Demir Ökçe
Jack London
ÖNSÖZ
Jack London, macera romanları ve öyküleri yazarı olarak bilinir. Tanıtımdan da
çıkartılabilecegi gibi, çogu roman ve öyküsü, dogrudan onun hayat deneyimleri
ile, tutunabilme mücadelesi ile ya da kendini hayata dayatma, "herkes gibi biri
olmama" kaygıları ile iliskilendirilebilir. Bu yönden bakıldıgında, London kimi,
neyi anlatırsa anlatsın, anlattıklarının içinde az ya da çok kendisi de vardır.
Edebiyatçılar, elestirmenler, onun Martin Eden romanının özyasamöyküsel roman
oldugunda hemfikirdirler.
Bu tür metinleri, yazarın dogrudan kendi adıyla kendini anlattıgı "anı"
metinlerinden ayıran yan, son tahlilde bu metinlerin "kurmaca" olusudur.
Anlayacagımız, yazar istedigi kadar kendi hayatının sularında, yasantı ve
birikimlerinde dolansın; metnin malzemesi, basta kendi adı olmak üzere, birebir
gerçek ile örtüsmedigi sürece, bu metin bir "kurma-cadır," öteki deyisle anı ya
da anı-belge degildir.
Bir seyi çok iyi biliyoruz: Yazarın "kurmacada" (edebiyat metninde) bir araya
getirdigi, kullandıgı malzeme istedigi kadar "gerçek"in hafifçe oynanmıs
parçalan olsun, diyelim ki, olaylar, kisiler, cografya, mekânlar vb., büyük
ölçüde "gerçek"e dayansın, yine de bu özellik o metnin "gerçekçi" olmasının
güvencesini saglamaz. Tersine, malzemesi alabildigine tasanmsal, hayali ya da
fantastik olandan
-7-
derlenmis bir "bilimkurgu" romanı ya da öyküsü pekâlâ çarpıcı ölçüde "gerçekçi"
olabilir; bize politik, bilimsel, teknolojik bir sorunsalın, öteki deyisle
gerçekligin kapılarını sonuna kadar açabilir.
Dilimize "bilimkurgu" diye girmis olan science-fiction, aslında bilim-kurmaca
anlamına gelmektedir. Kökenleri, 19. yüzyılın gotik romanlarına, fan-tastikmacera
romanlarına, yolculuk öykülerine, hatta bir ucuyla masallara kadar uzanan
bilimkurgu, özellikle "gelecek tasanmlan"na yöneldigi yerde, "ütopya" türüne ya
da gelenegine yaklasır. Yayınevimizce pes pese yayınladıgımız üç büyük, klasik
ütopya metni (Ütopya, Yeni Atlantis, Günes Ülkesi] daha iyi bir gelecek toplumu
tasarımlandır. Bu tasarımlar olumlu ise mesele yoktur; gelecege bakıs olumsuz,
karamsar ise, karsımızda bir antiütopya ya da negatijütopya var demektir.
Örnegin günümüzde (sinemada) sıkça rastlanan, gelecegin ve teknolojinin olumsuz
etkileriyle toplumun bugünkünden çok daha kötü olacagına isaret eden filmler,
birer negatif ya da karsı ütopya örnekleridir.
Edebiyatta, Orwell'in çok bilinen 1984'ü ve Huxley'in Cesur Yeni Dünya'sı, Jack
London'm Demir Öfcçe'sinden sonra kaleme alınmıstır. Özellikle 1984,
elestirmenlerce, çagrısım yaptırdıgı kapalı bir bürokrasi yönetimine teslim
olmus toplum modeliyle, emek ve çalısma ile kurdugu iliskiyle ve insanın
manipülasyonuna yaklasımıyla, soguk savas döneminde, sırıtan bir antikomünizm
propagandasının aracı olarak degerlendirildi.
Bu metinleri önceleyen Demir Ökçe, uzak bir gelecekte topluma yönelik bir
tasarım olmaktan çok, yasadıgı günlerin sancılarından hareketle yakın bir
gelecegin endiselerine, muhtemel gelismelerine isaret eden bir roman.
Demir Ökçe'nin politik kahramanı, az çok Jack London'a, daha dogrusu, onun
Martin Eden adlı öz-yasamöyküsel romanındaki mücadeleci kisiye yakın düsüyor.
Romanın kahramanı Ernest Ever-hard'ın politik mücadelesini, onun ölümünden sonra
esi Avis anlatır. Teknik olarak edebiyatta sıkça kullanılan bu tür "çerçeve"
anlatımlar, öteki deyisle, öyküdeki kurmaca, birinin agzından geriye dönüslü
anlatım teknigi, elbette romanı bir bilimkurgu yapmaya yetmiyor. Ne var ki,
romana "üçüncü bir el" tarafından yerlestirilen dip notlar, olayları bir anda
2700 yılının zaman düzlemine tasıyıp okurun oradan geriye bakmasını istiyor.
Anlayacagımız, olaylar gelecekte degil de, yazarın ölümünden kısa bir süre sonra
yasanıyor; degerlendirilisi ise iki ayrı düzlemde gerçeklesiyor.
Karsımızda, tipik sayılmayacak bir bilimkurgu örnegi bulundugunu söylemek yanlıs
olmaz. Çünkü bu metin, bilimkurgunun yapısal birçok özelligini dısta
bırakmaktadır.
Demir Ökçe iki düzlemli bir kitap bizce: Birinci düzlemi, yazarın, (gizlenmez
bir heyecanla verdigi) sosyalizm dersleri olusturuyor. Özellikle toplantılarda
ya da (piskopos örneginde oldugu gibi) ikili konusmalarda, biraz da Platon
diyaloglarına (Sok-rates teknigine) özenmis gibi görünen yazar, kavranılan adım
adım birbirinden türeterek, üstelik bu türetme sırasında karsısındakinin ya da
karsı-sındakilerin kendi deneyim ve birikimlerini kullanarak (Sokrates)
kavramdan cümleye, tespite gidiyor (Bkz. Özellikle 26-50 sayfalardaki piskoposu
ikna etme bölümleri).
Bu didaktik kaygı, elbette, romanın yapısını olumsuz etkiliyor; karsımızda biraz
da tiyatro kokan, derme çatma kotanlmıs "konusma sahneleri" var. Zorlama, yer
yer öyle ileriye gidiyor ki, Emest -9-
Everhard, müstakbel esi Avis'in evinde, kadının ve babasının servetinin "kanlı"
oldugunu ileri sürerken, iddiasının kanıtı, fabrikada çalısırken kolu kopmus
seyyar satıcı Jackson sokaktan geçiyor. (Avis ve babası, o fabrikanın hisse
senetlerine sahiptirler.) Bu "bilgi türetme", ikna etme bölümlerinde, din
adamları ve kilise gibi, idealizmin temsilcisi olan metafizikçi düsünürler de
nasiplerini alıyorlar. Diyaloglar üzerinden örtük olarak bilineni ya da hiç
bilinmeyeni türetme yöntemi agır basınca, anlasılır bir sekilde, kisilerin
karakterleri, psikolojileri ikinci düzleme çekiliyor. _nsanlar, figürlesip
yazarın kendilerine taksim ettigi düsüncelerin temsilcisine dönüsüyorlar.
Dogrunun ve sosyalizmin temsilcisi Er-nest Everhard yüceliyor, mitik kahraman
düzlemine geçiyor. Olup biteni sonradan anlatan esi Avis'in kocasına ve
eylemlerine duydugu büyük baglılık, onun anlatırken Ernest Everhard'ı daha da
"büyütmesine" yol açıyor.
Her metni, en basta tarihsel baglamı içinde degerlendirme zorunlulugumuzu
unutmazsak, Jack London'ın bu metni kaleme aldıgı 20. yüzyılın hemen basında,
"bu tür bir didaktik kaygının," dönemin toplumunda islevsel ve anlasılır
oldugunu kabul etmek zorunda kalırız. Bu kaygının, metinde dikkati çektigimiz
aksaklıkları nereye kadar bagıslatabilecegi de, okura kalmıs bir karar olsa
gerekir.
Ne var ki, metnin ikinci düzlemi, isaret ettigi tehlikeyle, fasizmin ayak
seslerini, içinde yasanılan günlerin pratiklerinden türeterek, metni "gerçekçi"
edebiyatın içine yerlestiriyor.
Jack London, gemi azıya almıs oligarsiyle el ele veren kapitalizmin, toplumu,
insanların yasamını kâbusa çeviren bir baskı yönetimine yol açtıgını
hatırlatıyor. Demir Ökçe, emek ile sermaye arasındaki çeliskinin uç sınırında
fasizmin nasıl palazlanıp or--10-
taya çıkacagının önsezilerini sunuyor okura. Çok degil, metnin yazılısından
yaklasık 30 yıl sonra Alman fasizminin çizmeleri Polonya'ya girecek, _talyan
fasist yönetimi, London'ın kitabını yasaklayacak, 1929 yılında ancak çok pahalı
bir basımının satılmasına göz yumacaktır.
Demir Ökçe, Birinci Dünya Savası'ndan hemen önce yazılmıstı. 1908 yılında
Amerika'da daha sonra FBI olarak bilinecek olan Federal Sorusturma Bürosu
kuruldu.
1920 yılında, London'ın ölümünden dört yıl sonra, J. Edgar Hoover yönetimindeki
timler, isçileri evlerinden çıkartarak dövdü, yayın organları kapatıldı,
matbaalar tahrip edildi, on bin aktif politikacı hapse atıldı. Edgar Hoover,
1924'te, adı FBI olarak degisen büronun basına geçirildi.
1922'de fasistler _talya'da yönetimi ele geçirdiler. 1929'da rejim, Demir
Ökçe'nin, isçi sınıfının alabilecegi ucuz bütün baskılarını toplayıp el degmez
pahalılıktaki birkaç kitabı serbest bıraktı.
London, büyük kentlerin, sermaye birikim süreçleri sonucunda "gettolara"
dönüsecegini de bu metniyle ilk görenlerdendi. _sçi sınıfının yoksullugu,
egitimsiz, saglık hizmetlerinden yoksun sersefil hayatı, onun ölümünden yıllar
sonra da bir gerçek olarak kaldı.
Onvell'in 1984'te biraz da sinsice yürüttügü an-tikomünist, ucuz politika ile
karsılastırıldıgında, Demir ÖJcçe'nin gerek insanlıgın büyük çogunlugunun
yanında durma kaygısıyla, gerek yaklasmakta olanın ayak seslerini yasanan günün
pratikleri içinde duyurmasıyla, insancıl, dolayısıyla da her dönemin metni olma
özelligini koruyacagı bellidir.
Veysel Atayman Temmuz 2004, _stanbul -11-
¦Is
KARTALIM
Yumusak, hafiften esen yaz rüzgârı, dev servi agaçlarının dallarını
hareketlendiriyor. Wild-Water Deresi'nin küçük, tatlı dalgalan, derenin yosunlu
taslan üzerinde ufak dalgalar olusturuyor. Güneste kelebekler dans ediyor ve her
yerden insanın uykusunu getiren an vızıltısı yükseliyor. Her sey öylesine sessiz
ve sakin; burada oturmus düsünüp tasınıyorum ve huzursuzum. Beni huzursuz eden,
bu sessizlik. Gerçek degilmis gibi geliyor insana. Bütün dünya sessiz ama bu,
fırtına öncesinin sessizligi. Kulaklanmı ve bütün duyulanını yaklasan fırtınanın
belirtilerini yakalamak için zorluyorum. Ah, zamanından önce kop-masa o fırtına!
Zamanından önce kopmasa!*
Huzursuz olmamda pek sasılacak bir yan
_kinci Devrim büyük oranda Emest Everhard'ın eseriydi. Elbette, Avrupalı
liderlerle isbirligi yapmıstı. Everhard'ın yakalanması ve gizlice idam edilmesi
M. S. 1932 yılı baharının en büyük olayıydı. Yine de devrim yapmak için o kadar
iyi hazırlanmıstı ki, yoldas komplocuları onun planlarım çok az bir karısıklık
ve gecikmeyle uygulamayı basarmıslardı. Everhard'ın idamından sonra karısı,
California'da, Sonoma Hills'de, küçük bir dag evinde yasamak için Wake Robin
Lodge'a gitti.
-15-
yok. Düsünüyorum, düsünüyorum, sonunda düsünmekten kendimi bir türlü alamıyorum.
Hayatın kargasası içinde o kadar uzun süre yasadım ki, simdi bu huzur ve
sessizlik beni bunaltıyor. Ölümün çılgın girdabını ve giderek yaklasan afeti
düsünmekten kendimi alamıyorum bir türlü. Kulaklarım iskence görenlerin
çıglıklanyla çınlıyor. Geçmiste* oldugu gibi simdi de, körpe, güzel insan etinin
yaralanıp ezilisini, ruhların gururlu gövdelerden vahsice çekilip koparıldıgını
ve sonra da, Tann'nın karsısına fırlatılıp atıldıgını görebiliyorum. Biz zavallı
insanlar, kendi sonlarımıza iste böyle ulasıyor, dünyaya sonsuz barısı ve
mutlulugu, katliamla ve yok ederek getirmeye çabalıyoruz. Üstelik yalnızım.
Olacakları düsünmedigim zamanlar, geçmiste olanları ve simdi artık olmayanları -
Kartalım'ı- düsünüyorum; yorulmak nedir bilmeyen kanatlarıyla, boslugu döve döve
yükselen, yukarıya, günesine, insan özgürlügünün alev alev yanan idealine dogru
uçan Kartalımı düsünüyorum. Burada bos bos oturup onun yarattıgı bu büyük olayı,
elim kolum baglı bekleyemem, ama o, yarattıgı büyük olayı görmek için burada
olmayacak. Bütün gençlik yıllarım bu davaya adadı Kartalım ve bu ugurda hayatını
verdi. Bu, onun ellerinin emegidir, o yaptı.**
* Burada Avis Everhard kuskusuz Chicago Komünü'ne atıfta bulunuyor.
** Avis Everhard'ın kanısına saygı duymakla birlikte, kocası Everhard'ın _kinci
Devrimi planlayan birçok etkili liderden sadece biri oldugunu belirtmemiz gerek.
Ve biz bugün, yüzyıllar gerisine bakarak, sunu güvenle söyleyebiliriz ki, o
yasasaydı bile _kinci Devrim sonuç olarak bundan daha az felaket dolu
olmayacaktı.
-16-
Bu nedenle, endiseli bekleyis dönemimde, kocam hakkında yazacagım. Onun
kisiligine herkesten çok ben ısık tutabilirim, ama yine de, böylesine soylu bir
kisilik yeterince hakkı verilerek anlatılmıs olamaz. Muhtesem bir insandı; ona
olan askım bencilliginden sıyrıldıgında, en derin üzüntüm, sabahlan gündogumunun
tangı olmak için burada bulunmayısıdır. Basarısız olamayız, yenilgiye
ugraya-mayız; çünkü o, basarmamız için her seyi fazlasıyla saglam ve güvenli
kurdu. Lanet olsun sana Demir Ökçe! Çok geçmeden, insafına terk edilmis
insanlıgın gögsünden çekeceksin ayagını. Bir isaretle bütün dünya isçileri
ayaklanacak. Dünya tarihinde simdiye kadar böyle bir sey görülmemis olacak,
isçilerin dayanısması saglanacak ve dünya tarihinde ilk kez bütün dünyayı bastan
sona saracak, uluslararası bir devrim gerçeklesecek.*
Görüyorsunuz ya, tehdit eden, yaklasan seyle doluyum tepeden tırnaga. Gece
gündüz onu öylesine yogun yasadım ki artık aklımdan çıkmıyor. Bu nedenle,
yaklasan fırtınayı düsünmeden, kocamı düsünemiyorum. O bütün bu hareketin
ruhuydu. Bu ikisini düsüncemde bile nasıl birbirinden ayırabilirim?
* _kinci Devrim gerçekten uluslararası bir devrim, çok genis kapsamlı bir
plandı; öyle ki yalnızca tek bir insanın zekâsı tarafından gelistirilmesi
imkânsızdı. Emek, bütün dünyanın oligarsilerinde, ayaklanmak için bir isaret
bekliyordu. Almanya. _talya, Fransa ve Avustralya emekçi ülkeleriydi -yani
sosyalist devletlerdi. Devrime yardım etmeye hazırlardı. Cesurca yardım ettiler
ve bu nedenle, _kinci Devrim kırılıp önlendiginde, onlar da dünyanın birlesik
oligarsik yönetimleri tarafından ezildiler ve sonra sosyalistlerin yerine
oligarsik yönetimler geçti.
-17-
Daha önce de söyledigim gibi, onun kisiligini yalnızca ben aydınlatabilirim.
Onun özgürlük için çalıstıgını ve nice çileler çektigini herkes bilir. Ama ne
kadar çok çalıstıgını ve ne kadar büyük bir ıstırap çektigini ben herkesten çok
daha iyi biliyorum; çünkü bu ıstıraplı yirmi yıl boyunca onunla birlikteydim ve
onun sabrını, yorulmak bilmez çabasını, yaklasık iki ay önce ugruna canını
verdigi davaya, kendini sonuna kadar adayısını kimse benden daha iyi bilemez.
Simdi Ernest Everhard'ın hayatıma nasıl girdigini, onunla ilk kez nasıl
karsılastıgımı, hangi asamalardan geçerek onun bir parçası oldugumu ve hayatımda
yaptıgı büyük degisiklikleri sade bir dille anlatmaya çalısacagım. Böylelikle
onu benim gözlerimle görecek ve onu, benim onu tanıdıgım gibi tanıyacaksınız.
Açıklanması uygun düsmeyecek kadar özel ve tatlı seyler hariç elbette.
Onunla ilk kez Subat 1912'de, babamın Berkeley'deki evine aksam yemegine misafir
olarak geldiginde karsılasmıstım.* Bende bıraktıgı ilk izlenimlerin pek de
olumlu oldugunu söyleyemem. Yemekte bulunan birçok ki-
Avis Everhard'ın babası John Cunningham, Califor-nia'dakl Berkeley Devlet
Oniversitesi'nde profesördü. Fizik alanını seçmisti, aynca birçok orijinal
arastırmalar yapardı ve bir bilim adamı olarak hayli ünlüydü. Bilime yaptıgı en
büyük katkı, elektron üzerine yaptıgı çalısmaları ve Enerji ve Maddenin Tanımı
adlı anıtsal eseridir. Bu kitabında hiçbir itiraz kabul etmeyecek biçimde,
maddenin (kütlenin) nihai biriminin ve enerjinin son çözümlemede özdes oldugunu
kanıtlamıstı. Bu düsünce daha önce radyoaktivite adlı yeni bilim alanında
arastırmalar yapmıs olan Sir Oliver Lodge ve diger ögrencileri tarafından
gelistirilmis, ama kanıtlanamamıstı.
-18-
siden biriydi. Oturma odasında toplanmıs ve digerlerinin gelmesini beklemistik.
Toplanmıs olanlarla bagdasmayan bir hali vardı içeri girerken. Babamın kendince
tanımladıgı gibi "Vaizlerin Gecesi"ydi ve Ernest hiç kusku yok ki, kilise
adamlarının arasında sırıtıyordu. Orada yeri yoktu.
Her seyden önce giysisi üzerine oturmamıstı. Koyu renkli, hazır giyim, üzerinde
berbat bir sekilde duran takım elbisesi vardı. Gerçekte hiçbir hazır takım
elbise onun bedenine ömür boyu uymadı. Ve o gece, hep oldugu gibi, kasları
yüzünden kumas burusmus, ceket fazla gelismis omuzlan üzerinde kırıs kırıs
olmustu. Boynu, para için dövüsen* bir boksörünki gibi kalın ve güçlüydü. _ste
babamın kesfetmis oldugu sosyal filozof ve eski nalbant bu, diye düsündüm.
Siskin kasları ve bir boganınki gibi kalın boynuyla, gerçekten bir nalbant gibi
görünüyordu. Onu hemen kafamda sınıflandırdım. Bir tür dahi, diye düsündüm, isçi
sınıfının Kör Tom'u."
Sonra, bir de benimle el sıkısması vardı ki! Tokalasması sert ve güçlüydü, ama
bana kara gözleriyle dik ve cüretli bakıyor; fazlasıyla cüretli, diye
düsünmüstüm. Anlıyorsunuz ya, o günlerde kendi sosyal çevremin bir varlıgıydım
ve güçlü sınıfsal içgüdülerim vardı. Kendi sınıfımdan bir insanın bile, bana
böy-
* O günlerde cüzdanlarını ortaya koyup dövüsmek erkekler arasında âdetti. Çıplak
elleriyle dövüsürlerdi. Dövü-
. senlerden biri baygın ya da ölü olarak yere devrildiginde ayakta kalan parayı
alırdı.
*' Bu belli belirsiz atıfta bulunulan Tom, Hıristiyanlık Çagında, on dokuzuncu
yüzyılın ikinci yansında dünyada fırtınalar yaratan kör bir zenci müzisyendi.
-19-
lesine dik dik, küstahça bakması neredeyse bagıslanamaz bir seydi. Bu bakıslar
karsısında gözlerimi yere indirmekten kendimi alamayacagımı biliyordum. Onu
geçip sevdigim insanlardan biri olan Piskopos Morehouse'u selamlamak için
döndügümde biraz olsun rahatladım. Piskopos Morehouse orta yaslı, sevimli ve
ciddi bir adamdı. Görünüsüyle _sa'ya benziyordu, iyi kalpli biri ve ayrıca
mesleginin uzmanı bir din adamıydı.
Benim haddini bilmeyis olarak algıladıgım bu küstahlık, Ernest Everhard'm
yaratılısının karakteristik özünün bir parçasıydı. Sade ve dogrudandı, hiçbir
seyden korkmuyordu; kibarlık adına, toplum hayatının gerektirdigi, yapılması
zorunlu birtakım davranıslarla vakit kaybetmeyi reddediyordu. "Hosuma
gitmistin," diye açıkladı bana çok uzun zaman sonra; "ne diye hosuma giden seyle
gözlerimi doldurmayacaktım ki?" Hiçbir seyden korkmadıgını söylemistim. Gerçekte
aristokrat olmayanların saflarında yer almamasına ragmen, dogustan aristokrattı.
_nsanüstü bir varlıktı o. Nietzsche'nin* tanımladıgı sansın hayvan, ayrıca
atesli bir demokrattı.
Öteki misafirleri agırlamaya dalınca, belki de edindigim ilk olumsuz izlenimin
de etkisiyle, bu isçi sınıfı filozofu tamamen aklımdan çıkmıstı. Ama yine de bir
iki kez gözüme ilisti. Özellikle, önce papazlardan birini, daha sonra digerini
dinlerken, gözlerinde beliren
Friedrich Nietzsche, Hıristiyanlık Çagında, on dokuzuncu yüzyılda çılgın bir
filozoftu. Gerçegin vahsi kıvılcımlarını yakalamıstı, ama kendisini insanlık
düsüncesinin büyük bir dairesi içinde düsünmüs ve sonra çıldırmıstı.
-20-
pınltı gözüme çarptı. Mizah duygusu var, diye düsündüm. Kötü elbise giymesini
bagısladım. Ama giderek zaman geçiyor, yemegin sonuna geliniyordu; papazlar,
durmadan isçi sınıfı, bu sınıfın kiliseyle iliskileri ve kilisenin bu iliskiler
konusunda neler yaptıgını ve daha neler yapacagını konusuyorlardı, ama konusmak
için agzını bir kez olsun açmamıstı. Ne var ki babamın Ernest'in hiç
konusmamasından rahatsız oldugunu fark ettim.
Bir ara babam, bir sessizlik anından yararlanarak, Ernest'ten bir seyler
söylemesini istedi, ama Ernest omuzlarını silkti, "Söyleyecek bir seyim yok,"
diyerek tuzlu bademleri yemeye devam etti.
