ELİF ÇAĞLI
MARKSİZMİN IŞIĞINDA
-III-
1936, “İhanete Uğrayan Devrim” ve Sonrası
Değişimi tarihsel akışı içinde irdeleyen Troçki, İhanete Uğrayan Devrim kitabında (1936), Sovyetler Birliği’ndeki durumu çeşitli açılardan keskin bir sorgulamaya tâbi tutar ve resmi tarih yazıcılarının yalanlarını birer birer ifşa eder. Bu kitabında somutlanan araştırmasının amacını şu güzel deyişiyle belirtmektedir:
Bu araştırmanın amacı, geleceği daha iyi anlayabilmek için şimdiden doğru bir saptamasını yapmaktır. Geçmişe, ancak geleceği görmemize yardımcı olacağı ölçüde değineceğiz. Kitabımız eleştirel olacaktır. Her kim fait accompli’ye, oldu bitti’ye taparsa, geleceği hazırlama yeteneğinden yoksundur.[17]
Troçki’nin bu araştırmasında değindiği gerçekler o denli önemlidir ki, o dönemlerin bizzat tanığı olmuş böyle bir devrimci önderin tuttuğu ışık olmaksızın, Sovyetler Birliği gerçeğini kavramak güç olurdu. Örneğin bürokratik rejimin resmi yalanlarına karşılık, bürokratik diktatörlük altında işçi sınıfının gerçek durumu onun satırlarında dile getirilmektedir. Teknolojik düzeyi yükseltmek için, yeni devletin, işçinin adele ve sinirleri üzerinde eski baskı yöntemlerini uygulamaya başvurduğunu belirten Troçki şöyle devam etmektedir:
Bunun sonucunda bir köle güdücü takım ortaya çıkmıştır. Endüstrinin yönetimi süperbürokratik bir hale gelmiştir. İşçiler fabrika yönetimi üzerindeki tüm etkilerini yitirmişlerdir. Parça başı ödeme, maddi geçimin zor şartları, hareket serbestisinden yoksunluk, her fabrikaya sızan korkunç polis baskısı ile, işçinin kendisini “özgür bir çalışan” olarak hissetmesi gerçekten zordur. Bürokraside yöneticiyi, devlette işvereni görmektedir. Özgür emek ile bürokratik devletin varlığı bir arada gidemez.[18]
Bu kitabında Troçki, Sovyet devletinin karakterinin ve kaderinin kavranabilmesi için Marksizmin işçi devleti konusundaki “olmazsa olmaz” koşullarından hareket edilmesi gerekliliğini temel nokta olarak kabul etmiştir. Daha önceki tarihlerde, “bürokrasili işçi devleti olamaz” görüşünü savunanlara karşı yönelttiği, “devrimin idealist, saf şemalara bağlı arkadaşları vb.” biçimindeki sivri üslubunu da terk etmiştir.
1936 dönemecinde Troçki, düşüncesini, Sovyet Devleti’nin bürokrasili bir devlet olduğu ve bürokrasisiz yapamayacağı, fakat bu durumun da Marksizmin işçi devleti konusundaki perspektifiyle bağdaşmadığı olgusu üzerinde yoğunlaştırır. Lenin’in, “proletaryanın yalnız ölüm halindeki bir devlete ihtiyacı olduğu” yolundaki görüşünü hatırlatır. Marx’ın sadık bir izleyicisi olan Lenin’e göre işçi devleti öylesine inşa edilmiş bir devlet olmalıdır ki, hemen ölmeye başlamalı ve ölmekten kaçınamamalıdır. Troçki, yalnızca oportünistlerin bu gerçeği unutup “proletaryanın bir devlete gereksinimi vardır” diyeceklerini vurgular. Nitekim, proletaryanın Ekim Devrimiyle iktidarı ele geçirmesinden bir buçuk yıl sonra hazırlanan parti programına egemen olan anlayış, Lenin’in işçi devleti konusundaki tavizsiz çizgisinin ifadesidir:
Güçlü bir devlet, ama mandarinsiz; silahlı kuvvet, ama Samuraisiz! Askeri ve sivil bürokrasiyi yaratan şey savunma işleri değil, savunma örgütlenmesine taşınmış toplumsal sınıf yapısıdır.… proletarya diktatörlüğü rejimi en başından itibaren, kelimenin eski anlamıyla “devlet” –yani, halkın çoğunluğunu boyunduruk altında tutmak için özel bir araç– olmaktan çıkar. Silahlarla birlikte maddi güç de derhal ve doğrudan doğruya, Sovyetler gibi işçi örgütlerinin ellerine geçer. Bürokratik mekanizma olarak devlet, proletarya diktatörlüğünün ilk gününden itibaren ölüp gitmeye başlar.[19] 162
Oysa 1936’daki durum, devrimci Marksizmin devlet sorunundaki anlayışıyla alay edercesine, ölüp gitmeye hiç de niyeti olmayan ve tersine güçlenen bürokratik bir devletin varlığına işaret etmektedir. Bu durumu şu sözleriyle dile getirmektedir Troçki:
Daha kötüsü (devlet), şimdiye kadar emsali duyulmamış bir zorlama mekanizmasına dönüşmüştür. Bürokrasi yalnızca yerini yığınlara terk edip yok olmamakla kalmamış, yığınlara egemen olan denetimsiz bir güç haline gelmiştir. Ordu, silahlı halka yerini terk etmemiş, mareşallerle taçlandırılmış ayrıcalıklı bir subay sınıfını doğurmuş, “diktatörlüğün silahlı desteği” olan halk ise artık Sovyetler Birliği’nde patlayıcı olmayan silah taşımaktan bile men edilmiştir. En geniş hayal gücü ile dahi, Marx, Engels ve Lenin’in çizdiği işçi devleti şeması ile şu anda Stalin’in başkanlığını yaptığı devlet arasında var olandan daha çarpıcı bir karşıtlık düşünmeye olanak yoktur.[20]
Proleter devrimin Rusya gibi geri bir ülkede sıkışıp kalmasının sonucu olarak ortaya çıkan nesnel durumla, Marksizmin işaret ettiği yeni tipte bir devletin gerektirdiği varlık koşulları arasındaki keskin karşıtlık, bürokrasili bir devletin varoluşunda ifadesini bulmuştur. Sovyet devletinin bürokrasili bir devlet olduğu gerçeğinden sonuçlar çıkarmayı amaçlayan Troçki; “… bürokrasi için toplumsal talep, keskin karşıtlıkların «yumuşatılma», «ayarlanma» ve «düzenlenme» gereksinmesi gösterdiği (daima ayrıcalıklı, varlıklı kişilerin çıkarına ve daima bürokrasinin kendi yararına olmak üzere) tüm koşullarda ortaya çıkar”[21] demektedir.
Proleter devrimin sorunlarını dünya devriminin ilerleyişi kapsamında ele alan Lenin, devrim sonrasında Rusya’da “bürokrasili bir devlet olabileceği” düşüncesinden değil, “bürokrasili bir devletin olmaması gerektiği” perspektifinden hareket etmişti. Bu nedenle Troçki, Lenin’in ülkenin geriliği ve tecrit edilmişliğinden, devletin niteliğine ilişkin tüm sonuçları çıkarmayı başaramadığına değinmektedir. Lenin’den farklı olarak, devrimi izleyen yıllar boyunca gerçek durumu gözlemleme olanağına sahip bulunan Troçki, “maddi yokluk ve kültürel gerilik” koşullarında bürokratizm tehlikesinden kaçıp kurtulmanın olanaksızlığına ilişkin sonuçlar çıkarmaktadır:
Kapitalist ülkelerde işçi hareketini boğan bürokratizm eğilimleri, bir proleter devriminden sonra bile her yerde kendilerini gösterecektir. Ama son derece açıktır ki, devrimden çıkan toplum yoksul olduğu ölçüde, bu “yasa”nın ifadesi de daha kati ve çıplak olacak, bürokratizmin aldığı biçimler daha kaba olacak ve sosyalist gelişme için daha tehlikeli hale gelecektir. Sovyet devletinin yalnızca ölüp gitmesi değil, kendisini bürokratik asalaktan kurtarması da engellenmektedir ve üstelik Stalin’in çıplak polis doktrininin beyan ettiği gibi, eski hakim sınıfların “kalıntıları” tarafından değil, çünkü bu kalıntılar kendi başına güçsüzdürler. Engelleyenler çok daha güçlü faktörlerdir, maddi yokluk gibi, kültürel gerilik ve bunlardan doğan “burjuva hukuku”nun egemenliği gibi her insana doğrudan ve sipsivri dokunan kişisel varlığını güvence altına alma uğraşıdır.[22]
Sovyetler Birliği’ndeki gerçek durumu açıklayabilmek bakımından, Troçki’nin “bürokrasili devlet” konusundaki değerlendirmeleri çok önemli nesnelliklere ışık tutmakta ve bürokratizm belâsının maddi kaynaklarını ortaya sermektedir. Soruna Sovyetler Birliği ve benzer durumdaki ülkelerdeki “bürokratik devlet” olgusunun çözümlenmesi açısından yaklaşıldığında, Troçki’nin açıklamaları tam da ihtiyaç duyulan noktalara ilişkindir. Şöyle denilebilir: işçi devleti bürokrasili bir devlet olmamalıydı; fakat Sovyet devleti bürokrasili bir devlettir. Bu durumun nesnel nedenleri nelerdir ve böyle bir devleti işçi devleti olarak değerlendirmek mümkün müdür?
Aslında, Troçki’nin verdiği ipuçları bu soruların yanıtlanmasını olanaklı kılmakta ve 163
böyle bir devleti, işçi devleti olarak nitelemenin olanaksızlığına işaret etmektedir. Bu çerçeve içinde tartışıldığında bir problem yoktur. Fakat Troçki’nin dile getirdiği nesnellikler, “işçi devleti bürokrasisiz bir devlet olmalıydı; ama ne yazık ki bürokrasili bir işçi devleti oldu; o halde Sovyet devleti her şeye rağmen yine de bir işçi devletidir” biçiminde özetlenebilecek bir anlayışın temeli yapılmaya devam edilirse, buna katılmak mümkün değildir. Kaldı ki, Troçki Sovyet devletinin gerçek niteliğini tüm açıklığıyla gözlerimizin önüne serdikten sonra, kendi değerlendirmesini “bürokrasili bir işçi devletinin de olabileceği” noktasına çekiştirmeye çalıştığı her durumda, bizzat kendisinin o derin çözümlemeleriyle çelişmektedir.
Sovyet devletini nitelerken eşyaya gerçek adının konulması gerektiğini belirtmekte ve Sovyetler Birliği’nde bir azınlığın maddi ayrıcalığının devam ettiğini vurgulamaktadır Troçki:
Eğer devlet ölüp gitmiyor, aksine giderek daha da despotlaşıyorsa, eğer işçi sınıfının tam yetkili elçileri bürokratikleşiyorsa ve bürokrasi yeni toplumun üzerine yükseliyorsa, bunun sebebi geçmişten devralınan psikolojik kalıntılar vb. gibi ikincil nedenler değil, sahici eşitliği garanti altına almak olanaksız olduğu sürece ayrıcalıklı bir azınlığı doğurmak ve desteklemek için var olan katı gerekliliktir.[23]
Oysa, ekonomik ve kültürel gerilik nedeniyle, “işçi demokrasisi”nin ifadesi olan bir hukuk henüz işler kılınamıyorsa, bu durumda işçi devletinin varlığından söz edebilmenin de maddi bir temeli yok demektir. Bir başka deyişle, işçi devleti, kapitalizmden miras kalan eşitsizlik ve ayrıcalıkların tasfiyesi için başlatılmış fiili bir atılıma denk düşebilir. Bu nedenle de, bürokrasi gibi ayrıcalıklı bir azınlığın doğumunun ve desteklenmesinin kaçınılmaz olduğu maddi koşullar, işçi devletinin varlık koşulları ile bağdaşmaz. Aksi halde devlet, bir azınlığın maddi ayrıcalıklarını çoğunluğa karşı özel baskı yöntemleri ve aygıtlarıyla koruyan bir gerçeklik olacaktır. Böyle bir durum Sovyetler Birliği’ndeki devletin niteliği olabilir, doğrudur. Ama böyle bir gerçekliğe işçi devleti denebilir mi? İşte sorun burada!
Rusya gibi geri bir ülkede devrimin yalıtıldığı koşullar altında işçi sovyetleri devletinin muazzam bir yozlaşmaya uğradığını ve böylece yükselen bürokrasinin karşı-devrimiyle son bulduğunu görebilmek ve benzeri koşullar altında proletarya diktatörlüğünün yaşayamayacağı sonucunu çıkarmak doğru olan tutumdur. Böyle bir gerçekliği “bürokratik yozlaşmış işçi devleti” olarak kategorize etmeye çalışmak ya da “işçi devletinin de bürokrasili bir devlet olacağı” genellemesini savunmak ise, yıllar ilerledikçe olumsuz etkisi gittikçe büyüyen önemli bir yanılgıdır.
Kapitalizmden komünizme geçiş yolunda planlanan adımların atılabilmesi için, temelde iki kaldıraca gereksinim olduğuna işaret ediyordu Troçki; “… ilgili kitlelerin kendilerinin liderliğe katılımı biçiminde siyasal kaldıraç, ki sovyet demokrasisi olmaksızın düşünülemez bir şeydir; ve bir evrensel eşitin yardımıyla a priori hesapların gerçek sınanması biçiminde bir parasal kaldıraç, ki istikrarlı bir para sistemi olmaksızın düşünülemez bir şeydir.”[24] Ve Sovyetler Birliği’nde bu iki kaldıracın da mevcut olmadığını kanıtlayan pek çok veri sunmaktaydı. İşte bu nedenle, Sovyetler Birliği’nde kapitalizmden komünizme doğru yol alan bir geçiş rejiminin işlediğinden söz edebilmek olanaklı değildi. Nitekim Troçki de, 1935 sonrasında “geçiş rejimi” kavramına oldukça ihtiyatlı yaklaşmış ve Sovyetler Birliği’ndeki durumu “kapitalizmden sosyalizme geçiş için bir hazırlık rejimi,”[25] “tarihin henüz kaderini nihai olarak tartmadığı bir geçiş rejimi”[26] gibi kavramlarla ifade etmiştir.
Sovyet devletinin kaderini sorgularken, Troçki soruna asla ulusal çerçeveyle sınırlı 164
biçimde yaklaşmadı. Tersine, Sovyet devletinin kaderini belirleyecek olanın, son tahlilde dünya kapitalist ekonomisi karşısındaki konumu olacağını vurguladı. Sovyetler Birliği para sisteminin kapalı bir karaktere sahip olduğunu, dünya pazarı için “ruble”nin bir anlamının olmadığını, bu durumun da geleceği belirleyen nesnelliği oluşturduğunu belirtti. Böylece o, döne döne, Sovyetler Birliği’nin kaderinin dünya devriminin kaderine bağlı olduğu gerçeğini göstermeye çalışıyordu. Tarihsel açıdan bakıldığında son derece sınırlı sayılacak bir zaman kesitinde, Sovyetler Birliği, dış ticaretteki devlet tekeli, ülkedeki doğal zenginlikler sayesinde içe kapalı bir ekonominin pençesinde boğulmaktan kurtulup ileriye doğru mesafe kat etmeyi başarmıştı. Fakat sorun yalnızca “boğulmaktan kurtulmak” sorunu değildi. Sovyet devletinin yaşayabilmesi, dünya pazarının ezici etkisine karşı koyabilecek bir konuma ulaşabilmesiyle olanaklıydı. Bu nedenle Troçki dikkatleri asıl olarak bu gerçeğe çekti:
Ancak başarılması gereken tarihsel iş yalnızca boğulmaktan kaçınmak değil, dünya pazarının en yüksek kazanımlarıyla yüz yüze gelerek, en çok zaman tasarrufunu ve dolayısıyla en yüksek kültür açılımını garanti edecek akılcı ve güçlü bir ekonomi yaratmaktır.[27]
Bürokratik egemenlik altında, bürokratik planlamayla ve ulusal ekonomi çerçevesinde böyle bir noktaya ulaşabilmek olanaksızdı. O nedenle, bürokrasinin günahı onun “ulusal ekonomiyi neden daha çok geliştiremediği” sorusunda değil, dünya devriminin ilerleyişini engelleyen bir etken olması gerçeğinde yatıyordu.
Kendi ulus-devletlerinin egemenlik koşullarını pekiştirme çabası içinde üretimi arttırmak üzere işçi sınıfını kapitalist yöntemlerle mahmuzlayan bürokrasilerin, bu eylemlerini “sosyalizme tam da uygun düşen bir durum” olarak sunmaları ve bu düşüncenin dünya komünist hareketinde sosyalizm adına savunula gelmiş olması, yeterince ibret vericiydi. Stahanov hareketini, sosyalizmden komünizme geçiş koşullarının hazırlanması olarak sunan Stalin’in kepazeliğini teşhir eden Troçki, üretim araçlarındaki devlet mülkiyetini sorgulamaksızın fetişleştiren küçük-burjuva mantalitesinin de ağzının payını vermekteydi:
Sovyetler Birliği’nde işçilerin “kendileri için” çalışmakta olduğu düşüncesi yalnızca tarihsel bir perspektif içinde ve yalnızca … işçilerin, otokratik bir bürokrasinin vuracağı semere boyun eğmemeleri koşulu ile doğrudur. Ne olursa olsun üretim araçlarında devlet mülkiyeti, tezeği altına dönüştürmez ve üretici güçlerin en yücesini, insanı tüketen atölye sisteminin çevresini bir kutsallık halesi ile sarmaz.[28]
Bu değerlendirme, salt devlet mülkiyetinin işçi sınıfını iktisaden egemen sınıf konumuna yükseltmeye yetmeyeceğinin ifadesidir. Troçki, eski saptamalarında bir değişiklik ihtiyacından açıkça söz etmese de, İhanete Uğrayan Devrim’de, artık bürokrasinin konumunu daha farklı değerlendirdiğinin örneklerini vermektedir. Örneğin, 1936 anayasasının sovyet sistemi açısından getirdiği değişimi yorumlayan satırlarına rağmen, bürokrasiyi bir egemen sınıf olarak değil de, hâlâ işçi sınıfının sırtındaki bir ur olarak tanımlamak mantıklı bir tutum olabilir mi? Şöyle demektedir Troçki:
Sosyalist ilkelerden burjuva ilkelere doğru devasa bir geri adımı temsil eden ve iktidar grubunun üstüne göre biçilip dikilmiş olan yeni anayasa, Cemiyeti Akvam, burjuva ailesinin restorasyonu, milisin yerini düzenli ordunun alması, rütbe ve madalyaların geri getirilmesi ve eşitsizliğin artması yararına dünya devriminin terk edilmesiyle aynı tarihsel yolu izlemektedir. Hukuksal olarak “sınıflar üstü” bürokrasinin mutlakiyetini pekiştirmek suretiyle yeni anayasa yeni bir varlıklı sınıfın doğuşu için siyasal zemini yaratmaktadır.[29] 165
Daha önceki yazılarında, Sovyet bürokrasisinin son tahlilde proletaryadan bağımsız olamayacağını kanıtlamaya çalışan Troçki, bu kitabında bürokrasinin bağımsız konumunu vurgulamaya önem verir. Örneğin:
İlk önceleri proletaryanın bir aracı olarak ortaya çıkan genç bürokrasi, şimdi kendisini sınıflar arası bir uzlaşma mahkemesi olarak duymaya başlıyordu. Bağımsızlığı aydan aya artıyordu.
Bürokrasi Sol Muhalefetin ötesinde bir şeyi fethetti: Bolşevik Partisini. Başlıca tehlikeyi devlet organlarının “toplumun hizmetkârlarından toplumun efendilerine” dönüşmesinde gören Lenin’in programını yenilgiye uğrattı. Bütün bu düşmanları, muhalefeti, partiyi ve Lenin’i fikirler ve savlarla değil, kendi toplumsal ağırlığı ile yenilgiye uğrattı. Bürokrasinin koca kıçı devrimin başına ağır bastı. İşte Sovyet Termidoru’nun sırrı budur.
Sovyet devleti, totaliter-bürokratik bir nitelik kazanmıştır.[30]
Bürokrasinin bağımsız bir toplumsal güç haline gelerek, proletaryayı egemenliği altına alması ve tüm toplum üzerinde iktidar tekelini kurması, Troçki’nin deyimiyle, rejimin “totaliter-bürokratik” olması neyi anlatır? Herhalde “devletin her türlü bürokratik yozlaşmaya rağmen yine de bir işçi devleti olduğu”nu, ya da “işçi sınıfının hakim sınıf olmaya devam ettiği”ni değil! Tam tersine, Sovyet devletinin artık bir işçi devleti olarak tanımlanamayacağını, Sovyetler Birliğinde işçi sınıfının hakimiyetinden söz edilemeyeceğini anlatır. Bizzat bu ipuçlarını vermiş olan Troçki, henüz politik bir “ihtiyat kaydı” ile bu gerçekliğe “bürokratik yozlaşmış işçi devleti” demeye devam etmiş olsa bile, bu durum ilerleyen yıllar içinde bu kalıba takılıp kalma eğilimine asla haklılık kazandırmaz. Çünkü Troçki gerçekliği henüz kendi adıyla anmamış da olsa, onun özünü çarpıcı biçimde gözler önüne sermiştir:
Azledilen ve küfredilen bürokrasi toplumun hizmetkârlığından bir kez daha efendisi durumuna gelmiştir. Bu yolda ilerlerken halk kitlelerinden, toplumsal ve moral bakımdan öylesine yabancılaşmıştır ki artık ne faaliyetleri ne de gelirleri üzerinde herhangi bir denetime izin veremez.
Üretim araçları devlete aittir. Ama devlet, sözün gelişi, bürokrasiye “aittir”. Şimdiki halde tümüyle yeni olan bu ilişkiler işçilerden gelecek bir direnç olsun ya da olmasın katılaşacak, standartlaşacak ve meşrulaşacak olursa, uzun vadede proleter devrimin toplumsal kazanımlarının tümden tasfiyesine yol açacaklardır.
… devlet artık toplumun sosyalist dönüşümü için bir araç değil, iktidar tabakası için güç, gelir ve ayrıcalık kaynağıdır.[31]
Troçki’nin bu satırları yazdığı tarihte zaten kurulmuş bulunan bürokratik diktatörlük, aradan geçen yıllar içinde onun öngörüsünü fazlasıyla doğrulayan biçimde “katılaşmış”, “standartlaşmış” ve “meşrulaşmış”tı. Bu durumun proleter devrimin toplumsal kazanımlarının tasfiyesi anlamına geldiği çok açıktı. Bu nedenle, Sovyet devletinin karakterinin Troçkistler tarafından bugün hâlâ Troçki’nin eski değerlendirmeleri temelinde ele alınmasının anlaşılır bir nedeni bulunmamaktadır. Örneğin, “Bilinçli bir siyasal kuvvet olarak bürokrasi devrime ihanet etmiştir.… Ona ihanet etmek yeterli değildir. Onu devirmek gereklidir. Ekim Devrimi, iktidar tabakası tarafından ihanete uğramıştır ama henüz devrilmemiştir”[32] diyen Troçki’nin bu tür yanlış değerlendirmelerini yıllar sonra aynen tekrar etmek, aslında zamanla daha da netleşen bürokratik rejimin karakterini yeniden sorgulama görevini ihmal etmek anlamına 166
geliyor.
* * *
Troçki 1936’yı takiben yaşamının son birkaç yılı içinde, Sovyet gerçekliğine ilişkin eski değerlendirmelerini değişikliğe uğratacak yeni ipuçlarını da verdi. Ayrıca, örneğin kapitalist restorasyon tehlikesini artık salt bir burjuva karşı-devrim olasılığına bağlamayıp, Sovyet bürokrasisinin böyle bir sonucun doğuşu açısından oynayabileceği role de değinmekteydi: “Aslında yeni anayasa … bürokrasi için iktisadi karşı-devrimin «yasal» yollarını açıyor; yani kapitalizmin restorasyonunu «soğuk grev» yoluyla mümkün kılıyor.”[33] Son yazılarında, bürokrasinin proletaryanın tarihsel kazanımlarını korumak bir yana, tersine Sovyet devletinin bağrında uluslararası burjuvazinin bir uzantısı olarak işlev görebileceğine dikkat çekmeye başladı. Fakat bunun yanı sıra, Sovyet devletini tanımlarken “bürokratik yozlaşmış işçi devleti” kavramını kullanmaktan da henüz vazgeçmiş değildi. Örneğin 1938 yılında Geçiş Programı’nda, bir yandan bürokrasinin egemenliğinin dünya burjuvazisine sunacağı tarihsel fırsata vurguyu yaparken, öte yandan bu öngörüsünü aslında bu koşullarda artık var olmayan bir “yozlaşmış işçi devleti” kategorisiyle bağdaştırmaya çalışmaktaydı:
… SSCB şiddetli çelişkiler taşımaktadır. Yine de hâlâ yozlaşmış bir işçi devleti olmaya devam etmektedir. Toplumsal teşhis bu yöndedir. Politik gelişme için iki alternatif söz konusudur: ya bürokrasi gittikçe daha çok dünya burjuvazisinin işçi devletindeki organı haline gelerek yeni mülkiyet biçimlerini devirecek ve ülkeyi kapitalizme geri sürükleyecek, ya da işçi sınıfı bürokrasiyi ezerek yolu sosyalizme açacaktır.[34]
Oysaki, dünya burjuvazisinin Sovyet devletindeki organı haline gelecek bir bürokratik egemenliği, “yozlaşmış işçi devleti” kavramıyla bir arada var edebilmenin artık hiçbir inandırıcı nedeni bulunmamaktaydı. Sovyet bürokrasisinin oynayabileceği rolü vurgularken kullandığı “dünya burjuvazisinin işçi devletindeki organı” ifadesindeki “işçi devleti” kavramı burada tam anlamıyla eğreti durmaktaydı. Bürokrasinin “yeni mülkiyet biçimlerini devirebileceği” olasılığıyla birlikte işaret edilmiş bulunan “devlet mülkiyeti” gerçekliğine gelince; bürokrasinin egemenliği altında devlet mülkiyetinin “henüz” korunuyor olması, proleter devrimin kazanımlarının korunduğu anlamına gelmemekteydi. Üstelik bu devlet mülkiyeti Troçki’nin de belirttiği gibi, bürokrasinin dünya burjuvazisiyle el ele vererek özel mülkiyet yönünde bir çözülmeyi başlatmasını engelleyecek bir garantiye de sahip değildi. Tersine, bürokrasinin egemenliği koşullarında devlet mülkiyeti uzun süren bir tecrit döneminin sonunda, pekâlâ Sovyet devletinin içinde uluslararası burjuvazinin uzantısı olarak harekete geçecek bürokrasi eliyle de çözülebilecekti; nitekim de öyle olmaktadır. Kaldı ki, bizzat Troçki “uzatılmış bir tecrit dönemini” bekleyen bu tür bir sonuca dikkatleri çekmişti:
Sovyetler Birliği kapitalizm ile çevrelenmeye ne kadar devam ederse, toplumsal dokunun dejenerasyonu da o kadar ilerler. Uzatılmış bir tecrit dönemi, kaçınılmaz olarak, ulusal komünizmle değil, kapitalizmin restorasyonu ile bitecektir.[35]
İşte Troçki, “bürokratik yozlaşmış işçi devleti” tanımını terk etmiş olmasa da, bürokrasinin uluslararası burjuvazinin uzantısı olarak hareket edebileceği öngörüsünde yanılmamıştır. Dolayısıyla o bu tutumuyla, burjuvazinin yönettiği bir karşı-devrime gerek kalmaksızın bürokratik rejimin kapitalizm yönünde çözülme olasılığına işaret etmiştir. Örneğin Ağustos 1939’daki Rus Devriminin Üç Kavranışı adlı yazısında da, Stalinist bürokratik egemenliğin varlığı ile burjuva rejime geri dönüş arasındaki doğrudan bağıntıya açıkça değinmektedir: 167
Batıda proleter devrimin yardımı olmadan Rusya’da geri dönüşün kaçınılmaz olduğunu tekrarlıyordu Lenin. Yanılmamıştı: Stalinist bürokrasi, burjuva geri dönüşünün ilk evresinden başka bir şey değil.[36]
Bu satırlar, Stalinist Sovyet bürokrasisinin dünya kapitalizmi karşısında geleceği olmayan bir sınıf olduğunun, onun ilerleyen yıllar içinde bizzat kendi eliyle burjuva ilişkiler doğrultusunda bir çözülme sürecini başlatabileceğinin öngörüsüdür. Yani, işçi iktidarı altında devlet mülkiyetinin tasfiyesi için açıkça bir burjuva karşı-devrim gerekli iken, bürokrasinin egemenliği altında devlet mülkiyetinin devamının bir garantisi yoktur ve bunun tasfiyesi için bir burjuva karşı-devrim zorunlu değildir. Nihayetinde bürokratik rejimin yalnızca kapitalizme açık bir ucu vardır ve eğer bir karşı-devrimden söz ediyorsanız, o zaten vaktiyle bürokrasinin diktatörlüğünün kurulmasıyla işçi sınıfı iktidarına karşı gerçekleşmiştir.
Troçki’nin Eylül 1939’da kaleme aldığı SSCB Savaşta yazısında ise, bir işçi devletinin sahip olması gereken norma yaptığı vurgu dikkat çekicidir. Sovyetler Birliği’ndeki somut olgunun, yani bürokratik diktatörlük gerçeğinin, işçi devleti normundan ayrıldığını belirten Troçki, “Ne var ki bu, somut olgunun normu geçersizleştirdiği anlamına gelmez; aksine, onu olumsuz yönden doğrulamıştır.… Somut olgu ile norm arasındaki çelişki bizi normu reddetmeye değil, aksine devrimci yoldan onun için savaşmaya zorlar” demektedir.[37] Diğer yandan, yaşanmakta olan olaylar, örneğin Stalinist bürokrasinin kendi ulus-devletini koruma kaygısı içinde II. Dünya Savaşı konjonktüründe “Alman-Sovyet Paktı”nı imzalamış olması vb. Troçki’nin “yozlaşmış işçi devleti” görüşünü fiilen zorlamaktadır. Bu nedenle Troçki, bu konuda esaslı bir sorgulamanın eşiğinde olduğunu çağrıştıran bir yaklaşımla, politik sonuçları itibarıyla nasılsa kendilerinin de, bürokrasiyi egemen sınıf olarak değerlendirenlerle benzer şeyleri savunduklarına dikkat çekmektedir. Troçki’nin dediğine göre sorun “terminolojik”tir.
“Bir an için bürokrasinin yeni bir «sınıf» olduğunu ve SSCB’deki mevcut rejimin özel bir sınıfsal sömürü sistemi olduğunu kabul edelim. Bu tanımlardan çıkaracağımız yeni politik sonuçlar ne olur?” diye sormaktadır Troçki.[38] Ona göre, IV. Enternasyonal, bürokrasinin emekçilerin devrimci ayaklanmasıyla devrilmesi gerektiğini uzun süre önce kabul ettiğine göre, önerilebilecek farklı bir şey yoktur. Öte yandan, bürokrasi devrilse bile, devlet mülkiyeti ve planlı ekonomi korunacağına göre, bu devrim özünde bir politik devrim olacaktır. O halde, buna “toplumsal devrim” demek de bir şeyi değiştirmeyecektir. Bu tür hususları sıraladıktan sonra, kendi görüşlerini eleştirenleri kastederek şu değerlendirmeyi yapmaktadır Troçki: “Bunların bize karşı yönelttikleri yegâne suçlama, gerekli «sonuçlar»ı çıkarmadığımız suçlamasıdır. Ne var ki analiz edildiğinde, bu sonuçların tamamen terminolojik karakterde oldukları ortaya çıkar.”[39] Bir yandan, politik görevleri sahiplenme bakımından önemli bir farklılık yoksa, SSCB’nin sosyolojik yapısı hakkında farklı görüşlere sahip olanlarla bir bölünmeye gitmenin “korkunç bir saçmalık” olacağını ifade eden Troçki, öte yandan “tamamen teorik ve hatta terminolojik farklılıkları önemsememek bizim adımıza körlük olacaktır” demektedir.[40]
Aslında, Sovyetler Birliği’ne ilişkin somut gerçeklik bağlamında, bizzat kendisinin ileri sürmüş olduğu argümanlar yan yana getirildiğinde, bürokrasinin egemen bir sınıf olmadığını kanıtlamak o derece olanaksızdır ki, görüldüğü üzere Troçki de temel sorunun etrafında dönüp durmak zorunda kalmaktadır. Örneğin şöyle demektedir:
Ancak Sovyet bürokrasisini bir “sınıf” olarak görürsek, o zaman, bu sınıfın geçmişten bildiğimiz o mülk sahibi sınıfların hiçbirine kesinlikle benzemediğini hemen belirtmek zorunda kalırız; sonuçta büyük bir kazanım sağlamış olmayız. … Ancak kast tanımı da kuşkusuz tam anlamıyla bilimsel bir karaktere sahip değil. … Ne var ki hepimiz, tarihsel 168
özelliklerini gözden kaçırmayarak Sovyet bürokrasisine, bir bürokrasi, diyoruz. Bize göre bu şimdilik yeterli olmalıdır.[41]
Troçki’nin saptaması doğrudur. Gerçekten de Sovyet bürokrasisi, geçmişte bildiğimiz o bireysel özel mülkiyet sahibi sınıfların hiçbirine benzemiyordu. Ama asıl ayırt edici nokta da buydu işte. Stalinist bürokrasi, Batı’da karşılaşılan özel mülkiyet sahibi egemen sınıflara benzemiyordu ama, devlet mülkiyeti temelinde oluşan Doğu despotizminin egemen sınıfına (asker-sivil-dinsel bürokrasiden oluşan kolektif yönetici sınıf) benziyordu. Marx, binlerce yıl süren Doğu despotizminin, Batılı sınıflı toplumlardan farklılığını keşfetmiş ve bu farklılığa çarpıcı çözümlemeler getirmişti. Ne var ki, Sovyet devletinin niteliğini araştıran Troçki, aslında tam da konuyu aydınlatacak olan bu önemli husus üzerinde durmadı.
II. Dünya Savaşı döneminin çalkantılı yıllarında, Almanya, İtalya’daki faşist rejimler, Sovyetler Birliği’ndeki despotik-bürokratik diktatörlük koşulları, genelde geleceğe yönelik bir umutsuzluk yaratmakta ve işçi sınıfının tarihsel misyonundan tamamen umudun kesilmesi yönünde ters eğilimleri beslemekteydi. Dünyadaki gidişatın topyekûn bir şekilde totaliter bir yapılanma, “bürokratik kolektivizm” doğrultusunda seyrettiğini iddia edenlerin karşısında Troçki, o dönemde başlıca iki olasılıktan söz etmekteydi: Ya savaş proletarya devrimine yol açacak ve böylece bürokrasi de devrilecekti (o takdirde Stalinist bürokrasinin karakterine ilişkin tartışmalar da kendiliğinden düşecekti); ya da savaş proletaryada bir çöküşe yol açarsa, kapitalist ülkelerde de kapitalizm yerini totaliter bir rejime bırakacak, bu da uygarlığın çöküşü anlamına gelecekti. Bu tahlilden çıkardığı sonucu Troçki şu sözlerle ifade etmekteydi:
Tarihsel alternatif, sonuna kadar götürüldüğünde şuraya varır: Stalin rejimi ya burjuva toplumunun sosyalist bir topluma dönüşümü sürecinde meydana gelen istenmeyen bir sapmadır ya da yeni bir sömürücü toplumun ilk aşamasıdır. Eğer ikinci teşhisin doğru olduğu kanıtlanırsa, o zaman kuşkusuz, bürokrasi yeni bir sömürücü sınıf haline gelecektir.[42]
Fakat burada Troçki, sanki Sovyetler Birliği’nde bürokrasinin egemen sınıf düzeyine yükselmesinin mantıksal sonucu, genelde de kapitalizmin yerini “bürokratik kolektivizm” olarak adlandırılan yeni bir sömürücü topluma bırakmasıymış gibi bir akıl yürüttüğünden, daha sonra taraftarlarının aklını iyice karıştıran bir değerlendirme yaptı. Şöyle diyordu Troçki:
İkinci perspektif ne kadar can sıkıcı olsa da dünya proletaryası gelişmelerin kendisine verdiği misyonu yerine getirmede yeteneksiz olduğunu fiilen kanıtlamak durumunda kalırsa, kapitalist toplumun iç çelişkilerini temel alan sosyalist programın sonuçta bir Ütopya olduğunu kabul etmekten başka yapacak şey kalmaz. Bu durumda yeni bir “asgari” programın –totaliter bürokratik toplumdaki kölelerin çıkarlarını savunmak için– gerekli olacağı açıktır.[43]
Kendini, “bürokratik kolektivizm” teorisinin çağrıştırdığı olasılıkların gözden geçirilmesiyle sınırlandırmış bu tarz bir irdeleme aslında mümkün olan ve de pratikte gerçekleşen bir başka olasılığın göz ardı edilmesiyle sonuçlanıyordu. Gerçekte Stalin rejimi kapitalizmden farklı bir sömürücü toplumdu; ve bu toplumdaki egemen bürokrasi de burjuvaziden farklı bir sömürücü sınıftı. II. Dünya Savaşının sona ermesiyle birlikte Sovyetler Birliği’nde bürokratik rejimin ayakta kaldığı belli oldu. Fakat, “bürokratik kolektivizm” teorisini savunanların tezlerinden tamamen farklı olarak, kapitalist ülkeleri de kapsamak üzere bir bütün olarak dünyada değil, Sovyetler Birliği’nde biraraya gelen bazı özgül koşullar nedeniyle orada böyle bir rejim vücut bulmuştu. Ve artık bu rejim 169
temelinde bürokrasiyi egemen sınıf olarak nitelemekten kaçınmanın hiçbir mantıksal gerekçesi kalmamıştı. Yani ortaya çıkan gerçeklik, aslında Troçki’nin sorgulamakta olduğu bir başka sonuca işaret etmekteydi:
Eğer Bonapartist ayak takımı bir sınıf ise, bu onun tarihin bir düşüğü değil, yaşayabilecek yetenekte bir çocuğu olduğu anlamına gelir. Eğer onun yağmacılığı, terimin bilimsel anlamında “sömürü” ise, bu, bürokrasinin verili ekonomi sistemi için vazgeçilemez bir hakim sınıf olarak tarihsel bir geleceğe sahip olduğu anlamına gelir.[44]
Troçki’nin, “eğer” vurgusuyla koşullara bağlamış olduğu olasılık, tam da onun açımlamaya çalıştığı çerçevede ve Sovyetler Birliği’nde devlet mülkiyetine dayanan “verili ekonomi sistemi için” vazgeçilemez bir hakim sınıf düzeyine yükselen bürokratik diktatörlük gerçeğinde yaşam bulmuştu. Öte yandan bu sınıfın, uzun vadede “tarihsel geleceği” bulunmuyor olsa da, Troçki’nin başlangıçta düşündüğünün aksine, belirli bir dönem boyunca dünya tarihine damgasını basacak bir tarihsel gerçeklik oluşturduğu ve hatırı sayılır bir ömre sahip olduğu yadsınamazdı.
