SOSYALİST GAZETE YAZILARI
-I- 


BİZANTİZM Mİ, SOSYALİZM Mİ?
7 Şubat 1967


         Türkiye tarihinde üst sınıflarımız: "tefeci-bezirgânlar" ile "devlet sınıfları" denilen paşalar, beyler, efendiler idi. Bu iki tabakanın çocukları (Jön Türkler), kendi çıkarları ve Allahın inâyetile III. Selim, tanzimat, meşrutiyet, cumhuriyet hareketlerini başardılar... Her defasında dışandan GAVUR ağır bastırdı mıydı, onlar içeriden MÜSLÜMAN silâhlı kuvvetleriyle tepki gösterdiler.
          Cumhuriyet çağına değin fınans-kapital, YABANCI kumpanyalar ve bankalar siperinde silâhlı kuvvetlere dayanarak Türkiye ekonomisine ve politikasına hükmetti.
          Cumhuriyet çağından beri, fınans-kapital bu sefer YERLİ şirketler ve bankalar siperinde, silâhlı kuvvetlere dayanarak, Türkiye ekonomisine ve politikasına hükmetti.
         Tarihsel geleneğimiz bu idi: Silâhlı kuvvetler kimin elinde ise, Türkiye onun yörüngesine girerdi. Silâhlı kuvvetler PADİŞAH'ın elinde bulunduğu sürece, Türkiye padişahlıktı. Padişah İstanbul'da gâvurlar eline esir düşüp, silâhlı kuvvetler Anadolu'da paşalar elinde kalınca, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, sonra cumhuriyet oldu. Çok-parti zamanı, Finans-Kapital,  dış gâvurlara fazlaca güvenip silâhlı kuvvetlere yukarıdan bakınca, 27 Mayıs gecesi, silâhlı kuvvetler iktidara el koydular. Yeni anayasa yaptılar. Başka her şey vız geldi, tırıs gidiyor.
         Böylesine yalın kat, böylesine açık bir gidiş ve güdüş ülkesi olan Türkiye'de ne yapmalıyız? denince ne görüyoruz? Kuru "tartışma."
         Bayan Boran çıkıyor, "Sosyalist bir sosyolog olarak" (1 Ocak 1967: Dönüşüm'de) diyor ki: "Evet, iki aşamalı devrim teorisi, sosyalist literatürde tartışılır. Ama, her az gelişmiş ülkenin koşulları ayrı tartışılmalıdır."
         Bizim şu ülkenin ayrı sayılan "koşulları" nelerdir?
         Bay Kafaer kalkıyor, "plâncı bir devletçi olarak" diyor ki: "İşçi sınıfının devrimci niteliğine" güvenen asıl biziz. Tartışmalı olan, hâkim tezat 'proleter - sermayedar' tezadı değilken, iki aşamalı bir devrim stratejisi mi izlenecek, bir aşamalı bir devrim steatejisi mi izlenecek? Devrimci sınıf ve tabakaları harekete geçirmek için kullanılacak ana kaldıraç nedir?" Kullanılacak "kaldıraç" hangisidir?
         İki taraf da İşçi Partili. "işçi sınıfının devrimci niteliğine" güveniyorlar. Eksik olmasınlar. Ama, "İşçi Partisi'ne uyarmak için uyanmalı", "Sosyalistlerarası Konferans" diye bir takım "kaldıraçlar" teklif edilmiş. Böyle pratik işler, "Üstâdları" hiç ilgilendirmiyor.
         "Sosyalist sosyolog" Hanım: "tarihsel bilime dayanan demokratik öncülük"; "plâncı devletçi" Bay: "partimiz saflarında sıklaşan işçi sınıfının eğitilip önderliği", sakızlarını çiğneşip, mevlevi dervişleri gibi "DÖNUŞÜYORLAR."
         Oysa bugün TİP'in önündeki konu: "devrim" değil, (bir zamanki üye akını yerine) başlamış üye kaçışıdır. Bunda küçükburjuva yapımız kadar, düşünce ve davranış kıtlığımızdan gelme eğitimsizlik de rol oynuyor. Bay Aybar kitap ve dergi yasaklıyor, düşünce adına, Malatya Kongresi'nde Bayan Boran, eğitimin "eylem" içinde olacağı bahanesiyle, eğitim karan alınmaması gerektiğini "ispatlıyor." Kongre ertesi, teşkilâtta her türlü eğitim çabası yasaklanıyor. Neden?
         Çünkü, eğitim teklifi "eskiler"den gelmiş. Eskiler "eylem dışı eğitım" mi öne sürmüşler? Tam tersine. Öyleyse, eskiler neden bu denli "tü kaka?". Çünkü... burjuvazi "kaka!" demiş... Kandırmak mı? Bu mantık, ne yazık ki Sabahattin Âli'yi ve Nâzım Hikmet'i yemiştir. Son pişmanlık para etmez.



SOSYALİST KİMLERLE ÇIKIYOR!
20 Ocak 1967


         Yeryüzünde en çok tartışılan bir sözcük varsa, o da sosyalizmdir. Denilebilir ki, toplumda kaç türlü sosyal sınıf, zümre ve tabaka varsa, en az o kez çok sosyalizm anlayışı vardır. Dünyada sosyalizmi bin yıl kökünden kazımıya and içmiş Alman faşizmi bile, kendisine NAZİ, yâni NASYONAL-SOSYALİST adını taktı. Başka türlü tutunamıyacağını biliyordu.

         Sosyalizm, modern toplumda o denli ağır basan bir gerçekliktir. "Zemâne alâmeti" olduğu için, hemen herkes ve her akım, az çok "SOSYALİST" kılığına girmedikçe ortaya çıkamıyor. Öyle olduğu için de, her "sosyalistim" diyene sorulmalıdır:

         "- Sen hangi sınıfın, hangi küme insanın, ne çeşit sosyalistisin?"

         Bunu herkes, önce kendi kendisine, sonra öteki "sosyalistim" diyenlere açıkça soramıyorsa, ya sosyalizmin ne olduğunu bilmiyor, yahut bilmek istemiyordur.
         Sosyalist Gazetesi, sosyalizmin ne olduğunu içtenlikle bilmek ve bildirmek istiyenlerce, bilmek ve bildirmek istiyenler için çıkıyor.

         SOSYALİZMİN İNKÂRININ İNKÂRI...

         Türkiye'de sosyalizm kırk yıl yasak edildi. Kırk yıl Türkiye modern toplum olmak istedi. Ne o yasak, ne bu istek başarı kazandı. Çünkü modern toplumun en hızlı düşünce ve davranışı sosyalizmdi. Onu ağzına alan suçlanıyor, lânetleniyordu.

         1960 yılı, "İnkârın inkârına" varıldı. 27 Mayıs Anayasası Türkiye'nin bir "SOSYAL" cumhuriyet olduğunu sicilledi...Bunun üzerine "Altına hücum" başladı. Azıcık siyasetle ilgilenen herkes kendi kendisini ve benzerini "SOSYALİST" saydı. Hapisaneden çıkanların ilk hürriyet sarhoşluğunu andırıyordu bu.

         Şimdi kalkıp, güzel güzel "sosyalistim" diyene, "nasıl sosyalistsin?" sorusunu açmanın sevimsiz ve nankör iş olduğunu biliyoıuz. SOSYALİST'i çıkaranlar, sosyalizmin nimetine, şöhretine, servetine hiç bir zaman kapılmamıştır. Sosyalizm
uğrunda her külfete, lânete, sefalete ise, evel ezel katlanmıştır.

         Onun için "İŞ" "BAŞA" düşünce görevden kaçınılmamıştır. Bunu bilnıiyen "dost" varsa, düşmanlara sorsun.




Geberen Kapitalizm : Emperyalizm
Bugünkü Durumu
Sosyalist 20 Ocak 1967

         Kapitalizm, Cihan savaşıyla yıktıklarını. savaş sonrası elbirliği ile yapmaya girişmişti. Bu yapıcılıkta para Amerika'dan, emek öteki milletlerdendi.. Yıkılmış Avrupa o sayede onarılıp, gelişiyordu. Bu taşıma suyla değirmen döndürmekti. Memleket ekonomisini Amerikan finans kapitalinin boyunduruğu altına sokmaktı. Ama, hiç bir kapitaliste, Amerikan kapitalisti yabancı düşmüyordu. Maksat milleti soymaksa, ha yerli sermaye, ha yabancı: Uzlaşıp milletlere çaktırmadan soygunu yürütmeliydi. Bu gidiş iyi. gidişti. Yenilgin Almanya, ekonomik zafer "MUCİZE"sini göstermişti. Aman, ne güzel, herkes Amerikan Sermayesinin emrine girsin!
         Düne kadar, İleri-Geri bütün kapitalistlerin ortak korosu, bu şarkıyı çağırıyordu. Onarım ve Kalkınma aşaması çarçabuk aşıldı. Şimdi Kapitalizm, bütün o göstermelik "PLÂN" dalgacılıklarına rağmen yeniden ezeli tıkanıklığına, tık nefesliğine girdi. Bu fazla şişmanlıktan kalbi yağ soysuzlaşmasına uğramış zengin hastalığına karşı, Avrupa Finans Kapitalizmi ne yapacağını şaşırmış bulunuyor. Mademki Kapitalizmi gelişme bozuyor: Öyleyse gelişmeyi kısalım! Emperyalist kapitalizmin ilerilik düşmanlığı yeniden kalbur üstüne çıktı.
         Expresse'in Ekonomi yazarı Roger Priouret diyor ki: "Ekonomi gelişimini frenlemek isteyen her hükümet, faiz rayicini arttırmakla işe başlar."  (16/10/66) Çünkü, bir ülkede faiz yükseldi mi, para pahalılaşır, kredi azalır, borsa somurtur. Yatırımlar güçleşir.
         Fransa 1963 yılı yaptığı ödünçlere %4.5 faiz veriyordu. Bu yıl aldığı 1 milyar ödünce yüzde 6 faiz ödüyor. Şimdi, Özel tasarruf kaynaklarına ödenen faizler Amerika'da %5, Fransa'da %7, Almanya'da %8'dir. Daha geçen baharda Frankfurt %7, Amsterdam  %8 faiz veriyordu... Bu hesaplara göre Batı Kapitalizminin Anayurtları derece derece ve toptan ekonomi gelişimlerini her gün biraz daha fazla gemlemektedirler.
         Sebep Kapitalizmdir. Yalnız başına Kapitalist Devlet, toplum vücudunu kemiren korkunç bir kanser haline gelmiştir. Tek savunma masrafları Bütçelerin, Fransa'da %25'ini, Almanya, İngiltere ve Amerika'da %26'sını yutuyor. Bu dev devletleri ayakta tutmak için artık vergiden de medet umulamıyor. Bir damla daha fazla vergi, toplumun dolu bardağını taşıracaktır. Bu yüzden, Devletler, tam keçenin dört ibiğini suya daldırıp üzerine taş koyan bizim batakçı ağalar gibi, ödünç verenlere boyun eğmekten başka çıkaryol göremiyorlar. Öylesine bir batakçılık ki, bugün her ülkenin bütçesinde büyük büyük gider bölümleri (milletlerin akar ihtiyaçlarından önce), alınmış ödünçlerin borçlarını ödemeye gidiyor. Frankfurt'ta masrafların yarısı, eskiden alınmış ödünçlerin borç gediğini tıkamakta kullanılıyor.
         O zaman, dengesiz ve anarşik Kapitalist düzenin mirasyedice müsrif bezirgân çelişkileri gözler önüne seriliyor. Bir yandan, işçinin ağzına bir parmak bal vermek için,sözde ücret arttırmaları yapılırken, ötede makine ve mal fiyatlarına ondan aşırı ZAM yapılıyor. Bir yanda yeni yeni apartmanlar gökleri tırmalarken, ötede "Otomobil mezarlıkları" şehirleri dolduruyor. Amerika'nın en ileri bölgesi Los Angeles'e bakıyoruz: Bir yanda muhteşem oto yolları gözleri kamaştırıyor, ötede gökleri kaplamış süprüntü yakanların kara dumanları gözleri yaşartıyor... Bütün bunlar, yatalak kapitalizmnin iç ufunetlerinden, yüzeye vurmuş fistüller ve irinlerdir.
         BİRBİRLERİNİ YİYEN KAPİTALİST
         CANAVARLAR
         Büyük Emperyalist Devletlerin Faiz rayiçlerini gösteren rakkamlar bize neyi anlatıyor?
         Herşeyden önce, artık, büyük emperyalistler dediğimiz Batılı Kapitalist Devletler arasında, şimdiye dek sinsi sinsi birikmiş bulunan derin farklılaşma ve zıtlaşmaları açık seçik patlak vermiştir. Diplomasilerin kadife eldivenleri içinde güçlükle gizlenmiş "Demirel"ler yumruklaşıyor. Amerika %5, Almanya %8 faiz ödüyor ne demektir? Şu demektir. Amerika, bütün dünya (Bu arada Batılı Emperyalistler) zararına kendi gelişimini sağlıyor. bugüne değin "MUCİZE" lâkırdısı ile göklere çıkarılmış Alman gelişimi, birdenbire, Amerika'nın 2 katına yakın faiz ödemekle, Amerikan gelişiminin hemen hemen yarısı kertesine düşmüş bulunuyor.
         Amerikan üstünlüğüne Türkiye hayran olabilir: Batı kapitalistleri kolay kolay katlanamazlar. Amerika-Almanya faiz rayiçlerinin iki kutbu arasında, Emperyalistler-arası zıtlık yatıyor. Bu zıtlığın, geçen yıldan beri masa başlarında gizli gizli.tartışılan en keskin bir mekanizması da Para Fonu üzerine Amerikayla Avrupalı omuzdaşları arasında çıkmış, sürüp giden çekişmedir.
         Amerikan emperyalizmi deyince yalnız şu iki üç dolar harcanımını göz önüne getirmek yeter: 1) Amerika yılda 50 küsur milyar dolar harp bütçesi harcıyor. Amerikan finans kapitalinin dünyada sağladığı çapulları bu milyarlar garanti edebiliyor. 2) Amerika haydutları her yıl resmi istatistiklere göre 50 milyar haraç kesiyorlar. Amerikan Finans-Kapitali, kendi yurdundaki egemenliğini (gerekirse Kennedy gibi bir Cumhurbaşkanını bile "fâili meçhul" cinayetlerle kim vurduya getirme, hürriyetini seçişini) harp bütçesi kadar para ödediği gangsterleri ve Lobi adını verdiği parayla adam (Hâkimden Milletvekiline dek, Senatörden Cumhurbaşkanına dek hep "Büyük Adam") satın alması ile garanti altına alıyor.
         Yurtta 50 milyar, Cihanda 50 milyar her yıl dolar olarak bulunacak. Amerika kendi yurttaşlarını ve cihan milletlerini ya satın alma, ya bombayla korkutma politikası için en azından bu paraya muhtaç. Onu kimler ödeyecek? Gene Amerikan yurttaşları ile bütün dünya milletleri. Nasıl? Kumar muazzamdır. Amerika kendi yurttaşlarını, daha yüksek bir yaşama standardının yemi ile oltasına takmıştır. İki büyük Cihan Savaşında, başka milletler kan dökmüş,, Amerika parsayı toplamış olmakla bu standardı yükseltmiştir. Amerika başka milletleri cömertçe "Amerikan yardımı" denilen yemle oltasına takmıştır. O da gene, İki Büyük Cihan Savaşında her millet birbirini kırarken, Amerikanın para kırmış bulunmasından ileri gelmiştir. Kapitalizmin, gider ayak son cilvesi, böylece "AMERİKAN MUCIZESİ" oldu.
         Amerikan mucizesiyle çarpılan Dünya içinde: İngiltere; Fransa, Almanya ve ilh. gibi, birbirini yemiş eski Dünya Emperyalistleri de var. Şimdi ikinci safa itilmiş eski kurtlar(Avrupa Emperyalistçikleri), savaş sersemliğinden yeni yeni ayıldılar. Emperyalizm avına çıkmış iken, kendilerinin av edildiklerini acıyla duyuyorlar. Amerika'nın her yıl artan SERMAYE İHRACATI (Türkiye'deki sahte adıyla: "Amerikan yardımı") denilen hileli yoldan kendi anayurtlarında sömürülüp soyulduklarını gittikçe daha iyi anlıyorlar. Dayanamıyorlar buna...
         İri ufaklı Emperyalist canavarların geri kalmış ülkeler gibi, birbirlerini de nasıl dalayıp yediklerini, ayrıntılı çeşitleriyle sırası geldikçe açacağız. Artık mızrak çuvala sığmıyor. Günlük gazetelere dek patlak veren rakamlar ilginçtir. Amerika'nın yabancı ülkelere yatırdığı sermaye 1950 yılı 11.8 milyar iken, 1965 yılı 49.2 milyar dolar oluyor. Her yıl %27 ölçüsünde hızla Amerikan sermayesi yeryüzünü kaplıyor! 1966 yılı Amerikanın yalnız "Özel Sermaye sektöründen ve yalnız DOLAYSIZ olarak denizaşırı ülkelere yaptığı SERMAYE YATIRIMI 50 milyar dolardır. (500 ilâ 750 milyar Türk lirası). Türkiye'nin 50 yılda milletten toplayabildiği bütün bütçelerinin tutarı kadar para, her yıl Amerika'ya yağlı kârlar sağlamak üzere, başka milletlerin boğazlarına oturmuştur. Amerika'nın başka ülkeleri sermayeyle istilâsı, ortalama yılda %6 sayılıyor.1965 yılı %11 bulunuyor. Biz 15 yıl için %27 bulduk.
         Bu "Hayasızca akın", Türkiye'ce değilse bile, büyücek Emperyalistlerce durdurulmak isteniyor. Çünkü Amerika Sermaye İhraç ettiği (yahut: "Amerikan Yardımı" yaptığı) ülkelerin rızkmı çalmakla, toprağını üs, halkını soysuz köle yapmakla kalmıyor. O ülkelerdeki Kapitalist sınıflarının da ekonomi politikalarına, siyasetlerine ve her türlü "içişlerine" de el koyuyor. İşte buna, sömürgeliğe alışmamış Avrupalı Emperyalistler gelemiyorlar. De Gaulle'ün kalkık burnu altında Alman krizi çatlayınca, yeryüzünün en centilmen canavarı İngiliz Emperyalizmi bile. İşçi Partisi lideri Wilson'un ağzından şu baklayı çıkarmadan edemiyor:
         "Amerikalı dostlarımız, dostlarımız oldukları için şu söyleyeceklerimizi herhalde anlayacaklardır: İngiltere'ye veya Avrupa'nın başka ülkelerine yapılacak yeni sermaye yatırımlarını memnuniyetle karşılarız. Fakat, Manş denizinin iki yanında da, Sermaye yatırımlarının bir hegemonya kurma veya müdahale aracı olarak kullanılınalarını, hiç kimse kabul edemez" (Dış haberler servisi, 27/12/1966).
         İngiliz İşçi Partisi diyor ki: Bre Amerika, öteki ülkeleri sömürge et, onu biz de yaparız. Ama, biz yüzyıllık sömürgecilere de mi "LO.. LO.. LO..!"




CHP'NIN YOLUNDAN ÇIKAN C.H.P.
BÜYÜK BURJUVA PARTİLİĞİNDEN,
KÜÇÜK BURJUVA PARTİLİĞİNE
20 Ocak 1967



         CHP, ötedenberi Birinci Kuvayımilliyecilik zaferinin ekmeğini yemekle geçiniyordu. Ekmek, DP Hacıağa-Bezirgânları tekelinde AP'nin eline geçti. Artık her dört yılda bir öne sürülen adayları seçtirip Mecliste rahatça istenilen kanunları çıkartmakla geçinilip gidilemiyor.

         Eski CHP bir parti değil, bir Babil Kulesiydi. Kule bir tapınaktı. Tapınakta bir Tanrı, bir Baş rahip vardı. Tanrı, Mustafa Kemâl'di, Başrahip de İsmet Inönü. Tanrıyı Tapınaktan çaldılar. Şimdi yalnız CHP değil, her parti Atatürkçü. CHP de bir Başrahip kaldı: İnönü Paşa.

         Tanrısı elinden gitmiş CHP Tapınağı, herkesin ayrı dil konuştuğu bir yerdi. Ecevit şöyle anlatıyor:

         "CHP içinde her yönden insan vardı. Köy Enstitülerini kuran Yücel de, onları kaldıran Sirer de.. Liberal Ticaret Bakanı Behçet Uz da, Sosyalist Cemil Sait Barlas'da, Petrol konusunda zıt tutumu olan F. Çelikbaş da, İ. Topaloğlu da. Atatürkçü, devrimci, altıoklu, CHP'liydi. Biz oklarımızı, kimimiz sağa, kimimiz sola, kimimiz de havaya atardık. Bazılarımız ise bunları tirkeşinde paslandırırdı." (Ege söylevi.)

         CHP - Babil Kulesinin hazinelerini aşıran iri Tefeci-Bezirgânlar, yüklerini DP-AP'ye aktarınca, Tapınağa sadık Başrahip İnönü ile derdimend irili ufaklı Müritler, başlarının çaresine düştüler. Madem ki Allahları göğe uçmuştu, şu kara yerdeki kullarla anlaşmalıydılar. Kullar; Tefeci-Bezirgân karması Finans Kapitalin işletip sömürdüğü küçük üretmenler ile, dayandıkları Devletçilik duvarının Amerikan markalı füzelere üs yapıldıkça sallandığını duyan, "Nüfus-u Devlet" dedikleri memur Kapıkulları idi. Kapıkulları; Devletçiliği, Sosyalizm yönünde yorumlara doğru kayıyorlardı. Onlar da elden giderse, Tanrısını yitiren CHP, kulsuz da kalacaktı.

         Tehlikeyi gene sınangalı Başrahip sezdi. Müritler kongrede Ortanın Soluna inandılar. Eski çarık-kaval-eşek yerine Ecevit; Üretmenden 15 kuruşa alınıp Tüketmene 85 kuruşa satılan PATETES'i, Oral; Kıbrısı bombalamaya gidecek uçaklara yabancı Petrol şirketinin, 2 milyon lira tazminatı da göze alarak, vermediği JET BENZİNİ'ni, Boğazları Panama Kanalı gibi kullanmak isteyen Amerikan PRATT atom gemisini ve hiçe sayılmış MİLLİ EGEMENLİĞİMİZİ ve BARAJI, Yurdoğlu-çiftleştirilecek İNEKLERİ, Erten; "Topaloğlu Piyasası"ında köylüyü yakan TÜTÜNÜ ele aldılar.

         Ekipler doğuya, Güneye gitmek üzere Ege'den başladılar. II. İlçe, bucak, köy bırakmacasına "anlamak isteyenlerin ayaklarına kadar gittiler". Nikâh salonlarında, memurlar, yargıçlar, subaylar, generaller, iş adamları, ev kadınları hıncahınç iken, "CHP'nin (Şimdiyedek boş düşürdüğü) halkla nikâhlanması" törenini yaptılar. "Parola yepyeni ve şaşırtıcı coşkunluk yaratmıştı" "İnanılmaz bir hararetle alkışlandılar." deniliyor. Mehmed Ali Bey ekibi, İşçiye-Köylüye inelim diyenlere karşı nutuk atıp 100 temiz işçi partili delege içinde, esnafça kulis "zafer"leri mayalarken, kırk yıllık yani, kâni oluyor. CHP Kapıkulları, küçük üretmenle kaynaşıyor.

         Bu ne hareketidir? Ecevit şöyle söylüyor: "Komünist olduğumuzu yazıyorlardı sağımızdakiler, aşırı solda bulunanlar ise bize'Sağcılar', Burjuva Partisi" "Kapitalistler" diye hücum ediyorlardı. Biz aşın sol değiliz, biz sağda değiliz. Ne komünistiz, ne Burjuva ne Kapitalist. Ortanın Solundaki Parti, halkın, sade vatandaşın, toplumun yararını ve çıkarını bir sınıfın veya bir zümrenin yararından, çıkarından üstün tutan siyasî teşekküldür.

         Burada söyleyene değil, söyletene bakmak gerek. Söyleten, 1954 yılındanberi bayrağını açmış olan İKİNCİ Kuvayımilliyecilik'tir. Kapitalist sınıfı inkâr edip Komünist olmayan kişilere bilim dilinde KÜÇÜK BURJUVA denir. Bütün dileğimiz, CHP'nin sonunadek Küçükburjuva ve Kurtuluşu davasında samimî kalması, CHP'de Meclis Gurubu gibi, kilit noktalarında pusuya yatmış Büyük Burjuvaların, ilk fırsatta Başrahip Paşayı, yeniden sağa, "sade vatandaşlardan" uzağa sürükleyememeleridir.

        

         "TEHLİKE ÇANLARI" KİMİN İÇİN ÇALIYOR?

          DP'nin Yoluna Giren AP

         Kasını ayı kuzey havasıyla geldi. Tombul başbakan AP İzmir kongresinde lokum yer gibi, "Silâhlandırılmış Hür Teşebbüs Sahipleri"ni Haçlılar Seferi'ne çağırdı. Çağrı hemen iki yankı verdi:

          1. TMTF'nin (AP emrinde olmıyan gençliğin) Adapazarı kongresi basıldı. Basanlar, "AP Gençlik Kolları"dır. AP Kolları Ankara Güneş sinemasında kavgalı bir kongre yaptı. "Burada işimizi bitirdikten sonra Adapazarına, Federasyon Kongresine gideceğiz" dendi. Bu "Hür Teşebbüs"çüler, bindirilmiş silâhlı ekipler halinde, pazartesi sabahı TMTF Kongresini bastı. Basanların başında, evvelce TMTF'nin İstanbul merkezini basan ve çantasında Hitlerin "Kavgam" eseri çıkan Atillâ Kılıçoğlu vardı. Ne var ki, aığır yaralılar çoğalınca polis suçluları karakola götürmek zorunda kaldı. AP Kolları bu yol karakolu bastılar, cam çerçeve komayıp kırdılar. AP G. Kolları Genel Başkanı Atillâ Akman komisere saldırırken şöyle bağırdı:

          "-Beni ne hakla burada tutuyorsunuz? Ben milliyetçi ve AP'liyim!" ve polisten telefonu İçişleri Bakanı F. Sükan'a bağlamasını istedi.

          Gerçi, suçluların adını soranlara polis Müdürü Ş. Balcı:

          "-Kimse kimseden davacı değil ki, isim verelim!" diye örtbas etti. Ama bu Başbakandan ilham almış danışıklı doğüş, AP'nin bindiği dalı, polisi basmak olmamış mıydı?

          2. TEKNIKERLER; AP'nin sağ kolu MTTB ile işbirliği yapıyordu. Sokağa çıkardığı pankartta, "Süleyman bacanak: Halimiz nolacak? yazılıydı. Tophanede "Bacanağın" polisiyle meydan savaşı oldu. Teknikum Talebe Cemiyeti Başkanı Faik Akdil Şunları okudu:

          "Bir memlekette emperyalistlerin uşaklığını yapan bir iktidar"... "Örgütlenmiş Burjuva sınıfı" olan mühendisler... "İktidar sahipleri hiç şaşırmasınlar! Zira bu gidişin akıbeti ancak tarihteki örnekler gibi olabilir."

         Söyleten AP. Ama söyleyene bak? Ve en yakın tarih, 27 Mayıs değil mi?

         Bu manzara karşısında CHP dergisi şunu yazıyor: "İşler zıvanasından çıktığı gün, biri kalkar, Demirel Hükûmetine dokunur. Bu dokunuş olunca da "Özel Sektörün kuvvetleri "Demirel Hükûmetini kurtaramaz. Kurtarmak için küçük parmağını kaldırmaz."

         DP için 27 Mayısta da öyle olmuştu.

         Onun için B. Demirel'in ağzından -Mehmetali Aybar Beyin kullandığı- "TEHLİKE" sözcüğü düşmüyor: "Tehlike çanları... Tehlike rüzgârları" gibi... tıpkı TİP kongresi gibi AP kongresine de koyu Kulis oyunlarından başka hiçbir yeni düşünce sokulmuyor. Bir tek fark var: TİP uleması, hayalhanelerinde, "Modern din adamları yetiştirecek kurslar" açarken, AP'nin eski Farmason Demirelci Bakanları, "Genel İdare Kurulundan hacıları hocaları temizliyeceğiz" diyebiliyorlardı. Kongre de bu dediğini yaptı. Bu hal, Bezirgân partilerin nasıl gizli bir tek merkezden güdüldüklerini bir kez daha ispatlıyor.




  TÜRKİYE'DE SOSYALİST KONFERANSI İÇİN
20 Ocak 1967
7 Şubat 1967



ÇAĞlRI:


         Bütün Türkiye'nin gerçek halkçıları birleşiniz!

         Bugün Türkiye'de bir çok "sosyalist" akımları var. Bunları sınıf ve zümreleri dışında toptan iki bölüme ayırabiliriz:
         1- Bilimsel sosyalizm iddialı sosyalistler,
         2 - Bilimsel sosyalizm iddiası bulunmıyan sosyalistler.
         Bilimsel sosyalizm iddialı sosyalistler başlıca 3 grupta toplanabilirler:
         1- TİP Sosyalistleri,
         2 - YÖN Sosyalistleri,
         3 - "ESKİ" Sosyalistler.
         Bilimsel sosyalizm iddialı olmıyan sosyalistler 4 üncü kategori olarak sayılamıyacak kez çok ve çeşitlidirler. Sırasıyla ilk akla gelenleri şöyle sayabiliriz:
         a) 27 Mayıs sosyalistleri,
         b) Sosyalist öğrenci klüpleri,
         c) Sosyalist kültür dernekleri,
         d) Sosyal-demokrat parti teşebbüsleri,
         e) Ortanın solları,
         f) Sosyal mukaddesatçılar ve ilh. ve ilh...
         Sonuncular, kendilerinin sosyalist olduklarını açıklıyamamakla birlikte, objektif durumları gereği ve samimî davrandıkları ölçüde, sosyalizmden başka çıkar yol bulamıyanlardır. Milliyetçiliklerini yabancı sermayeye maske yapmak istemediler mi, konkret konularda sosyalistlerle yol arkadaşlığı etmek zorundadırlar. İlk üç kategori sosyalistler, dördüncü kategori sosyalistlerle belirli bağ kurmazlarsa, Türk milletinin "İkinci Kurtuluş Savaşı'nda" kendi kendilerini tecrit etmiş olurlar. Çünkü, Türk milletinin 1000 kişide 999'u için, sosyalizm 40 yıldır hasreti çekilen peynir ekmek kadar önemli her günkü akar ihtiyaçtır. Yukarıda adları geçen ve geçmiyen, açık veya üstü kapalı sosyalist akımlardan hepsi, milletin 999 kişisinden bir bölüğü için bilerek bilmiyerek çırpınıyor.
         Türkiye'de olsa olsa en çok 1000 kişide 1 kişi gerçekten EMPERYALİZM ve KAPİTALİZM çıkarlariyle kendi çıkarlarını paralel sayabilir. CİA ve ENTELİCENS SERVİS'lerden BARIŞ GÖNÜLLÜLERİNE ve YEHOVANIN ŞAHİTLERİNE dek emperyalizmin seferber ettiği bütün bilinçli ve bilinçsiz güçler, hep yukarıda sayılan 4 kategori sosyalistler arasına fit sokmakla başarı kazanıyorlar. Millet oylarının bugünkü feci dağılışları ve mihraklaşmaları dahi, yalnız emperyalizmin sinsî ve sistemli ustaca oyunlarıyle yöneltiliyor. Türkiye'nin en az 40 yıllık yanılgısı ve yenilgisi MİLLİYETÇİLİK sözcüğünün SOSYALİZM'den başka hiç bir anlama gelemiyeceğinin bir türlü kavranılmak istenilmeyişinden doğmuştur. Bu denklemi tersine çevirince, aynı sonucu buluruz.

         SOSYALİSTLERİN BİRLEŞME PRENSİPLERİ...

         Yukarıki basit DOĞRU'ya, 4 kategori sosyalistin birleşmesi için, birinci basamak, ilk 3 kategorinin birleşmesiyle çıkılır. Her 3 yönden de kopacak allerjileri bile bile söyliyelim ki, pratikte hemen yapılabilecek tek şey: (TİB+YÖN+ESKİLER) adlı sosyalistlerin, kaçınılmaz küçükburjuva alışkanlıklarından "fedâkârlık" ederek tek HALKÇILIK CEPHESİ kurmalarıdır. Eğer bu ilk üç bilimsel sosyalist görünen kategori, birleşme değilse bile işbirliği yapma mucizesini gösterebilirlerse, genişliği hergün artan büyük dördüncü kategori sosyalistlerinin kazınılmaları hayli kolaylaşacaktır.
          İlk 3 kategori sosyalistlerin ortak teorik ve pratik plâtformları daha bugünden vardır gibi geliyor. TİP te, YÖN de, Eskiler de teorik bakımdan BİLİMSEL SOSYALİZME, pratik bakımdan İKİNCİ KUVAYI MİLLİYECİLİĞE ve ANTİ-EMPERYALİZME eğgin görünüyorlar. Hiç değilse, bu 3 kategori sosyalistler arasından kimse kalkıp ta bilimsel sosyalizme düşmanım ve emperyalizme dostum diyemiyor. Böylesine sağlam temel prensip ortaklığı ciddiye alındıktan sonra, geriye kalan her türlü geleneksel küçük kompleksler, yenilmiyecek güçlükler çıkaramaz, yahut çıkaramamalıdır.

         SOSYALİSTLER KONFERANSI İÇİN ŞART

         Yapılacak ilk iş TİP'çiler, YÖN'cüler ve ESKİ'ler arasında "Kişisel ve bencil" sayılan (gerçekte gene sosyal kökleri bulunan eğilimleri bir yana bırakma yiğitliğini sineye çekmek, yalnız bilimsel sosyalizm ışığında antiemperyalizm ve geriliğımiz gibi pratik meseleleri konkretçe ele almak, ilkin sosyalist arkadaş ruhu ile tartışmak, sonra o tartışmayı ve organik sonuçlama perspektivlerini dördüncü kategori sosyalistlere açmak olmalıdır. Onun için, en kısa zamanda, 1967 başlarında TÜM TÜRKİYE ölçüsünde bir SOSYALİSTLER ARASI KONFERANS toplanmalıdır. Konferansa egemen olacak ruh ve madde: Kategorilerden ve bölümlerinden hiç birisinin, şimdi Bay Çetin Altan'ca yerilen, şu en az ilk üç dekadan, küçükburjuva rezaletini yanlarına uğratmamaları, ruhu ve maddesi olmalıdır:
          1- Kimse dalga ve hayâl geçmiyecek,
          2 - Kimse kendini övmiyecek,
          3 - Kimse kendisinde büyük liderlik vehmetmiyecek.
          Bu üç ana davranış TİP'çe, YÖN'ce, ESKİ SOSYALİSTLER'ce içtenlikle ve açık seçik benimsenirse, Bay Çetin'in korktuğıı: "Üç kişiyle yeri göğü oynatmak" ve "İki karmaşık yazıyla meseleleri çözümledik sanmak" kendiliğinden imkânsız kalacaktır. Üç dört kategori sosyalistin, ülke ölçüsünde bir araya gelmeleri "üç kişinin üç şey konuşması" olmaktan çıkacaktır. Her şey, derli toplu modern metodlu bir SOSYALIST KONFERANSININ kararlarına bağlanacağı için, "İki karmaşık yazıyla meseleleri çözümleme" hastalığımız kökünden kuruyacaktır. Bir anda, kişi sürtüşmeleri, Eski-Yeni suçlamaları, İşçi sınıfı - Antiemperyalizm çelişkileri, bugünkü boyutlarını olsun yitirecektir.
          Birinci aşama olarak, (TİP -YÖN - ESKİI.ER) derlenişinde en büyük feragat, iyi dilek ve anlayış örneği, başta TİP'çiler gelmek üzere YÖN'cülerden beklenecektir. Daha doğrusu TİP ve YÖN bu işi ciddiyetle ele alırsa, en güç adım atılmış sayılabilir. Yeter ki, TIP'çiler de, YÖN'cüler de, -Allah rızası için, diyelim - Bay Çetin Altanın öne sürdüğü: Dalgacı hayalciliği, kendini övmeyi, büyük liderlik taslamayı sonuna dek şeytan taşlarca üzerlerinden ve çevrelerinden kovalamayı bilsinler. Tabiî, Eski Sosyalistler'in o üç başlı rezaletten zemzemle yıkanmadıklarını, kendilerini terleterek, hatta derilerini törpüleye, kazıya o gibi kirlerden arınmaya çalışmaları gerektiğini unutmuyoruz.

         PRENSİP SAVAŞI ve SOSYALİST KARDEŞLİK

         Sosyalistler arası HALKÇILIK CEPHESİ kurmak: Prensip savaşlarını durduracak değildir. Tam tersine, sosyalistler arası dağınıklık, her türlü tartışmayı prensip çığırından çıkartıp yozlaştırıyor. Küçükburjuva çevresi, kompleksler cephaneliğidir. Tartışacak prensipten yoksun kaldığı ölçüde, olmayacak sigara izmaritiyle en büyük atom pilini yaratır. Ayn elemanlardan derleşik olsa da bu pil, düşünce ve davranış eleştirisinden en verimli ve sürekli sosyalizm akımını sağlar. Namık Kemal'den beri söylenen: "Doğrunun yıldırımı, düşüncelerin çarpışmasından doğar" sözü, yüzyıl sonra olsun bu toprağın hiç değilse sosyalistleri arasında gerçekleşir.
         TİP ve YÖN gibi yeni güçler yanında ESKİ Sosyalistlerin "Kaç tümeni var?" demiyelım. Eski adsız birikimin mirasyediliğine düşeriz. Fincancı katırlarını ürkütme bahanesi de çağını yitirdi. Nitekim şimdi başka bahane uyduruluyor: Eskilerin kırgınlıkları ile yeni kuşakların kulak tozları, hatta ödleri patlatılmak isteniyor. Aşağısı sakal, yukarısı bıyık diye tükürülmediğinden cüretlenilmesin. Hikmet Kıvılcımlı: Nâzım Hikmet'e ve Kerim Sadi'ye ağır saldırmış... Kerim Sadi: Hikmet'e ve Nâzım'a verip veriştirmedik şey bırakmamış. Nâzım, daha "şâirane" sözü gümüş sayıp, davranış altınlarıyla onlara taş çıkartmış.. Bu, madalyanın bilinen bir yüzüdür.
         Kimsenin bilmediği, bilenlerinse, yeni kuşaklardan sakladıkları madalyanın inanılmaz öbür yüzü vardır: O "üç silâhşör" Eski sosyalist, birbirlerinin yaraladıkları ölçüde sevmeyi öğrenmişlerdir. Teoride ve pratikte birbirlerinin yanlışlarını yalın kılınç delik deşik etmekte gözlerini kırpmayan bu üç insan, ilk buluşmalarında, çocuksu şen kahkahalarla kucaklaşmaktan bir gün geri kalmamışlardır. Özellikle Eski Sosyalistler bu bakımdan, yeni sosyalistlerarası bağlılıklarda maya rolünü oynıyabilirler. Yeni kuşaklara, kişisel deve kinleri ve sülâle kan dâvaları yerine bu eski sosyalist kardeşlik mayası aktarılabilir.

         BİRINCİ KUVAYI MİLLİYECİLİKTEN ALACAĞIMIZ DERS

         Birinci Cumhuriyet Türkiyesinde SOSYALİZM, Birinci Kuvayımilliyeciliğin "HALKÇILIK PROGRAMI" ile doğdu. Tek parti-Çok parti oyalamaları gerçek HALKÇILIĞI yozlaştırdığı için, halkımız kendi sosyalizmine DEMİRKIRATLIK adını koydu. Halkımızı iyi anlamalıyız... Birinci Millî Kurtuluş sırası kişisel gibi görünen BURJUVA etkileri altında ESKİLER kırıldı. Yüzeysel başarılarla kişiler tanrılaştırıldı. Siyasetimizde DEMOKRASİ yokedildiği için, gerçekte Sosyalizm demek olan HALKÇILIK gömüldü. Sonucunda, Türkiye bugünkü geriliğine sürüklendi.
         İkinci Cumhuriyet Türkiyesinde, İkinci Millî KURTULUŞ hareketinin "Halkçılık Programı" üstü kapalı geçilemiyen SOSYALİZM oldu. Gene dorukta bir kaç kişi veya zümre ESKİLERİ kötülemekte başarı kazandıklarına inanır görünüyorlar. Onları da güden İŞÇİ cilâlı, küçük burjuva başlıklı burjuva füzesi gizli güçtür. Bunda kimse sonuna dek aldatılamaz. Sosyalistim diyen kişi ve zümrelerin en geniş yüzeysel başariları, Millî Zafer'le kıyaslanamıyacak kertede küçük oyunlar olduğu için, ESKİLERİ antidemokratik yoldan kesin olarak yoketmek hayâldir. Kapalı Tarikat kerametleriyle evliyalaşmak, tanrılaşmak -ne denli geri ülkede oluşumuza güvenilirse güvenilsin- boştur, en beklenmedik yaman tepkiler yaratır.
         Türkiye halkı horoz dövüşünü tutmuyor. Millî Mücadele'nin çete harbinden geçip, muntazam orduyla kazanıldığını biliyor. Sosyalistler ordulaşınız. Millî birlikten korkmayımz.

          Bütün Türkiyenin gerçek HALKÇILARI birleşiniz!




KIZIL BEKÇİLER VE SOVYETLER
20 Ocak 1967



         Yeryüzünün her beş insanından birisi Çinli. Batı dünyası ikisini bir arada haklıyamıyacağını anladığı Çin'le Sovyetler'i birbirlerine düşürmekten başka kurtuluş umudu görmüyor. Bu uğurda her günkü ajanların yağdırdıkları ortada. Fransa'nın dünya birinciliğini kazanmış dergisi Match'ta en işlek röportaj ustası Raymond Cartier: "Dünyaya karşı 700 milyon Çinli" yazısı ile konuyu şöyle inceliyor. "12 Ağustos 1966 Cuma günü, derilerini güneşte bronzlaştırmaktan başka hiçbir şeyi umursamıyan Avrupalılar için, göze çarpıcı hiç bir şey olmamıştı. Pekin'de, Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi'nin Plenum'u (Tüm üyeler toplantısı) yapıldı. Bundan önceki Onuncu Plenum 28 Eylül 1962'de yapılmıştı. O zaman (1962 yılı) Şehzâde kabahat işledi mi, uşağa dayak atıldığı gibi: Çinliler, Tito'yu yeni- revizyonizm yaptığı (prensipleri bozduğu) için kırbaçlamışlardı. Rusya gene büyük kardeş ülke, ve "sosyalist ordugâhının şefi" sayılıyordu. Onuncu Plenum: "Sovyetler Birliği ve öteki kardeş sosyalist ülkelerle dostça ilişkiler, karşılıklı yardımlaşma ve işbirliği" yapmaktan yana çıkmıştı.
         1966 Onbirinci Plenum'u Sovyetlere "Hainler" diyordu. Sovyetleri "Kapitalist dünya içinde emperyalizmi ve sömürgeciliği savunmak, sosyalist dünya içinde kapitalizmi yeniden tahta çıkarmak"la suçluyordu... Sovyetler'in hükümet gazetesi İzvestiya dahi bir takım mektuplar alıyordu. Bunlar, son günlerde mal edinme zevkinin olağanüstü yaygınlaştığını belirtiyorlardı. Buzdolapları, televizyonlar, kişisel otomobiller çoğalmıştı. Barınılan yerlerin üçte biri, içinde oturanların olmuştu. Kolhozlarda (Halk çiftliklerinde) kişilere bırakılan tarlacıklar (en çok 25 dönüm) Sovyetler Birliği'nde tüketilen etin %42'sini, patatesin %60'ını, yumurtanın %73'ünü üretiyordu. İktisatçı V. Stefanov ise, bunda sosyalizmi üzecek bir şey olmadığını anlatıyordu. Kanunca Sovyet yurtdaşlarının mücevherleri, birer köşkü, otomobili bulunabilirdi. Bir fabrika veya mağazaları olamazdı.
         Çin'de devrim, eski devrin alâmetlerini siliyor. Vaktiyle Fransa'da Dört acûze: Vergi sisteminin dayandığı dört mükellefıyetti. Bugünkü Çin'de ipliği pazara çıkarılan dört acûze: Eski felsefe, eski kültür, eski görenekler, eski geleneklerdi. Fransız devriminde iskâmbil kâğıtlarında papazın yerine domuz konulmuştu. Çin kültür devrimi satranç kulüplerini dağıtıyor, açıkça derebeği oyununu yasak ediyor. 24 saat içinde dünyayı korkutan kızıl bekçiler ün aldılar. Bunlar 20 yaşından küçüktürler. Şanghay, Kanton veya Pekin'de otururlar. Bütün üniformaları bir kızıl pazukenttir. Kutsal görevleri: Maocu düzeni egemen kılmaktır. Kızıl bekçiler, mağazalardaki bütün saç, yüz cilâlama merhemlerini döküp attılar. "Çocuklarda hacıağa ve revizyonist alışkanlıklarını uyandıracak" mini mini saatler, çantalar gibi oyuncakları temizlediler. Bilinmez bir içgüdü ile kara gözlükleri kırdılar.
         Rusya'da askerler, siyasal, ekonomik ya da sosyal bir rol oynamak üzere ordu işleri dışına pek çıkmazlar. Çin'de ordu, millî hayatın bütün biçimlerine çok daha aşırıca katışıyor. 12 Ağustos'ta, doktrincilerin başı Liu Şao-Şi parti rütbelerinin ansızın sekizinci basamağına düştü. Mareşal Lin Piao, altıncı basamaktan ikinciliğe yükseldi. Birkaç gün sonra, canlı tanrı Mao Tse-Tung Doğu yeli (eski Göksel Barış) alanında göründüğü zaman yirmi yıldan beri ilk defa er ceketini giymişti. Ortaya atılan parolalar şöyleydi: "ordu gibi yap" "ordudan öğren" Rejiminin uluları; Asyalı insanı, yarının komünisti olarak yetiştirecekleri dünya nimetlerine oruçlu ve ihtiraslı gençliği, ordu denilen perhizkâr kalıbın içine dökmek istiyorlar.
         Yaradılışın en gururlu ve en ırkçı ulusu olan Çinli "uzun burunlu", "barbar", "yalancı şeytan" dediği ak adama (batılıya) karşı hınçlı ve boşvermeyle doludur... Çin başkentinde 10 yabancı ülkenin askerleri silâh çattıkları zaman, Fransız veya İngiliz topçekerleri Yangtse boyunca Şangking'e değin çıktıkları vakit bile Çinliler yeryüzünde en us ve akıllı, en zeki, en medenî ve en güçlü oldukları kanısındaydılar... Şu Yang 700 milyon insanın entelektüel diktatörüydü. Mao gibi Hunan'da doğmuştu. Mao henüz kellesi kesilecek bir âsi iken Yenan'a giden Şu Yang Mao'ya katılmıştı. Bir gün Pekin gazeteleri onu Çinli ruhunu zehirliyen adam saydılar: "Şu Yang, deniyordu, operamız ile tiyatromuzun: "Travyata", Romeo ve Juliet, Kral Lear" gibi piyesleri oynamasını istiyordu. Çin'de Shekespear ve Rus klâsiklerini halka sevdirmeye kalkmıştı.1962 yılı "Kırmızı Odanın Rüyası" ve "Üç Krallığın Masalı" gibi ortaçağ romanlarının yeniden basımı için 7500 ton kâğıt tahsis ettiği halde başkan Mao'nun eserlerine ancak 70 ton ayırmıştı".
         1967 bitmeden Mao'nun tüm eserleri 30 milyon nüsha çıkacaktır. Bunlara yazdığı "çok önemli izahat"ında Mareşal Lin Piao şöyle diyor:. "Başkan Mao ak medeniyet içinde kendi modelini buldu demek yerinde olmaz. Mao tamamiyle yeni bir Çin dünyasının ve ideolojisinin bağımsız yaratıcısıdır." Lin Piao'ya göre, Mao'nun uzun kariyeri boyunca gösterdiği başarılar üç büyük başlık altında derlenebilir: "1. Kendi kendimizden başka kimseye bel bağlamıyalım; 2. Ordu ile milleti tek vücut yapalım; 3. Devrimin manivelâsını köylerde bulalım."
         Çinliler hiçbir vakit unutmak nedir bilmezler. "Figaro" gazetesinde James de Caquet yüzlerce benzeri bilinen şöyle bir olayı anıyor: "kurtarılan" bir köyün ahalisi katolik misyonuna 142 milyon 628 bin 999 yuanlık bir fatura sunar bu para 45 yıl önce Boxers'lere karşı sefer açan Avrupalı askerlerin kesmiş oldukları beş armut ağacının hesabı idi. Çin kendisini; 19'uncu yüzyılda ak dünyaca yapılmış hakaretlerin, muazzam mürekkep fâiziyle birlikte alacaklısı sayıyor.
         Fransız Komünist Partisi'nin organı olan "Humanite" Gazetesi yazdığı altı makale ile Kızıl Çin'i kınıyor. Neden? Mao Tse Tung'un kişiliği tanrılaştırılıyormuş.
         Yabancı Avrupalı: "Çin'de, soğumuş demirdense, aşırıca kızgın demiri tercih ediyorlar" kanısında. Tercümanı ona şu karşılığı veriyor: "Siz Çinli değilsiz. Anlıyamazsınız. Bilirsiniz ki, devrim, briç masasında centilmen tartışması değildir."




Emperyalistler Arası Boğuşma
Amerikan Süperemperyalizmi
Sosyalist,7 Şubat 1967


         Sovyetler Başbakanı ile, İngiliz Başbakanı, son haftalar, Avrupa Karakıtasında karmanyol oynarca mekik dokuyorlar. Ne oluyor'? İngiliz Vilson, Kabinesinde "Asileri" temizledi: Yerlerine hep "Ortak Pazarcıları" bakan etti. Sonra, 6 Karaavrupa ülkesine doğru paçaları sıvadı. Telâş neden?

         İkinci Enternasyonal kocakarılarının ağızlarında geveledikleri. bir "Süperemperyalizm" vardı. Onlara göre Süperemperyalizm, belki de yeryüzüne Hitler'in sonradan taklide çalıştığı "Bin yıllık barış" bastırırdı. Günümüzün Süperemperyalisti Amerika'dır. Ne görüyoruz?

         İkinci Cihan Savaşı bitince, Bütün Avrupa Emperyalistleri (ve Cihanın ileri geri Kapitalist ülkeleri) gibi İngiltere de, Amerika'nın kucağına düştü. Amerika Süperemperyalist (aşırı Emperyalist) oldu. Şimdi, bir yanda, Avrupa'nın klasik sömürgeleri Avrupa Emperyalistlerini silkip atarlarken; ötede, Avrupa Emperyalistlerinin kendileri de, Amerikan Süperemperyalizmine karşı bir çeşit ekonomik "Kurtuluş Savaşı" açmak zorunda kaldılar. Vilson'u "tabanı yanmış it gibi" dolaştıran zor, bu savaşın keskinleşmesidir.

         Amerikan Süperemperyalizmine karşı ilk isyan bayrağını açan Fransa oldu. İngiltere'yi paçalarından yakalayıp Amerikan kuyruğunda sürükleyen safra: Kendi kuyruğunda takılı sarkan "Ortak Evren: Com monvvealt" dediği: Sözde bağımsızlaşmış eski İngiliz sömürgeleri idi. Amerika'nın Dünya ölçüsünde dolarla yaptığı çapulu, İngiliz Sterlin alanında yapmakla avunuyordu. Vilson 1961 yılı şöyle diyordu: "Düsseldorf'ta (Alman şehrinde) çamaşır makinesi satmak için, Ortak-Evren dostlarımıza ihanet etmek haksızlık olur." Hırsız İngiliz, büyük haydut Amerika'yı destekliyordu.

         B) ORTAK EVREN İHANETİ VE ÜRETİM
         Gel zaman,git zaman, Amerikan kuyruğunda Dimyata pirince gideceğini uman İngiliz emperyalizmi, bir de baktı ki: Evindeki "Ortak-evren" Commonvvealt" pirincinden oluyor. Son on yıl içinde, İngilizin girmem dediği Ortak Pazar'la olan alışverişi 2 kat arttığı halde, kendi Ortak Evreniyle olan alışverişi yerinde sayıyordu. Aynı Ortak-Evrenin İngiltereyle olan alışverişi yerinde saydığı halde, Amerikayla olan alışverişi 2 kat artmıştı!.. Böyle bir denklemin sonucu ortadaydı: Ingiliz Emperyalizmi, Amerikan dost kazığı ile, Ortak-Evren'den dışarıya atılıyordu.

         Bu ekonomik Amerikan kazığı, politikada büsbütün çuvala girmez mızrak oldu. İngiliz Ortak-Evrenindeki ülkeler, Amerikan kuyruğu yalamakta İngilizi aştılar: Kanada, Endonezya ile İngiliz Borneo'da çatıştıkları gün Endonezya'ya uçak sattı; Avusturalya, İngilizin karışmadığı Vietnam'a, Amerika kuyruğunda asker gönderdi; Nijerya, İngilizin girmediği Ortak-Pazara bağlandı; Rodezya, İngilizin başına belâ kesildi.. Bütün bu ve benzeri "Ortak-Evren bağımsız politikaları" altında Amerikan süperemperyalizminin yattığını İngiliz daha fazla görmezlikten gelebilir miydi?

         Onun üzerine 1963 yılı aynı Vilson şu baklayı ağzından çıkardı:
         "Amerika bizi her batağın içinden kurtarmak için birebirdir, diyen o rahatsever doktrinden daha tehlikeli kuruntu olamaz. Gayri, İngiltere'nin dünyadaki sözügeçerliği,üretim yapabildiği ölçüde var olacaktır."Amerikan kuyruğu yalamakla gününü güneden bütün çakalların kulaklarına küpe olması gereken bu eski kurt İngiliz sözü ne demekti? Şu demekti: Üretim yarışını yitiren ülke, en kaşarlı Empezyalist Devlet bile olsa, diri diri yenilmeye mahkumdu!                                                                                                                                                                                        İngiltere'nin Ortak-Evren dururken, Ortak-Pazara girmeye kalkışması: Yalnız yukandaki bezirgan çıkarına ve politika ihanetlerine dayanmaz. Daha doğrusu o bezirgan ve politika kompleksleri dahi, gelirler üretim temelindeki durumla bağlanırlar. İngilizin ortak evrenini Amerikayla alışverişe  zorlayan sebep, Amerika'nın keşif icatlarla teknik ilerlemeleri haraca bağlayacak rekabetler yapışıdır. Herkes Türkiye değildir: Almanya'da 100 dolar olan malı Amerika'dan 200 dolara alsın. İngiliz sömürgesi (Ortak evreni) bile, ucuz bulduğu yerden mal alır. Aldığı zaman da, İngiliz ona, kızmaz ben daha ucuz mal yapamıyorum diye, toparlanır.
       
 C) İKİ  TEKNİK İHTİLÂL
         Son yıllarda, üretim temeline korkunç teknik ihtilâller girdi ve giriyor. Avrupalı Emperyalistlerin gözlerini faltaşı gibi açan son iki teknik ihtilâl: 1-Süpersonik (Sesaşırı) uçaklar, 2-Ordinatör (buyurucular) veya İnformatikler (duyurucular) adını alan akıllı hesap makineleridir. Bu elektronik beyinler olmasa, o süpersonik uçakları yapmak yüzyıllara kalıyor. Bugün, Sovyetler bir yana,Emperyalist dünyada Ordinatör yapan ülke Amerika'dır. Süpersonik uçak yapma imtiyazı da Amerika'nın elindedir.Keşif icatları Avrupalı kafası yapsa bile, kapitalist düzenin çıkarcı ruhu ile, keşif-icat yapanları para babası Amerika satın alıyor.

         İngiliz, kendi başına bu işin altından kalkamayınca Fransızla anlaştı:1962 Kasımdan beri Concorde adlı bir süpersonik uçak yapmaya giriştiler. Az kalsın iflâs ediyorlardı. Çünkü, Amerika daha 1958 yılı B (Boeing) ve L (Lockhead) firmalarını destekleyen FAA(UçakFederalAjansı) teşkilatında 24.000 memur çalıştırıyor ve Devletten milyarlar sunuyor. Avrupalı bu işe izzeti nefis yarasıyla girmişti. Amerika Devleti rantabilite (irat getirirlik) hesabı için 1963 yılı para verdi. 2.000 B ve 1575 L uzmanı 9 eylülde (1966) 8.000 sayfalık inceleme raporlarını sundular (sıkı muhafaza altında): 25 Hava Kumpanyası, maket üstünde 110 sipariş verdi. Boeing'in 2-707 uçağı tutuldu.

         Şimdi, Süpersonik uçak gerçekleşince 130.000 iş mevkii doğacak ve 10.000 işletme malzeme yetiştiştirecek. Bir uçak 35 milyon dolara (İstanbul'un bir yıllık bütçesi). Ancak 200 uçak satıldıktan sonra kâra geçilecek. B. fırması, Devletten aldığı 4.5 milyar dolar (3 yıllık Türkiye bütçesi) ödüncü, ilk uçağı teslim ettiği 1974 yılında ödemeye başlayacak.




M.B.K. NIN "AZAMETİ VE İNHİTATI"
(ULULUĞU ve ÖLÜLÜĞÜ)
7 Şubat 1967
4 Mart 1967
30 Mayıs 1967
20 Haziran 1967



         27 Mayıs yaşıyor. Millî Birlik Komitesi öldü. MBK'nin başlıca AZAMETİ: ULULUĞU; 27 Mayıs'ın yaşamasındadır. Ancak, MBK'nin bir de "İNHİTAT": ÖLÜLÜĞU" vardır: MBK yaşamamaktadır. Bu yaşamayış, "Her şey gelir, geçer" felsefesinin normal uygulanışı sayılamaz. Üzerinde gereği gibi durulacak şeydir. Onun için biz, MBK'nin ululuğundan (azametinden) çok, ölülüğü (inhitatı) üzerinde durmalıyız.
         Bununla birlikte MBK'ni iki yanıyla, ululuğu ve ölülüğü ile ele almadıkça, anlayışa varamayız. Son günlerde, özellikle sol cepheyi bulandıran, her türlü ayıklığı önliyen bütün o sosyal ve politik düşünce ve davranış yönsüzlükleri, sözde tartışma bocalayışları hep o en yakın pratiğimiz 27 Mayıs ve MBK olaylarını kavramakta gösterdiğimiz küçük burjuva kendini beğenmiş vurdum duymazlıklarımızdan ileri geliyor.
         Bu sütunlarda, MBK'nin ululuğıı ve ölülüğü üzerine, hem birbirinden ayrı, hem birbirini bütünleyici sıra sıra yazılardan ilkine başlıyoruz.
        
         BİRİNCİ BÖLÜM
         MİLLİ BİRLİK KOMİTESİNİN ULULUĞU
         Millî Birlik Komitesi'nin ululuğu herkesin gözü önündedir. Aşın söze hacet yok, gibi gelir. Gene de, bu ululuğun üç karakteristliğine değmeden geçemeyiz.
         I - MBK'nin BİRLİK deyimi DAĞINIKLIK anlamına gelir: 27 Mayıs'ı yapanlar hemen hiçbir sosyal prensipte anlaşmış değillerdir. Bu yüzden içlerine giren müthiş dağınıklıklar, hareketi 27 Mayıs olmaktan çıkaramamıştır. 27 Mayıs'ın ululuğunu ispatlıyan birinci belge budur.
         II - MENDERES neden ASILDI? Bu konuda şimdiye dek yapılmadık açıklama bırakılmadı. Kimi yanlışlıklar, kimi kişi kinleri, kimi haklı, kimi haksız yığınla nedenleri öne sürüldü. Hep bir şey unutuldu: Menderes son deminde (ister pazarlık için, ister içten inanışla) antiemperyalist tutuma kaymıştı. Ona rağmen Menderes'in ölümünde emperyalizmin büyük kumarı tutmadı. 27 Mayıs'ın Ululuğunu ispatlıyan ikinci diyalektik belge budur.
          III - 27 MAYIS HALKIN ESERİDİR: Türk Silâhlı Kuvvetleri finans-kapitalin DP iktidarını devirdikleri gece, halk evinden dışarı uğratılmadı. Ama, bütün Yassıada'ya gönderilenleri, hep o "sokağa çıkma yasağına" uğratılmış halkı birer birer tevkif ettirdi. 27 Mayıs'ın ululuğunu ispatlıyan üçüncü diyalektik belge budur.
          Bu üç diyalektik ululuk belgesine gelecek sayıdan itibaren kısaca dokunacağız.

          1- MBK'nin BİRLİK deyimi DAĞINIKLIK demekti:
          Türkiye'de "BİRLİK BERABERLİK" sözü, oldu olası her ağızın pelesengidir. 27 Mayıs bile "MİLLÎ BİRLİK" adıyla, yarı Türkiye nüfusunu peşine takmış DEMOKRAT PARTİ iktidarını devirdi. Devirmeseydi; ihtilâlciler "millî birliğimize karşı en büyük suikasti yapmış" kişiler olarak çarmıha gerileceklerdi. Devirdiler: "millî birliğimizin en büyük sembolü" oldular. Demokrat Parti'ye oy vermiş olan yarı nüfusumuzdan çıt çıkmadı. Sahiden bir MİLLET BİRLİĞİ havası bile doğdu.

          a) 14'lerin temizlenmesi (Sosyalizme vuruş)
          Millî Birlik Komitesi, kendi içinde birlik miydi? Daha 27 Mayıs başarı kazanır kazanmaz, en başta 38 kişilik MBK içinden 38 parça gibi göründü. Altı ay geçmedi. Milli Birlikçiler ikiye bölündüler. M.B.K.'de yarıya yakın (kimine göre sekizde yedi) "muhalif" üyelerden 14 birlikçi baskınla ayrılıp sınır dışına atıldı.
          Atılan 14'ler birlik miydiler? Hayır. Sonradan anlaşıldığına göre, 4'ü Türkeş çevresinde faşizan (kafatasçılığa eğgin), 10'u Kabibay'la Erkanlı arasında ikircikli, halkçı göründüler. Ama, rahmetlik Cemal Gürsel Paşa, o zaman M.B.K. Başkanı, Devlet Başkanı, Silahlı Kuvvetler Başkanı sıfatiyle verdiği demeçte, bunların atılma sebebi açısından şöyle dedi: "İnsanı gayrısamimi
beyanda bulunmak zorunda bırakıyorlardı!". Rahmetli Gürsel Paşa, basına şöyle bir bildiri vermişti: "Türkiye'de Komünistlerin başarı kazanabileceklerini sanmıyorum. Ama, Türkiye için bir sosyalist partinin lüzumlu olduğuna inanıyorum."
         MBK başkanının bu "beyanları" mı "gayrı-samimi" idi? Anlaşılmadı. Yalnız, çok geçmeden, Türkiye'de sosyalistim diyeni haysiyet divanına verdiği halde, bir gün sosyalistliği kimseye bırakrmıyacak olan bir İşçi Partisi kuruldu. Ve rahmetlik Gürsel Paşa, Amerika'da komaya götürülmeden bir hafta önce, bir kuğu çığlığı gibi, ansızın: "Türkiye'de bir komünist partisinin kurulmasına lüzum vardır" haykırışını yaptı. Ve uçakla Amerika'ya apar topar götürüldüğü günün akşamı, kendi cumhurbaşkanları Kennedy'yi kim vurduya getiren Amerika uzmanlarının hazakati sayesinde; bir daha kalkamıyacağı komaya daldı. Öldü gitti.
         Ötede 14'ler, 2 yıl, 5'er bin lira maaşlı elçi danışmanlığı ile yurt dışında tecrübeye tâbi tutuldular. Sansasyonel yasak buluşmalar yaptılar. İçeriden, dışarıdan birleşme denemelerine kalkıştırıldılar. Öngörüp birleşemediler. Yurda dönüşlerinde hepsinin ayakları suya erdi. Sosyal ve siyasi yönsüz hiç bir iş yapılamıyacağını anladılar. Faşizmsi düşünenler CKMP'ye halkçımsı düşünenler CHP'ye, sosyalistimsi düşünenler TİP'e girdiler.

         b) Madanoğlu'nun temizlenmesi (Finans-kapital'e vuruş)
         14'lerden geri kalan MBK üyeleri "BİRLİK" miydiler? Doğrusu, yalnız 14'ler değil, hepsi: MBK üyelerine kimsenin dokunamıyacağı andıyla, kendilerini "millete adamış" idiler. 14'lerin atılmasiyle, herkes sözünden dönmüş, yahut birlik olmaktan çıkmıştı. Bu çözülüşten en çok yararlanmak isteyenler, fırsatı kaçırmayacaklardı.14'lerin sınır dışı edildikleri gün, Madanoğlu grubu, öteki MBK üyelerini ortadan kaldırma yoluna girdiler. Kimdi bu Madanoğlu'cular? 14'lerin başında yurtdışı edilen Kabibay'ın sonradan harekete sokulan kişiler olmaları, yeterli tanımlama değildir. Millet Meclisi seçimlerinde İstanbul caddelerine, hele Beyoğlu caddesine çıkanlar, banknot yağar gibi Madanoğlu propaganda kağıtları yağmış olduğunu görüp şaştılar, kafıle kafıle otomobillerle Madanoğlu'nun ültimatom çaşnılı ünlendirilişi ile karşılaştılar. Madanoğlu'nun ardında finans-kapitalin gölgesi güçlükle saklanabiliyordu.
         Madanoğlu'nun temizleyecekleri: Gürsel çerçevesine pek sığmayan albay cuntalanydı. Albay cuntaları devletçiliğimizin büyük çoğunluğu alt-kâdeme silahlı kuvvetlerdi. Henüz diriydiler. Kimin adına diktatörlüğe adaylığını koyduğu açıklanmayan Madanoğlu grubunu daha tez davranıp temizlediler.

