ANA
MAKSİM GORKİ
-III-



«İşte!» dedi. «Tamam! Seni görür görmez anlamıştım. Kitap getirmeyeceksen ne diye buralara
gelecektin? Görüyor musunuz? Oğlunu alıp götürmüşler, anası onun yerine geçmiş.»
Yumruğunu sıktı, tehditler, küfürler savurdu.
Ana ürktü onun halinden. Ribin'e baktı, yüzünün çok değişmiş olduğunu gördü. Zayıflamıştı. Sakalı
altından elmacık kemikleri fırlamıştı. Gözlerinin mavimtırak saydam tabakasında ince kırmızı damarlar
görülüyordu, sanki çoktandır uyku uyumamış gibiydi. Burnu, yırtıcı bir kuşun gagası gibi kemikli ve
kamburdu. Eskiden kırmızı olan, şimdi katrana bulanmış gömleğinin iliklenmemiş yakasından kupkuru
köprücük kemikleri ve göğsünün gür, siyah kılları göze çarpıyordu. Halinde tavrında eskisinden daha
karanlık, daha iç sıkıcı bir şey vardı. İçin için tutuşan gözlerindeki parlaklık, öfkenin ateşiyle
aydınlatıyordu yüzünü. Sofia'nın benzi daha da solgunlaşmıştı; gözlerini köylülerden ayırmıyor,
susuyordu, ignati kaşlarını çatmış, başını sallıyordu. Yakov kulübenin yakınında duruyor kazıklardan
kabuk parçaları koparıyordu öfkeyle. Yefim, Ana'nın arkasından ağır adımlarla yürüyordu.
Ribin sürdürdü:
«Geçen gün bucak müdürü beni çağırttı, dedi ki. 'Ulan, neler anlatmışsın rahibe, it! Ben de dedim ki:
'Neden it oluyor-muşum? Ekmeğimi kazanacağım diye canım çıkıyor, kimseye kötülük etmedim'.
Havlamaya başladı, suratıma bir yumruk indirdi... Üç gün kodese kapattırdı b»ni! Ya! demek böyle
konuşuyorsunuz halkla! Demek böyle! Benden af bekleme, iblis herif! Bana yapılan bu hakaretin öcünü
ben almasam bir başkası alacak, senden almasa çocuklarından alacak, bunu aklına koy! Siz halkın kamını
demir pençelerinizle deştiniz, oraya kin ektiniz, artık merhamet beklemeyin, alçaklar! İşte böyle!»
Öfkesinden köpürüyordu. Sesi öyle titriyordu ki, Ana korkuya kapıldı.
Ribin biraz yatışır gibi oldu, sonra yine konuşmaya başladı: «Ne demiştim peki ben papaza? Bir
toplantıdan sonra sokakta köylüleri başına toplamış, insanların bir sürü olduğunu, onları her zaman
güdecek bir çoban bulunması gerektiğini anlatıyordu. Ya! İşte böyle! Ben alay ettim, dedim ki: eğer tilki
ormana yönetici olarak atanırsa, yığınla tüy birikir, ama kuşlardan
eser kalmaz, dedim. Bana yan yan baktı, karşılık vermeye yeltendi, dedi ki, halk sabırlı olmalı dedi,
boyun eğmeli, Allaha dua etmeli ki acı çekmek için kuvvet versin, dedi. Ben de dedim ki, halk çok dua
ediyor, ama herhalde Allahın zamanı yok, işitmiyor dedim! Bana çattı: neymiş, o dediğin dualar? Ben de
cevap verdim dedim ki: 'Ömrüm boyunca bir tek dua öğrendim ben, tüm halkın duası bu: ya Rab, şatoya
tuğla taşımayı, taş yemeyi, odun kusmayı öğret bana.1 Sözümü bitirmeme izin vermedi.»
Ribin ansızın sözünü yarıda kesip Sofia'ya sordu:
«Siz soylular sınıfından bir hanımefendi misiniz?»
Sofia şaşkınlıkla ürperdi.
«Nereden anladınız?»
«Öyle...» dedi Ribin gülerek. «Sizin alınyazınız bu, böyle doğmuşsunuz! Sorun bu! Başına bir pamuklu
eşarp örtmekle insan soyluluk günahını gizleyebilir mi sanıyorsunuz? Bir papaz cüppe giymese de, papaz
olduğu bellidir. Dirseğinizi az önce masaya dayadınız, sıçrayıp yüzünüzü ekşittiniz, çünkü masa ıslaktı.
Sırtınız ise o kadar dik ki, bir işçinin sırtı böyle duramaz...»
Kaba sesi ve alaycı sözleriyle Sofia'yı gücendirmesinden korkan Ana telâşla, sertçe söze karıştı:
«Benim dostumdur o, Mikhail; iyi bir insandır, davamıza hizmet yolunda ağırtmıştır saçlarını. Şey
yapmamalısın...»
«Gücendirecek bir şey mi söyledim?»
Sofia Mikhail'e baktı, kesin bir tavırla:
«Bana bir diyeceğiniz mi vardı?» diye sordu.
«Ben mi? Evet. Diyeceğim şu: çok olmadı, yeni bir oğlan geldi buraya, Yakov'un kuzeni. Hasta. Verem.
Onu da çağırsak olur mu?»
«Elbette, çağırın.»
Ribin gözlerini kısarak Sofia'ya baktı, sesini alçalttı:
«Yefim, git çağır oğlanı... Söyle akşama gelsin...»
Yefim kasketini giydi, kimseye bakmadan, hiç bir şey söylemeden, ağır adımlarla uzaklaşıp ormana daldı.
Ribin başıyla onu göstererek:
«Acı çekiyor!» dedi. «Askere gitmesi gerekiyor. Yakov da öyle. Yakov gidemem diyor. Öbürü de
gidemez, ama gitmek ister... askerlerin bilinçlendirilebileceğini aklına koymuş bir kez...
196
197
Bana sorarsanız, insan, alnıyla vurarak duvar yıkamaz. Ellerine süngü verilince yürürler... Evet, acı
çekiyor Yefim! İgnati de yarasını deşip durur. Ne gereği var?»
İgnati, Ribin'e bakmadan:
«Gereği var!» diye homurdandı. «Alayda, şartlandıracaklar onu, ve o da öbürleri gibi halka ateş
edecek.»
Ribin düşünceli düşünceli:
«Hiç sanmam!» dedi. «Ama elbette ki bundan kaçınmak daha iyi. Rusya geniş bir ülke... Nerede
bulacaksın aradığın adamı? Yeter ki bir kimlik kâğıdı ele geçirsin, ondan sonra köy köy dolaşıp dursun...»
İgnati bir ağaç parçası ile bacağını döverek:
«Ben de öyle yapacağım!» dedi. «İnsan dövüşmeye karar verdi mi, artık duraksamamalı.»
Konuşma kesildi. Arılarla yabanarılarının vızıltısı, sessizliği daha da yoğunlaştırıyordu. Kuşlar cıvıldıyor,
uzaklarda, kırlarda bir şarkı dolaşıyordu. Az sonra Ribin:
«Bizim çalışmamız gerek,» dedi. «Siz herhalde dinlenirsiniz. Kulübede döşekler var. Yaköv, sen kuru
yaprak topla onlara. Sen de Ana, kitapları ver.»
Ana ile Sofia çantalarını açtılar. Ribin eğilip baktı. Sevinçle:
«Ne çok getirmişsiniz!» dedi. «Bu işe başlayalı çok oldu mu?»
Ve Sofia'ya bakarak sordu: •
. «Adınız ne sizin?» • «Anna İvanovna... on iki yıldan beri. Niye sordunuz?»
«Hiç! Hapse girdiniz mi?»
«Girdim.»
Ana, başına kakarcasına:
«Görüyor musun?» dedi. «Ve sen de tutmuş kaba davranıyorsun ona...»
Ribin bir an sustu, sonra bir bağ kitabı koltuğunun altına sıkıştırıp karşılık verdi:
«Bana kızmayın. Mujikle senyör, çıra ile su demektir, uyuşmaz, olmaz birlikte.»
Sofia tatlı bir gülümsemeyle:
198
«Ben bir hanımefendi değilim, bir insanım, o kadar!» diye karşılık verdi.
«Olabilir!.. Derler ki, köpek de eskiden kurtmuş... Ben gideyim şunları bir yere saklayayım.»
İgnati ile Yakov:
«Bize de versene!» dediler. ; Ribin Sofia'ya:
«Bütün kitaplar aynı mı?» diye sordu.
«Hayır, hepsi değil. Bir de gazete var...»
«Ya!»
M Üçü de telâşla kulübeye girdiler. * Ana onları dalgın bakışlarla izledi, alçak sesle:
«Bizim mujik kızışıyor,» dedi.
Sofia:
«Evet,» diye mırıldandı. «Onunki gibi bir yüz hiç görmemiştim ömrümde... Sanki bir din şehidi! Hadi biz
de girelimmi içeri, onlara bir göz atmak istiyorum.»
«Ona kızmayın emi? Sert adamdır!» diye fısıldadı Ana.
Sofia gülümsedi:
«Ne kadar iyi yüreklisiniz, Nilovna...»
İki kadının içeri girdiğini gören İgnati başını kaldırdı, elini kıvırcık saçlarına kaldırıp yeniden eğildi
dizleri üzerinde duran gazeteye. Ribin, ayaküstü, gazeteyi damdaki bir çatlaktan süzülen bir güneş
ışınına tutuyor, ışınla birlikte yer değiştirerek okuyordu. Dudakları kıpırdıyordu. Yakov diz çökmüş,
göğsünü tahta ranzaya dayamıştı; o da okuyordu.
Ana bir köşeye oturdu. Sofia elini Ana'nın omuzuna atmış, sessizce adamlara bakıyordu.
Yakov başını çevirmeksizin hafif sesle:
«Mikhail Baba,» dedi, «biz mujiklere zılgıtı vermişler.»
Ribin delikanlıya bakıp gülümsedi:
«Bizi seviyorlar da ondan.»
İgnati burnunu çekti, başını kaldırdı.
«Bak ne yazıyor: 'Köylü insan olmaktan çıkmıştır...' Elbette insan değil artık.»
«Yok canım! Bilgiç müsveddesi sen de! Gel içime gir, biraz
199
kıpırdaş hele, görürüz sonra, insan olarak mı çıkarsın, hayvan olarak mı?»
Ana, Sofia'nın kulağına:
«Ben uzanacağım,» dedi. «Ne de olsa biraz yorgunum. Bu koku da başımı döndürüyor. Sana dokunmuyor
mu?»
«Hayır.»
Ranzanın üzerine uzandı, çok geçmeden uyukladı. Sofia yatağın başucunda oturdu. Hep okuyanları
seyrediyordu. Bir yandan da Ana'ya musallat olan yabanarılarını ya da böcekleri kovuyordu. Pelageya
kısık gözkapakları arasından bunu görüyor, kızın davranışı hoşuna gidiyordu.
Ribin yaklaştı, kalın sesiyle fısıldadı:
«Uyuyor mu?»
«Evet.»
Bir an Pelageya'ya baktı, içini çekti:
«Oğlunun yolunu izleyen ilk anadır belki de ... İlk ana!»
Sofia:
«Onu rahatsız etmeyelim, gidelim burdan,» dedi.
«Evet, çalışmamız gerek. Sohbet etmek hoş, ama akşama konuşuruz. Hadi çocuklar.»
Üçü birden çıkıp gittiler. Sofia kulübenin yakınında kaldı, Ana şöyle düşündü:
'Şükür Allaha, uyuştular! iyi, bu iş yürüyecek.'
Ormanın ve katranın keskin kokıftunu içine çekerekten derin bir uykuya daldı.
ALTINCI BÖLÜM
Kömürcüler geri geldiler. İşlerini bitirdikleri için sevinçliydiler. Onların seslerinden uyanan Ana
esneyerek, gülümseyerek, kulübeden dışarı çıktı. Okşayıcı bakışını hepsinin üzerinde gezdirdi. , «Siz
çalışırken ben bir hanımefendi gibi uyumuşum!» dedi.
«Bağışlıyoruz seni!» dedi Ribin.
Daha sakindi. Yorgunluk, aşırı coşkunluğunu gidermişti.
200
«İgnati, yemeği hazırla,» dedi. «Burada ev işlerini nöbetleşe yaparız. Bugün İgnati'nin sırası.»
«Sıramı seve seve verebilirim başkasına!» dedi İgnati. Konuşmalara kulak vererek yongalar, dallar
toplamaya başladı ateş yakmak için.
Yefim, Sofia'nın yanına oturup cevap verdi:
«Ziyaretler herkesi ilgilendirir!»
«Sana yardım edeyim, İgnati,» dedi Yakov.
Kulübeye gitti bir somun ekmek getirip kesti, dilimleri masaya koydu.
Yefim usulca:
«Hişşt!» dedi. «öksürüyor...»
Ribin kulak kabarttı:
«Evet, geliyor...»
Ve Sofia'ya dönerek açıkladı:
«Bir tanık göreceksiniz. Onu kentlerde gezdirmek, alanlarda göstermek isterdim. Herkesin dinlemesini
isterdim. Hep aynı şeyi yiweref\"arna herkesin işitmesi gerek...»
Sessizlik ve karanlık derinleşip yoğunlaşıyordu. Sesler daha tatlı çıkıyordu. Sofia ile Ana, köylüleri
inceliyorlardı. Hepsinin de hareketleri ağırdı. Bir tür sakınganlık seziliyordu davranışlarında. Onlar da
iki kadının hareketlerini izliyorlardı.
Uzun boylu kamburca bir adam ormandan çıktı. Bütün ağırlığıyla bir sopaya yaslanarak yavaş yavaş
yürüyordu. Soluk so-luğaydı:
«Ben geldim!» dedi ve öksürmeye başladı.
Topuklarına dek inen bir pardösü vardı sırtında. Yuvarlak, buruşuk şapkası altından soluk sarı renkte,
kazık gibi, seyrek saç tutamları dökülüyordu yüzüne. Sararmış, kemikli yanaklarında seyrek bir sakal
vardı. Ağzı aralıktı. Çukura kaçmış gözleri, karanlık bir mağarada yanan ateş gibi parıldıyordu.
Ribin onu Sofia'ya tanıtınca, yeni gelen sordu:
«Kitap getirmişsiniz, öyle mi?»
«Evet.»
«Halk adına teşükkürler! Halk daha anlayamıyor gerçeği. Ama ben anlamış bulunuyorum, o yüzden onun
adına ben teşekkür ediyorum size.»
201
Sık sık soluyor, havayı yudum yudum ciğerlerine çekiyordu, susamışçasına. Sesi kesik kesik çıkıyordu.
Kuru, güçsüz ellerini göğsünde gezdiriyor, pardösüsünü iliklemeye uğraşıyordu.
Sofia:
«Gecenin bu saatinde ormanda dolaşmak size iyi gelmez,» dedi. «Yapraklar nemli, soluğa zararlı.»
Adam nefes nefese:
«Bana iyi gelen hiç bir şey yok artık!» diye karşılık verdi. « «Ancak ölüm paklar beni.»
Konuşması üzücüydü. Her şeyiyle acıma uyandırıyordu. Bir işe yaramayan, gereksiz bir acıma. Bir fıçının
üzerine oturdu. Bacaklarının kırılacağından korkuyormuş gibi dikkatle büktü dizlerini, terden ıslanmış
alnını sildi. Saçları kuru, cansızdı.
Ateşten alevler yükseldi. Alevlerin yaladığı gölgeler sallandı, ormana sığındı. Ateşin üstünde bir an
İgnati'nin yuvarlak suratı görüldü. Alevler söndü. Bir duman kokusu yayıldı. Sessizlik ve sis, hastanın
sözlerini dinlemeye hazırlanır gibi çöktü ağaçsız alanın üzerine.
«Ama ben, bir suçun tanığı olarak halka yararlı olabilirim daha. Bakın bana... Yirmi sekiz yaşındayım ve
ölmek üzereyim! On yıl önce, fazla çaba harcamadan iki yüz kilo kaldırırdım omuzlarımda! Bu sıhhatle
ben yetmiş yıldan fazla yaşarım diye düşünürdüm. Oysa on yıl yaşadım, daha ileri gidemiyorum.
Patronlar soydular beni, kırk yılımı çaldılar,«kırk yıl!»
Ribin boğuk bir sesle:
«Bunun şarkısı da bu işte!» dedi:
Yeni bir alev demeti fışkırdı korlardan. Gölgeler yine ormana kaçıştı, yine ateşe doğru geri geldi, sessiz
bir dans tutturup titredi durdu. Kurşunî dallar korlar içinde çatırdayıp inliyordu. Ağaçların yaprakları
bir sıcak hava akımına tutulup hışırdadı. Neşeli canlı alevler, sarı ve kızıl diller halinde kucaklaşıp
oynaşıyor, kıvılcımlar saçarak havaya yükseliyordu. Kavrulmuş bir yaprak uçtu. Gökteki yıldızlar
kıvılcımlara gülümsüyor, sanki yanına çağırıyordu onları.
«Bu benim şarkım değil. Binlerce kişi aynı şarkıyı söylemekte, ve mutsuz yaşamlarının halk için yararlı
bir ders olduğunu anlamamakta.»
202
İki büklüm oldu, sarsıla sarsıla öksürmeye başladı.
Yakov bir güğüm koydu masanın üzerine, yanına bir beyaz soğan hevengi attı.
«Gel Saveli, süt getirdim sana,» dedi.
Hasta, başıyla reddetti. Yakov onu kolundan tutup masaya götürdü.
Sofia, alçak ve sitemli bir sesle:
«Baksanıza,» dedi Ribin'e, «niye buraya getirttiniz onu? Her an ölebilir.»
«Olabilir!» dedi Ribin. «Ama ölünceye dek konuşmasına izin vermeli. Sağlığını boşa harcadı, insanlar için
biraz daha acı çeke- bilir, önemli değil. Sorun bu!»
«Sanki hoşlanıyorsunuz!» diye haykırdı Sofia. «Hoşlandığınız şey ne?»
Ribin kıza bir bakış fırlatıp somurtu:
«Kibar beyler hoşlanır İsa'yı çarmıhta inler görmekten, bizler, insanlarda ararız alınacak dersi, ve sizin
de insanları örnek almanızı isteriz.»
Ana korkuya kapılıp:
«Hadi, hadi, yeterfdedi.
Masaya oturan hasta yeniden söze başlamıştı:
«İnsanı iş altında tahrip ederler. Niçin? Ömrünü çalarlar. Niçin? Sorarım size. Bizim patron - ben
Nefedov fabrikasında harcadım ömrümü-, bizim patron bir şarkıcıya bir altın tuvalet leğeni, hatta yine
altından yapılma bir oturak armağan etti. Benim gücüm, benim ömrüm bu altının içinde işte. Buna
harcandı. Adamın biri, metresini sevindirsin diye beni iş altında öldürdü... benim kanımla metresine
altından bir oturak satın aldı!»
«Tanrının tasvirine göre yaratıldığı iddia edilen insandan bak ne biçim yararlanıyorlar!» dedi Yefim.
Ribin elini masaya vurup haykırdı: '
«Ama bunu bağıra bağıra anlatmalısın!»
Yakov alçak sesle ekledi:
«Buna katlanmamalısın!»
İgnati'nin dudaklarında bir gülümseme belirdi.
Üç-delikanlı, gerçeğe susamış ruhların o duymaz bilmez
203
dikkatiyle dinliyor, Ribin ağzını açar açmaz bütün gözler ona dikiliyordu.
Saveli'nin sözleri, yüzlerinde garip bir gülümseme oluşturuyordu. Bu gülümsemede acıma duygusu
sezilmiyordu.
Ana, Sofia'ya doğru eğildi, fısıltıyla sordu:
«Söyledikleri doğru mu?»
«Evet, doğru. Gazeteler yazdıydı bu armağan işini. Moskova'da olmuş...»
«Ve cezalandırılmadı herif,» dedi Ribin. «Onu cezalandırmak gerekirdi oysa. Bir meydana sürüklemek,
parça parça kesmek, kokmuş etini köpeklere atmak gerekirdi. Ama halk bir uyansın, bak o zaman ne ağır
cezalar verecek.»
«Burası soğuk,» dedi hasta.
Yakov kalkmasına yardım etti, ateşin yanına götürdü onu. Çevresinde gölgeler titreşen ateş pırıl pırıldı,
alevlerin neşeli dansını şaşkınca izliyordu sanki. Saveli bir kütüğün üzerine oturdu, kuru, saydam ellerini
korlara doğru uzattı. Ribin bir baş işaretiyle Sofia'ya gösterdi onu:
«Kitaplardan daha güçlü bu! Bir işçi kolunu makineye kaptırır ya da ölürse kabahat kendisinde, ama bir
adamın kanını em-seler sonra da leş gibi bir kıyıya fırlatsalar, bunun açıklaması yoktur. Herhangi bir
cinayeti anlarım da, zevk için insanlara eziyet etmeyi aklım almaz. Niçin işkence ederler bizlere? Oyun
için, alay için, eğlence için, kanımız pahasına herşeyi satın alabilmek için, bir şarkıcı, atlar, gümüş
tadımlar, altın kaplar, çocuklar için pahalı oyuncaklar... Sen çalış, hababam çalış, çalış ki ben para
biriktireyim, metresime altın oturak armağan edeyim.»
Ana dinliyor, çevresine bakmıyordu. Karanlıkta, Pavel'in ve arkadaşlarının seçtikleri yolun aydınlık bir
şerit gibi uzayıp parıldadığını görüyordu.
Yemek bittikten sonra ateşin çevresinde toplandılar. Alevler kuru odunu hızla yakıp kül ediyordu. Arka
tarafta, karanlık, ormanı ve göğü sarıyordu. Hasta, büyüyen gözlerini alevlere dikmişti. Habire
öksürüyor, tir tir titriyordu. Sanki yaşamın son damlaları bitkin vücudunu bir an önce bırakıp gitmek için
acele ediyor, sabırsızlıkla göğsünü zorluyordu. Alevin ışıkları yüzünde
204
oynaşıyor, ama ölgün derisine canlılık veremiyordu. Yalnız gözleri parlıyordu sönmez bir ateşle.
Yakov eğildi.
«Kulübeye girmek ister miydin, Saveli? diye sordu.
Hasta kendini zorlayarak:
«Niye?» dedi. «Burada oturmak istiyorum. İnsanlar arasın-- da geçerecek fazla zamanım kalmadı...»
Bakışını arkadaşları üzerinde gezdirdi. Bir an sessiz durdu, sonra soluk bir gülümseme ile:
«Aranızda kendimi iyi hissediyorum,» diye ekledi.
«Size bakıyorum da, açgözlülük yüzünden ölüme teslim J edilenlerin öcünü belki sizler alırsınız diye
düşünüyorum...»
