Neoliberalizm ve Sosyal Hareketler-II

(DÜNYA SOSYAL FORUMU - CENAZE II) *

İbrahim Okçuoğlu

"Küreselleşme" kavramı, özellikle Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından bu yana oldukça farklı yorumlanmış ve her bir yoruma göre de farklı siyasal, teorik, ideolojik sonuçlar çıkartılmıştır. Öyle ki, kapitalist toplumun uzlaşmaz iki sınıftan (proletarya ve burjuvazi) ve ara sosyal tabakalardan oluştuğu gerçeği bir kenara itilmiş ve sorun, küreselleşmeden yana olanlara ve küreselleşmeye karşı olanlara indirgenmiştir. Ya küreselleşmeden yanasın ya da küreselleşmeye karşısın. Yana ve karşı olmada sınıfsal köken, sınıfsal duruş önemsizleştirilmiştir veya kıstas olarak alınmamıştır. Bu da yetmiyormuş gibi “küreselleşme”, yeni bir düzenin, yeni bir dönemin ifadesi olarak yorumlanmaya başlanmıştır.

Emperyalist burjuvazinin ideologlarına göre “küreselleşme”, demokrasidir, özgürlüktür, refahtır. Ama uluslararası kitle hareketinin Dünya Sosyal Forumu (DSF) ve Avrupa Sosyal Forumu (ASF) kesimlerine göre de “sosyal devlet”in yıkımı demektir. Bazı küçük burjuva çevrelere göre de emperyalizmin gelişmesinin yeni, en son evresidir/aşamasıdır.

Marksist teori açısından küreselleşme kavramının içeriğinde herhangi niteliksel bir değişme olmamıştır. Küreselleşmenin ne anlama geldiğini Marks ve Engels daha Komünist Manifesto’da açıklarlar (1).

9 Ocak 1848’de Brüksel’de “Serbest Ticaret Sorunu” üzerine konuşmasında Marks, daha o zaman, neoliberalizmin ve küreselleşmenin ne anlama geldiğini şu sözlerle açıklıyordu:

“Öyleyse bugünkü toplum koşullarında serbest ticaret nedir? Sermayenin özgürlüğü. Sermayenin özgür gelişmesini hala sınırlayan (mevcut) birkaç engeli yıkarsanız, böylece onun faaliyetini tamamen zincirlerinden kurtarmış olursunuz…

Beyler, soyut kavram özgürlükten etkilenmeyin. Kimin özgürlüğü? Bu, tekil bir bireyin başka bir birey karşısındaki özgürlüğü değildir. Bu, sermayenin, işçiyi ezmesi için özgürlüktür“(2).

Küreselleşme, kapitalist üretim biçiminin; sermayenin; kapitalist üretimin; bir bütün olarak sermaye hareketinin uluslararasılaşmasından başka bir anlam taşımaz. Marks’a göre küreselleşme, kapitalist üretim biçiminin genişleme zorunluluğudur, dünya pazarının oluşmasına özgüdür.

“Kapitalist üretim biçimi,… maddi üretici gücün gelişmesinin ve bu güce tekabül eden bir dünya pazarının yaratılmasının tarihsel bir aracıdır, aynı zamanda da, bu tarihsel görevi ile, buna tekabül eden kendi toplumsal üretim ilişkileri arasında sürekli bir çatışmadır”(3).

“Bizzat dünya pazarı, bu üretim biçimi (kapitalist üretim biçimi kast ediliyor, çn.) için temel teşkil eder. Diğer taraftan, bu üretim biçiminin giderek büyüyen bir ölçekte üretimde bulunma yolunda kendi özünde bulunan zorunluluk, sürekli olarak dünya pazarını genişletme eğilimi yaratır ve burada sanayide devrimlere yol açan şey, ticaret olmaz, ticareti devamlı biçimde kökünden değiştiren sanayi olur” (4).

Kapitalizmin emperyalizm aşamasında ise küreselleşme, dünya ekonomisinin oluşmasının ve bu ekonominin kapitalist üretimin henüz hakim olmadığı alanlarda/ülkelerde horizontal ve hakim olduğu alanlarda/ülkelerde ise vartikal gelişmesinin ifadesidir.

Demek ki, küreselleşme denen olgu hiç de yeni değildir, dünya ticaretinin oluşmaya başladığı 18.yüzyılın ilk çeyreğinden bu yana yaşanmakta olan bir süreçtir; kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşma sürecidir. Emperyalist çağ ise, aynı zamanda, emperyalist küreselleşme çağı demektir. Bu anlamda yeni olan “küreselleşme” değil, en fazlasıyla onun gelişme derecesinin nicel boyutlarıdır.

Emperyalist küreselleşme ile neoliberalizm arasında bağ kuruluyor ve birbirlerinin doğrudan sonuçları ve nedenleri olarak gösteriliyor. Birçok aklı evvel küçük burjuva açısından neoliberalizm, küreselleşmenin kaçınılmaz politik/doktiriner sonucudur veya neoliberal politikalar uygulanmaya konduğu için, küreselleşme hızlı gelişmiştir. Yani burada bir tercih politikasından bahsediliyor.

Peki neoliberalizm nedir?

Neoliberalizmin formülü, her şeyi pazara bırak, refah içinde yaşamak istiyorsan kapitalizme sımsıkı sarıldır. Neoliberalizm, bütün yaşam alanlarını pazar mekanizmasına tabi kılar. Neoliberalizm açısından her şey; bütün yaşam alanları metalaşmalıdır; insan, doğa, bilim, ahlak vs. vs. metalaşmalıdır ve bu süreç, bütün dünyada sınırsız bir biçimde yaygınlaştırılmalıdır. Bu anlamda neoliberalizm, pazarın tam, her yönlü hakimiyeti (totalitarizmi) demektir.

Neoliberalizm, emperyalist burjuvazinin elinde bir hareket etme konseptidir, günümüz kapitalizminin iktidar yapılarının ideolojik üst yapısıdır. Bu anlamda neoliberalizm, varlıklı olanların; varlıklı ulusların, varlıklı sınıfların, fakirlerin; fakir ulusların ve sınıfların karşısında küresel hakimiyetinin meşrulaştırılmasıdır; emperyalist ülkelerin; uluslararası tekellerin, emperyalist burjuvazinin ezilen uluslar; emperyalizme bağımlı ülkeler, dünya işçi sınıfı ve emekçi yığınları üzerinde küresel hakimiyetinin meşrulaştırılması demektir.

Neoliberalizm, bu içeriğini gizlemek için, sermayenin ekonomik ve siyasi çıkarlarının bütün toplumun çıkarları olarak meşrulaştırmaya önem verir. Burada da yeni olan bir şey yok. Çünkü sermaye bunu,üretim ve topluma hakim olduğundan bu yana yapmaktadır.

Neoliberalizm, bütün dünyanın (doğanın ve insanlığın) kapitalizmin yasallıklarına tabi kılınmasının bugünkü siyasi refakatçisidir.

Neoliberalizmin hakimiyeti nasıl açıklanabilir?

II. Dünya Savaşının beraberinde getirdiği dünya çapındaki yıkım; özellikle Avrupa’daki tahribat o denli büyüktü ki, üretim ve tüketim araçları açısından pazarların doyumu 1970’li yılların başına kadar sürdü. Bu dönemde önde gelen emperyalist ülke ekonomilerinin; bir bütün olarak kapitalist dünya ekonomisinin gelişme seyrine baktığımızda şu veya bu emperyalist ekonomide kapsamlı/derin olmayan ekonomik krizler, neredeyse tam istihdam, nispeten artan bir “refah” görüyoruz. Bu dönemde dünya ekonomik krizi de görülmüyor. 1970’li yılların başına kadar sermaye birikimi, pazarların doyumu bazında sağlanıyor. Pazarların doyuma ulaşması ise sermaye birikimi koşullarını değiştiriyor. Maddi değerlerin (sanayi) üretiminde gözle görülen durgunluk, hala devam eden eğilim oluyor. İşsizlik, çok belirgin bir şekilde kronik ve kitlesel oluyor. Maddi değerlerin üretimi alanında sermayenin kendisini değerlendirmesi (azami kar) olanakları daralıyor. Kapitalist dünya, yeterli azami kar getirmediği için maddi değerlerin üretimine akmayan devasa boyutlara varan bir sermaye birikimi ile karşı karşıya kalıyor (5).

Gelişmenin böyle olmasının ve başka türlü olmamasının ne neoliberal politikayla ve ne de küreselleşmeyle doğrudan birincil derecede ilgisi vardır. Sermaye hareketi (burada birikim süreci) kendi nesnel yasaları doğrultusunda gelişiyor ve bu gelişmede belirleyici olan, sermayenin politik tercihlere, bu durumda neoliberal veya başka politikalara göre değil, nesnel yasalarına göre hareket etmiş olmasıdır.

Kapitalist ekonominin bu durumu, burjuva ideologlar, iktisat bilimcileri tarafından yoğun olarak tartışılmıştır. Buna, monetaristlerin ve fiskalistlerin bilim dünyasındaki tartışmaları da diyebiliriz. Bu tartışmalarda neoliberalciler (monetaristler), kuralsızlaştırılmış, devletin müdahalesinin olmadığı, her şeyin metalaştırıldığı bir pazar sistemini savunurlarken Keynesçiler (fiskalistler), devlet müdahaleciliğini, “sosyal devleti” savunmuşlardır. Bu tartışmalar sonuçta, önce merkez bankalarına ve sonra da hükümetlere yansımıştır.

O zamana kadar sermaye hareketinin sosyal politik ifadesi olan Keynesçilik, artık sermaye hareketinin seyrine tekabül etmediği için reddedilmiş ve yerini neoliberalizm almıştır.

Keynesçilik, neokeynesçilik olarak monetarizm biçiminde hakim olmaya başlayan neoliberalizme karşı “savaşarak” geri çekilmeye başlamıştır.

İngiltere’de M. Thatcher’in, ABD’de R. Reagan’ın iktidarları döneminde neoliberalizm denen buyeni eski öğreti (pazar güçlerinin kendi kendini tedavi etmesi esprisi), pratikte uygulanmaya konmuştur. Artık sermaye hareketinin politik ifadesi neoliberalizm olmuştur. Bugünlerde bu kavram, “arz politikası” ile güçlendirilmiştir. Yani emperyalist küreselleşmenin birer öğesi olarak ifade edilen kuralsızlaştırma, özelleştirme, devletin geri püskürtülmesi, esnekleştirme vs. vs. “arz politikası”nın da birer öğesidir.

Neoliberalizm, 20. yüzyılın ‘30’lu yıllarından bu yana kavram olarak kullanılır olmuştur, ama ancak ‘80’li yıllardan itibaren etkili, hakim olmaya başlamıştır. 1970’li yıllar Keynesçilikten neoliberalizme geçiş yılları olmuştur. Emperyalist burjuvazinin Keynesçi toplum politikası, gerçek toplumsal gelişmeye artık ayak uyduramıyor, buna karşın zincirlerinden boşanmış kapitalizm savları daha çok taraftar buluyordu.

Kapitalizmin Keynesçi düzenlenmesinde sermayenin birikim dinamiği, toplumsal yeniden üretim ve buna bağlı olarak tam istihdam merkezde durur. Neoliberalizmde ise esas olan, “bütün iktidar pazarlara”dır. Ve böylece toplumsal açıdan tam istihdam değil, sermaye birikimi dinamiğinin sekteye uğratılması pahasına da olsa, en varlıklı, en zengin olanların öncelikli olmalarıdır.

Neoliberalizm yanlıları, kapitalist ülkelerdeki 1970’li yıllardan itibaren görülen olumsuz gelişmelerden Keynesçiliği; onun müdahaleciliğini sorumlu tuttular. Bunun yanı sıra, ne sosyal demokrat partilerde, sendikalarda ve var olduğu kadarıyla toplumsal harekette; yeni Keynesçiliği, “sosyal devleti” savunan kesimlerde neoliberalizme karşı yeterli bir ideolojik bilinç gelişmemişti. Ayrıca, II. Dünya Savaşından sonra, “refah devleti” koşullarında gelişen sosyal hareket, o “altın yıllar”ın etkisiyle olsa gerek, gevşemiş, dinamiğinden çok şey kaybetmiş ve parçalanmıştı.

O dönem teori tartışmaları, reel politikacılar açısından pratik-politik pragmatizm için faydalı olmayan tartışmalardı. Bugün küreselleşme şemsiyesi altında “tarihin sonu”nu getirenler o günlerde de“ideolojilerin sonu”ndan bahsediyorlardı. Burjuva medyanın da desteklediği neoliberalizm yanlısı propaganda ile neoliberalizmin dolduracağı bir siyasi, teorik boşluk oluşturulmuştu.

İşçi hareketinin ve partilerinin gelişmesi de Sovyet modern revizyonistleri tarafından, salt Sovyet propagandasının aracı olarak biçimlendirildiği için felce uğratılmıştı. Silahsızlanma, barış, çevre kirliliği sorunları çerçevesinde şekillenen kitlesel harekette, bugün neoliberal dayatmalar diye tanımladığımız sorunların oluşumuna pek ilgi yoktu. Neoliberalizm, sosyal hareketlerin zaaflarından da yararlanarak gelişiyordu ve 1990’lı yılların başında tarihin sonunun geldiğini açıklayacak kadar güçlenmişti.

Avrupa’da sosyal demokrat partilerin duruşları, “sosyal devlet” yanlılarını hayal kırıklığına uğrattı. Avrupa’da iktidarda olan bütün sosyal demokrat partiler, zincirlerinden boşanmış kapitalizmin siyasi temsilcileri oldular. Sermaye, bu partileri kendine hizmet edecek, neoliberal kararlar alacak ve uygulayacak kıvama getirdi.“Üçüncü yol”dan bahseden Almanya ve İngiltere buna tipik bir örnektir.

Neoliberalizm, tam hakimiyet kurabilmek için, fiilen ve potansiyel olarak kendisine karşı mücadele edecek toplumsal güçleri etkisizleştirmesi gerekir. Yani sendikaları, sivil toplum örgütlerini etkilemesi, örgütsel olarak bölmesi, dağıtması ve siyasal olarak yönlendirmesi gerekir. Dünyanın neresinde olursa olsun neoliberal dayatmaların sonuçlarından birisi de bu olmuştur. Özelleştirmelerin, pazarları kuralsızlaştırmanın, esnekliğin sonuç itibariyle sendikal mücadeleye darbe vurduğunu kim inkar edebilir.

Bugün bütün yönleriyle yaşanan neoliberalizmin ne türden ilişkileri geliştirdiği ve esas aldığı konusunda Engels’in şu sözleri çok anlamlıdır:

“İngiliz burjuvazisi kadar ahlaksız ve bencilliğiyle düzeltilemeyecek kadar yozlaşmış, herhangi bir ilerleme yeteneğinden yoksun bir sınıf görmedim. Burada her şeyden önce, kelimenin gerçek anlamıyla burjuvaziyi, özellikle liberal, Hububat Yasalarına karşı çıkan burjuvaziyi kastediyorum. Onun için yeryüzünde, kendisi de dahil para için var olmayan hiçbir şey yoktur. Para kazanmaktan başka hiçbir yaşamı yoktur. Hızla kazanmanın mutluluğundan başka mutluluk tanımaz, kaybetmekten başka da hiçbir acı tanımaz. Böylesine bir tamah ve kazanma hırsı karşısında, herhangi bir insanca duygunun yozlaşmadan kalması olanaksızdır... Sonuç olarak tek kesin amaç, kendi çıkarlarıdır ve özellikle para kazanmaktır. Bir keresinde Manchester'a böyle bir burjuvayla gittim ve ona işçilerin içinde bulunduğu korkunç durumu, yapıların sağlığa zararlı olduklarını ve hayatımda hiç bu denli kötü bir kente gitmemiş olduğumu söyledim.. Beni sonuna dek sessizce dinledi ve ayrılırken şöyle dedi: "Ama yine de burada iyi para kazanılıyor, iyi günler efendim". Para kazanırken işçilerinin aç olup olmadıkları, İngiliz burjuvalarının umurlarında bile değil. Yaşamın tüm koşulları parayla ölçülür ve para getirmeyen her şey saçma, pratik olmayan, idealist laflardır, işte bu yüzden Politik Ekonomi, para kazanma yollarını araştıran bilim, bu tefeci Yahudilerin en sevdikleri konudur. Herkes iktisatçıdır. Sanayiciyle işçiler arasındaki ilişkide insanca hiçbir yön yoktur ve bu ilişki tamamen ekonomiktir. Sanayici "sermaye", işçi ise "iş"tir. Eğer işçi bu soyutlamayı kabul etmezse, kendisinin iş değil, bir insan olduğunda diretirse, işgücüyle birlikte birçok duygulara sahip olduğunu belirtip "iş" olarak, meta olarak kendisinin piyasada satılıp alınmasına izin vermezse, burjuvanın mantığı durur. Burjuva, işçiyle alım satımdan başka bir ilişki bütünü içinde olduğunu kavrayamaz. Onları insan olarak değil, sık sık yüzüne karşı da söylediği gibi, sadece "el" olarak görür. Carlyle'ında dediği gibi, "nakdi ödeme”nin insanla insan arasındaki tek ilişki olduğunda ısrar eder. Hatta karısıyla kendisi arasındaki ilişki bile yüzde doksan dokuz, sadece bir "nakdi ödeme"dir. … Para insanın değerini belirler; o, "on bin sterlin değerindedir." Parası olan bir kişi, "iyi bir insandır", "nüfuzludur" ve onun yaptıkları çevresinde önemlidir. Pazarlık ruhu, dili etkisi altına alır, tüm ilişkiler iş terimleriyle ve ekonomik kategorilerle ifade edilir. Arz ve talep, İngiliz burjuvalarının tüm insan yaşantısını değerlendirirken kullandıkları formüllerdir. İşte böylece serbest rekabet, her konuda, laissez faire, laissez aller [bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler] her yerde, hükümette, tıpta, eğitimde ve devlet kilisesi çökmesine devam ettiği sürece de dinde ortaya çıkar. Serbest rekabetin hiçbir sınırlandırmaya, hiçbir devlet kontrolüne tahammülü yoktur. Devlet, onun için gereksiz bir yüktür. Serbest rekabet, herkesin herkesi istediği gibi sömürebileceği, tamamen devletsiz bir durumda tam mükemmel olur…”(6).

O gün olduğu gibi, bugün de her şeyin “değip değmediğinin” hesabı yapılıyor. Bütün toplumsal ilişkiler buna göre düzenleniyor. Bir taraftan toplumsal yaşamın bütün alanları üzerinde özel mülkiyetin hakimiyeti, diğer taraftan veya buna karşı olarak kontrol, ekonominin yönlendirilmesi. Yani bir lehte ve aleyhte oluşluk durumu söz konusu!

Bu leh ve aleyhte oluşluk, antiküresel denen hareketin doğmasının maddi koşulunu oluşturmuştur. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlardan bahsetmiyoruz. Neoliberalizm ile “sosyal devlet” yanlılarının mücadelesinden bahsediyoruz. Bugünkü kapitalizmin hakim politikası neoliberalizmden ve ona karşı olan, “sosyal devlet”i talep eden, o toplumsal hareketi siyasi ve ideolojik olarak yönlendiren reformist ve pasifist güçlerden bahsediyoruz. Başlangıçta neoliberalist burjuvazi (kapitalizm) ile reformist, pasifist (Keynesçi kapitalizm, “sosyal devlet”) arasındaki çelişki, DSF’nin, uluslararasılaşmış sosyal hareketin doğmasını sağlayan çelişkidir.

Uluslararası protesto hareketinin (“Anteküresel Hareket”in) örgütsel bir yapısı yok. Bu hareket içinde reformizm ve pasifizmin örgütlenmesini, dolayısıyla neoliberalizme (IMF’ye, DB’ye, DTÖ’ye, Amerikan emperyalizmine, uluslararası tekellere) karşı reforme edilmiş kapitalizm için, “sosyal devlet” için mücadeleyi DSF ve aynı zamanda ASF temsil etmektedir. DSF ile neoliberalizm arasındaki çelişki, neoliberalizm ile Keynesçilik arasındaki çelişkidir. Bunun böyle olduğunu DSF’yi oluşturan temel güçlerin siyasal, teorik, ideolojik anlayışlarında görmekteyiz.

“Başka bir dünya mümkündür” sloganıyla geniş yığınları, “sosyal devleti” yeniden tesis etme mücadelesine koşmaya çalışan bu hareketin (DSF’nin) ne olup olmadığı sorusuna cevap vermek için bu forumun bileşenlerinin kimler olduğuna, örgütlenme anlayışına ve savunduğu düşüncelerin sınıfsal içeriğine veya farklı düşüncelere yaklaşımına bakmak gerekir. Bu yapılırsa onun “ne menem” bir enternasyonal kitle hareketi olduğu görülür.

Porto Alegre, Dünya Sosyal Forumu için eş anlamda kullanılan bir kavramdır ve Uluslararası Protesto Hareketinin Mekke’sidir. Floransa’da Avrupa Sosyal Forumu’nun Mekke’sidir. Bu “kutsal” yerlerde kapitalizme karşı nasıl mücadele ederiz değil, kapitalizmi nasıl sosyalleştirebilirizin, sınıf mücadelesinin önünü nasıl alabilir ve sosyalizmi alternatif olmaktan nasıl çıkartırızın tartışmaları yapılmıştır. On binlerle ifade edilen kalabalığı bir arada gören reformistler, “sosyal devlet” ve “demokratik” kapitalizm tapıcıları, “başka bir dünya mümkündür” sloganını, sosyalizmi alternatif olmaktan çıkartmak için kullanmışlardır. Şüphesiz, “neoliberalizme, militarizme ve savaşa karşı direniş” açıklaması olumludur. Ama bu kavramlar açıldıkça, sözel olumlu olan, olumsuzluğa dönüşüyor. Hele “barış ve sosyal adalet” talebine ne demeli! Bütün bunlar, ilk bakışta, her insanın kabul edebileceği, kabul etmesi gereken talepler. Neoliberalizmin, militarizmin, savaşın eleştirmenlerinin yoğun ifadesi olan DSF ve ASF, yüzünü neoliberalizm, militarizm savunucularına ve savaş yanlılarına dönerek, “ne olur” neoliberal uygulamalardan, militarizmden vazgeçin, savaş yanlısı değil, pasifist olun diyor.

