladı mı, kendini tutmanın imkânı yok. Kimi, masayı avu-
111
I'1
cuyla sıkıştırıyor, kimi örtüleri koparıyor, kimi şaşkınlıktan bardağı, kadehi deviriyor.
Görülmemiş bişey bu kadın...
Pistin ışıklan yandı, bir de baktım ortada korkunç bir orangotan...
— Yahu bu ne? '
— Şimdi görürsün...
Pistin bir köşesinde de korkudan titreyen bir kadın... Orangotan başladı kadını
kovalamaya... Kadın kaçar çığlık çığlık, orangotan homurdana homurdana kadını kovalar.
Derken o koca orangotan kadına bir pençe atıp, kadının üstünden mantosunu sıyırdı.
Kadm kaçtı yine... Orangotan ardında... Bir pençe daha... İşte böyle böyle orangotan
pençesini ata ata muzun kabuklarını soyar gibi, kadını soyup çırılçıplak etti. Kadm,
yerde acıdan kıvranıyor. Orangotan dersen, etrafından dolanıp duruyor ... Sonunda
orangotan kaptığı gibi çıplak kadını, kollarınm arasında içeriye kaçırdı.
Bereket ışıklan birden yakmadılar da, seyirciler derlenip toparlanmaya fırsat bulabildi.
Recep Bey,
— Nasıl? dedi.
Şöyle bir silkinip kendime geldikten sonra,
— Kadmda hüner varmış birader, dedim, bunca adam boşuna doldurmuyor
gazinoyu...
— İstersen ben bu gece arabada yolunu yapayım, bir ağzını arayayım kadının... dedi.
Recep Bey, arası iyi olduğundan Vekil Bey'den yardım görerek meseleyi kadına açmış.
Kadın da,
— Çalıştığım gazinocuya, mukaveleyi feshedince tazminatımı ödesin, her gece de bin
lira versin, onun gazinosuna gelirim... demiş.
112
Gecede bin lira, o zamanlar duyulmuş para değil. Ama hepsine razı oldum. Mis Kamepa
geldi benim gazinoya. Gelir gelmez de benim gazino müşteri almaz hale geldi, her gece
tıklım tıklım, bütün müşterilerimiz hep,silme ekâbir takımı... Mis Kamepa, sonraları bir
numara daha çıkardı. Orangotan onu soyup da çırılçıplak bırakınca, tek ışık kalıyor, bu
ışık da küçüle küçüle, yalnız Mis Kamepa'nın göbeğini gösteriyor, başka hiçbir yeri
görünmüyor, kadının. İşte o zaman, o göbek, ama ne göbek beyim, dönüyor da dönüyor,
dönüyor da dönüyor... De ki bir motor, değirmentaşını döndürüyor. Kadının bu göbek
döndürme numarası tuttu ki, hiç sorma... Çift motorlu diye lakap taktılar.
İşimiz gıcır... Tam ben belimi doğrultacağım... Gelgelelim kadın rahat durmuyor ki...
Müşterilerimiz içinde ne kadar ilerigelen ve büyük adamlanmız varsa, hepsine ayn.ayn
pas veriyor. Yahu, nerdeyse kadın, hükümet buhranına sebep olacak... Herkes birbirine
düştü. Ankara'da yüksek sosyete muhitinde Mis Kamepa'dan başka lâf konuşulmaz
oldu. Erkekler övünüyorlar:
— Mis Kamepa'yla dün gece beraberdik...
— Mis Kamepa bana âşık... Dedikodular yayıldıkça yayıldı. Yüksek sosyete aileleri
birbirine girdi. Kadınlar,
— Bu ne biçim ahlâksız karıymış, kocalarımızı baştan çıkarıyor... diye şikâyete
başladılar. O kadm, öbürünün kocasına şikâyet ediyor, öbürünün kansı, ötekinin
kocasına şikâyet ediyor :
— Aman şu karının elinden kocamı kurtarın! Mesut aile yuvamız yıkılacak!
Basbayağı siyasî bir mesele oldu bu Mis Kamepa.
113
İ|,!ı
.1 ı
Efendim, kabahatin başı, Mis Kamepa olacak namussuz kanda. Zaten memlekette
ilerigelen adam kaç kişi, ulan hepsine birden .pas verilir mi, hepsiyle birden kırıştırılır
mı! Bir tanesiyle kaynat, yaşa istediğin gibi... Lâkin kadının gözü doymuyor...
Herkes birbirine düştü. Sonunda da olan oldu. «Mis Kamepa'nın smırdışı edilmesi» için
hükümetten karar çıktı. Eyvaaah!... Ben haberi Recep Bey'den aldım:
— Mis Kamepa smırdışı edilecek, bu vazifeyi de bana verdiler... Yarın sabah
götüreceğim...
Aman, n'olacak şimdi? Yandık biz...
Haber vermek için o akşam Recep Bey'le birlikte Mis Kamepa'nın kaldığı otele gittik.
Recep Bey yarı işaretle, yan Türkçeyle, karan bildirince kadın bir gülme tuttursun da
bülbül gibi Türkçe olarak, .
— Beni burdan kimse dışan atamaz! demesin mi?
Şaşıp kaldık.
— Neden atamazlarmış? Hükümet kuvvetiyle atılacaksın!...
— Beni hiçbir kuvvet atamaz... Çünkü... Gülüyor.
— Neymiş?
— Çünkü ben Türk'üm ayol... Hay enayiler, beni tanımadınız, ben Gülcan Keklik değil
miyim? Kakavanlar... Baktım sizin elinizden kurtuluş yok, baldırımı açsam «Ahlâkı
bozdu» diye zabıt tutarsınız, belimi göstersem «Ahlâkı bozdu» diye mahkemeye
verirsiniz... Ya, öyle mi? Ben de Avrupa'ya gidip striptizci oldum, iki-üç sene dışarlarda
sürtüp Mis Kamepa diye geldim buraya...
114
— Deme!... Amma da değişmişsin kız... Hiç tanımadık...
Recep Bey'e dedi ki:
— Seni Ankara'ya aldırtan kim? Seni terfi ettiren kim? Seni vekilin emrine tayin
ettiren kim? Hep ben değil miyim? Ben sana dememiş miydim «Sen benimle çok
uğraşma, ben sonra otomobilimin kapısmı açtınr kapattmnm sana...» diye...
Recep Bey,
— Pes, dedi, ben sana pesettim!...
— Demek ben ellisinde, altmışında masum kocaları ayartıp ahlâkını bozuyor muşum...
Vay agucuk bebekler!... Siz beni burdan bir yere gönderemezsiniz. Burası benim
memleketim... Bu sefer göstermedik yerimi bırakmadım, neden gene eskisi gibi
zabıtlar tutmadın?
Recep Bey,
— Anlamam, ben emir aldım, seni götüreceğim... deyince.
— Bana bak, dedi, hani yanımda bir Alman var, her gece orangotan kılığına girip beni
soyuyor; kafamı kızdırma, sonunda o orangotan kılığını sana giydirtir; o işi de sana
gördürürüm... Git söyle, ben ecnebi değilim...
Evet, işte böyle... Sınır dışına atamadılar. Bu iş böylece gizli kaldı. Keklik de bir daha
dansözlük etmedi, bir daha da onu görmedik... Yalnız duydum ki çok zengin bir adamla
evlenmiş.
Fakat bişey söyliyeyim mi, işte sana yemin, hem vallahi hem billahi, hani o soyunduktan
sonra ışık göbeğinde toplanıyordu da, göbeğini döndürüyordu ya, ben daha o göbeği ilk
görüşümde «Yahu bu kadın imkânı yok yabancı olamaz, bu
115
f i
i i İl
göbek bizim yerli göbek...» dedim ve tanıdım. Çünkü hiçbir ecnebiye karısında öyle
ayva göbek olamaz. Bunca yılın gazinocusuyum, hiç tanımaz mıyım yerli göbeği... Halis
bizim yerli malı göbek. Ne kadar kendini değiştirmişse de, gene de göbeğinden
anlaşılıyor. Bildiğim halde ben nasıl oldu da ecnebi artisti diye yuttum. İşte hâlâ buna
yanarım...
BİR GAZETE HABERİ
Yirmi milyonun sahibi kadın aranıyor. Tahminen kırk sene önce, babalarından miras
kalan birkaç tarla yüzünden kardeşiyle arasında anlaşmazlık çıktığı için, ailesine
kahredip küçük yaşta ¦gurbete giden Hasan adlı bir köylü, uzun maceralar yaşadıktan
sonra yerleştiği Kahire'de, Mısır'ın asîl ailelerinden çok zengin yaşlı bir kadınla
evlenmiş, kimsesiz olan karısının ölümünden sonra, bütün serveti Hasan'a kalmıştır.
Çocuğu ve kimsesi olmayan Hasan'in birkaç ay önce ölümünden sonra açılan
vasiyetnamesinden, bütün servetini, köyündeki ağabeyinin kızı Güllü'ye bıraktığı
anlaşılmıştır. Bu mirasın para ve mal olarak yirmi milyon lira veya dolar olduğu tahmin
edilmektedir. Bu büyük miras haberi köye geldiği zaman, altı-yedi yaşındayken
kasabadaki bir memura evlâtlık verilen Güllü'yü hatırlayabilen ancak biriki yaşlı
bulunabilmiştir. Güllü'nün nerde olduğunu bilmeyen üveği annesi ve öbür akrabaları,
miras haberini alınca, danışdıkları avukatlardan kendilerine de hisse düşeceğini
öğrenince, Türkiye'nin her-bir yanına dağılıp Güllü'yü aramaya başlamışlardır. Fakat
aylardan beri aranmakta olan Güllü'nün bugüne kadar izine rastlanmadığı gibi, ya-
116
sadığına veya öldüğüne dair de bir haber alınamamıştır. Oysa nüfus müdürlüğündeki
kütük kaydında Güllü'nün ölü kaydı bulunmadığına göre, milyonların sahibi hâlen
hayattadır. Bu durumda, Türkiye'nin sayılı zenginlerinden büyük bir milyoner
olduğundan habersiz yaşayan zavallı Güllü şu anda kimbilir nerede ve belki de çok
sıkıntılı bir hayat sürmektedir. Güllü'nün üveği annesinden olan kardeşinin oğlu,
üniversite öğrencisi bir genç, büyük halasının yerini bildirene büyük para verileceği
va'dinde bulunmaktadır.
KIMILDAYAN PERDENİN ESRARI
Siz mi aramıştınız? Üç-dört kere yazıhaneye geldiğinizi söylediler. Eve de
uğramışsınız. İki haftadır yoktum İstanbul'da, bir iş için Ankara'ya gitmiştim. Neydi
efendim, ne mevzuda? Hususî bir mesele mi? Ne gibi? Bir kadın... Betül Hanım?
Hatırlıyamadım... Hasan Köselek Bey mi gönderdi sizi? Yaa, çok iyi arkadaşımdır...
Otursanıza...
Betül Hanım'r tanıyor muymuşum? Hasan Köselek mi söyledi? Acaip! Betül adında bir
hanımı arıyorsunuz... Ne için? Ya... Bir zamanlar bana şoförlük teklif etmiş demek...
Katiyyen hatırlamıyorum. Benim şoförlükle hiçbir ilgim yok ki... Tabii... Perde
arkasındaki mi? Haa, şimdi anladım. Hay Allah iyiliğinizi versin... Bildim, bildim... Canım,
o eski macera... Evet, ben bu vakayı Hasan Bey'e anlatmıştım, bir zamanlar... Ne
tuhaf... Ner-den nereye!... Siz Betül Hanım deyince birdenbire hatırlıyamadım. Çünkü
ben o kadını Müzayede Hanım diye tanımıştım. Hatta o zamanlar O'nun hakiki ismi
Müzayede sanmıştım, meğer takmay-mış... Çok iyiliksevermiş... Hayır kurumları yara-
117
rina verilen balolarda dudaklarını arttırmaya çı-karırmış da, ondan Müzayede Hanım
adını takmışlar... Ya... Efendim, artırma kızışır, bir apar-tıman parasına kadar
yükselirmiş.
Peki niçin arıyorsunuz? Hmm, evet... Bilsem neden aradığınızı, daha başka olur tabii...
Değil mi ya? Akrabanız filân? İyi öyleyse. Hasan Köse-lek eski dostumdur, hatırını
kıramam, madem sizi o gönderdi...
Sonraları onun için çok şey duydum ama, benim onu tanıyışım yalnız kısa bir müddet,
bir gece içinde olup bitti. Rüya gibi bişeydi bu...
Şimdiki gibi değil, nerde... Bizim gençliğimizde okumak daha zordu, hele benim gibi
fakir gençler için... Maalesef liseyi biteremedim. Askerlikten sonra, Tapu dairesinde
bir küçük memur oldum. Evet okumak zordu ama o zaman iş bulmak şimdikinden
kolaydı; çünkü lise mezunu parmakla gösteriliyor...
Maaşımız çok az, geçim zor. O zaman annem var, bir ablam, bir de mektebe giden
küçük kardeşim; bunların hepsi elime bakıyor. Ellidokuz lira yetmiş kuruş mu ne maaş
alıyorum, düşünün artık... Dairede aynı odada çalıştığımız bir arkadaşımız var, Kenan
adında... Çok yakışıklı bir oğlandı. Üstelik de gayet şık giyinir ve bol para harcardı. Pek
öyle işde güçte gözü yoktu. Dairede biz çalışırken, o başını masaya dayar uyuklardı
akşama kadar. Hem paralı, hem de çok cömert olduğundan ona amirlerimiz de seslerini
çıkaramazlardı. Memur arkadaşlan sıksık büyük lokantalara götürüp ziyafet çekerdi.
Çok para harcadığından hepimizin gözü üstünde... Oysa memurluğa o benden sonra
başlamıştı.
118
Daireye ilk geldiği zaman üstü başı dökülüyordu! Sonra birdenbire kılığını düzeltti, iki
dirhem bir çekirdek oldu, Miras filân kaldı zannetmiştim; o da değilmiş... Kenan'ın
parayı nerden bulduğu hepimize merak olmuştu. Bir küçük memur nerden bulur bu
kadar parayı, besbelli rüşvet alıyor. Ben rüşvet almadım dersem, yalan... Ama bizim
gibi küçük memurların aldığı rüşvetten ne çıkar, cıgara parası bile olmuyor.
Bir akşam beni Boğaz'da bir lokantaya davet etmişti. İçerken bir punduna getirip,
— Arkadaş, sen bu kadar zenginsin de neden bu memurluk yüküne katlanıyorsun?
dedim.
— Yok canım ben zengin değilim... dedi.
— Öyleyse bu kadar parayı nerden bulup harcıyorsun? diye sordum.
— Pek kurcalama... Herkesin bir dalgası var., dedi.
Bu üstükapalı söz üzerine daha çok şüphelendim. Kollamaya .başladım, rüşvet ahrken
bir ya-kalasam... Hep arkasandayım ama, bir dalaverası-nı yakahyamadım. İş yapmıyor
ki rüşvet alsın... Bigün buna açıktan açığa, geçim sıkıntısı çektiğimi anlattıktan sonra,
işi tehdide bindirip,
— Aldığın rüşveti kırışacağız, bana da pay ver, yoksa ihbar ederim, dedim.
Umursamadan,
— İyi ya ihbar et! dedi.
Bir zaman dargın durduk. Çok geçmeden de memurluktan ayrılıp, gitti daireden. Beni
de işten çıkardılar... Halim perişandı. Ne halt edeceğim diye pis pis düşünüp
duruyordum. Bigün Beyoğlu'n-da avare avare dolaşıp dururken Kenan'la karşılaştım.
Aramızda bişey geçmemiş gibi bana yakın-
119
hk gösterdi. İşten çıkarıldığımı öğrenince acıdı halime. Bir pastaneye girdik.
— Senin gibi bir delikanlı işsiz kalır mı hiç? dedi.
— Elimde bir zanaatım yok, diplomam yok, torpilim yok...
— Kendine yazık ediyorsun... Boyun uzun, omuzların geniş, aslan gibisin, yakışıklısın
da üstelik... Tam arayıp da bulamadıkları cinsten... Seni görseler kapışırlar be...
— Kim kapışır... Ne diyorsun sen, aylardır ortalıkta dolanıp duruyorum da suratıma
bakan bile yok...
— Hani sen bana bir zaman nerden para bulduğumu sormuştun ya...
—• Evet?
— Sana bir arkadaşlık yapacağım.'..
Anlattıklarına göre, o gece Yüksek Kulüp denilen yer neresiyse, orda balo varmış, beni
oraya götürecekmiş. Oraya gidince, benim gibi bir delikanlının iş bulmaması
imkânsızmış.
— Yalnız kılığını düzeltmelisin biraz... dedi. Beni evine götürdü. Maçka'da küçük bir
apartımanda
tek başına oturuyor. Fazla bir simokini varmış, çıkardı.
— Giy şunu!
Giydim, büyük geldi. Hem bol, hem de uzun...
— Yahu aksiliğe bak, kiralık elbise veren yerler çok ama, vakit geçti, şimdi hepsi
kapalı... Vakit olsa bir terziye düzelttirirdik'bunu da...
Bir zaman düşündükten sonra,
— Dur, bir kolayını buluruz... dedi. Giydirdi bana simokini... Elinden de her iş
geliyor. İğnelerle tutturarak pantalonun ağını, be-
120
lini daralttı, ceketin kollarını kıvırıp iğneledi. Sonra da smokini sıkıca ütüledi. Giyip
baktım kendime aynada, eh tam olmuşum... Elbisenin iğreti olduğu hiç belli değil.
Teftişe hazır uçaksavar topu gibi pırılpırıl parlamışım.
Sonra efendim, Kenan'ın bir arkadaşı varmış, o arkadaşı nişanhsıyla geldi eve. Hususî
arabaları da var, bizi de alıp götürdüler, Anadolu yakasına geçtik, o dediği Yüksek
Kulüp'e geldik.
Bu Yüksek Kulüp denilen yer, koskoca bir bahçe içinde, deniz kıyısında büyük bir
köşk... Bahçedeki kapıcı yeri, benim o zaman anamla, . kardeşlerimle oturduğum
Şehremini'ndeki evden daha büyük. Araba, bir kanadı açık, demir kapıdan girdi, bir
zaman kumlu, çakıllı yoldan, ağaçlar arasından gittik... Köşkün önünde indik arabadan.
Başka hususî arabalann durduğu yerde park yaptı bizim araba da...
Siz İstanbul'un acemisisiniz, değil mi? Bilmezsiniz oralarını... Biz gittiğimizde hava
kararmıştı iyice. Ama o koca köşk, ışıl ışıl donanmış elektrikle. Bahçedeki ağaçlara da
renkli lâmbalar asmışlar. Bahçe yollarında da süslü demir lâmba direkleri var...
Ben hayatımda böyle muhteşem bir yer görmemiştim. Yürürken elim ayağım dolanmaya
başladı. Hem geldiğime pişmanım, hem de burasını merak ediyorum.
İki yandan geniş basamaklı mermer merdivenle çıkılıyor köşke. Sonra beyaz boyalı,
işlemeli demir kapı... O kapıyı geçince bu sefer, yine işlemeli, oymalı, gayetle süslü bir
tahta kapı... Daha sonra camlı bir koca kapı daha... Ordan salona
121
giriliyor. Salon dersem, ova gibi bir yer, içinde at koştur... Salona girince, birden
suratıma çarpan ışıklardan, burnuma yumruk yemiş gibi sersemledim, gözlerim karardı.
Biraz da ürkeklik var bende, ondan... Demek yıllardan beri duyduğum yüksek sosyete
denilen yer burası, şimdi ben yüksek sosyetenin içine girince, iyice serseme döndüm.
Gözüme çarpan ışık biyandan, kulağımı dolduran kahkahalar biyandan, müzik biyandan,
evet, çarpıldım.
Salon süslü kadın, erkek dolu... Karşılıklı kapılar açılıyor salona. Bu kapılar oymalı, işli,
yaldızlı ve boyalı... Duvarlar tirşe yağlı boya, yaldızlı kabartma yapraklarla duvarlar
bölüm bölüm çerçevelenmiş. Bizim bildiğimiz üç katlı ev yüksekliğindeki tavan da
boydanboya renkli, yaldızlı süslerle bezeli. Kocaman, salkım salkım avizelerin
merceklerinden yansıyan ışıklar, fıskiyeden fışkı-nrcasına salona dağılıyor. Kadınların
tozpembe, matesmer, durubeyaz, kaysı kumralı, duru-ak, kadife tenli çıplak
omuzlarına, enselerine, sırtlarına, boyunlarına,, gerdanlarına, avize merceklerinden
renk renk yelpazelenen ışıklar serpiliyor.
Şaşkınlık içindeyim... Burası çocukluğumda seyrettiğim bir filmdeki muhteşem bir
salona benziyordu; Viyana saraylarından bir salon...
Şimdi nerdeyse, yaldızlarla, nişanlarla süslü kaskatı bir mareşal elbisesi içinde, rugan
çekmesinin altından geçen sübyesiyle, pantalonunun ütüsü kalıp gibi görünen Avusturya
İmparatoru merdivenden ağır ağır salona inecek, tafta tuvaletinin içinde taşbebek gibi
duran ve elindeki ipek dantel mendilini ovuşturan kadının sol elinin parmaklarının
ucundan yavaşçacık tutup, dansa başlıyacak.
122
Bir Viyane valsi kadınlarla erkekleri saracak... Sonra monokllü prensler, arşidükler,
prensesler, kontlar, kontesler, baronlar dansa katılacaklar. Kıyıya çarpan dalga
fışırtılanyla ipek, atlas, dantel, tafta fistanların uzun etekleri yerden kesilecek.
Kadınlar, erkeklerin ellerinden savrulup tüy tüy, renk renk havada uçuşacaklar.
Hafta izninde Yenicami avlusuna gelip de, hiç görmedikleri İstanbul kalabalığının
korkusundan kaybolacaklar diye birbirlerine sokulup elele tutuşan askerler vardır ya,
ben de işte öyle oldum. Kenan'ın eline yapıştım. Bir de baktım, bizi arabasında getiren
adamla nişanlısı yanımızdan yok olmuşlar. Kenan çekip elini kurtardı benden. Dibe
doğru yürüdük. Kenan beni kalabalıktan çekip,
— Bu gece, dedi, kendini iyi kullajıabilirsen, yıldızın parlayabilir!
— Nasıl iyi kullanayım kendimi?
— Satış meselesi bu... Kendini satmasını bileceksin. Ağırdan al, dirhem dirhem sat
kendini... Parlak bir istikbal hazırlıyabilirsin kendine. Benden arkadaşlık bu kadar,
gerisi senin erkekliğine kalmış bir iş. Bu gece burda bir iş çıkaramazsan, anla ki sende
hiç iş yok, ömrün oldukça sürünmeye mahkûmsun demektir. Ondan sonra kaldır
kendini Saray burnu'ndan aşağı at...
Sanki burası iş bulma kurumuymuş gibi konuşuyor. Bilmediğim bir yer, tanımadığım
insanlar, herkes buraya eğlenmeye gelmiş, kimden gidip de iş istiyeyim?
Kimseden iş istemiyecekmişim. İş kendiliğinden ayağıma gelirmiş benim. Yalnız ben
salma salına boy gösterecakmişim...