Kimse karşılık vermedi. Hasta, başını göğsü üzerine eğip uyuklamaya başladı. Ribin onu seyretti, usulca:
«Bizi görmeye gelir, oturur, hep aynı şeyi anlatır,» dedi. «Rezil edilen insanın öyküsü hep. Sanki bu pis
şaka gözlerini akıtmış da başka hiç bir şey göremez olmuş gibi, tüm ruhunu bu öyküye koymuştur.»
«Daha ne olsun?» dedi Ana düşürifeeli bir tavırla. «Eğer binlerce insan günbegün çalışmaktan
kahroluyorsa, ve eğer bu, patronun parasını bu biçimde saçıp savurmasına yarıyorsa, daha ne olsun
istersin?»
«Ama dinlemesi can sıkıyor artık,» dedi İgnati. «Bu öyküyü bir kez dinleyen de unutmaz bir daha,
boyuna yinelemenin gereği yok ki. Temcit pilâvı gibi. Ağzına sakız olmuş.»
Ribin can sıkıntısıyla:
«Anlamıyor musun?» dedi. «Bu öykü onun için her şey, tüm yaşamı da ondan. On kez anlattı bana, yinede
zaman zaman kuşkulanası geliyor insanın. Öyle zamanlar olur ki, insanın çirkefliğine, çılgınlığına
inanamazsın, herkese acıman tutar, zengine de, yoksula da... Zengin de yolunu şaşırabilir! Birinin açlıktan
döner gözü, öbürünün ise altından. Ey insanlar, ey kardeşlerim dersin kendi kendine, silkinin, uyanın,
düşünün, düşünmekten korkmayın!»
Hasta irkildi, gözlerini açtı, yere uzanıp yattı. Yakov sessizce kalktı, kulübeye gidip koyun postundan bir
üstlük getirdi. Saveli'nin üzerine örttü, yine Sofia'nın yanına oturdu.
205
Ateş, çevresindeki koyu karaltıları aydınlatıyordu. İnsan sesleri odunların çatırtısına karışıyordu.
Sofia, yeryüzündeki halkların yaşama hakkını elde etmek için girdikleri savaşımları, eskiden Alman
köylülerinin kavgalarını, İrlandalıların başına gelenler, Fransız işçilerinin özgürlük sa-vaşımındaki büyük
başarılarını anlattı...
Gecenin karanlığına bürünen ormanın ufak, ağaçsız alanında, koyu gök altında, neşeli ateşin karşısında,
tıkabasa doyan-larla açgözlüler dünyasını sarsan olaylar canlanıyor; yeryüzünün yaralı, bitkin halkları
geçit yapıyor, özgürlük ve gerçek için savaşanların adları anılıyordu.
Sofia'nın biraz boğuk çıkan sesi geçmişten geliyor gibiydi, umutları uyandırıyor, güven veriyordu. Orada
bulunanlar sessizlik içinde -manevi kardeşlerinin öyküsünü dinliyorlardı. Karşılarındaki kadının süzgün,
soluk yüzüne bakıyorlardı. Dünyadaki bütün halkların kutsal davası olan özgürlük için sonsuz savaşım,
gittikçe artan bir ışıkla aydınlanıyordu. Karanlık, kanlı bir perde arkasında kalan uzak bir geçmişte
bilinmeyen başka ülkelerde, herkes kendi isteklerinden, düşüncelerinden bir şeyler buluyordu. Gönlüyle,
kafasıyla dünyanın bir parçası haline geliyordu. Bu dünyada dostlar görüyordu. Ve bu dostlar çoktandır
tek vücut halinde, azimle, yeryüzünde adaleti kurmaya karar vermişler, kararlarını sayısız acılarla
kutsallaştırmalar, sevinçli, neşeli, yeni bir aydınlık yaşantı yaratmak için kendi kanlarını cömertçe
akıtmışlardı. Bütün insanlar arasında manevi akrabalık duygusu gittikçe büyüyordu içlerinde. Her şeyi
anlamaya, her şeyi birleştirmeye can atan yeni bir yürek doğuyordu yeryüzünde.
Sofia güven dolu bir sesle:
«Gün gelecek,» diyordu, «bütün ülkelerde emekçiler başlarını kaldıracak ve biz artık böyle yaşamak
istemiyoruz diyecekler. O zaman açgözlülerin aldatıcı gücü yıkılacak, toprak kayacak ayakları altından,
ve tutunacak hiç bir dayanak bulamayacaklar...»
Ribin başını eğdi.
«Böyle olacak işte!» dedi. «Gözümüzü budaktan sakınmazsak, her şeyin üstesinden geliriz.»
Ana dinliyordu. Kaşı yukarı fırlamış, dudaklarında neşeli bir şaşkınlık gülümsemesi donmuştu. Her zaman
Sofia'da gördüğü
206
keskinlik, taşkınlık silinmiş, anlattığı şeylerde eriyip gitmişti. Gecenin sessizliği, ateşin görüntüleri,
Sofia'nın yüzü, hepsinden çok da köylülerin sonsuz dikkati, hoşuna gidiyordu Ana'nın. Hiç
kıpırdamıyorlar, dünya ile aralarında bir bağ sağlayan sözleri kesmekten çekmiyorlardı. Ancak arada bir
sakına sakına bir odun atıyorlardı ateşe ve yükselen duman ve kıvılcımlardan kadınları korumak için
ellerini yelpaze gibi sallıyorlardı.
Bir ara Yakov ayağa kalktı, hafif sesle:
«Bir dakika bekleyin,» dedi.
Kulübeye koştu, giyecek şeyler getirdi, İgnati ile birlikte kadınların bacaklarını, omuzlarını sarıp
sarmaladılar. Sofia yeniden konuşmaya başladı. Zafer gününü anlatıyor; dinleyenlerin, kendi güçlerine
güven duymalarını sağlıyor; onun bunun keyfi için ömür tüketenlerle kader ortaklığı bilincini
uyandırıyordu. Sofia'nın sözleri allak bullak etmiyordu Ana'yi- Ama bütün dinleyenleri etkileyen ululuk
duygusu Pelageya'nin da ruhuna doluyordu. Tehlikeleri hiçe sayarak, işinin kölesi olanlara giden, onlara
akıllarını, dürüstlüklerini, gerçeğe karşı besledikleri sevgiyi armağan eden insanları minnet ve şükranla
anıyordu. Gözlerini yumuyor, 'Yarabbim, sen yardım et onlara!1 diye düşünüyordu.
Şafak sökerken Sofia yorulup sustu, çevresindeki düşünceli, huzura kavuşmuş yüzlere baktı
gülümseyerek:
«Gitme zamanı geldi,» dedi Ana.
«Geldi ya!» dedi Sofia.
Delikanlılardan biri derin derin iç çekti.
Ribin alışık olmadığı bir tatlılıkla:
«Yazık ki gidiyorsunuz!» dedi. «Güzel konuşuyorsunuz. İnsanları aralarında kaynaştırmak büyük şey.
Milyonlarca insanın seninle birlikte aynı şeyi istediğini öğrenince daha iyi bir yürek taşıdığını
duyuyorsun. Ve iyiyüreklilik büyük bir güçtür.» - Yefim yerinden fırladı, kötü kötü güldü:
«Sen onlara iyiyüreklilikten sözedersen, onlar sana tırpan sallayarak karşılık verirler. Kimse görmeden
yola çıkmalılar, Mikhail baba. Broşürler dağıtılınca makamlar soruşturma yapacak: nerden gelmiş bunlar?
Kim getirmiş? Birisinden biri, bakarsın aklına geliverir, ha, sahi, buralardan iki kadın geçtiydi der...»
Ribin, Yefim'in sözünü kesti:
207
«Hadi öyleyse, zahmetin için çok teşekkür, Ana! Seni görünce hep pavel'i düşünürüm. Doğru yolu
seçtin.»
Yatışınca içten, tatlı bir biçimde gülümsüyordu. Hava serindi, ama, gömlekle duruyordu, yakası açıktı,
göğsü meydandaydı. Ana onun iriyarı vücudunu seyretti, dostça uyardı:
«Bir şey giymelisin. Hava soğuk.»
«İçim sıcak!»
Ateşin yanında, üç genç alçak sesle ayaküstü konuşuyor--lardı. Ayakları dibinde, koyun postlarına
bürünmüş olan hasta uyuyordu. Gök ağarıyor, gölgeler eriyor, yapraklar titreşerek güneşi bekliyordu.
Ribin Sofia'nın elini sıktı.
«Hadi güle güle,» dedi. «Kentte nerde buluruz sizi?»
«Sen beni bul, yeter,» karşılımı verdi Ana.
Üç delikanlı yan yana Sofia'ya yaklaştılar, hiç bir şey söylemeden, sevgiyle elini sıktılar. Üçü de
minnettarlık ve dostluk duyuyerlardı besbelli. Ve bu duygu onlar için bir yenilik olduğundan altüst
ediyordu iç dünyalarını. Uykusuzluktan donuklaşan gözlerini sessiz sedasiz Sofia'ya dikmişler, ayak
değiştirip duruyorlardı.
Yakov:
«Yola çıkmadan süt içmez miydiniz?» diye sordu.
«Süt var mı ki?» dedi Yefim.
İgnati utangaç bir tavırla eliyle saçlarını okşadı.
«Kalmadı... kazayla döktüm!» dedi.*
Üçü birden gülmeye başladılar.
Gerçi sütten sözediyorlardı, ama Pelageya başka şey düşündüklerini sezinliyordu: kendisine de. Sofia'ya
da iyilik diliyorlardı, ama sözle belirtmiyorlardı duygularını, Sofia da farkına varmış olacak ki
heyecanlandı, utangaç bir alçakgönüllülükle 'Teşekkür ederiz, arkadaşlar'dan başka bir şey
söyleyemedi.
Hastanın boğuk sesi işitildi. Ateş sönüyordu.
Köylüler hafif bir sesle:
«Güle güle!» dediler.
Bu hüzünlü sözcük uzun süre kadınların kulağında çınladı.
Ağır ağır yürüyüp gittiler orman yolundan. Ana, Sofia'nın arkasından yürüyor, bir yandan da
konuşuyordu:
208
«Her şey iyi geçti, öyle iyi geçti ki, sanki düş görmüş gibiyim. Gerçeği öğrenmek istiyorlar, şekerim,
bilmek istiyorlar! Tıpkı kilisedeki gibi, büyük bir yortu günü, sabah ayininden önce... Rahip henüz
gelmemiş olur, kilisenin içi karanlık, her şey sakin, korku duyarsın, kalabalık gelmeye başlar... Surda
burda ikonların önünde mumlar yakılır, sonra... yavaş yavaş karanlık defedilir. Tanrının evi aydınlanır.»
Sofia, neşele:
«Doğru!» diye karşılık verdi. «Yalnız, burada, Tanrının evi, tüm yeryüzü!»
Ana kafasını düşünceli Bir tavırla salladı.
«Tüm yeryüzü!» diye yineledi. «Öyle iyi bir şey ki bu, inanılması güç... Ve siz öyle güzel konuştunuz ki,
Sofiacığım, çok güzel konuştunuz! Oysa ben sizden hoşlanmayacaklar diye korkmuştum...»
Sofia bir süre sonra:
«İnsan onların yanında daha sadeleşiyor...»
Sesi neşeli değildi bu kez.
Ribin'den, hastadan, onca dikkatle dinleyen ve acemice, ama içtenlikle dostluk gösteren delikanlılardan
sözettiler. Tarlalara vardıklarında, güneş doğuyordu karşılarında. Güneş henüz görünmüyordu, ancak
pembe ışınlardan saydam bir yelpaze yayıyordu gökte. Otlarda çiy taneleri bahar şenliğinin çok renkli
kıvılcımları gibi parıltı saçıyordu. Kuşlar uyanıyor, neşeli cıvıltıla-rıyla sabahı canlandırıyordu.
Ana dalgın dalgın söylendi:
«Kimi zaman birisi konuşur da konuşur, ne dediği anlaşılmaz. Ta ki bir sözcük söyler, bilmiyorum ne
biçim bir sözcük, basit bir laf, ve bu tek laf birdenbire her şeyi aydınlığa kavuşturur.... Bu hasta da
öyle. Çok dinledim, ben kendim de biliyorum işçilerin fabrikada, her yerde nasıl çalıştırıldıklarını. Ama
buna ta küçük yaştan alışmışızdır, bize dokunmaz fazla. Ve birdenbire öyle onur kırıcı, öyle tiksindirici
bir şey söyledi ki... Aman Alla-hım! Patron böyle rezillikler yapabilsin dîye insanlar tüm yaşantılarını
çalışmakla geçirsin, nasıl olur? Bunun bağışlanır yanı yok!»
Ana'nın kafası hastanın anlattıklarına takıldı. Böylesine yozlaşma, böylesine küstahlık, çok eskiden
işittiği ve zamanla unutmuş olduğu garip davranışları anımsattı kendisine.
Ana / F: 14
209
«Öyle çok yiyip doyuyorlar ki, içleri bulanıyor artık! Bir kaymakam varmış, atını köyde gezdirir,
mujikleri atını selamlamaya zorlarmış. Selâm vermeyeni hapse atarmış. Neden yaparmış bunu? Anlayan
beri gelsin!»
Sofia, yeni doğan günün sabahı gibi canlı bir zafer şarkısı mırıldanmaya başladı.
YEDİNCİ BÖLÜM
Pelageya'nın yaşantısı garip bir rahatlık içinde geçiyordu. Bu rahatlık kimi zaman şaşırtıyordu onu. Oğlu
hapisteydi, ağır bir cezaya çarptırılacağnı biliyordu., Ama bunu her düşündüğünde, Andrey'in, Fedor'un
ve daha başkalarının yüzü de kendiliğinden canlanıveriyordu belleğinde. Oğlunun imajı, yazgısını paylaşan
bütün arkadaşlarının bir simgesi oluyor, Ana'nın gözünde büyüdükçe büyüyor, öyle bir parıltı saçıyordu
ki, düşüncelerini Pa-vel'in üzerine toplamayı başaramıyor, farkına varmadan herkesi birden
düşünüyordu. Bu düşünceler her yere uzanıyor, her şeye değiniyor, her şeyi aydınlatmak, bir tek tablo
halinde toplamak istiyor, belirli bir ayrıntı üzerinde durmasını önlüyor, oğlunun başına gelenlerden
duyduğu üzüntüyü ve korkuyu unutturuyordu Ana'ya.
Çok geçmeden Sofia yolculuğa çıktı, beş-altı gün sonra döndü. Canlı ve neşeliydi. Birkaç saat sonra
yeniden kayıplara karıştı, bir daha on beş gün sonra ortaya çıktı. Sanki yaşamın içinde uzun gezintiler
yapıyor, oradan geçerken neşe ve müzik saçmak için kardeşinin evine uğruyordu.
Bu müzik artık hoşuna gidiyordu Ana'nın. Dinlerken, göğsüne bir sıcaklık dolduğunu, yüreğinin daha
düzenli çarptığını duyuyordu. İyi sürülmüş, bol sulanmış bir toprakta tohumlar nasıl filizlenirse, seslerin
gücü de Ana'nın kafasında canlı, atak düşünceler yeşertiyor, güzel sözler doğuruyordu.
Ana, Sofia'nın derbederliğini bir türlü hoşgöremiyordu. Genç kadın giyeceklerini, eşyalarını birer
köşeye fırlatır, her yana izmarit ve kül dökerdi. Pelageya onun atak konuşma biçimine hiç alışamıyordu.
Nikolay'ın ağırbaşlı tavrı ve konuşmasının
210
tatlı ciddiliği ile ablasının hali arasında dağlar' kadar fark vardı. Erişkin sayılmaya can atan ve insanları
tuhaf oyuncaklar olarak gören bir yeni yetme kıza benzetiyordu Sofia'yt- Hep çalışmanın kutsallığından
dem vurur, ama pasaklılığı yüzünden Ana'nın işini çoğaltırdı budalaca. Özgürlük üstüne söylev çeker,
ama karşı çıkılmasına katlanamaz, sabırsızlığı, sonu gelmez tartışmaları yüzünden herkesi rahatsız
ederdi. Sofia çelişki kumkumasıydı. Ana ölçülü bir sevecenlik gösteriyor, kıza göz kulak oluyordu. Fakat
Nikolay'ın uyandırdığı sıcak duyguları hissetmiyordu Ana ona karşı.
Daima kaygılı olan Nikolay hep aynı tekdüze ve düzenli ı yaşantıyı sürdürüyordu. Saat sekizde kahvaltı
eder, gazeteyi 4 okur ve haberleri Ana'ya aktarırdı. Pelageya onu dinlerken, in-1 sanların yaşamın
çarkları arasında acımısızca ezilip nasıl paraya dönüştüklerini açık seçik görüyordu: Nikolay'ın,
Andrey'le ortak yönleri olduğunu görüyordu. Andrey gibi o da insanlardan kinsiz sözediyor, hepsini
sorumlu tutuyordu toplumun kötü düzeninden. Ancak, yeni bir yaşama karşı inancı Andrey'inki kadar
ateşli de değildi, aydınlık da. Hep sakin sakin konuşuyordu, namuslu ve sert bir yargıç sesiyle. Korkunç
şeyler anlattığı zaman bile tatlı, acımalı bir gülümseme eksik olmazdı dudaklarından, ama gözlerinde
soğuk, katı bir parıltı görülürdü. Bu bakışı gören Ana, bu adamın hiç kimseyi, hiç bir şeyi
bağışlamayacağını, bağışlamayacağını anlardı. Onun katılığından üzüntü duyar, gün geçtikçe daha çok
bağlandığı Nikolay'a acırdı.
Nikolay saat dokuzda daireye giderdi. Pelageya ortalığı toplar, temizler, yemeği hazırlar, yıkanır,
sırtına temiz bir giysi geçirir, odasında oturup kitaplardaki resimlere bakardı. Okumasını adamakıllı
öğrenmişti artık, gelgelelim okuma ona gerginlik veriyordu. Bu yüzden çabuk yoruluyor, sözcükler
arasındaki bağı kavrayamıyordu. Buna karşılık, resimler bir çocuk gibi eğlendiriyordu onu. Resimlere
bakarken, yapyeni, olağanüstü, nerdeyse elle tutulur bir dünya çıkıyordu karşısına. Koskocaman kentler,
şahane binalar, makineler, gemiler, anıtlar, insanlarca yaratılmış paha biçilmez zenginlikler, doğanın
insana şaşkınlık veren türlü türlü eserlerini görüyordu. Yaşamın enginliği sonsuza dek genişliyor, her
geçen gün peri masalları gibi inanılmaz, müthiş şeyler çıkıyordu ortaya. Yaşamın zenginlikleri, sonsuz
güzellikle-
211
ri, Ana'nın uyanmakta olan doymaz ruhunu gittikçe daha kuvvetle uyarıyordu. En çok sevdiği de, sayfa
sayfa resimlerden kurulu bir zooloji kitabıydı. Bu kitap yabancı dilden olmasına karşın, yeryüzünün
güzelliğini, zenginliğini, enginliğini en iyi biçimde göstermekteydi. Pelageya:
«Dünya ne kadar da büyük!» diyordu Nikolay'a. Kendisini en çok duygulandıran da böceklerdi, özellikle
kelebekler. Kelebek desenlerine şaşkın şaşkın bakar ve şöyle derdi:
«Bu ne güzellik, Nikolay, öyle değil mi? Ne kadar da çok var bu güzel şeylerden ortalıkta! Ama
önümüzden öyle çabuk geçip giderler ki, biz onları göremeyiz. İnsanlar kapırdanıp dururlar, hiç bir şey
bilmezler, ne bir şey görebilirler, ne hayranlık duyabilirler. Ne zamanları var, ne hevesleri. Yeryüzünün
ne zengin olduğunu, ne çok şaşılası şeyler bulunduğunu bir bilseler, öylesine mutlu olabilirler ki. Hem
bütün bu şeyler herkesin, ve herkes de bütün bu şeylerin, öyle değil mi?» Nikolay gülümseyerek: «Öyle
elbette!» derdi. Ve resimli yeni kitaplar getirirdi ona. Akşamları konukları olurdu çoğu zaman.
Bunlardan biri Aleksey Vasiliyev'di. Soluk yüzlü, siyah sakallı, ağır, az konuşan, yakışıklı bir adam.
Sonra, Roman Petrov vardı, kırmızı yüzlü, yuvarlak başlı bir adam; o da hep dudaklarını şaklatırdı birine
açıyormuş gibi. Ziyaretçilerden İvan Danilov kısa boylu, zayıf, sivri sakallı, ince, saldırgan ve bıçak gibi
keskin sesli bir adamdı. Yegor da geliyordu; arkadaşlarıyla şakalaşır, kendi kendisiyle ve durmadan
ilerleyen hastalığıyla alay ederdi. Uzak kentlerden gelenler de vardı. Nikolay onlarla uzun görüşmeler
yapardı. Konu, hep* işçilerdi. Ateşli ateşli tartışırlar, geniş el kol hareketleri yaparlar ve bol bol çay
içerlerdi. Konuşmaların gürültüsü içinde Nikolay çağrılar kaleme alır, oradakilere okur, hemencecik kitap
harfleriyle kopya ederlerdi. Ana karalamaların yırtık parçalarını toplayıp götürür yakardı.
Onlara çay verirken, emekçilerin yaşantısından ve yazgısından bu denli coşkunca sözedişleri, onlara
gerçeği öğretmenin, morallerini yükseltmenin en etkili ve kestirme yolunu arayışları, kendisini şaşkına
çevirirdi. Görüşler sık sık ayrılır, çaşıtırdı. Kı-
212
zarlar, birbirlerini suçlarlar, kimileri kırgınlık duyardı. Sonra yeniden başlarlardı tartışmaya.
Ana, işçilerin yaşantısını onlardan iyi bildiğini sezerdi. Yüklendikleri işin büyüklüğünü daha iyi gördüğünü
düşünürdü. Bu düşünce, onlara biraz üzüntülü bir küçümsemeyle davranmasına yol açardı. İşin
ciddiyetini kavramadan evcilik oynayan çocuklara karşı olgun bir insan nasıl davranırsa, o da öyle
davranırdı. Çektikleri söylevleri elinde olmayarak oğlunun, Andrey'in konuşmalarıyla karşılaştırır,
önceleri kestiremediği farkı anlardı. Kimi zaman burada işçi mahallesinden daha çok bağırıldığı izlenimi
edinir, bunun nedenini de şöyle açıklardı: Bunlar daha çok şeyler bilirler de ondan daha fazla
bağırırlar...
