ANA
MAKSİM GORKİ
-IV-

Stepan başını sallayarak: '
«Belli!» dedi.
Ve hemen ekledi:
«İçi rahat değil. Çantası için...» \ ¦ ¦
Piyotr kurnazca göz kırptı Pelageya'ya, elini sallayarak sürdürdü:
«Siz merak etmeyin, her şey yolun&a. Sizin küçük valiz benim evde. Demin sizden sözettiğinde, mutlaka
bu işle ilginiz olduğunu, o adamı tanıdığınızı söylerken, ben de dedim ki: Dikkat et, Stepan, dilini sıkı
tutmalısın, bu çok önemli bir iş! Şimdi görülüyor ki siz de, ana, siz de bizleri yanıbaşınızda görünce koku
aldınız. Namuslu insanlar suratından belli olur, çünkü sokaklarda namuslu adam görmezsin pek. Sizin
valiz bende...»
Ana'nın yanına oturdu, yalvaran bir bakışla sözlerini sürdürdü:
«Boşaltmak isterseniz size seve seve yardım ederiz! Çok ihtiyacımız vardı kitaba....»
Stepan:
«O hepsini bize bırakmak istiyor!» dedi.
268
«Çok iyi! Hepsini dağıtacak yer buluruz!»
Ayağa fırladı, gülmeye başladı yukarı aşağı gezinerek hoşnutça söylendi:
«Şaşılacak bir iş vallahi! oysa basit de. Kitap bir yere sokulur, sonra başka birisine aktarılır. Hiç de
fena değil. Gazete de iyi bir şey. Etkiler, gözleri açar. «Beyefendilerin» hoşuna gitmez. Yedi sekiz
kilometre ötede bir hanımefendinin yanında çalışıyorum. Marangozluk yaparım. İyi bir kadın, doğrusu.
Her türlü kitap verir bize. Çoğu kez okuruz da, bize fikir verir. Kendisine minnettarız zaten. Ama bu
gazetelerden birini gösterdim ona, kızdı biraz. Atın bunu, Piyotr, dedi bana. Bunları akılsız çocuklar
çıkarıyorlar, dedi. Bunlar üzüntülerinizi artırır, sizi hapse, Sibir- ya'ya götürür dedi....»
Birdenbire sustu, düşünceye daldı.
«Baksanıza,» dedi, «o adam... sizin akrabanız mı?»
Ana:
«Hayır,» dedi. «Birbirimize yabancıyız.»
Piyotr sessizce gülmeye başladı, başını salladı. Pek hoşnut görünüyordu. Ama neden hoşnut olduğu pek
belli değildi. Pela-geya, 'yabancı' sözcüğünün Ribin'e uymadığını ve kendisi için de küçük düşürcü
olduğunu sezdi:
«Benim ailemden değil,» dedi. «Ama çoktandır tanırım onu, öz kardeşim gibi... ağabeyim gibi sayarım
onu.»
Gerekli sözcüğü bulamıyordu. Bu durum canını sıktı, hıçkırığını tutamadı. Üzüntülü bir bekleyiş
içerisinde sessizlik çöktü. Piyotr başını -omuzunun üstüne eğmiş, ayakta duruyordu. Bir şey bekliyor
gibiydi. Stepan dirseklerini masaya dayamış, hiç durmadan parmaklarıyla masayı tıkırdatıyordu. Karısı
gölgede, sobaya dayamıştı sırtını. Gözlerini kendisinden ayırmadığını seziyordu, ve kendisi de arada
sırada onun yağız yüzüne bakıyordu. Kadının düz bir burnu, sivri çenesi vardı. Yelimsi gözlerinde dikkat
ve uyanıklık okunuyordu.
Piyotr yavaşça:
«Demek bir dostunuz,» dedi. «Evet, kişilik sahibi biri... Onurlu. Böyle olmalı işte. Adam diye buna
derler, öyle değil mi, Tat-, yana? Sen dersin ki...» 1 Kadın sözünü kesti:
269
«Evli mi?»
Ve dudaklarını kuvvetle sıktı.,
Ana üzgün bir tavırla:
«Dul!» diye karşılık verdi.
Tatyana derin bir sesle:
«Onun için yürekli böyle!» dedi. «Evli bir adam bunu yapmaz, korkar...»
Piyotr haykırdı:
«Ya ben? Ben evliyim, ama yine de...»
Kadın, Piyotr'a bakmadan dudak büktü.
«Anladık, dostum!» diye susturdu. «Sen nesin ki? Boyuna konuşursun, başka bir şey yaptığın yok. Ara
sıra da küçük bir kitap okursun. Köşede bucakta Stepan'la fısıldaşmakla insanlara büyük bir hizmet
etmiş olmazsın yani!»
Köylü gocundu.
; «Beni dinleyen çok!» dedi. «Sen ne dersen de, ben burda bir tür maya gibiyim...»
Stepan sessizce karısına baktı, başını yeniden yere eğdi. Tatyana sordu:
«Peki, köylülerin evlenmesi neye yarıyor? Çalışan bir kadın gerekli derler... Nesine çalışacakmış?»
Stepan boğuk bir sesle:
«İşin başından aştan değil mi sanki?» dedi.
«Böyle çalışmanın yararı ne? Nasılsa karnımızı doyuramıyoruz. Çocuklar dünyaya gelirler, onlarla
uğraşacak zaman yok, çünkü hep çalışırız, hem de yaptığımız işten ekmeğimizi bile çıkaramayız.»
Ana'ya yaklaştı, yanına oturdu; sızlanmasız, üzüntüsüz, inatla sürdürdü:
«Benim iki çocuğum oldu. Biri iki yaşındayken kaynar suyla haşlandı, öbürü ölü doğdu, hep bu kahrolası iş
yüzünden. Benim için pek keyifli bir şey sanki! Her zaman söylerim: köylüler evlenmekle boşu boşuna
sıkıntıya girerler, elleri ayakları bağlanır, işte o kadar. Serbest olsalardı, bize gerekeni elde etmek için
savaşırlar, o adam gibi açıktan açığa gerçeği bulmaya çalışırlardı. Dediğim doğru değil mi?»
«Doğru,» dedi Pelageya. «Doğru, sevgili Tatyana... Başka türlü sahip olamayız kendi yaşamımıza...»
270
¦r
«Kocanız var mı?»
«öldü. Bir oğlum var.»
«O nerde? Sizinle birlikte mi yaşıyor?»
«Hapiste.»
Bunu söylerken, bu sözcüğün her zaman neden olduğu üzüntüye, durgun bir gurur karıştığını duydu.
«İkinci tutuklanışı bu. Bütün bu başına gelenler, Tanrı gerçeğini anladığı içindir, herkese açıkça anlattığı
içindir... Daha genç, güzel, akıllı bir oğlan! O düşündü gazete çıkarmayı, Mjk-hail Ribin'i yöneltti gerçek
yoluna, kendisinden iki kat yaşlı oran Mikhail'i! Şimdi, oğlumu bu nedenle yargılayacaklar ve... mahkûm
edecekler... O da Sibirya'dan kaçacak, dönecek, yeniden işe başlayacak...» /
Konuştukça, duyduğu gurur artıyor, boğazı düğümleniyor, bir kahraman imajı yaratmak için gerekli
sözleri telkin ediyordu. O gün tanık olduğu, korkunçluğu ve acımasızlığı altında ezildiği o karanlık
sahneye karşılık akıl ve aydınlıkla işlenmiş bir tablo çizmenin gerekliliğine inanıyordu. Bu gerekliliğe
bilinçsizce baş eğerek, aydınlık ve temiz gördüğü ne varsa hepsini bir tek- alev halinde birleştiriyordu,
ve bu alevin parlak ışığı gözlerini kamaştırıyordu.
«Bu gibi insanlar çok doğmuştu şimdiye dek, gittikçe daha çok doğmaktadır, ve hepsi de ölene dek
özgürlük için, gerçek için savaşacaklardır...»
Her türlü sakınganlığı bir yana bırakmıştı, ama ad vermiyordu. Halkı sömürü zincirinden kurtarmak için
yapılan gizli çalışmalar konusunda bildiklerini anlattı. Anlatımını pek hoşlandığı imajlarla süslüyor,
sözlerine tüm gücünü; yaşamın acıları, darbeleri altında içinde uyanmış olan tüm sevgiyi katıyordu.
Coşkun bir sevinç içinde, anılarında aydınlık ve güzelik işığıyla parıldayan insanlardan kendisi de heyecan
duyarak sözediyor-du.
«Tüm dünya için bütün kentlerde yürütülen bir çalışma bu. Namuslu,» iyi insanlar öyle bir güç ki, ne
ölçülmesi mümkün, ne sayılması. Boyuna büyüyor bu güç, ve zafer gününe kadar büyümeye devam da
edecek,..»
Sesi hiç değişmeden akıyordu. Sözcükleri kolayca buluyor, rengârenk boncuklar gibi sıralıyordu, kalbini
o günün kanından,
271
çamurundan arıtmak için. Kendisi konuşmaya başladıktan beri köylüler heykelleşmişlerdi. Kımıldamadan
duruyorlar, ciddi bakışlarını ondan ayırmıyorlardı. Yanında oturan kadının kısık kısık soluduğunu
duyuyordu. Söylediklerine, vaat ettiği güzel dünyaya inancı artıyordu.
«Zor bir hayat yaşayanlar, sefaletten ezilenler, haklarından yoksun bulunanlar, zenginlerin ve onların
uşaklarının kölesi olanlar, hepsi kendileri için hapislerde çürüyenleri işkenceye, ölüme gidenleri takip
etmelidirler. Onlar hiç bir kişisel çıkar gözetmeksizin herkes için mutluluk yolunun nerede olduğunu
gösteriyorlar, bunun eziyetli bir yol olduğunu açıkça söylüyorlar. Onlar hiç kimseyi zorla sürüklemezler,
ama bir kere onların saflarında yer aldınız mı, artık ayrılmazsınız, çünkü haklı olduklarını, bu yolun eh iyi
yol olduğunu, başka yol olmadığını görürsünüz.»
Ana, nihayet emeline ulaşmış olmanın sevinci içerisindeydi: İşte kendisi de gerçeği öğretiyordu
insanlara!
«Halk böyle insanlarla omuz omuza yürüyebilir.
Onlar ufak tefek sonuçlar elde edince barışa yanaşanlardan değiller. Bütün yalancıları, kötüleri,
açgözlüleri yenmedikçe durmayacaklar. Halk tek can halinde birleşmedikçe, tek ses halinde efendi
benim, herkes için eşit kanunları ben kendim yapacağım! demedikçe, kollarını kavuşturup
oturmayacaklar!..»
Sustu. Yorulmuştu. Arkadaşlarına baktı. Sözlerinin, iz bırak-mamacasına uçup gitmeyeceğinden emindi.
Köylüler yüzüne bakıyorlar, konuşmasını sürdürmesini bekliyorlardı sanki. Piyotr kollarını kavuşturmuş,
gözlerini kırpıştırıyor, çilli yanaklarını titreterek gülümsüyordu. Stepan, bir dirseği masada, bütün
gövde-siyle ileriye doğru eğilmiş, hâlâ dinliyormuş gibi boynunu uzatmıştı. Ananın yanında oturan
Tatyana dirseklerini dizlerine dayamış, yere bakıyordu.
Piyotr:
«İşte böyle!» diye mırıldandı ve başını sallayarak usulca bankın üzerine oturdu.
Stepan yavaş yavaş doğruldu, bir şey kucaklamak istermiş gibi kollarını açtı. Ağır bir sesle:
«İnsan bu işe katılmak istiyorsa, gerçekten baş koyması gerek!» dedi.
Piyotr çekingen bir tavırla üsteledi:
272
«Evet... hiç geriye bakmadan!»
Stepan devam etti:
«Böye bir iş bu!»
Piyotr:
«Tüm dünya-için girişilen bir iş!» diye tamamladı.
ONSEKİZİNCİ BÖLÜM
Ana sırtını duvara dayamış, başını geriye atmış, onların düşüncelerini dinliyordu. Tatyana kalktı,
etrafına bakındı, tekrar oturdu. Yeşil gözlerinde kuru bir parıltı vardı. İki erkeğe hoşnutsuz,
küçümseyici bakışlar fırlatıyordu. Birdenbire anaya dönüp:
«Çok acı çekmiş olduğunuz belli!» dedi.
«Öyle, çok çektim!»
«İyi konuşuyorsunuz, sözleriniz sürükleyici. Yarabbim, bu gibi insanları, böyle bir hayatı bir aralıktan da
olsa seyredebil-sem! diye düşünüyor insan. Nasıl yaşıyoruz? Koyunlar gibi. Bakın örneğin ben, okuma
yazma bilirim, kitap okurum, çok düşünürüm, bazen geceleri aklıma fikirler gelir, uykumu kaçırır. Ama
neye yarar? Düşünmesem... bir hiç için üzülürüm: düşünürsem, o da bir hiç için, boş şeyler işte...»
Bakışı alaycıydı. Köylüler susuyorlardı. Rüzgâr pencere camlarını okşuyor, damın sazlarında uğulduyor,
ocakta boğuk sesler çıkarıyordu. Bir köpek uluyordu. Bazen yağmur damlaları istemeye istemeye camları
kamçılıyordu. Lambanın alevi titredi, söner gibi oldu, sonra hemen canlandı, eskisi gibi yanmaya devam
etti.
«Söylediklerinizi dinledim: İşte bunun için yaşıyor insanlar. İşin tuhafı, görüyorum ki bütün bunları ben
biliyordum zaten! ama sizi dinlemeden önce bunları hiç duymamıştım, ve kafamda bu gibi düşünceler
yoktu...»
Stepan ağır, neşesiz bir sesle:
, «Yemek yiyip lambayı söndürmek gerek, Tatyana,» dedi. «Görenler diyecek ki, Çumakov'larda lamba
geç saatlere dek yandı. Bizim için önemi yok, ama konuğumuz için belki hoş olmaz bu...»
Ana / F: 18
273
Tatyana yerinden kalktı, sobanın başında işe koyuldu. Piyotr gülümseyerek:
«Eveeeet!» dedi yavaşça. «Şimdi, dostum, tetikte olmalıyız. Gazete ortaya çıkınca...»
«Ben bunu kendim için söylemedim ki. Beni tutuklasalar bile bu bir felaket olmaz!» Karısı masaya
yaklaştı. «Çekil bakalım,» dedi.
Kalktı, bir yana çekildi karısının sofrayı kurmasını izledi.
«Topumuzun değeri ne ki!» diye sürdürdü. «Sürüsü beş para!»
Ana birdenbire acıdı ona. Gittikçe daha çok hoşlanıyordu ondan. Konuşup içini boşalttıktan sonra o
günün iğrenç yükünden kurtulmuş, hafiflemiş hissediyordu kendini. Kendinden hoşnuttu, ve herkese iyi
davranmak istiyordu.
«O dediğiniz doğru değil, usta!» dedi «Bir insan, kanını emmekten başka bir şey istemeyenlerin biçtiği
fiatı kabul etmek zorunda değildir. Düşmanlarınız için değil, dostlarınız için ne değer taşıdığınızı
bilmeniz gerekir...»
Köylü:
«Bizim dostumuz kim?» diye haykırdı. «Bizdeki dostluklar, bir kemik parçası için hırlaşmaya
başlayıncaya dek sürer.»
«Yanılıyorsunuz, halkın dostları vardır...»
Stepan dalgın dalgın karşılık verdi:
«Var, ama burda değil. Sorun bu!»
«Öyleyse burada da dost edinmelisiniz.»
Stepan düşündü:
«Evet, edinmeli.»
Tatyana:
«Sofraya oturun,» dedi.
Yemek sırasında, Ana'nın sözlerinden keyfi kaçmış görünen Piyotr coşkuyla konuşmaya başladı:
«Dikkati çekmemeniz için buradan biraz erken çıkmanız gerek. Bir sonraki konaktan bir posta arabasına
binersiniz, ama kente giden bir araba olmasın...»
Stepan:
«Niye? dedi. «Ben götürürüm onu.»
274
«Olmaz. Bir şey olursa sana sorarlar: Bu kadın evinde mi yattı? derler. — Evet, diyeceksin. - Nereye
gitti? — Ben götürdüm onu. - Ya! demeksen götürdün ha? Öyleyse hapse gir bakalım! - Anlaşıldı mı?
Hapse girmeye acelen mi var? Neye yarar bu? Her şeyin zamanı var, zamanı gelir, çar ölür derler. Ama
eğer dersen ki: burda yattı, bir araba kiraladı, bindi, gitti! böyle dersen, sana bir şey yapmazlar. Geceyi
onun bunun evinde geçiren yolcu çok! Bizim köy işlek yer...»
Tatyana alaycı bir sesle:
«Sen korkmayı nerde öğrendin, Piyotr?» diye sordu. •
Köylü elini dizine vurdu.
«İnsan her şeyi bilmeli, bacı!» diye haykırdı. «Kormasını da bilmeli, yürekli olmasını da. Bucak müdürü o
gazete yüzünden Vaganov'u nasıl hırpalamıştı? Bizim Vaganov'a ne yapsan ne etsen bir kitaba el
sürdüremezsin artık. İnanın bana, herkese oyun oynayan bir maskara olarak tanınırım ben. Bunu herkes
bilir. Küçük kitapları, bildirileri, istediğiniz kadar dağıtabilirim de kimse benden kuşkulanmaz. Bizdeki
insanlar öğrenim görmemişlerdir pek, korkaktırlar da. Ama ne de olsa zamanın akışıyla birlikte öylesine
etkileniyorlar ki, kimse gözünü açıp neler olduğ-nu kendi kendine sormadan edemiyor. İşte o zaman o
küçük kitap ona karşılık veriyor, olanları açıklıyor, işte bu bu demek, şu şu demek, düşün, anla diyor o
kitap. Öyle durumlar vardır ki, cahili bilmişinden daha iyi anlar, hele bilmişin karnı toksa. Ülkeyi tanırım
ben, çok şey görür gözüm. Hiç kuşku yok ki yaşamak mümkün, ama, bir çırpıda yakayı ele vermemek için
insanda kafa olmalı, ve çok ustalıklı davranmalı. Hükümet çevreleri de durumun değiştiğini seziyorlar.
Köylü onlara soğuk davranıyor, pek gülümsemiyor, gülümserse de tatlı gülümsemiyor. Sözün kısası, resmî
makamlara baş vurmak istiyor. Geçen gün Smoliakovo-'da, Smoliakovo ufacık bir köy, bize yakın, işte
orada, vergi top- . lamaya gitmişler, ama köylüler karşı gelmişler, diğrene sarılmışlar. Komiser hemen
yapıştırmış: 'ulan, orospu çocukları, Çara karşı geliyorsunuz öyle mi?' diye. Orada Spivakin adında bir
mujik varmış, açmış ağzını: 'Çarına da, sana da' diye başlamış. 'Kimmiş sırtımızdaki son gömleğimizi de
soyan o Çar dediğin?' diye. Bak ne günlere vardık. Ana! Tabiî yakalayıp götürmüşler Spivakin'i; şimdi
hapiste. Ama söylediği söz belleklerde, hatta
275
haylazlar o sözü yineleyip duruyorlar. Yani, kendisi hapiste ama sesi çıkıyor, yaşıyor!»
Yemek yemiyor, hızlı hızlı^konuşup duruyordu. Kara, kurnaz gözleri parıltılar saçıyordu. Köy
yaşantısından edindiği sayısız gözlemleri, bir torba ufak para boşaltır gibi cömertçe Ana'nın önüne
döküyordu.
Stepan, iki kez:
«Yesene!» dedi.
0 ise bir parça ekmek, bir kaşık alıyordu eline, sonra cıvıl-dayan bir saka kuşu gibi yeniden gevezeliğe
dalıyordu. Sonunda, yemek son bulunca, ayağa fırlayıp:
«Hadi bakalım, gitme zamanı geldi!» dedi.
Ana'nın elini sıktı:
«Hoşça kalın! Belki bir daha görüşemeyiz. Size şunu söylemek isterim ki, bütün bu olup bitenler çok iyi.
Sizinle görüşmek, konuşmanızı dinlemek, çok iyi. Valizinizde kitap ve gazeteler dışında başka bir şey var
mı? Yün başörtü mü vardı? Tamam, bir gün başörtü, aklında tut Stepan. Biraz sonra valizi getirecek
size. Hadi Stepan: Allahısmarladık, afiyette olun.»
Çıkıp gittiler, damda ve ocakta rüzgârın çıkardığı ses, ince yağmurun pencerelere çarpması işitildi.
Tatyana sedirin üzerine giysiler sererek bir döşek hazırladı.
«Becerikli bir çocuk!» dedi Pelageya.
«Boyuna çınlayan bir çıngırak, ama sesi uzaktan işitilmez.»
«Ya kocanız?» «
«İyi adam, içki içmez, iyi anlaşıyoruz. Yalnız, zayıf karakterli.»
Doğruldu, bir an sessiz durduktan sonra ekledi:
«Şimdi ne yapmalı? Halkı ayaklandırman mı? Elbette, herkes bunu düşünüyor, ama kendi köşesinde
düşünüyor. Oysa bunu yüksek sesle söylemek gerek. Sonu sonuna birisi bu yürekliliği göstermeli...»
Sedirin üzerine oturdu, birdenbire sordu.
«Diyorsunuz ki, bu işle uğraşan küçükhanımlar da varmış, giderler işçilere kitap okurlarmış... Bu onları
sıkmıyor mu? Korkmuyorlar mı?»
Ana'nın dediklerini dikkatle dinletikten sonra derin içini çekti, başını eğdi.
276
«Bir kitapta şöyle bir şey okumuştum: Yaşamın anlamı yoktur. Ne demek istediğini hemen
anlayamamıştım. O biçim yaşamı bilirim ben. İnsanın kafasında düşünceler olur, ama birbiriyle bağlantısı
olmaz. Çobansız koyunlar gibi dolaşıp durur, onları toparlayacak kimsecikler yoktur... Anlamı olmayan
yaşam bu işte. Hiç geriye bakmaksızın bu yaşamı koyup kaçabilsem bir... azbuçuk aklı erdi mi çok üzüntü
duyar insan!»
Ana bu üzüntüyü onun yeşil gözlerinde, zayıf yüzünde görüyor, sesinde duyuyordu. Onu avutmak,
sevecenlik göstermek istedi:
«Ama siz, şekerim, siz anlıyorsunuz ne yapmak gerektiği- ni...»
Tatyana sözünü kesti:
«Bilmek'gerek... Yatağınız hazır, yatın.»
Sobaya doğru gitti, dimdik, sessiz durdu. Bütün düşüncesini tek bir nokta üzerine toplamış görünüyordu.
Ana soyunmadan yattı. Kemikleri sızlıyordu yorgunluktan. Hafiften inledi.' Tatyana lambayı üfürdü.
Kulübeyi saran yoğun karanlık içerisinde kalın, tekdüze sesi yeniden yükseldi. Acılarını dindirmek
istiyordu sanki:
«Dua etmiyorsunuz. Ben de ne tanrının, ne de mucizelerin varlığına inanırım.»
Ana, döşeğinde kaygıyla döndü. Derin karanlık, pencereden kendisini dikizliyordu. Sessizlik içinde ancak
duyulabilen bir hışırtı geliyordu kulağına. Mırıldanır gibi, ürkek bir sesle:
«Tanrıyı bilmem, ama, İsa'ya inanırım ben... sözlerine de: 'Bütün insanları kendin gibi sev' demiş... Evet,
ona inanıyorum.»
Tatyana susuyordu. Karanlıkta, Ana onun belirsiz, dik, kurşunî karartısını görüyordu sobanın koyu fonu
üzerinde. Genç kadın hâlâ hareketsiz, hâlâ ayaktaydı. Ana kaygıya kapılıp gözlerini yumdu.
Ansızın buz gibi bir ses işitildi:
«Çocuklarımın ölümü için ne Tanrıyı, ne de insanları bağışlarım... asla.»
Pelageya duygulandı, doğruldu. Bu sözleri söyleten derin acıyı anlıyordu. Sevecenlikle «Gençsiniz daha,
çocuğunuz olur,» dedi.
277
«Hayır, benden geçti artık. Doktor, artık hiç çocuk doğura-mayacağımı söylüyor.»
Bir sıçan kaçtı yerde. Döşeme çatırdadı sanki görünmez bir şimşek çakmış gibi. Damın sazları arasında
yağmurun hışırtrsı işitildi yeniden. Su damlaları hüzünlü bir tıpırdı çıkarıyordu yere düşerken.
Ağır uyuşukluk içinde Ana, önce sokakta, sonra evin girişinde ayak sesleri işitti. Kapı usulca açıldı, boğuk
bir ses:
«Tatyana, yattın mı?» diye sordu.
«Hayır.»
«Uyuyor mu?»
«Herhalde.»
Bir alev parladı, titredi, söndü. Köylü döşeğe yaklaştı, Ana-'nın bacaklarını örten koyun postundan
giysiyi düzeltti. Bu özen Pelageya'yı duygulandırdı. Gülümseyerek gözlerini yumdu. Ste-pan sessizce
soyundu, sekiye tırmandı. Bütün sesler kesildi:
Ana kımıldamadan yatıyor, en ufak bir sese kulak kabartıyordu. Karanlığın içinde, Ribin'in kana bulanmış
yüzü beliriyor-du karşısında.
Sekiden bir fısıltı işitildi:
«Görüyorsun ya? Bak kimler koyuluyorlar bu işe. Yaşını başını almış, binbir üzütü geçirmiş kişiler,
çalışmışlar, çabalamışlar, dinlenmeye hak kazanmışlar artık, ama görüyorsun işte, hâlâ ön safta
bulunuyorlar. Ya sen, sen ki gençsin, sağduyu sahibisin, ha? Söylesene Stepan...»
Köylünün kalın sesi karşılık verdi:
«Bu gibi işlere insan iyice düşünüp taşınmadan kendini adamaz...»
«Bu lafı çok işittim...»