123
Ayrıca birisinin tanıştırması da gerekmezmiş,. önüne gelenle senlibenli
konuşmalıymışım. Zaten beni bulurmuş onlar... Onlar dediği kimlerse...
— Önce sana Kulüp'ü gezdireyim. Altta bar var. Yukarda da odalar, bir de oyun
salonu... diyerek koluma girdi.
Üst kata çıktık. Geniş uzun bi koridor sonunda bir salon daha.
En üst kattaki geniş balkon hemen deniz üstünde gibi, sanki bir gemi güvertesinin
burnunda-yım. Garsonlar, ellerinde içki bardakları dizili tepsi, terastaki beyaz boyalı
demir masalarda oturanlar arasında gidip geliyorlar.
Dalgalar ay ışığında yalap yalap yalazlana-rak yumuşak bir fısırtıyla kıyıya çarpıyor.
Az' öteden geçen vapurun ışıklan denizde titreye titreye yansıyıp uzaklaşıyor.
Alttaki büyük salonda dans edenlerin ara-, sından geçip en alt kata indik, orası da
pavyon... Pavyonun uzun bir girişi var, bu girişin iki yanı aynalarla kaplı. Aynalan
duvarlara öyle düzenlemişler ki, insan aynaya bakınca kendini on-onbeş tane görüyor.
Öyle ki bir an büsbütün şaşınp bocaladım; çünkü Kenan çoğaldı birden, onbeş, yirmi
tane oldu. Hangisi sahisi, hangisi aynadaki yansıması, anlaşılmıyor. Az kalsın aynaların
içine yürüyecektim. Ama aynalı koridordan pavyona girince daha da kötüsü geldi
başıma. Pavyonun orasına burasına kalın camdan duvarlar koymuşlar. Camlar da pınl
pırıl... Üstünde bir tek leke yok ki, insan cam olduğunu anlasın. Ben yallah edip camın
üzerine yürümez miyim! Başımın kaim cama çarpmasıyla gözümden şimşekler çaktı,
fe-
124
leğimi şaşırdım. Kenan yetişip tutmasa, camın dibine yuvarlanacaktım. İnsanların
hödükleri ayırt edilsin diye mi bu camları buraya dikmişler, nedir... Pavyonun turistik
banna geçtik. Bir caz da burda var, pistte beş çift tek gövde olmuş, danse-diyor...
Efendim? Betül Hanım mı? A kardeşini, ben size ordaki şaşkınlığımı anlatmazsam, o
perde meselesini nasıl açıklanm? Kulübü inceden inceye anlatmaktan maksadım da bu
ya... Hoş, o kulübü saatlerce anlatsam, bitmez, yine de anlatamam...
Amerikan barda kadınlı erkekli sarmaş dolaş olup, ahtapotun kollan gibi birbirlerine
dolanmışlar... Pavyonun dört bir yanında localar var, loca-larm kapıları kafesli, kimisinin
kapısına hamam peştamalı gibi peştamallar asılı... Her locadan bir cıvıltı geliyor.
Kanarya çiftehanesi gibi bir yer burası... Asıl curcuna sabaha karşı olurmuş...
Biz de oturduk bar önündeki o dik sandalyelere, başladık içmeye... Bereket versin
burası, salon gibi parlak ışıklı değil, gayet loş bir yer. Yoksa kafam cama çarpınca,
herkes görür, rezil olurdum.
Yukarı salon o kadar parlak aydınlıkken, burasının neden böyle loş olduğunu sordum.
Yarı karanlık, gözgözü görmüyor. Ortada hiç lamba falan görünmüyor, ışıklar gizli
hep... Hem de hep renkli ışık: Sarı, kırmızı, yeşil...
Kenan böyle yerlerin kurdu olmuş, bilmediği yok. Bu loşluğun sebebi varmış. Bir kere
burada çok içilirmiş. İçkinin etkisi biyandan, bu kör ışıklar biyandan, burda en kaknem
karılar bile erkeğin gözüne dünya güzeli görünürmüş. Bu ölü gözü gibi kör ışıklar,
seksen yaşında kanyı, onseki-
125
zinde taze gösterirmiş. Buruş buruş çizgili deriler, bu renkli yarı aydınlıkta rötuş olur,
gülpembesi ten görünürmüş. Kenan bir keresinde bu pavyonda, ancak onsekizinde bir
kızla tanışıp evlenmeye bile kalkmış. Birbirini deli gibi sevmişler, çekmişler kafayı,
çekmişler kafayı... Ama kız, bitürlü pavyondan dışarı çıkmazmış... Kenan, «Üst salona
gidelim biraz...» dedikçe, kız şarabı dayar, «Kalabalıkta ne yapacağız, mutluluğumuz
bozulmasın... Sabah olunca burdan doğru gider, yıldırım nikâhı kıydırırız...» dermiş.
Onsekiz yaşındaki körpecik kızı, bir de ışıklı o üst salona çıkarmış ki, rçe görsün,
ellisini .aşkın bir gudubet karı değil
mi?
Duvarlar, dallar, yapraklar, alçıdan süsler arasına gizli bu renkli kör ışıklar, büyülü peri
değneği değmiş gibiymiş; sekseninde karının buruşuk suratına değdi mi, yirmisinde
gelinlik kız yapıyormuş...
Sonra bu kör karaltıda kadın erkek birbirini
şaşırır, sözde farkına varmazken gelip değiş tokuş olurlarmış. Tabii aydınlığa çıkınca
yanlışlığı anlayıp birbirlerine «Pardon!» diyorlarmış.
Yalnız ne var ki, her kadına her renk pudra •• nasıl gitmezse, nasıl her kadının kendi
tenine göre ayrı renk pudra kullanması gerekiyorsa, bu yarı aydınlık renkli ışıklar da
kadınına göre değişir-mlş. Onun için yüksek sosyetenin her kadını, kendisine hangi
renk ışığın gittiğini bilirmiş. Kimi kadın varmış, kırmızı ışıkta otuz yaş gencelir de,
yeşil ışıkta hortlağa dönermiş. Kimisi sarı ışıkta tazelenir, mavi ışığa yatınca bir cadı
olurmuş. Bu dalgalar hep bilinecek... Yüksek sosyete kadınlığı kolay değilmiş.
126
Dekoratörlük diye bir meslek varmış ki, bu mesleğin esası, ğözboyama, inşan gözüne
yuttur-makmış. Bu renkli ışıklan, bu yari aydınlığı yapmak zormuş. Bu pavyonu, gözgözü
görmez bir süslü kömürlük haline getirmek için, Fransadan çağ-rılan bir dekoratöre
avuç dolusu para verilmiş.
Yetmişinde karı... Berber, makyaj, süt banyosu, manikür filân, yirmi yaş gençleşip,
ellisine iniyor. Moda üstüne fistan giyinip on yaş daha küçülüyor, oluyor kırk... Aşk ile
meşk ile on yaş daha iniyor, ediyor mu otuz... Ee, bunun cilvesi var, döktürmesi var,
dansı, zıplaması, hoplaması, beş yaş da ordan indi mi: Karı yirmi beşinde oluyor. Bir de
kendine uygun renkli kör bir ışık altına yattı mı, kan oluyor onsekizinci bahannda bir
fidan ki, insan sevmelere doyamaz. Sonra, günün birinde namussuz azrail, yetmişindeki
onsekizlik tazeyi kapıp gidiyor.
Kenan anlattıkça, onun yüksek sosyete hakkında ne kadar çok şey bildiğine şaşıp şaşıp
kalıyorum.
Yanımızdaki duvar boydanboya, tahta kabartmayla süslü... Kabartmaya bakıyorum:
Eğrelti otlan arasında üç tane geyik, geyiklerle eğrelti otlan arasında da anadan doğma
çıplak kadın ve erkek figürleri...
Biraz cesaretlenmek için hababam içiyorum. Kenan,
— Benimki de nerdeyse gelir, diyor, ben seni yalnız bırakacağım...
Aman... Ben burda yalnız başıma ne yapa-nm?... Hiç yalnız kalmazmışım... Zaten bu balo,
muhtaç çocuklara yardım içinmiş. Eh, ben de muhtaç bir çocuk sayılınm, elbet
merhametli bi-
127
ri çıkar, bana da yardım edermiş, Kenan düpedüz alay ediyor benimle: Gözüme
kestirdiğim bir kadına yanaşıp «Hanımefendi, ben de bu vatanın yardıma muhtaç
kimsesiz bir evlâdıyım» demeliy-
¦ misim...
Rezil olacağım... Ama bürda rezil de olunmaz-mış... Çünkü, ne yapsan espri derlermiş.
Onun için bir kadına sokulup «Hanımefendi, ben hem yetim, hem öksüzüm,
gönlünüzden ne koparsa...» derseymişim, kadın beni «Aman ne espritüel delikanlı...»
diye bir de kocasına takdim edermiş... Yani burda istesen de rezil olamazmışsm,
mümkün değilmiş... Geğirsen bile, ya taklit, ya espri oluyor. Ders veriyor bana Kenan:
Yüzsüzlüğü ele alacaksın bir, boyuna sululuk edeceksin iki, soğuk da olsa espri
yapacaksın durmadan üç... Gülmeye bahane ararlarmış, zırt etsen gülerlermiş, pırt
etsen gülerlermiş...
Kenan beni orda bırakıp gitti. Sabaha kadar kalacakmışız burda, daha çok görürmüşüz
birbirimizi. Bereket, birkaç liram vardı, iyice çektim kafayı. İçkiye de alışık değilim o
zaman, sarhoş olmuşum... Bir yere gidip de yüzümü yıkayayım, açılayım dedim, ama
buranın helası neresi... Pavyonu dolandım, salonun olduğu katı, üst katları dlandım,
helaya benzer bir yer bulamadım.
Kapalı kapıları da açamıyorum korkumdan... Kenan bir pot kırmıyayım diye bana dersimi
vermişti:
— Burda her yer karıştırılmaz, ellenmez. Sakın orasını burasını kurcalama! Hatta
kapılar, insanın kendi kaldığı odanın kapısı bile olsa, küt diye birdenbire açılmaz. Her
yerin kendine göre bir Jkanunu, bir usulü var. Kapıyı açmadan önce ök-
128
süreceksin. Birinci öksürük ihbar demek, sonra bir daha öksüreceksin. İkinci öksürük
içerdekilere hazırlıklı bulunun demektir. Üçüncü öksürük: Toparlanın geliyorum... Yani
elinizi çabuk tutun, benden günah gitti, geliyorum, demek... Ondan sonra da yine kapı
birden açılmayacak... Yava~ yavaş yirmiye kadar sayar, sonra kapıyı açarsın. Yine de
içerdekiler, toparlanamamışlarsa, pardon der, dönersin... Olur a, içerdekiler,
heyecandan, aceleden belki kapıyı kitlemeyi unutuvermişlerdir.
Bu durumda hangi kapıyı açabilirim?
Bahçeye çıktım ki, o sıcak yaz gecesi, ışıklı yollarda dişili erkekli kolkola geziniyorlar,
fısırfı-sır da cilveleşiyorlar öpüşerek... Bahçedeki ara yollara saptım, oraları karanlık...
Çayırlara sere-serpe uzanıp serilmişler, sevişiyorlar... Burası nasıl bir yer, şaştım
şaştım kaldım...
Bahçedeki oymalı demir direklerde lâmbalar yanıyor ama, sevişenler kuytu
karanlıklarda çayır çimene uzandıklarından açık-seçik belli olmuyorlar. Kimse yok diye
koruluğa gidip bir ağacın altına işerken, alttan bir çığlık duyunca, ürküp on adım öteye
sıçradım. O karanlıkta ben sarhoşlukla nereye ne yaptığımı farketmemişim... Dibine
işediğim ağacın altında ş'aptıklannı ben nerden bileyim!
Evet, evet, ben de onu anlatacağım size... Sonra ordan deniz kıyısına doğru yürüdüm,
bir kayalığın üstünden denize bakıyorum. Serin bir rüzgâr yüzüme çarpınca ayıldım
biraz. Durduğum kayalığın altı kumsal, mehtapta ortalık gündüz, gibi... Kumsalda birkaç
delikanlı yüksek sesle tartışıyorlar. Beni görmüyorlar.
Müzayede'nin ismini ilk onlardan duydum.
129
Kadının vücudunda bir ben varmış, delikanlılar ben'in yerinde anlaşamıyorlardı. Biri sağ
kabasında olduğunu, biri sol kalçasında, biri de poposunda olduğunu iddia ediyordu.
Müzayede'nin ben'i yüzünden tartışmaları öyle kızıştı kî, birbirlerine sövüp saymaya
başladılar, nerdeyse yumruk yumruğa kavga edecekler. Hepsi de birbirine «Sen
benden daha mı iyi bileceksin?» diyordu. Sonunda üç-yüz lirasına bahse tutuştular.
Hangisinin dediği doğru çıkarsa, öbürlerinden üçeryüz lira alacak. Şu işe bak, ben
altmış liraya bir ay çalışmaya razıyım da iş bulamıyorum, burda oğlanlar, karının ben'i
nerde diye üçyüz lirasına bahse giriyorlar. Sonunda içlerinden biri.
— Çağıralım Müzayede'yi buraya, atalım kayığa, açılalım denize, açtıralım bakalım beni
nerde? Kimin dediği doğru çıkacak? dedi.
Döndüm ordan, köşke girdim. Çekine çekine kalabalığın arasından geçerken, bir kadının
öbürüne beni gösterip, arkamdan,
— Maşallah! Kilise direği gibi ense var oğlanda... dediğini duydum.
İndim pavyona, üç kadeh daha içtim ardarda, sonra salona çıktım, ta dipteki
pencerelerden birinin önüne gidip durdum, olup biteni seyrediyorum ayakta. İçkiyi de
çok kaçırmışım, başım dönüyor.
Ne olup bitiyor diye etrafımı seyrederken, dalmışım. Arkamda bir acaip fısıltılar
gelmeye başladı. Dönüp baktım, arkamda pencerenin vişneçürüğü rengi kadife perdesi
var. Allah Allah... Bu fısıltılar nerden geliyor? Cıvılavıl sesler... Derken o kadife perde
kıpırkıpır kıpırdamaya, dalgalanmaya başladı. Pencere açık değil ki rüzgârdan oynasın
perde...
130
Arkamdan birisi ceketimin eteğini çekti, .boş bulunup az kalsın düşecektim. Tutunayım
diye çabalarken nasıl olduysa perdenin arkasına geçiver-dim. Beni burda tanıyan yok,
bu şakayı kim yapar? Sendeliyerek perde arkasına geçince düşmi-yeyim diye
tutunmaya çalışırken perdeye iyice dolandım. Elimi attığım yer sıcak ve yumuşak; bir
kadının pek seçemediğim uygunsuz bir yerine el attığımı anladım. Ama kadınla birlikte
perdeye dolanmışım, kurtulamıyorum ki... Kadın çığlık atacak da rezil olacağım diye
ödüm patlıyor.
Perde dersem, bildiğiniz bayağı, pencere perdesi sanmayın; yüz metre mi, bin metre mi
öyle bir perde, tiyatro perdelerinden büyük...
Ben kadına,
— Affedersiniz! diyorum boyuna, ama sarhoşluktan bitürlü toparlanıp da perdenin
altından kurtulamıyorum. Kurtulmak için döndükçe ikimiz birden perdeye dolanıyoruz.
Kundağa girmiş bebe gibi orda perdeye sarınıp sarmalandık. Perdenin yırtmaç yerini
bulamıyorum ki aydınlığa fırlıya-yım. Kadın minimini mınldanıyorsa da, artık
şaşkınlıktan mı, yoksa sarhoşluktan mı, ne dediğini anlamıyorum. Meğersem, sonradan
Kenan'ın söylediğine göre, kadın benim bonservisimi sorar-mış. Ne bilirim ben? Yüksek
sosyetenin yabancısı-yım. Böyle durumlarda bonservisi ortaya çıkarmak varmış.
Debelenip, perdeyle savaşıp dururken, bir karambol oldu, ikimiz birden yere
yuvarlandık. Dalgalarla boğuşur gibi perdeyle uğraşıyorum. En sonunda kadının dediğini
anlayabildim:
— Dur ayol, ne çırpınıp duruyorsun, telâşın ne?
Boğulacağım yahu... Salondaki onca kalabalıktan helâl süt emmiş bir Tanrı kulu da çıkıp,
beni dolanıp sarmalandığım kaim perde kumaşmin arasından çekip alıp kurtarmıyor.
Böyle durumlarda yüksek sosyetede kimse kimseye kanşmaz-mış. Kibarlığın bir icabı
olarak görmezden gelirlermiş. Çünkü herkes benim neden perde altına düştüğümü
bilmezmiş ki... Biz orda keyfimizden debelenip çırpınıyoruz sanırlarmış. Halbuki ben de
sanıyorum ki, herkes perde önünde toplanmış kahkahalarla bizi seyrediyor.
— Telâşlanma şekerim, dur ayol!... deyince biraz rahatlar gibi oldum.
— Nerdeydin kâfir? Ne zamandan beri burda seni bekliyQrum...
Hoppala...
— Beni mi?
— Tabii seni, kimi olacak hain!...
- Kaim kadife perde arkasında, karanlıkla yüzlerimizi göremediğimizden, telefonda
konuşur gibi konuşuyoruz. Belli ki kadın yanlış telefon numarası çevirmiş, beni başkası
sanıyor, birine benzetmiş.
— Bir yanlışlık olacak efendim, ben size söz vermedim ki...
— Aşkolsun Pertev, beni böyle mi karşılayacaktın?
— Sesimi benzettiniz, ben Pertev değilim...
— Aaaa... Ne kadar da benziyorsun... Sen Te-kin'sin vallahi, kokundan tanıdım işte...
— İnsan insana, ses sese, koku kokuya benzer, Tekin değilim... dedim.
Kadın bu sefer el atıp bedenimi yoklamaya
132
başlamaz mı! Bir zaman pazımı mıncıkladıktan sonra,
— Hah tanıdım, dedi, Aydın'sm, nasıl bildim ama...
Bileğimi kadının elinden kurtarıp,
— Bilek bileğe benzer... dedim.
— Ya-lçm'sın öyleyse... Nasıl da tanıdım...
— Siz beni ille de benden başka birine mi benzeteceksiniz?
— Kimsin öyleyse?
— Tanımazsınız efendim. Ben bu semtin ya-bancısıyım. Buraya yeni düştüm...
Bu sözümden bir hoşlansın...
— Aman ne espritüelsin!... diye kahkaha atıyor.
Sonra,
— Tanıdım işte, Muzu, Muzu... diye üstüme atıldı birden... Çok da keskin, bayıltıcı bir
koku sürünmüş. Boğulacağım, soluğum kesiliyor. Kollarını boynumdan çözüp,
— Rica ederim Hanımefendi! dedim.
— Aman şu perdeyi kaldır aramızdan! dedi. Hay Allah razı olsun, ama nasıl kaldırayım
- perdeyi?
— Nasıl kalkar perde, bir kurtulsak şundan...
— Ben o perdeyi söylemiyorum canım...
— Ya hangi perdeyi?
— Resmiyet perdesini... Sizli bizli konuşma böyle... Senli benli olalım artık...
Derken bu sefer kadınla boğuşmaya başladık, perde biyandan, kadın biyandan... Nasıl
olduysa birden, ben can havliyle bir sıyrıldım, kendimi perdenin öte yanında, ışıklı
salonda buldum. Aman kurtuldum, şükür, demeye kalmadan bir de bak-
133
tim ki kadın tepemde... Kadın bana sarılıyor. «Rica ederim bırakın!» diye kadını
nezaketle itiyorum. Kadın yere çöküyor.
Fırsat deyip kaçarken paçama yapışıyor... Ya-*hu, böyle belâ görülmüş şey değil...
Herkes görüp ayıplayacak diye de utanıyorum. Birara şöyle, göz ucuyla etrafta ne olup
bitiyor diye baktım ki, aman, tıpkı benimki gibi her erkeğin yakasına paçasına bir kadın
yapışıp asılmamış mı!
Kim kimden imdat isteyecek, bütün erkekler can derdine düşmüşler. Her erkek, benim
gibi, bir kadınla boğuşup duruyor... Yahu bu ne iş!... Demek biz perde altında
boğuşurken, her kadın yakaladığı, eline geçirdiği bir erkeği, bir perde altına sıkıştırıp
bastırmış. Ben artık yüksek sosyeteyi filân unuttum. Şu koca salon Kırkpmar çayırına
dönmüş. Kadın erkek birbirine girmiş.
Sonra kardeşim, biz kadınlarla basbayağı muharebe ediyoruz. Anlamadığım bişey var;
biz kadınlarla gırtlak gırtlağa, yaka yakaya, paça paçaya gelmişiz, biyandan da caz
durmadan çalıyor. Sanırsın ki, yeniçeriler Viyana kapılarına dayanmışlar da, mehter
takımı da marş vuruyor. Yahu, kadın deyip geçme... Bir yapıştı mı, yakanı söküp almadan
pençesinden kurtulamıyorsun. Ben kadın milletini böyle bilmezdim.
Prensip itibariyle kadına saygı duyarım. Fakat saygı maygı kalmadı birader. Biz böyle
boğulurken, saksafoncu da tepemize dikilmez mi! Biz altalta, üstüste fır dönüyoruz, o
da tepemizde borusunu öttürüyor. Herhalde bizim gürültümüz dışardan duyulmasın,
rezaletimiz dışarı vurmasın diye hababam caz yüksek perdeden çalıyor.
Kadını dövmek de ayıp oluyor ama, ne yapar134
sın, can pazarı kardeş... Artık dayanamadım,
—. Heeeyt, yeter be!... diye bağırıp kadının üstüne yürüdüm. Ben bağırınca ordakilerin
hepsi birden,
— Heeeyyy, yuuu heeeyyy... diye bağırmaya başlamazlar mı!
Demek yüksek sosyetenin huyu böyle, biri bağırdı mıydı, öbürleri de onu yalnız
bırakmıyorlar, onlar da bağırarak imdadına yetişiyorlar.
Asıl rezalet, ondan sonra oldu. Kenan, eğreti verdiği smokinin orasını burasını
iğnelemişti ya, bana uysun diye... Biz kadınla caza uyup tepinirken, iğneler gevşemiş,
yerlerinden oynamış, ben iğneli fıçıya girmiş gibi oldum. Apış arama, kaba etime,
buduma, en nazik yerlerime iğneler batıyor. Ben bu sefer can acısıyla sahiden feryada
başladım.
— Amaaan!...
Kadınlı erkekli zıpzıp zıplayanlar benim ama-nıma çığlık çığlığa cevap veriyorlar:
— Yuu heyy!...
— Ay aman.
— Yuu heeyyy!
Elinden kurtulmak için ben kadını havaya savuruyorum da, kadın duruyor mu? O da
kolumdan yapışıp yapışıp beni savuruyor salonun ortasına1. Ben zaten sarhoşum, ayakta
dikilecek halim yok, kendiliğimden yıkılıyorum. Kadının aşka gelip beni yine böyle bir
savuruşunda ben o kaygan döşemeye yuvarlanıp da hart diye pantalon ağındaki
iğnelerden biri ta dibine kadar altıma girmez mi! Vallahi hart ettiğini duydum. Can
acısıyla,
— Yandım!... diye bağımdım. Kadın başıma dikilip,
135
— Yanalım şekerim, ben de yandım! diye beni yerde kaydıra kaydıra havaya fırlatmaz
mı! Kıpırdadıkça iğneler hart hart batıyor. Kurtulamıyorum ki kadının elinden...