Ama çoğu kez de bütün bu adamların bile bile ateşli davrandıklarını, coşkunluklarının yapmacık olduğunu
görürdü. Her biri, gerçeği hepsinden daha iyi bildiğini, daha çok sevdiğini arkadaşlarına göstermek ister
gibi bir tavır takınırdı. Ötekiler bundan gocunurlar, onlar da bu gerçeği ne denli iyi bildiklerini
kanıtlamak için sert, kaba tartışmalara girişirlerdi yeniden. Her biri öbüründen daha yükseklere
zıplamaya can atardı. Bu davranışlar Ana'yı üzer, kaygılandırırdı. Kaşlarını oynatır, yalvaran gözlerle
onlara bakar, şöyle düşünürdü: 'Pavel'ciğimi ve arkadal-larımı unuttular gitti...'
Gerginlik içinde, elbette ki anlayamadığı tartışmaları can kulağıyla dinler, sözcüklerin altında yatan
duyguları anlamaya çalışırdı. Varoşta, iyi olan şeyden sözedilirken bu iyi şey tüm olarak alınırdı. Burada
ise her şey ufak parçalar ayrılıyor ve ağırlığı azalıyordu. İşçi mahallesinde her şey daha derinden, daha
güçlü hissedilirdi; burası, ve daha çok eski düzenin değiştirilmesinden sözediliyordu. Oysa varoşta yeni
bir düzen düşlenirdi. Bundan ötürüdür ki, oğlunun ve Andrey'in konuşmalarını daha iyi anlardı.
Ana başka bir şey daha görüyordu: eve bir işçi geldiği zaman Nikolay o işçiye daha senli benli
davranıyordu, yüzünde tatlı bir anlam beliriyor, başka türlü, yani kaba olmasa bile daha rahat
konuşuyordu.
Ana:
'Söylediklerini anlamaları için elinden geleni yapıyor. işte' diye düşünüyordu. Ama bu yorum kendisini
doyurmuyordu.
213
Ziyaretçi işçinin de rahatsız, huzursuz, gergin durduğunu görüyordu. Halktan bir kadın olan kendisiyle
işçiler daha kolay, daha özgürce konuşurlardı. Nikolay'ın evde bulunmadığı bir gün, onlardan birine bu
düşüncesini açtı.
«Niye sıkılıyorsun?» diye sordu. «Sınava giren bir çocuk değilsin ki...»
Delikanlı gülümsedi.
«Yengeçler bile kazırır alışık olmadığı ortamda... Alttarafı bizden değil bu arkadaş...»
Sandrin uğrardı arada bir. Hiç bir zaman fazla kalmaz, hep telâşlı görünür, gülmez, giderken her
seferinde:
«Ya Pavel, o nasıl? Hasta değil ya?» diye sorardı Ana'ya.
«Hamdolsun, iyidir, neşesi yerinde.»
Ana, Pavel'i duruşma tarihini saptamadan bunca zaman hapiste tutmalarından yakınırdı. Sandrin suratını
asar, susardı, parmaklarını siniri sinirli oynatırdı.
Pelageya can atardı 'Sevgili yavrum, onu sevdiğini pekâlâ biliyorum' demek için, ama bir türlü dili
varmazdı. Genç kızın sert tavrı, sıkılı dudakları, hep işle meşgul gibi çıkan kuru sesi, her türlü okşayıcı
davranışı daha başından geri iterdi. Ana hiç bir şey demeden, yalnızca iç geçirerek, Sandrin'in uzattığı
eli sıkar ve 'Çok mutsuzsun, yavrucuğum' diye düşünürdü.
Günün birinde Nâşata çıkageldi. Ana'yı gördüğüne çok sevindi, onu kucakladı, laf arasında birden
fısıldadı:
«Annem öldü... Öldü zavallıcık...»
Başını sarstı, gözlerini siliverdi.
«Çok üzgünüm,» diye ekledi. «Daha ellisinde yoktu, uzun süre yaşayabilirdi. Ama öbür yandan da ölümün
ona yaşamaktan daha hafif geldiğini düşünüyor insan ister istemez. Hep yalnızdı, herkes için bir
yabancıydı. Hiç kimse ona gerek duymazdı. Babamın bağırıp çağırmalarından korkardı hep. Buna yaşamak
denir mi? İnsan iyi bir şey beklediği zaman yaşamış olur; hakaretten başka şey beklediği yoktu onun.»
Ana bir an düşündükten sonra:
«Çok doğru söylüyorsunuz, Nataşa,» dedi. «İnsan iyi bir şey beklediği zaman yaşıyor demektir, hiç bir
şey beklemiyorsa eğer, yaşamak değildir o.»
214
Genç kızın elini sevecenlikle okşayarak sordu: , «Şimdi yalnız mısınız?» - Nataş'a usulca:
«Evet,» diye yanıtladı.
Ana sustu, sonra gülümseyerek:
«Zararı yok,» dedi. «İnsan iyi yürekli olunca hiçbir zaman yalnız kalmaz, her zaman arayanları
bulunur...»
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Nataşa bir dokuma fabrikasının yakınındaki bucağın okuluna öğretmen olarak atandı. Pelgaeya ona
yasaklanmış kitaplar, çağrılar, gazeteler götürmeye başladı. Resmen bu işle görevlendirildi artık. Ayda
birçok kez kimlik değiştirir, kâh rahibe, kâh dantel ve tuhafiye satıcısı, kâh hali vakti yerinde bir
burjuva kadını ya da turist kılığına girer, yaya, trenle ya da yük arabasıyla, pmuzunda torba, elinde
valiz, dolaşıp dururdu.
Vagonda olsun, vapurda olsun, otellerde ya da hanlarda, her yerde rahat ve yalın davranır, tanımadığı
kimselerle konuşur, hoşa giden sözler söyler, çok görmüş geçirmiş kadınlar gibi kendinden emin
tavırlarıyla dikkat çekerdi.
İnsanlarla konuşmaktan, yaşantılarını, sızlanışlarını, karşılaştıkları zorlukları dinlemekten hoşlanırdı.
Karşısındakini hoşnutsuz görünce sevinç duyardı. Kaderin sillesine başkaldıran kişilerin, sorulara
kafalarında yanıt aradıklarını sevinçle farkederdi. Tasalarıyla, ekmek derdiyle, insanların tüm yaşantısı
gittikçe daha geniş, daha renkli bir tablo halinde seriliyordu önünde. Her yerde insanların aynı siniklikle
aldatıldıklarını, soyulduklarını sö-mürüldüklerini, kanlarının emildiğini bütün çıplaklığıyla görüyordu. Şunu
da artık? biliyordu ki, halk yoksulluk içindeyken, paha biliçilemeyecek zenginliklerin yanında yarı aç yarı
tok ömür tüketirken yeryüzünde her şey vardı, her şey boldu. Kentlerde, Tanrının işine hiç yaramayan
altın ve gümüşle tapınaklar dolup taşarken, kilise avlularında sefiller titreye titreye boşuna
bekleşirlerdi bir sadaka koparmak için. Eskiden de görmüşlüğü vardı bu manzarayı, zengin kiliselerde
altın brodeli cüppe giymiş
215
papazlarla, kulübelerde paçavralara bürünen fakir fukara arasındaki çelişkiyi. O zaman doğal bulurdu
bunu, oysa şimdi artık bu durumu olağan karşılayamıyor, yoksullara yapılmış bir hakaret sayıyordu. O
yoksullar ki kiliseyi zenginlerden fazla severlerdi ve zenginlerden fazla ihtiyaçları vardı kiliseye.
İsa'nın tasvirlerinden, ona ilişkin öykülerden, yoksulların dostu olduğunu, çok yalın bir biçimde
giyindiğini öğrenmişti. Oysa yoksulların avuntu bulmak için gittikleri kiliselerde İsa'yı altınlarla sarıp
sarmalamışlar, yoksullara nisbet verircesine onu ipekliler içine hapsetmişlerdi. Ribin'in sözleri geliyordu
aklına:
«Bizleri aldatmak için Tanrıdan bile yararlanıyorlar.»
Farkına varmaksızın daha az ibadet ediyor, ama İsa'yı daha çok düşünüyordu. Öbürlerini de
düşünüyordu: İsa'nın adını ağızlarına almayan, hatta onu tanımamazlıktan gelenleri. Tanısa-lar da,
tanımasalar da, İsa'nın koyduğu kurallara uygun bir yaşam sürüyorlar, onun gibi yeryüzünü yoksulların
ülkesi sayıyorlar ve tüm dünya nimetlerini bütün insanlar arasında eşit olarak bölüştürmek istiyorlardı.
Bunun üzerinde çok kafa yoruyordu, ve bu düşünce ruhunda gelişiyor, gördüğü her şeyi kapsıyor, bir
ibadet biçimini alıyordu. Bu ibadet, karanlık dünyanın, tüm yaşamın ve tüm yaratıkların üzerine aynı ışığı
saçıyordu. O zamana dek korku ve umudun, sevecenlik ve üzüntünün birbirine karıştığı belirsiz bir sevgi
ile bağlanmış olduğu İsa'yı bile şimdi kendisine daha yakın, daha net görüyor, yüzühü daha neşeli, daha
aydınlık buluyordu. İnsanların bu bahtsız dostu, adını anmaktan çekinenlerin cömertçe döktükleri
kanlarla yıkanıp canlanarak gerçekten dirilmiş gibiydi. Her yolculuk dönüşü, Ana, yol boyunca gördüğü,
duyduğu şeylerden heyecanlanmış, görevini başardığı için çok neşelenmiş olurdu. Akşam olunca:
«Her yeri dolaşıp çok şey görmek ne iyi!» derdi. Nikolay'a. «Yaşamın ne olduğunu anlıyor insan. Halk bir
kıyıya itilmiş, küçültülmüş, çürümeye bırakılmış. Gelgelelim kabul etmiyor bu durumu. Beni niye bir
köşeye atıyorlar? diye düşünüyor. Soruyor kendi kendine. Her şeyden bol bol varken niye açım? Her
yerde bunca akıl varken niye aptal ve cahilim ben? Zengin yoksul ayırımı yapmaksızın tüm insanları
seven, koruyan Tanrı hani nerede? Evet, soruyor, soruyor ve sürdüğü hayata başkaldırıyor. Kendi
kendini düşünmezse haksızlığın kendisini boğacağını duyuyor.»
216
Ve gittikçe daha sık duyuyordu insanlarla, onların diliyle konuşma, yaşamın haksızlıklarını anlatma
isteğini. Öylesine dayanılmaz bir istek ki, dizginlemekte güçlük çekiyordu kimi zaman.
Nikolay onu resimlere bakarken yakaladı mı, gülümser, onun hoşuna gidecek bir şey anlatırdı.
Ana, insanların yapmaya uğraştıkları işleri öylesine cüretli bulurdu ki kuşkuyla karşılar, Nikolaya':
«Sahi, böyle şey olabilir mi?» diye sorardı.
Nikolay da sabırla, kehanetlerinin doğruluğuna sarsılmaz bir inançla, geleceği bir peri masalı gibi
anlatırdı ona.
«İnsanın istekleri sınırsızdır, gücü tükenmez. Gelgelelim manevî yönden dünya daha yavaş zenginleşiyor,
çünkü her insan, bağımsız hale gelebilmek için, bilgi değil, para biriktirmek zorunda. Ama insanlar
açgözlülüklerini yendikleri gün, zorunlu iş köleliğinden kurtulunca...»
Pelageya, Nikolay'ın sözlerin ipek anlamazdı, ne var ki inancını gittikçe daha iyi kavramaktaydı.
«Dünyanın bahtsızlığı, yeryüzünde pek az özgür insan bulunmasında!» derdi Nikolay.
Ana anlıyordu bunu. Açgözlülükten, kötülükten sıyrılmış insanlar tanıyordu. Bu tür insanların sayısı
arttıkça yaşamın karan-hk ve korkunç suratının daha sıcak, daha içten, daha tatlı ve daha aydınlık
görüneceği kanısındaydı.
Nikolay üzgün bir sesle:
«İnsan istemeye istemeye acımasız olmak zorunda,» derdi. ¦Ve Ana başıyla onaylar, Küçükrusyalfnın
sözlerini anımsardı.
DOKUZUNCU BÖLÜM
Saatini hiç şaşmayan Nikolay, bir gün daireden çok geç döndü. Pardösüsünü çıkaracağına, heyecan içinde
ellerini oğuşturarak:
«Biliyor musunuz?» dedi. «Arkadaşlarımızdan biri bugün hapisten kaçmış. Ama hangisi?
Öğrenemedim...»
Ana heyecana kapılarak sendeledi. Bir sandalyeye yığılıp sordu:
217
«Pavel mi acaba?»
Nikoiay omuzlarını kaldırdı.
«Belki. Ama nasıl yardım edeceğiz saklanması için, nerede bulacağız onu? Acaba ona rastlar mıyım diye
sokaklarda dolaşıp durdum. Budalaca bir düşünce, fakat bir şeyler yapmak gerek. Yineçıkacağım...»
Pelageya:
«Ben de çıkacağım!» diye haykırdı.
Nikolay:
«öyleyse Yegor'a gidin, bir haber var mı diye sorun,» dedi ve hemen dışarı fırladı.
Ana başına bir şal örttü, umutla sokağa çıktı ardından. Her şeyi bulanık görüyor, yüreği hızla
çarpıyordu. Koşar gibi yürüyordu. Başını eğmiş, çevresindeki hiç bir şeye bakmaksızın umutlara doğru
uçuyordu.
«Belki de orada bulurum onu!..»
Bu düşünce kanatlandırıyordu Ana'yı.
Yorgunluktan soluk soluğa kalmıştı. Hava sıcaktı. Yegor'un evinin merdivenlerine varınca durdu.
Merdivenleri çıkacak gücü yoktu artık. Arkasına baktı, şaşkınlıkla bağırarak gözlerini bir an yumdu:
kapının yanında avluda, hafif ayak sesleri vardı. Sahanlıkta durup merdivenin korkuluklarından eğilip
baktı. Kendisine gülümseyen bir çopur yüz gördü.
«Nikolay, Nikolay!» diye seslendi. ,
Düşkırıklığı yüreğini burktu. Merdivenleri inmeye başladı. Nikolay elini sallayarak yavaş sesle:
«Hayır, inme, çık, çık!» dedi.
Ana hızla yukarı çıktı, Yegor'un odasına daldı. Yegor bir divana uzanmış, güçlükle soluyordu. Ana:
«Nikolay hapisten kaçmış» diye mırıldandı.
Yegor başını yastıktan kaldırdı, ıslık çalan sesi işitildi:
«Hangisi? İki Nikolay var...»
«Vesovşikov. Buraya geliyor.»
«Çok güzel.»
Vesovşikov içeri girmişti bile. Kapıyı sürgüledi, kasketini çıkardı, saçlarını düzelterek usulca gülmeye
başladı. Yegor dirsekleri üzerinde doğruldu, başını sallayarak kısık kısık öksürdü.
218
«Hoş geldiniz...»
Vesovşikov geniş bir gülümseme ile Ana'ya yaklaştı, elini tuttu.
«Eğer seni görmüş olmasaydım, hapse dönmekten başka çıkaryolum kalmayacaktı. Kentte kimseyi
tanımıyorum. Varoşa dönsem, hemen enselenirdim. Sokakta yürürken, 'Aptal herif, niye kaçtın?'
diyordum kendi kendime Ve ansızın Pelageya'yı görüverdim. koşa koşa gidiyordu... Ardına takıldım...»
Ana:
«Nasıl kaçtın peki?» diye sordu.
Nikolay sedirin kıyısına ilişti, sıkılgan bir tavırla omuzlarını sirkti:
«Fırsat düştü... Avluda dolaşıyordum. Adi suçlular bir gardiyanı pataklamaya başladılar. Adam eski bir
jandarma. Hırsızlık yaptığı için kovulmuş. Ispiyonluk ediyor, milletin canını yakıyor. Hep birden herifin
üzerine çullandılar. Bir arbede ki, sormayın. Gardiyanlar korku içinde. Koşuşuyorlar düdük
öttürüyorlar... Baktım parmaklığın kapısı açık, bir meydan gördüm, kenti gördüm... Hiç telâşsız, çıktım
dışarı. Düşteydim sanki. Biraz uzaklaştıktan sonra aklım başıma geldi: Nereye gidecektim? Geri döndüm,
baktım ki hapishanenin kapıları kapanmış bile.»
Yegor:
«İyi ya, beyefendi,» dedi. «gidip kapıyı kibarca çalmalı, 'Özür dilerim, dalgınlıkla dışarı çıkmış
bulundum' demeli, yeniden içeri girmenize izin vermelerini dilemeliydiniz...»
Vesovşikov gülümsedi, konuşmasını sürdürdü:
«Haklısın, saçma bir fikir. Ama ne de olsa doğru değildi arkadaşlara yaptığım. Kimseye bir şey
söylememiştim. Neyse. Bir de baktım, bir cenaze alayı. Ölen, bir çocuk. Tabutun ardından gittim. Başımı
eğiyor, kimseye bakmıyordum. Bir süre mezarlıkta kaldım, hava aldım. Sonra aklıma bir fikir geldi...»
Yegor sordu:
«Yalnız bir tek fikir mi?»
Ve içini çekerek ekledi.
«Herhalde bu fikir kafanda yer bulmakta sıkıntı çekmemiştir...»
Vesovşikov gücenmedi. Gülerek:
219
«Yok canım, kafam eskisi kadar boş değil artık,» dedi. «Ya sen, Yegor, hâlâ hasta mısın?»
«Herkes elinden geldiğini yapar.»
Göğsü doluydu.
«Sonra müzeye gittim. Dolaştım, seyrettim. Şimdi nereye gideceğim diye düşünyordum hep. Hatta
kendime kızdım. Karnım da zil çalıyordu. Yeniden dışarı çıktım, yürüdüm. Canım sıkıldı. Polislerin herkesi
dikkatle süzdüklerini görüyordum. Bu suratla, çok geçmez enselenirim diyordum... Ve birdenbire
Pelageya'nın bana doğru koştuğunu gördüm. Yan çizdim, sonra onu izlemeye başladım... İşte hepsi ,bu.»
Ana bir suçlu tavrıyla:
«Bense seni farketmedim bile,» dedi.
Vesovşikov'u inceliyor, eskisi kadar kaba görünmediğini düşünüyordu.
Nikolay, başını kaşıdı.
«Doğrusu, arkadaşlar merak edecekler,» dedi.
Yegor ağzını açtı, soluduğu havayı çiğner gibi dudaklarını kıpırdattı:
«Peki, ya jandarmalar? onlara acımıyor musun? Hiç kuşkusuz, seni çok merak edeceklerdir. Hadi,
yeterince dalga geçtik... Seni saklamalıyız. Hoş bir iş, ama kolay değil. Ben kalkabilsey-dim..»
Boğulacak gibi oldu, elleriyle göğsünü ovaladı Nikolay:
«Adamakıllı hastasın sen, Yegor,» dedi ve başını eğdi.
Ana içini çekti, üzgün bakışlarını daracık odanın içinde gezdirdi. Yegor:
«Bu beni ilgilendirir,» dedi. «Pavel'in nasıl olduğunu sorsanı-za, Ana çekinmeyin.»
Vesovşikov'un ağzı kulaklarına vardı.
«Pavel iyi,» dedi. «Sağlığı yerinde. Bizim liderimiz sayılır. Müdüriyetle o tartışır, genellikle bizi o çekip
çevirir. Herkes sayar onu...»
Pelageya delikanlının sözlerini içine sindire sindire dinliyor, Yegor'un morarmış şiş yüzüne kaçamak
bakışlar fırlatıyordu. Yüzü bir mask gibi donuk ve anlamsızdı. Yalnızca gözleri canlı bir neşeyle
parıldıyordu.
220
Nikolay birden haykırdı:
«Bana yiyecek bir şeyler veremez misiniz? Öyle açım ki val-la!»
«Ana, rafın üzerinde ekmek var... sonra koridora çıkın, soldan ikinci kapıyı vurun, bir kadın açacak,
söyleyin buraya gelsin, yiyecek nesi varsa alsın getirsin.»
Nikolay:
«Niye nesi varsa?» diye karşı çıktı.
«Sıkılma, canım, zaten fazla bir yiyeceği yok.»
Ana odadan çıktı, söylenen kapıyı vurdu ve içerisini dinledi. Bir yandan da:
'Ölmek üzere!' diye düşünüyordu üzüntüyle.
İçerden bir ses:
«Kim o?» diye sordu.
Ana yavaşça karşılık verdi:
«Yegor gönderdi beni. Gelmenizi rica ediyor.»
«Hemen gelirim.»
Kapı açılmamıştı. Ana biraz bekledi, yeniden çaldı.
Kapı birdenbire açıldı, uzun boylu, gözlüklü bir kadın göründü. Kuru bir sesle sordu:
«Ne istiyorsunuz?»
«Yegor tarafından geliyorum...»
«Ha, iyi... gidelim. Ama ben sizi tanıyorum! Günaydın... Burası karanlık da...»
Pelgeya kadına baktı, tanıdı: onu Nikolay'ın evinde görürdü arada bir. 'Bu da bizden' diye düşündü.
Kadın Pelageya'nın ardından yürüyerek sordu:
«Durumu kötü mü?»
«Evet, yatıyor... Yiyecek getirmenizi rica ediyor.»
«Yok canım, gereksiz...»
Yegor'un odasına girdiklerinde, hasta hırıltılı bir sesle:
«Atalarımın yanına gideceğim, aziz dostum,» dedi. «Liudmi-la, bu afacan çocuk resmi makamların izni
olmadan hapisten çıkmış. Önce yiyecek bir şey verin ona, sonra da bir yerde gizleyin.»
Uudmila başını salladı, hastanın yüzünü inceleyerek azarlar-casına:
221
«Yegor, onlar gelir gelmez beni çağırtmalıydınız,» dedi. «Hem görüyorum ki iki öğün ilâcınızı
içmemişsiniz. Bu ne ihmalkârlık böyle? Arkadaş, odama gelin. Hemen gelip Yegor'u hastaneye
götürecekler.»
«İlle de götürecekler mi?» diye sordu Yegor. - «Evet, ben de birlikte geleceğim.»
«Orada da mı tepemde olacaksınız? Aman AllahımL»
«Saçmalamayın.»
Genç kadın hem konuşuyor, hem de yorganı Yegor'un göğsü üzerine çekiyordu; Nikolay'ı inceliyor,
şişedeki ilâcı gözleriyle ölçüyordu. Aynı tonda yavaş sesle konuşuyordu. Jestleri yumuşaktı. Solgun
yüzünde, siyah kaşları neredeyse birleşiyordu. Ana onu küstah buldu, suratından hoşlanmadı. Kızın
gözlerinde ne bir gülücük, ne bir parıltı vardı. Hep emreder gibi konuşuyordu.