         MENDERES NEDEN ASILDI?

         27 Mayıs patladığı gün sarsıntısından herkes yere kapaklandı. Silahlı kuvvetler gibi yüzde yüz iktidarın emrinde, tek meziyeti İTAAT disiplini olan bir örgüt geri tepsin? Buna kimse inanmadı. Silahlı kuvvetlerin şahdamarı içinde "NATO" kılığı ile yerleşip başkomutan olmuş bulunan Amerikan sermayesi Menderes'i tüketmişti. Yeni kartlarla oynamak istiyordu. Bunu Menderes de sezmişti. Amerika'ya nispet, Kruşçofu Ankara'ya çağırmıştı ve kendisi de Moskova'ya gidecekti. DP'nin kazandığı 1957 seçimlerinde, Menderes açıkça şöyle bağırmıştı:
         "İçte ve dıştaki siyaset bezirganları... İktisadi ve dolayısıyla siyasi istiklâlinden Türk milletini saptırmak istemektedir."(9 Ağustos 1957, İnebolu).
         Menderes'e bir şeyler olmuştu. İktidara geldiği günden beri bir daha ağzına almadığı sözleri, yeniden ve ansızın öne sürüyordu "Demokrat Parti köylünün ve halkın menfaatlerini koruyan partidir" diyordu. "Ağır Sanayi İşçileri Sendikası Başkanı" oluyordu. İnebolululara: "Onlar size yaptıklarımızı çok görüyorlar, çünkü onlar, sizin nafakanıza göz dikmişlerdir" diyordu. "onlar" dedikleri kimlerdi?
         "Dışta" dedikleri, içimize kendi elceğizleriyle soktuğu Amerikan kılıklı FİNANS KAPİTAL'di. "İçte" dedikleri, yabancı kapitalin, Türkiye'deki bânkalar ve şirketler kanalıyle kullandığı tefeci hacıağalar ile, acente bezirganlardı. DP bunların Türkiye'de örgütledikleri parti, Menderes gene onların bir anda kahraman ettikleri lider idi. Şimdi: "İçteki ve dıştaki bezirgânlar" diye damgaladığı velinimetlerine karşı gelen Menderes Demokrat Partiyi nereye götürüyordu? Demokrat Parti programını, içlerinde Ahmet Emin Yalman'ın da bulunduğu, Amerikalı uzmanın akıl hocalığı ettiği Menderes Bayar grubu yapmamış mıydı? Şimdi bu "küfrân'ı niymet" kimeydi?
         Menderes sanayi kurmak, Türkiye fabrikalarından çıkacak mallarla silâhlı kuvvetlerimizi donatmak istiyordu. Bu işin parasını da, utanmadan Amerika'ya ödetmiye kalkışıyordu: 300 milyon dolar diye tutturmuştu. Amerika, kendi lâstik tekerlekleri için gerekli asfalt yolların yapımına para, malzeme ve hele bolbol "uzman" yollamıştı. Amerika, kendisinin kullanmadığı silâh ve makineleri Türkiye'ye satıp hibe etmişti. Bunları bozulunca onaracak tamirhaneleri Türkiye'de yaptırmak üzere seımaye ortaklıklarına elverişli "Sınaî Kalkınma Bankası"nı dahi kurdurmuştu. Türkiye'nin dışarıdan aldığı her mal için Türk parası yerine Amerikan doları ödemesini de sağlamıştı. Gelmiş, Türkiye'yi sevâbına savunmak,için, dört bucağımıza silâhlı üsleri de yerleştirmişti devletin sivil-asker bütün subaşlarını "UZMAN"larıyle kesmişti. Daha ne isteniyordu?
         Bütün bu "Amerikan yardımlarını" Menderes'in sonradan "açık bir istismar" sayması nankörlüktü. Hele "istiklâlimizi tazyiklere maruz bırakmak istikametinde içli, dışlı çalışmaları, Türk milleti mutlaka mağlup edecektir" tehdidini savurması cinayetti. Bu cinayeti işliyenin cezası verilmeliydi. Bu ceza usulünü Amerika çok denemişti. Geri ülkelerde silahlı kuvvetler, sivil hükümetleri kabak çekirdeği gibi çıtırçıtır yiyordu. Çünkü dar gelirli silâhlı kuvvetler hergün artan pahalılık yüzünden yoksul halktan daha az hoşnuzsuz değildi. Bu hoşnutsuzluğun patlaması için, ordu tetiğine en ufak bir parmağın dokunması yeterdi. Böyle parmakları Amerika'dan ithal etmiye hiç lüzum yoktu. Silâhlı kuvvetler otomatik işlerdi.
         Finans-kapital daha da ileri gitti. 27 Mayıs'tan önce bir Amerikan ajanı, yapılacak ihtilâli Menderes'e haber verdi. Bir taşla iki kuş vurulacaktı. "Mart ayında imzalanıp Mayıs başında Büyük Millet Meclisince kabul edilen anlaşmıya göre: "Türkiye'ye doğrudan doğruya veya bilvasıta bir tecavüz vukuunda kuvvetlerini kullanmak dahil olmak üzere gerekli her türlü harekâta geçmeyi" teahhüt etmişti." (Milliyet, 28 Şubat 1960, s. 5)... Merıderes, dilerse Amerika'nın "her türlü harekât"ının kucağına düşüp teslim olurdu, dilerse, boynunu Yassıada'ya teslim ederdi. Emperyalizm için, pek fark etmezdi.
         "Tecavüz" olup olmadığını kim tayin edecekti? Amerika. Kore'de o tayin etmişti, Vietnam'da tayin ediyor: Yarım milyon Amerikan askerine napalm bombaları, zehirli gazlar ile bir milleti boğduran emperyalizm, "tecavüz"ü önlediğini öne sürebiliyor. Ortada emperyalizmin kendisinden başka bir "tecavüzcü" görünmediği zaman ise; casus kışkırtmalarıyle bir "VASITA" icat etmekte emperyalizmden usta provokatör mü bulunurdu?..
         Böyle iddialar belgelere mi dayandırılmalıdır? Bizim ülke bir yandan: "Karda gezip, izini belli etmiyenler" toprağıdır; öte yandan belgeleri sokağa döküp işporta malı ederek "belge"likten çıkarır. Hoşnutsuzlukla kaynıyan üniversitenin en saygı değer kürsüsüne oturmuş Amerikan istihbarat bilgininin itsel açık artırmayla adam satın alması önünde pek içerliyen ateşli bir "aşırı" genç şöyle bağırmıştı: "Ama, Amerika'nın satın alamayacağı insanlar da vardır Türkiyede!" Bilgin istilibaratçı, yüzlerce tanık önünde, sigarasının külünü silkerce rahat bir gülümseyişle şu karşılığı verdi: "- Siz kendinizi vitrine koymıya bakın. U.S. Amerika hükümeti her zaman sizi satın alacak zenginliktedir!"
          Böyle "açık rejim" çalışması yapan bir gizli güç Tunçkanat'ların aslını ele geçirdikleri belgeleri bile Türkiye hükûmetinin başkanı ile yalanlamanın kolayını elbet bulacaktır. Böylesine bütün suların başını kesmiş bir gücün kışkırtacağı olaylar ortasında, en samimi aktör bile rejisöriin kendisi olduğuna inanabilir. Nelerini gördük, görüyoruz, göreceğiz. İşte, DP çağının en kültür "zehir hafiye"lerinden Bay Mithat Perin'in bile "hâlâ bir cevap" aradığı harcıâlem belge olaylardan tâze bitmiş birtanesi (27 Mayıs'ı anlatıyor.)
          "Bir başka ihtar daha olmuştu o gece. Türk emniyeti ile zaman zaman işbirliği yapan bir Amerikalı albay vardı o zaman. Aygün'ün onunla randevusu vardı. Bu teması yapmak için Yeşilköy'e gidecek, fakat Amerikalı albayı bulamıyacak ve maalesef konuşamıyacaktı. Oysa Amerikalılar bu gibi hallerde özür dilemek için telefon ederlerdi.
         "Aygün'ün Yeşilköy'e gidişi saat 21'e rastlıyordu. İhtilâlden sonra ise, Aygün'ün bu gezisi gazetelerde: "Kemal Aygün kaçmak üzere iken Yeşilköy yolunda yakalandı." şeklinde yorumlanmıştı.
         "Amerikalı albay, neden acaba bu randevuya sadık kalmamıştı? Kemal Aygün de bu soruya hâlâ bir cevap bulamamaktadır." Mithat Perin: Haber 31/1/1967)
         Neden mi? Neden ha?.. Demek bunu "hâlâ" bilmiyoıuz. 27 Mayıs gecesi, İstanbul'u (Türkiye'nin yarısını) güden DP büyüğü Aygün, "mesâi saati" dışında, bir Amerikan casusu ile, başka hiç bir yer bulamıyor, hava alanına bitişik Yeşilköy'de, nedenini bilmediği bir "randevu" ya gidiyor, gidebiliyor. Ve çapkın Amerikan albayı o siyasi "randevu evine" uğramayıveriyor! İşte biz böyleyiz Türkiye'de...
         Ona rağmen neler oldu? 27 Mayıs oldu. Anayasa'ya "sosyal devlet" formülü geçti. "Bu sendikacı bir ajandır" diye yeni yeni teşhir edilen kişinin "kurucu" olduğu "sosyalist" işçi partileri kuruldu. Bu partinin genel başkanlığına "getirilen" Aybar Bey, o partiye girme hevesine kalkacak "eski"lerin "hevesleri kursaklarında kalacaktır" buyurdu. Boran Hanım, sosyalizmin "Beyazıt ve Kızılay meydanlarından" geçemeyeceğine ferman verdi. Altan Bey "Uç bahtsız halka oynanan oyunlar" fıkrasını yazdı.
         Gene de köprünün altından epey sular geçti. Sayın İsmet İnönü bile "solcuyum!" diye bağırmak zorunda kaldı. Bütün bunlar bir şeyi ispatladı. Evdeki pazar çarşıya uymuyordu.
         27 Mayıs: Kore'de, Kongo'da, Lâtin Amerika'da, Vietnam'da her gün oynanan kanlı emperyalist oyununun Türkiye'de kolayca uygulanamadığını gösterdi.
         27 Mayıs'ın birinci kuvveti bu oldu. Bu kuvvet nereden ve nasıl geliyordu?

         27 Mayıs'ta Halkın Rolü
         Finans-kapital ülkenin temel ekonomisini ve devlet üstyapısını elinde tutuyor. Finans-kapital dünya ölçüsünde enternasyonalcı kesilmiş emperyalizmin şartsız kayıtsız egemenliğini Türkiye'ye sokup kendisine destek yapıyor. Böyle bir sosyal ve politik güce karşı 27 Mayıs'ın kuvveti ne idi? 27 Mayıs'çıların kendilerine ortak bulunan kanı: Aldıkları sonuç üzerinde herkesten çok kendilerinin şaşa kaldıklarını gösteriyor. Çıkmış anılar 27 Mayıs'ı yapanları, Molyer'in "Zoraki Tabip" piyesindeki hekim rolünde gösteriyor. Bu hatıralardan gelişi güzel birine bakalım. Alb. Kocaş gibi Gn. Madanoğlu da, işe nasıl başlandığını şöyle anlatıyor:
         "Biz buna (ihtilâle) karar verdiğimiz zaman fazla kalabalık değil 4-5 kişi idik. Kararımızı Gürsel Paşa'ya açalım dedik. Yanına gidip, meseleyi açtığımızda:
         "- Tamam!.. dedi, kabul ederim. Tek şartla... Üç ay zarfında seçime gidilecek"..."Planları hazırlıyorduk. Bir gün Gürsel bizi çağırdı:
         "- Beni buradan (kara orduları kumandanlığından) alıyorlar, dedi: Fakat gitmek istemiyorum. Ne yapacaksak, hemen yapalım. Sonra fırsat kalmıyacak."
         (C. Madanoğlu: İfsa ediyor. Adalet 25 Aralık 1961.)
         27 Mayısın başı bu... 27 Mayıs gecesi bir mahşer:
         "Harp okuluna girdiğim zaman ne göreyim? Her taraf aydınlık, sanki bir bayram var. Derhal ışıkların bir kısmını söndürttüm. Milli Birlik Komitesi'ne: "Esasen önüne gelen giriyordu. İstiyen içeride kalıyor, istiyen çıkıyordu. O ara başkaları da kapı aralığından sızsa, onlar da girip bizimle çalışabileceklerdi. Asıl alınması gerekenler değil, rastgele bir komite üyeleri listesi yapılmış. Bu komitenin fazla bir iş görmiyeceğini düşünerek... Peki, teşkil etsinler de, kimden ederlerse etsinler, şeklinde düşündü." (Keza, s. 4)
         Böylesine başsız, dağınık, yönsüz bir davranış nasıl oldu da 27 Mayıs ihtilâli olarak şehrâyinleşti? Yapanlar da ona hâlâ şaşıyorlar. Yalnız, gözlerine çarpıp da ağızlarından kaçmış tek tük olaylar, işin içyüzünü farkına varmaksızın açıklıyordu. 27 Mayıs'ı, silâhlı çocukların bir kolcu-kaçakçı oyunu gibi anlatan Madanoğlu gördüklerinden şöylesini de saklıyamıyor:
         "Harp Okulu talebeleri şehre yayıldıktan sonra, Harp Okulu'na yüzlerce kişinin getirildiğini haber aldım. Bizim kararımız, kabine üyeleri ile mâhut Takrir'e imza koymuş olan 4 mepus dışında başka kimseyi tevkif etmemekti. Fakat HALK büyüğü, küçüğü, hatta kedisi, köpeği ile, bu hareketi o kadar candan bekliyormuş ki, penceresini açan, eline telefon rehberini almış:
         "- Şu evde falanca var... Onu da götürün...
         "- Bu adam da onlardandır, milyonlar yutmuştur...
         "Şeklinde, hemen bütün mebusları ve yakınlarını toplatmışlar. Baktım durum büyüyor. Derhal Harp Okulu'na gittim. Ortalık ana baba günü idi. Siviller dolmuştu." (Cemal Madanoğlu: keza).
         Yâni paşalar, kendilerini işten atanlara karşı 4-5 kişilik bir saray ihtilâli yapmakla yetinmeyi plânlamışlardı. Ok yaydan çıkınca, "kedisi köpeği ile" HALK, bütün "milyonları yutmuşlar"ı, paşalara rağmen nasıl etmiş, etmiş "TOPLATMIŞ"tı! Ve Mizancı Murat Beyin dediği gibi: "avânın hükmü istinafsız" olmuştu.
         Bir avuç fınans kapitalistin yerli tefeci-bezirgânları dümen suyuna alarak memleketi soyup soğana çevirmesi, başta dargelirli silâhlı kuvvetler gelmek üzere tümüyle halkı öyle çileden çıkarmıştı ki, 27 Mayıs dinamit fıçısının içine atılmış bir kıvılcım olmuştu. Yığılan hoşnutsuzluk, yalnız silâhlı kuvvetler bendi ile tutulabiliyordu. O bendin, en beklenilmedik yerinde açılan bir çatlak, bütününü sebâ sellerine kaptırıp sürüklemişti.
         27 MAYIS'ın asıl gücü, bütün ULULUĞU buradan geliyordu.






ÇİN HALK CUMHURİYETİ
KIZIL BEKÇİLER
7 Şubat 1967



         1966 ortalarından beri Çin'de bir "kızılca kıyamet" koptu. Yumruklarını sıkmış çoluk çocuk "Kızıl Bekçiler", sokaklara "Kültür İhtilâli" taşırıyorlar. Kapitalist dünyada da "asi gençlik" var süzme salon züppeliğidir, bitli bitnik adlı ekzistansiyalizm var, alafranga dervişliktir. İki olay hiç benzeşiyor mu? Kapitalizm; Çin olaylarına bakınca, kendisini aynada görüyormuşça bir sevince kapıldı. "Asi gençlik" nasıl, emperyalizm çağındaki kapitalizmin yozlaştırıcı bir kıyamet alâmeti ise, "Kızıl Bekçiler" hareketi de tıpkı öyle, "sarı" dünyanın çöküş alâmeti olamaz mı?
         Çin'deki olayları kavramak için,1917'den beri köprülerin altından geçmiş suları hatırlamalıyız. Sovyetler Birliği, kendi şartları içinde tek başına bir sosyalizm dünyası yaratmak zorundaydı. Orada, partinin demir disiplini, yığınların insiyatifini, bütün isteklere, teşviklere rağmen, kimi zamanlar, çoğu burjuvalarca alay konusu edilecek kertede otomatlığa doğru yaklaştırmıştı. Kapitalizm sırasında grevler, gösteriler, ve ilh. sınıf savaşının kaçınılmaz ve anlaşılır biçimleriyle. Sovyetler devrimi başarıya ulaşınca, artık yığınlar, kendi iktidarlarına karşı, işçiler işçi sınıfına karşı savaşa mı geçeceklerdi?
         Öyle bir davranış, güç israfı ve anarşi yaratabilirdi. Parti, çalışan sınıfların en bilinçli öncü örgütü idi. Parti buyuracak, sendika ve benzeri örgütler ayarlıyacak, yığınlar uygulıyacaklardı... Stalin çağında, parti disiplini, partinin başına geçenleri "proletarya diktatörlüğü"nün etiyle, yaşıyan üstün insanları durumuna dek çıkarttı. Burjuva toplumunda devlet insanüstü idi. Sovyetlerde parti devlet içinde bir devlet oldu. Çivi çiviyle söküleceği için, tarihsel görevi devleti kaldırmak olan sosyalizm, devlete karşı kuşkusunu, partiyi devlet üstüne çıkarmakla tatmin etti. Bu yol parti doruğuna tırmanabilen kişiler, tanrının yeryüzündeki gölgesi olan devletin de üstüne çıkınca, otomatikman tanrılaştılar. Hâlâ, kolay kolay kurtulunamamış bulunan "KİŞİ TAPINCI" hastalığı yayıldı. Böylece, Sovyetler sosyalizminde yığınların insiyatifı (teşebbüs gücü) partinin demir disiplini çerçevesinde, liderlerin ÇELİK (Stalin) leşmesi biçiminde kendini göstermekle yetindi.
         Sovyetlerde, burjuva uzmanlarını kullanma zarureti, ikinci hastalığa karmakta gecikmedi: BURJUVA AYDINLARININ KÜLTÜR İMTİYAZLIĞI!. Gerçi prensip olarak, her şey gibi, kültür de kamulaştırılmıştı, yığınlar içindi. Ama, yığınlar kültürlüleşinceye değin, "kültürlü" aydınlardan ihanete kaçmıyanlar, çeşit çeşit imtiyazlarla doyurulup, (islâmlıkta parayla müslüman olan müellifetül - kulûb kişileri gibi) satın alındılar ve imtiyazları ölçüsünde üst-insan ğ durumunda pöhpöhlendiler. Yüksek ücret onların, lüks konfor onların, geniş ün, parlak şeref onlarındı. Kapitalizm en ufak orijinallik gördüğü aydını, kendi atmosferine sokar sokmaz "büyük adam" yapmıyor muydu. Bilimde geri kalmak: Emperyalizme yenilmek; devrimi kurban etmekti. Burjuva aydınına kapitalizmde sağlanan üstünlük, Sovyetler'de de sağlanmalıydı. Bir şairin, bir sanatkârın, bir bilginin "Sovyet milyoneri" kesilmesi yadırganmadı.
         Aydını imtiyazlandırmada, bir "sosyal fayda mülâhazası"da öne sürülebilirdi. Kültürlülere imtiyazlar sağlamak, alt yığınlarda kültür imrenişi ve özenişi yaratabilirdi. Burjuva ilericıliği böyle olmuştu. Ama, aydınlarda da, burjuva kültürüne has, o halka yukarıdan bakış eğilimini kışkırtmaktan geri kalmıyabilirdi. "Doktor Jivagolar" ve daha niceleri uyduruk kahramanlar değillerdi. Kültür denince, akla burjuva kültüründen başka şey gelemez miydi? Yarım yüzyıllık Sovyet kültüründe bilim, nükleer gücü az kalsın kapitalizme kaptırıyordu. Sanatta, kaç tane yeni Gorki yetişti? Gorki, ömründe "alt dip" çamuruyla verem olduğu ölçüde Gorki olmuştu. O, sözcüğün özel anlamıyla.bir "aydın" mıydı? Pek söylenemez. Gorki'nin topuğuna varamıyan nice Sovyet yazarı, bïr zaruret gereği kendilerine bağışlanan burjuva imtiyazları ile tavuslaştıkça, kendisini bir Gorki yerine koydu. Şiir onların, roman onların, konfor onlarındı. Burjuva aydınlarını andıran kültür imtiyazlıları öylesine şımartıldılar ki, ortaya aydın kişi tapıncı diyebileceğimız, bir kültür anomalisi, aydın urlaşması, iktidar rahatlığına kanıksamış kadrolar türedi. Kültür sanki yığınlar dışında, aydınlara has, yığınlara zıt bir olay mıydı?
         Çin, ihtilâlden beri; aydın kadrolarında beliren iktidar hastalığını (iki Sovyet hastalığını) ortadan kaldırıyor. Sovyet sosyalizminde; ya parti cihazı kişi tapıncı ile bir gün kaskatı kesilirse, onu kim düzeltecekti? Stalin'in son günlerinde başa gelenler bir az böyle oldu. İngiliz tilkileri: "Neye Stalin'i sağlığında tenkit etmedin?" dedikleri vakit. Kruşçofun "sıkı mıydı?" karşılığını verişi kişi tapıncının nerelere varabileceğini anlatır. Gene Sovyet sosyalizminde aydın tapıncı var. Şair, romancı, sanatkâr gibi, epeyce sade suya imtiyaz almış parlak kişiler, kültür dünyasını kendi kastlarının geçim dünyası haline getirirlerse, onları kim düzeltecekti? Binlerce himaye, teşvik altında bile, Gorkilerin birtürlü gereği denli aşılamaması bunu gösterdi.
         Çin, gerek partinin (komünist partisinin), gerek devletin (sosyalist devletin), gerekse kültürlü "yüksek kişilerin" (parti - devlet - kültür adamlarının) yozlaşmalarına karşı: Yığınların ve halk içinde en az kaşarlanmış, en temiz, en fedakâr, en enerjik olan gençlerin dinamizmini ve teşebbüs kabiliyetini harekete getiriyor.
         Bu davranışı batılı emperyalist bilginler anlıyamaz. Uçkur peşkir edebiyatçıları alaya alabilir. Sosyalistlerin bile, bıyık altından sıntmaları mümkündür. Partiyi kim düzeltecek? Gene parti. Devleti kim düzeltecek? Gene devlet. Aydını kim düzeltecek? Gene sayın aydın... Bu bir hayli totoloji oluyordu. Her halde, hayatın gerçek tepkisi olamıyordu. İnsan zaafları, kişi kayırmalarını kaçınılmaz kılıyordu.
         Çin ne yapıyor? Parti, devlet, ordu ve aydınlar içinde bir kabuklaşma, yozlaşma mı belirdi? O yozlaşmayı yığınlar düzeltebilir diyor. Partiyi, devleti, kültürlüyü yoktan var eden güç yığınların tutumu olmadı mı? Memuru, aydını, askeri doruğa yükselten yığınların ta kendisidir. Parti, devlet, aydın sapıtırsa, çıktığı yumurtayı beğenmezse, burjuva nankörlüğüne kapılıp, kerameti kendinde bulur, kendini bulunmaz hint kumaşı sayarsa, ona karşı gelecek en tabiî güçlerin en gür kaynağı, halk yığınları ve nasırlaşmamış gençlik olabilir.
         Çin, kapıkulu ruhlu "devletlûları" (büyük memurlar) ve "kültürlûları" (aydınlar), Mao'nun koyduğu prensipler sayesinde iktidara geçer geçmez, Mao'dan yakalarını kurtarmıya özendiler. Kapıkulluğunu felsefeleştirmiş Konfüçyüs ülküsüne kaydılar. Oysa Mao, kişi olmaktan çıkmış, yeni birdevrim anlayışıydı.1959 yılı Mao'culuğu "Düzeltme: Revizyonizm" hevesleri, Mao'nun yerine Lu ve Teng'in geçirilmesinden cesaret buldu. Bu, Mustafa Kemal'in hastalığında Bayar finans-kapital hizbinin iktidarı alışına benziyordu.
         Çin halkının adam ettiği bir avuç parlak yazar, suyun başını kesmiş general, Siyasî polis, hatta kızıl milis ve belediye polisi gibi aydın ve kapıkulu kodamanlar, sosyalizm demek biz demekiz, demiye başladılar. Komünist partisi liderleri, ekonomi sektörü ve sendika kodamanları bu revizyonizmi sinsice destekliyorlardı. "Yaşasın Mao!" perdesi ardında, Mao'nun prensiplerini kendi küçük burjuva büyüklük deliliklerine sapıttırmak istiyorlardı. Sovyet tecrübesi onlara hiçbir ders vermemişe benziyordu. "Çingeneye padişahlık vermişler, ilkin babasını asmış" dedikleri durumdu bu.
         Sovyetlerin 21'inci Parti Kongresi'nde alınmış 1959 Ocak kararlarını kendilerine sipereden Çin kapıkulları, "Kızıl Bayrak" gazetesinin yazdığı gibi: "Mao Tse Tung'ca güdülen merkez komitesini devirme amacı ile tüm revizyonist bir program" kotarmışlardı. Parti liderleri ve parti yazarları, bïr komünist asilzadeliği estiriyorlardı. Oysa karşısına parti de çıkarılsa, Mao gürültüye pabuç bırakacak insan değildi. Daha 1942 yılları: "Yennan'da edebiyat ve güzel sanat konuşmalarına karışmalar" yazısında, kalem ve parti efendilerine yumruğunu indirmişti. Bu efendiler, "partili" olmayı, kendileri için dokunulmazlık sağlıyan bir asalet rütbesi sanıyorlardı. Mao o gibilere diyordu ki:
         "Bir çok parti üyeleri, ancak teşkilât bakımından, o da tam olmıyarak, hatta ideoloji (fìkir) bakımından hiç te öyle olmıyarak, parti üyesidirler. Bizim vazifemiz onlara şöyle bağırmakdır "Sizin ardınızdan gitmek büyük arazi ve emlâk sahiplerinin ve büyük burjuvazinin ardından gitmek olur. Bu durum partiyi öldürme tehlikesini göze almaktır!"
         Fikret, Türkiye için: "Kanun diye, kanun diye, kanun tepelendi" demişti. Çın "kültürlû - partili - devletlû"ları da: Parti diye, Mao diye, partiyi ve Mao'yu tepelemek istiyorlardı. Bu efendiler nasıl tenkit edileceklerdi? Kıllarına dokundurmamak için 90 dereden bulanık sular getirip, karşısındakileri lâf gerizinde boğmanın esnafıydılar. Onlar lâfla terıkit edilemezlerdi. Stalin usulü gizli polis tenkilleri de müzeye kaldırılmıştı. Zaruret değildi. Çin, milyara yaklaşan bereketli nüfusuna yakışır insancıl metotlarını, sapıkları tenkit alanında dahi başarıyla uyguluyor.
         "Sosyalist" sözcüklerle, küçük burjuva davranışlarını haklı çıkartma demagojisi, Çin'in tanımadığı oyun değildi: "Kurtuluştan beri bır yıl, bir ay, bir gün geçti mi ki, kültür cephesinde sınıf savaşı kendini göstermemiş bulunsun?" diyor. Jie Fangjun (4 Mayıs 1966 günlü "Kurtuluş Ordusu" Gazetesi). Bu savaş gerçek "DEVRİMCİ TENKİT" ile yürütülebilirdi. Devrim, kürsü sosyalizminin horoz dövüşü değil, kıyasıya YIĞINLARIN DAVRANIŞI'dır Sapıklara karşı gösterilecek davranış: "YIĞINLARIN TENKİDİ" olabilirdi. Ve halk yığınları, onlarca yıldanberi, maddî üretim araçlarını elde etmeyi nasıl bildilerse, şimdi "artistik üretim araçlarını" ele geçirmeyi de başaracaklardı. "Sosyalist kültür alanını kaplamak işçilere, köylülere ve askerlere düşüyor" ("Çin Edebiyatı" no. 3,1966) idi: Kimi yanlışlar mı olurdu? Herhalde "kültür" göklerinde süslü tavus kuşları gibi kabaran beyciklerin kıvırdıkları yanlışlardan daha çok, daha pis ve daha kısır ve kancıkça olamazdı yığınların yanlışları. Davranışın akışıyla, denize katılan kirli ırmak gibi kendiliğinden durulurdu. Sosyalizm yığınlara inanmaktı.
         İşte buna "devletlû - kültürlû" kapıkulları gelemiyorlardı. Gerekince ellerine kızıl kaplı Marx-Lenin deyişlerini tanık tutarak SABOTAJ yapıyorlardı. Pekinde çıkan "HALK Gazetesi" yazıyor: "En son öylesine oldu ki, büyük işletmelerle, fabrikalar, kimi hatta çogu kızıl milisler, üretimi durdurarak, tuttukları mevzileri bırakarak kaçtılar." 10 Ocak günü Pekin radyosu açıkladı: Mao'nun çizdiği yola içerliyen "yetkili"lerin kışkırtmasiyle Seçuen'in başkenti Cengtu'da işçiler işi durdurdular. O yüzden, birçok belediye polis merkezleri kapandı. Binlerce kişi tutuklandı.
         1942 yılları, Çankayşek'çi Kuomintang partiısinin ihanetlerine karşı, Japon saldırısına karşı tek cephe kurulmuştu. Bu cepheye her katılanın sosyal içi kestirilemezdi. Bunlar, iktidar rahatlığına kavuşur kavuşmaz Konfüçyüs'u Marx'la harman edip kaşarlanmış halk düşmanlıklarını "devletlû" ve "kültürlû" hazretlerinin maskesi altında haklı çıkarmak derdine düştüler. Bir çeyrek yüzyıl sonra Çin millî kurtuluş ruhunu yozlaştırabilecek olan o küçük burjuva ve burjuva kabuğunu yırtıp atmak gerekti.
         Kültür ihtilâli deyince, tatlı su sosyalistleri onu bir edebiyat ve güzel sanat hevesi sandılar. Kültür ihtilâli: EKONOMİDE verimi baltalıyan, politikada halka yukarıdan bakan, kültürde: küçükburjuva duygusallığının kendini beğenmiş mistisizmine sapan kapıkulluğunu YIĞIN ateşi ile yakıp yıkamaktır.





Emperyalistler Arası Boğuşma
İki Teknik İhtilâl
Sosyalist 4 Mart 1967


         Son yıllarda, üretim temeline korkunç teknik ihtilâller girdi ve giriyor. Avrupalı Emperyalistlerin gözlerini faltaşı gibi açan son iki teknik ihtilâl; 1-Süpersonik (Sesaşırı) uçaklar, 2- Ordinatör (buyurucular) veya Informatikler (duyurucular) adını alan akıllı hesap makineleridir. Bu Elektronik beyinler olmasa, o Süpersonik uçakları yapmak yüzyıllara kalıyor. Bugün Sovyetler bir yana, Emperyalist dünyada Ordinatör yapan ülke Amerikadır: Süpersonik uçak yapına imtiyazı da Amerika'nın elindedir. Keşif-icatları Avrupalı kafası yapsa bile, kapitalist düzenin çıkarcı ruhu ile, keşif-icat yapanları parababası Amerika satın alıyor.
         İngiliz, kendi başına bu işin altından kalkamayınca Fransızla anlaştı.1962 Kasımdan beri Concorde adlı bir süpersonuk uçak yapmıya giriştiler. Az kalsın iflâs ediyorlardı. Çünkü, Amerika daha 1958 yılı B (Boeing) ve L (Lockhead) firmalarını destekleyen FAA (Uçak Federal Ajansı) teşkilâtında 24.000 memur çalıştırıyor ve Devletten milyarlar sunuyor. Avrupalı bu işe izzeti nefis yarasıyla girmişti. Amerika Devleti rantabilite (irat getirirlik) hesabı için 1963 yılı para verdi. 2.000 B ve 1575 L uzmanı 9 Eylülde (1966) 8.000 sayfalık inceleme raporlarını sundular (sıkı muhafaza altında): 25 Hava kumpanyası, maket üstünde 110 sipariş verdi. Boeing'in 2-707 uçağı tutuldu.
         Şimdi, Süpersonik uçak gerçekleşince 130.000 iş mevkii doğacak ve 10.000 işletme malzeme yetiştirecek. Bir uçak 35 milyon dolara (İstanbu1'un bir yıllık bütçesi). Ancak 200 uçak satıldıktan, sonra kâra geçilecek. B. firması, Devletten aldığı 4.5 milyar dolar (3 yıllık Türkiye bütçesi) ödüncü, ilk uçağı teslim ettiği 1974 yılında ödemeye başlıyacak.
         İngiliz-Fransız işbirlğinin Concorde uçağı Amerika'nınkinden 3 yıl önce bitecek. Yarı fiyatlı. Az gürültülü olduğu için, Orta mesafelerde,hele şehir üstlerinde uçması daha elverişli.Şimdiden 69 şipariş adı: 200 uçağa çıkacağını umuyor.. Ama, onu duyan Amerikan firmaları 140 kişilik 2400 kilometre saatte sürat yerine, 300 kişilik, saatte 2900 kilometre süratli uçak motoru yapıyorlar. Onun için, 3 yıl geç kalan Boeing 2-707 uçağı, Concord'u bir çok büyük hava hatlarından dışarı atacak.

         Tıpkı Türkiye ile alışverişte olduğu gibi, Amerika, Avrupalılarla ticaretinde de açık vermeyi hovardaca karşılıyor. Bu cömertlik nice darkafal'ı burjuvanın ağzının suyunu akıtmak ve bir ülkeyi satın almak için yapılıyor. Amerika, yalnız Süpersonik uçakları yabancılara sattığı zaman, 20 yılda 45 milyar dolar aşırı kâr edecek: Şimdi Avrupa ticaretindeki açıkla uğradığı zararın 35 katı kâr!

         İşte, Avrupa Kapitalizmi bu Amerikan Süperemperyalizmi önünde ölüm kalım savaşına giriyor. Yarışı kazanabilecek mi?. Sosyalist olursa, belki...

         d) Avrupa Emperyalizminin intiharı
         Emperyalist Avrupa birlikleri imkânsız. Euratome: (Avrupa Atom girişkinliği) öldü. Kömür-Çelik birliği: Ölüme mahkum. Ortak Pazar komisyonu: Can çekişiyor. En son 1963 yılı uzayı Fethetmek için Batı Avrupa Devletleri CEST (Uydularla Avrupalılararası Telekomünikasyon Konferansı) kurdular: J. B.Busset'nin deyimiyle, bir tek noktada anlaşıyorlar: Gelecek konferansın hangi gün yapılacağı bildirisini yazmakta. Neden?. Özel Sermayenin cibilliyeti bu: Ne Vatan tanır, ne Millet Amerika'yı daha emniyetli görünce, Avrupayı satıveriyor. Devletler, bağımsızlık diye kelle uçura dursunlar. Özel Sermaye kârına bakıyor. Ve ister daha feci, ister daha gülüncü diyelim: Amerika'ya parayı da veren, gene Avrupa Finans kapitali oluyor.

         Örnek. CETS, güyâ, Avrupa'yı Uzay Fethine çıkaracak. Amerikan özel COMSAT şirketiyle anlaşma yaptı. Şirketin şebekesi tamamlanınca; ondan yararlanacak. COMSAT, tesis masrafları ve araştırma yatırımları için CEST'den peşin para 60 milyar dolar istedi. Dayanamayan J-J C-Chreiber şunları yazıyor: "Devletlerin Avrupası da bu... Diplomasinin yeşil çuhalı masalarında rekabet edecek bir endüstri kurulamıyor.. Üretim birlikleri ve araştırma laboratuvarları yapılamıyor. Bunun üzerine, dilim dilim, Amerikan firmalarının ortağı bile değil, müşterisi haline geliniyor... Dögolvâri Altılar Avrupası Teşkilâtı (23 te olunsa) Amerikayla rekabet şöyle dursun, Avrupa'nın Amerikaca fethedilmesi kolaylaştırılıyor, bu besbelli bir şey... Avrupa'nın Finans piyasası ise, sanayiinden de daha kemiksiz olduğu için, Avrupaya yerleşen Amerikan firmalarını %80 oranında finanse eden Sermayeler de, gene Avrupalının tasarrufları üzerinden çekilip alınıyor." (L'Expresse, 9-15 Ocak,1967)

         Kıssadan hisse (öztürkçesi: İlgililere bilgi): Koskoca Avrupa Emperyalistleri, Amerikan Emperyalizmi önünde (daha doğrusu: İçinde bulundukları Finans-Kapital yüzünden) böyle olur ve olurlarsa, biz Türkiye'nin Türkleri niceyiz? Bizde Finans-Kapital dişe dokunur sanayie bile tenezzül etmiyor. İlâç Sanayii, Hilton, Turizm gibi. (Amerikan mallarını gümrükten kaçırma, onarma, reklâmlama ve ambalajlama) işlerine nasıl bütün emekli sandıklarımızın ve banka şirketlerimizin vatandaş tasarrufları ile yağ çaldıkları ortada. Avrupa'da namuslu kapitalistler var: Vilsonlar Işçi Partisi maskeleriyle onları oyalıyorlar.
    




Komprador mu?
Finans-Kapitalist mi?
Sosyalist, 4 Mart 1967

         Bugün, Türkiye'de (Tarihsel Maddecilik Yayınları ve Sosyalist Gazetesi dışında) hemen bütün sosyalistim diyenlerin kullandıkları bir deyim var: "Komprador-Burjuva"! Bu deyim, Türkiye'deki burjuvaların Batı kapitalistlerinden bambaşka olduklarını anlatmak için kullanılıyor. Türkiye sermayecilerinin Batı kapitalistleriyle taban tabana zıt karakterleri, ilk defa Vatan Partisi gerekçesinde açıkça ve resmen yayınlanmıştı. Bu açıklamanın özünü iyi kavramayanlar, sözünü 1905 modeli "Komprador"a çevirip kullanıyorlar.

         Batı kapitalisti, herşeyden önce kendi "VATAN"ını yabancı sermayeye sömürtmez ve kendi milletini işsiz bırakmamaya çalışır. Türkiye'nin sermayeciliği ise, yüzbinlerce yurttaşını Almanya'da İş dilenmeye göndermekten ve gizli anlaşmalarla vatanı yabancılara peşkeş çekmekten en ufak utanç duymaz. Bütün geri ülkeler gibi, Türkiye'deki burjuvaların da millet sömürtücü ve vatan satıcı oluşları, onlara komprador adını yakıştırıyor. Komprador sözcüğü, bir insanın anasına alafranga sövmek gibi ağır langıtılı hecelerden kurulduğu için tuttu. Sömürüden her canı yanmış yurttaş, sömürgenlere karşı küfür yerine geçen KOMPRADOR sözcüğünü kullanırken rahatlık duyuyor.

         Ancak, "KOMONİZ" sözcüğü gibi "Komprador" da bir sövgü aracı kılığına sokulunca, onu karşımızdaki burjuvalar da kullanmaya giriştiler. Sen misin burjuvaya "Komprador burjuva" diyen, o da sana "Komprador sosyalist" diye sövmeye başladı. Bu yanlışlığı düzeltmenin zamanı gelmiştir. Yalnız 19'uncu yüzyıl ötesinde kalmış "Komprador" tipini, 20'inci yüzyıl "Finans - Kapital" tipi ile karıştırmaktan ileri geliyor.19'uncu yüzyıla değin, Avrupalı kapitalist, kendi yurttaşlarını aşırı sömürdüğü için, sanayi mallarını yurdunda satamaz, yabancı ülkelerde satıcı acenteler, kompradorlar bulurdu. Kompradorlar, yabancı malını satarken, (tıpkı bizim beyoğlu Levantenleri gibi) yabancı modalarını ve yabancı düşüncelerini de reklam ederdiler.

         Türkiye'de bugün milleti yabancılara sömürtüp satanlar, Beyoğlu vitrinleri süsleyen levantenler değildirler. 20'inci yüzyıldan beri her ülke az çok gümrük tarifelerini yükseltebildiği için, mal yerine kapital, sermaye iharaç edilir: Türkiye'ye, daha 19'uncu yüzyıldan beri "İSTİKRAZLAR" yoluyla, 20 inci yüzyılda "YARDIM" veya "HİBE" biçiminde Batı kapitalizminin sermaye ihracı yapılıyor. Türkiye'nin bütün ekonomi, politika ve kültür hayatına egemen olan yabancı güç o sermaye ihracı yoluyla velinimet kesilen Finans - Kapitaldir.

         19'uncu yüzyılın komprador burjuvası, milletini sömürtme ve satma bakımından, 20'inci yüzyılın Finans - Kapitalisti yanında zemzemle yıkanmış sayılır. Komprador Batı mallarını, ve fikirlerini reklâm ederken görev sahibidir ve bizim Beyoğlu leventleri kadar fuhuş caddesine sıkışmış, kimsenin değervermediği yabancı ajanı olarak göze batar. Finans-Kapital öyle mi ya?. Bütün suların başını kesmiş, iliklerimize işlemiştir. Türkiye'yi Amerikan mandasına çevirdiği halde, senden benden "Milliyetçi" "Mukaddesatçı" geçinir.
        
"Yeni" sosyalistlerimize bu "eski" hakikati anarız.





GÖZÜMÜZÜ AÇALIM
İHTİLÂL VAR
4 Mart 1967

     
         İnsanın kendi yapıp kendi taptığı aygıt, günümüzün en korkunç ihtilâlcisi oldu. 20 yıldır"komünistlerin" bir yerde ihtilâl çıkardıkları görülmedi. Bütün dünyayı ihtilâle veren (atom-sesaşırı) uçak gibi teknik yeniliklerdir. Bunlardan deccal gibi ortalığa çıkanı, Anglosaksonlann "Data Processing" (veri yordamı), frenklerin Ordinatuer: BUYURUCU" yahut "İnformatique: DUYURUCU" dedikleri elektronik hesap ve akıl makineleridir. Buyurucu, dek bilgin yapıyor. Çocukların imam-hatip yetiştiren sınavından, en yüksek keşif ve icatlara varıncaya dek, her işimiz için özel buyurucular yapılıyor.

         Buyurucu olmasa, insanlar daha otuz yıl uzaya çıkamıyacaklardı. Sessaşırı Concorde uçağı 10 yıl geri kalacaktı. Bir yarışmaya giren 10.000 kişiden kimin kazandığını buyurucu: Saniyenin onda biri kadar kısa zamanda açıklıyor. Bu yaman
avadanlık, önümüzdeki 20 yıl içinde, telefon ve elektrik aygıtları gibi herkesin, her an kullandığı nesnelerden olacak.


         Buyurucu neden kaçınılmaz oldu?. Atom bombasmın "babası" sayılan ve Sovyet casusluğu ile suçlandırılan Oppenheimere göre: Bugün yaşamakta olan bilginlerin sayısı, şimdiye dek insanlık tarihinde yaşamış bütün bilginlerin toplamından çoktur.
Araştırma ve icatlar, hiçbir dehanın içine sığamıyacak genişlikte. Yeni buluşlar öylesine çabuk çoğalıyorlar ki, anlaşılıp kavranılmasına vakit bulamadan yitiriliyorlar, denilebilir. Bu israfın önüne geçilmelidir; bu kayıplar kazanılmalıdır. Nasıl? İnsan kafasiyle mi? İnsan beyini denilen makine tek başına bu işin altından kalkamıyor.

         Bir zaman, yazı keşfedileli beri, bilgiler kitaba geçiyordu. Ama kitap kaç tâneydi? Herhangi bir dahi, oturuverse, bütün kitaplan ezberleyiverirdi. Şimdi, bütün çıkmış yazıların adını işitebilmiş kişi olanıaz. Bir tek bilim dalındaki yayınları izliyebilecek dahi tasavvur edilemiyor. Ne olacak bu muazzam bilgi yığınları? İşte Buyurucu o mahşerin içine yeni bir düzen getirdi. İçinden çıkılmaz zenginlikte, insan kafasının sınırlarını çatlatacak bollukta olan bilgilerimizi, yıldınm çabukluğu ile kullanılır, işe yarar hâle getirdi.

         Buyurucu nice şeydir? Bir yapma anı (sun'î hâfıza) makinesidir. İçinde nıilyonlarca eleman var. Makine o elemanları en mantıklıcasına elden geçiriyor. Bu işi ilkin radyo lâmbaları görüyordu. O yüzden buyurucu çok ağır ve büyüktü. Şimdi bir santimetre kareye 50 tanesi sığacak denli küçük minyatür transistörlerle, daha doğrusu transistörleştirilmiş relaislerle çalışıyor. Boyu, posu 10 kiloluk bir çanta. Saniyede 40.000 (kırk bin) muamele yapıyor. Fransa'da 3 milyon muamele yapacak olanı hazırlanıyor. Gelecekte 10 milyon eylem yapacak buyurucular bekleniyor. Bunları kullanmak için "Software" (yumuşak mal) adı verilen usul öğreticileri bulunuyor.

         Bugün, milletlerin uğrunda en büyük yarışa kalktıkları amaç buyurucu yapmaktır. Ama bizdeki Bey, Paşa, Ağa, Efendi gibi derebeyi buyurucuları değil, insanı üst insan yapacak bilimsel buyuru! Sovyetlerin buyurucu sayısı bir sır. Fransa'da ancak %30 Fransız olmak üzere 1500 tâne, Batı Avrupa'da 6.000 tâne, Amerika'da 30.000 tâne buyurucu sayılıyor. Dört yıl sonra, Fransa'da 4500, Batı Avrupa'da 18.000, Amerika'da 50.000 buyurucu bulunacak. Her millet, gözünü dört açıp, seri halinde mühendis yetiştiımezse, yaya kalacağını biliyor. Buyurucu üzerinde çalışanların sayısı, bugün, Fransa'da 30.000, Anıerika'da 300.000 kişı. 1976 yılı Fransa'da 500.000 kişi, Amerika'da 1.800.000 kışi olacak.. Çünkü bütün sanayi ve kültür alanlarını buyurucular kaplıyor. İnsanlık yeni bir çağa giriyor.

         Türkiye atom yarışında yayandan beter. Buyurucu işinde, yalnız paşaların ve bey emirnameleri ciddiye alınıyor. Fransa, 2 yıldır, devlet yardımıyle küçük, orta ve büyük buyurucular yapmayı programına koyan şirketler kuruyor. Gene de dev buyurucu yapamıyor. İlk buyurucusunu 1968 yılı ticarileştirecek, 1969 yılı teslim edecek. Biz ne âlemdeyiz? İkide bir öğündüğümüz millet ve vatanseverliğimize ihanet etmiş duruma düşmek istemiyorsak, bu yarışa girmek zorundayız.


   Çok değil, 20 yıl sonra ya Türk milletini kurbanlık köle sürüsü halinde yabancılara teslim edeceğiz, yahut yok olacağız.

         Fransa'nın en büyük dergisi şunu haber veriyor: "Eğer bir millet, evrenin bütün buyurucularına sahip çıksa, bir üstinsantar milleti haline gelir ve öteki milletleri köle yerine koyabilir." (M.21 Ocak 1967) Köylücüklerimize ölü ve beyin yıkayıcı imam hatip, yetiştirmekle kendimizi aldatmıyalım. "İhtilâl" ürküntüsüyle halkımızı şaşkına çevirmiyelim buyurucu ihtilâl, deccal gibi kapımızı çalıyor. Meclis nutuklannda, gizli bildirilerde değil, bu müthiş ihtilâlde "aklımızı başımıza toplıyalım". Yoksa 20 yıl su gibi akar ve iş işten geçer.




"İSMET PAŞA BİN YIL YAŞA"
4 Mart 1967


         Allah kimsenin başına vermesin: İnönü trajedisi, memleketin trajedisine benziyor. 7 Şubat günü toplanan CHP İl temsilcilerinin Küçük Kurultayı bunu çimçiy açıkladı.
         İnönü, Türkiye'nin Birinci Millî Kurtuluş Savaşında sayılı bir Devletlu kahramandır. Yarım yüzyıl, silâhlı, silâhsız memur - kapıkulu çabasıyle (AĞA-BEZİRGAN) huzuru için dövüştü. Sonuç: 1) Toprağımızı, boyuna artan nüfusuna iş ve ekmek bulamıyor. 2) Kapıkulu-memurun adı "DAR GELIRLİ" oldu. (AĞA-BEZİRGAN) sınıfları için HUZUR, sıratköprüsüne döndü. SOSYAL ÇIKMAZ!
         KURTULUŞ, Türkiye'nin 1) Ortaçağ karanlığından, 2) Emperyalist sömürgeliğinden kurtulmasıydı. Sonuç:1) Geniş halk yığınlarımız çökkün İlk Çağ karanlıklarında "NURCULUK" özleyişiyle bunalıyor..2) Toprağımız, (ölümden ölüm beğenir gibi) üs olmasına üs, ya.. NATO'nun üssü mü? yoksa Amerikan üssü mü? tartışmasıyla mandalaşıyor... Türkiye için İKİNCİ MİLLİ KURTULUŞ sırat köprüsü oldu... SİYASAL ÇIKMAZ!
         Hiç değilse, KİŞİ olarak İnönü'nün kendisi HUZUR ve KURTULUŞ Cennetinde midir? Ne gezer...1) İnönü, Karma Ekonomi ile (AĞA-BEZİRGÂN) çetesini Huzura kavuşturmak için Karma Hükûmetler kurar: Amerikan casus generali Porter gelir, Başvekil İnönü'nün yerine geçecek Başvekili İnönü'nün koynunda arar. 2) Emperyalizmce aranan sürmezür Başvekil bulunup İktidara getirilir. İnönü'nün çilesi bitmez. Kendi partisi CHP içinde "Nötralize" edilen (AĞA-BEZİRGÂN) veletleri bu yol Paşanın "kendisine karşı" kışkışlanırlar.
         Yârabbi, ne yapsın Paşa? Artık dayanamayıp baklayı ağzından çıkarır Küçük Kurultay Delegelerine:
         "Bunlar, der, arkadan arabayla gelirler, sonra gazetecilere dönüp: 'Bakmayın ona, bunamış' derler. Ne zaman ölecek? diye her sabah sorarlar. Hiç bir sabahta bekledikleri haberi alamazlar."
         Bu duruma düşürüldüğünü kaşları altındaki gözleriyle gören seksenlik bir Millî Kurtuluş Kahramanını düşünün. Dilenirken tutulup askeriyede setre pantalon giydirilen öteki Milli Kurtuluş Kahramanı mehmetçiğin madde yoksulluğu bundan acı değildir, belki de..

          TRAJEDİ BÜYUK
         Trajedi büyük. Paşadan da büyük. (AĞA-BEZİRGÂN) çetesinin 33 yıl önünde yerlere kapaklanıp eteğini yaladığı ve başında taşıdığı Abdülhamid'in (AGA+BEZİRGÂN) güruhuna HUZUR sağlamaktan başka ne kabahati vardı? Hamit ölünce:
         "Ne kendi eyledi rahat,
         ne halka verdi huzur, "
         "Yıkıldı gitti cihandan,
         dayansın ehl'i kubûr!" demiştir o (AĞA+BEZİRGÂN) çetesi. 44 yıl, önünde eğilip, çizmesini yaladığı ve başında taşıdığı İnönü için sağlığında söylemedik ne bıraktı?
         Keşke "bunamış" olsaydı. Ne yazık ki, hepsinden daha ayık. Bakın nasıl "LÂTİFE" ediyor hâlâ çelme takan veletlere:
         "Ben sabahlara kadar uyuyamam, acep benim aleyhimde bir komplo düşünenler var mı?" diye. Bana böyle şüphelerle gelirler. "Paşam bir hareketimiz var, ama size karşı değil" derler. Kendilerine: "Sen maksadını söyle" derim. Daha ağızlannı açarken, ne demek istediklerini anlarım."
         Eski "İngiliz muhibbi", "Rus muhibbi" satılmış Kapıkulu Padişahlar önünde 500 yıl böyle idi. Yeni "NÖTRALİZE" kapıkulu, Paşalar önünde 50 yıldır böyle. Padişahlar, göçüp kurtuldular. Paşalar nereye gitsinler bu (AĞA+BEZİRGAN) veletlerinin elinden?
         İnönü, tam: "Baba bir hırsız tuttum"a dönmüştür. Alıp getirmek ister: Emperyalistten başkasına gitmezler. Koyverip gitmeği düşünmüştür. Porter'in Ankara'da NUR'dan MUMLA Başvekil aradığı günlerde ne güzel yakınır Paşacığım:
         "1935'ten sonra Politikadan çekilmeyi düşündüm. Ve çekilmemden sonra sarsıntı olmadan Parti İktidarı devr olsun diye tedbirler almıya çalıştım. Herkesin kafası "Yarın İnönü çekilecek, ne olacak?" diye karışmıya başladı."
         Bırakmazlar. Çünkü, Millî Kahramanları sömüımedikçe ayakta duramıyacaklarını pek iyi bilirler. Bulsalar birkaşık suda boğacakları İnönü'leri, sıkışınca can kurtaran simiti yapacaklardır. Onu İnönü'de bilir ve şöyle der:
         "Bir taraftan: 'Beraberiz, birliğiz' derler. Sonra da bu davranış içine girerler. Yıllardanberi bana yardımcı olduklarını bildiklerimin çoğu karşıma çıktılar. Hiç bir sözlerine inanacak tarafım kalmadı."
         İşte bu hava içinde, Paşanın aşağıdaki sözleri değerlendirilebilir:
         1) "Bülent Ecevit ve bir kaç arkadaşının çıkması, bir kurtarıcı olmuştur benim için."
         2) "Son zamanlarda Atatürkçü olduğunu iddia eden birisi, 30 yıldır Sosyalist olduğumu ilân etti. Kızmadım. CHP Sosyalist değildir demiyorum, Sosyalist bir Parti değildir, olmıyacaktır, diyorum."
         3) "Ortanın solu politikası, geniş halk halk kitleleri için büyük bir rahatlık yaratmıştır."
         Finans-Kapitalin son yavuz hırsızlıkları, Tural Paşanın Emirnamesi, Sunay Paşanın "Aşırı" bildirisi. Hep o açıdan anlaşılacak şeylerdir. Eşeğine vuramıyanlar, semerin hakkından gelmeye çalışıyor. Amerika istemiyor.
         Ama, İnönü haksız mı? Hiç değilse 1967 yılı, "Geniş Halk Kitleleri"nin gönlünde ölümsüzlüğe kavuşmak için, nankör, gözü doymaz Sağ'a karşı Sola geçmekten başka yol kalmamıştır. Ve halkın gönlü bir lokma, bir hırkaya bile açıktır. Bir milyon çaldı mı 10 milyona, memleketi satmaya mı göz dikmez? Onun için Paşaların Paşası, il delegelerine şöyle bağırdı:
         "Belki İnönü bin yıl yaşıyacak. Bunu hiç düşünmezler" (Ulus, 8 Şubat 1967)
         Hay, sen, bin yıl yaşa İsmet Paşa!




İŞÇİ SINIFI VE KÜÇÜK BURJUVAZİ
(TİP - CHP)
4 Mart 1967


        TİP ideologları "Sınıfsal nitelik" dediklerinden ne anlıyorlar? CHP burjuva partisi imiş. Tabiî, başka ne partisi olacaktı? Esnafta, köylü de, TİP'teki aydınlar da, sendikacılar da "burjuva"dırlar: Ama, onlara "küçük burjuva" denir. Türkiye nüfusunun 100 kişide 90 kişisi küçük burjuvadır. Yüz kişide 1 kişi büyük burjuvadır. Bu 1 kişi, bugüne dek 99 kişimizi ardından uçuruma sürükledi. Çünkü 90 küçük burjuvayı 90 parçaya, dokuz işçiyi de 9 parçaya bölebildi. Bu parçalanış devam ederse, büyük burjuvaları keyiflerine pâyân yoktur. Meselemiz, ne CHP, ne TİP kadrolarının kaçta kaçı küçükburjuva oldukları, ve sol yahut sosyalist olma yeterlikleri değildir. 90 küçükburjuva ile 9 işçinin arasındaki demir perdelerin kaldırılmasıdır. CHP ile TİP ilişkisi bu bakımdan ele alınmalıdır.
         27 MAYIS şoku Finans-Kapital (Tefeci-Bezirgân kodamanlarını ve büyük emlâk sahipleriyle ağaları da içinde alan banka-şirket sermayesi) ile geniş küçükburjuva tabakalarından hiç değilse DEVLETÇİ KAPIKULU zümrelerinin arasında bir konuşma yarattı. CHP'de ortanın solu parolası: CHP içindeki Finans-Kapitalist azınlığa karşı, küçükburjuva ve hür burjuva hoşnutsuzluğundan kaynak almış devletçi kapıkulu zümrelerinin isyan bayrağıdır. CHP'li küçük burjuva yığınları, haklı olarak, CHP Finans-Kapitalistlerine güvenmiyorlar. Bu bir ciddi durumdur.
         Bu durumda TİP ideologları ne buyuruyorlar? CHP solcuları ve (!) işaretiyle dirseklenen sosyalistler (YÖN olacak): "Birleştiricilik, kaynaştırıcılık sloganlarıyla sınıf mücadelesi gerçeğini reddetmekte"imişler. Bundan tabiî ne olabilirdi? Eğer, CHP "sınıf mücadelesi" sloganını benimseseydi, TİP'e ne hacet kalırdı?. Mesele CHP'nin bilincine varmadan yaptığı "sınıf mücadelesi"ni, bilinçten bahsedenlerin pratik eşya dersleriyle halka öğretmesidir. Mesele "sınıf mücadelesi" rozetini taşımakta değil: Konkret davranışla, kapıkulu zümreleri kanalından da olsa, vatan hainliği pazara çıkmış Finans-Kapital zümrelerini tecrit ederek, esnaf ve köylü tabakalarıyla İşçi arasına konulmuş saçma karantineyi kaldırmaktır. Yoksa CHP'nin geçmiş suçlarını; en cahil köylümüz en âlim TİP'limizden çok daha iyi bilmektedir. Mesele, CHP denizine düşmüş halkı AP yılanına sarılmaktan kurtarmaktır.
         Böylesine ciddi bir konuda: Ağızdan çıkan "SINIF" ve "MÜCADELE" sözcüklerini kulak duymalıdır gibi eksi kocunmalar bir yol: CHP'nin geçmişinde, TİP ideoloklarının dört elle sarıldıkları "Atatürkçü Devrimler" de vardır. "CHP iktidarda iken sağda, muhalefetteyken solda olan ilginç bir partidir" sözü de yeterli sayılmaz. Kavel grevi CHP'nin, karma hükümetle Finans-Kapitali ölümden kurtardığı zaman, Ecevit hizbinin bağımsız tarafsızlığını göstermişti. Amerikan casusu Porter'lerin, Ankara'ya gelip İnönü yerine başvekil aradıkları gün; Paşa'nın acı acı ayıkması ve ortanın soluna geçmesi, ayıkmamasından ve sola geçmemesinden daha mı istenecek şey olurdu TİP ideoloklarınca?
         CHP epeydir iktidarda değil. Yalnız muhalefette iken bile sol olmakla seçim kanununa "millî artık" prensibini koydurduğu için; hattâ CHP'den kayma oylarla TİP meclise üç yerine 15 milletvekiliyle girebildi. Bu kötü mü oldu? TİP milletvekillerine, meclise girer girmez dışarıyı unutun eskilere saldırın diyen CHP midir? Demek CHP sırf muhalefette iken solcu bile olsa, ondan yararlanmak politika sanatının alfabesidir. TİP ideologları: "Yararlandık yeter, CHP'yi kullandık, şimdi AP'den yararlanalım" mı diyecekler? İşte o zaman buna "sınıfsal nitelik" değil, tam antika Makyavelizm denir. Küçükburjuva kurnazlıkları bilımsel politika olamaz. Ayrıca burnunun ucunu görmemek olur. CHP, henüz muhalefet oylarının büyük çoğunluğuna sahiptir. Batıda öyle"sosyalistler"biliyoruz ki, Marx'ın başı üstüne yemin etmedikçe adım atmazlar. Hepsi de, işçi oylarıyla emperyalizmin ömürünü uzattırmaktadırlar. Gene de, sahte sosyalistlerle sahiciler, belli plâtformlar üzerinde işbirliği yapabilirler. "Kompromi yasak." (uzlaşma, yok) palavrası, pratik beyinsizliğin anıtsal büyükburjuva anarşisidir.