Porto Alegre için “barış”, iki savaş arasındaki, silahların konuşmadığı durumdur. Porto Alegre, silahları konuşturmadan sömürün, talan edin deniyor. Öyle ya, kendi ülkelerinde militarizmi, ırkçılığı, asosyal politikaları, sömürgeciliği destekleyen, bu politikaların icrasında yer alan unsurların da katıldığı (örneğin Fransa ve Belçika’dan, Avrupa Parlamentosundan milletvekilleri) Porto Alegre kürsüsünden bundan daha “radikal” bir sonuç da beklenemezdi. Aynısı ASF için de geçerlidir.

Porto Alegre, DSF ve ASF, beklendiği gibi, “uluslararası veya çok uluslu tekellerin” “tamahkar”lığını reddediyor. Ama ulusal veya yerel tekellerin tamahkarlığı, tartışma konusu dahi edilmiyor.

DSF veya ESF, Uluslararası Protesto Hareketinin yoğunlaşmış ifadesidir. DSF, ASF veUluslararası Protesto Hareketi, bir ve aynıdır. DSF'de sahne alan figürler, ASF veya başka önemli toplantılarda da görülür.

MAI-Seattle, Davos ve DSF
1998 yılı başında „Multilateral Agreement of Investments“ (MAI) hazırlıklarının yapıldığı kamuoyu tarafından duyuldu. Bütün ülkelere kabul ettirilmek için planlanan bu anlaşma üzerine emperyalist ülkeler fikir birliği içindeydiler. Bu anlaşma, önce gizli olarak OECD çerçevesinde ele alındı. Anlaşma, uygulanması durumunda,geri kalmış ülkelerde yatırımcıların her türlü hakka sahip olmalarını öngörmekteydi. MAI, uluslararası tekellerin, bütün dünyayı talan etmeleri için hazırlanmıştı. Bu bir anayasaydı. Bütün ülkeler bu anayasanın kurallarına uymak zorunda kalacaklardı.

"Le Monde Diplomatique", bu anlaşmanın ilk metnini yayımladı. Dünyanın başka yerlerinde de bu anlaşma üzerine görüşler açıklandı ve sonuçta bu anlaşma, yeni bir sosyal hareketin oluşması için itici güç, bir vesile oldu.

Dünyanın tamamen kapitalist çıkarlara tabi olmasını istemeyen insanlar, MAI oluşumuna, IMF’ye, DB’ye ve DTÖ’ye karşı çeşitli gösteriler örgütlemeye başladılar. Bu gösterilerin en tanınmışı Seattle’de gerçekleştirildi ve sonra başka ülkelerde de benzeri kitlesel gösteriler örgütlendi.

“Küreselleşme”nin neoliberal biçimine eleştirel tavır alan bir sosyal hareket, Davos olgusu karşısında tavırsız kalamazdı. Öyle de oldu. Dünyanın kendi mülkiyetlerinde olduğuna inananlar; tekelci sermayenin, hükümetlerinin ve uluslararası tekellerin temsilcileri 1971’den beri Davos’ta Dünya Ekonomik Forumu (DEF) olarak her yıl toplanırlar ve dünyanın siyasi ve ekonomik geleceğini tartışırlar ve ticari ilişkilerini yürütürler.

Özellikle Brezilya’dan bazı “sivil toplum” örgütleri, dünya çapında oluşmaya başlayan protesto hareketinin Dovos’a, DEF’ye karşı, alternatif bir forum örgütleme düşüncesini geliştirirler. Başlangıçta amacın, bir anti-Davas forumu oluşturmak olmadığı, daha ziyade o güne kadar kitle protestoları örgütlemiş olan örgütlerin bir araya gelmelerini sağlamak ve sosyal öğelerin önplana çıkartıldığı bir oluşumu örgütlemek olduğu açıklanır. Ama sürecin de gösterdiği gibi, DSF, esas itibariyle bir ant-Davos Forumu olarak gelişmiştir. DSF’nin, Davos toplantısının düzenlendiği zaman diliminde gerçekleştirilmesi de bu niyeti göstermektedir.
Neoliberalizme karşı Dünya Sosyal Forumu anlayışı böyle doğar (7).

DSF’nin bileşenleri
DSF, bileşimini şöyle açıklıyor: “Oldukça çeşitliyiz: Kadınlar ve erkekler. Yetişkinler ve gençlik. Yerliler, köylüler ve şehirliler. İşçiler, işsizler ve evsizler. Yaşlılar ve öğrenciler. Her türden inançta olanlar, her renkten olanlar ve farklı seksüel eğilimleri olanlar. Bu çeşitliliğin ifadesi, bizim gücümüzdür ve birliğimizin temelidir“(DSF “İlkeler Şartı”ndan).

Yani kendisine “sol” diyenler, ekoloji grupları ve örgütleri, Attac gibi yeni tipten örgütler, sendikalar, küçük köylü örgütleri, insan hakları grupları, adaletli ticaret isteyen inisiyatifler, dini (kilise) gruplar vs.

Görüldüğü gibi, DSF’nin bileşenleri oldukça kalabalık, sayısal olarak çok. Çünkü her bir grup, her bir inisiyatif, her bir komite vb. kendini bu hareketin bir bileşeni olarak görmektedir. (Dünya çapında sayılarının 30 bin olduğu tahmin edilen Hükümet Dışı Örgütleri göz önüne getirelim).

DSF, sözde herkese açıktır. Genel olarak sosyal forum hareketinde ve dolayısıyla DSF’de de kilise „Global Player“dir. Dini çevrelere yer vardır, ama Marksist-leninistlerin, komünistlerin katılımı engellenir. Çünkü DSF bunları “saygı değer” ve “hoşgörülü” olarak görmüyor ve kabul etmiyor. Sadece devrimcilerin ve komünistlerin DSF’de yerleri yoktur.

Soruna sayısal açıdan değil de savunulan görüşler açısından baktığımızda, bu hareketin küçük burjuva, reformist, sosyal demokrat, anarşist, feminist, önemsiz de olsa troçkist çevrelerden, partilerden, sendikalardan, kitle örgütlerinden oluştuğunu görmekteyiz.

Yukarıdaki tanımlamayı sınıfsal çerçevede şöyle de ifade edebiliriz: DSF’de işçi sınıfı, köylülük, küçük burjuvazi,ulusal burjuvazi ve Avrupa menşeli emperyalist burjuvazinin reformist ve pasifist kesimleri yer almaktadır. Soruna siyasal yönelim ve savunulan düşünceler açısından baktığımızda DSF’de reformist ve pasifist düşünceler hakimdir.

DSF'nin veya Uluslararası Protesto Hareketinin başka bileşenleri

Hemen bütün NGO’lar bu hareketin içindedir- ve savunulan düşünceler bakımından gerçekten bir zenginlik kaynağıdır. Günümüz koşullarına ters düşen düşünceler yarışı düzenlense, Bu hareketin bazı bileşenleri mutlaka en önde olurlar. Bu egzotik görüşlerden bazıları şöyle:

Yerel “ekonomi” savunucuları: Başta Susan George olmak üzere bazıları, uluslararası tekellerin ve onların hizmetinde olan IMF, DB, DTÖ gibi kurumların reforme edilebileceklerine, demokratik kurallara göre hareket edebileceklerine ve ekolojik olabileceklerine artık inanmıyorlar. Bu nedenle emperyalizmin böl ve yönet mantığını boşa çıkartmak için yeni ittifakların oluşturulmasını öneriyorlar. Bunlara göre dünyanın her tarafından herkes birleşmelidir;

Genç, yaşlı, işçi köylü, üretici tüketici, emekli işçi, güneyden, doğudan, kuzeyden ve batıdan insanlar birleşmeliler. Bu insanların sürdürdükleri yerel (lokal) mücadeleler küreselleşmeli,küresel mücadeleler ile birleştirilmelidir.

İttifaklar oluşturmak, birleşmek zor değildir, çünkü insanlar uluslararası tekellerin zulmünü bizzat yaşıyorlar: (Çevreve iş yeri sorunları, yapısal ve dolaysız zor, insan onurunun çiğnenmesi, tecrit ve vatansızlık, yabancılaşma, güven ortamının olmaması, yoksulluk ve gıda yetersizliği vs.).

Bu sorunlara karşı mücadele içinde, küresel ekonominin zulmüne karşısı yerel ekonomiler alternatif olmalıdır. Emperyalist ekonomiye, küresel ekonomiye, bütün insanların katılacağı paralel ekonomiler alternatif olmalıdır.

Yerel ve ulusal demokrasiler güçlendirilmelidir. Uluslararası tekellerin, demokratik yapıların altını oymalarına müsaade edilmemelidir.

Bir “alternatif küreselleşme” gerçekleştirilmelidir. Bu, kooperatifsel birleşmiş çok sayıda yerel ekonomilerden oluşan “kooperatif küreselleşme”olmalıdır.

Uluslararası tekellerin, uluslararası işletmelerinde, çeşitli servislerinde çalışan işçilerin sendikal birlikleri bu tekellerin etkisini kırıcı rol oynar.

Bu anlayışın önde gelenlerinden S. George (ATTAC-Fransa), aynı zamanda “Tobin-Vergisi”ni de savunuyor. Hayal dağıtıcısı bu bayan, paranın nasıl harcanacağına, kadınlı-erkekli vatandaş örgütlerinin dünya çapında karar vermeleri gerektiğine inanır.

S. George, sınırların, sektörlerin ve çıkar birliklerinin ötesine geçen ve uluslararası zulme son vermeyi amaç edinen uluslararası ittifakların oluşturulmasını talep ediyor.

S. George, emperyalist burjuvaziye, ulusal ve uluslararası politikaya sadece talepler yöneltmekle yetinmiyor. İnsanlığa –abartmayalım!-,insanların çoğunluğuna hitap ediyor ve direktif veriyor: hemen, derhal “diğer ekonomi”yi kurmaya başlayın! Yani kendi başınıza bağımsız küçük üretime dönün!

Uluslararası Protesto Hareketi içinde reformist alternatif adımları yeterli bulmayan bir dizi başka gruplar da var. Bu gruplar, S. George gibilerinin taleplerini, reformist anlayışlarını oldukça yavaş ve oldukça uzlaşmacı adımlar olarak görüyorlar. Bu gruplar, böyle “yukarı”dan reformlarla yetinmek istemiyorlar vederhal “diğer ekonomi”nin inşasına başlamak istiyorlar. Anlayışları, her “anormal” insanın dahi anlayabileceği derecede basit: Nerede isen orada, günlük yaşamında “diğer ekonomi”nin inşasına koyul!Partilerin, parlamentoların politika değiştirip yeni politikalar uygulamalarını beklemene gerek yok! Böylece bu egzotik gruplar,kendilerini ve topluluklarını ilgilendiren ekonomi süreçleri üzerine kontrolü yeniden ele geçirmek, ekonomiyi değiştirmek istiyorlar.

Biraz anarşizm, biraz luddizm, biraz bireysellik (“her koyun kendi bacağında asılır!”) biraz nostalji, biraz da burjuva düzene küskünlük, böyle bir egzotizmi ortaya çıkartıyor.

Bu iktisadi ve siyasi egzotizm hafife alınmamalıdır, çünkü bu “diğer ekonomi” anlayışı, yeni değildir ve bütün dünyada sayısız inisiyatif gruplar tarafından kabul görmektedir.

ABD’de, Kanada’da ve Avrupa’da (özellikle emperyalist ülkelerinde) “aşağıdan ekonomi” kavramıyla ifade edilen bir dizi proje uygulanır; kapitalizme sırt çevirenler, bu düzenin ekonomik, ekolojik, sosyal sonuçlarına tahammül edemeyenler ve Robin Hood anlayışını ve Robinson yaşamını tercih edenler, kendi “yerel ekonomi”lerini kurarlar. Güya bu “diğer ekonomi” ile tekelci kapitalizme alternatif olduklarını veya olacaklarını sanırlar.

“Diğer ekonomi”, kendi başına üreten, ürettiği ile yetinen her bir ekonominin, kooperasyon içinde başka ekonomilerle birleşmesinden oluşur. Kendin üreteceksin, kendin örgütleyeceksin, dayanışma içinde olacaksın, yardım edeceksin, ama rekabet etmeyeceksin!

“Diğer ekonomi”nin ”politik ekonomisi” böyle!

Bu hareket dünya çapında yaygındır ve ideolojik bir birliği yoktur. Kapitalizme sırt çeviren bu gruplar, dünya tarihini bir kaç yüzyıl gerilere götürmeyi hedefliyorlar. Bu hareket, iki kutbu; ilkesel olarak kapitalizmi reddedenleri ve reddetmeyenleri egzotik görüşleriyle; “diğer ekonomi” anlayışıyla birleştiriyor.

Büyük tekellere, süper marketlere alternatif ekonomi, bizzat üreterek ve dağıtarak (sermaye ve üretimin dolaşımını örgütlemek) kurulmalı ve geliştirilmelidir! Şiarları da anlayışlarına oldukça uygundur:“küreselleşme” yerine “yerelleşme” (lokalleşme)!

Bu Robinson’lar, geriye dönmek istiyorlar; küreselleşmeden“yerelleşme”ye geçmek istiyorlar. “Yerelleşme”yi küreselleştirmek istediklerinden, “yerel olanı, küresel koruyalım” diyorlar. Bu Robinson’lar, ekonomiyi tamamen yeniden yapılandırarak küresellikten yerelliğe geçileceğine inanıyorlar: Siyasette söz sahibi olması gerekenler, yerel yönetimlerdir, ekonominin siyasi kontrolü yerel yönetimlerin (bu, bir ulusal devlet olabileceği gibi, bir bölge, şehir veya kaza da olabilir) elinde olmalıdır diyorlar. Metalar, yerel üretilir ve hizmet sektörü yerel hizmet verirse, çok uluslu tekeller isteklerini dayatamazlar vs. vs. diyorlar!

Maddi olanaklar olduğundan dolayı emperyalist ülkelerde devlet, yerel yönetimler bu Robinson projelerine göz yumuyor, destekliyor ve böylece potansiyel protesto öğelerini etkisizleştiriyor. Bu egzotikler de, emperyalist devletin desteğiyle “diğer ekonomi”lerini kurduklarını sanıyorlar.

AB parlamentosu üyesi Büyük Britanya yeşillerinden C. Lucas ve özellikle C. Hines bu anlayış üzerine çalışıyor.

Öze dönüşçüler, varoluşçular: Kendine dönüşçülük veya varoluşçuluk anlayışı, feminist M. Mies ve başka bir kaç yazar tarafından geliştirilmiştir. Bu anlayış öz itibariyle şunları içeriyor: Bağımsızlık, otonomi anlamında kendi başınalık, yayılmacılığın ve sermayenin büyüme mantığının reddi, tarih ve kültür kimliğinin muhafazası, doğrudan ve hakimiyetten arınmış ilişkilerde yaşam hazzı, insanlar arasında, insanla doğa arasında, çeşitli kültürler ve halklar arasında hakimiyetten arındırılmış işbirliği.

Via Campesina'da birleşen küçük ve orta köylüler buna “gıda hükümranlığı” diyorlar. Bu da M. Mies gibilerinin varoluşçuluk perspektifine tekabül ediyor. Bu anlayış temelinde kurulan pazarlar, insan gereksinimlerini daha iyi, daha etkili, daha hakimiyetten arındırılmış, daha doğasal ve kadın dostu biçiminde yerine getiriyorlarmış! Ama bunun koşulu daöncelikle pazarların kadınların elinde olmasıymış!

Kendine dönüşçülük veya varoluşçuluk anlayışı çok ilginçtir, çok egzotiktir. Şöyle:ekonominin merkezine kendine dönüşe, varoluşçuluğa yönelme konursa, ücretin belirleyiciliği son buluyormuş, onun yerini yaşamın garantisi ve sosyal bağlılığın muhafazası alıyormuş! Diğer bir ifadeyle; para, sosyal anlamda rolünü kaybediyormuş! Ücretli iş ve para, yok olmazmış, ama yaşam üretimine, varoluş üretimine tabi olurmuş! Kendi deyimleriyle, eko-feministler açısından bu ekonomiye yöneliş, asla ve asla kendine yeterliliğe geri dönüş değilmiş. Tam tersine, bu ekonomi perspektifi, gerçekten açık, dayanışmalı, eşitçi küreselleşmeyi,insanların ve kültürlerin çeşitlilik ve çekicilik içinde birbirlerini karşılıklı olarak zenginleştirdikleri bir küreselleşmeyi olası kılıyormuş!

M. Mies, kitabında Gandi’nin anlayışlarından da bahseder ve köy yönetimlerinin iktisadi küreselleşmeyi değil, iktisadi yerelleşmeyi teşvik ettiğini belirtir(8).

M. Mies, insanlığı, köy cemaatlerine dönüşe çağırıyor.

Asya Tipi Üretim Tarzının tarihe karıştığına inanıyorduk. Yanılmışız!

Anarşistler ve otonomcular açısından durum oldukça değişik. Bu çevreler, ilkesel olarak örgütlenmeye ve dolayısıyla örgütlü mücadeleye karşılar ve örgütlü kitlesel mücadele, "otoriterliğin”, “antidemokratikliğin” ifadesidir ve “birey” için zulümdür anlayışındalar. Bu güya radikaller, “özgür bireyciliği” savunuyorlar. Proletaryanın iktidarı ele geçirmesi ve kendi diktatörlüğünü kurması ile sermayenin/burjuvazinin hakimiyeti arasında fark görmüyorlar.

Bunlar, eleştirilerinde tutarsızlar veya eleştirilerinin darbe vurucu, öldürücü bir yanı yoktur. Eleştirileri gericidir. Çünkü bütün dünyayı soyan, talan eden güçlere; kâr ve daha fazla kârdan başka bir düşünceleri olmayan ve yaptıklarından başka türlü yapamayacak olan; insanlığı ve doğayı felakete sürükleyen güçlere hitap ediyorlar. Emperyalist burjuvaziye, uluslararası tekellere adeta yalvarıyorlar, sorumlu hareket edin, insanlığın çıkarlarını düşünün, aksi taktirde alternatif ekonomilerle sizi buna zorlarız demeye getiriyorlar.

Bunların eleştirileri tamamen gericidir, çünkü anlayışlarında da görüldüğü gibi, insanlığa gelecek değil, geçmişi vaat ediyorlar. Kapitalist gelişmenin ilk aşaması olan küçük üretim dönemini, alternatif ekonomi olarak sunuyorlar. Hayal dünyası geniş olan küçük burjuvazi, küçük üretimi hakim kılacağını ve uluslararası tekellerin küreselleşmesine karşı tabandan bir küreselleşme ile cevap vereceğini sanıyor.

Küçük burjuvazi;

·         Küresel kurumlardan (IMF, DB, DTÖ), uluslararası tekellerden ve bunların denetlenemeyen iktidarından nefret ediyor, ama mülkiyete ve pazara tapıyor!

·         Küçük (yerel) pazara, küçük üretici mülkiyetine, yerel politikaya, bir bütün olarak cemaatler ekonomisine ve politikasına tapıyor.

·         Büyük (küresel) üretim ve ticaretten nefret ediyor, ama küçük (yerel) üretim ve ticarete tapıyor.

Uluslararası Protesto Hareketinin bu önemli bileşenleri, emperyalizmin küçük burjuva eleştiricileri, küçük üretimin ilk aşamasının hakim olduğu ekonomik ve politik ilişkilere dönmek istiyorlar.

Emperyalizmin bu eleştirmenlerinin ekonomi ve toplum anlayışı, insana -ister istemez- Dühring’in hayali komün anlayışını hatırlatıyor. Bu konuda Engels şöyle diyor:

“Bay Dühring, ... mevcut toplumun temel yasasını, kendi fantezi toplumunun temel yasası yapıyor. O,hataları olmaksızın mevcut toplumu istiyor. Bu arada o, Proudhon gibi aynı zeminde hareket ediyor. Proudhon gibi o da, meta üretiminin kapitalist üretime doğru gelişmesinden doğan olumsuzlukların, onların karşısına meta üretimi temel yasasını koyarak -tam da bu yasanın etkinliğiyle (söz konusu) bu olumsuzluklar doğmuştur- yok etmek istiyor. Aynen Proudhon gibi, değer yasasının gerçek sonuçlarını fantastik olanla bertaraf etmek istiyor” (9).

Uluslararası Protesto Hareketinin gelişmesine ve siyasi şekillenmesine ilişkin yaptıkları önerilerde bu gruplar, aynen Dühring ve Proudhon’un dünyasını hayal etmiyorlar mı?

Emperyalizmin çelişkileri, emperyalist talan ve baskıyı istemiyorlar. Ama bu “kötülük”lerden kurtulmak için, ileriye doğru, bu “kötülük”lerin nedeni olan çelişkileri ortadan kaldırmaya yönelik adım atmak istemiyorlar. Tam tersine, kurtuluşu geriye dönüşte, bu “kötülük”lerin çıkış noktası olan küçük üretimde arıyorlar. Luddizm, ancak böyle savunulabilir!

Bu baylar “ilgili… dönemin ekonomisini” anlamıyorlar:

“Materyalist tarih anlayışı, üretimin ve üretimin yanında onun ürünlerinin değişiminin, her toplumsal düzenin temeli olduğu; tarihte ortaya çıkan her toplumda, ürünlerin paylaşımının ve onunla birlikte sınıflar ya da zümreler biçimindeki toplumsal bölünmenin, neyin ve nasıl üretildiğine ve üretilenlerin nasıl değiştirildiğine bağlı olduğu önermesinden hareket eder. Buna göre, tüm toplumsal değişiklerin ve tüm siyasal alt üst oluşların son nedenleri, insanların kafasında, ebedi doğru ve adalet konusunda artan kavrayışlarında değil, üretim ve değişim tarzındaki değişiklerde aranmalıdır; ilgili dönemin felsefesinde değil, bilakis ekonomisinde aranmalıdır. Mevcut toplumsal kurumların sağduyuya aykırı ve adaletsiz oldukları, sağduyunun saçmalık ve iyiliğin kötülük haline geldiği sonucuna varılırsa, bu, üretim yöntemleri ve değişim biçimlerinde, daha önce ekonomik koşullara uyarılmış toplumsal rejimin artık uyuşmadığı gizli dönüşümler olduğunun bir göstergesinden başka bir şey değildir. Bu, aynı zamanda ortaya çıkarılan uyumsuzlukları ortadan kaldırma araçlarının da -az çok gelişmiş halde- bizzat değişmiş üretim ilişkileri içinde mevcut olması gerektiği anlamına gelir. Bu araçlar kafadan uydurulmamalı, tersine kafanın yardımıyla üretiminin mevcut maddi olgularında keşfedilmelidir” (10).

