SEÇME
YAZILAR - MAKALELER
-III-

"Türkiye'de İşçi Hareketi "Ho Şi Min"

Türk halkı, hayranlık verici bir cesaret ve fedakarlık ruhuyla meşum Sevr Antlasmasını yırttı ve bağımsızlığını geri aldı. Emperyalizmin düzenlerini yendi ve sultanların tahtını devirdi. Bitkin, parçalanmış ve çiğnenmiş bir ulusu, birleşmiş ve güçlü bir cumhuriyet haline getirdi. Devrimini yaptı. Fakat, bütün burjuva devrimcileri gibi, Türk devrimi de tek bir sınıfın yararınadır: Paralı sınıfın.

Ulusal bağımsızlık mücadelesine büyük katkısı olan Türk proleteryası, şimdi bir başka mücadeleye girişmek zorundadır: Sınıf mücadelesine.

Bu mücadelede, Türk işçi sınıfı birçok engeller karşısındadır. Türkiye'de Batıdakiler gibi sendikalar yoktur. Yanlızca, aynı şehirde yaşayıp aynı işte çalışan işçilerin toplandığı localar ve yardım sendikaları vardır. Aynı şehirde yaşayan farklı işlerde çalışan işçilerin arasında temas yoktur. Bu, herhangi bir etkili ortak hareketi önlemektedir.

Bu duruma rağmen, yeni biten yıl, birçok kereler işçilerin kaynaşmasıyla etkilenmişti. İstanbul'da, Haliç'te, Aydın'da vb... birçok grevler başlatıldı. Matbaacılar, demiryolcular, kıyı gemilerinde çalışanlar petrol depolarını ve tasfiyehaneleri işçileri, mücadeleler yaptılar. Bu harekete onbinlerce işçi katıldı. Bu tecrübelerden sonra, Türk işçileri, zafere ulaşmak için örgütlenmenin ve disiplinin gerekli olduğunu kavradılar.

İstanbul Kongresi Birlik Kuruyor

Yakınlarda, İstanbul'da bir işçi kongresi toplandı. İkiyüz elli delege hazır bulundu. Bunlar, İstanbul'dan 19 bin işçiyi, Zonguldak'tan 15 bin kömür madencisini ve Balya-Karaaydın'daki kurşun madenlerinden 10 bin işçiyi temsil ediyorlardı.

Kongrede, mevcut otuz dört derneğin bir birlik ya da federasyon halinde birleşmesine karar verildi. Fakat, hükümet bu cesur karardan ürktü ve birliği tanımayi reddetti. Şurasını kaydetmek gerekir ki, savaşın sonundan bu yana, hükümetin işçilere karşı tavrı bir hayli değişmiştir. Mesele yabancıların kovulmasi olunca, hükümet her zaman işçilerden yanaydı. Fakat işçilerin örgütlenmesi söz konusu olunca, başka bütün kapitalist hükümetler kadar gerici olduğunu ortaya koymaktadır. Onun için, bu karşıtlık kimseyi şaşırtmıyor. Zaten Lozan olayından beri, Türk kapitalizminin, binlerce zavallı Yunanlı ve Türk'ün ölümüne sebep olduktan sonra Türkiye'yi sömürgeleştirmeyi başaramamış olan ve şimdi barışçı yollardan Hilal'in ( Anadolu ve Mezopotamya kastedilmektedir - G.S. notu ) ülkesine sızan yabancı sermaye ile kırıştırdığı herkesçe bilinmektedir. Hükümetin birliği tanımayı reddetmesi, memleketteki -beşte üçü Fransızların olan- yabancı sermayeye yöneltilmiş lütufkar bir tebessüm anlamına geliyor.

Fakat Türk proleteryası ilk adımını atmıştır. Yoluna devam edecektir.

Ho Si Min, 1 Ocak 1924

L' Humanité gazetesi, Seçme Eserler, Cilt I. s. 59-61

FAŞİZM ÜZERİNE

Kelime olarak Faşizm, Roma İmparatorluğunda devlet iktidarının ve siyasi birliğin simgesi küçük baltalara verilen isim 'Fasces'ten gelmektedir. Ama toplumsal gerçeklik içinde ifade ettiği anlam çok daha farklıdır.
“Faşizm, finans-kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür.”(Dimitrov) Faşizm, sınıflar üstü bir uygulama veya yönetim biçimi değildir. O, emperyalizm dönemde ortaya çıkan bir devlet biçimidir.
Emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşamasıdır. Emperyalizm aşamasında, ekonomide serbest rekabetin payı nispi olarak azalmış, tekeller egemen hale gelmişlerdir. Emperyalizmin temel ekonomik özelliği onun tekelci niteliğidir. Artık kendi ülkesindeki sömürüyle yetinemeyen, tekeller arasındaki rekabeti iliklerinde hisseden burjuvazi yeni sömürü alanlarına el atmıştır. Yapılan yığın üretimi burjuvaziyi, gerekli olan hammadde kaynakları, yeni pazar alanları ve artı-değer oranının yüksek olduğu ülkelere yöneltmiştir. Böylece tek tek ülke ekonomileri emperyalist tekellerin çıkarına olmak suretiyle tek bir dünya ekonomisi haline gelmektedir. Ama bu süreç, dünyanın milyarla ifade edilen büyük bölümünün bir avuç zengin emperyalist ulus tarafından yoksulluk, emperyalist yağma ve barbarlık ile sömürülmesini ifade etmektedir.
“Emperyalizm hem dış hem de iç siyasette demokrasiyi yıkmaya doğru, gericiliğe doğru mücadele eder. Bu anlamda emperyalizm su götürmez bir biçimde genel olarak demokrasinin, bütün demokrasinin inkârıdır.” (Lenin, Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın)
Emperyalizmin tekelci özelliği siyasi alanda kendini gericilikle gösterir. Emperyalizm mali oligarşinin tekelci diktatörlüğüdür ve demokrasiye taban tabana karşıttır. Emperyalist tekellerin azami kar uğruna sömürgelerdeki katmerli baskı ve yağması, halkların inanılmaz sefaleti, emperyalist merkezlerdeki emekçi yığınlarının hayat standartlarındaki sürekli bozulma ve yağma savaşları emperyalizmin kaçınılmaz olgularındandır.
Bu durum, emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfı ve emekçiler, sömürgelerdeki halk yığınları arasında hoşnutsuzluk ve tepki yaratır. Kapitalist bunalım dönemleri, halk yığınlarının devrimci hareketi, burjuvazinin yönetemez duruma gelmesi, bütün bunlar burjuva egemenliğinin tehlikeye düşmesi anlamına gelir. İşte faşizm, bu bunalımdan kapitalizm lehine çıkış yollarından birisidir. Diğer kapitalist yol ise, işçi sınıfı içerisindeki oportünizmi temsil eden reformist kanatla burjuvazinin ittifakıdır. Avrupa ülkelerinde bunalımdan çıkış yolu olarak bu iki seçenek de burjuvazi tarafından kullanılmıştır.
İkinci Enternasyonal’in Sosyal-demokrat partileri bunalım dönemlerinde burjuvazi ile ittifak halinde hükümetler kurmuşlardır. Böylece kapitalizmin istikrarı uğruna, burjuvazinin iktidarının devrim yoluyla elinden alınmasına sosyal-demokrat partiler engel olmuşlar ve burjuvaziye uşaklık yapmışlardır. Alman Sosyal-demokratları, hükümet kurduktan sonra bizzat kendilerini iktidara getiren işçilere saldırmış, onların devrimci hareketini kanla bastırmıştır. İşçi sınıfı ile burjuvazinin işbirliğini savunan Sosyal-demokratlar böylece burjuvazinin işçi sınıfına karşı mücadelesinde burjuvazinin saflarında yer almışlardır. İşçi sınıfını birkaç sosyal reform kırıntısıyla burjuvaziye satmışlardır.
Bu bunalımdan ikinci kapitalist çıkış yolu olan faşizm ise devrimci sınıf hareketinin burjuvazi tarafından uzlaşmayla yenildiği ilk seçeneğin tersine, sınıf hareketine karşı açık terör, bütün demokratik hak ve örgütlerin ortadan kaldırılması ve başta komünistler olmak üzere işçi sınıfının önder kadrolarının katledilmesidir.
Bu yüzden faşizm bir devlet biçimi olarak demokrasinin baştan sona inkârıdır. O, demokratik devlet biçiminin işlemez hale geldiği koşullarda kapitalist düzenin devamı için bütün demokratik biçimlerin inkâr edilerek devlet aygıtının baştan sona militaristleşmesi ile halk yığınlarının mücadelesinin ve onun önderlerinin açık terör ile bastırılmasıdır. Faşizm, finans kapitalin demokratik yollarla iktidarını sürdüremediği koşullardaki egemenlik biçimidir. Bu yüzden bir sınıfsal temeli vardır: Burjuvazinin ve onun egemen tabakası olan finans kapitalin açık terörcü diktatörlüğü.

Faşizmin Sloganları ve Demagojisi

Dünyada faşizmin ilk ortaya çıktığı ve iktidar olduğu ülke İtalya’dır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist yağmadan ‘hak ettiği’ payı alamayan, ekonomisi yıkım içinde olan, savaşta yarım milyona yakın insanın öldüğü yoksulluk içindeki İtalya’da faşizm sosyalizme karşı bunalımdan çıkış yolu olarak belirmiştir. 1914-1915 yıllarında ilk faşist topluluklar kurulmuş ve savaş aleyhtarlarına karşı terör hareketlerine girişmişlerdir. Sosyalistlerin büyük prestij ve gücüne rağmen faşizm, kitle tabanı kazanmış ve 1922 yılında Duce unvanını almış, faşizmin peygamberi, olarak lanse edilen Mussolini önderliğinde iktidara gelmiştir.
Faşist hareketin büyük kitle tabanı kazandığı ve iktidara geldiği bir diğer ülke Almanya’dır. Faşizm, ülke içinde ve 2. Dünya savaşı sonucu tüm dünyada 50 milyondan fazla insanın canına mal olmuştur.
Almanya İtalya’nın aksine İkinci Dünya Savaşından yenilgiyle çıkmış, sömürgelerini kaybetmiş, ordusu dağılmış ve büyük mali yükümlülükler alına sokulmuştur. 1919 yılında utanç verici Versailles anlaşması imzalanmıştır.
Alman faşizmi yani nasyonal sosyalizm, o yıllarda üyesi yüzü geçmeyen Nasyonal Sosyalist Parti tarafından temsil ediliyordu. 1921 yılında Nazi Hücum Kıtaları SA’lar kuruluyor ve terör faaliyetlerine başlıyordu. Bu arada orduda düşük görevlerden birinde bulunan Hitler, aşırı Yahudi düşmanlığı ve ateşli söylevleri ile parti içinde giderek yükseliyor ve ‘Fuhrer’(Şef) unvanını alıyor.
Almanya’da faşizmin gelişmesi ve kitle tabanı sağlamasında çelişkiler taşıyan hatta saçmalık düzeyine varan demagojisi etkilidir. Saçmalık düzeyine varması, faşizmin slogan ve söylevlerinin küçümsenmesini gerektiği anlamına gelmez. Çünkü bu sloganlar yığınların gerici ön yargılarına dayanıyor ve onlardan besleniyordu. Faşizm, finans kapitalin çıkarlarına dayanıyor ama açıktan onun savunuculuğunu yapmıyordu.
Faşizm öncelikle Versaille anlaşmasıyla ulusal gururu ayaklar altına alınmış Alman halkının milliyetçi ön yargılarına sarılıyor ve bunları körüklüyordu. Hatta ırkçılığı son noktasına vardırıp “Bu dünyada üstün ırktan olmayan herkes, adi bir yaratıktır” diyordu. Arien ırkının bütün kültür ve sanatın yaratıcısı olduğu, dünyanın efendisi olmaya muktedir tek ırk olduğu propagandasıyla Alman ulusunu şoven bir milliyetçiliğe kazanmaya çalışıyordu. Nasyonal Sosyalizme göre bütün ırklar ve uluslar Alman ulusunun ve Arien ırkının düşmanıdır. Almanya’da yaşayan Yahudiler bütün kötülüklerin sebebi olarak gösteriliyor ve Alman ırkçılığıyla, azgınca ve hayvanca bir Yahudi düşmanlığı da yaratılıyordu. Komünizm ise onlara göre Yahudi iktidarı idi.
Hitler büyük kitlelerin desteğini alabilmek için tam bir ikiyüzlü politika sergilemiştir. Bir yandan iş adamları ile gizli görüşmeler yaparken diğer yandan emekçi kitlelere Nazi partisini sosyalist bir parti olarak lanse etmiştir. Nasyonal Sosyalizm ismini kullanarak açık bir anti-komünist olarak Alman işçi sınıfı ve halkının sosyalizme olan inancından yararlanmıştır.
Ülkedeki tekellerin usandırıcı egemenliği halkın buna tepkisi karşısında Nazi partisi finans kapital karşıtı bazı sloganlar ortaya atmış, her Alman vatandaşına iş ve ekmek sağlayacağını, savaş tazminatlarını ödemeyeceğini, Yahudi sermayedarları dize getireceğini ve Versailles anlaşmasını reddedeceğini ilan etmiştir. Büyük bir yalan fırtınası ve demagoji ile kapitalizm karşıtı söylemleri kullanmaktan dahi çekinmemiştir.
Yoğun propaganda ve Alman halkının gerici önyargılarını körükleyerek Nazi Partisi milyonlarca Alman’a kurtuluş olarak Faşizmi göstermiş ve geniş bir kitle tabanı sağlamıştır.

Faşizmin İktidarı

Faşizm, insanlığın tüm değer ve kazanımlarının inkârı olarak kapitalizmin en barbarca ve en vahşi devlet biçimidir. Almanya’daki faşizmin iktidarı başta olma üzere dünyadaki bütün faşist diktatörlükler bunun kanıtlar niteliktedir.
Nazi Partisi; burjuvazi, büyük toprak sahipleri ve bankerlerle anlaşmaları sonucu, kapitalistlerin milyonlarca Marklık desteğini sağlamıştır. Kapitalistlere bunalımdan tek çıkış yolunun Nazi diktatörlüğü olduğunu, böylece Marksistlerin tasfiye edileceğini ve finans kapitalin egemenliğinin sağlama alınacağı konusunda garanti verilmiştir.
Finans kapitalin desteği ve yığınların aldatılması ile iktidara gelen faşizm, işçi sınıfına, emekçilere ve aldattığı milyonlarca insana karşı kanlı bir savaşa girişmiştir.
Başta Almanya Komünist Partisi’nin tüm toplantı ve yayınları yasaklandı, parti büroları SA’lar tarafından basıldı, binlerce komünist öldürüldü ve onbinlercesi tutuklanıp işkenceden geçirildi ve katledildi.
Sosyal-demokrat Parti, Bavyera Halkı Katolik Partisi, Merkez Partisi ve diğer burjuva partiler kapatılmış, parti büroları SA’lar tarafından yağmalanmış binlerce üye tutuklanmıştır. 14 Temmuz’da ‘Alman İşçileri Nasyonal Sosyalist Partisi, Almanya’nın tek siyasi partisidir’ diye başlayan bir kanun çıkarılmıştır.
Parlamentonun yetkileri Nazi hükümetine devredilmiştir.
31 Mart 1933’de Eyalet Meclisleri feshediliyor ve yerlerine olağanüstü yetkilerle donatılmış Nazi valileri atandı.
Parti içinde binlerce kişi öldürülmüştür.
Parti içi temizlikten sonra Almanya çapında harekete geçen Naziler orduyu, polisi, adliyeyi, üniversiteyi ve gençlik kuruluşlarını Nazileştirmiştir.
Yahudi asıllı birçok bilim adamı toplama kamplarına gönderilmiştir.
Yahudilere karşı terör kampanyası açılmış, bütün Yahudiler yıldız taşımak zorunda bırakılmış, temerküz kamplarında işkenceden geçirilmiştir.
Sendikalar ve kitle örgütleri kapatılmıştır.
Binlerce insan SA ve SS’ler tarafından katledilmiştir.
Milyonlarca kitap meydanlarda yakılmıştır.
Grev ve toplu sözleşmeler yasaklanmıştır.
Her türlü eylem ve kitle gösteri yasaklanmıştır.
İşçilerin ve çalışanların ücretleri, patron ve işçilerin sözde işbirliği içinde düşürülmüştür.
Vergiler ve tüketim maddelerinin fiyatları büyük ölçüde artırılmıştır.
İşsizlik hızla artmış, köylülerin şehirlere göç etmesi yasaklanmış, açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.
İşsizlik sigortasının kapsamı çok büyük ölçüde daraltılmış, Yahudi kanı karışanlar veya Marksistlerle ilişkisi olanlar da bunun dışında bırakılmıştır.
Emekçiler ücretsiz çalışmalara zorlanmıştır.
Sanayi, savaşa hazırlık gerekçesiyle tamamen militaristleştirilmiştir.
İtalya ve Japonya ile anti-komintern kurulmuştur.
Avusturya 1938 yılında işgal edilmiştir.
1939 Mart’ında Çekoslovakya’nın Südetler bölgesi işgal edilmiştir.
Polonya 1939’da işgal edilmiştir. Böylece İkinci Dünya Savaşının başlamasına sebep olmuştur.
İkinci Dünya Savaşında tarafsız devlet olan Sovyetler Birliğine saldırmış, 20 milyon Sovyet vatandaşının ölümüne sebep olmuştur.
İkinci Dünya Savaşında toplam 40 milyondan fazla insanın ölümüne sebep olmuştur.

