Vahşetin Çagrısı
Jack London



Jack London -gerçek adıyla John Griffith London- 1876'da San Francisco'da dogdu.
Çocukluk yılları sefalet içinde ama alabildigine hareketli geçti. En büyük zevki
kitap okumaktı, ancak ailesinin güç kosullarda yasaması yüzünden on dört yasında
okulu bırakıp bir konserve fabrikasında çalısmaya basladı. Yasadıgı çevredeki
sefaletin ve kötü çevrenin de etkisiyle on altı yasına gelmeden bir sokak
çetesinin üyesi olmustu. Sonraki yıllarda sokak çetesinde yasadıgı deneyimleri
The Cruise of the Dazzler ve Tales of the Fish Patrol isimli öykülerinde yazıya
döktü. 1893'te, hem para kazanmak hem de maceraperest duygularını tatmin için
Sibirya ve Japonya'ya giden bir gemide çalısmaya basladı. ABD'ye döndükten sonra
da tüm ülkeyi bastan sona dolastı. Ancak kitaplara ve okumaya âdeta askla
baglıydı. Yogun çalısmaların ardından Californiya Üniversitesi'ne girmeyi
basardı, ancak maddi zorluklar yüzünden egitimini tamamlayamadan ayrılmak
zorunda kaldı. 1897'de, Klondike'ta altın madeni bulundugu haberi üzerine altın
aramaya koyuldu. San Francisco'ya dönüsünün ardından yasadıgı bu deneyimi yine
öykülere döktü. _lk öyküleri Overland Monthly ve Atlantic Montbty'de yayımlandı.
1900'de ülke çapında tanınmasını saglayan The Son of the Wolf yayımlandı.
1902'de Londra'ya giden London'ın hayatı olaylar ve maceralarla doluydu. Güney
denizlerine yolculuk yaptı, Rus-Japon savasında muhabirdi. Yasadıgı olaylar ve
kazandıgı, deneyimler pek çok öyküsüne ve romanına zemin olusturdu. Aralarında,
The Call of the Wild (Vahsetin Çagrısı), White Fang (Beyaz Dis), Martin Eden
gibi romanların da yer aldıgı pek çok esere imza attı. 1916'da Californiya'da
öldü.

lkellige Dogru
"Göçebe misali gelir eski özlemler, Asındırır alıskanlıgın zincirini; Uzun kıs
uykusundan tekrar Uyandırır içindeki vahsiyi."
Buck gazete okumazdı, okusaydı sadece kendisi için degil, Puget Sound'dan San
Diego'ya kadar güçlü kasları, sık ve uzun tüyleri olan tüm Güneyli köpekler için
belanın yaklasmakta oldugunu bilirdi- Kuzey Kutbu'nun karanlıgında el yordamıyla
aranmakta olan insanlar sarı bir metal buldukları ve buharlı gemi ve nakliye
sirketleri bulusu her tarafa iyice duyurdukları için, binlerce adam akın akın
Kuzey'e gidiyordu. Bu adamlar köpek istiyordu; istedikleri de saglam, kızak
çekebilecek güçlü kasları ve kendilerim soguktan koruyacak kürkleri olan
köpeklerdi
Buck, günesli Santa Clara Vadisi'ndeki büyük bir malikânede yasıyordu. Buraya
Yargıç Miller'ın Yeri denirdi. Ev yoldan biraz geride, yarı yarıya agaçların
arasında gizlenmis halde durur, agaçların arasından, evin dört bir tarafını
dolanan genis, serin veranda göze çarpardı. Eve, göz alabildigine uzanan
çimlerin etrafından dolanıp, upuzun kavakların birbirine geçmis dallarının
altından geçen mıcırlı araba yollarından gidilirdi. Evin arkası
önünden daha da genisti. Burada on kadar at bakıcısıyla oglan çocugunun yasadıgı
kocaman ahırlar, hizmetçilerin sarmasıklarla kaplı, dizi dizi kulübeleri, ek
binalardan olusan sonsuz ve düzenli bir sıra, upuzun asmalar, yemyesil çayırlar,
meyve bahçeleri ve bögürtlen çalıları bulunurdu. Bir de artezyen kuyusu için bir
pompa tesisatı ile Yargıç Miller'ın ogullarının sabahları daldıkları ve sıcak
ögleden sonralarında serinledikleri büyük beton havuz vardı.
Buck, iste bu büyük malikânede hüküm sürüyordu. Burada dogmus, hayatının dört
yılını burada geçirmisti. Evet, baska köpekler de vardı. Böylesine büyük bir
alanda baska köpek olmaması mümkün degildi, ama onlar sayılmazdı. Onlar gelip
geçiciydi, tıkıs tıkıs köpek kulübelerinde kalırlar ya da küçük Japon buldogu
Toots veya Meksikalı tüysüz Ysabel gibi evin kuytu köselerinde sünepece
yasarlardı -nadiren burunlarının ucunu kapıdan dısarı çıkaran veya yere ayak
basan tuhaf yaratıklardı onlar. Bir de, pencerelerden dısarı bakarak Toots ve
Ysabel'e tehdit dolu vaatlerle havlayan ve saplı süpürgeler ve yer bezleriyle
silahlanmıs bir hizmetçiler ordusu tarafından geri püskürtülen en az yirmi tane
foks teriyer vardı.

Ama Buck ne bir ev köpegiydi, ne de bir kulübe köpegi. Bütün bu krallık ona
aitti. Havuza atlar veya yargıcın ogullarıyla ava çıkardı; yargıcın kızları
Mollie ve Alice'e uzun süren alacakaranlıkta veya sabahın erken saatlerindeki
gezintilerinde eslik ederek onları korur; soguk kıs gecelerinde gürül gürül
yanan kütüphane atesinin önünde yargıcın ayaklarının dibinde yatar; yargıcın
torunlarını sırtında tasır veya çimenlerin arasında yuvarlar ve ahırın
avlusundaki çesmeye dogru asagıda, hatta onun da ötesinde asma kilitlerin ve
bögürtlen çalılarının oldugu yerdeki deli dolu maceralannda onlara gözkulak
olurdu. Teriyerlerin

arasında azametle dolasır, Tools ile Ysabel'e aldırıs bile etmezdi, çünkü o
kraldı -Yargıç Miller'ın malikânesinde sürünen, yürüyen, uçan her seyin kralı,
insanlar da dahil.
Kocaman bir Sen Bernard olan Babası Elmo, yargıcın ayrılmaz yoldası olmustu;
Buck da babasının yolundan gitmek için elinden geleni yapmıstı. Babası kadar iri
degildi, -sadece yetmis kiloydu- çünkü annesi Shep, bir iskoç çoban köpegiydi.
Yine de yetmis kilo, iyi yasamaktan ve kendisine duyulan genel saygı ortamından
gelen gururla birlikte, Buck'ın ortalıkta gerçek bir kral gibi dolasmasına
yetiyordu. Ufacık bir köpek oldugu günlerden bu yana geçen dört yıl boyunca
adamakıllı bir aristokrat hayatı yasamıstı, kendisiyle gurur duyardı, hatta
münzevi halleri nedeniyle kimi zaman biraz bencillesen tasra beyefendilerine
benziyordu. Ama sadece sımartılmıs bir ev köpegi haline gelmeyerek kendini
kurtarmıstı. Avlanmak ve buna benzer açık hava eglenceleri yaglanmasını
engellemis, kaslarını sertlestirmisti ve tıpkı soguk suyla yıkananlarda oldugu
gibi, suya duydugu sevgi onun da üzerinde uyarıcı etki yapmıs, saglıgını
korumustu.

iste, 1897 sonbaharında Klondike heyecanı tüm dünyadan insanları soguk Kuzey'e
çektigi sırada, köpek Buck'ın durumu böyleydi. Ama Buck gazete okumuyor ve
bahçıvan yardımcılarından Manuel'ın kolu bir arkadas oldugunu bilmiyordu. Manuel'in
bir türlü vazgeçemedigi bir günahı vardı Cin piyangosu oynamayı severdi.
Oynarken de vazgeçemedigi bir zaafı vardı; belli bir sisteme güvenir, böyle
yaparak basına gelecek felaketi kesinlestirirdi. Çünkü bir sistemle kumar
oynamak için para gerekirdi, oysa bir bahçıvan yardımcısının kazandıgı para, bir
esle bir sürü evladın ihtiyaçlarını karsılamaktan fazlasına yetmezdi.
Manuel'in hainlik ettigi o unutulmaz gece yargıç Kuru Uzum Yetistiricileri
Dernegi'nin bir toplantısındaydı, oglanlar da bir
spor kulübü kurmakla mesguldü. Hiç kimse Manuel'le Buck'ı meyve bahçesinden
çıkıp giderken görmedi. Buck bunun basit bir gezinti oldugunu sanmıstı. Ve tek
bir adam dısında kimse onların College Park olarak bilinen küçük tren
istasyonuna geldiklerini de görmedi. Bu adam Manuel'le konustu ve aralarında
paralar sıngırdadı.
"Malları teslim etmeden önce paketlemen gerekir," dedi yabancı tersleyerek ve
Manuel Buck'ın tasmasının altına bir parça kalın ip geçirip boynuna iki kat
doladı.
"Bunu bükersen nefesi kesilir," dedi Manuel. Yabancı ona hak verircesine
homurdandı.

Buck ipi agırbaslılıkla kabul etmisti. Elbette bu onun alıskın olmadıgı bir
seydi, ama tanıdıgı insanlara güvenmeyi ve her seyi kendisinden daha iyi
bildiklerine inanmayı ögrenmisti. Ama ipin ucu yabancının eline verildiginde
tehdit dolu bir tavırla hırladı. Sadece bu durumdan hoslanmadıgını ima etmisti,
gururu yüzünden ima etmenin emretmek oldugunu sanıyordu. Ama boynundaki ipin
iyice sıkılasıp kendisim nefessiz bıraktıgını görünce sasırdı. Büyük bir öfkeyle
adamın üstüne atladı, ama adam onu yarı yolda tuttu, boynundan sıkıca yakaladı
ve ustaca bir manevrayla onu sırt üstü fırlatıp attı. Ardından ip acımasızca
sıkılastı, Buck dili bir karıs dısarı sarkmıs, kocaman gögsü bos yere nefes
almaya çalısır halde, öfkeyle mücadele ediyordu. Hiç böylesine çirkin bir
davranısa maruz kalmamıstı ve hayatı boyunca hiç bu kadar öfkelenmemisti. Ama
kuvveti gittikçe azaldı ve bakısları camlastı. Trenin geldigini ve iki adamın
kendisini yük vagonuna attıklarını duymadı bile.
Kendine geldiginde, hayal meyal dilinin acıdıgını ve bir tür araçta sarsıla
sarsıla gitmekte oldugunu fark etti. Islık çalan bir lokomotifin bir hemzemin
geçitten geçerken çıkarttıgı tiz çıglık
ona nerede oldugunu söyledi. Yargıçla birlikte o kadar çok tren yolculugu
yapmıstı ki, bir yük vagonunda gitmenin ne demek oldugunu bilmemesi mümkün
degildi. Gözlerini açtı ve gözlerine kaçırılmıs bir kralın küstah öfkesi
yerlesti. Adam boynuna hamle etti, ima Buck ondan daha hızlıydı. Dislerini
adamın eline geçirdi ve tekrar soluk alamayıp kendinden geçinceye kadar da
gevsetmedi.

"Evet, arada bir çıldırıyor," dedi adam, kavga seslerini duyarak gelen bagaj
memurundan ısırılmıs elini saklayarak. "Patron için San Francisco'ya
götürüyorum. Orada çatlak bir köpek doktoru bunu iyilestirebilecegini söylemis."
O geceki yolculuk hakkında, San Francisco'nun liman bölgesindeki bir meyhanenin
küçük sundurmasında adam kendisi hakkında son derece dokunaklı bir sekilde
konustu.

"Bu isten tüm kazandıgım bir ellilik," diye homurdandı. "Binligi önüme trink
diye saysalar bile bir daha yapmam bu isi."
Eli kanlı bir mendille sarılıydı ve pantolonunun sag tarafı dizinden bilegine
kadar yırtılmıstı.
"Diger herif ne kadar aldı?" diye sordu meyhaneci.
"Yüz kâgıt," diye cevapladı. "Bir kurus asagıya inmedi, yardım et bana."
"Bu yüz elli eder," diye hesapladı meyhaneci, "ve o köpek de buna deger ya da
ben aptalın tekiyim."
Köpegi kaçıran adam kanlı sargıyı açıp yaralı eline baktı. "Kuduz olmazsam
iyi..."

"O zaman asılmak için dogmussun, demektir," diye bir kahkaha attı meyhaneci.
"Gel bakalım, yükünü çekmeden önce bana bir yardım et," diye ekledi.
Yarı suursuz, bogazı ve dili dayanılmaz derecede agrıyan, yarı cansız haliyle
Buck iskencecilerine karsı koymaya çalıstı. Ama
adamlar agır pirinçten yapılmıs tasmayı boynundan çıkarmayı basarıncaya kadar
yerlere fırlatıldı ve defalarca ipi sıkılarak nefesi kesildi. Daha sonra ip de
çıkarıldı ve Buck tahtadan kafes gibi bir seyin içine itildi.
Buck, büyük öfkesini ve yaralanmıs gururunu yatıstırmaya çalısarak, yorucu
gecenin geri kalanım burada yatarak geçirdi. Tüm bunların ne anlama geldigini
anlayamıyordu. Bu yabancı adamlar ondan ne istiyordu? Neden onu bu dar kafeste
hapis tutuyorlardı? Nedenini bilmiyordu, ama yaklasan felaketin belli belirsiz
hissiyle ezildigini hissediyordu. Gece boyunca ne zaman barakanın kapısının
açıldıgını duysa, yargıcı, en azından oglanları görebilme umuduyla ayaga
fırladı. Ama her seferinde gördügü, yag kandilinin zayıf ısıgında kendisine
bakan meyhanecinin tombul suratından baska bir sey degildi. Her seferinde de
Buck'ın gırtlagında titresen nese dolu havlama sesi, vahsi bir hırlamaya
dönüstü.
Ama meyhaneci onu kendi haline bıraktı ve sabahleyin dört adam gelip kafesi
aldı. Buck bunların da iskenceci olduguna karar verdi, çünkü bunlar kıyafetleri
hırpani ve saçları basları darmadagınık olan, seytani görünüslü adamlardı ve
Buck onlara kafesin parmaklıkları arasından havlayıp, saldırmaya çalıstı.
Adamlar sadece gülerek onu sopayla dürttüler. Buck hemen sopayı disleriyle
yakalamaya çalıstı, ama sonradan onların tam da bunu yapmasını istediklerini
anladı. Bunun üzerine asık suratla yattı ve kafesin bir vagona yüklenmesine izin
verdi. Daha sonra da içinde hapsedilmis oldugu kafesle birlikte elden ele
geçirildigi uzun bir yolculuk basladı. Ekspres ofisteki görevlilere bırakıldı,
at arabasıyla baska bir vagona tasındı, kutular ve parsellerle dolu bir kamyonun
üzerinde bir buharlı araba vapuruna tasındı, vapurdan çıkınca kamyonla büyük bir
tren deposuna bırakıldi
ve en sonunda bir ekspres arabaya konuldu.

iki gün iki gece boyunca ekspres arabası tiz çıglıklar atan lokomotiflerin
ardında çekildi ve iki gün iki gece boyunca Buck ne bir sey yedi, ne de içti.
Öfkesiyle ekspres kuryelerin ilk yaklasımlarını hırlayarak karsılamıs, onlar da
buna Buck'ı kızdırarak karsılık vermislerdi. Buck titreyip agzından köpükler
saçarak parmaklıklara atılınca adamlar gülüserek ona satasmaya baslamıstı,
igrenç köpekler gibi hırlayıp, havlayıp, miyavlamıs, kollarını horoz gibi çırpıp
ölmüslerdi. Buck bütün bunların son derece saçma oldugunu biliyor, bu nedenle
gururu incindigi için, öfkesi gittikçe daha da büyüyordu. Açlıgı pek umursadıgı
yoktu, ama susuzluktan içinin kavrulması öfkesini iyice alevlendirmisti. Çok
gergin ve hassas oldugu için gördügü kötü muamele ateslenmesine sebep olmus,
bogazının kavrulup sismesiyle ve dilinin iltihap kapmasıyla atesi iyice
yükselmisti.

Tek bir seyden memnundu, ip bogazından çıkmıstı. O ip adamlara haksız bir
avantaj saglamıstı, ama artık ip olmadıgına göre, onlara gününü gösterecekti.
Bir daha asla boynuna ip ta-kamayacaklardı. Buna kesin kararlıydı, iki gün iki
gece ne yemis ne içmisti ve bu iki günlük iskence boyunca onunla ters düsecek
ilk kisiye bosaltacagı büyük bir öfke biriktirmisti. Gözleri kan çanagına
dönmüs, öfkeli bir seytana dönüsmüstü. Öyle degismisti ki, onu yargıç bile görse
tanıyamazdı. Ekspres ulaklar onu Seattle'da trenden indirdiklerinde derin bir oh
çektiler.
Dört adam tahta kafesi ihtiyatla vagondan indirip küçük, yüksek duvarları olan
bir arka avluya tasıdılar. Kırmızı kazagı kalın boynundan sarkan iriyarı bir
adam dısarı çıkarak sürücünün uzattıgı defteri imzaladı, iste bir sonraki
iskenceci, diye düsündü Buck ve parmaklıklara karsı vahsice atıldı. Adam
gaddarca gülümsedi ve bir küçük el baltasıyla bir de sopa getirdi.
"Onu hemen çıkartmayacaksın, degil mi?" diye sordu sürücü.
"Çıkartacagım, tabii ki," diye cevapladı adam, tahta kafesi küçük baltayla
kanırtarak.

Buck'ı avluya tasımıs dört adam bir anda dagıldı ve hepsi de olacakları
duvarların üstündeki güvenli tüneklerden seyretmeye koyuldu.
Buck kıymıklı oduna saldırdı, dislerini geçirerek onunla güresmeye basladı.
Balta dısarıda nereye düserse o da içeriden oraya gidiyor, hırlayıp uluyordu.
Kırmızı kazaklı adam ne derece sogukkanlılıkla onu dısarı çıkarmaya kararlıysa,
Buck da o kadar öfkeli bir telasla dısarı çıkmaya can atıyordu.
"Gel bakalım, seni kızıl gözlü seytan," dedi adam, kafesin kapısını Buck'ın
geçebilecegi kadar açarken. Aynı anda baltayı da yere bırakıp sopayı sag eline
aldı.

Buck sıçramak için kendini geri çekerken, kabarmıs tüyleri, köpükler içindeki
agzı, kan kırmızı gözlerindeki çılgınca parıltıyla, gerçekten de kızıl gözlü bir
seytan gibiydi, iki gün iki gece kapatılmıs olmanın verdigi öfkeyle dolmus bir
halde, yetmis kiloluk cüssesiyle dosdogru adamın üstüne atladı. Tam disleri
havada adamın üstünde kapanmak üzereyken, vücudunu birdenbire engelleyen ve acı
dolu bir darbeyle dislerini birbirine çarpan bir sok yasadı. Dönerek sırt üstü
ve yanlamasına yere çakıldı. Hayatında daha önce hiç sopayla dövülmediginden, ne
oldugunu anlayamamıstı. Biraz havlama, daha çok çıglık olan bir hırıltıyla
yeniden ayaklarının üzerinde dogrulup havaya atıldı. Bir darbe daha yedi ve feci
bir sekilde yere düstü. Bu seferkinin sopa yüzünden oldugunu anlamıstı, ama
ihtiyatlı davranamaya-cak kadar çılgına dönmüstü. Defalarca saldırdı ve her
seferinde sopa saldırısını engelleyip onu yere çaktı.
Hepsinden daha sert bir darbeden sonra ayaklarının üzerinde sürünmeye basladı,
saldıramayacak kadar afallamıstı. Sendeliyor, burnundan, agzından ve
kulaklarından kanlar akıyordu, güzel tüyleri kanlı salyasıyla kirlenmis ve
lekelenmisti. Adam ilerledi ve kasten burnunun üzerine korkunç bir darbe
indirdi. O ana kadar duydugu bütün acılar, bunun verdigi korkunç ız-dırabın
yanında hiç kalırdı. Bir aslan gibi vahsice kükreyerek tekrar adama atıldı. Ama
sopayı sag elinden sola geçiren adam, sakince onu alt dislerinden yakaladıgı
gibi, asagı ve geriye büktü. Buck havada bir tam, bir de yarım daire çizerek,
kafasının ve gögsünün üzerine çakıldı.

Son kez hamle yaptı. Adam bilerek o zamana dek saklamıs oldugu en sert darbeyi
vurdu ve Buck çökerek, kendinden geçerek yere serildi.
"Bu adam köpek terbiye etmeyi biliyor, bunu bilir, bunu söylerim," diye
heyecanla bagırdı duvardaki adamlardan biri.
"Druther her gün bir Kızılderili midillisi egitir, pazarları da iki tane," diye
cevapladı sürücü, arabaya tekrar binip dizginleri eline alırken.
Buck kendine gelmeye basladı, ama ayaga kalkacak gücü hâlâ yoktu. Düstügü yerden
kırmızı kazaklı adamı izliyordu.
"Buck denince cevap veriyor," dedi adam, meyhanecinin kafesle içindekinin
sevkiyatını bildiren mektubundan alıntı yaparak.
"Evet oglum, Buck," diye devam etti tatlı bir sesle, "ufak sürtüsmemizi yaptık.
Simdi yapabilecegimiz en iyi sey, isi bu kadarla bırakmak. Sen kendi yerini
ögrendin, ben de benimkini biliyorum, iyi köpek olursan her sey yolunda gider ve
geçinir gideriz. Kötü köpek olursan da senin canını çıkarırım. Anladın mı?"
Konusurken, Buck'ın az evvel acımasızca vurmus oldugu basını korkusuzca
oksuyordu. Buck'ın tüyleri adamın elinin degmesiyle gayri ihtiyari kabarsa da,
karsı koymadan dayandı. Adam ona su getirdiginde suyu istahla içti, daha sonra
kocaman bir çig eti koca lokmalarla adamın elinden kapıp, çignemeden midesine
indirdi.

Yenilmisti (bunu biliyordu), ama ezilmemisti. ilk ve son kez, sopalı bir adama
karsı hiçbir sansı olmadıgını anladı. Dersini almıstı ve bu dersi yasamı boyunca
bir daha asla unutmadı. O sopa hayatında bir dönüm noktası olmustu, ilkel
yasaların hükümdarlıgına bir giristi ve o giris daha tamamlanmamıstı. Hayatın
gerçekleri daha acımasız bir hal almıstı ve o da bu gerçekleri korkmadan, uyanan
dogasının tüm gizli kurnazlıgıyla karsılıyordu. Günler geçtikçe baska köpekler
geldi, kafesler içinde ve iplerle baglıydılar. Kimi uysaldı, kimi kendisinin
geldigi gün oldugu gibi öfkeliydi ve kükrüyordu ve Buck hepsinin birer birer
kırmızı kazaklı adamın egemenligine girmesini izledi, izledigi her kanlı dövüste
dersim bir kez daha alıyordu: sopalı bir adam ne diyorsa yapılmalıydı, o itaat
edilmesi gereken bir efendiydi, ama illa ki arkadaslıgını kazanmak gerekmezdi.
Bu sonuncuyu Buck hiçbir zaman yapmadı, ama yenilen köpeklerden bazılarının
adama yaltaklandıgını, kuyruk salladıgını ve adamın ellerini yaladıgını
görmüstü. Gördügü köpeklerden biri de ne uzlasmaya ne de boyun egmeye yanasmıs,
bu yüzden üstünlük mücadelesinde en sonunda öldürülmüstü.
Arada bir bazı adamlar geliyordu. Bunlar kırmızı kazaklı adamla heyecanla, onu
pohpohlayarak, her sekilde konusan yabancılardı. Para alıp verilen zamanlarda
yabancılar bir veya birkaç köpegi alıp götürüyorlardı. Buck nereye gittiklerini
merak ediyordu, çünkü hiç geri geliniyorlardı, ama kendisini gelecek
korkusu sarmıstı ve her defasında seçilmedigi için memnun oluyordu.
Ama sonunda onun da vakti, bozuk bir dille konusan ve Buck'ın anlayamadıgı bir
sürü tuhaf ve yabancı deyimler kullanan, yüzü kuruyup kırısmıs ufak tefek bir
adamla birlikte, geldi.

"Sacredam!" diye bagırdı adam Buck'ı görünce. "Bu köpek acayip bir sey! Ee, kaç
para?"

"Üç yüz ve bu fiyata bedava sayılır," diye cevapladı hemen kırmızı kazaklı adam.
"Bunun da devletin parası oldugunu düsünürsek, senin için bir sey fark etmez
nasıl olsa, degil mi, Per-rault?"

Perrault sırıttı. Alısılmadık talep artısı nedeniyle köpek fiyatlarının tavana
vurdugu düsünülecek olursa, böyle güzel bir hayvan için pek de haksız bir fiyat
sayılmazdı. Ne Kanada Devleti kaybederdi, ne de sevkiyatları yavas yol
alabilirdi. Perrault köpekten anlardı ve Buck'a bakınca onun binde bir bulunacak
bir köpek oldugunu görüyordu. "On binde bir," diye düsündü.
Buck aralarında paranın el degistirdigini gördü ve kırısmıs yüzlü ufak tefek
adamın iyi huylu bir Newfoundland köpegi olan Curly ile birlikte kendisini de
götürmesine sasırmadı. Bu hem kırmızı kazaklı adamı, hem de Curly ile birlikte
Narwha'ın güvertesinden gittikçe uzaklasan Seattle'a bakarken sıcak Gü-ney'i son
görüsü oldu. Curly ile birlikte Perrault tarafından asagıya götürülüp Francois
adlı kara suratlı, dev gibi bir adama teslim edildiler. Perrault Fransız-
Kanadalı'ydı ve esmerdi, ama Francois melez bir Fransız-Kanadalı'ydı ve onun iki
katı esmerdi. Bu adamlar Buck için yeni bir insan türüydü (daha bunlardan çok
görecekti) ve onlara karsı özel bir sevgi olmasa da, gerçek bir saygı duymaya
baslamıstı. Buçk hızla Perrault ve François'nın
dürüst ve sakin adamlar oldugunu, adalet dagıtırken tarafsız olduklarını
ve köpekleri, onlar tarafından kandırüamayacak kadar iyi tanıdıklarını anladı.
Narwhal'ın ara güvertelerinde Buck ve Curly iki köpekle daha karsılastı.

Bunlardan biri Spitzbergen'den gelmis iri, kar beyazı bir köpekti. Balina avcısı
bir kaptan tarafından getirilmis, daha sonra Barrens'a yapılan bir cografi
kesife katılmıstı. Arkadasça davranıyordu, ama aldatıcı bir arkadaslıktı bu,
birinin yüzüne gülerken arkadan is çeviriyordu; mesela daha ilk ögünde Buck'ın
yemeginden bir parça çaldı. Buck onu cezalandırmak için atladıgında François'nın
kırbacı havada sakladı ve önce suçluya ulastı, böylece Buck'a kemigi tekrar alıp
yemekten baska yapacak bir sey kalmadı. François'nın adil biri olduguna karar
verdi ve melez adam Buck'ın gözünde deger kazanmaya basladı.
Diger köpegin kimseyle bir alısverisi yoktu, yeni gelenlerden bir sey çalmaya da
çalısmadı, iç karartıcı, aksi bir köpekti ve Curly'ye tek istediginin yalnız
kalmak oldugunu, hatta yalnız bı-rakılmazsa bela çıkacagını açıkça belli etti.
Adı Dave'di, yiyip içiyor, arada bir de esniyordu. Hiçbir seyle ilgilenmiyordu,
hatta Narwhal'in Queen Charlotte Sound'dan geçerken sıçrayıp sallanması bile
ilgisini çekmedi. Buck ve Curly heyecanlanıp korkudan deliye döndügünde,
sıkılmıs gibi kafasını kaldırıp lütfen bir bakıs attı, esnedi ve uyumaya devam
etti.