Marksizmin dünyayı sarsan bu anlayışı; sosyal bilimlerde devrim anlamına gelen bir anlayışı, Marks, 1859’da “Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı, Önsöz” de şöyle formüle eder :



“Varlıklarının toplumsal üretiminde insanlar, aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkilere girerler; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden hukuki ve siyasal üst yapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi yaşamın üretim biçimi, genel olarak toplumsal, siyasal, entelektüel yaşam sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimi olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar” (11).

Uluslararası Protesto Hareketinin, DSF'nin ve ASF'nin bu bileşenleri geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği, niçin anlayamadıklarını gerçekten anlamak istiyorlarsa; işsizliğin, yoksulluğun, talanın, insanın kendine ve doğaya yabancılaşmasının nedenlerini ortadan kaldırmanın yol ve yöntemini neden kavrayamadıklarını anlamak istiyorlarsa, mevcut toplumu gerçekten değiştirmeyi ve emperyalizmi tarihin çöplüğüne atmayı mücadele anlayışlarının esası yapmayı neden kavrayamadıklarını anlamak istiyorlarsa, her şeyden önce yapmaları gereken, toplumu tarihsel materyalist açıdan değerlendirmektir.

Emperyalizmin bu küçük burjuva eleştiricileri, bu uluslararası protestocular, sınıfsal anlayışlarından dolayı toplumu, tarihsel materyalist açıdan değerlendiremezler. Marksist yöntem yerine; sosyal dönüşümün nedenlerini arama yerine, üretim biçimindeki değişimlerin kapsamlı araştırması yerine; çelişkileri ortadan kaldırmanın araçlarını arama ve bulma yerine, bu küçük burjuva hayalciler, içinde yaşadıkları dünya koşullarına teslim oluyorlar, kendilerini rahatsız eden sorunlara sırtlarını çeviriyorlar, ama aynı koşullar içinde kendi küçük burjuva hayalci dünyalarını kurmaya çalışıyorlar,insanların toplumsal varlığını bilinçten hareketle açıklamaya çalışıyorlar ve öne sürdükleri saçmalıklarla emperyalist gerçekliğin “kötülük”lerini, hastalıklarını iyileştireceklerini sanıyorlar.

İnsanları, mevcut kapitalist ilişkileri, bir bütün olarak toplumu, emperyalist çağdan küçük üretim ilişkilerine ve toplumsal ilişkilere, yani 200-300 sene öncesine götürmek, insanların toplumsal varlığını bilinçle açıklamaktan başka ne olabilir ki? Küreselleşmenin, emperyalizmin bu küçük burjuva eleştiricileri, bu halleriyle en kötü, en berbat idealist geleneğin savunucuları konumundalar. Bu baylar, tekellere alternatif olarak, küreselleşmeye alternatif olarak, “yerel ekonomi”leri, aile ekonomilerini, küçük üretimi, küçük kooperasyonu, dayanışmayı, kar amacı olmayan üretimi, kendine yeterli üretimi, paranın öneminin azaldığı ilişkileri, cemaatler dünyasını öne sürüyorlar. Gerçekten, bazı ülkelerde 500-600, bazılarında 300 sene önce var olan koşulları, insanlığın geleceği olarak görüyorlar.

Ütopyacılık çoktan tarihe karıştı:Yaklaşık olarak tanımlayacak olursak, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde kapitalist üretim biçimi ve buna bağlı olarak proletarya ile burjuvazi arasındaki temel çelişki, tam anlamıyla henüz gelişmemişti. O dönemde ütopik sosyalizmi ifade eden teoriler gelişmişti. Bu teorilere tarihsel haklılık veren, kapitalist üretim biçiminin olgunluk aşamasında olmamasıydı. Bu konuda Engels:

“Kapitalist üretimin olgunlaşmamış düzeyine, olgunlaşmamış sınıf kavramına, olgunlaşmamış teoriler denk düşüyordu. Gelişmemiş ekonomik ilişkiler içinde henüz saklı durumda olan toplumsal görevlerin çözümü kafadan üretilmek zorundaydı. Toplum uyumsuzluklardan başka bir şey sunmuyordu; Bunları ortadan kaldırmak, düşünen sağduyunun göreviydi. Yeni, daha mükemmel bir toplumsal düzen sistemini kurmak ve bunu dışarıdan, propaganda yoluyla mümkün olduğu yerde model deneyler örneğiyle tabana zorla dayatmak gerekiyordu. Bu yeni toplumsal sistemler daha başından itibaren ütopyaya mahdumdu” (12).

O dönemde ütopik sosyalizmin teorileri; üç büyük ütopyacı olan Saint-Simon, Charles Fourier ve Robert Owen’in teorileri, yine Engels’in deyimiyle “fantastik örtünün her tarafında ortaya çıkan dahiyane düşüncelerin embriyonlarını” içeriyorlardı(13).

Böylesi teorileri bugün savunmak, insanlığa alternatif olarak sunmak Donkişotluktan başka bir anlam taşımaz. Bu, David’in Goliath’a karşı mücadelesine benzer. Ama bu mücadelede David, Goliath’ı öldürmüştü. Bu baylarda bu cüret de yok. Çünkü amaçsız eylemciliği, takvimsel eylemi esas alıyorlar, yakınıyorlar, sızlanıyorlar. Onlar, küçük üretimin önemsizleşmiş olmasından; ortaç ağda hakim olan üretim ilişkilerinin yok almasından şikayetçiler. Onlar, kapitalizmin bu bağlamda oynağı tarihsel, ilerici rolü görmüyorlar. Tam tersine bunu bir felaket olarak tanımlıyorlar ve bu felaketten kurtulmak için insanlığı orta çağ ilişkilerine dönmeye çağırıyorlar.

Bu baylar, -bunlardan birisi de İmparatorluk'un kurucusu Negri'dir- kafalarında ‘yeni’ bir düzen oluşturuyorlar. Bu düzeni gerçekleştirmek için insanları "sağduyu" doğrultusunda hareket etmeye çağırıyorlar ve tabii onların bu düzeninde para, ücret, kar vb. önemsizleşeceği için, kendine yeterli üretim olacağı için, her bir cemaat, üretimi, dağıtımı ve politikayı belirleyeceği için, haksızlık da olmayacak, yani “ebedi adalet” hakim kılınacak.

Onların düşüncelerinde ve teorilerinde devrimci olan bir yan yok.

Küreselleşme eleştirisinde Uluslararası Protesto Hareketi, küçük burjuva siyasal körlüğün ifadesidir.

Uluslar arası Protesto Hareketi, kapitalizmin “kontrol edilmesi” hayalini yayıyor.

Uluslararası Protesto Hareketi,“demokratikleştirilmiş”,“uysallaştırılmış”,“medenileştirilmiş” bir kapitalizm talep ediyor.

Mevcut anlayışıyla Uluslararası Protesto Hareketi hareketi, reformisttir, pasifisttir.

Bu hareket, ideolojik olarak karşı devrimcidir.

DSF niçin mücadele ediyor?

Porto Alegre, daha baştan, bir protesto hareketi olmakla sınırlı kalmak istemedi. Amaç, bir protesto hareketi sınırlarını aşmaktı. DSF veya Porto Alegre, amacın,“başka bir dünya mümkün”dürü sloganlaştırmak ve gerçekleştirmek olduğunu açıkladı. Aslında bu, siyasal olarak emperyalist küreselleşmeye, neoliberalizme ve aynı zamanda da Marksizm-leninizme bir meydan okumaydı. Emperyalist küreselleşme ve neoliberalizm savunucularına, dünyadaki mevcut “kötülüklerin”, yoksulluğun, işsizliğin vb. sorumlusu sizlersiniz. Bu düzeninizin yerine başka bir dünya getireceğiz. Bu dünya da “sosyal devlet” dünyasıdır diye meydan okuyorlar. Komünistleri de sınıf düşmanı olarak görüyorlar ve ilişki ve mücadelelerine de bu açıdan bakıyorlar. Bu anlamda DSF’nin siyasal duruşu oldukça açıktır, kime karşı niçin mücadele ettiği konusunda bilinmeyen bir yanı yoktur.

Peki gerçeklik olması istenen bu dünya veya o „başka dünya“, nasıl bir dünyadır veya nasıl bir dünya hayali kuruluyor?

DSF, aslan payına emperyalist ülkelerin sahip olduğu dünya pazarının örgütlenme biçiminden/ilkelerinden dolayı dünya çapında yoksulluğun yaygınlaştığı ve derinleştiği anlayışında. Tam da bu nedenle bu pazarın işleyiş mekanizmalarının, örgütlenme biçiminin değiştirilmesini talep etmektedir. DSF, ne dünya pazarının kendisine ne de bu pazarda sürdürülen rekabete karşıdır. Onun karşı olduğu nokta, bu rekabetin sürdürülüş biçimidir. Dolayısıyla onun talebi, dünya pazarının kendisine yönelik değildir. DSF’nin talebi, dünya pazarının sadece ve sadece yeniden düzenlemesi, yana “adaletli” olması ile sınırlıdır. Sorunun esas yönü; dünya çapındaki yoksulluğun, dünya pazarlarında sürdürülen rekabetin sürdürülüş biçiminden kaynaklanmadığı, pazar mekanizmasının yasalarından, kapitalist üretim biçiminden kaynaklandığı bu forumu hiç ilgilendirmiyor.

DSF, pazar ilişkilerinin düzenlenmesi ve kontrol altına alınması ile dünya çapında yoksulluğa karşı mücadele edilebileceğini ve bu temelde söz konusu edilen o „başka bir dünya mümkün“dürün gerçekleşebileceğini savunmaktadır. DSF, kapitalizmin, yığınların ihtiyacını giderme veya yaşam koşullarını kolaylaştırma diye bir amacının olmadığını anlamak istemiyor.

DSF, azami karın amaç olduğu bir dünyada insanların ihtiyacının, ancak, bu kar amacına uygun düştüğü oranda giderilebileceğini bir türlü kavramak istemiyor.

DSF, kapitalist sistem çerçevesi içinde yoksulluğun yok edilebileceğine inanıyor ve özellikle bu doğrultuda konuşan politikacıları ve kurumları baş tacı ediyor.

DSF, tekeller, kar dürtüsüne göre hareket etmezlerse ve devletler de tekellerin bu yönelimi doğrultusunda politika geliştirmez ve uygulamazlarsa, reforme edilmiş, dizginlenmiş kapitalizmin mümkün olacağına inanmaktadır.

DSF, bu inançlarını güçlendirmek için 40-50 sene öncesine, en azından II. Dünya Savaşından 1970’li yıllara kadar olan döneme bakıyor ve orada bir „sosyal devlet“ olgusu keşfediyor. Sanılıyor ki bu devlet, iyi niyetli politikacılar tarafından yönetilmiş ve yoksulluğu yok etmek için bir dizi adımlar atmıştır.

DSF, üçüncü bir yol peşinde: Emperyalist küreselleşmenin “haksız yönleri”ne karşı mücadele ediyor. Ancak „sosyal devlet“in gerçekleştirilmesiyle işçi sınıfı ve emekçi yığınların sosyalizme yönelmelerinin önünün alınacağı bilinciyle hareket ediyor. Dolayısıyla DSF, küresel emperyalizm ile sosyalizm arasında kalan ve üçüncü yolu ifade eden reforme edilmiş kapitalizm için mücadele ediyor. DSF’nin literatüründe bu kapitalizme „insancıl, dayanışmacı“ kapitalizm deniyor. Ancak böylece emperyalist küreselleşme„sivil ve insancıl“ oluyormuş. DSF’nin kastettiği o „başka dünya“,„insancıl ve dayanışmacı kapitalizm“in hakim olduğu dünyadır.

DSF, böyle bir dünyayı, sınıf ayrımı; kapitalist-işçi ayrımı yapmaksızın, ama devrimcileri, sosyalistleri ve komünistleri, o „başka dünya“nın olasılığını gerçekliğe dönüştürmeye çağırmaksızın, onları, Plaza de Mayo Analarını dışlayarak, ama Fransız bakan ve milletvekillerini davet ederek gerçekleştirme bilinciyle hareket ve mücadele ediyor.

II. DSF çerçevesinde sosyal hareketlerin yapmış oldukları „Neoliberalizme, militarizme ve savaşa karşı direnç. Barış ve sosyal adalet için“ açıklamaları amacın ne olduğunu yeteri kadar göstermektedir:

“Neoliberalizme ve savaşa karşı mücadelelerimizi devam ettirmek, geçen yılda varılan kararları onamak ve başka bir dünyanın mümkün olduğunu bir daha göstermek için buraya geldik.…Mücadelelerimiz ve direniş eylemlerimiz, seksizme, ırkçılığa ve zora dayanan sisteme karşı. DSF, sermayeyi… sistematik olarak halkların gereksinimleri karşısında imtiyazlı yapan sisteme karşı geniş bir birliktir…

ABD ve müttefiklerinin hakimiyetini amaçlayan sürekli küresel bir savaşın başındayız…

Savaşa (Afganistan savaşı kastediliyor) muhalefet, hareketimizin yapıcı unsurlarıdır.. Filistin halkıyla dayanışma… IMF, mali kriz… Çevre sorunları…G-8’lerin toplantıları…Küresel ekonomik kriz, neoliberal iktisat modeli…Barış ve kolektif güvenlik için mücadele… Üçüncü Dünya ülkelerinin borçlarının silinmesi… Suyun, toprağın, gıdanın, tohumun, kültürlerin korunması…DTÖ’ye karşı mücadele…Sosyal adalet,vatandaş ve özgürlük haklarının muhafazası, eşitlik için mücadele…Yurt dışı borçlarının silinmesi… Spekülasyona karşı mücadele, „Tobin-Vergisi“nin uygulanması için mücadele (14). „Vergi cennetleri“nin yok edilmesi…

Hükümetler, halklar karşısında sorumludur. Çünkü biz bütün dünyada seçimli ve katılımlı bir demokrasi için mücadele ediyoruz. Devletin ve toplumun demokratikleştirilmesi ve diktatörlere karşı mücadele zorunludur…Enformasyon hakkı için mücadele…Gençlik için ücretsiz eğitim hakkı…Askere alınma zorunluluğunun kaldırılması…İndigen halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkı…”.

 DSF’nin „İlkeler Şartı“nda şunlara da yer verilmekte (15):

“Bundan sonra, Porto Alegre’de açıklanan „başka bir dünya mumkündür“den sonra DSF, alternatifleri aramanın ve inşa etmenin daimi bir süreci olacaktır…

DSF’de önerilen alternatifler, uluslararası tekeller, hükümetler ve o tekellerin çıkarlarına hizmet eden uluslararası kurumlar tarafından emredilen küreselleşme sürecine muhalif alternatiflerdir. Bu alternatifler, küreselleşmenin, dünya tarihinde hakim yeni bir aşama olarak dayanışma içinde mümkün olması olarak şekillenmektedir…

Demokrasi, barış, insanlar arasında hiç ayrım yapmaksızın barışçıl, dayanışmacı ilişkiler… Her türlü zora ve insanlar üzerindeki her türlü hakimiyet anlayışına karşı mücadele…” .

DSF’nin iddiası açık: Bu forum, kapitalizme, emperyalizme veya küreselleşmeye karşı değil. Sadece ve sadece, emperyalizmin neoliberal dayatmalarının bazı sonuçlarına karşı. Sanılıyor ki, bu sonuçlar, birtakım düzenlemelerle, politikacıların iyi niyetiyle ortadan kaldırılabilir. Ortaya konan, emperyalist küreselleşmeye karşı olan bir alternatiftir. Öne sürülen alternatif, dünya tarihinin yeni bir aşaması olarak görülüyor. Bu anlamda “başka bir dünya mümkündür”, insanlık tarihinin emperyalist küreselleşme ötesini temsil eden bir aşaması oluyor.

Demek ki DSF, “İlkeler Şartı”nda açıklandığı gibi, herhangi bir kulüp, Mevlanavari bir tekke değildir. Tam tersine orada sabırla ve bilinçli olarak belli bir anlayış kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. DSF örgütçüleri, propagandacıları, teorisyenleri, evet politikacıları niçin mücadele ettiklerini çok iyi biliyorlar. Önemli olan, bu anlayışlarının “yeni” bir dünya görüşü olarak milyonlarca işçi ve emekçi yığınlara kabul ettirilmesidir. DSF’nin elinde olağanüstü imkanlar vardır. Her taraftan destek görmektedir (16). Kimileri kendi çizgisine çekmek için, kimileri eritmek için, ama genel olarak da işçi sınıfı ve emekçi yığınları alternatif olarak sosyalizmden uzaklaştırmak için maddi manevi imkanlar sunmaktalar.

Bu hareket, Le Monde Diplomatique gibi basınıyla, ATTAC gibi kitle örgütleriyle, troçkistleriyle, anarşistleriyle, feministleriyle, hayalcileriyle, Chiapas (Meksika), Porto Alegre (Brezilya), Floransa (İtalya) gibi kutsal yerleriyle, J. M. Keynes, J. Tobin gibi fikir babalarıyla,I. Ramonet gibi önderleriyle, S. George, P. Bourdieo, M. Mies, T. Negri, R. Konten, V. Forrester gibi teorisyenleriyle, B. Cassen gibi örgütleyicileriyle, Alman, İngiliz, Fransız parlamentolarında, Avrupa Parlamentosunda, Fransız Senatosunda milletvekili, senatör olan üyeleri ve temsilcileriyle, listesini verdiğimiz vakıflarla, emperyalist-gelişmiş ülke (daha ziyade AB) dış işleri bakanlıklarıyla, neoliberalizm, “sosyal forum”, “sosyal devlet”, “sivil toplum”, “Tobin-Vergisi” gibi kavramlarıyla, “mali pazarların silahsızlandırılması”, kapitalizmin, emperyalizmin “demokratikleştirilmesi”, “dizginlenmesi”, “uluslararası tekellerin iktidarının sınırlandırılması”, “başka bir dünya mümkündür” gibi sloganlarıyla ve nihayetinde her şeyin sorumlusu olarak görülen IMF’yle, DB’yle ve DTO’yle “başka bir dünya mümkündür”ü gerçekliğe dönüştürmeye çalışmaktadır.

Şüphesiz ki, bu hareket proleter karakterli değildir. Ne siyasi, teorik, ideolojik ne de örgütsel açıdan böyle değildir. DSF, küçük burjuva kendiliğindencidir ve orada burjuva ve küçük burjuva düşünce tarzı hakimdir. Sadece önderliğinde değil, tabanında da bu böyledir. Bu hareketin önderliği, geniş bir tabanı, siyasi olarak doğrudan yönlendirmekte ve ideolojik şekillenmesini derinleştirmektedir. Hem ATTAC ve hem de dünyanın her köşesinde bu harekete bileşen olarak, taban olarak katılanların çoğunluğu proleter menşeden ve düşünce tarzından kopuktur. Bu unsurların sosyalizme, dünya proletaryasının önderlerine, devrime bakış tarzları bunu göstermektedir. Hareketin önderliği, bu gerçeğin bilincinde ve bundan dolayı da ortak nokta reformist taleplerde birleşildiği ve takvim eylemciliği esas alındığı için, siyasi açıdan gök kuşağı olma özelliğini özenle korumaya çalışıyor.

Hareketin önderliği, -bırakalım sınıf bilinci taşımayı- antiemperyalist bilincin taşınması ve tabanın antiemperyalist düşüncelerle şekillenmesi önünde de engeldir. Hareketin literatüründe emperyalizm, antiemperyalizm kavramlarının yeri yoktur. Devrim asla yoktur.

DSF’nun, emperyalizm-neoliberalizm ve ”küreselleşme” eleştirisi küçük burjuva eleştiridir ve tutucudur.

DSF, hangi görüşleri hangi perspektifle pompalıyor?

Kendini, “küreselleşme”nin aşırılıklarının törpülenmesiyle sınırlıyor. DSF için sorun, kapitalizmin kendisi değildir.

DSF için sorun olan, spekülasyondur, kar, azami kar değildir.

DSF, emperyalist burjuvazinin enjekte ettiği ve avanak küçük burjuvazinin kabullendiği “küreselleşme dönemi”nin adil ve demokratik olmasını talep ediyor.

DSF, “sosyal devlet” kavramını çarpıtıyor ve demokrasi kavramını olduğundan farklı gösteriyor.

DSF, devlete odaklanmıştır ve burjuva devlet ile pazar arasında bir farklılık oluşturmaya çalışıyor.

DSF,esas itibariyle mali sermayeyi eleştiriyor ve IMF, DB ve DTÖ’nden oluşan “üçlü kutsal ittifak”ı hedef alıyor.

DSF, bırakalım kapitalist sistemi, emperyalizmi dahi bütünlüğü içinde hedef almıyor ve “başka bir dünya olasıdır” anlayışıyla kapitalizmin demokratikleştirilebileceğini, kontrol edilebileceğini, medenileştirileceğini savunuyor.

DSF için sorun olan, genel anlamda savaştır, haklı-haksız savaş ayrımı değildir.

DSF için sorun olan, diktatörlüktür, ama sermayenin diktatörlüğü değildir.

DSF için sorun olan, adaletsizliktir, ama onun kaynağı olan burjuva düzen, burjuva mülkiyet ilişkileri değildir.

DSF için, üretim araçlarının özel mülkiyette olması asla sorun değildir, ama bu mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanan ve uçurumlaşan yoksulluk-zenginlik ayrımı sorundur.

DSF, bu ve benzeri temel düşünceleriyle ideolojik olarak, antikomünisttir, gericidir, hayalcidir ve siyasi olarak da reformist ve pasifisttir.

DSF’nin siyasi yönünü belirleyen küçük burjuva avanaklar ve aklı evveller, sistem olarak kapitalizme, mevcut “demokratik” düzene dokunulmamalı anlayışını savunuyorlar. Bu baylar, “küreselleşme”nin eleştiri konusu edilen yansımalarını bazı tekellerin, kapitalistlerin, spekülatörlerin “hırs”ına, doymazlığına, bir bütün olarak yanlış politikalara veya doğru politikaların yanlış uygulanmasına indirgiyorlar. Önemli olan, bu yanlışlardan dönmektir, yanlış olanı reddetmektir, ama bunu yaparken bu yanlışlarla kapitalist sistem arasında bağ kurmamaktır. Sistem, temizdir. Esas olan, bu temiz sistemi kirleten bazı unsurlarının yanlış politikalarını hedef almaktır.