Alman faşizmi Sovyetler Birliğinin Kızıl Orduları tarafından Doğu cephesinden Berlin’e kadar sürülmüş ve kayıtsız şartsız teslim anlaşması imzalanmıştır. Böylece tüm dünya faşizm belasından Sovyetler Birliği tarafından kurtarılmıştır. İttifaktaki diğer ülkeler ise savaşın sonucu belirlenene kadar karışmama ve bekleme siyaseti izleyip faşizmin dünya halklarına saldırısına sessiz kalmıştır. 7 Mayıs 1945 tarihinde Nazi orduları Reims’ta kayıtsız şartsız teslim anlaşmasını imzalamak zorunda kalmışlardır.

Faşizm Hakkında Yanlış Görüşler

“Faşist devlet, toplumun bütün sınıflarını baskı altına sınıflar üstü bir devlettir.” Bu görüşe göre bürokratların yönettiği devlet bütün sınıfları anti-demokratik uygulamalarla baskı altına alır. Bu görüş, faşizmin kapitalizmin bunalımından burjuvazi lehine bir çıkış yolu olduğunu ve onun bazı anti-kapitalist söylemlerine rağmen finans-kapitale hizmet ettiğini göremiyor. Oysaki faşizmin uygulamaları ve ideolojisi tamamen kapitalizmi koruma, özel mülkiyeti kutsama ve burjuvazinin çıkarlarının terörcü savunmasıdır.
Faşizmin küçük burjuvazinin veya lümpen proletaryanın diktatörlüğü olduğu görüşü de yanlıştır. Faşizm, sloganlarında ve demagojisinde küçük burjuva söylemler kullanır. Küçük burjuva söylemler onun küçük burjuvazinin ideolojisi ve küçük burjuva diktatörlüğü olduğunu kanıtlamaz. Faşizmin sosyal söylemleri kitle tabanı kazanmayı amaçlayan demagojiden ibarettir. Çünkü faşizm, kapitalizmin bunalımından sonra kapitalizmin finans kapital lehine revize edilmesini amaçlar.
Faşizmin kitle tabanı ile onun sınıfsal özünü birbirine karıştırmamak gerekir. Faşizm demagojisi ile lümpen proletaryayı ve küçük burjuva yığınları etkisi altına alabilir. Hatta işçi sınıfının bir kısmını da faşist propagandanın etkisi altına alabilir. Bu onun işçi sınıfı ideolojisi olduğu anlamına gelmez. Bir ideolojinin etkilediği yığınlar ile onun sınıfsal özü farklı konulardır. Faşizm işçi sınıfı ve küçük burjuvazinin bir kısmını etkilemesine rağmen, etkilediği yığınlar ile uygulamaları nedeniyle kısa sürede çelişkiye düşer. Çünkü faşizm işçi sınıfı ve emekçilere karşı finans kapitalin çıkarları doğrultusunda savaş açar.
Faşist ideoloji çeşitli ülkelerde ve kültürel ortamlarda farklı biçimler almakla berber öz olarak aynıdır. Faşizm, finans kapitalin çıkarlarının açık terör ile savunulmasıdır. Yanlış bir diğer görüş de faşist ideolojileri ‘saf’ bir milliyetçilik ile eşitleyen anlayıştır. Faşizm milliyetçiliği hatta şovenizmi propaganda aracı olarak kullanır. Ama onu küçük burjuvazinin milliyetçiliği ile aynı kefeye koymak veya her türlü milliyetçiliği toptan faşist ilan etmek faşizmin sınıfsal temelini görmemek ve faşizme karşı mücadele olanaklarını değerlendirmemektir. Mesela, Arnavutluk Ulusal Kurtuluş savaşında komünistlerle ittifak yapan küçük burjuva milliyetçiler ile devrim korkusundan işgalcilere işbirlikçilik yapan milliyetçiler aynı kefeye konulamaz. Faşizmin milliyetçiliği kullanması faşizm eşittir milliyetçilik sonucunu vermez. Faşizm milliyetçiği kullandığı gibi sosyalist sloganları da kullanır ama bu onun Nasyonal de olsa sosyalist olduğunu göstermez.

Faşizme Karşı Mücadele ve Birleşik Cephe

Faşizm, işçi sınıfı, emekçiler ve halkların en büyük düşmanıdır. Faşizm, işçi sınıfının yüz yıllardır süren mücadelesi sonucu kazanılmış bütün haklarının elinden alınması, faşist diktatörlük tarafından köleleştirilmesi, açık terörle onun önder militanlarının katledilmesidir.
Faşizme karşı demokrasi mücadelesinde önder güç işçi sınıfıdır. Burjuvazi emperyalizm döneminde devrimci rolünü kaybetmiştir. Faşizme karşı demokrasinin tek tutarlı savunucusu işçi sınıfıdır.
İşçi sınıfı faşizm tehlikesine veya faşist iktidara karşı savaşırken toplumun faşizmden zarar gören tüm kesimlerini birleştirmek ve finans kapitalin karşısına çıkarmak zorundadır. İşçi sınıfı, yoksul ve orta köylülük, şehir küçük burjuvazisi, tüm emekçiler ve anti-faşist aydınlar faşizme karşı mücadelede birleştirilmesi gereken sınıf ve tabakalardır. Bütün bu sınıf ve tabakaların faşizme karşı birleşik cephesi olmadan ne faşist diktatörlük yıkılabilir ne de faşizm tehlikesi engellenebilir.
Faşizmin iktidara geldiği birçok ülkede komünist partiler faşizme karşı mücadelede genelde sol sekter bir tutum aldılar. Faşist olmayan sosyal-demokrat partiler, sendikalar ve diğer anti-faşist örgütlerle ittifak yerine sol sekter tutum alarak yalnızlaşmışlar ve faşizm tehlikesini görememişlerdir. Faşizme karşı mücadelede sosyalist ilkeleri öne sürmüşler; böylece yığınlardan, onların acil taleplerinden ve anti-faşist örgütlerden ayrılmışlardır. Faşizme karşı demokrasi mücadelesinin aciliyetini, yığınların bilinç düzeyini gözardı edip ‘sosyalist’liklerini korumuşlar, faşizme karşı birleşik cephe oluşturma görevinin üzerinden atlamışlardır. Anti-faşist kimi güçleri faşist ilan edip birleşik cephenin olanaklarını baştan inkâr etmişlerdir. Bu yanlış platforma Alman komünistlerinin sosyal-demokratlara karşı tutumu örnek gösterilebilir. Alman komünistleri faşizme karşı işçi sınıfının birleşik cephesini sağlamak, işçi sınıfını bunun için aydınlatmak yerine sosyal-demokratları faşizmin destekçisi ilan etmişlerdir. Böylece faşizmin iktidara gelişini engelleyememişlerdir.
Faşizme karşı mücadelede bir diğer sekter hata da faşizmin kitle temeli ile onun hangi sınıfa hizmet ettiğinin karıştırılmasıdır. Bu yanlışlık faşizmin etkisindeki işçileri ve küçük burjuvaziyi düşman ilan etmeye kadar varmıştır. Faşizme karşı mücadele adı altında faşizmin etkisi altındaki işçi, emekçi ve gençlerle gereksiz, zamansız çatışmalar ve karşıtlıklar oluşturulmuştur. Özellikle ülkemizdeki küçük burjuva devrimciliğinin faşizme karşı mücadeleden anladığı faşist propagandanın etkisi altında kalan emekçileri düşman ilan etme, onları tecrit etme ve hatta onlarla silahlı çatışmaya girişmektir.
Oysaki faşizmin kitle tabanı ile onun temsil ettiği finans kapital sınıfını birbirinden ayırmak Marksizm’in gereğidir. Devrimci bunalımın var olmadığı koşullarda faşizmin etkisi altına aldığı işçi, emekçi, gençlik ve küçük burjuva yığınlar içerisinde inatçı ve sürekli bir teşhir ve kazanma çalışması içerisinde olunması faşizme karşı mücadele için olmazsa olmazdır. Çünkü faşizm işçi ve emekçi yığınlar arasında teşhir edilmeli, faşizmin yığınlar üzerindeki etkisi yok edilmeli ve kitle tabanı zayıflatılmalıdır. Bu yüzden işçi ve emekçilerin, halk yığınlarının bulunduğu faşist propagandanın etkisi altındaki örgütlerde dâhil demirden bir disiplin ve yılmaz bir süreklilikle mücadele yürütülmeli ve yığınlar kazanılmalıdır. Komünist Enternasyonal bu konuda, Almanya’daki Nazi hücum kıtaları olan SA’lar içinde dahi çalışma yürütülmesi ve buradaki yığınların kazanılması gerektiğini belirtiyordu.
Faşizmin iktidara gelmesini engellemenin veya faşist diktatörlüğü yıkmanın başta gelen şartı işçi sınıfının proleter birleşik cephesidir. Proleter birleşik cephe için işçi sınıfının sendikalar, dernekler ve siyasal partiler dâhil bütün örgütlerinin bir araya getirilmesi gerekir. Ama bu cephe kurum, yöneticilerinin diyalog ve anlaşmasından öte bunu da kapsayan, yığınların içerisinde sağlanan mücadele birliği olmalıdır. İşçi sınıfının geniş yığınlarını mücadeleye seferber etmeyen bir sözde birleşik cephe proletaryanın değil işçi aristokrasisinin egemenliğindedir. Bütün korkak, sınıf düşmanı, sosyal-demokrat ve faşizm karşısında geri çekilme tutumu izleyen oportünizmin etkisi kırılmalı ve proleter birleşik cephe faşizme karşı mücadele cephesi olmalıdır.
Proleter birleşik cephe aynı zamanda faşizme karşı birleşik halk cephesinin temelidir. Birleşik halk cephesi işçi sınıfının dışındaki diğer anti-faşist sınıf ve katmanları da kapsamalıdır. Acil talepler ve demokrasi için faşizme karşı birleşik cephenin yaratılması için bütün işçi ve kitle örgütlerinde sebatkâr ve ısrarlı bir çalışma komünistlerin başta gelen görevidir.
Faşizme karşı birleşik cephenin programı, sosyalist bir program değil, anti-faşist demokratik bir programdır. Programın sosyalist bir program olmamasının sebebi faşizm karşısında tüm sınıf ve katmanları birleştirme görev ve zorunluluğudur. Faşizmin egemenliği altında faşizme karşı tepkinin birleştirilmesini ancak anti-faşist bir program sağlayabilir. Yukarıda değindiğimiz bazı komünist partilerin sekter eğilimler göstererek faşizme karşı mücadelede anti-faşist, demokrat bir program yerine ‘sosyalist’ bir program koymaya çalışmaları onları yalnızlaştırmış ve anti-faşist birleşik halk cephesinin kurulmasını engellemiştir.
Dimitrov, sosyalist devrim geçiş için anti-faşist demokratik devrimin gerekliliğini açıklarken şöyle diyordu:
“en geniş emekçi kitlelerinin, özellikle kitle sendikalarının, Komünist Partisi önderliğinde Sovyet iktidarının kurulması için mücadeleye henüz hazır olmadıkları halde, faşizme ve gericiliğe şiddetle karşı çıkmaları”
Faşizme karşı anti-faşist demokratik mücadele programı Komünist Enternasyonalin 7. kongresinde net olarak ortaya konulmuştur. Bu mücadelenin sonucu olarak sosyalizme geçiş için uygun bir biçim oluşturabilecek bir birleşik cephe tanımı yapılmıştır. Elbette burada temel koşul birleşik cephede işçi sınıfının hegemonyasını sağlaması ve sosyalizme geçiş perspektifiyle faşizme karşı savaşı tüm gücüyle ilerletmesidir.
“Söz konusu olan böyle bir durum değil, aksine Sovyet devriminin arifesinde ve onun zaferinden önce bir birleşik cephe hükümeti kurulmasının mümkün oluşudur.”(…) “Bu her şeyden önce faşizme ve gericiliğe karşı mücadele hükümetidir.”
“Birleşik cephe hükümeti, proletaryanın devrimci öncüsünün diğer anti-faşist partilerle bütün emekçi halkın menfaati için yaptığı işbirliğinin organıdır, faşizme ve gericiliğe karşı mücadele eden bir hükümettir.”
“Birleşik cephe hükümeti büyük bir ihtimalle bazı ülkelerde en önemli geçiş biçimlerinden biri olduğunu ispat edecektir.”
Görüldüğü gibi Komünist Enternasyonalin 7. kongresine Dimitrov’un sunduğu raporda faşizme karşı bir birleşik cephe hükümeti için mücadele edilmesi gerektiği söyleniyor. Bu faşizm koşullarında nesnel bir zorunluluk olarak kendini gösteren proleter devrimci stratejidir. Bu savaşım işçi sınıfı önderliğinde yürütüldüğü sürece sosyalizme geçiş o kadar kolay olacaktır. Ama bu birleşik cephe hükümetinin ve demokratik devrimin sosyalist devrimle karıştırılması anlamına gelmez:
“Bu hükümet, sömürücülerin sınıf hakimiyetini yıkacak durumda değildir ve dolayısıyla faşist karşı-devrim tehlikesini kesin olarak ortadan kaldıramaz. Sonuç olarak sosyalist devrime hazırlanmalıyız.”
Dimitrov çokbilmiş oportünistlere de şöyle der:
“Sol doktrinerler Lenin’in bu uyarısını daima göz ardı ettiler. Onlar dar kafalı propagandacılar olarak geçiş biçimlerini hiç umursamadan sadece hedeften söz ettiler.”
Komünist Enternasyonal birleşik cephe hükümetinin demokrat ama sosyalist olmayan bir hükümet olduğunun bilincindedir. Sorun burada birleşik cephe hükümetinin sosyalizme geçiş için uygun koşulları yaratmasıdır.
Faşizme karşı birleşik cephe ve anti-faşist demokratik devrim stratejisi uluslar arası komünist hareketin deneyimleri ile doğruluğunu kanıtlamıştır. Bulgaristan ve Arnavutluk’ta kurulan birleşik cephe hükümetleri komünist partilerin egemenliği altında sosyalist devrimi gerçekleştirmiş ve sosyalizme geçiş sağlanmıştır.

Türkiye’de Faşizm

Türkiye’deki faşizm ve faşist diktatörlük, ülkenin ulusal ve kültürel özelliklerinden dolayı farklı biçimler ve özellikler göstermesine rağmen temelde aynıdır. 60’lı yıllarda yükselen ve 70’li yıllarda devam eden işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi ve bu mücadele ile elde edilen kazanımlar 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle geri alınmıştır. Faşizm, temel uygulama ve baskılarına Türkiye’de de girişmiştir. Binlerce insan katledilmiş, on binlercesi tutuklanmış ve işkencelerden geçirilmiş, demokratik kurum ve örgütler yasaklanmış, işçi sınıfı ve emekçilerin ekonomik ve sosyal kazanımları bir anda ellerinden alınmıştır. Ordu, polis ve devlet aygıtı baştan aşağı faşistleştirilmiş, devrimci mücadeleye karşı yaşa-dışı kontr-gerilla örgütler kurulmuş ve varolanlar güçlendirilmiştir.
Bu faşist devlet yapısı günümüze kadar asli kurumlarıyla devam etmektedir. Emekçilerin mücadelesi faşist diktatörlükte bazı yumuşamalar ve tavizler getirdiyse de faşistleştirilmede temel olan kontr-gerilla, JİTEM, MİT gibi örgütlenmeler korunmuş, DGM isim değişiklikleriyle devam ettirilmiş, faşist örgütlenmeler desteklenmiş, yasalardaki gerici düzenlemeler büyük oranda korunmuştur. Kürt halkı üzerindeki inkâr, baskı ve katletme politikası hala devam etmekte, ulusal baskı bütün biçimleriyle korunmaktadır. Anayasada hala 1980 darbesinden kalma anti-demokratik hükümler mevcuttur.
60’lı yıllarda ‘Komünizme Karşı Mücadele’ dernekleri bugün MHP, BBP ve onların yarı-askeri örgütlenmeleri olan Ülkü-Türk Ocakları faşist örgütlenmeler olarak burjuvazinin elinin altında tutulmakta, gerektiği anda görevlendirilmektedir.
Türkiye’de faşizm ve faşist diktatörlük bir tehlike olmanın ötesinde güncel bir sorundur. Bu gerçeğin görülememesi, bazı kısmı kazanımların toplamda bir demokrasi yanılsaması yaratması, temel faşist örgütlenmelerin korunması karşısındaki bilisizlik ve kayıtsızlık ülkemizdeki anti-faşist mücadelenin öneminin küçümsenmesine yol açabilmektedir. Faşist diktatörlük sınıfsal desteğini emperyalizm ve onun ülkemizdeki işbirlikçilerinden almaktadır. Bu nesnellik, mücadelenin ilk stratejik hedefini faşist diktatörlüğün anti-faşist ve anti-emperyalist demokratik bir devrimle yıkılması ve işçi sınıfı, emekçiler ve yoksul köylülüğün demokratik bir diktatörlüğünün kurulmasını zorunlu kılar. Halk yığınların bilinç düzeyi, ülkemizde sınıflar arasındaki ilişkilerin nesnel durumu, ülkenin demokratik gelişme düzeyi, ulusal sorunun varlığı, emperyalizme bağımlılık birleşik cephenin programının antiemperyalist ve antifaşist bir program olmasını zorunlu kılıyor. Bu yüzden ülkemizde işçi sınıfının asgari talepler ve demokrasi uğruna birleşik cephesinin sağlanması devrimci bir görev olarak önümüzde durmaktadır.

