Olağanüstü Burjuva Rejimlerin Marksist Bir Tahlili
-II-


Faşist baskının derecesi
Olağanüstü burjuva rejimlerin işçi-emekçi kitlelere ve onların örgütlerine yönelttiği baskının derecesi, faşizmin Bonapartizmden ayırt edilmesinde önemli bir faktör olabilir mi? Burjuva devletin Bonapartist biçimlenmesiyle faşist biçimlenmesi arasındaki temel farkı hatırlayalım. Devrimci işçi hareketini devletin sopasını sallayarak kontrol altına almaya çalışan bir rejimle; onu açıkça ezerek ortadan kaldırmayı amaçlayan bir rejim arasında, uygulanan baskının derecesi açısından bir fark olacağı açıktır. Fakat bunun ötesinde, faşist rejimlerin uyguladıkları baskının derecesini ölçerek bir sonuca varma eğiliminin kendisi tamamen saçmadır. Zira “baskının derecesi” öznel bir ölçüttür.
Bu tür öznel ölçütler bir yana, faşist yönetim zaten burjuva düzenin işçi sınıfının devrimci hareketini ezmeye, sınıfın reformist ve devrimci çeşitli örgütlerini yok etmeye yönelen açık baskıcı diktatörlüğüdür. Uygulanan baskı ve vahşetin derecesi ise, somut yaşamın içinde ortaya çıkacak etki-tepki kuralına bağlıdır. İşçi-emekçi kitlelerin devrimci isyanı burjuva düzenin yaşamsal noktalarına ne denli büyük bir etkide bulunmuşsa, sermayenin karşı-devrimci tepkisi de (eğer buna gücü yetiyorsa) o denli büyük olacaktır. Ayrıca, faşist rejimin hangi somut dünya koşulları içinde iktidara geldiği, dünya dengelerinin ne yönde değişmekte olduğu gibi faktörler de bir ölçüde[78] faşist rejimin uyguladığı şiddetin derecesi üzerinde etkili olabilir.
Almanya’da faşist rejim, yalnızca bu ülkeyi etkisi altına alan bir burjuva vahşeti olmakla kalmadı, dehşetli bir emperyalist paylaşım savaşının içinde tüm dünyayı kana buladı. İspanya’da iç savaşın bittiği 1939’dan 1950 yılına dek korkunç bir insan avı sürmüştü. Bu yıllar arasında on binlerce insan hapishanelerde, çalışma kamplarında, idam sehpalarında, suikastlarda, sokak çatışmalarında, dağlarda gerilla savaşında can vermişti. Şili’de faşist Pinochet cuntası, devrim için ayağa kalkmış kitlelerin ve onların iktidara oturttuğu sosyalist Allende başkanlığındaki Halk Birliği hükümetinin üzerine kanlı bir saldırıyla yürüdü. On binlerce insan katledildi, Arjantin’de yine öyle oldu.
Keza Türkiye’de faşist Evren cuntasının, işkencelerde, darağaçlarında katlettiği, kayıplar listesine eklediği sayılar bellidir. Fakat bizim işimiz farklı ülkelerdeki bu tür sayıları karşılaştırarak, bu rejimlerin faşist olup olmadığı konusunda bir sonuca varmak olamaz. Kural bellidir. Burjuva düzene yönelen tehdidin boyutları ne kadar büyükse, faşist rejimin girişmek isteyeceği katliamın boyutları da o denli büyüyecektir.
Şili’de düzen güçlerini sarsan devrim korkusu, Türkiye örneğine oranla çok daha ciddiydi. Şili’de sol, Türkiye’ye oranla çok daha güçlüydü. İşçi sınıfı daha önemli boyutlarda örgütlüydü. Bu nedenle Şili’nin sermaye güçleri, düzenleri sona erecek diye dehşetli bir sarsıntı içine düştüler. Türkiye’de ise, devrimin bizzat kendisi olmasa bile onun ayak sesleri, yükselen bir devrimci durum burjuvaziyi faşizm doğrultusunda harekete geçirmeye yetti. Unutulmasın ki, bir ülkede gerek işçi sınıfına ve gerekse onun karşıtı burjuvaziye önemli dersler veren devrim deneyimleri yaşanmamışsa bunun yaratacağı zaaflar iki sınıf cephesinde de hissedilecektir. Türkiye’de burjuvazinin işçi sınıfının devrimci kalkışması veya halk ayaklanmaları ihtimali karşısında korku eşiği alabildiğine düşüktür.
Faşizmi, finans kapitalin işçi hareketine yönelik en saldırgan rejimi olarak tanımlıyoruz. Büyük sermaye güçleri, kapıldıkları devrim korkusu nedeniyle, işçi sınıfının devrimci mücadelesini bastırmak üzere parlamenter rejimi giderek gericileştirmekten başlayarak, parlamenter işleyişi askıya almak, ordu ve polis gücüne daha çok yetki vermek gibi bazı ara formülleri de deneyebilecekler ve faşizan uygulamaları tırmandıracaklardır. Fakat işçi sınıfının devrimci tehdidi tüm bu önlemlerle dahi engellenemiyorsa, burjuva düzen kendini korumaya almak üzere gidebileceği en ileri noktaya dek saldırıya geçmeye hazırlanacaktır. Bu bakımdan faşizm, gerçekten de finans kapitalin en kanlı diktatörlük biçimidir. Bu açık bir gerçektir.
Burjuva düzenin faşist rejim kadar zalim, kudurgan askeri diktatörlük biçiminin de olabileceği gerekçesiyle, faşizmin bu temelde tanımlanmasına karşı çıkanlar olduğunu geçerken belirtelim. Türkiye’de 12 Eylül Evren cuntasının, sermayenin saldırgan, kanlı bir diktatörlüğü olduğu gerçeğini kabul etmekle birlikte, onu faşist değil askeri bir diktatörlük olarak niteleyenler böyle bir yaklaşıma sahiptirler. Bu sorunun çözümü, faşizmin askeri diktatörlük biçimine bürünemeyeceği konusundaki önyargıların kırılmasından geçiyor.


Faşizmin ideolojisi

Faşizmin ideolojisini tartışırken, kuşkusuz ideoloji sorununun sınıf ideolojisi boyutunu ele alıyoruz. Kapitalist toplumda sınıf ideolojisini, kısaca, her bir sınıfın kendi varoluş koşullarına özgü temel çıkarlarını ifade eden düşünce ve anlayışlar bütünü diye tanımlarsak yanlış olmaz. Fakat bu kadarı yine de çok genel bir yaklaşımdır. Zira çok iyi bilinir ki, işin temelinde bu genel yaklaşım yatıyor olsa da, bir sınıfın çıkarlarını yansıttığını iddia eden çeşitli ideolojik akımlar ve buradan kaynaklanan farklı siyasal hareket ve örgütlenmeler vardır.
Doğrudan tartışma konumuza bağlanacak olursak diyebiliriz ki, burjuva sınıf egemenliğini sürdürmenin farklı biçimleri olabileceği gibi, bu farklı yönetim biçimlerini yansıtan değişik burjuva ideolojik akımların olması da kaçınılmazdır. Bu bağlamda kuşkusuz faşizmin de bir ideolojisi vardır. Ancak, amacına ulaşmak için kitleleri değişken demagojilerle aldatıp, siyasal iktidar tekelini de esasen açık baskı aracılığıyla sürdüren bir olağanüstü rejimin oldukça homojen ve dört başı mamur bir ideolojisinin olamayacağı aşikârdır. Yine de faşist ideoloji dendiğinde, genel anlamda devletin ve düzenin kutsanması, koyu bir milliyetçilik ve militarizm, kudurgan bir anti-komünizm gibi bazı ortak öğelerin ona damgasını bastığını söylemek doğru olur.[79]
Faşist ideolojinin en önde gelen özelliğinin, kitleleri demagojilerle aldatmak olduğu biliniyor. Fakat bu hususu da salt faşizmle birlikte zuhur eden bir durum olarak görmek yanıltıcı olur. Faşizmin bu özelliği, aslında kapitalist düzene her zaman içkin olan önemli bir gerçeğin uç noktaya götürülmüş biçimidir. “Kapitalizm bir yandan kitleleri boyun eğmeye, ezilmişliğe, yılgınlığa, dağınıklığa (köyde!), cehalete mahkûm etmekle kalmayıp, öte yandan da burjuvazinin eline güçlü bir yalan ve hile aygıtını, sayesinde işçi ve köylüleri aldatıp aptallaştırabildiği bu aygıtı vermemiş olsaydı, kapitalizm olmazdı” der Lenin.[80]
Faşist hareketler örgütlenir ve iktidara tırmanırlarken, küçük-burjuva kitleleri peşlerine takmak için pek çok demagojik unsurla bezenip kendilerini özgün bir ideolojik ya da siyasal akım olarak sunmaya ihtiyaç duyarlar. İşte bu noktada faşizmin yarattığı demagojik görüntülere aldanmayıp, meselenin özüne inmek problemi çözecektir. Faşist hareketler küçük-burjuva kitleleri aldatmak için hangi demagojik vaatlerde bulunmuş ya da onların kafasını ne denli olmayacak efsanelerle doldurmuş olurlarsa olsunlar, faşizmin sınıf karakteri, kime hizmet etmek için örgütlendiği, iktidara geldiğinde neler yaptığı çok açıktır.
Faşizm iktidara tırmanırken bir küçük-burjuva ideolojisine sahipmiş gibi görünür. Fakat iktidara geldiğinde, onun bu oportünist ideolojisinin aslında burjuva egemenliğinin olağanüstü koşullarda sürdürülmesini amaçlayan bir demagojiler yığını olduğu ortaya çıkar. Nitekim bu iki dönem arasındaki farklılık, faşizm iktidara adım attığında faşist hareketin ideolojik cephesinde de yürütülen temizlik operasyonu ile kendini ele vermektedir.

Örneğin İtalya’da faşist hareketin 1921’deki Roma kongresinde sendikacı “sol” kanat tasfiye edilmiş ve bu kanadın öne çıkardığı işçi haklarıyla ilgili temalar terk edilmiştir. Almanya örneğinde, 1927 dönemecinde Nasyonal Sosyalist Parti ile büyük sermaye çevreleri arasındaki ilişkiler gelişir ve ardından faşist hareket içinde büyük sermayenin istemleri doğrultusunda revizyonlar başlatılır. Nasyonal Sosyalist Partinin kitleleri peşine takmak amacıyla kullandığı “anti-kapitalist” sloganlar, ideolojik propagandanın bu şekilde sürdürülmesi “tehlikeli” bulunduğundan ikinci plana itilir. Anti-kapitalist söylemi ciddiye almış olan kadrolar tasfiye edilir. Berlin bölgesi parti yetkilisi Otto Strasser biraz “sol” bulunduğu için görevinden azledilip, yerine daha sonra Hitler’in propaganda bakanı olarak ünlenecek Goebbels atanır.
Faşizm iktidara yaklaştıkça ideolojik bombardıman kampanyasının araçları, Almanya’daki kapitalist düzene tepki uyandırabilecek tüm sivriliklerinden arındırılacak, bu kez yoksul, işsiz kitlelerin öfkesi, koyu bir milliyetçilik temelinde bir dış emperyalizme, yabancı düşmanlığına yöneltilecektir. Böylece de faşizmin ideolojisi, gerçek sınıf karakteri, yani tekelci burjuvazinin çıkarlarını dillendiren niteliği temelinde kavranabilir hale gelecektir. Faşist ideolojinin temel amacı, yoksul ve işsiz insanların canını fena halde yakan gerçek düşmanın ülke içinde karşılarına dikilmiş duran kapitalist düzen olduğunun unutturulmasıdır. Bu nedenle faşizm, onların beynini sürekli olarak ülkenin “kaybolmuş, geçmişte kalmış maddi manevi zenginliklerine geri dönüş” masallarıyla ve ülkenin başına musallat olduğu söylenen “iç ve dış düşmanlar” propagandasıyla doldurur.
Faşizmin kullandığı ideolojik temalardaki değişime bakılacak olursa, onun iktidara tırmandığı dönem ile iktidara geldiği dönem arasında bariz bir farklılık olduğu açıktır. Bu önemli husus, faşizmin MHP gibi faşist bir kitle partisiyle iktidara tırmanıp, bir askeri cunta görünümünde iktidara oturduğu Türkiye benzeri ülkelere dair bazı tartışmalara da ışık tutuyor.
Klasik örneklerde faşizmin yükseliş dönemine eşlik eden “anti-kapitalist” sloganlar ve faşizmin sendikal hareket içinde yürüttüğü örgütlenme faaliyeti, Türkiye’de de faşizmin benzer evresinde MHP’nin faaliyetine bakıldığında görülür. 12 Eylül Evren cuntasının faşist bir diktatörlük olmadığını iddia edenlerin, cunta yönetimine Alman ve İtalyan örneklerindekine benzer bir “anti-kapitalist” söylemin eşlik etmediğini kanıt olarak sunmaları geçersizdir. Kısacası, ileri sürülen diğer argümanlarda olduğu gibi, 12 Eylül tipi askeri diktatörlüğün faşist olmadığı önyargısından hareket edenler, bakılması gereken dönemleri birbirine karıştırıyorlar.
Faşizm iktidara tırmanırken kitleler üzerinde etkili olabilmek için kendini küçük-burjuva kitlelerin özlemlerine uyarlar. Ayrıca farklı yöntemler uygulayarak işçi hareketine doğru da uzanır. İşçi kitlelerini devrim yolundan geri döndürmek için başvurduğu yıldırma siyasetinin (mücadeleci sendikacılara, öncü işçilere yönelik suikastlar gerçekleştirmek, militan grevleri kıracak faşist çeteler örgütlemek gibi) yanı sıra, onların bilincini çarpıtıp devrimci sendikal örgütlenmeyi güçsüz düşürmek amacıyla kendisine bağlı bir sendikal hareket de geliştirir. Türkiye’de bunun en önde gelen örnekleri, faşist örgütlenmenin işçi hareketine uzanan yönü MİSK ve ‘80 öncesinde sendikal mücadelede başı çeken metal işçilerinin DİSK bünyesindeki örgütlülüğü Maden-İş’in karşısına çıkartılan Türk-Metal örgütlenmesidir.
Faşizmin ideolojisi konusunda doğru bir kavrayışa sahip olabilmek için, onun kitle tabanı edinmek üzere başvurduğu demagojilerin hangi sınıfa hitap ettiğiyle, onun ideolojik amacının esasen hangi sınıfın çıkarını yansıttığını iyi ayırt etmeliyiz. Böyle bir ayrımın yapılması, aslında daha genel anlamda şu ya da bu burjuva ideolojisi (veya bunun somutlandığı siyasal akım) için de gereklidir. Aksi takdirde, özellikle küçük-burjuva kitleleri kendi çıkarları için seferber eden tüm burjuva siyasal akımları küçük-burjuvaziye maletmek pekâlâ mümkündür.
Bu mantıkla, örneğin günümüzde AKP gibi bir burjuva partisinin kendisine kitle desteği sağlamak için yarattığı ve dini değerleri öne çıkartan hareketini de pekâlâ küçük-burjuva olarak tanımlayanlar olacaktır. Nitekim olmaktadır da. Fakat AKP’nin işçi sınıfı içinde de önemli bir desteğinin olduğunu gözardı etmezsek, aynı çarpık mantıkla, bu hareketin ideolojisi neden işçi sınıfına maledilmesin? Bu yanlış akıl yürütme, istenirse faşizmin ideolojisi noktasına dek genişletilebilir. Zira, özellikle İtalya ve Almanya örneklerinde olduğu gibi geniş kitlelerce desteklenen faşist hareketlerin yandaşları arasında işçilerin de yer aldığını kim inkâr edebilir?
İktidara tırmanırken başvurduğu anti-kapitalist demagojilerle ve küçük-burjuvaziyi cezbetmeye yönelik uçuk tarihi fantezileriyle, faşizm özgün bir küçük-burjuva siyasal akım olarak görünebilir. Faşizm iktidara geldiğinde dahi, Hitler’in ünlü propaganda ayinlerinde görüldüğü gibi, kitleleri demagoji ve tarihi masallarla uyutmayı sürdürebilir. Ama tüm bu yalan kampanyalarının ardında, sermayenin gerçek akıl hocaları planlarını sinsice hazırlayacak ve faşizm işini, finans kapitalin o dönem öne çıkmış ihtiyaçları doğrultusunda gayet de bilinçli olarak yürütecektir. Gerektiğinde devrimci işçi kitlelerini ezmek üzere akıl almaz katliamlara girişecek, dış pazarlarda yayılmak ya da rakip unsurları alt etmek için başka halkları cehennem ateşlerinde kavuracak veya gaz odalarında imha edecektir.
Almanya’da Hitler rejimi arî ırk efsanesini yaşama geçirmeye niyetlenir görünürken veya Türkiye’de diktatör Evren meydan meydan dolaşıp, (ordunun geleneksel laikçiliğine rağmen) babasının da iyi bir din hocası olduğundan dem vururken yahut faşizmin Türk-İslam versiyonuna uygun biçimde bol bol İmam Hatip Lisesi ve kuran kursu açarken de temel gerçek değişmez. Kimilerinin, “manyak” Hitler’e veya “salak” Evren’e özgü uçuk kaçık projeler diye yorumlayıp geçtiği bu tür uygulamaların altında dahi, son tahlilde, finans kapitalin robot tipi itaatkâr işçiler veya uyuşturulmuş kitleler yaratma ihtiyacının yattığını görebiliriz.
Faşizmin gerçek yüzünü modern çağlara ve “seçkin” kapitalist ülkelere bir türlü yakıştıramayan burjuva düzen yanlısı tüm aydınlar, onun suçunu, işsizlik ve yoksulluk sarmalında “çıldırmış” küçük-burjuva kitlelere ya da “manyak”, “salak” gibi sıfatlarla küçümsedikleri “kişi”lerin üzerine atmaya pek meraklıdırlar. Ama Hitler Almanyası’nda Yahudiler gaz odalarında kitleler halinde imha edilirlerken, Almanya yine modern kapitalist bir ülkeydi. Ve Alman tekelci burjuvazisi, düzenin tüm egemenleri, bacalardan çıkan ölü insan kokularına aldırmaksızın kârlılık hesapları yapmakla meşguldüler.
Faşist propaganda yöntemlerinde en ileri gitmiş örnek olarak bilinen Almanya’da Goebbels, totaliter propagandanın, bir halkı yönetmekte kullanılan sanatların birincisi olduğunu belirtiyordu. Goebbels demagojik propaganda kampanyaları örgütlemekte usta bir kişiydi ve bu “meziyetini” faşist iktidarın propaganda bakanlığında fazlasıyla göstermişti. Almanya’da faşizm iktidar olduğunda “anti-kapitalist” vaatler bir kenara fırlatılmış ve faşist propaganda kampanyaları artık kitlelere olumlu hedefler göstermeyen, yaratılan bir düşman karşıtlığı üzerinden yürütülen bir niteliğe bürünmüştü.
Bu kampanyanın temel motifi önce anti-komünizmdi. Ama faşizm komünistleri ezdikten sonra sıra Yahudi karşıtlığına geldi. Nazi iktidarı, Yahudileri fiilen ikinci sınıf vatandaş haline getiren bir “vatandaşlık yasası” da çıkarttı. Anti-semitik hezeyan, aslında faşist devletin resmi ideolojisine uymayan her türlü aykırılığı (sakatları, çingeneleri, eşcinselleri vb.) cezalandırmanın bahanesi haline getirilmişti. Gözü dönmüş faşist saldırganlıkta mantık aranmaz! Göring, “kimin Yahudi olduğuna ben karar veririm” diyordu.
Faşizmin her ülkeye az çok uyan, genelleşmiş bir ideolojisi yoktur. Çünkü faşizm, iktidara yerleşebilmek için içinde hareket ettiği zaman ve mekân koşullarına bağlı olarak amacına denk düşecek uygun demagojiyi kullanacaktır. Bu nedenle faşizmin ideolojik sunumu, çeşitli palavralar ve boş vaatlerle bezenmiş, ortama göre renk değiştirecek bir bukalemun gibidir. Almanya’da sermaye düzeninin somut koşulları anti-semitizmi öne çıkarmayı gerektirmiş, faşizm hemen onun rengine bürünmüştür.
Türkiye’nin somut koşullarında faşizm kitleleri peşine takabilmek için Türkçülüğün yetmediğini görmüş, bunu İslami öğelerle zenginleştirip Türk-İslam sentezi diye piyasaya sürmüştür. Günün ihtiyaçları değiştiğinde, faşizm karşımıza bu kez daha bir “Nasyonal Sosyalizm”in rengine bürünerek çıkabilir, nitekim daha şimdiden bu yolun yolcusu olanlar vardır. Hemen hemen tüm faşizm örneklerinde, faşist liderler kapitalizmden el aman diyen kitleleri peşlerine takabilmek için, sırasında keskin birer anti-kapitalist pozlarına girmişler, işçi sınıfının sol hareketinden çaldıkları sloganları kullanarak, işçi ve emekçi kitlelerin kafasını elden geldiğince karıştırmaya çalışmışlardır.
Sonuç olarak, faşizmin tamamen kendi karakteristikleri temelinde belirginleşen, özgün bir düşünce akımı olarak belli başlı niteliklerini sıralayabileceğimiz bir ideolojisi yoktur. Daha doğrusu faşizmin ideolojisi, olağanüstü koşullarda burjuva düzeni kurtarmaya koşan ve bunun için gereken neyse yapmayı göze alan faşist eylemin, mevcut ahval ve şeraite uydurulmuş düşünsel versiyonlarıdır.