Sonuç olarak, Troçki’nin yaşamının son yılları içinde Sovyetler Birliği’nde devletin ve rejimin karakteri ile ilgili düşüncelerinin önemli bir değişim ve hareketlilik gösterdiği açıktır. Bu nedenle Troçki’nin bıraktığı noktadan hareketle ilerleyebilmenin, onun çözümlemelerini belirli noktalarda sabitleştirmekle sağlanamayacağı bellidir. Tam tersine, böyle yapıldığında gerçekliğin Troçki’nin yaşadığı tarihte dile getirdiği ve henüz eksiklikler, düzeltilmesi gereken yönler içeren görünümünden bile geriye düşüleceği kesindir.
[1] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.205
[2] Troçki, Sürekli Devrim, s.16
[3] Troçki, Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri, Enternasyonal Yay., Eylül 1979, s.8
[4] Troçki, age, s.7
[5] Troçki, age, s.9
[6] Troçki, age, s.10
[7] Troçki, age, s.10
[8] Troçki, age, s.11
[9] Troçki, age, s.12
[10] Troçki, age, s.16
[11] Troçki, age, s.22-23
170
[12] Troçki, age, s.23
[13] Troçki, age, s.24
[14] Troçki, age, s.27
[15] Troçki, age, s.50
[16] Troçki, age, s.64
[17] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.9
[18] Troçki, age, s.195
[19] Troçki, age,s.47-48
[20] Troçki, age, s.48
[21] Troçki, age, s.46-47
[22] Troçki, age, s.51
[23] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.51
[24] Troçki, age, s.60
[25] Troçki, age, s.45
[26] Troçki, age, s.55
[27] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.61
[28] Troçki, age, s.72
[29] Trotsky, The Revolution Betrayed, Pathfinder Press, 1989, s.272 [age, s.218]
[30] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.78, 81 ve 91
[31] Troçki, age, s.95, 200 ve 217
[32] Troçki, age, s.202
[33] Troçki’den akt: T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.156
[34] Troçki, Geçiş Programı, Kardelen Yay., 1992, s.40
[35] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.240
[36] Troçki, Sonuçlar ve Olasılıklar, Kardelen Yay., Mart 1990, s.128
171
[37] Troçki, “SSCB Savaşta”, Marksizmi Savunurken içinde, Kardelen Yay., 1992, s.33
[38] Troçki, age, s.34
[39] Troçki, age, s.35
[40] Troçki, age, s.35
[41] Troçki, age s.36
[42] Troçki, age, s.40
[43] Troçki, age, s.40
[44] Troçki, “Tekrar ve Bir Kez Daha SSCB’nin Yapısı Üzerine (Ekim 1939)”, Marksizmi Savunurken içinde, s.56
172
Troçki'nin Çözümlemelerinin Dondurulması
Sovyetler Birliği’nin kaderine ilişkin yaptığı değerlendirmelerde, Troçki’nin görüşlerine egemen olan düşünce şöyle özetlenebilir: Uluslararası arenada ilerleyemeyen ve ulusal sınırlar içinde tecrit olan bir proleter devrimin önü, bürokratik bir iktidarın oluşumuyla kesilecek olursa, devrim çöküşe sürüklenecektir. Sovyetler Birliği somutunda sorunu irdeleyen Troçki, bir yandan Stalinist iktidarın böyle bir bürokratik yapıyı oluşturduğunu kanıtlarıyla birlikte ortaya koyarken, öte yandan Ekim Devriminin kazanımlarının henüz ortadan kalkmadığını ve devrimin tamamen çökmediğini düşünüyordu. Troçki bu düşüncesini II. Dünya Savaşı arifesine kadar sürdürdü; savaşın bir gerçeklik haline gelmesi durumunda ise sorunu yeniden ele alarak, savaşla bağlantılı olasılıkları belirlemeye çalıştı.
Troçki’nin belirttiği olasılıklardan biri, Sovyetler Birliği’nde bürokratik diktatörlüğü alaşağı edecek bir proleter ayaklanmanın “ihanete uğramış devrimi” çökmekten kurtarabileceğiydi. Ne yazık ki bu olasılık gerçekleşmedi. Fakat bunun tam tersi gerçekleşti. Stalinist diktatörlük II. Dünya Savaşının bitiminde kendi nüfuz alanına giren ülkelerde de kendisi gibi bürokratik diktatörlüklerin kurulmasını sağlayarak, bu ülkeler üzerinde de askeri ve siyasal açıdan yönetici-merkezi bir konum elde etti ve daha da güçlendi. Bu yeni koşullar, yaşadığı dönemde Sovyet devletinin karakterini değerlendirirken Troçki’nin sergilediği “ihtiyatlı” yaklaşımın bir ölçüde anlaşılabilir nedeninin de artık ortadan kaktığı anlamına geliyordu. Artık ortaya çıkan bu tablonun, proletarya diktatörlüğüyle ve proleter devrimin kazanımlarının korunmasıyla hiçbir ilgisi olamazdı. Bu tablo, hakim mülkiyet biçiminin devlet mülkiyeti olduğu bir toplumda, devlet mülkiyetine hükmederek kendini işçi ve emekçiler üzerinde egemen sınıf konumuna yükselten yönetici bir sınıfın varlığına işaret ediyordu. Bu sınıf ne özel mülkiyet sahibi egemen sınıflara benziyordu, ne de modern sanayi toplumunun üretici sınıfı olan proletaryaya. İktidardaki bu sınıf gücünü ne burjuvaziden ne de işçi sınıfından alıyordu. Devlet mülkiyetine ve oluşturduğu despotik-bürokratik iktidar aygıtlarına dayanarak kendini vareden bir egemen sınıftı bu. Üstelik bu sınıf, II. Dünya Savaşından sonra kendine benzer modelleri de yaratarak uluslararası bir güç haline gelmişti.
Ne yazık ki Troçki, savaş sonrasında ortaya çıkan dünyanın bu yeni manzarasını ve kapitalist devletlerin yanı sıra Stalinist bürokrasinin kurduğu despotik devletin ulaştığı uluslararası gücün boyutlarını görecek kadar yaşamadı. Eğer Troçki savaş sonrasında ortaya çıkan bu yeni tabloyu görecek kadar yaşasaydı, inanıyoruz ki Sovyet devletinin niteliği konusunda yaptığı tahlilleri gözden geçirecek ve tezlerini eksik ve yanlışlarından arındırarak, daha bütünlüklü ve daha tutarlı görüşlere ulaşabilecekti.
Troçki’nin ölümünden sonra onun tahlillerinin sürdürülmesi ve savaş sonrasında ortaya çıkan yeni verilerin ışığında tezlerinin yeniden değerlendirilmesi gerekiyordu. Peki ama bunu kim yapacaktı ya da yapmalıydı? Bu görev elbette ki Troçki’nin takipçilerinin ve en başta da IV. Enternasyonal liderliğinin politik sorumluluğundaydı. Peki ne oldu? Troçki’nin takipçisi olduklarını söyleyen “Troçkistler”, bu görevlerini gerçekten de lâyıkiyle yerine getirebildiler mi? Bu soruya olumlu bir yanıt verebilmek oldukça güçtür.
Troçki’nin ölümünden sonra, IV. Enternasyonal’in liderliğini üstlenenler, Troçki’nin fikirlerinin özünü yakalayıp, değişen koşullar içinde bu özü geliştirmeye ve sürdürmeye 173
çalışacakları yerde, onun kendi döneminin koşulları içinde yaptığı teorik çözümlemeleri dondurdular ve Troçki’nin tezlerini birer dogmaya dönüştürdüler. Aslında bu tutum, devrimci teorik bir mirasın yaşatılması değil, kalıplara dökülerek şablonlaştırılması anlamına geliyordu. IV. Enternasyonal içinde düzgün bir teorik tartışma yürütülemediği için, Troçki’nin tezleri onun bıraktığı yerden alınıp, ilerletilemedi. Bu olmadığı için, sonuçta her Troçkist çevre, Troçki’nin fikirlerini kendine göre yorumlayıp, ayrı bir politik sekt oluşturmaya yöneldi.
Oysa Troçki’nin adlandırdığı biçimiyle Bolşevik-Leninist geleneğin gerçekten takipçisi olabilmek için, bu geleneğin sözde değil gerçekte yaşatıldığı bir yolun izleniyor olması ve buna uygun bir devrimci enternasyonalist birliğin var edilmesi gerekiyordu. Ne yazık ki bunun tam tersi oldu. Troçki tarafından temelleri atılan IV. Enternasyonal içinde, onun ölümünden sonra derin bir politik-örgütsel bunalım yaşanmaya başlandı. Bu bunalımın temelinde ise, IV. Enternasyonal liderliğinin, II. Dünya Savaşından sonraki süreçte ortaya çıkan sorunlara teorik çözümler getirememesi ve özellikle Sovyetler Birliği’ndeki Stalinist diktatörlüğü ve onun hegemonyası altında kurulan yeni bürokratik diktatörlükleri şu ya da bu tipten “ama yine de işçi devleti” olarak tanımlamayı sürdürmesinin yarattığı teorik karmaşa yatmaktaydı. Öte yandan benzer bir yanlış, II. Dünya Savaşından sonra gelişen ulusal kurtuluşçu hareketlere karşı yaklaşımlarda da sergilenecekti. Bu da yine sürekli devrim teorisinin yanlış bir kavranışından kaynaklanıyordu.
Sonuçta, Troçki’nin teorik çözümlemelerinin değişen koşullar içinde ilerletilememesi ve onun tezlerinin şablonlaştırılması, Troçkist harekette teorik bunalımın derinleşmesine ve giderek örgütsel-politik bölünmelerin, dağılmaların sıkça yaşanmasına neden oldu. Bölünmeler sonucunda ortaya çıkan yeni Troçkist sektler ise, proleter sınıf temelinde örgütlenmekten uzaklaşarak, küçük-burjuva unsurlara yöneldiler ve giderek bu temele oturdular. Bu da Troçkist hareketi, genel bir görünüm olarak, sürekli bunalım içinde olan ve sürekli bölünmeler yaşayan bir politik hareket haline getirdi. Sorunun örgütsel-politik boyutlarıyla ilgili olan bu tartışmanın ayrıntıları üzerinde durmak, elbette ki bu kitabın konusu değildir. Fakat ne var ki, Troçkist hareketin örgütsel-politik bölünmüşlüğünün, incelediğimiz konuyla ilgili, hem de çok ilgili bir yanı da var kuşkusuz.
Ele aldığımız tartışmalı teorik sorunlarla ilişkili olarak, Troçki’nin düşünce ve değerlendirmeleri üzerinde durduktan sonra, konu kaçınılmaz olarak onun ardıllarının görüşlerine doğru uzanmaktadır. Bu kapsamda da asıl dikkati, Troçki’nin ölümünden sonra IV. Enternasyonal geleneği içinde resmi temsilci konumuyla sivrilen Mandel’in görüşleri çekmektedir. Mandel’in görüşleri bütünsel olarak değerlendirildiğinde, onun temsil ettiği çizginin Troçki’nin görüşlerinin özünü kavrayabildiğini ve günümüzün çözüm bekleyen sorunlarına doğru teorik yanıtlar getirebildiğini söylemek çok zordur. Hatta diyebiliriz ki, pek çok konuda Troçki’nin teorik çözümlemelerini donduran ve onun görüşlerini “derinleştirmek” adına durağanlaştırıp, şablonlaştıranların başında Mandel gelmektedir.
Burada, Mandel’in temsilcisi olduğu eğilimin Troçki’nin açtığı yoldan ilerlemediğini, pek çok noktada onun düşüncelerini donuklaştırdığını bazı önemli örnekler temelinde sergilemeye çalışacağız. Bu örnekler Troçki’nin görüşlerinin eşliğinde değerlendirilecek olursa, tartışılması gereken sorunların belirginleşmesine yardımcı olabilir.
Mandel’in derinleştirmek adına bulanıklaştırdığı, hatta yanlış bir sonuca götürdüğü teorik sorunların başında, “işçi devleti” sorunu ve buna bağlı olarak Sovyetler Birliği’nde devletin sınıf karakteri ve bürokrasinin özgün konumu sorunu gelmektedir. Her ne kadar o, görüşlerini Troçki’ye dayandırdığını iddia etse de, bu konuda ortaya koyduğu “teori”, 174
bütünüyle kendi “özgün” teorisidir ve tabii, Marksizm açısından baktığımızda, bize göre yanlışlar üzerine oturan bir teoridir. Mandel, Sovyetler Birliği’ndeki devletin “bürokratik yozlaşmaya uğramış da olsa, yine de bir proletarya diktatörlüğü olduğu” biçimindeki yımdan hareketle, işçi devleti konusunda yanlış bir teorik çıkarsama yapmaktadır. Ona göre işçi devleti bürokrasili de olabilir ve hatta işçi devrimi geri bir ülkede gerçekleşmişse, işçi devletinin bürokrasili olması kaçınılmaz bir şeydir.
Eğer Mandel’in bu “teorisi” kabul edilecek olsaydı, o takdirde Marksizmin, işçi devletinin bürokrasisiz bir devlet olması gerektiği yolundaki perspektifi hoş bir temenni olmaktan öteye geçemezdi. Oysa biliyoruz ki, Marx’ın bu konudaki öngörüsü, hoş bir temenni değil, mümkün ve gerekli, hatta bir işçi devletinin var olabilmesi için zorunlu bir hedeftir. Bu hedefin hangi nesnel ve öznel nedenlerle yaşama geçirilemediği ya da geçirilemeyeceği üzerinde düşünmek ne denli doğru bir çaba ise, hedefin yaşama geçirilemediği bir durumu genelde veri kabul ederek, işçi devletinin bürokrasili de olabileceğini kanıtlamaya çalışmak o denli yanlış bir tutumdur. İşte Mandel’in “bürokrasili işçi devleti” genellemesiyle yaptığı şey tam da budur ve Marksist işçi devleti anlayışından gittikçe uzaklaşan bir yanlış tutuma örnek oluşturmaktadır.
İlgili bölümde, bu konuda Troçki’nin değerlendirmelerinin de hatalı yönler içerdiği belirtilmişti. Fakat son tahlilde Troçki’nin hareket noktasını, “işçi devletinin bürokrasili bir devlet olmaması gerektiği ve olamayacağı” yolundaki Marksist kavrayış oluşturmaktaydı. O sadece, Sovyetler Birliği’nin o dönemdeki değişim nedenlerini gözler önüne serme çabası içinde “bürokratik yozlaşma” olgusu üzerinde duruyordu. Öte yandan, “muazzam bürokratik yozlaşmaya uğramış işçi devleti”nin, eninde sonunda işçi devleti olmaktan çıkacağı doğrultusunda önemli ipuçlarını da sergileyerek, irdelemesini sürdürmekteydi Troçki. Oysa Mandel zaman içinde daha da netleşen gerçekliğe rağmen, teorisini hâlâ Troçki’nin erken değerlendirmelerinin üzerine oturtma tutumunu sürdürdü. Böyle yapmakla o, Troçki’nin hareket halindeki tahlillerini belli bir noktada dondurmuş oluyordu. Böylece Mandel’in teorisi, “devlet ortadan kalkmadıkça bürokrasinin de asla ortadan kalkmayacağı”, ya da “bürokrasinin her zaman olacağı” tarzında kavranmaya elverişli bir anlayışı yerleştirdi Troçkist harekette.
Mandel’in bu açılımı, proleter devrim tek ülkede ve üstelik Rusya gibi geri bir ülkede tecrit olmasaydı bile, belki yine de bürokrasisiz bir işçi devletinin var olamayacağı tarzındaki bir kuşkuya kapıları sonuna kadar açık bırakır. Bu kuşku beraberinde, “bürokrasili işçi devleti”ni kabullenmek, realiteye boyun eğmek, hatta geleceği buna göre yeniden tasarlamak biçiminde bir eğilimi geliştirir. Ve nitekim öyle de olmuştur. Mandel’in görüşlerinde, Sovyetler Birliği gerçeği karşısında kökü bu noktaya dayanan örtülü bir boyun eğişin, çeşitli ödünlerin izlerini bulmak zor değildir.
Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik karşı-devrim sürecinin akışı içinde, bürokrasiyi bir hakim sınıf olarak tanımlamanın eşiğine gelmiş bulunan Troçki, son yazılarında bürokratik egemenliğin proletarya tarafından yıkılması gereken karşı-devrimci bir güç olduğunu açıkça vurgulamaktaydı. Bürokrasinin, proletaryanın tarihsel kazanımlarını korumak bir yana, Sovyet devletinin bağrında uluslararası burjuvazinin bir uzantısı olarak işlev görebileceğini söylemekteydi Troçki. Böyle bir noktada artık hâlâ bürokrasinin ikili karakterinden söz etmek, “bir yönüyle tutucu olan bürokrasinin diğer bir yönüyle ise –kendi yöntemleriyle de olsa– işçi devletini korumaya devam ettiğini”nden bahsetmek anlamsızlaşmaktadır. Bakılması gereken yer, bürokrasinin dünya devriminin önünde engelleyici bir faktör olarak belirginleşen karşı-devrimci karakteridir.
Oysa Mandel’in “bürokrasinin ikili karakteri”ne ilişkin açılımları, Troçki’nin son 175
yazılarında verdiği ipuçlarıyla çelişmekte ve üstelik çubuğu Troçki’nin yapmadığı ölçüde bürokrasiden yana bükmektedir. Mandel 1968’lerdeki değerlendirmelerinde şöyle demektedir:
Bu rol, Sovyet bürokrasisinin temeldeki çelişik ve ikili karakterini yansıtır. Bir yanda Ekim Devrimiyle ve özel tarımın Stalin tarafından zorla kolektifleştirilerek şiddet yoluyla ezilmesiyle Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan yeni toplumsal düzene gerçekten bağlıdır ve bu düzeni –iktidarının ve imtiyazlarının temeli– kendi özel dar çıkarlarına uygun yollarla korumaya çalışılır. Sovyet toplumunu korumakla da kendi arzu ve saiklerinden bağımsız olarak devrimin uluslararası planda yayılmasına nesnel olarak hizmet etmektedir.[1]
Mandel’in bu türden değerlendirmeleri, Stalinizmin özürcülerinin, “bürokrasinin tüm öznel hatalarına rağmen, Sovyetler Birliği’nin nesnel olarak dünya devriminin merkezi olmayı sürdürdüğü” biçimindeki savlarının temelini oluşturur. İlerleyen yıllar içinde Mandel, bürokrasinin ikili karakterine ilişkin çözümlemelerinde esasta bir değişiklik yapmamıştır. Ve bürokrasinin hakim bir sınıf oluşturmadığı tezini, onun Ekim Devrimiyle doğan toplumsal düzeni –kendi yöntemleriyle de olsa– koruyucu bir yöne sahip bulunduğu iddiasına dayandırmayı sürdürmüştür.
Öte yandan Mandel, örneğin 1978 yılında “Sovyet devletinin sınıf karakteri” üzerine kendisiyle yapılan bir görüşmede, bürokrasiye “yeni sınıf” lakabını takanların, onun burjuvaziye göre ilerici yönünü de teslim etmek zorunda kalacaklarını belirtmektedir. Mandel’in bu türden argümanlar ileri sürmesi, Troçkist harekette doğruları bulmaya yönelen düşünsel çabaların daha baştan önünün tıkanmasına ve böylece Sovyet bürokrasisinin bir kast değil, egemen bir sınıf oluşturduğu gerçeğinin üstünün örtülmesine yol açmıştır.
Diğer yandan Mandel, bizzat kendi mantalitesi içinde bürokrasiye “ilerici” bir rol biçer ve bunun kanıtı olarak, SSCB’nin devasa iktisadi ve kültürel başarılarını gösterir. Oysa sağlanmış olan gelişme, Troçki’nin de belirttiği gibi, bürokrasinin kamçısı altında çalıştırılmış proletaryanın emeğinin sonucudur. O nedenle bürokrasiyi, işçi sınıfı ve dünya devrimi karşısında oynadığı gerici role göre değil de, burjuvaziyle karşılaştırarak değerlendirmek ya da SSCB’deki sanayileşme başarısını son tahlilde yine de bürokrasinin hanesine yazmak, bürokrasiye verilmiş büyük bir ödün olmaktadır. Üstelik bürokratik egemenliğin SSCB’de gelişme düzeyini yükseltici bir faktör olmayıp tam tersine frenleyici bir rol oynadığı bizzat Troçki tarafından dile getirilmiş bir gerçeklik iken! Troçki şöyle diyordu: “Bürokratizmin daha da engellenemeyen bir gelişimi, ekonomik ve kültürel büyümenin duraksamasına, korkunç bir toplumsal krize ve bütün toplumun olduğu gibi çöküşüne yol açabilir.”[2]
Bürokrasinin diktatörlüğü altındaki Sovyet ekonomisinin, kapitalizmi bile aşan bir ilerleme kaydettiği yolundaki “teori”nin yaratıcısı da Mandel olmuştur. Onun yıllarca savunduğu ve Troçkist hareket içinde yerleştirdiği tez şöyledir:
Sovyetler Birliği, plan plan ardına birbirini izleyen onyıllar boyunca, geçmişteki ilerlemenin birikimi geleceğin büyüme olanakları önünde engel yaratmadan, az çok dengeli bir ekonomik büyüme sürdürüyor… Kapitalist gelişmenin ekonomik büyümenin hızını azaltan tüm yasaları elendi.[3]
Troçki, Sovyetler Birliği’ndeki rejimin devlet kapitalizmi olmadığını kanıtlama çerçevesinde, bürokrasinin burjuva sınıf benzeri bir hakim sınıf olmadığını söylerken haklıydı. Diğer yandan Troçki, Sovyet bürokrasisini bölüşüm sürecinin jandarması olarak nitelerken, henüz gerekli sonucu ifade etmemiş olsa da, bu koşullarda işçi sınıfının 176
üretim sürecinin efendisi sayılamayacağı gerçeğine dikkat çekmiş olmaktaydı. Bunun nihai anlamı ise, bürokrasinin üretim sürecini denetleyen bir egemen güç olarak, ayrıcalıklı bir tabakadan fazla bir şey, özel mülkiyet sahibi sınıflara benzemeyen, fakat devlet mülkiyetine dayanarak toplumsal artı-emeği denetleyen kendine özgü bir sınıf olduğuydu. Ne yazık ki Troçki de tahlillerini henüz bu noktaya ulaştıracak düzeyde ilerletememişti.
Burjuvazinin mülksüzleştirildiği fakat işçi sınıfının da egemenliğini koruyamadığı ve üretim araçlarının devlet mülkiyetinde bulunduğu bir durumda, devletin sahibi bürokrasi, özel mülkiyet sahibi sınıfların hizmetindeki bürokrasiden çok farklı bir şeydi. Özel mülkiyete dayanmayan Sovyet bürokrasisinin devlet mülkiyeti sayesinde egemen konuma yükselmiş bir yönetici sınıf, devletlû sınıf oluşturduğu sonradan apaçık ortaya çıktı.
“Bürokrasinin kamçısı altında çalışmaya mahkûm kılınan” işçi sınıfının konumuna ilişkin Troçki’nin yaptığı teşhirler, bürokrasinin işçi sınıfı karşısındaki egemen pozisyonunu olanca açıklığıyla sergilemekteydi. O, bu durumun meşrulaşması ve katılaşması halinde, proleter devrimin toplumsal kazanımlarının tümden tasfiyesine yol açılacağına işaret etti. Aradan yıllar geçmesine ve olayların Troçki’nin belirttiği tarihten önce bile zaten tam da onun dediği yönde gelişmesine rağmen, “devlet mülkiyeti devam ettikçe işçi sınıfının tarihsel kazanımlarının korunmaya devam edeceği”ni kanıtlamaya çalışan Troçkistler fena halde yanılmaktaydılar. Ve bu yanılgının temelinde, devlet mülkiyetini abartılı bir biçimde sosyalist mülkiyetle benzeştirme yanılgısı yatmaktaydı. Oysaki, örneğin küçük-burjuva sosyalizminin “devletçilik” ve “devlet mülkiyeti” sorunundaki yanılgıları, daha Marx döneminden başlamak üzere nice eleştiriye konu olmuştur ve Marksizmin bu konuda küçük-burjuva sosyalizmine yönelttiği teorik eleştiriler devrimci Marksist literatürde zengin bir yer tutar.[4]
Aslında, gerçeklerle bağdaşmayan birtakım iddiaların teorize edilmek istenmesi, böyle bir çaba içine giren kişiyi kaçınılmaz olarak çelişkilere sürükler. Troçki’nin verdiği önemli ipuçlarını yok sayarcasına, kendini şablonlara kilitleyen Mandel, Sovyet devletinin karakteri konusundaki değerlendirmelerini bir kısır döngüye hapsetmiştir. Konuya ilişkin sorgulamalar kendisini “bürokratik yozlaşmış işçi devleti” çözümlemesinin ilerisine gitmeye zorlayıverdiğinde, kendi içinde çelişmeyi göze almıştır, fakat bu şablonu terk etmeyi göze alamamıştır. Örneğin Mandel, sıra Sovyet devletinin niteliğinin değişen koşullar içinde yeniden ifade edilmesine geldiğinde tam da böyle bir çelişki sergilemektedir. Bürokrasinin hâlâ köken olarak işçilerden oluşan çok kalabalık bir sosyal grup olduğunu iddia etmeyi sürdürür Mandel. “Bürokratik yozlaşmış işçi devleti” tanımının 1978’lerde artık eleştiriye dayanacak bir yanının kalmamış olması nedeniyle, bu tanımın sürdürülmesine özürcü gerekçeler arar. Bu Troçkist tanımın hiç de işçi devleti ile aynı şey olmadığını söyler. Fakat buna rağmen, Sovyet devletinin tanımındaki “işçi” sıfatının kaldırılması halinde daha da karışık bir duruma yol açılacağı gerekçesiyle, kaldırılmamasını yeğler. Mandel’in göze alamadığı karışıklığa örnek olarak sıraladığı gerekçeler, karışıklıktan korunabilmek amacıyla doğruyu arayıp bulma çabasından vazgeçmeye çağrıdır. Ya da yine bürokrasiye verilmiş bir ödünün ifadesidir. Şöyle der Mandel:
Bürokrasinin yeni bir sınıf olduğu kabullenilirse, iktidardaki Komünist partiler “bürokratik” partiler mi olacaktır?
Ya da bürokrasi iktidarı ele geçirmesinden önce bir sınıf olmamakla birlikte, iktidarı ele geçirdikten sonra bir sınıf haline gelen tarihteki ilk sınıf mıdır?
177
Ve sonuç olarak Mandel, Troçki’nin ipuçlarını hiçe sayarak ve yine o aşina limana sığınarak “karışıklıktan korunmuş” olur:
Dördüncü Enternasyonal –Troçki’yi izleyerek– Sovyetler Birliği’nde halen bürokratik yozlaşmaya uğramış bir işçi devletinin varlığını ve bu anlamda da Sovyetler Birliği’nin bir çeşit proletarya diktatörlüğünü koruduğunu ileri sürerken bunu çok belirgin bir içerikle sınırlamaktadır. Bu devlet günümüze kadar Ekim Devrimi’nden doğan yapıları, melez üretim ilişkilerini nesnel olarak savunmuştur. Nitekim günümüze kadar kapitalizmin restorasyonunu ve yeni bir burjuva sınıfın iktidarını önlemiştir; kapitalist mülkiyetin ve kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden oluşmasına izin vermemiştir.[5]
Oysa Mandel’in bu satırları kaleme aldığı tarihlerde (1978), bürokrasinin kapitalist restorasyonu gerçekleştirmemiş olması, Sovyetler Birliği’nin “bir çeşit proletarya diktatörlüğünü koruduğunu” göstermez. Sovyet devletinin “Ekim Devriminden doğan yapıları nesnel olarak savunduğu” iddiası doğru değildir. Bürokratik karşı-devrim sonucunda Sovyet devleti’nin işçi devleti olmaktan tamamen çıkmasıyla birlikte, 1929 dönemecinden başlayarak “bürokrasinin Ekim Devrimiyle doğan yapılara bağımlı bir sosyal kast olduğu” görüşünün nesnel bir dayanağı kalmamıştır. O nedenle de, bürokrasinin “yeni bir burjuva sınıfın iktidarını önlemekle, kapitalist mülkiyetin ve kapitalist üretim ilişkilerinin oluşmasına izin vermemekle” koruduğu varlık artık “Ekim Devriminden doğan yapılar” değildir. Bürokrasi, kendi ulus-devletinin çıkarlarıyla bağlı bürokratik rejimin işleyişini korumuştur.
Sovyet devletinin ve Sovyet bürokrasisinin nesnel karakterini yeniden değerlendirmekten kaçınan Mandel, çözümlemelerini günümüzdeki değişimin kavranabileceği düzeye yükseltmemiş, dolayısıyla bürokratik rejimlerin çöküş sürecine hazırlıksız yakalanmıştır. Bu nedenle, onun 1978’lerden örneklediğimiz saptamaları özü itibarıyla yanılgılıdır ve günümüzdeki değişikliğin kavranmasındaki eksikliğin de kaynağıdır. Çünkü Mandel, bürokrasinin vaktiyle gerçekleştirmiş olduğu karşı-devrime rağmen, Ekim Devriminin toplumsal kazanımlarının yok edilmediği iddiasını sürdürmüştür. Bu nedenle de, Sovyetler Birliği ve benzeri ülkelerde kapitalist restorasyonun ancak bir burjuva karşı-devrimiyle gerçekleştirilebileceğini yinelemekle yetinmiştir.
“Karışıklıktan korunma” gerekçesiyle eskimiş değerlendirmelere takılıp kalan Mandel, bu değerlendirmelerin somut gerçeklikle bağdaşmaması karşısında duyduğu rahatsızlığı, Marksist kavramların içeriğiyle oynayarak geçiştirmeye çalışmaktadır. Ve asıl karışıklığa da böylesi tutumlar neden olmaktadır. Şöyle der Mandel:
… eğer “proletarya diktatörlüğü”, “işçi sınıfının doğrudan yönetimi” olarak yorumlanırsa, o zaman böylesi bir diktatörlük kesinlikle söz konusu değildir. Bizim için, Sovyetler Birliği’nde proletarya diktatörlüğü, ancak bu terimin türetilmiş, dolaylı ve sosyo-teorik anlamında söz konusudur.[6]
Proletarya diktatörlüğünün varlık koşulunu oluşturan “işçi sınıfının doğrudan yönetimi”, onun yorumlarından biriymiş gibi sunulmaktadır. Böylece Mandel bizleri, proletarya diktatörlüğünün yeni bir tanımı ile yüz yüze getirmektedir: İşçi sınıfının “dolaylı” yönetimi anlamına gelen, proletarya diktatörlüğü tanımından “türetilmiş” bulunan, “sosyo-teorik” anlamda bir proletarya diktatörlüğü. Aslında bu tür açıklamalar, teorik laf salatası olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir.
Bürokrasinin proletaryadan bağımsız bir hakim sınıf oluşturamayacağını, Sovyet devletinin son tahlilde yine de Ekim Devriminin kazanımlarını koruyan “bürokratik yozlaşmış işçi devleti” olduğunu kanıtlama çabası Mandel’i, gerçeklikle uyuşmayan 178
yorumlar yapmaya zorlamaktadır. İşte bu nedenle o, Sovyet bürokrasisinin “Ekim Devriminin başını koca kıçıyla ezdiği”ni söyleyen ve bürokrasinin varlığının “Bolşevizmin diyalektik inkârına” dayandığını ilân eden Troçki’den yıllar sonra, bu anlamda hâlâ “tamamlanmamış süreçler”den söz etme gafletine düşmektedir. Aşağıdaki satırlar böyle bir tutumun örneğini oluşturması bakımından ibret vericidir:
… bürokrasi her ne kadar geçmişle, işçi sınıfıyla ve Marksist ideoloji ile göbek bağını bütünüyle kesmeyi istese ve buna çabalasa da, denemek başka şeydir, başarmak başka şey. Burada söz konusu olan tamamlanmış olmaktan uzak bir süreçtir; ve bu süreçte çok şiddetli tepkilerle karşılaşılabileceği açıktır.[7]
Niyet ne olursa olsun, yarattığı sonuçlar itibarıyla bu tür açıklamalar, bürokrasiye verilmiş ödünlere dönüşmektedir. Tarihsel deneyimin ortaya koyduğu “bürokratik diktatörlük” olgusunu, “bürokrasili işçi devleti” çerçevesinde teorize eden Mandel ve takipçileri, ulusal kurtuluş devrimlerinin ürünü olan “ulusal devrimci” iktidarları bile “işçi devleti” kategorisi içine sokuşturmaktadırlar. İşçi sınıfını daha en başından iktidar dışında tutan ve ancak milliyetçi sosyalizm anlayışı temelinde bir anti-kapitalist içeriğe sahip bulunan Yugoslavya, Çin ve Vietnam devrimleri “baştan deforme olmuş sosyalist devrimler” olarak değerlendirilmektedir. Mandel bu ülkelerdeki devrimlerle ilgili olarak şöyle demektedir:
Stalinist geçmişlerinden bütünsel değil, yalnızca kısmi bir kopuş gerçekleştirmiş olmaları, bu partilerin önderliklerini, hem iç rejimleri hem de kitleler ile ilişkileri bakımından bürokratik örgütsel konumlarda tutmuştur. Buna bağlı olarak, doğrudan bir işçi ve halk iktidarının (sovyetler) kurumlaştırılması devrimci zaferlere eşlik etmemiştir. Parti aygıtı, daha baştan devletle özdeşleşmiştir. Aynı nedenle, bürokratikleşme ve kitlelerin depolitizasyonu olayı –her ikisi de yeni bir bürokrasinin aşırı maddi ayrıcalıklarının hızla ortaya çıkması sonucunda pekişerek– derinleşmiştir. Dolayısıyla bürokratik biçimde manipüle edilen ve baştan deforme olmuş sosyalist devrimlerden haklı olarak söz edilebilir.[8]
Böylece Mandel, Marksist literatüre “bürokratik işçi devleti” kavramının yanı sıra yeni bir “teorik” kavram daha kazandırır: “Daha baştan deforme olmuş sosyalist devrimler!”
Bunun yanı sıra Mandel ve takipçileri, Küba, Nikaragua ve Granada’da gerçekleşen devrimleri ise, bu devrimlerin önderlikleri Stalinist kökenli partiler olmadığı için (!), “gerçek sosyalist halk devrimleri” olarak tanımlamaktadırlar:
Küba’da, Granada’da ve Nikaragua’da söz konusu olan, Yugoslav, Çin ve Vietnam devrimlerinden kalın bir çizgiyle ayrılan gerçek sosyalist halk devrimleridir; çünkü bu devrimlerin başında Stalinist kökenli partiler değil, kendi ülkelerinin anti-emperyalist ve sosyalist akımları içindeki bir ayrışmanın ve olgunlaşmanın ürünü olan devrimci partiler vardı. Aynı nedenle, iktidarın bürokratikleşmesi süreci bu ülkelerde diğerlerine göre çok daha sınırlı olmuştur ve ulusal düzeyden çok yerel düzeyde, işçi ve halk iktidarlarının kurumsallaştırılması yönünde (sınırlı ve henüz yetersiz) ileri adımlar atılabilmiştir.[9]
Bu değerlendirmelerde kullanılan ölçüt nedir? Devrimlerin ulaştığı kapsam ve devrimci proletaryayı iktidara getirip getirmediği mi? Yoksa, devrime damgasını basan önderliklerin Stalinist kökenli partiler olmaması ya da Stalinizmden tam kopmaksızın Sovyet bürokrasisine tavır alıp almamaları mı? Kuşkusuz, doğru bir değerlendirme yapabilmek için, söz konusu devrimlerin önderliklerinin Sovyet bürokrasisi karşısındaki konumlarını dikkate almak yetmez. Esas olarak, devrimci önderliğin sınıf karakterinin, devrimin ulaştığı kapsamın ve proletaryayı iktidara getirip getirmediğinin çözümlenmesi 179
gerekir. Proletarya diktatörlüğünün kurulmasıyla sonuçlanmayan ve son tahlilde “ulusalcılık” anlayışını asla aşamayan bir devrimi, sırf kapitalist ilişkileri tasfiyeye yönelip (ki bu da yine Sovyet bürokrasisi ile kurulan askeri, siyasi, ekonomik bağlar temelinde olmaktadır), “devletleştirmeler” temelinde bir ulusal kalkınma stratejisi uygulamaya yöneldiği için “sosyalist devrim” olarak nitelendirmek ne derece doğru bir yaklaşım olabilir?
Mandel’in temsilcisi olduğu eğilimin bu konudaki temel yanılgısı o denli çarpıcıdır ki, ulusal kurtuluş devrimi temelinde gelişen ve ulusal devrimci bir iktidarın kurulmasından sonra Sovyet bürokrasisine boyun eğen Küba devrimini, “gerçek sosyalist halk devrimi” olarak nitelemeyi sürdürmüşlerdir. Küba devriminin ulusal kurtuluşçu, “Cadillocu” önderliğinin iktidarı, Ekim Devriminin ürünü olan proletarya diktatörlüğü ile karşılaştırılmaktadır. Yine örneğin, ulusal devrim boyutunu aşmamış olan Nikaragua Devriminin, burjuva unsurları içeren Sandinist önderliğinin iktidarı da, “gerçek sosyalist halk devriminin” iktidara getirdiği “çok daha az bürokratlaşmış bir iktidar” olarak nitelenmektedir. Mandel karşı karşıya kaldığı problemi, sosyalizm ile halk kavramlarını çiftleştirerek basitçe aşma çabası içinde oldu hep.
Oysa çok iyi bilinmektedir ki, Troçki’nin savunduğu sürekli devrim anlayışı, devrimlerin proletaryanın sosyalizm hedefini kapsayacak düzeye yükseltilebilmesi için proletarya diktatörlüğünün kurulmasını şart koşar. Bu nedenle, ulusal kurtuluş devrimi kapsamında kalan ve ulusal kurtuluşçu iktidarların kurulmasıyla sonuçlanan devrimleri Ekim proleter devrimi ile aynı çerçevede değerlendiren Troçkist eğilimlerin bu tutumu, her şeyden önce, Troçki’nin savunduğu sürekli devrim perspektifine aykırıdır.
Ulusal kurtuluş devrimlerinin sosyalist devrim kategorisi içine sokuşturulması ve bu tür devrimlerin sonucunda kurulan tüm ulusal devletlerin “daha baştan bürokratikleşmiş işçi devleti” olarak tanımlanması, Mandelci eğilimin yerleştirdiği bir teorik garabettir. Örneğin şu satırlar, bu tuhaflığın tipik örneklerinden birini oluşturuyor: “birçok az gelişmiş ülkede kapitalizmin devrilmesi, işçilerin demokratik biçimde seçilmiş işçi konseylerine dayanan dolaysız iktidarının ortaya çıkışına bağlı olmadığı sürece, buradan çıkacak işçi devletlerinin daha kuruluştan itibaren bürokratlaşmaya mahkûm oldukları da vurgulanmalıdır.”[10] Tıpkı Mandel’in proletarya diktatörlüğünden “türetilmiş”, “dolaylı”, “sosyo-teorik anlamda bir proletarya diktatörlüğü” biçimindeki teorik laf salatasında olduğu gibi, burada da karşımıza çıkan tuhaflık, “işçilerin demokratik biçimde seçilmiş işçi konseylerine dayanan dolaysız iktidarının” doğumu olmaksızın, yani işçi sınıfını hiç iktidara getirmeksizin yaşama gözlerini açan “daha kuruluşundan itibaren bürokratikleşmiş işçi devleti”dir!