(TİP)  ÇARŞAFLI SOSYALİZM
4 Mart 1967


         YÖN'ün bir "ÖZETLEME" huyu var. Tartışılan söz ve düşünceleri özetlemek, en canlı bölümlerini tırnak içinde aynen almakla yapılır. Yön, karşı tezi istediği gibi anlatınca, "özet" sözün aslına uyup uymadığı belli olmuyor. Dinliyen, yalnız savcıyı dinlemiş hâkim durumuna düşüyor. O zaman, "teorik tartışma" sağırlar arasında konuşmıya dönüyor.
         Yön TİP'i eleştirirkcn diyor ki:
         "Çok zaif olduğunu kendilerinin söylediği millî burjuvazi önderliği ele geçirebileceğine göre, TİP halen harekete öncülük edebilecek güçte değildir. Pekiy, TİP hareketin öncülüğünü yapacak duruma gelene kadar ne eyliyeceğiz? Tarih duracak ve TİP yöneticilerinin "hazırız" demelerini mi bekliyecektir?" (Yön, Açık Seçik) imiş.
         Buna karşı TİP sözcüsü (Bayan) şu cevabı veriyor:
         "Kimi sosyalistler (!) CHP önderliğinde bir sol cepheyi hayal ediyor." (Dönüşüm: Duvarlar arasında..)
         Yâni: Yön'cüler TİP'e burjuvayı öncü görme, diyor; TİP'çiler Yön'e: Sen ne biçim sosyalistsin ki, burjuvayı öncü yapıyorsun, diyor. Hangisi doğru? Söz olarak iki tarafta usturuplu konuşuyor. Kimin haklı olduğu lafla kestirilemez. İster istemez davranışlara bakmak gerekiyor. Türkiye'de davranış 40 yıldır, üst sınıfların tek parti-çift parti oyunu idi. 27 Mayıs'tan beri "sahneye" yeni bir davranış çıktı: SOL-SOSYALİZM. Ondan önce sol, sahne dışı idi. Yön ve Tip bu "sahne davranışı" içinde nasıl yöneliyorlar?... İlk örnek olayı ele alalım.

         SAĞINA SARMISAK- SOLUNA SOĞAN
         1- Sözde keskin Marksizm tekerliyenlerin pratik durumlan nedir? Akis dergisi yazıyor: "30 Kasım'ı Aralık'a bağlıyan gece, hatta o sırada bir kaç gece, Ankara'da bazı politikacıların, - bilhassa 14'lerin CKMP kanadının ve TİP'in mensuplarının, - ve bazı gazeteci yazarların, - bilhassa aşırı solcu veya Tural'la arası bozuk olanların evlerinde yatmadıkları doğrudur. Bunun sebebi de: bir askerî darbenin ilk ânında kim vurduya gitmemek!" (Akis, 7 Şubat 1967) Bu olay TİP'çe yalanlarımadı. Son meclise verilen gensoru önergesiyle doğrulandı. B. Çetin Altan'ın vasiyetnamesini andıran millî emniyetteki kurmaylara hitabı da gösteriyor ki, ne kendini dev aynasında öğünmek, ne panik işçi sınıfının işi değil, küçükburjuva dargörüşlülüğüdür. Halkla kaynaşmada fare deliğine gir fazişm şakırtısı kesilince "kim korkar hâin kurttan?" diye meydan oku! Bu sosyalizmi köşekapmaca oyununa çevirmek olur.
         Demek, TİP'in ABA (Aybar + Boran + Altan)'cıları samimi değildirler sözlerinde. CHP'nin solculuğu ile alay eder; işlerinde "CHP önderliğinde" savunma davranışına düşerler. Bunu saygı değer emekleriyle TİP'i yaratan halk çocukları farkedince, ABA'cılar niçin küplere biniyorlar?
         2 - YÖN dergisi yazıyor: "TİP yöneticilerinin demokratik milliyetçi güçleri bölücü davranışları değişmiş değildir. TİP'in görüşlerini dile getirdiği bir dergi, baş yazısında TIP'li gençliğe Kızılay ve Beyazıt meydanlarına bağımsızlık sloganlarıyle dökülen öteki Atatürkçü gençlerden uzak durmayı önermektedir. TİP'in kontrolündeki bir öğrenci klüpleri federasyonu, yayınladığı bültende, emperyalizme karşı cesur mücadelesi ile gururlandığımız Türkiye Millî Talebe Federasyonu da dahil "Mevcut gençlik kuruluşlarının, aslında egemen güçlerin bir uydusu" olduklarını yazmaktadır. Hukuk Fakültesi Öğrenci Derneği seçimlerinde TİP'e bağlı grup, antiemperyalist "Kemalist Cephe"ye AP'li grupla birlikte karşı çıkmaktadır. İlerici güçlerin bölünmesi, sosyalistliğin ve halkçılığın gereği sayılmaktadır. "Sosyalistler, zinde kuvvetlerin uzağında hattâ karşısında yer almaktadır." (20 Ocak 1967 Yön)
         Bu olaylar da TİP'çe yalanlarımadı. Söylenenlerin onda biri doğru ise, TİP içinde CIA ajanlarının hatırı sayılır subaşlarını kestikleri ortaya çıkmış olur. 27 Mayıs yaratığı bir partinin 27 Mayıs'a bu denli "KARŞI" durması, AP'nin yapamadığı Amerikan oyununu "sosyalizm" maskesi altında yürütmek olur. ABA'cılara bu durum hiç mi anormal gelmiyor?
         Bütün, düşünen, samimi TİP üyelerine ve senpatizanlarına, sosyalizmin medrese softalığı olmadığını hatırlatırız.
         HOROZDAN KAÇAN
         TİP tepesine çıkmış ABA'cılar,
         SÖZ'lerinde: "Ortanın solu ne biçim soldur ki, sola duvar çekmekte, sağa açık bir parti olarak kalmaktadır" diyorlar. İşlerinde: Prensiplerini yozlaştırdıkları "Eskilerin hevesleri kursaklarında" bırakmak için uykularını kaçırırca sola duvar çekiyor, çalışan TİP üyelerine iftiralı provokasyonlar tertipliyorlar.
         SÖZ'lerinde: Sol eğilimli parti ve gençlik davranışlarını: "Piyasaya sürülmeden kalp olduğu anlaşılan bir para" sayıyorlar. İŞ'lerinde: İşçi sınıfını köylü ve gençlikle kaynaştıracak "Uyarmak içın Uyanmalı" tekliflerini pozlarına sövgü sayıp, o yolda davrananları Haysiyet divanlarına süıüyorlar.
         SÖZ'lerinde: "CHP, İnönünün kararı ile Hazret'i Mûsa'nın asası değmiş gibi, birden ortanın solunda oluvermiştir" diye kişi diktasını (olumlu yolda bile) yeriyorlar. İŞ'lerinde: Tam bir becerikli hanımın mutfak felsefesi ile, kafasız işgüzarlıkları Partide Führei'leştirmek istiyorlar. (Sosyolog Bayan Boran, Malatya Kongresi'nde TİP Merkez Komitesi'nin genel başkanı kontrol edebilmesini ve otokritik yapılmasını: "Pasta yapan hanıma kocasının karışması" kadar kötü şey saymıştır.)
         TİP ABA'cılarının bütün bu ve daha bir sürü aykırı davranışları, özendikleri Demirel'i hatırlatıyor "Asgarî Müşterek"çi Demirel, SÖZ'de: Tural Paşa'ya bir zaman Harbiyelileri af ettirmemek mektubu, şimdi emirname yazdırdıktan sonra "Şiddetle işimiz yok!" diyor. İŞ'inde: Anayasanın temel haklarını baltalamak için "Temel Haklar Kanunu" ve "Seçim Kanunu Değiştirme" tasanlan gönderiyor.
         Demirel ikiyüzlü davranmıya mecbur: Ekonomi temeli DP çağında ne ise odur. Sosyal ve politik üstyapıda da Menderes'in izinde yürümekten korkuyor. Sözleriyle işlerini çürüten ABA'cılar, en kritik günlerde TİP'i geniş halk yığınları ve gençlik içine girmekten, burjuva partilerinin solcu eğılimleriyle millî ölçüde ilişki kurmaktan alıkoyuyorlar. TİP üyeleri önünde kendilerini doğru göstermek için de, (Hazret'i Ali'ye karşı yenileceklerini anlıyan Muaviye askerlerinin mızrakları ucuna Kuran'ı Kerim asışları gibi,) SOSYALİZM sözcüğünü siper ediniyorlar. Öyle, halka, gençliğe, siyasete açılmanın SOSYALİSTLİKLERİNE DOKUNACAĞINI anlatmak istiyorlar. Ve pratikte CHP'yi bırakıp AP ile hizaya geliyorlar. Amerikalı da insanları başka türlü NÖTRALİZE etmiyor.
         Bu davranış, başka anlam taşımıyorsa, en azından toy hanımlann iffetlerini korumak için, peçe takıp çarşaf giymelerinden farksızdır. Hem de, başını örterken başka yerini açan cinsten. Çarşaf kalktıktan sonra hanımlarımız daha mı az iffetli oldular? Namusuna güvenen kadın, erkektir diye horozdan kaçmaz. TİP ABA'cıları: Yalnız o pek sevdikleri "Sınıfsal nitelik" peçelerini kaldırıp mâhcemâllerini gösterir göstermez, halk yığınlarımızın ve gençliğin kendilerine âşık olacağını ummamalıdırlar.
         TİP herşeyden önce kendinden ve en başta halktan ve hele GENÇLİKTEN korkmamalıdır. Pek "Nâzik" kadroları olabilir. Onlan yetiştirmek için dahi, yığınların ve siyasetin gözbebeğinden düşünüp davranmalıdır.
         Tip ABA'cılannın "Eskileri" NÖTRALİZE etmelerine şimdiye dek bir şey demedikti. Çünkü, onu yapamazlar. Ama, kendi kendilerini NÖTRALİZE etseler bile Türkiye İşçi Partisi'ni NÖTRALİZE etmelerine müsaade edilemez. İşçi sınıfı bilincinin kılıncı, her zaman başlarının üstünde sallanacaktır.





        
Finans Kapital Nedir?
Sosyalist,12 Nisan 1967

        SOSYALİST çıktı çıkalı "Finans-Kapital" sözü en sık geçen bir frenkçedir. Türkçesi malî sermaye diye çevrilse, daha anlaşılır olamaz. Kapital, bildiğimiz sermayedir. Finans: Maliye, büyük şirket ve bankalar işidir. Ancak, tarih içinde sermayenin geçirdiği değişiklikler gözönüne getirilmedikçe, Finans - Kapital sözünün anlamı ve önemi kavranamaz.

         Medeniyetten önce, insan Toplumu SOSYALİST idi. O ilkel sosyalizmde, ne sınıf, ne sermayeci vardı. Herşey toplumun ortak malıydı. Medeniyet özel sermaye ile doğdu. Onun için, bugün hâlâ özel sermaye vurgun yapmazsa medeniyet ölür, sananlarımız çoktur. Oysa medeniyet gibi, sermaye de ezeli, değişmez şey değildir.


         İlk özel sermayeci tip Sümerlerde "TAMKARA" adını alanlardan bunlar toplum varından aşırdıkları değerle Antika Sermaye diyeceğimiz gücü edindiler. Batıda, kapitalizm doğmadan önceye dek dünyayı allak bullak eden antika sermayeye önsermaye (PREKAPİTAL) denir. Önsermaye iki başlıdır:
         a) Tefeci sermaye: Para alışverişi yapıp fâiz alır.
         b) Bezirgân sermaye: Mal alışverişi yapıp kâr eder.
        
Marks'ın "İkiz kardeş" dediği Tefeci - Bezirgân sermayenin, modern sermayeye zıt olan yani: Üretime karışmaması ile özetlenir. Antika toplumda üretimi ya hür küçük üretmenler (esnaf, köylü) yapar, yahut büyük toprak beylerinin geniş çiftliklerinde köleler yapar. Esnaf ve köylünün küçük üretiminden, yahut efendi ve beylerin büyük üretimden çıkardıkları malları pazara çıkarıp kâr sağlayan bezirgân sermayedir. Küçük üretmenleri (esnaf-köylüleri) ve beyefendileri ağır şartlarla haraca bağlayıp fâiz sağlayan tefeci sermayedir. Bu sıfatla, Tefeci-Bezirgân sermaye, üretim ve toplum düşmanı olarak dinlerce lânetlenmiştir.

         Batı kapitalizmi o antika önsermayeyi kazıyıp atarak modern sermayeyi üstün getirdi. Modern sermayenin antika sermayeden baş farkı: Doğrudan doğruya üretimle uğraşmasıdır. Kapitalizmde üretim temelini eline geçiren sermaye, tarihsel gelişimi yüzünden birbirine zıt iki basamak gösterdi:

         a) Serbest Rekabetçi Sermaye: 19'uncu yüzyıla değin özel sermaye girişkin ve yaratıcı kişi olan modern kapitalistler elinde işledi. Muazzam Batı medeniyetini kurdu. Kendi "mezar kazıcısı" olacak muazzam İşçi sınıfı ordularını yetiştirdi. İnsanlık, kapitalizmin serbest (Hürriyet) çağına çok şey borçludur.

         b) Tekelci Finans-Kapital: 19'uncu yüzyıl ortalarından beri temellerini atıp 20'inci yüzyıla girer girmez kayıtsız insan oğlunun herşeyine egemen olan sermayedir. Serbest rekabet çağında egemenlik bütün olarak SERMAYECİ (Kapitalist) SINIFININ elinde idi. Finans - Kapital çağında, kapitalist sınıfının dahi çoğunluğu aşağı safa itilir. Gerek (sanayici, tüccar, banker) KAPİTALİST'lerin, gerek (Büyük emlâk sahibi toprak beyi, ağa mütegallibe, eşraf) RANTİYE'lerin (İRAT yiyicilerinin) içinden en kalınları, en soyguncu, vurguncuları. birkaç büyük ŞİRKET - BANKA kubbesi altında buluşup kaynaşırlar. Sanayii, ziraati, alışverişi, siyaseti, bilimi, felsefeyi, ahlâkı; dini, her şeyi TEKELCİ - SERMAYE'lerinin zokası altına sokarlar. İşte buna FİNANS- KAPİTAL denir.




VATANLARI SATANLAR
Sosyalist,12 Nisan 1967

         27 Mayıs, suyun yüzüne hep ve yalnız "Kültür-Eğitim" konularını çıkardı. Suyun dibindeki ekonomi ve toplum trajedileri o sayede unutuldu. Unutulmayacak tek derin olay ise, Finans - Kapitalin Türk milletine ihanetini, Menderes'in şahsında kalan bir kusurmuş gibi yutturabilmesi oldu. İsrail oğulları her yıl toplanır: Bütün günahlarını ortadaki tekeye yükler, ve sonra suçlu tekeyi kesince, günahlarından kurtulurdu. DP düzeninin günah çıkartma tekesi Menderes oldu. Finans - Kapital, bir an, bütün günahlarından temizlenerek, Demirkırat'ı AP sembolü yaptı. Ve o sayede, daha teşkilâtlı, daha bilinçli sömürücülüğüne rahat rahat girişti. Buna "ÖZEL GİRİŞKİNLİK" (hususi teşebbüs) dendi.

         Yumuşacık bir tatlılıkla "ÖZEL TEŞEBBÜS" deniliveren Finans - Kapital, o kanlı kansız trajedilere neden sık sık başvuruyor? Bunu, 27 Mayıs'tan sonraki ekonomik, sosyal, politik olaylardan iyi hiç bir şey açıklıyamaz.

         "Türkiye Ticaret Odaları, Sanayi Odaları ve Ticaret Borsaları" (TTOSOTBB) (Toto Sot Bebe) diye adı satırlar dolduran İşveren teşkilâtının Başkanı Sırrı Enver Batur,15-16 Şubat günü, İskenderun'da "Dördüncü Koalisyondanberi" yapıldığını söyledi. Bölge Toplantılarından sonuncusunu açtı 5 milyon insanın ekmeğini kesen 15 Ticaret ve Sanayi Odası, 3 Ticaret Odası, 1 Sanayi Odası 7 Borsa (26 İşveren teşkilâtı) Güney Bölgesi 4'üncü kongresinde, birlik başkanı "Aziz arkadaşları"na şu yalın kat zamane olayını açıkladı:

         "Günümüzde, dünya iktisadî düzeni alıştığımız iktisadî düzene nazaran çok değişiktir... Küçük pazarların yerini dev pazarlar almakta ve gümrük duvarlarının kaldırılması için dünya çapında büyük gayretler sarf olunmaktadır."

         "KÜÇÜK PAZAR" neresi? Türkiye, İran, Pakistan... ve Belçika, Fransa, İngiltere, Amerika... hep "Küçük Pazar". İstanbul'un en bataklı "Küçük Pazar"ı gibi bir şey o tek tek kapitalist ülkeleri. Çünkü "Gümrük duvarları" ile kapatılarak dünya milletlerine birer çıfıt Getto'su haline getirilmişler. Milletlerin o boğulma duygularından yararlanmak isteyen Finans - Kapital, "Küçük Pazar"ları ustalıkla, ama milletlerin kendilerine değil. Finans - Kapitale "açmak", milletlerarası banka ve şirket sermayesine açık pazar etmek istiyor. Batur'a göre:

         "Kapalı ekonomi sistemleri, malların, sermayenin ve insanların serbestçe yer değiştirmesini, serbest rekabeti ve serbest ticareti öngören açık ekonomi sistemine gitmektedir."

         Ne demektir "Kapalı ekonomi", "Açık ekonomi"?

         Tarihte, Kapitalizmden önce KÖY ve KENT üretimi "kapalı ekonomi" idi. Sermaye o küçük kapalı ekonomileri rekabet kılıcıyla kesip biçerek, kendi alış verişine açtı. Sermayesine göre büyüklüğü değişen ülkeler ölçüsünde geniş pazarlar yarattı. O pazarların siyasal sınıflarına VATAN ve vatanlar içinde oturan modern insanlara MİLLET adını verdi. Milletleri, kendi vatanlarını öteki milletlere karşı ölesiye savunmaya alıştırdı. O zaman, eski daracık tabiî köy ve kent ekonomileri yerine geçen daha geniş kapitalist ekonomisi de, ayrı millet ve ayrı vatan gümrükleri ile sarılarak, öteki Milletlere ve vatanlara karşı bir "Kapalı ekonomi" oldu.

         Bay Batur, şimdi, Milleti kapsayan Vatan adlı kutsallaştırılmış çerçeveyi "Kapalı ekonomi" sayarken bunu söylüyor. "Açık ekonomi" derken de: Vatan gümrüklerini ve sınırlarını çatlatıp yıkmayı "Küçük pazarların yerine dev pazarlar geçiyor" gibi kibar lâflar şirin gösteriyor doğrusu .Vatan sınırlarını kaldırma pazarlığı büyük emperyalistler arasında gürültü çıkarıyor. Küçük, geri ülkelere soran yok. Finans - Kapital, harıl harıl yaptığı sermaye ihracı oyunlarıyle geri vatan sınırlarını çoktan kuşa çevirdi. Sovyetler, Boğazları savunma teklifini ağzından çıkarır çıkarmaz, "Vay, sen üs istiyorsun, ha?" diyerek, Akdeniz'den Karadeniz'e, Edirne'den Ağrı Dağı'na dek baştan başa Türkiye'yi Amerikan üsleriyle süslemek bu idi. Petrol şirketlerinin Anadolu'da her köşe başına oturttukları benzin istasyonları sahiplerine ansızın Demirkırat Partiyi kurduruşları bu idi. Gidişten azıcık irkilince, düşen Menderes'in yerine B. Demirel'i aynı yola yolcu eden davranışı budur.

         Onu, Türkiye işveren sınıfının sözcüsü şöyle ağdalıca özetliyor:
         "Bizim bugün ANA İKTİSADİ MESELEMİZİN, teşekkül, müessese ve işletme olarak böyle bir iktisadî sisteme nasıl ayak uydurabileceğimizin teşkil ettiği muhakkaktır."

         Milletlerarası Finans - Kapital'in Türkiye'de iktidarı tutan kanadı, yâni Batur'un deyimi ile: "Sanayi Ticaret Tarım, Turizm, Nakliyecilik, Bankacılık, Sigortacılık gibi irili ufaklı işletmelerin sahipleri", daha doğrusu "ufaklı"ları bozuk para gibi harcayan "İRİLİ" Burjuvalar, bu Vatanın sahibi biziz, diyorlar, alırız da, satarız da, ticaretimize kimse karışamaz. Çünkü:

         "En büyük sorumluluğu ferd ve teşkilât olarak ÖZEL TEŞEBBÜS taşımaktadır... ÖZEL SEKTÖR memleketin bütün vergi yükünü, bütün mesuliyetini üzerinde taşıyor..."

         Bir yol, işveren vergiyi, halk gibi alın teriyle kazandığından vermez: Halkı çalıştırarak veya kazıklayarak elde ettiği KÂR'ından verir. Yâni, işveren verdiği zaman dahi, vergi parası gene halkın sırtından çıkar. Ancak, Finans - Kapitalin ödediği vergi nedir? 1963 yılı Kurumlar Vergisi için beyanname verenlerin sayısı 4166, bunlardan kâr gösterenler: 2575 kişidir. Ödedikleri vergi: 375 milyon. Ama, bunun 137 milyonunu Kamu Kurumları, yâni 116 Devlet kurumu ödüyor. ÖZEL TEŞEBBÜS'ün ödediği gerçek vergi 218 milyondur. Ya ödemediği? Evet 1591 Kurumun "ZARAR" gösterdiği para tam: 720 milyon lira: Neredeyse ödediği verginin 4 katına yakın... O yıl Devlet 11.730 milyon vergi topladığına göre, ÖZEL SEKTÖR "Bütün vergi yükünü" taşımak şöyle dursun, milletin ödediğinin 53'te birinden azını ancak öder.

         Vergisinin 4 katı zarar gösterip, "Memleketin bütün vergi yükünü taşır" geçinenlere, sahtekârlıkları hatırlatılınca ise, namuslarına dokunur. Bağırırlar: "Hür müteşebbislere karşı saldırmalar, son zamanlarda Millet Meclisi Komisyon müzakerelerine ve Senato kürsülerine kadar intikal etti. En büyük sorumluluğu, ferd ve teşkilât olarak özel teşebbüs taşımaktadır... Özel Sektöre kaçakçılık, Özer Sektöre çıkarcılık isnad eden arkadaşlara bu iftiralarını, kasitlerinin bütün mânâ ve şümuliyle red ve iade etmeme müsaadelerini rica edeceğim."

         Yâni, vurguncuya "vurdun" demeyeceksin: Yoksa o seni vurguncu ilân edecektir. Bu gidişe Menderes, "Nurlu İstikbal" demişti: Demirel'in Ticaret Bakanı Sadık Tekin Müftüması diye idealleştiriyor. "Ana iktisat meselemizin" Türkiye gümrüklerini ve sınırlarını Emperyalizmin dileğince kaldırmak olduğunu açıklayanlara AP Bakanı, hiç korkmayın, diyor:

         "Bu idealin tahakkukunda ise, siz müteşebbis arkadaşlarımıza düşen görevin küçümsenmeyecek, her türlü isnad ve iftiralara rağmen suret'i mutlakada himaye edilmesi lâzımgelen bir keyfiyet olduğuna da inanmalıyız. Bugün Türkiye, geçmişin Türkiye'si değildir."


         Yâni, geçti Bor'un pazarı: Finans - Kapitalin âşığı cük oturdu. Bak, İsmet Paşa'ları nasıl Karma Hükûmet maşaları gibi kullanıp, ilk fırsatta Başbakanlıktan Amerika'nın bir işareti üzerine kündeyle atıverdik. Siz, işinize bakın, gümrükmüş, sınırmış aşındırın, vatanı, milleti sömürün!

         "Bu gayretlerinizde, tereddütsüzce ifade edebilirim ki , Hükûmet daima, sizinle beraber, Hükûmet daima sizin yanınızda olacaktır."


         Yâni, AP Hükûmeti, dişlerine, tırnaklarına değin teşkilâtlı yerli, yabancı Finans - Kapitalin (Özel Teşübbüsün) emrindedir.


         İşte: "Temel Haklar ve Hürriyetler Kanunu" çanları bunun için çalıyor. Ve siz, tarihin şu acı cilvesine bakın ki, "Kapalı küçük pazar" saydığı Vatan ve Milletin temel varlığını "Dev pazarlara açmak", yâni milleti bütünüyle yıkmak ve satmak için hazırlanan Finans - Kapitalin, "daima yanında" bulunan Hükûmeti, çıkaracağı kanunda: "Millî bütünlüğe zarar verebilecek şekilde... Söz, Yazı, Haber, Havadis, Resim, Karikatür veya sair suretlerle örnek veren" kişileri, daha ağır ceza bulamazsa, 5 yıl,10 yıl ağır hapisle ortadan kaldıracak.


         Bir milletin sağ duyusu ile bu kertede açık alay etmek.. Ancak, sırtını, Antika Tarihe ve Yabancı Sermayeye dayamışların gösterecekleri cür'et!




NAZIM HİKMET SATICILARI
12 Nisan 1967

         Köyden şehire işsizler ve açlar akını, İstanbul'da bir seyyar satıcılar kalabalığı yarattı. Karadeniz boğazından balık karaya vurur. Akdeniz'den limon, portakal dökülür. Terazisini, tablasını kapan seyyar satıcı rıhtım, kayık, mahalle, sokak demez yayılır. Ucu pahalı, tutturabildiğine; bağıra, çağırâ; tâze, bayat; meyva, balık satarlar. "Sebilüllah!" Avrupa veya Japonya damgalı Tahtakale malları, naylon bluzdan benzin şişesine, dolma kalemden çakmak taşına dek Mahmutpaşa'dan postahane önüne doğru boşaltılır. Kalabalığı ite kaka, esnaf, ucuz pahalı, tutturabildiğine, bağıra çağıra, hâlis, kalp satılır. "Fabrikası top attı, ha!"

         Bu bizim ekonomi alanındaki yoksulluğumuzdur. Ali'nin külâhını Veli'ye giydirmekten başka geçim yolu kalmamış küçük burjuva tabakalarımızın gülünürken ağlanacak perişanlığıdır. Çok defa, o heyecanlı ticarette alan da, satan da aldanır. Perde ardında parsayı toplıyan: Ya bir dalyan ağası, çiftlik eşrafıdır, yahut bir hal kabzımalı, vurguncu bezirgân olur.

         Siyaset ve kültür alanında, kapıkulluğuna yamanamamış, yarı aç yarı işsiz aydın kalabalığımız, öteki geniş küçük burjuva yığınımızın cilâlıca bir bölüğünden başka nedir?.. Bir ara sosyalizm furyası başladı. Kalemini, defterini kapan okur ve yazarlarımızın yayın alanına döküldü. "Sebilüllâh!" ucuz pahalı sosyalizm satmayan yayınımız, derneğimiz, partimiz, aydın esnafımız kalmadı. Alan aldı, satan sattı. Hiçbir davranışla bağdaşmayan sosyal formüller herkesi hazimsizliğe uğrattı. Yutulması daha kolay heyecanlar arandı.

         Hazır ölmüşken, nasıl olsa sesi çıkmıyacak: Şu Nâzım Hikmet'i, bir de bizım ahbap çavuşlar öldüremezler miydi?.. Nâzım Hikmet furyası çıkarıldı. Bilinen şiirler, unutulmuş anılar, kıyıda, köşede kalmış aile, arkadaş mektupları, yarı istidâ, yarı rica pusulaları, ucuz pahalı, tutturabildiğine, piyasaya sürülüyor. Bir şeyi batırmanın en kestirme yolu, onu toyca savunmaktır, demiş. Nâzımcığımın da, övme yollu ipliğini Bâbıâli pazarına çıkaran çıkarana. İyi, kötü, para kazanmıyorlar mıydı?


         Nâzım'ın tâlihi böylesine derebeği artığı ülkede hep bu oldu.Yaşarken, solcu ahbapları, işçi sofralarında kafa tütsüleyip mest olmak için, onu bangır bangır okudular. Ve "vazife'i inkılâbiyelerini" (arı dilcesi: "devrimci ödevlerini") bir tamam yerine getirdikleriyle avundular. Şimdi Nâzım öldü: Gene en keskin solcu sofralarında Nâzım kadehini en iyi kaldıran, sesini yükseltiyor. Bir okuyuşta dinliyenleri baygın yere seriyor. Nâzım şiirlerini bunun için mi yazdı? Hele nerde, nasıl, hangi doğum sancıları içinde kıvranarak dizdi?

         En son, yeni moda çıktı. Nâzımın ülküsünü elbirliği ile taşa tutanlar, kendisini kutsal puta çevinne yolundan, mumyasını kurşuna diziyorlar. Meğer ciğerinin kaç mangır ettiği bilinen "aziz ahbabı" Şevket Süreyyâ'nın da "İNGILAP" yoldaşı değil miymiş Nâzım? Adam, Nâzım'ı tükürük yağmuruna tutan salyalarını saça saça, sümüğünü çeke çeke Yön'deki çırağının ağzının suyunu akıttırıyor. Bu goygoycu köy hocalığında tutunamamış kişi, Ankara sultanlarının cinci hocası kesilmiş kısa günde. Afsun tafsunu kuvvetli. Nâzımı nasıl, engerek yılanını gören kurbağa gibi büyülediğini Avcıoğlu'nun sol kulağına fısıldıyor. Ve, Sovyet ticaret mümessilliğinden maaşı kesilir kesilmez, "millî hisleri" kabarıp Ankara'ya kapılanan, bu zat oturmuş, ince Nâzım kesiyor. "diledığimiz gibi olmak" için Ankara iktisat müdürü olarak çalışıyordum" diye başlıyor. (Vah şu Türkiye'nin haline, iktisat işleri kimlere kalmış. Tevekkeli değil ulaştığımız şu "Nurlu istıkbal"). Şevket Süreyyâ neyin "iktisat müdürü" olduğıınu şöyle açıklıyor.

         "Telefon çaldı. Ses Nâzım'ın. O sıra Vedat Nedim Tör(aynı gerekçeyle: "millî hisleri" kabaran ikinci azılı "komoniz") matbuat (basın yayın) umum müdürü idi ve galiba bana Nâzım'ın Ankara'ya geleceğinden de bahsetmişti." ("Haberleşme" mükemmel) Onunla (Nâzım'la) artık ciddi konuşmalıydım. Çünkü o, ne bir parti teşkilâtçısı, ne de partili idi" (Değer ölçüsü bu). "1930'da arkadaşları tarafından parti dışı edilen" (Nâzım'ı. 1926'da "İtilen" kendisine benzetecek. Telefonu kaptığı gibi bakın ne yapıyor Ş.S.:)

         "Sadri Ertem sol bir yazardı. Ondan bizzat EMNİYET UMUM MÜDÜRÜ Şükrü Sökmen Süer'i görmesini, onu bu gece bize yemeğe çağırmasını. Dahiliye vekili Şükrü Kaya'yı da Moskova'da beraber okuduğumuz İsmail Hüsrevi de..."

         Görüyorsunuz, bizim "Moskova'da okumuş". "Sol"larımız ne şerbetli kişiler. Bir telefon (demek Nâzım'ı "telefon"a alıştıran da onlamıış), Emniyet umum müdürlerini, hem de "bir üst görevli, hem de müsamahasız bir milliyetçi" olan Ş.S.S.'i (onda Ş.S. den bir S fazla) ayaklarına getirtebiliyorlar. Stalin gibi herifler yâni!.. Arkalarını emniyete "raptedip" "zaptetmişler" Türkiyeyi!

         Çankaya yolu çatallaşır. Bir bağ evine çıkar: "Sol yol Gazî köşküne. Sağ yolda ve hem bizim evin karşı tarafında İnönü de TESADÜFEN bahçesinde, hem de yola yakın bir ağacı galibâ budamakta. Onu başımızla selâmladık. Nâzikâne mukabele etti. Sonra Mareşal Çakmak'ın, Şükrü Kaya'nın ve DİĞERLERİNİN evleri önünde dolaştık. Nihayet Atatürk'ün köşkünün muhafız kıtasında TANIDIĞIM bir subayın yanına gittik. Bize çay İKRAM etti. Onun (Nâzım'ın) bildiklerini her defasında önüne yaydığım rakamlar, yazılarla TASHİH ettim. "Hem içiyor, hem dağları inletirce tartışıyorduk. Avazı çıktığı kadar bağırsa; belki bir taraftan Atatürk, bir taraftan İnönü Paşa onun sesini duyabilirdi."

         Bu pes dedirtici "romantik" Nâzım Hiknıet satıcılığı şöyle biter:
         "Arkadaşlar, Sökmensüer (emniyet u.m.) VAKTİNDE geldiler. Nâzım'ı ona: "Aradığın yakalandı. Onu sana teslim ediyorum" diye takdim ettim. Nâzım'la bir az UZUNCA el sıkıştılar. Karşılıklı ŞAKALAŞTILAR. Bir de boş sandalye bıraktıktı. Çünkü Sökmensüer Şükrü Kayadan haber getirdi.. Hepimize yapacak bir VAZİFE YOK MU? O sırada İspanya iç harbi içindeydik.. Şiirler ŞİİRLERİ kovaladı. Nâzım'ı şehre Şükrü Bey indirecekti... Nâzım, dedim, ben her akşam yemeğini Polis Müdürü ile yer, fakat ihtilâlimi yaparım, diye tartışırdık, Şimdi galiba sen de... Nâzım bu takılmamı bir az ağır bulacak sanmıştım. Bulmadı. O KADAR BİRLEŞMİŞTİK Kİ..."

         Şevket Süreyya Aydemir demek istiyor ki, yalnız ben miyim, "emniyetli" ideolog? Taptığınız Nâzım da, perde ardından flört'ü ağır bulmazdı... Ah! bu memleket ve aydın "kahramanları.." Avcıoğlu soramaz mıydı: Çankaya pazarlığından bir yıl sonra acep Nâzım harbiyede niçin kazıklandı? Ve Yön'de yayınlanan "Bağışla" mektubu neden Atatürk'e ulaştırılmâdı. Bir bildiği olmalıydı. Hele bütün bu açıklamalar Nâzım öldükten sonra mı yapılmalıydı? Nâzım bir sermaye miydi ki, onu işletmiye kalkmıştılar? Hepsinin sonunda Nâzım'ı polisle başgöz etme zanaatinde öylesine övünecek ne vardı? Edimelilik herhalde; secaat arzetmeden olamıyorlar.




KÖR BARSAK AMELİYATI
(CHP'DEN İSTİFÂLAR)
12 Nisan 1967



          Türkiyemizin bütün ekonomik, sosyal ve politik yaşayışı bir kör barsak hastalığı ile kıvranır durur. CHP Genel Sekreter Yardımcısı İbrahim Öktem'le birlikte CHP de küçük bir ameliyat geçirdi. CHP'nin Körbarsağı, Türk milletinin yediğini burnundan getirdi, Antika toplumun tâ Bâbil'den Osmanlû'ya aktardığı Tefeci-bezirgân hacıağalığıdır.

          Tefeci-bezirgân körbarsağı, Türk milletinin karnında zaman zaman korkunç apandisit krizleri patlatır. Gerçekte toplum yapısı için hiçbir görevi bulunmayan o körbarsağın "bizâtihi" en ufak bir önemi yoktur. Ne var ki, vücudun karın gibi derin yerinde, içimizde oturduğu ve peritor kadar hassas bir gizli polis idaresi ile, yabancı finans kapital şebekesini hemen alârma sokabildiği için, aman körbarsağın kılına dokunulmasın diye, zavallı millet karın ağrısından kurtulamaz. Zaman zaman, hayatını acı tehlikelere sokan buhranlar içinde kıvranır durur.

          Hekimlikte apandisit için: "ilâcuhâ, ihracuhâ" (kesilip atılmadıkça iyileşmez) denir. Doğrusu da, şimdiye dek, körbarsağı kesilmiş bir kişinin zarar gördüğünü öne süren "tabip" çıkmamıştır. Ne var ki, bizim siyaset "tabip"lerimiz, sırf buz koymak, ağrı kesici ilâçlar şırınga etmek yoluna gidip, körbarsağımızı sinsi (müzmin) illete çevirmekte üstâd geçindiler. CHP o tutucu (konservatör) ve statükocu müretabbipliğin şampiyonu olmakta direnmişti. Türkiye'nin yıllar yılı iştahsız, hazimsiz, inkıbazlı "hasta adam"lığı bir türlü sahiden giderilemediydi. Ancak en son, kendi içinde, Amerikan gizli servisleriyle elele vererek, kendi başını yeme teşebbüsleri azıtıp ta karşısına kendisinden daha tutucu bir AP çıkınca, CHP işi anladı. Fevzioğlu gibi körbarsaklar, "profesör-şerbetiyle" de tadlandırılsalar, parti peritonunun içinde zehirlerini ve mikroplarını saçtıkça ne CHP, ne bu millet palyatif tedavilerden hayır bekliyemezdi.

          Batıda prosper (hızlı refah getiren) kapitalist gelişim, prekapitalist körbarsağını, ekonomik ve sosyal yoldan eritti. Türkiye'de Tanzimat'tan beri körbarsak vücudun kalbi, böbreği, beyini yerinde bir organ imiş gibi gösterildi: bütün saygıdeğer "Şapkalı doktor"lar yahut levanten Kalos yatros'lar Hipokrat çağından kalma binbir ilâçla körbarsağımızı şımarttılar. Bir ara, Hacıağa politikacıları yabancı bezirgân şapkası giyerlerse "Tabib'i Hâzık" olurlar sanıldı. Son CHP kongresi ve İnönü 48 körbarsağı CHP'nin karnından dışarıya atmakla, ileri bir adım sağladı. Yalnız unutmıyalım: Milletin karnındaki körbarsak durdukça karın ağrısı ve inkıbaz devam edecektir.

         Daha Kongrenin ertesi günü "parti meclisi" seçiminde 3 eğilim belirdi:
          1 - Meclise: "profesör ve ılımlıları" sokmak: Pusudaki tefeci-bezirgân yumruğu hep öyle "bilimsel" kadife eldiven kullanır. 27 Mayıs'a ilk gedik ılımlı, profesörlerle açıldıydı.
          2 - "Ortanın solu milletvekilleri ve senatörleri" sokmak. Bunlar seçim bölgelerindeki hacı ağaların .....sıdırlar. CHP meclis grubunda çıngar koparanlar, "affedilseler" bile, zaman kazanmak isteyebilirler.
          3 - İnönü ve Ecevit'in (Genel başkan ve sekreterin) direktifini bekliyenler. 2/5/967 günlü Cumhuriyet: "Seçimlerin çekişmeli olacağı ve kısa zamanda sonuç alınamıyacağı ileri sürülmektedir" diyordu. 3 Mayıs günü ise parti meclisine profesörler getirildi... Gene bu CHP oportünizmi mi?
          Biz yapılan küçük ameliyatın bir siyasî fistülle sonuçlanmamasını dileriz.





"Hasta Adam" İngiltere
Sosyalist, 30 Mayıs 1967

        Birinci Evren savaşındaıı önce yeryüzünün Hasta Adamı Türkiye idi; Osmanlılık çöktü. İkinci Evren Savaşından önce Fransa Hasta adamdı. Sosyal demagoji yüzünden Nazi köleliğine dek düştü. Şimdi Hasta Adamlık sırası İngiltere'de. Nesinden anlaşılıyor mu? Ürünverirliğinin (prodüktivitesinin) ve yatırımlarının düşüklüğünden:
 
       Son 10 yıllık ürünverirlik         Ham millî gelirden yatırımlar
---------------------------------------------------------------------------------
Japonya'da          % 8.8                                   % 28.8
İtalya'da              % 5.6                                   % 21.6
 Batı Almanya'da % 5.0                                  % 23.7
Fransa'da              % 5.0                                  % 19.2
İngiltere'de         % 2.6                                  % 15.8


         Verimlilik bakımından İngiltere: Avrupadakinden dörtte bir az, Amerikadakinden üçte bir az. Fransa Almanyadakinden yarı yarıya az. Aynı bilya yatağını yapan SKF fırması, İngiltere'de açtığı şubesine oranla İsveç'te işçisine %25 daha çok ücret veriyor, %30 daha çok verim alıyor: Yaşama standardı, (geçim derecesi) İngiltere'de 19'uncu yüzyılda erişilmez yükseklikte idi: Şimdi Avrupa standardının altında. Otomobil, televizyon, Çamaşır makinası 10 yılda 2-4 kat arttı. Ama, gerileme de arttı. Neden?
 
         TEKNİK "MUHAFAZAKARLIK"
         İngiliz hastalığının hep neticeleri üzerinde duruluyor:
         1 - Sanayi cihazlanması ve rasyonel örgütlenme geri kalmış. Yanlış değil. Savaşta yıkılan Almanya, İtalya, Japonya, hatta Fransa, savaş sonu daha modern makine ve örgütlerle çalıştılar. İngiltere "Muhafazakâr" Yaratıcılığı yok değil. Son yılların en yaman icatları: televizyon, radar, tepkili motor, integrateur, birçok sentetik iplikler, penisilin ve ilh. hep İngiliz kafasının yaratışı. En son çelik üretiminde "Epray process: püskürtüm eylemi" diye bir usul keşfedildi. Daha demir yüksek fırından erimiş olarak çıkarken oksijenli brülörle yapılan üfürme, fontu çeliğe çeviriveriyor. Böyle muazzam avadanlıkları ve müthiş yakıt masraflarıyle çelikhane denilen dev gibi işletme ortadan kalkıveriyor.
         Bunu Millon Hematite Ore and Iron Ltd. of Cumberland denedi. Tuttu. Ama, Çelik İdaresi (Steel Board) bu iş için gerekli 1 milyon sterline kıyıp veremiyor... İkinci neden? İngiliz Muhafazakârmış... Sebep? Yok. Yalnız sonuç görülüyor.
 
         KAPİTALİSTÇE SENDİKA ve SOSYAL ADALET
         2 - Sendikacılık ve Sosyal adalet aşırılığı israfa yol açmış. Doğru. Dünya kapitalizmi son deminde bir şeyi anladı: Bir milletin en değerli varlığı İNSAN'dır. Ama geç kaldı tatarağası. Birinci Evren Savaşında yenici olan İngiliz, ayarsız kapitalizın yüzünden boyuna işsiz kaldı. İkinci Evren Savaşından sonra Tüm Kullanım (full emploiment) gerekti. Ne çare ki, aylaklık İngilizin iliklerine işlemişti. Bir yumurtayı 9 ere taşıtma usulü yerleşmişti.
         Bir elektrikçi günde 30 yanmış ampulü değiştirmek görevine karşılık haftalık 20 sterlin (600 lira) alıyor. Sendika eletrikçinin yanına bir de yardımcı dayatmış: o da elektrikçiye ampulleri uzatacak ve haftada 13 sterlin 15 şilin (4-5 yüz lira) alacak... Bir kapı kasası yapılacak bir marangoz (joiner), bir delici (driller), bir ayarlayıcı (fifter), bir çimentolayacak kalafatçı (chaulker), bir de boyacı (painter) çalışmazsa olmaz!.. Başka türlü yaptın mı, Sendika ensende.
         Sosyal Adalete gelince: Bir işletme şefi gelirini 10 bin liradan 150 bin liraya mı çıkardı? Olur. Vergisini çıkarın: Eline her sterlin yerine 9 peni geçecektir, geri kalan hazinenin. 140 bin liradan adamın eline ne geçiyor bilir misiniz? 4 bin lira! Sıkıysa itiraz et. Trad-union hükûmeti başında. Kaçırmamak için, her yıl 400.000 İngiliz İngiltere'den dışarıya kaçmak zorunda kalıyor. Boşalacak neredeyse. Büyük Britanya adası. Neden? Sendikadan. Sebep? Gene yok. Yalnız sonuç ortada.
 
         SOSYALİZME İHANET VATANA İHANETTİR
         Bu İngiliz düzeni Kapitalizm mi? Bu işte kapitalistler almışlar başlarına belâyı... Sosyalist mi İngiliz? İşçi Partisine sorarsan ondan sosyalisti ne gelmiş, ne gelecek. Ama, dünya biliyor ki, İngiliz Sosyalizmi, yeryüzünde İngiliz Emperyalizminin ayakta durabilmesi için son tutamağıdır, yani, İngilızin Sosyalisti, kapitalistten beter emperyalisttir. Şimdi ne olacak? Koca İngiltere, sırf Sosyalizme namûsluca geçmemek için, intihara başlamıştır.
         İngiliz kapitalizmi, Sosyal Devrim'i önlemek için iki kalleşlik yaptı:
         1 - Bir yanda asilzadeleri kapitalistleştirdi. Lortları modern toplumun başına musallat etti. MUHAFAZAKÂRLIK iliklerine işledi.
         2 - Öte yanda, işçileri aristokratlaştırdı: Asilzade işçilerin Trad-unionizmi, sosyalist hareketi yozlaştırdı. SENDİKALİZM iliklerine işledi.
         Muhafazakâr Sendikalizm: Serbest rekabetin hayvanca da olsa ilerletici liberalizm kamçısını dahi tekelci Finans - Kapital içinde yitirdi. O iki (Aristokrat ve İşçi muhafazakârlığı) soysuzlaşmasını savunmak için, yarı dünyayı sömürge etmişti. Sömürge çapulunu sürdürebilmek için iki kanlı Evren Savaşına girmemezlik edemedi. Evren savaşından da, ne etti, etti, yenerek çıktı. Ne var ki, hele İkinciden sonra yenilmişten beter oldu. Alacaklısı US Amerika'ya yaranacağım diye bir yandan kendi sömürgelerini yitirirken, ötede kendisi neredeyse Amerikan sömürgesi, Amerıkan üssü durumuna girdi.
         Hep bu işkencelere katlanmak niçindi? Ekonomi ve Sosyal bakımdan çoktan olmuş Sosyalizmi doğru dürüst toplayacağına dalında çürütmek için Lordu ile, İşçisiyle Sosyalizme ihanet etmişti. Ama, bu ihanet, şimdi, İngıltere'yi hasta adam etmekle, vatana ve millete ihanet olmuştu. Hesap meydanda idi. En ileri Kapitalist ülke olarak İngiltere; Günü gelince doğması gereken çocuğu ana karnında öldürünce sosyalizmi kalleşçe boğan İngiliz; ölü çocuğu karnında taşıyan kadın gibi zehirleniyor, hastalanıyor. Geri kalan bütün kapitalistlere ve hele vakti geçmiş kapitalizmi zorla uydurmak istiyen sosyalizm düşmanlarına en büyük ibret İngiliz hastalığıdır. Ve o adı işçi partisi olan partinin liderlerinin tabanı yanmış itçe dolaşıp kıvranışları bundandır.






Türkiye'de Kapitalizmin Gelişimi Üzerine
Sosyalist 30 Mayıs 1967


         Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın Ankara'da Fikir Kulüpleri Federasyonu "FKF" lokalinde verdiği konferanstan özetler.)

         Bir zamanlar "malumatlı adam" çok makbuldü. 20. yüzyılın yarısından sonra insanlık, "Ordinatuer: BUYURUCU" ya da  "İnformatique: Duyurucu" denen elektronik hesap ve akıl makinelerini buldu. Bu makineler sayesinde ilgilendiğimiz bir alandaki bütün buluş ve bilgiler, bir anda önümüze seriliyor. Artık malumat nakli yerine, bu bilgiler arasında bağ kurmak, sentezlere gitmekten başka şey kalmıyor insan düşüncesine.

         Ben de bu konuşmada bazı bağları kurmaya, bazı anları, gelişimin yönünü vermeye çalışacağım.
         Daha önce konuşan iki yurttaşımızdan birincisi...

         "14-15. Yüzyıllarda Osmanlı Toplumu" üzerinde konuşmuş. Dün konuşan ve benim de dinlediğim Profesör B. Sadun Aren, yurdumuzun Cumhuriyet çağındaki kapitalizmin gelişimini anlattı. Profesör, "Türkiye kapitalizme geçişte neden geri kaldı. Bunu ben bilmiyorum. Bilen de olduğunu sanmıyorum" dedi. Ben bu gecikmenin nedenleri, kapitalizme geçişin çağı üzerinde duracağım.

         Profesör Aren: "Sosyal konularda kesin konuşulamaz, tarih söylenemez" demişti. Bu benim davranışımın tam tersi. Ben tarih söyleyeceğim.
         Birinci tarih basamağımız 1838: Timar ve Zeametin kaldırılması. Bu, Mahmut II'nin yeniçeri ocağını kaldırmasına paralel bir olaydır. Böylece Dirlik Düzeninin son kalıntıları kaldırılıyordu.
         Dirlik Düzeni, Osmanlı'nın bozulmamış Toprak Düzeninin adıdır.1838 de kaldırılan Tımar, küçük dirlikçilere, Zeamet ise 10 bin ilâ 30 bin arasında büyük dirlikçilere verilen topraklardı. Bunların rekabesi (mülkiyeti kimsenin değildi. Sencer Divitçi, mülkiyet Padişaha aitti demiş, yanlış). Bunlar Beytülmalimüslimin'indi, yâni: Müslümanların ortak malı idi başka hiç kimsenin değildi.
         Osmanlılar Anadolu'da Hülefavi Raşidiyn devrinde kurulmuş "Mirî Toprak" düzenini benimsediler. Bu Osmanlı rönesansıydı. Buna "Dirtik Düzeni" diyoruz. Bu konuda araştırma yapan Profesör Ömer Lütfi Barkan "Ne zaman, kim tarafından yapıldığı veya yayıldığının araştırılması beyhude" diyor. Biz öyle demedik, demiyoruz.
         Dirlik düzeninde iki bölük insan karşı karşıya. Çiftçiler ve dirlikçiler. Toprak, Çiftçi'nin TASARRUFUNDADIR. Mülkiyetinde değildir. Dirlikçi, toprağın sahibi denirken koruyucusudur. Maliki anlamında sahibi değildir.
         Dirlik düzeni bozulduğunda, Osmanlı toprak düzenindeki ikinci basamağın adına "Kesim Düzeni" diyoruz. 1838'de, Osmanlı toprak düzeninin son kalıntıları da kaldırılıyordu:
        İkinci tarih basamağımız: 1846. Miras kanununa., yeni hükümler konuluşu. Bu tarihe kadar yalnız erkek evlâda geçen toprak tasarruf hakkı bundan sonra kız evlâda da geçecekti. Bu, Beytülmaldeki mülkiyetin kişilere geçişini hızlandırıyordu. Osmanlı mülkiyet anlayışı, zaten bu değişiklikten çok önce bozulmuştu, kanuna kız evlât için giren tasarruf hakkı, uygulamada mülkiyet hakkı şeklinde anlaşılıyordu.
         1847 yılı süratle toprağını kaybeden beytülmal, ve hazinesinin tamtakır olduğu görüldü. Şimdi devleti kim finanse edecekti?
         "Nereden para buluruz?" sorusu ilk olarak beliriyor Defter Emini Hasan Efendi, "Ödünç alalım" diyor. Borçlanmalara karşı çıkıyorlar: "Kefereden istersek, zayıf olduğumuz anlaşılır, Fas'a yazalım" deniyor. III. Selim'in sorumluluktan uykusu kaçıyor.
         1849'da ilk büyük Finans - Kapital denemesi ile karşılaşıyoruz: Şirketi Hayriye. Tam Kapitalist müessese. Sadun Aren, kapitalizmi Cumhuriyetle başlatmıştı, oysa Avrupaî manası ile kapitalizmin Türkiye'ye girişi ve başlangıcı işte bu 1849 tarihidir.
         1875 yıllarında Şürâyi Devlet'ten Mehmet Fuad'ın elyazması ile karşılaşıyoruz. İlk olarak ekonomik reform ihtiyacı üzerinde duruyor. Konuyu bir Avrupalı kafası ile ele aldığını görüyoruz.
       "Devleti Aliyyenin ahvali maliyesine dair risale" yazıyor. Bu risalede 1840 yıllarında meselâ Halep ilinde 10 bin kişilik "amelenin" memleket ihtiyacı için çalıştığını, oysa şimdi bu rakamın 800'e düşmüş olduğunu kaydediyor ve kapitalizme geçişin nice tahriple olduğuna örnekler veriyor.
         Dirlik Düzeninden kapitalizme bu özetlediğimiz yollarla geçirirken, (19. yüzyıl ortasında) 3 yıl sonra Batıda büyük Karl Marks,1853 yılı New - York Tribune'de Türkiye üzerine yazılarını yayınlıyordu. Bu yazılarından "Türkiye'de milliyetler" başlıklı olanından birı pasaj okuyalım:
         "Türkiye lejitimist (meşru hükümdarcı) Avrupa'nın hassas noktasıdır. Lejitimist ve Monarşist (tek hükümdarcı) hükûmet sisteminin iktidarsızlığı, ilk Fransız İhtilâlindenberi, daima şu cümleyle özettenebilir: STATÜKO'yu korumak, işleri tesadüf nereye koyduysa hemen hemen orada bırakmak için genel oybirliğine varmak, bir fıkaralık ilmühaberi, züğürtlük belgesidir. Hükûmetler, o züğürtlük belgesini göstererek ilerleyiş adına, medeniyet adına, her ne olursa olsun, bir parmak boyu mesafe almaya kabiliyetleri bulunmadığını itiraf ederler." (K. M.: Eu. Politik., c. 3, . s. 7)
         Devletler, politika kabuğu üstünde "Statüko'yu tanrılaştırırlar. Ne var ki, dünyanın başka her yeri gibi Türkiye de, hep aynı yerde kalmıyor. O yüzden, tam Avrupa'da gerici parti statükoyu yeniden kurar kurmaz, bir de bakılıyor ki, Türkiye'de STATÜKO, bu yol adamakıllı değişmiştir." (Keza, 8.). Onun için:
         "Ne zaman Avrupa'yı kıvrandıran ihtilâl sancıları bir ân için azıcık dindi ise, arkasından hemen ezeli Şark Meselesi'nin tekrar ortaya çıkacağı mutlak hesaba katılabilirdi." (Keza, s. 6)
         Marx'in belirttiği Türkiye'de değişiklik, antika sermayenin yerine modern Batı sermayesinin imparatorluğu köstebek gibi eşip kazımaya girişmesiydi. "Şark Meselesi" bu idi..İrili ufaklı kaç kapitalist devlet varsa, en az o kadar köstebek. Türkiye'de yuvasını yapmak istiyordu. Çünkü kapitalizm, Avrupa'da kendi ücretli kölelerini her gün biraz daha idare edemez duruma girmiş, klâsik büyük sanayi krizleri ile her 5-10 yılda bir sıtma nöbetleri geçiriyordu. Krizlerle ölmemek, işçi sınıfının ihtilâlleriyle devrilmemek için, kendi iç ufunetini dışarılara aktarmak zorundaydı. Bunun tek açıkta kalmış yolu ise, Türkiye gibi eski zengin ülkeleri haraca bağlayıp talan ederek, sömürgeleştirmek, yâni savunmasız pazar, ucuz ham madde kaynağı olarak sömürmekti.

         "İşte, şimdiki (1853 yılları) Hükûmetlerin başına geçmiş bulunan beberuhiler de, o kısa görüşlü politikaları içine gömülerek, tam Avrupa'yı, hele şükür, anarşi ve ihtilâl tehlikesinden sıyırdıkları ile öğündükleri sırada, o ezeli mesele, o boyuna diri kalan güçlük: Türkiye'yi ne yapacağız sorusu, yeniden hortluyor." (K. M.: Keza, s. 7)

         Böyle, Avrupa kapitalizmi, kendi ekonomik etkileriyle, politika beberuhilerinin ne yaptıklarını bilmeksizin Çin, İran, Türkiye geniş pazarlarına ve zenginlik kaynaklarına doğru yarışıyordu. O yarı-sömürge "Hasta Adam"larının gövdelerini canavar rekabetiyle parçalarken, Türkiye'yi de zorla kapitalizm sektörü içine alıyor, bu zorlu değişiklik Türkiye'yi içinden çıkılmaz zıtlıklarla dolu bir "dış mesele" biçimine sokuyordu.

         1854 yılında Kırım savaşı patlıyor. Sayın Aren'in görüşünün tersine, biz yine kesin tarih söylüyoruz. Buna "Tavşana kaç, tazıya tut" savaşı demek yerinde olur. Çarlık ve Padişahlık birbirine düşmüş. Osmanlı bir çeşit iğneli fıçı içinde. Fransa ve İngiltere'de kurtları "çıfıt"lar: "Kaç, ben kurtarayım" diyorlar.

         1856'da yeniden şirket akımı ile karşılaşıyoruz. İzmir, Aydın demiryolunu İngilizler alıyor...
         Sonra bu kapitalist gelişmeyi desteklemek için bankaya ihtiyaç duyuluyor; Londra'da Bank Ottoman kuruluyor.
         Yabancı sermaye, garanti de istiyor. İpotek lâzım geliyor. 1857'de Muharrem "Arazi Kanunnamesi" çıkıyor. Miri toprakların idaresi mültezim ve muhsillere bırakılıyor: Kediye peynir tulumu teslim ediliyor. Eski Osmanlı Kutsal Toprak Düzeninin özel mülkiyete resmen aktarılması böylece tamamlanıyor. Bu gelişimde, tarih söylemeden olayların anlatılması imkânsız olduğu. için biz de tarihler söyledik.

         Ödünç (istikrazlar) faslı 1858'de ilk olarak 4 milyon altın lira (şimdiki 600 milyon) alınması ile başlıyor. Bunlar, Türkiye'de kapitalizmin nasıl başladığına ait elemanlar. Bu elemanların nasıl araştırılması gerekir? Marx diyor ki:
         "Genel olarak üretim, tekrarlamalardan kurtulmak için yapılmış bir soyutlaştırmadır. Bununla birlikte, o genel karakterin, yahut o ortak elemanın kendisi kompleksçe örgütlenmiştir ve başka başka belirlenmeler halinde çeşitlenmiştir." (Zur Kritik, ilk.: Einleitung). .
         Türkiye'de kapitalizm derken de, Türkiye üretiminin tarihsel kompleksliği gözönünde tutularak kendi çeşidi belirtilecektir. Kapital bir elemandır. Batı kapitalizmin şirket ve ödünç biçiminde Türkiye'ye girdiği günlerde Türkiye'nin de bir kapital elemanı vardı. O antika sermaye idi. Türkiye'de, eskiden beri var olan tefeci - bezirgân sermaye ile; 19'uncu yüzyıl ortasında sokulan modern sermaye birbirine karıştırılmamalıdır. Hepsi ortak SERMAYE adını taşırlar, ama, tarihsel ve sosyal çağlara göre bambaşka üretim tarzlarına karşılık düşerler. Marx'ın deyimiyle:

         "O  elemanlardan kimisi bütün çağlara ait olurlar, kimisi bazı çağlar için ortak bulunurlar. Kimi belirlenmeler, en modern çağda ortak bulunduğu gibi en kadim çağ için de ortak olabilir. Onlar olmaksızın hiç bir üretim kavranılır hale gelemezdi." (Keza).
         Bu bakımdan, Şirket-i Hayriye ve İstikrazlar Türkiye'de, ondan önce var olan sermaye elemanından bambaşka bir üretim tarzının kapitalist üretim yordamının resmen ve su götürmez bir kesinlikle gelip yerleşmiş bulunmasıdır. Bunda "kuşkuya" yer kalmadığı, ondan sonraki gelişmelerle de açıklanır.
         1859 yılında insanlık, bilim tarihinde en büyük devrimi yapan iki kitap yayınlandı. Bunlardan biri Darwin'in "Nevilerin Menşei" adlı eseridir. Bu eser ilk defa canlılar zinciri üzerinde hayat gelişiminin kanunlarını gayet net olarak ortaya koyuyordu. Aynı yıl Karl Marx da "Ekonomi Politiğin Eleştirimi Üzerine"yi yayınladı. O da tarih zinciri üzerinde son sözü, TOPLUM gidişinin kanunlarını açıkladı. Bu eserin önsözünün son sözü tarih yazımının realist ve idealist        metodu üzerinedir. Burada Marx, ünlü

Lâtin şairinin yine ünlü mısralarını alıyor ve diyor ki:
         "Tarih yazmanın bir idealist metodu vardır, bir de realist metodu".
         Çıkardığımız gerçekçi sonuçlar: "Güdücü sınıfların çıkarı önyargıları ile az bağdaşacaktır. Ama cehennemin giriş yerinde olduğu gibi, bilimin eşiğinde de, insan şöyle bir mecburiyetle yüzyüze geliyor:
         "Qui si convien oğni sospetto
         Ogni vilta conviyen ehe qui sia morta
         (Burada her kuşku püskürtülsün,
         Burada her korku ölsün!)
         Gençlerimiz; gerçeği her arayışlarında, insan biliminde en büyük Devrimi yapmış düşünürün bu iki öğüdünü hiç unutmamalı, boyuna kendi kendilerine sormalıdırlar. Acaba doğrudan korkuyor muyum? Acaba gerçeği kuşkulu biçime sokuyor muyum? Korkuyorsam doğrudan: Boşuna bilim çalımları takınmayalım. Doğruyu hiç bir zaman bulamamaya mahkûmum. Gerçeği kuşkulu gözlerle izliyorsam: Hiç bir kesin davranışa yol açmayacak fikircilik ve tereddüt batağında boğulmaya, hiç bir keşif ve icad ışığı tutamamaya mahkûmum. Savaş meydanından çok bilim ve bilinç alanında korkusuzluk ve kuşkusuzluk zaferin ilk şartıdır.

         Bu yalın kat kuralı unuttuğumuz için, Türkiye'de bilimsel güç sıfır çizgisi üzerinde dolaşır durur. Dünya ölçüsünde, insanlığın ciddiye alabileceği bir tek bilimsel keşif, icat ve doktrin öne süremeyişimiz, zekâsızlığımızdan, bilgi kıtlığımızdan değil, korkuyu alçak gönüllülükle maskeleyişimizden, ve kuşkuyu bilimsel iffet sayışımızdan ileri gelir. İki yüz yıl boyu boyuna yitirdiğimiz kuşaklar, hep kendi kendisinden veya çevresinden KORKU ve KUŞKU illetine kurban gitmişlerdir. Güdücü sınıfların "çıkarcı önyargılarından" ürkmemek, korkmamak, o önyargıların içimize işlettiği pısırıklıklar ve nemelâzımcılıklarla evham ve kuşkuya kapılmamak bilimin birinci şartıdır.
        
Yalnız kuşkusuzluğu körü körüne kapılmayla karıştırmayalım. Kızı Laura, Marx'a soruyor: "Beğendiğiniz us nedir?" Marx karşılık veriyor. "Her şeyden şüphe"... Marx'ın Özel Dünyası kitabımızda da işaret ettiğimiz gibi, buradaki "ŞÜPHE": septisizm (kuşkuculuk, Zenon'kâri safsatacılık, hiç bir şeye inanmamak) değil görünüşe aldanmamak, gösterişe kapılmamaktır. Fikret'in deyimiyle: Şüphe nura doğru koşmaktadır. Dogmatizme düşmemek parlak palavralarla kamaşmamaktır. Bizde en çok karıştırılan da budur.
         "Türkiyemizde 40 yıldır Kapitalizmin varlığı inkâr edilerek domuzuna KAPİTALİZM kuruldu. Şimdi "dönünce âbler, döndü dolaplar": Son konağına varmış düzene "Özel sektör", yok "Hür teşebbüs" gibi aklıklar, allıklar, parfümlü pudralar sürülerek, yüz yıllık bin bir yabancı sermaye odalığı yerli kapitalizmimizin iç yüzü saklanmak veya şirin gösterilmek isteniyor. Bu alanda ne denli kuşku yaratılabilirse, yurddaşın o denli "Kafadan gayrımüsellâh" edilebileceği umuluyor da ondan.
         Bu belirtmeyi: "Sosyal konularda kesinlikle konuşulamaz" gibi iddialara karşı yapıyorum. Bu iddia, hep kuşkulu sözlerle yetinme davranışını dile getiriyor. Bu davranış, bilimsel iffet kabul ediliyor. Oysa bilim, kılıç gibi keskin olmayı gerektirir. Kararsızlık, bilime en az yakışır. Bir izafiyet meselesi çıkarılmış ve mutlâklık'ın karşısına konmuştur. Oysa Diyalektik, septisizm değildir. Kalite değişmedikçe, mutlak hakikattir. Ancak sayıca birikim atlama yaptığı zaman kalite (nicelik) değişir, atlayıncaya dek kaliteliğini korur.
        