aşizmin sona erişi (yıkılış ya da çözülüş)[81]
Faşizm sorunu çerçevesinde cereyan eden tartışmalar içinde, faşist rejimlerin sona eriş biçimi önemli bir yer tutuyor. Faşist rejimlerin akıbetinin ne olacağının henüz tam olarak bilinmediği 1920 ve 30’larda devrimci Marksist çevrelerde ağır basan görüşlerden biri, faşizmin ancak devrimci mücadele sonucunda yıkılarak sona erebileceği şeklindeydi. Bunun o dönem koşulları hesaba katıldığında anlaşılabilir nedenleri vardır. Zira dünya kapitalist sisteminin, bir ülkeden diğerine içine sürüklenmekte olduğu toplumsal bunalım koşulları ve burjuva düzenleri sarsan devrimci durumlar alabildiğine yaygın ve derin biçimde seyretmekteydi. İtalya ve Almanya’nın yanı sıra faşizm cephesine yeni ülkeler de katılmış ve dünya, özellikle Alman faşizminin saldırganlığında somutlanan bir vahşetin, ikinci bir emperyalist paylaşım savaşının içine sürüklenmişti.
İtalyan faşizminin iktidarda olduğu bir dönemde, Troçki onun Bonapartizm yönünde çözülebileceği olasılığına işaret ediyordu. Aynı olasılığın Alman faşizmi için de düşünülebileceğini, fakat kesin sonucu ancak ve ancak ülkedeki ve uluslararası düzeydeki sınıf mücadelesinin ortaya koyacağını belirtmekteydi. Gerçekten de İtalyan ve Alman faşizminin akıbetini, doğrudan doğruya uluslararası arenada cereyan eden muazzam altüstlükler belirledi. İkinci Dünya Savaşının İtalya ve Almanya’nın yenilgisiyle sonuçlanması, bu ülkelerdeki faşist rejimlere de noktayı koydu. Sovyetler Birliği halklarının Alman Nazi ordusuna karşı yürüttüğü amansız savaşın yanı sıra, müttefik Amerikan, İngiliz ve Fransız emperyalist güçlerinin galip gelmesi, İtalya ve Almanya içindeki direnişçi güçlerin durumunu da değiştirdi. İtalya’da partizanlar 17 Kasım 1945’te Mussolini’yi yakalayıp kurşuna dizdiler ve cesedini de ibret olsun diye Milano’ya getirip ayaklarından sallandırarak teşhir ettiler. Hitler benzer bir akıbetten kaçabilmek için saklandığı ininde intihar etti.
Faşizm denildiğinde ilk planda akla gelen bu iki ülkede faşist iktidarların devrilmesine, dünyada başka dönemlerde görülmedik denli yaygın biçimde bir faşizm karşıtlığı eşlik etti. Faşizmin dünya halkları tarafından lanetlenmesi ve genel demokrasi istemi doğrultusunda kitlelerin sesinin yükselmesi, faşist iktidarların işbaşında olduğu İspanya ve Portekiz’i de şu ya da bu ölçüde etkiledi. Bu olgu ayrıca, bundan böyle iktidara gelecek olan faşist diktatörlüklerin söylemini de değişikliğe uğrattı. İspanya ve Portekiz’de faşizm, İkinci Dünya Savaşı sonrasının değişen koşulları nedeniyle çözülmeye başladı. 60’lar sonrasında kurulan faşist diktatörlükler (yine ne denli zalim olabilecekleri gerçeği bir yana), bir zamanlar Mussolini veya Hitler’in böbürlendiği gibi hiç gitmemek üzere iktidara gelmiş olduklarını iddia etmeye cüret edemediler.
Her türlü siyasal tartışmayı verili somut koşulları hesaba katarak yürütmek Marksizmin abecesidir. Bu bakımdan, değişen dönemler ve yaşamın ortaya koyduğu gerçeklikler temelinde, faşizmin ancak yıkılarak son bulacağını iddia etmek mümkün değildir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan çeşitli gelişmeler, faşist diktatörlükleri yıkabilecek kitle mücadelelerini sergilediği gibi, faşist rejimlerin çözülerek son bulması örneklerini de ortaya koymuştur.
Faşist diktatörlüğün devrimci mücadeleyi ezip geçmesinden, yani bir anlamda faşizmin asli işini bitirmesinden sonra, burjuva devletin bu olağanüstü biçiminin ülke ve dünya burjuvazisi nezdinde gerekliliğini yitirmesi, giderek eski gücünü kaybetmesi ve çözülmesi olasılığı vardır. Faşist bir diktatörlüğün ancak yıkılarak son bulacağı görüşünde ısrar etmenin ve bunu faşizmin ayırt edici bir kriteri haline getirmenin maddi bir dayanağı bulunmamaktadır. Devrimci proletaryanın çıkarları elbette faşist diktatörlüklerin işçi sınıfı hegemonyasındaki bir mücadeleyle yıkılmasını gerektirir, fakat elde edilen sonuçlar salt istemekle değil sınıf mücadelesinin gerçek seyriyle belirleniyor.
Faşist rejimler hangi biçimde son bulmuş olurlarsa olsunlar, faşizmin iktidara gelmesinden sonraki sürece damgasını basan ve işçi sınıfının mücadelesini doğrudan ilgilendiren bazı yakıcı gerçekler vardır. Bunlar arasında en önemli olanı, faşizmin yükselişini engelleyemeyen ve faşizm iktidara adımını atmaya yeltendiğinde bunu güçlü bir direnişle geri püskürtemeyen bir işçi hareketinin gerçekte ne durumda olacağıdır. Böyle bir durumun devrimci mücadelenin yenilgisi anlamına geldiği çok açıktır. Faşizmin iktidar koltuğuna kurulması halinde, sanki böyle bir yenilgi yaşanmamış gibi davranarak ve faşist saldırının devrimci mücadele saflarında yol açtığı zayiatı yok sayarak, bir çırpıda yeniden ileriye atılmak mümkün değildir.
Eğer faşist diktatörlüğe karşı gerçek bir mücadeleden, onu yıkmak üzere örgütlenip ileri atılacak devrimci işçi hareketinden söz ediyorsak, işçi sınıfının yediği ağır yumruğun etkisinden sıyrılıp yeniden güç toplayabilmesini sağlamaksızın faşizmi yıkalım çağrısının fiili bir karşılığının olamayacağı aşikârdır.
Almanya’da faşizmin iktidara gelmesinin ardından Troçki bu yakıcı gerçeklere işaret etmiştir. “Almanya’nın bugün karşılaştığı felâket, hiç kuşkusuz tarihin en büyük işçi sınıfı yenilgisidir.” “Faşist baskıların ve maddi yoksullukların dolaysız devrimcileştirici etkisine güvenmek, kaba materyalizmden başka bir şey değildir. ... insanlık tarihinde, baskılar sık sık devrimci bir öfkenin parlamasına yol açmıştır. Ama karşı devrimin zafere ulaşmasından sonra, bu baskıların, genellikle son isyan ateşini de söndürdüğü görülmüştür.”[82]
Diğer ülkelerde ve Türkiye’de yaşanan gerçekler, faşizmin tırmanışa geçtiği süreçlerde üzerlerine düşen devrimci görevleri yerine getirmeyen liderliklerin, faşizmin iktidarı kurulduktan sonra havaya savurdukları devrimci belâgatın hiçbir işe yaramadığını gözler önüne sermektedir. İktidarını kuran faşizmin, azgın bir terörle işçi sınıfının tüm örgütlerini paramparça ettiği, siyasal yaşamı söndürdüğü, hatta sınıfı bile atomize ettiği biliniyor. Devrimci örgütlerin ezilip geçildiği, devrimcilerden sendika liderlerine, öncü işçilerden sempatizanlara kadar binlerce insanın faşizmin saldırıları altında inletildiği koşullarda, “hadi gelin faşizmi yıkalım” demekle bir ilerleme kaydedilemediğini, böylesi dönemleri yaşamış olan her dürüst devrimci çok iyi bilir. Bu karanlık günlerde temel sorun, ayakta kalmaya çalışan devrimci güçlerin ne yapıp yapamayacağından çok, sınıfın bir bütün olarak fiilen ne halde olduğudur.
Almanya’da işçi sınıfının faşizm karşısında aldığı yenilgiden sonra içine düştüğü gerçek duruma dikkat çeker Troçki. “İşçiler, kendi liderlikleri tarafından aldatılmış ve ihanete uğramış hissetmektedirler kendilerini. Ne yapılması gerektiğini değil ama; ne yapılmaması gerektiğini bilmektedirler. Anlatılmaz bir işkence altındadırlar ve şaşkınlığın, tehditlerin, yalanların, kabadayılığın kısır döngüsünden çıkmak, darbelerden sakınmak, fırtınanın geçmesini beklemek, kendi ötelerindeki sorunlar üzerinde karar verme zorunluluğundan kurtulmak istemektedirler. Hayal kırıklığının sonucu olan yaraların iyileşmesi için zamana ihtiyaçları vardır. Bu durumun genel adı, politik ilgisizliktir. Kitleler, huysuz, öfkeli bir pasifliğe dalarlar. Bir bölümü, faşist örgütlerde sığınak bulur.”[83]
Her büyük yenilgi sonrasında olduğu gibi, sınıfın yediği muazzam darbenin etkisinden kurtulabilmesi, yaraların sarılıp sağlam kuvvetlerle yeniden yola çıkılabilmesi için kuşkusuz belli bir süre geçecektir. Yeter ki bu süre boşa heba edilmesin! Faşist iktidarın saldırısının en yoğun olduğu bir dönem boyunca devrimci inanç ve kararlılığı yitirmemek, yeniden toparlanmayı sağlamak üzere sabırlı ve uzun soluklu bir yeraltı çalışmasına geçiş yapabilmek, gerçek proleter devrimciliğin başlıca kriterleridir. Bu arada dünya dönmeye devam edecek ve gerek içteki mayalanma gerek dış dünyadaki gelişmeler dönüp faşist diktatörlüğün varlık koşullarını da etkileyecektir. Hiçbir zalim diktatörlük, mevcudiyetini başlangıçta sahip olduğu güçle sürdürememiştir.
Faşist diktatörlüğü etkileyen iç ve dış gelişmeler sonucunda, faşizm başlangıçtaki gücünü yitirdiği bir sürece girebilir. Böylesi durumlar, işçi sınıfının ruh halinin değişmesi ve yeniden güç toplayıp ayağa kalkabilmesi bakımından fevkalâde önemlidir. Bu tür süreçlerde, devrimci işçi mücadelesinin dünya genelindeki durumu, enternasyonal bir önderliğin olup olmaması, ülke içinde faşizmin karanlık dönemi boyunca yürütülen devrimci hazırlık çalışmasının eriştiği düzey, başka dönemlerde olmadığı ölçüde muazzam bir önem kazanır. Çözülme sürecine girmiş olan faşist bir diktatörlük, bütün bu faktörlere bağlı olarak, işçi-emekçi kitlelerin devrimci mücadelesinin yükselişe geçmesi neticesinde ağır bir yumruk yiyip yıkılabilir.
Yumruğun sertlik derecesi ve burjuva düzen üzerinde yaratacağı tahribat, yine hiç kuşku yok ki sınıf güçlerinin fiili durumu tarafından belirlenecektir. Faşist iktidarı yıkmak amacıyla hareketlenen kitle mücadelesinin toplumsal bir devrime büyüyüp işçi iktidarını gündeme getirmesi, ancak ve ancak işçi sınıfının devrimci örgütlülük ve bilinç düzeyinin sürecin gidişatını belirleyici dereceye yükselmiş olması durumunda mümkündür. Buna ulaşılamadığında, faşist iktidarı yıkan devrim en iyi ihtimalle siyasal bir devrim boyutunu aşamayacak ve nihayetinde varacağı son durak burjuva düzen çerçevesi içinde kalacaktır. Portekiz örneği bunu kanıtlar.
Faşist iktidara karşı yükselen kitle mücadelesinin henüz bir devrime bile büyüyemeden burjuvazinin hegemonyası altına girmesi durumunda ise, “demokrat” burjuvalar “kahramanlar” gibi yeniden burjuva parlamenter düzendeki görevlerinin başına avdet ederler. Yunanistan’da, İspanya’da böyle olmuştur. Faşizmin pörsütücü bir süreç temelinde taksit taksit çözülerek sona ermesi şeklindeki bir üçüncü olasılık da gözden kaçırılmamalı. Bu olasılık, kitle mücadelesinin sürece damgasını basamaması ve faşizmin neredeyse en başından en sonuna dek tepeden kontrollü biçimde çözülmesidir.
Türkiye’de faşizmin çözülüşü bu türden bir sürece örnek oluşturuyor. Bu durumun nedenleri üzerinde ayrıca durmak mümkün olsa da, bu sonuç yaşanmış bir gerçekliğin ifadesidir. Kuşkusuz Türkiye’de de faşizmin çözülüş sürecinde işçi hareketinde ve devrimci mücadelede bazı yeniden toparlanma çabaları oldu. Fakat bunun boyutları, ne sürecin gidişatını değiştirecek bir noktaya ulaşabildi, hatta ne de işçi hareketi anlamlı bir canlanma içine girebildi. Bir konuda yanlış anlamaya sebebiyet vermemek için belirtelim ki, çağımızda hiçbir kapitalist toplumda işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin yaşanan süreçler üzerinde bir etkisinin olmadığı söylenemez. Egemen güçlerin, kıpırdanmaya başlayan bir işçi hareketinin önünü kesmek amacıyla tepeden düzenlemelere girişmeleri de, aslında bu etkinin bir ifadesidir. Ama burada tartıştığımız konu bu değildir. Devrimci kitle hareketinin doğrudan bir müdahaleyle ve aktif gücünü sokaklara taşıyarak neyi ne kadar yapıp yapamadığını tartışıyoruz.
Türkiye’de faşizmin çözülüş süreci, Latin Amerika ülkelerindeki veya Yunanistan’daki çözülüş sürecinden bir başka noktada da farklılık arz ediyor. Türkiye’de, diğer örneklerdekine benzer şekilde çözülüş sürecinin hiç değilse belli bir dönemecinde doğrudan sahneye çıkarak “demokrasi kahramanlığı”na soyunan bir burjuvazi de olmadı. Bu nedenle Türkiye’de faşizm, ta en son noktasına dek gıdım gıdım çözülen ve bu karakteri nedeniyle de toplumsal ve siyasal yaşamı iyice pörsüten bir süreç yaşatarak son buldu. Türkiye konusu üzerinde ilerleyen bölümlerde başlı başına duracağımız gibi bazı önemli örneklere de ayrıca değineceğiz.
Latin Amerika ülkeleri, Yunanistan veya Türkiye gibi örneklerde kurulan askeri faşist diktatörlükler, içinde yer aldıkları koşullar gereği ABD emperyalizminin etkisine, bölgesel gelişmelere, dış dengelere fazlasıyla bağımlıydılar. Ayrıca, İspanya, Portekiz ve Yunanistan’da, Türkiye’de olduğu gibi, dış etkenler arasında sayılması gereken önemli bir faktör de, büyük sermaye çevrelerinin yöneldikleri AET/AB’ye katılım hedefleriydi. Yunanistan, Şili, Brezilya, Türkiye vb. örneklerinde, nasıl ki bunların işbaşına gelmesinde ABD emperyalizminin gizli servislerinin planları etkili olduysa, çözülmelerinde de emperyalist güçlerin yüksek düzey stratejistlerinin daha önceki gelişmelerden çıkartmış oldukları dersler bir hayli etkili oldu. Faşist diktatörlüklerin devrimci kitle eylemleriyle yıkılması durumunda burjuva düzenin alabileceği darbeyi hesaba katan sermaye güçleri, işler bu noktaya varmadan, tepeden ve kontrollü süreçlerin yaşanabilmesini tercih ederler.
Türkiye’de faşizm, çeşitli Latin Amerika ülkelerindeki benzerleri bir çözülüş süreci yaşarken iktidara geldi. Bu bakımdan genel dönem pek uygun gibi görünmese de, Türkiye’de gelişen devrimci durum nedeniyle faşizm sermayenin acil ihtiyacı haline gelmişti. Diğer yandan bölgedeki gelişmeler, emperyalist güçlerin (en başta da ABD emperyalizminin) Türkiye’nin kontrolden çıkmasına asla göz yumamayacakları bir ortam oluşturmuştu. Ve neticede bildiğimiz gibi faşizm Türkiye’de de iktidara geldi.
Önceden yaşanmış tüm örneklerin ardından gelen bu askeri faşist diktatörlük, çok uzun süre işbaşında kalmaya niyetli olmadığını, uygun koşullar sağlandığında (yani militan işçi mücadelesinin ve devrimci hareketin faşizmin terörüyle ezilmesinden sonra!) seçimlere gidileceğini açıklamak zorunda kaldı. Bu duruma yol açan önemli bir etken de, Portekiz örneğinde görüldüğü üzere, uzun süren askeri faşist diktatörlüklerin genel olarak orduyu fazlasıyla siyasallaştırıp yıpratması riskidir. İç ve dış burjuva düzen güçleri, ordunun alt rütbeli genç subayları arasında zamanla tepedeki “siyasetçi” generallere karşı birikecek tepkinin toplumsal muhalefetin içinden akacağı kanallar döşemesi riskini mümkünse asgariye indirmek isterler.
Bu nedenle pek çok Latin Amerika ülkesinde ve Türkiye’de tekelci sermaye, askeri faşist diktatörlüğün işlevini yerine getirdikten sonra tepeden kontrollü biçimde çözülmesinin ehveni şer olacağı yönünde hareket etmiştir. Ayrıca, daha önceden yaşanan bazı örneklerde kitlelerin bindirdiği basınç sonucunda faşist cuntacılardan hesap sorulması da, arkadan gelen generaller üzerinde korku yaratıcı bir faktördür. Bu faktör bazılarını, benzer bir akıbete sürüklenmemek için bir an önce gözden ırak köşelere çekilmeye teşvik etmiştir.
Yine yaşanmış örnekler, faşist diktatörlüklerin çözülüş sürecine ilişkin önemli bir hususu daha gözler önüne seriyor. Faşist rejimin doğası, kendini içten dönüştürerek, çaktırmadan, sarsıntı yaratmadan parlamenter rejime evrilmeye aykırıdır. Faşist diktatörlüklerin sallanmaya başladığı dönemlere her zaman siyasal krizler eşlik etmiştir. Faşist diktatörlükler kendilerini artık bir değişikliğin zorunlu olduğu noktada bulduklarında, aşamayacakları bir ikilemle yüz yüze gelirler. Varlıklarını devam ettirebilmeleri için bazı reformlara gitmek zorundadırlar, ama böyle bir yola girmek de kesinlikle kendi sonlarını getirecektir. Netice olarak, eski güçlerini, iç ve dış desteklerini yitiren faşist rejimler reforme edilerek yaşatılamaz, çözülürler.
Bilindiği gibi faşist iktidarın varlığı siyasal tekele, monolitik bir yapılanmaya dayanır. Monolitikliğin biraz da olsa gevşetilmesi durumunda, içten içe mayalanan muhalefet orada burada pıtrak gibi patlak vermeye başlar. Faşist diktatörlüklerin kitlelerin hoşnutsuzluğunu yatıştırmak amacıyla giriştikleri sınırlı ve kontrollü reform teşebbüsleri, her seferinde bu nedenle bunların geri devşirilmesi ve baskıların arttırılmasıyla sonuçlanmıştır. Kısacası, kitleler nezdinde faşist diktatörlüğe karşı duyulan hoşnutsuzluğun artık iyice derinleşmesi ve bu durumun burjuva düzenin çıkarları bakımından tehlike sinyalleri vermesi durumunda, hemen her örnekte büyük sermaye çevreleri başka siyasal formüller düşünmek zorunda kalmışlardır.
Bu formüllerin nerden başlayıp nerede sonuçlanacağı yalnızca burjuva zirvelerde yapılan hesaplara bağlı olmayacaktır kuşkusuz. Sonuç her zaman gerçek sınıf güçlerine ve onlar arasındaki mücadelenin seyrine bağlıdır. Fakat şurası bir kuraldır ki, en “demokrat” geçinen burjuvazi bile halk kitlelerinin burjuva düzen sınırlarını hiçbir şekilde zorlamayacağı ılımlı bir çözülme sürecinin yaşanmasını ve böylece parlamenter işleyişe kazasız belâsız geçilmesini arzu eder. Ne var ki gerçek yaşamın egemen sınıf güçlerinin yoluna çıkartabileceği çeşitli engeller, bu tür süreçlerin her zaman çelişkisiz ve sakin bir şekilde yaşanmasına fırsat vermiyor.
Faşist diktatörlüklerin çözülüş sürecine girdiği örnekler dikkatle incelendiğinde, faşist rejimi sürdürme yanlısı burjuva çevrelerle, onu kontrollü bir biçimde sona erdirmeyi tercih eden burjuva çevreler arasında ciddi çelişkilerin yaşandığı görülür. Bu bir realitedir ama farklı siyasal eğilimler bu durumdan tamamen farklı sonuçlar çıkartmışlardır.
Uzlaşmacı ve sınıf işbirlikçi tutum, egemen sınıf içi çelişkilerin oynayacağı rolü daima abartmış ve faşist yönetimlerin devrilmesinin tamamen bu çelişkilerin sonucu olacağı anlamına gelen görüşler ileri sürmüştür. Diğer uçta ise, devrimcilik adına burjuva kamp içindeki çelişmeleri görmezden gelme, bunları küçümseme eğilimi yer alır. Doğru tutum, her zaman gerçekçi bir durum değerlendirmesi yapabilmek, uzlaşmacı ve reformist yaklaşımlara prim vermeden düşman saflarındaki iç çelişkilerden yararlanabilmektir. Bu, siyaset sanatının bir parçasıdır ama bu sanatı lâyıkıyla icra edebilmek ancak kendi bağımsız gücüne dayanan ve bu gücü pekiştiren bir işçi sınıfının harcı olabilir. Aksi halde, ava giden avlanır.
Faşizmin çözülüşü, düzenli bir evrimle parlamenter rejime geçileceği anlamına gelmez. Türkiye’de yaşandığı gibi kimi örneklerde faşist diktatörlük bir başka olağanüstü yönetim biçimine evrilebilir. Bu durum burjuva devletin faşist diktatörlük biçiminin sona ermesi anlamına gelse de, faşizmin yerleştirdiği işleyiş ve kurumlar bir çırpıda ortadan kalkmaz. Faşizmin radikal biçimde, işçi-emekçi kitle mücadelesiyle yıkılarak son bulmadığı örneklerde, bu işleyiş ve kurumların şu ya da bu hızda tasfiye edileceği bir dönemin yaşanması da gerekir. Ayrıca, faşizmin çözülüş sürecine girmesi hiçbir örnekte otomatik olarak demokratikleşme anlamına gelmemiştir. Faşist diktatörlük güçlerinin ve bu iktidar sayesinde kendilerine çıkar kapısı yaratmış olanların, ayrıcalıklarından kolayına ve gönüllü biçimde vazgeçtikleri hiçbir zaman görülmemiştir. Kısacası, faşizmin çözülerek son bulması ile onun devrimci kitle hareketiyle yıkılması arasında siyasal alanın demokratikleşmesi açısından büyük bir kapsam farkı vardır.
Nihayet, faşizmi yıkan kitle hareketi yeniden burjuva demokrasisinin inşası çerçevesine hapsolmaz, bir başka deyişle burjuva hegemonyasına teslim olunmazsa, demokratikleşme sorununun gerçek ve nihai kapsamda, yani işçi iktidarıyla, işçi demokrasisi ile çözülmesi imkânı doğar. Ve çok açıktır ki, işçi sınıfının faşist iktidar karşısında devrimci mücadele stratejisi, bu olasılığın gerçekliğe dönüştürülmesi için var güçle çaba sarf etmekten başka bir şey olamaz.


