YOL ARKADAŞIM
MAKSİM GORKİ
Çocukluk ve ilk gençlik, Narodniklerle ilişkiler
Asıl adı Aleksey Maksimoviç Peşkov'dur. "Acı" anlamına gelen Gorki adını sonradan aldı.
1868 yılında Nijni Novgorod (bugünkü Gorki) kentinde doğdu. Babası M.5. Peşkov,
marangozdu. Annesi V. V. Kaşirina, bir boya atölyesi sahibinin kızıydı. Babasını çocuk
yaşlarda yitiren Gorki, bir süre dedesi V. Kaşirin'in evinde yaşadı. Fakat günün birinde V.
Kaşirin şöyle dedi torununa: "Aleksey, sen bir madalyon değilsin. Seni ömrümün sonuna
kadar boynumda taşıyamam. Haydi git, ekmeğini kazan." Gorki "ekmeğini kazanmaya" gitti
bunun üzerine. O sırada on bir yaşındaydı. Bir sürü işe girip çıktı. Dükkânlarda çıraklık,
bir gemide ahçı yamaklığı yaptı. Ahçıbaşı, o dönemin Rusyasında çok raslanan okumuş
emekçilerdendi. Gorki'nin kitaplara ilgi duymasında büyük etkisi oldu bu adamın. Aleksey
hiç durmadan okumaya başladı ondan sonra. Eline ne geçtiyse, yutarcasına okudu. 1884
yılında Kazan Üniversitesi'ne girmek istediyse de, olumlu bir sonuç elde edemedi. Binbir
yoksulluk içinde hamallık, fırınlarda yamaklık yaptı. Rusya'da devrimci hareketin başında
Narodnikler vardı o sırada. Gorki de bu gruplara katıldı. İşçiler ve köylüler arasında
devrimci propagandaya girişti. Sonra halkın hayatını yakından görmek isteyerek uzun
yolculuklara girişti. 1888'de Hazar Denizi balıkçı takımlarında, sonra Gryaz-Tsar,
İtsınskay istasyonlarında çalıştı. 1889'da Nijni Novgorod'da, yazar Korolenko'yla tanıştı.
Korolenko sonradan Gorki'nin edebiyata girmesine yardım edecektir.
Polis arşivlerine ve edebiyata ilk adım, yolculuklar
Devrimci Narodniklerle ilişkisi nedeniyle 1889'da tutuklandı. 1891 ilkbaharında yeniden
Rusya içi yolculuklara girişti. Volga, Don Bozkırlari, Ukrayna ve Tuna boylarını dolaştı.
Oradan Kırım yoluyla Kuzey Kafkasya'ya ve Tiflis'e gitti. Burada bir yıl kalarak çekici
ameleliği ve yazmanlık yaptı. Devrimci işçilerle ve aydınlarla ilişkiler kurdu. Yasadışı bir
gruba katıldı. "Makar Çudra" bu sırada yazıldı ve gorki ilk kez bu öyküyle ("Kafkas"
Gazetesi, 1892) yayın yaşamına girdi. Çok sonra yayımlanan "Kız ve Ölüm" adlı şiirini de
bu sırada yazmıştı.
"Eskizler ve öyküler"
1892 sonlarında Ninji Novgorod'a dönen Gorki, edebiyatla daha düzenli olarak uğraşmaya
başladı. 1895 yılında Samara'ya geçti. Burada yöresel gazetelere makaleler yazarak
politik sorunlara değiniyor, patronları eleştiriyor, işçilerin, köylülerin ve öteki
emekçilerin çıkarlarını savunuyordu. Yine bu sırada yazdığı "Paul Verlaine ve
Dekandantlar" adlı bir makaleyle, edebiyatta dekandantlığı ve natüralizmi eleştiriyordu.
Öyküleri 1895'ten sonra başkent dergilerinde de yayımlanmaya başladı. Bunları 1898
yılında, iki ciltte topladı. Kitap ilkin Rusya'da, sonra bütün dünyada büyük bir ilgi
uyandırdı. Yazarına dünya ölçüsünde ün sağladı.
İlk öykülerin özellikleri
"Eskizler ve öyküler", Gorki'nin uzun yolculuklarında edindiği izlenimleri, yaşadığı olayları
konu alır genellikle. Bu öyküler, halktan insanlara ilişkindir daha çok. Gorki, sosyalistgerçekçi
bir sanatçı olarak ortaya çıkmamıştır henüz. Fakat XIX. yüzyıl gerçekçiliğinin
en olumlu geleneklerini ileri bir romantizmle birleştirerek, o dönemde de bir yenilikçi,
yeni bir sanat yolunun öncüsü olarak belirmektedir. Serserilerin, toplumsal mekanizmanın
dışına fırlatılmış insanların yaşamını konu alan "Konovalov", "Çelkaş", "Malva", "Bozkırda",
"Yemelyan Pilyay", "Yirmi altı adam ve bir kız" gibi öykülerde
gerçekçiliğin ve insansı bir sıcaklığın çarpıcı bir biçimde kaynaşması, dünya edebiyatı için
bir yeniliktir. Başta bunlar olmak üzere, "Eskizler ve Öyküler"i oluşturan bütün öyküler
yeni bir çığır açmış, kuşaklar boyunca pek çok dünya edebiyatçısını etkileyegelmiştir.
Genç Gorki'nin gerçekçiliğinde, yeni sosyal-politik bilincin gelişmesi, halk yığınlarının
gitgide kabaran öfkesi, daha iyi, daha insanca bir yaşama karşı ateşli tutku derinden
derine yansımaktadır. Fakat Gorki'nin bu yıllardaki kahramanları daha çok bireysel
başkaldırıya yaslanmaktadırlar. Yazgıları genellikle tirajiktir.
Sosyalist gerçekçiliğe geçiş, "Üçler" ve "Foma Gordeyev"
Gorki iki yüzyılın kesişme noktasında ilk romanları ve oyunlarıyla sosyalist gerçekliği
biçimlendirmeye başlamaktadır. "Foma Gordeyev" (1899) ve "Üçler" (1900) adlı
romanlarıyla tarihsel bir kesit içinde Rus kapitalizminin gelişme yollarını ve Rus
burjuvazisinin tipik kişiliklerini ortaya koyduğunu görüyoruz. Rakov Mayakin tipi, kendi
ekonomik gücünün bilincinde olan, politik iktidarı elde etmek için yanıp tutuşan
burjuvaziyi yansıtmaktadır. Gorki yine ilk kez "Foma Gordeyev"de proleteryayı ayrı bir
güç olarak işlemekte, öteki emekçilerden ayrı bir yere koymaktadır. "Uçler"de ise
temelde kent yoksulluğu alınarak, proletarya ve küçük burjuva duyarlıklarının çatışması
anlatılmakta, mülk sahibi Lunev'e karşı işçi Graçev konulmaktadır. Graçev, kurtuluşun
sosyalizmde olduğunu sezinleyen bir işçidir.
Çehov ve Tolstoy'la tanışma, ilk oyunlar: "Dipte" ve "Küçük Burjuvalar"
Gorki, 1899-1900 yıllarında Çehov'la ve Tolstoy'la tanıştı. Bu dev yazarlar, başından beri
Gorki'nin yeteneğiyle ilgilenmekte, halkın arasından çıkan bu genç yazara büyük değer
vermekteydiler. 1902'de Akademi onur üyeliğine seçilen Gorki'nin üyeliği II. Nikolay'ın
buyruğuyla geçersiz sayılmış, bunun üzerine Korolenko'nun yanı sıra Çehov da akademi
üyeliğinden istifa etmişlerdi. Yine bu yıllarda Moskova Sanat Tiyatrosu Gorki'nin ilk
oyunlarını, "Dipte"yi (1902) ve "Küçük Burjuvalar"ı (1901) oynuyordu. Oyunlar Çarlık
düzenine karşı büyük gösteriler yapılmasına yol açtı. "Küçük Burjuvalar"daki Nil tipiyle,
tarihin yeni kahramanı, Rus işçi-savaşçı karakteri, sanatsal bir kişilik kazanmaktaydı.
"Dipte" oyunundaysa yaşamın dibine fırlatılmış insanlar anlatılmakta, kapitalist düzenin
işleyip durduğu cinayetler sergilenmekteydi.
"Yazlıkçılar", "Güneş Çocukları", "Barbarlar"
1904-1905 yıllarında Gorki birkaç oyun daha yazdı. Bu oyunlarda aydın çevreler
anlatılıyor, bunların halka ve yaşama karşı tavırları, iç çelişkileri ve çatışmaları ortaya
konuyordu. "Yazlıkçılarda (1904) dönek liberallere karşı gerçek demokrat aydın tipinin
konduğunu görüyoruz. "Güneş Çocuklarfnda (1905) burjuva aydınlarının bağımsız kültür
ve bağımsız bilim savları çürütülmekte, kültür ustaları halk için yaratmaya
çağrılmaktadır. "Barbarlar"da (1905) ise burjuvazinin uygarlık görünüşü altında yatan
ahlaksal barbarlığı gösterilmektedir.
1905 Devrimi ve Gorki, Amerika'ya yolculuk
Gorki, 1905 olaylarına doğrudan doğruya katıldı. Kanlı Pazar'dan sonra yazdığı bir bildiri
nedeniyle Petropavlovskaya Kalesi'ne kapatıldı. Rusya'da ve Batı Avrupa'da onun için
gösteriler yapılması üzerine çok geçmeden serbest bırakıldı. 1905 yılı yazında Bolşevik
Partisi'ne girdi. Aynı yıl, ilk yasal Bolşevik yayın organı olan "Yeni Yaşam" gazetesinin
örgütlenmesine katkıda bulundu. Silahlı işçi birliklerini paraca destekledi, silah
donatımlarının tamamlanmasına yardım etti. Fakat üzerindeki baskı gitgide
yoğunlaşıyordu. 1906 yılında gizlice Rusya'dan ayrıldı, az sonra Amerika'da göründü.
Yurt dışında, yabancı aydınları ve proleteryayı, Rus devrimcilerini desteklemeye
çağırıyordu. Amerikan basınının aralıksız kışkırtıcı yayınlarına karşın, güze kadar
Amerika'dan ayrılmadı. Burada "Görüşmelerim" (1906) adlı yergilerini ve "Amerika'da"
(1906) adlı gezi notlarını yazdı.
Zirveye doğru: "Düşmanlar" ve "Ana"
1905-1907 yıllarında Gorki, edebiyat yaratıcılığının zirvesine yükselmektedir. Sosyalist
gerçekçi edebiyatın seçkin tiplerini bu dönemde yarattı. 1906 yılında yazdığı
"Düşmanlar" adlı oyununda, grev hareketlerinin burjuvaziye karşı nasıl politik bir savaşa
dönüştüğünü, sosyalist ideolojinin işçiler arasında nasıl hızla geliştiğini gösteriyordu.
Skrobatov tipiyle, açıkça diktatörlük isteyen karşı devrimci burjuvazi damgalanıyor,
Zahar ve Polina Bardina tipleri halka hoş görünerek mutlakiyetle sinsice anlaşıp iktidara
sızmaya çalışan liberal burjuvaziyi belgeliyordu. Oyunun sonunda, proleteryanın yaklaşan
zaferi gösterilmekteydi. Gorki yine aynı yıl (1906) "Ana"yı yazdı. Bu romanın konusunu,
1902 yılı 1 Mayıs gösterilerinden ve göstericilerin yargılanmasından almıştı. "Ana"
romanıyla, edebiyatta ilk kez devrimci proletaryanın sosyalizm için burjuva düzenine
karşı savaştığı gösteriliyor, profesyonel devrimcinin parlak tipi yaratılıyoru. "Ana" ve
"Düşmanlar", sosyalist gerçekliğin klasikleşmiş örnekleridir.
İtalya yolculuğu ve yeni yapıtlar
Gorki, 1906 güzünde İtalya'ya geçerek Capri adasına yerleşti. Rusya'da 1905 Devrimi
yenilgiye uğramış, gericilik dönemi başlamıştı. Bir ara Lenin de Capri'ye, Gorki'yi
ziyarete geldi. Gorki o dönemde yazdığı "Sonuncular" (1908) adlı oyununda polis
devletinin, çarlık rejiminin belirgin tiplerini ortaya koyuyordu. "Vassa Jeleznova" (ilk
basımı 1910) oyunuyla da burjuvazinin artık çürümekte olduğunu gösteriyordu. "Yaz"
(1909) adlı uzun öyküsünde yeni tip devrimci bir köylünün doğuşu, "Okurov Kenti" (1909)
ve "Matyev Kojemyakin'in Yaşamı" (1910-1911) adlı uzun öykülerindeyse taşra Rusyası'nın
küçük burjuva çevreleri anlatılıyordu. "Rus Öyküleri" (1912-1917) adı altında topladığı
taşlamalarında, dekadantların mezarlık edebiyatıyla, gericilikleri ve şovenistlikleriyle
alay ediyordu.
Rusya'ya dönüş: "İtalya Öyküleri", "Çocukluğum", "Ekmeğimi Kazanırken"
Gorki 1913 yılı sonunda genel aftan yararlanarak Rusya'ya döndü. Bu sırada yazdığı
"İtalya Öyküleri"ni (1911-1913), daha sonra, 1913-1916 yıllarında, "Çocukluğum" ve
"Ekmeğimi Kazanırken" adlı otobiyografik yapıtlarını yayınladı. Bu yapıtlarda, en aşağı
tabakalardan gelerek, kültür, yaratıcılık ve özgürlük için savaşın doruklarına yükselen bir
insanın serüvenleri büyük bir içtenlikle anlatılmaktaydı.
1917 Devrimi ve Gorki:
Hastalık, yeni yolculuklar ve "Benim Üniversitelerim"
Gorki 1917 Devrimi'nden sonra sosyalist kültürün kuruluşunda öncü bir rol oynadı. 1918-
1919 yıllarında ilk işçi-köylü üniversitesinin kurulmasına, Petrograd'da büyük bir
dramatik tiyatronun açılmasına emeği geçti. (Bugün bu büyük tiyatro Gorki adını
taşımaktadır.) "Dünya Edebiyatından Çeviriler" yayınını örgütledi. Birçok yeni yayının
örgütlenmesine öncülük etti. Yerli, yabancı aydınlarla yazışarak onları Rusya'daki
sosyalist devrimi ve yeni sosyalist kültürün kuruluşunu desteklemeye çağırdı. 1921
yazında (ilk gençliğinde bir bunalım sırasında göğsüne sıktığı kurşunun sonucu olarak)
tüberküloz nöbeti yenilendi. Tedavi için yurt dışına çıktı. 1921-1924 yılları arasında
Almanya, Çekoslovakya kaplıcalarında yaşadı. 1924'te İtalya'ya geçerek bu
kez Sorrento'ya yerleşti. Yurt dışındayken de burjuva ideolojisiyle mücadele etti. Beyaz
göçmenlerin karşı devrimci çabalarını kınadı. Ekim Devrimi'nin başarılarını savundu.
1922'de otobiyografik üçlüsünün sonuncu kitabı olan "Benim
Üniversitelerim"! yazdı. Edebi portreler, "Artamonovlar"
Gorki'nin yaratıcılığında edebi portreciliğin başlı başına bir yeri vardır. L.N. Tolstoy'un
(1919) portresiyle başladı bu işe, sonra Çehov'u, Korolenko'yu, Garin Mihalyovski'yi
yazdı. Bunu devrimci eylem adamlarının; Skvortsov, Krasin, Kamo ve Lenin'in (1924-1931)
portreleri izledi. 1925'te yazdığı "Artamonovlar" adlı romanındaysa, 1861 reformundan
Ekim Devrimi'ne kadar uzanan tarihsel bir kesit içinde "Artamonov" ailesinin yaşamı
anlatılıyor, böylece bir burjuva ailesinin üç kuşak boyunca tarihi verilmiş oluyor, bunlara
karşı yine üç kuşak boyunca dokumacı Morozov ailesi konuyordu.
Yeniden Rusya'ya dönüş,
"Klim Samgin'in Yaşamı", zirve ve ölüm
Gorki 1928 ve 1929 yıllarında Rusya'ya gelerek geziler yaptı. Bu gezilerden edindiği
izlenimleri "Sovyetler Birliği'nden Notlar" (1929) adlı kitabında toplandı. 1931 yılında
Rusya'ya temelli döndü. Birçok dergi ve kitap yayınını denetledi. I. Sovyet Yazarları
Kurultayı'nı örgütledi (1924). "Yegor Bulıçov ve Ötekiler" (1932) ile "Dostigayev ve
Ötekiler" (1933) adlı oyunlarını yazdı. Gorki, sanatsal yaratıcılığının zirvesineyse "Klim
Samgin'in Yaşamı" adlı romanıyla ulaştı. Bu epik romana daha 1925'lerde başlamış, son
günlerine kadar üzerinde çalışmıştı. Romanda, sosyalist devrim öncesi Rus yaşamının kırk
yılı yansıtılıyordu. Lunaçarski'nin sözleriyle, "çağın hareketli bir panoramasıydı" bu.
Gorki, temele çağın keskin ideolojik-sosyal mücadelesini aldığı "Klim Samgin'in
Yaşamı"nda narodnikliği, dekadantlığı, legal marksistleri, liberal aydınları, dönek
devrimcileri şiddetle eleştiriyor, emperyalistlerin vahşi ideolojisinin maskesini
indiriyordu. Gorki aynı yıllarda önde gelen bir eleştirmen ve gazeteci olarak da
çalışmalarını sürdürmekteydi. Makalelerinde, felsefe, sosyal-ahlak, politika ve tarihedebiyat
sorunlarını organik bir bütünlük içinde ortaya koyuyordu. 1936'da, edebiyat
yaratıcılığının ve devrimci kavganın zirvesine çıkmış olarak öldü. Moskova'da, Kızıl
Meydan'a gömüldü. Çağın bir başka büyük yazarı, Romain Rolland, şöyle dedi Gorki'nin
arkasından: "Çağın dünya kültürünü ve devrimi böylesine görkemli bir biçimde
kaynaştırmak Gorki dışında hiç kimseye hiçbir zaman kısmet olmadı..."
Ataol Behramoğlu
YOL ARKADAŞIM öyküler
M AKAR ÇUDRA
Kıyıya çarpan dalgaların şıpırtısından ve kıyı çalılarının hışırtısından doğan düşündürücü
ezgiyi bozkıra yayarak, nemli soğuk bir rüzgâr esiyordu denizden. Kimi zaman hızlanarak,
taşıyıp getirdiği buruşuk, sarı yapraklan ateşe fırlatıyor; çevremizi kuşatan güz gecesinin
sisi titriyor ve ürkerek geriye çekilip, bir an için, solda sınırsız bozkırı, sağda sonsuz
denizi, tam karşımda da elli adım ötemize konmuş olan obasının atlarını bekleyen yaşlı
çingene Makar Çudra'nın görüntüsünü açığa çıkarıyordu.
Yaşlı çingene, yakası açık gocuğunun çıplak bıraktığı kıllı göğsüne acımasızca çarpan soğuk
rüzgâr dalgalarına aldırış etmeden; yüzü bana dönük, güzel, güçlü bir tavırla yarı uzanmış,
kocaman çubuğunu düzenle çekiyor, ağzından ve burnundan koyu duman yığınları salıyor;
başımın üzerinden bozkırın ölüm sessizliği içindeki karanlığında bir yerlere gözlerini
dikmiş, ara vermeden ve rüzgârın keskin vuruşlarından korunmak için herhangi bir
harekette bulunmadan, benimle sohbet ediyordu.
- Demek geziyorsun böyle? Çok güzel! Kendine şanlı bir kader seçmişsin şahinim! Zaten
gerekli olan da budur. Gezip görecek, hayatın tadını çıkaracak, sonra da yatıp
öleceksin... Gerisine kulak asma!
Onun bu görüşüne karşı ileri sürdüğüm düşünceleri kuşkuyla dinleyerek:
- Hayat ha? Başka insanlar ha? diye sürdürdü sözlerini. Hele hele! Sana ne bunlardan?
Senin kendi hayatın yok mu? Başka insanlar sensiz yaşıyorlar ve sensiz yaşayacaklar.
Yoksa birbirlerine gerekli olduğunu mu sanıyorsun? Sen ne ekmeksin, ne de değnek,
kimsenin sana ihtiyacı yoktur.
- Öğrenmek ve öğretmek ha? İnsanlara nasıl mutlu olacaklarını öğretebilir misin
bakalım? Hayır şahinim, öğretemezsin. Saçını sakalını ağart da, öğretmek sözünü sonra al
ağzına. Ne öğretebileceğini sanıyorsun? Herkes kendisine gerekli olan şeyi biliyor. Akıllı
olanlar her şeyi elde eder, aptalların eline zırnık bile geçmez, herkes öğrenmesi gerekli
olan şeyi kendi kendine öğrenir...
- Çok gülünç varlıklar şu senin insanların. İç içe girmişler, birbirlerini eziyorlar. Oysa,
bak, dünya ne kadar geniş. (Eliyle bozkırı gösterdi.) Herkes çalışıyor. Niçin? Kimin
yararına? Kimse bilmiyor. Çift süren bir insan gördüğüm zaman, gücünü ter damlaları
halinde toprağa akıttığını, sonra da aynı toprağın içinde çürüyeceğini düşünürüm. Zavallı
adam! Ondan hiçbir iz kalmayacak geriye. Dünyayı tarlasından ibaret sanarak, doğduğu
gibi, boş bir kafayla ölüp gidecek.
- Peki, niçin doğdu bu adam? Toprağı kurcalamak ve kendisine bir mezar bile
kazamadan ölmek için... Özgürlük denen şeyden haberi var mıdır? Bozkırın
sonsuzluğu ona ne anlatır? Bu dalga dalga yayılan ezgi onun yüreğine de sevinç salar mı?
Hayır! O bir köle olarak doğdu ve bütün hayatınca köle olarak yaşadı, mesele budur işte!
Ne gelir elinden? Eğer biraz akıllanırsa, kendini asmaktan başka hiçbir şey...
- Beri bak, şu gözlerimin elli sekiz yıldır gördüklerini oturup kâğıda dökecek olsam, senin
o torban gibi bin tanesi almaz. Haydi, gitmediğim bir ülke adı söyle bakayım. Hiç yorulma,
söyleyemezsin. Gördüğüm nice ülkelerin adını bile işitmemişsindir sen. İşte, hayat diye
ben böylesine derim. Durmadan gideceksin. Ne varsa bundadır. Bir yerde uzun süre
kalma. Niye kalasın ki? Geceyle gündüz nasıl birbirlerini kovalayarak dünyanın
çevresinde dolaşıyorlarsa; sen de hayattan soğumamak istiyorsan, düşüncelerini
onun üzerinde toplamaktan kaçın. Hayat üzerine düşünmeye başladın mı, bil ki soğursun
ondan... Her zaman böyle olur bu. Zamanında benim başıma da geldi. Hele hele! Benim
başıma da geldi şahinim.
- Galiçina'da, hapishanedeydim. Can sıkıntısından, "Ben niçin yaşıyorum?" diye
düşünmeye başladım. Hapishane çok sıkıcıdır şahinim, of, öyle sıkıcıdır ki! Aldı mı beni bir
keder... Pencereden tarlalara bakarken yüreğimi bir keder alıp başladı mı sıkmaya
kıskaçlarıyla... Niçin yaşadığını kim söyleyebilir? Hiç kimse söyleyemez şahinim!
Kendine bu soruyu sormanın da gereği yoktur. Yaşamaya bak, gerisine kulak asma. Gez,
dolaş, çevrende olup bitenleri gözle, hiçbir zaman kedere kapılmazsın. Ben o zaman az
kalsın kuşağımla kendimi asıyordum... Ya!
-Adamın biriyle konuşuyordum. Sizin Ruslardan, sert bir adam. Ona kalırsa, gönlünün
dilediği gibi değil de, Tanrı'nın buyurduğu gibi yaşamalıymış. Tanrı'ya yakarırsan,
dilediğin her şeyi verirmiş sana. Oysa kendisi delik-deşik, yırtık-pırtık giysiler içindeydi.
Dedim ki; "Sana yeni giysiler vermesi için Tanrı'ya yakarsana!" Kızdı, sövüp sayarak
kovdu beni. Oysa, az önce insanları bağışlamak, sevmek gerektiğinden söz ediyordu. Eğer
sözlerim ona dokunduysa, beni bağışlasaydı ya. Al işte sana öğretmen! Başkalarına az
yemek gerektiğini öğretir, kendileri günde on öğün
tıkınırlar.
Ateşe tükürdü, çubuğunu yeniden doldurarak sustu. Rüzgâr hazin ve kısık bir
uğultuyla esiyordu. Karanlıkta atlar kişniyor, tatlı, tutkulu bir Ukrayna şarkısı akıp
geliyordu obadan. Makar'ın dilber kızı Nonka söylüyordu bu şarkıyı. Onun göğüsten
gelen gür kesini tanıyordum artık. "Merhaba" derken ya da şarkı söylerken, yani her
zaman bir tuhaf, hoşnutsuz, tiz bir çınlayışı vardı bu sesin. Esmer, donuk yüzünde bir
çariçenin gururu okunur; gölgeli, koyu kahverengi gözleri karşı konulamaz güzelliğinin
bilinciyle, öteki insanlara karşı horgörüyle parlardı.
Makar, çubuğunu uzattı.
- Çek, dedi. Kız güzel söylüyor değil mi? Hele hele! İster miydin böyle bir dilber
sevdalansın sana? İstemezdin ha? Aferin! Kızlara inanma, uzak dur onlardan. Aman
aklından çıkarma bunu. Bir kızla öpüşmek, tütün içmekten daha hoştur elbette. Ama
onu bir kere öptün mü, özgürlüğü yüreğinden sil artık. Seni öyle görünmez bağlarla
kendine bağlar ki, bir daha koparamazsın. Bütün benliğini yitirirsin. Evet! Kendini
kızlardan korumalısın! Öyle de yalancıdırlar ki! Seni dünyada her şeyden daha çok
sevdiğini söyler ya, toplu iğne ucuyla şöyle bir dokun bakalım; dünyayı başına yıkar
alimallah! Bilirim ben onları! He-hey! öyle bir bilirim ki! İster misin, gerçek bir olay
anlatayım sana şahinim? Sen de aklından çıkarma onu. Aklından çıkarmadığın sürece
de, kuş gibi özgür olursun.
Zobar adında genç bir Çingene delikanlısı yaşardı bir zamanlar, Loyko Zobar. Bütün
Macaristan, Çek ülkeleri, Slavya, uzun sözün kısası, şu denizin çevresinde yaşayan
kim varsa tanırdı onu; öyle yiğit bir delikanlıydı işte! O ülkelerde hangi köye gidersen
git, Loyko'yu öldürmeye yeminli birkaç adama raslardın. Fakat o yine de yaşayıp
giderdi. Eğer hoşuna giden bir at görmüşse, sen o atın bekçiliği için bir alay asker
gönder istersen, fark etmez, Zobar mutlaka boy gösterirdi o atın üstünde! He-hey!
Sanki kimseden korkusu mu vardı onun? Şeytan bütün takım taklavatıyla birlikte
karşısına çıksa, diyelim ki bıçağını çekmeye fırsat bulamadı, herhalde küfürü basar,
şeytanların suratlarının ortasına yapıştırırdı tekmeyi. Evet, tam tamına böyle olurdu
işte!
Onu tanımayan ya da öykülerini işitmeyen Çingene obası yoktu. Aklı fikri atlardaydı
Loyko Zobar'ın. Ama çok uzun sürmezdi hevesi. Biraz bindikten sonra hayvanı satar,
parayı da sağa sola dağıtırdı. Kimseden gizlisi saklısı yoktu. Eğer sana gerekliyse, git
yüreğini iste. Kendi elleriyle koparır, verirdi. Yeter ki, sen hoşnut ol! İşte böyle bir
delikanlıydı o, şahinim!
Bizim oba o sıralarda, bundan on yıl kadar önce Bukovina taraflarında göçteydi. Bir
gün, -bir ilkbahar gecesi-, ben, Koşuta'ya karşı savaşan asker Danilo, yaşlı Nur,
Danilo'nun kızı Radda ve tüm oba halkı bir arada oturuyorduk.
Benim Nonka'yı biliyorsun değil mi? Çariçe gibi kızdır! Ama Radda'nın yanında o bir
hiçtir, sözü bile edilmez! Radda'nın güzelliğini sözcüklerle anlatamazsın. Bu güzelliği
belki bir keman dile getirebilirdi. Ama o kemanı çalmaya da adam gerek...
Çok yiğidin yüreğini kuruttu bu Radda, o-hoo, pek çok yiğidin. Moravya'da, saçları
perçem perçem yaşlı bir derebeyi taş kesildi onu görünce. Atının üzerinde, sıtma
tutmuş gibi titreye titreye baka kaldı. Çok yakışıklı bir adamdı. Şeytan, bayramlıklarını
giyinse o kadar yakışıklı olabilirdi ancak. Kaftanı altın sırmalarla kaplıydı. Böğründeki
kılıç; şimşek gibi parlıyor, atı eşiniyor, kılıcını baştan başa kaplayan değerli taşlar ışıl
ışıl ışıldıyordu. Şapkasına da gök parçası gibi mavi bir kadife takılıydı... Böylesine
görkemli bir derebeyiydi işte! Radda'ya baktı baktı da:
"- Hey, kız! dedi. Bir öpücük ver, bir kese altın al!"
Radda arkasını donuverdi.
"- Eğer incittiysem, bağışla beni, hiç değilse tatlı bakışını esirgeme..."
Yaşlı derebeyi o saat yelkenleri suya indirmişti. Kuşağından bir kese altın çıkarıp
Radda'nın ayaklarının dibine fırlattı. Kocaman bir altın kesesiydi bu, kardeş! Fakat kız,
sanki kazara çarpıyormuş gibi, keseyi ayağının ucuyla çamura itivermesin mi! Haydi
bakalım!..
Derebeyi:
"-Alacağın olsun kız!" diye ah etti, atını kamçıladı, bir toz bulutu içinde gözden yitti.
Ertesi gün yeniden çıkıp geldi. Obaya doğru gök gürültüsü bir sesle:
"- Kimdir o kızın babası?" diye gürledi.
Danilo çıktı.
"- Kızını bana sat, ne istersen vereyim!"
Danilo ona şöyle dedi:
"- Domuzlarından vicdanlarına kadar her şeylerini Leh beyleri satar sadece. Ben
Koşuto'ya karşı savaşmış adamım, ticaretten anlamam!"
Yaşlı derebeyi öfkeden kıpkırmızı kesildi, tam kılıcına davranmak üzereydi ki,
bizimkilerden biri atın kulağına bir köz parçası değdirince hayvan üzerindeki biniciyle
birlikte tozu dumana katıp gitti. Biz de toparlanıp yola koyulduk. Birinci gün geçti,
ikinci gün baktık, seninki gelip yetişti!
"- Hey!" diye bağırdı. "Tann'nın ve sizlerin karşısında, vicdanımın temiz olduğuna yemin
ederim. Evlenmek istiyorum onunla. Her şeyimi sizinle paylaşmaya hazırım. Çok
zengin bir adamım ben!"
Yalım yalım yanıyor, rüzgâra tutulmuş deve dikeni gibi, eyerin üzerinde sallanıyordu.
Hepimiz bir kararsızlık içinde kaldık.
Danilo:
"- Haydi bakalım kız! Konuş!" dedi.
Radda bize bakarak:
"- Gönül rızasıyla karga yuvasına giren dişi kartal gördünüz mü siz? diye sordu.
Danilo gülmeye başladı. Biz de onunla birlikte güldük.
"-Aferin kız! İşittin mi bey? Olmadı bu iş! Sen kendine bir güvercin ara en iyisi, o daha
uysaldır."