Gemi gece gündüz pervanenin yorulmak bilmeyen ritmiyle sarsılıyordu. Her geçen
gün bir digerinin tıpatıp aynısı olmasına ragmen Buck havanın gittikçe
sogudugunun farkındaydı. En sonunda bir sabah çark sustu ve Narwhal bir heyecan
dalgasıyla doldu. Buck da bunu diger köpekler gibi hissetti ve birseylerin
degismek üzere oldugunu anladı. Francois köpekleri baglayıp güverteye getirdi.
Soguk güverteye çıkar çıkmaz Buck'ın ayakları
çamura çok benzeyen beyaz, pelte gibi yumusak bir seyin içine gömüldü. Bir
homurtuyla geri sıçradı. Bu beyaz seyden bir dolusu da havadan iniyordu. Buck
silkindi, ama o seyler hâlâ üzerine düsmeye devam ediyordu. Dikkatle kokladı,
sonra birazını dilinin ucuyla yaladı. Ates gibi yakıyor ve bir anda
kayboluyordu. Buck'ın kafası karısmıstı. Tekrar denedi, sonuç yine aynıydı. Onu
izleyenler kahkahalarla gülüyordu. Buck utandı, nedenini bilmiyordu, çünkü
hayatında ilk kez kar görmüstü.
Sopa ve Dis Yasası

Buck'ın Dyea sahilindeki ilk günü kâbus gibiydi. Her saati saskınlık ve
sürprizlerle doluydu. Birdenbire uygarlıgın kucagından koparılarak ilkelligin
ortasına savrulmustu. Tembel, günesli, aylak aylak dolasıp sıkılmaktan baska
yapacak bir seyin olmadıgı bir hayat degildi kesinlikle. Burada ne huzur, ne
dinlenme, ne de bir an olsun güvenlik vardı. Her sey karmasa ve hareket
halindeydi ve her an hayati tehlike vardı. Sürekli uyanık olmak sarttı, çünkü bu
köpekler ve adamlar, sehirli köpeklerle adamlara benzemiyordu. Bunların hepsi
vahsiydi, sopa ve dis yasasından baska hiçbir sey tanımıyorlardı.
Daha önce, bu kurta benzer köpekler gibi kavga eden köpek hiç görmemisti ve ilk
deneyimi de ona unutulmaz bir ders oldu. Aslında baskasının basına gelmis bir
deneyimdi, yoksa Buck bundan yararlanacak kadar yasayamazdı. Kurban Curly
olmustu. Bir odun deposunun yanında kamp kurmuslardı, burada Curly arkadasça
tavırlarıyla, yetiskin bir kurt büyüklügündeki bir Eskimo köpegine yanasmaya
çalısmıstı, gerçi köpek kendisinin yarısı kadar bile degildi. Hiçbir uyarı
olmamıstı, sadece yıldırım gibi bir hamle, dislerin madeni bir sesle birbirine
çarpısı, aynı derecede çevik bir geri sıçrayıs ve Curly'nin yüzü gözünden
dislerine kadar yırtılmıstı.

Vurup kaçmak kurtlara özgü dövüs sekliydi, ama burada daha da fazlası vardı.
Anında otuz kırk Eskimo köpegi oraya gelerek kavga edenleri kasıtlı ve sessiz
bir çember içine aldı. Buck ne bu sessiz maksadı anlamıstı, ne de yalanırken
gösterdikleri istegi. Curly düsmanına saldırdı, o da tekrar vurup yana sıçradı.
Curly'nin bir sonraki hamlesini gögsüyle karsıladı, bunu öyle tuhaf bir sekilde
yaptı ki, Curly yere yuvarlandı. Bir daha da ayaga kalkamadı. Seyreden Eskimo
köpeklerinin bekledigi de buydu. Hırlayıp havlayarak üzerine kapandılar ve Curly
acı dolu bir çıglık atarak, tüyleri dimdik bir gövdeler yıgını altında yitip
gitti.

Her sey öylesine ani ve beklenmedik bir biçimde olmustu ki, Buck saskınlık
içinde kalakalmıstı. Spitz'in koyu kırmızı dilini alay edercesine çıkardıgını ve
François'nın bir baltayı savurarak köpek sürüsünün içine atladıgını gördü.
Sopalı üç adam köpekleri dagıtmasına yardım etti. Uzun sürmedi. Curly'nin
alasagı oldugu andan iki dakika sonra, saldırganların sonuncusu da sopayla
kovalanmıstı. Ama Curly orada kanlı, çignenmis karların içinde cansız yatıyordu,
tam anlamıyla paramparça olmustu. Esmer melez yanında durup ona bakarak agzına
geldigi gibi küfretti. Bu görüntü sonraları defalarca Buck'ın uykularını
kaçıracaktı. Demek bu isler böyleydi. Centilmenlik yoktu. Bir kere düsmeyegör,
bitmistin. Madem öyle, Buck da hiçbir zaman düsmemeye bakacaktı. Spitz bir kez
daha dilini çıkartıp güldü ve o andan itibaren Buck Spitz'e karsı acı ve ölümsüz
bir nefret duydu.

Curly'nin trajik ölümünün getirdigi soku atlatamadan, Buck yeni bir sok daha
yasadı. Francois üzerine deri kayıslardan ve kopçalardan olusan bir düzenek
geçirdi. Bu bir kosum takımıydı, tıpkı evinde seyislerin atların üzerine
koydugunu gördügü
takımlar gibi. Tıpkı atlar gibi o da ise kosuldu; François'yı bir kızak üzerinde
vadinin kıyısındaki ormana tasıyıp, ates yakmak için bir yıgın odunla geri
getirdi. Kosum hayvanı haline getirildigi için gururu fazlasıyla incinmisti, ama
isyan etmeyecek kadar akıllıydı, ise istekle ve ciddiyetle giristi ve her sey
çok yeni ve yabancı olmasına ragmen, elinden gelenin en iyisini yaptı. Francois
katıydı, dediklerinin anında yerine getirilmesini istiyordu ve kırbacının
gücüyle dedikleri anında yerine getiriliyordu. Tecrübeli bir tekerlekçi olan
Dave ise, ne zaman hata yapsa Buck'ın arka tarafını hafifçe ısıryordu. Spitz
liderdi, o da aynı sekilde deneyimliydi ve her zaman Buck'a ulasamasa da, arada
bir azarlar-casına hırlıyor veya kosumlara ustaca yüklenerek Buck'ı gitmesi
gereken yola koymaya çalısıyordu. Buck çabuk ögreniyordu ve iki arkadasıyla

François'nın verdigi ortak dersler sayesinde kısa sürede ilerledi. Kampa
döndüklerinde, "Ho," denince durması, "Deh," denince gitmesi ve dönemeçleri
açıktan alması gerektigini, yüklü kızak yokus asagı doludizgin inerken de kızaga
en yakın duran tekerlekçi köpekten uzak durmayı ögrenmisti.
"Köpeklerin üçü de harika," dedi Francois Perrault'ya. "Hele su Buck yok mu,
deli gibi çekiyor. Her seyi de anında ögreniyor."
Sevkiyatıyla birlikte bir an önce yola çıkmak için telas eden Perrault aksamüstü
iki köpek daha getirdi. Adları Billee ve Joe'ydi, ikisi kardesti ve ikisi de
Eskimo köpegiydi. Aynı annenin ogulları olmalarına ragmen, birbirlerinden
geceyle gündüz kadar farklıydılar. Billee'nin bir kusuru varsa, o da asırı iyi
kalpli olmasıydı. Joe ise tam tersine huysuz ve içine kapanıktı, sürekli
hırlıyor ve kötü kötü bakıyordu. Buck ikisini de arkadasça karsıladı, Dave oralı
olmadı, Spitz ise önce birini, sonra digerini dövmeye çalıstı. Billee kuyrugunu
yatıstırırcasına salladı, yatıstırmanın
fayda etmedigini görünce kosmak için döndü ve Spitz'in keskin disleri
bögrünü sıyırınca bir çıglık attı (hâlâ yatıstırıcıydı). Ama Spitz ne kadar
dönerse dönsün, Joe da dönerek karsısına çıkıyordu, yelesi kabarmıs, kulakları
arkaya atmıs, dudakları titreyip hırlayarak, dislerini olabilecegi kadar hızla
birbirine çarpıyor, gözleri seytanca parlıyordu -kavgacı korkunun ete kemige
bürünmüs haliydi. Öyle korkunç görünüyordu ki, Spitz onu disipline sokmaktan
vazgeçmek zorunda kaldı, ama yenilgisini gizlemek için savunmasız ve acı acı
bagıran Bil-lee'ye dönüp onu kampın sınırlarına kadar kovaladı.

Aksamleyin Perrault bir köpek daha getirdi. Bu yaslı, uzun ince ve sıska bir
Eskimo köpegiydi. Yüzü kavgalardan kalan yara izleriyle doluydu ve
karsısındakinden saygı bekleyen, yigitlikle parlayan tek gözü vardı. Adı Solleks'ti,
Kızgın Olan demekti. Dave gibi o da hiçbir sey sormuyor, hiçbir sey
yapmıyor, hiçbir sey beklemiyordu; agır agır ve kasıtlı bir biçimde ortalarına
dogru yürüdügünde Spitz bile onu rahat bıraktı. Sol-leks'in, Buck'ın maalesef
kesfetme talihsizliginde bulundugu tuhaf bir huyu vardı. Kendisine kör
tarafından yaklasılmasından hoslanmıyordu. Buck bu suçu bilmeden isledi ve bu
düsüncesizligi yapınca, Sol-leks'in ona dönüp omzunu kemige kadar üç parmak
yarmasıyla dersini aldı. Bundan sonra Buck ona bir daha hiç kör tarafından
yaklasmadı ve arkadaslıklarının sonuna kadar da bir daha hiç sorun yasamadı.
Dave gibi onun da belli ki tek istedigi rahat bırakılmaktı, ancak sonraları
Buck'ın da ögrenecegi gibi, her birinin bundan baska, daha da tutkulu bir hırsı
vardı.

O gece Buck ciddi bir uyku sorunuyla karsı karsıya kaldı. Bir mumla aydınlatılan
çadır, bembeyaz düzlügün ortasında sıcacık parlıyordu. Buck dogal olarak çadıra
girince Perrault ile Francois onu küfürlerle ve mutfak esyalarıyla öyle bir
kovaladı ki, Buck
saskınlıgını bir yana bırakıp sefil bir halde dısarıdaki soguga kaçmak zorunda
kaldı. Keskin ve soguk bir rüzgâr esiyor, acıyan yaralı omzunu daha da
acıtıyordu. Karın üstüne uzandı ve uyumaya çalıstı, ama dondurucu soguk
nedeniyle tepeden tırnaga titremeye basladı. Perisan ve acıklı bir halde diger
çadırların etrafında dolasmaya basladı, ama buldugu her yer birbirinden soguktu.
Bir iki kez vahsi köpekler üzerine saldırdı, ama Buck sırtındaki tüyleri
kabartıp hırlayınca (çabuk ögrenirdi) köpekler onu rahat bıraktı.
Nihayet aklına bir fikir geldi. Dönüp kendi ekibindeki arkadaslarının bu isi
nasıl yaptıklarına bakacaktı. Hepsinin kaybolmus oldugunu görünce çok sasırdı.
Bir daha büyük kampı dolasarak onları aradı ve tekrar geri döndü. Çadırlarda
mıydılar acaba? Hayır bu olamazdı, öyle olsa kendisini koymazlardı. Sarkık
kuyruguyla, tir tir titreyerek, perisan bir halde amaçsızca çadırın etrafında
dönmeye basladı. Birden ön ayaklarının altındaki kar yarıldı ve karın içine
battı. Ayaklarının altında bir sey kıpırdanıyordu. Geri sıçradı, görünmeyen ve
bilinmeyen seyden duydugu korkuyla tüyleri kabardı ve hırladı. Ama küçük ve
dostça bir havlama onu rahatlattı ve ne olduguna bakmak için tekrar döndü. Sıcak
bir hava sızıntısı burun deliklerine yükseldi. Billee karın altında güzelce
kıvrılmıs yatıyordu. Yumusakça inliyor, iyi niyetini göstermek için kıpır kıpır
kıpırdanıyordu. Hatta barıs rüsveti olarak Buck'ın yüzünü sıcak, ıslak diliyle
yalamaya bile cesaret etti.

Bir ders daha. Demek bu isin yolu buydu, öyle mi? Buck güvenli bir yer seçti ve
güç bela kendine bir delik kazmayı basardı. Vücudunun sıcaklıgı göz açıp
kapayıncaya kadar küçük boslugu doldurdu ve Buck uyudu. Çok uzun ve zor bir gün
olmustu ve Buck deliksiz, rahat bir uyku çekti; gerçi yine de hırladı,
havladı ve kâbuslarla mücadele etmesi gerekti.
Uyanan kamptan gelen sesleri duyana kadar da gözlerini açmadı, ilk basta nerede
oldugunu çıkaramadı. Gece boyunca kar yagmıstı ve Buck da tamamen karın içine
gömülmüstü. Kardan duvarlar onu her taraftan sıkıstırıyordu ve birden müthis bir
korkuya kapıldı -tuzaktan duyulan yabani korku. Bu kendi yasamından atalarının
yasamına geri dönmekte oldugunu gösteren bir isaretti; zira o fazlasıyla uygar
bir köpekti ve kendi tecrübelerinden tuzak nedir bilmedigi için, bundan korkması
da imkânsızdı. Vücudundaki bütün kaslar aniden içgüdüsel olarak kasıldı,
sırtındaki ve omuzlarındaki tüyler dimdik oldu ve vahsi bir hırlamayla kör edici
parlaklıktaki günün tam ortasına atıldı ve karlar göz kamastırıcı bir bulut gibi
etrafında uçustu. Daha ayaga kalkmadan önünde uzanan bembeyaz kampı gördü ve
nerede oldugunu anladı. Manuel'le dolasmaya çıktıgı andan itibaren, geçen gece
kendisine kazdıgı delige varıncaya kadar basından geçen her seyi hatırladı.
Francois onun ortaya çıkısını haykırarak selamladı. "Ben sana dememis miydim?"
diye bagırdı köpek sürücüsü Perrault'ya. "Bu Buck kesinlikle her seyi zehir gibi
ögreniyor."

Perrault ciddi bir tavırla basını sallayarak onayladı. Kanada Hükümeti'nin
önemli sevkıyatlarını tasıyan bir kuryesi olarak, en iyi köpekleri almaya
çalısıyordu ve Buck'ı satın almıs oldugu için özellikle memnundu.
Bir saat içinde üç Eskimo köpegi daha onlara katılınca, toplam dokuz köpek
oldular. On bes dakika geçmeden kosumları takmıs, Dyea Kanyonu'na dogru yokus
yukarı sallanarak gidiyorlardı. Buck yola çıktıgı için memnundu ve is agır
olmasına ragmen, onu küçümseyip reddetmedigini fark etti. Bütün ekibi
hareketlendiren ve ona da bulasan hevese sasırmıstı, bundan da
sasırtıcı olan sey ise Dave ile Sol-leks'te görülen büyük degisimdi. Bambaska
köpeklere dönüsmüsler, kosumlarla birlikte inanılmaz bir biçimde degismislerdi.
Bütün o atalet ve ilgisizlikleri uçup gitmisti. Uyanık ve hareketliydiler, isin
düzgün yürümesi için çalısmaya ve bu isi aksatacak gecikme veya karısıklık gibi
seylerden büyük rahatsızlık duymaya baslamıslardı. Kızak çekmek varlıklarının en
üst ifadesi, hayatlarının tek amacı ve zevk duydukları tek seydi sanki.
Dave tekerlekçi ya da kızak köpegiydi, onun önünde Buck çekiyor, arkasından Solleks
geliyordu; ekibin geri kalanıysa önden tek sıra halinde Spitz'in
liderliginde gidiyordu.

Buck bilerek, birseyler ögrenebilmesi için Dave ile Sol-leks'in arasına
yerlestirilmisti. O ne kadar çabuk kavrayan bir ögrenciy-se, onlar da o kadar
iyi ögretmenlerdi. Yanlısını uzun süre devam ettirmesine kesinlikle izin
vermiyor, ögrettiklerini keskin disleriyle zorla uygulatıyorlardı. Dave adildi
ve çok bilgiliydi. Buck'ı asla sebepsiz yere ısırmıyor, gerektiginde de
ısırmaktan asla kaçınmıyordu. François'nın kırbacı da ona arka çıkınca, Buck
Dave'in dediklerini yapmanın ona karsılık vermekten daha kolay olduguna karar
verdi. Bir seferinde kısa bir molada Buck'ın kosum kayısları birbirine dolanıp
kalkısı geciktirince hem Dave hem de Sol-leks üstüne atlayıp onu adamakıllı
azarladılar. Sonuçta kosumlar daha da beter birbirine girdi, ama ondan sonra
Buck kosum kayıslarını düzenli tutmaya çok dikkat etti ve gün bittiginde isini o
kadar iyi ögrenmisti ki, is arkadasları onu çimdiklemeyi neredeyse bıraktılar.
François'nın kırbacı artık daha seyrek saklıyordu. Hatta Perrault Buck'ın
ayaklarını kaldırıp onları dikkatle inceleyerek onu onurlandırdı.
O günkü yolculuk zor olmustu, kanyondan yukarı Koyunlar Kampı'nın içinden,
Scales'i ve orman sınırını geçip yüzlerce metre derinliginde buzulların ve rüzgârın olusturdugu kar tepelerinin karsısından devam ederek, tuzlu suyla tatlı su arasında hüzünlü ve ıssız Kuzey'i ürkütücü bir biçimde koruyan büyük Chilkoot Dagları'nın üzerinden geçmislerdi.

Sönmüs volkan kraterlerini dolduran göller zincirinden asagıya inerken bayagı
vakit harcadılar ve o gece geç saatlerde, binlerce altın arayıcısının ilkbaharda
buzların kırılmasına karsı tekneler insa ettigi, Bennett Gölü'nün kıyısındaki
dev kampa vardılar. Buck karın içinde deligim açıp hak ettigi yorgunluk uykusunu
uyudu, ama daha uykusunu alamadan yine arkadaslarıyla birlikte kosum takımlarına
sokulup kızaga baglandı ve soguk karanlıkta yola koyuldu.
O gün kırk mil yol kat ettiler çünkü yol zorluydu; ama ertesi gün ve ondan
sonraki günler kendi yollarını kendileri kırarak açtılar, daha sıkı çalıstılar
ve daha yavas yol aldılar. Genellikle Perrault önlerinden gidiyor, karı perdeli
pabuçlarıyla sertlestirerek islerini kolaylastırıyordu. Kızagı yönlendiren
Francois ara sıra onunla yer degistiriyordu, ama bu pek sık olmuyordu. Perrault
acele ediyordu. Buzla ilgili bildikleri nedeniyle kendisiyle gurur duyuyordu; bu
bilgiler elzemdi, çünkü buz kimi yerlerde çok inceydi, hatta suyun hızlı aktıgı
yerlerde hiç buz yoktu.

Günbegün, bitmek bilmeyen günler boyunca, Buck kızagı çekip durdu. Kampı hep
karanlıkta topladılar ve günün ilk ısıkları onları hep arkalarında birkaç mil
bırakmıs halde, yol üstünde buldu. Ve kamplarını hep karanlık bastıktan sonra
kurdular, bir lokmacık balıklarını yediler ve karın içine kıvrılıp uyudular.
Buck kurt gibi acıkıyordu. Günlük payı olan yedi yüz elli gramlık güneste
kurutulmus somon balıgı hiçbir ise yaramıyor gibiydi. Hiçbir zaman doymuyor,
sürekli açlık sancıları çekiyordu. Oysa diger köpekler, daha zayıf oldukları ve
bu hayatın içinde
dogup büyümüs oldukları için sadece yarım kilo balık yiyor, buna ragmen iyi
durumda kalmayı beceriyorlar di.
Buck eski yasamını niteleyen titizligi, müskülpesentligi hızla kaybetti. Zarifçe
yemek yemeye alıskın oldugundan, yemeklerini ondan önce bitiren diger köpekler
onun yemeginden asırıyor-lardı. Buna karsı çıkmanın hiçbir yolu yoktu, iki üç
tanesini ko-valasa bile o sırada yemegi digerlerinin bogazından asagı inmis
oluyordu. Bunu önlemek için diger köpekler kadar hızlı yemeye basladı. Açlık onu
ne kadar zorlarsa zorlasın, kendisine ait olmayan hiçbir seye el sürmüyordu,
izliyor ve ögreniyordu. Yeni köpeklerden biri olan, akıllıca hasta numarası
yapan hırsız Pi-ke'ın Perrault'nun sırtı dönükken kurnazca bir dilim domuz
pastırması çaldıgını görünce, ertesi gün aynı isi kendisi taklit edip parçayı
oldugu gibi mideye indirdi. Büyük patırtı çıktı, ama kimse Buck'tan
süphelenmedi; onun kabahati için, her zaman yakalanan beceriksiz Dub
cezalandırıldı.

Bu ilk hırsızlıgı Buck'ın düsmanca Kuzey ortamında sag kalmaya uygun oldugunu
göstermisti. Bu onun uyum saglama kabiliyetini, degisen kosullara kendisini
ayarlayabilme yetisini gösteriyordu, bunların yoklugu zaten hızlı ve korkunç bir
ölüm anlamına gelirdi. Bu hırsızlık aynı zamanda, acımasız var olma
mücadelesinde anlamsız bir engel olan ahlak anlayısının çürüdügünü veya
parçalandıgını da gösteriyordu. Sevgi ve arkadaslık kanunlarının geçtigi
Güney'de özel mülke ve kisisel duygulara saygı göstermek iyiydi; ama sopa ve dis
kanunlarının isledigi Kuzey'de böyle seyleri hesaba katan aptallık etmis olur ve
Buck'ın gördüklerine bakılırsa, ayakta kalmayı basaramazdı.
Elbette Buck bu sonuçlara düsünerek varmıyordu. Degisen sartlara uyumluydu,
hepsi buydu ve bilinçsizce kendini yeni hayat tarzına uydurdu. Hiçbir zaman,
ihtimaller ne olursa olsun,asla bir kavgadan kaçmamıstı. Ama kırmızı kazaklı adamın sopası onu çok daha kökten ve ilkel bir ruh haline sokmustu. Uygar zamanlarında Yargıç Miller'ın süvari kamçısını savunmak gibi ahlaki bir mesele için canını verebilirdi; ama
uygarlıktan artık tamamıyla kopmus olusu, ahlaki meselelerden uzak durma ve bu
sayede postunu kurtarabilme kabiliyetiyle kendini göstermisti. Zevk olsun diye
degil, midesi guruldadıgı için çalıyordu. Açıkça hırsızlık yapmıyor, sopa ve
dise duydugu saygı yüzünden gizlice ve kurnazlıkla çalıyordu. Yani yaptıgı
seyleri, onları yapmamaktan daha kolay oldugu için yapıyordu.

Gelisimi (ya da gerilemesi) hızlıydı. Kasları çelik kadar sertlesti ve bütün
sıradan agrılara karsı hissizlesti. Hem içten hem dıstan tasarruf etmeye
basladı. Ne kadar tiksindirici veya sindi-rilemez olursa olsun, her seyi
yiyebiliyordu. Bir kez yedikten sonra da midesinin asitleri yemeginin en ufak
bir parçacıgını bile özümseyebiliyor, kanı bu besini vücudunun en uzak
köselerine kadar tasıyor, onu dokuların en serti ve dayanıklısı haline
getiriyordu. Görüsü ve koku alma duyusu dikkat çekecek kadar keskinlesti,
kulaklarıysa öyle iyi duyuyordu ki, uykusunda bile en küçük gürültüyü duyuyor ve
barıs haberi mi, tehlike mi oldugunu ayırt edebiliyordu. Tırnakları arasında
biriken buzu disleriyle tutarak çıkarıp atmayı, susadıgında ve su deliginin
üstünde kalın bir buz tabakası oldugunda geri çekilip gergin ön ayaklarıyla ona
vurarak kırmayı ögrendi. En çarpıcı özelligi de rüzgârı koklayarak bir gece
önceden hava tahmininde bulunabilme-siydi. Yuvasını bir agacın ya da yamacın
yanında kazdıgı sırada rüzgâr ne kadar sert eserse essin, bir sonraki rüzgâr onu
mutlaka asagıda, korunaklı ve rahat buluyordu.
Sadece deneyimleriyle ögrenmiyordu, uzun süredir ölü olan içgüdüleri de yeniden
canlanmaya baslamıstı. Evcil kusaklar üzerinden dökülüp gitti. Geçmiste soyunun genç oldugu zamanları, vahsi köpeklerin ilkel ormanın içinde sürüler halinde dolasarak avlarını yakalayıp öldürdüklerini hayal meyal hatırlamaya baslamıstı. Kesip parçalayarak ve hızlı
kurt kapanını kullanarak savasmayı ögrenmek onun için isten bile degildi.

Unutulmus ataları bu sekilde savasmıstı. Bunlar içindeki eski yasama hız
kazandırdı, soyunun mirasına kazınmıs eski hileler onun hileleriydi. Bunlar çaba
harcamadan, aramadan, sanki hep oraday-mıs gibi su yüzüne çıkıyordu. Ve sessiz,
soguk gecelerde burnunu bir yıldıza uzatıp bir kurt gibi uzun uzun uludugunda,
yıldıza burnunu uzatıp yüzyılların ötesinden kendi vücudunun içinden uluyanlar,
toza topraga karısmıs eski atalarıydı. Buck'un nagmeleri onların da
nagmeleriydi, ataları o nagmelerle kendi acılarını dile getirmisti. Bu nagmeler
onlar için sessizligin, sogugun ve karanlıgın anlamıydı.
Böylece, hayatın nasıl baskalarının elinde bir kukla oldugunu anlatan eski
sarkı, onun içinden geçerek yüzeye çıktı ve Buck yemden kendini buldu. Kendini
buldu, çünkü insanlar Ku-zey'de san bir metal kesfetmisti ve Manuel, aldıgı para
karısının ve kendisine benzer sürüyle küçük veledin ihtiyaçlarını bile
karsılamaya yetmeyen bir bahçıvan yardımcısıydı.

_lkel Hayvanın Üstünlügü
Buck'ın içindeki baskın ilkel hayvan güçlüydü ve kızak hayatının kötü
kosullarında gittikçe bu hayvan daha da büyüdü. Ancak bu, gizli bir büyümeydi.
Yeni dogmus kurnazlıgı Buck'a kendine hâkimiyet ve kontrol gücü veriyordu.
Kendim rahat hissedebilmek için yeni hayata uyum saglamakla zaten fazlasıyla
mesguldü, bu yüzden kavgaları baslatmamakla kalmayıp, mümkün oldugunca onlardan
kaçıyordu da. Tavrına belirli bir tedbirlilik hâkim olmustu, ihtiyatsızlıga ve
acelecilige kapılmıyor, Spitz'le aralarındaki keskin nefrette sabırsızlık
göstermiyor, her türlü saldırgan davranıstan kaçınıyordu.
Diger taraftan Buck'ı tehlikeli bir rakip olarak gördügünden olsa gerek, Spitz
dislerini göstermek için hiçbir fırsatı kaçırmı-yordu. Hatta Buck'a gözdagı
vermek için yolundan çıkıyor, sadece ikisinden birinin ölümüyle sonuçlanabilecek
o kavgayı baslatmak için sürekli ugrasıyordu. Beklenmedik bir olay olmasa bu
kavga yolculugun daha baslarında gerçeklesecekti. O günün sonunda Laberge
Gölü'nün kıyısında, rüzgâra açık, sefil ve kasvetli bir kamp kurmuslardı.
Aralıksız yagan kar, akkor bir bıçak gibi insanı kesen bir rüzgâr ve karanlık,
onları el yordamıyla bir kamp yeri aramaya zorlamıstı. Bundan daha kötüsü
olamazdı. Arkalarında kayalardan dimdik bir duvar yükseliyordu ve Perrault
ile Francois, gölü kaplayan buzun üstünde ates yakmak ve uyku tulumlarını
buzun üzerine sermek zorunda kalmıslardı. Daha hafif yolculuk etsinler diye
çadırlarım Dyea'da bırakmıslardı. Suyun sürüklemis oldugu birkaç parça çalı
çırpı, ancak buzlarını çözmeye yarayan ve onları aksam yemeklerini karanlıkta
yemeye terk eden bir ates saglamıstı onlara.