Poulantzas’ın faşizm teorisi
Burjuva yazar ve ideologların, faşizmi burjuva devlet gerçeğinden kopuk “münferit” bir hadise olarak değerlendirip bilinç çarpıtmaya hizmet ettikleri biliniyor. Bunun dışında, Marksist geçinen bazı yazarlar da genel olarak burjuva devlet biçimleri ve özel olarak faşizm konusunda ileri sürdükleri görüşlerle ciddi yanılgıların yerleşmesine neden oldular. Bu konuda Poulantzas somut bir örnek oluşturuyor. Onun değerlendirmeleri Türkiye’de de bazı sol çevrelerin faşizm konusundaki yaklaşımlarını bir hayli etkilemiştir.
Poulantzas, 1970 tarihli Faşizm ve Diktatörlük adlı çalışmasının sunuşunda, faşizm sorununu İtalyan ve Alman faşizmlerinden hareketle incelediğini belirtir. Bu iki örneğin Avrupa çevresinde gelişmiş olan faşizmin başlıca özelliklerini gayet açık bir şekilde gösterdiğini söyler. Üstelik ona göre Nazizm, faşizmin temel karakteristiklerini İtalyan faşizminden daha net ve eksiksiz bir biçimde ortaya koymaktadır.[84] Öne çıkmış başlıca faşizm örneklerini incelemekte bir sorun yoktur ama, salt bu örneklerden hareketle (ve özellikle de Alman Nazizmi temelinde) bir faşizm teorisi inşa etme girişimi, fazla sözü gerektirmeyecek denli sakat bir tutumdur. Böylece, tam da döne döne vurgulamaya çalıştığımız gibi, faşizm o kadar özgün bir olgu olarak ele alınmaktadır ki, şayet Poulantzas benzeri faşizm teorisyenlerinin yolu izlenecekse, Alman Nazizmi şablonuna uymayan gerçeklerin faşizm olarak nitelenmesi asla mümkün olmayacaktır.
Faşizmden çok askeri diktatörlük özelliği gösterdiğini ileri sürerek, İspanya örneğinin incelemesine girmediğini açıkça belirtir Poulantzas.[85] Bu yaklaşım, askeri diktatörlüğün burjuva devletin başlı başına ayrı bir biçimi olduğunu iddia eden ve askeri faşist diktatörlükler gerçeğini yaşanmış tarihten kovan sakat bir faşizm anlayışının doğal sonucudur. Poulantzas ayrıca, kendi faşizm kalıbına uymayan değerlendirmeleri neredeyse tümüyle Stalin dönemi Kominterni’ne yamayarak, Troçki’nin faşizm konusundaki kapsamlı çözümlemelerini de kısa devreye getirmektedir. Bir örnek verelim. Poulantzas, Komintern’in Dördüncü Kongresinden itibaren, faşizm etiketinin neredeyse tüm olağanüstü rejimlere takıldığını söyler. Sıraladığı ülkeler arasında Arjantin gibi isabetli örneklerin yanı sıra; Macaristan’daki Horthy faşizmi, İspanya’daki Franco faşizmi, Polonya’daki Pilsudski faşizmi gibi isabetsiz seçimler de vardır.[86]

Hadi diyelim ki Poulantzas gibi entelektüeller, o çok “engin” bilgileriyle yaşanmış gerçeklikleri didik didik etmiş ve kendi “derinlikli” incelemelerini, Marksizme eşsiz “katkı”larını sunmak üzere bir hayli emek sarf etmişlerdir. Peki, o “kapsamlı” çalışmaların neticesinde varılan sonuçlar nedir? Dikkatli bir Marksist okur, Marksizmi kendilerinden başka hiç kimselerin kavramadığı vehmine kapılmış Poulantzas türü hastalıklı entelektüellerin, Marksizmi “derinleştirirken” işin gerçeğinde onu nasıl da çarpıttıklarını fark edecektir. Poulantzas gibilerin sundukları bilgilerin baştan aşağı yanlış ve değersiz olduğunu söyleyemeyiz. Ancak bu durum tehlike katsayısını azaltmıyor, tersine yükseltiyor. Çünkü ortaya konan çalışmalar önemli sorunların çözümlenmesine yardımcı olabilecek zengin bilgi kaynağı gibi göründükçe, bunun altında yatan önemli çarpıtmaların Marksist çevrelere bulaştırılması ihtimali de o denli ciddiyet kazanıyor.
Poulantzas, faşizmi yalnızca İtalya ve Almanya örneklerine hapsetmekle kalmamış, onu tarihsel bakımdan da neredeyse salt belirli ve özel bir kesite hapsetmişti. Faşizmin neden İtalya ve Almanya’da ortaya çıkmış olduğunu sorgularken, bunu tekelci kapitalizme geçiş sürecinin tarihsel çelişkilerine bağlıyordu. Bu nedenle de faşizm sürecini, esas olarak, iktidar bloku içindeki tarihsel bir hegemonya bunalımıyla ve bu blok içindeki hegemonya değişimiyle ilişkili kılıyordu. Kastettiği hegemonya bunalımını şöyle tanımlamıştı Poulantzas: “Faşistleşme süreci ve faşizm durumunda, hiçbir egemen sınıf veya onun fraksiyonu, gerek kendi siyasal örgütlenme araçları ile gerekse ‘demokratik parlamenter’ Devletin desteği ile, iktidar bloğunun öteki sınıf ve fraksiyonları üzerinde kendi ‘önderliğini’ zorla kabul ettirecek güçte görünmemektedir.”
Bu durumda Poulantzas’a göre, “faşizm, bu bloğun baştanbaşa ve özgül bir biçimde yeniden-örgütlenmesine tekabül eder.” Yeniden-düzenlemeden kastı ise “ittifak içindeki güçler dengesinde değişiklik, ittifaka katılan güçlerin göreli ağırlıklarının yeniden-dağılımı”dır. Şöyle der: “Faşizmin desteği ile blok içinde yeni bir sınıf fraksiyonunun: finans kapitalin, yani tekelci büyük sermayenin hegemonyasının kuruluşu” sağlanır.[87]
Poulantzas’ın bu analizine göre, İtalya ve Almanya’da faşizm yaşanmadan önce finans kapital siyasal hegemonyaya sahip değildir. Böyle özgün bir görüşe sahip olan Poulantzas, Komintern’in yaklaşımını doğru bulmaz ve eleştirir. Komintern’in “büyük sermayenin iktisaden daha önceden ilerlemiş olan baskınlığından” siyaseten de hegemon olduğu sonucunu çıkartmış olduğunu söyler.[88]
Bu eleştiriler anlaşılacağı gibi yalnızca Stalin dönemi Komintern çizgisiyle sınırlı kalmamaktadır. Poulantzas’ın eleştirileri, esasen Lenin’in ve Troçki’nin emperyalizm çağı, finans kapital egemenliği ve faşizm tahliline doğru uzanmaktadır. Poulantzas’ın vurguladığı, “iktisadi egemenliğin siyasal hegemonya ile kayıtsız şartsız özdeşleştirilemeyeceği” hususu genel bir tespit olarak doğrudur. Ama fiilen bir hüküm ifade etmesi için, ileri sürüldüğü somut koşullarla da bağdaşması gerekir. Hatırlanacağı gibi çeşitli ülkelerde kapitalist gelişme sürecinde bu tespite denk düşen durumlar yaşanmış ve burjuva iktidar bloku içinde cereyan eden hegemonya bunalımları sonucunda gerçekten de hegemon güç değişmiştir. Nitekim Marx’ın Bonapartizm çözümlemesi de buna benzer bir süreci anlatır. Fakat Poulantzas’ın tamamen yanlış olduğu nokta, faşizmi, finans kapitalin siyasal hegemonyayı ele geçirmek için çektiği tarihsel sancıya bağlayıp teorize etmesidir.
Oysa sözü fazla uzatmamızı gerektirmeyecek kadar açık olan bir husus var. İncelenen İtalya ve Almanya örneklerinde finans kapitalin derdi, diğer burjuva kesimlere kendi önderliğini kabul ettirip ettirememek değildir. Burjuva düzenin zaten hegemon gücü olan finans kapitalin temel sorunu, devrimci işçi sınıfı ile başa çıkacak ve devrim korkusundan muzdarip burjuva sınıfı bir bütün olarak kurtaracak bir yol bulmasıdır.
Faşizm konusunda önemli incelemeler yapmış Marksistleri, Marx’ın Bonapartizm tahliline bağlı kalmakla eleştiren Poulantzas’ın bizzat kendisi Bonapartizm çözümlemesindeki “hegemonya değişimi” hususuna fazlaca bağlı kalmıştır. Hem de bu, eleştirdiği kişilerinki gibi sağlıklı bir bağlı kalış da değildir. Zira Marx ve Engels, olağanüstü rejim ihtiyacının giderek burjuva kesimler arasındaki gerilimlerden ziyade iki temel sınıf (burjuvazi ile proletarya) arasındaki çatışmaların sonucunda doğacağına gayet net biçimde işaret etmişlerdir.
“Faşizmin iktidara gelişi ile birlikte, o zamana kadar böyle bir rolü almamış olan bir fraksiyonun siyasal hegemonyasının kuruluşu olgusu gözlenir”[89] diyen Poulantzas’ın faşizm teorisine inanacak olsaydık, finans kapitalin siyasal hegemonyasının kurulmuş olduğu ülkelerde “faşizm” defterini tamamen kapatmamız gerekirdi. Öyle ya, bu ülkelerde finans-kapitalin siyasal hegemonyası zaten mevcutsa, onun faşizme baş vurmasına ne gerek kalacaktır?! İşin aslına bakacak olursak, Poulantzas ve benzerlerinin faşizm konusunda ileri sürmüş oldukları görüşlerin “bilimsel cilâ”sını kazıdığımızda, altından, faşizmin bir dönemler İtalya ve Almanya’da yaşanmış bir tarihsel olgu olduğu ve bir daha da böyle şeylerin yaşanmayacağı “ruh hali” çıkmaktadır.
Poulantzas’ın eleştirdiği faşizm değerlendirmeleri arasında Troçki’ninki de yer alır. Troçki’nin de “faşizmi niteleyen özgül siyasal bunalım sorununu azımsar göründüğünü” söyler. Ve onun faşizm konusunda “temelde Stalinist Komintern’in görüşünü paylaşmakta olduğu” sonucuna varır! Şöyle der: “Faşizmin, burjuvazinin ‘başkaldıran’ işçi sınıfına karşı açık bir ‘iç savaşı’na ve dolayısıyla işçi sınıfının devrimci saldırıya geçmesine denk düşeceği, Troçki’yi Komintern’e yaklaştıran yanlış nitelendirmedir.” “Fakat Troçki’nin hakkını vermek gerekir” diye de devam eder Poulantzas: “Öbürlerinin yanında, başta işçi sınıfı ve küçük burjuvazi ile olan ilişkileri olmak üzere, faşizmin önemli ögelerini açık bir biçimde ortaya koymuştur.”[90]
Troçki’ye bahşettiği bu “iltifat”a bakıp da, Poulantzas’ın hiç değilse bu hususlarda Marksist çözümlemeye yaklaştığını ummak beyhude olur. Çünkü onun faşizm değerlendirmesinde küçük-burjuvazi öylesine “ilginç” bir konuma sahiptir ki, böyle bir çıkarsamada bulunabilmek için “Poulantzas” olmak gerekir.
İtalya ve Almanya’da, hatırlanacağı gibi işçi hareketinin yükselişe geçtiği ve burjuva düzene saldırdığı bir dönem yaşandı. Fakat bunun ardından çeşitli yenilgiler gelmeye başladı. Poulantzas’a göre bu yenilgi dönemi, işçi sınıfının mücadele konusundaki isteksizliği ve geri çekilişiyle belirginleşen bir dönemdi. Yine ona göre, proletaryanın saldırıya geçtiği dönem boyunca egemen güçler faşist silahlı çeteleri desteklerlerken, işçi hareketinin yenilgisiyle birlikte bu desteklerini geri çektiler. Öte yandan bu dönem boyunca işçi sınıfının çözülme durumu devam etmekteydi.
Poulantzas’a göre tüm bu gelişmeleri takiben, yani işçi hareketindeki yenilgiler dizisinin sonucu olarak, İtalya’da 1921’de, Almanya’da ise 1927’de bir “faşistleşme süreci” yaşanmaya başlandı. Poulantzas daha önceki yenilgiler döneminden ayırt etmek amacıyla, “faşistleşme süreci” dediği süreci “işçi hareketindeki bozgun süreci, savunma, siyasal ve ideolojik bunalım süreci” olarak niteler ve beş evreye ayırır. a) Sürecin başlangıcından dönüşsüzlük noktasına kadar olan dönem, b) Dönüşsüzlük noktasından faşizmin iktidara yerleşmesine kadar süren dönem, c) Faşizmin iktidarda ilk dönemi, d) Faşizmin stabilizasyon dönemi, e) Faşizmin sona erişi.[91] Bu “evreler” yaklaşımı üzerinde çok uzun boylu durmamız gerekmiyor. Zira ayrıntılar bir yana, Poulantzas’ın uyguladığı yöntem bütünüyle yanlıştır. Almanya’da yaşanmış olan süreci mutlaklaştırıp ve birtakım evrelere bölüp bir şema icat etmiştir Poulantzas. Buradan bir faşizm teorisi çıkartma yönteminin bizatihi kendisi problemlidir.
Şemasının ilk evresine göre, daha önce “doğuş halinde silahlı çetelerden ibaret” olan faşist parti bu evrede giderek bir kitle partisi niteliğine bürünmekte ve böylece bir “dönüşsüzlük noktasına” gelinmektedir. Bu dönüşsüzlük noktasında, faşist parti birtakım teminatlar vererek büyük sermaye kesiminin desteğini kazanmaktadır. Şemanın ikinci evresi, “faşist parti aracılığıyla büyük sermayenin tekelci kesimi ve küçük burjuvazi arasında önceden taslaklanmış bir ittifakın, yine de tam belirgin olmayan ve kendi içinde yıkıcı tohumlar taşıyan bir ittifakın kurulduğu dönemdir”.[92]
Bunun ardından biraz ilerde kısaca değineceğimiz üçüncü ve dördüncü evreler gelecek ve şemanın son evresinde ise faşizm, Poulantzas’ın ifadesiyle şöyle sona erecektir: “Nihayet, siyasal alandaki durumun –küçük burjuvazinin Devleti elinde tutan sınıf olması– ve ideolojik alandaki durumun –faşist ideoloji– etkilerinin daha önceki etmenlere eklenmesiyle, faşizmin izlemiş olduğu siyaset, büyük sermayeye ters düşerek sona erer.”[93]
Açıkça görülmektedir ki, bu “faşizm teorisi”nde burjuvazi ile proletarya, devrim ve karşı-devrim arasındaki mücadele merkezi bir öneme sahip değildir. Bu “faşizm”, küçük-burjuvaziyi yönetici sınıf katına terfi ettirmekten başlayarak, tekelci burjuvazinin hegemon güç katına yükselmesiyle devam etmekte ve neticede işlevini yerine getirerek sona ermektedir. Poulantzas Stalinist Komintern çizgisine yönelttiği eleştirilerin ardına sığınarak, asıl olarak devrimci Marksizme vuruş yapmaya çalışmıştır.
Devrimci Marksizmin aydınlattığı faşizm olgusu, Poulantzas’ın teorisiyle de, ayrıntılı şemasıyla da denk düşmez. Temel gerçek şudur ki, faşizmin iktidarı öncesinde yaşanan bir dönem vardır ve bu dönem proleter mücadelenin akıbeti açısından fevkalâde önemlidir. Eğer faşizmin yükselişi durdurulamamış ve faşizmin iktidara gelmesi engellenememişse, işçi sınıfına ve devrimci harekete büyük acılara ve kayıplara malolacak bir faşist iktidar dönemi yaşanacaktır. Bu faşist iktidarın ne düzeyde derinlemesine yerleşeceği ve bunun ne kadar süreceği gibi hususlar ise, artık bu yeni siyasal dönemde genel sınıf mücadelesinin iç ve dış koşulları tarafından belirlenecektir.
Bunun ötesinde, İtalya veya Almanya’ya bakıp bir “faşizm kalıbı” çıkarmak beyhude bir uğraştır. Zaten bu gibi konularda fazlaca “özgün” yaklaşımlar, fiilen yaşanan faşizmi bir yana bırakıp eldeki “faşizm kalıbı” ile haşır neşir olmaya varmıştır. Bu durumun somut örneklerinden biri de, Türkiye’de 12 Eylül’deki faşizm gerçeğini kavramaya çalışmak yerine, “ama bu rejim faşizm kalıbına uymuyor ki”, “zaten bu rejim stabilize olmadı ki”, “faşizm böyle kısa mı sürermiş” benzeri argümanlarla oyalananların tutumudur.