Her devirde dargörüşle politikacılar, korkudan medet ummuşlardır. Şimdi "Temel Haklar Kanunu" da böyle bir dargörüşlülükle çıkarılıyor. Korku hiç bir zaman gelişimi ilelebet tıkayamamıştır. Olayları kuşkusuz ve korkusuz ortaya koymak bir zorunluktur. Ve iyiliktir de.. Bilginlerimiz korkusuz ve kuşkusuz olsalardı, Menderes'e iyilik etmiş olmazlar mıydı?
       
 Kapitalizm konusu ele alınınca bunun ve Kapital'in tarifi de gerekiyor. Dün konuşan sözcü arkadaş, onu sadece teknik ve mekanik bir olay gibi izah etti. Bu izaha "ekonomik" demek büyük bir yanlışlık olur.
       
 Diyalektik Materyalizmin insanı sadece ekonomik hayvan haline soktuğu, tamamen bir burjuva iftirasıdır. Bilimsel Sosyalizmde insan "Sosyal Yaratık"tır.
        
Sermaye nedir? Kapitalizmden önceki sermayeye, Prekapital, Önsermaye diyoruz. Osmanlı'nın dirlik ve kesim düzeni zamanlarındaki sermaye budur. Önsermaye kesim düzeninde egemenleşmiştir.
        
Modern sermaye Üretim alanında da egemen olan sermayedir. Prekapital, Modern kapitalin düşmanıdır.
        
Mesele bu iki terimin karıştırılışından doğuyor. Onun için neden ilerleyemiyoruz? Kapitalizm var mı, yok mu gibi konularla yüzeyde uğraşıp duruyoruz.
         Sınıflı toplumun, yani medeniyetin açışını sermaye yaptı. Ama bu Tefeci-Bezirgân sermayedir. Prekapitaldir ve bu modern sermayeye tamamen zıttır.
        
Profesör Aren "Türkiye kapitalizme geçişte niçin geri kaldı, bilmiyorum, bilen de olduğunu sanmıyorum." dedi. Buna Agnostisizm, "bilinemezcilik" denir. Bu ilme yakışmaz. Sosyalizm adına ise hiç yapılmaz. Bilim bilinmeyenlere doğru savaştır. Türkiye'nin konuları profesörlerimiz tarafından niçin bilinmiyor? Tabiî alıştığımız şey kitapların Avrupa'da yazıldığı Türkiye'ye geldiği ve ancak o zaman okunup profesörlerimizce bilinebildiği, öğrencilere anlatılabildiğidir de ondan. Ama bu çok acıdır. Türkiye'de yazılan, bilinenleri örtbas eder.
        
Tarihten öte, bir de Prehistoire var. 50 bin, yüzbin belki bir milyon yıllık. Bunun iyice aydınlanışı da Marks ve Engels zamanında yeterlice olmadı. Onlar da her dürüst bilim adamı gibi açıklamalarından fazla ileri gitmediler. Sadece yolu açtılar. Bir metot bıraktılar. Şimdi ben size kollektifçe başarılabilecek bir iş teklif ediyorum. Kapitalizm konusunu hep beraber araştıralım.
      
  Klâsik Batı kitapları kapitalizmin doğuşunu aşağı yukarı şöyle anlatır: ,
         "İstanbul Türklerin elinde idi. Yüzyıl savaşı bitmek üzereydi. Matbaa icat edilmişti. Feodal dünyası (derebeylik) yavaş yavaş çözülüp dağılıyordu. Ortaçağ anarşi ve kaos'undan (mahşerinden) yavaş yavaş sahneye Modern Devletler çıkıyordu. Derken, ansızın, Eski Dünya; denizler ötesindeki altın ve baharat ülkelerini kendisine ilhak ederek büyüdü." (Hist. du Tr. et des trav,131 ).
       
 Bu satırlarda, kapitalizmin doğuş sebepleri açıklanıyor mu? Hayır. Sadece tasvir ediliyor. O tasvir de parçalı ve eksik bırakılıyör. Bugüne değin Batıda kapitalizmin doğuş sebepleri aydınlanmamış kaldı. "İlkel Sosyalizmden Kapitalizme ilk geçiş: İngiltere" adlı kitabımızda o boşluğu, en çok ihmâl edilen İnsan üretici gücü: Kollektif Aksiyon bakımından aydınlatmaya çalıştık. Tarih, yâni medeniyet, Basra körfezinden kalkıp yola düştü. Umman denizinden Hind'e, İpek yolundan Çin'e giden Doğu yönelişine karşılık, Batıya yönelen dalları, Finike kıyılarından, Mısır'a, Fırat ve Dicle boylarından Anadolu'ya, oralardan önce Yunan, ardından Roma ve Karaavrupa bölgelerine yayıldı.
       
 Bu birbiriyle sebep netice zincirlemesi bağlı olan gidişler, yâni tarihin üretici güçlerindeki gelişim olamasaydı, elbet medeniyetin İngiltereye atlaması çok şey getirmez, kapitalizmi yaratmaya yetmezdi.

         İstanbul'un fethinin 500. yıl dönümü dolayısıyla "Fetih ve Medeniyet" adıyla 1953'te bir broşür yayınladık. Bu broşürde Batı rönesansında Türklerin önemli rolünü belirtmeye çalıştık. Batı rönesansı diye bilinen hâdise aslında iki basamaklıdır. Birinci basamak, Haçlı seferinde Hristiyan Barbarlar tarafından İstanbul'un birinci açılışı ile oldu. Bu ilk rönesans gelgeç kaldı.

         İkinci Rönesans: Osmanlıların İstanbul'u fetihleriyle başladı: Böylece, iddia ettik ki, Batı medeniyetinin doğuşu sağlanmış oldu: Osmanlıların İstanbul'u fetihleri ile başlayan ikinci rönesans, Osmanlı İmparatorluğu ölçüsünde geniş tamamen cezrî bir tasfiye olduğu için, Bizanstan kopan tohumlar bir kaç kente veya bir memlekete inhisar etmedi. Hemen, bütün Avrupa'yı kapladı. O sayede, saman alevi gibi gelip geçmedi. Modern Avrupa tarihinin ve Batı medeniyetinin gelişme başlangıcı oldu:

         Burada da konu, Tefeci - Bezirgân sermayenin gelişimi önlediğidir. Tefeci - Bezirgân sermayenin aşırı geliri Kapitalizme geçirmiyor. Tersine bir medeniyeti batırıyor.


        Toprak meselesini halleden Horasan erlerinin başarısı, Rönesansın izahında önemli bir yer tutar. İstanbul'un fethiyle Bizans bilginleri Avrupa'ya saçılmış ve Batı rönesansına tohum olmuşlardır. İstanbul'un fethinin coğrafî keşiflerdeki yerini ise burada tekrarlamaya lüzum yoktur. Akdenizi Türkler tıkayınca Hindi Atlas denizinden aradılar.

         Tarihte "rönesans" çok tekerrür etmiş bir olaydır. Bilimsel Sosyalizmin tarih görüşünü, Devrim hâdisesi belirler. Sosyal devrimlerden, önce de devrimler vardı. Bunlara tarihsel devrimler diyoruz. Tarihsel devrimde tümü ile bir medeniyet yıkılıyordu. Avrupa'da böyle olmadı, Kapitalizme geçildi. Bu nasıl oldu?

         Elbette ekonomik münasebetlerle ilgili bir olay bu. Ancak Marks ve Engels, Modern Toplumu incelemişlerdi. Kapitalizm baş döndürücü bir teknik değişiklikler çağıdır. Kimi "Marksistler" buna bakarak tarihi güden tek önemli güç tekniktir sandılar. Bu yanlıştır.


         Tarih, Mark-Engels'in de yer yer belirttiği gibi. "Üretici güçler"le gelişir. Üretici güçler ise, ikisi maddî ikisi de moral (daha doğrusu: İNSANLIK) olmak üzere dörttür:

         1- Coğrafya, 2- Teknik, 3- Tarih, 4- İnsan.
         Kapitalizme ilk olarak İngiltere'de geçilmiştir. Bunun, İngiltere'nin coğrafi estüerli nehirlere malik olması ile açıklanması yanlıştır. Estüerli nehirler Çin'de de vardır.

         İnsanlığın İngiltere'deki sosyal devrime sıçrayışının Teknikle izahı da yetersizdir. Zira matbaa, top, vs. çok öncesinden beri biliniyordu.

         Geriye tarih ve İnsan kategorileri kalıyor. Soru şudur: Tarih nasıl oldu da getirdi, İngiltere'deki İnsana modern kapitalizmi kurdurdu? Burada elbette tarihin bütün olarak gelişimi içinde kapitalizme doğru atladığı basamaklar gözönüne getirilecektir. Antika tarih basamaklarda İnsan unsurunun durumu daima tayin edici bir rol oynuyor. O İnsan ki, bütün izahlarda daima unutulmakta, yahut sele kapılmış saman çöpü sayılmaktadır.

        İngiliz Magna Carta'sını Batı medeniyetinin önemli başarılarından saymakta herkes müttefıktir. Magna Carta davranışı kapitalist insan haklarının gelişiminde temelli bir eylemdir, zira o sayede "Kral kanunun altındadır." Ve herkes gibi kanuna uymaya mecburdur. Böylece İnsan hakkı, hürriyet ve saygısı evrensel kanun olarak tanınmış, yerleşmiş oluyor.

         Bunu meselâ Fransa ile karşılaştırırsak,orada İngiltere'dekinin tersine müstebit krallar görüyoruz. Neden?
         Çünkü İngiliz insan üretici gücü, barbar aşısı ile sık sık tazeleniyor. İngiliz insanının ,medeniye bezirgânlığı ile dejenere edilememesi., ilkel sosyalizmin gelenek ve göreneklerinin yaşatılmasını, sürdürülmesini sağlamış oluyor. Modern demokrasiye ilkel tohumlarını veriyor.
         İngiltere'de Magna Carta bir geleneği yerleşirken, Fransa'da Barbar geleneğini yitirmiş olanlar, derebeyler saraya teslim oluyorlardı. Fransa Doğu despotluğu çukuruna yuvarlanıyordu. Çünkü kara Avrupa'sı, İngiltere kadar sık sık ve yaman barbar aşıları yememişti.

         İngiltere'de aşiret ağaları, lordlaştı, burjuvalaştı, bir çeşit halklaştı. Lord yarı burjuva, yani toprak sahibi oldu. Fransa'da ise derebeyler kapıkululaştılar. Derebeylere karşı kral halkla birleşti. Fransa'nın kapitalizme geçişte İngiltere'den 100 yıl sonraya kalışı bundandı.
         Bu konuları Türkiye'de kapitalizme geçişin neden olmadığı, neden geç ve belli şekilde olduğunu incelemeye geçişte bir ışık olmak üzere özetledik.

         Bizde Magna Carta geç ilân edilmiş ve güdük kalmıştır. III. Selim ve Alemdar Mustafa Paşa'nın ilân ettiği sened ittifak tıpkısı ile İngiliz Magna Carta'sıdır. 7 maddeden ibarettir.

         Tarihi zabıta romanı ile karıştıran kimi hevesliler, her önemli tarih olayı gibi Sened'î İttifak'ı da anlayamamışlardır. "İttifak": "Vükelâyi devlet beyninde ve taşra hanedanları meyanında" yapılmıştır. Şartları: Yedi tanedir.
         2'inci madde: "Asker ve er yazıp tertipleme, hepimiz arasında konuşularak mecliste verilen oyların birliğiyle alınmış kararlara göre düzenlenir."
         3'üncü madde: "Gerek Müslümanlar malevinin ve gerek devlet gelirlerinin korunmasına kim karşı korsa hep birden tespit edilir."
         5 'inci madde: "Her kim fukaraya zulüm ve düşmanlık yapar ve temiz Şeriat'in yürütülmesine karşı kor ise, onun dahi ezilip eğitilmesine elbirliği ile çalışır."
         6 'ıncı madde: "Ocaklardan ve başkalarından herhangi bir fitne ve fesat olursa. Ocak ise, ocağın kaldırılmasına. Sınıf ise kahr ve tenkil ve dirlik ve esâmilerinin kaldırılmasına, kişi ise HER NE TABAKADAN OLURSA OLSUN tehkikle idam edilmesine hep İstanbul'a gelip karar verilir."
         7 'nci madde: "Fukara ve çiftçilerin (reâyânın) korunup savunulması esas olduğuna göre... âsâyiş ve vergilerde ılımlılık hususuna dikkat olunmak lâzım olmağın, zulümlerin ve sataşmaların ve vergilerin kaldırılması hususuna vekelâ ve hânedanlar aralarında konuşarak ne yolda karar verilir ise onun devam ve istikrarına" bakılır.
         Bu hükümler İngilizlerin Magna Carta'larından az hükümdar kısıtlayıcı değildir. İttifak'ı imzalayan "Vezirler (Mülkiye), Ülema (İlmiye) ve Rical (Kalemiye) ve gerek Hânedan (Taşra ağaları ve bilcümle Ocaklar (Seyfiye) ki topu 25 kişiydi. İngiliz Magna Carta'sını imzalayanlar da, tuhaf bir tesadüfle, ne fazla ne eksik,tam: 25 şövalye olmuştu. Ayrıca: "Yüce Devletin öteden beri Usul, Nizam ve Kanunu ve Tüm Padişah buyurultuları, içeride, dışarıda bütün erkân ve Vükelâ'ye MAKAM'I VEKÂLET'Î-MUTLAK'dan sudur etmek sureti olmağla" deniliyordu. Yâni tıpkı parlamenter krallıkta olduğu gibi hükümet ve idare doğrudan doğruya başbakanlığa düşüyor. Padişahın bir emri olursa, onu da başbakan kanalından geçirmesi gerekiyordu.
         Bu kadarı, bir kalemde Osmanlı padişahlığını modern burjuva devletine çevirmek oluyordu. Ve bu değişikliğin uygulanması, padişaha dahi yükleniyordu: Sened'i İttifak'tan birer nüsha: "Tâclı Yüce Katta saklanmakta olup, daima ve kesintisizce yürütülmesine Şevketmeâb Efendimizin kendisi nazâret'i saniyeleri tâm ola vesselâm" deniliyordu belgede...

         Biçimce hemen hemen aynı olan Magna Carta ile Sened'i İttifak arasında ne fark vardi? 1- Magna Carta'nın ardında, bir alanda toplantı yapmış yüzbinlere yakın İngiliz yığınları ayakta ve silâhlı bekliyorlardı. 2- Magna Carta'yı imzalayan, en ufak bir ihanet önünde hemen yalın kılınç kellesini sözü uğrunda torbaya koymuş şövalyeler (Alpler: Gaaziler) yâni yalan dolan bilmez barbar şetlerdi... Alemdar'ın karşısında imza koyanlar, Bizans hilelerinde kırışkın kapıkulları idiler. Peşinde gelip İstanbul'u basanlar çapul ülkülü iyi gün dostlarıydılar.

         Bu olaylar keşif ve icat yapanların başlarına gelenleri gösteriyor. Bu Tefeci sermayenin teşebbüse karşı oluşunun sonucudur.

         Tefeci böyle davranıyor. Kapitalist ise keşfe el koyuyor. Çünkü o üretimde, kâr arıyor. Tefeci-Bezirgân Ali'nin külahını Veli'ye diyerek ticaret kârı faiz peşinde. Üretimle ilgisi yok. Yedi bin yıllık tarihi bunu gösteriyor.

         Sosyal olaylarda da bir rezonans söz konusu oluyor. Meselâ bir radyo, havadaki dalgalardan ancak kendine uyan dalgayı alabiliyor ve alıyor. Bir toplum da dışında cereyan eden olaylardan ancak kendi ile uyan olaylardan etkilenebiliyor.

         Bunu bizim Batı'dan ne aldığımızın izahı için kolaylık olması bakımından belirtiyorum. Kapitalizmin iki sathası var: Biri Serbest Rekabet, Öbürü, ya da İkincisi Finans - Kapital safhası. Finans - Kapital safhası, serbest rekabetçiliğin tersine tekelci bir safha. Bu: Batı kapitalizminin çöküş safhasıdır. Böylece, Osmanlı Batı'ya yöneldiğinde, demek oluyor ki, çöküş halinde olan iki toplum birbiri ile temasa geliyordu. Buna sosyal rezonans diyoruz. Yerli tefeci sermayemiz ile Batı'nın Finans - Kapitali kaynaşıyorlardı. İşte Batı'ya yönelişimizin bilimsel determinizmi, geri kalmış ülkelerin kaderi olarak böyle işliyordu.

         İşte Türkiye'de kapitalizm, bu determinizm içinde, bu tarihi aşamalardan geçerek gelişmiştir.







GÜVEN: GÜVENEBİLİRSEN
30 Mayıs 1967



         Amerika, Holivud ülkesidir. Zengin dekorlu fılmlere milyarlar yatırır. Maksat: Hem insancıkların uçkur yanlarını gıdıklayıp para kazanmak, hem böylece aklı apışına karışan 3 buçuk milyar kalabalığa gerçek olayları unutturmak. İnsan, başı, ya ayakta "futbol topu", ya bacak arasında tutucu veya totocu "tuti kuşu" olmalı.

         "Sahneye koyuş" ustalığına diyecek yok. Yerine göre ayarlanır. Kaçgöçlü Türkiye'ye "mini etek" demokrasisi, açık saçık Yunanistan'a mini-etek yasaklı cunta. En son CIA modası "Kayseri gülleri" piyesinden "Güven Partisi" sahneye kondu. Bu son "sahne"ye nasıl gelindiğini bilmiyenimiz kalmış mıdır?

         27 Mayıs devriminin nirengi-noktasına oturtuluşu gerekti. Bunu en az sarsıntı ile yapabilecek "Tek Adam" İsmet Paşa'ydı. Paşa'nın görevi, 27 Mayıs derdimendi Aydemir-Gürcan ikilisinin asılmasıyla bitti. Artık koalisyon kabinesine finans-kapilalin ihtiyacı kalmamıştı. Kendi kabinesi başı çekmeliydi. Amerikan casus başlarından CİA Generali Porter, Ankara'ya gönderildi. Bir deli kurşunla İnönü, Amerikan Cumlıurbaşkanı Kennedy'ye çevrilemeyince, bütün casus teşkilâtlarının sınangılı metoduna başvuruldu. Kale içinden fethedilecekti.

         Başbakan aradı. Buldu. Ardından İnönü'nün çizmelerini yalıyarak kefenlerini yırtan koalisyon partileri, ansızın, hep bir ağızdan, Paşa'nın kişiliğine karşı taarruza kalktılar. Birinci Kuvayımilliye geleneğinin nasılsa sağ kalabilmiş en büyük direğini, İsmet Paşa'yı paldır küldür devirdiler. Bu kaleyi içinden fethetmenin BIRİNCİ RAUNDU oldu. Finans-kapitalin 27 Mayıs'tan beri yaptığı kerte kerte birikim Paşa'nın tekerlenmesi ile ansızın atlama yapmıştı.

         Sonra ne olacaktı? Gene uzun bir birikim. İktidar finans-kapitalin elinde olduğu için, şimdi daha rahat çalışabilirdi. Senatör Milli Birlikçi Tunçkanat o çalışmanın plânını: Amerikan casus teşkilâtlarına iktidar adına verilmiş gizli mektupla açıkladı. Bu memlekette Amerikan uşaklığına candan canak açmıyacak kaç tane kafası işler veya sözü geçer kişi varsa, hepsi NÖTRALİZE edilecekti. Gençlikten başlanıldı. Parayla etkilenebilenleri polisle ve idarece de güçlendirerek su başlarına geçirildi. Silâhlı, silâhsız devlet kuvvetleri içinde ayarlamalar yapıldı. En sonunda İşçi Partisine dek dayanıldı. Partinin meclis dışı organları ve kürsü sosyalizmiyle yetinmiyen üyeleri, içeriden, dışarıdan "Nötralize" edildi. "İmam hatip" kıyafetli yıldırım kıtaları, bilim ve güzel sanat olaylarına bile sansür kesildiler, Ortanın solu: Komünistlikti.

         Bir şey yürümüyordu. Yaşlı ve tecrübeli İnönü, esnek güreşen eski savaşçı olarak hâlâ yıkılamamıştı. Adalet Partisi'nin bilinçsiz oylarla "sandıktan çıkması", Türkiye realitesinde fazla anlam  taşımıyordu. Menderes çok daha önce aynı sandıktan çıkmıştı. İkinci bir atlama ile son RAUND tertiplendi. Mühendis çıkar çıkmaz Amerika'ya giden, gelir gelmez Sular İdaresi'nin basına geçen, serbest hayatta Morison fırmasından AP Başkanlığına getirilen Bay Süleyman Denıirel, seçim kampanyasında İsmet Paşa'yı "Komünistlik" ile suçladı. Bu şantaj havasına rağmen "ortanın solu" parolası geri aldırtılamayınca: CHP, içinde çöreklenmiş, kolay şöhretli fınans-kapital grupları maskelerini attılar. CHP'nin parlâmentodaki gücünden 3'te biri, onları adam eden Paşa'yı hiçe sayabildiler.

         Dünya ölçüsünde biricik finans-kapital kubbesi altında yeni bir şey yok. Kayseri'nin kaarunu, Türkiye hacıağalığı ile parababalığını en iyi temsil eden Fevzioğullarına bu yakışır. Kendisinin, doğrudan doğruya CİA'dan emir alması gerekmez. Bizim tefeci-bezirgân zümrelerimizin ruhunu taşıması yeter.

         Bakalım, İsmet Paşa`yı "NÖTRALİZE" edebileğek mi? Tefeci-bezirganlık, Atatürk'ü hayatta iken geniş yığınlar içinde "nötralize" etmişti ..





İngiliz Ekonomisi ve Politikası
Sosyalist, 20 Haziran 1967


        Şurası çürütülmez bir hakikat: İşveren sınıfı Sosyalizm olmasa yaşayamaz. işçi partileri, burjuvazinin en AKILLI kanadıdır.

         İngiltere'de, muhafazakâr partinin çıkarına ve aklına gelip de elinin varamadığı işi İşçi partisi üzerine alıyor. İngiliz İşçi partisi lider Wilson'un son Amerika (Kanada ve US) gezisi bu "hakikati" bir daha ıspatlamak. ve uygulamak içindi. Arap - İsrail Savaşı, şimdilik o genel "Hakikat"i, az geciktirdi, ama, özel olarak en parlak biçimde (Doğu Akdenizde Arabı kalleşçe havadan bombalayarak) uyguladı.


         Gezinin amacı kalktı mı? Amaç şudur: İngiliz çok açıldığı Denizaşırı sömürgeciliği ile Nükleer Silahlanma masraflarından çatlamamak için yol arıyor. İngiliz ödeme dengesi o iki başla masraflarla açıldıkça açıldı.
 
         I - İNGİLİZ SÖMÜRGECİLİĞİ: Artık, Amerikan gangsterliğine ve korsanlığına bedava yardakçılık etmekten başka işe yaramaz oldu. Finans - Kapital için: Ha İngiliz, ha Amerikan, farketmez. Ama, İngiliz Milleti Dünya sömürüsüne gözü açılmış, yaşama standardını hesaplayan bir kalabalık. Sömürge, en sonunda İngilizin hayatını ve Anavatanını beslemek içindir. Sömürge, Anavatanın gırtlağına takılmış bir süs ve Şeref olursa, eksik olşun. Onun için, Aden'in bırakılması, aceleleştirildi. Malezya'da koparılan kıyamet (Amerikanın Sukarno'yu nötralize etmesi sayesinde) yatışınca, İngiliz oradan askerini çekti. Kuzey-doğu Singapur'u bile boşaltmayı düşünüyor. Vietnam "baba hırsız tuttum"a döndü. Hong-Kong Vietkong'a dönecek neredeyse...
 
         II - NÜKLEER SİLAHLANMA: Amerika'nın güvendiği Polaris füzeleri, Sovyetlerin Antimissil (füzeye karşı) buluşlarıyla suya düştü. Polarisin yerine Poseîden füzeleri geçirilmek isteniyor. İngiliz, bu değişikliğe gidecek masraflar altında ölmeye niyeti yok. İyisi mi, Avrupalı Ortak Pazarla Nükleer Silâhlanmada ortak olmaya kalktı.

         Sömürge ve Çekirdek (Nükleer) silâh sıkıştırmaları, İngiliz göbeğini Amerikaya bağlayan "Spesyal Bağları" koparmaya doğru gerilmeler yaptı. O denli çok yayılmaktan zarar gören İngiliz: Yalnız Güney Doğu'da ve Hint Denizi'nde Avusturalya ve Amerika ile YENİ ÜSLER kurmakla yetinecek (masrafları başkalarıyla paylaşacak). Nükleer masrafları Avrupalılarla kırışacak (Gene masrafları başkalarıyla paylaşacak).

         Emperyalist eğilimleri bırakıyor mu İngiliz? Amerika petrol toprağında yumuşacık Arap etini gösterince, dayanamadı. Donanmasını, uçaklarını, Amerikan gangsterleriyle birlikte gizlice korsanlığa gönderememezlik edemedi. İsrail santaj savaşından Amerikan emperyalizminin beklediği de bu idi. Oldu. İngiliz İşçi Partisi, bir yol daha, kendi milletine ihanet ederek, uluslararası Finans - Kapital uşaklığından ayrılamadı.




SUNAY ve SOSYALİZM
20 Haziran 1967


        Anayasa 97'nci maddesine göre; "Cumhurbaşkanı devletin başıdır" Ama, bu BAŞ, ne bir sultandır, ne bir diktatördür.
         Sayın Türkiye Cumhurbaşkanı Bay Cevdet Sunay 27 Mayıs Devrimi'nin 7 inci yıldönümü günü verdiği demeçte, - eğer bir yanlışlık yoksa, - aynen şöyle dedi:
         "Anayasamız, bir zümrenin veya bir sınıfın Hakimiyet ve İktidarını öngören aşırı akımlara, yegâne Sosyalizme, Komünizme ve Faşizme Devletimizin kapılarını kapamış bulunmaktadır."
         Böyle bir sözün Türkiye Cumhurbaşkanı tarafından söylenilmiş olması ilginçtir. Ancak, şimdiye dek, yukarıdaki gazete haberi yetkililerce yayınlanmadığına göre, "Bildiri" sayılan sözleri bütün eni, boyu ile incelemek her düşünenin Anayasaca yüklenmiş hakkı ve görevidir.

         1. - DEVLET VE SINIF HAKİMİYETİ
         Türkiye'de, her önüne gelen kişi, bir "AŞIRI AKIM" lâfı tutturmuştur. Onların hepsini sıralamak, zahmetine değmez. Sayın Sunay'ın anlayışına göre: "Aşırı Akımlar" nelerdir?
         İlk cümlesinde: "Sosyalizın-Komünizm-Faşizm" diyor, sonraki cümlesinde, aradan Faşizmi çıkarıyor: "Sosyal hukuk devleti aşırı solu reddetmektir" buyuruyor. "FAŞİZM"in yerine "AŞIRI SOL"u geçiriyor.
         Bu akımlar neden "AŞIRI"dırlar? Gene Sayın Sunaya göre: "Bir zümrenin veya bir sınıfın hakimiyet iktidarını öngördükleri" için sayın Sunay, pratik asker samimiyeti ile bu kanısını kesin koyuyor.
         Ancak siyasal doktrinler, kişisel kanılar dışında bilimsel anlam taşırlar. Bilimsel TEORİ açısından: Sosyalizm de, Komünizm de "SINIFSIZ TOPLUM" ülküsünü taşırlar. Sosyalizm de, Komünizm de Kişi, Zümre ve sınıflar arasındaki çekişmeleri ve iktidar savaşlarını gidermek için, Sosyal Sınıfların kalkmasını amaç bilirler. Sosyalizm: yalnız Kapitalist sınıfının değil, İşçi Sınıfının dahi, SINIF OLARAK kendi kendisini kaldırması doktrinidir.
         Sosyal sınıf ve zümrelerin kalktığı bir Toplumda: "Bir Sınıfın veya bir zümrenin hakimiyet ve iktidarı" kendiliğinden yok olmuştur. Anayasamıza dayanarak, Türkiye'de "Bir sınıf veya zümre hakimıyetini ve iktidarını" istemiyen Sayın Sunay, Komünizme veya Sosyalizme, hiç değilse bilim ve Teori bakımından, paralel düşüyor.
         Sayın Sunay'ın, Devlet kapılarını kapamak istediği: "Zümre ve Sınıf Hakimiyeti" hangi düzenlerde vardır. "SINIF TOPLUMU" savunan düzenlerde. Sınıflı Toplum, Medeniyetle birlikte kurulmuş, batmış KÖLELİK ve DEREBEYLİK düzenlerinde, bugün hâlâ yeryüzünün üçtebirini kaplıyan KAPİTALİZM ve FAŞİZM düzenlerinde "Bir sınıf veya Zümrenin Hakimiyet ve iktidarını" savunmuştur ve savunuyor.
         Sayın Sunay'ın kendi yaptığı Anayasa tanımlamasındaki mantıksal sonuç budur. Anayasamız da, Cumhurbaşkanımız da: yalnız Faşizm değil, Kapitalizmin de karşısındadırlar, ve yalnız Sosyalizmin değil, AMACI bakımından Komünizmin de yanındadırlar. İnsanlar için bir Mantık ve Bilim varsa, söylenenden başka sonuç çıkarılamaz.
         Öyleyse SOSYALİZM'e kapı kapamak nedir?

         2. - EGEMENLİK VE ANAYASA
         Türkiye Anayasası içinde, hemen her HAK bir KANUN'la kısıtlanır. Örneğin: "Özel hayatın gizliliğine dokunulamaz" (Anayasa, mad.15) denir ardından: "Hâkim kararı olmadıkça" kaydı düşürülür. "Herkes seyahat hürriyetine sahiptir" denir: ardından, hemen: "Bu hürriyet kanunla düzenlenir" şartı koşulur.
         Böyle "Şartlı, kayıtlı", yâni kanunla kısıtlı bulunmıyan pek seyrek Anayasa haklarımızdan birincisi: "MİLLET EGEMENLİĞİ hakkıdır:
         "EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ TÜRK MİLLETİNİNDİR!" (An. M. 4)
         Demek, her kim olursa olsun, hiç kimse, ve hiç bir kanun Türk milletinin egemenliğine. karışamaz. "EGEMENLİK" yeni lâf: DEVLET KURMA, yolu ile İKTİDAR ve HAKİMİYET sürme demektir. Bugün yeryüzünde iki çeşit İktidar ve Hakimiyet var: Sosyalist iktidar Kapitalist İktidar. Türk Milletinin Egemenliği şartsız ve kayıtsız ise, (ki öyledir, Anayasa yazısıdır), Türk Milleti bu egemenliğini isterse SOSYALİST düzenle, isterse KAPİTALİST düzenle yürütür. Hatta, yukarıki Anayasa hükmüne kalırsa, Türk milleti Faşist veya Komünist bir İktidar dilese o İktidarı şartsız kayıtsız Hâkim kılmak Milletin bileceği iştir.
          Öyleyse, Doktrin yasakları nereden çıkıyor?
          Eğer, Toplumumuzda herkesin çıkarı ve durumu bir olsaydı, insanlarımız madde ve mânâca mutlak eşit kişilerden ibaret bulunsaydılar. Millet egemenliği ve sonuçları tam yukarıda söylediğimiz gibi olurdu. Ne var ki, Türkiye modern bir ülkedir. Modern Toplum birbirlerinden ayrı ve çoğu zıt çıkar ve durumda bulunan Sosyal sınıf ve zümrelerden derleşiktir. Bu insanların Toptan egemenliği, kurtla kuzunun ortak hakimiyetine döner: yarıcı ile ağa, İşçi ile patron çıkarları ve durumları birbirinin tıpkısıdır, hepsinin oyu birtek partidedir denemez. Denirse, DP'nin son günlerde uğradığı "sandıktan çıkma sarhoşluğuna düşülür. "Milli egemenlik", bir oligarşının "kayıtsız şartsız egemenliği" kılığına soysuzlaşır:
         Onun için, bir Mutlak Millet Egemenliği vardır, bir de o Egemenliğin İzafi Kullanılması vardır. Egemenliğin Kullanılmasındaki izafılik, Anayasamızda:
         1- Teorik Prensip,
         2 - Pratik Uygulama metodlarına bağlandı.
        

          l. TEORİK PRENSİP
         "Egemenliğin kullanılması; hiç bir suretle bir kişiye (örneğin: Cumhurbaşkanına), Zümreye (örneğin: tefeci - bezirgân - fınans - kapitalistler topluluğuna) veya Sınıfa (örneğin: Kapitalist sınıfına) bırakılamaz." (An. Mad. 4)
         Buna DEMOKRASİ prensibi diyoruz. Kapitalistler zümresi azınlığın azınlığıdır.
         Ona rağmen, bu zümre elinde: SERMAYE gibi, bütün başlıca üretim ve ekonomi temellerine egemen olmuş bir muazzam silâhı tutar. Bu silâhla, bütün insan yığınlarının hem rızıklarını, hem alınyazılarını kesip biçer. Bu yaman ekonomik ve politik ve kültürel gücünü, onlardan daha yaman teşkilâtçılık gücüyle kaynaştırarak, Kapitalist demek millet demektir durumuna gelebilir. O yoldan, kendi sınıf veya zümre egemenliğini, millet bütününe kabul ettirerek, öteki sosyal sınıf ve zümreleri hiçe sayabilir.
         Saysın, denilecek. Mâdem ki milleti toptan kandırmış, elbet onun dediği olur. İşçilerin, köylülerin hakları mı. Gözlerini açsınlar, haklarını arasınlar... Ne var ki, bir tek zümrenin tahakkümü, yalnız halk için kötü olmıakla kalmaz, Finans-Kapitalist zümrenin kendisi için de çok tehlikelidir. Biriken hoşnutsuzluk bir gün ansızın altüstlüklere kapı açar. Türkiye denli dünyanın en nemelâzımcı ülkesinde bile 27 Mayıs patlar. Bunda, belki ezilen sınıflar ayaklanmış dahi olmaz. Gene de, egemen çevrelerin en çok güvendikleri Ordu, sandıktan çıktığı ile övünen DP iktidarını yıkmak zorunda kalır.
          O yüzden, akıllı kapitalist sınıfı, yalnız sömürücü sınıfların "Kayıtsız şartsız egemenliğini" sağlamakla, önce kendi ömürlerini kısaltacaklarını denemiş ve kavramıştırlar. Yeryüzünde bütün FAŞİST düzenlerin (Musolini, Hitler, Mikado'ların) başlarına gelenler bunu ispatlar. Portekiz'de Salazar, İspanya'da Franko hâlâ.yaşıyorlarsa, kendi kapitalistlerinin zorbalığı sayesinde değil, İngiliz ve Amerikan Emperyalizmlerinin burjuva demokrasilerine dayandıkları için yaşıyorlar.
          Bu bakımdan en çok kapitalistler, her ülkede bir çok partilerin savaşmasını en büyük garanti sayarlar, ve sosyalist partileri, bir ülkede Faşizmi yaşatmadıkları ölçüde, o ülkenin kapitalizmini yaşatmış olurlar, gibi bir paradoksla karşılaşılır.

         2. PRATİK UYGULAMA
         Kapitalizmde Sermaye egemenliğinin halkı isyana götürmemesi için, Finans-Kapitalistler dahi kendi sömürü ve baskı eğilimlerini kendileri kontrol etmek zorunda kalırlar. Bu kontrolu sonradan kendileri isteseler ve sıkışsalar bile bozamıyacakları bir sağlam kazığa bağlarlar. Buna ANAYASA denir.
         Sınıf Hâkimiyetini mahkûm yığınlara kolayca kabul ettirmenin en sınanmış ve en becereklice pratik yolu, sınıf iktidarını Anayasa hükümleriyle çerçevelemektedir. Modern toplumda işçi sınıfı kadar dinamik bir sosyal güç geliştikçe, 99 kişiyi 1 kişinin kafadan silâhsızlandırılmış kölesi halinde kıyamete dek tutmak tehlikeli hayâl olur. İktidar yolu her sosyal sınıf ve zümreye açık tutulduğu ölçüde, develere verilecek birer tutam otla hendekler atlatılır.
         Onun için, Anayasa: "Hiç kimse ve Organ kaynağını Anayasadan almıyan bir Devlet yetkisi kullanamaz." (Mad. 4) der. Buradaki ORGAN içinde: En Başta Bakanlar ve Hükûmet gelmek üzere kanun koyucu Millet Meclisi de vardır. HİÇ KİMSE içinde: En tepedeki en yüksek devlet yetkilisi cumhurbaşkanı da vardır.

         3. CUMHURBAŞKANI'NIN YETKİSİ
         Anayasa 97'inci maddesine göre: "Cumhurbaşkanı devletin başıdır." Ama bu BAŞ ne bir sultandır, ne bir diktatürdür. gerçi: "İşlemlerinden sorumlu değildir." (Anayasa, Mad. 98) Ama, bir sorumsuzluk, dilediği fermanı buyurmak anlamına gelmez. Tam tersine, cumhurbaşkanının her adım atışında ne denli kısıtlandığını gösterir. Şöyle ki:
          1- Cumhurbaşkanı her kararını: "Kanunlar çerçevesinde" (Anay. Mad. 6) alır. Kanuna uymakta cumhurbaşkanı ile herhangi bir köylü veya işçi vatandaş mutlak surette eşittir.
         2-Cumhurbaşkanının: "Partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sıfatı sona erer." Yâni, alelâde bir milletvekilinin, kanunlar ve mahkemeler önünde bir dokunulmazlığı vardır. cumhurbaşkanı milletvekili dokunulmazlığından yoksundur. Alelâde bir işçi veya köylü, dilediği partiye girip siyasî haklarını tepe tepe kullanabilir. Cumhurbaşkanı bunu dahi yapamaz.
          3 - Cumhurbaşkanının: "Bütün kararları Bakanlarca imzalanır." (Anayasa, Mad. 98). Hiç bir kararı, iktidardaki bir Parti Bakanının yazılı imzası olmaksızın alınamaz.
         Görüyoruz, Millet işlerinde ve Politikada Türkiye Cumhurbaşkanı basit bir işçi veya köylü kadar olsun serbest değildir. Sorumsuzluğu ondandır. Onun için Demokratik Cumhurbaşkanları, düşünce ve davranışlarını açıklamakta çok nekez olurlar. Bizde rahmetli Cemal Gürsel'den kalma bir anı var: cumhurbaşkanı, dilinin ucuna geleni babacanca ortaya atardı. Ancak Gürsel Paşa: İhtilâlle başa geçmişti, ayrıca hem cumhurbaşkanı, hem Hükûmet Başkanı, hem Milli Birlik Komitesi Başkanı idi. Sunay Paşa bir partilerarası kombinezonla cumhurbaşkanı olmuştur. Bütün partilerden ve yurttaşlardan çok Anayasanın ÖZÜ ve SÖZÜ ile kayıtlı ve şartlıdır. Hukuk örneği olmak zorundadır.

          4. "AŞIRI" DEYİMİ "HUKUK"  ANLAMINI ÖLDÜRÜR
          Sayın Sunay: "sosyal hukuk devleti vasfı, aşırı solu reddetmektedir." buyurmuş. Gönül, bu sözün gazetelerce yanlış yazılmış olmasını isterdi.
         "HUKUK DEVLETİ" nedir? Yalnız bizimki değil, herdevlet, oluşundan bir hukuk devletidir. Hukukun olmadığı yerde devlet olmaz. Ancak, aşiret teşkilâtında devlet bulunmadığı için, hukuk da yoktur. Bizde henüz aşiretler yaşadıkları için olacak, hukuksuz devlet bulunabileceğini düşünenlere şaşmıyoruz. "Hukuk Devleti" sözü, Mantıkta "İlke dilekçesi" denilen şeydir.
         Hukuk nedir? Tereddüde kapı açmıyacak açık seçik, sarih ve mutlâk, bilimcil hükümlerdir. "aşırı" nedir? Kişinin ölçü ve çapına göre değişen, sınırı belirsiz, izafî, edebî bir sözdür. Aşırı ile hukuk yan yana geldi mi, ortada hukuk kalmaz. Örneğin: Türkiye'de bir bankaya 100 lira yatırıp, yıl sonunda 135 lira isteseniz: Aklınızı oynatmış kadar "aşırı" bir dilekte bulunduğunuzu söylerler. Aynı banka, size 100 lira kredi açtı mı, yıl sonu sizden 135 lirayı (faiz ve komisyon ve masraf olarak) rahatça alır. Sizin 135 lirayı "aşırı" buluşunuzu akılsızlığınıza verir. Para ve rakam gibi elle tutulur maddi olaylarda bile böylesine anlamsız kalan aşırı sözcüğünü, düşünce ve siyaset olaylarına uyguladık mı, kolayca gülünç veya korkunç sonuçlara düşebiliriz.
         Milyonerlik, işçi için aşırı, Patron için değildir. Bir "Mülk" bir kişinın ya hakkıdır, ya değildir. "Aşırı hak", edebiyat olur, kanuna giremez. Bir Hâkim: "Hırsızlık yapma" diyebilir, "Aşırı hırsızlık yapma" dedi mi gülünç olur: Hukuk dışına çıkmıştır. "sol" da öyledir. Bir gerici parti başkanı "Aşırı sol" diyebilir. Partisinin adetidir. Cumhurbaşkanı: "Tarafsızlıktan ayrılmıyacağıma namusum üzerine söz veririm" (Anayasa, Mad. 96) diye yemin etmiştir. Bu yemin, milletin içinde hiç bir partiyi ve eğilimi tutmıyacağı anlamına gelir. Kanunda açık seçik (sarahaten) "SOL" nedir? tarif ve tekvin edilmedikçe, solun ne aşırısına, ne ortasına, ne eksiğine devlet kapısını kapayamaz. Türkiye'de henüz hiç bir kanun solun ne olduğunu bile açıklamamıştır.

         5. DÜŞÜNCE VE PROPAGANDA KAYITSIZ ŞARTSIZ HÜRDÜR
         Demokratik millet egemenliği: Millet içinde en azınlığın azınlığı kalan kümelere dahi yaşama, düşünme ve davranma hakkı tanımaktır. Türkiye'de Finans-Kapitalistler 3000 kişide 1 kişi olduklan halde, en aykırı düşünce ve davranışlarını, beğendikleri bir sürü partilerle doğru imiş gibi millete kabul ettirmesini demokrasi sayesinde beceriyorlar. Millet içinde onlara karşı yeni bir eğilim ve düşünce doğdu mu, o düşünceyi kendi çıkarına ve durumuna elvenşli bulan ve sosyal küme insan bilinçlendi demektir. Bunu yasak etmek, Finans-kapitalin bindiği dalı kesmek, demokrasiyi kaldırmak olur.
         Millet egemenliğini nasıl kullanacaktır? Düşünüp oy davranışını göstermekle. Doğru veya iğri her düşünce milletin önüne çıkarılmazsa, millet neyi seçer? Millet egemerıliğini lâftan ibaret bir yalan olmaktan kurtarmak için anayasa, hiçbir kanunla dahi kısıtlanamıyacak ikinci büyük HAK olarak "Düşünce Hürriyetini" koymuştur. 20'inci Maddesine göre: "Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir; düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim ile veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklıyabilir ve yayabilir."
         Görüyoruz anayasa, düşünce "Aşırı" mıdır, yarımyamalak mıdır? Ona bakmaz. Millet önünde tarafsız görünmek için, hem SOSYALİZMİ, hem FAŞİZMİ yasaklamakta yetmez. TCK. Maddeleri sosyalistlik ve anarşistlik kadar faşistliğe, halifeciliğe, diktatörlüğe karşı da hükümler taşır. Bildik bilesiye, bir tek mahkeme, bir tek faşisti, düşünce ve davranışından ötürü suçlamadı. Her madde de, içlerinde tasrih yapmadıkları komünizme karşı sayılarak, her türlü sosyalist eğilimleri cehennem işkencelerine uğratmak için bir kıyma makinesi gibi kullanılıyor. Hiç bir kanunda "KOMÜNİST" kelimesi yoktur. Bütün ülke komünist zılgıdı altında titretilir. Amerika'ya kul olmayınca, İnönü'ye de komünist damgası rahatça vurulabiliyor.
         "Madde 8. - Kanunlar, Anayasaya aykırı olamaz. Anayasa hükümleri yasama (Millet Meclisi), yürütme (Hükümet) ve yargı (Mahkeme) organlarını, idare makamlarını (Bütün memurları) ve kişileri (cumhurbaşkanından en basit İşçi ve köylü kardeşe dek herkesi) bağlıyan temel HUKUK kurallarıdır."
         Kim okur, kim dinler. Göğüslerine "SAĞ" yahut "SOL" etiketlerini yapıştımıış bütün siyasi partiler, boylarına uygun kovalarını "AŞIRI" çamuru ile doldurmuşlar: Birbirlerine ve halka sıvamakla geçiniyorlar. Başbakanı "Aşırı" avında, sağcısı, solcusu. lideri, avukatı, "AŞIRI" avında, yarışıp günlerini gün ediyorlar. Hepsi üzerlerine aldıkları görevlerini yapıyorlar.
         Tarafsızlığa tek yeminlimiz sayın Sunay, en yoksul köyümüzün çocuğuydu. En yüksek kumandanlığa ve devlet bâşına dek her şeyi denedi. Rica edelim. 3.000 kişide 1 tek kişi sayılan Finans-Kapitalistin Türkiye'mizi dünyanın en geri durumuna sokmasından daha "AŞIRI" şey görmüş müdür? Ona hayât (sömürme) hakkı tanıyan anayasa dışı kanunlar da bile anlamı açıklanmamış suçlamalar, yapılmasın. Madem ki, sayın Sunay'ca da: "Bir zümrenin veya bir sınıfın hâkimiyet ve iktidarını öngören aşırı akım"dır, konu o açıdan aydınlatılsın. En AŞIRI karanlık bu noktada kuyulaştırılmasın.





VATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI
DR. HİKMET KIVILCIMLI İLE KONUŞMA
20 Haziran 1967



         1. SORU: Vatan Partisi'nin yeniden faaliyete geçeceği söyleniyor. Doğru mudur?
         1. KARŞILIK: Vatan Partisi hiç bir zaman "faaliyetsiz" kalmamıştır.

         2. SORU: Vatan Partisi'nin hukukî durumu nedir?
         2: KARŞILIK: Vatan Partisi 1954 yılı faaliyete resmen geçti. 1957 seçimlerine katılınca üyelerinden yalnız 40 kişi kadarı hakkında, önce: "DİNİ SİYASETE ALET ETMEK", sonra: "KOMÜNİZLİK" isnatları ile, Amerikan Dış Bakanı Dullas'ın tam Türkiye'ye ayak bastığı gün, gazete baş sayfalarında ağıza alınmıyacak iri başlıklar ve Resimlerle, sansasyonel bir dâvâ açıldı. İstanbul 2 nci Ağırceza mahkemesi 2/3/1961 gün ve 961/48 sayılı hükmüyle bütün VP üyelerini beraet ettirdi. Beraet, Temyiz 1 inci Ceza dairesinin 7/10/1961 gün ve 2308/2709 sayılı ilâmı ile tasdik edilerek KAZİYYEİ MAHKEME oldu.
         "İstanbul Emniyet Müdürlüğü 1/B şubesinin 30/12/1957 günlü, 41720 sayılı YAZISI ve İstanbul C. Savcılığı BASIN BÜROSUNUN 957/2245 sayılı TALEBİ üzerine; Cemiyetler kanunu 1.9.33 üncü maddelerine teyfikan VP sinin MUVAKKATEN faaliyetten menine ve eşya ve emyalinin muhafaza altına alınmasına 1 inci SULH CEZA mahkemesinde verilen KARAR'ın, isnad edilen suçtan BERAET hükmünün kesinleşmiş bulunmasına binaen KALDIRILMASI, İstanbul 2. inci Ağır Ceza Mahkemesi'nde İTTİFAKLA karar verildi."
         Bu karar 18/6/1966 günü "ASLINA UYGUN OLDUĞU TASDİK EDİLEREK" Vatan Partisi Genel Başkanlığı'na,11/7/1966 günü tebliğ edildi.

          3. SORU.- Türkiye ve Dünya gerçekleri önünde, VP ne şekilde yararlı olabilir?
          3.KARŞILIK: Bugün herkesin ağzında dolaşan: "İKİNCİ KUVAYIMİLLİYE" seferberliğine, DEMİR ÇARIK, DEMİR ASÂ yürüme ülküsünü, kürsülerden hayata indirerek, işçi, köylü ve aydınlarımıza dürüstçe benimsetmek.
          "Bu mübarek iktisadi ve sosyal kuvayı milliye seferberliğimizin güdücü RUHUNU, - başta işçi sınıfımız gelmek üıere, - câhil, âlim, köylü, şehirli, bütün değer yaratan, iyi niyetli vatandaşların, tamamiyle AŞAĞIDAN GELME ve tamamile SERBEST (TEŞEBBÜS + TEŞKİLAT + KONTROL)larında bulmak, ve bu emelle, bütün organlarda BİLFIİL MÜSTAHSİLLERİ çoğunlukla görmek, yarımız olan KADINI ön safta bulmak, GENÇLİĞE sonsuz inanmak" (Vatan Partisi Anatüzüğü, madde 2/D)
          Şekliyle.

          4. SORU: Vatan Partisi'nin yurdumuzdaki siyasi partiler, özellikle TİP önünde tutumu ne olabilir?
          4. KARŞILIK: Vatan Partisi'nin 1954 yılı partice onaylanan "GEREKÇE"sinde aynen şöyle yazılıdır:
          "İşverenler kanadıyle Türkiye'yi ilerletmek istiyen Partilerin, memleketi sahiden ilerletrnek gayelerinde samimi olmalarından başka bir şey istemiyoruz.
          Ancak, Vatan Partisi o kanadın Türkiye'yi cennete çevireceğine inanmıyor. Bu kanaat kuru iddia değildir. Ve ilh..." (KUVAYI MİLLİYECİLİĞİMİZ, s. 7)

          5. SORU: TİP te burjuva kanadından mıdır?
          5. KARŞILIK: Küçük burjuva.

          6. SORU: Vatan Partisinin SOSYALİZM anlayışı nedir?
          6. KARŞILIK: Bilimsel sosyalizm DOGMATİZM (NASSI KAATI'cılık),değildir. Batıda Sosyalizm adı verilen şey Türkiye'de İKİNCİ KUVAYIMİLLİYECİL.İKTİR.

         7. SORU: TİP varken, ve bu parti bugün solu temsil ederken, yeni bir parti kurmak. "Solu bölmek" olmaz mı?
         7. KARŞILIK: Şöyle sorsaydınız: "Vatan Partisi varken solu temsil edecek yeni bir parti kurmak solu bölmek için değil miydi.?" daha doğru olurdu. Çünkü, hattâ bir "Komünist Partisi" kurulacağını, VP aleyhine gizli tahkikat yapılırken öğrenmiştik. VP ise, yeni bir Parti değildir. Türkiyenin en eski resmi biricik doktrin partisidir. "Sol"un parti ağızlarında değil, halkın gönlünde temsil edilmesi önemlidir.

         8. SORU: Bazı kimseler,1957 yılında Vatan Partisi denemesini yersiz ve zamansız buluyorlar. Ve bu davranışın Sol hareketi geliştirmeyip, ona hatta darbe indirdiğinizi söylüyorlar: Sizin kanaatiniz nedir?
         8. KARŞILIK: Vatan Partisi "ZAMANSIZ" değil: 29/10/1954 günü "YERSİZ" değil: Aziz Türkiye toprağında, "DENEME" değil, davranış ve düşünce DOKTRİNİ koymuştur. Şimdi çeşitleri hiç te azınlık olmıyan "BÂZI KİMSELER" o doktrinden erkekliğini gidermiye çalışarak, - KAÇAKÇILIK ediyorlar.
          1957'yi nereden çıkarmışlar? 1954 "Cemiyetler kanunun"un içinde parti kurmanın ZAMANI ve YERİ için fınans-kapital gizli servislerinden İZİN almak maddesi yoktu.
         Demek, DP'nin Amerika'dan para kopartma şantajı ve Dullas'ın Ankara'ya gelişi değil de, sol hareketin kendisi kendisine "DARBE İNDİRMİŞ!" Bu yakışıklı "TEORİ"nin patentini CİA'dan "Bazı kimselerin" hangi "YER ve ZAMAN" da aldıklarını bizden sormayınız.

         9. SORU: Yanılmıyorsam, önce VP 'sini kurmak istediniz. Sonra, bilmiyorum neden, TİP'e girmek için müracaat ettiniz. Tezat teşkil eden bu davranışların sebebini açıklar mısınız?
         9. KARŞILIK: Sebebi tek sözle "NÖTRALİZE" olmamak... Tekrar edeyim: Vatan Partisi 1954'den beri kuruludur. Ayrıca kurulmaya ihtiyacı yok. Kişi olarak TİP'in temiz ülkücüleri tarafından nasıl ısrarla çağırıldığımı, "Solu bölmek" görevinden habersiz olanları uyarmaya ve haberli olanları da "Kaçakçılık komplekslerinden" kurtarmaya nasıl çalıştığımı "TEZAT" sayıyorsanız, gerçekliğin diyalektiğine bağışlayın.
          Sayın Tunçkanat'ın eline geçen mektuptaki "Nötralize etmek" işini üzerlerine alanlar başka kapı çalabilirler.

          10. SORU: Malatya'daki kongreye katılmanız tartışmalara ve hatta dedikodulara sebep oldu. Sonra sizin adınıza "Kıvılcımlı grubundan" bahsedildi. Bunun hakikat derecesi nedir?
          10. KARŞILIK.-Malatya'da gizli bir kongre yapıldığından haberim yok. Oraya da kendiliğimden, ve gözlem hakkımı kullanmaktan başka hiç bir eğilimle gitmediğimi bilenlerin telâşı başka. Vatan Partisi doktrininden kaçakçılık edenleri suçüstü yakalıyanlara belki "Kıvılcımlı grubu" denilmiş olacak... Olur böyle şeyler.

          11. SORU: Sizi, Vatan Partisi'ni yeniden faaliyete geçirmeye iten nedenleri söyler misiniz?
         11. KARŞILIK: Beni değil, dürüst TİP'lileri iten nedenler sayılamayacak kadar çok. Statü bakımından: TİP programının bir eklektizm Bâbil kulesi (yamalı ğbohça), TİP tüzüğünün avukat kıran bir "Gayyâ kuyusu" oluşu var. Davranış bakımından: Bir kaç Önder-Führer'in yukarıdan poz kesen intihar histerileri, buna tüy dikiyor.
       




Bugünkü Türkiye Ekonomi Politikası
Sosyalist, 8 Aralık 1970


         Bu araştırma, uzun inceleme zincirinin bir halkasıdır. Şimdiki Türkiye Finans - Kapital tahakkümünün şehirlerimize ve kırlarımıza nasıl musallat olduğunu iki ayrı ayrımcıkta ele alıyoruz.
 
         Ayrım : I
         ŞEHİRDE: FİNANS KAPİTAL
         Şehirlerimizdeki Finans-Kapital tahakkümüne ve sermaye oyunlarına resmî istatistikler ölçüsünde işaret ediyoruz.
 
         Millî Gelirde Şehirlinin Köye Tahakkümü
         Önceden bilinmesi gereken bir alfabecil gerçeklik var: Türkiye 20'nci yüzyıldaki dünyamızın Kapitalist kesiminde yaşıyor. 20'nci yüzyılın Kapitalizminde egemen ekonomi temeli, Batı dilinde: Finans - Kapital, Osmanlıcada: Mâli Sermaye denilen tekelci kapitalizmdir.
         Tekelci Kapitalizm Batı'ya 19'uncu yüzyıl sonunda egemen olmuştur. Bir paradoks olmak üzere, Türkiye daha 19'uncu yüzyılın ortalarından beri Finans - Kapitalin tahakkümü altına girmiştir. Beş on yabancı Şirket, Kırım Savaşından beri Türkiye'nin ekonomisine, mâliyesine, başlıca üretim ve devlet alanlarına pençesini atabilmiştir. Batı'dan tek "ileri" olduğumuz yan, bu Tekelci Sermaye tahakkümüne herkesten erken uğrayışımızdır.
         Bu gerçeklik açısından ekonomi yapımızın karakteristiğini rakamlarla belirtmek ilginç olur.
         Bir ülke ekonomisinin temeli üretim alanıdır. Kapitalizmde iki büyük ve apayrı üretim alanı her gün biraz daha birbirinden uçurumla ayrılır:
         1-Sanayi üretimi,
         2-Tarım üretimi...
         Hacım bakımından Tarım alanı çok geniştir: Nüfus'umuzun %75'i tarım üretimi ile uğraşır, İhracat'ımızın %80'i tarım ürünüdür. Ancak bu görünüşün altında bir trajedi yatar: 1969 yılı İstihsal Sektörleri itibariyle (1961 sabit fiyatlarıyla) Türkiye Millî Gelirine bakalım.
  Piyasa fiyatlarıyla
Gayri Safi Millî Hasıla         Sanayi            Ziraat İnşaat
Sanayii           Ulaştırma
90.078,8 milyon         15.897,0          24.208,0          5.400,5            6.127,4


        Bu ne demektir? Türkiye'de üretim, sanayi ile ziraat alanında madde yaratır. Bunlara İnşaat ile Ulaştırmayı da katarsak, madde yaratan sanayi: 27.424,9 milyon, tarım: 24.208,8 milyon tutar. Tüm madde üretimi: 51.633,7 milyon olur. Bu üretilen maddelerin üzerinden: Ticaret, Banka, Devlet, Serbest Meslek ve Emlâk Sahipleri 38.445,1 milyon gelir sağlıyorlar. Ulaştırma'nın maddî değer yaratma yeteneği bir yana bırakılırsa, şu sonuca varıyoruz: Türkiye'de Millî Gelirin kabataslak bir yarısı gerçek madde değeri yaratarak, öbür yarısı yaratmaksızın benimseniyor.
         Daha ilginç yanı ise, madde değeri yaratan %75 tarım insanımızı, Millî Gelirimizin ancak %26'sı temsil ediyor. Nüfusumuzun görünüşte %25 ise, Millî Gelirde %74 pay sahibi oluyor. Bu kabataslak durum, Türkiye alınyazısında kimin ve neyin ağır bastığını belirtiyor. İnsan kalabalığı olarak 4'te 1 şehir nüfusu, Millî Gelirin 4'te 3'üne egemendir. Tek sözle, şehir köye 9 kat üstünlük taşır. Kabalamaca, şehirli köylüye 9 kat tahakküm yapar!
         Köyün Tarım ekonomisi ile Şehir faaliyetlerinin Millî Gelir içinde gelişim orantıları çok dikkate değer. Tarım millî geliri ,1961 yılında'100 iken,1969 yılı 100,8 olur. Yâni 9 yılda %1 bile artış yoktur. Aynı süre için Gayrısâfi Millî Hasıla 100'den 107'ye çıkar. Köy millî geliri binde birden az, Şehir millî geliri yüzde birden az artmıştır. Her yıl Köy millî geliri 0,08 ve tüm (Köyü de içine alan Şehir) millî geliri 0,77 artar. Gene Köy, millet gelişimi içinde 9 kat aşağıda kalır.
         Ancak tüm Millî gelir yerine yalnız Sanayi millî gelirine bakarsak, ayrıcalık daha çok büyür. Sanayi 1961 yılı 100 iken 1969 yılı 112 olur. O zaman Tarım yılda 0,08 ve sanayi 1,33 artar. Yuvarlak hesap, Sanayi her yıl Tarımın 16 katı daha çok Millî Gelir payı edinir! Şehir Sanayicisi (Kapitalist), Köylülüğün (içinde agavâtı, eşrafı, âyanı, tefecisi, bezirgânı ile birlikte) 16 katı gelişim olanağı gösterir.
         Şehir alanında durum nasıldır? Orada insanlarla olanakların orantısı büsbütün korkunç denecek kertede ters düşer. Millî Gelir açısından, Şehirde madde değeri yaratan Sanayi, İnşaat, Ulaştırma 27 milyar küsur, yaratmayan faaliyetler 38.445,3 milyon (hemen 38,5 milyar) değeri temsil ediyor. Ulaştırmanın madde yaratma yeteneği bir yana bırakılırsa; yuvarlak hesap: Madde yaratan faaliyetler 25 milyardan çok az, yaratmayanlar 40 milyardan pek çok fazla değeri benimsiyorlar. Yâni, Tarım dışı millî gelir içinde: Madde yaratanlar %40, yaratmayanlar %60 pay benimsiyorlar.
         Kısacası, daha Millî Gelirin kaba rakamları bile, yaratmayanı yaratana üstün çıkarıyor.
         Kamu ve Özel Sanayi Büyükleri
         En yaratıcı faaliyet alanı Sanayi'dir. Orada ne, oluyor? Bütün sınıflı toplumların deyimi ile: En yaman biçimde "büyük balık küçük balığı yiyor." Yalnız İşyerlerinin büyük (10 kişiden fazla çalıştıran) ve küçük olanların gözden geçirmek yeterince düşündürücüdür.157.759 küçük işyerinin karşısında 3012 büyük işyeri var. Sayıca Büyükler %1,9 ve Küçükler %98,1 ediyor. Ama, o yüzde iki bile etmeyen büyük işyerleri: İşçilerin 10'da 7'sine (%69,4) ücretlerin 10'da 9'una yakmını (85,9) öder; satınalınan veya devredilen mal ve hizmetlerle, satışların ve ifa edilen hizmetlerin hemen hemen 4'te 3'ünü başarır (%73.1 ve 75.3).
         160 bine yakın işyeri kumda çelik oynasın: İşçiyi tutan da, işi yaptıran ve kârı vuran da 3 bin kadar işyeri olur. Küçük işletmeden 50 kez az olan büyük işletme, onun 3 katı ekonomi alanını tekelinde tutuyor. Demek Türkiye Sanayiinde, büyük işletme küçüklerden 150 kat üstün ve ağırbasıcı rol oynar.
         Demek, sanayiin (şehrin) karşısında tarım (köy) can çekişiyorsa, sanayiin içinde de: Büyük işyerleri önünde küçük işyerleri can çekişerek sürünüyor. Başka deyimle, 3 bin büyük sanayici Türkiye'nin 158 bin sanayicisine kök söktürdüğü gibi, Türkiye üretimine ve genel ekonomisine kayıtsız şartsız egemen olacak güçtedir. Modern çağın kuralı bu.
          Ancak, ekonomi temelimizde modern sermaye konsantrasyonunun içyüzü o kadarcıkla kalmaz. İşin bir başka yönünü bize, devlet sanayii ile özel sanayi arasında yapılacak kıyaslama açıklar. 3012 büyük sanayi işyeri içinde: 2775'i Özel kesime, 237'si Devlet kesimine girer. Sayıca devlet kesimi %7.9 ve özel kesim %92.1 eder. Sayıca özel işyerlerinin 12'de 1'ine yakın azlıkta bulunan Devlet kesimi, küllü ayıplarına bakmadan, kendisinin 11-12 katı çokluk olan sektörlere eşit ölçüde ekonomik varlık gösterir.