ULUSAL SORUN ve KÜRT SORUNU

Kapitalizmin İlk Evresinde Ulusal Hareketler

Her olgu gibi ulusal hareketler de, farklı tarihsel zaman ve mekânlarda farklı anlam ve içerikler kazanabiliyor. Tarihte, iki farklı dönemde iki farklı biçimde ulusal hareket ortaya çıkmıştır.
İlk ulusal hareketler feodal parçalanmışlığa karşı ortaya çıkmışlardır. Bu hareketler kapitalizmin ilk yani rekabetçi evresinde, feodalizme karşı savaşım sürecinde ortaya çıkmış hareketlerdir. Amacı; feodalizmi tasfiye etmek, feodalizmin getirdiği ulus içindeki bölünmüşlüğü ortadan kaldırmak, ulusal birliği sağlayıp kapitalizmin gelişmesinin önünü açmaktır.
“Feodalizmin tasfiye ve kapitalizmin gelişme süreci, aynı zamanda insanların uluslar biçiminde kuruluşu sürecidir de. Örneğin, Batı Avrupa’da bu böyledir.” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol Yayınları, Sf. 20)
Feodal bölünmüşlük ve feodal üstyapı kapitalizmin gelişmesinin önünde engel durumundadır. Burjuvazinin çıkarları ulusun birliğini sağlamaktan yanadır. Çünkü ülke içindeki gümrük duvarları, farklı para birimleri, farklı ağırlık ölçüleri ve vergiler, feodal kurumların ayrıcalıkları, kast sistemi vb. burjuvazinin ve ticaretin gelişmesini engeller. Ülke içindeki pazara hâkim olmak isteyen ve tekelci konumdaki feodal üretim biçimiyle çıkarları çelişen burjuvazi feodalizme, onun bölünmüşlüğüne, ayrıcalıklara ve kast sistemine karşı çıkar.
Başta köylülük olmak üzere halk yığınları da yine bu feodal sömürü, bölünmüşlük, ayrıcalık ve kast sisteminden dolayı katmerli bir sömürü içinde ve yarı-köle durumundadır. Halk yığınlarının feodal sömürü sistemine karşı nefretini kendi çıkarları doğrultusunda yedekleyen burjuvazi feodal yapıya karşı savaş açar ve bu savaşı tarihsel olarak kazanır. Çünkü kapitalizm ve onun temeli olan makineli üretim toplumun içine sızmış ve büyümektedir. Kapitalizm feodal üretim biçimini yok etmektedir. Bu süreç burjuvazi önderliğindeki halk yığınlarının feodal üstyapı kurumlarına parçalamasıyla siyasal alanda da kendini gösterir. Burjuvazi bu hareketlere önderlik ederken yığınların eşitlik, özgürlük ve kardeşlik gibi özlemlerini kendi kapitalist amaçları doğrultusunda yedeklemiştir.
Kapitalizmin ilk evresindeki ulusal hareketler tarihsel olarak ilericidir. Çünkü köhne bir düzene, feodal üretim biçimine karşı bir savaştır. Feodalizme göre yeniyi ve ilerici olanı yani kapitalizmi hedefler. Bu hareketler burjuvazinin önderliğinde hareketlerdir.
İşte tarihteki ilk ulusal hareketler feodalizme karşı burjuvazinin çıkarları doğrultusunda bir savaş olarak şekillenmişlerdir. Fransız devrimi, kapitalizmin birinci evresindeki burjuva devrimlerinin (ulusal hareketlerin) en tipik olanıdır. Burjuvazinin ekonomik ve siyasal alanda feodalizmi tasfiye etmesi başta Batı Avrupa ülkelerinde ve günümüze kadar değişik biçimlerde dünyanın büyük bir kısmında gerçekleşmiştir.

Kapitalizmin İkinci Evresinde (Emperyalizm) Ulusal Hareketler

Emperyalizm koşullarında ulusal hareketler iki farklı biçimde ortaya çıkar. Birincisi; emperyalizmin ekonomik, siyasi vb. egemenliği altındaki sömürgelerde, emperyalist yağmaya ve işbirlikçi iktidara karşı ortaya çıkan ulusal hareketlerdir. Bu tipteki ulusal hareketlere birçok örnek verilebilir. Ülkemizdeki kurtuluş savaşı, Çin, Vietnam, Arnavutluk, Yugoslavya, Küba, Kongo ve daha birçok sömürge ülkelerdeki anti-emperyalist savaşlar bu biçimdeki ulusal hareketlere örnek olarak gösterilebilir.
Lenin birinci tipteki ulusal hareketlere dair sosyalistlerin görevlerinden bahsederken şöyle der:
“Sosyalistler, yalnızca sömürgelerin ödünsüz olarak derhal ve kayıtsız şartsız kurtuluşunu istemekle kalmamalıdırlar (ki böyle bir istem, siyasal ifadesinde, ulusların kaderlerini tayin hakkını tanımaktan başka bir anlam taşımaz)”(…) “bu öğelerin kendilerini ezen emperyalist devletlere karşı ayaklanışına (eğer böyle bir şey varsa, devrimci savaşına) yardımcı olmalıdırlar.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sf. 143)
Emperyalizm döneminde tekelci burjuvazinin genel eğilimi, dünyanın büyük bir kısmını oluşturan ulusların bir avuç emperyalist tekelci sermaye tarafından mali, siyasi, askeri ve kültürel egemenlik altına alınması ve sömürülmesidir. Bu yüzden emperyalizm koşullarında birinci tip ulusal hareketler tipiktir.

Emperyalizm döneminde ikinci tip ulusal hareketler, yalnızca emperyalizm döneminde ortaya çıkmamışlardır. Bunların bir kısmı kapitalizmin birinci evresinden miras kalmıştır. Bu ulusal hareketler çok uluslu devletlerde ortaya çıkar. Ulusal baskının mevcut olduğu çok uluslu devletlerde devlet yönetimi ezen ulusun temsilcilerinin elindedir. Bu durumu Stalin şöyle anlatır:
“Batıda, uluslar, devletler biçiminde gelişirken, Doğuda çok uluslu devletler, birçok milliyetlerden birleşik devletler kurulmuş bulunuyordu.” (…) “Ama kendine özgü bir yaşamın bilincine varmaya başlamış ezilen uluslar, henüz bağımsız ulusal devletler biçiminde örgütlenmezler: yolları üzerinde, egemen ulusların, artık uzun zamandan beri devletin başına geçmiş yönetici katmanlarının sert direnci ile karşılaşırlar.” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol Yayınları, Sf. 21)
Uluslaşma sürecini tamamlamış veya bu süreçte yol alan uluslar, ezen ulusun yönetici katmanlarının sert direnci ile karşılaşırlar. Bu tip ulusal hareketler, dil, kültür üzerindeki baskılara karşı veya doğrudan bağımsızlık sorunu olarak şekillenebilir.

Ulusal Hareketler İlerici midir?

Ulusal hareketlerin bütün biçimleri belli bir tarihsel gelişimin kaçınılmaz sonucudur. Nasıl kapitalizmin birinci evresinde feodalizme karşı gelişen ulusal hareketler tarihsel bir zorunluluksa, ister çok uluslu bir devlet içerisinde olsun, ister emperyalizmin sömürüsü koşullarında olsun ulusal hareketler de bir zorunluluktur. Yani günümüz koşullarına ait tarihsel bir olgudur ve meşrudur. Kapitalizmin tipik devleti ve genel eğilimi olan ulusal devlete olan yönelimi gösterir.
“bütün dünya için kapitalizmin tipik, normal devleti, ulusal devlettir.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sf. 53)
Emperyalizm döneminde ulusal hareketler, emperyalist yağmacılık ve sömürüye, ulusal baskıya karşı çıktıkları sürece ilericidirler. Yani bir ulusal hareketin ileri veya gerici olmasını belirleyen temel kıstas ulusal hareketin emperyalizm ile ilişkisidir. Nesnel olarak emperyalizmi şöyle veya böyle karşısına alan ulusal hareketler ilericidirler. Buradaki nesnellikle ifade edilen ulusal hareket içindeki tek tek düşüncelerin belirleyici olmamasıdır. Mesela Türkiye’deki kurtuluş savaşı kimi bölgelerde Yunan düşmanlığı üzerinden şekillenen milliyetçi, dinci hareketlerdi. Bu gerçeklik Türkiye’deki kurtuluş savaşının emperyalizmin amaç ve hedeflerine çomak soktuğu gerçeğini değiştirmez. Irak direniş savaşı da bu konuda örnek olarak gösterilebilir. Direnişte yer alan birçok örgüt milliyetçi, dinci örgütlerdir. Hatta Irak’taki ulusal kurtuluş savaşına bu karakterdeki örgütler öncülük ediyor denilebilir. Ama örgütlerin öznel bilinç ve düşüncelerinin niteliği, çelişki ve eksiklikleri Irak’taki direniş savaşının ilerici özelliğini engellemez. Ancak başarı şansını elbette azaltır. Yani ulusal hareketlerin ilerici veya gerici olmasını belirleyen onun öznel bilinci değil emperyalizme karşı konumudur.
Örneklere devam edersek; Rus baskısına karşı mücadele eden Çeçen ulusal hareketi ilerici bir hareket değildir. Çünkü Amerikan emperyalizmiyle ortak hareket eden, onun bölgedeki sözcülüğünü yapan işbirlikçi karakterde bir harekettir. Çeçen ulusal hareketinin emperyalizme karşı cephe almaması, onunla uzlaşması ve ona hizmet etmesi onu nesnel olarak gerici bir hareket durumuna getirir.
Şimdi de ikinci tip ulusal hareketlere gelelim. Yani çok uluslu devletlerde ortaya çıkan ulusal hareketlere.
Bu tip ülkelerde ortaya çıkan ulusal hareketler yukarıda belirttiğimiz gibi çeşitli biçimler alabilir. Kimilerinde dil sorunu, kimilerinde eğitim, kimilerinde de bağımsızlık sorunu temel talep olabilir. Bazı koşullarda bu talepler birleşebilir.
Ulusal baskı demokratik ulusal hakların baskı altına alınması demektir. Bu haklar; başlıca kendi dilini özgürce kullanabilme, anadilinde eğitim görebilme, kültürünü geliştirebilme, bağımsız bir devlet kurmak da dâhil kendi kaderini tayin edebilmeyi içerir. Bu yüzden; ezen ulusun diğer uluslar üzerinde baskısının söz konusu olduğu çok uluslu devletlerde, ezilen ulusun ulusal baskıya karşı talep ve istekleri demokratik bir içerik taşır. Bu yüzden emperyalizmle işbirliği yapmadığı sürece ilericidir.

Ulusal Hareketlerin Sınıfsal Niteliği

Ulusal hareketin çeşitli ulusal talepleri öne çıkararak gelişebileceğine yukarıda deyinmiştik. Ulusal hareketler dil, kültür, eğitim sorunu üzerinde gelişebilir. Ülke içindeki bütün ulusların kendi dilini özgürce konuşabilmesi, kendi kültürünü yaşayabilmesi, kendi dilinde eğitim görebilmesi bütün bunlar burjuva demokrasinin gereği olan burjuva ulusal-demokratik taleplerdir. Bunların burjuva talepler olmasının anlamı kapitalizmin sınırları içerisinde gerçekleşebilir olmasındandır. Ki her demokratik talep, kapitalizmin sınırları içerisinde gerçekleşebileceği ölçüde burjuva demokratik taleptir. Ulusal taleplerden en ilerisi olan ayrı bir devlet kurma hakkı da dâhil ulusların kendi kaderini tayin hakkı kapitalizmin sınırları içerisinde gerçekleşebilir. Bu yüzden ulusal hareketler sınıfsal olarak burjuva-demokratik hareketlerdir. Sosyalist bir programa sahip değildir. (Ulusal hareketlerin sosyalist bir programa sahip olmaması ile sosyalist devrim yolunu açması ayrı konulardır. Proletaryanın görevleri bölümünde değineceğiz.)
Stalin ulusal hareketlerin ortaya çıkışına değinirken şöyle der:
“Pazar- işte genç burjuvazi için ana sorun. Genç burjuvazinin ereği, metasını pazara sürmek ve bir başka milliyetin burjuvazisi ile rekabetten zafer kazanmış olarak çıkmaktır. Kendi ‘öz’, ‘ulusal’ pazarının sağlama bağlama isteğinin nedeni budur. Pazar, burjuvazinin milliyetçiliği öğrendiği ilk okuldur.” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol Yayınları, Sf. 22)
Ulusal sorun, ezilen ulusun burjuvazisi ile ezen ulusun egemen sınıfları arasındaki pazara egemen olma mücadelesi olarak ortaya çıkmıştır. Ama sorun böyle yalın bir Pazar sorunu olarak kalmamıştır. Ezen ulusun egemen sınıfları diğer ulusun bütünü baskı altına almıştır. Ulusal baskı; dil, kültür üzerindeki baskılar, zorunlu göçler, asimilasyon politikaları, seyahat yasakları, seçim haklarının kısıtlanması, okullarının yasaklanması, dinsel inançlara yönelik baskılar vb. biçimlerle birlikte ortaya çıkar. Ulusal hareketler de bu baskıya karşı ortaya çıkar. Ulusal baskının herhangi bir biçimine karşı çıkış ulusal hareketin özünü değiştirmez. Bütün farklı biçimlerine ve farklı taleplerine rağmen burjuva önderlikli ulusal hareketler pazar kavgasının çeşitli biçimlerdeki bir yansısıdır. Bu yüzden:
“Özünde ulusal savaşım, her zaman burjuva nitelikte, yalnızca burjuvazi için yararlı ve istenir olarak kalır.
Ama bundan, proletaryanın, milliyetlerin ezilmesi siyasetine karşı savaşmaması gerektiği sonucu çıkmaz.” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol Yayınları, Sf. 24)

Ulusal hareketler, ezen ulusun baskısına karşı ortaya çıkan, en ileri noktasında ulusun kendi kaderini tayin hakkını savunan yani kapitalizmin sınırları içerisinde gerçekleşebilir bir programa sahip olan burjuva-demokratik hareketlerdir. Ulusal hareketlerin burjuva hareketler olması, onun proletaryanın en büyük müttefiklerinden birisi olduğu gerçeğini değiştirmez. Emperyalizme, anti-demokratik yapıya ve ulusal baskıya karşı savaşan ulusal hareket elbette proletaryanın müttefiklerindendir.

