ANA
MAKSİM GORKİ
-II-
Küçükrusyalı ile Ana sık sık böyle söyleşiye dalarlardı. Yeniden fabrikada işe alınan Andrey, aldığı tüm
ücreti Pela-geyaya veriyordu. Ana bu parayı almayı, Pavel'in ücretini almak kadar doğal buluyordu.
Kimi zaman Andrey, gözlerinin içi gülerekten: «Biraz okuma yapalım mı, küçükanne, ha, ne dersin?»
derdi.
Ana işi şakaya vurarak, ama inatla karşı koyardı. Andrey'in gülümsemesi ona çekingenlik verir, biraz da
incitirdi.
99
'Mademki güleceksin, ne diye okuyacak mışım?' diye düşünürdü.
Öte yandan da, bilmediği birtakım bilimsel sözcüklerin anlamını sorardı, ve bu, gittikçe daha sık
oluyordu. Sorarken de hiç yüzüne bakmaz, sesinin ilgisiz çıkmasına çalışırdı. Andrey, Ana-"nın kendi
kendine gizlice öğrenmeye çalıştığını sezdi. Onun sıkılganlığını anladı ve birlikte okumalarını önermekten
vazgeçti.
Çok geçmeden Pelageya:
«Gözlerim iyi görmüyor, Andrey, » dedi. «Gözlük kullanmam gerekecek galiba.»
«Kolay! Pazara kente gideriz, sizi doktora götürürüm, gözlüğünüzü alırsınız...»
ONDOKUZUNCU BÖLÜM
Pavel'i görmek için izin istemeye gitmişti üç kez. Her seferinde de, jandarma komutanı tatlılıkla geri
çevirmişti. Kırmızı yanaklı, iri burunlu kır saçlı, ufak tefek bir ihtiyar olan general:
«Bir hafta sonra, hanımcığım, daha önce olmaz!» demişti. «Bir hafta sonra bakarız. Şimdi sırası değil:..»
Tostoparlak, şişko general, dükkânda biraz fazla bekleyip küflenmeye yüz tutmuş olgun bir erik
kurusuna benzerdi. San, sivri uçlu bir çöp parçasıyla ufacık beyaz dişlerini karıştırıp dururdu habire.
Yuvarlak, küçük yeşilimtırak gözlerinin içi sevecenlikle gülümserdi. Sesi sevimli, dost bir sesti.
Çok terbiyeli!» dedi Ana, Küçükrusyalıya. «Hep gülümsüyor...»
«Öyle öyle! Sevimlidirler, güleçtirler. İşte size akıllı ve namuslu bir adam, bizim için tehlikelidir, asın
onu!' derler onlara. Onlar da gülümserler, adamı asarlar, sonra yeniden gülümsemeye başlarlar.»
«Bize aramaya gelen daha sıradan biriydi, pis herifin teki olduğu hemen belli oluyordu.»
«Bunlar insan değiller ki. İnsanları sağırlaştırmak için kafasına kafasına inen çekiçlerdir. Birer alet.
Daha kullanışlı hale gelmemiz için bize biçim vermeye yarayan aletler. Kendileri de, bizi
100
yöneten ele göre yapılmışlardır. Kendilerine buyurulan her işi yapabilirler. Düşünmeden, neye yaradığını
sormadan.»
En sonunda izin çıktı. Pelageya pazar günü hapishane kalemine geldi, bir köşeye çekilip oturdu. Basık
tavanlı, dar ve kirli odada, ziyaret saatini bekleyen birkaç kişi daha vardı. Herhalde bu ilk gelişleri
olmasa gerek ki, birbirlerini tanıyorlardı. Alçak, tekdüze bir sesle konuşuyor, kâh sızlanıyor, kâh
dedikodu yapıyorlardı.
Dizleri üzerinde bir çanta taşıyan buruşuk suratlı şişman bir kadın şöyle diyordu:
«Biliyor musunuz? Bu sabah ilk ayin sırasında koro şefi bir şarkıcı çocuğun kulağını nerdeyse
koparıyordu...»
Emekli asker üniforması taşıyan yaşlıca bir adam yüksek sesle öksürdü ve şu karşılığı verdi:
Şu kilise şarkıcıları yok mu... hepsi haylaz!»
İleriye doğru çıkık çeneli, kısa bacaklı, uzun kollu, dazlak kafalı, ufak tefek bir yaşlı adam odayı telâşlı
telâşlı arşınlıyor, tasalı bir sesle hiç durmadan yakınıyordu:
«Hayat gittikçe pahalanıyor, insanlar her zamankinden daha beter oluyorlar. İkinci kalite sığır eti yirmi
sekiz kapik oldu; ekmek, ikibuçuk kapiğe satılıyor...»
Ara sıra tutuklular giriyordu içeri; hepsi de gri üniforma ve ağır meşin ayakkabı giymişlerdi. Loş odaya
girince gözlerini kırpıştırıyorlardı. Birisinin ayağında pranga vardı.
Her şey durgun, her şey çirkin bir yalınlık içindeydi. Sanki bütün bu insanlar çoktandır bu havaya
alışkındılar, yadırgamıyorlardı artık. Kimileri rahat rahat oturuyorlardı. Kimileri, nöbet tutuyorlardı.
Başkaları da ziyaret kaçırmıyorlar, olağanmış gibi tutukluları görmeye geliyorlardı. Ana'nın yüreği
sabırsızlıkla titriyordu. Şaşkın şaşkın çevresindekileri izliyor, onların bu durumunu yadırgıyordu.
Ufak tefek yaşlı bir kadın oturuyordu yanıbaşında. Yüzü kırış kırıştı, ama bakışlar* canlıydı daha. Cılız
boynunu uzatıp konuşmalara kulak kabartıyor, herkese meydan okur gibi bakıyordu.
Pelageya usulca sordu:
«Mahpusunuz mu var?»
101
«Oğlum. Öğrenci.»
ihtiyar kadın çabuk çabuk ve yüksek sesle karşılık vermişti.
«Ya siz?»
«Benim de oğlum burada. İşçidir.»
«Adı ne?»
«Vlasov.»
«Tanımam. Çok oldu mu gireli?»
«Altı haftayı geçti.»
«Benimki, on ayı geçti!»
Sesinde gurura benzer, anlatılması güç bir şey vardı, ya da Pelageya'ya öyle geldi.
Kısa boylu, dazlak kafalı ihtiyar telâşlı telâşlı:
«Evet, evet,» diyordu. «Artık sabır kalmadı... Herkes kızıyor, bağırıyor, her şeyin fiyatı artıyor. Ona
göre insanların değeri de düşüyor. Uzlaştırıcı sesler duyulduğu yok.»
«Çok doğru!» dedi eski asker. «Bir kargaşa ki, sorma gitsin! Artık birinin kalkıp susunuz diye emretmesi
gerek! Gerekli olan bu. Sert bir ses...»
Konuşma hararetlendi. Herkes katıldı tartışmaya, yaşam konusunda kendi fikrini ileri sürdü. Ama hepsi
de alçak sesle konuşuyorlardı. Ana, bütün bu insanlarda kendisine yabancı olan bir şey seziyordu. Kendi
evinde başka türlü konuşulurdu, daha anlaşılır, daha basit, daha açık seçik bir dil kullanılırdı.
Kızıl dört köşe sakallı şişko bir gardiyan. Ana'nın adını bağırdı, onu baştan aşağı süzerek:
«Arkamdan gel,» dedi.
Ve hafif topallayaraktan uzaklaştı.
Ana, gardiyanın ardı sıra gitti. Daha çabuk yürüsün diye sırtından itmek geliyordu içinden. Ufak bir
odada, Pavel şyakta bekliyor, gülümsüyordu. Elini uzattı. Ana oğlunun elini tuttu, gülmeye başladı. Göz
kapakları açılıp kapanıyordu. Söyleyecek söz bulamayınca usulca:
«Selâm... selâm...» dedi.
«Sakin ol, anne!»
Kuvvetle sıktı anasının elini.
«Bir şeyim yok.»
Gardiyan içini çekerek:
102
«Ana!» dedi. «Geri çekilin, aranızda açıklık bulunsun... »
Ve yüksek sesle esnedi. Pavel, anasının sağlığını, evdeki durumu sordu. Pelageya başka sorular
bekliyordu. Bu soruları oğlunun gözlerinde aradı, bulamadı. Pavel her zamanki gibi serinkanlıydı. Yalnız
daha solgundu, gözleri de daha büyük görülüyordu.
«Sandrin sana selâm yolladı!»
Pavel'in gözkapakları titreşti, yüzünde tatlı bir hava belirdi, gülümsedi. Keskin bir burukluk sızlattı
Ana'nın yüreğini. Küçük düşmüş ve sinirlenmişti.
«Yakında tahliye edilir misin?» diye sordu. «Niye kapattılar nki seni? O bildiriler yine geliyor işte...»
Pavel'in gözlerinde bir sevinç şimşeği çaktı.
«Yine mi?»
Gardiyan gevşek bir tavırla:
«Böyle işlerden söz etmek yasak!» dedi. «Yalnızca aile sorunlarından söz edebilirsiniz...»
«Bunlar aile sorunları değil mi?» diye karşılık verdi Pelageya.
«Ben onu bunu bilmem. Yasak dedik, işte o kadar!»
Gardiyanın umursamaz bir hali vardı.
«Bana aileden sözet anne,» dedi Pavel.
Ana, içinde gençliğe özgü bir gözüpekliğin kabardığını duyar gibi oldu:
«Hepsini fabrikaya taşıyorum...»
Durdu gülümsedi, devam etti:
«Çorba, erişte. Maria'nın pişirdiği bütün yemekleri ve de başka besinleri götürüyorum...»
Pavel anlamıştı. Gülmemek için dudaklarını sıktı, saçlarını arkaya doğru itti ve şimdiye dek anasının hiç
duymamış olduğu okşayıcı bir sesle:
«Bir uğraş bulman iyi,» dedi. «Böylece canın sıkılmaz!»
Ana böbürlendi:
«O bildiriler gelince üstümü de aramaya başladılar!»
Gardiyan kızdı.
«Yine mi?» dedi. «Yasak dedik size. Bir şeyden haberi olmasın diye adamın özgürlüğünü almışlar elinden,
sen hâlâ dinlemiyorsun sözümü! Yasak olduğunu anlamalısın.»
103
«Tamam, artık bundan sözetme anne!» dedi Pavel. «Matvey İvanoviç iyi bir insan, kızdırma onu. İkimiz
iyi anlaşıyoruz. Bugün burada bulunması bir rastlantı. Her zaman müdür yardımcısı bulunur
görüşmelerde...»
Gardiyan saatine bakıp:
«Ziyaret sona erdi!» dedi.
Pavel anasını kuvvetle kucakladı, sıktı. Pelageya duygulandı onun bu hareketinden, mutlu oldu, ağlamaya
başladı.
«Ayrılın!» dedi Matvey.
Ana'yı odadan çıkarırken homurdandı:
«Ağlama... onu da salarlar! Hepsini salıyorlar... Yer kalmadı burda...»
Ana eve döndüğünde içi içine sığmıyordu. Ağzı kulaklarına varıyordu.
«öyle ustalıkla konuştum ki!» dedi Küçükrusyalıya. «Anladı!»
İçini çekti.
«Anladı ya!.. Yoksa beni kucaklamazdı. Hiç kucaklamamıştı daha önce!»
Andrey güldü:
«Ah! Ah!» dedi, «tam da size yakışır bir söz bu! Herkes bir şeyler bekler, ama bir ananın beklediği...
okşanmaktır hep...»
Pelageya birdenbire şaşkınlıkla haykırdı:
«Ah! Andrey... oraya ziyarete gelenler nasıl da alışmışlar! Ellerinden evlâtları alınmış, hapsedilrtıiş, oysa
onların umurunda bile değil, gelip oturuyorlar, bekliyorlar, çene çalıyorlar... Görüyor musun? Okumuş
kimseler bu kadar kolay alışıyorlarsa eğer, yoksul halka ne demeli?..»
Andrey gülümsedi:
«Doğal bir şey bu,» dedj. «Yasa onlar için daha yumuşak. Onların, bizden fazla ihtiyacı var yasalara.
Gerçi yasalardan bir şamar yediler mi, suratlarını ekşitirler, ama pek fazla değil. İnsan kendi sopasını
yiyince daha az acı duyar...»
YİRMİNCİ BÖLÜM
Bir akşam Ana çorap örer. Küçükrusyalı Roma'da köle ayaklanmasının tarihini yüksek sesle okurken,
kapıya şiddetle
104
vuruldu. Andrey açtı. Vesovşikov girdi. Kolunun altında bir çıkın vardı. Şapkasını ensesine yıkmıştı.
Dizlerine dek çamura batmıştı.
Garip bir sesle açıkladı:
«Geçiyordum... pencerede ışık gördüm. Size iyi akşamlar dilemek için girdim. Doğru hapishaneden
geliyorum!»
Pelageya'nın elini tutarak kuvvetle sıktı.
«Pavel'in size selâmı var.»
Kararsız bir tavırla iskemleye çöktü, kuşkuyla çevresine baktı.
Ana'nın hoşuna gitmezdi Nikolay. Kırkılmış, köşeli kafasında, ufacık gözlerinde, Ana'yı ürküten bir şey
vardı. Ama Pelageya onu gördüğüne sevinmişti bu kez, Sevecenlikle gülümsedi.
«Zayıflamışsın,» dedi. «Ona çay yapalım, Andrey...»
Küçükrusyalı mutfaktaydı zaten.
«Semaveri hazırlıyorum,» diye seslendi.
«Pavel nasıl? Başka çıkan var mı, yolsa yalnız seni mi saldılar?»
Nikolay başını eğdi.
«Pavel hâlâ içerde, dişini sıkıyor!» dedi. «Yalnız beni saldılar!..»
Başını kaldırıp Ana'ya baktı, dişlerini sıktı, ağır ağır devam etti:
«Kendilerine şöyle dedim: Burası yeterince kalabalık, koyve-rin beni, yoksa birini öldürürüm, sonra da
kendi kendimi vururum, dedim. Beni salıverdiler.»
«Yaaa!» dedi Pelageya.
Geri çekildi. Bakışları karşılaşınca elinde olmayarak gözlerini kırpıştırdı.
Küçükrusyalı, mutfaktan seslendi.
«Fedor Mazin ne âlemde? Şiir yazıyor mu?»
«Yazıyor. Aklım ermiyor buna! (Kafasını salladı.) Kanarya mı bu adam? Kafese tıkmışlar, ötüyor! Benim
anladığım bir tek şey var, o da şu ki, canım eve gitmek istemiyor...»
Pelageya düşünceli düşünceli:
«Elbette,» dedi. «Eve gidip de ne yapacaksın sanki. Bomboş ev, soba yanmıyor, her şey donmuş...»
105
Nikolay bir süre konuşmadı. Gözlerini kısmış, ağır ağır sigara tüttürüyordu. Karşısında dağılan gri
dumanı izledi. Bir köpek havlamasını andıran kupkuru bir kahkaha attı.
«He ya! Her şey buz kesilmiş olsa gerek. Yerde donmuş hamamböcekleri var. Farelerde soğuktan
kuyruğu titretmiştir.»
Ana'nın yüzüne bakmaksızın, boğuk bir sesle:
«Geceyi burda geçirmeme izin ver n'olur!» dedi.
Ana hemen:
«Elbette, lafı mı olur!» diye atıldı.
Nikolay'ın yanında sıkılmıştı, rahatsızdı.
«Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, çocuklar ana-babalarından utanç duyuyorlar...»
Ana ürperdi.
Nikolay, Ana'ya şöyle bir baktı, gözlerini yumdu. Çopur yüzü birdenbire kör bir insanın yüzüne benzedi.
İç geçirip tekrarladı:
«Diyorum ki, çocuklar ana-babalarından utfcnç duymaya başlıyorlar! Sen söz konusu değilsin... Pavel
senden asla utanmaz. Ama ben, babamdan utanıyorum. Bir daha onun evine ayak basmam. Babam yok
benim... evim de yok! Gözetim altında bulunduracaklar beni, yoksa çeker giderdim Sibirya'ya. Orada
sürgünleri kurtarır, kaçmalarını hazırlardım...»
Ana'nın duyarlı yüreği delikanlının acı çektiğini anlıyor, ama acıma hissi duymuyordu. Sessiz durup
onu*incitmemek için:
«Evet, elbette, madem öyle... gitmen daha iyi olur.» dedi.
Andrey mutfaktan çıkıp sordu:
«Neler anlatıyorsun orda, ha?»
Ana yerinden kalktı:
«Yiyecek bir şeyler hazırlamak gerek...»
Vesovşikov dik dik Küçükrusyalının yüzüne baktı ve ansızın:
«Ne düşünüyorum, öyle insanlar var ki, onları öldürmek gerek!»
«Yaaa! Niye peki?»
«Köklerini kurutmak için...»
Uzun boylu, kuru Küçükrusyalı, odanın ortasında ayakta duruyor, bacakları üzerinde sallanıyor, elleri
cebinde, yüksekten seyrediyordu Nikolay'ı. Vesovşikov iskemlesine yığılmış, bir du-
106
man bulutu ardında kalmıştı. Solgun yüzünde kızıl benekler beli-riyordu.
«İsai Gorbov'un ağzını burnunu kıracağım, göreceksin!»
«Niçin?»
«Bir daha ispiyonluk, casusluk yapmasın diye. Babam onun , yüzünden bu duruma düştü. Ve şimdi casus
olarak işe alınmak için ondan medet umuyor.»
Vesovşikov hınçla, kinle bakıyordu Andrey'e.
«Bak hele!» dedi Küçükrusyalı. «Yahu, seni sorumlu tutan kim? Budalalar.»
Nikolay inatla karşılık verdi.
«Budala olsun, akıllı olsun, farketmez. Seni alalım... akıllı çocuksun, PaveLde öyle... Söyle bakalım, sizin
için ben Fedor Ma-zin'le veya Samoylov'la aynı ayarda mıyım? Ya da Pavel'le sen birbirinizi nasıl
görüyorsanız beni de o biçim mi görüyorsunuz? Doğru söyle, yalan söylesen de inanmam... Hepiniz beni
bir yana itiyorsunuz ayrı bir yere koyuyorsunuz beni.»
Küçükrusyalı Nikolay'ın yanına oturdu, tatlı, hafif bir sesle:
«Hastasın sen, Nikolay'cım!» dedi.
«Hasta mı!.. Siz de hastasınız... Yalnız, sizin önemsiz acılarınız benimkilerden daha derin görünüyor
gözünüze. Herkes, rezilin teki der karşısındaki için... Ben söylüyorum işte bunu. Ya ,sen, sen ne karşılık
verebilirsin bu dediğime? Ha?»
Keskin bakışını Andrey'e dikti, bekledi. Alaycı, acı bir gülümseme ile dişlerini gösteriyordu. Çopur yüzü
duygusuzdu. Kalın dudakları kaynar sudan yanmış gibi titriyordu.
Küçükrusyalı'nın mavi gözleri üzüntülü ve sıcak bir anlatımla okşuyordu Vesovşikov'un kindar bakışını.
«Sana hiç bir karşılık verecek değilim!» dedi. «Yüreği kanayan bir insanla tartışmaya kalkmanın onu
sinirlendirmekten başka bir işe yaramadığını bilirim. Ya, kardeş, bilirim!»
«Benimle tartışılmaz zaten, ben tartışmasını bilmem ki!» diye homurdandı Nikolay ve gözlerini yere
indirdi.
Andrey devam etti:
«Ben şöyle düşünüyorum: her birimiz kırık cam parçaları üzerinde yalınayak yürümüşüzdür, her birimiz
içimizi sıkıntı bastığı zaman şu anda senin yaptığın gibi düşünmüşüzdür...»
107
Vesovşikov, ağır ağır:
«Bunu bana söyleyemezsin!» dedi. «Ruhum kurt gibi uluyor içimde!..»
«Zaten bir şey söylemek istemiyorum ki! Bütün bildiğim şu ki, geçecek bu durumun. Belki tümüyle
geçmez, ama yine de geçecek!»
Gülmeye başladı. Nikolay'ın omuzuna vurdu:
«Bu, kardeş, çocukluk hastalığıdır, kızamık gibi bir şey. Hepimiz geçiririz bu hastalığı. Güçlüler daha
hafif geçirirler, güçsüzler biraz daha ağır. Bu hastalık bizim gibilere tebelleş olur, yani istediği şeyi
bulan, ama daha yaşamı anlamayan, yaşamda alacağı yeri göremeyen kimselere. İnsan kendi türünün tek
örneği olduğunu sanır; güzel bir meyve, herkesin ısırmak istediği körpe bir salatalık gibi. Bir süre sonra,
sendeki en iyi yönlerin başkalarında da bulunduğunu, başkalarının senden daha kötü olmadıklarını
görürsün. Rahatlatır bu seni. Biraz da utanırsın... utanırsın, çünkü minnacık çıngırağını sallamak için çan
kulesine tırmanmışındır, oysa yortularda büyük çan çalmaya başlayınca senin çıngırağın sesi bile
işitilmez. Sonra, başka bir şeyin farkına varırsın: senin çıngırak tek başına çalarken yaşlı çanların
gümbürtüsü içinde tereyağına batan bir sinek gibi boğulup gidiyor, boğulup gidiyor ama koronun tümü
içinde onun sesi de işitiliyor. Anlıyor musun ne demek istediğimi?»
Nikolay kafasını salladı:
«Belki anlıyorum! Ancak, inanmıyorum!»
Küçükrusyalı güldü, ayağa fırladı, dolaşmaya başladı.
«Ben de inanmazdım, meşe odunu!»
Nikolay zoraki bir gülümsemeyle Andrey'e baktı.
«Niçin meşe odunu oluyormuşum?»
«Öyle işte, hani çok benziyorsun da!»
Vesovşikov birden kahkahalarla güldü. Ağzı bir karış açılıyordu.
Küçükrusyalı şaşaladı, Nikolay'ın karşısında durdu:
«Ne oldu?» diye sordu.
«Valla, kendi kendime diyordum ki, sana hakaret etmek için insan budala olmalı! Böyle diyordum işte.»
Küçükrusyalı omuzlarını silkti:
108
«Ne hakareti?»
Vesovşikov dişlerini göstererek bön bön baktı.
«Bilmiyorum,» dedi. «Yani, sana hakaret edecek olan kimse daha sonra vicdan azabı çeker.»
Andrey gülerek:
«Ha!» dedi, «sözü buraya getirmek istiyordun demek!»
Ana, mutfaktan seslendi:
«Andrey!»
Odada yalnız kalınca, Vesovşikov çevresine bakındı, bacağını uzattı, inceledi, eğilip baldırını yokladı.
Sonra elini yüzü hizasına kaldırdı, dikkatle ayasına, sonra elinin tersine baktı. Eli kalın, parmakları kısa,
sarı bir tüyle kaplıydı. Elini havada salladı, yerinden kalktı.
Andrey semaverle döndüğü zaman Vesovşikov aynanın karşısındaydı.
«Çoktandır görmemiştim suratımı...» dedi.
Alaycı alaycı gülerek ekledi:
«Çirkin bir suratım var!»
Andrey merakla baktı ona ve:
«Ne olacak?» dedi.
Nikolay ağır ağır konuştu:
«Sandrin diyor ki, insanın yüzü ruhunun aynasıdır, diyor.»
«Oysa doğru değil bu!.. Sandrin'in de burnu kemerli, elmacık kemikleri çıkık, ama bir yıldız gibi pırıl pırıl
bir ruhu var!»
Vesovşikov Andrey'e baktı, gülümsedi.
Çaya oturdular.
Vesovşikov iri bir patates aldı, sert bir hareketle bir parça ekmeğe tuz ekti, sükûnetle, ağır ağır, geviş
getirir gibi çiğnemeye başladı.
«Burada ne var ne yok?» diye sordu lokmasını yutmadan.
Andrey, propagandanın fabrikada nasıl zemin kazandığını neşe ile anlatınca, Nikolay"ın yüzü yine asıldı.
Boğuk bir sesle:
«Böyle şeyler uzun sürer, uzun!» dedi. «Daha hızlı ilerlemek gerek...»
Ana, Nikolay'ın yüzüne baktı, yeniden belli belirsiz bir kızgınlık duydu ona karşı.
«Yaşam beygir değildir ki kamçıyla yürütesin!» dedi Andrey.
109
ki?»
Fakat Vesovşikov kafasını inatla sallıyordu.
«Çok uzun sürer bu!» dedi. «Sabrım yok benim! Ne yapmalı
Güçsüzlük belirten bir hareketle kollarını iki yana açtı. Kü-çükrusyalı'ya baktı, susup cevap bekledi.
Andery başını eğdi:
«Hepimiz öğrenmeli ve başkalarına öğretmeliyiz, işimiz bu!»
«Peki, ne zaman dövüşeceğiz?»
Küçükrusyalı gülümsedi:
«Daha önce çok dayak yiyeceğiz. Bunu bilirim ben. Gefgele-lim ne zaman dövüşüleceğini bilmem, önce
kafaları silahlandır-malıyız, sonra elleri. Benim kanım bu.»
Nikolay yeniden yemeye koyuldu. Ana, onun geniş yüzünü kaçamak bakışlarla süzüyor, onunla, onun iri
yarı vücuduyla bağdaşmasını sağlayacak bir şeyler bulmaya çabalıyordu. Ve bakışı onun küçük, keskin
gözlerine rastladıkça ürkek ürkek gözlerini kırpıştırıyordu. Andrey'de çırpıntılı bir hal vardı.
Konuşmaya, gülmeye başlıyor, sonra birdenbire sözünü kesip ıslık çalıyordu.
Âna, onun bu halini anlar gibi oluyordu. Nikolay ise sessiz sedasız oturuyordu. Küçükrusyalı kendisine bir
şey sorunca, belli bir isteksizlikle kısa kısa karşılıklar veriyordu.
Çok geçmeden, Ana ile Andrey'e sıkıntı bastı küçük odanın içinde. İçleri daraldı. Arada sırada kaçamak
bakışlar fırlatıyorlardı ziyaretçiye.
Sonunda, Nikolay kalktı.
«Gidip yatsam iyi olur,» dedi. «Orda hep kapalı kaldım, sonra birdenbire salıverdiler, yürüdüm,
yürüdüm... Yorgunum.»
Mutfağa geçti. Bir süre daha kıpırdadı. Sonra birden ölü gibi hareketsiz kaldı. Kulak kabartan Ana,
Andrey'e:
«Korkunç düşünceleri var...» diye fısıldadı.
Küçükrusyalı kafasını salladı.
«Uysal çocuk değil,» diye onayladı. «Ama değişir. Ben de öyleydim. İnsanın yüreğinde yanan ateş parlak
değilse, kurum birikir. Siz gidin yatın, küçükanne. Ben biraz daha oturup kitap okuyacağım.»
Pelageya, yatağının bulunduğu, basma perdeyle kapatılmış köşeye gitti. Masa başında, oturan Andrey
onun uzun süre mırıldanarak dua ettiğini içini çektiğini işitti. Kitabın sayfalarını hızlı
110
4h
ızlı çeviriyor, bir yandan da ateşli ateşli alnını siliyor, uzun parmaklarıyla bıyıklarını buruyor, ayaklarını
sallıyordu. Saatin sarkacı saniyeleri taneliyor, rüzgâr pencerelerde inliyordu. s Ana'nın zayıf sesi
işitildi:
«Yarabbim! Dünyada bunca insan var, ama hepsi kendine göre bir şeyden yakınıyor. Peki, hani mutlu
olanlar?» Küçükrusyalı onu yankılarcasına karşılık verdi: «Var, daha şimdiden mutlu insan var! Yakında
daha çok olacak, evet, daha çok.»
YİRMİBİRİNCİ BÖLÜM
Yaşam, aydınlık ve karanlık günleriyle, hızla akıp gidiyordu. Her geçen gün yeni bir şey getiriyor, ama bu
getirdikleri artık kaygılandırmıyordu Ana'yı. Akşamları, gittikçe daha sık uğruyor-lardı yabancılar.
Tasalı görünüyorlar. Andrey'le alçak sesle konuşuyorlardı. Gece geç vakit yakalarını kaldırıyor,
şapkalarını gözlerine dek indiriyor, dikkati çekmemek için sessizce ayrılıp karanlığa dalıyorlardı.
Coşkunluklarını dizginledikleri hissediliyordu. Hepsi de şarkı söylemek, gülmek isterlerdi, ama her
zaman acele işleri olduğundan boş zaman bulamıyorlardı. Kimileri alaycı ve ağır, kimileri neşeliydi,
gençlikle dolup taşan bir güç taşıyorlardı. Dalgın ve durgun olanları da vardı. Ana'nın gözüyle, hepsi de
inatçı ve kendinden emindiler. Her birinin yüz çizgileri farklı olduğu halde, Pelageya onlarda bir tek yüz
görüyordu: sakin bir kararlılık taşıyan, aydınlık, süzgün bir yüz. Emmaüs'e giden İsa'nın gözleri gibi hem
okşayıcı hem sert, derin bakışlı gözleri olan bir yüz...
Ana onları sayıyor, Pavel'in çevresini alan bir kalbalık gibi görüyor, bu kalabalığın ortasında oğlunun,
düşmanlarının gözünden kaçacağını düşünüyordu.
Bir akşam, canlı, çevik, saçları bukle bukle bir kız çıkageldi kentten. Andrey'e bir paket getirdi.