Poulantzas’ın faşizm teorisinin en büyük çarpıtması, keyfi biçimde teorize ettiği evrelerde ve bu evrelere yüklediği içerikte yatmaktadır. Faşizmin gerçek sınıf karakteri iktidara geldiğinde net biçimde kavranabilecekken, Poulantzas bu sorunu da bulandırır. Faşist iktidar dönemini iki farklı evreye ayırır ve birinci evreyi küçük-burjuvazinin iktidarı olarak sunar. “Faşizmin iktidarda ilk dönemi” olarak adlandırdığı bu evreyle (şemasının üçüncü evresi) ilgili şu açıklamayı yapar: Bu evre, “Gerçek faşizm dönemidir, fakat bu gerçeklik henüz oldukça görelidir. Tekelci büyük sermayenin hegemonyasının kurulmasını öngören faşizm siyaseti bu dönemde sağlamlaşıp, oturuşur.”[94]
Poulantzas’ın faşist iktidar çözümlemesinde, devlet, tekelci burjuvazinin eline geçmeden önce bu “ilk dönemde” küçük-burjuvazinin eline geçmektedir! Bu dönemde politika sahnesinde de çok şeyin değiştiğini belirten Poulantzas şöyle der: “Hala sınıf kökenlerinin damgasını taşıyan faşist parti aracılığıyla ve Devlet sistemi ve aygıtlarının yeniden-düzenlenmesi yoluyla, küçük burjuvazi, siyasal bakımdan egemen bir sınıf haline asla gelmeksizin, yönetici sınıf durumuna geçer. Ve, Devlete sahip çıkan sınıf olmakla işe başlar.”[95]
Tekelci burjuvazinin kendi emelleri için önce kullanıp sonra bir kenara fırlattığı küçük-burjuvazi, Poulantzas’a bakacak olursak “faşizm sayesinde” kendisine “kesin yararlar” sağlamaktadır. Ona göre küçük-burjuvazi, “Devlet aygıtının ‘üst mevkilerine’, küçük burjuvazi ile temsil bağları henüz kopmamış siyasal personel sağlayan sınıftır”.[96] Böylece küçük-burjuvazi, nasyonal sosyalizmin iktidarının ilk döneminde yeni bir ayrıcalıklı bürokrasi oluşturmakta, kesin yararlar elde etmektedir. Poulantzas’a göre “küçük-burjuvazi, aynı zamanda Devlete ‘destek sınıf’ haline gelir.”[97] “Faşist bürokrasi” sorunu işte buradadır diye de ekler. Poulantzas’ta “faşist bürokrasi” küçük-burjuvadır ve bu durum “Nazi Devlet’in büyük sermaye karşısında göreli özerkliğinin de bir etmenidir.”[98]
Poulantzas faşizm ve küçük-burjuvazi arasındaki ilişkiye öylesine boyundan büyük anlamlar yükledi ki, böylece faşizmin sınıf karakterini de, faşist iktidarın niteliğini de, faşizmin ideolojisini de küçük-burjuvazi temelinde algılatan bir faşizm anlayışı yarattı. Küçük-burjuvaziyi, büyük sermayenin basit “artçı” gücü olarak gördüğü için Komintern’i eleştirdi. Troçki’nin faşizm ve küçük-burjuvazi ilişkisini doğru kavradığını belirterek onu bu konuda kendi destekçisi kılmaya çalıştı. Oysa Troçki’nin küçük-burjuvazi faktörünü ele alış biçimiyle, Poulantzas’ınki arasında hiçbir ortak nokta yoktur.
Poulantzas’ın şemasında “faşizmin stabilizasyon dönemi” dediği evreye baktığımızda, nihayet (!) sıra tekelci büyük sermaye kesiminin hegemonyasının kurulmasına gelmiştir. Şöyle der: “Tekelci büyük sermaye kesimi hem hegemonyasını kurar ve hem de küçük burjuvaziyi yerinden atarak kendisi yönetici sınıf statüsüne erişir.” “Bununla birlikte” diye ekler, “küçük burjuvazi, Devleti elinde tutan sınıf olmakta devam eder.”[99] Bu hikâyede, tekelci büyük sermaye kesimi küçük-burjuvazi sayesinde yönetici sınıf statüsüne erişmektedir. Ama her ne hikmetse, küçük-burjuvazi de “devleti elinde tutan sınıf” olmaya devam etmektedir. Burası iyice karışık gibidir, fakat o da hikâyeyi büsbütün “ilginç” kılma tekniklerinden biri olsa gerek!
Faşizm olgusunun kavranışında Poulantzas’ın yarattığı bütün bu bulanıklık, o ve benzeri sözde Marksist gerçekte ukalâ akademist yazarların ortak özelliğidir. Tam bir eklektizm ve her tarafa çekiştirilebilecek muğlak çözümlemelerle kitaplar şişirilecek, ama ortaya asla tutarlı ve net bir sonuç konulmayacaktır. Poulantzas’ın kitabına bakıp da, faşizm küçük-burjuvazinin mi iktidarıdır, yoksa finans kapital düzeyine yükselmiş burjuva egemenliğinin olağanüstü biçimlerinden biri midir sorularına net bir yanıt alabilmek asla mümkün değildir.
Çözümlemesinin kimi noktalarında, Poulantzas, faşizmi burjuva devletin bir biçimi diye tanımlıyorsa da bu konuda da net ve tutarlı bir yaklaşımı yoktur. Zira ortaya koyduğu görüşlere göre, faşizm önce küçük-burjuvazinin yönetimi altında yeni bir devlet oluşumu yaratacak ve ardından devlet aygıtı tümden işlev değiştirecektir. İşte bir örnek: “Devlet aygıtının bütününün, Nasyonal Sosyalist Parti aracılığıyla, özgül ideolojideki küçük burjuvalarla aşırı şekilde doldurulduğu, öte yandan, başlangıçta öbür sınıflara bağlı bulunan Devlet organlarının –en başta ordu– tamamen ‘küçük-burjuva’ karakterde Devlet organlarına bağımlı hale geldiği görülür.”[100]
Poulantzas’a göre, faşist iktidarın ilk döneminde “Faşist parti Devlet baskı aygıtına –ordu, idare, polis, adliye– egemendir”.[101] Daha sonra ise, devlet aygıtları bütünüyle yeniden düzenlenmekte, devlet aygıtları arasındaki güç ve önem sırası tamamen değişmekte ve baş köşeye “siyasal polis” oturtulmaktadır. “‘Siyasal polisin’ bu rolü, yeniden örgütlenmenin ve Devlet aygıtının tümünün işlev değiştirmesi incelendiğinde ortaya çıkabilir” der Poulantzas.[102]
Ona göre, devlet aygıtında siyasi polisin egemen oluşuyla, bu aygıtın öbür kolları arasındaki ilişkiler de değişecektir. “Faşizm durumunda, bu aygıtlar arasında –siyasal polis, idare, ordu– şeklinde bir bağımlılık sırası ortaya çıkarılabilir. Ordunun işlevinin “bürokratik” idari aygıta kıyasla ikinci derecede kaldığını özellikle belirtmek gerek” der.”[103] Almanya örneğinin keyfi biçimde teorize edilmesiyle “aydınlatılan(!)” bu faşizm öyküsünden bu kadar aktarma yeter. Ancak hiç değilse bir husus iyice netleşmiştir ki, Poulantzas’ın faşizm şablonuna bakıp da, buna uymayan örnekleri ve hele ki askeri faşist diktatörlükler gerçeğini faşist olarak nitelemek haşa doğru değildir!
Marksist olmadan “Marksizmi derinleştirmek” isteyenlerin düşeceği dipsiz kuyu işte budur. Marx’ın Bonapartizm çözümlemesi eşliğinde uzun boylu üzerinde durduğumuz temel hususlar hatırlanacak olursa, olağanüstü burjuva yönetimlerde devlet bürokrasisinin siyaseten üstlendiği rolün ve devlet üst bürokrasisinin sınıf karakterinin gerçekliğe uygun tarzda kavranmasının ne denli önemli olduğu aşikârdır.
Her ne kadar Poulantzas gibiler bunu duymaktan hoşlanmasalar da, faşizm sorununu gerçekten kavrayabilmek için önce Marx ve Engels’in Bonapartizm konusundaki doğru tespitlerini lâyıkıyla öğrenmiş olmak gerekiyor. Zira burjuva devletin olağanüstü biçimlerinde devlet üst bürokrasisi (özellikle de askeri bürokrasi) siyaseten ağırlıklı bir rol üstlenir. Bu bürokrasi küçük-burjuva değildir, burjuvazinin bir parçasıdır. Faşizm hiçbir şekilde küçük-burjuvaziyi yönetici sınıf durumuna geçirmez, yalnızca devrimci işçi sınıfını ezmek için onu sopa olarak kullanır. Ayrıca “Nazi Devlet”in büyük sermaye karşısında “göreli özerkliği” denilen şey aslen bir görüntüden ibarettir. Faşizmin yükseliş döneminde küçük-burjuva faşist çeteleri işçi sınıfına karşı vurucu güç olarak seferber eden organizasyonların arkasında, finans kapitalin nice gizli servisleri, planları, maddi ve manevi destekleri yer almaktadır.
Bir yandan faşizmin burjuva devletin bir biçimi olduğunu kabul eder görünürken, diğer yandan onun yeni bir devlet tipi yarattığı anlamına gelecek açıklamaları sinik şekilde şuraya buraya serpiştirmesi, Poulantzas’ın faşizme karşı mücadele konusundaki gerçek yaklaşımını da ele verir. Lafa geldiğinde Stalinist Komintern çizgisini eleştirir görünen Poulantzas ve onun gibilerin, işin gerçeğinde bu çizgiyle uzlaşmaz bir tutum takınmadıkları açıktır. Dimitrov faşizmin bir hükümet biçimi değişikliğinden ibaret olmadığını ısrarla vurgularken, onun yeni bir devlet tipi yarattığını çağrıştırmak istiyordu. Stalinist Komintern yönetiminin bundan muradı, böyle “köklü” bir değişime karşı burjuvazinin de kararlı bir mücadele yürüteceği izlenimini yaratmak ve burjuvaziyle işbirliğini haklı gösterecek bir teori icat etmekti. Sinik Poulantzas da neticede aynı yolun yolcusu olmuştur.
1975 tarihli Geçiş Süreci adlı kitabında, Poulantzas, Portekiz, İspanya ve Yunanistan’da olağanüstü yönetimlerin sona eriş sürecini ele alacaktır. Ne var ki daha önce İspanya’yı faşizm incelemesi dışında bıraktığı gibi, Portekiz ve Yunanistan’daki rejimlerin faşist olduğunu da kabul etmemektedir. 1975’teki kitabında, bu üç ülkedeki rejimin niteliğini, içeriğini hiçbir zaman net biçimde ifade etmediği genel bir askeri diktatörlük adlandırmasıyla geçiştirir. Olağanüstü burjuva diktatörlükleri kuraldışı devlet olarak niteler ve İspanya, Portekiz, Yunanistan’daki rejimlerle ilgili olarak şöyle der: “Bu diktatörlüklerin herbiri zaten kuraldışı devletin tezahür edebileceği değişik rejim tarzlarının kendilerine has birer karışımı idiler. Bazı faşist unsurlar içermiyor değillerdi, fakat daima hâkim olan askeri diktatörlük biçimi altında.”[104]
Aynı bulanıklığı bu ülkelerdeki olağanüstü rejimlerin sona eriş süreçleri bağlamında da sürdürmüştür Poulantzas. İspanya, Portekiz ve Yunanistan’da gerçekte faşizmin çözülüşü anlamına gelen süreçleri, askeri diktatörlükten demokrasiye geçiş süreci olarak nitelemiştir. Temel tezi, bu diktatörlüklerin faşist olmamaları nedeniyle burjuva güç bloku içinde derinleşen çelişkiler neticesinde sona ereceğidir. Bu yaklaşımı, onun söz konusu rejimleri kapitalizmi geliştiren ve böylece burjuva demokrasisine geçilebilmesinin temelini döşeyen birer tarihsel halka olarak ele alan genel analizinin uzantısıdır. Böylece Poulantzas’ın geçiş süreci analizi, başkalarını sık sık eleştirdiği ekonomizm yaklaşımının bizzat kendisi tarafından sunulmuş uygulamalı bir örneğidir.
Ona göre üç ülkede de olağanüstü yönetimleri işbaşına getiren ve destekleyen, finans ve bankacılık sektörlerinde sivrilmiş ve yabancı sermaye yanlısı komprador burjuvazidir. Ancak belirttiğine göre, askeri diktalar altında özellikle sanayi sektöründe yoğunlaşan bir yerli burjuvazi gelişmekte ve bu burjuva kesim zamanla askeri diktatörlükten uzaklaşmaktadır. Bu süreçte işçi-emekçi kitlelerin rolü ise, burjuva güç bloku içindeki çelişkileri derinleştirmekten ve bu çelişkileri ordu içine yansıtmaktan ibarettir. Ona göre askeri dikta bu çelişkilerin sonucunda yerini muhalif burjuva unsurların iktidarına bırakacak ve rejim değişikliği kaçınılmaz olarak demokratik bir aşamadan geçecektir.
Poulantzas geçiş süreci analizinin şurasına burasına halk direnişi gibi bazı mücadele temalarını serpiştirmiş olsa da, onun geçiş süreci esasen burjuva kesimler arasındaki kapışmalar temelinde dosdoğru parlamenter rejime ilerler. İşçi sınıfının örgütsüzlüğü yüzünden sürece damgasını basamadığı durumlarda, faşizmin çözülüş sürecinde burjuva kesimler arasındaki kapışmanın öne çıktığı ve olayların burjuvazinin hegemonyası altında geliştiği doğrudur. Türkiye’de yaşanan da bu olmuştur. Ne var ki Poulantzas, cereyan eden süreçlerden devrimci mücadelenin güçlendirilmesine odaklanmış dersler çıkartacak bir siyasal tutuma sahip olmadığından, yaşanmış olan neyse onu öylece mutlaklaştırıp ve genelleştirip teorize etmiştir.
Netice olarak, faşizmi Poulantzas’ların yaptığı gibi bu kadar “benzersiz” bir rejim katına çıkarma eğilimi tamamen yanlıştır. Zira faşizm ayrı bir devlet tipi değil, burjuva devletin olağanüstü biçimlerinden biridir. Faşist devlet biçimi iktidara ayrı bir sınıfı getirmez, finans kapitalin bir başka egemenlik biçimidir. Faşizm burjuva devlet aygıtını bir kenara fırlatıp yerine bir başka devlet aygıtı kurmaz. Sadece parlamenter kurumları bir yana atıp devletin baskı aygıtlarını yetkinleştirir. Bunları işçi-emekçi kitlelerin örgütlerini parçalamak ve devrimci mücadeleyi ezmek üzere en yoğun ve açık biçimde kullanır.
İşin gerçeğinde tüm olağanüstü burjuva iktidarlar, aynı burjuva devlet aygıtının çeşitli bölümlerinin, farklı biçim ve ağırlıkta kullanılmasına dayanırlar. Emperyalizm çağında, ister Bonapartist ister faşist olsun, olağanüstü rejimler aynı egemen gücün farklı iktidar biçimleridir. Tüm bu olağanüstü rejimler, neticede devlet bürokrasisini (en başta da askeri bürokrasiyi) olağanüstü siyasal yetkilerle teçhiz ederler. Bonapartizm ve faşizm arasında aşılmaz duvarlar olmamasının, keza faşizmin “sivil” biçimiyle “askeri” biçimi arasında özde bir fark bulunmamasının ve nihayet faşizm (hangi yolla iktidara gelmiş olursa olsun) iktidara geldiğinde devletin bürokratik kabuğu içine yerleşir dememizin nedeni işte bu gerçeklerdir.


Faşizme karşı mücadelede doğru tutum

İşçi sınıfının faşizme karşı başarılı bir mücadele yürütebilmesi için, her şeyden önce doğru bir hareket noktası gerekiyor. Faşizm burjuva düzene yabancı güçler tarafından dayatılmıyor, bizzat olağan burjuva işleyişin içinden çıkıyor. Koşullar değiştiğinde, burjuva diktatörlük parlamenter demokrasi şalını sırtından fırlatabilir ve faşizm zırhını kuşanabilir. Nihayetinde bunların tümü sermayenin egemenlik araçlarıdır. Parlamenter ve faşist rejimler, tekelci burjuvazinin farklı yönetim biçimleridir. Yakın sayılabilecek bir geçmişte, o çok demokrat geçinen Avrupa ülkelerinde yaşanan faşizm deneyleri ya da Türkiye ve benzeri ülkelerdeki askeri faşist cuntalar veya günümüzde halklara kan kusturan, işkenceci ABD emperyalizminin faşizan uygulamaları, burjuvazinin demokrasisiyle kanlı diktatörlük biçimleri arasında hiç de aşılmaz duvarlar olmadığını ortaya koymaktadır.
Sosyal demokrasinin ve onun peşinden giden reformist, oportünist sol akımların, burjuva demokratik rejimlerin anayasal dayanaklarını fetişleştirerek işçi sınıfını nasıl bir aymazlığa sürükledikleri biliniyor. Ama sorunun bir de diğer yanlış ucu var. Faşizm ve burjuva demokrasisi nihayetinde aynı burjuva diktatörlüğün farklı biçimleri olsa da, bu tür biçim farklılıkları işçi sınıfı açısından hiç de önemsiz değildir. İşçi sınıfı uzun yıllar süren tarihsel mücadeleler sonucunda burjuva düzen çerçevesinde demokratik haklar elde etmiş ve çeşitli alanlarda örgütler yaratmıştır. Bu mevziler, sınıfın burjuva düzene karşı devrimci mücadelesini geliştirebilmesi ve yaygınlaştırabilmesi için yakıcı derecede ihtiyaç duyduğu silahlarıdır. Faşizm tamamen ortadan kaldırmak amacıyla bunlara göz diker. Evet, düşman son tahlilde aynı düşmandır. Ancak hiçbir mantıklı kişi, önemli silahların yitirilme tehlikesinin savaşın akışında bir değişiklik yaratmayacağını iddia edemez.
Devrimci proletaryanın burjuva düzeni yıkıp geçmek üzere ilerleyebilmesi ne denli önemliyse, kazanılmış demokratik hakları ve örgütlü mevzileri kaptırmamak için yürüteceği mücadele de bir o kadar önemlidir. Fakat işçi sınıfının hangi koşul altında ve alanda olursa olsun, anlamlı bir mücadele yürütebilmesi ancak kendi devrimci sınıf çizgisine dayanması ve kendi örgütlü gücüne güvenmesi koşuluyla mümkündür. Proletarya, burjuva demokrasisi kapsamında elde ettiği demokratik haklarını korumalıdır. Ama bunu burjuvazinin parlamenter düzenini güçlendirmek için değil, burjuva düzene karşı devrimci mücadeleyi daha güçlü ve örgütlü kılmak amacıyla yapmalıdır.
Örneğin her alanda bağımsız sınıf politikası geliştirmek yerine, “faşizm tehlikesi” ve benzeri bahanelerin ardına sığınıp, demokrat geçinen burjuva devlet adamlarına ve burjuva partilere destek sunmakla yetinmek hiçbir durumda onaylanacak bir tutum değildir. Burjuva düzenin faşizm gibi gerici tehditleri karşısında, işçi sınıfının burjuva demokrasisinin sınıf özünü unutmaksızın, kendi demokratik mevzilerini, kendi sınıf tavrıyla savunması gerekir.
Parlamenter biçim de dahil kapitalist düzen hangi kılığa bürünmüş olursa olsun, proletaryanın devrimci stratejisi kapitalizmi yıkmayı ve işçi iktidarını yani işçi demokrasisini kurmayı hedefler. Burjuva diktatörlüğün farklı biçimlenmeleri devrimci stratejiyi özde bir değişikliğe uğratmaz. Ancak stratejik hedefin biliniyor oluşu, elbette bir ülkedeki siyasal koşulların ayrıntılı biçimde tahlil edilmesi ve devrimci stratejinin taktiklerinin somut koşulların analizine dayandırılması görevini de asla ortadan kaldırmaz.
Faşizm gibi olağanüstü rejimlerin, burjuva düzeni tehlikeye sürükleyen olağanüstü koşulların ürünü olduğu bellidir. Devrimci durumlar karşıt sınıfların kozlarını ölesiye paylaşmaya hazırlandıkları tarihsel momentlerdir. Bu gibi durumlarda devrimci öncünün gücü, siyasal tutumu ve taktikleri belirleyici bir önem kazanır. Yenemeyen yenilir ve bu nedenle devrimci süreçlerle asla oyun oynanamaz. Troçki’nin deyişiyle, “Ergimiş metali çok uzun süre ateşte tutmak tehlikelidir; toplumu çok uzun süre devrimci bunalım halinde tutmaksa daha da tehlikelidir”.[105]
Burjuva düzenin devrim korkusuyla saldırılarını tırmandırdığı sıra dışı süreçlerde işçi sınıfı örgütlerinin göstereceği uyanıklık yaşamsal önem taşır. Tarihsel örnekler bize, klasik faşist rejimlerin veya askeri faşist diktatörlüklerin, faşizmin tırmandığı süreçlerde başarılı bir mücadele yürütemeyip bezginleşen ve yenilgi ruh haline bürünen işçi kitlelerinin üzerine basarak iktidara yerleştiğini gösteriyor. Troçki, “Bir tarihsel yasa olarak kaydedebiliriz ki” der; “faşizm ancak tutucu işçi partilerinin proletaryayı devrimci durumu kullanmaktan ve iktidarı ele geçirmekten alıkoyduğu ülkelerde zafere ulaşabilmiştir”.[106]
İşçi sınıfının kitle örgütlerinde etkin olan Sosyal Demokrasi ve Stalinizm, faşist diktatörlüklere karşı mücadelenin burjuva düzenin temellerini sarsacak düzeye erişebilmesini engelleyici işlev görmüşlerdir. Faşizmin niteliği konusunda bilinç bulandırdıkları gibi, demokrasi mücadelesinde burjuva hegemonyasının kurulmasını sağlayacak strateji ve taktiklerle işçi sınıfının savaş yolunu tıkamışlardır.