Sesler alçaldı, sonra yeniden yükseldi. Stepan mırıldandı:
«Şöyle yapmalı: önce ayrı ayrı konuşmalı. Sözgelimi Alek-siey Makov'u al, ateşli bir genç, öğrenim de
görmüş, hükümete karşı... Şorin de öyle, akıllı bir adam.. Kniyazer de namuslu ve yürekli. Sonrası Allah
kerim. Kadının sözettiği kimselerle görüşmeli. Baltamı alıp kente uzanayım bir, odun yarmaya gidiyormuşum
gibi. Dikkatli davranmalı, kadın doğru söylüyor: Her insan kendi değerini kendisi biçmeli. Gördün
ya o Ribin denen
278
köylüyü, şeytanın karşısında bile gerilemez işte o. Her şeye göğüs gerdi de ıh bile demedi. Ya Nikita'ya
ne dersin? Nasıl utandı, ha? Korkunç bir şey bu!»
«Gözünüzün önünde bir insanı dövüyorlar da siz ağzınızı açmıyorsunuz...»
«Biraz bekle hele! Allaha şükür de, iyi ki adamcağızı biz dövmedik de. Bu kadarı bile büyük şey.»
Uzun süre fısıldaştılar. Sesleri kimi zaman öyle alçalıyordu ki, Ana onların sözlerini belli belirsiz
işitebiliyordu. Kimi zaman da adam fazla yükseltiyordu sesini, karısı susturuyordu: , «Yavaş
konuş, uyandıracaksın onu.»
İ Ana derin uykuya daldı. Uyku ağır bir bulut gibi üzerine çökmüş,
alıp götürmüştü düşler evrenine...
Gün ağarırken Tatyna uyandırdı Ana'yi- Kilisenin çanı soğuk havada titreşimler yaparak sessizliği bozdu.
«Çay demledim, için, yoksa sabah mahmurluğuyla üşürsünüz arabanın içinde.»
Stepan sakalını tarayarak, kendisini kentte nasıl bulabileceğini sordu Ana'ya. Pelageya köylünün yüzünü
daha olgunlaşmış, dünkünden daha canayakın buldu. Adam, çayını içerken, güidü:
«Ne tuhaf oldu, değil mi?»
«Tuhaf olan ne?» diye sordu Tatyana.
«Tanışmamız. Öyle basit ki...»
Ana düşünceli, ama emin bir tavırla:
«Bu gibi işlerde her şey şaşılası bir basitlik içinde geçer,» dedi.
Birbirlerine fazla konuşmadan veda ettiler. Bununla birlikte, karı koca yapacağı yolculukla çok
ilgilendiler, bir sürü öğüt verdiler.
Pelageya arabaya bindikten sonra köylüyü düşündü: Sakınganlıkla işe koyulacak, köstebek gibi sessiz,
durup dinlenmeden çalışacaktı şimdi adam. Karısının hoşnutsuz sesi de hep çın-layacaktı Pelageya'nın
kulağında, yeşil gözlerinin parıltısı sön-meyecekti hiç. Ve yaşadığı sürece, ölen yavrularının üzerine
ağlayan bir ananın hınçlı acısı da yaşayacaktı içinde.
Ribin'i, yüzünü, ateş gibi gözlerini, döktüğü kanı, söylediği
279
sözleri anımsadı. Yırtıcı hayvanlar karşısında güçsüz olmanın *' buruk duygusu yüreğini kanattı.
Mikhail'in iriyarı bedeni, kara sakalı, yırtık gömleği, arkadan bağlı elleri, sakalına karışmış saçları
öfkeyle, gerçeğe olan inançla aydınlanmış yüzü, yol boyunca gözleri önünden gitmedi.
Yaşam, toprağı sürülmemiş, inişli çıkışlı bir ova gibi görünüyordu gözüne. Sessiz sedasız çiftçileri
bekleyen ve özgür, namuslu ellere:
'Beni aklın, ve gerçeğin, tohumlarıyla döllendirin, bire yüz ürün veririm size!' diye vaadde bulunan bir
ova...
Yolculuğunun başarılı geçtiğini anımsadı ve yüreğinin derinliklerinde tatlı bir sevincin pırpır ettiğini
duyar gibi oldu.
Utangaçlıkla susturdu bu sevinci.
ONDOKUZUNCU BÖLÜM
Kapıyı Nikolay açtı. Elinde bir kitap vardı. Saçları karmakarışıktı. Neşeyle haykırdı:
«Ne o, döndünüz mü? Ne çabuk?»
Gözlükleri ardından, gözleri sevecenlikle kıpışıyordu. Mantosunu çıkarmasına-yardım etti, dost bir
gülümsemeyle:
«Bu gece burasını aramaya geldiler, biliyormusunuz?» dedi. «Niçin geldiklerini anlamadım. Başınıza bir
şey gelmiş olmasından korkuyordum. Ama beni tutuklamadılar. Kuşkusuz sizi yakalamış olsalardı beni de
bırakmazlardı.»
Ana'yı yemek odasına soktu, ateşli ateşli konuşmaya başladı:
«Ama işten attılar beni. Üzülmüyorum. Atı olmayan köylü sayısını hesaplamaktan bıktım artık!»
Sanki bir dev, muziplik etmek istemiş, odanın içi altüst oluncaya dek dışarda evin duvarlarına vurmuş da
vurmuştu. Portreler yerlerde sürünüyordu. Duvar örtüleri yırtılmış, lime lime sarkıyordu. Döşemenin bir
bölümü sökülüp çıkarılmış, pencerenin pervazı kırılmış, sobanın yanına küller dökülmüştü. Ana, evin
durumunu görünce başını salladı. Nikolay'a baktı; onda bir yenilik olduğunu seziyordu.
Masanın üzerinde, sönmüş semaverin yanıbaşında, kirli kapkacak duruyordu. Kâğıt içinde sucuk ve peynir
vardı. Ötede beride ekmek artıkları, kırıntılar görülüyordu. Kitaplar, semaverin közleri, bu tabloyu
tamamlıyordu. Ana gülümsedi. Nikolay da sıkılgan bir gülümsemeyle karşılık verdi:
«Bu talan manzarasına ben de katkıda bulundum, ama zararı yok, Nilovna, farketmez. Yine gelecekler
sanırım, onun için her şeyi olduğu gibi bıraktım. Siz onu bırakın da, yolculuk nasıl geçti, onu anlatın.»
Bu soru Ana'nın yarasını deşti. Ribin'in hayali yeniden canlandı. Gelir gelmez ondan sözetmediği için
suçlu saydı kendini. Nikolay'a yaklaştı, serinkanlılığını bozmadan, hiç bir ayrıntıyı unutmamaya çalışarak
anlatmaya başladı:
«Yakaladılar onu...»
Nikolay titredi:
«Nasıl oldu?»
Ana bir el hareketiyle onu susturdu anlatmaya devam etti. Sanki adaletin önünde bulunuyordu, sanki bir
insana yapılan işkence için davacı olmaya gelmişti. Nikolay sandalyenin arkalığına yaslandı. Yüzü sapsarı
olmuştu. Dinledi. Ağır ağır gözlüklerini çıkardı, masanın üzerine koydu, gözle görünmez bir örüm- cek
ağını çıkarmak istiyormuş gibi eliyle yüzünü sildi. Yüzünün çizgilerini derinleşti. Elmacık kemikleri daha
belirlendi. Burun kanatları titredi. Pelageya onu ilk kez bu durumda görüyordu. Ürküntü duydu.
Ana sözünü bitirince, Nikolay ayağa kalktı, sessizce birkaç adım attı. Yumruklarını cebine sokmuştu.
Dişleri arasından mırıl- dandı:
«Yaman bir adam. Hapiste acı çekecek. Onun gibiler hapse dayanamazlar.»
Yumruklarını biraz daha indirdi cebine. Coşkunluğunu diz- ginlemeye uğraşıyordu. Ama, Ana duyuyordu
bu coşkuyu, kendisine de geçiyordu.
Nikolay'ın gözleri bıçak ucu gibi inceldi. Yeniden yürümeye başlayarak soğuk bir öfkeyle şöyle dedi:
«Bakın ne korkunç şey! Bir avuç akılsız insan vuruyor, boğuyor, eziyor; bunu, halk üzerinde kurmuş
olduğu uğursuz
280
281
egemenliği sürdürmek için yapıyor. Vahşet artıyor, zalimlik yaşam yasası haline geliyor... Düşünsenize!
Onlar vuruyorlar, vahşi hayvanlar gibi paralıyorlar, çünkü cezasız kalacaklarından emindirler, işkence
etmekten hoşlanıyorlar; bu kötülüğe susa-mışlık ilkel içgüdülerini, hayvansal alışkanlıklarını sertlikle
doyurma iznine sahip kölelerin iğrenç hastalığı. Ötekiler ise, öc duygusuyla zehirlenmişler. Geri kalanı
da zorbalıktan sersemlemiş, kör ve dilsiz olmuştur. Halkı, tüm halkı yozlaştırıyorlar böylece.»
Durdu, sustu, dişlerini sıktı.
«Bu vahşi yaşamda hepimiz bilinçsiz olarak vahşileşiyo-ruz,» dedi usulca.
Heyecanını bastırdı, yatıştı. Parlayan gözlerini Ana'ya çevirdi. Yanaklarından aşağı yaşlar akıyordu.
«Hadi, Nilovna, hadi, sevgili arkadaş, kendimize gelelim, yitirecek zamanımız yok.»
Hüzünlü bir gülümsemeyle yaklaştı, elini tuttu, sordu:
«Valiziniz nerede?»
«Mutfakta.»
«Ev sivil polislerle kuşatılmış durumda. Onca kâğıdı göze çarpmadan dışarı çıkarmayı başaramayız.
Onları nereye saklayacağımı bilemiyorum. Üstelik, bu gece yine gelecekler sanırım. Bu durumda, pek
yazık olacak, ama yakmamız gerek.»
Ana:
«Neyi yakacağız?» diye sordu%
«Valizin içindekilerjni.»
Pelageya anladı. Üzüntüsüne karşın, görevini başarmış olmanın gururuyla gülümsedi:
«Valizde hiçbir şey yok! Bomboş!»
Ve yavaş yavaş canlanarak Çumakov'la tanışmasını anlattı.
Nikolay önce kaygıyla kaşlarını çatarak, sonra şaşkınlıkla dinledi. Sonunda, Ana'nın sözünü keserek:
«Ama bu olağanüstü bir şey! Yaşasın!» Diye haykırdı. «Korkunç şansınız var!»
Elini ateşli ateşli sıktı:
«Halka karşı, beslediğiniz bu inanç ve güven beni öyle duygulandırıyor ki!.. İnanın, öz annem gibi
seviyorum sizi.»
Ana gülümsüyor, ilgiyle onu izliyordu. Bu yepyeni canlılığın ona nereden geldiğini anlamaya çalışıyordu.
282
Nikolay ellerini ovuşturarak:
«Gerçekten çok güzel!» dedi.
Sonra hafif bir gülücükle:
«Biliyor musunuz bu son günleri nasıl geçirdim? Hep işçilerle birlikteydim. Onlara kitap okudum,
konuştum, seyrettim. Sağlıklı, temiz şeyler kazandım onlarla yaşamaktan. Ne iyi insanlar, Nilovna! Genç
işçilerden sözediyorum. Sağlam, duyarlı, her şeyi anlamak için yanıp tutuşan gençler. İnsan onları
görünce, Rusya'da yeryüzünün en parlak demokrasisinin gerçekleşeceğini düşünmekten kendini
alamıyor.»
Elini yemin eder gibi kaldırdı, sonra yine konuşmaya başladı:
«Kapanık bir yaşantım vardı. Yazı yazıyordum ve... bir ölçüde buruklaşmıştım, kâğıtlar, rakamlar
arasında küflenmiştim. Yaklaşık bir yıl böyle yaşamak korkunç bir şey. Ben işçiler arasında yaşamaya
alıştım, o ortamdan kopunca kendimi rahat hissetmiyordum, yeni yaşantıma alışmak için kendimi
zorlamam gerekiyor. Ama şimdi, yeniden özgürce yaşayabilirim. Onları görebilecek, onlarla
çalışabileceğim. Anlıyor musunuz? Yeni doğan düşüncelerin beşiğinin başucunda kalacağım, yaratıcı
gücün, gençliğin yanında. Şaşılacak ölçüde, basit, güzel, korkunç coşturucu bir şey bu. insan gençleşiyor,
sağlamlaşıyor. Zengin bir yaşantıya kavuşuyor.»
Biraz sıkılganlık seziliyordu tavırlarında. Neşeyle gülmeye başladı. Onun sevinci Ana'ya da geçti
Pelageya anlıyordu onun ruh durumunu.
Nikolay:
«Siz de şaşılacak bir kadınsınız!» diye haykırdı, «insanları öyle çarpıcı ayrıntılarıyla anlatıyorsunuz ki...
onları öyle iyi tanıyorsunuz ki!..»
Ana'nın yanına oturdu, sıkılganlığını gizlemek için eliyle saçlarını düzelterek neşeli yüzünü öte yana
çevirdi. Biraz sonra Ana'ya doğru döndü ve onun yalın, açık bir dille anlattığı öykünün arkasını ilgiyle
dinledi.
«Olur şey değil, bu ne şans!» diye haykırdı. «Onda dokuz olasılıkla yakayı ele vermeniz gerekirken,
ansızın... Evet, öyle görülüyor ki köylüler kıpırdanmaya başlıyorlar. Ki bu da olağandı. O kadının ne biçim
bir kadın olduğunu çok iyi anlıyorum!
283
Özel olarak kırsal bölgelerle uğraşan adamlar gerekli bize. Adam yok ama, adam eksik... Yüzlerce kola
gerek var bu işte!»
Ana yavaşça:
«Pavel'im özgürlüğüne bir kavuşabilse... Andrey de!» diye mırıldandı.
Nikolay Ana'ya baktı, başını eğdi:
«Bakın, Nilovna, söyleyeceğim şey sizi çok üzecek, ama yine de söylemeliyim size. Pavel'i iyi tanırım ben,
hapisten kaçmaz o! Yargılanmak ister, bütün gücüyle görünmek ister... Bu kararından caymayacaktır.
Caymaması gerekir de. Sibirya'dan kaçacaktır o.»
Ana içini çekip usulca şu karşılığı verdi:
«İyi ya! En doğru yolun hangisi olduğunu o bilir...»
Biraz sonra Nikolay gözlerini Ana'ya dikip:
«Hım!» dedi. «Ya sizin köylü bizi görmekte tez davranırsa?.. Kırsal bölge için, Ribin konusunda mutlaka
bir yazı hazırlamak gerek. Mademki bu kadar yürekli davranıyor, kendisine zarar vermez yazacağımız
şey. Ben hemen bugün hazırlarım yazıyı. Liudmila hemencecik basar... Peki ama, bildiriyi nasıl
ulaştıracağız ta oralara?»
«Ben götürürüm...»
Nikolay:
«Hayır, teşekkür ederim!» diye atıldı. «Ama bunu Ve-sovşikov pekâlâ yapabilir, ne dersinjz?»
«Onunla konuşak gerek.»
«Tamam, deneyeyim bakalım. Nasıl davranması gerektiğini de öğretin.»
«Ya ben? Ben de yapacağım?»
«Siz hiç merak etmeyin.»
Oturdu, yazmaya başladı. Ana hem sofrayı kaldırıyor, hem ona bakıyordu. Parmakları arasında kalem
titriyor, bir sürü sözcüğü kâğıda döküyordu. Arada bir ensesi ürperiyordu. Başını kaldırıp gözlerini
yumuyor, çenesi oynuyordu.
Sonunda ayağa kalktı.
«Tamam, hazır!» dedi. «Üzerinizde saklayın bu kâğıdı. Yalnız, biliyorsunuz, jandarmalar gelirlerse sizin
üstünüzü de ararlar.»
284
Ana rahat bir tavırla:
«Canları cehenneme!» diye karşılık verdi.
Akşama doktor geldi. Odada sinirli sinirli gezinerek:
«Hükümet çevreleri neden birdenbire bu kadar kaygılanmaya başladılar acaba?» dedi. «Bu gece yedi
yerde arama yapıldı!.. Bizim hasta nerede?»
Nikolay:
«Dün gitti,» dedi. «Bugün cumartesi ya, anlarsın, okuma seansını kaçırmak istemez...»
«Kafası yarılan bir kimsenin bunu yapması saçma.»
«Ben de onu dedim kendisine, ama para etmedi.»
Ana kendi düşüncesini açıkladı:
«Arkadaşlara biraz böbürlenmek istemiştir canı. Bakın işte, ben kanımı döktüm bile! diyecek...»
Doktor, Ana'ya baktı, dişleri arasından:
«Amma da kana susamışsınız!» dedi.
«Hadi dostum, git artık, burada yapacağın hiçbir şey kalmadı, biz de konuk bekliyoruz. Nilovna,
versenize ona kâğıdı.»
«Yine mi kâğıt?»
«Al bakalım, basımevine götüreceksin.»
«Pekâlâ, veririm. Hepsi bu kadar mı?»
«Evet... Kapıda bir sivil polis duruyor.»
«Gördüm. Benim kapımda da var bir tane. Hadi öyleyse, hoşça kalın, kıyıcı kadın!.. Hem biliyor musunuz,
dostlarım, mezarlıktaki çatışma, sonuç olarak iyi bir şey. Bütün kent ondan sözediyor. Yazdığın makale
iyiydi ve tam zamanında yetişti. Ben hep derim: iyi bir savaş kötü bir barıştan daha iyidir.»
«Ben de o görüşteyim. Gitsene!»
«Hiç de nazik değilsin! elinizi sıkayım. Nilovna!.. Çocuk akılsızca davranmış. Nerede oturduğunu biliyor
musun?»
Nikolay adresi verdi:
«Yarın bir uğrayıp görmeliyim onu. İyi bir çocuk, değil mi?»
«Çok iyi bir çocuk...»
«Onunla ilgilenmeli, aptal bir çocuk değil,» dedi doktor ayrılırken. «Gerçek aydın proletaryayı
oluşturacak olanlar bunlar işte, bizler sınıf çelişkisi bulunmayan bir başka dünyaya göçtükten sonra
bunlardır yerimize geçecek olanlar...»
285
«Çok geveze olmuşsun sen...»
«Neşeliyim de ondan... Demek hapse girmeye hazırlanıyorsun ha? Orada dinlenmeni dilerim.»
«Sağol ama yorgun değilim.»
Ana, genç işçiyle ilgilendikleri için mutluydu. Doktor gittikten sonra Nikolay ile Pelageya sofraya oturup
gece konuklarını beklemeye başladılar. Nikolay, sürgünde yaşayan arkadaşlarından, kaçıp düzmece bir
adla savaşımı sürdürünlerden sözetti uzun uzun. Odanın çıplak duvarları, dünyayı yenilemek için güçlerini
harcayan bu alçakgönüllü, çıkar gözetmeyen, kahramanların öyküsüne şaşmış ve inanmamış gibi, onun
boğuk sesini geri çeviriyordu. Yumuşak, dost gölgeler kuşatıyordu Ana'yı. İmgeleminde sonsuz kuvvet
ve cesaret sahibi bir tek yaratık halinde beliren bütün o yabancılara karşı, sıcacık bir sevgi dolu
elleriyle asırlık yalanların küfünü söküp atıyor, yaşamın yalın ve aydınlık gerçeğini insanların gözleri
önüne seriyordu. Yeniden doğan bu büyük gerçek, ayırım yapmaksızın tüm insanları kendisine çağırıyor,
yeryüzüne korku salan üç canavardan, kıskançlıktan, kinden ve yalandan onları kurtarmaya söz
veriyordu... Bunu düşünce, eskiden daha az üzüntülü bir gün geçirdiği için şükranını bildirmek üzere
ikonların önünde diz çöktüğünde duyduklarına benzer duygular uyanıyordu içinde. Şimdi artık unutmuştu
o günleri. Duyguları büyümüş, daha aydınlık, daha sevinçli olmuş, içinde daha derin kök salmıştı ve
gitgide ateşleniyordu.
Nikolay birdenbire sözünü yarıda kesti.
«Jandarmalar gelmiyorlar!» diye haykırdı.
Ana, Nikolay'a bakıp:
«Canları cehenneme!» dedi.
«Öyle! Ama, yatma zamanı geldi, Nilovna. Çok yorgun olmalısınız. Şaşılacak bir direnciniz var doğrusu.
Onca heyecan ve kaygıya çok iyi dayanıyorsunuz. Yalnız, saçlarınız çabuk ağa-rıyor. Hadi gidin de
dinlenin, hadi!»
YİRMİNCİ BÖLÜM
Ana uyanıverdi. Mutfak kapısına sert darbeler vuruluyordu. Sabırlı bir inatla aralıksız vuruluyordu.
Ortalık karanlık ve sessiz-
286
lik olduğundan, bu inat kaygı vericiydi. Ana çabucak giyindi, mutfağa koştu ve kapı arkasından sordu:
«Kim o?»
Yabancı bir ses:
«Ben!» diye karşılık verdi.
«Siz kimsiniz?»
Hafif, yalvaran bir sesti:
«Açın.»
Ana sürgüyü çekti, kapıyı ayağıyla itti, İgnati içeri girdi. Sevinçle:
«Oh! Yanılmamışım!» dedi.
Beline dek çamura bulanmıştı. Yazü kül gibiydi, gözlerinin J/f çevresinde siyah halkalar vardı. Kıvırcık
saçları kasketinden T dışarı fırlıyordu. Kapıyı kapadıktan sonra:
«Başımıza bir felâket geldi!» diye mırıldandı.
«Biliyorum...»
İgnati şaşkın şaşkın sordu:
«Nerden biliyorsunuz?»
Ana olanları kısaca anlattı.
Ya öbür ikisi, arkadaşların? Onları da yakaladılar mı?»
«Orda değillerdi. Revizyon kuruluna gitmişlerdi. Mihail baba ile birlikte beş kişi tutukladılar.» -
Burnunu çekti, gülümsedi:
«Ben paçayı kurtardım, şimdi beni arıyorlardır kuşkusuz.
«Sen nasıl sıyrıldın?»
Odanın kapısı usulca aralandı.
İgnati bir sıranın üzerine oturup çevresine baktı:
«Ben mi?» dedi. «Jandarmaların gelmesinden bir dakika önce korucu koşa koşa geldi, pencereye vurdu,
dikkat çocuklar, dedi, sizi yakalamaya geliyorlar.»
Hafifçe güldü, iş gömleğinin ucuyla yüzünü sildi.
«Mikhail Baba kolay kolay telâşa kapılmaz. Bana biliyorsun ya, dedi, ve oracıkta birkaç satır karaladı,
elime tutuşturdu, hadi git, dedi. Çalıların arkasına sinip saklandım. Jandarmaların usulca ilerlediklerini
işittim. Çok jandarma vardı. Her yan doluydu, iblisler! Bizim şantiyenin çevresine ağ germişler. Ben
saklandım. Yanımdan geçip gittiler. Sonra kalktım, yürü ha yürü, haba-bam yürü! İki gece bir gün, durup
dinlenmeden...»
287
Kendinden hoşnut olduğu görülüyordu. Kahverengi gözlerinin içi gülüyor, kırmızı, kalın dudakları
titriyordu.
Ana semaveri kaldırıp:
«Sana hemen bir çay pişireyim,» dedi.
«Mikhail'in mektubunu vereyim size.»
Yüzünü ekşite ekşite, sövüp sayarak güçlükle kaldırdı bacağını, ayağını sıranın üzerine koydu.
Nikolay kapının eşiğinde göründü. Gözlerini kısarak:
«Günaydın, arkadaş,» dedi. «İzninizle size yardım edeyim.»
Eğildi, çamurlu sargıları çabuk çabuk çözmeye başladı. Delikanlı bacağını elleriyle havada tutarak şaşkın
şaşkın Ana'ya baktı:
«Ne olacak?» dedi.
Ana kendi işine baktı:
«Ayaklarını alkolle ovmak gerek.»
«Elbette!» dedi Nikolay.
İgnati sıkılganlıkla burnunu çekti.
Nikolay mektubu buldu, açtı, buruşuk kâğıt parçasını gözlerine yaklaştırıp okudu:
«işin ardını bırakma, Ana, hanımefendiye de lütfen söyle, bizler için daha fazla yazı yazmayı unutmasın.
Elveda. Ribin.»
Nikolay, mektubu tutan elini ağır ağır yere indirdi, hafif bir sesle:
«Olağanüstü bir şey bu!» dedi.
İgnati, çıplak ayağının kirli parmaklarını usulca oynatarak onlara bakıyordu. Ana, gözyaşlarından ıslanan
yüzünü kaçırarak suyla dolu bir leğen getirdi, yere oturdu, oğlanın bacağına uzattı elini. Ama İgnati
ürkek bir tavırla bacağını sıranın altına kaçırdı.
«Ne istiyorsunuz?» dedi.
«Çabuk ayağını ver bana.»
«Size alkol getireyim,» dedi Nikolay.
Delikanlı ayağını biraz daha soktu sıranın altına:
«Ne oluyoruz, hastane mi burası?» diye söylendi.
Ana öbür ayağın sargılarını da çözmeye koyuldu.
İgnati seslice burnuu çekti, gülünç bir hareketle dudaklarını gerdi, boynunu bükerek Ana'ya baktı.
288
Pelageya:
«Biliyor musun, Mikhail Ribin'i dövdüler,» dedi.
Sesi titriyordu.
İgnati korkuyla:
«Yok canım!» dedi.
«Evet! Nikolskoye'ye getirdiklerinde zaten dayak atmışlardı. Nikolskoye'de çavuşla komiser yeniden
dövdüler, suratını tekmelediler. Kan içinde kaldı.»
Oğlan kaşlarını çattı. Omuzları titredi.
«Dayak atmakta ustadırlar,» dedi. «İblisten korkar gibi korkarım onlardan!.. Ya köylüler, onlar da
dövdüler mi?»
«Yalnız birisi. Komiser buyurdu döv diye, ötekiler el kaldırmadılar hatta araya girdiler. 'Dövmemeliler'
diyorlardı.»
«Vaaay! Savunucuları kimlerdir? Niye savunuyorlar? Köylüler bunu anlamaya başlıyorlar demek.»
«Sağduyu sahibi olanlar da vardır.»
«Heryerde var. Olması da gerekir.Var olmasına var ya, onları bulmak zor.»