Yeniden yola koyulduk.
Derebeyi şapkasını başından alıp yere çaldı, atını öyle bir sürdü ki, yer yerinden oynadı
sanırsın. İşte Radda böyle bir dilberdi şahinim!
Evet! Gecelerden bir gece oturmuş, bozkırdan dalga dalga yayılan ezgiyi dinliyorduk. Ne
ezgidir o! Sanki kanımızı tutuşturuyor, bir yerlere çağırıyordu bizi. İçimizde öyle bir
şey yapmak isteği uyanıyordu ki, artık yaşamanın da gereği kalmayacaktı ondan
sonra. Ya da yaşarsan bütün dünyanın çarı olarak yaşayacaktın, şahinim!
Ansızın karanlıklar içinde bir at belirdi. Üzerinde keman çalan bir adamla bize doğru
yaklaştı. Adam ateşin yanında atı durdurdu, çalmayı bıraktı, gülerek bizden yana
baktı.
Danilo sevinçle:
"-He-hey!" diye bağırdı. "Zobar, sen misin? Ta kendisi, Loyko Zobar!"
Bıyıkları neredeyse omuzlarına değiyor, saçlarının kıvrımlarıyla karışıyordu. Gözleri
yıldızlar gibi pırıl pırıldı. Ya gülüşü, hey Tanrım, bir güneşti sanki! Atıyla birlikte sanki
tek bir demir parçasından dövülmüştü. Ateşin kızıllığı içinde kana batmış gibi duruyor,
ak dişlerini göstererek gülümsüyordu. Eğer tek bir söz söylemesinden ya da şu
dünyada benim de yaşadığımı fark etmesinden daha önce onu kendi özüm gibi
sevmediysem gözüm kör olsun!
Dünyada böyle insanlar da vardır şahinim! Gözlerine bir kere bakar, ruhunu tutsak
ederler. Sen de bundan utanç duymadığın gibi, gururlanırsın bile. Olursan, böyle bir
adam ol işte. Böyle adamlar azdır dostum. Fakat iyi ki de azlar. Dünyada iyi şeyler çok
olsaydı, nereden belli olurdu iyilikleri? Uzatmayalım! Öykümüze dönelim!
Radda şöyle dedi:
"- Çok güzel çalıyorsun Loyko! Bu kadar güzel sesli kemanı kim yaptı sana?"
Loyko gülerek:
"- Kendim yaptım," diye karşılık verdi. "Hem de ağaçtan değil, çok sevdiğim bir kızın
göğsünden yaptım onu. Tellerini de kızın yüreğinden kendi ellerimle söküp çıkardım.
Keman hâlâ biraz yalan söylüyor ama, yay kullanmakta ustayımdır ben!"
Kızların başını döndürüp onları kendimize bağlamak için sık sık başvurulan bir
oyundur bu. Ama Loyko yanlış kapı çalmıştı bu kez.
Radda öte yana dönüp esneyerek:
"- Bir de Zobar'ın akıllı, becerikli bir adam olduğunu söylerlerdi" dedi. "Şu insanlar
amma da yalancı oluyor!"
Sonra oradan uzaklaştı.
Loyko, gözleri parlayarak:
"-Vay! Çok keskin dişlerin varmış güzelim!" diye bağırdı.
Atından indi, yanımıza gelerek:
"- Merhaba kardeşler!" dedi. "İşte ben de aranızdayım!"
Danilo:
"- Hoş geldin, safalar getirdin şahinim!" diye karşılık verdi.
Öpüştük, sohbet ettik, sonra yatmaya çekildik... Deliksiz bir uyku çektikten sonra,
sabahleyin bir de baktık Zobar'ın kafası bir çaputla sarılı. Bu da nesi? Uyurken at
tepmişmiş...
Bren, breh, breh! Tabii atın kim olduğunu anlayıp bıyık altından gülmeye başladık. Danilo
da bizimle birlikte gülüyordu. Loyko, Radda'ya layık değil miydi sanki? Layıktı elbette!
Fakat bir kız ne kadar güzel olursa olsun, ruhu sığ ve dardır. İstersen bir batman altın
as boynuna, fark etmez, yine de yaranamazsın. Neyse, uzun sözün kısası, işte böyle
oldu şahinim!
Oralarda yaşayıp gidiyorduk. İşlerimiz fena değildi o sıralar. Zobar da
bizimle
birlikteydi. Arkadaş diye ben öylesine derim işte! Yaşlı bir adam kadar bilgiliydi.
Anlamadığı şey yoktu. Hem Rusça, hem de Macarca okuyup yazması vardı üstelik.
Kimi zaman öyle bir sohbet açardı ki, ömrün boyunca uyanık kalıp dinlemek isterdin!
Hele bir keman çalışı vardı, dünyada onun gibi keman çalan bir başkası daha çıkarsa,
yıldırım çarpsın beni! Yayı tellerin üzerinden bir geçirdi mi yüreğin titrerdi. İkinci
geçirişinde soluğun tutulur, kulak kesilirdin. Gülümseye gülümseye çalardı. Dinlerken,
aynı zamanda hem ağlamak, hem gülmek isteğiyle dolardı için. Bakarsın, acı acı
inleyen birisi senden yardım ister, sanki bir bıçakla yüreğini oyardı. Bakarsın bozkır,
gökyüzüne acıklı masallar anlatırdı. Bakarsın genç bir kız, yiğit bir delikanlının ardı
sıra gözyaşı dökerdi!.. Yiğit delikanlı, bozkıra sevgilisinin adını ünlerdi. Ve ansızın, hey
anam! Bir de bakmışsın, dolu dizgin, capcanlı bir şarkı çınlamaya başlar, sanki gökteki
güneş bile bu şarkının ezgileriyle oynamaya koyulurdu! Ya, işte böyle şahinim!
İnsan bütün varlığıyla o şarkıyı içine sindirir, bütün benliğiyle kölesi olurdu onun. Eğer o
sırada
Loyko "Davranın bıçaklara arkadaşlar! diye bağıracak olsa, hepimiz bıçaklarımızı
çeker,
gözümüzü kırpmadan yürürdük onun gösterdiği yere. İnsanlara istediği her şeyi
yaptırabilirdi.
Hepimiz seviyorduk onu, candan seviyorduk. Sadece Radda hiç yüz vermiyordu
delikanlıya. İş bu kadarla kalsa neyse ne, üstelik bir de alay ediyordu onunla. Zobar'a
çok sataşıyordu kız, domuzuna sataşıyordu! Loyko dişlerini gıcırdatıyor, bıyıklarını
çekiştiriyor, gözleri uçurumlardan daha kara, bakıp duruyordu. Kimi zaman öyle bir
parıltı gelirdi ki onlara, korkardın. Geceleri bozkırın uzaklarına açılır, kemanı sabaha
kadar ağlar, sanki sahibinin ölen özgürlüğü için gözyaşı dökerdi. Bizlerse yattığımız
yerde bu ezgileri dinler, ne yapmamız gerektiğini düşünüp dururduk. Biliyorduk ki,
birbirine doğru yuvarlanan iki kayanın arasında durulmaz, ezilirsin. Böylece günler
geçip gidiyordu.
Bir gün hep birlikte oturmuş, işlerden konuşuyorduk. Canımız sıkıldı. Danilo, Loyko'ya:
"Zobar, bir şarkı söyle de içimiz açılsın!" dedi. Loyko az ötede sırtüstü yatıp
gökyüzüne bakan Radda'ya gözlerini dikti, kemanın tellerine dokundu. Öyle ezgiler
döküldü ki, keman gerçekten de bir kız yüreğinden yapılmıştı sanırsın. Loyko şu
şarkıyı söylemeye başladı:
Hey-hey! Bir ateş yakar bağrımı, Bozkır nasıl da geniştir! Atım rüzgâr kadar hızlı,
Bileğim çelik gibidir.
Radda başını döndürdü, azıcık kalkarak şarkıcının gözlerine bakıp hafifçe gülümsedi.
Loyko şafak gibi alev alev tutuştu.
Hey-hop! Haydi arkadaşım, davran! Sürelim atlarımızı dört nala! Bozkırı kaplamış kara bir
duman, Ama bizi bir şafak bekliyor uzakta!
Hey-hey! Uçarak karşılayalım günü, Dönüp yükselerek havaya! Fakat atlarımızın yelesi
Zarar vermesin güzelim aya!
İşte, buydu söylediği şarkı! Kimse böyle şarkılar söyleyemez şimdi! Fakat Radda süzüle
süzüle: "- Sen bari o kadar yükseklere çıkarmasaydın Loyko, korkarım burnunun üstüne
bir su birikintisine düşersin de, bıyıkların kirlenir!" demez mi!
Loyko azgın bir canavar gibi baktı kıza, fakat hiçbir şey söylemedi. Sabrederek
şarkısına döndü yine:
Hey-hop! Ansızın bir gün doğacak
Sarılıp uyuyacağız senle ben.
Hey-hey! Bir utanç alevi bedenlerimizden
Geçip ikimizi de yakıp kavuracak!
Danilo:
"- Şarkı diye ben buna derim işte!" dedi. "Ömrümde işitmemiştim böylesini. Eğer
yalanım varsa şeytanın tütün çubuğu olayım!"
Yaşlı Nur hem bıyıklarını oynatıyor, hem de omuzlarını titretiyordu. Loyko'nun yiğit
koçaklaması hepimizin kanını kaynatmıştı! Sadece Radda'ydı hoşnut olmayan.
Üzerimize bir kova buzlu su döker gibi:
"- Kartal çığlığına özenen sivrisineğin biri, bir gün tam böyle vızıldıyordu işte!" dedi.
Danilo kızına dönerek:
"- Sen kamçılanmak istiyorsun galiba Radda?" diye çıkıştı.
Zobar şapkasını yere çaldı, yüzü toprak gibi karararak şöyle dedi:
"- Dur Danilo! Kızgın katıra çelik gem gerek! Kızını bana karılığa ver!"
Danilo:
"-Amma da laf!" diye gülümsedi. "Alabilirsen al, senin olsun!"
Loyko:
"- Pekâlâ!" dedi ve Radda'ya şunları söyledi:
"- Bana bak kız, o kadar böbürlenme! Senin gibi çok kız gördüm ben, hey anam, çok kız
gördüm! Fakat hiçbiri senin kadar sarsmadı yüreğimi. Eh, Radda, ruhumu tutsak ettin!
Ne yapalım? Başa gelen çekilir! Üstüne binip kendinden kaçabileceğin bir at yok!...
Tann'nın, kendi vicdanımın, babanın ve bütün burada bulunanların önünde, bana
varmanı istiyorum. Fakat, sakın bana gem vurmaya kalkışma. Ben özgür bir adamım,
gönlümün dilediği gibi yaşamak isterim!"
Sonra dişleri sıkılmış, gözleri çakmak çakmak, Radda'ya doğru yürüdü. Elini kıza uzattı.
Eh, bozkır atı Radda'ya da gem vuruldu diye düşünüyorduk ki, delikanlının, kollan
havada sallanarak küt diye ensesi üstüne yere yuvarlandığını görmemiz bir oldu!..
Bu ne iştir? Loyko'nun yüreğine bir kurşun değmişti sanki. Radda onun ayaklarına bir
kamçı dolamış, sonra da kendine doğru çekmişti. Loyko'nun düşmesinin nedeni
buydu.
Kız yeniden uzanmış, kımıldamadan, sessizce gülümsüyordu. Loyko yere oturmuş,
sanki çatlayacağından korkuyormuşçasına, başını ellerinin arasına almış,
sıkıştırıyordu. Sonra sessizce kalktı, kimsenin yüzüne bakmadan bozkırın içerlerine
doğru yürüyüp gitti. Nur bana: "Onun peşinden git!" diye fısıldadı. Ben de gecenin
karanlığında, Loyko'nun peşi sıra sessizce bozkıra süzüldüm. Evet, işte böyle oldu
şahinim!
Makar çubuğundaki külleri silkti, yeniden tütün doldurmaya başladı. Ben kaputuma
daha sıkı sarındım, yere uzanıp onun güneşten ve rüzgârdan kararmış yaşlı yüzüne
bakmaya koyuldum. Başını sert, keskin bir hareketle sallayarak kendi kendine bir
şeyler mırıldandı. Ağarmış bıyıkları kımıldadı, rüzgâr saçlarını savurdu. Üzerine
yıldırım düşmüş yaşlı bir meşeyi andırıyordu. Fakat yine de güçlü, sağlam ve
mağrurdu. Deniz, eskisi gibi kıyıyla fısıldaşıyor, rüzgâr yine onun hışırtısını bozkıra
yayıyordu. Nonka şarkı söylemiyordu artık. Fakat gökyüzünde toplanan bulutlar, güz
gecesini daha da karartmışlardı.
Loyko başını öne eğmiş, kollarını kamçı gibi sarkıtmış, ağır adımlarla yürüyordu. Dere
kıyısına varınca bir taşın üzerine oturdu, derin bir ah çekti. Merhametten yüreğim
parça parça oldu. Ama yine de yanına varamadım. Acı karşısında sözün ne değeri
var? Öyle değil mi? Ya! Bir saat, iki saat, üç saat geçti. O kımıldamadan, öylece
oturuyordu.
Ben de az ötede uzanmıştım. Aydınlık bir geceydi. Ay, bozkırı gümüş ışıklarına boğuyor,
uzaklar kolayca görülüyordu.
Ansızın Radda'nın obadan bize doğru hızlı hızlı geldiğini gördüm.
İçim sevinçle doldu. "Yaşasın!" diye düşündüm. "Aslan kızdır şu Radda!"
Delikanlıya doğru yaklaştı. Loyko hâlâ bir şeyin farkında değildi. Elini onun omuzuna
koydu. Loyko titredi, ellerini gevşeterek başını kaldırdı ve sıçramasıyla bıçağına
davranması bir oldu. Vay! Baktım, boğazlayacak kızı! Hemen obaya seslenip
Loyko'nun üzerine atılmak üzereydim ki, Radda'nın sesini işittim:
"- Bırak onu! Kafanı parçalarım yoksa!"
Bir de baktım, Radda elinde bir tabanca tutuyor, namlusunu da Zobar'ın alnına
doğrultmuş! Vay şeytanın kızı! Eh, şimdi güçleri eşit, bakalım bundan sonra ne olacak
diye düşündüm.
Radda tabancayı kuşağına sokarak:
"- Dinle!" dedi. "Buraya seni öldürmeye değil, uzlaşmaya geldim, bırak o bıçağı!"
Delikanlı bıçağı yere attı, asık bir yüzle kızın gözlerine bakmaya başladı. Görülecek
şeydi bu kardeş! İki insan karşı karşıya durmuş, canavarlar gibi birbirlerine bakıyorlar.
İkisi de öylesine iyi, öylesine yiğit kişiler. Parlak ay, bir de ben, onlara bakıyoruz.
Radda:
"- Dinle beni Loyko," dedi. "Seni seviyorum ben!"
Öteki elleriyle ayakları bağlıymışçasına, sadece omuzlarını oynattı.
"- Çok yiğit gördüm. Ama sen yiğitlikte de, güzellikte de hepsinden üstünsün.
Hangisine bir göz kırpsam bıyıklarını keser, istesem hepsi ayaklarıma kapanırdı. Fakat
ne anlamı var bunun? Hiçbiri gerçekten yiğit değildi. Hepsi de sünepe gibi olacaktı
karşımda. Dünyada yiğit çingeneler çok azaldı Loyko, çok azaldı! Şimdiye kadar
kimseyi sevmedim, fakat seni seviyorum. Ama özgürlüğü de severim ben! Özgürlüğü
senden daha çok seviyorum Loyko! Ben sensiz yaşayamam, sen de bensiz
yaşayamazsın. İşte bu yüzden, bütün benliğinle benim olmanı istiyorum. İşitiyor
musun?"
Delikanlı gülümsedi:
"- İşitiyorum! Sözlerin yüreğime sevinç veriyor! Devam et!"
"- Bir şey daha var Loyko. İstediğin kadar kaçamak yap, nasıl olsa yeneceğim seni,
benim olacaksın. Öyleyse boş yere zaman yitirme. Öpüşlerim, okşayışlarım seni
bekliyor... Seni öyle bir öpeceğim ki Loyko!.. Öpüşlerim vahşi hayatını unutturacak
sana... Ve yiğit Çingenelerin öylesine hoşlandıkları canlı şarkıların bozkırda
çınlamayacak artık... Bana, Radda'ya aşk şarkıları, tatlı şarkılar söyleyeceksin...
Öyleyse zaman yitirme boş yere. Demem o ki, genç bir oğlanın yaşlı yoldaşına boyun
eğmesi gibi, yarın bana boyun eğeceksin. Bütün obanın önünde ayaklarıma kapanıp
sağ elimi öpmeni istiyorum. İşte o zaman senin karın olacağım."
Bak sen iblisin kızının istediğine! İşitilmiş şey değildi bu! Yaşlılar, çok eskiden
Karadağlılarda böyle bir âdetin bulunduğundan söz ederlerdi ya, Çingeneler arasında
hiçbir zaman böyle bir şey olmamıştı! Haydi bakalım, bundan daha gülünç bir şey
bulabilir misin şahinim? Bir yıl kafa patlatsan, bulamazsın!
Loyko sarsıldı; göğsünden yaralanmışçasına öyle bir haykırdı ki, bütün bozkır çınladı.
Radda titredi, fakat hemen toparlandı.
"- Haydi, yarına kadar hoşça kal, fakat yarın sana emrettiğim şeyi yapacaksın. Tamam
mı Loyko?"
Zobar:
"-Tamam!" diye inledi. "Yapacağım!" ve ellerini kıza uzattı.
Radda delikanlıya bakmadı bile. Zobar, rüzgârın biçtiği bir ağaç gibi sendeledi; yarı
hıçkırarak, yarı gülerek yere kapaklandı.
Lanet olası Radda, delikanlıyı böylesine yiyip bitirmişti işte. Onu güçlükle kendine
getirebildim.
Tüh! Hangi şeytan ister insanların acı çekmesini? İnsan yüreğinin acıdan yırtıla yırtıla
inlediğini işitmekten kim hoşlanır? İşin yoksa, düşün artık!...
Obaya döndüm, olup bitenleri yaşlılara anlattım. Düşünüldü, işin nereye varacağını
beklemeye karar verildi. Sonra ne oldu bak: Akşamüstü hepimiz ateşin çevresinde
toplandığımızda Loyko da geldi. Bir gece içinde korkunç kötülemiş, zayıflamıştı. Çökük
gözlerini yere indirdi, kimsenin yüzüne bakmadan şunları söyledi:
"- Bakın ne oldu arkadaşlar: Bu gece yüreğimi gözledim; eski, özgür hayatıma yer
bulamadım onda... Orada sadece Radda yaşıyor, hepsi bu! İşte o, güzel Radda, bir
çariçe gibi gülümsüyordu! Özgürlüğünü benden daha çok seviyormuş. Bense onu
özgürlüğümden daha çok seviyorum. Ona varasıya kadar, bir şahinin ördeklerle
oynaması gibi kızlarla oynayan yiğit Loyko Zobar'ın onun güzelliği karşısında nasıl
boyun eğdiğini göresiniz diye emrettiği üzere hepinizin önünde Radda'nın ayaklarına
kapanmaya karar verdim. Sonra benim karım olacak, beni öylesine sevip okşayacak
ki, içimden sizlere şarkı söylemek gelmeyecek artık. Yok olan özgürlüğüme
yanmayacağım! Öyle değil mi Radda?"
Delikanlı gözlerini kaldırarak kuşkuyla Radda'ya baktı. Kız hiçbir şey söylemeden başını
sertçe salladı, eliyle ayaklarını gösterdi. Bizler, taş kesilmişçesine bakıyorduk. Hattâ,
Loyko Zobar'ın -bu kız Radda bile olsa- bir kızın ayaklarına kapandığını görmemek için
çekip bir yerlere gitmek istiyorduk. Yürekler acısı bir şeydi bu.
Radda:
"- Haydi!" diye bağırdı Zobar'a.
Delikanlı:
"- Dur bakalım, acele etme, istediğin olacak. Bıkacaksın hattâ..." diyerek güldü. Sanki
gülmedi de, bir çelik çınladı sanırsın. Sonra bize dönerek:
"- İşte her şey tamam arkadaşlar!" dedi. "Ne kalıyor geriye? Radda'nın yüreği bana
söylediği gibi sağlam mı gerçekten? Geriye bunu denemek kalıyor sadece. Kusura
bakmayın kardeşler, ben de bunu deneyeceğim şimdi!"
Biz daha onun ne demek istediğini anlayamadan, Radda'nın yerde yattığını görmemiz bir
oldu. Zobar'ın sapına kadar saplanmış eğri bıçağı göğsünde sallanıyordu. Donakaldık.
Radda bıçağı çekip çıkardı, bir yana fırlattı, kara saçlarının bir tutamını göğsüne
bastırdı ve gülümseyerek; gür, açık bir sesle:
"- Elveda Loyko! Böyle yapacağını biliyordum!..." dedi ve öldü...
Görüyor musun kızı şahinim? Yalanım varsa Allah belamı versin! Böylesine iblis bir kızdı!
Loyko bozkıra dönerek:
"- İHe-hey! Şimdi ayaklarına kapanabilirim işte gururlu kraliçe!" diye haykırdı. Yere atıldı
ve dudaklarını ölü Radda'nın ayaklarına bastırarak öylece kaldı. Bizler şapkalarımızı
çıkarmış, sessizce duruyorduk.
Böyle bir durumda ne yaparsın şahinim? Haydi bakalım! Nur, "Bağlayalım onu..." diyecek
oldu, fakat hiçbirimizin Loyko Zobar'ı bağlamaya kalkmayacağını, içimizin böyle bir
şey götürmeyeceğini o da biliyordu. Elini sallayarak bir kıyıya çekildi. Danilo,
Radda'nın bir yana fırlattığı bıçağı yerden aldı, ağarmış bıyıklarını oynatarak uzun
uzun baktı ona. Üzerinde Radda'nın kanı kurumamıştı daha. İnadına eğri, inadına sivri
bir bıçaktı bu. Sonra Zobar'a yaklaştı, bıçağı onun sırtına, tam kalbinin hizasına
sapladı. Eski asker Danilo, Radda'nın babasıydı ne de olsa!
Loyko, Danilo'ya dönerek; açık, anlaşılır bir sesle:
"- Bak hele!" dedi ve Radda'ya yetişmeye gitti.
öylece bakakaldık. Radda elindeki bir tutam saçı göğsüne bastırmış, açık gözleri mavi
gökyüzüne dikili, yatıyordu. Onun ayaklarının ucunda da yiğit Loyko Zobar
uzanıyordu. Perçemleri dağılmış, yüzü görünmez olmuştu.
Derin bir düşünceye dalmıştık hepimiz. Yaşlı Danilo'nun bıyıkları titriyordu. Gür kaşlarını
çatmış, gözlerini gökyüzüne dikmiş, bir şey söylemeden öylece duruyordu. Akbaba
gibi apak bir adam olan Nur, yüzükoyun yere uzanmış, zayıf omuzları sarsıla sarsıla
ağlıyordu.
Ağlanacak şeydi bu şahinim!
-... Gidiyorsan dosdoğru kendi yolundan git, bir yana sapayım deme. Hayat dediğin
budur işte, gerisine kulak asma!...
Makar sustu. Çubuğunu tütün kesesine yerleştirerek gocuğunun önünü örttü. Damla
damla bir yağmur serpiştirmeye, rüzgâr şiddetlenmeye başlamıştı. Deniz boğuk,
kızgın bir sesle gürlüyordu. Atlar, birbiri arkasına, sönmekte olan ateşe yaklaşıyor; iri,
akıllı gözleriyle bizi inceleyerek sessiz bir halka halinde çevremizde toplanıyorlardı.
Makar onlara okşayıcı bir sesle:
"- Hop, hop, hey!" diye ünledi. Sonra kuzgun renkli sevgili atının boynuna eliyle vurdu,
bana
dönerek "Uyuyalım artık" dedi ve gocuğunu başına çekip toprağa uzanarak sessizliğe
gömüldü.
Ben uyuyamıyordum. Gözlerimi bozkırın karanlığına dikmiştim. Orada, havada,
Radda'nın bir çariçe kadar güzel ve mağrur görüntüsü yüzüyordu. Elindeki bir tutam
saçı göğsündeki yaraya bastırmıştı. Esmer, ince parmaklarının arasından damla
damla akan kan, ateş kızıllığında yaldızcıklar gibi toprağa dökülüyordu.
Yiğit Loyko Zobar'ın görüntüsü de onun peşi sıra akıp gidiyordu. Gür, kara perçemleri
yüzüne dökülmüştü. Onların altından da soğuk, iri gözyaşı damlaları birbiri arkasına
yuvarlanıyordu...
Yağmur şiddetleniyor; deniz, eski asker Danilo'nun kızı Radda'yla yiğit Loyko Zobar'a,
bu güzel ve mağrur Çingene çiftine karanlık, görkemli bir ağıt yakıyordu.
Onlar gecenin karanlığında, sessizce, yavaş yavaş koşuyorlar, yakışıklı Loyko mağrur
Radda'ya bir türlü yetişemiyordu.
1892
YEMELYAN PİLYAY
- Tuza gitmekten başka çare kalmadı! Bu iş bize çok tuzluya oturacak ya, hiç yolu yok
kardeşçik. Bu gidişle açlıktan kuyruğu titreteceğiz yoksa.
Arkadaşım Yemelyan Pilyay bunu söyleyip elini tütün kesesine attı, sabahtan beri belki
onuncu kez çıkarıp baktı. Onun tıpkı dünkü gibi bomboş olduğuna aklı kesince içini çekti,
tükürdü, sırtüstü uzandı. Kızgın bir güneşle aydınlanan bulutsuz göğe bakarak ıslık
çalmaya koyuldu.
Odesa'dan üç verst ötede, deniz kıyısında bir kumsala uzanmış, aç karnına yatıyorduk.
Ne kadar aradıysak iş bulamamıştık orada. Yemelyan, başını bozkıra, ayaklarını denize
vererek uzanmıştı. Kıyıya doğru birbiri arkasına koşup gelen dalgalar, onun çıplak ve kirli
ayaklarını yumuşak bir hışırtıyla yakıyor; arkadaşım güneşten kamaşan gözlerini
kırpıştırarak kâh bir kedi gibi geriniyor, kâh vücudunu denize doğru biraz daha
kaydırıyordu. O zaman dalgalar neredeyse omuz başlarına kadar çıkıyor, bu da pek
hoşuna gidiyordu onun.
Ben limandan yana bakıyordum. Mavi, yoğun bir duman tabakasıyla örtülü direkler yığını
görünüyor; çapa zincirlerinin boğuk şangırtıları, lokomotiflerin çığlıkları bize kadar
ulaşıyordu. Orada, karnımızı doyurma konusunda sönüp giden umudumuzu canlandıracak
bir şey göremeyip ayağa kalktım; Yemelyan'a:
- Davran öyleyse! dedim. Tuzlaya gidiyoruz. Yemelyan, gözlerini gökyüzünden ayırmadan:
- İyi ya, git!., dedi. Bakalım üstesinden gelebilecek misin bu işin?
- Orada belli olur.
O, parmağını bile kıpırdatmadan:
- Demek gidiyoruz ha? diye söylendi.
- Gidiyoruz dedik ya!
- Pekâlâ! Ne yapalım? İştir... gideceğiz... Yerin dibine batası Odesa da burada, olduğu
yerde kalacak! Şeytanlar götürsün onu!.. Liman kentiymiş!.. Hıh!.. Allah belasını versin!..
- İyi, iyi... Anladık... Kalk da gidelim. Sövüp saymakla karnımız doymaz.
- Nereye gidiyoruz? Tuzlaya mı? Peki... gideriz... Fakat orada da elimize bir
şey geçmeyeceğini unutma kardeşçik...
- "Gidelim" diyen sendin.
- İyi ya... Sözümü geri alacak değilim... Ama yine de elimize bir şey geçmeyecek!...
- Niye?
- Niye ha?.. Orada bizi dört gözle beklediklerini, varır varmaz: "Hoş gelip safalar
getirdiniz Yemelyan ve Maksim efendiler; eşek sudan gelinceye kadar çalışın ve
paracıklarımızı alın!..." diyeceklerini mi sanıyorsun? Yok azizim... Hiç öyle olmayacak! Şu
anda her ikimiz de derilerimizin sahibiyiz; bunu unutma!...
-Anladık... Uzun etme... Kalk da gidelim artık...
- Dur bakalım!... Orada ne olacak biliyor musun? Dosdoğru tuzla müdürünün karşısına
çıkacak, son derece saygılı bir tavırla: "Sayın soyguncu, merhametli kan içici!"
diyeceğiz. "Derilerimizi işkembenize sunmaya geldik! Altmış kapik karşılığında onları
yirmi dört saat yüzmek lütfunda bulunmaz mısınız?" Eh... Belki o zaman işe alırlar bizi...
- İnceldiği yerden kopsun... Hadi, davran da gidelim... Akşam üstü dalyana uğrar, ağların
ayıklanmasına yardım ederiz. Bakarsın akşam yemeğini çıkarırız böylece. -Akşam yemeği
ha? Bak bu olabilir! Balıkçılar yiğit insanlardır. Doyururlar bizi. İyi ya... gidelim öyleyse...
Fakat elimize bir şey geçmeyeceğini de aklından çıkarma kardeşçik. Bu hafta işimiz hep
ters gitti. Düzeleceği de yok...
Sırılsıklam bir halde kalktı; silkindi. İki un çuvalının birbirine eklenmesiyle yapılmış
pantolonunun ceplerini araştırdı; bomboş çıkan ellerini yüzüne yaklaştırarak ağlamaklı bir
sesle:
- Zırnık bile yok!., dedi. Dört gündür arıyorum; hiçbir şey çıkmıyor! İşler pek kötü
kardeşçik!..
Ara sıra laflaşarak kıyı boyunca yürümeye başladık. Ayaklarımız küçük deniz
hayvanlarının kabuklarıyla kaplı yumuşak kumsala batıp çıkıyor, dalgalar uyumla
hışırdıyordu. Denizin taşıyıp getirdiği ağdalaşmış denizanalarına; şişmiş, kararmış ağaç
parçalarına ve küçük balıklara raslıyorduk kimi zaman... Serin, taze bir meltem denizden
bozkıra doğru esiyor, kumları tozutarak uzaklaşıyordu. Neşeli bir adam olan Yemelyan
bugün sıkıntılıydı. Onu eğlendirmek için:
- Yemelyan, bir şeyler anlatsana! dedim.
- Anlatırdım anlatmasına ya, insanın midesi boş olunca dili de dönmüyor kardeş! Şu
dünyada çeşit çeşit insana raslarsın; ama midesi olmayana raslayamazsın! İnsanın midesi
doldu mu, ruhu da canlanır! Her şeyin başı midedir...
Sustu. Sonra:
- Eh, kardeşçik... diye sözlerini sürdürdü. Şimdi şu deniz bin ruble fırlatıverseydi bana!
Hey anam be! Hemen bir meyhane açardım. Seni yanıma yamak alır, kendime de tezgahın
arkasında bir döşek serdirip bir şarap fıçısını hortumla ağzıma bağlatırdım. Canım biraz
neşelenmek istedi miydi, "Hey Maksim!" diye bağırırdım, "Aç şu musluğu" Lık-lıklık...
İç babam içerdim... Oğlum Yemelyan, yutkun bakalım... Ne hoş olurdu be!.. Köylü
milletine, o toprak sahiplerine de bilirdim yapacağımı... Soyup soğana çevirir, derilerini
yüzer yüzer de içine saman teperdim!.. "Yemelyan Pavlıç! Veresiye bir kadehçik içsem!.."