Ulusal Baskı Siyasetinin Amacı

Emperyalizm, sömürgesi ve yarı-sömürgesi ülkelerde ekonomik, siyasi ve daha birçok alanda egemenliği, işbirlikçi iktidarlar aracılığıyla elinde tutar. Bu emperyalizm döneminin tipik bir olgusudur. Çünkü emperyalizm hammadde kaynakları, sermaye ihraç alanları ve pazarlara sahip olmak zorundadır. Bu yüzden sömürge ülkelerde emperyalist baskı ve sömürünün anlamı emperyalizmin varlık koşulu olduğu için açıktır. Bu bölümün konusu sömürgelerdeki emperyalist yağmacılığın amacı değildir.
Bu bölümde ele alınacak konu, ezen ulus milliyetçiliğinin aynı devlet çatısı altındaki ezilen uluslara yönelik baskısının anlam ve içeriğidir.
Milliyetçi baskı siyasetinin en temel yönü; burjuvazi ile proletarya arasındaki savaşımı gizlemek, dikkati ‘ulusal’ sorunlara yöneltmek; böylece aynı ulustan proletarya ile burjuvazinin ‘işbirliğini’ sağlayarak burjuva iktidarını tehlikeden korumaktır.
“Bu siyaset nüfusun geniş katmanlarının dikkatini, toplumsal sorunlardan, sınıf savaşımı sorunlarından, ulusal sorunlara, proletarya ile burjuvazinin ‘ortak’ sorunlarına doğru çevirir. Ve bu da, ‘çıkarların uyumu’ yalanını yaymak için, proletaryanın sınıf çıkarlarına gölge düşürmek için, manevi bakımdan köleleştirmek için, elverişli bir alan yaratır.” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol Yayınları, Sf. 24)
Ulusal baskı siyaseti Stalin’in belirttiği gibi proletaryayı burjuvazinin kuyruğuna bağlama siyasetidir.
Ulusal baskı siyasetinin diğer bir amacı, işçilerin arasına milliyetçilik zehirini sokarak işçilerin birleşmesini engellemektir.
“Böylece, tüm milliyetlerden işçilerin önüne ciddi bir engel dikilmiş olur.” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol Yayınları, Sf. 24)
“Ve böyle bir siyaset başarı kazandığı ölçüde, proletarya için en büyük kötülüğü, devleti birleştiren tüm milliyetler işçilerinin birleşme işi karşısındaki en ciddi engeli oluşturur.” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol Yayınları, Sf. 25)
Ulusal baskı işçi sınıfının manevi yeteneklerinin gelişiminin önünde de bir engeldir. Stalin bu durumu şöyle anlatır:
“Böyle bir durum, egemenlik altında yaşayan uluslar proletaryasının manevi güçlerinin özgürce gelişmesini engellemekten başka bir sonuç veremez. Toplantı ve konferanslarda anadilini konuşmasına izin verilmezken, okulları kapatılırken, Tatar ya da Yahudi işçinin manevi yeteneklerinin tam gelişmesinden ciddi olarak söz edilemez.” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol Yayınları, Sf. 24)

Egemen sınıflar milliyetçiliği işçi sınıfı ve halkı bölmek, onun sınıfsal temelde birleşmesini önlemek, halkları birbirine kırdırmak ve kendi düzeninin devamını sağlamak için kullanmışlardır ve hala da kullanmaktadırlar. Egemen sınıfların ulusal baskı siyaseti ve burjuva milliyetçiliğini kullanma amaçlarının başlıcaları:
- Pazar, hammadde ve sermaye yatırım alanlarını ele geçirmek
- İşçi sınıfı ve halkların birbirine düşman etmek ve birleşmesini önlemek
- İşçi sınıfı ve halkı ‘ulusal’ çıkarlar için burjuvazinin kuyruğunu takmaktır.

Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı

“Ulus, kaderini serbestçe kararlaştırma hakkına sahiptir.” (…) “Bu, tartışma götürmez.” (…) “Ulus, kendi özerkliğini kurma hakkına, hatta ayrılma hakkına sahiptir.” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol Yayınları, Sf. 27)
Tarihsel olarak kendi dil, kültür, geleneklerini yaratmış, asgari ortak bir toprak parçasında yaşayan, iktisadi ve kültürel birliğini sağlamış insan topluluğuna ulus denir. Her ulusun hangi devlet biçiminde yaşayabileceğine karar verme hakkı vardır. Bu hak demokratik bir haktır. Bir ulus ister tek bir devlet çatısı altında başka bir ulusla, ister yine tek bir devlet çatısı altında kendi özerk bölgesinde, ister ayrı bir devlet olarak tek başına yaşabilmelidir. Bu ulusun kendi karar vereceği, herhangi bir dış güç tarafından müdahale edilemeyecek bir haktır. Marksistlerin ulusal soruna, tarihin iktisadi evrimini temel alarak gösterdikleri çözüm yolu budur.
“Marksistlerin programındaki ‘ulusların kaderlerini tayin etmeleri’ ilkesi, tarihsel ve iktisadi bakımdan, siyasal kaderini tayin etme, siyasal bağımsızlık, ulusal devletin kurulmasından başka bir anlama gelemez demektir.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sf. 57)
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, sadece proletaryanın çözüm yolu değil, emperyalizmden ve ulusal baskıdan kurtuluş mücadelesi veren her ulusun benimsediği demokratik programdır. Her (tutarlı) ulusal kurtuluş savaşı, emperyalizme karşı bağımsızlığı yani kendi kaderini tayin hakkını savunur. Bu sebeple anti-emperyalist ve demokratik programın en temel taleplerinden biridir. Her Marksist hatta her tutarlı demokrat, ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanır.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı konusunda bazı yanlış anlamalar mevcuttur. Şimdi bunlardan bir kaçına değinelim:
Birincisi; kendi kaderlerini tayin hakkı sadece sosyalizmden sonra gerçekleşebilecek bir hak değildir. Sosyal-şovenler ve en incesinden milliyetçi sözde ‘sosyalistler’ bir ulusun kendi kaderini tayin etme hakkının sosyalizmden sonra gerçekleşebileceğini söylerler. Onlara göre ulusal sorun, çözümü için çaba sarf edilmesi gereken bir konu değildir. Onlar ulusal sorun karşısında pratik olarak ezen ulus milliyetçiliğinin platformundadırlar. Çünkü ulusal sorunun bugünün sorunu olmadığını, ancak sosyalizmden sonra çözülebilecek bir sorun olduğunu söylemek halkların demokrasi ve özgürlük mücadelesi karşısında sessiz kalmayı, ‘tarafsız’ olmayı ve bu mücadeleyi (sosyalizmden sonraya) ertelemeyi gerektirir. Oysaki Marksistler bilir ki, sosyalizmden sonra ulusları birbirine düşman eden bir düzen olmayacağı için uluslar ayrılmak yerine birleşmeyi seçecektirler. Bu kapitalizmden sosyalizme geçişin hemen başında olmasa bir ilerleyen aşamasında gerçekleşecek ve gerçekleşmesi zorunlu olan bir olgudur. Lenin ulusal sorunun çözümünü sosyalizmin gerçekleşmesinden sonraya atan ve bugün ulusal sorunun çözümü ve kendi kaderini tayin hakkı için mücadele etmeyen ‘sosyalistlerimize’ şöyle der:
“Ezen ülkelerin işçilerinin enternasyonalist eğitimi, zorunlu olarak her şeyden önce, ezilen ülkelerin özgürlüğü ve ayrılması ilkesinin savunulmasını içermelidir. Yoksa ortada enternasyonalizm diye bir şey kalmaz. Bu propagandayı yapmayan ezen bir ulusun sosyal-demokratını, emperyalist ve alçak saymak, hakkımız ve görevimizdir. Sosyalizmin gerçekleşmesinden önce ayrılma olasılığının binde-bir olması durumunda bile, bu istem, mutlak bir istemdir.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sf. 179) (Alt çizgi bizim)
Konu gayet açıktır. Ulusal baskı emperyalizm çağının sorunudur. Buna karşı mücadele etmeyen veya bunu sosyalizm sonrasına bırakan bir ‘sosyalist’, Lenin’in deyimiyle “emperyalist ve alçak”tır. Ama ‘sosyalistlerimiz’ kıvırmada uzmandır. Onlar ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı emperyalizm koşullarında gerçekleşemez, bu yüzden bu sorunun çözümünü sosyalizm sonrasına bırakıyoruz derler. Biz de sözü Lenin’e bırakıyoruz:
“Gerçekler, hem kapitalizmin, hem emperyalizmin herhangi bir siyasal biçiminin çerçevesi içinde geliştiğini ve bunların tümünü kendisine bağımlı kıldığını gösterir. Bu bakımdan, demokrasinin biçimlerinden birinin ‘gerçekleştirilemez’ olduğunu iddia etmek temel teorik yanılgıdır.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol yayınları, Sf. 156)
Emperyalizmin tahakkümüne ve ulusal baskıya karşı mücadele ve bu mücadelenin temel talebi olan ulusların kendi kaderini tayin hakkı, sanıldığının aksine emperyalist devletlerin hoşgörüsü ve ezen ulus temsilcilerinin onayı ile gerçekleşebilecek bir hak değildir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı başta proletarya olmak üzere ezen ulus ve ezilen ulus halklarının ortak devrimci mücadelesi ile hayata geçebilecek bir haktır. Bu mücadele demokrasi mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Demokrasi mücadelesi de sosyalizm mücadelesi için olmazsa olmazdır.
“proletarya, demokrasi uğruna, her açıdan tutarlı bir devrimci savaşım yürütmeden, burjuvaziyi yenmeye hazır bir duruma gelemez.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sf.143)
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı konusunda ikinci yanlış anlama da bu hakkın zorunlu olarak bir ulusun ayrı bir devlet kurmasını gerektirdiği görüşüdür. Oysaki ulusların kendi kaderini tayin hakkı, ayrı bir devlet kurma özgürlüğünü öngördüğü gibi, başka bir ulusla tek bir devlet çatısı altında yaşamayı veya federasyon tarzı bir birlikteliği de öngörür. Sorun ulusun kendi tercihini özgürce, her hangi bir müdahale olmaksızın yapabilme hakkının olmasıdır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının özü ulusun kendi kararını verme hakkını savunmak ve emperyalist yağma ve ulusal baskı siyasetine karşı çıkmaktır.
Örneğin Çarlık Rusya’sında ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunan Bolşevikler, ulusların ayrı bir devlet olarak örgütlenmelerini savunmuyorlardı. Bolşevikler bütün uluslara ayrı bir devlet kurmak da dâhil kendi kaderini özgürce tayin etme hakkını savunuyorlardı. Ayrı bir devlet kurma hakkı, bir ulusun kesin olarak diğer ulustan ayrılmasını öngörmez. Ulus isterse, ayrılma hakkına sahip iken diğer ulusla birleşme yönünde irade belirtebilir. Ayrılma hakkının olması, ulusun kesin ayrılacağı anlamına gelmez. Bu ulusun kendi karar vereceği meseledir. Bu bir çiftin boşanma özgürlüğünü benzer. Çiftin boşanma hakkının olması, çiftin kesin olarak birbirinden ayrılacağı anlamına gelmez.
Sonuç olarak; ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ulusal sorunun tek gerçek çözümüdür. Marksistler her koşulda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunurlar. Bu talep sadece sosyalizmin gerçekleşmesinden sonra savunulacak bir talep değil, bugün uğruna mücadele edilecek bir taleptir.

Ulusal Sorunda Proletaryanın Görevleri

Ulusal sorun emperyalizm aşamasında tipik bir sorundur demiştik. Çünkü emperyalizmin eğilimi, ulusları baskı altına almak ve sömürgeleştirmektir. Bu emperyalizmin varlık koşulu yani doğası gereğidir.
Proletarya ve onun komünist öncüsünün programı ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunur demiştik. Ama proletaryanın ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunması demek, ulusun kesin olarak ayrılmasını savunmak anlamına gelmez. Çünkü ulusun ayrı bir devlet kurması her zaman o ulusun ve tüm dünya proletaryasının çıkarlarına denk düşmez. Proletaryanın çıkarları bazı durumlarda ulusların eşit ve özgürce birlikteliğinden bazı durumlarda ise ulusların ayrı bir devlet örgütlenmesi içinde bulunmasındadır. Ama proletarya ve onun komünist öncüsü bu değerlendirmeyi uluslara dayatmaz, her koşulda ulusların kaderlerini tayin hakkını tanır. Ama kendi bağımsız politika, propaganda ve platformundan da ödün vermez. Örneğin, Çarlık Rusya’sında Bolşevikler ulusların kendi kaderlerini özgürce tayin etmesinden yanayken, diğer yandan da ulusların bir arada eşit haklar temelinde özgürce yaşamasını savunuyorlardı. Yine aynı dönemde Bolşevikler Türkiye’nin emperyalizmden kurtuluşunu ve ayrı bir devlet olarak örgütlenmelerini savunuyorlardı.
Şimdi sorunu biraz daha yakından inceleyelim:
Emperyalizmin sömürüsü altındaki ülkelerde ulusun kendi kaderine tayin hakkı, emperyalizmin tüm ekonomik, siyasi ve askeri gücünün ülkeden kovulmasını gerektirir. Sömürge ulusların birçoğu zaten kendi devletine sahip durumdadır. Bu ülkelerde sorun anti-emperyalist-demokratik veya sosyalist devrimlerle ülkenin bağımsızlığının sağlanmasıdır.
Sorunun daha karışık yönü, ikinci tip yani ezen ulusun egemen olduğu çok uluslu devletlerde kendini gösterir. Proletarya çok uluslu devletlerdeki ulusal sorunda neyi savunur?
“Demek ki, kendi kaderini tayin etme hakkı, ulusal sorunun çözümünde zorunlu dayanak noktasıdır.” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol Yayınları, Sf. 70)
Her şeyden önce tekrar belirtilmelidir ki, proletarya her koşulda ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunur. Ulusun bu hakkını engelleyen her türlü ulusal baskıya karşı amansızca savaşır. Bunun yanında, devlet çatısı altındaki bütün ulusların eşit haklar temelinde, gönüllülük temelinde birliğini savunur ve buna göre propaganda yürütür. Yani proletaryaya göre boşanma hakkı olmalıdır, ancak eşler eşit haklar temelinde ve gönüllü bir şekilde bir arada bulunmalıdırlar. Proletaryanın ve halkaların çıkarına uyan budur.
Ulusal baskının amacı bölümünde, ulusal baskı siyasetinin amacını ortaya koymuştuk. Ulusal baskı halkaları birbirine düşman ederek birleşmesini ve burjuva düzene karşı ortak mücadelesini engellemeyi hatta işçi sınıfı ve halkları ‘ulusal’ dava uğruna kendi kuyruğuna takmayı amaçlar demiştik. Proletaryanın bu siyasete karşı devrimci programı, her türlü ulusal baskıya son verilmesi, dil ve kültür üzerindeki baskıların kaldırılması, anadilde eğitim, oy verme, kimliğinin tanınması gibi ulusal hakların güvence altına alınarak bütün ulusların eşitliğinin sağlanmasını öngörür. Ulusların ancak böyle bir eşitlik temelinde ve olmazsa olmaz bir koşul olarak ulusların gönüllülüğü ve halkaların kardeşliği temelinde bir arada yaşamasını savunur. Çünkü ancak böyle bir kardeşlik ve birlik her milliyetten işçi sınıfı ve ezilen halkın kapitalizme karşı birleşmesinin ve onu yıkmasının yolunu açar. Ancak böyle bir kardeşlik ve birlik, ezen ulusun milliyetçiliğinin halklarını birbirine düşman eden zehrini etkisiz hale getirir. Ve ancak böyle bir birlik ülkenin tam demokratlaşmasını, emperyalizmden kurtuluşunu ve sosyalizme yürüyüşünü hızlandırır.
“Demek ki, ülkenin tam demokratlaştırılması, ulusal sorunun çözümünün temeli ve koşuludur.” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol Yayınları, Sf. 69)
Bu programın mantıksal sonucu ulusların eşit-gönüllü birliğinin sağlandığı bir özerkliktir. Bir ulus olma yeterliliğini sahip olmayan azınlıklar içinse bütün ulusal hakların güvence altına alınmasıdır. Ve son olarak bütün bunların ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde gerçekleştirilmesidir. İşte proletaryanın çok uluslu devletlerdeki programı budur.
“Bu özerklik, bireyleri uluslar bakımından sınırlamaz, ulusal engelleri pekiştirmez.” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol Yayınları, Sf. 71)
“Sorunu derinlemesine incelememiş olanlar, ezen ulusların sosyal-demokratları ‘ayrılma hakkı’ üzerine ısrar ederlerken; ezilen ulusun sosyal-demokratları ‘birleşme özgürlüğü’ üzerinde direnmelerinin çelişki olduğunu düşünürler. Ama biraz düşününce, enternasyonalizme ve bugünkü durumdan hareket ederek ulusların birbiriyle kaynaşmasına varabilmek için başka yolun olmadığı, olamayacağı anlaşılır.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sf.179)

Proletarya ve halklar arasında güvensizliği ve düşmanlığı şöyle veya böyle yayan milliyetçi-ayrılıkçılık yerine halklar arasında güveni, kardeşliği ve birliği sağlayan enternasyonalist bir program. Proletaryanın programı bundan başkası olamaz.
Böyle bir programın ezen ulus işçileri ile ezilen ulus işçilerinin tam birliğini öngördüğünü söylemiştik. Bu birlik iyi yönlü bir propagandayı gerektirir. Ezen ulus işçilerine, kendi ulusu tarafından baskı altına alınan ulusun ayrı bir devlet kurma hakkı da dahil kendi kaderlerini tayin hakkını tanımaları yönünde bir propaganda, ezilen ulus işçilerine kurtuluşun ezen ulus işçileriyle birleşme ve bir arada yaşama ile gerçekleşeceği yönünde bir propaganda.
“Proletarya, ‘kendi’ ulusu tarafından ezilen sömürgeler ve uluslar için siyasal ayrılma özgürlüğü istemelidir.” (…) “Bir yandan da, ezilen ulusların sosyalistleri, ezilen ulusun işçileriyle, ezen ulusun işçilerinin tam ve kayıtsız şartsız birliğini, örgütsel birlik dâhil olmak üzere, savunmalı ve uygulamalıdırlar.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sf.139–140)
İşte böyle bir propaganda işçiler ve halklar arasında kardeşçe birliği, enternasyonalizmi kurabilir ve ortak düşman olan egemen sınıflara karşı ortak mücadeleyi yaratabilir. Aksi taktirde, halklar arasında milliyetçilik ve düşmanlığı yayan ezen ulus milliyetçiliği, ezen ulus işçilerine güvensizliği öngören ve kendi burjuvazisi ile ‘kurtuluşu’ savunan ezilen ulus milliyetçiliğinin egemen olması; böylece halkların birbirine düşmanlaşması engellenemez. Lenin enternasyonalist propagandanın önemini şöyle belirtir:
“Bu olmadan, burjuvazinin her türden entrikaları, kalleşlikleri ve hileleri karşısında proletaryanın bağımsız siyaseti savunulamaz ve işçi sınıfı, öteki ülkelerin işçileriyle sınıf dayanışmasını gerçekleştiremez.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sf.140)