Nikolay bir şişe alkol getirdi, semavere kömür koydu, çıktı, ignati onu meraklı gözlerle izledi, sesini
alçaltarak:
«Bu efendi, doktor mu?» diye sordu Ana'ya.
«Bu davada efendi mefendi yok, yalnızca arkadaşlar var.»
Şaşkınlıkla gülümsedi. İnanmadığı belliydi.
«Artık anlayamıyorum!» dedi.
«Neyi anlamamıyorsun?»
«Valla, bir yerde dayak atıyorlar, başka bir yede ayaklarını yıkıyorlar. Peki, ikisinin ortasında ne var?»
Odanın kapısı açıldı, Nikolay içeri girdi.
«İkisinin ortasında, dayak atanlar ve kurbanların kanını emenlerin ellerini yalayanlar var. Bunlar var işte
ortada!» dedi.
İgnati saygı ile süzdü Ana'yı. ve bir an sessizlikten sonra:
«Bu doğru işte!» dedi.
Kalktı, bir sağ ayağı üzerine, bir de sol ayağ üzerine kuvvetle bastı.
«Yepyeni ayaklarım oldu şimdi, sağolun!» dedi.
Çay içmek için yemekodasına geçtiler, ignati ağırbaşlılıkla anlatmaya başladı:
Ana / F: 19
289
«Gazeteyi ben dağıtırım. Yürümekten yorulmam.»
Nikolay:
«Okuyan çok mu?»
«Okuma bilen herkes. Zenginler bile. Sorunu şöyle alıyorlar: Köylüler, soyluların ve zenginlerin
topraklarını kendileri paylaşacaklar ve öyle yapacaklar ki artık ne patron, ne işçi kalsın. Elbette, eğer
böyle olmayacaksa ne diye savaşılsın?»
İgnati kızar gibi görünüyor, karşılık bekler gibi kuşku ile bakıyordu Nikolay'a. Nikolay sessizce
gülümsüyordu.
«Bugün savaşılsa, yani başarıya ulaşılsa, yarın baştan başlar aynı hikâye, yine biri zengin, öbürü yoksul
olur. Yok, eksik olsun! servet kuma benzer, yerinde rahat durmaz, her yöne akar. O zaman bütün bunlar
kime yaramış olur? Hayır, eksik olsun!»
«Kızma!» dedi Ana şakacıktan.
Nikolay düşünceli duruyordu.
Ribin'in tutuklanmasını haber veren bildiriyi nasıl ulaştıracağız çabucak?»
ignati kulak kabarttı:
«Bildiri mi çıkacak yani?»
«Evet.»
İgnati ellerini ovuşturarak:
«Verin bana, ben götürürüm,» dedi.
Ana, oğlana bakmaksızın usulca gülmeye başladı.
«Ama yorgunsun ve korkuyorsun'sen söyledin.»
İgnati geniş elini kıvırcık saçları arasından geçirdi, ağırbaşlı ve durgun bir sesle karşılık verdi:
«Korku başka şey. İş iştir. Niçin alay ediyorsunuz?.. Amma da tuhafsınız.»
Ana ona bakıp neşeleniyordu. Kendini bu neşeye kaptırıp elinde olmayarak:
«Çocuğum!»dedi.
«Ya! Şimdi de çocuk olduk öyle mi?»
Gözlerini kırpıştırarak iyiniyetle İgnati'yi süzen Nikolay:
«Oraya gitmeyeceksiniz,» dedi.
İgnati kaygılandı:
«Nereye gideceğim ya?»
290
«Sizin yerinize bir başkası gidecek. Nasıl yapacağınızı ona ayrıntılarıyla anlatacaksınız, tamam mı?»
Bir anlık bir duraksamadan sonra, istemeye istemeye:
«Peki!» dedi İgnati.
«Size sağlam bir kimlik belgesi bulup orman bekçisi diye işe yerleştiririz...»
İgnati başını birdenbire kaldırdı. Kaygılıydı.
«Peki, ya köylüler odun ya da... başka bir şey almaya geli-lerse ben ne yaparım? Enseleyecek miyim
onları. Bana yaramaz bu.»
Ana gülmeye başladı. Nikolay da güldü. Bu durum oğlanı yeniden üzdü. Nikolay onu yatıştırdı:
«Hemen telâşlanmayın canım, köylüleri enseleyecek değilsiniz.»
İgnati neşeyle gülümsedi:
«O zaman olur. Ben fabrikada çalışmak isterdim. Fabrikada kafası işleyen kimseler var diyorlar...»
Ana sofradan kalkıp pencereden dışarı baktı. Dalgın dalgın:
«Yaşam bu!» dedi. «Günde on kez güleriz, ağlarız! Bitirdin mi, İgnati! Git yat.»
«Ama ben uyumak istemiyorum ki! »
«Git, git...»
«Katı yüreklisiniz! Peki, gidiyorum. Çay için teşekkürler. Bana gösterdiğiniz özen için de...»
Ana'nın yatağına uzanırken başını kaşıyarak mırıldandı:
«Şimdi burası leş gibi katran kokacak... hem de boş yere: uykum yok ki benim... Vay canına! Dayak
atanlarla ayak yıkayanların ortasında ne olduğunu nasıl da iyi açıkladı herif! Yaman adam!..»
Ve birdenbire, kaşları havada, ağzı açık, horul horul horlaya-rak uyuyakaldı.
YİRMİBİRİNCİ BÖLÜM
O akşam, İgnati, bir bodrum katının ufak odasında Ve-sovşikov'un karşısında oturmuş, kaşlarını çatıp
sesini alçaltarak şöyle diyordu:
291
«Ortadaki pencerenin camına dört kez vuracaksınız.»
Vesovşikov kuşkuyla:
«Dört kez!..» diye yineledi.
«Önce üç kez, şöyle!»
Bükülü parmağını masaya vurarak saydı:
«Bir, iki, üç. Sonra bir darbe daha.»
«Peki.»
«Kızıl saçlı birisi açacak, ebeyi mi arıyorsunuz? diye soracak. Kendisine: Evet, patron gönderdi,
diyeceksiniz.. Bu kadarı yeter, o anlar.»
Başlarını birbirlerine doğru eğiyorlardı. İkisi de sağlam yapılıydı; kararlıydılar, konuşurken seslerini
alçaltıyorlardı. Ana kollarını göğsünde kavuşturmuş, masanın yanında duruyor, onlara bakıyordu. Bu
gizimli darbeler, bu soru-cevaplar için için güldürüyordu onu.
'Bunlar çocuk daha!' diye düşünüyordu.
Duvara asılı bir lamba koyu nem lekelerini ve dergilerden kesilmiş gravürleri aydınlatıyordu. Yerlerde
yamru yumru kovalar, damdaki oluklara kullanılan saçlardan artakalan hurda parçaları görülüyordu. Pas,
yağlıboya ve küf kokusu dolduruyordu odayı.
İgnati kalın bir kürklü pardösü giymişti. Bu pardösüyü çok severdi. Kol uçlarını okşuyor, kendi kendini
seyrediyordu. Sıcak bir sevecenlik duygusu doldu Ana'nın yüreğine: 'Sevgili yavrularım!..1
İgnati ayağa kalktı.
«Hepsi bu kadar. Unutmayın: Önce Muratov'a gidecek, büyükbabayı görmek isteyeceksiniz...»
«Unutmam,» dedi Vesovşikov.
. Ama İgnati pek inanmıyordu, işaretleri, parolaları ikide bir anımsıyordu. Sonunda elini uzattı:
«Onlara selâm söyleyin benden, iyi insanlar, göreceksiniz.»
Kıvançla kendini inceledi, eliyle pardösüsünü okşadı.
«Ben gideyim mi?» diye sordu Ana'ya.
«Yolu bulabilir misin?»
«Elbette. Hoşça kalın, arkadaşlar.»
Ve çıkıp gitti. Omuzlarını yükseltiyor, göğsünü kabartıyordu.
292
Yeni şapkasını kulağının üstüne eğmiş, ellerini iyice cebine sokmuştu. Sarışın bukleler neşeyle
titreşiyordu şakakları üstünde.
Vesovşikov, Ana'ya yaklaşıp:
«Bana da iş çıktı,» dedi. «Canım sıkılmaya başlamıştı. Hapisten kaçmam neye yaradı sanki? Gizlenmekten
başka bir şey yapmadım. Hapishanede bir şeyler öğreniyordum hiç değilse. Pavel kafamızı dolduruyordu,
öğrenmek bir zevkti... Eee, kaçış konusunda ne karar verildi?»
Ana elinde olmayarak iç çekti:
«Bilmiyorum.»
i Vesovşikov elini Ana'nın omuzuna koydu, yüzünü yüzüne
* yaklaştırdı.
«Anlat onlara, seni dinlerler. Kaçmak çok kolay, bunu sen kendin de anlayabilirsin. Bak, hapishanenin
duvarı var ya, onun yanında da bir sokak feneri. Karşıda bir yıkıntı var, solda bir mezarlık, sağda da
sokak, kent. Fenerci gündüzün feneri temizlemeye gelir. Merdivenini duvara dayar, tırmanır, duvarın
tepesine bir ip merdivenin çengellerini takar, ip merdiveni hapishanenin bahçesine salar: tamam!
Arkadaşlar bilecekler saati, tam o sırada adî suçlulara şamata ettirirler, ya da kendileri ederler,
kaçacak olanlar da ip merdivenden yukarı tırmanırlar, olur biter!»
Planını Ana'ya açıklarken elini burnunun dibinde sallıyordu. Dediğine bakılırsa her şey kolaydı, ustalıkla
başarılacaktı. Pela-geya, Vesovşikov'u ağır, becereksiz bir adam olarak tanımıştı. Onun gözleri eskiden
her şeye kuşkuyla, kızgınlıkla, ters ters bakardı. Şimdiyse yeni gözler takmış gibiydi. Ana'yı inandıran,
heyecanlandıran, sıcak aydınlık gözler.
«Düşün, görüyorsun ki gündüz gözüyle olup bitecek bunlar. Düşün bir kez! Bir tutuklunun tüm
hapishanenin gözü önünde gündüz gözüyle kaçmaya yelteneceği kimin aklına gelir?»
Ana derin bir ürpermeyle:
«Ya üzerine ateş ederlerse?» dedi.
J, «Kim ateş edecek? Asker yok ki. Gardiyanlar fil bile vura-pıazlar tabancalarıyla.»
| «Bütün bunlar gereğinden fazla kolay geliyor bana...» j «Söylediklerimin doğru olduğunu
göreceksin. Ötekilere de
293
anlat. Ben hemen her şeyi şimdiden hazırladım, ip merdiveni, çengelleri... Evsahibim de fenerci olacak...»
Kapının ardında birisi öksürdü. Teneke şıngırtısı işitildi.
«İşte o da geldi,» dedi Vesovşikov.
Kapıda bir çinko banyo belirdi. Kısık bir ses homurdandı:
«Canına yandığım banyosu, geçmeyecek misin şu kapıdan?..»
Ardından kır saçlı toparlak bir baş göründü. Şapkasız. Gözleri patlaktı. Babacan yüzünü bir bıyık
süslüyordu.
Nikolay Vesovşikov, banyoyu içeri sokmak için ona yardım etti. Adam odaya girdi. Uzun boyluydu. Sırtı
kamburlaşmıştı. Sakalsız yanaklarını şişirerek öksürdü.
«Selâm!» dedi.
«İşte, sor bakalım ona!» dedi Nikolay.
«Bana mı? Ne soracak?»
«Kaçış için...»
Siyah parmaklarıyla bıyıklarını sildi.
«Haaa!» dedi.
«Sorun şu, Yakov; kaçışın kolay olduğuna inanmıyor.»
«Ya! İnanmıyor demek! Kaçmalarını istemiyor da ondan. Ama biz ikimiz istiyoruz, bunun için de
inanıyoruz.»
Birdenbire iki büklüm oldu, öksürmeye başladı. Uzun sürdü öksürük nöbeti, odanın ortasında ayakta
duruyor, burnunu çekerek göğsünü ovalıyor, büyüyen gözleriyle Ana'ya bakıyordu.
«Kararı Pavel'le arkadaşları verecekler,» dedi Pelageya.
Nikolay Vesovşikov düşünceli bir tavırla başını eğdi.
Evsahibi oturdu.
«Kim bu Pavel?» diye sordu.
«Oğlum.»
«Soyadı ne?»
«Vlasov.»
Adam başını salladı tabakasını, piposunu çıkardı, doldurdu, kısık kısık:
«Bu adı işittim,» dedi. « Yeğenim tanıyor onu. Yeğenim de hapishanede, adı Yevşenko, tanır mısınız?
Benim adım da Gar-buniya... Yakında bütün gençler hapiste olacaklar, o zaman bizler, yaşlılar için pek
tatlı olacak yaşam! Jandarma bizim yeğeni Sibirya'ya yollamaya bile söz verdi. Yapar mi yapar
namussuz!»
4
Sık sık yere tükürerek piposunu çekmeye başladı. Ve-sovşikov'a dönerek sordu:
«Demek istemiyor kaçmalarını? Kendi bileceği iş. Herkes özgürdür: oturmaktan yoruldun, yürürsün;
yürümek istemiyorsan oturursun. Seni soyuyorlar mı? Sesini çıkarma Dövüyorlar mı? Katlan.
Öldürüyorlar mı? Öl: Malûm... Ama ben, yeğenimi çıkaracağım oradan. Evet, çekip çıkaracağım!»
Havlamaya benzeyen kısa, kesik sözleri şaşkına çevirmişti Ana'yı, ama son sözleri imrendirdi onu.
Dar sokakta, soğuk bir rüzgârın getirdiği yağmura karşı yürürken Vesovşikov'u düşündü:
'Vay canına! Ne kadar da değişmiş!'
Sonra Garbuniya geldi aklına:
'Öyle görünüyor ki yeniden yaşamaya başlayan yalnız ben değilim!'
Ve oğlunu anarak derin bir of çekti:
'Bir razı olsa!'
YİRMİİKİNCİ BÖLÜM
Pazar günü, hapishane keleminde Pavel'den ayrılırken, eline ufak bir topak haline getirilmiş bir kâğıt
parçası sıkıştırdığını hissetti. Eli yanmış gibi titredi, yalvaran bakışlarla oğluna baktı. Ama karşılık
alamadı. Pavel'in mavi gözlerinde her zamanki sakin ve kararlı gülümseme vardı. Ana içini çekerek:
«Hoşça kal!» dedi.
Pavel elini yeniden uzattı, yüzü sevecenlikle parladı.
«Güle güle, anne!»
Pelageya oğlunun elini bırakmadı, bekledi.
«Kaygılanma, kızma,» dedi Pavel.
Bu sözler, ve de alnındaki inatçı çizgi, beklediği yanıtı vermiş oldu Ana'ya. Başını eğerek mırıldandı:
«Niye böyle diyorsun? Ne yapmaya?..»
Telâşla çıktı. Gözyaşlarını, dudaklarının titreyişini göstermemek, üzüntüsünü belli etmemek için oğlunun
yüzüne bakmadı. Yol boyunca, mektubu sıkı sıkı tutan elindeki eklemlerin acıdığını
294
295
duyuyordu. Kolu ağırlaşmıştı, omuzuna bir darbe yemişti sanki. Eve girer girmez mektubu Nikolay'a
verdi. Sıkıştırılmış kâğıt açılırken yeniden umuda kapıldı. Ama Nikolay:
«Böyle diyeceği belliydi zaten!» dedi. İşte yazdığı:
'Arkadaşlar, biz kaçmıyoruz, kaçamayız. Hiç birimiz kaçmayacak. Kendi kendimize karşı saygımızı
yitiririz kaçarsak. Yeni tutuklanan köylüyle ilgilenin siz. İlgimize lâyıktır, çaba harcamamıza değer. Çok
acı çekiyor burada. Her gün müdüriyetle çatışıyor. Daha şimdiden yirmi dört saat hücrede kaldı. Ona
işkence ediyorlar. Hepimiz bağışlanmasına çalışıyoruz. Annemi avutun ona tatlı davranın. Kendisine
açıklayın, her şeyi anlar o.»
Ana başını kaldırdı, titrek bir sesle usulca:
«Neyi açıklayacaksınız?» dedi. «Anlıyorum!»
Nikolay öte yana döndü, mendilin çıkardı, gürültüyle burnunu sildi.
«Nezle olmuşum...»
Eliyle gözlüğünü yerleştirdi, odanın içerisinde dolaşarak söylendi:
«Nasılsa başaramayacaktık...»
Ana'nın göğsü kaygıyla doldu. Alnı kırıştı.
«Zararı yok!» dedi. «Yargılansın.»
«Petrograd'daki bir arkadaştan mektup aldım...»
«Sibirya'dan da kaçabilir, değil mi? Olabilir, değil mi?»
«Elbette. Arkadaş şöyle yazıyor? 'Davaya yakında, bakılacak, karar belli, hepsi sürgüne
gönderilecekler.' Görüyorsunuz ya, daha duruşma başlamadan karar Petrograd'da verilmiş bile...»
Ana güvenli bir sesle:
«Bırakın, Nikolay, beni avutmak, açıklamalar yapmak gereksiz. Pavel asla yanlış iş yapmaz. Yok yere ne
kendini üzer, ne başkalarını. Ve beni de sever... Sever ya!.. Görüyorsunuz ya nasıl beni düşünüyor!
'Açıklayın, onu avutun' diye yazmamış mı?»
Yüreği hızla çarpıyor, heyecandan başı dönüyordu.
Nikolay olağanüstü bir güçle:
«Oğlunuz hayranlık duyulacak bir adam!» diye haykırdı. «Ona karşı çok saygım vardır.»
«Ribin için ne yapacağımızı düşünmeliyiz.»
Ana hemen işe koyulmak, bir yerlere gitmek, yoruluncaya * dek yürümek istiyordu. Nikolay:
«Evet, doğru,» dedi. «Şey yapmak gerek... Sandrin'in...»
«Gelecek. O hep Pavel'i gördüğüm günler gelir.»
Nikolay başını eğdi, Ana'nın yanında kanapeye oturdu. Dudaklarını ısırıyor, çenesindeki sakalla
oynuyordu.
«Yazık ki ablam burada yok...»
«Pavel hapishanedeyken bu işi hemen düzenleyebilsek... sevinirdi!»
Bir an sustular. Birdenbire Ana alçak ve ağır bir sesle: M «Anlamıyorum,» dedi. «Niçin
istemiyor?»
Nikolay ayağa kalkarken kapı çalındı.
Ana ile Nikolay birbirlerine baktılar.
Nikolay usulca:
«Sandrin olacak... hım!» dedi.
Pelageya da usulca:
«Kendisine nasıl söyleyeceğiz?» diye sordu.
«Evet... zor...»
«Acıyorum ona.»
1 Çıngırak bir daha çaldı, ama daha hafif, kapıdaki sanki du-raksıyormuş gibi... Nikolay'la Ana onu
birlikte karşılamaya gittiler. Ancak, kapıya varınca Nikolay geriledi.
«Siz söyleseniz daha iyi olur,» dedi.
Pelageya kapıyı açar açmaz gen kız sordu:
«Kabul etmiyor mu?»
«Hayır.»
«Biliyordum etmeyeceğini,» dedi Sandrin kısaca.
Yüzü solmuştu. Mantosunun düğmelerini çözdü, ikisini yeniden ilikledi, mantosunu çıkarmak istedi,
beceremedi.
«Yağmur, rüzgâr... berbat bir hava!» dedi. «Kendisi iyi mi?»
«İyi.»
Eline bakaraktan yavaşça:
«Neşeli, sağlıklı...» diye mırıldandı.
Ana, kızın yüzüne bakmaksızın haberi verdi:
«Ribin'i kaçırmamızı yazıyor.»
«Öyle mi?»
296
297
Genç kız ağır ağır konuşuyordu:
«Bana öyle geliyor ki bu planı uygulamalıyız.»
Nikolay kapının önünde gözüktü.
«Ben de bu görüşteyim. Selâm Sandrin.»
Genç kız ona elini uzattı:
«Buna engel olan ne? Bu planın başarılabileceğini herkes kabul ediyor.»
«İyi ama, kim örgütleyecek? Herkesin işi başından aşkın.»
Sandrin ayağa fırladı:
«Bana bırakın bu işi,» dedi. «Benim zamanım var.»
«Öyle olsun. Ama başkalarından da...»
«iyi, başkalarından da yardım isterim. Hemen gidiyorum ben.»
Yeniden ilikledi mantosunun düğmelerini.
Ana:
«Dinlenseniz iyi olurdu,» dedi.
Sandrin hafifçe gülümsedi, sesini tatlılaştırdı:
«Merak etmeyin, yorgun değilim...»
Başka hiç bir şey söylemeden ellerini sıkıp gitti.
Ana ile Nikolay pencerenin yanına gittiler, Sandrin'in avludan geçerek parmaklığın andında yitip gidişini
izlediler. Nikolay hafif bir ıslık tutturdu, sonra masaya oturup yazmaya koyuldu.
Ana düşünceliydi.
«Bu işle uğraşacak ve bu, avunduracak onu,» dedi.
«Evet, elbette,» dedi Nikolay.
Gülümseyerek Ana'ya doğru döndü:
«Bu dert sizin başınıza gelmedi mi?.. Hiç sevda çekmediniz mi?..»
Ana elini sallayarak:
«Onu da nereden çıkardınız? Ben mi sevda çekecektim? İlâhi! Beni sununla ya da bununla evlendirirler
diye ödüm kopardı.»
«Hiç hoşunuza giden birisi yok muydu?»
Biraz düşündü:
«Aklımda bile kalmadı, dostum,» diye karşılık verdi. «Kuşkusuz vardı. Herhalde... Hoşlandığım biri
olmuştur elbet, ama aklımda kalmadı artık.»
298
Nikolay'a baktı, durgun bir hüzünle yeniden konuştu.
«Kocam beni çok döverdi. Onunla evlenmeden önceki her şey silinmiştir belleğimden.»
Nikolay gözlerini yine kâğıtlara çevirdi. Pelageya bir dakika odadan çıktı, hemen döndü. Nikolay ona
sevecenlikle baktı, kendi anılarını sevgiyle okşayarak konuşmaya başladı:
«Benim de, Sandrin gibi, bir romanım vardır! Genç bir kızı severdi... Şaşılası bir yaratık, eşsiz bir kız.
Ona rastlayalı yirmi yıl kadar oldu. Doğrusunu söylemek gerekirse hâlâ severim onu! Eskisi kadar
severim... bütün ruhumla, minnetle, sonsuza dek...»
Yanıbaşında ayakta duran Ana, onun gözlerinde sıcak ve parlak bir alev görüyordu. Nikolay, Ana'nın
sandalyenin arkalığını tutan ellerine başını yaslıyor, uzakta bir yerlere bakıyordu. Çevik, zayıf fakat
gürbüz vücudu, bir bitkinin güneşe uzanması gibi öne doğru eğiliyordu. Ana:
«E, peki, evlensenize?» dedi.
«Beş yıldır evli o....»
«Daha önce niye evlenmediniz öyleyse?»
Nikolay biraz düşündü.
«Valla, fırsat bulamadık: o serbestken ben hapisteydim, ben serbestken o hapiste ya da sürgündeydi.
Sandrin'in durumuna benzer bir durum işte. Sonunda on yıllık bir mahkûmiyetle onu Sibirya'ya
yolladılar, çok uzağa! Ben onun arkasından gitmek istiyordum hatta. Ama ikimiz de utandık. Orada başka
bir adama rastladı, benim bir arkadaşım, çok iyi bir çocuk. Sonra birlikte kaçtılar. Şimdi yurt dışında
yaşıyorlar. İşte böyle...»
Sustu, gözlüklerini çıkardı sildi, camları ışığa tuttu, yeniden silmeye koyuldu.
Ana başını sallayarak:
«Vah dostum!» dedi.
Ona acıyordu. Hem de sıcak bir analık duygusu doğuyordu yüreğinde. Gülümsedi.
Nikolay oturuşunu değiştirdi, kalemi eline aldı, sözlerini sür- dürdü:
«Aile yaşantısı devrimcinin gücünü kemirir, daima kemirir. Çoluk çocuğa karışırsın, geçim sıkıntısı olur,
ekmeğini kazanmak için çok çalışmak zorunda kalırsın... oysa bir devrimci sürekli
299
olarak gücünü her yönde geliştirmelidir. Bu, zaman ister. Biz hep önden gitmeliyiz, çünkü biz, tarihin
zorlamasıyla, eski dünyanın yerine yeni bir yaşam kuracak olan kimseleriz. Eğer geride, kalırsak, yorgun
düşersek, eğer küçük bir başarının yakın olasılığına kendimizi kaptırırsak, kötü olur, nerdeyse ihanet
olur. İnancımızda ödün vermeden ayak uydurabileceğimiz hiç kimse yoktur. Ve hiç unutmamalıyız ki
işimiz ufak tefek başarılar elde etmek değil, tam zafere ulaşmaktır.»
Sesinde kararlılık vardı. Yüzü solmuştu. Gözleri yine her zamanki güçle parıldıyordu.
Kapı bir daha vuruldu. Gelen Liudmila idi. Yanakları soğuktan kıpkırmızı kesilmişti. Mevsime göre çok
ince bir pardösü giymişti. Yırtık lastiklerini çıkarırken, sinirli bir sesle:
«Duruşma tarihi saptandı, sekiz gün sonra,» dedi.
İçerden Nikolay bağırdı:
«Sahimi mi?»
Ana içeri koştu. Sevinçten mi, yoksa korkudan mı heyecanlanmıştı: Bunu kendisi de anlayamadı. Liudmila,
Ana'nın ardından giderken alaycı bir sesle konuşuyordu:
«Sahi mahkemede verilecek yargının şimdiden kararlaştırılmış olduğunu söylüyorlar. Ne demek bu?
Hükümet, memurlarının, devrimcilere karşı yumuşak davranacağından mı çekiniyor yani? Kendisine
hizmet edenleri bunca zaman özenle yozlaştır-dıktan sonra, onların namussuzluk et#neye hazır
olduklarından hâlâ mı kuşkulanıyor?»