Neoliberalizmin bu eleştirmenleri neoliberalizmi nasıl görüyorlar? Açık ki neoliberalizmi, yanlış politikanın bir ürünü/sonucu olarak görüyorlar. DSF, neoliberalizmden, yıllardan beri uygulanan özelleştirmeyi ve kuralsızlaştırmayı anlıyor (Yanlış değil, ama oldukça eksik bir kavrayış). Porto Alegre’nin, Floransa’nın, Attac’ın, bir bütün olarak DSF ve ASF’nin önde gelenleri, dünya proletaryasının ve emekçi yığınların, ezilen ulusların, emperyalizm tarafından işgal edilmiş, borç batağına, iflasa sürüklenmiş ülkelerin gözünün içine baka baka, emperyalist burjuvaziye, politikanız yanlıştır, uygulamalarınız yanlıştır diyor. Yani “bu dünyanın lanetlileri”ni, işte peşimize takılan bu milyonları, doğru politikalarla sömürün, talan edin diyor. Onlara göre neoliberalizm, yanlış politikanın bir ürünüdür!

Bu anlayışlarından dolayı DSF,dünyası yıkılanların hareketidir. Bu hareketin siyasal içeriğini belirleyen güçler, yaşanan talanın, bütün “kötülükler”in, “adaletsizliğin”, “ahlaksızlığın” sorumlusu olarak “küreselleşme”yi gösteriyorlar. Sanki, aniden, görünmeyen, anonim olan bir güç doğmuş ve bütün bu “kötülükler”in nedeni olmuş! Sanki kapitalizm, kapitalizm olduğundan buyana böyle şeyler olmuyormuş havası uyandırılıyor. Daha önce talan, “haksızlık”, haklardan mahrum kılınma yok muydu? Tabii ki vardı, ama o zaman; yakın geçmişte bir “sosyal devlet” olgusu vardı ve her şey, “demokrasi” kılıfı ve çerçevesi içinde gerçekleştiriliyordu. Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması ve yeniden örgütlenmesi, “sosyal devlet” olgusunu param parça edince, bugünün antiküreselciliği, küresellik eleştirmeni küçük burjuva çevreler, Keynesçiler,o derin uykularından uyandılar. Böyle olmaz, eskiye dönelim, frenleyelim, demokratikleştirelim, (adaletli talan, adaletli sömürü) demeye başladılar. Öyle ki bazıları hızını alamayıp, 200-300 sene öncesinin üretim ilişkilerine dönelim demeye başladı.

DSF’nin örgütlenme anlayışı

DSF, 2001’de kabul ettiği „İlkeler Şartı“nda nasıl bir örgütlenme anlayışına sahip olduğunu açıklamaktadır. Orada şöyle deniyor:

“DSF, yansıtılan düşüncenin, düşüncelerin demokratik tartışmasının, önerileri formüle etmenin, tecrübeleri özgürce teati etmenin ve neoliberalizme, sermayenin dünya hakimiyetine ve emperyalizmin mümkün bütün biçimlerine karşı direnen grupların ve sivil toplum hareketlerinin etkili faaliyetlerini koordine etmenin açık bir birleşme yeridir…

DSF, dünyanın bütün ülkelerinde sivil toplum hareketlerini ve örgütlerini bir araya getirmekte ve onları, dünya sivil toplumunu temsil eden bir kurum olma niyetinde olmaksızın birleştirmektedir.

Karşılıklı ilişkiler bağlamında DSF, toplumun örgütleri ve hareketleri arasında ulusal ve uluslararası ilişkileri kurmaya ve güçlendirmeye çalışmaktadır…

“DSF’nin toplantıları, bir kurum olarak DSF adına müzakerelerde bulunmamaktadır. Dolayısıyla hiç kimse,Forumun münferit toplantıları adına, katılımcıları bağlama iddiasında olan duruşlar dile getirmekle görevlendirilmemiştir. Forum katılımcıları, hiçbir biçimde (çoğunluğu bağlayan seçim, sözlü evet deme, eylemler için öneriler ve açıklamalar yoluyla Forum’un yerleşmiş tavırları olarak kabul edilmesi için) kurum olarak kararlar almaya çağrılmamaktadır. Dolayısıyla Forum, ne katılımcıların Forumun toplantılarında tartışmak zorunda oldukları iktidar yeri olma iddiasındadır ne de katılımcı örgütlerin ve hareketlerin faaliyetlerinin ve karşılıklı ilişkilerinin tespit edildiği bir yerdir” ( Madde 6).

“Buna rağmen, Forumun toplantılarına katılan örgütlere ve örgüt gruplarına, bu toplantılar esnasında tek başlarına ve başka katılımcılarla koordinasyon içinde açıklamalarda bulunma ve eylemler yapma hakkı tanır. DSF, böylesi kararları, yönlendirmeksizin, hiyerarşiye tabi kılmaksızın, eleştirmeksizin veya sınırlandırmaksızın, bilakis, kararları alan örgütlerin veya örgüt gruplarının sonuçları olarak elindeki dağıtım olanaklarıyla yaygınlaştırmaya çalışır” (madde 7).

“DSF, çoğulcu, geniş yelpazeli,mezhepsel olmayan, devletle bağı olmayan ve taraflı olmayan bir bağlantıdır. Bu bağlantı, ademi merkeziyetçi bir tarzda yerel ve uluslararası somut eylemlerle başka bir dünyayı inşa eden örgütleri ve hareketleri birbirine bağlar” (madde 8).

“DSF, sürekli, çoğulculuğa, eylemlerin çeşitliliğine,kendine katılmak isteyen örgütlerin ve hareketlerin faaliyetlerinin türlerine, cinsiyetlerin, etnik kökenin, kültürlerin, nesillerin çeşitliliğine açık olacaktır. Tabii bunların Şartın İlkelerine uymaları ön koşuldur. Ne partilerin ve ne de askeri örgütlerin temsilcileri Foruma katılamazlar. Bu Şartın yükümlülüklerini kabul eden hükümet üyeleri ve devlet memurları, bireyler olarak davet edilebilirler“ (madde 9).

Böylece DSF, “başka bir dünya”yı gerçekleştirmek için nasıl bir örgütlenmeye ihtiyaç duyduğunu açıklıyor. Söylenmek istenenleri kısaca açıklayalım:

1- DSF, düşünce bakımında da gerçek anlamda tam bir gök kuşağı. Konuşmanın, tartışmanın, önermenin, tecrübeleri aktarmanın bir yeri. DSF, 'benim çizgime uyuyorsan, yani benim açımdan kabul edilebilirliğin varsa; yani devrimci, sosyalist ve komünist değilsen, kürsülerimizi kullanabilirsin. Aksi taktirde kapımız kapalıdır' diyor. Demek ki DSF, Mao Zedong’un deyimiyle “yüz çiçeğin açtığı, bin fikrin yarıştığı” bir alan!

2-DSF, “başka bir dünya mümkündür'ü gerçekleştirmek amacıyla, özellikle sivil toplum örgütlerini ve hareketlerini bir araya getirmeye çalışıyor. Amaç, her bir örgütün aynı görüşte olmalarını sağlamak olmadığı için, bu çabasında fazla zorlanmıyor. Çünkü çağrılan örgüt ve hareketlerin hepsi, kendi görüşlerini, herkesi, dolayısıyla DSF’yi de bağlayan reformizm ve pasifizm çatısı altında birleşmiş durumdalar (Buna “entrizm” yapan, yani sızarak DSF’yi ele geçireceğini sanan ve bundan dolayı da DSF’nin her dediğini kabul eden bir kısım troçkistler de dahildir). DSF açısından şu veya bu örgüt veya hareketin şu veya bu konuyu farklı reformist açılardan yorumlaması hiç önemli değildir. Önemli olan, reformizmin ve pasifizmin ilke olarak kabul edilmesidir.

3-DSF, sivil toplum örgütleri ve hareketleri arasındaki ulusal ve uluslararası ilişkileri de bu çerçevede kurmaya ve güçlü kılmaya çalışmaktadır. Her ulusal ve uluslararası örgüt veya hareket, istediği gibi düşünebilir, önemli olan, düşüncelerin ve örgütlenmesinin reformizm çerçevesinde olmasıdır.

4- DSF, bir kurum değildir. Bu nedenle DSF’nin adına hiç kimse açıklama yapamaz veya DSF’yi bağlayan bir açıklamanın, karar almanın mekanizması yoktur. DSF toplantılarında, toplantıya katılanların çoğunluğunun görüşü de olsa, DSF’yi bağlayıcı karar alınamaz. DSF, bir iktidar odağı değildir. Ama bizzat DSF, “İlkeler Şartı”nı kabul etmekle pekala bir kurum olduğunu göstermektedir. DSF, her şeyden önce, çağırdığı örgüt ve hareketlerin ”İlkeler Şartı”na uymalarını önkoşul yapmaktadır. Demek ki, belli bir ayırım yapılmakta, belli koşullar getirilmekte ve böylece siyasi duruş konusunda sınırlar çizilmektedir.

5- DSF’nin mezhepsel olmayan, ama çoğulcu, geniş yelpazeli ve ademi merkeziyetçi bir bağlantı veya “ağ” olması doğrudur. Ama, iddiasının aksine DSF, devletle bağı olmayan, taraflı olmayan bir “bağlantı” değildir.

DSF, örgütsel bir yapımız, hiyerarşimiz yok demek için kendisini örgüt olarak değil, “bağlantı”, “ağ” olarak tanımlıyor. Ama onun devlet bağı ve taraflılığı esastır. Bunun en basit örneğini, davet edilen hükümet temsilcileri ve milletvekilleri ve yardım kaynakları göstermektedir. DSF, işine gelen hükümet temsilcilerini ve milletvekillerini (devletin ve partilerin temsilcilerini) davet etmekte, ama işine gelmeyenleri davet etmemekte.

DSF, katılımcı örgütlerin ve hareketlerin eylemlerini, merkezi olarak yukarıdan yönlendirmediğini, tersine sadece koordine ettiğini savunuyor. Ama düzenlenen sosyal forumların programı, kimin hangi konuda konuşacağı nasıl tespit ediliyor? Madem ki öyle, neden her isteyen örgüt veya hareket, istediği konuda konuşma yapamıyor? Demek ki, belli bir örgütlenme, belli bir hiyerarşi yapısı var ve forumlara katılanlar, konmuş olan kurallara uymak zorundalar.

DSF’nin gelişme yönü

DSF’nin önde gelenlerinin açıklamaları, alınan kararlara bizzat kendilerinin uymadığını göstermektedir. Veya her şey bizim düşüncelerimiz çerçevesinde olursa sorun yok anlayışı kabul ettirilmeye çalışılıyor. Örnek: Attac’ın önde gelenlerinden Ignacio Ramonet, “Le Monde Diplomatique”te yayımlanan (Ocak 2001) bir makalesinde DSF’nin amacını şöyle açıklıyordu:

“…I. Dünya Sosyal Forumu’ndan dolayı Porto Alegre’de neoliberal küreselleşmeyi şu veya bu tarzda eleştiren güçler ve gruplar toplandılar. Bu, insanların sosyal haksızlığı ve eşitsizliği protesto ettikleri Seattle’de, Washington’da ve Prag’da olduğu gibi… olmayacak. Porto Alegre de, yeni tipte bir küreselleşme taslağı için teorik ve pratik çerçevenin yapıcı denemesidir. Burada söz konusu olan,başka, dayanışmacı ve insancıl bir dünyanın olasılığı konusunda bir kanata sahip olmamızdır”(17).

Demek oluyor ki, uluslararası protesto hareketi, teorik ve pratik olarak bir gök kuşağı olmaktan çıkartılmalıdır: Zora başvuran bir hareket olmamalıdır: Susan George, Porto Alegre’de, DSF’de siyasi konumunu şöyle dile getiriyordu: “İtiraf etmekle üzgünüm. 21. yüzyılın başında 'kapitalizmi yıkmanın’ ne anlama geldiği üzerine hiçbir fikrim yok. Belki de filozof Paul Virilio’nun dediği gibi ‘küresel bir kaza’ yaşayacağız. Tabii bu gerçekleşirse, ona mutlaka ki devasa bir acı eşlik edecek. Bütün mali pazarlar ve borsalar bir anda çökerlerse, milyonlarca insan sokağa atılır, büyük ve küçük firmalar iflas ederler, bankaların kapanması, hükümetlerin felaketleri engelleme yeteneğini geride bırakır, güvensizlik ve polisiye olaylar yaygınlaşır ve herkesin herkese karşı mücadele ettiği Hobbes’in savaşın cehenneminde buluşuruz... İstiyorsanız beni reformist olarak tanımlayabilirsiniz. Ama böyle bir gelecekten kaçınmak istiyorum. Önceden programlanmış neoliberal gelecekten de kaçınmak istiyorum. Analizim doğruysa, söz konusu olan, karşıtın programını durdurmaktır, şimdiki, vahşi kapitalist sistemin yerini kooperatif bir sistemin alması için tedbirler almaktır; bu sistemde pazarlar, olması gereken yerde olacaktır ve onların yasası bütün topluma dayatılmayacaktır”.

DSF, aynı zamanda sosyalizmin alternatif olmasını engelleme temel göreviyle de karşı karşıyadır: Sağcı ekonomist Thomas L. Friedman ile bir tartışmasında I. Ramonet, ATTAC’ın, gelişen memnuniyetsizlik karşısında supap rolünü şöyle açıklıyor:

“Temel ihtiyaçlarını gidermek için dünya çapında milyonlarca insan, şüphesiz ki,barikatlar oluşturmaya, zora baş vurmaya hazırlar. Böyle bir çözüm beni üzmektedir. Eğer akıllı olursak, bu durma gelinmez. Dünya zenginliğinin cüzi bir kısmını neden ‘dünyanın lanetlilerine’ vermeyelim?....Ne yapabiliriz? Ayaklanmaktan ve zora başvurmaktan insanlığın yarısını nasıl alı koruz?”.

Zora başvurmak zorunda kalanları, yani kapitalist sistemi yıkmak isteyenleri dışlayacaksın, “dünyanın lahitlilerini” birtakım kırıntılarla avutup, devrim-sosyalizm konusunda “aklını çeleceksin” ve yegane yol olarak Keynesçiliği, o “sosyal devleti”ve onun için mücadeleyi göstereceksin! DSF bunu istiyor, bu doğrultuda mücadele ediyor. I. Ramonet, “başka ve dayanışmacı bir dünyanın olasılığı”nı “yeni tipte bir küreselleşme taslağı için teorik ve pratik çerçevenin yapıcı denemesi”nde ararken, DSF’nin belli bir dünya görüşü için örgütlenmesi ve mücadele etmesi gerektiğini dile getiriyor.

Bu oluşumun geleceği var mıdır? Kendisine göre vardır! O da bugünkü anlayışıyla hiçbir yere varamayacağıdır. Hindistan’da, IV. DSF’de bu açığa çıktı. Bütün çabalara rağmen “küreselleşme”ye, günümüz kapitalizmine insancıl bir çehre verilemedi. İleri sürülen talepler, neoliberal uygulamalar tarafından boşa çıkartıldı. Dolayısıyla DSF’nin bilinen talepleriyle yol almasının nesnel nedenleri pek kalmadı. Bu taleplerin, milyonları sürüklemek için çekici bir yanı artık yok. Bu nedenledir ki DSF, yeni bir teori aramaya koyulmuştur. Asya’da DSF’nin önde gelen örgütçülerinden W. Bello, bunu şu sözlerle açıklıyor:

”Şimdi yeni bir teoriye ve emperyalizmin yeni bir eleştirisine ihtiyacımız var. Hareketimiz, bu işe süratle el atmalıdır”.

Sadece bu sözler, şimdiye kadarki emperyalizm eleştirisinin işe yaramadığını ve milyonları sürükleyebilmek için yeni bir şeylerin bulunması gerektiğini göstermeye yeter. DSF’nin emperyalizm eleştirisi; emperyalist küreselleşmeyi eleştirisi reformist, pasifist; küçük burjuva açıdan eleştiridir. Yeni bir teori, nasıl bir teori olabilir? En fazlasıyla daha ileri bir teori olabilir. Daha ileri bir teori de emperyalizmin leninist analizi temelinde olabilir. DSF, bir bütün olarak bu noktaya gelemez, sınıfsal yapısından dolayı gelemez. Daha şimdiden, en azından Maoculuk temelinde radikal küçük burjuva akımların DSF’ye alternatif olarak ortaya çıkmaları, yarın DSF içinde ne türden gelişmelerin olabileceğine bir işaret olarak görülmelidir.

Her şeyden önce DSF, küçük burjuva ve Avrupa emperyalist burjuva reformizmi ve pasifizmi önderliğinde olan bir oluşumdur. Amacı oldukça açıktır: Amerikan emperyalizmi karşısında veya deyimleriyle Amerikan emperyalizminin neoliberalizmine, küreselleşmesine karşı Avrupa’nın “sosyal” karakterli emperyalizmini “yeni bir dünya mümkündür”, “başka bir Avrupa mümkündür” diye savunmaktır. Özellikle Attac üzerinden AB’nin,örneğin Irak savaşı dönemindeki tutumunun savunulması bunu açıkça göstermektedir. Özellikle IMF’nin, DB’nin, DTÖ’nün önplana çıkartılması, saldırı oklarının ABD’ye çevrilmesi ve bu anlamda AB’nin koruma altına alınması (Hindistan’da, IV. DSF) tartışma götürmez gerçekliktir.

Walden Bello, IV. DSF’de şunları dile getiriyordu:

“’80’li ve ‘90’lı yıllarda söz konusu olan, bölgesel pazarları bir dünya pazarı olarak birleştirmekti. Bu nedenden dolayı küresel kapitalist sınıfın çıkarı ortaktı…Şimdi küreselleşmenin, daha güçlü bir şekilde tek taraflı olarak ABD’nin siyasi çıkarları ve Amerikan işletmelerinin çıkarları tarafından belirlenen bir biçimiyle karşı karşıyayız”.

Burada önemli olan, ‘80’li ve ‘90’lı yıllarla ilgili bölgesel ve dünya pazarı değerlendirmesi değildir (Açıklanması gereken, bu haliyle doğru olmayan bir değerlendirme). Burada esas olan, DSF’nin anlayışıdır. Bu sözler açıkça göstermektedir ki DSF, esas itibariyle Amerikan emperyalizmine karşı mücadele etmektedir. Dünya çapında sömürü, talan, emperyalist savaş ve tahakküm dendiğinde sadece ve sadece Amerikan emperyalizmi görülmektedir. Diğer bir ifadeyle: Aslında, “küreselleşmeye” birtakım sınırlamalar getirilirse, “Tobin-Vergisi” uygulanırsa, neoliberalizm geriletilirse, kapitalizm demokratikleştirilirse mesele kalmaz. Her türlü “kötülük” Amerikan emperyalizminden kaynaklanmaktadır. O halde esas olan, Amerikan emperyalizmine karşı mücadeledir. Bu, sistem olarak kapitalizmi temize çıkartmanın yöntemidir. Demek ki, listesini verdiğimiz kurumlar, DSF’yi boşuna desteklemiyorlarmış!

1970’li yılların sonunda ve 1980’li yıllarda gündemde olan barış ve silahsızlanma hareketinin, çevre sorunları temelinde yükselen hareketin başına gelen DSF’nin geleceğini göstermektedir. Ya “olmazsa olmaz” aşamasına gelen bir durumda açıkça tavır belirleyecek ve siyasal konumunu açıklamak zorunda kalacak ya da bu oluşumun çeşitli ulusal bileşenleri, örneğin Attac gibi örgütlenmeleri, parlamenter yaşama katılacaklardır. Geriye kalan NGO’ların “bağımsız” olanları hayal kırıklığına uğrayacaklar ve hükümetler tarafından görevlendirilmiş olanları ise, hiçbir şey olmamış gibi görevlerini yerine getirmeye devam edecekler.

DSF, dünya görüşü bakımından belli bir bütünlüğün ifadesi değildir ve olamaz da. Orada iki dünya görüşü var. Birincisi: Önderliği, inisiyatifi elinde tutanların dünya görüşü. Bunlar küçük burjuva ve bir kısım emperyalist reformistlerden ve pasifistlerden oluşmaktadır. Bunların amaçlarını yukarıda belirttik. İkincisi: Özellikle Revizyonist Bloğun ve sosyal emperyalist SB’nin dağılmasından sonra umudu kırılan milyonlarca işçi ve emekçi yığınların arayışlarıdır. Bunlar, DSF’nin “başka bir dünya mümkündür” anlayışını bir alternatif olarak görüyorlar ve bu oluşuma umutla bakıyorlar.

Sonuç itibariyle:

Bu harekete kulak veren her insan, mücadeleye hazır insan demektir ve bu yığınların nezdinde, önünde, yanında bu hareketin pratik, siyasi, teorik, ideolojik, örgütsel tutarsızlığını, düzen yanlı karakterini teşhir etmeksizin, bu hareket teşhir edilemez.

Daha önce de bu türden hareketler görülmüştü. Örneğin ‘50’li yılların başında demokrasi hareketi. Komünist partilerin önderliğinde bu hareket, geniş yığınları harekete geçiriyordu (Bu hareket,daha sonra gelişenlerden tamamen farklıydı. Benzerlik kitlesellikteydi). ‘70’li yılların ikinci yarısıyla ‘80’li yılların ilk yarısı arasında gelişen kitlesel silahsızlanma ve barış hareketi dönemi yaşandı. Yeni olan, ‘90’lı yıllardan, özellikle de ‘90’lı yılların ikinci yarısından sonra yeniden bir kitlesel hareketin uluslararası gelişmesi değildir. Yeni olan, bu sefer, hareketin gelişme nedeninin emperyalist küreselleşme olmasıdır. Yani “küreselleşme”ye karşı mücadele.

Bu hareketin formüle edilmiş talepleri değil, hareketin doğuş nedeni antiemperyalisttir. Antiemperyalistliğin IMF, DB ve DTÖ’nden oluşan “üçlü kutsal ittifak” ile sınırlandırılması yanıltıcı olmamalıdır. Hareketin önderliği ve etkilediği kesimler bununla yetiniyorlar. Açık ki sınıfsal duruşlarının gereğini yapıyorlar. Bizim görevimiz ise, dayatılan bu sınırları aşmaktır. Bu sınırları aşabilmek içinde dünya çapında devrimci ve komünist güçlerin ortak hareket etmeleri gerekir. Ama olmadı.

DSF, reformizmi ve pasifizmi örgütlüyor.

Bir taraftan ezenlerin, talan edenlerin dünyası, diğer taraftan da ezilenlerin ve talan edilenlerin dünyası.

Bir taraftan neoliberalizmin savunucuları ve uygulayıcıları, diğer taraftan buna karşı direnenler.

Bir taraftan, hizmetindeki uluslararası siyasi, askeri ve iktisadi örgütleri ve devletleriyle uluslararası tekeller, diğer taraftan buna karşı gelen milyonlar.