Burada hatırlanması gereken diğer bir nokta ise, Mandel’in “bürokratikleşmiş işçi devletleri” tarzındaki değerlendirmelerini bağladığı şematize edilmiş derecelendirme sistemidir. Ekim Devrimi sonrasında ortaya çıkan sovyet iktidarının, Lenin’in de işaret ettiği üzere bürokratik deformasyona uğraması ve bu belânın daha da büyüyerek artık tam bir bürokratik dejenerasyona dönüşmesi olguları, mekanik bir biçimde sınıflandırılarak, ortaya sanki genel geçer bir “deforme olmuş işçi devletleri” ve “dejenere olmuş işçi devletleri” ayrımı çıkartılmıştır. Oysaki, bürokratik deformasyon (bozulma) ve dejenerasyon (yozlaşma) olguları salt Sovyetler Birliği’nin tarihine ilişkindir ve bu kavramların bir işçi devriminin yaşanmadığı ülkelere uygulanmak istenmesi doğru değildir. Fakat yıllarca Troçkizm adına böylesi yaklaşımlar yerleştirilmiş ve hatta kimi tarihsel olayların değerlendirilmesinde, “deforme olmuş işçi devleti” diyen Troçkistlerle, “dejenere olmuş işçi devleti” diyen Troçkistler karşı karşıya gelebilmişlerdir. Oysa yanılgı derece farkında değil, bu tür bir yaklaşımın bizzat kendisinde, bütünündedir. 180
Mandel’in “Geçiş Toplumu” Kavramı
Mandel ve onun gibi düşünenler, Sovyet devletinin karakteri konusundaki yanılgılarını Sovyetler’deki sosyo-ekonomik rejimin değerlendirilmesindeki tutumları ile bütünlemektedirler. Sovyetler Birliği’ndeki sosyo-ekonomik rejimi, bürokrasinin egemenliğiyle sakatlanmış da olsa, yine de bir geçiş rejimi olarak nitelemeye devam etmektedirler. Mandel, kapitalizmden komünizme geçiş döneminin özelliklerini tanımladığı ve genellikle “geçiş toplumu” olarak adlandırdığı tezlerini, Sovyetler Birliği’nin bir “geçiş toplumu” olduğunu kanıtlamakta kullanmaktadır. Ona göre “geçiş toplumu” her iki yöne de (kapitalizme de, sosyalizme de) açık bir özellik arz etmektedir. Bir kapitalist restorasyon gerçekleşmediği sürece, bu ülkeler bir köprü üzerinde uzun süre duran bir varlığa benzetilmektedir. Sovyet ekonomisinin bileşiminin “melez ve çelişik” olduğunu belirten Mandel, “SSCB’nin kapitalizm ile sosyalizm arasındaki, bugünkü aşamada bürokratik diktatörlük tarafından «dondurulmuş» bir geçiş toplumu olarak kaderinin henüz tarih tarafından karara bağlanmadığını” söylemektedir.[11] İşçi sınıfının iktidarı var olmasa bile, geçmişten geleceğe uzanan köprünün (kapitalizmden komünizme geçiş döneminin) yine de yerli yerinde durduğunu varsaymaktadır. Bu varsayımı ile Mandel, Marksizmin ancak proletarya diktatörlüğü altında yaşanabileceğini gösterdiği geçiş dönemi kavrayışından farklı bir “geçiş toplumu” anlayışına sahip olduğunu sergilemektedir.
Kapitalizmden komünizme geçiş döneminin her iki ucu da açık bir süreç olarak tanımlanması doğru değildir. Çünkü ancak işçi sınıfının doğrudan yönetimi altında, yani proletarya diktatörlüğü altında yaşanabilecek olan geçiş dönemi, hem geriye (kapitalizme) hem de ileriye (sosyalizme) açılan, tarihsel kaderi belirsiz bir köprü olmayacaktır. Tam tersine, geçmişle bağın koparıldığı ve ileriye doğru yüründüğü devrimci dönüşümler dönemi olacaktır bu tarihsel dönem. İktidara gelen proletaryanın başlattığı toplumsal devrimin durması ve geriye dönüşün başlaması olasılığı, ancak proletarya diktatörlüğünün yıkılması ve son bulmasına bağlı olarak söz konusu olabilir. Bu ise zaten Marksist açıdan geçiş döneminin zorunlu koşulunun ortadan kalkması demektir ki, böyle bir olayın gerçekleşmesi halinde artık geçiş döneminin varlığından söz edilemez. Bu nedenle, kapitalizmden komünizme geçiş olarak ifade edeceğimiz tarihsel hareketin var olabilmesi açısından Marx sorunu, “proletaryanın iktidarı döne döne fethetmesi” çerçevesinde ortaya koymuştur:
Burjuva devrimleri, 18. yüzyılın devrimleri olarak, hızla başarıdan başarıya koşarlar; bunların dramatik etkileri birbirini aşar; insanlar ve şeyler adeta ışıl ışıl parlarlar; vecd hali gündelik ruh halidir; ama bu devrimler kısa ömürlüdürler; kısa sürede kendi doruklarına vardılar ve toplum fırtına ve buhran döneminin sonuçlarını soğukkanlılıkla sindirmeyi öğrenmeden, uzun bir mide fesadına yakalandı. Diğer taraftan, proletarya devrimleri, 19. yüzyılın devrimleri olarak, durmadan kendilerini eleştirirler, sürekli olarak kendi akışlarını kesintiye uğratırlar, görünüşte işi bitirilmiş olana tekrar başlamak üzere geri dönerler, ilk girişimlerinin yetersizlikleri, zayıflıkları ve küçüklükleriyle zalimce bir itinayla alay ederler, hasımlarını, salt, yerden yeniden güç alabilsin ve yeniden dev gibi ayağa kalkarak önüne çıkabilsin diye yere sermiş görünürler, kendi amaçlarının belirsiz muazzamlığı karşısında zaman zaman irkilip geri çekilirler, ta ki bütün geri dönüşlerin olanaksız olduğu bir durum yaratılıncaya, ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar:
Hic Rhodus, Hic Salta![12] 181
Günümüzden tam 140 yıl öncesine ait bulunan bu satırlarda dile gelen derin kavrayış, proletaryanın siyasal iktidarı fethetmek ve dünyayı devrimci dönüşüme uğratmak amacıyla, bütün bir 20. yüzyıl boyunca sarf ettiği çabanın, 21. yüzyıla devredilen “yeniden başlangıç”ını açıklamaktadır. Oysa Mandel ve Sovyet deneyimini onun gibi yorumlayanlar, işçi sınıfının doğrudan yönetimini yitirdiği bir durumu “geçiş toplumu” olarak teorize etmekle, proleter devrimlerin eksikliklerini ve yanlışlıklarını gözden geçirerek yeniden ileriye atılabilmek için, tekrar tekrar başlangıç noktalarına dönüş yapan karakterini göz ardı etmektedirler.
Mandel’in çözümlemelerinde de, Sovyet ekonomisinin neden “devlet kapitalizmi” olarak tanımlanamayacağının teorik kanıtları ortaya konulmaya çalışılmıştır. Fakat Mandel’in, Sovyetler’de kapitalist değer yasasının işlemediği ve genelleşmiş meta üretiminden söz edilemeyeceği çerçevesinde dile getirdiği görüşlerin, Troçki’den ayrılan bir yanı vardır. Troçki çözümlemesinde, son tahlilde kapitalist dünya pazarının belirleyici rolüne vurguyu yapar ve bürokratik egemenlik altında uzun süren bir tecrit döneminin, kapitalizmin restorasyonuyla sonuçlanacağını dile getirir. Oysa Mandel, Sovyetler Birliği’ndeki gerçekliği, içerdiği çelişkilere dikkat çekmesine karşın yine de durağan bir çerçevede ele aldığından, vurguyu ulusal sınırlar içindeki ekonomik işleyişe yapmaktadır. Sovyetler Birliği’nde ekonominin, uluslararası faktörlerin bindirdiği basınç nedeniyle yüz yüze bulunduğu tehlikeleri yeterince dikkate almamaktadır. O nedenle de, genelleşmiş meta üretiminin ulusal çerçevede ortadan kaldırılmış olmasına gereğinden fazla önem atfetmektedir.
Onun dikkatleri ulusal sınırlar çerçevesindeki bir “geçiş” olgusuna çekmesi hem Marksist açıdan yanlış, hem de ilerleyen yıllar içindeki gelişmeleri açıklayamayan bir teori olmuştur. Örneğin, ulusal sınırlar içinde kapitalist değer yasasının işlemez kılınmasını, ekonomiyi büyük bunalımlara düşmekten kurtaracak ve kapitalizme oranla istikrarlı bir ekonomik büyümeyi sağlayacak ağırlıkta bir faktör olarak öne çıkaran Mandel, böylece Sovyetler’deki gerçekliğin bir “geçiş rejimi” olarak idealize edilmesine de katkıda bulunmuştur. Sovyetler Birliği ve diğer bürokratik rejimlerin ekonomik-politik-toplumsal bunalımlarının artık gözlerden gizlenemez biçimde, tüm yıkıcı sonuçlarıyla ortalığa dökülüvermesi karşısında ise zihinlere soru işaretleri takılmaya başlamıştır. Fakat, tek tek ülkelerde hem de bürokratik diktatörlükler altında “kapitalizmden komünizme geçiş”in devam edebileceği anlayışı bazı Troçkist çevrelerde öylesine derin kökler salmıştır ki, olayları çözümleyebilecek yeterli bir sorgulama yapılamamaktadır.
Oysaki, ilerleyen yıllar içinde Sovyet ekonomisinin bunalımlarının artık iyice açığa vurmasıyla, bu ekonomilerin dünya pazarı karşısındaki konumlarının sorgulanması kaçınılmaz oldu. “Devlet kapitalizmi” teorisini savunanlar, bu durumdan temelde yanlış sonuç çıkardılar ve bu ülkelerdeki ekonomik bunalımı, kapitalist işleyişten kaynaklanan bunalımlarla aynı sepete koydular. Böyle bir iddia kuşkusuz Sovyetler Birliği’ndeki gerçek durumu, onun kapitalizmden farklılığını, özgüllüğünü yansıtmıyor.
Sovyet ekonomisinin bunalımları, dünya kapitalist sisteminin bürokratik rejimleri çözücü etkisini ortaya koymaktadır. Bu durum Marksizmin, dünya devriminin ilerleyişine ilişkin temel öngörülerinin doğruluğunu kanıtlar. Yani, bürokratik diktatörlük altındaki ülkelerde, ekonominin ulusal çerçevede devlet mülkiyetine ve bürokratik planlamaya dayanan özgül işleyişinin sürgit devam etmesinin olanaksızlığını, dünya piyasasının etkisinin eninde sonunda açığa çıkacağını gözler önüne serer.
Mandel de, “Sovyet ekonomisinin işleyişi değer yasasının hakimiyetinde değilse de, kendisini onun etkisinden soyutlayamayacağını” belirtmektedir. Fakat öte yandan, kapitalist restorasyon olasılığından söz ederken bunu hâlâ ulusal çerçeveye hapsetmekte, 182
ulusal temelde meta üretiminin kalıntılarıyla ilişkilendirmek istemektedir:
Ya meta üretiminden geriye kalan şey sonuçta toplumsal artı-ürünün doğrudan temellük ve tahsisinin büyük bir bölümünü saf dışı bırakır; bu durumda kapitalizm restore edilmiş olur Ya da toplum bürokrasinin ölü ağırlığını üstünden silkeler ve kitleler tarafından demokratik olarak karar altına alınana ihtiyaçların giderilmesi için temel kaynakların doğrudan temellük ve tahsisinin hakim olmasını sağlar; bu durumda, kimi piyasa mekanizmalarının kaçınılmaz hayata kalışı artık sosyalizme doğru gerçek bir ilerlemeyi frenleyemez.[13]
Oysa tanık olunduğu gibi bu ülkelerde işlemeye başlayan kapitalist restorasyon süreci, ulusal ölçekte meta üretiminin kalıntılarından kaynaklanmadı. Bu süreç, dünya kapitalist sisteminin çözücü etkisinin ve Troçki’nin işaret ettiği üzere, Sovyet devletinin içinde “uluslararası burjuvazinin bir uzantısı” olarak hareket eden bürokrasinin dönüşümünün sonucudur. Kapitalist restorasyon konusunda, Mandel’in bu olasılığı tamamen dıştaladığı söylenemez. Tersine Mandel, Troçki’nin açılımları eşliğinde bu olasılığa işaret etmekte ve tek tek bürokratlar ile belli işletmeler arasında kalıcı bir maddi çıkar bağının tesisi durumunda, bunun özel mülkiyetin iktisadi anlamda yeniden tesisi anlamına geleceğine işaret etmektedir. Hatta mülkiyetteki hukuksal durumun (devlet mülkiyeti) değişmesinden önce, fiili durumda özel mülkiyet yönünde bir değişimin yaşanabileceğine dikkat çekmektedir. Fakat onun bu konudaki eksikliği, bu olasılığın artık işlemekte olduğu bir dönemde, yaşananların sonuçlarını çözümlemelerine yansıtmaması, eski kalıplarda ısrarı sürdürmesidir.
Hatırlanacağı gibi, Troçki, bir burjuva karşı-devrim yaşanmaksızın da kapitalist restorasyonun bürokrasi eliyle, evrimsel bir yoldan gerçekleştirilebileceğine dikkat çekmişti. Mandel ise, kapitalizme dönüşün ancak bir burjuva karşı-devrim yoluyla gerçekleşebileceği fikrini tekrarlamakla yetindi. Oysaki, zaten bürokrasinin egemenliği Sovyetler Birliği’ni, bir burjuva karşı-devrimine gerek kalmaksızın dünya kapitalizmine entegrasyona açık hale getirmişti. Mandel’in ve benzer değerlendirmeler yapan Troçkist çevrelerin 1989’dan bu yana Doğu Avrupa ülkeleri ve Sovyetler Birliği’nde yaşanmakta olanları açıklamakta içine düştükleri açmazların nedeni, yıllardan beri hatalı değerlendirmelerini sorgulayıp eleştirmekten ısrarla kaçınmış olmalarıdır.
Yozlaşmış işçi devleti anlayışının sürdürülerek, proletaryanın tarihsel kazanımlarının devam ettiği düşüncesinde ısrar edilmesi, proletaryanın bürokratik egemenliklere karşı mücadelesinin değerlendirilmesinde de bulanıklığa neden olmuştur. Bu perspektif bulanıklığı nedeniyle, IV. Enternasyonal çevreleri, Sovyetler Birliği ve diğer bürokratik rejimlerde proletaryanın devrimci stratejisini salt bir “politik devrim”le sınırlandırdılar. Sovyet bürokrasisinin egemenliğini, burjuva devletteki “Bonapartizm” biçimlenmesi temelinde ele alan Troçki’nin eski analojisinin tekrarıyla yetinildi. Anti-bürokratik devrimin içeriğinin belirlenmesinde yine bu analoji dayanak noktası yapıldı. Sovyetler Birliği’nde bürokrasinin proletarya iktidarına karşı gerçekleştirdiği karşı-devrim, politik karşı-devrim boyutunu aşmayan ve yeni düzenin toplumsal temellerine dokunmayan bir karşı-devrimci reaksiyon olarak nitelendirilmeye devam edildi. Avrupa’da burjuva demokratik devrimler çağında yaşanmış olan politik devrim ve politik karşı-devrimlerden yapılan örneklemelerle soruna yaklaşıldı.
Oysa, gerek Marx ve Engels’e gerekse de Lenin ve Troçki’ye göre, proleter devrim, proletaryanın iktidarı ele geçirmesiyle tamamlanmış olmaz. Tam tersine, proletaryanın iktidarı fethi, onun toplumsal devriminin başlangıcı, politik ön adımıdır. Devrimin ilerleyebilmesi için proletaryanın dünya arenasında politik iktidarı ele geçirmeye devam etmesi ve bu sayede toplumsal dönüşümler temelinde dev adımlarla ileriye sıçraması 183
gerekir. Ancak dünya ölçeğinde sınıfsız toplum düzeninin yaşanmaya başlanmasıyla tamamlanabilir toplumsal devrim. Ve işte bu anlamda “sosyalist kuruluş”, feodal düzen içinde serpilip gelişen ve eski siyasal biçimleri zorlayan kapitalist gelişme süreci ile benzeşmez.
Proleter toplumsal devrimin özellikleri nedeniyle, bir ülkede proletaryanın iktidarı fethetmiş olması, üretim araçlarının önemli kısmını devletleştirmesi, proletaryaya iş güvenliği sağlanması vb. toplumsal devrimin tamamlandığı anlamına gelmemektedir. Proleter devrim dünya arenasında tamamlanıncaya dek, ulusal sınırlar içinde iktidarı fetheden proletaryanın önünde, koskoca bir tarihsel çağı kapsayacak toplumsal devrim süreci uzanmaktadır. Bu sürecin kesintiye uğramamasının koşulu, proletaryanın politik iktidarını yitirmemesi, tersine yeni proleter devrimlerle beslenerek dünya devriminin ilerlemesidir. Eğer proletarya politik iktidarını yitirirse, toplumsal devrimin devamından da artık söz edilemez. Bu nedenle Sovyetler Birliği’nde sorun, proletaryanın iktidarı yeniden fethetmesi ve toplumsal devrimi yeniden başlatmasıydı.
O halde, kapitalist restorasyon sürecine girmiş olsun ya da olmasın, bürokratik rejimin yürürlükte olduğu bir ülkede, proleter toplumsal devrimin politik ön adımı, iktidardaki bürokratik egemenliğin yıkılışında somutlanacaktır. Bunun başarılabilmesi ise, kuşkusuz tıpkı kapitalist ülkelerde olduğu gibi, proletaryanın devrimci bilincine, örgütlülüğüne, enternasyonalist devrimci bir önderliğe sahip bulunmasına doğrudan bağlıdır. Öte yandan, günümüzde sıcağı sıcağına yaşanan olayları değerlendirdiğimizde karşımıza çıkan somut bir gerçeklik de şudur: Doğu Avrupa ülkeleri (ya da diğerleri) kapitalist restorasyon sürecini tamamladıkları ölçüde, bu ülkelerde gerçekleşecek bir proleter devrim, artık kapitalist ülkelerdeki devrim stratejisi ile bütünleşmiş olacaktır.
* * *
1989 yılından bu yana Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan olaylar ve bu ülkelerdeki bürokratik rejimlerin kapitalist restorasyon yönünde peş peşe çözülüşü, tüm sosyalist örgüt ve çevrelerin karşısına yeni değerlendirmeler yapma zorunluluğunu çıkardı. Stalinist resmi çizgiyi izlemeye devam edegelen politik çevreler açısından durum tam bir felâketti. Somut gerçeklik, yıllardır sosyalizm adına savunulmuş bulunulan “resmi sosyalizm”in ipliğini pazara çıkarmış bulunuyordu. Bu nedenle, bu kategori dahilindeki politik eğilim sahiplerinin şoka girmesi bir sürpriz değildi.
Buna karşılık, resmi sosyalizm akımının dışında kalan ve kendilerini Troçkist geleneğin takipçisi olarak tanımlayan çevreler açısından ise durum kuşkusuz daha değişikti. Bu çevreler için, resmi sosyalizmin iç yüzü zaten bilinmekteydi ve bu nedenle de bürokratik diktatörlüklerin çözülüşü ve çöküşü karşısında şok geçirmeleri gerekmiyordu. Fakat sorun bu kadarıyla bitmiyordu. Sosyalist denilen ülkelerde 1989 yılından başlayarak ilerleyen hızlı değişim süreci, Troçkist geleneğe bağlı politik çevrelerin değerlendirmelerini de teste tâbi tutuyordu. Bu çevreler böyle bir duruma ne kadar hazırlıklıydılar, nasıl karşıladılar, geçmişteki tezlerine ilişkin olarak ne ölçüde muhasebe ihtiyacı duydular ve geleceğe yönelik ne gibi dersler çıkardılar? Bu soruların yanıtları, esas olarak bizzat bu politik çevreler tarafından yanıtlanabilir, yanıtlanmalıdır.
Bize göre Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan 1989 fırtınası, sonuçları itibarıyla devrimci proletarya açısından ne bir devrim ne de bir karşı-devrim olarak nitelenebilir. Evet, Doğu Avrupa ülkelerini kasıp kavuran, Sovyetler Birliği ve Çin’de de yaşanan sokak gösterileri, dipten gelen bir dalgayı sergiliyordu. Fakat bu ülkelerde proletarya ve emekçi kitlelerin devrimci bir önderlikten ve örgütlülükten yoksun bulunduğu koşullarda, bu dipten gelen dalga, son tahlilde kapitalist restoratörlerin işine yaradı. Öte yandan, proletaryanın ve 184
emekçi kitlelerin içinde yaşadıkları despotik-bürokratik rejime duydukları büyük öfke, bürokratik diktatörlüklerin çözülüşünü ve çöküşünü coşkuyla karşılamalarına, desteklemelerine neden oldu. Böylece bu ülkelerdeki rejimin bir işçi devletiyle en ufak bir ilintisinin kalmamış bulunduğunu, bizzat işçiler, emekçiler tutumlarıyla ortaya koydular.
Bu ülkelerde egemen bürokrasinin tüm “uyanık” unsurları, özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde kısa sürede yaşanan deneyimden büyük dersler çıkartarak, çözülüş sürecini destekleyen “halk hareketi”nin (!) yeni liderleri olarak boy gösterdiler. Böylece bu egemen bürokratlar, bir burjuva karşı-devrimine gerek kalmaksızın kapitalizme hızlı bir geçişin başını çekebileceklerini kanıtlamış oluyorlardı. Yaşanan bu fırtınalı süreç, kuşkusuz “soğuk” bir süreç değildi. Fakat kapitalizm yönündeki değişimin, uluslararası burjuvazi ile işbirliği içindeki “kızıl” bürokrasinin öncülüğünde gerçekleştirilmiş olması, yine de bu saptamayı doğruluyordu. Çünkü bu hızlı değişimin mayalanması, bürokrasi açısından uzun yılları kapsayan soğuk bir evrim sürecinin sonucuydu.
Böylece Troçki’nin son yazılarında işaret etmiş olduğu olasılıklar arasında yer alan bir öngörü gerçekleşmişti. Egemen bürokrasi, bu devletlerde dünya burjuvazisinin uzantısı olarak, bir burjuva karşı-devrimine gerek kalmaksızın kapitalist restorasyonun gerçekleştirilmesine soyunan bir sosyal güç oldu. Stalinistlerin uzun yıllar boyunca sürdürdükleri tüm böbürlenmelerine karşın, uzun yılları kapsayan tarihsel süreç, Troçki’yi doğruladı: “Uzatılmış bir tecrit dönemi, kaçınılmaz olarak, ulusal komünizm ile değil, kapitalizmin restorasyonu ile bitecektir.”[14]
Fakat öte yandan, 1989 yılında başlayan değişim sürecinin kapitalist restorasyon doğrultusunda ilerlemekte olduğunun artık netleşmeye başladığı bir durumda bile, genelde Troçkist çevreler kendilerini hâlâ eskimiş kalıplarla düşünme alışkanlığından kurtaramadılar. SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerindeki devletlerin, hâlâ yozlaşmış işçi devleti olarak nitelenmeye devam edilmesi ve bu ülkelerdeki rejimlerin niteliğindeki değişimin “ya burjuva karşı-devrim; ya anti bürokratik politik devrim” ikilemi içine hapsolunarak değerlendirilmek istenmesi, onları yaşanan olaylar karşısında çelişkili değerlendirmeler yapmaya, çelişkili tutumlar almaya mahkûm etti.
Troçki Sovyet devletinin karakterini “yozlaşmış işçi devleti” olarak değerlendirdiği için, kapitalist tehdit karşısında proletaryanın SSCB’yi korumak amacıyla “bürokrasinin Termidorcu kesimiyle” geçici ittifaka gidebileceğini belirtmişti. Eğer Mandel ve onun gibi düşünen Troçkistler, geçmişteki bazı saptamaları motamot tekrarlamakla yetineceklerse, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da, devletin ve rejimin eski biçimiyle sürmesinde ayak direyen bürokrasi kesimleriyle (örneğin Ligaçev’lerle, Honecker’lerle, Jivkov’larla) geçici ittifaka gitmek zorunda kalacaklardı. Fakat böyle bir durum, bizzat tarihin ilerleyişinin artık kimin haklı kimin haksız olduğunu açığa çıkardığı bir momentte, Stalinizmle Troçkizm arasında uzanan ayrım çizgisinin bulanmasından öte bir şeye yaramayacak olan, son derece talihsiz bir durum olurdu. Diğer yandan, “yozlaşmış işçi devleti” değerlendirmesini sürdüren Troçkist çevrelerin kendi çözümlemelerinin mantıksal sonucu olarak, bu ülkelerdeki 1989 fırtınasını, “burjuva karşı-devrim”in gerçekleşmesi olarak ilân etmeleri uygun düşerdi.[15]
Oysa Mandel ve onun temsilcisi olduğu IV. Enternasyonal Birleşik Sekretaryası bu yönde hareket etmedi. Tersine, söz konusu ülkelerde son tahlilde kapitalist restorasyona destek oluşturan kitle hareketi, anti-bürokratik proleter devrimin başlaması olarak selamlandı. Mandel’in 13 Kasım 1989 tarihli satırları bunu doğrulamaktadır: “DAC’nde [Doğu Almanya Cumhuriyeti] başlayan devrimin proleter karakteri işyerlerindeki olağanüstü kaynaşma ile özellikle doğrulanmaktadır.”[16] 185
Bürokratik diktatörlüklerin burjuva parlamentarizmi yönünde çözülüş ve çöküşünün, proleter karakterli politik devrimin başlangıcı olarak selamlanmış olması, Mandel ve onun gibi düşünenlerin “yozlaşmış işçi devleti” eksenindeki değerlendirmeleriyle tam bir çelişki içindedir. Bu çevrelerin içine düştükleri açmazdan kurtulabilmeleri için, kuşkusuz yanlış çözümlemeler temelinde bir iç tutarlılığa sahip olmaları gerekmiyor. Tam tersine, bugün yaşanmakta olan olaylardan, devrimci proletaryanın mücadelesi açısından doğru sonuçların çıkartılması ve bu temelde eskimiş, hatalı görüşlerin eleştirilerek terk edilmesi gerekiyor.
Fakat Mandel’in son yazılarında ifadesini bulan eğilim ne yazık ki böyle bir çabadan oldukça uzak olduğu gibi, ayrıca bir iç tutarlılıktan da yoksundur. Bu durumun en tipik örneklerinden birini, artık bürokrasinin kapitalist restorasyonun başını açıktan açığa çektiği bir dönemde bile, Mandel’in hâlâ “bürokrasinin kapitalist restorasyona karşı olduğu”nu kanıtlamaya çalışması oluşturuyor. Bu türden iddialar somut gerçeklikle bağdaşmıyor ve onun gerçek durumun adını koymaktansa, kendi tezlerini savunmak amacıyla olguları çarpıtmayı göze aldığını sergiliyor. Mandel 9 Ekim 1989 tarihli bir yazısında şöyle diyor:
SSCB’de kapitalizmi Sovyet “kapitalistleri”nin “restore” edeceği beklenmemeli. Gorbaçov’a (ve Polonya’da, Macaristan’da onun yerel müttefiklerine) atfedilen sinsi bir plandır bu. Kimileri bu amacı Çin’de Deng Siao Ping’e de atfetmişlerdir.
Bürokrasinin çoğunluğu için, aslında çok büyük çoğunluğu için, kapitalizmin restorasyonu onların gücünü ve ayrıcalıklarını azaltır. Ancak içlerinden küçük bir azınlık dönüşüm geçirerek büyük endüstri ve finans şirketlerinin, yani statülerini çocuklarına aktaracak biçimde, ekonomik açıdan gerçekten bağımsız şirketlerin girişimcisi haline gelip özel mülk sahipleri olabilirler. Geniş bürokratlar yığını için ise, … kapitalizmin restorasyonu iktidar ve maddi avantaj yitimi demek olacaktır.[17]
Kapitalizmin restorasyonunun, bürokrasinin büyük çoğunluğu için iktidar ve maddi avantaj yitimi anlamına geldiğini, bu nedenle bürokrasinin böyle bir sonucun doğmasına kendi eliyle hizmet etmeyeceğini kanıtlamaya çalışan Mandel’in unuttuğu bir gerçek var. İçinde yaşadığımız zaman dilimi, artık hiçbir şeyin eskisi gibi devam edemeyeceği ve bürokrasi açısından, yani bu “geleceği olmayan sınıf” açısından sonun geldiği bir tarihsel dönemeci oluşturuyor. Eğer bu egemen bürokrasilerin, iktidarlarını ve toplumsal ayrıcalıklarını eskisi gibi bürokratik rejimler altında daha uzun süre devam ettirebilmeleri olanaklı olsaydı, o zaman elbette ki “değişim”den yana çıkmazlar, statükoyu korumaya devam ederlerdi. Oysa uzun yıllar boyunca oluşan bir mayalanma sonucunda, artık bu ülkelerdeki bürokratik rejimlerin iflâs bayrağını çektiği bir momentte, bürokrasi bir ikilemle yüz yüze gelmiş bulunuyordu: ya işçi sınıfının ayaklanmasıyla tarih sahnesinden süpürülmek; ya da dünya kapitalizmine entegre olarak ve burjuvalaşarak eski rejime son vermek. Böylece toplumsal ayrıcalığını artık yeni bir temelde yapılandırmak!
Bürokrasinin bu ikinci yönde adım atmasının “onun kristalleşmiş bir toplumsal kast olarak harakiri yapmaya hazır olduğunu varsaymak” olacağını söylüyor Mandel. Ama o bunu söylerken, bürokrasinin öyle ya da böyle sonunun göründüğünü ve bürokratik rejimler proleter devrimle yıkılmadıkça, dünya burjuvazisinin bu ülkeleri eninde sonunda kendi sistemi içine yutacağı zamanın geldiğini göz ardı ediyor. Bürokrasi, yüz yüze bulunduğu nesnel gerçekler karşısında “akıllı” tercihler yapmak zorunda bulunuyordu. Egemen bürokrasi içindeki bazı kesimler, bu tercihleri yapmakta “tutuk” davransa da, “atak” davranmayı beceren “akıllı” kesimler de olacaktı. Nitekim 1989’dan bu yana bu ülkelerde yaşanan altüstlükler, “tutuk”ları elerken, “atak”ları öne çıkardı; 186
iktidar koltuklarına oturttu; kapitalist restorasyon sürecinin başına geçirdi.
Bürokrasi açısından bu sonucun, “harakiri yapmak”la bir ilgisi yoktur. Tersine, bürokrasi bir bütün olarak kapitalist restorasyona direnmiş olsaydı, ancak o zaman böyle bir şeyden söz edilebilirdi. Bu ülkelerde egemen bürokrasinin önemli bir bölümünün kapitalist restorasyondan yana çıkarken, bazılarının iktidar ve maddi avantajlarını yitirmemek için eski statükoyu korumakta direnmiş olması, bürokrasinin kapitalist restorasyona karşı olduğunu göstermez. Çökmekte bulunan bir “geleceği olmayan sınıf”ın tüm unsurlarıyla birlikte yeniye ayak uydurup, bir bütün olarak “yeniden yapılanması” olanaklı değildir. Elbette ki birileri kazanırken, birilerinin de kaybetmesi gerekecektir.
Çin’deki olaylardan örnek vererek, “Çin bürokrasisi ne «kendiliğinden piyasa güçleri»ne ne de kitlelere cevaben harakiri yapmadı. Ümitsizce kendi iktidarına ve ayrıcalıklarına yapıştı” diyen Mandel yanılmaktadır. Esas korkuyu, işçi sınıfı ve emekçilerin ayaklanmasından duyan bürokrasinin, kapitalist restorasyon sürecinin hızını ve doğuracağı sonuçları kontrol altına almaya ihtiyacı vardır. Bu nedenle de, el altından kapitalist restorasyon sürdürülürken, süreç, eski statükonun korunduğu izlenimini yaratacak imajlarla süslenmektedir. Eğer Çin’deki egemen bürokrasinin başı Deng Siao Ping bu çeşit “süs”lerden arındırılacak olursa, onun ve benzerlerinin kapitalist restoratör özleri görülebilecektir.
“Tarihsel olarak, uzun vadede bürokrasinin kendine ait bir geleceği ya da kaderi yoktur” derken bir gerçeği dile getiren Mandel, işte bu “uzun vade”nin artık bitmiş olduğunu kabul etmeye yanaşmadığı içindir ki, yaşananlardan doğru sonuçlar çıkartamıyor. 1989 Ekimindeki söz konusu yazısında, Kremlin’in Doğu Avrupa ülkelerine yönelik politikasını, bürokrasinin kapitalist restorasyona karşı olduğunun bir kanıtıymış gibi sunma çabasını olaylar boşa çıkartmıştır. Resmi komünist partilere dayanan iktidarların, Gorbaçov’un bu ülkelere yaptığı ziyaretlerin ardından çöküşü, Kremlin’in eski statükonun korunmasına destek değil, köstek olduğunu ortaya koymuştur. Tıpkı II. Dünya Savaşı sonunda Yalta’da Stalin’in Roosevelt ve Churchill ile vardığı anlaşmalarla Avrupa’nın paylaşılmasında olduğu gibi, bu kez de Gorbaçov’la ABD başkanları arasında Malta’da yeni bir konsensüse varılmıştır. Kremlin, Doğu Avrupa ülkelerinde resmi komünist partilerin tek parti iktidarında somutlanan siyasal rejimlerin çökmesine göz yummakla kalmamış, bu siyasal değişime fiilen yardımcı olmuş ve böylece bu ülkelerdeki kapitalist restorasyon sürecini hızlandırmıştır.
Mandel yine son yazılarından birinde, bürokrasinin yönetici bir sınıf olmadığını kanıtlama temelinde, Doğu Avrupa’da yaşanan olaylara dayanarak bir soru sormaktadır:
Bir yönetici sınıf olarak bürokrasi fikri, Macaristan, Polonya ve DAC’de (sadece bu örnekleri verecek olursak) olup bitenden sonra tebessümle karşılanmalıdır. Tarihte hiçbir yönetici sınıfın, bugün bu ülkelerdeki nomenklaturanın önemli bir bölümünün yaptığı gibi, toplum katından tıpış tıpış uzaklaşması görülmüş müdür?[18]
Bürokrasinin bu ülkelerde “toplum katından tıpış tıpış uzaklaştığı” savı hiç de doğru değildir. Doğu Avrupa ülkelerinde, eski konumuyla egemenliğinin sonu görünen bürokrasinin “uyanık” kesimi değişime ayak uydurmakla kalmamış, bizzat bu değişimin öncülüğüne soyunmuştur. Eski konumlarında ayak diremeye yeltenen bürokratlar ise, bu “uyanık” unsurlar tarafından, gerektiğinde şiddete başvurularak (Romanya örneği) ekarte edilmişlerdir. Ayrıca da, yaşanan bu olaylardan ders alan bürokrasi, yeni düzenin burjuvaları olarak sivrilivermenin tercihe şayan bir yol olduğu sonucuna çıkmış bulunmaktadır. Bu durum, tarih sahnesinde özgül konumuyla, uzun vadede geleceği bulunmayan bir yönetici sınıf karakteriyle yer almış bulunan bürokrasinin meşrebine 187
uygun bir başkalaşım örneğidir.
Mandel de sonunda “DAC’de kapitalist restorasyonun tamamlandığını”, “diğer Avrupa ülkelerinde ise kapitalist restorasyon sürecinin hızla ilerlediğini” söylemiştir. Fakat eski değerlendirmelerine ilişkin hiçbir özeleştiri yapmamıştır. Mandel ve benzeri düşüncede olanların hatalı tutumlarını onların politik çizgilerindeki sonuçları itibarıyla de izlemek mümkündür:
Ne Dördüncü Enternasyonal ne onun seksiyonları ne de onun önderleri “ayaklanan işçilere karşı bürokrasinin yanında” bir kez olsun yer almadılar. Hepimiz, 1953’te D. Almanya’da ayaklanan işçilere, 1956 Macar devrimine, aynı yıl Polonyalı işçilerin mücadelesine, 1968-1969’daki Sovyet işgaline karşı Prag Bahar direnişine, 1980-81’de Dayanışma’nın yükselişine ve Jaruzelski’nin askeri darbesine karşı mücadelesi ve 1989’daki D. Avrupa ve Çin’deki ayaklanmalara yüzde yüz destek verdik.[19]
Bu satırlar, IV. Enternasyonal’in politik tutumunun “yüzde yüz” doğruluğunun bir kanıtını oluşturamaz. İşçi sınıfının bürokrasiye karşı ayaklanmasını istemek doğrudur; fakat kitleyi peşine takan somut politik hareketlere verilecek destek başka bir şeydir. Doğrusu, politik hareketlere işçi sınıfının bağımsız politik çıkarlarının gerekleri açısından destek verilir ya da verilmez. Ölçüt budur; şu ya da bu politik hareketin kitleyi peşine takması bir ölçüt olamaz. Daha da önemlisi, Mandel’in örneklediğine benzer büyük altüstlüklerin yaşandığı sırada temel görev, bağımsız örgütlenmek, işçi sınıfının devrimci önderliğini oluşturmaya çalışmaktır. Bu olmazsa, en muhteşem kitle eylemi bile bir başka politik akımın kuyruğuna takılmak zorunda kalır. Bu nedenle, “anti-bürokratik politik devrim” hedefini savunmak, “Dayanışma hareketi” gibi kapitalist restorasyon yönündeki hedeflerle donanmış bir politik harekete kayıtsız koşulsuz “yüzde yüz destek” verilmesini hiç de gerektirmez! Proletarya, tarihsel çıkarlarının sözcüsü olacak bir devrimci önderlikten yoksunsa, ne denli kitlesel örgütlenmeler içinde toplanırsa toplansın, doğacak sonuç hiç de onun yararına olamayacaktır. “Dayanışma hareketi”nin öncülüğü altında Polonya işçi sınıfının gerçekleştirdiği kitlesel eylemlerin burjuva parlamenter rejime dönüşle sonuçlanması örneğinde olduğu gibi.