Zayıf yanaklarını elleriyle ovarak sedirin üzerine oturdu. Sesinde gittikçe büyüyen bir öfke seziliyordu.
Nikolay kızı yatıştırmak için:
«Boşuna üzmeyin kendinizi, Liudmila,» dedi. «Sizi işitmezler...»
Ana genç kızı can kulağıyla dinliyor, ama bir şey anlamıyor-du. Makine gibi, yalnızca aynı sözcükleri
yineliyordu içinden.
Duruşma... sekiz gün sonra duruşma!..
Gaddar, insanlıkdışı bir şeyin yaklaştığını duyuyordu.
300
YİRMİÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Bu şaşkınlık ve üzüntü içerisinde, kaygılı bir bekleyişle geçirdi iki gününü.
Üçüncü gün Sandrin geldi, Nikolay'a:
«Her şey hazır,» dedi. «Bugün, saat birde...»
Nikolay şaşkınlıkla:
«Ne o? Oldu mu?» diye sordu.
«Ne olacak? Ribin için saklanacak bir yer ve üst baş bulmak kalıyordu birkaç yüz metre yürüyecek. Kılık
değiştirmiş olan Vesovşikov onu karşılayıp bir pardösü, bir de kasket atacak ve yolu gösterecek. Ben
Ribin'i bekleyeceğim, kılık değiştirip götüreceğim onu.»
«Fena değil!» dedi Nikolay. «Kim o Garbuniya dediğiniz?»
«Tanırsınız. Çilingirlerle onun evinde sohbet ediyordunuz.»
«Ha evet, tanıyorum. Biraz garip bir ihtiyar...»
«Eski bir asker. Tenekeci. Pek gelişmiş değil. Her türlü şiddete karşı sonsuz nefret duyar. Biraz
filozof.»
Sandrin düşünceli bir tavırla pencereden dışarı bakıyordu.
Ana ağzını açmadan dinliyordu. Kafasında yavaş yavaş bir düşünce olgunlaşıyordu.
«Garbuniya yeğenini kaçırmak istiyor. O hoşunuza giden çocuk Yevşenko, hani fazla şıklığa özenen,
temizliğe düşkün delikanlı, bildin mi?»
Nikolay başını salladı.
Sandrin devam etti:
«Her şeyi kusursuz düzenledi. Ama ben, başarıdan kuşku duymaya başladım. O saatte tutuklular
gezinirler, merdiveni görünce çoğu kaçmak isteyecektir...»
Bir an sustu, gözlerini yumdu. Ana, kıza yaklaştı.
«Ve birbirlerine engel olacaklar elbet...»
Üçü de pencerenin önünde ayakta duruyorlardı. Ana, Ni-kolay'la Sandrin'in arkasındaydı. Hızlı hızlı
konuşmaları, içinde belirsiz bir duygu uyandırıyordu. Ansızın:
«Ben de gideceğim!» dedi.
Sandrin sordu:
«Niye?»
301
«Gitmeyin, dostum, başınıza bir şey gelir. Gitmemelisiniz.»
Ana yüzlerine baktı, sesini alçalttı:
«Hayır, gideceğim,» diye diretti.
Birbirlerine baktılar. Sandrin omuzlarını silkti:
«Anlıyorum...» dedi.
Sonra Ana'ya dönüp kolunu onun beline doladı, sıcak, içten bir sesle:
«Ama bakın, söyleyeyim size: boşuna umutlanıyorsunuz...»
Pelageya titrek elleriyle Sandrin'i göğsüne bastırdı.
«Şekerim, beni de götürün!» diye haykırdı. «Size yük olmam. Görmem gerek. Kaçışın mümkün olduğunu
sanmıyorum.»
«O da gelsin,» dedi genç kız. Nikolay'a.
«Sizin bileceğiniz iş.»
«Ama birlikte kalamayacağız. Siz tarlalara gideceksiniz, bahçelere doğru. Oradan hapishanenin duvarı
görünür... Ya orada ne aradığınızı sorarlarsa size?
Ana sevinç içinde, kendine olan güvenini dile getirdi:
«Verecek bir karşılık bulurum elbet!»
«Unutmayın ki, gardiyanlar sizi tanıyorlar. Sizi orada görürlerse...»
«Beni görmezler!»
O ana dek içinde gelişen umut birdenbire alevlendi. Çarçabuk giyinirken, 'Belki o da...' diye aklından
geçiriyordu.
Bir saat sonra, hapishanenin adasındaki tarlalardaydı. Soğuk bir rüzgâr eteklerini şişiriyor, donmuş
toprağı dövüyor, yanından geçmekte bulunduğu bir bahçenin tahtaperdesini sarsıyor, hapishanenin fazla
yüksek olmayan duvarlarına çarparak avluya dalıyor, insan seslerini süpürüp göklere doğru, savuruyordu.
Bulutlar hızla kaçıyordu. Zaman zaman mavi enginler beli-riyordu gökte.
Ana'nın gerisinde bahçeler, önünde mezarlık, sağında da, yirmi metre kadar ötede, hapishane vardı.
Mezarlığın yakınında bir asker, bir atı yularından tutmuş gezdiriyordu; onun yanında başka bir asker
ısınmak için ayaklarını yere vuruyor, bağırıyor, gülüyor, ıslık çalıyordu. Hapishanenin yakınında başka
kimsecikler yoktu.
Sağına ve arkasına kaçamak bakışlar atarak yavaş yavaş
302
askerleri geçti, mezarlığın duvarına doğru ilerledi. Ve birdenbire bacaklarının ağırlaştığını hissetti.
Sanki don, ayaklarını yere yapıştırıyordu. Hapishanenin köşesinde sırtı kamburlaşmış bir adam
belirmişti; sırtında bir merdiven vardı ve fenerciler gibi hızlı adımlarla yürüyordu. Ana, gözlerini
korkuyla kırpıştırarak askerlere baktı: durdukları yerde tepiniyorlardı. At, askerlerin çevresinde
dolanıyordu. Adam, merdivenini duvara dayamış, yavaş yavaş tırmanıyordu. Avluya doğru elini salladı,
hızla merdivenden indi, hapishanenin köşesinde görünmez oldu. Ana'nın yüreği hızla çarpıyordu.
Saniyeler ağır geçiyordu. Çamurla kirlenmiş, sıvası yer yer dökülmüş, altından tuğlaları görünen duvarın
üstünde merdiven ancak seçilebiliyordu. Ansızın duvarın tepesinde siyah *|| bir baş, sonra bir gövde
belirdi. Gövde duvarın öbür yanına geçti, aşağı kaydı. Tüylü başlık taşıyan, siyah bir yumak gibi bir
ikincisi göründü, yere atladı, duvarın dönemecinde hızla yitip gitti. Ribin doğruldu, çevresine baktı,
kafasını salladı.
Ana, ayağını yere vurarak mırıldandı:
«Kaç! Kaç!»
Kulakları çınlıyordu. Bağrışmalar işitiyordu. Ve duvarın tepesinde üçüncü bir baş belirdi. Ana'nın elleri
göğsü üzerinde kasıldı. Heykel gibi bakıyordu. Sakalsız sarışın baş, gövdeden ayrılmak istiyormuşçasına
havada bir atılım yaptı, duvarın ardında yok oluverdi.
Çığlıklar artıyordu. Rüzgâr, çığlıkları da düdük sesleriyle birlikte alıp götürüyordu. Ribin duvar boyunca
ilerledi, duvarı geride bıraktı, hapishane ile kent konutları arasındaki açık alanı geçmeye başladı. Çok
ağır ilerliyor, başını gereksiz yere fazla yukarı kaldırıyor gibi geliyordu Ana'ya. Yüzünü gören bir daha
unutmayacaktı bu durumda.
«Daha çabuk! Daha çabuk!» diye mırıldanıyordu Ana.
Hapishane avlusunda kuru bir şaklama itildi. Bir cam kırıldı. . Asker ayaklarını yere dayamış, atı
kendisine doğru çekiyordu. Öbür asker elini boru gibi ağzına koymuş, hapishaneye doğru bir şeyler
bağırıyor, sonra başını yana çevirip kulak veriyordu.
Ana kasılmıştı. Bakışlarını dört yana çeviriyordu. Gözlerine inanamıyordu. Korkunç bir şey, karışık bir iş
sandığı şey çabucak, kolaycacık olup bitmişti. Bu hız, başdönmesi veriyordu ona. Düşünceler bulanıyordu.
Sokakta Ribin'den eser yoktu ar-
303
tık. uzun bir pardösü giymiş, uzun boylu bir adam yürüyordu. Küçük bir kız koşuyordu. Üç gardiyan
hapishanenin köşesinden fırladılar. Sağ ellerini ileriye doğru uzatıp yan yana koşuyorlardı. Askerlerden
biri onlara doğru atıldı. Öbür asker, atın çevresinde dönüyor, sırtına binmeye uğraşıyordu. Hayvan
kaçıyor, şahlanıyor, ortalığı tozutuyordu. Düdük sesi hiç durmaksızın etrafı velveleye veriyordu. Bu ses,
Pelageya'ya tehlikeli anımsattı. Titreyerek mezarlığın duvarı boyunca ilerledi. Gardiyanları da gözden
kaçınmıyordu. Gardiyanlarlar askerler hapishanenin öbür köşesini dönüp kayboldular. Pelageya'nın iyi
tandığı müdür yardımcısı, düğmeleri çözük üniformasının eteklerini savura savura onların ardı sıra
koştu. Nereden çıktıkları belli olmayan polisler görüldü. Gruplar oluştu.
Rüzgâr sevinçten sapıtmış gibi dönüp duruyor, uzaktaki sesleri Ana'nın kulaklarına taşıyordu. Bu telâş,
bu kargaşa, Ana'ya şenlik oldu. Daha hızlı yürüdü.
'Demek o kaçabilecekti, isteseydi!' diye düşündü.
Mezarlık duvarının bir köşesini dönünce iki polisle burun buruna geldi ansızın. Polislerden biri soluk
soluğa:
«Dur!» diye bağırdı. «Sakallı... bir adam... görmedin mi?»
Eliyle bahçeleri gösterdi, gönül rahatlığıyla karşılık verdi:
«Şu yana kaçtı. Ne oldu?»
«Yegorov, çal düdüğü!»
Ana evine döndü. İçin için üzülüyordu. Bir burukluk, bir küskünlük yer ediyordu yüreğinde. Kenje
varırken önüne bir kira arabası çıktı. Başını kaldırdı. Arabanın içinde sarışın bıyıklı, solgun benizli,
yorgun bir delikanlı gördü. O da Ana'ya baktı. Yanlamasına oturmuş olduğu için sağ omuzu öbüründen
daha yüksek görünüyordu.
Nikolay sevinçle karşıladı Ana'yı.
«Ee, nasıl geçti bakalım?»
«Galiba başarılı geçti.»
Bütün ayrıntıları anımsamaya çalışarak kaçışı anlatmaya başladı. Sanki bir başkasının anlattığını kendisi
de bir daha anlatıyormuş, ama anlattığına kendisi de inanmıyormuş gibi konuşuyordu.
Nikolay ellerini ovuşturdu.
304
«Şansımız varmış,» dedi. «Ama bir bilseniz sizin için ne kadar korktum! Dinleyin Nilovna, size dostça bir
öğütte bulunacağım. Duruşmadan yana hiç korkunuz olmasın. Ne denli çabuk olup biterse, Pavel'in
kurtuluş günü de o denli yakın olur, inanın bana. Belki de Sibirya'ya giderken yolda kaçar. Duruşmaya
gelince, aşağı yukarı şöyle olabilir...»
Oturumun, tablosunu çizmeye başladı. Ana dinliyor, korktuğunu ve bu yüzden kendisini yüreklendirmek
istediğini anlıyordu. Ansızın:
«Yoksa yargıçlara bir şey söylerim, bir ricada bulunurum diye mi korkuyorsunuz?» diye sordu. J ı
Nikolay hopladı, ellerini kaldırdı, kırgın bir sesle:
1;' «Ne diyorsunuz!» diye haykırdı.
«Korkuyorum, doğru! Ama neden korktuğumu bilmiyorum!..»
Bakışlarını odanın içerisinde gezdirdi.
¦ «Bazen bana öyle geliyor ki küçük düşürcekler Pavel'i: 'Pis mujik, mujik oğlu mujik, kendini ne sandın?'
diyecekler. Pavel gururludur, ağızlarının payını verir bakarsın. Ya da Andrey alay eder onlarla... Hepsi de
ateşli çocuklar. Düşünüyorum ki, birdenbire sabırları taşar... ve onlara öyle bir ceza verirler ki, artık bir
daha hiç göremeyiz yüzlerini!»
Nikolay ağız açmadı. Sinirli sinirli sakalıyla oynuyordu. Ana ölgün bir sesle sürdürdü:
«Bu düşünceleri atamıyorum kafamdan. Araştırmaya, tartışmaya başlayacaklar... Korkunç bir şey!
Korkunç olan, ceza değil, yargılamadır. Yargılama korkunç bir şey! Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum...»
Söylediklerini Nikolay'ın anlamadığını düşünüyor, duyduğu , korkuyu açıklamakta büsbütün sıkıntı
çekiyordu.
YİRMİDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Bu korku, ağır nem kokusu, solumayı güçleştiren bir küf gibi içinde büyüdü, yayıldı, ve duruşma günü
gelip çatınca, Ana, belini büken ağır bir yük taşıyarak girdi mahkemeye.
Ana / F: 20
305
Sokakta, varoştan gelen komşularla karşılaştı, sessizce eğilerek onların selâmına karşılık verdi,
somurtkan kalabalığın içinden yol açtı kendisine. Koridorlarda ve duruşma salonunda sanık akrabalarıyla
karşılaştı. Alçak sesle konuşuyorlardı. İşittikleri de bir işe yaramazdı zaten, çünkü anlamıyordu. Hepsi
perişandı. Çoğunluğun üzüntüsü Ana'ya da geçiyor, onu da çok yıkıyordu.
Sizov sıranın üzerinde, yanında yer açarak: «Otur şuraya,» dedi.
Ana söz dinledi, giysinin kıvrımlarını düzeltti ve çevresine baktı.
, Yanında oturan bir kadın alçak sesle: «Bizim Grigori'yi senin oğlun felâkete sürükledi!» dedi. Sizov
ters ters: «Sus Nataşa!» dedi.
Pelageya kadına baktı. Samoylov'un anasıydı. Babası da biraz ötede oturmuştu. Dazlak kafalı, sevimli
yüzlü, yelpaze şeklinde kızıl sakallı bir adamdı. Kemikli bir yüzü vardı. Gözlerini kısarak önüne bakıyor,
sakalı titriyordu.
Salonun yüksek pencerelerinden bulanık bir ışık süzülüyordu. Pencerelerin arasında çarın yaldızlı kalın
çerçeveli büyük bir portresi asılıydı. Çerçevenin kıyıları, ahududu renginde ağır perdelerin kaskatı
kıvrımları ardında kaybolmaktaydı. Portrenin önünde, üzeri yeşil çuha ile örtülü bir masa salonu hemen
enlemesine kaplıyordu. Sağda, parmaklıklar arkasında, iki tahta sıra, solda ise kırmızı döşemeli iki dizi
koltuk bulunuyordu. Göğsü ve karnı üzerinde sarı düğmeler bulunan yeşil yakalı mübaşirler gürültüsüzce
girip çıkıyorlar, ortalıkta dolaşıyorlardı. Bulanık havanın içinde kısık seslerden oluşan ürkek bir mırıltı
sürüp gidiyordu. Hafif bir eczane kokusu duyuluyordu. Bütün bu renkler, pırıltılar, sesler ve kokular
gözleri ağırlaştırıyor, ciğerlere doluyor, yüreklere üzüntü, korku ve karamsarlık saçıyordu.
Ansızın biri yüksek sesle bir şeyler söyledi. Ana titredi. Herkes ayağa kalktı. Ana da Sizov'un koluna
yaslanarak kalktı.
Sol köşede yüksek bir kapı açıldı, gözlüklü bir ihtiyar sallanarak içeri girdi. Küçük, kül rengi yüzünde
seyrek, beyaz favoriler titreşiyordu. Tıraşlı üst dudağı ağzının içine giriyordu. Sivri el-
306
macık kemikleri ve» çenesi üniformanın yüksek yakasına dayanıyordu. Boynu yokmuş gibi görünüyordu.
Yuvarlak, kırmızı, porselen suratlı iriyarı bir genç arkadan destek oluyordu ihtiyara. Altın sırmalardan
geçilmeyen üniformalar giymiş üç kişiyle : üç de sivil girdi ihtiyarın ardı sıra.
Masanın arkasında uzun uzadıya görüştüler, koltuklara yerleştiler. Oturduktan sonra, üniformasının ön
iliklenmemiş, tüysüz, gevşek biri, şişkin dudaklarını sessizce kımıldatarak ufak tefek ihtiyarla
konuşmaya daldı. İhtiyar dinliyor, kaskatı ve hareketsiz duruyordu. Gözlüklerinin arkasından iki küçük,
renksiz leke görünüyordu.
Masanın ucunda, uzun boylu, dazlak bir adam ufak bir yazı masası önünde ayakta duruyor hafif hafif
öksürerek kâğıtlarını karıştırıyordu.
İhtiyar ileriye doğru uzandı, konuşmaya başladı. İlk sözcüğü anlaşılır biçimde söyledi, ama öteki
sözcükler ince dudakları üzerinde uçup gitti sanki.
«Bildiririm ki... İçeri alın...»
Sizov Ana'yı hafifçe dürterek:
«Bak.» diye fısıldadı.
Ve ayağa kalktı.
Parmaklığın ardında bir kapı açıidı, önce yalın kılıcını omu-zuna dayamış bir asker girdi, sonra Pavel,
Artdrey, Fedor, Mazin, çifte Gusev'ler, Bukin, Samoylov, Somov ve Ana'nın adlarını bilmediği başka beş
delikanlı daha göründüler. Pavel dostça gü-lümsüyordu. Andrey de dişlerini göstererek gülümsüyordu ve
başıyla işaretler yapıyordu. Gülümsemeleri, yüzleri, canlı jestleri, gergin ve yapmacık sessizliğine
aydınlık ve içtenlik kattı. Üniforma sırmalarının altın parıltısı soldu, yumuşadı. Ana'nın yüreğinden bir
güven ve cesaret akımı geçti, güçlendi, canlandı, uyuşukluktan sıyrıldı. Arkasında, o ana dek kalabalığın
boynu bükük bekleştiği sıralardan, sanıkların selâmlarına karşılık olarak bir uğultu yükseldi.
«Korkmuyorlar!» diye fısıldadı Sizov.
Sağında, Samoylov'un anası hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı:
Sert bir ses:
307
«Susun!» diye bağırdı. *
Ufak tefek ihtiyar: «Sizi uyarıyorum...» dedi.
Pavel'le Andrey yan yana oturmuşlardı. Mazin, Samoylov ve Gusev'ler de onlarla birlikte birinci sırada
yer almışlardı. Andrey sakalını kestirmişti. Bıyıkları uzamıştı, uçları, aşağıya doğru sarkıyordu. Bu
görünümüyle, yusyuvarlak başı, bir kedi başına benziyordu. Yüzünde yepyeni bir anlam vardı. Ağzında
keskin, alaycı çizgiler, gözlerinde karanlık bir bakış görülüyordu. Mazi-n'in, üst dudağını koyu bir çizgi
gölgeliyordu; yüzü dolmuştu. Samoylov'un saçları eskisi gibi bukle bukleydi. İvan Gusev hep aynı geniş
gülümsemeyi sergiliyordu. Sizov başını eğdi: «Ah! Fedor! Fedor!» diye mırıldandı. İhtiyar, sanıklara
bakmadan belirsiz sorular yöneltiyordu. Üniformasının yakası üzerinde başı hiç kımıldamıyordu. Ana,
soruları dinliyor, oğlunun sakin, kısa yanıtlarını işitiyordu. Başkanın ve onun meslekdaşlarının kötü
yürekli, acımasız olamayacaklarını düşünüyordu. Yargıçların yüzlerini dikkatle inceliyor, bir şeyler
sezmeye uğraşıyor, yüreğinde yeni bir umudun doğduğunu duyuyordu.
Porselen suratlı adam tekdüze sesiyle bir belgeyi okumaktaydı. Soğuk sesi dinleyicileri uyuşturan bir
sıkıntı yayıyordu salona. Dört avukat alçak sesle, çabuk ve ateşli jestlerle sanıklarla konuşuyorlardı.
İhtiyarın bir yanında, yağ katmerleri arasında kaybolmuş, çipil gözlü, şişko bir yargıç, koltuğundan
taşıyordu. Öbür yanında, sırtı kamburlaşmış, solgun yüzlü, kızılımtırak bıyıklı bir adam bezgin bir tavırla
başını iskemlesinin arkalığına dayamış, gözlerini kısarak düşünüyordu. Savcı da yorgun, sıkkındı.
Yargıçların arkasında kentin belediye başkanı oturmuştu. Şişman ve gürbüz bir adamdı. Düşünceli bir
tavırla yanağını okşuyordu. Kır saçlı, uzun sakallı, kırmızı yüzlü iri tatlı gözlü bir adam -soyluların
temsilcisi-, ve mantosunun uzun kıvrımları altında gizlemeyi bir türlü başaramadığı kocaman göbeğinden
ötürü rahatsız görünen ilçe sendik'i de oradaydılar. Pavel'in güçlü sesi yükseldi:
«Burada ne cani vardır, ne de yargıçlar. Yalnızca ezenler ve ezilenler var...»
308
I
4
Sessizlik oldu. Birkaç saniye süreyle Ana yanlızca mürekkepli kalem ucunun kâğıtta çıkardığı ince sesi ve
yüreğinin çarpıntısını duydu.
Mahkeme üyeleri kıpırdandılar. Başkan konuşmaya başladı:
«Efendiiim...Andrey Nakhodka! Suçunuzu kabul ediyor musunuz?..»
Andrey yavaş yavaş doğruldu, bıyığını burarak yan yan ihtiyara baktı, omuzlarını silkti, ağırbaşlı etkili
sesiyle:
«Hangi suçu kabul edecek misim?» dedi. «Ben ne adam öldürdüm, ne de bir şey çaldım, insanları
birbirlerini soymaya, birbirlerini öldürmeye zorlayan bir düzene başkaldırıyorum yalnızca..»
İhtiyar zayıf ama kolay işitilebilen bir sesle:
«Daha kısa karşılıklar verin!» dedi.
Ana arka sıralarda bir canlılık sezdi. Dinleyiciler birbirlerinin kulağına fısıldaşıp kıpırdıyorlardı.
Porselen suratlı adamın sözlerinin etkisinden kurtulmak istiyorlardı sanki.
Sizov:
«İşitiyor musun nasıl karşılık veriyorlar?» diye fısıldadı.
«Fedor Mazin, yanıt verin...»
Fedor:
«Vermiyorum,» dedi.
Yüzü heyecandan kızarmıştı. Gözleri ateş saçıyordu. Kim bilir neden, ellerini ardında kavuşturmuştu.
Sizov boğuk bir 'Ah!' çekti. Ana'nın gözleri faltaşı gibi açıldı.
«Avukat tutmayı kabul etmedim... Konuşmayacağım, mah-keminizi yasa dışı sayıyorum... Siz kimsiniz?
Halk bizi yargılamak hakkını verdi mi size? Hayır, vermedi! Sizi tanımıyorum!»
Oturdu. Alev alev yanan yüzü Andrey'in omuzu arkasında kayboldu.
Şişko yargıç başkana doğru eğildi, bir şeyler fısıldadı. Solgun yüzlü yargıç gözkapakiarını kaldırıp yan
yan sanıklara baktı, elini uzattı, önündeki kâğıda bir şeyler yazdı. İlçe sendik'i kafasını salladı,
ayaklarını dikkatle düzeltti, göbeğini dizleri üzerine yerleştirdi ve elleriyle örttü. İhtiyar, başını
oynatmaksızın, gövdesini kızıl saçlı yargıca doğru çevirdi, dudaklarını oynattı. Öbü-
309
rü, başını eğerek dinledi. Soyluların temsilcisi alçak sesle savcı ile görüştü; belediye başkanı, yanağını
ovuşturarak onları dinliyordu. Başkanın ölgün sesi yeniden yükseldi.
Sizov şaşalamıştı: Ana'nın kulağına eğildi:
«Nasıl posta koydu, gördün mü? Hepsinden daha yaman çıktı, vallahi!»
Ana anlamıyor gülümsüyordu. Geçen olaylar, birdenbire ortaya çıkacak ve bir çırpıda dinleyicileri
dehşete boğacak korkunç bir şeyin gereksiz, sıkıcı önsözü gibi gelmişti önce. Oysa Pavel'le Andrye'in
serinkanlı karşılıkları, sanki mahkeme önünde değil de varoştaki küçük evde söyleniyormuş gibi korkusuz
ve sert çıkmıştı. Fedor'un yapıştırdığı ateşli yanıt herkesi canlandırdı. Bir yüreklilik, gözüpeklik yayıldı
salonun içine. Ana, arkada oturan dinleyicilerin davranışlarından anladı yüreklenenin yalnızca kendisi
olmadığını.
«Siz ne dersiniz?» diye sordu ihtiyar.
Savcı ayağa kalktı, bir elini kürsüsüne dayadı, rakamlar ileri sürerek tumturaklı uzun tümcelerle çabuk
çabuk konuşmaya başladı. Sesinde korkutucu hiç bir şey yoktu. Bununla birlikte Ana, yüreğinde kuru bir
ağrı duyuyor, ve bu ağrı onun kaygısını yeniden canlandırıyordu. Belli belirsiz bir düşmanlık duygusuydu
hissettiği şey. Tehditsiz, çığlıksız, ama gittikçe büyüyen, görünmez, elle tutulmaz bir düşmanlık...
Yargıçların çevresinde dönüp dolaşıyor, onları yoğun bir bulutla sarıyor, ve dıştan gelen hiç bir etki bu
bulutu yarıp yargıçlara ulaşarruyordu.
Ana yargı kurulunu izliyor, onların tutumunu bir türlü an-layamıyordu. Hiç beklediği gibi olmamıştı.