Bir taraftan uluslararası sermayenin ve üretimin yeniden örgütlenmesi, diğer taraftan bu örgütlenmenin zulmünü çeken yığınlar.

DSF, bu kavganın ortasında yer almıyor, “arabuluculuk” yapmıyor. Taraflı hareket ediyor. Bıçağın kemiğe dayandığına inanan işçi ve emekçi yığınlarını kapitalist düzenle, emperyalist küreselleşmeyle barıştırmaya çalışıyor.

DSF, bir taraftır. Emperyalizmin, reformizm ve pasifizm kılığına büründürdüğü bir truva atıdır. Henüz örgütsel olarak oluşmamış uluslararası işçi ve emekçi cephesini içten fethetmek görevini üstlenmiş faaliyettir.

Mevcut yapısıyla DSF,„sosyal devlet“i, devlet kapitalizmini savunanların; bir kısım sosyal demokratların, reformistlerin, „sol“ların geriye çekiliş muharebesidir. Neoliberalizmle güya “çarpışarak” geri çekiliyorlar!

DSF, örgütsüz emekçi yığınların reformist, pasifist, karşı devrimci düşünce ve akımların peşine nasıl takılırın açık ifadesidir.

DSF, devrimin önünde bir engeldir. İlericilik adına dünya emperyalist sisteminin en güncel, en modern savunucularıdır. Bu örgütlenmelerin bu karakteri, bu misyonları açığa çıkartılmadıkça, teşhir edilmedikçe, bunların peşine takılan dünya çapında milyonlarca işçi ve emekçi yığınları etkileme durumumuz söz konusu olamaz.

Evet, bu hareketi hiç bir şekilde göz ardı edemeyiz. Hareketin kendisi, öz itibariyle muazzam bir antiemperyalist potansiyel taşımaktadır. Bu potansiyeli, gerçekten antiemperyalistleştirmek, devrimcileştirmek bizim elimizdedir. Daha doğrusu elimizdeydi. Çünkü DSF süreci sonlanma aşamasına girmiştir.

Bu hareketin Seattle’de bugüne kadarki gerçekliğine bakalım:

Eksik ve sığ da olsa, neredeyse salt IMF, DB ve DTÖ ile sınırlı da olsa bu hareket, antikapitalist değil, antiemperyalist içerik taşıyor. Önemli olan, bu içeriği ön plana çıkartılmasıydı.

Bu hareket, küçük burjuva reformist anlamda da olsa örgütlülükten uzaktır. Uluslararası planda eylemden eyleme örgütlenmektedir. Ona uluslararası koordine etmenin ötesine geçen, süreklilik arz eden ve yönlendirici olan bir örgütsel yapı vermek için mücadele etmeliydi.

DSF, tamamen kendiliğindenci bir harekettir. Kendiliğindencilik, bilinçsizlik olarak tanımlanamaz. Ne kadar yanlış olursa olsun vardığı kararda insan, belli bir bilinç ve amaçla hareket eder. Kendiliğindencilik, eylemin nihai sosyal etkilerinin ne olabileceğini kavramaya dayanabileceği gibi, bu etkilerin ütopik tasavvuruna da dayanabilir. Yani her iki durumda da nihai sonuç üzerine yeteri kadar düşünmemek söz konusudur.

Bu hareket, son yılların en güçlü uluslararası kitle hareketidir. DSF, enternasyonal bir hareket midir? Uluslararasılık bakımından enternasyonal bir harekettir. DSF, dünya reformizmi ve pasifizminin enternasyonal hareketidir. Bu anlamda çürümüş II. Enternasyonal’den de geri bir enternasyonaldir.

Enternasyonalizmin ideolojik anlamı vardır. Hangi sınıfın ideolojisi ve politikası temelinde yükselen bir enternasyonal sorusuna cevap verilmeksizin DSF’nin nasıl bir enternasyonal hareket olduğu açıklanamaz. Kimin adına konuşuluyor, kimin politikası formüle ediliyor, örgütleniyor? Soru bu. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların sınıfsal çıkarları bakımından bu hareket, enternasyonalist değildir. Olsa olsa küçük burjuvazinin, reformizmin, pasifizmin enternasyonalidir. Bu hareket, transnasyonaldir. Enternasyonalizmi değil, transnasyonalizmi savunmaktadır. DSF, kelimenin gerçek anlamıyla transnasyonaldir. Küreselleşme döneminin adil ve demokratik olmasını savunan bunlardır. Bu nedenle enternasyonal olamaz.

DSF’nin uluslararası kurumlara (IMF, DB, DTÖ, BM) ve emperyalist devletlere daha fazla “governance“ çağrısı, bu kurumların ve emperyalist devletlerin eline daha çok iktidar/yetki vermekten öte bir anlam taşımamaktadır. Dünyayı talan edenlere ve bu talanı örgütleyenlere yapılan daha fazla “governance“çağrısının başka bir anlamı olamaz. Böyle enternasyonal olunamaz.

DSF, dünya işçi sınıfı ve emekçi yığınları adına konuşmuyor, bu sınıfları temsil etmiyor. Bir kısım taleplerin ortaklaşması, bu gerçeği ortadan kaldırmaz. DSF, emperyalist küreselleşmenin, kendi deyimiyle “aşırılıkları”na karşı; Amerikan emperyalizminin neoliberalizmine karşı, IMF’ye, DB’na, DTÖ’ne karşı “sosyal devlet”i yeniden tesis etmek için uluslararası mücadele etmektedir. 

DSF’nin veya genel anlamda ifade edersek, uluslararası protesto hareketinin (“Antiküresel Hareket”in) enternasyonalliğiyle işçi sınıfının enternasyonalliği birbirine karıştırılmamalıdır. her şeyden önce ortada bir sınıf farklılığı vardır. Birbirleriyle antagonist çelişki içinde olan sınıfların karşı karşıya olmaları söz konusudur. Birisi kapitalist düzeni kurtarmak istiyor, reforme etmek istiyor ve bu nedenle kitle hareketini baskı aracı olarak kullanmaya çalışıyor. Diğeri iste sistemi yıkmak istiyor. Aradaki fark budur. Bu fark görülmeksizin de DSF, ASF veya Attac gibi oluşumların sınıfsal karakteri anlaşılamaz ve taleplerin görünüşteki ortaklığından dolayı reformizm ve pasifizmin kuyruğuna takılmak kolaylaşır.

I. (2001 Porto Alegre), II. 2002 Porto Alegre) veIII. (2003 porto Alegre) forumları DSF'nin yükseliş dönemini gösterir. IV. forumda (2004, Mumbai, Hindistan) DFS bölünür, aynı şehirde başka bir DSF düzenlenir. V. forum da (2005) yine Porto Alegre'de Brezilya) düzenlenir. VI. forum (2006) eş zamanlı olarak üç mekanda (Afrika, Asya ve Latin Amerika) gerçekleştirilir. Nedeni ne olursa olsun bu, güçlenmenin değil, güç kaybetmenin ifadesidir. VII. Forum (2007 Kenya) sonun başlangıcı olur. VIII. DSF (2008), daha öncekilerden farklı olarak , “küresel eylem günü” ile sonlanan “dünya çapında eylem haftası” biçimine dönüştürülür. IX. DSF (2009) yeniden Brezilya'da (Belem) gerçekleştirilir. X. DSF (2010), bütün yıl boyunca devam eden toplantı ve eylemlere dönüştürülür.

Sonuç itibariyle: Daha öncekiler gibi bu hareket de -DSF de- reformist ve pasifist emperyalist burjuvazinin kendine yüklediği tarihi misyonu yerine getirmiştir. Artık inandırıcılığı kalmamıştır. O, bitme, dağılma sürecindedir.

--

*) Bu yazı Şubat 2004'te hazırlandığı için daha sonraki DSF toplantılarını ele almıyor. 2004'ten sonraki DSF'nin gelişmesi buna pek de gerek olmadığını göstermiştir.

Kaynaklar:

1) “Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik verdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayin ayaklan altından üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hâlâ da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar. O ülkenin üretimiyle karşılanan eski gereksinmelerin yerini, karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinmeler alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık giderek olanaksızlaşıyor ve sayısız ulusal ve yerel yazınlardan ortaya bir dünya yazını çıkıyor.

Burjuvazi, bütün üretim araçlarındaki hızlı iyileşme ile, son derece kolaylaşmış haberleşme araçları ile, bütün ulusları, hatta en barbar olanları bile, uygarlığın içine çekiyor. Ucuz meta fiyatları, bütün Çin setlerini yerle bir ettiği, barbarların inatçı yabancı düşmanlığını teslim olmaya zorladığı ağır toplar oluyor. Bütün ulusları, yok etme tehdidiyle, burjuva üretim biçimini benimsemeye zorluyor; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye, yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek sözcükle, kendi hayalindekine benzer bir dünya yaratıyor.

Burjuvazi, kırı kentlerin egemenliğine soktu. Çok büyük kentler yarattı, kentsel nüfusu, kıra kıyasla, büyük ölçüde artırdı, ve böylece, nüfusun oldukça büyük bir kısmını kırsal yaşamın bönlüğünden kurtardı. Kırı nasıl kentlere bağımlı kıldıysa, barbar ve yarı-barbar ülkeleri de uygar olanlara, köylü ulusları burjuva uluslara, Doğuyu Batıya bağımlı kıldı.

Burjuvazi, nüfusun, üretim araçlarının ve mülkiyetin dağınık durumuna giderek daha çok son veriyor. Nüfusu bir araya toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş, ve mülkiyeti birkaç elde yoğunlaştırmıştır. Bunun zorunlu sonucu, siyasal merkezileşme oldu. Ayrı çıkarlara, yasalara, hükümetlere ve vergi sistemlerine sahip bağımsız ya da birbirleriyle gevşek bağlara sahip eyaletler, tek bir hükümete, tek bir hukuk düzenine, tek bir ulusal sınıf çıkarına, tek bir sınıra ve tek bir gümrük tarifesine sahip tek bir ulus içinde bir araya geldiler” (Marks/Engels;C.4, s. 466). .

2)Marks/Engels; C. 4, s. 455/456.

3)Marks/Engels; C. 25, s. 260.

4) Marks/Engels; C.25, s. 345/346.

5)Ogün ve bugün kapitalist üretimin reel üretim bazındaki durgunluğundan, üretim artışının düşük oranlı olmasından; inişli-çıkışlı durgunluktan, kronik kitlesel işsizlikten kurtulması, sermayenin kendini tam olarak değerlendirme olanağına yeniden kavuşması ancak ve ancak doymak bilmeyen yeni bir pazarla olabilir. Yani olağanüstü bir nüfus artışı veya yeni bir dünya savaşı!

6)Marks/Engels; C; 2, s. 486-488 (“İngiltere’de Çalışan Sınıfın Durumu”).

7)2000 yılının Ocak ayında sosyal forum düşüncesinde olan Brezilyalılar “Le Monde Diplomatique”in direktörü Bernard Cassen ve Fransa-Attac başkanıyla, bu düşüncenin Brezilya’da nasıl bir ilgi göreceği üzerine kaygılarını paylaşırlar. Cassen, bu düşünceye yakın ilgi duyar ve Brezilya’da bir forumun düzenlenmesi önerisinde bulunur. Forumun bir “üçüncü dünya” ülkesinde gerçekleştirilmesinin sembolik bir değeri olacağından ve Brezilya’da da Porto Alegre’nin neoliberalizme karşı mücadelede öne çıkmasından dolayı, bu forumun bu şehirde düzenlenmesinin doğru olacağı anlayışına varılır.

Attac, Brezilyalılara, böyle bir forum örgütlerseniz, sizi her yönlü destekleriz güvencesi verir. Sonuçta 28 Şubat 2000’de Sao Paolo’da bir araya gelen 8 Brezilya örgütü (ABONG; Brezilya NGO’su, ATTAC, CBJP; Barış ve Adalet İçin Brezilya Komitesi, CIVES; Vatandaş Hakları için Brezilya Müteşebbis Örgütü, CUT; İşçilerin Merkezi Birleşmeleri, IBASE; Sosyo-Ekonomik Analizler İçin Brezilya Enstitüsü, CJB; Adalet İçin Küresel Merkez, MST; Topraksız İşçiler Hareketi) Porto Alegre’de 25-28 Ocak 2001’de ilk dünya sosyal forumunu düzenlemek için karar alırlar.

Brezilyalılar ve Attac önde gelenleri, Porto Alegre belediyesiyle, eyalet yönetimiyle ve Cenevre’de de BM sorumlularıyla konuşurlar ve destek alırlar.  

Porto Alegre, DSF için eş anlamda kullanılan bir kavramdır ve onun Mekke’sidir. Floransa da Avrupa Sosyal Forumu’nun Mekke’sidir. Bu “kutsal” yerlerde kapitalizme karşı nasıl mücadele ederimin değil, kapitalizmi nasıl sosyalleştirebilirimin, sınıf mücadelesinin önünü nasıl alabilir ve sosyalizmi alternatif olmaktan nasıl çıkartırımın tartışmaları yapılmaktadır. Neoliberalizmin, militarizmin, savaşın eleştirmenlerinin yoğun ifadesi olan Porto Alegre, yüzünü neoliberalizm, militarizm savunucularına ve bellizistlere dönerek, “ne olur” neoliberal uygulamalardan,militarizmden vazgeçin, bellizist değil, pasifist olun diyenlerin kutsal yeridir.

8)Bu görüşler için bkz.: M. Mies; “Globalisierung von unten. Der Kampf gegen die Herrschaft der Konzerne”, Hamburg, 2001, s. 181-215. Anlayışları M. Mies’in anlatımından özetledik.

9)Friedrich Engels; METE, C.20, s.291, (“Anti-Dühring”).

10)Friedrich Engels; METE, C. 20,s. 248/249, (“Anti-Dühring”).

11)Karl Mark; METE, C. 13, s.8/9.

12)Friedrich Engels; METE,C. 20, s. 241, (“Anti-Dühring”).

13)Agy.).

14)Le Monde Diplomatique’in Aralık 1997 sayısında Ignacio Ramonetçok kızgın ve ateşli bir şekilde “pazarlar silahsızlandırılmalı”, “mali pazarlar silahsızlandırılmalı”, “dayanışma vergisi” uygulanmaya konmalı şiarlarıyla start vermişti. Yani yeni bir dünyanın olası yapılmasına Tobin-Vergisi ile başlanacaktır. Ramonet, “21. Yüzyılda dünyanın nihai olarak, haydutların söz sahibi olduğu bir balta girmemiş ormana dönüştürülmesi engellenmek isteniyorsa, mali pazarların silahsızlandırılması ilk yurttaşlık görevidir” diye yazıyordu (Bkz.: Ruth Jung;“Attac: Sand im Getriebe”, 2002, s. 18).

“Küreselleşme” ve sonuçlarıyla ilgili tartışmalar“çerçevesinde James Tobin’in 1972’den kalma önerisi giderek sempati toplamaya başladı. Nobel ödülü sahibi (J. Tobin), döviz transaksiyonlarının cüzi bir vergiye tabi tutulmasını öneriyordu. Tobin’e göre, kısa vadeli yatırımlar mali pazarlar üzerinde istikrar bozucu etkide bulunuyorlardı ve orada süreklilik arz eden kur dalgalanmalarına neden oluyorlardı. Her borsa gününde mali merkezler arasında gidip gelen 1,5 trilyon doların yüzde 80’i iki aydan daha az, hatta sadece 2 saatlik kısa vadeli yatırımlardır” (Peter Wahl; “Tobin Steuer”, “Besteuert die fünfte Gewalt!”, taz, 29.1.2001, s. 11) .

15) 9 Nisan 2001’de Sao Paulo’da DSF’nun örgütleme komitesini oluşturan örgütler tarafından kabul edilen ve 10 Haziran 2001’de DSF’nun Uluslararası Konseyi tarafından bir kısım değişikliklerle onanan metinden (Serbest çeviri).

16) DSF ve ASF destekçilerinin resmi listesi (http://web.inter.nl.net/users/Paul.Treanor/esf.html):

1) Droits et Démocratie; Kanada Dışişleri Bakanlığına bağlı bir kuruluş;

2) FordVakfı; Alman Yeşiller Partisiyle ilişki içinde. Bu parti, Alman Başbakanı Schröder’in partisi (SPD) ile koalisyon yapmakta ve parti başkanı Fischer de Dışişleri Bakanıdır;

3)ICCO; bir kiliseler arası örgüt; Hollanda hükümeti ve AB tarafından finanse edilmektedir;

4) Le Monde Diplomatique;

5) Oxfam;

6) RITS;

7) Rede de Informações para o Terceiro Setor;

8) Rio Grande do Sul. Eyaleti;

9) Porto AlegreValisi.

DSF’nun destekleyen medya merkezleri:
 Le Monde Diplomatique ve IPS tarafından desteklenen “bağımsız” Medya Merkezi Ciranda. Inter Press Servisi. IPS’i destekleyenler:

-Kanada Uluslararası Gelişme Ajansı (Canadian International Development Agency CIDA)

-Carl-Duisberg Cemiyeti (Almanya) (Carl-Duisberg-Gesellschaft - CDG)

-Charles Stewart Mott Vakfı (ABD),Charles Stewart Mott Foundation

-Danimarka Dışişleri Bakanlığı (Danish Ministry of Foreign Affairs)

-Avrupa Komisyonu (European Commission)

-Finlandiya Dışişleri Bakanlığı (Finnish Ministry of Foreign Affairs)

-BM Gıda ve Tarım Örgütü (Food and Agriculture Organization of the United Nations FAO)

-Ford Vakfı (ABD), (Ford Foundation)

-Friedrich-Ebert-Vakfı (Almanya), (Friedrich-Ebert-Stiftung - FES)

-Almanya İktisadi Kalkınma ve İşbirliği Bakanlığı (German Ministry for Economic Development and Cooperation, BMZ)

-G-77 Grubu (Group of 77, G77)

-Uluslararası Çalışma Örgütü (International Labour Organisation – ILO)

-İtalya Dışişleri Bakanlığı (Italian Ministry of Foreign Affairs)

-John D. & Catherine T. MacArthur Vakfı (ABD), (John D. & Catherine T. MacArthur Foundation )

-Hollanda Dışişleri Bakanlığı (Netherlands Ministry of Foreign Affairs)

-Hollanda Uluslararası Kalkınma İşbirliği Örgütü (Netherlands Organization for International Development Cooperation, Novib)

-Güney-Kuzey Merkezi (Avrupa Konseyi), (North-South Centre (Council of Europe)

-Norveç Gelişme Ajansı (Norwegian Agency for Development – NORAD)

-Norveç Dışişleri Bakanlığı (Norwegian Ministry of Foreign Affairs)

-Helsinki Üniversitesi Öğrenci Birliği (Student Union, Helsinki University)

-İsveç Uluslararası Gelişme (Swedish International Development)

-İşbirliği Ajansı (Cooperation Agency – SIDA)

- BM, Çocuk Fonu (UNICEF (U.N. Children´s Fund)

- BM, Kadınlar İçin Kalkınma Fonu (UNIFEM (U.N. Development Fund for Women)

-BM, Kalkınma Programları (U.N. Development Programme – UNDP)

-UNESCO

-BM, Çevre Programları (U.N. Environment Programme – UNEP)

-BM, Nüfus Fonu (U.N. Population Fund – UNFPA)

-W. Alton Jones Vakfı (ABD), ( W. Alton Jones Foundation)

17)Le monde diplomatique; Ocak 2001, “Warum Porto Alegre”, s. 1.

Dr. İbrahim Okçuoğlu

Neoliberalizm ve Sosyal Hareketler-I

(AVRUPA SOSYAL FORUMU – CENAZE I)

İbrahim Okçuoğlu


ASF 1-4 Temmuz arasında İstanbul'da 6. kez toplandı. Bu vesile ile bu hareketin ne olup olmadığını belli açılardan ele almanın yararlı olacağına inanıyorum.

Kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşma boyutları, uluslararası tekellerin, “süper tekeller”in dünya politikasında belirleyici güç olduklarının ifadesidir. Dünya ekonomisini, emperyalist ülkelerde ekonomi ve politikayı bu tekeller belirliyorlar ve yönlendiriyorlar. Bu ekonomide ve politikada geniş işçi ve emekçi yığınların yeri yok. Ama kapitalist dünya sistemi, geniş yığınları hesaba katmaksızın işlevsel olamaz. Bir taraftan dünya ekonomisindeki ve politikasındaki gelişmelerden dolayı daha duyarlı olan geniş yığınlar, diğer taraftan da gelişmesinin, uluslararasılaşmasının sonucu giderek istikrarsızlaşan dünya kapitalist sistemi söz konusu. Birbirini tamamlayan bu iki olgunun sonucunda yeni bir hareket doğdu: Uluslararası Protesto Hareketi.

Emperyalist burjuvazi, özellikle Revizyonist Bloğun ve SB’nin dağılmasından sonra yeni bir çağa girildiğini ifade etmek için küreselleşme kavramını dilinden düşürmedi ve yeni dönemi tanımlamak için de kendisine özgü küreselleşme teorileri geliştirdi. Çünkü ona göre teoriler, sınıflar dünyası yıkılmıştı. Artık önemli olan, bütün dünyanın demokratikleşmesi, özgürleşmesi ve refahlaşmasıydı. Böyle bir süreçte de, ideolojinin, teorilerin ve sınıfların; sınıf kavgalarının yeri olamazdı, olmamalıydı. Bu nedenle emperyalist burjuvazi, Revizyonist Bloğunve SB’nin dağılmasından bu yana yaşanan sürecin sınıfsal karakterini gizlemek için küreselleşme kavramını kullanmaktadır. Doğrudan bu kavram üzerine ve bu kavramla ilgili olarak yazılan “bilimsel” kitapların sayısı belli değil. Ama burjuvazi bu konuda derinleştikçe teşhir oluyor, esas niyetini açığa vuruyor. Emperyalist burjuvaziye göre küreselleşmenin demokrasiyle, özgürlükle, kültürle doğrudan ilişkisi var. Ama yaşam göstermektedir ki, küreselleşmenin toplumların küreselleşmesiyle hiç bir ilgisi yok, ama sermayenin uluslararasılaşmasıyla doğrudan ilgisi var. Emperyalist burjuvazi, “küreselleşme” ile, sermayenin uluslararasılaşmasını, sermayenin uluslararası hareketinin gelişmesini, kapitalist üretimin uluslararasılaşmasını kastediyor, ama bunun böyle olduğunu söylemek istemiyor. Küreselleşme, aynı zamanda, sermayenin ve kapitalist üretimin “ulusal” ve uluslararası yeni koşullara göre örgütlenmesinin ifadesidir. Emperyalist burjuvazi bunun böyle olduğunu kabul etmek istemiyor. Aksi takdirde neoliberal dayatmaların küreselleşmenin bir yansıması olduğunu kabul etmek zorunda kalacaktır.