Proletaryanın Ezilen Ulus Milliyetçiliği Karşısındaki Tutumu

Proletarya için her türden milliyetçilik aynı kefeye konmaz. Milliyetçilik vardır, milliyetçilik vardır. Mesela, Arnavutluk Ulusal Kurtuluş Savaşına destek veren milliyetçiler, o dönemin koşullarında ilerici bir rol oynadılar. Ama bu savaşa destek vermeyen, sürekli oyalamalar içerisinde bulunan Arnavut milliyetçileri gerici bir rol oynadılar. Keza ülkemizdeki ulusal kurtuluş savaşında ilerici bir rol oynayan Kemalist milliyetçiler, kurtuluş savaşından sonra gerici bir rol oynadılar.
Milliyetçilik, örnekte de görüldüğü gibi bazen ilerici bazen de gerici bir rol oynayabilir. Bunu, içinde bulunulan tarihsel dönem ve koşullar belirler. Ancak, milliyetçiliğin ilerici veya gerici rol oynaması, onun diğer halkalara karşı bir güvensizlik, uluslar arası işçi sınıfı arasında düşmanlık, egemen sınıflara karşı halkaların birlik ve dayanışmasını engelleyen bir görüş olduğu gerçeğini değiştirmez.
“En ‘adil’, ‘saf’, en ince ve en uygarı olsa bile, Marksizm milliyetçilikle bağdaşmaz.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sf.31)
Proletarya iki tür milliyetçiliğe; hem ezen ulus milliyetçiliğine hem de ezilen ulus milliyetçiliğine karşı enternasyonalizmi, ezen ve ezilen ulus işçilerinin birliğini, halkların ortak mücadelesini savunur. Bu proletaryanın, her iki tür milliyetçiliği aynı kefeye koyduğu, ikisine de aynı ölçüde yaklaştığı anlamına gelmez.
Ezen ulus milliyetçiliği diğer ulusların baskı altına alınmasını, onların hak ve özgürlüklerinden yoksun bırakılmasını ve bunun askeri baskı ve zorla uygulanmasını içerir. Halkların özgür gelişimini engeller. Onun programı, diğer ulusları ezmek, onları kendi sınırları içerisinde kan ve silah zoruyla tutmak ve haklarını yok saymaktır. Bu yüzden proletarya ezen ulus milliyetçiliği ile asla bir araya gelmez, tersine ezen ulus milliyetçiliği ve ulusal baskıya karşı sürekli olarak savaşır. Çünkü ezen ulus milliyetçiliği tarihsel olarak gericidir.
Ezilen ulus milliyetçiğini değerlendirmeden önce onun hangi koşullarda ortaya çıktığını ve nasıl bir tarihsel zorunluluk olduğunu ortaya koymak gerekir. Çok uluslu devletlerde ezilen ulus milliyetçiliği, kapitalizmin gelişmesi ve farklı bölgelerdeki farklı etnik kökene veya kültüre sahip halkların bir ulus olarak ortaya çıkması ile başlamıştır. Yani kapitalizmin gelişmesi halkların uluslaşma sürecini hızlandırmıştır. Bu yüzden ezilen ulus milliyetçiliği kapitalizmin gelişmesinin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkan tarihsel bir olgudur. Emperyalizmin tipik devleti ulus devlet olduğundan uluslaşma ve ulus devlete yönelim, emperyalizmden kopmayı ve üretici güçlerin gelişiminin önünü açtığı sürece ilerici bir olgu olmuştur. Kapitalizmin gelişiminin hızlandığı 19. yy’ın sonu ve 20. yy’ın başı uluslaşmanın ve ulus devletlerin kurulmasının arttığı yıllar olmuştur.
Kapitalizmin gelişmesi bir yandan farklı ulusları tek bir ulus olarak birleştirip kaynaştırırken, diğer yandan da ayrı ulusları doğurmuştur. Bu süreçte belirleyici olan halkların içinde bulunduğu koşullar ve iktisadi etmenlerdir. Tarihsel bir olgu ve zorunluluk olan uluslaşma, yine tarihsel bir zorunluluk olarak ezilen ulus milliyetçiliğini ortaya çıkarmıştır. Çünkü ezen ulus milliyetçiliği ve ulusal baskı bu uluslaşma sürecinin önünde engel durumundadır.
Ezilen ulus milliyetçiliğinin programı, kendi ulusunun dil ve kültürü üzerindeki baskının kaldırılması, kendi dilinde eğitim, özerklik, bağımsızlık gibi ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde taleplerden oluşur. Ulusal baskıya karşı bir tepki niteliğindedir. Elbette sosyalist bir tepki niteliğinde değildir. Onun burjuva ve ya küçük burjuva karakteri en fazla ulusal-demokratik bir programa izin verir. Ezilen ulus milliyetçiliği sözde ‘sosyalist’ söylemler kullansa da, sosyalizmin ideallerinden az veya çok etkilense de, onun burjuva veya küçük burjuva sınıfsal niteliği, halklar arasında güvensizlik ve düşmanlık yayan içeriği değişmez. Ama onun ulusal-demokratik programı ilericidir. Bu yüzden demokrasi mücadelesinde, ulusların kendi kaderini tayin hakkı için savaşımında ezilen ulus milliyetçiliği proletaryanın müttefikidir. Proletarya ezilen uluslara önderlik edebildiği sürece bu müttefiklik sosyalizm mücadelesinde de devam edebilir. Çünkü sosyalizm, ulusların kendi kaderini tayin hakkının gerçek anlamda uygulanabileceği tek sosyo-ekonomik sistemdir. Ama genel olarak ezilen ulus milliyetçiliği, proletaryanın demokrasi ve demokratik devrim mücadelesinde müttefikidir.
“Eğer ezilen ulusun burjuvazisi, ezen burjuvaziye karşı savaşırsa, biz, her zaman ve her durumda, herkesten daha kararlı olarak bu savaşın yanayız; çünkü biz, zulmün en amansız ve en tutarlı düşmanlarıyız.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sf.69)
Bu ittifak, proletaryanın ve onun komünist öncüsünün ezilen ulus milliyetçiliğine kapıldığı anlamına gelmez. Sorun demokrasi ve demokratik devrim mücadelesinde bütün ezilen unsurları bir araya getirmek ve top yekûn egemen sınıfların karşısına çıkarmaktır. Örneğin 1917 Şubatında köylülüğün tümü ile ittifak yapılmıştır. Yani kır burjuvazisi de bu ittifaka dâhildir(bugün için imkânsızdır). Çünkü sorun demokratik devrimin programı etrafında bütün güçleri birleştirmektir. Bu örnekte anlatılmak istenen bugün kır burjuvazisi ile ittifak yapılması gerektiği değil, bütün ezilen güçleri birleştirilmesi sorunudur. Lenin ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmak, ezilen ulus milliyetçiliğini desteklemeye eşittir’ diyen Rosa Lüxemburg’u şöyle eleştirir:
“Birinci iddia, Kautsky’nin hemen hemen yirmi yıl önce çürütülemez bir biçimde tanıtlamış olduğu gibi, kendi milliyetçiliğinden ötürü başkalarını suçlama halidir; çünkü ezilen ulusların milliyetçilinden korkmakla Rosa Lüxemburg, gerçekte Büyük-Rusların kara-yüzler milliyetçiliğinin oyununa gelmektedir” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sf.73)
Ancak proletarya ezilen ulus milliyetçiliğine karşı mücadele etmeden ezilen ulus proletaryasının bağımsız bir siyaset izlemesini sağlayamaz.
“Böyle bir savaşım olmadan, ezilen ulusların proletaryasının, bağımsız bir siyaset izleyebileceği, ortak düşmanın devrilmesi için savaşımda, egemen ülkelerin proletaryası ile sınıf dayanışmasına gidebileceği düşünülemez.” (Stalin, Leninizmin İlkeleri, Sol Yayınları, Sf. 65)
Yani proletarya ezilen ulus milliyetçiliği ile mücadeleyi de elden bırakamaz. Bu Ekim devrimi öncesinde ittifak yapılan küçük burjuva devrimcileri (sol sosyalist-devrimciler) ile olan durum gibidir. Hem ittifak çünkü ortak talepler vardır; hem mücadele çünkü proletarya diktatörlüğünü noktasında anlaşma sağlanamaz. Sorun proletaryanın diğer ezilen sınıf, katman ve uluslara önderlik edip edemeyeceği sorunudur.
Proletarya ezilen ulus milliyetçiliğine böyle bakar. O belli koşullar altında ilericidir. Proletarya önderlik edebildiği sürece demokratik devrimin (hatta sosyalist devriminde olabilir) müttefiklerindendir. Bu yüzden proletarya ezilen ulusun halkı ile birlikte kurulu düzenin karşısına dikilir.
Bütün bunlardan sonra bir yanlış anlamaya değinmek gerekir. Genel bir bakış açısı, ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliğini aynı kefeye kayarak ikisine de faşizm etiketini yapıştırır. Evet, faşizm milliyetçiliği en şoven biçimiyle kullanır. Ancak bu her milliyetçiliğin faşist milliyetçilik olduğu anlamına gelmez. Bu yüzden ezilen ulus milliyetçiliği ile Türk faşizmini aynılaştıran ve faşizm olarak etiketleyen bakış açısı yanlıştır. Ezen ulus milliyetçiliği gericidir, baskıcıdır; ancak ezilen ulus milliyetçiliği demokratik istemleri savunur, koşullara göre ilericidir.
Proletarya ulusal sorunu sınıf mücadelesinden ayrı olarak ele almaz. Ulusal sorunun çözümünü proletaryanın devrimci mücadelesinin çıkarları açısından ele alır. Yani ulusal sorunun çözümünü sosyalizm mücadelesinin çıkarları çerçevesinde ele alır. Sosyalist perspektifini kaybetmez. Ulusal sorunun en uygun çözümünü proletarya açısından sosyalizm yolunu açan çözümdür. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı bu çerçevede proletaryanın ulusal sorunu çözümünde temel noktadır.

Bir Ulusal Sorun Olarak Kürt Sorunu

Yukarıda genel teorik çerçeveyi çizdik. Şimdi ulusal sorunu, ülkemizdeki Kürt sorunu özelinde inceleyelim.
Kürt halkı Ortadoğu’nun en eski halklarından birisidir. Varlığı MÖ 2000 yıllarına kadar dayanır. İlk yazılı Kürt eserlerine 11 yy’da rastlanır.
Kürt sorununu görmezden gelen ‘Kürtler bir ulus değildir’ veya ‘Kürt diye bir şey yoktur; onlarda Türktür’ önermeleri ezen ulus milliyetçiliğinin yani ülkemizdeki Türk milliyetçiliğinin en temel önermelerindendir. Çünkü Kürt ulusu yoksa Kürt sorunu da olamaz. Aslında yukarda değindik. Tekrara düşmek pahasına kısaca yineleyelim. Ulus, kapitalizmin ilk dönemlerinde ortaya çıkan bir olgudur. Kapitalizmin gelişmesi ile bazı halklar kendi özel koşullarında ayrı bir ulus haline gelmişler bazıları ise diğer uluslarla kaynaşarak tek bir ulusta bütünleşmişlerdir. Stalin’e göre bir topluluğun ulus olmasının koşulları belli bir toprak parçasında bulunmak, ortak dile sahip olmak, iktisadi ve kültürel birliktir. Kürt ulusu ayrı bir dile, Kürt nüfusunun yoğun olarak bulunduğu bir toprak parçasına (Dehap’ın oylarının dağılımına bakarsak bunu kolaylıkla görebiliriz), çok zengin bir kültüre (müzik, şiir, halkoyunları vb. alanlarda zengin bir kültürel birikim yaratılmıştır) ve bu süreci oluşturan iktisadi birliğe sahiptir. Bunun tersini iddia etmek ya düpedüz saçmalamak ya da burjuvaziye kuyruk olarak bir halkı açıktan inkâr etmektir. Bu yüzden Kürt ulusu tarihsel olarak ortaya çıkan bir olgudur, nesnel bir gerçekliktir.
Kürt ulusu bu ülkede devletin kurucu ve egemen uluslarından birisi midir yoksa ezilen bir ulus mudur? Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne(yakın bir zamana kadar), hiçbir yasada Kürt halkının varlığı, bir ulus olma niteliği ve bundan kaynaklanan haklarından bahsedilmemiştir. Kürt varlığı dolayısıyla da Kürt ulusunun demokratik haklarından söz edilmemiştir. Türk devletine göre Kürt ulusu, Kürt ulusunun hakları diye bir şey yoktur. İşte bir ulusu yok saymak, onun haklarını yok saymak ve baskı altına almak, Kürt ulusunun ezilen bir ulus olmasının sebebi budur. Bu politika bir hata değil, Türk burjuvazisinin kendi iktidarını devam ettirmek amacıyla uyguladığı bilinçli bir ulusal baskı siyasetidir. Varlığı tanınmayan, hakları söz konusu olmayan, haklarını istediği zaman katledilen bir ulus olarak Kürt ulusu ve bir ulusal sorun olarak Kürt sorunu ülkemizde mevcuttur.
Kürt halkının inkârı yeni bir olgu değildir. Lozan görüşmeleri sırasında İsmet İnönü Kürt ve Türk halkının temsilcisi olduğundan bahsetmişti. Ama kurtuluş savaşı kazanıldıktan sonra Türkiye Cumhuriyeti resmi tarihinde Kürt ulusu ve Kürt kimliği yoktur. Bu politikayı Atatürk şöyle ifade etmiştir:
"Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye Halki'na Türk Milleti denir." (Atatürk)
Yani Türkiye’de herkes Türk’tür. Türk olmadığını söyleyen, kendisinin Kürt olduğunu söyleyen bir ulus varsa, bu ulusun bir de ulusal-demokratik nitelikli talepleri varsa kendi kaderini tayin etmek istiyorsa; işte o zaman o halk bombalanır, sürülür, işkenceden geçirilir, katledilir. Ülkemizdeki Türk milliyetçiliğinin Kürt halkına karşı tutumu budur.
Oysaki her ulus, ulus olmanın gereği olarak kendi dil, kültür ve geleneklerini yaşamak, ulus olmaktan kaynaklanan haklarını kullanmak ister. Kürt ulusunun yaptığı da budur ve meşrudur, haklıdır. Türk egemen sınıfları ise bu taleplerin karşısında 1925 Şeyh Sait isyanından başlayarak, Ağrı isyanı, Dersim isyanı ve 1980 sonrası yükselen Kürt hareketine karşı bir katliama girişmiş, bu topraklarda en insanlık dışı uygulamaları hayata geçirmiş, on binlerce insanı katletmiş, halkların arasında milliyetçilik zehrini yayarak halkları birbirine kırdırmıştır. Türk milliyetçiliğinin ve ulusal baskı siyasetinin neler yaptığı, hangi uygulamaları hayata geçirdiği, Kürt ulusuna karşı nasıl bir katliama giriştiği artık burjuva tarihçilerinin bile ya utana-sıkıla kabul ettiği ya da övünerek anlattığı bir gerçektir. Genel Kurmay başkanı Hilmi Özkök’ün her fırsatta ‘tarihimize bakın’ tehdidini savurması, bu inkâr, işkence, katliam ve baskı politikasının kendi ağzından itirafıdır.

Kürt Sorunu Acil Bir Sorun mudur?