Ama babam öyle kolay kolay gözardı edilemezdi. Bir süre sonra, "Aramızda isçi
sınıfının bir üyesi bulunuyor," dedi. "Bize ilginç ve degisik olacak yeni bir
bakıs açısıyla söyleyecekleri oldugundan eminim. Bay Ever-hard'dan söz
ediyorum."
Konuklar, nezaketen ilgi gösterip Ernest'in, görüslerini anlatması için ısrar
ettiler. Ona karsı tavırları öylesine hosgörülü ve cana yakındı ki, gerçekten de
onu himaye eden bir hava olusmustu. Ernest'in papazların bu tutumlarını sezip
onlarla içten eglendigini fark ettim. Çevresindekilere söyle bir göz
gezdirdiginde, bakıslarındaki ve gözlerindeki kahkaha parıltısını gördüm.
"Ben din konusunda tartısmaya girecek kadar güzel konusmasını bilmiyorum," diye
söze basladı ve sonra, alçakgönüllü ve kararsız bir tavırla duraksadı.
-21-
"Devam et," diye üstelediler. Dr. Hammer-field, "Bizler gerçegin herhangi bir
insanda da olabilecegine inanırız, yeter ki düsünceleri içten olsun," dedi.
"Öyleyse içtenligi gerçekten ayırt edebiliyorsunuz?" dedi Ernest gülerek.
Dr. Hammerfîeld ne diyecegini sasırdı bir an, cevap vermeye çabaladı; "En
iyilerimiz bile yanılabilir genç adam, en iyilerimiz bile."
Ernest anında degisti. Adeta baska bir adam oluverdi.
"Pekâlâ, öyleyse," diye cevap verdi, "hepinizin yanıldıgını söyleyerek söze
baslamama izin verin. _sçi sınıfı hakkında hiçbir sey bilmiyorsunuz, hatta bu
konuda en ufak bir bilginiz bile yok. Sizin sosyolojiniz, düsünme yönteminiz
gibi hatalı ve degersiz."
Söyleyis biçimiyle kıyaslanınca söyledikleri hiç de fazla bir sey degildi. Daha
agzını açar açmaz yerimden sıçradım. Sesinin tonu da bakısları kadar
küstahçaydı. Bu, beni bastan asagı ürperten bir ses tonuydu. Bütün masa-dakiler
de sarsılmıs, tekdüzelikten ve uyusukluktan bir anda sıyrılmıslardı.
"Bizim düsünme yöntemimizde bu kadar korkunç derecede bozuk, hatalı ve degersiz
olan yan nedir, genç adam?" diye sordu Dr. Hammerfield. Sesinden ve konusma
tarzından, duydugu hosnutsuzluk açıkça belli oluyordu.
"Sizler metafizikçisiniz. Metafizigi kullanarak her seyi kanıtlayabilirsiniz. Bu
böyle olunca, her metafizikçi baska metafizikçilerin düsüncelerinin yanlıs
oldugunu kanıtlayabilir,
-22-
huzur içinde bagdas kurup oturabilir. Sizler düsünce dünyasının
anarsistlerisiniz. Ve sizler dünyaya çılgınca yön veriyorsunuz. Her biriniz
kendi yarattıgınız dünyada, kendi hayal ve isteklerinizin yarattıgı bir dünyada
yasıyor, içinde yasadıgınız gerçek dünyayı bilmiyorsunuz. Sizin düsüncenizin
gerçek dünyadaki yeri, zihinsel sapıklıktan baska bir sey degil.
"Bu masada oturmus sizin konusmalarınızı dinlerken bana neyi hatırlattınız,
biliyor musunuz? Bir ignenin ucunda kaç tane melegin dans edebilecegi
biçimindeki alabildigine heyecan verici bir konuyu, büyük bir ciddiyetle ve
bilgelikle tartısan ortaçag skolastiklerini. _ste, sayın baylarım, sizler
yirminci yüzyılın düsünce hayatından on bin yıl önce ilkel bir ormanda büyü
yaparak insanları tedavi eden kızılderili sihirbaz doktorlar kadar uzaksınız."
Ernest konusurken gerçekten öfkeli bir hali vardı. Yüzü ısıl ısıl, gözleri
çakmak çakmaktı, öfke parıltısı bir yanıp bir sönüyor, çenesi ve agzı öfkeyle
geriliyordu. Ama bu, onun sonradan alısacagım kendine özgü davranıslarından
sadece biriydi. Her zaman insanları heyecanlandırırdı. Öfkesinin mükemmel,
balyoz gibi inen tavrı her zaman dinleyenlerin kendilerini unutmasını saglardı.
Bu masadakiler de simdi kendilerini unutuyorlardı. Piskopos Morehouse öne dogru
egilmis, dikkatle dinliyordu. Dr. Hammerfı-eld'ın yüzü, sıkıntı ve öfkeden
kıpkırmızı kesilmisti. Digerleri de öfkelenmisti, ama birkaçı sözüm ona bıyık
altından, üstünlük tasla-
-23
yan bir sekilde gülüyordu. Bana gelince, bu durumu çok eglenceli buluyordum.
Babama baktım, içimize sokmaktan suçlu oldugu bu insandan yapılma bombanın
yaptıgı etkiden keyiflenmisti, kahkahalarla gülecek diye korkuyordum.
"Kullandıgınız terimler oldukça belirsiz," diye sözünü kesti Ernest'in Dr.
Hammerfield. "Bize metafizikçiler diyerek tam olarak neyi anlatmak istediginizi
açıklayabilir misiniz?"
"Size 'metafizikçiler' diyorum, çünkü metafizik bir yolla akıl yürütüyorsunuz,"
diye devam etti Ernest. "Akıl yürütme yönteminiz bilimin tam karsıtı. Vardıgınız
sonuçların hiçbir geçerliligi yok. Soyutta her seyi kanıtlayabilirsiniz, ama
yine de hiçbir seyi kanıtlamıs olmazsınız. Aynı düsünceye varan iki kisi çıkmaz
aranızdan. Her biriniz evreni ve kendinizi açıklamak için kendi bilinç
sınırlarınızın içine kapanıp kalıyorsunuz. _nsanın, bilinci bilinçle açıklamaya
çalısması, çizmesinin konçlarından kendini çekerek havalandırmaya çalısmasına
benzer."
"Anlamıyorum," dedi Piskopos Moreho-use. "Bana öyle geliyor ki, aklın yarattıgı
her sey metafizikseldir. Bütün bilimlerin en dogrusu ve en inandırıcısı olan
matematik bile tamamen metafizikseldir. Bilimsel bir akıl yürütmenin her bir
düsüncesi metafiziktir. Kuskusuz bu konuda bana katılıyorsunuzdur, öyle degil
mi?"
"Söylediginiz gibi, anlamıyorsunuz," diye karsılık verdi Ernest. "Metafizikçi,
kalkıs noktası olarak kendi öznelligini temel alıp tüm-
-24-
dengelim yoluyla akıl yürütür. Bilim adamı ise deneylerin sonuçlarını kendine
temel alarak, tümevarım yoluyla akıl yürütür. Metafizikçi kuramdan gerçeklere
ulasır, bilim adamı gerçeklerden kurama ulasır. Metafizikçi evreni kendine göre
açıklar, bilim adamı evrene göre kendini açıklar."
'.'Tann'ya sükür ki bilim adamı degiliz," diye mırıldandı, kendini begenmis bir
sekilde Dr. Hammerfield.
"Nesiniz öyleyse?" diye sordu Ernest.
"Filozofuz."
"_ste simdi yas tahtaya bastınız," diye güldü Ernest. "Siz gerçek ve saglam
topraktan ayrılıp uçan makine yerine bir sözcükle gökyüzüne yükseliyorsunuz.
Lütfen yeryüzüne inin ve bana felsefe sözcügüyle tam olarak neyi anlatmak
istediginizi söyleyin bakalım."
"Felsefe... (Dr. Hammerfield lafın burasında durup gırtlagını temizledi) öyle
bir seydir ki, yalnızca ruh ve yaratılıs yönünden filozof olanların
anlayabilecegi bir tanımı vardır. Deney tüplerine burunlarını sokmus, dar kafalı
bilim adamları felsefeyi anlayamaz."
Ernest, bu saldırıyı duymazdan geldi, ama rakibine karsı hemen saldırıya geçmek
onun âdetiydi, bu defa, saf yürekli bir kardeslik tasıyan yüzü ve ses tonuyla
yine konusmaya basladı.
"Öyleyse size yapacagım felsefe tanımını mutlaka anlayacaksınız. Ama baslamadan
önce, sözlerimde yanlıs bir sey buldugunuzda müdahale etmenizi ya da bir
metafizikçi gibi suskun dinlemenizi rica edecegim. Felsefe,
-25-
bütün bilimler içinde kapsamı en genis olanıdır. Felsefenin akıl yürütme yöntemi
de herhangi bir bilimin yöntemi gibidir; yani bütün bilimlerin yararlandıgı akıl
yürütme yöntemi. Aynı akıl yürütme yöntemiyle felsefe, bütün bilim dallarını
büyük bir bilim olarak bir araya toplar. Spencer'in dedigi gibi; herhangi bir
bilim dalının verileri, parçalan birlestirilmis bilgilerdir. Felsefe, bütün bu
bilim dallarından elde edilen bilgileri birlestirir. Felsefe, bilimlerin
bilimidir, ana bilimdir de diyebiliriz, isterseniz. Nasıl buluyorsunuz bu
tanımımı?" "Çok saygıdeger bir tanım, fena sayılmaz," diye mırıldandı Dr.
Hammerfield. Ama Ernest acımasızdı. "Unutmayın ki," diye uyardı, "benim bu
tanımım metafizigi inkâr eden bir tanımlamadır. Simdi benim tanımımda bir bosluk
bulmazsanız, bundan böyle metafizik tartısmalarına girme hakkınızı
kaybediyorsunuz demektir. Ömür boyu bu boslugu aramakla geçirmek ve onu
bulacagınız ana kadar da me-tafiziksel bir suskunluk içinde beklemek
zorundasınız."
Ernest bekledi. Sessizlik uzadı, dayanılmaz bir hal aldı. Dr. Hammerfield
bozulmus, aynı zamanda da sasırmıs, Ernest'in balyoz gibi inen saldırısı onu
afallatmıstı. Böyle sade ve dogrudan tartısma yöntemlerine alıskın degildi.
Masada oturanlara yalvaran gözlerle baktı, ama kimse onun yerine cevap vermeye
yanasmıyordu. Bu sırada babamın, peçetesini yüzüne bastırıp gülmemek için
kendini tuttugunu gördüm.
-26-
"Metafizikçileri saf dısı etmenin baska bir yolu daha vardır," dedi Ernest, Dr.
Hammer-field'ın tamamen yenik düstügünü gördükten sonra. "Bu da, onları kendi
eserleriyle yargılamaktır. Onlar, su insanlık için havada hayaller yaratmaktan,
kendi gölgelerini Tanrı sanmaktan baska ne yapmıslardır? _nsanları güldürüp
eglendirme konusunda epey katkıları olmustur, kabul ediyorum, ama insanlık için
yararlı sayılabilecek ne yapmıslardır? Yüregin, duyguların merkezi olduguna dair
felsefe yaparlarken, bu sözcügü yanlıs kul-landıysam beni hos görün, bilim
adamları yüregin kan dolasımının merkezi oldugunu kesfetmislerdi. Onlar açlık ve
vebayı Tann'nın âfetleri olarak ilan ederken, bilim adamları tahıl ambarlan
kuruyor ve sehirlerde lagım kanalları açıyorlardı. Onlar kafalannda, keyiflerine
göre tannlar yaratırken, bilim adam-lan yollar ve köprüler yapıyorlardı. Onlar
dünyayı evrenin merkezi olarak tanımlıyorlardı, öte yandan bilim adamlan
Amerika'yı kesfediyor, yıldızlan ve bu yıldızlan yöneten yasalan bulabilmek için
uzay arastırmalan yapıyorlardı. Kısacası, metafizikçiler insanlık için hiçbir
sey, kesinlikle hiçbir sey yapmamıslar, bilimin ilerleyisi karsısında, adım adım
geri çekilmek zorunda kalmıslardır. Bilimsel açıdan kanıtlanan olaylar, onlann
öznel açıklamalannı yıkar yıkmaz, bu kanıtlanmıs olaylann tanımını da içine alan
ve daha genis bir alana yayılan, yeni öznel açıklamalar yumurtlamaya
baslamıslardır. _ste, yüzyıllar da geçse bütün bu isleri sürdürmekten
-27-
hiç vazgeçmeyeceklerini düsünüyorum. Baylar, bir metafizikçi sihirbaz bir
büyücüdür. Sizin, balina yagı ile besledigi kürkten bir tanrı yapan Eskimo'yla
aranızdaki fark, yalnızca aynı düsünceye birkaç bin yıl arayla sahip olmaktan
ibarettir. Bu kadar."
"Yine de Aristo mantıgı Avrupa'yı on iki yüzyıl boyu yönetmistir," dedi Dr.
Ballingford böbürlenerek. "Ve Aristo bir metafizikçiydi."
Dr. Ballingford masadakilere söyle bir göz gezdirdi, söylediklerini onaylayan
bas egmeler ve gülümsemelerle karsılastı.
"Çok zavallı bir örnek seçtiniz," diye karsılık verdi Emest. "_nsanlık tarihinin
en karanlık dönemine deginiyorsunuz. Gerçekten de bu dönemi Karanlık Çaglar diye
adlandırıyoruz. Bilimin metafizikçiler tarafından ezildigi, fizigin sadece
Felsefe Tası'nı aramaya indirgendigi, kimyanın simyaya dönüstügü, astronominin
astroloji oldugu bir dönemdir bu dönem. Ne yazık ki, Aristo'nun düsüncelerinin
egemenligi etkisini böyle göstermistir!"
Dr. Ballingford'un yüzü bir an sıkkın bir ifade aldı, ama sonra gülümseyerek
söyle dedi:
"Bu çizdiginiz korkunç tablonun gerçek oldugunu kabul etsek bile, yine de
insanlıgı bu karanlık dönemden çıkarıp, daha sonraki yüzyılların aydınlıgına
götürecek birikimi saglayanın, metafizik düsüncenin ta kendisi oldugunu itiraf
etmeniz gerekir."
"Metafizigin bu dediginiz seyle uzaktan yakından bir ilgisi yok," diye karsılık
verdi Ernest.
-28-
"Ne?" diye bagırdı Dr. Hammerfield. "O çaglara rastlayan kesif yolculuklarına
zemin hazırlayan, bu tür düsünce ve varsayımlar degil miydi yani?"
"Ah, sevgili bayım," diye gülümsedi Ernest, "ben sizin saf dısı kaldıgınızı
sanıyordum. Henüz benim felsefe tanımımda bir bosluk bulamadınız ve simdi
temelden sarsılmıs bir durumdasınız. Ama bu metafizikçiler-de her zaman görülen
bir alıskanlıktır, bu yüzden bagıslıyorum sizi. Tekrar ediyorum, hayır,
metafizigin bu ilerlemeyle hiçbir ilgisi yoktur. Ekmek ve yag, ipek ve
mücevherat, dolar ve sent, ha aklıma gelmisken söyleyeyim, Hindistan'a giden
karayollarının ticarete kapanması, iste kesif yolculuklarının nedeni bunlardı.
1453'te _stanbul alınınca, Türkler Hindistan'a giden kervan yollarını kapadı.
Avrupalı tüccarlar kendilerine yeni bir yol aramak zorunda kaldılar. _ste, bu
kesif yolculuklarının asıl nedeni budur. Kristof Kolomb, Hindistan'a giden yeni
bir yol bulmak için denize açıldı. Bütün tarih kitapları bunun böyle oldugunu
yazar. Bu arada tesadüfen dünyanın yaratılısı, dogası, büyüklügü ve biçimi
hakkında yeni bulgular elde edildi ve Ptoleme sistemi terk edildi."
Dr. Hammerfield homurdandı.
"Benimle aynı düsüncede degil misiniz?" diye sordu Ernest. "Öyleyse nerede
yanılıyo-rum?"
"Simdilik görüs açımın dogrulugunda ısrar ediyorum," diye buruk bir ses tonuyla
karsılık verdi Dr. Hammerfield. "Bu, simdi
-29-
burada, giremeyecegimiz kadar uzun bir hikâye."
"Bir bilim adamı için hiçbir hikâye çok uzun degildir," dedi Ernest tatlı tatlı.
"_ste bu nedenle bilim adamı bir yerlere ulasır. Bu yüzden bilim Amerika'yı
kesfetmistir."
Bütün geceyi oldugu gibi anlatmayacagım; Ernest Everhard'ı tanıdıgım bu ilk
saatlerin her dakikasını, her ayrıntısını hatırlamak benim için büyük bir sevinç
kaynagı.
Büyük bir çarpısma oluyordu, papazların yüz ifadeleri, özellikle Ernest, onlara
romantik filozoflar, hokkabazlar ve benzeri seyler dedikçe, kıpkırmızı kesiliyor
ve kalpleri heyecandan küt küt atıyordu. Ernest, onları yeniden gerçege çekmek
için onların sözlerini agızlarına tıkamak zorunda kalıyordu. Her mat edici
hamleden sonra, "Gerçek dostum, inkâr edilemez bir gerçek!" diyordu zafer kazanmısçasına.
Kendini hep gerçeklerle savunuyordu. Onları sarsmak için
gerçeklerle ayaklarına çelme takıyor, gerçeklerle onlara tuzak kuruyor,
gerçeklerin bordasından onlara bombardıman yagdırıyordu.
"Siz gerçegin mihrabına tapınıyorsunuz," diye alay etti onunla Dr. Hammerfield.
"Olgulardan öte Tanrı yoktur ve Bay Ever-hard da onların peygamberidir," diye
araya girdi Dr. Ballingford.
Ernest gülümseyerek onaylayıcı bir isaret yaptı.
"Ben Teksas'lı insana benzerim," dedi. Digerleri bu sözün anlamını açıklaması
için ısrar edince devam etti. "Evet, örnegin Misso-
-30-
uri'li biri her zaman, '_nanmam için göster,' der. Ama Teksas'lı, '_nanmam için
avucuma koy,' der. Bu da onun bir metafizikçi olmadıgını gösterir."
Kısa bir süre sonra, tam Ernest metafizikçi filozofların gerçegin sınamasından
hiçbir zaman geçer notu alamadıklarını ileri sürerken, Dr. Hammerfield aniden
ileri atılarak sordu:
"Neymis su gerçegin denemesi, genç adam? Sizden çok daha akıllı insanların
kafalarını çaglar boyu ugrastıran bu seyin ne oldugunu bize açıklamak lütfunda
bulunur musunuz?"
"Elbette," diye cevap verdi Ernest. Kendisine bu kadar çok güvenmesi, onu
dinleyenleri öfkeden kudurtuyordu. "Akıllı kafalar gerçegi bulmak için uzun,
zahmetli ve sonuçsuz ugraslara girismislerdi, çünkü gerçegi aramak için
gökyüzüne uçmuslardı; ayaklan yerden kesilmeyip, güzelim toprakta kalsalardı,
gerçegi kolayca bulabilirlerdi. Evet, bu akıllı adamlar her pratik edimiyle,
gerçegin ta kendisini sınadıklarını ve kendi hayatları üzerinde düsündüklerini
göreceklerdi."
"Sınama! Sınama," diye tekrarladı sabırsızlıkla Dr. Hammerfield. "Sözlerinizi
böyle uzun girizgâhlarda dolastırmayın. Uzun zamandır aradıgımızı verin bize,
gerçegin, dogrunun sınanmasının sonuçlarını; onu bize verin de birer tanrı olup
çıkalım."
Sözlerinde ve bu sözleri söyleyis biçiminde, masadakilerin birçogunun gizliden
gizliye hosuna giden ama yalnızca Piskopos Moreho-
-31-
use'u tedirgin etmise benzeyen, saldırgan ve alaycı bir kuskuculuk vardı.
"Dr. Jordan* bunu çok anlasılır bir biçimde açıklamıstır," dedi Ernest. "Onun
gerçeginin, dogrunun sınanması dedigi suydu; '_se yarar mı? Hayatını koyabilir
misin bu ise?'"
"Pöh!" diye sırıttı Dr. Hammerfield. "Piskopos Berkeley'i** hiç hesaba
katmıyorsunuz. Ona bugüne kadar henüz doyurucu bir cevap veren çıkmadı."
"Metafizikçilerin en asili!" diye güldü Ernest. "Ama talihsiz bir örnek
verdiniz. Sonunda, Berkeley'in kendisinin de kabul ettigi gibi, metafizigi
islemedi."
Dr. Hammerfield öfkeliydi, haklı olarak öfkeliydi. Sanki Ernest'i hırsızlık
yaparken ya da yalan söylerken yakalamıstı.
"Genç adam," diye gürledi, "sizin bu söylediklerinizin degeri yok. Bu gece
söyledikleriniz saçma ve yersiz. Bunlar, hiçbir temeli olmayan, alçakça ve
haksız tahminler."
"Beni yere vurdunuz," diye mırıldandı Ernest alçakgönüllü bir tavırla. "Yalnız
bana ne ile darbe vurdugunuzu anlayamadım. Bunu, bana somut bir biçimde
açıklamalısınız Doktor."
"Açıklayacagım, açıklayacagım," diye geveledi Dr. Hammerfield. "Nereden
biliyorsu-
* Dr. Jordan, Hıristiyanlık Çagında, on dokuzuncu yüzyılın sonları ile yirminci
yüzyılın baslarında yasamıs ünlü bir egitimci. Stanford Oniversitesi'nin
rektörüydü, zamanında büyük iyilikler yapmıstı.
** Berkeley, maddenin varlıgını reddeden düsüncesiyle zamanının filozoflarını
uzun süre saskına çeviren tekçi bir idealist düsünürdü. Ama sonunda, bilimin
yeni ampirik gerçekleri, filozoflar tarafından genel bir kabul görünce onun bu
zekice savı, kendiliginden yok oldu.
nuz bunları söyleyin bakalım? Piskopos Berkeley'in kendi metafiziginin ise
yaramadıgını kabul ettigini bilemezsiniz. Kanıtınız yok. Onun metafizigi her
zaman ise yaramıstır, genç adam."
"Berkeley'in metafiziginin ise yaramadıgını kanıtlayacak en somut olay..."
Ernest sözün burasında bir an durdu. Oldukça sakindi. "Berkeley'in evlere
duvarlardan degil de her zaman kapılardan girmesidir. Karnını ekmekle, yagla, et
kızartmasıyla doyurmasıdır. Sakalını keskin bir jiletle tıras etmesidir."
"Ama bunlar günlük olaylar!" diye bagırdı Dr. Hammerfield. "Oysa metafizik,
düsüncenin eseridir."
"Ve bu olaylar düsünce düzleminde etkili olurlar öyle mi?" diye sordu Ernest
yumusak bir ses tonuyla.
Öteki onaylayan bir sekilde basını salladı.
"Öyleyse, sayısız melek, bir ignenin ucunda dans edebilir -düsüncede elbette,"
diye devam etti Ernest dalgın dalgın. "Ve balina yagı ile beslenen kürkten bir
tanrı var olabilir- düsüncede elbette. Öyle sanıyorum ki Doktor, siz de
düsüncede yasıyorsunuz, öyle mi?"
"Düsüncem benim krallıgımdır," oldu cevap.
"Bu, havada yasadıgınızı söylemenin bir baska yolu. Ama yemek zamanlarında ya da
bir deprem oldugunda, yeryüzüne geri döndügünüzden eminim. Yoksa, söyleyin bana
Doktor, bir deprem sırasında, fani vücudunuzun manevi bir tugla tarafından
yaralanacagından hiç korkmuyor musunuz?"