Kadın, erkek eşit dedikse, bu kadar da mı eşit olur? Pençe pençeye birbirimize
girmişiz. «Ayağınızı öpeyim Hanımefendi, ne olur bırakın...» diye yalvar yalvar
yalvarıyorum. Fakat kadının gözü dönmüş bir kere. Baktım başka çıkar yol yok, Allah
yaratmış demeden ben kadına tekme yumruk, sille tokat giriştim. Kadının tiftiğini
savuruyorum. Oldu olacak... Elimden bir cinayet çıksa bile, nefis müdafaasına girer.
«Ne yapayım, canımı kurtarmak için öldürdüm» derim. Bastım şamarı buna, bastım
şaman... Kolundan tutup tutup havaya savuruyorum. Koca kadın topaç gibi dönerken
«Yuu heeeyyy!» diye çığlık atıp, yine üstüme yapışıyor.
Derken, caz birden durdu. Ortalık mayna oldu. Ben soluk soluğa sırtımı duvara
dayadım. Elimi arkadan apışıma sürdüm ki, yaş... Alt yanım, iğne yaralarından kan içinde
kalmış. Ben kana tere bulanmışım ve tepinmekten, top arabası çeken kadanalar gibi,
iyice köpüklenmişim. Ordan biri geldi, elimi yakalayıp salladı.
— Tebrik ederim... dedi.
Salonda bir alkıştır koptu. O yapışkan kadın kolumun altına sokuldu. Bir kadını
hırpalamaktan dolayı tebrik edilmek, bana ayıp geldi doğrusu. Kadını da tebrik ettiler.
Herhalde onu da dayanıklı olduğu için tebrik ediyorlardı.
Adam,
— Kral seçildiniz, tebrik ederim! diye kolumu sallar ha sallar...
136
O beni sallayıp sarsaladıkça, iğneler batıyor.
— Dur beyim, sallama!... Alay ettikleri belli...
— Kral seçildiniz! Kral burda seçimle mi?
Biz birinci olmuşuz. Ben dans kralı seçilmişim, dayak attığım kadın da dans kraliçesi
seçilmiş. Meğer biz dans ediyormuşuz da haberim yok. Dans müsabakası varmış.
Perdenin altından kurtulunca biz de dansa katılmışız. Ondan her erkek yakaladığı
kadını havaya savurup duruyormuş.
Adam elimi sallar da sallar. Biyandan da,
— Tekrar tekrar sizi tebrik ederim, diyor, şimdiye kadar bir çok yerlerdeki
müsabakalarda çok iyi dans edenler gördüm ama, sizin kadar ka-idesiyle, erkânı ile
dans edeni görmedim. Sizin dansınız Paris'lilerin apaş dansına biraz kaçıyor ama,
sizinki rock'n roll'un daha bir raconlusu...
Demek sarhoşluktan, biraz da kadının zıplayıp zıplayıp beni savurmasından, ama esas
iğnelerin zorundan, zıpzıp zıpladıkça dans edermişim de haberim yok. Kadını yerden
yere çala çala, ken-üm de düşe yuvarlana dans kiralı olup çıktım.
Tebrik edenlerden bir kadın,
— Dans stiliniz çok orijinal! diyor bana.
A hanımefendi, senin de altına bir avuç iğne batırsam, bak stilin nasıl orijinalleşir! Ama
denilmiyor ki... Dans ettiğim karı hâlâ ayrılmıyor benden, bedenime sanki marangoz
tutkalı ile yapışmış bir belâ... Ben kadınla tepişirken kan ter içinde kalmışım. Kadın hâlâ
elime yapışmış, bırakmaz. Yakamı kurtarırım, paçama yapışır. Sinek kâğıdı gibi. Bir
elimden silkelendikçe, bileğime yapışıyor. Baktım yapışkanın elinden canımı
kurtaramıyaca-
137
ğım, «Hanımefendi vicdanınıza hitap ediyorum. İnsaniyet namına yakamı paçamı
bırakın!» diye yalvarmaya başladım. Kadında vicdan nerde? Kıkır kıkır gülüyor. İşte o
zaman «Sizinle bir Rock'n Roll daha yapmak mecburiyetinde kalırsam, namussuzum sizi
boğar parçalarım. Allahını, peygamberini seversen, beni kaatil edip elimi kana bulama.
Gençliğime acı!» diye bağırdım. Bunun üzerine etrafımızı çevirenler birbirlerine «Aman
ne espritüel genç, değil mi?» demezler mi! Onlar da «Çok şeker bir delikanlı» gibi
lâflar edince cinlerim başıma toplandı. Benimle açıkça alay ediyorlar. Şeytan diyor ki,
yaradana sığın «Ya Allah!» diyerek kadına bir tokat çarp, feleğini şa-şırsın. Haydi, yine
burası yüksek sosyetedir deyip kendimi tutuyorum. Kendikendime «Uyma kör şeytana»
diyorum.
Bana verilen dans kralı kupasını kadının eline tutuşturup yürüdümse de, yine kolumdan
çık-.madı.
Kadını dans diye o kadar tepip tekmeledim de, bana mısın demiyor, vız geldi. Öyle bir
kadın ki, beş posta daha dövsen <çHay ellerin dört görmesin!» diyecek. <
Sonradan Kenan söyledi, meğer kadın dayak hastasıymış. Ne hastalıklar var şu
dünyada. Günde üç öğün dayak yemezse sinirleri bozulurmuş. E zavallı, önüne gelen
erkeğe de, «Bana dayak at, ne olursun!..» diyemediğinden, işte böyle dans numarasına
getirip, tepişip tekmelenerek kurdunu döküyor, rahatlıyormuş.
Kimmiş bu kadın, anladınız mı; hani size Müzayede hanım demiştim ya, işte o kadın...
138
' Bir gece işret meclisinde ben bu macerayı Ha san Köselek Bey'e anlatmıştım. Meğer
Hasan Kö selek Bey o kadını çok yakından tanırmış. O bii zamanlar milletvekiliydi ya,
Yüksek Kulüp'te üyeymiş galiba, Müzayede Hanım'ı işte o zamandan tanırmış. Hatta,
o köşk eskiden Müzayede Ha-nım'ınmış da sonradan satmış. Satmış ama, kadın öyle
zenginmiş ki... Yani kocası... O köşk gibi istese, on köşk yaptırırmış.
Ben Müzayede Hanım'ın kocasını da tanıdım.
Yaaa, Hasan Köselek Bey sizden iyi olmasın, çok iyi insandır. Ben onun çok iyiliğini
görmü-şümdür. Sıkışık zamanlarda elimden tuttu, neme-lâzım... Onun hatırı büyüktür,
kıramam...
Kuzuuum, size neye lâzımdı bu hikâye?.. Yoksa muharrir falan mısınız?.. Siz de o kadını
arıyorsunuz!.. Hasan Köselek Bey bilmiyormuymuş nerede olduğunu?
Kocası mı? O gece tanıştırdı beni kocasıyla da...
Sonra efendim... Müzayede Hanım koluma girdi, abanır da abanır, beni iyice duvara
sıkıştırdı. Kulağımın dibinde minimini mınldanarak beni bir yere sürüklüyor. Bende
derman kalmamış ki, ağzımı açıp da bişeyler konuşayım. Merdivenden iniyoruz.
Bir de baktım, Kenan, kolunda kıpkırmızı suratlı, tombalak bir kadın, geliyor. Beni,
Müzayede'-nin kolunda görünce güldü, sağ elinin baş parmağını birleştirip «iyi!»
anlamında sallayarak bana bir de göz kırptı. Yanımdan geçerken de,
— İşin iş!... diye fısıldadı.
Pavyona indik, localardan birine girdik. Loca dediğim yer, kafes çıtalarıyla bölünmüş,
çıtalar
139
arasında da yapma sarmaşık dallan dolanıyor. Duvarı da ağaç kabuklanyla, yongalanyla
küfe gibi örmüşler. Alçak tavandan hasırlar ve kuru ot sapları sarkıyor. Burasını,
sevişmek için samanlığa benzetmişler ki, iki gönül bîr olsun da samanlık seyran olsun.
Müzayede, masa lâmbasının düğmesine basınca, o samanlık kırmızı ışıkla ışıdı. Bu
kırmızı ışıkla Müzayede'nin içinde ışıldayan akduru teni daha bir belli oldu. Yüzü penbe
penbe yaldızlandı.
Onca itişip kakıştık da, kadını daha yeni yeni seçebiliyorum. Gayet güzel bir kadın...
Otuzunda var, yok... Açık kırmızı boyalı dudakları, dişlerini daha parlak beyaz
gösteriyor.
Yanyana oturuyorduk, öyle sokulmuştuk ki birbirimize, sağ dirseğim sıcak bir
yumuşaklık içinde gömülüp erimiş gibi sanki... Garsona cin-soda söyledi.
— Niçin böyle rahatsız oturuyorsun, bir sıkıntın mı var? dedi.
Sıkıntım olmaz mi? İğneler hâlâ altıma batıp duruyor. Kadının elinden kurtulamadım ki,
bir toparlanıp da kendime çekidüzen vereyim.
— Diken üstünde gibisin... dedi.
— Hayır, iyiyim... dedim.
— Öyleyse çok utangaçsın... Bayılırım utangaç delikanlılara... Kocam görse seni çok
beğenir... dedi.
— Kocanız mı? dedim.
— Bırak şu sizi bizi... Resmiyet perdesi kalksın artık aramızdan... Kocam ya... Yukarda
danstan sonra seni ilk tebrik eden oydu... dedi.
Kadınm göğsüne gömülmüş dirseğimi çekip,
— Ya gelirse buraya? dedim. Umursamadan,
140
— Gelsiiin... dedi, ama gelmez ki... Şimdi yukarda ya dans ediyordur yada kumardadır...
Beni çok ihmal eder... Aaaah... Çok dertli bir kadınım ben...
Gözlerini yumup öyle anlatıyor, sonra açıyor gözlerini... Bakışlan bir dudaklarımda, bir
gözlerimde... Projektör gibi tarıyor bakışları...
Hayatı bir romanmış... Kocası bugünlerde yine ihmal ediyormuş O'nu. Meselâ bu gece
O'nun-la bir kere bile dans etmemiş. Gözü hep başka ka-dınlardaymış.
— Gözlerinden, belli, sen iyi kalpli bir delikanlısın... dedi.
İstersem O'na dünyanın en büyük iyiliğini ya-pabilirmişim... Yoksa yuvası yıkılacakmış
bugünlerde... Yardım elimi uzatmalıymışım bu zavallı bahtsız kadına. Ağlıyordu.
Ağlarken daha da sokulmuştu bana, sanki vücudunda hiç kemik yok, öyle yumuşak,
kaygan bişey... Göğsüme başını dayadı :
— Saadetimi kurtar ne olur... Kocam bana dönsün... Bu da senin elinde, yuva yapmak
sevaptır... Bu yuvayı yıkılmaktan sen kurtarabilirsin...
Ne diyor kadın, hiç anlamıyorum ki... Ben sarhoşum ama, o benden de sarhoş... Sonunda
kızdı da,
— Evliyim diyorum sana, anlamıyor musun? dedi.
— Anladım, dedim.
— Çocuğum da olmuyor, anladın mı şimdi? O dertten de kurtuldum.
Anladım diyorum ama, anlamıyormuşum. Kadın bana yeşil lâmbayı yakıp başka işaret
veriyormuş, ne bilirim ben?
141
Kocası O'nu öyle her erkekle kıskanmıyor-muş ki... Kendinden üstün biri olmalıymış ki,
genç, yakışıklı, meselâ benim gibi, ancak o zaman kıskanırmış.
Artık alışmış kocası. Bir de üstelik «Tuuu midene! Öyle sümsük, sünepe bir herifle...
Yazıklar olsun zevksiz kan...» diye kadına hakaret ediyormuş. Halbuki beni kıskanır,
kıskanınca da yuvasına dönermiş... Bu fedakârlığa katlanırsaymışım, o da bu iyiliğin
altında kalmazmış...
— Yapamam ki...
— Bişey yapmıyacaksın... İnsaniyet namına senden yardım rica ediyorum.
Ağlıyordu.
¦— Zaten ben hayatta yalnız bir kadınım... Kimse anlamıyor beni. Ruhumu anlayan yok...
Gördün ya, her şeyi anlattım sana, beni herkes bilir. İstediğine sor, içim dışım birdir,
hiç gizlim kapaklım yok...
Yarıdan çok çıplak, .bişey giymemiş ki üstüne, gizlisi kapaklısı olsun...
Aradan zaman geçtikden sonra düşünüyorum da, ben o zaman ya çok doymuşum yada
çok sarhoş olmuşum. Çünkü kadına durmadan,
—t Bana müsaade edin, ben gideyim... Ben yaralıyım... deyip duruyordum. Ben.
«Yaralıyım» dedikçe o da bana,
— Ben de yaralıyım, kalbimden yaralıyım... deyip duruyor.
— Benim yaralarım başka yerimden... Bildiğiniz gibi değil. Yaralanmışım diyorum size...
— Bilirim, gönül yarasını bilirim...
— Gönül yarası değil canım, benimkisi başka... İğne yarası...
142
Sonunda ben buna, buraya neden, nasıl geldiğimi anlattım. Bir arkadaşımın bana iş
bulmak için beni buraya getirdiğini öğrenince,
— Hah tamam, dedi, iyi ya işte... Sen beni biliyorsun değil mi?
— Yooo...
— Aa sahi mi?
Gazetelerde hergün ismi geçermiş, dedikodu sütunları O'nun maceralarıyla doluymuş...
— Bu gazetecilerin hiç mi işleri yok, dolamışlar dillerine beni... Demek duymadın hiç?
Daha bugünkü gazeteler yazıyordu: «Şoförünü hizmetçisinden kıskanan kadın...»
diye... Aaaa, tabii kıskanırım, şoför bu... Ama gazeteler başka türlü yormuşlar, ne
olacak içleri fesat... Bu zamanda iyi bir şoför bulmak kolay mı? Doğru doğru dosdoğru,
kocamdan geçerim, şoförümden geçemem...
Koca çoookmuş, elini sallasa ellisi, ama şoför nerde... Hern O'nun şoförünün gördüğü
işi, başka on şoför göremezmiş. Daha bugüne kadar hiçbir kaza yapmamış. Yalnız bir
kaza çıkmış elinden, o da işte bu hizmetçiyle olan... Onda da şoförün günahı yokmuş,
hizmetçi çıkarmış baştan... Bunun üzerine o da hizmetçiyi bigüzel" dövmüş... Hizmetçi
de karakola gidip «Hanım, şoförünü benden kıskanıp dövdü beni...» diye şikâyet etmiş.
Gazeteler de dillerine dolamışlar... Beni çok beğenmiş, şoförü olur muymuşum? V
— Ehliyetim yok ki... dedim.
— Hadi hadi, tevazu gösterme... Ben bir erkeğin suratına "bir bakışta anlarım ehliyeti
olup olmadığını.
143
— Vallahi yok...
— Seni yalancı seni...
— Hanımefendi, ben şoförlük bilmem... Araba kullanamam...
— Bana araba kullanan değil, sağlam karakterli bir erkek lâzım. Senin karakterini çok
beğendim...
Yalnız benim için eski şoförünü işten çıkanr-mış. Bu yaz arabayla Avrupa'ya
gidecekmiş, benim karakterime ihtiyacı varmış. Arabayı da başka bir sahici şoför
kullanırmış.
Çok adam denemiş şimdiye kadar... Sağlam karakterliyiz, diye geliyorlarmış, ama çürük
çıkıyormuş karakterleri... Çok memnun kalacakmı-şım, beni her bakımdan tatmin
edecekmiş...
— Osmaaaan, Osmaaan! diye birine seslendi. Sonra bana,
— İşte kocam! dedi.
— Aman ben kalkayım... diye telâşlandım.
— Niye? Tanıştırmak için çağırıyorum. Barda içmekte olan bir adam, elinde viski
bardağıyla yanımıza geldi:
— Osman, bak yeni şoförümüze... Ayağa kalktım, el sıkıştık...
Yerime' otururken, yine bir-iki iğne battı altıma. Çaktırmadan, pantolondan içeri elimi
sokup iğneleri çıkarmaya çalışıyordum. Batan iğnelerin acısından suratımı
buruşturuyorum. Osman Böy bu suratımı beğendi.
— Çok mahcup bir delikanlı... dedi karısına.
— Yaaa... Kocam sıyrık şoförlerden hoşlanmaz da... Zevkimi beğendin mi Osman'çığım,
seçerken seni düşündüm. Biliyordum beğeneceğini...
144
Kocası da ona,
— Siz aranızda anlaştınız ya, benim için mesele yok... dedi.
Sonra üçümüz birden yukarı çıktık. Tepinmekten her yanım hamlamış, iğnelerden,
sünnet çocukları gibi apışımı aça aça yürüyorum. Nasıl kur-tulsam da gitsem buradan
diye düşünüyorum. Müsaadelerini rica ettim. Müzayede, kocasına, bana kartını
vermesini söyledi. Kartını veren adam da,
— Yarın bekliyorum... dedi.
Burdan Kenan'la gideceğiz sanıyordum. O koca köşkün birkaç kere altını üstüne
getirdim, Kenan yok... Birkaç liram vardı ama, barda iki-üç kadeh içtim ya, paralar
bitti... Cebimde biraz bozuk para kalmış. Önce bahçeye çıkıp sık ağaçların arasına
girdim. Pantolonu sıyırıp bütün iğneleri çıkardım. İğneleri çıkarınca, koca pantolon
içinde, bayramda eski elbise giydirilmiş yetim çocuklara döndüm. Gün de ağarmış...
Düştüm yollara... Cebimde ancak vapur parası var. Herkes bana bakıp bakıp gülüyor...
Halim gülünmiyecek .gibi değil ki... Sabahın köründe, smokinli bir adam yalpalaya
yâlpalaya yollara düşmüş... Smokin üstümden kaçıyor, savaş dönüşü cepheden gelen
yaralı askerlere dönmüşüm.
Şoförlük mü? Ne şoförlüğü canım... Eve gidince o gün yataktan kalkamadım. Ertesi gün
Kenan'a gidip olup bitenleri anlattım.
— Ben sana söylemedim mi, dedi, sen orda nasıl olsa bir iş bulursun diye... Devlet
dairelerinden iyidir, hiçbir işsizi boynu bükük çevirmezler. Senelerden beri benim
geçimim bu yoldan...
— İyi ama ben şoförlük bilmem ki... dedim.
145
İş, benim bildiğim gibi değilmiş... Kenan'ın dediğine göre, Müzayede Hanım
dedikodudan çok korktuğu, çekindiği için, evine girip çıkan her erkeğin resmen bir işi
olsun istermiş. Çekemiyen-ler dedikodu çıkarırsa «Altyam bir şoför parçası, eve de
girer, odaya da... Kala kala ben bir şoför parçasma mı kaldım?» diye dedikoduculann
ağzını tıkarmış. Müzayede Hanım o kadar iyi kalpli bir kadmmış ki, yanma şoför diye
aldığı delikanlılardan çoğunu üniversitede okutup, doktor, mühendis, eczacı, dişçi
yapmış... Ama eli ekmek tutan delikanlılar, Müzayede'yi bırakır, savuşurmuş...
Kenan,
— O Müzayede Hanım var ya, dedi, Allah razı olsun ondan, tek başına Eğitim
Bakanlığının yapamadığı işleri yapar. Hükümet/gibi kadın dedikleri işte bu kadın...
— Ne gibi? diye sordum.
— Ne gibi olacak, Bakanlığın parasız okuttuğu yüksek öğrenim gençlerinden daha
çoğunu okutur, yetiştirir bu kadın... Memlekete büyük hizmeti vardır. Hükümet bir
insana parasız yüsek eğitim yaptırtsa, arkasından hemen «Mecburî hizmet» ister.
Müzayede Hanım yetiştirdiği, okutup meslek sahibi yaptığı gençlerden mecburî hizmet
de istemez. Neden istemez? Çünkü o iş, olursa gönüllü olur, metazori olmaz,
mecburiyet yok, anladın mı? Müzayede Hanım gibi daha onbeş yirmi kadın olsa,
memlekette yüksek öğrenim yapmamış delikanlı kalmaz.
— İyi ama Kenan, beri) şoförlük bilmem birader... dedim.
Ne lâf anlamaz adammışım... Hani devlet da-
146
irelerinde birkaç yerin kadrosunda, meselâ çöpçü diye, kapıcı diye, bahçıvan falan
diye, şoför diye kadroya geçmiş adamlar vardır; ne çöpçülük ederler, ne kapıcılık, ne
de bahçıvanlık... Ama her aybaşı resmî daireye gidip, maaşlarını alırlar. İşte bu iş de
böyle... Ben Müzayede Hanım'ın kadrosunda şoför olarak gösterileceğim elâleme karşı,
ama şoförlük etmiyeceğim, işim başka olacak...
Ben, yoksulluk yüzünden okuyamadığım, liseyi bile bitiremediğim için bu iş benim
aklıma yattı.
— Öyleyse ben hemen gideyim... dedim. Kenan,
— Neee, diye bağırdı, sen o gece birlikte gitmedin mi O'nunla? Ohooo, iş kaçmıştır
kardeşim. Kadın sana teklif eder etmez, sen hemen he diyecektin. Müzayede Hanım,
çoktan şoför bulmuştur kendine. O kadm şoförsüz duramaz, bulmuştur birini...
Memlekette bu kadar çok yüksek öğrenim yapmak isteyen yoksul genç var kardeşim...
Sen hemen o gece gidecektin onlarla...
— Nasıl giderdim yahu... Altım bütün iğne yarasıydı, kan içinde kalmışım.
Yürüyemiyordum ki... O vaziyette olmaz ki...
— Git bakalım, hiç zannetmem ama, inşallah şansın vardır da, şoförlük kadrosu
açıktır...
Müzayede Hanım'la kocasının verdikleri adrese gittim. Aman beyim aman... Öyle bir ev
ki, küçük bir saray... Müzayede Hanım'ın huzuruna çıkmak için kaç kişinin önünden
geçtim, hepsinden izm ala ala...
Beni salona buyur ettiler. Müzayede Hanım'la kocası da salonda. Fakat, o benim dört
gece önce gördüğüm kadın değil kat'iyyen... Tamamen
•¦¦¦**..
değişmiş, bambaşka bir kadın... Sanki burası, bir İngiliz lordunun malikânesi... İkisinin
de ellerini sıktım.
Kocası gayet soğuk, gayet kibar,
— Buyrün efendim, bir isteğiniz mi var? dedi.
Ayaktayım. Otur bile demediler. Ne diyeceğimi şaşırdım. Tuh, nerden geldim buraya?
— Hanımefendi beni şoför alacaktı da... diye kekeledim.
«Söz, karar senin!» demek ister gibi karısına eliyle bir işaret yaptı. Müzayede Hanım,
— Aldık efendim, dedi, dün bir şoför aldık...
Yahu, kadın genel müdür gibi konuşuyor. Allah Allah... Dört gece önce başını göğsüme
dayayıp da ağlayan, «Aman yuvamı kurtar, bana iyilik et» diye yalvaran bu kadın değil
miydi?