«Hadi bakalım,» dedi. «Az sonra döneceğim. Siz şu şişeden bir çorba kaşığı içirirsiniz ona. Konuşmasına
engel olun.»
Odadan çıktı, Vesovşikov'u da birlikte götürdü.
Yegor içini çekerek:
«Eşsiz bir kadın,» dedi. «Olağanüstü bir yaratık. Siz onunla birlikte yaşamalıydınız, Ana... Çok
yoruluyor.»
«Konuşma. Al şunu iç.»
İlâcı yuttu, bir gözünü kırparak yine konuştu:
«Ne kadar susarsam susayım, yine de öleceğim..»
Öbür gözüyle Ana'ya bakıyordu, gulümsemedi. Ana başını eğdi. Derin bir üzüntü, yaşla dolduruyordu
gözlerini.
«Zararı yok ki, doğal bir şey bu. Yaşamış olmanın verdiği doyum, ölme zorunluluğunu da birlikte
getirir...»
Ana elini Yegor'un başına koyarak ölgün bir sesle:
«Hadi, sus bakalım,» dedi yeniden.
Sanki göğsündeki hırıltıları dinlemek istercesine gözlerini yumdu, sonra inatla tekrar başladı
konuşmaya:
«Susmam saçma. Susmakla ne kazanırım? Birkaç saniye fazla can çekişirim, işte o kadar. Buna karşılık
iyi bir kadıncağızla çene çalmanın zevkini kaçırmış olurum. Öbür dünyada, bu dünyadaki kadar iyi
insanlar bulunmadığını sanıyorum...»
Ana kaygılı bir tavırla onun sözünü kesti.
222
«O hanım şimdi dönecek, seni konuşur görünce de beni paylayacak.»
«Bir 'hanım' değil o, bir devrimcidir, bir arkadaş, eşsiz bir insan. Sizi paylamasına paylayacaktır
muhakkak. O herkesi her zaman paylar...»
Yegor dudaklarını güçlükle oynatarak ağır ağır kapı komşusunun yaşımını anlatmaya koyuldu. Gözlerinin
içi gü- lüyordu. Ana, kendisine kasten takıldığını apaçık görüyordu. Onun morarmaya başlayan terli
yüzüne baktıkça, acı ile, 'Ölecek...' diye düşünüyordu.
Liudmila geri geldi, kapıyı kapadı ve pelageya'ya dönerek:
«Dostunuz mutlaka kılık değiştirip buradan elverdiğince ça- buk gitmeli,» dedi. «Siz hemen kendisine
üst baş bulup buraya getireceksiniz. Ne yazık ki Sofia burada yok. Adam saklamakta ustadır o.»
Ana şalını omuzuna atarak:
«Yarın geliyor,» dedi.
Kendisine herhangi bir özel görev verildi mi o görevi en iyi biçimde ve çabucak yerine getirme isteğiyle
yanar, artık işinden başka şey düşünmezdi. Kaygıyla kaşlarını çattı, telâşlı telâşlı sordu:
«Ne biçim bir kılık düşünüyorsunuz?»
«Önemi yok. Gece çıkacak dışarıya..»
«Gündüz çıksa daha iyi olur. Geceleyin daha tenha olur sokaklar, daha kolay izlerler onu. Kendisi de pek
becerikli değil zaten...»
Yegor boğuk bir ses çıkararak güldü.
Ana:
«Hastaneye seni görmeye gelebilir miyiz?»
Yegor öksürerek başını salladı. Liudmila siyah gözlerini Ana'ya dikti.
«Nöbetleşe yanında kalırız, ne dersiniz? Kabul mu? Tamam... Şimdi elinizi çabuk tutun.» »
Dostça Ana'nın koluna girip dışarı çıkardı, kapının ardında yavaşça:
«Sizi yanından uzaklaştırmama kızmayın,» dedi. «Konuşmak ona dokunur da... Umudumu kesmedim
henüz.»
223
Ellerini sıkıp parmakların çıtırdattı. Gözkapakları ağırlaştı.
Bu açıklama Ana'yı heyecanlandırdı.
«Ne diyorsunuz?» diye mırıldandı.
«Bakın bakalım, sivil polis var mı?»
Ana elleriyle şakaklarını ovdu. Dudakları titredi. Yüz hatları yumuşadı. Gururlu bir tavırla:
«Anladım, biliyorum,» karşılığını verdi.
Binanın kapısından çıkınca bir an durdu, şalını düzeltti, kaçamak fakat dikkatli bir göz gezdirdi ortalığa.
KalaBalıkta sivil polisleri hemen hiç şaşmadan bulup çıkarabiliyordu artık. Polisin kaygısız yürüyüşünü,
yapmacık, serbest davranışlarını, yüzündeki yorgun ve sıkkın anlamı, kuşkulu ve insanı rahatsız eden
keskin gözlerini ürkek, çekingen bir biçimde kırpıştırmasını hemen farkediyordu.
Bu kez, böyle bir tip çarpmadı gözüne. Ağır adımlarla sokağa çıktı, bir araba tuttu, çarşıya çekmesini
söyledi. Nikolay için giysi satın aldı. Kıyasıya pazarlık etti. Bir yandan da ayyaş kocasına küfürler
yağdırıyor, hemen her ay ona baştan aşağı yeni giysiler almak zorunda kaldığını anlatıyordu. Bu maval,
satıcıları hiç etkilemedi, ama Ana böyle davranmaktan pek hoşlandı. Yolda giderken şöyle düşünmüştü:
Polis, Nikolay'ın kılık değiştirmek zorunda kalacağını mutlaka anlar, hafiyeler gönderir çarşıya. Bu safça
önlemlere bu yüzden gerek duymuştu. Alışverişini bitirdikten sonra Yegor'un evine döndü. Sonra kentin
bir ucuna dek Nikolay'la birlikte gitti. Nikolay bir kaldırımdan, kendisi öbür kaldırımdan gidiyordu.
Pelageyajgülüyor, Vesovşikov'un başı eğik, hantal hantal yürümesini, kızıla çalan uzun pardösüsü-nün
bacaklarına dolanmasını, burnunun üzerine düşen şapkasını yukarı itmesini zevkle seyrediyordu. Tenha
bir sokakta Sand-rin karşılarına çıktı. Bunun üzerine Ana, Vesovşikov'u başıyla selâmladıktan sonra eve
döndü. Dertli dertli:
'Pavel ise hâlâ hapiste... Andrey de...' diye düşünüyordu.
ONUNCU BÖLÜM
Nikola İvanoviç kaygılı bir sesle karşıladı Ana'yı: «Yegor'un durumu çok, çok kötü. Hastaneye
kaldırdılar. Liudmila geldi. Kendisiyle buluşmanızı rica ediyor.»
224
«Hastanede mi?»
Sinirli bir hareketle gözlüğünü düzeltti, Pelageya'ya yardım edip ceketini giydirdi, kuru, sıcak
parmaklarıyla elini sıkarak hafifçe titreyen bir sesle:
«Evet,» dedi, «bu paketi de alın. Vesovşikov saklandı mı?»
«Evet, her şey yolunda.»
«Yegor'u da görmeye gideceğim.»
Ana öye yorgundu ki, başı dönüyordu. Nikolay'ın üzüntülü haline bakılırsa durum hiç de iç açıcı değildi.
'Ölmek üzere.' Bu uğursuz düşünce kafasını kurcalıyordu. Gelgelelim hastanenin, aydınlık, temiz pak
odasına varıp da Yegor'u bembeyaz yastıklar arasında oturmuş görünce içi rahatladı, eşikte durup
gülümsedi. Kısık sesle gülen hasta, doktora şöyle diyordu:
«Tedavi, reform demektir...»
Doktor, ince ve kaygılı bir sesle:
«Soytarılığı bırak Yegor!» dedi.
«Bense devrimciyimdir, reformlardan nefret ederim...»
Doktor, Yegor'un elini dikkatle kaldırıp dizinin üzerine koydu, sonra ayağa kalktı, düşünceli bir tavırla,
sakalıyla oynayarak hastanın yüzündeki şişleri elledi.
Ana iyi tanırdı doktoru. Nikolay'ın en iyi arkadaşlarından biriydi. İvan Daniloviç'ti adı.
Yegor, Ana'yı görünce dilini çıkardı. Doktor arkaya döndü.
«Vay! Nilovna... Merhaba. Nedir o elinizdeki?»
«Kitap olacak herhalde.»
«Okumaması gerek.»
Yegor yakındı:
«Beni geri zekâlı yapmak istiyor bu adam!»
Güçlükle, kısık kısık soluyor, göğsünden boğuk bir hırıltı çıkıyordu. Yüzü ter damlacıklarıyla kaplıydı.
Ağırlaşan ellerini güçlükle kaldırıp alnını siliyordu. Şişkin yanaklarının garip hareketsizliği geniş, sevimli
yüzünü bozuyordu. Bütün çizgileri sanki bir ölü mask'ı altında silinmişti. Yalnızca gözleri, şişler arasında
derine gömülen gözleri, aydınlık bir bakışla için için gülüyordu hâlâ.
Ana / F: 15
225
«Baksana, Bay Bilgin yoruldum böyle, uzanabilir miyim?» diye sordu.
Doktor:
«Olmaz,» diye kestirip attı.
«İyi ya,, ben de sen gittikten sonra yatarım.»
«Bırakmayın sakın. Yastıkları düzeltin, ve lütfen konuşmayın onunla, fena olur.»
Ana başıyla onayladı. Doktor, küçük, hızlı adımlarla odadan çıktı. Yegör başını arkaya doğru attı,
gözlerini yumdu, artık kımıldamadı. Yalnızca parmakları kıpırdıyordu hafifçe. Küçük odanın beyaz
duvarlarından soğukluk ve hüzün sızıyordu. Ihlamurların sık yapraklı tepeleri geniş pencereden içerisini
seyrediyordu. Tozlu yaprakların üzerinde parlayan sarı lekeler sonbaharın ilk izlerini taşıyordu.
Yegor hiç kıpırdamadan, gözlerini açmadan mırıldandı:
«Ölüm adım adım, istemeye istemeye yaklaşıyor. Belli biraz acıyor bana. Herkesle iyi geçinen bir
çocuktum çünkü...»
Ana usulca hastanın elini okşayarak yalvardı:
«Konuşmamalısın, Yegor!»
«Biraz daha bekleyin... Susacağım nasılsa...»
Güçlükle soluyor, sözcükleri canını dişine takarak heceliyor, sık sık yarıda kesiyordu sözünü.
«Aramızda bulunmanız ne iyi!» diye sürdürdü. «Yüzünüzü görmek hoş bir şey... Sizi görünce hep şöyle
derim: acaba sonu ne olacak? sizi de herkes gibi... hapishanenin, her türlü... kötülüğün... beklediğini
düşünmek... insanı üzüyor.. Siz korkmuyor musunuz hapisten?»
Pelageya kısaca:
«Hayır!» dedi.
«Korkmazsınız elbet. Oysa hapishane korkunç bir yer. Beni orası mahvetti... Açık konuşmak gerekirse,
ölmek istemiyorum...»
Ana, "Belki ölmezsin daha' demek istiyordu, ama hastanın yüzüne bir göz atınca sustu.
«Daha çalışabilirdim. Ama eğer çalışamıyorsan, yaşamak neye yarar?.. Pek saçma şey...»
'Doğru, ama bu bir avuntu değil1 demişti Andrey, ve şimdi
226
bu sözler ana'nın aklına geliyordu. İçini çekti. Çok yorulmuştu o gün, karnı da açtı. Hastanın hırıltısı
odayı dolduruyor, duvarlarda kayıp gidiyordu. Ihlamurların tepeleri, camların ardında, çok alçaklara
inmiş bulutlara benziyordu. Ölümün perişan eden bekleyişi içinde her şey kararıyor, garip bir
hareketsizlikle donakalıyordu. '„ «Kendimi öyle kötü hissediyorum ki!»
Yegor sustu , gözlerini yumdu, Ana:
«Uyu,» dedi. «Belki iyi gelir.»
Hastanın soluğunu dinledi, çevresine bir göz attı, birkaç dakika kıpırdamadan durdu. Ağır bir hüzün
çökmüştü. Daldı: J Kapıdan hafif bir ses geldi. Ana yerinden sıçradı. Yegor'un gözleri açıktı.
«Uyuyakalmışım, kusura bakma!» dedi Ana.
«Sen de kusura bakma...»
Hava kararıyordu. Soğuk, gözlere batryordu. Her şey do-nuklaşmış, hastanın yüzü gölgelere
bürünmüştü.
Bir hışırtı oldu, Liudmila'nın sesi işitildi:
«Karanlıkta oturmuş fısıldaşıyorlar. Düğme nerede?»
Oda birdenbire aydınlandı. Beyaz, hiç de hoş almayan bir aydınlık. Liudmila siyahlar giymuş uzun boyu ile
dimdik duruyordu.
Yegor bütün vücuduyla bir titreme geçirdi, elini göğsüne götürdü. Liudmila ona doğru koşarak:
«Ne oldun?» diye haykırdı.
Büyüyen ve olağanüstü parlayan gözlerle Ana'ya bakıyordu Yegor. Ağzı açıktı. Başını kaldırdı, elini
uzattı. Ana usulca tuttu eli, soluğunu tutarak hastaya baktı. Yegor kıvrandı, başını arkaya attı, yüksek
sesle:
«Yapamıyorum... bitti!» dedi.
Vücudu hafifçe kasıldı, başı omuzuna düştü, karyolanın üstünde yanan lambanın donuk ışığı büyüyen
gözlerinde ölü bir parıltı ile yansıdı.
Ana:
«Ah! Yegor'cuğum!» diye mırıldandı.
Liudmila ağır adımlarla karyoladan uzaklaştı, pencerenin önünde durdu. Bakıştan uzaklara daldı.
227
«Öldü,» dedi.
Pelageya, genç kadının böylesine güçlü bir sesle konuşmasına Bk kez tanık oluyordu.
Liudmila eğildi, dirseklerini pencereye dayadı ve başına bir darbe yemiş gibi birdenbire dizüstü düştü,
elleriyle yüzünü örttü, boğuk bir inilti koyverdi.
Ana, Yegor'un ağır kotlarını göğsü üzerinde çarprazlama kavuşturdu, başını yastığın üzerine yerleştirdi.
Sonra yaşlarını silerek Uudmila'ya yaklaştı, üstüne eğildi, usulca gür saçlarını okşadı. Genç kadın aşırı
ölçüde büyümüş görünen donuk gözlerini ağır ağır Ana'ya çevirdi, kalktı, dudakları titreyerek fısıldadı:
«Sürgünde birlikteydik, birlikte yaşadık, aynı hapishanelerde yattık. Dayanılmaz anlar oldu. Korkunçtu.
Birçokları cesaretlerini yitiriyordu.»
Kuru bir hıçkırık düğümlendi boğazında. Kendini tuttu, sevecenlik ve kederle yumuşayan yüzünü Ana'ya
yaklaştırdı. Yüzündeki bu anlam gençleştiriyordu onu. Kuru hıçkırıklarla kesilen bir sesle çabuk çabuk
mırıldandı:
«O ise, hep şendi, şakalaşır, güler, acılarını yiğitçe gizlerdi... zayıflan yüreklendirmeye çalışırdı... Öyle
iyi, öyle duyarlıydı ki... Orada, hareketsizlik bozar insanları, çoğu zaman aşağılık duygular uyandırır...
Öyle iyi bilirdi ki onlara karşı direnmeyi!.. Bilseniz ne arkadaştı o! Kişisel yaşantısı zordu, acılıydı, ama
hiç kimse onun sızlandığını işitmemiştir... Hiç kimse hiç bir zaman! Ben onun candan bir dostuydum.
Onur» yüreğine çok şey borçluyum. Kendi ruhundan bütün verebildiğini vermiştir bana. Yalnızdı,
bezgindi. Buna karşılık ne okşama, ne özen bekledi.»
Yegor'un yanına yaklaştı, eğilip elini öptü. Kederli, alçak bir sesle:
«Arkadaşım, sevgili arkadaşım benim,» dedi. «Teşekkür ederim, bütün kalbimle teşekkür ederim.
Elveda! ömrüm boyunca senin gibi çalışacağım., yılmadan, en küçük bir kuşkuya kapılmadan... Elveda!»
Bütün vücudunu sarsan hıçkırıklardan boğulacak gibi oluyordu. Başını Yegor'un ayak ucuna, karyolanın
üzerine koydu. Ana, sessiz sedasız gözyaşı döküyordu. Kimbilir neden, göz yaşlarını tutmak için çaba
harcıyordu. Uudmila'ya tatlı davranmak, özel ve derin bir sevecenlik göstermek, sevgisini ve kede-
228
rini belirten güzel-sözlerle Yegor'dan sözetmek istiyordu. Göz-yaşlan arasından ölünün şişmiş yüzüne,
uyuyor izlenimini veren kapalı gözlerine, hafifçe gülümseyen morarmış dudaklarına bakıyordu. Lambanın
soğuk ışığı altında tam bir sessizlik hüküm sürüyordu.
Doktor, her zamanki gibi hızlı, küçük adımlarla içeri girdi. Odanın ortasında zınk diye durdu. Ellerini
cebine daldırdı, sinirli bir sesle:
«Çok oldu mu?» diye sordu.
Sorusu karşılıksız kaldı. Bacakları üzerinde biraz sallandı, İnini silerek Yegor'a yaklaştı, elini sıktı ve
geri çekildi. 7 «Şaşılacak bir şey yok,» dedi. «Bu yürekle, en az attı ay önce olmalıydı bu...» Sakin
tutmaya zorladığı acı sesi ansızın boğuldu. Sırtını duvara dayamış, sinirli parmaklarıyla sakalını
sıvazlıyor, sık sık gözlerini kırparak kadınlara bakıyordu.
«Biri daha gitti!» dedi usulca.
Liudmila kalktı, gidip pencereyi açtı. Biraz sonra pencerenin önünde üçü bir araya gelmiş, birbirlerine
sokularak karanlık sonbahar gecesini seyrediyorlardı. Ağaçların kara gölgesi üstünde yıldızlar
parıldıyor, gökyüzünün sonsuzluğunda enginlere dalıyordu.
Liudmila sessizce Ana'nın omuzuna yaslandı. Doktor başını eğmiş, kelebek gözlüğünü siliyordu
mendiliyle. Gecenin sessizliği içinde kentin gürültüsü bir mırıltı gibi yayılıyor, serin bir yel yüzlere
çarpıyor, saçları sallıyordu. Liudmila titriyor, bir damla yaş yanağından aşağı süzülüyordu. Hastanenin
koridorundan ürkek sesler, hızlı adımlar, iniltiler, kederli fısıltılar geliyordu. Üç dost sessizce karanlığa
bakıyorlardı.
Ana orada fazla olduğu duygusuna kapıldı. Kolunu usulca Liudmila'nın elinden sıyırdı. Yegor'un önünde
eğildikten sonra kapıya yöneldi.
Doktor ona bakmadan, alçak sesle:
«Gidiyor musunuz?» diye sordu.
«Evet.»
Sokakta Liudmila'yı düşündü, cimrice akrttığı gözyaşlannı anımsadı.
«Ağlamasını bile bilmiyor!» dedi.
229
Yegor'un söylediği son sözleri aklına düştü. İçini çekti. Canlı bakışları, şakaları, anlattığı öyküler geldi
aklına.
«İyi bir insan için yaşam zor, ölüm kolay. Ben nasıl öleceğim acaba?..»
Liudmila He doktoru fazla aydınlık, bembeyaz oda da, pencerenin yanında, ayakta görür gibi oldu.
Onların arkasında Yegor'un ölü yüzü gözlerinin önüne geldi. Derin derin iç geçirdi. Açıklanması
olanaksız, karanlık bir duygunun etkisi altında daha hızlı yürüdü.
Hüzün ve cesaretle yoğrulmuş, içten gelen bir güçle:
'Acele etmeliyim!' diye düşündü.
ONBİRİNCİ BÖLÜM
Ertesi günü Ana, Yegor'un cenazesini kaldırma hazırlıklarıy-la uğraştı. O akşam, Pelageya, Nikolay ve
Soifa çay içerlerken Sandrin çıkageldi. Şaşılacak derecede konuşkan ve canlıydı. Yanakları al aldı,
gözleri neşeyle parlıyordu. Umutla dolu görünüyordu. Neşeli görünüşü ölünün anılarıyla dolu acılı havayı
bir çırpıda darmadağın etti. Bu havaya uyacağına, onu bozdu, karanlıkta birdenbire fışkıran alevler gibi
gözleri kamaştırdı. Düşünceli duran Nikolay parmaklarını masanın üstünde tıpırdatarak:
«Bugün bambaşkasınız, Sandrin^ tamamen değişmişsiniz,» dedi.
«Sahi mi?» diye karşılık verdi Sandrin.«Olabilir.»
Ve güldü. Mutlu görünüyordu.
Ana ağzını açmadı, ama bakışı sitemliydi. Sofia anlamlı bir sesle:
«Yegor'dan söz ediyorduk,» dedi.
Sandrin:
«Ne eşsiz adam, değil mi?» diye haykırdı. «Onu ne zaman görsem dudaklarında bir gülümseme olurdu,
çok şakacıydı. Öyle de çalışırdı ki! Devrimciliğin sanatkârıydı o, büyük bir önder gibi yutmuştu devrimci
teoriyi. Öyle özlü, öyle güçlü bir biçimde çizerdi ki yalanın, baskının, haksızlığın tablosunu!»
230
Alçak sesle konuşuyordu. Gözlerindeki dalgın gülümseyiş bakisini canlandıran şenlik ateşini
söndürmüyordu. Bu ateşi herkes görüyor, ama kimse anlamıyordu. Acıyla dolu olduklarından, Sandrin'in
saçtığı sevince ortak olamıyorlar, farkına varmadan, açılarıyla kavrulma haklarını koruyor ve genç kızı
da neşesizliklerine ortak etmeye çalışıyorlardı.
Sofia dikkatle Sandrin'e bakarak ısrarla:
«Öldü gitti işte!» dedi.
Sandrin, anlamamış gibi, bakışını arkadaşları üzerinde gezdirdi. Kaşları çatıldı, ağır bir hareketle
saçlarını geriye doğru itti, başını eğdi, yüksek sesle:
«Öldü mü!» dedi. «Anlamı ne bu sözcüğün: öldü! Ne öldü? Yegor'a karşı beslediğim saygı mı? Ona,
arkadaşıma olan sevgim mi? Düşüncelerinin, eserinin anısı mı, yoksa bu eser mi? Bende uyandırmış
olduğu duygular mı söndü, yoksa yürekli, namuslu bir insanın kafamda canlandırdığım görüntüsü mü
silindi? Bütün bunlar mı öldü? Benim için, bunlar asla ölmeyecektir, biliyorum ölmeyeceğini. Bir insan için
öldü derken biraz fazla acele ediyoruz gibime geliyor. Dudaklar ölür, ama sözler yaşar, ve sağ kalanların
yüreğinde sonsuza dek yaşayacaktır da!»