Giderken, aydınlık, neşeli bir bakışla:
«Hoşça kal, arkadaş!» dedi Pelageya'ya.
Ana gülmesini tutarak:
«Güle güle!» dedi.
111
Kızı kapıya kadar geçirdikten sonra pencereye yaklaştı, gülerek «arkadaş»ının ufak adımlarla, seke seke
uzaklaşmasını izledi; bir bahar çiçeği kadar taze, bir kelebek gibi hafifti kız. Gözden kaybolunca, Ana
kendi kendine: «Arkadaş!» diye yineledi. «Ah! Şekerim, Allah sana ömür boyunca iyi bir arkadaş versin!»
Kentten gelenlerde çocuksu bir hava görüyor, hoşgörüyle gülümsüyordu. Fakat en çok onların inançlı
hallerine bayılıyor, hem şaşıyor, hem seviniyordu. Ve gittikçe daha iyi anlıyordu bu inancın derinliğini:
Adaleti egemen kılma umudu onu heyecanlandırıyor, benliğini ısıtıyordu. Gerçi konuşmalarını dinlerken
belirsiz bir hüzne kapılıp istemeden içini çektiği oluyordu ama onların içtenliğini, kişisel yaşantılarını
böylesine cömertçe hiçe saymalarını da pek beğeniyordu.
Yaşam üzerine tartıştıklarında çok şey anlıyordu artık. İnsanların gerçek mutsuzluk kaynağını bulmuş
olduklarını hissediyordu. Ve onların inançlarını doğru bulmaya alışıyordu. Gelge-lelim için için, yaşamı
fikirlerine göre değiştirebileceklerine, içlerinde yanan ateşi tüm işçi sınıfına aktarmaya yeterli gücü
bulabileceklerine inanmıyordu. Herkes bugünü tok geçirmek isterdi. Hiç kimse, hemen yiyebileceği
yemeği yarına bile ertelemek istemezdi. Az kişi izleyecekti bu uzak ve sıkıntılı yolu. Bu yolun evrensel
kardeşliğin hüküm sürdüğü bir harikalar diyarına çıktığını herkesin gözü göremeyecekti. Ve böyle olduğu
içindir ki, bütün bu İyi insanlar, sakallarına ve çoğu zaman yorgunluk akan yüzlerine karşın, çocuk gibi
görünüyorlardı gözüne. Başını sallayarak:
'Zavallı yavrucaklarım!' diye düşünüyordu.
Hepsi de düzenli, ciddî, bilinçli bir yaşantı sürdürüyorlardı. İyilikten söz ediyor, kendilerini
düşünmeksizin, bildiklerini başkalarına da öğretmek için çırpınıyorlardı. Tehlikelerine karşın böyle bir
yaşantının sevilebileceğini anlıyordu Ana. İçini çekerek kendi öz geçmişini getiriyordu aklına. Bu geçmiş,
uzayıp giden karanlık, dar, üzüntü dolu bir yol gibi geliyordu. Farkına varmaksızın, bu yeni yaşantıda
yararlı olabileceğine inanmaya başlıyordu. Eskiden hiç kimseye yararlı olduğunu hissetmiş değildi. Şimdi
ise, birçoklarının kendisine ihtiyacı olduğunu apaçık görüyordu. Yeni ve hoş bir duyguydu bu, başını dik
tutmasını sağlıyordu...
112
Bildirileri günü gününe fabrikaya taşıyor ve görevini yerine getirmenin gönül rahatlığını duyuyordu.
Polisler ise onu görmeye alışmışlardı, artık dikkat etmiyorlardı girip çıkmasına. Birçok kez üstünü
aradılar, ama hep bildirilerin dağıtılmasının ertesi gününe rastlardı bu aramalar. Üzerinde bir şey
bulunmadığı zaman Ana, polis ve bekçilerin kuşkularını uyandıracak biçimde davranırdı. Onlar da Ana'yı
durdurur, üstünü başını yoklarlardı. O zaman, onuru kırılmış gibi davranır, adamlarla tartışır, ağızlarının
payını verip sindirir, becerikliliğinden gurur duyardı. Bu oyun hoşuna gitmeye başlamıştı.
I Vesovşikov'a fabrikada bir daha iş verilmemişti. Bir odun iff tüccarının yanına girdi. Varoşta
kalas, tahta ve yakacak odun T taşıyordu. Hemen her gün Ana gerçerken görüyordu onu. İske-, leti
çıkmış iki yaşlı siyah at, titrek bacaklarını gererek ilerler, yorgun ve umutsuz başları sallanır, ölgün
gözlerini bitkinlikle kıpıştı-rırdı. Arkalarında uzun, nemli bir kalas ya da uçları bir biri üzerinde saklayan
bir yığın tahta uzanır, sarsıntılara göre sallanırdı. Nikolay, dizginleri tutmaksızın yandan yürürdü. Üstü
başı yırtık pırtık, çamura bulanmış olurdu. Ağır çizmeler giyer, şapkasını - ensesine yıkar, kazık gibi
dimdik yürürdü. Gözlerini yere diker, o da atlar gibi kafasını sallardı. Hayvanlar karşıdan gelen
arabaların, yayaların üstüne üstüne giderlerdi, bu yüzden küfürler, öfkeli haykırışmalar yükselirdi
ortalıkta. Nikolay ne kafasını kaldırır, ne de bir karşılık verirdi. Sağır edici bir ıslık tutturur, boğuk bir
sesle şöyle derdi hayvanlarına:
«Tekrarla bakalım şu havayı!»
Andrey'in arkadaşları broşürler ya da dış ülkelerde yayımlanan bir gazetenin son sayısını okumak için
her toplandıklarında, Nikolay gelir bir köşeye oturur, hiç bir şey demeden bir iki saat dinlerdi. Okuma
bitince gençler uzun uzun tartışırlardı, ama Ve-sovşikov hiç katılmazdı tartışmaya. Ötekiler daha erken
ayrılırlardı. Andrey'le yalnız kalınca Nikolay somurtkan bir tavırla: , «Peki, en suçlusu kim?» diye
sorardı.
«Bu benim malım! diyen ilk insan. Ne var ki... bu sözü söyleyen kimse, birkaç bin yıl önce ölmüştür,
öyleyse ona kızmak bir işe yaramaz.»
Andrey bunu şaka yollu söylerdi, ama gözlerinde kaygılı bir hava okunurdu.
Ana / F: 8
113
«Ya zenginler?.. Ve de onları destekleyenler?..»
Küçükrusyalı eğilir, başını elleri arasına alır, bıyığını burarak, uzun uzun yaşamdan ve insanlardan söz
ederdi yalın bir dille. Ama sözlerinden, genel olarak herkesin kabahatli olduğu anlamı çıkardı hep ve bu,
Nikolay'ı tatmin etmezdi. Kalın dudaklarını kuvvetle sıkar, kafasını sallar, kuşkulu bir sesle sorunun öyle
olmadığını söyler, hoşnutsuz, asık yüzle kalkıp giderdi.
Bir seferinde:
«Hayır!» diye haykırdı. «Elbette ki sorumlular vardır, sorumlular burdadır! Söylüyorum sana... Her yanı
sürmek gerek, derin sürmek, ayrıkotunun kapladığı bir tarla gibi, gözünün yaşına bakmadan!»
Ana düşüncesini şöyle açıkladı:
«Puantör İsai de bir gün sizden sözederken aynen böyle söylemişti!»
Kısa bir sessizlikten sonra Vesovşikov sordu:
«İsai mi?»
«Evet, o kötü adam! Herkesi gözler, sorular sorar. Bizim sokağa sık sık uğrar oldu: pencerelerimizden
içerisini dikizliyor...»
Niikolay:
«Dikizliyor mu?» diye yineledi.
Ana yatmış olduğundan, Vesovşikov'un yüzünü göremiyor-du: Fakat çok konuştuğunu anladı, çünkü
Küçükrusyalı, uzlaştırıcı bir sesle hemen söze katıldı. •
«Canım, bırak nerede gezerse gezsin, nereye bakarsa baksın! Boş zamanı var, dolaşır...»
«Yooo! Dur bakalım!» dedi Nikolay boğuk bir sesle. «Odur işte sorumlu!»
Andrey telâşla:
«Neden sorumlu?» diye karşılık verdi. «Aptal olmasından mı?»
Vesovşikov karşılık vermeden kalktı gitti.
Küçükrusyalı, örümcek ayakları gibi kuru, uzun bacaklarını sürükleyerek, yorgun adımlarla ağır ağır
arşınladı odayı. Her zamanki gibi, yürürken ses çıkarıp Pelageya'yı rahatsız etmemek için çizmelerini
çıkarmıştı. Ne var ki Ana uyumuyordu, Nikolay gittikten sonra, kaygılı bir sesle:
114
«Ondan korkuyorum!» dedi.
Andrey, sözcükleri uzata uzata:
«Evet,» dedi. «Çabuk sinirlenen bir çocuk. Ona İsai'den sö-zetmeyin, küçükanne, bu İsai denen adam
gerçekten bir ispiyondur.»
s «Bunda şaşılacak bir şey yok. Kafadarı bir jandarma.»
Andrey ürperdi:
«Bakarsın Nikolay onu pataklamaya kalkar! Toplumumuzda subayların sıradan erlerde ne tür duygular
uyandırdıklarını görüyorsunuz ya? Nikolay gibi insanlar onurlarının kırıldığını anlar J da sabırları
tükenirse, biliyor musunuz neler olur? Kan fışkırır " göklere dek, ve kızıl bir sabun köpüğü gibi
yeryüzünü kaplar...» Ana usulca:
«Korkunç bir şey bu, Andrey!» dedi. ' Kısa bir sessizlikten sonra Küçükrusyalı şu karşılığı verdi:
«Eğer sinekler sokmasaydı, atlar çifte atmazlardı! Bununla birlikte, kanlarının her damlası gözyaşı
selleriyle peşinen yıkanmış olacaktır...» Hafifçe güldü.
«Haklı bekli; ama haklı olması avutmuyor insanı,» diye ekle-V---CH.
YİRMİİKİNCİ BÖLÜM
Bir pazar günü, bakkaldan dönen Ana kapıyı açıp adımını içeri atınca, bir yaz gününün sıcak yağmuru gibi
dalga dalga sevinç boşaldı başından aşağı. Pavel'in güçlü sesi çınlıyordu odanın içerisinde.
Küçükrusyalı:
«İşte geldi!» diye bağırdı.
Pavel hızla anasına döndü, yüzü şiddetli bir heyecanla aydınlandı. Pelageya, bu heyecanının kendisi için
derin mutluluklarla yüklü olduğunu anladı.
«İşte... döndün... eve!» diye mırıldandı.
Bu sürpriz aklını başından almıştı. Şaşkınlık içinde bir iskemleye çöktü. Pavel ona doğru eğildi. Yüzü
soldu. Göz pınarla-
115
rında yaşlar parlıyordu. Dudakları titriyordu. Bir an sessiz kaldı. Ana da ağzını açmıyor, öylece oğluna
bakıyordu.
Küçükrusyalı başını eğdi, ıslık çalarak önlerinden geçip çıktı odadan.
Pavel titrek parmaklarıyla anasının elini sıktı, derin ve alçak bir sesle:
«Sağol anneciğim!» dedi. «Teşekkür ederim, sevgili anneciğim!»
Oğlunun yüz ifadesinden ve ses tonundan havalanan Pela-geya, onun başını okşadı, çarpıntısını
bastırmaya uğraşarak yavaşça:
«İsa seni korusun!» dedi. «Bana teşekkür edecek ne var?»
«Büyük davamızda bize yardım ettiğin için teşekkürler! İnsan, anasını fikren de sevebildiği zaman, az
bulunur bir mutluluğa kavuşmuş olur.»
Yüreği sevinçle dolup taşan Ana hiç bir şey söylemeden, hayran hayran oğluna bakıyordu. Karşısındaydı
işte, yakınında ta, yakınında.
«Anneciğim, birçok şeyin seni incittiğini, ağrına gittiğini görüyordum. Düşünüyordum ki... bizlerle asla
bağdaşmayacaktın, yıldızın barışmayacaktı, görüşlerimizi benimsemeyecektin, gel-gelelim bize
katlanacaktın, ses çıkarmadan, her zaman her şeye katlandığın gibi. Çok üzücü bir şeydi bu!..»
«Andrey bana çok şey öğreftİ!» •
Pavel gülerek:
«Evet, anlattı bana!» dedi.
«Yegor da öğretti. İkimiz aynı köydenmişiz. Hatta Andrey bana okuma öğretmek istemişti...»
«Ve sen... biraz utanmışsın, gizliden gizliye yalnız başına öğrenmeye koyulmuşsun.»
Ana şaşırıverdi.
«Ya! Beni ispiyonlamış demek!» dedi.
Ve aşırı sevinçten çırpınarak Pavel'e:
«Onu içeri çağırmalıyız,» dedi. «Mahsus çıkmıştır odadan, bizi rahatsız etmemek için. Onun... anası yok
da...»
Pavel antrenin kapısını açıp:
«Andrey!..»diye seslendi. «Andrey, nerdesin?»
I
«Buradayım. Odun yaracağım.»
«Gelsene buraya!» . Hemen gelmedi. Mutfağa girerek bir evsahibi tavrıyla:
«Nikolay'a söylemeli de odun getirsin, odun kalmamış,» dedi. «Gördünüz mü, küçükanne, Pavel'imiz ne
hale gelmiş! Resmî makamlar asileri cezalandıracaklarına, semirtiyorlar...»
Ana gülmeye başladı. Yüreği huzurla doluyor, sevinçle kendinden geçiyordu. Fakat sevincini hasislikle
kullanmak geliyordu içinden, ve oğlunun da ölçülü davranıp her zaman olduğu gibi sakin durmasını,
heyecanını bir anda harcamamasını diliyordu. Bu mutluluk pek fazlaydı Ana için; yaşantısının bu ilk büyük
mutluluğu sonuna dek yüreğini doldursun ve orada hep derin, hep canlı kalsın istiyordu. Ve harcanmasın,
eksilmesin diye rastlantıyla harika bir kuş yakalayan bir avcı gibi, alelacele saklıyordu onu.
«Sofraya oturalım, Pavel,» diye önerdi. «Herhalde yemek yememişsindir.»
Durmadan gidip geliyor, fazla meşgul görünüyordu ev işiyle.
Pavel:
«Hayır, yemedim,» dedi. «Gardiyan dün bana serbest bırakılacağımı bildirdi; bugün ne acıktım, ne
susadım. Burada ilk rastladığım kimse, ihtiyar Sizov oldu. Beni görür görmez karşı kaldırımdan yanıma
vardı beni selâmlamak için. Kendisine dedim ki: 'Şimdi ihtiyatlı olmalısınız artık, ben mimli, tehlikeli bir
adamım artık, polis gözetimi altındayım.' 'Zararı yok,' dedi. Sonra, biliyor musun ne sordu yeğeni
hakkında? 'Eee? İçerde Fedor uysal davrandı mı?' dedi. 'Uysal davrandı mı demekle neyi kasdediyorsunuz?'
'Yani... arkadaşlarından sözederken fazla konuşmadı ya?..' Kendisine, Fedor'un namuslu ve
akıllı bir çocuk oluğunu söyledim. Sakalını sıvazladı, gururla: 'Bizim Sizov'lardan kötü adam çıkmaz!'
dedi.»
Andrey başını salladı:
«Hiç de aptal değil,» dedi. «Çoğu kez çene çalarız onunla, iyi adamdır! Yakında bırakırlar mı Fedor'u?»
«Sanırım hepsini bırakacaklar. İsai'nin ihbarları dışında hiç bir kanıt yok tutuklananların aleyhinde. İsai
ne söylemiş olabilir ki?»
117
116
Ana koşuşup duruyor ve oğlunu seyrediyordu. Andrey, ellerini ardında kavuşturmuş, bir aşağı bir yukarı
gezinen delikanlının anlattıklarını dinliyordu. Sakalı uzamış, yanaklarında yuvarlak, ufak, siyah halkalar
oluşturmuştu. Bu nedenle esmer yüzü biraz açık görünüyordu.
Ana yemeği getirdi.
«Sofraya buyrun,» dedi. ,
Yemekte, Andrey, Ribin'den söz açtı. Olanları anlatıp bitirince, Pavel yerindi:
«Ben burada olsaydım koyvermezdim onu. Giderken ne götürdü beraberinde? Hiç: büyük bir isyankârlık
ve karmakarışık fikirler.»
Küçükrusyalı gülümsedi:
«Evet ama, bir insan kırkına varmış ve uzun süre kendi kendini yemişse, onu değiştirmek güçtür.»
Tartışmaya başladılar. Her zaman olduğu gibi, ana, yine birçok deyimi anlayamıyordu. Yemek bittikten
sonra da iki arkadaş zor anlaşılır sözcüklerle birbirlerini yaylım ateşine tutmayı sürdürdüler. Arada bir,
daha açık bir dille konuşuyorlardı.
Pavel sarsılmaz bir inançla:
«Bir adım bile sapmadan devam etmeliyiz yolumuza!» dedi.
«Ve yolda, bizi düşman olarak karşılayacak olan onmilyon-larca insanla çatışmalıyız...»
Ana dinliyordu. Pavel'in, köylüleri sevmediğini anlıyordu. Oysa Andrey onları savunuyor, köylülerg de
iyiliği öğretmek gerektiğini kanıtlamaya çalışıyordu Ana, Andrey'i daha iyi anlıyordu, onun haklı
olduğunu üşünüyordu. Gelgelelim Andrey'in Pa-vel'e her karşılık verişinde, soluğunu tutarak kulak
kabartıyor, sabırsızlıkla oğlunun vereceği yanıtı bekliyordu: Küçükrusyalı'nın sözlerinden alınıp
alınmadığını merak ediyordu çünkü. Ama hayır, ateşli ateşli tartışmalarına karşın ikisi de birbirlerine
sinirlenmiyorlardı.
Arasıra Ana, oğluna:
«Demek, öyle, Pavel?» diye soruyordu.
Ve oğlu gülümseyerek:
«Elbette öyle!» diyordu.
Andrey sevimli bir alaycılıkla:
118
«Rica ederim beyefendi, tıkabasa yediniz ama iyi çiğnemediniz!» diyordu. «Lokma boğazınızda kaldı.
Gargara edin küçük dilinizi!»
Pavel:
«Bırak şimdi sululuğu!» diye kesti.
«Yoo! Cenaze alayına katılan bir kimse kadar ciddiyim ben.»
Ana usulca gülüyor, kafasını sallıyordu...
YİRMİÛÇÜNCÜ BÖLÜM
Bahar yaklaşıyor; karlar eriyor, beyaz örtüsü altında gizlediği çamuru, kurumu ortaya çıkarıyordu.
Çamur her geçen gün daha belirgin, daha insafsız hale geliyordu. Tüm varoş kirli paçavralara bürünmüş
gibi gözüküyordu. Gündüzün damlardan sular damlıyor, evlerin gri duvarları terliyor, tütüyor, akşam
güneş batarken ortalıkta kirli buz sütunları oluşup-sarkıyordu. Güneş gitgide daha sık gösteriyordu
yüzünü. Dereler usul usul çağlamaya başlıyor, bataklığa doğru akıyordu.
1 Mayıs'ı kutlamaya hazırlanıyordu herkes.
Fabrikada, mahallede, bu bayramın anlamını belirten bildiriler dağıtılıyordu. Henüz propagandadan
etkilenmemiş gençler bile, bildirileri okuyunca, şöyle diyorlardı:
«Kutlamalı bu bayramı!»
Asık suratlı Vesovşikov:
«Pek erken de değil hani!» diye haykırıyordu. «Yeter bunca saklambaç oynadığımız!»
Fedor Mazin seviniyordu. Çok zayıflamıştı. Sinirli tavırları ve sözleri kafese kapatılmış bir çalıkuşunu
andırıyordu. Yaşına göre pek ciddî, az konuşur bir oğlan olan ve şimdi kentte çalışan Yakov Somov'la
geziyordu hep. Saçları hapishanede daha da kızıllaşan Samoylov, Vasil Gusev, Bukhin, Dragunov ve daha
birkaç kişi, silahlanmak gerektiğini ileri sürüyorlardı, gelgelelim, Pavel, Küçükrusyalı, Somov ve başkaları
aynı kanıyı pay-laşamıyorlardı.
Yegor her zamanki gibi yorgun, terli, soluk soluğa geldi.
119
«Mevcut düzeni değiştirmek büyük bir iş, arkadaşlar!» diyordu şaka yollu. «Ama bu işin daha çabuk
yürümesi için, kendime bir çift yeni çizme almam gerekiyor. — Bunu söylerken yırtık, ıslak
ayakkabılarını gösteriyordu.— Lâstiklerim de onulmaz bir hastalıktan mustariptir, allanın günü ayaklarım
ıslanır. Bu köhne dünyayı herkese karşı açıkça yadsımadan yeraltına göçmek istemiyorum. Bu nedenle,
Samoylov yoldaşın silahlı gösteriye girişme önerisini reddediyor, beni bir çift sağlam çizme ile
donatmanızı öneriyorum; çünkü bunun, sosyalizmin zaferi için en büyük kavgadan daha yararlı olacağına
kesinlikle inanıyorum!..»
Aynı tumturaklı dille, çeşitli ülkelerde halkın kendi yaşantısını düzeltmek için ne gibi denemelere
giriştiğini anlattı. Ana, onun söylevlerini dinlemekten hoşlanırdı. Onlardan garip bir izlenim edinirdi; bu
izlenime göre, halkın en kurnaz düşmanları, halkı en çok ve en kötü biçimde aldatanlar, kısa boylu,
göbekli, kırmızı tenli, acımasız ve para delisi, düzenbaz ve vicdasız insanlardı. Çarların iktidarı
yaşamlarını zorlaştırınca, ayaktakımını çara karşı kışkırtırlardı, halk ayaklanır, iktidarı imparatorun
elinden kapardı. Sonra o küçük adamlar da hile ile iktidarı halkın elinden alırlar ve halkı geldiği yere
dehlerlerdi. Halk küçük adamlarla tartışmaya kalktı mı, o zaman da yüzlerce, binlerce kişiyi
katlederlerdi.
Bir gün cesaret aldı, kafasında biçimlenen bu imgeyi Yego-r'a da anlattı. Ve utangaç bir gülümsemeyle:
«Doğru mu acaba, Yegor İvanoviç?*> diye sordu.
Yegor ufacık gözlerini çevire çevire kahkahayı bastı, soluk aldı, göğsünü bastıra bastıra ovarak:
«Valla, tıpatıp dediğiniz gibi, Ana!» dedi. «Tam üstüne bastınız. Biraz süslediniz, biraz işlediniz gerçeğin
zeminini, ama bu bir şey değiştirmez işin aslından. Halkı ısıran böceklerin en zehirlisi, en günahkârı
gerçekten o semiz küçük adamlar. Fransızlar, pek yerinde bir tanımlamayla burjuva derler onlara.
Aklınızda olsun, Ana, bur-ju-va derler. Bizi ezerler, kanımızı emerler...»
«Zenginler yani, desenize?» diye sordu Ana.
«Tamâm. Bir bebeğin mamasına azar azar bakır katarsınız, kemiklerin gelişmesi durur ve çocuk cüce
kalır. Aynı şekilde, bir insanı altınla zehirlerseniz, o adamın ruhu küçülür, solar, renksizleşir, on paralık
lastik top gibi...»
120
Bir defasında Yegor'dan sözederken Pavel:
«Biliyor musun, Andrey,» dedi, «En şen şakrak insanlar en çok acı çekenlerdir...»
Küçükrusyalı bir an sessiz durdu, sonra karşılık verdi.
«Dediğin eğer doğru olsaydı, tüm Rusya'nın gülmekten katılması gerekirdi...»
Nataşa yeniden ortaya çıktı. O da hapse girmişti, ama başka bir kentte. Mahpusluk onu değiştirmemişti.
Ana bir şeyin farkına vardı: Nataşa orada olduğu zaman Küçükrusyalı daha neşeli oluyor, şakalaşıyor,
ona buna takılıyor, içinde kötülük olmaksızın herkesi iğneliyor ve kızı güldürüyordu. Kız gidince, ıslıkla
mahzun mahzun sonu gelmez şarkılarını çalıyor ve ayaklarını sürüyerek uzun süre odada dolaşıyordu.
Sandrin de koşar gelirdi sık sık. Suratı beş karıştı hep, her zaman acele ederdi ve her gün biraz daha
ters, biraz daha hırçın oluyordu.
Bir gün Pavel onu sokak kapısına dek geçirmiş, kapıyı da örtmemişti ardından. Ana aralarındaki kısa
konuşmaya kulak kabarttı içerden. Genç kız usulca:
«Bayrağı taşıyacak mısınız?» diye sordu.
«Evet.»
«Kararlı mısınız?»
«Evet,- bu benim hakkım.»
«Yine mi hapis?»
Pavel cevap vermedi.
«Acaba şey yapamazmıydınız?..»
Pavel Sandrin'in sözünü keserek:
«Ne yapamazdım?» diye sordu.
«Bu işi başka birisine bıkaramaz mıydınız?..»
Pavel yüksek sesle:
«Hayır,» dedi.
«Düşünün... Etkiniz öyle çok ki! Seviliyorsunuz!.. Siz ve Nakhodka buranın yöneticilerisiniz. Serbest
kalırsanız neler yapabilirsiniz! Düşünün! Ama bunu yaparsanız sürgüne yollarlar sizi, uzaklara, hem de
uzun süre için!»
Genç kızın sesinde, kendisinin de çok iyi bildiği duygular... , kaygı ve korku duygularını sezer gibi oldu
Ana. Ve Sandrin'in sözleri Ana'nm yüreğine iri buzlu su damlaları gibi düşüyordu.
121
«Hayır, kararlıyım!» dedi Pavel. «Hiç bir şey beni kararımdan döndüremez.»
«Size yalvarsam bile mi?»
Pavel'in sesi birdenbire sertleşti, hızlı hızlı:
«Böyle konuşmamalısınız. Düşünceniz ne? Böyle söylemeyin!»
Kız fısıltı halinde:
«Sonu sonuna ben de insanım,» dedi.
«Evet, iyi bir insan!»
Pavel bu sözü tatlılıkla söyledi. Soluğu kesilir gibiydi.
«Sevdiğim bir insan,» diye sürdürdü. «Zaten böyle olduğu içindir ki... bunun içindir ki böyle
konuşmamalısınız...»
«Allaha ısmarladık!» dedi genç kız.
Hızlı hızlı, koşarcasına yürüdüğünü topuklarının sesinden anladı Ana. Pavel kızın arkasından dışarı çıktı.
Ezici, boğucu bir korku bürüdü Ana'yi- Pek iyi kavrayamamıştı onların konuşmasını, ama kendisini yeni
bir acının beklediğini seziyordu.
'Ne yapmak niyetindeydi acaba?'
Pavel, Andrey, ile birlikte geri döndü. Andrey kafasını sallayarak:
«Ah şu allanın cezası İsai!» diyordu. «Ne yapacağız bununla?»
Suratı asık duran Pavel:
«Casusluktan vazgeçmesini öğütlemelryiz! dedi.
Ana, boynu bükük:
«Pavel'ciğim, ne yapmayı düşünüyorsun?» diye sordu.
«Ne zaman? Şimdi mi?»
«Bir... Bir Mayıs'da...» '
«Ha, evet! Bayrağımızı taşıyacağım, bayrakla birlikte yürüyüş kolunun başına geçeceğim... Bunun için,
belki beni yeniden hapse tıkarlar.Ana'nın gözleri yanmaya başladı. Ağzı kurudu. Pavel anasının elini tutup
okşadı;
«Böyle gerekiyor. Anlamalısın!»
Pelageya başını ağır ağır kaldırdı, gözleri Pavel'in parlak, inatçı bakışlarıyla karşılaşınca yine büktü
boynunu:
«Benim bir şey söylediğim yok ki,» dedi.
122
Pavel, elini bıraktı, içini çekti, azarlarcasına:
«Üzülmen değil, sevinmen gerek!» dedi. «Evlâtlarını ölüme bile seve seve gönderecek anaları ne zaman
göreceğiz bakalım?..»
Küçükrusyalı:
«Vay vay vay!» diye homurdandı. «Beyimizin şu büyük laflarına bak hele!..»
Ana:
«Ben bir şey diyor muyum?» diye yineledi. «Sana engel olmuyorum ki. Ve eğer sana acıyorsam, bu bir
ana olarak, benim yüreğimle ilgili bir iş.»
Pavel öte yana döndü. Ana sert, kırıcı laflar işitti.
«Öyle sevgiler vardır ki, bir insanın yaşamasına engel olur...»
Ana titredi. Kendisini yaralayacak başka sözler söylemesini engellemek için telâşla haykırdı:
«Böyle konuşma Pavel! Anlıyorum, başka türlü yapamazsın... arkadaşlar için...»
«Hayır!» dedi Pavel. «Bunu kendim için yapıyorum.»
Andrey eşikte dikildi. Boyu kapıdan daha yüksek olduğu için bir çerçeve içindeymiş gibi duruyordu. Bir
omuzunu pervaza dayamış, dizlerini garip bir biçimde kırmıştı. Boynunu, başını ve omuzunu ileri
uzatıyordu.
Patlak gözlerini Pavel'e dikerek ters ters mırıldandı:
«Şu gevezeliğinize son verseniz iyi edersiniz, beyefendi.»