Kürt sorunu iki yönden acil çözülmesi veya çözümü için mücadele edilmesi gereken bir sorundur.
Birincisi; Kürt halkı yıllardır tanınmayan, resmi belgelerde adı dahi geçmeyen bir halktır. Resmi tarihte adı geçmeyen bir halkın dilini kullanma, kültürünü yaşatma, kendi dilinde eğitim yapma gibi hakları elbette olamazdı, zaten olmadı. Kürt ulusu kendi ulusal haklarını ve kimliğini savundukça baskı altına alınmış, katledilmiştir. Hem ulusal baskı siyaseti altında ezilen hem de sınıfsal olarak ezilen Kürt işçi sınıfı ve emekçileri katmerli bir sömürü altındadır. O zorla (asker, korucu zoruyla) başka bir dili konuşmaktadır. Zorla başka bir dilde eğitim almaktadır. Zorla kendi kültürü yasaklanmaktadır. Bu koşullarda yaşayan Kürt işçi sınıfı ve emekçileri için sınıfsal taleplerinin dönemsel olarak geriye ‘itilmesi’, işçi sınıfının çıkarlarına olmasa da, tarihsel bir zorunluluktur. Çünkü ulusal baskı siyaseti, bu siyasete karşı ulusal bir tepkiyi de doğurur. Kürt işçi sınıfı ve emekçileri böyle bir ulusal baskı altında iken bir sınıf olarak özgürce gelişmesi ve siyasal sınıf bilincine kavuşması daha zordur. Kendi ulusal hakları baskı altına alınmış, kendi kimliği baskı altına alınmış bir ulusun özgürce gelişimi beklenemez.
“Böyle bir durum, egemenlik altında yaşayan uluslar proletaryasının manevi güçlerinin özgürce gelişmesini engellemekten başka bir sonuç veremez. Toplantı ve konferanslarda anadilini konuşmasına izin verilmezken, okulları kapatılırken, Tatar ya da Yahudi işçinin manevi yeteneklerinin tam gelişmesinden ciddi olarak söz edilemez.” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol Yayınları, Sf. 24)
Ulusal baskı başta Kürt işçi ve emekçileri olmak üzere Kürt ulusu üzerinde zorbalık demektir. Kendi hak ve taleplerini savunan Kürt halkının işkenceden geçirilmesi, aşağılanması ve katledilmesi anlamına gelir. Bu yüzden bu sorun çözülmesi gereken acil bir sorundur.
İkincisi; Kürt sorunu ve bu sorunun temeli olan ulusal baskı siyaseti, ezen ulus milliyetçiliğinin egemen olması anlamına gelir. Ezen ulus milliyetçiliği, egemen sınıflar tarafından ezen ulusun işçi sınıfını zehirlemek ve diğer uluslara karşı kışkırtmak için kullanılır. Ezen ulus milliyetçiliğine karşı ezilen ulus saflarında, ezilen ulusun burjuvazisinin önderliğinde karşıt bir milliyetçilik gelişir. Proletarya açısından temel sorun bu noktada başlar. Ezen ulusun işçi sınıfı ve ezilen ulusun işçi sınıfı milliyetçiliğin etkisinde kalarak birbirine düşman hale gelmiştir. Yani Türk işçi sınıfı ve Kürt işçi sınıfı, daha genel ele alırsak Türk halkı ile Kürt halkı birbirine ‘düşman’ hale gelir.
Burada asıl görev, Kürt halkı üzerinde ulusal baskı siyasetini uygulayan Türk burjuvazisine karşı Türk işçi sınıfının mücadele etmesidir. Çünkü Türk burjuvazisi ve egemen sınıfları, kardeş Kürt halkını ulusal baskı ile ezerken Türk işçi sınıfı ‘kendi’ burjuvazisinin etkisinden kurtulmalı ve Kürt işçi sınıfı ile birleşmelidir. Bu da Türk işçi sınıfının Türk milliyetçiliğinin etkisinden kurtulması ve enternasyonalist sınıf bilincine sahip olması ile gerçekleşebilir.
Benzer şekilde Türk egemen sınıflarına olan tepkiden yararlanan Kürt burjuvazisi de Kürt işçi sınıfı ve emekçilerini kendine yedekler. Böylece egemen sınıflara olan tepkiyi Türk işçi ve emekçilerine karşı bir tepki olarak genişletir. Kürt işçi sınıfı da ‘kendi’ burjuvazisinin etkisinden kurtulmalı ve Türk işçi sınıfı ile birleşmelidir.
Türk ve Kürt işçi sınıfının önderliğinde Kürt ve Türk halkının birleşmesi ve egemen sınıflara karşı mücadele etmesi devrimin ilk koşuludur. Halkların birleşmesi: İşte temel sorun… İster demokratik ister sosyalist devrim olsun, bu devrimlerin hayata geçebilmesi için temel koşullardan birisi halklar arasındaki önyargı ve düşmanlıkların ortadan kaldırılmasıdır. Bu sağlanmadan devrim olmaz.
Ülkemizde, aslında bu tespiti fazla açıklamaya gerek yok; çünkü her gün yaşanıyor. Ne zaman bir fabrikada mücadele yükselse, sermaye işçileri birbirine kışkırtmak için Türk-Kürt düşmanlığı yaymaya çalışır. Türk işçileri Kürt işçilere, Kürt işçileri de Türk işçilere karşı milliyetçilikle zehirler. Böylece işçilerin birliğini ve ortak mücadelesini engeller, işçileri birbirine düşürür ve kazanan da sermaye olur. Yine ülkemizde ne zaman sınıf hareketi, emekçilerin hak alma mücadelesi, demokratik ve siyasal mücadele yükselse hemen gündeme Kürt sorunu getirilir. Kürt düşmanlığı körüklenir. Böylece emekçiler Kürt düşmanı siyasete yedeklenerek hak alma mücadelesi ve siyasal mücadelenin hedefleri saptırılır veya tamamen mücadele bastırılır.
Ülkemizde bırakın devrimi, işçi sınıfı ve emekçi hareketinin elle tutulur düzeyde bir kazanımı için dahi Türk ve Kürt halklarının kardeşliği sağlanmalı, halklar birleşmeli ve egemen sınıfların karşısına dikilmelidir.
İşte Kürt sorununun çözülmesinin aciliyetinin ikinci sebebi budur. Kürt sorunun varlığı Kürt ve Türk işçi sınıfı ve halklarının birleşmesinin ve egemen sınıflara karşı ortak mücadelenin engeli durumundadır. Kürt sorunun çözümü ise (daha ileri de ayrıntılarıyla değineceğiz) ülkenin tam demokratlaşmasıyla yani halkaların ulusal önyargılardan kurtulup birleşmesiyle mümkündür.
Kısacası Kürt sorunu halkların birleşmesi önündeki en büyük engellerden birisidir. Kürt sorunu çözülmeden veya Kürt sorununun çözümünü de kapsayan bir demokrasi (demokratik devrim) mücadelesi verilmeden sosyalizmin zaferinden söz edilemez. İşte Kürt sorununun önemi buradan kaynaklanır.

Kürt Ulusal Sorununda Proletaryanın Çözümü

Kürt ulusal sorunu Türk milliyetçilerinin için başa bela, her yerde ortalığı karıştıran bir sorun, Kürt milliyetçileri açısından ise dünyanın en önemli sorunudur. Oysaki ulusal sorun emperyalizm koşullarındaki tipik sorunlardan birisidir. Sadece ülkemize özgü değildir. Kürt sorunu ise çok uluslu devletlerdeki ezen ulusun ulusal baskısının bir örneğidir. Bu yüzden ne ‘Türklerin başına bela olmuş, görülmemiş bir sıkıntıdır’ ne de ‘Sadece Kürtlerin karşılaştığı bir sorundur’. Ülkemizdeki biçimiyle ulusal sorunun örnekleri tarihte ve günümüzde birçok yerde görülmüştür ve görülmektedir. Çarlık Rusya’sında baskı altına alınan Ukraynalılar, Polonyalılar, Beyaz Ruslar, Tatarlar, Gürcüler ve daha birçokları; Avusturya-Macaristan’da ezilen Slavlar, Almanlar; İngiltere’de İrlandalılar, Yugoslavya’da Hırvatlar, Bosnalılar, Arnavutlar, Kosovalılar; Gürcistan’da Ahbazyalılar; Meksika’da Zapatistalar ve daha dünyanın pek çok ülkesinden örnekler verilebilir. Bu yüzden uluslar arası komünist hareketin tarihi bu konuda oldukça zengin ve öğreticidir.
“Ama proletarya için bu istemler” (ulusal istemler) “sınıf savaşımının çıkarlarına bağımlıdır.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sf.67)
Proletarya, her soruna, her olgu ve olaya sınıf mücadelesi perspektifinden yani proletarya diktatörlüğünün (sosyalizmin) çıkarları açısından bakar ve çözüm yolunu ortaya koyar. Böylece sözde ‘halkçı’lardan, günlük geçici ‘çözüm’lerle halkı aldatanlardan ayrılır. Sorunu ‘ahlaki ilkeler’ veya ‘evrensel gerçekler’ ile değil, tarihsel evrim ve bulunduğu koşullar içerisinde inceleyerek çözümünü sunar. Bu yüzden, proletaryanın çözümü işçi sınıfı, ezilen sınıf ve ezilen halklar için tek tutarlı, tek gerçek çözümdür.
Yukarıda belirtmiştik, çok uluslu devletlerde proletarya ve onun komünist öncüsünün programı ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde, eşit haklar ve gönüllülük temelinde ulusların birliğidir. Bu ulusal sorunun, halkları birbirine kırdırtan, halklar arasına düşmanlık tohumu serpen milliyetçi ‘çözüm’ün tersine; halkaların birleşmesini ve yakınlaşmasını sağlayan, işçi sınıfının enternasyonalist eğitimini öngören tek çözümüdür.
Bu yüzden Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını tanımayan bir kişi bırakın sosyalist olmayı demokrat dahi olamaz. Kürt halkı Türk halkıyla eşit haklar temelinde bir arada yaşama ya da isterse ayrı bir devlet olarak örgütlenme hakkına sahiptir. Bu Kürt halkının özgürce karar vereceği, hiçbir dış müdahale ve baskıya yer vermeyen bir haktır. Kürt halkının ayrı bir devlet olarak örgütlenmesinden ödü kopan, ülke bölünüyor naraları atan ve bunu ‘sosyalizm’ çığlıklarıyla beraber savunan bir kimse Lenin’in belirttiği gibi ‘emperyalist ve alçak’tır. Burada Kürt halkının ‘bu topraklarda dili ve kültürüyle yaşayan biziz ve karar verme hakkı bizimdir; eğer ayrı bir devlet kuracaksak bu sizin topraklarınızla olmayacak, bizim topraklarımızla olacaktır‘ deme hakkı vardır ve haklıdır. Bunun tersini savunmak Kürt halkına zorla (askeri zorla, katliam ve baskıyla) başka bir iradeyi dayatmaktır. Bu da bugüne kadar devam eden inkârcı, baskıcı ve katliamcı politikanın kendisidir. Resmi ideoloji ve milliyetçi propagandanın Türk işçi ve emekçileri arasındaki etkisi, yüzyıllardır Kürt halkının yaşadığı toprakları ‘kendi’ toprağı (daha doğrusu kendi burjuvazisinin toprağı) olarak görmesinde etkilidir. Ama birisi bunu ‘sosyalizm’ adına yaparsa, o burjuvazinin kuyruğuna ve sömürgeci emellerine aldanmış/alet olmuş bir milliyetçiden başka bir şey değildir.
Ancak Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı olması, ayrı bir devlet kurma hakkı olması, ayrı bir devlet kurmanın Kürt proletaryası ve halkı açısından yararlı olduğu anlamına gelmez. Çiftin boşanma hakkı vardır ama çiftin boşanması her zaman doğru değildir. Kürt proletaryasının ve halkının, milliyetçi bir programı savunan Kürt burjuvazisinin etkisinden kurtulması ve kendi bağımsız sınıf politikası ile hareket etmesi gerekmektedir. Kürt proletaryasının sınıf politikası onun Türk proletaryası ile birleşmesini, ezilen sınıf ve ulusları harekete geçirerek devrime yürümesini gerektir. Proletaryanın doğru politikası, sosyalizmin yoluna açan ve ona hizmet eden çözüm yolu budur. Bu da ülkenin emperyalizmden kurtuluşunu ve tam demokratlaşmasını öngörür. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde, eşit haklar temelinde gönüllü birliği, Kürt sorununun gerçek, tam demokrat ve tutarlı çözümü budur. Ancak bu çözüm hakların enternasyonalist eğitimini öngörür ve milliyetçilik zehrinin etkisi bertaraf eder.

Kürt Milliyetçiliğinin İki Programı ve Eleştirileri

Bu bölümde, sadece Kürt milliyetçiliğinin değil, genel olarak ezilen ulus milliyetçiliğinin iki programından bahsedeceğiz. Birincisi; bağımsız bir devleti temel alan devrimci program, ikincisi ulusal hakları temel alan reformist programdır.
Birinciden başlayalım. Bu program aynı zamanda Kürt ulusal hareketinin uzun süre programı olarak kalmıştır. Kürt ulusu her ulus gibi sınıflardan oluşmaktadır. Burjuvazi, işçi sınıfı, köylülüğün yoksul-orta-zengin katmanları, hatta toprak ağaları; bütün bunlara bir de işbirlikçi Kürt burjuvazisi ve toprak ağalarını eklemek gerekir. Kürt ulusunu oluşturan bu sınıfların çıkarları elbette türdeş değildir. Örneğin, Kürt ulusal burjuvazisinin çıkarı bağımsız bir devlette, kendi pazarı üzerinde tam hâkimiyet kurmaktadır. Ama Kürt ulusunun büyük kısmını oluşturan Kürt işçi sınıfı ve emekçi köylülüğün çıkarı bağımsız bir ülkede feodal ağa ve burjuvazinin sömürüsü altında yaşamak değildir. Kürt emekçileri ve yoksullarının çıkarı hem ulusal sorunun çözümünde, hem de bu çözümün sosyal kurtuluşla yani yoksulluğun, işsizliğin ve her türlü baskı ve kötülüğün yok edilmesi demek olan sosyalizm ile birleştirilmesindedir. Bu yüzden Kürt burjuvazisinin programı ile Kürt halkının, Kürt işçi ve emekçisinin programı farklıdır. Sorun hangi sınıfın diğer sınıfları yedekleyeceğidir. Eğer Kürt ulusal burjuvazisi Kürt işçi ve emekçilerini yedeklerse ulusal hareket milliyetçi bir perspektifle, burjuvazinin dar çıkarlarına hizmet eden, halklar arasına milliyetçilik ve düşmanlığı yayan bir hareket olur. Eğer Kürt işçi sınıfı, diğer emekçi halk ve tabakaları yanına alırsa, sosyalizmin yolunu açan, Türk işçi sınıfı ile birleşen ve halkların kardeşliğini temel alan bir hareket olur.
Ayrı bir devlet kurmayı hedefleyen program, Kürt işçi ve emekçilerinin değil, kendi pazarına egemen olmak isteyen Kürt burjuvazisinin programıdır. Çünkü Türk işçi sınıfı ve Türk halkıyla birlik olmayı değil, tersine onlara güvensizliği, düşmanlığı yayarak ayrı bir devleti savunur. Kürt proletaryasının Türk proletaryası ile değil ‘kendi’ burjuvazisi ile birleşmesini ve ona kuyruk olmasını sağlar. Ayrı bir devlet kurmayı hedefleyen programın özü budur.
İkinci programa geçelim. Kürt halkının ulusal-demokratik taleplerini temel alan ama aynı devlet çatısı altında bu talepleri gerçekleştirmeyi hedefleyen programdır. Bu program Kürt ulusal hareketinin bugünkü programıdır. Bu program önüne ulusal-demokratik talepleri koyduğu ve bunlar için mücadeleyi örgütlediği için ilericidir. Ama bu program, ulusal sorunun çözümünü devrim sorununa bağlamamaktadır. Ulusal sorunun çözümünü egemenlerin vereceği haklara kısacası reformlara indirgemektedir. Ulusların kendi kaderini tayin hakkını atlayarak ulusal-demokratik reformlar ile ‘çözüm’ umudundadır. Şiddete, işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilen ulusların şiddeti olan devrimci şiddete tamamen karşı çıkmaktadır. Oysaki ulusların kendi kaderini tayin hakkını esas alan bir çözüm, var olan sınıf egemenliğinin bir demokratik devrimle yıkılmasını yerine demokratik halk iktidarının kurulmasını öngörür. Kısacası ulusal sorunun çözümü, reformlarla değil, ancak bir devrimle, Türk ve Kürt halkının ortak mücadelesi sonucu gerçekleşecek bir devrimiyle sağlanabilir. Bu program bu yüzden gerçek bir çözümü değil, yılmış burjuvazinin teslimiyetini dile getiren bir programdır.
Programın reformist olması onun talepler için mücadeleyi benimsemesinde değildir. Çünkü bugün dil üzerindeki baskıların kaldırılması, Kürt kimliğinin tanınması, anadilde yayın ve eğitim hakkı gibi talepler olmazsa olmazdır. Bu talepler için mücadele edilmelidir; Türk ve Kürt halkının ortak mücadelesi de sınıfsal taleplerle birlikte yukarıda bahsedilen talepler için mücadele edilerek sağlanacaktır. Hata, Kürt ulusal hareketinin bu talepler için mücadele etmesinde değil; ulusal sorunun çözümünü sadece bu taleplerin gerçekleşmesine indirgemesidir. Ulusal sorunun çözümü kendi kaderini tayin hakkından demokratik reformlara indirgenirse bir devrim de elbette gereksiz olur; ama bu sefer de ulusal sorunun çözümü gerçek anlamda sağlanamaz. Demokratik reformlarla yetinen Kürt ulusal hareketinin programının özü budur.
Kürt ulusal hareketinin emperyalist güçlerden demokrasi beklemesi, tekelci burjuva sınıfları demokrasinin temsilcileri olarak görmesi ise reformizmin diğer bir yüzüdür. Gerçek demokrasi ise, ancak Kürt ve Türk ulusunun birlikte mücadelesiyle, demokratik devrimle hayata geçirilebilir. Ama reformizme göre, demokrasi emperyalist burjuvazinin insanlığa bir armağanıdır.

