1000 OPERASYON
VE
ÇETELER

ÇETELER HALKA KARŞI KURULMUŞTUR...
1000 OPERASYON HALKA KARŞI YAPILMIŞTIR.



Ağar'ı İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne getirenTurgut Özal'ın Başbakanlığı'ndaki ANAP hükümetiydi. Ama bu sadece sıradanbir görevlendirme değildir. Çünkü oligarşi tüm çabasına rağmen DevrimciSol'un silahlı eylemleri ve yükselen halk muhalefeti karşısında çaresizdir.

Solun büyük kesiminin sessizliğine, hattasavaş karşısında yanlış tutum almasına rağmen Devrimci Sol "EmperyalistSavaşa Hayır Komiteleri"yle aylar süren bir kampanya sürdürmüş, klasikpropaganda faaliyetleri ve kitle gösterilerinin yanında emperyalist veişbirlikçi hedeflere karşı onlarca silahlı eylem düzenlemişti. Sonuçtaemperyalist savaşa ve savaş zamlarına karşı halkın %90'ını kapsayan genişbir muhalefet ortaya çıkmıştı. Bu Türkiye'yi savaşa doğrudan sokmak isteyenÖzal Hükümeti'nin ve emperyalizmin planlarını bozan bir gelişmeydi.

Dev-Genç'in üniversitelerdeki baskılarıve YÖK'ü protestosu ise 6 Kasım'da genel bir boykota dönüşmüştü. Öte yandanKürdistan'da Kürt halkının mücadelesi kepenk kapatmalarla, serhıldanlarlabüyük kitle eylemlerine dönüşerek sürüyordu.

İşte bu gelişmeler karşısında kontrgerillayeni saldırı yöntemleri geliştirmek zorunda kalıyor ve bunun hazırlıklarınıyapıyordu. Bu halka karşı saldırıların açık bir savaşa dönüştürülmesininhazırlıklarıydı. OHAL uygulaması ve Ağar'ın İstanbul Emniyet Müdürlüğü'negetirilmesi bu hazırlıkların bir parçasıydı.İstanbul'da görevini Mehmet Ağar'a teslim eden Hamdi Ardalı "Siyasi şubetimlerinin korunması ve mahkemeye verilmesi izninin bakanlığa bağlı olmasıiçin çalıştık. Bu da yakında kabul edilecek" diyerek işkence ve katliamlarınçok daha rahat gerçekleştirileceğinikatillere, ölüm mangalarına müjdeliyordu.

Aynı dönem yani Ekim '90'da ANAP kontrgerillamahkemelerinin verdiği idam cezalarının uygulanması istemini de meclisegetiriyordu. İdam tehditleri yükselen halk muhalefeti karşısında devrimcilere,yurtseverlere ve halka karşı tehdit unsuru olarak kullanılıyordu.



ANAP HÜKÜMETİNİN SAVAŞBÜTÇESİ

Açıklanan 1991 bütçesinde eğitim, sağlıkgibi sosyal harcamalarda, yatırımlarda kısıtlamaya gidilirken itirafçılarve muhbirler için 10 milyar lira ayrılıyor, MİT'in payı da %100 artırılıyordu.Yine en yüksek oranda artırılan ödenekler %137'yle İçişleri Bakanlığı,%133'le Emniyet Genel Müdürlüğü, %136 ile Jandarma Genel Komutanlığı'naaitti. Polis sayısının artırılması, 400 yeni araç alımı, polise 10 binkişilik yeni lojman sağlanması hükümetin önünekoyduğu hedeflerdi. Açıklanan bütçe tam bir savaş bütçesiydi.

Zonguldak maden işçilerinin direnişi ve3 Ocak Genel Grevi'nden sonra hükümet halka karşı büyük bir saldırıya geçti.Saldırının bir boyutunu yüzbinlerce işçinin işten atılması, yeni savaşzamları oluştururken öteki boyutu ise işkence ve katliamlarda hızla yaşanantırmanmaydı.



KONTRGERİLLANIN STRATEJİKKÖYLER VE KÜRDİSTAN'I İNSANSIZLAŞTIRMA POLİTİKASI


Kontrgerillanın stratejik köyler projesiilk defa bu dönemde açık ve kapsamlı olarak Kürt sınır bölgelerinde uygulanmayabaşlandı. Özellikle Suriye ve Irak sınır bölgelerinde yaşayan köylülerdaha iç bölgelerde biraraya toplanarak "köy-kentler" oluşturulmaya çalışılıyordu.Proje çerçevesinde ilk uygulamalardanbiri Şırnak'a bağlı Sarıdana, Ulak, Samanlık ve Dilminyan köylerinde oturanBatuyan Aşireti'ne mensup 1600 kişinin yeni oluşturulan Yeni AslanbaşarKöyü'nde biraraya toplanmasıyla başlatıldı. Bu uygulama sınır bölgelerindegiderek yaygınlaştırılarak, sınır boyları tümüyle insansızlaştırıldı.

Amaç gerillanın sınırdan giriş çıkışınızorlaştırmak, köylülerin yardımından yoksun bırakmaktı. Ancak oligarşibir kontrgerilla yöntemi olan stratejik köy projesini bir Vietnam da ABD'ninyaptığı gibi uygulama olanağı bulamadı. Ancak insansızlaştırma politikasısınır köyleriyle sınırlı kalmadı ve Kürdistan'ın bütün bölgelerinde özelliklede gerilla faaliyetinin yoğun olduğu yerlerde köy boşaltma, yakma, sürgünuygulamaları giderek yaygınlaşmaya başladı. Böylecekontrgerilla bir yandan "denizi" kurutarak gerillayı halk desteğinden yoksunbırakma politikasını sistemli olarak uygulamaya sokuyor, diğer taraftanise göç edenlerin Türkiye'nin dört bir tarafına dağılmasına göz yumarak,bunun Kürt halkının ulusal birliğinive kitlesel gücünü zayıflatabileceğini, asimilasyonu kolaylaştırabileceğinihesaplıyordu.



FARUK BAYRAKÇI VE OLCAY UZUN'UN KATLEDİLMESİ;
İNFAZLAR ANADOLU KENTLERİNEYAYILIYOR

İstanbul'da yoğunlaşan ev infazlarınınardından 9 Nisan 1991'de İzmir'de bir eve yapılan baskında Devrimci Solsavaşçıları Faruk Bayrakçı ve Olcay Uzun'un katledilmesiyle infazlar Anadolukentlerine doğru yaygınlaşmaya başladı. Eve camlardan bomba atarak saldıranpolis ayrıca evde bulunan ikisi bayan üç kişinin daha ağır yaralanmasınaneden olmuştu.

Katliamdan sonra açıklama yapan polis İzmir'deyapılan silahlı eylemlerden katlettikleri Devrimci Sol savaşçılarını sorumlututarak katliamını meşru göstermeye çalışıyordu. Oysa katliamdan önce evdekilerinkimliğini ve kaç kişi olduklarını dahi bilmiyorlardı. Ancak kontrgerilla,'90'da Devrimci Sol'un Silahlı Devrimci Birlikler'le silahlı mücadeleyiyükselterek atılıma geçmesi ve silahlı mücadeleyi İstanbul dışındaki kentlerdede yaygınlaştırmaya başlamasıyla Devrimci Sol üye vesavaşçılarına karşı ülkenin her yanında imha politikası uygulamaya kararvermişti.



12 TEMMUZ KATLİAMI HALKAKARŞI TOPYEKÜN SAVAŞ İLANIDIR

Mehmet Ağar'ın İstanbul Emniyet Müdürüolduktan sonra katliamların giderek arttığını söylemiştik. Ağar özelliklecezalandırmalardan sonra "teröristlere onların anladıkları dilden cevapverilmelidir" demekteydi. Tabii bunun anlamı onun için infazlar, katliamlaryapmak demekti.

12 Temmuz'dan önce 19 Mayıs'ta İstanbul'daHasanpaşa katliamı yapılmış, Hatice Dilek ve İsmail Oral kaldıkları evdekatledilmişti.

26 Haziran'da bu defa katledilen ise İstanbul,Beşiktaş-Yenimahelle'de Devrimci Sol savaşçısı Perihan Demirer'di. O da20 dakika süren bir operasyondan sonra çatışma sonucu "ölü ele geçiriliyordu".Onu 4 Temmuz'da İstanbul, Avcılar'da iki kişinin Kürtçe konuştukları veKürtçe şarkı söyledikleri için polis tarafından katledilmesi izledi.

Ardından 12 Temmuz '91 günü İstanbul'dadört ayrı yerde, Dikilitaş, Balmumcu, Nişantaşı ve Yeni Levent semtlerindeev ve işyerlerine yapılan baskınlarda içinde Devrimci Sol önder kadrolarınında olduğu 10 Devrimci Sol savaşçısı katledildi. Katliam ABD başkanı Bush'unTürkiye'ye ziyaretinin hemen arifesinde gerçekleştirilmişti ve o güne kadaryapılanların en büyüğüydü. Böylece işbirlikçilerefendilerine emperyalizmin bekçiliğini nasıl yerine getirmekte olduklarınıda göstermiş oluyorlardı. Baskın yapılan dört ayrı yerde kimse sağ olarakyakalanmak istenmemiş, kimliklerini bilmedikleri halde buralarda bulunanherkesin infaz edilmesi baştan kararlaştırılmıştı.

Katliamdan iki gün sonra ise bu defa Ankara'dayine Devrimci Sol Savaşçıları Fintöz Dikme ve Buluthan Kangalgil infazediliyordu.

12 Temmuz katliamından bir hafta önce 5Temmuz '91'de ise HEP Diyarbakır İl başkanı Vedat Aydın kontrgerilla tarafındankatledilmişti.10 Temmuz'da Diyarbakır'daki cenazesinde de kontrgerillahalkın üzerine ateş açarak yeni bir katliam gerçekleştirdi. Katliamda sekizkişi daha öldü. Kontrgerilla daha önce de Kürt gösterilerinde, serhıldanlardakitle üzerine ateş açmış, katliam yapmıştı.Ama bu seferki çok daha pervasızdı ve arkasının geleceğini gösteriyordu.

Ardarda gelen ve 12 Temmuz'la en üst boyutasıçratılan bu katliamlar oligarşinin halka karşı topyekün savaş ilan ettiğianlamına geliyordu. 12 Temmuz'dan sonra katliamlar, işkence, zulüm katlanarakve yaygınlaşarak sürdürülecekti. Sadece silahlı savaşçılar değil, silahlımücadeleden yana olan, destekleyen herkes, legal, yasal olarak kurulmuşkurumlarda kontrgerillanın hedefi olacaktı.



HİZBULLAH

Kontrgerilla halka karşı savaşta kullanmaküzere Kürdistan'da 1991'den itibaren Hizbullah'ı örgütlemeye başladı. Hizbullah'abiçilen görev '80'den önceki MHP'nin işleviydi. Din maskesi altında JİTEMtarafından eski MHP'lilerde kullanılarak örgütlendirilen Hizbullahbir süre sonra Kürt yurtseverlere karşı infaz ve katliamlarına başladı.Öyleki '92-'94 arası bazı aylarda hemen hergün genellikle polis korumasındabazen üç-beş infaz gerçekleştirmeye başlamıştı. Batman gibi illerde halkartık sokağa çıkmaya korkar hale gelmişti. Hizbullah'ın infazlarıyla istenende esasında buydu. Halkı korkutup sindirmek, teslim almayı kolaylaştırmak.

'92-'94 gibi iki sene içinde bu kontraörgütünün saldırılarında ölenlerin sayısı 500'e yaklaşmıştı. Bu arada JİTEMya da özel tim ve itirafçılardan oluşturulan diğer kontra örgütleri deyaptıkları infazların bir kısmını Hizbullah yapmış gibi göstererek kendilerineve devlete karşı tepkileri bir ölçüde de olsa farklı bir hedefe yöneltmeyeçalışıyorlardı. Ancak 1994'te Hizbullah'ın iyicedeşifre olmasının ardından yine yaratıcısı devlet tarafından tasfiye edilmeyebaşlandı. O güne kadar tek bir elemanı yakalanmayan bu kontra örgütünegöstermelik de olsa operasyonlar düzenlenip bir kısmı tutuklandı.



16-17 NİSAN KATLİAMI VEKONTRGERİLLANIN POLİS İÇİNDEKİ ÖLÜMMANGALARI


16-17 Nisan 1992'de dört ayrı eve düzenlenenbaskında Devrimci Sol Merkez Komite üyeleri Sabahat KARATAŞ ve Sinan KUKUL'labirlikte Ahmet Fazıl Ercüment ÖZDEMİR, Eda YÜKSEL, Taşkın USTA, Arif ÖNGEL,Şadan ÖNGEL, Hüseyin KILIÇ, SATI TAŞ (KILIÇ), Ayşe Nil ERGEN ve Ayşe GÜLENkatledildi. Kontrgerilla 12 Temmuz'da olduğu gibi tespit ettiği üslerdebulunan herkesi katletmek üzere gelmişti.

16-17 Nisan katliamından önce de MimarSinan Üniversitesi öğrencisi İYÖ-DER'li Seher ŞAHİN polis tarafından okulunüçüncü katından aşağı atılarak, Devrimci Sol taraftarı Burhan Remzi KAFADENKİstanbul-Gayrettepe'de taranarak, 27 Ocak '92'de İstanbul-Mahmutbey'dealtı kişilik bir ailenin evinde İsmail Cengiz GÖZNEK, Servet ŞAHİN, MustafaATEŞ adındaki üç devrimci eve düzenlenen baskınla, Mart 1992'de DevrimciSol'dan, Körfeze Bakış Gazetesi Yazıişleri Müdürü Bülent ÜLKÜ kontrgerillatarafından kaçırılıp işkence yapılarak katledilmişti.

1989'dan 16-17 Nisan katliamına kadar özellikleev ve işyerlerinde yapılan infazlar açıkça gösteriyordu ki bütün infazlarıbelli sayıda polis ya da özel timcilerden oluşturulmuş kontrgerillanınölüm mangaları gerçekleştiriyordu. 16-17 Nisan'dan sonraki infazları gerçekleştirenlerde bu ölüm mangalarıydı. Zaman zamanisimlerde değişiklik olsa da yöntem aynıydı. Tespit edilen ev ve işyerleripolis tarafından sarılıyor, sokak giriş çıkışları tutuluyor, daha sonragelen ölüm mangaları ise bomba ve uzun namlulu silahlar kullanarak infazıgerçekleştirip gidiyordu. Ardından geride infaza ilişkin delil bırakmamakiçin önlem alınıyordu. Susurluk kazasından sonra başta İbrahim Şahin veAyhan Çarkın olmak üzere çete içinde adları geçen özel timcilerin hemenhepsi de bu ölüm mangalarının içinde yeralmıştı.

İstanbul'da 12 Temmuz, 16-17 Nisan, Perpa,Hasköy, Beylerbeyi, Bahçelievler, Beşiktaş, Gaziosmanpaşa, Hasköy katliamlarıgibi Devrimci Sol'a ve Tuzla, Hasanpaşa, Mahmutbey gibi farklı devrimciörgütlere yönelik toplam 11 ayrı katliama bakıldığında dahi bu infazlarıgerçekleştiren ölüm mangalarında yeralankatillerin sayısı toplam 70 civarındadır. Bunlardan 30 kadarı ise bilinebildiğikadarıyla iki ve daha fazla katliamda yeralmıştır.

Birkaç örnek verirsek: Mesela, Ayhan ÇARKIN'ın12 Temmuz, Perpa, Bahçelievler katliamlarına katıldığı bilinmektedir. KendisiSusurluk kazasından sonra HBB'de katıldığı bir programda 90 operasyonakatıldığını itiraf etmiştir. Ölüm mangalarında yeralan Şefik KUL Hasanpaşa,12 Temmuz, Mahmutbey, Beşiktaş katliamlarında, Hasan ERDOĞAN Hasanpaşa,12 Temmuz, Mahmutbey, Perpa, Bahçelievler,Beylerbeyi katliamlarında, Erol TEKTEN, Süleyman BOLAK, Mehmet SAKA 16-17Nisan, Gaziosmanpaşa katliamlarında, Ali ÇETKİN Tuzla, 12 Temmuz, 16-17Nisan, Perpa, Beylerbeyi katliamında, İsmail ALICI Tuzla, 12 Temmuz, Mahmutbey,16-17 Nisan katliamında, yine Susurluk davasında da olan Mustafa ALTINOKHasanpaşa, 12 Temmuz, 16-17 Nisan katliamında yeralanlardan bazılarıdır.Liste bu kadarla sınırlı değil daha önce çokça yazıldığı için hepsini tekraryazmıyoruz, ayrıca elbette bu, ne onlarınkatıldığı katliamların açığa çıkanlarla sınırlı olduğunu gösterir, ne debu katliamların birinde yeralmış gözüken 40 kadar katilin bir katliamakatıldıklarını. Çünkü daha geride yüzlerce katliam var. Sonuç olarak İstanbulgibi 10 milyonu aşkın nüfusun olduğuve devrimci mücadelenin diğerlerinden çok daha gelişkin olduğu bir ildebeş-altı sene boyunca kontrgerilla tüm infazlarını bu ölüm mangalarındayeralan toplam 60-70, bilemediniz il değiştirenlerle birlikte en çok 100katille gerçekleştirmiştir.