Siper olusturan bir kayaya yakın bir yerde Buck yuvasını kazdı. Yuvası öylesine
rahat ve sıcaktı ki, Francois buzlarını ates üzerinde çözmüs oldugu balıkları
dagıtırken yuvasından istemeye istemeye çıktı. Kendi payını bitirip geri
döndügünde, yuvasının isgal edilmis oldugunu gördü. Uyarı dolu bir hırıltı,
yerini kapanın Spitz oldugunu gösteriyordu. O ana kadar Buck düs-manıyla sorun
yasamaktan kaçınmıstı, ama bu kadarı da fazlaydı, içindeki vahsi hayvan kükredi.
Spitz'in üzerine öyle bir öfkeyle atladı ki, ikisi de sasırdı. Spitz daha çok
sasırmıstı, çünkü o ana kadar hasmının alısılmadık derecede çekingen bir köpek
oldugunu ve sadece agırlıgı ve koca cüssesi sayesinde ayakta kalabildigini
sanıyordu.

Francois da sasırmıstı, dagılmıs yuvadan birbirlerine girmis halde dısarı
fırlayan köpekleri görünce meseleyi tahmin etti. "Hadi oglum!" diye bagırdı
Buck'a. "Göster gününü ona! Göster o pis hırsıza gününü!"
Spitz de kavga etmeye aynı derecede istekliydi. Büyük bir öfke ve hırsla
bagırıyor, Buck'ın üzerine atlamak için ileri geri gidip onun etrafında dönerek
fırsat kolluyordu. Buck'ın hırsı ve dikkati de onunkinden asagı kalmıyordu; o da
ileri geri daireler çizerek uygun anı kolluyordu. Ama tam o sırada beklenmeyen
bir olay, üstünlük saglamak için yaptıkları kavgayı, uzak bir gelecege, miller
boyunca yorucu kızak çekme isinin ötesine attı.
Perrault'dan bir küfür, bir hayvan iskeletine vurulan sopanın
çıkardıgı ses ve acı dolu tiz ve keskin bir ciyaklama, hengâmenin basladıgını
haber verdi. Bir anda kampın sinsice içeri girmis kürklü hayvanlarla dolu oldugu
anlasıldı -açlıktan gözü dönmüs seksen ila yüz Eskimo köpegi, kampın kokusunu
yakınlardaki bir Kızılderili köyünden almıstı. Köpekler Buck ile Spitz kavga
ederken içeri sızmıstı ve iki adam iri sopalarla ortalarına atladıgında
dislerini gösterip karsı koydular. Yemek kokusu onları çılgına çevirmisti.
Perrault köpeklerden birini kafası yiyecek kutusunun içine dalmıs halde buldu.
Sopasını siddetle hayvanın sıska kaburgalarına vurdu ve yiyecek kutusu yere
devrildi. Bir anda açlıktan ölmek üzere olan yirmi kadar vahsi hayvan, ekmekle
domuz pastırmasının basına üsüstü. Sopalar acımasızca üzerlerine iniyordu. Sopa
yagmuru altında havladılar, uludular; ama son kırıntıyı da yutuncaya dek
çılgınca mücadele etmeyi bırakmadılar.

Bütün bunlar olurken ekipteki köpekler saskın bir halde yuvalarından dısarı
fırlamıs, fırladıkları gibi de yuvaları azılı istilacılar tarafından isgal
edilmisti. Buck hayatında böyle köpekler görmemisti. Sanki kemikleri
derilerinden dısarı fırlayacaktı. Alev alev gözleri ve salyaları akan
disleriyle, üzerlerinden sarkan kirli postlardan ve iskeletlerden ibarettiler.
Ama açlık onları deliye döndürmüs, korkunç bir hale getirmisti. Onlara karsı
koymak mümkün degildi. Daha ilk saldırıda ekipteki köpekler kayalara geri
püskürtüldü. Buck üç Eskimo köpegi tarafından sıkıstırılmıs ve bir anda bası ve
omuzları yaralanmıstı. Kargasa muazzamdı. Billee her zamanki gibi aglıyordu.
Dave ile Sol-leks çok sayıdaki yaralarından yere kan damlar vaziyette, cesurca
yan yana savasıyordu. Joe seytan gibi ısırıyordu. Bir Eskimo köpeginin ön
bacaklarından birini disledi ve disleri kemigi kırıp içine kadar girdi. Her
zaman hasta numarası yapan Pike, sakatlanmıs
hayvanın üstüne atlayarak hızla dislerini geçirip ani bir çekisle
hayvanın boynunu kırdı. Buck, agzından köpükler saçılan bir köpegi gırtlagından
yakaladı ve dislerini boynuna geçirince üstüne kanlar fıskırdı. Kanın agzındaki
sıcak tadı Buck'ı daha da büyük bir öfkeye sürükledi. Düsmanının üstüne atıldı
ve aynı anda kendi gırtlagına da dislerin battıgını hissetti. Bu Spitz'di,
haince yandan saldırıyordu.

Kampta kendi taraflarını temizlemis olan Perrault ile Francois kızak köpeklerini
kurtarmaya kostu. Açlıktan ölmek üzere olan canavarlardan olusan vahsi grup
önlerinden çekildi ve Buck da kendini kurtardı. Ama bu sadece bir anlıktı, iki
adamın grubu kurtarmak için geri dönmesi gerekiyordu, çünkü Eskimo köpekleri
yeniden ekibe saldırmak için geri dönmüstü. Duydugu korkuyla cesaretlenen
Billee, vahsi dairenin üzerinden sıçrayarak buzun üzerinden kaçıp uzaklastı.
Pike ve Dub da arkalarına bakmadan onu takip ettiler, ekibin geri kalanı da
peslerin-deydi. Buck da onların ardından fırlamaya hazırlanırken, gözünün ucuyla
Spitz'in onu yere yıkmak için üzerine atladıgını gördü. Bir kez ayakları yerden
kesilip bu Eskimo köpegi sürüsünün altında kaldı mı, hiçbir sansı olmazdı.
Spitz'in saldırısının getirdigi soku atlatıp, gölün üstünde kaçanlara katıldı.
Daha sonra dokuz köpek bir araya geldi ve ormanda saklanacak yer aramaya
basladı. Takip edilmemelerine ragmen perisan vaziyetteydiler. Dört veya bes
yerinden yaralanmamıs tek bir köpek bile yoktu, kiminin yaraları da agırdı. Dub
arka ayagından agır yaralanmıstı; Dyea'da ekibe katılan son Eskimo köpegi olan
Dolly'nin ise gırtlagı fena yarılmıstı; Joe bir gözünü kaybetmisti;
kulaklarından biri çignenip serit serit olmus iyi huylu Billee ise bütün gece
boyunca aglayıp inledi. Gün agarınca ihtiyatlı bir sekilde topallayarak kampa
geri döndüler. Yagmacılar gitmisti ve
iki adamın da canı çok sıkkındı. Erzaklarının yarısı gitmisti. Eskimo köpekleri
kızak kayıslarıyla çadır bezlerini yemisti. Aslında, yenilemeyecek bile olsa
hiçbir seyi çignemeden bırakmamıslardı. Perrault'nun geyik derisinden yapılmıs
bir çift mokasenini, deri kayısların parçalarını, hatta François'nın kırbacının
ucundan yarım metreden uzun bir kısmı bile yemislerdi. Francois yaralı
köpeklerine bakınca kederle söylenmeye basladı.
"Ah, dostlarım," dedi sefkatle, "belki sizi kudurtur bu kadar ısırık. Belki de
hepsi kuduzdu, sacredam"
 Sen ne dersin, Perrault?"
Kurye süpheyle basını iki yana salladı. Dawson ile aralarında hâlâ kızakla
gidilecek dört yüz mil mesafe varken, köpekleri arasında kuduz çıkmasına göz
yumamazdı. Küfredip ugrasarak geçen iki saatin sonunda kosumlar iyi kötü bir
sekle sokuldu ve yaraları yüzünden kıpırdamakta zorlanan ekip, simdiye kadar
karsılasmıs oldukları, hatta Dawsonla aralarındaki mesafede karsılasacakları en
zorlu yolculuk için, acıyla kıvranarak yola koyuldu

Thirty Mile Nehri apaçıktı. Azgın sular donu engelliyordu ve sadece girdaplarda
ve durgun yerlerde buz tutmustu. O korkunç otuz mili kapatmak için altı gün
boyunca sıkı kızak çekmeleri gerekti. Korkunçtu, çünkü her adımda hem köpekler
için, hem adamlar için ölüm tehlikesi vardı. Önden giden Perrault defalarca
kırılan buz geçitlerden düstü ve her seferinde elindeki uzun sopası sayesinde
kurtuldu. Sopayı öyle bir sekilde tutuyordu ki, ne zaman kendi vücudunun açtıgı
deliklere düsse, sopa da onunla birlikte düsüyordu. Ama dondurucu bir soguk
vardı, termometre sıfırın altında elliyi gösteriyordu ve suya her düsüsünde
hayatta kalabilmek için, ates yakıp giysilerini kurutması gerekiyordu.
Hiçbir sey onu yıldırmıyordu. Zaten hiçbir sey onu yıldırma-dıgı için hükümet
kuryesi olarak seçilmisti. Her türlü riski göze alıyordu, küçük ve kuruluktan
kırısmıs yüzüyle azimle sogugun içine dalıyor ve safaktan günbatımına kadar
mücadeleye devam ediyordu. Ayaklarının altında bükülüp çıtırdayan, üzerinde
durmaya cesaret edemedikleri buzun donmus kıyılarından geçiyordu. Bir seferinde
kızak Dave ve Buck ile birlikte suya düstü ve dısarı çekildiklerinde ikisi de
yarı donmus ve neredeyse bogulmus durumdaydı. Onları kurtarmak için her zamanki
gibi ates yakılması gerekti. Kaskatı buzlarla kaplanmıslardı ve iki adam onlan
atesin yanacak kadar yakınında kosturdu, terletti ve buzlarını çözdü.
Bir seferinde de Spitz suya gömüldü ve pesi sıra bütün ekibi de, Buck'a
gelinceye kadar sürükledi. Buck, ön pençeleri kaygan kenarda, her tarafında
buzlar çatırdayıp kırılırken, var gücüyle geri çekti. Onun arkasında Dave vardı
ve o da aynı sekilde geri çekti; onun da arkasında Francois kasları çatlayıncaya
kadar çekiyordu.

Bir keresinde de buz hem önlerinden, hem arkalarından kırıldı ve kayaya
tırmanmaktan baska kaçıs yolu bırakmadı. Per-rault ancak bir mucize olursa
kurtulabileceklerini düsünürken, Francois da bu mucize gerçeklessin diye dua
etmekle mesguldü. Her bir sırım, kızagın tüm kayısları ve kosumlar hep birlikte
bükülerek uzun bir halat yapıldı ve köpekler bununla birer birer kayanın
tepesine çekildi. Kızakla yük de geldikten sonra, Francois sonuncu olarak yukarı
çıktı. Ardından inecek bir yer arayısı basladı ve nihayet inis de halat
yardımıyla yapıldı. Karanlık bastırdıgında yine nehrin üstünde, sabah yola
çıktıkları noktadan sadece çeyrek mil uzaktaydılar.
Hootalinqua'ya ve saglam buza ulastıklarında, Buck yorgunluktan
tükenmis haldeydi. Diger köpeklerin durumu da onun-kinden farklı degildi,
ama Perrault kaybedilen zamanı telafi etmek için onları sabahın erken
saatlerinden geç vakitlere kadar kosturuyordu, ilk gün Big Salmon'a kadarki otuz
bes mili kat ettiler, ertesi gün Little Salmon'a bir otuz bes mil daha gittiler,
üçüncü günse kırk mil giderek Five Fingers'a ulasmayı basardılar.
Buck'ın ayakları Eskimo köpeklerininki kadar sıkı ve sert degildi. Onunkiler,
son vahsi atasının bir magara veya nehir adamı tarafından evcillestirildigi
günden bu yana, nesiller boyunca yumusamıstı. Bütün gün acıyla topalladı ve kamp
kurulur kurulmaz yarı ölü bir vaziyette yere yattı. Çok aç olmasına ragmen
balıktan kendisine düsen payı almak için yerinden kıpırdamak istemiyordu, bu
yüzden Francois yemegini ayagına getirmek zorunda kaldı. Ayrıca köpek sürücüsü
her gece yemekten sonra Buck'ın ayaklarını yarım saat boyunca ovdu ve kendi
mokasenlerinin üst kısımlarını feda ederek Buck'a dört tane mokasen yaptı.
Bunlar Buck'ı çok rahatlattı. Bir sabah Francois mokasenleri unuttu diye Buck'ın
sırt üstü yatıp dört ayagını birden yalvarırcasına havada salladıgını ve onlar
olmadan yerinden kıpırdamayı reddettigini gören kırısık yüzlü Perrault bile bir
anlıgına sırıttı. Daha sonraları Buck'ın ayakları yola alısıp sertlesti ve
asınmıs pabuçlar da atıldı.

Bir sabah Pelly'ye kosumlarını takarlarken, hiçbir zaman, hiçbir konuda göze
çarpmayan Dolly, bir anda kuduruverdi. Duyan tüm köpeklerin tüylerini korkudan
diken diken eden bir biçimde, bir kurt gibi uzun uzun ve dokunaklı bir sekilde
uluyarak vaziyetini belli ettikten sonra, dosdogru Buck'ın üzerine atladı. Buck
bir köpegin böyle kudurdügünü hiç görmemisti, kudurmakdan korkmak için bir
nedeni de yoktu; ama korkması
gerektigini biliyordu ve panik içinde ondan kaçtı. Var gücüyle dümdüz
kosuyordu, Dolly de soluk soluga ve agzından köpükler saçarak hemen bir adım
arkasından geliyordu. Buck öyle korkuyla kosuyordu ki, Dolly onu
yakalayamıyordu; Dolly de öyle çılgınca kosuyordu ki, Buck ondan
uzaklasamıyordu. Buck adanın ortasındaki agaçların içine daldı, asagıya adanın
ucuna kadar kostu, baska bir adaya giden buzlarla kaplı bir arka geçitten
ikinci, oradan üçüncü bir adaya geçti, ana nehre geri döndü ve ümitsizce nehri
geçmeye çalıstı. Bütün bunlar olurken, arkasına bakmasa da, Dolly'nin
hırıltısını sadece bir adım gerisinde duyabiliyordu. Francois çeyrek mil öteden
Buck'a seslendi ve Buck süratle gerisingeri döndü, Dolly'den hâlâ sadece bir
adım öndeydi, nefesi kesilmisti ve tek ümidi François'nın onu kurtar-masıydı.
Köpek sürücüsü baltayı elinde hazır tutuyordu ve Buck ok gibi onun yanından
geçer geçmez, baka kudurmus Dolly'nin kafasına büyük bir siddetle indi.
Buck bitkin, nefes nefese, gücü kalmamıs bir halde kızaga çöktü. Spitz'in
bekledigi fırsat da buydu. Buck'ın üstüne atlayıp dislerini karsı koyamayan
düsmanına iki kez geçirdi ve etini kemigine kadar yırtıp ayırdı. Ardından
François'nm kırbacı indi ve Buck Spitz'in o zamana kadar ekipteki köpeklerden
birinin almıs oldugu en kötü kırbaç darbesini yedigini görünce memnun oldu.
"Seytanın teki bu Spitz," dedi Perrault.
 "Lanet günün birinde o Buck'ı öldürecek."
"Ama Buck da iki seytana bedel," diye karsılık verdi Francois.
 "Devamlı izledigimden biliyorum. Gör bak, günün birinde öfkeden deliye dönecek ve bu
Spitz'i çignedigi gibi karın ortasına tükürecek. Kesinlikle. Biliyorum bunu."
O andan sonra aralarında savas vardı artık.

Lider köpek ve ekibin herkes tarafından tanınmıs efendisi olarak Spitz, bu tuhaf Güneyli
köpegin kendi üstünlügüne bir tehdit olusturdugunu hissediyordu. Buck onun için
gerçekten de tuhaf bir köpekti, çünkü onca Güneyli köpek görmüs olmasına ragmen,
hiçbiri kampta ve yolda fazla basarılı olamamıstı. Hepsi asırı narindi, agır
isten, soguktan ve açlıktan ölüyorlardı. Oysa Buck digerlerinden farklıydı.
Sadece o dayanmıs ve gelismis, güç, vahset ve kurnazlıkta bir Eskimo köpegiyle
basa bas gitmisti. Ayrıca lider olabilecek bir köpekti ve onu tehlikeli yapan
sey, kırmızı kazak-lı adamın elindeki sopanın, onun liderlik arzusundan körü
körüne kabadayılıgı ve tedbirsizligi tamamıyla çıkartıp atmıs olmasıydı. Son
derece kurnazdı ve ilkel bir sabırla uygun anın gelmesini beklemeyi biliyordu.

Liderlik için çatısma vaktinin gelmesi kaçınılmazdı. Buck bunu istiyordu,
istiyordu, çünkü bu onun dogasında vardı, çünkü kızak çekmenin verdigi o
isimsiz, anlasılmaz gurur pençesine almıstı onu -o gurur ki, köpekleri son
nefeslerine kadar kızakta tutuyor, onları kosum takımında seve seve ölecek kadar
cezbe-diyor ve kosumdan kesilip çıkartılırlarsa kalplerini kırıyordu. Tekerlek
köpegi olarak Dave'in, var gücüyle çekerken Sol-leks'in duydugu gurur buydu;
kamp toplanırken onları ele geçiren, onları ters ve asık yüzlü vahsi
hayvanlardan mücadeleci, istekli, hırslı varlıklara dönüstüren; gün boyunca
onları kamçılayıp, geceleri kamp kurulunca yok olup, onları yeniden hüzünlü
huzursuzluklarına ve mutsuzluga döndüren gurur. Bu gurur Spitz'i ayakta tutuyor,
onun kosumlarda hata yapan, kaytaran veya sabahları kosumları takma vaktinde
saklanan kızak köpeklerini dövmesine neden oluyordu. Aynı sekilde, onun Buck'tan
olası bir lider olarak korkmasına neden olan da bu gururdu. Çünkü bu gurur
Buck'ta da vardı.

Öbürünün liderligini gayet açıkça tehdit ediyordu. Onunla cezalandırmak
istedigi, isten kaytaran köpeklerin arasına giriyordu. Bunu da kasten yapıyordu.
Bir gece çok siddetli kar yagmıstı ve sabahleyin, hep hasta numarası yapan Pike
ortalıklarda gözükmedi. Bir karıs karın altında güzelce saklanmıstı. Francois
seslenerek onu aradı, ama bulamadı. Spitz hiddetten çılgına dönmüstü. Öfkeyle
kampı dolandı, onun olabilecegi her deligi kokladı ve kazdı, öyle fena
hırlıyordu ki, Pike bunu duyup saklandıgı yerde titredi.
En sonunda Pike yerinden çıkartılıp Spitz onu cezalandırmak için üzerine
atlayınca Buck da aynı derecede öfkeyle aralarına girdi. Bu öylesine beklenmedik
bir biçimde, öylesine kurnazca yapılmıs bir seydi ki, Spitz geri savruldu ve
ayakları yerden kesildi. Sefil bir halde titremekte olan Pike, bu açık
baskaldırıdan cesaret alarak devrik liderinin üstüne atladı. Centilmenligi
çoktan bir tarafa atmıs olan Buck da Spitz'in üstüne atladı. Ancak, olaya kıkır
kıkır gülse de adaleti yerine getirirken ödün vermeyen Francois, bütün gücüyle
kırbacını Buck'a indirdi. Bu Buck'ı yere serilmis hasmından alıkoyamadı ve
kırbacın dipçigi devreye girdi. Darbelerden yarı afallamıs bir halde Buck geriye
püskürtüldü ve kırbaç üstüne tekrar tekrar indi, bu sırada Spitz de birçok kusur
islemis olan Pike'ı adamakıllı cezalandırıyordu.
Sonraki günlerde, Dawson'a gittikçe yaklastıkları sırada, Buck hâlâ Spitzle
suçluların arasına giriyordu, ama bunu Francois ortalıkta yokken, kurnazca
yapıyordu. Buck'ın gizli ayaklanması sonucunda ekipte genel bir itaatsizlik
havası ortaya çıktı ve gittikçe büyüdü. Dave ile Sol-leks bundan etkilenmemisti,
ama ekibin geri kalanı gittikçe kötülesiyordu. Artık isler düzgün yürümüyordu'.
Sürekli bir tartısma ve nifak havası vardı. Hep bir sorun, sorunun arkasında da
hep Buck vardı. François'yı bayagı
ugrastırıyordu, çünkü köpek sürücüsü iki köpek arasında er ya da geç
gerçeklesecegini bildigi ölüm kalım savasının sürekli bilincindeydi ve birçok
geceler baska köpeklerin arasındaki dalasma ve kavga seslerini duyup, Buck'la
Spitz olduklarından korkarak uyku tulumundan dısarı fırlıyordu.
Fakat bu fırsat ortaya çıkmadı ve hâlâ büyük kavganın beklentisi içinde,
kasvetli bir aksamüstü Dawson'a vardılar. Burada bir sürü adamla sayısız köpek
vardı ve Buck'ın gördügü kadarıyla, hepsi de is basındaydı. Köpeklerin çalısması
islerin dogal dü-zeniymis görünüyordu. Gün boyunca uzun ekiplerle ana caddeyi
bir asagı bir .yukarı turladılar, geceleyin de çanları caddede çalmaya devam
etti. Kulübe için kütük, ates yakmak için odun da tasıdılar, bunları madenlere
çıkardılar ve Santa Clara Vadi-si'nde atlar ne is yapıyorsa, hepsini yaptılar.
Buck ara sıra Güneyli köpeklere de rastladı, ama genelde köpeklerin çogu vahsi
kurt Eskimo köpegi cinsindendi. Her gece düzenli olarak dokuzda, on ikide ve
üçte, bir gece sarkısı, esrarengiz ve ürkütücü bir melodi tutturuyorlardı ve
Buck da buna katılmaktan zevk duyuyordu.

Basının üstünde soguk alevlerle yanan kutup ısıklarıyla, buz dansında sıçrayan
yıldızlarla ve kar örtüsünün altında donmus ve uyusmus toprakla, Eskimo
köpeklerinin bu sarkısı hayata bir meydan okuma olabilirdi. Ne var ki, sarkı
minör gamdaydı; uzun uzadıya ulumalar ve yarı hıçkırıklarla daha ziyade
hayattan, varolusun verdigi acılardan bir yakınmaydı. Eski bir sarkıydı, soyun
kendisi kadar eski -genç dünyanın, hüzünlü oldugu bir günde bestelenmis ilk
sarkılarındandı. Buck'a böylesine tuhaf biçimde dokunan yakınma, sayısız neslin
açılarıyla örülmüstü. Sızlanıp agladıgında, bir zamanlar vahsi atalarında olan
yasam acısıyla ve sogukla karanlıgın, bir zamanlar onların da hissettigi
korkunçlugu ve gizemiyle aglıyordu. Ve bundan etkilene-bilmesi, ocagın
yanında ve çatının altında yasadıgı devirleri geride bırakıp, yasamın uluma
çaglarındaki ilkel baslangıcına kulak kabartısının göstergesiydi.
Dawson'a girmelerinden yedi gün sonra, Yukon Yolu'na giden Barracks'ın dik
kıyısından asagı indiler ve Dyea ile Salt Wa-ter'a dogru kızak çekmeye
basladılar. Perrault postayı getirdiklerinden daha acele götürür gibiydi;
yolculuk gururu onu da sarmıstı ve yılın yolculuk rekorunu kırmayı hedefliyordu.

Pek çok konuda avantajlı sayılırdı. Bir haftalık mola köpeklerin yeniden
kuvvetlerini kazanmasını saglamıs, onları tam olarak forma sokmustu. Bölgede
açtıkları yol, kendilerinden sonra geçen yolcularla iyice sertlesmisti. Ayrıca
polis de iki üç yerde köpeklerle insanlar için yiyecek depolamıstı ve böylece
yolcular daha hafif seyahat edebiliyordu.
ilk gün Sixty Mile'a vardılar ki, bu da elli millik bir yol demekti; ikinci
günse Yukon Nehri'nden yukarı Pelly'ye dogru hızla gittiler. Ama bu muhtesem
kosuları Francois açısından büyük sorunlar ve sıkıntılarla dolu geçmisti.
Buck'ın basım çektigi, içten içe büyüyen isyan ekibin dayanısmasını bozmustu.
Artık kosumlarda tek bir köpek gidiyormus gibi degildi. Buck'ın asilere verdigi
cesaret, hepsini her türlü kötü davranısa sürüklemisti. Artık Spitz korkulacak
büyük bir lider degildi. Eskiden ondan duyulan korku kayboldu ve digerleri onun
otoritesine karsı çıkan esitleri haline geldi. Pike bir gece ondan yarım balık
çaldı ve Buck'ın koruması sayesinde balıgı midesine indirdi. Baska bir gece de
Dub ve Joe, Spitz'le kavga ettiler ve Spitz'in hak ettikleri cezayı vermekten
vazgeçmesini sagladılar. Hatta iyi huylu Bil-lee bile eskisi kadar iyi huylu
degildi ve artık eski günlerdekinin yarısı kadar bile yalvarırcasına
sızlanmıyordu. Buck ise tehdit
dolu bir biçimde hırlayıp tüylerini kabartmadan Spitz'in yanma bile
yaklasmıyordu. Gerçekte, davranısları zorbalasmaya baslamıstı, Spitz'in
gözlerinin önünde kasıla kasıla dolasıyordu.

Disiplinin bozulması aynı sekilde diger köpeklerin birbirleriyle iliskilerini de
etkiliyordu. Kendi aralarında her zamankinden daha fazla kavga ve münakasa
ediyorlardı, öyle ki, kimi zaman kamp uluyan bir tımarhaneye dönüsüyordu. Sadece
Dave ile Sol-leks degismemisti, gerçi onlar da bitmek bilmeyen hırgürden
aksilesmisti. Francois yabancı dilde barbarca küfürler savuruyor, faydasız bir
öfkeyle karın üstünde tepmiyor, saçım basını yoluyordu. Kırbacı devamlı
köpeklerin arasında saklıyor, ama bunun hiçbir faydası olmuyordu. Arkasını döner
dönmez yine baslıyorlardı. O Spitz'i kırbacıyla desteklerken, Buck da ekibin
geri kalanına arka çıkıyordu. Francois bütün bu sorunların ardında Buck'ın
oldugunu, Buck da onun bunu bildigini biliyordu; ama Buck bir kez daha suç üstü
yakalanmayacak kadar akıllıydı. Kosumlarda sadakatle çalısıyordu, çünkü kızak
çekme isi ona gerçekten zevk vermeye baslamıstı, ama arkadaslarının arasında
kurnazca hır çıkarmak ve kosumları birbirine dolamak daha büyük bir zevkti.
Bir gece yemekten sonra Talkeetna agzındayken Dub bir kutup tavsanı yakaladı,
tökezledi ve onu elinden kaçırdı. Bir anda bütün ekip çıglık çıglıga bagırmaya
basladı. Yüz metre kadar uzakta Kuzeybatı Polisi'nin bir kampı vardı ve orada
bulunan, hepsi de Eskimo köpegi olan elli köpek de kovalamacaya katıldı. Tavsan
nehir asagı son hızla kosup, donmus yatagından yukarı çıkarak ufak bir dereye
yöneldi. Kardan yüzeyde kolayca kosuyor, köpeklerse bütün güçlerini harcayarak
onu kovalıyordu. Buck altmıs güçlü köpekten olusan sürünün basını çekiyor, bir
dönemeçten digerine kossa da, tavsanı bir türlü yakalayamıyordu.
Hırsla inleyerek var gücüyle kosmaya basladı, muhtesem vücudu donuk beyaz
ay ısıgının altında en önde, adım adım, ok gibi gidiyordu. Ve adım adım, soluk
beyaz bir hayalet gibi, kutup tavsanı önden kosuyordu.
Belli dönemlerde insanları gürültülü sehirlerden çıkarıp ormana yönelten ve
onları kimyasallar sayesinde fırlatılan kursun saçmalarla avlanmaya sürükleyen o
eski içgüdülerin tüm kıpırtıları, kana susamıslık, öldürmenin verdigi zevk -
Buck'ın hissettikleri de bunlardı, ama bunları insanlardan farklı olarak, çok
daha yakından hissediyordu. Sürünün en önünde kosuyor, yabani canlı eti
yakalayıp, kendi disleriyle öldürüp, burnundan gözlerine dek sıcak kanla
yıkanmak istiyordu.