Kürt Ulusal Hareketinin Niteliği

Her ulusal hareket gibi Kürt ulusal hareketi de burjuva demokrat bir harekettir. Talepleri olan dil ve kültürü üzerindeki baskıların kaldırılması, yayın ve anadilde eğitim hakkı, Kürt kimliğinin tanınması ilerici taleplerdir. Bu talepler, demokrasi mücadelesinin bir parçası ve demokratik devrimin hedeflerindendir.
Kürt ulusal reformist hareketi bugün bu talepler için mücadeleyi örgütleyerek ilerici bir rol onuyor. Bu yüzden proletaryanın müttefikidir. Çünkü bu talepler, proletaryanın demokratik devrim programının talepleridir aynı zamanda. Bugün için ilerici bir rol oynayan Kürt ulusal önderliği, devrimci bir bunalım döneminde, yığınların devrimci ayaklanmaya kalkışacakları bir dönemde anti-şiddetçi, ‘barışsever’, ‘savaş karşıtı’ reformist platformuyla gerici bir rol oynaması muhtemeldir. Bu durumda ya Kürt ulusal önderliği reformist çizgisinden vazgeçmeli, ya da Kürt işçi sınıfı ve emekçileri kendi bağımsız siyasetini izleyerek proletaryanın bayrağı altında gerçek kurtuluşa doğru yürümelidir.
Kürt ulusal önderliğinin reformist olması, gelecekte yalpalama ve karşı-devrimci konuma düşme ihtimali, bugün için onun ilerici özellikler taşıdığı ve demokrasi mücadelesinin bir parçası olduğu gerçeğini değiştirmez.

‘Barış’ Sorunu ve Bazı Tutumlar

Bugün Kürt ulusal önderliğinin ve hatta Kürt halkının temel talebi barış talebidir. Peki, Türk ve Kürt proletaryası ve onun komünist öncüsü açısından ‘barış’ talebinin anlamı nedir?
Bu soruyu cevaplamadan önce konuya sağ ve sol sapmanın bakış açısını ve bu anlayışların küçük burjuva niteliklerini sergileyelim.
Sağ sapma, Kürt ulusal hareketi karşısında sorumsuzdur. Ona göre ulusal hareket gereksiz, ulusal talepler ise yarının işidir. Bugün ulusal taleplerde uğraşmak ezilen ulus milliyetçiliğidir onlara göre. Sağ sapma politik olarak ezen ulus milliyetçiliğinin yararına çalışır. Çünkü o ulusal hareketi suçlar. Ona karşı düşmanca tutum alır ve ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliğini aynı kefeye koyar. Oysaki kendisi ezen ulus milliyetçiliğinin batağına çoktan saplanmıştır. Sağ sapmanın görüşlerine, ilk aydınlar çağrısı örnek verilebilir. Aydınların çağrısında ‘barış’ talebi dillendirilmiştir. Ama nasıl bir barış? Sağ sapmaya göre Kürt ulusal hareketi suçludur, ortalığı karıştırır ve terörün sorumlusu odur. Bu yüzden ulusal önderlik teslim olmalıdır, silahlarını bırakmalıdır ve böylece barış sağlanmalıdır. Ya devlet? Ulusal önderlik teslim olunca, devletin savaşacağı kimse kalmamış olur, böylece de ‘barış’ sağlanır.
Sol sapma ise, sınıflar arasındaki ilişkiler, yığınların bilinç düzeyi ve güçler ilişkisini hesaba katmadan mutlak bir ‘devrimci’ savaş çağrısı ile barışa karşı çıkarlar. Bunlar ‘devrimci’dirler kendilerince. Çünkü onlara göre zamanlı veya zamansız savaşmak devrimciliktir. Asıl olan silaha sarılmaktır. Yığınların bilinciymiş, sınıflar arasındaki güçler dengesiymiş; bunlar sol sapmaya göre anlaşılmaz, onun dar kafasının (darkafalılık Lenin’in kullandığı deyimdir) alamayacağı şeylerdir. Lenin sol sapmadan bahsederken şöyle söyler:
“İlkin, bu parti, Marksizmi yadsıyarak herhangi bir siyasal eyleme girişmeden önce, sınıf güçlerini ve bu güçler arasındaki ilişkiyi hesaba katmanın gereğini anlamamakta direniyordu (belki de daha doğrusu anlayamıyordu)” (Lenin, ‘Sol’ Komünizm-Bir Çocukluk Hastalığı, Sol yayınları, Sf. )
Sol sapma Lenin’in belirttiği gibi “sınıf güçlerini ve bu güçler arasındaki ilişkiyi hesaba katmanın gereğini” anlamadığı için yığınlara zamansız bir savaş çağrısı yapar. Böylece kendisine göre devrimci; gerçekte (Marksizm-Leninizm’e göre) sol oportünist bir savaşa girme çağrısı yapar. Ezen ulus milliyetçiliğinin ekmeğine yağ sürer.
Marksistler için barış sorunu, sağ sapmanın anladığı anlamda anti-şiddetçi, ulusal hareketi teslimiyete çağıran bir barış değildir. Marksist-Leninistlerin bugün için barış talebini savunmasının sebebi “sınıf güçlerini ve bu güçler arasındaki ilişkiyi hesaba” katmasıdır. Bu ‘hesaba’ göre Türk işçi sınıfı ve Kürt işçi sınıfının birleşmesiyle ve asgari miktarda yığınları kazanması ile girişilecek devrimci kalkışma ve silahlı ayaklanma için koşullar uygun değildir. Türk işçi sınıfı ve halkı henüz bu talepleri benimsememiştir. Kürt işçi sınıfı ve halkı sınıf kardeşleri ile bir araya gelememiştir. Yığınların devrimci kalkışmadan yana tavır koyması bugün için söz konusu değildir. Bu koşullarda bir silahlı kalkışma ve ezen ulus egemenlerinin istediği zamanda yapılacak bir savaş yenilgi demektir. Silahlı savaş, ezen ulus milliyetçiliği istediği zaman değil, proletarya ve proletaryanın kazandığı yığınlar devrimci kalkışmadan yana tavır koyduğu zaman yapılır.
“proletaryanın saflarında burjuvaziye karşı kesin eylemden yana, en yürekli devrimci çıkıştan yana güçlü bir bilinç ortaya çıkmalıdır. İşte ancak o zaman devrim olgunlaşmıştır.” (Lenin, ‘Sol’ Komünizm-Bir Çocukluk Hastalığı, Sol yayınları)
Bu yüzden bugün silahlı bir kalkışma, silahın bilinçsizce, oportünistçe kullanılması işçi sınıfına ve halka ihanetin ‘samimi ve inançlı’ şeklidir. Bugünkü barış talebinin bir yanı budur. Diğer yanı ise; Kürt ulusunu tanımayan, onun dil, kültür ve bütün hakları üzerinde baskı uygulayan, bu haklar talep edildiği zaman Kürt halkını katleden, işkenceden geçiren faşist diktatörlük bugünkü çatışmaların sorumlusu ve tek suçlusudur. Bu konuda ‘tarafsızca’ iki tarafında ‘suç’u var diyenler iki yüzlü milliyetçiler, ezen ulus milliyetçilerinin ‘demokrat’ uşaklarıdır. Suçlu olarak faşist diktatörlük ve bu diktatörlüğün aracı devlet mekanizmasını ortaya koymak şarttır. Bu yüzden devlet Kürt halkının ulusal-demokratik haklarını tanımalı, operasyonları durdurmalı ve bu koşullarda bir barış sağlanmalıdır. Sonuç itibarıyla Marksist-Leninistlerin barış talebi, silahlı kalkışma için koşulların uygun olmadığı bir dönemde, ulusal baskıyı teşhir ederek, ulusal-demokratik hakların hayata geçirildiği bir barış talebidir ki bu talep için mücadele demokratik devrim ‘savaş’ının ta kendisidir.

Kürt Ulusal Hareketinin Eylem Biçimi

Kürt ulusal hareketinin programının reformist bir program olduğuna deyinmiştik. Yine bugün silahlı kalkışma için koşulların uygun olmadığını gerekçeleriyle birlikte gösterdik. Bu yüzden Kürt ulusal hareketinin savaş koşullarında kullanılan eylem biçimlerini özel olarak eleştirmek pek gerekli değildir. Çünkü yanlış platform, yanlış eylem biçimlerini getirir. Sorun tek tek eylem biçimlerini eleştirmekten çok ulusal hareketinin bir yandan reformist, öbür yandan da ‘savaşçı’, ‘sol’ oportünizmini ortaya koymaktır. Ulusal hareket, eylem biçimlerini, talepler üzerinden şekillenecek ve devrimin koşullarını hazırlayacak bir mücadeleye göre belirlemelidir. Bu yüzden trene yapılan saldırılar, Belediye Başkanının kaçırılması, bugün için zamansızdır(ve bir kısmı da bireysel terörizm niteliğindedir). Bu eylem biçimleri yığınların kazanıldığı devrimci kalkışma dönemine uygun eylem biçimleridir. Bugün bu eylem biçimleri görünüşte ‘sol’, ‘devrimci’ ama özünde reformizmi gizleyen ve devrim mücadelesinde günün görev ve eylem biçimlerini atlayan biçimlerdir.
Yine de birkaç örnek üzerinde durmakta yarar var. Batı illerinde yapılan bombalı eylemlere değinelim. Bunlar bireysel terörizmi esas alan eylem biçimleridir. Yığınların devrimci eylemi yerine ‘kahramanların’ bombalarını koyar.
“İkincisi bu parti, bireysel terörizmi, suikastları doğru bir eylem olarak tanımayı, kendi ‘devrimci’ ruhunun yada ‘solculuğunun’ özel bir belirtisi sayıyordu; ki bunu, biz Marksistler, kesin olarak reddederiz.” (Lenin, Sol Komünizm)
Bu eylemler doğrudan halka zarar veriyor ve ölümlere yol açıyor. Ülkemiz burjuvazisi bu ölüm ve ‘terör kurbanları’ üzerinden nasıl bir propaganda yürüttüğünü, büyük bir ikiyüzlülükle, ‘insancıllıkla’ yığınları yedeklediği ve milliyetçiliği körüklediğini görüyoruz.
Kürt illerindeki çatışma, tren bombalamalar vb. eylemler bir savaştaki zorunlu eylem biçimleridir. Bugün, bir savaş ve devrimci ayaklanma için koşulların uygun olmadığını, zamansız ‘ayaklanma’ girişimlerinin devrimci hareket için ‘cinayet’ anlamına geldiğine yukarıda değinmiştik. Lenin bu durumu şöyle ifade eder:
“Bütün sınıf, bütün yığınlar, öncüyü doğrudan destekleme durumuna gelmedikçe ya da öncüye karşı sempatik bir tarafsızlık tutumunu benimseyerek karşı tarafı desteklemeleri olasılığı kesin olarak ortadan kalkmadıkça, öncüyü kesin savaşa sürmek yalnızca bir ahmaklık olmakla kalmaz, bir cinayet olur.”
Bugün Kürt ulusal hareketinin platformunun ve eylem biçimlerinin yanlış olduğu (yada onun burjuva niteliğine uygun düştüğü) gerçektir. Bu eylem biçimleri ile ülkemizdeki sınıf hareketinin geriye düştüğü ve halklar arasındaki ‘ulusal’ önyargıların pekiştiği de bir gerçektir. Ancak bu gerçeklerden yola çıkarak suçu ulusal harekete, bu hareketin önderliğine atmak da en basitinden bir ezen ulus milliyetçiliğidir. Çünkü ülkemizdeki ulusal hareketin kaynağı, bu hareketin ortaya çıkış ve gelişme nedeni Türk egemen sınıflarının ulusal baskı, inkâr ve imha siyasetidir. Kürt ulusal hareketinin ‘yanlış’ eylem biçimleri ise bu siyasete bir tepki niteliğindedir. Bu sebeple meşrudur, ancak biçim olarak doğru değildir. Ulusal baskı siyasetine karşı halkların birlik olmasına engeldir. Elbette bu noktada asıl suçlanacak olan ulusal baskı siyasetine karşı ‘yanlış’ tepki gösteren ulusal hareket ve önderliği değil, bu ulusal baskı, inkâr ve imha politikasının sahibi ve uygulayıcısı olan milliyetçi Türk egemen sınıflarıdır. Ayrıca Kürt ulusal hareketinin yanlış eylem biçimlerini görürken, Türk egemen sınıflarının ‘operasyonlar’ diye adlandırılan terörünü, katliamlarını görmemek olsa olsa Türk egemen sınıflarına kuyruk olmaktır.

Kürt Halkının Talepleri Anti-Emperyalist-Demokratik Devrimin Taleplerindendir

Kürt halkının taleplerinden barış sorununa ve bu soruna proletarya ve onun komünist öncüsü cephesinden bakışını, bu talebin anti-emperyalist demokratik devrimin taleplerinden birisi olduğunu yukarıda açıkladık.
Ulusal baskı siyaseti ile emperyalizm birbirinden ayrılmazdır. Çünkü yıllardır bu ülkede Kürt halkına yapılan zulümler, Türkiye işbirlikçi egemen sınıfları ile ABD emperyalizmi ortaklığı ile yapılmıştır. 50 yıldır ABD’nin sömürgesi olan bir ülkedeki ulusal baskı politikası ile emperyalizmi bir birinden ayırmak, alakasız görmek çocukçadır. Emperyalizm bir yandan ulusal baskı politikasını desteklerken; öte yandan halkların ‘koruyucusu’ rolüne bürünerek demagojik, iki yüzlüce bir politika izlemektedir. Halkların ‘koruyuculuğu’ sadece ABD için geçerli değil, ülke kaynakları üzerinde egemenlik kurmak isteyen, ülkede etkinliğini arttırmak isteyen her emperyalist ülke için kullanılan bir demagoji niteliğindedir. Oysaki ülkemizde Kürtler ABD silahlarıyla katledilmişlerdir. Katledilen binlerce Kürt’ün kanı emperyalizmin elindedir.
Bu yüzden ulusal baskıya karşı demokrasi mücadelesi aynı zamanda emperyalizme karşı bir mücadele olarak şekillenmelidir.
Kürt halkının taleplerinden olan dil ve kültür üzerindeki baskıların kaldırılması genelde herkes tarafından sözde karşı çıkılmayan ama iş onu savunmaya gelince kaçılan bir konudur. En sağ sapma bile, hatta açıktan milliyetçiler bile ‘Kürtler kendi dilini konuşsunlar, sanki bir şey diyen var’ diyorlar. On yıllardır, bu ülkede Kürt olduğu için öldürülen insanları ise hiç hatırlamıyorlar, Kürtçe konuşmaktan korkulan zamanlar hiç olmamış gibi davranıyorlar. Kürtçeyi savunmaya gelince de, ‘tabi ki herkes kendi dilini konuşsun’ diyorlar, ama Kürt dili üzerindeki baskılara tepki göstermiyorlar. Kürtçe kurslar saçma gerekçelerle kapatılınca ‘gık’ demiyorlar. Ama Türkçe’de yabancı bir kelime gördüler mi içleri gidiyor, hemen bir Türkçe karşılık buluyorlar. Oysaki çok uluslu devletlerde birden çok resmi dil demokrasinin gereğidir. Mesela İsviçre’de üç resmi dil vardır. İşte bizim inceden milliyetçilerimiz bunları görmez.
Anadilde eğitim hakkı ise ezen ulus milliyetçilerinin ve onların ‘kuyruk’larının en çok karşı çıktıkları konulardandır. ‘Her azınlık isterse ne olur okulların hali’ diyen ‘vatanseverlerden’ tutun da, ‘ülke bölünür’ diyenine, ‘Türkçe herkesin anlaştığı dildir’ diyen ‘akıllı’sına kadar her çeşit inceden ezen ulus milliyetçisi bu noktada birleşirler. Anadilde eğitim uygulanamaz, uygulansa da ülke bölünür, her şey karışır onlara göre. Oysaki anadilde eğitim ve güncel biçimiyle Kürtçe eğitim talebi bir ulusun kendi anadilinde eğitim görme hakkının ifadesidir. Bu en temel haklardan birisi olmanın yanı sıra bilimsel bir eğitim için şarttır. Anadilde eğitim Kürt ulusunun yoğun olarak yaşadığı bölgelerde hayata geçirilebilir. Diğer bölgelerde ise seçmeli olarak Kürtçe eğitim konulabilir. Bunun ‘uygulanamaz’ yanı yoktur. Uygulanabilir. Talebe göre diğer azınlıklar da bu haktan yararlanabilir. Ama tarihsel evrim göstermektedir ki azınlıklar bir ulus olma özelliklerine sahip değillerdir. Azınlıkların kendi dillerinde eğitim görmek istemesi, azınlıkların bir ulus olma özelliğini göstermemesinden dolayı geçici bir durumdur. Çünkü azınlıklar günlük yaşamda kendi dillerini kullanmaz ve giderek diğer uluslarla kaynaşırlar. Ama sorun azınlıkların bu hakka sahip olmasındadır. Bu hakkı kullanmak veya kullanmamak azınlıkların bileceği bir iştir. Azınlıklıkların bu hakka sahip olması eğitim sistemini yıkıp ülkeyi bölmez. Demokrasi halkların birliğini arttırır. Oysaki azınlıkların bu hakka sahip olmaması, azınlıklar içinde Türk düşmanlığı yaratır; ayrılıkçılığı, düşmanlığı ve bölünme isteğini körükler. Tersine, bu talep baskı altına alınmadığı zaman Türk düşmanı milliyetçilik türemez. Halklar arasında demokrasinin yerleşmesi ile düşmanlığın yerini kardeşlik ve hoşgörü alır. Bölünme isteği ve ayrılıkçılığın nedeni olan ulusal baskı ortadan kaldırılmış olur.
Bir ulusun anadilde eğitim görmesi azınlıkların durumundan bir ölçüde farklıdır. Çünkü ulus olma özelliklerinden biri olan kendi anadiline sahiptir ve bunu günlük yaşamında kullanır. Ve bunu kullanabilme özgürlüğüne sahip olmalıdır. Ancak Kürtçe eğitim almak Kürt halkı için bir haktır ama zorunluluk değildir, isterse Türkçe eğitim alabilir. Sorun bu hakkın tanınması ve demokratik bir ortamın sağlanmasıdır. Ancak bu koşullarda Türk-düşmanlığının ortaya çıkması engellenir, ulusal çitler aşılır ve halkların ‘ayrılığı’ değil kardeşliği sağlanır.
Lenin ezilen ulusun anadilde eğitim hakkı vb. ulusal-demokratik haklarının tanınmasının, kendi kaderini tayin hakkının savunulmasının ‘devletin çözülüp dağılmasına’ sebep olacağını, ülkenin bölünmesine yol açacağını söyleyenlere şöyle der:
“ulusların ayrılma hakkının tanınması, ‘devletin çözülüp dağılma’ tehlikesini azaltır.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sf.80)
Proletarya ve onun komünist öncüsü elbette ulusal sorunun çözümünde kendini bu taleplerle sınırlamaz. Köye geri dönüşlerin sağlanması, Türk devletinin bütün askeri ve idari organlarını bölgeden çekerek gerçekleştirilecek bir referandum ile Kürt halkının ayrı bir devlet kurma hakkı dâhil kendi kaderini tayin hakkı, koruculuğun kaldırılması, devletin Kürt ailelerine tazminat ödemesi; bütün bu talepler Kürt sorununun çözümünde atlanamayacak taleplerdir.