Aynı anda, bilinçsiz bir hareketle, Dr.
-33-
Hammerfield elini basma, saçlarının altındaki yara izine götürdü. Ernest
farkında olmadan can alıcı bir benzetme yapmıstı. Dr. Hammerfield Büyük
Deprem'de* üstüne devrilen bir bacanın altında kalarak neredeyse ölecekti.
Herkes kahkahalarla gülmeye basladı.
"Evet?" diye sordu Ernest, masadaki kahkahalar kesildiginde. "Karsı savlarınızı
bekliyorum."
Ve ortalıga çöken sessizligin içinde yeniden sordu, "Evet, cevabınız?" Sonra da
ekledi; "_yiydi, ama yeterince iyi degildi savınız."
Ama Dr. Hammerfield geçici olarak tartısma dısı kalmıstı. Savas yeni yönlerde
gelisiyordu simdi. Ernest, din adamlarını bütün köselerde sıkıstırıyordu. _sçi
sınıfını tanıdıklarını ileri sürdükleri zaman, onlara isçi sınıfı hakkında hiç
bilmedikleri temel gerçekleri anımsatıyor ve onlan, bu konuda söylediklerini
çürütmeye zorluyor, gerçekleri veriyordu, her zaman gerçekleri, onlan havadaki
yolculuklarından gerisin geriye, yere ve onun gerçeklerine indiriyordu.
Simdi, bu sahne nasıl da canlanıyor gözümün önünde! Ernest'in o insana meydan
okuyan sesi simdi bile kulaklanmda; olgular aracılıgıyla onlan berbat haslayısı;
her bir olgu bir kamçı olmus, vurup duruyordu onlan. Acımasızdı. Rakiplerinin
vermeye hazır ol-duklan ödünlerle yetinmiyor** ve hiçbir ko-
• M.S. 1906 yılında San Francisco'yu harabeye çeviren Büyük Deprem.
** Bu örnek, zamanın geleneklerinden kaynaklanıyor. Vahsi hayvanlar gibi ölümüne
dövüsen erkekler arasında maglup olan adam. silahlarını bırakırsa, onu öldürmek
ya da canını bagıslamak kazananın elindeydi.
-34-
nuda uzlasmaya yanasmıyordu. Onlara indirdigi o son darbeyi, asla unutmayacagım.
"Bu aksam, birçok kez farkına varmadan yaptıgınız itiraflannızla ve bilinçsiz
sözlerinizle isçi sınıfı hakkında hiçbir sey bilmediginizi kabullenmek zorunda
kaldınız. Ama bu yüzden suçlanamazsınız. _sçi sınıfını nasıl tanıyabilirsiniz
ki? Onlarla aynı yerlerde yasamıyorsunuz. Sizler kapitalistlerle aynı çayırda
ödüyorsunuz. Bunun olmaması için bir neden yok. Sizlerin cebinizi dolduran,
karnınızı doyuran, bu aksam giydiginiz giysilerle sizi giydiren iste bu
kapitalist sınıftır. Ve siz de bunlara karsılık, patronlannızın çok hoslan-na
giden ve kurulu toplum düzenine zarar vermeyen, onlar tarafından kabul gören
metafizik içerikli vaazlar veriyorsunuz."
Bu sözler üzerine masadan bir itiraz ugultusu yükseldi.
"Ah, yanlıs anlamayın, sizin içtenliginizden hiç kuskum yok," diye devam etti
Ernest. "_çtensiniz. _nandıgınız vaazlan veriyorsunuz. Kapitalist sınıfın
gözündeki gücünüz ve degeriniz de buradan geliyor. Ama inançlarınızı
degistirirseniz, kurulu düzeni degistiren inançlara sahip olursanız, vaazlarınız
patronlarınız tarafından hos karsılanmayacak ve hemen isinizden olacaksınız.*
Haklı degil miyim?"
Bu defa hiç itiraz eden olmadı. Hepsi onay-layıcı bir sessizlige büründü. Bir
tek Dr. Hammerfield bunu kabul etmedi ve söyle dedi:
* Bu dönemde birçok papaz kabul edilemez doktrinleri vaaz ettikleri için
kiliseden atılmıstı. Özellikle vaazlarında sosyalizm izi görülenler, hemen isten
uzaklastırılırdı.
-35-
"_nançlarının yanlıs oldugu görülünce istifaya çagınlıyorlar."
"_nançlarının kabul edilemez oldugunu söylemenin bir baska yolu bu
söylediginiz," diye cevap verdi Ernest, sonra da devam etti. "_ste bu yüzden ben
de size diyorum ki, gidin güzel güzel vaazınızı verin, paranızı kazanın, ama
Tanrı askına, isçi sınıfım rahat bırakın. Siz düsmanların safında yer
alıyorsunuz. _sçi sınıfıyla ortak hiçbir yanınız yok. Baskaları sizler için
çalıstıgından elleriniz pamuk gibi yumusak. Karınlarınız çok yemekten yag
baglamıs, göbek salmıssınız." (Sözün burasında Dr. Ballingford yüzünü hafifçe
burusturdu ve masadaki herkes onun heybetli göbegine baktı.) "Sizin ruhunuz,
kurulu düzenin temel direklerini iyice saglamlastıracak düsünce ve ögreti
harcıyla dolu. _sviçreli muhafızlar* gibi paragözsünüz (kabul ediyorum, içten
para-gözlersiniz). Size ekmeginizi ve ücretinizi verenlere sadık kalınız.
Vaazlarınızı vermeye devam ederek, isverenlerinizin çıkarlarını koruyun. Ama
isçi sınıfına sokulup ona sahte önderlik yapmayın. Siz, her iki kampta birden,
aynı anda dürüstçe yer alamazsınız. _sçi sınıfı simdiye kadar siz olmadan da
yürümüstür yolunda. _nanın bana, isçi sınıfı siz olmadan da yoluna devam
edecektir. Dahası, siz olmadan çok daha iyi yürüyecektir isçi sınıfı."
* Halkı tarafından idam edilen Fransa Kralı XVI. Lo-uis'nin kiraladıgı
yabancı uyruklu saray muhafızları.
-36-
¦II-:
MEYDAN OKUMALAR
Misafirler gittikten sonra babam kendini bir koltuga attı ve çılgınca gülmeye
basladı. Annemin ölümünden bu yana onun ilk defa bu kadar içtenlikle güldügünü
görüyordum.
"Dr. Hammerfield'in hayatında böyle bir seyle hiç karsılasmadıgına bahse
girerim," diyerek güldü. "Din konusunda tartısmaya girecek kadar güzel konusmak!
Ernest'in konuya nasıl da bir kuzu gibi uysalca basladıgını fark ettin mi? Sonra
nasıl da çabucak kük-reyen bir aslan kesildigini? Son derece disiplinli bir
kafası var. Eger enerjisini o yöne çevirmis olsaydı iyi bir bilim adamı
olabilirdi."
Ernest Everhard'm çok ilgimi çektigini söylememe gerek yok elbette. Söyledikleri
ve bunları söyleyis biçimiyle degil, bir erkek olarak da beni çok etkilemisti.
Böyle bir insana hiç rastlamamıstım. Sanırım, yirmi dört yasıma basmıs olmama
ragmen, evlenmemis olmamın nedeni buydu. Ondan hoslanmıstım. Bunu kendime itiraf
etmeliydim. Benim ondan hoslanmam, zekâsından ve tartısma gücünden baska bir
seylere dayanıyordu. Siskin pazılarına ve kaim boynuna ragmen, ben-
-37-
de masum bir çocuk izlenimi bırakmıstı. Kibirli bir aydın görüntüsünün altında,
duygulu ve ince bir ruhun gizlendigini anlamıstım. Sanırım kadınlık sezgilerim
aracılıgıyla farkına varabildigim birtakım izlenimler yaratmıstı bende.
Onun o tok sesinde, yüregime isleyen bir vurgu vardı; bu ses hâlâ kulaklarımda
çınlıyordu ve onun sesini yeniden duymak istedigimi hissediyordum. Yüzünün
derin, hırslı ciddiyetini bozan gözlerindeki o kahkaha pırıltılarım yine görmek
istiyordum. Belirsiz ama daha derin duygular sokuluyordu yüregime. Onu daha ilk
aksam neredeyse sevmeye baslamıstım. Ama onu bir daha hiç görmeseydim, bu
karmakarısık, belirsiz duygularımın silinip gideceginden ve onu kolaylıkla
unutacagımdan da eminim.
Ama kaderimde onu yeniden görmek varmıs. Babamın sosyolojiye karsı yeni yeni
duymaya basladıgı merak ve bu konuda konusma ve tartısmalar yapmak için evimizde
yapılan yemekli toplantılar, bizi ister istemez sık sık karsılastırıyordu. Babam
bir sosyolog degildi. Annemle evliligi mutlu yıllar yasatmıstı ona. Kendi bilim
dalı olan fizik alanında yaptıgı arastırmalar da onu mutlu ediyordu. Ama annem
ölünce, kendi çalısmaları bile onun boslugunu dolduramadı. Önceleri avunmak için
felsefeyle ilgilendi. Sonra bu ilgi giderek büyüdü. Ekonomiye ve sosyolojiye
yöneldi. Yüreginde güçlü bir adalet duygusu vardı ve çok geçmeden haksızlıkların
düzeltilmesi için, toplumdaki esitsizligi kıyasıya elestiren
-38-
bir adam olup çıktı. Bu isin sonunun bizim için nereye varacagından hiç kaygı
duymadan, onda dogan bu ilginin isaretlerini saygıyla izliyordum. O da sonucunu
hiç düsünmeden, bir delikanlı heyecanıyla bu yeni arayısların içine daldı.
Bir bilim adamı olarak uzun yıllardır labo-ratuvarda çalısmaya alısmıstı. _ste
bu yüzden oturma odamızı bir sosyoloji laboratuvanna dönüstürdü. Bu odada, her
türden, her sınıftan insanlar, bilim adamları, politikacılar, bankerler, isçi
liderleri, sosyalistler ve anarsistler bir araya geliyordu. Onları kendi
aralarında tartısmaya kıskırtıyor, sonra onların hayat ve toplum hakkındaki
görüslerini çö-zümlüyordu.
Ernest'le "Papazlar Aksamı"ndan kısa bir süre önce tanısmıstı. Misafirler
gittikten sonra, onunla nasıl tanıstıgını ögrendim, bana anlattı. Bir aksam, bir
sokaktan geçerken, sabun sandıgının üstünde bir grup isçiye söylev veren bir
adamı dinlemek için durmustu. Bu adam Ernest'ti. Sosyalist partinin ileri gelen
önderlerinden biriydi ve ayrıca sosyalizm felsefesinin ünlü adlanndandı. En
soyut sorunları, sade bir dille ve açık seçik bir biçimde anlatmayı bilen, bu
dogustan egitimci ve yorumcu, emekçilere ekonomi politigi açıklayabilmek için
bir sabun sandıgının üstüne çıkmayı küçültücü bir davranıs olarak kabul
etmiyordu.
Babam onu dinlemek için durmus, söylevi ilgisini çekmis, konusmacıyla bir
tanısma ayarlamıs, biraz sohbetten sonra, papazların
-39-
gelecegi aksam yemegine onu da davet etmisti. Babam, yemekten sonra, onu ne
kadar az tanıdıgını anlattı. Soyu iki yüz yıl önce Amerika'ya yerlesmis olan
Everhard'lara dayanmasına ragmen, isçi sınıfından bir ailenin ogluydu.* On
yasındayken küçük bir fabrikada çalısmıs, sonra da bir nalbantın yanma çırak
olarak girmis, kısa zamanda bir nalbant olup çıkmıstı. Kendi kendini
yetistirmisti, kisisel çabasıyla Almanca ve Fransızca ögrenmisti; o sırada
Chicago'da zorluklar içinde mücadele veren sosyalist bir yayınevine, bilimsel ve
felsefi kitaplar çevirerek, karnını zor doyuracak kadar parayı güç bela
kazanıyordu. Ayrıca, bu kazanca, çok az satan kendi ekonomik ve felsefi
çalısmalarından gelen, çok kısıtlı bir telif ücreti de arada bir ekleniyordu.
_ste o aksam yatmaya gitmeden önce, onun hakkında bütün ögrendiklerim bunlardı
ve yatakta hafızama isleyen sesini dinleyerek uzun süre gözlerim açık yattım.
Düsüncelerimden korkmaya baslamıstım. Ernest, benim sosyal sınıfımdan hiçbir
erkege benzemiyordu, öylesine yabancı ve öylesine güçlüydü ki! O üstün havası
hem basımı döndürüyor, hem de beni korkutuyordu, öyle ki hayal gücümün bir ara
beni, onun sevgilisi ve karısı olarak canlandırdıgının farkına vardım. Bazı
erkeklerin gücünün, kadınlar için dayanılmaz derecede çekici oldugunu çok
duymustum, ama o gereginden de fazla güçlüydü. "Hayır! Hayır!" diye haykırdım.
"Bu im-
* O zamanlar Amerika'da dogan yerli halkla, göçmen halk arasındaki ayrım
keskin ve tiksindiriciydi.
-40-
kânsız, çok saçma!" Ve ertesi sabah uyandıgımda onu yeniden görmek istegiyle
yanıyor-dum. Bir tartısmada onun zaferine tanık olmak, karsısındakiler! savasa
çagıran sesinin yankısıyla titremek, kendine güveni ve gücüyle, karsısındakini
hiçe sayan tavrıyla, onların körelmis düsüncelerini çürütürken onu hayranlıkla
seyretmek arzusu doldurdu yüregimi yine. Kabadayılık taslıyorsa da bunun ne
zararı vardı ki? Kendi deyimiyle bu "ise yarıyor", etki yaratıyordu. Her sey bir
yana, onun kaba dille konusmasını seyretmek çok güzel bir seydi. _nsanı bir
çarpısmanın esigin-deymis gibi heyecanlandırıyordu.
O aksamı izleyen birkaç gün, babamdan ödünç aldıgım Ernest'in eserlerinden
bazılarını okumakla geçti. Yazıya döktügü sözleri de, dısavurdugu düsünceleri
gibi açık seçik ve inandırıcıydı. _nsan kusku duymaya basladıgında bile,
söylediklerini inandırıcı kılan, kesin bir sadeligi vardı dilinin. Kolay
anlasılabilirlik yetenegi vardı. Mükemmel bir yorumlayıcıydı. Yine de üslubunun
yetkinligine ragmen, yazılarında hosuma gitmeyen birçok sey vardı. Sınıf
çatısması diye adlandırdıgı kavrama, emek ile sermaye arasındaki uzlasmazlıga,
çıkar çatısmasına gereginden fazla vurgu yapıyordu.
Babam coskun bir sevinç içinde, Dr. Hammerfield'ın Ernest hakkında edindigi
kanıyı bana anlattı. Dr. Hammerfield'e göre Ernest, "yetersiz bilgisiyle
ukalalık taslayan, küstah bir kabadayTydı. Ayrıca, onunla yeniden karsılasmayı
hiç arzu etmiyordu.
-41-
Ama Piskopos Morehouse, Ernest'e büyük bir ilgi duymus, onunla tekrar görüsmek
için can atıyordu. "Güçlü bir genç," diyordu; "ve canlı, çok canlı. Ama kendine
çok güveniyor, asın güveniyor."
Ernest bir gün ögleden sonra babamla birlikte geldi. Piskopos onlardan önce
gelmisti, birlikte verandada çay içiyorduk. Ernest'in sürekli olarak Berkeley'de
takılmasının nedenini de söyleyeyim, yeri gelmisken; o sırada, üniversitede,
özel biyoloji dersleri alıyordu ve "Felsefe ve Devrim"* adlı yeni bir kitabın
üzerinde çalısıyordu.
Ernest adımını atar atmaz sanki veranda ansızın küçüldü. Bedenen asırı iri
oldugundan degil. Boyu bir yetmis bes kadardı, ama etrafında çok uzunmus gibi
bir hava yaratıyordu. Beni selamlamak için egildiginde, heyecanını ele vermeden
edemedi. O katı bakısları, elimi sımsıkı kavrayan elinin söyledikleriyle çelisir
gibiydi. Elimi kendinden emin ve sert bir sekilde sıktı. Gözleri de elleri kadar
güven doluydu. _lk günkü gibi bana uzun süre bakan gözlerinde, bu kez bir soru
var gibiydi.
"Sizin '_sçi Sınıfı Felsefesi' adlı kitabınızı okudum," dedim. Gözleri parladı.
"Umarım," diye cevap verdi, "bu kitabın hangi okuyucu için yazıldıgını dikkate
almıs-sınızdır."
"Evet aldım, ben de bu yüzden sizinle bir
Bu kitap, Demir Ö/cçe'nin altında geçen üç yüzyıl boyunca gizlice basıldı durdu.
Çesitli baskılarından birkaç örnek, Ardis Milli Kütüphanesi'nde bulunmaktadır.
-42-
kavgaya tutusmak istiyorum," diye meydan okudum.
"Benim de sizinle paylasacak bir kozum var. Bay Everhard," dedi Piskopos
Morehouse.
Bu çifte meydan okuma karsısında, Ernest çocukça omuzlarını silkti ve bir fincan
çayı kabul etti.
Piskopos önümde söyle bir egildi ve önceligi bana bıraktıgını belirtti.
"Sınıflar arasındaki kini körüklüyorsu-nuz," dedim. "_sçi sınıfının dar ve kaba
yanlarına seslenmek bence bir yanlıs, hatta suç. Sınıf kini anti-sosyal bir
duygudur ve bana öyle geliyor ki aynı zamanda anti-sosyalist-çedir."
"Suçsuzum," diye cevap verdi. "Benim bugüne kadar yazdıgım tek bir satırın, ne
özünde ne de biçiminde sınıf kini yoktur."
"Amma da yaptınız!" diye bagırdım sitemle ve kitabını alıp açtım.
Kitabın sayfalarını karıstırırken, o gülümsüyor ve sakin sakin çayını
yudumluyordu.
"Sayfa yüz otuz iki," diye yüksek sesle okumaya basladım; " 'Böylece sosyal
gelismenin bu asamasında sınıf mücadelesi, ücretleri ödeyen sınıf ile ücretli
sınıf arasında patlak verir.'"
Zafer kazanmıs bir tavırla yüzüne baktım.
"Burada sınıf kininden söz edilmiyor," diye gülümsedi.
"Ama," diye cevap verdim, "'sınıf mücadelesi' diyorsunuz."
"Sınıf kininden baska bir sey bu," diye karsılık verdi. "Ve bana inanın, biz
kini, hıncı körüklemeyiz. Biz, sınıf mücadelesinin, sosyal
-43-
gelismenin bir yasası oldugunu söylüyoruz. Bunun sorumlusu biz degiliz. Biz
sınıf mücadelesi yapmayız. Yalnızca onu açıklarız, tıpkı Newton'un yerçekimini
açıkladıgı gibi. Biz sınıf mücadelesini üreten çıkar çatısmasının dogasını
açıklıyoruz."
"Ama çıkar çatısması diye bir sey olmamalıdır!" diye bagırdım.
"Ben de yürekten katılıyorum size," diye cevap verdi. "_ste biz sosyalistler de
bu çıkar çatısmasının ortadan kalkması için çabalıyoruz. _zin verirseniz birkaç
satır da ben okuyayım." Kitabını aldı ve birkaç sayfa geri çevirdi. "Sayfa yüz
yirmi altı; '_lkel kabile komünizminin ortadan kalkması ve özel mülkiyetin
ortaya çıkmasıyla baslayan sınıf mücadelesi döngüsü, sosyal varlıgı sürdürmeyi
saglayan araçların, özel mülkiyet olmaktan çıkartılmasıyla son bulacaktır.'"
"Ama ben sizinle aynı düsüncede degilim," diye araya girdi Piskopos, solgun yüzü
heyecanından biraz kızarmıstı. "_ddianız yanlıs; emek ile sermaye arasında çıkar
çatısması diye bir sey yoktur ya da daha dogrusu olmaması gerekir."
'Tesekkür ederim," dedi Ernest ciddi bir sesle. "Son söylediginizle benim
iddialarımı desteklemis oldunuz."
"Ama ne diye bir çatısma olsun ki?" diye sordu Piskopos hararetle.
Ernest omuzlarını sükti. "Çünkü böyle yaratılmısız, sanıyorum."
"Ama böyle yaratılmadık!" diye bagırdı öteki.
-44-
11
"_deal insandan mı söz ediyorsunuz?" diye sordu Ernest. "Bencil olmayan, tanrıya
benzeyen insandan mı söz ediyorsunuz? Öyle az ki böyle insan, hatta yok. Yoksa
sıradan, ortalama insandan mı söz ediyorsunuz?"
"Sıradan ve ortalama insandan," oldu cevap.
"Zayıf, saf, yanlıs yapmaya hazır insandan mı?"
Piskopos Morehouse basını salladı.
"Ve bayagı, bencil insandan mı?"
Yeniden basını salladı Piskopos.
"Dikkat edin!" diye uyardı Ernest. "Bencil dedim."
"Ortalama insan bencildir," diye yüreklice kabullendi Piskopos.
"Elinin erdigi her seyi ister?"
"Mümkün olan her seye sahip olmak ister, üzücü ama gerçek."
"O halde simdi avucuma düstünüz." Ernest bu sözleri söylerken, çenesi bir
kapanın yayı gibi kapandı. "_zin verin de göstereyim size. Simdi tramvayda
çalısan bir isçiyi ele alalım."
"Sermaye olmasaydı tramvayda çalısamazdı," diye sözünü kesti Piskopos.
"Dogru, ama siz de kabul edersiniz ki, kârı ortaya çıkaran emek olmasa sermaye
de yok olacaktı."
Piskopos sessizdi.
'Tamam mı?" diye üsteledi Ernest.
Piskopos basını salladı.
"_kimizin düsüncesi de karsılıklı olarak birbirini götürür," dedi Ernest,
önemsiz bir
-45-
seyden söz ediyormus gibi heyecanlanmadan konusuyordu. "Ve böylece konusmaya
basladıgımız noktaya dönmüs oluyoruz. Yeniden baslayalım. Tramvay isçileri emegi
saglar. Hissedarlar sermayeyi saglar. Emek ve sermayenin ortak çabasıyla da para
kazanılır.* Kazanılan bu parayı kendi aralarında bölüsürler. Sermayenin payına
düsene kâr, emegin payına düsene ücret denir."
"Çok güzel," diye araya girdi Piskopos. "Bu paylasmanın dostça yapılmaması için
hiçbir neden yok."
"Az önce bir konu üzerinde anlastıgımızı hemen unuttunuz," diye karsılık verdi
Er-nest. "Ortalama insanın bencil oldugu konusunda anlasmıstık. _nsan neyse
odur. Siz her seye gökyüzünden bakma alıskanlıgınızla, göge yükseldiniz ve
aslında var olan degil de olması gerektigi gibi olan insanlar arasında para
bölüstürüyorsunuz. Ama gerçege dönecek olursak, emekçi, bencil oldugundan, bu
paylasımdan elinden geldigince fazlasını almak isteyecektir. Kapitalist, bencil
oldugundan, bu paylasımdan elinden geldigince fazlasını almak isteyecektir. Eger
bir sey sınırlı bir miktardaysa ve iki insan bu seyden mümkün oldugunca büyük
paylar almak istiyorlarsa, burada sermaye ile emek arasında bir çıkar çatısması
söz konusu olur. Bu uzlastınlamaz bir çatısmadır. Dünya üstünde isçiler ve
kapitalistler oldukça, bu paylasım üzerinde kavga etmeye devam edeceklerdir. Bu
ögle-
O günlerde, ulasım araçtan yagmacı grupların (tekellerin) denetimi altındaydı ve
kârları çok yüksekti.