Çok duygulanmıştı. Yeniden oturdu, dirselerini masaya dayadı, daha durgun, daha düşünceli bir
gülümsemeyle arkadaşlarına baktı, yeniden konuşmaya başladı:
«Saçma sözler söylüyorum belki, ama... arkadaşlar, ben namuslu insanların, bana bu harika yaşantıyı
sürdürme mutluluğunu veren kimselerin ölümsüzlüğüne inanıyorum. Evet, bu yaşantı bana mutluluk
veriyor, şaşılacak karmaşıklığı, belirtilerinin çok çeşitliği ve bağlandığım fikirlerin zemin kazanması beni
sarhoş ediyor. Belki duygularımızı açıklamakta çok cimri davranıyoruz, yaşantımızda kafaya fazla yer
veriyoruz ve bu bizi bozuyor, duygulanacağımız yerde akıl yürütüyoruz çoğu kez.»
Sofia gülümseyerek:
«Hayırlı bir olay mı geçti başınızdan?» diye sordu.
Sandrin gülerek başını salladı:
«Evet! Kanımca pek hayırlı hem de, Bütün geceyi Ve-sovşikov'la konuşarak geçirdim. Önceleri
sevmezdim onu. Bana kaba, hayvan gibi görünürdü. Ve belki de öyleydi. Sürekli olarak herkese karşı
öfkeli, suratı asıktı. Can sıkıcı bir huyu vardı: ken-
231
dişini her şeyin merkezi sanır, hep ben, ben, ben derdi. İnsanı sinirlendiren bir küçük burjuva huyu...»
Yine gülümsedi ve çevresine baktı. Gözlerinin içi sevinçten ışıl ısıldı.
«Şimdi, 'arkadaşlarından sözediyor. Ve bir görseniz nasıl söylüyor bu sözcüğü. Sesinde öyle bir
coşkunluk, öyle bir sevgi, öyle bir tatlılık var ki, sözlerle anlatılamaz. Şaşılacak derecede yalın ve
içtendir artık, iyi iş görmek isteğiyle yanıp tutuşuyor. Kendini bulmuştur artık, gücünü görüyor,
eksiklerini biliyor. Özellikle gerçek arkadaşlık duygusu uyanmıştır içinde...»
Pelageya, Sandrin'i dinliyordu. Bu hırçın genç kızı yumuşamış, neşeli görmek hoşuna gidiyordu. Ne var ki,
aynı zamanda kıskanç bir duygu da yer ediniyordu ruhunun derinliklerinde: 'Ya Pavel? O ne olacak?.'
Sandrin, konuşmasını sürdürdü:
«Bütün aklı fikri arkadaşlarında. Ne yapmamı istiyor, biliyor musunuz? Hapisten kaçırmak için plan
kurmamı istiyor... evet, bunun çok basit çok kolay olduğunu söylüyor.»
Sofia başını kaldırdı, coşkuyla:
«Peki ya siz, siz ne düşünüyorsunuz, Sandrin?» diye sordu. «Üzerinde düşünmeye değer!»
Ana'nın elindeki çay bardağı titremeye başladı . Sandrin'in suratı asıldı. Heyecanını tutarak biran
sessiz durdu. Sonra sevinçle gülümsedi, sıkılgan bir tavırla ciddi ciddi:
«Evet,» dedi. «tıpatıp böyle söylüyor. Denemeliyiz, görevimiz bu!»
, Kızardı, sustu.
Ana gülümseyerek: 'Şekerim, güzel kızım benim!' dedi içinden;
Sofia da gülümsedi. Nikolay hafifçe güldü, tatlı tatlı baktı genç kıza. Sandrin başını kaldırdı. Bakışı
sertleşmiş, rengi solmuştu. Gözleri kıvılcımlar saçıyordu. Gücenmiş gibi:
«Gülüyorsunuz...» dedi. «Anlıyorum... Benim bu kaçma işiyle özellikle ilgilendiğimi düşünüyorsunuz, öyle
değil mi?»
Sofia kalkıp genç kızın yanına yaklaştı, iğneleyici bir tavırla:
«Niçin öyle düşünecekmişiz, Sandrin?» diye sordu.
Ana bu soruyu Sandrin için küçük düşürücü ve yararsız
232
buldu. İçini çekti, kınayan gözlerle baktı Sofia'ya Sandrin hay: kırdı:
«Ama ben... kabul etmiyorum! Eğer bu sorunu tartışacaksınız, bu tartışmaya katılmayı reddediyorum...»
Nikolay sakin bir tavırla:
«Hadi bakalım, yeter, Sandrin,» dedi.
Ana da genç kıza yaklaştı, usulca saçlarını okşadı. Sandrin Ana'nın elini tuttu, kızaran yüzünü kaldırıp
sıkılarak ona baktı. Pelageya gülümsedi, söyleyecek bir şey bulamadı, üzüntüyle içini çekti. Sofia,
Sandrin'in yanına oturdu, kolunu boynuna doladı, meraklı bir gülümsemeyle yüzünü inceledi.
«Ne tuhafsınız...»
«Evet, galiba saçmalıyorum...»
Sofia, sürdürdü:
«Nasıl düşünebildiniz...»
Nikolay ablasının sözünü kesti:
«Eğer kaçış mümkünse, bunu örgütlemek gerek, hiç duraksamaya yer yok. Her şeyden önce, hapisteki
arkadaşların bunu kabul edip etmeyeceklerini öğrenmemiz gerek.»
Sandrin başını eğdi. Bir sigara yakan Sofia kardeşinin yüzüne baktı, kibriti odanın bir köşesin fırlattı.
Ana:
«Kabul etmez olur mu?» dedi. «Ne var ki, bunun gerçekleşebileceğini sanmam...»
Kaçışın gerçekleşebileceği konusunda ayak direyeceklerini umuyordu, ama hiç kimse ağız açmadı.
«Vesevşikov'u görmem gerek,» dedi Sofia.
Sandrin:
«Onu ne zaman nerede görebileceğinizi yarın söylerim size,» diye karşılık verdi.
Sofia odanın içinde gezinerek:
«Ne yapmayı düşünüyor ? diye sordu.
«Onu dizgici olarak bir basımevinde barındırmaya karar verdik. Şimdilik bir orman müfettişinin evinde
kalıyor.»
Sandrin'in alnı kırıştı. Yüzü her zamanki sert havaya büründü. Sesi eskisi gibi kuru çıkıyordu. Nikolay,
bardakları yıkamakta olan Ana'nın yanına gitti:
«Yarın değil öbür gün hapishaneye gidiyorsunuz. Pavel'e iki
233
satırlık bir mektup vermeniz gerek. Anlıyorsunuz ya, onların kararını bilmeliyiz. »
«Anlıyorum, anlıyorum, veririm mektubu.»
«Ben gidiyorum,» dedi Sandrin.
Sessiz sedasız herkesin elini sıktı, sert adınlaria dimdik yürüyerek çıktı gitti.
Sofia elini Ana'nın omuzuna koydu, gülümseyerek sordu:
«Böyle bir kızınız olmasını ister miydiniz?»
Ana ağlamaklı bir sesle:
«Ah!» dedi, «onları bir gün, bir tek gün birlikte görebilsem keşke!»
«Doğru,» dedi Nikolay. «Azıcık mutluluk... herkes için iyi olur. Ama hiç kimse azıcık mutluluk istemez.
Ve mutluluk fazla büyük oldu mu, değeri azalır.»
Sofia piyanonun önüne geçip hüzünlü bir hava çalmaya başladı. ,
ONİKİNCİ BÖLÜM
Ertesi sabah hastanenin kapısında ufak bir kalabalık birikmiş, arkadaşlarının tabutunun dışarı
çıkarılmasını bekliyordu. Kalabalığın çevresinde sivil polisler sinsi tavırlarla dolaşıyor; söylenen sözleri
kaçırmamak için kulak kabartıyor; yüzleri davranışları belleklerine işlemek için gözlerini tfört
açıyorlardı. Sokağın karşısında belleri tabancalı polisler duruyordu. Sivil polislerin korkusuzluğu, her an
bir kuvvet gösterisine girişmeye hazır polislerin alaycı gülümseyişi, kalabalığı sinirlendiriyordu. Kimileri
öfkelerini gizleyerek şakalaşıyor, başkaları ise somurtup yere bakıyordu bu onur kırıcı manzarayı
görmemek için. Kimileri de hırslarını boşaltıyor, tek silahı göz olan insanlardan korkan resmî makamlara
verip veriştiriyor, alay ediyordu. Sonbaharın donuk gökyüzü, yuvarlak kurşunî kaldırım taşlarıyla
döşenmiş sokağı aydınlatıyor, rüzgâr yerdeki kuru yaprakları savurup ayaklar altına atıyordu.
Ana, kalabalığın arkasındaydı. Tanıdığı yüzleri inceliyor, üzüntü ile şöyle düşünüyordu: 'Hiç de kalabalık
değilsiniz hani!
234
İşçi hemen hemen hiç yok!1 Gerçekten, otuz kırk kişi ya var ya yoktu.
Kapılar açıldı, tabutun kızıl kurdelelerle süslü kapağı göründü sokağın içinde. Erkekler hep birden
şapkalarını çıkardılar. Başlar üzerinde bir kuş sürüsü uçuşu sanki. Kırmızı yüzünü bir yandan bir yana
kesen koyu bıyıklı, uzun boylu bir polis komiseri hızla kalabalığın içine daldı. Arkasından ilerleyen
polisler ağır çizmeleriyle kaldırım taşlarını döve döve, kabaca itip kaktılar kalabalığı. Polis komiseri
boğuk, buyurucu bir sesle:
«Lütfen kurdeleleri çıkarın!» dedi.
Kadın - erkek, yoğun bir çember halinde kuşattılar adamı. Hep bir ağızdan konuşuyorlar kolarını
sallıyorlar, birbirlerini kışkırtıyorlar, öne geçmek istiyorlardı. Titrek dudaklı, soluk, öfkeli yüzler
oynaştı Ana'nın heyecandan büyüyen gözleri önünde. Bir kadın hırsından ağlıyordu.
Genç bir ses:
«Kahrolsun zorbalık!» diye bağırdı, ama tartışmanın şamatası içinde bu söz eriyip itti.
Ana da bir burukluk duydu yüreğinde. Yanıb^şında duran fakir kılıklı bir gence dönerek isyan etti:
«Bir insanın, arkadaşlarının isteğine göre gömülmesine bile izin yok, ne rezalet bu!»
Öfke büyüyordu. Tabutun kapağı başlar üstünde dalgalanıyordu. Rüzgâra kapılan kurdeleler kuru bir
şaklamayla yüzleri kırbaçlıyordu.
Beklenen bir çatışmadan korkan ana yanındakine usulca:
«Ne yapalım,» dedi, «madem böyle, çıkartsınlar kudeleleri, başka yapılacak bir şey yok!...»
Sert, çın çın bir ses patırtıyı bastırdı:
«İşkence yaptığınız bir arkadaşımıza son istirahatgâhını kadar eşlik etmemize karışılmasını
istemiyoruz...»
Birisi ince, keskin bir sesle okumaya başladı:
Büyüklerimiz öldükten sonra biz alacağız onların yerini...^)
(1) Fransız ulusal marşı La Marseillaise'in ikinci kıtasının başı (ç.n.)
235
«Kurdeleleri çıkartmanızı rica ediyorum! Yakovlev, kes şunları»
Kınından sıyrılan bir kılıcın şakırtısı işitildi. Ana gözlerini yumdu, bir çığlık işitmek korkusuyla bekledi.
Gelgelelim patırdı dindi. Oradakiler homurdandılar, açkurtlar gibi dişlerini gösterdiler. Sonra sesler
kesildi. Başlar eğildi. Yürümeye başladılar. Sokak ayak sesleriyle doldu.
Tabutun kapağı önden gidiyordu. Kurdeleleri koparılmış, çe-lenkler parçalanmıştı Atlı polisler cenaze
alayının ardından gidiyorlardı. Ana, kaldırımdan yürüyordu. Çevresindeki yoğun kalabalıktan tabutu
göremiyordu. Kalabalık farkına varılmaksızın artıyor, gittikçe büyüyor, bütün sokağı kaplıyordu.
Kalabalığın arkasında atlıların kurşunî karaltıları görünüyordu. İki yanda, yaya polisler yürüyorlardı:
elleri kılıçlarının kabzasındaydı. Ve dört bir yanda, Ana'nın tanıdığı, dikkatle yüzleri inceleyen sivil
polislerin keskin gözleri vardı.
Güzel sesli iki kişi üzüntüyle:
«Elveda, arkadaşımız, elveda!» diye bir şarkı tutturdular.
Birisi:
«Şarki söylemek yok!» diye bağırdı. «Susalım arkadaşlar!»
Bu ses sertti, ağırdı. Şarkı kesildi, uğultu dindi. Sokakta uyumlu adımların tok sesi kaldı yalnızca. Bu ses
başlar üstünde yükseliyor, henüz uzaklarda bulunan bir fırtınanın ilk gök gürültüsünü andırıyordu.
Gitgide şiddetlenen soğuk rüzgâr tozu toprağı suratlara çarpıyor, etekleri ve saçları havalandırıyor,
gözleri kör ediyordu.
Hazin ilâhilerden yoksun bu sessiz cenaze töreni, kendi iç evrenine dalmış bu çatık kaşlı yüzler, bir
felâket duygusu uyandırıyordu Ana'da. Kafasında ağır ağır dönüp duran düşünceler, izlenimlerini geri
plana itiyordu.
«Siz ki hakikat için savaşırsınız, sayılarımız hiç de fazla değil...»
Başı önde ilerliyordu. Gömmeye gittikleri şey Yegor değil de başka bir şeymiş gibi geliyordu ona.
Alışılagelmiş, kendisine yakın ve gerekli bir şey. Bu yüzden üzüntülüydü, huzursuzdu. Kendisini
kaygılandıran buruk bir duygu doluyordu yüreğine, Ye-gor'a eşlik edenlerle aynı kanıda değildi. Şöyle
düşünüyordu:
236
'Elbette, Yegor Tanrıya inanmazdı; bütün bu insanlar da inanmıyorlar ya...'
Ama düşüncesinin sonunu getirmedi. Ruhunu ezen ağırlığı gidermek amacıyla içini çekiyordu:
'Yarabbim, ya Mesih! Yoksa ben de mi böyle... beni de mi böyle...1
Mezarlığa ulaştılar. Mezarlar arasındaki daracık yollardan dolanıp epeyce geç vardılar kazılan çukura.
Boş bir alanda, ötede beride beyaz haçlar çakılıydı toprağa. Kalabalık, mezar çukurunun çevresinde
toplandı. Sessizlik çöktü. Ölüler âleminde sağların bu ağır sessizliği, korkunç bir şeyin habercisi gibiydi.
Ana'nın yüreği titredi, olacakları beklerken donup kaldı. Rüzgâr haçlar arasında uluyup ıslık çalıyor,
tabutun üzerindeki solmuş çiçekler çırpınıyordu.
Tetikte duran polisler, komiserlerine bakıyorlardı. Soluk benizli, uzun boylu bir genç, mezarın üzerine
çıktı; başı açık, saçları uzun, kaşları kara idi. Aynı anda polis komiserinin soğuk sesi işitildi:
«Beyler...»
Delikanlı yüksek sesle:
«Arkadaşlar!» diye söze başladı.
Polis komiseri:
«Durun!» diye bağırdı. «Konuşma yapmanıza izin veremem, bunu bilmiş olun...»
Genç adam istifini bozmadan:
«Ancak birkaç söz söyleyeceğim,» dedi. «Arkadaşlar! Dostumuz ve önderimizin mezarı üzerinde, onun
öğrettiklerini asla unutmayacağımıza and içelim! Yurdumuzun başına gelen bütün felâketlerin kaynağını
oluşturan zorba yönetimi yoketmeye, yurdumuza zulmeden bu kötülük kuvvetinin mezarını kazmaya
ömrümüz boyunca bıkıp usanmadan çalışacağımıza and içelim!»
«Yakalayın şunu!»
Polis şefinin uryuğu, top gibi patlayan bağrışmalar arasında boğulup gitti.
«Kahrolsun zorbalık!»
Ana bir yana itildi. Korku içerisinde bir haça yaslandı, gözlerini yumarak inecek olan darbeyi bekledi.
Düzensiz bir kar-
237
gaşa kulaklarını sağır etti. Ayakları altında yer sarsıldı. Rüzgârdan ve korkudan, soluk alamıyordu. Polis
düdükleri ortalığı büsbütün velveleye veriyordu. Kaba, buyurucu bir ses yankılandı. Kadınlar isterik
çığlıklar atıyorlardı. Tahtaperdeler çatırdıyor, kuru toprağı çiğneyen ayak sesleri işitiliyordu. Uzun
sürdü bu durum. Ana, gözleri kapalı duramadı artık. Korkusu dayanılmaz boyutlara ulaşıyordu.
Gözlerini açtı, bir çığlık kopardı, kollarını uzatarak ileri atıldı. Biraz ilerde, mezarlar arasındaki dar bir
yolun üzerinde, uzun saçlı delikanlıyı kuşatan polisler her yandan saldıran kşlabalığa karşı kendilerini
koruyorlardı. Yalın kılıçlar parıltılar saçıyordu havada, başlar üstünde kalkıp kalkıp iniyordu. Sopalar,
tahtaperde parçaları uçuşuyordu. Ayaklanan kalabalığın içindeki, soluk benizli delikanlının güçlü sesi
fırtına gibi esen öfkeleri bastırdı:
«Arkadaşlar gücümüzü boş yere harcamayalım!»
Bu sese boyun eğdiler. Herkes elindeki sopayı fırlatıp attı, kavga yerinden çekilip gittiler. Ana
dizginlenmez bir atılımla öne doğru yol açıyordu kendisine. Şapkası ensesine kayan Niko-lay'ın, gözü
dönmüş göstericileri geriye ittiğini görüyor, sitemli sesini işitiyordu:
«Çıldırdınız misiz? Kendinize gelin!»
Bir eli kızıla boyanmış gibisine geldi. Ona doğru koşarak bağırdı:
«Nikolay, gidin buradan!»
«Nereye koşuyorsunuz böyle? Kafaroza bir şey inecek...»
Birisi omuzundan yakaladı. Sofia idi bu. Başı açıktı, saçları darmadağındı. Çocuk sayılabilecek yaşta genç
bir delikanlıya yardım ediyordu. Delikanlı, şişmiş, kanlı yüzünü eliyle siliyor, dudaklarını titreterek:
«Bırakın beni... bir şeyim yok...» diye mırıldanıyordu.
Sofia hızlı hızlı talimat verdi:
«Bununla ilgilenin siz, bize götürün. Alın şu mendili yüzüne bağlayın.»
Delikanlı elin Ana'nın eline verdi.
«Hemen gidin, tutukluyorlar!» diyerek kaçtı.
Kalabalık dört bir yana dağılıyordu. Polisler arkalarından gidiyor, mezarlar arasından hantal adımlarla
yürüyor, kaputları ba-
238
caklarına dolanınca sövüyorlar, kılıçlarını savuruyorlardı. Delikanlı kurt gibi bakıyordu. Ana onun yüzünü
silerek zayıf bir sesle:
«Hadi, daha çabuk!» diye bağırdı.
Yaralı, kan tükürerek mırıldandı:
«Siz merak etmeyin... Ağrımıyor... Kılıcının kabzasıyla vurdu... Ama ben de öyle bir patlattım ki sopayı!..
Öküz gibi böğürdü!»
Kanlı yumruğunu salladı, kısık kısık:
«Durun... daha bitmedi... Bir başkaldırdık mı, bak nasıl ezeriz, onları!..»
M Ana, mezarlığın duvarında bulunan bir kapıya doğru seğirte-
" rek:
«Çabuk olalım!» dedi.
Polisler duvarın ardında bekliyorlarmış da dışarı çıkar çıkmaz üstlerine atılıp tepeleyeceklermiş gibisine
geliyordu. Küçük kapıyı çekine çekine açıp dışarıya bir öz atınca alacakaranlığa bürünen kırın sessiz
tenhalığı yüreğine şu serpti.
«Durun hele, yüzünüzü sarayım,» dedi.
' «Gereği yok. Yaralarımdan utanmıyorum ki! Bir ben yedim, bir o... ödeştik...»
Ana, yarayı hemen silip bağladı. Kanı görünce yüreği sızladı; parmaklarında ılık sıvıyı hissedince de,
korkuyla ürperdi. Yaralıyı kolundan tutup tarlalar arasından çekip götürdü. Oğlan ağızını sargıdan
kurtardı, hafif bir gülücükle:
«Beni nereye sürüklüyorsunuz, arkadaş?» dedi. «Yalnız N başıma da yürüyebilirim!»
Pelageya delikanlının sendelediğini, adımlarının düzensiz olduğunu, kolunun titrediğini duyuyordu.
Sorular soruyor, karşılık beklemeden konuşuyor ve sesi gittikçe zayıflıyordu:
«Adım İvan, tenekeciyim. Ya siz? Biz üç kişiydik Yegor'un hücresinde, üç tenekeci... toplam on bir kişi.
Onu çok severdik. Alah rahmet eylesin!.. Gerçi ben tanrıya manrıya inanmam ya, neyse...»
Bir sokakta Ana bir araba tuttu, İvan'ı bindindi.
«Şimdi, susun bakalım!» diye fısıldadı ve mendille yaralının ağzını kapattı.
239
Delikanlı elini yüzüne götürdü, ama ağzını açmayı başaramı-dı. Güçsüz eli dizlerinin üzerine düştü.
Bununla birlikte, mendilin arasından mırıldanmaya devam etti:
«Bu darbeleri hasebanıza yazıyorum, aslanlarım... Yegor-'dan önce Titoviç adında bir öğrenci vardı, bize
ekonomi politik öğretirdi... Sonra onu tutukladılar...»
Ana, İvan'a sarıldı, başını göğsüne dayadı. Yaralı bütün ağırlığıyla yaslandı ve sustu. Ana çevresine
korkulu bakışlar fırlatıyordu. Her sokak köşesinden polisler atılacaklar. İvan'ın sargılı başını görüp
yakalayacaklar, öldürücekler diye ödü patlıyordu.
Arabacı arkaya dönüp hoşgörülü bir gülümsemeyle:
«İçti mi?» diye sordu.
Pelageya içini çekti:
«Hem de nasıl!»
«Oğlun mu?»
«Evet. Kunduracıdır. Ben de aşçıyım...»