Ayrıca, özellikle silahlı eylemlerin azya da çok gelişmiş olduğu kentlerin hepsinde sayı olarak daha az da olsabu tür ölüm mangalarının oluşturulduğunu görüyoruz. Henüz pek açığa çıkarılamamışolmakla beraber kentlerdeki "kayıp" ve "faili meçhul"lerde de bu ölüm mangalarınınbüyük ölçüde parmağı olduğu kesindir.



"SUSURLUK'TAKİ DEVLET"

Diyebiliriz ki '92'ye kadar kontrgerillahalka karşı açtığı savaşta hemen tüm bilinen kontra örgütlenme biçimlerinive saldırı yöntemlerini hayata geçirmeye çalışmış ve halkın iktidar yürüyüşünüengellemek için bunları denemiştir. Bugüne kadar da bunları kullanarakhalka saldırısını ve katliamlarını sürdürdü ve hala da sürdürüyor.

Baştan özetlersek kontrgerilla, devrimcimücadelenin ve halk muhalefetinin sıçrama yaparak gelişmeye başladığı 1968'den12 Mart '71'e kadar halkın kurtuluş savaşının önüne sivil faşist hareketiörgütleyip halka karşı kullanarak geçmek istemiş, onun yetmediği yerdedevreye MİT, polis ve askeri daha aktif olarak devreye sokmuştur. '71'desilahlı mücadelenin başlatılması ve sivil faşistlerin halk muhalefetiniengellemekte yetersiz kalması sonucu 12 Mart Cuntası'yla birlikte dahakapsamlı bir örgütlenmeye ve farklı yöntemlere başvurmaya başladı. Mesela,'72'de THKP-C'ye yönelik başlatılan operasyonlardoğrudan kontrgerillanın inisiyatifinde ve yönetiminde gerçekleştirildi.Yine ilk defa Kızıldere'de Mahirlerin katledilmesinde ordu içinde seçmeve özel eğitilmiş subaylardan "Özel Birlikler" adı altında oluşturulmuşolan kontrgerilla timleri kullanıldı.

12 Mart Cuntası'ndan 12 Eylül 1980 Cuntası'nakadar da kontrgerilla halka karşı savaşında yine esas olarak polis ve askerdesteğinde sivil faşist örgütlenmeyi kullandı. 12 Mart Cuntası'yla birliktekomando kamplarında eğitimine hız verilen sivil faşistler '73'ün sonlarındanitibaren gençlik içinde devrimci mücadelenin yükselmeye başlamasıyla birlikte tekrar saldırıya geçtiler. Kontrgerilla 12 Eylül'e kadar infaz, katliamve provokasyonlarının büyük bölümünü bunları kullanarak gerçekleştirdi.Amaç halkın mücadelesini ve iktidarayönelmesini engellemek, faşist teröre boyun eğmesini sağlamaktı. İllerdeEmniyet Müdürlüğü bünyesinde işkencehane merkezlerine dönüştürdüğü "TerörleMücadele Şubeleri" (Siyasi Şube) kurarak polisi halka ve devrimci mücadeleyekarşı güçlendirmeye çalıştı. Özellikle MC hükümetleri dönemlerinde devletinfaşistleştirilmesine hız verildi. Sivil faşist örgütlenmenin ve polisinyetersiz kaldığı noktada sıkıyönetim ilan edildi. O da yetmeyince halkıteslim almak için 12 Eylül Cuntasıdevreye sokuldu.

12 Eylül açık faşizmin kurumsallaştırılmasıdemekti. Devletin tüm kurumlarındaki devrimci, ilerici ve boyun eğmeyiiçine sindiremeyen demokratların tasfiyesine gidildi. Faşist kadrolaşmasürdürülürken, '82 faşist Anayasası ile açık faşizmin "yasal" dayanaklarıda oluşturuldu. MGK hükümetlerin üzerinde devleti yöneten esas güç halinegetirildi.

'84'te PKK'nin gerilla savaşını başlatmasıkarşısında oligarşi önce bunu hem küçümsedi, hem de bir yanıyla hazırlıksızyakalandı. Gerillaya karşı önce '72'de de kullanılan "Özel Birlikler" vekomando birlikleri kullanıldı. Ancak bunlar yetmeyince Özel Tim'ler kuruldu,424 ve 430 sayılı kararnamelerle faşist uygulamalar "yasal" hale getirildi,OHAL ilan edildi, koruculuk uygulaması başlatıldı. JİTEM'lekontra faaliyetleri üst aşamaya çıktı. İtirafçılar kontra örgütünün elemanlarıhaline getirildi.

'86-'87'den sonra başta İstanbul gibi büyükkentler olmak üzere şehirlerde Devrimci Sol'un önderliğinde ekonomik-demokratikmücadelenin yükselmeye başlaması oligarşiyi şehirlerde de yeni önlemleralmaya sevketti. Halka baskı ve saldırılar yoğunlaşmaya başladı. '90'daDevrimci Sol'un atılımı ve silahlı savaşı tüm ülkeye yaymasıyla kontrgerillada buna göre yeniden kendini biçimlendirerek yeni yöntemlere başvurmayabaşladı. Ülkenin tümü kontrgerillanın faaliyet alanı haline geldi. ÖzelTim, ölüm mangaları tüm illere yayıldı. JİTEM, OHAL bölgesiyle sınırlıkalmayarak faaliyet alanını tüm ülkeye yaydı. 3713 sayılı faşist teröryasasıyla halk "terörist" ilan edilirkentüm ülke kapalı cezaevine dönüştürüldü. Gözaltında "kayıplar", "faili meçhul"lerhalkı sindirmenin yeni yöntemleri olarak uygulamaya sokuldu. Ev, işyeribaskınlarıyla başlayan katliamlar sokak ortasında herkesin gözü önündeyapılan infazlara dönüştü. Kurtuluşokuru olmak, Kurtuluş satmak katledilmek için yeterli nedendi. 12 Temmuz,16-17 Nisan, Bahçelievler, Beşiktaş ve tüm katliamlar, Sıvas, Gazi, Ümraniye,1 Mayıs '96 katliamları, Buca, Ümraniye, Diyarbakır hapishanelerindekikatliamlar, bunların tümü bu dönemdegerçekleştirildi.

Halkın kurtuluş mücadelesi yükseldikçekontrgerilla da örgütlenmesini buna göre yeniden biçimlendirmiş, devletiçinde etkinliğini artırmış ve MGK aracılığıyla devleti yöneten tek güçhaline gelmiştir. İşte Susurluk'ta ortaya çıkan bu kontrgerilla devletidir.Susurluk'tan bu yana ortaya çıkarılan ve bugün hemen hepsi tahliye olmuşüç-beş mafya çetesi, beş-on özel timci kontrgerillanın kullandığı parçalarınsadece küçük bir bölümüdür.

Devlet Alaaddin Çakıcı, Drej Ali, SamiHoştan, Yaşar Öz, Fevzi Bir, Abdullah Çatlı gibi mafyacı MHP'lileri, Söylemez,Hadi Özcan gibi mafya çetelerini kullanmıştır. Karşılıksız değildir elbettebu. Bu çeteler mafya içinde güçlendirilip tüm uyuşturucu işlerinin bunlarınellerinde toplanması sağlanırken devletde bu ticaretten büyük oranda pay almaktadır. Halka karşı sürdürdüğü savaşınfinansmanını, kontra faaliyetlerini uyuşturucudan, mafyadan sağladığı paraylasürdürmektedir. Ama karşılık bununla sınırlı değildir. Karşı-devrimci faaliyetleriçin de bunlar kullanılmaktadır. Mesela,Alaaddin Çakıcı'nın, Tevfik Ağansoy'un DHKP-C'nin ve PKK'nin yurtdışındakifaaliyetlerine ilişkin bilgi toplamaya çalıştıkları ve DHKP-C önderi DursunKarataş'ın izini bulmak için uğraştıkları kendi ifadelerinde de mevcuttur.Devrimci harekete karşı istihbarat, infaz, katliam yapan herkese uyuşturucukaçakçılığı da, kaçakçılık da herşey serbesttir. Sistem bu temelde örgütlenmiştir.

Susurluk kazasından sonra devlet içindeyaşanan tüm çatışmaların temelini ise kontrgerillanın o güne kadar kullandığıama trilyonluk bir mafya piyasasında gerek ekonomik olarak, gerekse parlamento,polis, ordu içinde kurdukları ilişkilerle büyük güç elde eden, devlettendaha büyük pay isteyen, artık denetlenemez duruma gelmiş, zıvanadan çıkmışolan bu çeteleri bir biçimiyle tasfiye etme ve disipline etme çabası oluşturmaktadır.Dolayısıyla bu çetelerin ve birkaç milletvekilinin ne yargılanması, nede tasfiye edilmesi kontrgerillanın da tasfiye edildiği anlamına gelmez.Çünkü o iktidardadır ve eksilen yanını,doğan boşluğu yeni çetelerle yeniden dolduracaktır.

Mesela Mesut Yılmaz bu işlerin kolay olmadığını,İtalya'da bu işin açıklığa kavuşmasının birkaç yıl aldığını söylemektedir.Doğrudur, İtalya kontrgerillasının açığa çıkarılması ve güya dağıtılmasıiki-üç yıl almıştır. Ama sonuç! Susurluk'tan sonra Türkiye'ye de gelenİtalya'da "Temiz Eller Operasyonu"nu yürüten süper savcının söylediği "Şimdimafya eskisinden de güçlü, parlamentoda, orduda, poliste her yerde dahaörgütlü" diye yaptığı itiraf bu düzendebunun mümkün olamayacağının itirafıdır aynı zamanda.

Evet, kontrgerillayı iktidardan indirebilecek,hesap soracak ve varlığına son verecek olan tek güç de halkın gücü, halkıniktidarıdır. Ondan kurtulmak istiyorsak, işkencesiz, katliamsız, korkuylayolda yürümeyeceğimiz, yarın endişesiyle yaşamayacağımız bir dünya istiyorsak,iktidar için savaşmak, onu almak ve halkın iktidarını kurmak zorundayız.




KONTRGERİLLAHUKUKU YASALLAŞTIRILIYOR

430 Sayılı Kararname

Özal iktidarı daha önce çıkardığı 424 SayılıKararname ve ardından çıkardığı bir dizi kararname ile sosyalist basınasansürü ve Kürt halkına sürgün uygulamasını "yasal" hale getirmişti.

Kararname ile OHAL Bölgesi'nde basılıpbasılmadığına ve burada dağıtılıp dağıtılmadığına bakılmaksızın basında"halkı heyecanlandıracak" her türlü haber yorum yasaklanmıştı. Sosyalistbasındaki yazılarda "Kürt" kelimesinin, örgüt isimlerinin geçmesi biletoplatma için yeterli sebepti. Üstelik Kürdistan'a ilişkin haber ve yorumyazan dergilerin yanında, bunları basanmatbaaların da kapatılması gündeme gelmişti. Olağanüstü Hal Bölge Valiliğiise istediği kişileri, istediği yere sürgün etme yetkisine sahip olmuştu.

Özal Hükümeti 15 Aralık '90'da çıkardığı430 Sayılı Kararname ile güya eski kararnamedeki bazı uygulamaları yumuşatıyordu.Ama özünde değişen birşey yoktu. Yeni kararname dergi ve matbaaların kapatılmadanönce "uyarılması"nı hükme bağlıyor, ancak "uyarıya" uymayanlar kapatılmaktankurtulamıyordu.

Kararname ile tutuklu ve hükümlülerin bulunduklarıhapishanelerden alınarak poliste yeniden işkence ve sorguya alınması dayasallaştırılıyordu. Bu işkencenin Kürdistan'da yasal hale getirilmesidemekti.

OHAL Valisi'nin yetkileri iyice genişletiliyor,sürgün yapma yetkisinin yanında bölgedeki tüm demokratik kurumların faaliyetlerinidurdurma, bunları kapatma, kamu personelinin yerlerini değiştirebilmesineolanak sağlanıyordu.

Yeni uygulamanın yanında Kürtçe'nin serbestbırakılması da vaat ediliyordu ama 430 sayılı sansür ve sürgün kararnamesiyürürlükteyken bunun pek de bir anlamı yoktu. Ancak, Özal'ın "demokratikleşme"demagojilerine vesile oluyordu. Kürtçe'nin serbest bırakılmak istenmesinetek neden Avrupa'ya karşı "demokratikleşmede adım atıldığı" görüntüsü vermek,içte ise Kürt halkında "çözüme" ilişkinumut yaratarak düzenden kopuşlarını engellemekti.



3713 Sayılı Terör Yasası

Nisan '91'e gelindiğinde Özal Hükümetibir yandan halka saldırısını artırarak sürdürürken öte yandan "demokratikleşme"adı altında demokrasicilik oyununu yeni yasal düzenlemelerle sürdürüyordu.Anayasa'da bazı hak ve özgürlükleri kısıtlayan yasaların kaldırılmasınınyanında 141-142. maddeler de kaldırılarak bir kısım cezalar devrimcilerinve yurtseverlerin yararlanamayacağı biçimde tecil ediliyordu. Ama elbettebunlar görüntüydü ve kaldırılan yasaklarınyerinin bir başka biçimde doldurulması gerekiyordu.

Bu sefer bu boşluk 12 Nisan 1991'de çıkarılan3713 sayılı "Anti-terör Yasası" adı altında devlet terörünün açık biçimdeyasallaştırılmasıyla dolduruldu.

Terör yasasının özü, düzen içi solculuğadaha fazla özgürlük, düzen dışı olanlara ise daha fazla baskı ve teröruygulama diye özetlenebilir. Yasaya göre herhangi bir işçi, öğrenci, memurya da küçük üreticinin hak arama eylemini dahi "toplumun huzur, refah veistikrarı"nı bozduğu gerekçesiyle teröreylemi olarak tanımlamak mümkündü. Bir gösteri, panel ya da toplantı daaynı gerekçeyle rahatlıkla yasaklanabilecekti.

Yasa, İçişleri Bakanlığı'na bağlı özelbir polis örgütü oluşturma, savcılara tutuklama ve gözaltı süresini uzatmahakkı tanıma, tutsakların özel hücrelerde tutulması, savunma avukatlarınasınırlama getirilmesi gibi baskı ve yasakları kapsıyordu. Yasanın amacıdevrimcilere, yurtseverlere, halk güçlerine karşı savaş hukukunun uygulanmasından,devlet terörünün "yasallaştırılması"ndan,yeni ve daha büyük saldırıların yasal kılıfının hazırlanmasından başkabirşey değildi.

3713 Sayılı Terör Yasası'nda 31 Mart 1992'deyine "demokratikleşme" manevraları çerçevesinde değişiklik yapıldı. Ancakbunun da demokratikleşmeyle falan bir ilgisi yoktu, bazı maddelerin uygulamasında"yumuşatma" yapılmakla beraber esasında devrimci faaliyetlere ilişkin cezalarıve "önlemleri" ağırlaştıran bir işleve sahipti.




KONTRGERİLLANIN"KAYIP" POLİTİKASI YUSUF ERİŞTİ İLE UYGULAMAYA SOKULUYOR

Devrimci Sol savaşçısı Yusuf Erişti 14Mart 1991 sabahı bir arkadaşıyla buluşmak üzere gittiği İstanbul Belgradkapı'dasaat 08.20 civarında İstanbul Siyasi Şube polisleri tarafından gözaltınaalındı. Gayrettepe'ye götürüldü. Burada en ağır işkencelere rağmen konuşturulamayıncakatledildi. Aynı dönem siyasi şubede gözaltında bulunanlardan Yusuf Erişti'yigören tanıklar vardır. Ancak polis hiçbir zaman Yusuf Erişti'yi gözaltınaaldığını kabul etmedi.

İşkencede daha önce de devrimciler, yurtseverlerkatledilmişti. Bunların içinde 12 Eylül'den kısa bir süre sonra 21 Kasım1980'de gözaltına alınan Devrimci Solcu Hayrettin Eren gibi "kaybedilenler"de vardı. Ama bunlar istisnai uygulamalar olarak kalmıştı. 1980-'90 arasıbilinen kayıp sayısı 10 civarındadır.Ancak Yusuf Erişti'nin kaçırılarak işkencede katledilmesi ve cesedininkaybedilmesi kontrgerillanın '70'li yıllarda özellikle Arjantin, Şili veOrta Amerika'daki yeni sömürgelerde yaygın olarak uyguladığı CIA patentli"kaybetme" politikasını ülkemizde desistemli olarak uygulamaya başlamasının ilkini oluşturuyordu. Yusuf Erişti'ninardından ülkenin her tarafında "kayıplar" hızla artmaya başladı. Kontrgerillanın"kayıp" politikasının başlıca hedefi ise yine öncelikle Devrimci Solcularve Kürt yurtseverleriydi. '91'den buyana "kayıp"ların sayısı ise 500'lere yaklaşmış durumdadır.