-46-
den sonra San Francisco'da olsaydınız, yürümek zorunda kalacaktınız. Çünkü tek
bir tramvay çalısmıyor."
"Gene mi grev?"* diye sordu Piskopos telasla.
"Evet, tramvay sirketinin kârlarının paylasılması konusunda kavga ediyorlar."
Piskopos Morehouse birden heyecanlandı.
"Yanlıs bir is!" diye bagırdı. "_sçiler ileriyi göremeyecek kadar dar
görüslüler. Böyle davranırlarsa, bizim onlardan yana olmamızı nasıl
umabilirler..."
"Yürümek zorunda kaldıgımızda," dedi Er-nest muzipçe.
Ama Piskopos Morehouse duymazlıktan gelip devam etti.
"Onların bakıs açılan çok dar. _nsan insan olmalı, vahsi hayvan degil. Simdi
siddet ve kıyım olacak, yas tutan dullar ve yetimler olacak. Sermaye ve emek
dost olmalı. Ortak çıkarları için el ele çalısmalılar."
"Ah, yine havalara çıktınız," dedi Ernest soguk bir sesle. "Hadi yeryüzüne
ininiz. Unutmayın ki, ortalama insanın bencil oldugu konusunda anlasmıstık."
"Ama bencil olmamalı!" diye bagırdı Piskopos.
Bu tür kavgalar o akla sıgmaz anarsik çagda çok yaygındı. Kimi zaman isçiler isi
bırakırdı. Kimi zaman kapitalistler isçilerin çalısmasına izin vermezdi. Böylesi
anlasmazlıkların oldugu siddet ve kargasa içinde birçok mülk talan edilir,
birçok hayat kaybedilirdi. O dönemin bir baska gelenegi olan, daha asagı
sınıftaki insanların, esleriyle kavga ettiklerinde evdeki mobilyaları kınp dökme
alıskanlıkları gibi, bu grevlerdeki kanlı olaylar bizim aklımızın alamayacagı
bir olgudur.
-47-
"Bu konuda ben de size katılıyorum," diye kabaca cevap verdi Emest. "Bencil
olmaması gerek, ama böyle domuzca bir ahlak üstüne kurulmus sosyal düzende
yasadıgı sürece bencil olmaya devam edecektir."
Piskopos korkmus gibiydi, babam gülmemek için kendini zor tutuyordu.
"Evet, domuzca bir ahlak," diye devam etti Ernest insafsızca. "Kapitalist
sistemin anlamı bu. Kilisenizin destekledigi, kürsünüzde her zaman vaaz
verdiginiz sey bu. Domuzca bir ahlak! Bunun baska bir adı yok."
Piskopos sanki yardım istermis gibi babama döndü, ama o gülerek basını salladı.
"Korkarım, Bay Everhard haklı," dedi. "'Laissez-faire'*, herkes kendini düsünsün
ve benden sonra kıyamet kopsun, iste sizin asıladıgınız anlayıs bu. Geçen aksam
Bay Ever-hard'ın dedigi gibi, siz kilise adamlarının islevi, kurulu düzenin
devamını saglamaya yardımcı olmak ve toplum da bu temel üzerine kurulmus."
"Ama bu _sa'nın ögretisi degil!" diye bagırdı Piskopos.
"Bugünlerde Kilise _sa'nın ögretisini ögretmiyor ki," diye karsılık verdi hemen
Ernest. "Emekçilerin, Kilise'yle hiçbir alısverislerinin olmayacak olmasının
nedeni de bu. Kilise, kapitalist sınıfın isçi sınıfını gaddarlıkla ve vahsice
sömürüp ezmesine gözünü yummakta ve onaylamaktadır."
"Kilise buna göz yummuyor," diye karsı çıktı Piskopos.
"Kilise buna karsı da çıkmıyor," diye cevap verdi Ernest. "Kilise buna karsı
çıkmadıgı sürece, buna göz yumuyor demektir. Kili-se'nin kapitalist sınıf
tarafından desteklendigini de unutmamak gerekir."
"Olaylara bu ısıgın altından bakmamıstım," dedi Piskopos safça. "Yanılıyor
olmalısınız. Bu dünyada üzücü ve kötü birçok sey oldugunu ben de biliyorum.
Kilise'nin seyi... sizin proletarya* dediginiz seyi kaybettigini de biliyorum."
"Siz hiçbir zaman proletaryaya sahip olmadınız," diye bagırdı Ernest.
"Proletarya, Kilise'nin dısında ve Kilise'siz gelisip büyüdü."
"Seni tam anlayamadım," dedi Piskopos yavasça.
"Öyleyse izin verin de açıklayayım. On sekizinci yüzyılın sonlarına dogru toplum
yasamına makinelerin girisi ve fabrika sisteminin gelismesiyle, çalısan büyük
emekçi kitleleri topraktan sökülüp ayrıldı. Eski çalısma düzeni bozuldu. Çalısan
insanlar köylerinden sürülüp, sanayi sehirlerine dolustular. Analar ve çocuklar,
yeni makinelerin basında çalısmaya koyuldu. Aile yasamı yok oldu. Kosullar
korkunçtu. Kanlı bir hikâyedir bu."
"Biliyorum, biliyorum," diye sözünü kesti Piskopos Morehouse, yüzünde kederli
bir ifade belirmisti. "Korkunçtu. Ama bu bir buçuk yüzyıl önce olmustu."
™|fl|
Bırakınız yapsınlar.
-48-
* Latince proletarii sözcügünden türetilmistir. Proletarii, Servius Tullius
döneminde, devlete nesil yetistirmek yönünde bir degeri olanlara verilen isimdi.
Baska bir deyisle, servet, konum ya da istisnai kabiliyetleri yönünden hiçbir
degerleri yoktu.
-49-
"Ve iste o zaman, bir buçuk yüzyıl önce, çagdas proleterya dogdu," diye devam
etti Er-nest. "Ve Kilise onun varlıgını görmezden geldi. Kapitalistler, bu halk
mezbahalarını kurarlarken, Kilise sustu. Karsı çıkmadı, bugün de karsı çıkmıyor.
Austin Lewis'in* o dönem hakkında konusurken söyledigi gibi, kime 'Kuzularımı
besle' emri verildiyse, o kimseler, bu kuzulann köle olarak satılmalarını ve
gıklarını bile çıkarmadan ölümüne çalısmalarını sagladılar." Kilise sustu o
zaman, sözlerime devam etmeden önce bana açıkça aynı düsüncede olup olmadıgımızı
söylemelisiniz. Kilise o zaman sustu mu, susmadı mı?"
Piskopos Morehouse tereddüt etti. Dr. Hammerfîeld gibi, o da, Ernest'in
deyimiyle, 'cepheden saldırıya' alısık degildi.
"On sekizinci yüzyılın tarihi yazılmıstır," dedi Ernest. "Eger Kilise susmamıs
olsaydı, hiç kuskusuz tarih kitaplarında susmamıs oldugu yazardı."
"Korkarım, Kilise sesini çıkarmadı," diye itiraf etti Piskopos.
"Ve bugün de aynı suskunlugu sürdürüyor."
"Bu noktada size katılmıyorum," dedi Piskopos.
* Hıristiyanlık Çagının 1906 yılının sonbahar seçimlerinde, Sosyalist Parti
listesinden California Valiligi'ne aday gösterilmisti. _ngiltere dogumlu olan
Lewis, politik ekonomi ve felsefe üzerine birçok kitabın yazandır ve zamanının
Sosyalist liderlerinden biridir.
•* Tarihte, Hıristiyan Çagında, on sekizinci yüzyılın ikinci yansında _ngiliz
fabrikalarında çalısan, kadın ve çocuk kölelere karsı yapılanlardan daha korkunç
bir sayfa daha yoktur. Böyle sanayi cehennemlerinde, o günlerin büyük servetleri
elde edilmistir.
-50-
Ernest durdu, karsısındakine dikkatle baktı ve meydan okumayı gördü.
"Pekâlâ," dedi. "Görecegiz. Chicago'da, doksan sent kazanabilmek için bütün bir
hafta boyunca çalısan kadınlar var. Kilise buna karsı çıktı mı?"*
Everhard, önceleri "Ayaklanma Savası" diye bilinen savası ve Güney Kilisesi'nin
kölelik savunmalannı sıra-lasaydı, daha iyi bir örnek vermis olurdu. Bu
savunmalardan birkaçını, dönemin belgelerinden seçerek, buraya ekliyorum. M. S.
1835 yılında, Presbiteryen Kilisesi'nin Genel Kurulu su açıklamayı yapmıstı;
"Kölelik hem Eski hem de Yeni Ahit'te kabul edilmis ve Tann'mn egemenligi
tarafından kmanmamıstır." Charleston Bap-tist Cemiyeti, M. S. 1835'te su
açıklamayı yapmıstı; "Köle sahiplerinin kölelerine hükmetme hakkı, bütün her
seyi yaratan Yaratıcı tarafından açıkça tanınmıstır. Tann, nesnelerin mülkiyet
hakkını canının istedigine vermekte kesinlikle serbesttir." Virginia Randolph-
Ma-con Metodist Koleji _lahiyat Profesörü Rahip E. D. Si-mon sunlan yazmıstı;
"Kutsal Kitap'taki bazı bölümler su götürmez bir sekilde köleyi mal olarak satın
alma hakkını onaylamaktadır, bu hakka iliskin çesitli örnekler de verilmistir.
Satın alma ve satma hakkı açıkça belirtilmistir. Bu konuda, Tann'mn buyurdugu
Yahudi kurallarına ya da yüzyıllardır süregiden uygulamaya ya da Yeni Ahit ve
ahlak yasalarına bakacak olursak, köleligin ahlaksızca bir sey olmadıgı sonucuna
vannz. _lk Afrika kölelerinin yasal olarak köle ilan edildiklerini düsünürsek,
çocuklarının da köle olarak kabul edilecegi zorunlu bir sonuçtur. Böylece
Amerika'da varolan köleligin haklı olarak kuruldugunu görmekteyiz."
Bu sözlerin bir kusak kadar sonra Kilise tarafından kapitalist mülkiyeti
savunmak için kullanıldıgını görmek sasırtıcı olmamalıdır. Asgard'daki büyük
müzede, Henry van Dyke'ın yazdıgı "Uygulama Üzerine Denemeler" adlı bir kitap
vardır. Bu kitap, Hıristiyanlık Çagının 1905 yılında yayımlanmıstı. Kitaptan
anlayabildigimiz kadanyla, Van Dyke bir kilise adamı olsa gerek. Bu kitap,
Everhard'ın burjuvazi düsüncesi diye adlandırdıgı seye iyi bir örnektir.
Charleston Baptist Cemiyeti'nin yukanda alıntılanan bildirisiyle, yetmis yıl
sonra Van Dyke'ın söyledikleri arasındaki benzerlige dikkat edin; "_ncil,
Tann'mn dünyanın sahibi oldugunu ögretmektedir. Tann, genel yasalara uyarak, bu
mülkünü, istedigi kisiye, canının istedigi gibi dagıtır."
-51-
"Bunu ilk defa duyuyorum," oldu cevap. "Haftada doksan sent ha! Bu korkunç bir
sey!"
"Kilise buna karsı çıktı mı?" diye üsteledi Ernest.
"Kilise'nin bundan haberi yok." Piskopos terliyordu.
"Yine de Kilise'ye 'Kuzularımı besleyin,' emri verilmisti," dedi Ernest küçümser
bir tavırla. Bir an durup sonra, "Alaycı sözlerim için beni bagıslayın Piskopos.
Ama sizlerle konusurken sabrımızın tükenmesine sanırım sasırmıyorsunuzdur.
Kapitalistlerin emrindeki kiliseleriniz, Güney'deki dokuma fabrikalarında
çocukların çalıstırılmasına karsı çıktı mı? Altı, yedi yaslarındaki çocuklar,
her gece on iki saat süren vardiyalarda çalısıyorlar. Kutsal günes ısıgını
görmekten bile yoksunlar. Sinekler gibi ölüyorlar. Kârlar onların kanlarıyla
besleniyor. Bu parayla New Eng-land'da görkemli kiliseler yapılıyor. Ve siz bu
muhtesem kiliselerde, bu çocukların kanlarıyla göbeklerini sisirmis o kazanç
sahipleri adına, tatlı tatlı vaazlar veriyorsunuz."
"Bilmiyordum," diye mırıldandı Piskopos çaresiz bir tavırla. Sanki içi
bulanıyormus gibi yüzü solmustu.
"Öyleyse karsı çıkmadınız?"
Piskopos basını salladı.
"Öyleyse Kilise on sekizinci yüzyılda oldugu gibi bugün de dilsiz."
Piskopos suskundu, Ernest sesini ansızın yükseltti.
"Ve unutmayın ki, kilise adamlarından kim buna karsı çıkarsa hemen isinden
atılır."
-52-
"Bunun dogru bir sey oldugunu düsünmüyorum," diye karsı çıktı Piskopos.
"Siz karsı çıkacak mısınız?" diye sordu Ernest.
"Bizim bu bölgede, böyle haksızlıkları bana gösterin, karsı çıkacagım."
"Gösterecegim," dedi Ernest sakin bir sesle. "Su anda hizmetinizdeyim. Sizi
cehennemde bir yolculuga çıkaracagım."
"Ben de karsı çıkacagım." Piskopos koltugunda dogruldu ve o kibar yüzünde bir
savasçının çizgileri belirdi. "Kilise suskun kalmayacak!"
"_sinizden atılacaksınız," diye uyardı Ernest onu.
"Ben size bunun tersini kanıtlayacagım," oldu Piskopos'un karsılıgı. "Eger bütün
dedikleriniz dogruysa bile, Kilise'nin bu olayları bilmedigi için suskun
kaldıgını size kanıtlayacagım. Dahası, ben sanayi toplumundaki korkunç seylerin,
kapitalist sınıfın bunları bilme-yisinden ileri geldigine inanıyorum. Bilgi
edinir edinmez bütün yanlıslıklarını düzeltecektir. Bilgiyi vermek görevi,
Kilise'ye düsmüstür."
Ernest güldü. Gülüsü kabacaydı ve bir içgüdüyle Piskopos'u savunmayı üstüme
aldım.
"Unutmayınız ki," dedim, "siz madalyonun tek yüzünü görüyorsunuz. Çok iyi
yönlerimiz de var bizim. Siz sadece, kötü yanlarımızı görüyorsunuz. Piskopos
Morehouse haklı. Endüstrinin yarattıgı haksızlıkların, sizin sözlerinizle
dehsetin nedeni, yöneticilerin bunu bilmemesidir. Sınıflar arasındaki uçurumu
Çok derinmis gibi gösteriyorsunuz."
-53-
"Vahsi Kızılderililer bile, kapitalist sınıf kadar zorba ve acımasız degildir,"
diye karsılık verdi Ernest; o sırada ona karsı büyük bir kin duydum.
"Bizi tanımıyorsunuz," diye cevap verdim. "Biz ne zorbayız, ne de acımasız."
"Kanıtlayın," dedi meydan okur gibi.
"Nasıl kanıtlayabilirim? Sizin gibi birine hem de!" Giderek öfkelenmeye
baslıyordum.
Basını salladı. "Bunu bana kanıtlayın demiyorum, kendinize kanıtlayın."
"Ben biliyorum," dedim.
"Hadi, hadi çocuklar," dedi babam yatıstıran bir sesle.
"Umurumda degil..." diye söze basladım gururla, ama Ernest sözümü kesti.
"Yanılmıyorsam, siz ya da babanız, her ikisi de aynı kapıya çıkar zaten, Sierra
Fabri-kalan'na para yatırmıssınız."
"Bunun konumuzla ne ilgisi var?" diye bagırdım.
"Pek fazla bir ilgisi yok," dedi sakin bir sesle. "Yalnız, su giydiginiz elbise
kan lekesi içinde. Yediginiz yiyecekler de kan kokuyor. Evinizin çatı
kirislerinden küçük çocukların, güçlü erkeklerin kanı damlıyor. Bunların damla
damla çevreme düstügünü duymam için gözlerimi bir parça kapatmam yeterli. Tıp,
tıp, tıp..."
Bunları söylerken, bir yandan da gözlerini kapayıp koltugunda kendini geriye
attı. Kızgınlık ve kınlan onurumun hüznüyle gözyaslarına boguldum. Hayatımda
kimse bana böyle kaba davranmamıstı. Piskopos ve ba-
-54-
bam da benim gibi allak bullak olmuslardı. Konusmayı baska bir yöne çevirmeye
çalıstılar, ama Ernest gözlerini iri iri açarak bana baktı ve bir el hareketiyle
aradan çekilmelerini istedi. Agzı gerilmis, gözleri kısılmıstı, gözlerinde en
küçük bir sevinç pırıltısı yoktu. Bana ne diyecekti, bana nasıl bir suçlama
yöneltecekti, bunu hiçbir zaman ögrenemedim. Çünkü tam o anda kaldınmdan geçen
bir adam durdu, bize baktı. _riyan, yoksul kıyafetli, sırtında bambu kamıslar ve
kumastan yapılma sehpalardan, sandalyelerden olusan agır bir yük tasıyordu. Mal
satmak için içeri girip girmemekte tereddüt ediyormus gibi eve bakıyordu.
"Bu adamın adı Jackson'dır," dedi Ernest.
"Böyle seyyar satıcılık* yapacagına, gidip bir iste çalısacak kadar da güçlü,"
diye lafı yapıstırdım hemen.
"Ceketinin sol koluna dikkat edin," dedi Ernest yumusak bir sesle.
Baktım, ceketinin kolu bosta sallanıyordu.
"Sizin çatınızdan damlayan kanın bir kısmı, bu kesik koldan akıyor iste," diye
devam etti Ernest aynı yumusak ve hüzünlü sesle. "Kolunu Sierra Fabrikalan'nda
kaybetti ve siz de yaralanmıs bir at gibi ölmesi için onu sokaga attınız. 'Siz'
derken, sizin ve öteki hissedarların fabrikayı yönetmek için parayla tuttugu
yöneticileri, müdürleri kastediyorum. Bu bir
* O günlerde seyyar satıcı denilen binlerce yoksul vardı. Bunlar, bütün ticari
mallarını yanlarında tasır, kapı kapı dolasırlardı. Bu, enerji israfından baska
bir sey degildi. Dagıtım, toplumun genel sistemi gibi karısık ve akıl dısıydı.
-55-
kazaydı. Sirkete birkaç dolar fazla kazandırmak için oldu kaza. Kolunu taragın
dislisine kaptırdı. Makinenin disleri arasında gördügü tas parçasını orada
bırakabilirdi, en fazla makinenin disini kırardı. Bu tası çıkarmak için
ugrasırken kolunu, parmak uçlarından ta omzuna kadar disliye kaptırdı. Geceydi.
Fabrikalar mesai yapıyordu. Kazanç su gibi akıyordu. Sirket, o mevsim
ortaklarına yüksek kâr payı dagıtmıstı. Jackson saatlerdir çalısıyordu, kasları
gevsemisti artık, hareketleri yavaslamıstı. Makineye kapılmasının nedeni de bu
oldu. Bir karısı ve üç çocugu var."
"Peki sirket ne yaptı onun için?" diye sordum.
"Hiçbir sey. Oh, bagıslayın, unutuyordum, bazı seyler yaptı elbette. Jackson'ın
hastaneden çıktıktan sonra açtıgı tazminat davasını düsürdü. Sirket, çok iyi
avukatlar çalıstırır, biliyorsunuz."
"Hikâyenin tamamını anlatmadınız," dedim kendimden emin bir sekilde. "Belki de
hikâyenin hepsini bilmiyorsunuz. Belki adam bir küstahlık etti."
"Küstah mı! Ha! Ha!" Gülüsü seytancaydı. "Ulu Tanrım! Küstahmıs! Kopuk koluyla
küstah biri ha! Tam tersine, alçakgönüllü, uysal bir isçiydi, bugüne kadar kimse
onun için küstah demedi."
"Ama mahkeme," diye üsteledim. "Bu davada sizin anlattıklarınızın dısında bir
sey olmasaydı, mahkemede onun aleyhine karar verilmezdi."
"Sirketin bas avukatı Albay Ingram'dır.
-56-
Çok güçlü bir avukattır." Ernest kısa bir süre büyük bir ciddiyetle gözlerimin
içine baktı. "Size bir öneride bulunacagım, Bayan Cun-ningham. Jackson olayını
bir arastırın."
"Buna karar vermistim zaten," diye karsılık verdim soguk bir sesle.
"Pekâlâ," dedi yüzü sevinçle aydınlanarak. "Size bu adamı nerede
bulabileceginizi de söyleyebilirim. Ama Jackson'ın kolu yüzünden duygularınızın
nasıl degisecegini düsündükçe sizin adınıza korkuyorum."
_ste Piskopos ve ben, Ernest'in meydan okumalarını böylece kabullenmis olduk.
Beni, kisiligime ve sınıfıma yöneltilen haksız bir suçlamayla bas basa bırakarak
gittiler. Bu adam bir hayvandı. O an ondan nefret ediyor ve isçi sınıfından bir
adamın ancak bu kadar kibar davranabilecegini düsünerek kendimi avutuyordum.
-57-
¦m*
JACKSON'IN KOLU
Jackson'ın kolunun hayatımda önemli bir rol oynayacagı hiç aklıma gelmezdi. Onu
ilk gördügümde, üstümde büyük bir etki yaratmadı. Körfezin yakınlarında,
bataklıgın kenarında, köhne* bir kulübede oturuyordu. Evin çevresindeki su
birikintilerinin üzerinde, yesile çalan, kalın bir çamur tabakası yüzüyor,
dayanılmaz bir koku saçıyordu.
Bana denildigi gibi, alçakgönüllü ve yumusak bir adamdı. Benimle konusurken, bir
yandan da elindeki hasın örüyordu. Bütün alçakgönüllülügüne ragmen, bana su
sözleri söylerken sesinde bir acının varlıgını hissettim; "Bana bir bekçilik**
de mi veremezlerdi?"
O günlerde çok sayıda çalısan isçinin baslarını soktugu, harabeye dönmüs, çökmüs
evler için kullanılan bir sıfat. Bu evlere kira verilirdi elbette, hem de
durumlarına göre sasılacak derecede yüksek kiralar ödenirdi mal sahiplerine.
" O günlerde hırsızlık sasılacak derecede yaygındı. Herkes herkesin malını
çalardı. Toplumun efendileri, ya yasal olarak çalar, ya da hırsızlıklarım
yasalara uydururken, daha yoksul sınıflar yasadısı olarak yaparlardı bu isi.
Korunmadıgı sürece hiçbir sey güvenlikte degildi. Muazzam sayıda insan, malı
mülkü korumak için bekçi olarak çalıstırılırdı. Zenginlerin evleri banka kasası
ve kale karısımı bir sey haline gelmisti. Bugün, çocuklarımızın baskasının
malını çalma egilimi o zamanlarda evrensel bir sey olan çalma özelliginin temel
bir mirası olarak görülebilir.
Ondan pek bilgi alamadım, aptal bir görünüsü vardı ama hasır örmekteki becerisi
böyle olmadıgım gösteriyordu. Bu aklıma bir soru getirdi.
"Nasıl oldu da kolunu makineye kaptırdın?" diye sordum.
Durdu, düsünerek dalgın dalgın bana baktı, sonra basını salladı. "Bilmem. Oldu
iste."
"Dikkatsizlik mi?" diye kurcaladım.
"Hayır," diye cevap verdi. "Böyle denemez. O gece fazla mesai yapıyordum, bir
parça yorgun oldugumu hissediyordum. On yedi yıldır fabrikalarda çalısıyorum ve
kazaların çogunun, paydos düdügünden* hemen önce meydana geldigine tanık oldum.