Küreselleşmeyen kapitalizm olamaz. Kapitalizm, küreselleşme sürecinde bütün çelişkilerini açığa çıkartır ve küreselleşme sürecinin gelişmesi de kapitalizmin çelişkilerinin keskinleşmesi anlamına gelir. Emperyalist burjuvazi, tam da bu gerçeği, ucube küreselleşme teorileriyle gizlemeye çalışıyor. Emperyalist burjuvazi, duruma göre, insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten, ahlaki değerlerden, medeniyetten, kültürden vb. bahsediyor. Ama nedense bütün “iyi” olan, Batı kaynaklı!

Küreselleşme teorileri, burjuva ideolojisinin bir yansıma biçimidir ve antikomünisttir. Çünkü bu teorilerle, nihayetinde, sosyalizmin yegane alternatif olduğunu gizlemeye çalışılmaktadır.

Tekilleştirirsek, küreselleşme teorisi tutmamıştır, kısa ömürlü olmuştur. Bizzat yaşamın kendisi bu teorinin nesnellikle hiç bir ilgisinin olmadığını kanıtlamıştır ve kanıtlamaktadır. Bundan dolayıdır ki, teorinin savunucuları, küreselleşmenin zengin-fakir bütün ülkeler arasında bütün insanlara aynı derecede yararlı olmadığının; tersine zengin fakir-ülkeler arasındaki uçurumun derinleştiğinin, insan haklarını, demokrasiyi vb. sahiplenmenin kendi demagojileri olduğunun farkına varıldığını gördüklerinden dolayı, eksikliklerden, yetmezliklerden, olmaması gereken gelişmelerden, küreselleşmenin kontrol altına alınamamasından vb. bahsetmeye başlamışlardır. Açık ki bizzat küreselleşme , küreselleşme teorilerini çürütmektedir. Bu teorinin savunucularının, sermayenin ve üretimin uluslararasılaşmasının ve uluslararası örgütlenmesinin yıkıcı etkilerini itiraf etmeleri de, nesnel gerçekliğin çıplak gözle görülüyor olmasından dolayıdır. Artık,“yanlış gelişmeler”, daha “insancıl”, daha “sosyal” olunmalıdır vb. demagojiler, bu teoriyi kurtarmıyor.

Küreselleşme, karşıtlarını da doğurdu. ‘90’lı yılların başından bu yana sayısız küçük burjuva gruplar, sermayenin ve üretimin uluslararasılaşmasının sonuçlarına karşı mücadele etmek için örgütlenmeye başladılar. Böylece küreselleşmenin karşıtı olan, eleştirmeni olan Uluslararası Protesto Hareketi doğdu. Bu çevrelerin küreselleşme karşı eleştirileri, geliştirdikleri hareketin teorik temelini oluşturmaktaydı. Oluşan Uluslararası Protesto Hareketinin kendisi gibi, teorisi de kelimenin gerçek anlamıyla bir gök kuşağıydı ve gök kuşağıdır.

Bu hareketin bileşenleri oldukça kalabalık, sayısal olarak çok. Çünkü her bir grup, her bir inisiyatif, her bir komite vb. kendini bu hareketin bir bileşeni olarak görmektedir.

Bu hareket neyi savunuyor?

Bu hareketin bileşenlerinin her birinin görüşlerini ele almak, geniş hacimli bir çalışma yapmak anlamına gelir. Her bir bileşeninin ne dediğinden ziyade önde gelen bileşenlerinin ve bazı egzotik bileşenlerinin görüşlerini ele alarak bu gök kuşağı hareketinin teorik duruşunu gösterelim.

Bu hareketin, somutta da ASF'nin örgütsel bir yapısı yoktur. Tam bir takvim eylemciliği yapılmaktadır. Sorun, eylemden eyleme, şu veya bu bileşeni dışlayan tartışmalardan kaçınarak, en geniş kesimleri harekete geçirmek ve en kalabalık eylemi gerçekleştirmektir. Eylem öncesinde, esnasında ve sonrasında isteyen, istediğini söyleyebilir, propaganda yapabilir. Hal böyle olmasına rağmen bu hareketin temel çizgisi ve yönelişi hep aynı kalır. Çünkü bu hareketin önde gelen bileşenleri aynı anlayıştadır. Hazırlık tartışmalarını istedikleri gibi yönlendirirler. “Aykırı” düşüncelerin sızmasını engelleyen tedbirleri alırlar. Bu baylar için, çizgilerine uymayan her düşünce, özellikle de Marksistlerin düşünceleri, “aykırı” düşüncelerdir. Ama hazırlık toplantılarda demokrasi adına, farklı görüşlerin dile getirilmesine tahammül edilir. Sonuç değişmez. Yıllardan beri bu böyle. Özellikle Fransa’da ATTAC’ın (1998), Dünya Sosyal Forumu’nun DSF (2000) ve Avrupa Sosyal Forumu’nun (ASF 2002) oluşumundan buyana dünya kamuoyuna aynı görüşler pompalanır.

Hangi görüşler hangi perspektifle pompalanıyor?

ASF, emperyalist burjuvazinin pompaladığı ve avanak küçük burjuvazinin kabullendiği küreselleşme döneminin adil ve demokratik olmasını istiyor.

ASF, “sosyal devlet” kavramını çarpıtıyor.

ASF,demokrasi kavramını olduğundan farklı gösteriyor.

ASF veya Uluslararası Protesto Hareketi, burjuva devlet ile pazar arasında bir farklılık oluşturmaya çalışıyor.

ASF, devlete odaklanmıştır.

ASF,esas itibariyle mali sermayeyi eleştiriyor.

ASF, IMF, DB ve DTÖ’nden oluşan “üçlü kutsal ittifak”ı hedef alıyor.

ASF, “küreselleşme”nin aşırılıklarının törpülenmesini talep ediyor.

ASF, bırakalım kapitalist sistemi, emperyalizmi dahi bütünlüğü içinde hedef almıyor.

“Başka bir dünya mümkündür” anlayışıyla DSF, ASF veya Uluslararası Protesto Hareketi, kapitalizmin demokratikleştirilebileceğini, kontrol edilebileceğini, medenileştirileceğini savunuyor.

ASF, enternasyonalizmi değil, transnasyonalizmi savunuyor.

Bu ve benzeri temel düşünceleriyle ASF, antikomünisttir, gericidir, hayalcidir, reformisttir; eleştirisi küçük burjuva eleştiridir, tutucudur.

Dünyanın önde gelen tekel gruplarından Asea-Brown-Bavery’nin başkanı Percy Barnevik, küreselleşmeden neyi anladığını şöyle anlatıyor:

“Küreselleşmeyi, firmalar grubumuzun istediği yerde ve zamanda yatırım yapma, istediğini üretme, istediği yerde satma ve satın alma ve iş yasaları veya başka düzenlemeler nedeniyle (gündemde olan) bütün kısıtlamaların mümkün olduğunca az tutulması özgürlüğü olarak tanımlıyorum”.

Buna karşın küreselleşme eleştirmenleri, bir bütün olarak ASF neyi talep ediyor? Düzeltmeyi, kontrol etmeyi, yeni yasalarla sermaye hareketini dizginlemeyi, yani kapitalizmi kontrol altına almayı, tekellerin hakimiyeti yerine küçük üretim birimlerine dönmeyi vb. talep etmektedir. Bu hareket, emperyalizmi demokratikleştirmek istiyor; politikayı, ekonominin yoğunlaşmış bir ifadesi olarak görmüyor, burjuva politika ile ekonomiyi birbirinden ayırıyor ve emperyalist devlete, burjuva partilere “düzeltin”, “demokratikleştirin”, “dizginleyin” çağrıları yapıyor.

ASF'nin politikasını belirleyen bileşenleri, sermayenin ve üretimin uluslararası örgütlenmesine, bu örgütlenme çerçevesinde bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin talan edilmelerine karşı değiller. Onlar, sadece, bu işin kuralsızlıklar içinde değil, belli kurallar çerçevesinde, “aşırılıklar”ın engellenerek yapılmasından yanalar.

Aslında emperyalist burjuvazi, uluslararası tekeller, Marks’ı, Uluslararası Protesto Hareketinden daha iyi anlıyorlar. Marks, “Grundrisse”de “dünya pazarı oluşturma eğilimi, kapital kavramında dolaysız bir şekilde vardır. Her sınır, aşılması gereken engeldir” tespitini yapıyor. Emperyalist burjuvazinin, süper tekellerin bugün veya yıllardan beri veya da bütün emperyalizm çağı boyunca yapmaya çalıştıkları ve yaptıkları da Marks’ın bu öngörüsünü doğrulamaktan ibarettir.

Ama Uluslararası Protesto Hareketi, ASF olmaz diyor, daha doğrusu böyle olmaz diyor. Bu iş, kontrollü olmalıdır, birtakım kurallar konmalıdır ve her şey kurallar içerisinde yapılmalıdır diyor. Bunu gerçekleştirmek için de emperyalist devlete, partilere, tekellere çağrılarda bulunuyor. Kundakçıya itfaiyeci elbisesi giydiriyor.

Frenleyelim, demokratikleştirelim, yasalarla düzenleyelim çağrısını yapan ASF ve DSF, bu konuda da Marks ve Engels’i, uluslararası tekellerin anladığı kadar anlayamamıştır. Niye anlasın ki?!

Komünist Manifesto’da şöyle deniyor:

“Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik verdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayin ayaklan altından üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hâlâ da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar. O ülkenin üretimiyle karşılanan eski gereksinmelerin yerini, karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinmeler alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık giderek olanaksızlaşıyor ve sayısız ulusal ve yerel yazınlardan ortaya bir dünya yazını çıkıyor.


Burjuvazi, bütün üretim araçlarındaki hızlı iyileşme ile, son derece kolaylaşmış haberleşme araçları ile, bütün ulusları, hatta en barbar olanları bile, uygarlığın içine çekiyor. Ucuz meta fiyatları, bütün Çin setlerini yerle bir ettiği, barbarların inatçı yabancı düşmanlığını teslim olmaya zorladığı ağır toplar oluyor. Bütün ulusları, yok etme tehdidiyle, burjuva üretim biçimini benimsemeye zorluyor; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye, yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek sözcükle, kendi hayalindekine benzer bir dünya yaratıyor.

Burjuvazi, kırı kentlerin egemenliğine soktu. Çok büyük kentler yarattı, kentsel nüfusu, kıra kıyasla, büyük ölçüde artırdı ve böylece, nüfusun oldukça büyük bir kısmını kırsal yaşamın bönlüğünden kurtardı. Kırı nasıl kentlere bağımlı kıldıysa, barbar ve yarı-barbar ülkeleri de uygar olanlara, köylü ulusları burjuva uluslara, Doğuyu Batıya bağımlı kıldı.

Burjuvazi, nüfusun, üretim araçlarının ve mülkiyetin dağınık durumuna giderek daha çok son veriyor. Nüfusu bir araya toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş ve mülkiyeti birkaç elde yoğunlaştırmıştır. Bunun zorunlu sonucu, siyasal merkezileşme oldu. Ayrı çıkarlara, yasalara, hükümetlere ve vergi sistemlerine sahip bağımsız ya da birbirleriyle gevşek bağlara sahip eyaletler, tek bir hükümete, tek bir hukuk düzenine, tek bir ulusal sınıf çıkarına, tek bir sınıra ve tek bir gümrük tarifesine sahip tek bir ulus içinde bir araya geldiler” (1).

ASF, DSF veya Uluslararası Protesto Hareketi, kapitalizmin bu gerçekliğini anlayacak düşünce yeteneğinden yoksundur. Aksi takdirde, burjuvazinin dün ve bugün yapmış olduğunun, kapitalizmin gelişmesinin nesnel yasalarının sonuçları olduğunu görür ve sorunun, bu sonuçlarla uğraşmak olamayacağını, bu sorunlardan kurtulmak için eleştirinin ve mücadelenin kapitalist sisteme yöneltilmesi gerektiğini kavrayarak hareket ederdi.

Bu hareketin küreselleşme eleştirileri kapitalizmin nesnel gelişme yasalarını hiçe sayıyor. Bu baylar, kapitalist gelişmeyi, sermayenin ve üretimin yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini, sermaye-tekel oluşumu ilişkilerini, kapitalizm-dış pazar ilişkilerini hesaba katmıyorlar. Sanıyorlar ki, çıkartılacak yasalarla özlemini duydukları “sosyal devlet” dönemine geri dönülebilir.

Amerikan hükümet dışı örgütlerinden (NGO) “Coup Watch” ve “Global Exchange”e göre “tekellerin olması gerekenden fazla iktidarı”na karşı mücadele edilerek “başka, demokratik bir dünya” kurulmalıdır. Yani tekellerin gücü sınırlandırılmalıdır. Bunların, “merkezi stratejik amaç”larından birisi, “tekeller ile devlet arasında ayrımı” sağlamaktır. Bu baylara göre, devlet ile tekellerin iç içe geçmeleri, “tekel fundemantalist devletler”in doğmasına neden olmaktadır ve bu da “demokrasiye karşıdır”. Bahsedilen ayrım, “IMF, DB, DTÖ, BM vb. uluslararası kurumlar bazında da” söz konusu edilmelidir.

DSF ve ASF içinde antitekelci eğilimler de oldukça yaygındır. Yukarıdaki örnekte de bunu görüyoruz. Ama bu hareket, bir bütün olarak antitekelci değildir. Ama bir bütün olarak tekel eleştirmenlerinden oluşmaktadır. Onun bir kısım bileşeni tekelciliğe karşıdır, küçük üretimin, tekelci olmayan sermayenin savunucusudur. Diğer kısmı, bu hareketin siyasi karakterini belirleyen kısmı ise tekele, sermayenin ve üretimin uluslararası örgütlenmesine, bir bütün olarak emperyalist talana karşı değildir, sadece, uluslararası tekellerin insaflı harekat etmelerini, faaliyetlerinin yasalarla sınırlandırılmasını, emperyalist talanın belli yasalar çerçevesinde yapılmasını savunur. Bundan dolayı da tekelciliği sadece bu düzeyde eleştiriyor.

ATTAC (“Yurttaşlar İçin Tobin-Vergisi Eylemi” veya “Vatandaşların Lehine Mali Transaksiyonların Vergilendirilmesi İçin Birlik”) ASF'nin en güçlü ve en popüler bileşenini oluşturur. “Le Monde diplomatique”in şef redaktörü Ignacio Ramonet’ın yoğun çabaları sonucunda Fransa’da kurulan (3 Haziran 1998) ATTAC, kısa zamanda dünyanın birçok ülkesine yayıldı. Fransa’da, Almanya’da bir çok senatörün, milletvekilinin, sosyal demokrasinin önde gelen Lafontaine gibi liderlerinin (Almanya) üye olduğu bu kuruluş, “sosyal devlet”i kurtarmanın çabası içindedir. Bu kuruluş, insanlığı, kapitalizmle, emperyalist talanla barıştırmanın çabası içindedir. Bu kuruluş, “başka dünya olasıdır” anlayışının “demokratik” emperyalist sistemde gerçekleşebileceğinin propagandasını yapmaktadır. Bu kuruluş, vahşi- aslında gerçek- Amerikan küreselleşme anlayışının karşısına Avrupai küreselleşme anlayışını koyan ve bu nedenle de Amerikan emperyalizmine karşı Avrupa, özünde de AB emperyalizmini ve küreselleşmesini savunan kuruluştur.

Le Monde diplomatique’in Aralık 1997 sayısında Ignacio Ramonet efendi çok kızgın ve ateşli bir şekilde “pazarlar silahsızlandırılmalı”, “mali pazarlar silahsızlandırılmalı”, “dayanışma vergisi” uygulanmaya konmalı şiarlarıyla start vermişti. Yani yeni bir dünyanın mümkün yapılmasına Tobin-Vergisi ile başlanacaktır. Ramonet efendi, “21. Yüzyılda dünyanın nihai olarak, haydutların söz sahibi olduğu balta girmemiş bir ormana dönüştürülmesi engellenmek isteniyorsa, mali pazarların silahsızlandırılması ilk yurttaşlık görevidir” diye yazıyordu (2).

Ramonet efendinin, “mali pazarları silahsızlandırmayı” “öncelikli vatandaşlık görevi” yapmasından sonra, eylemin pratik örgütlenmesi – ATTAC’ın örgütlenmesi- görevi Bernard Cassen’a (İngiliz edebiyatı profesörü ve söz konusu gazetenin direktörü) verildi. Böylece ATTAC doğdu ve bütün dünyada yaygınlaştı.

Devam etmeden önce ATTAC’ın en önemli silahı mali pazarları silahsızlandıracak(!) derecede güçlü sanılan silahı, Tobin-Vergisi’nin ne anlama geldiğini açıklayalım.

Küreselleşme ve sonuçlarıyla ilgili tartışmalar“çerçevesinde James Tobin’in 1972’den kalma önerisi giderek sempati toplamaya başladı. Nobel ödülü sahibi (J. Tobin), döviz transaksiyonlarının cüzi bir vergiye tabi tutulmasını öneriyordu. Tobin’e göre, kısa vadeli yatırımlar mali pazarlar üzerinde istikrar bozucu etkide bulunuyorlardı ve orada süreklilik arz eden kur dalgalanmalarına neden oluyorlardı. Her borsa gününde mali merkezler arasında gidip gelen 1,5 trilyon doların yüzde 80’i iki aydan daha az, hatta sadece 2 saatlik kısa vadeli yatırımlardır”(3).

Bu kadar basit. İşte her vatandaşın, “öncelikli vatandaşlık görevi” olarak kullanabileceği bir silah!

Bu verginin dünya çapında uygulanması sonucunda “yuvarlak olarak 90 milyon dolar elde edilecek”. Ve bu, “bütün sanayi ülkelerinin gelişme yardımının iki misli olan bu miktar, bazı iklim politikası, sosyal amaçlar veya gelişme politikası gibi anlamlı girişimlerde” (4) kullanılabilirmiş! Mali pazarlarda büyük kumar oynayanların vergilendirilmesine karşı değiliz. Ama bu vergilendirmeyle de aynı pazarların silahsızlandırılacağına, sermayenin dizginleneceğine inanacak kadar da hayalci değiliz. Bu talep, hayalci olduğu kadar gericidir de. Neden?

Bu vergiyle mali pazarlarda spekülasyonun önünün alınamayacağını bizzat ATTAC açıklıyor! “Tobin-vergisi, dünya ekonomisi üzerinde mekanizmayı durdurmadan mekanizma içinde kum etkisi yapar. Dövizleri vergilendirmek, her amaç için kullanılan silah değildir. Yüzde 10, 20 veya Asya krizinde olduğu gibi yüzde 40 ila yüzde 60 karın elde edileceği spekülatif saldırılar engellenemez” (5).

Demek ki Tobin-Vergisi spekülatif saldırılara karşı bir çare değil. Neye karşı çare? “Sadece ‘normal’ sıradan spekülasyona karşı” (6).

Değer mi diyeceksiniz! Değer! Değer, çünkü Almanya ve Fransa’da bu vergilendirmeyi doğru bulan reformist kesimler var. Şüphesiz ki bu vergi, karı sınırlıyor, ama anlaşılan o ki Almanya ve Fransa’da bir kesim tekelci burjuvazinin çıkarlarına hizmet ediyor. Bu nedenden dolayı olsa gerek birçok burjuva, sosyal demokrat politikacı ATTAC’cıdır.

Bu vergi, uluslararası tekelleri; mali pazarlardaki aktörleri etkiler mi? Etkilemez. Çünkü tekeller, bu vergi miktarını fiyatlara bindirirler (tekel fiyatı). Ancak, tekelci olmayan sermaye kesimini etkileyebilir.

Spekülatif sermaye, aşırı birikim sonucu oluşan sermayedir. Bu sermaye, maddi değerlerin üretimine yatırıldığında beklenen azami karı getirmeyecektir. Getirecek olsaydı başka yatırım alanı aramazdı. Azami kar elde etmek için “gözü dönmüş” bu sermayeyi Tobin-Vergisi hiçbir şekilde etkilemez. Çünkü;

“Sermaye, kar olmadığı zaman ya da az kar edildiği zaman hiç hoşnut olmaz, tıpkı eskiden doğanın boşluktan hoşlanmadığının söylenmesi gibi. Yeterli kar olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli bir yüzde 10 kar ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır; yüzde 50, küstahlaştırır; yüzde 100, bütün insansal yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kar ile, sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga kar getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler. Kaçakçılık ile köle ticareti bütün burada söylenenleri doğrular” (7).

Ramonet efendinin silahı, azami kar için her şeyi göze alan, her türlü cinayeti işleyen sermayenin önünü alabilir mi? Alamaz. Sermayenin azami kar için yeni yatırım alanı araması ve azami kar için barbarlığı da göze alması onun; kapitalist üretim biçiminin yasal bir sürecidir. Kapitalizmi yok etmeden bu gerçekliği ortadan kaldıracak bir güç yoktur. Ramonet efendi, Tobin-Vergisi ile sermayeyi yeniden maddi değerlerin üretimi sürecine yöneltmeye çalışıyor. Ama sermaye Ramonet efendiyi dinlemiyor. Eğer dinleme yeteneği olsaydı Soros efendiyi dinlerdi.

Tobin-Vergisi ile bağlam içinde daha bir çok anlayış eleştirilebilir. Örneğin, bu vergiyi toplayan devlet, bu miktarı ne yapacak? Gerçekten sosyal amaçlar için mi kullanacak? Vergiyi toplayan devlet, bu miktarı yeniden,tekellerin hizmetine sunmayacak mı?

ATTAC, kapitalizmin/emperyalizmin dizginlenebileceği, yasalarla uygarlaştırılabileceği, reforme edilebileceği hakkında gerici, karşı devrimci hayaller yaymaktadır.

ATTAC, kendisini, “pazarların zincirlerinde boşanmış güçlerine karşı geniş toplumsal ittifak” olarak tanımlıyor. Ama günlük yaşadığımız kapitalizm üzerine; rekabet, ücret, yabancılaşma, barbarlaştırma, baskılar vb. üzerine hiç bir şey söylemiyor. Uluslar arası Protesto Hareketinin birçok bileşeni gibi ATTAC da, “ekonomi, sömürü, spekülasyon, işten çıkartmalar ve (ekonominin) ağırlık merkezini yurt dışına kaydırma ile mutlaka elele gitmek” zorunda değildir anlayışını savunuyor. ATTAC, “demokratik düzenleme” ve “küreselleşmenin medenileştirilmesini” talep ediyor, “siyasi sorumluların, ekolojik ve sosyal adaletli bir küreselleşme için” güçlü tavır koymaları çağrısı yapıyor.