1991'den Bu Yana "Kaybedilen"Parti-Cepheliler:

Yusuf ERİŞTİ (14 Mart 1991)
Soner GÜL (4 Mayıs 1992)
Hüsamettin YAMAN (4 Mayıs 1992)
Ayhan EFEOĞLU (6 Ekim 1992)
Erdoğan ŞAKAR (13 Ağustos 1993)
Ali EFEOĞLU (5 Ocak 1994)
Recep GÜLER (Mayıs 1994)
Lütfiye KAÇAR (5 Ekim 1994)
İsmail BAHÇECİ (21 Aralık 1994)
Ayşenur ŞİMŞEK (24 Ocak 1995)
Düzgün TEKİN (21 Ekim 1995)




ÇETELER HALKA KARŞI KURULMUŞTUR...
1000 OPERASYON HALKA KARŞI YAPILMIŞTIR.

"1000 GİZLİ OPERASYON"; kontrgerilla şefi Mehmet Ağar'ın ağzından çıkan bu üç sözcük "Susurluk'taki devlet"in niteliğini en özlü biçimde tanımlayan ifade oldu.
"1000 gizli operasyon" katliamlar demekti. İnfazlar, kayıplar, faili meçhuller, provokasyonlar demekti. 16 Mart'lar, 12 Temmuz'lar, 16-17 Nisan'lar, Bahçelievler, Beşiktaş... katliamları demekti. Sıvas, Gazi, Ümraniye katliamları, Buca, Ümraniye, Diyarbakır hapishanelerinde tutsakların demir çubuk ve kalaslarla katledilmesi demekti.
Susurluk ve çeteler gündeme geldiğinde bütün düzen güçleri ağız birliği yaparak bu çetelerin halka ve devrimcilere karşı kullanıldığını, bu çetelerin halka ve devrimcilere karşı yaptığı binlerce operasyonu gizlemeye çalıştılar. "Çeteler dağıtılsın" diyenlerin bir kısmı bile bu çetelerin niye, kime karşı kurulduğunu sormuyor, tartışmıyordu.
Bunları gerçekleştirmek için karar alan, planlayan, tertipleyen, uygulayan ve uygulatan kontrgerilladır. "Susurluk'taki devlet" halka ve devrimcilere karşı örgütlenmiştir. Sorgulanması, yargılanması gereken bu devlettir. O devlet ki tarihi halka karşı işlenmiş sayısız suçlarla, katliamlarla doludur.

CUMHURİYET'İN İLK "KONTRA" EYLEMİ
TKP'nin kurucularından Mustafa Suphi ve 14 arkadaşı Ankara'nın onayını alarak 1921 yılında Sovyetler Birliği'nden Anadolu'ya geçerler.
Ancak geldikleri andan itibaren de çeşitli komplolarla karşılaşırlar. Halk Mustafa Suphi ve arkadaşlarına karşı kışkırtılmaya, tahrik edilmeye çalışılır. Bunun üzerine tekrar Sovyetler Birliği'ne dönme kararı veren Mustafa Suphi'ler Karadeniz'de Ankara'nın talimatıyla görevlendirilerek peşlerinden gelen Yahya Kemal ve adamları tarafından 1921 yılının 28 Ocak'ı 29 Ocak'a bağlayan gecesi boğularak katledilirler.
Ankara hükümetinin amacı Sovyet devriminin etkisinin Anadolu'da yaygınlaşmasını engellemektir. Bunun için Mustafa Kemal devletin denetiminde sahte bir "Komünist Partisi" bile kurdurur.
O günlerde henüz daha ortada kontrgerilla yoktur ama uygulanan yöntem kontrgerilla yöntemidir. Egemen sınıflar bu yöntemlerin yabancısı değildir zaten. Muhalif olarak görülenlerin komplolarla ortadan kaldırılması Osmanlının devlet geleneğinde vardır. Öyle ki tahta geçen sultanların kendi kardeşlerini bile boğdurarak ortadan kaldırdıkları çok sık görülen uygulamadır. Cumhuriyet döneminde de Osmanlıdan devralınan bu devlet geleneği farklı biçimlerde sürdürülmüştür.



KÜRT AYAKLANMALARI VE KATLİAMLAR
1921'deki Koçgiri ayaklanmasından 1937 Dersim ayaklanmasına kadar bütün Kürt ayaklanmaları devletin katliamlarıyla bastırıldı. Vahşi bir kırım politikası uygulandı. Yüz binlerce Kürt katledildi. Kürt halkı '90'lı yıllardan itibaren kontrgerillanın uygulamaya soktuğu köylerinin yakılıp yıkılmasını, sürgünleri, toplu katliamları, Kürdü Kürde kırdırma politikalarını o günlerden tanımaya başladı.
Bugünkü DGM'lerin benzeri olarak kurulan "İstiklal Mahkemeleri"nde rejim muhalifleri ve Kürt ayaklanmalarına önderlik edenler yargılanıp idam, ağır hapis ve sürgün cezalarına çarptırılıyordu. "İstiklal Mahkemeleri" 1921 yılında, 10 Aralık 1923-5 Şubat 1924 ve 14 Nisan 1925-7 Mart 1927 arasında kurularak çalıştırıldı. İlgili yasa ancak 1949 yılında yürürlükten kaldırıldı ve bu mahkemelerin varlığına son verildi. Bu dönemde yine "Takrir-i Sükun" yasasıyla Olağanüstü Hal uygulamasının benzeri uygulamalar hayata geçiriliyordu. Yasanın uygulandığı illerde tüm yetkiler vali ve askeri komutanlara veriliyordu. 1927 yılında çıkarılan ve 14 Haziran 1934'de kanunlaşan "Mecburi İskan" yasasıyla birlikte ise ülke bütünüyle bir hapishaneye dönüştürülüyordu. Kimin nerede oturacağına artık devlet karar vermekteydi.

KONTRGERİLLA "RESMEN" KURULUYOR
NATO sosyalizmin gelişmesine, devrimlere ve kurtuluş savaşlarına karşı emperyalist güçlerin askeri birliğini ve dayanışmasını sağlamak amacıyla kurulmuştu. Kontrgerilla ise bu örgütlenmenin gizli yanını oluşturuyordu.
Türkiye NATO'ya girdikten hemen sonra Türkiye kontrgerillasının ilk merkezi Ankara'da Eylül 1952'de "Seferberlik Tetkik Kurulu" adı altında oluşturuldu. CIA tarafından gizlice oluşturulan bu kontrgerilla merkezinin adı 1965'de "Özel Harp Dairesi", 1990'dan sonra ise "Özel Kuvvetler Komutanlığı" olarak değiştirildi, '70'li yıllara kadar da kontrgerillanın varlığından ülkeyi yönetenler ve içinde yer alanların dışında pek kimsenin haberi olmadı.
Kurulduğu ülkelerde değişik adlar verilen bu gizli örgütlenmenin amacı özellikle yeni sömürge ülkelerde sadece "dışarıdan gelecek komünist bir işgale karşı mücadele" etmekle sınırlandırılmamıştı. Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin çıkarları sözkonusu olduğunda tehdidin dıştan ya da içten gelmesinin hiçbir önemi yoktur. Bu nedenledir ki kontrgerillanın yeni sömürgelerdeki esas görevi dıştan gelecek tehlikeden çok içte gelişen, gelişecek olan kurtuluş savaşlarının, devrimlerin önünü kesmek şeklinde belirlenmiştir. Dolayısıyla kontrgerilla halka karşı, halkların ulusal ve sosyal kurtuluş savaşlarına karşı kurulmuştur. Bu savaşta emperyalizmin varlığını ve çıkarlarını tehdit eden esas güç iktidarı alabilecek ve onu koruyabilecek olan halkın silahlı güçleri ve örgütlenmesi, yani gerilladır. Kontrgerilla da örgütlenmesinin çapını, politikalarını, strateji ve taktiklerini, eylemlerinin biçimini esas olarak bu güçlerin gelişimine ve mücadelesinin geldiği aşamaya göre belirler. Kurtuluş savaşı büyüdükçe, gerilla geliştikçe kontrgerilla da saldırısının boyutunu genişleterek baskı ve terörünü tüm halk üzerinde yaygınlaştırır. Doğrudan silahlı mücadele içinde yer almayan ama faşist devletin yanında da saf tutmayan, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi içinde yeralan devrimci, demokrat, ilerici tüm halk kesimleri hedefi olmaya başlar.
"Özel Harp" ya da "Özel Kuvvetler" askeri literatürde özel bir savaş türünü yani iç savaş ve gerilla savaşına karşı örgütlenmeyi ve mücadeleyi ifade eder. Yeni-sömürge ülkelerde kurulan kontrgerilla işte bu amaç çerçevesinde yani ordunun iç savaşa göre yeniden örgütlenmesinin bir parçası olarak faaliyete sokulmuştur.

KONTRGERİLLANIN İLK PROVOKASYON EYLEMİ
VE 6-7 EYLÜL OLAYLARI
Kontrgerilla Türkiye'de kurulduktan sonra ilk ciddi provokasyon eylemini 1955 Eylül'ünde Yunanistan'ın Selanik kentindeki Mustafa Kemal'in müzeye çevrilen doğduğu evi bombalayarak gerçekleştirdi. Bombalamanın Yunanlılar tarafından yapıldığı ileri sürülerek halkın şovenist propagandadan kolay etkilenen kesimleri burjuva basın ve kontrgerilla tarafından Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklara karşı kışkırtıldı. İstanbul'da 6-7 Eylül günleri boyunca süren saldırılarda daha çok da Rumlara ait yüzlerce ev, işyerleri, okul ve kiliseler yakılıp yıkılıp yağmalandı. Daha küçük çaplı da olsa benzer saldırılar İzmir'de de gerçekleşti.

27 MAYIS 1960 CUNTASI VE KONTRGERİLLA
27 Mayıs Cuntası'na kadar iktidara yönelen ciddi bir devrimci örgütlenme ve mücadele olmadığı için bu dönemde kontrgerillanın gözle görülür bir faaliyeti de görülmemektedir.
'60 Cuntası'na kadar sol olarak nitelenebilecek tek güç daha çok aydın, bürokrat kesim içinde illegal olarak örgütlenmeye çalışan TKP'ydi. İkinci Paylaşım Savaşı'nda faşizme karşı devrimcilerin ve Sovyetler Birliği halklarının sergilediği kararlı direniş, savaşın ardından birçok ülkede sosyalistlerin iktidara gelmesinin devrimci güçler açısından yarattığı moral üstünlük Türkiye'de de etkisini gösterdi. Bu dönemde TKP'nin örgütlenmesi gelişme göstermeye başladı. Revizyonist TKP'nin egemen sınıfların iktidarını tehdit edecek bir örgütlenmesi ve mücadelesi olmamasına rağmen gelişmesine göz yumulmadı. "1951 Komünist Tevkifatı" olarak adlandırılan operasyonla ülke içindeki çoğu yöneticisi açığa çıkarılıp 167'si tutuklandı. '60'lı yıllara kadar pek çok demokrat, ilerici aydın, sanatçı ve yazar, "komünist örgüt üyesi olmak", "komünizm propagandası yapmak" gerekçeleriyle hapishanelerde çürütülmeye çalışıldı.
1950'li yılların sonlarına doğru ortada henüz ciddi bir Kürt örgütlenmesi yoktur. '58'de bir kısım aydın ve daha çok da İstanbul ve Ankara'daki üniversitelerde okuyan Kürtler'in dergi çerçevesinde sürdürdükleri tartışmalar vardır. 1959 Aralık ortalarında İstanbul ve Ankara'da 50 kadar üniversite öğrencisi ve çeşitli mesleklerden Kürt gözaltına alındı. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes gözaltına alınanların asılmasından yanaydılar. Ancak Dışişleri Bakanı Fatih Rüştü Zorlu buna Türkiye'nin batıdaki imajını daha da bozacağı ve baskıya neden olacağı gerekçesiyle karşı çıkıyordu.
27 Mayıs cuntası iktidara el koyduktan sonra da tutuklamalar sürdü. İçlerinde ağaların, şeyhlerin, aşiret reislerinin de olduğu 485 Kürt tutuklanarak Sıvas'ta bir kampta toplandı. 19 Ekim 1960'da çıkarılan yasayla bunlardan çoğu ağa, aşiret reisi olan 55'i çeşitli illere sürgün edilerek mecburi iskana tabi tutuldu. Düzenlenen "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyası Kürtlerin yanında İstanbul ve Ege'deki Ermeni, Rum ve Yahudileri de hedef alıyordu. Çıkarılan 1587 sayılı yasa ve buna bağlı yönetmelikle Ermeni ve Kürt isimlerinin değiştirilmesi isteniyordu.
27 Mayıs Cuntası'nda kontrgerillanın ne kadar etkin bir rol oynadığı belirsizdir. Bir darbenin yapılacağından ABD'nin haberi vardır. Ancak iyice yıpranan Menderes hükümetini gözden çıkardığı için önlemek için de bir girişimde bulunmaz. Cunta içinde alt kademelerden demokrat, ilerici olarak nitelenebilecek pek çok subayın da yeralması, ideoljik bir birlikteliğin olmaması, cuntacılar içinde de iktidarı ele geçirmek için farklı gruplaşmaların ortaya çıkması ve başlangıçta cunta içinde yer alan Alpaslan Türkeş ve arkadaşlarının daha sonra tasfiye edilmesi gözönüne alındığında kontrgerillanın dolayısıyla CIA'nın Cunta'yı tümüyle kontrol altına alamadığı söylenebilir.

1960'LAR: KONTRGERİLLA ÖRGÜTLENMESİ
GENİŞLİYOR
Bugün kontrgerillanın merkezi en üst kurumu durumundaki MGK 1961 anayasasıyla yasal bir statü kazanmıştır. Faşist İtalyan ceza yasasından alınan "komünizm propagandası yapılması ve sınıf esasına göre parti kurulmasını yasaklayan 141. ve 142. maddeler de yine '61 Anayasası'nda yerli yerinde bırakılır. Kontrgerilla örgütlenmesini '61 cuntası boyunca ve cuntadan sonra da sürdürür. Onyıllardır kontrgerillanın varlığını inkar eden, bugün demokrat pozlara bürünerek Susurluk için "sonuna kadar gidilmelidir" diyen Demirel esasında kontrgerillanın 1965'de yeniden biçimlendirilerek teşkilatlandırılmasında ve bugüne kadar suçlarının gizlenmesinde en büyük rolü oynayan baş suçlu ve sorumlulardan biridir. Kontrgerillanın faaliyetleri onun başbakanlığı dönemlerinde sürekli bir tırmanışa geçmiştir. Bu '65'den '71'e kadar böyledir, yetmişli yılların ortalarından itibaren kurulan tüm Milliyetçi Cephe hükümetleri döneminde böyledir.
CIA ajanı David Galula'nın "Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri Teori ve Pratiği" adını taşıyan kontrgerilla faaliyetlerini ve yöntemlerini anlatan kitabı 1965 yılında Genelkurmay Basımevi'nde basılarak ordu içindeki ilgili birimlere dağıtılmıştır. Kitapta devrimci, sol hareketleri ve sol muhalefeti etkisiz hale getirmek için provokasyonlardan, komplolara, infaz ve katliamlara kadar hangi araç ve yöntemlere başvurulması gerektiğinden, etkisiz hale getirildikten sonra yapılacak seçimlerde izlenmesi gereken yöntem ve taktiklere kadar neler yapılması gerektiği anlatılmaktadır. Bu kontrgerilla yöntem ve taktikleri, o günden bugüne kadar uygulanmış ve hala da uygulanmaktadır.
Kontrgerilla 1968'de sivil faşistleri eğitmek için komando kampları kurduğunda Demirel yine başbakandı. Kontrgerilla Demirel'in himayesi altında örgütleniyordu. Bu dönemde Demirel başta polis olmak üzere tüm devlet kadrolarını hızla faşistleştirmeye başladı. Polis sayısı ve toplum polisi kadrosu genişletilirken, gösterilere karşı kullanılmak üzere basınçlı su kamyonları, kalkanlar, elektrikli jop ve helikopter gibi araçlarla polis teknik olarak da güçlendiriliyordu. Demirel bunlarla da yetinmeyerek halkın muhalefetini, gösteri ve yürüyüşleri engellemek için demokratik hakları gasbedecek olan "Anayasa Nizamını Koruma" adı altında yasa çıkarma yoluna da gitti ancak çıkarılmak istenen bu yasa büyük bir tepkiyle karşılandı.
Tutuklamalarda ve sorgularda başrolü oynayan istihbarat teşkilatı MAH'tır. İstihbarat teşkilatları esas olarak yabancı ülkelerin faaliyetlerini takip etmek, açığa çıkarmak amacıyla kurulur ama Türkiye'de MAH ve 1965'de onun yerini alan MİT'in işi daha çok ülke halkını takip etmek, izlemek olmuştur. MAH'ı Türkiye istihbarat teşkilatı olarak nitelemekten çok CIA'nın Türkiye şubesi demek daha uygundur. Çünkü elemanları CIA tarafından eğitildiği gibi maaşları da uzun yıllar boyunca yine CIA tarafından ödenmiştir.
1965'de MAH'ın adı MİT olarak değiştirilir. Kontrgerillanın baştan itibaren örgütlendiği devlet kurumlarından biri MİT'tir. MİT müsteşarlığına hep kontrgerillacı subaylar atanmıştır. Elemanlarının önemli bir bölümü de asker kökenlidir. Dolayısıyla yasal olarak başbakana bağlı olmasına rağmen MİT'in inisiyatifi hep orduda ve "Özel Harp Dairesi"nde yani kontrgerillada olmuştur.