Paydos düdügünden bir saat önce yapılan kazaların, diger zamanlarda yapılan
kazalardan çok daha fazla oldugunu söyleyebilirim. _nsan saatlerce çalıstıktan
sonra gücünü kuvvetini kaybeder. Bunu rendelenmis, dogranmıs, parçalanmıs çok
insan gördügüm için söylüyorum."
"Çok mu gördünüz böylelerini?" diye sordum.
"Yüzlerce, yüzlerce ve bunların arasında da sürüyle çocuk vardı."
Bazı korkunç ayrıntıların dısında, kaza hikâyesi daha önce dinledigimin
aynısıydı. Makineyi kullanma talimatnamesine aykırı bir davranısta bulunup
bulunmadıgını sordugumda basını salladı.
"Sag elimle kayısı çıkarıp, sol elimle de tası almak istedim," dedi. "Kayısın
iyice çıkıp
_sçiler vahsi, çıglık çıglık ve sinir bozucu buharlı düdüklerle isbası yapar ve
aynı düdükle isi bırakırlardı.
-60-
çıkmadıgına durup bakmamıstım. Sag elimin bu isi gerektigi gibi yaptıgını
sanıyordum, oysa kayıs takılı kalmıs. Sol elimi hızla uzattım. Ama kayısın ancak
yansı çekilmis. Ve kolum böylece ezildi iste."
"O sırada korkunç acı çekmis olmalısınız," dedim sevgiyle.
"Elbette, insanın kulagına, kemiklerinin çatırdaması hiç de hos gelmiyor," diye
cevap verdi.
Açtıgı tazminat davasının ayrıntılarını pek hatırlamıyordu. Kesin olarak bildigi
tek sey, kendisine tek kurus ödeme yapmadıklarıydı. Kanısına göre ve kendi
deyimiyle mahkemenin aleyhine karar vermesi, ustaların ve müdür yardımcısının,
gerçegi söylememeleri yüzünden olmustu. Onların ifadesi, kendi sözleriyle,
"olmaması gerektigi gibiydi." Bunun üzerine ben de gidip onları bulmaya karar
verdim.
Bir sey çok açıktı, Jackson acınacak bir durumdaydı. Karısının saglıgı bozuktu
ve hasır örerek ve seyyar satıcılık yaparak ailesini beslemeye yetecek kadar
para kazanamıyor-du. Kirasını birkaç aydır ödeyemiyordu ve on bir yasındaki en
büyük oglu fabrikada çalısmaya baslamıstı.
Ben kapıdan çıkarken son sözleri, "Bana bir bekçilik falan verebilirlerdi,"
oldu.
Jackson'ın davasına bakan avukatla, mahkemede tanık olarak dinlenen müdür
yardımcısı ve iki ustayla konustuktan sonra, Ernest'in söylediklerinde dogruluk
payı oldugunu kabul etmeye baslamıstım.
-61-
I
Bir bakısta, avukatının güçsüz ve yetersiz bir hukukçu oldugunu sezdim ve bu
yüzden Jackson'ın davayı kaybetmesine hiç sasırmadım. Kendi kendime böyle bir
avukat seçmekle sonucu daha bastan hak etmis, diye düsündüm. Ama hemen Ernest'in
sözleri geldi aklıma; "Sirket çok iyi avukatlar tutmustu," ve "Albay Ingram
güçlü bir avukattır," demisti Er-nest. Hızla bir düsündüm. Sirketin, elbette çok
iyi avukatlar tutacak parası olacagı, bir isçinin bir fabrika sahibiyle
yansamayacagı kafama dank etti. Ama bu yalnızca küçük bir ayrıntıydı. Bana
kalırsa Jackson'ın davayı kaybetmesi için daha geçerli bir neden olmalıydı.
"Davayı neden kaybettiniz?" diye sordum. Avukat bir an için sasırdı, hatta
hüzünlü bir ifadeyle yüzünü burusturdu. Bu zavallı küçük yaratıga elimde olmadan
acıdım. Sonra sızlanmaya basladı avukat. Dogustan aglamaklı ve daha besikte
ezilmeyi kabullenmis biriydi. Karsı taraf lehine ifade veren tanıklardan
yakınıyordu. Tanıklar, yalnızca öte tarafın isine yarayacak seyler
söylemislerdi. Onlann agzından Jackson lehine tek bir söz alamamıstı. Kimin
ekmegine yag süreceklerini biliyorlardı. Jackson'a gelince, o da ahmagın
tekiydi. Albay Ingram'ın sözcük oyunlan-na gelmis, sasırmıstı. Albay Ingram zeki
bir sorgucuymus. Jackson'a hep kendisine zarar verecek seyler söyletmis.
"Eger insan haklıysa nasıl olur da kendi aleyhine sözler söyleyebilir?" diye
sordum.
"Haklılıkla ne ilgisi var bunun?" diye karsı bir soru sordu. "Su kitaplan
görüyor musu-
-62-
nuz?" Yoksul yazıhanesinin duvarlarındaki cilt cilt kitaplan gösterdi. "_ste ben
bunlan okuyarak yasalar ile hak arasındaki aynmı kavrayabildim. Hangi avukata
isterseniz sorun. Pazar okuluna giderek hakkın ne oldugunu ögrenebilir bir
insan. Ama yasalann ne oldugunu ögrenmek için bu kitaplara basvurmanız gerek."
"Yani Jackson haklıydı da, davayı kaybetti mi demek istiyorsunuz?" diye sordum
çekine çekine. "Bana Yargıç Caldwell'in mahkemesinde adalet olmadıgını mı
söylemek istiyorsunuz?"
Tıknaz avukat, bir an baktı yüzüme, sonra yüzündeki bütün mücadele azmi bir anda
siliniverdi.
"Davayı kazanma ihtimalim hiç yoktu," diyerek yeniden sızlanmaya basladı. "Hem
Jackson'ı, hem de beni ahmak yerine koydular. Nasıl kazanma sansım olabilirdi
ki? Albay Ingram büyük bir avukat. Albay Ingram büyük bir avukat olmasaydı,
Sierra Fabrika-lan'nın, Erston Toprak Sendikasının, Berke-ley Konsolide
Sirketinin, Oakland, San Le-andro ve Pleasanton Elektrik Sirketlerinin hukuk
danısmanı olabilir miydi hiç? Bir sirket avukatı* o ve sirket avukatlanna
aptallık
Bir sirket avukatının islevi, birtakım kurnazlıklarla, sirketlerin para çalma
egilimlerine hizmet etmekti. O dönemde Birlesik Devletlerin Baskanı olan
Theodore Ro-osevelt'in Harvard'da yapılan bir diploma töreninde su sözleri
söyledigi kayda geçmistir: "Hepimiz biliyoruz ki, içinde bulundugumuz kosullar
altında, servetin toplandıgı merkezlerdeki Baro'nun en etkili ve yüksek
paralarla hakkı ödenmis avukatlarının görevi, ister birey, ister sirket olsun,
zengin müsterilerinin çıkarını, halkın çıkarlarını korumak için yapılmıs
yasaları patronlarının yararına isler hale getirmek için yasaları çarpıtmaktır."
-63
etsinler diye para vermezler. Sierra Fabrika-lan'nm ona yılda yirmi bin dolan
bosuna mı ödedigini sanıyorsunuz? Çünkü bu adam, sirket için yirmi bin dolar
degerinde. Bu yüzden ödüyorlar o parayı. Ben bu kadar etmem. Eger etseydim,
böyle is bulamayan, açlıktan ölen, Jackson gibilerinin davalannı alan biri
olmazdım zaten. Bu davayı kazansaydım ne kadar para alacaktım dersiniz?"
"Elindekini avucundakini alırdınız, büyük olasılıkla soyardınız onu," diye cevap
verdim.
"Elbette bunu yapardım," diye öfkeyle bagırdı. "Ben de yasamak zorundayım, degil
mi?"*
"Onun kansı ve üç çocugu var," diye azarladım.
"Benim de kanm, çocuklarım var," diye karsılık verdi. "Açlıktan ölüp gitseler,
benden baska basını çevirip bakacak kimseleri yok."
Yüzü yine yumusadı birden. Saatinin kapagını açtı ve bana saatin kapagına
yapıstınl-mıs bir kadınla iki küçük kızın resimlerini gösterdi.
"Bakın, bunlar da benimkiler. Zor günler yasıyoruz, zor günler. Jackson'm
davasını kazanabilseydim, onlan köye yollayacaktım. Burada saglıklı yasamalan
olanaksız. Ama onlan gönderecek param yok."
Gitmek için ayaga kalktım, adam gene sızlanmaya basladı.
"Kazanmak için en küçük bir sansım yoktu. Albay Ingram'la Yargıç Caldwell çok
yakın
Bütün toplumu saran öldürücü didismeyi çok iyi anlatan tipik bir örnek. _nsanlar
aç kurtlar gibi birbirlerine saldırırlardı. Büyük balık, küçük balıgı yutardı.
Jackson bu küçük balıklardan sadece birisiydi.
-64-
arkadaslardır. Eger karsı sorguda onlann ta-nıklanndan gerektigi gibi ifadeler
alabilsey-dim, yine de bu dostluk yüzünden dava aleyhimize sonuçlanırdı, demek
istemiyorum. Ama Yargıç Caldwell'ın benim istedigim sekilde sorgu yapmamı
önlemek için elinden geleni yaptıgını söylemem gerek. Baska nasıl olacaktı,
Yargıç Caldwell ve Albay Ingram aynı kulübün üyesi. Aynı semtte oturuyorlar. Ben
öyle sosyete semtlerinde ev tutamam. Kanla-n her gün birbirlerinin evinden hiç
çıkmıyor. Aralannda hep iskambil oynarlar, oyun partileri düzenlerler."
"Yine de Jackson'ın, davasında haklı oldugu kanısında mısınız?" diye sordum,
kapının esiginde bir an durarak.
"Kanısında falan degilim. Haklı oldugunu biliyorum," diye cevap verdi. "_lkin
ben de gösteris yapıyor sandım. Ama kanma bir sey söylemedim. Onun üzülmesini
istemiyordum. Köye gitmek için uzun zamandır hazırlanıyordu. Davayı kaybetmem
onun için agır bir darbe oldu."
Davada tanıklık eden ustalardan Peter Donnelly'ye su soruyu sordum. "Jackson'ın
makinenin hasara ugramaması için ugrasırken yaralandıgını, neden mahkemede
söyle-mediniz?"
Bir karsılık vermeden önce uzun uzun düsündü. Sonra kaygılı gözlerle etrafına
bakındı ve, "Çünkü iyi bir kanm ve seyretmeye do-yamadıgım üç tane çok tatlı
çocugum var, nedeni bu."
"Anlayamıyorum," dedim.
-65-
"Baska bir deyisle, böyle ifade vermem benim için hayırlı olmazdı," diye cevap
verdi. "Yani..." diye söze basladım. Ama heyecanla sözümü kesti. "Yanisi bu.
Yıllardır çalısırım fabrikalarda. Tezgâhın basına geçtigimde daha küçücük bir
çocuktum. O zamandan beri durmaksızın çalısıyorum. Ayrıcalıklı sayılabilecek bu
konuma çok çalısarak ulastım. Bugüne bugün ustayım ben, anlıyor musunuz? Ama bu
fabrikada bogulsam beni kurtarmak için tek bir kisi elini uzatır mı? Eskiden
sendikalıydım. Ama iki grev sırasında sirketten yana tavır takındım. "San"ya
çıkardılar adımı. Bugün davet etsem benimle bir kadeh atacak tek bir insan bile
çıkmaz su koca fabrikada. Su kafamdaki yara izlerini görüyor musunuz? Tuglalarla
tasa tuttular beni. Adımı lanetle anmayacak tek bir tezgâh çıragı bulamazsınız.
Benim biricik dostum sirkettir. Onu savunmak benim isim degil, ama sirket
yöneticilerinden yana olmak benim, evimin ekmegi, yagı, çocuklarımın hayatı
demek. _ste bu yüzden hiçbir sey söylemedim."
"Jackson'ın ne suçu var?" diye sordum.
'Tazminat alması gerekirdi. O iyi bir isçiydi, kimseyle hır gürü olmamıstı."
"Öyleyse, mahkemede dogruyu söyleyecegine yemin ettigin halde, gerçegi söyleme
özgürlügün yoktu?"
Basını salladı.
"Gerçegi, bütün gerçegi, yalnızca gerçegi söylemek!" dedim zafer kazanmıs bir
tavırla.
Yüzü yine heyecanlı bir hal aldı. Basını
-66-
kaldırdı, bana dogru degil, gökyüzüne bakıyordu.
"Çocuklarım için," dedi, "vücudumun da, ruhumun da cehennem atesinde yanmasına
razıyım."
Müdür yardımcısı Henry Dallas tilki suratlı bir adamdı. Önce beni küstahça söyle
bir süzdü ve konusmak istemedi. Davanın gidisi ve onun tutumu hakkında agzından
tek bir söz alamadım.
Ama öteki ustayla biraz daha rahat konusma fırsatı buldum. James Smith yüz
çizgileri sert bir adamdı ve yanına sokuldugumda yüregimin sıkıstıgını
hissettim. Onun da üstü kapalı sözlerinden özgürce tanıklık edemedigini anladım.
Konustukça zekâ düzeyinin akranlarının ortalamasından daha yüksek oldugunu
görmeye basladım. O da Peter Donnelly gibi Jackson'ın tazminat alması
gerektigini savunuyordu. Hatta daha da ileri giderek, bir kaza sonucu çaresiz
kaldıgı için bir isçinin sokaga atılmasının vicdansızlık, gaddarlık oldugunu
söyledi. Ayrıca, fabrikalarda bu tür kazaların sık sık oldugunu ve sirketin
açılan tazminat davalarında tazminat ödememek için sonuna kadar mücadele etme
politikası güttügünü anlattı bana.
"Bu hissedarlar için yılda yüz binlerce dolar masraf demektir," dedi. Bu söz
üzerine, babama ödenen son kâr payını hatırladım, o parayla bana alınan güzel
gece elbisesini, kendisine aldıgı kitapları düsündüm. Ernest'in, elbisemin kan
lekelerine batmıs oldugu sözü geldi aklıma ve elbiselerimin al-
-67-
tında tüylerimin diken diken oldugunu hissettim.
"Mahkemede tanıklık ederken ifadenizde, Jackson'ın makinenin hasara ugramasını
engellemek isterken kazaya ugradıgını belirttiniz mi?" dedim.
"Hayır, belirtmedim," diye cevap verdi ve dudakları acıyla büzüldü. "Jackson'ın
kendi ihmali ve dalgınlıgı sonucu bu kazanın meydana geldigini, sirketin bu
kazadan hiçbir sekilde sorumlu tutulamayacagını söyledim."
"Dikkatsizlik yüzünden mi oldu kaza peki?" diye sordum.
"Öyle diyelim, ya da ne isterseniz öyle deyin. Yalnız kesin olan bir sey varsa,
o da insanın saatler boyu ara vermeden çalıstıktan sonra yorgun düsecegidir."
Bu adam ilgimi çekmeye baslamıstı. Gerçekten zeki bir adamdı.
"Siz çogu isçiden daha iyi bir egitim görmüssünüz," dedim.
"Lisede okumustum," diye cevap verdi. "Kapıcılık yaparak egitimimi tamamladım.
Üniversiteye gitmeyi de istiyordum. Ama babam öldü ve ben de fabrikalarda
çalısmaya geldim." Sanki güçsüz bir yönünü itiraf eder gibi çekingen bir sesle
sürdürdü. "Doga bilimleri uzmanı olmak istiyordum. Hayvanları severim. Ama
fabrikada çalısmak zorunda kaldım. Ustalıga terfi edince evlendim, arkadan da
çoluk çocuk geldi... Eh, artık kendi kendimin patronu degildim."
"Bu sözlerinizle ne demek istiyorsunuz?" diye sordum.
-68-
"Neden mahkemede öyle tanıklık ettigimi anlatıyordum size... Neden verilen
talimata uydugumu."
"Kimin talimatı?"
"Albay Ingram'ın. Gösterecegim kanıtlan o söyledi bana."
"Ve senin tanıklıgın Jackson'a davasını kaybettirdi?"
Basını salladı, yüzü bir anda kıpkırmızı kesildi.
"Ve Jackson'ın da eline bakan bir karısı ve iki çocugu var."
"Biliyorum," dedi sessizce, ama yüzü iyice kızarmıstı.
"Bana söylesenize," diye devam ettim, "Lisede okumus bir adamın, bir mahkemede
yalancı tanıklık yapacak bir insana dönüsmesi kolay oldu mu?"
Birden parladı adam ve beni korkuttu. Çok agır bir küfür savurarak sanki bana
vurmak ister gibi yumruklarını sıktı.
"Özür dilerim," dedi sonra. "Hayır, hiç de kolay olmadı. Ama simdi gitseniz iyi
olacak. Benden bütün istediklerinizi ögrendiniz. Ama gitmeden önce size bir sey
söylememe izin verin. Size söylediklerimi baska bir yerde anlatmanız hiçbir
isinize yaramaz. Böyle bir durumda her seyi inkâr ederim, nasıl olsa tanık da
yok. Gerekirse, mahkemede tanık sandalyesine otursam bile dogru söyleyecegime
yemin ettikten sonra yine gerçegi inkâr ederim."
Smith'le görüstükten sonra babamın Kimya binasındaki odasına gittim ve orada Ernest'e
rastladım. Hiç beklenmedik bir karsı--69-
I
' 11!
lasmaydı bu, ama beni gene sert bakıslarıyla karsıladı, güçlü elleriyle sıktı
elimi. Gene o kendine özgü rahat ve güvenli hali üzerindeydi. Sanki aramızdaki
son fırtınalı bulusma tamamen unutulmustu, ama ben tartısmamızı unutacak bir
halde degildim.
"Jackson davasını arastırdım," dedim ansızın.
Hemen dikkat kesildi, sözlerimin gerisini getirmemi bekledi. Ama gözlerinden,
eski düsüncelerimin temelinden sarsıldıgını sezdigini anladım.
"Berbat bir oyuna getirilmis," diye itiraf ettim. "Ben... ben... bizim çatıdan
onun da kanının damladıgını düsünüyorum."
"Elbette," diye karsılık verdi. "Eger Jackson ve ötekilere insanca
davranılsaydı, kâr paylan böyle büyük olmayacaktı."
"Bu güzel elbiseleri giymekten artık zevk alamayacagım," diye ekledim.
Karsısında ezilmis ve onurumun kırılmıs oldugunu hissediyordum ama günah
çıkartıcımın Ernest olması, yine de içimde tatlı duygular uyandırıyordu. O anda
da, her zaman oldugu gibi, gücü beni ona çekiyordu. Sanki bir huzur ve koruma
dalgası yayıyordu çevresine.
"Çul giymekten de zevk alamayacaksınız artık," dedi ciddi bir sesle. "Çul üreten
fabrikalar da var biliyorsunuz ve oralarda da aynı seyler oluyor. Her yerde aynı
seyler oluyor. Böylesine gururlandıgımız uygarlıgımız kan üzerine kurulmus,
öylesine kan emmis ki, ne sen kaçabilirsin bu kan lekesinden, ne ben, ne de bir
baskası. Kimlerle konustunuz?"
-70-
Olup bitenleri bütün ayrıntılarıyla anlattım ona.
"Ve hiçbiri de özgür insanlar degillerdi," dedi. "Hepsi o acımasız sanayi
makinesine baglanmıslar. Bu trajedinin en acıklı yanı, isçilerin bu makineye
yürekten baglarla zincirlenmis olmalarıdır. Çocuklarını koruma içgüdüsüne sahip
genç yüreklerdir onlar. Bu içgüdü, sahip oldukları bütün ahlak kurallarından
daha güçlüdür. Babamdan bilirim! Yalan söyledi, hırsızlık yaptı, agzıma bir
lokma ekmek koymak, kardeslerimin karnını doyurmak için bir yıgın onursuz is
yaptı. Sanayi makinesinin tutsagıydı ve o makine onun da hayatını ögüttü,
öldürünceye kadar yıprattı."
"Ama siz," diye sözünü kestim. "Siz kesinlikle özgür bir insansınız."
"Bütünüyle degil," diye karsılık verdi. "Yalnızca bu makineye yürekten baglarla
zincirli degilim. Çok sükür ki çocuklarım yok, halbuki ölesiye severim onları.
Ve bir gün evlenecek olsam bile çocuk sahibi olmaya cesaret edemem."
"Bu çok yanlıs bir düsünce," diye bagırdım.
"Yanlıs oldugunu biliyorum," dedi hüzünlü bir sesle. "Ama bu yararlı bir
düsünce. Ben bir devrimciyim ve devrimcilik tehlikeli bir istir."
Alaylı bir tavırla gülmeye basladım.
"Eger gece evinize girip Sierra Fabrika-sı'nın hisse senetlerini çalmaya
kalkıssam, babanız ne yapardı?"
"Yatagının bas ucunda hep bir tabanca bulundurur," diye cevap verdim. "En kötü
ihtimalle sizi vurur."
-71-
"Ve eger ben ve daha birkaç kisi, pesine bir buçuk milyon* insan takıp
zenginlerin evlerine girerse, bir hayli tabanca patlar, degil mi?"
"Evet, ama siz bunu yapmazsınız," diye karsı çıktım.
"Benim yaptıgım kesinlikle bu. Ama bizim amacımız tek tek zenginlerin
evlerindekini almak degil, bu zenginligin bütün kaynaklarını, bütün madenleri,
demiryollarını, fabrikaları, magazaları ele geçirmektir. Devrim budur. Bu son
derece tehlikeli bir istir. Çok silah patlayacak, korkarım benim tahmin
ettigimden bile fazla. Ama dedigim gibi, bugün kimse davranıslarında özgür
degildir. Hepimiz sanayi makinesinin çarklarında tutsagız. Gördünüz ki, siz de
öylesiniz, bulup konustugunuz adamlar da öyle. Gidip daha baskalarıyla da
konusun. Gidip Albay Ingram'la konusun. Jackson davasının gazetelere yansımasını
önleyen muhabirlerle, o gazeteleri yöneten editörlerle konusun. Hepsinin,
makinenin tutsakları oldugunu göreceksiniz."
Az sonra, konusma sırasında ona, mesai süresince isçilerin kaza geçirme
risklerinin ne oldugunu sordugumda, bana istatistik rakamlarıyla dolu bir söylev
çekti.
"Bunları bütün kitaplarda bulabilirsiniz," dedi. "Rakamları karsılastırınca,
sabahın ilk saatlerinde kaza oranının çok düsük olması-
¦ Bu sayı 1910 yılında Birlesik Devletler'de sosyalistlerin aldıgı oy sayısını
gösteriyor. Oy sayısındaki hızlı artıs, devrim partisinin hızla büyüdügünü
göstermektedir. Birlesik Devletler'de Sosyalist Parti 1888 yılında 2068; 1902
yılında 127,713; 1904 yılında 435,040; 1908 yılında 1,108,427 ve 1910 yılında
1.688,211 oy almıstı.
-72-
na karsılık, isçiler yorulup, kas ve algılama faaliyetleri yavasladıkça
kazaların giderek arttıgı görülüyor.
"Babanızın hayatının ve organlarının bir isçiye oranla üç kat daha fazla
güvenlik içinde bulundugunu biliyor musunuz? Bu dogru. Sigorta* sirketleri bunu
biliyor. Bin dolarlık bir kaza sigortası için babanızdan yılda dört dolar yirmi
sent alırken, bir isçi için aynı sigortaya yılda on bes dolar isterler."
"Ya sizin için?" diye sordum. Bu soruyu sordugum anda onun için çok
kaygılandıgımı hissettim.