«Zor meslek. Deeeh!»
Atına bir kırbaç salladı, yeniden döndü, alçak sesle yine konuşmaya başladı:
«Az önce mezarlıkta çatışmışlar galiba. Politikaya karışan, hükümete karşı gelen, başkaldıranlardan
birini gömüyorlarmış... Onun gibileri, arkadaşları tabiî. Hem de bağırıyoriarmış, 'kahrolsun hükümet,
halkı ezen hükümet!' diye bağırıyoriarmış, böyle diyorlarmış... Polis yalınkılıç kalabalığın içine dalmış.
Ölenler var diyorlar. Polisten de yaralananlar olmuş*.»
Başını üzüntüyle salladı, sonra garip bir sesle:
«Ölüleri rahatsız ediyorlar, merhumları uyandırıyorlar!» diye ekledi.
Araba sarsılıyor kaldırım taşları üzerinde tekerlekler tangır-dıyordu. ivan'ın başı Ana'nın göğsüne
düşüyordu sallandıkça. Arabacı yarı dönük durumda düşünceli düşünceli mırıldanıyordu:
«Halk huzursuz, kıpır kıpır... Düzensizlik kokuyor. Dün gece komşulara jandarmalar geldi, sabaha dek ne
yaptılar bilmem. Sonra bir demirciyi tutup götürdüler. Gecenin birinde ırmağın kıyısına götürüp gizlice
boğacaklarmış. Öyle diyorlar. Oysa o demirci iyi bir adamdır.»
Ana:
«Adı ne?» diye sordu.
«Kim? Demirci mi? Adı Savel. Daha gençtir, ama çok şey anlıyordu. Anlamak yasak galiba. Bazen bize
gelir, 'siz arabacıların hayatı da hayat mı sanki!» der di... Doğru, derdik, köpekler gibi yaşıyoruz.»
«Burda dur,» dedi Ana.
Birden duran arabanın sarsıntısı İvan'ı uyandırdı. Hafif hafif inlemeye başladı.
«Oğlan amma da olmuş ha!» dedi arabacı. «Hey, votkacı!..»
İvan güçlükle adım atarak, sendeleye sendeleye bahçeyi .fleçti. M «Bir şeyim yok, yürüyebilirim,»
diyordu.
ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Sofia'yı eve dönmüş buldular. Telâşlı ve heyecanlıydı. Ağzında sigarayla karşıladı Ana'yı. Yaralıyı sedire
yatırdı, usta ellerle sargıyı çözdü. Bir yandan da emirler veriyordu. Sigaranın dumanından kaçınmak için
gözlerini kırpıyordu.
«Geldiler, doktor! Yorgun musunuz, Nilovna? Korktunuz, değil mi? Siz dinlenin şimdi. Nikolay, bir bardak
şarap ver içsin.»
Başına gelenlerden sersemlemiş olan Ana güçlükle soluyordu. Göğsüne bir ağrı girmişti.
«Siz beni merak etmeyin,» diye mırıldandı.
Oysa bütün benliğiyle gerilmişti; bir özen, yatıştırıcı bir okşama bekliyordu.
Nikolay yandaki odadan çıktı. Eli sargılıydı. Doktor, Niko-lay'ın arkasından geliyordu. Kirpi gibi diken
dikendi saçları, ivan'ın yanına geldi, üzerine eğildi.
«Su, bol su, temiz bez, pamuk!» dedi.
Ana mutfağa yöneldi. Ama Nikolay onu kolundan tutup yemek odasına götürdü, okşayıcı bir sesle:
«Size değil, Sofia'ya söylüyor,» dedi. «Epey heyecan geçir-- diğiniz, değil mi aziz dostum?»
Ana onun dikkatli, acımalı bakışıyla karşılaşınca kendini tutamadı, hıçkırarak haykırdı:
240
Ana / F: 16
241
«Ah! Nikolaycığım, korkunç bir şeydi. Halkı kılıçtan geçi-riyorlardı, kılıçtan!»
Nikolay bir yandan bardağa şarap dolduruyor, bir yandan da başını sallıyordu:
«Gördüm. İki taraf da biraz kızıştı. Ama üzülmeyin, kılıcın tersiyle vurdular. Yalnızca bir tane ağır
yaralı varmış galiba. Dayak yediğini görünce kavga yerinden uzaklaştırdım onu.»
Nikolay'ın yüzü, sesi, odanın ılık ve aydınlık havası Pela-geya'yı yatıştırdı. Minnettar bir bakışla sordu:
«Siz de dayak yediniz mi?»
«Ben kendi kendimi yaraladım. Dikkatsizlik işte, elim bir yere takılmış olacak. Derim sıyrılmış. Şu çayı
için. Hava soğuk. Siz de ince giyinmişsiniz...»
Ana elini bardağa uzattı, parmaklarında pıhtılaşmış kanları gördü. Titreyen elini dizinin üzerine bıraktı.
Entarisi nemliydi. Kaşlarını kaldırmış, büyüyen gözlerle yan yan parmaklarına bakıyordu. Başı dönüyor,
hep aynı düşünceye saplanıyordu:
'Pavel'e de aynı şeyi yapacaklar, yapabilirler!1
Doktor içeri girdi. Ceketini çıkarmış, gömleğinin kollarını sıvamıştı. Nikolay'ın sessiz sorusuna ince
sesiyle karşılık verdi:
«Yüzündeki yara derin değil. Gelgelelim kafatasında bir çatlak var. Ama o da ağır değil. Delikanlı sağlam
yapılı. Bununla birlikte çok kan yitirmiş. Hastaneye yollayacağız onu.»
«Neden? Burada kalsın!» diye haykırdı Nikolay.
«Bugün kalabilir, yarın da kalsa o|jjr, ama ondan sonra benim için kolay olmaz. Hasta ziyaretleri yapacak
zamanım yok. Mezarlıktaki olaylar konusunda bir bildiri hazırlayacak mısın?»
Nikolay:
«Elbette!» dedi.
Ana sessizce kalktı, mutfağa doğru gitti. Nikolay onu durdur-' du:
«Nereye, Nilovna? Sofia tek başına becerebilir.»
Ana titreyerek ona baktı, tuhaf bir gülümsemeyle:
«Kana bulanmışım!» dedi.
Odasına gidip üstünü değiştirdi. Çevresindeki insanların ne denli serinkanlı olduklarını, korkunç bir
duruma ne çabuk hâkim olabildiklerini düşünüyordu. Kendine geldi, yüreğindeki korkuyu
242
sildi. Yaralının bulunduğu odaya döndüğünde, delikanlının üstüne eğilmiş olan Sofia şöyle diyordu:
«Saçma laflar ediyorsunuz, arkadaş.» İvan zayıf bir sesle karşılık verdi:
«Ama sizi rahatsız edeceğim!»
«Susarsanız daha iyi etmiş olursunuz.»
Ana Sofia'nın arkasında durdu, elini genç kadının omuzuna koydu, gülümseyerek yaralının solgun yüzüne
baktı. Arabada nasıl sayıkladığını, ihtiyatsız sözlerinin kendisini ne kadar korkuttuğunu anlattı. İvan
dinliyordu. Nöbetten gözleri parlıyor, dişleri birbirine vuruyordu. Utançla haykırdı: Jl «Ah, ne
budalayım ben!» i* Şofia yorganı düzelttikten sonra:
«Hadi, sizi yalnız bırakalım da dinlenin,» dedi.
İki kadın yemek odasına geçtiler. Nikolay ve doktorla uzun uzun olaylar üzerine konuştular. Geçen
olaydan, uzak bir geçmişte olup bitmiş bir şeymiş gibi sözediyorlar, geleceğe sükûnetle bakıyorlar,
ertesi günün yapılacak işlerini tartışıyorlardı. Gerçi yüzleri yorgundu ya, düşünceleri canlıydı. Yapacağı
işten ...: sözeden herkes kendi kendisinden hoşnutsuzluğunu gizlemiyordu. Doktor, sandalyenin üzerinde
sinirli sinirli kımıldıyor, ince sesini kalınlaştırmaya uğraşarak şöyle diyordu:
«Propaganda, propaganda! Artık propaganda yetmiyor, emekçi gençlik haklı! Daha geniş bir alanda eylem
yapmak gerek, işçiler haklı diyorum size...»
Nikolay keyifsiz bir tavırla karşılık verdi:
«Oysa kitap yokluğundan yakınılıyor. Bizse hâlâ doğru dürüst bir basımevi kuramıyoruz. Liudmila bitkin
durumda. Kendisine yardımcılar bulamazsak hasta olacak.»
Sofia sordu:
«Peki, ya Vesovşikov?»
«O, kentte oturamaz. Ancak yeni basımevinde çalışmaya başlayacak. Ama daha bir kişi eksik.»
Ana usulca:
«Ben yapamaz mıyım?» diye önerdi.
Üçü de Ana'ya baktılar ve birkaç saniye konuşmadılar.
«İyi fikir!» dedi Sofia:
243
Nikolay kesin bir sesle:
«Hayır, o iş sizin için çok ağır, Nilovna,» dedi. «Kent dışında yaşamak zorunda kalacaksınız, Pavel'i
göremeyeceksiniz, hem zaten...»
Pelageya içini çekerek haykırdı:
«Pavel için büyük bir eksiklik değil bu. Benim için de bu ziyaretler çok üzücü, yüreğim kanıyor. Hiç bir
şey hakkında konuşmazsınız. Oğlumun karşısında alık alık duruyorum. Hiç! Fazla bir söz söylersiniz diye
gözlerini dudaklarınızdan ayırmıyorlar...» Son günlerin olaylarından bitkin düşmüştü. Kentten uzak
yaşama fırsatı çıkınca, kaçırmamak için dört elle sarılıyordu şimdi.
Ama Nikolay, konuşmanın akışını değiştirdi. «Ne düşünüyorsun?» diye sordu doktora. Doktor başını
kaldırdı, Somurtarak: «Sayıca azız, onu düşünüyorum,» dedi. «Mutlaka daha çok enerjiyle çalışmak
gerek... Hem, Pavel'le Andrey'i kaçmaları için kandırmalıyız. İkisi de, hiç bir şey yapmadan oturmak için
fazla değerli elemanlardır...»
Nikolay kaşlannı çattı, Ana'ya kaçamak bir göz atarak emin olmadığını gösteren bir tavırla başını salladı.
Ana, önünde serbestçe oğlundan sözedemediklerini anlayıp odasına çekildi. Arzusuna hiç aldırmadıkları
için onlara karşı bir parça hınç duyuyordu.
Yatağa girdi, ama gözlerini yummadı. Mırıltı halinde kulağına erişen sesleri dinleyerek kaygılarına
kaptırdı kendini. Anlaşılması zor, üzüntülü ve felâketlere gebe bir gün geçirmişti. Ama bunu düşünmek
hoşuna gitmiyordu. Aklı karanlık karanlık izlenimlerden sıyrılıp Pavel'e yöneldi. Onu hem serbest görmek
istiyor, hem de bundan korkuyordu. Çevresinde bir gerginlik vardı; ağır çatışmaların yakın olduğunu
seziyordu. Halkın sessizce başeğmesi yerine sinirlilik egemen oluyordu. Sert eleştiriler duyuluyordu.
Her bildiri ateşli tartışmalara yol açıyordu. Kentteki her tutuklama, devrimcilerin açıklamalarını
yorumlayan çekingen, ürkek, kimi zaman da olumlu yankılar yaratıyordu. Pelageya, eskiden kendisini
ürküten sözcükleri gittikçe daha sık işitiyordu basit insanların ağzından. Uyuklayan düşünce yavaş yavaş
uyanıyor, günlük olaylara karşı geleneksel tavırlar
244
değişiyordu. Bütün bunları Pelageya dostlarından daha iyi görüyordu, çünkü yaşamın çirkin yüzünü
onlardan daha iyi tanırdı. Şimdi bu yüzde düşüncenin ve sinirliliğin belirdiğini görünce hem seviniyor,
hem de korkuyordu. Seviniyordu, çünkü bunu oğlunun eseri sayıyordu; korkuyordu, çünkü oğlu hapisten
çıktığı zaman arkadaşlarının başına geçip en tehlikeli noktaya koşacağını ve öleceğini biliyordu.
Oğlunun görüntüsü kimi zaman bir efsane kahramanı boyutlarına ulaşıyordu gözünde. İşittiği bütün
mert, yürekli sözleri, cesaret ve aydınlık adına bütün bildiklerini, sevdiği bütün insanları, oğlunda
birleştiriyordu. O zaman coşar, ona karşı hay-i i ranlık ve gurur duyar, duygulanır ve umutlara
kapılarak:
'Her şey yoluna girecek, her şey!' diye düşünürdü.
İçindeki ana sevgisi tutuşur, onu bağırtacak ölçüde sıkardı • yüreğini ve insanlığa karşı duyduğu sevginin
büyümesini engeller, onu yokederdi. Bu yüce duygunun yerinde yalnızca ezik, kaygjlı bir düşünce kalırdı:
'Mahvolacak.... ölecek!..'
• ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Öğlende hapishane kaleminde. Pavel'in karşısında oturuyordu. Buğulu gözleriyle oğlunun sakallı yüzünü
inceliyor, parmakları arasında sıkı sıkı tuttuğu mektubu ona verebileceği anı kol-luyordu. Pavel:
. «Sağlığım iyi, arkadaşların sağlığı da yerinde,» dedi hafif bir sesle. «Ya sen nasılsın?»
«İyiyim... Yegor öldü!»
Pavel:
«Ya, öyle mi?» dedi ve başını yere eğdi.
Ana, sürdürdü:
«Cenaze töreninde polisle kavga çıktı, bir kişi tutuklandı.»
Hapishanenin müdür yardımcısı yerinden fırladı ince dudak-larnı şapırdatarak homurdandı:
«Yasak efendim, yasak, bir türlü anlatamıyoruz. Siyaset konuşmak yasak!..»
245
Ana da kalktı, anlamamış gibi davrandı, şaşaladı:
«Siyaset konuşmuyordum ki! Çatışmayı anlatıyordum. Gerçekten kavga oldu. Hem de birisinin başı
yarıldı...»
«Farketmez. Susmanızı rica ediyorum. Yani yalnızca kendinizle ilgili şeyleri, ailenizi, evinizi ilgilendiren
şeyleri konuşabilirsiniz!»
İşin içinden kendisinin de çıkamayacağını sezdiğinden, masaya oturdu, önündeki belgeyi düzelterek
yavaş sesle, hüzünlü hüzünlü:
«Ben sorumluyum,- ya!» diye sözlerine ekledi.
Ana adama bir göz attı, mektubu Pavel'in eline sıkıştırdı, rahat bir soluk aldı:
«Neyi konuşmamızı istediği anlaşılmıyor ki...»
Pavel gülümsedi:
«Ben de anlamıyorum!»
Memur ters ters:
, «Öyleyse ziyaretin gereği yok,» dedi. «Hem anlatacak bir şeyiniz yok, hem de gelip milleti rahatsız
ediyorsunuz..»
Ana kısa bir sessizlikten sonra:
«Duruşma yakın mı?» diye sordu.
«Geçenlerde savcı geldi, dedi ki, yakında...»
İkisi için de yararsız, önemsiz laflar ettiler. Ana, Pavel'in kendisine tatlı ve sevecen gözlerle baktığını
görüyordu.
Oğlu hiç değişmemişti. Hep sakirj, duruyordu. Yalnız, sakalı uzamıştı, bu yüzden daha yaşlı görünüyordu,
elleri de daha beyazdı. Ana oğlunu sevindirmek, Vesovşikov'dan sözetmek istedi. İlginç olmayan bir şey
anlatıyormuş gibi aynı ses tonuyla sürdürdü:
«Vaftiz evlâdını gördüm...»
Pavel anlamamıştı. Vesovşikov'un çopur yüzünü anımsatmak için parmağıyla yüzünde benekler yaptı.
«İyidir. Sağlam ve uyanık bir oğlan. Yakında işe girecek.»
Pavel anladı. Gözleri sevinçle parladı, başını salladı:
«İşte bu iyi,» diye karşılık verdi.
Ana:
«İşte böyle!» dedi.
Kendinden memnundu. Oğlunun sevinci kendisini de sevindirmişti.
246
Ayrılırken, Pavel anasının elini sıkıca kavradı:
«Teşekkür ederim, anne!»
Sevinci, Ana'nın başına vurmuştu içi gibi. Oğlunun yüreğini kendi yüreğine bu denli yakın bulmanın
verdiği sevinçti bu. Ona sözcüklerle karşılık vermek gücünü bulamadı, ancak sessizce elini sıktı.
Eve dönünce, Sandrin'i orada buldu. Genç kız, hapishaneyi ziyaret günleri gelmeyi alışkanlık edinmişti.
Pavel üzerine hiç soru sormazdı. Eğer Ana kendiliğinden bu konuyu açmazsa, Sand-rin durumu onun
gözlerinden anlamakla yetinirdi. Ama bu kez,
tasalı bir soruyla karşıladı Pelageya'yı:
«Ee, ne yapıyor?»
«İyidir.»
«Mektubu verdiniz mi?»
«Elbette! Öyle ustalıkla davrandım ki..»
«Okudu mu?»
«Nerede okuyabilir ki?..»
«Sahi unutuyordum! Bir hafta daha bekleyelim. Bir hafta daha! Kabul edecek mi dersiniz?»
«Bilmem... Eğer risk yoksa, niye etmesin?»
Sandrin başını salladı, sonra soğuk bir sesle sordu:
«Yaralıya ne verebiliriz, haberiniz var mı? Yemek istiyor da.»
«Her şey, her şey verebiliriz. Hemen şimdi...»
Mutafa girdi. Sandrin ağır adımlarla arkasından gitti.
«Yardım edeyim mi?»
«Teşekkür ederim, gereği yok.»
Ana ocağın üstüne eğildi, bir tencere aldı.
Genç kız alçak sesle:
«Durun,» dedi.
Yüzü solmuştu. Gözlerinde hüzün okunuyordu. Titrek dudaklarından şu sözler döküldü:
«Sizden şunu isteyecektim ki... Biliyorum, kabul etmeyecek. Kandırın onu! Davamız için kendisine gerek
duyduğumuzu, ondan vazgeçemeyeceğimizi, hastalanmasından korktuğumu anlatın ona. Görüyorsunuz,
duruşma günü hâlâ saptanmadı....»
Güçlükle konuşuyordu. Harcadığı çaba ona gerginlik veriyordu. Sesi kesik kesik çıkmaktaydı Yorgun
gözkapakları
247
düşüyordu. Dudaklarını ısırdı, parmaklarının eklemlerini çatırdat-tı.
Sandrin'in coşkusu, Ana'yı allak bullak etti. Karamsarlık içinde genç kızı kucakladı, usulca:
«Yavrum,» dedi, «hiç kimseyi dinlemez o, hiç kimseyi! Bildiğini yapar.»
İkisi de birbirine sarılmış durumda sessiz durdular. Sonunda Sandrin yavaşçacık sıyrıldı.
«Doğru, haklısınız,» dedi. «Saçma laflar ediyorum. Sinirlerim bozuk da...»
Ve birden yatıştı.
«Yaralıya yemek verelim,» dedi.
İvan'ın başucunda oturdu, sevecenlikle sordu:
«Başınız çok mu ağrıyor?»
«Hayır, çok değil. Ama kafamın içi karmakarışik. Ve güçsüz hissediyorum kendimi.»
İvan utangaç bir tavırla yorganı çenesine dek çekti. Gözlerini ışıktan kamaşmış gibi kırpıştırdı. Sandrin,
karşısında yemekten utandığını farkederek odadan çıktı.
İvan yatağın içinde oturdu, gözleriyle kızı izledi, gözünü kırparak:
«Güzel kız!» dedi.
Gözleri duru ve neşeliydi. Ufak, sık dişleri vardı. Sesi henüz adamakıllı kalınlaşmış değildi. „
«Kaç yaşındasınız?» diye sordu Ana.
«On yedi yaşındayım.»
«Ana - babanız nerede?»
«Köyde. Ben yedi yıldır buradayım. Okulu bitirince geldim. Ya siz, sizin adınız ne, arkadaş?»
Kendisini böyle çağırmaları Ana'nın her zaman hoşuna giderdi. Gülümseyerek sordu:
«Adımı niçin öğrenmek istiyorsunuz?»
Bir an sustuktan sonra, delikanlı utangaç bir tavırla açıkladı:
«Bizim grupta bir öğrenci vardı, yani bizimle birlikte okuyan biri işçi Pavel Blasov'un anasından
sözetmişti bize... hani 1 Mayıs gösterisinde...»
Ana başını salladı, kulak kabarttı.
248
«İlk bayrak açan Pavel Vlasov olmuş.»
Gururla söylüyordu bunu, ve bu gurur Ana'nın yüreğinde de yankılandı.
«Ben orada değildim. O sırada biz de bir gösteri yapmayı düşünüyorduk. Ama yürümedi. Daha kalabalık
değildik o zaman. Ama bu yıl, artık yapabiliriz!... Görürsünüz!...»
Coşkunluktan dili dolanıyor, geleceğin olaylarına daha şimdiden seviniyordu. Kaşığını sallayarak
sürdürdü:
«Ne diyordum?.. İşte Vlasov'un anası o günden sonra Partiye girmiş. Şaşılacak bir kadın, diyorlar!»
Ana'nın ağzı kulaklarına vardı. Delikanlının coşkun övgülerinden hoşlanıyordu. 'Ana benim!' diyecekti ki,
kendini tuttu, ve üzgün, biraz da alaycı bir bakışla:
'Ah koca budala!' dedi kendi kendine. Sonra delikanlıya doğru eğilerek coşkunluk içinde:
«Hadi, biraz daha yiyin!» dedi. «Davamızın yararına çabuk iyileşmeye bakın.»
Kapı açıldı, sonbaharın nemli soğuğu içeri daldı. Arkasından Sofia girdi. Neşeliydi, yanakları al aldı.
«Sivil polisler peşimde. İstekliler zengin bir kızın ardında nasıl dolaşırlarsa öyle, inanın! Buradan gitmem
gerekiyor... Ee, ivan, iyi misin? Pavel ne diyor, Nilovna? Sandrin burada mı?»
Karşılığını beklemeden soruları ar arda sıralıyor ve sigarasını yakıyordu, okşayıcı bakışlarını Ana'nın,
delikanlının üzerinde gezdiriyordu. Pelageya için için gülümseyerek şöyle düşündü:
'Ben de önemli bir kişi olmaya başlıyorum artık.'
Ve yeniden İvan'a doğru eğildi.
«İyileşin, evlât!» dedi.