KANLI PAZAR:
DİNİ GERİCİLİK KONTRGERİLLA TARAFINDAN
KULLANILIYOR
'68 yılı gençlik hareketinin ve anti- emperyalist kitle gösterilerinin hızla yükselişe geçtiği bir dönemdi. Ancak toplumsal muhalefet sadece gençlikle de sınırlı değildi. '67 yılında devlet sendikacılığına alternatif olarak doğan DİSK revizyonist çizgisine rağmen işçi cephesindeki mücadeleye dinamik kazandıran bir güç olmuştu.
Gençliğin dinamizmi, eylemleri diğer halk kesimlerini de etkiliyor ve toplumsal muhalefet, geniş kitle gösterileri genişleyerek yayılıyordu. Kitle eylemlerinin giderek büyüdüğü bu dönemde ilerici-devrimci muhalefete, işçi-köylü eylemlerine, öğrenci gösterilerine yönelik saldırılar, önce faşistlerin örgütlü olduğu "Komünizmle Mücadele Dernekleri" ve daha sonra buna eklenen dini gericiliğin kullanılmasıyla gerçekleştirildi.
1969 Şubat'ında ABD 6. Filosu'nun İstanbul'a gelmesi üzerine anti-emperyalist gösteriler yükselişe geçti. 16 Şubat 1969'da o güne kadar yapılan en büyük anti-emperyalist kitle gösterisi için 30 bin kişilik yürüyüş kolu Taksim Meydanı'na doğru yürüyüşe geçtiğinde yürüyüş kolunun önü polis tarafından araya girilerek bölündü. Ön taraftaki birkaç bin kişi Taksim Meydanı'na sokulurken geriye kalan esas kitle aksi istikamete doğru kovalanmaya başlandı. Kontrgerillanın kışkırtması ve yönlendirmesiyle daha önce alanda toplanmış olan gericiler polisin desteğiyle alanda birkaç bin kişiyle yalnız kalan göstericilere sopa ve bıçaklarla saldırdılar. Çıkan çatışmada Ali Turgut ve Duran Erdoğan adındaki iki işçiyi katlettiler. Kontrgerillanın kitle eylemine yönelik bu ilk büyük planlı saldırısı tarihe Kanlı Pazar olarak geçti.

KONTRGERİLLA SİVİL FAŞİST
HAREKETİ ÖRGÜTLENİYOR,
KATLİAMLAR BAŞLIYOR
Alpaslan Türkeş'in liderliğini ele geçirdiği daha sonra adı MHP olarak değiştirilecek olan CKMP'de örgütlenen faşistler 1968 yazından itibaren kontrgerillanın kamplarında eğitilmeye başlandı. Kampların sayısı '69 yılı sonunda 45'i bulmuştu. Böylece kontrgerilla MHP aracılığıyla bir yandan faşizme kitle tabanı yaratmaya çalışırken öte yandan devrimcilere ve halka saldırılarda kullanacağı kadro ihtiyacını da karşılamış oluyordu.
Sivil faşistler devrimci-demokrat öğrencilere karşı ilk büyük saldırılarını 31 Aralık 1968'de Ankara SBF öğrenci yurtlarına zincir ve sopalarla saldırarak gerçekleştirdiler. Ancak yurttaki öğrencilerin tümü birleşip karşı koyarak saldırıyı püskürttüler.
Kontrgerilla tarafından örgütlenen faşistlerin polis desteğindeki taşlı, sopalı, zincirli saldırılarının yerini giderek silahlı saldırılar aldı. Eylül 1969'da ODTÜ öğrenci önderlerinden Taylan Özgür İstanbul'da sokak ortasında sivil polis tarafından vurularak katledildi. Kısa bir süre sonra da Beşiktaş Işık Mühendislik'te faşistlerin açtığı ateşle Mehmet Cantekin şehit düştü. Bu arada iktidardaki Adalet Partisi açtığı davalarla devrimcilerin yönetiminde olduğu dernekleri kapatmaya başladı. Böylece gençlik bir yandan faşist saldırılarla sindirilmeye çalışılırken öte yandan demokratik kurumları kapatılarak örgütsüz bırakılmak isteniyordu.
Giderek artan bu faşist saldırılar karşısında DEV-GENÇ'liler silahlı gruplar oluşturarak yurt ve okullarda silahlı nöbet tutmaya ve saldırıların kaynağı faşist odaklara karşı baskınlar düzenlemeye başladılar.
1970'in sonlarına doğru gelinirken uygulamaya sokulan yeni bir kontrgerilla yöntemi ise uzun yıllar süren bir aradan sonra sistemli elektrik işkencesinin tekrar başlatılmasıydı. Gözaltına alınanların ilk karşılaştığı şey dayak oluyordu. Sonra da gözaltına alınış nedenine göre sistemli işkenceye tabi tutuluyordu.
1970'lerin başından itibaren Kürt halkı üzerinde uygulanan baskı ve terör politikası ise "Komando Harekatları"yla sürdürülüyordu. 1967 ve 1969'da yapılan Doğu Mitingleri, giderek uyanmaya başlayan ulusal bilinç ve 1969 başlarında DDKO'nun kurularak Kürt halkıyla bağlarını genişletmeye başlaması Oligarşinin Kürt halkı üzerinde terörünü yoğunlaştırmasına neden oldu.
Komando birlikleriyle uygulanan terör doğrudan Kürt köylülerini hedef almaktaydı. Silvan, Kozluk, Batman da başlatılan harekat '71 başlarından itibaren Hakkari, Siirt, Mardin, Diyarbakır çevrelerine kadar genişletiliyordu. Aynı anda birçok köye birden yapılan ani baskınlarla köylülerin tümü bir alanda toplanıp kadın-erkek ayrımı yapılmadan topluca işkenceden geçirilmekteydi. Köylülerden silah istenmekte yok denildiğinde falaka, yerlerde süründürme, çırılçıplak soyma, kadınlara cinsel tacizde bulunma gibi çeşitli işkence yöntemleri uygulanmaktaydı. Bu harekatlar sırasında 1971 Ocak ortalarında Nusaybin'de Abdullah Acar isimli Kürt köylüsü bir komando yüzbaşısı tarafından katledildi. Bu baskı ve terör politikası oligarşinin ordusunun 12 Mart müdahalesine kadar sürdürüldü.

THKP-C, SİLAHLI MÜCADELE VE
KONTRGERİLLANIN PROVOKASYON EYLEMLERİ
1970'in 18 Ekim'inde toplanan DEV-GENÇ Kurultayı devrimci harekette yeni bir köşe taşını oluşturacak, Türkiye devriminin yolunu çizecek olan THKP-C'nin doğuşunun da müjdecisiydi. Bundan sonra solda ideolojik tartışmalar daha da derinleşecek, netleşecek, ayrışmalar, birleşmeler yaşanacak ve devrimin silahlı güçleri THKP-C, THKO ve daha sonra da TKP-ML ortaya çıkacaktı.
1971 yılına girildiğinde hükümetteki Adalet Partisi polisiyle, askeriyle, komandoları ve sivil faşistleriyle vargücüyle devrimcilere saldırmaktaydı. Ancak tüm bu saldırıları devrimci mücadeleyi ve grevlerle, direnişlerle, boykot ve gösterilerle süren halk muhalefetini bastırmaya yetmemekteydi. Oligarşinin krizi giderek derinleşiyordu.
1971'in Ocak ayıyla birlikte THKP-C ve THKO'nun silahlı eylemleri başladı. Yapılan bu ilk eylemler daha çok banka şubelerine yönelik kamulaştırma eylemleriydi.
Silahlı eylemlerin başlamasının ardından Adalet Partisi hükümeti okullara ve öğrenci yurtlarına karşı polis ve askeri birliklerle acımasız bir saldırıya geçti. Binlerce öğrenci gözaltına alınıp işkenceden geçirildi. Tutuklananlar oldu. Polis ve jandarma birliklerinin ODTÜ yurtlarına yaptığı saldırıda çıkan çatışmada öğrenci Şener Erdal, yurt yakınında bir yerde çalışan işçi Aziz Yalta katledilirken, oligarşinin ordusundan Mevlüt Meriç adlı er öldü.

12 Mart 1971 Cuntası
Silahlı eylemlerin başlamasıyla artık devrimin yolu yeni bir rotaya girmişti. Hükümetin baskı ve terörünün bu gelişmeyi engelleyemeyeceği görülünce kontrgerilla sürece ordunun "12 Mart Muhtırası" ile müdahele etti. AP hükümeti düşürüldü. Parlamento ve siyasi partiler kapatılmadı ama yapılan fiili bir darbeydi ve devleti yöneten Cunta'ydı. Cunta'nın başında ise denetimi ele geçirmeyi başaran kontrgerilla şefi Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç vardı. Muhtıra'nın hemen ardından ise birtakım sol çevrelerin de ümit bağladığı ılımlı ya da sola yakın olarak görülen Tümgeneral Celil Gürkan, Hava Tuğamiral Aydın Kirişlioğlu, Deniz Tuğamiral Vedii Bilget gibi üst rütbeli subaylarla, bir grup orta kademedeki subaylar tasfiye edildi. Böylece kontrgerilla ordu içindeki gücünü ve denetimini daha da pekiştirdi.
'71 Mart'ında Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan yakalanarak tutsak düştü.
Nisan ayında yapılan toplantıyla THKP-C Merkez Komitesi yapılacak büyük bir askeri eylemle birlikte silahlı mücadelenin başlatıldığının ilan edilmesine karar verdi. Parti Genel Komitesi yeniden şekillendirildi. Ancak 26 Nisan'da sıkıyönetim ilan edilmesi üzerine eylemlere bir süre ara verildi.
Bu dönem artık kontrgerillanın devrimci harekete karşı doğrudan faaliyet yürütüp operasyonlar yapmaya başladığı bir dönemdir. Sonraki yıllarda isimleri daha öne çıkacak olan Hiram Abam gibi MİT'çiler bütün istihbarat faaliyetlerini artık devrimci harekete yönelik hale getiriyor, THKP-C önderi Ulaş Bardakçı'nın katledilmesinde olduğu gibi bizzat infaz operasyonları gerçekleştirmeye başlıyorlardı.

Efraim Elrom'un Kaçırılması ve Silahlı Savaşın İlanı:
17 Mayıs 1971'de Mahir Çayan önderliğinde bir grup THKP-C'li İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom'u kaçırdı. Yayınlanan THKP 1 Nolu Bildiri ile emperyalizme ve oligarşiye karşı silahlı mücadelenin başlatıldığı ilan edilirken konsolosun serbest bırakılması karşılığında istenenler bildirildi. Bunlar yerine getirilmediğinde konsolosun cezalandırılacağı belirtildi. İstekler yerine getirilmeyince Efraim Elrom ölümle cezalandırıldı.
Efraim Elrom'un kaçırılması eylemiyle THKP-C Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi doğrultusunda şehir gerillasıyla silahlı propagandayı resmen başlatmış oldu. Elrom'un cezalandırılması oligarşiyi derinden sarstı. Cunta'nın Nihat Erim hükümeti devrimci, ilerici çevrelere karşı yoğun bir saldırı kampanyası başlattı. Bu durum Erim hükümetinin faşist yüzünü de açığa çıkararak birtakım çevrelerin reform beklentilerinin boşuna olduğunu gösterdi.
Ancak eylemden kısa bir süre sonra gerçekleştirilen operasyonlarda THKP-C'nin yönetici kadrolarından çoğu yakalandı. Ardından da Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir Maltepe'de bir evde kuşatıldılar. Sığındıkları evde Sibel Erkan adındaki bir kızı rehin alarak teslim olmayı reddettiler. Ordu bir zırhlı tugayla evin etrafını sardı. Oligarşinin devrimciler aleyhine propagandaya dönüştürmeye çalıştığı olay devrimcilerin propagandasına dönüştü. 1 Haziran günü eve yapılan baskında Hüseyin Cevahir şehit düşerken Mahir Çayan ağır yaralı olarak yakalandı.

Kontrgerillanın İşkencehaneleri:
Devrimci-ilerici-demokratlar kontrgerillanın varlığını ilk kez Cunta döneminde Tağmaç'ın kurdurduğu gizli işkencehanelerde öğrendiler. Devletin bilinen Emniyet, MİT binaları dışında kontrgerilla gayri resmi işkencehaneler oluşturarak pek çok devrimciyi-aydını buralarda sorgulayıp, işkence yaptı. Bunlardan en bilinenleri İstanbul'da ünlü Ziverbey Köşkü, Ankara'da Atatürk Orman Çiftliği'ndeki Marmara Köşkü, Bahçelievler'deki eski Gönen Koleji ve Mamak Muharebe Okulu'ndaki Radyoevi altındaki odalardı.

Komplo ve Provokasyon Eylemleri
Baskı ve terörüyle devrimci mücadelenin önüne geçemeyen kontrgerilla '70'ten itibaren yeni yöntemlere başvurmaya başladı. Cunta öncesinden başlayarak bir dizi sabotaj, bombalama eylemleri yaparak bunları devrimcilerin üzerine yıkmaya çalıştı. Bunlardan başlıcaları:
- İstanbul'da Galata Kulesi'ne kızıl bayrak çekilmesi,
- Taksim'deki Atatürk Kültür Sarayı'nın yakılması,
- Eminönü araba vapurunun batırılması,
- Boğaz Köprüsü'ne sabotaj komplosu,
- İstanbul'da Sirkeci Garı'nın bombalanması,
- İstanbul'da Yeşilköy Havalimanı'nın bombalanması,
- Marmara Feribotu'nun yakılmasıydı.
Kontrgerillanın gerçekleştirdiği bu eylemler devrimcilerin üzerine atılarak yürütülen karşı propaganda ile halkta devrimciler aleyhine bir hava yaratılmaya çalışıldı. Bu provokasyon eylemleri gerekçe olarak gösterilerek binlerce devrimci-ilerici-demokrat gözaltına alınarak işkencelerden geçirildi ve tutuklandı. Ancak bu eylemlerin failleri hiçbir zaman ortaya çıkarılamadı. Kontrgerillanın başvurduğu bu yöntem Türkiye için ilkti ancak daha önce birçok ülkede uygulanmıştı ve CIA'nın kontrgerilla kitaplarında, verdiği eğitimlerde bolca örneği vardı.

KONTRGERİLLA OPERASYONLARI VE
30 MART 1972 KIZILDERE KATLİAMI
Mahir Çayan, 29 Kasım 1971'de Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, THKO'dan Cihan Alptekin ve Ömer Ayna ile birlikte Maltepe Hapishanesi'nden firar ettikten sonra ilk iş olarak Parti içindeki tasfiyecilerle hesaplaşmaya gitti. Sağ sapmanın ihracıyla birlikte Genel Komite yeniden oluşturulurken gerilla savaşının kentte ve kırda birlikte yürütülmesi, Deniz Gezmişler'in idamlarının engellenmesi için eylem yapma kararı aldılar. Kırda gerilla savaşına başlamak içinse Karadeniz Bölgesi seçilmişti.
Mahir Çayan'ın Cihan Alptekin ve Ömer Ayna ile birlikte Denizleri idamdan kurtarmak için eylem örgütlemek üzere Ankara'ya geçmesinin ardından Ocak 1972'de İstanbul'da THKP-C'ye yönelik geniş çaplı bir operasyon başlatıldı. Operasyonları bu defa doğrudan Özel Harp Dairesi'ne bağlı kontrgerilla birimleri yürütüyordu. Gözaltına alınanlara işkenceli sorguları kontrgerilla yapıyordu. İstanbul'da yapılan geniş tutuklamalar, Ulaş Bardakçı'nın Arnavutköy'de katledilmesi ve Ziya Yılmaz'ın yaralı olarak yakalanmasından sonra operasyonlar Ankara'ya kadar genişledi.
Ulaş Bardakçı'nın katledilmesi doğrudan kontrgerillanın işidir. Katliamda kontrgerilla şefi Hiram Abas vardır.
Şehirde hareket kabiliyetinin giderek daralması üzerine THKP-C önderliği bir grup P-C'liyi Karadeniz'e gönderdi. Yurtdışına çıkarılma tekliflerini reddeden Mahir Çayan da bir süre sonra Karadeniz'e geçti.
THKP-C ve THKO savaşçıları burada Ünye radar üssünde çalışan üç İngiliz teknisyeni kaçırarak 27 Mart 1972 gecesi Niksar'ın Kızıldere köyüne geçtiler.
30 Mart sabahı bilgi almak için muhtarın evine gelen jandarmalara muhtarın ihbarda bulunması üzerine ev ve köy kuşatıldı. Evin etrafını saran binlerce asker ve polisin "Teslim ol" çağrılarını reddeden THKP-C ve THKO'lular ateş açılırsa rehineleri öldüreceklerini açıkladılar. Öğleden sonra görüşme isteği üzerine evin çatısına çıkan Mahir Çayan, Cihan Alptekin ve Saffet Alp'in üzerine aniden ateş açıldı. Açılan ateş sonucu Mahir Çayan başından vurularak şehit düştü. Geriye kalanlar İngiliz teknisyenleri cezalandırarak çatışmayı sürdürdüler. Çatışma sonunda THKP-C'den Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, THKO'dan Cihan Alptekin ve Ömer Ayna düşmanın ağır silahları ve attığı bombalarla katledilerek şehit düştüler.