"Ah, bir devrimci olarak benim yaralanma ya da öldürülme olasılıgım bir isçiden
en az sekiz kat fazla," diye cevap verdi umursamazca. "Patlayıcı maddeler
üzerinde çalısmalar yapan kimyacılardan, isçilere oranla sekiz kat fazla yıllık
ödenti ister sigortalar. Beni sigortalamaya yanasacaklarını ise hiç sanmıyorum.
Neden sordunuz?"
Gözkapaklanm kırpıstı, yüzümün kızardıgını hissettim. Onun için kaygılandıgımı
anladıgından degil, kendi kendimi ele verdigim için utanıyordum.
Bu sırada babam içeri girdi ve birlikte eve dönmeye hazırlandık. Ernest,
babamdan alcı
yüzyılların korkunç mücadeleleri içinde, ne kadar serveti olursa olsun hiç
kimse sürekli bir güvenlik içinde degildi. Ailelerinin huzuru için korkanlar,
sigorta diye bir sey çıkarmıslardı. Bu akıl çagında yasayan bize göre, böylesi
bir kurum gülünecek kadar saçma ve ilkel görünüyor. Ama o çaglarda, sigorta çok
önemli bir konuydu. _sin asıl gülünç yanı. sigorta sirketleri sık sık yagma
edilir ve sirketlerin yöneticileri tarafından sirketlerin parası asınlırdı.
-73-
dıgı birkaç kitabı geri verdi ve çıkıp gitti. Ama tam dısarı çıkacakken dönüp
bana sunları söyledi:
"Bu arada, siz kendi rahatınızı, ben de Piskopos'un rahatını kaçırdıgımıza göre,
Bayan Wickson ile Bayan Pertonwaithe'i görmeye gitseniz iyi olur. Onların
kocaları, sizin de bildiginiz gibi, fabrikaların en büyük iki hissedarıdır.
Bütün insanlık gibi bu iki kadın da makineye baglıdır, ama öyle bir baglanmıslar
ki makinelerin tepesine çıkmıs oturuyorlar.
-74-
¦IV-» MAK_NEN_N KÖLELER_
Jackson'ın kolunu düsününce allak bullak oluyordum. Gerçekle karsı karsıyaydım.
Hayatımda ilk kez hayatın kendisini görüyordum. Üniversite hayatım, egitim ve
kültür gerçekligin dısındaydı. Orada kâgıt üzerinde çok güzel görünen hayat ve
toplum kuramlarından baska hiçbir sey ögrenmemistim, ama simdi hayatın kendisini
görüyordum. Jackson'ın kolu hayatın bir gerçegiydi. "Gerçek, baylar, inkâr
edilemez gerçek!" sözleri kulagımda çınlıyordu.
Bütün toplumun kan üzerine temellenmesi bana imkânsız, canavarca bir seymis gibi
geliyordu. Ama iste Jackson ortadaydı ve ondan kaçamıyordum. Ve aklım, hep Kuzey
Kutbu'nu gösteren pusulanın ibresi gibi, sürekli ona yöneliyordu. Ona canavarca
davra-nılmıstı. Daha büyük kâr payları ödensin diye, onun kanının bedeli
ödenmemisti. Bu kâr paylarını alan ve gelirlerini artırmak için Jackson'ın
kanından yararlanan, refah içinde yüzen yirmi kadar aile tanıyordum. Ama toplum,
bu insanın basına gelen korkunç olayla hiç ilgilenmeden yoluna devam ederse,
ileride
-75-
pek çok insanın aynı acımasızlıga ugramayacagını kim savunabilirdi? Ernest'in
sözünü ettigi, haftada doksan sente çalısan Chicagolu kadınları, Güney'deki
dokuma fabrikalarında çalısan çocuk köleleri düsündüm. Sırtımdaki giysinin
kumasını dokurken, küçük beyaz ellerinden damlayan kanlann kuması boyadıgını
gözlerimle görür gibi oluyordum. Sonra düsüncelerim yine Sierra Fabrikala-n'na
ve paylasılan kârlara dönüyor, elbisemin kol agızlarından, Jackson'm akan kanını
görüyordum. Jackson'dan kurtulamıyordum. Düsüncelerim hep ona dönüyordu.
Ruhumun derinliklerinde bir yerde bir uçurumun kıyısında duruyormusum gibi bir
duygu vardı. Sanki hayatın yeni ve korkunç bir yönü daha karsıma çıkacakmıs
gibiydi. Bu durumda olan yalnız ben degildim. Bütün çevrem altüst olmustu. _ste
babam. Ernest'in onun üzerindeki etkisinin belirginlesmeye basladıgını
görebiliyordum. Ayrıca Piskopos vardı. Onu en son gördügümde hasta gibi bir hali
vardı. Sinirleri son derece gergindi. Gözlerinde tarifsiz bir dehset vardı.
Ögrenebildigim kadarıyla, Ernest ona cehennemde bir yolculuk yaptıracagına dair
verdigi sözü tutmustu. Ama cehennemin hangi manzaralarını görmüstü Piskopos'un
gözleri, bilemiyordum, çünkü konusamayacak kadar afallamıstı.
Bir an geldi, o küçük dünyamın ve çev-remdekilerin dünyasının altüst olmasına
Ernest'in neden oldugunu düsünmeye basladım. "O gelmeden önce hayatımız ne güzel
ve
-76-
huzurluydu!" Ama hemen sonra, bu düsüncenin gerçege ihanetten baska bir sey
olmadıgını anladım. Ernest birden gözümde, bilginin ve adaletin zaferi;
yoksullar, kimsesizler, mülksüzler için savas veren çakmak çakmak gözleriyle,
parlayan kaslarıyla bir gerçek habercisi gibi göründü. Onun yanında bir baska
yüz daha belirdi gözümün önünde; _sa'nın yüzü! O da rahiplerin ve ikiyüzlülerin
kurulu düzenine karsı ezilenleri ve yoksulları savunmak için savasmıstı. Çarmıha
gerilerek öldürülüsü geldi aklıma ve aynı seyin Ernest'in basına gelebilecegini
düsününce korkuyla yüregim daraldı. O da mı çarmıhta can verecekti? O tok sesli,
o yürekli, güvenli adam, olanca erkek güzelligiyle çarmıhta mı can verecekti!
_ste o anda, onu sevdigimi anladım. Sanki bütün varlıgım onu teselli edebilmek
için eriyordu. Hayatı hakkında düsündüm. Güçlük, sefalet, perisanlık dolu bir
hayat olmalıydı. Babasını düsündüm. Yalan söylemis, çalmıs ve ölünceye kadar
makine basında çalısmıstı. O da on yasında fabrikalarda çalısmaya baslamıstı!
Onu kollanma almak, düsünmekten bu kadar yorgun düsmüs olan basını gögsüme
yaslamak ve bir an için onu dinlendirmek, rahat ettirmek, her seyi unutturmak,
bir dakikalık bir sevgi tattırmak için yanıp tutusuyordum.
Albay Ingram'a bir kilise toplantısında rastladım. Albayı yıllardır tanırdım,
hem de iyi tanırdım. Büyük palmiye agaçlannın arkasında kıstırdım onu, gerçi o
tuzaga düsü-
-77-
rüldügünü bilmiyordu. Söze önce sakalarla ve çapkınca övgülerle basladı. Kibar,
diplomasiyi elden bırakmayan, hos ve çekici bir insandı. Dıs görünüsüne gelince,
bizim çevremizdeki en seçkin, en yakısıklı adamlardan biriydi. Onun yanında
üniversite rektörü bile zevksiz ve önemsiz kalıyordu.
Bütün bu üstün yönlerine ragmen, Albay Ingram'ın, daha önce karsılastıgım okuma
yazması olmayan isçilerle aynı durumda oldugunun farkına vardım. O da
davranıslarında özgür degildi. O da bu çarka zincirliydi. Ona Jackson'ın
davasından söz ettigimde, ondaki degisikligi asla unutmayacagım. O tatlı
gülümseyis birden hortlak gibi yok olmustu. Aydın bir insana ait olan yüzündeki
çizgiler birden korkutucu bir ifadeyle degisivermisti. James Smith'in ani öfkesi
karsısında da böyle korkmustum. Ama Albay Ingram küfür savurmadı. _sçiyle onun
arasındaki tek fark da buydu. Çok akıllı biri olarak ün yapmıstı, ama su anda
aklı basında degildi. Bilinçsizce bir oraya baktı, bir buraya. Sanki kaçacak bir
delik arıyordu. Ama palmiyelerle kauçuk agaçlan arasında kıstınlmıstı.
Evet, Jackson'ın adını duymaktan bıkmıs usanmıstı. Ne diye durup dururken bu
konuyu açmıstım? Bu saka hiç hosuna gitmemisti. Bu saka benim açımdan bir
zevksizlik ve düsüncesizlik ürünüydü. Kendi mesleginde kisisel duygulara yer
olmadıgını yoksa bilmiyor muydum? Ofisine giderken bütün kisisel duygularını
evde bırakıyordu. Ofisinde de yalnızca profesyonel duygularla davranırdı.
-78-
"Jackson'a tazminat verilmeliydi degil mi?" diye sordum.
"Elbette," diye cevap verdi. "Duygularım onun tazminat alması gerektigini
söylüyor. Ama davanın yasal yönleriyle hiçbir ilgisi yok benim duygularımın."
Dagılan düsüncelerini toparlamaya baslamıstı.
"Söyler misiniz," dedim, "hakkın yasayla ilgisi var mıdır?"
"Öyle bir soru sordunuz ki!" diye saka yaptı sözüm ona.
"Hayır diyemezsiniz, degil mi?" diye sordum. Basını salladı. "Sözüm ona bu
yasaların bize adalet saglamasını bekliyoruz."
"_ste paradoks buradan doguyor," dedi. "Adalet saglıyoruz."
"Simdi bir profesyonel olarak konusuyorsunuz, degil mi?" diye sordum.
Albay Ingram kıpkırmızı kesildi. Gene bir saga bir sola bakmaya, kaçacak delik
aramaya basladı. Ama yolunu kestim ve kımıldamasına izin vermedim.
"Söyler misiniz?" dedim; "Bir insan profesyonel duygulan için kisisel duygulannı
bir kenara bıraktıgında, bu, insanın ruhunda bir sakatlık dogurmaz mı?"
Soruma yanıt alamadım. Albay Ingram bir yolunu bulup kaçtı, ama bu sırada
telasından bir palmiye saksısını devirdi.
Bundan sonra gazetelerle ugrasmaya basladım. Jackson davası üzerine heyecansız,
iddiasız ve sivri olmayan bir yazı yazdım. Bu olayla ilgili konustugum insanlan
suçlamak-
-79-
tan, hatta adlarını bile vermekten kaçındım. Davanın gerçek olgularını verdim.
Jackson'ın uzun yıllar fabrikalarda çalıstıgını, makineyi hasara ugramaktan
kurtarayım derken geçirdigi kazayı, sefil yasayısını, karnını doyurma savasında
oldugunu yazdım. Üç yerel gazete yazımı reddetti, aynı sekilde iki haftata bir
çıkan bir dergi de yazımı kabul etmedi.
Bu defa Percy Layton'a basvurmaya karar verdim. Gazeteci olmak isteyen, bir
üniversite mezunuydu ve simdi muhabirlik stajını, yörenin en etkili üç
gazetesinden birinde yapıyordu. Jackson ve davasına iliskin haberleri
gazetelerin yayımlamaktan neden çekindigini sordugumda gülümsedi.
"Yayın politikası," dedi. "Bu isle bizim hiçbir ilgimiz yok. Bu editörlere
kalmıs bir seydir."
"Ama bu yayın politikasının nedeni ne?" diye sordum.
"Biz sirketlerle bütünlesmis durumdayız," diye cevap verdi. "_sterseniz ilan
olarak verin, isterseniz gerçek ilan ücretinin on katını ödeyin, bu haberi
hiçbir gazetede yayımlatamaz-sınız. Üstelik bu haberi gizlice yayımlatmaya
kalkacak biri de hemen isinden olur."
"Senin kendi politikan ne oluyor peki?" diye sordum. "Demek senin islevin,
patronlarının istegine göre gerçekleri çarpıtmak. Patronlar buna karsılık
sirketlerin isteklerine boyun egiyorlar ve sen buna alet oluyorsun."
"Benim, dediginiz bu isle hiçbir ilgim yok." Bir an tedirgin olmaya basladıgını
hissettim. Sonra yüzü aydınlandı, bir çıkıs yolu bulmustu. "Ben, sahsen, gerçek
olmayan hiçbir
-80-
sey yazmıyorum. Vicdanım bu bakımdan rahat. _s sırasında insan elbette bir sürü
igrenç olay görüyor, ama siz de biliyorsunuz ki bütün bunlar günlük kavganın
geregi," diye tanımladı isini, safça bir akıl yürütmeyle.
"Yine de günün birinde editör koltuguna oturmayı ve yayın politikası yürütmeyi
bekliyorsunuz."
"O zamana kadar epey pisip sertlesirim," diye cevap verdi.
"Simdi daha pismedigine göre, genel yayın politikası konusunda ne düsündügünü
söyle bana."
"Hiçbir sey düsünmüyorum," diye karsılık verdi hemen. "Eger insan gazetecilikte
yükselmeyi istiyorsa haddini bilmelidir. Baska bir sey bilmiyorsam da bu
kadarını ögrendim." Çocuksu basını bilmisçesine salladı. "Ama peki hak?" diye
üsteledim. "Sen oyunu anlamıyorsun. Hak, herkes için haktır. Herkes kendine
göre haklıdır, göremiyor musun?"
"Ustaca bulanıklastırılmıs bir anlatım," diye mırıldandım. Ama onun gençligi
için içim kan aglıyordu ve bunu ona söylemek arzusuyla yanıp tutusuyordum. O da
satılmıstı. Ya çıglık atacaktım ya da gözyaslarına bogulacaktım.
_çinde yasadıgım bu toplumun perde arkasını görmeye ve gizli, korkunç gerçekleri
anlamaya baslamıstım. Sanki Jackson'a karsı sessiz bir isbirligi yürütülmüstü ve
hakkını savunan o aglamaklı avukata bile içimden acımak geçiyordu. Ama bu kötü
niyetli isbirligi genis-
-81-
liyordu. Üstelik yalnız Jackson'ı da hedef almıyordu. Fabrikalarda çalısırken
kaza geçirip sakat kalan bütün isçileri, hatta bütün fabrikalarda çalısan isçi
sınıfını hedef alıyordu.
Eger bu dogruysa, toplum bir yalandan baska bir sey degildi. Vardıgım
sonuçlardan kendim korkup irkildim. Bunlar gerçek olamayacak kadar korkunç ve
acımasızdı. Ama iste Jackson vardı, o bir gerçekti; kesik kolu, çatımdan
damlayan ve elbisemi lekeleyen kan bir gerçekti. Ve Jackson'ın da söyledigi
gibi, daha birçok fabrikada, birçok Jack-son'lar vardı. Kurtulamıyordum
Jackson'dan.
Sierra Fabrikalan'nm en büyük hissedarları Bay Wickson ve Bay Pertonvvaithe'i
görmeye gittim. Ama onları, çalıstırdıkları adamlar gibi silkeleyip bozguna
ugratamadım. Bunlar kendilerini herkesten üstün görüyorlar, toplumdaki ahlak
anlayısının dısında bir ahlak kavramı tasıyorlardı. Buna, aristokrat ahlakı ya
da efendilerin ahlakı* diyebilirim. Sürekli olarak namusla, dogrulukla bir
tuttukları dünya görüslerinden ve görgü kurallarından söz ediyorlardı.
Gençligimi ve tecrübesizligimi göz önüne alarak, bana karsı babacan tavırlar
sergiliyor ve sanki beni korumak ister gibi davranıyorlardı. Bu arastırmam
sırasında karsılastıklarımın hepsinden daha ahlaksız, daha çaresiz hastalıklara
tutulmus kisilerdi. Tutumlarının dogru oldugu-
* Avis Everhard dogmadan önce, John Stuart Mili "Özgürlük Üzerine" denemesinde
söyle yazmıstı: "Yükselen bir sınıfın oldugu her yerde, ahlak kavramının büyük
kısmı sınıf çıkarlarından ve sınıfın üstünlük duygularından dogar."
-82-
tıa dair mutlak bir inanç besliyor, bu konuda en ufak bir kuskuya, en küçük bir
tartısmaya bile hosgörüyle bakmıyorlardı. Bunlar, toplumun koruyucu melekleri
olduklarına ve birçok kisiye mutluluk dagıttıklarına inanıyorlardı. Sadece
kendilerinin sagladıgı bu isler olmasa, emekçi kitlesinin çekecegi sefaletin
acıklı tablolarını anlatıyorlardı.
Bu iki dehayla görüstükten hemen sonra Ernest'le karsılastım, olup bitenleri
anlattım ona. Memnun bakıslarla beni süzdü.
"Gerçekten güzel," dedi. "Gerçegi kendi kendinize ortaya çıkarmaya basladınız.
Kisisel deneyimlerinizin genellemesinden akıl yürüterek vardıgınız sonuçlar
bütünüyle dogru. Sanayi makinelerinin çarklarında, büyük kapitalistlerin dısında
kimse, hatta büyük kapitalistler bile davranıslarında özgür degildir. Evet,
anlıyorsun degil mi? Hâkim güçler, yaptıkları isin dogru olduguna inanıyorlar.
En büyük saçmalık da burada. Bu anlayısa, yaratılısları geregi öylesine
baglıdırlar ki, dogru olduguna inanmadıkları hiçbir seyi yapmazlar. Davranısları
için, kendilerini haklı çıkaracak yollar ararlar.
"Bir sey yapmaya kalktıklarında, is hayatında elbette, bu isin yerinde olduguna
dair beyinlerinde dini, ahlaki ve felsefi bir kavramın dogmasını beklerler.
Kafaları bir ise yattı mı, hemen uygulamaya geçerler. Bunu yaparken de, insan
aklının zayıf noktalarından birinin; istegin düsünceyi dogurdugunun farkında
degillerdir. Ne yapmak isterlerse istesinler, mutlaka bunun dogru olduguna
inanmak is-
-83-
terler. Bunlar sahte vicdan sahipleri, Cizvittir-ler. _yi bir sey
çıkarabilecekleri umuduyla kötülük yapmayı bile kendilerine hak görürler. Bu
hayali kanıtlarının en hosu, bilgelik ve etkinlik yönünden kendilerini bütün
insanlıgın üstünde sanmalarıdır. _ste bu inanıstan yola çıkarak, bütün insanlık
soyu adına ekmegi ve yagı paylastırma hakkını kendilerinde bulurlar. Bunlar
kralların kutsal haklarını dirilt-mislerdi, kendileri de ticaret krallarıdır.*
"Bu adamların zayıflıgı, isadamından öte bir sey olmamalarıdır. Filozof
degillerdir. Ne biyolog ne de sosyologdurlar. Eger böyle olsaydı kuskusuz her
sey daha güzel olurdu. Eger bir isadamı hem biyolog, hem de sosyolog olsaydı,
insanlık için gerekli olan seyin ne oldugunu üç asagı bes yukarı bilebilirdi.
Ama ticaret alanının dısında bu adamlar hiçbir sey bilmezler. Yalnız isten
anlarlar. _nsandan da, dünyadan da hiç anlamadıkları halde, milyonlarca aç
insanın ve toplumun gelecegini çizmek isterler. Ama tarih bir gün, onların
düstügü bu duruma acı acı gülecektir."
Bayan Wickson ve Bayan Pertonwaithe'le konustugumda hiç sasırmadım. Bunlar
sosyete kadınlarıydı.** Evleri, ev degil sanki sa-
* O dönemde. 1902 yılının gazeteleri, Anthracite Kömür Tröstü Baskanı George F.
Baer'i asagıdaki sözlerinden ötürü övmüslerdi; "Emekçinin hak ve çıkarları,
Tanrının sonsuz bilgeligiyle ülkenin mülkiyetini verdigi Hıristiyanlar
tarafından korunacaktır."
*• Sosyete burada sınırlı bir anlamda kullanılmıstır. Gösterisli bal yapmayan
arıların çalısmayıp isçilerin bal fıçılarından karınlarını doyurdukları o
günleri belirtmektedir. Ne isadamlarının ne de emekçilerin sosyetik yasamaya
fırsatları olurdu. Sosyete aylak aylak gezen, hayatlarını çalısmadan sürdüren
insanların çıkardıgı bir hayat biçimiydi.
-84-
raydı. Ülkenin dört bir yanına serpilmis, kırda, dagda, göl ya da deniz
kıyılarında birçok evleri daha vardı. Bir hizmetçiler ordusu pes-lerindeydi bu
kadınların. Ve sosyal faaliyetleri büyüleyiciydi. Üniversitelere ve kiliselere
avuç dolusu para yardımı yapıyorlardı ve papazlar onların önünde dizlerine kadar
egiliyorlardı.* Bu kadınlar, ellerinin altındaki paralarla büyük bir güce
sahiptiler. _leride Er-nest'in uyarılarıyla benim de anlayacagım gibi,
düsünceleri parayla satın alarak iktidarlarını saglıyorlardı.
Kocalarını maymun gibi taklit ediyor, onlar gibi sasmaz ilkelerden, zenginlerin
görev ve sorumluluklarından söz ediyorlardı. Kotalarına da hâkim olan ahlak;
yani sınıflarının ahlakı hâkimdi onlara da. Kendilerinin bile anlamadıgı bir
sürü sözler ediyorlardı.
Jackson'ın ailesinin yürekler acısı durumunu anlattıgımda, onların da sinirleri
tepelerine çıktı. Bu aileye hiçbir yardımda bulunmadıklarına sastıgımı görünce
de, sosyal görevlerini ögrenmek için kimseye ihtiyaçları olmadıgını belirttiler.
Ben, bir de kalkıp, ona dogrudan yardım etmelerini istedigimde, düpedüz
reddettiler. _sin garip yanı, bu iki kadını ayrı ayrı ziyaret ettigim ve ikisi
de digeriyle görüstügümü ya da görüsecegimi bilmedigi halde, ikisinin de hemen
hemen aynı sözcüklerle yardım teklifimi geri çevirmeleriydi. Verdikleri
karsılıklarla, ihmale ödün vermeyeceklerini ve kazalara para ödeyerek, yoksulla-
Bu dönemde Kilise, cemaatine, "Lekeli paralarınızı bize getirin," demekteydi.
-85-
nn bile bile kendilerini yaralamalarına fırsat bırakmayacaklarını
söylüyorlardı.*
Ve bu iki kadın da içtendi! Onlar da, kendilerinin ve kendi sınıflarının üstün
yaratıklar oldugu düsüncesiyle sarhostu. Kendi sınıf ahlakları içinde,
yaptıkları her hareketi temize çıkaracak kurallar buluyorlardı. Bayan
Pertonvraithe'in muhtesem evinden ayrılırken, arkamı dönüp söyle bir baktım ve
Er-nest'in, bu kadınların da makineye zincirli, ama makinenin tepesinde oturan
kadınlar oldugunu söyleyen sözlerini hatırladım.
Dönemin haftalık toplumsal elestiri dergisi olan Outlo-olcun arsivlerinde, bu
derginin 18 Agustos 1906 tarihli sayısında, kolunu kaybeden bir isçiye
deginilmektedir. Bu yazının ayrıntılarından anlasıldıgı kadarıyla sözü edilen
isçinin durumu Avis Everhard'ın sözünü ettigi Jackson olayına çok benzemektedir.
-86-
B_LG_ DOSTLARI
Ernest artık evimize daha sık gelmeye basladı. Onu buraya çeken, yalnızca babam
ve tartısmalı aksam yemekleri degildi. Daha ilk günlerde, ziyaretlerinin
nedeninin biraz da kendim oldugunu düsünüyordum ve çok geçmeden de bundan
bütünüyle emin oldum. Çünkü hayatımda Ernest Everhard gibi bir sevgili
olmamıstı. Gün geçtikçe bakısları ve el sıkısları sertlesiyor, gözlerinin
içindeki soru isaretleri giderek buyurgan bir anlam kazanıyordu.