Bir taşın çatlağında yatan bir kertenkeleye benziyordu.
Ana ağlamaklı oldu, ama oğlunun görmesini istemiyordu. Ansızın:
«Aman yarabbim, az kalsın unutuyordum...» gibilerden bir. şeyler mırıldanarak antreye geçti. Orada,
başını duvarın köşesine dayadı, koyverdi gözyaşlarını. Usulca, sessiz sedasız ağlıyordu. Yaşlarla birlikte
kanı da boşalıyormuş gibi baygınlık geçiriyordu. Kapının aralığından boğuk tartışma sesleri ulaşıyordu
antreye. Küçükrusyalı şöyle diyordu:
«Ne oluyorsun, ona acı çektirmek hoşuna mı gidiyor yoksa?»
Pavel:
123
«Böyle konuşmaya hakkın yok!» diye bağırdı.
«Senin budalaca davranışların karşısında susarsam daha mı iyi bir arkadaş olurum? Ne diye söyledin o
sözü, acaba biliyor musun?»
«Söylenmesi gereken şey her zaman çekinmeden söylenmelidir.»
«Anana mı?»
«Herkes! Ayaklarıma dolanan, beni tutan hiç bir sevgi, hiç bir dostluk istemiyorum...»
«Vay yiğitim vay! Sen hele burnunu sil de git Sandrin'e söyle bunları. Asıl ona söylemen gerekirdi.»
«Ona da söyledim!..»
«Böyle mi söyledin? Yalan! Onunla tatlı tatlı konuştun, yumuşak konuştun. Konuşmanı işitmedim ama
biliyorum böyle olduğunu! Ananın karşısında ise kabadayılık tasladın. Yaptığın kabadayılık metelik etmez,
anlaşana bunu, hayvan!»
Pelageya yanaklarındaki yaşları telâşla sildi. Küçükrusyah'-nın Pavel'i gücendirmesinden korkuyordu.
Hemen açıverdi kapıyı, mutfağa girdi, üzüntü ve korkudan titrerken:
«Bırr! Amma da soğuk!» dedi. «Sözümona bahar geldi...»
İş olsun diye tencerelerin, kapların yerlerini değiştiriyordu. Gençlerin sesini bastırmak için sesini
yükseltip devam etti:
«Her şey değişti vallahi. İnsanlar kızışıyor, havalar soğuyor. Eskiden bu mevsimde sıcak yapardı, hava
güneşli olurdu...»
Odaya sessizlik çöktü. Ana mutfakta duruyordu. Ne beklediği belli değildi. Küçükrusyalı alçak sesle:
«Duydun mu?» dedi. «insan biraz anlayışlı olmalı! Onun gönlü seninkinden daha zengin duygudan yana!»
«Çay içecek misiniz?» diye sordu Ana.
Sesi hafifçe titriyordu. Titreyişini gizlemek için, karşılık beklemeksizin söylendi:
«Niye böyle donuyorum ben?»
Pavel ağır ağır anasına yaklaştı. Göz ucuyla bakıyordu ona. Suçlu bir gülümseme kıpırdatıyordu
dudaklarını.
«Kusura bakma, anne!» dedi usulca. «Ben daha çocuğum. Akılsız bir çocuk...»
Ana, Pavel'in başını göğsüne bastırarak üzüntüyle haykırdı:
124
«Azarlama beni! Bir şey söyleme! Gönlünce hareket et. Kendi hayatın, senin bileceğin iş! Ama beni
azarlama bir daha. Bir ana acımadan durabilir mi hiç? Hayır. Ben hepinize acırım. Çünkü hepiniz bana çok
yakınsızın, ve hepiniz layıksızın bu duyguma! Ben acımayayım da kim acısın size? Sen gidiyorsun,
başkaları da her şeyi bırakıp seni izliyor... Pavel'ciğim!»
Büyük, yakıcı bir düşünce Ana'yı esinlendiriyor, sanki kanatlandırıyordu onu. Sıkıntı ve acı ile karışık bir
sevinç veriyordu bu düşünce ona. Ama sözcükleri bulamıyordu. Bunu belirleme-menin güçsüzlüğü içinde
kıvranıyor, elini sallıyor, derin bir acıyla yanan gözlerini oğluna dikip kalakalıyordu.
Pavel başını eğerek:
«Doğru, anneciğim!» diye fısıldadı.
Gülümseyerek anasına baktı, sonra öte yana döndü, utangaç ama neşeli bir sesle:
«Emin ol ki bunu asla unutmayacağım!» diye ekledi.
Pelageya oğlundan ayrıldı, gözleriyle Andrey'i aradı odanın içerisinde, yalvaran, sevecen bir sesle:
«Andrey'ciğim,» dedi. «Onu azarlamayın ne olur. Elbette, siz ondan yaşça büyüksünüz, ama...»
Ana'ya sırtı dönük duran Küçükrusyalı kıpırdamadı, gülünç bir sesle kükredi:
«Vuvw! Vuvw! diye kovalayacağım onu, dahası pataklayacağımda!»
Pelageya elini uzatarak ağır adımlarla Andrey'e yaklaştı:
«Benim iyiyürekli sevgili oğlum...»
Küçükrusyalı öte yana döndü bir boğa gibi başını eğdi, ellerini ardında kavuşturup mutfağa gitti. Oradan,
alaycı sesi işitildi:
«Kafanı koparmamı istemiyorsan defol, Pavel!.. Yok canım, inanma sözlerime küçükanne, şaka ediyorum!
Ben semaveri hazırlayacağım. Yahu ne berbat kömür bu!.. Ipıslak! Tuh allah!»
Sesi kesildi, Ana mutfağa girdiğinde, yere oturmuş, semaveri yakmaya çalışıyordu. Pelageya'nın yüzüne
bakmaksızın bıraktığı yerden devam etti:
«Korkmayın, dokunmam ona! Haşlanmış şalgam gibi yumuşak bir adamım ben. Sen bakma söylediklerime,
kahraman! Hınzır oğlanı severim doğrusu. Gelgeldim... yeleğini seviyorum.
125
Yeni bir yelek giymiş, fiyakasından geçilmiyor. Artık göbeğini dikerek yürüyor, herkesi dürtüyor bak
benim ne cici yeleğim var dercesine! Doğru, güzel yelek ama... canım, milleti itip kakmanın âlemi mi var?
Zaten gereğinden fazla sıkışık durumdayız!»
Pavel gülümsedi:
«Daha çok homurdanacak mısın? Bukadar kafa şişirmen yetmez mi?»
Küçükrusyalı hâlâ yerdeydi; semaveri bacakları arasına almış seyrediyordu. Ana kapının yakınında ayakta
duruyor, sevecen ve hüzünlü gözlerini Andrey'in yuvarlak ensesine, uzun, eğik boynuna dikiyordu.
Andrey ellerini döşemeye dayadı, arkaya doğru gerildi hafifçe kızaran gözlerini kırpıştırarak ana-oğula
baktı:
«İyi insanlarsınız doğrusu!» dedi.
Pavel eğilip kolunu tuttu.
«Çekme, düşeceğim!..»
Ana üzgün bir tavırla:
«Niçin çekiniyorsunuz!» dedi. «Şöyle vargücünüzle kucak-laşsanız...»
Pavel:
«İster misin?» diye sordu.
Andrey:
«Niçin istemeyeyim?» diyerek ayağa kalktı.
Kucaklaştılar, bir an kımıldamadan'durdular, iki vücut bir tek ruhla yaşadı, ve bu ortak ruh sıcak bir
dostluk duygusala yanıyordu.
Ana'nın yanaklarından yaşlar süzülüyordu, ama acı gözyaşları değildi bunlar. Utangaç bir tavırla
gözyaşlarını sildi:
«Kadınlar ağlamasını severler, sevinçten de ağlarlar, üzüntüden de...»
Küçükrusyalı, Pavel'i hafifçe geri itti, kendisi de sildi gözlerini.
«Yeter!» dedi. «Danalar yeterince hoplayıp zıpladıktan sonra kebap yapılır! Hay dinine yandığım kömürü!
Tutuşturmak için o kadar üfledim ki, gözlerime duman doldu...»
Pavel pencerinin yanına oturdu, yere baktı, tatlı bir sesle:
«Böyle gözyaşlarrndan utanacak bir şey yok,» dedi.
126
Ana geldi, oğlunun yanına oturdu. Yüreklenmişti. Hüzünlüydü, ama mutluydu da, huzur içindeydi.
Küçükrusyalı:
«Siz rahat rahat oturun, küçükanne, ben sofrayı düzeltirim,» dedi. «Siz dinlenin. Yeterince sıktılar
canınızı.»
Odaya geçti. Gözden kaybolunca, uyumlu sesi daha da yükseldi:
«Böyle insanca yaşadığını duymak güzel şey!»
Pavel annesine bir göz attı:
«Evet!» dedi.
«Her şey değişti!» diye söylendi Ana. «Üzüntü de, sevinç de bambaşka şimdi...»
«Böyle olması gerek!» diye karşılık verdi Küçükrusyalı. «Çünkü yeni bir yürek gelişiyor yaşamın içinde.
Ya, benim tatlı küçükannem! Bir adam çıkıyor, aklın ışığıyla aydınlatıyor yüreği; sesleniyor, çağırıyor:
Hey, bütün ülkelerde yaşayan insanlar, bir tek aile halinde birleşin! diyor. Bu çağrı üzerine, bütün
yüreklerin en iyi yönleri tek yürek halinde bir araya geliyor; engin, güçlü, gümüş çan gibi ses veren bir
yürek...»
Ana, dudaklarını sıktı titremesinler diye, gözyaşlarını tutmak için de gözlerini yumdu.
t
Pavel elini kaldırdı. Bir şey söyleyecekti, ama Pelageya oğlunun elini tutup indirdi:
«Bırak konuşsun...»
Kapının önünde ayakta duran Andrey devam etti:
«Biliyor musunuz, insanlar çok acı çekecekler, çok kan verecekler daha. Ama bütün bu acılar,
fedakârlıklar, daha şimdiden yüreğimi ve kafamı dolduran duygu ve fikir hazinesine karşılık pek önemsiz
bir fidyedir bence . Bir yıldız gibi ışın saçarım artık ben. Her şeye katlanır, her şeye dayanırım, çünkü
içimde hiç bir şeyin asla öldüremeyeceği bir mutluluk vardır.
Kuvvet bu mutluluktadır!»
Çayı içtiler, gece yarısına dek masada oturup yaşam üzerine, insanlar üzerine, gelecek üzerine tatlı tatlı
çene çaldılar.
Bir düşünceye aklı erdiği zaman, Pelageya içini çekerek öz geçmişinden bir anı seçiyordu, daima ağır,
kaba bir anı; ve o düşünceyi desteklemek için bu anıyı malzeme olarak kullanıyordu.
127
Ateşli konuşmalar sırasında korkusu eriyip gitmişti. Geçmiş bir günü anımsıyordu. Tıpkı o günkü gibiydi
şimdi. O gün, babası acımasız, sert konuşmuştu.
«Mırın kırın etmeye kalkma!» demişti. «Seninle evlenmek isteyen bir budpla çıkmış, alsana onu! Bütün
kızlar kocaya varırlar, bütün kadınlar çocuk doğururlar, çocuklar bütün ana-baba-lar için dert
kaynağıdır! Ne yani! Sen bir beşerî yaratık değil misin?»
O zaman, ıssız, karanlık, ufuksuz bir yerin çevresinde dolaşan kaçınılmaz bir yol görmüştü önünde. Bu
yolu izleme zorunluluğu kendisini kör bir durgunluk içine sokmuştu. Şimdi de öyle oluyordu. Ancak, yeni
bir felâketin yaklaştığını sezerken içinden şöyle diyordu:
'Buyurun, alın!' '
Kime diyordu bunu? Belli değildi. Ama bunu söylemek, göğsünde gergin bir tel gibi titreşip ses veren
gizli acıyı dindiriyordu.
Ve bekleyişin verdiği kaygıyla heyecanlanan ruhunda, derinden derine zayıf ama canlı bir umut alevi
parlıyordu. Elinden her şeyini almayacakları, kapmayacakları umuduydu bu. Kendisine de bir şeyler
bırakacakları umudu...
YİRI^DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Pavel'le Andrey daha yeni çıkmışlardı evden. Sabahın köründe, Maira Korsunov telâşlı telâşlı pencereyi
tıkırdatarak:
«İsai'yi öldürmüşler! Gidip bakalım...» diye seslendi.
Ana titredi. Katilin adı şimşek gibi geçti aklında. Omuzlarına bir şal atarken kısaca:
«Kim öldürmüş?» diye sordu.
Maria:
«Orda duracak değildi ya, canım! İşini görüp kaçmış işte.»
Yola çıktıktan sonra:
«Yeniden aramaya taramaya başlayacaklar, suçluyu bulmaya çalışacaklar,» dedi. «İyi ki seninkiler
evdeydiler bu gece. Geceyarısından sonra sizin evin önünden geçmiştim, pencere-
128
ı
den içeri göz attım, hepiniz masanın çevresinde oturuyordunuz...»
Ana, dehşetle haykırdı:
«Ne diyorsun, Maria? Onları nasıl suçlayabilirler?»
«Peki, onu kim öldürmüş olabilir? Hiç kuşkusuz sizinkiler!» " dedi Maria. «İspiyonluk ettiğini bilmeyen mi
var!..»
Ana durdu. Soluğu kesilmişti. Elini göğsüne bastırdı.
«Nen var kuzum? Korkma! İsai ettiğini buldu. Sallan biraz da cesedi kaldırılmadan yetişelim.»
Vesovşikov aklına geldikçe Ana sendeliyordu. Şaşkınlık içinde:
'İşte... en sonunda yaptı yapacağını!' diye düşünüyordu.
Fabrikayı çevreleyen duvarın yakınında, yeni yanan bir evin yıkıntıları arasında bir kalabalık birikmişti.
Bir arı kümesi gibi uğuldayarak, kömürleşmiş enkazı ve uçuşan külleri çiğniyorlardı. Bir sürü kadın,
kadından çok da çocuk vardı. Dükkancılar, han uşakları, polis memurları ve göğsü madalyalarla süslü, ak
sakallı ihtiyar jandarma Petlin, hepsi oradaydı.
İsai yerde uzanmış yatıyordu. Sırtı kararmış bir kalasa yaslanıyordu. Çıplak başı şağ omuzu üzerine
eğilmişti. Sağ eli pantolonunun cebindeydi. Sol elinin parmakları yumuşak toprağı eşelemişti.
Ana, ölünün yüzüne baktı: donuk gözleri bacakları arasında duran kasketine dikilmişti. Ağzı, hayret
ifadesiyle yarı açık duruyordu. Kızıl sakalı diken dikendi. Çelimsiz bedeni, kemikli ve çilli yüzü, sivri
kafası daha da ufalmıştı ölümden sonra. Ana içini çekerek haç çıkardı. Sağlığında, İsai'den tiksinirdi;
şimdi ise bir parça acıyordu ona.
Kalabalıktan biri, fısıltıyla:
«Kan yok!» dedi. «Mutlaka yumrukla vurmuş olmalılar...»
Hınçlı biri yüksek sesle:
«Bir casusun ağzı kapatıldı...» dedi.
Jandarma birden irkildi, elleriyle kadınlar kalabığını yararak tehditkâr bir tavırla:
«Kim onu söyleyen ha?» diye sordu.
Adamın yolu üzerinde bulunanlar geri çekildiler. Birkaçı hemen sıvışıverdi oradan. Biri düşmanca güldü.
Ana / F: 9
129
f
Ana evine döndü.
«Kimse ona acımıyor!» diye düşündü.
Nikolay'ın dev cüssesi bir bölge gibi karşısına dikiliyordu. Kısık gözlerinde soğuk, acımasız bir parıltı
vardı. Sağ eli, burkulmuş gibi sarkıyordu...
Pavel'e Andrey yemeğe geldiklerinde ilk sözü şu oldu:
«Ne oldu? Kimseyi tutukladılar mı... İsai için?»
«Bu konuda hiç bir şey işitmedim!» dedi Küçükrusyalı.
Ana, ikisinin de çok üzgün olduklarını gördü. Alçak sesle
sordu:
«Nikolay hakkında bir şey denmiyor mu?»
Pavel sert bakışlarını anasına çevirdi, sözcüklerin üzerine basa basa:
«Onu ağzına alan yok,» dedi. «Ondan kuşkulanan büe yok. O burda değil. Dün öğleyin ırmağa inmiş, daha
dönmemiş. Hakkında haber istedim...»
Ana derin bir soluk aldı:
«Neyse... Şükür Allaha! Şükür Allaha!».
Küçükrusyalı Ana'ya bir göz attı ve başını eğdi.
Ana düşünceliydi.
«Yere serilmiş,» diye devam etti. «öyle bir yüzü var ki... sanki şaşalamış gibi. Kimse acımıyor ona, kimse
bir vah vah bile demedi, öylesine ufak tefek ki, göze çarpmıyor bile. Bir şeyden kopup yere düşüvermiş
bir döküntü sanki...»
yemek sırasında Pavel birdenbire»kaşığını bırakıp haykırdı:
«Anlamıyorum ben bunu!»
Küçükrusyalı:
«Neyi?» diye sordu.
«Yemek için hayvan öldürmek bile iğrenç bir şey. Bir vahşi hayvanı, bir yırtıcı kuşu öldürmek anlayışla
karşılanabilir. Başkaları için bir vahşi hayvan haline gelen bir insanı ben bile öldürebilirim. Gelgelelim
böylesine alçak bir yaratığı öldürmek!.. Ona nasıl el kayırabildiler.
Andrey omuzunu sBkti.
«Bir vahşi hayvandan daha az zararlı değildi,» dedi. «Azıcık kanımızı emen sivrisineği öldürmüyor
muyuz?..»
«Orası öyle! Ama benim demek istediğim o değil... Bundan tiksindiğimi söylüyorum.»
130
Andrey yine omuzunu silkti.
«Ne yapalım? Başka çıkaryol yok!» dedi.
Uzun bir sessizlik oldu.
Pavel, düşünceli bir tavırla:
«Sen bu cins bir yaratığı öldürebilir miydin?» diye sordu.
Küçükrusyalı yuvarlak gözleriyle Pavel'e baktı, sonra Ana'ya seri bir bakış fırlattı, ve üzüntülü ama
güvenli bir sesle:
«Arkadaşlar için, davamız için her şeyi yapabilirim, öldürürüm de. Oğlumu bile...»
Ana zayıf bir sesle:
«Ne diyorsun, Andrey!» diye haykırdı.
Andrey, Ana'ya gülümsedi:
«Başka türlü davranmak olanaksız! Yaşam böyle gerektiriyor!..»
Pavel ağır ağır yineledi.
«E-evet! Yaşam gerektiriyor!..»
Andrey birdenbire ateşlendi. İçinden bir şey itti sanki, ayağa kalktı, kollarını salladı:
«Ne yapalım? Tüm insanları sevgiyle kucaklayabileceğimiz çağın gelişini çabuklaştırmak için insandan
nefret etmemiz gerekiyor. Yaşamın akışını engelleyen rahat yaşamak ya da onur kazanmak için para
karşılığında başkalarını satan kimseleri yok etmek gerek. Haklıların yolu üzerinde eğer onları ele
vermek için bir hain bekliyorsa ve eğer onu yoketmiyorsam, benim de bir hainden ne farkım kalır?
Hakkım yok mudur onu yok etmeye? Ya onlar, efendilerimiz? Güvendiklerini, rahatlarını korumak için
askerlere, cellâtlara, hapisahanelere, zindanlara utanç verici her türlü rezilliğe hak kazanacaklar
kendileri, öyle mi? Ne yapalım, bazen de ben onların sopasını elime almak zorunda kalabilirim. Geri
çevirmem, alırım sopayı. Bizleri onlarla, yüzlerce öldürüyorlar... Bu, kolumu kaldırıp bir düşmanın
kafasına indirme hakkını verir bana. Bana en çok sokulan, tüm ömrümü adamış olduğum davaya en çok
zarar verebilecek olan kimsenin kafasına... Yaşam böyle işte... Ben yaşama karşı savaşım veriyorum,
istemiyorum bunu yapmak. Çünkü düşmanlarımın kanı verimli değildir, hiç bir şey yaratmaz. Bizim
kanımız sağanak gibi toprağı sulayacak ki hakikat boy atsın; onların kanı ise çürümüştür, iz bı-
131
rakmaksızın silinir gider. Bunun böyle olduğunu da bilirim. Ama gerekli olduğunu görürsem cinayet
işlemeyi üstüme alırım.adam öldürürüm! Çünkü yalnız kendi hesabıma yaparım bunu... İşleyeceğim
cinayet benimle birlikte mezara gider, geleceğe bir tek leke bile sürmez, benden başka kimseyi, hiç
kimseyi kirletmez!.,»
Bir aşağı, bir yukarı dolaşıyor, sanki bir şey kesip atıyormuş gibi elini yüzünün karşısında sallıyordu.
Kaygı ve korkuya kapılan Ana üzüntüyle onu izliyordu. Andrey'in içinde bir şeyin kırılmış olduğunu ve
bundan çok acı çektiğini seziyordu. Cinayeti aklına getirdikçe kafasını kurcalayan kara, ürkek
düşünceleri söküp atmıştı: katil Vesovşikov değilse, Pavel'in öteki arkadaşlarından hiç biri katil olamaz,
diyordu kendi kendine.
Pavel başını eğerek dinliyor, Küçükrusyalı ise şiddetle, inatla sürdürüyordu konuşmasını:
«İleriye doğru gideceksin, kendi kendine karşı bile savaşacaksın. Her şeyi feda etmeyi, seve seve feda
etmeyi bileceksin. Kendini davana adamak,, onun uğruna ölmek, zor değil!.. Daha fazlasını feda
edeceksin, sence yaşamaktan da değerli olan şeyi feda edeceksin. İşte o zaman, varlığının en değerli
şeyi olan hakikat hızla büyüyecektir!..»
Odanın ortasında durdu. Benzi daha da solmuştu, gözleri kısjktı, Büyük bir vaadde bulunuyormuş gibi
elini kaldırdı, devam etti:
«Biliyorum, zaman gelecek, insanlar birbirlerini beğenecekler, her insan öbür insanların gözüne yıldız
gibi görünecek. Yeryüzünde özgür insanlar, özgür oldukları için büyük olan insanlar bulunacak. Her biri
açık kalble, her türlü nefretten arınmış olarak yürüyecek, ve hiç birinde kötülük bulunmayacak. O
zaman yaşam, yaşam olmaktan çıkacak, insana karşı beslenen inançtan oluşmuş bir din haline gelecek.
İnsan imajı çok yücelecektir. Özgür insanlar bütün doruklara erişebilirler! O zaman hakikat ve özgürlük
içerisinde, güzellik için yaşanılacak. En iyileri takdir edilecekler. Yani tüm dünyayı yüreklerinde taşımayı
en iyi becerebilenler, dünyaya karşı en derin sevgiyi besleyebilenler. Ve en iyiler, insanların en özgürleri
olacaklar, en çok güzellik onların içinde bulunacak! Böyle yaşayanlar yüce birer insan olacaklar...»
132
Sustu, başını dikti, ta içinden gelen derin bir sesle:
«Bu yaşamı gerçekleştirmek için her şeyi yapmaya hazırım...» dedi.
Yüzü titremeye başladı. Birbiri ardından iri yaş damlaları yuvarlandı gözlerinden aşağı.
Pavel başını kaldırıp ona baktı. Kendisi de solgundu, gözleri büyümüştü. Ana iskemlesinde doğruldu. O
belirsiz kaygının artarak yaklaştığını duyuyordu.
Pavel alçak sesle:
«Nen var, Andrey?» diye sordu.
Küçükrusyalının başı sinirli bir hareketle oynadı, vücudu ip gibi gerildi, Ana'ya bakarak:
«Gördüm... biliyorum...» dedi.
Pelageya kalktı, telâşla yanına gitti, ellerini tuttu. Andrey sağ elini kurtarmak istedi, fakat Ana sıkı sıkı
tutuyor, fısıldıyordu:
«Saktin ol yavrucuğum, sevgili çocuğum...»
Andrey boğuk bir sesle:
Durun!» dedi. «Neler olduğunu anlatacağım size...»
Ana yaşlı gözlerle ona bakarak:
«Anlatma!» diye mırıldandı. «Anlatmamalısın Andrey...»
Pavel ağır ağır yaklaştı. Gözleri nemliydi. Sapsarı kesilmişti. Gülümsüyordu.
«Annem bu işi senin yapmış olabileceğinden korkuyor!»
«Korktuğum yok. İnanmam ki! Gözlerimle görsem bile inanmam!»
Küçükrusyalı onların yüzüne bakmıyor, hâlâ elini çekmeye uğraşarak kafasını sallıyordu.
«Durun!» dedi. «Öldüren ben ben değilim... ama engel olabilirdim...»
«Sus, Andrey!» dedi Pavel.»
Bir eliyle Küçükrusyalının elini sıktı, öbür elini onun omuzu-na koydu. Uzun vücudunun titremesini
durdurmak istiyordu sanki. Andrey başını arkadaşına doğru eğdi, zayıf bir sesle kesik kesik devam etti:
Böyle olmasını istemediğimi iyi bilirsin, Pavel. Bak nasıl oldu: Sen önden uzaklaşıp gittin, bense
Dragunov'la birlikte sokağın köşesinde durdum... İsai öbür sokaktan çıkıverdi. Bize ba-
133
karak pis pis sırıtıyordu... Dragunov bana: — Görüyorsun ya? dedi, her gece beni kolluyor. Onu
geberteceğim. — Ve evine gitti, öyle sanıyordum... İsai yanıma yaklaştı...»
iç geçirdi.,
«Hiç kimse asla beni o it kadar aiçakça küçültmüş değildir.»
Ana konuşmuyor, kolundan tutmuş, masaya doğru çekiyordu onu. Sonunda, Andrey'i bir iskemleye
oturtmayı başardı, kendisi de yanına oturdu. Pavel onların karşısında ayakta durup asık suratla sakalını
çekiştirmeye başladı.
«Bana, hepimizi mimlediklerini, jandarmaların bizi gözlediklerini, 1 Mayıs'tan önce bizi deliğe
tıkacaklarını söyledi. Karşılık vermedim. Gülüyordum, ama için için kaynamaya başlıyordum. Sonra, akıllı
bir çocuk olduğumu söyledi, bu yola sapmamam gerektiğini, tam tersine... şey yapmamı...»
Durdu, yüzünü sildi, gözlerinde donuk bir şimşek çaktı. Pavel:
«Anlıyorum,» dedi.
«Yasaların hizmetine girmeliymişim.»
Andrey kolunu uzatıp, sıkılı yumruğunu salladı.
«Yasa hizmeti!..» dedi dişleri arasından. «Alçak herif! Suratıma vursaydı bu kadar ağır gelmezdi, bana
belki ona da daha iyi olurdu. Fakat o kokmuş ağzıyla yüreğimin üzerine tükürünce, sabrım taştı.»
Sinirli bir hareketle elini Pavel'in av^jcundan kurtardı, tiksintiyle ekledi:
«Suratının ortasına bir yumruk patlatıp gittim. Arkamda Dra-gunov'un sesini işittim. 'Aldın mı şimdi'
diyordu usulca. Herhalde sokağın köşesinde beklemiş olmalı.»
Bir süre sustuktan sonra sürdürdü.
«Arkama dönüp bakmadım. Oysa hissediyordum ki..; Bir darbe sesi işittim... Rahatlıkla uzaklaştım
oradan, Ayağımla bir kurbağa itmiş gibiydim. İsai'yi öldürmüşler!' diye bağırıldığı zaman işteydim,
çalışıyordum. İnanılacak şey değildi. Fakat elim acıdı... Elimi iyi kullanamıyordum... Acıdığından değil,
ama... sanki kısalmış gibiydi...»
Yan yan baktı eline:
«Herhalde ömrüm boyunca elimi temizleyemem bu lekeden...»
134
Ana tatlı sesiyle: ,
«Yavrum, yeter ki yüreğin temiz olsun!» dedi.
«Kendim suçlamıyorum... hayır, suçlamıyorum!» dedi Kü-çükrusyalı. «Ama tiksinti duyuyorum. Bunu
yapmama hiç gerek yoktu.»
Pavel omuzunu silkti.
«Anlamıyorum seni!» dedi. «Onu öldüren sen değilsin ki. Ama sen olsan bile...»
«Adam öldürüldüğünü biliyorsun, engel olmuyorsun...»
Pavel direterek:
«Hayır, kesinlikle anlamıyorum bunu,» diye yineledi.
Bir an düşündükten sonra ekledi:
«Yani demek istediğim, anlayabilirim, anlayabilirim ama, hissetmeye gelince... hayır.»
Fabrikanın düdüğü böğürdü. Küçükrusyalı başını omuzuna eğip dinledi, silkindi.
«İşe gitmeyeceğim,» dedi.
«Ben de gitmem,» dedi Pavel.
Andrey, gülümseyerek:
«Hamama gideceğim!» dedi. ..... Sessizce, çabucak hazırlandı, çıkıp gitti.
Ana, acımalı gözlerle arkasından baktı:
«Sen ne dersen de, Pavel! Ben şunu bilirim: insan^Sfclür-mek günahtır... ama yine de hiç kimsenin suçlu
olmadığını düşünüyorum. İsai'yi öyle küçük, ağaç biti kadar küçük görünce acımıştım... Ona bakarken,
seni darağacına göndermekle tehdit edişi geldi aklıma; ama artık ne kızıyor, ne de öldüğüne
seviniyordum. Düpedüz acıyordum. İşte... Şimdi ise, artık acımıyorum bile...»