ATTAC ve baş kurucusu Ramonetefendi “adaletli” bir kapitalizm istiyor.

Şimdilerde “sol”cu olan Alman sosyal demokratlarının önde gelenlerinden O. Lafontaine’in,ATTAC,“demokrasinin kurtarıcısıdır” anlayışı aslında her şeyi açıklıyor.

DSF veya ESF için sorun olan, “küreselleşme”dir, kapitalizmin kendisi değildir; sorun olan, spekülasyondur, kar, azami kar değildir, sorun olan, genel anlamda savaştır, haklı-haksız savaş ayrımı değildir; sorun olan, diktatörlüktür, ama sermayenin diktatörlüğü değildir; sorun olan, adaletsizliktir, ama onun kaynağı olan burjuva düzen, burjuva mülkiyet ilişkileri değildir. Bu baylar için, üretim araçlarının özel mülkiyette olması asla sorun değildir, ama bu mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanan ve uçurumlaşan yoksulluk-zenginlik ayrımı sorundur.

Bu baylara göre neoliberalizm, yanlış politikanın bir ürünüdür!

Ama neoliberalizm; burada kuralsızlaştırma ve özelleştirme politikası, yanlış düşüncelerin sonucu değildir. Kapitalist üretim biçiminin bütün çıplaklığıyla açığa çıkan çelişkileri, onun yapısal krizi, neoliberalizmin maddi temelini oluşturmaktadır ve bundan dolayıdır ki bugün emperyalist burjuvazi, uluslararası tekeller, talan ve sömürüyü, sınıfsal çıkarlarını, ancak ve ancak neoliberal uygulamalarla gerçekleştirebiliyorlar. Hal böyle olmasına rağmen Uluslararası Protesto Hareketi, hayal dünyasında geziniyor ve dünya kamuoyuna şu mesajı veriyor: Hakim güçler; politikacılar, tekeller, isterlerse bu yanlış politikayı uygulamaktan vazgeçebilirler, isterlerse sömürü ve talanı başka türlü; “demokratikçe”, “adalet”li olarak örgütleyebilirler. Yani “başka bir dünya mümkündür”!

Bu avanaklar, kendilerini izleyen milyonlarca işçi ve emekçiye, bugünkü yönetimlerin uyguladıkları politika yanlıştır, doğru politikaların uygulanması durumunda “küreselleşme”nin bu uç yönleri olmayacaktır. Kapitalizme alternatif olarak sosyalizmi unutun, yeğene alternatif, kontrol altına alınmış kapitalizmdir çağrısını yapıyorlar.

Eleştirilerinin özü bundan ibarettir.

Ramonet efendi ve hayal pazarlayıcısı S. George hanımefendi, evet bir bütün olarak DSF, ASF ve Uluslararası Protesto Hareketi, IMF, DB, DTO gibi uluslararası kurumları “demokratikleştirmek” ve “reforme etmek”,“uluslararası tekelleri” “uysallaştırmak” ve “küreselleşme”yi “adaletli yapmak” için mücadele ediyorlar. Böylece, sermayenin ve üretimin uluslararasılaşmasını ve uluslararası yeniden örgütlenmesini “demokratik” kontrol altına almak istiyorlar.

Bu baylar, “serbest ticaret” istemiyorlar, “centilmence ticaret” talep ediyorlar. Peki kimden istiyorlar? Burjuva devletten, uluslararası tekellerden ve adı geçen uluslararası kurumlardan. Bir kapitaliste, işçileri sömürüyorsun, kar etmek için üretiyorsun, bir emperyalist ülkeye veya tekele, sermaye ihraç ediyorsun diye atıfta bulunmak ne kadar doğruysa, yukarıdaki talepleri de o adreslere yöneltmek o kadar doğrudur.

P. W. Annenkow’a yazdığı 28 Aralık 1846 tarihli mektubunda Marks, şöyle der;

“Aslında o da (Proudhon’u kastediyor. çn.), bütün iyi burjuvaların yaptıklarını yapıyor. Bunların hepsi, rekabetin, tekelin vb. ilke olarak, yani soyut düşünceler olarak alındıklarında, yaşamın biricik temelini oluşturduklarını, ama pratikte ise kişiye bundan çok daha fazlasını arzulattıklarını söylerler. Bunların hepsi, rekabeti, rekabetin öldürücü etkileri olmaksızın isterler. Bunların hepsi de olanaksızı, yani burjuva varlığın koşullarını, bu koşulların zorunlu sonuçları olmaksızın isterler. Bunlardan hiçbiri, burjuva üretim biçiminin, tıpkı feodal üretim biçimi gibi, tarihsel ve geçici olduğunu anlamaz. Bu yanılgıyı doğuran şey, burjuva insanı, her toplumun mümkün biricik temeli olarak görmeleridir; bunlar, insanların artık burjuva olmayacakları bir toplum düşünemezler”(8).

Marks’in dediği gibi, ha Proudhon, ha şunu bunu düşünemeyen, “sonuçlarına katlanamayan” “onlar”! Ha Ramonet efendi, ha DSF, ASF!

Bu baylar, her şeyin demokratik olmasını istiyorlar; demokratik kapitalizm, demokratik emperyalizm, yani demokratik sömürü, demokratik talan, demokratik yoksulluk ve zulüm! Bunların istedikleri demokrasi nerede bulunur, nasıl uygulanır, bunu bilmiyoruz, ama bizler gibi bir dünyalı olan Lenin, durumu şöyle açıklıyor:

“Ekonomik açıdan emperyalizm (ya da mali-sermaye "çağı" — sözcükler önemli değil) kapitalizmin gelişmesindeki en yüksek aşamadır,üretimin çok büyük ve engin boyutlara ulaşmasıyla serbest rekabetin yerini tekele bıraktığı aşamadır. Emperyalizmin ekonomik özü budur. Tekel kendini, tröstlerde, birliklerde (syndicates), vb., dev bankaların mutlak kudretinde (omnipotence), hammadde kaynaklarının kapatılmasında, vb., banka sermayesinin birikiminde, vb. ortaya koyar. Her şey ekonomik tekele dayanır.

Bu yeni ekonominin, tekelci kapitalizmin (emperyalizm tekelci kapitalizmdir) siyasal üst yapısı, demokrasiden siyasal gericiliğe değişimdir. Demokrasi serbest rekabete tekabül eder. Siyasal gericilik tekele tekabül eder. Rudolf Hilferding, Finance Capital'inde gayet haklı olarak "mali-sermaye, özgürlük için değil, egemenlik için çabalar" der“ (9).

Ne diyelim, bizim yol gösterenlerimizden birisi de Lenin. Her halükarda Ramonet efendi değil!

Belirttiğimiz gibi, ASF, DSF, bir gök kuşağı hareketidir. Bu hareketin her bir bileşeni, bulunduğu sosyal, sınıfsal konumdan hareketle küreselleşmeyi eleştiriyor. Kendi açılarından da haklılar. Ama hepsinin ortak temel yönlerinden birisi, belki de belirleyici olanı, emperyalizmin ekonomisini politikasından ayırmaktır.

Bu konuda Lenin.
"Asıl olan şu ki, Kautsky, emperyalizmin politikasını ekonomisinden ayırmakta; ilhakların mali-sermayece "tercih edilmiş" bir politika olduğunu ileri sürmekte ve bu politikanın karşısına, güya olanaklı görünen ve gene mali-sermaye temeline dayanan başka bir burjuva politikası çıkarmaktadır. Buradan da, ekonomi içerisinde tekellerin, tekeli, zoru ve fethi dıştalayan bir politik tutumla bağdaşabileceği sonucunu çıkarmaktadır. Bu da, tam anlamıyla mali-sermaye döneminde tamamlanmış olan ve en büyük kapitalist devletlerin arasındaki rekabetin günümüzdeki biçimlerinin kendine özgü temelini meydana getiren "dünyanın paylaşılması olayının" emperyalist olmayan bir politikayla bağdaşabileceği demek oluyor. Böylece, Kautsky, kapitalizmin -bugünkü evresinin en temel çelişkilerini bütün derinliğiyle ortaya koyacağı yerde, bunları daha hafif göstermeye, gizlemeye çalışıyor. Vardığı sonunda, Marksizmin yerine, burjuva reformizmi oluyor….


Bankaların ve tröstlerin politikasına karşı yapılıp da bunların ekonomik temellerini kavramayan bir "mücadele", reformizmden ve burjuva pasifizminden başka bir şey değildir, masum ve iyi niyetli isteklerden öteye gidemez. Var olan çelişkileri bütün derinliğiyle ortaya koymak yerine onlardan kaçmak, en önemlilerini gözden kaçırmak, Kautsky'nin Marksizmle hiçbir ortak yanı olmayan teorisi böyledir işte“ (10).

Sonuç itibariyle:

Küçük burjuva idealist bir hareket olarak Uluslararası Protesto Hareketi, DSF, ASF, bir noktada gerçekten tutarlı ve radikaldir: Burjuva düzene, kapitalist sisteme sarsılmaz bir inançla bağlılık. Düzene inancının sarsılmazlığı, onu bu noktada tutarlı ve radikal yapıyor. Bu anlayışında asla taviz vermiyor ve her türlü karşı girişimi püskürtmenin tedbirlerini almış durumda. Burjuva toplumun ulusal/uluslararası kurumlarını ve sorumlularını tanıyor/kabulleniyor, ama fonksiyonlarının ne olduğunu sorgulamıyor, sadece, kendine göre yanlış olanın düzeltilmesini talep ediyor.

DSF ve ASF, hayal kırıklığına uğramış, ama düzenden umudunu kesmemiş yığınları, yeniden düzene kazandırmak için hakim sınıflara hitap ediyor; “demokrasi”, “adalet”, “kontrol” gibi kavramlarla düzen ile, düzenin hayal kırıklığına uğrattığı yığınlar arasında “toplumsal barışı” sağlamayı amaçlıyor. Bu alanda demagoji, “pazar ekonomisi de eşitlik üzerinde büyür” (Almanya ATTAC, Borchert) noktasına vardırılıyor.

Bu hareketin eleştirisi ehlidir, „terbiye edilmiştir“; düzenin sınırlarını zorlamaya yönelik değildir.

Bu hareketin geleceği ve antiemperyalist mücadelenin sorunları:

Gösterilerden,kongrelerden, karşı zirvelerden öte bu hareket milyonlara ne verdi? Sınıf bilinci mi taşıdı, onları örgütlemek için bir faaliyet mi sürdürdü? Veya siyasi ve teorik mücadeleyi mi göze aldı? Hayır. Revizyonizmin atası E. Bernstein’ın ilkesine göre hareket etti: Hareket her şey, sonuç hiçbir şey! Reformist de olsa, gerici de olsa, elde edilen bir sonuç var mı? Yok. Bu hareketin her tarafı, hakim sınıflara yönelik rica talepleri ile örülmüş.

Hareketin kendisi bir rica abidesidir!

Bu hareket, kapitalist düzeni aşmak, onu yıkmak isteyen, mücadele etmek isteyen, uzlaşmak istemeyen, bu düzenden umudunu kopartmak isteyen milyonlarca işçinin ve emekçinin önünde bir engeldir. Daha ileri gitmek isteyenleri, kapitalist sisteme karşı mücadele etmek isteyenleri, geriye, kapitalist düzenin sınırları içine çekmeye çalışıyor. Onun tarihsel görevi budur. Bundan dolayıdır ki, Avrupa’nın sosyal demokrat partileri tarafından destekleniyor.

Bu hareket, umudun, geleceğin sosyalizm olduğu gerçeğine karşı mücadele ediyor. Salt, umudu bu düzenle sınırlama anlayışı, onun bu gerçekliğini sergilemektedir.

Gök kuşağı olarak kalmayı ilke edinen bu hareket, şüphesiz ki, bırakalım Marksist olmayı, devrimci de değildir. Ama devrim üzerine oynuyor. Devrim yapacak güçleri yönlendirmeye çalışıyor. Bütün dünyada demokratik ve sosyalist devrim güçlerini reformizmin kuyruğuna takmaya, “demokratik’ emperyalizmin arabasına koşmaya çalışıyor. Hele şimdi, 2010 yılında dünya çapında işçi sınıfı ve emekçi yığınların işsizliği, baskıyı, sömürüyü, burjuva düzeni sorgulamaya başladıkları; dünyanın birçok ülkesinde devrimci mücadelenin mayalandığı günümüz koşullarında bu hareketin ileriye gidişin önünde bir engel olduğu daha açık görülmüyor mu? Mevcut halle dahi uluslararası işçi sınıfı ve emekçi yığınların kapitalizmi sorgulaması bu hareketinkinden daha ileridir. Bu durumda bu hareket ayak bağından başka bir anlam taşımamaktadır.

İşçilerin ve emekçi yığınların günlük yaşamı veya her gün yaşadığımız kapitalizm, bu hareketi zerre kadar ilgilendirmiyor. Onu ilgilendiren medyatik eylemler. Bu da ancak takvimsel oluyor.

DSF ve ASF, takvimsel eylemciliğin temsilcisidir.

İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde bu denli çok sayıda düşünce ve çevre, Uluslararası Protesto Hareketinde olduğu gibi bir arada görülmemiştir.

Kapitalist dünyanın kişi ve kurumları seviyesinde elitlerinin düzenlediği toplantılarının, zirvelerinin olmaması bu hareketin sonu demektir. Zaten hareketin kendisi, IMF, DB, ve DTO’nden oluşan “üçlü kutsal ittifak”ı protesto temelinde doğmuştur. Sonra işin içine savaşı protesto girdi, daha sonra da AB yanlılığı, ABD karşıtlığı gündeme geldi. Daha sonra merkezin neresi olacağı üzerine rekabet yapıldı (DSF-Porto Alegre mi, yoksa ASF mi, yani Amerika mı, Avrupa mı?). Sonun başladığı görüldüğü için Forumlarda seyre düzelemeye gidildi.

İstanbul'da düzenlendiği için birçoğumuz için izleme imkanı olacaktır. İsteyen, show nasıl yapılırı orada izleyebilir.

Medyanın da katılımıyla Show, doruk noktasına ulaşıyor. Sayısız “anti”ciler için gün doğuyor. Birçok aktifist açısından “hiç bir şey yapmamaktansa, yanlış da olsa bir şeyler yapmak” eylem motifi oluyor. Mücadele takvime bağlandığı için, hareket iniş ve çıkışlar gösteriyor. Takvimin boş olduğu eylemsizlik döneminde sanal dünyada –Internet- bolca tartışılıyor, takvimin dolu olduğu dönemde güçlerin seferberliğine girişiliyor. Takvimsel eylemi örgütleme,lojistik olanak sağlama ve teknolojiyi kullanma bakımından süper bir hareket!

Salt eylemcilik, eylemden eyleme bir araya gelmekle değişen bir şey olmuyor. Bu nedenledir ki sayısız aktivistlerde başlangıçtaki coşkunun yerini giderek umutsuzluk alıyor. Soruna eleştirel yaklaşanlar ise Lafontaine ile hangi demokrasiyi kurtaracaklarını kendilerine soruyorlar. Lafontaine, Almanya ATTAC üyesidir (Almanya’da daha önce Eyalet Hükümeti başkanıydı, bir ara Federal Hükümette bakanlık yaptı, Başbakan Schröder ile görüş ayrılığından dolayı hükümetten çekildi, Şimdi “Sol” partinin eşbaşkanlarından birisidir). İşte bu Lafontaine, ATTAC’ı,“demokrasinin kurtarıcısı” olarak görüyor.

Tabii birçok Fransız işsizi ve emekçisi de Fransa ATTAC üyesi milletvekili ve senatörlerle neden bir arada olduğunu sorguluyor.

Tabii “başka bir dünya mümkündür”den sosyalizmi anlayanlar, troçkistlerle ne türden bir sosyalizm kurulabileceğini sorguluyorlar.

Bu güçlerin siyasi yönünü belirlediği ASF'nin geleceği yoktur. İstanbul'un son durak olduğunu gördük.

Hareketin önderliğinin amacı, bir nevi parlamento dışı muhalefet olmaktır. Parlamento dışı muhalefet ise ancak ve ancak sokak eylemleriyle gelişir ve oluşur. Ama hareketin önderliği bu eylemleri de kontrol etmeye çalışmaktadır.

Eylemler takvimsel olduğu için, sokağa çıkış da takvimseldir.

Hareketin önderliği ve genel işleyişi asla demokratik değildir. ATTAC’ın yapısı, DSF ve ASF ve Savaş Karşıtı Konferanslarda (Kopenhag, Londra, Berlin) sorunların ele alınışı bunun böyle olduğunu göstermektedir. Örnekleyelim:

ATTAC (Fransa) bir kurcular heyeti tarafından kurulmuştur. Bu heyet, on tanınmış şahsiyetten ve hükümet dışı örgütlerin ve siyasi grupların temsilcilerinden oluşuyor. Bu heyet, 30 üyeden 18’ini idare meclisine (yönetim kurulu diyelim) seçme hakkını kendisine saklıyor. Sadece bu heyetin seçtiği 18 kişi, ATTAC’ın siyasi çizgisini belirliyor. Başkanı da bu 18 üye belirliyor. Bu 18 üye, yönetim kurulunda “sürekli çoğunluğu” oluşturuyor. Böylece Ramonet efendi, V. Forrester hanımefendi vb. ne buyuruyorlarsa o oluyor.

Her türlü düşünce, bu 18 kişilik çoğunluğun görüşü değilse reddediliyor. Bu antidemokratik yöntemi uygulamalarının nedeni ise, örgüte dışarıdan nüfuz edilmesinin önünü almakmış!

Sınırlandırma, dışlama, antidemokratik yöntemler başka biçimlerde de uygulanmaktadır. Örneğin Almanya ATTAC’ta herkes çalışabilir. Hristiyan veya başka dinden olanlar, hümanistler, ateistler, Marksistler bu örgütte çalışabilirler. Bu örgütte teorik, dini, ideolojik bağımlılık yoktur. Çeşitlilik, güç olarak görülüyor.

Ama ırkçılığa, yabancı düşmanlığına, şovenizme karşı mücadelede zoru siyasi araç olarak kabul eden kişi ve gruplara kapılar kapatılıyor (11).

Kapıların, ırkçılığa ve faşistlere kapatılması desteklenmesi/olumlanması gereken bir anlayıştır. Ama bir taraftan kapılar Marksistlere de açıktır deyip, diğer taraftan da zoru siyasi araç olarak kabul edenlerin dışlanması, Marksistlerin, kapitalist düzenin devrimle, ancak zor kullanılarak yıkılabileceğine inananların dışlanması anlamına gelmektedir.

Zaten “ATTAC’ın taleplerinden birisi, küreselleşmenin önünü almak değildir, aksine küreselleşmenin demokratik kontrolüdür. Bu, sermayenin kontrole ihtiyacı var “ talebinde doruk noktasına ulaşıyor” anlayışı(12) bu ve siyasi, teorik, ideolojik, dinsel çeşitliliğe yapılan vurgu, hangi güçlerin dışlanacağını, hangilerinin dışlanmayacağını açıkça göstermektedir.

DSF ve ASF'ye katılma önünde hiçbir engel yoktur. Öncelik, örgütlendikleri ülkelerdeki delegelere verilir. Ama X, Y örgütü olarak konuşmanın önünde engel yoktur. Ne var ki, konuşma süresi 3-5 dakikayı geçmez ve önerilerin doğru olmasının, toplantıya katılanlar tarafından benimsenmesinin hiçbir önemi yoktur, çünkü, önceden örgütlenmiş ve nedense birkaç kez konuşma hakkına sahip olan birtakım aktörler, durumu yeniden istenilen yöne yönlendirmek için sahne alırlar. Her şey önceden konuşulmuş ve karar altına alınmıştır. Belli aktörler de, bu kararları toplantılarda işleyerek kabul edilmesini sağlarlar. İş uzarsa, sorun çalışma gruplarına havale edilir ki, o grupların da nasıl toplandığını, kimlerden oluştuğunu ancak teşkilatın kendisi bilir.

DSF, ASF, ATTAC gibi kuruluşlarda pasifistler, önderlik hakkını tekeline almıştır ve aldığı tedbirlerle bu hakkı korumasını da biliyor; orada işlerin demokratik yürütüldüğünü ve bu hareketin mekanizmalarını kullanarak bu hareket üzerinde etkili olunabileceğini de unutalım.

DSF, ASF, Uluslararası Protesto Hareketi reformizmi ve pasifizmi örgütlüyor.
Bir taraftan ezenlerin, talan edenlerin dünyası, diğer taraftan da ezilenlerin ve talan edilenlerin dünyası.
Bir taraftan neoliberalizmin savunucuları ve uygulayıcıları,diğer taraftan buna karşı direnenler.
Bir taraftan, hizmetindeki uluslararası siyasi, askeri ve iktisadi örgütleri ve devletleriyle uluslararası tekeller, diğer taraftan buna karşı gelen milyonlar.
Bir taraftan uluslararası sermayenin ve üretimin yeniden örgütlenmesi, diğer taraftan bu örgütlenmenin zulmünü çeken yığınlar.

ASF,bu kavganın ortasında yer almıyor, “arabuluculuk” yapmıyor. Taraflı hareket ediyor. Bıçağın kemiğe dayandığına inanan işçi ve emekçi yığınlarını kapitalist düzenle, emperyalist küreselleşmeyle barıştırmaya çalışıyor.

ASF, bir taraftır. Emperyalizmin, reformizm ve pasifizm kılığına büründürdüğü bir truva atıdır. Henüz örgütsel olarak oluşmamış uluslararası işçi ve emekçi cephesini daha baştan içten fethetmek görevini üstlenmiş faaliyetin örgütsel biçimidir.

ASF, devrimci mücadelenin, devrimin önünde bir engeldir. İlericilik adına dünya emperyalist sisteminin en güncel, en modern savunucularıdır. Bu örgütlenmelerin bu karakteri, bu misyonları açığa çıkartılmadıkça, teşhir edilmedikçe, bunların peşine takılan dünya çapında milyonlarca işçi ve emekçi yığınları etkileme durumumuz söz konusu olamaz.