Onu ilk gördügüm günkü izlenimim, pek olumlu degildi. Ama sonra beni çekmeye
basladıgını hissettim. Sınıfıma ve bana karsı kibar olmayan sözlerle saldırıya
geçtiginde, ona karsı bir sogukluk duymustum. Daha sonra içinde yasadıgım
dünyaya hiçbir çamur atmadıgını, sözlerinin keskin ve sert olmasına ragmen,
gerçeklere bütünüyle uydugunu anladım. _ste o zaman, ona her zamankinden daha
yakın oldugumu hissettim. O benim kâ-hinimdi. Benim için toplumun yüzündeki
maskeyi düsürüyor, çirkin oldugu su götürmez olan gerçekleri bana da
gösteriyordu.
-87-
Söyledigim gibi, onun gibi bir sevgilim olmamıstı hiç. Genç bir kız, hele bir
üniversite kentindeyse, yirmi dört yasına kadar gönül serüvenleri geçirmeden
yasayamaz. Benim de üniversite ögrencilerinden saçı agarmıs profesörlere,
atletlerden futbol devlerine kadar bir sürü sevgilim olmustu. Ama hiçbiri Ernest
gibi ask yapmadı benimle. Farkına bile varamadan beni kollarının arasına
aldı. Karsı koymama ya da direnmeme fırsat bile vermeden dudaklarını dudaklarıma
yapıstırdı. Atesliliginin içtenligi karsısında, geleneksel kadınlık gururunu
oynamak saçmalık olacaktı. Karsı konulmaz gücüyle, beni kaldırdıgı gibi,
ayaklarımı yerden kesti. Bana ne tek bir söz söyledi ne de benden bir söz
istedi. Kollarını boynuma doladı, beni öptü ve o andan sonra evlenmemize oldu
bitti gözüyle baktı. Bu konuda tartısmaya yer yoktu. Tek tartısmalı durum -bu da
daha sonra ortaya çıktı- ne zaman evlenecegimizdi.
Bu görülmemis bir seydi. Gerçekdısı bir evlenmeydi. Yine de, Ernest'in, gerçegi
sınama ilkesine uygun olarak gerçeklesti ve pekâlâ ise yaradı. Ona hayatımı
emanet etmistim. Gelecek beni bu konuda pisman etmedi. Gene de, sevistigimiz ilk
günlerde, sevismesin -deki o vahset ve coskuyu düsündükçe, gelecekten korkar
oluyordum. Sonra anladım ki, bunlar bos kuruntularmıs. Hiçbir kadın böylesine
tatlı, böylesine müsfik bir kocaya sahip olmamıstır. Onun, bir yandan nazik,
yumusak; bir yandan da vahsi, azılı bir sevgili olusu, hem güvenli, hem de
beceriksiz ve kaba
olusu kadar garipti. Bu beceriksizliginden hiç kurtulamadı zaten. Ama benim
hosuma gidiyordu bu. Bizim evin salonunda dolasmasını, bir boganın porselen
magazasındaki ürkek yürüyüsüne benzetiyordum.*
Ona olan askımın derinligi konusunda, en küçük bir kuskum kalmıssa bile, ki bu
ancak bilinçaltımdaki bir kusku olabilirdi, artık bu da bütünüyle yok olmustu.
Bilgi Dostları Der-negi'nin gecesinde oldu bu. Emest bu muhtesem savas
gecesinde, ustaları inlerine sokmustu. Bu kulüp, Pasifik kıyılarının en seçkin
kulübüydü. Bilgi Dostları Kulübü'nü, son derece büyük servet sahibi olan yaslı
Bayan Brentvro-od kurmustu. Kulüp onun kocası, aitesi ve oyuncagıydı. Üyeleri
toplumun en zenginleri ve bu zenginlerin de en akıllılarıydı. Topluluga
entelektüel bir hava kazandırmak için aralarına birkaç bilim adamı da
almıslardı.
Bilgi Dostları Kulübü'nün sabit bir yeri yoktu. Öyle kulüplerden degildi.
Üyeleri, ayda bir, evlerden birinde toplanır, konferans dinlerlerdi.
Konusmacılar, her zaman olmasa da, genellikle bir ücret karsılıgında
getirilirdi. New York'lu bir kimyacı diyelim, radyum hakkında bir kesifte
bulundu, konusma yapması için hemen çagrılıyor, bütün yolculuk masrafları
karsılanıyor, ayrıca orada harcadıgı zaman için de epey yüklü bir para ödeni-
* O günlerde oturma odalarını ufak tefek süs esyaları ve biblolarla doldurmak
bir âdetti. _nsanlar, yasamanın sadeligini daha kesfetmemislerdi. Böyle odalar
temizlenmesi için sonsuz emegin gerektigi müzelere benziyordu. Toz tanrısı
evlerin efendisiydi. Toz tutan sonsuz sayıda esya ve tozdan kurtulmak için
yalnızca birkaç gereç vardı.
-89-
yordu. Aynı sey kutuptan dönen bir kâsif için, edebiyatın ya da sanatın en son
yıldızları için de söz konusuydu. Toplantılara ziyaretçi kabul edilmezdi. Ayrıca
kulüpte yapılan tartısmaların gazetelere yansımaması Bilgi Dostları Kulübü'nün
politikasıydı. Bu yüzden en yüksek düzeydeki devlet adamları bile burada rahatça
konusabilirlerdi.
Ernest'in bana yirmi yıl önce yazdıgı burusuk mektup duruyor önümde. Asagıdaki
satırları oldugu gibi aktarıyorum mektuptan;
"Babanız Bilgi Dostları Kulübü'nün üyesi. Bu yüzden siz de katılabilirsiniz
toplantılara. Salı aksamı gelin. Size hayatınızın en güzel anlarını yasatacagıma
söz veriyorum. Son girisimlerinizde, kodamanları silkeleyemediniz. Eger
gelirseniz, sizin yerinize ben onları silkeleyecegim. Kurtlar gibi ulutacagım
onları. Siz onların ahlaki yönlerini sorgulamıstınız. Onların ahlakları
sorgulandıgında, onlar yalnızca daha çok böbürlenirler ve karsılanndakine
tepeden bakarlar. Ama ben onların para keselerini tehdit edecegim. Bu onların
ilkel dogalarının köklerini sarsacak. Eger gelebilirseniz, kemigini korumak için
hırlayarak dislerini gösteren, gece elbiselerini giymis magara insanlarını
göreceksiniz. Size güzel bir eglence ve hayvan dogasının içyüzü üstüne saglam
bilgiler edinme fırsatı vaat ediyorum.
"Onlar beni paramparça etmek için davet ettiler. Fikir Bayan Brentvrood'dan
çıkmıs. Beni davet ederken gerçek amacının ne oldugunu saklayamadı.
Misafirlerine sık sık bu tür eglenceler sunuyor zaten. Onların en bü-
90-
vük zevki, karsılarında uysal ve kibar bir reformcunun süklüm püklüm durmasını
görmek. Bayan Brentwood benim bir kedi gibi masum, bir inek kadar da iyi huylu
ve duygusuz oldugumu düsünüyor. Böyle bir kanıya varmasına yardımcı oldugumu
kabul etmeliyim. Baslangıçta kaypak konusuyordu, sonunda benim zararsız olduguma
karar verdi. _yi de bir ücret alacagım, iki yüz elli dolar, radikal olsa bile
bir zamanlar valilige adaylıgını koymus birine deger dogrusu. Ayrıca, smokin de
giymek zorunlu. _se bak. Ben hayatımda böyle bir kıyafet giymedim. Bir yerden
kiralayacagım sanırım. Ama bu Bilgi Dostları Kulü-bü'nde, böyle bir fırsatı
elimden kaçırmamak için daha kötüsünü bile yapmaya hazırım."
Bu toplantı için, üyelerden Pertonwaithe'in evi seçilmisti. Büyük salona
fazladan sandalyeler getirilmisti. _ki yüz üye Ernest'i dinlemek üzere yerlerini
almıslardı. Bunlar, gerçekten toplumun efendileriydi. _çimden servetlerinin ne
kadar tuttugunu hesaplamaya çalısarak egleniyordum. En azından yüzlerce milyon
dolar ederdi servetleri. Bu servetlerin sahipleri, öyle tembellik içinde yasayan
zenginler de degildi. Sanayi ve politika hayatında çok etkin rolleri olan
isadamlanydı.
Bayan Brentwood, Ernest'le salona girdiginde hepimiz yerlerimizi almıstık.
Herkes basını ona çevirdi, hemen Ernest'in konusacagı yere, salonun basına dogru
döndüler. Smokin giymisti, genis omuzlan ve yakısıklı basıyla muhtesem
görünüyordu. O kendine özgü beceriksizligi, ne yapacagını bilmezligi
-91-
üzerindeydi yine. Yalnız bu beceriksizligi için onu sevebilecegimi düsünüyordum
neredeyse. Ona bakarken büyük bir mutluluk duyuyordum. Elimi sıkarkenki nabzının
atısını, dudaklarıma yapısan dudaklarını, simdi yine duyar gibi oluyordum.
Onunla öylesine gurur duyuyordum ki, içimden ayaga fırlamak ve orada toplanmıs
kalabalıga, "O benim! Kollarına aldı beni, onun aklında, o ulu düsüncelerden
baska, binlerce büyük fikirden baska, bir tek ben varım!" diye bagırmak
geçiyordu. Bayan Brentwood, salonun basında, Er-nest'i Albay Van Gilbert'le
tanıstırdı, Albay'ın toplantıya baskanlık edecegini anlamıstım. Albay Van
Gilbert büyük bir sirket avukatıydı. Ayrıca, çok zengindi. Girdigi en küçük
davalar bile yüz bin dolardan baslardı. Hukuk alanında bir üstattı. Yasalar onun
için, iplerini elinde tuttugu bir kuklaydı. Hamur gibi yo-gururdu yasaları, bir
Çin bilmecesi gibi evirir çevirir, istedigi biçime sokardı onları. Davranısları
ve konusma biçimi eski modaydı ama hayal gücü, bilgisi ve yararlandıgı
kaynaklar, meclisten yeni çıkmıs yasa kadar gençti. _lk büyük ününü
Shardwell* vasiyetnamesini
Miras davaları o dönemin sık sık rastlanan olaylann-dandı. Büyük servetlerin
birikimi ve bu servetleri ölümden sonra bırakmak, servet sahiplerini güç durumda
bırakırdı. Vasiyetname yapmak ve vasiyetname bozmak, zırh ve silah yapmak gibi
tamamlayıcı bir ticaret haline gelmisti. En usta avukatlar, bozulamayacak
vasiyetnameler yapmak üzere ise alınırdı. Ancak, bu vasiyetnameler hep bozulur,
yasalara uygun olmayan bir yan hep bulunurdu. Bununla birlikte varlıklı sınıflar
asla bozulamayacak vasiyetnameler yapılabilecegine inanırlar ve kusaklar boyunca
müsteriler ve avukatlar bu yanılsamanın pesinden kosarlardı. Bu, ortaçag
simyacılarının Evrensel Çözücü'nün pesinden kosmaları gibi bir seydi.
-92-
bozdugunda elde etmisti. Bu tek davadan aldıgı para bes yüz bin dolardı. O
günden sonra bir fisek gibi yükselmisti. Ülkenin en iyi avukatı -yani sirket
avukatı- derlerdi ona. Birlesik Devletler'in en büyük avukatları soruldugunda,
herkes onu ilk üç arasında sayardı.
Ayaga kalktı ve alaylı bir ses tonuyla, imalı ve seçkin cümlelerle Ernest'i
tanıtmaya basladı. Albay Van Gilbert, bir sosyal devrimciyi, isçi sınıfının bir
üyesini tanıtırken, inceden inceye ve kurnazca alay etmisti. Dinleyiciler
gülümsediler. Bu beni öfkelendirdi, Er-nest'e baktım. Görünüsü beni iki misli
sinirlendirdi. Bu igneli sözleri pek umursar görünmüyordu. Daha da kötüsü,
kendisiyle alay edildiginin farkında degilmis gibi davranıyordu. Sakin sakin,
kımıldamadan, uykulu bir halde oturuyordu. Gerçekten de bir aptal gibi
görünüyordu. Bir an için kafamda bir düsünce belirdi. Bu, sıra sıra beyin
takımının ve güçlü adamların sözlerini umursasa ne geçecekti eline? Sonra
gülümsedim. Beni aldatamazdı. Ama Bayan Brentwood'u aldattıgı gibi, simdi de
digerlerini aldatıyordu. Ev sahibi ilk sıralarda bir koltukta oturuyordu ve
konusmacının imalı sözlerini güçlendirmek ister gibi, arada bir tanıdıklarına
dönüp gü-lümsüyordu.
Albay Van Gilbert tanıtma isini bitirince, Ernest ayaga kalktı ve konusmaya
basladı. Alçak bir sesle, arada bir sanki utanıyormus gibi bir havayla kestigi
alçakgönüllü cümlelerle ise basladı. _sçi sınıfından bir ailenin çocugu olarak
dünyaya geldigini, çevresindeki
-93-
herkesin sefil ve perisan bir hayat sürdügünü, sınıfının insanlarının hem
ruhuna, hem bedenine iskence edildigini, açlıkla pençeles-tiklerini anlattı.
Gençliginin tutkusunu ve ülküsünü, üst sınıf insanlarının yasadıgı cennet
hakkında ne düsündügünü anlattı.
"O üstün sınıfın insanlarının güzel bir hayat yasadıgını biliyordum. Ruhlarında
bencillik duygusu yoktu benim kafamdaki zengin insanların. Asil düsünceliydiler
ve entelektüel bir hayat yasıyorlardı. Bunları böyle biliyordum, çünkü "Seaside
KitabevT'nin* romanlarını okuyordum. Bu romanlarda insanlar hep güzel seyler
düsünürler, güzel bir dille konusurlar, kahramanca isler yaparlardı. Günesin her
sabah dogdugunu nasıl kabul ediyorsam üst sınıfın dünyasında her seyin iyi, hos,
asil, pırıl pırıl oldugunu da öyle kabul ediyordum. Namuslu hayattı yasadıkları
hayat. Onurlu bir hayat, yasanmaya deger bir hayat sürerdi benim üstümdeki
sınıfın insanları. Çektikleri sıkıntıların, acıların ödülünü alırdı tüm roman
kahramanları."
Sonra dokuma fabrikasındaki yasantısını, nalbantlıgı ögrenisini ve
sosyalistlerle tanısmasını anlattı. Onların arasında çok akıllı insanlara,
parlak ruhlara, Hıristiyanlık anlayısları hiçbir tarikata sıgmadıgı için dinden
kopmus eski papazlara, egemen sınıflara hizmet etme yolundan dönen, üniversite
çarkı altında ezilen profesörlere rastlamıstı. Sosyalistleri, bugünün akıl dısı
toplumunu yıkıp, onun
• _sçi sınıfının, zenginlerin ve zenginligin dogasını anlamaması için son
derece basarıyla çalısmıs bir yayınevi.
-94-
malzemeleriyle gelecegin akılcı toplumunu kurmak için savas veren devrimciler
olarak tanımlıyordu. Burada yazması çok uzun olacak bir sürü sey daha söyledi,
ama devrimciler arasındaki hayatını nasıl anlattıgını asla unutamayacagım.
Konusmasındaki duraklama yok olmustu. Sesi giderek daha güçlü, daha güvenli
çıkmaya basladı, düsünceleri agzından panldayarak dökülüyordu;
"Bu devrimciler arasında, insanlıga duyulan atesli bir inancı, sarsılmaz bir
ülkücülügü, fedakârlıgı, düsüncesi ugrunda ölümü, ruhun bütün göz kamastırıcı ve
keskin gerçeklerini buldum. Ruhların en temizini onlarda gördüm. Onların
dünyasında hayat temiz, soylu ve canlıydı. Kanını ve canını dolarlardan ve
sentlerden üstün tutan yüce ruhlarla tanıstım. Dünya imparatorlugunun ticari
gelisme durumuyla degil de, açlıktan ölmek üzere olan bir kenar mahalle
çocuguyla candan ilgilenen insanlardı onlar. Çevremdeki her seyde amacın
soylulugu ve kavganın kahramanlıgı yasıyordu. Günlerim günesli, gecelerim
yıldızlıydı. Bir ates ve çiy yagmuru içinde yasıyordum. Katlanılmak zorunda
kalınan kötü davranıslardan ve uzun acılardan sonra, bir kurtulus teminatı olan
_sa'nın sıcak kanıyla dolu Kutsal Kâse, gözlerimin önünde pırıl pırıl
yanıyordu."
Daha önce birkaç kez oldugu gibi, o anda da biçim degistirdi gözlerimin önünde
Ernest. Kasları içindeki ilahi ruhla aydınlandı birden, etrafını çepeçevre
kusatan bir hale içinde daha da parlak görünüyordu. Ancak ötekiler
-95-
r
görmedi bu nuru. Gözlerime dolan sevinç gözyasları, askımın heyecanı bana bu
nuru gösteriyor, diye düsündüm. Arkamda oturan Bay Wickson'ın pek etkilenmis bir
hali yoktu, çünkü alaycı bir sesle, "Ütopik,"* diye bagırdıgını duydum.
Bu arada Ernest toplumda nasıl yükseldigini, sonunda nasıl üst sınıftan
insanlarla iliski kurdugunu ve önemli yerleri tutmus insanlarla sürtüsmelerini
anlatıyordu. Sonra, sıra bu adamlar için besledigi hayallerin yıkılmasına
gelmisti ve bu hayal kırıklıgını, sa-londakilerin pek hosuna gitmeyecegi kesin
olan cümlelerle yansıttı. Mayalarının bayagılıgı onu sasırtmıstı. Hayat öyle
sandıgı gibi güzel degildi, cömert degildi. Karsılastıgı bencillik onu
afallatmıstı. Ama onu asıl sasırtan sey, entelektüel hayatlarının olmayısıydı.
Devrimci kisileri tanıdıgından, bu yönetici sınıfın entelektüel ahmaklıgı
karsısında saskına dönmüstü. Sonra, görkemli kiliselerine, yüksek ücretli
vaizlerine ragmen, bu sınıfın insanlarının, kadın erkek tamamen maddeci oldugunu
görmüstü. Küçük tatlı ideallerden, sevgili ahlak kuralcıklanndan söz edip
duruyorlardı. Evet, ama bu gevezeliklerine ragmen
O dönemin insanları deyimlerin esiriydi. Köleliklerinin alçaklıgını, bizim akıl
ve havsalamız almaz. Sözcüklerde hokkabazların yaptıklarından daha fazla büyü
vardı. Kafaları o kadar saskın ve karmasıktı ki tek bir sözcügün söylenmesi
bile, bir yasam boyu süren ciddi arastırmaları ve bunun sonucunda ulasılan
düsünceleri genel bir sekilde olumsuziayabilirdi. Bu sözlerden biri de 'Ütopik'
sözcügüydü. Bu sözcügün sadece söylenmesi bile, ne kadar insani ele alınırsa
alınsın, ekonomik ıslahı ve yenilemeyi savunan herhangi bir tasarıyı lanetlemeye
yeterdi.
-96-
hayatlannın özü yine de maddeciydi. Gerçek ahlaktan, _sa'nın asılamaya
çalıstıgı, ama bugün vaazlarda artık duyulmaz olan ahlaktan, bütünüyle
yoksundular.
"Öyle adamlara rastladım ki," dedi, "barıs prensi numarasıyla savasa karsı atıp
tutuyor, sonra da, kendi fabrikalanndaki grevcileri öldürsünler diye
Pinkertonlar'ın* eline silah veriyorlardı. Öyle adamlar tanıdım ki, bir yandan
parayla adam dövüstürmenin çag dısı oldugunu öne sürüyorlar, bir yandan da
yiyecek maddelerine kaçak malzeme katarak, bir yılda eli kanlı Herod'un
öldüremedigi kadar çocugun canına kıyıyorlardı.
"Bu ince ruhlu, aristokrat görünümlü centilmen, dulları ve yetimleri gizlice
soyan sirketlerin kukla yöneticisi ve masasıydı. Bu centilmen, güzel güzel
kitapları rafına dizer, edebiyattan anlar görünür, belediyelerin kara kaslı, kat
kat boyunlu patronlarına rüsvet öderdi. Patentli ilaç ilanlarını basan bir
editör, bana, patentli ilaçlar" hakkındaki gerçegi gazetesinde yazmak istedigim
için, 'pis demagog,' diye bagırdı. Kendisinden geçmisçe-sine ama aynı zamanda da
içtenlikle, idealizmin güzelliginden, Tann'nın iyiliginden söz ederken, bir is
anlasmasında ortaklarına ihanet etti. Kilisenin diregi ve yabancı misyonerlere
büyük bagıslarda bulunan bir adam,
* Bunlar ilkin özel dedektiflerdi; ama çok geçmeden, kapitalistlerin kiralık
savasçıları olup çıktılar ve Oligarsinin askerlerini olusturdular.
*' Patentli ilaçlar patentli yalanlardı, ama ortaçagın muska ve büyüleri gibi
insanları aldattı. Bu ilaçların muska ve büyülerden tek farkı, daha zararlı ve
daha pahalı olmasıdır.
-97-
dükkânında çalısan kızları günde on saat çalıstırıp, açlıktan ölmeyecekleri
kadar para verir ve böylece orospulugu tesvik ederdi. Üniversitelere büyük
bagıslar yapan, muhtesem kiliseler insa ettiren para babası bir adam, dolar
için, sent için mahkemelere düsüyor, yalan yere yeminler ediyordu. Bir demiryolu
patronu; bir yurttas, bir centilmen ve bir Hıristiyan olarak sözünden dönme
alçaklıgını gösteriyor, ona buna gizli indirimler saglıyordu. Bir senatör, kaba
ve cahil bir makine patronunun* aleti ve kölesi, küçük kuklasıydı... Vali ve
onun yüksek mahkeme yargıcı da öyle... Hepsi de trenlerde bedava yolculuk
yapıyorlardı. Makineye sahip olan bu kurnaz kapitalist, makinenin patronu ve de
bedava seyahat kartını veren demiryolları. Hepsi birbirinin kölesi...
"Böylece, bir cennet yerine, kendimi ticaretin kuru çölünde buldum. Onlara göre
ticaretin dısında bütün her sey saçmaydı. _çlerinden hiçbiri temiz, soylu ve
canlı degildi. Gerçi birçok canlıyla karsılasmıstım, ama onlar da çürümüslükle
besleniyordu. Burada bütün buldugum canavarca bir bencillik, günlük dildeki
anlamıyla kaba ve azgın bir maddecilik, pratige uygulanan pratik bir maddecilik
oldu."
Ernest, onların hakkında ugradıgı hayal kırıklıklarından daha çok söz etti. Bu
dünya -
M. S. 1912 yılında bile, halk, ülkeyi oylarıyla yönettigini sanıyordu. Aslında
ülke siyasal makineler denilen sey tarafından yönetiliyordu. _lkin, makine
patronları, yeni yasalar çıkarmada, kapitalistlerden insafsız vergiler
alıyorlardı, ama kısa zaman içinde kapitalistler, siyasal makinelerin kendisine
sahip olmayı ve makine patronlarını kiralamayı daha ucuz buldular.
-98-
nm insanları entelektüel bakımdan onu sıkıyor, manevi bakımdan hasta
ediyorlardı. Bu yüzden, temiz, soylu ve canlı olan, kapitalistlerde bulunmayan
bütün iyi niteliklere sahip olan devrimci dostlarına dönmüstü.
"Ve simdi," dedi, "size devrimi anlatmama izin verin."