"Ha?.. Ne dedin?.. Veresiye mi?.. Veresiyemiz yok arkadaş!.." "Yemelyan Pavlıç!.. Acı
bana!.." "Peki, önce biraz terle de bir düşüneyim; sonra bir kadehçik veririm belki..." Hah!
Hah! Hah! Bilirdim o şeytanlara yapacağımı...
- Bu kadar merhametsiz olmanın sebebi ne? Görmüyor musun, köylü de aç!..
- Ne? Köylü de aç, öyle mi? Peki, ben aç değil miyim? Ha?.. Kardeşçik... Doğdum doğalı
açım ben... Hem de hiçbir kanun maddesi söz etmez bundan... Ya!.. Köylü açmış...
Niçin? Kıtlıktan mı? Kıtlık onun kendi kafasında!.. Tarladaki kıtlık sonra gelir, anladın
mı?.. Niçin yabancı ülkelerde kıtlık olmuyor? Çünkü ordaki insanların kafası ense
kaşımak değil, düşünmek için yaratılmış!.. Ya... Kardeşcik... Oradaki insanlar istediler
mi bugünün yağmurunu yarına ertelerler. Güneş yakıcı olmaya başladı mı onu da bir
bulutla örtüverirler. Ya biz? Biz ne yapıyoruz? Hiç!.. Neyse, canı cehenneme!.. Şimdi
bin rublem olsa da bir meyhane açsaydım, gerisi vız gelirdi...
Sustu, elini alışkanlıkla yine tütün kesesine attı. Çıkardı, evirip çevirdi, baktı... baktı...
öfkeyle tükürdü ve denize fırlattı onu.
Dalgalar bu kirli armağanı önce bir parça açığa sürüklediler, fakat az sonra gerisin geri
getirip kıyıya bıraktılar.
- Demek almıyorsunuz ha? Şimdi görürüz!..
Yemelyan ıslak keseyi yerden aldı; içine bir taş koydu; kolunu hızla sallayarak denizin
uzaklarına fırlattı.
Güldüm.
- Hey!.. Niçin dişlerini gösteriyorsun?.. Ne insanlar be!.. Kitap okuyor, hatta onları
yanında taşıyor, ama bir insanı anlayamıyor! Dört gözlü hayalet!..
Banaydı bu söz. Yemelyan'ın adamakıllı kızgın olduğunu anladım. Çünkü ancak herkese ve
her şeye karşı nefretle dolu olduğu zamanlar gözlüklerime dil uzatırdı. Yoksa, elimde
olmaksızın taşıdığım bu süs, onun gözünde özel bir saygı kazandırmıştı bana. Tanıştığımız
ilk günlerde, hatta bir Romanya gemisine birlikte kömür yüklerken, ikimiz de şeytan gibi
kapkara kesildiğimiz, ikimiz de paçavralar ve yara bere içinde olduğumuz halde, bana hep
"Siz" demekten kendini alamamış, hep saygılı bir tavırla konuşmuştu.
Özür diledim ve onu bir parça olsun yatıştırabilmek için yabancı ülkelerden söz açtım. Az
önce yağmur ve güneş için söylediklerinin gerçeklere dayanmadığını, bunların
mitolojiden çıkma şeyler olduklarını anlatmaya koyuldum. Yemelyan arada bir:
- Bak hele!.. Vay canına!.. Demek öyle!., diye söylenip duruyordu ya, onun şu sırada ne
yabancı ülkelere, ne de orada yaşayan insanlara aldırış etmediğini seziyordum. Bu konu
kendisini her zaman ilgilendirdiği halde, o sırada beni hemen hemen hiç dinlemiyor;
gözlerini kısmış, uzaklara bakıyordu.
Bir ara eliyle belirsiz bir hareket yaparak:
- Varsın öyle olsun, dedi. Ben senden şunu sormak istiyorum: Şimdi paralı bir adam çıksa
karşımıza, (yüzüme yandan bir göz attı, sözcüklerin üstüne basa basa
tekrarladı) hem çok paralı bir adam; şu dünyada biraz da insanca yaşamak için eşekler
cennetine gönderir miydin onu?
- Şüphesiz ki hayır! diye karşılık verdim. Hiç kimse mutluluğunu bir başkasının
hayatıyla satın alma hakkına sahip değildir.
- Ya!.. Öyle mi dersin... Bunlar kitap laflarıdır oğlum; kitaplarda yazar. Bu saçmaları ilk
olarak yumurtlayan efendi, başı darda kalsa, gözünü kırpmadan canını alırdı bir
başkasının. Hiç kuşkum yok bundan. Hak! Senin hak dediğin şey budur işte!.. Yemelyan'ın
iri yumruğu burnumun dibinde bitiverdi.
- Herkes şu ya da bu biçimde işte bu hakka dayanarak işini yoluna koyar! Anladın mı?
Gözlerini kıstı, soluk renkli kaşlarını çatarak sustu.
Ben de susuyordum. Kızdığı zaman ona karşı çıkmakla bir şey elde edilemeyeceğini
öğrenmiştim artık.
Dalgaların getirip ayaklarının dibine bıraktığı bir ağaç parçasını denize fırlatarak içini
çekti:
- Şimdi bir parça tütün olsaydı...
Baktım, sağımızda, bozkırda iki çoban oturuyor. Yemelyan:
- Merhaba delikanlılar! diye seslendi. Bir parça tütününüz yok mu? Çobanlardan biri
arkadaşına döndü; çiğnediği ot parçasını tükürerek:
- İşittin mi Mihail, tütün istiyorlar, dedi.
Mihail bizimle konuşmadan önce izin almak istermiş gibi gökyüzüne baktı, sonra bize
dönerek:
- Merhaba! dedi. Nereye gidiyorsunuz?
- Oçakov'a. Tuzlaya. -Vay anasını!
Adamların yanında bir yere oturarak sustuk.
- Hey Nikita! Şu heybeni toparla da kargalar gagalamasın...
Nikita, bıyık altından gülerek heybesini toparladı. Yemelyan dişlerini gıcırdattı. Mihail:
- Demek tütün istiyorsunuz? diye sordu. Ben:
- Çoktandır içmedik, dedim. -Neyapalım, içseydiniz!.. Yemelyan gözlerini belerterek:
- Hey, Ukraynalı şeytan! diye kükredi. Eğleniyor musun bizimle? Piç!
Bozkırda dolaşmaktan insanlığını da mı yitirdin yoksa? Tepene yumruğu
indirirsem gık demeden geberirsin.
Çobanlar sıçrayıp kalktılar. Ellerinde uzun sopaları, yan yana durdular.
- Hey ahbaplar, canınız dayak istiyor galiba!.. Haydi, yaklaşın da görelim...
Ukraynalı şeytanların canı dövüşmek istiyordu. Besbelliydi bu. Sıkılmış yumruklarına,
çakmak çakmak parlayan gözlerine bakılırsa, Yemelyan da kavgadan kaçıcı değildi.
Benimse, hiç niyetim yoktu böyle bir çatışmaya. Tarafları uzlaştırmaya çalışarak:
- Kardeşler, durun! dedim. Arkadaş sinirlendi, hepsi bu. Siz de eğer verebilirseniz bir
parça tütün verin, yolumuza gidelim.
Çobanlar birbirlerine bakıp gülüştüler:
- Şunu daha önce söyleseydiniz ya!
Mihail elini yeleğinin cebine soktu, kocaman bir tütün kesesi çıkarıp bana uzattı.
- İstediğin kadar al!
Nikita da heybesinden büyük bir ekmek parçasıyla bolca tuzlanmış bir yağ topağı çıkarıp
uzattı. Aldım. Mihail güldü; biraz daha tütün verdi.
Nikita:
-Sağlıcakla kalın! dedi. Teşekkür ettim.
Yemelyan öfkeyle toprağa çöktü; adamların duyabilecekleri bir sesle:
-Domuzoğlu domuzlar! diye homurdandı.
Ukraynalı çobanlar salına salına, arada bir bize göz atarak bozkırın derinliklerine doğru
çekip gittiler. Ben de Yemelyan'ın yanıbaşına çöktüm, onlara artık aldırmadan, büyük
bir iştahla ekmekle yağı yemeye koyulduk. Yemelyan ağzını şiddetle şapırdatıyor,
burnundan hızlı hızlı soluk alıyor ve nedense gözlerini benden kaçırmaya çalışıyordu.
Akşam olmak üzereydi. Denizin enginlerinde bir karanlık belirdi; az sonra dalgalar
bulanık, koyu mavi bir renge hüründüler. Altınımsı bir kızıllıkla çevrelenmiş sarı ve
leylak renkli akşam bulutları ufka dizildiler. Gitgide koyulaşan karanlık, bozkıra doğru
kaydı. Ötede, bozkırın en uzak noktasında, batan günün ışınları erguvan renkli
kocaman bir yelpaze gibi açılarak toprağı ve gökyüzünü yumuşak, tatlı bir aydınlıkla
ısıttı. Dalgalar uyumlu bir hışırtıyla kıyıya çarpıyordu. Kıyıda pembemsi, enginlerde
koyu mavi bir renge bürünen deniz, şaşılacak kadar güzel ve görkemliydi.
Yemelyan:
- Şimdi tütünümüzü içelim işte! dedi. Şeytan götürsün sizi, Ukraynalılar! (Ve Ukraynalı
çobanlan kafasından büsbütün silmenin ferahlığıyla derin bir soluk alarak.) Daha gidelim
mi, yoksa burada mı geceleyelim? diye sordu.
Yürümeye üşeniyordum.
- Burada geceleyelim! dedim.
- İyi ya...
Toprağa sırtüstü uzandı, gözlerini gökyüzüne dikti. Arada bir tükürerek sigarasını
tüttürüyor, bense akşamın güzelliğini içime sindire sindire çevreme bakıyordum.
Dalgaların tekdüze ezgisi, hışırdayarak bozkıra yayılıyordu. Yemelyan ansızın:
- Paralı bir adamı zokalamak hiç de yabana atılacak şey değil! dedi. Hele işi iyi
ayarlarsan..
- Boş lafı bırak! diye karşılık verdim.
- Boş laf mı? Ne boş lafı? Kırk yedi yaşındayım ve yirmi yıldır bu işe yoruyorum kafamı.
Benim hayatım hayat mıdır? Bir köpek hayatı! Hatta ondan da kötü!.. Onun bir kulübesi,
kemirecek bir parça kemiği vardır hiç değilse!.. Ben bir insan mıyım? Hayır kardeş,
değilim. Bir solucandan, vahşi bir hayvandan daha kötüyüm. Beni kim anlayabilir? Hiç
kimse! Peki... Eğer insanların rahat bir hayat yaşayabileceklerini biliyorsam, niçin ben de
öyle yaşamayayım? Ha? Hayat sadece o iblisler için midir? Ansızın yüzüme baktı, çabuk
çabuk:
- Biliyor musun, dedi. Bir gün az kalsın oluyordu bu iş... Ama Allah kahretsin! Bir
budalaydım, aptalın tekiydim!.. Acıyacağım tuttu! İster misin anlatayım sana bu hikâyeyi?
Tabii üsteletmedim. Yemelyan bir sigara daha sararak başladı:
Kardeşcik; Poltava'da oldu bu iş... Sekiz yıl önce, bir kereste tüccarının yanında
çalışıyordum. İşe gireli bir yıl olmuştu; durumum da kötü sayılmazdı. Ansızın kendimi
içkiye kaptırıp patronun altmış rublesini bu işe yatırdım. Üç ay hapse attılar beni.
Çıktığımda ne yapacağımı şaşırıp kaldım. Nereye gidersin? Ne üstte var, ne başta. On
param yok. Kentte tanıyorlar; kimse iş vermez. Karanlık işler çevirmekle ün yapmış bir
adamdan söz edildiğini işitmiştim. Bir meyhane işletiyor, kentin serserilerine yataklık
ediyordu. Gidip onu buldum. İyi yürekli, son derece akıllı ve dürüst bir delikanlı çıktı
karşıma. Büyük bir kitaplığı vardı. Çok okuyan, hayatın bütün cilvelerini bilen bir
kimseydi.
- Pavel Petroviç, yardım edin bana! dedim.
- Tabii, diye karşılık verdi. Görevimiz. Aynı hamurdan yapılmış insanlar birbirlerine
yardım etmelidir. Burasını evin belle. Yaşa, ye, iç, dünyada olup bitenleri gözetle!
Kardeşcik, çok akıllı bir adamdı bu Pavel Petroviç! Kendisine büyük saygım vardı. O da çok
severdi beni. Kimi zaman bütün bir gün tezgahın arkasında oturur, Fransız
haydutlarının serüvenlerini anlatan kitaplar okurdu yüksek sesle. Zaten bütün
kitapları haydutluk, soygunculuk, adam öldürme işleri üzerine dönerdi. Hayran
kalırdım bu Fransızlara. Hikâyelerini dinlerken kendimden geçerdim... Olağanüstü
çocuklardı bunlar; olağanüstü işler çevirirlerdi. Kafa ve kol işiydi yaptıkları. Ah, ne yiğit
adamlardı be! Fakat bir yerde mutlaka çuvallar, kitabın sonunda birdenbire adaletin
pençesine düşüverirlerdi. Her şey tuzla buz olurdu...
Pavel Petroviç'in hikâyelerini dinleyerek iki ay geçirdim orada. Meyhaneye karanlık
delikanlılar girip çıkar; birtakım parlak şeyler, saatçikler, bilezikler, buna benzer incik
boncuk getirirlerdi. Yaptıkları işin kendilerine bir hayrı dokunmadığını görüyordum. Pavel
Petroviç getirilen eşyaları yarı fiyatına satın alırdı. Bu konuda hiç hile hurda yapmaz,
parayı tıkır tıkır sayardı. Sonra bir şenliktir başlar; içki ısmarlamaydı, bağırıp çağırmaydı
derken, soygunu yapan delikanlının cebinde metelik kalmazdı. Ufak işlerdi bunlar
kardeşcik! Kah biri, kah öteki, adaletin pençesine düşerdi. Hem de ne için? Yüz ruble
çalınmış da, ondan! Yüz ruble! Bir insanın hayatı yüz rubleden fazla etmez mi acaba?
Sersemler! Bir gün Pavel Petroviç'e:
- Bütün bunlar çok ahmakça şeyler, dedim. İnsan bu gibi işler için kolunu bile
kıpırdatmaman.
Bana:
- Hım!., diye karşılık verdi. Şimdi bunu nasıl anlatmalı sana? İnsanların kendilerine
saygısı yok; işte meselenin düğüm noktası burada! Kendi değerini bilen bir adam yirmi
kapik uğruna bir kilit kırarak elini kirletir mi? Asla! Beni ele alalım: Şimdi ben, Avrupa
kültürü almış bir insan olarak, yüz rubleye satar mıyım kendimi?
Ve kendini bilen bir insanın nasıl davranması gerektiği konusunda bana çeşitli örnekler
verdi. Böylece uzun süre konuştuktan sonra:
- Pavel Petroviç, dedim. Çoktandır şansımı denemek istiyorum ben de. Bu düşünce
aklımdan çıkmıyor. Görmüş geçirmiş bir insan olarak bu konuda benden öğütlerinizi
esirgemeyin.
- Hım!.. Niye esirgeyeyim... diye karşılık verdi bana. Fakat bir iş adamı olarak karını ve
zararını kendine göre hesaplaman gerektiğini de unutma!. Neyse... Obaimov'u
tanırsın. Kereste deposundan Vorskla yoluyla hep tek başına döner. Bildiğin gibi,
paracıkları da hep üstündedir. Kahyadan haftalık geliri almıştır çünkü. Günde üç yüz
rublelik, hatta daha çok satış yaptıklarına göre, gerisini sen hesapla! Ne dersin bu işe?
Düşünceye daldım. Obaimov eski patronumdu. Bir taşla iki kuş vurmuş olacaktım. Hem
bana yaptığını ödetecek, hem de iyi bir vurgun vuracaktım.
- İyice bir düşüneyim, dedim. Pavel Petroviç:
- Zaten başka türlü olmaz, diye karşılık verdi.
Yemelyan sustu; sigarasını ağır ağır parmakları arasında döndürdü. Güneşin son ışınları da
hemen hemen sönmüştü. Sadece küçük, pembe bir ışık demeti; gittikçe kararan
gökyüzüne tiftik tiftik yayılan yumuşak bir bulutun ucunu süslüyordu. Bozkır kederli,
derin bir sessizliğe gömülmüştü. Dalgaların kesiksiz, tekdüze şıpırtısı, bu kederli
sessizliği daha da belirginleştiriyordu. Denizin üstünde birbiri arkasına yıldızlar
parlamaya başladı. Bunlar o kadar parlak, o kadar ışıl ısıldılar ki, güneyin kadife gibi
göğünü süslesinler diye daha dün yapılmışlardı sanki.
"İşte kardeşcik... Bu işi kafamda iyice tasarlayıp aynı gece Vorskla yolu kıyısındaki
çalılıklarda pusuya yattım. Kalın bir demir çubuk vardı elimde. Aklımda yanlış kalmadıysa,
ekim sonlarında oluyordu bu iş. Gece, bir insanın kalbi kadar karanlıktı... Pusuya yatmak
için daha elverişli bir yer bulamazdım. Hemen ilerde, nehrin üzerinde bir köprü vardı.
Ucundaki tahtalardan birkaç tanesi eksik olduğu için yayan geçmek zorundaydı buradan.
Öylece sinmiş, bekliyordum. İçim o kadar kötülükle doluydu ki, bir değil bin tüccar gelse
temizlerdim! Kafamda en ufak bir pürüz yoktu. Bir vuruş, tamam!.. Ya!.. Her şey bu kadar
basitti işte! Bütün sinirlerim yay gibi gerilmiş, bekliyordum. Tek bir vuruş! Paralar cebe!
Evet! Tek bir vuruş! Bundan daha kolay bir şey olamazdı.
Sen, insan istediği şeyi yapabilir diye düşünüyorsundur belki. Yok kardeşcik, yok! Yarın
ne yapacağını söyle bakayım. Saçma! Hangi yöne gideceğini bile söyleyemezsin. Ben orada
pusuya yatmış, kereste tüccarının geçmesini bekliyordum. Ama evdeki hesap çarşıya
uymadı. Öyle bir işle karşılaştım ki, dünyada aklına gelmez. Baktım, kent yönünden bir
gelen var. Elinde bastona benzer bir şey, sarhoş gibi sendeleye sendeleye ilerliyor. Bir
yandan da birbirini tutmaz bir şeyler mırıldanıp hıçkırıyor. Biraz daha yaklaşınca ne
göreyim: Bir kadın! Evet, bir kadındı bu! Hey gidi kör şeytan!.. Az daha yaklaş da boynunu
bir okşayıvereyim! diye düşünürken, o dosdoğru köprüye yürüyüp birdenbire:
- Dostum niçin, niçin? diye haykırmasın mı!..
Kardeş, öyle bir haykırıştı ki bu, içim parçalandı. Hay Allah! Ne iştir!.. Kadın tam benim
bulunduğum yere doğru geliyordu. Toprağa sımsıkı abanmış, tir tir titriyordum. Az önceki
kararlı adam ben değildim sanki. Yaklaştı...Yaklaştı... Neredeyse ayağı bana takılacak.
Yine birdenbire, yürek paralayıcı bir sesle:
- Niçin? Niçin? diye haykırdı ve ansızın oracığa, hemen yanıbaşıma yuvarlandı. Öylesine
hıçkırıyordu ki kardeş, anlatamam. Onu dinlerken içim paralanıyor, fakat soluk bile
almadan öylece yatıyordum. Hıçkırıklar dinmek bilmiyordu. İçimi bir keder kapladı. Kalk,
kaç buradan diye düşündüm. Tam o sırada ay bulutların arasından çıktı. O kadar parlaktı
ki, ortalık gün gibi aydınlandı. Dirseklerimin üzerinde doğrulup ona bir göz attım. İşte o
zaman, kafamdaki bütün tasarılar uçup gitti; yüreğim duracak gibi oldu... Minnacık bir
genç kızdı bu, kardeşcik. Çocuk denebilecek kadar küçük bir şeydi. Şakaklarında
buklecikleri, akça pakça bir çocuk. İri iri açılmış gözlerinden kocaman yaşlar
yuvarlanıyor... Omuzcukları titriyor, titriyor...
İçim cız etti kardeşcik. Yüreğimi bir ateş dağladı sanki, öhö! öhö! öhö! diye öksürdüm.
Kızcağız:
- Kim o? Kim o? Kim var burada? diye bağırdı.
Korkmuştu besbelli... Hemen ayağa kalkıp:
- Benim, dedim.
- Siz kimsiniz?
Gözleri korkudan bir kat daha büyümüştü. İncecik bedeni rüzgâra tutulmuş, küçük bir
yaprak gibi tir tir titriyordu. Ya!.. İşte böyle!.. "Kimsiniz?" diye sordu bana... Yemelyan
güldü.
- Kim miyim? İlkin, benden korkmayın küçük hanım. Size bir kötülüğüm dokunmaz. Ben
baldırıçıplaklar takımından biriyim. Anlarsınız ya...
Sonra da bir yalan uydurdum tabii. Orada adam öldürmek için pusu yattığımı söyleyecek
değildim ya!..
- Benim için hepsi bir, diye hıçkırdı. Ben kendimi nehre atmaya geldim.
Kardeş; öyle bir sesle söyledi ki bunu, yüreğim titredi. Dediğini yapacağı besbelliydi.
Çok kötü bir durumda kalmıştım. Onun için ne yapabilirdim acaba?
Yemelyan ellerini kederle iki yana açtı; pırıl pırıl bir gülümsemeyle yüzüme baktı.
Ansızın konuşmaya başladım kardeşcik. Neler söylediğimi bilmiyorum. Fakat sözlerimi
dinlerken ben de heyecanlanıyordum. Anlatmak istediğim, onun o kadar genç ve
güzel oluşuydu. Gerçekten de güzeldi, kardeşcik, çok güzeldi! Eh, neyse!.. Adı
Liza'ydı. Ne söylediğimi bilmeden konuşup duruyordum. Konuşan kalbimdi. O,
gözlerini açmış, beni şaşkın şaşkın dinlerken, ansızın gülümseyiverdi!..
Yemelyan, yüreği dağlanmış gibi, bozkırı çınlatan bir sesle haykırdı. Gözlerinde yaşlar
tanelenmiş, yumruklarını havaya kaldırmıştı.
O gülümseyince, içim eridi sanki. Önünde diz çöktüm:
-Küçükhanım! Küçük hanım! dedim.
Başkaca bir söz çıkmadı ağzımdan. O, kardeşcik, başımı ellerinin arasına aldı, yüzüme
bakarak tıpkı bir resim gibi gülümsedi. Dudakları kımıldıyor, bir şeyler söylemek
istiyordu. Sonunda gücünü toplayarak:
- Sevgili dostum, siz de benim gibi mutsuzsunuz, değil mi? dedi. Öyle değil mi? Ha?
Söyleyin, iyi dost!
İşte böyle söyledi. Ve kardeşcik, beni alnımdan, tam şuracıktan öptü! Anlıyor musun? Hey
Tanrım!
öptü beni!.. Dostum! Kırk yedi yıllık hayatımda bundan daha güzel bir şey olmadı! Ya? İşte
böyle!
Oysa ben hangi niyetle gitmiştim oraya! Eh, hayat!..
Başını ellerinin arasına alarak sustu.
Bu tuhaf öykü çok etkilemişti beni. Derin uykuya dalmış bir insan gibi geniş göğsü
düzenle inip kalkan denize bakarak susuyordum.
Sonra kalkıp:
- Beni eve kadar götürün, dedi.
Yan yana yürümeye başladık. Sanki bulutların üstünde yürüyordum. O da yanıbaşımda
hikâyesini anlatıyordu bana. Zengin bir ailenin tek kızıymış. Şımarık büyütülmüş, anlarsın
ya? Ders versin diye bir öğrenci tutmuşlar. Çocuklar birbirlerine âşık olmuş. Sonra oğlan
gitmiş; kız da onu beklemeye başlamış. Anlaşmaları böyleymiş. Okulu bitirdikten sonra
evleneceklermiş. Fakat gidiş o gidiş; oğlan dönmemiş bir daha. Kıza da "Sen bana
yaramazsın" diye bir mektup göndermiş. Kızın onuru kırılmış tabii. Kendini öldürmeye
karar vermiş. Hikâyesi buydu işte. Böylece evlerinin önüne kadar geldik. Bana:
- Dostum, elveda! dedi. Yarın gideceğim buradan. Paraya ihtiyacınız var mı? Ha?
Çekinmeyin, söyleyin.
- Hayır küçük hanım, dedim. Hayır. Teşekkür ederim. O durmadan:
- Ne olur çekinmeyin, söyleyin! diye ısrar ediyor; bense:
- Hayır, ihtiyacım yok küçük hanım, diyordum.
Kardeş, dünya gözümde değildi o sırada. Vedalaşıp ayrılırken tatlı bir sesle:
- Seni hiçbir zaman unutmayacağım, dedi. Ne kadar tanımıyorsam da... umurumda
değil!"
Yemelyan içini çekerek bir sigara daha sardı.
Gitti. Ben kapılarının önündeki bir sekiye oturdum. İçim hüzün doluydu. Gece bekçisi
gelip:
- Ne arıyorsun burada, dedi. Bir şey yürütmek niyetindesin, değil mi?
Bu sözler yüreğime ok gibi değdi. Suratının ortası budur deyip bir yumruk yapıştırdım
bekçiye! Bağırmalar, düdükler... Haydi bakalım karakola! İyi ya, gideriz...
Umurumdaydı sanki!.. Yolda bekçiye bir yumruk daha indirdim. Gece nezarette
kaldım. Sabahleyin salıverdiler. Doğru Pavel Petroviç'in yanına gittim. Gülerek:
- Nerelerde sürttün? dedi.
Baktım, dünkü adamdı. Fakat yine de yeni bir şey görür gibiydim onda. O güne kadar fark
etmediğim bir şey. Olup biteni bir bir anlattım. Beni asık bir yüzle dinledi, sonra:
- Yemelyan Pavlıç! Siz bir budala ve bir hayvansınız, dedi. Defolup gitmek lütfunda
bulununuz!
Ne olmuş? Adam haklı değil miydi sanki? Çıkıp gittim. Ya! Başımdan işte böyle bir olay
geçmişti kardeşçik!"
Sustu; ellerini boynunda kenetleyip uzandı, gökyüzünü seyretmeye koyuldu. Gök kadife
gibi, yıldızlar cıvıl cıvıldı. Dört bir yanımız derin bir sessizliğe gömülmüştü. Dalgaların
şimdi daha hafiflemiş, yumuşamış hışırtısı; uykulu, ölgün bir iç çekiş gibi geliyordu
kulaklarımıza.
1893
ÇELKAŞ
Limandan yükselen toz bulutu güneyin mavi göğünü karartmıştı. Güneşin kızgın ışınları
yeşilimtrak denize ince, boz renkli bir tül perde arkasından geliyor gibiydiler. Deniz de
bulanık bir renk almıştı. Kürek vuruşları, vapur çarkları, sağa sola hareket eden Türk
filikalarıyla diğer mavnaların keskin omurgaları, su yüzeyinde derin yarıklar açıyordu.
Granit yığınlarını andıran dalgalar, üzerlerinde taşıdıkları ağırlığın altında ezilmişçesine
inliyor, köpüre köpüre kabararak kıyıyı ve mavnaların bordasını dövüyorlardı. Denizin
üstünde binbir türlü pislik yüzüyordu.
Zincir şakırtıları, birbirine çarpan yük vagonlarının çıkardığı gümbürtü, kaldırımın üzerine
atılan demir tabakalarının madeni haykırışı, yük arabalarının zangırtısı; kimi zaman tiz bir
çığlığı, kimi zaman böğürtüyü andıran vapur düdükleri; hamalların, tayfaların,
gümrükçülerin bağırışları; bütün bu sesler tek bir ezgi, bir iş günü ezgisi olarak
birleşiyor, kabarıp yükseliyor, limanla gökyüzü arasında bir yerde asılıp kalıyordu.
Kazanç Tanrısı Mercurius'un şerefineydi bütün bu uğultu.
Fakat gemilerden; granit ve demir yığınlarından yükselen sağırlaştırıcı gürültünün
arasında insan sesleri güçlükle işitiliyor, cılız ve gülünç kalıyordu. İnsanların kendileri de
gülünç ve zavallıydılar. Limandaki gürültünün asıl yaratıcıları onlardı. Ama çevrelerindeki
demir yığınlarıyla, üst üste istif edilmiş yük sandıklarıyla, gümbür gümbür öten
vagonlarla, yani kendi yarattıkları şeylerle karşılaştırıldıklarında; sırtlarındaki yükün
ağırlığı altında iki büklüm, kan ter içinde sağa sola koşup duran bu varlıklar pek gülünç
kalıyorlardı. Kendi ürünlerinin tutsağı olmuşlar, kişiliklerini yitirmişlerdi.
Yüzleri gözleri kapkara, toz toprak içinde adamlar, iskeleye yanaşmış kocaman iki geminin
ambarına yük taşıyorlardı. Motorları har har çalışan, düdükleri öten, pervaneleriyle suyu
köpürten gemiler, hamalların haline gülüyor gibiydiler. Midelerine bir lokma ekmek
sokabilmek için mavnaların demirden karınlarını binlerce kilo tahılla dolduran hamal
dizileri, insanın içinde hem gülme, hem ağlama duygusu uyandırıyordu. Sıcaktan,
gürültüden ve yorgunluktan bunalmış, sırtlarındaki paçavraları sürükleyerek sağa sola
koşuşan insancıklarla, kocaman gövdeleri güneş altında parıl parıl parlayan makineler
arasındaki fark korkunçtu. Oysa bu makineleri insanlar yaratmıştı. Üstelik onları
harekete geçiren şey de motordan önce yine insan gücüydü.
Gürültü, insanın kulaklarını sağır ediyor; toz, burun deliklerini, gözleri dolduruyor; sıcak,
yakıp kavuruyordu. Her yanı öyle bir gerginlik kaplamıştı ki, sanki ansızın bir patlama
olacak, hava temizlenecek, rahat soluk alınabilecek, gürültü dinecek, insanı umutsuz bir
öfkeyle dolduran bu sinir bozucu kargaşalık yok olup her yerde sessizlik, rahatlık,
güzellik egemen olacaktı.
Saat onikiyi vurdu. Son vuruşun titreşimleri de havada kaybolunca, gürültü biraz
hafifledi; az sonra da boğuk bir homurtuya dönüştü. İnsan sesleriyle denizin şıpırtısı
işitilmeye başlamıştı artık. Öğle paydosuydu.