Kontrgerillanın Ölüm Mangaları
Kızıldere katliamı yıllar sonra da olsa bir gerçeği daha ortaya çıkardı. Kontrgerillanın ölüm mangalarının ordu içinde oluşturulmasına '70'li yıllarda belki de daha öncesinden başlanmıştı.
Kenan Evren Susurluk'tan sonra kendisiyle yapılan bir röportajda kontrgerillanın varlığını reddederken, "Teröristlerin" uçak ve adam kaçırma gibi eylemlerine müdahale etmek amacıyla "Özel Harp Dairesi"ne bağlı olarak özel birlikler oluşturulduğunu, bunların Mahir Çayanların Kızıldere'de katledilmesinde ve Diyarbakır'daki uçak kaçırma eyleminde görev yaptıklarını kendi ağzıyla itiraf etmiştir. Ordu içinde oluşturulan kontrgerillanın bu ölüm mangaları 1974'deki Kıbrıs işgali sırasında da kullanılmıştı. Bu durum kontrgerillanın orduyu o zamandan gerillaya ve iç savaşa göre biçimlendirmeye başladığını göstermektedir.
Kontrgerilla devrimcileri infaza '71'den itibaren başladı. Devrimcileri kuşattığı birçok yerde sağ yakalamak yerine katletmeyi tercih etti. Hüseyin Cevahir'in, Ulaş Bardakçı'nın, Sinan Cemgillerin, Mahir Çayanların katledilmesi böyle olmuştur.

KONTRGERİLLANIN TETİKÇİLERİ:
ÖZEL TİM

Sarkık bıyıkları, üç hilalli yüzükleri, asık ve pis suratları, ellerinde en gelişmiş silahlarıyla bir katiller ordusu... Bu ordu özellikle 90'lı yıllarda sürekli Türkiye'nin gündeminde oldu. Resmi olarak "özel tim" ya da "Özel Harekatçılar" deniliyordu bu orduya. Ancak tam tarif etmek gerekirse, en "kısa" haliyle şunlar söylenebilir; İnsanlığından çıkmış, adam öldürmek için birbirleriyle yarışan, işkence yapmaktan zevk alan, köy basan, uyuşturucu ticaretinden, adam kaçırmaya, fidye istemeye kadar her türlü pisliğin içinde olan, psikopatlaşmış, artık insan demeye bile insanın dilinin varmadığı halk düşmanlarından oluşmuş bir ordu.

Bilindiği gibi özel tim kurulduğundan bu yana özellikle Kürdistan'da Kürt halkına yönelik yapmadıkları işkence, katliam, zulüm kalmamış, halkların gözünde iyice teşhir olmuşlardı. Bunların yaptıkları işkenceler, katliamlar, halk ve devrimciler tarafından sürekli dile getirilmesine rağmen bunların hiçbiri "hukuki" anlamda ciddiye alınmıyor, devlet ve burjuva medya tarafından sahiplenilip, "kahraman", "teröre karşı mücadele eden fedakarlar" olarak nitelendiriliyorlardı.

Ama işte o malum kaza olduktan sonra özel tim iyice göze batmaya başladı. Ancak, o zaman da onların halk düşmanı özellikleri, halklara yaptıkları zulüm değil, sadece mafyayla olan bağlantıları, Çatlı'yla ilişkileri, Ömer Lütfü Topal cinayetine karışmaları, uyuşturucu ticaretinde yer almaları, gibi pis ilişkileri burjuva medya ve "sol" görünümlü milletvekilleri tarafından tartışılmaya başlandı. O "kahraman"ların infaz, katliam ve işkence operasyonları dışında hangi "kutsal" işlerle uğraştığı biliniyordu artık. Nerede bir çete ortaya çıksa, herkes biliyordu ki, o çetenin içinde mutlaka özel timciler de çıkacak! Artık "Özel Harekatçılar" tartışmalı bir kurumdu.

Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, burjuva medyaya yansıyan yanıyla bu tartışmalarda hiçbir zaman özel timin onlarca devrimciyi katletmesi, halka işkence yapması, köy yakması, çocuk yaşlı demeden yüzlerce insanı katletmesi yoktu. Tartışmalar sadece Ömer Lütfü Topal'ın öldürülmesi, Çatlı'yla olan ilişkileri etrafında dönüyordu. Bu yüzden de o öve öve bitiremedikleri, televizyonlarda gösterip "kahraman" ilan ettikleri Özel Harekat Daire Başkanları İbrahim Şahin başta olmak üzere özel timcilerden Ayhan Çarkın, Ercan Ersoy, Oğuz Yorulmaz, Enver Ulu, Ziya Bandırmalıoğlu, Mustafa Altınok tutuklanarak hapishaneye konuldular. Oysa bu kişiler aynı zamanda halka ve devrimcilere yönelik yapılan operasyonlarda onlarca kişiyi katledenlerdi. Ellerine onlarca devrimcinin, halktan yüzlerce insanın kanı bulaşmıştı. Her biri pek çok "infaz" davasının "sanığı" durumundaydı. Ama kimse bunları tartışmıyor, kimse bu nedenlerle onları hapse atmıyordu. Bırakın hapse atmayı, göstermelik olarak açılan davalara bile gelme zorunluluğu yoktu hiçbirinin. Bu düzenin yargısı, hukuku için bir kumarhaneciler kralının öldürülmesi, daha büyük bir önem taşıyordu.

ÖZEL TİM'İN KURULUŞU

Oligarşi Özel Timi 1985 yılında gönüllü polislerin arasından seçtiği özel bir birim olarak "terörle mücadele" etmek amacıyla kurdu. Bu birim Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele ve Harekat Dairesi Başkanlığı nezdinde oluşturuldu. Başlangıçta sayıları beş bin kadardı ve Emniyet Genel Müdürlüğü ve İçişleri Bakanlığına bağlı olarak çalışıyorlardı. Başlarına ise "görevin niteliğine uygun olarak" bir işkenceci katil getirildi. İbrahim Şahin'in 1980 yılında Nevşehir'de komiser olarak görev yaparken işkenceci olduğu açığa çıkmış, açılan dava sonucunda hüküm giymiş, ancak cezası her nasılsa yargıtayca onaylanmadığından daha sonra "zaman aşımına uğradığı" gerekçesiyle hapse atılmamıştı.

Özel tim elemanları ana karargahları olan Ankara'nın Gölbaşı ilçesi yakınlarında ve İzmir'in Urla ilçesindeki birliklerinde, her türlü teknikle donatılmış bir şekilde eğitim görüyorlardı. Eğitim süreleri altı ila dokuz ay arasındaydı. Bu kurs bittiğinde her konuda eğitimli birer Özel Harekat Tim Görevlisi olarak göreve başlıyorlardı. Özel time alınacakların lise mezunu olmaları ve askerliğini komando olarak yapmaları gerekiyordu. Özel tim mensupları genellikle MHP kökenli faşistler oluyorlardı. MHP il ve ilçe teşkilatlarından özel time katılmak için toplu başvurular oluyordu. Örneğin MHP Fatih İlçe örgütüne üye 270 kişinin özel tim olmak için yaptıkları başvurunun hepsi kabul edilmişti.

Sonra bu faşistler, gerek Türkiye Kürdistan'ında, gerekse Türkiye genelinde herkes onları devrimcilere karşı düzenlenen operasyonların sonunda havaya ateş açan görüntüleriyle hatırlamaya başladı. Devletten her türlü yetkiyi almışlardı, pervasızca katlediyorlardı. Savcılar, bakanlar onları ancak seyredebilme yetkisine sahipti. 12 Temmuz'larda, PERPA'larda, 17 Nisan'da, Beşiktaş'ta, Kadıköy Moda'da hep onlar vardı. İnfazlarına ilişkin açılan davalar ise onlar için önemsizdi, nasıl olsa beraat ettirileceklerdi. Kontrgerillanın hukuku onların koruyucu kalkanıydı adeta.

Oligarşi ilk başlarda bu özel birliklerini özellikle Kürdistan'da Kürt halkına katliam, baskı, zulüm yapmak için kullandı. Giderek tüm operasyonların asli failleri olmaya başladılar. Ek olarak da bir takım devlet yetkililerine koruma görevini yerine getiriyorlardı.

HALKA KARŞI SAVAŞ TIRMANDIRILDIKÇA, ÖZEL TİM BÜYÜTÜLÜYOR

93'lere gelindiğinde oligarşi bu özel birliklerini genişletme ihtiyacını duymuş ve 93 Temmuz'unda dönemin başbakanı Tansu Çiller tarafından sayısının beş binden 15 bine çıkarılacağı açıklanmıştı. Çünkü oligarşinin bu süreçte geliştirdiği politikalar hep daha çok katletme üzerine kuruluydu. Sıradan askeri birliklerle, sıradan polisle bu politika "tam hakkını vererek" uygulanamazdı. Yalnız katletmekle yetinmeyecekti örneğin, katledilen halkın, gerillanın cesedine işkence de yapılmalıydı. Bu görev, tabii ki özel timindi. Özel timin sayısının artmasıyla eğitim alanları da genişledi. Sıvas ve Elazığ'daki eğitim yerleri ana karargah olarak kullanılmaya başlandı.

Bu birlikler adından da anlaşıldığı gibi "özel"lerdi. Resmi kıyafet ve kışla ikametgahı mecburiyeti olmadığı gibi saç-sakal bırakabiliyor, değişik giysiler ve kimlikler taşıyabiliyor, görev yerlerini değiştirebiliyor, siyasi partilerde yer alabiliyorlardı. Diğer devlet görevlilerine göre belli ayrıcalıkları vardı.

Özel timin ayrıcalıkları bununla da bitmiyordu elbette. Kürdistan'da insan hakları onların iki dudağının arasından çıkan sözlerle belirleniyordu. Her türlü yetkileri vardı. Karışan yoktu ve devlet tarafından her koşulda sahipleniliyorlardı. Bu yüzden de katliam yapmak, köy basıp yakmak, işkence yapmak, ölen gerillalara işkence yapmak, tecavüz etmenin yanısıra uyuşturucu kaçakçılığı, silah ticareti, fidye isteme, adam kaçırma gibi işlere de el attılar.

"ÇÜRÜK ELMA"LAR MI, BATAKLIK MI?

Ancak bu işlere karışanlardan bazıları kendi aralarındaki it dalaşı sonucu açığa çıktılar. Açığa çıkıp, halk nezdinde teşhir olan özel timciler ise devlet yetkililerince sadece güzide bir topluluğun içindeki "çürük elma"lar olarak nitelendiriliyor, tüm teşkilata mal edilmemesi gerektiğini savunuyorlardı. Çünkü içlerinde "teröre karşı büyük fedakarlıkla çarpışan kahramanlar" da vardı ve "çürük" olanların da derhal ayıklandığını söylüyorlardı.

Örneğin bir dönem OHAL Valisi olup sonra Emniyet Genel Müdürlüğü yapan Necati Bilican özel timdeki "çürük"ler konusunda şunları söylüyor; "Emniyette binlerce insan çalışıyor ve bunlar da binlerce aday arasından seçiliyor. Bu kişilerin iç dünyasını anlamak mümkün değil. Özel tim yıpranıyor diye ondan vaz mı geçeceğiz? Ülkenin özel time ihtiyacı var. Burada çok kahraman kişiler çalışıyor. Özel tim yıpranmıyor. Yıpranan kişiler. Güzel olanı, kötülüğü ortaya çıkaran kişileri hemen bünyesinden atması. Emniyet Genel Müdürlüğü, çürükleri derhal bünyesinden ayıklıyor."

Ama rakamlar bu "çürük"lerin hiç de "istisna" olmadığını gösteriyordu.

Örneğin şu rakamlar oldukça çarpıcıydı; 1996 yılında devletin, kontrgerilla şeflerinin tüm himayeciliklerine rağmen Özel Harekat Timinde görevli olan yedi bin özel timden 1650 özel timci hakkında disiplin soruşturması açıldı ve 500'ü görevden alındı. 1997 yılında bu sayı, özel timcilerin sayısının yarısına kadar yükseldi. Düzen açısından bile Özel Tim bir bataklığa dönüşmüştü. Tüm personel o bataklığın bir parçasıydı.

Emniyet Genel Müdürlüğünde görevli yetkililer bu konuda yaptıkları açıklamada özel timde rastlanılan en önemli sorunun emre itaatsizlik ve disiplinsizlik olduğunu söylüyorlar. Üst düzey bir yetkili özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesinde görev yapıp batı illerine atanan özel timcilerin sorunlar yaşadıkları açıklıyor ve şunları söylüyordu; "Dağda teröriste karşı yıllarca mücadele eden personelimiz, kente alışmakta önceleri biraz zorluk yaşıyor. Bu sorunların aşılması için kendilerine her türlü kolaylığı sağlamaya özen gösteriyoruz. Psikologların da içinde bulunduğu rehabilitasyon merkezleri açmayı planlıyoruz." Oligarşi psikopatlaşmış, insanlıklarından çıkmış özel timcileri böyle rehabilite etmeyi düşünüyordu.

Tabii bunun yanında bir de gözden düşmüş özel timi yine eski havasına sokmak, ne büyük "kahramanlar" olduklarını gösterip onları kamuoyu nezdinde aklayıp yeniden meşrulaştırmak gerekiyordu. Bunun için de Mart 1997'de "Yeniden Yapılanma Planı" uygulamaya konuldu. Bu planda Özel Tim'deki kadın sayısının artırılması da öngörüldü. MGK ise özel timin gözden geçirilip, orduya bağlanması gerektiğini önerdi.

Ancak tüm teşhir olmuşluğuna rağmen, oligarşi düzen içinden gelen özel timi tasfiye etme önerilerini bile "vatan hainliği" demagojileriyle karşıladı. Evet, özel tim bir bataklıktı. Ama düzenin bu bataklıktakilere ihtiyacı vardı. Onların o bataklık içinde bulunması, "görevlerini" daha iyi yerine getirebilmeleri demekti. Görevleri işkence, infaz, katliam, tecavüzdü; böyle bir görev için ise bu çürümüş insan müsveddelerinden daha uygun hiç kimse bulunamazdı.

DEVRİMCİLERİ ÖLDÜR NE YAPARSAN YAP!

Özel Tim'in kuruluş gerekçesi belliydi. Ancak düzen adına böyle görevler üstlenip böylesine infazlar, katliamlar, işkenceler yapanlar, bir maaşla yetinmeyip düzenden daha fazla pay istemekte gecikmediler.

Devlet onlara verdiği parayı "resmi" olarak daha fazla artıramayacağına göre, onlara bu parayı kazanmanın yolunu açacaktı. Böylelikle uyuşturucu kaçakçılığından haraççılığa, adam kaçırıp fidye almaya, kiralık katil olarak "iş" almaya kadar her yol serbestti artık.

Bu oligarşinin adeta genel politikası olmuştu zaten. Yalnızca özel timciler için değil, mafya babalarına, bürokratlara, herkese söylenen buydu: devrimcileri katlet, onların aleyhine çalış, devlete bilgi getir, ne yaparsan yap!

İşte böyle olduğu içindir ki, pislikleri gün yüzüne çıkan mafyacılar, uyuşturucu tacirleri, kontrgerilla şefleri ve özel tim mensupları bu pisliklerini hep "ne yaptıysak devlet için yaptık" sözleriyle savunuyorlardı. Örneğin Yüksekova çetesine mensup özel timciler sorgularında "ne yaptıksa görevlerimizi eksiksiz yerine getirmek için yaptık" şeklinde ifade vermişlerdi.