Hayatın zirvesini imleyen ve ondan sonra yasamın daha ötesine yükselemeyecegi
bir esriklik anı vardır. Yasamın çeliskisi öyledir ki, birisi en canlı
halindeyken bu esriklik gelir ve canlı oldugunu tamamen unutturur ona. Bu
esriklik, yasamın bu unutulusu, alevlerle kaplanarak dalıp giden, kendinden
geçen sanatçılarda, cehenneme dönmüs bir savas alanında savas çılgınlıgına
kapılarak, düsmanına aman vermeyen askerlerde olur. Sürünün basında eski kurt
çıglıgını haykırarak, ay ısıgında hızla önünde kosan canlı yiyecegini var
gücüyle kovalarken bu Buck'a da oldu. Dogasının derinliklerim ve kendinden daha
da derinde olan, ta Zamanın rahmine kadar uzanan kısımlarını dile getiriyordu,
içlerinde ölümden baska her sey olan, atesli ve saha kalkmıs, kendisini
hareketle ifade eden, yıldızların altında ve cansız topragın üstünde sevinçle
uçan her bir kasın, eklemin ve sinirin kusursuz coskusu, yasamın saf kabarısı ve
var olusun yükselisi avcuna almıstı onu.
Ancak olaganüstü ruh hallerinde bile soguk ve hesapçı davranan Spitz gruptan
ayrıldı ve derenin açıktan kıvrıldıgı yerden
kestirme gitti. Buck bunu bilmiyordu ve hâlâ önünde uçar gibi giden tavsanın
soluk hayaletinin pesi sıra kavsaktan döndügünde, baska ve daha büyük bir soluk
hayalet yukarıdaki yamaçtan tam tavsanın yolunun üzerine atladı. Bu Spitz'di.
Tavsan dönemedi ve beyaz disler belkemigini havada kırarken, vurulan bir insanın
bagırabilecegi kadar yüksek sesle bagırdı. Yasam çıglıgının Yasamın dorugundan
asagı, Ölümün ellerine indigim duyunca Buck'ın arkasındaki bütün grup zevk
içinde bir cehennem çıglıgı attı.

Buck bagırmadı. Kendini tutamayıp Spitz'e atıldı, omuz omza öyle sert girdi ki,
onun boynunu ıskaladı. Toz gibi karların üstünde defalarca döndüler. Spitz hiç
devrilmemis gibi yeniden ayaga kalkarak Buck'ı omzundan yaralayıp geri sıçradı.
Kıvrılan ve hırıldayan etsiz ve kalkık dudaklarla ayagını daha saglam basacak
bir yer bulmak için gerilerken, disleri iki kez, bir kapanın çelik disleri gibi
birbirine çarptı.
Buck bir anda anladı. Vakit gelmisti. Ölümüneydi. Hırlayarak, kulakları arkada,
avantaj yakalamak için dikkatle fırsat kol-layarak birbirlerinin etrafında
dönerlerken, yasadıgı sahne Buck'a hiç de yabancı gelmiyordu. Hepsini
hatırlıyordu sanki -beyaz ormanlar, toprak, ay ısıgı ve dövüsün heyecanı.
Beyazlıgın ve sessizligin üzerinde ölümcül bir durgunluk vardı. En ufak bir
esinti bile yoktu -hiçbir sey hareket etmiyor, yaprak bile kımıldamıyordu, gözle
görülen solukları buz gibi havada yavasça yükselip asılı kalıyordu. Kutup
tavsanının isini iki dakikada bitirmislerdi, bu köpekler kötü kurtlardı ve su
anda da ikisinin çevresinde beklenti dolu bir çember olusturmuslardı. Onlar da
kendileri gibi sessizdi, sadece gözleri parlıyor ve soludukları hava yavasça
yukarı dogru sürükleniyordu. Buck için eski zamanların bu sahnesi, yeni ya da
yabancı bir sey degildi. Sanki isler
hep böyle yürümüstü.

Spitz tecrübeli bir dövüsçüydü. Spitzbergen'den Kuzey Kut-bu'na, Kanada ve
Barrens'a varıncaya kadar her türlü köpegin üstesinden gelmis, onlara liderlik
etmeyi basarmıstı. Öfkesi sertti, ama hiçbir zaman körü körüne degildi.
Parçalama ve yok etme tutkusu içindeyken, hiçbir zaman düsmanının da kendisi
gibi parçalama ve yok etme tutkusu içinde oldugunu aklından çıkarmazdı. Kendisi
bir hamleyi karsılamaya hazır olmadan hamleye kalkısmaz, kendini savunmaya hazır
olmadan asla saldırıya geçmezdi.
Buck dislerini büyük beyaz köpegin boynuna geçirmeye çalısıyordu ama nafile.
Disleri yumusak et bulmak için nereye atılsa Spitz'in disleriyle karsılasıyordu.
Disler birbirine çarpıyor, dudaklar kesilmis, kanıyordu, fakat Buck hasmının
savunmasını delemiyordu. Daha sonra ısınmaya basladı ve Spitz'i dört bir yandan
hamlelerle çevirdi. Birkaç kez, yasamın yüzeye yakın kö-pürdügü o kar beyazı
gırtlaga ulasmaya çalıstı, ama her seferinde Spitz onu yaralayıp geri kaçtı.
Buck onu boynundan yakala-yacakmıs gibi hamle yaparken birden basını geri çekip
yandan dolanmaya ve devirebilmek için omzunu Spitz'in omzuna çarpmaya çalıstı.
Ama bunun yerine her seferinde Buck'ın omzu yaralandı ve Spitz kolayca geri
kaçtı.

Spitz sapasaglamdı, Buck'm üstünden ise oluk oluk kanlar akıyordu. Zorlukla
nefes alabiliyordu. Kavga gittikçe ümitsiz bir hal almaya baslamıstı. Bütün bu
zaman zarfında da kurtlara benzeyen köpeklerden olusan sessiz çember, hangi
köpegin yenilip yere düsecegini görmek için beklemisti. Buck dönerken Spıtz
hamle yaptı, Buck sendeledi, az kalsın düsüyordu. Bir keresinde de Buck üste
çıktı ve altmıs köpeklik çemberin hepsi birden hamleye hazırlandı, ama Spitz
neredeyse havadayken kendini
toparladı ve çember yeniden susup beklemeye devam etti.
Fakat Buck'ı digerlerinden üstün kılan bir özelligi vardı -hayal gücü.
_çgüdüleriyle dövüsürdü, ama kafasını kullanarak da dövüsebilirdi. Eski omuz
numarasını yapacakmıs gibi bir hamle yaptı, ama son anda egilip kara yattı ve
asagıdan daldı. Disleri Spitz'in ön ayagında kenetlendi. Kırılan kemigin
çatırtısı duyuldu ve beyaz köpek üç ayagı üzerinde ona karsı koymaya çalıstı.
Buck üç kez onu yere yıkmaya çalıstı, ardından aynı numarayı tekrar yaptı ve
hasmının sag ön ayagını kırdı. Spitz duydugu acıya ve çaresizligine ragmen,
ayakta kalabilmek için çılgınca bir mücadele veriyordu. Sessiz çemberin
parıldayan gözleri, dısarı sarkmıs dilleri ve yükselen gümüs rengi soluklarıyla
üzerine dogru geldigini gördü, tıpkı geçmiste buna benzer çemberlerin yenilmis
düsmanların üzerine geldiklerini gördügü gibi. Tek fark vardı, bu sefer yenilen
kendisiydi.

Durumu ümitsizdi. Buck acımasızdı. Affetmek daha yumusak iklimlere özgüydü. Buck
son hamle için harekete geçti. Çember, Eskimo köpeklerinin soluklarım hemen
yanında hissedecegi kadar daralmıstı. Onları görebiliyordu, Spitz'in arkasında
ve yanlarda, gözler üzerine sabitlenmis, yaylanıp sıçramak için gerilmislerdi.
Bir duraklama oldu. Bütün hayvanlar tas kesilmisti sanki. Sadece Spitz ileri
geri sendelerken titriyor, tüylerini kabartıyor, gelmek üzere olan ölümü
korkutup kaçırmaya çalısır-casına korkunç ve tehdit dolu seslerle hırlıyordu.
Buck bir hamle yapıp geri çekildi; ama hamleyi yaparken nihayet tam omuz omza
gelmisti. Spitz gözden kaybolurken karanlık çember, ay ısıgının aydınlattıgı
karda bir nokta haline geldi. Buck durdu ve seyretti. O, avını öldürmüs basarılı
sampiyon, üstün ilkel canavardı. Ve bu hosuna gitti.
Liderligi Kim Kazandı
"Yaa, ben dememis miydim? Bu Buck'm iki seytan oldugunu söylerken dogru
diyordum."
Ertesi sabah Spitz'in kayıp, Buck'm da yaralarla kaplı oldugunu gören
François'nın söyledikleri bunlardı. Buck'ı atesin yanına getirip ısıkta yaraları
gösterdi.
"O Spitz canavar gibi dövüsür," dedi Perrault yarıklar ve kesikleri incelerken.
"Ama bu Buck da iki canavara bedel," diye cevapladı Francois. "Artık her sey
yoluna girer. Spitz gitti, kavga bitti, orası kesin."
Perrault kamp esyalarını toplarken, köpek sürücüsü de köpeklere kosumlarını
takmaya basladı. Buck, eskiden Spitz'in lider olarak durdugu yere dogru yürüdü,
ama ona aldırmayan Francois, gıpta edilen o pozisyona Sol-leks'i yerlestirdi.
Ona göre ekipte kalan en iyi lider köpek Sol-leks'ti. Buck öfkeyle Sol-leks'in
üstüne atladı, onu geriye iterek yerine geçti.
"Suna da bak!" Francois bacaklarına neseyle vurarak bagırdı. "Su Buck'a da
bakın! Spitz'i öldürdü diye isi alacagım sanıyor."
"Def ol buradan!" diye bagırdı, ama Buck yerinden kıpırdamayı reddediyordu.
Francois Buck'ı ensesinden tuttugu gibi kenara çekip, tüm
tehdit dolu hırlamalarına ragmen onun yerine Sol-leks'i koydu. Yaslı köpek
bundan hoslanmamıstı ve Buck'tan korktugunu da açıkça belli ediyordu. Francois
dedigim dedikti, ama o sırtını döner dönmez Buck tekrar Sol-leks'in yerine
geçiverdi. Sol-leks de hiç karsı çıkmıyor, eski yerine dönmek istiyordu.
Francois çok kızdı. "Simdi görürsün gününü, Allahın belası!" diye bagırdı ve
elinde kalın bir sopayla geri geldi.
Buck kırmızı kazaklı adamı hatırlayarak yavasça geri çekildi ve Sol-leks tekrar
öne geçirilince onun yerini almaya çalısmadı. Ama tam sopanın ulasabilecegi
mesafenin biraz açıgında dönüp durmaya basladı, sertçe ve öfkeyle hırlıyor ve
dönerken de Francois savurursa kaçabilsin diye sopayı izliyordu, çünkü sopalarla
ilgili dersini almıstı.

Sürücü isine devam etti ve Buck'ı Dave'in önündeki eski yerine koymaya hazır
olunca ona seslendi. Buck iki üç adım geri çekildi. Francois üstüne gitti, Buck
bunun üzerine daha da geri çekildi. Bir süre böyle devam ettikten sonra Francois
Buck'm dayak yemekten korktugunu düsünerek sopayı yere bıraktı. Ama Buck açıktan
açıga isyan halindeydi. Onun derdi sopadan kaçmak filan degil, liderlikti. Bu
onun hakkıydı. Bileginin hakkıyla kazanmıstı ve liderlikten asagısı onu tatmin
etmeyecekti.

Perrault yardıma geldi. Aralarında Buck'ı bir saate yakın kosturdular. Ona
sopalar fırlattılar. Buck kaçtı. Ona da, sülalesine de, kendinden önceki ve
sonraki nesillerine de, en uzak akrabalarına varıncaya kadar küfrettiler ve
Buck'm vücudundaki her tüye ve damarlarındaki her damla kana sövdüler, Buck da
küfürlere hırlayarak ve onların uzagında durarak karsılık verdi. Kaçmaya
çalısmıyor, kampın etrafında dönerek geri çekiliyordu, istedigi yerine
getirilecek olursa geri dönüp iyi bir köpek olacagını açıkça belli ediyordu.
Francois oturup kafasını kasıdı. Perrault saatine bakıp küfrü koyverdi. Vakit
geçiyordu, bir saat önce yola çıkmıs olmaları gerekirdi. Francois tekrar
kafasını kasıdı. Basını iki yana salladı ve mahcup bir sekilde kuryeye dönüp
sırıttı, kurye de yenildiklerini gösterircesine omuzlarını silkti. Francois Solleks'in
durdugu yere gitti ve Buck'ı çagırdı. Buck köpeklerin güldügü gibi
güldü, ama gelmedi. Francois Sol-leks'in kosumlarını çözdü ve köpegi arkaya,
eski yerine bagladı. Ekip kesintisiz bir sırayla kosumda duruyordu, yola çıkmaya
hazırdı. Buck için en önden baska yer kalmamıstı. Francois bir kez daha onu
çagırdı, Buck bir kez daha güldü ve gelmedi.
"Sopayı bırak," dedi Perrault.
Francois denileni yaptı, bunun üzerine Buck zafer dolu bir gülüsle kosarak geldi
ve ekibin basındaki yerini aldı. Kosumları takıldı, kızagın ayaklarının buzu
kırıldı ve iki adam kosar durumda nehir yolunun üstünde hızla yola koyuldu.
Köpek sürücüsü iki seytan diyerek Buck'a iltifat etmisti, ama daha sabahtan
Buck'ı hafife almıs oldugunu anladı. Buck liderligin gerektirdigi görevleri bir
anda üstlenmis ve nerede bir karara varılması, hızlı düsünülüp hızlı eyleme
geçilmesi gerekse, François'nın bir dengini görmedigi Spitz'den bile daha üstün
oldugunu göstermisti.

Ama Buck'ın asıl hüneri, kuralları belirlemek ve ekip arkadaslarının buna
uymasını saglamaktı. Dave ile Sol-leks liderlikteki degisimi umursamıyordu. Bu
onların isi degildi. Onların isi kızakta çalısmak, hem de çok çalısmaktı.
Kendileri isin içinde olmadıgı sürece neler döndügünü umursamıyorlar di. Onlara
kalsa iyi huylu Bilice bile düzeni saglayabildigi sürece liderleri olabilirdi.
Ancak ekibin geri kalanı Spitz'in son günlerinde zap-tedilemez bir hal almıstı
ve Buck onları yeniden hizaya sokmayı
basarınca ikisi de çok sasırdı.
Buck'ın hemen arkasında kızak çeken ve gögsündeki kayısa vücut agırlıgının
mecbur kaldıgından bir gram bile fazlasını asla koymayan Pike, ne zaman isten
kaytarsa derhal ve defalarca dürtüldü, ilk gün sona erdiginde, hayatında
çekmemis oldugu gibi kızak çekiyordu. Kamptaki ilk gece suratsız Joe adamakıllı
cezalandırıldı -Spitz'in daha önceyi hiç yapmayı beceremedigi bir isti bu. Buck
iri cüssesiyle onu rahatça alt etti ve dislemeyi kesip, merhamet dilemek için
yalvarmaya baslayana kadar da onu hırpalamayı bırakmadı.
Ekibin genel havası hemen toparlanmıstı. Eski zamanlardaki dayanısma tekrar
canlandı ve köpekler kosumlarda yemden tek köpekmis gibi kosmaya basladı. Rink
Rapids'de iki yerli Eskimo köpegi Teek ve Koona da ekibe katıldı ve Buck'ın
onları egitip ise alıstırma hızı François'mn nefesini kesti.
"Hayatımda bu Buck gibi köpek görmedim!" diye bagırdı. "Yok, hiç görmedim! Bin
dolarlık köpek bu! Sen ne dersin, Perrault?"
Perrault onaylarcasına basını salladı. O sırada rekorun önündeydi ve günbegün
mesafe kazanıyordu. Yol mükemmel bir durumdaydı, düzgün ve sertti ve onları
ugrastıracak yeni yagmıs kar da yoktu. Hava fazla soguk degildi. Hava sıcaklıgı
sıfırın altında elli dereceye düsmüstü ve yol boyunca da o derecede kaldı.
Adamlar dönüsümlü olarak kosup kızagı sürerken, köpekler de nadiren aldıkları
molalar haricinde ilerlemeye devam ediyordu.
Thirty Mile Nehri kısmen buzlarla kaplanmıstı ve vaktiyle girmek için on gün
harcadıkları yerden bir gün içinde çıkmayı basardılar. Bir kosuda Laberge
Gölü'nün ayagından Whitehorse Çaglayanı'na kadar altmıs millik bir mesafe kat
ettiler. Marsh,
Tagish ve Bennet (yetmis mil uzayan göller) bölgesinden öyle hızlı geçtiler ki,
kosma sırası gelmis olan adam, bir halatın ucunda kızagın arkasından kosmak
zorunda kaldı, ikinci haftanın son gününde de Beyaz Geçit'in üstünden geçip
Skagway'ın ve ayaklarının altındaki gemilerin ısıklarıyla deniz kıyısına
indiler.
Rekoru kırmıslardı. On dört gün boyunca her gün kırk mil civarında yol
gitmislerdi. Perrault ile Francois üç gün boyunca Skagway'in ana caddesinde
gögüslerini kabarta kabarta bir asagı bir yukarı dolastılar. Herkes onlara içki
ısmarlamak istiyordu. Ekip ise köpek terbiyecilerinden ve kızak sürücülerinden
olusan hayranlık dolu bir kalabalıgın sürekli merkezinde kaldı. Daha sonra üç
dört kötü Batılı adam kasabayı altüst etmek istedi, bu yüzden tuzluk gibi delik
desik edildiler ve halkın ilgisi daha baska kahramanlara yöneldi. Ardından resmi
emirler geldi. Francois Buck'ı yanına çagırdı ve ona sımsıkı sarılarak üstünde
agladı. Buck'ın Francois ve Perrault'yu son görüsü oldu bu. Diger insanlar gibi,
onlar da Buck'ın hayatından bir daha girmemek üzere çıktılar.
Buck ile arkadaslarını iskoç bir melez satın aldı ve bir düzine baska köpek
ekibiyle birlikte, o bıkkınlık verici Dawson yolunu geri gitmeye basladılar. Bu
seferki kosu hızlı degildi, rekor kırma vakti de degildi. Bu sefer her gün agır
bir isleri ve agır bir yükleri vardı, çünkü bu, Kutbun gölgesi altında altın
arayan adamlara dünyadan haberler tasıyan posta katarıydı.
Buck durumdan hoslanmamıstı, ama isini gayet düzgün yaptı, Dave ve Sol-leks gibi
isiyle gurur duydu ve diger arkadaslarının da, gurur duysalar da duymasalar da
üzerlerine düseni yaptıklarını gördü. Tekdüze bir hayattı, makine gibi bir
düzenle devam ediyordu. Günler birbirinin neredeyse aynısıydı. Her sabah belirli
bir saatte asçılar uyanıyor, ates yakılıyor ve kahvaltı yapılıyordu.
Daha sonra kimileri kampı toplarken digerleri köpeklere kosum takıyor
ve daha karanlık azalıp safak isareti vermeden bir saat kadar önce yola koyulmus
oluyorlardı. Kamp, geceleri kuruluyordu. Kimileri çadır kuruyor, kimileri
ateslik odun ve yataklar için çam dallan kesiyor, geri kalanlar da asçılara su
veya buz tasıyordu. Ayrıca köpeklere de yemek veriliyordu. Köpekler için günün
tek özelligi buydu. Gerçi balık yendikten sonra bir saat kadar filan, sayıları
yüze yakın olan diger köpeklerle etrafta dolasmak da hiç fena sayılmazdı.
Aralarında hırslı dövüsçüler de vardı, ama en cesurlarıyla yaptıgı üç dövüs
Buck'ı liderlige yükseltti. Öyle ki, ne zaman tüylerini kabartıp dislerini
gösterse, yolundan çekiliyorlardı.

Belki de en sevdigi sey atesin yanında yatmaktı, arka ayaklarım altına
kıvırıyor, ön ayaklarını öne dogru uzatıyor, kafasını kaldırıyor, hülyalı
gözlerle alevleri izliyordu. Kimi zaman Yargıç Miller'ın günesli Santa Clara
Vadisi'ndeki büyük evini, betonarme havuzu, Meksikalı tüysüz Ysabel'i ve Japon
buldogu Toots'u düsünüyordu; ama onlardan ziyade kırmızı kazaklı adam, Curly'nin
ölümü, Spitz'le yaptıgı büyük kavga ve yedigi ya da yemek istedigi güzel
yiyecekler aklına geliyordu. Sıla özlemi çekmiyordu. Günes ülkesi onun için
sisli ve uzaktı, bu tur anıların artık onun üzerinde gücü yoktu. Daha önce hiç
görmedigi seylerin ona tanıdık gelmesini saglayan kalıtsal anıları ise çok daha
güçlüydü; sonraki günlerde nükseden içgüdüler (atalarının anılarından baska bir
sey degilken zamanla kendi alıskanlıkları haline gelmislerdi) daha da ilerde
içinde hızlanıp canlanmıstı.
Bazen orada kıvrılmıs yatar ve hayaller kurarak alevlere bakarken, sanki alevler
baska bir atesten geliyormus gibi oluyordu ve kendisi de bu diger atesin yanında
kıvrılmıs yatarken, önünde duran melez asçıdan daha baska bir adam görüyordu. Bu
adamın bacakları daha kısa, kolları daha uzundu, kasları yuvarlak ve siskin
olmaktan ziyade tel tel ve dügümlü gibiydi. Saçları uzundu ve keçelesmisti,
kafası da gözlerden itibaren geriye dogru egimliydi. Tuhaf sesler çıkartıyor ve
karanlıktan çok korku-yormus gibi görünüyor, sürekli dikkatle karanlıga
bakıyordu. Diziyle ayakları arasına gelen elinde, ucuna sıkıca agır bir tas
parçası takılmıs bir sopayı sımsıkı tutuyordu. Sırtından asagı sarkan lime lime
ve atesten hafifçe yanmıs bir deri parçası haricinde çıplaktı, ama vücudu çok
kıllıydı. Bazı yerlerinde, gögsüyle omuzlarında ve kollarıyla uyluklarının dısa
bakan alt taraflarında bu kıllar neredeyse kürk gibiydi. Adam dik durmuyordu,
gövdesi kalçasından öne dogru egik, bacakları dizlerinden kıvrıktı. Vücudunda
neredeyse kedi gibi tuhaf bir yaylanma veya esneklik ve görünen ve görünmeyen
seylerden sürekli korkarak yasayan birinin çevikligi vardı.
Bu kıllı adam kimi zaman atesin yanında, basını bacaklarının arasına koyarak
bagdas kurup uyurdu. Böyle durumlarda dirsekleri dizlerinin üstünde, elleriyse
sanki kıllı kollarıyla yagmurdan korunmak istermis gibi, basının üstünde
kenetlenirdi. Ve bu atesin ötesinde, etraflarını çevreleyen karanlıkta, Buck
ikiser ikiser kor gibi yanan birçok kömür parçası görürdü, bunlar hep ikiser
ikiser olurdu. Buck bunların büyük av hayvanlarının gözleri oldugunu bilirdi.
Onların vücutlarının çalıların içinden geçerken çıkardıgı çıtırtıları ve
geceleri çıkardıkları sesleri duyardı. Ve Yukon Nehri'nin kıyısında tembel
gözlerle atesi izleyip hayallere dalmısken, diger dünyadan gelen bu ses ve
görüntüler sırtındaki tüyleri kabartır, omuzlarının arasında ve ensesindeki
tüyleri ise diken diken ederdi. Sonra alçak sesle ve ezilircesine inler ya da
yumusakça hırlamaya baslar ve melez asçı ona bagırırdı, "Hey Buck, uyan!" Bunun
üzerine diger dünya kaybolur ve
gerçek dünya yemden gözlerinin önüne gelir, uykudan uyanmıs gibi esner ve
gerinirdi.

Arkalarındaki postayla birlikte zor bir yolculuktu ve agır is onları çok
yıpratmıstı. Dawson'a vardıklarında zayıflamıslardı, kötü durumdaydılar ve on
gün veya hiç olmazsa bir hafta dinlenmeye ihtiyaçları vardı. Ama iki gün içinde
dısarıya gidecek mektupları yüklenmis, Barracks'dan Yukon kıyısına dogru
iniyorlardı. Köpekler yorgundu, sürücüler homurdanıyordu, bu da yetmezmis gibi,
her gün kar yagıyordu". Bu durum yolu yumusatıyordu, ki bu da kızagın ayakları
için daha büyük bir engel ve köpeklerin kızagı çekerken daha fazla zorlanması
anlamına geliyordu. Ama sürücüler iyi insanlardı ve köpekler için ellerinden
geleni yaptılar.
Her gece ilk is olarak köpeklere bakılıyordu. Sürücülerden önce köpekler yemek
yiyor, kendi köpeklerinin ayaklarıyla ilgilenmeden önce hiçbir sürücü uyku
tulumuna girmiyordu. Bunlara ragmen köpeklerin gücü gittikçe azaldı. Kıs
basından beri bin sekiz yüz mil yol gitmis, bütün o yorucu mesafe boyunca bir de
kızak çekmislerdi ve bin sekiz yüz mil de kolay is sayılmazdı. Buck dayanıyor,
arkadaslarını çalısmaya tesvik ediyor ve disiplini saglıyordu, ama kendisi de
çok yorulmustu. Billee artık istisnasız her gece uykusunda aglayıp inliyordu.
Joe her zamankinden daha suratsızdı, Sol-leks'in ise yanına bile yaklasılamıyordu,
ne kör tarafından, ne de diger tarafından.
Ama hepsinden çok acı çeken Dave'di. Ona birseyler olmustu. Daha suratsız ve
aksi olmustu, kamp kurulup kurulmaz yuvasını kazıyordu ve sürücüsü onu orada
doyuruyordu. Bir kez kosum takımından çıkıp yattı mı, ertesi sabah kosum takma
vakti gelinceye kadar bir daha ayaga kalkmıyordu. Bazen kosumlardayken, kızagın
aniden durmasıyla sarsıldıgında veya kizagı
çekmeye baslamak için kosumları zorlarken, acıyla bagırıyordu. Sürücüsü onu
muayene etti, ama hiçbir sey bulamadı. Bütün sürücüler bu durumla ilgilenmeye
basladı. Yemeklerini yerken ve yatmadan önce son pipolarını içerken bu konuyu
konusuyorlardı. Bir gece konsültasyon yaptılar. Dave yuvasından atesin yanına
getirildi ve birçok kez acıyla bagırana kadar köpegin degisik yerlerine
bastırdılar, içinde bir sorun vardı, ama hiçbir kırık kemik bulamadılar ve
sorunun ne oldugunu çözemediler.

Cassiar Bar'a varıldıgında Dave öylesine halsizdi ki, kosumlarda sürekli
düsüyordu, iskoç melez mola verdi ve onu ekipten çıkarıp bir sonraki köpegi Solleks'i
kızaga bagladı. Niyeti Dave'i dinlendirmek, kızagın arkasından bos
kosmasını saglamaktı. Çok hasta olmasına ragmen Dave kosumdan çıkarılmaya çok
içerledi, kosumlar çözülürken homurdanıp hırladı ve onca zaman bulundugu ve
hizmet verdigi pozisyonun Sol-leks tarafından isgal edildigini görünce, kalbi
kırılmıs bir halde aglamaya basladı. Kızak çekmekten duydugu gurur nedeniyle,
ölümüne hastalanmıs olsa da, baska bir köpegin onun isini yapmasına
katlanamıyordu.
Kızak gitmeye baslayınca sert yolun yanındaki yumusak karda bata çıka yürümeye
basladı. Sol-leks'e dislerini gösteriyor, üstüne giderek onu diger taraftaki
yumusak kara dogru atmaya çalısıyordu, kosumlarının içine atlamaya ve onunla
kızagın arasına girmeye çabalıyor, bütün bunları yaparken de keder ve acıyla
inliyor, havlıyor, bagırıyordu. Melez onu kırbaçla kovalamaya çalıstı, ama Dave
üzerine inen kırbaca aldırmadı bile, sürücünün de daha sert vurmayı içi
kaldırmadı. Dave kızagın arkasından, yolda rahatça yürümeyi reddediyordu,
yumusak karda kızagın yanından bata çıka yürümeye devam etti, ama burada da
yürümek öyle zordu ki, en sonunda yorgunluktan tükendi. Yere düstü ve kalkamadı,
kızaklardan olusan uzun kafile yanından yaylanarak geçerken kederle uluyordu.
Kuvvetinin son damlasıyla arkadan sendeleyerek gelmeyi basardı, daha sonra
kafile bir mola daha verdi. Dave diger kızakların yanından debelenerek yürüyüp
kendi kızagına kadar geldi ve Sol-leks'in yanında durdu. Sürücüsü arkasındaki
adamdan piposuna ates almak için bir süre oyalandı. Daha sonra dönüp köpeklerini
yemden yola baslattı. Köpekler yola koyulup kosumlara yüklenince dikkat çekici
bir hafifleme fark ettiler, endiseyle kafalarını çevirince saskınlıktan durdular.