Sustu, bir an düşündü, sonra şaşkınlıkla gülümseyerek:
«Aman Allahım!» dedi. «İşitiyor musun Pavel ne söylediğimi?..»
Herhalde Pavel dinlememişti. Başını eğmiş, kendini kara kara düşüncelere kaptırmış, odayı arşınlıyordu.
«İşte yaşam bu!» dedi. «Görüyor musun insanlar nasıl birbirlerine karşı kışkırtmışlar, budalalık ve korku
sayesinde 'onları kör etmişler, ellerini, ayaklarını bağlamışlardır. Onlara zulme-
135
diyorlar, ter döktürüyorlar, eziyorlar, birine öbürünün eliyle vurduruyorlar. Onları tüfek, cop, kaldırım
taşı haline getirmişler, sonra da: bu, devlettir! diyorlar...»
Ana'nın yanına yaklaştı.
«Bu bir cinayet, Ana! Milyonlarca insanın öldürülmesi, ruhların katli... Anlıyor musun?.. Ruhu
öldürüyorlar. Bizlerle onlar a-rasındaki farkı görüyorsun: Bizden biri bir insana vurdu mu, utanıyor, acı
çekiyor, özellikle tiksinti duyuyor! Oysa ötekiler, acımadan, kılları kıpırdamadan, rahatlıkla binlerce kişi
öldürüyorlar, zevkle öldürüyorlar! Kendilerini insanlara egemen kılma olanağını sağlayan parayı, altını,
önemsiz kâğıt parçalarını, bir sürü ıvırzı-vırı korumak için boğuyorlar. Düşün bir kez: Kendilerini savunrnak,
korunmak için değil, varlık aşkına yapıyorlar. İçerden değil, dışardan sakınıyorlar.»
Anasının ellerini kendi elleri arasına aldı, sıktı eğilerek:
«Bütün bu iğrençliği, bu utanç verici çürümüşlüğü duyabil-seydin,» dedi, «bizim hakikatimizi anlar,
davamızın ne denli ulu ve güzel olduğunu görürdün!»
Ana ayağa kalktı. Pek duygulanmıştı. Yüreğini oğlunun yüreği içinde tek bir alev halinde eritmek
tutkusuyla yanıp tutuşuyordu. Soluyarak:
«Dur, Pavel, dur!» diye fısıldadı. «Anlıyorum dediğini... Bekle!»
YİRMİBEŞİNCİ BÖLÜM
Antrede bir gürültü oldu. İkisi de irkilerek birbirlerine baktılar.
Kapı yavaş yavaş açıldı. Ribin ağır yürüyüşle içeri girdi, başını kaldırdı, gülümsedi:
«işte,» dedi, «ben geldim, selâmlayın! Selâmlayın ve yemeğe oturtun beni!»
Koyun postundan, katran lekeleriyle kirlenmiş kısa bir palto giymişti. Ayaklarında kenevir kabuluğundan
pabuçlar, başında tüylü bir kalpak vardı. Kemerinden bir çift parmaksız eldiven sarkıyordu.
136
İ
«Sağlığınız ne âlemde? Seni bırakmışlar, ha, Pavel? İyi. Nasılsınız, Pelageya?»
Geniş bir gülümseme vardı yüzünde. Beyaz dişleri görünüyordu. Sesi daha tatlıydı. Yüzü büsbütün
kaybolmuştu sakalın altında.
Ana, onu yeniden görmekten mutluluk duydu. Yanına yaklaştı; iri, kara elini sıktı, keskin ve yoğun katran
kokusunu içine sindirerek:
«Sen ha?..» dedi. «Çok sevindim!»
Pavel gülümseyerek süzdü Ribin'i.
«Tam bir mujiğe dönmüşsün!» dedi.
Ribin ağır ağır paltosunu çıkardı.
«Öyle; yeniden mujik olup çıktım. Sizler azıcık 'kibar adam' olmaya başladınız, bense geriliyorum... İşte
sorun bu!»
Kaba bezden gömleğini düzelterek odaya geçti, ortalıği gözden geçirdi.
«Bakıyorum da yeni eşya yok pek. Yalnızca kitaplar çoğalmış! Ee, işler nasıl gidiyor bakalım*?»
Bacaklarını açıp oturdu, avuçlarını dizlerine dayadı, babacan bir tavırla gülümseyerek meraklı bakışlarını
Pavel'in yüzüne dikti, karşılık bekledi.
«İşler hiç de fena sayılmaz!» dedi Pavel.
Ribin takıldı:
«Toprağı sürüyor, ekiyorsunuz, üstelik de hiç böbürlenmiyorsunuz, iyi doğrusu! Ürünü de biçeceksiniz
elbet... küspeyi de kaynatacak, damıtacaksınız, sonra da güzel bir uyku çekeceksiniz, öyle değil mi?»
Pavel karşısına oturdu.
«Nasıl gidiyor, Mikhail?» diye sordu.
«Fena değil. İyi gidiyor. Egildiyevo'ya yerleştim. Egildiye-yo'yu bilir misiniz? Şirin bir kasaba. Yılda iki
kez panayır kurulur. İki bini aşkın nüfusu var. İnsanları kötü! Toprak yok. Toprağı kiraya veriyorlar.
Metelik etmez. Sülüklerden birinin yanında işe girdim. Cesede üşüşen sinekler kadar bol orda sülük.
Katran çıkarılıyor, kömür yapılıyor. Burdayken kazandığım paranın dörtte birini alıyorum orda, ve iki kat
fazla yoruluyorum. İşte böyle! Yedi işçi çalışıyoruz herifin yanında, hepsi genç oranın
137
yerlileri. Benden gayrı hepsi okuma biliyor. Hele bir tanesi, Yetim diyorlar, okuma delisi, öylesine
tutkulu, aman Allahım!»
«Eee? Onlarla konuşuyor musunuz?» diye-sordu Pavel heyecanla.
«Sustuğum yok. Sizin bildirileri de götürmüştüm. Otuz dört tane. Ama ben kendi İncilimi kullanmayı
yeğlerim. Orada ne ararsan bulursun. Kalın bir kitap. O serbest. Kilise bastırmış o kitabı, ona inanılır!»
Pavel'e göz kırparak gülümsedi:
«Yalnız, yeterli değil. Senden broşür almak için geldim. Ye-fim'le birlikte geldik. Katran götürüyorduk,
seni görmek için yolumuzu değiştirdik. Yefim gelmeden bana biraz broşür ver. Onun her şeyi bilmesine
gerek yok...»
Ana, Ribin'e bakıyordu. Paitosuyla birlikte ağırbaşlılığını da çıkarıp atmış gibi geliyordu. Şimdi bakışı
daha kurnaz, içeri girdiği andakinden daha az içtendi.
Pavel:
«Aıîne,» dedi, «bize kitap getirin. Onlar bilirler ne vereceklerini. Kırsal bölge için olduğunu söyleyin...»
Ana:
«Peki!» dedi. «Semaver hazır olur olmaz giderim.»
Ribin gülerek:
«Sen de mi bu işlerle uğraşıyorsun, Pelageya?» diye sordu. «İyi! Çok kitap meraklısı var orda, bizini
köyde. Öğretmen okumayı seviyor. Ruhban okulundan yetişmiş olmasına karşın iyi çocuktur diyorlar.
Ordan yedi sekiz kilometre uzakta bir kız öğretmen var. Ama bunlar yasak kitap okumak istemiyorlar.
Bu takımın maaşını hükümet ödüyor, onun için korkuyorlar... O yasak kitaplardan bir tane gerekli bana,
en keskininden. Gizlice onlara aktaracağım... Polis ya da papaz bunun yasak bir kitap olduğunu görünce,
propagandayı yapanların okul öğretmenleri olduklarını düşünürler! Beni şimdilik tanımıyorlar, kimse
benden kuşkulanmaz!..»
Kötü niyetli kurnazlığından pek hoşnut görünüyor, ağzı kulaklarına varıyordu.
Ana şöyle düşündü: 'Şuna bak hele! Ayıya benziyor ama, aslında, bir tilki...'
138
Pavel:
«Öğretmenlerin yasak kitap yaydıklarından kuşkulanılırsa hapsi tıkılacaklarını düşünüyorsunuz demek?»
diye sordu.
«Evet... n'olacak?»
«Ama kitapları veren onlar değil, sizsiniz! Hapse de siz girmelisiniz...»
Ribin eliyle dizine vurdu.
«Sizde de hiç kurnazlık yok be arkadaş!» dedi gülerek. «Böyle işlerle uğraşanın ben, yani basit bir mujik
olduğu kimin aklına gelir, görülmüş şey mi bu? Kitap dediğin kibar insan işi, hesabını da kibarlar
vermeli...»
Ana, Pavel'in Ribin'i anlamadığını seziyor, kaşlarını çattığını, kızdığını görüyordu. Yumuşak, uzlaştırıcı
bir sesle araya girdi:
«Mikhail İvanoviç bu işlerle uğraşmayı kabul ediyor, ama onun yerine başkaları çekecek cezayı...»
Ribin sakilini sıvazlayarak onayladı:
«İşte bu! Şimdilik!»
Pavel sertçe karşılık verdi:
«Anne, diyelim ki birimiz, örneğin Andrey, benim adım altında bir şey yaptı, ve beni attılar hapse, ne
derdin?»
Ana ürperdi, şaşkınlıkla baktı oğluna, olumsuz anlamda başını salladı.
«Bir arkadaşa karşı böyle davranılır mı hiç?»
Ribin yayvan yayvan:
«Ha!» dedi. «Şimdi anlıyorum seni. Pavel!»
Kurnazca göz kırptı, Pelageya'ya dönerek:
«Nazik bir sorun bu, Ana,» dedi.
Sonra Pavel'e baktı, bilgiç bir tavırla:
«Daha pek toysun sen çocuğum!» diye sürdürdü. «İllegal işlerde onur aranmaz. Biraz kafanı işlet. Bir
kere, önce okul öğretmenlerini değil, kitap kimin yanında bulunduysa onu tıkarlar hapse, bu bir. Sonra
verdikleri yasak olmayan kitaplarda yazılı bulunan şeyler, yasak kitaplarınkinin aynıdır, yalnızca
sözcükler aynı değil, daha az gerçek vardır, bu da iki. Bu demektir ki, benimle aynı hedefe varmak
istiyorlardır. Ancak, dolambaçlı bir küçük yol tutturuyorlar, oysa ben anayoldan dümdüz gidiyorum.
Resmî makamlar için hepimiz aynı ölçüde suçlu sayılmaz mıyız?
139
Ve üçüncüsü, benim onlarla hiç bir alışverişim yoktur, oğlum. Yaya giden, at sırtında gidene uygun bir yol
arkadaşı olamaz. Bir köylüye karşı böyle davranazdım belki, Ama onlar, biri papaz çocuğu, öbürü bir
büyük toprak sahibinin kızı... halkı ayaklandırmaya ne zorları var, bilmem. Ben mujiğim, okumuşların
düşüncelerini bilmem. Ben kendi yaptığımı bilirim, onlar ne istiyorlar bilmek istemem. Bin yıl boyunca
kodamanlar senyörlük sanatlarını tıkır tıkır sürdürmüşler, köylünün derisini yüzmüşler. Ve birdenbire...
köylüler uyanıyorlar, mujiğin gözünü açıyorum. Ben peri masallarına inanmam aslanım, oysa bu hikâye
peri masalına pek benziyor. Bu kibar insanlar hangi türden olursa olsun, benden çok uzak. Kışın kırda
yürürken önümde canlı bir yaratık kımıldanıyorsa eğer, ne olabilir acaba? Kurt mu, tilki mi, yoksa
sıradan bir köpek mi? Ben bilemem! Çünkü benden çok uzak.»
Ana, oğluna bir göz attı. Pavel üzgün görünüyordu.
Ribin'in gözlerinde ürkütücü bir parıltı vardı. Kendinden hoşnut bir havayla Pavel'e bakıyor, sinirli
parmaklarıyla sakilini tarazlayıp duruyordu.
«Centilmenlik taslayacak zamanım. yok,» dedi. «Yaşamın şakası yok... Köpek damı ağıta benzemez, her
köpek sürüsü bildiği gibi havlar...»
Birtakım tanıdık yüzler canlandı Ana'nın gözleri önünde.
«Öyle 'kibar insanlar' vardır ki, kendilerini halk için feda ederler, ömürleri boyunca hapishanelerde acı
çekerler,» dedi.
«Onlar başka, Mujik zenginleşince ^enyöre sürtünür, sen-yör yoksullaşınca mujiğe yanaşır. Kese
tamtakır olunca ruh arınır. Anımsıyor musun Pavel, insan nasıl yaşıyorsa öyle düşünür demiştin bana; işçi
evet derse patron hayır demelidir, işçi hayır derse patron da, patronluğun doğası gereği, evet diye
bağırır elbet. İşte, mujikle senyörün birbirine benzemeyen özellikleri vardır. Mujik doya doya yedi mi, o
gece uyku tutmaz senyörü. Elbette ki her sınıfta pis herifler vardır, ve ben tüm mujikleri savunmak
düşüncesinde değilim...»
Doğruldu. Simsiyahtı. Güçlüydü. Suratı asılmıştı. Dişleri birbirine vuruyormuş gibi sakalı titriyordu.
Sesini alçaltarak sürdürdü:
«Beş yıl o fabrika benim bu fabrika senin dolaştım durdum. Köy alışkanlığımı yitirmiştim. İşte böyle!
Köye dönünce baktım,
140
ben böyle yaşayamam dedim! Anlıyor musun? Yaşayamam! Sizler burda öylesine alçatılmazsıruz. Ama
köyde, açlık insanı gölge gibi izler. Doyasıya ekmek yeme olanağı yoktur! Açlık ruhları yutmuştur, insana
benzer yanı olmayan yaratıklar haline getirmiştir. Bu yaratıklar yaşamazlar, inanılmaz bir yoksulluk
içerisinde çürürler... Çevrelerinde, resmî makamlar kargalar gibi bekçilik eder, acaba bir lokma fazla mı
yedi diye... Fazla bir lokma gördüler mi hemen kaparlar elinden, üstelik bir de dayak atarlar...»
Ribin çevresine göz gezdirdi, elleriyle masaya abanarak Pavel'e doğru eğildi.
«Bu yaşamı yeniden yakından görünce kusmak geldi içimden. Dayanamayacağım diye düşündüm. Ama
tuttum kendimi. Hayır, çocukluk etme, dedim kendi kendime. Burda kalacağım! Ekmek yed irmeyeceğim
onlara, berbat edeceğim ortalığı, evet aslanım, hem nasıl! İnsanlara kötülük edenlere hıncım var. Alçaltılma,
bağrıma saplanmış bir bıçak gibi duruyor, ve dönüyor, dönüyor yarının içinde...»
Alnı terle kaplanıyordu. Yavaş yavaş Pavel'e yaklaştı, elini omuzuna koydu. Eli titriyordu.
«Yardım et bana! Okuyana rahat yüzü göstermeyecek kitaplar ver bana. Kafalarının içine bir kirpi
yerleştirmek gerek, dikenleri adamakıllı can yakan bir kirpi. Senin kentlilere söyle, nasıl sizler için
yazıyorlarsa köydekiler için de yazmalılar, Bize öylesine acılı bir salça hazırlasınlar ki, köyün içi dışı bir
olsun ve mujiklerimiz ölesiye çarpışsınlar!»
Kolunu kaldırdı, sözcüklerin üzerine basa basa, boğuk bir sesle ekledi.
«Ölümü ölümle iyileştirmek: sorun bu! Bu demektir ki, dünyanın yeniden doğması için ölmek gerek.
Binlercesi ölmeli ki tüm dünyada milyonlarcası dirilsin! Soruri bu. Ölmek kolaydır... insanlar dirilip
kalksa!»
Ana semaveri getirdi, Ribin'e yan yan baktı. Onun kaba, sert sözlerine son derece üzülüyordu. Bu
adamda kocasını andıran bir şeyler vardı. Aynı biçimde sırıtıyor, kollarını aynı el hareketleriyle sıvıyor,
aynı sabırsız ama sessiz azgınlığı taşıyordu. Konuştuğu zaman daha az korkunç görünüyordu.
Pavel kafasını sallayarak:
141
«Evet, birşeyler yapmak gerek,» dedi. «Olanları bize anlatın, bir gazete basalım sizin için...»
Ana gülümseyerek oğluna baktı, sonra hiçbir şey söyleme1 den üstünü giyinip çıktı.
«Bas ya! Ne gerekiyorsa anlatırız sana. Anlaşılması zor şeyler yazmayın, öyle bir biçimde yazın ki,
danalar bile anlasın.»
Kapı açıldı, birisi girdi.
«Yefim geldi!» dedi Ribin ve mutfağa bakmaya gitti. «Gel buraya, Yefim... Bu çocuk, Pavel... sana söz
etmiştim.»
Geniş yüzlü, kızıla çalan saçlı, gri gözlü, sağlam yapılı bir delikanlıydı. Koyun postundan bir yarım palto
giymişti. Kasket elde, Pavel'in karşısında duruyor, çekingen bakışlarla onu süzüyordu. Nezleli bir sesle:
«Merhaba!» dedi.
Pavel'in elini sıktı, fırçaya benzeyen saçlarını düzeltti. Odanın içine bir göz attı, gürültü etmek
istemiyormuş gibi yavaş yavaş kitaplarla yüklü rafa doğru ilerledi. Ribin, Pavel'e göz kırptı.
«Kitapları gördü!» dedi.
Yefim döndü, Ribin'e baktı, sonra kitapları incelemeye koyuldu.
«Amma da çok kitap varmış sizde!» dedi. «Fakat onları okumaya zaman bulamazsınız herhalde. Kırda
daha çok zaman var okumak için...»
«Buna karşılık, heves yok, değil mi?»
Delikanlı çenesini kaşıdı: •
«Niye olmasın? Tam tersine!» karşılığını verdi. «Millet kafasını işletmeye başlıyor yavaş yavaş. Jeoloji,
neymiş bu?»
Pavel açıkladı. Yefim kitabı yerine koydu.
«Buna ihtiyacımız yok!» dedi.
«Toprak nasıl oluşmuş? Mujiği ilgilendirmez bu. Toprak nasıl dağıtılmış? Kodamanlar taprağı nasıl
kapmışlar halkın elinden? Mujik asıl bunu bilmek ister. Dünya ister dönsün, ister dönmesin, önemi yok.
Canın isterse bir ipin ucuna as, yeter ki ekmek versin, üzerinde yaşayanları beslesin!..»
Yefim:
«Köleliğin tarihi» diye okudu, ve sordu:
«Bizden mi sözediyor bu?»
142
«İşte size serfliğe ilişkin bir yapıt,» dedi Pavel ve başka bir kitap uzattı.
Yefim aldı, evirip çevirdi, yerine koydu, sakin bir tavırla:
«Bu,» dedi, «geçmişten sözediyor!»
«Size toprak verildi mi?»
«Bize mi? Ha, evet. Üç kardeşiz biz, dört hektar toprağımız var. Kumlu. Bakırları temizlemeye bire bir,
ama buğday yetiştirmeye yaramaz...»
Bir an sustuktan sonra devam etti:
«Ben topraktan sıyırdım kendimi. Neye yarar toprak? Besle-mekse, beslemez sahibini, ancak elini
kolunu bağlar. Dört yıldır tarım işçisi olarak çalışıyorum. Sonbaharda askere gideceğim. Mikhail Baba
gitme diyor. Şimdi askerleri halka karşı dövüşmeye yolluyorlarmış, öyle diyor. Ama ben gitmeyi
düşünüyorum. Asker, Stepan Razin zamanında da, Pugaçev zamanında da halka karşı dövüşürdü. Buna son
vermenin zamanı geldi. Siz ne düşünüyorsunuz?»
Dik dik Pavel'in yüzüne baktı, pavel gülümsedi.
«Evet, zamanı geldi!» diye yanıtladı. «Yalnız... bu iş zor. Askerlere ne söylemek, nasıl söylemek
gerektiğini bilmeli...»
«Öğrenilir!»
Pavel merakla baktı Yefim'e:
«Yakalanırsanız kurşuna dizebilirler sizi.»
Delikanlı hiç istifini bozmadan onayladı:
«Bağışlamazlar elbet!»
Ve yeniden kitapları incelemeye başladı.
«Çayını iç, Yefim, bir an önce yola çıkmalıyız,» dedi Ribin.
«Hemen!.. İhtilâl., isyan mı demek bu?»
Andrey geldi. Kızışmıştı. Suratı asıktı. Bir şey demeden Yefi-m'in elini sıktı, Ribin'in yanına oturdu, bir
süre yüzüne baktıktan sonra gülmeye başladı. Ribin eliyle Andrey'i göstererek sordu:
«Siz de işçi misiniz?»
«Evet,» dedi Andrey. «N'olacak? »
Ribin, açıkladı:
«İlk kez fabrika işçisi görüyor. Fabrika işçilerini bambaşka insanlar sayıyor o.»
«Ne bakımdan?» diye sordu Pavel.
143
Yefim, Andrey'i dikkatle inceledi:
«Sizin kemikleriniz sivri,» dedi. «Mujiğin kemikleri daha yuvarlak..»
Ribin sözü tamamladı:
«Mujik daha rahat durur bacakları üzerinde. Ayakları altında toprak bulunduğunu duyar, Kendisinin
değildir toprak, ama yine de duyar işte, toprak topraktır! Fabrika işçisi öyle değil, kuş gibidir. Yeri yok,
yurdu yok, bugün burda, yarın orda! Bir karı bile onu bağlayamaz bir yere. Evde bir kavga olsa... elveda,
güzelim! Diğrenini kaburgalarına saplar, kor gider! Başka yere. Daha iyisini aramaya. Oysa mujik, daha
iyisini kendi yerinde yapmak ister, yerinden kımıldamadan... hah işte! Ana da döndü.»
Yefim Pavel'in yanına yaklaşıp sorsordu:
«Bana bir kitap verir misiniz acaba?»
«Hayhay,» dedi Pavel.
Delikanlının gözleri parıldadı.
«Geri veririm!» dedi telâşla. «Bizim arkadaşlar bu yöreye katran taşıyorlar. Kitabı getirirler.»
Ribin paltosunu giydi, kemerini sıktı.
«Hadi bakalım vakit geldi,» dedi.
Yefim geniş bir gülümsemeyle kitabı gösterdi.
«Bak, okuyacak kitabım var!» diye haykırdı.
Onlar gittikten sonra Pavel, Andrey'e döndü:
«Gördün mü şeytanları?»
Küçükrusyalı ağır ağır: •
«Eveeeet!» dedi. «Buluta benziyorlar...»
Ana, sözünü kesti:
«Ribin'den mi sözediyorsunuz? Sanki hiç fabrikada çalışmamışa benziyor, eskisi gibi tam bir mujik olup
çıkmış! Hem de korkunç!»
«Yazık ki burada değildin!» dedi Pavel Andrey'e. Sen ki hep yürekten sözedersin, görecektin yüreğin ne
olduğunu!.. Ribin öyle bulanık görüşler ortaya attı ki, yıkıldım, soluğum kesildi. Karşılık veremedim.
İnsanlara karşı öyle kuşkucu ki! Hiç değer vermiyor insanlara. Ana doğru söylüyor, bu adam korkunç güç
taşıyor içinde.»
Andrey masanın yakınına oturmuştu, üzgün görünüyordu. Çay bardağına bakıyordu dalgın dalgın.
144
«Gördüm!» dedi. «İnsanları zehirlediler. Başkaldırdıkları zaman, herbiri arkasından bütün engelleri
yıkacaklar, yeryüzünü dümdüz edecekler... ne varsa hepsini söküp atacaklar!»
Yavaş konuşuyordu. Aklının başka yerde olduğu belliydi. Ana kırmamaya özen göstererek:
«Kendine gelmelisin sevgili Andrey!» dedi.
Küçükrusyalı hafif ve tatlı bir sesle:
«Durun, küçükanne, durun hele!» diye karşılık verdi.
Ve birdenbire canlanarak elini masaya vurdu:
«Evet, Pavel, köylü başkaldırırsa bütün yeryüzünü çırılçıplak soyacak! Veba salgınından sonra ne
yapılırsa onu yapacak: horlanmanın, aşağılanmanın bütün izlerini küller altında bırakmak için her şeyi
yakıp yokedecektir!..»
Pavel durgun bir sesle:
«Sonra da yolumuzun üzerine dikilecek!»
«Bizim rolümüz, buna göz yummaktır! Bizim rolümüz, Pavel onu dizginlemektir! Ona en yakın olan biziz.
Önce sarsacağız, birçok insan topraktan sökülecek. Sonra bir daha sarsacağız, başkaları sökülecek!»
Ana gülümsedi:
«Senin için her şey basit! Yaşam gibi.»
Biraz sonra:
«Ben kırlara gidiyorum, şöyle bir gezmeye,» dedi.
Ana beğenmedi bu fikri:
«Hamamdan sonra mı? Rüzgâr esiyor, içine işleyecek.»
«Benim de istediğim bu ya!»
Pavel:
«Dikkat et, üşüteceksin!» dedi. «Yatsan iyi edersin.» «Hayır, çıkmak istiyorum.»
Giyindi, tek sözcük söylemeden çıkıp gitti.
Ana içini çekti.
«Dertli!» dedi.
«Biliyor musun? Bu işten sonra onunla senli benli konuşmakla iyi ettin.»
Pelageya şaşkın şaşkın oğluna baktı:
«Ama ben farkında bile değilim. Bana öyle yakın ki artık... bilmiyorum, nasıl diyeyim sana!»
Ana / F: 10
145
«Çok iyi yüreklisin, anne.»
«Keşke ona biraz yardımım dokunabilse, ona ve size, hepinize! Bir öğrensem!..»
«Korkma, öğreneceksin!..»
Ana usulca gülmeye başladı:
«Ben şunu biliyorum ki, korkmamayı bilmiyorum!»
«Peki, anne, artık bundan sözetmeyelim. Ama bil ki, sana çok, çok minnettarım!»
Pelageya gözyaşlarını göstermemek için mutfağa gfcti.
Küçükrusyalı, akşamın geç saatlerinde döndü. Yorgundu. Hemen yatmaya gitti.
«Galiba on kilometreden fazla yol yürüdüm!» dedi.
Pavel:
«İyi geldi mi?» diye sordu.
«Uyuyacağım, rahatsız etme beni.»
Sustu, ve bir çocuk gibi uykuya daldı.
Bir süre sonra Vesovşikov çıkageldi. Her zaman olduğu gibi hırpani, kirli ve hoşnutsuzdu. Çekingen
adımlarla odaya girdi.
«O namussuz İsai'yi kimin öldürdüğünü bilmiyor musun?» diye sordu.
Pavel kısaca:
«Hayır!» dedi.
«Bunu yapmaktan çekinmeyen biri çıkmış demek! Bense onu hep boğmaya heveslenirdim. Tam bana göre
bir işti... bana en uygun olan iş!» *
• Pavel dostça:
«Böyle şeyler söyleme artık, Nikolay,» dedi.
Ana, söze karıştı sevecenlikle:
«Doğru! Hem yufkayüreklisin, hem de habire kükrersin! Niye böyle yapıyorsun?»
O akşam Nikolay'ı gördüğüne sevinmişti; çopur suratı bile güzel görünüyordu gözüne.
Nikolay omuzlarını silkti:
«Böyle şeylerden başka hiçbir işe yaramam ben! Düşünürüm, düşünürüm hep benim yerim nerde diye.
Kendime uygun bir yer bulamam. İnsanlarla konuşmak gerek, bense konuşmasını bilmem! Her şeyi
görürüm, insanlara edilen işkenceleri,
146
hepsini duyarım, ama sıra söylemeye geldi mi beceremem. Benim ruhum dilsiz.»
Pavel'in yanına yaklaştı, başını eğdi, masayı parmağıyla tırmaladı, bambaşka bir sesle, çocuk gibi
inleyerek:
«Çocuklar,» dedi, «yapacak bir iş verin bana, ne iş olursa olsun. Hiç bir şey yapmadan yaşayamam böyle!
Hepiniz bu işe *.:.- bulaştınız. Görüyorum ki iyi yürüyor. Bense... bir köşede kalıyorum. Kalas taşıyorum,
tahta taşıyorum. Böyle de yaşanmaz ki. Ağır bir iş verin bana, zor bir iş!»
Pavel elinden tutup kendine doğru çekti. «Veririz,» dedi.
¦¦•'M" Bölmenin arkasından Küçükrusyalının sesi çınladı. ¦>7 «Nikolay, sana matbaa harflerini
öğretirim, bizim mürettipler-den biri olursun... tamam mı?» Vesovşikov bölmeye yaklaştı:
«Eğer bana öğretirsen, sana bir bıçak armağan ederim...» Küçükrusyalı bir kahkaha attı. «Şeytan
götürsün seni de, bıçağını da!» diye bağırdı. Nikolay üsteledi: «İyi bir bıçak!»
Pavel de gülmeye başladı. O zaman Vesovşikov durdu: «Bana mı gülüyorsunuz?» diye sordu. Andrey
yatağından fırlayıp:
«Elbette!» dedi. «Hadi gidip kırlarda gezelim. Güzel bir mehtap var. Gidiyor muyuz?» «İyi ya!» dedi
Pavel.