Eğer sermayenin faşist rejim doğrultusundaki tehdit, hazırlık ve saldırıları karşısında kayıtsız kalınır, çeşitli işçi ve emekçi örgütlerinin mücadele birliğini sağlayacak ittifaklar konusunda sekter davranılırsa, faşizm karşısında yenilgi peşinen kabullenilmiş olacaktır.[107] Proletaryanın, hangi vesileyle gündeme gelmiş olursa olsun, ittifaklar konusunda başarı elde edebilmesi için, öncelikle kendi devrimci gücünü örgütleyip seferber etmeye ihtiyacı vardır. İşçi sınıfı burjuvazinin kuyruğuna takılmayıp kendi gücüne güvenebilmeli ve devrimci öncü, çeşitli işçi örgütlerinin eylem birliğini sağlayacak uygun taktikleri yürürlüğe koyabilmelidir.
Faşizme karşı işçi ve emekçi örgütlerinin yaşama geçirmesi gereken birleşik cephe politikasının temel taşı da işte bu anlayış olmalıdır. İşçi sınıfının komünist güçleri açısından gerçek şudur: birleşik cephe politikası, ancak devrimci stratejiye bağlı doğru taktiklerle uygulamaya konulur ve bağlaşıklar üzerinde proletaryanın devrimci hegemonyası sağlanırsa amacına ulaşabilir.
İşçi sınıfının birleşik cephe politikası, Avrupa’da devrimci dalganın geri çekildiği ve sermayenin gerici saldırısının tırmanışa geçtiği, 1917 Ekim Devriminin ürünü olan işçi sovyetleri devletinin izole olduğu koşullarda, dünya işçi sınıfının yeniden güç toplayıp burjuvaziye meydan okuyabilmesi amacıyla gündeme getirilmişti. 1921’de Lenin önderliğindeki Komintern Üçüncü Dünya Kongresi tarafından kabul edilen “sınıfa karşı sınıf” anlayışı ve “kitlelere” sloganı, birleşik cephe taktiğinin özünü ifade ediyordu. Gereksiz bir sekterliğe düşmeksizin, ama burjuvaziyle işbirliği yönündeki eğilimlere de prim vermeksizin çeşitli işçi ve emekçi örgütlerinin mücadele birliğinin inşası için çaba sarf edilmeliydi.
1922’de toplanan Komintern Dördüncü Dünya Kongresi ise, komünist partilerin en önemli görevlerinden birinin uluslararası faşizme karşı direnişi örgütlemek olduğunu vurguluyordu: “Komünist partiler, faşist çetelere karşı mücadelede işçi sınıfının önünde olmalı, bu sorun karşısında birleşik cephelerin örgütlenmesinde son derece aktif olmalı ve illegal örgütlenme yöntemlerinden yararlanmalıdırlar.”[108]
Aynı kongrede birleşik cephe taktiğinin esas amacı da belirlenmekteydi: “Birleşik cephe taktiğinin esas amacı, işçi kitlelerini ajitasyon ve örgütlenme yoluyla birleştirmektir. Birleşik cephenin gerçek başarısı, ‘aşağıdan’, tabandaki işçi kitlelerinin saflarından gelen bir harekete dayanmasına bağlıdır.”[109] Lenin ve Troçki gibi devrimci liderlerin önderliği altında ilerleyen Komintern, sosyal demokrasinin uğursuz rolü konusunda gereken her türlü uyarıyı yapıyor, ama işçi sınıfının mücadele cephesinin inşa edilebilmesi için elzem olan ilkeli esnekliği de gösteriyordu.
Dördüncü Kongre kararlarında soruna şu şekilde yaklaşılıyordu: “Birleşik cephe taktiğini kullanmak, komünist öncünün, geniş kitlelerin en yaşamsal çıkarları için verdikleri gündelik mücadelelerin en ön safında yer alması demektir. Komünistler, bu mücadele uğruna, sosyal demokratların ve Amsterdam Enternasyonali’nin hain liderleriyle bile görüşmeye hazırdırlar.”[110] Fakat bu gibi durumlarda kitleleri yapılan görüşmelerin seyrinden her zaman haberdar etmenin zorunlu bir koşul olduğu da belirtiliyor ve “bu liderlerle yapılan görüşmelerde, komünist partinin bağımsızlığı ve ajitasyonu kısıtlanmamalıdır” deniliyordu.[111] Ayrıca, İkinci Enternasyonal’in birleşik cepheyi tüm işçi partilerinin örgütsel bir “kaynaşması” olarak gösterme çabasının da mutlak bir biçimde reddedilmesi gerektiği önemle vurgulanmıştı.
Ne var ki, Lenin’in ölümü ve Komintern’in Stalinist bürokrasinin egemenliği altına girişiyle birlikte birleşik cephe politikası da sağa sola çekiştirilerek doğru ve devrimci özünü yitirdi. Örneğin 1924’te Zinovyev tarafından ortaya atılan ve ardından Stalince benimsenerek piyasaya sürülen “sosyal-faşizm”[112] tezi, Lenin döneminde belirlenen birleşik cephe taktiklerinden bir kopuştur. Stalin dünya komünist hareketinin önderliğini önce raydan çıkartıp daha sonra da tasfiyeye yönelirken, Troçki ise Lenin dönemi Komintern çizgisini sürdürmeye çalıştı ve bu mücadeleyi son derece zor koşullar altında yürüttü. Stalinizmin bazen sekter, çoğu kez de ilkesiz tutumlarla dünya işçi sınıfını sermayenin faşist saldırısı karşısında yenilgiye sürükleyen politikalarına karşı Troçki’nin getirdiği eleştiriler önemlidir.[113]
Proletaryanın cephe birliği konusunda bir dönem boyunca sol sekter tutum izleyen Stalinist Komintern daha sonra tam anlamıyla sağa savrulmuştur. İşçi sınıfının komünist öncüsünü reformist ittifaklar içinde eritmiştir. Örneğin 1926’lardaki İngiliz genel grevi döneminde, Komintern yöneticileri Stalin’in ilkesiz politikasını reformist bürokratlarla ittifakın gerekçesi yapmışlardır. İngiltere’de işçi sınıfının genel grevinin sönümlenmesine ve yükselen militan mücadelesinin kırılmasına, bu oportünist taktikler ve burjuvaziyle uzlaşma siyaseti yol açmıştır.
Stalin dönemi Komintern toplantı ve kongrelerinde yürütülen faşizm tartışmaları içinde Altıncı Kongrede (1928) İtalyan delege Ercoli’nin (Togliatti) değerlendirmesi dikkat çeker. Bu tarihte Togliatti, faşizmi en kesin ve en tavizsiz gericilik sistemi olarak görecek ve şu açılımı getirecektir: “Bu yönetimi ayakta tutan şey, terörist eylemlerinin gaddarlığı, çok sayıda işçi ve köylüyü öldürmesi, korkunç işkence yöntemlerini geniş ölçüde uygulaması, mahkemelerinin sertliği değildir; bu rejim, kitlelerin bütün bağımsız örgütlenme biçimlerinin sistematik olarak yokedilmesine dayanır.”[114]
Fakat bu tanım Komintern bürokrasisi tarafından Troçkist bulunur ve Togliatti “sosyal-faşizm” tezine çark etmek zorunda bırakılır. Zira 1924’te ortaya atılan bu Stalinist tez, 1928’de bu kez daha iddialı biçimde yeniden piyasaya sürülmüştür. 1928’de Komintern’in “üçüncü dönem” politikasıyla[115] birlikte, bu kez kıvrak oportünizmin öbür çeşidi olan sol maceracılık dönemi başlatılacaktır.
Avrupa ülkelerindeki Sosyal Demokrat partiler “sosyal-faşist” olarak nitelendi, faşizmle sosyal demokrasiyi ayırt etmenin gerekli olmadığı görüşü savunuldu. Troçki’nin bu konuda getirdiği eleştiriler, bu siyasal çizginin işçi sınıfını faşist tırmanış karşısında yenilgiye sürükleyeceği yolundaki uyarıları “karşı-devrimci” ilân edildi. Ne var ki maceracı oportünizm daha sonra yine karşıtına dönüşecek ve resmi komünist hareket bu kez de sağa savrulacaktı.
1934 yılıyla birlikte “üçüncü dönem” politikası ıskartaya çıkartıldı ve yerini 1935-39 yılları arasında egemen kılınan uzlaşmacı bir Halk Cephesi politikası aldı. Proleter devrim anlayışı, muğlak ve aşamalı bir halk devrimi stratejisinin darbeleri altında yok edilirken; işçi sınıfının birleşik cephe taktiği de gevşek bir halk cephesi formülasyonuyla katledildi. Nitekim Komintern Yedinci Kongresinde (1935) sunuculuğunu Dimitrov’un yaptığı faşizm tahlili, burjuvaziyi de işin içine katan sulandırılmış bir halk cephesi politikasının gerekçesini oluşturacaktı.
Esasen Komintern’in ünlü faşizm tanımı, Yürütme Komitesinin 13. Plenumunda (Aralık 1933) Otto Kuusinen’in sunduğu Faşizm, Savaş Tehdidi ve Komünist Partilerin Görevleri başlıklı raporla gündeme getirilmişti. Burada faşizm şöyle tanımlanıyordu: “Faşizm, finans-kapitalin en gerici, en şövenist ve en emperyalist ögelerinin açık terörist diktatörlüğüdür.”[116] Yedinci Kongrede Dimitrov bu tanımı aynen yineliyordu. Tanımın içerdiği en ... en ... en ... vurguları Kongre tarafından, faşizm belâsının büyük sermayenin yalnızca belirli bir kesimiyle sınırlı olduğu ve burjuvazi içinde faşizme karşı anlamlı bir mücadele yürütecek kesimlerin bulunduğu yolunda yorumlandı.
Kongre sonuç bildirisinde, komünistlerle sosyal demokratların bir birlik partisi oluşturmaları konusu da gündeme alınmıştı. Komintern 1935’te yaptığı bir açıklamada buna hazır olduğunu belirtiyor ve böyle bir durumda sosyal demokrasinin komünist partiler içinde eriyeceğini söyleyerek işbirlikçi tutumunun üzerini örtmeye çalışıyordu. Fakat takip eden dönemde artık bu örtülere de ihtiyaç hissetmeyecek, 1939’dan sonra birlik partisinin demokratik yolundan söz edilecek ve 1943’te de zaten Komintern resmen feshedilecekti.
Neticede bu cephe anlayışı tüm resmi komünist partilere dayatıldı ve Stalinist Komintern hattını izleyen siyasal örgüt ve hareketlerce kabul görerek günümüze kadar taşındı. Böylece, faşizme karşı mücadelede işçi sınıfının hegemonyayı kendi elleriyle “demokrat” burjuvaziye teslimi anlamına gelen bir siyasal anlayış da yerleştirilmiş oldu. Faşizm gerçeği karşısında Stalinizmin sergilediği ihanet politikası çarpıcı bir tarihsel örnek oluşturur. Stalinist bürokrasinin egemenliği altındaki Komintern’in, kendisine bağlı komünist partilere çizdirdiği zikzaklar tarihten ibret almak için her daim hatırlanmalıdır.
Tarihin sergilediği gerçek şudur ki, olağanüstü rejimlerin baskı ve zulmüne isyan etmeyi başaran işçi ve emekçiler, burjuva düzeni ezip geçecek noktaya ulaşamadıklarında bile düzenin sınırlarını zorlamışlardır. Zorba burjuva iktidarlara karşı demokrasi mücadelesinin başına örgütlü işçi sınıfının geçmesi, egemen burjuvazi için ölümcül bir tehlikedir. Bu nedenle böyle bir tehdidin varlığı koşullarında, düzenin hepten yıkılıp gitmemesi için burjuvazi alelacele kendi “demokrat” partilerini örgütlemeye çalışır ve meydanlara “demokrasiyi getirme” telâşıyla dökülüverir. İspanya, Yunanistan, vb. örneklerinde faşist diktatörlüklerin çözülüş sürecinde yaşanan gerçeklik budur. Böylesi süreçlerde resmi komünist hareketlerin demokrasiyi burjuvaziden bekleme siyasetleri nedeniyle, işçi sınıfı bu olağanüstü hareketli dönemlere ne yazık ki kendi devrimci damgasını basamamıştır.
“Demokrat” burjuvazi tarihsel rolünü iyi oynar ve işçileri-emekçileri kandırıp kitlelerin demokrasi mücadelesinde hegemonyayı ele geçirirse, kitle mücadelesini burjuva düzen sınırlarına hapsetmeye muktedir olur. Bu gibi durumlarda demokrasi mücadelesinin (anti-Bonapartist, anti-faşist, anti-diktatoryal, anti-oligarşik, her ne biçimde adlandırırsanız adlandırın!) gidip gidebileceği son nokta burjuva düzenin olağan işleyiş biçimine geri dönülmesinden ibaret kalır. Faşizme karşı mücadelede elde edilecek sonuç, sınıf mücadelesinde hegemonyayı kimin kuracağına, hangi sınıfa özgü demokrasi bayrağının egemen kılınacağına bağlıdır. O nedenle olağanüstü burjuva rejimlere karşı mücadelede bayrakların asla karıştırılmaması gerekir. Nitekim daha geniş halk cepheleri kurma adına işçi sınıfını burjuvaziyle işbirliğine yönelten ve böylece demokrasi mücadelesinin önderliğini altın bir tepsi içinde burjuvaziye sunan tüm anlayışlar (Stalinist halk cephesi örnekleri ve benzeri sulandırılmış ittifaklar) tarih boyunca işçi sınıfına nice acı yenilgiler tattırmışlardır.[117]