         "Yurdun kalkınması" özleniyor. Kalkınma insanların yararı için olur. 2775 özel büyük işletme işçisine 1 yılda 5400 lira ücret ödüyor.237 devlet büyük işletmesi gene yuvarlak hesapla 7100 lira ücret ödüyor. Demek özel işletme kuru kalabalığı çalışanlara 1700 lira (%31) eksik ücret ödüyor. Neden bu işkence yapılsın Türk milletinin çalışanlarına?
         Denilecek ki: "Ne yapalım. Kalkınmayı hızlandırmak için, özel sermayeden de yararlanmalı". Doğru mu? 1955'ten 1962 yılına dek, sanayiin taşıt araçları bölümünde, 8 yıllık sabit sermaye yatrımı: Özel büyük işletmelerde 25.205.000 ve devlet büyük işletmelerinde 49.736.000 Türk lirası tutar. Kalkınma, bir ülkede tekniğin ölçüsünü gösteren sabit sermaye yığını ile orantılıdır. 237 büyük işletme 2775 özel büyük işletmeden 2 katına yakın daha çok sabit sermaye yatırıyor.
         Demek yurttaşlar için üçte bire yakın daha yararlı yüksek ücret sağlayan, yurt için iki katına yakın daha hızlı yatırım yapan devlet büyük işletmeleri, elbet daha gerçek bir yurtseverce kalkınma sağlarlar. Bu bakımdan, adı büyük olan özel ufaklık 92 işletme, gerçekten büyük olan devletin 8 işletmesi yanında: 16 ilâ 24 kat aşağılık bir iş alanıdır. Büyük devlet işletmeleri, özel sözde büyüklerden 16-24 kat üstündürler.
         Devletçiliğimizin, özel sermayeyi yaşatmak için yaptığı hovardaca israflar, hoşnutsuzluğu azaltmak için, önüne geleni kayırarak işletme kadrolarını lüzumsuz kalabalığa boğuşu göz önüne getirilsin.Ötede, devlet işletmelerinde her rakamın gerçek  bulunmasına karşılık, özel işletme muhasebelerinde bin bir fatura oyunu ve kaçakçılık bilinen sahte rakamları son kertede arttırır.




SAĞDA BAŞSIZ DEVELİK
8 Aralık 1970



          Partilerin Başsız Develiği

          Namuslu bir Osmanlı şâiri, Abdülhamit İstibdadı altında bunalan Türkiye'yi bir masaldaki "başsız deve"ye benzetmişti. Milyonlarca insanı, bir tek beyinsiz başın istibdadı altına sokmak, toplumu başsız deveye çevirmekti. İmparatorluk, o başsız deve: 1. Emperyalist Evren Savaşı hendeğinden atlatılırken boynunu kırdı.
         Cumhuriyetin 47'nci yılı, Türkiye, Finans-Kapital istibdadı altında cici demokrasi denilen yeni bir başsız deveye döndürülmüş görünüyor. Egemen sınıflar ve partileri tam birer başsız devedirler. İktidar partisi A.P., her gün bir skandal ve parçalanma ile battı balık yan gidiyor. Grup toplantısında başbakan azınlıkta kalıyor ve sonra: "1500 delegeli parti kongresinde 1700 oy kullanıldığını gözleriyle" görüyor.
          "Ana" Muhalefet Partisi CHP'nin İzmir Milletvekili ve Merkez Yönetim Kurulu üyesi Talât Orhon, genel sekretere yazdığı mektupta "Zorbalık"tan yakınarak şöyle diyor:
          "Şu anda İzmir'de partililer, tarafsızlar, aydınlar ve karşımızdakiler arasında (PARTİ BASANINDIR) sözleri devamlı söylenir olmuştur."
          Paşa'nın ağır aksak sesiyle "Satır"a satır atışı bile âhengi kuramıyor. "Bir yönetici seçimi CHP grubunu kanştırıyor."
         Hele öteki mikroskopik bezirgân particikleri (Güven Partisi - Millet Partisi - Yeni Türkiye Partisi ve benzerleri), batan geminin sıçanları gibi elele tutuşmuşlar. "Can kurtaran yok mu?" çığlıkları atarak, "birleşik" Amerikan CİA biberli "birleşik" Kayseri pastırmasını, Kayseri hacıağası Feyzioğlu'na sattırıyolar: "Amanin, birbirimize dört elle, dört ayakla sarılalım, durmayalım, düşeriz!"

         Parlamentarizmin Başsız Develiği

         Cici demokrasinin sakro-sent tapınağı olan Büyük Millet Meclisi ne âlemde? O hepsinden fıraklı ve fraklı. En ağırbaşlı "Hürbasın"dan birinin sayın başyazarı "kimi kandıracak?" diye soruyor:
         Çünkü, ülkede "çoğunluğu" sağlıyanlar, cumhuriyet senatosunda seçim yapılırken: "30'ncu tur sonunda da adaylardan hiç birisi yeterli çoğunluğu sağlıyamamıştır." "Sayın senatörler oy sepetinin önünde dervişler gibi dört dönmekte." (5.11.1970)
         İçlerinden bir "bağımsız" Maraş Milletvekili, İ. Öztürk, "meclislerin boş vakit geçirmesine" dayanamadı. Yazılı demecinde manzarayı şöyle tavir ediyor:
         "Bir yanda başkanını dahi seçemiyen bir meclis ve senato; öte yanda yığınla bekliyen kanun tasarısı."
         Ve tırtıllara arzuhal verirce yalvarıyor:
         "Başta cumhurbaşkanı olmak üzere, bütün siyasi parti liderleri, bu parlementoyu çalışır ve güvenilir bir seviyeye getirmeli. Aksi halde..."
         "Aksi halde" ne? Hiç..
         Yahut: "TIRT yönetim kurulunun toptan istifası isteniyor!" "TIRT yöneticileri aldıkları 1 milyar liranın hesabını vermelidir." Ve ilh...
         "Egemen" Türkiye'de üstüste U çeken Türk üslerinde Amerikan casus uçakları: U2, B5, U8.. hep "yanlışlıkla", hep "Sovyet sınırını" aşıyorlar. Ve gazeteler yazıyor:
         "Olayın, Devletin yetkili makamlarını bile tereddüde düşürdüğü gözden kaçmamıştır."
         Ve Amerikan 6'ncı Filo komutanı bildiriyor:
          "Sovyetler Türkiye'ye saldırırsa, NATO'yu karşısında bulacaktır:"

          Bunalımlar zebânisi: CİA (Amerikan Casus Örgütü)

          Bütün bunlar ne demektir? Birincisi, Türkiye bir bunalım, bir buhran içine girmiş, demektir. İkincisi, Türkiye bu bunalıma, buhrana Amerikan gizli servislerince arkasından itilmiş, demektir. Bunu nereden anlıyoruz? "Olayların Ardından" yazarı: "Amerika Birleşik Devletleri'nin Merkezi İstihbarat Teşkilâtı (CİA) bütün dünyaca meşhurdur." diyor. Nesiyle meşhur?
         "Gerek maddi imkânları, gerek çalışma usulleri bakımından..." Kendi Amerikan kanun devletine bile, CİA kanunsuzluklarıyla kök söktürmektedir. Gazeteye göre:
          "CİA'nın zaman zaman Amerikan hariciyesiyle çatışmalara girdiği görülmüştür."
          Dahası var:
          "Eski Cumhurbaşkanı Kennedy zamanında resmi yazışmalar olmuş, CİA ile hariciyenin ilişkilerini düzenlemek bakımından tedbirler alınmıştır." diyor yazarımız. Önünü arkasını açıklamıyor sözünün. Ama, orasını bilmiyen yok. Kennedy, yalnız "eski" midir? Hayır. Kennedy'nin alın yazısı "eski" olmaktan çok, "öldürülmüş cumhurbaşkanı" olmaktır. Kim öldürmüştür Kennedy'yi? Kennedy'lerden hâlâ son üçüncü kardeş Kennedy'yi de kim maddeten, olmazsa mânen öldürme peşindedir.
          Çıt ses yok. Ancak, "CİA ile hariciyenin ilişkilerini düzenlemek"le ne kazanmıştır? Bilindiği gibi, o düzeltme Amerikan Cumhurbaşkanı Kennedy'ye hiç uğur getirmemiş, kim vurduya giden ölümü getirmiştir... Öyle çalışır gizi CİA...U8
         Bundan bize ne? "Gerçek" sütununun yazarı, Amerikan casus U uçakları problemini "Bir karmaşık sorun" sayarken diyor ki:
         "Bu durum yalnız Birleşik Devletlere özgü değildir. Birleşik Devletler dışında büyüklü küçüklü devletlerin istihbarat örgütlerinin çalışması, hele açık rejime sahip ülkelerde başlı başına bir sorun ve bir ince konudur." (5.11.1970)
          Anlaşıldı mı U konusunur "ince"liği?
          Hür Basınımız öylesine "ince" konuşur ki, kaba işçi, kaba köylü, kaba halk pek anlamasın. Oysa "sorun" kör körüne, parmağım gözünedir. CİA, atom başlıklı füzeleri ve üsleriyle Türkiye'mizin cangâhına girmiş çöreklenmiştir. "Bizi kem gözden korumak için" mi? 6ncı Filo komutanı öyle söylüyor. Ordularımızı resmen emrine verdiğimiz NATO başkomutanı öyle söylüyor.
         CİA konuşmaz. Yapar. Ne yapar? U uçaklarını "yanlışlıkla" Sovyetlerin Leninakan Havaalanına dâvetsiz misafir konduruverir. Nasıl? Bayağı. Olayda sanıklık değil "tanıklık" etmek üzere gönderilmiş Albay Denli'nin bir densizliğine yol açmıyarak... İşte " ince" sözlü ve olaylar olduktan sonra "Gerçek" i araştıran sayın yazarlarımız onu demek ister.
         Türk Ordusunun sayılı bir albayı, çifte Amerikan generalince, toy kız kaçırılır gibi hudut ötesine nasıl uçurulur da, bundan bizim her yerde hazır nazır istihbarat servisimiz hiç habersiz kalır? Daha doğrusu o gibi servisleri Milli İstihbarat Teşkilâtı dışında gelişigüzel bir Albay Denli kendi hesabına yapabilır mi?
          Yapamaz. Yaptığına göre: Bu işi kim "künde"ye getirmiş olabilir? Artık bunda kimsenin kuşkusu yok. Bizim "Başsız Deve"yi ilgilendiren ne? Asıl "karışık sorun" bu. Kimin için karışık? Besbelli Türkiye'nin patentli politikacıları için. Yoksa CİA ve tüm emrindeki istihbaratlar için dünyada bundan daha apaçık, dupduru "sorun" olamaz.

         Yaşı Benzemesin

         Tâ Moskova'lara gidip, "demir perde" gerisinde Ruble kredi sağlamak cüretini gösteren Demirel kartı eskinıiş görünüyor. Şimdi onu değiştirmek gerekiyor. Değiştirmenin birinci biçimi Washington'dan verilen bir işaretle, pek işini bilir siyasi "muhalefet" partilerimizin yaylım ateşe geçirtilişleridir.
          "Olur mu, böyle olur mu?
          "Kardeş, kardeşi vurur mu?"
          Çelebi, asıl böyle olur bizde de CİA dediğin. Sosyalistin geçmiş nüshasındaki yazıyı sevgili okurlarımızdan hatırlıyanlar bulunsa gerektir: "Menderes'i Kim Öldürdü?" sorusuna bulunan kalın karşılığı tekrarlamıyalım. İstanbul valisine 27 Mayıs geceyarısı Yeşilköy'de randevu verip gelmeyen Amerikan albayının ilk kez sözünde durmayışı, belki hâlâ vali için dahi bilinmez bir karanlık noktacıktır.

          Menderes'in Günahı

         Alt yanı Menderes'in günahı ne idi? Zavallı rahmetli, Moskova'ya gitmeyi bile yerine getirememişti. Demirel hem gitti, hem gördü, hem geldi. Neden başı yenildi Menderes'in - Zorlu'nun- Hasan Polatkan'ın? Çünkü, NewYork Herald Tribune'ün çektiği hücum sinyalini yalnız o zamanki sunturlu "muhalefet liderleri" anlamışlardı.
         Bölükbaşı'sından bilmem kimine dek "lider"lerin hepsi ansızın Anadolu'nun dört bucağına akın etmişlerdi. Menderes'e ateş püskürdüler. Gayretulaha dokunurdu şu sarsak Menderes'in ettiği zulümler! .. Menderes kös dinledi. İnebolu'da memleketi köle etmek istiyen "iç ve dış bezirganlar" a veryansın etti.
         Menderes'i Londra'ya götüren uçak, alana inerken ikiye bölünüp yandı. İçindekilerden tek sağlam kurtulan Menderes oldu. Adam onu da anlamadı. Türkiye'ye dönünce, ayağının bastığı yerde dana, buzağı bıraktırmadı kurban kestirmedik... E, bu kadar vurdumduymazlık olurdu! Ama CİA işini bilirdi. Sen misin kendiliğinden gitmiyen? Pekâlâ! Koyverdi yakasını. 9 Subay yetmedi. 27 Mayıs patladı. Ve Menderes asıldı.
         27 Mayıs'ı CİA mı yaptı? Hâşâ. 27 Mayıs'ın gerçek devrimcilerini yerden göğe dek tenzih etmek görevimizdir. Ancak CİA'nın o tür olaylarda ya aktif, ya pasif kalmakla rol oynadığı ve son duruşmada nalıncı keserlıği yaptığı unutulursa çok şey kavranılmamış kalır.

         Demirel'e Görünen Köy

         Demirel, vurdumduymazlıkla, öncekilerden daha pişkin davranıp şöyle diyebilir:
         "Türk parlamentosu memleketin buhrana sürüklenmesine hiç bir zaman sebep olmıyacaktır." (Söylev)
         Eğer "parlamento"nun dilinde olan elinden gelse, belki... "Oy sepeti önünde" Mevlevi Semâ'ına kim itiyor sayın parlamenterlerimizi? Çoğu onlar da bunu bilmezler. Kimse bildirmez ki kendilerine... Bütün CİA başarıları da orada: Oyunun tutnıası için Karagöz'lerin, Hacıvat'ların, Altıkulaç Beberuhi'lerin, Tatsız Tuzsuz Deli Bekir'lerin iplerini hangi ellerin çektiği gösterilmiyecektir.
         Ne var ki işin içyüzünde yıllarca deneyler yapmış yerli malı "Bir eski istihbaratçı"mız, deveye nasıl takma başlar dikilip söküldüğünü şöyle özetler:
         "Gerektiğinde yönetici kadroları yıpratmak.. ve hemen arkasından yepyeni bir ekibi yönetime geçirerek, var olan düzenin erdemliliği kanısını uyandırmak..." (Bir eski istihbaratçı)
         Kurşuni güç finans-kapital gibi, onun "ruh'u habisi" olan "İstihbarat"ları da: Hem ulusal, hem uluslararası ölçülerde gereğini öyle yerine getirmekte "üstâd âzam"dır.
         İşte "Oy sepeti önünde" çekilen "zikrü tespih"ler ve hayhuylar bu yönde yapranmış Demirel'in uğurlanma törenidir. Yıllarca Demirel'in avucunu veya tabanını, hatta başka yerini yalayan kimselerin şimdiki celâdetleri oradan gelir. Politika cambazlarımız kokuyu almışlardır. AP'nin içinde sıraya girenler, Güven - Millet - Yeni Türkiye ve ilh. partileri katlarında "vatan kurtaran Şâban" pozuyla dudak şapırdatanlar, yayında, basında, köyde, kentte, örgütlü veya dağınıkça ellerini oğuşturup tırnaklarına tükürenler hiç "istihbarat"sız mı elham okuyorlar, gazel çekiyorlar sanırsınız?
         Hadi hayırlısı. Napalım sayın Demirel? Bu dünya, zatıâlilerce "parayla" olur sanıldı amma, sırayla oluyor.




SOSYALİSTLERİN BİRİNCİ GÖREVİ
8 Aralık l970



         "SOSYALİST" gazetesi yeniden söz alıyor. Konuşacak. Neyi?
         1- Esaslı Nokta: Örgüt Problemi;
         Şöyle, hiç derinleştirmeksizin, aklınıza geliveren soruları önünüzdeki bir kâğıda dökmeye çalışın. "kafanız durur". Her sorunun adını yazsaniz, bir kâğıt şöyle dursun, bir defter yetmez. Öylesine çok problemler kasırgası içine düşersiniz. Hele bir de gençseniz.. ateş, duman, sisten gözgözü görmez.
         Demek böyle fırtınalı, yangınlı, anacık - babacık gününe gelmişiz. Bir gerçek devrimcinin, henüz çocuk yaşındayken, o düşünce ve davranış fırtınalarına gebe sosyal yangınlar ortasında ne düşünüp, ne yaptığını bilmeyenimiz kaldı mı dersiniz? Der ki:
         "Uzun, çetin ve ateşli bir dövüş yoluna girildi miydi, öyle bir an gelir ki, çekişmeli, merkezi ve esaslı olan noktalar kendilerıni göstermeye başlar. O noktaların çözümü kavganın kesin çıkar yolunu belirlendirir. Ve o noktalar yanında, dövüşün ufak tefek, belli belirsiz ikinci kerte sorunları gitgide arka plâna düşer." (V.İ.U.L.: "Bir adım ileri, iki adım geri", 1904 Mayıs).
         Bugün Türkiye'de en çok "çekişmeli" olan, en "merkezi ve esaslı" nokta hangisidir? 50 yıldır her soluk alışta tekrarlanmış: ÖRGÜTLENMEK'tir. Kimin örgütlenmesi? Üst sömürücü (Finans - Kapital ve Tefeci - Bezirgân) sınıflar, yâni beyler - ağalar evelezel dişlerinden tırnaklanna dek örgütlüdürler. Gereken HALK ÖRGÜTLENMESİ'dir.
         Ancak Halkın Örgütlenmesi bile artık "harc'ı âlem" denilen biçimde, her önüne gelenin ağzında gevelene gevelene posası çıkmış bir sakıza döndürülüyor.
         2- Esaslı Moment: Olaycığı Seçmek;
         Güneşimiz ve yıldızlarımız oluşurlarken, evren; bir uçsuz bucaksız ışıklı bulutmuş. Ona fizik bilimi kaos (mahşer) diyor. Bütün güneş sistemleri o mahşerden çıkmıştır. İnsanlık, uygarlığa (medeniyete) ulaşırken, toplum: küçücük kan örgütlü oymakların (kabile ve aşiretlerin), "soy"ların, "boy"ların sonsuz kaynaşması içinde mahşer gibi kıvranır, dururmuş. Ona, sosyal bilim tarihöncesi diyor. Bütün uygarlık düzenleri o kaostan çıkmıştır.
         Türkiye'de bugün, sosyalizmin karşılaştığı düşünce ve davranışlar, evrendeki mahşere de, toplumdaki tarihöncesi kaosa da benzer. Ancak o mahşercil kaos, ne fızik kanunlarla çözümlenebilir, ne de ilkel ve uygar toplumların orman kanunlarına, cöngül kanunlarına bırakılabilir. Bugün üçte iki insanlık gibi, biz de tarihöncesinde değiliz: Sosyalizm öncesindeyiz. Bilimcil sosyalizm, insanlığın "sınıflar savaşı" denilen en son hayvanlık konağından kurtuluş bilinci ve dövüşüdür.
         Sosyalistler, önlerindeki sorunlar mahşeri ile kamanmazlar (ambale olmazlar). Çünkü ellerinde diyalektik maddecilik (metot-mantık) gibi eşsiz araçları, silâhları vardır. Diyalektik; hem, objektif (nesnecil) ve somut (konkret) çelişkileri bir arada izleyiş, kavrayış kuralıdır. Hem de, momenti seçmekte başlıca sübjektif ve etkin olan İnsancıl düşünce-davranış kuralıdır.
         Mahşeri seçeceğiz. Kaosta yöneleceğiz. Bunu söylerken, iki şey yapılacak demektir:
         1) Olaylann kendi gidişleri içinde hangi zincirleşmenin, hangi billûrlaşmanın kanunlaştığını ayırdetmek anlamında, SEÇMEK ve yönelmek;
         2) Olaylar zincirini çekip ardından tümü ile sürükleyecek ana halkayı iyice tutup var gücüyle asılmak anlamında, SEÇMEK ve yönelmek..
         Mahşer kalabalığında kendini ve dâvayı yitiımemek için; olaylar içinden asıl olaycığı, doğrular içinden "püf noktası" olan "doğrucuğu" seçeceğiz ki, hem doğru, hem doğurucu yönelişe ulaşabilelim.
         3- Korporasyonizm (loncacılık) - Sendikalizm - Parlemantarizm;
         Halkın örgütlenmesi deyince, onun püf noktası nerededir? Esnafı: Loncaya, işçiyi: Sendikaya, halkı: Parlemento'ya hapsetmemektir. Amaç: Hepsi halkın sömürüden ve eziden kurtuluşu için bir biçim olan o örgütleri tabulaştırmak değil, insan yararına kullanmaktır. Örgüt için örgüt, dövüş için dövüş değil; halk için, işçi ve köylü için örgüt ve dövüştür.
         Bir örnek önümüzde. En çok sesi duyuıulan bir "sol" eğilimin en son önerisi de örgüt oluyor. Sayın CHP'nin, Sayın Genel Sekreteri B. Ecevit, "Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu" genel kurulunda şöyle diyor:
         "Üretmen Halk örgütlenmelidir."
         Burada önerilen "halk örgütlenmesi" kendiliğinden anlaşılıyor: Lonca yapılı bir ekonomik meslek örgütüdür. Ondan daha önemlisi var: İşçi sendikaları. Sendika da bir sınıfın ekonomik örgütüdür. Lonca ortaçağın, sendika modern çağın belirli sınıflarını, bütünü ile içine alıcı niteliktedir. Ne denli kendi sınıfının sırf ekonomik çıkarları ile yetinirse, o denli kendi içine kapalı, dar görüşlü, toplum ölçüsünde ülküsüz kalır.
         Bu çeşit yığın örgütlerinin varabilecekleri en yüce basamak, Politikayı da kumar gibi oynayan en ünlü uluslararası biçimi ile Trade-unionisme adını alır. Tredünyonizmin sosyal niteliği: "işçi" adını taşımasına rağmen, hatta "İşçi Partisi" olduğu zaman dahi, tüm işçi sınıfını değil; işçi sınıfı içinden sivrilmiş aristokrat amelelerin ve işçi sınıfı içine sokulmuş küçük burjuva (ve burjuva, derebey) aydınlarının örgütte ağır basmasıdır. Bu sınıf yozlaşmasının politik niteliği: Sendikalizm (sendikayı, siyasi partinin üstünde bir devrim aracı gibi tutmak) ve parlemantarizm (parlemento dışındaki halkı ve eylemi küçümsemek) olur.
         Dikkat edersek, sendikalizm ile parlemantarizm arasında bir çelişki var gibi gelir. Sendikanın rolünü abartmak; parlamentonun rolünü ufaltmak değil midir? Tersine, parlamentonun rolünü abartmak; sendikanın rolünü küçültmek değil midir?.. Böyle sanmak, görünüşe aldanmaktır. Sendikalizm: İşçi sınıfı içinde işveren sınıfı ajanlarının ağır basması, proletaryanın politika bılincinin körletilmesidir. Parlamentarizm: Hanyayı Konyayı anlamamış halkın, gözü açılmaksızın, her dört yılda bir sandık başına gider gitmez, her şey: bilerek, anlayarak oy verebileceği yalanını yutturmacadır.
         Böylece, sendikalizm denilen tencere yuvarlanır, parlamentarizm adlı kapağını bulur. Sendikada İşçi sınıfı, parlamentoda tüm halk: İçyüzlerini tanımadığı kimseleri sözde seçer; sonra, "zâhir ben seçmişim" deyip, o kimselerin bütün ettiklerine katlanarak, kaderine küser. Her iki durumda da, tam: "Dalavere, malavere.. halk Mehmet nöbete" çıkarılır.
         4- Örgüt Ana Halkasının Diyalektiği;
         Demek, bugün Türkiye'de örgüt zincirinin ana halkası: Ne lonca kalıntısı dernekçilik, ne bilinç törpüsü sendikacılık, ne politika testeresi parlamentoculuk oyunları olamaz. Elbet işçi - köylü - halk - aydın vb. yığınlar, elden gelirse bir teki dışarıda kalmamak üzere en geniş ve en güçlü dernekler ve sendikalar içinde örgütlenmelidirler. Her sosyalist, her gün, her saat başı becermelidir o yığın örgütlenmelerini. Ancak, suyun başını politikanın kestiğini, politik savaşın ise her şeyden önce sosyal sınıf bilinci ile yöneldiğini, bir saniye bile unutmamalıdır. Ve saniye yitirmeksizin proletarya partisini gerçekleştirmelidir.
         Suyun başı parlamentoda kesilmiyor mu? Evet. Öyleyse parlamentoyu, seçimleri ve ilh. efendi - ağalara bırakıp mı gideceğiz? Hayır. Elbet ülke çapında söyleneni herkesin işitebileceği en yüksek minare parlamentodur. Orada yalnız finans beyleri ile tefeci ağaların istedikleri ezanı okumalarına, birbirleriyle kayıkçı dövüşü yapmalarına seyirci kalamayız. Seçim kampanyalarında halkın bilgisizliğini ve bilinçsizliğini alabildiklerine sömürmelerine kaygısız abdalca bakamayız. Ancak, parlamento dışındaki halk, yani tüm millet uyarılmadıkça, meclis kürsülerinde, - o da bırakırlarsa! - bin yıl çekilecek en parlak söylevlerin halka maval okumak gibi geleceğini, halkın herşeyden önce "oy davarı" olmaktan kurtarılması gerektiğini bir salise, bir an bile unutmamalıdır. Ve ân geçirmeksizin proleterye partisini, hem halk, hem meclisler içinde savaştırmalıdır.
         Görüyoruz; ekonomik eylem (dernek, sendika vb. yığın örgüt ve kampanyaları) de, politik eylem (meclis, seçim vb. seçkin örgüt ve kampanyaları) de, son derece keskin iki yüzlü kılıcın en yaman diyalektiği ile işler. Ve oportunizm de, revizyonizm de herşeyden önce Türkiye toprakları ve insanları için önerilecek bin bir türlü ekonomik ve politik düşünce ve davranışların mihenk taşına vurularak değerlendirilir. Dünya çapında ezberlenmiş doğrular ne olursa olsunlar, Türkiye'nin ekonomi ve politika örgütlenme zinciri üzerinde uygulanıp denenmedikçe, doğru değerlendirilemez.
         5 - Oportinist kim '? Revizyonist kim ?
         Kim işçi - köylü - aydın - esnaf örgütlenmelerine : "dernek ya sendika da neymiş? Biz devrimci sosyalistiz!" diye dudak bükerse, o oportunizmin de, revizyonizmin de en iflâh olmaz katırıdır. Böylesine "devrimci sosyalist" lere verilmiş: "sosyalist - revolüsyoner" adı, anarşizmin, nihilizmin domuzudur... Kim, işçi sınıfı ile köylülüğümüzün bilimcil sosyalistçe iktidar savaşı yapacak sıyasi partisi olamaz der veya onu zamanı gelmedi! gibi altına etmış şıh kerametiyle erteler ve geciktirirse, o oportunizmin de, revizyonizmin de en iflâh olmaz katırıdır. Böylesine başıbozukça beyinsiz işgüzarlıklar, her yerde, herzaman, en terörcü gösterişlere de sapıtsa, ileriye kaçan ödlekliğin ve bozgunculuğun domuzudur.
         Örgüt için doğru olan diyalektik: Meclis ve seçim vb.
        alanlar için de aynen doğrudur. Daha yüksek devrimci eylemler
        birinci plâna çıkmadıkça, yahut burjuvazinin kendisi meclis
        kanurılarını, anayasaya bile metelik vermeyip, çiğneye çiğneye
        sıfıra indirmedikçe, her türlü meclisler ve seçimler
        dövüşlerinden kaçınmak, çekimserleşmek oportunizm ve revizyonizmdir. Ama, işçileri fabrika cehennemi, Patron ve Ajan provokasyonlan ve kıyımları ile mücadelelerinde sendikalizme teslim emek, köylüleri topraksızlık ve ağır kapitalizm ve devletçilik yükleriyle mücadelelerinde adaletsizliklere, idare ve kalem efendisi baskılarına ve jandarma dipçiğine darmadağın çıplak et olarak bırakmak, gençleri, yetmiş yedi buçuk finans-kapital ve Hacıağa ajanları, casusları tarafından adım başında kurşunlanırlar, resmen gizli işkencelere uğratılırlarken anarşi ile suçlamak.. ve hepsinin üstüne birer bardak soğuk su içerce, birer parlak parlamento nutku çekmek.. Oportunizmin ve revizyonizmin en onmaz batağına gömülmektir.




Tüm Ekonominin Büyükleri:
Sosyalist, 15 Aralık 1970

          Yalnız devlet ve özel büyük yerlerinin karşılaştırılması bile, daha büyük işletmelerin, ekonomide ne denli egemen olduklarını ispatlamaya yeter. Türkiye Sanayiindeki büyük küçük bütün işletmeleri kıyaslamak, daha ibret verici olur.
         İmalât sanayiinde 1-4 kişi çalıştıran işyerleri 147 bin 675 iken, 50 ve daha fazla işçi çalıştıran işyerleri 853 tanedir. Büyükler küçüklerin sayıca 173'te 1'i ediyor. Gıda sanayiinde bu rakamlar 11.899 ile 152'dir:

         Yuvarlak hesap: 1000 kadar büyük işletme, 150 bini aşkın küçük kadar, yahut ondan üçte bire yakın (%62) fazla işçi çalıştırıyor. Bir büyük işletme (50 kişi ve daha çok işçi çalıştıran) rahat rahat 150 küçük (1-4 kişi çalıştıran) işletme kadar insanın alınyazısını elinde tutuyor.
         Ya bu çalışan insanların alınyazıları nasıldır? Küçük işyerinde çalışanların yıllık gelirleri (maaş-ücret) Büyük işyerlerindekilerin 10'da 1'i kadar düşüktür. Demek Büyük İşletme, insanın alınyazısını çizmekte Küçüklerden 1500 kez daha etkendir. Bu geçim şartları ile Türkiye'de Büyük işletmeler karşısında Küçük işletmelerin yaşamaları da, yaratmaları da, sürünmekten beter, bir işkence çekmektir...
         Buna karşılık, 1 Kasım 1963 günü, çalışanlardan 1-4 kişilide: 285.857 kişiye yılda 195.076.000 lira ücret-maaş (adam başına 682 lira) ödeniyor; 50 kişi ve fazlası işyerlerinde: 273.495 kişiye 1.872.418.000 (adam başına 6846) lira ödeniyor. Bu durum, Millete: Olmaz olsun o 285.857 işyeri dedirtmez mi?
         Bu kural önünde gerçekliğe daha yakından bakalım. Sanayi alanında "Büyük İşyerleri" diye gösterilen 3012 işletme: 10 kişiden, yahut 10 beygir gücünden yukarı güçle çalışan yerlerdir. Aynı 1964 yılı 50 kişiden daha çok çalışanlı daha büyük işletmelerin sayısı, tüm Türkiye sanayi kollarında: 1705 tanedir. Daha bu rakam söylenirken açıkça anlaşılacağı gibi, 3012 Büyük adlı işyerinden 50 kişi çalıştırmayan 1307 tanesi, elbet 50 ve daha fazla kişi çalıştıran bu 1705 işyeri yanında devede kulaktır. 237 devlet işletmesinin 2775 özel büyük işletmeye taş çıkartışı gibi...
         Gözü kapalı söyleyebiliriz ki, Türkiye ekonomisinin sanayi bölümüne o 1705 işyeri şartsız kayıtsız egemendir.Bu egemenliğin kişi olarak anlamı aranırsa, 237 Devlet işletmesini biçim bakımından çıkarırsak, 1468 Özel sanayi işletmesi Türkiye üretimine egemendir.

         Böylece Türkiye ekonomisinin temelinde 3314 Özel ile 484 Kamu işletmesi cancana yatmaktadır. 500'ü bulmayan Kamu kesimi: Şehirde ve Köyde 3300'ü zor geçen Özel kesimden çok üstün güçte, ama onun emrinde işlemektedir.
         Türkiye'nin "Büyükler" adını alacak ekonomi kodamanları: sanayi, ticaret, ulaştırma, hizmet, tarım alanlarında en çok 3314 aile olabilir. Devletle birlikte 3798 büyük kurum... Yuvarlak rakam fazlası ile 500'ü bulmayan Devlet Beyliği diyebileceğimiz kurum yanında gene 500'ü bulmayan Toprak Beyliği besbellidir... Bunlar (Toprak ve Devlet Beyleri) birinci Binlik sayılabilirler.
         Geri kalan ticarette (perakendecilere) egemen 500'ü bulmaz Toptancı, hizmetlere egemen 500'ü aşkın işletme 150'yi bulmaz ulaştırmaya egemen kodamanlar topu birden ikinci Binlik sayılabilirler.
         Öteki Sanayi'nin 1500'e varmaz büyükleri gerçekte bini aşarlar mı?
         Asıl işin, sosyal problemin püf noktası buraya gelir dayanır. Büyük Sanayi işletmeleri iki açıdan eleklenebilir:
         1) Büyük imalât işyerlerinin çalıştırdığı işçi sayısına göre orantıcıl dağılımı içinde 49 kişiye kadar olan işyerleri 1964 resmî İstatistik Grafiklerinde %76'yı buluyor. (İstatistik ayrıntılarını saklamakla birlikte, genel grafik çizilerinde bunu gösteriyor) (1). Bu hesaba göre, büyük sayılanlar içinde asıl 50'den yukarı işçili yerler 4'te 1 olurlar. 200 ilâ 499 kişı arası çalıştıranlar %5 (20'de 1), 500'den 1000'e dek işçi çalıştıranlar %2.5 (40'ta 1), 1000'den yukarı işçi çalıştıranlar % 1 ile 2 arasıdır.
         Asıl Türkiye sanayiinin alınyazısını çizenler, o "büyük" sayılan işletmelerin 10'da 1'ileri sayısında demektir. Tüm "Büyük sanayi" sayılan işletmeler 3012 olunca, asıl kodamanlar 300 kadardır.
         2) Büyük imalât işyerlerinin hukukî durumlarına göre dağılım oranı ise: %45 kadarı kişi mülkiyetinde, geri kalanı (kollektif, Anonim, Limited, Özel Kanunla kurulmuş, Komandit) şirketlerdir. Türkiye'de şirket'ler arasında sayılan Kooperatifler yüzde yarım bile yer tutmaz (%0.4).
         Türkiye'nin bütün ekonomisi gibi, politikasından kültürüne ve dinine dek her şeyine kontrolunu en az 40 yıldan beri koymuş bulunan Ekonomi ağları: Şirket ağaları'dır. 3000 büyük işletme içinde 300 en kodamanı bu açıdan değerlendirelim. Bu en kodamanların 132'si kişi mülkü sayılsa,168'i Şirket demektir (2).
         Daha 1929 yılları, Türkiye'de bile, İktisat Bakanlığı Şirketler Sigorta Müdürü ile İstanbul Şirketler Komiseri, "Sermaye Hareketleri" adlı irice kitabın başında şu hakikati yazmışlardı:
         "Şirketlerin her yıl ulaştıkları sonuç, aşağı yukarı memleketin ekonomi durumunun ve sağlığının rakamlarla deyimlendirilmesi demektir." (s. 3)
         Dünyamızın, hele Türkiye'mizin "hakikat"leri, 40 yıldan beri pek değışmedi: tersine büsbütün koyulaşıp kardı. "Şirketler" (Kumpanyalar) deyimi halkın kolay anlaması için Finans - Kapital sözcüğünün yerine kullanılabilir. Türkiye ekonomisine, ve dolayısı ile tüm yaşantımıza Ceza Kanunlarında yazılan "Tehakküm" kertesinde egemen olan gizli-açık güç: Bu şirketler şebekesidir. Bunu anlamadıkça, Türkiye'nin değil ekonomisinde, en bayağı lotaryacı politikasında bile hiç bir şey anlamış olunamaz.
         1929 yılı Bilânçolarına göre Türkiye'de 166 şirket vardı. (H. K.: Emperyalizm'den Türkiye'de Kapitalizm, s.162,1965). Bunlardan 102'sinde Kurucu, İdare Meclisi üyesi v.b. kişiler, 444'ü Türk (yahut Müslüman), 181'i gayrıtürk (veya Müslüman olmayan): topyekün 625 kişiydi. 166 Şirket için sayılabilecek Finans - Kapitalist sayısı: 633'ü Türk, 233'ü gayrıtürk olmak üzere topyekün 866 kişi idi.
         Aradan geçen 41 yıl sonu ne gibi değişiklik oldu. Başlıca iki karakteristik değişme görüldü:
         1- Şirketlerin sahipleri içinden kaçı Müslüman - Türktür, kaçı Müslüman - Türk değildır, bu inanılmaz bir kıskançlıkla saklanıyor. Kapitalist sınıfı içınde seçilen en kodaman Finans - Kapitalist elemanları, Türk ve Müslüman olsunlar, olmasınlar, tam kafatascı - mukaddesatçı - nurcuların istediklerinden âlâ "Canciğer kuzu sarması" olup, yürekten kaynaşmışlardır.
         2- Millî Kurtuluş Savaşını arkadan hançerleme durumuna düşmüş bulunan en büyük Toprak Beyleri, 1929'da henüz içlerinden en kodamanlarını Kapitalist sınıfınınkilerle kaynaştırabilme fırsatını o denli bulamamıştılar. Lehül Hamd Dolar ve Sam Amcaları sayesinde bugün Büyük Emlâk Sahiplerinin en kodamanları da kapitalist sınıfının en kodamanlarıyla etle tırnak olabildiler.
         1929 yılının 166'ları dışında kalan 491 toprak beyi, bugün artık yerini bulmuştur. Kapitalizmin 2 egemen klâsik sınıfı içinden: Burjuvalar ile Büyük Toprak Sahipleri sınıflarından en kodaman elemanlar biricik Finans - Kapital zümresi halinde kenetleşip her şeye tehakküm yolunu bulmuşlardır.
         Yukarıda ayrıntılarını verdik. Türkiye'ye hangi temel ekonomik madde gücü egemendir? Sorusunun karşılığı açıktır: Finans - Kapital egemendir. Türkiye'nin kendi sosyal yapı karakteristiği içinde egemen Finans - Kapital zümresi kendi içinde kaç bölüğe ayrılabilır ve bu kümeler kaçar kişidirler?
         Hepsi, hatırda kalmak için. yuvarlak rakamla gösterilir ise: 500'er (beşer yüz) birimi geçmemek üzere, yukarıdan aşağıya sıralanabilen 5 küme Finans - Kapital tipi göze çarpar:
         1- Devletçiliğimiz (484),
         2- Toprak Ağalarımız (491 ),
         3- Sanayi Baylarımız (3-5 yüz),
         4- Ticaret Baylarımız (5-6 yüz),
         5- Hizmet Baylarımız (565).
         35 milyon insanımızın alınyazısını kim çiziyor? Bu 5 kollu Finans - Kapital zümresi içinde egemen olan, yuvarlak hesap 2500 Birim.
         Bu birimlerin çoğu "Şirket", yâni "Ortaklık" adını alır. Evet. Her ortaklıkta bir çok ortaklar bulunabilir. Hiç kuşku yok. Bütün o ortakları, "Birim" deyimi ile bir kişi gibi göstermek küçümsemek olmaz mı?
         Hayır. Her ortaklıkta, Finans - Kapital işleyişinin iç makanizmasını bilenler için, başı çeken çoğu bir tek sayın kişi olur. Ötekiler onun kul'ları (Vasalleri)dirler. Hele göstermelik hissedar kalabalıkları, en bön çocuğu güç kandıracak gözbağlarından başka bir şey değildirler. Tersine, bir çok Şirketlerde aynı tek kişi'nin başrolü oynadığı düşünülürse, 2500 birimi 2500 kişiden daha aza indirmek de olağandır.
_________________
(1) Oysa daha önce 50 kişiden az işçi çalıştıran büyüklerin sayısı 1307 ve tüm büyükler içindeki oranı %43 olarak bulunmuştu. Resmî istatistiklerin, böyle çelişik rakamlarla, gerçekleri peçeleleme çabası açıkça görülmektedir.
(2) Aslında bu en kodamanların belki hepsi de Şirket'tir. Finans-Kapital böyle gizli çalıştığı için, bunları kesince tesbit etmemiz mümkün olmamaktadır.





SOLDA BAŞSIZ DEVELİK
15 Aralık 1970



         Sosyal Determinizm:
         Marksizmin başlıca, gücü: Bilimde "Belirlenmezlik: En determinizm" adını alan "anarşi"yi kaldırmış olmasıdır. Bilimcil sosyalizm, her şeyden önce sosyal "belirlenirlik: Determinizm yoludur. Her doğa olayı gibi, her toplum olayı da belirli kanunlarla, yâni zincirleme nedenlerle yürür. Hiç birşey, dıştan görünebildiği gibi: Gelişigüzel, rastgele, keyfı, mutlak kişicil.ve bireycil olamaz. Tesadüf nasıl gerekli (zarurı)nin yüzeyi, yahut bir yüzü ise, tıpkı öyle, kişi veya bir ahbapçavuşlar olayı sayılan şey de, ancak toplum veya bir sınıf olayının yüzeyi, yahut bir yüzüdür.
         Bu bakımdan Türkiye olaylarının egemen çevrelerinde veya iktidar alanında rastlanılan başsızdevelik niteliği bir kör tesadüf, yahut bir Demirel - kişi hâdisesi olmaktan çok uzaktır. Onun gibi, Türkiye'nin ezilen çevrelerinde veya "devrimciler" alanında karşılaşılan olaylar da, gelişi güzel kaldıkça, ilkin bilimcil sosyalizm ötesine düşerler; ondan sonra, daha doğrusu o yüzden ve ondan önce de Türkiye'nin genel niteliği ile belirlendirilmiş bulunurlar.

         Güdücü Sınıfların Başsızlığı:
         Örneğin "başsız develik yalnız Finans-Kapital ve Tefeci - Bezirgân katlarının niteliği midir? Öyle olsa, bunu toplum dışı nedenlere bağlamak gerekirdi. Oysa oradaki başsız-develik, son kerteye dek belirli= determine nedenlere bağlıdır.
         Türkiye'mizin 500 küsur kasabasına çöreklenmiş Tefeci-Bezirgân sınıfı neden başsız-devedir? Çünkü, o antika sınıf kendi alınyazısını ve güdümünü kendi elinde tutamaz: Türkiye'nin Finans-Kapitalist zümresinin tekeline ısmarlamıştır. Bilimi, bilinci, iradesi modern kapitalizmin emrindedir. Kendi omuzları üstündeki başını kullanarak yaşayamaz. Kendisine yabancı olan Finans-Kapital zümresinin takma başı ile düşünüp davranır.
         Egemen Türkiye Finans - Kapitali, 35 milyon insanı sağmal sürüye çevirebilecek gücü gösterdiği halde, niçin başsızdevedir? Şunun için ki, Türkiye'nin bir avuç Finans-Kapital zümresi de, kendi alınyazısını ve güdümünü kendi elinde tutamıyor: uluslararası Finans - Kapital'in tekeline ısmarlamıştır. Bilimi, bilinci, iradesi Dünya kapitalizminin emrindedir. Yerli Finans-Kapitalimiz, kendi sermaye ve politika ve kültür varına dayanarak yaşayamaz. Yabancı sermaye gibi yabancı politika, yabancı kültürlerden aktarılmış bir takma baş ile düşünüp davranır.

         Takrna Kelle Geleneği:
         Tefeci - Bezirgân hacıağalar sınıfı, antika kellesini daha Padişahlık kaldırılır kaldırılmaz yitimıiştir. Padişah-sultanın yerine, Batıdan hazırlop "Avrupa metâı" bir Cromwel yahut Napolyon yahut Bismark tipinde "general - sultan" ithal etmekle en büyük "İhtilâli" yaptığını sanmıştır. Ama, hacıağanın kendisi (geçimi ve beyini) ezeli Osmanlı çağında yaşadığı için, "general" başları bile hâlâ "paşa-sultan" olarak görmektedir.
         Finans - Kapital türedi Beyefendiler zümresi, "Ebedi Şef" Mustafa Kemal Paşa öldüğü gün derin bir nefes almıştır. Ama, 2.ci emperyalist evren savaşına "başsız deve" olarak girme cesaretini ve gücünü kendisinde bulamamıştır. O zaman "Milli Şef" adını takarak İsmet Paşa'yı tahtsız, taçsız sultan ilân etmek zorunda kalmıştır. Savaş vartasını atlatır atlatmaz. "Marshall yardım"lı "Truman doktrini"nden başka bir kelle takınamayacağını görmüştür.

         Sol Başıbozukluğun Kökleri:
         Türkiye'mizin o sıyrılınamaz "sağ" yapısı içinde Türkiye'nin "sol" yapısı nasıl olabilirdi? Türkiye'de alaturka istibdât gibi alafranga istibdâta da ve bu her iki istibdadın yaratığı olan politika başsız-develiğine de son verecek biricik modern sosyal sınıf: İşçi sınıfimızdır. En az elli yıllık Bilimcil Sosyalizm savaşının: Çok alçak gönüllü, çok nankör deneyleri bunu aralıksızca ispatlamıştır. İşçi sınıfımızın hareketi en az 40 yıl başsız-develiği egemen politika çevrelerine bağışlamıştır. Proleterya, her zaman kendi omuzları üstündeki başı ile düşünüp davranma çabasını önemsemiştir.
         Ne var ki, Bâbil artığı toplumun havamıza sinmiş zehirli miyasması ve o miyasmayı işçi ve aydın küçük burjuvalarına (Aristokrat amelelerimize ve kapıkulu ülemâmıza) bir "âb'ı hayat" (can suyu) gibi içirmesini bilen Finans - Kapitalin gizli açık manevraları boş durmadı. Ve yalnız bir şeye dikkat etti: Türkiye işçi hareketini başsız - deveye çevirmek! Bunu becerebildiği gün Türkiye solunun canına okuyabileceğini iyi biliyordu.
         Sosyalist kuşaklar arasında, ikide bir patlak veren "Fetret Devirleri" sayesinde azıttırılan başsız-develikler epey zemin hazırlamıştı. Binbir provokatöıün kışkırttığı "apolet sosyalizmi", zaman zaman, ansızın belirmiş "Maşrık'ı âzam"lıklara kapı açmıştı. Acem'in: "Menem, diğer nist: Benim, başkası olamaz!" dediği yıkılış kahpeliklerinin ırzı kırık etiket ve süs satışları: "aşağısı sakal, yukarısı bıyık" olduğu için tükürükle karşılanamıyordu. Böylece, yetmiş yedi buçuk casusluk ajanlarının ince soysuzlaştırmaları ile, Antika Osmanli başıbozukluğu, yahut "başsız - develiği", "beyinsiz işgüzarlığı": Hareketin içine yer yer ve zaman zaman Truva Atlarını soktu.

         TİP'e bir "Baş" arandı:
         Finans - Kapital 27 Mayıs'tan önce halkın içine "demirkırat" dedirttiği petrol istasyonlarının başsız - develiğini kundak gibi saldı. DP avantürü iyi sonuç vermedi.. 27 Mayıs'tan sonra İşçi sınıfı içine patentli yahut icazetli sosyalizmi her göze görünmez bir kundak gibi sokmaktan başka çıkar yol kalmadığını anladı. Birinci raundda "sendikacılar" katarı öne sürüldü. TİP kuruldu. İçlerinde elbet içtenlikli ve yürekliden çok ihtiyatlı iyi dileklileri tenzih etmek gerekir..: Ama, hiç birisinin ütopik sosyalizmi bile ağıza alacak durumda bulunmadığı ortadaydı. İçlerindeki gizli ajan sayısını ise "Allah" bilirdi.
         Bu manzara başsız-develikten de beterdi. Başlarına bir işçi - sendikacı geçirmişlerdi. İyiydi. Hoştu. Yahut "Hür Seçim" davul zumaları ortasında o Aristokrat işçi TİP başkanına, kurnaz Finans - Kapitalin en sünepe bezirgân partisi bir tutam ot uzatacak oldu. TİP başkanını, bezirgân partinin "milletvekili" aday listesi altına çağırdı. TİP Başkanı koştu. Hendeği atlayamadan boynunu kırdı. Böylece TİP'in Başsız-Deve oluşu en kör göze dahi battı.
         Finans - Kapital o kadarını dememişti ajanlarına... TİP'e çabuk, kallâvisinden bir "baş" aranmalıydı. Arayan neyini bulmaz ki? Bâbıâli'nin "büyük kapısı" öteden beri: Şiir - hikâye - roman- fıkra okur yazarlarının turnayı gözünden vurucu keskin nişancı "sol"ları "Allah Allah!" diyorlardı: "Bir mâkamı olsa da üıerine otursak, soluğun yuvasını folluğa çevirerek, ne saçı bitmetik sosyal tâze civcivler çıkarır, ne eski yaramaz başları keseriz. Görürsünüz!"
         Bir de Türkiye devrimciliğinin Paşa geleneği vardı... Paşalar iktidarda idiyseler, o kata erişemeyen çocukları muhalefette hiç değilse tek devrimci kesilirlerdi. Aç ayak takımından sosyalist de ne imiş? Devlet düşkünü Paşazâde'den aşağısı kurtarmazdı. O zaman halk en müflus mirasyedi için bile bir hayranlık duyardı: "Bak, istese anlı şanlı paşa olurdu. Tepti. Aramıza tenezzül etti... Aman paşaçığın kılına toz kondurmayalım!" der. Ve daha sınanmış bir "yöntemle": Deveye başı kolayca takılı verirdi.

         "Kripto Sosyalist" Beyciklerin Kellesi:
         Bay Mehmedali Aybar ve ortakları böyle "seçildi". Onların alt yanlarındaki ayak takımına bakmayın. Tepedeki mutlu sollar, hem Bâbıâlinin edebiyat hânedânından, hem Osmanlı döküntülerinin en son paşa hânedânından patentli idiler. Dramatik bir Şerlok Holmes sahneye konuşu ile B. Memedali Aybar TİP'in başına geçirildi.
         Onun misyonu (kutlu görevi), Türkiye'nin 40 yıllık bilimcil sosyalizm savaşı gelenek ve görenekleri üzerine: Rahmetli paşa babalanndan, yahut şöhretli şair yeğen - bacanaklarından kalmış bir mirâsa konarca oturmaktı.
         Heyamolla ile oturtuldu... Oturur oturmaz çıkardığı "resmi bildiri"ler belki dosyasındadır. Orada: "Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz!" diyen başkomutan çalımıyla. "ilerici aydınlar"ın: İşçi sınıfını güdeceği saklanmıyordu. Sonradan parlemantarizm
adlı uyuz illetine karacak olan bu taratorlu aydın kaşıntısı neyi gösteriyordu? O henüz "kripto - sosyalist" geçinen Beyciklerin modern işçi sınıfımızı Osmanlı Reâyâsı gibi gördüklerini ve bilimcil sosyalizmi, metafızik burjuva "sosyolog"luğu ile karıştırdıklarını...
         TİP'e bir "baş" bulunmuştu. Bu baş proleterya sosyalizmi olmak şöyle dursun, burjuva sosyalizmini bile henüz kekeliyemiyordu. İçi bir şeyle "dolu" idi: kimi kuyruk acılarını bir türlü çıkaramamış olan kimi eski "sosyalist"lerin kan dâvasını aşiret içgüdüsü yapmıştı. Böyle "deve kini" ile doluluk bir "baş" için "boş" olmaktan daha kötü sapıklıktı. Boş baş belki zamanla doldurulabilirdi, yahut yetişip gelişirdi. Sosyalizmin en çok derleyici olması gereken günlerde: Baş, gövdesini hakir görüyor, çevresini paroid hezeyanlarla yadlaştınp dağıtıyordu.
         Bu artık, bir mâsum devenin başı bile değildi. Gericiliğin "Allah korkusu" yerine, "ilerici" Polis korkusunu geçirmişti. Yarısı burjuvaziye yaranma dostluğu, yarısı Eski sosyalistleri ısırma düşmanlığı denilen kokuşmuş gübre ile şişirilmişti. Kurudukça kakırdamış deve postu içinde, isterik yapma esriklikler taslayarak, "tozu dumana katıyor", dumanı toza, en sonunda "ekşi boza" köpürüşüyle 1969 Seçimlerinde "Başa güreşecekti".
         TIP'e "bilinmez eller"in taktığı bu baston yutmuş asaletli "Yeni Mehmedağa" kellesi, işçi partisini yeniden başsız - deveye çevirmişti. Finans - Kapitalin istediği de bu idi. Sol kanatta, her derleniş çabası artık CİA kazığına oturtulabilirdi. Finans - Kapitalin, işçi sınıfinın içine soktuğu küçük burjuva ajanlarına yüzyıldır tâlim ettirdiği Sendikalizm ile Parlemantarizm, Türkiye'de de can ciğer kuzu sarması, birbirine sarmaşıp cümbüş edebilirdi.




DEVRİMCİLERDE BAŞSIZ DEVELİK
15 Aralık 1970
Al Aydınlık - TİP KONGRESİ

           Bindiği Dalı Kestiğinin Resmidir..

         "Sosyalist Dergi" alt başlıklı Al-Aydınlık daha "dokt" (çok bilmiş) tur. Hep şöyle "ağırbaşlı" girişir:
         "Hareketin neresinden ve nasıl başlanacağı sorunu henüz tam bir açıklığa kavuşmuş değildir." (Kasım 1970.1)

         Çıkışları 3. yıla giriyor... Herkes bir iş "bitirdiklerini" umar. Onlar henüz "başlamak" şöyle dursun, daha neresinden başlayacaklannı bilmiyorlar. "At'tantizm" dedikleri hâl; "Bekle gör!" Neyi bekleyeceğiz? "Tartışma ortamının yaratılmasını", "merhalelerin... ulaştığı noktanın... çizeceği yolun doğru değerlendirilmesi"ni!

         Cancağızlarım, hiç mi canınız sıkılmadı 2 yıldır, 2000 kez bu kör tespihi çekmekten? 1950 ile arasını yarım satırla atlıyorlar Genç Osmanlar: "Hareketin sağır duvarlar arkasına hapsedildıği dönem". O kadar! Ne Emekçi Parti, ne Vatan Partisi hiç olmamış.

         Asıl yularsız arslanların: "ideolojik birliği... TÜRK SOLU dergisinin çıkışıyla başlamış"... Bunu okuyunca rahatlamak istiyorsunuz. Neyse, bâri: "ideolojik birlik... başlamış" mı? Eh, "Aydınlık"lar 2 ama, demek "ideoloji" 1 imiş zağar! Aynı sayfanın orta yerine gözünüz takılıyor:

         Türk Solu:
         1) "Cephe dergisi havası içinde amaçlarını kalın çizgileriyle gerçekleştirmiş";
         2) "Bir yandan proleter devrimci hareketin derlenip toparlanmasını sağlamış"..
         Oh, oh! Ne iyi. Harekette "toparlanmış".. Tam sevinmek istiyorsunuz, bir de aynı 3. sayfanın aşağısında ne görüyorsunuz?

         Aynı TÜRK SOLU'nun... "giderek güçlenmesine rağmen:
   1) "Nicelik olarak gelişen hareket ideolojik gelişme ile tam bir paralellik sağlayamamış";
         2) "Ve bugünkü dağınıklık ortamına ulaşılmıştır." (3)
         Behey kardeşim Nasrettin Hoca: Ya o "ideolojik" ve "derleniş" dalının üstünden in, ya elindeki "nicelik" ve "dağınıklık" testeresini bırak... İkisini de yapamaz. "toparlanış" öylesine tostoparlak olmuş ki, "Örgüte dönüştürülme olanakları", "bir takım küçükburjuva unsurların" zıpzıptaşı gibi yuvarlanmış gitmiş!

         İşini Bilmeyen Çavuşlar:

         Aydınlık erenlerimizin "sağı solu olmaz" demiş. Bırakalım kendi düşenleri. Kendi dışlarında neylerler?. "TİP Özel Sayısı" çıkarırlar. Yıllar yılı TİP'i "oportünist"lerden "kurtaracak" idiler. Nasıl?.. Gene bir "dokt" satır atıyorlar ortaya:
   "TİP'in bugünkü sonuca ulaşmasının kaçınılmazlığını iddia etmek kadercilik olur (3).
         Aman ne güzel söz değil mi? Bizim tekkenin dervişleri MDD'ci tespihlerini ellerinden düşürmezler ise de, "kaderci" olmayacağa benzerler. Şu TİP'i belki de "dev devrimci" bilekleriyle, kötü "oportünist"lerden temizleyecekler... O umutla 4. sayfayı açar açmaz çarpılıyorsunuz. "Kaderci" olmadıklarını "iddia" eden Al-Aydınlık şıhları ne kerâmet gösteriyorlar? Aynen şu:
   "... Proleter Devrimcileri hatırı sayılır bir delege gücüne sahiptirler."
         "Ha gayret!" diye yüreğiniz hopluyor. Arkasından, minare boyu sıçrayanın, paraşüt kayışı ansızın kopmuşça, yere düştüğüne tanık oluyorsunuz:
   "Ancak, deniyor, bu hâinler kliği ile artık yapılacak bir şey kalmamıştır." (4)
   Yâni, tam iki dirhem bir çekirdek Otzovizm! Kapıyı bir şiddetle çarpalım düşmanın yüzüne ki, görsün! Ama sen, evi "bu hâinler kliği"ne bırakıp kaçıyorsun babalık?. Körün istediği bir göz, sen iki veriyorsun. Belki sana çok "ileri kaçıyorum" gibi geliyor. Ama, kaçışın ilerisi, gerisi olmaz. Sen cepheden kaçıyorsun. Hem de ne zaman? "Hatırı sayılır bir delege gücüne sahip" olduktan sonra... Doğrusu bu kadarına pes!
         Yunan ordusu Anadolu'da kaçarken, Başkumandanı Papulas: "Ordumuz mağrurane ricat ediyor!" demişti. Gülmüştük. "hatırı sayılırca" içine girilmiş bir kale, tek kurşun atılmaksızın düşmana teslim edildikten sonra, dışarıda kurusıkı zafer topları atmanın nasıl bir düğün dernek olduğunu anlayamadık. Döktürüyorsunuz:
   "Eski oportünizm kendi leşiyle birlikte içi boş bir tabut haline getirdiği TİP'i de tarihin mezarlığına gömecektir." (4)
         Hep "parlak edebiyat" bizi öldürdü, öldürüyor, öldürecek. Ya o savaşmak için her şeyi göze almış çocukların kabahatleri ne? Al götür bir düğün salonuna, orada da "rakınrol" havasıyla birbirlerine kapıştır. Sonra hiç bir kesin kararsız,10 günü eksik, 9 ay sonra doğacak çocuğun şerefıne elleri yağmur duâsına aç... Dile kolay başsız - develik. Onlar koğacağına biz kendimizi mi koğduk? Modern proleterya devrimciliği, antika şövalye haysiyetçiliği değildir. "İşini bilmeyen çavuşlar, iki elle apışını avuçlar."

         III. TİP Kongresi:

         Yanılmış olmayı çok isterdik. TİP Kongresinde savaş vermeksizin çekilen yiğitler: "Dev - Genç", Al "Aydınlık Yazı Kurulu" ve "Gençler" imiş. Bir küçük burjuva kapıkulu organından yazılıca öğreniyoruz. TİP Kongresi birinci gün 206, ikinci gün 243 üye ile toplanmış. Sosyalizmin "Yeni Mehmedağa"sı Aybar: Kendi şarkısının söylenmediğini anlayınca gelmemiş bile. Ona bu "çekimserliği" helâl ederiz. Adamın pozu çok, tezi yok. Niye zahmet etsin?
         Kongreye CHP'den tebrik'ler gelmiş : İ. İ. Paşanınki sessiz, Ecevit'inki "biraz alkış"lı olmuş. AP'den bir Halis Muhlis şırşır tehdit göndemıiş. Kongre içinde, antitez MDD'cilik "çekimser" olup, Roma Pleb'leri gibi kendi mübarek keşiş dağına çekilmiş. O zaman klâsik bir üçlem kalmış: 1- Merkez (Batak); 2- Doğucular; 3- Sendikacılar. Bunlann güçleri, aldıkları oylara göre belli òluyor.
         Merkez- batakçıların eski üçlemi ABA'cılar (Aybar- Boran - Aren) idi. Bu kongrede BAS olmuş (Boran - Aren - Sargın). BAS'ların adayı Bn. B. Boran parti genel başkanlığını almış. Kazandığı oy 128... Aybarla birlik oldukları söylenen sendikacılara ancak 10 veya 15 oy yakıştırılıyor. Sendikalizm, ideolojikman silinmiş.
         Merkez dışında asıl ağırlığı olan muhalefet Doğu grubudur. 67 delegesi vardır. Bizim MDD'ci - Aydınlıkçı'lardan Ak- Aydınlık, bunca ağız kalabalığına rağmen 9 delegeden fazlasını sağlayamamış. Sağda sendikacılar gibi, solda Ak-Aydınlıkçılar da silinmişler. Hemen hemen sendikacılarla paralel ve eşit oy almışlar. Ne var ki, TİP Merkez'inin MDD'ci Aydınlıkçılara karşı yaptıkları perseküsyonlar göz önüne getirilirse, Ak- Aydınlığınki epey bir ilerlemedir: Ali kıran toz koparan sendikacılara yetişmiştir.
         Al-Aydınlık, kimilerine göre 75 delege sağlamış. En az 60 delegesi var. Bu üçte bire yaklaşık bir oy sağlar. TİP içinde doğru proleterya çalışması yapsaydı, daha onlarca adsız delegeyi aydınlatabilirdi. Hiç bir şey yapmasa 9 Ak-Aydınlık, 67 Doğu delegeleriyle yan yana: 236 oy sağlar, 128 oyla merkezcilerin kaptıkları parti başkanlığını ve Kongreyi ele geçirirdi. Bundan niye korktu? İşin içinde bir iş olmalı.

         Sendikacıların Gelişimi:

         Beğenilmeyen Sendikacılardan aşağı kalınmalı mıydı? MDD ci aydınlıkçıların 7 de 1 i olan Sendikacılar, ileri gelenlerine göre, ilkin, "Boran'ın Başkanlığına kesinlikle karşı" çıkıyorlar. Delege çoğunluğu ve belki de ortak karşıtları onları gerçekçi davranmaya götürüyor. "Genel Merkezi hazırlama" işine katılıyorlar. 21 kişilik "Genel Yönetim Kurulu"na kendilerinden: "Sadece Kemal Türkler ve Sülker'in temsili yeterli değildir" diyorlar. Sonra Genel Başkan'la ne konuşuyorlarsa: "Mesele çıkarmayacagız" sonucuna varıyorlar.
         Sendikacılarda, yeni bir doğrultu ve gelişme de göze çarpıyor: "DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları) bünyesi içinde bir 'Politik Büro' kurulacak"mış. Bunu bir "Trade - unionisme" hazırlığı saymak istemiyoruz. Nedenleri, pratikte: Sarı gangster Amerikan rüşvetli ve Finans-Kapital destekli kolos "Türk-İş" ile kutuplaşmalarında toplanıyor. Teorik açıdan da olumlu karşılanması gereken iki eğilim beliriyor. Bunları, Kemal Türkler şöyle özetlemiş:
   1- "İşçilerin Bilinçlendirilmesi lâzım". Ne yönde? Politika yönünde. Hangi Politika? Bu nokta henüz gölgelidir.
         2- "DİSK, işçiler gibi köylülerin örgütlenmesini de gerçekleştirmeye çalışacaktır." deniyor. Burada yanılma payı azalıyor. İşçi Sınıfımızın kendi sınıf bencilliği içine hapsedilmemesi, halk yığınımızın en geniş yığını olan köylülüğümüzü mücadele arkadaşlığına kazanması yerinde bir amaçtır.