Pavel'e, Fedor'a sinirlenmiyorlardı. Kırıcı laflar etmiyorlardı. Sanki sorularından hiçbiri kendilerince
önemli değildi, istemeye istemeye soruyor ve yanıtları da kendilerini zorlayarak dinliyorlardı. Sanki her
şeyi önceden biliyorlardı da hiç bir şey onları ilgilendirmiyordu.
Şimdi karşılarında bir jandarma duruyor, alçak sesle tanıklık ediyordu:
«Herkes baş kışkırtıcı olarak Pavel Vlasov'u göstermiştir..»
Şişko yargıç isteksiz bir tavırla sordu:
«Ya Nakhodka?»
«O da....»
310
Avukatlardan biri ayağa kalktı:
«İzninizle...»
İhtiyar, birisine sordu:
«İtirazınız mı var?»
Bütün yargıçların sağlığı bozukmuş gibi geliyordu Ana'ya. Duruşmalarında, yüzlerinde, seslerinde,
hastalıklı bir bezginlik okunuyordu. Can sıkıntısından patlıyorlardı. Belli ki hoşlanmıyorlardı olanlardan.
Üniformaları, mahkeme salonu, jandarmalar, avukatlar, koltuklarda mıhlanıp kalmak, soru sorup yanıtlar
dinlemek, her şey ağır geliyordu onlara.
Sıra, Ana'nın tanıdığı sarı yüzlü subaya gelmişti. Önemli bir insan tavrıyla, çın çın öten bir sesle, yayvan
yayvan Pavel'den ve Andrey'den söz ediyordu. Ama onu dinlerken, içinde:
'Senin bildiğin fasafiso!..' demekten kendini alamıyordu.
Sanıklar için korkmuyor, onlara acımıyordu artık. Yalnız şaşıyordu onlara. Ve seviyordu hepsini.
Şaşkınlığı sakin; sevgisi sevinçli ve rahattı. Sıcaktı. Sanıklar genç, sağlam delikanlılardı. Bir yanda,
duvarın yakınında oturmuşlar, tanıklarla yargıçların tekdüze konuşmalarına, avukatlarla savcının
tartışmalarına hemen hiç karışmıyorlardı. Arada sırada içlerinden biri küçümseme belirten bir
gülümsemeyle arkadaşlarına bir şeyler söylüyordu, arkadaşları da alaycı alaycı gülüyorlardı. Andrey'le
Pavel, Ana'nın bir gün önce Nikolay'ın evinde görmüş olduğu bir avukatla hemen hiç durmadan alçak
sesle konuşmaktaydılar. Ötekilerden daha canlı, daha tek durmaz olan Mazin, onların konuşmalarına
kulak veriyordu. Bazen Samoylovjvan Gusev'le konuşuyordu. O zaman İvan dirseğiyle arkadaşını hafifçe
dürtüyor, kahkahasını güç tutuyor, kıpkırmızı kesiliyordu, yanakları şişiyordu, saklanmak için başını
eğiyordu. İki üç kez makaraları koyverecek gibi oldu, sonra birkaç dakika kasıldı, ciddî durmaya
çabaladı. Hepsinin kanı kaynıyor, gençlik ateşinin taşkınlığına set çekmek çabaları boşa gidiyordu.
Sizov dirseğiyle yavaşça Ana'yı dürttü. Pelageya, Sizov'a döndü, onu hoşnut ve azıcık kaygılı gördü.
Sizov:
«Şu yumurcakların haline bak, nasıl kendilerinden emin görünüyorlar!» diye fısıldadı. «Sanki hepsi birer
derebeyi!»
Tanıklar kişiliksiz seslerle, hızlı hızlı konuşarak ifade veriyorlardı. Yargıçlar isteksiz umursamaz
tavırlarla soruyorlardı sorula-
311
rını. Şişko yargıç ağzını tombul eliyle kapatarak esniyordu. Kızıl bıyıklı yargıcın yüzü daha da solmuştu;
arada sırada kolunu kaldırıp parmağını kuvvetle şakağına bastırıyor, alabildiğine büyümüş gözlerini bakar
kör gibi tavana dikiyordu.
Savcı zaman zaman önündeki kâğıda bir şeyler karalıyor, sonra soyluların temsilcisiyle konuşmasını
sürdürüyordu. Temsilci kır sakalını sıvazlıyor, güzel iri gözlerini sağa sola çevirerek-ten gülümsüyor,
önemli kişiler gibi gerdan kırıyordu. Belediye başkanı, bacak bacak üstünde, sessizce parmaklarını
dizine vuruyor, parmaklarını hareketlerini büyük bir dikkatle inceliyordu. İlçe sendik'i, dizlerinin
üzerine sarkmış göbeğini elleriyle özenle tutuyor, başını eğiyordu. Konuşmaların tekdüze mırıltısına
kulak kabartan yalnızca oydu galiba. Bir de, tam bir hareketsizlik içerisinde koltuğuna mıhlanmış gibi
duran küçük ihtiyar.
Bu durum uzadı da uzadı. Uyuşukluk ve can sıkıntısı yeniden sarmaya başladı dinleyicileri.
«Bildiririm ki...» dedi ufak tefek ihtiyar.
Ve gerisini yutarak ayağa kalktı.
Bir uğultu kapladı salonu: iç çekmeler, boğuk nidalar, öksürmeler, ayak sesleri... Sanıklar götürüldüler.
Gülümseyerek akraba ve yakınlarına işaretler yaptılar. İvan Gusev birisine yavaşça seslendi:
«Dayan, Yegor!»
Ana ile Sizov koridorlara çıktılar. Yaşlı işçi dostça: «Büfeye gidip çay içelim mi?» diye sordu. «Birbuçuk
saat bekleyeceğiz nasıl olsa.»
«Hayır.»
«İyi ya, ben de gitmem. Gördün ya çocukları? Sanki gerçek insan onlar da ötekiler birer hiç! Ya Fedor,
ha? Gördün mü?»
Samoylov'un babası, elinde kasket, yanlarına yaklaştı. Asık suratında bir gülümseme görüldü.
«Ya bizim Grigori? O nasıldı? Avukat istemedi, konuşmayı da reddetti. İlk olarak o verdi örneği.
Seninki, Pelageya, avukat istiyordu. Ama benimki istemiyorum deyince dört kişi daha öyle yaptı...»
*
Karısı da yanındaydı. Gözlerini sık sık kıpıştırıyor, mendilinin
ucuyla burnunu siüyordu. Adam sakalını avucunun içine almış, yere bakarak konuşuyordu:
«Canına yandığımın işi! Bu çocuklar kendilerini boş yere mahvediyorlar deniyor; sonra birdenbire, belki
de onlar haklı diye düşünüyor insan... Fabrikada, bu harekete katılanların sayısı gitgide artıyor.
İstedikleri kadar yakalayıp götürsünler, ırmaktaki sazan balıkları gibi hiç kökleri kuruduğu yok. İnsan
kendi kendine diyor ki: belki de arkalarında bir kuvvet var, diyor...»
«Böyle şeyleri anlamak bizim için zor!» dedi Sizov.
«Öyle, zor!»
Samoylov onayladı:
Karısı burnunu çekip söze karıştı:
«Hepsinin de sağlığı yerinde, haydutların!»
Porsumuş ablak suratında bir gülümseme belirdi.
«Az önce seninkinin yüzünden oldu bunlar dediğim için kızma bana, Nilovna. Doğrusunu istersen, kimin
en çok kabahatli olduğunu kim bilebilir? Bizim Grigori için jandarmaların, sivil polislerin söylediklerini
gördün mü? O da çılgınlıklar yapıyormuş, salak!»
Belli ki oğluyla gururlanıyordu. Belki de farkında değildi bunun. Ne var ki Ana bu duyguyu tanıdığı için
candan bir gülümseyişle:
«Genç yürekler oldum olası daha yakın olurlar gerçeğe!» diye cevap verdi.
Dinleyiciler koridorlarda geziniyor, kümeler oluşturuyorlar, düşünceli ya da ateşli konuşmalara
dalıyorlardı. Kimse bir köşeye çekilmiyordu. Herkesin yüzünde konuşmak, soru sormak, dinlemek isteği
okunuyordu açık seçik. İki duvar arasındaki beyaz boyalı dar geçitte insanlar dolaşıyorlar, rüzgâra
tutulmuş gibi sarsılarak sağlam, emin bir şeye tutunmak istiyorlardı sanki. Bukin'in ağabeyi, soluk yüzlü
iri yarı bir delikanlı, sağa sola dönüp durarak el kol hareketleri yapıyor:
«İlçe sendik'inin bu işle ilgisi olmaması gerekir!» görüşünü ileri sürüyordu.
Ufak tefek, yaşlı bir adam olan babası, çevresine ürkek bakışlar atarak:
,
«Sus, Kostia!» dedi.
312
313
«Hayır, susmayacağım! Geçen yıl, karısıyla ilişki kurdu diye memurunu öldürmüş. Ve şimdi karısıyla
birlikte yaşıyormuş. Akıl erer mi buna? Üstelik düpedüz hırsız da?»
«Aman neler söylüyorsun, Kostia?»
«Doğru!» dedi Samoylov. «Doğru! Yargıç koltuğuna kurulmuş, ama kendisi hiç de hırlı bir insan değil...»
Konuşmaları işiten Bukin, ötekileri de beraberinde sürükleyerek yaklaştı. Heyecandan kıpkırmızı
olmuştu. Öfkeli hareketler yaparak bağırmaya başladı:
«Dava konusu eğer bir hırsızlık ya da cinayetse jüri yargılar, ve bu jüri sıradan insanlardan,
köylülerden, zanaatkarlardan oluşur. Ama hükümete karşı olanları hükümet yargılar. Böyle olmaz ki! Sen
bana sövüp sayacaksın, okkalı bir şamar yapıştıracağım suratına, sana vurduğum için sen yargılacaksın
beni, eh, elbette ben suçlu çıkacağım. Ama kim başladı? Sen!»
Göğsü madalyalarla süslü, kambur burunlu yaşlı bir gardiyan kalabalığı bir yana itti, Bukjn'i parmağıyla
tehdit ederek:
«Hey, bana bak sen, bağırma öyle, burası meyhane değil!» dedi.
«İzninizle cancağızım... Anladık. Şimdi dinleyin: Ben size vursam, sonra da sizi yargılamaya kalksam, ne
dersiniz buna?..»
«Şimdi ben seni dışarı çıkarırsam görürsün!» dedi gardiyan sertçe.
«Nereye çıkaracaksınız? Niçin?»
«Sokağa. Öğretirim sana zırlamayı.»
Bukin bakışlarını çevresinde gezdirdi, alçak sesle:
«Bunlar için önemli olan, susmaktır!» dedi.
İhtiyar, kabaca bağırdı:
«Öyle olduğunu bilmiyor muydun?»
Bukin kollarını açtı, sesini biraz daha alçalttı:
«Sonra efendim, duruşma niye halka açık olmuyor da yalnızca akrabalar içeri alınıyor? Yargılama eğer
adilce yapılacaksa, herkesin gözleri önünde yapılabilir, ne korkuyorlar?»
Samoylov:
«Bu doğru işte.» diye yineledi. «Mahkeme, insanın vicdanını rahatlatmıyor.» .
Ana, yargılamanın yasal olmadığı konusunda Nikolay'dan
dinlediği şeyleri Samoylov'a anlatmak istedi, ama dinlediklerini iyi kavrayamamış, sözcükleri de kısmen
unutmuş olduğundan yapamadı. Nikolay'ın sözlerini anımsamak için bir kıyıya çekildi. Kendisine bakan,
sarışın bıyıklı bir genç gözüne çarptı. Sağ eli pontalonunun cebindeydi. Bu yüzden, sol omuzu daha alçak
görünüyordu. Bu özellik, Ana'ya bir şey andırır gibi geldi. Ama delikanlı, sırtını çevirdi. Ana, anılarına
dalıp yabancıyı unuttu.
Biraz sonra yavaş sesle söylenen bir soru geldi kulağına:
«Şu kadını mı?»
Birisi daha yüksek sesle:
«Evet, o,» dedi.
Pelaeya sesin geldiği yöne baktı. Çarpık omuzlu genç kendisine doğru yan dönmüş, yanında duran kara
sakallı, kısa par-dösülü, uzun çizmeli bir delikanlıyla konuşmaktaydı.
Yeniden kaygı yaratan bir anı uyandı içinde, ama kesin bir tespit yapamadı. Çevresindeki insanlara
oğlunun idealini anlatmak, ileri sürülecek karşı savları dinlemek ve bu savlara göre mahkemenin kararını
kestirmek hevesine kapılmıştı. Sakıngan davranarak, hafif bir sesle Sizov'a:
«Demek yargılama böyle yapılıyor,» dedi. «Her birinin ne yaptığını araştırıyorlar, ama niçin yaptığını
sormuyorlar bile. Sonra, hepsi yaşlı. Gençleri gençler yargılamalı...»
«Evet,» dedi Sizov. «Bu işe bizim akıl erdirmemiz çok zor, çok zor!»
Düşünceli düşünceli başını salladı.
Gardiyan salonun kapısını açmış, bağırıyordu:
«Akrabalar... Biletlerinizi gösterin!»
Alaycı bir ses işitildi:
«Biletmiş... Sirkteyiz sanki!»
Şimdi herkeste gizli bir sinirlilik, belli belirsiz bir ataklık seziliyordu. Dinleyiciler daha az sıkılganlık
gösteriyorlar, gürültü ediyorlar, mübaşirlerle tartışıyorlardı.
¦ .mJ i
314
315
YİRMİBEŞİNCİ BÖLÜM
Sizov sövüp sayarak sıranın üzerine oturdu. Ana:
«Nen var?» diye sordu.
«Hiç!.. İnsanlar aptal...»
Bir çıngırak sesi işitildi. Kayıtsız bir ses, yargı kurulunun gelişini bildirdi.
Herkes yeniden ayağa kalktı. Yarıçlar aynı sırayla içeri girdiler, yerlerine oturdular. Sanıklar içeri
alındılar.
Sizov fısıldadı:
«Dikkat! Savcı konuşacak.»
Ana boynunu uzatıp öne doğru eğildi, kaskatı kesildi. Yine korkunç bir şeyler olmasını bekliyordu.
Savcı ayağa kalktı, dirseğini kürsüsüne dayadı, başını yargıçlara çevirdi, derin bir soluk aldı, sağ elini
sertçe sallayarak konuşmaya başladı.
Ana, ilk sözleri anlayamadı. Savcının sesi gür ve rahattı. Kâh ağır, kâh hızlı koruşuyordu. Sözcükler
uzun, tekdüze bir dizi halinde dökülüyordu dudaklarından; bir şeker parçasına konmuş karasinekler gibi
ansızın havada uçuşuyor, birbirini kovalıyor, dönüp duruyordu. Ama Pelageya onun sözlerinden korkunç,
tehdit edici hiç bir şey görmüyordu. Bu sözler kar gibi soğuk, kül gibi renksizdi. İnce, kuru bir kum gibi
tane tane dökülüyor, salonu kısır bir iç sıkıntısına boğuyordu. Duygudan yana cimri, laf bakımından
cömert bu konuşma Pavel'le arkadaşlarının kulağına varmıyordu kuşkusuz. Onlar hiç oralı değillerdi.
Eskisi kadar soğukkanlıydılar. Usulca aralarında konuşuyorlar, kâh açıktan açığa gülümsüyorlar.kâh
gülüşlerini asık suratları ardında gizliyorlardı.
Sizov:
«Yalan söylüyorlar!» diye mırıldandı.
Pelageya aynı şeyi söyleyemiyordu. Savcı'nın sözlerini işitiyor, ayırdetmeksizin hepsini suçladığını
anlıyordu. Pavel'in adını anarken Fedor'dan sözetmeye başlıyor, onu da aynı ayarda gösteriyor, sonra
Bukin'i de ısrarla onların düzeyine çıkarıyordu. Bütün sanıkları aynı torbaya koyup sıkıyordu.Sözlerinin
açık anlamı Ana'yı doyurmuyordu, ama, onu ne üzüyor, ne de
korkutuyordu. Ana, o korkunç şeyi bekliyordu hâlâ; onu sözcüklerde arıyor, savcının yüzünde,
gözlerinde, sesinde havada sallanan bembeyaz elinde arıyordu inatla. Evet, oradaydı o korkunç şey, Ana
duyuyordu onu, ama elle tutulur şey değildi, anla-: tılması olanaksızdı. Ama yine de yüreğini
sıkıştırıyor, acıtıyordu.
Savcının sözleri belli ki canını sıkıyordu yargıçların. Sözleri," yargı kurulunu umursamazlık ve bıkkınlık
bulutuyla sarmaktaydı.
Başkan mumya gibi kaskatı duruyordu. Gözlüğünün camları arkasında ufacık gri gözbebekleri zaman
zaman görünmez oluyordu. Bu ölü hareketsizlik, bu soğuk kayıtsızlık karşısında Ana şaşkın şaşkın
soruyordu kendi kendine: J 'Peki bunlar yargılama mı yapıyorlar şimdi?'
Bu şaşkınlık, beklediği müthiş şeyden duyduğu korkuyu yüreğinden siliyor, boğazını derin bir küçük
düşürülme duygusu sıkıyordu.
Savcının sözleri birdenbire kesildi. Çabuk çabuk birkaç söz ekleyip yargıçların önünde eğildi, ellerini
ovuşturarak yerine oturdu. Soyluların temsilcisi başını salladı, belediye başkanı elini uzattı, sendik
göbeğini süzdü ve gülümsedi.
Görünüşe göre yargıçlar savcının konuşmasından hoşnut kalmamış olacaklar ki hiç yerlerinden
kıpırdamadılar.
Ufak tefek ihtiyar, bir kâğıdı burnunu dibine kadar yaklaştırıp:
«Söz... Fedoseyev'in, Markov'un ve Zagaro'un avukatında,» dedi.
Pelageya'nın, Nikolay'ın evinde görmüş olduğu avukat ayağa kalktı. Geniş, babacan yüzünde parlak
gözlerinin içi gülüyordu. Keskin bakışlarıyla ortalığı tarayarak konuşmaya başladı. Sesi pürüzsüz ve
yüksekti. Ne var ki, ana onu dinleyemedi. Sizov kulağına fısıldadı:
«Anladın mı ne dediğini? Anladın mı? Bunlar dengesizdir, zıpırdır,» dedi. «Fedor zıpır mı?»
Ana karşılık vermedi. Ağır bir düşkırıklığı altında eziliyordu. Alçalma duygusu ruhunda şiddetli bir baskı
yaratıyordu. Şimdi anlıyordu adaletten ne beklediğini. Oğluyla yargıçlar arasında karşılıklı inançlarını,
görüşlerini ortaya koyan erkekçe, sert bir tartışma izlemeye hazırlanmıştı. Yargıçların Pavel'i uzun
uzadıya,
316
317
dikkatle, ayrıntıları dile getirerek sorguya çekecekerini, içini dökmesini isteyeceklerini, bütün
düşüncelerini, eylemlerini, uğraşlarını akıl gözüyle inceleyeceklerini düşünmüştü. Pavel'in dürüst bir
delikanlı olduğunu görünce, açık açık hakseverce:
«Bu adam haklı!» demelerini bekliyordu.
Oysa hiç de böyle olmamıştı. Sanıklarla yargıçlar arasında fersah fersah uzaklık vardı sanki. Yargıçlar
sanıkların umurunda bile değildi. Ana yorgunluk duyuyordu. Artık duruşma ile ilgilenmiyor, dinlemiyordu.
Gururu kırılmıştı.
'Böyle mi yargılarlar insanı?' diye düşünüyordu.
Sizov başını sallayarak mırıldandı:
«İyi oldu onlara, bunu hakkettiler!»
Başka bir avukat konuşuyordu şimdi. Ufak tefek, solgun, alaycı, sivri yüzlü bir adamdı. Yargıçlar sözünü
kesiyorlardı.
Savcı fırladı, sinirli bir sesle tutanak sözcüğünü söyledi. Sonra ufak tefek ihtiyar söz aldı, savcıyı
serinkanlı olmaya çağırdı. Avukat, başını saygıyla eğerek onları dinledi, ve konuşmasını sürdürdü:
«Hırpala onlan, hırpala!» dedi Sizov.
Mahkeme salonu yeniden kaynaşmaya başlamıştı. Dinleyicilerin kavgacı damarı kabarıyordu. Avukat,
yargıçların kösele suratını iğneleyici sözlerle kırbaçlıyordu. Yargıçlar avukatın yenilmez yutulmaz
çıkışlarından korunmak için saflarını sıklaştırıyor, şişiyor, yayılıyorlardı sanki.
Ve Pavel ayağa kalktı. Ansızın bir'sessizlik oldu. Ana ileriye doğru eğildi. Pavel rahat bir tavırla söze
başladı:
«Ben bir patrinin üyesi olduğum için yalnızca kendi partimin mahkemesini tanırım. Bu nedenle, kendimi
savunmak için değil, avukat istemeyen öteki arkadaşlarımın isteğini yerine getirmek için konuşacağım.
Sizin anlamadığınızı açıklamaya çalışacağım. Savcı, sosyalizmin bayrağı altında yaptığımız gösteriyi
iktidara karşı ayaklanma olarak niteledi ve bizleri boyuna çara karşı isyancılar diye tanımladı. Şunlu
söylemek isterim ki bizler için otokrasi, ülkeyi halkaları arasında tutan bir tek zincir değil, ancak ilk
zincirdir, en elle tutuluru, ve biz halkı bu zincirden kurtarmalıyız.»
Bu tok ses yükselince, sessizlik daha da derinleşmişti. Pa-
318
vel sanki salonun duvarlarını kaldırmış, dinleyicilerden çok uzaklaşmış, ama aynı zamanda daha çok göze
çarpar hale gelmişti. Yargıçlar kaygıyla sallandılar. Soyluların temsilcisi gevşek yüzlü yargıca bir şeyler
fısıldadı, yargıç başını sallayıp ufak tefek ihtiyarla konuşmaya başladı. O sırada hasta suratlı yargıç,
ihtiyarın öbür kulağına bir şeyler söylüyordu. İhtiyar yargıç koltuğunun içinde bir sağa bir sola eğilerek
Pavel'e seslendi, ama sesini duyuramadı. Pavel konuşmasını sürdürüyordu:
«Biz sosyalistiz. Bu demektir ki biz, insanları birbirlerinden ayıran, birbiri aleyhinde silahlandıran,
birbiriyle çatıştıran, amansız bir çıkar karşıtlığı yaratan, bu karşıtlığı gizlemek ya da haklı göstermek
için yalana başvuran, bütün insanları yalan, ikiyüzlülük ve kinle yozlaştıran kişisel çıkarlara karşıyız. Biz
diyoruz ki: İnsanı, zenginleşmek için bir alet olarak gören bir toplum, insanlığa karşıdır, bize düşmandır.
Onun ikiyüzlü ve yalancı ahlâkını kabul edemeyiz. İnsanın kişiliğine karşı gösterdiği edepsizlik ve
gaddarlık bizi tiksindiriyor. Böyle bir toplum tarafından insanın bedenen ve ruhen köleleştirilmesinin
bütün biçimlerine karşı, servet tutkusuyla ezilmesine karşı, savaşmak istiyoruz ve savaşacağız da. Dev
makinelerden tutun, çocukların oyuncaklarına dek, her şeyi biz işçiler yaratırız, ama insanlık onurumuzu
korumak için mücadele etme hakkından yoksunuz. Herkes, amacına erişmek için bizi alet olarak kullanma
ayrıcalığını tanır kendisine. Şimdi biz, zamanla tüm iktidarı halka devredebilmek için gerekli özgürlüğe
kavuşmak istiyoruz. Çalışmak, herkes için zorunlu olmalıdır. Görüyorsunuz ki isyancı değiliz biz.»
Başkan açık seçik ve güçlü bir sesle:
«Rica ederim, konuya gelin!» dedi.
Pavel'e doğru dönmüş, yüzüne bakıyordu. Donuk gözünde kötü bir parıltı var gibi geldi Ana'ya. Bütün
yargıçlar genç sanığa bakıyorlardı. Gözleri sanki onun yüzüne, bedenine yapışıyor, kanını emerek kendi
porsumuş, aşınmış organizmalarını canlandırmaya uğraşıyordu. Pavel dimdik ayakta duruyor, kolunu
onlara doğru uzatarak bağırmadan, dupduru bir sesle sürdürüyordu:
«Biz devrimciyiz. Ve birtakım kimseler yalnızca buyruk verdikçe, kimileri ise yalnızca çalıştıkça,
devrimci kalacağız. Sizin, çıkarlarını korumakla görevli olduğunuz düzene karşı savaşmaktayız. Bu
düzenin de, sizin de uzlaşmaz düşmanıyız biz; ancak
319
sizleri yendikten sonra barışabiliriz. Ve yeneceğiz sizleri! Çıkarlarını savunduğunuz sınıf, sandıkları
kadar güçlü olmaktan çok uzaktırlar. KöleleştirdikJeri milyonlarca insanı feda ederek biriktirip
korudukları bu servetler, yani bize egemen olmalarını sağlayan bu güç, kendi aralarında da düşmanlık,
karşıtlık, çekişmeler yaratmakta, onları hem maddi, hem manevi bakımdan mahvetmektedir. Mülkiyetin
savunması çok büyük bir gerilim gerektirir. Ve gerçekten de efendilerimiz olan sizler, topunuz bizden
daha fazla kölesiniz. Sizin kafalarınız tutsakdır, bizim ise bedenlerimiz. Sizi manen öldüren ön
yargıların ve alışkanlıkların boyundu-, ruğundan kendinizi kurtaramazsınız. Oysa bizim içten özgür
olmamıza kimse engel olamaz. Bize verdiğiniz zehirler, istemeyerek bilincimize akıttığınız
panzehirlerden daha güçsüzdür. Bu bilinç durmaksızın büyüyüp gelişiyor, gitgide alevleniyor, üyesi
bulunduğunuz sınıfta bile en iyi,, manen sağlıklı ne varsa ardından sürüklüyor. Bakınız, daha şimdiden
sizin gücünüz adına ideolojik mücadele yürütebilecek hiç kimseniz kalmamıştır. Tarihsel adaletin
şamarına karşı sizi koruyabilecek tüm kanıtları tüketmiş durumdasınız artık. Fikir alanında hiç bir yeni
şey yaratamazsınız, kafaca kısırlaşmışsınızdır. Oysa bizim fikirlerimiz boy atıyor, her an daha parlak
bir ışık saçıyor, halk yığınları arasında yayılıyor ve onları özgürlük savaşına hazırlıyor. İşçi sınıfının
büyük rolünün bilinci tüm işçileri bir can halinde birleştiriyor. Yaşamın yenilenmesi sürecini, gaddarlık
ve edepsizlikten başka hiç bir şey durduramaz. Şu var ki, edepsizlik apaçık ortada, gaddarlık ise
sinirlendirir. Bugün bizi boğan eller yakında bizim ellerimizi sıkacaklar kardeşçe. Sizdeki enerji, altını
çoğaltmaya yönelik mekanik enerjidir, birbirini paralamaya mahkûm gruplar halinde birleştirir sizleri.