Sürücü de saskındı, kızak yerinden oynamamıstı. Manzarayı görsünler
diye arkadaslarını çagırdı. Dave Sol-leks'in kosumlarının her ikisini de ısırıp
koparmıstı ve tam kızagın önünde, kendi yerinde duruyordu.
Gözleriyle orada kalmak için yalvarıyordu. Sürücü donup kalmıstı. Arkadasları,
bu yüzden ölecek olsa bile isten çıkarıldıgı için köpeklerin kalbinin
kırılabilecegini söylediler, hatta duyduklarına göre kızak çekmek için
fazlasıyla yaslı veya yaralı köpekler, kosumlardan çıkarılınca ölebiliyordu. Hem
Dave nasıl olsa ölmek üzereydi. Bu yüzden ona acıyıp, huzurlu ve mutlu biçimde,
kosum takımlarının içinde ölmesine karar verdiler. Böylece Dave tekrar kosumlara
alındı ve tıpkı eskisi gibi gururla çekmeye basladı, ama içindeki sancısı
nedeniyle defalarca bagırmaktan kendini alamadı. Defalarca yere düstü ve
kosumlarda sürüklendi, bir seferinde de kızak üzerinden geçti ve ondan sonra
arka ayaklanndan biri yüzünden topallamaya basladı.
Ama kampa varıncaya kadar dayandı, daha sonra sürücüsü ona atesin yanında bir
yer yaptı. Sabah oldugunda yola çıkamayacak kadar halsizdi. Kosumları takma
vakti geldiginde emekleyerek sürücüsüne dogru gitmeye çalıstı. Çırpınıp
kasılarak büyük
çabalarla ayaga kalkmayı basardı, sendeledi ve yere yıgıldı. Daha sonra
yerde yavasça ileri dogru solucan gibi kıvrılarak arkadaslarının kosumlarının
kondugu yere gitmeye çalıstı. On ayaklarını uzatıp, tutunup çeker gibi bir
hareketle vücudunu öne sürüklüyor, daha sonra tekrar ön ayaklarını uzatıp
kendini birkaç santim daha ileri çekiyordu. En sonunda kuvveti tükendi ve son
arkadasları onu karda nefes nefese kalmıs, kendilerine dogru özlemle bakarken
gördü. Kederle uluyan sesini ise, nehir kıyısındaki bir agaç kümesini geçip
gözden kaybolana kadar duymaya devam ettiler.
Burada kafile durduruldu, iskoç melez yavasça arkalarında bıraktıkları kamp
yerine dogru geri yürümeye basladı. Adamlar konusmayı kesmisti. Bir silah sesi
duyuldu. Adanı kosarak geri geldi. Kırbaçlar sakladı, çanlar neseyle çaldı,
kızaklar yine yaylanarak yola koyuldu; ama Buck ve diger tüm köpekler nehir
kıyısındaki agaçların arkasında neler oldugunu biliyordu.
Kızak Çekmenin Zorlugu
Dawson'dan ayrıldıktan otuz gün sonra Salt Water Postası, Buck ve arkadaslarının
önderliginde Skagway'e vardı. Perisan haldeydiler, çok yorulmus, bitip
tükenmislerdi. Buck yetmis kilodan elli yedi kiloya düsmüstü. Arkadasları daha
hafif olmalarına ragmen ona oranla daha fazla kilo kaybetmislerdi. Hep hasta
numarası yapan Pike sahtekâr zamanlarında sık sık basarıyla ayagı yaralanmıs
numarasını yaparken, simdi gerçekten topallıyordu. Sol-leks de topallıyordu ve
Dub'ın kürek kemigi burkul-mustu.
Hepsinin ayakları korkunç derecede sismisti. Ayaklarında hiçbir yaylanma,
sıçrama gücü kalmamıstı. Ayakları yere agır agır basıyor, vücutlarını sarsıyor,
günün yol yorgunlugunu iki katına çıkarıyordu. Ölümüne yorgun olmaları dısında
bir sorunları yoktu. Bu ölümüne yorgunluk da kısa süreli zorlanmadan gelen ve
birkaç saat dinlenmekle geçirilecek türde degildi; bu aylardır kızak çekmekten,
kuvvetlerinin yavasça ve uzun süredir tükenmesinden gelen bir yorgunluktu.
Takatleri, kullanacakları yedek güçleri kalmamıstı. Hepsini, en ufak kırıntısını
bile kullanmıslardı. Her kas, her lif, her hücre ölümüne yorgundu. Bunun da
sebebi vardı. Bes aydan kısa bir süre içinde iki bin bes yüz mil yol
gitmislerdi, bunun son bin sekiz yüz milinde ise sadece
bes günlük mola vermislerdi. Skagway'e vardıklarında bacakları neredeyse
tutmuyordu. Kosumları güçlükle gergin tutabiliyor, yokus asagı indikleri
yerlerde kızagın önünden zar zor kaçabiliyorlardı.
Skagway'in ana caddesinden asagıya yalpalayarak giderlerken sürücü onları,
"Çekmeye devam zavallı sis ayaklılar," diye cesaretlendirmeye çalısıyordu.
"Bu son artık. Sonra uzun bir molamız olacak. Tabii ya. Uu-upuzun bir mola."
Sürücüler uzun bir mola olacagından emindi. Onlar da iki gün molayla iki bin mil
gitmisti ve mantıga ve sagduyuya göre sıkı bir dinlenmeyi hak etmislerdi. Ama
Klondike'a öylesine çok insan akın etmisti ve bunların uzaklarda öyle çok
sevgilisi, esi ve yakını vardı ki, postalar dag gibi birikmisti; üstüne üstlük
bir de resmi yazısmalar vardı. Yol için, kızakta ise yaramayacak bu köpeklerin
yerine Hudson Körfezi'nden taze köpekler gelmeliydi, ise yaramayanlardan
kurtulmak lazımdı ve köpekler de dolar karsısında fazla degerli olmadıklarından,
satılacaklardı.
Üç gün geçti, bu sırada Buck ve arkadasları gerçekten de ne kadar yorgun ve
halsiz kalmıs olduklarını bir kez daha anladılar. Dördüncü günün sabahında
Amerikalı iki adam gelip onları kosum takımlarıyla beraber, çok az bir paraya
satın aldı. Adamlar birbirine Hal ve Charles diye hitap ediyordu. Charles orta
yaslarda açık tenli, zayıf, sulu gözlü bir adamdı ve gizlemekte oldugu gevsekçe
sarkan dudaga egim veren, heyecanla yukarı kıvrılan bir bıyıgı vardı. Hal on
dokuz yirmi yaslarında bir gençti, belinde kartuslarla oldukça göze çarpan
kemerde büyük bir Colt's tabancası ve bir av bıçagı vardı. Bu kemer onun en göze
çarpan seyiydi. Onun toylugunu -katıksız ve anlatılmaz toylugunu gösteriyordu,
iki adam da belli ki o civarlardan degildi
ve hangi akla hizmet Kuzey'de bir maceraya atıldıkları anlasılır gibi
degildi.
Buck pazarlık edildigini duydu, adamla devlet görevlisi arasında para
alısverisini gördü ve iskoç melezle posta katarı sürücülerinin de, tıpkı
Perrault, Francois ve digerlerinin gittigi gibi hayatından çıkıp gitmekte
olduklarını anladı. Ekip arkadaslarıyla beraber yeni sahiplerinin kampına
götürüldügünde Buck'ın gördügü is pasaklı ve bastan savmaydı. Çadır yarım
yamalak kurulmus, bulasıklar yıkanmamıstı, her sey darmadagındı; bir de kadın
vardı. Adamlar ona Mercedes diyordu. Charles'ın karısı ve HaPın kız kardesiydi -
tam bir aile saadeti.
Buck onları cadın sökerken ve kızagı yüklerken kaygıyla ve dikkatle izledi. Çok
çaba harcıyorlardı, ama isi bildiklerini belli eden bir sistemleri yoktu. Çadır
rulo yapılmıs, olması gerekenden üç kat daha büyük, devasa bir yıgın haline
getirilmisti. Teneke kap kaçak yıkanmadan toplanmıstı. Mercedes sürekli,
akrabası olan adamlar gibi düzensizce ayak altında dolasıyor, durmaksızın itiraz
ediyor, nasihat veriyordu. Adamlar kızagın önüne giysilerle dolu bir çuval
koyduklarında Mercedes önce bunun arka tarafa gitmesi gerektigini söyledi;
adamlar çuvalı arkaya yükleyince bu sefer de çuvalın üzerine birkaç parça esya
daha koydu, daha sonra sagda sola buldugu birkaç öteberinin o çuvaldan baskasına
giremeyecegine karar verdi ve böylece çuval yeniden yere indirildi.
Yandaki bir çadırdan çıkıp onları bir süredir izlemekte olan üç adam sırıtarak
birbirine göz kırpıyordu.
"Bayagı yükünüz var anlasılan," dedi adamlardan biri. "Gerçi bunu söylemek bana
düsmez, ama sizin yerinizde olsam o çadırı yola götürmezdim."
"Hayatta olmaz!" diye bagırdı Mercedes, ellerini zarif bir sekilde 
üzüntüyle havaya kaldırarak. "Çadırsız nasıl yaparım? Mümkün degil!"
"ilkbahardayız, havalar sogumaz ki artık," diye cevap verdi adam.
Mercedes kararlılıkla basım iki yana salladı ve Charles ile Hal son esyaları da
dag gibi yıgının tepesine yükledi.
"Bunun gidecegini mi sanıyorsunuz?" diye sordu adamlardan biri.
"Niye gitmeyecekmis?" diye kestirip attı Charles.
"Tamam tamam," dedi adam hemen uysalca. "Sadece merak etmistim, hepsi o. Biraz
fazla agır görünmüstü de."
Charles sırtını döndü ve yükü bagladıgı halatı becerebildigi kadar asagı çekip
sıkılastırdı, ki esasen hiç de becerememisti.
"Tabii köpekler de bütün gün boyunca arkalarında bu dev gibi yükle yürür," diye
onayladı ikinci adam.
"Elbette," dedi Hal buz gibi bir kibarlıkla, bir elinde dizginler, digeriyle de
kırbacı savuruyordu. "Deh!" diye bagırdı. "Hadi çekin!"
Köpekler gögüs kayıslarına asıldı, birkaç saniye var güçleriyle zorladılar,
sonra gevsettiler. Kızagı yerinden oynatamıyorlar-dı.
"Tembel hayvanlar, simdi gösteririm onlara günlerini!" diye bagırarak kırbacını
köpeklere vurmak için kaldırdı.
Ama Mercedes aglayarak araya girdi, "Ah Hal, bunu yapmamalısın," diyerek kırbacı
yakalayıp, elinden çekip aldı. "Zavallı hayvanlar! Simdi ya yolun devamında
onlara kötü davranmaya-cagına söz verirsin, ya da surdan suraya gitmem."
"Amma çok sey biliyorsun köpekler hakkında," diye küçümseyerek güldü agabeyi.
"Rahat bıraksana beni. Bunlar tembel diyorum sana, is yapmaları için kırbaçlaman
sart. Onlar bundan
anlıyor, istedigine sor. Git o adamlardan birine sor."
Mercedes dönüp yalvarırcasına adamlara baktı, tatlı yüzünde, kötü bir sey görmüs
ve karsı koyamamıs gibi, bir hosnutsuzluk okunuyordu.
Adamlardan biri cevap verdi, "Dogrusunu isterseniz, takatleri kalmamıs.
Yorgunluktan bitmisler, mesele bu. Molaya ihtiyaçları var."
"Molanın cam cehenneme," dedi Hal tüysüz dudaklarıyla. Mercedes bu küfrü duyunca
acı ve üzüntüyle iç çekti.
Ne var ki, Mercedes ailesine fazlasıyla baglı bir yaratıktı ve bir anda
kardesini savunmaya geçti. "Bos ver o adamı," dedi igneli bir tavırla.
"Köpeklerimizi süren sensin, sence en dogrusu neyse onu yap."
Bir kez daha Hal'ın kırbacı köpeklerin üzerine indi. Köpekler gögüs kayıslarına
asıldılar, ayakları sert karı kazıdı, karın içine girdi ve tüm kuvvetleriyle
itmeye çalıstılar. Kızak sanki demir atılmıs gibi milim bile kıpırdamıyordu, iki
kere denedikten sonra nefes nefese, sessizce durdular. Kırbaç vahsice
saklıyordu, Mercedes yine araya girdi. Buck'ın önünde diz çöktü, gözleri
yaslarla doluydu, ellerini Buck'ın boynuna doladı.
"Ah zavallı hayvanlar sizi," diye bagırdı sefkatle. "Neden sıkı çekmiyorsunuz? O
zaman kırbaçlanmazsınız." Buck ondan hoslanmamıstı, ama su anda ona karsı
koyacak hali yoktu, Mercedes de onun için günlük sefil isinin bir parçasıydı.
Ters bir sey söylememek için dislerini sıkan izleyicilerden biri dayanamayıp
konustu.
"Size ne olacagı umurumda bile degil, ama köpeklerin hatırına söyleyeyim, bu
kızagın buzunu kırarsanız onların isini çok daha kolaylastırmıs olursunuz.
Kızagın ayakları donmus. Agırlıgınızı saga ve sola, öne dogru atın ve kızagın
buzunu kırın."
Üçüncü kez denendi, ama bu sefer tavsiyeye uyarak Hal donup karla kaynasmıs
kızak ayaklarının buzunu kırdı. Asırı yüklü devasa kızak ileri gitmeye basladı,
Buck ile arkadasları kırbaç yagmurunun altında çılgınca mücadele ediyordu. Otuz
metre kadar ileride yol kıvrılıp dik bir yokusla ana caddeyle birlesiyordu.
Kursun kadar agır olan kızagı ayakta tutabilmeyi ancak tecrübeli biri
becerebilirdi, ama Hal böyle biri degildi. Dönemece geldiklerinde savruldular,
kızak devrildi ve gevsek baglanmıs yükün yarısı yerlere döküldü. Köpekler
durmadı bile. Hafiflemis kızak da arkalarından yan yatmıs halde gidiyordu.
Köpekler kötü muamele ve insafsız yük nedeniyle kızgındı. Buck'ın tepesi
atmıstı. Kosmaya basladı, ekip de pesi sıra, liderini takip ediyordu. Hal, "Hoo!
Hoo!" diye avazı çıktıgı kadar bagırıyordu, ama köpekler oralı bile olmadı.
Devrilmis kızak Hal'ın üstünden geçti ve köpekler caddeye fırlayıp, Skagway'in
nesesine nese katarak, yükün geri kalanını da döke saça kentin en islek caddesi
boyunca kostular.




iyi kalpli kentliler köpekleri yakaladı ve etrafa saçılmıs esyaları topladı.
Tavsiyeler de verdiler. Dawson'i görmek istiyorlarsa yükü yarıya indirip
köpeklerin sayısını iki katına çıkarmalarını söylediler. Hal, kız kardesi ve
kayınbiraderi isteksizce dinledi, sonra çadırlarım kurdular ve esyalannı elden
geçirdiler. Ortaya çıkan konserve yiyecekler herkesi güldürdü, çünkü Uzun Yol'da
konserve yiyecek, hayallerde görülecek bir seydi. "Battaniyeler otele yakısır,"
dedi kahkahalarla gülerek yardım eden adamlardan biri. "Bunların yarısı bile
fazla, atın bunları. O çadırı da atın, su tabak çanagı da. Hem kim yıkayacak ki
bunları? Pulmanda mı gittiginizi sanıyorsunuz siz Allahaskına?"
Gereksiz esyaların insafsızca atılması bu sekilde devam etti. Giysi valizleri
yere fırlatılıp birer birer atılırken Mercedes bagıra
çagıra agladı. Hep aglıyordu zaten, ama atılan her elbisesi için ayrıca bir kez
daha agladı. Ellerini dizine dolamıs, dayanacak gücü kalmamıs gibi ileri geri
sallanıyordu. Bir düzine Charles gelse yerinden bir milim bile kıpırdamayacagım
iddia ediyordu. Herkese ve her seye yalvardı, en sonunda gözlerini silip,
yolculukta yanlarında bulunması sart olan esyaları bile atmaya koyuldu. O hızla
kendi esyalarını atmayı bitirdiginde, esiyle agabeyinin esyalarına da dalıp
fırtına gibi içlerinden geçti.
Bu da bittikten sonra, yarıya indirilmis haliyle bile, yükleri hâlâ dev gibi bir
yıgındı. Charles ile Hal aksam çıkıp altı Yabancı köpek satın aldılar, ilk
ekipteki altı köpekle ve rekor yolculukta Rink Rapids'de alınan Eskimo köpekleri
Teek ile Koona ile birlikte, ekip toplam on dört köpege çıkmıstı. Ama Kuzey'e
ayak bastıklarından beri alısmıs olmalarına ragmen Yabancı köpekler pek bir ise
yaramıyordu. Üç tanesi kısa tüylü av köpegiydi, bir tanesi Newfoundland
cinsiydi, diger ikisi de belirsiz bir cinsten melez köpeklerdi. Bu yeni gelenler
hiçbir sey bilmiyor gibi görünüyordu. Buck ve yol arkadasları onlara bıkkınlıkla
baktılar ve Buck onlara yerlerini ve ne yapmamaları gerektigini hızla ög-retse
de, ne yapmaları gerektigini ögretmeyi basaramadı. Kızak çekmeyi sevmiyorlardı,
iki melez hariç digerleri, kendilerini aniden içinde buldukları yabancı ve vahsi
ortam ile maruz kaldıkları kötü davranıslar nedeniyle saskındı ve sevkleri
kırılmıstı, iki melezde zaten hiç sevk yoktu, onların kırılabilecek tek seyleri
kemikleriydi.
iki bin bes yüz mil aralıksız yolculuk etmekten, yorgun düsmüs eski ekip,
ümitsiz ve perisan haldeki yeni gelenlerle bir araya gelince, manzara hiç de iç
açıcı degildi. Ama iki adam çok neseliydi. Kendileriyle çok da gurur
duyuyorlardı. On dört köpekle, bu isi havasıyla yapıyorlardı. Geçitte Dawson'a
gelen veya
Dawson'dan çıkan diger kızakları görmüslerdi, ama hiçbir kızakta böyle on dört
köpek görmemislerdi. Esasen Kuzey Kut-bu'ndaki yolculukların dogasında on dört
köpegin bir kızagı çekmemesinin bir nedeni vardı, bu neden de tek bir kızagın on
dört köpegin yiyecegini tasıyamamasıydı. Ama Hal ile Charles bunu bilmiyordu.
Yolculugu ellerinde kursunkalemle planlamıslardı, bir köpege su kadar yiyecek,
su kadar köpek, su kadar gün, tamam bitmisti. Mercedes de omuzlarının üstünden
hesaba bakmıs ve çok iyi anlamıs gibi basını sallamıstı, her sey o kadar basitti
ki.
Ertesi sabah geç saatlerde Buck caddede, uzun ekibin basında gidiyordu, içinde
hiç canlılık yoktu, ne kendisinde ne de arkadaslarında arzu ve istek vardı. Ölü
gibi yorgun baslıyorlardı yola. Buck Salt Water'la Dawson arasındaki mesafeyi
dört kez gitmisti, aynı yolu bir kez daha, bitkin ve yorgun gidecegini bilmek
canını çok sıkıyordu. Canı çalısmak istemiyordu, hiçbir köpegin canı
istemiyordu. Yeni köpekler çekingendi ve korkmuslardı, eskiler ise sahiplerine
güvenmiyordu.
Buck belli belirsiz bu iki adam ve kadına güvenilmeyecegim hissediyordu. Hiçbir
seyin yolunu yordamını bilmiyorlardı ve günler geçtikçe bunu ögrenmeyi de
beceremedikleri onaya çıktı. Her isleri laçkaydı, düzen veya disiplinleri yoktu.
Yarım yamalak bir kamp kurmak gecelerinin, o kampı toplayıp kızagı yüklemeleri
de sabahlarının yarısını alıyordu. Üstelik kızagı öyle beceriksizce yüklemis
oluyorlardı ki, gün boyu ikide bir durup yükü yeniden düzeltmeleri gerekiyordu.
Bazı günler on mil bile yol alamıyor, kimi günler yola bile çıkamıyorlardı. Ve
bir gün bile köpek-yemek hesaplamaları yaparken baskalarının temel olarak aldıgı
mesafenin yarısından fazlasını kat edemediler. Eninde sonunda köpeklerin
yiyecegi yetmeyecekti. Ama onlar
ellerindeki yiyecegi bol keseden dagıtarak, ögünlerin daha küçük verilecegi
o günü daha da yaklastırdılar. Kronik açlık nedir bilmediklerinden ufacık bir
kırıntıyı bile sonuna kadar kullanmaya alıskın olmayan Yabancı köpeklerin
istahları korkunçtu. Bunun üzerine bir de bitkin Eskimo köpekleri kızagı
takatsiz çekmeye baslayınca, Hal normal porsiyonların çok küçük olduguna karar
verdi ve onları iki katına çıkardı. Bu da yetmezmis gibi, Mercedes güzel
gözlerinde yaslarla ve sesi titreyerek, Hal'ı köpeklere daha da fazla yemek
vermesi için kandırmayı becere-meyince, yiyecek çuvallarından balık çalarak
köpekleri gizlice beslemeye basladı. Ama Buck'a ve Eskimo köpeklerine gereken
balık degil, molaydı. Daha yavas gitmelerine ragmen, çektikleri agır yük
kuvvetlerini siddetle tüketiyordu.
Ardından yiyecek kıtlıgı geldi. Hal bir gün bir de baktı ki, köpeklerin
yiyeceginin yarısı gitmisti ve yolun daha sadece dörtte birini gidebilmislerdi
ve ne hatırla ne de parayla baska köpek yemegi bulunabilirdi. Böylece normal
porsiyonu bile iyice kısarak her gün daha fazla yol kat etmeye çalıstı. Kız
kardesiyle kayınbiraderi de onu destekliyordu, ama yüklerinin agırlıgından ve
kendi beceriksizliklerinden sinirlenmislerdi. Köpeklere daha az yemek vermek
sorun degildi, ama onların daha hızlı gitmelerini saglamak imkânsızdı. Hem
sabahları daha erken kalkıp yola koyulmayı becerememeleri de, daha uzun süre
yolculuk etmelerini engelliyordu. Köpekleri nasıl çalıstıracaklarını
bilmedikleri gibi, kendileri de nasıl çalısacaklarından bihaberdi.
ilk giden Dub oldu. Habire yakalanıp cezalandırılan zavallı ahmak bir hırsız
olmasına ragmen, güvenilir bir isçi de olmustu. Burkulmus omzu tedavi
edilmedigi, kendisi de hiç dinleneme-digi için durumu giderek kötülesti ve
sonunda Hal onu büyük Colt's tabancasıyla vurdu. Kuzey'de Yabancı köpeklerin
Eskimo
köpekleri kadar yemek verildiginde açlıktan öldükleri söylenirdi. Buck'ın
altındaki, Eskimo köpeklerinin bile yemeginin yarısını alan altı Yabancı köpegin
de ölmekten baska yapabilecegi hiçbir sey yoktu, ilk ölen Newfoundland cinsi
köpekti, ardından üç tane kısa tüylü av köpegi gitti, iki melez köpek hayata
daha sıkı sarılmıstı, ama sonunda onlar da öldü.
Bu sırada üç kiside Güney'in vermis oldugu bütün hos tavırlar ve nezaket yok
olmustu. Hiçbir cazibesi ve romantizmi kalmayan Kutup yolculugu, onların
erkeklik ve kadınlıgı için fazla sert bir gerçeklik olmaya baslamıstı. Mercedes
köpeklere aglamayı kesti, zaten kendisine aglamakla ve kocası ve kardesiyle
kavga etmekle fazlasıyla mesguldü. Kavga edemeyecek kadar yorgun oldukları
görülmüyordu hiç. Asabiyetleri mutsuzluklarından dogmus, onunla birlikte
büyümüs, onu sollamıs, çok ötesine geçmisti. Sıkı çalısan ve çok acı çeken, ama
yumusak ve nazik konusan insanlara gelen o fevkalade yolculuk sabrı, bu iki
adamla kadına ugramamıstı. Onlarda bu tür bir sabrın zerresi bile yoktu.
Kaskatıydılar ve acı çekiyorlardı; kasları agrıyor, kemikleri sızlıyordu. Bu
yüzden sözleri de sivrilesmisti ve sabah uyandıkları andan gece yatıncaya kadar
sadece ters laflar ediyorlardı.
Charles ile Hal, Mercedes'ten ne zaman fırsat bulsalar dalasıyorlardı. Herkes
payına düsenden daha fazla is yaptıgından emindi ve her biri bu inancını her
fırsatta dile getiriyordu. Mercedes kimi zaman kocasının, kimi zaman kardesinin
yanındaydı. Bunun sonunda adamakıllı ve bitmek bilmeyen bir aile kavgası
oluyordu. Kimin ates için birkaç parça odun keseceginden baslayan bir tartısma
(sadece Charles ile Hal'ı ilgilendiren bir tartısmaydı) göz açıp kapayıncaya
kadar ailenin geri kalanına sıçrıyor; babalar, anneler, amcalar, kuzenler,
binlerce mil uzaklardaki
insanlar, hatta ölmüsler bile isin içine giriyordu. Hal'ın sanat veya
dayısının yazdıgı türden tiyatro oyunlan hakkındaki görüslerinin birkaç parça
odun kesmekle ne ilgisinin olabilecegi akıl alır gibi degildi, yine de kavga hem
bu yönde, hem Char-les'ın politik önyargıları yönünde ilerliyordu. Bir Yukon
atesi yakmanın Charles'ın dedikoducu ve yalancı kız kardesiyle ne alakası
olabilecegini de tek bilen Mercedes'ti. Mercedes bu konuyla ilgili bin bir
yorumda bulunup rahatlar, aklına gelmisken tatsız ve tuhaf bir biçimde esinin
ailesine özgü diger huylarla ilgili de söylenip dururdu. Bütün bunlar olurken
ates hâlâ yakılmamıs, kamp daha dogru düzgün kurulmamıs, köpekler de aç kalmıs
oluyordu.
Mercedes'in sızlanmasına neden olan bir konu daha vardı -cinsiyeti. Güzeldi,
tatlıydı ve hayatı boyunca el üstünde tutulmustu. Ama kocasıyla kardesinin ona
hali hazırdaki davranısı, el üstünde tutmaktan baska her seydi. Çaresiz olmayı
âdet edinmisti. Adamlar ondan sikâyet ediyordu. Kendisine göre en önemli olan
cinsiyet kosulu reddedildikçe ve suçlandıkça, o da adamların hayatını cehenneme
çevirmeye basladı. Artık köpeklerle ilgilenmiyordu, her tarafının agrıdıgını ve
yorgun oldugunu söyleyerek, kızagın üstünde oturarak gitmekte inat ediyordu,
iyiydi, hostu, ama tam altmıs kilo çekiyordu -bitkin ve açlıktan kıvranan
hayvanların çektigi yükü iyice dayanılmaz bir hale getirmisti. Günlerce bu
sekilde kızagın üstünde gitti, en sonunda köpekler kosumların içinde yere
yıgıldılar ve kızak durdu. Charles ile Hal kızaktan inip yürümesi için ona
yalvardılar, yakardılar, ayaklarına kapandılar. Bütün bunlar olurken Mercedes de
aglayıp sızlanıyor ve Tanrı'dan onların kabalıklarını cezalandırmasını
diliyordu.
Bir seferinde onu kızaktan kaba kuvvetle indirdiler. Bunu bir
daha asla yapmadılar, çünkü Mercedes sımarık bir çocuk gibi ayaklarını
sürttükten sonra yol üzerine çöküp oturdu. Kızak yoluna devam etti, ama Mercedes
yerinden kıpırdamadı. Üç mil gittikten sonra kızagın yükünü bosalttılar,
Mercedes'i almak için geri döndüler ve yine kaba kuvvetle onu yeniden kızagın
üstüne koydular.
Kendi sefaletlerinin büyüklügünden, hayvanların çektigi acılara karsı
hissizdiler. Hal'ın digerleri üzerinde de uyguladıgı teorisine göre, insan
sertlesmeliydi. Bu teorisini kız kardesine ve kayınbiraderine de asılamaya
çalıstı. Bunu basaramayınca teorisini sopayla köpeklerin kafasına kakmaya
basladı. Five Fin-gers'da köpeklerin yiyecegi bitti ve dissiz yaslı bir
Kızılderili kadın onlara, Hal'ın kalçasındaki büyük av bıçagının yanında duran
Colt's tabanca karsılıgında, birkaç kilo donmus at derisi vermeyi teklif etti.
Bu deri, yiyecegin yerine pek geçecek gibi degildi, altı ay önce sıgır
yetistiricilerinin açlıktan ölen atlarından yü-zülmüstü. Donmus haliyle daha çok
galvanize demir seritlere benziyor ve köpekler bunu midesine indirdiginde, ince
ve gıdasız deri tellere ve mide bulandırıcı ve hazmedilemeyen kısa kıllar
yumagına dönüsüyordu.
Buck ekibinin basında, bütün bunların içinden tıpkı bir kâ-bustaymıs gibi,
topallayarak geçiyordu. Çekebildigi zaman kızagı çekiyordu, daha fazla
çekemediginde yere düsüyor, kırbaç veya sopa darbeleriyle zar zor ayaga
kalkıyordu. O güzel kürkün-deki bütün canlılık ve parıltı gitmisti. Tüyleri
porsumus ve kirlenip sarkmıs, Hal'ın sopasının onu morarttıgı yerlerde kurumus
kanlarla lekelenmisti. Kasları eriyip dügümlü seritlere dönüsmüs, ederi
kaybolmustu, iskeletindeki her kaburga ve kemik, boslukta kırısan gevsek postta
açıkça belli oluyordu, insanın içini burkan bir görüntüydü, ama Buck'ın içi
burkulmazdı. Kırmızı
kazaklı adam bunu kanıtlamıstı.
Buck nasılsa, arkadasları da aynı durumdaydı. Ortalıkta dolasan birer
iskelettiler. Buck da dahil olmak üzere, toplam yedi köpektiler. Büyük
sefaletlerinde, kırbaç veya sopa darbelerine duyarsızlasmalardı. Sopayla
vurulunca gelen acı sönük ve uzaktı, tıpkı gözlerinin gördügü ve kulaklarının
isittigi seylerin sönük ve uzak olması gibi. Yarı canlı, hatta çeyrek canlı bile
sayılmazlardı. Yasam kıvılcımlarının içinde zayıfça titrestigi kemik
torbalarından baska bir sey degillerdi. Ne zaman mola verilse ölü gibi
kosumlarının içinde yere yıgılıyorlardı, yasam kıvılcımları bile kararıp
soluyor, sönmeye yüz tutuyordu. Ardından sopa veya kırbaç üzerlerine inmeye
baslayınca, kıvılcım zayıfça yemden titremeye baslıyor ve titreyerek yürümeye
devam ediyorlardı.
Günün birinde iyi kalpli Billee düstü ve kalkamadı. Hal tabancasını satmıstı, o
nedenle baltayı alıp kosumların içinde yatan Billee'nin kafasına indirdi, daha
sonra kosumlarını keserek cesedi çıkarıp kenara sürükledi. Buck da arkadasları
da bunu gördü, bunun onların basına da çok yakında gelecegini biliyorlardı.
Ertesi gün Koona öldü ve sadece bes köpek kaldılar: Joe kötü hallerini çoktan
geride bırakmıstı; Pike kötürüm, topal ve sadece yarı bilinçli haldeydi ve artık
hasta numarası yapacak hali kalmamıstı; Sol-leks tek gözüyle, hâlâ kızak çekme
isine sadık ve kızagı çekmek için çok az kuvveti kaldıgından keyifsizdi; Te-ek,
o kıs o kadar uzaga yolculuk etmemisti ve simdi en yeni köpek olarak kaldıgı
için daha çok sopa yiyordu; ve Buck, hâlâ ekibin basında, ama artık ekibi
disipline sokmuyor, sokmaya da çalısmıyordu, günün yarısında bitkinlikten gözü
hiçbir seyi görmez haldeydi. Yola bile ancak onu hayal meyal görerek,
ayaklarıyla belli belirsiz hissederek devam edebiliyordu.
Nefis bir bahar havası vardı, ama ne köpekler, ne de insanlar bunun farkındaydı.
Günes her gün biraz daha erken doguyor ve biraz daha geç batıyordu. Sabahın
üçünde safak söküyor, aksam saat dokuza kadar da alacakaranlık sürüyordu. Uzun
gündüz saatleri, pırıl pırıl günes ısıgıyla dopdoluydu. Ürpertici kıs
sessizligi, yerini uyanmakta olan yasamın büyük ilkbahar mırıltılarına
bırakmıstı. Dört bir yanlarından gelen bu mırıltılar yasam sevinciyle
dopdoluydu. Bu ses yasayan ve yeniden hareket eden, ölü gibi kalmıs ve uzun kıs
ayları boyunca yerinden kıpırdamamıs seylerden geliyordu. Çamların içinde
özsular yürüyordu. Sögütler ve kavaklar genç filizler veriyor, çalılar ve
sarmasıklar taptaze ve yemyesil giysilerini giyiyordu. Geceleri cırcırböcekleri
ötüyor, gündüzleri her türlü sürüngen günese dogru fırlıyordu. Keklikler ve
agaçkakanlar ormanda uguldayıp takırdıyorlardı. Sincaplar sohbet ediyor, kuslar
cıvıl cıvıl ötüyor, baslarının üzerinde ise, gökyüzünü ikiye bölermis gibi
sırayla uçarak güneyden gelen yaban kazları bagrısıyordu.
Her tepenin eteklerinden akan suyun damlama sesleri, görünmeyen pınarların
sırıltısı geliyordu. Her sey açılıyor, bükülüyor, çatırdıyordu. Yukon, kendisini
bastırıp kısıtlayan buzu kırarak özgürlügüne kavusmaya çalısıyordu. Alttan
Yukon, üstten günes, birlikte buzu eritiyorlardı. Buzda hava delikleri olusuyor,
yarıklar ortaya çıkıp açılıyor, buzun ince kısımları büyük parçalar halinde suya
düsüyordu. Ve uyanan yasamın tüm bu açılısının, yırtılısının ve çarpıntısının
ortasında, pırıl pırıl parlayan günesin altında ve yumusacık esen meltemlerin
arasında, iki adam, bir kadın ve Eskimo köpekleri, ölüm yolcuları gibi
sendeleyerek ilerliyordu.
Düsen köpekler, aglayarak kızak süren Mercedes, durmadan küfürler savuran Hal ve
dalgın gözleri sulanan Charles ile birlikte,
Beyaz Nehir'in agzında bulunan John Thornton'ın kamp yerine düse kalka
girdiler. Durdukları anda köpeklerin hepsi vurulup ölmüs gibi yere yıgıldı.
Mercedes gözlerini kurulayarak John Thornton'a baktı. Charles dinlenmek için bir
kütügün üstüne oturdu. Kaskatı kesildiginden çok yavas ve zorlukla oturmustu.
Konusma isini Hal üstlendi. John Thornton hus agacı gövdesinden yontmus oldugu
balta sapına son seklim vermekteydi. Yontarken bir yandan onları dinledi,
sorularına tek heceli cevaplar verdi ve sorulursa tavsiyede bulundu. Bu cins
insanları iyi bilirdi ve verdigi tavsiyelerin dinlenmeyeceginden kesinlikle
emindi.
"Bize yukarıda dediler ki, yolun dibi çöküyormus ve yapacagımız en iyi sey yatıp
dinlenmekmis," dedi Hal, Thornton'ın iyice incelmis buzun üzerinde sanslarını
zorlamamaları yönündeki tavsiyesine cevap olarak. "Bize Beyaz Nehir'e kadar
gidemezsiniz, de demislerdi, ama geldik iste." Bu son cümlede, alaycı bir zafer
tınısı seziliyordu.
"Dogru demisler," diye cevapladı John Thornton. "Buzun dibi her an çökebilir.
Sadece budalalar, budala sansıyla onu geçmeyi basarabilir. Size açık açık
söyleyeyim, bana Alaska'nın bütün altınlarını dahi verseler, o buzun üzerinde
postumu tehlikeye atmam."
"Çünkü sen budala degilsin, sanırım," dedi Hal. "Neyse fark etmez, biz Dawson'a
gidiyoruz." Kırbacını açtı. "Kalk ayaga, Buck! Hey! Kalk dedim sana! Çek hadi!"
Thornton bıçakla elindeki sapı yontmaya devam etti. Bir budalayla yapacagı
budalalıkların arasına girmenin hiçbir ise yaramayacagını biliyordu. Hem iki üç
budalanın eksik ya da fazla olması bir sey degistirmezdi.
Ama ekip emre uyup kalkmadı. Onları ayaklandırmak için
kırbacın gerektigi asamaya çoktan varmıslardı. Kırbaç acımasız görevini yerine
getirmek'için her taraflarında saklıyordu. John Thornton bir sey söylememek için
dudaklarını ısırdı, ilk sürünerek kalkan Sol-leks oldu. Ardından Teek kalktı. Ve
acıyla havlayarak Joe ayaklandı. Pike acıyla çaba harcıyordu. Tam iki kere yarı
kalkmısken yine düstü, üçüncüde ayaga kalkmayı basardı. Buck çaba harcamadı.
Düstügü yerde sessizce yatıyordu. Kırbaç tekrar tekrar üstüne indi, ama Buck ne
sızlandı, ne de karsılık verdi. Thornton defalarca bir sey söyleyecekmis gibi
agzını açtı, sonra vazgeçti. Gözlerini bir nem kapladı ve kırbaçlama devam
ederken, ayaga kalkıp kararsızca bir ileri bir geri yürümeye basladı.
ilk kez Buck is yapmıyordu, bu da Hal'ı öfkeden kudurtmak için yeterli bir
sebepti. Kırbacı bırakıp eline sopayı aldı. Buck üstüne simdi daha da agır inen
darbe yagmuru altında, kalkmayı reddediyordu. O da istese arkadasları gibi zar
zor ayaga kalkabilirdi ama, onlardan farklı olarak, kalkmamaya karar vermisti.
Yaklasan ölümü hayal meyal hissedebiliyordu. Bunu nehir kıyısına vardıklarında
da kuwetle hissetmis, bu histen bir daha kurtulamamıstı. Ayaklarının altında gün
boyu hissettigi ince ve çürük buzdan sonra, sahibinin onu sürmeye çalıstıgı
önlerindeki buzda, felaketin çok yaklastıgını hisseder gibiydi. Yerinden
kıpırdamayı reddetti. Öyle çok acı çekmis ve bunları öylesine asmıstı ki,
sopalar canını fazla acıtmıyordu artık. Darbeler üzerine inmeye devam ederken
içindeki yasam kıvılcımı titredi ve iyice küçüldü. Neredeyse sönecekti.
Kendisini tuhaf bir sekilde uyusmus hissediyordu. Çok uzak bir mesafeden,
dövüldügünü biliyordu. Son acı hisleri de gitti. Artık hiçbir sey hissetmiyordu,
ama sopanın vücuduna degisini hafifçe duyabiliyordu. Ama artık vücudu kendisine
ait degildi, öylesine uzak görünüyordu ki...
Aniden, uyarıda bulunmadan, anlasılmayan ve daha çok bir hayvanınkini andıran
bir haykırısla John Thornton, sopayı indirip duran adamın üstüne atladı. Hal,
bir agaç üzerine düsmüs gibi geri savruldu. Mercedes bir çıglık attı. Charles
düsünceli düsünceli baktı, sulu gözlerini ovusturdu, ama kaskatı kesilmis
oldugundan ayaga kalkmadı.
John Thornton Buck'ın basında durdu, kendini kontrol etmek için büyük bir
mücadele veriyor, öfkeden konusamıyordu.
"Bu köpege bir daha vurursan, seni öldürürüm," diyebildi en sonunda boguk bir
sesle.
"O benim köpegim," diye cevap verdi Hal, agzındaki kanı silip ayaga kalkarken.
"Çekil yolumdan, yoksa gebertirim seni. Ben Dawson'a gidiyorum."
Thornton onunla Buck arasında duruyor, yolundan çekilmeye hiç niyeti olmadıgını
açıkça gösteriyordu. Hal uzun av bıçagım çekti. Mercedes çıglık atıyor, aglıyor,
gülüyor, karmasık isterik tepkiler veriyordu. Thornton baltanın sapıyla Hal'ın
parmaklarına vurdu ve bıçak yere düstü. Hal bıçagı almaya çalısırken
parmaklarına bir daha vurdu. Sonra egilip bıçagı aldı ve iki harekette Buck'ın
kosumlarını kesti.