«Ben de geliyorum! dedi Nikolay. «Gülüşünden hoşlanıyorum, Küçükrusyalı...»
«Ben de... armağan vaadetmen hoşuma gidiyor!» Mutfakta giyinirken, Ana, azarlar gibi: «Sıkı giyin!»
dedi.
Üçü birden evden çıkınca, pencereye gidip arkalarından baktı. Sonra ikonlara bir göz atarak:
«Tanrım, sen yardım et onlara!» diye mırıldandı.
147
YİRMİ ALTINCI BÖLÜM
Günler birbiri arkasından öyle çabuk geçiyordu ki, Ana, 1 Mayıs'ı düşünecek vakit bulamıyordu. Yalnız
geceleri, günün gürültülü hayhuyu ve coşkusu içerisinde yorgun düşerek yatağa girdikten sonra, yüreği
burkuluverdi. «Bir an önce gelse şu 1 Mayıs...»
Şafak sökerken fabrikanın düdüğü ulumaya başlardı. Pa-vel'le Andrey çaylarını çabucak içer, bir lokma
yer, Ana'ya bir sürü iş bırakıp giderlerdi. Ve Pelageya bütün gün, kafese kapatılmış bir sincap gibi döner
durur, yemek pişirir bildirilerin baskısı için bir çeşit mor pelte afişleri yapıştırmak için kola hazırlardı.
Yabancılar uğrardı eve, Pavel'e verilmek üzere pusulalar sıkıştırırlardı eline, sonra coşkularını ona da
bulaştırarak ortadan yok olurlardı.
İşçileri 1 Mayıs'ı kutlamaya çağıran küçük afişler hemen her gece tahtaperdelere yapıştırılıyordu.
Hatta jandarma karakolunun kapısında bile görülüyordu bu afişler. Her gün bildiriler bulunuyordu
fabrika da. Sabahleyin polisler mahalleyi tarıyor, mor afişleri yırtıyor, söve saya kazıyorlardı. Ne var ki,
yemek zamanı, basılı bildiriler sokakta yeniden uçuşuyor, yayaların ayakları dibine dökülüyordu. Kentten
sivil polisler gönderildi. Sokak köşelerinde dikilmişler, yemeğe giden ya da yedikten sonra fabrikaya
dönen neşeli ve canlı işçileri keskin bakışlarıyla soyarca-sına inceliyorlardı. Polisin başa çıkamaması
herkesi sevindiriyordu. Olgun yaştaki işçiler bile gülümseyerek:
«Nasıl oynatıyorlar, değil mi?» diyorlardı birbirlerine. Dört bir yanda ufak kümeler oluşuyor,
heyecanlandırdı bildiriler üzerine tartışmalar yapılıyordu. Her yer cıvıl cıvıldı. O yılın baharında, yaşam
herkes için daha bir ilginçti, herkese bir yenilik getiriyordu: kimileri bozgunculara daha çok sinirlenmek
ve, onlara sövüp saymak için nedenler buluyor, kimileri belirsiz bir kaygı ile birlikte bir umut ışığı
görüyorlar, azınlıkta olan bir kesimi ve insanları uyandıran gücü oluşturmanın bilincini ve derin sevincini
tadıyorlardı.
Pavel'le Andrey hemen hemen uyumuyorlardı. Fabrika düdüğü çalmadan az önce dönüyorlardı eve,
yorgun, benizleri solgun, sesleri kısık. Ormanda, bataklıkta toplantılar yaptıklarını bi-
148
liyordu Ana. Geceleyin atlı polis müfrezeleri mahallenin çevresinde devriye geziyor, hafiyeler dolaşıyor,
tek başına giden, işçileri tutup üstlerini arıyor, grupları dağıtıyor, kimi zaman tutuklamalar da
yapıyorlardı. Ana, oğlu ile Andrey'in de herhangi bir gece yakalanabileceklerini anlıyor ve bunu
neredeyse diliyordu, çünkü tutuklanmalarının onlar için daha hayırlı olacağını düşünüyordu.
İsai'nin öldürülmesi olayı bir garip sessizliğe bürünmüştü. Mahalli polis iki gün süre ile ötekini berikini,
özellikle on kişiyi sorguya çekmiş sonra bir daha bu işle uğraşmamıştı.
Maria Korsunov'un herkesle olduğu gibi polisle de arası pek Jf iyiydi. Bir gün Ana ile konuşurken, poliste
neler söylenildiğini an-•;" lattı:
«Nasıl'bulsunlar suçluyu.O sabah belki yüz kişi rastlamıştır İsai'ye ve bu yüz kişiden en az doksanı ona
bir yumruk patlat-v maktan mutluluk duyardı. Yedi yıldan beri belâ kesilmişti milletin başına...»
Küçükrusyalı belirgin biçimde değişiyordu. Avurtları çökmüştü. Ağırlaşan gözkapakları patlak gözlerini
yarı yarıya kapa-- tıyordu. Burun deliklerinden ince bir çizgi uzanıyordu dudaklarının köşesine dek. O
gün olup bitenlerden, yapılan işlerden da-; ha az sözediyor, ama daha sık alevleniyordu. Coşkusu,
kendisini dinleyenlere de sıçrıyordu. Geleceği, özgürlüğün ve aklın zafere ulaşacağı o aydınlık, o
görkemli bayram gününü kutluyordu.
İsai'nin ölümü unutulmaya yüztununca, bir ğun, üzüntüyle gülümseyerek, küçümser bir tavırla şöyle dedi:
«Düşmanlarımız halkı ne denli sevmiyorlarsa, bizleri kovalamak için köpek gibi kullandıkları kimseleri de
o denli sevmiyorlardı. Kendilerine sadık bir hainin ölümüne üzüldükleri yok. Ona verdikleri paraya
acıyorlar yalnızca.»
Pavel sertçe:
«Birisi, çürümüş bir ağaç gövdesine çarptı, ağaç dağılıp toz oldu, işte bu!» diye ekledi.
Andrey somurtarak:
«Doğru, ama böyle olması insanı avutmaya yetmiyor!» diye karşılık verdi.
Sık sık söylediği bu söz, onun ağzında, her konuya uyan acı ve yakıcı bir anlam taşıyordu.... ,
149
Ve onca beklenen gün. 1 Mayıs, geldi çattı.
Düdük, her zamanki buyurucu düdük, yine böğürdü. Bütün gece göz kırpmayan Ana yatağından fırlayıp,
dünden hazırlamış olduğu semaveri yaktı. Her sabah gibi oğlunun ve Andrey'in kapısını tıkırdatacaktı ki,
caydı, kolunu indirdi, pencerenin önüne oturdu, sanki dişi ağrıyormuş gibi yanağını eline dayadı.
Soluk mavi gökte beyaz ve pembe hafif bulutlar uçuşuyordu hızla, düdüğün boğuk sesinden ürkerek
kaçan bir kuş sürüsü gibi. Ana bulutlara bakıyor, yüreğinin çarpıntısına kulak kabartıyordu. Başı ağır,
uykusuzluktan kızaran gözleri kuruydu. Göğsünün içinde garip bir huzur vardı. Yürek atışları düzenliydi.
Günlük işleri düşünüyordu:
«Semaveri çok erken yaktım, su buharlaşıp gidecek! Bugün biraz fazla uyusunlar. İkisi de çok yoruldu.»
Güneşin ilk ışınlarından biri camdan içeri girdi, Ana'nın uzattığı elin parmaklarına kondu. Ana düşünceli
bir tavırla gülümsedi, öbür eliyle parlak ışını okşadı. Sonra kalktı, semaverin borusunu gürültü etmemeye
çalışarak çıkardı, yıkandı ve dua etmeye başladı. Arada bir, haç çıkartıyordu. Dudakları sessizce
kımıldıyordu. Yüzü aydınlanıyor, yara izinin altından kaşı yavaş yavaş yukarı kalkıyor, sonra birdenbire
yıkılıyordu.
İkinci düdük öttü. Sesi daha zayıf geldi. Titriyordu sanki. Her zamankinden daha uzun sürüyor gibi geldi
Arîa'ya.
Küçükrusyalının çın çın sesi işitildi:
«Pavel, işitiyor musun?» •
Çıplak ayaklar çiğnedi taban tahtalarını; biri esnedi keyifli keyifli. Ana:
«Semaver hazır!» diye seslendi.
Pavel neşeyle:
«Kalkıyoruz,» dedi.
«Güneş parlıyor, bulutlar koşuşuyor,» dedi Andrey. «Bulutlar fazla bugün!..»
Mutfağa girdi. Saçı başı karışmıştı, uyku sersemiydi, ama sevinçliydi.
«Günaydın küçükanne! İyi uyudunuz mu?»
Ana yaklaştı, alçak sesle:
«Andrey, yavrum.» dedi, «yanından ayrılmazsın, değil mi?»
150
ladı.
¦İ»
Küçükrusyalı fısıldadı:
«Elbette! Birlikteyiz, her yere birlikte gideceğiz, emin olun!»
Pavel:
«Ne fitne karıştırıyorsunuz?» diye sordu.
«Hiç, Pavel.»
Andrey yıkanmak için kapıya çıktı.
«Bana iyi yıkan diyor, kızlar bize bakacaklarmış!» diye yanıt-
Pavel bir marş mırıldandı:
Kalkın ey yeryüzünün lanetlenmiş insanları!
Aydınlık gitgide artıyordu. Rüzgârın kovaladığı bulutlar yitip gidiyordu. Ana- sofrayı hazırladı. Her şeyi
garipsiyor, başını sallıyordu. Bu sabah ikisi de şakalaşıyor, gülüyorlardı ya, öğleyin başlarına ne
geleceğini kimse kestiremezdi.
Kendisi de sakin, hatta neşeli hissediyordu kendini. Uzun süre kaldılar sofrada. Böylece bekleyiş anını
kısaltmaya çalışıyorlardı. Pavel her zamanki gibi, şekeri eritmek için kaşığını ağır ağır çeviriyordu
bardağın içinde, ekmeğine tuz ekiyordu. Küçükrusyalı masanın altında ayaklarını oynatıyordu. Hiç bir
zaman bir defada ayaklarını doğru dürüst bir yere yerleştirmeyi beceremezdi. Bir güneş ışığının
tavanda ve duvarda yürümesini izledi, sonra anlatmaya başladı:
«On yaşlarında bir afacanken, bir gün güneşi bir bardağa kapatmak hevesine kapıldım. Bir bardak aldım,
usul usul duvara yaklaştım ve... çat! Elimi kestim ve dayak yedim. Sonra avluya çıktım, güneşi gördüm bir
su birikintisi içinde; atladığım gibi te-pindim, tepinir misin... Baştan aşağı çamura bütandım. Tabiî, bir
kötek daha... O zaman güneşin yüzüne bağırmaya başladım: 'Ne kadar da dövseler acımıyor işte, kızıl
zebani, acımıyor!' Ve boyuna dilimi çıkarıyordum güneşe... Bu beni rahatlatıyordu, hıncımı alıyordum.»
Pavel gülerek:
«Niye kızıl görünüyordu sana?» diye sordu.
«Çünkü bizim evin karşısında kıpkırmızı yüzlü, kızıl sakallı bir demirci vardı, şen şakrak iyi yürekli bir
mujikti. Nedendir bilmem, güneşi ona benzetirdim hep.»
151
Artık dayanamadı:
«Yapacaklarınız hakkında konuşsanız daha iyi edersiniz,» dedi.
Andrey tatlılıkla:
«Kararlaştırılmış bir iş üzerine konuşmak, o işi karıştırmaktan başka işe yaramaz,» dedi. «Bizi tutup
götürecek olurlarsa, Nikolay gelip ne yapmak gerektiğini söyleyecek size, küçü-kanne.»
Ana:
«Pekâlâ!» diyerek içini çekti.
Pavel düşünceli duruyordu.
«Sokağa çıkmalı,» dedi.
Andrey aynı kanıda değildi:
«Hayır, evde kalıp beklemen daha uygun olur. Polisin gözüne görünmenin bir yararı yok. Yeterince
tanıyorlar zaten seni!»
Fedor Mazin koşa koşa geldi. Yanakları al aldı. Sevinçten uçuyordu. Beklemekten sıkılan ev halkına da
aşıladı coşkunluğunu.
«Başladı!.. Millet harekete geçiyor... Sokağa çıkıyorlar... Hepsi zehir gibi. Vesovşikov, Gusev ve
Samoylov sabahtan beri fabrikanın kapısında durmuşlar, çocuklarla konuşuyorlar. Birçoğu evlerine
döndüler. Hadi, vakit geldi! Saat on oldu!»
Pavel kararlı bir sesle:
«Geliyorum,» dedi. *
«Göreceksiniz,» dedi Fedor, «Biraz sonra tüm fabrika ayağa kalkacak!»
Ve koşarak ayrıldı. Ana usulca:
«Rüzgâra tutulmuş bir mum gibi yanıyor!» dedi.
Ve giyinmeye gitti.
«Nereye, küçükanne?»
«Sizinle birlikte geliyorum.»
Andrey bıyığını çekerek Pavel'e baktı. Pavel birden perçemini geriye doğru attı, mutfağa anasına gitti.
«Bak, anne, sana bir şey demem... Sen de... bana deme. Tamam mı?»
Ana:
«Tamam, tamam... İsa yardımcınız olsun!» diye fısıldadı.
152
İ\
YİRMİYEDİNCİ BÖLÜM
Evden çıkınca, kaygıyla bekleşen halkın uğultusunu işitti, bütün pencere ve kapılarda Andrey'le Pavel'i
meraklı bakışlarla izleyen gruplar gördü. O zaman kâh saydam bir yeşile, kâh kirli kül rengine bürünen
yaşlar, bulanık bir leke gibi belirdi gözlerinde.
Herkes selâmlıyordu gençleri. Bir özellik vardı verilen selâmlarda. Yavaş sesle söylenen düşünceler
ananın kulağına dek ulaşıyordu.
«İşte elebaşılar bunlar...»
«Hayır, elebaşıların kim oldukları belli değil...»
«İyi canım, kötü bir şey söylemedik!..»
Başka bir taraftan sinirli bir ses yükseldi:
«Polis yakalarsa hapı yuttuklarının resmidir!»
«Onu önceden göze almışlardır.»
Bir pencereden, çileden çıkmış bir kadın çığlığı tuttu sokağı:
«Aklını kaçırmışsın sen! Kendini hâlâ delikanlı mı sanıyorsun?»
Bacaklarını iş kazasında yitirmiş ve fabrikadan emeklilik maaşı alan Zosimov adında birisinin evi önünden
geçerlerken, sakat adam başını pencereden uzatıp bağırdı:
«Hey, Pavel! Haydut herif! Yaptığın marifetler yüzünden boynunu koparacaklar sonunda, bunu aklına
koy.»
Ana titreyerek durdu. Adamın böyle bağırması derin bir öfke yaratmıştı içinde. Gözlerini sakatın
kocaman ablak suratına dikti. Adam sövüp sayarak başını içeri çekti. Pelageya oğluna yetişmek için
adımlarını hızlandırdı, geri kalmamaya çalışarak arkasından yürüdü.
Pavel'le Andrey, hiç bir şeyin farkında değillermiş, bağrışmaları işitmiyorlarmış gibi davranıyorlardı.
Serinkanlılıkla rahatça yürüyorlardı. Kanaatkar, temiz yaşantısı nedeniyle herkesçe sayılan alçakgönüllü,
orta yaşlı bir adam olan Mironov durdurdu onları.
Pavel: .
«Siz de mi çalışmıyorsunuz bugün, Danilo İvanoviç?» diye sordu.
153
«Karım doğum yapmak üzere.»
Mironov dikkatle süzdü iki arkadaşı:
«Sonra, bugün kargaşalık kokusu var havada! Ya siz, delikanlılar? Ortalığı birbirine katacağınız, cam
çerçeve indireceğiniz söyleniyor müdüriyette, doğru mu?»
«Biz sarhoş muyuz?» dedi Pavel.
«Biz sadece sokakta bayraklarla yürüyüş yapacağız, şarkılar söyleyeceğiz,» dedi; Andrey. «Siz de
dinleyin, inancımızı haykıran şarkılar bunlar.»
Mironov düşünceli bir tonla:
«Bilmiyorum!» diye yanıtladı. «Yazılarınızı okudum.»
Zeki gözlerinde canayakın bir anlam belirdi.
«Eee Pelageya! Sen de mi isyancıların arasındasın?»
«İnsan mezara yaklaşmış olsa bile, gerçek uğrunda birlikte yürümeli.»
«Şuna bak hele!.. Fabrikaya yasak broşürler soktuğunu söylüyorlar, demek doğruymuş!» , Pavel
sordu:
«Bunu kim söylüyor?»
«Öteki beriki... Söylüyorlar işte. Hadi bakalım, hoşça kalın. Dikkat edin, tehlikeye atmayın kendinizi!..»
Ana usulca gülmeye başladı. Kendisinden böyle sözedilme-si gururunu okşamıştı.
«Hapse gireceksin, anne!» dedi Pavel gülümseyerek.
Güneş boyuna yükseliyor, sıcaklığını o bahar gününün canlandırıcı serinliğine katıyordu. Bulutlar daha
ağır kayıyordu; bıraktıkları gölge daha ince, daha saydamdı. Gölgeler, sokakta ve damların üzerinde
usulca sürünüp insanları buruyordu; duvarların, çatıların, çamurunu, tozunu, suratlarındaki sıkıntıyı
silerek, mahalleyi arıtıyordu sanki. Neşe yayılıyor, sesler daha berrak çıkıyor, uzaktan yansıyan makine
gürültüsünü bastırıyordu.
Yine dört bir yandan, pencerelerden, avlulardan, bağırtılar işitiliyor, ananın kulaklarına ulaşıyordu.
Kaygılı ve kötü ya da kararlı ve neşeli sözler... Şimdi Pelageya da bugünkü renkli yaşama katılmak,
karşılık vermek, teşekkür etmek, açıklama yapmak istiyordu.
Anacaddenin bir köşesinde, dar bir sokağın içerisinde, yak-
154
laşık yüz kişilik bir kalabalık birikmişti. Vesovşikov'un sesi top gibi gürlüyordu:
«Üzüm gibi sıkıp suyunuzu çıkarıyorlar...»
Konuşurken acemice ifadeler kullanıyordu. Birkaç ses birden:
«Doğru! Doğru!» diye onayladı.
Küçükrusyalı:
«Amma da konuşuyor!» diye mırıldandı. «Haydi gidip yardım edelim...»
Pavel daha onu durdurmaya kalmadan, Andrey eğildi, uzun gövdesiyle kalabalığın içine daldı tirbuşon
gibi. Uyumlu sesi işitildi:
«Arkadaşlar! Yeryüzünde türlü türlü halklar bulunduğunu söylerler: Yahudiler, Almanlar, İngilizler,
Tatarlar. Ben buna inanmıyorum! Yalnızca iki halk vardır, iki bağdaşmaz halk: zenginler ve yoksullar!
Ülkeden ülkeye giyinişler değişir, diller de değişir. Ama zenginlerin yoksullara karşı davranışları
değişmez. Halkın sefil yaşantısı da değişmez.»
Kalabalık gitgide büyüyordu çevresinde. Yeni gelenler güçlükle girebiliyorlardı sokağa, sessizce
yaklaşıyorlar, ayak uçları üzerine basarak boyunlarını uzatıyorlardı.
Andrey sesini yükseltti:
«Başka ülkelerde, bu basit gerçeği işçiler anlamışlar, ve bu aydınlık bahar gününde...»
«Polis geliyor!» diye bağırdı biri.
Dört atlı polis sokağın köşesinden dönüp doğru kalabalığın üzerine yürüyor, kırbaçlarını sallayarak
bağırıyorlardı:
«Dağılın!»
Suratlar asıldı. İstemeye istemeye çekildiler atların önünden. Birkaç kişi tahtaperdeiere tırmandı.
Kışkırtıcı bir ses bağırdı:
«Domuzları atlara bindirmişler, 'biz de başız' diye homurdanıyor.»
Küçükrusyalı tek başına daldı dar sokağın orta yerinde. İki at, başlarını sallayarak üzerine yürüdü.
Andrey onu, çekip götürdü.
«Pavel'le birlikte olacağına söz vermiştin, şimdi sen tehlikeye atıyorsun kendini!» diye söylendi.
155
Küçükrusyalı gülümseyerek:
«Kusura bakma!» dedi.
Pelageya derin bir kaygı ilve umutsuzlukla karışık bir bitkinlik duydu. Başı döndü, Peşpeşe kederle
sevinç doluyordu içine. Öğle paydosu düdüğünün bir an önce çalmasını bekliyordu.
Alana vardılar. Kilisenin önünde beş yüz kadar genç, çoluk çocuk toplanmışlardı. Kimileri yere oturmuş,
kimileri ayaktaydı. Hepsi de canlı, neşeliydi. Kalabalık dalgalanıyordu. Herkes başını kaldırmış, sabırsız
bir bekleyiş içerisinde uzaklara bakıyor, ortalığı dikizliyordu. Bir çeşit coşku seziliyordu. Kimileri ne
yapacaklarını şaşırmış görünüyorlar, kimileri de kabadayılık taslıyorlardı. Arada bir, zayıf, sıkıntılı kadın
sesleri işitiliyor, sinirlenen erkekler bu kadınlardan yüz çeviriyorlar, bazen kısık bir sesle küfürü
basıyorlardı. Birbirlerini kınayan sözler söylüyorlardı. Birden, titrek bir kadm sesi yükseliyordu:
«Mitri! Dikkatli ol!..»
«Defol başımdan!»
Sizov'un ciddî, ağır, inandırıcı sesi işitiliyordu:
«Hayır, gençleri yüzüstü bırakmamalıyız! Onlar bizden daha akıllı oldular, onlar bizden daha yürekliler!
Bataklık için kapik kesme sorununu kim çözümledi? Onlar! Bunu unutmayalım. Bu yüzden onları hapse
sürüklediler, ama herkes yararlandı!..»
Düdüğün haşin böğürtüsü konuşmaları boğdu. Kalabalıkta bir dalgalanma oldu. Oturanlar kalktılar. Bir
anda her şey hare-ketsizleşti. Tetikte bir bekleyiş başla*dı. Birçoklarının yüzü sol-gunlaştı.
«Arkadaşlar!»
Pavel'in sesiydi bu. Ana'nın kurumuş gözleri yandı. Birden tüm enerjisini buldu ve oğlunun yanıbaşında
durdu. Herkes Pa-vel'e döndü, onun çevresini aldı. Ana oğluna bakıyor, yalnızca onun ateşli, gurur dolu
gözlerini görüyordu.
«Arkadaşlar, bugün bayrak kaldırıyoruz, akıl ve mantığın, gerçeğin özgürlüğün bayrağını!»
Uzun bir bayrak sırığı belirdi havada, eğildi, kalabalığın arasında kayboldu, bir an sonra yeniden bir kuş
gibi, havada dalgalandı.
Pavel kolunu kaldırdı, sırık düşecek gibi oldu. On el birden
156
uzandı beyaz sırığı tutmak için; bunlar arasında Ana'nın eli de vardı.
«Yaşasın emekçi halkımız!» diye bağırdı.
Yüzlerce ses karşılık verdi:
«Yaşasın Partimiz!»
Kalabalık kaynaşıyordu. Mazin, Samoylov, Gusev'ler, Pa-vel'in yanına gelmişlerdi. Nikolay Vesovşikov
başını eğmiş, yaklaşanları geriye itiyordu.
Ana, Nikolay'ın ve başka birisinin ellerini heyecanla yakaladı. Gözyaşları onu boğacak gibiydi, ama
ağlamıyordu. Bacakları titriyordu.
«Yavrularım!..» diye kekeledi.
Nikolay'ın çopur yüzünde geniş bir gülümseme belirdi. Elini bayjağa doğru uzatmış, bağıra bağıra
birşeyler söylüyordu. Ansızın elini aşağı indirdi, Ana'yı boynundan tutup öptü ve gülmeye başladı.
Küçükrusyalının tatlı, ezgili sesi kalabalığın uğultusunu bastırdı:
«Arkadaşlar, yeni bir İsa adına yürüyoruz, aydınlığın, gerçeğin İsa'sı, aklın ve iyiliğin İsa'sı! Hedefimiz
uzak, dikenli taçlar (1) yakın! Gerçeğin gücüne inanmayanlar, ölünceye dek onu savunacak gücü
kendilerinde bulamayanlar, kendi kendilerine güveni olmayanlar ve acıdan korkanlar, gitsinler! İdealimizi
göremeyenler bizi izlemesinler, çünkü onları bekleyen şey yalnızca keder ve acıdır. Yaşasın özgür
insanların bayramı!»
Kalabalık daha da yoğunlaştı. Pavel bayrağı salladı. Fedor Mazin marş söylemeye başladı:
Kalkın ey yeryüzünün lanetlenmiş insanları!.. Marş dalga dalga yayıldı kalabalığın üstünde: Kalkın ey
esirleri açlığın!..
Ana dudaklarında yakıcı bir gülümseme ile Mazin'in ardından yürüyordu, ve onun başı üstünden oğlunu ve
bayrağı izliyor-
(1) Çarmıha gerilmeden önce İsa'nın başına konulan dikenli taç demek isteniliyor, (ç.n.)
157
du. Çevresinde neşeli yüzler, renk renk gözler oynaşıyordu. Oğlu ile Andrey en ön sırada
bulunuyorlardı. Seslerini işitiyordu.
Bu son mücadele, toplanalım...
Konuşanların haykırışları marşın ezgisinde eriyordu. Evlerde alçak sesle söylenen bu marş şimdi sokakta
tüm gücüyle bir ırmak gibi akıyordu. İnsanları geleceğin aydınlık ufuklarına götürecek yola çağırıyor,
ama dürüst davranıyor, bu yolun çok zor olduğunu bildiriyordu.
Ana'nın yanıbaşında hem ürkek, hem sevinçli bir surat belirmişti; hıçkırıklarla bir ses:
«Mitri, nereye gidiyorsun?» diye bağırıyordu.
Pelageya durmadan karşılık verdi: •
«Bırakın gitsin, tasalanmayın! Ben de çok korkuyordum, benimki en ön sırada. Bayrağı taşıyan, benim
oğlum!»
«Haydutlar! Nereye gidiyorsunuz? Asker var orada.»
Ve birdenbire kemikli eliyle Pelageya'nın koluna yapışan uzun boylu, zayıf kadın haykırdı.
«Nasıl da şarkı söylüyorlar!.. Mitri de söylüyor...»
«Tasalanmayın,» diye mırıldandı Ana. «Kutsal bir şey bu... Kendi kendinize şunu deyin: Hazreti İsa
uğruna ölenler bulun-masaydı eğer, Hazreti İsa olmazdı!»
Bu düşünce birdenbire doğmuştu kafasında. Öylesine yalın ve parlak bir gerçeği belirtiyordu ki, Ana'nın
kendisi de şaşakaldı. Kolunu sıkan kadının yüzüne baktı, şaşkınca gülümsedi.
«Evet!» diye yineledi. «Eğer insanlar Tanrımız Hazreti İsa uğruna ölmeselerdi, Hazreti İsa olmazdı!»
Sizov yanına geldi. Kasketiyle tempo tuttu marşa.
«Açık açık söylüyorlar, Ana öyle değil mi?» diye sordu. «Bir de marş yapmışlar ki, ne marş! Değil mi
Ana? Hiç bir şeyden çekindikleri yok! Ama benim oğlan mezarda...»
Ana'nın yüreği küt küt çarpmaya başladı. Geride kaldı. Onu bir yana ittiler. Kalabalıkta bir tahtaperde
arasında sıkışıp kaldı. Bir insan seli akıp gidiyordu önünde. Böylesine bir kalabalık görmek sevindirdi onu.
158
Kalkın, ey yeryüzünün lânetli insanları...
Sanki dev bir borazandan çıkıyordu bu ses, insanları canlandırıyordu, kimilerinde mücadele azmini
uyandırıyor, kimilerine karışık bir sevinç, bir yenilik önsezisi, ateşli bir ilgi aşılıyordu. Kiminde belirsiz
bir umut yaratıyor, kiminde yıllar boyu birikmiş öfkenin acı baskısını boşaltıyordu.
Herkes ileriye, bayrağın dalgalandığı yere bakıyordu. Coşkun bir ses patladı:
«İşte yola çıktılar bir kez! Aşkolsun çocuklara!»
Herhalde basit sözlerle belirtilemeyecek kadar şiddetliydi İl ¦ duyguları ki, ağız dolusu küfürler
savurmaya başladı adam. Fa-«İ| kat kin de, kölenin duyduğu o körükörüne, zehirli kin de, yılan Y gibi
kıvrılıyordu o azgın sövgülerde.
Adamın biri yumruğunu pencereden dışarı sallıyor, kısık sesiyle bağırıyordu:
«Dinsizler! İmparatora karşı, haşmetli Çar'a karşı isyan ediyorsunuz ha?..
Korku içinde afallamış insanlar seğirtiyordu Ana'nın yanından. Kadınlar, erkekler sıçrıyorlar,
koşuşuyorlardı. Kalabalık, koyu bir lav gibi akıp gidiyordu marşın temposuyla. Ana artık ; göremiyordu
oğlunu. Fakat onun yüzü, güneş yanığı alnı, inançla parlayan ateşli gözleri canlıydı kafasında.