Bizim enerjimiz, işçiler arasındaki dayanışma bilincinin canlı gücüdür. Sizin yaptığınız bütün işler
cinayettir, çünkü amacınız insanları köleleştirmekten başka bir şey değil. Bizim çabamız, yalancılığınızın,
kininizin, açgözlülüğünüzün yaratmış olduğu, ve halkı korkutmak için kullandığınız umacılardan
kurtaracaktır dünyayı. Siz insanı yaşamdan söküp aldınız, ezdiniz, toz ettiniz; sosyalizm sizin yakıp
yıktığınız dünyayı koskocaman, görkemli bir bütün halinde birleştirir. Ve birleştirecektir de!»
Pavel bir an durdu daha güçlü bir sesle:
320
«Birleştirecektir!» diye yineledi.
Yargıçlar garip bir biçimde suratlarını ekşitiyon aralarında fı-sıldaşıyorlardı. Bir yandan da yiyecekmiş
gibi Pavel'e bakıyorlardı. Ana, sağlığını, gücünü, tazeliğini kıskandıkları oğlunun çevik ve sağlam yapılı
vücudunu bakışlarıyla kirlettiklerini düşünüyordu. Sanıklar, arkadaşlarının sözlerini dikkatle
dinliyorlardı. Yüzleri solgundu. Gözlerinde sevinç pırıltıları vardı. Ana oğlunun sözleri-' ni kaçırmıyor,
belleğine işliyordu. Ufak tefek ihtiyar birkaç kez Pavel'in sözünü kesti, bir şeyler açıkladı. Hatta bir
seferinde hüzünlü bir gülümseme belirdi dudaklarında. Pavel sessizce dinliyor, sonra aynı durgun, sert
sesle sürdürüyordu. Yargıçların iradesini kendi iradesine tabi kılıyor, onların dikkatini üzerine
çekiyordu.
Sonunda ihtiyar, elini Pavel'e doğru uzatarak bağırmaya başladı. Pavel, karşılık olarak hafif alaycı bir
sesle:
«Bitiriyorum,» dedi. «Sizi şahsen kırmak istemiyorum. Yargılama dediğiniz bu maskaralığa zorla
katıldığınız için nerdeyse acıyacağım size. Her şeye karşın insansınız. Amacımıza karşı ol-/ salar da,
insanların böylesine aşağılık bir biçimde zorbalığa alet .edilerek alçaldıklarını, insanlık onurlarını bu
derece yitirdiklerini görmekten her zaman üzüntü duyarız.»
Yargıçlara bakmadan yerine oturdu. Ana soluğunu tutarak yargı kuruluna bakıyor, bekliyordu.
Ağzı kulaklarına varan Andrey kuvvetle Pavel'in elini sıktı. Samoylov, Mazin ve ötekiler de onu
kutladılar, Pavel gülüm-süyordu. Arkadaşlarının coşkunluğu onu biraz utandırmıştı. Anasına doğru bir
göz attı, başını salladı. 'Nasıl iyi konuştum mu?' diye sormak istiyordu sanki. Ana coşkun bir sevgiyle
elerin derin içini çekti. Sevinçliydi.
«Bu kez, yargılama başladı artık!» dedi Sizbv. «Nasıl benzetti herifleri, değil mi?»
Ana karşılık vermedi, başını salladı. Oğlunun böylesine atak, böylesine gözüpek konuşmasından mutluydu.
Sözünü bitirdiği için daha mutluydu belki de.
Kafatasında bir soru dolaşıp duruyordu: 1 'Peki, şimdi? Başınıza neler gelecek acaba?'
Ana / F: 21
321
YİRMİ ALTINCI BÖLÜM
Oğlunun söyledikleri yenilik değildi kendisi için. Onun fikirlerini bilirdi. Ama mahkeme önünde ilk kez
duyuyordu onun inancının sürükleyici gücünü. Pavel'in rahatlığı etkilemişti Ana'yı. Yaptığı konuşma,
aydınlık saçan bir gerçekler demeti halinde gözleniyor, haklı olduğu, muzaffer olacağı inancını
pekiştiriyordu. Şimdi yargıçların Pavel'le sert tartışmalara girişeceklerini, öfkeyle karşılık
vereceklerini, kendi gerçeklerini onunkine karşı dikeceklerini düşünüyordu. Oysa Andrey ayağa kalktı,
sallandı, yan yan yargı kuruluna baktı.
«Sayın savunma avukatları,» diye söze başladı.
Hasta suratlı yargıç güçlü ve sinirli bir sesle bağırdı:
«Karşınızda bulunan, yargı kuruludur, savunma avukatları değil!»
Ana, Andrey'in yüz ifadesinden, dalga geçmek niyetinde olduğunu anlıyordu. Bıyığı titriyor, gözlerinde
kedininki gibi okşayıcı ve kurnaz bir parıltı görünüyordu. Ana iyi bilirdi bu parıltıyı! Andrey uzun eliyle
hızlı hızlı başını kaşıdı:
«Yok canım!» dedi. «Bense sizlerin yargıç değil, sadece savunma avukatı olduğunuzu sanıyordum...»
Ufak tefek ihtiyar kesin bir tonla:
«Asıl sorun konusunda konuşmanızı rica ederim,» dedi.
«Aşıl sorun mu? Peki öyleyse! Gerçekten yargıçlar olduğunuza, bağımsız, namuslu kimseler olcruğunuza
inanmak istiyorum...»
«Mahkemenin sizin takdirinize ihyacı yoktur!»
«İhtiyacınız yok mu? HımmmL Ama yine de ben devam edeyim... Sizler özgür insanlarısınız. Sizin için ne
dost var, ne düşman. Şimdi, karşınızda iki taraf var. Biri, beni soydu ve ağzımı burnumu kırdı diye
yakınıyor. Öbür taraf, soymaya ve ağzını burnunu kırmaya hakkım var, çünkü tüfeğim var, diye karşılık
veriyor... »
İhtiyar, sesini yükselterek sordu:
«Sorunun özü konusunda bir diyeceğiniz var mı?»
Eli titriyordu. Adamın kızmaya başladığını görünce sevindi Ana. Fakat Andrey'in davranışından
hoşlanmamıştı. Pavel gibi
konuşmuyordu Küçükrusyalı. Oysa Pelageya ciddî ve sert bir tartışma olmasını istiyordu.
Küçükrusyalı, ihtiyarın yüzüne baktı, sonra başını kaşıyarak ağır bir tonla:
«Sonunun özü konusunda mı?» dedi. «Niçin sorunun özü konusunda konuşacakmışım? Bilmeniz gereken
şeyleri arka-... daşım söyledi. Geri kalanını da, zamanı gelince başkaları söyler...»
Küçük ihtiyar yerinde doğruldu.
«Söz hakkınızı geri alıyorum!.. Grigori Samovloy!»
Andrey dudaklarını sıktı, umursamaz bir tavırla yerine otur-J du. Samoylov kalktı. Kıvırcık saçları
oynuyordu.
«Savcı bize vahşi dedi, kültür düşmanı dedi...»
«Siz yalnızca sizi ilgilendiren sorundan söz edin.»
«Ben de öyle yapıyorum zaten... Her şey ilgilendirir namuslu insanları. Hem sözümü kesmemenizi rica
ederim. Sizin kültürünüz ne? Sorarım size.»
«Burada karşılıklı konuşmaya gelmedik. Sadede gelin.»
Andrey'in davranışı belli ki yargıçların mizacını değiştirmiş, ¦-.- onlarda bir şeyleri yoketmişti. Kül gibi
benizlerinde lekeler, gözlerinde soğuk, sarı kıvılcımlar belirmişti. Pavel'in konuşması onları
sinirlendirmişti, ama sözlerindeki güç öfkelerini gemlemiş, saygı uyandırmıştı. Küçükrusyalı ise onlarırr
tutukluğunu yoket-miş, gizli yüzlerini ortaya çıkarmıştı. Aralarında fısıldaşıyorlar, yüzlerini
buruşturuyorlardı. Yargıçlara yakışmayacak kadar telâşlı, hızlı jestler yapıyorlardı.
«İspiyon yetiştirirsiniz, kadınları, kızları yoldan çıkarır orospuluğa itersiniz, insanı hırsız ve katil yapar,
votka ile zehirlersiniz... Dünya çapında katliamlar, evrensel yalanlar, tüm halkın se-fihleştirilmesi,
hayvanlaştırılması, işte budur sizin kültürünüz! Ve biz bu kültüre düşmanız!»
Küçük ihtiyarın çenesi titredi.
«Rica ederim!» diye bağırdı.
Ama kıpkırmızı kesilen Samoylov da gözlerinden ateş saçarak bağırıyordu.
«Ama biz öbür kültürü sevip sayıyoruz. Yaratıcılarını hapislerde çürüttüğünüz, işkence altında
çıldırttığınız kültürü...»
322
323
«Söz hakkınızı geri alıyorum! Fedor Mazin!»
Küçük Mazin delikten fırlayan bir sıçan gibi dikiliverdi, kızgınlıkla:
• «Ye... yemin ederim, biliyorum beni mahkûm edeceğinizi!» dedi.
Sesi kısıldı, yüzü soldu, gözlerinden ateş saçarak kolunu uzattı:
«Namusum üzerine söz veriyorum!» diye bağırdı. «Nereye isterseniz gönderin beni, kaçıp geri
döneceğim, her zaman bunun için çalışacağım... ömrümün sonuna dek! Namusum üzerine söz veriyorum!»
Sizov kuvvetle öksürdü, oturduğu yerde sallandı. Salondan garip bir uğultu yükseliyordu. Dakikadan
dakikaya artan bir sinirlilik dinleyicileri, dalgalandırıyordu. Jandarmalar sanıklara alık, alık, dinleyiciler
ise öfkeyle bakıyorlardı. Yargıçlar bir sağa, bir sola eğilip duruyorlardı. İhtiyar, ciyak ciyak bağırdı:
«Gusev İvan!»
«Konuşmak istemiyorum!»
«Vasil Gusev!»
«Konuşmuyorum!»
«Bukin Fedor!»
Albinos olan genç, ağır ağır ayağa kalktı.
«Utanın biraz!» dedi. «Benim tahsilim yok, ama adaletten anlarım.»
Kolunu başının üstünde yukarı kaldırıp sustu. Uzakta bulunan bir şeye dikkatle bakıyormuş gibi gözlerini
kıstı.
Küçük ihtiyar hem şaşırmış, hem kızmıştı. Koltuğunun arkasına yaslanak:
«Ne oluyor?» diye bağırdı.
«Sizi...»
Fedor gerisini getirmedi, sıranın üzerine çöktü. Anlaşılmaz sözlerinde bir büyüklük, bir ağırbaşlılık, hem
de üzüntülü ve saf bir yergi vardı. Bunu herkes hissetti. Yargıçlar bile kulak kabarttılar. Sözcüklerden
daha kolay anlaşıılr bir yankı bekliyorlarmış gibi. Dinleyici sıraları tam ibr hareketsizlik ve sessizliğe
gömülmüştü. Yalnızca bir ağlama sesi işitildi.
Savcı alaycı bir gülümsemeyle omuzlarını silkti. Soyluların
324
temsilcisi şiddetle öksürdü. Fısıldaşmalar yeniden başladı, salon yavaş yavaş canlandı.
Ana Sizov'a eğildi.
«Yargıçlar mı konuşacaklar?» diye sordu.
«Hayır. Bitti. Karar açıklanacak...»
Başka bir şey yok mu?»
«Yok...»
Pelageya inanmadı.
Samoylov'un anası kaygılı kaygılı kıvranıyor, omuzuyla, dir-seğiyle Peiageya'ya çarpıp duruyordu. Alçak
sesle kocasına sordU:
«Nasıl olur? Olacak iş mi bu?»
«Görüyorsun işte, oluyor!»
«Ama, ya bizim Grigori?..»
«Kafa ütüleme...»
Salonda bir şeyler değişmiş, bir şeyle yok olmuş, bir şeyler kırılmıştı. Kuvvetli bir ışık karşısındaymış
gibi sık sık açılıp kapanan gözlerde şaşkınlık okunuyordu. Birdenbire büyük bir güç duyuyorlardı
içlerinde. Bu duyguyu anlayamıyorlardı, ama kolay anlaşılır izlenimler halinde başkalarına aktarıyorlardı.
Bukin'in ağabeyi çekinmeden şöyle diyordu:
«Ne demek, efendim, niçin bırakmıyorlar konuşsunlar? Savcı istediği kadar konuşuyor, her istediğini
söyleyebiliyor ya!»
Sıranın yakınında duran bir mübaşir elini sallayarak:
«Hişşit! Yavaş!» dedi.
Baba Samoylov geriye çekildi, karısının arkasında saklanıp homurdandı:
«Diyelim ki suçludurlar. Ama bıraksınlar da açıklasınlar, neyin karşısına dikilmişler? Anlamak istiyorum.
Bu beni de ilgilendirir...»
Mübaşir, parmağıyla gözdağı vererek haykırdı:
«Susunuz!»
Sizov aksi aksi başını salladı.
Ana, gözlerini yargıçlardan ayırmıyordu, onların gittikçe artan sinirliliğini, anlaşılmaz sözcüklerle fısır
fısır konuştuklarını görüyordu. Soğuk ve kalleş sesleri yüzüne çarpıyor, bu temas yanaklarını titretiyor,
ağzında iğrenç bir tat oluşturuyordu. Hepsi de
325
oğlunun ve arkadaşlarının bedeninden bu kanı kaynayan güçlü gençlerin kaslarımdan, organlarından söz
ediyorlar gibsine geliyordu. Bu canlılık fışkıran bedenler, onlarda dilencinin kötü kıskançlığını, işi
bitmişin yapışkan açgözlülüğünü uyandırıyor olmalıydı. Dudaklarını şaplatıyorlar, çalışıp zengin edebilen,
yaşamın tadını çıkartabilen, yaratabilen bu kasları yerinerek, özlemle izliyorlardı. Şimdi ihtiyarlar bu
canlılık akımından vazgeçiyorlar, ona egemen olmak, gücünden yararlanmak, yutmak olanağını da
yitiriyorlardı. Bu gençler bu yüzden yaşlı yargıçlarda hınçlı ve üzgün bir öfke yaratıyorlardı. Gücünü
yitirmiş yırtıcı hayvanlardı bu kocamışlar; taze etin kokusunu alıyorlardı, ama artık onu pençeleyip
koparmaya güçleri yetmezdi, başkalarında bulunan gücü kendilerine aşılayamazlardı, ve yaşam
kaynağının ellerinden kaçtığını görünce acılarından homurdanıyor, umutsuzlukla uluyorlardı.
Ana yargıçlara dikkat ettikçe bu garip düşüncesi belir-ginleşiyordu. eskiden her şeyi yutabilen, ama
artık bu güçlerini yitirip aç kalan yırtıcı hayvanlar, bu güçsüz kudurmuşluğu gizlemeye çalışmıyorlardı.
Pelageya, hem ana, hem kadın olarak, oğlunun vücudunu onun -alışılagelmiş diyemiyle- ruhundan daha çok
severdi. Bunakların .ölgün gözlerinin oğlunun yüzüne, göğsüne, ellerine, sıcacık tenine sürtündüğünü
görünce dehşete kapılıyordu. Bu sürtünmeyle sertleşmiş damarlarındaki kanı yeniden ısıtmak, mahkûm
edecekleri bu genç yaşamın aşısıyla, yıpranmış, yarı ölü kaslarını birazcık, canlandırmak istediklerini
düşünüyordu. Ve oğlunun, bu iğrenç temasları duyuyormuş gibi ürpererek kendisine baktığını sanıyordu.
Pavel'in yorgunca, durgun ve sevecen gözleri anasından ayrılmıyordu. Arada sırada başını sallayarak
gülümsüyordu. «Yakında özgür olacağım!» diyen bu gülümseme Pelageya'nın gönlünü okşuyordu.
Yargıçlar hep birden ayağa kalktılar.
«Gidiyorlar!» dedi Sizov.
«Karar için mi?»
«Evet.»
Gerginliği birden yokoldu. Ezici bir yorgunluk sardı tüm be-dinini. Kaşı oynamaya başladı. Alnında ter
damlaları belirdi. Ağır bir düşkırıklığı, bir aşağılanma duygusu doldu yüreğine, bu duy-
326
gu çabucak yargıçlara ve yargılarına karşı dayanılmaz bir küçümsemeye dönüştü. Alnının altında bir ağrı
belirdi. Ağrıyan yeri eliyle kuvvetlice sıkıp çevresine baktı. Sanıkların akrabaları parmaklığa
yaklaşıyorlardı. Konuşmaların uğultusu salonu kapladı. Ana da Pavel'in yanına gitti, elini sıktı, hıçkırmaya
başladı. Utanç ve sevinç doluydu içi. Bir karşıt duygular karmaşası içinde bocalıyordu.. Pavel okşayıcı
laflar etti; Küçükrusyalı şakalaşıp gülüyordu.
Bütün kadınlar ağlıyorlardı. Ama daha çok, üzüntüden değil de alışkanlıktan, insanın kafasına inen
beklenmedik, sert bir darbenin sersemleştirici acısı değildi bu. Çocuklardan ayrılacaklarını bilmenin
hüznü sarmıştı herkesi. Gelgelelim, o günün yarattığı izlenimlerde bu hüzün de eriyip yitiyordu. Anababalar
evlâtlarına karmaşık duygularla bakıyorlardı. Gençliğe karşı besledikleri kuşku, kendilerini üstün
sayma alışkanlığı, garip bir saygıya karışıyordu. Şimdi nasıl yaşayacaklarını düşünüyorlardı üzüntü içinde.
Bu bunaltıcı düşünce, başka bir yaşam, daha iyi bir yaşantı olanağından korkusuzca sözeden gençlerin
uyandırdıkları ilgi karşısında etkisiz kalıyordu. Gerçi bu tür duyguları dile getirmeye alışkın olmadıkları
için çok konuşuyorlardı, ama hep basit şeylerden sözediyorlardı: çamaşır, giysi, sağlığını korumak gibi...
Bukin'lerin büyüğü, küçük kardeşini yüreklendirmeye uğraşıyordu:

«İşte adalet dedikleri bu!»
Kardeşi:
«Bizim sığırcık kuşuna iyi bak...» diye karşılık veriyordu.
«Sen merak etme!»
Sizov yeğeninin elini tutuyor, ağır ağır;
«Eee, Fedor, demek gidiyorsun!» diyordu.
Fedor eğildi, kurnaz bir gülümsemeyle bir şeyler fısıldadı kulağına. Yanlarında bulunan muhafız eri de
gülümsedi, ama hemen sert bir tavır takınarak öksürdü.
Herkes gibi Ana da aynı konulardan sözetti Pavel'e. Çamaşırlardan, sağlığını korumaktan, falan, filan...
Oysa yüreğinde neler vardı neler! Sandrin konusunda, Pavel konusunda, bizzat kendisi konusunda
soracağı şeyler. Söylediği bütün sözlerde oğluna karşı beslediği sonsuz sevgi, onun hoşuna gitme isteği,
327
ona daha çok yakınlık gösterme hevesi çırpınıyordu. Beklediği o müthiş şeyin korkusu dağılmış, hiç de
hoş olmayan bir ürpertiye ve yargıçlara karşı duyduğu hınca bırakmıştı yerini. İçhde engin, ışıklı bir
sevincin doğduğunu seziyordu, ama bu sevinci anlayamıyor, heyecanlanıyordu. Küçükrusyalı herkesle ayrı
ayrı konuşuyordu. Ana, Andrey'in birkaç tatlı söze Pavel'den daha çok gerek duyduğunu anladı.
«Bu yargılamadan hoşlanmadım!» dedi ona.
Andrey minnetle gülümsedi:
«Niye, küçükanne?» diye haykırdı. «Eski bir çark bu, ama hâlâ işliyor...»
Ana, duraksaya duraksaya:
«Korkulacak bir şey değil.» dedi. «İnsan anlayamıyor... adalet bunun neresinde?»
«Ha! Adalet mi istiyordunuz? Siz mahkemelerin gerçeği aradığını mı sanıyorsunuz?»
Ana içini çekti, gülümsedi.
«Ben... korkunç şeyler olacağını düşünüyordum...»
«Yargı kurulu geliyor!»
Herkes yerine koştu.
Başkan bir elini masaya dayadı, yüzünün karşısında tuttuğu bir kâğıttan zayıf, uğultulu bir sesle
okumaya başladı.
Sizov kulak kabartarak:
«Kararı okuyor,» dedi.
Tam bir sessizlik çökmüştü ortalıîja. Herkes kalkmış, gözlerini ufak tefek ihtiyara dikmişti. Başkan,
görünmeyen bir elin tuttuğu bir sopaya benziyordu. Yargıçlar da ayaktaydılar. İlçe sen-dik'i başını
ensesine yıkmış, tavana bakıyordu. Belediye başkanı kollarını göğsünde kavuşturmuştu! Soyluların
temsilcisi sakalını sıvazlıyordu. Hasta suratlı yargıç, şişko meslekdaşı ve savcı sanıklara bakıyorlardı.
Yargıçların arkasında, başları üstünde, kırmızı üniformalı çar salona bakıyordu.
Sizov derin bir soluk aldı. Rahatlamıştı.
«Sürgün!» dedi. «Sonunda bitti, Allaha şükür. Kürek cezasına çarptırılacaklar deniyordu. İşler yolunda,
Ana, bu bir şey değil!»
«Böyle olacağını biliyordum,» dedi Ana alçak sesle.
İ
«Eee, belli olmaz! Ama şimdi, kesinleşti! Kim bilebilirdi önceden!»
Mahkûmları götürüyorlardı. Arkalarından seslendi:
«Güle güle, Fedor, hepinize güle güle! Allah yardımcınız olsun!»
Ana oğluyla arkadaşlarına başı ile bir işaret yaptı. Ağlamak istiyordu. Gelgelelim utandı gözyaşlarını
göstermekten.
YİRMİYEDİNCİ BÖLÜM
Mahkemeden çıktığında, havaya kararmış, fenerleri yanmış, gökte yıldızların belirmiş olduğunu görünce
şaştı. Adalet Sarayı-'nın yakınında küçük gruplar toplanıyordu. Hava buz gibiydi. Kar, ayaklar altında
gıcır gıcır ötüyordu.
Genç sesler çınlıyor, birbirini kesiyordu. Yaldızlı kukulete giymiş bir adam Sizov'a yaklaşıp telâşla
sordu:
«Karar ne?»
«Sürgün.»
«Hepsi mi?»
«Hepsi.» -¦{- «Teşekkür ederim.»
Adam uzaklaştı.
«Görüyor musun?» dedi Sizov. «İlgi uyandırıyor...»
Ansızın on kadar delikanlı ve genç kız çevrelerini sardıllar. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Başkaları da
oraya gelmeye başladılar. Kararı öğrenmek, mahkûmların davranışlarını, kimin hangi konuda konuştuğunu
bilmek istiyorlardı. Soru soranlar öylesine meraklı, ve içten davranıyorlardı ki, sorularını karşılıksız
bırakmak olanaksızdı.
Birisi:
«Arkadaşlar, Pavel Vlasov'un annesi bu!»1 dedi.
O anda herkes susuverdi.
«Elinizi sıkmama izin verin!»
Güçlü bir el Ana'nın elini sıktı. Coşkun bir ses devam etti:
«Oğlunuz hepimiz için bir yüreklilik simgesi olacaktır...»
Yüksek bir ses çınladı: N
328
329
«Yaşasın Rus işçileri!»
Sağdan soldan haykırışlar yükseldi. Dört bir yandan adamlar koşup geliyor, Sizov'la Ana'nın çevresini
alıyorlardı. Polislerin düdükleri havayı yırttı, ama bağrışmaları bastıramadı. ihtiyar Si-zov gülüyordu.
Bütün bu olanlar güzel bir düş gibi geliyordu Ana'ya. Gülümsüyor, el sıkıyor, selâm alıp veriyordu.
Mutluluk yaşları tıkıyordu boğazını. Dizleri yorgunluktan titriyordu, ama her şeyi unutturan bir sevinçle
dolup taşan yüreği durgun bir gölün suları gibi yansıtıyordu izlenimleri. Yanıbaşında sinirli bir ses şöyle
diyordu:
«Arkadaşlar! Rus halkını yutan doymak bilmez canavara bugün yine kurban verildi...»
«Biz gidelim artık, Ana,» dedi Sizov.
Tam o sırada Sandrin göründü. Ana'nın koluna girip karşı kaldırıma geçirdi hemen.
«Gelin,» dedi, «polis belki cop kullanır, belki tutuklamaya girişir. Sürgün mü? Sibirya'ya mı?..»
«Evet, evet.»
«Nasıl konuştu? Hoş! Nasıl konuştuğunu bilmez miyim sanki! Elbette ki öbürlerinden daha güçlü ve daha
özlü konuşmuş olmalı... ve de daha sert. Duyarlıdır, sevecendir. Yalnız, duygularını göstermekten
utanır.»
Sevgisinden fışkıran sözcüklerin sıcaklığı Ana'nın heyecanını yatıştırdı, yeniden güçlendirdi onu. Ana,
onun elini sıktı, tatlı bir sesle usulca: •
«Ne zaman yanına gideceksiniz?» diye sordu.