Doğruydu. Yaptıkları herşey devlet için ve devletin bilgisi, onayı dahilindeydi. Zaman zaman kendilerine daha fazla pay almak istediklerinde devleti yine karşılarında buldular. Bu ülke cuntaların bile "emir komuta hiyerarşisi" içinde yapıldığı bir ülkeydi. Uyuşturucu kaçakçılığı da, fidyecilik de, her şey aynı şekilde emir komuta içinde olmalı, astlar üstlerinin verdiklerine razı olmalıydı.

Ancak böyle sorunlar çıksa bile bu "kurumu zaafiyete uğratmamalıydı". Gerekirse personelin bir kısmı ihraç edilir, eksik yeni katillerle tamamlanırdı. Nitekim böyle yapılmaktadır.

Oligarşi katlederek, işkence yaparak, kaybederek iktidarını sürdürüyor. Başkaca da bir yolu yoktur. Susurluk'taki Devlet oldukça, özel timler de bu devletin en özel, has güçleri olarak kalmaya devam edeceklerdir. Onları bugüne kadar hiçbir mahkeme yargılamadı, cezalandırmadı. Çünkü düzen, verdiği görevden dolayı zaten onları yargılayamayacak durumdadır.

Ancak onların da hesap vereceği günler gelecek. Halkın tüm kini, nefreti üzerlerindedir. Halkın şaşmaz adaleti de tepelerine binecektir. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.

HER ÇETEYE BİR GRUP ÖZEL TİM

YÜKSEKOVA ÇETESİ -

Eylül 97'de Hakkari'nin Yüksekova ilçesinde bir çetenin faaliyetleri ortaya çıkarıldı. Kamuoyunda "Yüksekova çetesi" olarak bilinen bu çete baskın düzenleyerek adam kaçırma, fidye isteme, gasp, eroin kaçakçılığı, faili meçhul cinayetler, köy basma gibi faaliyetlerde bulunuyor. Tabii ki bu çetenin içinde de itirafçı Kahraman Bilgiç'in ve korucuların yanısıra Hakkari Özel Harekat Şube Müdürlüğünde görevli Tim Amiri Selim Serdar ve üç özel timci daha bulunuyordu.

Çetenin faaliyetleri sadece Hakkari'yle sınırlı değildi. Çetenin Ankara, Mersin, Van, Diyarbakır gibi illerde de faaliyetleri sürüyordu. Çete mensubu özel timcilerden biri olan Burhanettin Karaoğlu'nun Yüksekova Özel Harekat timinde görevliyken başladığı eroin kuryeliğine Ankara Emniyet Genel Müdürlüğü kadrosuna atanmasından sonra da devam ettiği ortaya çıktı. Karaoğlu aynı zamanda Ankara'da Terörle Mücadele Daire Başkanı Ahmet Demirci'nin makam şoförlüğünü de yapıyordu. Karaoğlu verdiği ifadesinde eroin ticaretini mesai saatlerinde de yaptığını açıklamıştı.

SİİRT ÇETESİ -

Yüksekova çetesi bağlantılı ve Siirt Özel Harekat Grup komutanlığında görevli bir Jandarma Uzman çavuş ve Siirt Emniyet Müdürlüğü Özel Harekat Şube Müdürlüğünde görevli üç polis 3 Mart 96'da da eroin ticareti yaptıkları gerekçesiyle gözaltına alındılar.

ADANA ÇETESİ -

Ağustos 96'da Adana'da silah ve mermi ticareti yapan bir çete yakalandı. Ticaretini yaptıkları silah ve mermilerin bir kısmı Türk Silahlı Kuvvetleri'ne aitti. Çete 31 kişiden oluşuyordu ve aralarında beş polis ve bir subay da bulunuyordu.

BAŞBAKAN KORUMASI ÇETE ÜYESİ -

Mafyacı Tevfik Ağansoy Bebek'te öldürüldüğünde yanında Başbakanlık Koruma müdürlüğü kadrosundan ve dönemin Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller'in korumasında görevli olan polis memurları Celal Babür ve Ferda Temel vardı.

KONTRA

-Ve Kontraya Hizmet Eden-

EYLEMLER

Devrim, bir değerler sistemidir. Onu, karşı-devrimin büyük güçleri karşısında ayakta tutan ve giderek kitlelerle bütünleştiren bu değerlerdir. Hem devrim öncesi, hem de iktidarın halkın iktidarı olduğu devrim sonrasında bu değerler belirleyici bir rol oynarlar. Karşı-devrim bu nedenle, askeri-fiziki olarak yok edemediği devrim hareketini, bu değerlere saldırarak, kitleler nezdinde bu değerleri bulanıklaştırarak geriletmeye çalışır. Bunun pek çok yolu, yöntemi var-dır. Kontrgerillanın esas olarak "psikolojik savaş" biçiminde yürüttüğü bu faaliyet açık propagandadan provokasyon eylemlerine kadar uzanır. Onun için, mesele, hangi yolla ve biçimde olursa olsun, devrimcilerin kendileri hakkında, eylemleri hakkında, hedefleri ve amaçları hakkında şaibe yaratmak, onları halkın gözünden düşürmektir.
Özellikle Susurluk'tan bu yana kontrgerillanın yapısı, örgütlenmesi, kimlerin ne tür bağlantıları olduğu gibi konular oldukça öne çıktı. Kuşkusuz devlet yapısının anlaşılması ve teşhiri açısından bu incelemeyi yapmak gerekli ve yerindedir. Ancak bu yine de bizim açımızdan tali bir yandır; kontrgerilla ne yapıyor, neden yapıyor, yaptıklarının devrimciler ve kitleler üzerindeki sonuçları neler, bizi asıl ilgilendiren işin bu yanlarıdır. Bunlar yeterince cevaplanmadığında, kontrgerilla meselesine politik değil polisiye bir mesele olarak bakıldığın-da, bu tür bir ele alışta sapla saman birbirine karışır. Bu karışıklıkta ise olanları hepimiz biliyoruz: Ya niteliği apaçık devrimci eylemler "provokasyon" gözlüğünden bakılıp karar-tılmaya, ya da biçim ve sonuçları itibarıyla ancak kontranın yapacağı türden eylemler, devrimcilik, yurtseverlik adına yapılmaya başlanıyor.
Kontrgerillanın provokasyon politikası izlediği ortadadır. Bu politikaya uygun provokasyon eylemleri de vardır. Ama hangi eylemin kontrgerillanın eylemi olduğunu, hangi eylemin provokasyon amaçlı, ya da provokasyonun sonucu olarak yapılmış olduğunu ayrıştırabilmek için kontra eylemlerinin ve kontraya hizmet eden eylemlerin iyi tanınması, biçimleri ve sonuçları itibarıyla doğru tahlil edilebilmesi gerekir.
Ülkemiz sınıflar mücadelesi tarihinde kontra eylemlerinin oldukça önemli bir yeri olmuştur. Öyle ki bu eylemlerden kimileri, yapıldığı dönemlerde oligarşinin politikaları açısından belirleyici önemde olabilmiştir. Vapurların batırılmasından Abdi İpekçi'lerin katledilmesine, Aksoy, Üçok, Mumcu gibi "ilerici-Atatürkçü" sıfatlarıyla tanınmış ve esasında bu düzenin dışında olmayan insanların katledilmesine, Maraş ve Gazi katliamlarına kadar uzanır bu liste. Öte yandan biçim ve sonuçları itibarıyla bu kategoriye giren, ancak gerçekleştirenlerin "sol" sıfatlar taşıdığı eylemler de vardır. Türkiye devrimi "kontra" eylemler kadar, "kontraya hizmet eden" eylemlerden de büyük zarar görmüştür. Sosyalizmden, bağımsızlıkçılıktan, devrimci siyaset tarzından uzaklaşılıp pragmatizme, burjuva politikacılığına, düzen içi manevralara yaklaşıldıkça bu tür eylemler çoğalmış, devrimcilerin "acaba falan hareket mi yaptı, kontrgerilla mı?" diye sorduğu bu tür eylemler çoğaldıkça bu zarar da büyümüştür.
Bu zararın büyüklüğünün en bariz göstergesi bu "acaba kim yaptı?" sorusunun artık pek çok eylem karşısında sorulur hale gelmesi ve işin daha da vahimi, çoğu durumda bu sorunun doğru bir biçimde cevaplanamaz olmasıdır. Öyle ki, bir "eylem"in yapıldığını duyuyorsunuz, net olarak devrimciler ya da karşı-devrimciler yapmıştır denilemiyor, veya bunu olsa olsa karşı-devrimciler yapmıştır diyorsunuz, ama sonra bakıyorsunuz ki, eylem Kürt ulusalcıları tarafından üstlenilmiş. Bir "eylem" yapılıyor, ulusalcıların basın yayın organında bile "kontra eylemi" olarak nitelendiriliyor, ama sonra bakıyorsunuz ki, yapanlar eyleme kontra diyenlerden başkası değil.
"Kontra" eylemleriyle "kontraya hizmet eden" eylemler çoğu kez biçimde benzerlikler taşıdıkları gibi, sonuçları itibarıyla da çakışırlar. PKK nezdinde sorunun bir çizgiye dönüşmesi, gerek devrimci eylem hakkında, gerek Türk-Kürt halkının ilişkilerinde büyük tahribatlar yaratmakta olup, öyle sıradan üstlenip-üstlenmeme manevralarıyla, sonradan bir "eleştiri" yapıp, olayı "alttakilerin" sırtına yıkıp geçiştirilemeyecek kadar önem kazanmış, etkileri PKK pratiğini de aşan bir boyuta taşınmıştır.

KONTRGERİLLA NASIL VE NİÇİN EYLEM YAPAR
Kontrgerillanın dünya genelinde örgütleyicisi olan CIA'nın bu tür örgütlenmelere gerekçe olan "doktrin" ve "teori"leri, bu doğrultuda CIA uzmanlarının hazırladıkları talimatnameler sıkça yazılıp çizildi. Kontrgerilla örgütlenmesi ve politikalarının nasıl organize edilip nasıl uygulandığını belli başlı bir kaç noktada özetleyebiliriz yine de.
1950'li yılların başında Amerikan tekellerinin sözcüsü olarak Rockfeller Grubu'nun hazırladığı bir raporda şöyle deniyor:
"Gerek bizim, gerekse komünist olmayan diğer dünya devletlerinin güvenliğini sağlamak için, mahalli kuvvetler ve akımlar tarafından sıkışık durumda bırakılmış olan dost hükümet ve rejimlere silahlı yardımlar yapma zorunluluğunu duymalıyız. Bu zorunlulukla yapılacak askeri müdahale ne klasik askeri stratejiye uymakta, ne de geleneksel diplomatik müdahaleye benzemektedir.
Bu askeri müdahalenin kendine özgü bir biçimi ve niteliği vardır." (1)
Kontrgerilla örgütlenmeleri, dünya tekellerinin ihtiyacı sonucudur. "Klasik askeri stratejiye, diplomatik kurallara uymayan" bu askeri müdahale, Gladio, Özel Harp Daireleri, Ölüm Mangaları, Sivil Faşist Hareketler adı altındaki çeşitli örgütlenmeler aracılığıyla yapılmıştır.
Bunların finansmanı da genellikle bizzat ABD tarafından sağlanmıştır. ABD'nin Savunma Bakanı Mc Namara da işin bu kısmını şöyle ortaya koyuyordu:
"... Yapılan yardımlarda güttüğümüz temel amaç, gerekli oldu-ğu yerlerde polis ve diğer güvenlik kuvvetleriyle birlikte, ihtiyaç duyulan iç güvenliği sağlayacak yetenekte yerli askeri ve yarı askeri güçlerin yetiştirilmesine yardımcı olmaktır." (2)
Peki bu örgütlenmeler ne yapacaklar? Cevabını esas olarak bildiğimiz bu soruya, bir CIA uzmanı "Gizli Savaş Tekniği" adını koyarak şu cevabı veriyor:
"Sabotajın her çeşidi, terör, organize edilmiş çapulculuk hareketleri, hedef olarak alınan ulusların, türlü yollardan ifsat edilmesidir. Bu taktikler, fırsat ve ihtiyaca göre değişebilir ve kızıl bloktaki uluslara karşı saldırı şeklinde uygulanabildiği gibi, bazı müttefik ve tarafsız ülkelerin içinde de bir nevi savunma biçiminde uygulanabilir. Girişilen birçok maceranın "hoş" tarafları halkoyuna güzelce duyurulduğu halde, "kirli" yanları ya gizlenir, ya da sıkı Amerikan disiplini altında yetiştirilen Amerikalı olmayan ajanlara iş gördürmek suretiyle yapılan "kirli iş" meydana çıktığı zaman inkar yoluna sapılır." (3)
Bu doğrultuda örneğin Türkiye oligarşisinin Genelkurmay'ın yönetiminde uygulamaya başladığı AYAKLANMALARI BASTIRMA HAREKETİ ve FM. 31/16 Sahra Talimatnamesi, bunları daha da somutlar (bu tür talimatnameler CIA tarafından kaleme alınmış ve çeviri-si yapılıp tüm yeni-sömürgelerde uygulamaya konulmuştur). Oluşturulan Özel Savaş kuvvetleri, bu Talimatnamede yazılı "baskın-pusu-tedhiş-işkence yapma-rehin alma olayları-tahrik gibi" işleri yaparlar.
Amaç, açıktır. Yeni-sömürgelerdeki ulusal ve devrimci kurtuluş hareketlerini bastırmak. Özü budur. Tabii bu noktada asıl hedef silahlı mücadele yürüten örgütlerin yokedilmesidir. Emperyalizm tüm stratejilerini asıl tehlikenin silahlı mücadele olduğu üzerine kurmuştur: "Ulusal kurtuluş hareketlerinde, gerilla metodlarına başvurarak silaha sarılan milliyetçiler yok edilmelidir. Silaha sarılmakla onların alın yazısı çizilmiştir. İsterse anti-komünist fikirlerle bile yola çıkılmış olsun." (4)
Bu nedenledir ki, kontrgerillanın psikolojik savaşı da, provokasyon eylemleri de asıl olarak silahlı mücadele üzerinde yoğunlaşmıştır. Görünürde halkı, aydınları hedef alan provokasyon eylemlerinde de amaç genellikle yine devrimci silahlı mücadelenin etkisizleştirilmesidir. Kontrgerilla eylemleri dönemsel olarak çeşitli taktik hedefler de seçerler kendilerine; yine CIA bel-gelerinde bu amaçlar "bu yasalar ve anayasa ile ülke yönetilemez", "huzuru aranan bir dava haline getirmek", "can güvenliğini tek sorun haline getirmek", "isyancıları halk düşmanı göstermek", "halkın canına, malına kastettiklerini kanıtlamak" gibi çok çeşitli biçimlerde ifade edilmektedir.