         Doğu Sosyalistlerinin Olumluluğu:

         Doğulular, şimdiye dek haklı haksız, "derebeği" elemanlara kapılmış gösteriliyorlardı. Doğu'da derebeği kadar, belki onlardan çok aşiret başkanları bulunur. Onların kökleri İlkel Komuna biçimlerine dek uzanır. Bu İlkel Komuna şeflerini, ezberlenmiş "derebeği" kalıbı içine hemen sokmak büyük saçmalık olur. Onları toprakbeği durumuna sokan baskı: Tanzimat maymunluğunun Batı'dan tercüme ettiği kapitalist kanunları yüzündendir.
         Onun için, TİP içinde aktif olan Doğulu arkadaşlara o basmakalıp "derebeği" damgasını vuranlara evel ezel inanmış değiliz. Doğulu kardeşlerimiz, en acıklı biçimlerde madde ve mânaca çok çekmiş insanlarımızdır. Populizmin ütopyalarına kaymamak şartıyla, Doğu'daki ilkel sosyalizm kalıntılarının, modern proleterya sosyalizmi açısından değerlendirilmemesi softalık olur.
         Son kongre olayları ve kişileri, Doğulu arkadaşların sendikacılardan çok daha olumlu ve hele sürekli bir oluşum ve gelişim içinde bulunduklarını gösteriyor. Onlar, başka oy dağınıklıkları önünde kaya bloku gibi birleşik kalmışlardır. Liderlerinden Kemal Burkay'ın açıklamaları, o gelişiminin bilinç düzeyine yükseldiğini gösteriyor. Yeni TİP Genel Başkanı ve yöneticileri için yapılan Doğulu karakteristiği ilginçtir.
         Doğu değerlendirmesine göre:
         l. BAŞKAN: "Behice Boran, toparlayıcı olmaktan çok itici oluyor."
         2. YÖNETİM: "Parti yönetiminde (Boran ekibi)nin MDD'cileri tasfiye kararı hatalıdır. TİP içindeki demokratik tartışma ortamını yok edeceği kuşkusu uyanıyor."
         Bu iki nedenle, Doğu grubu: "Değerli bir genel yönetim kurulu kurulması tekliflerini pek ciddiye almadığı" için, merkez batağına dalmadığını saklamıyor. Doğru ise, Doğulular, Ekinci'ye, Kerametli Şıh Aybar'ın: "Katılmayın, kongreden bir şey çıkmaz!" deyişine uymamışlardır...
         Bütün bu kısa işaretler, Doğulu arkadaşların sosyalizmi ne denli sorumlulukla omuzlarında taşıdıklarını kanıtlar. Bu insanlar bırakılır mı?




MAO! MAO!
15 Aralık 1970



         Manifest gibi: "Asya'da bir hayalet dolaşıyor: Mao Mao Hayaleti" diyelim. Bunun bizde de harika türleri belirdi. Yeri geldikçe konuya değmek üzere, şimdilik kısa bir giriş deniyoruz.
         1- Mao-Mao tarikatımız
         "Mao-Ze-dung düşüncesi".. Biz de de dervişlerini buldu. Dervişlilğ olsun da, ne olursa olsun. Onu beceririz. Sırtta abâ, elde asâ, kolde Keşkül'ü fukarâ.. Yalnız mangır mı? Fikir de dilene dilene, Mağripten Maşrıka gideriz. Hazreti Muhammet: "Ütlûb'ül İlm Velev fis Sîyn: Bilimi Çin'de olsa dileyin" demiş. Dilemişiz, gitmişiz, almışız, gelmişiz: Pusula - barut - ipek - kâğıt... daha neler, ne hünerler ve biberli baharlar.. Hep Çin'den gelmiş.
         Neden Sosyalizm gelmesin? O da geldi. Hem tam bizim Halvetiyye tarikatının elde bin bir tâneli vird'ü tespihi, her parmağın üç boğumu gibi üçer üçer çekiyoruz: Marksizm - Leninizm - Maozedung düşüncesi... Birbirimizi mat etmek için, hep onu tekerliyoruz. Ve her kim ki tekerlemezse: neûz'ü billâh kâfir olur. Öylesine keskin Mao'cular türedi kim... kürsü'lerde!... "Kürsülerde" ya.. başka nerede olacak? Evet, hiç şaşmayahm: hepsi, İmam-Hatip diplomalı vâizler gibi. Hep siperce bir kubbenin altında, yahut göklere doğru basamak- basamak yükselen kutsal menberin üstünde, gözlerimizi çevremize kapayarak, ağzımızı cemâate açarak okuyup üflüyoruz: Marksizm - Leninizm - Mavzedung düşüncesi... "Marksizm-Leninizm" yetmiyor.. ille "Mavzedung düşüncesi"!!
         2- Dünyayı sarsan 2 Deyiş: Tse Tung mu? Ze-Dung mu?
         Çinli yoldaşlarımız, Moğol Atalarımızın kanıyla öylesine katışıktırlar ki, çekik gözlü, çıkık yanaklı sarp yüzleri bize ayrıca sıcak bir yakınlık verdiği için midir? İçten ısındık hepsine. Liderleri Mao, masallarımızın tükenmez büyülü Çin Padişahı gibi geldi oturdu kimi kafalarımıza. Öylesıne ki, adını Çin tecvidi ile kalkalelemiyenlere, cahil sapkın görmüşçe yukarıdan bakıyoruz.
         Mao'nun sonu nasıl okunacak? Bir takım kendini bilmez nâbekârlar "Tse Tung" diyorlarmış. Neuzubillâh: Kâfir oluyorlar "Tse Tung" diyenler. Ağırbaşlılığına toz kondurmayan ağır sayfalı, ağır bilim yüklü bir "Aydınlık" dergisi de az kalsın cehennemlik olayazmış: "Tse Tung" diyormuş!.Yememiş, içmemiş Çincede aslını aramış. Meğer Çin-Mâçinli ağzı ona: Tse-Tung değil, Ze-Dung dermiş.
         Allah, Allah .. Ne ulu günah! "bilimsel sosyalist Proleter Aydınlık" özel sayısında hemen, hadesten teharetle, gusul ve setr'i avret eyleyip, abdest almış: Bundan kelli, sakın ola Mao-Ze-Dung'a Mao-Tse-Tung demekten hararetle tövbe istiğfar ediyor. Bir daha mı "Mav-Tse-Tung" demek? Yârabbi, sen o müşrikliğe artık düşürme Ak-Aydınlık kulunu. Ve ey! Mao Mao müritleri: gözünüzü dört açın: Mao-Ze-Dung'a kalkar Mao-Tse-Tung derseniz, yeriniz Gayyâ kuyusunun dibi olur!
         Böyle tilcik atlatmıyorlar, bizim Mao, Mao tarikatinin Şıh'tan icâzet almış tâze Halifeler:.. Gelin görün ki, şu Çin ümmeti çok ince külâh eylerler adama. Türkiye'ye dek ilettikleri Mao Peygamberin İncil'i Şerifi üstüne nasıl bir ad koysalar beğenirsiniz? Olduğıı gibi aşağıya alalım:
         "Oeuvres Choisies de MAO-TSE-TUNG."
         Evet, bizim koyu dindar Mao Müritlerine Mao'nun Çinlileri bu affedilmez mûzipliği yapıyorlar. Resmen "Ze-Dung"a "Tse-Tung" diyorlar. Hem nerede? Mao'nun Pâyitahtı Pekin'de. Yukarıdaki kitabı yayınlıyanlann adresleri şu:
         "Yabancı Diller baskı'ları.
         PEKİN, 1969."
         Olabilir. Çin'de de bir "revizyonist" ajanı, tâ Pekin yayınlarına dek burnunu sokmuş. "Ze-Dung"u "Tse-Tung" diye bastırmakla, "Maocu halk savaşı"na sinsice ihanet ediyordur. Bizim müritler yeminlidirler. Hâşâ! öyle fısk'ü fücur'a ölseler düşmezler....
         3- Sosyalizmin Üçlemine:
         Dung!
         Vaktiyle, İsâ dininin, -eskilerce "Teslîs" denilen, -Üçlemi yerine, yukarıki üçüzün kuyruğunda "Stalin" gelirdi. Mao- Mao'cularımız onu makaslamışlar. Yerine "Mao-Zedung"u takmışlar. Genellikle "Batı": deyince "Hristiyan" akla gelir. Hristiyan kültürüne alışmış olanlar, Sosyalizmi de "Teslîs"leştirerek popüler olmak istemişler. Yahut, düşünmeden onu yapmışlar.
         Şimdi (Marksizm + Leninizm + Stalinizm) üçlemi: (Marksizm + Leninizm + Mao-Zedung) düşüncesi olmuş "Stalin": (Çelikcil) demekti. Zâhir, çelik yeterli görülmemiş Mao-Zedung'un içinde hem "mavzer" var, hem de sonu Nakkaare dedikleri "kös" adlı koca davulun yaman tokmağı gibi: "Dung!" diye her düştükçe adamın ödünü patlatıyor.
         Pek sevdi kimi "sosyalistlerimiz" bu "Esmâ'i Hüsnâ" (Güzel-Adlar) çekmeği. Bizim bile neredeyse hoşumuza gidecek: Mav-Ze-Dung! Ho-Şi-Minh'inkinden hoş ve cengâver kaçıyor kulağa. Yüzlerce yıldır çok çekti Çin ümmeti. Kurtuluşunu 24 saat davul zurna çalarak kutlasa yeridir. Mao'nun el kadar kızıl kaplı kitapçığını bağrına basmadıkça nefes almasa hakkıdır.
         4 - Devrim'in DEVRİM olduğunun "Keşfídir"
         Ve nedir Mao-Ze-Dung düşüncesi? Marksizm - Leninizm'de söylenmemiş ve yapılmamış hiçbir yanı bulunmıyan bir diyalektik ve pratik olay: Devrim'in "DEVRİM" olduğunu düşünmüş Mao. Çok haklı. Devrimin: silâhlı bir ayaklanma olduğunu da düşünmüş Mao. O hepsinden doğru.
         Ya bizim devrimbazlar?
         Elbet, Moskova'dan Pekin'e, Hanoy'dan Havana'ya dek yeryüzünün dört yanı kanlı ve silâhlı savaşlarla sosyalizme doğmasaydı, Santiyago'da Şili'de Allende'nin "marksizmi" sandıktan çıkıp iktidara geçebilir miydi? Orada bile hiç değilse genel kurmay başkanı gizli gizli kurban edildi, sağcılar tarafından. Hâlâ da "devrim" oldu mu? Göreceğiz.
         5- Hey gidi "Mavzer" Yoldaş
         Mao-Zedung'un, Rusça'daki: "Söz mavzer Yoldaşın!" şiirini aslından tercüme ve popülarize etmesine ihtiyacı yoktu. Koca Çin öyle bir yanardağın krateri olmuştu ki, orada en sünepe kalem çelebisi, akşam dâıresinden çıkıp evine sağ sâlim gitmek istiyorsa, kalçasına, mavzer olmadı, çakaralmaz bir tabanca takmadan yola düşemiyordu. Neden? Şu "ebedîleştirilmiş" sözden ötürü:
         "Uzakdoğu'da Çin hacılarının etekleri bir karış kısalsa, Uzakbatı da Mançester dokuma endüstrisi zıngadak duruyor" da ondan. Üzerinde güneşin batmadığı İngiliz İmparatorluğu bile grevden ihtilâle kayıyordu da ondan. Kapitalizm kolayını bulmuştu: Batıda işçi sınıfinı devrime ayaklandırmaktansa, Doğuya sömürgeliğin ateşten gömleğini giydiriveriyordu.
         Hele Doğunun tepesinde Osmanlı Pâdişahı, Acem Şehinşahı, Çin Fağfuru gibi yozlaşmış Tefeci-Bezirgânlığın küpüne zarar keskin sirke bir derebeği tünetilmiş bulunuyorsa: O hepsinden ucuz ve rahat sömürü alanıydı. Yarı sömürgenin yerli bekçi köpekleri (ve yalnız onlar mı?) zaten birbirleriyle hırlaşıp kuduzlaşmaktan ve kendi kendilerini ısırmaktan öteye geçemezlerdi. (Yerli "devrimci"lerimizin yaşı ona benzemese?!)
         6 - Yarı Sömürgede Tüm Silâhlı Ölüm
         Yan Sömürgelerden Osmanlı parçalanıp kuşa çevriliyordu. Acem diyarının hazineleri, teherândan yukarısı senin, aşağısı benim: Hakpayı eski kalantor emperyalistler arası kasap çengelinde kesilıp biçilmişti. Ortada tek antika av: Uçsuz bucaksız 6 milyon küsur kilometre karelik, dünyanın içinde ayrı ve kapalı bir dünya olan Çin yarı sömürgesi kalıyordu. Onu kim yiyecek?
         Kapitali olan herkes! Bütün liınanlannı, ırmaklarını, göllerini yetmiş iki buçuk eski oturaklı, yeni yırtıcı çeşit emperyalist canavarları tutmuş. İkide bir yan yattın, çamura battın: Çin'in her işine, topla tüfekle, açık ve kanlı.saldırıyorlar. Bu saldırılarla iyice âhenkleştirilmiş Çin iç düzeninin her kaya dibinde bir silâtılı çakıcı haydut, günde metelik için adam doğruyor. Her dağ tepesine bir ayrı din ve ayrı kin fışkırtması general "Savaş Ağası" sivrilmiş, durmayıp silâhlı yağma ve yangın kışkırtıyor.
         19. cu yüzyıl ortasından (kapitalizmin devrî ekonomi Krizlerinden) 20.ci yüzyıl ortasına (kapitalizmin politik krizlerine: Evren bunalımlarına, evren savaşlarına, evren ihtilâllerine) dek, her büyük sanayi ufunetini başkasının ülkesine boşaltmak isteyen soyguncu: Kesik başlı, yerde yatan Çin bereket ejderhasının tatlı etine saldırmış. Ama lâfla değil, çıplacık silâhla saldırmış. Çinli de, diline dolanan zikr'ü tespihle değil, eline geçen her türlü yabayla, kazmayla, bıçakla, kamayla, yâni gene silâhla habire, uluorta harakiri yapıyor, karnını kılıcıyla deşip kanlı barsaklarını dışarıya fırlatıyor.
         7 - Çin'in 1. Kuvayimilliyeciliği: Uzun Yürüyüş
         Bunalımlar, İç savaşlar, dış savaşlar.. ayrıntılarına girmiyelim. Kanın gövdeyi götürdüğü Çin'de herhangi bir devrimcinin:1789 - 1830 - 1848 - 1871 - 1905 - 1917 ve ilh. Devrimlerinin soluk ve tükürükle olmadığını "keşf" etmesine hiç ihtiyacı yoktu.
         Mareşal Çan-Kay-eşeği, o zamane dek elele yürüdüğü proletarya devrimcilerini 1927 yılı kahpece arkadan vurup, Şanghay, Nankin, Kanton'da rastladığı devrimciyi yakalıyordu. Soru sual yok. Ellerini arkalarına bağlatıyor, koyun gibi ama, boyunlarından değil, enselerinden kestirtiyor; başlarını ayakları üstüne diziyordu.
         O genel kılıçtan geçiriliş sırasında idama götürülürken kaçıp canını kurtaran Mao: "Bütün iktidar tüfeğin namlusu içinden çıkar" demiyebilir miydi? Mao bu durumda yetişmiş. Bir de bizim serde yetiştirilmişleri düşünün!
         Şehirde katliamlar sürüp giderken, köylerde patlamış ayaklanmaların başına işçilerle katılmamak: karşı - devrimciden başka hiç kimsenin yapabileceği iş olamazdı. Çan-Kay-Şek ordusu örnekti. Kapitalist düzeni uğruna bile dövüşürken, az çok bir düzen getirebildikçe 2 kat büyümüştü. Haydutlara karşı kim dirense, canından bezmiş halk, hemen onun çevresinde ordulaşıyordu. Tıpkı bizim Birinci Kuvayimilliye Anadolusu...
         Onun için Mao'lar, Şu'lar, Çu'lar çevresinde, oldukça kısa bir silâhlı direnmeyle, 1930 yılı 50.000 kişilik ordu doğdu. Çang eşeğinin 900.000 kişilik üçüncü saldırısında Mao'lar: 90.000 kişilik orduları ile teslim mi olacaklardı? 16 Ekim 1934 günü düşmanı yarıp, Uzun Yürüyüşe geçmekten başka yol yoktu. 368 gün,18 sıradağlar, 25 ırmak aşıp, 300 çarpışma,15 düzgün Muharebe vererek, 10.000 kilometre yol alındı. 10.000 kilometre: Çin'in bir ucundan öbür ucu bile değil, oporta göbeği idi! Şensi'ye böyle gelindi.
         Şensi, ilk Çin uygarlığına kentleşme kaynağı olmuştu. Şensi'nin inanılmaz stratejik savunma değerini kim keşfetti? Mao mu? Hayır: Hazret'i İsâ doğmadan 80 yıl önce, Çin'in Herodot'u sayılan Sseu-Matts... Kızıl Ordu'nun Uzun Yürüyüşle sığındığı yer için, Sseu-Matts: "20.000 kişi ile bu devlet mızrakla silâhlanmış 1 milyon kişiye kafa tutabilir." demişti. Yürüyüş sonu Kızıl Ordu'da 90 binden tam o kadar kalmıştı: 20.000 kişi... Çang 1 milyon kişiyi nereden bulacaktı? Çang bulmıya kalksa, emperyalizm Çin'i tek vücut görmeye dayanamazdı.
         8 -Çin'in Yunan'ı Japon: Mao Yaratığı mıdır?
         Emperyalistlerin en zıpçıktı haydudu Japon, daha 1931 yılı Mançurya'yı ele geçirmişti. 15 Temmuz 1937 günü Çan-Kay- eşeğinden, dış Moğolistan'daki Çahar'ı istedi. Gelenekçil Çin başkentinin Çin seddi ile korunduğu yerleri: Hopeh'i de istedi.
         Japon emperyalizmi bir hafta bile bekleyemedi. 21 Temmuz'da Pekin'i, 27 Ocak'ta Şanghay'ı,14 Kasım'da Kanton'u işgal ederek yayılmaya başladı. Mao'nun yakasını kurtardığı 1927 yılından, Ikinci Emperyalist Evren Savaşı sonu iç savaşların bittiği 1949 yılına dek 50 milyon Çinlinin öldürüldüğü anlaşıldı.
         Bütün bu olaylar mı "Mav-Zedung düşüncesi"nin eseridir? Yoksa "Mav-Zedung düşüncesi" mi o olayların ürünüdür? Çin'de yetmiş yedi buçuk emperyalistin "din adamı" geçinen misyonerlerine bakın. Hepsi Afrika'da arslan avına çıkmış silâhlı başıbozuk kılığındalar? Papazlar bile elde silâh dolaşırken, "Mav-Zedung düşüncesi", hele Marksizm - Leninizmle temastan sonra, ne yapabilirdi? 90'lık Bonz'ların (Çin memurlarının) arasında çelebice kalemtraşlar bileyerek, fırçalar püskülliyerek "teraşîyde şiirler" düzmekle ve imtihana girip maaşına yarım Yen zam alma hasretini çekmekle kalabilir miydi?
         9 - Türkiye'de miyiz? Osmanlılıkta mıyız?
         Ak sayfalar üstüne Kara tilcikler diziştirirken, bilimcil sosyalizmi kimseciklere bırakamıyan ateşli beğciklerimiz var. Bunlar öz-arı-Türkçeyle, turnalar gibi: "ortam! ortam!" diye dem çekerler. "Mav-Zedung düşüncesini", yerin dibinden zorla göğe fırlatan ortam dediğimizdir. O ortam: Kapitalizmin son kertesinde, komprador burjuvazinin memleketi yabancı emperyalistlere, hiç bir maske takınmaksızın sattığı ortamdır. O, Yarı sömürge Antika İmparatorluğu'nun paldır küldür yıkıldığı ortamdır.
         Mao'yu Mao yapan Ortam: Çin yarı sömürge imparatorluğunu hem didik didik etmek, hem olduğu gibi alıkoymak gibi çelişik amaçlann kasırgalı kıyametidir. Türkiye'de Osmanlı yarı sömürge imparatorluğunu hem paramparça etmek, hem ortak yerli komprador, yabancı Finans-Kapital sağlamalı olarak korumak isteyen çelişkiler kıyameti, 50 yıl öncelerine gelen Türkiye'dir.
         Antika Çin İmparatorluğu emperyalistler arasında bir türlü paylaşılamadığı için, tümü ile patlayışı 40 yıl kan ve ateş saçan bir volkan gibi işledi. Antika Osmanlı İmparatorluğu: Yemen - Trablus - Balkan - I. Emperyalist Evren - I. Kurtuluş savaşları sırasında bütün dalları, kolları budandığı için, Sovyetler devrimine sırtını dayamış birkaç yıllık kuvayı milliye savaşı ile hiç değilse politık anlamda bir bağımsız Türkiye biçiminde istikrarlaştı.
         O nedenle, Çin'de demokratik devrim komprador burjuvazinin tehakkümünden bir türlü kurtulamadı. Komprador burjuvazinin göbekbağı yabancı Finans-Kapital emrinde kaldı. Millet önünde her türlü meşrûluğunu ve öncülüğünü yitiren burjuvazinin yerine, ancak işçi sınıfı demokratik devrimi ele aldı, yörüngesine oturttu. Proletarya öncülüğünde demokratik devrim, önüne geçilmez akışıyla sosyalist devrime ulaşmaktan başka çıkar yol bulamadı.
         Türkiye'de demokratik devrim, bir millî kurtuluş savaşı biçiminde gelişti. Komprador İttihatçı Burjuvazi çarçabuk kendisini ele vererek, egemenlik yeteneğini ve gücünü yitirdi. Burjuvazi, 20. ci yüzyılın genel kuralı içinde bir ayrıcalık sağlayıp, demokratik devrimin siyasî yüzeylerde başını bağlıyabildi. Ve 19. cu yüzyil ortasından beri "yabancı sermaye" kılığında Türkiye'ye girmiş bulunan Finans-Kapital: "devletleştirilme" baskısı altında, devlet kapitalizminden, doğru yerli Finans - Kapital egemenliğini sağladı.
         Bugün Türkiye'de Mao'culuk taslamak: Türkiye'yi 50 yıl geride kalmış Osmanlı İmparatorluğu ile karıştırmak olur.




ADAM KANDIRMAK İSTEMİYORUZ
15 Aralık 1970


         Bu konuda daha pek çok konuşacağız.
         Tartışma için Tartışma Olmaz:
         Sosyalistler arası yığınla tartışma problemleri var. Bu tartışmalarda falan veya fılân kişiyi, yahut feşmekân kalabalığı, her ne pahasına olursa olsun "kandırıp" kendi yanımıza çekmek sosyalistin harcı değildir.
         Elbet birbirimizin karşılıklı tezleri varsa, onları açık, duru ve kesin biçimleri ile ortaya koyacağız. Bütün o eleştiri, özelleştiri, tartışma çabalarımız hiç bir zaman eleştiri için eleştiri, tartışma için tartışma olmayacaktır.
         Düşünce: Davranışı tökezletmemek için yolu aydınlatmak demektir. Eğer herhangi bir düşünce, yolu aydınlatacak yerde gözümüze sıkılan bir projektör gibi bize atacağımız her adımı şaşırtıyorsa, o düşünce istediği denli "parlak" olsun, iş yapmak isteyenleri kandıramaz, ayartamaz, tökezletemez, sapıttıramaz.
         Burjuva Aydını Bireyci Karyerist Olur:
         Hiç unutmayalım. Sosyalizmimiz: (antika + modem) Toplum soysuzlaşmalarının yıkıntıları ortasında, büyük çalışkan yığınlarımızdan kopuk bir aydınlar hamamında ses yarışına çevrilmek isteniyor. Soyut kavramlarla maç tâlimi olmaktan kurtulamıyor.
         Aydın kimdir? Hepimiz oradan, aydın saflardan geldik. Ama ardımızdaki köprüleri atarak. Yoksa, sayımız sürümüze bereket istediğince kabarık olsun, kalitece Aydın: Burjuva toplumu egemen kaldıkça, iliklerine dek BİREYCİ burjuva aydınıdır. Burjuvazinin Aydına yüzlerce yıldan beri "düşünce", "doğru", "ülkü" diye bütün yutturdukları: Eğer "düşünce" ise, "Derebeyi veya burjuva düşüncesi"dir. Doğru ise: Egemen sınıflar için doğru'dur. Ülkü ise: İşveren sınıfının ülküsüdür.
         Yüzlerce yıllık tarihin, onlarca yıllık ömürün aydın kafalara doldurup taşırttığı moloz ve karyerist (külâh kapıcı) düşünceler ve saloz davranışlar, burjuva aydınlarının bir vuruşta beyinleri içinden çıkarıp atabilecekleri yük değildir.
         Arınma Ateşinde Temizlenmeli:
         Bunun için her aydının çok sıkı bir örgüt okulunun (Frenk'lerin "purgataire" dedikleri) arınma ateşinden geçmesi gerekir.
         Ömür boyu arınma ateşinden geçe geçe alçak gönüllü, gerçekçi ve yiğit uzun çıraklık cihadını (kutsal savaşını) göze almayanlar, yalnız kendilerini aldatmış olabilirler. Kimseyi kandıramazlar. Daha doğrusu, yalnız kendileri gibileri kandırıp, hep birden batağın içine gömülmekten başka uzun vâdeli sonuç alamazlar.
         Aydın kişi için arınma ateşi: Çetin sabır, bilimcil sistem ve gözü kara kahramanlık isteyen iki alanda yatar:
         1- Yığının içinde ve yığınla birlikte savaşmak.
         2- Örgütün içinde ve örgütlü olarak savaşmak.
         İşçi Sınıfı ve Proletarya Partisi:
         Yığın deyince, BAŞTA: Modern işçi sınıfı gelir... Burada ikirciliği olan Aydın, hiç "Sosyalizme" zahmet etmesin. Eğer, kurulu bir Burjuva ajanı değilse, açıklar livası bir avantüryedir.
         Örgüt deyince, gene BAŞTA: Bilimsel sosyalizmce yüzyıldan beri işlene gelen, siyasi iktidar savaşı yapacak proletarya partisi gelir. Bunda en ufak ikirciliği bulunan aydın, hiç "sosyalizm" şerefine kadeh kaldırmasın. O eğer doldurulmuş bir işveren plâğı değilse, temiz sesi parazitleştiren acayip kertenkele çalgısıdır.
         Sosyalizme Çırak Olamayan "Ustâd" lar:
         En basit saç sakal traşı bile, yıllarca emek vermiş tutkun berber çıraklığından geçmeyi gerektirir de, devrimcilik çıraklığı gerektirmez mi? Aydın, anasının (burjuva toplumunun) karnından sosyalizme çıkar çıkmaz nasıl devrim ustası olur, kesilir? En ufak işçi sınıfı ve proletarya partisi çıraklığına "tenezzül" etmeksizin, sahneye fırlar fırlamaz sosyalizm üstâdı geçinmek ne anlama gelir? Bugün Türkiye'nin en büyük aydın kolerası, bu su yüzü görmemiş balık adamlık illetidir... Yalnız bugün mü? Nicedir öyle.
         Sosyalizm Üstâdları ve CİA Plânı:
         27 Mayıs'tan beri, egemen politika sosyalizme resmen icâzet verdi. Babası hayırına mı?
         Hayır. Öyle, her köşe başında: İşçi sınıfına allâmelik taslıyan, proletarya partisine şebeğin gerisi gibi surat kıvıran sürü sürü ısmarlama veya hazır "sosyalistler" yahut "devrimciler" türetip, onları birbirine düşürtmek, sonra karşılarına geçerek, tırnağına tüküre tüküre, onlarla alay etmek için bunu yaptı. İkinci empeıyalist evren savaşından sonra CİA, Türkiye'ye bu plânla çokpartililiği soktu. 27 Mayıs'tan sonra Finans-Kapital o plânla ne kadar sosyalizm akımı varsa, hepsini, aydınların başlarına boşalttı. Maksat, her köşe başında bir sosyalizm derebeğiliği kurmak, dağınıklığı ebedileştirmekti.
         Sosyalizm Tercümanlığına ve Bezirgânlığına Hacet Var mı?
         Şimdi, sekiz on sosyalist kitabı, yarım yamalak Türkçe'ye çeviren, o çevirilerden aşırma beş on köktenci formülü dergi, gazete sayfalarına döktüren aydın: Sosyalizme "Maşrık'ı Azâm" benim, diyebiliyor... Bu aydın okur - yazarlar, İşçi-Köylü içine girseler, boylarının ölçüsünü alacaklarını bilmezler mi? Bilemezler. Neden? Çünkü aydındırlar. Aydının dünyası kalemin üstünde döner. Hayatı kitap sayfalarında geçer, kitap bir fetiştir. Kitabı çıkaran bir tabu.
         Kitap bize işçi sınıfının özgüç ve proletarya partisinin öncü olduğunda aydınlık inanç ve hareket getirmiyorsa, onu yazanın da, çevirenin de, basanın da canı cehenneme. Çünkü basan, sosyalizmi akçeye çevirip yağlı kâr sağlayan kurnaz bezirgân durumuna düşebilir. Çeviren o bezirgâna çanak tutacağına, Hilton Oteli'nde garsonluğa gitsin. Sosyalizm tercümanlığı ve bezirgânlığı başka şeydir, Sosyalizm dövüşcülğü başka şeydir.
         Sosyalizm: Sınıflar Savaşının Düzeni ve Örgütüdür:
         Sosyalizm, bir kitap ve lâf ebeliği değildir: Bir kahırlı savaştır. Her savaş: En azından ordu ile olur. Ordu denildi mi, onun ne bilimi, ne komutası: Dün köyünden gelmiş, yahut bugün kitaptan fırlamış toylara çalım satma alanı değildir... Acı, gözyaşı, kan, çamur içinde adsız ve uzun çıraklığı göze alamayanlara bütün burjuva dans salonları; spor ve toto alanları, diskotekler, kafetaryalar mübarek olsun. Öylelerinin kuru kalabalığı ne işçi sınıfına, rıe proletarya partisine hayır getirmez.
         Olayın Mihenk Taşında Sosyalizm Değerlenir:
         Türkiye'nin genç aydın kuşağını bir yol daha uyarırız. Eski aydın kuşakların içine düşüp boğuldukları o sâde suya üstâdlık gerizinden sakınsınlar. Sakınmanın tek yolu; söylenen her sosyalistçe, hatta "marksistçe" sözü: OLAY'larla, yani Dünya ve Türkiye gerçekliği içinde değerlendirmektir. Ama tek başına o da yetmez. Her değerlendirmeyi ancak proletarya partisinin savaş organları içinde adsız er gibi savaşmayı bilmek ve becermek ister.
         Gelişigüzel bir "Al Allah delini zapteyle kulunu!", "tarihi yaratan kahraman" Delideryalı Sâhip zuhur peşinde Sosyalizm geveziliği yeter. Üç buçuk ahbapçavuşlar "kurulu"nun kıvrattığı ağızdan dolma dergi vb. yönünde Sosyalizm gevezelikleri yeter. Polis korkusunu Allah korkusundan üstün tutan "işçi sınıfı içinde burjuva ajanları"nın su sızdırtmadıkları masonik bir siyasi parti örgütünde "sosyalizm" gevezelikleri yeter!
         Sözlerden hiç korkmayın. Herkesin ciğerini okumak için işine bakın. O zaman aldanma payı en azına iner. Kişi her zaman yanılabilir. İşçi sınıfı içinde gerçek proletarya partisi safında herkes erimelidir. İşçi sınıfı demir filizidir; Aydınlar krom-manganez fılizidir. Bu iki filiz ayrı durdukça, ikisi de paslanır, üıür. Bu iki fıliz: ORGANİK, yani proletarya partisi ölçüsünde sentezle kaynaşırsa, paslanmaz çelik çekirdek doğar.
       



Ekonomik Kriz; Politik Kriz Yarattı...
BATUR'UN MUHTURASI
15 Aralık 1970


         Ekonomik krizin geniş halk yığınları üzerinde yarattığı hoşnutsuzluk; A. P. iktidarını bir süredir tedirgin ediyordu. Ekonomik krizi önleme imkânlarından kat'i şekilde yoksun olan A. P. iktidarı ve Demirel hükümeti, tek çıkar yol olarak politik baskı ve zulüme başvurmayı öngördü. Bu baskı ve zulmü de; İşçi Sınıfımızı ve Emekçi Halkımızı uyandırmak ve bilinçlendirmek için gayret gösteren Devıimci saflara yöneltti. Fakat gelişen olaylar; A. P. iktidarına ve onun efendisi Amerikan Emperyalizmine, baskı ve zulüm metodunun çıkar yol olmadığını gösterecektir.
         Hava Kuvvetleri Kumandanı Muhsin Batur'un, Cumhurbaşkanı Sunay'a verdiği son muhtırayı da bu açıdan değerlendirmek gerekir. Kara ve Deniz Kuvvetleri kumandanlarının da tasvibi alınarak hazırlandığı anlaşılan Muhtıranın amacı; Ekonomik ve Politik krizi önleyici tedbirlerin alınması için Sunay'ın A. P. iktidarı ve Demirel hükümeti üzerinde nüfuzunu kullanmasını sağlamaktır. Ve anlaşıldığına göre suç her zaman olduğu gibi gene aşırı sol'un ve aşırı sağ'ın üzerine yüklenemeyecek; yaptıkları taşkınlıklar halkımıza sebep olarak gösterilemeyecektir.
         Muhsin Batur'un, Sunay'a muhtıra verişi; muhakkak iyi niyetle ve memleket sevgisinin etkisiyle yapılmış bir davranıştır. Fakat iyi niyetler ekonomik ve sosyal yapımızdaki çöküntüyü durduımak için çare değildir. Artık asker, sivil bütün yurtsever aydınlarımız; olayların derinliğindeki temel nedenlere eğilmek zamanının gelmiş olduğunu anlamalıdırlar.




DEVRİMCİLERDE BAŞSIZ DEVELİK - II
AK- AYDINLIK SOSYALİST KURULTAY DÜŞÜ
22 Aralık 1970



         Sağda, solda ve sosyalizmde görülen başsız-develik sürüp gidiyor. "Devrimciliğimiz"in de o illetten yakasını sıyıramıyacağı kendiliğinden anlaşılır. Onun için Devrimci Başsız-Develik üzerine genelleme yapmıya pek yer yok. Her yerimiz gibi orada da: Otorite düşmanlığı (anarşi) ile otorite megolomanlığı (müstebitcilik) yarışa kalkmıştır. Bu üzücü genel eğilımin kimi karakteristiklerini sırf ve yalnız örnek olaylar içinde kısaca araştıımak yeter.
         Türk Solu'nun Serüveni
         Biliyoruz. Sosyalist ve Tarihsel Maddecilik Yayınları bir sinyal vemıişti. Ankara'nın mayalanışı sırasında, önce haftalık Türk Solu çıkarılmak istendi. Burada amaç: İşçi hareketini sendikalizm ve parlemantarizm yozlaşmasından korumaktı. Türk Solu, çarçabuk "ahbapçavuşlar" yayım eğilimine saptı. Sırf aydın gençlik yönünde baştan kara bir MDD'ci ajıtasyonuna angaje oldu. Türkiye'nin sosyal yapısı "suret'i haktan" görünülerek hasıraltı edildi. Onlar, Türkçe'ye yeni çevrilen kimi sosyalist kitaplardan yarım yamalak aktarmacılıklarla yetineceklerdi.
         Kendi toprağımıza ve kendi insanımıza ayak basmak ve ışık tutmak istiyen yazılar onların güclerine gitti. Sert bir lokmayı kimseye göstermeksizin acele yutuşturmak pozuna girdiler. Yerli yazıların yazarlannı da yedeklerine almış görünerek dergilerinin satışını sağlar sağlamaz, atı alıp Üskadar'ı geçeceklerdi. Bu açıkgözlük, 50 yıl önceki ithal malı sosyalist kuyrukçuların hevesi idi. Bu hâle ağlamamak için gülümsenirdi. Öyle yapıldı. Geçildi. Sonuç ortada.
         Türk Solu'nun İstanbullulaşan şahbazlığı önünde, Ankaralı devrimci-sosyalistler (s.-r.ler) aylık bir "teori" dergisi önerdiler. Gerekliydi. İçtenlikle yardımına koşuldu. Dergi Aydınlık adını aldı. Hacmi, birdenbire ürkütücü oldu. Gene içinde Türkiye, mumla aranacak kertede yoktu. Alışılmış ve ezberlenmiş köktenci (radikal) dünya metinleriyle uzun uzun sayfalar taşıp dökülüyordu. İnsana, yazılanları okuyup okumadığı da sık sık soruluyordu. Elbet, "sosyalizmin bilimi" bu değildi. Ancak, sosyalizme aşık genç okur yazarların kavram talimleri yapmaları yadırganmazdı. Belki oradan, yaşama geçilebilirdi.
         Yeni Aydınlığın Serüveni
         Tanesi beş liradan satış sağlanır sağlanmaz, "Vehbi'nin kerrâkesi" anlaşıldı. Aydınlık ta, Türkiye'yi aydınlatmak için değil, kimi imzaları genç ve aydınlar arasında yem gibi kullanma kompleksinden kurtulamamıştı. Türk Solu denli abrakadabran bir MDD'ci yoğurdunu sulandırıp ayranlaştırarak hayranlar toplamak isteniyordu. Yeni bilginler, tâze ideologlar, derinleşmeci teorisyenler hoş şeydi. Ama bu iş, bir "büyülü değnekle" ol deyince olmazdı. En azından Türkiye'de olmuşları hesaba katarak yola çıkılabilirdi.
         Öyle "geriye bağlılık", "yeni aydınlıkçılar"ı hiç sarmıyordu. Onlar ileri'ye gözlerini dikmişlerdi. Yeni, hep yeni, her zaman yeni olağanüstü "gazve"ler ve "fütuhatlar" özlüyorlardı. Kılıç artığı geçmişten ne beklenirdi? Türkiye mi? O yavaş tempolu geri ülkenin, ters yığınlarıyla kim vakit yitirecekti? Bakın Kastro'ya, bakın Che Guevara'ya, bakın Mao'ya bakın Ho Şi Minh'e. Bakın. Yeryüzünün yedi iklim dört bucağına hep bakın. O ne atlayıştır onlar? "devrimcilik" böyle olur.
         İşçi sınıfimız önünde TİP nasıl bir dışişleri partisi ise, ona karşı olan Aydınlık elebaşıları da tıpkı öyle bir "dışişleri ideolojisi" idiler. Her satırda bir MDD, her sayfada bir hazırlop Dünya problemi tekerledin mi, herşey olur biterdi... Bu eksantrik yaradana (Türkiye'ye) yan bakış üzerine, olumlu bir dokunma mı yapan var? O dokunmayı, birkaç nüsha "ileri"ye atarsın: onun dediğini, birkaç nüsha sulandırıp ağzına burnuna bulaştırırsın. Bu makyajı görenler sonra dokunmayı da öğrenseler önemsemezler. "kürsü profesörlüğü" sende kalır.
         Yeni Aydınlıkçıların bu davranışlarını bilerek sistemleştirdiklerini söylemiyoruz. Asıl felâket de orasında. Bunu yapan, hiç düşünmeksizin "yapan" gizli güç: Küçükburjuva aydın ülemâlığının içgüdüsüdür. Tehlikesinin derinliği de oradan gelir. Bilince: Doğru gerçeklik sunulabilir. Sınıf eğilimi ağır basmazsa, yola gelmesi de olağanlaşır. Altbilinç korkunçtur. Oraya püskürtülmüş her incir çekirdeği, baskı altında tutuldukça dinamitleşir. İnsanların hiçbir hayvanda görülmiyen çıldırış'ları, Bilince çıkarılamamış altbilinç entipüftenliklerinin yaman dinamizm kazanışıyla patlak verir.
         Yeni-"Aydınlık" o "derinliklere" doğru olanca hızıyla balıklama gidiyordu. Başsız-develiğin bütün "erkân ve âdabı" birikiyordu. Müstebitçiklerin megalomanileri ile "bağımsız"ların "izzetinefıs"leri dörtnala yarışa kalkmıştı. Artık o bir avuç aydın gençcikler ortamındaki iğreti -tekcephe olsun düşünülemezdi. Ónce sinsi, ardından akut plastik bombalar atışıldı. İş olacağına varmış, akacak kan damarda durmamıştı.
         Baba Marks yoldaşın bir sözü daha yerini "Aydınlık"ta buldu. Tarih sahnesine ilk çıkan aktörlerin oyunları "trajedi", sonra çıkanlarınki "komedı" olmuyor muydu? Daha ilk gününden korkmuştuk: Aydınlık ta öyle olacak mıydı? Oldu. 50 yıl önceki eski - Aydınlık dramatik bir fâcia idi, 50 yıl sonra çıkan yeni-Aydınlık takma ciddiyeti hayli komik kaçan ortaoyunu'na çevrilmiye doğru itildi.
         Aydınlığın Bir İken İki Oluşu
         Şimdi hâlâ önümüze iki "aydınlık" sürülüyor. Bir Dev-Genç seminerinde insanlar en büyük içtenlikle sormuşlardı: "Hangisi haklı?" Elden geldiğince kişicil horoz dövüşlerine yer vermemek için, bugünkü sosyal problemler zincirimizin ana halkası açısından açıklama yaptık. Anlaşıldı mı? Evet denemez. Ortalığı öyle karıştırmışlardı ki, tozdan dumandan ferman okunamazdı. "Oportünizm" "Halk Savaşı Plânları" ve "Devrim Zorlaması" kitaplarını yayınlamaktan başka yol kalmadı.
         Onlar, kendi kendilerine ne diyorlar? Bütün yazdıkları ve söyledikleri bir noktada toplanıyor. Tazıyı gören yavrularına Tavşanın verdiği karşılık bilinir: "Yiğit olmasına yiğit biziz, yavrularım, ama, ne o tazının yüzünü bize, ne bizim yüzümüzü ona Allah göstertmesin!" Ak Aydınlık ile Al Aydınlık "müstebitcikleri" ile "tam bağımsızcıkları" da birbirleri üzerine aynı kanıdalar: "Haklı olmasına haklı biziz ama, Allah ne onların yüzlerini bize, ne bizim yüzümüzü onlara göstermesin yavrularım!"
         Döne dolaşa bu dört yol ağzına geldi "devrimciliğimiz". Bizde de Me-De-De'cilik böyle olur çelebi! Bir afıli kayagan yıldızlı "proleter" sütten ak, ötekisi renk renk buyrultulu "Sosyalist" kankırmızı al... Bu ikisi de "AYDINLIK" olan dergileri, birbiriyle boğaz boğaza başsız-develik güreşine girmiş görünce, kim bilir CİA, kutlu ve mutlu Finans-Kapital türbesine kaç tane adanık MUM dikmiş, yakmıştır? Ve titrek ışığı ardında kaç tane ajanını kahraman postu ile arslanlaştırmıştır?
         Hangi prensipler (pardon: "ilkeler" diyecektik! ") uğruna dövüşülüyor? Ensemizin kökünde Finans-Kapitalin namlusu soğuk soğuk duruyor. Biz düşünmeyi ve ona göre davranmayı yadırgamıyalım.
         Ak - Aydınlık: Kör dövüşü
         "Proleter" alt adlı Ak-Aydınlığın: Al sancak üstünde çıplak (Marks - Engels - Lenin - Stalin) ve kasketli (Mao) başları bulunan Kasım 1970 tarihli 25. sayısını açalım. Birinci yazı: "Faşist zorbalığı halkın devrimci gücü yıkacaktır." "Dergimızin 24. sayısı da toplatıldı" ara başlığı altında bakın ne ağırbaşlı sözler ediliyor:
         "Hâkim sınıflar ve iktidarları, halkımızın mücadelesini bastırmak için her yola başvurmakta, her türlü gizli ve açık baskı yollarını denemekte, işçilerin ve bütün halkın mücadelesini ajanlarla dağıtmaya çalışmaktadır. Gizli olarak... halkı bölmeye ve devrimci mücadeleyi durdurmaya çalışmakta... Faşist bir diktatörlüğe dönüşmek istenmektedır." (3)
         Demek Ak-Aydınlık iki şeyi görüyor:
         1- "Gizli ajanların" sosyalistleri "dağıttığını";
         2- "Zorba"lıktan "faşizme" yol alındığını...
         Bu durumda ne tedbir düşünüyor? Madem ortalığı ajanlar kesmiş. İlk iş onları temizlemek olmalı. Ak Aydınlık kendi içindeki ajanları mı, başka "klik"lerdeki ajanları mı teşhis ediyor? Hayır. Yazıyor:
         "Görevimiz, halkımızı hâkim sınıfların gerici şiddetine ve faşist zorbalığına karşı hazırlamaktır." "İşçi ve köylü yığınlarını ve bütün halkı maddi bir güç haline getirelim:" (a.y.)
         Amin? Herkes o duada.
         Bu nasıl olacak? Ak-Aydınlık'ta doğrudan doğruya genel formüllerden başka elle tutulur pek az öneri var. Ak-Aydınlığın "kaç tümeni" var? TİP Kongresinde görüldü: 9 delege çıkarabilmişler. Buna karşılık "İlkesiz birlikçi klik" dedikleri Al-Aydınlıkçılar 60 delege çıkarmışlar. Ak-Aydınlık var gücüyle o 60 delegeye saldırıyor. Bir yandan onları: "Aren-Boran oportünizmiyle... mücadeleden kaçma" ile suçluyor. Ötede, onlarla kutuplaşmayı kan dâvâsı kılığına sokup: "TİP'in başına çöreklenmiş bulunan oportünist yönetici klik"e karşı yalnız kalıyor.
         Bütün bu davranışlarına ise tek gerekçesi şu: "Proleter devrimci düşünce, oportünizm ve revizyonizmle mücadele içinde güçlenir:" (52-54) miş. "Mücadele" lâf değildir. Her ân öz düşman gücü seçip, var güçlerle ona saldırmaktır. Ak-Aydınlık, gücüne bakmadan, kendince bütün düşmanlarını birden yere sermek şövalyeliğine kalkışıyor. Bu "mücadele" değil: Asıl düşmanı bırakıp, düşmanın düşmanı ile kapışmak toyluğudur. Bir de Mao'culuk taslarlar. Mao Japon düşmanı önünde, Çankayşek gibi kendisini kurşuna dizdirecek düşmanı, Başkumandan olarak tanıdı. Demek bunlar "mücadele"yi de, "Maocııluğu"da rezil ediyorlar.
         Aleme verir Talkını
         O zaman, kendi yanlışı ve kendini dev aynasında görmesiyle düştüğü cılızlık ve yalnızlık onu başkalarına akıl vermek yahut düşmandan medet ummak durumuna getiriyor.
         a) Akıl verişi: "Halkımızı faşizme karşı hazırlama"nın elinden gelmiyeceğini görerek; "Ordunun içindeki devrimci güçler... faşist diktatörlüğe mutlaka karşı koyacaktır." (3) tesellisi ile avunuyor. Sana mı soruyorlar yapılacak işi? Sen ne yaparsın? Ona bak.
         Demir-Döküm, Ereğli Demir-Çelik, Çorum'da Alpagut, Yarımca Seramik, Sungurlar Kazan, Gislaved vb. İşçileri; Tütün, Fındık, Kars, Malatya, Söke, Çukurova, Silvan, Bismil, Beytüşşebap vb. Köylüleri sayıyorsun. Hani onlarla örgütün? Yok. Yalnız saydıklarından birer kişin olsa 15 delege getirirdin. 9'u zor çıkarmışsın. Dergi sayfalarında hayal zıplatıp, niye kendini de, başkalarını da aldatmaya yeğkinirsin? O hazır akıllar herkeste var. İş: Hazır elbise değildir.
         b) Düşmandan medet: "Silâhlı kurtuluş mücadeleleri" şairliklerinden geçilmiyor. Beşyüz, binb sahifeler dolusu konular:
         1) Filistin İhtilâli,
         2) Feth lânetliyor,
         3) Kamboçya'da Faşizm,
         4) Almanya'da H.Keskin,
         5) Çin K.P. 9. M.K. 2: C.T. Bildirisi,
         6) Çin Kızıl Bekçiler,
         7) J. Jaures ne demiş,
         8) M.L. Mao düşüncesi,
         9) Sovyetler geri dönüş,
         10) Sovyet "Yeni Sistemi" feci... Doldurdun 100 güzelim sayfayı. Sattın beşer liradan. Yazık değil mi birşey bekleyen insancıklarımızın kafalarına?
         Sen neredesin? Türkiye'de. Aylardan beri yeni bir şeymiş gibi neyi öneriyorsun? "Sosyalist Kurultay"ı. Yapsana yapamıyorsun. Olur. Elden gelmez. Öyleyse kime yaptırtacaksın? "Aren-Boran oportünist kliği olsun, ilkesiz Birlik Cephesi olsun aynı tutum içindedir:" (54) diyorsun. Aren-Boran'ı "TİP'in başına çöreklenmiş" (52) görüyorsun. Sonra kalkıp kime iş buyuruyorsun? TİP'e:
         "TİP Kongresi... tek bir karar alabilir. Bu karar bir SOSYALİST KURULTAY'ın toplanmasını desteklemek kararıdır." (53, 54)
         Hayırdır inşallah. Bu rüyâyı hangi tekkenin müritleri ciddiye alır?





BUNALIM PATLIYOR
22 Aralık 1970


         Bunalımın Sınıf Temeli:
         Türkiye'de aralıksız bunalım-kriz patlamaları nedendir? Şu veya bu becerikli veya beceriksiz kişi yönetiminden değildir. Türkiye ekonomik ve sosyal yapısında 500 Finans - Kapitalistimiz, 2000 Tefeci-Bezirgânla elele vererek, 35 milyon insanı ekonomi, politika, kültür, bilim, din, felsefe tehakkümü altında sağmal etmekle kalmıyor. Türkiye halklarını uluslararası Finans-Kapitale, emperyalizme kolu, kafası, izânı, vicdanı bağlı olarak teslim ediyor.
         "Millî İrade" mi?
         Bu modern 500 kodamanla, antika 2000 ortağı, üstelik bütün yaptıklarını da: Milletin dileği gibi gösterip yutturma sevdasındadır. İktidar şöyle konuşuyor:
         "Devlet idaresine milletin el koymuş olması, milletin son hakem olması." "Bu seçimdir. Bir kavşağa geliyorsunuz, milletin gözüne bakıyorsunuz. Bize yeşil ışık yakınca geçeceksinız." (D.: Temsilcilere Söylev)
         Yâni millî iradeyle gelmişler. En kabadayı muhalefet de iktidarın bu iddiasını pekiştiriyor:
         "Millî İrade ile işbaşına gelindiği doğrudur."
         Bu prensibi kabul ettikten sonra, söz hakkı kalmışçasına döşenir durur ana-muhalefet:
         "Ancak bu iradeyle işbaşına geldikten sonra, devlet kaynaklarını, kredi musluklarını, hazine arsalarını, maliyenin imkânlarının kendilerine yaranmak istedikleri sınıflara peşkeş çekmek değil, en çok hakkı olan işçi, köylü, küçük esnaf ve sanatkâr, memur, öğretmen, öğrenci gibi çoğunluğun kalkınma ve gelişme ihtiyaçlarına harcamak ta şarttır." (Ulus, 7.12.1970, s. 5)
         "Ancak iktidara geldikten sonra, oylarını aldıkları insanlara nasıl ihanet edildiğinin, onlardan alınan iktidar gücünü, nasıl bir avuç sermaye sınıfının hizmetine soktuğunun, Türkiye'yi bu sınıfa yağmalattığının hesabını vermenin de Millî İrade'ye dahil olduğunu unutmaktadır. Bilgin." (a. y.)
         Öyleyse? Yukarıki iki "Ancak"tan sonra gelen sözler: Olaylardır. Yâni: Doğrudur ve çürütülemez. Böyle ise "Millî İrade ile işbaşına gelmek"te, tam herkesin ve "Milletin gözünün içine baka baka" yalan söylemek olmuyor mu? Demek "İrade" varsa, o "Sermaye Sınıfı"nın iradesidir. Millete madem ki "İhanet" edilmektedir. Artık bir "Millî İrade"den değil, olsa olsa "Millî aldatış"tan, yahut "Millî ihanet"ten söz edilebilir. O zaman doğru söylenmiş olur. Yoksa kim kimi aldatacak?
         Seçim Halkı Aldatmak mıdır?
         Öyleyse işin içinde milletin bilmediği bir dolap dönüyor. Dolabı sermaye sınıfları döndürüyor. Oynanan demokrasicik oyunu yalnız yapılanlarla değerlendirilebilir. Bütün yapılanlar milleti aldatmak ise, seçim de bir gözbağcılıktan başka ne anlama gelir? İktidar, hiç sıkılmadan şöyle buyuruyor:
         "Devlet düzeni içindeki en mühim mesele, iktidarlar nasıl gelecek ve nasıl gidecek meselesidir."
         Muhalefetin olanları belirttiğine göre iktidara millet aldatılarak gelinecek, aldatılarak gidilecek demektir... Söylenenlerin başka hiç bir yorumu karın doyuramaz. Millet seçimle aldatılmasaydı ve aldatılabilir sayılmasaydı, onun oyu ile iktidara gelenler, nasıl olur da millet düşmanlığı yapmaya cesaret edebilirlerdi?.
         Türkiye'deki bütün bunalımların temeli bu noktada toplanır. Ve her şey gibi bunalım da: O aldatmaca, buldatmaca, kedi kakasını yalatmaca "ihanet"inden kaynak alır. 25 yıldır Türkiye, bir iç savaş geçirirce gerilik, işsizlik pahalılık yangınları içinde kıvranıyor. O sonsuz krizlere karşı her "halkın oyu ile" gelen İktidar ne yaptı? Az çok herkes biliyor. En son AP iktidarı neler yapmakta? Basitçe sıraya koyalım.
         Halkı "Develi Arslana" Yediriş:
         Halk "demokrat" sözcüğüne "demirkırat" demişti. At uğurlu hayvandır, demirkırattan ne buldu? 27 Mayıs onun başını bağladı. Şimdi DP nin, "Siyasî Partiler Kanunu"nu çiğneyerek, yüzde yüz halef ve devamı olan AP "devalüasyon" getirdi. Halk onu da kendi sezişiyle "develi arslan" biçimine soktu. AP iktidarı, kimsenin gözünün yaşına bakmadı. Uluslararası Finans - Kapitalle yerli Millî Finans - Kapital gizlice anlaştılar. İktidar bir gecede her Türkiyeli müslüman yurttaşı: 100 kuruşluk malını yabancı gâvura 33 kuruşa satmak zorunda bıraktı. Aynı yurttaş, yabancı gâvurun her 33 kuruşluk malını 100 kuruşa satın almaya mahkûm edildi.
         "Nark" Zorbalığı Yalancı Pehlivanlıktır:
         İktidar develi arslanı milletin içine saldı. Onu insan etile beslemek için "iktisadî tedbirler" aldı. Tıpkı seçimlerde oy aşırmak için savrulan yalan başrolü oynadı. Tedbirlerin başında, göya pahalılıgı önlemek gelecekti. Nasıl?
         Tıpkı eski bunak padişahların Muhzir ağa sopasıyla "Nark" (eşya fiyatı) koymak yoluna gidildi. Görünüşte fıyatlar dondurulup durdurulacaktı. Gerçekte: 100 kuruşluk Türk malını 33 kuruştan fazlasına sattırtmamak, 33 kuruşluk yabancı malını 100 kuruşa sattırmak anlamında bir uygulamaydı bu.
         Asıl "sermaye sınıfları" için böyle sıkılar vız gelirdi. Bütün bezirgân ekonomiler gibi Türkiye düzeni de mallar (Emtia) ekonomisine dayanıyordu. Malların fiyatları, bu işte daha saf ve samimî olan padişah fermanını hiç dinlememişti. Onları yalnız arz ve talep (sunuş ve dileyiş) kanunu güderdi.
         Bir malın, müslüman mı, yoksa gâvur mu olduğu üzerine pek damgalanamazdı... Hele yabancı gâvur malı pahalandı mı, ona benzesin benzemesin, yerli müslüman malı da ister istemez pahalanırdı. Bu yaman ekonomi kanununu önleyebilecek herhangi bir hükümet veya büyük meclis kanunu anasından doğmamıştı.
         Dalavere Malavere Halk - Mehmet Nöbete:
         Fiyat zartzurtunun sonucu nereye vardı? Alınteriyle çalışan işçi, köylü, esnaf, aydın yığınlarını ateş pahası içine sürüklemeye. Pahalılık, işgücünün satımı ile geçinen yurttaşları ansızın, tepeden inme bir yangın gibi sardı. İşçilerle hizmetliler ücretlerini, aydınlarla memurlar maaşlarını arttırmadıkça yaşayamayacaklarını çabuk anladılar ve ilân ettiler. Şehir halkları, elinde olmayarak sokaklara döküldü.
         Köylüler, dün 100 kuruş eden mallarını, lâfta gene 100 kuruşa satıyordu. Ama o malı yabancı gâvura satan aracı antika ve modern sermaye sahipleri 33 kuruştan yukarı satamayacaklarını biliyorlardı. Köylüye ona göre, alım gücü her gün düşürülen kâğıt para ile ödeme yaptılar. Geçinemez, aç duruma düşen köylüler: "Ya toprak, ya iş" istemeye giriştiler.
         Grevler, direnişler, gösteri yürüyüşleri aldı yürüdü.
         Vergi Demoklesin Kılıcı:
         Bunun üzerine iktidar hangi çareye başvurdu? Bir yanda pazar fıyatıyla 33 kuruşa düşen köylü ürünlerini ve işçi işgüçlerini göz boyamak için 40 kuruşa alır görünecekti. Ötede, avuçlarına geçen paranın su gibi gittiğini gören kapıkullarını, sivil asker memurlarını umutlandırmak gerekti. O da, yaslaları tepinerek kıracak Osmanlı beygirlerine çekilen yem borusu çalmaya benzeyen Personel Kanunu'nu üfledi durdu.
         Bütün bu tertipler para isterdi. Para kimden alınacaktı? Vergi yükünün en ağırını taşıyan işçi, köylü, esnaf, memur, aydın ve benzer çalışanlardan. Sıra sıra yeni vergiler, bakanlar heyeti kararnameleri birbirini kovaladı. Vergiler, eski usulle, gene fakir fukara halktan alınıp şirketlere (Finans - Kapitale) ve hacıağalara (tefeci - bezirgânlara) verilecekti. Devlet kapitalizmi denilen sömürü biçimi bu idi.
         İyi ama, halkın verecek, kursağındaki lokmasından ve bacağındaki donundan başka nesi kalmıştı? Dibi delik fıçı sırf vergilerle doldurulamaz oldu.
         Ortak Pazar'a Yutuluş:
         O zaman, Şirketlerle hacıağalar kestirmeden gittiler. Eski batakçı Osmanlı derebeğiliğinin yoluna başvurdular: Ödünç - İstikrâz!.. Batı kapitalizmine el açtılar: Ne var ki, o güne dek aldıkları ve çarçur ettikleri yabancı gâvur sadakaları ile, Türkiye'yi yüz yıl altından kalkamayacağı borçlara boğmuşlardı.
         Yabancı emperyalist devletler de, daha fazla ödünç para verebilmek için Türkiye'yi yabancı sermayeye ipotek ettirme zamanının artık gelmiş, geçmek üzere olduğunu sezdirdiler. İpotek: bütün gazozcu ve montajcı yatırımlarla çoktan pekiştirilmişti. Şimdi toptan yer altı madeni, petrolu, yerüstü varı yoğu ile tüm Türkiye yi Ortak Pazar'a yutmak gerekti.
         Vatanları Satanlar:
         Ortak Pazar'a girmenin, hele küçük ve geri bir ülke için yeniden sömürgeleşme olduğu ortadaydı. Bu girişımin millî sınırları hiçe saymak olduğunu, artık sollar bir yana, sağların en sağı olan "Millî Nizam" partisi ele aldı. Genel Başkanı Molla Profesör, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne verdiği Gensoru önergesinde şunları açıklıyor:
         "Ortak Pazar Sevr Anlaşmasından daha ağır hükümler getiriyor." Bu hükümler "hükümranlık haklarımıza" aykırıdır. "Şehit kanıyla alınan topraklarımızı parayla satabilecek babayiğit varsa görelim."
         Kendi sorusuna kendisi karşılık verirce, "babayiğit"i parmağıyla gösteriyor:
         "Demirel hükümeti, bu anlaşmayı bir ticaret anlaşması gibi göstermektedir. Aslında anlaşma, Avrupa ile tek bir devlet olmak gibi siyasî ve ideolojik amaçları gizlemektedir." (Gazeteler, 13-12-1970)
         İş buraya gelip dayanınca, şirketler ve hacıağalar ne yapabilirler?
         Yeryüzünün her geri ülkesinde Finans-Kapitalin casus ağlarıyla kurduğu faşist cunta iktidarı getirilir. Kendi yarattığı ve azdırdığı sözde "anarşi" ortadan kaldırılmak istenir. Yâni, vatanın ve milletin satıldığını süngü gücü ile hiç olmamış göstermeye çalışır.
         Birinci Kuvayimilliye Lideri İ. İ. Paşa Çorlu ilçe kongresine şunları bildiriyor:
         "Bugünkü devlet ve hükümet yokmuş gibi, rast gelenin sokağa hâkim olduğu çekişmesi sona ermelidir."
         Finans-Kapital tehakkümü bu dileğe ne der? Komando silâhlandırır. Bununla birlikte rüzgâr eken fırtına biçer. Çünkü Türkiye'nin silâhlı güçleri: Ne padişah ordusudur, ne Yunan kralı kuludur. Yüz elli yıldanberi gerekince padişaha karşı vatanı ve milleti savunma geleneğini yaşatır. Ya bu yol 27 Mayıs gibi daha derin halk bilinci ile dirilirse?
         Onun için kimse ordu ile şaka etmek istemiyor. Ama, böylesine göze batan Finans - Kapital provokasyonlarına sonuna dek dayanabilecek mi?
         İsrail Tekesi:
         Şinıdi, Bunalımın temel nedeni, artık herkesin "bozuk düzen" dediği: Finans-Kapital tekelciliği ile Tefeci-Bezirgân vurgunculuğudur. Yâni Türkiye'ye tehakküm eden modern ve antika iki sınıf: Tekelci ve vurguncu imtiyazlarını sistemleştirmişlerdir. Bu sistem sürüp gittikçe, iki tehakkümcü sosyal sınıf içınden şu veya bu kişiyi yahut aileyi parmağa dolayıp yapılan tahrikât ve propagandaların anlamı nedir?
         O iki tekelci ve vurguncu sınıfı zemzemle kusursuz melâikeler gibi korumak istiyorlar. Onların egemen oldukları sisteme bireycil tekel ve vurgun bozuk düzenine toz kondurmamak için, şu veya bu kişiyi, bilemedin şu veya bu aileyi hepsi hesabına kurban edip soygunu kıyamete dek sürdürmektir. Her zamanki çok örneklerinden İsrail tekesi oyunu bilinir. İsrail oğulları her yıl, toplantıları ortasına bir teke koyarlar ve o yıl içinde yedikleri bütün herzeleri, işledikleri tüm günahları o tekenin yaptığını söylerler. En sonunda bütün günahları yükledikleri tekeyi keserler. Tanrıya iletilen bu kurban, İsrail oğullarını tertemiz etmeye yarar.
         Türkiye, Orta Doğu gelenekleri ile, ikide bir egemen politikada işlenmiş bütün suçlar için öyle bir günah çıkartma tekesi bulmakta pek ustadır. DP çağının günah tekesi: Menderes oldu. Astık kurtulduk. Menderes'i Menderes yapan ve oynatan ası. (Tefeci - Bezirgân + Finans - Kapital) sınıfları anadan doğma suçsuz "piyrü pâk" sayıldılar. Tekel ve vurgun, eskisinden daha görülmedik ölçülerde aldı yürdü.
         Tekeyi de Unutturacak Kuzu Kurbanlar:
         AP çağı için daha yağlı bir günah tekesi bulundu: Demirel-gil. Elbet onlar İsrail'in Tekesi kadar "mâsum yaratık" değildirler. Ama, Demirel'leri, atandığı şirketin başından çekip alarak AP'nin ve hükümetin başına dikiveren yerli - yabancı Finans - Kapitalistler zümresi, bütün günahlarını kukla Demirel'i kurban etmekle bağışlatabilir mi?
         Görünürde: Bütün siyasî partiler, görünmezde: Bütün Finans - Kapitalistler ve Tefeci - Bezirgânlar o İsrail tekesi törenini kutluyorlar. Delik deşik olmuş batan tekelci ve vurguncu gemilerini bir yol daha kurtarmak için safra atıyorlar. Bütün suçu Demirel'e yükleyip, onu kurban etmekle göz. boyuyorlar. Ortalığı kaplayan "demokratik" telaş ve heyecan o ortaoyununun sahneye konuluşudur.
         Dahası var.Politika oyuncularımız her zaman bir taşla iki kuş vururlar. Ve halkın iflâhını keserler. "Sol"un içine sokulmuş kışkırtıcılar sayesinde, daha şimdiden "Kaç ben kurtarayım!" deniyor kutsal "rejime". İğneli fıçı önünde "kuvvetli adam" rolleri öne geçmiştir. Artık ne Finans - Kapital tekelciliği, ne Tefeci - Bezirgân vurgunculuğu hatırlanılmaz:
         "Gençlik olaylarının ne olduğu ve nasıl düzeleceği MİLLETIN EN ÖNDE gelen MESELESİ'dir." "Toplasanız bin kişiye varmıyacak, öğrenmekle ïlişiğini kesmiş insanlar... Bilimsel sosyalizme "Türkiye halklarını" hazırlamak... Vatanı parça parça etmek yolunu tutmuşlardır." (İ. İ., Ulus, 16.12.1970) denir.
         Provokatörlerle sapıttırılan gençlerden de Günah Tekesi aranıyor. Zorlamayla bulunabilir de.
         "Milletin EN ÖNDE gelen meselesi": İşsizlik ve pahalılık kanseri ısmarlama kurbanlarla tedavi edilebilir mi? Yazık ediliyor insanlarımıza. Vatanı Ortak Pazar'a "parça parça" değil, toptan sunmak nasıl Vatan Kurtaran Şâban'lık olur?