Yemek odasına gitti. Sofia, Sandrin'e habire anlatıyordu:
«Kızcağız üç yüz nüsha hazırlamış! Böyle devam ederse ölür. Kahramanlık bu yaptığı! Vallahi, Sandrin,
böyle insanlarla birlikte yaşamak, onların arkadaşı olmak, onlarla çalışmak, büyük mutluluk...»
Genç kız:
«Evet!» diye karşılık verdi.
O akşam Sofia Ana'ya dedi ki:
«Nilovna, yeniden kırsal bölgeye gitmeniz gerekecek.»
249
«Pekâlâ, olur. Ne zaman?»
«İki üç gün sonra. Mümmkün mü?»
«Olur.»
Nikolay:
«Yaya gitmeyin,» dedi. «Posta arabası kiralayın, ve başka bir yoldan gidin lütfen. Nikolskoye yönünden.»
«Yol çok uzar,» dedi Ana. «Sonra, arabayla pahalıya mal olur.»
Nikolay devam etti:
«Valla bana sorarsanız ben bu yolculuğu onaylamıyorum. O yöre karışıklık içinde. Tutuklamalar yapılmış,
özellikle bir öğretmen yakalanmış. Daha ihtiyatlı davranmak gerek. Biraz beklersek iyi olur...»
Sofia parmaklarıyla masayı tıkırdatarak karşı çıktı:
«Matbua dağıtımı kesintisiz sürmeli.»
Birdenbire sordu:
«Oraya gitmekten korkmazsınız ya, Nilovna?»
Ana gücendi bu söze.
«Ne zaman gördünüz korktuğumu? İlk seferinde bile korkmadım ben. Ve şimdi birdenbire...»
Sözünü bitirmedi, başını eğdi. Korkuyor musun, işine gelir mi, şu işi yapabilir misin?.. Boyuna bu tür
sorular sorarlardı, ve her seferinde bir rica havası sezerdi bu sorularda. Kendisini bir kıyıya itiyorlar,
kendisine karşı farklı davranıyorlar gibisine gelirdi. İçini çekerek sürdürdü:
«Korkup korkmadığmı sormanın gereği mi var? Kendi aranızda bunu soruyor musunuz birbirinize?»
Nikolay gözlüklerini hızla çıkardı, yeniden taktı, durağan gözlerini ablasına dikti. Sıkıntılı bir sessizlik
oldu. Pelageya rahatsız oldu, ne yapacağnı bilmeden ayağa kalktı. Bir şey söylemek istiyordu. Sofia elini
tuttu, alçak sesle:
«Kusura bakmayın, bir daha yapmam!» dedi.
Bu söz Ana'yı güldürdü. Biraz sonra üçü birden işi başından aşkın insanların telaşıyla yolculuğun
ayrıntıları üzerinde konuşmaya dalmışlardı tam bir dostluk havası içinde.
250
ONBEŞİNCİ BÖLÜM
Şafak sökerken, Ana, güz yağmuruyla çamur deyasına dönen yolun üzerinde sarsıla sarsıla ilerliyordu.
Nemli bir yel esiyor, ortalığa çamur sıçrıyordu. Arabacı Pelageya'ya doğru dönerek burnundan gelen bir
sesle sızlanıyordu:
«öyleyse,» dedim, «kardeşime diyorum, öyleyse dedim paylaşalım. Ve başladık paylaşmaya...»
Birden sol taraftaki ata patlattı kamçıyı, öfkeli bir sesle bağırdı:
«Deeeh! Yürrü taşarabası!»
Semiz güz kargaları sürülmüş topraklarda yürüyor, ıslık çalarak saldıran, tüylerini birbirine geçiren
soğuk rüzgâra yanlarını dönüyor,' sendeliyor sonunda kuvvete boyun eğerek havalanıyor, başka bir
yerde dinlenmeye gidiyordu.
Arabacı hâlâ anlatıyordu:
«İşte o zaman dolandırdı beni. Gördüm ki yapılacak hiç bir şey kalmamıştı.»
Ana bu sözleri rüyadaymış gibi işitiyordu. Şu son yıllarda başından geçen olaylar dizisi belleğinde geçit
yapıyordu. Önceleri, yaşam kendisinin dışında geçiyor sanırdı, uzak bir şey gibi gelirdi. Yaşamı kim
oluşturmuş, niçin oluşturmuş? Bunu düşünmezdi. Oysa şimdi, gözleri önünde, kendisinin de katkıda
bulunduğunu bir sürü şey olup bitiyordu, ve olup bitenler içinden çıkılmaz bir duygu ayundarıyordu onda.
İnanası gelmiyordu, ama tatmin de duyuyordu; hem şaşkındı, hem de durgun bir hüzün içindeydi...
Çevresinde görünen her şey ağır bir devinim içerisinde sallanıp duruyordu. Gökte kurşunî bulutlar
birbirini kovalıyor, yolun iki yanında ıslak ağaçlar geriye doğru kaçıyor, tarlalar döne döne açılıyor,
tepeler dikiliyor, sonra gözden yitip gidiyordu.
Arabacının burundan gelen sesi, beygirlerin çıngırakları, rüzgârın nemli ıslığı birbirine karışıyor,
tekdüze bir akım halinde kırların üstüne yayılıyordu.
Arabacı oturduğu yerde sallanarak anlatmaya devam ediyordu:
«Zengine cennet bile dar gelir. Gözü doymaz ki... Bu böyle-
251
dir! Kardeşim benden para sızdırmaya başladı. Resmî makamlarla arası iyi.»
Posta konağına varınca atları çözdü:
«Bana bir mangır verir misin bir tek atayım?» dedi Ana'ya.
Sesi pek mutlu değildi, ama Pelageya beş kapik verdi. Adam paraları avucunda şakırdattı, aynı tonla
hesap verdi:
«Üçü votkaya ikisi ekmeğe...»
Öğleden sonra Pelageya buz kesilmiş, yorgun argın, Nikols-koye kasabasına vardı, konak yeri olan hana
girdi, çay istedi, ağır valizini kerevetin altına soktuktan sonra percerenin yanına oturdu. Çiğnenmiş kuru
otlarla kaplı ufak bir alan, koyu kurşunî renkte hükümet konağı, binanın eğrilmiş damı görünüyordu
camdan. Peronda, yalnızca bir bluz giymiş, dazlak kafalı, uzun sakallı bir köylü piposunu tüttürüyordu.
Otların arasında bir domuz dolaşıyordu. Koyu bulut yığınları birbiri üzerine yuvarlanarak geçip
gidiyordu. Hava kapalı, durgun ve sıkıntılıydı. Yaşam sanki soluğunu tutup saklamıştı.
Ansızın bir kazak çavuşu dörtnala alana vardı, al atını hükümet konağının önünde durdurdu. Kırbacını
sallayarak bir şeyler bağırdı pipolu köylüye. Sesi hana kadar geliyordu, ne var ki Ana sözlerini işitemedi.
Köylü kalktı, kolunu uzatıp ufku gösterdi. Çavuş yere atladı, sendeledi, yuları adama fırlattı, merdivenin
tutamaklarına tutanarak hantal, adımlarla basamaklardan çıktı, binaya girdi.
Yeniden sesizleşti ortalık. At iki kez yumuşak toprağı nalıyla eşeledi. Pelageya'nın bulunduğu odaya bir
küçük kız girdi;; sarışın kısa saçları ensesi üzerinde örülmüştü; yuvarlak bir yüzü, okşayıcı bakışları
vardı. Dudaklarını ısırıyordu. Kenarları aşınmış, yüklü bir tepsi taşıyordu. Birkaç kez başını sallayarak
selâmladı.
Ana dostça:
«Günaydın becerikli küçük!» dedi.
«Günaydın!»
Küçük kız tabak - bardakları masanın üzerine dizdi ve birdenbire coşkunlukla:
«Bir eşkiya yakalamışlar, şimdi getireceklermiş!» diye haber verdi.
«Ne eşkiyası?»
252
•il
«Bilmiyorum...»
«Peki ne yapmış bu eşkiya?»
Küçük kız:
«Bilmiyorum,» diye yineledi. «Yalnız yakalandığını işittim. Emniyet görevlisi, komiseri çağırmaya koştu.»
Ana pencereden baktı, yaklaşan köylüler gördü. Kimileri ağır ağır yürüyor, kimileri de koyun postundan
ceketlerini telâşla ilikleyerek ilerliyorlardı. Peronun önünde durdular, sola baktılar.
Küçük kız sokağa bir göz attı, çarçabuk dışarı çıkıp kapıyı çarptı. Ana titredi, kerevetin altında duran
çantasını elverdiğince geriye itti, şalını başına atıp kapıya doğru koştu. İçinde anlaşılmaz bi koşma isteği
başgöstermişti birden...
Hanın kapısında, sanki bir darbe yedi göğsüne, soluğu kesildi, bacakları uyuştu. Ribin alanın ortasında
ilerliyordu. Elleri arkasında bağlıydı. İki yanından iki muhafız yürüyor, ellerindeki sopayı yere vurarak
yürüyüş temposunu ayarlıyorlardı. Hükümet konağının önünde sessiz bir kalabalık bekleşiyordu.
Ana şaşkına dönmüştü. Gözlerini Ribin'den ayıramıyordu. Ribin konuşuyordu. Ana işitiyordu onun sesini.
Ama sözleri, titreyen yüreğinin karanlık boşluğunda yankılanmaksızın uçup gidiyordu.
Pelgeya kendine geldi, soluk alabildi. Peronun yanında ayakta duran sarışın sakallı bir köylü gözlerini
ayırmadan Ana'ya bakıyordu. Ana öksürdü korkudan titreyen ellerini boynunda gezdirdi, güçlükle
sorabildi.
«Ne var, ne oluyor?»
Köylü:
«Olanı görüyorsunuz işte, baksanıza!» diye karşılık verdi ve yüzünü öte yana çevirdi.
Başka bir mujik yaklaştı, adamın yanında durdu.
Muhafızlar gittikçe çoğalan, ama sessizliğini koruyan kalabalığın önünde durdular. Birden Ribin'in gür
sesi işitildi:
«Millet! Biz köyülerin yaşantısına ilişkin gerçeklerden söze-den o basılmış kâğıtları işittiniz mi hiç?
İşteN bana o kâğıtlar yüzünden zulmediyorlar... Onları ben dağıttım köylülere!»
Ribin'in çevresindeki halka daraldı. Sesi serinkanlı, ölçülüydü. Ana da yatıştı. Bir köylü, sarışın sakallı
mavi gözlü adamı dirseğiyle düttü, usulca:
253
«İşittin ya?» diye sordu.
Adam karşılık vermedi, başını kaldırıp yeniden Ana'ya baktt. İkinci köylü de baktı yabancı kadına.
Birincisinden daha gençti. Yüzü zayıftı, siyah seyrek bir sakalla ve çillerler kaplıydı. Sonra ikisi birden
perondan çekildiler. Ana:
«Korkuyorlar!» diye düşündü.
Dikkati arttı. Merdivenin üstünde Ribin'in kararmış, şişmiş yüzünü açık seçik görüyor.ateşli bakışlarını
farkediyordu. Onun da kendisini görebilmesi için ayak uçlarına basarak başını uzattı.
Kalabalık, çekingen, kuşkulu gözlerler Ribin'i izliyordu. Kimse ağız açmıyordu.Yâlnız en arkadaki saflarda
kısık bir mırıltı işitiliyordu.
Ribin güçlü bir sesle:
«Köylüler!» dedi. «O kâğıtlarda yazılanlara inanın. Onlar yüzünden öldüreceklerdir belki beni. Dövdüler,
işkence ettiler. Onları kimden aldığımı zorla söyletmek istiyorlardı bana. Yine dövecekler. Her şeye
göğüs gereceğim. Çünkü o kâğıtlarda gerçekler yazılıdır, gerçek ise, ekmekten daha gereklidir bizler
için. İşte bu!»
İki köylüden biri alçak sesle:
«Bunları niye anlatıyor?» dedi.
Mavi gözlüsü karşılık verdi:
«Artık önemi yok şimdi. İnsan iki kez ölmez, ama bir kez ölecektir nasılsa.»
Herkes sessiz sedasız duruyor, yan yan bakıyordu. Hepsi de görünmez ama ağır bir yükün altında
eziliyormuş gibiydi.
Çavuş, peronun başında göründü. Sendeliyordu. Sarhoş sesiyle: ,
«Kim konuşuyor?» diye avaz avaz bağırdı.
Ansızın merdivenlerden teker teker inip Ribin'i saçlarından yakaladı, başını çekti, sonra itti ve bağırdı:
«Sen misin konuşan, itoğlu it, sen misin?»
Kalabalık dalgalandı. Ana, güçsüzlük ve kaygı içinde başını eğdi. Ribin'in sesi yeniden yükseldi:
«işte, görüyorsunuz ya, dostlar? Görün yaptıklarını...»
«Sus!»
Çavuşun yumruğu Ribin'in kulağında patladı. Ribin sendeledi, omuzlarını silkti.
254
«İnsanın ellerini bağlıyorlar, sonra istedikleri gibi işkence ediyorlar..»
«Muhafızlar, götürün şunu! Siz de dağılırı bakalım!»
Çavuş, Ribin'in karşısına geçti, yumruklarını suratına, göğsüne, karnına indirmeye başladı. Kalabalıktan
biri:
«Dövme!» diye bağrdı.
Başka bir ses ekledi:
«Niye dövüyorsun adamı?»
Mavi gözlü köylü başını salladı:
«Gidelim!» dedi.
Ağır ağır yaklaştılar. Ana sevgiyle izledi onları. Rahat bir soluk aldı. Çavuş yeniden peronun başına çıktı,
yumruğunu sallayarak avazı çıktığınca bağırdı.
«Onu buraya getirin diyorum size!»
Kalabalığın arasından güçlü bir ses yükseldi:
«Olmaz! Bırakmamalıyız, çocuklar! Eğer adamı içeri alırlarsa, dayaktan öldürürler. Sonra da onu bizim
öldürdüğümüzü söylerler. Binaya sokmalarına izin vermeyin.»
Ribin:
«Köylüler!» diye haykırdı. «Görmüyor musunuz nasıl yaşadığınızı? Soyulduğunuzu, aldatıldığınızı,
kanınızın emildiğini görmüyor musunuz? Her şey size dayanıyor, yeryüzünde başlıca güç sizsiniz.
Haklarınız ne peki? Tek hakkınız açlıktan gebermek!..»
Köylüler birden haykırmaya başladı:
«Doğru söylüyor!»
«Komiseri çağırın! Komiser nerde?»
«Çavuş çağırmaya gitti...»
«Ama körkütük sarhoş o!..,»'
«Resmi görevlileri çağırmak bizim işimiz değil...»
Gürültü gittikçe artıyordu.
«Konuş! Seni dövmelerine göz yummayız!»
«Ellerini çözün...»
«Dikkat edin, yanlı bir iş olmasın bu yaptığınız?»
Ribin'in ölçülü sesi gürültüyü bastırdı:
«Ellerim acıyor. Kaçmayacağım, çocuklar. İçimdeki gerçekten saklanacak değilim ya...»
255
Birkaç kişi yavaş yavaş kalabalıktan ayrıldı, alçak sesle konuşa konuşa, başlannı sallayarak uzaklaştılar.
Ama heyecanlı kimseler çarçabuk giyinip gittikçe daha çok sayıda koşup geliyorlar, Ribin'in çevresinde
köpüren sular gibi kaynaşıyorlardı. Ribin ellerini havaya kaldırmış sallıyor ve bağırıyordu:
«Sağolun iyi insanlar sağolun! Birbirimizin ellerini işte böyle biz kendimiz çözmeliyiz! Biz yapmasak kim
yardım eder bizlere?»
Sakalını sildi, kana bulanan elini yeniden kaldırdı:
«Bakın kanıma: gerçek uğruna akıyor bu kan!»
Ana basamakları indi, ama kalabalığın arasında sıkıştığı yerden göremedi Ribin'i, yeniden yukarı çıktı
basamaklardan. Göğsünde bir sıcaklık duyuyordu. Yüreği sevinçten çarpıyordu.
«Köylüler! Arayın o üzeri basılı kâğıtları, okuyun. Memurlarla papazlar bize gerçeği öğretmeye
çalışanların imansız asiler olduklarını söylerlerse inanmayın. Gerçek yuvalanacak yer arıyor halkın içinde.
Ateştir o. Gerçeğe katlanamayanlar yanacaklar o ateşte. Gerçek, sizin için en iyi dost, onlar için baş
düşman! onun için gizliyorlar gerçeği.» •
Yeniden bağrışmalar işitildi:
«Dinleyin, Hıristiyanlar....»
Hey, kardeş, kendin' mahvedeceksin...»
«Seni kim ele verdi?»
Muhafızlardan biri:
«Papaz!» diye karşılık verdi. •
İki köylü okkalı bir küfür savurdular.
Bir uyarı işitildi:
«Dikkat, çocuklar!»
ON ALT İNCİ BÖLÜM
Kırsal bölge komiseri ilerlemekteydi. Uzun boylu, güçlü kuvvetli, yuvarlak suratlı bir adamdı. Kasketini
kulağının üzerine eğmişti. Bir bıyığı yere, bir bıyığı havaya dönüktü. Cansız, alık bir gülümsemeyle
biçimsizleşen suratı büsbütün acayip duruyordu. Sol eliyle kılıcını tutuyor, sağ elini sallıyordu.
Kendinden emin,
256
hantal adımları duyuluyordu. Kalabalık yarıldı önünde. Yüzlerde karamsar, üzgün bir hava belirdi.
Gürültü hafifledi, yerin dibine batmış gibi dindi. Ana, alnının derisinin titrediği, gözlerine doğru bir
sıcaklık yükseldiğini duydu. Yeniden kalabalığın arasına, karışmak istedi. Öne doğru eğildi, korku içinde
bekledi.
Komiser, Ribin'in önünde durdu, yukardan aşağı süzdü.
«Bu ne böyle?» diye sordu. «Niye elleri bağlı değil bunun? Muhafızlar! Bağlayın şunu!»
Sesi kuvvetli ve açık seçikti, kişiliği yoktu.
Muhafızlardan biri:
«Elleri bağlıydı, ama halk çözdü!» diye karşılık verdi.
«Efem?... Halk mı?.. Ne halkı?»
Komiser, kendisini yarım çember halinde kuşatan halka baktı, aynı duygusuz, tekdüze, ne yükselen, ne
alçalan sesle sürdürdü:
«Kimmiş o halk dediğin?»
Kılıcının kabzasıyla mavi gözlü köylünün göğsüne vurdu: «Halk sen misin, Çumakov? Başka? Sen mi,
misin?» Sağ eliyle başka bir köylünün sakalını çekti. «Dağılırı ulan serseriler! Yoksa sizin... size kim
olduğumu gösteririm!»
Sesinde, suratında ne kızgınlık, ne de gözdağı havası okunuyordu. Sakin konuşuyor, adam dövmeye
alışkın uzun, güçlü elleriyle darbeler vurarak ilerliyordu. Onun yaklaştığını görenler geri çekiliyor, başlar
eğiliyor, yüzler öte yana çevriliyordu, Muhafızlara dönüp:
«Peki ne bekliyorsunuz?» dedi. «Bağlayın şunun ellerini.»
Alaycı küfürler savurdu, yeniden ribin'e bakıp bağırdı:
«Ellerini arkana götür!»
«Ellerimi bağlamalarını istemiyorum!» dedi Ribin. «Kaçacak değilim, kendimi savunmayacağım, bağlamaya
ne gerek var?»
Komiser ona doğru bir adım attı. ; «Ne?» diye sordu.
Ribin sesini yükseltti:
«Halka yeterince eziyet ettiniz, canavarlar! Yakında siz de cezanızı bulacaksınız.»
Öylece duran Komiser, Ribin'e bakıyor, bıyıkları titriyordu. Bir adım geriledi, şaşkınlık içinde:
Ana / F: 17
257
«Vay itoğlu it!» dedi. «Kime söylüyorsun lan?» Birdenbire sert bir yumruk indirdi Ribin'in yüzüne. Ribin
komiserin üstüne yüreyerek bağırdı: «Gerçeği yumruklarla öldüremezsin! Hem beni dövmeye hakkın yok
senin, pis köpek!» Komiser çileden çıktı: «Senden mi korkacağım? Ben!»
Yine kolunu kaldırdı vurmak için. Ribin eğildi. Komiser ıska geçti. O hızla az kalsın kendisi yere
düşüyordu. Kalabalık arasından biri yüksek sesle güldü. Ribin'in öfkeli sesi yükseldi: «Bana vurmana
gözyumamam, iblis herif!» Komiser çevresine bakındı. Köylüler sessizce yaklaşmış, sık saflarla bir halka
çizmişlerdi. Suratlar asıktı. Gözleriyle birisini arayarak:
«Nikjta!» diye seslendi. «Hey, Nikita!» Kalabalık arasından kısa boylu, tıknaz bir köylü çıktı. Koyun
postundan kısa bir ceket giymişti. Saçları karmakarışıktı. Kocaman kafasını eğerek yere bakıyordu.
Komiser bıyığını burarak: * «Nikita,» dedi. «Patlat şunun kulaktozuna!» Köylü bir adım ilerledi, Ribin'in
önünde durdu, başını kaldırdı, Ribin'in gerçek dolu şu sözleri yıldırım gibi irfdi köylünün beynine.
«İşte, kardeşler, görün bakın, bu yanabiler sizleri kendi ellerinizle boğduruyorlar! Bakın, düşünün*!»
Mujik, kolunu yavaş yavaş kaldırdı, Ribin'in başına yumuşak bir darbe indirdi. Komiser yaygarayı
kopardı: «Öyle değil, pis herif!» Kalabalıktan sesler yükseldi: «Hey, Nikita, Allahı unutma!» Komiser,
mujiği ensesinden tutup itti: «Vur diyorum sana!» diye bağırdı. Köylü bir adım yana çekildi, başını eğdi.
«Artık vurmam,» diye homurdandı. «Ne?»
Komiserin yüzü kasıldı, ter ter tepindi, sövüp sayarak Ribin'in üzerine saldırdı. Ribin yediği darbeden
sendeledi, kolunu
258
salladı. Komiser ikinci bir saldırıyla onu yere yıktı, üzerine sıçrayarak göğsünü, kaburgalarını, kafasını
tekmelemeye başladı.
Düşmanca bir mırıltı yükseldi. Kalabalık dalgalandı, komiserin üstüne yürüdü. Komiser bunun farkına
vardı, bir yana zıplayıp kılıcını çekti.
«Ya, öyle mi? Ayaklanıyorsunuz ha? Öyle mi?»