I
Çalışmayı bırakan hamallar, gürültücü kümeler halinde sağa sola dağıldılar. Satıcı
kadınlardan aldıkları öteberiyi yemek için gölgeli köşelere çekildiler. Grişka Çelkaş
göründü bu sırada. Limanda tanımayan yoktu bu eski kurdu. Azılı bir ayyaş, becerikli,
gözüpek bir hırsız olduğu herkesçe bilinirdi. Kaba kadifeden pantolonu adamakıllı
aşınmıştı. Yalınayak ve şapkasızdı. Sırtındaki yırtık pırtık basma mintan; sivri, fırlak
kemikleriyle, tunçlaşmış derisini açıkta bırakıyordu. Yer yer ağarmış saçlarının
dağınıklığından, yabanıl bir hayvanınkini andıran sivri suratındaki bozuk ifadeden, az önce
uyandığı anlaşılıyordu. Kır düşmüş bıyıklarında bir saman çöpü sallanıyordu. Bir başka
saman çöpü de sol yanağının tüyleri arasındaydı. Az önce kopardığı küçük bir ıhlamur
dalını kulağının arkasına iliştirmişti. Bu uzun boylu, fırlak kemikli adam, sırtını hafifçe
eğmiş, limanın taşları üzerinde ağır ağır yürüyor; sivri, gaga burnunu sağa sola çevirerek
külrengi gözlerinin soğuk bakışlarıyla hamalları süzüyordu. Arkasına bağladığı ellerinin
uzun, eğri büğrü parmaklarını sinirli sinirli oğuşturuyor; burma bıyıkları bir kedininkiler
gibi kıpırdıyordu. Burada, kendisi gibi yüzlerce serseri arasında da; bir şahini andıran
yırtıcı görünüşüyle hemen göze çarpıyordu. Av arayan yırtıcı bir kuş gökyüzünde nasıl
usul usul süzülürse, tıpkı onun gibi rahat, sakin bir tavırla yürüyor; fakat, içinde ne
hainlikler kaynadığı ilk bakışta belli oluyordu. Kömür sepetlerinin gölgesine oturmuş
yemek yiyen bir hamal grubunun yanından geçerken; ablak suratındaki kırmızı lekelerden,
boynundaki tırnak izlerinden, az önce dayak yediği anlaşılan tıknaz bir delikanlı kalktı;
Çelkaş'ın yanısıra yürümeye başlayarak hafif bir sesle:
- İki sandık kumaş kaybolmuş... Gümrük Koruma Memurları arıyorlar, dedi. Çelkaş
delikanlıyı kaygısızca süzerek:
- Eee? diye sordu.
- Esi, mesi yok. Arıyorlar işte. Gerisine aklım ermez.
- Kendilerine bir yardımım dokunur diye, beni mi arıyorlar yoksa?
Çelkaş bunu söylerken eşya ambarına doğru baktı, alaylı alaylı gülümsedi. Delikanlı:
- Ne halin varsa gör! deyip geri döndü.
- Hey, dur hele! Seni kim ıslattı böyle? Fena pataklamışlar ulan... Mişka'yı gördün mü
buralarda?
Delikanlı:
- Çoktandır görmedim! diye bağırarak arkadaşlarının yanına gitti.
Çelkaş herkesle laflaşarak biraz daha yürüdü. Fakat her zamanki neşesi, hazırcevaplığı
yoktu bugün. Canının sıkkın olduğu anlaşılıyordu. Sorulanlara kısa, kestirme karşılıklar
verip geçiyordu.
Koyu yeşil üniforması toz toprak içinde bir Gümrük Koruma Memuru, ansızın bir eşya
denginin arkasından çıktı, kasılarak Çelkaş'ın yolunu kesti. Bir eli kılıcının sapındaydı.
Öteki eliyle serserinin yakasını tutmaya çalışarak:
- Dur! Nereye gidiyorsun? diye sordu.
Çelkaş bir adım geriledi. Gümrük Memuruna bakıp soğuk soğuk gülümsedi. Serseriyi
korkutmak isteyen memurun hileci, kırmızı suratı büsbütün kızardı; yusyuvarlak oldu.
Kaşlarını çatıyor, gözlerini faltaşı gibi açıyor, büsbütün gülünçleşiyordu. Sonra kızgın bir
sesle:
- Sana bir daha limana girme, yoksa kırarız kemiklerini denilmedi mi, diye bağırdı. Hangi
cesaretle geliyorsun?
Çelkaş istifini bozmadan:
- Merbaha Semyonıç! Çoktandır görüşmedik, diyerek elini memura uzattı.
- Keşke bir daha hiç görüşmesek! Çek arabanı! Fakat Semyonıç da elini uzatmıştı.
Çelkaş kerpeten gibi parmaklarının arasına aldığı bu eli bırakmadan, ahbapça sallayarak:
- Ne diyecektim... diye mırıldandı. Mişka'yı gördün mü, Mişka'yı?
- Mişka da kim? Mişka'dan filan haberim yok benim! Çek arabanı hemşerim! Ambarcı
görürse fena olur bak...
Çelkaş kendi bildiğini okuyordu:
- Canım, hani şu geçen sefer "Kostroma"da birlikte çalıştığım kızıl saçlı herif.
- Birlikte hırsızlık yaptığımız desene! Senin o Mişkan hastanede yatıyor şimdi. Ayağına
demir çubuk düşmüş. İyilikle söylüyorum, çek arabanı, yoksa fena olacak!...
- Hele hele! Bir de Mişka'yı tanımadığını söylüyordun, bal gibi tanıyormuşsun işte! Bugün
niye bu kadar öfkelisin Semyonıç?
- Benimle çene yarıştıracağına voltayı alsan daha iyi olur!
Memur öfkelenmeye, sağa sola bakınmaya başladı. Bir yandan da elini Çelkaş'ın çelik gibi
pençesinden kurtarmaya çabalıyordu. Çelkaş gür kaşlarının altından sakin sakin bakıyor,
adamın elini bırakmadan konuşmasını sürdürüyordu:
-Acele işe şeytan karışır. Biraz daha hoşbeş edelim de, sonra nasıl olsa gideceğim. Ee, ne
var ne yok?.. Karın nasıl? Çocuklar ne âlemde? (Dişlerini göstererek sırıttı.) Bir boş
zaman olsa da ziyaretinize gelsem diyorum, ama nerde... Kafayı çekmekten zaman mı
kalıyor?
- Hadi, hadi, bırak zırvayı! Şakanın sırası mı şimdi, şeytan herif! Bana bak, ben... Hey,
yoksa evlerde, sokaklarda mı soygunculuğa başlıyorsun artık?
- Niye? Buradaki mallar sana da, bana da ömrümüzün sonuna kadar yeter... Yeter de
artar bile! İşittin mi, iki sandık kumaş yürütmüşler yine! Bana bak, Semyonıç, ayağını
denk at! Yakalanayım deme!..
Gümrük Koruma Memuru öfkeden kıpkırmızı kesildi. Titredi, ağzı köpürdü, bir şeyler
söylemek istedi. Çelkaş adamın elini bıraktı. İstifini bozmadan, uzun adımlarla gerisin
geri liman kapısına doğru yürümeye başladı. Memur da sövüp sayarak onun arkasından
gidiyordu.
Çelkaş'ın keyfi yerine gelmişti. Elleri pantolonunun ceplerinde, hafif bir ıslık tutturmuş,
sağa sola laf atarak usul usul yürüyordu. Hamallar da onun şakalarına aynı şekilde karşılık
veriyorlardı. Yemeklerini yiyip bitirmişler, sırtüstü yatmış dinleniyorlardı şimdi.
İçlerinden biri:
- Hey, Grişa! diye bağırdı. Bakıyorum hükümet güvenliği altındasın! Çelkaş:
-Ayaklarım çıplak da, Semyonıç çöp batmasın diye peşimden geliyor, dedi.
Liman kapısına vardılar. İki asker Çelkaş'ın üstünü başını yoklayıp serseriyi yavaşça
sokağa ittiler.
Çelkaş sokağı geçti, meyhanenin önündeki sekiye oturdu. Yüklü arabalar liman
kapısından gürültülerle, birbiri arkasına çıkıyordu. Onların yerine de, arabacıları
sarsıntıdan zangın zangır titreyen boş arabalar giriyordu. Limandan keskin bir toz
bulutuyla, korkunç bir gürültü yükseliyordu...
Bu azgın kargaşalığın ortasında Çelkaş tam kıvamında hissediyordu kendini. Az emek,
çok ustalık isteyen oldukça yüklü bir kazanç bekliyordu onu. Ustalığına güveni tamdı.
Yarın cebi kâğıt paralarla doluyken nasıl şen şakrak dolaşacağını düşünerek gözlerini
kırpıştırdı... Arkadaşı Mişka'yı anımsadı birden. Eğer ayağını yaralamamış olsaydı, çok
işe yarayacaktı bu gece. İşi tek başına belki de kıvramayacağını düşünerek kendi
kendine sövüp saydı. Hava nasıl olacaktı acaba?.. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı,
sonra yeniden sokağı gözetlemeye başladı.
Sırtında kaba ketenden mavi bir mintan, ayağında aynı cins ketenden bir pantolon,
çarıklı, yırtık pırtık kasketli genç bir oğlan sırtını başka bir sekiye dayamış, kaldırımın
üstünde oturuyordu. Yanında da küçük bir çıkınla, sapsız bir orak duruyordu. Orak
kuru otla sarılmış, bir sicimle sıkıca bağlanmıştı. Geniş omuzlu, tıknaz yapılı; yüzü
güneşten, rüzgârdan yanmış, sarışın bir delikanlıydı bu. Kocaman mavi gözleriyle saf
saf Çelkaş'a bakıyordu.
Çelkaş dişlerini gösterdi, dilini çıkardı, gözlerini faltaşı gibi açıp suratını buruşturarak
oğlanın yüzüne baktı.
Önce bir şey anlamayan delikanlı gözlerini kırpıştırdı. Sonra "Deliye bak!" diye
bağırarak bir kahkaha attı, orağını taşlara çarpa çarpa, çıkınını toz toprak içinde
sürükleyerek Çelkaş'ın sekisine yaklaştı. Serserinin paçasını çekiştirerek:
- Babalık, keyfin yerinde galiba!., dedi. Çelkaş gülümseyerek:
- Öyle oldu evlat!., diye karşılık verdi. (Bu çocuk bakışlı koca oğlan hoşuna gitmişti
birdenbire.) Ne o, ekin biçmekten mi geliyorsun?
- Öyle!... Dönüm başına yarım kapik... İşler çok kesat! Kum gibi adam kaynıyor! Nereye
baksan bir sürü aç var. Fiyatlar düşmüş. Kuban'da hektar başına altmış kapik alırdım. Gel
keyfim gel!... Hele eskiden, dönüm başına üç ruble, dört ruble, hatta beş rubleye kadar
verdikleri olurmuş!..
- Eskiden ha!.. Eskiden bir Rus delikanlısını görmek için üç ruble verirlerdi be! On yıl önce
ben geçimimi öyle sağlardım işte. Kasabanın birine gidip "Hey!" diye bağırırdım,
"Gözünüzü açın, bir Rus delikanlısı geldi!" Hemen koşup gelirler, acaba gerçek mi diye
elleriyle yoklarlar, sonra da rubleleri sökülürlerdi! Üstelik yemen içmen de onlardan... Bey
gibi yaşardın!..
Delikanlı, önce ağzı bir karış açık, Çelkaş'ı dinliyordu. Serserinin palavra sıktığını
anlayınca katıla katıla gülmeye başladı. Çelkaş istifini bozmuyor, bıyık altından
gülümsemekle yetiniyordu...
- Deli mi ne!.. Ben de oturmuş, saf saf dinliyorum... Yok, yok, eskiden her şey
bambaşkaymış...
- İyi ya, biz ne diyoruz? Eskiden işler bambaşkaydı canım... Delikanlı elini sallayarak:
- Şakayı bırak! dedi. Ne iş yaparsın? Kunduracılık mı? Terziye de benziyorsun ya...
Çelkaş:
- Ben mi? diye sordu. (Bir süre düşündükten sonra) Balıkçıyım, dedi.
- Balıkçı ha! Vay anasını! Demek balık avlıyorsun?
- Yoo! Buradaki balıkçılar sadece balık avlamakla yetinmezler. Boğulmuş adamlar, eski
çapalar, batık tekneler de çıkarırlar denizden. Bunlar için de ayrıca oltaları vardır...
-Amma da atıyorsun ha! Sakın şu kendileri için:
Biz ağlarımızı
Susuz kıyılara atarız
Ambarlarda, kilerlerde balık avlarız!..
diyen balıkçılardan olmayasın?
Çelkaş, oğlanın yüzüne alaycı bir gülümsemeyle bakarak:
- Sen öyle balıkçılara raslamadın mı hiç? diye sordu. -Yoo, nerede raslayayım! İşittim...
- Nasıl? Hoşlanıyor musun onlardan?
- Hoşlanmaz olur muyum? Gözüpek, özgür adamlar...
- Sana ne özgürlükten? Sen özgürlüğü sever misin?
- Sevmez olur muyum? Kendi kendinin efendisi olmak fena mı? Canın istediği yere gider,
canın çektiği gibi yaşarsın... İnsanın kendi başına buyruk olmasından daha iyi şey var mı?
Gez, eğlen, yeter ki Tanrı'yı aklından çıkarma.
Çelkaş nefretle tükürerek sırtını delikanlıya döndü. Oğlan konuşmasını sürdürüyordu:
- Beni ele alalım... Babam öldü. Elde avuçta bir şeyimiz yok. Anam yaşlandı. Toprak desen,
işlemek için para ister! Sen benim yerimde olsan ne yaparsın? Yaşamak gerek. Ama nasıl?
Belli değil... Diyelim ki paralı bir eve içgüveyi girdin. Güzel... Fakat şeytan
kaynata, kızın payını ayırır mı bakalım?.. Malını bölmek ister mi?.. Eh, işin yoksa arpacı
kumrusu gibi düşün dur artık! Yıllarca kapısında kulluk et!.. Ah, elimde yüz elli ruble kadar
bir para olsa, yapacağımı bilirdim ben!.. Kaynatanın karşısına dikilir: "Marfa'nın payını
ayırıyor musun arkadaş?" derdim. "Ayırmıyorsun, öyle mi? Pekâlâ! Çok şükür, köyde, kız
köküne kıran girmedi!" Kendi başıma buyruk olur, keyfimin çektiği gibi yaşardım... Ama
nerde! Ah!.. (Delikanlı içini çekti.) Bu durumda içgüveyi girmekten başka çare yok.
Kuban'a gidip iki yüz ruble kazanırım diye düşünüyordum, o iş de suya düştü! Irgatlıktan
başka iş bulamıyorsun... Bu gidişle hiçbir zaman çift çubuk sahibi olamayacağım!. Eh,
bizimki de böyle gelmiş...
Delikanlı içgüveyi girmekten nefret ediyordu. Bu düşünceyle yüzü kararmış, gözleri
buğulanmıştı. Sıkıntılı sıkıntılı kıpırdandı. Çelkaş:
- Nereye gideceksin şimdi? diye sordu.
- Nereye mi gideceğim? Köyden başka nereye gidilir?
- Ne bileyim, belki Türkiye'ye filan gidersin diye düşündüm de... Delikanlı gözlerini
faltaşı gibi açarak:
- Türkiye'ye mi dedin? diye bağırdı. Hıristiyanların ne işi var orada? Amma da laf ettin
ha!...
Çelkaş:
-Ne salak oğlansın! diyerek sırtını donuverdi yine.
Bu gürbüz köylü delikanlısı, geçmiş günleri anımsatan birtakım belli belirsiz duygular
uyandırıyordu onda... İçinin bir köşesinde, yavaş yavaş olgunlaşan, bulanık, kederli
birtakım duygular kaynaşıyor; gece yapacağı işi bir türlü toparlıyamıyordu kafasında.
Hakarete uğrayan delikanlı kendi kendine bir şeyler mırıldanıyor, kaçamak bakışlar
fırlatıyordu serseriye. Yanaklarını şişirmiş, dudaklarını küskün bir çocuk gibi
sarkıtmıştı. İyice kıstığı gözlerini ikide bir kırpıştırıp duruyordu. Konuşmanın böyle
birdenbire bitmesini beklemediği belliydi.
Çelkaş onunla ilgilenmiyordu artık. Düşünceli düşünceli ıslık çalıyor; kirli, çıplak
topuklarıyla da sekinin üstünde tempo tutuyordu. Köylüoğlu ondan öç almak hevesine
kapılarak:
- Hey, balıkçı! diye bağırdı. Kafayı biraz fazla çekiyorsun galiba? Fakat balıkçı da aynı
anda ona dönerek:
- Bana bak, yavru! dedi. Bu gece benimle işe çıkmak ister misin? Ha? Hemen söyle! Oğlan
kuşkuyla sordu:
- Ne işi?
- Seni ilgilendirmez!.. Ben ne emredersem onu yaparsın.. Balığa çıkacağız. Sen kürek
çekeceksin...
- Şey... Ne bileyim? Çalışmaksa çalışmak. Fakat... Hani, bir belaya girmeyelim de... Seni...
gözüm tutmadı pek...
Çelkaş'ın içinde bir öfke dalgası kabardı. Soğuk, kötücül bir sesle:
- Aklının ermediği konuda ağzını açma. Yoksa bir yumrukta beynini patlatırım...
diyerek yerinden fırladı.
Sağ yumruğunu balyoz gibi sıkmıştı. Sol eliyle bıyıklarını çekiştiriyor, gözlerini
kıvılcımlar saçıyordu.
Oğlanın ödü koptu. O da ayağa fırlamıştı. Sağa sola bakmıyor, gözlerini ürkek ürkek
kırpıştırıyordu. Çıt çıkarmadan birbirlerini süzüyorlardı.
Çelkaş sert bir sesle:
-Ee? öt bakalım! dedi.
öfkeden tir tir titriyordu. Bu köylüoğlunun kendisiyle böyle konuşabilmesi fena halde
ağrına gitmişti. İçinde onun mavi gözlerine, gürbüz bedenine, tunçlaşmış yüzüne, küt
parmaklı sağlam ellerine karşı bir nefret uyanmıştı. Demek bir köyü, bir evi vardı bu
dananın! Ona kız vermek isteyen adamlar vardı! Üstelik bir de kalkmış, özgürlük
sevgisinden söz ediyor, onun, Çelkaş'ın yanında bu sözü ağzına alabiliyordu...
Kendimizden aşağı gördüğümüz kimselerin bizimle aynı şeyleri sevdiklerini ya da aynı
şeylerden nefret ettiklerini görmek her zaman tatsız bir duygu uyandırır içimizde...
Oğlan Çelkaş'a bakıyor, içten içe onun üstünlüğünü kabul ediyordu.
- Ben... demek istedim ki... diye mırıldandı. İş olsa çalışırım tabii. İster senin yanında
çalışayım, ister başkasının; bana göre hava hoş. Hani... çalışan adama pek
benzemiyorsun da... Üstün başın... Fakat, düşmez kalkmaz bir Allah... Sonra, sarhoş
görmemiş adam mıyız yani! Ohoo!.. Sürüyle gördüm senin gibisini! Hem de sen onların
yanında solda sıfır kalırsın...
Çelkaş sesini yumuşatarak:
-Anladık, anladık! dedi. Kabul ediyor musun? Sen ondan haber ver.
- Ben mi? Ohoo!.. Ben dünden kabul etmişim!... Kaç para vereceksin bakalım?
- Yapacağımız işe bağlı. Eğer iyi bir voli vurabilirsek... beş ruble filan alırsın. Tamam mı?
İşin ucu paraya dokununca, köylü kılı kırk yarmak istiyor, patrondan da aynı titizliği
bekliyordu. Oğlanın gözünde yeniden bir kuşku kıvılcımı çakmıştı.
- Bu iş beni açmadı kardeş! Çelkaş anlamazlıktan gelerek:
- Kes sesini! dedi. Meyhaneye gidiyoruz şimdi!
Sokak boyunca yan yana yürümeye başladılar. Çelkaş büyük bir patron tavrıyla bıyıklarını
buruyordu. Köylüoğlu boynunu bükmüş, onun yanısıra yürüyordu ya, hem korktuğu,
hem de hâlâ kuşkulandığı belliydi.
Çelkaş:
-Adın ne? diye sordu.
Delikanlı:
- Gavrila! diye karşılık verdi.
Köhne, basık tavanlı meyhaneye geldiklerinde isli bir hava genizlerini yaktı. Çelkaş
tezgaha yanaşarak devamlı müşterilerin alışkın tavrıyla bir şişe votka, lahana çorbası,
kızarmış et ve çay ısmarlayıp kısaca: "Hepsi hesabıma yazılsın!" dedi. Garson başını
sessizce eğdi, ısmarlananları getirmeye gitti. Kılıksızın biri olduğu halde Çelkaş'a
gösterilen bu saygı Gavrila'yı etkilemişti. İçinde patronuna karşı derin bir saygı uyandı.
Çelkaş:
- Ben gelene kadar sen burada otur, birazdan yiyip içerken her şeyi konuşacağız, diyerek
çıktı.
Gavrila çevresini gözetlemeye koyuldu. Bodrumdan bozma bir meyhaneydi burası, nemli
ve
karanlıktı. İspirtolu votka, tütün dumanı ve zift kokusu, daha keskin birtakım başka
kokular insanın genzini yakıyordu. Gavrila'nın karşısındaki masada baştan aşağı
kömür tozuna, zifte batmış, kızıl sakallı bir gemici oturuyordu. İyice kafayı tütsülediği
belliydi. Sık sık hıçkırıklarla kesilen, tuhaf, uyumsuz bir şarkı söylüyor; sesi bir
inceliyor, bir kalınlaşıyordu. Rus değildi besbelli.
Onun arkasındaki masaya iki Moldovalı yerleşmişti. Bu kara saçlı, yanık benizli hırpani
kılıklı adamlar da yayvan bir sarhoş türküsü tutturmuşlardı.
Sonra paçavralar içinde, yarı sarhoş, yaygaracı, tedirgin birtakım başka görüntüler
belirlemeye başladı karanlıkta...
Gavrila korkmaya, patronunun bir an önce dönmesi için sabırsızlanmaya
başlamıştı.
Meyhaneyi dolduran sesler tek bir ezgide birleşiyor, kocaman bir hayvanın
böğürtüsünü andırıyordu. Dört duvar arasına kapatılmış bir canavar, umutsuz
özgürlük çığlıkları atıyordu sanki... Gavrila'nın içi eziliyor, başı dönüyor, ürkek ürkek
çevrede dolaştırdığı gözleri kararmaya başlıyordu...
Çelkaş geldi. Yiyip içmeye, çene çalmaya başladılar. Gavrila üçüncü kadehte sarhoş
oldu. Bir ara coştu ve patronuna (bu yiğit adama), kendisini böylesine ağırladığı için
güzel, övücü sözler söylemek istedi. Fakat gırtlağına doğru coşkun bir sel gibi
yükselen sözcükler, dilinin ucuna gelince nedense ağırlaşıyor, birbirine karışıyordu.
Çelkaş delikanlıya baktı, alaycı bir gülümsemeyle:
- Kafayı buldun!., dedi. Seni gidi domuz yavrusu!.. Daha beşinci kadehi bile içmeden!..
Nasıl çalışacaksın şimdi?
Gavrila:
- Dostum!., diye kekeledi. Korkma! Benim sana saygım var!.. Dur, seni bir öpeyim. Ha?
- Peki, peki!.. Hadi, çek bakalım!..
Gavrila kadehleri üstüste yuvarladı. Öyle ki, çevresindeki her şey dönmeye başladı.
Midesi
bulanıyor, alık alık gülümseyip duruyordu. Konuşmak istediğinde, birtakım anlaşılmaz
mırıltılar dökülüyordu ağzından. Çelkaş bir şey anımsıyormuş gibi gözlerini
köylüoğlunun yüzüne dikmiş dalgın dalgın gülümsüyor, bir yandan da bıyıklarını
sıvazlıyordu.
Sarhoşlar yaygarayı arttırmıştı. Kızıl sakallı gemici kollarını masaya dayamış uyuyordu.
Çelkaş kalkarak:
- Haydi gidiyoruz! dedi.
Gavrila doğrulmak istedi; beceremeyince bir küfür savurdu, bütün sarhoşlar aptal aptal
sırıttı.
Çelkaş yeniden onun karşısına otururken: -Zom olmuşsun! dedi.
Gavrila anlamsız gözlerle patronuna bakıyor, kahkahalarla gülüp duruyordu. Berikiyse
düşünceli, keskin bakışlarla tarıyordu delikanlıyı. Şu karşısında oturan varlığın hayatı,
onun yırtıcı pençeleri arasındaydı işte. İstese bu hayatı bir iskambil kağıdı gibi yırtıp
atar ya da delikanlının köyde sağlam bir düzen kurmasına yardım edebilirdi. Kendini bir
başkasının efendisi olarak hissediyor; bu köylüoğlunun alınyazısıyla kendi alınyazısı
arasındaki farkı düşünüyordu... Olaylar ne kadar değişik yollara sürükleyebiliyordu
insanları... Bu genç hayatı hem kıskanıyor, hem de acıyordu ona... Hattâ günün birinde
yeniden kendisininki gibi kirli ellere düşebileceği aklına gelince, canı sıkıldı... Birtakım
babaca duygular uyandı içinde. Delikanlıya acıyordu, ama yapacak işleri vardı onunla.
Kalkıp Gavrila'nın koluna girdi. Dirseğiyle usul usul dürterek meyhanenin dışına çıkardı.
Delikanlıyı orada bir kütük yığınının dibine yatırdı, kendisi de, yanıbaşına oturup
çubuğunu ateşledi. Gavrila biraz sağa sola dönüp bir şeyler mırıldandıktan sonra uykuya
daldı.
Çelkaş kürekleri takmaya çalışan Gavrila'ya hafif bir sesle:
- Ne oldu? Tamam mı? diye sordu.
- Birdakka! Iskarmoz sallanıyor, kürekle bir kere vursam olmaz mı?
-Yok, yok! Gürültü etme sakın! Elinle sıkıca vur, o kendi kendine yerine oturur. Büyük bir
yelkenlinin kıçına bağlı sandalı çözmeye çalışıyorlardı. Yelkenli, meşe kütüğüyle
doluydu. Palmiye ve mersin ağaçlarıyla yüklü Türk filikaları arasındaydılar. Karanlık bir
geceydi. Gökyüzünde kocaman bulutlar ağır ağır kımıldanıyordu. Deniz, petrol gibi koyu,
karanlık ve kıpırtısızdı. Kıyıya, mavnaların bordasına usul usul çarpan; Çelkaş'ın
sandalını yavaşça sallayan küçücük dalgalar hoş bir fısıltı çıkarıyor, havayı tuzlu bir
buhar kokusuyla dolduruyorlardı. Enginde, sivri direklerini gökyüzüne uzatmış karanlık
gemi görüntüleri yükseliyordu. Tepelerinde parlayan renk renk fenerlerden, denize
sarı ışık lekeleri dökülüyordu. Yumuşak, kara bir kadifeyi andıran denizin üzerinde bu
ışık titreşimlerini görmek hoş bir şeydi. Deniz, bütün gün çalışmaktan bitkin düşmüş
bir işçi gibi, derin bir uykuya dalmıştı. Gavrila kürekleri suya indirerek:
- Hazırım! dedi. Çelkaş:
- Tamam! diyerek dümeni sertçe kırdı; kaygan su yüzeyinde, öteki sandalların arasından,
hızla ileriye fırladılar. Kürek vuruşlarının yarattığı bir yakamoz akıntısı, yanıp sönerek
geriye doğru uzayıp gitti.
Çelkaş yumuşak bir sesle:
- Başın hâlâ ağrıyor mu? diye sordu.
-Ne diyorsun!.. Arı kovanı gibi uğulduyor. Şöyle suya sokup bir yıkasam...
- Nene gerek! Al şunu da, içini yıka! O saat aklın başına gelir. Çelkaş bunu söyleyerek
Gavrila'ya bir şişe uzattı.
Gavrila şişeyi aldı:
-Allah razı olsun! deyip kafasına dikti. Lıkır lıkır içmeye başladı.
Çelkaş:
- Hey! Dur bakalım! Yeter! diyerek durdurmasaydı, bütün şişeyi içip bitirecekti.
Sandal yeniden, mavnaların arasından kıvrıla kıvrıla, sessizce ilerlemeye başladı... Ansızın
limanın kalabalığından kurtularak açık denize çıktılar... Orada, engin mavilikte, gökle
denizin birleştiği yerde; uçları tiftik tiftik, leylak renkli bulutlarla; yoğun, can sıkıcı
gölgeleri denize düşen külrengi bulutlar ağır ağır kımıldıyordu. Birleşiyor, ayrılıyor,
biçimleriyle renkleri birbirine karışıyor, sonra yeniden insana ürküntü veren
yücelikleriyle beliriyorlardı... Uğursuz bir şey vardı bu duygusuz yığınların kımıltısında.
Sanki tükenmez bir kaynaktan çıkarak durmadan birikiyorlar; insanların içini umutla,
esenlikle dolduran yıldızların bir daha doğmaması için gökyüzünü örtmeye çalışıyorlardı.
Çelkaş:
- Nasıl? diye sordu; deniz çok güzel, değil mi? Gavrila:
- Neresi güzel! diye karşılık verdi. İnsan korkuyor...
Kürekleri kuvvetle, düzenle çekiyor; su usul usul hışırdıyor, yakamoz akıntısı
uzayıp
gidiyordu.
Çelkaş gülümseyerek:
- Korkuyormuş! diye homurdandı. Aptal!...
Hırsız Çelkaş denizi severdi. Bu uçsuz bucaksız, özgür ve güçlü karanlığa bakmaya
doyamıyor, içi içine sığmıyordu. Gavrila'nın cevabı canını sıkmıştı. Gözlerini ötelere
dikmiş, sessizce dümen tutuyor; denizin kadife gibi yumuşak bağrını yara yara,
gittikçe daha ötelere, daha ötelere ulaşmak istiyordu...
Deniz her zaman büyük, güzel duygular uyandırırdı onda. İçini günün pisliklerinden az çok
arındırırdı. Burada, gökyüzüyle dalgalar arasında, insanın yüreği hafifler, gönlü
sevinçle dolardı. Kederli düşünceler uzaklaşır, yaşamak bile bir bakıma
anlamsızlaşırdı... Bazı geceler yumuşak, uykulu bir fısıltı gelir denizden. Kötü
düşünceleri silip süpürür; büyük, güzel hayallerle doldurur içimizi...
Gavrila sandalı kuşkuyla gözden geçirerek, birdenbire:
-Ağ nerede? diye sordu. Göremiyorum.
Çelkaş irkildi.
-Ağ mı? Burada, kıç altında.
Fakat bu bacak kadar oğlana yalan söylemek zorunda kalışı canını sıkmıştı. Bir yandan
da düşüncelerinden koparılışına sinirlenmişti. Ansızın bir öfke dalgası kabardı içinde.
Böyle zamanlarda göğsünden boğazına kadar yakıcı bir sıcaklığın yükseldiğini
hissederdi hep. Yine öyle olmuştu. Vahşi bir sesle:
- Bana bak, dedi. Adam gibi otur oturduğun yerde!.. Üstüne görev olmayan şeye karışma.
Seni kürek çekmek için tuttularsa, küreğini çek. Bir daha ağzını açarsan, beynini
patlatırım! Tamam mı?
Sandal bir an için sarsılıp durdu. Kürekler suyu köpürterek öylece kaldılar. Gavrila
oturduğu yerde sıkıntıyla kıpırdandı.
-Asıl küreklere!
Hava keskin bir küfürle sarsıldı. Gavrila kürekleri kaldırdı, sandal sanki bir şeyden
ürküyormuş gibi, suyu gürültüyle hışırdatarak sarsıla sarsıla ilerlemeye başladı.
- Doğru çek!
Çelkaş dümeni bırakmadan kıç üstünde hafifçe dikilmiş, buz gibi gözlerini Gavrila'nın
solgun yüzüne dikmişti. Kamburlaşmış sırtıyla, sıçramaya hazırlanan bir kediye
benziyordu tıpkı. Dişlerinin kötü kötü gıcırdadığı, eklem yerlerinin çatırdadığı
işitiliyordu.
Ansızın sert bir ses çınladı:
- Kim var orada? Çelkaş:
- Doğru çeksene!.. Şeytan!.. Bir, ki!.. Yavaş!.. Geberteceğim şimdi, köpek! Asıl
küreklere!.. Karşı çıkmayı bilirsin!.. Hergele!., diye kızgın kızgın homurdanıyordu. Gavrila
elden ayaktan kesilmişti:
- Tanrım... Meryem Ana... diye mırıldanıp duruyordu...