Bürokratik rejimlerin artık ayan beyan kapitalizm yönünde çözüldüğü bir durumda, somut durumu tanımlamak için hâlâ birtakım sıfatların ardına “işçi devletleri” ibaresini ekleme tutumundan ne yazık ki vazgeçilmiyor. “Bürokratik deforme/dejenere işçi devleti” nitelemesinin yanı sıra, “bürokratik olarak çürümüş işçi devletleri”, “burjuva parlamenter giysili işçi devleti” vb. gibi yeni kategoriler icat ediliyor. Bu anlayış, ilerleyen tarihsel süreç boyunca bu ülkelerdeki rejimin karakteri üzerine tahlilleri dondurup, Marksizmin en temel kavramlarının özünü bozma-çarpıtma pahasına kendi yanlışlarında ısrar edenlerin, somut gerçeklik karşısında teorik bakımdan içine düştükleri durumu sergilemektedir.
[1] E. Mandel, Barış İçinde Birlikte Yaşama ve Dünya Devrimi, Köz Yay., Aralık 1975, s.22
[2] Troçki, Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri, s.26
[3] Mandel’den akt: C. Harman, Doğu’da Fırtına Koptu, Uluslararası Yay, Ekim 1991, s.
188
83
[4] Yeri gelmişken, Engels’in devlet mülkiyeti konusundaki yanlış yaklaşımları alaylı bir üslupla eleştirdiği satırları hatırlayalım:
“Ama son zamanlarda, Bismarck sınai kurumların devletleştirilmesine giriştiğinden bu yana, her türlü devlet mülkiyetini, Bismarck’a özgü biçimde olanı bile, hiç gürültü patırtı etmeden sosyalistliğe özgü ilân eden, zaman zaman uşaklığa doğru yozlaşan, bir çeşit sahte sosyalizm türedi. Ancak tütün sanayiinin devletleştirilmesi sosyalistçe olsaydı, Napoleon ve Metternich sosyalizmin kurucuları arasında sayılmalıydı.” (Engels, “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm”, Seçme Yapıtlar, c.3, s.173)
[5] Mandel, “Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri”, Devrimci Marksist Tartışma Defterleri, s.27
[6] Mandel, agm, s.28
[7] Mandel, agm, s.26
[8] Mandel, Neden IV. Enternasyonal?, Sınıf Bilinci, No.3, s.38
[9] Mandel, agm, s.39
[10] Sosyalist Demokrasi ve Proletarya Diktatörlüğü, Eleştiri Yay., Temmuz 1979, s.72-73
[11] E. Mandel ve C. Harman, SSCB Tartışması, Yazın Yay., Kasım 1991, s.43
[12] Marx and Engels, Selected Works, Vol. I, s.401 [“Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.481] “Hic Rhodus, hic salta!”: “işte hendek, işte deve” anlamına gelen bir Latin atasözüdür.
[13] E. Mandel ve C. Harman, SSCB Tartışması, s.44
[14] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.240
[15] Nitekim, bu satırların yazıldığı 1990 tarihinin üzerinden birkaç yıl geçip de artık eski Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan olayların sonucu belli olduğunda “karşı-devrim”in gerçekleştiğini ilân eden Troçkist çevreler de olmuştur.
[16] Mandel, “Siyasal Devrim ve Onu Tehdit Eden Tehlikeler”, Glasnost ve Siyasal Devrim, Yeni Yol Broşür Dizisi: 1, Şubat 1990, s.59
[17] Mandel, “Glasnost ve Komünist Partilerin Krizi”, age, s.23
[18] E. Mandel ve C. Harman, SSCB Tartışması, s.40
[19] E. Mandel ve C. Harman , age, s.60
189
“Devlet Kapitalizmi” Teorisinin Eleştirisi
Öncelikle “yozlaşmış işçi devleti” tanımını irdelemek isteyişimizin nedeni, Troçki’nin henüz yeterince netleştiremeden bıraktığı, ölümü nedeniyle yarım kalmış olan ve hatalı yönlerinden arındırılması gereken değerlendirmelerini ele almanın gerekli olduğu düşüncesiydi. Bu nedenle, onun düşünsel mirasını koruyup zenginleştirmek yerine, Troçki’nin görüşlerine sadakat adına hareketli yaklaşımları donmuş karelere dönüştüren Troçkist çizgilerin eleştirisine ilk planda yer vermiştik. Fakat, yanlış yaklaşımlar bundan ibaret değildir. Cliff örneğinde olduğu gibi bazı Troçkistler de, Troçki’nin hatalı yaklaşımlarını aşmak adına bu kez bir başka uca savrulmuşlar ve yeni çözümlemeler arayışı içinde, aslında daha önceki dönemlerde ortaya atılmış bulunan bir yanlış teorinin (“devlet kapitalizmi” teorisinin) peşine takılmışlardır.
Bu bölümde, Cliff’in Sovyetler Birliği’ndeki sistemi “devlet kapitalizmi” olarak değerlendirmesini neden doğru bulmadığımızı ana hatlarıyla belirtmek istiyoruz.
Aşırı üretim, bunalım döngüleri ve iflâsların sonucunda sağlanan yeni canlanmalar temelinde yol alan kapitalist işleyişle benzeşmeyen bir ekonomik yapıyı, devlet kapitalizmi olarak nitelendirmenin yanlışlığı ortadaydı. Nitekim, devlet kapitalizmi teorisinin yandaşları da, kapitalizmdeki “aşırı üretim ve iflâs” döngüsü yerine, bürokratik diktatörlüklerin egemen olduğu ülkelerde “aşırı yatırım ve israf” döngüsünün yer aldığını söylediler. Fakat anlaşılması mümkün olmayan nokta, bu türden yapıların yine de kapitalizmin bir türü olarak kabul edilebilmesiydi. Bu noktada, Troçki’nin yerinde bir değinmesi hatırlanmalı:
Genellikle aşina olmadığımız fenomenlerden, aşina terimler aracılığıyla selâmete ulaşmaya çalışırız. Sovyet rejiminin esrarengizliğini gizlemek için ona “devlet kapitalizmi” demek gibi bir girişim vardır. Bu terimin bir avantajı vardır; kimse ne demek olduğunu bilmemektedir. [1]
Aslında bu konunun ayrıntıları, ilerleyen yıllar içinde öne sürülen görüşler ve karşı görüşler temelinde farklı Troçkist çevrelerin yazınsal faaliyetinde çok önemli bir yer tuttu. Cliff ve Mandel çevresi arasında sürüp giden polemiklerde pek çok görüş ortaya kondu. Fakat taraflardan biri zorlama yorumlarla Sovyetler Birliği’nde devlet kapitalizminin varlığını kanıtlamaya çabalarken, diğer taraf ise buna ilişkin haklı eleştiriler getirmiş olsa da kendi yanlışını düzeltmedi ve “yozlaşmış işçi devleti” çözümlemesinde ısrarı sürdürdü.
Doğu Avrupa ülkelerinde ve Sovyetler Birliği’nde yaşanmaya başlayan çöküş süreci, aslında bu çevrelerin tümüne tarihin somut yanıtını vermekteydi. Ama yine de söz konusu taraflar şöyle bir düşünüp yanılgılarını gözden geçirecek yerde, eski pozisyonlarını inatla savundular. Sovyetler Birliği ve diğer bürokratik rejimler kapitalizm yönünde çözülürken, Cliff çevresi bunu bir “yana kayma” olarak değerlendirdi. [2] Mandel çevresi ise, son ana dek “yozlaşmış işçi devleti” tanımlamasına bazı sıfatlar daha eklemekle yetindi. Her şey olup bittikten sonra ise, geçmişin yanılgılarını kurcalamaya hiç de niyetlenmeksizin artık Rusya’daki kapitalizm olgusu üzerine yazılıp çizilmeye başlandı. 190
Şimdi artık tarihin yanıtlamış olduğu bir sorunda, bu iki eğilimin bizzat kendi yanılgılarını besler biçimde sürdürmüş oldukları yazınsal mücadelenin ürünleri üzerinde durmayı düşünmüyoruz. O nedenle, “devlet kapitalizmi” çözümlemesinin yalnızca temel sakatlıklarına işaret etmekle yetineceğiz.
191
Devlet Kapitalizmi Nedir, Ne Değildir?
Uzun yıllar önce Sovyet ekonomik yapısını “devlet kapitalizmi”nin bir türü olarak ele alan Urbahns’ı eleştiren Troçki, “Marksistlerin özgün olarak devlet kapitalizminden yalnızca devletin kendisinin bağımsız ekonomik girişimlerini anladığını” belirtmekteydi. [3] Öte yandan, reformistler büyük sayıda ulaşım ve sanayi girişimlerini kamulaştırarak veya devletleştirerek kapitalizmin üstesinden gelmeyi hayal ettikleri zaman, Marksistler haklı olarak, “bu sosyalizm değil devlet kapitalizmidir” diye karşı çıkmaktaydılar. Troçki, sonraları bu kavramın daha geniş bir anlam kazandığını ve yanlış bir şekilde devletin ekonomiye bütün müdahale çeşitlerine uygulanmaya başlandığını belirterek, “devlet kapitalizmi” ve “etatizm=devletçilik” arasındaki farka dikkat çekiyordu:
Savaş sırasında ve özellikle faşist ekonomi deneyleri sırasında “devlet kapitalizmi” terimi sık sık devlet müdahalesi ve düzenlemesi olarak anlaşılmıştır. Fransızların bu durum için çok daha uygun bir terimi vardır: étatism. [4]
Stalin Rusya’sı için “devlet kapitalizmi” kavramını kullanan Cliff ise, bunu Lenin’in NEP döneminde kullanmış olduğundan farklı bir anlamda ele aldıklarını belirtmekte ve şöyle demekteydi:
Lenin için, devlet kapitalizmi, (devlet ister kapitalist, ister proleter bir devlet olsun) devlet kontrolü altındaki özel kapitalizm (private capitalism) anlamına geliyordu. Stalin Rusya’sı devlet kapitalisti olarak nitelendiğinde ise, bu, devletin üretim araçlarını elinde bulundurduğu, proletarya tüm siyasi ve ekonomik iktidardan yoksunlaştırılmış durumda bulunurken bürokrasinin kapitalizmin görev ve işlevlerini –artık değerin işçilerden çekip alınması ve sermaye birikimi– yerine getirdiği bir rejim anlamına gelir. [5]
Oysa, “devlet kapitalizmi” kavramı, ancak üretim araçları üzerinde devlet mülkiyetinin yanı sıra, kapitalist özel mülkiyetin de yer aldığı bir toplumsal formasyon içinde anlam ifade edebilir. Toplumsal üretim araçlarının hemen tümüyle devletin mülkiyetinde olması durumunda ne kapitalizmden ne de onun vazgeçilmez unsuru olan, birbiriyle rekabet halindeki sermayeden, ya da arz talep mekanizmasının işleyişinden söz edilebilir. Bu nedenle, devlet kapitalizmi teorisi, üretim araçları üzerinde devlet mülkiyetine dayanan bürokratik rejimlerin doğası ile bağdaşmaz.
Lenin’in NEP döneminde kullandığı biçimiyle devlet kapitalizmi tanımı, işçi devletinin ekonomik zorunluluklar nedeniyle bireysel özel girişime izin verdiği bir durumu niteledi ve o çerçevede sınırlı bir anlama sahip oldu. Kısacası bununla dile getirilmek istenen gerçeklik, o dönemde Lenin’in açıklamalarında da yer aldığı üzere, işçi devletinin kontrolü ve düzenlemesi altında özel mülkiyete dayanan işletmelerin varlığına izin verilmesiydi.
Bilindiği gibi, kapitalist ekonomide neyin ne kadar üretileceği, hangi fiyattan değişileceği vb. son tahlilde rekabet temelinde piyasada cereyan eden etki ve tepkiler sonucunda belirlenir. Tekelleşme, rekabeti ve piyasanın belirleyiciliğini ortadan kaldırmaz. Büyük uluslararası tekellerin dünya pazarı üzerinde kurdukları ekonomik hegemonya, yine asıl olarak ekonomi dışı bir zora değil, bu kez eskiye oranla daha muazzam ölçeklerde sermayeyi kontrol eden dev tekeller arasındaki rekabete dayanır. Keza, kapitalizmde firmalar düzeyinde yapılabilen planlama ile piyasanın belirleyiciliği ortadan kaldırılmış olmaz. Kapitalizmde devletin büyük bir kapitalist işveren gibi ekonomik yaşamda yer alması, bireysel özel mülkiyeti asla dışlamaz ve onun yanı sıra, onu güçlendirerek var 192
olur.
Savaş ya da büyük bir depresyon durumunda, ya da kapitalist gelişmenin gerekli kıldığı sermaye birikiminin hızlandırılması işlevini devletin üstlenmesi gibi durumlarda devletin ekonomik yaşamda doğrudan bir aktör olarak ağırlığını hissettirmesi mümkündür. Devletin ekonomik yatırımlarının belirleyici olmasının yanı sıra, fiyat belirlemeleri, narh koyma vb. gibi müdahaleleriyle piyasanın rolünü gölgelediği bir durumda, kapitalist gelişme sürecinin bu türden bir konjonktürü “devlet kapitalizmi” olarak adlandırılabilir. Bu durumda söz konusu olan, kapitalizmden farklı bir sosyo-ekonomik oluşum değil, kapitalist gelişmenin gerekleri doğrultusunda hizmet veren kapitalist devletin, ekonomik yaşamda ağırlıklı olarak rol üstlenmesine dayanan bir ekonomik yapılanmadır.
Üretim araçlarının özel mülkiyetinin ve piyasa mekanizmasının var olmadığı, merkezi düzeyde güdümlü bir ekonomik yapı ise, kapitalizmden farklı bir sosyo-ekonomik oluşuma işaret eder. Böyle bir ekonomi devlet mülkiyetine dayanır. Bu, ürünlerin değişiminin değer yasası gereğince piyasada oluşan fiyat mekanizması aracılığıyla değil, merkezi olarak belirlenen “fiyatlar”, uyulması mecburi tutulan yönergeler vb., yani ekonomi dışı zor yoluyla yürütüldüğü bir sistemdir. Burada, tarihin eski çağlarındaki tarıma dayalı despotik Asya devletlerinden söz etmediğimize ve modern kapitalist dünyanın içinde yer alan, belirli bir sanayileşme hamlesinin üzerine oturmak zorunda olan bürokratik diktatörlükleri ele aldığımıza göre, bu türden bir kararname ekonomisi elbette ki merkezi düzeyde yapılan ve yürütülen bir planlamayı da kaçınılmaz kılacaktır, kılmıştır.
Bürokratik diktatörlüklerde ekonomik faktörlerin dağılımı, ilgili devlet organları, merkezi planlama komisyonları vb. tarafından yapılan hesaplamalara, alınan kararlara göre gerçekleşir. Böyle bir durumla, ekonomik faktörlerin esas itibarıyla piyasa mekanizması, piyasada gerçekleşen fiyatlara göre dağıldığı kapitalist işleyiş arasında nicel değil, tamamen nitel bir farklılık vardır. Piyasa mekanizmasına dayanmayan bürokratik rejimlerde merkezi hesapların yapılabilmesi, yine elbette ki üretilen nesnelerin rakamsal karşılıklarının olmasını gerekli kılar. Buna da bir anlamda fiyat diyebiliriz; ama bu, kapitalist piyasada alıcılar ve satıcılar arasındaki arz talep ilişkilerinin sonucunda oluşan ve özünde değişim değerinin ifadesi olan fiyatlardan tamamen farklı olarak, “kararlaştırılmış” sözde bir fiyattır.
Kapitalizmde işgücünün fiyatı olan ücret de tıpkı diğer ekonomik faktörler gibi piyasa mekanizması temelinde belirlenir. Oysa üretim araçlarının bütünüyle devletin mülkiyetinde olduğu ve toplumsal üretime merkezi düzeyde bürokratik bir planın kumanda ettiği güdümlü ekonomide, toplumsal emeğin işletmeler arasındaki dağılımına ve üretilen toplumsal üründen emeğin payına ne düşeceğine ilgili devlet organları karar vermektedir. Yani burada ne kapitalizme özgü özgür ücretli emek vardır ne de piyasadaki işgücü satıcılarıyla alıcıları arasındaki ilişki sonucunda belirlenen ücret vardır. Sovyet işçisinin artı-emeğini devlet çekip alır ve bunu bürokrasinin tüketim fonlarına ve çeşitli kullanım değerlerinin genişletilmiş yeniden üretimi sürecine tahsis eder. Böyle bir durumda kapitalizme özgü olan bir emek-sermaye ilişkisi ve dolayısıyla bir artı-değer sömürüsü ve piyasada bunun kâra dönüşümü söz konusu değildir. Fakat, egemen bürokrasinin artı-emeği kolektif olarak tasarruf etmesi biçiminde bir sömürü söz konusudur. Bu tür yapılarda işgücünün para olarak ücretlendirilmiş olması da bizi yanıltmamalıdır.
Çünkü meta üretiminin yerini kullanım değerleri üretimi almıştır ve bu durumda neyin, ne kadar üretileceğine karar veren artık fiyat mekanizması değil, devlet planlama komisyonudur. Fiyatlar ve ücretler biçimsel olarak hâlâ bulunmaktadır, ama işlevleri 193
aynı değildir. Fiyatlar ve ücretler artık üretim sürecini belirlemezler; merkezi bürokrasinin toplumun kullanımına sunduğu ürünlerin toplamından bireyin alacağı payı gösterirler. Bu durumda fiyatlar artık ekonomideki düzenleyici faktör değil, yalnızca dağıtım simgeleridir. Yani görünürde biçim korunurken, gerçekte tam bir işlevsel dönüşüm ortaya çıkmıştır. Kısacası, bürokratik diktatörlükleri devlet kapitalizmi olarak niteleyenlerin ileri sürdükleri argümanlar, kapitalizmin iç işleyiş yasalarıyla (Marx tarafından ayrıntılı biçimde çözümlenmiş olan yasalar) karşılaştırıldığında daha baştan çökmeye mahkûmdur.
194
Genel Olarak Devlet Kapitalizmi Teorisi Üzerine
Cliff’in devlet kapitalizmi teorisi, kullanılan kavramlar farklı olsa da bir bakıma Bruno Rizzi’nin “bürokratik kolektivizm” teorisi ile benzerlikler arz eder. Çünkü Rizzi’nin analizi, kapitalist ülkelerde de bireysel mülkiyetten kolektif mülkiyete geçişin yaşanmakta olduğu öngörüsüne dayanmaktadır. Aynı “geçiş” esprisi devlet kapitalizmi teorisinde de yer alır. Devlet kapitalizmi teorisini savunan yazarlar, Marksist teorinin aslında bireysel özel mülkiyetin tahlilini yaptığı, bu nedenle de artık kapitalizmin tekelci dönemine uygulanamayacağı yolunda itirazlar ileri sürerler. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi adlı çalışmasında, bu “geçiş” sürecinin artık dünya genelinde “devlet kapitalizmi” aşamasına yol açtığını anlatmaktadır. Ona göre “devlet kapitalizmi” terimi hem kapitalist savaş ekonomisine, hem de kapitalist devletin tüm üretim araçlarının toplandığı yer haline geldiği bir aşamaya işaret edebilir. Cliff, ikisi arasında bir nitelik farkı olmamasına rağmen, karışıklığı önlemek için bunları ayırmayı tercih ettiğini belirtir ve kapitalist savaş ekonomisini “devlet tekelci kapitalizmi”, diğerini ise “devlet kapitalizmi” diye nitelendirir. [6]
Burada asıl sorun, kullanılan kavramlara yüklenilen anlamdadır. Örneğin, “tekelci devlet kapitalizmi” nitelendirmesi, kapitalizmin emperyalizm aşamasını anlatmak bağlamında Lenin tarafından da kullanılmıştır. Nitekim, Cliff kendi görüşlerini açıklarken Lenin’e atıfta bulunur. [7] Fakat Lenin söz konusu kavramı kullanırken Marx’ın çözümlemelerinden hareket etmiş ve sorunun en önemli yönünü, yani kapitalizm altında tekel ve rekabet olgularının diyalektik ilişkisini gerçekliğe uygun tarzda ele almıştır. Lenin’in de vurguladığı üzere, kapitalizmin ilerleyişi sermayenin muazzam ölçekte merkezileşmesine neden olsa da, yine de kapitalizm altında tüm sermayenin tek bir ulusal tröstün ya da ulus-devletin elinde toplanması pratikte olası değildir. Oysa Buharin’e göre, “Her gelişmiş «ulusal ekonomi», kelimenin kapitalist anlamında, bir tür ulusal devlet tröstüne dönüşmüştür.” [8] Ayrıca Buharin, finans kapitalin ulusal ölçekte örgütlü bir kapitalizm yarattığını söyler: “Finans kapital büyük kapitalist ülkelerde üretim anarşisini ortadan kaldırdı.” [9] Lenin, Buharin’in bu çözümlemesine katılmamış ve bu saptamanın yanına “henüz ortadan kaldırmadı” şeklinde eleştiri notu düşmüştür. [10] Keza, Troçki’nin yaklaşımı da Lenin gibidir. Örneğin, “devlet kapitalizmi” rejimini toplumun gelişiminin gerekli ve dahası ileri bir aşaması olarak gören Urbahns’ı eleştirir ve şöyle der: “… Kapitalist planlamanın değerlendirilmesindeki böylesi bir temel hata herhangi bir yaklaşımı yerin dibine gömmeye yeterlidir.” [11]
Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında yaşanan kapitalist gelişme eğiliminin de gösterdiği gibi, sermayenin merkezileşmesi eğilimi asıl olarak “ulusal tekel”lerin ortaya çıkmasına yol açmamıştır. Tam tersine, ulus-devletlerin kabına sığamayıp uluslararası ölçeğe taşan ve muazzam büyüklükteki sermayeleri temsil eden ulus-ötesi tekellerin doğumuna neden olmuştur. Aslında Marx’ın çözümlemeleri de yıllar öncesinden bu gelişme olasılıklarına ışık tutmuyor muydu? Doğru olan Marx’tı. Yoksa, onun görüşlerini geliştirmek adına, Marx’ı yanlış anlamak isteyen ve “ulusal tekel” örneğinde olduğu gibi kendi yanılgıları üzerine teori inşa eden Buharin ve benzerleri değil.
Devlet kapitalizmi teorisinin temel sakatlığı, önce apriori olarak, genelde bir “devlet kapitalizmi” anlayışının oluşturulması ve daha sonra Sovyetler Birliği gerçeğinin de çekiştirile çekiştirile bu kalıbın içine sığdırılmak istenmesidir. Cliff’in devlet kapitalizmi teorisi, bütün dünyanın, doğrultusu devlet kapitalizmi olan bir yönelim içinde hareket ettiğini iddia eder. Yine bu teoride, Sovyet bürokrasisi ise birikim sürecini kontrol etmektedir ve “sermayenin en saf şekliyle cisimleşmesi”dir. [12] Cliff’e göre, Batılı 195
kapitalist ülkeler ile Sovyetler Birliği arasındaki fark, birincilerin kademeli bir biçimde evrimleşerek devlet tekelci kapitalizmine varmaları, ikincinin ise bu evrimi yaşamaksızın, başarılı bir işçi devriminin dejenerasyonu sonucunda ortaya çıkmış olmasıdır. Böylece, kapitalist özel mülkiyetin varlığı ya da yokluğu bir toplumsal formasyonun belirlenmesinde ayırt edici bir etmen olmaktan çıkartılıverilir. Cliff’in deyişiyle:
Tekelci kapitalizmden evrimleşerek gelişen bir devlet kapitalizminde tarihsel süreklilik özel mülkiyetin varlığı şeklinde gözlenir. Yozlaşıp ölen bir işçi devletinden evrimleşerek ortaya çıkan bir devlet kapitalizminde ise tarihsel süreklilik özel mülkiyetin yokluğu şeklinde gözlemlenebilir. [13]
Keyfi olarak teori kurmak ne de kolay bir iş! Böyle bir teorinin yaratılabilmesi, Marx’ın “aşılması” (!) ve biraz Hilferding’den, biraz Buharin’den vb. alarak bir eklektizm çorbasının pişirilmesiyle mümkündü.
196
Birikim Sorunu
Marx’ın belirttiği gibi, kapitalisti harekete geçiren şey kullanım değerlerinin sağlayacağı haz değil, değişim değerinin getirisi ve onun arttırılmasıdır. Bu nedenle kapitalist, artı-değerin mümkün olan en büyük kısmını sermayeye çevirir ve kapitalizmin yasası, “birikim için birikim, üretim için üretim”dir.
Devlet kapitalizmi teorisini savunanların beyhude çabası, bürokratik diktatörlüklerde genelleşmiş meta ekonomisinin, kapitalist kâr oluşumunun var olmadığını kabul etmekle birlikte, yine de sermaye birikiminin gerçekleştiğini ispata çalışmalarıdır. Aslında bu türden boş iddiaların dayandırılmak istendiği temel tamamen çürüktür. Asıl sakatlık, genel olarak birikim ile kapitalizme özgü sermaye birikiminin aynı şeymiş gibi sunulmasından oluşmaktadır. Örneğin Harman, Cliff’in bu konudaki görüşünü özetlerken şöyle demektedir:
Rusya bürokratik bir devlet kapitalizmidir, çünkü bürokrasi kolektif olarak üretim araçlarını denetim altında bulundurmakta ve böylece aynen Batılı bir kapitalist gibi, bu denetimi daima işçileri sömürmek ve “ölü emek” birikimini daha da çoğaltmak için kullanmak zorunda kalmaktadır. [14]
Bu yaklaşım aslında, kapitalizmin özsel işleyişini ve sermayenin birikimi mekanizmasını kavrayamayan bir kafanın ürünüdür. Çünkü ne üretim araçlarının kolektif olarak denetim altında bulundurulması, ne de “ölü emek” birikimi, kapitalizmin varlığının kanıtı olabilir. Bu olguları başka üretim tarzlarında da görmek pekâlâ mümkündür. Örneğin kapitalizm öncesi bir üretim tarzı olan Asyatik üretim tarzında da, üretim araçları (toprak) ve artı-ürün birikimi, devletin ya da bir despotik iktidarın kolektif denetimi altında bulunuyordu. Ama bu, o ekonomiyi kapitalist yapmıyordu.
Genel olarak üretim araçlarının ve ürünlerin birikimi, insan topluluklarının varoluş tarihinin bir parçası ve uygarlık aşamasına sıçrayışlarının zorunlu bir önkoşulu olmuştur. Kuşkusuz ki, ilerleyen çağlar içinde, farklı coğrafyalarda farklı üretim tarzları ortaya çıkmıştır. Genel olarak birikimin gerçekleşme tarzı ve artı-ürünün doğrudan üreticilerden çekilip alınma tarzı, farklı tipte sınıflı toplum oluşumlarını mümkün kılmıştır. Keza, ürünlerin değişimi, pazarın ortaya çıkması, ticaretin gelişmesi ve ihtiyaç fazlası ürünün içte ya da dış ülkelerde satılıp metalaşması, paraya çevrilmesi, bu yolla servet birikiminin sağlanması vb., kapitalizm öncesi dönemlerde ortaya çıkmış tarihi olgulardır.
Fakat, ancak ve ancak, emekçilerin kitlesel olarak üretimin nesnel koşullarından kopması ve ücretli işçiye dönüşmesi (yani işgücünün bir meta haline gelmesi); ekonomik yaşamda yerelliğin, içe kapanıklığın kırılması ve pazarda satmak üzere yapılan üretimin devasa boyutlara ulaşarak bizzat üretimin amacının “değişim için değişim” düzeyine yükselmesi, yani basit meta üretimi düzeyinden genelleşmiş meta üretimi düzeyine sıçranması gibi tarihsel değişimler kapitalist üretim tarzını yaratmıştır. Ve bu unsurlar kapitalizmin vazgeçilmez, asli ögeleridir. Kapitalist üretim tarzı, genel olarak kullanım değeri amaçlı üretime son verip, genel olarak değişim değeri üretimine dayandığı için, artı-ürün sömürüsü, artı-değer sömürüsü olarak somutlaşmıştır. Böylece, genel olarak servet birikimi de yerini sermaye birikimine bırakmıştır. Fakat bu türden değişimler, üretim araçları üzerindeki bireysel özel mülkiyetin, sermayenin ve ücretli emeğin varlığını şart koşar. Nitekim, kapitalist üretim ilişkileri gelişme koşullarını, özel mülkiyetin, bireysel servet birikiminin var olduğu ve ücretli emek ile sermayenin öncüllerinin oluştuğu feodal 197
toplumun bağrında bulmuştur. Devlet mülkiyetine dayanan ve artı-ürün sömürüsüyle yaşayan kapitalizm öncesi despotik Asyatik yapılar ise kendi içsel dinamikleriyle değil, ancak kapitalist dış dünyayla ilişkiye girdiklerinde, sermayenin yayılışının etkisiyle çözülmüşler ve birer birer kapitalist dünyaya eklemlenme sürecine girmişlerdir.
Öte yandan, sermaye durağan bir para toplamı ya da üretim araçları stoku olmayıp, bir ekonomik ilişki biçimidir. Rekabet, sermayenin içteki doğasıdır. Sermaye ancak birçok sermaye olarak var olabilir. O nedenle kapitalizm, birçok sermayenin rekabet halindeki birliği temelinde işleyişini sürdürür. Bireysel kapitalistler ya da sermaye grupları arasındaki rekabet, sermaye birikiminden hangi kapitalistin ya da sermaye grubunun ne kadar pay alacağını belirleyen ekonomik bir iç işleyiş yasası olarak hükmünü icra eder.
Marx, Kapital’in üçüncü cildinde kredi mekanizmasının rolünü incelerken hisse senetli şirketlerin kuruluşuna değinir. Gelişme süreci içinde, üretim araçları ile emek-gücünün toplumsal yoğunlaşmasını öngören sermaye, böylece doğrudan doğruya toplumsal sermaye biçimini, yani tek tek bireylerin değil, doğrudan biraraya gelmiş bireylerin sermayeleri biçimini almaktadır. Marx bu durumu, “özel mülkiyet olarak sermayenin, kapitalist üretimin kendi çerçevesi içinde ortadan kalkması” olarak değerlendirir. [15] Bununla kastedilen, üretici güçlerin toplumsallaşmasının, kapitalizm altında bile tek tek bireylerin salt kendi kontrolü altındaki sermaye biçimi ile bağdaşmaması ve bu tür bir özel mülkiyet biçiminin yerine anonim şirketler, büyük sermaye kuruluşları örneğinde olduğu gibi grup halinde özel mülkiyeti geçirmesidir. Böylece, ancak kapitalizmin aşılmasıyla birlikte gerçekleştirilebilecek olan toplumsal mülkiyetin ön hazırlığı ilerlemektedir.
Görüldüğü gibi, ne “Marx’ın aslında serbest rekabet dönemi kapitalizmini ele almış olduğu” tezinin bir dayanağı vardır, ne de “kapitalist sistemin artık özel mülkiyeti fiilen dışlayan bir aşamaya yükseldiği” görüşü doğrudur. Marx’ı yanlış anlamak isteyenler, devlet kapitalizmi benzeri teorilerini, kapitalizmin özel mülkiyete dayanan evresinin geçmişte kaldığı biçimindeki bir kavrayışa dayandırıyorlar. Oysa, kapitalist gelişme kapitalist özel mülkiyeti ortadan kaldırmamaktadır. Eski dönemlerde tek tek bireylerin kontrolü altındaki sermayeler arasındaki rekabet, yerini, bir üst düzeyde kapitalist özel mülkiyete ve büyük sermaye grupları arasındaki kıran kırana bir rekabete bırakmaktadır. Bu nedenle Marx, sözünü ettiği bireysel temelde “mülksüzleştirme” eğiliminin, kapitalizm altındaki işleyişinin sınırlarına işaret eder:
Ne var ki bu mülksüzleştirme, kapitalist sistem içersinde çelişkili bir biçimde, toplumsal mülkiyetin bir azınlık tarafından ele geçirilmesi biçiminde görünür; ve kredi sistemi bu azınlığa gitgide daha fazla sırf bir maceralar topluluğu niteliğini verir. Mülkiyet burada, hisse senedi biçiminde bulunduğu için, hareketi ve el değiştirmesi, tamamen, küçük balıkların köpek balıkları tarafından yutuldukları ve kuzuların borsa kurtları tarafından mideye indirildikleri, borsada oynanan bir kumar halini alır. Hisse senetli şirketlerde toplumsal üretim araçlarının özel mülkiyet gibi göründüğü eski biçime karşı bir düşmanlık vardır, ama hisse senedine dönüşme, hâlâ kapitalizmin ağları içersinde kapana sıkışmış haldedir; bu nedenle servetin toplumsal servet ve özel servet olarak nitelikleri arasındaki zıtlığı aşacak yerde, bu şirketler bunu yalnızca yeni bir biçim içersinde geliştirirler. [16]
Öte yandan, sermayenin merkezileşmesi sürecinde kapitalist devletin eski dönemlere oranla daha büyük miktarda sermayeyi, üretici gücü mülk edinmesi de, tıpkı Marx’ın işaret ettiği gibi, üretici güçlerin toplumsallaşmasının ve artık bireysel özel mülkiyetle bağdaşmaz bir düzeye yükselişinin belirtisidir. Ne var ki bu çelişki kapitalizm altında çözülemez. Sermayenin merkezileşmesi, üretici güçlerin toplumsal karakter kazanması 198
doğrultusundaki gelişimi “devlet kapitalizmi” diye de adlandırsanız bu kapitalizmden farklı bir şey değildir ve sonuç değişmez. Ama öte yandan, kapitalist sistemdeki söz konusu gelişme eğilimi bize çelişkinin çözüm yolunu, biçimini (yani işçi sınıfı iktidarının üretici güçleri devletleştirmesi gereğini ve olanağını) göstermektedir. Engels’in Anti-Dühring’de işaret ettiği eğilimin anlamı budur. Engels, özel mülkiyete dayanan kapitalist bir toplumdaki devleti kastederek diyor ki:
Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özü itibarıyla kapitalist bir makinedir, kapitalistlerin devletidir, toplam ulusal sermayenin ideal kişileşmesidir. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür. İşçiler ücretli işçi, proleter olarak kalırlar. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmaz, bilakis doruğuna tırmandırılır. Fakat dorukta tersine döner. Üretici güçler üzerindeki devlet mülkiyeti, çatışmanın çözümü değildir, fakat biçimsel çareyi, çözümü yakalama biçimini içinde saklar. [17]
İşte Engels’in bu açılımını kendi “devlet kapitalizmi” teorisine dayanak yapan Cliff, aynı eğilimin Sovyetler Birliği’nde de işlediğini ve bu nedenle SSCB’nin de “devlet kapitalizmi” kategorisinde olduğunu iddia etmiştir. Önce, kapitalist gelişme sürecinde var olan ve işleyen bir eğilim, bireysel mülkiyete dayanan eski kapitalizmden kolektif mülkiyete dayanan “devlet kapitalizmi”ne geçiş biçiminde yorumlanır. Sonra da bu, devlet mülkiyetinin egemen olduğu Sovyetler Birliği’nin aynı kategoriye dahil edilmesinin gerekçesi olarak sunulur. Oysa Sovyetler Birliği örneğinde durum tamamen farklıdır. SSCB’de kapitalist üretim ilişkilerinin ortadan kalkması ve üretici güçlerin devletin mülkiyetine geçmesi, bu üretici güçlerin sermaye niteliğini yitirmesi anlamına gelmektedir. Kısacası, tamamıyla devlet mülkiyetine dayanan bir üretim tarzında, artı-ürüne devlet tarafından el konulmasıyla gerçekleşen bir genel birikim, kapitalist sermaye birikimi değil, ürünlerin birikimidir.
Tıpkı Cliff’in “devlet kapitalizmi” teorisindeki zorlama yorumların keyfiliğinde olduğu gibi, bu teorinin eski mimarı olan Worall’ın görüşleri de benzer bir sakatlıkla maluldür. Worall’a göre, Sovyet bürokrasisi, yapısal olarak herhangi bir burjuvaziden temelde ayrılmaktadır, ama sermaye birikimi işlevi aynı kalmaktadır. Hilferding’in bu görüşe yönelttiği eleştiri ise şöyledir:
Büyük yapısal farklılıklara rağmen işlevin değişmeden kalabilmesi, şüphesiz, doğada gerçekleşmeyen ama (Worall’a göre) insan toplumunda mümkün görünen bir mucizedir.
Ne olursa olsun, Worall bunu, Rusya’da burjuva sınıfının ve dolayısıyla devlet kapitalizminin hakim olduğunun kanıtı olarak kabul etmektedir. O, sermaye ile üretim araçlarını inatla birbirine karıştırmakta ve görünen o ki, kapitalist birikimden başka bir birikim şeklini tasarlayamamaktadır. O, her ekonomik sistemde, birikimin (yani üretimin genişlemesinin), üretimi yönetenlerin görevi olduğunu; ideal bir sosyalist sistemde bile bu birikimin yalnızca artı-üründen (yalnızca kapitalizm altında artı-değer biçimini alan) kaynaklanabileceğini ve birikim olgusunun kendi başına bir ekonominin kapitalist doğasını kanıtlamadığını anlayamamaktadır. [18]
Cliff, SSCB’de bürokratik devlet kapitalizminin kuruluşunun tarihi olarak 1928’i kabul eder. İşçi devletinin bürokratik karşı-devrimle yıkılması sürecindeki pek çok olguyu dile getirmiş bulunan Cliff’in 1928’i bir dönemeç noktası olarak kabul etmesi doğrudur; fakat bürokratik rejimin karakterine ilişkin çözümlemesi yanlıştır. Cliff çizgisinin temel hatası, teoriyi gerçeklerden çıkarsayacak yerde, bir ön kabul olarak ileri sürmesi ve sonra da Sovyetler Birliği gerçeğini bu teoriye uydurabilmek için gerekçeler icat etmesidir. 199
Bu çizgi, SSCB’nin uluslararası rekabet dolayımıyla devlet kapitalisti olduğunu ilân eder. Bu gerekçeye göre, uluslararası rekabet, 1928’den itibaren SSCB’nin iç süreçlerinin ana belirleyicisi haline gelmiştir:
SSCB’ye bir kez dünya ekonomisi ile ilişkisi içinde bakıldığında, işler değişir. Dünya sistemi, bloklar ve ittifakların geçici rolü ne olursa olsun, rekabet halindeki devletler sistemidir ve SSCB de bu rekabete kenetlenmiştir. SWP, SSCB’de bürokratik devlet kapitalizminin kuruluşunu 1928’den başlatır, çünkü uluslararası rekabetin SSCB’nin iç süreçlerinin ana belirleyicisi haline gelişi 1928’den itibarendir. [19]
Bu o denli sakat bir argümandır ki, “neden?” sorusunun yanıtı yoktur. Üstelik, 1928 yılı tam da tersinden, yani hızlı bir kolektifleştirme operasyonuyla özel mülkiyetin neredeyse tamamen ilga edildiği, dış ticaret üzerinde tam devlet tekelinin kurulduğu, yani kapitalizmin tasfiye edilmesiyle ekonomik işleyişin tam anlamıyla despotik güdümlü bir temelde yapılaştığı bir dönemeç noktasıdır.