Günümüzde faşizm tehlikesi

Faşizmin günümüzde hâlâ bir tehlike kaynağı oluşturup oluşturmadığı konusunda ileri sürülen bazı iddialar işçi hareketinin boşluklarından sızarak bilinç bulandırıyor. Bunlar arasında en başta geleni, faşizmin (asıl olarak da Nazizmin) vaktiyle dünya halkları tarafından lanetlenmiş olması nedeniyle bir daha yaşanmayacağı iddiasıdır. Oysa bu tür gerçeküstü iddiaları bizzat yaşamın kendisi çürütmüş bulunuyor. Alman Nazizmi faşizmin en uç ve son derece özgün bir tarihsel örneğiydi. Tarih kendini aynen tekrarlamadığı gibi, faşizm de başka kılıklara bürünerek iktidara yürüdü. Türkiye de dahil çeşitli ülkelerde yakın tarihlere damgasını basmış olan askeri faşist diktatörlüklerin anısı henüz tazedir.
Bu örneklerin de kanıtladığı gibi, kapitalizmin çılgınlığını daha önce ifşa etmiş olması nedeniyle faşizmin bir daha gündeme getirilemeyeceğini düşünmek kadar yanlış, tehlikeli ve mücadeleye zarar verici bir tutum olamaz. Sermayenin egemenliği devam ettiği sürece faşizm tehdidi de varlığını sürdürecektir. Faşizm burjuvazi açısından zorunlu hale gelip, buna gücü de yettiğinde, yine işçi sınıfının ve yoksul kitlelerin, devrimci kuşakların karşısına tüm melânetiyle dikilecektir.
Alman Nazizmine can veren, iki emperyalist paylaşım savaşı arasında kapitalist sistemi vuran ekonomik ve toplumsal bunalımdı. Bu tür bunalımlar, kapitalizmin olağan döngüsel bunalımlarının ötesine geçen, derin ve alabildiğine sarsıcı bunalımlardır. Üretici güçlerin, burjuva koşulların kendilerine izin verdikleri ölçüde gür bir şekilde gelişebildikleri refah dönemlerinde gerçek devrimlerden söz edilemeyeceğine işaret eder Marx. Aynı şekilde bu tür dönemler, burjuvazinin faşizm gibi saldırgan bir diktatörlük biçimine ihtiyaç duymadığı olağan dönemlerdir.
Faşizm ve devrim aynı nesnel gerçekliğin birbirine karşıt iki sınıfsal ifadesidir. Marx, devrim olasılığının, modern üretim araçlarının ve burjuva üretim biçimlerinin birbirleri ile çatışma haline geldikleri evrelerde olanak kazandığına işaret eder.[118] Bu tür evreler, faşist iktidar biçiminin de bir olasılık olmaktan çıkarak, burjuva düzenin idamesi için bir ihtiyaç haline geldiği dönüm noktalarıdır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve daha yakın tarihlerde yaşanan faşizm örneklerine, savaş öncesindeki gibi derin bir sistem bunalımı eşlik etmese bile, bu ülkelerde de faşizm burjuva düzeni derinden sarsan bunalımlarla ilişkilidir. Şili, Türkiye gibi örnekler söz konusu olduğunda, orta gelişkinlik düzeyindeki bu tip ülkelerin emperyalist sistemin zayıf halkalarını oluşturduğu gerçeğini unutmamak gerekir. 40’ların ikinci yarısından günümüzdeki kriz dönemine dek, kapitalist sistemin merkez ülkelerini alabildiğine sarsan bir sistem bunalımı yaşanmamıştır ama zayıf halkalarda durum daha farklıdır. Zira Marx’ın da belirttiği üzere, “Elbette ki, şiddetli patlamalar, burjuva gövdesinin yüreğine, merkezine vurmadan önce uç bölümlerinde meydana gelmek zorundadır, çünkü merkezde denge olanağı uç bölgelerdekinden daha fazladır”.[119]
Bu nedenle kapitalist sistemin merkez ülkeleri olağan koşullar içinde yaşarken, periferide yer alan şu ya da bu ülkede derin krizler patlak vermiştir. Bu ülkelerde işçi-emekçi kitlelerin devrimci başkaldırılarıyla gelişen devrimci durumlar, düzen güçlerini büyük bir telâşla faşizm doğrultusunda ayağa kaldırmıştır. 12 Eylül öncesinde Türkiye’de tanık olunduğu gibi, bazen çevre ülkelerde girişilen devrim deneylerinin veya ulusal kurtuluş mücadelelerinin yükselişi tekelci sermayenin duyduğu endişeyi katlayarak büyütmüştür.
Bu tür örneklerde, emperyalist güçlerin ilgili bölgelerde kendi çıkarlarının zedelenmemesi için doğrudan devreye girdikleri ve sistemin zayıf halkalarında faşist iktidarların işbaşına getirilmesi için gizli örgütleriyle harekete geçtikleri çok iyi bilinen gerçeklerdir. ABD emperyalizminin, örneğin Şili ve Türkiye’de askeri faşist cuntaların oluşumuna nasıl destek verdiği biliniyor. Bu yönüyle faşizm salt ulusal düzeyde bir saldırı olmayıp, devrim tehdidinin yayılmasını engellemek için uluslararası dayanışma içine giren emperyalist güçlerin de karşı-devrimci atağıdır. Bu gerçekler, emperyalist sistemin zayıf halkalarını oluşturan kapitalist ülkeler işçi sınıfı açısından bugün de ziyadesiyle önemlidir.
Günümüzde faşizm konusunda yürütülecek tartışmalarda, sorunun yaşamsal önem taşıyan bir yönünün atlanmaması gerekiyor. Devrimci mücadelenin selâmeti açısından, işin stratejik boyutu asla kısır bir kavram tartışmasına feda edilemez. Çağımızda yaşanan açık baskıcı ve işçi-emekçi haklarına azgınca saldıran askeri diktatörlükleri faşist olarak nitelemek gerçekliği kendi adıyla anmak demektir. Bu doğru ve açık siyasal tutum işçi sınıfının devrimci stratejisini netleştirir ve dolayısıyla onu güçlü kılar. Tersi bir yaklaşım sergilemek, açık bir tutum belirlemekten kaçınmak ve diyelim salt bir “askeri diktatörlük” nitelemesiyle işin içinden sıyrılmaya çalışmak devrimci stratejiyi zayıflatır. En tehlikeli eğilim ise (Türkiye örneğinde resmi komünist çizgi tarafından sergilendiği üzere), 12 Eylül tipi açık baskıcı bir askeri cuntanın faşist olarak nitelenmesine, onda bazı ılımlı eğilimler, ılımlı kanatlar olduğu gerekçesiyle itiraz eden uzlaşmacı ve sınıf işbirlikçisi zihniyettir.
Faşizm tehlikesinin gelişmiş kapitalist ülkeleri, Avrupa’yı ilgilendiren boyutuna gelince. Öncelikle belirtmek gerekir ki, işçi sınıfını kendisini bekleyen muhtemel tehlikeler konusunda donanımsız bırakmaya çalışan sol görünümlü burjuva ideolojisi Avrupa ülkelerinde fazlasıyla etkili olmaktadır. Oysa Avrupa’da demokrasinin istikrarlı bir biçimde yerleşmiş olduğu ve faşizmin bu kıtada bir daha asla iktidar olamayacağı anlamına gelen görüşler kocaman bir palavradan ibarettir.
Emperyalist sistem iki paylaşım savaşı arasında olduğu gibi derin bir bunalım içine düştüğünde ve işçi sınıfı burjuva düzeni devrim dalgalarıyla sarsmaya başladığında, Avrupa’da faşizm güncel bir tehlike haline gelir mi gelmez mi görülür. Bu faşizmin, Almanya’daki Nazizmin boyutlarına ulaşıp ulaşmayacağı konusunda şimdiden boş tartışmalar yürütmeye gerek yok. Sonunda bu gibi olgular, dünya ölçeğinde iki temel sınıf arasındaki mücadelenin seyrine, kapitalist sistemi sarsan bunalımın şiddetine ve gidişatına bağlıdır.
Faşizm konusundaki tartışmaların, her daim günün somut koşulları temelinde yeniden gözden geçirilmesi ve gereken yeni tespitlerin yapılması zorunludur. Örneğin, kapitalizmin İkinci Dünya Savaşını izleyen uzun yükseliş dönemine damgasını basan nesnel koşullar bugün değişikliğe uğramıştır. Buna bağlı olarak, faşizmin gelişmiş kapitalist ülkelerde artık bir tehlike oluşturmayacağı yolundaki görüşlerin maddi dayanağı da zayıflamıştır. Unutulmasın ki, Ortadoğu ülkelerine demokrasi götürme bahanesiyle bu bölgede kanlı bir paylaşım savaşı yürüten ABD’nin bizzat kendisi neredeyse demokrasiye muhtaç hale gelmiştir. Kapitalist sistemin hegemon gücünün ülkesinde faşizan uygulamalar giderek artmaktadır.
Bugün sermaye güçleri, dünyada ve Avrupa’da işçi sınıfının ekonomik ve demokratik haklarına karşı çeşitli saldırılar yürütüyorlar. Sağı ve soluyla tüm burjuva hükümetlerin uygulamalarına damgasını basan gerçeklik, bu doğrultuda gelişen bir gericiliktir. Fakat olağan parlamenter rejimdeki bir daralma ve gericileşme ile parlamenter işleyişin berhava edilip açıkça olağanüstü bir rejime geçilmesi arasındaki önemli fark elbette gözardı edilemez. Yine de bugünün somut koşullarında bu uyarı ne anlam ifade etmelidir? Bu noktada örneğin, “faşizm nasıl olsa güncel bir tehlike değildir, dolayısıyla faşizm tehlikesinden söz edenleri mat etmek gerekir” diye özetleyebileceğimiz bir siyasal anlayışın devrimci Marksizmin güçlendirilmesine hiçbir hayrı dokunamaz.
Kapitalizmin olağan işleyiş dönemlerinde sağladığı görece istikrara aldanıp, onun başı sıkıştığında işçi sınıfı ve emekçi kitlelere getireceği belâlar konusunda uyanıklık göstermeyen reformist ve sözde sosyalist tutumlar Marksizm tarafından daima eleştirilmiştir. Örneğin Marx ve Engels, burjuvazinin devrimci buhranlar döneminde seçilmiş yöneticilerinin sözünü dinlemekle yetinebileceğini düşleyen Alman demokratları, parlamenter alıklıkla suçlarlar. Sözün hükmünün bittiği durumlarda, burjuvazi sorunları askeri baskı aygıtlarını devreye sokarak çözmeye yeminli olduğunu tüm tarihi boyunca defalarca kanıtlamıştır.
Burjuvazinin silahlı şiddetinin karşısına işçi-emekçi kitlelerin aynı düzeyde örgütlü gücüyle dikilmeyip, anayasal hayallerle günü geçiştirmeye çalışan reformist siyasetlerin nelere mal olduğu konusunda sayısız örnek vardır. Devrimci durumlarda parlamento kararlarına veya anayasaya dayanan buyurmalarla kimseye söz geçirilemeyeceğini kavramak için aslında biraz solduyu yeterlidir. Ne var ki Lenin’in dediği gibi, “‘Tutarlı demokrasi’ yandaşları, en önemli politik sorunların oylamayla çözülebileceğini sanırken tam da bu hususu hep gözden kaçırıyorlar. Gerçekte ise bu sorunlar akut haldeyse ve mücadeleyle şiddetlenmişse, içsavaşla karar bağlanır.”[120] Marksizmin bu önemli uyarıları, günümüzde de faşizm tehlikesini ve emperyalist savaşlar gerçeğini küçümseyen sözde sosyalist eğilimlere kapılmamak, prim vermemek bakımından ziyadesiyle önemlidir.
Kapitalist sistemin uzun süreli yükselişlerin ardından içine düştüğü ciddi kriz dönemlerinin, çok önemli siyasal değişiklik ve gelişmelere gebe olduğu açıktır. Böylesi dönemler, üretici güçlerin yalnızca özel mülkiyet engeliyle değil ulusal sınırlarla da uzlaşmaz çelişkisini patlamalı biçimlerde ortaya koyar. Bu türden tarihsel dönemeçler, emperyalist güçler arasında yeniden paylaşım savaşlarının yükselişi, burjuva gericiliğin tırmanışı gibi gelişmelerle karakterize olurlar. İşte bugün yüz yüze bulunulan bu gerçekler, faşizmin bir daha yaşanmayacağı düşüncesiyle teselli bulmayı değil, işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinin yükseltilmesi için atılım yapmayı gerektiriyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrasının kapitalist yükseliş koşullarında, Avrupa işçi sınıfı yaşam koşullarındaki görece iyileşme nedeniyle adeta bir kış uykusuna yatmıştı. Diğer yandan, özellikle Alman faşizminin yenilgisinin yarattığı moral atmosferde faşist örgütlenmeler uzun bir süre başlarını inlerinden çıkartmaya cesaret edemediler. Fakat bugün? Bugün kapitalist sistemin sözümona demokratik ve barışçı bir birliğe doğru yol aldığı söylenen Avrupası’nda, yabancı işçi düşmanlığı, ırkçılık, faşist demagojiler giderek örgütlü bir güç halinde ilerlemesini sürdürüyor. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde seçim dönemleri faşist partilerin oy oranlarındaki artışa sahne oluyor.
Evet, bugün Avrupa ülkelerinde henüz faşizmi bir olasılık olmaktan çıkartıp güncel bir tehdit haline getirecek bir devrimci durum yaşanmıyor. Ama sistem derin kriz sinyalleri verdiğine göre, bu durumun işçi kitlelerindeki yansımaları da zamanla büyüyecektir. İşçi hareketinde geçmiş tarihsel dönemlerde olduğu gibi ciddi devrimci yükselişlerin yaşanmaya başlanması halinde burjuvazinin karşı atağa geçmeyeceği, eğer işler o noktaya gelirse sınıf mücadelesi alanına yine faşizm kartını sürmeyeceği asla düşünülemez.
İşçilerin sosyal güvenlik fonlarındaki sürekli kesintiler, demokratik haklara karşı sinsi biçimde adım adım yükseltilen saldırılar, kitlelerin beynine kazınmaya çalışılan yeni demagojilerle (örneğin Yahudi düşmanlığı değil de Müslüman düşmanlığı, “uluslararası teröre karşı mücadele” teranesi vb.) büyük sermaye güçleri neye hazırlanıyorlar? Beri yanda, kapitalizmin işçi sınıfına sunduğu yaşam koşullarının kötüleşmesiyle birlikte Avrupa işçi sınıfının da o uzun süren kış uykusundan uyanmakta olduğu açıktır.
Son yılları kapsayan ve başlangıçta pek de önemli değilmiş gibi görünen nicel birikimin, siyasi arenada sıçramalı biçimde nitel değişimlere yol açması büyük bir olasılıktır. İşçi sınıfının kendi mücadele tarihinden alması gereken derslerin yeni işçi kuşaklarına örgütlü biçimde aktarılması çok daha zorunlu hale gelmiştir. Günümüz koşulları, işçi sınıfının enternasyonal düzeyde yaşadığı devrimci önderlik bunalımının çözümü için harekete geçilmesini ertelenmez bir görev kılmaktadır.
Dünya kapitalist sisteminin zirvesinin savaş düzenine geçtiği, dünya halklarının önemli bir bölümünün peşpeşe emperyalist savaş cehenneminin ateşlerine atıldığı, burjuva ideologların bile ekonomik krizlerin kolayca savuşturulabileceği yolundaki iyimserliklerini yitirdiği günümüzde, rehavete ve rutinizme kapılıp sürüklenmek ölümcül bir tehlikedir. Geçmiş dönemlerin yerleştirdiği atalet nedeniyle günü geçiştirmeye çalışan siyasal çevreler, daha önceki tarih kesitlerinde işçi sınıfının hazırlıksız yakalanmasına neden olan siyasi liderliklerin akıbetine sürüklenmekten kurtulamazlar.

Dip not:
[32] Faşizm kavramına kaynak oluşturan İtalyan dilindeki fascismo sözcüğü, Latincede demet anlamına gelen fasces’ten türetilmiştir. Fasces, Antik Roma’da devlet otoritesinin simgesi olan ve kırmızı bir şeritle demet yapılmış dalların arasından yükselen savaş baltasına verilen addır. Benito Mussolini önderliğindeki İtalyan faşist partisi adını fasces’ten alır ve bu simge 1919’da parti amblemi olarak kabul edilir, faşizm kavramı da bu tarihten itibaren siyasal literatüre girer.
[33] Örneğin 1919 Martında, ancak Ağustosa kadar yaşayabilecek olan Macar Sovyet Cumhuriyeti kurulmuştu. Keza 1919 Nisanında Bavyera Sovyet Cumhuriyeti yaşama gözlerini açıyor ve bir ay sonra yıkılıyordu. 1919 ortalarında İtalya’da, gıda maddeleri fiyatlarının pahalılığına karşı ayaklanma ve isyanlar patlak verdi. 1919 Kasımında gerçekleşen İtalyan genel seçiminde İtalyan Sosyalist Partisi oyların üçte birine yakınını kazanmıştı. Almanya’da 1920 Mart ayında, işçilerin direnişi sayesinde yenilgiye uğratılacak olan gerici Kapp darbesi gerçekleşti. İtalya’da işçiler 1920 Nisanında, Fabrika Konseylerini savunmak üzere Torino bölgesinde genel grev gerçekleştirdiler vb.
[34] 28 Haziran 1919’da imzalanan Versay Antlaşması gereğince, Almanya Alsas-Loren’i Fransa’ya geri veriyor, Avrupa’da işgal ettiği diğer bölgelerden ve tüm denizaşırı sömürgelerden çekiliyordu. Antlaşma ayrıca, Almanya’nın askeri gücünün sınırlanması ve galip devletlere savaş tazminatı ödemesi hükümlerini de içermekteydi. Rakip emperyalist güçlerin amacı, Avrupa üzerinde Almanya’nın hegemon konuma yükselmesinin önünü kesmek, onun askeri ve ekonomik gücünü çökertmekti.
[35] Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal –Belgeler–, c.2, Maya Yay., Eylül 2002, s.59
[36] age, s.125
[37] age, s.422
[38] age, s.300-1
[39] age, s.301 (abç)
[40] age, s.421
[41] age, s.422
[42] age, s.422
[43] age, s.442
[44] age, s.460
[45] Bir karışıklığa meydan vermemek için burada hatırlatmak gerekir ki, devlet biçimi, hükümet biçimi, yönetim biçimi gibi kavramlar genelde aynı anlama gelirler. Keza olağanüstü rejim, olağanüstü yönetim benzeri kavramlar için de aynı şey söz konusudur.
[46] Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, s.348-9 (abç)
[47] Lenin, Collected Works, “The Beginning of Bonapartism” [Bonapartizmin Başlangıcı]c.25, s.220
[48] Troçki, age, s.460-1
[49] Burada geçen otoriter ve totaliter kavramları arasındaki anlam farkı, tam da Bonapartist yönetim biçimi ile faşist yönetim biçiminin mukayesesi temelinde somutlanabilir. Zira siyasal literatüre yerleştiği şekliyle, özetle her iki kavram da çoğulcu parlamenter demokrasinin karşıtı olan bir iktidar biçimini anlatır. Fakat totaliter rejim nitelemesi en katı, en monolitik diktatörlükler için kullanılırken, otoriter rejimin aynı derecede monolitik ve katı olmadığı kabul edilir.
[50] Troçki, age, s.462

[51] Troçki, age, s.472
[52] Troçki, age, s.468
[53] Troçki, age, s.461
[54] Troçki, age, s.290
[55] Troçki faşist iktidar öncesinde yer alan Bonapartist rejimleri, engelleyici Bonapartizm veya saf Bonapartist Bonapartizm gibi kavramlarla da nitelemiştir.
[56] Troçki, age, s.292
[57] Troçki, age, s.465
[58] İlerleyen bölümlerde Türkiye’de 12 Eylül faşist diktatörlüğünün Bonapartist bir rejim doğrultusunda çözülmesini incelerken bu konuya değineceğiz.
[59] Troçki, age, s.464
[60] Troçki, age, s.460
[61] Troçki, age, s.462-3
[62] Troçki, age, s.463 (abç)
[63] Örneğin İtalya’da faşist hareket kendini “Roma İmparatorluğu’nun yeniden doğuşu” biçiminde sunmuştur. Keza Almanya’da faşizm, kendisinin “Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu”nun devamı olduğu, dünyada Alman ırkından başka üstün ve arî bir halkın bulunmadığı gibi argümanların üzerine oturmuştur. Türkiye’de faşist hareket, Türkçülüğü öne çıkarmış, eski Türk topluluklarının Kızıl Elma efsanelerini, bozkurt simgelerini sahiplenmiştir.
[64] Troçki, age, s.424
[65] Troçki, age, s.66
[66] İtalya’da Mussolini liderliğindeki faşist birlikler, önderliklerin zaaf ve ihaneti nedeniyle zaten geriletilmiş durumda bulunan işçi sınıfının üzerine yürüyüp, tabanca ve bıçaklarla işe girişerek onun kitle örgütlerini boğdular. Daha sonra Mussolini, iktidara yürüdüğü bu kadroları tasfiye edecek ve “faşizmin iktidara yürüdüğü kadrolarla iktidar olamayacağını” vurgulayacaktı. Almanya örneğinde de faşist elitin SA’lara yönelik katliamı, uzun bıçaklar gecesi diye anılır.
[67] Faşist iktidarların kuruluşu bağlamında çeşitli örneklerin sergilenmesi önemlidir. Ancak burada sorunun genel yönlerinin öne çıkartılabilmesi ve yazının bu bölümünün uzamaması için bu örnekler hakkında daha geniş bilgi Ek I’de verilecektir.
[68] Troçki, age, s.200
[69] Troçki, age, s.200-1
[70] Nazi Partisinin seçkin elemanlardan oluşan ve siyah üniformalarıyla ünlü birliğidir; tam adı Almancada Koruyucu Kademe anlamına gelir.
[71] O dönemleri anlatan kaynakların belirttiğine göre, SS’in olabildiği ölçüde soylular, aydınlar ve zengin burjuva çocuklarından oluşturulmasına özen gösterilmiştir. Röhm’ü ve SA’nın burjuvazice “güvenilmez” asi küçük-burjuvalarını katleden gücün arkasında işte bu sınıfsal gerçek yatar.
[72] İspanya’da devrimci proletarya, devrimin ve iç savaşın ateşi içinde kıvranırken, Avrupa’nın tüm sözde komünistleri, tatlı su sosyalistleri, İspanya işçi ve köylülerinin politik ve sosyal zaferinin bir Avrupa savaşı anlamına geleceğini ileri sürerek devrimci çözümü kötülediler. Türkiye’de de 12 Eylül öncesinde hemen her köşede yerel devrimci inisiyatifler gelişir ve devrimci işçiler Tariş benzeri isyanlarla devrimci dalgayı yükseltirlerken, Avrupa’daki sahte komünistlerin ve tatlı su sosyalistlerinin benzerleri, “aman fazla ileri gidilmesin, sonra faşizm gelir” yollu akıllar verdiler. 12 Eylül faşist iktidarı kurulup, öncü işçiler ve devrimciler işkence tezgâhlarında can çekişmeye başladıklarında ise, bu tür “komünist” ve “sosyalistler”in artık devrim ve devrimci mücadele gibi kavramları duymaya dahi tahamülleri kalmamıştı. Dönemin zor koşullarından şu ya da bu ölçüde nasiplerini aldıklarında bile, başlarına gelenler yüzünden devrimci mücadele yolundan dönmeyenleri suçluyorlardı: “Başımıza ne geldiyse, sizler gibi devrim sözcüğünü ağızlarından düşürmeyenler, Türkiye’de devrimci durum var deyip duranlar yüzünden geldi(!)” Kısacası böylelerinin dönekleşmek için (ya da daha doğrusu asıllarına dönmeleri için) Sovyetler Birliği’nin çöküşünü beklemeye bile ihtiyaçları yoktu.
[73] Mandel, Faşizme Karşı Mücadele’ye Önsöz, s.35
[74] Mandel, age, “Türkçe Basımı İçin Not”, s.52
[75] Troçki, age, s.164
[76] Troçki, age, s.292
[77] Faşist iktidarların taşıdığı özellikler bağlamında korporatif devlet örgütlenmesi üzerinde de durulur. Tüm toplumsal yaşamı faşist iktidarın merkezi yönetimi altında tek tip mesleki korporasyonlar, sendikal korporasyonlar tarzında örgütleme anlayışını yansıtan bu olgunun somutta ne biçimde, ne düzeyde uygulanacağı zamana ve zemine göre değişiklik arz eder. O nedenle de bu unsur, faşizmin “siyasal iktidar tekeli” oluşturma özelliğinde olduğu kadar ortak ve vazgeçilmez değildir. Örneğin İtalya’da faşizm, toplumsal yaşamı Alman Nazizminin becerdiği ölçüde bir “yavrukurt” veya “izci” teşkilâtı gibi örgütlemeyi başaramamıştır.
[78] Bir ölçüde diyoruz, zira faşist iktidarın kapalı karakterini ve genelde kapitalist ülke yönetimlerinin devrimci işçi hareketi ezilip bitirilene dek faşist iktidarların yarattığı vahşeti nasıl da görmezden geldiklerini asla unutmayalım. Emperyalist ve kapitalist güçler, aralarında çıkar çatışmaları olsa bile, proletarya nerede devrimci isyan bayrağını dalgalandırmaya başlamışsa, orada burjuva devletin bunu ezmeye yönelik kudurganlığını gerekli görüp açık ya da sinsi bir onay vereceklerdir. Her şey olup bittikten ve devrimci proletarya korkuları yatıştıktan sonra, yine kendi çıkarları gereği şayet sıra “burjuva demokrasisi”ni hatırlamaya ve hatırlatmaya gelmişse, bu egemen güçler ancak o zaman timsah gözyaşları dökmeye başlayacaklardır. Nazi Almanyası örneğinde böyle oldu, Pinochet Şilisi için yine böyle. Sıra Türkiye’de faşizm gerçeğine geldiğinde, Avrupa’nın “demokrat” burjuvaları faşist Evren iktidarının “sandıkları kadar” ılımlı bir rejim (!) olmadığını yıllar sonra, artık faşizm zaten çözüldüğünde keşfedeceklerdi.
[79] Her burjuva devletin son çözümlemede egemen sınıfın ekonomik çıkarlarını koruyup kollama güdüsüne dayanan resmi bir ideolojisi vardır. Fakat burjuva devletin faşist biçimi alışıldık parlamenter işleyişe son vermekle nasıl ki olağan koşullardan önemli bir kopuş olarak görünüyorsa, faşizmin ideolojisi de genelde olağan resmi ideolojiden bir kopuş olarak görünecektir. Genelde diyoruz, zira Türkiye’de olduğu gibi resmi devlet ideolojisinin daha baştan olağanüstü koşullarda biçimlendiği örneklerde, faşist iktidar onun devletçi ve korporatist yanını en uç noktalarda ifade ederek işini görecektir. Zaten 12 Eylül faşist diktatörlüğü de, resmi devlet ideolojisini sivrilterek biçimlendirdiği ve yere göğe sığdıramadığı Atatürkçülüğünü toplumun hücrelerine dek empoze etmeye çalışmıştır.
[80] Lenin, “Kurucu Meclis Seçimleri ve Proletarya Diktatörlüğü”, Seçme Eserler, c.6, İnter Yay., Kasım 1995, s.493-4
[81] Faşist rejimlerin son buluş sürecinde yaşanan gelişmeler hakkında daha doğrudan fikir edinmek bakımından çeşitli örnekleri incelemek önem taşıyor. Bu çalışmada her bir örnek üzerinde kapsamlı biçimde durmak mümkün olmasa da, bazılarına ekte değinilecektir. Çeşitli ülkelerde yaşanan faşizm süreçlerini bütünsel olarak yansıtabilmek amacıyla, sona eriş biçimlerine ilişkin açıklamalar EK I’de ilgili örneklerin içinde yer almaktadır.
[82] Troçki, age, s.427 ve 430
[83] Troçki, age, s.431
[84] Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, Birikim Yay., Mayıs 1980, s.10
[85] Poulantzas, age, s.10
[86] Poulantzas, age, s.59
[87] Poulantzas, age, s.72 ve73
[88] Poulantzas, age, s.73
[89] Poulantzas, age, s.73
[90] Poulantzas, age, s.62
[91] Bkz. Poulantzas, age, s.88-90
[92] Poulantzas, age, s.89
[93] Poulantzas, age, s.90
[94] Poulantzas, age, s.89
[95] Poulantzas, age, s.89
[96] Poulantzas, age, s.114
[97] Poulantzas, age, s.115
[98] Poulantzas, age, s.115
[99] Poulantzas, age, s. 89
[100] Poulantzas, age, s.115 (abç)
[101] Poulantzas, age, s.345
[102] Poulantzas, age, s.346 (abç)
[103] Poulantzas, age, s.346. Poulantzas burada bir dipnot düşer ve “siyasal polisin” birinci sırayı aldığı, ordunun üçüncü sıraya düştüğü bu “değişim”in Komintern’in dikkatini çekmediğini belirtir. Yalnızca ordunun işlevinin analiziyle yetinen Komintern’in, böylece askeri diktatörlükle faşizmi birbirine karıştırdığını söyler. “Aynı şey Troçki için de geçerlidir” diye eklemeyi de ihmâl etmez.
[104] Poulantzas, Portekiz, İspanya ve Yunanistan’da Geçiş Süreci, Belge Yay., Ekim 1981, s.62
[105] Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, s.412
[106] Troçki, age, s.474
[107] Faşizmin iktidara tırmandığı ve devrimci proletaryanın henüz örgütlü gücünü, mücadele silahlarını yitirmediği bir evrede sermeyenin saldırısına karşı mücadeleyi örgütlemeyenlerin, artık korkulan gerçekleştikten ve faşizm iktidara oturup ortalığı düzledikten sonra havaya “keskin” mücadele sloganları savurmaları hiç de inandırıcı değildir! Yenilgi gerçekleştikten sonra insanın kendini ve kitleleri aldatması tehlikeli bir eğilimdir. Troçki benzer eğilim sergileyenleri şöyle eleştirir: “Kendimizi aldatmayalım! Boş hayallerle gizlenen bir yenilgi, yıkım demektir. Kurtuluş açıklıkta yatar. Ancak bütün başarısızlıkların ve hataların acımasız bir eleştirisi hazırlayabilir büyük intikamı.” (age, s.433) “Ağır bir hastalık geçirmiş bir organizma için, doğru tedavi son derece önemlidir. Faşizmin silindiri altında kalan işçiler içinse, maceracı taktikler kaçınılmaz olarak hareketsizliğe, kayıtsızlığa yol açar.” (age, s.434)
[108] Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal –Belgeler–, c.2, s.301
[109] age, s.305
[110] age, s.304
[111] age, s.305
[112] Stalin “sosyal faşizm” tezinde şunları söylüyordu: “Faşizm, burjuvazinin savaş örgütüdür, Sosyal Demokrasinin aktif desteğine dayanmaktadır. Sosyal Demokrasi nesnel olarak, faşizmin ılımlı kanadıdır. Burjuvazinin bu savaş örgütünün, Sosyal Demokrasinin aktif desteği olmaksızın, mücadelelerde ya da ülkenin yönetiminde belirleyici başarılar elde edebileceğini varsaymak için hiçbir neden yoktur. Bu örgütlenmeler birbirlerini dıştalamıyor, aksine tamamlıyorlar. Bunlar karşıt değil ikiz kardeştirler. Faşizm, emperyalizmin savaş sonrası bunalım koşullarında ortaya çıkan ve proletarya devrimine karşı mücadele için düzenlenen bu iki temel örgütlenmenin şekillenmemiş siyasal blokudur. Burjuvazi, böyle bir blok olmaksızın iktidarını sürdüremez. Bu yüzden ‘pasifizm’in faşizmin bir kenara atılması demek olduğunu düşünmek bir hata olurdu. Bugünün koşullarında ‘pasifizm’, faşizmin ılımlı, Sosyal Demokrat kanadının ön plana sürülerek sağlamlaştırılması demektir.” (Üçüncü Enternasyonal 1919-1943, Belge Yay., Ekim 1979, s.83-4)
[113] Stalinist “sosyal-faşizm” saçmalığına Troçki’nin yönelttiği eleştiri Lenin dönemi Komintern çizgisinin devamıdır. Almanya’da faşizmin tırmanışını tahlil ederken şöyle der Troçki: “Sosyal Demokrasi, faşizmin zaferi için bütün gerekli şartları hazırlamıştır. Ama bununla, kendi politik tasfiyesi için gerekli ortamı da hazırlamış olmaktadır. Gerek Brüning’in olağanüstü hal yasalarının gerekse yaklaşan faşist vahşetin bütün sorumluluğunu Sosyal Demokratlara yüklemek tamamiyle doğrudur. Sosyal Demokrasiyi faşizmle özdeşleştirmekse, tamamiyle saçma.” (Faşizme Karşı Mücadele, s.153)
[114] Akt: Troçki, age, s.165
[115] 1928-34 arasında Komintern tarafından egemen kılınan bu “üçüncü dönem” politikası, onun kapitalist gidişatı üç farklı döneme ayıran değerlendirmesinden kaynaklanır. Buna göre, Birinci Dönem (1917-24): “kapitalist kriz ve devrimci yükseliş dönemi”dir. İkinci dönem (1925-28) ise, “kapitalist istikrar dönemi” olarak ele alınmıştır. Nihayet 1928 yılıyla birlikte de, kapitalizmin son aşaması olarak nitelenen “üçüncü dönem”e girildiği iddia edilmiştir. Komintern’in “üçüncü dönem” politikalarına, maceracılık, sekterlik, “kızıl” sendikalar uygulaması ve birleşik cephe anlayışına karşı çıkılması damgasını basar.
[116] Üçüncü Enternasyonal 1919-1943, s.224
[117] Bu konuda çok çarpıcı bir örnek oluşturması bakımından, İspanya Dersleri’ne ilişkin ayrı bir bölüm Ek II’de sunulmuştur.
[118] Marx, “Fransa’da Sınıf Savaşımları”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.350
[119] Marx, age, s.350
[120] Lenin, “Kurucu Meclis Seçimleri ve Proletarya Diktatörlüğü”, Seçme Eserler, c.6, s.494
           