Hal'ın dövüsecek hali kalmamıstı. Zaten elleri, daha dogrusu kolları kız
kardesiyle doluydu; öte yandan, Buck da ölmek üzere oldugundan kızagı çekemezdi.
Birkaç dakika sonra kıyıdan uzaklasarak asagıya nehre dogru ilerlemeye
basladılar. Buck onların gittigini duyarak, izlemek için kafasını kaldırdı. Pike
önde gidiyordu, Sol-leks tekerlekteydi, aralarında Joe ile Teek vardı. Hepsi de
topallıyor ve sendeliyordu. Yüklü kızagı Mercedes sürüyordu. Hal kızaga yön
veriyor, Charles da arkalarından sendeleyerek geliyordu.
Buck onları izlerken, Thornton yanına diz çöktü ve sert, sefkatli
elleriyle kırık kemik olup olmadıgına baktı. Bir sürü yara bere ve korkunç
bir açlık haricinde hiçbir sey olmadıgını anladıgı sırada, kızak çeyrek mil
ötedeydi. Köpek ve adam kızagın buzun üstünde sürünerek gidisini izlediler.
Birden kızagın arka ucu, tıpkı bir çukura girer gibi dibe düstü ve ona sıkıca
tutunmus Halle birlikte öne dogru havaya savruldu. Charles dönüp geri kosmak
için bir adım attı, ama buz parçası oldugu gibi yarıldı ve köpeklerle insanlar
ortadan kayboldu. Görülen sadece dipsiz bir delikti. Yolun dibi çökmüstü.
John Thornton ile Buck birbirine baktılar.
"Zavallı seytan seni," dedi John Thornton ve Buck onun elini yaladı.
Bir Adamın Sevgisi Ugruna
John Thornton'ın ayagı geçen Aralık ayında dondugunda arkadasları ona rahat bir
yer hazırlayıp iyilesmesi için bırakmıs, kendileri de Dawson'a gitmek için bir
sal yapmak üzere agaç kesmeye, nehrin yukarısına dogru gitmisti. Thornton Buck'ı
kurtardıgı sırada hâlâ hafifçe topallıyordu, ama havalar ısındıkça hafif
topallaması bile geçti. Ve Buck oracıkta, nehir kıyısında uzun ilkbahar günleri
boyunca yatarak, akan suyu izleyerek, tembelce kusların cıvıltılarını ve doganın
mırıltılarım dinleyerek, yavas yavas yeniden kuvvetini kazandı.
Üç bin mil gittikten sonra dinlenmek ona çok iyi gelmisti ve dogrusunu söylemek
gerekirse, yaraları kapanır, kaslan siser ve kemikleri yeniden etlerle
kaplanmaya baslarken, Buck tembelce yayılmaktan baska hiçbir sey yapmadı.
Aslında hepsi -Buck, John Thornton, Skeet ile Nig- kendilerini Dawson'a
tasıyacak olan salın gelmesini beklerken aylaklık ediyorlardı. Skeet, Buckla
hemen arkadas olan bir irlanda seteriydi. Buck ölmek üzereyken Skeet'in ilk
yaklasımlarını geri çevirememisti. Skeet'te bazı köpeklerde olan doktorluk
becerisi vardı ve tıpkı yavrularını yıkayan bir anne kedi gibi, o da Buck'ın
yaralarını yaladı ve temizledi. Düzenli olarak her sabah Buck kahvaltısını
bitirdikten sonra kendine vazife edindigi isini yapıyordu; öyle ki, bir süre
sonra tıpkı Skeet'in Thornton'ın yaptıgı yardımları araması gibi, Buck da
onunkileri istekle beklemeye baslamıstı. Aynı derecede dost canlısı olan, ama
bunu daha az gösteren Nig ise kocaman siyah bir köpekti, birinin koku alma
duyusu çok iyi olan, digerinin vücudu iri olan iki farklı tazı cinsinin bir
karısımıydı. Gözlerinin içi gülüyordu ve son derece iyi huylu bir köpekti.
Bu köpeklerin kendisim kıskanmaması Buck'ı sasırttı. John Thornton'ın nezaket ve
hosgörüsünden paylarına düseni almıs gibiydiler. Buck kuvvetlendikçe onu bin bir
türlü komik oyuna sokmaya basladılar. Thornton da kendini tutamayıp oyunlara
katılıyordu ve böylece Buck nekahet döneminden kolayca çıkarak yepyeni bir
hayata basladı. Hayatında ilk kez sevgiyi, gerçek ve tutkulu sevgiyi tadıyordu.
Bunu Güney'de, günesli Santa Cla-ra Vadisi'nde Yargıç Miller'ın evinde hiç
hissetmemisti. Yargıcın ogullarıyla ava çıkması, dolasması bir is ortaklıgıydı;
yargıcın torunlarıyla iliskisi gösterisli bir bekçilik ve yargıcın kendisiyle
olan iliskisi de resmi ve agırbaslı bir arkadaslıktı. Ama yanıp tutusan,
hayranlık, çılgınlık dolu bir sevgiyi içinde uyandıran insan, John Thornton
olmustu.
Bu adam onun hayatını kurtarmıstı, evet bu önemliydi. Ama onun da ötesinde bu
adam ideal bir efendiydi. Baska adamlar köpeklerinin rahat etmesini görev olarak
görür ve onlara is yapsınlar diye bakardı. Thornton ise kendi çocuklarıymıs
gibi, bakmaktan kendini alıkoyamadıgı için köpeklerine bakıyordu. Ve daha
ötesini de yapıyordu. Asla nazik bir selamı veya neseli bir sözü ihmal
etmiyordu. Köpeklerle oturup uzun bir sohbete girmek (buna gevezelik diyordu)
ona da köpekler kadar büyük bir keyif veriyordu. Buck'ın kafasını sertçe
ellerinin arasına alıp basını onunkine dayar, onu ileri geri sallar, bir yandan
da Buck'a, ona sevgi sözcükleri gibi gelen kaba isimlerle söverdi. Buck bu
sert kucaklamadan ve mırıldanan küfürlerden daha büyük bir mutluluk bilmiyordu
ve her ileri geri sallandıgında kalbi gögsünden dısarı fırlayacakmıs gibi büyük
bir cosku hissediyordu. Bırakıldıgında da arka ayaklarının üstünde, agzı güler,
gözleri sevgi dolu, gırtlagı çıkmayan bir sesle titrer halde kıpırdamadan
durdugunda, John Thornton hayranlıkla bagırırdı, "Tanrım! Neredeyse
konusacaksın!"
Buck sevgisini gösterirken karsısındakini neredeyse yaralardı. Sık sık
Thornton'ın elini agzına alıp öyle kuvvetli sıkıyordu ki, dislerinin izi uzun
süre adamın elinde kalıyordu. Tıpkı Buck'ın küfürleri sevgi sözcükleri olarak
görmesi gibi, adam da bu yalandan ısırıgı oksamaymıs gibi görüyordu.
Ancak çogu zaman, Buck sevgisini hayranlıkla ifade ediyordu. Thornton ona
dokundugunda veya onunla konustugunda mutluluktan çılgına dönmesine ragmen
bunları aramıyordu. Burnunu Thornton'ın elinin altına sokusturup oksanıncaya
kadar dürten Skeet'in veya sessizce sokulup koca kafasını Thorn-tonin dizine
dayayan Nig'in aksine, Buck onu uzaktan hayran hayran seyretmekle
yetinebiliyordu. Saatlerce hevesli ve uyanık biçimde Thornton'ın ayaklarının
dibinde yatıyor, uzun uzun yüzüne bakıp onu inceliyor, gelip geçen her ifadeyi,
her hareketi veya yüzündeki her degisikligi, son derece büyük bir dikkat ve
ilgiyle takip ediyordu. Ya da duruma göre daha uzakta, yanda veya arka tarafta
yatıyor, adamın siluetim ve vücudunun hareketlerini izliyordu. Ve aralarındaki
iliski öylesine sıkıydı ki, Buck'ın bakısının gücüyle John Thornton dönüp
arkasına bakar ve konusmadan, tıpkı Buck'ın kalbinin parıltısı gibi onun da
kalbinin parıltısı gözlerinden yansıyarak, bakısa cevap verirdi.
Kurtarıldıktan sonra uzunca bir süre Buck, Thornton'ın gözünün önünden
uzaklasmasından hoslanmadı. Çadırdan çıktıgı
andan itibaren tekrar içeri girene dek Buck onun ayaklarının dibinden
ayrılmıyordu. Kuzey'e geldiginden beri gelip geçmis tüm sahipleri ona hiçbir
sahibin kalıcı olamayacagı korkusunu asılamıslardı. Thornton'ın da tıpkı
Perrault, Francois ve melez iskoç gibi hayatından çıkıp gideceginden korkuyordu.
Geceleri rüyalarında bile bu korku pesini bırakmıyordu. Böyle zamanlarda uykuyu
bir yana bırakıp, gecenin sogugunda çadırın kapısına gidip, orada durarak
sahibinin nefes alıp verislerini dinliyordu.
Ancak içinde yumusak ve uygar etkiyi ifade eden John Thornton'a duydugu büyük
sevgiye ragmen, Kuzeyin içinde uyandırmıs oldugu ilkelligin izi de canlı ve
etkin kalmıstı. Ocagın yanında ve bir çatı altında yasamanın vermis oldugu
sadakat ve baglılık hâlâ vardı, ancak vahsilik ve hinligini de yitirmemis-ti.
Nesillerce uygarlıgın isaretleriyle damgalanmıs yumusak huylu Güneyli bir
köpekten ziyade, John Thornton'ın atesinin yanında oturmak için yabanın içinden
çıkıp gelmis, yaban hayata ait bir vahsiydi o. Duydugu çok büyük sevgi nedeniyle
bu adamdan hiçbir sey çalamazdı, ama baska her kamptaki her adamdan çalarken bir
an bile düsünmez, çalarken gösterdigi kurnazlıkla da yakalanmadan kalırdı.
Yüzü ve gövdesi bir sürü köpegin dis izleriyle doluydu. Her zamanki kadar
atesli, her zamankinden daha akıllıca dövüsüyordu. Skeet ile Nig dövüsmeyecek
kadar iyi huylu köpeklerdi -hem onlar John Thornton'a aitti. Ama cinsi ne olursa
olsun ve ne kadar cesur olursa olsun yabancı bir köpek ya derhal Buck'ın
üstünlügünü kabul edecek ya da korkunç bir düsmanla ölüm kalım savasına girmek
zorunda kalacaktı. Buck acımasızdı. Sopa ve dis yasasını çok iyi ögrenmisti ve
Ölüme giden yolda düsmanına karsı hiçbir avantajı kaçırmıyor, düsmanından hiçbir
zaman kaçmıyordu. Bu isi Spitz'ten ve polisle postanın en iyi dövüsen
köpeklerinden ögrenmisti ve dövüste orta yol diye bir seyin olmadıgını iyi
biliyordu. Ya sahip olacak ya da sahiplenilecekti, affetmek zayıflıktı, ilkel
yasamda affetmeye yer yoktu. Yanlıs anlasılıyor, korku oldugu sanılıyordu ve bu
tür yanlıs anlamalar ölümle sonuçlanıyordu. Öldür ya da öl, ye ya da yem ol,
kanun buydu ve Buck da zamanın derinliklerinden gelen bu emre itaat ediyordu.
Gördügü günlerden ve aldıgı soluklardan daha yaslıydı. Geçmisi gelecekle
baglıyor ve ardındaki sonsuzluk onun içinden güçlü bir ritimle çarpıyor, o da
tıpkı gelgitler ve mevsimler gibi, bu ritimle birlikte savruluyordu. Kendisi
John Thornton'ın atesinin yanında yatan genis gögüslü, beyaz disli ve uzun tüylü
bir hayvandı; ama ardında, kendisini sıkıstıran ve harekete geçiren, yedigi etin
lezzetini tadan, içtigi suya susayan, rüzgârı onunla birlikte koklayan,
ormandaki yabani hayatın çıkardıgı sesleri onunla birlikte dinleyip ne
olduklarını söyleyen, ruh hallerini belirleyen, hareketlerim yöneten, yattıgı
zaman onunla birlikte uykuya dalan ve onunla beraber rüya görüp, onun ötesinde
rüyalar görüp, bizzat rüyalarının parçası olan tüm köpek türlerinin, melez
kurtların ve vahsi kurtların gölgeleri vardı.
Bu gölgeler onu öyle kuvvetle çagırıyordu ki, her geçen gün insanoglu ve onun
istekleri Buck'tan daha da uzaklasıyordu. Ormanın derinliklerinden bir ses
çagırıyordu ve Buck o gizemli ve cazip çagrıyı ne zaman duysa, sırtını atese ve
etrafındaki ayak basılmıs topraga dönüp ormana dalmak zorunda oldugunu
hissediyor, nereye veya neden gittigini bilmeden ilerliyor, ormanın
derinliklerinden gelen çagrı buyururcasına duyulmaya devam ederken, nerede
oldugunu veya neden orada oldugunu bile düsünmüyordu. Ama ne zaman yumusak ve
ayak basılmamıs topraga ve yemyesil gölgelere adım atsa, John Thornton'a duydugu
sevgi onu yine atesin yanına geri döndürüyordu.
Onu tutan sadece Thornton'du. insanlıgın geri kalanının Buck'ın gözünde en ufak
bir degeri yoktu. Gelip geçen yolcular onu övüyor ya da oksuyordu, ama o hepsine
soguk davranıyor, üzerine fazla düsen biri olursa da, kalkıp gidiyordu.
Thornton'ın ortakları Hans ve Pete uzun süredir beklenen salın üstünde çıkıp
geldiklerinde Buck, Thornton'ın arkadasları olduklarını ögrenene kadar onları
görmezden geldi; ondan sonra da yaptıkları iyi davranısları kendilerine lütufta
bulunurmus gibi kabul ederek, ses çıkarmadan onlara tahammül etti. Onlar da
Thornton gibi hosgörülü, ayakları yere basan, basit düsünen ve olayları net
gören insanlardı ve daha sallarıyla Dawson'daki bıçkıevinin oradaki büyük
anafora girer girmez Buck'ı ve huylarını anladılar ve Skeet ile Nig ile oldugu
gibi bir samimiyet kurmak için üstelemediler.
Buck'ın Thornton'a duydugu sevgi ise gittikçe büyüyordu. Yaz yolculugunda
Buck'ın sırtına yük yerlestirebilen tek kisi oydu. Thornton istedikten sonra
Buck için hiçbir sey zor degildi. Bir gün (saldan kazandıkları parayla
Dawson'dan ayrılıp Tanana Nehri'nin kaynagına dogru gitmislerdi) adamlarla
köpekler, dümdüz asagı, yüz metre asagıdaki çıplak kayalıklara dogru inen bir
uçurumun tepesinde oturuyorlardı. John Thornton uca yakın oturuyordu, Buck da
hemen arkasındaydı. Thornton'ın aklına düsüncesizce bir fikir geldi ve
aklındakini denemek için Hans ile Pete'in dikkatini çekerek izlemelerini istedi.
"Atla, Buck!" diye emir verdi, kolunu uçuruma dogru uzatarak. Bir an sonra tam
uçta Buck'ı yakalamıs durdurmaya çalısıyordu. Hans ile Pete de onları güvenli
bir yere geri çekmeye ugrasıyordu.
"Çok tuhaf," dedi Pete olay bittikten ve tekrar konusabilme-ye basladıktan
sonra.
Thornton basım iki yana salladı. "Hayır, bu müthis bir sey, aynı zamanda da
korkunç. Biliyor musun, bazen beni korkutuyor."
"O etraftayken sana dokunan adam olmak istemem," diye sözünü bitirdi Pete,
basıyla Buck'ı isaret ederek.
"Kesinlikle," diye ekledi Hans. "Ben de istemem dogrusu."
Yıl bitmeden Pete'in endiseleri Circle Çity'de gerçege döndü. Asabi ve kötü
huylu bir adam olan "Kara" Burton, çaylagın biriyle meyhanede kavgaya tutusmus,
Thornton da iyi niyetle onları ayırmak için aralarına girmisti. Buck her zamanki
gibi bir kösede yatıyordu, basını pençelerinin üstüne koymus, sahibinin tüm
hareketlerini izliyordu. Burton uyarıda bulunmadan dogrudan omuzdan vurdu.
Thornton dönerek savruldu ve barın önündeki raya tutunarak ancak düsmekten
kurtulabildi.
izleyenlerin duydugu bir havlama degil, daha çok kükremeye benzer bir sesti ve
Buck'ın gövdesinin yerden fırlayarak havada yükselip Burton'ın boynuna uçtugunu
gördüler. Adam içgü-düleriyle kolunu öne dogru atarak hayatını kurtarabildi, ama
üzerinde Buck'la geriye dogru yere savruldu. Buck adamın koluna geçirdigi
dislerim açıp, yeniden adamın boynuna yöneldi. Bu sefer adam boynunun sadece bir
kısmını kapatabildi ve bogazı yarıldı. Bir anda oradaki herkes Buck'ın üzerine
üsüstü ve hayvanı oradan uzaklastırdılar, ama bir doktor kanamayı muayene
ederken bir yandan Buck ileri geri dolasarak gizlice fırsat kolluyor, öfkeyle
uluyor, içeri dalmaya çalısıyor ve bir dolu düsmanca sopa tarafından geri
püskürtülüyordu. Hemen orada yapılan bir "madenci toplantısı"nda köpegin
saldırmaya tahrik edilmis olduguna karar verilince Buck serbest bırakıldı. Ama
bir kere nam salmıstı ve o günden sonra ismi Alaska'daki bütün kamplara yayıldı.
Buck aynı yılın sonbaharında John Thornton'ın hayatını çok daha farklı bir
sekilde kurtardı. Üç ortak Forty Mile Nehri'nin en hızlı akan yerinde uzun ve
dar bir kayık ve sırıkla asagı iniyorlardı. Hans ve Pete kıyı boyunca giderek,
ince bir Marala hala-tıyla agaçtan agaca ilerleyip kayıgın yolunu kesiyordu.
Thornton ise kayıkta kalmıs, bir sırık yardımıyla kayıgın inisine yardım ediyor
ve kıyıya dogru bagırarak emirler veriyordu. Kıyıda duran Buck, endise ve
telasla kayıgı izliyor, gözlerini sahibinden bir an bile ayırmıyordu.
Nehrin içinin kayalarla dolu oldugu ve bunların suyun yüzünden zar zor
seçilebildigi özellikle tehlikeli bir noktada, Hans ipi saldı. Thornton kayıgı
akıntıda sırıkla idare etmeye çalısırken, Hans halatın bir ucu elinde, kayık
kayalardan kurtuldugunda onu halatla durdurabilsin diye kıyı boyunca asagı dogru
kostu. Kayık kayalardan kurtuldu ve akıntıyla nehir asagı son hızla giderken
Hans ipi çekerek kayıgı durdurdu, ama bunu fazlasıyla ani yapmıstı. Kayık
alabora olup kıyıya dogru sürüklendi ve Thornton kayıktan fırlayarak, nehrin en
berbat kısmına, suların hiçbir yüzücünün sag çıkamayacagı kadar azgın aktıgı
noktaya dogru sürüklendi.
Buck anında fırlamıstı; yüz metre kadar sonra çılgın bir girdabın ortasında
Thornton'a yetisip, onun önüne geçti. Thornton'ın kuyrugunu tuttugunu hissedince
kıyıya yöneldi ve muhtesem kuvvetinin tamamını kullanarak, var gücüyle yüzmeye
basladı. Ama kıyıya dogru gidisleri yavastı, akıntı yönünde ise çok hızlı
gidiyorlardı. Asagıdan, akıntının daha da hızlandıgı ve suyun dev bir taragın
disleri gibi aralardan çıkan kayalar tarafından parçalanıp püskürtüldügü yerden,
ölümcül bir gürleme sesi geliyordu. Son dik yokusun basında suyun çekisi öyle
kuvvetliydi ki, Thornton kıyıya ulasmanın imkânsız oldugunu anladı.
Sertçe bir kayayı sıyırdı, bir ikinciye çarpıp yaralandı ve üçüncü bir kayaya
ezici bir güçle bindirdi. Kayanın kaygan yüzeyini iki eliyle kavradı, Buck'ı
bıraktı ve çaglayan suyun gürültüsünün üstünden bagırdı: "Git Buck, git!"
Buck tutunamamıs, akıntıyla sürüklenmeye baslamıstı. Ümitsizce mücadele ediyor,
ama geri gidemiyordu. Thornton'ın emrini tekrarladıgını duyunca biraz suyun
üstüne çıktı, ona son bir kez bakar gibi basını yukarı kaldırdı, ondan sonra da
itaat ederek kıyıya dogru döndü. Kuvvetli yüzüyordu ve tam da yüzmenin artık
olanaksızlastıgı ve felaketin basladıgı noktada Pete ve Hans tarafından kıyıya
çekildi.
Bir adamın o çılgın akıntıda kaygan bir kayanın üstünde birkaç dakikadan fazla
asılı kalamayacagını biliyorlardı. Thornton'ın tutundugu yerin oldukça
yukarısında bir noktaya son hızla kostular. Kayıgı durdurmak için kullandıkları
halatı, bogmaması ve yüzmesini engellememesi için dikkatle Buck'ın boynuna ve
omuzlarına bagladılar ve onu akıntıya fırlattılar. Buck cesurca atlamıstı, ama
tam akıntının içine atlamamıstı. Hatasını fark ettiginde artık çok geçti, o
sırada Thornton onunla aynı hizadaydı ve Buck çaresizce akıntıyla yanından
sürüklenip geçerken sadece altı kulaç ötesindeydi.
Hans hemen, kayıkmıs gibi Buck'un ipini çekti. Akıntının sü-rüklemesiyle
kendisini sıkan halat yüzünden Buck suyun altına çekildi ve vücudu kıyıya çarpıp
dısarı çekilinceye kadar da suyun altında kaldı. Yarı bogulmus durumdaydı. Hans
ile Pete hemen üstüne atılarak ona solunum yaptırmaya ve yuttugu suyu çıkartmaya
çalıstı. Buck sendeleyerek kalktı ve düstü. Thornton'ın zayıf sesini duydular,
sözcükleri seçememelerine ragmen onun dayanma noktasının sonunda oldugunu
biliyorlardı. Sahibinin sesi Buck'ın üzerinde elektrik çarpması etkisi yapmıstı.
Ayaga fırlayıp adamların önünde, suya son atladıgı noktaya dogru kostu.
Halat bir kez daha baglandı ve Buck suya atıldı ve yine, bu kez tam akıntının
ortasına atıldı. Bir kez hesapta yanılmıstı, aynı hatayı tekrarlamayacaktı. Hans
hiçbir gevsemeye izin vermeden halatı koyveriyor, Pete de halatın dolanmasını
engelliyordu. Buck Thornton'ın arkasında tam onun hizasına gelinceye kadar
durdu, sonra döndü ve bir ekspres tren kadar hızla asagı, dimdik onun üzerine
dogru gitmeye basladı. Thornton onun geldigini gördü ve Buck arkasındaki
akıntının tüm gücüyle bir sahmerdan gibi ona tosladıgı anda uzanıp iki kolunu
birden onun sert tüylü boynuna doladı. Hans halatı agacın etrafına doladı ve
Buck ile Thornton suyun altına çekildi. Bogusarak, soluksuz kalarak, bazen biri
bazen digeri suyun yüzünde, nehrin sivri kayalar ve köklerle dolu dibine çarpa
çarpa, çekilerek kıyıya döndüler.
Thornton, Hans ve Pete'in güçlükle uzattıgı, akıntıyla sürüklenmis bir agaç
gövdesine tutunarak kıyıya çıktı. Gözlerim açar açmaz Buck'a bakındı, zayıf ve
cansız görünen vücudunun basında Nig uluyor, Skeet ise ıslak yüzüyle kapalı
gözlerini yalıyordu. Thornton yara bere içinde olmasına ragmen Buck'ın yanına
gidip vücudunu dikkatle inceledi ve kaburgalarından üçünün kırılmıs oldugunu
gördü.
"Buraya kadar," dedi. "Tam burada kamp kuruyoruz." Buck'ın kaburgaları
iyilesinceye ve Buck yeniden yola çıkabilin-ceye kadar da kamp kurdular.
O kıs Dawson'da Buck, belki o kadar kahramanca olmasa da, adını Alaska'da çok
daha fazla duyuran ve tanınmasını saglayan baska bir is basardı. Bu is üç adamı
özellikle sevindirdi, çünkü onun sagladıgı kazanca çok ihtiyaçları vardı ve
henüz madencilerin
gitmemis oldugu, el degmemis Dogu'ya dogru uzun süredir istedikleri
yolculuga çıkmalarını sagladı. Konu Eldorado Ba-rı'ndaki bir sohbette açılmıstı.