1928 dönemecinde gerçekleşen siyasal-toplumsal değişiklikleri birer birer sıralayıp, daha sonra da ekonominin iç işleyişini uluslararası rekabetin dış baskısıyla açıklamaya çalışmak ve böylece devlet kapitalizmi teorisine varmak, bilimsel çözümlemeye dayanmayan bir yol izlemek demektir. Nitekim Cliff’in açıklaması, gerçekte Rus ekonomisinin yapısında var olmayan kapitalist unsurları, bir cins sihirbazlık numarası yaparak şapkasının içinden çıkartıyor gibidir. Örneğin Cliff şöyle demektedir:
Sömürü oranı; başka bir deyişle artık-değer ile ücretler arasındaki oran … Stalinist hükümetin keyfi iradesine bağlı değildir, dünya kapitalizmi tarafından dayatılır.… Aynı teori Rus toplumunun toplam emek zamanının tüketim ve üretim malları üretimi arasında bölünüşüne de uygulanabilir. [20]
Eğer ki gerçek yaşamda Cliff’in söylediği türden olgular yer alsaydı, o takdirde Sovyet ekonomisinin, dünya kapitalist sisteminin doğrudan bir bileşenini oluşturan kapitalist bir iç işleyişe sahip olduğunu itiraf etmek zorunda kalırdık. Ama öyle olmadığını biliyoruz ve bizzat Cliff de zaten bu nedenle teorisini mevcut bulunmayan bir “iç işleyiş”e değil, yorumu kendi keyfine kalmış bir “dış baskı”ya dayandırmak zorunda kalmıştır.
Sovyetler Birliği’nde tam tersine kapitalist kârlılık hesapları ve piyasa mekanizması işlemediğinden, kapitalist dünya karşısında gerçek durum şuydu: Üretici güçlerin gelişme düzeyi ve teknolojik yenilenme bakımından rekabet şansına sahip olmayan, büyük fakat verimsiz, ağır sanayileşmeyi başarmış fakat hantal bir ekonomik yapı! Yani bürokratik rejim, kuşkusuz eskiye oranla ekonomik gelişmeyi başarmış, ancak ulaştığı genel düzey dünya kapitalizminin gerisinde kalmıştır. Kısacası, “dış rekabet” baskısı, Sovyetler Birliği’ni ve benzeri ülkeleri “devlet kapitalizmi” formasyonuna sokmamış, tersine kapitalist dünyanın varlığı, bu rejimlerin içten içe çürümelerinin ve nihayet birer birer çökmelerinin temel nedenini oluşturmuştur.
200
Askeri Rekabet Sorunu
Öte yandan, SSCB’de bürokrasinin egemenliği altında gerçekleşen sanayileşme atılımını, dış rekabetin baskısına bağlamanın anlaşılabilir bir nedeni yoktur. Modern çağda, sanayileşme döneminde nevzuhur eden bir despotik devletin egemenleri, bu devleti yaşatmak ve iktisadi temellerini güçlü kılmak için elbette ki Çarlık Rusya’sının tarım toplumunu değil, içinde yaşanılan dünyanın ulaştığı düzeyi ölçü alacaklardı. Ayrıca Stalinist rejim kendini korumak ve giderek kendi nüfuz alanını genişletmek zorundaydı. Sovyetler Birliği’nin silah sanayiine verdiği önem bu gerekliliğin bir sonucuydu. Dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin, kendi gerçekliği dışında yer alan kapitalist dünyadan kendini tamamen soyutlayamadığı, o dünyadan ister istemez etkilendiği doğrudur. Fakat bu gerçekler, sanki kapitalist bir işleyiş mevcutmuş gibi “rekabet” yasası ile bir tutulur ve “dış rekabetin baskısı” biçiminde bir kapitalist belirteç olarak değerlendirilirse, tamamen yanlış yapılmış olur.
Nitekim Cliff çizgisi, Sovyetler Birliği’nde dış rekabetin baskısı nedeniyle devlet kapitalizminin varlığını iddia ederken, bu iddiasını kanıtlayacak veri bulamadığından, silahlanma yarışını kapitalist rekabetin en önemli göstergesi olarak yorumlamıştır. Örneğin, devlet kapitalizmi teorisinin savunucularından Derek Howl şöyle demektedir:
Güçsüz SSCB’nin Batı ile ekonomik olarak rekabet etmekteki yeteneksizliği, rekabetin öncelikle silah rekabeti biçimini aldığı anlamına geliyordu. Ağır sanayinin, çeliğin, demiryollarının vb. mutlak önceliğine yol açan şey işte buydu. Bunlar askeri gücü desteklemek için zorunluydu. [21]
Cliff, teorisini ispatlama gayretkeşliğiyle, yalnızca Sovyetler Birliği’ni değil, genelde kapitalist dünyayı kucaklayan kapsamda bir “silah sanayiine dayanan devlet kapitalizmi” çözümlemesi yarattı. Ona göre, “uluslararası rekabet genellikle askeri alanda olduğu için, değer yasası kendini zıddıyla, kullanım değerleri için bir arayış olarak ifade ediyordu.” [22] Yani, eğer devlet silah sanayicilerinden mal alıyorsa, bu ürünler değişim değeri olmaktan çıkıyor ve kullanım değerine dönüşüyorlardı. Neden?
Bu sorunun da cevabı yoktur. Çünkü ortaya atılan tez anlamsızdır. Bir kere, kapitalizmde genelde tüm ürünler birer kullanım değeri içeren değişim değeridirler. Bu ürün, ister sağlık alanında kullanılan bir tomografi cihazı isterse “öldürme” alanında kullanılan bir tank olsun, sonuç değişmez. Diğer taraftan, bu ürünlerin alıcısı ister tek tek kişiler ya da özel gruplar isterse devlet olsun, bunlar yine aynı kapsamdadırlar; yani kullanım değeri içeren değişim değeridirler. Dolayısıyla Cliff’in argümanı yapaydır ve kapitalist değer yasasının Sovyetler Birliği’nde silah sanayii dolayımıyla işlediğini sözümona kanıtlama uğruna, Marksist kavramların çarpıtılması ve içinin boşaltılması anlamına gelmektedir. İşte bir örnek:
Silah üreten fabrikatör için parasını silah ya da yiyecek üretimine yatırması arasında, aynı oranda kâr ettiği sürece, fark yoktur. Ama yaşadığı ülkenin devleti, onun ürettiği ürünlerin kullanım değerleri ile çok ilgilidir.… Satıcı olan kapitalist yalnız değerle, alıcı olan devlet ise yalnızca kullanım değeri ile ilgilidir. Ancak, aslında bu değişim ilişkileri yalnızca biçimseldir. Devlet üretilen silahlara karşı değişime başka bir meta sunmamaktadır. [23]
Oysaki, satıcının “yalnız değerle” alıcının ise “kullanım değeri ile” ilgili olması, kapitalist alım-satım işleminde geçerli olan genel bir durumdur. O halde neden “bu değişim 201
ilişkileri yalnızca biçimsel” oluyor? Böylece Cliff, aslında kapitalist sistemin amacının da artık değişim değeri üretimi olmayıp, ağırlıklı olarak kullanım değeri üretimine kaydığını ispatlamak istemektedir. Üstelik bunu açıkça da dile getirmiştir:
“Tereyağı yerine top üret” sloganının anlamı, kapitalist ülkelerin arasındaki rekabetin uluslararası işbölümünün kesintiye uğradığı bir aşamaya varması ve alım-satım yoluyla rekabetin dolaysız askeri rekabet ile yer değiştirmesiydi. Kullanım değerleri kapitalist üretimin amacı haline gelmişti. [24]
Cliff’in, “devlet kapitalizmi” teorisini kanıtlamak amacıyla ileri sürmüş olduğu bu son örneğin de açıkça gösterdiği gibi, bu tür yanlış görüşlerin kaynağında Buharin’den doğrudan esinlenme vardır. Buharin şöyle demekteydi:
Askeri üretimin tümüyle farklı bir anlamı vardır: Bir top, yeni üretim döngüsünün bir unsuruna dönüşmez; barut havaya atılır ve hiçbir şekilde, bir sonraki üretim döngüsünde farklı bir kılık altında ortaya çıkmaz. Bu unsurların ekonomik etkisi, … tamamiyle negatif değerdedir. [25]
İşin gerçeğine bakılacak olursa, kapitalist savaş sanayii, özellikle savaş dönemlerinde alıcısı devlet olan çok kârlı bir değişim değeri, silah üretmektedir. Genel yasa burada da değişmemektedir. Yani silah fabrikatörleri, bir kullanım değeri içeren (çünkü kullanım değeri kavramının neleri içerdiği kapitalist sistemde bir ahlâki sorun değildir, en öldürücü silahlar bile alıcısı açısından bir kullanım değeridir!) ve üstelik çok da kâr getiren bir değişim değerinin üretimini arttırmaktadırlar. Dolayısıyla, değişim değeri üretimini değil de kullanım değeri üretimini amaçlayan bir kapitalist aşama icadı peşinde koşmanın saçmalığı ortadadır. Bu tür görüşlerin, kapitalizmin gerçekleriyle ve Marx’ın bu gerçekleri çözümleyen analizleriyle uyuşmazlığı ayan beyan ortadadır. Fakat zaten Cliff’in derdi de Marx’la uyuşmak değil, tersine, uyuşmama pahasına Sovyetler Birliği’nde devlet kapitalizminin varlığını iddia edebilmektir. O nedenle Cliff, askeri rekabet konusunda lafı döndürüp dolaştırmış ve Sovyetler Birliği’ne getirmiştir:
Rusya’daki yükselen sömürü oranı ve işçilerin üretim araçlarına tâbi kılınması, yiyecek yerine büyük ölçüde silah üretimi ile birlikte düşünüldüğünde, halk üzerindeki baskının azalmasına değil artmasına yol açmıştır. (Böylece) Rus ekonomisinin yapısında değer yasasının son söz sahibi olduğu açıkça görülebilir. [26]
Birtakım manipülasyonlarla silah sanayii üretimini kapitalist ülkelerde de değişim değeri üretimi olmaktan çıkartınca, pekâlâ kullanım değerleri üretimi temelinde de değer yasasının işleyişinden söz edebiliriz! Bir de, Sovyetler Birliği ve benzerlerinde devlet kapitalizminin var olduğuna iman edebilmemiz için, ekonomik ilişkileri devletin organize etmesi halinde, meta üretiminin kanıtını ulusal değil uluslararası düzeyde arayacağımıza dair and içmemiz gerekir! Aslında, Cliff’in bu tür konularda akıl hocası Buharin’dir ve o nedenle de takip eden satırlarında Cliff, Buharin’i kendine şahit olarak ileri sürmektedir. Buharin’in, “eğer ulusal devlet ekonomiyi organize ederse, meta üretiminin «her şeyden önce gene dünya pazarında olacağına» ve bu yüzden de ekonominin devlet kapitalizmi olacağına” işaret etmiş olduğunu belirtmektedir Cliff. [27]
Kendi iç yapısı kapitalizme uyarlanmamış olan ve üstüne üstlük kapitalizmin ilga edildiği, genelleşmiş meta üretiminin bulunmadığı, planlamanın temel hedefinin ağır sanayileşme hamlesine kilitlendiği ve yatırım kararlarında kapitalizmde olduğu gibi kâr mekanizmasının işlemediği bir ekonomik formasyonu, sırf bu formasyon kapitalist bir dış dünyanın yanı sıra var oluyor ve onunla askeri rekabete girişiyor diye “devlet 202
kapitalizmi”olarak ilân edelim mi?! Bunu yaparsak, o takdirde Marksist ölçütleri bir kenara fırlatmış ve kendimize çok geniş bir “serbestlik” alanı yaratmış oluruz. Böyle bir durumda, örneğin 16. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nu da “devlet kapitalizmi” olarak ilân etmememiz için hiçbir neden kalmaz!
203
Değer Yasası Sorunu
Yalnızca kapitalizme özgü olan değer yasasını ana karakteristikleri itibarıyla kısaca özetlemek istersek şunları söyleyebiliriz. Bir malın değişim değerinin belirleyicisi, onun içerdiği toplumsal bakımdan zorunlu olan ortalama emek zamanıdır. İşte metalar bir eğilim olarak, içerdikleri bu ortalama emek zamanına göre birbiriyle mübadele edilirler. Kapitalizmin bu iç yasasının piyasada realize olması, alınıp satılan malların fiyatının uzun dönemde onların değişim değerine eşit olması anlamına gelir. Kuşkusuz ki, bu bağlamda en önemli unsur, kapitalizmde işgücünün alınıp satılan bir meta oluşu ve bu metanın da değişim değerinin onun yeniden üretimi için gereken emek-zaman ölçütüne göre belirlenmesidir.
Marx’ın değer teorisi, kapitalist toplumda toplam toplumsal emek zamanının çeşitli üretim faktörleri arasında genel bir planlamaya göre değil, piyasa mekanizması vasıtasıyla otomatik olarak dağıtıldığını açıklar. Değer yasası, ürünlerin değişiminin tarih boyunca süren genel bir yasası olmayıp, yalnızca kapitalist üretim tarzına özgü olan değişim ilişkisinin ifadesidir.
Değer teorisinin temel ögesi olan, ürünlerin genel bir eğilim olarak içerdikleri “toplumsal olarak gerekli ortalama emek zamanı”na göre mübadele edilmeleri olgusu, gelişmiş bir kapitalist toplumu, meta değişimi vasıtasıyla birbiriyle karşılıklı ilişkiler içine girmiş üreticiler topluluğunu varsayar. “Toplumsal olarak gerekli ortalama emek zamanı”, bir malın üretimi için şu kadar işçinin fiilen harcadığı şu kadar emek zamanıyla doğrudan ölçebileceğimiz somut bir ölçüt değildir. Bu ölçüt, ancak kapitalist piyasa dolayımıyla son tahlilde gerçekleştiğini bildiğimiz ve üretici güçlerin ulaştığı gelişme düzeyinde toplam toplumsal emek zamanının ortalama vasıfta işgücünün çalışması temelinde ürünlere dağılımını varsayan bir soyutlamadır. Ve bu soyutlama, ortalamayı tutturamayan işletmelerin “gereksiz” emek zamanı harcamalarını bir zarar unsuru olarak sineye çekmeleriyle ve son tahlilde söz konusu ortalamalara göre oluşan piyasa fiyatına boyun eğmeleriyle somutlanmaktadır. Böylece kapitalistler arasındaki rekabet temelinde, verimsiz olanların elenmesiyle değer yasası kapitalist pazarda somut ifadesine kavuşur. Üretici güçlerin toplumsallaşmadığı, üreticinin proleterleşmediği, yerelliği ve birbirinden yalıtılmışlığı sona erdiren kapitalist pazarın oluşmadığı, üretim ilişkilerinin kapitalist özel mülkiyete dayanmadığı ve dolayısıyla değişim değeri üretiminin genelleşmediği koşullarda, ürünlerin, içerdikleri toplumsal olarak gerekli ortalama emek zamanına göre mübadele edileceğinden söz etmek, doğal olarak mantıksızdır. O nedenle değer yasası, kapitalizm öncesi ya da kapitalist olmayan formasyonlardaki ürünlerin mübadelesiyle hiçbir biçimde ilişkilendirilemez.
Öte yandan, bir ulusal ekonomide toplam emek zamanının bir merkezi planlama temelinde çeşitli üretim faktörlerine doğrudan bölüştürülmesi ise, onun kapitalist piyasada değer yasası dolayımıyla bölüşümünün anti-tezidir. Bir işçi iktidarı altındaki merkezi planlama, amacı itibarıyla öncelikle toplumsal ihtiyaçların karşılanmasını ve hesaplama bakımından ise ürünlerin üretimi için harcanan fiili emek zamanını esas alır. Burada hedeflenen, üreticilerin yalnızca işgücü maliyetinin karşılığını değil, toplumsal açıdan gerekli indirimler yapıldıktan ve fonlar ayrıldıktan sonra fiilen harcadıkları emek-zamanının karşılığını almalarıdır.
Fakat konumuz SSCB örneğindeki gibi despotik-bürokratik bir rejim olduğunda, merkezi planlamanın mantığının ne öncelikle üreticilerin toplumsal ihtiyaçlarının karşılanmasına ne de emekçilerin fiilen harcadıkları emek zamanının karşılığının verilmesine 204
dayanmadığı açıktır. Ama öte yandan, Sovyetler Birliği ve benzeri bürokratik rejimlerde toplumsal emek zamanının kapitalizmde olduğu gibi piyasa mekanizması aracılığıyla, yani kârlılık esasına göre dağılımından söz etmek de mümkün değildir. Çünkü kapitalizmden tamamen farklı olarak bu ülkelerde genelde değişim-değeri üretilmemekte ve değer yasası işlememektedir. [28]
İşte, devlet kapitalizmi teorisinin en önemli çarpıtması, aslında kapitalist toplumdaki işleyişe özgü değer teorisinin, genel olarak emek ürünlerinin mübadelesine indirgenmesidir. Kapitalizmin bir iç yasası olan değer yasasının, genel olarak ürünlerin dağıtımına indirgenmesi, bu yasanın neredeyse tüm toplumsal formlar için geçerli olduğu tarzında bir yanlış sonuca kapıyı açar. Örneğin Buharin’in değerlendirmelerinde bu türden bir yanlış mevcuttur ve o nedenle de devlet kapitalizmi teorisine kaynak oluşturur. Buharin, kapitalist işleyiş ile Sovyetler Birliği’ndeki işleyişi karşılaştırırken, değer ilişkilerinin yalnızca kapitalist topluma özgü olmadığını ve her iki formasyonu da ilgilendiren bir maddi içeriğe sahip bulunduğunu söylemiştir.
Böyle yanlış bir yoruma göre, toplam emek gücünün ekonominin çeşitli alanlarına dağıtımında, bu dağıtım ister piyasa mekanizmasına isterse merkezi plana dayansın, bir anlamda sonuç değişmeyecektir. Çünkü bu yanlış yaklaşım, yalnızca kapitalizme özgü olan “değişim değeri” olgusunu, neredeyse ürünlerin üretimi için gerekli emek zamanın doğrudan ölçülmesine indirgemekte ve böylece kapitalizm olmasa da işleyen bir değer yasası keşfetmektedir!
Kapitalizmin alâmeti farikası olan “değişim için değişim” yasası, özel mülkiyetin ve piyasanın bulunmadığı SSCB gibi bürokratik kumanda ekonomilerinde işlemez. Ancak, bürokratik diktatörlüğün kendi iç alanı –ki genelde buna “sosyalist blok” ülkeleri de dahildir– dışında, yani kapitalist pazarda değişilen ürün, başlangıcı itibarıyla değil sonucu itibarıyla bir anlamda metalaşır. Fakat bunun kapitalizmde olduğu gibi genelleşmiş meta üretimi kapsamına girmeyeceği, ancak son tahlilde despotik yapıları çözücü bir dış etken olduğu açıktır. Bir başka deyişle, devlet elinde biriken artı-ürünün bir bölümünün, kapitalist dünya pazarında ticarete konu olması, basit meta üretiminde olduğu gibidir; yani içerde değişim değeri üretildiği anlamına gelmez. Vurgulanması gereken nokta, bürokratik rejimlerde kullanım-değerleri olarak üretilen bu ürünlerin dünya pazarında başka metalarla mübadele edildiklerinde dahi, üretildikleri coğrafyada kullanım-değerleri olma özelliklerini yitirmedikleridir. Emek ürünleri, değişim değerleri değil, fakat kullanım-değerleri olarak üretildikleri sürece, bunları üreten toplumsal ilişkiler kapitalist değildir. Bu nedenle, dış ticaret dolayımıyla ürünlerin bir kısmının metalaşması, bürokratik devletin işçisini kapitalizmin özgür ücretli işgücüne dönüştürmez.
Devlet kapitalizmi teorisinin aldığı eleştiriler karşısında, bu teoriyi savunmak amacıyla daha mantıklı görünen argümanlardan hareket edildiği izlenimini vermek isteyen Howl şöyle demektedir:
Altmış yıldan bu yana, … piyasa mekanizmaları SSCB’de işlememiştir. Fiyatlar ne arz ve talebe göre hareket etmişlerdir, ne de malların emek değerine bağlı olmuşlardır. Para (tüketim mallarının bireyler arasında tahsisini sağlayan bir mekanizma olmasına rağmen) işletmeler arasında kaynakların tahsisini belirlememiştir. Gerçek fiyatların yokluğunda, “kâr”, Batı’da sahip olduğu toplumsal içeriği taşımayan yapay bir nesne olarak mevcuttu. Çeşitli üreticiler arasındaki ilişkiler sadece ürünlerin değişimi sayesinde değildir. Gerçek planlama olmasa bile, merkezi yönetimin varlığı; emeğin, toplam sosyal emekle, emek ürünlerinin değişimine öncel bir ilişkiye sahip olduğu anlamına gelmektedir. İşçilerin işe tahsis edilmesi, malların değişildiği oranlar, elde edilecek kâr; 205
bunların hiçbiri piyasa sinyallerinin hükmü altında değildir. Bunlar bürokratların kararlarının sonucudurlar. O halde nasıl oluyor da SSCB kapitalist olabiliyor? [29]
Sorulan soru çok da yerindedir. Fakat yazarın muradı, sorduğu soruya doğru bir yanıt vermek değil, böyle bir yapının neden yine de devlet kapitalizmi olarak tanımlanabildiği konusunda, sözü bilinen görüşe getirmektir. Rusya’da bürokratik devlet kapitalizminin varlığını iddia eden Cliff bunu dış kapitalist dünya ile ilişki temelinde ileri sürmüştür; iç işleyişte değer yasasının varlığından söz edilemeyeceğini o da belirtmektedir:
… biri, Rus ekonomisinin içindeki ilişkileri dünya ekonomisi ile bağlarından ayırarak incelerse, üretimin düzenleyicisi ve motoru olarak değer yasasının kaynağının bu ekonomi içinde bulunmadığı sonucuna varacaktır. [30]
Sovyetler Birliği’nde değer yasasının dış rekabet dolayımıyla işlediği iddiası, gerçeklere değil son derece keyfi çıkarsamalara dayanmaktadır. Howl’un “devlet kapitalizmi teorisinin anahtarı” olarak sunduğu ve herhalde bilimsel değerini de ancak kendi taraftarlarının takdir edebileceği açıklama şöyledir:
SSCB’de değer yasasının işleyişini, “SSCB’de meta üretimi var mıdır?” sorusu biçiminde ortaya koymak, onu yapay ve statik bir biçimde ortaya koymaktır. Soyutlayarak bakıldığında SSCB’deki üretim değişim değerleri üretimi olamaz, bu üretim, daha ziyade merkezi olarak koordine edilmiş somut emeğin ürünü olan kullanım değerlerinin üretimidir. Ancak analizimiz bir kez uluslararası rekabet düzeyine çıkarıldığında, SSCB’deki malların, metaların oynadığı toplumsal rolü –soyut emeğin cisimleşmesi– üstlendikleri görülebilir. Rus bürokratik egemen sınıfı, malların Rusya’daki üretim maliyetlerini başka yerlerdeki üretim maliyetleriyle karşılaştırır ve bu karşılaştırma somut emeği soyut emekle dünya ölçeğinde ilişkilendirir. [31]
Bütün bu açıklamalar bize, aslında ifade etmekten kaçınılan bir gerçeği anlatıyor: O da, SSCB’deki sosyo-ekonomik formasyonun, Marx’ın Grundrisse’de ve Kapital’de değindiği Asyatik üretim tarzının bir benzeri olduğudur. Doğu despotizmi altında oluşan bu eski üretim tarzında, Marx’ın deyimiyle, toprağın sahibi gözüken despotik devletin yönetimi altındaki tarım komünlerinde, doğrudan üreticilerin ürettiği ürünler (kullanım-değerleri), içerde hiçbir zaman meta işlevi görmezlerdi. Bu ürünler ancak despotik devletin eline geçtiğinde ve devlet dolayımıyla dış ticarete konu olduğunda metalaşırlardı. Ne var ki, dış ticarete konu olan bu ürünler, merkezi otoritenin gözünde gene de meta niteliği taşımıyordu. Çünkü, merkezi otorite bu ürünleri, değişim ve yeniden üretim amacıyla değil, kendi kullanım-değerleri ihtiyacını (lüks harcamalarını, askeri ihtiyaçlarını vb.) karşılamak için değişiyordu.
Oysa kapitalist işleyiş, bizzat piyasa mekanizmasının kendi iç güçleri sayesinde verimli olanı verimsizden ayırt etmesine ve verimsizleri piyasadan elemesine dayanır. Bu bir ön hesaplama sorunu değildir, piyasada işleyen bir iç yasadır. Sovyetler Birliği’nde böyle bir yasa işlememiştir. Şayet değer yasası dünya piyasası dolayımıyla işlemiş olsaydı, dış piyasada oluşan değişim değerleriyle rekabet edemeyen işletmelerin batması ve piyasadan silinmesi gerekirdi. Ama yine de değer teorisinin dış rekabet dolayımıyla işlediğini kanıtlama çabası, bu beyhude çaba, “devlet kapitalizmi” çizgisini izleyenleri, gerçekleri büyük bir gayri ciddiyetle karikatürize etmeye sürüklemiştir. Onlara göre, Sovyet bürokratları, mal üretiminin maliyetini dış dünya ile karşılaştırırlarmış! Bu tür karşılaştırmalarla, dünya kapitalizminin verimlilik düzeyinin ne kadar gerisinde kaldıklarını bilip bilmemek Sovyet bürokratlarının sorunuydu. Fakat bu yolla soyut emeğin somut emekle ilişkilendirildiğini söylemek bir hafifliktir. Devlet kapitalizmi teorisini savunanların yürüttüğü “muhakeme” şöyledir: İç işleyişte kapitalizmden söz 206
etmek mümkün olmasa da, mademki bir hesap yapılıyor ve maliyetler gelişmiş kapitalist ülke standartlarıyla karşılaştırılıyor, o halde soyut emek somut emekle ilişkilendirilmiş oluyor! Yani işte size Rusya’daki bürokratik rejimin neden devlet kapitalisti olarak değerlendirildiğinin dahiyane bir açıklaması!
Bu türden dayanaksız savlar karşısında gelen eleştirileri karşılamak için “devlet kapitalizmi” yandaşlarının ileri sürdüğü temel bir argüman da şudur: “Asıl sorun işçilerin tüketimlerinin birikimin gereklerine sistematik bağımlılığıdır.” [32] Bu argümanın çürüklüğü de bir karşı soruyla ortaya çıkar: Acaba, hangi sınıflı toplumda öyle değil ki? Örneğin kapitalizmle ilgisi olmayan eski despotik Doğu devletlerinde, doğrudan üreticilerin tüketimleri, o despotik devletin birikim gereklerine bağlı değil miydi?
207
SSCB’de İşgücü Meta mıdır?
Marx, işgücünün meta olabilmesinin koşulunu Kapital’de şöyle ifade eder:
… işgücü meta olarak piyasada, ancak, ona sahip olan kimsenin işgücünü bir meta olarak satışa sunması ya da satması halinde görülebilir. Bunu yapabilmesi için bu kimsenin, kendi işgücü üzerinde tasarrufta bulunabilmesi, emek kapasitesinin, yani kendi kişiliğinin kayıtsız şartsız sahibi olması gerekir. Emek sahibi ile para sahibi, pazarda karşı karşıya gelirler, eşit haklara sahip kimseler olarak temasa geçerler, aralarındaki tek fark birisinin satıcı, diğerinin alıcı olmasıdır; bu yönden yasalar karşısında her ikisi de eşittir. Bu ilişkinin sürekli olabilmesi için, işgücü sahibinin bunu, yalnızca belirli bir süre için satması gereklidir, çünkü eğer onu toptan ve süresiz satacak olursa, kendini satmış, kendini özgür bir insan olmaktan çıkartıp köleye, meta sahibi olmaktan çıkartıp meta haline dönüştürmüş olur. [33]
Konuya, “devlet kapitalizmi” teorisinin, bürokratik rejimlerde işgücünün bir meta olup olmadığına ilişkin argümanları açısından yaklaşıldığında da, diğer hususlarda işaret ettiklerimize benzer yanılgılarla karşı karşıya geliriz. Şöyle ki, Sovyetler Birliği’nde değer yasasının işlediğini kanıtlayabilmek için asıl olarak işgücünün meta olduğunu kanıtlamak zorunludur. Fakat salt iç işleyişe bakıldığında böyle bir şeyi iddia edebilmek de mümkün değildir. O halde? Bu noktada, yine “dünya ekonomisi ile bağlantılar” devreye sokulur ve devlet kapitalizmi teorisi kurtarılır! Dolayısıyla bu konunun ele alınışı da benzer bir sırayı izlemektedir. Devlet kapitalizmi teorisini savunan yazarlar, önce Marx’ın bu konuya ilişkin açılımlarını sıralarlar. Örneğin Cliff’in belirttiği gibi:
Emek gücünün, geleneksel kapitalizmdeki gibi, Rusya’da da gerçekten meta olup olmadığını görmek için, emek gücünün hangi koşullar altında meta olduğunu incelemeliyiz. Marx bunun için iki koşul olduğunu söylüyor: Birincisi, üretim araçlarından “özgür” kılınan işçinin başka geçim kaynağı olmadığından emek gücünü satmak zorunda olması; ikincisi ise, işçinin kendi emek gücünün yegâne sahibi olarak onu satabilmesi, satmakta serbest olmasıdır. [34]
Bu koşulların bürokrasinin egemenliği altındaki Rusya’da geçerli olmadığını ifade eder Cliff:
Eğer yalnızca bir işveren varsa, “patronların değişimi” söz konusu olamaz ve “kendini periyodik olarak satmak” bir formalite haline gelir. Yalnızca bir alıcı ve birçok emek gücü satıcısı olduğunda yapılan iş sözleşmesi de bir formalitedir. [35]
Yine aynı çevreden Pete Binns’in yorumu da Rusya’da kapitalist sistemde olduğu biçimde bir ücretli emekten söz edilemeyeceği doğrultusundadır: “Rus işçilerinin ücretleri düğmelerle ödense bile fark etmez.” [36]
Howl’un yorumu ise daha ilginçtir:
Cliff, soyutlanarak bakılan SSCB’nin kapitalist olarak görülemeyeceğini tespit etmektedir. Fakat SSCB’yi uluslararası bağlamı içinde görme düzeyine geldiğimizde bile SSCB ve rakipleri arasında pratikte emek için bir rekabet söz konusu değildir. Emek eğer gerçekten ücretli emek olacaksa Rusya’da bir emek piyasası olmak zorundadır. [37]
Güzel, peki sonuç? Doğru bir girizgâhtan sonra varılan yer, devlet kapitalizmi teorisinin 208
argümanlarını daha kabul edilebilir yönde rektifiye etmek amacıyla, teori gerçeklere uymuyorsa, gerçekliği teoriye uydurmaktır. Bu nedenle Howl şöyle devam eder:
SSCB’deki emek piyasasının “kusurları” vardır, fakat bu tüm emek piyasaları için geçerlidir. Mesele şu ki, işçiler köle değildirler ve hatta hangi efendi için çalışacaklarını seçemeseler bile hâlâ Marx’ın sözünü ettiği klasik “özgürlüğü” –sömürü şartları üzerinde bir miktar denetim uygulama özgürlüğü– kullanabilirler. [38]
Chris Harman, SSCB’yi devlet kapitalizmi olarak görmeyenlerin, “işçi sınıfı”ndan genellikle herhangi bir açıklama yapmaksızın bahsetmelerini eleştirmektedir. Ve şöyle demektedir: “İşçi sınıfı yalnızca kapitalist üretim biçiminin özgül bir ürünüdür. «Yeni sınıf» teorisyenlerinin mantıken «devlet köleleri» gibi bir terim kullanmaları gerekir.” [39] Eğer bütün sorun, Stalinist rejimde işçinin bir köle olmadığını kanıtlamak olsaydı o takdirde bunu ortaya koyacak doğru bir çözümlemenin yapılması gerekirdi. Amaç, Rusya’da işçi sınıfının “yeni bir sınıf” olduğunu iddia etmiş olan Bruno Rizzi ve benzerlerinin görüşlerini eleştirmekse, Rusya’da yine de bir emek piyasasının olduğu şeklinde bir yanlış görüşe mi ihtiyaç vardı? Yoksa iki yanlış bir doğru mu ediyor?!
Kapitalizmde işgücü bir metadır, dolayısıyla her meta gibi onun da bir piyasası vardır. Emek piyasasının olmadığı, “devletin işçisi”nin kendi işgücünü dilediği gibi satma özgürlüğünün bulunmadığı Sovyetler Birliği ve benzeri ülkelerde, “işçi” kavramını kullanıyor olsak da, bu işçi kapitalizmde olduğu biçimde işgücünü özgürce satan bir işçi değildir. Fakat o köleci toplumda olduğu gibi bir köle de değildir. Çünkü bürokratik devlet işçinin tüm bedeni üzerinde değil, yalnızca işgücü üzerinde tasarruf hakkına sahiptir. Öte yandan, bürokratik devletin egemenliği altında bile olsa sanayileşmiş bir toplumda üretim aracından yoksun üretici, asıl olarak elbette ki örneğin bir köylü değil, bir sanayi emekçisi, bu anlamda bir işçidir. Kaldı ki, genel anlamda işçi kavramı yalnızca kapitalizme özgü değildir ve Marx’ın da değindiği üzere, antik toplumlarda bile işçiden söz edilmiştir. 209
Değer Yasasının İşleyişi Değişti mi?
Cliff’in Sovyetler Birliği’nde devlet kapitalizminin varlığını “kanıtlayabilmesi” için genel olarak kapitalist sistemde de değer yasasının artık eskisi gibi işlemediğini iddia etmeye ihtiyacı vardı. Ve o bu yoldan yürüdü. Cliff’in satırları bu durumun çeşitli örneklerini yansıtır:
Kapital’de Marx, kapitalizmin normunu mutlak bir serbest rekabet sistemi olarak kabul etti. Tekelci kapitalizmle değer yasasının bağlantısını ayrıntılı olarak inceleyen tek Marksist Rudolf Hilferding’ti. [40]
Peki Hilferding’in vardığı sonuç neydi? Cliff’in onaylayarak Hilferding’ten aktardığı satırlardan okuyalım:
Nesnel fiyat yasası ancak rekabet yoluyla gerçekleşir. Tekelci birlikler rekabeti ortadan kaldırdıklarında, nesnel fiyat yasasının gerçekleşebileceği tek aracı da ortadan kaldırmış olurlar. Fiyat nesnel olarak saptanmış bir miktar olmaktan çıkar ve kendi bilinç ve iradeleriyle bunu saptayanlar için bir hesap sorunu haline gelir. … Marx’ın yoğunlaşma teorisinin –tekelci kaynaşma– gerçekleşmesi, sanki Marx’ın değer teorisini çürütüyor gibidir. [41]
Hilferding tezlerini, tekelleşmenin rekabeti ortadan kaldırdığı hipotezi üzerine oturtmuştu. Buna göre, piyasanın anarşik yapısının aşılması ve örgütlü bir kapitalizme ulaşılması mümkündü. Böylece, uluslararası ölçekte de çelişkiler yumuşayacak ve bir barış çağı gelecekti. Hilferding’in “barış çağı” beklentisi, sermayenin yayılma eğilimi ve tekeller arası rekabet nedeniyle o dönemde patlak veren dünya savaşıyla tuzla buz oldu. Fakat o, emperyalist çağda ekonominin devlet eliyle örgütleneceği ve rekabetin ortadan kalkacağı, üretim anarşisinin son bulacağı yolundaki görüşleriyle reformizme güç verdi. Buharin ise, kapitalist anarşinin tek tek ulusal devletler bazında ortadan kalkacağı, ama yalnızca uluslararası düzeyde devletler arasında varlığını sürdüreceği tezini savundu. Böylece Buharin, ekonominin ulusal düzeyde planlanabileceği anlayışıyla, gerek “tek ülkede sosyalizm” teorisine, gerekse yanlış bir devlet kapitalizmi teorisine hayat verdi. Çözümlemelerini buna benzer hatalı tezlere dayandıran Cliff ve onu izleyenler ise, Sovyetler Birliği’nde de devlet kapitalizminin pekâlâ var olabileceğini kanıtlamaya giriştiler.
Yine Howl’un yazısından bir örnek verelim. Howl, “SSCB’de tam olarak işlevsel bir piyasanın olmayışı, bizi eleştirenlere göre, meta üretilmediği ve kapitalizm «genelleşmiş meta üretimi» olduğundan, SSCB’nin de kapitalist olamayacağı anlamına gelmektedir” demekte [42] ve bu tür eleştiricilerin bağlantıyı 1860’ların kapitalizmi ile kurduklarını söyleyerek kendi görüşlerini haklı çıkarmaya çalışmaktadır. Başvurulan bahane yine aynıdır: Kapitalizmin gelişiminin kendisi “değer yasası”nın işleyişini değiştirirmiş!
Sovyetler Birliği’nde değer yasasının işlediğini kanıtlayabilmek mümkün olmadığından, yani bürokratik rejim gerçekliği değer yasası ile bağdaşmadığından, değer yasasını o gerçekliğe uygun hale getirebilmek için yasa yoğrulup yumuşatılır. Howl’un ileri sürdüğü argümanda olduğu gibi: “Devlet kapitalizminde ve genel olarak modern kapitalizmde değer yasasının işleyişi, planlama girişimi dolayımından geçer.” [43]
Oysa, kapitalizme özgü değer yasasının işleyişini yumuşatan bazı faktörlerin ortaya çıkması, kapitalizmin artık nitelik değiştirdiği, örneğin piyasa mekanizmasının önemini 210
yitirdiği, bunun yerini oldukça planlı bir işleyişin aldığı vs. anlamına gelmez. Dolayısıyla, “devlet kapitalizmi” olarak nitelenen formasyonların “eski” kapitalizmle değil de, “modern” kapitalizmle karşılaştırıldığında kavranabileceği görüşünün de bilimsel bir temeli yoktur.
Kapitalist ülkelerdeki işleyişi Sovyetler Birliği’ndeki işleyişle benzeştirme çabası içinde, emperyalizm çağında artık kapitalizmin de planlamaya dayandığı iddiası dayanaksızdır. Çünkü, kapitalist sistemde planlama, piyasa araştırmalarına dayanarak ancak firmalara yol gösteren planların yapılmasından öteye geçmez. Modern kapitalizmin karmaşık işleyişinin firma bazında birtakım planların yapılmasını gerekli kılmasıyla, planlı ekonomi tamamen farklı şeylerdir. Örneğin Engels, “Ve eğer anonim şirketlerden koca sanayi kollarını boyundurukları altına alan ve tekeller kuran tröstlere geçersek, o zaman bu, yalnızca özel üretimin sonu demek değildir, aynı zamanda plansızlığın da sona ermesi demektir” [44] diye belirtti. Fakat o bununla, bir yandan üretim araçlarının toplumsallaşmasının kapitalizmin aşılıp planlı bir üretim tarzına geçişi zorladığını, öte yandan artık kapitalizm altında da bazı planların yapılmasının kaçınılmaz hale geldiğini anlatıyordu. Hilferding bu tür çözümlemeleri kendi tezleri doğrultusunda “yorumlayarak”, “örgütlü kapitalizm” teorisini geliştirdi. Chris Harman ise bu teoriye gelen eleştirileri göğüslemekte [45] ve sanki Lenin’in, Troçki’nin çözümlemeleri de Hilferding’le aynı doğrultudaymış gibi meseleyi saptırmaktadır.