Finans-Kapital Tahakkümünün  Birinci İkiyüzlülüğü:
Sosyalist, 29 Aralık 1970

        EKONOMİ VE ZOR
 
        İki üç bin kişilik Finans - Kapitalist zümresi, nasıl oluyor da, kendisinin binlerce katı kalabalık 35 milyonluk Türkiye nüfusunu böylesine şartsız kayıtsız tahakkümü altında tutabiliyor? Dişinden tırnağına dek örgütlü, silâhlı, plânlı, bilinçli oluşu bir yana: Başlıca 3 mekanizmanın gizlediği 3 aldatmaca ile:
         1- Ekonomi temeline egemen oluşu sayesinde;
         2- Kapitalist sınıfını temsil etme iddiasıyla;
         3- Uluslararası Finans-Kapitale dayanışı sayesinde.
         Finans-Kapitalin Türkiye ekonomisine nasıl en kodaman üretim alanlarını tekelinde tutarak tahakküm ettiğine ve edebildiğine bundan önce işaret ettik. Biraz tarih ve toplum bilgisini kendi omuzları üstündeki başı ile edinen her kişi: Toplum ekonomisine egemen olmanın, toplum tümünü neden güttüğünü çabuk kavrar. Bu kavrayışa varmak için Marksist olmaya bile pek gerek aranamaz.
         Bunun aldatmaca neresinde? Şurasında: Toplumun alınyazısını en son duruşmada ekonomi temeli belirlendirir hakikatini Finans - Kapitalist denli domuzuna bilinçle bilen tek sosyal küme Finans - Kapitalistler zümresidir. Ama, o zümre bütün tahakkümünün bu hakikati kendisinden başka kimsenin öğrenmemesine borçlu olduğunu da iliklerine dek bellemiş ve denemiştir. Onun için, kendisi, her soluyuşunda madde ve ekonomi üzerine davranarak yaşadığı halde, millete  yaydığı düşünce tahrikât ve propagandasında her şeyin ruh ve kültür üzerine kurulduğunu yaymakta bir saniye bile boş geçirmez.
         Finans-Kapital binlerce yıllık bütün egemen sınıfların deneyişiyle bu ikiyüzlülüğünü her ne pahasına olursa olsun yürütür. Halk: "Aleme verir talkını, kendi yutar salkımı" der bu ikiyüzlülüğe. İkiyüzlülük olduğunu bilir. Ama bin yılların alıştırdığı gelenek - görenekleri yüzünden, bile bile lâdese aldanır. Finans - Kapital bütün silâhları ile bu en iğrenç ve saçma ikiyüzlülüğünü öylesine maskelemeyi becerir ki, en "körükörüne, parmağım gözüne" olaylarda bile yığınları şaşılacak kolaylıkla aldatabilir.
         Örnekleri sayılmakla bitirilemez. Kültür savunuculuğunun son perdesini "basın hürriyeti" dediği şeyde bulmakla öğünür. Gerçekte bütün basınlar ve yayınlar: Matbaalar, gazeteler, kitap yayınlayıcılığı, memlekette basılan kitap ve gazetelerin okunabilmesi için dağıtış ve satış bâyilikleri hep sermayenin elindedir. Basın - Yayının imiğinde Finans-Kapitalin pençesi sarılmış durur. Haddine ise Finans - Kapitali zerrece tedirgin edecek bir ses çıksın. Çıkaranın imiğini sıkmak işten bile değildir.
         Hani o, Mustafa Kemal'in ünlü sözü vardır: "Hürriyet'i Matbuât'ın mahzurlarını en iyi giderecek şey, gene hürriyet'i matbuâttır" der. (Basın hürriyetinin sakıncalarını en iyi basın hürriyeti giderir, demektir). Rahmetlinin bu söze bütün ömrünce kaç saniye inandığı bilinemez. Ama aynı sözün bir gün bile uygulanamadığını anlamak için, çıkmış çıkacak "Matbuat (Basın)  Kanunları"na şöyle üstünkörü göz atmak yeter. Şu satırların Türkçede çıkması bile, o "Basın özgürlüğü" yalanını doğru gibi göstermek için, bir sınıra dek göz yumulmadan başka nedene dayanamaz.
         Bir kafatasçı demagoji, eline geçirdiğini sandığı gizli Finans-Kapital örgütleri içinde en zararsızının üyelerini liste olarak yayınlama şantajına başvurmuştu. "Basın Özgürlüğü" bu kadar olurdu, doğrusu. Kirli çamaşırlar epey merak uyandırmıştı. Finans - Kapital bu aşırı ihtiyatsızlığın "Hürriyet'i Matbuât"ına karşı hangi silâhı kullandı? "Gene Hürriyet'i Matbuât" panzehirini mi? Karşı Özgür Yayın'la, sergilenen Finans-Kapital maskaralıklarını çürüttü, yahut yalanladı mı?
         Aslâ. Öyle "ruh" ve "kültür" silâhları yalnız cahil halk ve enayiler için harcanır. Finans-Kapital, gazetenin sahibi görünenlere önce iki satırlık bir ihtarcık çekti: Yapılanla pişman olunmaması dileğinde bulundu. Bu ihtar yeterli kalmayınca ne oldu? O yaman "ifşaatçı" gazetenin ansızın "ifşaat" sütunları kısıldı. Ardından Gazete, o ifşaatı yapanları tefe koyup rezil eden bambaşka bir "Ceriyde'i feriyde" oluverdi: Finans candamarı sıkılınca, ifşaatçıların solukları kesiliverdi.
         Hem hiç sessiz sedasız. "Tereyâğdan kıl çekmek", bu Finans-Kapital işlemi yanında bayağı güç ve gürültülü sayılabilirdi. Bir var imiş, bir yok imiş. Kimsecikler farkına varmaksızın, halkın ruhu bile duymadan, "suçlular" kapıdışarı edilip, gazete, Finans-Kapitalin kafatasçılığa yan bakan başka bir demagojisinin kürsüsü kesilivermişti. Bu hârika kalıp ve ruh değiştirme: Ne "ruh", ne "kültür" yolu ile değil, en acımaksız madde olan ekonomi yolundan para silâhı ile başarılmıştır. "Basın Özgürlüğü"nün kılına dokunulmuş görünmeksizin, Finans-Kapitalin son silâhı olan: "Kafatasçılık özgürlüğü", efendisini tanımaz kesilince, ansızın bodrumda boğulmuştu.
         O basit olayın bin birçeşitleri, velveleli velvelesiz, her gün toplumun her alanında akıp geçer. Hele Demokrasi yosmasının ırz'ı nâmusu hangi yollardan korunmaz ki. Sendika Özgürlüğü olur mu? Olur. "Grev Hakkı" var mı? Ne demek, tabiî var. Sendika, Grev, toplu Sözleşme Kanunları harıl harıl çıkarılır. Ancak o "Hak"lar, o "Hürriyet"ler: Finans-Kapitalin "ruh" ve "kültür" anlayışı sınırında kalmalıdır.
         İşçiler, köylüler, insan mantığı ile o hak ve hürriyetlere kazara sahip çıkmaya kalkıştılar mıydı, o davranışa "Demokrasi" ruhu ve kültürü değil: Finans-Kapitalin maddesi en öldürücü biçimi ile saldırır: Polis kurşunu, Jandarma süngüsü, Asker tankı... onlar da yetmedi mi, gelsin Sıkı Yönetim! Bir anda Anayasa da, Babayasa da, bütün kanunlar, usuller, nizamlar da bir tek generalin o andaki anlayışına ve eğilimine kalmıştır. Toz kondurulmayan "Büyük Meclis"ler: Baka kalırlar. Finans-Kapital, bütün "Hür Basın"ın ciğerleriyle hep bir ağızdan "Oh! Devlet varmış!" temposunu tutar.
         Sıkıysa ekonomi candamarları üzerine oturmuş bulunan Finans-Kapitalin: Ruhcu, kültürcü, fikirci. felsefeci, dinci, imamcı ikiyüzlülüğüne millet inanmasın. Günahı öbür dünyadaki "Ceza günü"ne bırakılmaz. Finans-Kapitalin telli kaza kurşunu ile alnından vuruluverir. Ölümüne susamamış bulunan herkes, Finans-Kapitalin: Ekonomi temelindeki madde sömürüsünü görmemezlikten gelecek, onun sapına kadar ruha, kültüre inanmış Allahcı ve dinci gösterişlerine inanacaktır.




ORTANIN SOLU VE KÜÇÜK ÜRETMENLERİMİZ
29 Aralık 1970


         SOSYALİST 4 Mayıs 1967 günlü nüshasında İ. İ. Paşanın şu sözünü aktarmıştı: "Bülent Ecevit ve bir kaç arkadaşının çıkması, bir kurtarıcı olmuştur benim için." (S.1) "Ortanın Solu: CHP içindeki Finans-Kapitalist azınlığa karşı, küçükburjuva ve hür burjuva hoşnutsuzluğundan kaynak almış devletçi kapıkulu zümrelerinin isyan bayrağıdır. Bu bir ciddî durumdur." (Sosyalist: 4.3.1967).
         Gene Sosyalist, "Ortanın Solu" eğiliminin, CHP'yi, Finans-Kapital ve Tefeci-Bezirgân kodamanlarından kurtarıp, bir küçükburjuva partisi yapmasını dilemiştir.
         Sayın CHP Genel Sekreteri B. Ecevit 3 yıldır dövüşünü sürdürüyor. Bu dövüş, ütopi olmaktan nasıl kurtulabilir? İşçi sınıfı ile ittifak ederek.
         Konuyu ilkin CHP açısından eleştirelim.

         Aracıları-sömürüyü kaldırma:
         "Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu" Genel Kurulu'nda dün (27.10.1970) bir konuşma yapan B. Ecevit, büyük bir içtenlikle: "Siyaset diline aracı termini biz getirdik" derken, Hoca'nın "Kar helvası"nı icat edişine benzediğini farketmiyor. Düz mantıkla, tatlı tatlı şöyle konuşuyor:
         "Sayın delegeler, son zamanlarda aracıların vatandaşı, halkı sömürdüğü, onun için aracıların boyunduruğuna son verilmek üzere tedbirler alınması gerektiği resmen ifade edilmeye başladı. Buna biz CHP olarak çok sevindik... Türk halkını sömürülmekten, soygundan kurtarmak için aracıların haksız kazançlarını.kısıcı tedbirler almak, hattâ gereksiz olan yerlerde aracıları artadan kaldırmak ihtiyacını siyasî hayatta biz belirtmeye başlamıştık." (ULUS, 28.10.1970).
         Frenklerin: "Fufemisme" dedikleri bir hoşsözetme, dişi konuşma ağzı vardır. CHP Genel Sekreteri hoşsözetmenin en dişisi ile dile geliyor. Çelebilikle işler yoluna girse, ne mutlu: Biz de kendisine bir kaç kadife eldiven bağışlamak isterdik. Ne yazık ki, üretim tiplerinde olduğu gibi burada da "gerçek" demir leblebiden daha serttir. Ve CHP, hayâllerin en yumuşak yatağında kimi uyutacaktır.
         Yukarıki öfemizmde iki dişi öneri yatıyor:
         1- Aracıları: "Kısıcı" olmak (nicelikçe azaltmak);
         2-"Gereksiz" yerde: Ortadan kaldırmak" "nitelikçe azaltmak)...
         En büyük "aracı" büyük sermayeci'dir. Bir düzende hem sermaye egemen olsun, hem nicelikçe ve nitelikçe azaltılsın... Bu olur mu? olmaz. Çünkü Sermaye'nin ana eğilimi: Sülük gibi kan emdikçe şişmek, şiştikçe daha çok kan emici olmaktır.
         Antika toplumda Toprak beyleşme, modern toplumda tekelleşme göstermiştir ki, Sermaye, Toplumu batırma pahasına da olsa, gittikçe birikerek azgınlaşır. Eskiden Derebeğilik, şimdi emperyalizm, eskiden zulüm, şimdi faşizm oluşları bunu gösterir.
         CHP tekelciliğe ne buyurur? "İstemezük!": Her zaman en sonunda yenilgin düşmüş bir Yeniçeri çığlığıdır... Hiç bir çözüm getirmez. Türkiye ekonomi ve politikası kıllarına dokunulsa yeri yerinden sarsmaya hazır tekellerin elinde kıskıvrak sömürülürken, onu "kısıcı tedbirler"den, "gereksiz yerlerde kaldırmak"tan sözetmek, ezelî esnaf  "aldatmaca, buldatmaca, kedi kakasını yalatmaca"sı değil ise, nedir?
         "Değildir" denecek. Kapital, hele kapitalizm kalkmadan "aracılığın" kalkabileceği düşünülmüyorsa, ne düşünülüyor? Hem aracılığı kaldır, hem kapitalizm otursun: bu "çelişkilerin birlikte bulunuşu" değil, "saçmalıkların tepişip yırtınması" olur.

         Demokrasi ve Sosyal Adalet:
         CHP'ci Ortanın Solu hiç öyle bir aydınlatma yapmıyor, ama, biz onun kimi sözde yaptıklarından, yahut pratik tahrikâtlarından esinlenelim... Birkaç yıldır, özellikle 27 Mayıs'tan beri CHP'nin basbayağı direndiği noktalardan bir kaçını gözönüne serelim:
         1- Ekonomide: Tefeciliğe karşı ateş püskürmeler.
         2 - Politikada: Diktaya karşı ateş püskürmeler.
         3 - Sosyal alanda: Adâletsizliğe karşı ateş püskürmeler.
         CHP politikada ne sağ (faşist), ne sol (komünist) dikta istemiyor. Bu tezin uygulanması: 27 Mayıs'ı çökertmekle kaldı mı? Hayır. Türkiye'de en geniş yığınları en gerici demagoji batağında boğarak, Finans-Kapitalle Tefeci-Bezirgân Hacıağalığın "şartsız kayıtsız egemen" olduğu dikta rejimine dayanak verildi. Bu her köşebaşında bir ileri genci kurşunlatan "Toplum Polisi" eldivenli alaturka faşizme herkes "Cıci Demokrasi" adını taktığı için "Paşa" bile kızıyor!
          Toprakları Amerikan üssü, ordusu Amerikan generalinin Başbuğuluğuna verili bir ülkede "Demokrasi"den söz etmek nedir?
          NEMRUT çağının HACI AĞACA satılık kalleşliğinin, ultramodern Amerikan casusluğu ile bağdaşarak, halkı "oy davarı" durumunda atom mezbahasına sürüklemek hürriyeti'dir... "esnaf ve sanatkârlar": Sürü sürü ürkütüldükleri Kur'an Kursları'nda harıl harıl "kafadan gayrımüsellâh" edildikçe, dikta düşmanlığı kimin değirmenine su götürüyor?
          CHP sosyal alanda "sosyal adalet"çidir.10 yıllık DP ve 10 yıllık AP (Finans-Kapital+Tefeci-Bezirgân) saltanatı boyunca "gerçek" ne oldu? S. B. Ecevit söylesin:
          "Büyük zengin çiftçi, binlerce dönüm toprağı olan çiftçilerden alınabilen ziraî verginin yıllık toplamı 50 ilâ 60 milyon arasındadır. Halbuki, uzmanların yaptığı hesaplara göre ve bizim de parti olarak incelemelerimize göre, zengin çiftçiden 1.5 milyar lira vergi toplamak mümkündür." (A. Y.)
         Demek CHP 25 yıldır bu "sosyal adalet"e seyirci kalmış. Şimdi uyanıyor. Yadırgamıyoruz. Zararın neresinden dönülse kârdır. Ancak bu sonuçta, CHP ideolojisinin hiç mi payı yok? Varsa, o 40 yıllık ideolojiye sade bir "ortanın solu" etiketini yapıştırmak yeter mi? Finans ve Hacı Ağalarının her köşebaşında bir "Camii Şerif" inşa ettirişleri, şehirli ve köylü üretmenciklerin paracıklarından ve oycuklarından başka neden güç alıyor?

          Tefecilik Denilen Kanser İlletimiz:
          CHP Ekonomi alanında, sözgelişi tefeciliği istemiyor mu? İnsan öyle sanır. Ve ancak öyle olsa ortanın solu bir anlam taşır. Türkiye'de aşırı pahalılık ve aşırı devletçilik ve aşırı vergicilik de aşırı vurgunculuktan ileri gelir... Aşırı vurgunculuğun kökü: Antika Tefeci-Bezirgânlıktır. Tefeci % 100 fâiz vururken, onu koruyacak devletin daha az masraflı, hafif vergili olması olanaksız kalır.
          Onun için B. Ecevit şöyle der:
          "Kalkınmış batı ülkelerinde satılan mal üzerinden alınan vergi yüzde beşin üstüne çıkmazken, hattâ bizde yeni kanunla % 10, % 15 oranını bulmaktadır." (A. Y.)
         Batıda neden vergi %5'i geçmez? Çünkü orada normal fâizler ve kârlar da %5'i geçmez. Bizde neden vergi Batıdakinin 2-3 katı yüksektir? Çünkü bizim vurguncular için %5, on kâr, dişlerinin kovuğunu bile doldurmaz. Böyle bir soygunu ise ancak pahalı devlet ayakta tutabilir.
          Demek Türkiye'de Aşırı her şeyin sosyal nedeni: Antika Tefeci-Bezirgân vurgunculuğunda toplanır. Batı niçin "Kalkınmış ülke"dir? Şunun için: Batı, 500 yıldan beri Tefeci-Bezirgân sermayeyi kesinlikle yenilgiye uğratmış; onun yerine modern kapitalizmi geçirmiştır. Türkiye niçin kalkınmamış geri ülkedir? Şunun için: Türkiye 100 yıl saltanat, 50 yıl cumhuriyet boyu hep, "batıcılık" lâfı altında "muasır medeniyet: çağdaş uygarlık" palavrasını siper alarak kapitalizm maymunluğu yapmıştır. Tefeci-Bezirgânlığı altedemediği için normal ve namuslu bir kapitalizme girememiştir. Vurgunculuk ve tefecilik yerli millî kanser ılletimiz olmuştur.

         Tefeci-Bezirgân Ejderha ve Pahalılık:
         Böyle tarihcil ve sosyal yaman anlamlı tefecilik karşısında, tüm üretmenlerin, esnaf ve sanatkârlar kadar köylelerin, memur ve başka aydınların da öncüsü olması gereken bir parti nasıl davranmalıdır? Hiç değilse batılılaşma ülküsünde içtenlikli ve konsekan (mantıkçıl sonuçlu) olmalıdır.
         Bu nasıl olur? Önce Tefecilik ile Bezirgânlığın birbirine göbek bağıyla bağlı. Marks'ın dediği gibi "Zwillingsbrüder: İkiz kardeşler" olduklarını kavramalıdır. O zaman tefecilik nasıl üretmencikleri ağır fâizlerle eziyorsa, tıpkı öyle ve elbirliği ile bezirgânlığın da gene en başta üretmencikleri vurgunculukla haraca bağladığı gözden kaçırılamaz.
         Antika Sermayenin tefeci bölümü % 100 fâiz alırken, bezirgân aracı bölümü %100 kâr çekmeden edemez. Hele Türkiye'de bu antika sermayenin ikiz kardeşliği, özellikle bütün kasabalarda sık sık aynı kişide toplanır. Üretmenciklere vurgun fiyatına pahalı mal satan bezirgân, aynı zamanda ağır fâizle ödünç veren tefecidir. Ve batı kapitalizminde görülmedik pahalılığı yapan bu iki başlı antika ejderhadır: Tefeci-Bezirgândır.
         Böyle bir ejderha karşısında, B. Ecevit boşuna üzülüyor:
          "Esnafla halk haksız olarak karşı karşıya getirilmek isteniyor. Hayır, esnafla halk ayrı değildir, karşı karşıya değildir, birdir." "Pahalılığın asıl sorumlusunun esnaf ve sanatkâr olmadığını anlatmak istiyorum." (A. Y.)
         Bunlar "Lâpalisin Hakikatleri"dir. Elbet küçük esnaf: Halktandır. Elbet "ithalâtçılar ve istifçiler" "iki misli, üç misli fiyat" koyarlarsa: Elbet "devlet bir takım ihtiyaçlara, gaza, mazota zam yapar" ise, pahalılığı küçük esnafa yüklemek alçakça bir oyun olur. Elbet: "esnafın asıl müşterisi, köylüsü ile, işçisi ile memuru ile çalışan halk topluluklarıdır." Elbet: "fakir milletin zengin tüccarı olur, fakir milletin aracısı, tefecisi olur." (A. Y.)
         Mesele bu mu? Mesele bundan çıkarılacak sonuçtur.

         Halk Kurtuluşu Güzel Sanatla Olur Mu?
         B. Ecevit de azçok Tefecinin Bezirgândan ayrılmaz bir milli başbelâmız olduğunu seziyor. Şimdi ahuvâh etmek değil, yapılacak işi belirtmek düşer bir"Büyük Ana,Muhalefet Partisi" liderine. Burada duyguculuk, ve sübjektif protestolar hiçbir sonuç getirmez. Halk uğruna operet çığlıklı şöyle tiradlar ve edebiyatlar da karın doyurmaz.
         "Sayın delegeler, bizim kanaatimize göre, sözlerimin başında belirttiğım gibi, esnafı ve sanatkârı sıkıntıdan, geçim zorluğundan, güvensizlikten kurtarabilmenin temel şartı, halk çoğunluğunu yoksulluktan kurtarmaktır." "Fakir milletin esnaf ve sanatkârı ister istemez fakir kalır. Onun için esnafın kurtulmasının yolu, dar ve orta gelirli halkı, çalışan insanları kurtarmaktır... Bir avuç insanın değil, tüm halkın gelir seviyesinin yükselmesidir. Halkın kazancı arttığı zaman esnafın da kazancı artacaktır. Halkın yüzü güldükçe esnafın da yüzü gülecektir. (A. Y.)
         Bu "güzel" sözleri özetliyelim: "Esnaf"' demek "halk" demek olduğuna göre ne söyleniyor? "Halk kurtulduğu zaman halk kurtulacaktır." "Halk fakirse halk fakirdir." "Halkın gelir seviyesi, kazancı artar ve yüzü gülerse, halkın gelir seviyesi, kazancı artar ve yüzü güler!" Halk Partisi Genel Sekreterinin o güzel sözlerinde bu "Güzelsanat"tan başka ne vardır? Güzelsanat ise, halkın sosyal kurtuluşu için değil, en bencil ve bireycil kişi komplekslerini boşandırmak için icat edilmiştir.

         Tefeci-bezirgânı Meşrulaştırma
         Oysa, bırakalım halkın ve esnafın kurtuluşunu: Türkiye'de doğru dürüst; batıcı anlamda bir ilerliyen kapitalizm mi isteniyor? Dillerin altında saklanan bakla odur. Esnaf dediğimiz üretmen-ciğin de, üretmen yahut aydın olsun bütün küçükburjuva tabakalarının da en tutkun ülküsü yurtseverlik ve ulusseverliktir. Türkiye'nin, yeryüzünde en geri sömürge ve uydu ülkeler safından çıkması istenmiyor mu? Bu çıkış için küçükburjuva kafası ve eğilimi kapitalist yoldan başkasını seçemiyor değil mi?
         Türkiye'de kapitalist ilerleyişi olsun herşeyden önce ve herşeyden çok engelliyen Tefeci-Bezirgân ekonomi ve toplum ilişkileridir. Türkiye vatanını ve milletini herkesten aşırı içgüdü ile seven esnaf ve sanatkâr v.b. küçükburjuva yığınlarıdır. CHP o geniş yığınların savunuculuğuna ve öncülüğüne kalktığı gün, sevgili vatan ve millet Türkiye'yi herşeyden önce Tefeci-Bezirgân ejderhadan kurtarmalıdır. Bu kurtuluş yolunu küçükburjuva yığınlarının bilincine duruca çıkarmalı ve içtenlikle uygulamalıdır.
         Klâsik kapitalizm için de antika Tefeci-Bezirgân sermayeyi temizlemekten başka gelişim yolu bulunmadığı için, CHP'de Türkiye'yi modern kapitalist, yahut "çağdaş uygar" görmek dileğinde saminıî olan her burjuva ve küçükburjuva da Ortanın Solu'nu bu yönde destekler. B. Ecevit böyle açık seçik bir yönelişe gelebilir mi?
          Gelemiyor. Ortanın Solu'ndaki sosyal adalet kar helvası, "karma ekonomi" karasevdası, "sandıktan çıkma" demokrasi lâfazanlıkları, o iki kene iki dört ederce kesin çözüm yolunu sis perdeleriyle görünmez kılıyor. O perde ardında, Tefeci-Bezirgânı "aracı" maskesi ile süsleyip çağdaş Türkiye toplumu içinde ebedîleştiriyor.

         Maskeli Haydutların SINIF Fobileri:
         O zaman bindiği dalı kesiyor, kendi gölgesinden korkar evhamlarla bunalıyor. Bir yanda, haklı olarak: "Politikacı halkın ve memleketin gerçeklerini uzmandan çok iyi bilen insandır." (a. y.} diyor. Ötede ne yapıyor? Politikanın tek ve biricik gerçeği olan sosyal sınıflar pusulasını eline almaktan ödü patlarca sakınıyor. Halk önüne "sınıf" olarak çıkamayacak kertede soyguncu ve hain olan (Finans-Kapital+Tefeci-Bezirgân) cephesinin maskeli haydutlar balosuna katılıyor.
         "Sınıf partisi" mi, dediniz? Sakın hâ! Ne varki, "sınıf partisi suçlamasından" korunmak için de halkın çıkarlarını savunamaz hâle gelemeyiz ya!.. CHP'de Ortanın Solu hep bu ikircikli ürkek toy düşünce ve davranışında bocalıyor. Sömürücü vatan hainlerine açıkça ve mertçe şöyle diyemiyorlar:
         "Siz sınıf içyüzünüzü ötesiye gizlemeye mahkûm maskeli haydutlarsınız. Onun için 'sınıf partisi' değilmiş gibi görünmek zorundasınız. CHP fakir halkın küçükburjuva kesiminin peçesiz sınıf partisidir! CHP devrimcileri ne maske kullanmaya, ne sömürücüler karnavalında rol almaya tenezzül etmez!"
         Sömürücü sınıfların neden sınıf politikasından o denli ürktüklerini, sınıf çıkarları göz önüne konmadıkça niçin hiçbir sınıflı toplum olayının kavranılamayacağını iyi anlamayan Ortanın Solu, elbet sınıfları belirlendiren ekonomi temelinde yanılacaktı.. Bu yanılgının en açık örneği. CHP'nin "karma ekonomi" anlayışıdır.

         Devlet Sermayesi - Özel Sermaye:
          "Karma ekonomi", CHP ideoloklarınca: Özel sermaye ile devlet sermayesinin koekzistansı, birlikte yaşamasıdır. Ve bu söylenirken, bütün küçükburjuvaları mistifiye eden, abdal yerine koyan şöyle bir çelişki uydurmasına göz kırptırılır: Devlet kapitalizmi kamu yararını düşünür. Bir çeşit "devlet sosyalizmi" canım! Özel sermayeye karşı, neredeyse onu kontrol edecek bir komünist güç bu devlet sermayesi!
         Kırk yıldır CHP zavallı küçükburjuvaziye bu yem borusunu çalar. Aydın küçükburjuvaziden başkası buna inanamaz. Çünkü köylü gibi üretmen olan esnaf ve sanatkârlar da, her gün devlet kapitalizminin ne olduğunu bütün derisi ve kemiği ile duyup dener. Devletçiliğimiz, ancak: "ekmek elden, su gölden", "al maaşı, salla başı" kalem efendilerini eğlendiren bir esrar mâcunudur.
          (Finans-Kapital+Tefeci-Bezirgân) sınıfları egemen olup iktidarı elde tuttukça; devlet sermayesi ancak iktidarın emrinde, özel sermayenin dişiyle kesemediği sömürü olanaklarını, özel kişilerin ağızlarına lâyık bir papara ve mama yapma avadanlığıdır. Dağdaki çobanın bildiği bu "gerçeği" devletçi CHP neden bilrrıez?
          Önce, CHP'nin sınıf yapısı buna elvermedi. DP ve AP kadroları CHP içinde bütün su başlarını kesmiş bulunurken, o hakikati kimseye göstermek suçtu. Finans-Kapitalin elebaşıları CHP "vesayetinden" kurtulunca da, CHP ideolojisinin kapıkulu devletçiliği sürdürülmeliydi. O sayede özel sermaye çapulu devlet sermayesinin duman perdesi ardında daha verimlice sağlanabilirdi.
          Özel ve devlet sermayelerinin işbirliği bir "karma ekonomi" değil, aynı parmağın eti ile tırnağıdır. Ona karma ekonomi denemez: Tekelci sermaye denir. Kapitalizm Türkiye'de özel Finans-Kapitalle tekelinde sömüremediği alanları kamu Finans-Kapitali ile dolaylıca, ama daha evrenselce ve baskınca tekeline geçirebiliyordu.
          Hem bu Türkiye'ye has bir orijinallikte değildi. Bütün emperyalist anavatanlarında tekelci sermaye devletçi olmuştur. Tekelci kapitalizmin en itçil (sinik: kelbî) ve en önü alınmaz biçimi: Çağdaş devlet kapitalizmidir. Devlet kapitalizmi her zaman,19. cu yüzyıl "sermaye birikimi" zamanında olduğu gibi, 20. ci yüzyılın sermaye tekeli zamanında da kapitalizmin en sıkılmaz ve en ezici vurgun sistemidir.

          Asıl Karma Ekonomi Ve Vurgun
          Türkiye'de bir karma ekonomi yok mu? Var. O, Finans-Kapital ile Tefeci-Bezirgân sermayelerin melez biçimidir. Ortanın Solu, bu "Antika+Modern" sermaye kırmasını, "Özel+Kamu" sermaye bütünü ile karıştırıyor. Aydın Kapıkullarına "Antika+Modern" karma ekonomi ucûbesini, tekelci sermayeyi sözde sosyalizan "kamu" etiketli sermaye ile duvaklayarak gerdeğe sokuyor. Bu, Kayserilinin yaşlı anasını boyayıp babasına tâze gelin diye satmasına benziyor.
          Kayserili en sonra haklı sayılabilir. Kırk yıllık karıkocayı birbirinden ayırmamak gibi iyi dilek taşıyor. Ortanın Solu öyle bir muazzeret öneremez. 5 bin yıllık Tefeci-Bezirgân leşini, 50 yıllık Finans-Kapital yatalağı ile evermek, ancak Türkiye ekonomisi gibi prematüre (vakitsiz doğmuş) bir avorton (düşük uchube) çocuk dünyaya getirebilirdi.
          Gelin görün ki, bu avorton'un kanında ve canında Finans-Kapital ile Tefeci-Bezirgân Sermayeler birbirlerinden ayrılmazca kaynaşmıştırlar. Hele Çokparti çağının 25 yılı o kaynaşmayı daha önceki Tekparti çağının 25 yılında görülmedik ölçülerle Finans-Kapitali Tefeci-Bezirgânlıkla ölüm kalım ittifakına götürmüştür. Fâizci bankalarla fâizciliği haram eden câmiler, neredeyse aynı kubbenin altında.içiçe girecekler. Tefeciliği bir numaralı haram düşman bilen Islâm dini, kur'an kurslarıyla, fâizciliğin tapınağı bankaların ideolojisi durumuna sokuluyor.

         Tefeci Yaşasın Ki, Vergi Versin
         Üretmenciklerin ezelî ejderhası Tefeci-Bezirgânlığa ve onun avortonu karma ekonomiye karşı CHP Solu nasıl dövüşecek? B. Ecevit'in bunu esnaf ve sanatkârlara nasıl iki türlü anlattığını biliyoıuz:
          1- "Aracıların HAKSIZ kazançlarını kısmak";
          2 - "Hatta gereksiz olan yerlerde aracıları ortadan kaldırmak"..
         Kim bu "aracılar?" tefeci ile vurguncu... Tefeci ile vurguncunun "HAKLI" kazancı olur mu? B. Ecevit'in yukarıda iliştiğimiz öfemizmli deyimine bakılırsa: Olur!.. O zaman üretmenciklerin ömürleri: "Tek mi, çift mi" oynarsa, tefecinin haklı mı haksız mı olduğunu aramakla geçecektir. Tefeci ile vurguncunun "gerekli olduğu yerler" var mı? Gene B. Ecevit'e bakılırsa: Olmalı!
          Şimdi, neden herkesin bildiği tefeci-vurguncu ejderhasına "aracı" gibi bir hoş terim konulduğu daha iyi anlaşılmıyor mu? Açıkça, "tefeci-vurguncu"nun kimi yerde "gerekli", kimi "haklı" olduğıı söylenince, buna develer güler. Ama tefeci ile vurguncuyu "aracı" gibi anodi... (belirsiz-zararsız-sancısız) bir terimle yaşmakladık mı: Keskin sosyalistlerin "işbirlikçi" sözcükleri kadar tanınmaz hale gelir. Artık onu "kısmak"ta, kimi yerde "kaldırmak"ta demagojik bir lâfa "dönüşüverir".
         Oysa tefecilik ve vurgunculuk, bugün Batı Kapitalizminden tercüme - aktarma, sandıktan ve meclisten fırlama kanunlarla bile "resmen" yasaktır. "Kanun devleti" diye gırla gidilen bir ülkede, üretmenciklerin ejderhalarına üretmenciklerin koruyucusu olacak bir "Ortanın Solu" bu denli kadife eldiven kullanmalı mı? Hayır...
         Yoksa B. Ecevit, esnaf ve sanatkârlar önünde hitâbet heyecan ile bir "sürç'ü kelâm"a, dil kaymasına mı uğramıştır? Gene: Hayır! Çünkü, sözüne başlarken yalnız "haksız" (! ) ve "yersiz" (? ) tefeci -vurgunculuklara.. (pardon: Aracılara" diyecektik) "kısık" ses çıkaran B. Genel Sekreter, sözünü bitirirken de aynen öyle diplomatlık eder. Büyük bir ciddiyetle, 30 lira vergisinden 29 lirasını kaçakçılığa getirenlere, 50 milyon yerine 150 milyon lira vergi vermelerinin daha akıllıca bir tutum olacağını önerir. Çünkü, bakın ne olurmuş o zaman: "O zaman esnaf, evet, ben senede birkaç bin lira vergi ödüyorum ama, devlet, tefeciden de, aracıdan da, toprak ağasından da, milyonlarca lira vergi alıyor, o zaman elbet ben de üzerime düşeni yaparım diyecektir". (a. y.)
          Tefeci ile üretmenciği: 7 bin yıldan beri olduğu gibi, "birlikte yaşatmıya" çalışan bu tutum nedir? Dökülen kanların üzengiyi geçtiği gün kurtla kuzuyu kardeş kardeş yaşatan kutsal masal. Bunu tek parti denedi: Rahatça semiren kurtlar (sermayeciler) ilk fırsatta CHP vesayetini devirip kendi "çokparti" gösterişli sandıktan çıkma diktalarını kurdular. Ortanın Solu, "denenmişi denemek"le kimin sakalını yakmak istiyor?

         Tatlı Hülyâlara Acı Hakikat
         CHP böylesine çıkmaz sokaklarda halk denilen çoluk çocuğu oyalarken, kapital hazretleri işini takıntısız yürütüyor. Ve Ortanın Solu ile alay ederce; bildiğinden şaşmıyor. Ve eski oyun sürüp gidiyor.
         CHP "aracı" düşmanlığı mı ediyor? Mükemmel! Finans- Kapital anasından doğdu doğalı "aracı"ların düşmanıdır. Bütün mesele o "iflâh olmaz böcekler" gibi üşüşmüş kimseleri, tekelci sermayenin disiplini altına sokmakla çözümlenir. Kalın sermaye'nin böyle CHP'yi şaşırtan yavuz hırsızlığını görünce hayâl kırıklığına uğrıyan B. Ecevit sızıldanıyor:
          "Şimdi aradan 5 yıl kadar geçtikten sonra pek çok kimsenin aracılardan şikâyete başladığını görmek şüphesiz ki, bizi sevindirdi. Fakat sevincimız yarım kaldı. Çünkü, gördük ki, bazı kimseler aracı sözünden esnafı kastetmektedir. Oysa biz, hiç bir vakit aracı sözünden esnafı kastetmedik". (a. y.)
          Sen, sosyal sınıflar denli kaçamağa yer vermez termler dururken, "aracı" "işbirlikçi" gibi sınırı belirsiz aydın küçükburjuva yakıştırması lâf orijinalliğine kapıl. Eloğlu armut mu toplar? O da senin verdiğin silâhla seni vurur. Sen yanıp yıkılırsın: Antika ve modern sermaye ne yaptığını bilir:
         "Halkı soyan, sömüren aracıların esnaf oldugu izlenimi haksız olarak yaratılınca bunun sonucu olarak ne tedbir akla gelir? Esnafın işini esnaftan almak tedbiri akla gelir. Bu şekilde tedbirler alınmıya başlamıştır. Devlet olarak büyük satış yerleri kurulması düşünülüyor. Hattâ Türkiye'nin büyük sermayedarları devalüasyondan önce birer açıklama yaptılar ve esnafın halkı soyduğundan şikâyet ederek, büyük sermayedarların bir araya gelip, büyük satış yerleri kurmaları gerektiğini söylediler." (a. y.)
          "Baba" Devlet Finans-Kapitalin emrinde. Kapital kendisi erişemedi mi, "Devletçiliğimizi" koşturur. Ortanın Solu bile, Devletçiliğin nasıl işlediğini bilmiyen geniş topluluklar"a haber vermekten kendini alamaz:
         "Ama bilinmiyen perde arkası gerçek şudur: Et ve Balık Kurumu... Orta Anadolu'daki, Trakya'daki, Balıkesir'deki, Doğu Anadolu'daki, besicileri sömüren bir avuç insana kredi ve avans verme politikası" güder.
         "Tütün yetiştiren köylü tütününü eskisinden daha pahalıya mal edip daha düşük fiyatla satıyor. Bu hayat pahalılığı karşısında... ve ilh., ve ilh." (a.y.)

          Sosyal Gerçekliğimiz Nedir?
          Acı hakikati B. Ecevit bilmez mi? Bilir. Hattâ söyler bile:
          "Biz, der, çağımızın büyük işletmecilik, hatta pazarlama ve satışta dahi büyük işletmenin çağı olduğunu kabul ediyoruz. Bu gerçeği görmemezlikten gelemeyiz." (a. y.)
         Öyleyse, büyük üretim önüne geçilmez bir "gerçek" çığ ise, şimdi ne yapılabilir? Her şeyden önce hangi ekonomik ve sosyal düzende yaşadığımız objektif ve somut olarak ortaya konulur. Sonra o şartların üretmencikler yararına nasıl değiştirilebileceği araştınlır ve uygulanılır.
         Türkiye'de egemen ekonomi ve toplum düzeni nedir? Melez, karma bir "Modern+Antika" sermayenin sosyal düzenidir. Sermaye düzeninde iki karakteristiğin önüne geçilemez:
          1- Sermaye: Bir tek üretmenciğin varı kadar küçük değildir. Birçok, kimi yüzlerce, binlerce üretmenciğin varından çok daha büyük bir araç'tır. Onunla üretmencik (kimi yalancı pehlivanların deyimiyle) "Başa güreşemez."
          2- Sermaye: Antika biçimiyle üretmenciklerin var olmaları için şarttır. Modern biçimiyle, üretmencikleri işçileştirip (proleterleştirerek) ortadan kaldırdığı yerde bile, büyük üretimle millet ölçüsünde geniş tüketmen yığınları arasında bütün ekonomik ilişkilere egemen olur. Yani, antika toplumda da, modern toplumda da sermaye temeli bir aracı'dır.
          Türkiye gerek antika sermayenin, gerekse modern sermayenin at oynattığı bir ortamıdır. Bu ortamda CHP solculuğu ne vaiz ediyor? Başlıca iki şey:
          1- Aracıların sömürüsünü gidermek;
          2- Üretmencikleri örgütleyip güçlendirmek..
          Bu iş nasıl olacak. Sayın B. Ecevit'in önerilerini, oldukları gibi ele alalım.
          B. Ecevit diyor ki:
          " .. Bizim kanımız şudur:
          "Üretici Halk örgütlenmelidir." (Ulus, 28/10/1970)
          Halk için ve nasıl örgütlenmelidir? CHP'nin ardında, birkaç yüzbin kişilik "gönüllü" kapıkulu kadrosu örgütlennıiştir; CHP birkaç milyon oyu sandıktan çıkaran en eski legal örgüttür. CHP'nin, en yeni ve en dinamik genel sekreteri büyük bir iyi dilek ve sâf inançla söyle diyor:
          "Esnaf ve Sanatkâr kendisi doğrudan doğruya pazarlıyacak bir şekilde örgütlenmelidir. Bir yandan da esnaf ve sanatkâr, o malı aracısız bir şekilde alabilecek örgütlenmiye gitmelidir. Böylelikle, üreticilerin yapacakları örgütlerle, satıcıların, esnafın, sanatkârların kuracağı örgüt, aracısız olarak bir araya gelebilmelidir. O zaman esnaf, hem üretici payı artacak, hem de halk daha ucuza mal alacaktır." (a. y.)

         Sermayeci Fil önünde: Üretmencik Karıncasının Örgütü
         Bu "Örgüt" anlayışı nedir? Avrupalının "Küçükburjuva" dediği "esnaf ve sanatkâr" insancıkların beşyüz, beşbin yıllar yılı boyuna özlediği, ha ulaştım sandığı ânda çöl serâbı gibi avuçları içinden ebediyen kaçırdığı: "Küçük Üretmen Cenneti"dir.
         Cennet'i kim sevmez? Gelin görün ki, Antika Toplumda 6500 yıl Tefeci-Bezirgân Sermaye, Modern Toplumda 500 yıldır Kapitalist Ekonomi, o "Üretmencik Cenneti"ni tâ temelinden yıktı durdu. Şimdi gerek Antika, gerek Modern Sermayeye "Aracı" demekle ne değiştirilebilir? Sayın Ecevit, kimi keskin "Sosyalist"lerimizin de özendikleri "Aracı" deyiminin patentine sahip çıkıyor:
         "Çünkü siyaset dilinde, Aracı termini biz getirdik" (a. y.) diyor.
         Bizimkilerin "İşbirlikçi" lâflarına pek benziyen o term, ne yazık ki, yalın kafaları biraz daha bayağılaştırmıya itelemekten başka, hiç mi hiç bir şeycikleri beceremiyor. Adıyla sanıyla Finans-Kapital ve Tefeci-Bezirgân domuzuna örgütlenişi önünde: Üretmencik örgütlenmesi, file karşı karasineğin vızıltısından öteye geçemez ve geçemiyor.

         Esnaf: Çelişkiler Kumkuması
         Pek Sevimli ve Sayın Ecevit'in "Sosyalist" alanlarında işi mi ne? B. Ecevit, Türkiye'de 4 milyon kadar saydığı sanat üretmenciklerinin sosyal ülküsüne tutkun bir politikacımızdır. Olumlu kökleri en az 500 yıl önce kurutulmuş Ahî'lerdenberi, sanat üretmenciklerimiz yeniden Bâbil artığı antika bataklığımıza gömülüp gitmiştir. Sırf o Bâbil artıklarını bataktan kurtarma çabaları, Ütopi de olsa, saygıya değebilir.
         Bir ucu kasaba Manüfaktür'cüleri ile Finans-Kapital kapıkulluluğuna zincirlerle bağlanan, öbür ucu topraksız köylünün yoksulluğu altına varan o binbir işkence basamaklı "Esnaf ve Sanatkârlar" kalabalığımızı ne küçümseme ve ne de büyümseme aklımızdan geçmemelidir. Resmî İstatistikler onları 4 milyon değil, o rakamın 10 da biri (400 bin) kadar anca buluyor. Bu toptan mahkûm ve yürekten yangın dertli insanlarımızın, bağırınca, - hele bağırtılınca, - vâveylâları gökleri doldurabilir. Onlar, en ezik ve suspus günlerinde bile, bütün "Milli iniltilerimize" en yaygın ve ayaklarıdıcı sızıltılar fışkırtırlar. Bunu hiç unutamayız.
         Bununla birlikte, hepsinin "abası altında bir er" ne söz, bir "yularsız arslan!" yatan esnaf ve sanatkârlarımızın: kişi olarak çokluk görünen kalabalıkları da, ajitasyon veya dilsiz dedikodu olarak pek etken sanılan ağız kalabalıkları da, çifte ve çelişkili karakterlerin harman yeri olur.
          Dünya ölçüsünde esnaf sanatkârlar: Finans-Kapitalin, Türkiye'de ise ayrıca Tefeci-Bezirgân Sermayenin de, günah çıkartma tekeliğini yapan bir şamar oğlanıdır. Pahalılığı önlemek şöyle dursun, arttırmak için kullanılan, ama kimsenin kendisini kullanamıyacağını, "tam bağımsız Türkiye" olduğunu bol bol haykıran bir zavallılıktır.

          Esnaf: İntihar Kompleksli Dağınıklık
          Bin esnafın bir ayda yapamıyacağı üretimi bir günde çıkarıp piyasaya atan büyük sanayî önünde, maddece ve mâneviyatça: Yeldeğirmenlerine saldıran Donkişot'tan daha acıklı ve gülünç duruma düşer. Bu aşağılık duygusu yaratmış durumdan kendi başına kurtulamıyacağını sezdikçe, öbür uca kaçar. Öyle bir aşağılık kompleksine kapılır ki, Bâbil çağından örselene çürüye turşu küpüne dönmüş karanlık dükkâncığından ve hele kafacığından daha haklı ve güçlü hiç bir şeyin yeryüzüne gökten inemiyeceğini ölesiye savunur.
           Böyle bir sosyal kalabalığın ağızkalabalığı ile "evrene düzen" vermiye kalkmak, yahut hiç değilse pahalılığı kaldırmayı ummak ölü gözünden yaş beklemekten daha üzüntülü bir kuruntu olur. Türkiye'nin Tefeci-Bezirgân kanburu üstüne Finans-Kapital kanburu oturtulmuş "bozuk düzen"ini düzeltmek "esnaf ve sanatkârlar"ın hiç bir zaman ciddiye almıyacakları, ancak vurgun kırıntıcıklarıyle iktidara av edilecekleri örgütlerinden beklemek: Bâbil Kulesi üzerine Firavunların Mezar-Ehramını oturtmıya çalışmak olur.
         Çünkü esnafın kendisi "mühtac'ı himmet bir dede"ciktir. "Virân olası hânede evlâd'ü iyâl": Esnâfın boynuna asılmış altı batmanlık lâledir. İlk fırsatta, Hacıağanın bir kuru "Aferin!"ini kazanmak için, büyük beyefendilerin bir yaş çıkar oltasına solungaçlarından takılıp havada sallanmak için, göstermedik sâde suya heyecan ve kaypaklık bırakmaz. Neler "icat" etmez ki?

Ortanın Solu:Esnaflığa Bayılmamalı - Sosyalizme Ayılmalı
         CHP belki sol yoldan bir esnaf öncüsü olabilir. Eski günlerin "Büyük Efendi"leri CHP'liydiler. CHP uzun yıllar biricik "Devlet Partisi" oldu. O zaman "tas elinde, koz elinde" bulunduğu için bütün küçükburjuvalara tam ekmek kapıları değilse bile, şölen ve tören sofralarından kimi diş kovuğunu dolduracak kırıntılar sunabilmişti. Hâlâ o kırıntılarla köşede bucakta CHP gönüllülüğü yapan sayıca pek çok küçükburjuva vardır.
         Yalnız, bugün devlet ve devlet kapısı Finans-Kapitalin tekelindedir. Şehir küçükburjuvalarını "Devletçiliğimiz" kanallarından sürüyle Finans-Kapital partileri her zaman kendi zafer arabalarına zincirliyebilirler. Buna karşı CHP'nin "Halk dalkavukluğu" etmesi yetmez. Bir ân önce Devlet'i ele geçirmesi gerekir. Şehir küçükburjuvaları ancak o zaman, kuvvet gördüğü yere eğilme içgüdüleriyle, CHP'den yana olabilirler.
        Köy Üretmenciklerine gelince... Onlar Nemrutlar ve Firâvunlar çağındanberi, 500 küsur "Kasaba"mızda örümcek yuvalarını kurmuş Tefeci-Bezirgân ağlarıyla kıskıvrak bağlı, gericiliğin maddî mânevî tutsağı durumundadır. Büyük ve dehşetli yoksulluktan patlama kertesinde ezik duran köylü yığınlarımızı kazanmak ancak ve yalnız gelenekcil Tefeci-Bezirgân ağlarını ( 1300 yıllarında Osmanlı atalarımızın yaptıkları kadar olsun) bir vuruşta yokedebilmekle olağanlaşabilir.
         Demek CHP'nin başarı şansı:
         1- Aşağıda Toprağı;
         2 - Yukarıda Devleti.
         Finans-Kapital ve Tefeci-Bezirgân Hacıağalar tehakkümünden kurtarmakta yatıyor. Bu kurtarış, İkinci Kuvayimilliyecilik hamlesi ister. CHP'nin başında Birinci Kuvayimilliyeciliğin sayılı ve saygılı liderlerinden en realist olanı var. Ona uzun ömürler dilemek yetmez. Doğa kanunlarının kimse önüne geçemez. O lider sağken, CHP: Devleti ve Toprağı, Antika ve Modern Tekelci Sermaye derebeğiliğinin pençesinden ve tırnağından kurtarabilir mi?
          O zaman "Ortanın Solu" veya "Sosyal Demokrat Gençlik" girişimleri ciddiye alınabilir. Şehir ve Köy Küçükburjuva yığınları ilk kez rahat bir nefes alarak gözlerini açabilir. Türkiye'nin büyük devrimci İşçi Sınıfı, o gerçekten demokratik Kurtuluş Savaşına bütün yaratıcı gücü ile dayanak olur. Bütün Türkiye Devrimci Güçleri, Birinci Kavayimilliyecilik liderini, yeniden çizmelerini çekmiş olarak, başa geçmiş görmenin güvencini duyar. "Anarşi" durur. Bizantizmler tavsar.
          Yoksa, Türkçe kadar Atasözü bol dil pek azdır: "Atı alan Üsküdar'ı geçer." Hayat, hepimizden güçlüdür. Bakarsınız "Gün doğmadan meşîme'i şeb'den neler doğar." Yâni: geceler her zaman gebedir. Ve "Son pişmanlık fayda vermez."
         Üretmenciklerin (çalışkan köylü ve esnafların) biricik uyanık fedai dostu nasıl İşçi Sınıfı ise, Ortanın Solunun da biricik içten feragatli dostu Sosyalizmdir. Çünkü, ne İşçi Sınıfı, ne proletarya ülküsü Sosyalizm: ne kimseyi aldatmakta, ne külâh kapmakta hiçbir sosyal problem çözümü göremez.
          Çocuk, doğacaktır değil, doğuyor. Yazıktır halk anacığa boş yere kıvrandırcı sancılar çektirip durmak.





SOSYALİZM'DE BAŞSIZ DEVELİK
29 Aralık 1970



         Küçükburjuva Salıncağı:

         Türkiye'nin sağı, solu çeşitli başsız-develiklerle dolu olur da, Sosyalizmi bundan kurtulur mu? Yeter ki olaylara azıcık içyüzünden ve sonuçlar açısından bakalım.
         "Başsız-develik"; Küçük burjuvazinin, yahut ilkçağ (aşiret), ortaçağ (derebeği) kalıntılarının tutumudur. Modern büyük burjuvazi, her zaman başlı devedir. Hemen, bir soğan ya da sarmısak başı olsun bulamazsa yaratır, onun çevresinde derlenip eyleme geçer. İşçi sınıfı da öyle:Derleşik ve disiplinli yürür. Bu davranışlar, modern üretimin ruhlara dayattığı sosyalleşme gidişinden ileri gelir.
         İki modern sosyal sınıf dışındaki bütün sosyal kümeler, başsız-develiğe bayılırlar. Çğinkü onların bağımsızca bir baltaya sap olmaları, toplum çelişkilerine temelli çözüm getirmeleri, yahut o çelişkileri süreklice kontrol edebilmeleri olanaksızdır. O nedenle bir uçtan öbür uca sallanarak bocalarlar. Onların görüş ve davranışları: ilerlemek değil, yerinde sayıyor görünmemek için heyacanlı salıncak safaları ile kendilerini de, başkalarını da şaşkına çevirmektir. O zaman keyiflerine pâyân yoktur.

         Başsız-Develiğin Çürük Çelişkisi:

         Başsız-develik içinde iki zıt kutup vardır: Anarşi ile oportunizm nasıl birbirinin ters - yüzü iseler, tıpkı öyle, başsız- develikle müstebitlikte biri ötekisine kolayca dönüşüveren birbirinin kaçınılmaz tersi yüzüdürler. Üretmenciğin kendi tarlacığı ve kendi dükkâncığı: Hem gerçekte yoksulluğunun bağlayıcı zinciri olarak hiç'tir, hem de "kâinata metelik vermemek" için dayandığı bireycil ve kişicil kuruntularının tükenmez hazinesi olarak hep'tir.
         Onun için, sık sık belirtilmelidir. Başsız-develiğin çıkmazı, birbirini çürütüp, her şeyi tuzbuz ederek yozlaştıran iki ayrılışmaz hezeyanda toplanır: Otorite düşmanlığı + otorite megalomanlığı! Bu iki zıt kutup birbirini çelmeleyerek bir arada bulunurlar. Ama, modem sosyal savaşın gerçekliğine şaşı baktıkları için, diyalektik "çelişkilerin bir arada bulunuşu" gerçekliğinden ve yaratıcılığından fersah fersah uzak kalırlar.
         Bugün Türkiye sosyalizminin başsız-develiği: Öyle dekadan Zâloğlu Rüstem gösterişli bir salıncak yellenmesidir. Bir yanda bilimcil sosyalizmin en yaman formüllerini uluorta harcayan otorite megalomanlığı ile kimseye söz söyletmez. Ötede, bilimcil sosyalizmin en alfabetik prensiplerini, ânın gereklerini, derleniş kurallannı kahramanca çiğneyerek, her türlü otorite düşmanlığı ile en açık bozgunda zafer havası çalar. Bu tutum onu ölüm salıncağına acemice binmiş tehlikeler canbazına çevirir.

         Başsız - Develiğe dizgin: Proletarya Partisi

         Başsız develik niteliği sakın şu veya bu kişinin manyaklığına bağlanmasın. O zğman problemin bütün sosyal belirliliği silinmiş olur. Başsız-develik: Senin-benim-onun kişicil hastalığı değildir; bizim-sizin-onlann... Hepimizin sosyal ölçüde bireycil eğilimimizdir. Onun için, kişileri kulağından tutup teşhir etmek,bir örnek vermekten başka sonuç veremez. Aydın veya loş küçük burjuva eğilimi olarak başsız-develik eğilimlerimizi olaylar içinde yakalayıp oldukları gibi çarmıha germek gerekir.
         Sosyalizmimizin başsız - develik eğilimine en son ve en somut örnekler, siyası iktidar savaşı yapacak gerçek bir proletarya partisi probleminde ortalığı kaplayan düşünceler ve davranışlardır... Mesele olağanüstü körkörüne parmağım gözüne oportoda besbellidir. Oportunizmler de, revizyonizmler de, anarşizmler de, absolutizmler de, ekonomizmler de, otzovizmler de, likidasyonizmler de, menşevizmler de.. Hep açık, somut bir parti programı çevresinde, sınırları bıçak gibi kesen bir parti tüzüğü çerçevesinde, başı kıçı belli, önü sonunu tutan bir gidişle hizâya gelmemek, saf bağlamamaktır.
         Bu insanı umutsuzluğa düşürecek kertede tartışılamaz hakikat önünde patlak veren tartışmaların sonsuzluğuna ve sözde daha iyiyi bulmak için hiç bir şey yapmamaktan da kötü: Her şeyi yapar ve her şeyi düşünür görünmelere bakın. Bu kargaşalık karga derneğinde, kişi olarak, elbet çok iyi maskelenmiş CİA ajanlarından başka kimseciği parmakla suçlu göstermek büsbütün güçleşiyor.

          Aybarizm'in TİP'e Kötülükleri:

          TİP içindeki "sosyalizm"in düşünce ve davranışları ayrı bir konudur. Onun reformizmde ortanın solundan geri, sendikalizmde ve parlemantarizmde 100 yıl önceki Bemstein'lardan, Kautsky'lerden ileri yanlan: Kapalı ve kaypak bir kutu içinde "Sakal'ı Şerif" gibi saklanmak isteniyor. Yalnız "inanmış" saydıkları "sâdık kullar", o da şâyet "abdestli" iseler, TİP'in ideolojik "yamalı bohça"sına yaklaştırılıp, içindekiler -olduğu gibi gösterilse ne iyi- istenildiği gibi anlatılıyor.
          TİP'te program ve tüzük var. TİP program ve tüzüğünün: Bilimcil sosyalizm ile ilişkili olmadığını herkes kadar TİP ideolokları da bilmezler mi? Buna inanılamaz. Çünkü TİP'in tüzüğü de, programı da: Henüz TİP için de "sosyalizm" sözcüğünün yasak edildiği günlerin ürünleridir. O sinik davranışın program ve tüzüğü, ister istemez silik düşünceler karalaması olacaktı. Buna kimsenin bir şey dediği yok.
          Ancak, bütün insanlık gibi işçi sınıfı için de gelişim önüne geçilemez bir gidiştir. Bugün hiç kimsecikleri beğenmeyen Çin devrimciliğinin lideri Mao bile, daha gerçekçi olduğu günler: ütopik sosyalizmden, anarşizmin babalarından, hattâ burjuva radikalizminin kırıntılarından yola çıktığını itiraf etmiştir. TİP'in de, emekleyen işçi sınıfı ideolojisi olan ütopik sosyalizmi olsun çarçabuk bilincine çıkarması, artık birinci görevi olmalı değil midir?
          Bu görevin ilk adımı elbet TİP program ve tüzüğünün düzeltilmesini yapmaktır...TİP program ve tüzüğünün düzeltilmesi ise, ancak şu kısacık TİP tarihçesini, çok uzun ve nankör Türkiye sosyalizm hareketinin tarihi ışığında eleştirmekle değerlendirilebilir. Düne dek TİP'te başı çeken Aybarizm'in bütün marifeti, o eleştiriden kaçmak olmuştur. Bunun için Aybarizm'in tuttuğu en kestirme yolu (yahut çıkmazı) bilmeyen kaldı mı? "eskilerin kursağı" ve "yeni sosyalizm", ve ilh...
         O çıkmaz yol, yalnız Aybarizm devesinin boynunu kırmakla kalsaydı, kendi düşen ağlamaz, hatta hak yerini buldu, denir, geçilirdi. Aybarizm TİP'in primitivizmini (program ve tüzük ilkelliğini) dondurup ebedileştirmekle, TİP'i başsız deveye, düşüncesiz davranışlara çevirmek istedi. Bu savrukluğunda epey "başarı" da kazanmadığı söylenemez. TİP'i "dokunulmaz" tabu yapmak canlandırmadı... "dokunulmaz" olan Hint paryalarına çevirdi. "Ne kendi eyledi rahat, ne TİP'e verdi huzur!"