Adamlar en sevdikleri köpekleri hakkında atıp tutuyorlardı. Rekoru nedeniyle
Buck bu adamların hedef tahtasıydı ve Thornton da cesaretle onu savunmak zorunda
kalmıstı. Yarım saatin sonunda adamlardan biri köpeginin iki yüz elli kiloluk
bir kızagı baslatıp onunla yürüyebilecegini iddia etti, ikinci bir adam kendi
köpegi için üç yüz kilo dedi, bir üçüncü de üç yüz elli.
"Hah! o da bir sey mi!" dedi John Thornton. "Buck bes yüz kilo baslatır."
"Buzunu da kırar, otuz metre de çeker mi?" diye sordu Matt-hewson, üç yüz
elliyle övünen zengin maden yataklarının kralı.
"Buzunu da kırar, otuz metre de çeker," dedi John Thornton havalı bir tavırla.
"iyi o zaman," dedi Matthewson yavasça ve herkesin duyabilecegi sekilde, "Bin
dolarına bahse girerim, yapamaz, iste." Bunları söylerken Bolonya sosisi
ebatlarında bir kese altın tozunu barın üstüne küt diye indirdi.
Kimseden çıt çıkmadı. Thornton'ın blöfü, sayet blöfse, ise yaramıstı. Sıcak
kanın yüzüne hücum ettigini hissedebiliyordu. Çenesi onu aldatmıstı. Buck'ın bes
yüz kiloyu çekip çekemeye-cegini bilmiyordu. Yarım ton! Bunun büyüklügü
Thornton'ı afallattı. Buck'ın gücüne son derece güveniyordu ve pek çok kez onun
böyle bir yükü çekebilecek kapasitede oldugunu düsünmüstü, ama hiçbir zaman
simdiki gibi, on adamın gözleri sessizce ve beklentiyle ona dikilmisken bu
olasılıkla yüzlesmemisti. Hem ne kendisinin, ne de Hans ile Pete'in bin doları
vardı.
"Dısarıda bir kızagım duruyor, üzerinde de yirmi bes çuval un var," diye devam
etti Matthewson kaba bir açıklıkla, "yani
isin o kısmını dert etme."
Thornton cevap vermedi. Ne diyecegini bilmiyordu. Düsünme gücünü kaybetmis ve
tekrar düsünmeye baslamasını saglayacak seyi arayan biri gibi, adamların
suratlarına bos bos baktı. Bir Mastodon kralı ve eski dostlarından biri olan Jim
O'Brien gözüne çarptı. Bu onun için bir isaretti, hayatında hayal bile etmemis
oldugu seyi yapması için onu harekete geçirir gibiydi.
"Bana bir binlik borç verir misin?" diye sordu neredeyse fısıltıyla.
"Tabii ki," diye cevap verdi O'Brien, Matthewson'ın kesesinin yanına dev gibi
bir keseyi indirerek. "Ama, John, hayvanın o numarayı yapabilecegine pek
inanmıyorum, bilesin."
Eldorado'daki herkes testi görmek için dısan çıktı. Masalar bombos kalmıstı,
kumarbazlar ve krupiyeler bile sonucu görmek ve bahis oynamak için gelmisti.
Kürklü ve eldivenli yüzlerce adam, mesafe bırakarak kızagın etrafına dizildi.
Matthewson'm bes yüz kilo unla dolu kızagı birkaç saattir orada duruyordu ve buz
gibi sogukta (sıfırın altında altmıs) kızagın ayakları donarak sertlesmis, buza
yapısmıstı. Adamlar Buck'ın kızagı yerinden kımıldatamayacagı üzerine bire iki
bahse giriyordu. "Buzu kırmak" lafı üzerine bir tartısma çıktı. O'Brien kızagın
buzunu kırmanın Thornton'ın ayrıcalıgı oldugunu, Buck'ın sadece kızagı duragan
halden harekete geçirmesinin yeterli olacagını söyledi. Ama Matthewson bahiste,
kızagın ayaklarını donmus karın kıskacından kurtarmanın da dahil oldugunda ısrar
ediyordu. Bahis yapılırken sahit olmus adamların da çogu Matthewson'un tarafını
tutunca, Buck'a karsı bahisler bire üçe çıktı.
Bahsi kabul eden yoktu. Hiç kimse Buck'ın bu isi becerebilecegine inanmıyordu.
Thornton ne olup bittigini anlamadan, kuskularla dolu bir halde bahse girmeye
itilmisti; simdi bir de
önündeki normal ekipte on tane köpek karın içinde kıvrılmıs haliyle duran
kızaga, somut gerçege bakınca is gözüne iyice imkânsız göründü. Matthewson zafer
sarhoslugu içindeydi.
"Üçe bir!" diye bagırdı. "Bu durumda bin dolar daha koyarım ortaya, Thornton. Ne
diyorsun?"
Thornton'ın süphesi yüzünden okunuyordu ama savasçı ruhu kabarmıstı -
olasılıkların üstüne çıkan, imkânsızı kabullenmeyi bilmeyen ve savas çıglıgı
dısında hiçbir sey duymayan savasçı ruh. Hans'la Pete'i yanına çagırdı. Keseleri
küçüktü ve ken-dininkiyle beraber üç ortak sadece iki yüz dolar toplayabilmisti.
Kaderlerinin en kötü dönemlerinden birinde tüm sermayeleri bu kadardı, ama bunu
da hiç tereddüt etmeden Matthewson'un altı yüzüne karsı ortaya koydular.
On köpeklik ekip kızaktan çözüldü ve Buck kendi kosumla-rıyla kızaga baglandı.
Heyecan dalgasını anlamıs ve her nasılsa John Thornton için çok önemli bir sey
yapması gerektigini hissetmisti. Muhtesem görünüsü üzerine hayranlık dolu sesler
yükseldi. Mükemmel durumdaydı, bir gram bile gereksiz eti yoktu ve yetmis bes
kiloluk agırlıgı, oldugu gibi yigitlik ve mertlikten ibaretti. Tüyleri ipek gibi
parlıyordu. Boynundan asagıya, omuzlarının arasında yelesi sakin durmasına
ragmen yan yanya kabarıyor ve her hareketinde kalkıyor gibi görünüyordu, asırı
dinçlikten her tüyü ayrı ayrı canlı ve hareketliydi sanki. Genis gögsü ve
kuvvetli ön ayakları vücuduyla tam olarak oranlıydı, buradaki kasları derisinin
altında sıkı yuvarlaklar seklinde görünüyordu. Birkaç adam bu kasları elleyip
çelik gibi sert olduklarını söyledi, bunun üzerine bahisler bire ikiye indi.
"Bayım! Bayım!" diye kekeledi son hanedanlıgın üyelerinden biri, bir Skookum
Benches kralı. "Size onun için sekiz yüz dolar veririm bayım, denemeden önce
bayım, bu haliyle sekiz yüz."
Thornton basını iki yana salladı ve Buck'ın yanına yürüdü. "Ondan uzak
durmalısın," diye itiraz etti Matthewson. "Rahat hareket etsin, açıl biraz."
Kalabalık sessizlesti, sadece bos yere bire iki bahis öneren kumarbazların
sesleri duyuluyordu. Herkes Buck'ın muhtesem bir hayvan oldugu konusunda
hemfikirdi, ama yirmi adet yirmi bes kiloluk çuval, keselerinin agzını açmak
için birazcık fazlaydı.
Thornton Buck'ın yanında dizlerinin üstüne çömeldi. Buck'ın kafasını ellerinin
arasına alıp yanagını yanagına dayadı. Âdeti oldugu üzere Buck'ı oyun olsun diye
sallamadı, yumusak sevgi küfürleri de mırıldanmadı; bunların yerine onun
kulagına fısıldadı. "Beni sevdigin için, Buck. Beni sevdigin için," diye
fısıldadı. Buck zaptedilmis hevesle inledi.
Kalabalık merakla izliyordu, is gittikçe esrarlı bir hal alıyordu. Sanki bir
sihirbazlıktı. Thornton ayaga kalktıgında Buck eldivenli elini dislerinin
arasına aldı, bastırdı ve yavasça, istemeye istemeye yine bıraktı. Bu, konusma
diliyle degil, sevgi diliyle verdigi cevaptı. Thornton iyice geri çekildi.
"Haydi, Buck," dedi.
Buck kosumları gerdi, sonra onları birkaç santim gevsetti. Böyle ögrenmisti.
"Sag!" Thornton'jn sesi gergin sessizlikte keskince çınladı.
Buck saga yüklendi ve kayısların gevsekligini alan ve ani bir sarsıntıyla yetmis
bes kiloluk agırlıgını kontrol altına alan bir atılısla hareketini tamamladı.
Yük sallandı ve kızagın ayaklarının altından ince bir çatırtı geldi.
"Sol!" diye emir verdi Thornton.
Buck aynı manevrayı bu kez sola dogru yineledi. Çatırtı kırılma sesine dönüstü,
kızak ekseninde hafifçe döndü ve kızak
ayakları birkaç santim yana kayarak sürtündü. Kızagın buzu kırılmıstı. Herkes
nefesini tutmustu, kimse nefes almadıgının farkında bile degildi.
"Simdi, ÇEK!"
Thornton'ın emri tabanca sesi gibi patladı. Buck ileri atıldı, cigerlerinin tüm
gücüyle kosumları gerdi. Harcadıgı olaganüstü çaba nedeniyle tüm vücudu
kasılmıstı, kasları gümüs rengi tüylerinin altında canlı seyler gibi
kasılıyordu, iri gögsü iyice yere yaklasmıstı, bası ilerde ve asagıdaydı,
ayakları ise büyük bir çabayla hareket ediyor, pençeleriyle sertlesmis karda
birbirine paralel oyuklar açıyordu. Kızak sallandı ve titredi, ileri dogru biraz
hareket etti. Ayaklarından biri kayınca bir adam yüksek sesle inledi. Ardından
kızak, hızla art arda gelen silkinmelere benzer bir görüntüyle, ama bir daha hiç
durmadan, sendeleyerek ilerlemeye basladı... yarım santimetre... bir
santimetre... iki santimetre.... Silkinmeler gözle görülür sekilde kayboldu,
kızak hız kazandıkça Buck onları düzeltti, sonunda düzgün bir sekilde kayarak
ilerlemeye basladı.
Adamlar yutkunup yemden nefes almaya basladılar, bir an için nefes almamıs
olduklarının farkında bile degillerdi. Thornton arkadan kosuyor, Buck'ı kısa,
neseli sözcüklerle cesaretlendiriyordu. Mesafe önceden ölçülmüstü ve Buck otuz
metrenin sonunu belirleyen odun yıgınına yaklastıkça bir alkıs basladı ve
gittikçe büyüdü, büyüdü ve Buck odunları da geçip emir üzerine durunca bir
gürlemeye dönüstü. Herkes kendinden geçmisti, Matthewson bile. Sapkalar,
eldivenler, havalarda uçuyordu. Herkes birbirinin elini sıkıyordu, kimin kimle
el sıkıstıgı önemli degildi ve herkes coskuyla bagrısıp duruyordu.
Thornton ise Buck'ın yanına diz çöktü. Basını basına dayadı ve ileri geri
salladı. Kosup gelenler onun Buck'a küfrettigini duydu,
ona uzun uzun, coskuyla, yumusak ve sevgi dolu küfretti.
"Bayım! Bayım!" diye kekeledi Skookum Bench kralı. "Onun için bin dolar veririm
size bayım, binlik bayım. Bin iki yüz bayım!"
Thornton ayaga kalktı. Gözleri yaslıydı. Gözyasları açık açık yanaklarından
asagı akıyordu. "Bayım," dedi Skookum Bench kralına. "Hayır, bayım. Cehennemin
dibine kadar yolunuz var, bayım. Sizin için yapabilecegim en iyi sey budur,
bayım."
Buck Thornton'ın elini dislerinin arasına aldı. Thornton onu ileri geri salladı.
Ortak bir dürtüyle hareket eder gibi, izleyenler saygı dolu bir mesafe bırakarak
geri çekildiler ve bir daha da aralarına girme düsüncesizligini göstermediler.
Çagrının Sesi
Buck, John Thornton için bes dakika içinde bin altı yüz dolar kazanınca,
sahibinin bazı borçlarını ödemesini ve ortaklarıyla beraber, hikâyesi en az
ülkenin kendisi kadar eski olan efsanevi kayıp madeni bulmak üzere Dogu'ya dogru
yola çıkmasını da mümkün kılmıstı. Orayı pek çok adam aramıstı, ama pek azı
bulabilmisti; gidip de dönemeyenlerin sayısı ise bir hayli fazlaydı. Bu kayıp
maden trajediye bulanmıs, gizemle örtülmüstü, ilk gideni kimse bilmiyordu. En
eski rivayet bile ona ulasamıyordu. En basından beri orada eski ve derme çatma
bir kulübe vardı. Birçok adam ölürken bu kulübenin ve yerini belirledigi alanda
bulunan madenin üzerine yeminler etmis, iddialannı Kuzey'de bilinen tüm altın
ayarlarından büyük külçelerle pekistirmislerdi.
Ama hiçbir canlı adam bu hazine evini yagmalayamamıstı ve ölüler de zaten
ölüydü, iste bu nedenle John Thornton, Pete ile Hans, Buck ve yarım düzine baska
köpekle birlikte, kendileri kadar becerikli adamlarla köpeklerin basaramadıgını
basarmak üzere Dogu'ya, bilinmeyene dogru yola çıktılar. Kızakla Yu-kon'dan
yukarı yetmis mil gittiler, sola Stewart Nehri'ne saptılar, Mayo ve McQuestion'i
geçtiler ve kıtanın belkemigini olusturan görkemli zirvelerin arasında ip gibi
dolasan Stewart Nehri küçücük bir dere haline gelinceye kadar da bu yoldan
ayrılmadılar.
John Thornton, insanlardan veya dogadan fazla sey bekleyen
biri degildi. Yabani hayattan korkusu yoktu. Bir avuç tuz ve bir
tüfekle vahsetin ortasına dalabilir, diledigi yerde, diledigi kadar
yasayabilirdi. Acelesi olmadıgından, tıpkı Kızılderililer gibi aksam
yemegini gündüz yol üstünde avlar, yiyecek bulamayınca
da tıpkı Kızılderililer gibi er ya da geç yiyecegini bulacagından
emin olarak, yoluna devam ederdi. Böylece Dogu'ya yaptıkları
bu büyük yolculukta menüleri sadece etten, kızaktaki yükleri de
cephane ve alet edevattan ibaretti ve zaman kartı sınırsız gelecek
üzerine çekilmisti.
Buck için bu avlanmalar, balık tutmalar ve yabancı yerlerde bitmek bilmeyen
yolculuk, sınırsız bir zevkti. Haftalarca yola devam ediyor, sonunda da
haftalarca akıllarına esen yerde kamp kuruyorlardı. Köpekler etrafta keyifle
dolasıyor, adamlar donmus çamur ve çakılların üzerinde atesle delikler açıyor ve
atesin sıcaklıgında sayısız kirli tava yıkıyorlardı. Kimi zaman aç kalıyor, kimi
zaman ziyafetten bayram ediyorlardı, hepsi de avın bolluguna ve kısmetine
baglıydı. Yaz geldi ve köpeklerle adamlar yüklerini sırtlandılar, mavi dag
göllerinin içinden sallarıyla geçtiler ve eski çaglardan beri orada bulunan
ormandan testereyle kestikleri kütüklerden yapılmıs ince uzun kayıklarla
bilinmeyen nehirleri çıktılar veya indiler.
Aylar boyunca oradan oraya, Kayıp Kulübe dogruysa bir zamanlar birilerinin
oldugu, haritalarda yer almayan ıssız ve uçsuz bucaksız toprakların içinde dönüp
dolastılar. Yaz fırtınalarında dagları astılar; çıplak dagların üzerinde,
agaçlarla hiç erimeyen karların arasında, kutuplardaki gece yarısı günesinin
altında tir tir titrediler, sürüyle tatarcık ve sinegin ortasında derelere
indiler ye buzulların gölgesinde Güneylilerin sahip olmakla övünebilecegi kadar
olgun ve enfes çilekler ve çiçekler topladılar. Sonbahara
dogru hüzünlü ve sessiz, tuhaf bir göller bölgesine girdiler. Burada
eskiden yabani kuslar olmustu, ama bir zamanlar onların oldugu yerlerde artık
hayat yoktu, hatta en ufak bir hayat belirtisi bile yoktu. Sadece soguk
rüzgârlar esiyordu, korunaklı yerlerde buzlar olusmustu ve ıssız sahillerde
dalgaların melankolik sesleri duyuluyordu.
Bir kıs daha, bir zamanlar oradan geçmis adamların silinmis izlerini takip
ederek yürüdüler. Bir seferinde ormanın içinde açılmıs isaretli bir patikaya
rastladılar ve Kayıp Kulübe'ye çok yaklastıklarım sandılar. Ama yol hiçbir yerde
baslamıyor, hiçbir yerde bitmiyordu ve yolu yapan adamlar da, yolu niye
yaptıkları da bir sır olarak kaldı. Baska bir sefer de, zamanla harabeye dönmüs
bir av kulübesine rastladılar ve çürümüs battaniyelerin parçalarının arasında
John Thornton namlulu bir çakmaklı tüfek buldu. Bunun Kuzeybatının ilk
günlerinden kalma bir Hudson Bay Company tüfegi oldugunu söyledi, o zamanlar
böyle bir tüfek, kendi boyunca üst üste yıgılmıs kunduz postları degerindeydi.
Hepsi de buydu. Bir zamanlar kulübeyi insa etmis ve tüfegi battaniyelerin
arasına bırakmıs adama dair en ufak bir ipucu yoktu.
Bir kez daha bahar geldi ve yolculuklarının sonunda Kayıp Kulübe'yi olmasa da,
genis bir vadide, altının bulasık kabının dibinde sapsarı tereyagı gibi
parıldadıgı sıg bir alüvyon maden yatagını buldular. Arayısları bitmisti artık.
Çalıstıkları her gün onlara altın tozu ve külçelerle binlerce dolar
kazandırıyordu ve her gün de çalıstılar. Altınlar her biri geyik derisinden
yirmi beser kiloluk çuvallara konup, ladin agacının tomruklarından yapılmıs
kulübenin dısında odun gibi istifleniyordu. Deli gibi çalıstılar. Onlar hazineyi
dag gibi yükseltirken günler de birbirini kovalıyordu.
Ara sıra Thornton'ın avladıgı hayvanların etlerini tasımak haricinde köpeklerin
yapacagı hiçbir is yoktu ve Buck atesin yanında dalıp giderek saatler
geçiriyordu. Artık pek yapacak isi de olmadıgı için kısa bacaklı kıllı adamın
görüntüsü gittikçe daha sık gözlerinin önüne gelmeye baslamıstı ve yarı kapalı
gözlerle atese bakarken, Buck hatırladıgı o diger dünyada onunla birlikte
geziniyordu.
Bu diger dünyanın en önemli özelligi korkuymus gibi görünüyordu. Kıllı adamı
atesin yanında, basını dizlerinin arasına almıs ve ellerini basının üzerinde
kenetlemis halde uyurken izlediginde, Buck onun huzursuzluk içinde uyudugunu,
ikide bir sıçrayarak uyandıgını ve uyandıgı sıralarda korku dolu bakıslarla
karanlıgı tarayıp, atese daha çok odun attıgını görüyordu. Deniz kenarında
yürüdüklerinde kıllı adam kabuklu deniz hayvanları toplayıp onları hemen yerken
bile, gözleri dört bir yanda gizli tehlikeleri arar, bacakları tehlike ortaya
çıkar çıkmaz rüzgâr gibi kosmaya hazır, tetikte beklerdi. Ormanın içinden
sessizce sürünerek giderlerdi, Buck kıllı adamın hemen arkasından yürürdü ve
ikisi de uyanık ve tetikte olurdu, ikisinin de kulakları segirir, hareket eder
ve burun delikleri titrerdi, çünkü adam da Buck kadar keskin duyar ve koku
alabilirdi. Kıllı adam agaçlara zıplayabilir ve agaçların üzerinde de yerdeki
kadar hızlı hareket edebilirdi; kollarıyla daldan dala kimi zaman birkaç metre
ileriye sallanır, dalların birini bırakıp digerim tutarken asla düsmez, tutacagı
yerleri asla ıskalamazdı. Aslına bakılırsa, agaçların arasında da kendini yerde
oldugu kadar evinde hisseder gibiydi. Buck kıllı adamın üstüne tünedigi
agaçların altında nöbet tuttugu geceleri hatırlıyordu, adam agaca sıkıca
tutunarak uyurdu.
Kıllı adamın görüntülerine çok yakın bir biçimde, ormanın derinliklerinden hâlâ
gelen çagrı duyuluyordu. Bu çagrı Buck'a
büyük bir huzursuzluk veriyor, içini tuhaf arzularla dolduruyor-du. Belli
belirsiz, tatlı bir mutluluk hissediyor ve ne oldugunu bilmedigi bir seye karsı
delice bir arzu ve cosku hissediyordu. Bazen çagrıya uyup ormana dalıyor, elle
tutulabilir bir seymis gibi çagrıyı arıyor, ruh haline göre usulca veya asice
havlıyordu. Serin orman yosununa veya uzun otların yetistigi kara topraga
burnunu daldırıyor, kesif toprak kokularını alınca sevinçle burnundan soluyor;
ya da saklanır gibi mantarlarla kaplı agaç gövdelerinin arkasında saatlerce
çömelip, etrafında hareket eden ve ses çıkaran her seyi can kulagıyla dinliyor
ve gözlüyordu. Belki de bu sekilde yatarak anlamadıgı o çagrıyı hazırlıksız
yakalamayı umuyordu. Ama bütün bu farklı seyleri neden yaptıgım bilmiyordu.
Bunları yapmaya mecburdu ve nedenim de umursamıyor du.
Dayanılmaz dürtüler onu avuçlarına almıstı. Gündüz sıcagında kampta yatarken
birdenbire kafası kalkar, kulakları dikelir, dikkatle bir seyi dinler ve aniden
ayaklanıp kosmaya baslar ve bu sekilde saatlerce ormandaki patikalardan ve
karabasların kümelendigi açık düzlüklerden geçerdi. Kurumus dere yataklarında
kosmaktan, sessizce sürünerek ormandaki kusları gizlice gözlemekten keyif
alıyordu. Kimi zaman bütün gün keklikleri sıçrarken veya çalımlı çalımlı
yürürken izleyebildigi sık çalılıklarda yatardı. Ama en çok yaz gecelerinin
donuk alacakaranlıgında kosmayı, ormanın alçak sesli ve uykulu mırıltılarını
dinlemeyi, insanın kitap okuması gibi isaret ve sesleri okumayı ve onu çagıran -
ister uykuda, ister uyanık olsun, her zaman onu çagıran o gizemli seyi aramayı
seviyordu.
Bir gece sıçrayarak uykudan uyandı, gözleri atesliydi, burun delikleri titriyor
ve etrafı kokluyor, yelesi dalga dalga kabarıyor-du. Ormandan çagrı gelmisti (ya
da sadece tek notası, çünkü
çagrıda pek çok nota vardı), bu seferki hiç olmadıgı kadar belirgin ve kesindi -
upuzun bir ulumaydı bu, bir Eskimo köpeginin ulumasına hem benziyor, hem
benzemiyordu. Buck da bu sesi, daha önceden duymus oldugu bir ses gibi tanıdı.
Uyuyan kampın içinden kosarak hızla ve sessizce ormana daldı. Sese yaklastıkça
yavaslamaya basladı, her hareketine dikkat ediyordu. Sonunda agaçların arasında
bir açıklıga geldi ve bakınca sagrısının üzerinde dikilmis, burnunu gökyüzüne
dogru uzatmıs uzun, zayıf bir orman kurdu gördü.
Çıt çıkarmamıstı, buna ragmen kurt ulumayı kesti ve Buck'ın varlıgını hissetmeye
çalıstı. Buck yarı sürünür durumda, vücudu kaskatı kesilmis, kuyrugu düz ve
gergin, ayakları olagandısı bir ihtiyatla yere basarak, agır agır, azametle
açıklıga dogru yürüdü. Her bir hareketi, hem tehdit, hem de dostluk ifade
ediyordu. Avlanarak beslenen vahsi hayvanların bulusmasını belirleyen tehdit
dolu bir anlasmaydı bu. Ama kurt onu görünce kaçtı. Buck pesine düstü, vahsi
adımlarla onun önüne geçmeye çalısıyordu. Onu dere yatagında çıkmaz bir yola
sürükledi, agaç gövdeleri yolu tıkamıstı. Kurt kendi etrafında dönmeye basladı,
tıpkı Joe ve bütün köseye sıkıstırılmıs Eskimo köpekleri gibi arka ayaklarının
üzerinde dönüyor, hırlayıp tüylerini kabartıyor, dislerini sürekli ve hızla
birbirine çarpıyordu.
Buck saldırmadı, onun etrafında döndü ve dostça hamlelerle çevresini sardı. Kurt
süphelenmis ve korkmustu, çünkü Buck onun üç katı agırlıgındaydı ve kendisi
Buck'ın omzuna bile gelmiyordu. Bir fırsatını bulup yine fırlayıp kaçtı ve
kovalamaca kaldıgı yerden devam etti. Birkaç kez köseye sıkıstırıldı ve aynı
seyler tekrarlandı, gerçi kurt pek formunda sayılmazdı, yoksa Buck onun bu kadar
kolay önüne geçemezdi. Buck, bası gövde-siyle aynı hizaya gelinceye kadar
kosuyor, onu köseye sıkıstırıp
etrafında dönerken, kurt ilk fırsatta yine kaçıyordu.
Ama sonuçta Buck sebatının ödülünü aldı, çünkü ondan zarar gelmeyecegini anlayan
kurt en sonunda onunla koklasmaya basladı. Ardından arkadas oldular ve vahsi
hayvanların vahsiliklerine zıt, biraz ürkek, biraz utangaç bir sekilde
oynadılar. Bir süre böyle devam ettikten sonra kurt açıkça bir yere gittigini
gösterir sekilde yola koyulmaya basladı. Buck'a da açıkça gelmesini isaret etti
ve böylece ikisi birlikte yan yana donuk renkli alacakaranlıkta, dere yatagından
dümdüz yukarı kosarak derenin çıktıgı vadiye girdiler ve suyun yüzeye çıktıgı
soguk tepelerde kostular.
Suyun karsı yamacında, genis ormanlık alanların ve birçok ırmagın bulundugu düz
bir alana geldiler. .Bu büyük ormanlık alanların içinde saatlerce durmaksızın
kostular, günes yükseliyor ve gündüzün sıcaklıgı hissedilmeye baslıyordu. Buck
delicesine mutluydu. Nihayet çagrıya cevap vermis oldugunu biliyor, ormanda
yasayan kardesinin yanında, çagrının gelmis oldugu yere dogru kostugunu
biliyordu. Eski anılar hızla zihninde canlanıyor ve eskiden bunların gölgesi
oldugu gerçekleri canlandırdıgı gibi, simdi de bunları canlandırıyordu. Bu isi o
diger, hayal meyal hatırladıgı dünyada bir yerlerde daha önce de yapmıstı. Simdi
de açıklıklarda özgürce kosarak, ayaklarının altında ayak basılmamıs topraklar
ve basının üstünde engin gökyüzüyle, iste yeniden yapıyordu.
Su içmek için bir dere kenarında durdular ve Buck durunca John Thornton'ı
hatırladı. Oturdu. Kurt yeniden çagrının geldigi yöne dogru yola koyuldu, sonra
Buck'ın yanına geldi, burnuyla kokluyor ve onu tesvik edici hareketler
yapıyordu. Ama Buck geri döndü ve agır agır yürümeye basladı. Neredeyse bir saat
boyunca vahsi kardesi usulca aglayarak onun yanında kostu. Ardından
yere oturdu ve burnunu yukarı kaldırıp ulumaya basladı. Çok hazin bir
ulumaydı, Buck dosdogru yoluna devam ederken uluma gittikçe zayıfladı, zayıfladı
ve en sonunda hiç duyulmaz oldu.
Buck kampa ok gibi dalıp delice bir cosku ve sevgiyle üstüne atladıgında, John
Thornton aksam yemegini yiyordu. Buck onu yere devirdi, üstüne çıktı, yüzünü
yaladı, elini ısırdı -John Thornton'ın deyisiyle "maskaralık yapıyordu"; o da
Buck'u ileri geri sallayıp, sevgiyle küfürler savurdu.
iki gün iki gece Buck kamptan dısarı adımını atmadı ve Thornton'ı gözünün
önünden bir an olsun ayırmadı. Çalısırken onu takip etti, yemek yerken,
battaniyesini gece üstüne örtüp sabahleyin açarken, hep onu izledi. Ama iki gün
sonra ormandan gelen çagn her zamankinden daha buyurgan bir sekilde duyulmaya
basladı. Buck'ın huzursuzlugu geri geldi ve vahsi kardesinin, dere yatagının
ötesindeki gülümseyen toprakların ve genis ormanlık alanlarda yan yana
kosularının anıları aklına üsüstü. Yeniden ormana gitmeye basladı, ama vahsi
kardesi artık gelmiyordu ve uzun geceler boyunca uyumayıp etrafı dinlemesine
ragmen, o kederli ulumayı bir daha duyamadı.
Geceleri dısarıda uyumaya basladı, bir gitti mi günlerce kamptan uzakta
oluyordu, bir defasında dere yatagının basını geçip ormanlar ve nehirler
bölgesine kadar gitti. Burada bir hafta kadar dolasarak vahsi kardesinin taze
izlerini aradı, ama bulamadı. Yolculuk ederken avlanıyor ve âdeta hiç
yorulmayan, rahat ve uzun adımlarla kosuyordu. Bir yerlerden denize dökülen
genis bir ırmakta somon balıgı avladı ve bu ırmagın kıyısında büyük bir siyah
ayı öldürdü; o da balık avlarken sivrisinekler yüzünden kör olmustu ve çaresizce
ve korkunç bir halde, ormanın içinde öfkeyle dolasıyordu. Bu haliyle bile zorlu
bir dövüs
olmus, Buck'ın vahsiliginin gizli kalmıs son kırıntılarını da uyandırmıstı, iki
gün sonra avına geri dönüp bir düzine kutup porsugunun lesin basında kavga
ettigim görünce onları saman çöpü gibi dagıttı. Kaçanlar arkalarında artık kavga
edemeyecek iki arkadaslarını bırakmıstı.
Kana duydugu açlık her zamankinden daha güçlüydü artık. O öldüren, avlanan bir
yaratıktı, canlılar sayesinde yasıyordu, kimsenin yardımı olmaksızın tek basına,
kendi ayakları üzerinde, sadece güçlü olanın sag kalabildigi, düsmanca bir
ortamda utkunca yasamına devam ediyordu. Bütün bunlar yüzünden kendisiyle büyük
bir gurur duymaya basladı ve bu gurur onun dıs görünümüne de yansıdı. Tüm
hareketlerinde, her bir kasının hareketinde kendini gösteriyor, tavırlarında
kendini belli ediyor ve zaten muhtesem olan kürkünü daha da muhtesem hale
getiriyordu. Agzıyla burnunun ve gözlerinin üstündeki kahverengi leke ve
gögsünün ortasından asagı inen beyaz tüyler olmasa, türünün en büyügünden daha
büyük, dev bir kurt sanılabilirdi. Sen Bernard babasından cüssesini ve
agırlıgını almıstı, ama bu cüsse ve agırlıga sekil veren, çoban köpegi annesi
olmustu. Bütün kurtlardan daha büyük olması haricinde agzıyla burnu uzun
kurtlarınki gibiydi ve biraz daha genisçe olan kafası da büyük ölçekli bir kurt
kafasıydı.
Kurnazlıgı kurt kurnazlıgıydı ve vahsi bir kurnazlıktı; zekâsı çoban köpegi ve
Sen Bernard zekâsıydı; bütün bunların üstüne bir de okulların en acımasızında
geçirdigi tecrübeler gelince, vahsi dünyada dolasan herhangi bir hayvan kadar
korkunç bir yaratık haline gelmisti. Sadece etle beslenen etobur bir hayvan
olarak son derece güçlenmis, yasamının zirvesinde canlılık ve dinçlikle dolup
tasmaktaydı. Thornton sırtını oksadıgında elinin geçtigi yerlerden çatırtılar ve
kıvılcımlar geliyor, her bir tüy bu
dokunusla gizli çekim gücünü açıga çıkarıyordu. Her parçası, beyni ve vücudu,
sinir dokuları ve kas lifleri, en hassas dereceye ayarlanmıstı ve bütün parçalar
arasında mükemmel bir denge ve ayar vardı. Eylem gerektiren görüntüler, sesler
ve olaylarda simsek hızıyla tepki veriyordu. Bir hamleden kaçınmak veya hamle
yapmak için bir Eskimo köpegi ne kadar hızlı atlıyorsa, o bunun iki katı kadar
hızlıydı. Hareketi görüyor veya sesi duyuyor ve baska bir köpegin sırf görmek
veya duymak için harcayacagı süreden daha kısa süre içinde karsılıgını
veriyordu. Algılama, karar verme ve harekete geçme islerim aynı anda yapıyordu.
Esasen algılama, karar verme ve harekete geçme isleri art arda gelisiyordu, ama
aralarındaki süre öylesine kısaydı ki, hepsi aynı anda gerçeklesiyormus gibi
görünüyordu. Kasları dirimle dolup tasıyor, çelik yaylar gibi keskince harekete
geçiyordu. Yasam onun içinden muhtesem bir bollukla, sevinçle ve sahlanarak
akıyordu; öyle ki, kendinden geçtigi bir anda dısarı fıskırıp tüm dünyayı
cömertçe kaplayacak gibiydi.
"Dünyaya böyle bir köpek daha gelmemistir," dedi John Thornton bir gün,
ortakları Buck'ın kamptan çıkısını izlerken.
"Onu yarattıktan sonra kalıbı kırmıslar," dedi Pete.
"Kesinlikle! Bence de öyle," diye onayladı Hans.
Onu kamptan çıkarken görmüslerdi, ama ormanın mahremiyetine girer girmez ondaki
ani ve korkunç degisimi görmediler. Artık yürümüyordu. Bir anda yabana ait bir
yaratık halini almıstı; yumusak, kedi adımlarıyla sinsice ilerleyen,
karaltıların arasında bir görünüp bir kaybolan bir gölgeydi. Nerede nasıl
saklanacagını, yılan gibi karnının üstünde sürünmeyi ve hamle yapıp sokmayı
biliyordu. Bir kartavugunu yuvasından alabilir, tavsanı uyurken öldürebilir ve
agaçlara uçarken bir an geciken küçük çizgili sincapları havada yakalayabilirdi.
Ona göre ne göllerdeki
balıklar yeterince hızlıydı, ne de yuvalarını onaran kunduzlar yeterince uyanık.
Zevk için degil, yemek için öldürüyordu; ama tercihen kendi öldürdügünü yiyordu.
Böylece yaptıgı islerde gizlice eglenceler yaratmaya basladı. Sincapları
kıstırmaktan keyif duyuyordu. Tam yakalayacakmıs gibi yapıp sonra da serbest
bıraktıgında, sincaplar cıvıldayarak ölüm korkusuyla agaçların en tepelerine
kaçıyordu.