Ne diyeceğimi şaşırdım. Yer yarılsa da yerin dibine girsem... Efendim, bu yüksek
sosyete insanları bir başka oluyor, bir zamanlan bir zamanlarına uymuyor. Sanki perde
altında karakucak güreştiğimiz kadın bu değil...
Herhalde beni tanımadılar diye,
— Hanımefendi, dedim, benim karakterimi beğenmiştiniz... Galiba şimdi beni
hatırlayamadı-nız...
Müzayede Hanım soğuk bir yüzle,
— Hatırladım efendim... dedi.
Bu kadın, o kadın değil... Yoksa ben mi şaşırdım?
Öyle bozuldum ki, dönüp gidemiyorum da bi-türlü... İnsan bu halde ne halt edeceğini
şaşırıyor. Ben bu sefer,
— Bendeniz, dedim, maalesef tahsilimi ta-
148
mamlıyamamış bir vatan evlâdıyım. Bir yardımınız dokunabilir Hanımefendi. Her
hususta bana itimat edebilirsiniz. Sayenizde ben de yetişir,' vatanıma, milletime
faydalı bir insan olurum.
Kocası çeyrek dudak kıvnlışıyla alaylı alaylı gülerek,
— Lütfen şoförümüze isminizi, adresinizi kaydettirin. Bir ihtiyacımız olunca, biz
size mektupla bildiririz efendim... Dedikten sonra, çenesini kaldırıp burnuyla kapıyı
gösterdi. Tabiî hemen dönüp gitmek var ya, ben iyice bozulmuş ve şaşırmıştım, bir de
üstelik salondan çıkınca şoförü aramaz mıyım? Buldum, affedersiniz, sümük gibi de bir
oğlan...
— Hanımefendi'nin yeni şoförü siz misiniz? dedim.
— Evet... dedi.
— Adresimi yazmanızı emrettiler...
— Dışarda Dursun Efendi vardır. O'nu bulun, o yazar... dedi.
— Şoför ehliyetiniz var mı sizin? diye sordum.
— Yok ama, alacağım yakında... dedi. Hepsinin Allah belâsını versin... Bir çıktım ki
ordan, hiç sormayın...
Başımdan geçen bu eski vak'ayı, ben bir tarihte Hasan Köselek'e anlatmıştım da, o da
tanıyormuş; «O kadının asıl adı Müzayede Hanım değil, Betül'dür, ona adıyla sanıyla
Tatlı Betüş derler» demişti. Yıllar geçti, bir daha da ne gördüm, ne de hakkında bişey
duydum. Bildiğim bu kadar... Hasan Bey'i görecek misiniz? Çok iyi. Lütfen selâmlarımı
ve hürmetlerimi söyleyin. Hasan Bey daha iyi bilir, anlatmıştı bana... Hayır cemiyetleri
men-
149
faatine, nasıl dudaklarını ve yanaklarını... duydunuz demek... Peki efendim... Gülegüle...
Hasan Bey'e hürmetler ederim...
SON DERECEDE ENTELLEKTUEL BİR KADIN
Size yanlış söylemişler. Ben şöyle böyle tanırım... Evet, hakkında çok şeyler duydum
ama, yakından tanımam, o kadar iyi bilmem... Yalnız bir gece görebildim Betül Hanım'ı...
O gece de evi o kadar kalabalıktı ki, fazla bişey de konuşamadık...
Efendim? Ne biliyorsam, sizi ilgilendiriyor, öyle mi? Ne bakımdan ilgileniyorsunuz
acaba, sorabilir miyim? Yoksa siz de mi şairsiniz? Öyle bile olsa, Betül Hanım şimdi
herhalde yaşlanmıştır. Peki, kendisini bulsanıza... Siz de. O'nu arıyorsunuz demek...
Niçin? Akrabanız oluyor... Hıımmm... Halanız mı? Yaaa...
- Bilmiyorum, hiçbişey bilmiyorum... Başkalarından duydum efendim, dedikodu... Hem
sonra seneler geçti...
Halanızı tanıdığımı size kim söyledi? Sedat Bey mi? Acaba-hangi Sedat Bey? Nasıl?
Baygın Sedat mı? Hımmm... Bizim Sedat... Şimdi nerde Sedat? Yaaa... Ben O'nu
Avrupa'da biyerlerde sanıyordum. Öyleyse Sedat Bey kendisi neden anlatmadı da,
bana gönderdi sizi? Sedat daha iyi tanır, kocasıydı... Hasta demek, yaa... Çok mu
hasta? Eee,-tabii... 0 benden çok yaşlıdır. Ben daha lisede öğrenciyken, o koskoca
adamdı. Hatta sanat dergilerine tenkitler yazardı. Ben de o vesileyle tanımıştım
kendisini.
Ben o zamanlar şiir de yazardım. Bakmayın, şimdi burda otomobil acentalığı yaptığıma.
Şimdi-
150
ki işimle bir münasebeti ydk ama, maalesef o zamanlar bir nebze şairliğimiz de vardı...
Hahhah-hah... Hiç şairlik halim yok, değil mi! Siz görünüşüme bakmayın, çok hassas bir
kalbim vardır, kendimi methetmek gibi olmasın ama, iyi şiirler yazardım o zamanlar...
Arasıra şimdiki şiirlere bakıyorum da yani, bunlara şiir demeye bin tane şahit ister;
şiiri de rezil ettiler. Vaktim olsa yine şiir yazmak isterim ama, nerdeee, işten güçten
başımı alamıyorum ki...
Gençliğimde bir miktar şiir yazdım ama, tabii isteyerek olmadı... Mecbur kaldım da
ondan şair oldum. Kat'iyyen içimden gelerek değil... Efendim, annem üveği idi. Lisenin
onuncu» sınıfında da çakmıştım. Yaşım da ilerlemiş, olmuş yirmiiki... Evde huzur yok...
Babamla aramız açık... Üstelik yoksuluz da... Bütün bunlar yetmezmiş gibi, bir de hasta
oldum, çok zayıf düştüm. Verem olduğumu sanıyordum. Verem olmamışım ama bana
öyle geliyordu. E bu durumda bir genç, şair olmaz da ne yapar? Şairlik için bütün
şartlar vardı. Ben de mecbur oldum şiir yazmaya. Çok güzel şiirler yazıyordum vallahi...
İnanmazsınız ama, çok beğenilirdi şiirlerim... Çok hassastım o zamanlar, yine de
hassasımdır ya... Hiç göründüğüm gibi değilimdir. Yolda giderken dilenen bir çocuk
görsem, hiç dayanamam, görmemek için ya başımı çeviririm ya .yolumu değiştiririm...
Malûm ya, her işin bir piyasası vardır. Meselâ şimdi ben, otomobil acentalığı, yedek
parçacılık yapıyorum, değil mi, işin piyasasının içine girmezsem, bu işi yürütemem. Yani
şimdi gitsem Çiçek-pazan'na diyelim, orda bu iş yürümez... Tabii şairlik de böyle... Ben
o zaman kendi kendime şiirleı
151
yazıyorum ama, şiir piyasasına girmeyince şair olunmaz ki... Neyse, ne demişler hani,
arayan mevlâsını da bulur, belâsını da... Ben de araya araya şiir piyasasının içine
düştüm. Evet, her işin ayrı bir piyasası var. Şair takımının, muharrir filân kısmının da
oturdukları kahveler, pastaneler, buluştukları yerler, meyhaneler ayrı... Ben de düştüm
bunların aralarına. Hatta bu vesileyle mecmualarda birkaç şiirim de çıkmıştı.
İşte o günlerde bizim sanatçı çevrelerinde bir «Bayan Entellektüel» lâfıdır gidiyor.
Kim bu bayan Entellektüel? Betül Hanım adında bir kadın-mış... Piyasanın ne kadar genç
şairi, .gazetecisi, muharriri varsa, hepsi tanıyor Bayan Entellektü-el'i... Benim bir iyi
huyum vardır, —Huyumu seveyim — bilmediğim bir söz geçti mi bir yerde, hiç
bilmiyormuşum gibi davranmam, sanki ben de bi-liyormuşum gibi yaparım. Ama lâfa da
pek karışmam... Çünkü, insan herkesin bildiğini- bilmezse avanak sayılır, bilmez de
bilirmiş gibi lâfa karışırsa bozum olur... Sonra sonra konuşula konuşula, o bilmediğin
meselenin ne olduğunu ondan bundan duya duya öğrenirim. İşte Betül Hanimin da kim
olduğunu böyle öğrendim.
Bu Betül Hanım, herkesin ağızbirliği ettiğine göre «Son derecede entellektüel» bir
kadmmış. Öyle ki Türkiye'de O'nun üstüne entelektüellikte başka bir kâdifiryokmuş.
Fransa'da, İngiltere'de, Almanya'da filân onsekizinci, ondokuzuncu yüzyıllarda ve
şimdiki zamanda böyle birtakım entellektüel kadınlar varmış. Bu zengin entellektüel
hanımların salonlarında o memleketin bütün namlı şair vesair takımı toplanırmış. Dur
bakayım,
152
neydi... Hah, Madam Lambert'in salonu mu, ne varmış. Bir de Core San varmış. Ama bu
Betül Hanım*, bizim memlekette bu türlü entellektüel kadınların ilk nümunesiymiş.
Anlayabildiğime göre, son derecede entellektüel bir kadın olmak öyle kolay bir iş değil.
Çünkü, bir kere çok zengin olacak ki, evinde haftanın bir günü memleketin bütün
meşhur siması, elit tabakası, şairleri, mairleri, ressamları, messamla-rı, muharrirleri
falan filân toplansınlar, yesinler, içsinler, konuşsunlar, tartışsınlar, kavga etsinler...
Betül Hanım'in evinde bu işe elverişli gayet geniş bir salon varmış. Oraya «Çarşamba
Salonu» denirmiş, her çarşamba orda toplanılırmış.
Yine konuşmalardan anladığıma göre, Betül Hanım'm salonuna girip çıkmayanlar
kat'iyyen sanatkâr sayılmıyorlar. Piyasasına girdiğim halde neden beni şair
saymadıklarını işte o zaman anladım. Betül Hanım'm Çarşamba Salonu'na girmeden şair
olmanın imkânı yok. Şair, muharrir, romancı filân olmak için bir kere oraya gidilecek.
Sen ne kadar şair olsan, parlak şiirler yazsan, ağzınla kuş tutup döktürsen, çok
kıymetli şiir kitapları çıkarsan, Betül Hanım'ın salonuna girmedikçe şairliğin tescil
olunmuyor. Hani Ticaret Odası'n-da kaydı olmayan bir tüccar, nasıl muteber bir tüccar
olamaz, bankalarca imzası tanınmaz, ticarî kredisi olmazsa, şairler için de Betül
Hanım'm Çarşamba Salonu öyle...
Gelgelelim, Bayan Entellektüel'in Çarşamba Salonu'na girmek kolay değil... Gayetle zor
bir iş... Bir şair önce birçok basamaklardan geçecek, azbuçuk tanınacak, şair diye
şiirlerinden bahsetti-
153
recek, bişeyler, bişeyler, bişeyler yapacak ki, ancak ondan sonra Betül Hanım'ın
.Çarşamba Salo-nu'na kabul edilme hakkını elde edebilsin de gerçek şairliği onaylayıp
anlaşılsın.
Ben bunlan öğrenince nasıl edip de şu salona girsem diye derin derin düşünmeye
başladım. Yalnız ben değilim ha, daha birçok insan, Bayan En-tellektüel'in salonuna
girmek için uğraşıp duruyor.
Bu. salon akademi filân gibi bir yermiş. Çok ünlü politikacılar falan da geliyormuş, yani
gelmeye can atarlarmış ya, içlerinde ancak sanatsever olanlar lütfen kabul olunurmuş.
Ben artık bir polis hafiyesine döndüm. Betül Hanım'ı tanıyan arkadaşlara hep O'nu
sorup hakkında bişeyler öğrenmeye, bilgi toplamaya çalışıyorum. Bu kadar ilgilenmemin
sebebi de, duyduğuma göre, Bayan Entellektüel fakir fukara olan şairlerin elinden
tutar, onları adam edermiş. Yani hem adam olmak, hem de şairler arasına girmek için,
Betül Hanım'la tanışmaktan başka çare yok. Edebiyat tarihine giden yol, Bayan
Entellektüel'in salonundan geçiyor. Salonun devamlıları var ki, onlar artık üstad.
Bayan Entellektüel bir sanat eksperi, o bir kere bir şiire «Güzel!» dedi mi, tamam, o
şiir güzel... «Şaheser!» dedi mi, şaheser.:. Yeter ki o kadın damgasını vursun...
\ Bayan Entellektüel için birbirini tutmaz şeyler söyleniyor. Meselâ, sizi bana
gönderen Baygın Sedat var ya, eski kocası olduğu için iyi biliyor, O'nun söylediğine
göre, bu kadının eskiden şiirle, edebiyatla, sanatla manatla hiçbir ilgisi, alış-veri-şi
yokmuş. Şimdiki kocası da çok zengin... Rahat
154
rahat yaşayıp giderken, bir genç şair, zavallı kadıncağızı bu hastalığa alıştırmış.
Alıştırmış diyorum, bu söz tam yerindedir. Sanattan anlıyabil-mek için, ona yavaş
yavaş alışmak gerekir. Tipkı cıgaraya filân olduğu gibi... Gençliğimde başımdan geçtiği
için bilirim, Allah göstermesin bir kere de bu şairliğe alıştın mıydı, alkoliklikten,
kumarbazlıktan beterdir ve kurtulması daha zordur. Ama ne yapacaksın ki, kızamık
gibi, suçiçeği gibi, boğmaca filân gibi, bu şairlik hastalığı da her gencin başına gelir.
İhtilâta meydan vermeden kurtulursa ne iyi, yoksa yandı...
Betül Hanım'a da şairlik, sanatseverlik hastalığı sonradan bulaşmış. Önceleri şiirle
miirle hiçbir ilgisi yokmuş. Hatta şiirden hiç hoşlanmazmış. Sonra günün birinde kadın
değişiveriyor. Kocasına «Senin ruhun kaba... Sen benini ruhumdan anlamıyorsun. Ben
seninle yapamam!» demeye başlıyor. Bunu o kadar çok söylüyor ki, adam da kendi
ruhunun kabalığından şüpheye düşüp «Ruhumun kabalığını nerden anladın?» diye
soruyor. Betül Hanım da, «Senin hayatında şiir yok...» diyor. Kocası meraka düşüyor,
bunca zamandır ruhunun kabalığından hiç şikâyet etmeyen karısına birden acaba ne
oldu? Bir de tahkikata girişiyor ki, mesele başka... Bir genç şair varmış, bir toplantıda
Betül Hanım'la tanışmış, orası da böyle danslı filân bir yermiş. Betül Hanım'ı dansa
kaldırmış. Dans ederlerken, oğlan başlamış kadının kulağının dibinde minimini
mırıldanarak şiirler okumaya. Kulağının dibinde mırıldanan şaire birkaç kere «Rica
ederim kesin şu mırıltıyı!» filân diyorsa da oğlanın aldırdığı yok. Hatta diyorlar ki,
Betül Hanım o kadar sinirlenmiş ki, birara kendinden ge-
155
i!:
l!I !
çip, terbiyesini bile bozarak «Kulağımın dibinde mırıldanıp durma ulan!» diye de
bağırmış. Ama oğlan yüzsüz, yine mırıldanır dururmuş. Betül Hanım, oğlanın kolundan
sıyrılıp bırakıyor dansı, oturuyor yerine. Oğlan bırakmıyor ki peşini, yanma oturuyor,
durmadan şiirler okuyor. Kadın kaçıyor, oğlan arkasından... Yani Betül Hanım'a iyice
balta olmuş... O günden sonra Betül Hanım'm peşini hiç bırakmamış. Kadını bir köşeye
kıstırdı mı, ağzını kulağına yanaştırır, başlanmış şiir okumaya... Oğlan sonra
arkadaşlarına itiraf etmiş ki:
— Ne yapayım, başka hiçbir çarem yoktu. Betül Hanım'ı ilk gördüğüm gecenin sabahı
intihara karar vermiştim. İntihardan vazgeçtim. Kendi-kendime, ne diye ölecekmişim,
yaşamalıyım... dedim. Yaşamak için de ilk çıkan fırsatı yakalamaya karar verdim.
Betül Hanım, kulağını bitürlü o şairin ağzından kurtaramıyormuş. Hattâ bir keresinde
artık dayanamamış da,
— Yeter ulan namussuz, beni serseme çevirdin. Sus, çenen tutulsun! diye bağırarak
oğlanın kafasına, içinde dondurma dolu bardağı indirmiş. Oğlanın başı yarılmış,
yüzünden aşağı kanlar aka aka, sanki hiçbişey olmamış gibi, yine kadının kulağına
eğilip :
— Alışacaksınız, alışacaksınız!... Bir kere alıştınız mı, artık şiirsiz yaşıyamıyacaksımz...
diyor, yine minimini şiirler okuyormuş. Betül Hanım şak diye düşüp bayılmış. Oğlan
iki dizi üstüne kadının yanına çöküp yine devam etmiş şiire. Betül Hanım gözünü açmış
ki, oğlan kulağının dibinde şiir mırıldanmıyor mu!
Kadın,
156
— Ayyy!... diye bir ses bırakıp yeniden bayılmış.
Sözün kısası ne yapmışsa başedememiş oğlanla, oğlanın şiirlerinden kurtulamamış. O
yüzden mapus gibi evin içine kapanmış. Bu sefer oğlan telefonu açar, telefonda şiirler
mmldanırmış. En sonunda beyim, işte böyle böyle, insan kendini nasıl zorlayarak, içe içe
günün birinde cıgara tiryakisi olur da, bir daha cıgarayı bırakmazsa, Betül Hanım da
şiire alışmamış mı!... Kadın, şiirsiz duramıyor, hem de şiir kulağına mırıldanılacak...
Başlamış bu sefer oğlanı aramaya, bunu bulunca da,
— Aman biraz şiir oku, ne olur... diye kulağını şairin ağzına dayamış.
Oğlan, kulağının dibinde şiir mınldanmazsa, Betül Hanım yerinde duramaz, sinir krizleri
geçi-rirmiş. Yatarmış oğlanın dizine,
—• Oku minimini!... demiş.
Zavallı Betül Hanım öyle bir hale gelmiş ki, şiirsiz bir dakika duramıyor. Gece uyurken
bile, birisi kulağının dibinde şiir mınldansın istiyor. Eroinman gibi bişey olmuş. Hani
nerdeyse, o şair oğlanla kırıştıracak. Fakat böyle bişey de yapmak istemiyor. Onun
istediği, kocası da şairleşsin de, kulağına şiirler mınldansın. O zaman oğlanı savacak
başından. İşte bunun için, kocasını tahrik edip de şairleştirsin diye, o sıralarda boyuna
kocasına, «Sen şiirden anlamıyorsun. On para etmezsin... İnsan dediğin şiirden
anlamalı...» diye söylenmeye başlamış. Yani Betül Hanım, oğlanı başından dehle-yip
namusunu kurtarmak istiyor. Bunun için de kocasının şiir yazması lâzım.
Efendim, bu kadın, benim anladığıma göre,
157
manen tatmin olmak istiyor. Kocası da iş adamı, manevî dalgalara vakti yok ki, ne
yapsın... Ben de iş adamıyım ama, bir zamanlar şiirle de uğraştığımdan, bu dalgalardan
anlarım. İşte şiirin hayatta faydası budur; benim manevî dalgalara da aklım erer.
Bana o eski şairlik günlerimin bugün için büyük faydası oldu. İnsan dediğin hayattan
ders almalı. Ben Betül Hanım'ın kocasının başına gelenlerden çok ders almışnndır. Aynı
şeylerin benim de başıma gelmemesi için, evlendikten sonra evime şair girmesini yasak
etmişimdir. Şair milleti bizim eve adımını atamaz. Çünkü kendi şairlik zamanımdan
bilirim, bu şair milleti, gördükleri güzel kadınlara hemen tutulurlar. Dünyadan aşkı
kaldır da bak, ilâç için bir tane bile şair kalmaz. Enayi kadınlar da bilmezler, o şiirleri
sahi zanneder, tav olurlar. Onun için beyim, bizim evin eşiğinden şair adımını atamaz.
Hatta Şair Fazlı sokağında çok güzel bir apartmanda dairem vardı. Sokağın adını
değiştirmek için çok uğraştım. De-ğiştirtemeyirice, sırf sokağın adı Şair Fazlı olduğu
için o güzelim apartmanımı yok bahasına satıp, Altınbakkal gibi adı güzel bir semte
taşındım.
Betül Hanım'ın zavallı kocası ne yapsın! Karısını de'iler gibi seviyor. Sırf karısı tatmin
olsun, sanat hevesini alsm diye, karısının keyfi için, o şair oğlana edebiyat mecmuası
çıkarttırıyor. Adam veriyor parayı... İşte o günlerde Betül Hanım'a yüksek sosyetede
«Bayan Entellektüel» denilmeye başlanıyor.
Adamcağız, o edebiyat mecmuası çıksın da, tek karısı mutlu olsun diye avuç dolusu
para döküyor ama, yine de Bayan Entellektüel'e yarana-
158
mıyor. Bayan Entellektüel, kocasına «Sen şiirden, anlamıyorsun, şiirden anlasaydm,
ruhumu da anlardın!» deyip duruyor. Zavallı adam mecbur oluyor işi şiire dökmeye.
Zordur beyim zor; bir iş adamının sonradan şairleşmesi çok zordur, başımda
olduğundan bilirim. Herif de karısını seviyor, ne yapsın, başlamış şiir dersi almaya.
Tanıyanların söylediğine göre, adam o hızla şiire devam etseymiş, yani az daha dişini
sıksaymış, bir zaman sonra büyük bir şair olup çıkacakmış.
Kocası şiir yazmayı öğrenmiş. Başarmış, ama yalnız şiir yazmakla şair olunmaz ki...
Öbür oğlan, saçından tırnağına kadar şairmiş. Bir kere iyice sıska, tabii açlıktan...
Darmadağınık saçları, yüzünü gözünü kapamış. Bakışları hülyalı ve derin, sebebi de
zavallı oğlan hep uykusuz, nerde akşam, orda sabah... Üstbaş dersen, perperişan, yani
mühmel dediklerinden; bir iyi elbisesi yok ki giysin zavallı... Sonra, gayetle dalgın. Nasıl
dalgın olmasın, oğlanda mecal kalmamış, zihni çalışmaz olmuş. Gözler, esrarkeşlerinki
gibi süzgün. Oğlanı bir ordu asker içine koysan, kim görse «İşte bu şairdir!» diye
tanır. Şairi bilenler, tanıyanlarla da konuştum. «Sülük gibi, sümük gibi, sümsük bir
oğlandı. İnsanın içinden, hemen suratına iki tokat atası geliyor, hem de elinin
tersiyle...» diyorlardı. Hatta kaç kişi konuşma sırasında birden oğlanın suratını
görünce,
— Aman bize az müsaade et, gidip şu oğlana iki tokat atıp geleyim... dermiş...