Benzer bir çizgiyi izleyen bazı yazarlar da, devlet kapitalizmi teorisini kurtarmak amacıyla, onun spesifik olarak Sovyetler Birliği’nin değil fakat kapitalist sistemdeki global gelişme eğilimlerinin genel teorisi olduğunu ileri sürdüler. Örneğin P. Binns ve M. Haynes, ortaya çıkış biçimindeki farklılık bir yana, zaten Sovyet toplumunun kapitalist sistemin yaşadığı evrimin “en uç örneği”ni oluşturduğunu iddia ettiler:
Kısa bir süre sonra Sovyetler Birliği’nde özgün olan şeyin bu toplumun yapısında ve dinamiğinde değil, fakat onun oldukça istisnai bir süreç içinde başarılı bir işçi devriminin dejenerasyonu olarak ortaya çıkmış olmasında bulunduğu açık bir biçimde anlaşıldı. Bu yüzden biz, olgunlaşan, askerileşen, ekonomik ve toplumsal hayatı kontrol eden sermayeler çağında, dünya sisteminin bir parçası olan Rusya’nın, sadece bu sistemin en uç örneklerinden birisine karşılık geldiğini öne sürüyoruz. [46]
Bu iddia o denli sakattır ki, devlet kapitalizmi teorisini savunanların, Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik rejimin çözülüşünü ve dünya kapitalist sistemine entegre olmaya başlamasını bir “yana kayış” olarak nitelendirmeleri hatırlanacak olursa, zaten kendiliğinden çökmüştür. Şu sorulabilir; nasıl oluyor da kapitalizmin bu “uç” formu, daha geri formlar karşısında çöküyor ve onlara dönüşüyor? Bu, sözgelimi tekellerden serbest rekabete geri dönmek gibi bir şey olmuyor mu?
Kapitalist sistemi olduğundan başka göstererek, farklı toplumsal sistemlerin içine tıkıştırılabileceği bir “devlet kapitalizmi” kategorisi icat etmek laf cambazlığıdır. Kişi kendi yanlışında ısrar edince, nasıl ki gerçeklikle çelişme pahasına beyhude kanıtlar ileri sürme eğilimi içine girerse, “devlet kapitalizmi” teorisini savunan yazarların içine düştüğü durum da budur.
Sonuç olarak, Cliff çizgisinin despotik bürokratik bir yapıya sahip olan Rusya’yı devlet kapitalizmi teorisi ile açıklama çabası sağlam kanıtlara dayanmamaktadır. Zaten, bizzat Cliff’in açılımlarında da bir ikilem mevcuttur. O, 1928 yılında Rusya’da bürokratik karşı-devrimle bürokrasinin diktatörlüğünün kurulduğunu kabul eder. Artık bu değişimle birlikte Sovyetler Birliği’ndeki devletin “yozlaşmış işçi devleti” olarak tanımlanamayacağını açıkça dile getirir. Bürokrasinin egemen sınıf oluşunun, tarihte 211
yeni bir çağın açılması anlamına gelmediğini; tersine onun “tarihsel bir garabet” olduğu gerçeğini teslim eder. Genel hatlarıyla doğru olan bütün bu saptamalardan sonra, tahlil edilen gerçekliğin ifadesine sıra geldiğinde, bunlara eğreti bir “kapitalizm” nitelemesi ilâve edilir.
Örneğin Cliff, “Bürokrasi, egemen sınıf olarak ilk yıllarında bile, eskiyen, çürüyen kapitalizmin totaliter özelliklerini benimsemiş ve geleceği olmayan tarihsel bir garabet olduğunu kanıtlamıştır” [47] demektedir. Onun vardığı bu sonuç, devlet kapitalizmi teorisinin spekülatif karakterini ele vermektedir. Çünkü, her sınıflı toplum gibi kapitalist toplumun da ebedi bir düzen olmadığı ve bir gün tarihin çöplüğüne gönderileceği aşikârdır. Fakat bu gerçek, bu düzeni bir “tarihsel garabet” olarak nitelemeyi gerektirmez. Böyle bir niteleme ancak, modern çağda son derece özgün koşullar nedeniyle ortaya çıkmış olan ve kapitalist sistem karşısında geleceği bulunmayan bir despotik bürokratik yapıyı anlatabilir.
Nitekim, devlet kapitalizmi teorisinin son derece savunmasız kaldığı bir noktadır bu ve Cliff’in aktarmış olduğu bazı gözlemler ya da benzetmeler, aslında bürokratik rejimin gerçek sırrını ele vermektedir. Konuyu daha fazla uzatmamak üzere, yalnızca birkaç örnek verelim. Cliff, Stalinist devletin niteliğini şöyle yorumlamaktaydı:
Rusya’da devlet, bürokrasinin emekçi kitleleri sömürmekte kullandığı bir silahtır. Fakat bu tanım Stalinist devletin bütün işlevlerini açıklamak için yeterli değil. Stalinist devlet aynı zamanda toplumsal işbölümünün, üretimin toplumsal örgütlenme biçiminin doğrudan ihtiyaçlarını karşılar. Bu işlev, … (gerekli değişiklikler yapılmak kaydıyla), eski Çin, Mısır ve Babil devletlerince de yerine getirilmiştir. Ancak büyük ölçekte gerçekleştirilmesi mümkün olan sulama sistemlerinin gerekliliğine bağlı olarak, bu örneklerde, devlet sadece sınıf farklılaşmasının (yani, dolaylı bir şekilde, toplumsal işbölümünün) sonucu olarak değil, aynı zamanda dolaysız bir şekilde üretim sürecinin bir parçası olarak gelişmiştir. [48]
Cliff’in burada söyledikleri, SSCB’deki despotik-bürokratizmin gerçekliğini pek güzel anlatıyor; ama aynı zamanda onun “devlet kapitalizmi” yakıştırmasının çürüklüğünü de sergiliyor.
Bir başka örnek, kapitalist sistemdeki piyasa mekanizmasının işleyişinden farklı olarak, bürokratik rejimlerde toplam emek zamanının, devlet planlamasıyla dağıtılmasından verilebilir. Cliff bu durumu, firavunlar dönemi Mısır’ından bir benzetme yaparak açıklamaktadır:
Firavun, kölelerinin toplam emek zamanının … toplumun ihtiyaçları arasında nasıl bölüştürüleceğini hesaplamak zorundaydı. Bu hesabı yapma yöntemi ise dolaysızdı. Belirli bir miktar köle yiyecek üretimine, belirli bir miktar lüks mal üretimine, bir miktar sulama projelerini gerçekleştirmeye ya da piramitlerin inşasına vb., ayrılıyordu. … Rusya’da da devlet, toplam emek zamanının ekonomi içine dağılımını doğrudan ve neredeyse tümden planlamaktadır. [49]
Cliff kitabında bürokratik devletin bizzat bürokratlara uyguladığı terörden söz ederken, Ciliga adlı yazardan aktarıyor:
Halkın öfkesini yatıştırmanın bu orijinal yöntemi (terörist temizlikler) bana Marko Polo’nun Pekin’de hüküm süren Moğol İmparatoru hakkında anlattıklarını anımsattı. Her on-onbeş yılda bir, kalabalıklara en çok nefret ettikleri bakanını teslim etmek 212
suretiyle, İmparator halkını sessiz sakin on-onbeş yıl daha ezmeyi sürdürebiliyordu. Rusya’da gördüklerim bana defalarca bu Moğol İmparatoru’nu hatırlattı. [50]
Burada, eski Mısır, Babil, Çin devletlerine yapılan göndermeler ve Asyatik despotik bir imparatorluk olan Moğol İmparatorluğu’ndan verilen örnekler, sanki modern çağdaki despotik diktatörlüklere (SSCB ve benzerlerine), “anlatılan senin hikâyendir” der gibidir.
Bu konuda değinmek gereken son bir nokta var ve tartışmalı sorunların içeriği bakımından büyük önem taşıyor. Tarihten bazı benzetmeler yapıp, var olan bir toplumsal formasyonun karakterini sorgularken, her şeyden önce o tarihi örneğin doğru çözümlenmesi ve yorumlanması gerekir. Örneğin tarihteki Memlûk devleti Asyatik despotik bir yapıya sahipti. Burada devlet mülkiyetine dayanan bir devletlû sınıf egemendi. Doğu’daki bu tür bir toplumsal yapının, Batı’nın köleci ya da feodal devletleri ile benzeştirilmesi tamamen yanlış olurdu. Böyle bir teşebbüs, tıpkı devlet mülkiyetine dayanan despotik bürokratik diktatörlükleri, özel mülkiyete dayanan kapitalist ülkelere benzetmeye çalışmak gibi abesle iştigal anlamına gelirdi. Cliff Memlûklar döneminden söz ederken tam da böyle bir durumun örneğini veriyor:
Memlûklar döneminde Arap feodalizminin başlıca özelliklerine bir göz atalım. Burada köylülük Orta Çağ Avrupa’sında olduğundan daha da acımasız güçlü bir feodal devletin egemenliği altında yaşamaktadır. Oysa egemen sınıf üyesi bireyler hiçbir kişisel mülkiyet hakkına sahip değildir. Sultan toprağın tek sahibidir ve çeşitli bölgelerde rant toplama hakkını bir dizi soyluya (mültezim) tanımıştır. Avrupa’da feodal aristokrasinin toprakları babadan oğula devrolurken, Arap Orta Doğu’sunda feodallerin kişisel toprağı yoktur; her feodal, toprağı topluca denetleyen ve rant toplama hakkı olan bir sınıfın üyesidir. [51]
Memlûk devletinin, Orta Çağ Avrupa’sının feodal devletlerinden farklı niteliklerine ilişkin aktarılanlar doğrudur. Fakat, bu farklılığın belirtilmiş olmasına rağmen, Memlûk devletinin asli karakteriyle hiç bağdaşmayan “feodal” kavramının işin içine sokuşturulması tam bir kafa karışıklığıdır. Feodal bir devletle, Asyatik bir devletin aynı çuvala konulması, her şeyden önce, toplumsal formasyonlar arasındaki ayrım konusunda onca hassas olan Marksist yönteme aykırıdır. Şöyle diyor Cliff:
Arap Orta Doğu’sunda üretim tarzı, sömürü biçimi, emekçilerin üretim araçları ile aralarındaki ilişki Orta Çağ Avrupa’sında olduğundan farklı değildi. Egemen sınıfın gelir kaynağı her iki durumda da aynıydı. Tek fark, bu sınıfın artığa el koyma biçiminde ve sömürü hakkının hukuksal ifadesindeydi. [52]
Egemen sınıfın artı-ürünü çekip alma biçimindeki farklılığın, farklı toplumsal formasyonlar arasındaki ayrım çizgilerini ele verdiğine ilişkin Marx’ın ünlü açılımı hatırlanacak olursa, Cliff’in satırlarındaki yanılgı, üstelik bir de “tek fark” diye vurgu yaparak daha da belirtik hale getirdiği yanılgı apaçık ortadadır. Sonuç olarak şu söylenmeli ki, tarihin eski dönemlerini yorumlarken bu hataya düşenlerin, 20. yüzyıl tarihinin yorumunda da benzer bir yanılgı sergilemeleri son derece doğaldır.
[1] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.197
[2] Örneğin C. Harman, “… devlet kapitalizminden çokuluslu kapitalizme geçişin ileriye 213
veya geriye doğru bir adım olmayıp, aynı düzlemde yana doğru bir hareket olduğu” biçiminde bir değerlendirme yapmaktaydı. (Doğu’da Fırtına Koptu, s.157)
[3] Troçki, Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri, s.17
[4] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.198
[5] T. Cliff, Lenin, c.3, s.91
[6] T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.170
[7] T. Cliff, age, s.141
[8] Buharin, Dünya Ekonomisi ve Emperyalizm, Özgün Yay., Temmuz 1975, s.113
[9] Buharin, Dönüşüm Döneminin Ekonomisi, Pencere Yay., Ekim 1989, s.14
[10] Lenin, Dönüşüm Döneminin Ekonomisi içinde, s.176
[11] Troçki, Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri, s.18
[12] T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.145
[13] T. Cliff, age, s.150
[14] C. Harman, Rusya'da Devlet Kapitalizmi içinde, s.14-15
[15] Marx, Kapital, c.3, s.386
[16] Marx, age, s.389
[17] Engels, Anti-Dühring, s.330-331 [Anti-Dühring, s.441]
[18] Hilferding, “State Capitalism or Totalitarian State Economy”, Essential Works of Socialism, Holt, Rinehart and Winston, 1970, s.248
[19] D. Howl, “The Law of Value and the USSR”, International Socialism, Temmuz 1990, s.94
[20] T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.176
[21] D. Howl, age, s.95
[22] T. Cliff, age, s.177
[23] T. Cliff, age, s.178
[24] T. Cliff, age, s.178
[25] Buharin, The Politics and Economics of the Transition Period, Routledge&Kegan 214
Paul, 1979, s.81 [Dönüşüm Döneminin Ekonomisi, s.37-38]
[26] T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.178
[27] T. Cliff, age, s.179
[28] Bu ülkelerdeki rejimleri sosyalizm olarak vazedip ardından da değer yasası ile sosyalizm dönemini çiftleştirerek, “sosyalist değer yasası”; “sosyalist meta üretimi”; “sosyalist piyasa ekonomisi” benzeri teoriler icat edenler, Marksizmi açıkça katletmekten başka bir iş yapmadıkları halde, bir zamanlar “yaşayan sosyalizm” (!) efsanesine koşut olarak bu tür icatlar da pek revaçtaydı. Zaten “başöğretmen” Stalin, “Bazen değer kanununun bizde, sosyalist rejimimiz içinde mevcut olup olmadığını, ekonomimizi etkileyip etkilemediğini sorarlar: evet, değer kanunu bizde de vardır ve ekonomimizi etkiler” (Stalin, Sosyalist Ekonominin Meseleleri, Sol Yay., Kasım 1967, s.23) diye buyurmuştu. Fakat işin tuhaf tarafı, bırakın sosyalizmi bir kenara, aslında üretim araçlarının devletleştirildiği despotik-bürokratik rejimlerde bile değer yasasının işleyişinden söz etmek mümkün değildi. Bu rejimler ancak çözülmeye başladıktan sonra ve kapitalist piyasa ilişkileri bünyeye nüfuz ettikçe, değer yasasının işleyişi gündeme geldi. Bu tür bir çözülüş sürecinde, mevcut sistemi hâlâ “sosyalizm” olarak nitelendiren kimi bilim adamı bozuntuları “sosyalist değer” ya da “sosyalist piyasa” ilişkileri üzerine epeyce kafa yormuşlardır.
[29] D. Howl, age, s.90
[30] T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.175
[31] D. Howl, age, s.97
[32] D. Howl, age, s.98
[33] Marx, Kapital, c.1, s.192
[34] T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.174
[35] T. Cliff, age, s.174
[36] akt: D. Howl, age, s.101
[37] D. Howl, age, s.102
[38] D. Howl, age, s.104
[39] C. Harman, Doğu’da Fırtına Koptu, s.167
[40] T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.167
[41] akt: T. Cliff, age, s.168
[42] D. Howl, age, s.97
[43] D. Howl, age, s.98
215
[44] Engels, “1891 Sosyal-Demokrat Program Tasarısının Eleştirisi”, Seçme Yapıtlar, c.3, s.524
[45] bkz. C. Harman, “Mantık Sınavından Geçmeyen Bir Eleştiri”, SSCB Tartışması, s.66
[46] akt: F. Richards, “Devlet Kapitalizmi Efsanesi”, Sınıf Bilinci, Sayı 8, s.145-146
[47] T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.210
[48] T. Cliff, age, s.151-152
[49] T. Cliff, age, s173
[50] akt: T. Cliff, age, s.211
[51] T. Cliff, age, s.225
[52] T. Cliff, age, s.226
216
SSCB Üzerine Farklı Görüşler
Troçki’nin çözümlemelerinden farklı olarak, Sovyetler Birliği’nde bürokrasinin ayrıcalıklı bir kast olmayıp, yeni bir egemen sınıf oluşturduğu tezi çok sayıda yazar tarafından ele alınmış ve incelenmiştir. İlk bakışta, sanki benzer yaklaşımlar temelinde bir gruplaşma gerçekleşmiş gibi görünse de, aslında gerek varılan sonuçlar, gerekse söz konusu yazarların siyasal tutumları arasında önemli ayrımlar vardır. Bu bölümü eklememizin nedeni, Sovyet devletinin sınıf karakteriyle ilgili çeşitli araştırmaların sonuçları hakkında ayrıntılı bir döküm yapmak değil. Amacımız, bu konuyla ilgili tartışmalar üzerinde önemli etkiler yaratmış ve öne çıkmış bazı görüşlere değinmek ve böylece farklılıklarımıza dikkat çekebilmektir.
Önce, Troçki’nin sağlığında ve onun çevresinde yürüyen tartışmalarda önemli bir yer tutan Rakovski’nin ve Shachtman’ın değerlendirmelerini ele alacağız. Daha sonra ise, Hilferding’in de içine dahil edilebileceği bir grubun, dünyadaki gidişatın genelde “totaliter devlet ekonomisi” ya da “bürokratik kolektivizm” doğrultusunda olduğunu iddia etmiş bazı yazarların görüşleri üzerinde kısaca duracağız. 217
Rakovski’nin Değerlendirmesi Üzerine
Rakovski’nin, bürokrasiyi yeni bir egemen sınıf olarak niteleyen Hilferding ve Shachtman’dan da önce bu sorunu bir biçimde gündeme getirmiş olduğu bilinmektedir. Nitekim, onun Stalin tarafından sürgüne gönderilen bir muhalif olan Valantinov’a mektup olarak yazdığı 1928 tarihli Bürokrasi ve Sovyet Devleti başlıklı makalesi konuya ilişkin değerlendirmelerini yansıtmaktadır. Daha sonraki bir yazısında ise Rakovski, rejimin bürokratik yozlaşmasının nesnel nedenleri olarak sıralanan faktörlerin (Rusya’nın ekonomik ve kültürel açıdan geri bir ülke oluşu, iç savaşın yarattığı yıkım ve tüm Rus halkına oranla işçi sınıfının henüz küçük oluşu gibi) dışında bir başka olguya dikkat çekmek istemiştir. En elverişli koşullar altında bile olsa, iktidarın onu daha önce hiç kullanmamış bir sınıf üzerindeki yozlaştırıcı etkilerini araştırmıştır. Rakovski, bürokratik bir devletin ve büyük bir egemenler sınıfının, o günleri yaşamakta olan Bolşeviklerin gözlerinin önünde biçimlenmekte olduğunu dile getirmektedir:
Bürokratik anormallikleri olan işçi devletinden –Lenin’in hükümetimizin biçimini tanımladığı gibi– proleter-komünist kalıntıları olan bürokratik bir devlete dönüştük.
Gözlerimizin önünde büyük bir egemenler sınıfı şekillenmektedir ve daha da gelişmeye devam ediyor… Bu benzersiz sınıfın birleştirici faktörü, özel mülkiyetin şu eşsiz biçimi, devlet iktidarıdır. “Bürokrasi özel mülkiyet hakkı olarak, devlete sahiptir” diye yazar Marx.[1]
Rakovski’nin, “özel mülkiyetin eşsiz bir biçimi” diyerek, bürokratik devlet iktidarına Marx’ın açılımı eşliğinde yaptığı vurgu çok önemlidir. Bilindiği gibi, üretim araçları üzerinde özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlarda, son tahlilde devlet bu mülkiyete sahip olan sınıfın devletidir. Böyle bir sınıflı toplumda, bürokrasinin siyasal yaşamdaki ağırlığı ne denli artmış olursa olsun, bu onu üretim araçlarının özel mülkiyetini ele geçiren yeni bir egemen sınıf katına yükseltmez.
Dolayısıyla asıl sorun, üretim araçları üzerindeki hakim mülkiyet biçiminin devlet mülkiyeti olduğu toplumlarda ortaya çıkar. İster eski dönemlerin Asyatik despotluklarında olsun, isterse modern çağın Sovyetler Birliği ve benzeri despotik-bürokratik devletlerinde olsun, genelde üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti dışlayan devlet mülkiyeti olgusu, yönetici bürokrasiyi çok farklı bir ayrıcalıkla donatır: devlet onun özel mülkü haline gelir.
Sovyetler Birliği’ndeki bürokrasi gerçeğini irdelemek isteyen Rakovski’nin bu noktaya dikkat çekmiş olması yerindedir. Fakat onun çözümlemesinin ağırlık noktasını, ele geçirilen iktidarın, onu daha önce hiç kullanmamış bir sınıf, yani işçi sınıfı üzerinde yarattığı yozlaştırıcı ve yolundan saptırıcı etkenlerin incelenmesi oluşturmaktadır. Rakovski “iktidarın mesleki riskleri”ne vurgu yapar:
… bir an için ülkenin yalnızca proleter kitlelerden oluştuğunu ve dışarıda yalnızca proleter devletlerin var olduğunu varsaymamız gerekseydi bile, bu zorluklar belirli bir noktaya kadar var olmaya devam ederdi. Bu zorluklara iktidarın mesleki riskleri denebilir. Gerçekten, iktidarın fethi için savaşan bir sınıfın konumu ile onu elinde tutan bir sınıfın konumu farklıdır. Tehlikelerden bahsederken, diğer sınıflarla var olan ilişkileri değil, tersine muzaffer sınıfın saflarında ortaya çıkanları düşündüğümü tekrarlıyorum.[2]
218
Tezlerini güçlendirmek amacıyla Fransız devrim sürecinden örnekler veren Rakovski, bir sınıf iktidarı ele geçirdiğinde, sınıfın yalnızca bir bölümünün iktidarın temsilcisi olduğu ve böylece işlerin değiştiği noktasından hareket etmektedir. Ona göre, Ekim Devrimi ve Sovyet devletinin kuruluşu sayesinde iktidara gelen işçi sınıfı içinde de, iktidarın sınıfın yalnızca bazı temsilcileri tarafından kullanılması temelinde önce işlevsel bir farklılaşma geçekleşmiştir. Daha sonra ise aradaki farklılık bir uçuruma dönüşerek toplumsal bir farklılaşma düzeyine yükselmiştir:
Bir sınıf iktidarı ele geçirdiği zaman, onun bir kesimi bu iktidarın yürütücüsü olur. Böylece bürokrasi öne çıkar. Kapitalist birikimin egemen partinin üyeleri tarafından yasaklandığı sosyalist bir devlette, bu farklılaşma işlevsel olarak başlar; daha sonra toplumsal olur.[3]
Sovyet devletinde bürokrasinin giderek siyasal gücü eline geçirmesiyle birlikte işçi devletinde toplumsal bir farklılaşmanın yaşandığı doğrudur. Ne var ki bu farklılaşma başlangıçta işçi sınıfının içinde cereyan etmiş olsa da, olgunlaşmasıyla birlikte artık sınıfın dışına taşan ve böylece işçi devletini de o olmaktan çıkaran niteliksel bir dönüşüme yol açmıştır. Böyle bir dönüşüm gerçekleştikten sonra, bürokrasinin ayrıcalıklı konumunu artık işçi sınıfının kendi içindeki bir kopuş ya da “iktidarın mesleki riskleri” ile açıklamak doğru olmamaktadır. Böyle bir nesnel tehlikeden söz etmek anlamlı olsa bile, zaten bu sorunun çözümü, işçi sınıfının devrimi takiben daha baştan sönmeye yüz tutmuş bir yarı-devleti, yani farklı tipten bir devlet organizasyonunu yaratmış olmasına ve devrimin diğer ülkelerde de ilerlemesine bağlı değil midir?
Oysaki Rakovski, Rusya’da Ekim Devrimiyle bir süreliğine gerçekleşebilmiş olsa da daha sonra böyle bir işçi devletinin tamamen ortadan kalkmış bulunduğu koşullarda, hâlâ iktidardaki işçi sınıfını tehdit eden “mesleki riskleri” araştırmaktadır. Üstelik, en elverişli koşullar altında bile olsa, yine de Rusya’dakine benzer bir bürokratikleşmenin yaşanabileceği düşüncesini genelleştirmekle, neredeyse işçi iktidarının ve onun yarı-devletinin yaşatılabilmesinin pek de mümkün olamayacağı gibi bir sonuca kapıyı açmaktadır.
Rakovski’nin bu çözümlemesindeki temel eksiklik, devleti mülk edinme temelinde egemen bir sınıfa dönüşen bürokrasi tarafından işçi sınıfının iktidardan tamamen uzaklaştırıldığını ve dolayısıyla artık “iktidarın mesleki riskleri”nden vb. söz etmenin de bir anlamının kalmadığını incelemesinin ağırlık merkezine koymamasıdır. Ama öte yandan, “sovyetlerin ve partinin bürokrasisi, yeni bir düzenin olgusudur” diyen Rakovski, bürokrasinin egemenliği altında cereyan eden niteliksel değişimi çözümlemeye çalıştığını da kanıtlamıştır. Onun yazdığı şu satırlar, gerçekten de o dönemde devrimci Marksistlerin üzerinde durması gereken temel bir soruna işaret etmektedir:
Burada sorun, münferit vakalar, bir yoldaşın davranışındaki aksaklıklar sorunu değil, daha ziyade, tam bir incelemeye tâbi tutulması gereken yeni bir toplumsal kategori sorunudur.[4]
219
Max Shachtman’ın Değerlendirmeleri Üzerine
Shachtman’ın değinmek istediğimiz değerlendirmeleri, onun 1940’ta Troçki’den kopuşundan kısa bir süre sonra yazmış olduğu, Stalinizm: Yeni Bir Toplumsal Düzen başlıklı yazısında yer alan görüşleri çerçevesindedir. Shachtman, Sovyetler Birliği’nin yozlaşmış bir işçi devleti olduğuna ilişkin Troçki’nin teorisini eleştirdiği yazısında şöyle diyordu:
Tahlilimizde zorunlu olarak Lev Troçki ile ters düşmek durumunda olmamıza rağmen, aynı zamanda kendimizi büyük ölçüde onun çalışmalarına dayandırıyoruz. Hiç kimse onun Sovyetler Birliği sorununun anlaşılmasına yaptığı katkının kapsam ve derinliğine yaklaşmamıştır bile.[5]
Troçki’nin ölümünden sonra Troçkist harekette yaşanan parçalanma ve yozlaşma koşullarından nasibini alan Shachtman’ın daha sonraki politik evrimini bir tarafa bırakacak olursak, onun Sovyet devletinin doğasına ilişkin bu ilk dönem incelemesinde pek çok önemli husus yer almaktadır.
Shachtman’ın analizinde özellikle dikkat çeken nokta, mülkiyet biçimleri ile mülkiyet ilişkileri arasında var olan ayrıma işaret etmesidir. Şöyle demektedir:
Şurası açık ki, Sovyetler Birliği’nde Stalinizm tarafından değiştirilen şey ne ve ne kadar olursa olsun, üretim ve değişim araçlarındaki devlet mülkiyeti var olmaya devam etmektedir. Daha da açıktır ki, proletarya Rusya’da tekrar başa geçtiği zaman, devlet mülkiyetini sürdürecektir.
Bununla birlikte hayati olan şey, mülkiyet biçimleri, yani varlığı inkâr edilemez olan ulusallaştırılmış mülkiyet değil, özellikle, Sovyetler Birliği’ndeki çeşitli toplumsal grupların bu mülkiyet ile olan ilişkileri, yani mülkiyet ilişkileridir! Eğer Sovyetler Birliği’nde ulusallaştırılmış mülkiyetten söz edebiliyorsak, bu henüz mülkiyet ilişkilerinin ne olduğunu saptamamaktadır.[6]
Bu husus, Stalinist rejimin kurulmasına rağmen Troçki’nin Rusya’yı hâlâ yozlaşmış işçi devleti olarak kabul etmesinin temelinde yatan “devlet mülkiyeti” olgusunun irdelenmesinde anahtar bir saptamaydı. Çünkü bürokrasinin işçi sınıfı üzerinde uyguladığı baskı, ayrıcalıklı durumu, dünya ölçeğinde devrim karşıtı konumu vb. ile ilgili olarak Troçki’nin gerçekten de çok doğru çözümlemelerine karşın, bürokratik rejimi yozlaşmış işçi devleti olarak kabulündeki asli unsur devlet mülkiyeti biçiminin korunması olgusuydu. Bu nedenle Troçki, Stalinist bürokrasiye karşı işçi sınıfının tarihsel eylemini, toplumsal bir devrim olarak değil, politik bir devrim kapsamında ortaya koydu. Çünkü o, işçi demokrasisini yeniden kuracak ve yaygınlaştıracak bir devrimin mülkiyet ilişkilerinde temel bir değişiklik yaratmayacağını, mülkiyetin devlet mülkiyeti olarak kalacağını düşünüyordu. Öte yandan, Sovyetler Birliği’ni yozlaşmış işçi devleti olarak nitelendirmek için, devletleştirilmiş mülkiyetin varlığının gerekli ve yeterli olduğunu belirtiyordu. Troçki’ye göre Stalinist bürokrasi bir kasttı. Egemen sınıf olabilmesi için yeni mülkiyet biçimleri oluşturmalıydı.
Görüldüğü gibi Troçki, mülkiyet biçimleri ve mülkiyet ilişkileri arasında bir ayrıma gitmeksizin, Rusya’da devlet mülkiyetini, yozlaşmış işçi devletinin temel dayanak noktası olarak kabul etmekteydi. Oysaki burada mülkiyet ilişkileri ve mülkiyet biçimleri nitelemesi arasındaki fark basit bir kavram çeşitlemesi olmayıp, sorunun temelinde yatan 220
çok önemli bir ayrıma ışık tutmaktaydı.
Bilindiği gibi, kapitalist toplumda üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet biçiminin yanı sıra, devlet mülkiyeti biçimi de varlığını sürdürmektedir. Fakat mülkiyet ilişkileri kapitalisttir ve gerek özel gerekse de devlet mülkiyeti biçimleri üzerinde yükselmektedir. Oysaki, Stalinist Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi kapitalist özel mülkiyetin ilga edildiği, fakat işçi sınıfının da iktidardan alaşağı edildiği koşullarda, devlet yönetimini tekelinde tutan yönetici bürokrasi, devlet mülkiyetine de hakim olarak, toplumla despotik tarzda bir ilişki içinde olacaktır. Ve bu koşullarda, devlet mülkiyeti biçiminin varlığını sürdürmesi asla işçi sınıfına bir egemen sınıf karakteri kazandıramayacak, tersine,işçisi ve köylüsüyle bu doğrudan üreticiler sınıfı, devletin tebaası olarak egemen bürokrasinin hükümranlığı altında yaşayacaklardır.
Bu nedenle Shachtman, “Troçki, ülkedeki «mülkiyet biçimleri» ve «mülkiyet ilişkileri»ni, sanki bir ve aynı şeyden bahsedermiş gibi birbiri yerine kullanıyor”[7] derken çok önemli bir tartışma konusunu gündeme getirmiş oluyordu. Ne var ki, daha sonra pek çok Troçkist çevre, bu ve benzeri sorunları incelemek yerine, şayet ileri sürülen görüş kendi sektlerine ait değilse, doğruları dar politik çıkarlara feda ederek tutum almayı sürdürdü.
Stalinist rejimin, kapitalist toplumda görülen Bonapartist rejim benzeri bir çeşit Bonapartizm olarak kabul edilip edilmeyeceği konusunda da Shachtman, söz konusu yazısında doğru bir yaklaşım sergilemekteydi. Kapitalist sınıfın toplumsal gücünün, esas olarak onun üretim araçlarına sahip oluşunda yattığını ve bu ekonomik üstünlüğü sayesinde de, devletin Bonapartist, faşist vb. gibi farklı biçimlenmelerine rağmen egemen sınıf olmayı sürdürdüğünü belirtmekteydi. Oysa soruna SSCB özelinde ve proletaryanın cephesinden yaklaştığımızda, Bonapartizm benzetmesine elverişli olmayan niteliksel bir farklılıkla yüz yüze gelmekteydik:
Proletaryanın, onun devletinin cephesinde, ona özgü mülkiyet biçimleri ve mülkiyet ilişkileri açısından durum nasıldır? … Eski toplumdaki konumu gereği, proletaryanın kapitalizm altında hiçbir mülkiyeti yoktur. İşçi sınıfı, ekonomik üstünlüğü ancak politik iktidarı ele geçirdikten sonra kazanır.[8]
Gerçekten de, kapitalist sınıfın egemenlik kaynağı ile proletaryanın egemenlik kaynağı arasında tarihsel bir farklılık vardır. İşçi sınıfının ancak, daha baştan sönmeye yüz tutmuş tipte bir yarı-devleti, işçi demokrasisini kurması ve sürdürmesi koşuluyla ekonomik açıdan egemen olabilmesi mümkündür. Nitekim Shachtman’ın da doğru olarak dile getirdiği bir husustu bu:
Böylece, yeni toplumdaki bu konumu nedeniyle, proletaryanın hâlâ mülkiyeti yoktur, yani feodal lordun ya da kapitalistin sahip olduğu anlamda, mülkiyete sahip değildir. Mülksüz bir sınıftı ve öyle kalır. Devlet iktidarını elinde tutar. Yeni devlet, yalnızca, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryadır. Devlet, toprağın ve sermayenin özel mülkiyetine sahip olanları mülksüzleştirir ve toprağın ve üretim ve değişim araçlarının mülkiyeti devlete geçmiş olur. Bu eylemiyle devlet, yeni mülkiyet biçimlerini kurar; ulusallaştırılmış veya devletleştirilmiş ya da kolektifleştirilmiş mülkiyet. Aynı zamanda yeni mülkiyet ilişkileri de kurar. Proletarya söz konusu olduğu ölçüde, o, mülkiyetle tamamen yeni bir ilişki içine girer. Değişikliğin esası, işçi sınıfının, bu devlete ait mülkiyeti yönetmesinde yatmaktadır, çünkü devlet, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryadır (sovyetleri, ordusu, mahkemeleri ve parti, sendikalar, fabrika komiteleri gibi kurumları aracılığıyla). Sorunun özü budur.[9]
Shachtman, Troçki’nin tahlilinde proletaryanın politik olarak mülksüzleştirilmesi diye 221
tanımlanan şeyin, işçilerin sınıf egemenliğinin yıkılmasından, Sovyetler Birliği’nin bir işçi devleti olarak sona ermesinden başka bir şey olmadığı sonucuna çıkmıştı. Ve tam da bu noktada, Troçki’nin bir değerlendirmesini hatırlatarak sözlerini sürdürmekteydi: “Sınıf egemenliğinde bir değişim, bir devrim ya da karşı-devrim, hem de şiddet olmaksızın, iç savaş olmaksızın, kademe kademe? Troçki, böyle bir görüşü savunanları, «tersine reformizm» ile suçlamıştı. Bizde bu suçlamaya katılıyoruz, ama Stalinist karşı-devrimin yeterince şiddetli ve kanlı olduğunu da ekliyoruz.”[10]
Shachtman, Troçki’nin verdiği önemli ipuçlarından hareketle sorgulamayı ilerletmiş ve sorunun çözümü bakımından sorulması gereken bir soruyu yıllar önce dile getirmişti:
Eğer işçiler artık egemen sınıf değilse ve Sovyetler Birliği artık bir işçi devleti değilse, ve eğer Rusya’ya egemen olan özel mülkiyet sahibi hiçbir kapitalist sınıf yoksa, bu devletin sınıf doğası nedir ve ona hakim olan bürokrasi tam olarak nedir?[11]
Troçki de SSCB Savaşta başlıklı makalesinde bürokrasiyi bir kast olarak tanımlamanın tam anlamıyla bilimsel bir karaktere sahip olmadığına dikkat çekmişti. Ayrıca, aradan geçen yıllar, bürokratik rejimin daha önce belki de yeterince kavranamayan pek çok yönünü öylesine aydınlatmaktaydı ki, Stalinist Rusya’da olduğu gibi özgün tarihsel koşullar altında egemen sınıf konumuna yükselen bürokrasiyi hâlâ bir kast olarak tanımlamanın anlamsızlığı ortadaydı. İşte bu önemli tartışma noktasında Troçki’den farklı olarak, bürokrasinin bir egemen sınıf olduğu sonucuna vardı Shachtman. Şöyle diyordu:
[bürokrasi] öncelikle proleter devrimin geri Rusya’da patlak vermesi ve ileri ülkelerdeki devrimin zaferiyle tamamlanmamış ve bu suretle kurtarılmamış olması gibi koşulların bir araya gelmesinin ürünüdür. Bu nedenle, onun somut özellikleri, onu bu tarihsel kapitalist sınıfla aynı anlamda yaşayabilir ya da vazgeçilmez bir egemen sınıf olarak nitelememize izin vermezken, ondan, devlet üzerindeki tam kontrolü sayesinde ülkedeki politik ve ekonomik üstünlüğünü şu anda garanti altına almış bir egemen sınıf olarak bahsedebiliriz ve edeceğiz.[12]
Shachtman’ın yazısıyla ilgili olarak üzerinde durulması gereken bir başka önemli tartışma konusu ise şudur: Bu egemen bürokrasi, Sovyetler Birliği’nde (ya da daha sonra benzerlerinde) ortaya çıkan bazı özgül tarihsel koşullarla sınırlı, geleceği bulunmayan, salt bu toplumların tarihinin bir kesitinde burjuvazi ve proletarya dışında bir egemen sınıfın var olması anlamında bir “yeni sınıf” mıdır? Shachtman’ın bu soruya verdiği yanıt şöyledir:
Sovyetler Birliği işçileri, iktidarı ellerinde tutmayı başaramadılar. Onu özgün, beklenmeyen ve beklenmesi de mümkün olmayan bir yoldan kaybettikleri –bir burjuva restorasyon nedeniyle değil, fakat yeni, kolektivist mülkiyet biçimini elinde bulunduran ve kendini ona dayandıran karşı-devrimci bir bürokrasi tarafından iktidarın ele geçirilmesi şeklinde– doğrudur. Ama sonuçta iktidarı kaybetmişlerdi. Eski pislik, yepyeni, benzersiz, şimdiye kadar hiç bilinmeyen bir biçimde, yeni bir bürokratik sınıfın egemenliği biçiminde yeniden ortaya çıktı. Bu sınıf hep var olmuş ve hep var olacak bir sınıf mıdır? Hiç değil.…
Bu yeni sınıf, istediği uzunlukta bir toplumsal yaşam süresi –örneğin kapitalist sınıf kadar– umabilir mi? Bunun olabileceğine inanmak için hiçbir sebep görmüyoruz. Kendi çelişkileriyle vahşice ilerleyen modern kapitalist toplumda, kolektivizm yönünde açıkça fark edilebilen önüne geçilmez bir eğilim vardır, ki ancak bu yolla insanlığın üretici güçleri geliştirilebilir ve bu suretle, yeni bir uygarlık ve kültür patlaması için önkoşul olan 222
insan ihtiyaçlarının azami tatmini sağlanabilir. Ama bu eğilimin evrensel bir “bürokratik kolektivizm” şeklinde gerçekleşeceğine inanmak için yeterli sebep yoktur.[13]
Daha sonra Shachtman’ın bu görüşlerini şu ya da bu doğrultuda değiştirmiş olması burada bizi ilgilendirmiyor. Çünkü sorun, ne Shachtman’ın doğrularını ya da yanlışlarını arayıp bulmak, ne de geçmiş dönemlerde Troçkist çevreler arasında cereyan eden bu türden tartışmalara takılıp kalmaktır. Aslına bakılırsa, tarihin artık bu evresinde devrimci Marksizmin ışığı altında doğruları bulabilme arayışına, geçmişin salt politik çekişmeler tarzındaki tartışmalarının gölgesini düşürmek hoş değil.