Genç kız, sabit gözlerle önüne bakarak:
«Benim işimi yapabilecek birisini bulur bulmaz gideceğim,» diye karşılık verdi. «Zaten ben de mahkûm
olacağım. Herhalde beni de Sibirya'ya gönderirler. Onun bulunduğu yere sürülmemi isteyeceğim...»
Arkada Sizov'un sesi yükseldi:
«Giderseniz benden selâm söyleyin. Sizov'dur adım. Tanır beni. Fedor Mazin'in amcasıyım.»
Sandrin durdu, ona doğru dönüp elini uzattı.
«Tanırım Fedor'u. Benim adım Sandrin.»
«Ya soyadınız?» •
330
Kız, yüzüne bakarak:
«Benim babam yoktur,» dedi.'
«Öldü mü?»
«Hayır yaşıyor.»
Bunu öfkeyle söyledi, sesinde ve yüzünde katı, direngen bir hava belirdi.
«Toprak sahibidir. Bölgede bucak müdürüdür şimdi. Köylüleri soyup soğana çeviriyor...»
Sizov pek üzgün bir tavırla:
«Ya! Demek öyle!» dedi.
Gözünün ucuyla genç kızı süzdü, ekledi:
«Hadi hoşça kal, Ana. Ben soldaki sokağa sapacağım. Hoşça kalın, küçükhanım... Babanıza karşı fazla
sertsiniz! Elbette, sizin bileceğiniz iş...»
Sandrin şiddetle haykırdı:
«Eğer oğlunuz kötü bir çocuk olsaydı, başkalarına zarar verseydi ve siz ondan nefret etseydiniz,
herkese söyler miydiniz?»
Sizov bir an duraksadıktan sonra:
«Doğrusu, söylerdim!» dedi.
«Demek ki gerçeği oğlunuzdan üstün tutacaksınız. Benim için de gerçek, babamdan daha değerli...»
Sizov başını sallayarak gülümsedi, içini çekti:
«Doğrusu, laf altında kalmıyorsunuz! Sizinle çatışmaya gelmiyor, yaşlıları mat etmesini biliyorsunuz,
yaman kızsınız!.. Hoşça kalın, iyi şanslar! İnsanları biraz daha hoş görün, olmaz mı? Selâm. Nilovna!
Pavel'i görürsen konuşmasını dinlediğimi söyle. Her şeyi anlamadım gerçi, hatta zaman zaman beni korkuttu
da, ama söyledikleri doğruydu, öyle söyle kendisine...»
Kasketini kaldırıp selâmladı, ağır ağır yürüyerek sokağın köşesinden saptı.
Sandrin gözleriyle onu izledi.
«iyi bir adam olsa gerek,» dedi.
Yüzünde her zamankinden daha sevimli bir anlam var gibi geldi Ana'ya.
Eve dönünce, sedirin üzerinde birbirlerine sokulup oturdular. Sakin odada dinlenirlerken, Pelageya yine
Sandrin'in tasarısından söz açtı. Genç kız gür kaşlarını kaldırmış, iri, hülyalı göz-
331
lerini uzaklara dikmişti. Derin düşüncelere dalmış gibiydi. Yüzü solgundu.
«İlerde, çocuklarınız olduğu zaman ben de gelir onlara bakarım. Orada yaşamak, buradakinden daha
kötü olmaz. Pavel iş bulur. Çok beceriklidir.»
Sandrin dikkatle Ana'yı süzdü:
«Hemen peşinden gitmek istemez misiniz?»
Pelageya içini çekti:
«Ona ne yararım olur? Kaçmaya kalksa ayak bağı olurum. Belki o da kabul etmez gitmemi.»
Sandrin başını salladı:
«Kabul etmez.»
Pelageya gururlu bir tavırla:
«Evet!» diye karşılık verdi. «Ve işimiz olması iyi...» \
Bir yükten kurtulmuş gibi birden ürperdi. Sesini alçaltarak:
«Orada yerleşmez... Mutlaka kaçar...» dedi.
«O zaman sizin haliniz nice olur?..» Ve eğer çocuğunuz olmuşsa, çocuk ne olur?..»
«Bakarız. O beni hesaba katmamalı, ben de ona engel olmamalıyım. Ondan ayrılmak güç olur benim için,
ama dayanırım elbet... Hayır, ben de ayak bağı olmam ona!»
Ana, Sandrin'in dediği gibi de yapabileceğini hissetti. Acıdı kıza. Kucakladı.
«Sevgili yavrum, çok zor gelecek sana!»
Sandrin tatlı tatlı gülümsedi, Ana'ya sokuldu.
Nikolay döndü. Yorgundu. Soyunurken çabuk çabuk konuşmaya başladı:
«Hadi, Sandrin, çok geç olmadan tabanları yağlayın. Bu sabahtan beri iki sivil polis beni izliyor. Hem
öylesine pervasızca ki, tutuklama kokuyor. Önsezim öyle diyor bana! Bir yerde bir terslik olmuştur
herhalde. Ha, unutmadan, alın şunu, Pavel'in konuşması. Basmaya karar verildi. Liudmila'ya götürün,
yalvarın, elinden geldiğince çabuk yapsın. Pavel çok güzel konuşmuş. Ni-lovna! Polislere dikkat, Sandrin.»
Donmuş ellerini hızla ovuşturdu. Sonra masanın yanına gitti, çekmeceleri açtı, kâğıtlar çıkardı, bir
bölümünü yırttı, bir bölümünü bir yana koydu. Telâşlı, kaygılıydı:
332
«Burasını temizleyeli çok olmadı, yine dolmuş... Şuna bakın, hay Allah!.. Nilovna, geceyi burada
geçirmeseniz daha doğru olur. Öyle değil mi? Bu gülünç oyunda hazır bulunmanız hoş değil. Sonra,
bakarsın sizi de götürürler, yaparlar hani! Hem siz Pavel'in konuşmasını dağıtacaksınız her yerde.»
«Yok canım, beni niye tutuklasınlar?»
Nikolay elini sallayarak emin bir tavırla:
«Ben koku alırım,» dedi. «Kaldı ki, Liudmlia'ya yardım da edebilirsiniz. Kurdun pençesine düşmeden
sıvışsanız iyi olur.»
Pavel'in konuşmasının basımında emeği geçeceğini düşünmek mutluluk verdi Ana'ya.
«Madem öyle, gidiyorum,» diye karşılık verdi.
Alçak sesle, ama güvenle, söylediğine kendisi de şaşarak, ekledi:
«Allaha şükür, artık hiç bir şeyden korkum yok,»
Nikolay, Ana'ya bakmaksızın:
«Güzel!» diye haykırdı. «Kuzum, söyler misiniz bana nerede çamaşırlarım, valizim? Her şeyi elinize
aldınız, kendi malımı bile serbestçe kullanamıyorum!»
Sandrin hiç ağız açmadan yırtık kâğıtları yakıyordu sobada. Sonra, küllerini kömürün külü ile karıştırdı.
Nikolay:
«Sandrin, gidin artık!» dedi elini uzatarak. «Güle güle! Bana kitap göndermeyi unutmayın, ilginç bir kitap
çıkarsa tabiî. Hadi güle güle sevgili arkadaşım, yine görüşürüz. Dikkatli olun.»
«İçerde çok mu kalırsınız?» diye sordu Sandrin.
«Onu ancak şeytan bilir. Epey kalırım herhalde.
Benden hesabını soracakları yığınla şey var. Nilovna birlikte gidin, olur mu? İki kişiyi izlemek daha zor
olur. Tamam mı?»
«Oldu. Giyiniyorum.»
Ana, Nikolay'ı dikkatle inceliyordu, ama yüzündeki iyilik ve tatlılık havasını örten dalgınlıktan başka bir
şey çekmedi dikkatini. Herkesten çok sevdiği bu adamda bir gereksiz sinirlilik, bir coşkunluk belirtisi
görmüyordu. O her zaman herkese karşı sevecen ve ölçülü davranır, herkesle aynı ölçüde ilgilenir, her
zaman sakin ve düzenli yaşardı. Dostları için hep aynı Nikolay'dı: Sanki başkalarından daha ilerde
yaşayan, gizemli bir iç yaşantı
333
sürdüren Nikolay... Ancak, en çok Pelageya'ya açılmıştı. Ve Pelageya, ona, kendinden emin olmayan bir
sevgiyle bağlıydı. Şimdi, sözle anlatılmaz bir acıma duygusu dolduruyordu yüreğini. Ama dizginliyordu bu
duyguyu, Çünkü Nikolay'ın bunu görürse sarsılacağını, heyecana kapılacağını, her zaman olduğu gibi biraz
gülünç duruma düşeceğini biliyordu. Oysa onu bu durumda görmek istemiyordu.
Odaya döndüğü zaman, Nikola, Sandrm'in elini sıkıyor, şöyle diyordu:
«Güzel! Onun için de, sizin için de çok iyi olur, eminim. Azıcık kişisel mutluluk zarar vermez... Hazır
mısınız, Nilovna?»
Gözlüklerini düzeltip gülümseyerek Ana'ya yaklaştı.
«Hadi bakalım, üç dört ay, ya da altı ay, diyelim altı ay sonra yine görüşürüz... İnsan ömründe uzun bir
süredir bu... Rica ederim, kendinizi kollayın, olur mu? Gelin... Kucaklaşalım.»
Güçlü kollarını Pelageya'nın boynuna sardı, gülerek gözlerinin içine baktı.
«Size âşık oldum galiba, boyuna öpüyorum sizi!»
Ana bir şey demeden onu alnından ve yanaklarından öptü. Ellerinin titrediğini görmesin diye yere doğru
sarkıttı.
«Gözünüzü dört açın. Liudmila'nın yanında becekrikli bir velet var, yarın sabah onu yollayın, gelsin
baksın bir. Hadi güle güle, arkadaşlar. Umarım her şey yolunda gider!»
Sokağa çıkınca Sandrin usulca.
«Ölmek gerekirse, ölüme de aynı sadelikle gider.» dedi. «Az önce yaptığı gibi biraz acele eder, o kadar.
Ölümün geldiğini görünce de gözlüklerini düzeltir. 'Güzel!..' der ve ölür.»
Ana:
«Onu çok severim!» diye mırıldandı.
«Beni şaşırtıyor... Sevmeye gelince, hayır! Çok saygım var ona. İyiyürekli, hatta kimi zaman çok sevecen
olmasına karşın, biraz kurudur... Gereğince insancıl değil... Bizi izliyorlar galiba... Ayrılalım,
izlendiğinizden kuşkulanırsanız gitmeyin Liudmila'nın evine.»
«Biliyorum,» dedi Ana.
Ama Sandrin üsteledi:
«Liudmila'ya gitmeyin. Bana gelin daha iyi. Şimdilik hoşça kalın.»
Hızla geri döndü.
334
YİRMİSEKİZİNCİ BÖLÜM
Birkaç dakika sonra Pelageya, Liudmila'nın ufak odasında sobanın yanında ısınıyordu. Liudmila siyah bir
elbise giymiş, beline meşin kemer takmıştı. Odanın içinde ağır ağır gidip geliyor, etekliğinin hışırtısı
buyurucu sesine karışıyordu. Soba gürül gürül yanıyor, odanın havasını çekerken ıslık çalıyordu.
«İnsanlar kötü olmaktan çok aptaldırlar,» diyordu.
«Ancak burunları dibinde bulunanı görebilirler. Oysa yakın
olan her şey bayağıdır; değerli şeyler uzaktakilerdir. Yaşam
değişse, kolay yaşansa, insanlar daha akıllansa, çok hoş olur,
J ve herkes yararlanır bundan. Ama bu hedefe varmak için rahat-
: lıktan el çekmek gerek...»
Ana'nın önünde, sesini alçaltarak özür diler gibi:
«Çok az kimse görüyorum da, birisi beni ziyarete geldi mi hemen gevezeliğe başlıyorum. Gülünç değil
mi?»
«Niye gülünç olsun?»
Pelageya ortalıkta olağanüstü bir durum göremiyor, broşürleri nerede bastığını bulmaya çalışıyordu.
Odanın, sokağa bakan, üç penceresi, bir kanepe, bir kitaplık, sandalyeler, duvarın dibinde bir karyola,
onun yanında, köşede, bir lavabo, öbür köşede bir soba, duvarlarda fotoğraflar vardı. Her şey yeniydi,
sağlamdı, temiz paktı. Hepsinin üzerine de, kuru sert evsahibesi-nin soğuk gölgesi düşüyordu. Gizli,
esrarlı bir şeyin varlığı seziliyor, ama nerede ne olduğu anlaşılmıyordu. Ana kapılara baktı: Birisinden
kendisi girmişti odaya; öbürü sobanın yanındaydı, dar ve yüksekti.
Luidmila'nın kendisini süzdüğünü farketti, yavaşça:
«Bir iş için geldim,» dedi.
«Biliyorum, zaten başka bir şey için gelmezler evime...»
Garip bir biçimde söylemişti bu sözleri. Ana yüzüne baktı, dudaklarının uçlarında beliren gülümsemeye,
gözlüklerin ardından bakan donuk gözlerine. Bakışını öteye çevirdi, Pavel'in ko-nuşmasırnı uzattı.
«Bunu elverdiğince çabuk basmanızı istiyorlar.»
Sonra tutuklanacağını sanan Nikolay'ın hazırlık yaptığını anlattı.
335
Liudmila sessiz sedasız bir sandalyeye oturdu, kâğıdı kemerinin arasına soktu. Ateşin kızıl parıltısı
gözlüklerinin camına yansıdı. Kımıltısız yüzünde yakıcı bir gülümseme belirdi. Ana'nın anlattıklarını
dinledikten sonra kararlı, pes bir sesle:
«Bana gelirlerse üstlerine ateş ederim,» dedi. «Şiddete karşı kendimi korumak hakkına sahibim. Eğer
başkalarını zorbalığa karşı savaşa çağırıyorsam, bunu önce kendim yapmalıyım.»
Alevin ışıkları, yüzünden ayrıldı. Yeniden sert ve biraz tepeden bakan bir havaya büründü.
Ana ona karşı sevecenlik duydu birden. 'Senin de yaşamın yaşam değil ya!' diye düşündü.
Liudmila, 'Pavel'in konuşmasını okumaya koyuldu. Önce isteksizdi. Okudukça kâğıdın üzerine eğiliyor,
okuduğu yaprakları çabuk çabuk bir kıyıya fırlatıyordu. Okumasını bitirince kalkıp Ana'nın yanına gitti:
«Çok güzel bir konuşma!!»
Bir an başını eğip düşündü:
«Sizinle oğlunuz hakkında konuşmak istemezdim. Kendisini hiç görmedim, ve üzüntü verici
konuşmalardan hoşlanmam. Bir yakını sürgüne göndermenin ne demek olduğunu bilirim! Ama... Size şunu
sormak isterdim: Onun gibi bir oğlu olmak iyi bir şey mi?»
«Evet, iyi bir şey!» dedi Ana.
«Ve... korkunç bir şey, değil mi?»
«Yooo.... Şimdi artık korkunç değil..*>
Liudmila esmer eliyle yapışık saçlarını düzeltti, pencereye doğru döndü. Hafif bir gölge -belki de
dizginlenen bir gülümsemenin gölgesi- oynuyordu yanağında.
«Hemen işe koyulacağım. Siz yatacaksınız. Üzücü bir gün geçirdiniz, yorgunsunuz. Burada, yatağa yatın.
Ben uyumayacağım. Bu gece bana yardım etmeniz için belki uyandırırım sizi.»
Sobanın içine iki kütük attı, doğruldu, sobanın yanındaki dar kapıdan çıkıp kapıyı iyice kapattı. Pelageya
gözleriyle onu izledi, soyunmaya başladı.
'Bir acısı var bunun!' diye düşünüyordu.
Yorgunluk başına vurmuştu, gelgelelim ruhunda şaşılası bir rahatlık duyuyordu. Gözünde her şey tatlı,
okşayıcı, rahatla-
336
tan bir ışıkla aydınlanıyor, bu ışık yüreğine doluyordu. Büyük coşkunlukların arkasından gelen bu gönül
rahatlıiığını tanıyordu artık. Eskiden bu duygudan korkar, telâşa kapılırdı biraz. Ama şimdi ruhu
enginleşiyor, derin güçlü bir duyguyla daha da sağ-lamlaşıyordu.
Lambayı söndürdü, soğuk yatağa girdi, yorganın altında büzüldü, çok geçmeden derin bir uykuya daldı...
Gözünü yeniden açtığında, aydınlık bir kış gününün soğuk, beyaz ışığı odaya dolmuştu. Liudmila sedire
uzanmış kitap okuyor, bambaşka bir gülümsemeyle Ana'ya bakıyordu.
Pelageya utandı.
«Aman allahım!» iye haykırdı. «Çok mu uyudum?»
«Günaydın,» dedi Liudmila. «Neredeyse saat on. Kalkın da çayiçelim.»
Niçin uyandırmadınız beni?»
«Uyandırmak istedim... ama, uyurken öyle tatlı gülümsüyor-dunuz ki!»
Çevik bir sıçrayışla ayağa kalktı, karyolanın yanına geldi, Ana'nın üstüne eğildi. Pelageya onun donuk
gözlerinde içtenlik, yakınlık, anlayış okudu.
«Sizi uyandırmaya elim varmadı... belki güzel bir düş görüyordur diye düşündüm...»
«Hiç düş görmedim!»
«Neyse, önemli değil. Ama gülümseyişiniz hoşuma gitti. Öyle sakin, öyle tatlıydı ki!»
Liudmila boğuk, yumuşak bir sesle gülmeye başladı.
«Sizi düşünüyordum... Zor bir yaşantınız var, değil mi?»
Ana kaşlarını oynatıyor, susuyor, düşünüyordu.
«Elbette ki zor!» diye haykırdı Liudmila.
Ana:
«Vallahi, bilmiyorum,» dedi duraksayarak. «Zaman olur, zor olduğunu düşünürüm. Öyle çok şey oluyor
ki... hepsi de öylesine ciddî, şaşılası şeyler, ve birbirini öylesine... öylesine hızlı izliyor ki...»
İyi bildiği o coşkunluk akımı yüreğine doğru yükseliyor, imgelerle, düşüncelerle dolduruyordu onu.
Karyolanın üzerine oturdu, düşüncelerini toparlamaya koyuldu:
Ana / R 22
337
«Çok şeyler oluyor, sonuç hep aynı... Üzücü olan öyle çok şey var ki, bir bilseniz! İnsanlar acı çekiyorlar,
acımasızca sille yiyorlar. Onlara birçok zevk yasak... Çekilmez bir yaşam bu!»
Liudmila başını kaldırdı, derin bir bakışla kucakladı Ana'yı.
«Siz kendinizden sözetmiyorsunuz ama!»
Ana kalkıp giyinmeye başladı.
«İnsan nasıl çekilebilir bir köşeye? Birini seviyorsunuz, öbürüne bağlısınız, herkes için korku
duyuyorsunuz, acıyorsunuz... Bütün bunlar insanın yüreğinde çatışır... Nasıl çekilebilirsiniz bir köşeye?»
Yarı giyinik durumda odanın ortasında duruyor, düşünüyordu. Artık eski Pelageya değilmiş gibi
geliyordu. Oğlu için onca kaygı ve korku çeken, oğlunu sağ salim yanında tutmak düşüncesiyle yaşayan
Pelageya. O Pelageya yoktu artık, kopup gitmişti, kimbilir nereye, belki de yanıp tükenmişti üzüntülerin
ateşinde ve bu ateş ruhunu hafifletmiş, arıtmıştı. Taptaze bir güç yüreğini yenileştiriyordu. İç
dünyasına kulak veriyordu. Hem bilmek istiyordu orada geçenleri, hem de eski kaygıları yeniden
canlandırmaktan korkuyordu.
Liudmila yaklaştı, sevecen bir sesle:
«Ne düşünüyorsunuz?» diye sordu.
«Bilmiyorum...»
Sustular, bakıştılar, gülümsediler, Liudmila:
«Benim semaver ne âlemde acaba?» diyerek odadan çıktı.
Ana pencereden dışarı baktı. Yoğun bir aydınlık gördü. Yüreğinin içi de alabildiğine aydınlıktı, yalnız
dışarısı gibi soğuk değil, sıcacıktı tersine. Her şeyden sözetmek, uzun uzun, neşeyle konuşmak istiyordu
canı Ruhuna dolan, orasını batan güneşin kızılına boyayan bu duyguları kendisine bağışladığı için belli
belirsiz bir gönül borcu duyuyordu Tanrıya. Dua etmek isteği çırpınıyordu içinde. Çoktandır duymamıştı
bu isteği.Genç bir yüz geldi aklına, belleğinde dupduru bir ses bağırdı: 'Pavel Vlasov'un anası bu!..'
Sandrin'in gözleri kıvılcımlar saçtı neşe ve sevgiyle, Ribin'in karartısı dikildi karşısına. Pavel'in güneş
yanığı, içine kapanık yüzü güldü. Nikolay sıkılgan bir tavırla göz kırptı. Ve ansızın bütün bu imgeler hafif
bir yele tutulup birbirlerine karıştılar, saydam, alacalı bir buluta dönüştüler ve bütün düşünceleri bir
huzur duyusu içine eriyip gitti.
338
Liudmila odaya döndü.
«Nikolay'ın hakkı varmış! dedi. «Tutuklamışlar onu. Bana dediğinizi yaptım, çocuğu yolladım. Polis,
Nikolay'lardaymış, Polislerden biri sokak kapısının arkasında gizliymiş. İspiyonlar da o civarda
dolaşıyorlarmış, çocuk tanıyor onları.» «Ya!» dedi Ana başını sallayarak. «Zavallıcık...» «Şu son günlerde
kentteki işçilerle çok toplantı yaptı. Ortadan toz olması gerek...»
Pembe yanaklı, siyah saçlı, mavi gözlü, gaga burunlu küçük bir oğlan göründü kapıda. Çınlayan sesiyle.
«Semaveri getireyim mi?» diye sordu.
«Evet, lütfen Sergey... Koruduğum çocuk bu...»
Ana bu sabah Liudmila'yı daha yalın, daha girgin buluyordu. Uyumlu bedeninin çevik kımıltıları, biraz
daha güzel, daha güçlüydü ve solgun yüzünün sertliğini biraz olsun yumuşatıyordu. Göz altlarındaki siyah
halkalar uykusuz geçirdiği gecenin etkisiyle daha da genişlemiş, koyulaşmıştı. Sürekli bir çaba içerisinde
gözüküyordu. Ruhu alabildiğine gerilmiş bir ip gibiydi.
Çocuk semaveri getirdi.
«Sergey, Pelageya Nilovna'dır bu, hani dün mahkûm edilen işçi var ya, onun annesi işte.»
Çocuk bir şey demeden eğildi, Ana'nın elini sıktı, gidip ufak francalalar getirdi, sofraya oturdu. Liudmila
çayları doldururken, polisin Nikolay'ın evinde kimi beklediği anlaşılmadan eve dönmemesi için üsteledi.
«Bekledikleri belki de sizsizin,» dedi. «Mutlaka sizi sorguya çekmek istiyorlardır...»
«Çeksinler!» diye karşılık verdi Ana. «Tutuklayacaklarsa tu-tuklasınlar, felâket değil alt tarafı. Ne var
ki, daha önce Pavel'in konuşmasını dağıtmak gerek.»
^«Dizildi, hazır. Yarına kadar kentte ve varoşta dağıtacak kadar nüsha geçer elimize... Nataşayı tanır
mısınız?»
«Tanımaz olur muyum!»
«Onu da götürün...»
Çocuk bir gazete okuyordu. Hiç bir şey işitmiyor gibiydi. Ama arada bir gözlerini kaldırıp Ana'nın
yüzüne bakıyordu. Ana, çocuğun ateşli, güleç bakışlarından hoşlanıyordu. Liudmilla ye-
339
niden Nikolay'dan söz açtı. Ona acıyor gibi bir hali yoktu. Bu davranışı doğal buldu Ana. Zaman, diğer
günlerden daha çabuk geçiyordu. Kahvaltı bittiğinde nerdeyse öğlen olmuştu.
Liudmila:
«Vay canına!» diye söylendi.
Hızlı hızlı kapıya vuruluyordu.
Çocuk kalktı, kaşlarını çatarak evsahibesine baktı, emir bekledi.
«Aç Sergey. Kim olabilir acaba?»
Serinkanlılıkla elini etekliğinin cebine soktu.
«Eğer gelen jandarmaysa, siz şurada şu köşede durursunuz,» dedi Ana'ya. «Sen de, Sergey...»
Çocuk alçak sesle:
«Biliyorum!» deyip ortadan yok oldu.
Ana gülümsedi. Bu hazırlıklar kendisini heyecanlandırmıyordu. Bir felâket önsezisi yoktu içinde.
İçeriye, küçük doktor- girdi. Telâşla:
«Nikolay tutuklandı, bu bir... A! Siz burda mısınız, Nilovna? Tutuklandığı sırada evde değil miydiniz?»
«Beni buraya göndermişti.»
«Hım! Bunun size bir yarar sağlayacağını ummuyorum!.. Sonra efendim, dün gece gençler film üzerinde
Pavel'in konuşmasından beş yüz kopya çıkarmışlar. Gördüm, hiç de fena değil, açık seçik ve okunaklı. Bu
akşam, kentte dağıtmak istiyorlar. Ben. buna karşıyım. Kentte, basılı kâğıtlar kullanmalı. Onları başka
bir yere göndermeliyiz.
«İyi işte, ben onları Nataşa'ya götürürüm, bana versenize!» diye haykırdı Ana.
Bir an önce Pavel'in konuşmasını dağıtmak, oğlunun sözlerini tüm yeryüzüne yaymak için yanıp
tutuşuyordu. Bu yüzden dikkatle, yalvararak bakıyordu doktora.
Doktor kararsız görünüyordu.
«Valla,» dedi, «şu anda sizin bu işe girişmeniz doğru olur mu, bilmiyorum.»
Saatini çıkarıp baktı.