— Size bişey mi yaptı? diye de sorulunca,
— Yoo, tanımam bile, ama içimden tokat atmak geliyor... derlermiş. *"
159
Bayan Entellektüel'in kocası, ders alarak, meşk ederek, şiirde gündengüne ilerliyor
ama, kendini nasıl şairleştirsin, kolay mı? Herif namlı iş adamlarımızdan, koskoca
gövde, burnundan iki metre önde giden bir göbek, kat kat katmerli bir ense, çeneden
göğse sarmış bir gerdan... Böyle adamın şairleşmesi çok zor. Ama adam, karışma olan
aşkından herşeye katlanmış, gündengüne zayıflamış, çökmüş gözleri baygmlaşmış,
endamı incelmiş... Ama öbür yandan, şair oğlan var ya, o da edebiyat dergisi
çıkarıyorum diye adamın paracıklarını yiyip içtikçe, beslenip şiştikçe, damızlık koçlar
gibi olmuş. Derken derken, şair oğlan bir mükemmel iş adamı olmuş, iş adamı da şairleşeceğim
derken hastaneyi boylamış.
Şahsen kendim de bilirim, iş adamlığıyla şairlik birlikte yürümez. Şair oğlan, Bayan
Entellektüel'in sayesinde sayılı bir iş adamı olunca, şiire miire boşvermiş. Betül
Hanim'ın şanssızlığına bakın beyim... Kadın şiire alışmış, ille kulağının dibinde birisi şiir
mırıldanacak. Kocası istediği gibi şair olamıyor bitürlü. Şair oğlanı dersen, semirdik-çe
semirmiş, topçu kadanaları gibi olmuş. Bayan EntellektüeFe çırpı gibi, sümsük bir oğlan
lâzım... Başlıyor aranmaya. Onu ara, bunu ara derken, öyle bir hal alıyor ki, Bayan
"Entellektüel'in gözüne girip dünyalığını doğrultmak isteyen her delikanlı işi şiire
döküyor. Siz gençsiniz, o zamana yetişmediniz, bir zamanlar memlekette şair o kadar
artmıştı ki, her otobüs dolusu yolcunun yarısından çoğu şairdi. Bu şair bereketi ve şiir
mahsulünün artması hep Betül Hanım'm sayesinde olmuştur. Hatta ben bilirim, çok kişi
kendisine şair süsü vermek için makyaj yapar da öyle giderdi Bayan En-
160
tellektüel'in Çarşamba Salonu'na...
Çarşamba Salonu'na bir kerecik gidebildim. Benim zaten kısmetim yoktur. Beni oraya
götüren de Sedat Bey'dir, yani Betül Hanım'm eski kocası, sonraları aile dostu olan
Baygın Sedat... Nişantaşı'nda çok geniş bir apartman dairesiydi. Kapıdan girdik,
önümde Sedat, ilk gördüğü kadına yapıştı öptü, ikincisini de, üçüncüsünü de öptü,
boyuna öpüyor. Şimdi ben ne yapsam diye düşünüp dururken, Sedat'ın kollarından
kurtulan kadın bana yöneldi. Demek buranın âdeti budur diye ben de öptüm. Burda
öpüşmek «Merhaba» demek gibi bi-şey... İçeri geçtik. Sedat kimi kadının elini öpüyor,
arkadan da yanağını öpüyor. Ben de O'na uydum.
Salonda kadınlı erkekli belki otuz kişi vardı. Kimisi İngilizce, kimisi Fransızca, kimisi
de Almanca konuşuyordu. Arada tektük Türkçe konuşanlar da var... İçkiler gırla,
mezeler ganî... Ben nasıl etsem de Bayan Entellektüel'i bir punduna getirip kendimle
ilgilendirsem diye «Son derecede entellektüel kadımın arkasında dönüp duruyordum.
Bir tenhada yakalasam, hemen yanaşıp kulağının dibinde şiirlerimi mırıldanacağım.
Bitürlü bu fırsatı ele geçiremedim.
Bayan Entellektüel'i, orta yaşlı bir hanım sanıyordum, halbuki hangi güzellik
müsabakasına soksan birinci gelir, öyle taze ve güzel...
Benim bulunduğum gece salonda birkaç profesör, başyazar, politikacı, tiyatrocu falan
da vardı.
Peşinde koşa koşa sonunda kadını koridorun dibinde bir yerde sıkıştırdım. Ne olursa
olsun deyip
161
birden yanaştım, kulağının dibinde bir şiirimi okumaya başladım. Ben şiire başlar
başlamaz,
— Müsaade edin, çok sıkıştım... dedi. Hakikaten kadını çok sıkıştırmıştım. Ama
başka çare yok. Kadın yine,
— Anlamıyor musunuz, sıkıştım diyorum size... deyip fırladı, önündeki kapıyı açmasıyla
içeri daldı. Meğer kadının sil aşması başka bir sıkış maymış...
O gece bir daha da kadına sokulamadım, benim olduğum yerden kaçtı. Hoş ben
sonradan yine Allaha şükür bir iş adamı oldum ama, ne zorlukla. Halbuki o gece Bayan
Entellektüel'in himayesine girebilseydim, çok daha kolay yollardan şimdi büyük servet
sahibi olacaktım.
Bayan Entellektüel'in arkasını yine de bırakmazdım ya, biriki gün sonra Avrupa'ya
gitmiş. Bir daha da ne gördüm, ne de hakkında bişey duydum.
Demek Sedat çok hasta... Ağır, öyle mi? Bayan Entellektüel'i asıl o bilir, hasta
olmasaydı çok şeyler anlatırdı size. Nerden aklında kalmış da beni hatırlamış... Benim
otomobil yedek parçacılığı yaptığımı da biliyor, ha?
Siz şimdi halanızın nerde olduğunu, eski şairlere soracaksınız, onlar bilir belki,.. Eski
şairlerden hangisine, Bayan Entellektüel'i sorsanız, hepsi tanır.
Ben şiiri bırakah çok oldu. Ama güzel şiir yazardım. Çok rakik bir kalbim vardır. Gayet
has-sasımdır, bakmayın şimdi siz böyle göründüğüme. Dış görünüşümden belli olmaz
ama, kendimi methetmek gibi olmasın, şairliğim iyidir yani...
162
YÜKSEK SOSYETENİN ŞİFRELİ BAYANLARI
Kimi istedin? Efendim?... Nasıl? Aaaa... O iş için gelmedin mi? Öyleyse ne iş için geldin
aslanım? Ayol burası devlet dairesi değil... Peki, ne istiyorsun yani? Benimle mi
görüşmek? A-a!... Daha da neler!... Yavrum, sen aklını mı kaçırdın? Hadi işine... Evde bu
kadar körpe kız varken, gönlün, beni mi çekti aslanım? Anlaşıldı, sen kaşınıyorsun
tosunum! Hadi be, git işine! Çaylak! Bana bak, benimki gelirse vallahi seni... Alyanak
oğlan, git surdan, kafana iskarpini yemeden...
Delinin zoruna bak! Benimle ne görüşecek-mişsin! Vay sığırcık yavrusu!
Bizim evin adresini kimden aldın? Hah haah haaaah... Bak, salonda bu kadar kız var...
Paradan ne haber? Sen galiba İstanbul'a para yemeye gelmişsin! Yoksa moruğun
mangırlarını mı yürüttün? Yapmadın mı?
Ay hoşuma gitmeye başladın...
Ne dedin? Halanı mı arıyorsun? Bizde çalışan, kızlar işte burda... Ayol ben sana tekmil
mi vereceğim? Şuna da bak! Sen başka evde ara halanı alyanak!
Kimmiş senin halan? Betül mü? Hangi Betül? Nee?... Aaaa, sen Lokum Betül'ün yiğeni
misin? Sahi mi? Hay Allah iyiliğini versin... Deminden-beri söylesene oğlum...
Gel bakayım, benimle gel... Bu odada daha iyi konuşuruz, geç şuraya... Otur şöyle... Hay
Allah!,.. Demek Betüş senin halan oluyor? Peki nerde şimdi? Sen de onu mu arıyorsun?
Vahvahvah... Vah-vahvah... Vay Betüş'cüm vah!
163
Biz O'nunla görüşmiyeli hanidir... Hiç bilmiyorum... Ne içersin? Viski içer misin?
Konyak? İç, iç bir tane...
Sen benim ismimi hiç duymadın mı? Aaa, sahi mi! Ayol, gazetelerde de mi rastlamadın
adıma?
Neydik, ne olduk... Yooo, ben memnunum hayatımdan. Ama beni bu mesleğe sokan senin
halandır. Nasıl oldu, bak anlatayım da dinle. O zaman evliydim, daha dünyadan haberim
yok. Kocam da çok zengin bir tüccar, Aaaahh ah, ben çok talihsiz bir kadınım, Betüş'ü
çok severim, bana çok iyiliği vardır... Bir tane daha içmez misin?
Kocam çok yakışıklıydı ama, gözü hep dışar-daydı. Onu aile yuvamıza bağlamak için ne
fedakârlıklara katlandım, neler yapmadım, neler... Her gece süslenir püslenir, pencere
önünde oturur, yolunu beklerdim, sabaha kadar... Kaç kış gecesi pencere önünde
uyuyakalmışımdır. Benim çektiklerim dille anlatılmaz...
Aşçıya kocamın en sevdiği yemekleri yaptırır, ne harika sofralar kurardım, tek gözüne
gireyim diye... Anneciğim «Erkeklerin kalbine midelerinden girilir» derdi. Ben de
kocama öyle sofralar kurardım ki, görenler bayılır, «Sofra değil, şiir, şiir.» derlerdi.
Ne yaptımsa kâretmedi namussuz herife. Ne yaptımsa yuvamıza bağlıyamadım. Herifin
gözü hep dışarda, fingirdeyenlerde, bar kızlarında... Yani, süfli ruhlu bir herifti,
anlıyor musun? Ben de o kadınların kılığına girmek için ah neler yapmadım, onlara
benziyeyim de dedim, aklımca, kocamın gözü dışarda olmasın...
164
Seviyor muydum? Tabii... Ayol sevmez olur müyüm, adam çok zengindi diyorum sana.
Ağla, ağl.a ağla, öyle zayıfladım, iğne ipliğe döndüm...
Bir gece kocamın yolunu beklerken pencere önünde uyuyakalmışım. Gözümü açtım,
sabah olmuş, benimki gene yok... Başladım ağlamaya... Yatağa kapandım, hıçkıra hıçkıra
ağlıyorum. Öğleye doğru hizmetçi,
— Betül Hanım geldi, dedi.
— Salona al! dedim.
Hemen ayna önüne geçip tuvaletimi tazeledim ama nafile, ağladığım besbelli,
gözkapaklanm şiş şiş...
BetüFle Yüksek Kulüp'de tanışmıştık, bir gece kocamla baloya gitmiştik de oraya...
İşte ondan sonra ahbap olmuştuk. O zamanlar Betüş, Merterek İbrahim derler bir
adamla evliydi; gayetr le sert bir adam... Herif zengin olduğu için, ne yapsın Betüş'cük,
tahammül ederdi zavallı...
Beni o halde görünce,
— Neriman, nedir bu halin, neyin var? dedi.
— Hiç, dedim, bişeyciğim yok...
— Ayol ağlamışın, gözlerin kançanağı... Gençliğine, güzelliğine yazık değil mi
şekerim?., dedi.
— Aman Betüş, dedim, bana bir akıl ver, ne yapayım da kocamı kendime bağlıyayım?
— Aman dert o olsun... Ondan kolay ne var? Koça çok bulunur ama, gençlik, güzellik bir
gitti mi, bir daha geri gelmez... Onun için gençliğinde güzelliğinin kıymetini bil... Bak,
sana bir akıl vereyim, verdiğim aklı tut, dediklerimi yap, bak gör o zaman, eğer kocan
terbiyeli sirk köpeğine dön-
165
mezse, gel yanıma, ne istersen söyle bana... Bu benim kaçıncı evliliğim, kocalarımın
hepsi de beni el üstünde tutarlar. Ben bütün kocalarıma böyle yaptım da ondan bilirim.
— Ne yaptın aman anlat!... diye üstüne düştüm.
— Allahıma çok şükür, bu usulle çok muvaffak oldum. Ama bak, bu anlatacaklarını
aramızda kalsın, sır... dedi.
— Aaa, tabii... Ölsem kimseye söylemem! diye sözverdim.
— Eğer birine çıtlatırsan, bilmiş ol, yarın ö-bür dünyada iki elim yakandadır...
Yemin billahi ettim kimseye söylemeyeceğime. Onun keşfettiği usulü bütün kadınlar
öğrenirler de yaparlarsa, hiçbir koca açıkta kalmazmış...
— Sen, dedi, ne yapıp edip kocanı kıskandıracaksın...
— Aman Betüş, dedim, yapmadım mı sanıyorsun? Ne yaptımsa kıskandıramadım.
Hatta kendikendime aşk mektuplan yazıp kendi adresime postaladım. Bana gelen
mektuplan açmaz ki... Benden hiç şüphelenmez. Kendim gösterdim mektupları... Ne
dese beğenirsin: «Bütün erkeklerin âşık olduğu kadına yalnız ben sahibim, göğsüm
kabanyor!» demez mi! Bir keresinde de kocama imzasız mektup gönderdim : «Kannız
sizi aldatıyor» diye... Şu kadarcık kızmadı. «Seni çekemiyorlar da ondan dedikodu
çıkanyorlar» dedi. Kocam beni hiç kıskanmazdı, bana sonsuz itimadı vardı. Kendisini
deli gibi sevdiğimi, gül üstüne gül koklamıyacağımı bilirdi.
Betül,
166
— Kız sen ne safsın, dedi, bu seferki dedikodu olmıyacak ki... Kocan seni kendi eliyle
yakalı yacak, anlıyor musun? Seni başka bir herifle koyun koyuna yakalar da herşeyi
gözüyle görürse, artık inanmaz olur mu? îsteristemez inanacak... Hoş, ikinci kocamın da
bana o kadar büyük itimadı vardı ki, beni yatakta başkasıyla bastırdığı halde; gözlerine
itimadı sarsıldı da, bana itimadı hiç sarsılmadı. Onun için ben bu işi artık yalnız kocama
değil, beş-on kişiye birden gösteriyorum ki şahitli ispatlı olsun... Hatta işin içine
hükümeti bile kanştırmalı...
Benimle şaka ediyor sandım,
— Aman hükümetin elini sokturmayalım! dedim.
— Hükümetin eli girerse zabıt filân tutulur, gazeteler yazar, kocan da gık diyemez...
dedi.
Betül haklıymış. Bu benim kocam çeşidinden herifler bir kere evlendiler mi, nasıl olsa
evdeki kan torbada keklik diye, dışardan otlamaya kaj-karlar, gözleri hep sağda solda
olurmuş. Evdeki elde bir, gelsin başka kadınlar...
Bir kere evlendiler mi, üç ay geçmeden evde-kine doyarlar. İnan olsun böyledir bu
erkek milleti. Enayiler sanırlar ki, kendi kanlan çirkin, yada beceriksiz de, o yüzden
hiçbir erkek yüzlerine bakmaz. Yahut sanırlar ki, kanları kendilerine körkütük tutkun
olduğundan gözleri başka erkeği görmez.
Kendilerine pek güvenirler, kanlannın gözünde kendilerinden üstün erkek yok sanırlar.
İşte o zaman erkek milleti hapı yutar. Üstüne alınma ama, erkek değil mi, hepsi de
böyledir, kökü kurusun... Ne zaman ki kanlan kendilerini boynuz-
167
latır, kendi elleriyle yakalarlar, hah işte o zaman akılları başlarına gelir «Vay anasını,
demek bizim karıda iş varmış!...» diye başlarını taştan taşa vururlar. Öyle ufaktefek
şeylere de bitürlü inanmak istemez aptallar haaa... İyice, herşeyi gözleriyle
görecekler. Dünyada kendilerinden başka erkek yok sanırlar aptallar... Dünyanın en
yakışıklısı o, en akıllı erkeği o, en şakacı erkeği o, en kibarı o...
Betül,
— Ne ağlayıp duruyorsun kız aptal, kalk hemen kocana ihanet et... dedi.
— Kendikendime yapamam... dedim.
— Ben sana yardım ederim... Hadi giyin, kendine çeki-düzen ver. Ben seni tanıdık
bir randevu evine göt üreyim...
— Aaaa!... Sen çıldırdın mı Betüş, o nasıl söz? Ben namuslu bir kadınım, dünyada öyle
şey yapamam...
Ben yabancı bir adamla beraber yolda gezerken, yahut muhallebicide otururken kocam
bizi görecek sanıyorum. Karının zoruna bak!
Betüş de yani, ne de bilmiş karıydı, aman ya-rabbi... Dediğine göre, onun bana salık
yerdiği bu usul, eskidenberi bizde varmış. Eski aileler de böyle yaparlarmış; hem de en
dindarları...
— Kız sen deli misin, hiç eskiden böyle şeyler olur mu? Eski zamanda randevuevleri
yoktu, dedim.
Randevuevleri yokmuş ama, bu işi kendi evlerinde yaparlarmış. Hem de kocalar, kendi
elleriyle karılarını yabancı herife teslim ederlermiş. Yaa.. Sonradan başkalarına
sordum, doğrudur, dediler,
Kocalar, eskiden, boşandıkları kanlarıyla bir daha evlenmek isterlerse, namuslarını
temizlemek için, karılarına parayla kiralık koca tutarlarmış. Kiralık koca, bir gece için,
kocasından boşanan kadınla evlenirmiş. Ertesi günü sabahı, kiralık koca kadını boşar,
asıl koca da eski karısını, tertemiz olarak geri alırmış. Bunun adına hülle denilir-miş.
Yaa, eski kocalar hem de para vererek kendi elleriyle karılarına hulleci getirirlermiş.
Bizimki de modern hülle olacakmış. Hulleci denilen o bir gecelik kiralık kocalar, kadına
yatak odasına girip sabahlarlar, ama parmaklarının ucunu bile kadına
dokundurmazlarmış. îşte tam bizim yapacağımız gibi bişey. Vallahi aklım yattı bu işte.
Mademki eski âdetimizmiş, neden yapmayayım? Ben yeni bir âdet çıkarmıyorum ya...
Yalnız bişey var, bu hullecilik işlerini bilenlerin anlattıklarına göre, o hulleci denilen
heriflerin bazıları, gece kadınla yatak odasında kalınca, «Sen benim nikâhlı karımsın,
istediğimi yaparım sana...» diyerekten, pazarlığı bozarlar, kadını öyle memnun eder,
öyle memnun ederlermiş ki, ertesi sabah erkenden kadının eski kocası, heyecanla,
merakla yatak odasının kapısını açınca kadın ona, «Defoool! Ben seni dünyada
istemem... Allahıma çok şükür ben dengimi ancak şimdi buldum!» diyerek, boşandığı
eski kocasını kovar, hulleciden de ayrılmazmış. Ya benim başıma da böyle bişey gelirse
diye ödüm patlıyor. Öyle ya, şeytandır, insanı kandırır.
İnsan sonunun ne olacağını bilir mi? Ben o zaman günün birinde randevuevi işleteceğimi
ner-den bileyim? Alın yazısı işte...
O çok bilmiş Betüş,
169
— Bişey yapacak değilsin ki... dedi. Hem namusla benim bu dediğimin ne ilgisi var?
Sanki sen namuslusun da, ben senin kadar namuslu değil miyim, şuna bak... İyilik de
yaramıyor. Kötü bir niyetle randevu evinde yakalanmayacaksın ki... Sen insanın içine
bak, içinde kötülük olmasın da...
— Ay bir de yakalanacak mıyım? dedim.
— Tabii ya... Yakalanmazsan, kocan nasıl duyacak da inanacak? Kocanı evine bağlamak,
yuvanı korumak için buna katlanacaksın, anladın mı? Madem sen bir dişi kuşsun, kocanın
yuvasını da yapacaksın. Neden demişler yuvayı dişi kuş yapar diye... Yani sen randevu
evinde yakalanmıya-caksm da, kocan mı yakalanacak? O yakalanırsa daha mı iyi?
— Yapamam.
— Ayol sen bişey yapmıyacaksm ki... Bu randevu evi, senin bildiğin evlerden değil.
Yoksa sen öyle mi sandın? Aaa, daha neler! İyi dinle beni. Sana parayla bir adam
tutacağız. Eli eline değ-miyecek, anladın mı? Namusun yine namus... Namusuna
hiçbişey lâzım gelmez. Senin içinde kötülük yok ya, sen ona bak...
Evde gül gibi karısını bırakıp sürtüklerin peşinden koşan benim kocam gibi azgın
heriflere böyle yapmak lâzım. Bazı kocalar bundan hoşlanıyor, ne yapacaksın?
Karısından kazık yemeyince rahat edemez böyleler!...
— Sen o adamla randevu evinde buluşmadan önce «Filânca yerde randevu evi var!»
diye ahlâk zabıtasına telefon edeceksin.
— Kim, ben mi?.. Sen çıldırmışsın... Yalnız, «Randevu evi var» diye telefon etmek
yetmezmiş. Çünkü her yerde randevu evi var, Ah-
170
lâk zabıtamız hangi birine yetişsin... Onlar da insan, değil mi ya... Onlarınki de can...
Programlan varmış. Programlarına göre ev basarlarmış. Betüş bana dedi ki:
— «Kocamın bana güveni büyüktür. Başka erkekle o biçim yakalasa bile inanmaz»
diyorsun. Doğrudur, inanmaz bu. herifler. Hani ne demişler: Görmek istemeyenden
daha kör, duymak istemeyenden daha sağır, öğrenmek istemeyenden daha mankafa
olamaz!
Benim de kocalarımdan kimisi inanmadı. «Kanma tuzak kurmuşlar, yalan söylüyorlap>
dedi. Hatta hiç unutmam kocalanmdan biri, dünyanın parasını verip, anahtar deliğinden
çektirttiğim poz poz, iki kişilik o biçim resimlerimi gördü de, ona bile «Fotomontajdır»
diye inanmadı. İnanmıyacak herif, ne yapsan inanmaz. Onun için sen ahlâk zabıtasına
telefon ederken, başka biri de kocana telefon edipi senin gittiğin evin adresini
söyleyecek. Yani baskında hem ahlâk zabıtası, hem kocan bulunacak ki, en küçük bir
şüpheye yer kalmasın...
— Betüş, dedim, verdiğin aklı beğendim ama, ya kocam boşarsa beni?
'
— Boşamak mı, dedi, ayol deli misin, tecrübeyle sabit, kocan seni başka herifle
yakalasın bir, bak nasıl «Kancığım, ruhum, canım, şekerim» diye eteğinin etrafında
pervane olacak... Böyle heriflere böyle lâzım cicim...
Eh, ne yapayım, tek yuvamda mutluluk olsun da, herşeye razıyım.
— Benimle bastmlacak adam nerde? dedim.
— Var, o da hazır... dedi.
Şimdi bu işleri yapan, bu işlerle geçinen adamlar varmış. Betül'le onun tanıdığı ve
namusuna
171
son derece güvendiği böyle bir adama gittik. Herif bizden ikibin lira istemez mi!
— Aman ne diyorsun sen, ikibin lira da olur muymuş!...
Ne dese beğenirsin... «Ben kelleyi koltuğa alıyorum Hanımefendi» Sonra eliyle kendi
ensesine şap şap vurup,
— Rica ederim Hanımefendi, şu kelleye bakın. Böyle bir kelle ikibin lira etmez mi?
dedi.