223
“Bürokratik Kolektivizm”i Dünya Genelinde Bir Eğilim Olarak Ele Alanlar
II. Dünya Savaşı öncesinde kapitalist sistem içinde yaşanan büyük bunalım, faşizmin yükselişi, ekonomide devlet müdahaleciliğinin artması gibi faktörler nedeniyle, kapitalist ülkelerdeki gidişatı Sovyetler Birliği’ndeki merkeziyetçi sistemle benzeştiren teoriler ortaya atıldı. O dönemde kapitalist ülkelerde gelişen devlet müdahaleciliği ve devlet tekellerinin yaygınlaşması, pek çok yazar tarafından, yeni bir tarihsel dönemin habercisi olarak yorumlandı. Bu tür yazarlara göre, özel girişime dayalı kapitalizm tarihe karışıyor ve yerini devlet kontrolünün esas olduğu totaliter bir toplumsal düzene bırakıyordu.
Bu bağlamda bazı yazarlar “bürokratik kolektivizm”, “totaliter devlet ekonomisi” gibi adlandırmalar altında çeşitli değerlendirmeler yaptılar. Bürokratik kolektivizm teorisi, SSCB’deki toplumsal sistemi, toplumların evrim şemasında kapitalizmden sonra gelen yeni ve genel bir toplumsal sistem olarak görmekte ve SSCB’yi tüm dünyada işlemekte olan genel bir eğilimin gerçekleşmiş en uç ifadesi olarak nitelendirmekteydi. Buna göre insanlık kapitalizmden sonra gelen ve onun iç eğilimlerinden türeyen yeni bir toplumsal aşamaya doğru ilerlemekteydi. Oysa, birbiriyle benzeşmeyen toplumsal formasyonların, devlet baskısı ve ekonomide devletin artan rolü gibi müşterek olgulardan hareketle tek bir sisteme doğru yol aldıkları görüşü temelden yanlıştı.
Bu doğrultuda çözümlemeler yapan ve görüşleri etkili olmuş yazarlar arasında, Burnham İdari Devrim, Hilferding Devlet Kapitalizmi Ya da Totaliter Devlet Ekonomisi, Bruno Rizzi ise Dünyanın Bürokratikleşmesi başlıklı çalışmalarıyla dikkat çektiler. Bu arada belirtmek gerekir ki, bu türden teorilerin kökü, bir yönüyle de, modern sosyolojinin kurucusu olduğu söylenen Max Weber’in tezlerine dayanmaktaydı. Çünkü Weber, 1918 tarihlerinde resmi devlet memurlarının diktatörlüğüne yol açabilecek olan aşırı bürokratik düzen sorununu ele almıştı.
Amerikalı yazar James Burnham, kapitalist ülkelerdeki devlet müdahaleciliğinin artışını, kapitalist mülkiyetin varlığının ve öneminin azalışı şeklinde yorumladı. Özetle şöyle demekteydi: “Kapitalistlerin egemen sınıf olarak ellerinde tuttukları mevkiin altı oyuluyor ve çok geçmeden çökecekler.” Bu görüşü nedeniyle de Burnham “devlet kapitalizmi” teorisini eleştirdi. Onun teorisi genelde benzerleriyle aynı yanlışı içeriyordu; ancak özelde devlet kapitalizmi nitelemesine yönelik eleştirisi ise, kapitalizmin mevcut olmadığı koşullarda bu kavramı kullanarak teori inşa edenlere karşı anlamlıydı. Şöyle diyordu: “Özel sektör yok olduğunda veya yok denecek kadar azaldığında, kapitalizm yok olmuş demektir.”[14] Ona göre, Sovyetler Birliği, Almanya, İtalya gibi ülkelerde mevcut durum “devlet kapitalizmi” değil, ortaya çıkan yeni bir idari sınıfın diktatörlüğü altında totaliter bir yapıydı. Burnham kendi teorisinde vurguyu, bu “yeni sınıf”a yapıyordu.
Hilferding de gerek Stalinist Rusya’daki toplumsal düzeni, gerekse Almanya ve İtalya’daki faşist düzeni “totaliter devlet ekonomisi” olarak niteledi. Bu ülkelerin hepsinde ekonomiyi kendi amaçlarına tâbi kılan totaliter bir devletin varoluşunun belirleyici unsur olduğunu, bu nedenle de aralarındaki ekonomik farklılıkların önemli olmadığını ileri sürdü. Ona göre dünyada Doğu ve Batı ülkelerinin tümünü kapsayacak yeni bir düzen oluşmaktaydı. Böylece Hilferding, Stalinist Rusya’daki ekonomik sistem ile 1940 Almanya’sı ve İtalya’sındaki ekonomik sistem arasında benzerlikler icat etmiş ve bu tür ülkelerin tümünü kapsayıcı tarzda bir “totaliter devlet ekonomisi” kavrayışının temellerini atmıştır.
224
İşin doğrusu, Stalinist rejimin baskıcı, totaliter doğası ile Nazi Almanya’sının ve İtalyan faşizminin siyasal uygulamaları arasında benzerlikler bulmak mümkündü. Fakat o kadar. Çünkü, çeşitli türden baskıcı rejimlerin kimi benzerliklerinden hareketle, birinde devlet mülkiyetinin diğerlerinde ise kapitalist özel mülkiyetin hakim olduğu tamamen farklı sosyo-ekonomik olguları benzeştirmeye çalışmak, mesnetsiz ve Marksist kavrayış dışına düşen girişimlerdi. Zaten Hilferding, bu rejimlerde egemen sınıfın politikasının ekonominin karakterini belirlediğini iddia etmekle, Marksist kavrayışa bağlı kalmak gibi bir derdinin olmadığını da ortaya koymaktaydı. O, maddi ekonomik temele ilişkin farklılıklarına rağmen, tüm baskıcı rejimleri tek bir başlık altında toplamakta kendince bir sakınca görmemişti. Ve Sovyetler Birliği örneğinde olduğu gibi, devlet olgusunun muazzam bir önem kazanabilmesinin altında yatan özgül koşulları araştıracak yerde, bunu uygulanan politikanın bir sonucu olarak sunmuştu. Hilferding’in dediği şuydu: “ne Rus sistemi ne de genel olarak totaliter sistem, ekonominin karakteriyle belirlenir. Tam tersine, ekonomi, egemen iktidarın politikası tarafından belirlenir ve bu iktidarın hedeflerine ve amaçlarına tâbi kılınır.”[15]
Hilferding, “devletin bağımsız bir güç olarak ortaya çıkışı, politikanın (yani devletin) belirleyici ve kesin rol oynadığı bir toplumun ekonomik nitelenişini büyük ölçüde güçleştirir”[16] saptamasını yaptığında belki önemli bir noktaya temas ediyordu. Fakat ancak, kapitalist özel mülkiyetin son bulduğu Stalinist Rusya ile sınırlı olmak koşuluyla. Yani, egemen bürokrasinin devlete ve dolayısıyla her şey üzerinde tasarruf hakkına sahip olduğu ve tarihte Asyatik devletlerde görülenin benzeri bir despotik hükümranlığın kurulduğu özgün koşullar çerçevesinde Hilferding’in saptaması bir anlam ifade edebilirdi. Ne var ki o ve ona benzer bir yaklaşım sergileyenler, bu türden analizlerini, kapitalist dünyayı da kucaklayacak tarzda bir genelleme düzeyine yükselttiler. İşte yanlış olan da buydu.
Öte yandan, Hilferding gibiler, “totaliter diktatörlük” ve benzeri nitelemelerini, Lenin ve Troçki gibi liderlerin dönemine doğru uzatmakla asıl olarak Ekim Devriminin anlamını çarpıtmak istemekteydiler. Bu yaklaşım zaten Avusturya-Marksist ekolünün bilinen tutumuydu ve işçi sınıfının kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde ihtiyaç duyacağı diktatörlüğün, totaliter bir diktatörlük olarak gösterilmek istenmesine dayanmaktaydı. Dolayısıyla Hilferding’in gayesi, Ekim Devrimini takiben Rusya’da bir işçi devletinin yani işçi demokrasisinin kurulmuş olduğu ve daha sonra bunun bürokratik bir karşı-devrimle yıkıldığı gerçeğini göstermek değildi. O, olumsuzluğun kaynağını Leninist-Bolşevik mücadele ve örgütlenme anlayışında aramaktaydı.
İtalyan yazar Bruno Rizzi, bu teoriyi “bürokratik kolektivizm” kavramıyla birlikte sunup ona oldukça popülerlik kazandırdı. Dünyanın Bürokratikleşmesi adlı kitabında, kapitalist özel mülkiyetin yerini kolektif mülk sahipliğine bırakmakta olduğunu ve bu temelde de dünyada yeni bir ekonomik sistemin doğmakta olduğunu iddia etti. Rizzi, “bürokratik kolektivizm” olarak adlandırdığı bu yeni toplumda kolektif mülkiyeti bürokrasinin kontrol ettiğini ve kapitalist özel mülkiyete dayanan bireysel sömürüden, bürokrasinin kolektif sömürüsüne geçilmekte olduğunu söyledi. Kuşkusuz ki bu çarpık analize göre, bürokrasinin karşısında bir de yeni bir ezilen sınıfın, yeni türden bir “köle sınıfı”nın tarih sahnesinde yerini alması gerekiyordu. Nitekim Bruno Rizzi bu konuda netti ve artık sömürünün tıpkı bir köleci toplum söz konusuymuşçasına gerçekleştiğini söylüyordu. Rizzi’nin görüşleri kendinden sonra gelen yazarları da etkiledi.
30’lu yılların son döneminin somut koşulları ve tartışmaları içinde Troçki de, örneğin bürokrasinin bir sınıf olarak kabul edilip edilemeyeceği gibi soruları salt Sovyetler Birliği özelinde değil, dünyadaki genel gidişat temelinde irdelemişti. Öte yandan Troçki’nin ele aldığı bir başka sorun ise, proletaryanın iktidara gelememesi durumunda, gelecek 225
dönemde dünyada neler olabileceği idi. Troçki’nin yanıtı, o takdirde kapitalist toplumda kendiliğinden var olan kolektivist eğilimlerin, yeni bir bürokratik sınıf tarafından yönetilen yeni bir sömürü toplumuna yol açabileceği şeklindeydi. Şöyle diyordu:
Ne var ki, şimdiki savaşın devrime değil, proletaryada bir çöküşe yol açacağı düşünülürse, o zaman geriye bir başka alternatif kalır: tekelci kapitalizmin daha fazla çürümesi, devletle daha fazla kaynaşması ve demokrasinin, hâlâ korunduğu yerlerde totaliter bir rejimle yer değiştirmesi. Proletaryanın toplumun liderliğini kendi eline almakta yetersiz kalması, bu koşullar altında Bonapartist faşist bürokrasiden yeni bir sömürücü sınıfın doğup gelişmesine fiilen yol açabilir. Bu, bütün belirtilerin gösterdiği gibi, uygarlığın yok oluşunu haber veren bir çöküş rejimi olur.[17]
Kapitalist toplumlarda da bürokrasinin yeni bir egemen sınıf haline gelmesi, böylece kapitalist sistemin yerini dünya ölçeğinde yeni bir toplumsal sisteme, kimilerinin iddia ettiği gibi bürokratik kolektivist bir sisteme bırakması gibi ihtimaller, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmeler tarafından doğrulanmayan hipotezler olarak kalıverdi. Stalinist rejim altındaki Sovyetler Birliği’nde ise, bürokrasi bir yandan belirli özgün koşulların bir sonucu olarak pekâlâ egemen bir sınıf katına yükselmişken, diğer yandan dünya kapitalist sisteminin varlığı bu sınıfın kaderini belirliyor ve onu tarihsel geleceği olmayan, geçici bir fenomen olmaya yazgılı kılıyordu.
Dolayısıyla Stalinist tipte bürokratik rejimler, asla insan topluluklarının tarihsel gelişme çizgisinde kapitalist sistemi aşan yeni bir toplumsal sistemin ortaya çıkması anlamına gelmedi. Bu rejimler, dünya kapitalist sistemini ileriye doğru aşacak yegâne alternatif olan işçi iktidarının, Sovyetler Birliği’nde bürokratik bir karşı-devrimle boğulması nedeniyle oluşan özgün koşulların ürünü oldular.
[1] Rakovski’den akt: I. Howe, Essential Works of Socialism, s.178
[2] Rakovski, “Bureaucracy and Soviet State”, Essential Works of Socialism, s.179
[3] Rakovski, age, s.179
[4] Rakovski, age, s.182
[5] Shachtman, “Stalinism: A New Social Order”, Essential Works of Socialism, s.254
[6] Shachtman, age, s.256
[7] Shachtman, age, s.256
[8] Shachtman, age, s.257
[9] Shachtman, age,s.257
[10] Shachtman, age, s.258
226
[11] Shachtman, age, s.259
[12] Shachtman, age, s.259-260
[13] Shachtman, age, s.261
[14] Burnham, The Managerial Revolution, Penguin Books, 1962, s.114
[15] Hilferding, “State Capitalism or Totalitarian State Economy”, Essential Works of Socialism, s.249
[16] Hilferding, age, s.250
[17] Troçki, Marksizmi Savunurken, s.40
227
Olayların Anlattıkları
Stalinist bürokrasilerin “sosyalizm” olarak lanse ettikleri, gerçekte ise devlet mülkiyetine dayalı bürokratik kumanda ekonomilerinin, süreç içinde gelişme potansiyellerinin sınırına dayanıp tıkanmaları kaçınılmaz bir olgudur. Ekonominin, dünya ekonomisi niteliği taşıdığı bir çağda, ya dünya proleter devrimiyle kapitalizmi aşmak ya da kapitalist dünya sisteminin etkisi altında, son çözümlemede onunla tam bir entegrasyona yönelmekten başka bir seçenek yoktur.
Sovyetler Birliği örneğini ele alacak olursak, bu ülkede ilk sanayi birikimi ve ulusal kalkınma hamlesi, emekgücü ve diğer üretim araçlarının kullanımındaki miktar artışlarıyla sağlandı. SSCB’nin uçsuz bucaksız topraklarında sahip olduğu kaynak potansiyeli, bu yoldan muazzam bir gelişme sağlanmasına elverişliydi. Fakat ekstansif büyüme (yaygın büyüme) yoluyla sağlanan gelişme düzeyi, daha ileri bir teknolojiyle gerçekleştirilen verimlilik artışının gerisinde kalmaya mahkûmdur. Bu nedenle Sovyet ekonomisi, dünya kapitalizminin entansif büyüme (yoğun büyüme) kapasitesinin çok gerisinde kaldı. Sorun böyle iken, Sovyet ekonomisindeki gelişme Stalinizm tarafından “sosyalizmin kurulmuş olduğu” biçiminde lanse edildi. Stalin sonrasında da bürokrasinin tutumunda özde bir değişiklik olmadı.
Bürokrasi kendi devletinin güçlülüğünü kanıtlamak maksadıyla vitrinini ne denli görkemli biçimde süslemeye çalışırsa çalışsın, Sovyetler Birliği ve diğer “sosyalist blok” ülkelerinde ekonomik bunalımlar, çeşitli toplumsal rahatsızlıklarla, patlamalarla kendini dışa vurmaktaydı. Bürokrasi açısından, ekonomiyi reforme etme gereksinimi nesnel bir zorunluluk olarak kendini dayatmıştı. Teknolojik gelişme sağlayarak emek verimliliğini yükseltmek ve Batı kapitalizminin ulaştığı gelişme düzeyiyle aradaki farkı kapatmaya çalışmak bürokrasinin başlıca problemi olmuştu. Bürokrasinin, “ileri sosyalist toplumu kurma çabası” olarak sunduğu ekonomik gelişme problemi, gerçekte kapitalist dünya pazarındaki teknolojik gelişme ve verimlilik artışının çok gerisinde kalan bir ekonomiyi çöküntüden kurtarma çabasıydı. Ve bu çaba, verili koşullar altında kaçınılmaz olarak, kapitalist dünya pazarının “nimetlerinden” daha yoğun biçimde yararlanma yollarının aranması temeline oturmaktaydı. Kısacası, bürokrasinin “ileri sosyalizm” masalı, gerçekte kapitalizme yetişmeye, ondan yardım dilenmeye yönelen bürokratik iktidarların “tek ülkede sosyalizm” anlayışının iflâsının simgesiydi.
Bürokratik rejimlerin ucu dünya kapitalizmine açık olduğundan, iktidardaki bürokrasilerin, ekonomide büyük bir tıkanıklıkla yüz yüze gelindiğinde, kapitalist restorasyon yönünde reform çabaları içine girmeleri bir sürpriz değildir. Nitekim, Stalin’in ölümünden sonra Kruşçev ile birlikte başlatılan ekonomik reformlar da, bürokratik rejimdeki tıkanıklığın dışa vurumuydu. Bunun yanı sıra, Sovyetler Birliği’nde 1965’lerdeki ekonomik reform girişimleri, Stalinist sosyalizm anlayışına ortodoksça bağlılığını sürdüren Brejnev döneminde bile bürokrasinin dünya kapitalizmine açılma yönündeki istemini ortaya koydu. Demek ki ekonomik reform istemi, Brejnev dönemini kutsayan kimi Stalinistlerin göstermek istediği gibi, Kruşçev gibi liderlere özgü kişisel bir tercih değil, genelde bürokrasinin ekonomideki tıkanıklıkları dünya pazarının “iksiriyle” aşma çabasının ürünüydü.
Bürokrasinin bu dönemlerde Doğu Avrupa ülkelerinde gelişen kitle hareketlerini bastırmaya girişmiş olması ve siyasal istikrarsızlık korkusu nedeniyle ekonomik reform sürecini ilerletmekten cayması, onun dünya kapitalizmine açılmaya karşı olduğunu göstermiyordu. O hem ekonominin bu yönde gelişim olanaklarına sahip olmasını 228
arzuluyordu; ama hem de sistemini eski biçimiyle korumak istiyordu. Sanki bu ikisini bağdaştırmak mümkünmüş gibi!..
Bürokratik rejim altında ekonomik gelişme potansiyellerinin donup, her alanda bir tıkanıklığın ve durağanlığın yaşanmaya başlanmasından beri, bürokrasinin temel sorunu bu çelişkinin çözümsüzlüğü olmuştur. Kapitalist restorasyon doğrultusunda reformların hızlandırılması bürokratik sistemin varlığını tehdit etmiş, reformların durdurulması ekonomideki açmazları büyütmüştür. Böylece bürokratik rejim, belirli bir tarih kesitinde ayakta kalmayı başarmış olsa bile, kendi varlığını uzun sürede kendi temelleri üzerinde idame ettirme olanağından yoksun bulunan geçici ve özgün bir tarihsel fenomen olduğunu ortaya koymuştur. Kruşçev dönemi bir de-Stalinizasyon dönemi izlenimini verirken, gerçekte tüm eleştirilerin çok yüzeysel ve sınırlı kalması, Brejnev dönemiyle birlikte ise Stalinizme yeniden övgüler yağdırılması, bürokrasinin kendi sistemini ayakta tutmadaki çaresizliğinin ifadesidir.
Dünya proleter devriminin, bu ülkelerdeki bürokratik rejimleri de yıkacak yeni bir ilerleyişe geçememesinin sonucunda, bürokratik diktatörlükler uzun bir süredir kesin bir çürüme ve çözülme süreci içine girmişlerdi. Bu durumun en tipik göstergesi, dünya devrimi hedefini tamamen yadsıyan egemen bürokrasilerin, barış içinde bir arada yaşama bahanesinin ardına saklanarak dünya kapitalist sistemi ile her alanda yakın bir ilişkiye yönelmeleri olmuştu. Ekonomideki durgunluğu ve tıkanıklığı, dünya pazarıyla daha bir içli dışlı olarak aşma çabası, örneğin Macaristan’da uzun süredir kapitalist piyasanın ve onun değerler sisteminin özümsenmesini getirmişti. Sovyetler Birliği gibi, bürokratik rejimin devletçi yasal çerçeveyi daha sıkı tuttuğu ülkelerde ise, yine aynı ilişki temelinde yasadışı bir piyasa oluşmaktaydı.
Bürokrasi tüm bu yaşananlardan geleceğe yönelik dersler çıkartmaya başladı. Bürokrasinin önemli bir kesimi, yeni kazançlar elde edebilmek için eskiyi feda etmekten başka çıkar yol olmadığı sonucuna doğru ilerlemeye koyuldu. Bürokratik rejimin reformlarla düzeltilerek ayakta tutulması olanaksız gibi görünüyorsa, bu gerçeği kavrayanların artık kendilerine yeni bir yol çizmeye başlamaları şaşırtıcı değildir.
Eski verili koşullar devam ettiği sürece gelecek umudu kalmayan egemen sınıf içinde, bu durumun anlaşılmaya başlandığı tarihsel dönemeçten itibaren bir ayrışma yaşanır. Bir kısmı hâlâ eskide ayak direrken, diğer bir kısmı yeni bir gelişme içine girmeye niyetlenir. Eskide ayak direyenler, genellikle çıkarları eski sistemin devamıyla tam bütünleşmiş olan, bu yüzden değişemeyen unsurlardır. Yenileşmeyi savunanlar ise, yeni gelişme doğrultusunda adım atanlar ve çıkarlarını artık eskiyi feda etmekte görenlerdir. Geçmişte, kapitalizmin gelişmesiyle çöküşe giren Asyatik devletlerin egemen bürokrasileri içinde de benzer ayrışmalar yaşanmıştı. Egemen bürokrasiler içinde, bürokratik egemenliğin korunmasından yana çıkan sivil ve asker bürokratlarla; kapitalist girişimciliğe yönelen, burjuvalaşmaya özlem duyan bürokratlar arasında uzun süredir içten içe bir ayrışma yaşanmaktadır. Burjuvalaşma süreci içine giren bürokratlar, bu süreç tamamlandığında karşımıza artık birer burjuva olarak çıkacaklardır. Bürokratik rejimin kapitalizm yönündeki çözülüşü tamamlanırsa, ya da bu olay ani bir çöküşle gerçekleşirse, eski rejim tarihe karışır.
Bürokratik rejimlerin bunalımı, 1980 dönemecinde artık bu durumun bizzat bürokrasi tarafından dile getirilmek zorunda olduğu muazzam boyutlara ulaşmış bulunuyordu. Brejnev döneminde baskılarla dışa vurumu ertelenen basınç (hem dünya kapitalist ekonomisinin, hem de kitlelerin eskisi gibi yaşamak istememelerinin bindirdiği basınç), Gorbaçov döneminde patlamalı biçimde açığa çıktı. Gorbaçov’un işbaşına gelmesiyle başlayan yeni dönem, “ileri sosyalizmin kurulduğu” yolundaki masalların artık bir kenara 229
bırakıldığı ve olaylara “gerçekçi” bakış açısının zorunluluğunun bürokrasi tarafından ifade edilmeye başlandığı bir dönem oldu. Gorbaçov, “ekonominin tam bir çöküntünün eşiğinde olduğunu, yoğun büyümeye geçişin başlamadığını, hatta yaygın gelişme potansiyelinin bile gerilediği”ni ilân etti. Ekonomik çöküntü karşısında teslim bayrağını çeken bürokrasi, kurtuluşu dünya kapitalist işleyişine entegrasyonda gördüğü için, artık “reel sosyalizm” propagandasından vazgeçiyordu. Kapitalist piyasa ekonomisinde keşfettiği “üstünlükleri” cansiperane biçimde savunacağı yeni bir dönemi başlatıyordu.
Bürokrasi bir yandan dünya kapitalizmine entegre olmayı isterken, diğer yandan bu geçişin yine de “istikrarı” bozmayan, kontrollü biçimde gerçekleşmesini dilemekteydi. Ve bürokrasinin korkulu rüyası, dipten gelen bir dalgayla “istikrarın” bozulması idi. O nedenle de, sosyalizm hedefine duyduğu düşmanca hisleri açıkça dile getirmekten mümkün olduğunca kaçınmak ve bu kez de, kapitalist piyasa ekonomisine bulanmış bir “sosyalizm” anlayışıyla bilinçleri çarpıtmak bürokrasinin boynunun borcu oldu. “Sosyalizmin piyasa ekonomisini dışlamadığı” biçimindeki nutuklar, bürokrasinin kendi geleceğini tehlikede gördüğünde şeytanla bile pazarlıktan kaçınmayan “soysuz” bir sınıf olduğunu bir kez daha kanıtlamaktaydı. Bürokrasi, proletarya tarafından iktidardan devrilip her şeyi yitirmektense, kapitalist restorasyon sürecinin kontrolünü ele alıp, eski kimliğini tarihin çöp sepetine fırlatmaya ve kapitalizm temelinde yeniden yapılanmaya hazır, “piç” bir sınıf olduğunu gösterdi.
1985’te Gorbaçov’un işbaşına gelmesiyle açılan yeni dönemde, kapitalist dünya pazarına entegrasyon çabalarının yasallaştırılması, genelleştirilmesi, bu gidişin önündeki engellerin temizlenmesi doğrultusunda bir genel seferberlik başlatıldı. Bu seferberlik, Stalinist bürokrasinin “sosyalist blok” olarak adlandırdığı tüm ülkelerde bürokratik rejimlerin çözülüşünü hızlandırdı ve ani çöküşleri gündeme getirdi. Doğu Avrupa’daki bürokratik devletlerin çöküşü ve son hızla burjuva parlamentarizmine geçilmesi, bu ülkelerdeki bürokratik devletlerin tarihsel açıdan “eğreti” karakterini sergiledi. Yalta’daki anlaşma Malta’da bozuldu.
Gorbaçov’un perestroyka çağrısı, birbiri peşi sıra tüm “sosyalist” ülkelerde yankısını buldu. Fakat, yeniden yapılanmanın, “reel sosyalizm”i daha da iyileştireceğini düşleyecek denli Marksist sosyalizm anlayışından bihaber kişileri, olayların hızlı akışı epeyce serseme çevirdi. Diğer yandan ise, bürokratik rejime karşı çıkmayıp, Gorbaçov dönemine karşı çıkmak, küçük-burjuvanın yaşam felsefesini yansıttı. Su altındaki pislik Gorbaçov dönemiyle su üstüne çıkıncaya, gayri resmi olan yasallaşmaya başlayıncaya kadar mevcut durumu “sosyalizm” adına kabullenen ve kutsayan küçük-burjuva sosyalistleri gerçekler dışa vurunca isyan ettiler. Bu durum, var olan gerçekliği değil, görmek istediğini temel alan küçük-burjuvanın mantalitesini sergiledi: “Ne olurdu her şey eskisi gibi örtülü kalsaydı, bizde kendimizi aldatmaya devam etseydik!” Stalinist sosyalistlerin, bürokratik diktatörlüklerin çözülüşü ve çöküşü karşısında döktükleri göz yaşının anlamı budur.
Perestroyka hamlesine iştahla koyulan Doğu Avrupa ülkeleri, Sovyetler Birliği’nin başını çektiği sözde sosyalizm kampından koparak, dünya kapitalist sisteminin kampında yerlerini almaya koyuldular. Bürokratik rejimlerin proleter devrimle yıkılması, egemen bürokrasinin karşılığında hiçbir şey kazanmaksızın ve tarih sahnesini proletaryaya terk ederek kendi varlığını tümden yitirmesi demekti. Oysa uluslararası kapitalizmle bütünleşen bir yeniden yapılanma içinde, bürokrasi eski konumunu yitirse bile (tek parti diktatörlüğüne dayanan bürokratik rejimdeki konumunu) yine de karşılığında kazanabileceği yeni avantajlar vardı. İşte bu iki seçenekli gelecek beklentisi karşısında, bürokratlar arasında ayrıcalıklı toplumsal varlıklarını nasıl yürütebilecekleri temelinde açık bir kapışma yürümeye başladı. Yaşanan olaylar, bir bütün olarak bürokrasinin 230
hassasiyetinin kapitalist restorasyon konusunda olmadığını gösterdi. Bürokrasiyi asıl ilgilendiren kendi geleceğinin öyle ya da böyle garanti altına alınması idi. Bu nedenle bürokrasi içindeki reel kapışma, kapitalizme entegrasyonun hangi biçimde gerçekleşeceği, hangi politik değişiklikleri getireceği, hangi politik kararların bürokratların çıkarlarını zedelemeyeceği vb. noktasında yürüdü.
Yani gerek Batı’nın burjuva politik sistemine jet süratiyle entegre edilen Doğu Avrupa ülkelerinde; gerek demokratik kitle gösterilerinin kanla bastırıldığı Çin’de; gerek değişimin bedeli olarak uluslararası kapitalizme Çavuşesku’nun başının sunulduğu Romanya’da; gerekse değişim temelindeki karışıklığın halen yaşanmakta olduğu Sovyetler Birliği’nde, bürokrasi içinden kapitalist restorasyona sosyalist amaçlarla karşı çıkan hiçbir ses gelmedi. Bu nedenle, Batı basınının lanse ettiği biçimiyle, bürokrasinin “muhafazakâr” ve “reformcu” kanatları, dünya kapitalist sistemine entegrasyonu istemek bakımından pek de farklı duygular içinde olmadıklarını ortaya koydular.
Bürokrasinin en “muhafazakâr” kesimleri bile, bürokratik rejimi bekleyen çöküş tehlikesini görmek zorunda kaldı. Bürokratlara duydukları öfkeyi sokaklarda haykırmaya başlayan halk kitleleri, hiçbir şeyin artık eskisi gibi yürüyemeyeceğini, bürokratik rejimlerin çöküş saatinin gelip çattığını duyurdular. 1989’dan bu yana yaşanan olaylar, bürokrasinin gerek “muhafazakâr”, gerekse “reformcu” kesimlerine boylarının ölçüsünü gösterdi. “Muhafazakârlar” her şeyin eskisi gibi gitmesinde ayak diremekle hiçbir şeyi kurtaramayacaklarını gördüler. En son Arnavutluk örneğinde olduğu gibi, Ramiz Alia benzeri bürokratların tutumu, bürokrasinin artık çökmekte olan bir sınıf olduğunu ve paçasını kurtarmak isteyenin çareyi liberal reformlarda (bir süre direnir göründükleri reformlarda) bulduğunu ortaya koydu. Böylece, “muhafazakâr” kavramını “sosyalist sistemin muhafazası” olarak yorumlamakta ayak direyen Stalinistlerin kurgusu tüm inandırıcılığını yitirdi. “Reformcu” denen bürokrasi açısından da, bürokratik sistemin reforme edilerek iyileştirilemeyeceği, liberal reformların ona bir gençlik aşısı olamayacağı, bu uygulamaların çözülen bürokratik rejimin çökmesinden başka bir sonuç getiremeyeceği ortaya çıktı.
Hem liberal reformlardan vazgeçmeye takati olmayan hem de çöküşten korkan bürokrat kesimler, Gorbaçov örneğinde olduğu gibi, bir o yana bir bu yana salınan tutumlarıyla, ne kendi halklarına ne de uluslararası burjuvaziye uzun vadeli bir güven veremeyeceklerini gösterdiler. Bürokratik rejimin reforme edilerek iyileştirilmesinin olanaksızlığının açığa çıkması, bürokrasinin hızlı bir kapitalist restorasyondan gelecek uman kesimlerini açıkça burjuvalaştırırken (B. Yeltsin örneğinde olduğu gibi), bürokratik rejimin çöküşünden korkan kesimlerini ise, değişimi askeri önlemlerle, baskı tedbirleriyle kontrol altına almaya yöneltti.
“Sosyalist blok”ta esen değişim rüzgârlarının yarattığı toz duman, en çok bu ülkeler işçi sınıfının bilincini bulandırdı. Çünkü yıllardır dayanılmaz hale gelen bürokratik tek parti diktatörlüğünün yarattığı derin bunalım nedeniyle bu insanların ekmek, su kadar demokrasiye de ihtiyaçları vardı. Bürokrasinin “glasnost”u kimilerine, “sosyalizmin” eksik yönünün (demokrasinin) getirilmesi olarak görünmüş olsa da, bunun da bürokrasinin yeni bir hilesinden başka bir şey olmadığı kısa sürede açığa çıktı. Glasnost aslında, işçi sınıfının doğrudan eylemiyle demokrasiyi fethetmesini engellemeye yönelik bir göz boyama girişimiydi. Sahte bir demokratikleşme eşliğinde, bürokrasinin işçi sınıfına ödettirmek istediği bedel belliydi: Kapitalizme açılan ekonomik liberalleşmeyi kitlelere bir kurtuluş yolu olarak benimsetmek!
Bu nedenle, Gorbaçov’ların perestroykası “glasnost”suz olamazdı. Bürokrasinin sinik bir planla, kapitalizme entegrasyon doğrultusunda attığı adımlar, işçi sınıfını aldatan sahte 231
bir demokrasi gösterisi olmadan kabul ettirilemezdi: “Glasnost istersen liberalleşmeye göz yum!” “Reformcu” bürokrasi kendi planlarını yürürlüğe koyabilmek için, kitle seferberliğini bu anlayış temelinde yürüttü. Kısacası, gerçekte işçi sınıfının, emekçilerin durumunu daha da kötüleştiren, işsizliği, pahalılığı getiren bu süreçte bürokrasi, halk kitlelerini glasnostla tavladı; onları böylece liberal ekonomik değişimin taraftarı olmaya mahkûm kıldı. Dünyada ve bu ülkelerde, bürokratik rejimlerin çözülüşünü proleter devrim yönünde motive edebilecek bir devrimci önderliğin ve örgütlülüğün bulunmaması nedeniyle, halk kitleleri burjuvalaşan bürokratların oyununa pekâlâ geldiler.
Bu temelde öncelikle Doğu Avrupa ülkelerinde çok hızlı, baş döndürücü bir değişim yaşandı. Bu süreçte bürokrasinin eski yıldızları ile, burjuva politik sistemin habercisi olmak üzere arz-ı endam eden yeni yıldızları birbiri peşi sıra yandı söndü; çoğunun isimleri bile unutuldu. Akşam “muhafazakâr” yatan bürokratlar, sabah “reformcu” uyandılar. Ve sonuçta, Macaristan, Çekoslovakya, Bulgaristan, Doğu Almanya, Polonya ve Romanya’da bürokratik tek parti diktatörlüğüne dayanan eski siyasal rejimler çöktü. Burjuva Almanya ile birleşen Doğu Almanya’nın varlığı son buldu. Bu ülkelerde eski politik sistemin tasfiyesiyle çok partili burjuva parlamentarizmine geçildi. Kapitalist entegrasyonun önündeki tüm yasal engeller bir bir tasfiye edilmeye başlandı. Geriye, ekonomik çöküntü içindeki bu ülkeleri, Avrupa kapitalizminin nasıl bir yol izleyerek masedebileceğine ilişkin problemler kaldı.
Doğu Avrupa’da yaşanan değişimi, “devrim–karşı-devrim” ikilemi açısından bir yere oturtma çabasına girişen sosyalist kesimler hiçbir şekilde inandırıcı olamadılar, olamazlardı da. Çünkü, Doğu Avrupa’daki değişime devrim diyebilmek için, emekçi kitlelerin iktidara el koyma hedefiyle ayağa dikilmeleri, kendi devrimci örgütlülüklerini yaratarak ilerlemeleri gerekirdi. Oysaki onlar, kapitalist restorasyon ve burjuva politik sistemin kuruluşu yönünde hareket eden iç ve dış güçlerin kitle desteği durumuna düşmekten kurtulamadılar.
Doğu Avrupa’da yaşananlar, proletarya açısından bir karşı-devrim de değildi. Eski rejimin ve siyasal iktidarın niteliği nedeniyle bu değişim, olsa olsa, çıkarını eski bürokratik sistemin devamında gören bürokratlar ve onların uzantısı siyasiler açısından bir “karşı-devrim” olarak kabul edilebilirdi. Fakat, proleter devrimin önünde bir engel olarak dikilen bürokratik rejimlerin çöküşü, proletarya açısından bir karşı-devrim olarak yorumlanamazdı. Bürokratik siyasal rejimin sona erdirilmesi için bizzat bürokrat kesimlerce uygulanan saray darbeleri, dünya burjuvazisi destekli olmuş olsa bile, proletaryanın Çavuşesku’larla paylaşabileceği bir ortak çıkarı da bulunmuyordu.
Sonuç olarak proletaryanın çıkarlarını savunmaya niyetli olan sosyalistlerin bakacağı asıl yer, söz konusu ülkelerde rejimin, yaşanan bu son değişim öncesinde de bir işçi devletiyle, yani işçi demokrasisiyle hiçbir ortak noktaya sahip bulunmayan bürokratik niteliğidir. Bu nedenle, bürokratik rejimlerin çözülüşü ve çöküşü temelinde yaşanan olayların “devrim mi, karşı-devrim mi” olduğu tartışması, proleter devrimin ilerletilmesi açısından bir anlam taşımıyor.
Sovyetler Birliği ve Çin örneğinde olduğu gibi, dünya üzerinde çok büyük ve önemli bir yer tutan bu ülkelerin durumu kuşkusuz diğerlerinden daha farklıdır. Bu ülkelerde, dünya kapitalizmine rağmen kendi egemenliğini sürdürmüş ve bürokratik iktidar sayesinde dünya ölçeğinde büyük bir güç kazanmış bulunan bürokrasiler vardır. Bu egemen bürokrasiler, devasa parti ve devlet aygıtlarında, koskoca orduların varlığında somutlanmaktadırlar. Kısacası bu ülkelerde bürokratik egemenlik olgusu, Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi kolayca fırlatılıp atılacak eğreti bir gömlek değildir. 232
Sovyetler Birliği’nde milliyetler sorununun çözümünde olduğu gibi, sorun dünya burjuvazisi ve onunla içli dışlı Gorbaçov iktidarı açısından bile tam bir “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” benzeri açmaza dönüşmüştür. Hem doğmakta olan Rus pazarının dünya kapitalizminin doğrudan egemenliği altına girmesi, hem de siyasal istikrar isteniyor. Yabancı sermayenin buralara yatırım yapması için istikrara gerek var. Ama Sovyetler Birliği’nin böyle bir istikrara ulaşabilmesi için ekonomik durumun iyileşmesi gerekiyor. Bu nasıl olacak? Birbirine bağlı faktörler sıralanıp gözden geçirildiğinde, ortada sanki bir kısır döngü ve dolayısıyla bir kaos egemen gibi görünmektedir. Olayların nasıl bir yol izleyeceğini önceden bilmek olanaksız; fakat şu kadarını söylemek mümkündür: Bir zamanlar Troçki’nin dediği gibi, bürokratik egemenliklerin liberal reformlar yoluyla bunalımlarının üstesinden gelmesi olanaksızdır.