Uluslararası Protesto Hareketi, “üçlü kutsal ittifak”a karşı protestolar sürecinde doğuyor. Porto Alegre ve Floransa (DSF ve ASF) onun başka biçimlerdeki görünümüdür. Savaş Karşıtı Konferans ise, bileşimi yine Uluslararası Protesto Hareketinden oluşmasına rağmen, daha dar kapsamlı. “Antiküreselci” olmak, mutlaka savaş karşıtı olmak anlamına gelmiyor. Savaş karşıtı hareketin, haklı-haksız savaş ayrımı diye bir sorunu da yok. Burjuva ve küçük burjuva pasifizminin hakim olduğu bu hareketin, haklı-haksız savaş ayrımı yapmaksızın her türlü zoru reddetmesinden dolayı, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerini desteklemesi beklenemez. Yansıyış biçimleri nasıl olursa olsun, esas olan, takvim eylemciliği olduğu için,Uluslararası Protesto Hareketinin belli takvimlerde (IMF, DB, DTÖ, G-8, AB toplantı ve zirveleri) eylem olanağı var. DSF ve ASF, “başka bir dünyayı olası” kılmak için en azından yılda bir toplanabiliyordu (Yanılmıyorsam şimdi 2 senede bir toplanıyor). Ama Savaş Karşıtı Hareketin bu şansı yok. Irak’a karşı emperyalist savaş bu hareket açısından bitmiştir. Bu bitiş, bu hareketin de bitişidir. Bir dahaki savaşa kadar Uluslararası Protesto Hareketinin, savaş karşıtı hareket olarak eylemini göremeyeceğiz.

Bu hareket, kendi sonunu bizzat kendisi hazırlamıştır. Çünkü savaş karşıtlığını, salt sürdürülen savaşla sınırlandırmış, sorunu, emperyalist tehdide ve emperyalist talana karşı mücadele etmek ve antiemperyalist bir örgütlenmenin gerçekleştirilmesi olarak algılamamıştır. Şimdi, döne döne “bundan sonra ne yapacağız” sorusuna cevap aramaktadır. Savaş varsa bu hareket var, savaş yoksa bu hareket de yok, anlayışının sonucu budur.

Uluslararası Protesto Hareketi, kendini tek yönlülükle, tanımını yapamadığı ve bundan dolayı da kapsam ve derinliğini göremediği “antiküresel” olmakla sınırlandırıyor. En genel anlamda antiküreselliğini de IMF, DB, ve DTÖ ile sınırlandırıyor (Neoliberalizm de bu üçlü ile sınırlandırılıyor). Emperyalist küreselleşmenin; sermayenin ve kapitalist üretimin uluslararasılaşmasının ve uluslararası yeniden örgütlenmesinin bütün boyutları bu hareketi asla ilgilendirmiyor. Öyle olsaydı, bu, emperyalizme karşı; emperyalist talana, ilhaka, savaşa karşı ve ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinin yanında yer alan bir mücadele olurdu.

Bu hareketin tek yönlülüğünü eylemlerinin takvimselliğinden de görüyoruz. Emperyalizm, her gün, her saat talan ediyor, açlığa, sefalete mahkum ediyor. Başka ülkelerin doğal ve iş gücü zenginliklerini gasp ediyor. Baskısı ve talanıyla öldürüyor. Açlıktan, sefaletten, hastalıklardan ölen insanların sorumlusu emperyalizm değil mi? Emperyalist ülkelerde kronik kitlesel işsizliğin sorumlusu azami kar değil mi? Bırakalım bağımlı ve yeni sömürge ülkeleri, emperyalist ülkelerde de yoksullaşmanın, yabancılaşmanın, evet, açlığın sorumlusu demokratikleştirilmesi istenen emperyalizm değil mi? Bütün bunlar neyin sonuçlarıdır?Uluslararası Protesto Hareketi, gerçekten, küreselleşmenin ne olduğunu kavramış olsa, tek yönlü olamaz veya onun tek yönlülüğü, her alanda antiemperyalist mücadelenin bir bütünlük olarak ele alınması olarak görülür.

Bu hareketin öncelleri de veya ‘70’li, 80’li yıllarda görülen kitlesel silahsızlanma veya barış hareketi de kendini tek yanlı olarak sınırlandırmıştı. Dünyada olup biten başka gelişmeler onu pek ilgilendirmemişti. Sonucu ortada. Aynı tehlike Uluslararası Protesto Hareketi için de geçerli.

Evet, bu hareketi hiç bir şekilde göz ardı edemeyiz. Hareketin kendisi, öz itibariyle muazzam bir antiemperyalist potansiyel taşımaktadır.

Uluslararası Protesto Hareketi, tamamen kendiliğindenci bir harekettir. Kendiliğindencilik, bilinçsizlik olarak tanımlanamaz.

Kendiliğindencilik ve bilinç,mutlaka zıtlık anlamına gelmez. Her iki zıtlık arasında geçiş, birbiriyle ilinti vardır. Zaten toplumsal eylemin kendisi, bu iki uç arasında yer alır; dönem dönem uçlardan birisi veya diğeri hakim konumdadır. İşçi hareketi başlangıcında kendiliğindenci ve dağınık değil miydi? Bu hareket,ancak, gelişen Marksizmin etkisiyle bilinçli hareket karakteri almadı mı?

Kendiliğindenciliğin arka planında toplumsal eylemin olması, bu hareketin nihayetinde sınıf hareketi olduğunu ve dolayısıyla da sınıfsal karakter taşıdığını gösterir. Devrimci atılımların, alt üst oluşların genel olarak kendiliğinden patlak veren yığın hareketleriyle bütünleşmesi bunu gösteriyor. Bütün bu kendiliğinden patlak veren yığın hareketleri, toplumdaki derinleşmiş sosyal çelişkilerin, memnuniyetsizliğin ve mevcut yapıların değişimi için çabanın ifadesidir.

Bilincin ve örgütlülüğün gelişmesi için, komünist parti önderliğinde toplumsal ihtiyaç ve sınıfsal amaçlara uyumluluk içinde bilinçli eylemin geliştirilmesi için kendiliğindenci hareketler, uygun zemin oluştururlar. Lenin’in dediği gibi “kendiliğindenci unsur‘ esasen, bilinçliliğin embriyon biçiminden (aç.Lenin) başka bir şey değildir”(13).Ama buna rağmen kendiliğindencilik, yeterli örgütlenmemiş ve amaçsız harekettir. Bu hareket, bu özelliğinden dolayı çoğu kez zararlı etkide bulunur ve gerici ve karşı devrimcigüçler tarafından kullanılabilir.

“Komünistler, kendiliğindenciliği tavsiye etmezler. Komünistler, yığınları, örgütlü, amaçlı, bütünlüklü zamanında, olgun eylem için eğitirler“(14). Bundan dolayı veya bunun için komünistlerin görevi, “kendiliğindenciliğe karşı mücadeledir (a.ç. Lenin)... işçi hareketini burjuvazinin himayesine girmesini engellemek ve devrimci sosyal demokrasinin himayesi altına almaktır”(15).

Uluslararası Protesto Hareketinde kendiliğindenciliğin hakimiyetini görüyoruz. Bunun ötesinde karşı devrimci güçlerin, troçkistlerin, anarşistlerin, reformistlerin bu kitle hareketini siyasi ve ideolojik saplantıları için kullanmaya çalıştıklarını da görüyoruz.

Bazı troçkist ve anarşist gruplar, tarihte ellerine geçmemiş bir fırsatı değerlendiriyorlar: Komünist güçlerin, gerçek devrimcilerin zayıf ve örgütsüz olduğu bir dönemde, 100 binlerin örgütleyicisi ve yönlendirici havasına bürünüyorlar. Yığınların hareketini bilinç seviyesine çıkartmıyorlar, tam tersine anarşizm ve troçkizm gibi antimarksist siyasi ve ideolojik düzeye çekmeye çalışıyorlar.

'Uluslar arası komünist hareket, uluslararası planda örgütlenmediği ve her seviyede bu mücadelede etkileyici yer almadığı, bu hareketi örgütlemediği ve yönlendirmediği müddetçe bu hareket, bu unsurlar tarafından kullanılacaktır. Görünüm ne olursa olsun, burjuvazinin kontrolüne girecektir. Bu hareket içinde komünist öğe güçlendikçe, troçkistlerin ve anarşistlerin, burjuvazinin hizmetinde oldukları, gerici oldukları açığa çıkacaktır' anlayışı doğrultusunda hareket edilmedi.

Bu hareketi, enternasyonal alanda gerçek bir antiemperyalist mücadeleye dönüştürmek ve dünya devriminin bir öğesi yapmak, ancak komünistlerin faaliyetleriyle mümkün olurdu. Bugün bundan fersah fersah uzaktayız. Daha doğrusu bu olanak kullanılamadı. Bunun ötesinde bu hareketin kitleselliğine ve radikalliğine bakarak kendiliğindenciliğe tapacak duruma gelmiş olanlarımızın, anarşizm ve troçkizmde antiemperyalist keşfedenlerimizin olmadığını pek söyleyemeyiz.

Tarihin cilvesine bakınız; enternasyonal alanda 100 binler, milyonlar hareket içinde ve uluslararası komünist hareket, ne acı ki, seyirci konumunu aşamadı. Üç-beş kişiyle katılmak, eylemin örgütlenmesinde yer almamak, saptanmış eylem çerçevesinde hareket etmek„aktif“ seyircilikten başka ne anlama gelir. Resmen sürüklendik. Antimarksist, küçük burjuva düşünceler, yığınların sırtından Marksizme küfrederek “dünya devrimi” örgütlemeye çalışırken biz katılımcılıkla yetiniyorduk.

Revizyonist Bloğun ve sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin dağılmasında sonra emperyalist burjuvazi, kapitalizmin nihai zaferini ilan etmişti. Sınıflar, ideolojiler dünyası geride kalmış, sosyalizm ölmüştü. Öyle ki hızını alamayan Fukuyama gibi aklı evveller de “tarihin sonu”nu ilan etmişti. Vaat edilen demokrasi, barış ve genel refah gelmedi, onun yerine neoliberal saldırılar, dayatmalar kapsamlaştı, derinleşti ve yoğunlaştı.

Emperyalistler arası çelişkiler keskinleşti. İki kutupluluğun yerini tek süper güçlü ve çok rekabet merkezli dünya aldı. Soğuk savaş dönemine özgü, uluslararası örgütler (NATO, BM) işlevsizleşme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Emperyalistler, jeopolitikayı, alanı yeniden keşfettiler. Ülkeleri böldüler, taraf olarak savaştılar. İstila ve işgaller birbirini kovaladı. En son olarak Irak işgal edildi. Irak savaşının da gösterdiği gibi emperyalist ülkeler arasındaki çıkar çatışması yeniden bir gruplaşmanın işaretlerini verdi. 1990-1994 ve 2000-204 krizinden sonra dünya ekonomisi 2008'de yeniden bir fazla üretim krizine girdi. Emperyalist ülkelerde de işsizliğin, yoksullaşmanın önü alınamadı. Bağımlı ve yeni sömürge ülkelere dayatılan özelleştirme ve başka neoliberal tedbirler bu ülkelerde ulusallık, ulusal pazar ve kaynak adına ne varsa hepsini uluslararası tekellerin hizmetine sundu.

Bütün bu gelişmeler, tepkisiz kalmadı. Sosyalizm, yeniden umut oldu. Devrimin dağınık dinamikleri yeniden toparlanmaya başladı. Dünya çapında yığınların hareketliliği, dönem dönem Ekvator’da, Endonezya’da, Arjantin’de, Yunanistan'da ve başka ülkelerde olduğu gibi ayaklanmalara dönüşmüştü.

Bugün bu gelişmelerden hareketle, dünya çapında devrimci bir mayalanmanın, mayalanma eğilimin olduğu tespitini yapabiliriz. Bu durum, komünist güçlere muazzam bir görev vermektedir. Emperyalist burjuvazi uluslararası örgütlüdür ve devrimci ve komünist güçlere karşı, bir bütün olarak sosyalizme karşı mücadele etmek için örgütlüdür. Emperyalist burjuvazinin uluslararası örgütlülüğüne ulusal örgütlülükle cevap vermek, her geçen gün zorlaşmaktadır. Komünist güçler, uluslararası örgütlülüğünü gerçekleştirmek göreviyle karşı karşıyadırlar.

Sermayenin ve kapitalist üretimin uluslararasılaşma boyutları giderek bütün dünyada sınıf mücadelesinin sorunlarını aynılaştırmaktadır. Sermayenin ve kapitalist üretimin uluslararası örgütlenmesi, işçi sınıfının da bu örgütlülüğe karşı, ister sendikal, isterse de sınıfsal açıdan olsun ortak örgütlenmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Bugün enternasyonal dayanışma, ifadesini, artık örgütlenmede; işçi sınıfının uluslararası örgütlülüğünü gerçekleştirmede bulmaktadır.

Şu veya bu ülke bazında değil de, uluslararası ölçekte baktığımızda, uluslararası işçi sınıfının sınıf bilincinin, revizyonist sistemin çökmesinden sonra dumura uğratılması sürecinin geride kaldığını görüyoruz. Revizyonist artıklarla el ele emperyalist burjuvazinin, ‘90’lı yıllarda sürdürdüğü yoğun antikomünist propaganda artık beklenilen etkiyi yapmamaktadır. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların şu veya bu ülkedeki bölükleri mücadeleyi göze alıyorlar, ayaklanıyorlar, öfkelerini, bu düzeni istemediklerini dile getiriyorlar. Emperyalizmi, yabancı sermayeyi, uluslararası tekelleri, IMF’yi, DB’ni, DTÖ`nü, NATO`yu vb. bunlarla işbirliği içinde olan yerli iktidarları doğrudan hedef alıyorlar. Bu mücadelenin de genel karakteri, kendiliğindenci. Ama bu mücadeleler, teslim olmamazlığın, çaresizliğe boyun eğmemezliğin, elde edilmesi gerekenin ancak ve ancak dişe diş mücadele ile elde edilebileceğine inancın açık ifadesidir. Uluslararası çapta işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, görkemli çatışmalara girişmenin eşiğinde olduğunu gösteriyorlar. Önemli olan, bu yığınların mücadelesinin uluslararası koordinasyonunu sağlayabilmektir. İster gençlik mücadelesi, ister sendikal mücadele, ister antiemperyalist, antifaşist mücadele düzeyinde olsun, isterse de komünist güçlerin uluslararası örgütsel birliğini sağlama düzeyinde olsun, uluslararası örgütlü emperyalizme karşı uluslararası örgütlü mücadele vermenin koşulları oldukça olgunlaşmıştır.

Sermaye ve kapitalist üretimin uluslararası örgütlenmesi, bütün dünyayı bir ve aynı üretim, dağıtım ve tüketim (ticaret) sürecinde birleştirmesi, dünya işçi sınıfı ve emekçi yığınlarının uluslararası örgütlenmesinin maddi koşullarının ne denli olgunlaşmış olduğunu gösterir. Ulusal komünist dinamikler; partiler, gruplar, çevreler, bu tarihsel misyondan kaçamazlar. Bugün bu sorumluluğun farkında olmayanın, gelecek için umudu da olamaz. Önderlik etme tarihi misyonuna inanan, bunu bilince çıkartmış olan ulusal komünist güçlerin önünde, bu devasa potansiyeli maddi güce dönüştürmek için, genel geçerli ilkelerin ötesinde hiçbir anlayış engel olamaz, olmamalıdır.

Uluslararası komünist hareketin tarihi, işçi sınıfının uluslararası örgütlenme ilkeleri, biçimi ve pratiği konusunda, henüz gerçek anlamıyla değerlendirmediğimiz, analiz etmediğimiz deneylerle doludur. Bunu da bir kenara bırakalım, Uluslararası Protesto Hareketini, DSF’yi, ASF’yi örgütleyen o reformist ve pasifistlerin, kendi görüşleri doğrultusundaki çabaları da mı örnek alınamaz. Döne döne eleştirdiğimiz bu unsurların uluslararası örgütlenme doğrultusunda attıkları adımların ne kadarını attık?

Bu türden soruları çoğaltabiliriz. Ama gelinen noktada bunun bir anlamı olmayacaktır. ASF söz konusu olduğunda açık ki bir yol ayrımına gelinmiştir. ASF son birkaç yıldan bu yana tükenme sürecine girmiştir. I.(2002 Florensa), II. (2003 Paris) ve III. (2004 Londra) forumları ASF'nin yükseliş dönemini ifade eder. Londra forumunda sonra her yıl değil de 2 yılda bir forum düzenlemeye karar verilmiştir. IV. ASF (Atina 2006) özellikle Yunanistan ve Türkiye'den devrimci güçlerin etkisiyle oluşturulan “Antiemperyalist Alan” üzerinden ASF'ye belli bir dinamiklik vermiştir. 2 sene sonra, 2008'deMalmö'de toplanan V. ASF ölüm döşeğindeki ASF'ydi. İstanbul'da toplanan VI. ASF ise cenazedir. Devrimci güçlerin çabası onu kurtaramazdı. Çünkü kurtulmak istemiyordu; tarihsel misyonu sona ermişti. Ölmeliydi ve öldü.

Kısa bir zaman içinde, ön hazırlıklarıyla birlikte yaklaşık 10 sene içinde tükenme noktasına gelmesinin nedeni ASF'nin hatalarından kaynaklanmıyor. O görevini tam yaptı, ama Uluslar arası alanda gelişen sermaye-emek çelişkisi, emperyalistler arası çelişki, giderek yükselen ve kitleselleşen sınıf mücadelesi, sosyalizme yöneliş ASF'nin ufkunu aştı ve bundan dolayı da ayak bağı olaya başladı.

ASF'yi öldüren, yükselen sınıf mücadelesidir.

*
Kaynaklar:

1)Karl Marks/Friedrich Engels; (Bundan sonra Marks-Engels Toplu Eserleri -METE), C. 4, s. 466.

2)Bkz.: Ruth Jung;“Attac: Sand im Getriebe”, 2002, s. 18.

3) Peter Wahl; “Tobin Steuer”, “Besteuert die fünfte Gewalt!”, taz, 29.1.2001, s. 11.

4) Agy.

5) Agy.

6)Agy.

7)T. J. Dunning’den aktaran Karl Marks; METE, C. 23, Kapital, C. 1, s. 788.

8)KarlMarks; METE, C. 4, s. 555.

9) Lenin;C. 23, s. 34,(”Über eine Karikaturauf den Marxismus”).

10)Lenin; C. 22, s. 274/275, (“...Emperyalizm”).

11)Bkz.:Grefe/Greffoth/Schumann; “Zwischen Netzwerk,NGO und Bewegung, Das Selbstverstaendnis von ATTAC, 8 Thesen-internet ve “ATTAC- Was wollen die Globalisierungskritiker?”.

12)Bkz.:“Zwischen Netzwerk,NGO und Bewegung, Das Selbstverstaendnis von ATTAC”, 8 Thesen-internet.

13)Lenin; C. 5, s. 385, (“ Ne Yapmalı”).

14)Lenin; C. 29, s. 385,(“Bern Enternasyonali Kahramanları” makalesinden).

15)Lenin;C. 5, s. 396, (“ Ne Yapmalı”).

--

ASF ve DSF destekçilerinin resmi listesi:

(http://web.inter.nl.net/users/Paul.Treanor/esf.html):

1) Droits et Démocratie; Kanada Dışişleri Bakanlığına bağlı bir kuruluş;

2) FordVakfı; Alman Yeşiller Partisiyle ilişki içinde. Bu parti, Alman Başbakanı Schröder’in partisi (SPD) ile koalisyon yapmakta ve parti başkanı Fischer de Dışişleri Bakanıdır;

3)ICCO; bir kiliseler arası örgüt; Hollanda hükümeti ve AB tarafından finanse edilmektedir;

4) Le Monde Diplomatique;

5) Oxfam;

6) RITS;

7) Rede de Informações para o Terceiro Setor;

8) Rio Grande do Sul. Eyaleti;

9) Porto AlegreValisi.

DSF’nun destekleyen medya merkezleri:

Le Monde Diplomatique ve IPS tarafından desteklenen “bağımsız” Medya Merkezi Ciranda. Inter Press Servisi. IPS’i destekleyenler:

-Kanada Uluslararası Gelyişme Ajansı (Canadian International Development Agency CIDA)

-Carl-Duisberg Cemiyeti (Almanya) (Carl-Duisberg-Gesellschaft - CDG)

-Charles Stewart Mott Vakfı (ABD),Charles Stewart Mott Foundation

-Danimarka Dışişleri Bakanlığı (Danish Ministry of Foreign Affairs)

-Avrupa Komisyonu (European Commission)

-Finlandiya Dışişleri Bakanlığı (Finnish Ministry of Foreign Affairs)

-BM Gıda ve Tarım Örgütü (Food and Agriculture Organization of the United Nations FAO)

-Ford Vakfı (ABD), (Ford Foundation)

-Friedrich-Ebert-Vakfı (Almanya), (Friedrich-Ebert-Stiftung - FES)

-Almanya İktisadi Kalkınma ve İşbirliği Bakanlığı (German Ministry for Economic Development and Cooperation, BMZ)

-G-77 Grubu (Group of 77, G77)

-Uluslararası Çalışma Örgütü (International Labour Organisation – ILO)

-İtalya Dışişleri Bakanlığı (Italian Ministry of Foreign Affairs)

-John D. & Catherine T. MacArthur Vakfı (ABD), (John D. & Catherine T. MacArthur Foundation )

-Hollanda Dışişleri Bakanlığı (Netherlands Ministry of Foreign Affairs)

-Hollanda Uluslararası Kalkınma İşbirliği Örgütü (Netherlands Organization for International Development Cooperation, Novib)

-Güney-Kuzey Merkezi (Avrupa Konseyi), (North-South Centre (Council of Europe)

-Norveç Gelişme Ajansı (Norwegian Agency for Development – NORAD)

-Norveç Dışişleri Bakanlığı (Norwegian Ministry of Foreign Affairs)

-Helsinki Üniversitesi Öğrenci Birliği (Student Union, Helsinki University)

-İsveç Uluslararası Gelişme (Swedish International Development)

-İşbirliği Ajansı (Cooperation Agency – SIDA)

- BM, Çocuk Fonu (UNICEF (U.N. Children´s Fund)

- BM, Kadınlar İçin Kalkınma Fonu (UNIFEM (U.N. Development Fund for Women)

-BM, Kalkınma Programları (U.N. Development Programme – UNDP)

-UNESCO

-BM, Çevre Programları (U.N. Environment Programme – UNEP)

-BM, Nüfus Fonu (U.N. Population Fund – UNFPA)

-W. Alton Jones Vakfı (ABD), ( W. Alton Jones Foundation)

Dr. İbrahim Okçuoğlu

Bu Blogda Ara