           

3.Bölüm
Bismarkçılık: Burjuva düzenin tepeden kuruluş biçimi

Genel bir yaklaşım olarak, klasik Bonapartizm örneklerinin daha ziyade burjuva düzenin korunmasının elzem hale geldiği durumlara denk düştüğünü söyleyebiliriz. Prusya (Almanya) ya da Türkiye’de olduğu gibi, burjuva düzenin devlet bürokrasisinin öncülüğünde tepeden inşa edildiği süreçlere ise Bismarkçılık ya da Kemalizm gibi olgular damgasını basmaktadır. Yine de, Kemalist iktidarı veya benzerlerini Bonapartizmin bir çeşitlemesi olarak ele alan Marksist değerlendirmeler olduğunu biliyoruz.
En başta Marx ve Engels, Bismarck’ın “ulusal” rejimini çeşitli vesilelerle Bonapartizme benzetmişlerdir. Troçki bu benzetmenin, Bismarck’ın Fransız Bonapartizmi örneğinde olduğu şekilde köylüler tarafından desteklenmemesine, bu Demir Şansölye’nin bir plebisit (halk oylaması) sonucunda iktidara gelmeyip meşru ve hanedandan gelen kral tarafından usulüne uygun olarak atanmasına rağmen yapıldığını hatırlatır. “Bununla birlikte Marx ve Engels haklıydı” der. Bu düşüncesini şöyle açıklar: “Bismarck mülk sahibi sınıflarla proletarya arasındaki çelişkiden Bonapartist bir tarzda yararlandı ve bu yoldan iki mülk sahibi sınıf arasındaki, burjuvazi ile junkerler arasındaki karşıtlığın üstesinden gelerek bir asker-polis aygıtını ulusun üzerine çıkardı. ... Bismarck Alman Birliği sorununu, Almanya’nın dıştaki büyüklüğü meselesini kendine göre halletti.”[121]
Aralarındaki bazı ayrım noktalarına rağmen, Bonapartizm ve Bismarkçılık kavramlarıyla anlatılan tarihsel olgular arasında gerçekten de özde bir benzerlik vardır. O nedenle kapitalist süreçlerdeki değişik gelişme halkalarının farklı özelliklerini kavramaya çalışmakla birlikte, bu gibi hususlarda kısır tartışmalara girmek gerekmiyor. Nitekim Engels, meselenin asıl önem taşıyan boyutuna açıklık getirmiş, özel olarak Bismarkçılığın ne anlama geldiğini de ortaya koymuştur. 1848 sonrası dönemi, Almanya’nın öncülük ettiği yeni bir dönem, tepeden devrimler dönemi diye niteler Engels.
Fransa örneğinde Bonapartizm nitelemesindeki vurgu, kurulu burjuva düzeni korumak için tesis edilen olağanüstü rejim üzerindeyken, Prusya veya Türkiye gibi tepeden burjuva devrimlerde ise, burjuva düzenin daha baştan olağanüstü biçimde kurulması noktasındadır. Hatırlanacağı gibi Bonapartizm, burjuvazinin toplumsal egemenliğini koruyabilmesi için, devlet bürokrasisinin siyasal egemenliği ele geçirmesi anlamına gelir. Bismarkçılıkta ise devlet bürokrasisi, henüz gelişmekte olan burjuvazinin toplumsal egemenlik yolunu açmak üzere bir öncü güç gibi siyaseten egemenlik sürdürür.
Tarihi incelediğimizde kapitalist gelişme süreçlerine eşlik eden burjuva dönüşümlerin hızının ve gerçekleşme biçiminin ülkeden ülkeye farklılıklar arz ettiğini görürüz. Ayrıca, tüm ülkeleri kapsayan genel bir burjuva devrim tipinden söz etmek de mümkün değildir. Burjuva devrimler konusunda dikkat çeken önemli bir husus, erken gerçekleşen burjuva devrimlerle gecikmiş örnekler arasındaki kapsam farkıdır. Avrupa’da 1648 İngiliz ve 1789 Fransız burjuva devrimleri, kapitalist gelişmenin önündeki engelleri daha devrimci tarzda temizler ve burjuva düzenin görece daha demokratik biçimde yapılanmasını mümkün kılarken, Almanya’da burjuva devrim daha farklı bir yol izlemiştir.
İlk örneklerde burjuvazi eski düzene karşı devrimci bir sınıf olarak belirmiş durumdadır. Zira proletarya, henüz burjuvaziyi siyasal bakımdan korkuya sevk edecek ya da kitleleri peşine takacak bir güce ulaşmış değildir. Bu sebeple erken devrimlerde burjuvazi, tarihin tekerleğini daha hızlı ilerletebilecek bir devrimci rolü 1848 sonrası örneklere oranla başarıyla oynayabilmiştir. Yine aynı nedenlerle, erken burjuva devrimlerde burjuvazi emekçi kitleleri peşine takabilmiş ve bu tür devrimler kitlelerin aşağıdan rolü sayesinde demokratik dönüşümlerin önünü açabilmiştir.
Fakat 1848’e gelindiğinde Avrupa’da nesnel koşullar çok önemli bakımlardan değişmiş bulunmaktadır. Kapitalizm bir hayli yol almış ve artık tarih sahnesine burjuvaziyi ve onun düzenini tehdit edebilecek yeni bir sınıf, proletarya çıkmıştır. “Ve, her yerde burjuvazi için zaferler kazanmış olan bu proletarya, artık, özellikle Fransa’da, tüm burjuva düzenin varlığının devamı ile bağdaşmaz nitelikte istekler öne sürmekteydi.”[122] der Engels.
1848, burjuva devrimler arasındaki kapsam farkının belirginleştiği bir tarihsel dönemeç noktasıdır. İtalya, Avusturya, Almanya gibi geç burjuva devrim örneklerinde, burjuvazi proletarya korkusu nedeniyle eski düzenin egemen unsurlarıyla uzlaşma eğilimi taşır. Bu bakımdan söz konusu ülkelerde 1848 burjuva devrimleri başarıya ulaşamamış, yarı yolda kalmıştır. Avrupa’da 1848’de patlak veren devrimci dalga, en tipik örneği Almanya’da somutlandığı üzere cüce devrimlerle sonuçlanır. Cüce Alman devriminin ilerleyen süreçte yaratacağı sonuçlar da, alttan gelen devrimleri yaşayan ülkelere kıyasla cüce olacaktır.
Burjuvazi ve Karşı Devrim adlı makalesinde, Marx da, 1848 Prusya Mart devriminin 1648 İngiliz ya da 1789 Fransız Devrimi ile karıştırılmaması gereğine dikkat çeker. İngiltere’de 1648’de burjuvazi, monarşiye, feodal soyluluğa ve resmi kiliseye karşı modern soylulukla bağlaşıklık kurmuştur. 1789 Fransası’nda ise burjuvazi, monarşiye, soyluluğa ve resmi kiliseye karşı halk ile ittifak halindedir. Her iki devrim de, sadece zaman bakımından değil içerik bakımından da modellerinin yüz yıl ilerisindedirler. Her iki devrimde de hareketin gerçek öncüsü burjuvazidir. Proletarya ve küçük-burjuvazi ise, burjuvaziye özgü bir biçimde olmasa bile burjuvazinin tarihsel çıkarlarının gerçekleşmesi için mücadele etmektedirler.
Nitekim Fransa’da görülen devrimci terör, mutlakıyet, feodalizm ve dar kafalılıkla avamca hesaplaşılmasından başka bir şey değildir. Ayrıca, 1648 ve 1789 devrimleri salt İngiliz ve Fransız devrimleri olmayıp Avrupa tarzında devrimlerdir. Bunlar yalnızca toplumun belirli bir sınıfının eski siyasal düzen karşısındaki zaferi değil, yeni Avrupa toplumu için siyasal düzen ilânıdırlar.[123]
Marx’ın deyişiyle, Prusya’daki Mart devriminde ise bundan eser bile yoktur. Bu devrim aslında Avrupa devriminin geri bir ülkedeki cüce kalmış yan etkisi gibidir. Çağının önünde olacağı yerde, çağının yarım yüzyıl gerisindedir. Alman burjuvazisi o denli tembelce, korkakça ve yavaşça gelişmiştir ki, feodalizm ve mutlakıyeti tehdit eder duruma geldiği anda, kendisinin de proletarya ve proletaryaya yakın duran tüm kentli kesimler tarafından tehdit edilmekte olduğunu görmüştür. Keza 1789 devrimini 1848 devrimiyle karşılaştırdığımızda, ilkinin yükselen bir çizgi izleyerek geliştiğini, halbuki ikincisinin inen bir çizgi çizdiğini görürüz.
Yenilgiye uğramış, yarım kalmış cüce burjuva devrimlerin görevini tamamlamak üzere gerçekleşen tepeden devrimler de, eski düzenin uzantı ve kalıntılarını devrimci tarzda süpürmeye cesaret edemeyen, kapitalist gelişmenin önünü uzlaşmalar temelinde açmaya çalışan bir niteliğe sahiptir. Ayrıca Prusya’daki junkerler[124] örneğinde gözlemlendiği gibi, büyük toprak sahipleri de zamanla burjuvalaşmaya başlar ve burjuvazi bu eklentisi nedeniyle toprak sorununu devrimci tarzda çözme potansiyelini yitirir. Bu bakımdan tepeden devrimler, hiçbir örnekte burjuva devrimin görevlerini kapsamlı biçimde çözememişler, zamana yayılmış bir değişim ve sınırlı reformlarla yetinmişlerdir.
1866 yılı Almanyası’ndaki tepeden reformları değerlendirirken, Engels, bu reformların toplumsal ilişkilerde hemen hiçbir değişiklik yapmadığının altını çizer. Hepsi de bürokratik sınırlara uyarlanmış birkaç burjuva reformunun, diğer Batı Avrupa ülkeleri burjuvazisince uzun zamandan beri elde edilen şeylerin düzeyine asla erişemediğini belirtir. En önemlisi de, Almanya’da sanayi ve burjuvazi gelişirken siyasal yaşamda devlet bürokrasisinin ağırlığı devam etmektedir ve 1866 reformları bürokratik yetkiler sistemini olduğu gibi bırakmıştır.[125]
Kapitalist gelişme, ulusal birliğin sağlanması ve burjuva dönüşümlerin gerçekleştirilmesi bakımından İngiltere ya da Fransa’ya oranla gecikmiş bir örnek olan Almanya tarihine, Prusya gericiliği damgasını vurur. Bismarck’ın desteğiyle gerçekleşen Kuzey Alman Birliği[126], Almanya’nın Prusya’nın egemenliği altında birleştirilmesinde belirleyici bir adım oluşturur. Tepeden reformlar siyasal yaşamı demokratikleştirmese bile kapitalizmin önünü açar. Nitekim Engels Prusya’nın 1870’deki durumuna işaret ederken, eski döneme oranla yaşanan son derece hızlı sınai gelişmeye dikkat çeker. Ayrıca eski dönemdeki devlet biçimiyle, yeni gelişmeler temelinde ortaya çıkan devlet biçimi arasındaki farka da işaret eder.