Kendini en gerideki safların arasında buldu. Orada, insanlar acele etmeden yürüyorlar, kayıtsızlıkla
bakıyorlardı ilerdekilere. İzlediği piyesin nasıl biteceğini bilen seyirciler gibi heyecansız bir merakla
yürüyorlar, kesin laflar ediyorlardı:
«Bir bölük okulda, bir bölük de fabrikada varmış...»
«Vali gelmiş...»
«Sahi mi?»
«Gözümle gördüm!»
Birisi birkaç neşeli küfür savurdu.
«Ne de olsa, bizlerden korkmaya başlıyorlar!» dedi. «Asker gönderiyorlar, valiyi yolluyorlar...»
Ana'nın göğsünde hep aynı duygular çırpınıyordu: «Sevgili ı yavrularım!..» Ama çevresinde işittiği sözler
soğuk ve cansızdı. Onlardan uzaklaşmak için adımlarını sıklaştırdı.
159
Ansızın kafilenin başı sanki bir engele çarptı. Durmadı, ama bir duraksama geçirdi, kaygılı bir uğurlu
yayıldı. Marş da kesilir gibi oldu, sonra daha güçlü çıktı. Ama çok sürmedi, sesler alçal-dı, geriye doğru
kaydı, birbiri ardından söndü. Koroyu canlandırmak, ileri götürmek için bağıranlar oldu ötede beride:
Kalkın ey yeryüzünün...
Ama artık bu çağrıda aynı birlik, aynı kararlılık yoktu. Sesler kaygıyla titreşiyordu şimdi.
Ana bir şey görmüyordu. En ön saflarda neler olup bittiğini bilmiyordu. Kalablığı yara yara ilerliyordu.
Onun geçtiğini görenler başlarını eğiyor, kaşlarını çatıyorlardı, kimileri sıkılgan ifadelerle gülümsüyor,
kimileri de alaycı ıslıklar çanlıyorlardı. Ana kaygısıyla inceliyordu çevresindeki yüzleri, onları
bakışlarıyla sorguya çekiyor yalvarıyor, ilerlemeye çağırıyordu...
Pavel'in sesi işitildi:
«Arkadaşlar! Askerler de bizim gibi insanlar. Bize vurmazlar. Niye vursunlar? Gerçeği dile getirdiğimiz
için mi? Onların da ihtiyacı var gerçeği bilmeye. Henüz anlamıyorlar, ama gün gelecek, onlar da
yürüyecekler sömürücülere, katillere karşı, özgürlük bayrağı altında. Ve daha çabuk anlamaları için
ileriye doğru yürümemiz gerek. İleri arkadaşlar, daima ileri!»
Pavel'in sesi güçlüydü, sözleri açık seçik işitiliyordu, ama kalabalık dağılıyordu. Göstericiler birbiri
a/dından kimi sağa, kimi sola saparak evlere doğru gidiyor, tahtaperdeler boyunca süzülüyorlardı. Kafile
artık bir takoz biçimini almıştı; Pavel, takozun sivri ucunu oluşturuyordu. Elindeki bayrak başı üstünde
dalgalanıyordu. Gösterici yığını, kanatlarını açmış, tetikte duran havalanıp uçmaya hazır siyah bir kuşa
benziyordu, ve Pavel bu kuşun gagasıydı sanki...
YİRMİSEKİZİNCİ BÖLÜM
Sokağın ucunda, yüzleri seçilemeyen tekdüze adamlardan oluşmuş kurşunî bir duvar kapatıyordu alanın
çıkış yolunu. Her birinin omuzunda, süngünün ince keskinr namlusu soğuk bir pa-
160
nldı saçıyordu. Bu sessiz, kımıltısız duvardan dondurucu bir rüzgâr, ananın yüreğine işliyordu.
Tanıdıklarının yanına gitmek için kalabalığın içine daldı. Tanıdıkları ta ilerdeydiler. Uzun boylu, sakallı
bir adamın önünde sıkıştı. Adam tekgözlüydü. Bakmak için başını birden çevirip sordu:
«Ne istiyorsun? Kimsin sen?»
«Vlasov'un anası.»
Bacakları titriyor, alt dudağı istençsiz olarak sarkıyordu.
«Ha!» dedi tekgözlü.
«Arkadaşlar!» diyordu Pavel, «önümüzde bütün bir yaşam var... başka yolumuz yok!»
Tam bir sessizlik çöktü ortalığa. Bayrak havada yükseldi, dalgalandı başlar üstünde, kurşunî askerlere
doğru kaydı. Ana-'nın içi titredi, gözlerini yumdu, bir inilti koyverdi. Pavel, Andrey, Samoylov ve Mazin
tek başlarına ayrılmışlardı kalabalıktan
Fedor Mazin'in duru sesi ağır ağır yükseldi:
Şehit düştünüz Kutsal kavgada...
. Kendisine yalnızca iki ses eşlik ediyordu. Daha hafif, boğuk iki ses. Uyumlu ayak sesleri işitildi. Ve yeni
bir şarkı tutturdu Fedor:
Her şeyinizi verdiniz Bu mücadelede...
Arkadaşları bir ağızdan: Özgürlük için
diye eklediler.
Birisi haşin bir sesle bağırdı:
«Ah, ah! Bakıyorum, cenaze ilâhisi okumaya başladınız ha, köpoğulları?»
Ana / F: 11
161
fi
fi
it..
Azgın bir ses yükseldi:
«Tepeleyen şunları!»
Ana iki elini göğsüne bastırdı. Çevresine bakındı, üç arkadaştan kopan kalabalığın kararsızlıkla yerli
yerinde durduğunu gördü. Ancak bir avuç insan izledi üç önderi. Her adımda, onlardan biri de bir yana
kaçıp gidiyordu, sanki kaldırımlar kızgınmış da tabanlarını yakıyormuş gibi.
Fedor haykırdı:
Haksızlık son bulacak...
Ama sert bir komut şarkıyı bastırdı.«Süngüye davran!»
Süngüler havada bir çember çizerek eğildi, bayrağa yöneldi:
«İleri, marş!»
«İşte harekete geçtiler!» dedi tekgözlü, ve ellerini cebine sokup uzun adımlarla uzaklaştı.
Ana, gözlerini dikmiş, olup bitenleri izliyordu.
Askerlerden oluşan kurşunî dalga kabardı, sokağın enini kaplayacak biçimde yayıldı, pırıltılı çelik
dişlerini ileriye doğru uzatıp düzenli bir hareketle yürüdü. Ana hızla oğluna yaklaşırken, Andrey'in de
Pavel'in önüne geçip kendi vücudunu ona siper etmek için bir adım attığını gördü.
Pavel kaba bir sesle:
«Yanıma geç, arkadaş, yanıma!» diye bağırdı.
Andrey ellerini ardında kavuştuımuş, başını dik tutuyor ve şarkı söylüyordu. Pavel onu omuzuyla dürttü
yeniden bağırdı: «Yanıma geç! Hakkın yok önümde durmaya! Bayrak başta
olmalı.»
Çelimsiz bir subay yalın kılıcını sallayarak tiz sesiyle:
«Dağılırı!» diye bağırdı.
Dizlerini kırmadan, ayaklarını havaya kaldırıp yere vurarak-tan rap rap yürüyordu. Parıl parıl çizmeleri
Ana'nın gözünü aldı.
Onun yanında, biraz geriden, uzun boylu, gür bıyıklı, sakalsız bir adam yürüyordu hantal hantal. Kırmızı
astarlı uzun, kurşunî bir kaput giymişti. Geniş pantolonu sarı şeritlerle süslüydü. O da, Küçükrusyalı gibi,
ellerini ardında kavuşturmuştu. Bıyığı gibi kırlaşmış gür kaşlarını kaldırmış, Pavel'e bakıyordu.
162
Ana'nın göğsünde her an patlamaya, kopmaya hazır bir çığlık saklı duruyordu. Bu çığlık boğuyordu onu.
Ama iki eliyle göğsünü bastırarak dizginliyordu onu. Her yandan itilip kakılıyor, sendeliyor, düşünmeden
kendinden geçmişçesine ilerlemeye devam ediyordu. Arkasında bulunanların gittikçe azaldığın
duyuyordu. Buz gibi dalga onların üzerine doğru geliyor, çil yavrusu gibi dağıtıyordu hepsini.
Bayrağı taşıyan gençlerle kurşunî adamlar zinciri birbirlerine yaklaşmaya devam ediyorlardı. Askerlerin
yüzü belirgin olarak seçiliyordu. Bütün sokak enince yan yana dizili bu yüzler kirli sarı renkte bir şerit
oluşturuyordu. Süngülerin sivri uçları acımasız parıltılar saçıyordu. Göğüslere çevrilmiş öldürücü çelikler
da-Jl ha göstericilere değmeden, onların teker teker kalabalıktan kop-}' malarını, dağılmalarını
sağlıyordu.
Ana, arkasında kaçanların ayak seslerini işitti. Kaygılı boğuk sesler yükseldi:
«Dağdın, çocuklar!»
«Kaç Vlasov!»
«Geri çekil Pavel!»
Vesovşikov'un niyeti kötüydü:
«Bayrağı bana at. Pavel!» dedi. «Bana ver, saklayacağım.»
Bir eliyle sırığı yakaladı. Bayrak geriye doğru sallandı. Pavel:
«Bırak!» diye bağırdı.
Nikolay, sanki yanmış gibi çekti elini. Şarkı söyleyen yoktu artık. Gençler, Pavel'i bir çember içine
aldılar. Ne var ki Pavel çemberi yarıp çıkmayı başardı. Birdenbire sessizlik çöktü. Sanki görünmez,
saydam bir bulut inmiş ve göstericileri sarmıştı.
Bayrağın altında yirmi kadar genç toplanmıştı. Ana, onlara bir şeyler söylemek istedi. İçi titriyordu
onlar için...
Uzun boylu ihtiyarın anlamsız sesi işitildi:
«Teğmen, şu... şeyi alsanıza elinden!»
Çelimsiz subay Pavel'e doğru koştu, sırığı yakaladı, tiz sesiyle:
«Bırak!» diye bağırdı.
«Çekin ellerinizi!» dedi Pavel.
; Bayrak sağa sola sallanarak titredi, yeniden havaya kalktı.
Ufak tefek subay bir adım geriye sıçrayıp yere yuvarlandı. Ve-
163
sovşikov yumruğunu sıkarak kolunu ileriye uzattı, Ana'nın önünden öyle çabuk geçti ki, kadıncağız
şaşakaldı: onun böylesine hızlı hareket ettiğini hiç görmemişti.
İhtiyar, ayağını yere vurarak kükredi:
«Yakalayın şunları!»
Birkaç asker fırladı. Birisi dipçiğini savurdu. Bayrak titredi, eğildi, kurşunî askerlerin arasında
görünmez oldu. Üzgün bir ses:
«İşte bu!» diye haykırdı.
Ana bir çığlık attı. Askerler arasından Pavel'in sesi karşılık verdi.
«Hoşça kal anne! Hoşça kal sevgili anneciğim!..»
'Yaşıyor! Beni düşündü!' Bu iki düşünce yüreğini dağladı.
«Hoşça kal, sevgili küçükanneciğim!»
Pelageya ayak uçları üzerinde yükselerek kollarını salladı. Onları görmeye uğraşıyordu. Askerlerin
başları üstünden And-rey'in toparlak suratını gördü. Küçükrusyalı güldü Ana'ya; selâm veriyordu
uzaktan.
«Sevgili yavrularım... Andrey!.. Pavel!»
«Hoşça kalın arkadaşlar!»
Pencerelerden, damlaların üzerinden, üzüntülü sesler karşılık verdi, yankılandı
YİRMİDOKUZUNCU BÖLÜM
Biri göğsüne çarptı. Gözlerini buğulayan yaşlar arasından çelimsiz subayı gördü önünde. Suratı
kıpkırmızıydı.
«Yallah, kocakarı!» diye bağırdı.
Pelageya subaya baktı. Ayağı dibinde, iki parça olmuş bayrak direğini gördü. Parçalardan birinde bir
kırmızı bez takılı kalmıştı. Eğilip kaldırdı. Subay sırığı elinden kaptı, bir yana fırlattı, ayağını yere
vurarak.
«Defol diyorum sana!» diye bağırdı.
Askerler arasından bir marş yükseldi:
Kalkın, ey yeryüzünün...
164
Subay fırladı, çileden çıkmış bir halde cıyak cıyak bağırdı:
«Başçavuş Kraynov! Susturun şunları!»
Ana sendeleyerek, teğmenin fırlattığı sırık parçasına yaklaştı, yeniden eğilip kaldırdı.
«Kapatın şunların ağzını!»
Sesler birbirine karıştı, kısıldı, marş anlaşılmaz oldu, sönüp gitti. Biri ana'yı omuzlarından tutup geriye
döndürdü, sırtından itti:
«Git buradan, git...»
Subay: M «Sokağı temizleyin!» diye emir verdi.
Ana, on adım ötede yeni baştan yoğunlaşan bir kalabalık gördü; kükrüyorlar, homurdanıyorlar, ıslık
çalıyorlar, ağır ağır sokağın ucuna doğru geri çekilerek civardaki avlulara doluşuyorlar-. di.
Bıyıklı, genç bir asker yanına yaklaştı, kulağı dibinde:
«Hadi, çek arabanı!» diye bağırarak onu kıyaya itti.
Ana sopaya yaslanarak uzaklaştı. Dizleri bükülüyordu. Düşmemek için öbür eliyle duvarlara, tahta
perdelere tutunuyor-du. Önünde, göstericiler tepiniyorlardı. Arkasında, yanında yöresinde, askerler:
«Hadi, hadi!» diye bağırarak ilerliyorlardı.
Ana askerlerin gerisinde kaldı, çevresine baktı. Arkada, sokağın ucunda, aralıklı bir şerit halinde
yaskerler, boşalmış olan alanın girişini kapatıyorlardı. Önde, kur|unî gölgeler yavaş yavaş kalabalığın
üstüne yürüyorlardı.
Ana geri dönmek istedi, ama farkına varmadan ilerleyişini sürdürdü. Dar bir sokağa çıktı. Artık
kimsecikler yoktu orada. Sokağa girdi.
Yeniden durdu. Derin derin iç geçirdi, kulak kabarttı. Oralarda bir yerde sesler uğulduyordu. Sopaya
yaslanarak yeniden yürümeye başladı. Kaşlarını oynatıyordu. Birden alnı nemlendi, du-dukları kımıldadı,
eli titredi, içinden haykırmak, bağırmak geldi.
Sokak sola dönemeç yapıyordu. Ana orada epeyce kalabalık bir grup gördü. Güçlü bir ses işitti:
«İnsan kabadayılık olsun diye süngülere meydan okumaz, çocuklar!»
165
«Gördünüz, değil mi? Askerler üzerlerine yürüdüler de, hiç biri yerinden kıpırdamadı. Korktukları yok
bizim delikanlıların...»
«Ne yiğit çocuk şu Pavel VlasovL.»
«Ya Küçükrusyalı?..»
«Elleri arkasında, gülümseyerek dimdik duruyordu kerata!»
Ana kalabalığı yararak ilerledi.
«Dostlarım!» diye bağırdı. «İyi yürekli insanlar!»
Saygıyla yana çekildiler. Biri gülmeye başladı:
«Bakın, bayrak elinde, bayrağı almış!»
«Sus!» dedi sert bir ses.
Ana kollarını iki yana açtı.
«Dinleyin. Hazreti İsa aşkına dinleyin! Hepiniz bizdensiniz. Hepiniz iyi insanlarsınız. Açın gözlerinizi,
korkmadan bakın. Ne oldu? Çocuklarımız, kanımız, canımız, gerçeği savunmaya kalkıyorlar. Hepiniz için,
bebeleriniz için, kendilerini Hazreti İsa gibi acı çekmeye mahkûm ediyorlar. Aydınlık günler arıyorlar.
Başka bir yaşam hakça bir yaşam istiyorlar. Herkesin iyiliğini istiyorlar!..»
Yüreği parçalanıyordu. Göğsü sıkışıyordu. Boğazı kurumuş, yanıyordu. Yüreğinin derinliklerinde her şeyi
ve herkesi kucaklayan engin bir sevgi oluşuyordu. Sözler gittikçe daha güçlü, daha kolay fışkırıyordu
ağzından
Kendisini dinlediklerini, sustuklarını görüyordu. Çevresini alanların düşündüklerini anlıyordu. Ve içinde,
belirgin bir istek büyüyordü; bu insanları oğluna doğru, Andrey'e doğru, yüzüstü bırakılan gençlere
doğru itmek isteği.
Gözlerinin gamlı ve dikkatli yüzler üzerinde gezdirerek sürdürdü:
«Çocuklarımız herkes uğruna. Hazreti İsa gerçeği uğruna mutluluğa doğru yürüyorlar. Kötü
insanlarımızın, yalancı insanlarımızın, yırtıcı insanlarımızın bizleri köle halinde tutmak, zincire vurmak,
ezmek için kullandıkları her şeye karşı çıkıyorlar! Gençliğimiz kanımız, canımız tüm halkımız için
yürüyor! Onları yüzüstü bırakmayın! Onlara karşı çıkmayın, çocuklarınızı yürüdükleri yolda tek başlarına
bırakmayın! Kendinize acıyın. Oğullarınızın duygularına inanın. Gerçek onların yüreğinde doğmuştur.
Gerçek için feda ediyorlar kendilerini. Güvenin onlara!»
166
, Sesi kısıldı. Sendeledi. Gücü tükenmişti. Koltuk altlarından tutup desteklediler onu.
Duygulanan biri:
«Tanrının sesi bu!» diye bağırdı. «Dinleyelim, dostlar!»
Bir başkası acıdı Ana'ya:
«Kendini kahrediyor zavallıcık!»
«Kendini kahrettiği yok, budalalığımızı yüzümüze vuruyor o... Anlaşana!»
Tiz, titrek bir ses yükseldi kalabalığın arasında:
«Ey Hıristiyanlar! Benim saf ruhlu Mitri'm öyle yapmadı mı? Arkadaşlarının, sevgili arkadaşlarının
ardından gitti...»
«Doğru söylüyor. Biz niye yüzüstü bırakıyoruz çocuklarımızı? Ne kötülük ettiler ki bize?»
«Evine dön Pelageya!» dedi Sizov. «Hadi anacığım! Bitkin düştün!»
Yüzü solgundu. Darmadağın sakalı titriyordu. Birden, kaşlarını çattı, sert bakışlarını kalabalığın üstünde
gezdirdi, doğruldu, açık seçik bir sesle:
«Oğlum Matya fabrikada ezildi, biliyorsunuz,» dedi. «Ama sağ olsaydı, kendi elimle yollardım onların
saflarına... Kendisine derdim ki: sen de git Matya, haklı bir dava bu, git görevini yap!»
Hepsi susuyorlardı. Düşünceliydiler. Yeni, ulu bir duyguya kapılmışlardı, ve korkmuyorlardı artık. Sizov
kolunu kaldırıp salladı, konuşmasını sürdürdü:
«Size bunu söyleyen, eskilerden biri. Beni tanırsınız! Otuz dokuz yıldır burda çalışıyorum; elli üç
yaşındayım. Yeğenim temiz, akıllı bir çocuk: onu da götürdüler bugün. O da en önden yürüyordu.
Vlasov'un yanıbaşında, tam bayrağın arkasında.»
Dönüp Ana'nın elini tuttu:
«Bu kadın gerçeği söyledi. Çocuklarımız akılcı, onurlu bir yaşantı sürmek istiyorlar, bizse onları yüzüstü
bıraktık, evet, bırakıp kaçtık!.. Hadi git artık, Pelageya...»
Ana yaşlı gözlerle çevresindekilere baktı.
«Sevgili dostlarım!» dedi. «Yaşam çocuklarındır, dünya çocuklar için yaratılmıştır!..»
«Hadi, git, Pelageya! Al şu sopayı!» dedi Sizov, ve kırık bayrak direğini ona uzattı:
167
Ana'ya acı ile, saygı ile bakıyorlardı. Bir seVgi mırıltısı işitildi. Sizov sessizce yol açtı ona. Sanki gizemli
bir güç onları itiyor-muş gibi, hepsi bir yana çekiliyor, sonra alçak sesle aralarında kısa konuşmalar
yaparaktan Ana'nın ardı sıra yürüyorlardı.
Evinin kapısına varınca geriye döndü, elindeki sopaya dayanarak onları selâmladı, minnet dolu bir sesle
usulca:
«Hepinize teşekkürler...» dedi.
Sonra, kafasında doğan yeni düşünceyi anımsadı:
«Eğer uğrunda ölen insanlar bulunmasaydı, Hazreti İsa olamazdı...»
Kalabalık sessiz sedasız Ana'ya bakıyordu.
Pelageya eğilip bir daha selâmladı onları ve evine girdi. Sizov başını eğerek peşinden içeri girdi.
Kalabalık bir süre daha kaldı orada.
Kendi aralarında kısaca tartıştılar.
Sonra yavaş yavaş dağıldılar,
168
İKİNCİ KISIM
BİRİNCİ BÖLÜM
" Günün geri kalan bölümü, anılarla yüklü bir sis içinde, bedeni ve ruhu ezen ağır bir yorgunlukla geçti.
Çelimsiz subayın gölgesi kurşuni bir leke gibi zıplıyordu Ana'nın gözü önünde; Pavel'in bronzlaşmış yüzü
aydınlanıyor, Andrey'in gözlerinin içi gülüyordu.
Ana odanın içinde gidip geliyor, pencerenin yanında oturuyor, sokağı izliyor, kaşlarını çatıp yeniden
yürüyordu. Titriyordu. Kafası bomboştu. Ortalığa bakmıyordu bir şey arar gibi. Su içti, ama hep
susuyordu. Göğsünü yakan kaygıyı, alçalma duygusunu söndüremiyordu. Gün iki bölüme ayrılmıştı; birinci
bölümün bir anlamı, bir içeriği vardı, ama ikinci bölümü akıp gitmiş, yerinde kahredici bir boşluk kalmıştı.
Karşılıksız bir soru zonk-layıp duruyordu kafasının içinde.
«Şimdi ne yapmalı?..»
Maria Korsunov çıkageldi. Elini kolunu sallaya sallaya bağırdı, ağladı, coştu, tepindi, ne önerdiği, ne vaat
ettiği, kime gözdağı verdiği anlaşılmadı. Ana kayıtsız kaldı.
Maria cırtlak sesiyle:
«Gördün mü nasıl ayranı kabardı milletin?» diyordu. «Tüm fabrika ayağa kalktı.»
Pelageya usulca başını salladı:
«Evet, öyle!»
Sabit bakışlarında o günün olayları sürüyordu. Geçmiş olan olaylar... Andrey ve Pavel'le birlikte
kendisinden koparıp götürdükleri şeyleri görüyordu. Ağlayamıyordu. Göğsü sıkışmıştı, gözlerinde yaş
yoktu, dudakları da kurumuştu. Ağzında tükürük kalmamıştı. Elleri titriyor, sırtından aşağı hafif hafif
ürperiyordu.
Akşam jandarmalar geldi. Ana onların gelişihe ne şaştı, ne de korktu. Gürütüyle içeri daldılar. Neşeli ve
hoşnut görünüyorlardı. Sarı suratlı subay pis pis gülerek:
169
«Söyleyin bakalım, nasılsınız?» dedi. «Üçtür rastlıyoruz birbirimize, öyle değil mi?»
Ana susuyor, kupkuru dilini dudakları üzerinde gezdiriyordu. Subay epey konuştu, ukalâlık etti. Kendi
sözlerini işitmekten hoşlandığı belliydi. Gelgelelim, söyledikleri Ana'nın kulaklarına varmıyor, onu
rahatsız etmiyordu. Ancak:
«Sen de suçlusun, Ana, oğluna Allaha ve Çara karşı saygı aşılamadığın için suçlusun!» dediğf zaman,
kapının içinden boğuk bir sesle ve yüzüne bakmadan şu karşılığı verdi:
«Evet, çocuklarımız bizi yargılayacaklardır. Onları bu yolda yalnız bıraktığımız için bizleri haklı olarak
mahkûm edeceklerdir...»
Subay:
«Ne diyorsun?» diye bağırdı. «Daha yüksek sesle konuş!»
Ana içini çekti:
«Diyorum ki, bizleri yargılayacak olanlar, çocuklarımızdır!»
Subay sinirli bir sesle hızlı hızlı söylev çekmeye başladı. Ama sözleri Ana'ya dokunmuyordu bile.
Maria Korsunov tanık olarak çağırılmıştı. Ana'nın yanıbaşın-da duruyor, ama yüzüne bakmıyordu. Subay
kendisine soru sorunca, iki büklüm eğiliyor ve tekdüze bir sesle:
«Bilmiyorum ekselans!» diye yanıt veriyordu. «Ben cahil bir kadınım, aklımın elverdiği oranda ticaretimle
uğraşırım, hiç bir şey bilmem...» •
Subay bıyığını burarak:
«Peki peki, yeter!» diye kestirip attı.
Maria eğilip arkasından nanik yapıyor, Pelageya'nın kulağına:
«Sen de yapsana!» diye fısıldıyordu.
Ana'nın üstünü aramasını buyurdular. Gözlerini kırpıştırdı, ürkek bir sesle:
«Nasıl yapacağımı bilmiyorum, Eskelans!» dedi. . Subay ayağını yere vurdu, bağırıp çağırmaya başladı.
Maria gözlerini yere eğdi:
«Hadi Pelageya,» dedi, «düğmelerini çöz...»
Giysilerini aradı, yokladı. Kan tepesine sıçramıştı.
«Ah! köpekler!» diye soludu.
170
Subay, aramanın yapıldığı köşeye bakarak sertçe bağırdı:
«Ne söylenip duruyorsun öyle?» v Maria ürkek bir tavırla:
«Kadın işi, Ekselans!» diye mıraldandı.
Subay, Ana'ya tutanağı imzalamasını buyurdu. Peiageya tutuk bir elle kalemi bastıra bastıra kitap
yazısıyla şunlan yazdı: "Pelageya Vlasov, bir işçinin dul karısı.»
Subay, küçümser bir havayla yüzün ekşitti.
«Ne yazdın oraya?» diye sordu. «Niye yazdın onu?»
Sonra kötü kötü güldü.
«Yabaniler!» dedi.
Jandarmalar çıkıp gittiler. Ana, pencereye yaklaştı, kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu, gözlerini
boşluğa dikti, uzun süre öyle durdu. Kaşları yukarı kalkmış, dudakları büzülmüştü. . Çenelerini öyle
kuvvetli sıkıyordu ki, az sonra dişleri ağrıdı. Lambanın gazı tükenmişti. Işık can çekişiyordu. Cızırdayan
fitili üfledi, karanlıkta kaldı. Üzüntülü bir şaşkınlık koyu bir bulut gibi göğsüne doldu, kalp atışlarını
zolaştırdı. Bacakları ve gözleri yorgundu. Maria pencerenin altında durup uyuşuk bir sesle bağırdı:
«Uyuyor musun, Pelageya? Uyu kurban, uyu!»
Ana soyunmadan yatağına uzandı. Anafora kapılmış gibi, hemen derin bir uykuya daldı.
Rüyasında, bataklığın ötesinde, kente giden yolun üzerindeki sarı kum tümseğini gördü. Kum ocaklarında
son bulan yokuşun tepesinde Pavel ayakta durmuş, Andrey'in sesiyle yavaşça:
Kalkın ey yeryüzünün lânetli insanları...
diye şarkı söylüyordu.
Pelageya tümseğin önünden geçiyor, elini alınana koyarak oğluna bakıyordu. Delikanlının karartısı mavi
gök üstünde açık seçik beliriyordu. Pelageya utanıyordu ona yaklaşmaya, çünkü gebeydi. Kollarında da
başka bir bebek taşıyordu. Yürüyüşünü sürdürdü. Tarlalarda çocuklar top oynuyorlardı. Kalabalıktılar,
top kırmızıydı. Kucağında taşıdığı bebek kollarını onlara doğru uzattı, yüksek sesle ağlamaya başladı.
Pelageya meme verdi
171
ona ve geri döndü. Askerler tepeciği sarmışlar, süngülerini Ana'ya çevirmişlerdi. Hızla tarlaların
ortasında bulunan bir kiliseye koştu. Olağanüstü yüksek, beyaz, hafif bir kiliseydi.. Sanki bulutlardan
yapılmıştı. Cenaze vardı. Büyük, siyah bir tabut duruyordu kilisede. Tabutun kapağı çakılıydı, Papazla
diyakos, beyaz ayin cübbesi giymişler, ilâhiler okuyorladı:
«Hazreti İsa ölüler arasından dirilip kalktı...»
Diyakos buhurdanı salladı, Ana'ya selâm verdi, gülümsedi. Samoylov gibi onun da saçları kızıl, yüzü
neşeliydi. Kubbeden güneş ışınları süzülüyordu. Koro yerinin iki yanında çocuklar ilâhi okuyorlardı:
«Hazreti isa dirilip kalktı...»
Ansızın papaz kilisenin ortasında durup bağırdı:
«Yakalayın şunları!»
Cüppesi yokoluverdi, yüzünde tuz-biber bıyıklar belirdi. Hepsi koşuşmaya başladılar. Diyakos bile
buhurdanı bir köşeye fırlattı, Küçükrusyalı gibi başını elleri arasına aldı. Ana, bebeği müminlerin
ayakları dibine attı. Müminler kaçarken çocuğu çiğnemekten kaçınıyorlar, küçücük çıplak vücuda ürkek
bakışlar fırlatıyorlardı. Ana diz çöküyor, onlara:
«Çocuğu bırakmayın, onu da birlikte götürün!» diye bağırıyordu.