Adamın kellesi, kulağı yerinde... Adam,
— Ya kocanız bizi bastırınca, çekip vurursa? dedi.
Doğru söylüyor ama, o çekip vurma işi benim korama göre değil. Zavallının bıçağı yok,
tabancası yok, yürek desen o hiç yok... Neyi çekecek de kimi neyle vuracak? Biz ikibine
razı olduk. Hep birlikte güzel bir plân kurduk.
O gece kocam, sabaha karşı eve geldi, hem de zirzurna sarhoş... Ertesi günü evden
çıkarken,
— Ben bugün annemlere gideceğim... dedim.
Hiç sesini çıkarmadı. Kocam gidince ben de sokağa fırladım. Doğru Betül'e...
— Aman Betüş, dedim, hiç olmazsa aile seviyemizle mütenasip bir yerde basılsaydım.
Meselâ, Boğaziçi'ndeki turistik oteller bu iş için daha uygun değil mi?
Turistik oteller düşük seviyeliymiş, bayağı kadınlar devam ediyormuş. Yine en rahatı
randevu eviymiş.
Betüş beni bir apartmana götürdü. Parayla tuttuğumuz adam daha önceden gelmiş, bizi
orada bekliyormuş.
172
Biz odaya girdik. Düşününüz, yabancı bir erkekle, bir odadayım... Helecandan elim
ayağım zangır zangır titriyor.
Bu odada telefon da var.
Odaya girer girmez, hemen telefona koştum. Ahlâk zabıtasına telefon edeceğim.
Adam :
— Aman ne yapıyorsunuz hanımefendi, böyle olmaz! dedi.
— Ya nasıl olur?
— Soyunmadan olmaz. Önce bir güzel soyunun. Kocanız sizi giyinik görürse, inanmaz
ki...
Mantomu çıkardım, adam,
— Daha, daha soyunun, dedi. Benim çekindiğimi görünce,
— Hanımefendi, dedi, biz bu işi ilk yapmıyoruz. Elimizden neler geldi, geçti... Herkesin
rızkı başka bir yoldan... Biz de çoluğumuzu çocuğumuzu bu yoldan geçindiriyoruz.
Bendeniz, övünmek gibi olmasın, sizin gibi kaç hanımefendinin saadetini temin
etmişimdir, yuvalarını yapmışımdır. Hatta hizmetimden öyle memnun kalanlar var
ki, hâlâ beni evlerine çağırırlar. Bendeniz de ziyaretlerinde kusur etmem. Soyunun,
soyunun!... Hiç çekinmeyin! Ben sizin bildiğiniz erkeklerden değilim. Size kötü gözle
bakarsam, gözüm kör olsun.
— Senin gözünün önünde soyunamam... dedim.
—Ben başımı duvara çeviririm. Dönüp bakmam. Dünya âhiret kızkardeşim olun! dedi.
Adam yüzünü duvara çevirdi. Ben de soyunmaya başladım. Adam,
— O ne büyük ben, kırkbir buçuk maşallah... Hiç o kadar büyük ben görmemiştim.
Allah nazardan saklasın... dedi.
173
«.¦¦
I
Benim şuramda iri bir ben vardır. Hınzır he-• rif benimi nerden gördü? Oramdaki
benimi kocam bile görmüş değildir.
— Hani yüzünü duvara çevirecektin? diye bağırdım.
— Yüzüm duvara dönük! dedi.
— Öyleyse gizli yerimdeki benimi nasıl gördün? diye sordum.
— Benim, dedi, ruh gözüm vardır; önümdeki-ni de görürüm, arkamdakini de...
Bir de dönüp bakayım ki, ne görsem beğenirsin... Evet, herifin yüzü duvara dönük ama,
duvarda koskoca boy aynası var...
— Tuu utanmaz! diye bağırarak kendimi yatağın içine attım. Hemen telefona sarıldım.
Önceden ezberlediğim Ahlâk Zabıtası'mn telefon numarasını çevirdim. Telefona
çıkana, evin adresini verip,
— Burası randevu evidir, acele gelin, yetişin! dedim, telefonu kapadım.
Adam,
— Şimdi gelirler, dedi, benim de soyunmam icap eder.
— O neden? diye sordum.
— Siz yatakta ben giyinik, olur mu? Sonra kocanızı inandıramayız. Bu kaçıncısı, bilmez
miyim: Kocaları inandırmak kolay olmuyor.
— Soyun ama, bana bir adım yaklaşırsan, sonra karışmam... dedim.
— Zaten hiç siz karışmayın, daha iyi... dedi. Adam da soyundu. Vücudu hiç de fena
değil,
hatta güzel bile denebilir. Sakın baktığımı sanma ha!... Bakmadım, hiç bakar mıyım...
Aynadan görüyorum...
174
Beklemeye başladık. On dakika, onbeş dakika geçti. Evi basan masan yok... Bir daha o
numarayı çevirip, telefondakine,
— Hani gelecektiniz? Neden gelmediniz? Yarım saattir sizi bekliyorum, dedim.
Telefondaki adam,
— Neresi orası? dedi.
Bir daha adresi söyledim. Ayrıca kolay bulsunlar diye de tarif ettim. Bekle bekle,
basan yok... Yavaş yavaş canım sıkılmaya başladı.
Adam,
— Ben böyle çıplak üşüdüm, zatürrie olacağım. Müsaadenizle hanımefendi, artık
yatağa giriyorum, dedi.
Baktım, tirtir titriyor zavallı. Acıdım.
— Gir ama, arkanı dön, dedim.
Adam da yatağa girdi. Ben bir daha telefon ettim.
, — Ayol, hani gelecektiniz? .— Nereye?
— Demin siz bana geleceğiz diye söz vermediniz mi? Adresini verdiğim yer, randevu
evidir.
Telefondaki ses telâşlandı:
— Aman adresi bir daha verin...
— Kaç kere vereceğim canım?
Bir kere daha adresi verdim. Bekle bekle kimse gelmez. Bir daha telefonu açtım.
— Ayol basacaksanız basın artık şu evi...
— Neresi orası?
Bir daha- adresi verdim. Heyecandan zangır zangır titriyorum. Hadi ahlâk zabıtası
gelmiyor,
175
ya kocam neden gelmez? Betüş O'na dışardan telefon edecekti. Duyar duymaz hemen
koşup gelmesi lâzımdı. Ne kocam geliyor, ne ahlâk zabıtası...
Birden telefonun zili çalınca korkup hopladım. Bana, şaşkınlıktan kapının zili çalınmış
gibi geldi. «Eyvaaah, basıldık!» diye bağırdım. Yanıba-şımda yatan adam,
— Ne korkuyorsunuz hanımefendi, biz buraya basılmaya geldik, telefonun zili çalıyor,
korkmayın... dedi.
Aklım başıma geldi, alıcıyı kaldırdım. Telefon
eden Betül'müş.
— Ayol bitürlü kocanı bulamıyorum, dedi.
— Bu saatte yazıhanesinde bulunur.
— Yazıhanesini bulamıyorum ki... Telefon hatlarında yine karışıklık var. Senin
kocanın telefon numarasını çeviriyorum, hep başka yerler çıkıyor. İki saattir telefonun
başındayım. Kaç kişiye telefon ettim. Karınız filân yerdeki randevu evindedir, dedim,
adres verdim. Telefonda konuşurken heriflerin seslerini duysaydın gülmekten
ölürdün, boğuluyormuş gibi... Kimisi ağladı, kimisi inledi, kimisi bağırdı, kimisi de küfür
etti... Neden sonra telefon ettiğim adamların kocan olmadığını anladım. Adamın birisi,
— Yanlış hanımefendi, benim karım randevu evinde basılamaz, çünkü bekârım.
Numarayı yanlış çevirmişsiniz, dedi de aklım başıma geldi. Ben de artık telefonda
karşıma kocan çıkmayınca, sizin olduğunuz yerin adresini vermiyeceğim.
— Peki ne olacak?
— Bekle biraz daha... Kocanı tulmaya çalışıyorum. Sen ne yaptın?
176
— Ben de sabahtanberi telefon ediyorum, geleceğiz diyorlar, hâlâ gelmediler.
Betül telefonu kapadı. Ben bu sefer bir daha ahlâk zabıtasına telefon ettim.
— Beyefendi neden hâlâ gelmiyorsunuz? diye sordum.
Telefondaki adam,
— Nereye hanımefendi? diye sordu.
— Nereye olacak, randevu^evine... Demin size adresi verdim ya...
— Adresi lütfen bir kere daha tekrarlar mısınız?
—¦ Yazın da unutulmasın... Adresi verdim. Telefondaki adam,
— Şimdi acele işim var, gece gelsem olmaz mı? dedi.
— Gece olmaz, benim de işim var... dedim, küt diye telefonu kapadım.
Benim durumumu düşün! Yabancı bir adamla bir yataktayım. Evet herifle aramızda
mesafe var ama, olsun...
Yanımda yatan adam,
— Göreceksiniz, dedi, hiç merak etmeyin. Kocanız ikimizi bir yatakta yakaladıktan
sonra sizi affedecek. Kocanıza «Aramızda hiçbişey yoktu» diye yemin edeceksiniz.
Yalan mı yani? İşte aramızda hiçbişey yok. Siz de çıplaksınız, ben de... Aramızda iç
çamaşırı bile yok.
Boyuna gülüp duran adamı,
— İleri git! diye ittim.
— Üşüyorum! dedi.
— Öteye git canım...
— Ben gidiyorum, siz boyuna yaklaşıyorsunuz, karyoladan düşeceğim, demez mi!
177
**>»
Açtım ağzımı, yumdum gözümü herife... Adam en sonunda,
— Affedersiniz, dedi, biz buraya iş için geldik, siz benimle sahici kan-kocaymışız gibi
kavga ediyorsunuz.
Ağlamaya başladım. Adam da saçlarımı okşayarak,
— Ağlamayın rica ederim... diyor.
— Çek elini, ben namuslu bir kadınım. Canım isteyince ağlarım, kocam bile karışamaz...
diye bağırdım.
Adam,
\,— Sizi böyle görürler de zor kullandım sanırlar... Ağlamayın rica ederim... dedi.
Erkeklerin hepsi böyle... Kocam da öyledir, hemen uyuya kalır. Yanımdaki herif
horlamaya başladı.
Baktım gelen giden yok, ben de çıktım ordan. Ben giyinip de dışarı çıkınca, ev -sahibi
kadm bana,
— Ayağınız maşallah çok uğurluymuş, bizim eve hiç bugünkü kadar müşteri gelmezdi...
dedi.
-Kadın, ahlâk zabıtasına telefon ediyorum, diye ona buna telefon edip eve boyuna
müşteri çağırdığımı ne bilsin?
Sen şu aksiliğe bak; her gece sabaha karşı eve gelen kocamı, döndüğümde içerde
bulmıyayım mı? Gelmiş, beni bekliyor.
— Çok merak ettim şekerim, neredeydin? dedi.
Hayatımda ondan işittiğim ilk tatlı söz budur.. Ertesi günü anlatınca Betüş,
— Bak gördün mü? dedi, ben sana söylememiş miydim? Daha şimdiden tesirini
gösterdi. Bu
178
nerifler bundan anlar. Hele bir de sık sık yapsan bu işi, kocan sana kul-köle olur...
Ne yapayım, tek kocamın sevgisini kazanmak, onu yuvamıza bağlamak için, her
fedakârlığa katlandım. Sonunda kocam kuzu gibi oldu. Ne desem yapıyor, sözümden
dışarı çıktığı yok... «Şu saatte gel» ,«Peki şekerim!», «Şu saatte git!», «Peki yavrum!»
A körolasıca herif, madem «Hayatım, şekerim, yavrum, canım, ruhum, kancığım!»
demesini biliyordun da, şu tatlı sözleri boynuz takmadan önce söyleseydin ya...
Gene bir gece, ben o evdeyken birden odanın kapısı şırak diye ardına kadar açılmaz
«mı! Ben, eve baskın versinler diye o kadar telefon ettim, getirtemedim de, o gece
ahlâk zabıtasına basılmadık mı!... Kiminin dediğine göre, o evin basılma sırası o gece
gelmişmiş, kiminin dediğine göre de, ev işleten kadın özel vergisini' tam olarak
zamanında ödememiş. Basıldığımızın ertesi günü "bütün gazeteler benden
bahsediyordu. «Yüksek sosyeteden tanınmış bir iş adamının eşi olan bayan N. F.
randevu evinde uygunsuz vaziyette basıldı!»
Ondan sonra «Bayan N. F.» meşhur oldu, adım sık-sık gazetelere geçti.
Hiçbişeye yanmam da, Nermin Fırtına adında bir kadm vardı, gazeteler «Yüksek
Sosyeteden Bayan N. F.» diye bahsettikçe, kendi üstüne alınmaz mı, işte ona yanarım.
Açıkça bişey söylemiyor ama, sanki basılan kendisiymiş gibi sağda solda övünüyor ki
kocası kıymetini anlasın... Benim adım Nermin Fertikez, onunki Nermin Fırtına... Ben
kimsenin hakkını yemek istemem. O da başka bir yerde basılmış olabilir. Ama
gazetelerin «Yüksek
179
Sosyeteden Bayan N. F.» şifresiyle yazdıkları bendim.
Sonra kocam ne mi yaptı? Ne yapacak, hiiç... İlk basılışımızda kocama «O adamla
aramızda hiç-bişey yoktu!» diye yemin ettim. Kocam yemine inanır. «İyi ki tam
zamanında yetişip baskın yapmışız kancığım, yoksa namusum iki paralık olacaktı...»
dedi. Ondan sonra mum oldu, mum... Ne desem yapardı, bir dediğimi iki etmezdi.
Gazetelerde «Bayan N. F.» diye şifrem çıktıkça ayaklarıma kapanır «Aman karıcığım o
eve gitme de, ne yaparsan yap kendi evinde...» diye köpek gibi yalvarırdı.
Ne? Seviyor muyum? Yok canım, artık bende sevgi filân kalmamıştı. Önceleri kocamı
deli gibi seviyordum, eşek herif bunu anlamadı. Herşeye katlanan, köpek gibi yalvaran
koca hiç sevilir mi! Eskiden ben ona «Ne olur, dışarda içme! Gel evinde iç! İstersen
arkadaşlarmı da getir!» diye yalvarır, içki sofraları kurardım evde. Sonraları o bana
«Karıcığım dışarda kalma, evinde yap ne yaparsan... İstediğini getir eve!» diye
yalvarmaya, kendi eliyle içki sofraları hazırlamaya başladı. Üstelik kıskançtı da... «Ne
yaparsan yap, yeter ki benim haberim olsun... Benden saklı yapma!...» diyordu. Bu da bir
acaip kıskançlık işte... Benimkisi sevgi değildi canım, alışkanlık. Aile yuvamız yıkılmasın
diye, ben de kendi evimizde çalışmaya başladım. Kocamın da içi rahat etti. Alışmıştı.
Senin halan da bizim evde çalışırdı. Tabii... Evliydi... Kocasıyla bile geldikleri olurdu,
aile dostlarımızdı. Sonra ne oldu, bilmiyorum. Ankara'ya gitmiş, orda ev açmış diye
duydum, bir daha da görmedim. İyi kadındır, ben O'nun çok iyiliklerini
180
gördüm, neme lâzım... Ah Betüş ah... Öyle göreceğim geldi ki... Seneler var görmedim...
Ne olur, görürsen söyle, bana gelsin... Uzaktaysa bir mektup yazsın... Ah nasıl severim,
anlatamam.
Bir Mertekzade İbrahim Bey vardı, O'nu bulursanız, O size Betüş'ün nerde olduğunu
söyler, bilse bilse o bihr yerini... Betüş'e o zaman Tatlı Betüş derlerdi, namı öyleydi,
ne tatlı kadındı, ne tatlı... Dünya bu işte, bir zamanlar sosyetenin taptığı kadın bile
unutuldu, gitti... Neye kalktın? Gidiyor musun, neye acele ettin öyle... Gülegüle...
Mutlaka bir haber bekliyorum... Gülegüle...
BİR GAZETE HABERİ
«Yirmi milyonluk mirası duyan, «Babası benim!» diye ortaya çıkıyor.» «Yirmi milyonluk
mirası paylaşmak için, Güllü, nam-ı diğer Tatlı Betüş diye tanınan kadını, akrabaları
heryerde arıyorlar.»
İzmir (T.H.A.) — Avrupa'da ve Amerika'da milyoner avcısı olarak ün yapmış ve
sosyetede Tatlı Betüş diye tanınan bir kadına, Mısır'da ölen amcasından kalan ve yirmi
milyon dolar olduğu tahmin edilen miras çok ilginç bir dâva konusu olacağa
benzemektedir. Tatlı Betüş, küçük yaşta, daha adi Güllü'yken köyünden İstanbul'a
gelmiş, adını değiştirmiş ve basit bir sokak kadınıyken, türlü maceralardan sonra
yüksek sosyetenin ünlü kişileri arasında kendine bir ad yapmasını başarmıştı. Zekâsı ve
güzelliği sayesinde, çok geçmeden Avrupa Yüksek Sosyetesi'nin kaymak tabakası
arasında kendine yer sağlayan Tatlı Betüş, bir arap şeyhiyle evlenerek prenses
ünvaninı bile al-
181
mıştı. Sonraları nedense kendini gizleyen ve bir köşeye çekilen, bir zamanların
güzelliği dillere destan kadını Tatlı Betüş'e Mısır'da ölen amcasının vasiyeti üzerine
milyonların miras kaldığı haberi, mirastan hisse almak umuduna kapılan Tatlı Be-tüş'ün
akrabaları olduklarını iddia eden ve köylüsü olan pek çok kişiyi heyecana getirmiştir.
Esas adıyla Güllü olarak ayrıldığı köyündeki akrabaları, şimdiye kadar yüzünü bile
görmedikleri Tatlı Betüş'ü aramaya koyulmuşlardır. Bu arada çok ilginç olaylar ortaya
çıkmış, büyük mirası duyan üç yaşlı erkek, Güllü'nün yani tanınmış adı ile Tajtlı
Betüş'ün babası olduklarını iddia ederek, mirastan hisse isteğinde bulunmuşlardır.
Bunlardan biri «Annesi benimle evliyken Güllü'ye gebe kalmış ve yedi aylık gebeyken,
beni bırakıp başka bir köyden Yakup adında birine kaçmıştı. Güllü, anası Yakup'la imam
nikahıyla evliyken doğmuştur. O'nun gerçek babası olduğuma tanıklarım da vardır!»
demektedir. Bundan başka Güllü'nün asıl babası olduklarını iddia eden başka
kimseler de bulunmaktadır. Mirastan hisse isteyenlerin sayıları gündengüne artarak,
şimdilik yirmibeşe yüksel-misse de, vasiyetnameye göre asıl mirasçı olan Tatlı Betüş
bulunamadığından, hatta yaşayıp yaşamadığı kesinlikle bilinemediğinden, hissedarlar,
mirastan haklannı alabilmek için dava açamamaktadırlar.
182
YIRTIK LEYLÂ NAMI İLE MARUF
MÜKERRER SABIKALI KADINLARDAN
OLUP...
Şimdi efendim, aradığınız kadının ismi bilin-seydi, hastanemizin giriş kayıt defterine
bakar, hemen bulurduk. Bir ipucu verseniz bana... Acaba aile kadını mı? Çünkü evli
barklı, çoluklu çocuklu aile kadınlarından da, maalesef turistik denilen otellerde filân,
hatta hususî evlerde basılarak uygunsuz vaziyette yakalanıp buraya getirenler çok
oluyor. Pekiy, Mümtaz Bey size hiçbir bilgi vermedi mi bu kadın hakkında? Yaaa?..
Estağfurullah... Mümtaz Bey'in isteklerini emir telâkki ederim.
Aşağı yukarı hastanemize ne zaman geldiğini bilseydiniz... Geçen sene mi yatmış
buraya? Ayını da bilseniz, bakardık deftere... Eşkâli nasılmış? Siz de bilmiyorsunuz...
Ama size anlattıklarına göre, sihirli* hırçın bir kadınmış... Vallahi beyim, bunların
içinde sinirli, kavgacı olmayanı yoktur ki, hepsi kavgacı, hırçın, farfara... Kaç
yaşlannday-mış? Kırkını geçkin!1.. Hu, onların mesleği için çok geçkin... Öyleyse çok
düşük bir kadın olacak bu... Zührevî Hastalıklar Hastanesi'ne ilk düşüşü müy-müş?
NHaaa, çok girip çıkmış... Sabıkalılardan desenize...s O zaman bulmak biraz kolaylaşır.
Hastanemizde yatanlar arasında mutlaka O'nu tanıyanlar vardır.
Başka bir malûmat yok mu? Vallahi çok zor beyim...
Hafif topallıyor muymuş dediniz? Sol gözünün altında dudağına kadar bir yara izi
varmış dediler size... Haaa, anladım...
183
Canım, tanımaz olur muyum hiç? Bizim devamlı müşterimizdir... Hıh hıh hıh!... Yırtık
Leylâ derler. O'na. Bir lâkabı da yamalı Leylâ... Suratında derin bir yara izi var da
ondan böyle demişler. Yamalı Leylâ, yahut Yırtık Leylâ deyince, piyasadaki bütün
kadınlar tanır O'nu... Füüü, gayet eli maşalı, sıyrik bir kadındır... Aman beyim, O'-nunla
bir ordu asker başedemez. Emniyet sicilinde O'nun mutlaka sabıka dosyası vardır...
Asıl dosyası Ahlâk Zabıtasında olacak...
Ama Yırtık Leylâ geçen sene hastanemize gelmedi hiç... Son gelişi buraya, iki seneyi
geçiyor. Evet öyle ya... İlk seneyi geçti... Giriş defterine de baktırır, anlarız ya, kolay...
Çoktanberi buralara düştüğü yok. Size O'nun yeri mi lâzım? Mutlaka kendisini bulup
konuşmalısınız? Öyleyse durun bakayım... O'nu içerdeki kadınlar bilir. Halit efendi!...
Gel buraya! Halit efendi, çabuk bana Melâ-hat Hanım'ı çağır...
Beyim, O'nun son bir vak'ası oldu burda... Korkunç bişey... Hatırladıkça hâlâ tüylerim
ürperiyor... Bunca senedir ben burda nelere şahit olmuşumdur, ne facialara, ne
cinayetlere, ne kavgalara... Ama Yırtık Leylâ'nın yaptığını kimse yapmadı... Anlatsam,
şaşar kalırsınız beyim... Anlatayım...
Geldiniz mi Melâhat Hanım... Siz, Yırtık Leylâ'yı hatırlarsınız değil mi? Tabii, işte o
kadın... Şimdi bize Yırtık Leylâ'nın yeri lâzım, acaba ner-dedir? Koğuşa gidin de lütfen,
sorun kadınlara, bakalım nerde olduğunu bilen var mıymış? Mutlaka bilirler... Eskiler
bilir, hepsine sorun teker teker...
184
Eveeet, bu Yırtık Leylâ'yı ben çok iyi tanırım, eskiden güzel kadınmış, öyle derlerdi.