AMAÇ, BİÇİM, HEDEF; KONTRA EYLEMİYLE DEVRİMCİ EYLEMİ AYIRD EDEN TEMEL ÖLÇÜLERDİR
Provokasyon eylemi nedir? CIA'nın kontrgerilla örgütlenmesindeki amaç ve yöntemleri esas olarak bunu ortaya koymaktadır. Provokasyon eylemi biçim olarak amaçsız gibi görünür, ama zaten amaç da böyle görünmesidir. Aydınlara yönelik gibidir, ama asıl hedef halk hareketidir. Doğrudan halkı hedefler bazen, amaç halkın terörize edilmesidir. Provokasyon eylemi devrimcileri veya halk hareketini hazır olmadığı veya istemediği zeminlere çekmeye çalışır. Türkiye kontrgerillasının pratiğinde bunların pek çok örnekleri vardır.
Kontrgerillanın bu amaçla gündeme getirdiği ilk eylemler, 70'li yılların başındadır. Silahlı mücadelenin gündeme geldiği bir aşamadır bu. Silahlı mücadele henüz başlangıç noktasındadır. Daha doğum aşamasında kitleler nezdinde silahlı mücadeleyi mahkum etmek için kontrgerilla hızla harekete geçer.
Kontra eylemleri birbiri peşisıra gelir. Kültür Sarayı yakılır. Marmara Gemisi batırılır. Eminönü Araba Vapuruna, Kastamonu şilebine, Sirkeci garına bomba konulur, sabotajlar yapılır. Seçilen hedefler halkın kullandığı, ya da niyesi niçini belli olmayacak hedeflerdir. Kültür Sarayı'na kimin ne düş-manlığı olacaktır ki! Ya da kamuoyu "vapurdan ne istediler?" diye soracaktır. Ancak bu eylemler devrimcilere maledildiğinde niye bunların hedef seçildiği de açığa çıkar. Halka "işte anarşistler böyle eylemler yapıyorlar" denilmek istenmektedir.
Ne o zaman, ne de daha sonra bu sabotajlarla ilgili hiç bir dava açılmaz. Kontrgerilla, eylemleri dev-rimcilerin üzerine yıkmaya çalışır. Basın bu görevi üstlenir; sabotajlar gazetelerde "Anarşistler vapur batırdı" benzeri başlıklarla verilir.
Amaç, artık giderek geniş kesimlere yayılan devrimci hareketin amaçları ve kısa sürede yükseleceği tahmin edilen silahlı eylemleri hakkında kitlelerde şüpheler, hatta tepkiler yaratabilmektir. Oligarşi "anarşi-terör" demagojisinin temellerini bir yerde 70'li yıllardaki bu kontra eylemleriyle atmıştır.
77-80, kontra eylemlerin "kitlelere" yönelik katliamlar biçimini aldığı yıllardır; Bu süreçteki hemen tüm provokasyon amaçlı ve devrimcileri karalamaya yönelik kontra eylemleri, sivil faşist hareket aracılığıyla gerçekleştirilmiştir. Oligarşi, bu yolla, sivil faşist terörün yoğun saldırıları ortamında "anarşi", "sağ-sol çatış-ması" imajını bir ölçüde hakim kılmıştır. Ki kontrgerilla açısından önemli olan budur. Önemli olan, devrimci mücadelenin hedefinin bulanıklaştırılmasıdır. Kontrgerillanın bu noktadaki başarısı yalnızca sıradan kitleler nezdinde de değil, küçük-burjuvazi ve revizyonist, reformist çeşitli siyasi hareketler düzeyinde de oldukça etkili ve başarılı olmuştur.
Bu dönemin en öne çıkan kontra eylemleri, iki türdür: Birincisi Abdi İpekçi gibi, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Yaşar Doğanay gibi kamuoyunda "sol", "demokrat" bilinen aydınlara yönelik cinayetler; ikinci tür ise kahvehanelere, otobüs duraklarına, okullardan, fabrikalardan toplu çıkışlarda kitleye yönelik tarama eylemleridir. Bu eylemler kontrgerilla ve oligarşi açısından birden çok amacı içeren eylemlerdir. Halkı sindirmek, dev-rimcileri geriletmek, "anarşi terör" demagojisini güçlendirip, sıkıyönetimlerin, cuntaların, yeni baskı yasalarının kamuoyunda kabul göreceği bir zemin yaratmak, devrimci mücadelenin, sınıflar savaşının amacını, özünü kitlelerin gözünden kaçırmak, devrimci mücadeleyi karalamak ve benzerleri en başta sayılabilir.
Dönemin burjuva basınında ve Sıkıyönetim mahkemelerinin iddianamelerinde kahvehane tarama gibi eylemler ısrarla devrimcilere maledilmeye çalışılır. Oysa bu tür eylemlerin tümü, faşistlere aittir, ama işte tam bu noktada kontra taktiği devreye girmekte, devrimci eylemin hedefleri, biçimleri bu vesileyle karartılmaktadır. Halkla devrimcileri karşı karşıya getirmenin bir yöntemidir bu. Çünkü eylemler gerçekten de doğrudan halka yöneliktir. Devrimci Sol İddianamesi'nde geçen şu sözler bu amacı ortaya koyması açısından oldukça çarpıcıdır:

"... Halkın tümden tedirginliği, ülkenin yaşanmaz bir ortama sokulup bir başka düşman ülke egemenliğine sokulması çabaları, bu örgütün yapmak istediklerinin özetidir." (Haklıyız Kazanacağız I, s.41)
Ama ondan da önce, kontra taktiği sıcak savaşın içinde de devrimcileri ısrarla bu eylem biçimlerinin içine çekmeye çalışmak yönünde olmuştur. Devrimcilerin yapmayacağı ve onaylamayacağı bu eylem biçimleri devrimcilerin üstüne yıkılmaya çalışılırken, yoğun terörle devrimciler de aynı yönteme başvurmaya zorlanıyordu. Kontranın bu taktiği büyük ölçüde tutmamıştır. Solda yer yer bu baskılanma altında "onlar yapıyorsa biz de yapalım, biz de tarayalım" türü eğilimler ortaya çıkmasına, yer yer kolaycı bir eylem tarzının tercih edil-mesine rağmen, faşist teröre karşı devrimci şiddet temelinde en üst düzeyde mücadeleyi sürdüren Devrimci Sol'un ilkeli pratiği, bunun önündeki asıl engeldir. Ne aydınların katledilmesini, ne de bu tür kitle katliamlarını devrimcilerle bütünleştirememişler, tersine geniş kamuoyunda bu tür eylemler olunca, akla gelen ilk fail faşistler olmuştur. Ancak, gerek sol içi şiddetin vahim derecedeki yaygınlığı, gerekse de çeşitli grupların eylemlerinde yeterince özen göstermemesi, yer yer bu tür iddiaların inandırıcılık kazanmasına da neden olabilmiştir.

HEDEF, HALKIN ADALETİ
1980'li yılların sonlarında kontrgerilla eylemlerinin asıl hedefi, halkın devrimci şiddetini ve adaletini gölgelemeye yöneliktir; Silahlı mücadelenin cuntanın ardından ilk al- tı ayın sonrasında büyük ölçüde tasfiye edilmesi nedeniyle, bu dönemde çok öne çıkan kontra eylemleri görülmez. Kontrgerillanın ideolojik, demagojik propaganda faaliyetleri, devrimcileri karalamaya yönelik psikolojik savaşı basın ve TV aracılığıyla alabildiğine yoğunlaşmıştır, ancak bu daha çok bir propaganda kampanyası biçimindedir. Devrimcileri hapishanelerde teslim alma ve kamuoyuna bunu gösterme oligarşinin asıl politikasıdır ve kontrgerillanın yoğunlaştığı alan da hapishanelerdir. Kontra eylemlerin önce tek tek, sonra da çok daha yoğunlaşmış olarak ortaya çıkışı ise 80'li yılların sonlarıdır.
1980'li yılların sonları, devrimci mücadelenin yeniden geliştiği yıllardır. Kürdistan'daki gerilla mücadelesinin dışında ülke genelinde bir gelişme sözkonusudur.
1 Mayıs 1989'da oligarşi bu gelişmeyi bastırabilmek için gösterilere silahla müdahale eder. Devrim-ci Sol Güçler'in üzerine açılan ateşte Mehmet Akif Dalcı katledilir. Ama artık süreç farklı gelişecektir. Yıllardır her türlü pervasızlığı yapan ve yaptığının yanına kar kalacağını düşünenler, yanıldıklarını göreceklerdir.
Kısa bir süre sonra Mehmet Akif Dalcı'nın katili Kazım Çakmakçı adlı polis, örgütümüz tarafından cezalandırıldı. Bu cezalandırma, uzun bir aradan sonra yapılan ilk cezalandırma eylemidir. Çeşitli kesimler üzerinde sarsıcı bir etkisi oldu. Eylemin önemi, esasında yalnızca bir katilin cezalandırılması değil, devrimci mücadelenin yeniden silahlı mücadelenin temel olduğu bir rotaya oturmasının ifadesi olmasıdır.
İşte bu nedenle kontrgerilla da daha baştan sürece müdahalede bulunur ve katil polisin cezalandırılması eyleminden hemen sonra, Prof. Muammer Aksoy katledilir. Kontra eylemi bir çok bakımdan 12 Eylül öncesinin Bedri Karafakioğlu, Cavit Orhan Tütengil, Abdi İpekçi cinayetlerine benzemektedir.
Kontrgerilla küçük-burjuva aydın kesimleri hedef seçiyor, ilk açık sonucu da onlar üzerinden almayı amaçlıyordu. Nitekim 12 Eylül öncesi olduğu gibi, Muammer Aksoy'un katledilmesinden sonra da reformist sol ve aydınlar, hep birlikte "provokasyon", "terörizm" diye ayağa kalktılar. Ama provokasyon dedikleri, terör dedikleri Aksoy'un katledilmesi değil, devrimci mücadelenin gelişimiydi. Kontrgerilla, eylemiyle küçük-burjuva kesimlere ve statükocu sol kesimlere, "devrimci mücadele ve halkın devrimci şiddeti gelişirse, bu tür şeyler de olur ve sizin rahatınız da bozulur" diyor ve onları devrimci mücadeleye karşı çıkmaya çağırıyordu. Provokasyon edebiyatıyla halkın şiddetine karşı çıkmak, gerçekte kontranın bu çağrısına uymak demekti. Ve ne yazık ki ülkemiz aydını ve statükocu solu sık sık bu oyuna düşüyordu.
Bu kesimlerin "devrimci eylemleri, 'terörizm' diye göster-meleri yeni bir olay değildi. Türkiye devrimci hareketi 1971 silahlı çıkışından bu yana hep böyle süregelmiştir. 12 Mart 1971, 1975-80, 12 Eylül'den günümüze kadar sözcükler de değişmemek üzere hep aynı şeyler söylenmiştir: 'Anarşi, terör, cunta gelir' vb..."
Oysa çok açıktı: Oligarşi, devrimci mücadelenin geliştiği her yerde, ölüm mangaları, özel savaş grupları, sivil faşist hareket gibi örgütlenmelerine provokasyon eylemleri yaptırıp devrimcilere mal etme, hedefsiz bombalama ve sabotajlarla kargaşa yaratma, ortada ve karizması olan kişileri katlederek "şiddete karşı olma psikolojisi" yaratma taktiklerini uygulamaktaydı. Bir anlamda "işte, devrimciler şiddete başvurursa, sağcılar da, devlet de başvurur, kaos kargaşa doğar, var olan haklar da kısıtlanır" düşüncesini yaratıp, kamu-oyunun devrimci harekete karşı çıkması sağlanmak isteniyordu.
Bunda belli sonuçlar da alıyordu oligarşi. O zaman Şubat 90 tarihli Çözüm'de belirttiğimiz gibi "Reformist sol ve aydınlar dünyada olan biten bu gerçekleri bilmelerine karşın, oligarşinin M. Aksoy gibilerini hedeflemesi karşısında panik ve korkuya kapılarak tutarsız, nesnel gerçeğe uymayan yorumlarla faşizmin yapmak istediklerine objektif olarak destek oluyorlar"dı. Hemen "12 Eylül öncesine mi dönüyoruz?" soruları sorulup "yeni cunta hazırlığı" tahlilleri yapılmaya başlandı.
Kontrgerillanın bu eylemleri Çetin Emeç'in katledilmesi, Sedat Simavi'nin mezarına bomba konulması gibi provokasyonlarla devam etti.

İLKELİ EYLEM PROVOKASYONU BOZAR
Kontrgerillanın oyunları boşa çıkarıldı; çünkü, karşısında halka zarar vermemeyi ilke edinen, kolaycılığı, pragmatizmi reddeden bir eylem çizgisi vardı: Kontrgerillanın o süreçteki benzer eylemleri, sol ve aydınların yeniden "provokasyon edebiyatı"na sarılmasına yolaçtıysa da, asıl olarak halk kitleleri nezdinde istediği sonucu yaratamadı. Çünkü Devrimci Sol'un birbiri peşisıra gelen silahlı, silahsız yüzlerce eyleminde her şey çok açık ve netti.
Bilinen genel bir doğrudur: Egemenler her zaman kendi şiddetlerini meşru göstermek, ezilenlerin şiddetini ise mahkum etmek çabası içindedirler. Devrimci eylem, bunun tersini ortaya koymak durumundadır. Devrimci eylem ezilenlerin şiddetinin tarihsel haklılığına ve meşruluğuna gölge düşürmeyecek, tersine bunu kanıtlayacak bir çizgide gelişmelidir.
Devrimciler için eylem "araç"tır. Ancak, tarihsel haklılığı ve meşruluğu tamamlayan ilkelerin terkedilip, sınıf bakış açısının kaybedildiği yerlerde eylemler giderek politikanın araçları, sürdürülüş biçimleri olmaktan çıkıp amaçlaşır. Silah ve politika arasındaki ilişki bozulur. Politika silahlara değil, silahlar politikaya kumanda etmeye başlar. Kadronun, savaşçının kafasında eylem amaçlaşır. Bunun sonucunda ise, ne olursa olsun eylem yapma, düşmanın yönelimi nasıl olursa olsun, aynı biçimde cevap verme mantığı, eylem anlayışına hakim olur. Artık amaç ortadan kaybolmuştur. Devrimci eylemin kitleleri örgütleme, kitleleri devrime kazandırma hedefi unutulup, bunu sağlamanın adeta güvencesi olan eylem ilkeleri rafa kaldırılınca, artık o eylemle devrimci bir sonuç yaratılması da mümkün değildir. Tersine kazanılanlar bile kaybedilir.
Devrimci Sol'un ve DHKP-C'nin pratiği böyle bir devrimci bakışın ışığında geliştiği içindir ki, 89-90'lı yıllarda silahlı savaşın gelişmesine paralel olarak artırılan kontra eylemleri etkili olamadı. Tersine devrimci çizgi, halkta yarattığı güvenin ötesinde düşmanını bile kontrgerilla-nın amaçlarının tam tersi yönde itiraflara zorladı. Örneğin bir gazetenin "Doğal gaz planları Dev-Sol'un elinde" diye halkı paniğe düşürmek, anarşi-terör demagojisini güçlendirmek için ortaya attığı habere ilişkin, o günün koşullarında MİT "Devrimci Sol halka zarar veren eylem yapmaz" açıklamasını yapmak zorunda kalıyordu. Devrimci Sol'un eylemi yapış biçiminden, üstlenme anlayışına kadar herşeyinin büyük bir açıklık ve netlik taşıması karşısında, kontra tarafından yapılıp Devrimci Sol üzerine yıkılmaya çalışılan tüm eylemler, yine sahibinin üzerinde kalmıştır.

İLKESİZLİK PROVOKASYONA ZEMİN HAZIRLAR
Kontrgerilla politikaları, soldaki sağcılaşma, düzen içileşme ve pragmatizm üzerine oynamış ve sonuç almıştır: Kontrgerillanın özellikle silahlı mücadelemize yönelik provokas- yon eylemlerinin örgütümüz nezdinde sonuçsuz kalması, kontra eylemlerinden vazgeçilmesi anlamına gelmedi elbette. Kontra saldırıları küçük-burjuva aydın kesimleri, statükocu oportünizmi, o sıralarda legal particiliğin yolunu düzleyen reformistleri silahlı mücadeleye kar-şı çıkarmakta etkili olduğu sürece sürdürülecekti. Ancak kontra eylemleri bundan daha fazlasını da amaçlayamaz haldeydi.
Ta ki, "kontraya hizmet eden eylemler"in belirgin bir artış göstermesine kadar.
1992'nin başında bir gösteri sırasında İstanbul Bakırköy'de Çetinkaya adlı bir alış veriş mağazasının yakılması ve 11 kişinin ölümü, bu açıdan adeta bir dönüm noktası olmuştur. Kontrgerilla bu ortamı fırsat bilip kontra eylemlerini yoğunlaştırırken, Çetinkaya eylemini gerçekleştiren Kürt ulusalcı hareket de bu eylemin muhasebesini yapıp halka özeleştirisini verecek yerde, aynı çizgiyi daha değişik biçimlerde sürdürüp teorize edince, süreç, kontra eylemlerin ve kontraya hizmet eden eylemlerin birbirine karıştığı bir sürece dönüştü.
Çetinkaya eylemi, devrimci bir eylemin ilkelerinin ayaklar altına alınmasıydı. Böyle olduğu için de devrimci bir sonuç yaratmadı, tersine kamuoyunda büyük bir tepki doğurdu. Ve sonuçta öyle bir ortam oluştu ki, özellikle İstanbul gibi büyük kentlerde Kürtler adeta genel ortamlarda kendi kimliklerini ortaya koyamaz hale geldiler.
Bu çizgiyi, olumsuz sonuçlarının tüm netliğiyle ortaya çıktığı daha o günde, bir anlamda daha başlangıcında eleştirdik, Kürt ulusalcı hareketi bu noktada uyardık: "Devrimcilerin eylemleri düşmanın hiçbir kural tanımayan, her türlü yöntemi kullanan "kirli savaş"ı karşısında, duygusal, tepkici, ne olursa olsun misilleme yapayım mantığıyla gerçekleştirilemez. Böylesi durumlarda zaten şiddet bir araç olmaktan çıkarak amaçlaşır... Karşı-devrimci provokasyon eylemleriyle arasındaki duvar Çin seddi kadar kalın olmazsa devrimci çizgi giderek belirsizleşmeye başlayacaktır. Hedefini şaşıran şiddet kendini vurur. Devrimci tavır alış bu ilkeyi baştacı etmelidir." (Mücadele, 15 Ocak 1992, s.36)
Öyle bir eylemdi ki, sonuçta, o anda özel olarak hedef olmayan, ne olup olmadıkları bile bilinmeyen 11 insan ölmüş, birçoğu yaralanmıştı. Amaç farklıydı belki ama eylem açıkça halka karşı bir nitelik kazanmıştı. Kontrgerilla eylemleri alabildiğine yoğunlaşırken, halkın bilincini bulandırmaya çalışırken, bu eylem kontrgerilla için adeta "ilaç" gibi geldi. Oligarşi tüm kurumlarıyla olayın üzerine yoğunlaştı. Burjuva basın manşetlerinde "intikam istiyoruz" diye yazmaya başlarken, "Hizbullah", "Kemalist-Asker-Polis Örgütlenmesi" adı altında kontra örgütlenmeler mantar biter gibi ortaya çıkıp yeni provokasyonlara giriştiler.
Sürecin zararları halka karşı sorumluluk duyan bir muhasebeyle asgariye indirilebilirdi. Ancak bu süreç tersi yönde gelişti ve Kürt ulusalcılığı bu eylem çizgisini teorileştirmeye yöneldi. Öyle ki eylemi eleştiren devrimci, demokrat kesimler bile "Kürt köyleri yanarken ne-redeydiniz?" söylemiyle susturulmaya çalışıldı. Oysa mantığın sakatlığı tam da buradaydı.
Devrimciler karşı-devrimin, kontr-gerillanın yöntemiyle savaşamazlardı. Böyle savaştıklarında amaç farklılığı ortadan silinir, kimin ne yaptığı, niye yaptığı belirsizleşir ve geriye işte o kaos, anarşi ortamı kalır. Yani tam da kontranın amaçladığı gibi.