Küçükrusyalı, ellerini ardında kavuşturmuş, gülümseyerek ilâhi okuyordu: •
«Hazreti İsa ölüler arasından dirilip kalktı...
Pelageya eğildi, çocuğu kaldırdı, bir tahta arabaya koydu. Nikolay arabanın yanı sıra yürüyor, gülerek
şöyle diyordu:
«Zor bir iş verdiler bana...»
Sokak çamurluydu. Pencerelerden başlar uzanıyordu; ıslık çalıyor, bağırışıyor, el kol hareketleri
yapıyorlardı. Gökyüzü açıktı. Yakıcı bir güneş ısıtıyordu ortalığı. Hiç gölge yoktu.
«Şarkı söyleyin, küçükanne!» diyordu Nikolay. «Yaşam budur!»
Kendisi de şarkı söylüyordu. Sesi bütün gürültüleri bastırıyordu. Ana onun ardından gidiyordu.
Birdenbire yanlış bir adım attı, dipsiz bir uçuruma yuvarlandı. Düştükçe, uçurumdan çığlıklar
yükseliyordu...
172
Şarsıla sarsıla uyandı. Ağır, kaba bir el yüreğini yakalamış, acımazca sıkıyordu sanki. Fabrika düdüğü
inatla uluyordu. Ana, bunun ikinci düdük olduğunu anladı. Karmakarışık odanın içerisinde kitaplar
dağılmıştı. Her şey altüst olmuştu. Jandarmaların ayakları döşemeyi kirletmişti.
Kalktı, yıkanmadan, dua etmeden, ortalığı düzeltmeye başladı. Mutfakta, üzerinde kırmızı bir bez
bulunan kırık bayrak direğini gördü; kızgınlıkla kaldırdı sırık parçasını, sobaya atmak istedi, ama
ucundaki bezi çıkardı, katlayıp cebine soktu. Sonra sırığı dizinde kırdı, parçaları odun kutusuna attı.
Pencereyi, döşemeyi bol suyla yıkadı, semaveri hazırladı, giyindi, mutfak penceresinin yanında oturdu.
Bir gün önce kafasını kurcalayan soru yeniden karşısına dikildi:
«Şimdi ne yapmalı?»
Daha dua etmediğini anımsadı. Birkaç dakika ikonların önünde ayakta durdu, yine oturdu. Yüreği boştu.
Garip bir dinginlik çökmüştü ortalığa. Bir gün önce sokaklarda bağırıp çağıranlar bugün sanki evlerde
saklanıyorlar, o olağanüstü günü düşünüyorlardı.
Birden, gençlik yıllarında gördüğü bir olay geldi aklına: Zau-saylov senyörlerinin asırlık parkında, yüzü
nilüferlerle kaplı geniş bir yapay göl vardı. Bir sonbahar günü oradan geçerken gölün ortasında bir
sandal görmüştü. Göl karanlık ve durgundu. Sandal, sararmış yapraklarla süslü siyah sulara yapışmış
gibiydi. Ölü yapraklar ortasında kımıltısız duran o bomboş, küreksiz tekneden derin bir hüzün, gizemli
bir keder yayılıyordu ortalığa! Pelageya orada uzun uzun durmuş, sandalı acaba kıyıdan bu kadar uzağa
kim itti, niye itti diye kendi kendine sorup durmuştu. O akşam, şato kâhyasının karısı gölde boğulmuş
diye haber çıkmıştı. Ölen kadın, her zaman hızlı hızlı yürüyen, saçları hep darmadağınık duran ufak
tefek bir kadındı.
Ana, elini gözlerinde gezdirdi. Bir gün önceki olaylar geldi aklına. Bakışını soğuyan çayına dikti, öylece
kalakaldı sandalyenin üzerinde. Akıllı bir kimseyle görüşmek, bir sürü şey sormak istiyordu canı.
Dileğini yerine getirmek için sanki, öğleden sonra Nikolay İvanoviç çıkageldi. Ne var ki onu görünce Ana
birdenbire kaygılandı. Selâmına karşılık.vermeden usulca:
173
«Ah dostum, buraya gelmekle iyi etmediniz,» dedi. «Tedbirsizlik ettiniz. Sizi görürlerse mutlaka
tutuklarlar.»
Nikolay, Ana'nın elini kuvvetle sıktı, gözlüklerini düzeltti, yüzünü onun yüzüne yaklaştırarak kısaca
durumu açıkladı:
«Pavel, Andrey ve ben şöyle kararlaştırmıştık: Eğer onlar yakalanırlarsa, ben sizi kente götürüp bir
yere yerleştirecektim. Aramaya geldiler mi?»
«Geldiler. Her yere burunlarını soktular, üstümü aradılar. Bu adamlarda ne utanmak var ne vicdan!»
Nikolay omuzlarını silkti.
«Niye olsun yani?» dedi.
Niçin kente gidip orada yaşaması gerektiğini açıklamaya koyuldu.
Ana donuk bir gülümsemeyle Nikolay'a bakıyor, onun sevecen sesini dostluk duygularıyla dinliyordu.
İleri sürdüğü gerçekleri pek arılamıyorsa da, ona karşı duyduğu tatlı güvene kendisi de şaşıyordu.
«Mademki Pavel öyle istiyor, ve eğer sizi sıkıntıya sokmazsam...»'
«Siz onu tasa etmeyin. Ben yalnız başıma yaşarım. Arada sırada ablam gelir, o kadar.»
Ana şart koydu:
«Ekmeğimi kazanmak isterim!»
«Nasıl isterseniz.... Size göre bir iş buluruz.»
Şimdi artık Ana için çalışmak, oğlu ve arkadaşları gibi çalışmak anlamını taşımaktaydı. Nikolay'a
yaklaştı, gözlerinin içine baka baka sordu:
«Bana iş bulacak mısınız?»
«Evim küçüktür. Bekâr evi...»
Pelageya usulca
«Ben o tür bir iş demiyorum!»
Nikolay ne demek istediğini anlamadı diye gocunmuştu. İç çekti. Ama Nikolay'ın miyop gözlerinin içi
gülüyordu. Bir an daldı.
«Pavel'i ne zaman görürseniz, hani o gazete çıkarmamızı isteyen köylüler vardı ya, onların adresini
öğrenebilir misiniz kendisinden?..»
Ana neşeyle haykırdı:
«Ben tanırım onları! Onları bulur, bana ne derseniz yaparım. Yasak kâğıtlar taşıdığım kimin aklına gelir?
Fabrikaya öyle çok kâğıt taşıdım ki!»
Omuzunda heybe, elinde değnek, ıssız yollarda gide gide, orman demeden, köy demeden dolaşıp durmak
hevesine kapıldı birdenbire.
«Rica ederim, bana verin bu işi sevgili dostum.» dedi. «Nereye isterseniz giderim, bütün yörelerde
yolumu bulurum, yaz olmuş kış olmuş, aldırmam, bir hacı adayı gibi, mezara girinceye dek giderim. Benim
için imrenilecek bir durum değil mi bu?»
J Bununla birlikte, hayalinde kendini yuvasız, serseri bir
yaşantı içinde, izbelerin pencereleri altında sadaka dilenir görünce, tasalandı.
Nikolay usulca elini tuttu, sıcak parmaklarıyla okşadı. Sonra saatine bakarak:
«Sevgili dostum!» diye haykırdı Ana. «En çok sevdiğimiz kimseler olan çocuklarımız özgürlüklerini,
canlarını feda edecekler, acımadan mahvedecekler kendilerini, ve ben, ben ki bir -.:- anayım, bir
şey yapmayacak mıyım? Neler yapmam ki!»
Nikolay sarardı. Okşayıcı bir ilgiyle Ana'ya bakarak:
«Biliyor musunuz?» dedi. «Böyle sözleri ilk kez işitiyorum...»
Ana, başını hüzünle salladı:
«Ne diyebilirim ki?»
Güçsüzlük belirten bir hareketle kollarını sarkıttı.
«Şu ana yüreğinin içindeki şeyleri belirtebilecek sözcükleri bir bulsam...»
Sözcükler onu sarhoş etmiş de içinden bir kuvvet İtmiş gibi, oturduğu yerden kalktı:
«Bir bilsem, çoklarını ağlatırdım alimallah... Kötü insanları, vicdansız insanlar bile...»
Nikolay da kalktı, bir daha baktı saate:
«Demek, kararınız karar... Benim eve yerleşiyorsunuz!»
Ana sessizce başını salladı:
«Ne zaman? Elverdiğince çabuk olsun...»
Nikolay tatlı bir sesle ekledi:
174
175
«Sizin için kaygılanacağım, inanın!»
Ana şaşkınca baktı Nikolay'a. Niçin ilgileniyordu kendisiyle? Başını eğmiş, sıkılgan bir gülümsemeyle
önünde duruyordu. Sırtı kamburlaşmıştı. Gözleri miyoptu. Süssüz, siyah bir ceket giymişti. Üzerinde
taşıdığı her şeyi başkasından ödünç almıştı sanki. Çekine çekine:
«Paranız var mı?» diye sordu.
«Hayır!...»
Nikolay hemen kesesini çıkardı cebinden, ağzını açtı, Ana'ya uzattı:
«Buyrun, alın lütfen...»
Ana, elinde olmayarak gülümsedi.
«Her şey değişti!» dedi «Sizin için para bir değer taşımıyor artık! Adam var, ruhunu satıyor para için,
sizler için bir anlamı yok. Parayı sanki yalnızca başkalarına yardım etmek için saklıyorsunuz...»
Nikolay usulca güldü:
«Para hoş bir şey değil. Vermekten de almaktan da sıkılır insan...» >
Ana'nın elini tuttu, kuvvetle sıktı.
«Elverdiğince çabuk gelirsiniz, değil mi?» diye yineledi.
Ve her zamanki gibi sessizce ayrıldı.
Pelageya onu uğurladıktan sonra şöyle düşündü:
'Ne iyi insan... ama bize acıdığını söylemedi.'
Böyle olması hoşuna mı gitmiyordu, yoksa buna şaşmış mıydı? Kendisi de anlayamadı.
İKİNCİ BÖLÜM
Bu ziyaretten dört gün sonra yola koyuldu Pelageya. Kendisi ve iki bavulunu taşıyan araba mahalleden
çıkıp kırda yol almaya başlayınca arkaya baktı, yaşamının en dertli ve zor döneminin geçtiği, yeni acılar,
yeni sevinçlerle dolu başka bir dönemin başladığı o mahalleden bir daha geri dönmemek üzere ayrıldığını
sezinliyordu.
176
Fabrika, koyu kırmızı renkte dev bir örümcek gibi, kapkara kurumla örtülü düzlüğün üzerinde
yayılıyordu göklere uzanan bacalarıyla. Tek katlı işçi evleri fabrikanın çevresinde sıkışmıştı. Basık,
kurşunî evler bataklığın kıyısında toplanmıştı. Ufak, donuk pencereleri hallerinden yakınırcasına
birbirine bakıyordu. Fabrika gibi koyu kırmızı renkte olan kilise, evlerden yukarı yükseliyor, ama çan
kulesi fabrika bacalarından daha alçakta kalıyordu.
Ana içini çekti, boğazını sıkan bluzunun yakasını açtı.
Arabacı, yuları atın sırtında sallayarak:
«Deh!» diyordu.
Kaç yaşında olduğu belli olmayan, seyrek sakallı, uçuk gözlü, paytak bir adamdı. Yalpalaya yalpalaya
arabanın yanından yürüyordu. Yolculuğun hedefi belli ki onu hiç ilgilendirmiyordu. Paytak bacaklarını
gülünç biçimde uzatarak:
«Deh!» diyordu.
Sesi cansızdı. Ağır çizmelerinde kurumuş çamurlar vardı.
Ana çevresine bir göz gezdirdi. Ruhu gibi, tarlalarda bomboştu.
Beygir acınacak durumdaydı. Kafasını sallıyor, ayakları güneşten ısınan kalın kum tabakasına
gömülürken lap lup sesler çıkarıyordu. İyi yağlanmamış olan eski araba gıcırdıyordu. Bü-. tün bu sesler
tozlarla birlikte yolcunun ardında kalıyordu...
Nikolay İvanoviç kentin ucunda, tenha bir sokakta, yaşlılıktan çökmek üzere olan iki katlı karanlık bir
evin bitişiğindeki küçük, yeşil boyalı bir evde oturuyordu. Evin önünde sık bitkilerle dolu ufak bir bahçe
vardı. Leylâkların, akasyaların dalları, genç kayınların gümüş yaprakları, evin üç odasının pencerelerinden
içeri tatlı bakışlar fırlatıyordu. Odalar sessiz ve temizdi. Yaprakların dişli gölgeleri döşemenin üzerinde
sessizce tireşiyordu. Duvarlarda, sert bakışlı kişilerin portreleri altında kitap yüklü raflar uzanıyordu.
Nikolay, Anayı ufak bir odaya soktu. Bir penceresi bahçeye, bir penceresi sık otlar biten avluya
bakıyordu. Bu odanın duvarları da kitap yüklü dolaplar ve raflarla kaplıydı.
«Burada rahat olur musunuz?» diye sordu. - «Bence mutfak daha iyi,» dedi Ana. «Orası temiz,
aydınlık..»
Ana / F: 12
177
Nikolay bir şeyden korkuyormuş gibi davranıyordu. Ama ezile büzüle onu kandırmaya uğraşıp da
mutfaktan caydırınca, bir anda neşesi yerine geldi.
Üç odada bambaşka bir hava vardı. Hafif, hoş bir hava. İnsan ister istemez sesini alçaltıyor, duvarlarda
sabit bakışlarla canlıları izleyen kişilerin sakin düşüncelerini bozmaktan kaçınıyordu.
Ana, pencerenin kıyısına sıralanmış saksıların toprağını elledi.
«Çiçekleri sulamak gerek,» dedi.
Nikolay suçlu bir tavırla:
«Ya, evet!» dedi. «Valla, çiçekleri severim ama onlarla uğraşacak zamanım yok.»
Bir şey çekti Pelageya'nın dikkatini: bu rahat evde bile Nikolay dikkatle yürüyor, çevresinde bulunan
her şeye yabancıy-mış gibi davranıyordu. Yüzünü baktığı şeylere yaklaştırıyor, sağ elinin ince
parmaklarıyla gözlüğünü düzelterek gözlerini kırpıştırıyor, kendisini ilgilendiren eşyaya ilgiyle
bakıyordu. Kimi zaman o eşyayı eline alıyor, yüzüne yaklaştırıyor, iyice inceliyordu. Sanki Ana ile birlikte
yeni gelmişti o eve, sanki odada bulunan her şey kendisine yabancıydı, tıpkı Anaya olduğu gibi... Pelageya,
onu bu denli dalgın görünce kendi evindeymiş gibi oldu, hiç yardırgamadı yabancı evi. Nikolay'ın
ardından her yeri dolaştı, her şeyin yerini belledi, nasıl yaşadığı konusunda sorular yöneltti. Nikolay,
gerektiği biçimde davranmayan, ama başka türlü yapamayan, ve bu nedenle özür dileyen bir kimse
tavrıyla yanıtlıyordu onun sorularını.
Ana çiçekleri suladı, piyanonun üzerinde darmadağınık duran notları düzgünce istif etti, sonra semavere
baktı.
«Bunu temizlemek gerek,» dedi.
Nikolay parmağıyla metali yokladı, parmağını burnuna götürüp kokladı. Yüzü pek ciddileşmişti. Ana
hoşgörüyle gülümsedi.
Akşam, yatağa girip de o günkü olayları aklına getirince, başını yastıktan kaldırıp şaşkınca çevresine
baktı, ömründe ilk kez bir yabancının çatısı altında yatıyordu. Oysa hiç sıkılganlık duymuyordu. Sevgiyle
düşündü Nikolay'ı. Ona elinden geldiğince yardım etmek, yaşantısına biraz sıcaklık, sevecenlik katmak
isteği duydu. Onun sıkılganlığı, gülünç becereksizliği, 178
yaşamın pratik yönünü hiç bilmemesi, duru gözlerinin hem çocuksu, hem akıllı havası duygulandırıyordu
Ana'yi- Sonra aklı yeniden oğluna gitti. 1 Mayıs'ı düşündü. Bu tarih artık yeni bir anlam taşıyor, yeni
titreşimler yaratıyordu. O günün getirdiği acı da bir başka türlüydü: insanı tepeleyen bir yumruk gibi
inmiyor, başları yere eğdirmiyordu. Yüreği eziyor, sakin bir öfke uyandı-. rıyordu yalnız, ve bu öfke eğik
sırtları doğrultuyor, başlan dik-leştiriyordu.
Kentteki gece yaşantısının gürültüleri ağaçların yapraklarını sarsarak açık pencereden içeriye
doluyordu. Pelageya'nın tanımadığı bu gürültüler uzaktan geliyor, eve varana dek gücünü yi- îiriyor ve
odanın içinde eriyordu. Ana bu seslere kulak kabarttı } ve:
«Çocukların her biri bir yana çekilip gidiyor şu dünyada!» diye düşündü.
Ertesi sabah erkenden semaveri temizledi, yaktı, bulaşıkları yıkayıp yerine yerleştirdi ve hiç gürültü
etmedi. Sonra mutfakta oturup Nikolay'ın uyanmasını bekledi. Sonunda öksürüğü işitildi ve delikanlı
göründü. Bir eliyle gözlüğünü tutuyor, öbür eliyle boğazını koruyordu. Pelageya, selâmına karşılık
verdikten sonra semaveri odaya taşıdı. O sırada Nikolay yerlere su sıçrataraktan yıkanıyor, sabunu, diş
fırçasını yere düşürüyor, kendi beceriksizliğine homurdanıyordu.
Kahvaltı ederken dedi ki:
«Taşra yönetiminde pek tatsız bir görev yaparım: köylülerimizin nasıl mahvolduklarını incelerim...»
Suçlu gibi gülemsedi:
«Sürekli açlık yüzünden güçsüz düşen bu zavallılar erkenden ölürler. Çocukları cılız doğar, güz sinekleri
gibi dökülürler. Bu âfetin nedenlerini biliyoruz aslında; onları iyice inceledik mi, maaşımızı alırız,
görevimiz de bitmiş olur. Zaten maaş almaktan başka bir şey yaptığımız yok ya...»
«Peki siz nesiniz? Öğrenci mi?» diye sordu Pelageya.
«Hayır, okul öğretmeniyim ben. Babam Viatka'da fabrika müdürü; ben öğretmen oldum. Ama, köylülere
kitap dağıttığım için hapse attılar beni. Sonra bir kitabevinde memur olarak çalı-tım. Ama orada
tedbirsiz davrandım, yine yakaladılar. Arkangei'e sürdüler beni. Orada da başım valiyle belâya girdi, bu
sefer
179
Beyaz Deniz kıyısından küçük bir köye gönderdiler. Orada beş yıl kaldım.»
Güneşle dolup taşan aydınlık odada sesi durgun ve tekdüze çıkıyordu. Ana çok dinlemişti bu tür öyküleri,
Pavel'in arkadaşları bu öyküleri niçin böylesine rahat, sanki kaçınılmaz olay-larmış gibi anlatırlardı, buna
hiç bir zaman aklı ermemişti.
«Bugün kızkardeşim gelecek,» dedi Nikolay.
«Evli mi?»
«DuK Kocası Sibirya'ya sürüldü, oradan kaçtı ve yabancı ülkelerde veremden öldü. İki yıl oldu.»
«Kızkardeşiniz sizden küçük mü?»
«Altı yaş büyük. Ona çok şey borçluyum. Göreceksiniz ne güzel çalar! Bu piyano onun. Burada bulunan
birçok şey onun; kitaplar benim..!»
«Nerede oturur?»
Nikolay gülümsedi:
«Her yerde. Nerede gözünü daldan budaktan esirgemez birine gerek duyulursa o da oradadır.»
«O da mı şeyle... bu davayla uğraşır?»
«Elbette!»
Daireye gitmek üzere evden ayrıldı. Ana, bunca kişinin inatla, inaçla desteklediği «bu dava»yı
düşünmeye başladı. Bu insanların karşısında, gecenin karanlığında bir dağla karşılaşmış gibi bir duyguya
kapılıyordu. •
Öğleye doğru, siyahlar giymiş, uzun boylu çevik vücutlu bir kadın çıkageldi. Ana, kapıyı açınca ziyeretçi
küçük, sarı bir vilizi yere atıp Pelageya'nın elini yakaladı:
«Siz Pavel'in annesisiniz değil mi?»
Ana, kadının şıklığı karşısında ezilip büzüldü.
«Evet,» diye karşılık verdi.
«Tam düşündüğüm gibisiniz!»
Aynanın karşısına geçip şapkasını çıkardı, konuşmasını sürdürdü:
«Kardeşim buraya yerleşeceğinizi, birlikte yaşayacağınızı yazmıştı bana. Pavel'le ben eski dostuz.
Sizden sık sık söze-derdi.»
Sesi boğuktu. Ağır ağır konuşuyordu, ama hareketleri çabuk
180
ve canlıydı. Kurşunî renkte iri gözlerinin içi, gençlik ve içtenlikle gülüyordu. Şakaklarında incecik
kırışıklar belirmeye başlamıştı. Parlak saçlarında kırlaşmış tutamlar göze çarpıyordu.
«Karnım aç!» dedi. «Bir fincan kahve olsa memnunlukla içerdim.»
«Hemen pişiririm!»
Pelageya dolaptan bir cezve aldı, usulca sordu:
«Sahi, Pavel benden sözediyor mu?»
«Çoook...»
Ufak, meşin bir tabaka çıkardı, içinden bir sigara aldı, yaktı, odanın içinde gidip gelerek sordu: J
«Çok mu kaygılısınız?»
™ Ana, cezvenin altında titreşen ispirto ocağının mavi alevini izliyor ve gülümsüyordu. öylesine
sevinmişti ki, iyi giyimli kadının karşısında duyduğu çekingenlik yitip gitmişti.
«Demek benim sözümü ediyormuş aslan oğlum,» diye düşündü.
«Elbette kaygılıyım,» dedi. «Zor şey. Ama eskiden daha çok üzülürdüm. Şimdi, yalnız olmadığını
biliyorum...»
Ve gözlerini ziyarteçinin yüzüne dikip sordu:
«Adınız ne acaba?» -'--'-- «Sofia.»
Ana dikkatle inceliyordu karşısındakini. Genç kadın ölçüsüz, aşırı atak, telâşlı görünüyordu. Kendinden
emin bir tavırla konuşuyordu.
«Önemli olan, hapishanede fazla kalmamaları, çabuk yargılanmaları. Pavel sürgüne gönderilir
gönderilmez onu kaçırtırız. Onsuz yapamayız burada.»
Ana inanmıyormuş gibi baktı yüzüne. Sofia sigarasını söndürecek bir yer aradı, bir saksının içine soktu.
Ana sözünü tartmadan çığlığı bastı:
«Çiçeklere zarar vereceksiniz!»
«Kusura bakmayın,» dedi Sofia. «Nikolay da böyle der hep.»
İzmariti saksıdan alıp pencereden dışarı fırlattı.
Ana utandı, Sofia'nın gözlerinin içine baktı, suçlu suçlu:
«Özür dilerim,» dedi. «Bunu düşünmeden söyledim. Sizi uyarmak bana düşmezdi.»
181
Sofia omuzlarını silkti:
«Niye olmasın? Mademki dikkatsizlik ediyorum... Kahve oldu mu? Teşekkür ederim. Niçin bir fincan
pişirdiniz? Siz içmiyor musunuz?*
Ve birdenbire Ana'yı omuzlarından tutup kendine doğru çekti, içtenlikle gözlerinin içine bakarak, şaşkın
şaşkın:
«Yoksa sıkılganlık mı?» diye sordu.
Pelageya güümseyerek karşılık verdi:
«Sıkılganlık duysaydım sizi uyarmaya kalkışır mıydım?»
Ve şaşkınlığını gizlemeden, kendi kendine konuşuyormuş gibi söylendi:
«Daha dün geldim sizin eve, bugün sanki evimdeymiş gibi davranıyorum, hiç bir şeyden çekinmiyorum
ağzima geleni söylüyorum...»
Sofia:
«Öyle olmak gerek!» diye haykırdı.
Pelageya sürdürdü:
«Aklım nerde bilmem. Kendimi bile tanımıyorum. Eskiden, birisine açık yüreklilikle bir söz etmeden önce
laf uzun süre eve-lenir gevelenir, zemin hazırlanırdı, şimdi ise... hemen içten olunuyor, eskiden akıldan
bile geçirilmeyen şeyler yekten söyleniyor...»
Sofia ikinci bir sigara yaktı. Duru, tatlı bakışlarla Ana'yı süzüyordu. ,
Ana, kafsanı kurcalayan soruyu geciktirmedi:
«Pavel'i kaçırtacağınızı söylüyorsunuz. Peki ama, kaçtıktan sonra nasıl yaşayacak?»
Sofia bir kahve daha doldurdu.
«Çocuk oyuncağı bu!» dedi. «Bir sürü kaçak nasıl yaşıyorsa o da öyle yaşayacak... örneğin daha bugün bir
kaçakla birlikteydim. Çok değerli bir adam. Beş yıl için sürgün edilmişti, üç-buçuk ay kaldı orada....»
Ana gözlerini ayırmadan Sofia'ya baktı, gülümsedi, kafasını sallayarak alçak sesle:
«Ah!» dedi, «o ne gündü o, 1 Mayıs günülaltüst etti benüAy-nı zamanda iki yol izliyormuşum gibi
huzursuzum. Bir bakıyorsunuz her şeyi anladığımı sanıyorum, sonra birdenbire sisler ara-
182. >
sındaymışım gibi bir duyguya kapılıyorum, örneğin siz, bakıyorum da siz bir hanımefendisiniz, ve bu
davayla uğraşıyorsunuz... Pavel'i tanıyorsunuz, beğeniyorsunuz, bunun için size teşekkür ederim...»
Sofia güldü.
«Asıl size teşekkür etmek gerek!» dedi.
Ana içini çekti: ı
«Niye bana olsun? Bütün bunlan ona öğreten ben değilim ki.»
Sofia sigarasını çay bardağının tabağına bıraktı, başını sarstı, altın sarısı saçları dalga dalga omuzlarına
döküldü. J «Artık soyunmalı, bu cici şeyleri üzerimden atmalıyım,» dei
di.
Ve odadan çıktı.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Nikolay akşama doğru eve döndü. Yemeğe oturdular. Sofrada, Sofia kaçağı nasıl bulduğunu, nasıl
sakladığını gülerek anlattı. Casuslardan korkuyor, adım başında casus görüyordu. Kaçak da pek şaşkın
gözükoyordu. Bunları, anlatırken Sofia'nın ses tonu zor bir iş başaran ve bundan sevinç duyan bir işçinin
böbür-lenişini andırıyordu.
Üstünü değiştirmiş, gümüş renginde hafif, bol bir giysi geçirmişti sırtına. Bu giysi içinde daha uzun
boylu, gözleri daha derin görünüyordu; davranışları daha serinkanlıydı.
Yemekten sonra Nikolay:
«Sofia,» dedi. «Sana yeni bir iş çıktı. Biliyorsun, kırsal bölge için bir gazete çıkarmaya giriştik, ama son
tutuklamalar yüzünden bağlantımız koptu. Dağıtımı sağlayacak adamı ancak Pelageya bulabilir. Onunla
birlikte gideceksin. Elverdiğince çabuk istiyoruz.»
Sofia sigarasını tüttürerek:
«İyi ya!» dedi. «Gidiyor muyuz, Pelageya?»
«Elbette, gidelim.»
«Uzak mı?»
183
«Aşağı yukarı seksen kilometre...»
«İyi ya!.. Ben biraz piyano çalacağım şimdi. Müzikten rahatsız olmazsınız ya, Pelageya?»
Ana, sedirin bir ucuna ilişti:
«Bana sormayın,» dedi. «Ben yokmuşum gibi davranın.»
İki kardeşin, kendisine dikkat etmiyormuş gibi yapmakla birlikte, konuşmalanna ortak etmek fırsatını
hiç kaçamadıklarını görüyordu.
«Dinle, Nikolay! Grieg'in bestesi bu. Bugün getirdim... Pencereleri ört.»
Notayı açtı, sol eliyle usulca tuşlara vurdu. Teller titreşti, yumuşak ve yoğun sesler çıkarmaya başladı.
Sesler birbirini kovaladı. Sağ eli altında duru.sesler kaygılı bir atılım ile havalandı, kalın notalar
üzerinde çın çın öterek döndü durdu, ürkek kuşlar gibi çırpındı.
Bu ezgi önce etiklemedi Ana'yı.Ard arda çıkan sesler bir kakofoni gibi geldi. Bir sürü notanın karmaşık
titreşimlerinden oluşan melodiyi, kulağı seçemiyordu. Yarı uyuklar durumda, geniş sedirin öteki ucunda
bağdaş kuran Nikolay'a bakıyor, Sofia-"nın sert profilini, sarışın gür saçlarla kaplı başını seyrediyordu.
Sıcak bir güneş ışını genç kadının başını ve omuzunu aydınlattı, sonra tuşların üzerine düşüp yorumcunun
parmaklarını sardı. Oda gittikçe müzikle doluyor, Ana'nın yüreği farkına varmadan etkileniyordu.