«Saat on bir kırk üç. Tren ikiyi beş geçe kalkar. Saat beşi çeyrek geçe ordasınız. Akşama varırsınız.
Gereği kadar geç değil... Ama asıl sorun bu değil...»
340
Liudmila'nın alnı kırıştı.
«Evet, asıl sorun bu değil!» diye yineledi.
Ana yaklaştı.
«Peki, asıl sorun neymiş bakalım?» diye sordu. «Bütün sorun, işi başarıyla yürütmekte.»
Liudmila sabit gözlerle Ana'ya baktı, alnını silerek:
«Sizin için tehlikeli,» diye karşılık verdi.
Ana ateşli bir sesle ayak diredi:
«Neden?»
Doktor hızlı hızlı konuştu:
«Nedeni şu: Nikolay'ın tutuklanmasından bir saat önce evden yok oldunuz. Fabrikaya uğrayacaksınız,
orada sizi öğretmen hanımın teyzesi olarak tanıyorlar. Sizin gelmenizden sonra ya-sak bildiriler ortaya
çıkacak. Bütün bunlar size karşı güçlü kanıtlar olacak.»
«Beni farketmezler. Hem eğer dönüşümde beni yakalarlar de nereye gittiğimi sorarlarsa...»
Bir saniye durdu, sonra haykırdı:
«Ne söyleyeceğimi biliyorum. Ben doğru varoşa giderim. Orda bir tanıdığım var, Sizov... Derim ki,
duruşmadan hemen sonra Sizov'a gittim derim, üzüntülüydüm, o da üzüntülüydü, yeğenini de mahkûm
ettiler derim. Sizov da sözlerimi doğrular. Görüyorsunuz ya işte!»
Kabul etmek üzere olduklarını sezinliyor, onları kesin olarak inandırmak için gitgide büyüyen bir dirençle
konuşuyordu. Sonunda pes ettiler. Doktor istemeye istemeye:
«Ne yapalım, öyle olsun, gidin bakalım!» dedi.
Liudmila odanın içinde düşünceli düşünceli gidip geliyor, susuyordu. Yüzü asılmış, avurtları çökmüştü.
Başı birdenbire ağırlaşmış da göğsü üzerine düşecekmiş gibi boynunun kasları geriliyordu.
«Hep beni konuyorsunuz, ama hiç kendinizi kolladığınız yok!» dedi Ana.
Doktor:
«Bu dediğiniz doğru değil,» dedi. «Kendimizi de kolluyoruz, kollamamız gerekir. Güçlerini boşa
harcayanları da kınıyoruz hanımefendi, ya!.. Şimdi dinleyin... Bildiriyi size istasyonda teslim
edecekler...»
341
Ne yapacağını açıkladı, sonra yüzüne bakarak:
«Hadi iyi şanslar!» dedi.
Ve çekip gitti. Kendinden hoşnut görünmüyordu pek.
Kapı ardından kapanınca, Liudmila Ana'ya yaklaşıp sessizce güldü.
«Sizi anlıyorum,» dedi.
Koluna girip birkaç adım attı yeniden.
«Benim de bir oğlum var, on üç yaşında. Babasının yanında. Kocam savcı yardımcısı. Çocuk onunla birlikte
yaşıyor. Bu çocuk ne olacak diye düşünürüm sık sık.»
Sesi titriyordu, yeniden konuşmaya başladı:
«Onu yetiştiren adam, yeryüzünün en iyi insanları saydığım kimselerin bilinçli düşmanı. Oğlum büyüyünce
bana düşman olabilir. Onu yanıma alamam, düzmece bir kimlikle yaşıyorum. Sekiz yıldız görmedim onu...
Dile kolay, sekiz yıl...»
Pencerenin önünde durdu; solgun, açık gökyüzüne baktı.. «Benim yanımda olsaydı daha güçlü olurdum,
bana sürekli acı çektiren bu yarayı taşımazdım yüreğimde. Hatta ölmüş bile olsa, daha az acı
duyardım...»
Yüreği parçalanan Ana:
«Zavallı yavrum!» diye söylendi.
«Siz mutlusunuz!» dedi gülümseyerek Liudmila. «Yan yana, omuz omuza yürüyen ana ile oğul, olağanüstü
bir şey bu, ender rastlanır bir şey!»
Pelageya:
«Evet güzel şey!» diye haykırdı.
Kendi de şaştı dediğine. Sır verir gibi sesini alçalttı:
«Siz, Nikolay, hakikat için çalışan herkes... hepiniz yan yana yürüyorsunuz! Hepiniz birdenbire sevgili
akrabalar haline gelmişsiniz. Hepinizi anlıyorum. Sözcükleri anlayamıyorum, hayır, ama sözcükler dışında
her şeyi anlıyorum.»
«Öyle, doğru,» dedi Liudmila.
Ana elini onun omuzuna koydu, hafifçe sıktı, yüksek sesle düşünüyormuş gibi, mırıltı halinde:
«Benim anladığım şu ki, yeryüzünün çocukları hareket halindeler. Tüm dünyada, her yönden aynı hedefe
doğru yürüyorlar... En yüce gönüller, en namuslu kafalar, kararlı adımlarla kötü
olan her şeyin üstüne yürüyorlar, yalanı çiğneyip geçiyorlar. Gençler, sağlam gençler, dizginlenmez
güçlerini bir tek hedef için kullanıyorlar: Adalet için. İnsanların acılarını yenmek içi yürüyorlar.
Dünyadaki felâketleri yok etmek için silaha sarılmışlar. Bayağılıkları, çirkinlikleri yenmek için
savaşıyorlar. Ve zafer onların olacaktır. 'Yeni bir güneş yakacağız!' demişti bana onlardan » biri;
yakacaklar! 'Bütün kırık yürekleri bir tek yürek halinde birleştireceğiz!' demişti. Başaracaklar bunu!»
Unutmuş olduğu dualardan sözcükler geliyordu dilinin ucuna, yeni imanını alevlendiriyor, yüreğinden
kıvılcımlar halinde fışkırıyordu.
J «Adalet ve akıl yolundan ilerleyen çocuklar her şeye sevgi-
^ lerini katıyorlar, ruhlarından taşan söndürülmesi olanaksız bir
ateşle aydınlatıyorlar her şeyi. Çocuklarımızın tüm dünyaya
karşı besledikleri yakıcı sevgi içinde yeni bir yaşam oluşuyor.
. Bu sevgiyi kim öldürecek, kim? Onu yenecek üstün bir güç var
mı? Bu sevgiyi yaratan yeryüzüdür, ve tüm yaşam onun zaferini
bekliyor... Evet, tüm yaşam!»
Heyecan yormuştu onu. Liudmila'dan uzaklaştı, soluyarak oturdu. Liudmiia da oturdu, usulca, gürültü
etmeden, bir şey kırmaktan korkar gibi. Sonra kalktı, odanın öbür ucuna gitti, derin bakışını uzaklara
dikti. Boyu daha uzamıştı sanki, vücudu daha dik, daha ince görünüyordu. Dudaklarını sıkıyordu.
Odaya çöken sessizlik Ana'yı çabucak yatıştırdı. Genç kadının yüzündeki düşünceli havayı görünce ürkek
bir sesle:
«Ters bir şey mi söyledim yoksa?» diye sordu.
Liudmilla hemen Ana'ya döndü, bir şeyi durdurmak istiyormuş gibi elini uzattı, telâşla:
«Yooo! Dedikleriniz doğru!» dedi. «Ama bırakalım bu konuyu. Sizin söylediğiniz gibi kalsın.»
Sonra daha durgun bir sesle:
«Birazdan yola çıkmalısınız... Gideceğiniz yer uzak.»
«Evet, birazdan. Ah! Bilseniz ne kadar seviniyorum! Oğlumun, kanımın sözlerini götüreceğim! Benim
canım demektir bu!»
Pelageya gülümsüyordu. Ama gülümsemesi ancak soluk bir biçimde yansıyordu Liudmila'nın yüzüne. Genç
kadının ağırbaşlı tavrı Ana'nın sevincini kesiyordu. Bunu sezince, Pelageya
342
343
birdenbire coşkunluğunu bu hırçın ruha da geçirmek, kendi coşkusunu ona da aşılamak, onu aynı sevinçle
sarsmak isteğine kapıldı. Liudmila'nın elini tutup kuvvetle sıktı:
«Şekerim, yaşamda bütün insanlar için yeterli ışık bulunduğunu, bir gün o ışığı herkesin göreceğini, onu
bütün şenlikle-riyle kucaklayacaklarını bilmek ne güzel şey!»
Yüzü titriyor, gözleri ışıldıyor, kirpikleri birbirine vuruyordu. Yüksek düşüncelerden sarhoş gibiydi;
onları parlak sözcüklerle özetliyordu:
«Yeni bir Mesih gibi. Her şey herkes için, herkes her şey için! Sizi böyle görüyorum ben. Gerçekte,
hepiniz arkadaşsınız, arkabasınız, hepiniz aynı ananın, gerçeğin çocuklarısınız.»
Yeniden bir coşkunluk dalgasına kapılarak soluk almak için durdu, sonra kollarını kucaklar gibi uzatıp:
«Arkadaş sözcüğünü kullandığım zaman, yüreğimde de 'Yürüyorlar!' diye yankı yapıyor.»
Başarmıştı: Liudmila'nın yüzü alev alev yanıyor, dudakları titriyor, gözlerinden yaşlar akıyordu.
Ana onu kolları arasına alıp sıktı. Sessizce gülüyordu. Yüreğinde zaferin tatlı gururunu duydu.
Birbirlerinden ayrılırken Liudmila gözlerinin içine baktı ve usulca:
:
«Biliyor musunuz, sizin yanınızda olmak mutluluk veriyor insana!» dedi.
YİRMİDOKUZUNCU BÖLÜM
Sokağa çıkınca, kuru soğuk boğazını sıktı, burnunu sızlattı, soluğunu göğsünde sıkıştırdı. Durup
çevresine baktı. Az ilerde, sokağın köşesinde, kalpaklı bir arabacı vardı. Ötede, başını omuzları arasına
çekmiş olan bir adam iki büklüm yürüyordu. Adamın önünde bir asker kulaklarını ovarak, hoplaya zıplaya
koşuyordu.
'Herhalde şu küçük askeri alışverişe yollamış olmalılar!» dedi Ana kendi kendine.
Ve karın gıcırtısına zevkle kulak vererek yürüdü.
344
Erkenden vardı gara. Katar henüz hazır değildi ama üçüncü mevki bekleme salonunda kir, pas, duman
içinde bir kalabalık birikmiş bekleşiyordu. Demiryolu işçileri soğuktan kaçıp oraya sığınmışlardı.
Arabacılar, yersiz yurtsuz takımından hırpaniler azıcık ısınmak için içeriye dalmışlardı. Yolcular da
vardı, birkaç köylü, kürk paltolu şişko bir tüccar, bir papaz, çopur yüzlü küçük bir kız, beş altı asker, işi
başından aşkın küçük burjuvalar. Sigara, çay votka içiyorlar, çene çalıyorlardı. Büfenin önünde birisi
kahkahalarla gülüyordu. Başlar üzerinde duman bulutları uçuyordu. Kapı açılırken gıcırdıyor, çarpınca da
camlar sarsılıp zangırdıyordu. Tütün kokusu burunları tırmalıyordu.
Ana orta yerde, kapının yakınına oturup bekledi. Birisi içeri girince bir soğuk hava akımı dalıyordu
salona. Ana hoşlanıyordu bundan, temiz havayı ciğerlerine dolduruyordu. Kaba giysili, paketlerle yüklü
adamlar giriyor, kapıya takılıyor, sövüyor, yüklerini yere veya bir sıranın üzerine fırlatıyor, yakalarına,
kollarına yapışmış buzları silkeliyor, sakallarını bıyıklarını silip homurdanıyor-lardı.
Sarı bir çanta taşıyan bir genç girdi, çevresine hızlı bir bakış fırlattı, doğru Ana'nın yanına gitti.
«Moskova'ya mı?» diye sordu usulca.
«Evet, Tanya'ya,»
«İşte, buyurun,»
Çantayı Ana'nın yanına, sıranın üzerine koydu, cebinden bir sigara çıkarıp yaktı, kasketini hafifçe
kaldırdı, hiç bir şey demeden başka bir kapıdan çıkıp gitti. Ana dirseğini çantaya yasladı, soğuk meşini
eliyle okşadı. Mutluydu. Kalabalığı izlemeye koyuldu. Az sonra yerinden kalktı, çıkış kapısının daha
yakınında bulunan bir sıraya doğru gitti. Küçük çantayı güçlük çekmeden taşıyabiliyordu. Başını dik
tutuyor, önünden geçenlerin yüzüne bakıyordu.
Yakası kalkık kısa bir üstlük giymiş olan genç bir adam kendisine çarptı, parmağını kasketine götürerek
bir yana çekildi. Daha önce onu görmüş gibi geldi Ana'ya, arkasından dönüp baktı. Adamın mavi gözleri
kalkık yakasının arasından kendisini dikizliyordu. Bu dikkatli bakış Ana'yı delip geçti. Çantayı tutan eli
titredi. Birdenbire ağır geldi yükü.
'Ben bu adamı bir yerde gördüm!' diye düşündü. Bulanık,
345
hoş olmayan bir duygu kabardı göğsünde. Usul usul yüreğini burmaya başlayan bu duyguyu tanımlamak
istemiyordu, ama istese de, istemese de, benliğini kaplıyordu. Boğazı, sonra ağzı kurudu, acı bir tadla
doldu. Arkaya dönmekten, adama, bir daha bakmaktan kendini alamadı. Genç aynı yerde bir sağ ayağı,
bir sol ayağı üzerinde duruyordu. Sağ elini üstlüğünün düğmeleri arasına geçirmiş, sol elini cebine
sokmuştu. Bu duruşta, sağ omuzu sol omuzundan daha yüksek gözüküyordu.
Ana yavaş yavaş sıraya yaklaştı, yavaşça oturdu. Bir terslik önsezisiyle kamçılanan belleğinde bu adamın
iki ayrı görüntüsü belirdi: Birincisi, tarlalarda, hapishanenin yakınlarında, Ribin'in kaçmasından sonra;
ikincisi mahkemede. Ribin kaçarken, yalan söyleyerek yanlış yola yönelttiği polisin yanında görmüştü
adamı. Demek ki tanıyorlardı kendisini, gözaltında tutuyorlardı besbelli!
Bir an:
'Yakayı ele mi verdim yoksa?' diye sordu kendi kendine.
Ve titreyerek:
'Belki de değil,' diye düşündü.
Sonra kendini soğukkanlı olmaya zorladı:
Tamam, yakayı ele verdik!'
Çevresine baktı, bir şey göremedi. Kafasında kıvılcımlar gibi arka arkaya düşünceler fışkırıp fışkırıp
sönüyordu.
'Çantayı bıraksam mı?.. Koyup gitsem mi?'
Ama başka bir kıvılcım, daha canlı bir* kıvılcım parladı:
'Oğlumun sözlerini mi atayım?.. Kahpe ellere mi bırakayım?..'
Çantaya sıkı sıkı sarıldı.
«Çantayı alıp da kaçsam mı?.. Koşsam mı acaba?..»
Bu düşünceler, zorla kafasına sokulmuş gibi yabancı geliyordu. Beynini yakıyor, kızgın demir gibi yüreğini
dağlıyordu. Kendinden utandırıyordu. Kendinden de, Pavel'den de, yüreğinde özdeşleşmiş olan her
şeyden de uzaklaşıyordu. Ana düşman bir gücün kendisini kahredici bir korkuya düşünerek ezmeye,
küçültmeye, alçaltmaya çalıştığını duyuyordu. Boynunun damarları hızlı hızlı atmaya başladı. Saçlarının
dibine bir sıcaklık yayıldı.
Birdenbire tüm gücünü kullanarak silkindi, içindeki bütün kötü, miskin, sünepe kıpırdanışları, zayıflığı
koparıp attı, kendini toparladı:
"Utan! Utan!' dedi.
Ve rahatladı. Kararlılığı pekişti.
'Oğlunun onurunu lekeleme! Hiç kimse korkmuyor...'
Üzgün, utangaç bir bakışa rastladı gözleri. Sonra Ribin'in yüzü geldi aklına. O birkaç saniye süren korku
güçlendirmişti Ana'yı. Yürek atışları düzeldi. Sivil polise bakarak:
'Şimdi ne olacak?' diye düşündü.
Adam bir bekçiye işaret yapmış, bakışıyla Ana'yı göstererek J bir şeyler fısıldıyordu. Bekçi sivil polise
dikkatle baktı, geri çekil-; di. Başka bir bekçi yaklaştı, dinledi, kaşlarını çattı. Saçı sakalı kırlaşmış, iri
yarı bir ihtiyardı. Sivil polise bir baş hareketi yaptı. Ana'nın oturmakta olduğu sıraya doğru yürüdü.
Sivil polis ortalıktan yok oldu.
İhtiyar bekçi ağır ağır yürüyor, kızgın gözlerini Ana'dan ayırmıyordu. Pelageya sıranın üzerinde
gerileyerek büzüldü.
İnşallah dövmezler beni...' diye düşündü.
Bekçi yanıbaşında durdu, sonra kalın ve sert bir sesle sordu:
«Ne bakıyorsun?»
«Hiç.»
«Ya, öyle mi, hırsız? Yaşını başını almışsın, hâlâ bu mesleği yapıyorsun!»
Bu sözler suratında bir çift şamar gibi patladı. Yanakları parçalanmış, gözleri yuvalarından
fırlamışçasına acı duydu.
«Ben mi? Ben mi hırsızım? diye vargücüyle bağırdı.
Öfkesinden, çevresindeki her şeyin sallandığı duygusuna kapıldı. Açıkça alçaltılmış olmanın acısı içinde
çantanın kapağını çekip açtı, bir deste bildiri çıkardı, ayağa kalkıp başının üstünde salladı.
«Bak!» diye haykırdı. «Hepiniz bakın!»
Kulakları uğulduyordu, ama yine de orada bulunanların haykırışlarını işitiyordu. Sağdan soldan
Pelageya'nın yanına koşuşanlar oldu.
«Ne var?»
346
347
«İşte bak, bir gizli polis müfettişi...»
«Ne olmuş?»
«Hırsızlık yapmış diyorlar...»
«Saygıdeğer bir kadına da benziyor... Çok yazık!»
Çevresinde yoğunlaşan kalabalığı gören Ana azıcık rahatladı. Avazı çıktığınca:
«Ben hırsız değilim!» diye bağırdı. «Dün siyasî tutukluları yargıladılar. Oğlum da onlar arasındaydı...
Vlasov. Mahkemede bir konuşma yaptı. İşte o konuşma burda, çantanın içinde! Konuşmayı herkese
dağıtacağım, dağıtacağım ki okusunlar da gerçekler üzerinde kafa yorsunlar...»
Birisi usulca bildirileri elinden çekip aldı. Ana elinde kalan kâğıtları hava sallayıp kalabalığa fırlattı.
Ürkek bir ses şöyle dedi:
«Bu yaptığın için de hoş geldin demezler sana ya!»
Ana, kâğıtları topladıklarını, ceketlerin altına, ceplere sokup sakladıklarını görünce yeniden güç
kazandığını duydu. Daha sa-kinleşti. Gurur duyuyordu. Bunun sevinci coşturdu onu. Valizden tomar tomar
bildiri çıkarıp sağa sola saçıyordu. Bir yandan da konuşuyordu.
«Oğlumu ve arkadaşlarını niye yargıladılar, biliyor musunuz? Söyleyeceğim, ve siz inanacaksınız ak saçlı
bir Ananın sözlerine: Dün onları mahkûum ettiler, çünkü onlar size, hepinize gerçeği anlatıyorlardı. Bu
gerçeği hiç kimsenin, ama hiç kimsenin suçlayamayacağını dün anladım.»
Gitgide büyüyen ve yoğunlaşan kalabalık susmuş, Ana'yı canlı bir halka içine almıştı.
«Çalışmak, yoksulluktan, açlıktan ve hastalıktan başka bir şey kazandırmıyor insanlara. Her şey
aleyhimizde. Tüm ömrümüzü sabahın köründen gece yarılarına dek çalışıp didinerek tüketiyoruz,
çirkefin aldatmacanın içinde sürünüyoruz, kahroluyo-ruz, öte yanda ise başkaları çektiğimiz çileler
sayesinde çatlayıncaya dek yiyor, içiyor, eğleniyor. Ve bizleri köpekler gibi tasmalı, zincirli tutuyorlar,
cehalet içinde bırakıyorlar, korku içinde yaşatıyorlar... Evet, hiç bir şeyden haberimiz yok, ve her
şeyden korkarız! Bizim yaşamımız bir geceden ibaret, zifir karanlık bir gece!»
348
Birkaç yerden boğuk sesler yükseldi:
«Gerçekten öyle!»
«Kapat şunun çenesini!»
Ana, kalabalığın gerisinde sivil polisi gördü; yanında iki jandarma vardı. Son tomarları da dağıtmak için
acele etti, ama elini valizin içine sokunca orada bir başka ele rastladı.
«Alın! Alın!»
«Dağılırı!» diye bağırdılar jandarmalar kalabalığı geriye iterek.
Kalabalık, bu itiş kakış arasında belki de istemeyerek jandarmaları sıkıştırıyor, hareketlerine engel
oluyordu. Kır saçlı, dürüst bakışlı, yüzünden iyilik akan bu kadının çekiciliği vardı. Yaşamın akışı içinde
birbirinden kopmuş, yalnızlaşmış bu insanlar şimdi onun sözleri karşısında bir bütün halinde
kaynaşıyorlardı. Belki de çoktandır bekliyorlardı bu ateşli sözleri, susamışlardı belki feleğin sillesini
yiyen, onurlarını unutan bu fakirler.. Ana'ya en yakın duranlar susuyorlardı. Pelageya onların dikkatli
doymaz gözlerini görüyor, ılık soluklarını yüzünde duyuyordu..
«Git burdan, kocakarı!»
«Yakalayacaklar seni!»
«Hiç korktuğu yok!»
Jandarmalar yaklaşıyorlar:
«Yallah! Dalığılın bakalım!» diye bağırıyorlardı.
İtilip kakılanlar sendeliyor, birbirlerine tutunuyorlardı.
Hepsinin, söylediklerini anlamaya, inanmaya hazır olduklarını sanan Pelageya bütün bildiklerini, kudretini
hissettiği bütün düşünceleri telâşla anlatmak, ortaya dökmek istiyordu. Sözler, fikirler, benliğinin ta
derinliklerinden hiç çaba harcamadan fışkırıyor, dudaklarının ucuna geliyordu bir şarkı gibi. Ancak,
sesinin titrediğini, kısıldığını farkediyor ve bundan utanıyordu:
«Oğlumun sözü, işçi sınıfının bir evlâdının, namuslu bir insanın tertemiz sözüdür! Dürüst insanlar
cesaretlerinden tanınırlar!..»
Genç gözler coşkuyla bakıyordu Ana'ya.
Göğsüne bir darbe yiyip sendeledi, sıranın üzerine çöktü. Başlar üstünde jandarmaların elleri
sallanıyordu. Adamları yakalarından, omuzlarından tutup bir kıyıya itiyor, şapkalarını kapıp
349
uzağa fırlatıyorlardı. Ana'nın gözleri karardı, yer sallandı. Gelge-lelim tuttu kendini, gücü yettiğince
bağırdı:
«Halk tüm gücünü tek bir güç halinde birleştirmen!»
Jandarmalardan birinin iri, kırmızı eli boynundan yakalayıp sarstı.
«Kapa çeneni!»
Ensesi duvara çarptı. Korku bürüdü yüreğini. Ama içinde yanan ateş, korkusunu dağıttı.
«Yürü!» dedi jandarma.
«Hiç bir şeyden korkunuz olmasın! Bir ömür boyu çektiğiniz çileden beteri yoktur...»
«Sus diyorum sana!»
Jandarma kolundan tutup kabalıkla çekti. İkinci bir jandarma öbür kolundan yakaladı, sürükleyip
götürdüler.
«... her gün yüreğinizi kemiren, göğsünüzü kurutan bu çile...»
Sivil polis, Ana'nın üstüne yürüdü, yumruğunu sallayarak bağırdı:
«Susacak mısın, kahpe!»
Pelageya'nın gözleri büyüdü, ateş saçtı, çenesi titredi. Dizlerini bükerek sürükleyenlere karşı direndi.
«Dinlen bir ruh öldürülemez...»
«Köpek!»
1 Sivil polisin yumruğu Ana'nın suratına indi. Hınçlı bir ses işitildi:
«Haketti bunak karı!»
Ana'nın gözlerinde şimşekler çaktı, siyah kırmızı bir perde kör etti onu bir an, kanın tuzlu tadı doldu
ağzına.
Çevreden yükselen haykırışlarla kendine geldi.
«Vurmayın!»
«Hey! Çocuklar!»
«İtoğlu it!»
«Vur kafasına!»
«Akıl, kanla boğulmaz!»
Boynundan, sırtından itiyorlar, omuzlarına, başına vuruyorlardı. Her şey sallanıyordu, haykırışlar,
çığlıklar, düdükler girdabında siliniyordu. Sağır olmuş gibiydi. Soluğu tıkanıyordu. Yer
350
kaydı ayakları altından. Dizleri büküldü. Vücudu duyduğu acılardan titredi, ağırlaştı, sallandı. Dermanı
kesiliyordu. Ama gözleri, hâlâ çakmak çakmaktı; çevresinde yiğitçe parlayan bir sürü başka göze
takılıyordu. Bu parıltıyı iyi bilirdi ve severdi de.
Kapıya doğru ittiler onu. Bir elini kurtarıp pervazı yakaladı, asıldı, direndi:
«Gerçeğin ateşi kan deryalarında bile söndürülemez...»
Eline vurdular.
«Çılgınlar! Bu yaptığınız size ancak kin kazandırabilir. Ve bu kin boğacaktır sizi!»
Bir jandarma boğazına sarıldı, sıktı.
Bir hırıltı çıktı Ana'nın boğazından:
«Zavallılar...»
Bir. hıçkırık karşılık verdi.

-SON-
 

Bu Blogda Ara