Ama hastaneye ilk düştüğünde bile artık güzelliği sönmek üzere. Yalnız, cami yıkılmışsa
da mihrap yerinde derler ya, işte öyle... Sonra sonra iyicene bozuldu. Sesi kalınlaştı,
boğuk boğuk,, âdeta hırıldar gibi konuşuyordu. Çirkinleşti de, çok çirkinleşti, yüzüne
bakılacak hali kalmadı... Halbuki eskiden hastaneye yattı mı, nah böyle ziyaretçisi
gelirdi; ziyaretçileri dış kapıda kuyruk olurdu. Bizim burasını belki de bilmezsiniz,
piyasası yüksek, güzel bir sermaye kadın düştü mü buraya, ev işleten kadınlar o
sermayeyi birbirinden kapmak için yarışa girerler: Senin evinde çalışacak, benim
evimde çalışacak diye... Bir zamanlar Yırtık Leylâ'yı paylaşamazdı mamalar. Hergün
hediyeler getirirler, paralar verirler... Çoook gönlü gözü tok kadındı neme lâzım...
Kendisine ne gelirse dağıtırdı burada-kilere. Hastabakıcılara, hademelere filân bol
bahşiş verirdi doğrusu...
Sonra çok kültürlü kadındı haaa... Birkaç lisan bilirdi beyim. Bizim buranın doktorlanyla
Fransızca konuşurdu ki, doktorlar O'nun Fransız-casına cevap vermekten âciz
kalırlardı. Demek efendim, yüksek bir aileden kadın... Eee, düşmez kalkmaz bir Allah...
Biz burda çok şeyler gördük beyim... İnsan ne oldum dememeliymiş, ne olacağım
demeliymiş...
Az müsaadş edin, ben size eski defterlerden O'nun kaydını bulurum... Şimdi... Halit
Efendii! Bana geçmiş üç senenin giriş defterlerini getirir-misiniz?
Fakat son gelişinde çok düşkündü, birden çökmüş. Hiç geleni gideni, ziyaretçisi olmadı.
Öyle
185
sessiz dururdu, birbaşına... Kimseyle de konuşmaz... Fakat bir kızdı mı hiç zaptolmaz...
Birkaç vak'ası oldu da ordan bilirim. Kafası kızınca dünyayı gözü görmez, bir koğuş
dolusu kadını önüne katar kovalar...
Getirdiniz mi Halit Efendi... Bu defterlerden birinde olacak... Bakalım... Şimdi
buluruz... Az müsaade edin... Hah, işte, ben söyledim size. Okuyorum defterden:
«Hakikî hüviyeti malûm olmayıp ve kendi ifadesine göre nüfus kâğıdı ve nüfus kaydı da
bulunmayan ve ahlâk zabıtası sicilinde ve muhitinde Yırtık Leylâ ve nam-ı diğer Yamalı
Leylâ namı ile maruf sabıka-i mükerrire echabından olup, polisçe tanzim olunan zapta
ve merbut fezlekeye göre... tarihinde, gece saat 2.30 da Taksim Gezisi parkındaki
ağaçlar arasında bir erkekle uygunsuz vaziyette görülerek bekçiler tarafından derderst
edilip ahlâk zabıtası ekibine teslim edilen...»
Hakikî hüviyeti malûm değil. Vallahi ben size bişey söyliyeyim, bu türlü vak'alar çok
olur bur-da. Ahlâk zabıtasının yakalayıp Zührevî Hastalıklar Hastanesi'ne sevk ettiği
kadınlardan bazılar: iyi aileye mensup olur veya evli olurlarsa hüviyetlerini gizlerler.
Ama polis nasıl olsa onların hüviyetlerini tesbit eder, fakat Yırtık Leylâ'nın hakikî
hüviyeti tesbit edilemediğine göre, ben bu kadından şüpheleniyorum beyim... Siz de mi
şüpheleniyorsunuz? Belki polis o sebepten arıyor. Efendim, bu kadın yüksek sosyeteye
mensup asil bir familyadan olmalı. Ailesi bilinmesin diye hüviyetini gizliyor. Belki de bu
yollara düştü diye, ailesi O'nu reddetmiştir, kimbilir... Çünkü beyim, o kadar kültürlü
kadın başka ne diye kendini gizlesin!
186
Bakın burdaki son vak'asını anlatayım. Zaten ondan sonra da bir daha gelmedi buraya,
görmedim...
Hâlâ hatırımda... Nasıl hatırımda olmaz, unutulacak gibi değil ki...
Hastanemize onüç yaşında bir kız çocuğu getirmişlerdi. Bir adam bu kızı iğfal etmiş.
Kız muayenede hastalıklı çıktı" Demek üstelik herif bir de hastalıklıymış, aşılamış kıza
da... Kızı yatırdık hastaneye, tedavi ediliyor. Yırtık Leylâ da o zaman hastanede.
Yaşı küçük ama, genç irisi güzel bir kız. Böyle güzel bir kız düştü mü hastaneye, kadın
simsarları, ev işletenler, • muhabbet tellâlları, hele o randevu evi sahipleri, kızı
kendilerine bağlamak için hiç bırakmazlar. Para verirler, yardım ederler, bakarlar ki
kıza, sonradan hastaneden çıkınca kızı ellerine alıp çalıştırsınlar.
Yırtık Leylâ, bu küçük kızı yanına aldı, O'nu koruyor. Hatta o zaman benim kulağıma
geldiğine göre, kızı işletecekmiş de, ondan himaye ediyormuş, filân diyorlardı. Ne
yalan söyliyeyim, ben de inandım. Çünkü bu fahişeler yaşlanıp da çalışamaz olunca,
yanlarına böyle bir kız alır, O'nu çalıştırıp körpe kızın sırtından geçinirler.
Sonra, o size anlatacağım cinayet olunca anladık ki, işin içyüzü hiç de öyle değilmiş. Biz
işin aslını, sonradan küçük kızdan öğrendik. Yırtık Leylâ kıza demiş ki, bilmem yalan
bilmem doğru, ben size kızın o zamanki ifadesini naklediyorum... Yırtık Leylâ da
eskiden bir evde evlâtlıkken, daha küçük yaşta O'nu da bir herif iğfal etmiş, ondan
sonra da sokağa düşmüş. Başından geçenleri anlatıp, küçük kıza ders verirmiş hergün.
Bana kalsa
187
yalan... Kızın gözünü korkutmak için bu yalanı-. uyduruyor ki, kız aklını başına toplasın
da, kadın simsarlarının eline düşmesin. Yırtık Leylâ'da öyle evlâtlık hali filân yok...
Evet, edepsizliğine gayet edepsiz ama, oturup doğru dürüst konuşunca da hazâ
hanımefendi... Ne diyorum size, birkaç ecnebi lisanına vakıf kadın... Hiç öyle evlâtlık
olur mu? Güya kıza anlattığına göre, kendisi bir köylü kızıymış da, üveği anasının
yüzünden O'nu babası bir doktora evlâtlık vermişmiş... «Köyümün adını bile bilmiyorum,
yalnız evimizle bir de evimizin arkasındaki çeşme hâlâ gözümün önündedir» dermiş. O
cinayetten sonra kız anlattı bunları bize.
Bigün, akşama yakın saatlerdeydi. Kadınlar hastanenin bahçesinde geziniyorlar. Ben de
gene odamdaydım. İki polisin arasında bir adam getirdiler, küçük kızı iğfal eden işte o
adammış... Polisler kızla adamı yüzleştirecekler. Kızı çağırdık buraya. Kız adamı
görünce ağlamaya başlayıp, «Evet, beni iğfal eden bu adam» dedi. Zabıt tutuldu.
Polisler adamı dışarı çıkardılar. Bir-iki dakika geçti geçmedi, dışardan bir feryat
duyduk... Bir de pencereden ne baksam beyim, o Yırtık Leylâ var ya, iki polisin
arasındaki adamı yakalamış, doğram doğram doğruyor. Herif feryat ediyor ki, feryadı
göklere sığmaz...
Hep birden koşuştuk. Yırtık Leylâ'yı zaptetmenin imkânı yok... Beyim o kadın, o sıska,
hastalıklı kadın, bir çelik beden olmuş, o iki polis ve daha beş-on erkek, adamı elinden
alamıyorlar.
Yırtık Leylâ, kızı iğfal eden adamın geldiğini öğrenince, parmaklarının arasına birkaç
jilet sıkıştırmış. Adam, kızla yüzleştirildiği odadan dışarı çıkarılınca, herifin neresi
gelirse, veretmiş ji-
188
leti... Adamı parça parça doğruyor. Beyim, adamdan bir kan fışkırıyor, bir kan
fışkırıyor, bu bizim koridor hep kan gölü oldu. Belki on erkek varız, adamı Yırtık
Leylâ'nın elinden kurtaramıyoruz. O koca herif, jiletleri yedikçe öküzler gibi böğürüyor,
fakat kadının pençesinden kaçamıyor ki, sıvışıp da canını kurtarsın... O yana
kaçıyor, Yırtık Leylâ tepesinde; bu yana fırlıyor, Yırtık Leylâ ensesinde... Canalıcı gibi
adamın başında. Adamı pırasa gibi doğruyor canım... Yırtık Leylâ, hiç sesini çıkarmadan,
büyük bir dikkatle işini görmekte... Adam kesmiyor da, sanki bir evkadını mutfakta
havuç doğruyor sanırsın... Beyim ben diyeyim on dakika, siz deyin çeyrek saat... Adamı
kurtaramadık elinden. Doktorlar, hademeler, polisler, hep uğraşıyoruz. Allah
tarafından o Yırtık Leylâ'ya bir kuvvet gelmiş ki dev kuvveti desen yerinde. Ayırmaya
gelenleri elinin tersiyle bir itti miydi, beş adım öte savuruyor... Canavar olmuş Yırtık
Leylâ..
Adamı gözgöregöre boğazlıyor yahu... Salhanede sığır boğazlar gibi boğazlıyor. Neyse
beyim, adamı dışan aşırıp kapıyı kapadık da, kurtardık. Yaralıyı cankurtaranla alıp
götürdüler. Bilmem, öldü mü, kaldı mı... Ama sağ kaldıysa da artık ondan hayır gelmez,
yarım kalmıştır.
Yırtık Leylâ'nın eli, yüzü, gözü, üstü başı kan içinde... Şu karşıdaki duvarın dibine
çöktü, derinden bir,
— Ooooohh! çekti.
Bir zaman sustu. Dedim ya, doktorlarla arası iyiydi. Nöbetçi doktor,
— İyi mi yaptın sanki Leylâ, başın derde girecek... dedi.
189
Bunun üzerine beyim, Leylâ'yı bir gülme tutsun, .
— Ben zaten ölmüşüm, dedi doktora, belâdan korkan kim?
Sinirli sinirli gülüyor, katıla katıla... Güldü güldü...
Doktor,
t— Hiç ellemeyin, bırakın kendi haline... dedi.
Bir zaman güldükten sonra, bu sefer ağlamaya başladı. Alıp koğuşa götürdüler.
İşte Yırtık Leylâ'yı son görüşüm oldu bu. Bir daha da buraya hiç gelmedi. Bilmem, o
işten dolayı hapse mi attılar, ne oldu...
Buyrun Melâhat Hanım... Sordunuz mu? Ne diyorlar? Nerdeymiş? Bilen yok mu?
Tanıyorlar-mış ama, demek şimdi nerde olduğunu bileri çıkmada. Yaaa... Uzun zamandır
ortalarda görünmü-yormuş demek... Çalışmıyormuş... Peki Melâhat Hanım, teşekkür
ederim... Gidebilirsiniz...
Çok yazık... Koğuşlardaki kadınlardan da nerde olduğunu bilen yok... Vahvah...
Üzüldüm... Nerde bulabilirsiniz acaba? Valla beyim ne diyeyim, kimbilir belki de
ölmüştür... Kurtulmuştur zavallı...
Gülegüle efendim,.. Gülegüle... Mümtaz Bey'e, hürmetlerimi söylersiniz lütfen... Arzı
hürmet ederim. Hiçbişey değil, ne olacak... Vazifemiz beyim, gülegüle...
190
BEKÂR ODASINA İKİ KIZIN BIRAKTIĞI MEKTUP
Oooo, eski bir macera o efendim, çok eski... Bir gençlik macerası. Bilmem ki, şimdi
zihnimi toparlayıp da anlatabilecek miyim? Aşağı yukarı yirmibeş seneyi geçti.
Tıbbiyenin ikinci sınıfında çakmıştım; baktım ki beceremiyorum, Hukuk'a atladım.
Hukuk'a başladığım sene babam öldü. Bana kim para gönderecek de bakacak... Koca
İstanbul şehrinde bir başıma kalakaldım.
Ne demiştiniz adını? Betül Hanım mı? Hah, işte, O- hanımı o sıralarda tanıdım. Ne
tuhaf şey, kocasının adı aklımda da, O'nunkini unutmuşum; hayret doğrusu... Valla
bende de hiç hafıza kalmadı yani...
Ne diyordum? Evet... Kocasının adı? Şey... Hay Allah, bak şimdi de O'nun adını
unuttum. Hah, Erkek Kâzım Bey... Kocası Erkek Kâzım Bey'di. Meşhur bir adam, O'nu
herkes tanır. Siz bir kere Erkek Kâzım Bey'i bulsanız... Belki de ölmüştür... O zaman
bile çok yaşlıydı. Ama hâlâ O'nu tanıyanlar vardır. Hoş Betül Hanım'ı da herkes tanır
ya..."Efendim, Betül Hamm'ın ismini unutmuş olmamın sebebi, o zamanlar «Sansın
Bebek» diye meşhurdu da ondan. Pek öyle Betül Hanım filân diyen yoktu doğrusu... Siz
O'nu yine «Sarışın Bebek» diye arıyacaksınız. Onu herkes Sarışın Bebek diye tanır.
Tabii yirmibeş yıl öncesinin Sanşm Bebek'i, şimdi kimbilir ne olmuştur; ne sanşınlığı, ne
bebekliği kalmıştır.
Haaa, ne diyordum? Ben bişey anlatıyorum size? Evet, evet...
191
Nur içinde yatsın peder ölünce, ben de koca İstanbul içinde bir başıma kalakaldım.
İzmirli bir arkadaşım vardı, velâkin, affedersiniz, gayetle hergele bir oğlandı, can
çocuk... On senedir mi ne, güya üniversitede talebe... Artık babası para göndermekten
bıkmış, adamın canına taketmiş.
Sahi, ben size ne anlatıyordum kuzum? Betül mü? Haaa, evet, Sansın Bebek yani...
Tamam...
Birkaç sene evvel menenjit geçirdim de, ondan bitüriü zihnimi toparhyamıyorum.
Dehşetli unutkan oldum.
Lâf nerden açılmıştı? İzmir'li mi? Kim İzmir'li? Haaa, arkadaşım öyle ya...
Bu İzmirli arkadaşım, kendisine acıyıp da para göndermesi için babasına, ameliyat
olacağım diye mektuplar yazardı. Adamcağız, bu acıklı mektupları aldı mı, yüreği
dayanamaz, hemen para gönderirdi. Neme lâzım, eliaçık oğlandı, doğrusu ben çok
yardımını görmüşümdür. Allah Selâmet versin, seneler var. O'nu da gördüğüm yok...
Şimdi ben nerden geçtim bu lâfa? Kim? Haa, tamam, öyle ya Sarışın Bebek'i
anlatıyordum.
Sonra o arkadaş parasız kalınca «Neremden ameliyat olsam acaba?» diye bana sorardı.
Ben de meselâ «Apandisip ameliyatı ol» desem, «Apandisit ameliyatına babam az para
gönderiyor» derdi. «Kulak ameliyatı or öyleyse...» desem, bu sefer de «İki kulağımdan
da ameliyat oldum!» derdi. Bi-gün,
— Gel seninle bir pansiyon tutalım; ben gördüm, Beyoğlu'nda kıyak pansiyonlar var...
dedi. Neydi arkadaşımın adı acaba? İnsan zamanla en yakın arkadaşının adını bile
unutuyor. Şe... Şe... Şe... Şe... Hah Eşref... îsmi Eşref...
192
— Eşref, biliyorsun ki bende metelik yok, dedim, ben yemek parası bulamazken,
pansiyon kirasını nerden veririm?
— Sen bana tehlikeli bir ameliyat söyle, ben parayı bulurum... dedi.
Ben de lâf olsun diye,
— Naşı lolsa şimdi kış, her taraf kar... «Yolda kayıp düştüm, belkemiğim kırıldı, alçıya
koyacaklar...» diye yaz... dedim.
Hemen oturdu bu Şeref... Nasıl? Eşref mi? Kim Şeref? Öyle ya, benim arkadaşım...
Tamam... Bir telgraf yazdı babasına: «Ayağım kayıp düştüm, belkemiğimi alçıya
koyacaklar. Tafsilâtlı mektup postada.»
İkimizde de telgrafı çekecek para yok... Sonra Şerif... Kim? Şerif canım.. Ha Eşref, ha
Şerif hepsi bir... Başka bir arkadaştan borç alıp telgrafı çekti. Arkasından da gayet
acıklı bir mektup yazdı; çok mütehassıs bir doktor belini alçıya koymazsa kambur
kalabilirmiş. Dört gün sonra şıp diye telgraf havalesiyle para gelmez mi! Geçmiş gün,
yalan söylemiyeyim, ikiyüz lira mı ne... O zaman çok para... Biz hemen gittik
Beyoğlu'na", Tarlabaşi'nın ara sokaklarından birinde bir evin bir odasını kiraladık,
içinde eşyası da var; üçüncü katta, sokak üzerinde.
Şimdi ben ne münasebetle anlattım bunu? Tarlabaşı'na nasıl geldik? Başka bişey
anlatıyordum ben size.^. Ha, evet..'.
Sonra efendim, aradan bir-iki gün geçince Şa-kir'in babasından... Pardon Eşrefin
babasından bir mektup geldi ki, zehir zemberek... İki kelimesini köpek koklasa
kudurur. Adam mektubuna «Ulan Şeyoğluşey!» diye başlıyor. Meğer parayı
193
gönderdikten sonra farketmiş ki bizim Şükrü... Ay aman, işte Eşref diyecektim... Bizim
Şerif, geçen sene de «Yolda kayıp düştüm, belkemiğini kırıldı, alçıya koyacaklar» diye
babasından para istemiş-miş...
Adam mektubunu şöyle bitiriyor: «Bundan sonra, öldüm, leşim yollarda kaldı, aman
cenaze parası gönderin, diye yazsan yine benden on para yok!...»
Ne olacak, hazır para çabuk biter. Birer kat da elbise yaptırınca bir-iki hafta içinde
para suyunu çekti. Bir sabah Şakir... Şey işte aman, Eşref çıktı evden... Ben açlıktan
bitmişim, hiç kıpırdı-yamadım. Artık uyumuş kalmış mıyım, yoksa bayılmış mıyım,
gecenin bir vakti Eşref uyandırdı beni dürterek.
— Bak sana neler getirdim, ulan bur da açlıktan gebereceksin ben olmasam... dedi.
Ceplerinden yağlı kâğıtlara sarılmış paketler çıkardı. Her paketten pastalar,
bisküviler, küçük sandviçler çıkıyor; cepleri tıklım tıklım fındık, fıstık dolu... Ben
hemen atıştırmaya başladım. Birazcık kendime gelince,
— Babandan para mı geldi? Bunları nasıl aldın? diye sordum.
-j- Nerdeyse sabah olacak, uykum var, dedi, sen ye de kamını doyur, sabah anlatırım...
Baktım sarhoş... Soyunmadan yatağa girdi. Sayıklar gibi,
— Bundan sonra sırtımız yere gelmez, geçimin yolunu buldum... dedi.
Sonra efendim... Ben size bunlan neden an latıyordum0 Bişey anlatmak içindi... Haa,
oyh ya, San bebek, tamam...
194
O kadar çok yiyecek getirmiş ki. ertesi gün de yedik onları. Akşam olunca.
— Hadi bakalım, davran! dedi.
— Ne olacak?
— Gel benimle, öğrenirsin...
Gece, lüks bir gazinoya daldık. Şinasi... Kim mi Şinasi? Yani şey... Neydi ismi? Hah,
Eşref,
— Yiyebildiğin kadar ye, iç! dedi.
— Sonra parasını vermeden kaçacak mıyız yoksa? dedim.
— Yok canım, bu gece burda düğün var, dedi.
— Senin akrabalarından biri mi evleniyor? diye sordum.
— Benim burda akrabam filân yok...
— Damat tarafı arkadaşın filân mı?
Ne damadı tanıdığı varmış, ne gelini... Biz bu koca İstanbul şehrinde enayiliğimizden aç
kah-yormuşuz. İstanbul'da böyle en az elli yerde her gece düğün oluyormuş. Bundan
sonra açlığa paydos! Hangisini beğenirsek, hangisini gönlümüz çekerse, her gece en
lüks düğün salonunda, en zengin düğüne dalacağız. Ye Allah Ye!
— Ya bizim yabancı olduğumuzu anlarlar-sa? dedim.
— Kim, nerden anlıyacak kardeşim... Kız tarafı zanneder ki, biz damat tarafındanız,
damat tarafı zanneder ki gelinin akrabasjyız... Bunlar daha düğün gecesi,
birbirlerinin akrabalarını tanımazlar ki... Yiyip içip eğlenmene, gülmene bak... dedi.
Hakikaten o gece öyle yaptık. Damatla gelin ilk dansı yaptıktan sonra, sırayla
ordakilerin ellerini sıkmaya başladılar. Gelin davetlileri öpüyordu da... Bizim yanımıza gelince, biz de damatla gelinin ellerini sıkıp tebrik ettik,
saadetler diledik. Gelin, sol yanımdaki kadını öptükten sonra, beni de şap diye
yanağımdan öptü, herhalde kocasının akrabalarından biri sandı... Damat da, karısının
bir akrabası diye öptü beni... Biz iyice öpüştük. Haydi sofraya... Garsonlar vızır vızır
dolaşıyor. Ye yiyebildiğin kadar... Kimsenin kimseyi tanıdığı yok, bizi nerden
tanıyacaklar...
Derken dans başladı mı efendim! Bizim Şakir... Nasıl? Evet, Eşref diyecektim işte...
Bizim Eşref,
— Ben şu karşıdaki kızı dansa kaldıracağım, sen de birini şavulla, demesiyle fırladı,
karşı masadaki kızı kapıp pistte döndürmeye başladı. Ben de sarhoş olmuşum zaten,
karşıma çıkan ilk kadının önünde başımı eğdikten sonra, ayağa kalkan 'icadını, kolumu
dolayıp piste çektim. Şişman ve /aslı bir kadın, terden sırılsıklam olmuş. Hamamlarda
kıl dökmek için kullanılan teharet pudrası şibi de kokuyor. Efendim, siz bendeki talihe
bakın, gelinin annesini dansa kaldırmamış mıyım! Adettir ya, dans ederken kadına biriki
iltifat çakınca, kadın da bana,
__Siz damadımızın nesi oluyorsunuz? dedi.
Ben demek iyice sarhoş olmuşum ki, birden boş bulunup,
— Eniştesi oluyorum, demez miyim! Kadın büyük bir şaşkınlıkla,
— Kimin eniştesi? diye haykırdı.
Pot kırdığımı anladım ama, nasıl çevirsem lafı?
— Ben efendini, dedim, karımın kardeşinin eniştesi oluyorum, karımın kardeşi de
gayet tabii olarak benim kayınbiraderim olur yani... Ve kayınbiraderimin ablası da benim karımdır...