Kürt Düşmanlığının Kılıfı: Emperyalizm

Türk milliyetçiliği yeni ama orijinal olmayan bir kılıf buldu. AB’nin, Kürt halkının haklarını ‘savunması’ Türk milliyetçilerinin anti-emperyalist ruhunu birden ateşledi. Kürtlerin demokratik hak ve taleplerini savunuyormuş gibi gözüken buradan egemen sınıfları sıkıştırarak ülkedeki etkisini arttırmak isteyen AB, asla Kürt halkının hak ve taleplerinin savunucusu olamaz. Emperyalist burjuvazi için demokrasi sadece ikiyüzlüce kullanılan bir ‘sakız’dır. Emperyalizm sadece Kürt halkının hak ve taleplerini savunarak, Kürt halkını yedeklemeye çalışmıyor; yine demokrasi ve özgürlük gibi kavramları kullanarak, bunları kendi idealleri olarak göstererek bütün dünya halklarını yedeklemeye çalışıyor. Dürüst insanlar bu oyuna kanmamalı. ABD demokrasiyi ve özgürlüğü savunduğunu söylüyor diye biz demokrasi ve özgürlüğü savunmayacak mıyız? AB Kürt halkının hak ve taleplerini savunduğunu söylüyor diye Kürt halkının hak ve taleplerini savunmayacak mıyız? Emperyalistler hiçbir zaman gerçek anlamda ne demokrasiyi ne de Kürt halkının hak ve taleplerini savunurlar. Onlarınki halkları yedeklemek için kullandıkları söylemlerdir.
“örneğin Latin ülkelerde olduğu gibi cumhuriyetçi sloganların halkın aldatılması ve mali soygun amacıyla kullanılması, sosyal-demokratların cumhuriyetçiliklerinden vazgeçmeleri için bir neden olmaz” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sf.140)
Lenin’in belirttiği gibi, emperyalistlerin bazı sloganları kullanması, daha doğrusu savunur gibi gözükmesi, sosyalistlerin gerçek manada o sloganların gösterdiği hedefler için mücadelesine engel olmaz. Yani AB’nin Kürt halkının haklarını savunuyormuş gibi gözükmesi, komünistlerin Kürt halkının hak ve taleplerini savunmasına engel olmaz.
Aynı şekilde bu taleplerin emperyalizme yaradığını, ulusal birliği bozduğunu, ulusal bilincin gelişmesini engellediğini söyleyen ‘ulusal’cılar için de durum benzerdir. Öncelikle şunu belirtelim: Proletaryanın ideolojisi ulusalcılık yani milliyetçilik değil, Marksizmdir ve Marksizm hiçbir şekilde milliyetçilikle bağdaşmaz. Tekrara düşmek pahasına:
“En ‘adil’, ‘saf’, en ince ve en uygarı olsa bile, Marksizm milliyetçilikle bağdaşmaz.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sf.31)
Ulusal taleplerin emperyalizme yaradığını söyleyerek bunlara karşı çıkmak artık inceden milliyetçilik değil açıktan milliyetçiliktir.
“bazı başka durumlarda bir başka ‘büyük’ devlet tarafından aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanılması hali de, sosyal-demokratların, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddetmelerine neden olmaz.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sf.140)
Lenin, bize ekleyecek bir şey bırakmıyor; her şey açık…

Türk Milliyetçilerinin Halkların Kardeşliği Anlayışı

Halkların kardeşliği sloganı çok yaygın bir slogan haline geldi. Öyle ki, herkes, kendi anladığı biçimde bu sloganı kullanır oldu. Örneğin MHP mitinglerinde sloganın atıldığı bilinir: “Türk-Kürt kardeştir, bunu bozan kalleştir”. Benzer şekilde birçok siyasi görüş buna benzer görüşleri savunmaktadır. Hatta bazı ‘sosyalistlerimiz’ ‘yaşasın halkların kardeşliği’ diyerek Kürt ulusal hareketine karşı faşistçe söylemler kullanmaktadır.
Yine farklı sınıfların aynı olguya farklı bakışları söz konusudur. Burjuvaziye (ve burjuva milliyetçilerine) göre Kürt ulusu kendi hak ve demokratik talepleri için mücadele etmemelidir. Kendi kaderini tayin hakkını kesinlikle savunmamalıdır, çünkü bu bölücülüktür. Ayrı bir devlet kurmayı düşünmek ise “kalleş”liktir. Kürt halkı yok sayılmaya, inkâr edilmeye, işkenceden geçirilmeye ve katledilmeye ses çıkarmamalıdır, yoksa ‘ulusal birlik’ tehlikeye düşer. İşte burjuvazinin ve Türk milliyetçilerin halkların kardeşliği için önerdikleri koşullar bunlardır.
Bu anlayışa göre suçlu Kürt halkıdır. Kürt halkını yok sayan, inkâr eden, onun haklarını kabullenmeyen ve katleden Türk egemen sınıfları değildir. Milliyetçiler göre Kürtler için iki yol vardır: ya Türk egemen sınıflarının bütün baskı ve zulümlerine sessiz kalınacak ve ‘halkların kardeşliği sağlanacak’ ya da Kürt halkı en temel insan haklarını savunacak; böylece ‘kalleş’lik ve bölücülük yapacak; ‘halkların kardeşliğini bozacaktır’.
Marksist-Leninistler halkların kardeşliği sloganını işe yaramaz hale getiren; onu Kürt halkını köle haline getiren bir slogana dönüştüren milliyetçilerin tersine halkların ancak özgürce karar verebildikleri sürece, birbirleri üzerinde baskı uygulamadıkları sürece kardeş olabileceğini söyler. Bir ulus başka bir ulusu eziyorken nasıl kardeşlik sağlanabilir. Bu yüzden tüm ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımak halkların kardeşliği için temel koşuldur. Bu çerçevede, Kürt halkının hak ve taleplerinin, Kürt ulusunun Cumhuriyetin kurucu unsurlarından olarak varlığının, ayrı bir devlet kurma hakkı dâhil kendi kaderini tayin hakkının tanınması ve ülkenin tam demokratlaştırılması halkların kardeşliği için temel koşullardır. Bunların olmadığı bir ‘halkların kardeşliği’ sloganı anlamsızdır, gerçekleşmesi imkânsızdır; bir ulus diğerini ezerken kardeşlik istemektir. Ancak bu koşullar sağlandığında ulusların birbirine düşmanlığı, ayrılıkçılık zayıflar ve ulusların eşit haklar temelinde gönüllü birliği sağlanır.

Sosyalizm Ulusal Sorunun Gerçek Çözümüdür

Ulusal baskı siyaseti, günümüz sınıflı toplumunun olgularındandır. Sınıfsal temelini ezen ulusun burjuvazinden alır. Burjuvazi halk yığınlarını bölmek, birbirine düşürmek ve geniş pazarlara hâkim olmak için ulusal baskı siyasetine başvurur demiştik. Ancak proletaryanın ve diğer emekçi sınıfların iktidarda bulunduğu, burjuvazinin sınıfsal temellerinin ortadan kaldırıldığı sosyalizmde ulusal baskı siyasetinin temeli de ortadan kaldırılmış olur. Çünkü artık burjuvazi ve dolayısıyla onun siyaseti olan ulusal baskı siyaseti de ortadan kalkar. Uluslar arasındaki düşmanlıkların yerine proleter enternasyonalizmi ve halkların kardeşliği, ulusların eşit ve özgür yaşamı geçer.
Burjuvazi ve burjuvazinin sömürü sistemi olan kapitalist sistem ortadan kalktığında, burjuvazinin sömürüsünün devamı için gerekli olan işçi sınıfı ve halk yığınlarını bölme siyasetine ihtiyaç kalmaz. Yine burjuvazinin yeni pazarları elde tutma siyaseti gereksizleşir. Burjuvazinin iktidardan indirildiği koşullarda ulusal baskının temeli de yok edilir. Proletaryanın diğer halkları baskı altına almaya ihtiyacı yoktur, çünkü sömürü ilişkileri yok edilmiştir. Bu yüzden ulusların kendi kaderini tayin hakkı tam anlamıyla uygulanabilir.
1917 Ekim devrimiyle birlikte Sovyetler Birliğinde ulusların gerçek anlamda özgürlüğü ve kendi kaderini tayin hakkı hayata geçirilmiştir. Çarlık Rusya’sının zulmü altındaki birçok ulus kendi devletini kurmuştur. Bu Sovyet Cumhuriyetleri eşit haklar temelinde bir araya gelmişler ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğini kurmuşlardır. Yine Çarlık Rusya’sındaki uluslardan birisi olan Fin ulusu SSCB’ye katılmak istememiştir. Kendi kaderini tayin hakkına uygun olarak ayrı bir devlet (Finlandiya) olarak örgütlenmiş ve kapitalizmi benimsemiştir. Yani bütün uluslar kendi kaderini tayin hakkını kullanarak kendi geleceklerini kendileri belirlemişlerdir. Kimi uluslar, işçi sınıfının önderliğinde sosyalizmi inşa edip, SSCB’yi kurarken, kimi uluslarda SSCB’ye katılmayıp burjuvazinin baskı ve egemenliğinde kapitalizmi ‘seçmiştir’. Sosyalist ülkeler zorla Finlandiya’yı kendilerine bağlı tutmamışlar, Fin ulusunun kendi kaderini tayin hakkını tanımışlardır.
SSCB, tarihsel ve ekonomik bakımdan geri bırakılmış, bu yüzden de kültürel olarak geri kalmış uluslara özellikle yardımcı olmuştur. Böylece tarihsel sebeplerden kaynaklanan ulusal eşitsizliklere karşı da tutarlı bir savaş verilmiştir. Böylece ulusların sadece biçimsel eşitliği değil, kendi kültürlerini geliştirmesi ve ekonomik anlamda ilerletilmesiyle gerçek eşitliği sağlanmıştır.
1953 yılından itibaren birçok sosyalist ülkede revizyonist yönetimlerin kimi yerlerde ‘barışçıl’ metotlarla, kimi yerlerde şantaj, baskı, cinayet ve komplolarla başa gelmesiyle kapitalizm yeniden restore edilmeye başlanmıştır. Böylece (Arnavutluk hariç) SSCB de dâhil eski sosyalist ülkelerde ulusal anlaşmazlıklar, milliyetçilik ve ulusal baskı yeniden ortaya çıkmıştır. Bu sebepten kaynaklanan ulusal baskı ve ulusal sorunların kaynağı sosyalizm değil; restore edilen kapitalizmdir. Çünkü bu ülkelerde sosyalizm öz olarak ortadan kaldırılmış ve bürokrat burjuvazinin egemenliğinde kapitalizm restore edilmiştir.
Ancak revizyonist geri dönüşten ve sosyalizmin temel ilkelerinden haberdar olmayan kimi çevreler sosyalizmin ulusal sorunu çözmediğini ileri sürebilmektedirler. Bu çevreler, 1953 sonrası işleyen sürece gözlerini kapayan, ya da bu süreçten hiçbir şey anlamayan, sosyalizmi sadece lafızda benimseyen çevrelerdir. Bunların en ileri programı ulusal sorunu ‘çözemeyen’ sosyalizm yerine ulusal sorunu ‘çözen’ kapitalizmdir. Burjuvazinin egemenliğini, sömürüsünü, ulusal baskı ve katliamlarını savunmanın demokratik biçimi de böyle olur!

Sonuç

Kürt sorunu nesnel bir sorundur. Kaynağını burjuvazinin ulusal baskı politikasından alır. Çözümü ise, ulusal baskının ortadan kaldırılması, ulusların kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde; her türlü milliyetçiliğin yenilmesiyle sağlanacak eşit haklar temelinde gönüllü birliktir. Birlik belirtildiği gibi gönüllüdür ve proletarya ve emekçi halklar açısından en yararlı olanıdır. Ancak birliğin ‘iyiliğinden’ ve ‘doğruluğundan’ yola çıkarak Kürt ulusunun ayrı bir devlet kurma hakkını inkâr etmek ise sosyal-şovenizmdir, ezen ulus milliyetçiliğidir. Kürt ulusal hareketini eleştirmek adına, ‘yaşasın halkların kardeşliği’ sloganları arkasına sığınarak; gerçekte Kürt ulusunun hak ve taleplerini, kendi kaderini tayin hakkını inkâr etmek, onun ezilmişliğini ve ulusal baskı altına alınmış mevcut durumunu ‘halkların kardeşliği’ adına devam ettirmek ikiyüzlülükten başka bir anlama gelmez. Benzer şekilde Kürt ulusal hak ve taleplerinin emperyalizmin istekleri olarak gösterilmesi, bu taleplerin emperyalizmin işine yaradığı gibi gerekçeler Kürt halkının taleplerinin görmezden gelinmesinin benzer bir biçimi ve sözde ‘anti-emperyalist’ Türk milliyetçiliğidir. Ama Marksizm milliyetçiliğin hiçbir biçimi ile bağdaşmaz. Yukarıda aktarılan alıntıyı tekrar aktarıyoruz:
“bazı başka durumlarda bir başka ‘büyük’ devlet tarafından aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanılması hali de, sosyal-demokratların, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddetmelerine neden olmaz.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sf.140)
Kürt ulusal hak ve taleplerinin gerçek anlamda savunucusu ne emperyalist burjuvazidir, ne de Kürt ulusal burjuvazisidir. Kürt ulusal taleplerinin gerçek savunucusu; ufku ulusal kurtuluşla, bağımsız bir kapitalizmle sınırlı olmayan; ulusal kurtuluşu sosyal kurtuluşla birleştiren Kürt ve Türk proletaryası ve her iki ulustan emekçi halklardır.


Bu Blogda Ara