Ama önce, bu korkunç saldırının onlara pek etki etmedigini söylemeliyim.
Yüzlerini inceliyor ve memnun bir üstünlük ifadesiyle konusmacıyı süzdüklerini
görüyordum. Er-nest'in bana söyledigi sözleri hatırladım. Ahlaklarına yapılan
hiçbir saldın onları sarsa-maz. Buna ragmen, böyle dolambaçsız konusmasının
Bayan Brentwood'u etkiledigini fark ettim. Bıkkın ve tedirgin bir hali vardı.
Ernest devrim ordusunu anlatarak söze basladı. Ordunun gücünü (çesitli ülkelerde
verilen oylar) belirten rakamlar verdi. Bunun üzerine dinleyicilerde huzursuz
bir kıpırdanma oldu. Yüzlerinde endiseli bir anlam belirdi, dudakları gerildi.
Sonunda savas kılıcı çekilmis, eldiven yere atılmıstı. Düello baslıyordu.
Amerika'daki bir buçuk milyon sosyalisti, öteki ülkelerdeki yirmi üç buçuk
milyon sosyalisti bir araya getiren uluslararası sosyalistler örgütünü anlattı.
"Böyle bir devrim ordusu," dedi, "yirmi bes milyon kisilik bir güç, yöneticileri
ve yönetici sınıfı durup bir düsünmeye çagırır. Bu ordunun sloganı söyledir;
'Birazını degil, bütün her seyinizi istiyoruz! Daha az bir seyle yetinemeyiz.
_ktidarın ve insanlıgın kaderinin dizginlerini elimize almak istiyoruz. _ste
elle-
-99-
rimiz. Bunlar güçlü ellerdir. Sizin hükümetlerinizi, saraylarınızı alacagız.
Görkemli yasantınızı kökünden silkip atacak bu eller. Sizler de ekmeginizi
kazanmak için, tarladaki köylüler gibi, büyük kentlerinizin kenar mahallelerindeki
yoksul isçiler gibi alınteri dökmek zorunda kalacaksınız. _ste
ellerimiz! Bu eller güçlü ellerdir!'"
Konusurken, güçlü kollarını heybetli omuzlarından ileri dogru uzatıyor, o
nalbant elleriyle havayı bir kartalın pençeleri gibi avuçluyordu. Bu haliyle
hükmeden bir isçinin ruhu gibi orada dikiliyordu, ellerini seyircilerini
parçalamak ve ezmek için ileri uzatmıstı. Bu somut, güçlü, tehditkâr devrim
görüntüsü karsısında dinleyicilerin irkildikleri-ni fark ettim. Kadınlar
korkuyla oturdukları yerde büzüstüler ve yüzlerine bir korku ifadesi yerlesti.
Ama erkekler aynı tepkiyi vermedi. Bunlar aktif zenginlerdi, vurdumduymaz
degillerdi ve savasçıydılar. Gırtlaklardan derin bir homurtu yükseldi ve bir an
içinde havada kayboldu. O aksam birçok defa duyacagım ugultuların ilkiydi bu.
Bu, insanın içindeki hayvanın ya da ilkel tutkularının samimi bir tepkisiydi. Bu
sesi çıkardıklarının bilincinde degillerdi. Bu ugultu içgüdülerinin ve bilinçsiz
tepkilerinin ifadesiydi. Ve o anda, onların yüzündeki katılıgı ve gözlerindeki
savas kıvılcımlarını görür görmez, bu insanların dünya egemenligini kolay kolay
bırakmaya yanasmayacaklarını anladım.
Emest saldırısına devam ediyordu. Birlesik Devletler'deki bir buçuk milyon
devrimci-
-100-
nin varlıgını, kapitalist sınıfın toplumu kötü yönetmesine bagladı. Ne aletleri
ne de makineleri olan ve hayatlarını sürdürebilmek için ancak dogal kaynaklardan
yararlanabilen magara insanlarının ve günümüz vahsi topluluklarının ekonomik
durumunu kısaca anlattı. Sonra, uygar bir insanın, bir vahsinin-kinden bin defa
büyük olan üretim gücüne sahip oldugu günümüze gelinceye kadar, makinelerin ve
sosyal örgütlenmenin gelisiminden söz etti.
"Bes adam," dedi, "bin kisiye yetecek ekmek üretebilir. Bir tek kisi, iki yüz
elli kisi için pamuklu bez, üç yüz kisi için yünlü giysi, bin kisi için ayakkabı
üretebilir. Bundan çıkarılacak sonuç sudur ki, toplumun iyi yönetilmesi halinde,
uygar insan, magara insanından çok daha iyi kosullar altında yasayabilir. Ama
yasıyor mu? Buyurun, inceleyelim. Bugün Birlesik Devletler'de on bes milyon*
insan yoksulluk içinde yasıyor. Yoksulluk derken yiyecegin ve barınagın yetersiz
oldugu, dolayısıyla çalısma kosullarının olmadıgı bir durum kastediliyor. Bugün,
Birlesik Devletler'de, sizin "is kanunu" adını verdiginiz bütün o seylere
ragmen, üç milyon çocuk isçi çalısıyor.** Son on iki yıl içinde bu sayı iki
katına ulasmıstır. Simdi, toplumun yöneticileri olarak soruyorum size, neden
1910 yılı
* Robert Hunter, 1906 yılında, "Yoksulluk" adlı kitabında, o dönemde Birlesik
Devletler'de on milyon insanın yoksulluk içinde yasadıgına isaret ediyordu.
** Bilesik Devletler'de 1900 yılı nüfus sayımında (halka açıklanan son sayım)
çocuk isçi sayısının 1,752,187 oldugu belirlenmisti.
-101-
nüfus sayımı sonuçlarını açıklamadınız? Bu soruya sizin yerinize ben karsılık
vereyim. Açıklamadınız çünkü korkmustunuz. Sefaletin istatistiginin, hazırlanan
devrimi hızlandı-rabilecegini düsündünüz.
"Ama ilk suçlamama yeniden dönüyorum. Eger modern insanın üretim gücü, magara
insanınkinden bin kat daha yüksekse, o zaman neden bugün Birlesik Devletler'de
yeterince beslenemeyen ve konut bulamayan on bes milyon insan ve fabrikalarda
çalısan üç milyon çocuk isçi bulunuyor? Bu ciddi bir suçlamadır. Kapitalist
sınıf, toplumu iyi yö-netmemistir. Bu gerçekler karsısında, yani çagdas adamın,
magara adamından daha kötü kosullar içinde yasadıgı ve onun üretici gücünün
magara adamınınkinden bin kat daha fazla oldugu gerçegi karsısında, kapitalist
sınıfın toplumu iyi yönetmedigi sonucundan baska bir sonuç çıkarmak imkânsızdır.
Kötü yönettiniz üstatlar, bencilce yönettiniz. Su anda, yani bu gece, ne siz
benim bu suçlamama bir cevap verebilirsiniz, ne de sınıfınızın topu Birlesik
Devletler'deki devrimcilere cevap verebilir. Cevap veremezsiniz. Size cevap
vermeniz için meydan okuyorum. Ve dahası, sözlerimi bitirdigimde de cevap
veremeyeceksiniz. Baska konularda iyi laf yapan diliniz bu konuda dolasacaktır.
"Yönetiminizde basarısızlıga ugradınız. Bir mezbahalar uygarlıgı getirdiniz. Kör
ve oburdunuz. Kalktınız (bugün kalktıgınız gibi), meclis salonlarında, utanmadan
çocukların ve bebelerin emegi olmaksızın kâr yapamaya-
-102-
cagınızı haykırdınız. Bu sözlerimin yalnızca benim iddialarım oldugunu sanmayın.
Bütün bunlar yazılıdır ve aleyhinizde kullanılmak üzere kayıtlara geçmistir.
Güzel amacınız ve sevgili ahlakınız üzerine gevezeliklerle vicdanınızı
uyuttunuz. Böylece iktidar ve zenginlik içinde yag bagladınız. Kazandıgınız
basarılarla sarhos oldunuz. Ama bize karsı sansınız, asalak yasantılarına son
vermek üzere isçi anların saldırdıgı esekanlannınkinden çok degildir. Toplumu
yönetmekte basarısız oldunuz. Yönetim yetkisi alınacak elinizden. _sçi sınıfının
bir buçuk milyonu bulan emekçi yıgınları, bütün isçilerle birlesecek ve yönetimi
alacak elinizden. Bu devrimdir beyler. Gücünüz varsa durdurun."
Ernest'in sesi, hatırı sayılır birkaç dakika daha yankılanmaya devam etti
salonda. Sonra, daha önce duydugum homurtu ya da hırlayıs yükseldi ve on kadar
adam bagırarak ayaga fırladılar ve baskanı uyarmak için ellerini kollarını
salladılar. Bayan Brentvvood'un omuzlarının için için sarsıldıgını fark ettim.
Bir an için, Ernest'e güldügünü sanarak sinirlendim. Ama hemen, gülmedigini ve
bir sinir krizi geçirmekte oldugunu anladım. Bu kızgın mesaleyi, sevgili Bilgi
Dostları Kulü-bü'nün içine sokmakla düstügü yanılgının korkusuna kapılmıs,
afallamıstı.
Albay Van Gilbert, kendilerine söz verilmesi için çırpınan, öfkenin yüzlerini
tanınmayacak sekle soktugu on kadar üyeyi fark etmemisti bile. Onun suratı da
allak bullaktı. Kollarını açarak ayaga fırladı ve bir süre ag-
-103-
zindan anlamsız hecelerden baska bir sey çıkmadı. Sonra sözcükler bir sel gibi
agzından dökülmeye basladı. Ama bu konusan ne yüz bin dolarlık avukattı, ne de
güzel konusma yetenegine sahip kibar aristokrat.
"Yanlıs üstüne yanlıs!" diye bagırdı. "Ben hayatım boyunca, bu kadar kısa bir
süre içinde, böylesine çok yanlısı bir arada duymadım. Ayrıca, genç adam, yeni
hiçbir sey söylemediginizi de size söylemek zorundayım. Bu anlattıklarınızı, siz
daha dogmadan önce ben okulda ögrenmistim. Sizin bu sosyalist kuramınızı, bundan
yaklasık iki yüzyıl önce ilk defa Jean Jacques Rousseau ortaya atmıstı. Yeniden
topraga dönüs, ise bak! Ama biyoloji bunun saçmalıgını gösterir. Atalarımız
yarım bilgiliden kork, diye bosuna söylememisler, siz de bu aksam çılgınca
kuramlarınızla bunun güzel bir örnegini verdiniz. Yanlıs üstüne yanlıs! Ömrümce,
böylesine bir yanlıs tufanı içinde midemin bulandıgı olmamıstı. Gelismemis
genellemeler ve çocukça akıl yürütmeler!"
Küçümser bir tavırla parmagını sakırdattı ve yerine oturmaya hazırlandı.
Kadınlar konusmasını tiz çıglıklarla, erkekler de boguk haykırıslarla
onayladılar. Konusmak için izin isteyen bir düzine adamın yansı, hep bir agızdan
konusmaya basladı. Kargasa ve gürültüyü anlatmak imkânsızdı. Bayan Pertonwaithe'in
azametli duvarları, böyle bir olaya tanık olmamıstı daha önce. Üstelik bu
uguldayan, homurdanan vahsi sürüsü, sanayi dünyasının sogukkanlı kaptanları,
yüksek sosyetenin
-104-
kaymak tabakasıydı. Ernest, gerçekten ellerini para cüzdanlarına uzatarak,
onları titret-misti. Bu eller, bir buçuk milyon devrimcinin elleriymis gibi
göründü adamların gözüne.
Ama Ernest hiçbir durumda kendini kaybetmeyen bir insandı. Albay Van Gilbert,
yerine daha yeni oturmustu ki, ayaga fırlayıp bir adım öne çıktı.
'Tek tek konusun!" diye gürledi.
Genis cigerlerinin haykırısı, dinleyici ugultusunu bastırdı ve saglam
kisiligiyle herkesi susturdu.
"Tek tek konusun," diye tekrarladı, sakin bir sesle. "Önce Albay Van Gilbert'e
cevap ve-recegim. Ondan sonra sırayla ve birer birer sorabilirsiniz
soracagınızı. Hep bir agızdan konusulmaz burada. Burası futbol sahası degil.
"Size gelince," diye devam etti, Albay Van Gilbert'e dönerek, "sözlerimin
hiçbirine karsılık vermediniz. Sadece benim zihinsel yeteneklerime iliskin
birkaç dogmatik, heyecanlı söz söylediniz. Bu konusma yöntemi, mesleginizde
isinize yarayabilir, ama benimle böyle konusamazsınız. Elinde kasketiyle
ücretimi artırmanız için ya da kullandıgım makineye karsı beni korumanız için
karsınıza gelen bir isçi degilim. Benimle konusurken, gerçege karsı dogmatik
olamazsınız. Siz bu yöntemi, ücretli kölelerinize saklayınız. Onlar size cevap
vermeye cesaret edemeyeceklerdir, çünkü onların ekmegi, peyniri ve hayatları
sizin elinizdedir.
"Ben dogmadan okulda ögrendiginizi iddia ettiginiz, bu dogaya dönme sorununa ge-
-105-
.'£
linçe, o günden bu yana pek bir sey ögrenmemis oldugunuzu söylememe izin verin.
Sosyalizmin dogayla ya da dinle uzak veya yakın hiçbir ilgisi yoktur. _s
dısında, sizin sınıfınızın zekâdan yoksun ve aptal oldugunu söylemistim. _ste
bayım, siz de bu savıma güzel bir örneksiniz."
Yüz bin dolarlık avukatına yöneltilen bu korkunç saldırıyı Bayan Brentwood'un
sinirleri kaldıramadı. Histeri krizini, bu defa daha siddetli bir biçimde
tekrarladı. Salondan çıkarılırken hem aglıyor, hem gülüyordu. Ama böylesi onun
için daha iyi olmustu, çünkü sonra tartısmalar daha da alevlenecekti.
"Benim sözlerimle yerinmeyiniz," diye devam etti Emest, kısa bir sessizlikten
sonra. "Sizin kendi yetkilileriniz, oybirligiyle zekâ yetersizliginizi
onaylayacaklardır. Sizin kiraladıgınız danısmanlar söyleyecektir size
yanıldıgınızı. Gidin, en yeteneksiz buldugunuz bir sosyoloji asistanına,
Rousseau'nun dogaya dönüs kuramıyla, sosyalizm kuramı arasındaki ayrımı sorun.
Gidin, en büyük Ortodoks burjuva ekonomi politikçilerine, sosyologlarına sorun.
Gidin, bu konuda yazılmıs olan ve sizin kurdugunuz kütüphanelerin raflarında
tozlanan kitapların sayfalarına sorun. Hepsinden aldıgınız cevap, dogaya dönüsle
sosyalizm arasında ortak hiçbir yanın olmadıgı olacaktır. Öte yandan, aldıgınız
cevaplardaki tek ortak nokta, sosyalizmle dogaya dönüsün iki ayrı kutupta yer
aldıgı olacaktır. Tekrar ediyorum, bana, sözlerime inanmayın. Sizin zekâ
yetersizliginizin kanıtı bu kitaplarda, hiç
-106-
okumadıgınız bu kitaplardadır. Siz bu zekâ yetersizliginizle sınıfınızın bir
örnegisiniz.
"Yasaları biliyorsunuz, is biliyorsunuz Albay Van Gilbert. Kartellere hizmet
etmeyi, yasal bosluklardan yararlanarak kâr paylarını artırmayı herkesten çok
daha iyi bilirsiniz. Çok güzel. Bu görevinizi sürdürmeye devam edin. Önemli bir
kisisiniz. Siz çok iyi bir avukat, ama acınacak bir tarihçisiniz. Sosyolojinin
alfabesini bile bilmiyorsunuz. Sizi duyan biri, biyoloji konusunda da Plinius'un
çagdası sanır sizi."
Albay oturdugu yerde kımıldanıp duruyordu. Salona mutlak bir sessizlik egemendi.
Bütün dinleyiciler büyülenmis, saskınlıga ugramıslardı. Ünlü avukat Van
Gilbert'e karsı böyle bir davranıs görülmemis, inanılmaz bir seydi. O, savunma
için ayaga kalktıgında yargıçların bile titredigi bir avukattı. Ama Er-nest
hiçbir zaman düsmanına taviz vermeye yanasmazdı.
"Bu sözlerimin size karsı bir hakaret olmadıgını anlamalısınız," dedi Ernest.
"Herkes kendi isiyle ugrasmalı. Siz kendi isinizle, ben kendi isimle. Siz bir
uzmansınız. Yasaları bilmek, onlardan sıyrılmanın en etkili yollarını bulmak ya
da soyguncu bir sirketin yararına çalısmak konusunda sizin elinize su döke-mem.
Ama sosyolojiye geldi mi, siz benim ayaklarımın altını öpeceksiniz, anlasıldı
mı? Bunu unutmayın. Bir de, unutmayın ki, sizin yasanız, bir günde içinden
çıkılacak bir meseledir. En fazla bir gün yorar kafanızı bu mesele. Dolayısıyla,
tarihsel ve sosyolojik ko-
-107-
nularda kaba genellemelere ve dogmatik iddialara yormayın kafanızı.
Beceremezsiniz. Sizin isiniz degil bunlar."
Ernest bir an durdu, düsünceli düsünceli baktı Albay'a. Adamın yüzü mosmordu.
Öfkeyle çarpılmıstı agzı. Gögsü bir inip bir kalkıyor, gövdesi ileri geri
sarsılıyor, ince beyaz elleri sinirli sinirli sıkılıp çözülüyordu.
"Ama bos yere soluk tüketmeye niyetli görünüyorsunuz ve ben de size konusma
fırsatı verecegim. Ben sınıfınızı suçladım. Bu suçlamanın yanlıs oldugunu
gösterin bana. Günümüz insanının umutsuz durumunu çizdim. Yalnızca Birlesik
Devletler'de, sırtlarından patronlara kâr saglanan üç milyon köle çocuk ve iyi
beslenemeyen, iyi giyinemeyen ve konut durumları daha da kötü olan on bes milyon
insan. Sosyal örgütlenme ve makinelerin kullanılması sayesinde, çagdas insanın
üretme gücünün magara adamınınkinden bin kat fazla oldugunu gösterdim. Bu iki
gerçekten yola çıkarak, sorumlulugun, kapitalist sınıfın kötü ekonomik
yöntemlerine ait oldugunu söyledim. Benim suçlamam buydu, birkaç defa sizi buna
cevap vermeye çagırdım. Hatta daha da ileri giderek, cevap veremeyeceginizi de
söyledim. Solugunuzu benim bu kehanetimi çürütmek için tüketebilirdi-niz.
Sözlerimin yanlıs oldugunu söylediniz, bunu bana kanıtlar mısınız? Benim ve bir
buçuk milyon yoldasımın, size ve sizin sınıfınıza yönelttigi bu suçlamaya
karsılık verin."
Albay Van Gilbert toplantıya baskanlık ettigini unutmustu. Bir baskan olarak,
öteki
-108-
söz isteyenlere söz hakkı vermek nezaket geregiydi. Oysa hısımla yerinden
fırladı. Kollarıyla birlikte söylevini ve sogukkanlılıgını da havalara fırlattı.
Ernest'i ya toylukla ya söz oyunlarına basvurmakla suçluyor ya da her türlü
yetenekten ve degerden yoksun olduguna inandıgı isçi sınıfına vahsice
saldırıyordu.
"Hiçbir avukatın, sizin yaptıgınız gibi, bir noktada ısrar ettigini görmedim,"
diye cevap verdi Ernest, Albay'ın tiradına. "Benim gençligim söylediklerimi
gölgelemez. _sçi sınıfının degersizligiyle de ilgisi yok gençligimin. Ben
kapitalist sınıfı toplumu kötü yönetmekle suçladım. Buna karsılık vermeye bile
kalkısmadınız. Neden? Verecek bir cevabınız olmadıgı için mi? Siz bu toplulugun
önderisiniz. Benden baska herkes cevap vereceksiniz diye agzınızın içine
bakıyor. Bakıyor, çünkü, kendilerinin verecek cevabı yok. Bana kalırsa, az önce
de söyledigim gibi, cevap veremeyeceginiz gibi, cevap vermeye de kalkısamayacaksmız."
"Bu bagıslanamaz bir suçlama!" diye bagırdı Albay Van Gilbert. "Bu bir hakaret!"
"Asıl cevap vermeyisinize göz yumula-maz," diye cevap verdi Ernest ciddi bir
sesle. "Hiçbir insan entelektüel olarak hakaret göremez. Hakaret, kendi dogası
geregi, duygusal bir olgudur. Kendinize gelin. Kapitalist sınıfın toplumu yanlı
yönettigine dair yaptıgım entelektüel suçlamaya entelektüel bir cevap veriniz,
duygusal degil."
Albay Van Gilbert suskunlugunu bozmadı. Sanki daha alt düzeyde birine, söz
söyle-
-109-
me zahmetine katlanmak istemeyen biri gibi sıkıntılı bir büyüklük ifadesi
takındı.
"Hemen yenilgiyi kabullenmeyin," diye atıldı Ernest. "Simdiye kadar sınıfınızın
hiçbir üyesinin bu soruya cevap veremedigini düsünerek teselli edin kendinizi."
Sonra söz almak için sabırsızlanan digerlerine döndü.
"Haydi, simdi sıra sizlerde. Atese baslayın, ama unutmayın Albay Van Gilbert'in
cevap veremedigi suçlamaya karsılık, cevap vermeniz için meydan okuyorum size."
Bu tartısma sırasında söylediklerinin tamamını bu satırlara yansıtmam imkânsız.
Üç kısa saat içinde, bunca söz söylenebilecegini hiç düsünmemistim. Her neyse,
son derece muhtesem bir geceydi. Rakipleri kızıstıkça, o daha çok üstlerine
gidiyordu. Bilgi alanında ansiklopedik bir ustalıgı vardı, onları can evinden
vuracak sözleri, cümleleri seçmeyi, onları delik desik etmeyi çok iyi becerdi.
Akıl yürütme yanılgılarını ve bosluklarını gösteriyordu. Bu yanlıs bir mantıksal
kıyaslamaydı, sonucun verilerle bir ilgisi yoktu, bu veriler elde edilmek
istenen sonuca göre düzenlenmisti. Bu bir yanılgı, bu bir bos inanç, bu bütün
kitaplann yazdıgı deney gerçegine aykırı bir savdı.
Tartısma böylece sürdü gitti. Bazen elindeki kılıcı bırakıp, bir sopa alıyor ve
rakiplerinin düsüncelerini saglı sollu vurarak hırpalıyordu. Her seferinde,
gerçeklerin örnek gösterilmesini istiyor, ileri sürülen kuramlar üzerine
tartısmaya yanasmıyordu. Kendisinin gösterdigi olgular, karsı taraf için salonu
Water--ııoloo'ya
çevirmisti. _sçi sınıfına karsı saldırıya geçilir geçilmez, Ernest hemen
karsılıgını veriyordu; 'Tencere dibin kara, seninki benden kara demek, soruma
cevap vermek demek degildir. Bu, sizin yüzünüzün kara oldugu suçlamasına bir
karsılık olusturmaz." Hepsine karsı da, teke tek tartısırken de hep aynı seyi
tekrarlıyordu; "Sınıfınızın kötü bir yönetim gösterdigi suçlamasına neden
karsılık vermeye çalısmıyorsunuz? Baska birçok seyle ilgili bir yıgın söz
ettiniz, ama buna cevap vermediniz. Yoksa verilecek bir cevabınız mı yok?"
Tartısmanın sonunda Bay Wickson söz aldı. Sogukkanlılıgını kaybetmeyen tek insan
o kalmıstı ve Ernest digerlerine göstermedigi bir saygıyla onu dinledi.