Karımın kardeşinin de ben eniştesi olurum o zaman... Bilmem anlatabildim mi?
Sahi, ben size bunları ne münasebetle anlatıyorum? Lâfı bir yere getireecektim ama,
neydi kuzum? Ha evet, Sarışın Bebek...
Ne diyordum?... Ben bişey diyordum... Tamam, ben lâfı arap saçına çevirince, dans
ettiğim kadın da hiçbişey anlamayan bütün insanlar gibi,
— Anladım, dedi, yani siz bizim damadın nesi oluyorsunuz?
—- Hı hı... Hıh hin... Ben bir güldüm.
— Çok yakım olurum Hanımefendi... Bîr içtiğimiz ayrı gider, o kadar yakın işte...
— Arkadaşı mısınız?
— Arkadaş da deseniz olur, akraba da deseniz olur... Ama akrabadan da, arkadaştan
da yakın...
Şu orkestra bir sussa da katlından kurtulsam.. Neyse efendia?, ben dans esnasında
kadını idare ettim... Biz o gece içkisiyle, sazıyia, dansıyla bir güzel eğlendik. Sabaha
karşı eve döndük. Şakir'in cebi yine pastalarla, böreklerle, alâ mezelerle dolu... Şakir
mi kim? İşte benim İzmirli o hergele arkadaşım... Yahî Eşref işte...
Sonra sonra ben de alıştım ya bu yola... Düğün salonlarına dadandık... Her gece bir
düğün salonuna damlıyorduk. Sabahlara kadar yiyip içip eğleniyoruz. Vallahi milyonerler
o safayı süremez. Her gece beş-on yerde nasıl olsa düğün var. Öyle her düğünü de
beğenmiyoruz. En lüks otel, gazino salonlarını seçiyoruz. Ne kadar zengin düğünü olursa, o kadar tehlikesiz ve emniyetli... En lüksünde yaşamaktayız. Bie bu düğünlerde
ahbaplar, dostlar da edindik. Kimisi evin% çağırıyor, gidiyoruz da... Ne bilsinler bizim
kim olduğumuzu? Kimisi damadın, kimisi de gelinin akrabası sanıyor. Yalnız bir gece az
kalsın enseleniyorduk. O gece biz içkiyi fazla kaçırmışız. Sabaha karşıydı. Damat
yanıma geldi, beni bir kenara çekti,
— Affedersiniz, şu adamı tanıyor musunuz? dedi,
Ben de baktım, bizim Şinasi, şey aman, işte o canım Eşref... Ben pişkinliğe vurup,
— Tanımaz olur muyum dedim, tabii tanıyorum; ..
Damat,
— İkidebir Jale'ye sarılıp saniıp «Allah bahtiyar etsin yavrum» diye şapur şapur
öpüyor. Anladık akraba filân ama, bu kadar da olmaz ki... Ben o delikanlının öpüşlerini
beğenmedim, dedi.
— Jale kim? diye sormaz mıyım! Oğlan aval aval suratıma bakıyor.'
— Jale canım, karım... dedi...
— Haaa, bizim Jale... E, Jale'yi öper canını, ne var yani bunda? Ben de Jale adında
başka bir kadım öptü sandım da bayağı sinirlendim. E artık müsaade et de Jale'yi
öpelim delikanlı...
Damadm sırtına samimiyete gatirip bir-iki şaplak indirdikten sonra,
— Yoksa daha ilk geceden, karını bizden de mi kıskanıyorsun? dedim.
— Estağfurullah... dedi.
— Daha neler... Artık bizde mi öpmiyeceğiz yani! Akrabaları da? dedim...
Oğlanın suratı allak bullak oldu.
— Ne akrabası? dedi.
— Akrabası... Yani Jale'nin, bizim Jale'nin babasının amcasının kardeş çocuğunun
amcası ne olur? Dolayısıyla Jale'nin de akrabası olur, değil mi?
Şaşkınlıktan dediğimi, diyeceğimi şaşırıp, laflan birbirine karıştırdım.
Oğlan benim yüzüme bir zaman baktıktan sonra hızla yürüyüp gitti. İşin sarpa sardığını
anlayınca, Şadan'ı aramaya başladım, Şadan mı? İşte şey... Hay Allah, Eşref
diyecektim... Ara ara yok... Bir de ne bakayım, yine geline yapışmış «Allah mesut etsin
yavruuum!» diye kızı öpmüyor mu! Buna da pek öpüş denemez doğrusu, gelini esans
koklar gibi içine çekiyor.
Eteğinden çekip gelinden zorla ayırdım.
— Çabuk çıkalım, başımız derde girecek... diye fısıldadım.
Sarhoşluktan dili dolanarak,
— Şu masadan bişeyler almadan biyere gitmem... diyor.
— Yahu ben doldurdum cebimi, yürü!
— Dur bir şişe de viski alayım...
Ben bunu ite kaka zorla çıkardım dışarı. Evet, o gece az kalsın enselenecektik.
Ben ne maksatla anlatıyorum bunlan size? Lâfı bir yere getirecektim ama.,. Haa, öyle
ya Sarışın Bebek...
Biz bir gece yine bir düğünde, şahane bir düğündü, iki kız kardeşle tanıştık. Tanıştık
dersem, neyin nesi olduklannı bildiğimiz yok ya, yalnız sabaha kadar çılgınlar gibi dans
ettik. Büyüğü benimle, küçüğü de arkadaşımla. Kızlann büyüğü199
nün ismi Betül... Sarışın Bebek dedikleri oymuş, biz sonradan öğrendik.
Yaz gelince, bizim işler bozuldu, çünkü düğünlere yazuı kesat giriyor. Halbuki cıgara
paralarını bile düğünlerden çıkarıyorduk. Düğünlerden aşırdığımız pahalı içkileri satar,
parasıyla ufak tefek ihtiyaçlarımızı karşılardık. Yazın o büyük, lüks salonlarda düğün
yapmıyorlar.
O kadar sefalet içindeydik ki, ben artık, ne olursa olsun memlekete dönmeye karar
vermiştim. Sonra efendim... Bu hayat çok tuhaf, anlaşılmaz bir muamma. O zaman
dönüp memlekete gitsey-dim, hayatımın istikameti değişecek, belki de başarılı bir
çiftçi olup kalacaktım. Memlekete dönmek için bir yol parası arayıp duruyordum.
Bigün Eşrefle serseri serseri dolaşırken, Gü-müşsuyu'ndan aşağı iniyoruz, sol
önümüzde kırmızı renkli gayet lüks bir hususî araba durdu. Biz de gayet tabii arabaya
yol verdik. Ama araba gitmiyor, boyuna klakson çalıyor. Baktım; direksiyonda, kanarya
sarısı saçlı bir kadın, yanında da bir kız... İkisi de bjze bakıp gülüyor. Yahu kim bunlar?
İçerden arabanın kapısını açmazlar mı?
— Merhaba... Gelsenize çocuklar... Nereye gidiyorsunuz?
Ben çarpıldım, ağzımdan lâf çıkmıyor. Eşrefin ağzı kalabalıktır bereket versin. Kızlarla
konuşmaya başladı. İşimiz varmış acele de, oraya yetişmeliymişiz. Buyüzden kızların
arabasına binemezmişiz. Ama müsait bir zamanda onlarla buîuşmalıymışız, en yakın
zamanda... Kızların telefon numarasını aldı, onlara telefon edip buluşacağız.
Kanarya sarısı saçlı olanı arabayı sürerken bir isim söyleyip,
— Selâmlar... dedi.
Araba gitti. Yahu kim bunlar? Biz düğünlerde o kadar çok insan tanıdık ki, işte
onlardan ikisi olacak... Düşüne düşüne bulduk... On onbeş gün önce, bir düğünde sabaha
kadar arkadaşlık ettiğimiz Betül'le kardeşi...
Eşref delirmiş.
— Arkadaş, dedi, biz bu kızlarla evleneceğiz.
— Oğlum, delirdin mi sen? Açlıktan senin beynin döndü galiba...
— Yürü eve...
Pansiyon sahibi kadına da borcumuz olduğundan, kadın eve geldiğimizi duymasın diye,
ayaklarımızın ucuna basarak, eski merdiven tahtalarını gıcırdatmadan odamıza çıktık.
Eşref, bu sefer annesine bir mektup yazdı. Aşağı yukarı şöyle bir mektup:
«Sevgili anneciğim,
Bu mektubum eline geçtiği zaman, belki de ben artık hayatta olmıyacağım. Şu anda
mektubumu bile zorlukla yazıyorum, yatakta inlemekteyim. Zavallı anneciğim, belki de
bir daha oğlunu göremiyeceksin. Hakkını helâl et sevgili anneciğim. Doktorlar acele
ameliyat olmazsam, ancak bir haftalık ömrüm kaldığını söylediler. Böbrek ameliyatı
olmam, böbreğimin birini almaları gerekiyormuş. Ameliyat için dörtyüz lira istiyorlar.
Ama benim, artık babamdan para istemeye yüzüm yok. Şimdiye kadar babama çok
yalan söyledim. Onun için sen de, bana para gönderme, istemem. Ben babamın
fedakârlığına lâyık bir evlât olamadım. Elveda anneciğim...

Istırap içinde inleyerek son günlerimi yasarken bu bedbaht oğlunu affetmeni senden
rica ederim. Yalvarırım, sakın para göndermeye kalkma! Ben yaptığım fenalıkların
cezasını hayatımla ödemeliyim. Elveda anneciğim....
Bir son ricam var; sakn bu mektubum babamın eline geçmesin, zavaHı babacığımın
kalbinin parça parça olmasını istemem, asla istemem; para göndermeyin, olmaz mı?
Son arzum şudur: Mezanma çiçek dikmeyin, ben buna lâyık değilim... Elveda sevgili
anneciğim.
Bedbaht oğlun Eşref» i Yazdığı mektup, size anlatabildiğimden çok
daha acıklı. O kadar acıklı ki, kendisi bile yazarken ağladı. Ben de okuyunca ağladım.
Karşılıklı ağlaşıyoruz. Domuz gibi sağlam olduğunu bildiğim halde, mektubu okuyunca,
bana bile hemen ölecekmiş gibi geldi.
;— Enayi gibi ağlamayı bırakalım da, mektubu postaya verelim çabuk... dedi.
Mektubu postaya verdikten sonra beklemeye başladık, iki gün, üç gün... Postacı bizi
bulsun diye odamızdan dışarı çıkmıyoruz. Dördüncü gün telgraf havalesiyle beşyüz lira
geldi. Beşyüz lira çok para... O zaman orta derecede bir memurun maaşı anca yüzelli
lira.
Eşref dedi ki:
— Arkadaş bu fırsatı kaçırmıyalım, biz bu kızlarla evleneceğiz.
— Delilik etme, sen şaşırdın mı? Onlar bir yüksek aile kızı... Bizim gibi zibidileri ne yapsınlar, diyorsam da anlatamıyorum.
— Evlenmek mecburiyetindeyiz, istikbalimizi kazanmalıyız artık... diyor.
— Kızlar razı olsa bile ailesi razı olmaz... Nasıl evleniriz?
— Oğlum, biz kızları iğfal edeceğiz.
— Biz, öyle mi?
— Biz ya.,.* Kızları iğfal edince, ailesi de evlenmemize razı olacak ister istemez...
— Pekiy, nasıl iğfal edeceğiz?
— Basbayağı... Herkes nasıl ediyorsa, biz de öyle ederiz...
Arkadaşım yirmialtı yaşında, ben daha yirmi-iki, yirmiüç... Evet ama; o zamanlar
başkaydı, biz her ne kadar ele avuca sığmaz delikanlı olarak geçiniyorduysak da, daha
gözümüz açılmamış. Yani demek istiyorum ki, kız iğfal etmek şöyle dursun, kulaktan
duyduklarımızdan başka, bu konuda en küçük bir malumatımız, daha açıkçası hiçbir
tatbikatımız yok.
— Ben yapamam, dedim,
— Sen' erkek değil misin? dedi. Bu sözü çok ağrıma gitti.
—- Ya kız iğfalinden hapse atarlarsa? dedim.
—¦ Oğlum, kızların yaşı onsekizinden büyük, yani ikisi de rüştünü ispat etmiş ve faili
muhtar... Sonra bunlar yüksek aileden olduklarından, bizi mahkemeye verip dillere
düşmek istemezler.
— Nasıl iğfal edeceğiz?
— Sen o işi bana bırak... Kızları bir gece gazinoda içirip iyice sarhoş ettikten sonra,
atarız bizim odaya...
— Yahu bu rezil odaya o kızlar getirilir mi?
— Sarhoş edeceğiz kardeşim, odamızın ne halde olduğunu farkedemezler... Evde de
iyice içiririz. İkisi de feleğini şaşırır, kendilerinden geçerler. Ondan sonrası artık bize
kalmış bir iş... Sabah olup da kızlar, eyvaah diye ağlamaya başladı mıydı, «'Niyetimiz
ciddidir. Biz sizinle mesut aile yuvası kurmak istiyoruz» deriz.
Başım belâya girecek diye çok korkuyordum ama, arkadaşımı yalnız bırakmayı da
bitürlü kendime yediremiyordum. Anca beraber, kanca beraber... Nihayet
kendikendime bir kurnazlık düşündüm; varsın o küçüğünü iğfal etsin ama ben Be-tül'ü
iğfal etmiyecektim. Arkadaşa karşı kalleşlik olacak ama, ne yapayım, ne olursa olsun...
İşin ucunda hapishane var, sonra da itiraf edeyim ki, o işe benim cesaretim yok... Rezil
olmaktansa, namusu elden bırakmamak iyidir.
Eşref telefon etmiş, kızlardan randevu almış. Bir pastanede buluşacakmışız.
O sabah odamızı içkiyle doldurduk, her çeşit içki aldık. Onca içkiyi bir bölük asker içse
hepsi sarhoş olur.
Giyinip kuşandık, süslendik püslendik tam evden çıkarken postacı bir mektup getirdi:
Mek-lup Eşrefin babasından... Hiç unutmam şöyle başlıyor: «Ulan cibiliyetsiz hergele
dölü! Ulan namussuz alçak! Ulan kime çektiği bellisiz soysuz!» Daha başlayışında yarım
sayfa uzunluğunda küfürle, işte böyle sürüp gidiyor mektup.
Annesine yazdığı mektubu babası evde buiup okumuş, kadının gizlice beşyüz lira
gönderdiğini de öğrenince küplere binmiş adam. Aklımda kaldığına göre mektupta şöyle
bişeyler yazılıydı:
«İnsanlarda iki, pek nadir olarak da üç böbrek bulunur. Yolladığın mektupların hepsini
çıkarıp bir daha okudum. Mektuplarında yazdığına göre, şimdiye kadar dört kere
apandisit, altı kere bademcik, üç kere ülser ameliyatı olmuşsun, iki kere kınlan
belkemiğini alçıya koydurtmuşsun, iki kere kulak ameliyatı geçirmişsin. Tam üç kere de
böbreklerinden birini aldırtmışsın. Aldırdığın eski böbreklerini unutup annene yazdığın
mektuptaki böbrek ameliyatıyla, şimdi dördüncü böbreğini de aldıracaksın. Sana Allah
dört ciğer, altı böbrek, beş kulak vereceğine, ne olurdu birazcık da vicdan verseydi...
Senin gibi evladım yoktur, seni bütün mirasımdan mahrum ediyorum ve seni evlatlıktan
reddediyorum. Annene, mezarıma çiçek dikmeyin, diye yazmışsın. Hele senin habis
vücudun yeryüzünden kalksın, ben senin mezarına ne dikeceğimi çok iyi bilirim.. Ulan
vicdansız.. Ulan..»
Adam mektubunda, oğlu üniversitede okuyacak diye yıllardır mallarını satıp savıp ona
nasıl para yetiştirdiğini, oğlunun arkadaşlarının çoktan hâkim, doktor, kaymakam
olduklarını yana-yakıla yazıyordu.
Mektubu okuyunca Eşrefin canı çok sıkıldı,
— Babam çok haklı, dedi, görüyorsun ya başka çarem yok, kızı iğfal edip evlenmeye
mecburum.
Kızlarla buluşacağımız pastaneye gittik. İçimden, inşallah gelmezler diye dua
ediyordum. Bende talih mi var... Beş-on dakika sonra ikisi de geldi...
— Nereye gidelim?
— Boğaz'a...
Atladık bir taksiye, Boğaz'da bir gazinoya gidip içmeye başladık. Ordan çıktık. Haydi
başka bir gazinoya... Arkadaş, işi çabuk bitirmek için da yiyor rakıyı kızlara... Onlann da
içmem dediği yok... İç Allah iç... İçmem demelerine bırak, sarhoş olacakları da yok.
Gece oldu, biz hâlâ içiyoruz. Beynim, başım, gözüm dönmeye başladı. Eş-jref'in de dili
peltekleşmeye başladı. Kızlara hâlâ bişey olduğu yok, boyuna kıkır kıkır güdüyorlar.
Fakat içkinin tesiriyle bana bir cesaret gelsin beyim, hiç sormayın. Betül'ü gözüme
kestirdim iyice. Ne olursa olsun, sonunda ölüm bile olsa ben bu kızı iğfal ederim
ewelallah...
İtiraf ederim ki ben hayatımda bu Betül kadar... Hey gibi, geçmiş zaman olur ki hayali
cihan değer...
Eşref durmadan palavra atıyor kızlara. İki ay sonra ikimiz de doktor çıkıyormuşuz. Biz
çok zen~ ginmişiz. Ailemiz bize her ay beşer yüz lira gönderiyormuş.
Muhabbeti koyulaştırdık. Eşrefin kulağına yavaşçacık,
— Aman, kendini kolla, kızlardan evvel sen sarhoş olacaksın... dedim.
O da bana,
— Sen kendine bak, ayağa kalkınca sendeleyip tökezliyorsun, o kadar içme! diye
fısıldadı.
Kızların ikisi de kadehi ağızlarına dikip, rakıyı su gibi lıkır lıkır içiyorlar. Bizim boşalan
kadehlerimizi de dolduruyorlar. Baktım, kızlarla baş-edemiyeceğim, kadehimdeki
rakıyı onlara çaktırmadan, aradabir masanın altına boşaltıyorum. Ama iki kadehi
boşaltsam, üçüncüsünü içmem icap ediyor. Gece yansını bulduk. Çıktık gazinodan ama
ne çıkma... Ben düz yolda yere kapaklandim, Eşref beni yerden kaldırayım derken üstüme yuvarlandı. Betül gülmekten ölecek.
Şimdi biz bu kızları nasıl edip de odamıza götürüp iğfal edeceğiz? Eve gidelim diye
teklif etsek, ya reddederlerse... Yuvarlanmıyalım diye kızlar kolumuza girdi. Allah
Allah.e. Ben bu Betül'ü iğfal etmeyi iyicene kafama koydum. Sonunda assalar bile
değer Allah için...
— Her yer kapandı, şimdi biz nerde içeceğiz? dedim.
Dememle, ayaklarım birbirine dolandı, yere kapaklandım bir daha. Betül,
— Bir arabayla sizi evinize bırakalım da artık biz de evimize gidelim... dedi.
Bindik bir taksiye. Biz dördümüz arabanın arkasına sıkıştık, şoförün yanı boş. Kızlar
şarkıya başladı. Ben öyle sarhoşum ki, aradabir dalıp gidiyorum. BetüTün kahkahasıyla
toparlanıyorum. Ben sarhoşluğun verdiği cesaretle elimi Betül*ün beline dolaymca,
— Rica ederim!... diye ciddiyetle geri çekilmez mi!
Fena halde bozuldum, hem de utandım. Belli, hakikaten kibar aile kızları... Pekiy, biz
bunları nasıl iğfal edeceğiz?
Eşref de bir münasebetsizlik yapmış olacak ki, bu sefer öbür kız,
— Yooo, dedi, arkadaşlık hududunu tecavüz etmek yok!...
Araba bizim evin kapısına gelince, ben yüzümü kızdırıp,
— İster misiniz çocuklar, biraz da. bizde iç-sek? dedim.
Betül,
— Eve çok geç kaldık ama, dedi, çok oturma-mak şartıyla içelim, peki...
Merdivenden çıkarken, Eşref biriki basamak yuvarlandı. Betül, eksik olmasın arkamdan
iterek çıkmama yardım etti.
Epiyce arandıktan sonra, Allaha şükür, oda kapısının anahtar deliğini bulup anahtarı
soktum, kapıyı açtım.
— Buyrun!
— Çabuk içki...
Kızlar, babalarının evi gibi rahatça soyunup yayıldılar. Eşref bana,
— Bunlar rakıdan sarhoş olmuyorlar, bu sefer şaraba başlıyalım da karışık içince
bozulsunlar... diye fısıldadı.
— Şarap içelim mi?
— Aaaa, daha iyi...
Başladık şaraba... Daha ilk bardakta benim midem döndü. Zor yetiştim helaya... Öyle
kustum ki, içim dışıma çıktı sandım. Yıkanıp temizlenip döndüm ki, kızlar yere
yuvarlanmış olan Eşrefin kolonyayla başını ovuşturuyorlar. Bizim halimiz rezillik...
Betül,
— Bü şişe bitti, başka şişe var mı? dedi. Ben,
— Var, deyip, tökezliyerek dolaba koştum, koca şarap şişesini açtım.
Bir sürahi soğuk suyu da Eşrefin başından aşağı boca edince, oğlan ayıldı.
— Aman Eşref, sıkı dur arkadaş!... Hafiften içermiş gibi yapmaktayız. Kızlar
avucumuzun içinde ya, gelgelelim bizde parmak oynatacak hal kalmamış.
İkimiz de heladaki musluğa koşup koşup, açılmak için yüzümüze su serpiyoruz. Eşref
bana,
— Kızlar galiba kıvamına Ageldi, az daha gayret! dedi.
Göremediğim için;
— Sesin geliyor ya, nerdesin Eşref? dedim.
— Kapı arkasmdayım, buraya düştüm, dedi, tut elimden kalkayım.
Benim aklım, başımdan gidip gidip geliyor.
— Kızları iğfal edecek miyiz Eşref?
— Dur hele... Kız dediğin olmuş meyva gibi avucuna düşecek ki, işte o zaman...
Betül,
— İçki yok mu? diye bağırıyor.
— Şarap bitti, rakı içelim mi?
— Getir!...
Kadehlere koyuyorum diye rakının yansını yere döktüm.
Yahu ne bu imansızların sarhoş olacağı var, ne bizim şey yapacağımız...
— Hadi içsenize...
Sonra efendim... Ben sonrasını bilmiyorum. Bir de gözümü açtım'ki, ortalık zifiri
karanlık... Ben nerdeyim? Her yanım kınlıyor. Zihnimi bi-türlü toparlıyamıyorum,
kendime mâlik değilim. Şöyle bir yokladım etrafımı... Evet, burası bizim oda. ben de
kan/olanın altındayım...
Zoria ayağa kalkıp elektriği yaktım. Bir de baktım ki, Şinasi, kapı arkasına yüzükoyun
serilmiş. Şinasi mi, dedim? Eşref işte. Zorla uyandırdım onu... Ne oldu bize? Aman,
kızlar!... Yahu nerdeyiz? Saat kaç? Vay başım...

Bu Blogda Ara