Çelkaş limana doğru dümen kırdı. Fenerler yine renk renk ışıklarını saçıyor, direkler göğü
delecekmiş gibi yükseliyordu. Ses yeniden çınladı:
- Hey! Kim var orada? Kim o bağıran?
Bu kez daha uzaktan geliyordu. Çelkaş'ın içi rahatladı. Sesin geldiği yöne dönerek:
- Sen kendin bağırıyorsun ya! dedi. (Sonra gözlerini hâlâ bir dua mırıldanmakta olan
Gavrila'ya çevirerek) Şansın varmış evlat, diye ekledi. Eğer bu şeytanlar peşimize
düşmüş olsalardı, işin bitikti. Anlıyor musun? Kaldırır denize atardım seni!.. Balıklara yem
olurdun...
Çelkaş'ın öfkesi geçmişti. Yumuşak bir sesle konuşuyordu. Fakat Gavrila hâlâ korkudan
tir tir titreyerek yalvarmaya başladı:
- Ne olur, bırak beni gideyim! İsa aşkına, bırak beni! (Bir yandan da ağlıyordu.) Ben artık
mahvoldum!.. Sende Allah korkusu yok mu? Benden ne istiyorsun? Ben senin işine
yaramam!.. Bu işlerden ne anlarım?.. Vay başıma gelenler... Allahım! Günahlarımı
bağışla! Kardeş, ne istiyorsun benden? Günah değil mi...? Niçin Allah yolundan
uzaklaşıyorsun..? Bu gibi işler...
Çelkaş sert bir sesle:
- Hangi işler? diye sordu. Ha? Söyle bakayım, hangi işlerden söz ediyorsun?
Köylü delikanlısının korkusu, serserinin hoşuna gitmişti. Bir yandan da kendi
kabadayılığını düşünerek keyifleniyordu. Gavrile titrek bir sesle:
- Karanlık işler, kardeş... diye mırıldandı. Allah aşkına bırak beni! Ben senin ne işine
yararım..? Ha..? Ne olur...
- Hey, kes sesini! İşime yaramasan seni yanıma almazdım. Anladın mı? Bir daha ağzını
açayım deme!
Gavrila:
-Allahım! diye inledi.
Çelkaş:
-Yeter! diye tersledi. Şimdi tepeleyeceğim ha!..
Fakat Gavrila kendini tutamıyor, hıçkıra hıçkıra, burnunu çeke çeke ağlıyordu. Bir yandan
da bütün gücüyle asılıyordu küreklere. Sandal hızla ilerliyordu. Yeniden mavna
yığınları arasına girip kıvrıla kıvrıla ilerlemeye başladılar.
- Hey, bana bak! Kulağını aç, iyi dinle! Eğer ağzından bir şey kaçıracak olursan toz
ederim seni! Anladın mı?
Gavrila:
-Allahım! Ben mahvoldum!.. diye inledi.
Çelkaş buz gibi gözlerini onun yüzüne dikerek ürkütücü bir tonla:
- Kes şu zırıltıyı dedim ulan! diye fısıldadı.
Gavrila'nın eli ayağı buz kesildi. Düşünme yeteneğini büsbütün yitirdi. Bir daha ne
ağzını açtı, ne de Çelkaş'ın yüzüne bakmaya cesaret etti. Sadece, kurulmuş bir
makina gibi kürek çekmekle yetindi.
Dalgalar ürkütücü bir sesle uğulduyordu. Limana girdiler... İnsan sesleri, dalgaların
uğultusuna karışıyor; bir şarkı ve ince ıslık sesleri işitiliyordu. Limanla deniz arasındaki
duvara yanaştılar.
Çelkaş:
- Dur! diye fısıldadı. Kürekleri bırak! Ellerinle duvara dayan! Daha yavaş, hayvan!.. Gavrila
kaygan taşlara abanarak sandalı yana doğru, duvar boyunca ilerletti. Taşlar bir yosun
tabakasıyla kaplı olduğu için sandalın bordası sürünürken gürültü çıkarmıyordu.
- Dur!.. Kürekleri bana ver!.. Yol kâğıdın nerede? Çıkınında mı? Çıkınını da ver bakayım!
Çabuk ol! Dostum, tüymeyesin diye yapıyorum bunu... Şimdi yerinden
kımıldayamazsın işte... Kürekler olmadan da belki bir yolunu bulup kaçabilirdin ama,
sıkıysa git şimdi... Ben gelene kadar buradasın... Tamam mı? Çıt çıkardığını duyarsam
denizin dibini boylayacağını unutma!..
Çelkaş bunları söyledikten sonra elleriyle bir yerlere tutundu; ansızın, kedi gibi duvarın
arkasında kayboldu.
Gavrila titredi... Bu pos bıyıklı, çökük avurtlu adam yanından ayrılır ayrılmaz üstünden
sanki bir yük kalkmış, yüreği hafiflemişti... Şimdi kaçmalıydı işte!.. Rahat rahat nefes
alarak çevresine bakındı. Solda kapkara, direksiz bir gemi iskeleti yükseliyordu. Kocaman
bir tabutu andıran bu teknenin içinde insan olmadığı belliydi... Dalgalar, bordasına
vurdukça boğuk bir uğultu çıkıyordu. Sağda, soğuk, ıslak bir yılana benzeyen dalgakıran
uzayıp gidiyordu. Arkada yine birtakım gemi iskeletleri vardı. Deniz durgundu.
Gökyüzünde kara kara bulutlar dolaşıyor; ağır ağır kımıldanarak insanı ağırlıklarıyla
ezmek istiyorlardı sanki. Soğuk, karanlık, uğursuz bir şey vardı her yanda... Gavrila
korkmaya başladı. Çelkaş'ın yanında duyduğu korkudan daha da beterdi bu. Bir el göğsünü
eziyordu sanki. Oturduğu yerde büzüldükçe büzüldü... Denizin mırıltısından başka ses
yoktu çevrede. Bulutlar yine ağır ağır gökyüzünde dolaşıyorlardı. Fakat daha yükseklere
çıkmışlardı şimdi. Gökyüzü de tıpkı denize benzemişti. Ama daha dalgalı, daha hırçın bir
denize. Bulutlar, yeryüzüne saldıran beyaz köpüklü dalgaları andırıyordu.
Gavrila bu korkunç sessizliğin, bu yüce güzelliğin ortasında ezildikçe eziliyor, Tanrı'dan
patronunun bir an önce dönmesini diliyordu... Ya Çelkaş geri dönmezse..? Zaman
gökyüzündeki bulutlardan daha ağır ilerliyordu... Sessizlik, gittikçe daha çok ürkütücü
oluyordu... Ansızın dalyanın ordan bir şıpırdı, insan seslerine benzeyen birtakım
gürültüler geldi. Gavrila korkudan az kalsın ölüyordu... Az sonra Çelkaş'ın boğuk bir sesle:
- Hey! Uyuyor musun? Tutsana şunu!.. Daha yavaş!., diye homurdandığı işitildi.
Dört köşe, ağır bir sandık uzatmıştı duvardan. Sonra onun gibi bir tane daha uzattı.
Gavrila sandıkları sandala yerleştirdi. Çelkaş Gavrila'nın çıkınıyla kürekleri de bir çırpıda
uzattıktan sonra yine kedi gibi duvardan süzüldü; sandalın kıçındaki yerini aldı. Göğsü
hızlı hızlı inip kalkıyordu. Gavrila ürkek ürkek gülümsedi; neşeli bir sesle:
- Yoruldun mu? diye sordu.
-Azıcık yoruldum, küçük dana! Haydi bakalım, yapış şimdi küreklere! Olanca gücünle çek!
Kardeşlik, şansın yaver gitti! İşin yarısını başardık sayılır. Şimdi şeytanların gözüne
görünmeden tüymek kaldı. Kıyıya varınca paralarını alıp doğru Maşka'nın yanına gidersin.
Hey delikanlıcık! Senin Maşkan vardı, değil mi?
- Yo-ok!
Gavrila kürekleri çelik gibi pençeleriyle kavramış, olanca gücüyle çekiyordu. Göğsü körük
gibi inip kalkıyordu. Deniz sandalın altında hışırdıyor, şimdi daha geniş bir yakamoz
akıntısı bırakıyordu geride. Gavrila kan ter içinde kalmıştı. Ama yine de olanca gücüyle
küreklere asılıyordu. İki kez korkudan ölecek gibi olmuştu bu gece. Aynı şeyi bir kez
daha yaşamak istemiyordu. İstediği tek şey, bu uğursuz işten bir an önce kurtulmak,
kıyıya varır varmaz da kaçıp gitmekti. Yoksa bu adam onu ya öldürecek, ya da hapishaneyi
boylatacaktı. Ağzını açmamaya, Çelkaş'ın bütün buyruklarını yerine getirmeye karar
vermişti. Aziz Nikola'ya adaklar adıyor, bildiği bütün duaları bir bir geçiriyordu içinden...
Arada bir Çelkaş'a yan gözle bakarak buhar kazanı gibi oflayıp pufluyordu...
Çelkaş uçmaya hazırlanan bir şahin gibi dümenin başına çömelmiş, bir eliyle sandalı
yönetiyor, öteki eliyle bıyıklarını sıvazlıyordu. Yine bir şahininkini andıran keskin
gözlerini karanlığa dikmişti. Dudaklarında hafif bir gülümseyiş dolaşıyordu. İyi bir voli
vurmuştu. Hayatından memnundu. Yırtınırcasına kürek çeken köylü oğluna karşı da içinde
bir sıcaklık duyuyordu. Kendisinden nasıl korktuğunun farkındaydı onun. Bir şeyler
söyleyerek gönlünü almak istedi. Gülümseyerek:
- Eey! dedi, söyle bakalım, çok mu korktun? Ha? Gavrila soluğunu verirken:
- Yo-ok!.. deyip yutkundu.
- O kadar hızlı çekme artık. Geçeceğimiz bir yer daha kaldı... Şimdi biraz dinlen...
Gavrila durdu. Mintanının yeniyle yüzündeki terleri sildi. Sonra kürekleri yeniden suya
daldırdı.
- Hişt, usul usul çek. Su hışırdamasın. Ses duyulabilir. Kardeş, buranın insanları çok
serttir. Tüfekle oynamayı da çok severler... Alnında bir delik açarlar, neye uğradığını
anlayamazsın...
Sandal denizin üzerinde çıt çıkarmadan kayıp gidiyordu şimdi. Küreklerin ucunda su
damlaları birikiyor; düştükleri yerlerde beliren küçük lekecikler az sonra siliniyordu.
Gece daha karanlık, daha sessiz olmuştu. Gökyüzü hırçın bir denizi andırmıyordu artık.
Kapkara, kalın bir bulut tabakasıyla kaplanmıştı. Deniz de daha karanlık, daha kıpırtısızdı.
Uzaklar iyice belirsizleşmişti. Hava sıcak, tuzlu bir bahar kokusuyla doluydu. Çelkaş:
-Ah, bir yağmur yağsa! diye fısıldadı. Tereyağdan kıl çeker gibi tehlikeyi atlatırdık.
Sandal, kocaman, karanlık gövdeleri gökyüzüne uzanan mavna yığınları arasından
geçiyordu şimdi. Mavnalardan birinde fenerli bir adamın kımıldadığı görüldü.
Bordalara çarpan denizin, uğultulu, boğuk bir ses çıkardığı işitiliyordu. Çelkaş, ancak
duyulabilen bir sesle:
- Devriyeler!., diye fısıldadı.
Kürekleri daha yavaş çekmesi söylendiğinden beri Gavrila korku içindeydi zaten. Gözlerini
karanlığa dikmiş, kulak kesilmişti. Bedeninin bütün damarları, bütün sinirleri gerilmişti
sanki. Başı çatlayacakmış gibi zonkluyor, sırtı ürperiyordu. Ayaklarına sivri uçlu, küçücük
iğneler batıyordu durmadan. Gözleri karanlığa bakmaktan iyice yorulmuştu. Kalbi küt küt
atıyor, her an "Hırsızlar!.. Durun!.." diye bağrılmasını bekliyordu...
Çelkaş, "Devriyeler!" diye fısıldadığında zavallı delikanlı büsbütün fenalaştı. Beyninden
vurulmuşa döndü. Bağırmak, onları yardıma çağırmak istiyordu... Oturduğu yerden
birazcık doğruldu, derin bir soluk aldı, bağırmak için ağzını açtı; fakat birdenbire müthiş
bir korkuya kapılarak, suratına bir kamçı yemişçesine sandalın içine yuvarlanıverdi!
...Işıl ışıl yanan kocaman bir kılıç gecenin karanlığını biçmiş, keskin dilini gökyüzünde
gezdirmiş; şimdi geniş, mavi ışıklı bir yol açarak denizin üstünde uzanıyordu. Gecenin göz
alıcı sisiyle örtülü dilsiz sandallar, mavnalar yığını belirmişti karanlıkta. Sanki uzun
süredir deniz dibinde kalan bu sandallar ve mavnalar yığını, şimdi ansızın, denizin
bağrından doğan o ateşli kılıcın buyruğuyla yeniden su üstüne çıkmışlar, dünyayı
seyrediyorlardı... Mavnaların direkleriyle yelkenleri, kökleri derinlerde, tuhaf deniz
bitkilerini andırıyordu. Bu korkunç, mavi ışıklı kılıç, pırıl pırıl parlayarak yeniden yükseldi,
gecenin karanlığını biçti, bu kez başka bir yönde yeniden denizin bağrına uzandı. Başka
sandallar, mavnalar yığını belirdi karanlıkta...
Çelkaş'ın sandalı durmuş, bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Gavrila yüzünü elleriyle
örtmüş, sandalın dibinde yatıyor; Çelkaş onu ayağıyla dürterek, öfkeden kudurmuşçasına:
- Hayvan! diye homurdanıyordu kısık bir sesle. Gümrük kruvazörü dolaşıyor... Işıklarıyla
denizi tarıyorlar. Kalksana, kütük!.. Şimdi görecekler bizi. Kendini de, beni de
mahvedeceksin. Kalksana ulan!..
Sonunda, hızlıca bir tekme yiyen Gavrila sıçrayıp doğruldu, yerine oturdu, kürekleri el
yordamıyla bulup çekmeye başladı..
-Yavaş çek! Geberteceğim ulan! Yavaş dedim!.. Allah belanı versin, salak herif!.. Niye
korktun ulan? Ha? Şapşal!. Adam fenerden korkar mı..? Yavaş çek!.. Dangalak!..
Kaçakçı arıyorlar. Uzaklaştılar artık, bizi göremezler. Korkma, bizi göremezler artık.
(Çelkaş tepeden bir bakışla çevresini süzdü.) Tamam, tehlike geçti!.. Of be!.. Hey,
kütük, keyfin yerine geldi mi?
Gavrila ses çıkarmadan, soluk soluğa kürek çekiyor, hâlâ uzakta bir yerlerde denizle
gökyüzünü tarayan o ateşli kılıca bakıyordu yan gözle. Çelkaş onun fener olduğunu
söylemişti ya, Gavrila'nın aklı bir türlü yatmıyordu bu işe. Işıldağın soğuk, mavi ışığı
denize gümüş renkli bir aydınlık saçıyor, köylü delikanlısının içini ürpertiyle
dolduruyordu. Kurulmuş bir makine gibi kürek çekiyor, sanki ansızın gökten tepesine
bir şey düşecekmişçesine büzüldükçe büzülüyordu. Hayvansal bir korkuydu bu. Olup
bitenler, insansı hiçbir şey bırakmamıştı içinde.
Çelkaş'ınsa keyfi yerindeydi. Sinirleri iyice yatışmıştı. Bıyıkları kıpırdanıyor, gözleri
sevinçle parlıyordu. Dişlerinin arasından bir ıslık tutturmuştu. Ciğerlerini nemli
havayla dolduruyor, çevresine bakmıyor, gözleri Gavrila'ya ilişince tatlı tatlı
gülümsüyordu.
Serin bir esinti denizi dalgalandırdı. Bulutlar daha incelmiş, daha saydamlaşmalardı
şimdi. Fakat gökyüzü hâlâ kapanıktı. Denizi dalgalandıran esinti, bulutları
kımıldatamamıştı.
- Hey, kardeşlik, kendine gel artık! Betin benzin kül gibi oldu be! Tamam, tehlike geçti
artık. Hey, işitiyor musun beni?
Çelkaş'ın sesi de olsa, bir insan sesi duymak Gavrila'nın hoşuna gitmişti. Usulca:
- İşitiyorum, dedi.
- Yeter artık! Kendine gel... Haydi, biraz da dümene geç bakalım, kürek çekmekten
yoruldun!
Yer değiştirdiler. Gavrila'nın bacakları titriyordu. Çelkaş bunu görünce daha çok acıdı
oğlana. Omzuna vurarak:
- Haydi, haydi, korkma artık! dedi. İyi para kazandın! Kardeşlik, bir yirmi beş rubleliğe ne
dersin, ha?
- Ben para istemiyorum... Kıyıya bir varabilseydik...
Çelkaş elini salladı, bir tükürük fırlattı, sonra küreklere yapışarak uzun kollarının geniş
hareketiyle çekmeye başladı.
Deniz kıpırdanıyordu. Küçük, köpüklü dalgalar birbiri arkasına koşuyor, çarpışan suların
zerrecikleri ince bir toz tabakası gibi yükselip dağılıyordu. Eriyen köpüklerin çıkardığı
hışırtı havayı tatlı bir ezgiyle dolduruyordu. Karanlık daha bir canlanmış gibiydi.
Çelkaş:
- Ee... dedi. Demek köye gideceksin şimdi? Evlenecek, toprağı ekip biçmeye
başlayacaksın. Karın, bir sürü çocuk doğuracak, nasıl besleyeceğini şaşıracaksın. Bütün
bunlar için uğraşmaya değer mi?.. Ha, söyle bakayım? Ne zevk var bunda? Gavrila
titreyerek, ürkek bir sesle:
- Bundan zevkli ne olur!., dedi.
Rüzgâr bulutları aralamaya başlamış, gökyüzü yer yer ortaya çıkmıştı. Yıldızlar da bir bir
görünmeye başlamıştı. Işıltılar denize yansıyor, dalgaların üzerinde bir görünüp bir
kayboluyordu. Çelkaş:
- Sağa dümen kır! dedi. Az sonra varıyoruz! Evet!.. Bu iş de böylece bitti. İyi voli vurduk
doğrusu!.. Ne dersin, ha? Bir gecede beşyüz papel!.. Fena para sayılmaz, değil mi?
Gavrila ağzı bir karış açık:
- Beşyüz papel ha?., dedi. (Sonra korktu, ayağıyla sandıkılara dokunarak.) Ne var ki
bunlarda? diye sordu.
- Çok değerli şeyler. Asıl fiyatlarına göre satsam, bin ruble de eder. Ama ben pahacı
değilim... Anlıyorsun ya?
Gavrila şaşkın şaşkın:
-Vay be... dedi. Eğer bu para benim elime geçseydi!..
İçini çekti. Köyünü, yoksul evceğizini, anasını anımsamıştı ansızın. Onlar için çalışıyor,
bunca
çileyi onlar için çekiyordu. Yalçın bir tepenin yamacına kurulmuş evleri, içinden geçen
küçük
deresiyle, çevresindeki iğde, kayın ağaçlarıyla, köyü gözlerinin önünde canlandı. Bir daha
içini
çekti...
- Of!.. Çok iyi olurdu be!..
- Hele hele!.. Trene atladığın gibi köyün yolunu tuttuğunu görür gibi oluyorum... Kızlar
çevrende fır fır dönerlerdi artık!.. Gönlünün çektiğini seç!.. Evi de yıktırır, yenisini
yaptırırdın... Fakat ev yaptırmaya bu para yetmez belki...
-Öyle... Ev yaptırmaya yetmez. Bizim orada tahta pahalıdır.
- Ne olacak canım? Eskisini onartırdın sen de. Atın var mı, atın? -At mı? Var ama, çok
yaşlandı fukara.
- İyi ya... Sen de gü-zeel bir at çekersin altına!.. İnek...Koyun...Tavuk mavuk... Ne dersin,
ha?
- Ne olur, sus!.. Oh, Tanrım! Ne güzel yaşayıp giderdim!
- Kardeş, keyfine diyecek olmazdı doğrusu... Ben de bu işlerden anlarım biraz. Bir
zamanlar benim de yuvam vardı.. Babam köyün en zenginlerinden biriydi...
Çelkaş kürekleri ağır ağır çekiyor; sandal, bordasına neşeli şıpırtılarla çarpan dalgaların
üzerinde beşik gibi sallana sallana ilerliyordu. Deniz, gitgide daha oynaklaşıyordu.
Sandaldaki adamlar derin bir düşünceye dalmışlardı. Dalgın dalgın çevrelerini süzüyor,
her biri kendi hayatını düşünüyordu. Çelkaş, Gavrila'yı biraz canlandırmak, neşelendirmek
için köyden söz açmıştı. Konuşurken bıyık altından gülüyordu önceleri. Fakat delikanlıya
köy hayatının mutluluklarını anlatırken, birdenbire kendi sözlerinin etkisi altında kalmış,
geçmiş günler gözlerinin önünde canlanmıştı. Delikanlıyı konuşturmak isterken, kendisi
sözü bırakmak istemiyordu şimdi:
- Kardeş, köy hayatı demek, özgürlük demektir! Kendi kendinin efendisidir insan. Belki
yıkık döküktür ama, senin olan bir evceğizin vardır. Topu topu bir evleklik de olsa, toprak
kendinindir! Bey de sensin, paşa da!.. Herkesten saygı beklemek hakkına sahipsindir...
Öyle değil mi?..
Çelkaş heyecanlanmıştı. Gavrila da heyecanlanmış, karşısındaki adama merakla bakıyordu.
O da kendisi gibi bir köylüydü demek. Bütün benliğiyle bağlı olduğu topraktan elinde
olmaksızın ayrı düşmüş, bu ayrılığın acısını yaşıyordu şimdi.
- Haklısın kardeş, haklısın! Yerden göğe kadar haklısın! İşte, sözgelişi seni ele alalım:
Topraksız bir adam neye yarar? Kardeş, toprak ana gibidir, ömür boyunca unutulmaz.
Çelkaş düşünceye dalmıştı... Göğsünde bir öfke dalgasının kabardığını hissediyordu. O,
gerçek bir kabadayıydı. Onuruna dil uzatıldığında, hele bunu yapmaya kalkanlar, beş
paralık adamlar olursa, hep böyle bir öfke duyardı içinde. Ansızın,
kudurmuşçasına:
- Kes sesini!., diye bağırdı. Benim ciddi konuştuğumu mu sandın? Şaşarım aklına! Gavrila
yeniden ürkekleşerek:
-Amma da iş! dedi. Ben senden mi söz ediyorum sanki? Dünyada senin gibi çok adam var!..
Her yer mutsuz insanlarla dolu!.. Sendeleyip duruyorlar... Çelkaş dilinin ucuna kadar gelen
küfürleri nedense tuttu, kısaca: -Ayıbalığı, geç bakalım küreklere! buyruğunu verdi.
Yeniden yer değiştirdiler. Çelkaş dümene geçerken, içinde Gavrila'yı bir tekmede suya
yuvarlamak isteği uyandı.
Konuşmuyorlardı artık. Fakat, Gavrila'nın susuşu da Çelkaş'a köyü anımsatıyordu şimdi...
Geçmiş günlere dalıp gitmiş, dümen tutmayı bile unutmuştu. Sandal denizin akıntısına
kapılmış, bir yerlere doğru sürükleniyordu. Dalgalar da bunu anlamış gibi, bordasına daha
serbest çarpıyorlardı artık. Mavi bir yakamoz akıntısı, küreklerin ucundan başlıyor,
kıvrıla kıvrıla dibe doğru iniyordu. On bir yıllık serserilik hayatının kalın bir duvar gibi
ayırdığı geçmiş günler canlanmıştı Çelkaş'ın gözlerinde. Çocukluk yıllarını; kırmızı yanaklı,
sıcak bakışlı, tombul bir kadın olan anasını; sert bakışları, kızıl sakalıyla bir devi andıran
babasını anımsadı. Sonra büyümüş, güvey olmuştu. Kara gözleri, uzun saç örgüleri, neşeli,
yumuşak tavırlarıyla Anfisası gözlerinin önüne geldi. Kendisi de yakışıklı, kanlı canlı bir
askerdi. Babası o sıralar yaşlı bir adamdı artık. Çift sürmekten iki büklüm olmuştu.
Anasının yüzü de buruş buruştu. Askerden döndüğü günü anımsadı. Babası nasıl da
övünmüştü onunla. Gür bıyıklı, aslan gibi bir yiğit olan oğluna, Grigorisine nasıl da
bakmaya doyamamıştı... Geçmiş günleri anımsamak içimizde her zaman tatlı duygular
uyandırır... Geçmişte içilen ağu bile, sonradan şerbetmiş gibi gelir insana...
Tanıdık, dost bir rüzgâr okşuyordu Çelkaş'ın yüzünü. Anacığının tatlı sözleri, gerçek bir
köylü olan babasının sert sesi, geçmişte kalan, unutulmuş yığınla ses çınlıyordu kulağında.
Buram buram bir toprak kokusu geliyordu burnuna... Çelkaş, bütün
benliğiyle bağlı olduğu köy hayatından, bir daha dönmemecesine kopmuş olmanın acısını
yaşıyor; yapayalnız, kimsesiz bir çocuk gibi hissediyordu kendini. Gavrila ansızın:
- Hey! Nereye gidiyoruz böyle? diye sordu.
Çelkaş irkildi. Yırtıcı bir kuş gibi çevresine bakındı. -Vaycanına, uzaklaşmışız!.. Kürekleri
daha hızlı çek... Gavrila gülümseyerek:
- Dalmıştın galiba? diye sordu. -Yorulmuşum...
Delikanlı, ayağıyla sandıklara dokunarak:
-Artık yakalanmayız, öyle mi? dedi.
-Yok... İçin rahat olsun. Birazdan malları satıp paramızı alacağız... Yaa!
- Beş yüz ruble?
- En azından.
- İyi para be! Eğer hepsi benim olsa!.. Neler yapmazdım ki...
- Köyde mi?
-Tabii. Başka nerde olacak?..
Gavrila hayale daldı. Çelkaş ise susuyordu. Bıyıkları sarkmış, gözleri sönükleşmişti. Kirli
gömleğinin kıvrımlarına varıncaya kadar, bir gariplik çökmüştü üstüne...
Sertçe dümen kırdı; sandal, suyun üzerinde kapkara görüntüsü yükselen bir mavnaya
doğru yaklaşmaya başladı.
Gökyüzü bulutlarla kaplanmıştı yine. Usul usul serpiştirmeye başlayan ılık, ince bir
yağmur, tatlı bir şıpırtı çıkararak dalgalara karışıyordu.
Çelkaş:
- Dur! Yavaş ol! komutunu verdi.
Sandalın çengelini, mavnanın bordasına sarkan bir ipe bağlayarak:
- Şeytan herifler!.. Uyuyorlar mı yoksa?., diye homurdandı. Hey! Merdiveni uzatın!..
Yağmur da daha önce yağamazdı sanki!.. Hey!.. Tanrının cezaları!.. Heeey!..
Uykulu bir ses duyuldu: -Çelkaş, sen misin?
- Evet, evet, merdiveni sarkıtın. -Çelkaş geldi, Kalimera! Çelkaş kızgın bir sesle:
- Şeytan herif, merdiveni sarkıtsana!.. diye gürledi.
- Oo, seninki kızgın gelmiş bugün... Çelkaş, arkadaşına dönerek: -Gavrila, tırman! dedi.
Az sonra güvertedeydiler. Kendi aralarında tuhaf bir dille fısır fısır konuşan sakallı,
karanlık bakışlı üç adam, Çelkaş'ın sandalını gözden geçiriyorlardı. Uzun bir tulum
giyinmiş dördüncü bir adam Çelkaş'a yaklaştı, sessizce elini sıktı. Sonra kuşkulu
bakışlarla Gavrila'yı süzdü. Çelkaş kısaca:
- Para sabaha hazır olsun, dedi. Ben yatmaya gidiyorum şimdi. Gavrila, haydi gidelim!
Karnın aç mı?
Delikanlı:
- Uyusam iyi olur... diye karşılık verdi.
Beş dakika sonra da horul horul uyuyordu. Çelkaş ise onun yanına oturmuş, bir
çizmeyi ayağına uydurmaya çalışıyor, ara sıra düşünceli bir tavırla tükürerek,
dişlerinin arasından hüzünlü bir ıslık çalıyordu. Sonra ellerini başının altında kenetledi,
o da Gavrila'nın yanına uzandı.
Mavna usul usul sallanıyor, hazin bir tahta gıcırtısı geliyordu bir yerlerden. Güverteye
yumuşak bir yağmur yağıyor, dalgalar mavnanın bordasına çarpıyordu... Bütün bu
kederli sesler, oğlunun geleceğinden umutlu olmayan bir ananın söylediği ninniyi
andırıyordu...
Çelkaş dişlerini sıktı; başını kaldırıp çevresine bakındı; bir şeyler mırıldandı, sonra
yeniden uzandı... Yatarken açılmış bacaklarıyla büyük bir makası andırıyordu. III
İlk uyanan Çelkaş oldu. Bir süre kaygıyla çevresine bakındıktan sonra yatıştı; henüz
uyumakta olan Gavrila'ya göz attı. Beriki tatlı tatlı horluyor; güneş yanığı, sağlıklı, çocuk
yüzü şirin bir gülümseyişle aydınlanıyordu. Çelkaş içini çekti; dar bir ip merdivenden
tırmanarak yukarıya çıktı. Bulutlar dağılmıştı. Fakat sonbahar göğünün külrengi aydınlığı
yine de hüzün vericiydi.
İki saat sonra döndü. Yüzü pembeleşmiş, bıyıkları keyifle yukarı doğru kıvrılmıştı. Uzun,
sağlam çizmeler vardı ayağında. Deri bir pantolon giymiş, sırtına güzel bir gocuk
geçirmişti. Kullanılmış, fakat sağlam şeylerdi hepsi de. Bu kılık, Çelkaş'a çok yakışmıştı.
İri yarı, güçlü kuvvetli bir adam olmuştu şimdi. Gavrila'yı ayağıyla dürterek:
- Hey, küçük dana, kalk artık! diye bağırdı.
Gavrila sıçradı, bir süre bulanık gözlerle ürkek ürkek Çelkaş'a baktı. Çelkaş
kahkahalarla gülüyordu.
Gavrila onu neden sonra tanıyabildi.
- Vay anam vay!., diye gülümsedi. Beyefendi olmuşsun!
- Ne sandın!.. Fakat amma da ödlek şeymişsin be!.. Dün gece kaç kere ölüp dirildin, ha?..
- İnsaf et, sen benim yerimde olsan ne yapardın? Başıma ilk kez böyle bir şey geliyor.
Sonra, insan bütün ömrünce ruhunu kirletmiş olabilir!
- Öyle mi? Bir voliye daha çıkmak istemez misin yani? Ha?
- Bir voli daha mı? Şey... Bilmem ki... Kaç para için?
- Diyelim ki iki yüz ruble!..
- İki yüz ruble ha? Bilmem ki... Çıkarım belki!..
- Dur bakalım! Ya ruhun kirlenirse ne olacak?
- Şey... Olabilir tabii... Belki de... kirlenmez... (Gavrila gülümseyerek sözlerini
tamamladı.) Ruhuna bir şeycik olmaz, ömrün boyunca da bey gibi yaşarsın.
Çelkaş keyifli keyifli gülerek:
- Peki, peki! dedi. Şaka ettim. Haydi, kıyıya gidiyoruz...