Sesi titredi, keskinleşti, kısıldı. Sesiyle birlikte gücünü de yetirdi, başını omuzları arasına gömdü. Sırtı
kamburlaştı. Gözlerini dört bir yana çevirerek geriledi, kaygılı bir boğuk bir sesle:
«İyi ya!» diye bağırdı. «Alın onu, ben gidiyorum! Alçaklar, onun bir siyasî suçlu olduğunu biliyor
musunuz? Çarımıza karşı savaşıyor, isyana kışkırtıyor, bunu biliyor musunuz? Ve siz onu savunuyorsunuz,
ha? İsyancılarsınız yani!»
Ana hiç bir şey düşünemiyor, durgun bakışlarla olan biteni izliyor, sanki karabasan görüyormuş gibi
dehşetin ağırlığı altında eziliyordu. Kalabalığın kızgın, kötü niyetli haykırışları kafasının içinde
çınlıyordu. Komiserin sesi titriyordu. Fısıltılar dolaşıyordu havada.
«Eğer suçlu ise yargılansın!»
«Onu bağışlayın.»
«Doğru ama, sanki yasalar yokmuş gibi davranıyorsunuz!» . «Böyle şey olur mu? İnsanları böyle
dövmeye başlarlarsa bunun sonu nereye varır?»
Köylüler iki gruba bölünmüştü. Bir bölümü komiserin çevresini almış, bağıra çağıra onu inandırmaya
çalışıyordu. Sayıca daha az olan öbürleri yaralının yanında kalıyor, ters ters homurda-nıyorlardı. Birkaç
kişi Ribin'i ayağa kaldırdılar. Muhafızlar ellerini yeniden bağlamak istediler. Bağıranlar oldu:
«Beklesenize iblisler!»
Mikhail yüzündeki çamuru ve kanı sildi. Sessizce çevresine bakmıyordu. Bakışı Ana'nın üzerinden kayıp
geçti. Ana ürperdi, istemeyerek elini salladı. Ribin öte yana döndü. Ama birkaç saniye sonra yine Ana'nın
üzerine çevirdi gözlerini. Doğruldu, başını kaldırdı, kanlı yanakları titredi gibi geldi Pelageya'ya:
'Beni tanıdı mi... acaba?'
Sevinci derin üzüntüsüne karıştı. Başıyla bir işaret yaptı. Ama çok geçmeden, Ribin'in yanıbaşında duran
mavi gözlü
259
köylünün de kendisine baktığını gördü. Bu bakış, tehlikede olduğunu anlattı ona.
"Ne yapıyorum ben? Beni de yakalayacaklar mutlaka!'
Köylü, bir şeyler söyledi Ribin'e. Ribin başını salladı, kesik ama kararlı bir sesle konuşmaya başladı:
«Zararı yok. Yeryüzünde yalnız değilim ben. Tüm gerçeği hapse tıkamazlar. Nerden geçsem orada beni
anımsayacaklardır. İşte bu! Yuva bozuldu, dostlar, arkadaşlar orda değiller artık...»
'Bunları benim için söylüyor!' diye düşündü Ana.
«Ama gün gelecek, kartallar özgürce havalanacak, halk kurtulacak!»
Bir kadın kovayla su getirdi, sızlanarak Ribin'in yüzünü yıkamaya koyuldu. İnce sesi Mikhail'in sözlerine
karışıyordu. Ana iyi işitemiyordu bu sözleri. Köylülerden birkaçı komiserin ardından ilerledi. Birisi
bağırdı:
«Tutukluyu götürmek için bir araba verin. Kim verecek bakalım?»
Komiser konuştu; sesi değişmişti. Canı sıkılmış gibiydi.
«Ben sana vurabilirim, ama sen bana vuramazsın, buna hakkın yok, aptal!»
«Ya! Sen kimsin peki? Allah mı?» diye bağırdı Ribin.
Kalabalıktan haykırışlar yükseldi:
«Tartışma, arkadaş, hükümetin temsilcisi o...»
«Kızmayın, ne dediğini bilmiyor*..»
«Sussana be adam!»
«Seni hemen kente götürecekler...»
«Kentte yasalara daha çok saygı vardır!»
Kalabalığın uzlaştırıcı, yalvaran çığlıkları, sızlanmaları birbirine karışıyordu. Hiç bir umut sesi
işitilmiyordu bu uğultuda. Muhafızlar Ribin'i koltuklarından tutup peronun basamaklarını tırmandılar,
tutukluyla birlikte binanın içine daldılar. Mavi gözlü adam Ana'ya doğru ilerledi, gizli bakışlar fırlattı
ona. Ana'nın dizleri titremeye başladı. Bir bitkinlik duygusu yüreğini burktu. İçinin bulandığını duydu.
'Gitmemeliyim!' diye düşündü. 'Hayır, gitmemeliyim!'
Trabzana kuvvetle tutunup bekledi.
260
Hükümet konağının peronunda ayakta duran komiser el kol hareketleri yaparak konuşuyordu. Boğuk,
cansız sesinde sitemler birbirini kovalıyordu:
«Aptallar! itoğlu itler! Aklınız hiç bir boka ermez, bu işe burnunuzu sokuyorsunuz, bir devlet işine!
Hayvan herifler! Böyle iyi yürekli olduğum için öpüp başınıza koymalısınız beni! Eğer isteseydim
topunuzu zindana attırırdım....»
Yirmi kadar mujik, baş açık, dinlemekteydiler. Akşam oluyordu. Bulutlar daha alçaktan uçuyordu. Mavi
gözlü köylü Ana'ya yaklaştı, içini çekerek:
«Görüyorsunuz ya neler olup bitiyor bizde,» dedi.
Pelageya usulca:
«E-evet,» diye karşılık verdi.
Adam içten bir tavırla Ana'ya bakarak sordu:
«Siz necisiniz?»
«Köylülerden dantel satın alırım, bez satın alırım.»
«Köylü, ağır ağır sakalını okşadı, canı sıkılmış gibi karşıki binaya baktı.
«Buralarda öyle şey bulunmaz,» dedi.
Ana onu gözetleyerek hana dönmek için uygun zamanı bekledi. Köylünün yüzü düşünceliydi, güzeldi.
Gözleri hüzünlüydü. Uzun boyluydu. Geniş omuzları vardı. Paramparça bir iş gömleği, temiz bir basma
gömlek, köy işi kızılımtırak abadan pantolon giymişti. Çıplak ayaklarında kötü pabuçlar vardı.
Ama nedenini bilmeden rahatladı, içini çekti. Birdenbire, bulanık kafasından daha iyi işleyen bir
önseziye kapılıp kendisini de şaşırtan bir soru sordu:
«Geceyi senin evinde geçirmek mümkün mü?»
Aynı zamanda kasları, kemikleri ve tüm vücudu şiddetle kasıldı. Doğruldu, gözlerini köylüye dikti.
Zonklayan beyninden kar-maraşık düşünceler geçiyordu:
'Nikolay'ın mahvına neden olacağım... Artık Pavel'i göremeyeceğim... uzun süre göremeyeceğim!
Tepeleyecekler beni!'
Mujik gözlerini yere dikti, iş gömleğinin önünü kapattı, ağır ağır konuştu:
«Geceyi geçirmek mi? Olabilir, niye olmasın? Yalnız, evim pek ahım şahım bir yer değil...»
261
Ana farkında olmayarak:
«Şımarık bir kadın değilim ben!» dedi.
Köylü onu bakışlarıyla inceleyerek:
«Olabilir!» dedi.
Karanlık çökmüştü. Köylünün gözlerinde soğuk bir parıltı vardı. Yüzü çok solgundu, Ana'nın içinde bir
uçuruma yuvarlanı-yormuş gibi bir duygu vardı. Yavaşça:
«Öyleyse,» dedi, «hemen geliyorum. Sen valizimi alırsın.»
«Tamam.»
Köytü iş gömleğini yine göğsü üzerinde kavuşturdu, alçak sesle:
«İşte yük arabası,» dedi.
Hükümet konağının peronunda Ribin göründü. Ellerini yeniden bağlamışlardı. Başı yüzü, kurşunî renkte
salgılardan görünmüyordu. Alacakaranlığın soğuğunda:
«Elveda, iyi insanlar!» dedi. «Gerçeği arayın, saklayın onu, size doğrusunu anlatana inanın, gerçeği
savunmak için gücünüzü esirgemeyin!»
Komiser:
«Sus ulan, it!» diye bağırdı. «Muhafız, sür atları, budala!»
«Yitireceğiniz hiç bir şey yok. Yaşantınız nedir ki?»
Araba yola çıktı. İki muhafızın arasına oturmuş olan Ribin hâlâ konuşuyordu:
«Açlıktan ölmeye niçin razı oluyorsunuz? Özgürlük için çalışın, ö size ekmek de verir, gerçek de. Elveda,
iyi insanlar!...»
Tekerleklerin takırtısı, atların nal şakırtısı, komiserin haykırmaları Ribin'in sözlerini bastırdı.
Köylü, başını sallayarak:
«Bu iş bitti!» dedi.
Sonra Pelageya'ya dönerek ekledi:
«Biraz bekleyin, çabucak gelirim...»
Ana hana döndü, semaverin bulunduğu masanın başına oturdu, bir parça ekmek aldı, üzerine baktı,
usulcacık tabağa bıraktı. Aç değildi. Mide boşluğunda bir rahatsızlık duyuyordu yeniden. Onu
bitkinleştiren, başdönmesi veren, bulantı veren bir sıcaklık... Mavi gözlü mujik gözlerinin önüne
geliyordu. Eksik kalmış gibi acayip bir surat vardı adamda. Güven vermiyordu bu
262
sürat. Ana açıktan açığa 'Beni ele verecek' demek istemiyordu, ama, kafasında bu düşünce yer etnlişti
bir kez ve göğsünde ağır bir baskı yapıyordu. "Beni farkettü' diyordu, 'beni farketti, sezdi, anladı!'
Ama bir tepki gösterme gücünü bulamıyordu kendinde. Düşüncesi genişlemiyor, üzgün bir bitkinlik
içerisinde boğulup gidiyordu.
Pencerenin ardında büzülmüş, çekingen bir sessizlik almıştı gürültünün yerini. Köyde bir tür korku,
karamsarlık belirtisiydi bu. Sessizlik, Ana'nın yalnızlık duygusunu kamçılıyor, ruhunu kül gibi yumuşak ve
kurşunî karanlıklara boğuyordu.
Küçük kız içeri girdi, kapının dibinde durdu.
«Size omlet getireyim mi?» diye sordu.
«Hayır, canım istemiyor artık. Bu çığlıklar beni korkuttu.»
Küçük kız yaklaştı, coşkunca, ama yavaş sesle anlatmaya başladı:
«Nasıl vurdu komiser! Ta yakınındaydım, her şeyi gördüm... Adamın bütün dişlerini kırdı/adam kan
tükürdü, katı bir kan, hem de simsiyah!... Gözleri de görünmüyordu artık! Katrancıdır o. Çavuş bizde.
Kalkamıyor. Öyle sarhoş ki. Hep şarap istiyor. Diyor ki bunlar çeteymiş, bu sakallısı da elebaşılarıymış,
yani şefleri. Üçünü enselemişler, ama bir tanesi kaçmış. Bir okul öğretmenini de yakalamışlar, onlarla
biriikteymiş, Allaha inan-mıyorlarmış, kiliseleri yağma etmeli diyorlarmış millete. İşte böyle adamlarmış!
Buna acıyan köylüler de vardı, sonra başkaları da vardı ki, öldürmeli bunu diyorlardı. Bizim mujiklerde
öyle kötü insanlar var ki vallahi!..»
Ana, kızın bu tutarsız ve coşkun sözlerini dikkatle dinliyor, kaygılarını dindirmeye, bu korkulu bekleyişi
düşünmemeye çalışıyordu. Küçük kız, herhalde kendisini dinleyen birisini bulduğu için sevinçli olacak ki,
gittikçe artan bir coşkunlukla, sözcükleri yutarak, sesini alçaltarak, gevezeliği sürdürüyordu:
«Babam diyor ki, ürün yok da ondan, diyor, ürün olmadı diyor. İki yıldır toprak ürün vermiyor. Artık
dayanamıyorlarmış. Şimdi köylüler bu yüzden böyle bir durumdaymış. Gerçek bir felâket! Toplantılarda
bağırıp çağırıyorlar, dövüşüyorlar. Geçen gün, Vasiyukov vergilerini ödememiş de, mallarını haczedip
sat-tılardı, o da belediye başkanının yüzüne bir yumruk indirdi: 'Al işte sana gecikmiş borçlarım!' dedi.»
263
Kapının ardında ağır adımlar yükseldi. Ana, kalkmak için masaya dayandı...
Mavi gözlü köylü içeri girdi, kasketini çıkarmadan sordu:
«Nerde çanta?»
Valizi tüy gibi kaldırdı, sarstı.
«Boşmu!» dedi. «Marinka, yolcuyu eve götür.»
Ve kimsenin yüzüne bakmadan çıkıp gitti:
Küçük kız:
«Geceyi kasabada mı geçireceksiniz?» diye sordu.
«Evet, dantel arıyorum, dantel satın alırım ben...»
«Bizde dantel yapmazlar. Tinkov'da, Darino'da bulunur, burda yok.»
«Yarın giderim öyleyse...»
Çayın hesabını ödedi, küçüğe de üç kapik verdi. Kız pek sevindi bu bahşişe, sokağa çıkınca:
«İster misiniz, Darino'ya gidip kadınlara buraya dantel getirmelerini söyleyeyim mi? Oraya gitmenize
gerek kalmaz. Ne de olsa on iki kilometre yol yürüyecekseniz.»
Pelageya kızın yanıbaşında yürürken:
«Gereksiz, yavrum,» dedi.
Soğuk hava Ana'yı serinletti. Yavaş yavaş bir karar beliriyor-dü kafasında. Henüz bulanık, ama umut
verici bir karardı bu. İçin için olgunlaşıyordu. Ana durmadan soruyordu kendi kendine:
,
«Nasıl yapmalı? Düpedüz, açıkça.»
Gece nemli ve soğuktu. Pencerelerde ölgün, kızılımsı, donuk ışıklar görünüyordu. Sessizlik içinde
hayvanlar tembel tembel böğürüyordu. Kesik haykırışmalar işitiliyordu. Kasabayı hüzünlü bir hava
sarıyordu.
«Bu yandan,» dedi kız. «Kötü bir ev seçtiniz. Bu köylü pek yoksuldur...»
'
El yordamıyla kapıyı açtı, sevinçle seslendi:
«Tatyana Ana!»
Ve kaçıp gitti. Karanlığın içinden neşeli sesi çınladı:
«Hoşça kalın!»
264
¦t
ONYEDİNCİ BÖLÜM
Ana, kapının eşiğinde durdu, elini siper ederek evi gözden geçirdi. Daracık, ama temiz bir binaydı. Genç
bir kadın sobanın arkasından başını uzattı, sessizce selâmladı ve görünmez oldu. bir köşede, masanın
üzerinde bir lamba yanmaktaydı.
Evin erkeği masanın başında oturmuştu. Parmaklarını masanın üzerinde tıpırdatıyordu. Gözlerini ana'ya
dikmişti. Biraz geçtikten sonra:
«Giriniz,» dedi. «Tatyana, git Piyotr'u çağır. Çabuk ol!»
Kadın, ziyaretçiye bir Göz bile atmadan çabucak çıktı. Pelageya köylünün karşısındaki sıraya ilişti,
gözleriyle valizini aradı. Göremedi. Kulübede ağır bir sessizlik vardı. Yalnızca lambanın alevi hafif
cızırtılar çıkarıyordu. Köylünün kaygılı, asık suratı pek belirgin görünmüyordu Ana'nın gözüne. Pelageya,
birdenbire, kendisini de şaşırtan yüksek bir sesle sordu:
«Peki valizim nerde benim?»
«Kaybolmamıştır...» dedi.
Köylü omuzlarını silkti, dalgın dalgın:
Ve sesini alçaltarak ekledi:
«Az önce küçük kızın yanında çanta boşmuş diye mahsus söyledim, oysa hiç de boş değil, hatta ağır
bile!»
«O kadar ağır mı?.. Ne demek istiyorsunuz yani?»
Köylü kalktı, Ana'nın yanına yaklaştı, eğilip alçak sesle sordu:
«O adamı tanır mısınız?»
Ana ürperdi, ama güçlü bir sesle:
«Evet!» diye karılık verdi.
Bu kısa yanıt, Ana'nın içinde bir ışık yaktı sanki ve bu ışık çevresini aydınlattı. Ferahlamış gibi derin bir
soluk aldı, sedirin üzerinde iyice yerleşti.
Köylü sessizce güldü.
«Yaptığınız işareti gördüm. O da gördü. Kulağına eğilip, orada, peronda duran kadını tanıyor musun? diye
sordum.»
Ana heyecanla:
265
«O ne dedi?» diye sordu.
«O mu? Dedi ki: 'Kalabalığız biz!' Evet, biz kalabalığız dedi, böyle söyledi.»
«Yine gülümsedi, Ana'ya bakarak sürdürdü:
«İçinde büyük bir güç taşıyor bu adam!.. Yürekli ! Dobra dobra 'Ben yaptım!1 diyor. Dövüyorlar, gık
demiyor...»
Kararsız, cılız sesi, gürbüz yüzü, içten mavi gözleri, Ana'yı gittikçe rahatlatıyordu. Kaygı ve umutsuzluk
siliniyor, içinde Ri-bin'e karşı desin bir acıma duygusu doğuyordu. Dizginleyeme-diği ani ve buruk bir
öfkeyle haykırdı:
«Haydutlar Canavarlar!»
Ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Köylü^üzgün bir tavırla başını salladı. Ana'nın yanından u-zaklaştı.
«Hükümet bu davranışlarıyla çok dost kazanıyor doğrusu!» dedi.
Ve birdenbire Ana'nın yanına dönerek usulca dedi ki:
«Bana sorarsanız, valizinizde gazete saklı, öyle değil mi?»
Pelageya yaşlarını sildi, kisaca:
«Evet, ona getirmiştim,» dedi.
Köylü kaşlarını çattı, sakalını avucunun içine aldı, sustu, gözleri daldı.
«Bize de gelmişti. Küçük kitaplar da getirmişti. Tanıyoruz o adamı. Arada sırada görürdük.»
Biraz durdu, sonra yine konuştu:
«Peki şimdi? Ne yapacaksınız bununla, valizle?»
Ana adamın yüzüne baktı, meydan okurcasına:
«Size bırakacağım!» dedi.
Köylü bu söze şaşalamadı, karşı çıkmadı, yalnızca:
«Bize ha?» diye yineledi.
Başını sallayarak onayladı. Sakalını tutan yumruğu açıldı, parmaklarıyla taradı kılları, oturdu.
Ribin'e atılan dayak sahnesi Ana'nın gözleri önünden hiç gitmiyor, tüm düşüncelerini silip götürüyordu.
Onun çektiği acıyı, alçalmasını, içinde duyuyordu. Ve bu acı, tüm öbür duygularını susturuyordu. Artık ne
valiz düşünebiliyordu, ne başka bir şey. Gözlerinden yaşlar süzüldü. Onları tutmaya uğraşmadı. Ama
yüzü kapanıktı, ve yeniden ağzını açtığında sesi titremiyordu:
266
«Talan ediyorlar, eziyorlar, çamurda sürükleyip çiğniyorlar insanı, alçaklar!»
Köylü yavaşça:
«Güçlüdürler, çok güçlüdürler!» diye karşılık verdi.
«Peki nerden buluyorlar bu gücü? Bizlerden, halktan alıyorlar!»
Ana öfkeli görünüyordu. O aydınlık yüzlü ama anlaşılmaz köylüye sinirleniyordu.
Adam yayvan yayvan:
«Doğru,» dedi. «Öyle bir çark ki...»
Başını kapıya doğru uzatıp dikkatle kulak kabarttı, sonra usulca:
«Geliyorlar,» dedi.
«Kim geliyor?»
«Bizimkilerdir inşallah...»
Karisi içeri girdi. Arkasından bir köylü adımını içeri attı, kasketini bir köşeye fırlattı, hızla evsahibinin
yanına yaklaştı ve sordu:
«Ne diyorsun?»
Öteki, başını olumlu anlamda salladı.
Sobanın yanında duran kadın:
«Stepan,» dedi, «konuğumuzun belki karnı açtır.»
Ana:
«Hayır, sağolun, çok naziksniz,» dedi.
Yeni gelen köylü Ana'ya yaklaştı, kısık bir sesle hızlı hızlı:
«İzninizle tanışalım,» dedi. «Adım Piyotr Rabinin; takma adım, Ben, sizin işlerden birazcık anlarım.
Okuma yazma bilirim, deyim yerindeyse aptal sayılmam yani.»
Pelageya'nın uzattığı eli tutup sıktı, Stepan'a döndü:
«Bak görüyor musun. Stepan? Bizim Bey'in karısı, iyi bir hanımefendi doğrusu! İşte o, der ki, bunlar hep
saçma, düş. Dediğine göre, çoluk çocuk, öğrenci takımıymış bu saçmalıklarla halkın huzurunu kaçırmaya
gelenler. Evet ama, ikisini gördük işte: demin ağırbaşlı, efendi bir köyülüyü tutuklayıp götürdüler, şimdi
de işte görüyorsun şu kadını, hiç de çocuk değil, bir bey hanımına da benzemiyor. Kızmayın ama... siz
kimlerden olursunuz?»
267
Soluk almaksızın hızlı hızlı, tane tane konuşuyordu. Çene-sindeki ufak sakal titriyordu. Adam gözlerini
kısarak Pelageya-'nın yüzünü, dış görünüşünü inceliyordu. Saçları altüst, giysileri yırtık pırtıktı. Sanki az
önce birisiyle dövüşmüş, hasmını yere sermiş de, başarının sevincini hâlâ yüreğinde taşıyor gibiydi.
Başından beri dolambaçsız, yalın bir dille konuştuğundan ve de coşkunluğundan ötürü, Ana hoşlandı
ondan. Sevecen bakışlarla yanıtladı sorusunu. Köylü, Ana'nın elini bir daha tutup kuvvetle salladı ve
hafif, kısık kısık gülmeye başladı.
«Görüyorsun ya, Stepan, namuslu bir iş bu! Haklı bir dava. Ben söyledim sana, halk kendikendine
harekete geçmeye ' başlıyor. Bizim Bey'in hanımı sana gerçeği söylemez ki. Çünkü onun çıkarına
dokunur. Kendisini sayarım, diyecek yok doğrusu. İyi bir insan, bizim iyiliğimizi ister, yani birazcık iyilik,
kendisine zarar vermeyecek ölçüde... Ama halk sağına soluna bakmadan yürümek ister, zarardan
çekinmez, ne yana döneceğini bilmez; her yandan kendisine «Dur!» diye bağırıyorlar, ve bundan başka
bir söz işittiği yok.»

Bu Blogda Ara