Sovyetler Birliği ve Çin gibi uçsuz bucaksız topraklar üzerindeki bürokratik rejimlerin çözülüşünün yarattığı kaosu ortadan kaldırabilecek yegâne faktör, muzaffer bir proleter devrim olabilir. Kapitalizmin dünyanın geri kalan kısmında olduğu gibi, bu topraklar üzerinde de yaratmakta olduğu ve de yaratacağı büyük tahribatın engellenebilmesi de, ancak ve ancak bu yolla mümkündür. Ne bürokratik rejimin çöküşünü engellemeye çalışacak olan askeri darbe olasılıkları, ne de kapitalist restorasyon sürecinin ilerleyişi bu ülkelerdeki kaynaşmayı durduramaz, durduramayacaktır. [1]
Bu ülkelerdeki bürokratik rejimlerin çözülüşü, dünyanın soğuk savaş dönemindeki “dengesini” ya da “karşılıklı barış içinde yaşama” formülasyonunda ifadesini bulan sahte dengeyi bozmakta, altüst etmektedir. Bu durum, emperyalist ülkelerin dünyayı yeniden paylaşmaya yönelik iştahlarını kabarttığı gibi, dünyada bozulan “istikrar”, dünya devrimini kışkırtacak yeni bir sürecin başlangıcı olabilir. İşte bürokratik rejimlerin çözülüşü Marksistleri bu açıdan ilgilendirmektedir. Sovyetler Birliği ve Çin gibi koskoca iki ülkede kapitalist restorasyon sürecinin nasıl gelişeceği, dünya kapitalizminin sonuçta bu iki devi yutmayı başarıp başaramayacağı bir yana, altı çizilmesi gereken husus, bu ülkelerde ilerleyen kapitalist restorasyonla çözülen bürokratik rejimlerin aslında proleter devrimle yıkılması gerekliliğidir. Dünya kapitalizminin bu ülkelerin insanlarını ve topraklarını yutarak, yerküremizi gelecek kuşakların yaşamını tamamen olanaksız kılacak bir kapitalist bataklığa dönüştürmesinin önüne ancak bu yolla geçilebilir.
Bu ülkelerdeki egemen bürokrasi varlığını sürdürürken, içte kendi halklarına karşı ne denli zorbalığa ve baskılara baş vuruyorsa, dış ilişkilerinde dünya burjuvazisiyle dostluğunu ve kapitalist alış verişini o ölçüde geliştirmektedir. Dolayısıyla bu egemen bürokrasilerin varlığı, proletaryanın çıkarlarına tamamen aykırıdır. Bunlar, işçi sınıfının tarihsel eylemi ile yıkılması gereken güçlerdir. Bugüne dek varlıklarını sürdürmüş olmaları, proletaryanın tarihsel kazanımlarının korunduğu anlamına gelmez. Çünkü egemen bürokrasi, proletaryanın tarihsel kazanımlarının içini boşaltan, yok eden ya da kazanımları engelleyen bir güçtür. Sonuç olarak, Sovyetler Birliği ve Çin gibi ülkelerde tarihin belli bir kesitinde varlığını sürdüren bürokratik diktatörlükler, bir zamanlar Troçki’nin Rus çarlık otokrasisini değerlendirirken değindiği gibi, proleter devrimin ilerleyişini güçleştirdiği ölçüde devrimi zorunlu kılan tarihsel gerçekliklerdir.
[1] EK DİPNOT: Bu satırların yazılmasını takip eden süreçteki gelişmeleri kısaca hatırlatmak yerinde olacaktır. Eski ayrıcalıklı konumlarını korumak isteyen bazı bürokrat kesimlerin Ağustos 1991’de teşebbüs ettiği askeri darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. 233
Artık köprülerin altından o kadar çok su akmıştı ki, Ordu ve KGB’nin büyük bir kesimi bile darbe girişimine destek vermedi. Burjuvalaşan bürokrasinin temsilcisi Yeltsin’in, parlamento binasından bir “demokrasi” şampiyonu gibi halkı “reform” (yani dünya kapitalist sistemine eklemlenme!) süreci için direnişe çağırması ve destek bulması sonucunda askeri darbe teşebbüsü üç gün içinde çöküverdi. Bu gelişmeler aynı zamanda artık işlevi biten Gorbaçov’un da bir kenara atıldığı ve yerine Yeltsin’in getirildiği yeni bir dönemeç noktasına işaret etmekteydi.
Nitekim, önce Baltık Cumhuriyetleri olmak üzere eski SSCB’yi oluşturan cumhuriyetler birer birer bağımsızlıklarını ilân ettiler. Bu cumhuriyetlerin temsilcilerinin 21 Aralık 1991’de Alma Ata’da imzaladıkları bir anlaşma ile SSCB’nin varlığına resmen son verildi ve “Bağımsız Devletler Topluluğu”nun kurulduğu ilân edildi. Böylece, uzun yıllar boyunca tarihe damgasını vurmuş olan Sovyetler Birliği olgusu, olumlu ve olumsuzundan nice derslerin çıkartılması görevini devrimci Marksistlerin önüne koyan muazzam bir tarihsel deneyim olarak, tarihin sayfaları arasına çekip gitti.
234
Tarihsel Deneyimden Çıkan Sonuçlar
1. Marksist teorinin öngördüğü gibi, yaşanan tarihsel deneyimler de şu gerçeği ortaya koymaktadır: Proletaryanın toplumsal devriminin ilerleyebilmesinin tek yolu, iktidarı fetheden proletaryanın, devrimi ulusal çerçevede durdurmak isteyecek olan küçük-burjuva anlayışlara karşı proleter devrimin dünya ölçeğinde sürekliliğini sağlamak için kavga yürütmesidir. Küçük-burjuva devrimciliğine, küçük-burjuva “ulusal sosyalizm” anlayışına teslim olmak, devrimi ölüme terk etmek anlamına gelir.
2. Ekonomik gelişmişlik düzeyi açısından geri ya da ileri, tüm kapitalist ülkelerde işçi iktidarlarının tek başına, ya da birbirinden yalıtılmış olarak uzunca bir süre yaşayabilmesi olanaklı değildir. Bunun yanı sıra, dünya devrimi kapitalist sistemi kalbinden vuracak biçimde ileri kapitalist ülkelerde gerçekleşen devrimlerle yol almadıkça, geri ülkelerde yalıtılmış devrimlerin yaşam şansı nesnel olarak sınırlanmaktadır. Bu tür ülkelerde politik devrimi başarmak, bazı koşullar altında ileri kapitalist ülkelere oranla belki daha kolay, fakat iktidarı korumak ve toplumsal devrimi ilerletmek son derece zordur. Hatta dünya devriminin imdada yetişmediği koşullarda son tahlilde olanaksızdır.
3. Tarihsel deneyim Marksist teoriyi doğrulamaktadır. Marx, proleter devrimin kapitalizmi aşan içeriği nedeniyle, haklı olarak, ileri kapitalist ülkelerde devrimin gerçekleşmesi sorunu üzerinde yoğunlaşmıştır. Ancak Çarlık Rusya’sında keskinleşen çelişkileri değerlendirdiğinde, bu gibi ülkelerde devrimin Avrupa’yı beklemeksizin patlak verebileceğini ve bu durumun Avrupa’daki devrimi uyarabileceğini de öngörmüştür. Çarlık Rusya’sı gibi geri bir ekonomik ve kültürel temel üzerinde iktidara gelecek proletaryanın, ancak ileri ülkelerde kurulacak proletarya iktidarları sayesinde ayakta durabileceği Marksizmin temel açılımlarından biridir. Bu nedenle, proleter devrimin 1917 Rusya’sında patlak vermesi, Marx’ın yanıldığını ya da dünya devriminin bundan böyle de hep benzeri bir yol izleyeceğini göstermez. Tam tersine, 1917 Ekiminden günümüze dek yaşanan süreç, Marx’ın yanılmadığına ve dünya devrimi ileri kapitalist ülkelerde ilerlemedikçe, geri ülkeler proletaryasının tek yönlü çabalarının, tarihsel bir perspektifte, devrimi kurtarmaya yetmeyeceğine işaret etmektedir.
4. Proletarya iktidarının maddi temelini oluşturacak tarihsel-toplumsal koşulların uygunluğu bakımından henüz elverişli durumda bulunmayan 1917 Rusya’sındaki devrimci patlama, proletaryayı iktidara itivermiştir. Böyle bir durumda Bolşeviklerin, devrimci proletaryaya, proletarya diktatörlüğünün kurulması için önderlik etmiş olmaları ne denli doğru bir tutum ise, 1917 Ekimini takip eden yıllar içinde yaşanan olaylar da, tarihsel açıdan Engels’in 1853’teki satırlarında dile gelen bir endişenin haklılığına işaret etmektedir:
Bana öyle geliyor ki, partimiz tüm öteki partilerin kararsızlığı ve güçsüzlüğü sonucu bir gün iktidara gelecek, doğrudan bizim çıkarımıza değil, genelde devrimin ve özelde de küçük-burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden işleri gerçekleştirmeye başlayacaktır. İşçi ve emekçi yığınlar tarafından sıkıştırılacağımız bu ortamda, gerçekte bizim olan, ama üç aşağı beş yukarı yanlış yorumlanan ve parti mücadeleleri sonucu heyecanla, hırsla ön plana çıkarılmış bulunan vaatlerimiz ve planlarımız elimizi kolumuzu bağlayacaktır. Bu dönemde, henüz zamanının gelmediğini herkesten daha iyi bildiğimiz komünist deneylere ve sıçramalara girmek zorunda kalacağız. Bu arada kendimizi iyice yitireceğiz –inşallah salt fiziksel anlamda– ve gericilik baş kaldıracaktır. Ve dünyanın bu işlere dair tarihsel bir yargıya varabileceği günler gelinceye değin, bizleri canavarlar olarak 235
niteleyecekler, ki bunu ciddiye de almayabiliriz, ama daha da kötüsü, bizler için “aptalca işler yaptılar” diyecekler. İşte en ağrıma giden de bu! Başka türlü nasıl olabilir? Bilemiyorum... Almanya gibi geri kalmış, ama ilerici partisi olan bir ülke, ileri bir ülkeyle, örneğin Fransa’yla birlikte ilerici bir devrim sürecine sürüklendiğinde, ilk ciddi çatışmada, ilk gerçek tehlike boy attığında, ilerici parti iktidara gelecektir, ki bu iş, her koşul altında zamanından önce olacaktır. Ama bu önemli değil, önemli olan ve şu an yapabileceğimiz şey, partimizin yazınında böylesi bir olasılığa karşı, tarihsel rehabilitasyonun temellerini ta öncesinden yaratmaktır.[1]
5. Tüm insanlık tarihi, yengilerin yanı sıra, ezilen sömürülen yığınlara yenmeyi öğreten yenilgilerle de ilerlemiyor mu?
Yaşanan deneyim, sosyalist devrimin ileri ülkelerden önce görece geri bir ülkede patlak vermesinin, kişilerin iradi kararının bir sonucu olmayıp, tarihsel süreçte bazı nesnel koşulların ortaya çıkardığı bir sonuç olduğunu göstermektedir. Bu durumda devrimci kişiye düşen görev, “olmalı mıydı, olmamalı mıydı?” biçiminde bilgiççe bir tartışma yürütmek değildir. Sorun, zaten olmuş bitmiş bir gerçeklikten ders alarak ileriye yürüyebilmektir. Tüm tarihsel deneyimi, proletaryanın kurtuluş mücadelesinin geri dönüşlü, sıçramalı, helezonik karakteri temelinde ilerleyişinin parçaları olarak kavramak gerekir.
Her şeyin bir defada değiştirildiği, salt zaferlerle ilerleyen bir devrim olmamıştır, olmayacaktır. Hele ki, beş bin yıllık sınıflı toplumların ürünü olan çelişkilere, insanın insan üzerindeki sömürüsüne kesin son vermeyi hedefleyen dünya proleter devriminin işi kuşkusuz kolay olmayacaktır.
1917 Ekim Devriminden bu yana yaşanan reel olguların, Marksist perspektiflerin yeni baştan “gözden geçirilmesini” gerektirdiğini söyleyen, bir başka deyişle, teorinin yaşanan pratiğin ışığında şimdi “yeniden kurulması gerektiği”ni iddia eden görüşlere katılmak mümkün değil. Çünkü yaşanan realite, Marksizmin öngördüğü zorunluluklara uyulması sonucunda değil, tam tersine onların çiğnenmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu durum, tersinden de olsa, Marksizmin temel perspektiflerinin doğruluğunu kanıtlamaktadır. Tarihsel deneyim, proleter devrimlerin, yolunu buluncaya değin, eksiklerini tamamlamak ve yanlışlarına son verebilmek için tekrar tekrar başlangıç noktasına dönebileceği yolundaki Marksist öngörüyü doğrulamaktadır.
… proletarya devrimleri … durmadan kendilerini eleştirirler, sürekli olarak kendi akışlarını kesintiye uğratırlar, görünüşte işi bitirilmiş olana tekrar başlamak üzere geri dönerler, ilk girişimlerinin yetersizlikleri, zayıflıkları ve küçüklükleriyle zalimce bir itinayla alay ederler, hasımlarını, salt, yerden yeniden güç alabilsin ve yeniden dev gibi ayağa kalkarak önüne çıkabilsin diye yere sermiş görünürler, kendi amaçlarının belirsiz muazzamlığı karşısında zaman zaman irkilip geri çekilirler, ta ki bütün geri dönüşlerin olanaksız olduğu bir durum yaratılıncaya, ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar:
Hic Rhodus, Hic Salta!
6. 1917 Ekim Devrimi sonrasında, Stalin’in şahsında simgelenen bürokratik egemenliğin kurulması ile birlikte, Sovyetler Birliği’nde kapitalizmden sosyalizme geçiş yönündeki tarihsel hareket aslında sona ermiştir. Buna rağmen, o günden bu yana bürokratik diktatörlük altında yaşanan sürecin “sosyalizm” ile özdeşleştirilmiş olması, dünya proletaryasının devrimci kavgasına çok ağır bir darbe indirmiştir. Bu darbenin yarattığı sonuçların giderilebilmesi için Stalinist “tek ülkede sosyalizm” anlayışı ile, Marksist sosyalizm anlayışı arasındaki derin ayrılığın, uzlaşmaz karşıtlığın, bütün açıklığıyla 236
proletaryaya kavratılması gerekiyor.
Küçük-burjuvanın “ulusal sosyalizm” anlayışı karşısında söylenebilecek en anlamlı söz, Ekim Devrimini boğan Stalinist diktatörlük altında yaşanmış olan “tek ülkede sosyalizm” masallı yılların, Marx ve Engels’in dahiyane öngörüsünü doğrulamaktan başka bir kapıya çıkmadığı olabilir:
… öte yandan üretici güçlerin bu gelişmesi (daha şimdiden insanların güncel ampirik yaşantısının, yerel hayat planı üzerinde değil de dünya tarihi planı üzerinde cereyan etmesini içeren gelişmesi) katiyen vazgeçilemez, önce yerine gelmesi gereken pratik bir koşuldur, çünkü, bu koşul olmadan, kıtlık, genel bir durum alır ve gereksinmeyle birlikte zorunlu olan için mücadele yeniden başlar ve gene kaçınılmaz olarak aynı eski çirkefin içine düşülür.… Bu koşul olmadığı takdirde:1. komünizm ancak yerel bir görüngü (phénoméne) olarak var olabilir; 2. bizzat insan ilişkilerinin güçleri, evrensel, bu yüzden de katlanılmaz olan güçler olarak gelişemezler, yerel batıl inançlardan doğan “koşullar” olarak kalırlar; ve 3. değişimlerin her yayılması, yerel komünizmi ortadan kaldırır. Komünizm, ampirik olarak, ancak egemen halkların “ani” ve “aynı zamanda” meydana gelen hareketi olarak mümkündür, bu da gene üretici gücün evrensel gelişmesini ve komünizme sıkı sıkıya bağlı dünya çapında değişimleri varsayar.[2]
7. Tarihsel deneyim açısından asıl yargılanması gereken, bir kişi olarak Stalin değil, onun şahsında simgelenen ve proleter sosyalizmine yabancı olan Stalinist sosyalizm anlayışıdır. Bu anlayış, dünya devrimi fikrinden korkan dar kafalı, bencil küçük-burjuva zihniyetin “ulusalcı” anlayışıdır.
Her toplumsal-politik olgu gibi, kuşkusuz Stalinizmi yaratan da son tahlilde verili tarihsel koşullar içinde egemen olan bazı nesnelliklerdir. Yoksa tarihin ilerleyişi, tek bir insanın iradesiyle rayından çıkarılmış değildir. Olayların akışını, proletaryanın hedefleri açısından istenmeyen yönde etkileyecek güçlü nesnel itkiler söz konusu idi. Proleter devrimin Rusya gibi geri bir ülkede cereyan etmesi, dünya devriminin ileri ülkelerden hareketle gelişememesi, Stalin tipinde küçük-burjuva ruhla, kültürle yoğrulmuş dar kafalı liderleri egemen kılabilecek elverişli bir zemin oluşturdu.
Bu durum ancak, dünya proleter hareketinin ileri birikimini geliştirecek ve güçlendirecek olayların yaşanmasıyla tersine çevrilebilirdi. Oysa, dünya devriminin Avrupa’daki gelişiminin durması Stalin’lere tarihsel fırsat verdi. Onların bu tarihsel fırsatı kullanmaları, dünya devriminin gelişiminin önünde öznel bir engel oluşturdu.
Gerçekte, 1917 Ekim Devriminden Stalinizmin mutlak egemenliğini kurduğu tarihsel dönemece dek Sovyetler Birliği’nde, devrimi ilerletici içeriğe sahip öznel faktörlerle (Lenin, Troçki gibi uzun yıllar içinde uluslararası devrimci deneyim temelinde gelişmiş, pişmiş devrimci önderler; bu önderlerin düşünceleri doğrultusunda proletarya kavgasına sarılan Bolşevik devrimciler), geriliğin ürünü olan öznel faktörler (Rusya’nın küçük-burjuva toprağının ürünü olan ve ulusalcı “sosyalizm” anlayışını ruhuna sindirmiş Stalin tipi “devrimciler”; başarıyı dünyayı değiştirmekte değil bir aparatı yönetmekte, üstünlüğü devrimci fikirlerde değil kişilerin idari yöntemlerle hizaya getirilmesinde gören dar kafalı liderler) arasında kıyasıya bir çatışma sürdü.
İleri unsurları güçlü kılabilecek olan nesnelliğin, geriliği yaratan ve besleyen nesnellikten henüz daha zayıf olması nedeniyle Stalin tipi bir lider ve onun emrindeki aparatçikler partiye ve devlete egemen oldu. Bu noktadan sonra ise Stalinizm, dünya devrim sürecinin gidişini etkileyebilen bir öznel ögeye dönüşmüştür. Stalinizm, komünist partileri II. Enternasyonal’in uzlaşmacı çizgisine yaslanan bir sosyalizm anlayışına, burjuvazi ile 237
uzlaşmayı içeren “halk cephesi” politikalarına, aşamalı devrim programlarına çekmiştir. Proletaryanın Marksist toplumsal devrim perspektifi, sürekli devrim anlayışı boğulmuş, dünya işçileri “tek ülkede sosyalizm” çarpıtması temelinde, bürokratik bir sanayileşme hamlesinin sosyalizmle özdeşleştirildiği bir stratejiye hapsedilmiştir.
8. Stalinizmin tarih sahnesinde yer alışının nesnel bir açıklamasının bulunması, asla ve asla Stalin’i günahlarından bağışlatmaz. Öte yandan, proletaryanın devrimci kavgasına düşman bir eğilimin Stalin’in şahsıyla simgelenmesi, sorunu “bir kişinin” hata ve sevaplarının karşılaştırılması biçiminde bir hafiflikle geçiştirmeye asla bahane oluşturamaz. Sorun, tarihin gidişi içinde bir ölümlü kişinin hata ve sevaplarının muhasebesinin yapılması değildir. Sorun, Stalinizm denen eğilimin, dünya devriminin ilerleyişi önünde nasıl bir engel oluşturduğunun, sosyalizm kavgasına nasıl bir kara leke sürdüğünün açıkça itiraf edilmesi sorunudur. Böyle bir eğilimin hiçbir ikircime düşmeksizin mahkûm edilmesi sorunudur.
Ancak devrimden ve dünyayı değiştirmekten korkan bir filisten gerçeği itiraftan kaçınabilir. Proletaryanın devrimci mücadelesi açısından kabul edilmemesi gereken bir sonucu, sırf kendini rahatlatabilmek ve fazla zahmete katlanmaktan kaçınmak için “başarı” diye yutturmaya kalkışabilir. Bugün hâlâ eskide ayak direyen Stalinizm özürcülerinin içine düştüğü durum bundan başka bir şey değildir.
Oysa gerçekler acımasızdır! Stalinist sosyalizm anlayışının sonuçları, Stalinizmin çöküşüyle birlikte olanca çıplaklığıyla gözler önüne serilmiştir. Devrimci Marksistlere düşen görev, bu tarihsel deneyimin derslerini proletaryanın mücadelesine aktarmak, kendisini uzunca bir süre, büyük bir sahtekârlıkla Leninizmin özdeşi gibi sunan Stalinizmin içyüzünü dünya proletaryasına sergilemektir.
9. Tarihsel deneyimin belirli bir kesitinde olayların gidişatının, Lenin ve Troçki gibi önderlere rağmen Stalin tipi liderlerin önünü açmış olması, her şeyi tarihsel kaçınılmazlığın sırtına yükleyerek, kişiyi tarihin bir seyircisi konumuna mı sürüklemeli? Kesinlikle hayır! Tersine, bu tarihsel deneyim içerdiği tüm olumsuzluklara karşın, kişinin içinde yaşadığı dünyayı zengin bir pratiğin eşliğinde kavramasını mümkün kılarak, onu değiştirebilmek için neler yapılması gerektiğini gösteriyor.
Tarihsel sürecin ilerleyişi içinde bir zaman dilimi boyunca Stalin gibilerin egemen olması, hiçbir yerde ve hiçbir zaman, devrimci öncünün sürece bilinçli müdahalesinin ve tarihsel rolünün önemini ortadan kaldırmaz. Tersine, bunun yakıcı önemini en çarpıcı biçimde gözler önüne serer.
10. Stalinist sosyalizm anlayışının varacağı yer, gelişiminin belli bir noktasında tıkanıp, uluslararası kapitalizme teslim olmaktır. Çünkü kapitalist dünya pazarının egemenliği koşullarında, ulusal sınırlar içine hapsolarak, dünya kapitalizminin ulaştığı düzeyi yakalama ve geçme hedefi, Marksist sosyalizm anlayışıyla hiçbir ilişkisi ve de gerçekleşme şansı bulunmayan gerici bir ütopyadır.
İşte Gorbaçov dönemi, altmış yıllık bu gerici ütopyanın faturasının artık ödenmeye başlandığı bir dönem oluyor. Bu anlamda, Gorbaçov’ların ya da Yeltsin’lerin, uluslararası kapitalizme entegre olma çabalarında şaşılacak bir yan yok. Böyle bir bürokratik rejimle varılacak yer tam da budur.
Uzun yıllar boyunca oluşan bir mayalanma sonucunda, “sosyalist” olarak adlandırılan ülkelerdeki bürokratik rejimlerin artık iflâs bayrağını çektiği bir momentte, egemen bürokrasi bir ikilemle yüz yüze gelmiş bulunuyordu: ya işçi sınıfının mücadelesiyle tarih 238
sahnesinden süpürülmek ya da dünya kapitalizmine entegre olarak ve burjuvalaşarak, toplumsal ayrıcalığını artık yeni bir temelde (burjuva düzen temelinde) yapılandırmak.
Bu ülkelerde egemen bürokrasi, tarihsel açıdan ne denli “geçici” ve “soysuz bir sınıf” olduğunun örneğini sergileyen bir başkalaşım geçirerek burjuvalaşmakta ve bürokratik rejimler, proletaryaya daha nice sıkıntılara, acılara mal olacak bir çözülüş içinde adım adım dünya kapitalist sistemine entegre olmaktadır.
O halde temel görev, Stalin’iyle, Kruşçev’iyle, Brejnev’iyle, Gorbaçov’uyla bu bürokratik egemenliklerin, dünya proletaryasının kurtuluş mücadelesine düşman olduklarını dünya proletaryasına kavratmaktır.
11. Kendi tarihini yapan insanlık, yanlışlarını düzeltmeye koyularak ilerler. Ancak bu ilerleyiş, hiçbir zaman kendiliğinden olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır. Devrimlerin patlak vermesi için Marksizm zorunlu değildir ama proleter devrimlerin başarılabilmesi ve ilerleyebilmesi için, proletaryayı devrimci Marksist bilinçle donatacak bir önderliğin varlığı zorunludur.
12. Bugüne dek yaşanan deneyim Marksizmin değil, onun inkârı olan bir “sosyalizm” anlayışının çöküşünü sergiliyor. Ancak Stalinizmin çöküşü, devrimci Marksizmin kendiliğinden bir yükselişini getirmiyor. Fakat, kapitalizmin dayanılmaz sonuçları var oldukça, Marksizmin haklılığı, çağımızın toplumsal çelişkilerinin proletaryadan, ezilenlerden yana çözümlenmesindeki zorunluluğu, yeniden ve yeniden gün ışığına çıkacaktır.
Marksizmin kurucuları, önlerinde uzanan 20-30 yılın sorunlarıyla sınırlamamışlardı kendilerini. Onlar, koskoca bir tarihsel çağın, kapitalizme son verecek ve sınıfsız topluma geçişi mümkün kılacak proleter devrimler çağının sorunları ve perspektifleri üzerine eğildiler. Kapitalizm bir dünya sistemi düzeyine yükselerek, tüm dünyayı çepeçevre birbirine bağlamadıkça, Marx ve Engels’in geleceğe ilişkin teorik öngörülerinin derin içeriği yeterince kavranamadı. Ancak Marx ve Engels’in ölümünden günümüze uzanan süreçte, devasa bir dünya sistemi haline gelen, tüm ulusların kaderini birbirine bağlayan, ulusal sınırları gericileştiren, emek ve sermayeyi dünya ölçeğinde birbirinin karşısına diken kapitalist gelişme nedeniyle, onların geleceğe yönelik öngörüleri, günümüzde, geçmişte olmadığı düzeyde canlı ve derinden kavranabilir hale gelmiştir.
13. Dünya üzerinde bugün tanığı olduğumuz toplumsal çalkantılar, geçmişle geleceğin, haklı ile haksızın evrensel-tarihsel kavgasıdır. Proletaryanın kurtuluş mücadelesinin devrimci enternasyonalist içeriği doğru kavranıp buna uygun bir mücadele uluslararası düzeyde örgütlenemezse, ulusal düzeyle sınırlı devrimci çabalar sonuçsuz kalacaktır.
14. Ekim Devrimini değerlendiren satırlarında Rosa, koşulların dayatması altında Bolşeviklerin istemeden yapmış oldukları hataların anlaşılabilir olduğunu, fakat “Rusya’da yapılan bütün hataların, teoriye kazandırılmış yeni bilgiler olduğunu iddia ettikleri zaman, uğrunda savaşıp acılara katlandıkları enternasyonal sosyalizme kötü hizmet etmiş”[3] olacaklarını belirtiyordu. Onun işaret ettiği tehlike, Stalinizmin egemenliği kurulduğunda gerçekliğe dönüştü. İşçi sınıfının dünya görüşü olan Marksizm, Rusya’da işçi sınıfının iktidarına son veren Stalinizm eliyle tamamen çarpıtıldı ve bürokrasinin düzeni uzun yıllar boyunca “sosyalizm” olarak teorize edildi.
Böylece gerçeklerin yerini yalan almış ve gerçek yaşamdaki olumsuzlukların üstü bir sis ve hayal perdesiyle örtülmüştü. Yıllarca sosyalizmin üstünlüğü olarak sunulan şey, işte bu hayal perdesi olmuştu. Ve şimdi tarihsel gerçekliğin sivri okları bu perdeyi 239
paramparça etti. Bu yırtılış karşısında, olayın şokunu hâlâ atlatamayanlar, tüm dikkatlerini acı bile olsa gerçeğe çevirecekleri yerde, parçalanan hayal perdesine gözyaşı döküyorlar.
Oysa bu devrimci bir tutum değildir. Dünyayı değiştirebilmek için, gerçeği, yalnızca gerçeği bilmeye ve somut gerçekler temelinde harekete geçmeye ihtiyacımız var. Unutmayalım ki, devrim için en yıkıcı olan şey yanılsamalardır, en yararlı olan şey ise içten ve açık gerçektir.
[1] Engels, “Joseph Weydemeyer’e Mektup (12 Nisan 1853)”, akt: T. Demirkan, Bitirilmemiş Devrim içinde, s.9
[2] Marx ve Engels, “Alman İdeolojisi”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.42
[3] Rosa Luxemburg, 1917 Ekim Devrimi, s.46-47
240
Kaynakça
Berkes, Niyazi, Türkiye İktisat Tarihi, c.1, Gerçek Yay., Nisan 1972
Buharin, N., Dönüşüm Döneminin Ekonomisi, Pencere Yay., Ekim 1989
---“Parti Yöneticilerinin Gelecek Kuşaklarına”, Bitirilmemiş Devrim (der: T. Demirkan) içinde, Amaç Yay., Ocak 1988
---Dünya Ekonomisi ve Emperyalizm, Özgün Yay., Temmuz 1975
---The Politics and Economics of the Transition Period, Routledge&Kegan Paul, 1979
Burnham, J., The Managerial Revolution, Penguin Books, 1962
Carr, E. H., Bolşevik Devrimi, c.2, Metis Yay, Ekim 1998
---Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi, Mer Yay., 1992
Claudin, F., Komintern’den Kominform’a, Belge Yay., c.1, Nisan 1990
Cliff, T., Lenin, c.2, Z Yay., Ekim 1994
---Lenin, c.3, Z Yay., Nisan 1996
---Rusya’da Devlet Kapitalizmi, Metis Yay., Nisan 1990
Demirkan, T. (derleyen), Bitirilmemiş Devrim, Amaç Yay., Ocak 1988
Deutscher, I., Bitmemiş Devrim, Belge Yay., Temmuz 1990
Draper, H., Proletarya Diktatörlüğü Tartışması, Belge Yay., Haziran 1990
Engels, F., Anti-Dühring, Lawrence & Wishart, London, 1975
---“Joseph Weydemeyer’e Mektup (12 Nisan 1853)”, Bitirilmemiş Devrim (der: T. Demirkan) içinde
---Anti-Dühring, Sol Yay., Mart 1977
---Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yay., Eylül 1992
Gündüz, M., Bürokrasi ve Sosyalist Demokrasi, Koral Yay., Şubat 1990
Harman, C., “Mantık Sınavından Geçmeyen Bir Eleştiri”, SSCB Tartışması, Yazın Yay., Kasım 1991
---Doğu’da Fırtına Koptu, Uluslararası Yay., Ekim 1991
241
Hilferding, R., “State Capitalism or Totalitarian State Economy”, Essential Works of Socialism, Holt, Rinehart and Winston, 1970
Howl, D., “The Law of Value and the USSR”, International Socialism, Temmuz 1990
III. Enternasyonal-Belgeler, Belge Yay., Ekim 1979
Kollontay, A., Rusya’da İşçi Muhalefeti, Belge Yay., Mayıs 1991
Kruşçev, N., Kişi Kültüne Karşı (XX. Kongre Gizli Raporu), Pencere Yay., Aralık 1991
Lenin, V. I., Collected Works, Vol. 24, Progress Publishers
---“A Proletarian Militia”
---Collected Works, Vol. 26, Progress Publishers
---“Meeting of the All-Russia Central Executive Committee”
---Collected Works, Vol. 27, Progress Publishers
---“The Immediate Tasks of the Soviet Government”
---Collected Works, Vol. 29, Progress Publishers
---“First All-Russia Congress On Adult Education”
---“A Great Beginning”
---Collected Works, Vol. 30, Progress Publishers
---“Third All-Russia Congress of Economic”
---Collected Works, Vol. 32, Progress Publishers
---“Tenth Congress of the RCP(B)”
---“The New Economic Policy and the Tasks of the Political Education Departments”
---“The Trade Unions, the Present Situation and Trotsky’s Mistakes”
---Collected Works, Vol. 33, Progress Publishers
---“The New Economic Policy and the Tasks of the Political Education Departments”
---“Eleventh Congress of the RCP(B)”
---Seçme Eserler, c.6, İnter Yay., Kasım 1995
---“Bir Yazarın Günlüğünden”
242
---“Bugünkü Devrimde Proletaryanın Görevleri Üzerine”
---“Ekim Devriminin Dördüncü Yıldönümü Üzerine”
---“Merkez Komitesi Üyelerine Mektup”
---Seçme Eserler, c.7, İnter Yay., Haziran 1996
---“Sovyet İktidarının En Yakın Görevleri”,
---Seçme Eserler, c.9, İnter Yay., Mayıs 1997
---“Ayni Vergi Üzerine”
---Seçme Eserler, c.10, İnter Yay., Haziran 1997
---“Gotha Programının Eleştirisi Üzerine”, Marx ve Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi içinde, Sol Yay., Kasım 1969
---Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol Yay., Haziran 1977
---“Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Tezler ve Rapor”
---“Proletarya Diktatörlüğü Döneminde Ekonomi ve Politika”
---Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yay., Mart 1976
---Devrimci Lafazanlık Üzerine, Temel Yay., 1977
---Ekim Devrimi Dosyası, Sol Yay., 1999
---“Büyük Girişkenlik”
---İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, Sol Yay., Mayıs 1979
---Marksizm Devlet Üzerine, Öncü Yay., 1.bsk
---Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yay., Şubat 1969
---Son Yazılar Son Mektuplar, Ser Yay., 1.bsk
---“Ulusal Azınlıklar ya da Otonomi Üzerine”
---State and Revolution, International Publishers, 1990
---Uzaktan Mektuplar, Ürün Yay., Haziran 1975
Lenin-Troçki, Kronstadt, Ataol Yay., Ekim 1992
Luxemburg, R., “Rus Devrimi”, Sosyalist Siyasal Düşünüş Tarihi içinde, c.2, Bilgi Yay., Ağustos 1976
243
---1917 Ekim Devrimi, BDS Yay., Nisan 1989
---Siyasal Yazılar, V Yay., Şubat 1989
Mandel, E., Barış İçinde Birlikte Yaşama ve Dünya Devrimi, Köz Yay., Aralık 1975
---“Glasnost ve Komünist Partilerin Krizi”, Glasnost ve Siyasal Devrim, Yeni Yol Broşür Dizisi: 1, Şubat 1990
---“Siyasal Devrim ve Onu Tehdit Eden Tehlikeler”, Glasnost ve Siyasal Devrim
---“Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri”, Devrimci Marksist Tartışma Defterleri
---Neden IV. Enternasyonal?, Sınıf Bilinci, No.3
Mandel, E. ve Harman, C., SSCB Tartışması, Yazın Yay., Kasım 1991
Marx, K., Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yay., Temmuz 1979
---Grundrisse, Sol Yay., Kasım 1999
---Kapital, c.1, Sol Yay., Temmuz 1975
---Kapital, c.3, Sol Yay., Şubat 1990
Marx ve Engels, Selected Works, Vol. I, Progress Publishers
---Selected Works, Vol. II, Progress Publishers
---Selected Works, Vol III, Progress Publishers
---Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yay., Kasım 1969
---Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Yay., Kasım 1995
---Engels, “Fransa’da Sınıf Savaşımları’na Giriş”
---Engels, “Karl Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’sı”
---Marx, “Fransa’da Sınıf Savaşımları”
---Marx, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”
---Marx, “Weydemeyer’e Mektup (5 Mart 1852)”
---Marx-Engels, “Alman İdeolojisi”
---Marx-Engels, “Komünist Parti Manifestosu”
---Marx-Engels, “Merkez Komitesinin Komünist Birliğe Çağrısı”
244
---Seçme Yapıtlar, c.2, Sol Yay., Temmuz 1977
---Engels, “Otorite Üzerine”
---Engels, “Milano’daki T. Cuno’ya Mektup (24 Ocak 1872)”
---Engels, “Fransa’da İç Savaş’a Giriş”
---Marx, “Fransa’da İç Savaş”
---Seçme Yapıtlar, c.3, Sol Yay., Aralık 1979
---Engels, “1891 Sosyal-Demokrat Program Tasarısının Eleştirisi”
---Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”
---Engels, “A. Bebel’e Mektup (18-28 Mart 1875)”
---Engels, “Fransa’da ve Almanya’da Köylü Sorunu”
---Engels, “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu”
---Engels, “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm”
---Marx, “Alman İşçi Partisi Programının Kenar Notları”
Rakovski, “Bureaucracy and Soviet State”, Essential Works of Socialism, Holt, Rinehart and Winston, 1970
Raskolnikov, “Stalin’e Açık Mektup”, Bitirilmemiş Devrim (der: T. Demirkan) içinde, Amaç Yay., Ocak 1988
Reed, John, Dünyayı Sarsan On Gün, Ağaoğlu Yay., Aralık 1968
Reiman, M., Stalinizmin Doğuşu, Metis Yay., Ekim 1998
Richards, F., “Devlet Kapitalizmi Efsanesi”, Sınıf Bilinci, Sayı 8
Serge, V., Bir Devrimin Kaderi, Pencere Yay., Haziran 1997
Shachtman, M., “Stalinism: A New Social Order”, Essential Works of Socialism, Holt, Rinehart and Winston, 1970
Sosyalist Demokrasi ve Proletarya Diktatörlüğü, Eleştiri Yay., Temmuz 1979
Stalin, J., “Görüş Ayrılıklarının Tarihine İlişkin”, Bitirilmemiş Devrim (der: T. Demirkan) içinde, Amaç Yay., Ocak 1988
Stalin, J., Sosyalist Ekonominin Meseleleri, Sol Yay., Kasım 1967
Troçki, L., 1905, Tarih Bilinci Yay., Eylül 2000
245
---Çin Üzerine, Tarih Bilinci Yay., Eylül 2000
---Geçiş Programı, Kardelen Yay., 1992
---Hayatım, c.2, Köz Yay., Mayıs 1970
---İhanete Uğrayan Devrim, Köz Yay., Mayıs 1980
---Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, Tarih Bilinci Yay., Eylül 2000
---Marksizmi Savunurken, Kardelen Yay., 1992
---“SSCB Savaşta”
---“Tekrar ve Bir Kez Daha SSCB’nin Yapısı Üzerine (Ekim 1939)”
---Rus Devriminin Tarihi, c.3, Yazın Yay., Şubat 1999
---Sonuçlar ve Olasılıklar, Kardelen Yay., Mart 1990
---Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri, Enternasyonal Yay., Eylül 1979
---Sürekli Devrim Çağı, Habora Yay., 1971
---Sürekli Devrim, Köz Yay., Kasım 1976
---The New Course, “A Letter to Party Meetings”
---The Revolution Betrayed, Pathfinder Press, 1989
246__

Bu Blogda Ara