Yeniden sandala bindiler. Çelkaş dümene, Gavrila küreklere geçti. Gökyüzü ince, külrengi
bir bulut tabakasıyla kaplıydı. Sandal, koyu yeşil bir renk almış olan denizin üzerinde
sarsılarak ilerlemeye başladı. Sandaldakilerin üzerine küçük dalga serpintileri sıçrıyordu.
İlerde kıyının sarı çizgisi görünüyor, engin deniz beyaz köpüklü dalga sürüleriyle gitgide
geride kalıyordu. Limana yaklaştıkça, sandallar, mavnalar daha belirginleşiyordu. Solda da
kentin beyaz evleri görünmeye başlamıştı. Ordan kopup gelen boğuk bir uğultu, dalgaların
şıpırtısına karışıyor, etkili, hoş bir ezgi doğuyordu bu birleşmeden... Bütün bu görüntüler
ince, külrengi bir sis tabakasıyla örtülüydü... Çelkaş, başıyla denizi göstererek:
- Eh, akşama bir iyilik düşünüyor! dedi. Bütün gücüyle küreklere asılmakta olan Gavrila:
- Fırtına mı patlayacak? diye sordu.
Rüzgârın taşıyıp getirdiği serpintiler delikanlıyı tepeden tırnağa ıslatmıştı. Çelkaş:
- Evet!., dedi.
Gavrila merakla ona bakıyordu... Sonunda, Çelkaş'ın söze başlamaya niyetli olmadığını
görerek:
- Şey, kaç para verdiler? diye sordu.
Çelkaş cebinden çıkardığı bir tomar parayı Gavrila'ya göstererek:
- İşte! dedi.
Renk renk kâğıt parçaları Gavrila'nın gözlerini kamaştırdı.
- Vay be!.. Ben de yalan söylüyorsun sanmıştım!.. Kaç para var orada?
- Beşyüz kırk ruble!
Çelkaş'ın yeniden cebe indirdiği para tomarını gözleri parlayarak izleyen Gavrila:
- Harika!., diye mırıldandı!. Aahh!.. Eğer bu paralar benim olsaydı... (Üzüntüyle içini
çekti.)
Çelkaş heyecanlı bir sesle:
- Bu gece seninle eğleneceğiz delikanlıcık!.. diye bağırdı. Sen paradan yana merak etme...
Kardeş, senin payını ayırdım ben... Kırk ruble yeter mi? Ha, ne dersin? İstersen hemen
vereyim?
- Eğer sana göre bir şey yoksa... Ben kabul ederim! Gavrila'nın heyecandan eli ayağı
titriyordu.
- Seni gidi yavru şeytan seni! Kabul edermiş! Kardeş, lütfen kabul et! Çok rica ederim,
kabul et! Bu para tomarını nereye koyacağımı bilmiyorum! Kabul et de, bu yükten
kurtulayım!..
Çelkaş Gavrila'ya birkaç tane on rublelik uzattı. Beriki, kürekleri bıraktı; titreyen
elleriyle paraları alıp çıkınının bir yerine gizledi. Bir yandan da, sıcak bir şey içiyormuş
gibi hızlı hızlı soluyordu. Sonra yeniden kürekleri kavradı; bir şeyden
korkuyormuşçasına gözlerini önüne indirip sinirli, tedirgin hareketlerle çekmeye
başladı. Omuzlarının, kulaklarının titrediği görülüyordu.
Çelkaş düşünceli bir tavırla:
-Amma da açgözlüymüşsün ha!.. Çok kötü... Fakat, ne yaparsın, köylü milleti böyledir
işte...
Gavrila birdenbire, kendinden geçmişçesine heyecanlanarak:
- Parasız hayat olur mu!., diye bağırdı.
Sonra kesik kesik, aceleden dili dolaşarak, zengin köylüyle yoksul köylü arasındaki farkı
anlatmaya başladı. Kafasından hızla geçen düşünceleri yakalamaya çalışıyor, bir çırpıda
her şeyi söyleyivermek istiyordu sanki!.. Saygı, eğlence, mutluluk; her şey paranın
uçundaydı!..
Çelkaş ilgiyle dinliyordu onu. Kimi zaman yüzü asılıyor, kimi zaman tatlı tatlı
gülümsüyordu. Bir ara:
- Geldik!., diyerek Gavrila'nın söylevini kesti. Dalgalar sandalı kumsala doğru
sürüklüyorlardı.
- Bu iş burada bitti kardeşçik. Sandalı biraz ileri çekelim de dalgalar götürmesin. Sonra
gelip alacaklar onu. Biz de ayrılıyoruz artık!.. Kent buradan sekiz verst çeker. Oraya mı
gideceksin yine? Ha?
Çelkaş kurnaz kurnaz gülümsüyordu. Karşısındakine, onun hiç ummadığı bir iyilik
yapmaya hazırlanan, bu düşünceyle için için sevinen bir adam hali vardı üzerinde.
Elini cebine sokmuş, paraları karıştırıyordu.
Gavrila güçlükle soluk alarak, ezile büzüle:
-Yok... Ben... Gitmeyeceğim... Ben... diye mırıldandı.
Çelkaş onu tepeden tırnağa süzerek:
- Ne oluyor? Niçin ezilip büzülüyorsun? diye sordu.
- Hiiç...
Fakat delikanlının yüzü bir kızarıyor, bir bozarıyordu. Ne yapacağını bilemeyen bir
adam gibi tedirgin tedirgin kıpırdanıp duruyordu.
Gavrila'nın bu durumu Çelkaş'ın hoşuna gitmemişti. İşin sonu nereye varacak diye
beklemeye başladı.
Köylüoğlu birdenbire, hıçkırığı andıran bir kahkaha nöbetine tutuldu. Başını öne eğmiş,
gülüp duruyordu. Çelkaş yüzünü göremiyordu ama, kulaklarının ikide bir kızarıp
bozardığını görebiliyordu delikanlının.
Elini sallayarak:
- Canın cehenneme! dedi. Yoksa aşık mı oldun bana? Kız gibi ne kırıtıp duruyorsun!..
Ayrılacağımıza çok mu üzüldün? Hey, süt kuzusu! Söylesene, ne oldu? Yoksa ben
gidiyorum!..
Gavrila tiz bir sesle:
- Gidiyorsun ha? diye bağırdı.
Sesi ıssız kıyıda çın çın öttü. Dalgaların ıslattığı kum yığınları titrediler sanki. Çelkaş da
irkildi. Gavrila ansızın onun ayaklarına atıldı, elleriyle kucaklayıp kendine çekti. Çelkaş
düşmemek için sendeledi, dengesini güçlükle koruyarak kumsala otururken dişlerini
sıkıp yumruğunu hızla salladı. Fakat tutturamamıştı. Gavrila karşısında durmuş,
utançtan titreyen bir sesle yalvarıyordu:
- İki gözüm!.. O paraları bana ver! İsa aşkına bana ver!.. Sen ne yapacaksın? Bir gecede,
bir gececikte kazandın onları.. Bana verirsen, hayatım kurtulacak... Sana dua ederim...
Tanrının seni bağışlaması için bütün ömrümce dua ederim!.. Sen onları rüzgâra
üfleyeceksin, bir anda uçup gidecekler... Ama ben toprak alacağım... Ne olur, ver onları
bana! Sen onları ne yapacaksın? Senin için ne değeri var? İstesen, bir gecede yine zengin
olursun! Benden bu iyiliği esirgeme! Sen yıkılmış bir adamsın... Artık kendini
kurtaramazsın... Oysa ben!... Ooh!.. Onları bana ver!..
Çelkaş hem korkmuş, hem şaşırmış, hem öfkelenmişti. Arkaya doğru kaykılmış bir
durumda, elleriyle Gavrila'ya tutunarak kumsalın üzerinde oturuyordu. Gözlerini faltaşı
gibi açmıştı. Gavrila, başını onun dizlerinin arasına sokmuş, yalvarıp yakarıyor; Çelkaş ses
çıkarmadan dinliyordu. Sonunda onu itti, sıçrayıp doğruldu, para tomarını cebinden
çıkararak Gavrila'nın suratına fırlatırken: -Al köpek! Tıkın!., diye bağırdı.
Bu açgözlü köleye hem şiddetle acıyor, hem de iğreniyordu ondan. Paraları fırlatırken
içinde bir kahramanlık duygusu uyanmıştı.
- Daha çok para vermek istiyordum sana. "Şu delikanlıya yardım edeyim"
diye düşünmüştüm. Dün köy aklıma gelince içim bir tuhaf olmuştu... Bakalım, nasıl
davranacaksın diye bekliyordum; kendiliğinden para isteyecek misin? Şu yaptığına bak...
Zavallı dilenci!.. İnsan para için bu kadar alçalır mı? Aptal! Açgözlü köleler!.. İnsanlıktan
haberiniz yok... Beş kapik için kendinizi satarsınız!..
-Velinimetim!.. İsa seni korusun! Demek bu paralar benim oldu ha?.. Demek... zengin oldum
ha.. (Gavrila bir sevinç çığlığı kopardı, paraları titreyen elleriyle toplayarak çıkınına
gizledi.) Ah, velinimetim benim!.. Ömrüm boyunca unutmayacağım bunu!.. Hiç bir zaman!..
Karıma, çocuklarıma, senin için dua etmelerini söyleyeceğim! Çelkaş bu sevinç çığlıklarını
dinliyor, Gavrila'nın bozulup çirkinleşen yüzüne bakıyordu. Haydutun, serserinin, bütün
sevgilerden kopmuş ipsizin biri olduğu halde, hiçbir zaman bu köylü delikanlısı kadar
alçalmayacağını, insanlıktan uzaklaşmayacağını düşünüyordu. Hayır, o hiçbir zaman böyle
bir duruma düşmeyecekti!.. Bu düşünce, içini özgürlük sevgisiyle doldurdu. Gavrila'nın
yanında, bu ıssız deniz kıyısında, yüce bir insan olduğunu hissetti. Gavrila:
- Sen bana dünyaları verdin! diye bağırarak Çelkaş'ın ellerini yakaladı, yüzüne gözüne
sürmeye başladı.
Çelkaş dişlerini bir kurt gibi sıkmış, susuyordu. Gavrila ise susmak bilmiyordu:
- Sen bir de benim aklımdan geçenlere bak: Buraya gelirken... diyordum ki... şunun
kafasına bir kürek indirsem!.. Paraları alıp cesedini de fırlatsam denize... Ya!..
Diyordum ki, kim kime dum duma... Nasıl olsa arayıp soranı yoktur!.. Kimsenin kılı bile
kıpırdamaz... Dünyaya onun ne yararı var? Onunla kim uğraşacak?
Çelkaş Gavrila'nın gırtlağına sarılarak:
-Çıkar paraları!., diye haykırdı.
Gavrila kurtulmaya çabalarken Çelkaş'ın öteki eli de delikanlının boğazına yılan gibi
dolandı... Yırtılan bir gömlek sesi işitildi; Gavrila yere yuvarlandı. Gözleri faltaşı gibi
açılmıştı. Parmaklarını açıp kapıyor, debeleniyordu. Çelkaş kötü kötü gülümsüyordu.
Dişlerini sıkmıştı. Sinirden bıyıkları titriyor, her haliyle yırtıcı bir kuşu andırıyordu.
Ömründe hiçbir zaman böylesine onuru kırılmamış, hiçbir zaman bu kadar
öfkelenmemişti.
Dişlerinin arasından, Gavrila'ya:
- Nasıl, memnun musun şimdi? diye sordu.
Sonra sırtını dönerek kente doğru yola koyuldu. Fakat daha beş adım atmadan Gavrila
kedi gibi sıçrayarak kalktı; iyice gerilerek Çelkaş'a büyük, yuvarlak bir taş fırlatırken:
-Al sana!., diye bağırdı kinli bir sesle.
Çelkaş'ın boğazından bir inilti koptu; başını elleriyle kavradı, ileriye doğru sendeledi.
Gavrila'ya döndü ve yüzü koyun yere kapaklandı. Gavrila ona bakarken donup
kalmıştı. Çelkaş başını kaldırmaya çalışıyor, doğrulmaya çabalıyor, tir tir titriyordu.
Gavrila o zaman korkuya kapılarak bozkıra doğru kaçmaya başladı. Bozkırın üzerinde asılı
duran kara, kadife gibi bir bulut havayı karartmıştı. Dalgalar hışırdayarak kumsala
tırmanıyor, kumlara karışıyor, sonra yeniden geri çekiliyorlardı. Köpükler cızırtıyla
sönüyor, havada su serpintileri uçuşuyordu.
Yağmur başladı. Önce ağır ağır serpiştirirken, gittikçe şiddetini artırdı. Az sonra bozkır
ve deniz, bulanık bir su tabakası ardında görünmez oldu. Çelkaş, uzun gövdesiyle,
yağmurun altında, denizin kıyısında öylece yatıyordu. Uzun süre, onunla yağmurdan başka
hiçbir şey görünmedi. Fakat sonra yağmurun bulanık perdesinin ardında Gavrila'nın
görüntüsü belirdi. Delikanlı bir kuş gibi sekerek Çelkaş'ın yanına vardı, yere çöktü, onu
kımıldatmaya çalıştı. Eli sıcak bir kan sızıntısına bulaşınca titredi, sendeleyerek geriledi.
Yüzü sapsarı olmuş, anlamsızlaşmıştı.. Tir tir titriyordu. Sonra yeniden yaklaştı, Çelkaş'ın
kulağına eğilerek:
- Kardeş, ne olur kalk! diye mırıldandı.
Çelkaş kendine geldi; Gavrila'yı iterek, hırıltılı bir sesle:
- Defol git!., diye inledi.
Gavrila Çelkaş'ın elini öpüyor, titreyen bir sesle:
- Kardeş! Bağışla beni!.. Şeytan dürttü!., diye yalvarıyordu. Belki yine:
-Defol!.. Çek arabanı!., diye hırıldadı.
- Ruhumu günahtan arındır!.. Yalvarırım!.. Bağışla beni!.. Çelkaş ansızın:
- Çek arabanı!.. Çek arabanı, cehennemin dibine git!., diye bağırarak doğrulup oturdu.
Yüzü sapsarıydı. Gözleri, çok uykusuz adamlarınki gibi, bulanıktı.
- Daha ne istiyorsun? İşini gördün... Defol!
Gavrila'ya bir tekme savurdu, fakat tutturamadı. Delikanlı onu omuzlarından yakalamasa,
yine yuvarlanacaktı. Çelkaş'ın gözü tam Gavrila'nın yüzünün karşısındaydı şimdi. İkisinin
yüzü de sapsarı olmuş, insanlıktan çıkmıştı. Çelkaş, yardımcısının kocaman kocaman
açılmış gözlerine:
- Tuu! diye tükürdü.
Beriki, ses etmeden mintanının yeniyle yüzünü kuruladı.
-Ne yaparsan yap... Ağzımı açmayacağım... diye mırıldandı. İsa aşkına, bağışla beni!
Çelkaş nefretle:
-Alçak!., diye bağırdı. Sen serseri bile olamazsın!..
Gocuğumu açtı, gömleğini paraladı, kopardığı bir parça bezle başını sarmaya koyuldu.
Ses etmiyor, arada bir dişlerini gıcırdatıyordu. İşini bitirdikten sonra, tükürür gibi:
- Paraları aldın mı? diye sordu.
-Almadım kardeş! Eksik olsun!. Beni günaha soktular!..
Çelkaş elini gocuğunun cebine sokup para tomarını çıkardı. Birini ayırıp yeniden
cebine koydu; ötekileri Gavrila'ya fırlattı:
-Al da defol!
-Kardeş, alamam... Olmaz! Bağışla beni!
Çelkaş'ın gözleri döndü. Korkunç bir sesle:
-Al diyorum sana!., diye uludu.
Gavrila korkudan titreyerek:
- Bağışla!.. O zaman alırım... dedi. Çelkaş'ın ayaklarına, ıslak kumsala kapandı. Çelkaş:
- Yalan söylüyorsun alçak, nasıl olsa alacaksın!., diye homurdandı.
Sonra saçlarından tutup Gavrila'nın başını zorla kaldırdı, paraları delikanlının yüzüne
sürmeye başladı:
-ANAN Hakkındır! Korkma, al! Az kalsın adam öldürüyordun diye kendini üzme! Benim
gibilerin arayanı soranı olmaz. Öldüğümü duyunca, katile teşekkür bile ederler. Al,
utanma!
Çelkaş'ın güldüğünü görünce Gavrila bir parça yatıştı; paraları avuçladı; gözyaşları
arasında:
- Kardeş! Beni bağışlıyorsun değil mi? Ha? Ne olur? diye sordu. Çelkaş ayağa kalktı;
sendeledi; sesini Gavrila'nınkine benzeterek:
- Küçük kardeş! Niçin bağışlayayım seni? diye karşılık verdi. Bugün banaysa, yarın sana...
Gavrila başını sallayarak:
-Ah, kardeş, kardeş!., diye inledi.
Çelkaş ayakta durmuş tuhaf tuhaf gülümsüyor; başındaki sargı kızararak gitgide bir
fese benziyordu.
Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Deniz boğuk boğuk uğulduyor; dalgalar
öfkeyle, kudurmuşçasına saldırıyorlardı kıyıya.
İkisi de susuyordu.
Çelkaş alaycı bir sesle:
- Eh, sağlıklıca kal! diyerek gitmeye davrandı.
Sendeliyor, bacakları titriyordu. Başını, yitirmekten korkuyormuşçasına, tuhaf
bir biçimde kavramıştı. Gavrila bir kez daha:
- Kardeş, bağışla beni!., diye yalvardı. Çelkaş soğuk bir tavırla:
- Fark etmez! dedi.
Sendeleye sendeleye yola koyuldu; yürüyüp gitti. Sol eliyle başını tutmuştu. Sağ eliyle,
kırçıl
bıyıklarını sıvazlıyordu sessizce.
Yağmur şiddetleniyor, bozkırı kaplayan sis perdesi gitgide yoğunlaşıyordu. Gavrila,
gözden yitinceye kadar izledi onu. Sonra şırıl sıkların olmuş kasketini başından çıkardı,
eliyle haç işareti yaptı. Avucunda sıkıca tuttuğu paralara gözü ilişince rahat bir soluk
aldı; onları çıkınına gizledi; geniş, sağlam adımlarla, Çelkaş'a ters yönde, kıyı boyunca
yürüyüp gitti.
Deniz uğulduyordu. Kumsala çarpan kocaman dalgalar gürültüyle parçalanıyor, kıyıyı
köpük içinde bırakarak geri çekiliyorlardı. Yağmur, toprağı ve denizi şiddetle dövüyor,
rüzgâr uğuldaya uğuldaya esiyordu... Az sonra deniz de, gök de görünmez olmuştu...
Dalgalar ve yağmur; Çelkaş'ın yattığı yerdeki kan birikintisini, onun ve köylü
delikanlısının kıyı boyunca uzayıp giden ayak izlerini çok geçmeden silip süpürdüler...
Bu ıssız deniz kıyısında, iki adam arasında geçen küçük dramdan en ufak bir iz
kalmadı.
1894
YOL ARKADAŞIM I
Ona Odesa limanında rasladım. Tıknaz, sağlam yapılı bedeni, biçimli bir sakalla
çevrelenmiş Doğulu yüzüyle üç gün dikkatimi çekip durdu. İkide bir gözüme çarpıyordu.
Bastonunun sapını emerek saatlerce rıhtımın granitleri üstünde durduğunu; kara, badem
gözleriyle üzgün üzgün limanın kirli sularını seyrettiğini görüyordum. Günde belki on kez
salına salına geçip giderdi önümden. Kimdi o? Uzaktan gözetlemeye başladım. O da sanki
beni büsbütün ayartmak için, gittikçe daha sık çıkıyordu karşıma. Öyle ki; kareli, parlak
bir kumaştan yapılmış şık elbisesini, kara şapkasını, tembel yürüyüşünü, can sıkıcı, alık
bakışlarını ne kadar uzaktan olursa olsun bir görüşte tanımaya başlamıştım artık. Vapur
ve lokomotif düdüklerinin, zincir şakırtılarının, işçilerin bağırıp çağırmalarının birbirine
karıştığı; insanı serseme çeviren, kudurmuşçasına sinirli bir kalabalığın kaynaştığı bu
limanda onun varlığına bir anlam veremiyordum. İnsanlar kaygılı ve yorgundu. Kan ter
içinde sağa sola koşuyor, bağrışıyor, küfürleşiyorlardı. Bu ölesiye mahzun yüzlü tuhaf
adam ise, kendisinden başka hiçbir şey umurunda değilmişçesine, çalışan insanların
arasında tembel tembel gezinip duruyordu. Dördüncü gün öğle yemeği sırasında ansızın
yine gözüme çarptı. Artık bir yolunu bulup
onun kim olduğunu öğrenmeye karar verdim. Yakında bir yere oturup ekmekle karpuz
yerken gözlerimi ondan ayırmıyor, laf açmak için uygun bir fırsat kolluyordum. O, çay
sandıklarına yaslanmış, kaygısız gözlerle çevreye bakmıyor; parmaklarını flavta çalar gibi
bastonunun üzerinde dolaştırıyordu.
Benim gibi sırtında bir yük semeri, kömür taşımaktan kapkara kesilmiş, paçavralar içinde
bir adamın, bir züppeyle lafa girmesi kolay değildi. Fakat birdenbire, onun da gözlerini
hiç ayırmadan bana baktığını fark edip irkildim. Sevimsiz, arsız, hayvanca bir ışıltı vardı
bu gözlerde. Günlerdir ilgimi çeken adamın aç olduğunu anladım, dört bir yana şöyle bir
baktıktan sonra, usulca: - Yemek ister misiniz? diye sordum.
Titredi. Sağlam, beyaz dişlerini aç bir kurt gibi göstererek kuşkuyla çevresine bakındı.
Kimsenin bizimle ilgilendiği yoktu. O zaman ona bir parça buğday ekmeğiyle karpuzun
yarısını uzattım. Onları elimden kaparcasına almasıyla gidip sandık yığınlarının arasına
oturması bir oldu. Arada bir başını görüyordum. Şapkası ensesine kaykılmış; esmer, terli
alnı ortaya çıkmıştı. Yüzü geniş bir gülümsemeyle aydınlanmıştı. Yiyeceğini hırsla
atıştırırken nedense arada bir göz kırpıyordu bana. Biraz beklemesini işaret edip et
almaya gittim; getirip verdim; züppeyi yabancı bakışlardan iyice gizleyecek biçimde
sandıkların yanında durdum. O zamana kadar önünden yiyeceğini kapacaklarmış gibi
çevresini yırtıcı bakışlarla süzerek lokmalarını çiğnemeden yutarken, şimdi biraz
yatışmıştı. Fakat yine öyle bir hırsla ve çabuklukla atıştırıyordu ki, bu aç adama bakmayı
içim götürmediğinden sırtımı döndüm ona. -Teşekkür! Çok teşekkür!
Tutup omuzlarımı sarstı. Elimi yakalayıp sıktı, hızlı hızlı salladı. Beş dakika içinde de
hikâyesini anlatıvermişti.
Gürcü prensi Şakro Ptadze'ymiş bu. Kutayisli zengin bir derebeyinin tek oğluymuş.
Transkafkasya istasyonlarının birinde memur olarak çalışıyor, bir arkadaşıyla
oturuyormuş. Bu arkadaş günün birinde Prens Şakro'nun paraları ve değerli eşyalarıyla
birlikte gözden kaybolmuş. Prens de onun peşine düşmüş. Nasılsa Batum'a bilet aldığını
öğrenip o da doğru oraya gitmiş. Fakat Batum'a varınca arkadaşın Odesa'ya gittiğini
anlaşılmış. Prens Şakro burada Vano Svanidze adında, (yine yaşıtı ve arkadaşı olan, fakat
kendisine benzemeyen) bir berberin pasaportunu alarak Odesa'nın yolunu tutmuş. Odesa
polisine hırsızlığı haber vermiş. Ona hırsızı bulacaklarını söz vermişler. İşte iki haftadır
bekliyormuş. Bu arada parası tükenmiş, ağzına da iki gündür bir lokma yiyecek girmemiş.
İçine küfürler karıştırdığı hikâyesini dinlerken ona bakıyor, anlattıklarına inanıyordum.
Acımıştım bu çocuğa. (Yirmi yaşında gösteriyordu ya, saflığına bakarak insan daha da
küçük olduğunu düşünebilirdi.) Hırsız arkadaşa nasıl da inandığı aklına geldikçe
öfkeleniyor; çalınan eşyalar bulunmazsa, çok sert bir adam olan babasının onu hiç
kuşkusuz "hançeriyle kıtır kıtır keseceğini" söylüyordu. Bu çocuğa yardım etmezsem
açgözlü kentin onu yutacağını düşünüyordum. Serseriler sınıfını kalabalıklaştıran olayların
kimi zaman ne kadar önemsiz şeyler olduğunu biliyordum çünkü. Prens Şakro'nun,
saygıdeğer olduğu halde saygı görmeyen bu toplumsal tabakaya düşmek için bütün
şanslara sahip olduğu da açıkça görülüyordu. İçimde ona yardım etmek isteği uyandı.
Gidip emniyet amirliğinden bir pasaport çıkarmasını önerdiğimde şaşaladı; gitmeyeceğini
söyledi. Neden? Meğer kaldığı odanın parasını ödememiş. Üstelik parayı istemeye
geldiklerinde adamın birini yumruklamış. Bu yüzden saklanıyormuş şimdi; ödemediği
parayla attığı yumruklar için de polisin kendisine teşekkür etmeyeceğini pekâlâ
biliyormuş. Sonra attığı yumrukların sayısı da tam olarak aklında değilmiş doğrusu...
Durum gittikçe karışıyordu. Çalışıp onu Batum'a götürecek kadar para kazanmaya karar
verdim. Fakat, ne yazık ki uzun süreceğe benziyordu bu iş. Çünkü aç kalan Şakro bir
oturuşta üç kişilik, hatta daha çok yemeği silip süpürüyordu.
"Açların" akını yüzünden limanda gündelikler çok düşüktü o sırada. Seksen kapiklik
kazancımın altmış kapiği ikimizin yiyeceğine ancak yetiyordu. Zaten prensle
karşılaşmadan önce de Kırım'a gitmek istediğimden, Odesa'da uzun süre kalmak
niyetinde değildim. Bunun için prense, yürüyerek yola çıkmayı önerdim. Yanına bir yol
arkadaşı bulamazsam Tiflis'e kadar kendim götürecektim onu. Bulursam ayrılacaktık.
Prens ince potinlerine, şapkasına, pantolonuna baktı; ceketiyle oynadı; düşündü, taşındı;
birkaç kez içini çekti, sonunda razı oldu. Böylece, Odesa'dan Tiftis'e doğru yola
koyulduk.
Kerson'a vardığımızda yol arkadaşımı tanıyordum artık. Çok az gelişmiş, ilkel bir insandı.
Tokken neşeli, açken neşesizdi. Güçlü, sevimli bir hayvandan farksızdı. Yol boyunca,
Kafkasya, Gürcü prenslerinin yaşayışları, eğlenceleri, köylülerle ilişkileri üzerine
hikâyeler anlatıp durdu. Kendilerine özgü bir güzellikleri olan, ilginç hikâyelerdi... Fakat
insan, anlatıcıları hesabına hiç de iyi bir sonuç çıkarmıyordu bunlardan. İşte hikâyelerden
biri:
Zengin bir prens, komşularını yemeğe çağırmış bir gün. Şaraplar içilmiş; çörekler,
şaşlıklar, lavaşlar, pilavlar yenmiş. Prens yemekten sonra konuklarını tavlaya götürmüş.
Atlar eyerlenmiş. Ev sahibi kendine en iyi atı seçip tarla boyunca dört nala sürmüş.
Yaman bir atmış bu! Konuklar hayvanın gösterişini, hızını övmüşler. Prens bir daha dört
nala kaldırmış onu. Fakat tam bu sırada beyaz atlı bir köylü ortaya çıkıp prensi geride
bırakmış. Üstelik bir de kurumlu kurumlu gülüyormuş... Konukların karşısında küçük düşen
prens, kaşlarını çatmış; köylüye yanına gelmesini işaret edip bir kılıç vuruşuyla kafasını
gövdesinden ayırmış adamın; atın kulağına da bir kurşun sıktıktan sonra gidip hükümete
teslim olmuş. Prensi kalebentliğe mahkûm etmişler... Şakro, prense acır gibiydi. Bunun
yanlış olduğunu anlatmaya çalıştığımda, çok bilmiş bir tavırla:
- Prensler az, köylüler çoktur, dedi. Bir köylü yüzünden bir prens cezalandırılmaz. Köylü
nedir? İşte! (Bir toprak keseği gösterdi.) Ya prens? O bir yıldızdır!
Tartıştık. Şakro öfkelendi. Böyle zamanlarda bir kurt gibi dişlerini gösteriyor, yüz
çizgileri keskinleşiyordu.
- Sus Maksim! Sen Kafkasya hayatını bilmezsin!
Sözlerim onun yalınlığı karşısında etkisiz kalıyor, bana göre çok açık olan şeyler ona
gülünç geliyordu. Haklı kanıtlarımla onu bir çıkmaza soktuğum zamanlardaysa, düşünecek
yerde, şöyle deyip için içinden çıkıveriyordu:
- Kafkasya'ya git, orada yaşa. Söylediklerimin doğru olduğunu göreceksin. Herkes nasıl
davranıyorsa, öyle davranmak gerekir. Binlerce kişinin ak dediğine sen kara diyorsan ne
diye sana inanayım?
O zaman, aklı hayatın yasalarından başka şeye ermeyen bir insana sözcüklerle değil,
olgularla karşı çıkmak gerektiğini anlayarak susuyordum. Ben susunca Şakro daha da
coşuyor; vahşi bir güzellikle, ateşle, canlılıkla dolu Kafkas hayatını ballandıra ballandıra
anlatmaya koyuluyordu. Bu öyküler bir yandan beni sarıyor, bir yandan da acımasızlıkları,
zenginliğe ve kaba kuvvete tapmalarıyla tepemi attırıyorlardı. Şakro'ya bir keresinde İsa
öğretisini bilip bilmediğini sordum. Omuzlarını silkerek:
- Elbette biliyorum! diye kestirip attı.
Fakat az sonra, bildiği şeyin şu kadarcık olduğu ortaya çıktı: İsa adında biri, Yahudilerin
yasalarına karşı çıkmış. Yahudiler onu haça germişler. Fakat İsa aynı zamanda Tanrı
olduğundan, haçın üzerinde ölmemiş, göğe uçmuş, oradan insanlara yeni bir hayat yasası
göndermiş...
- Nasıl bir yasa bu? diye sordum. Yüzüme eğlenir gibi şaşkın şaşkın bakarak:
- Sen Hıristiyan mısın? diye sordu. Güzel! Ben de Hıristiyanım. Yeryüzünde hemen
hemen herkes Hıristiyan. Peki, bana sorduğun şey nedir? Herkesin nasıl yaşadığını
görmüyor musun?.. İşte İsa'nın yasası budur.
Ben coşarak ona İsa'nın hayatını anlatmaya koyuldum. Sözlerimi önce ilgiyle dinlerken
yavaş yavaş dikkati dağıldı, az sonra da esnemeye başladı.
Bunu görünce, yeniden aklına seslenmeyi denedim. Bilimin, yardımlaşmanın, yasaların
yararlarından söz edeyim dedim. Fakat söylediğim her şey onun hayat anlayışı
karşısında taştan bir duvara çarpmışcasına tuzla buz oluyordu.
- Güçlü olan kendi yasasını kendi yapar! Onun bilgiye ihtiyacı yoktur; gözü görmese de
yolunu bulur!