Ve ansızın geçmişin karanlık girdabında çoktandır unutulmuş bir olayın anısı hortladı, acımışız bfr açık
seçiklikle gün ışığına çıktı.
Bir gece kocası eve çok geç dönmüştü. Körkütük sarhoştu. Karısını kolundan tutup yataktan atmış,
tekmelemiş:
«Defol, leş, bıktım senden!» diye bağırmıştı.
Pelageya darbelerden kurtulmak için iki yaşındaki çocuğunu kapmış, onun küçücük, çıplak ve ılık vücudunu
kalkan gibi kullanmıştı. Pavel ağlıyor, debeleniyordu. Korkmuştu.
Mikhail:
«Defol!» diye kükrüyordu.
Pelageya fırlamış, mutfağa koşmuş, omuzlarına bir şey almış, çocuğu bir şalla sarıp sarmalamış,
bağırmadan, sızlanma-
184
dan, gecelikle, yalınayak sokağa fırlamıştı. Aylardan mayıstı, gece serindi. Sokağın soğuk tozu ayaklarına
yapışıyor, parmakları arasına doluyordu. Bebek ağlıyor, çırpınıyordu. Memesini çıkarmış oğlunu göğsüne
bastırmış, o korkulu yerden uzaklaşmak için yürümüş de yürümüştü. Çocuğu kucağında sallıyor, alçak
sesle şarkı söylüyordu:
«Eee-e... e-e-e-e»
Gün ağarmaya başlayacaktı. Birisi rastlar da o yarı çıplak haliyle görür diye korkmuş, utanmış, bataklığın
kıyısına inmiş, genç titrek kavaklar altında yere oturmuştu. Uzun süre kalmıştı orada. Büyüyen gözlerini
karanlığın içine daldırıp çocuğuna ve kırılan yüreğine ninni söylemişti:
«Ee-e-e-e...»
Başının üstünde, sessizce tünemiş olan siyah bir kuş birdenbire kıpırdanmış, hızını alıp uzaklara
uçmuştu. Ana uyanmış, kalkmış, soğuktan titreyerek evine yönelmişti. Alışkın olduğu korkuya, dayağa,
yeni hakaretlere göğüs germeye...
Duru, kayıtsız, soğuk uyumlu sesler son bir kez daha dalgalandı, yavaş yavaş söndü.
Sofia dönüp usulca sordu kardeşine:
«Hoşuna gitti mi?» - Nikolay birdenbire uyanmış gibi ürperdi.
«Çok!» dedi, «Çok!»
Ana'nın göğsünde anıların yankısı sürüyordu. Kafasına bir düşünce takılıyordu:
'Bu adamlar düzenli, huzur içinde yaşıyorlar.Ayak takımından olduğu gibi küfür etmiyorlar, votka
içmiyorlar, boş bir şey için kavga etmiyorlar...'
Sofia sigara yakmıştı. Çok içiyordu, neredeyse uç ucuna ekliyordu. Dumanını içine çekerek:
«Zavallı Kostia'nın en sevdiği parçaydı bu!» dedi. Ve piyanodan hafif, hüzünlü bir nağme daha çıkararak
ekledi:
«Kendisine bunu çalmayı öyle severdim ki!.. Nasıl da ince duyguluydu, her şeyden anlardı...»
'Herhalde kocasını düşünüyor," diye düşündü Ana, ve gülümsedi.
Sofia tuşlara hafif hafif vurarak, alçak sesle sürdürdü:
185
«Bana çok mutluluk verdi. Öyle iyi bilirdi ki yaşamasını!..»
Nikolay sakalını çekiştirerek:
«Evet,» dedi. «Ruhundan yaşama sevinci fışkırırdı!»
Sofia içmeye başladığı sigarayı attı, Ana'ya döndü:
«Yaptığım gürültü sizi rahatsız etmiyor ya?»
«Bana sormayın, müzikten anlamam ben. Burada oturmuş hem dinliyor, hem düşünceye dalıyorum...»
Anlamadığını itiraf etmekten canının sıkıldığını gizleyemedi. Sofia üsteledi:
«Ama anlamanız gerek! Bir kadın, hele acısı varsa, müziği anlamazlık edemez...»
Kuvvetle tuşlara vurdu. Bir çığlık tınladı. Korkunç bir haberle yüreğinden vurulan ve derin iniltiler
çıkaran bir insanın çığlığı... Ürkek genç sesler birbirini kovalarcasına çil yavrusu gibi dağıldı. Sonra
yeniden kalın, öfkeli bir ses yükseldi, bütün öteki sesleri bastırdı. Mutlaka bir felâket patlak vermişti.
Ama öyle bir felâket ki, sızlanma değil, öfke doğuruyordu. Başka bir ses daha işitildi, ve bu yumuşak,
güçlü ses, güzel, yalın, inandırıcı, coşturucu bir şarkı tutturdu.
Ana'nın yüreği evsahiplerine tatlı sözler söylemek isteğiyle doldu. Müzikten sarhoş olmuş gibi
gülümsüyor, onlara yararlı olabileceğini sanıyordu. Yapılacak bir iş bulmak için çevresine göz gezdirdi,
semaveri hazırlamak için ayak uçlarına basa basa mutfağa gitti.
Ne var ki, yararlı olmak isteği btınunla bitmedi. Çay ikram ederken, bir yandan da sıkılgan bir
gülümsemeyle konuşuyordu. Sevgi dolu sıcak gözleriyle kendi yüreğini de arıtmak istiyordu sanki!
«Bizler, halktan olan kimseler, her şeyi duyarız ama duygularımızı dile getirmekte güçlük çekeriz.
Utanırız, çünkü anlarız ama söyleyemeyiz. Bu sıkılganlık yüzünden çoğu zaman kendi düşüncelerimize
kızarız. Yaşam her yönden sille indirir, yaralar bizi. Dinlenmek isteriz, ama düşünceler engel olur.»
Nikolay gözlüğünü silerek dinliyordu. Sofia gözlerini açmış; Ana'ya bakıyordu. Sönük sigarasını içmeyi
unutmuştu. Hâlâ piyanonun önünde, enstrümana doğru yarı dönük oturuyor, arada sırada sağ elinin ince
uzun parmaklarını hafifçe tuşlarda gez-
186
diriyordu. Piyanonun sesi Ana'nın sözlerine karışıyordu. Pela-geya duygularını yalın, içten sözlerle
anlatıyordu:
«Şimdi ise, kendimden ve başkalarından az çok sözedebil-meye başlıyorum, çünkü... anlamaya başladım,
artık karşılaştırma yapabiliyorum. Bundan önce, karşılaştırma olanağım yoktu. Bizim durumumuzda
olanların hepsi aynı biçimde yaşarlar, ama şimdi başkalarının nasıl yaşadıklarını görüyorum, ben nasıl
yaşardım onu da anımsıyorum, ve... acı oluyor, zor oluyor bu karşılaştırma!»
Sesini alçattı:
«Belki de doğru dürüst sözler söylemiyorum, ve söylemem hiç de gerekli değil belki, çünkü siz her şeyi
biliyorsunuz...»
Sesi ağlamaklı oldu. Gözleri dostça gülüyordu.
«Ama sizin iyiliğinizi ne kadar istediğimi göstermek için içimi dökmek istiyordum!»
Nikolay tatlı bir sesle:
«Görüyoruz!» dedi.
Pelageya konuşma isteğini bir türlü doyuramıyordu. Kendisi için yenilik olan ve çok daha önemli görünen
şeylerden sözetti. Kendisini küçük düşüren olaylarla, ses etmeden katlandığı acılarla dolu yaşantısını
anlattı. Öfkesiz anlattı. Dudaklarında acımalı bir gülümseme vardı. Üzüntülü yılların renksiz çilesini
söküyor, kocasından yediği darbelerin sayısını hesaplıyordu. Ve kendisi de şaşıyordu ne kadar boş
bahanelerle dayak yediğine, ve de dayaktan kaçmayı hiç beceremediğine...
Sofia ile Nikolay ağız açmadan dinliyorlardı. Hayvan yerine konulan ve uzun süre yakınmaksızın kendini
hayvan gibi hisseden bir beşeri yaratığın basit öyküsündeki derin anlam ikisini de ağır bir üzüntüye
boğuyordu. Sanki binlerce kişinin yaşantısı dile geliyordu onun ağzında. Ana'nın yaşamında her şey yalın
ve sıradandı, ama bu yalınlık, bu sadelik, yeryüzünde yaşayan sayısız insanın yazgısıydı, ve Ana'nın
öyküsü bir simge değeri taşıyordu. Nikolay dirseklerini masaya dayamış başını avuçları içine almış,
kımıldamıyor, gözlüğü arkasından gözlerini karpıştı-rarak dikkatle Ana'ya bakıyordu. Sofia sandalyenin
arkalığına dayanmıştı; zaman zaman ürperiyor, kafasını olumsuz anlamda sallıyordu. Yüzü daha bir
süzülmüş, daha fazla solmuştu. Sigara içmiyordu. Sesini alçaltarak:
187
«Bir defasında kendimi mutsuz hissetmiştim,» dedi. «Yaşamımı bir karabasan gibi görüyordum...
Sürgündeydim, berbat bir taşra kasabasında. Yapacağım, düşüneceğim hiç bir şey yoktu, kendi kendimi
düşünmekten başka. İşsizlikten, başıma gelenleri hesaplayıp gözden geçirmeye koyuldum: sevdiğim
babamla kavga etmiştim, beni liseden kovmuşlar ve hakaret etmişlerdi, sonra hapishane, ve sevdiğim bir
arkadaşın ihaneti, kocamın tutuklanması, yeniden hapishane ve sürgün, kocamın ölümü. O zaman
yeryüzünün en ınujtsuz yaratığı benmişim gibi geliyordu. Oysa başıma gelen felâketleri onla çarpsam
bile yine de sizin ömrünüzün bir ayına bedel değildir. Pelageya... Yıllar yılı her gün sürüp giden bu
işkence... Acılara katlanma gücünü nerden bulur insan, vallahi?..»
Ana içini çekti:
«İnsan alışır!» dedi.
Nikolay düşünceli düşünceli mırıldandı:
«Ben yaşamı tanıdığımı sanırdım! Ama kitaplarda okuduğum, öteden beriden edindiğim izlenimlerdi
bildiklerim. Gerçek yaşamı karşımda görünce... korkunç bir şey! Ayrıntılar, en önemsiz şeyler, yılları
oluşturan dakikalar bile korkunç...»
Konuşma canlanıyor, o nankör yaşamın tüm yönleri ortaya seriliyordu. Anılarına dalan Pelageya
geçmişinin karanlıklarından, her gün yinelenen aşağılamaları gün ışığına çıkarıyor, gençliğini tüketen acı
yaşantının tablosunu çiziyordu.
«Ah,» dedi sonunda, «gevezeliğimle epey kafanızı şişirdim. Dinlenme zamanı geldi. Her şeyi anlatmanın
olanağı yok ki!.»
İki kardeş sessizce ayrıldılar Ana'dan. Nikolay Pelageya'nın önünde daha fazla eğildi ve elini daha
kuvvetli sıktı. Sofia Ana'yı odasına kadar götürdü, kapının önünde:
«Dinlenin, iyi geceler!» dedi.
Sesi sıcaktı, gri gözleri Ana'nın yüzünü okşuyordu. Pelageya, Sofia'nın elini tutup sıktı.
«Teşekkür ederim!» dedi.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Birkaç gün sonra Ana ile Sofia eski püskü basma elbiseler giyip Nikolay'ın karşısına çıktılar;
omuzlarında torba, ellerinde 188
sopa vardı. Bu kılıkla Sofia daha kısa boylu, solgun yüzü daha sert görünüyordu.
Nikolay, veda eden ablasının elini hararetle sıktı. Ana, iki kardeş arasındaki bağlılığın ne kadar
gösterişten uzak olduğunu bir kez daha gördü. Ne öpüşüyorlar, ne de sevgi belirten sözler
söylüyorlarda. Pelageya'nın yaşamış olduğu ortamda ise insanlar boyuna kucaklaşırlar, sık sık tatlı sözler
söylerlerdi, ama aç köpekler gibi birbirlerini ısırmaktan da geri kalmazlardı.
İki kadın konuşmadan kentin içinden geçtiler, kıra vardılar, iki sıra yaşlı kayın ağaçları arasından
uzanan geniş toprak yol üzerinde yan yana yürümeye başladılar. :M Ana, Sofia'ya:
' • «Yorulmaz mısınız?» diye sordu.
«Yürümeye pek alışkın olmadığımı mı sanıyorsunuz? Merak etmeyin, alışkınım.»
• Çocukken yaptığı afacanlıklarla övünüyormuş gibi Sofia
¦ , ¦ r neşeyle devrimci çalışmalarını anlatmaya başladı. Düzmece bir ' kimlik belgesiyle başka bir ad
altında yaşamak zorunda kalmıştı. Polislerden yakasını kurtarmak için kılık değiştiriyor, onlarca kiloluk
yasak kitapları kentten kente taşıyor, sürgüne gönderilen arkadaşların kaçışını örgütlüyor, onlara sınırı
geçirtiyordu. Evinde "gizli bir basımevi kurulmuştu. Bunu öğrenen jandarmalar evi aramaya gelmişlerdi,
ama birkaç saniye önce hizmetçi kılığına girmeye zaman bulabilmiş, evden çıkarken binanın kapısında
jandarmalarla karşılaşmıştı. Sırtında manto ve atkı, elinde bir gaz bidonu, o kış kıyamette kentin bir
ucundan öbür ucuna yürümüştü. Başka bir kez, dostları ziyaret etmek için bilmediği bir kente gitmişti.
Gideceği evin merdivenini çıkarken, orada arama yapıldığını farketmişti. Geri dönmek için çok geçti.
Korkmadan alt katın kapısını vurmuş, valiziyle içeri girmiş, yabancılara durumunu açıkça anlatmıştı. Emin
bir tavırla:
«İsterseniz beni ele verirsiniz, ama bunu yapacağınızı sanmıyorum,» demişti.
Aşırı korkuya kapılan yabancılar sabaha dek uyumamışlar, her an kapılarına vurulmasını beklemişlerdi.
Gelgelelim Sofia'yı jandarmalara teslim etmeye bir türlü elleri varmamış, sabah olunca da onunla
birlikte jandarmalarla alay etmişlerdi. Başka bir kez, rahibe kılığına girip, kendisini izlemekte olan bir
emniyet
189
müfettişiyle aynı vagonda, aynı sıranın üzerinde yolculuk etmişti. Müfettiş, adam izlemekteki ustalığıyla
övünüyor, bu işi nasıl yaptığını Sofia'ya anlatıyordu. Onun trende, ikinci mevki vagonlardan birinde
bulunduğundan emin olduğunu söylüyor tren, istasyonlarda durunca dışarı fırlıyor, sonra kompartımana
dönüp:
«Göremiyorum!» diyordu Sofia'ya. «Uyuyordur herhalde. Onlar da yorulurlar sonu sonuna; bizim gibi
onlar da zor bir yaşam sürüyorlar!»
Ana, Sofia'nın anlattıklarını dinlerken gülüyor, sevecenlikle bakıyordu ona. Sofia çevik bacaklarıyla
hafif, sağlam adımlar atıyordu. Yürüyüşünde, sözlerinde, biraz boğuk ama korkusuz sesinde, ince uzun
vücudunda, güzel bir ruh sağlığı, neşeli bir ataklık vardı. Her şeye yeni, görüyormuş gibi bakıyor, her
yerde gençlik neşesini uyandıran ayrıntılar bulunuyordu.
Bir ağacı göstererek:
«Bakın ne güzel bir köknar!» diye seslendi.
Ana, ağaca bakmak için durdu. Öteki ağaçlar gibi bir ağaçtı işte; ne daha yüksek, ne daha sık. Ana
gülümsedi:
«Güzel bir ağaç!» diye onayladı.
Sofia'nın kulağı üstünde rüzgârda uçuşan kır saçlara takıldı gözü.
«A! Bir çalıkuşu!»
Sofia'nın gri gözlerinde "bir sevgi ışığı yandı. Bedeni, gözle görülmeyen çalıkuşunun pürüzsüz sesine
doğru atılmak istedi sanki. Arada sırada çevik bir hareketle Eğilip bir kırçiçeği koparıyor, ince
parmaklarıyla titrek taçyapraklarını okşuyordu. Sevgi vardı bu okşamada. Güzel bir şarkı mırıldanıyordu.
Bütün bunlar Ana'yı bu berrak gözlü kadına yaklaştırıyordu. Ayak uydurmaya çalışırken farkında
olmayarak ona sokuluyordu. Ancak, Sofia'nın sözlerinde arada sırada öyle bir sertlik seziliyordu ki, Ana
bunu gereksiz buluyor ve kafasında kaygılı bir düşünce dolanıyordu:
'Mikhail hoşlanmayacak bu kadından...'
Gelgelelim biraz sonra Sofia yeniden sade, içten sözler ediyor .\na sevgiyle ona bakıp gülümsüyordu.
«Öyle gençsiniz ki daha!» diye içini çekti.
Sofia haykırdı:
190
«Ne diyorsunuz! Otuz iki yaşındayım!»
Pelageya güldü:
«Benim demek istediğim o değil... sizi gören daha yaşlı da sanır... Ancak, gözlerinizi gören, sesinizi işiten
şaşıp kaiır... Bir genç kız gibisiniz. Hareketli, zor, tehlikeli bir yaşantınız var, ama yine de gönlünüz hep
taze ve şen.»
«Ben bir zorluk görmüyorum yaşayışımda. Bundan daha iyi, daha ilginç bir yaşam düşünemem... Sizi
soyadınızla çağıracağım, Nilovna. Pelageya adı size yakışmıyor.»
«Nasıl isterseniz. Öyle istiyorsanız öyle olsun... Size bakıyorum, sizi dinliyorum ve düşünüyorum da...
İnsanın gönlünü almanın yolunu biliyorsunuz, hoşuma gidiyor bu. Bu yol korkusuz, duraksamasız açılıyor
önünüzde. İnsan, ruhunu soyup elinize teslim ediyor. Sizleri hepinizi düşünüyorum da diyorum ki: bunlar
kötülüğü yenecekler, mutlaka yenecekler, diyorum.»
Sofia inançlı, güçlü bir sesle:
«Zaferi kazanacağız, çünkü çalışanlardan yanayız!» dedi. «Kararı halk verir. Onunla bir'ikte her şey
başarılabilir. Yalnız, onu bilinçlendirmek gerek, çünkü bilincini geliştirecek özgürlüğe sahip değildir.»
Sofia'nın sözleri Ana'da karmaşık bir duygu uyandırıyordu. Acıyordu Sofia'ya. Niçin? Kendisi de
bilmiyordu, insanı yaralamayan, dostça bir acımaydı bu. Onun daha yalın sözcüklerle başka sözler
söylemesini isterdi:
Usulca, üzgün bir tavırla sordu:
«Çektiklerinizin ödülünü kim verecek size?»
Sofia gururla:
«Ödülünü aldık bile!» dedi. «Öyle bir yaşantı bulduk ki bizi tatmin ediyor, ruhumuzdaki tüm gücü bu
yaşantıda kullanabiliyoruz. Daha ne isteriz?»
Ana, yol arkadaşına bir göz attı, başını yere eğdi. Yine aynı düşünce geçti kafasından:
'Mikhail hoşlanmayacak bu kızdan...'
Ilık havayı bol bol ciğerlerinde dolduruyorlardı. Çok hızlı yürümüyorlar, ama aynı tempo ile adım
atıyorlardı. Hacı olmaya gidiyormuş gibi geliyordu Ana'ya. Çocukluğunu anımsıyordu, bir yortu nedeniyle
köyünden ayrılıp uzak bir manastıra mucize yaratan bir ikona gittiğinde duyduğu sevinci...
191
Kimi zaman Sofia şarkı söylüyordu. Sesi pek güçlü değildi, ama güzeldi. Yeni şarkılar... gökyüzünden,
aşktan söz eden. Ya da birden şiirler okumaya başlıyordu, tarlaları, ormanları, Vol-ga'yı kutlayan şiirler.
Ve Ana gülümsüyor, başını şiirin ritmine göre sallayarak dinliyor, kendinden geçiyordu. *
Yüreği sevgi, hayal ve ılık bir havayla yüklü olarak mutluluklara dalıyordu. Bir yaz akşamı ufak, eski bir
bahçeye dalar gibi.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Üçüncü günü bir köye vardılar. Ana, tarlada çalışan bir köylüye katran yapımevinin nerede bulunduğunu
sordu. Ormanda, ağaç köklerinin merdiven basamakları gibi uzandığı dik bir keçi yolundan inip bir
açıklığa vardılar. Bu ağaçsız yuvarlak alanda katran birikintileriyle odun kömürü ye yonca yığılıydı.
Ana, çevresine kaygıyla bakınarak:
«İşte geldik!» dedi.
Sırıklardan ve dallardan yapılı bir kulübenin yakınında, yere çakılı kazıklara oturtulmuş tahtalardan
oluşan bir masanın çevresinde Ribin, Yefim ve iki başka genç oturuyorlardı. Ribin simsiyahtı, gömleğinin
aralığından çıplak göğsü görünüyordu. Önce Ribin gördü iki kadını, elini gözlerine siper ederek sessiz
sedasız bekledi. ,
Ana, uzaktan:
«Günaydın, Mikhail kardeş!» diye bağırdı.
Ribin yerinden kalkıp ağır adımlarla kadınları karşılamaya gitti, Pelageya'yı tanıyınca durdu, kapkara
eliyle sakalını sıvazlayarak gülümsedi.
Ana yaklaştı:
«Hacı olmaya gidiyoruz!» dedi. «Geçerken bir uğrayalım dedik. Bu da arkadaşım, adı Anna...»
Kurnazlığından gurur duydu. Ciddi duran Sofia'ya göz ucuyla baktı.
Ribin donuk bir gülümsemeyle:
«Günaydın!» diye karşılık verdi.
Ana'nın elini sıktı. Sofia'yı selâmdı, devam etti:
192
«Yalana gerek yok. Kent değil burası, yalan dolan istemez. Hepimiz birbirimizi biliriz.»
Masada oturan Yefim yolcuları dikkatle inceliyor, arkadaşlarına bir şeyler fısıldıyordu. Kadınlar
yaklaşınca kalktı, sessizce selâmladı. Öbür gençler, gelenleri görmemiş gibi yerlerinden kıpırdamadılar.
Ribin, Ana'nın omuzuna hafifçe vurdu:
«Burada keşişler gibi yaşıyoruz!» dedi. «Kimse gelmez bizi görmeye, köyde değil, karısı hastanede, ben
vekilharç gibi bir şeyim. Otursana. Çay içer misiniz? Bir şey yersiniz değilmi? Süt getirir misin, Yefim?»
Yefim ağır ağır kulübeye gitti. Yolcular torbalarını indirdiler. Oğlanlardan biri, uzun bolu, kuru bir
çocuk, onlara yardım etmek için kalktı. Öbür oğlan iri yarı idi, paçavralar giymişti; dirseklerini masaya
dayamış, başını kaşıyor, bir şarkı mırıldanıyor, düşünceli bir tavırla yeni gelenlere bakıyordu.
Ağır katran kokusu keskin bir çürümüş bitki kokusuna karışıyor, insanın başını döndürüyordu.
Ribin uzun boylu genci göstererek:
«Bunun adı Yakov,» dedi. «Bu da İgnati. Eee, oğlundan ne haber?» ,... Ana içini çekti:
«Hapiste!»
«Yine mi?» diye haykırdı Ribin. «Hoşuna gidiyor galiba...»
İgnati şarkıyı kesti. Yakov, Ana'nın elinden sopayı aldı:
«Otur!» dedi.
«Siz de otursanıza!» dedi Ribin, Sofia'ya.
Genç kadın sesini çıkarmadı, bir kütüğe oturdu, dikkatle Ri-bin'i inceledi.
Ribin de Ana'nın karşısına oturdu, sordu:
«Ne zaman götürdüler?»
Sonra kalasını sallayarak:
«Şansın yok, Pelageya!» diye haykırdı.
«Zararı yok!»
«Demek alışıyorsun?»
«Yoo, ama başka çıkaryol olmadığını görüyorum.»
«Tamam, haklısın!» dedi Ribin. «Hadi, anlat bakalım.»
Ana / F: 13
193
Yefim bir bakraç içinde süt getirdi, masanın üzerinden bir fincan aldı, çalkaladı, sut düldurdu, Sofia'nın
önüne koydu. Bir yandan da dikkatle Ana'nın anlattıklarını dinliyordu. Yürürken de, iş görürken de hiç
gürültü etmiyordu. Ana sözünü bitirince bir sessizlik oldu. Kimse kimseye bakmıyordu. İgnati tırnağıyla
masanın tahtasında şekiller çiziyordu. Yefim, Ribin'in arkasında ayakta duruyor, onun omuzuna
yaslanıyordu. Bir ağacın, gövdesine sırtını dayayan Yakov kollarını göğsünün üzerinde kavuşturmuş,
başın! eğmişti. Sofia göz ucuyla köylülere bakıyordu.
Ribin keyifsiz keyifsiz:
«İşte,» dedi, «açıkça yapıyorlar, yapacaklarını!..»
Yefim kaygılı bir gülümseyişle:
«Eğer,» dedi, «bizim burda böyle bir yürüyüş düzenlenmiş olsaydı, mujikler bizi öldüresiye döverlerdi!»
İgnati kafasını sallayarak onayladı:
«Bizi pataklarlar valla! Hayır, ben fabrikaya gireceğim, fabrika daha iyi.»
Ribin:
«Pavel'i yargılayacaklar diyorsun, öyle mi?» diye sordu. «Peki, ne ceza verirler, söylediler mi sana?»
Ana sesini alçaltarak karşılık verdi:
«Ya küreğe mahkûm ederler, ya da Sibirya'ya sürerler...»
Üç delikanlı birden gözlerini Ana'ya çevirdiler. Ribin başını eğip yeniden sordu:
«Bu işe girişirken sonunun ne olacağını biliyor muydu?»
Sofia kesin bir tavırla:
«Biliyordu!» dedi.
Hepsi sustular. Aynı düşünce hepsini dondurmuştu sanki. Kimse kıpırdamıyordu.
Ribin sert ve ağır bir sesle sürdürdü:
«Tamam! Ben de öyle sanırım, bilirdi ya! Hendeği ölçmeden atlamaya kalkmazdı yoksa. Ciddi bir adam o.
İşte, çocuklar, görüyorsunuz ya! Süngü yiyebileceğini biliyordu, zindana atılacağını biliyordu, ama yine
de yürüdü! Ananın cesedini bile çiğneyip geçerdi... şenin cesedini bile çiğnerdi, Pelageya!»
«Öyle!» dedi Ana ürpererek.
Çevresindekilerin yüzüne baktı, içini çekti. Sofia sessizce elini okşadı onun, kaşlarını çattı, Ribin'in ta
gözleri içine baktı.
194
«Erkek diye buna derler işte!» dedi Ribin uculca.
Koyu gözlerini arkadaşları üzerinde gezdirdi. Yine sessizlik çöktü. İnce güneş ışınları altın şeritler gibi
havada asılı duruyordu. Bir yerlerde bir karga gaklıyordu. Ana çevresine bakıyordu. 1 Mayıs'ın anıları
canlanıyor, oğlunu ve Andrey'i düşünüp kahro-luyordu. Ağaçsız küçük alanda boş katran bidonları
yatıyor, kabukları soyulmuş çotuklar dikiliyordu. Çepeçevre meşeler kayınlar, dört bir yandan uslu usul
ağaçsız alanı daraltıyor, toprağa ılık gölgeler seriyordu.
Birden Yakov sırtını dayamış olduğu ağaçtan ayrıldı, yana doğru bir adım attı, durdu, kafasını salladı,
güçlü, kuru bir sesle:
«Yefim'le beni böyle adamlara karşı mı sürecekler?» diye sordu.
Ribin, somurtarak:
«Ya kime karşı süreceklerini sanıyordun?» dedi.
«Bizi kendi ellerimizle boğuyorlar. Kurdukları dolap bu!»
Yefim inatçı bir sesle:
«Ne olursa oisun, ben yine de gideceğim askere!» dedi.
İgnati:
«Elinden tutan mı var?» diye haykırdı. «Git gideceksen!»
Ve Yefim'in gözlerinin içine bakarak güldü:
«Yalnız, bana ateş edeceğin zaman kafama nişan al, beni sakatlama, tek kurşunla öldür.»
Yefim sertçe:
«Anladık!» diye kestirip attı. «Bunu daha Önce de söyler mistin.»
«Durun çocukları» dedi Ribin.
Yüzlerine bakarak kolunu ağır ağır kaldırdı, Ana'yı gösterdi.
«Şu kadına bakın! Oğlu yüzde yüz hapı yutmuştur artık...»
Ana zayıf ve kaygılı .bir sesle:
«Niçin böyle söylüyorsun?» diye sordu.
«Öyle!.. Saçların bir şey uğruna ağarmış olmalı! Peki, bakın bakalım, ölmüş mü bu kadın? Öldürebildiler
mi? Pelageya, kitap getirdin mi?»
Ana, Ribin'e baktı, bir an sessiz kaldıktan sonra:
«Getirdim,» dedi.
Ribin elini masaya vurdu.