Sonbahar yaklastıkça etrafta Kanada geyiklerinin sayısı arttı. Kısı geçirmek
için daha asagıda kalan, kısın daha yumusak geçecegi kapalı vadilere dogru
inmeye basladılar. Buck sürüden ayrılmıs bir geyik yavrusunu yere yıkmıstı bile;
ama gözü daha büyük ve zorlu bir avdaydı, buna da günün birinde dere yatagının
basında rastladı. Yirmi geyikten olusan bir sürü, nehirler ve ormanlar
bölgesinden gelmisti ve liderleri de bir erkek geyikti. Öfkeli hali ve iki
metrenin üzerindeki boyuyla, Buck'ı bile tatmin edebilecek kadar zorlu bir
rakipti. On dört dala ayrılan ve genisligi iki metreyi bulan palmiye biçimindeki
koca çatal boynuzlarını oraya buraya tosluyor, küçük gözleri kötü kötü, hasin
bir ısıkla parlıyordu. Buck'ı görünce hiddetle kükredi.
Geyigin yan tarafında, bögrünün hemen önünden tüylü bir okun ucu çıkıyordu.
Öfkeli ve vahsi halinin nedeni büyük ihtimalle buydu, ilkel dünyanın eski av
günlerinden gelen içgüdüyle hareket eden Buck, geyigi sürüden ayırmaya koyuldu.
Kolay bir is degildi. Geyigin önünde havlıyor, etrafında hoplayıp zıplıyor, bu
sırada koca çatal boynuzların ve tek darbeyle kendisini ezebilecek korkunç
genislikteki toynakların erisemeyecegi mesafede durmaya çalısıyordu. Geyik,
sivri disli tehlikeye sırtını dönüp gidemedi ve sinir krizlerine kapılmaya
basladı. Böyle anlarda Buck'a saldırıyor, Buck kurnazca geri çekiliyor,
kaçamıyor-mus gibi onu kandırmaya devam ediyordu. Ama geyik bu sekilde
sürüdeki arkadaslarından ayrıldıgında, genç geyiklerden iki üç tanesi de
Buck'a saldırıp, yaralı geyigin tekrar sürüye dönmesini saglıyordu.
Vahsetin, sonsuz saatler boyunca örümcegi agında, yılanı büklümlerinde, panteri
pususunda tutan bir sabrı vardır. Yasamın kendisi kadar azimli, yorulmak
bilmeyen, inatçı olan bu sabır, özellikle canlı yiyecegini avlarken yasamda
görülür. Ve sürünün pesini bırakmaz, yürüyüsünü geciktirir, genç erkek geyikleri
sinirlendirir, daha büyümemis yavrularının yanındaki disileri endiselendirir ve
yaralı geyigi umutsuz bir öfkeyle deliye döndürürken, Buck'ta da bu sabır vardı.
Bu durum yarım gün devam etti. Buck kendini çogaltmak için dört bir yandan
saldırdı, sürüyü tehdit dolu bir kasırgayla kusattı, arkadaslarının yanına gelir
gelmez kurbanını yine onların yanından ayırdı ve avlayan yaratıkların sabrından
daha az olan, avlanan yaratıkların sabrını tüketti.
Gün tükenir, günes kuzeybatıdaki yatagına dogru ilerlerken (karanlık geri
gelmisti ve sonbahar geceleri altı saat olmustu), genç geyikler kusatılmıs
liderlerinin yardımına kosmak için gittikçe daha isteksizce adım atmaya
baslamıslardı. Kuzeyden gittikçe yaklasan kıs nedeniyle daha asagı düzlüklere
gidiyorlardı ve onları yollarından alıkoyan, bu yorulmak nedir bilmeyen yaratıgı
baslarından hiç atamayacak gibiydiler. Üstelik tehlikede bulunan, sürünün ya da
genç erkek geyiklerin hayatı degildi. Sürüden sadece birinin hayatı isteniyordu
ki, bu da kendi hayatlarından daha önemsizdi ve en sonunda geçis bedelini
ödemeye razı oldular.




Buck gün boyu suyun yanında uzun uzun düsündü ve huzursuzca kampı dolastı.
Ölümü, hareketin kesilmesi, canlıların hayatından öteye, uzaga gidis olarak
biliyordu ve John Thornton'm ölmüs oldugunu biliyordu. Bu içinde büyük bir
bosluk bıraktı, bir parça açlıga benziyordu; ama bu bosluk ona bitmek bilmeyen
bir acı veriyor ve yemekle de doldurulamıyordu. Kimi
zaman Yeehatlar'ın cesetlerini seyretmek için durdugunda acıyı unutuyor, böyle
anlarda içinde büyük bir gurur hissediyordu -simdiye kadar duyduklarının
hepsinden daha büyük bir gurur, insan öldürmüstü, hepsinden daha soylu bir isti
bu. Ve onları sopa ve dis yasasına ragmen öldürmüstü. Öyle kolay ölmüslerdi ki.
Bir Eskimo köpegini öldürmek bile daha zordu, insanların okları, mızrakları ve
sopaları olmasa, kendisine denk bile sayılmazlardı. O andan itibaren ellerinde
okları, mızrakları ve sopaları olmadıgı sürece insanlardan korkmayacaktı.
Gece geldi ve agaçların üzerinden bir dolunay yükselerek topragı hayalet gibi
bir gün ısıgıyla dolana kadar aydınlattı. Gecenin gelisiyle birlikte suyun
yanında uzun uzun düsünüp kederlenirken Buck ormanda, Yeehatlar'ın neden
oldugundan daha farklı, yeni bir yasam kıpırtısını hissetti. Ayaga kalktı,
etrafı dinledi ve kokladı. Uzaktan zayıf, tiz ve kesik bir havlama duyuldu ve
onu koro halinde benzer tiz havlamalar izledi. Dakikalar geçtikçe havlamalar
yaklastı ve sesleri yükseldi. Buck bunları bir kez daha, hafızasında kalmıs
olan, öbür dünyada duydugu sesler olarak tanıdı. Açıklıgın ortasına gidip
dinledi. Bu çagrıydı, birçok sesi olan çagrı ve her zamankinden daha cazip ve
buyurganca sesleniyordu. Ve Buck bu çagrıya itaat etmeye, daha önce hiç olmadıgı
kadar hazırdı. John Thornton ölmüstü. Son bag kopmustu, insanoglu ve arzuları
artık onu baglamıyordu.
Yeehatlar'ın yaptıgı gibi, göç eden geyik sürülerinden avlanan kurt sürüsü en
sonunda nehirler ve ormanlar bölgesinden geçmis, Buck'ın vadisine gelip
dayanmıstı. Ay ısıgının aydınlattıgı açıklıga gümüs bir ırmak gibi aktılar.
Açıklıgın merkezinde Buck bir heykel kadar hareketsiz duruyor, onların gelmesini
bekliyordu. Öyle sakin ve öyle büyüktü ki, kurtlar korktu, bir an durdular,
ardından en gözüpekleri dosdogru üstüne atladı
Buck simsek gibi saldırarak kürtün boynunu kırdı. Sonra tıpkı az önceki gibi
hareketsizce durdu, arkasında yaralı kurt acı içinde kıvranıyordu. Onu üç kurt
daha onu takip etti ve onlar da yarılmıs boyunlarından ya da omuzlarından kanlar
akarak, birer birer geri çekildi.
Bu kadarı bütün sürünün üstüne atlaması için yeterliydi. Avlarını yere yıkma
istegiyle allak bullak ve karmakarısık bir haldeydiler. Buck'ın mükemmel hızı ve
çevikligi çok isine yarıyordu. Arka ayakları üzerinde dönerek, disleyip yırtarak
aynı anda her yere yetisiyordu; öyle hızlı dönüyor ve dört bir yanını öyle iyi
koruyordu ki, kesintisiz gibi görünen bir cephe meydana getirmisti. Ama arkasına
geçmelerini önlemek için havuzun yanından geçip asagıya, dere yatagına dogru
gerilemesi gerekti. En sonunda çakıllı yüksek bir yamacın dibine geldi. Yamacın
içinde insanların maden çıkarırken olusturmus oldugu dik açılı bir noktaya dogru
çarpısarak ilerledi ve bu açının içinde küçük bir aralıga girdi. Burada üç
taraftan birden korunuyordu ve ön cepheyi savunmaktan baska yapacak bir seyi
kalmıyordu.
Orayı da öyle iyi savundu ki, yarım saat sonunda kurtlar bozguna ugramıs bir
halde geri çekildi. Hepsinin dili bir karıs dısarıda sallanıyor, beyaz disleri
ay ısıgında acımasızca parlıyordu. Kimileri kafasını kaldırmıs ve kulaklarını
öne dogru dikmis halde yatıyor, kimileri ayakta onu izliyor, kimileri de
havuzdan su içiyordu. Uzun, ince ve gri bir kurt dikkatle, dostça bir tavırla
yaklastı ve Buck bir gün bir gece boyunca birlikte kostugu vahsi kardesini
tanıdı. Kurt yumusak bir sesle inliyordu, Buck da inleyince burunlarını
birbirine dokundurdular.
Ardından sıska ve savas yaralarıyla dolu, yaslı bir kurt öne çıktı. Buck
dudaklarını hırlayacakmıs gibi gerdi, ama onunla koklastı. Bunun üzerine yaslı
kurt yere oturup burnunu aya
dogru uzatarak uzun uzun uludu ve digerleri de oturup uludular. Artık çagrı
Buck'a apaçık seslerle geliyordu. O da yere oturup uludu. Ardından bulundugu
oyuktan çıktı ve sürü, etrafına toplanarak yarı dostça, yarı vahsice onu
koklamaya basladı. Liderleri sürü havlamasını haykırarak ormana dogru kosup
gözden kayboldu. Kurtlar da liderlerinin pesinden koro halinde havlayarak ormana
daldı. Buck da onlarla birlikte kosarak, vahsi kardesinin-yanında, havlayarak
ilerledi.
Buck'ın öyküsü burada bitebilir. Birkaç yıl sonra Yeehatlar orman kurtlarının
cinsinde bir degisiklik fark etti; bazılarının basında, agzında ve burnunda
kahverengi lekeler ile gögüslerinin alt kısmında ortada beyaz bir çizgi vardı.
Ama bundan da önemlisi, Yeehatlar sürünün basında kosan bir Hayalet Köpekten
bahseder. Kendilerinden daha kurnaz oldugu, kara kısta kamplarından hırsızlık
ettigi, tuzaklarım soydugu, köpeklerini öldürdügü ve en yigit savasçılarına
meydan okudugu için, Yeehatlar bu Hayalet Köpekten korkar.
Hayır, efsane daha da kötülesiyor. Kampa dönememis avcılar var ve kabilesindeki
adamlar -tarafından bogazları gaddarca parçalanmıs halde, etraflarındaki karda
bir kurtunkinden daha büyük kurt ayak izleriyle bulunan avcılar da oldu. Her
sonbaharda, Yeehatlar'ın geyikleri takip ederlerken asla girmedikleri belirli
bir vadi vardır. Ve atesin basında Kötü Ruh'un o vadiye nasıl yerlestigi
konusulurken, kimi kadınlar kederlenir.
Ama yazlan o vadiye giden bir ziyaretçi var ki, Yeehatlar bunu bilmez. Bu
ziyaretçi, diger kurtlara hem benzeyen, hem benzemeyen, muhtesem kürklü, kocaman
bir kurttur. Güleryüzlü ormanlar diyarından tek basına gelir ve agaçların
arasındaki bir açıklıga kadar iner. Burada çürümüs geyik derisi çuvallarından
sarı bir su akıp yere girerek kaybolur; içinde büyümüs upuzun
otlar ve üzerini kaplayan küf nedeniyle sarılıgı günesten saklanır. Kurt burada
oturup bir süre düsüncelere dalar, bir kez uzun uzun, kederle ulur ve sonra
oradan ayrılır.
Ama her zaman yalnız degildir. Uzun kıs geceleri gelip de kurtlar avlarını alçak
vadilere kadar takip ettiginde, ayın donuk savkında veya soguk ısıklarla
parıldayan gökyüzünün altında, sürünün basında, arkadaslarının üstünde dev gibi
kosarken, kaim boynu söyledigi genç dünyanın sarkısıyla kükrer. Sürünün
sarkısıdır bu.
BİTTİ

Bu Blogda Ara