Prens Şakro böyle söyleyerek tembel tembel karşı çıkıyordu bana. Kendine bir güveni
vardı. Bu ona saygı duymamı sağlıyordu. Fakat o kadar vahşi ve merhametsizdi ki, içimde
kimi zaman bir nefretin alevlendiğini hissediyordum. Buna karşın yine de onunla bir
noktada anlaşacağımıza olan inancımı yitirmiyordum. Perekop'u geçmiş, Yayla'ya doğru
ilerliyorduk. Ben hayalimden Kırım'ın güney kıyılarını geçirirken, prens suratını asmış,
dişlerinin arasından tuhaf şarkılar mırıldanıyordu. Paramız suyunu ekmişti. Bir kazanç
kapısı da görünmüyordu şimdilik. Bir an önce Feodosya'ya varmaya çalışıyorduk. O sırada
rıhtım yapımına başlanmıştı orada. Prens, kendisinin de çalışacağını, para kazanıp
gemiyle Batum'a gideceğimizi söylüyordu. Batum'da çok tanıdığı varmış. Bana kapıcılık
ya da bekçilik gibi bir iş bulacakmış. Omuzlarıma vuruyor, ağzını şapırdata şapırdata
benim için düşündüğü güzel şeyleri anlatıyordu:
- Öyle bir hayat kuracağım ki sana! Cık, cık! Canın şarap mı çekti? İstediğin kadar iç!
Koyun eti mi? Ye yiyebildiğin kadar! Tombul bir Gürcü kızıyla evlenirsin! Cık, cık, cık!..
Sana çörek pişirir, çocuk doğurur, hem de bir sürü çocuk! Cık, cık cık!..
Bu "cık cık"lar da neyin nesiydi? Önce şaşırdım, sonra sinirime dokundu, en sonunda
da fena halde sıkılmaya başladım. Rusya'da domuz çağırmak için çıkarırlar bu sesi.
Kafkasya'daysa hem hayranlıklarını, hem üzüntülerini, hem sevinçlerini, hem de
acılarını belirtiyorlardı bununla.
Şakro'nun şık elbisesi üstünden dökülmeye başlamış, potinleri parça parça olmuştu.
Bastonuyla
şapkasını Kerson'da satmıştık. Şapka yerine eski birtrenci kasketi satın almıştı kendine.
Onu ilk giyişinde kulaklarına kadar geçirmiş, bana dönerek:
- Nasıl? diye sormuştu, yakıştı mı?
İşte Kırım'dayız. Simferopol'ü geçip Yalta'ya yöneldik.
Ben dilsiz bir hayranlık içinde, denizle bezenmiş bu güzel toprak parçasını
seyrediyordum. Prens acı acı içini çekiyor, üzgün bakışlarını çevrede geziriyor, boş
midesinin feryadını birtakım tuhaf yemişlerle bastırmaya çalışıyordu. Bu çabası çoğu
zaman kötü sonuç verince de iğneleyici bir alayla:
- Şimdi içim dışıma çıkarsa, yola nasıl devam ederim? Ha? Söylesene, nasıl? diye
soruyordu.
Ufukta bir şeyler kazanmak olanağı görünmediği, cebimizde de on para kalmadığı için
yemişlerle ve geleceğe ilişkin ümitlerle beslenmek zorundaydık. Şakro tembellikle
suçlamaya başlamıştı beni. Onun deyimiyle "lakayıtsız" bir adammışım. Yürüyüşü
gitgide ağırlaşıyor, üstelik sınırsız iştahını gösteren hikayeleriyle içime fenalık
veriyordu. Meğer saat on ikide kahvaltı niyetine üç şişe şarapla "küçük bir kuzucuğu"
gövdeye indirip iki saat sonraki öğle yemeğinde kendini hiç zorlamadan üç tabak
"çakakbili" ya da "çikirtma", bir çanak pilav, bir şiş dolusu "şaşlık", "istediğin kadar
dolma" ve daha bir sürü Kafkas yemeği yuvarladığı, bu arada da "lıkır lıkır" şarap
içtiği olurmuş. Günlerce, gözleri parlayarak, beyaz dişlerini gıcırdatarak, ağzından
akan salyaları yutarak yiyecekler konusunda ne biliyorsa sayıp döktü.
Bir gün Yalta yakınlarında bir meyva bahçesini budama işine girdim. Gündeliklerimden
birini peşin çekip elli kapiğine ekmekle et aldım. Bu sırada bahçıvan beni çağırdı.
Şakro başının ağrıdığını ileri sürerek çalışmaya yanaşmamıştı. Yiyecekleri ona teslim
edip adamın yanına gittim. Bir saat sonra döndüğümde, iştahı konusunda Şakro'nun
hiç yalan söylemediğine aklım kesti. Ekmekle etten en ufak bir kırıntı kalmamıştı.
Arkadaşlığa sığmayan bir davranıştı bu. Fakat ağzımı açmadım. Bununla da hiç iyi
etmediğim sonradan ortaya çıktı.
Ses çıkarmadığımı gören Şakro bundan kendi bildiğince yararlanmaya başlamıştı.
Tuhaf, anlamsız bir ilişki doğdu aramızda. Ben çalışırken o birtakım bahaneler ileri
sürerek buna yanaşmıyor, boyuna yiyor, uyuyor, üstelik durmadan azarlıyordu beni. İşten
yorgun argın döndüğümde bu kanlı canlı delikanlıyı karşımda görünce hem gülesim gelir,
hem üzülürdüm. Gölgeli bir köşeye yerleşip dönmemi bekler, aç gözlerini üzerimde
gezdirirdi. Fakat hepsinden daha kötüsü, çalıştığım için benimle alay etmesiydi.
Çalışmamla alay ediyordu; çünkü kendisi dilenmeyi öğrenmişti. Başlangıçta sadaka
toplarken utanıyordu benden. Fakat sonraları, bir Tatar köyüne yaklaştığımızda, gözümün
önünde hazırlığa başlamıştı. Cimri Tatarların sağlam adama beş para vermeyeceklerini
bildiği için bir değneğe dayanıyor, topal süsü veriyordu kendine. Bunun utanılacak bir şey
olduğunu söylediğimde:
- Ne yapayım, çalışmak elimden gelmiyor, diye kestirip atardı.
Çok az bir para toplayabiliyordu. Ben de o sırada hastalanmıştım. Yolculuk gitgide
çetinleşiyor, Şakro'yla ilişkilerimiz günden güne bozuluyordu. Artık düpedüz kendisini
beslememi istiyordu.
- Götürecek misin beni? Götür! Bakalım bu kadar uzun yolu yürüyebilecek miyim? Ben
böyle şeye alışkın değilim. Kim bilir, belki de ölürüm! Niçin üzüyorsun beni? Amacın beni
öldürmek mi? Ölürsem herkes ne yapar, bir düşünsene! Anam ağlar, babam ağlar,
arkadaşlar ağlar! Bu ne kadar gözyaşı?
Bunları sık sık işitiyor, fakat kızmıyordum bir türlü. Bu sırada içimde beliren tuhaf bir
düşünce beni öfkelenmekten alıkoyuyordu. Uyuduğunda yanıbaşına oturuyor; onun durgun,
kıpırtısız yüzüne bakarak bir şey keşfediyormuşum gibi "Yol arkadaşım... Yol
arkadaşım..." diye düşünüyordum...
Kimi zaman başka bir bulanık düşünce geçiyordu aklımdan. Benden yardım istemeye ve ilgi
görmeye kendinde hak bulduğuna göre, bu gerçekten de hakkı değil miydi onun? Bu
istemede bir çeşit kişilik vardı. Beni tutsak etmişti. Ben de onu incelemeye kaptırmıştım
kendimi. Her davranışını izliyor, bir başka insan üzerinde kurduğu egemenliği nereye
kadar vardıracağını merak ediyordum. Hayatından pek memnundu. Şarkı söylüyor, uyuyor,
canı isteyince de benimle eğleniyordu. Kimi zaman iki üç günlüğüne birbirimizden ayrılır,
başka başka yönlere giderdik. Eğer varsa ona ekmek ve para verir, beni bekleyeceği yeri
söylerdim. Ayrılırken beni kuşkuyla, hüzünlü bir öfkeyle uğurlar; yeniden
buluştuğumuzdaysa pek keyiflenir, kurumlu kurumlu gülerdi:
- Beni bırakıp gittin sanmıştım! Ha, ha, ha!..
Ona yiyecek getirir, gördüğüm güzel yerlerden söz ederdim. Bir keresinde Bahçesaray'ı
anlatmış, Puşkin'in şiirini okumuştum bu arada. Kılı bile kıpırdamadı.
- He, şiir!.. Şiir değil, şarkı söylemeli! Tanıdığım bir Gürcü vardı, şarkıyı ondan
dinleyecektin sen! Ne şarkılardı be! Bir başladı mıydı "ay! ay! ay!.." diye... Yer gök inlerdi!
Hançerle gırtladığını oyuyorlardı sanırsın!.. Bir meyhaneciyi boğazladı sonunda;
Sibirya'da şimdi.
Her dönüşten sonra gözünden biraz daha düşüyordum. Bunu benden gizlemeyi de
beceremiyordu.
İşler kötü gidiyordu. Haftada, bir ya da bir buçuk ruble kazanabiliyordum; o da bin bir
güçlükle. Bu
para neyimize yeterdi? Şakro'nun topladığı sadakaların da bir hayrını gördüğümüz yoktu.
Midesi
küçük bir uçurumdu çünkü. Üzüm, kavun, tuzlu balık, ekmek, kuru yemiş; yani ne bulursa
hiç
ayırt etmeden yutan, genişledikçe de daha çok kurban isteyen bir uçurum.
Bir süredir, sonbaharın geldiğini, buna karşılık daha epeyce yolumuz olduğunu
söyleyerek Kırım'dan bir an önce ayrılmamız için sıkıştırıp duruyordu beni. Razı
oldum. Kırım'ın bu bölgesinde görmediğim yer kalmamıştı zaten. Böylece, her
zamanki gibi tamtakır olan ceplerimiz biraz "mangır görür" umuduyla Feodosya'ya
doğru yola koyulduk.
Aluşta'dan yirmi verst ötede gecelemek için durduk. Şakro'yu kıyı boyunca yürümeye
razı etmiştim. Yol uzuyordu ama, deniz havası almak istiyordum ben. Bir ateş yakıp
yanına uzandık. Çok güzel bir geceydi. Koyu yeşil dalgalar altımızda kayalara
çarpıyor, gökyüzü zaferle susuyordu. Çevremizde otlar ve ağaçlar usul usul
hışırdıyordu. Ay doğuyor, çınar yapraklarının desen desen gölgeleri toprağa
dükülüyordu. Bir kuş cıvıl cıvıl ötüyor, gümüşten çınıltıları dalgaların durgun ve
okşayıcı hışırtısıyla dolu havada eriyor; sonra bir böceğin keskin, sinirli cırıltısı
işitiliyordu. Ateş sevinçle çıtırdıyor; kırmızı ve sarı çiçeklerden yapılmış bir demeti
andıran yalımların gölgeleri, gecenin durgun gölgeleriyle yarışırcasına çevremizde
sıçrayıp duruyordu. Denizin uşsuz bucaksız göğsü bomboştu. Üstünde de bulutsuz bir
gökyüzü uzayıp gidiyordu. Ben kendimden geçmişçesine bu enginliğe dalıp gitmiştim...
Büyük bir şeye yakın olmanın ürkütücü duygusu kaplamıştı içimi. Şakro ansızın gürültülü
bir kahkaha koyuverdi:
- Ha, ha, ha!.. Şu surata bak! Tıpkı koyuna benziyor! Ha, ha, ha!..
Tepemde gök gürlemişcesine irkildim. Fakat bu ondan da beterdi. Gülünç... Hayır, onur
kırıcı bir şeydi bu!... Şakro'nun gülmekten gözlerinden yaş geliyordu. Bense bir başka
nedenle neredeyse ağlamak üzereydim. Gelip bir şey tıkanmıştı gırtlağıma. Konuşamıyor,
Şakro'ya vahşi gözlerle bakıyordum. Bu onun gülmesini artırmaktan başka işe yaramadı.
Karnını tutmuş, yerlerde yuvarlanıyor, bense uğradığım hakaretten sonra kendimi bir
türlü toparlayamıyordum. Pek az kimsenin (eğer böyle bir şeyle karşılaştılarsa) bunu
anlayabileceğini sanırım. Kudurmuş gibi:
- Yeter! diye haykırdım.
Ürküp afalladı. Fakat hâlâ tutamıyordu kendini. Gülme nöbetine yakalanmıştı.
Yanaklarını şişiriyor, gözlerini faltaşı gibi açıyor, sonra birdenbire
yeniden boşanıveriyordu. O zaman kalkıp uzaklaştım oradan. İçimde zehir gibi acı bir
onur kırıklığı, hiçbir şey düşünmeden, nereye gittiğimi bilmeden uzun süre yürüdüm. Ben
kendimi doğayla eşleştirmiş, bir parça şair olan insanoğlunun ona karşı duyduğu sevgiyi
sessizce ve bütün benliğimle yaşarken; sanki o, Şakro'nun kişiliğinde benim bu tutkuma
kahkahalarla gülüyordu. Doğaya, Şakro'ya, tüm hayata karşı suçlamalarımı
daha da ilerlere götürdüm ya, telaşlı ayak sesleri geldi arkamdan. Şakro omzuma usulca
dokunarak utangaç, ürkek bir sesle: -Darılma, dedi. Dua mı ediyordun? Bilmiyordum.
Suçüstü yaklanmış yaramaz bir çocuğa benziyordu. Öfkeme rağmen, utanç ve korkuyla
büzülmüş bu zavallı vücuda bakıp gülmemek elde değildi. -Sanasataşmayacağım artık.
Vallahi. Hiç sataşmayacağım! Sözünü pekiştirircesine başını sallıyordu.
- Çok uysalsın. Çalışıyorsun. Zorlamıyorsun beni. Ben de tabii, niçin böyle yapıyor acaba
diye düşünüyorum. Yoksa koyun gibi aptal da, ondan mı?..
Aklınca kendini bağışlatmak istiyor, özür diliyordu benden. Bu sözleri işittikten sonra onu
yalnız geçmiş için değil, gelecek için de bağışlamaktan başka çare kalmadığını kabul
edersiniz.
Yarım saat sonra derin bir uykuya daldı. Ben de yanına oturup ona bakmaya başladım.
Uyurken güçlü bir adam bile çocuk gibi korunmasızdır. Şakro'ysa içini sızlatıyordu
insanın. Kalın dudakları, kalkık kaslarıyla şaşılacak kadar çocuğa benziyordu o sırada.
Düzenli soluklarla uyuyor, fakat arada bir çırpınarak çabuk çabuk yalvarır gibi, birtakım
Gürcüce şeyler sayıklıyordu. Çevremiz ürkütücü, sinir bozucu bir sessizliğe gömülüydü.
Uzun sürerse insanı çıldırtabilecek bir durgunluktu bu. Dalgaların hışırtısı da bize kadar
gelmiyordu. Taş kesilmiş bir hayvanın kıllı ağzını andıran sık fundalıklarla kaplı bir
çukurdaydık. Şakro'ya bakıyor ve: "Bu, yol arkadaşım benim..." diye düşünüyordum. Onu
burada bırakabilirim şimdi; fakat onsuz bir yere gidemem. Alınyazılarımız birleşti bir
kere... Ömrüm boyunca bana yoldaşlık edecek... Ölünceye kadar ayrılmayacağız..."
Feodosya'da umduğumuzu bulamadık. Kente girdiğimizde, bizim gibi iş bulmak
umuduyla gelen, fakat rıhtım yapımında seyircilik rolüyle yetinmek zorunda kalan dört
yüz kadar adam vardı orada. Türkler, Rumlar, Gürcüler, Smolenskliler ve
Poltavalılardan oluşan bir işçi kalabalığı harıl harıl çalışıyordu. "Açlar" her yeri
doldurmuştu. Kentin sokaklarında, işçilerin çevresinde boz renkli, sinir bozucu
kalabalıklar halinde dolaşıyor; Azak ve Tavr serserileri kurtlar gibi koşuşuyorlardı. Ver
elini Kerç. Yol arkadaşım sözünde duruyor, artık sataşmıyordu bana. Fakat müthiş açlık
çekiyor,
yemek yiyen birini görünce tıpkı bir kurt gibi dişlerini gıcırdatıyor, anlattığı yemek
öyküleriyle dehşete düşürüyordu beni. Bir süreden beri de kadınlara takmıştı aklını.
Önceleri geçmiş günlerini anımsayarak arada bir iç çekmekle yetiniyordu. Fakat
sonradan, yüzünde "doğulu adanV'ın o hırslı gülümsemesi, gitgide dozunu arttırmıştı
işin. Öyle ki, genç yaşlı, güzel çirkin, kadın cinsinden hiç kimsenin yanından
geçmesine izin veremeyecek duruma geldim. Vücutlarının şu ya da bu parçası üzerine
ileri sürülen pratik ve filozofça görüşleri benimle birlikte işitmelerini istemiyorum
çünkü. Şakro kadınlara öyle dolaysız bir açıdan bakıyor, onlardan öyle serbestçe söz
ediyordu ki, dudağımı ısırmaktan başka yapacak şey yoktu... Bir keresinde, herhangi
bir kadının ondan daha aşağı bir varlık olmadığını kanıtlamayı denedim. Fakat
düşüncelerimden ötürü bana gücenmekle kalmadığını, kendisini büyük bir hakarete
uğramış sayıp kudurmuş gibi bir öfkeye kapılmak üzere olduğunu görünce, deneyimi
bir başka zamana erteledim. Tabii Şakro'nun tok olacağı bir zamana...
Yol kısalsın diye Kerç'e kıyıdan değil, bozkırdan gidiyorduk artık. Torbamızda, son beş
kapiğimizle bir Tatar'dan satın aldığımız bir buçuk iki kiloluk arpa çöreği vardı sadece,
Şakro'nun köylerden ekmek dilenmesi sonuçsuz kalıyordu. Her yerden şu kısa karşılığı
alıyorduk; "Sizin gibiler çok!.." Büyük bir gerçekti bu. Kıtlık olmuş, insanlar sürüler
halinde bir lokma ekmek peşine düşmüşlerdi o yıl.
Yol arkadaşım ekmeğine engel olan bu "açlar"a çok kızıyordu. Yol ne kadar çetin,
beslenmemiz ne kadar yetersiz olursa olsun, zamanında iyi gün gören Şakro onlar
kadar salıveremiyordu kendini. Hani onlar da durumlarıyla övünseler yeriydi. Şakro
baldırıçıplaklar kalabalığını daha uzaktan görür görmez:
- İşte yine geliyorlar! diye söylenirdi. Tu, tu, tu! Nereden gelir nereye gider bu
insanlar? Rusya onlara dar mı geliyor? Aklım ermiyor vallahi! Şu Ruslar çok sersem
oluyorlar!...
Sersem Rusların ekmek peşinde Kırım'a kadar gelmelerinin nedenini anlatınca da
başını güvensizlikle sallayarak karşı çıkardı:
-Aklım ermiyor! Nasıl olur?.. Bizim Gürcistan'da böyle sersemlikler olmaz!..
Kerç'e geç vakit geldik, geceyi bir vapura uzatılan tahta iskelenin altında geçirmek
zorunda
kaldık. Gizlenmek zorundaydık. Kente varmazdan az önce işsiz güçsüz takımının dışarı
atıldığını işitmiştik çünkü. Polisin eline düşmekten korkuyorduk. Şakro'nun yabancı bir
pasaportla yolculuk etmesi de ayrı bir belaydı.
Gece, dalga serpintileri adamakıllı ıslattı bizi. Sabahleyin yukarı
tırmandığımızda
sırılsıklamdık; tir tir titriyorduk. Akşama kadar kıyıda sürtüp durduk. Pazardan bir
papaz karısının bir çuval kavununu taşıdım. Bütün kazancımız onun verdiği on kapik
oldu.
Boğazı geçip Taman'a gitmekten başka çıkar yol yoktu. Ne kadar yalvarıp
yakardıysam hiç bir kayıkçı karşı kıyıya kadar kürekçi tutmadı bizi. Herkes serserilere
karşı kuşkudaydı. Bizden az önce bir sürü olay çıkarmışlar çünkü. Bizi de haklı olarak
onlarla bir tutuyorlardı şimdi.
Akşam gelip çattı. Başarısızlıklarımızın verdiği üzüntü ve bütün dünyaya karşı
duyduğum öfkeyle, oldukça sakıncalı bir düşünce belirdi kafamda. Gece olunca da
hemen uygulamaya geçtim.
IV
Gümrük binasının yanında üç sandal duruyordu. Şakro'yla birlikte oraya yaklaştık.
Sandallar, zincirlerle kıyının taş duvarındaki halkalara bağlanmıştı. Karanlık bir geceydi.
Rüzgâr estikçe sandallar birbirine çarpıyor, zincirler şangırdıyordu. Halkalardan birini
zorlayarak çıkarabildim.
Dört beş metre yukarımızda, dişlerinin arasından ıslık çalarak nöbetçi bir gümrük eri
dolaşıyordu. Bize yakın bir yerde durunca bırakıyordum işi. Aslında bunun da gereği
yoktu pek. Aşağıda, gırtlağına kadar su içinde bir adamın bulunabileceği aklına bile
gelmezdi. Zaten ben dokunmadan da zincirler kendi kendine şangırdıyordu. Şakro çoktan
sandala yerleşmiş, bana bir şeyler fısıldayıp duruyordu ya, dalgaların sesinden
ne dediğini duyamıyordum. Neden sonra halkayı çıkardım... Dalgalar sandalı açığa
sürükledi. Ben zincire yapışarak bir süre onun yanısıra yüzdüm, sonra yukarı tırmandım.
Kopardığımız iki kenar tahtasını ıskarmozlara bağladık, kürek gibi kullanarak ilerlemeye
başladık...
Dalgalar sandalı salladıkça kıçta oturan Şakro kâh alçalarak görünmez oluyor, kâh
yükselerek neredeyse tepeme çıkıyor, bir yandan da bar bar bağırıyordu. Nöbetçinin
duymasını istemiyorsa susmasını öğütledim. Hemen sesini kesti. Yüzü karanlıkta beyaz
bir leke gibi görünüyordu. Dümeni elinden bırakmıyordu. Yer değişmeye fırsat yoktu.
Hareket etmekten korkuyorduk. Şakro'ya ne yapması gerektiğini bağırarak söylüyordum.
Hemen anlıyor, doğuştan denizciymiş gibi bir anda uyguluyordu söylediklerimi. Kürek
yerine kullandığım tahtalar pek az iş görüyordu. Rüzgâr pupadan esiyor, ben gideceğimiz
yeri pek umursamadan boğazı enlemesine tutturmaya çabalamakla yetiniyordum. Bunu
başarmak da güç değildi. Kerç'in ışıkları hâlâ görünüyordu çünkü. Dalgalar iki yanımızdan
yükselerek bize bakıyor, kızgın kızgın homurdanıyorlardı. Boğaza açıldıkça yükseklikleri
artıyor; vahşi, ürkütücü bir böğürtü işitiliyordu uzaktan.... Sandal gitgide hızlanıyor,
rotayı korumak güçleşiyordu. Kâh derin çukurlara yuvarlanıyor, kâh tepelere
tırmanıyorduk. Gece karardıkça kararıyor, bulutlar üstümüze abanırcasına alçalıyordu.
Sonunda arkadaki ışıklar karanlıklara gömüldü. İşte o zaman korkunç bir durumda kaldık.
Kudurmuşçasına, üstümüze üstümüze saldıran su yığınının ucu bucağı yok gibiydi.
Karanlıkta uçuşan dalgalardan başka bir şey görünmüyordu. Tahtalardan biri elimden
fırlayıp gitti. Ben de ötekini sandalın dibine fırlatarak ellerimle sıkıca bordaya yapıştım.
Sandalın her yükselişinde Şakro vahşi bir sesle uluyordu. Karanlıklara gömülmüş; doğanın
azgın güçlerince kuşatılmış; zavallı, güçsüz bir böcek gibi kalakalmıştım. Kötü bir
umutsuzluk kaplamıştı yüreğimi. Çevremde, dağlar gibi kabararak tuzlu sular fışkırtan
beyaz yeleli dalgalardan başka bir şey görünmüyordu. Parça parça kapkara bulutlarıyla
gökyüzü de dalgaları andırıyordu... Doğa, benimle oynuyordu sanki. Onur kırıcı bir şeydi
bu. Ölümden kaçılmaz. Fakat bu soğuk yasayı yine de bir şeylerle süslemek gerekir.
Yoksa çok ağır ve kabadır o. Ateşte yanmakla bataklıkta boğulmak arasında bir seçim
yapmak, zorunda kalsam, kuşkusuz birinciyi seçerdim. Ne de olsa insana daha yaraşır bir
ölümdür.
Şakro:
-Yelken açalım! diye haykırdı.
- Hani, yelken nerede? -Beni gocuğum...
- Fırlat buraya! Dümeni bırakma!.. Oturduğu yerde sessizce çabaladı. -Tut!..
Gocuğu fırlattı. Dibe doğru güçlükle kayarak bir kenar tahtası daha kopardım. Onu
gocuğun bir kolundan geçirip oturma sırasına bastırdım. Ayağımla sıkıştırıp elimle öteki
kolu ve eteği tutmuştum ki beklenmedik bir şey oldu... Sandal yukarlara fırladı, sonra
aşağı doğru uçarcasına kaydı ve ben kendimi suyun içinde buldum. Bir elimde gocuğu
tutuyordum, öbür elimle de bordadan sarkan bir ipe tutunmuştum. Dalgalar gürültüyle
başımın üstünden geçiyor; boğazıma, kulaklarıma, burnuma tuzlu, acı sular doluyordu...
İpe var gücümle asılarak kendimi yukarı çektim; suyun üstüne çıktım. Başım bordaya
çarparken, elimdeki gocuğu ters dönmüş sandalın omurgasına fırlattım. Kendim de oraya
sıçramaya çalıştım. Tam gücüm tükeneceği sırada başardım bunu ve aynı anda Şakro'yu
gördüm. Az önce bıraktığım ipe tutunmuş, suyun içinde taklalar atıyordu. İp, bordadaki
demir halkalardan geçerek bütün sandalı dolanıyordu anlaşılan. Şakro'ya:
-Sağ mısın? diye haykırdım.
Suyun üstüne fırladı, tıpkı benim gibi kendini sandalın omurgasına çekti. Onu
yakaladım; yüz yüze geldik. Ben ayaklarımı üzengiden geçirir gibi ipten geçirmiş, ata
biner gibi oturmuştum. Fakat sallantılı bir durumdu bu. Bir dalga eyerden alaşağı
edebilirdi beni. Şakro elleriyle dizlerime yapışmış, başını göğsüme vurup duruyordu. Her
yanı tir tir titriyordu. Çenesinin çarpışını duyuyordum. Bir şeyler yapmak gerekiyordu.
Omurgalar yağ gibi kaygandı. Şakro'ya suya girip bordalardan birinin yanında ipe
tutunmasını söyledim. Ben de öte yanda aynı şeyi yapacaktım. Söylediğimi yapacağına,
başını göğsüme daha beter vurmaya başladı. Dalgalar vahşi bir dans yaparcasına
yanımızdan geçiyor, yuvarlanmamak için son gücümüzü harcıyorduk. İp, ayaklarımdan
birini kesiyor, çok canım yanıyordu. Dört bir yanımızda dağlar gibi yükselen dalgalar
gürültüyle çatlayıp yarılıyorlardı.
Aynı şeyi bu kez daha sert söyledim. Ama Şakro başını var gücüyle göğsüme çarpmaya
devam ediyordu. Beklenecek zaman değildi. Ellerini birbiri arkasına dizlerimden
ayırdım, onları ipten geçirmeye çabalayarak Şakro'yıı suya itmeye başladım. İşte o
zaman o korkunç gecenin en korkunç olayı oldu. Şakro yüzüme bakarak:
- Beni boğacak mısın? diye fısıldadı.
Korkunç bir soruydu bu. Ama soruluş daha da korkunçtu. Şakro'nun sesinde hem ürkek
bir boyun eğiş, hem bir yakarı, hem de uğursuz sonuçtan kurtulma konusunda bütün
umudunu yitirmiş bir insanın son iç çekişi vardı. Fakat ıslak yüzünde bir ölü
beyazlığıyla parlayan gözleri belki her şeyden daha korkunçtu. Ona:
- Sıkı tutun! diye bağırarak ipi yakaladım, kendimi suya koyuverdim. Ayağım bir şeye
çarptı ve ilk anda acıdan hiçbir şey anlayamadım. Fakat az sonra bir şey alevlendi içimde,
sarhoşladım, kendimi hiçbir zaman olmadığım kadar güçlü hissederek:
- Toprak! diye bağırdım.
Yeni ülkeler bulan denizciler o sırada benden daha coşkuyla bağırmışlardır belki; ama
seslerinin daha yüksek çıktığını pek sanmıyorum. Şakro uluyarak kendini suya attı. Ne var
ki, yeniden kaygılandık bir süre sonra. Su henüz göğsümüze kadar çıkıyor, çevrede de
kıyıya geldiğimizi gösteren herhangi bir belirti görünmüyordu. Deniz daha durgundu
burada. Dalgalar artık sıçramıyor, tembelce yuvarlanıp geçiyorlardı çevremizden.
Bereket versin sandalın ipini bırakmamıştım. Böylece ben bir yana, Şakro bir yana
geçerek kurtarıcı ipe tutunduk; sandalı da ardımız sıra sürükleyerek korka korka bir
yere doğru yürümeye başladık.
Şakro bir şeyler mırıldanarak gülüyordu. Ben kaygıyla çevreye bakmıyordum. Arkamızda
ve sağımızda dalgaların sesi daha şiddetliydi, önümüzde ve solumuzdaysa hafifti. Sola
doğru yürüdük. Altımız sıkı bir kumsaldı, fakat yer yer çukurlara raslıyorduk. Arada bir
ayağımız yerden kesiliyor, o zaman öteki elimizi ve ayaklarımızı kullanarak yüzüyorduk.
Su kimi zaman da dizlerimize kadar iniyordu. Derin yerlerde Şakro uluyor, bense
korkudan titriyordum. Ansızın, oh! Karşımıza bir ateş çıkıverdi.
Şakro avazı çıktığı kadar bağırdı. Ben sandalın çalınmış olduğunu unutmamıştım. Bunu
hemen ona da hatırlattım. Sustu, az sonra da hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ne
yaptıysam yatıştıramadım.
Derinlik gitgide azaldı... dizlerimize... topuklarımıza kadar indi... Çalınmış sandal hâlâ
yedeğimizdeydi. Fakat gücümüz de tükenmişti artık. Onu orada bıraktık. Kara bir kütük
duruyordu yolumuzda. Üstünden atlayıp geçince birtakım dikenli otların üzerine düştük.
Çok canımız yandı. Toprak işte böyle hoş geldin diyordu bize. Fakat buna aldırış etmeyip
ateşe doğru koşmaya başladık. Bir verst kadar ötemizdeydi. Sevinçle parlıyor,
kurtuluşumuzu kutluyordu sanki.
V Karanlığın içinde bir yerden, tüyleri karmakarışık kocaman üç köpek üstümüze atıldı. O
zamana kadar sarsıla sarsıla ağlayan Şakro, bir çığlık kopararak yere yığıldı. Ben ıslak
gocuğu hayvanların üstüne fırlattım; dönüp el yordamıyla taş, sopa gibi bir şeyler
arandım. Elimi dalayan otlardan başka bir şey yoktu. Köpeklerin üçü birden saldırıyordu.
İki parmağımı ağzıma götürüp var gücümle ıslık çaldım. Hayvanlar
geriye sıçradı, aynı anda da koşuşmalar duyuldu.