Çetinkaya'dan Başbağlara Uzanan Çizgi; 2 Temmuz 1993'te Sıvas'ta faşist-gerici bir güruh devletin gözetiminde bir katliam yapmış, onlarca ilerici, demokrat insan bu katliamda diri diri yakılmıştı. Bu katliamdan bir süre sonra Er-zincan'ın Sünni Türk köyü Başbağlar'da da bir katliam yaşandı. Devrimci, demokrat kamuoyunun, halkın hiç kuşkusu yoktu ki bu kat-liamı yapan kontrgerillaydı.
Hiç tereddütsüz şunları yazdık o zaman: "Bu katliam oligarşinin halkları birbirine düşman etmek, din ve milliyetler çelişkisini körüklemek için düzenlenmiştir.
Oligarşinin halkları birbirine düşman etmek isteyen taktiği gündeme sokulmuşken, bu tür bir katliamı devletten başka kimse yapmış olamaz. Başbağlar katliamı düpedüz bir provokasyon eylemidir... Bu katliamdan sonra, oligarşi günlerce iletişim araçlarında, ca-milerde, mahallelerde, işyerlerinde Sünni halkın devrimci ve Alevilerce katledildiğini, Sünni halkın olduğu yerleşim birimlerinin saldırıya uğrayacağı propagandasını yapmıştır.
Başbağlar katliamı boyutunda olmasa da, Erzincan ve Dersim'de de Sünni Türk köylerine yer yer saldırılar devam etmiştir... Bunların devrimcilerin işi olmadığı ve devrimcilerin bundan hiçbir çıkarının olamayacağı halka anlatılmalıdır. Böylesi politikalardan oligarşiden başka kimsenin bir çıkarı olamaz. Bu tür yöntemleri devrimciler asla kullanmaz ve tasvip etmezler." (Mücadele, 4 Eylül 1993)
Ancak gerçek farklıydı. "Eylem" PKK'lılar tarafından gerçekleştirilmişti.
Şunları yazdık yine o zaman:
"Devrimciler karşı-devrim cephesini büyütmeyi değil, küçültmeyi hedeflerler. Sınıfsal ola-rak emperyalizm ve oligarşiyle çelişkileri olan tüm sınıf ve taba-kaları devrim cephesine katmak için taktiklerini ve eylem hedeflerini itina ile belirlerler. Tüm bunları yaparken de, geleceğin devrimci halk iktidarının kurucuları olarak, faşist-burjuva adaletiyle devrimci adaletin farklılığını hiçbir belirsizliğe yer vermeden halka gösterirler. Bu anlamda dev-rimcilerin her eylemi ve her tavrı halka devrimci iktidar sözü verenlerin anlayışını yansıtmalı-dır. Doğal ki, oligarşiyle aynı taktikleri kullanmak ya da devrimci adaletle burjuva adaleti arasındaki kalın çizgileri göstermemek, belirsizlikler yaratan her türlü eylem ve davranış, oligarşinin işine yarayacağı gibi devrimci adaleti de tartışılır hale getirecektir."
Getirmiştir de. Çetinkaya örneğinde olduğu gibi, PKK bu eylemin de hesabını halka vermemiştir. Yıllar sonra bu eylemin "iradi" olmadığını söyleyip eylemin sorumluluğunu "bazı kişilere" yıkmanın ise bu eylemin olumsuz sonuçlarını ortadan kaldırmak bakımından hiç bir önemi, anlamı yoktur ve olmamıştır. Zaten bu tür eylemler PKK'nın pratiğinde bir-ikiyle sınırlı kalmayan bir yoğunluktadır. Doğrudan bir talimat sonucu yapılmış olsun ya da olmasın, izlenen çizgi, milliyetçiliğin dar ufku, bu tür eylemleri ortaya çıkaran asıl zemindir. Bu zemin sorgulanmadan bu tür eylemler de doğallıkla sürecektir. Sürmüştür. Hala da devam etmektedir.

Katıksız milliyetçilik, pragmatizm ve sonuçta gerilla eyleminin kurtuluş'a de-ğil, oligarşiyle pazarlığa hizmet eder tarza dönüşmesi; Çetinkaya'dan Başbağlar'a uzanan çizgi, PKK önderliği tarafından teorize edildiği noktada yaygınlık kazanmış, Kapalıçarşı'yı bombala-rız tehditlerinden trenlere, otogarlara bomba koymaya kadar uzanan bir seyir izlemiştir.
"Halkımızı göç ettirmeye devam ederlerse biz de göç ettirmesini biliriz...
"... Yakılıp yıkılıyor Kürdistan... Türkiye'nin de yakılıp yıkılacak yerleri vardır. Kültür değerlerimiz talan edilmeye devam ederse, biz de kültür değerlerine yönelebiliriz." (Abdullah Öcalan)
Düşünce tarzı böyle ortaya konulmuştur. Burada kaba bir milliyetçilik ve misillemecilik vardır. Oligarşinin göç ettirmekten amacı bellidir, ve o kendi politikaları doğrultusunda bundan belli yararlar da sağlar. Peki böyle bir politikayla devrimcilerin, ulusal kurtuluş savaşı yürütenlerin eline ne geçer?
Bu çizgi, oligarşinin Kürt-Türk çatışması yaratmaya yönelik politikalarına da objektif olarak güç vermiştir. PKK sürekli olarak Türk Solu'nu Türk halkı içindeki şovenizmi engelleyememekle suçlarken, hiç gözönünde bulundurmadığı nokta budur. Hem bu tür eylemleri yapacaksın, hem bu tür anlayışları teorize edip savunacaksın, sonra da şovenizmi engelleyememekle başkalarını suçlayacaksın! Tüm Türkleri düşman ilan eden ve öte yandan işbirlikçi, toprak ağası demeden "Kürt ol da kim, ne olursan ol" diyen bir bakış açısının sakat-lığına defalarca dikkat çekilmiştir. Ancak PKK'nın pratiğinde ve söyleminde pek bir değişiklik olmamıştır. Sen gel şovenizmi azdıracak, ona zemin olacak her şeyi yap, sonra "Türk Solu"nu suçla. Bu ne halkların kardeşliğine, ne adalete sığar.
Oligarşinin Kürt-Türk çatışması yaratmaya yönelik politikaları karşısında izlenecek politika belliydi; halkların kardeşliğini esas alan bir propagandayı yükseltmek. Ama sadece propaganda bunu sağlamazdı elbette. Tüm solun pratiği de bu kardeşliği ifade etmeli, pratik propagandaya uygun olmalıydı. "Nitekim Sivas katliamı bunun bir momentiydi. Bu noktada devrimciler esas olarak halkların kardeşliğini işleyip din, mezhep ve tüm milliyetler temelinde halkların birlikte mücadelesini savunarak oligarşinin oyunlarını bozmak durumundadırlar. Başbağlar gibi katliamlar ise oligarşinin isteğiyle çakışan ve halkların kardeşliği yerine halkların düşmanlığını körükleyen bir işlev görmüştür." (Mücadele, 4 Eylül 1993, s.61)
Trenlere, otogarlara konulan bombalar ne kazandırmıştır? Bu sorunun cevabı verilmelidir. Mücadeleyi mi geliştirmiştir, büyük şehirlerdeki Kürt ve Türk emekçilerinin örgütlenmesine mi hizmet etmiştir, halkların kardeşliğini mi güçlendirmiştir? Bunların hiçbirine olumlu bir cevap verilemez.
Zaten PKK'nın bunları amaçlamadığı da bellidir. Ya neyi amaçlıyordu?
Mesele oligarşiyi "sıkıştırmaktan" ibaretti. Gerilla savaşı, devrimci şiddet, halkın kurtuluşunu hedeflemekten çıkıp oligarşiyi bir an önce masaya oturtmaya hizmet eder hale gelince, bu tür eylemlerin "amaca daha uygun" olduğu düşünülebilirdi. Pragmatizm, gerilla savaşının tıkanıklıklarını da bu yolla açmaya çalışacaktı. Pragmatizm, kendini eylemlerin üstlenmesinde de göstermiş, ortaya güvenilmez bir "üstlenme" anlayışı çıkmıştı. Eylemler yapılıyor, kamuoyu tepki gösterince de üstlenmeyip ortada bırakılıyordu. İşte otogarlara, trenlere konulan bombalarla yapılan bu eylemler, doğrudan sıradan halkı hedefleyerek, halkların kardeşliğini dinamitlemiş, kontrgerillanın devrimci eylemleri karalamak, onların hedeflerini bulanıklaştırmak amaçları için, "terörizm" demagojisi için bulunmaz nimet olmuştur.

Farkın belirsiz hale geldiği noktada, kontrgerillanın manevra ve eylem alanı genişlemiş demektir ve artık bu noktada bir "kontra eylemi"ni "üstlenmek" de doğal hale gelir: Muhasebesi yapılmayan ve esas olarak da milliyetçilikten beslenen pragmatizm nedeniyle sürdürülmesinde yarar görülen eylem çizgisi, ilkesizliği, kolaycılığı besleyip büyüterek devam etmektedir. Böyle olduğu içindir ki, sol ve halk nezdinde kontrgerilla tarafından gerçekleştirildiği çok açık olması gereken "Güçlükonak katliamı" gibi katliamlar da PKK'nın üstüne yıkılmakta, kitleler kime inanacağını şaşırmaktadır.
Öyle ki bu şaşkınlık Kürt ulusalcı basında bile artık sık görülür bir durum olmuş, onlar da hangi eylemi nasıl değerlendireceklerini bilemez hale gelmişlerdir. İşte "örnek" bir olay:
13 Ekim '97 tarihli Ülkede Gündem: "Giresun'un Şebinkarahisar ile Alucra ilçeleri arasındaki karayolunda, seyir halinde olan ve cenazeden döndüğü belirtilen bir konvoya silahlı bir grup tarafından ateş açıldı. 2 kişinin öldüğü, 1'i ağır 9 kişinin de yaralandığı olayda, silahlı grup yolcuların değerleri eşya ve paralarını da gasp etti."
Ülkede Gündem, eyleme ilişkin ihtiyatlı bir dil kullanıyor. Silahlı grubun gerilla mı, yoksa kontra mı olduğu belli değil. Ancak Gündem ağırlıkla "kontra" olduğu kanısında, çünkü "gasp etme" ifadesini kullanıyor.
13 Ekim'de MED TV'de eylem, bir kontra eylemi olarak veriliyor.
Ve 14 Ekim tarihli Özgür Poli-tika: "Giresun'daki konvoya saldırının ardından açıklama yapan ERNK: Saldırı kontrgerillanın işidir. (Manşetten)
11 Ekim günü Giresun'un Şebinkarahisar ile Alucra ilçeleri arasındaki karayolunda, seyir halinde olan ve cenazeden döndüğü belirtilen bir konvoya ateş açıldı... 2 kişinin öldüğü, 1'i ağır, 9 kişinin de yaraladığı olayda, kontrgerilla elemanları tarafından yolcuların değerli eşya ve paraları da gaspedildi."
Bu da aynı olaya ilişkin sonuncu alıntı. Kasım-Aralık 1997 tarihli Alternatif Dergisi; "Ayın 13'ünde Giresun'a bağlı Şebinkarahisar ve Alucra ilçeleri arasında gerillaların yaptığı yol kesme eyleminde, yolun yarım saat denetimde kaldığı ve kitleye propaganda yapıldığı bildirildi. Kaçmak isteyen bir aracı gerillaların taraması üzerine (Radyo haberinden alınan bilgiye göre) 4 kişi yaralandı ve 3 kişi öldü. Bu vurulanların yolun güvenliğini sağlayan faşist devriyeler olduğu öğrenildi. Ayrıca gerillaların eylem sonucu 2 tabanca, 1 el cihazı ve 9 bin marka el koydukları, kitleninse 160 milyon TL bağışta bulundukları haber alındı." (Aktar-dığımız alıntılarda 11 ve 13 Ekim diye ayrı tarihler geçmesi bir tarih hatasıdır. Söz konusu bölgede, söz konusu tarihlerde anlatılan şekilde tek bir olay vardır.)
Evet, bunlar çizginin belirsizleşmesinin sonuçlarıdır. Ve bu öyle doğal kabul edilir hale gelmiştir ki, örneğin bu yukarıdaki olaya ilişkin ne bir düzeltme, ne ek bir açıklama da yapılmaz. Rahatlıkla "kontra" denir, aynı rahatlıkla da üstlenilir. Aradan aylar da geçse, o eylemi kimin yaptığı konusunda önünüzde bir netlik olmaz. ERNK açıklamasını esas alırsanız, kontradır. "En son açıklananı" geçerli sayarsanız, eylemi "Birleşik Kuvvetler"e bağlı gerillalar yapmıştır.

SİLAHLI EYLEMİN HEDEFLERİ NET OLMALI VE HİÇBİR ŞEY DEVRİMİN ADALETİNE GÖLGE DÜŞÜRMEMELİDİR
Devrimin değerleri ve mücadelenin gelişimi açısından sayısız olumsuzluğa kaynaklık eden bu eylem çizgisi ağırlıklı olarak PKK pratiğinde somutlanmaktadır. Öğretmenlere yönelik "toptancı" eylemlerden rastgele bir maden ocağına girip orada insanları öldürmek, halka zarar vermeme, net mesaj verme, anlaşılır olma gibi devrimci eylem ilkelerinin terkedilip, politika olarak pragmatizmin, kaba milliyetçiliğin, kolaycılığın benimsenmesi sonucu gündeme gelmiş ve her an da gelebilecek eylemlerdir. Bu tür eylemlerden bazen "kısa vadeli sonuçlar" alınır gibi de gözükebilir, ama bu sonuçlar bir müddet sonra ters tepecek, tersine dönecek sonuçlardır. Ancak bu sonuçlar, yalnızca yapanı değil, tüm devrimcileri, tüm devrimci eylemleri olumsuz etkileyecek bir nitelik taşırlar. Bu noktada PKK, bu tür eylemlerle tüm sola, devrimcilere zarar veren bir konumdadır.
Devrimci eylemin ilkeleri bellidir. O adaletli olacak, yalnızca düşmanına, yalnızca cezalandırılmayı hakedene vuracaktır. Bu devrimci eylemin sınıf temelidir. Bu temele oturmayan eylem, çarpıtmalara, provokasyon ve demagojilere açık olacaktır. Kontrgerilla da taktiklerini bu yanlışlığın üzerine inşa edecek, bu zeminde geniş kitleleri etkileme olanağı bulacaktır.
Eylemlerimiz dostu düşmanı ayırdetmeli, halkın can ve mal güvenliğini ortadan kaldıranın bizzat faşizmin kendisi olduğunu kitlelerin gözünde netleştirmeli, kitlelere yönelmesi gereken hedefleri net olarak göstermelidir. Bunlar elbette ki esasında devrimci eylemin alfabesidir ve kimsenin bilmediği şeyler değildir. Ancak sorun eylemlere yön veren politikalardadır. Nasıl ki reformizm, savunucularını icazetçi, dejenere, in-sanları bakmaya bile utandırtacak eylemlere yönlendiriyorsa, kaba milliyetçilik ve pragmatizm de bu sonuçları doğurmaktadır. Devrimci eylem çizgisinden uzak bu anlayışlara yönelik eleştiri, uyarı ve önerilerimize ek olarak şunu belirtiyoruz; Parti-Cephe'nin 28 yıllık devrimci eylem pratiği, gerçekte tüm sol için ilkeleri, kurallarıyla, biçimi ve muhtevasıyla bulunmaz arılıkta bir örnektir.


(1) Aktaran, Emin Değer, CIA, Kontrgerilla ve Türkiye, s.191
(2) (agk), s.200
(3) (agk), s.210
(4) (agk), s.192

Alıntı : http://www.ozgurluk.org/kitaplik/webarsiv/kurtulus/

Bu Blogda Ara