          TİP'in Tersine Arınımı:

          Bugün TİP için gereken nedir? Ortaçağ zırhlarını andıran ilkel program ve tüzüğünün kabuğu içine kaplumbağaca çekilip kapanmak değildir. Aybarizmin, kimi romantik edebiyat kahramanlıkları uğruna abarttığı "deve kini" de olmamalıdır. Ne yazık ki son TİP Kongresi, Aybarizmin kendisine de iyilik getirmeyen o iki hastalığının izlerini silemedi. TİP'in teoride ve pratikte paryalaşmasına, esnaflaşmasına varan sözde "dokunulmazlığı", halktan kopuk biçimcil tabelâ partisi olmasına varmamalıdır. TİP'te Dünya ve Türkiye sosyalizminin tarihine karşı "kan dâvası" güdülmemelidir.
         Kongre bu iki yönde hiç bir ileri adım atamadı. Yangından mal kaçırırca, statükoyu koruma gösterili tutalaklığı bir zafer sandı. Biraz olaylarla göz göze gelinse, o "zafer"ciğin aldatıcılığı anlaşılır. Bütün tarafların başsız develik yarışına kalkmaları, ortadaki bozukluğa ve bozguna bir zafer kaftanı giydirdi. TİP'in sendikalizm ve parlemantarizm esnaflığı: "Tezgâh kurtuldu" diye öğündü... Şimdi ne Hint Kumaşları dokunacağı üzerine yeşil umutları hülyâlaştırdı.
         Önce bu bir zafer ve başarı değildi. Biçim bakımından zafer olmadı. Çtinkü, karşıdakiler başsız develikten birân sıyrılabilmiş olsalardı. Sonuç tersine dönebilirdi. Sonucun şimdiki yüzü ise, öz bakımından daha acı bir yitiridir. Yüze yakın TİP delegesinin kendiliğinden intihara itilmesi, TİP için gerçek bir kazanç sağladı mı? Hayır. Aybarizmin deve kinine yem oldu. TİP'in içinde gerçek proletarya çoğunluğunu geliştirmedi. Birçok eksiklikleri yanında, TİP'in sendikalist ve parlemantarist yanlışlarına panzehir olabilecek bir avuç devrimciyi kaçırttı. "Kaçmasalardı" ayrı konu...
         "Bir çok tutarsız, heterojen karışıklık çıkarıcıdan partiyi arındırdık", denecek. Bu arınmanın, Darvinizmdeki olumlu arınım, doğal seleksiyon olup olmadığı bugün belki tartışılabilir. Şimdilik görünebildiği kadarıyla, belli olan şey: TİP'in Aybarcı tezlerine tâvizler sunulduğudur. Bu tutum, yetiştirilip yararlanılabilecek olan devrimci ortamla kopuşmaktır.
         O haliyle kopuşmalar, her iki yan için de, tersine arınım, tersine doğal seleksiyon yaratmaya daha elverişli düşmüştür.

         Esnaf Tezgâhını: Hamamın Namusunu Kurtarış

         Beride asıl öğünülen olay yürekler acısıdır. "tezgâhı kurtardık, artık kumaş dokuyacağız" sevinci, bize tarihten hiç ders almamak gibi geliyor. Bütün dünyanın esnafları, zaman zaman modern makinaları kırıp dökerek, çok "tezgâh" kurtardılar. Bırakın Anadolu'nun Tefeci - Bezirgân yuvası örümcekli kasabalarında büyük kapitalist rekabetten "kurtarılan" zavallı tezgâhlarını, koca İstanbul'un, son model milyarlık tekstil büyük sanayi işletmeleri yanında bile, ne esnaf tezgâhları "kurtarıl"mamıştır ki?
         İnsan o kırık pencereli ayaz izbelerde, tahtalıköye veremli kafileler hazırlayan yel değirmeni, hatta taşocağı günlerinden kalma "tezgâh"ları "kurtulmuş" gördükçe, ağlayası oluyor. "Kurtulmaz olaydı" diyeceği geliyor. Oralarda kanteri döken esnafcıklara bakın: Hepsi Bayan Boran'lardan daha içtenlikli bir temkinle, tezgâhlarının başında "kapitalizme" candan meydan okumaktadırlar. Ne yazık ki, bu kahramanlıklar, Donkişot'un yeldeğirmenine saldırmasından başka sonuç vermemektedir.
         "Kumaş dokumak" mı? Evet. Niçin dokumasınlar? Tarihin dillere destan olmuş "Hint Kumaşları", antika şiirleri kaplayan "Keşmir Şalları" hep o arkayik, arkeolojik "tezgâhlar"la dokunmuştu. Hâlâ da dokunmaktan geri kalmıyorlar. Ne var ki, bu çeşit dokumacılık direndiği ülkeleri kapitalizmin birer sömürgesi yapmaktan başka "yararlık" gösteremiyorlar. Çünkü o küçük esnafların ilkel "tezgâh"larda kan kusarak dokudukları nesneler, bir kaç eksantrik emperyalist turistin: "Şam işi, Arap işi" bir armağan olsun diye pahalı dövizle ucuza aldıkları "kelepir eşya"dan öteye geçemiyorlar.
          Sakın TİP "tezgâh"ının "kurtarılışı" ve "ne kumaşlar" dokuyacağı öğünüşü Bâbil artığı ezeli politika esnaflığımızın gene, hep o: "Balkanlarda bir tane" son model ütopyası olmasın? Bn. Boran'ı, içinin en gizli yerirıdeki, yeni açmış dükkâncı "esnaf"çık şeytanı söyletiyor. Kendisini son kez, son kertede bir daha yanıltıyor. Bitpazarından, Finans-Kapital madrabazlığının "garanti" ettiği müzelik "tezgâh" ne kurtulucu, ne kurtarıcı olabilir.

          Proletarya Partisi: Ne İthal, Ne Kaçak Malı Olamaz

          Üç buçuk milyonluk modern Türkiye işçi sınıfına, sendikalizm ve parlemantarizm eskisi "tezgâh" da, Mahmutpaşa seyyar satıcılığına gönüllü "tezgâhdarlıklar" da yeterli, karın doyurucu olamaz. Yanlış anlaşılmasın. Finans-Kapitalin azdırdığı Tefeci-Bezirgân ortamındaki bütün siyaset esnafları için parti bir "tezgâh" sayılır. Proletarya partisini öyle vurguncu tezgâhtar saygısızlıklarından koruruz, sakındırırız.
         Politika bezirgânlarımızın ve esnaflarımızın bir kökten yanılgıları da, bu partiyi tezgâhla karıştırmaktan çıkar. Onlara göre parti hazır bir kurulu tezgâh olunca, onu "edinmenin" yolu açıktır. Türkiye'de ancak, kalitesiz esnafın uydurduğu müzelik tezgâhlar yapılabilir. Aristokrat Amele sendikacıların kurdukları TİP tezgâhı beğenilmiyor mu? Kolayı var.
         Komprador ithalâtçıya, bütün sermaye varımızı yatırırız. O bize Avrupa'nın en son sistem tekstil makinesini getiriverir. Yahut, yad illerdeVeysel Karâni olmuş sürgündeki eş dostla, kaş göz arası bir kaçak dokuma tezgâhı sokuştururuz ülkemize. İstediğinden âlâ Hint kumaşlarını dokuruz ki, feriştahın şaşar!.. Ne dediğimiz anlaşılıyor mu? Proletarya partisini öyle İthal malı, yahut Kaçak eşya gibi Türkiye'de hangi kapitalist, yahut küçükbuıjuva açıkgözü olsa yaratır ve işletiverir kanısını yayarlar.
          Bu olmaz canım. Olamaz. Çünkü basit çelikten bir tekstil fabrikası bile, ithal edilse, kaçak gelse dahi, önce bir makine uzmanlar ekibince kurulur ve önceden yetişmiş kalifıye işçilerle işletilir. Orasını bırakalım. Proletarya partisi ithal veya kaçak bir mekanik avadanlık değildir. Her ülkenin kendi toprağından fışkırırsa doğar, kendi insan ilişki ve çelişkileri ortamında gelişir. Dışandan aktrma parti, en az elli yıl gerimizde kalmış, en acı trajedilerimizden biridir. Aynı 50 yıl süredenberi ise, sosyalizm her biçimi ile gelişedurmuştur.
          O yarım yüzyıllık denenmiş teorik, pratik girişimlerle ve girişkinlerle boş düşecek her eğilim, bindiği dalı keser. Onu, bu toplumla organik bağı çoktan kopmuş bir takım hazır dut yaprağı kemirerek şişmiş ipek böceklerinin tırtıllarına verilecek firaklı dilekçeler de kurtaramaz. Bunu en iyi deneyen, sayın Nasrettin Hoca Avukat Aybar'ın: Tezgâhı da, perdeyi de başına yıkan kaybettiği dâvadır. Proletarya partisi, ne Amerika'da, ne Londra veya Paris'te, ne Moskova yahut Pekin'de "okumak üflemek"le olsaydı, bugün Türkiye'de pabucu büyük Lenin'lerin çokluğundan trafık aksardı.

          TİP'in Teorik - Pratik Arınışı:

          TİP'in tâze liderleri, yukarıki sözlerimizi epey karışıkça ve anlaşılmaz bulabilirler. İçlerinde diplomalarına aşınca güveni olan bilginciller de, az çok bile bile omuz silkebilirler. Biz, asıl TİP'li işçi ve köylü ve halk adamları ile, proleter aydınlar için uğraşı yanlıyız. Bunların başsız develiğe karşı tutacakları yol açıktır. Demir mâdeni işçi sınıfıdır, kömür mâdeni köylülüktür. Bu yeraltı filizlerini günışığına çıkaracak kazma diyalektik maddeci metottur. Bu üçlem dışında koparılan her gürültü boşuna ve şüphelidir.
         TİP için evrensel teori ve pratik ana problemi, ütopik sosyalizmden kurtulup, bilimcil sosyalizmi ele almaktır. Bilimcil Sosyalizmi, bir de çok yapıldığı gibi dile almak vardır. Bu tutum "dudaktan kalbe" inmemiş sevgiye benzer. Bilimcil sosyalizmi ele almıak, doktrinin en genel formüllerini dile dolamak değildir. TİP'in: Programını, tüzüğünü ve bugüne dek yürüttüğü düşünce ve davranışlarını kıyasıya eleştirip, temize çıkarmaktır.
         TİP'in yurtsal teori ve pratik ana problemi, T'ürkiye'nin gerek sosyal ve gerek sosyalist tarihini, şimdiyedek uğratılan baltalamalardan kurtarıp, ele almaktır... Bu da dile almak olmamalıdır. Türkiye'nin hareketini objektif ve somut gerçekliği ile, hiç hak yemeksizin eleştirmelidir. Sonra, bu eleştiri ışığında, gerek insan, gerek kavram varlarını, maddece ve anlamca, bugüne taban yapmalıdır.
         Ancak o zaman sosyalizm başsız develikten yakasını kurtarmaya, başlar. Temelsiz, köksüz, tarihsiz kalmanın boşluğunu giderir. Hem kuşaklar arasındaki bağlar, frenklerin "Frustration" dedikleri biçimde tırtıklanıp aşındırılmaz; hem düşünceler ve davranışlar arasındaki ilişkiler hakyemez ve yaratıcı bir sürekliliğe kavuşur. Tabi burada Plâtonik ilân'ı aşklar, yahut kişicil hesaplar söz konusu değildir.






TÜRKİYE'NİN TEORİK DEVRİM ORİJİNALLİĞİ
29 Aralık 1970


         Kişinin ve Toplumun Yoğurt Yeyişi:
         Hiç bir Atasözü boşuna söylenmemiştir. Yeter ki biz onu yerinde kullanmayı bilelim.
         "Her yiğitin bir yoğurt yeyişi vardır."
         Atasözü de öyle sayısız denemeyle bulunmuş derin bir gerçekliği anlatır. Her yiğit gibi, her toplumun da bir yoğurt yeyişi vardır. Bilim dılinde ona, her ülkenin kendi orijinal durumu ve tutumu denir.
         Sosyal "Yoğurt yeyiş": Sosyal Devrim "yapış"tır. Türkiye'de yeryüzü ülkeleri arasında bir yiğit ülkedir. Türkiye yiğitinin kendine özge bir yoğurt yeyişi, bir sosyal devrim yapışı var mıdır? Vardır.
         Bu devrim davranışı ve tutumu dünya ölçüsünde bir orijinallik, "nev'i şahsına münhasır" oluş (tür'ü kişiliğinin tekelinde kalış) göstermiş midir?
         Sosyal Devrim - Tarihsel Devrim:
         Sosyal Devrim: Biliyoruz, modern çağın, yani kapitalizmin icadıdır. Antika çağlarda, yani kapitalizmden - önceki toplumlarda tarihsel devrim ağır basardı. Tarihsel devrimde: Bir gelişkin uygarlık, çözemediği karmaşık çelişkiler mahşeri içinde öldürdü. Tarihsel devrime uğrayan uygarlık: Olduğu gibi, toptan, bütün sınıfları, ekonomisi, kültürü ile birlikte yıkılırdı; bütün "arşi ferşi ile" çöker gider, gömülür, yeryüzünden yiter, çoğu unutulurdu. Yalnız Irak ve Mısır uygarlıklarını gözönüne getirmek, tarihsel devrimlerin ne olduğunu anlamaya yeter.
         Sosyal Devrim: Öyle değildir. Toplumun ekonomik, sosyal kazançlarını yoketmez. Sınıf damgası silinen toplum ekonomisini ve kültürünü yeni biçime çevirip korur. Toplum gelişimine engel olan bir egemen sınıfın tehakkümünü ortadan kaldınr.
         Tarihsel devrimde egemen sınıfların insanlarından çoğu, bire dek kılıçtan geçirilirdi. Sosyal devrim o kanlı kasaplığa, mecbur edilse bile yer vermez. Karşısına zorla, silâhla çıkanlar dışında hiç kimsenin burnunu kanatmaz.
         Sosyal Devrim İnsana Kıymaz:
         Tehakküm eden üst sınıf: Olarak, (*) tehakküm sistemini savunduğu için, tahtından indirir. İnsan olarak, eski tehakküm etmiş sınıfın tek tek insanlarına dokunmaz. Onlar zora, hileye, etkiye başvurmadıkça kişilerle.uğraşmaz.
         Yalnız yıkılan sınıf insanlarının bir sosyal sınıf olarak, üstün imtiyazlı, ayrıcalı davranışlarını alaşağı eder. Kendilerini herkes gibi normal yeni düzen içinde yaşamaya bırakır.
         Sosyal devrim, her sosyal büyük olay gibi, elbet yığınların işidir. Yığınlar: Sosyal sınıflardır. Sosyal sınıfların bütünü ile katılmadıkları hiç bir büyük toplum olayı, sosyal devrim getiremez.
         Her toplumun sosyal sınıfları kendine özge, hastır. Modern toplumun sosyal sınıfları: İşveren sınıfı ile işçi sınıfıdır. En azından bu iki sosyal sınıfın katıldığı bunalım milletin bütününü sürüklemedikçe sosyal devrim olmaz.
         Bu genel kuraldır.
         Türkiye Devriminde Temel Orijinallik (Melez-Karması)
         Türkiye'de en son tarihsel devrim: Osmanlı İmparatorluğıı'nun yıkılışı ile oldu. Yeniden bir tarihsel devrim bekleyemeyiz. Yalnız, devrimler ortamında Türkiye'nin kendine özgü bir yoğıırt yeyişi oldu. Türkiye: Tarihsel devrimi (Osmanlılığın yokoluşu) ile sosyal devrimini bir araya getirdi. Önümüze sürüyle arapsaçı olmuş problem kördüğümlerinin çıkışı ve bizleri şaşkına çevirişi ondandır.
         "Devrim piç oldu" diyenler çok. Doğrusu, devrimin anası babası resmen vardı. Türkiye'nin yarı-sömürge şartları: Devrimin anası idi. Türkiye'nin burjuvazisi: Devrimin babası oldu. Bu ana-babalığın resmi sicille geçirilişi Cumhuriyet idi. O bakımdan Türkiye'nin devrimine "Piç" demesek olur. Türkiye'nin devrimi: Melezdir. Antika devrimle modern devrimin karmasıdır.
         Devrimci - Kadrocu Tokuşması
         Bu melezlik devriminin canına okudu. Devrimcilerimiz antika uygarlığı (Osmanlılığı) temizleyen İlb (Gazi - Şövalye) mi olacaklarını, yoksa modern uygarlığı benimseyen Burjuva mı olduklarını birtürlü kavrayamadılar. Hatta o yüzden, bir ara, "Kadrocu" denilen "ideolokluk" ortaoyununu oynattılar. Oyuncu maskaraların kendileri de "melez" idiler: Her küçük burjuva, hayli antika - modern, karması, kırmasıdır.
         Üstelik Kadrocular: "Provakatörlük"le, haraç mezat satılıklığı kaynaştınp "fikir"leştirmiş acayip melezlerdendiler. Bunu, âr değil kâr dünyası sayışlarını hâlâ poz poz teşhir ediyorlar (sergiliyorlar). Kendilerinin ne olduklarını bilmiyorlar. Türkiye devriminin karakteristiğini nereden seçecekler?
         Çizme, yalamakla da parlar, cilâlamakla da. Birincí Milli Kurtuluş devrimcileri çizmelerini Kadrocuların burunlarına uzatarak: "Hadi bakalım parlatın!" dediler. Kadrocular, dillerini ve inanlarını bahşiş uman lostracı şavkıyla kullanarak çizmeleri yaladılar. Devrimci çizmeler salyalarıyla parlamıştı. Salya kuruyunca, eskisinden beter donuklaştı. Mussolini ile Hitler'in çizmeleri kadar olsun cilâlanamadı. "Yazık oldu nasırdan ölen Süleyman Efendiye!" Devrimcileri çizme yalattıklarına pişman ettiler.
         O "ideolok" palyâçoluğu, çoğu aydınlarımız gibi sosyalïstlerimize de ders oldu mu?
         Teorik Orijinalliğimiz:
         Türkiye'nin devrim orijinalliği: Antika + modern devrimlerin, tarihsel devrimle sosyal devrimin birbirine girmesidir, dedik. Bu durum, orijinal yoğurt yeyişimizin birinci teorik temelidir. Onu kavramadıkça, Türkiye'nin ne tarihsel, ne ekonomik, ne sınıfsal, ne politik, ne kültürel - bilimcil - fılozofık - dincil ve ilh. hiç bir olayı aydınlığa kavuşturulamaz.
         Yakışıklı lâf ederiz. Ama, yerde miyiz, gökte miyiz, hayatta mıyız, kitapta mıyız? Biz dahi bilmeyiz. Kendimiz söyler, kendimiz dinleriz. Bizim birbirimize çok bilmişçe döktürdüklerimizi yabancı dile çevirdiler mi, alay konusu oluruz. Çünkü "düşüncemiz" diye öne sürdüklerimiz, o dillerde geçen yüzyıldan beri kaldırıma düşmüş bilinirlerin tekerlemeleridir. O gibi şeylere başkaları "Lâpalis'in Doğruları" derler, gülmek ve güldürmek için söylerler.
         Türkiye Devrimi'nin temelli teorik orijinalliğine neden değdik? Ondan çıkan bir yığın pratik orijinalliklere dayanak vermek için...
         Pratik Devrim orijinalliğimizi gelecek sayıda açalım.
        
        
        (*) Bir sözcük okunamadı (yayıncının notu)





Finans-Kapitalin İkinci İkiyüzlülüğü:
Kapitalist Sınıfını ve Rejimini Aldatış
Sosyalist 5 Ocak 1971

         Ancak, Finans-Kapital yalnız çiğ Ekonomi ve çim çiy Zorbalık silâhı ile kalmaz. Onun göklere çıkardığı Ulusal ölçüde Sosyal Sınıf tabanını temsil etme gibi en yaygın bir aldatmacası, o ekonomi ve zorbalık yırtıcı gücüne sırmalı kaftan gibi giydirilir. Finans-Kapitalin asıl milleti ardında zincire vurulmuşça sürükleyen, süngüden keskin, kurşundan delici silâhı bu sosyal sınıf aldatmacasıdır.
         Bildiğimiz gibi, kapitalist dünyanın her bölgesinde nasılsa öylece, Türkiye'de de Finans-Kapital birkaç bini geçmeyen sayıda azınlık bir zümredir. Ama, ağzına bakarsanız o, hiçbir zaman Millet Bütününü torbasında keklik saymaktan geri kalamaz. Kurduğu "Demokratik düzen", "Özgür Basın-Seçim-Geçim" ve daha bilmem ne tuzak makineleri öylesine işletilebilir ki, gözgöre tüm halk, bütün millet, gönül hoşluğu ile, oy nâmusunu da ona vererek kendini yüzde yüz teslim etmiştir, sanılır. İkide bir "Rejim!" deyişi vardır. İnsan inanacak gibi olur sanki.
         Bu sanıyı en iyi perçinleyen sosyal taban: Finans-Kapitalin, her ülkede bir avuç vurguncu zümresi iken, kendisini tüm kapitalist düzeni yaratmış ve bir sosyal sınıf gibi yutturabilmesidir. Finans-Kapital: kendisini Kapitalist sınıfı sayar. Daha doğrusu, her ülkede Kapitalist sınıfını: Kendisi imiş gibi göstermenin bin bir dolandırıcılığını yapar. O denli ki, en sonunda millet ve halk şöyle dursun, Finans-Kapital tahakkümüyle sıkılan Kapitalist sınıfı bile onun kendisinden başka birşey olmadığına inanır.
         Öyle ya. Kapitalist düzenin en aşırı savunucusu kimdir? Finans-Kapitaldir. Öyleyse, düzeni büyük titizlikle koruyan Finans-Kapital, Kapitalist sınıfının da kurtarıcısı ve koruyucusu niçin olmasın? Bütün hiyle, ikiyüzlülük, aldatış gelir bu noktaya dayanır. Bizim değme "Solcu" ve azgın "Sosyalist"lerimizin hiç dillerinden düşürmedikleri o: "Çağdaş Uygarlık düzeyi" pelesengi nedir? Düpedüz Kapitalizmdir, Modern Burjuva Rejimi'dir. Finans-Kapital: Modern sermayenin en son haddi olduğuna göre, "Çağdaş Uygarlık" gibi, sağda solda hiç kimseciklerin gık diyemeyecekleri bir "Düzen"in yalın kılıncı demektir.
         Biliyoruz. Finans-Kapital: Kapitalizmin son haddi, ölüm döşeğinde yatalak biçimidir. Yarattığı dünya çelişkileri, bunalımlar, savaşlar ve bin bir zorbalıkları ile, insanoğlunu Kapitalizmin getirdiği tek Sosyalizm kurtuluşu eşiğinde her gün, her saat yok olma uçurumu ile yüzyüze getirmektedir. Demek Finans-Kapitalizmin savunduğu Tekelci Sermaye Rejimi, gerçek 19. yüzyılın az çok Genlikli ve İlerici Kapitalist düzeni bile değildir.
         Tam tersine, Kapitalizmi en ılımlı sancılarla Sosyalizmi doğurmaktan alakoyduğu ölçüde: İnsanlığı toptan ölüme sürüklemektedir. İnsanlığın yok olduğu bir dünyada Kapitalist Rejimi yaşar mı? Ne var ki, Finans-Kapital işlediği genosid cinayetlerini, sanki Kapitalizmi savunuyormuş gibi gösterme ikiyüzlülüğü ile maskelemektedir. Bu aldatıcılık sayesinde, önce Kapitalist sınıfını (Finans-Kapital zümresi dışında kalan bütün Sermaye ve Toprak sahibi zümreleri), onun ardından da milleti sürüklemektedir.
         Bu iki yüzlü aldatıcılığın Türkiye'deki gerçekliğini birkaç Resmî burjuva istatistik rakamı ile açıklayalım. Türkiye'nin efendileri, bizim burjuvalara, Alman Nazi'lerinden çevirme bir hoş ad taktı: "İşverenler!" Türkiye'de o "İşveren" denilen, - hiçbir zaman, hiçbir nâmusluca gen işi vermeyen,- Yerli Millî Kapitalist sınıfı kaç kişidir? İşte Finans-Kapitalin hazırlattığı Resmî Devlet İstatistiklerinde bu sayı rakamlarının serüveni çok ilginçtir.
         "15 ve daha yukarı yaşlardaki faal nüfusun çalışma kolları ve meslekteki mevkii itibariyle ayrılışı" sütunlarında, yıllara göre "İşverenler" sayısı şöyle yazılıdır.
            1955 yıl           Fark     1960 yıl           Fark     1963 yıl
İşverenler
(Employers)    39.526             +116.581        156.107           -2654   153.453


         Düşünelim. 5 yıl içinde Türkiye'nin İşverenler sayısı hemen hemen 4 kat (%395)artmış gösteriliyor.Bu rakamlar DP'nin "Nurlu İstikbal" günlerinde yazılıyor. Biliyoruz. Finans-Kapital, şartsız kayıtsız egemenliğine DP ile kavuştu. Bu egemenliğin ilk seçim döneminde dört iktidar yılı: Bir vur vuranın anacık babacık vurgunu içinde geçti. Finans-Kapital, Bayar-Menderes çetesi eliyle Türkiye'de en ağır vergileri topladı. Topladığı vergiler kadar, birikmiş İkinci Evren Savaşı yedek değerlerini de mirasyedice harcadı. Ayrıca bir o kadar tutar da "dış yardım" adı altında Türkiye'yi boğazınadek Borçlar batağına batırdı. (Bakıla: H.K., Siyasetimiz)
         Bu bir iş yapıp üç harcama çapulculuğuna rağmen "Yağma Hasan'ın Böreği" metod, Türkiye'de o zamane dek görülmemiş bir "Hareketli Ekonomi" denilen öfori (keyiften şişme havası) yarattı... Ama 1954 yılına dek. O yılla birlikte, gidiş zıngadak durdu. Çünkü Tekparti'nin 20 yılda biriktirdiği altın gibi yedek değerler, 4 yıl içinde suyunu çekti. Aşırı vergilerin yarattığı sinsi enflasyon, gelirleri giderlerin altına düşürdü. Böyle müflüs bir bezirgânın dünyada itibarı da kalmayacağı için, "Dış yardım" adlı borçlanma kapıları da Uluslararası Finans-Kapitalce kapatılır duruma getirildi. Bayar'ın ve Bakanlarının Amerika'ya gidip 300 milyon dolar dilenmeleri alayla terslendi...
         Dikkat edelim. Eğer Türkiye'de İşverenlerin sayıca artmasını gerektiren bir kapitalizm furyası Türkiye'de olmuş olacaksa bu ancak o kritik 1954 yılının öncelerinde olmalı idi. Her şey daha çok kapitalist yetiştirmeye 1950-54 yıllarında pek elverişli idi. 1954'ten sonra gelirlerde, yedeklerde, borçlarda bir kasılma ve kısılma başlamıştı. Bu durum Türkiye'nin işverenleri sayısında da bir kısılma gerektirmez mi?




I. Pratik Devrim Orijinalliğimiz: GENÇLİK
5 Ocak 1971


         "Her yiğitin" bir yoğurt yeyişi; her ülkenin teorice ve pratikçe bir DEVRİM yapısı olur. Pratik'ten başlayalım. Türkiye'nin devrim orijinalitesinde pratik bakımdan başlıca iki taktik gelenek ağır basıyor.
         1- Gençlik orijinalliği,
         2- Ordu orijinalliği..
         Dünyanın her yerinde Gençlik de vardır, ordu da. Ama, diyebiliriz ki, dünyanın hiçbir yerinde sosyal devrim olayları Türkiye'deki denli genel olarak gençlik ve özellikle ordu ile içli dışlı değildir.
         "GENÇ TÜRKLER" ÜNÜ
         Bugün yeryüzünün Asya olsun, Afrika olsun, Amerika, Avrupa olsun hangi kesiminde ileri bir harekete gözü karaca atılmış sivil asker insanlar görülürse, onlara, hiç düşünmeden herkes;
         "Genç Türkler!"
         diyor. Bir zaman Batı dünyasının en velveleli sosyal çalkantılar ülkesi Fransa idi. Avrupa'nın en ilk uygar dili, dolayısı ile diploması dili Fransızca idi. Onun için, "Genç Türkler" deyimi en çok Fransızca söylendi: "Jön Türkler" denildi. Onu bizim Türk ağzımız "Con Türk" yaptı.
         "Con", "Coni" İngiliz'in "Mehmetçik"i sayılırdı... Gericiler, genç türkleri halk gözünde yadırgı düşürmek için, Genç Türklere "Con Türk" deyip yabancılaştırmak isterlerdi.
         Her ne olursa olsun, ilericisi de, gericisi de, yerlisi de, yabancısı da, dostu da, düşmanı da, herhangi bir ülkenin atılgan, uçkun Sosyal Devrimcilerine verilecek ad olarak "Genç Türkler"den daha uygununu bulamıyor. Hangi milletten olursa olsun, uçkun bir Sosyal Devrimciler hareketi görüldü mü, o harekete katılanlara "Genç Türkler" deniveriyor. Başka denmiyor.
         BİZ BİZE BENZEDİK
         Demek bu biz Türkiyelilerin imtiyazımız, ayrıcalığımız. Türkiye de icat, ihtira, yaratış kıtlığından herkes çok tedirgindir. Hele sosyal devrim ve hareketlerde, hep başkalarını, yabancıları, hele Avrupalıları, Batılıları maymunca taklit edişimiz en büyük hastalığımızdır. Gerıe de devrimcilikte kendimizin bile farkına varmadığımız bir orijinal yanımız olmuş. Dünya devrimciliğinde Ruslar Nıhilizmi tekellerine almışlar, biz Genç Türkler davranışını yaratmışız.
         İlk defa bizden çıkmış: Çoluk, çocuk, okul hatta medrese öğrencileri, egemen iktidara karşı kafa tutup ayaklanmaya girişmişler. Bu uğurda okullarından, işlerinden, yerlerinden, ülkelerinden koğulmuşlar, sürülmüşler, zindanlara atılmışlar. Kaçmışlar, göçmüşler. "Hürriyet" istemişler... Nedir o hürriyet? En âlâsı Paris'te, bilemedin Londra'da bulunan bir nesne. "Genç Türkler" en çok Fransa'ya, biraz da İngiltere'ye ve başka Avrupa topraklarına konmuşlar.
         HÜRRİYET NE İDİ?
         Tabi, "Hürriyet"in ne olduğunu, Batılılar biliyor değil, yaşıyorlar. Hürriyet, ekonomide: "Bırak yapsın, bırak geçsin", Üstyapıda. "Bırak düşünsün bırak konuşsun" idi. Batı kapitalizmi "Bırak yapsın, bırak geçsin"i kendilerine saklamışlar: Onlar türlü metahları yapacak ve Türkiye sınırlarından geçirecekler. Bizimkilere de: "Bırak düşünsün, bırak söylesin"i öğretmişler. Bilmişler ki, Genç Türkler, Batı çapıyla düşünüp söyleştikçe: Ekonomik açıdan "yapmak" ve "geçmek" Avrupalıların tekelinde kalacak.
         O çağ için bu tutum iki yanın da işine gelmiş. "Genç Türk: Avrupalıyı örnek alınacak uygarlık saymış. Avrupalı bizi "Genç Türk" bilmiş... Giderek, Genç Türklük Avrupa'da bir term olmuş. Avrupa, üstün kapitalizm düzeni olduğu için, ne icat ederse, dünyaya onu satmış. Genç Türklüğü biz icat etmişiz, ama satışımız kıt. Hangi malımızı bir levanten komprador veya Avrupalı fırma aracılığı olmaksızın sergileyip sürümlendirebilmişiz. Genç Türklük metahımızı da, Avrupalı kapitalizm standart bir termleştirip evrene sürmüş ve kabul ettirmiş.
         DEVRİMCİ SINIFSIZLIK
         Bu neden böyle olmuş? Dünyanın her yerinde sosyal devrimlere gençler katılır, öncü olurlar... Niçin Türkiye'de, Sosyal Devrimci der demez akla hemen "Genç Türkler" gelmiş? Avrupa'da genç mi yoktu sosyal devrimler sırasında? Danton'lar, Marat'lar, Robespierre'ler, Saint-Just'ler 25-35 yaşlarında giyotinden ölüme geçmediler mi? Neden başka milletlerin devrimci gençlerine "Genç Fransız", "Genç Alman". "Genç İngiliz", ve ilh. denmemiş te, yalnız bizimkiler "Genç Türk" olmuşlar? Ondan sonra gelen her milletin genç uçkun devrimcilerine: "Genç Türk" denilmiş?
         Şundan: Avrupa'da sosyal devrimi kendi ekonomik varlığı ve politik tutumu ile benimsiyen modern kapitalist adlı bir sınıf gerçekleştirdi... Ve gerçekleştirdiği şeye açıkça; Sosyal devrim, onu yapanlara kısaca "devrimci" (Osmanlıcada: İhtilâlci) denildi. Türkiye'de öyle bir modern batı kapitalistleri sınıfı yoktu. Kapitalizm, Batı'dan ithal edilen maldı. Bu Avrupa malının yerli malımıza üstünlüğü su götürmüyordu. Şimdi ne olacaktı?
         Türkiye'nin Bâbil Kulesini andıran "yetmiş yedi buçuk" dil, din, ırk, mezhep mozayiği Osmanlı Toplumunda yaşlılar: Fâtih Mehmed'lerin, Yavuz Selim'lerin, Kanuni Süleyman'ların geçim, yaşantı, düşünce ve davranışlarıyla şartlanmışlardı. Hatta gep gencecik okuryazar, ülemâ bile: Devlet kapıkulluğunda bir "fodla" (yumuşak ekmek) bulur bulmaz, Osmanlı tarihinin derinliklerine dalıp gidiyordu. Ayıkdırabilirsen aşkolsun. Hâlâ sayıları milyona yaklaşan memur kapıkullarımız ve epeci-depeci kara halk yığınlarımız başka türlü mü, kendi kendisine yadlanmıştır.
         Beride, o tapınak Osmanlı Tarihi kubbesi çöken câmie dönmüştü... Kapıkullarını fodlalıyan devlet de, memleket de sapır sapır dökülüyordu. "Vatanın bağrına düşman dayamıştı hançerini". Genç Türk: "Yok imiş kurtaracak bahtı kara mâderini" diye yas bağlayıp sızıldanıyordu. Neden "yok imiş?" Çünkü, Avrupa da 500 yıl birikiminden sonra sosyal devrimi icad ederek iktidara gelmiş bulunan modern kapitalist sınıfı Türkiye'de yok idi!
         YAŞLI TÜRKLERİN AHİRETİ
         Yok diye her iş oluruna bırakılır mıydı? Onu istesek yapamazdık. Kapitalizm batısı, koca Osmanlı İmparatorluğu'nu yarı - sömürgeleştirmekle bırakmamıştı; dört bir yanından didik didik ederek "it dalamış keçiye çevirmişti." Sarayın dört duvarlı zindanında kapalı duran padişahlık burnunun ucunu göremezdi. Padişah kapısında kulluktan daha çıkarlı ve şerefli iş bilmiyen, o saçlı, sakallı, kavuğundan apışına dek "nişân'ı zışan"lar ve renkli sırmalı kurdelâlarla apokarya maskarasına çevrilmiş anlı, şanlı, örflü, heybetli paşalar- maşalar, beyler- meyler, efendiler- ağalar, eşraf ve ayanlar "dünyalarından geçmiş"lerdi.
         Şimdiki benzerlerinin ünlü "nurlu kalkınma" felsefelerinden daha çok sınanmış tarihsel felsefeleri de vardı. İbn'i Haldûn: Bir devletin doğal ömrünü 100-150 yıl kesmemiş miydi? Osmanlılık sürenin kaç katı yaşlıydı? "Devr'i inhitat" çoktan başlamıştı. Çökecektik. Kader! "Elmukadder - Lâ yukadder!" (alınyazısı değiştirilemez). Böyle düşünüyorlardı o zaman Türkiye ulu kişileri. Tıpkı bugünkü büyük adamlarımızın: "özgür girişimden" (yani dünyada batan Kapitalist sömürüsünden) başka türlü "nurlu istikbâl" göremedikleri gibi.
         Yaşlılar, nasıl olsa dağarcıklarını bu dünyada doldurmuşlardı. Öbür dünya için anıtkabir türbeciklerinin de mermerine ve ustalığına harcanacak harçlıkcağızlarını biriktirmişlerdi. Bak her mezar taşının başına ne yazılıdır: "Hüvel Hallâk el bâkiy!" (Kalıcı olan o yaratıcıdır). Yaşlı Türkler hep geçici, gidici. Musalla taşında sarıklı imam boşuna konuşmaz: "Gel!" dedi mi, gidilecek. "Bâkiy kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş!"
         GENÇ TÜRKLERİN DÜNYASI:
         Yaşlı Türkiye'nin Türkleri böyle düşünüp davranıyorlardı.Türkiye'nin kendi temelinde bir devrimci üretici güç, Türkiye'nin kendi yapısı içinde bir devrimci sınıf yoksa, onlar ne yapsınlar? Onlar için başka çıkar yol yok."işte geldiler, işte gidiyorlar!".. Dedik ya, tıpkı bugünkü paşa atalarımız, beyefendilerimiz, hacıağalarımız gibi. Onlar için, nereden gelmiş olursa olsun, o zaman Entelicens Servis'in, şimdi CIA'nın estirdiği akıntıya kapılmaktan kolayı bulunur muydu?
         Ancak, Genç Türkiye'nin Türkleri için iş böyle miydi ya? Onlar yüklerini yapmamışlardı. Üstelik yaşıyacaklardı. Avrupa'dan tercüme edilmiş en kötü kitap, ne denli medrese eflâtunluğuna boğulup, mızraklı ilmühâl tecvidi üzere kaydınlırsa kaydınlsın: Yaşamak dögüşmektir, diyordu. Yaşlı başlı toklar, herhangi bir "ecnebi şirket"in, yahut "Düyunü Umumiyye"nin gölgesinde günlerini gün edebilirler, çalınan her havada oynıyabilirlerdi. Gençler öyle mi?
         Yaşamak istiyor "Genç Türkler". Yaşlı başlı Türkler "kader" bildikleri gâvura teslim olmuşlar: Devlet te, memleket te, batan gemi gibi delik deşik. Boğulmaktansa dövüşmek gerek. Baksana, Balkandaki domuz çobanı Sırp'a, Bulgar'a, Yunan'a, Ulah'a. Alnının şakına "Ya Hürriyet, Ya Ölüm" yazmış. İnsan çobanlığında (reâyâ gütmekte) tarih boyu şân yapmış Türkiye'nin Türk'ü aşağı mı kalacak?
         Yaşlı dedeler, atalar, babalar, amcalar dünyadan el çekmişler. Gayret genç dayıya düşüyor. Hem nerede?Daha okul sırasında. Padişahlar, şimdiki efendilerimiz gibi, devrimci gençleri Beyazıt Meydanı'nda, kanlı pazarda, sokak ortasında, okul sırasında kurşunlatmak usulünü keşfedememişlerdi. Tutup kulağından, Genç Türkü Fizan' a (şimdiki Libya'ya) sürüyor. Arkasından ölmesin diye bir maaşçıkta bağlıyor.
         BİRİNCİ DEVRİM GELENEĞİMİZ
         Ülkücü Genç Türkler'den satın alınamıyanlar:
         "Köpektir zevk alan sayyâd'ı bı insafa hizmetten" (İnsafsız avcıya kulluktan hoşlanan ittir) diyorlar. Erzurum'dan Napoli'ye, Tunus'tan Marsilya'ya göçmen kuşlar gibi "atladı Genç Osman" gittiler. Bunlar, kapitalizm bilmiyorlar; "hürriyet" diyor da bir daha demiyorlardı: Şimdi kimilerin "sosyalizm" dururken "demokrasi" dedikleri gibi... "Aaah! Ey diydâr'ı Hürriyet" (ey özgürlüğün yüzü gözü) dediler durdular. "Esiyr'i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten"
         Uzundur anlatması. Acı tatlı, Türkiye'nin devrimci geleneğinde Genç Türklük birinci orijinallik olarak kaldı. Bugün nice tok "aklı evveller": Bütün yaşları başlarıyla: "Hiç okul sırasında çocuklar da, büyüklerin işlerine karışır mı? Kıyamet âlâmeti" deyip, "toplum" copuna, "komando" kurşununa sarılıyorlar. Boşuna zahmet, boşuna cinayettir yaptıkları. İflâh etse, Kızıl Sultan Abdülhâmit Hakan ederdi. Gençliğin devrimciliği, toplumumuzun birinci modern gelenek - göreneği'dir. Gelenek - görenek: Tarihi temelinde yürüten üretici güçtür. Yoktur ona dişini geçirecek güç insanlıkta.




Ve Millet Cinayetlerin Hesabını Soracaktır!.
5 Ocak 1971


         Kaçıncı çocuğumuzun baharı kurşunla söndürüldü? Her gün yomsuz rakam artıyor. Bir hafta önce 13'tü. Dün 16 oldu. Bugün 17 Devrim Şehidi!
         Menderes bir genci öldürtmüştü. Bir ay sonra sille, tokat, tekme; bütün DP sbirleri (haydutları) tükürüğe boğularak Yassıada ya dolduruldu. Bir yıl geçmedi: Menderes, elleri ardına kelepçeli, İmralı adasına dönülmez yolculuğuna boğazında ipiyle çıktı.
         İnsan olarak ona bile acımıştık. Böyleyiz biz Türk milleti. Yüreğimiz yufkadır. Ama şu satırlar yazılırken 17.'nci şehidi veren devrimci Türkiye gençliğine ölüm yağdıranlardan bir tanesi bile yakalanmıyor. Bütün "Hür Basın" sözbirliği etmiş: Trajedinin sebebi "Aşırı uçlar" imiş?!
         Faşist Finans-Kapital ajanı resmen "parti" kurmuş. Milyonerlerin çiftliğinde savaş üniforması giydirip maaş verdiği birkaç on aç, çıplak şartlanmış gence resmen kamp tâlimi yaptırıyor. Harıl harıl av tüfekleriyle insan avcılığı öğretiyor. Tahtaya nişan alırca devrimci gençlere ateş ettiriyor. Ara, öğrenci yurtlarını. İki ekmek bıçağı ile birkaç şüpheli konserve kutusu buldun mu: Aşırı solculara yüklen.
         Bu çirkin oyunun içyüzü nedir? Her yıl üniversiteye 50 bin genç başvuruyor. 40 bini sokakta kalıyor. Bu mesele değil. Üniversıteye girme piyangosunu kazananlar daha mı mutlu? En çok satan hava cıva gazete bile yazıyor: "40 yıl önce 5 öğrenciye 1 profesör, buğün 88 öğrenciye 1 profesör düşüyor." Ve daha neler, neler?.. Üniversiteye gıreni girmeyeni gençlerin, hepsi birden dağa çıksalar hakları var. Hâlâ "öğretim hürriyeti ve emniyeti" adına krokodil gözyaşları döken dökene...
         "Paşa" bile "Ortanın Solu" oldu, "Sosyal Demokrat" oldu, (güveğisinin deyimi ile): "Kriptò sosyalist" oldu. Türkiye'nin kuşkusuz en tecrübeli ve en kulağı delik devlet adamı.
         Bütün ülkenin ve ülke dışının en gizli haber alma servisleri, başbakanlardan çok önce ve çok daha doğruca olayları onun kulağına fıslarlar: Gene de "Paşa": - gecinden versin, - "Kalb krizi geçirdi", illâ ki: "Aşırı sağ ile aşırı solu" aynı terazinin kefesine koyma hastalığını geçiremedi. İkide bir sapır sapır faşist kurşuniyle hep sol gençler döküldükçe: "Aşırı sağ"ı "Aşırı sol" ile haklı çıkartıyor. Bu "tarafsızlık" mıdır? İnsafsızlık mıdır?
         Hangi "sağ", hangi "sol" efendim? Kimin nerede, nasıl devrimci genç avladığını bilmiyen politikacı kaldı mı? İşte millî emniyetimizin en sayılı yazarlarından Sayın B. Abdi İpekçi, "Aşırı solcu"ların öldürüldüğü Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'ndan "Son olaylara kadar tarafsızdım" diyen çocuk yüzlü "Yıldırım Hanım"ı bulmuş: Soruyor:
         "Kuruluş tam bir felce uğradı, nasıl gelindi bu noktaya?"
         Hanım kadın kızcağız akıllı akıllı anlatıyor:
         "-Sağcılar İDARE tarafından desteklendiği için okula hâkim... Ontar hep İDARE'nin haklı olsun, haksız olsun, baştakilerin söylediklerini olduğu gibi kabul ediyorlar... Solcu olan arkadaşlar İDARE'den TEHDİT alıyordu hep. Ve hazırlık sınıfında ise geri döndürme falan gibi tehditlerde bulunuyordu. Okulun bu derece taraf tutması, öğrenciler arasında tamamen ikilik yarattı." Ve ilh., ve ilh.
         Demek gençleri birbirine düşürten ve kırdıran kim? "İDARE"! Kimdir o İDARE? Yüksek Öğretim İdaresi, Üniversite İdaresi, AP İdaresi, 500 Şirket + 2000 Taşra Tefeci - Bezirgân ağa İDARESİ. Onlar cennete ısmarladıkları köylüyü, esnafı bin yıldır "destekler" görünüp sömürdükçe, "komünizm geliyor ha!" diye "tehdit" ederek "İdare"yi kıvırtmışlar. Öğrencinin de o amacı ile ödünü patlatmaya özeniyorlar.
         E, öğrenci, "öbür dünyaya" adaylığını koyup oy veren câhil köylü, kör esnaf değil. "Bu dünyada" yaşıyacak. Ve her Şey gibi "komünizm" denilen şeyi de az çok okuyarak anlamıya çalışıyor. Yutmuyor Finans - Kapital beyleri ile Tefeci - Bezirgân ağaların lâpçın kokan vurguncu yalanlarını. Mâsum Yıldırım kız, hiç iddiasız açıklıyor:
         "Halbuki sol tarafta biz hakkımızı her zaman arıyabiliyoruz. Ben şimdiye kadar tarafsızdım. Fakat bu olaylarda bir az daha sola eğilimli oldum."
         Demek: Sol: "Hak" arayandır, SAĞ: "Zor" ve Zorbalık'tır. Ve demek halk içinde zor oyunu bozuyor. Hiçbir haklı tezi kalmamış olan bozuk düzen hacı-bey ve ağaları: Zorla köylüyü, esnafı ahirete itebiliyor. Ama canlı genç ruhta soyguncu zorbalık İsyan doğuruyor. Sen solcu mu öldürüyorsun: Öyleyse temiz genç vicdan solcudur! İmam-Hatip okulunda beyni yıkanmış fakir çocuklarından bir kaçını birkaç yıl daha komandolaştırıp "Komünizmle Mücadele" komedyasında facia oyuncusu yapabilirsin. Ama onlara bile güvenme Hacı - Ağa - Bey! İlkokul bilgisi olmıyan fakir çocukları da er geç gözlerini bu dünyaya açacaklardır.
         Batıda İşçi Papazları yetiştiği gibi, Türkiye'de de "Marksizmi tartışan" İmam-Hatip gençleri her gün çoğalıyor ve çoğalacaktır. Bu kurtuluş çığı bir yol sarp yamaçların yücesinden kopmuştur. İmam-Hatip de, dünyasından geçmiş yılgın fakir köylünün, işçi sınıfi içine yuvarlanan, yaşamak istiyen yavrusudur. Bir gün "Mülk Tanrınındır" diyen, Tefeciliği (Rıba'yı) birinci haram sayan Kuran'ı Kerimi dikkatla okuyup anlıyacaktır. Yavaş yavaş: Finans - Kapital ile Tefeci - Bezirgânlığın vurguncu iratçılık, faizcilik (Rıbâ) olduğunu öğrendi mi, gençler ve işçilerle arasına kan sokmuş soyguncuların canavar yüzlerine Allahın emriyle tükürecektir.
         Gençliğimizin, yaşlı başlı derebeyi artığı ve geberen kapitalizm leşi olmuş efendilere, beylere, paşalara, sultanlara her gün tâze kanı ile, gürbüz canı ile cömertçe verdiği büyük ders budur. "İDARE"yi binbir cinayeti içinde kuduzlaştıran gözü karalık da, buradan geliyor... Bitmiştir amacıyla çocuk kandırmak! Geçti o Borun Pazarı: Bütün kokmuş düzen efendileri, bayları, bayanları, hacıağaları, paşa sultanları, sürsünler kaatil eşeklerini Niğde'ye!
         Rüzgâr eken Finans - Kapital tekelcileri ile omuzdaşları Tefeci - Bezirgân soyguncuları, hiç beklemedikleri yerlerinden fırtına ile biçileceklerdir. Modern toplum firavunların, nemrutların kan içinde batan antika "Ahiret" düzeni değildir. Her gün geveledikleri "Mizan günü" onlara şahdamarlarından ve kursaklanndan daha yakındır. İşsizlik ve pahalılık işkencesi ateşinde yanan çoluk çocuğu ile halk, onlardan sokak ortasında resmen genç öldürtmenin hesabını da yaman soracaktır.




BAŞSIZ DEVELİĞE SON
12 Ocak 1971



         DAĞINIKLIK FELSEFESİ

         İşlenebilecek öyle somut bir ortamda, TİP'ten kuzu kuzu uzaklaşan ültimatomcular hangi gerekçeye dayandılar? Genel olarak: "TİP içindeki gerçek sosyalistlerin hemen hemen tümünü" "dâvalarına kazanmış" oldukları kanısındalar. Bu kanılarının belgelerini ve istatistiklerini bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey var: Gerçek sosyalist, her şeyden ve herkesten önce parti insanıdır. Siyasi Parti dışındaki "sosyalizm" iddiaları, insanın yapmadığı işle övünmesi, girmediği savaşın madalyasını takınması olur.
         TİP Kongresinden ayrılınır ayrılınmaz ne yapılıyor? Hazır tutulmuş bir SALON'da toplanılıyor. Bu "toplantı" nereden nasıl estiği hiç kimsece bilinmeyen "muhalif rüzgârlar"la çalkanıyor. Toplantı için, yapılan hazırlıklarda bir gündem, bir biçim önerilmiştir. Ondan geçtik. Bir gün önce sözleşilen buluşma yerine bile kimsecikler gelmiyor. Delegelerin (protestocu delegelerin) en az yarısı buluşma yerine gelip kimsecikleri bulamamakla şaşırıyor ve yüzgeri dönüyorlar.
         İşin yöneticisi durumunda olanlara bu sözde durmayışın nedeni soruluyor. Akşamdan buluşmamaya karar verildıği öğreniliyor. Kim o kararı vermiş? Belli değil. Haftalardan beri kararlaştırılmış bir tutum, son gece yarısı nerede ve niçin, ilgililere haber verilmeden değiştiriliyor? Bir kaza, bir yangın, bir baskın vb. "esbâb'ı mucibe" mi çıkmış? Hiç birisi yok. Kimilerin son saatte akıllarına esmiş. Doğru salonda buluşmayı uygun bulmuşlar. Bâri gelenlere değişıkliği söyleyecek birisi buluşma yerinde bırakılsa? O dahi yok.

         GÜNDEMSİZ: İLKE VE PLATFORM

         Daha bu toplantı öncesi olan keyfilik ve kargaşalık, sonra olacaklara damgasını vuruyor. Toplantının iki amacı varmış:
         1- Toplanacaklar arasında "ilke birliği" sağlamak;
         2- "Siyasi plâtform tasarısı hazırlamak"..
         "İlke birliği" yoksa, önce "İlke"nin ne olduğunu, ya olabileceğini, bir veya birkaç açıklayan bulunur. Toplantıyı sürükleyenler, ilkin düşündükleri gündemi yok etmekle
         işe başlıyorlar. Toplantı için "ilke birliği" şöyle dursun, "gündem birliği" bile kalmıyor.
         Başsız, ortasız (gündemsiz) güç açılabilen Toplantı'da: TİP örgütünün delegeleri iyi kötü bir disiplin ve iş yapma eğilimini taşıyorlar. Hemen yapılacak şeyleri bekliyorlar. Yabancı basında yayınlandığına göre: "Mihri Belli ve eski arkadaşları ile Anadolu'dan gelen delegelerin çoğu", "hemen bir kuruluşa" gidilmesini öneriyorlar. Toplantı "İlke"den çok "kişi" tartışmalarına dökülüyor. Ve gürültülüce: "Eski tüfeklerin" ağırlığı reddediliyor.
         Tartışmaların ayrıntılarına girmek uzun olacak.
         Başlıca iki sonuç önem kazanıyor:
         1- TİP kurultayı neden bırakıldı?
         2- Bırakanlar, şimdi ne yapacaklar?
         TİP Kurultayının neden bırakıldığı altı maddede toplanabiliyor. Yazılı metinleri ile alınınca bu altı madde, ikişer ikişer üç gruba indirilebilir.

         ÜYE İHRAÇLARI

         A. - ÜYE İHRAÇLARI üzerine şunlar yazılıyor:
         1- "Kongre kararına aykırı olarak ihraçlar iptal edilmedi";
         2- "Yeni yeni ihraçlara gidildi"...
         Bu iki gözlem de doğru ve haklı. TİP'in olağanüstü geçen kongresi, o zamana dek partiden atılanları yeniden partiye alma kararı vermişti. Kongre kararı bir parti kanunudur. Merkezciler onu çiğnediler.
         Bir partinin uygun görmediği üyesini atma hakkı vardır. Ancak kongre kararını çiğneyerek, alınması gerekenleri almamaya yetkisi yoktur. Küçük bir formalite önerisi: Atılanlar müracaat etsinler biçimindeydi. Merkezciler bu formalite oyunundan yararlandılar. Müracaat edenleri almadılar.
         Kongre kararının özünü ve ruhunu çiğneyenlerin, ondan sonraki "yeni ihraç"la ne yapacakları belli oldu. Merkezciler, kendi hoşlarına gitmeyenleri atmışlar ve atacaklardı. Bu kanunsuzluğu yapmaları değil, yapabildikleri önemlidir. Nasıl yapabildiler? Karşılarında onları suçüstü yakalayacak kimse göremedikleri için yapabildiler.
         Bu durumda: "gerçekten sosyalistleri" TİP içinde etken yapmak gerekmez mi? Gerekir. Bu etkenlik nasıl olur? Birincisi: gerçek sosyalistlerin gerçekten örgütçül çalışmayı, "Almanca konuşmayı" becermeleriyle olur:.. İkincisi: TİP'ten gerçek sosyalistleri kaçırtmak değil (çünkü bunu isteyen "polis ve oportunist" sayılan Merkezcilerdir): TİP'in içinde gerçek sosyalistleri çoğaltmakla olur.

         ORGAN İHRAÇLARI:

         B. - ORGAN İHRAÇLARI üzerine şunlar yazılıyor:
         3- "Devrimci yönetimler (Merkezce) feshedildi";
         4- "Kukla müteşebbis heyetlerle tabelâ teşkilatı kuruldu"..
         Bu iki gözlem de doğru ve haklıdır. Bir İşçi Partisi, eğer aldığı ada olsun saygılı ise: İşçi sınıfının tüm eğilimlerine saygı gösterir. Merkezciler: Kendi sendikalizm ve parlemantarizm eğilimlerini savunmakla, yalnız İşçi ve aydın küçük burjuva zümrelerinin eğilimini abartmakla kalmamışlar; bütünü ile İşçi sınıfının devrimci düşünce ve davranışlarını mahkum etmişlerdir. Kukla ve tabelâ örgüt yoluna başvurmaları da o bakımdan bir sapıklıktır.
         Tekrar edelim, bütün bezirgân partiler: Kukla heyetli tabelâ teşkilâtlarıdır. İşçi partisi onlara benzeyemez Ama, hiç değilse meclis ve seçim savaşlarına girebilmek için, burjuvazinin çıkardığı formalite engellerini atlayacak stratejilere, savaş hilelerine başvurabilir... Nıtekim TİP'in ilk seçimlere girebilmesi için 15 ilde tabelâ sağlaması normal olmuştu. Merkezcilerinki, böyle burjuva hilelerini boşa çıkaımak değıl, kendi içinde daha canlı olmak isteyen proletarya eğilimlerine karşı bir tertiptir. Bunu da onların yapmaları değil, yapabilmeleri önemlidir.
         Bunu nasıl yapabildiler? "Devrimci yönetimler" TİP içinde etken olamadıkları için yapabildiler. Etken olmanın birinci şartı: TİP Tüzüğünün ve işleyişinin bütün girdi çıktısını sabırlıca kavramakla, kullanmayı öğrenmekle, bir yol daha örgütçü çalışmayı ve "Almanca konuşmayı" becermekle yerine gelir. İkinci şart: TİP içindeki devrimci yönetimleri kaçırtmamak (çünkü bu Merkezcilerin amacıdır), daha da çoğaltmakla yerine gelir.

         OPORTUNİZM VE POLİS

         C. - OPORTÜNİZM + POLİS DAVRANIŞI üzerine şunlar yazılıyor:
         5- "Polis ve oportünist ortaklığı ile kapalı kongre düzenlendi";
         6- "Hayali üyeler kaydedildi"..
         Bu iki gözlem de doğru ve haklı olabilir. Dünyanın her yerinde, en ele avuca sığmaz işçi partilerine bile burjuvazi kendi ajanlarını sokar. Bu ajanların en ustaca yetiştirilmiş bulunanları: "Zor" kullanmaktan çok, kaypak eğilimleri yelleyip üste çıkararak çeşit çeşit oportünizmleri kışkırtmaktadır.
         Bu bize neyi gösteriyor? Burjuvazi bile, işçi partisini sapıttırmak için onun içine giriyor. Dışarıdan yapılmış kışkırtmaların yetmediğini anlıyor. İşçi Partisini doğru yolda yürütmek için, onun dışına kendi kendisini atmak, ne demektir? "Polis ve oportünist" dediklerimize meydanı boş bırakmaktır.

         "ÖRGÜT = SÜREÇ" TEORİSİ

         Denecek ki "TİP'in düzelmesinden umudu kestik. Polis ve oportünistler nasıl olsa biz devrimcileri kapı dışarı edecekler. İyısi mi biz TİP kuruntusu ve leşi ile zaman ve enerji yitireceğïmize, yeni baştan bir proletarya partisi kurarız. Ve ilh..." Söylenen de aşağı yukarı bu.
         Rakamların başka türlü konuştuğuna değdik. Silme "polis ve oportünist"te olsalar, Merkezcilerin toplayabildikleri delege sayısı Kongrede 128'dir. Devrimciler biraz taktik ve strateji kullansalar, en azından;136 Delegenin oyu ile TİP'in yönetimini elde edebilirlerdi. Onu yapmamakla: "kompromi yok!" çığlığını atan anarşist palavrasına kapıldılar ve "polis ve oportünist" saydıklarının ekmeğine göz göre göre yağ sürdüler.
         Burasım geçelim: TİP Kongresine, "Polis ve oportünist"lerin dört gözle bekledikleri, belki hazırladıkları "ültimatom"u veren "devrimciler" ne yaptılar? İşaret edilen salon toplantısını yaptılar. Maksat neydi? Yeni bir derlenişle proletarya partisini kurmaktı. Orada hangi "İlke birliği"ne vardılar? Aynen şu kanı yazılıyor:
         "Proletarya mücadelesini sonuna kadar sürdürüp zafere götürecek kadrolar henüz mevcut değil."
         Değilse, ne diye TİP içindeki "devrimci yönetimler" adını verdiğiniz Kadroları "polis ve oportünist" dedıklerinizin "fesh" edişlerine yardımcı olurca davrandınız? Bırakın çocukları, hiç değilse kendi bildikleri gibi ve yapabildikleri ölçüde TİP içinde savaşı sürdürüp, gelecek "kadrolar"a öncü olsunlar.
         Ancak, o: "Proletarya mücadelesini sonuna kadar sürdürüp. zafere götürecek" gibi meyhane sarhoşlarının şâtrane edebiyatı kimin karnını doyurur? Hangi dağınıklığı giderir?
         Kendinizi aldatmayın. Bu ''kadro" kanısı: 50 yıl önceki kuyrukçuluğun, 40 yıl önceki "kadrocu" şarlatanlığın bozgun "teorisi"dir. Ne yazık ki bu "sözde teori", 40 yıl sonra Yeni "aydınlık"ların "peche originale"i (anasının rahminde damgaladığı günâhı)dır. Ortada "parti örgütü" bulunmadan, bir "kadro" yetişebileceği kaçamağını teorileştirmek isteyen en yozlaştırıcı küçük burjuva "mükemmellik"ciliğidir.

         "Mükemmel" (olgunluğu son kertede) hiç bir şey yoktur. Sonsuz gelişim yahut sona ermiş, ölmüş bir prose vardır. Aydınlıklarda aylar yıllardır, "parlak" sözcükler "Marksist ve ilh." düşünceler altında savunulan "örgüt süreç" çokbilmişliği; bir likidatörlük, bir Menşevik, (bir polis demiyelim ama) bir "oportünist" formülüdür.

         KARARSIZLIĞA KARAR

         TİP'i aylar yıllardır mutlak "zapt" edeceklerini, hakettiklerini yayınların, şimdi ansızın öbür uca sallanıp yaptıkları toplantı; az kalsın hiç bir karar almaksızın dağılacaktı. Öylece, TİP'ten yeni bir kuruluşa geçmeyi bekliyen delegeler, bir "siyası plâtform tasarısı" umudundan da yoksun bırakılarak dağıtılacaklardı. TİP'in "kapalı kongre"sinden tedirgin olanların bir "kapalı kompromi"si ile varılan karar ne oldu? Okuyalım:

         "Hazırlık çalışmalarında ülkenin çeşitli bölgelerindeki proleter devrimci çevreler arasında irtibat sağlamak amacı ile, proleter devrimci hareketin ideolojik organı Aydınlık Dergisi yazı kurulu" görevlendirilmiştir.
         Hangi "Aydınlık"? Besbelli: Al-Aydınlık, Yeni-Aydınlıkların Al'ı da, Ak'ı da "proleter devrimci hareket ideojisi"nin bugün en kritik moment, püf noktası olan proletarya partisi konusunda nasıl fatalist (kaderci) bir sallantı içinde bocaladığını bilmeyen kalmadı. Onların Marksizm makyajlı radikal küçük burjuva yakıştırmaları yeterince zihinleri karıştırdı.
         "Toplantı", o karışıklığın etkisi altında, kalıyor. Hâlâ "siyasi proletarya partisi" dememek için; "siyası plâtform" diyor, "proleter devrimci hareket" diyor. Parti önü, sonu, tüzüğü, programı olan somut, açık bir varlıktır. Plâtform yahut hareket: Küçükburjuva ikirciliğıni maskeliyen, sözde "zavahiri kurtarıcı", üstü kapalı, soyut, lâstikli amorfizmdir (biçimsizliktir).
         "İdeoloji": içinde doğduğu ülkenin tarihcil, ekonomik sınıflar yapısını, parti hareketinin pratiği içinde geliştirmektir. Türkiye'de bir ideolojiden söz edebilmek için en az 50 yıllık ortamımızın parti pratığine başvurmak gerekir. Eski Aydınlık öyle idi. Yeni-Aydınlık'ların ne öyle bir yetenekleri, ne öyle bir niyetleri görülmedi. Ezber iki buçuk formül papağanlıklarından, yahut bülbüllüklerinden öte hangi "İdeoloji"den söz ediliyor?
         Onun için, yapılmış son: "Anarşi Yok! Büyük Derleniş!" önerisi iki pratik noktada toplandı:
         1- Özler: "Vatan Partisi'ni olağanüstü eşşekçe küçümseyişler ve susuş konspirasyonuna uğratışlar, sürü sürü katırlıklara ve yozluklara kapı açtı." "Vatan Partisi literatürünü salık veriyoruz:"
         2- Biçimler : "Aydınlık Merkez İrtibat Komitesi" fazla yuvarcık kokuyor.
         "Merkezi Devrimci Derleniş Komitesi" kurulmalıdır... Bütün gruplar hemen "Devrimci Derleniş Komiteleri" kurabilmelidır... Halk Uyanış Güçleri yahut Milli Kurtuluş Kuvvetleri örgütlenmelidir."
         İş yapmak isteniyorsa, yol bu. Ve iş: saniye geciktirilmesine gelemez.
 

       




Bu Blogda Ara