Birkaç dakika sonra ateşin karşısında, koyun postundan abalarına bürünmüş dört
çobanın arasındaydık. İkisi yere oturmuş, tütün içiyordu. Uzun boylu, gür kara sakallı,
başına bir Kazak papağı geçirmiş olan üçüncüsü, sopasının kocaman sapına
dayanmış, arkamızda duruyordu. Dördüncü çoban, sarışın bir delikanlı, hâlâ ağlayan
Şakro'nun soyunmasına yardım ediyordu. Toprak on onbeş metre ötemizden
başlayarak göz alabildiğince geniş bir alana yayılan boz renkli, yoğun bir örtüyle
kaplanmıştı. Henüz erimeye başlamış ilkbahar karını andırıyordu... İnsan ancak uzun
süre ve dikkatle bakınca birbiri üstüne abanmış tek tek koyunları seçebiliyordu. Birkaç
bin kadar vardılar. Gecenin karanlığında uyuklayarak birbirlerine sokulmuşlar; bozkırı
boydan boya kaplayan koyu, sıcak, kalın bir yumak haline gelmişlerdi. Arada bir
ürkek, acı meleyişler işitiliyordu.
Ben gocuğu kuruturken, çobanlara başımızdan geçenleri olduğu gibi anlattım. Sandalı
nasıl elde ettiğimizi söyledim.
Kır saçlı, sert bir ihtiyar olan çoban, yüzüme dik dik bakarak:
- Peki, sandal nerede şimdi? diye sordu. Söyledim.
Mihal, çobanlardan kara sakallı olanı, sopasını omuzuna vurup kıyıya doğru gitti. Soğuktan
tir tir titreyen Şakro, biraz ısınan fakat henüz kurumayan gocuğu istedi benden. İhtiyar:
- Dur bakalıml dedi. Kanını kızdırmak için önce koş biraz. Ateşin çevresini dolan, haydi!
Şakro ilkin bir şey anlamadı. Fakat az sonra yerinden fırlamasıyla, çırılçıplak, vahşi bir
dansa başlaması bir oldu. Ateşin çevresinde zıp zıp zıplıyor, topuklarımla olduğu yerde
tepiniyor, kollarını açarak avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Görülecek şeydi bu. İki çoban
gülmekten yerlerde yuvarlanıyor, ihtiyar hiç istifini bozmadan el çırparak tempo tutmaya
çalışıyorsa da beceremiyordu bir türlü. Danseden Şakro'ya bakarak başını
sallıyor, bıyıklarını oynatıyor, kalın bir sesle hiç durmadan:
- Hop, hop! Hay, ha! Hop, hop! Hay, ha! diye bağırıyordu.
Şakro yalımların aydınlığında bir yılan gibi kıvrılıyor, tek ayağının üzerinde sıçrıyor,
ikisiyle birden tepiniyor, çıplak bedenini kaplayan ter taneleri, bu kızıl aydınlıkta kan
damlalarını andırıyordu. Öteki iki çoban da el çırpıyordu şimdi. Ben dişlerim takırdaya
takırdaya ateşte kurunurken yaşadığımız serüvenin bir Cooper ya da bir Jules Verne
okuyucusunu pek memnun edeceğini düşünüyordum. Kazaya uğrayan gemi, konuksever
yerliler, bir vahşinin ateş dansı...
Dans sona erdi. Şakro gocuğa sarınıp yere oturdu. Bir şeyler yerken kara gözleriyle dik
dik yüzüme bakıyordu. Hoşuma gitmeyen bir şey ışıldıyordu bu bakışlarda. Elbiseleri
ateşin yanındaki bir değnekte kuruyordu. Bana da ekmekle tuzlu yağ verdiler. Mihal geldi.
Sessizce ihtiyarın yanına oturdu. İhtiyar:
- Ne oldu? diye sordu. Mihal kısaca:
- Sandal orada! dedi. -Su alıp gitmesin? -Yok!
Hepsi sessizce bana bakmaya başladı. Mihal ortaya konuşur gibi:
- Bunları atamanın yanına mı götüreceğiz şimdi? dedi. Yoksa dosdoğru gümrükçülere mi
teslim edelim?
Karşılık veren olmadı. Şakro ses çıkarmadan yemeğini yiyordu.
İhtiyar biraz sustuktan sonra:
-Atamana da götürebiliriz... gümrükçülere de... dedi. İkisi de olur.
- Dede, dinle beni... diye söze başlayacak oldum. İhtiyar, beni işitmemiş gibi:
- Demek böyle, Mihal! diye sözünü sürdürdü. Sandal orada, ha?
- He, orada...
- Hım!... Sular sürüklemesin? -Yok... Sürüklemez.
- Öyleyse varsın orada kalsın. Yarın sandalcılar Kerç'e giderken onu da yedeğe alırlar.
Boş bir sandalı götürmekte ne var? Değil mi? Neyse... gelelim size, külhanbeyler... Çok mu
korktunuz? Korkmadınız mı? Hadi, hadi!.. Yarım verst daha açılsaydınız görürdünüz
gününüzü. Balta gibi denizin dibini boylar, boğulup giderdiniz!.. Ne olacak!
Boğulurdunuz işte... Hepsi bu...
İhtiyar sustu. Dudaklarında alaycı bir gülümsemeyle baktı bana:
- Ne susuyorsun oğul?
Yargıları kafamı şişirmişti. Ne dediğini anlamıyor, bizimle alay ettiğini sanıyordum.
Oldukça kızgın bir tavırla:
- Seni dinliyorum ya! dedim. İhtiyar ilgilendi:
- Ee, sonra?
- Hiiç...
- Peki, niye kızıyorsun? İnsan büyüğüne kızar mı? Sustum.
İhtiyar çoban:
- Daha yiyecek ister misin? diye sürdürdü sözlerini.
- İstemem.
- İyi ya. Canın istemeyince yeme. Ama biraz yolluk ekmek alırsın belki! Sevinçten
titredim, fakat hiç renk vermedim.
Usulca:
-Yollukalırdım... dedim.
- Güzel!.. Öyleyse bunlara yolluk ekmekle yağ verin oradan... Bakın, başka bir şeyler varsa
ondan da verin...
Mihal:
- Gidiyorlar mı yoksa? diye sordu. Öteki ikisi de ihtiyara baktılar.
- Ne işleri var bizimle?
Mihal düş kırıklığına uğramıştı.
- Onları atamana ya da gümrükçülere götürecektik hani? dedi.
Şakro başını merakla gocuktan çıkarmış, ateşin çevresinde dolanıp duruyordu. Sakindi.
- Atamanın yanında ne yapsınlar? Ne işleri var onunla? İsterlerse sonra kendileri
giderler...
Mihal inatlaşarak:
- Ya sandal? diye sordu.
- Sandal mı? Ne olmuş sandala? Orada durmuyor mu?
- Duruyor...
- İyi ya, bırak dursun... Sabahleyin İvan iskeleye çeker onu... Oradan da alıp Kerç'e
götürürler. Sandalın işi bu kadar.
İhtiyar çobana gözümü kırpmadan bakıyor; fakat onun güneşten ve rüzgârdan yanıp
kavrulmuş yüzünde, yalımların kıvrak gölgelerinden başka bir şey göremiyordum. Mihal
yelkenleri suya indirmeye başladı:
- Başımıza bir iş gelmeseydi de...
- Dilini tutarsan hiçbir şey gelmez. Ama onları atamana götürürsek korkarım hepimizin
başı ağrır. Biz işimize bakalım, onlar da yollarına koyulsun. Hey! Yolunuz uzak mı? Bunu
daha önce söylemiştim ya, ihtiyar bir daha soruyordu.
-Tiflis'e gidiyoruz...
- Dünyanın yolu! Şimdi ataman eğler bunları. İyisi mi bırakalım da yollarına gitsinler. Ne
dersiniz?
İhtiyar bu ağır aksak söylevi bitirince dudaklarını sımsıkı kenetledi, kırçıl sakalını
sıvazlayarak gözlerini arkadaşlarının üzerinde dolaşırdı. O zaman öteki çobanlar:
- Ne olacak? Gitsinler! diye kararlarını belirtiler. İhtiyar çoban elini sallayarak:
- Haydi, Tanrı yardımcısınız olsun çocuklar! dedi. Biz sandalı yerine göndeririz. Oldu mu?
Ben şapkamı çıkardım:
- Teşekkür ederiz dede! dedim.
- Ne için teşekkür ediyorsun? Heyecanlanmıştım:
- Teşekkür kardeş, çok teşekkür! diye tekrarladım.
- Peki, niye teşekkür ediyorsun canım? Şu işe bak! Ben Tanrı yardımcısınız olsun
diyorum, o kalkmış teşekkür ediyor! Yoksa seni şeytana teslim ederim diye mi korktun?
Ha?
- Ne yalan söyleyeyim, korktum!.. İhtiyar kaşlarını kaldırarak:
- OoL dedi. İnsanoğlunu niçin kötü yola sürükleyeyim? Onu kendi gittiğim yola
gönderirim daha iyi. Dünya küçüktür, belki yine karşılaşırız. Dağ dağa kavuşmaz, insan
insana kavuşur... Hadi sağlıcakla kalın.
Tüylü kalpağını çıkarıp selamladı. Biz de onu ve arkadaşların selamladık, Anapa yolunu
öğrenip ayrıldık. Şakro nedense gülüp duruyordu.
VI
- Niye gülüyorsun? diye sordum.
İhtiyar çoban heyecanlandırmıştı beni. Onun hayat felsefesini düşünüyordum. Serin,
diriltici bir sabah yeli göğsüme çarpıyor; gitgide berraklaşan gökyüzüne bakarak az sonra
parlak, güzel bir günün başlayacağını düşünüp seviniyordum...
Şakro kurnazca göz kıptı bana. Sonra daha çok gülmeye başladı. Onun şen, sağlıklı
kahkahası beni de güldürdü. Çoban ateşinin başında geçirdiğimiz birkaç saatten,
yediğimiz lezzetli yiyeceklerden sonra dirilmiş, kendimize gelmiştik. Kemiklerimizde yine
de hafif bir kırıklık vardı ama, yaşama sevinci bastırıyordu bunu.
- Niye gülüyorsun? Yaşamak güzel şey değil mi? Üstelik karnın da tok, ha?
Şakro başını iki yana salladı. Dirseğiyle böğrümü dürttü. Yüzünü buruşturdu. Yeniden bir
kahkaha koyuverdi. Neden sonra kırık dökük Rusçasıyla:
- Niye güldüğümü anlamıyor musun? dedi. Anlamıyorsun ha? Şimdi anlarsın! Eğer bizi o
gümrükçü atamana götürecek olsalardı, ne yapacaktım biliyor musun? Bilmiyor musun?
Seni gösterip, "beni boğmak istedi bu" diyecektim! Sonra da başlayacaktım ağlamaya! O
zaman acıyıp hapse atmazlardı beni. Anlıyor musun?
önce şaka ediyor sandım. Ne gezer! Beni tasarısının gerçekliğine inandırmayı başardı.
Öyle içten konuşuyordu ki, bu ilkel utanmazlık karşısında kızacak yerde derin bir acıma
duydum. Sizi öldürmeyi tasarladığını büyük bir içtenlikle, tatlı tatlı
gülümseyerek anlatan bir insan hakkında ne düşünürsünüz? Eğer o suç saymıyorsa bunu;
hoş bir oyun, zekice bir şaka olarak görüyorsa, ne yaparsınız? Şakro'ya tasarısının ne
kadar ahlaksızca olduğunu anlatmaya çalıştım. Ne dese iyi? Onu hiç düşünmüyormuşum;
yabancı bir pasaportla dolaştığını unutuyormuşum; bu yüzden başının belaya gireceğini
hesaba katmıyormuşum... v.b. Ansızın korkunç bir düşünce geçti aklımdan:
- Dur hele, dedim. Yoksa seni o sırada boğmak istediğime inanıyor musun gerçekten?
- YooL Beni suya ettiğinde öyle sanmıştım ya, sonra sen de girince yanıldığımı anladım.
-Teşekkür! diye bağırdım. Hiç değilse bunun için teşekkür ederim sana!
- Yok teşekkür etme! Ben sana teşekkür ederim! Orada, ateşin yanında, ikimiz de
üşüyorduk... Gocuk senindi. Ama almadın onu. Kurutup bana verdin. İşte bunun için sana
teşekkür ederim! Çok iyi bir adamsın sen. Anlıyorum bunu. Tiflis'e bir varalım, bak neler
olacak. Seni babama götürüp "İşte adam dediğin böyle olur!" diyeceğim. "Besle onu. Beni
de ahıra, eşeklerin yanına bağla!" Böyle diyeceğim işte. Birlikte yaşayacağız. Bahçıvan
olacaksın. İstediğin kadar ye, iç!.. Ah, ah, ah!.. Hayatın öyle
şenlenecek ki! Yan gelip yatacaksın!... İçtiğimiz su ayrı gitmeyecek!..
Tiflis'te kavuşacağım güzel hayatı uzun uzun, ballandıra ballandıra anlatıyor; bense
yeni bir ahlak uğruna dövüşmek için yollara düşen, fakat kendilerini anlamakta
yeteneksiz yol arkadaşlarına raslayan insanların o büyük mutsuzluğunu
düşünüyordum... Bu yalnız kişilerin hayatı çok çetindir! Onlar toprağın üzerinde,
havadadırlar... İyi bir tohum gibi kimi zaman berketli bir toprağa düşselerde çoğu kez
oradan oraya sürüklenirler...
Gün ağarıyordu. Denizin enginlerini pembe bir aydınlık bürümüştü.
Durduk. Şakro kıyının az ötesinde rüzgârın açtığı bir çukura uzandı, gocuğu başına
çekerek az sonra uykuya daldı. Ben onun yanıbaşına oturup denize bakmaya
koyuldum.
Engin, uçsuz bucaksız hayatını yaşıyordu deniz. Sürüler halinde kıyıya koşan dalgalar
kumsala çarparak parçalanıyor, kumsal tuzlu suyu emerken hafifçe cızırdıyordu.
Beyaz yelelerini savurarak gelen ilk dalga sürüleri göğüslerini gürültüyle kıyıya
çarpıyor, onun karşı koymasıyla geri çekiliyorlardı. Fakat arkadan gelen dalga sürüleri
birincileri göğüslüyordu. Bir köpük ve serpinti yığını içinde sımsıkı kenetlenerek
yeniden kıyıya doğru yuvarlanıyor, hayatlarının sınırlarını genişletmek istercesine
hınçla dövüyorlardı karayı. Gün ışığıyla aydınlanan en uzaktaki dalgalar kan gibi
kıpkırmızıydı. Her yandan dalgalar doğuyordu. Sanki bilinçli bir amaçla canlanan bu
koca su kütlesi, tek damlasını yitirmeden geniş ve düzenli akınlarla amacına
ulaşmaya çalışıyordu. Sessiz kıyıya hınçla atılan öncü dalgaların yiğitliği
heyecanlandırıyordu insanı. Onların arkasından da gün ışığının renkleriyle bezenmiş,
güçlü, mağrur ve güzel denizin ilerleyişini görmek hoş bir şeydi...
Burnun hemen arkasında, bordasına kudurmuşçasına çarpan dalgaları yara yara,
denizin coşkun bağrında görkemle salınarak büyük bir vapur ilerliyordu. Hani başka
zaman olsa, güneşin pırıl pırıl aydınlattığı bu güzel ve güçlü makineye bakarak
doğanın kör güçlerini tutsak eden insanoğlu adına gurur duyabilirdim... Fakat
yanıbaşımda doğanın kör güçlerine taş çıkartan bir insanoğlu yatıyordu.
VII
Tersk bölgesinde ilerliyorduk. Şakro'nun üstü başı şaşılacak kadar paralanmış, kendisi de
domuzuna hınzırlaşmıştı. Oysa açlık çekmiyorduk artık. Kazancımız yerindeydi.
Elinden hiçbir iş gelmediği belliydi. Bir gün harman makinesiyle sap ayırmaya kalkışmış,
öğleden sonra avuçları kan içinde çıkagelmişti. Bir başka gün ağaç kökü ayıklamaya
giriştiğinde kazmayla boynunun derisini sıyırmıştı.
İki gün çalışıp bir gün yürüyerek oldukça ağır ilerliyorduk. Şakro'nun karnı doymak
bilmediği için
boğazından artırıp üstüne bir şey alamıyordum. Elbise olarak renk renk yamalarla şöyle
böyle
tutturulmuş bir paçavra yığını kalmıştı sırtında.
Bir gün bir Kazak köyünde, bin güçlükle ve gizlice biriktirdiğim beş rubleyi çıkınımdan
aşırdı;
akşam üstü zil zurna sarhoş, yanında da iri bir Kazak karısıyla, o sırada çalıştığım
bostana çıkıp geldi.
Kadın:
- Merhaba melun kâfir! diye selamladı beni.
Bu sıfatı hak etmek için ne yaptığımı sorduğumda, Kazak karısı kurula kurula şöyle
karşılık verdi:
- Çünkü, şeytan herif, bu delikanlının kadınları sevmesine engel oluyormuşsun!
Yasaların izin verdiği şeyi sen nasıl yasaklarsın?.. Melun!
Şakro kadının yanında duruyor, başıyla onaylıyordu onu. Fitil gibiydi. İkide bir
düşecekmiş gibi sendeliyordu. Alt dudağını sarkıtmış; bulanık, anlamsız bakışlarını
yüzüme dikmişti. Ben hayretle onlara bakıyordum. Dev anası:
- Hey, ne diye gözlerini belertiyorsun? diye bağırdı. Çık bakalım çocuğun parasını! Ben
büsbütün şaşırarak:
- Ne parası? diye sordum.
- Çık parayı! Yoksa karakolu boylarsın! Ondan Odesa'da arakladığın yüz elli rubleyi sökül
bakalım!
Bakakaldım. Şeytan karı sarhoş kafayla gerçekten de yapmaya kalkarsa dediğini, çok
kötü olurdu. Yabancılara karşı zaten sert davranan karakol komutanı tutuklayıverirdi
bizi. Ondan sonra ayıkla pirincin taşını! İyisi mi, alttan alayım dedim. Neden sonra, üç şişe
şarabın da yardımıyla şöyle böyle yatıştırabildim onu. Kadın toprağa, karpuzların arasına
yuvarlanıp sızdı. Ben de Şakro'yu yatırdım. Ertesi sabah erkenden, kadını karpuzlarla
başbaşa bırakarak köyden ayrıldık.
Şakro, bir gün önceki sarhoşluktan yarı hastaydı. Ekşi, şiş bir suratla ikide bir tükürüyor,
güçlükle soluk alıyordu. Bir iki kez konuşturmak istedimse de oralı olmadı. Kafasını koyun
gibi sallamakla yetindi.
Dar bir keçiyolunda ilerliyorduk. Küçük, kırmızı kertenkeleler kaçıp gidiyordu
ayaklarımızın altından. Doğa, insana uyku veren tuhaf bir sessizlik içindeydi. Gökyüzü
ardımız sıra kara bulutlarla kaplanıyordu. Önümüz henüz aydınlıktı. Uzakta bir yerlerde
gök gürüldüyor, homurtuları gitgide yaklaşıyordu. Yağmur damlalar halinde dökülmeye
başladı. Otlar madeni bir sesle hışırdadı.
Gizlenecek bir yer yoktu. Havanın karartısı arttı ve otların hışırtısı ürkütücü bir şekilde
yükseldi. Gök gümbürdüyor, mavi bir ışıkla aydınlanan bulutlar sarsılıyordu. Yağmur seller
gibi yağmaya, bomboş bozkırda yıldırımlar birbiri arkasına gürüldemeye başladı. Rüzgârın
ve yağmurun şiddetinden otlar yere kapaklanmıştı. Her şey zangır zangır sarsılıyordu.
Şimşekler göz kamaştırarak bulutları yırtıyordu... Onların mavi ışıltısında uzaktaki
sıradağlar bir an için soğuk, gümüşümsü bir parlaklıkla görünüyor; sonra karanlık bir
uçuruma yuvarlanmışcasına gözden siliniyorlardı. Her şey gürüldüyor, titriyor, bir ses
kaynağı oluyordu. Tüm doğa sese gelmişti sanki. Gökyüzü ateşler saçarak kendini
yeryüzünden yükselen tozlardan, alçaklıklardan arındırıyor; yeryüzü onun öfkesi
karşısında dehşete düşmüşçesine sarsılıyordu. Şakro ürkmüş bir köpek gibi hırıldıyordu.
Bense sevinç doluydum. Bozkır fırtınasının güçlü karanlık tablosu karşısında yücelmiş
gibiydim. Bu olağanüstü kargaşa beni kendine çekiyor, ruhumda kahramanlık özlemleri
uyandırıyordu...
İçimde birdenbire, doğanın büyük korosuna katılmak, ruhumu dolduran coşkuyu bir
şeylerle anlatmak isteği yükseldi. Gökyüzünü kucaklayan mavi alev, benim göğsümde
yanıyordu sanki. Nasıl anlatabilirdim bu coşkuyu? Ansızın, sesimin olanca gücüyle bir
şarkıya başladım. Gök gürüldüyor, şimşekler çakıyor, otlar hışırdıyor ve ben kendimi
bütün bu seslerle tam bir uyum içinde hissederek şarkı söylüyordum... Aklımı kaçırmış
gibiydim. Ama hoş görülebilirdi bu. Kendimden başkasına bir zararı yoktu çünkü. Denizde
tayfun, bozkırda fırtına! Doğanın en müthiş olaylarıdır bunlar.
Böylece, herhangi bir kimseyi tedirgin ettiğimi ya da birinin beni kınamaya kalkışacağını
aklıma bile getirmeden bağırıp duruyordum. Fakat birdenbire bacaklarımdan
yakalandığımı hissettim ve ister istemez bir su birikintisi içinde buldum kendimi... Şakro
öfkeyle yüzüme bakıyordu.
- Aklını mı kaçırdın? Ha? Kaçırmadın mı? Öyleyse sus! Bağırma! Yoksa gırtlağını
parçalarım! Anlıyor musun?
Şaşırmıştım. İlkin suçumun ne olduğunu sordum ona.
- Korkutuyorsun beni! Anladın mı? Gök gürlüyor, Tanrı konuşuyor, sense bağırıyorsun...
Düşüncen nedir?..
Ona herkesin istediği zaman şarkı söylemek hakkına sahip olduğunu bildirdim.
- Ben söylemek istemiyorum! diye kestirip attı.
- İstemezsen söylemezsin!
Sert bir sesle ve sözcüklerin üstüne basa basa:
- Sen de söyleme! dedi.
- Ya söylersem? Şakro öfkeyle:
- Bana bak, dedi. Kendini ne sanıyorsun? Kimsin sen? Evin var mı? Anan var mı? Baban?
Hısım akraban var mı? Toprağın? Şu yeryüzünde kimsin sen? Kendini insandan mı
sayıyorsun? İnsan benim! Her şeyim var!.. (Elini göğsüne vurdu.) Beni bütün Kutayis,
bütün Tiflis tanır!.. Anlıyor musun? Bana karşı gelme! Bana hizmet edersen karşılığını
alırsın! Hem de on katıyla! Yapacak mısın bunu? Ha? Zorunlusun buna! Tanrının herkese
karşılık beklemeden çalışmak emrettiğini söyleyen sendin! Oysa benden karşılığını
alacaksın! Niye üzüyorsun beni? Akjl öğretmeye, gözümü korkutmaya çalışıyorsun! Senin
gibi olmamı mı istiyorsun? İyi bir şey değil bu! Cık, cık, cık!.. Tövbe, tövbe!..
Soluk soluğa konuşuyor, içini çekiyor, oflayıp pufluyordu. Ben, ağzım bir karış açık
bakakalmıştım. Yol boyunca bana karşı içinde biriktirdiği bütün hoşnutsuzluklarını ve
öfkelerini boşalttığı belliydi. Sözlerinin etkisini artırmak için parmağını göğsüme
dayıyor, omuzlarımı sarsıyor, özellikle önemli yerlerde de bütün ağırlığıyla üstüme
abanıyordu. Yağmur başımızdan aşağı seller gibi akıyor, gök aralıksız gümbürdüyor, Şakro
sesini duyurmak için avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Durumun gülünçlüğü her şeyi
bastırdı ve kahkahalarla gülmeye başladım... Şakro tükürüp öte yana döndü.
VIII
...Tiflis'e yaklaştıkça yol arkadaşımın durgunluğu artıyor, yüzü gitgide asılıyordu. Eski
ablaklığı kalmayan bu kıpırtısız yüzde yeni bir şeyler belirmişti. Vladikafkas
yakınlarında bir Çerkeş köyüne uğrayıp mısır toplama işine girdik.
Aşağı yukarı hiç Rusça bilmeyen, durmadan sataşıp bize kendi dillerinde söven
Çerkeslerin arasında iki gün çalıştıktan sonra çevremizdeki düşmanlık çemberinden
ürkerek köyden ayrıldık. On verst kadar uzaklaşmıştık ki, Şakro:
-Artık çalışmaya paydos! Bunu satıp her şeyi alacağız! Bizi Tiflis'e kadar götürecek!
Anlıyor musun? diye bağırarak koynundan bir tomar ipek kumaş çıkardı.
Kan beynime sıçradı. Kumaşı elinden kaptığım gibi bir yana fırlattım, dörüp arkaya
baktım. Çerkeslerin şakası yoktur. Kısa bir süre önce şu hikâyeyi dinlemiştik
Kazaklardan: Köyde işçilik yapan bir serseri, ayrılırken bir demir kaşık götürmüş.
Çerkesler yetişip yakalamışlar adamı. Üzerini arayıp kaşığı bulmuşlar. Karnını hançerle
deşip kaşığı yaraya yerleştirmişler. Sonra da yaralıyı öylece bırakıp gönül rahatlığıyla
ayrılmışlar oradan. Kazaklar adamı can çekişirken bulmuşlar. Olayı anlatmış ve daha
köye varmadan yolda ölmüş. Çerkesler konusunda sıkı sıkı uyarılmıştık. Bu ve buna
benzer pek çok hikâyeye inanmamak için bir sebep yoktu.
Şakro'ya bunları hatırlattım. Karşımda durmuş beni dinliyordu. Ansızın dişlerini sıktı,
gözlerini
kırpıştırdı, hiç ses etmeden bir kedi gibi üzerime atıldı. Birkaç dakika adam akıllı
dalaştık.
Sonunda, öfkeyle:
-Yeter!., diye bağırdı.
Adamakıllı yorulmuştuk. Karşı karşıya oturup uzun süre sustuk... Şakro çalınmış
kumaşı fırlattığım yere acıklı bir yüzle bakarak:
- Niçin dövüştük sanki? dedi. Cık, cık, cık!.. Ne saçma şey. Senin malını çalmadım ya. Ne
oldu, acıdın mı bana? Asıl ben sana acıdım da onun için çaldım... Sen
çalışıyorsun... Benim elimden iş gelmiyor... Başka ne yapabilirim? Sana yardım etmek
istedim...
Ona hırsızlığın kötü bir şey olduğunu anlatmaya çalıştım.
- Lütfen sus! diye sözümü kesti. Kütük gibi kafan var... (Sonra horgörüyle sürdürdü
sözlerini.) ölmek mi istersin, hırsızlık yapmak mı? Ha? Haydi oradan! Bu hayat mıdır? Sus!
Yine sinirlenmesinden korkarak sustum. Bu Şakro'nun ikinci hırsızlığıydı. Bir keresinde
Karadeniz kıyısındayken Rum balıkçılardan bir cep saati aşırmıştı. O zaman da az kalsın
dövüşüyorduk. Bir süre dinlenip yatıştıktan sonra, Şakro:
- Haydi, gitmiyor muyuz? dedi.
Yine yola düştük. Yüzü gitgide asılıyor; arada bir tuhaf, kaçamak bakışlar fırlatıyordu
bana. D arya I boğazını geçip Gudavur'a inmeye başladığımızda:
- İki gün sonra Tiflis'teyiz, dedi. Cık, cık, cık! (Dilini şapırdattı, yüzü gün gibi ışıdı.) Eve
giderim. "Neredeydin?" derler. "Gezideydim!" Sonra doğru hamama! Of be! Tıka basa
doyururum karnımı! Anama, "karnım çok aç" derim. Babama, "bağışla beni" derim. "Çok acı
çektim, hayatı öğrendim! Serseriler çok iyi insanlarmış! Gün gelir de onlardan birine
raslarsam çıkarıp bir ruble vereceğim. Meyhaneye götürüp iç bakalım arkadaş diyeceğim,
bir zamanlar ben de serseriydim! Sonra seni anlatırım babama... İşte bana ağabeylik eden
insan... Beni eğitti. Dövdü beni, köpek!.. Besledi... Şimdi buna karşılık sen de onu besle. Bir
yıl besle! Tam bir yıl, anladın mı?" Maksim, işitiyor musun?
Bir çocuk saflığıyla söylenen bu sözler hoşuma gidiyordu. Ayrıca, kış gelmek üzereydi,
benimse Tiflis'te tanıdığım kimse yoktu. Gudavur'da ilk kara raslamıştık. Şakro'nun
sözleri bu bakımdan da ilgilendiriyordu beni. Ne de olsa bir şeyler bekliyordum ondan.
Hiç durmadan ilerliyorduk. İşte, eski İberya'nın başkenti Meşhet'teyiz. Yarın Tiflis'e
varıyoruz.
Kafkasya'nın iki dağ arasına sıkışmış başkentini daha beş verst öteden gördüm. Şakro
sakindi. Alık gözlerle ilerlere bakıyor, sağa sola salyalarını tükürüyor, ikide bir yüzünü
ekşiterek karnını oğuşturuyordu. Yolda bulduğu çiğ bir havucu mideye indirmişti çünkü.
- Benim gibi soylu bir Gürcü, memleketine güpegündüz bu paçavralar içinde
girer mi sanıyorsun? Yooook! Akşamı bekleyeceğiz. Dur bakalım!
Boş bir yapının duvarı dibine çöktük, son sigaralarımızı sardık ve soğuktan titreye
titreye içmeye başladık. Gürcistan askeri yolu üzerinde keskin bir rüzgâr esiyordu.
Şakro dişlerinin arasından hüzünlü bir türkü mırıldanıyordu... Ben sıcak bir odanın ve
yerleşik bir düzenin, göçebe hayatına olan üstünlüklerini düşünüyordum. Yol arkadaşım
kalktı, kararlı bir yüzle:
- Haydi, dedi.
Hava kararıyordu. Kentin ışıkları tek tek yanmaya başlamıştı. Güzel bir görünümdü bu.
Vadiyi saran karanlığın içinde ışıklar yavaşça, birbiri arkasına sıçrayıp çıkıyordu.
- Dur! Şu başlığı bana ver de yüzümü gizleyeyim... Bakarsın bir tanıyan olur... Çıkarıp
verdim. Olginskoy Sokağı boyunca ilerliyoruz. Şakro kararlı bir tavırla ıslık çalıyor.
- Maksim! Şu tramvay durağını görüyor musun, Veriyski Köprüsü'nü? Orada otur, bekle
beni! Ama bekle ha! Ben surda bir eve uğrayıp arkadaştan bizimkileri, babamı, annemi
sorayım...
- Çok mu kalacaksın?
- Hemen geliyorum! Bir dakika sonra!..
Biranda karanlık, dar bir sokağa daldı, gözden kayboldu. Bir daha görünmemek üzere...
Hayatımın hemen hemen dört aylık bir süresinde bana yol arkadaşlığı eden bu adama
bir daha hiç raslamadım. Fakat iyi duygularla, şen bir gülümsemeyle sık sık anarım
onu.
O bana, akıllı insanların yazdığı koca koca kitaplarda bulunamayacak pek çok şey
öğretti. Hayat, insanların bilgeliğinden daha derin ve anlamlıdır çünkü.
-sOn-
1894