1840’tan sonra yavaş yavaş dağılan krallığın temel varlık koşulu, soyluluk ile burjuvazi arasında bir denge sağlamaya çalışmaktır. Fakat artık toprak ağaları ile burjuvalar arasındaki mücadelenin yerini burjuvalarla işçiler arasındaki mücadele almaktadır. Artık soyluluğu burjuvazinin baskısına karşı değil, fakat tüm varlıklı sınıfları işçi sınıfının baskısına karşı korumak önem kazanmaktadır. Buna paralel olarak eski mutlak krallık da biçim değiştirmiş ve yeni duruma uygun bir devlet biçimi ortaya çıkmıştır. İşte Engels, Prusya’da Bonapartçılığın, feodalizmi kendine özgü bir tarzda ortadan kaldırmaya çalışan modern bir devlet biçimi olduğunu belirtir ve Prusya’nın eski dönemin mutlak krallığından artık Bonapartçı bir krallığa dönüşmüş olduğunu da ekler.[127]
Dolayısıyla, biz burada, “eski mutlak monarşinin temel koşulunun –toprak sahibi aristokrasi ve burjuvazi arasında bir denge– yanısıra modern Bonapartçılığın temel koşulunu da –burjuvazi ve proletarya arasında bir denge– buluyoruz” der Engels. Onun bu tespiti, kapitalizmin gelişimine bağlı olarak Bonapartist rejimleri tanımlayan denge faktörünün içeriğindeki değişimi açıklaması bakımından fevkalâde önemlidir. Fakat hem eski mutlak, hem de modern Bonapartçı monarşide gerçek hükümet yetkisi, özel bir ordu subayları ve devlet memurları kastının elindedir. “Prusya’da bu kast kısmen kendi saflarından, kısmen daha alt aristokrasiden, daha nadir olarak da yüksek aristokrasiden ve en az da burjuvaziden beslenmektedir. Toplumun dışında, ve sözde üstünde bir konum işgal eder görünen bu kastın bağımsızlığı, devlete, toplumun karşısında bir bağımsızlık görünümü vermektedir.”[128]
O halde, Marx’ın yeğen Bonaparte’ın iktidarı vesilesiyle değindiği ve Engels’in de burada açımladığı şekliyle modern Bonapartçılığı, yalnızca egemen kesimler arasındaki çıkar çatışmaları temelinde açıklamak yanlıştır. Kapitalizm geliştikçe Bonapartizm de artık yeni sınıfsal güç ilişkileri üzerinde yükselir. Sanayi kapitalizmi dönemine özgü Bonapartizm, bir yanda egemen kesimler arasındaki çatışmalar, diğer yanda ise bu kesimlerin tümünün proletarya karşısındaki korkusu nedeniyle burjuva düzeni tahkim edecek bir denge rejimi ihtiyacına denk düşer.
Engels, Ailenin Kökeni’nde, özel mülkiyete dayanan toplumlarda devletin kural olarak iktisadi bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde siyasal bakımdan da egemen duruma gelen sınıfın devleti olduğunu belirtmiştir. Bununla birlikte siyasal yapılanmada bazı istisnai dönemler söz konusu olabilir. Bu istisnai dönemler, savaşım durumundaki sınıfların yenişemeyip denge tutmaya çok yaklaştıkları dönemlerdir. Engels’in deyişiyle, böylesi dönemlerde devlet gücü bir süre için bir sözde-aracı olarak bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık durumunu korur. 17. ve 18. yüzyıl mutlak krallıkları, soyluluk ile burjuvazi arasındaki dengeyi böyle kurmuştur. Birinci ve özellikle ikinci Fransız İmparatorluğu’nun Bonapartçılığı, bağımsız görünümünü, proletaryaya karşı burjuvaziyi ve burjuvaziye karşı da proletaryayı kullanarak korumuştur. Bismarck ulusunun yeni Alman İmparatorluğu’nda ise, “terazinin bir kefesine kapitalistler, bir kefesine de emekçiler konmuş ve ikisinin sırtından da, ahlâksız Prusyalı toprak ağalarına çıkar sağlanmıştır.”[129]
Prusya’da yaşanan Bonapartizmin başlıca özelliği, burjuvazinin gerici büyük toprak sahipliğiyle devrimci yoldan hesaplaşmamasıdır. Prusya tipi kapitalist gelişme çizgisi ise, genelde, burjuvazinin kendi tarihsel görevini, devlet aygıtından gelen Bismarck’lara ve onların önderliği altındaki devlet bürokrasisine devrettiği ve kapitalist gelişmenin önünü bu yolla açtığı bir gelişme biçimini anlatır.
Bir yandan parlamentoyu baskı altına alırken diğer yandan kapitalistlerin kârlarının yükselmesini sağlayan Louis Bonaparte örneği, Bismarck’a esin kaynağı oluşturur. Bismarck burjuvazinin siyasal işlevini bizzat üstlenerek, bu bakımdan onu bir anlamda ikinci plana itmiş gibi olsa da, burjuvazinin ulusal ve ekonomik programını başarılı bir biçimde uygulamıştır. Bu bakımdan Bismarck’ın siyaseti, Bonapartizmin Prusya-Alman koşullarına uygulanmış bir biçimidir.
Bu ve benzeri tarihsel örneklerde, burjuvazi, eski siyasal düzen içindeki zayıf konumuyla yetinmeyip modern bir siyasal iktidara kavuşmayı arzulamaktadır. Ama bu arzusunu gerçekleştirmek için gereken güç, enerji ve kararlılığa sahip değildir. Oysa Engels’in dediği gibi, siyasette yalnızca iki belirleyici güç vardır: “Devletin örgütlü gücü ordu ve halk yığınlarının örgütlenmemiş ilkel gücü.”[130]
Almanya’da burjuvazi yığınlardan mutlakıyetten korktuğundan daha fazla korkmaktadır ve ordu da onun emrinde değil, Bismarck’ın emrindedir. İşte bu koşullarda, burjuvazinin ulusal çıkarları açısından ihtiyaç duyduğu devrimi Bismarck gerçekleştirir. Yine Engels’in vurguladığı bir başka husus da, Prusya veya Türkiye’deki tarihsel gelişme tipini kavramak bakımından büyük önem taşır. Şöyle ki, Alman burjuvazisi enerjik bir yürütme gücü karşısında korkak ve iradesizdir ama kesin olan yön, mülk sahibi sınıfların içinde bir gelecek umudu taşıyan tek kesimi oluşturduğudur.
Engels’in Almanya örneği için Bonapartizm kavramını kullanmasının nedeni, burjuvazinin toplumsal egemenliği uğruna siyasal iktidarı Bismarkçı devlet bürokrasisinin hükümetine terk etmesi gerçeğidir. Almanya’da hükümet birtakım reformları gerçekleştirip Almanya’nın işgücünü tam ve sınırsız bir biçimde sermayenin emrine verirken, ticaret ve spekülasyonu kayırırken, burjuvazi de öz siyasal iktidarından vazgeçmiştir. “Burjuvazi, kerteli toplumsal kurtuluşunu, kendi öz siyasal iktidarından hemen vazgeçme pahasına satın alır” der Engels. “Elbette, böylesine bir uzlaşmayı burjuvazi için kabul edilebilir bir duruma getiren baş neden, hükümet korkusu değil, proletarya korkusudur.”[131]
Almanya’da Bismarkçılık siyasal iktidara devlet bürokrasisini oturttuğundan, devletin niteliği konusunda da pek çok yanılsamaya kaynak teşkil edecektir. Örneğin, Almanya’da devletin sınıflardan bağımsız bir güç olduğu, bu nedenle diğer burjuva devletlerin yapamayacağı pek çok şeyi yapabileceği (konut sorununu çözmek gibi) yolunda yaygın söylemler vardır. “Bu gericilerin dilidir” diyen Engels, Almanya’da devlet gerçeğiyle ilgili şu açıklamayı yapar: “Almanya’da varolduğu şekliyle devlet aynı şekilde içinden geliştiği toplumsal tabanın zorunlu bir ürünüdür. Prusya’da ... hâlâ güçlü bir toprak sahibi aristokrasi ile, bugüne kadar ne Fransa’daki gibi dolaysız siyasal egemenlik kazanmış, ne de İngiltere’deki gibi az çok dolaylı bir egemenlik kazanmış olan oldukça genç ve son derece korkak bir burjuvazi bir arada bulunmaktadır.”[132] Ancak bir yandan da kapitalizm gelişmekte ve toprak sahibi aristokrasi ile burjuvazinin yanı sıra, hızla çoğalan ve gün geçtikçe daha da örgütlü hale gelen proletarya da sahnede yerini almaktadır.
Prusya örneği pek çok yönden Osmanlı’dan TC’ye uzanan sürece ışık tutar, fakat yine de bazı farklılıkların üstünden atlamamak gerekir. Almanya’nın geçmişinde, Osmanlı’nın toplumsal düzeninden farklı olarak toprakta özel mülkiyet vardır; Almanya Türkiye örneğinden çok daha önce kapitalist gelişme yolunu tutmuştur. Alman Birliği 1860’larda sağlanmış ve bu sürece hızlı bir kapitalistleşme eşlik etmiştir. Oysa Osmanlı örneğinde, eski toprak düzeni (Asyatik yapı) 17. yüzyılda çözülüş sürecine girmiş olsa bile, toprakta özel mülkiyet hâlâ gelişmemiştir. O nedenle, kapitalizm bu topraklara büyük bir gecikmeyle girebilmiştir. Ayrıca, Osmanlı’ya bağlı eyaletlerin ulusal bağımsızlıklarını kazanıp ayrılması ve İmparatorluğun parçalanmasından sonra kalan coğrafyada 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin iktisadi durumu, Prusya’nın 1860’lardaki kapitalist gelişme düzeyinin çok gerisindedir.
Prusya’da bu tarihlerden itibaren eski devletin ve devlet bürokrasisinin çözülüşü de hız kazanır. Hızlı sınai gelişme ve özellikle borsa dolandırıcılığı bütün egemen sınıfları spekülasyon girdabına sürükler. Böylece eski aristokratlar ve bürokratlar da borsaya ve anonim şirketlerin yönetici listelerine üşüşmeye, burjuvalaşmaya başlarlar. Üst bürokrasi giderek özel devlet görevine sırtını dönmekte ve sınai şirketler yönetiminde daha kârlı mevkiler peşinde koşmaya başlamaktadır. Prusya’da kapitalist gelişmeye koşut olarak bürokraside cereyan eden bu değişim, Türkiye’de çok daha sonra ve daha da zamana yayılmış olarak gerçekleşecektir.[133]
Burjuva dönüşümlerin eski düzenin egemen sınıflarıyla uzlaşarak, kontrollü ve zamana yayılmış biçimde gerçekleştirilmesi tepeden devrimlerin ortak özelliğidir. Alttan gelecek devrimden duyulan korkuya ve uzlaşmacı tutuma rağmen, kapitalist gelişmenin önlenemeyen ilerleyişi yine de burjuva dönüşümleri kaçınılmaz hale getirir. Ve bu dönüşümler güdük tarzda bile olsa bizzat tepe tarafından gerçekleştirilir. Almanya örneğini hatırlayalım. Engels bu tip gelişmeler nedeniyle, “1848 devriminin mezar kazıcıları onun vasiyetini yerine getirecek kişiler haline gelmişlerdi”[134] der.
Tepeden burjuva devrimlerin diğer bir özelliği de, toplumun burjuva dönüşümünde devletçiliğin ve devlet aparatının birincil derecede rol üstlenmesidir. Bu tür bir gelişmenin yaşandığı ülkelerde ve dönemlerde, devlet bürokrasisi, burjuva devrimin öncüllerinin eski toplum içinde yeterince mayalandığı ve özel mülkiyet sahibi burjuvazinin devrimde önemli bir rol oynadığı örneklere oranla inanılmaz ölçüde ağırlıklı bir konum elde eder. Almanya, Türkiye ve takiben Mısır, Irak, Suriye gibi örneklerde devlet bürokrasisinin siyasal yaşamda ve ekonominin düzenlenmesinde sahip olduğu güç bu durumun canlı kanıtlarıdır. Zaten Engels, Bismarkçılığı bu nedenle Bonapartizmin bir çeşidi olarak ele almıştır.
Tepeden burjuva devrimlerin Marksist açıdan sağlam biçimde değerlendirilebilmesi için, bürokrasi-devlet ilişkisinin ve bu temelden yükselen devletçilik olgusunun doğru kavranması çok büyük bir önem taşır. İncelediğimiz örneklerde devlet, burjuvaziden bağımsız bir bürokrasinin devleti olmayıp, bürokrasinin öncülüğünde burjuvalaşan devlettir. Özgün koşullar nedeniyle öne çıkan devlet bürokrasisi bağımsız bir kast değil, burjuvazinin bir parçasıdır. Onun bu bağlamdaki özgün konumu, devlete kendi özel mülkiyeti gibi sahip çıkmasıdır. Marx’ın deyişiyle, bürokrasi devletin özünü kendi zilyetliğinde (sahipliğinde) tutmakta ve bu onun özel mülkiyetini oluşturmaktadır.[135] Ve en önemlisi, bu gelişme tipinde devlet bürokrasisi ve devletçilik kapitalist gelişmenin önünü kendine özgü bir tarzda açıyor olsa da, siyasal bakımdan daha fazla baskı ve gericilik kaynağıdır.
Engels Bismarkçılığın bu özelliğine değinir. Onun yaptığı şey, “Alman burjuvazisine gerçek gücün kimde olduğunu mümkün olan en sert biçimde anlatmak, onların liberal hayallerini en şiddetli tarzda dağıtmak, ama Prusya’nın emellerine uygun düşen ulusal istemlerini gerçekleştirmekti” der.[136]
Gerek Engels ve gerekse Marx, burjuva düzende devletin kolektif bir kapitalist olduğuna her vesileyle dikkat çekmişlerdir. Kapitalist toplumda devletin sınıf niteliğini gölgeleyen ve kapitalist devlet mülkiyetini özel mülkiyete oranla işçi sınıfının daha şimdiden cebine koyduğu bir tarihsel kazanım gibi sunan görüşler Marksizme tamamen aykırıdır. İşçi ve emekçilerin uzun yıllar süren mücadeleler sonucunda, kapitalist devleti, eğitim, sağlık, ulaşım gibi kamusal alanlarda halka bedava veya ucuz hizmet sunmaya mecbur kılması ile kapitalist devletçilik birbirine karıştırılmamalıdır.
Kapitalist devletçiliğin işçi sınıfının çıkarları noktasından olumlu bir faktör olarak değerlendirilmesi son derece yanlış ve zararlı bir eğilimdir. Hele ki Prusya ya da Türkiye örneklerinde olduğu üzere, burjuva devletin daha baştan işçi sınıfı üzerinde neredeyse despotizmi çağrıştıran bir egemenlik kurduğu ülkelerde! Bu ülkelerde burjuva devlet, “her derde deva devlet baba!” imajıyla baskıcı yönünü örtülemeye çalışmakta ve bu da derin bir bilinç çarpılmasına neden olmaktadır.
Devrimci Marksizm, burjuva devletçiliği hakkında işçi solu adına sempati yaratan görüşlerle her zaman hesaplaşmıştır. Örneğin Marx ve Engels, dönemin işçi önderi Lassalle’ı, Bismarck devletçiliğini desteklemesi nedeniyle mahkûm etmişlerdir. Keza Lenin, Bismarck’ın tarihte kendi usulüyle ilerici bir iktisadi rol oynadığını kabul eder. Fakat bu nedenle Bismarck devletçiliğine sosyalistler tarafından destek verilmesini haklı bulan bir “Marksist”in gülünç olacağını söyler.[137]
Bismarck ve benzerlerinin tarih içinde oynadığı rolün doğru değerlendirilebilmesi bakımından, tarihte zorun rolü konusunda Engels’in yaklaşımı hatırlanabilir. Her siyasal zor, genelde toplumsal nitelikte iktisadi bir göreve dayanmaktadır. Ancak bu siyasal zor iki farklı yönde etkili olabilir: “Ya normal iktisadi evrim yönünde; bu durumda, ikisi arasında bir çatışma yoktur, iktisadi evrim hızlanır. Ya da, zor, iktisadi evrime karşı çıkar, ve bu durumda, birkaç istisna dışında, iktisadi evrim karşısında her zaman yenik düşer.”[138] 1864-70 döneminde Almanya’da şiddet, kan ve zulüm politikası başarıya ulaştıysa, bunun temel nedeni, alttaki sınıfları alabildiğine ezen bu siyasetin neticede burjuvazinin programının uygulanmasına hizmet etmesidir.
Benzer bir değerlendirme Türkiye’de gerçekleşen tepeden burjuva devrimi ve onun lideri M. Kemal için de yapılabilir. Ve böylece tarihte rol oynayan kişilerin ve onların eylemlerinin niteliğini irdelerken, nesnel koşullardan ve sınıf temelinden kopuk genellemelerin yapılamayacağı daha net olarak ortaya çıkmış olur. M. Kemal kendi döneminde tarihi ve iktisadi açıdan burjuva toplumu ilerletici bir rol oynamıştır. Fakat bu durum, onun siyasi çizgisinin ve siyasal uygulamalarının, işçi sınıfını ve halk kitlelerini ezen zorba ve baskıcı bir siyasal karaktere sahip olduğu gerçeğini asla değiştirmez. Ayrıca Bismarck ve Kemal gibi liderler burjuva düzeni iktisaden ilerleten rollerini belirli bir dönem için gerçekleştirir ve tüketirler.
Bu momentten sonra aynı tarzın devamında ısrar ve bu tarzın örneğin Kemalizm gibi resmi bir devlet ideolojisi haline getirilmesi tarihsel-iktisadi açıdan da artık tutuculuk anlamına gelir. İşte bu nedenlerle, Türkiye’de kapitalizmin geliştiği dönemden itibaren, Marksist bakış açısıyla, Kemalizme hiçbir yönden ilericilik atfetmek mümkün değildir.


Burjuva devrim ile proleter devrim arasındaki niteliksel fark

Feodal gelişmeyi yaşayan Batı toplumlarında, burjuvazi siyasal iktidarı ele geçirinceye dek uzun bir tarihsel gelişim katetti. Kapitalist gelişmenin manüfaktür döneminde, burjuvazi, soyluluğa karşı bir denge unsuru olan mutlak monarşiye hizmet etti. Büyük sanayinin gelişmesinin sonucu ise, burjuvazinin siyasal gücü ele geçirmesi ve o güne kadarki egemen sınıfları –aristokrasiyi, lonca ustalarını ve bunların her ikisini de temsil eden mutlak monarşiyi– tasfiye etmesi oldu. İktisaden toplumun en önde gelen sınıfı katına yükselen burjuvazi, siyasal alanda da kendisini en önde gelen sınıf ilân ediyordu. Burjuvazi bu adımı, Avrupa ülkelerine anayasal monarşi biçiminde girmiş olan temsil sistemini geliştirerek attı. Bu toplumlarda burjuvazi, serbest rekabetin yasal olarak tanınması ve yasa karşısında burjuva eşitlik anlayışının yerleştirilmesi için mücadele yürüttü. Modern sanayinin ve dünya pazarının kurulmasıyla birlikte de modern temsili devlette, yani parlamenter cumhuriyette siyasal egemenliği tamamıyla ele geçirdi.
18 Brumaire’deki ünlü satırlarında, Marx, burjuva devrimlerle proleter devrimler arasındaki tarihsel kapsam farkına işaret eder.[139] Burjuva devrimler kısa sürelidirler ve çabucak en yüksek noktalarına varırlar. Ayrıca en ileri gideni de dahil, nihayetinde hiçbir burjuva devrim eski bürokratik devlet aygıtını bir işçi devriminde olabileceği biçimde kökünden söküp atamamıştır. Ülkelerin tarihsel gelişimleri arasında farklılıklar olsa bile, çeşitli burjuva devrim süreçlerinde eski sınıflarla yenileri arasında gerçekleşen uzlaşmaları, burjuvazinin aristokrasiye verdiği ödünleri, kimi ileri adımların daha sonra törpülendiğini ve neticede tıpkı mutlakıyetçi dönemde olduğu gibi bürokratik bir mekanizma temelinde biçimlenen burjuva devleti görürüz.
Tarihsel geçmişlerinin sahip olduğu kimi özellikler nedeniyle, kıta Avrupası’nda görüldüğü gibi güçlü bir bürokratik devlet mekanizmasına sahip bulunmayan İngiltere ve Amerika örneklerinde de, kapitalist düzenin gelişip derinleşmesine bağlı olarak burjuva devlet kendini bürokratik aygıtlarla teçhiz ve tahkim etme ihtiyacını hissetmiştir. Daha sonra gerçekleşen bu gelişmeler bir yana, İngiliz burjuva devrimi zaten burjuvalaşan bir soylulukla gelişen bir burjuvazi arasındaki uzlaşmaya dayanır ve 1789 Fransız devriminde olduğu gibi eski düzenle avamca hesaplaşma özelliği sergilemez.
Marx ve Engels, İngiliz burjuva devriminin bu uzlaşmacı yönüne dikkat çekerken, bu devrim üzerine isabetli gözlemlerde bulunan Guziot’un değerlendirmesinden yola çıkarlar: “Bay Guizot’un ancak İngilizlerin üstün kavrayışıyla açıklayabildiği İngiliz devriminin tutucu karakterinin anlaşılmazlığı burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin çoğunluğu arasındaki uzun süren ittifaktır, İngiliz Devrimini, toprağı parçalara bölerek toprak mülkiyeti üzerindeki büyük mülkiyeti yıkan Fransız devriminden temelde ayırdeden bir ittifak. İlk kez VIII. Henry döneminde ortaya çıkan burjuvazi ile ittifak halindeki büyük toprak sahipleri sınıfı, 1789’daki Fransız toprak sahiplerinin tersine, burjuvazinin varlık koşullarıyla çelişkiye düşmeyip bu koşullarla mükemmel bir uyum içinde bulunuyordu. Bunların toprak mülkiyeti gerçekte feodal değil, burjuva bir mülkiyetti.”[140]
Amerikan devriminin özelliği hatırlanacak olursa, bu devrim ve Amerika’da burjuva devletin kuruluşu, kıta Avrupası’nda gerçekleşen tarihsel olaylardan tamamen farklı bir özgünlüğe sahiptir. Amerika’da kapitalizm, eski bir feodal düzenle karşılaşmaksızın bakir ve muazzam doğal zenginliklere sahip uçsuz bucaksız topraklarda, özellikle Avrupa’dan gelen insan ve sermaye göçü, yerli halkın ve ücretli emeğin alabildiğine sömürüsü temelinde fışkırmıştır.

ABD, bu “yeni dünya”da İngiliz sömürgeciliğine karşı yürütülen Bağımsızlık Savaşı sonucunda 1776’da kurulmuş, bu örnekte eski bürokratik devlet mekanizmasının kırılıp parçalanması gibi bir tarihsel sorun zaten olmamıştır.
18. yüzyıl Fransız devriminin dev süpürgesi her türlü Ortaçağ molozlarını, senyörlerin ve soyluların üstünlük haklarını vb. silip süpürmüş olsa bile, Fransa’da da burjuva devlet bir istisna oluşturmaz. Zira modern Fransız devleti, eski düzenle devrimci tarzda hesaplaşıldığı dönemde değil, Birinci İmparatorluk döneminde nihai biçimini almıştır. Fransa örneğini dikkatle incelediğimizde, 1789 devriminin armağanı olan daha demokratik yönetim sisteminin Napoleon Bonaparte’ın iktidarı döneminde tasfiye edildiğini görürüz. Böylece, başlangıçta il, ilçe ve komünlerin tüm yönetimlerinin seçimli yetkililerden oluştuğu ve genel devlet yasaları çerçevesinde tam bir özerkliğe sahip bulunduğu sistemin yerini, gericiliğin bir aracı olan atanmış valiler sistemi almıştır.
Netice olarak, bazı gelgitlerden sonra burjuva devlet mekanizması, olağanüstü bir merkezileşme temelinde, devletin bireylerin en özel yaşamlarına kadar sivil toplumu sımsıkı sardığı, denetlediği, gözetim ve vesayet altında tuttuğu asalak bir yapı olarak biçimlenir. Çünkü burjuvazinin çıkarı, bu geniş ve karmaşık iktidar aygıtının sürdürülmesini gerektirmektedir.
Marx 1848 Fransası’ndaki burjuva devlet mekanizmasını, “Askeri ve bürokratik muazzam örgütü ile, karmaşık ve yapma devlet mekanizması ile, yarım milyon insandan bir memurlar ordusu ve bir ikinci beş yüz bin askerlik ordusu ile, bu yürütme gücü, Fransız toplumunun bütün bedenini bir zar gibi saran ve bütün deliklerini tıkayan bu korkunç asalak yapı” diye betimler. Ve devam eder: “Büyük toprak sahiplerinin ve kentlerdeki büyük mülk sahiplerinin senyörlük ayrıcalıkları, devlet iktidarına özgü birçok özel nitelikler haline dönüştüler; feodalitenin ileri gelenleri, maaşlı devlet görevlileri oldular; çelişkili ortaçağ hükümdarlık haklarının alacalı haritası, işleyişi bir fabrikadaki gibi bölüştürülmüş ve bir merkezden yönetilen bir devlet iktidarının çok iyi ayarlanmış planı oldu.”[141]
Açıktır ki, Fransa gibi gelişkin bir örnek bile olsa, burjuva devletin niteliği konusunda yanılgıya kapılmamak gerekiyor. Burjuva demokratik devrim süreçlerini yaşamış Avrupa ülkelerinde de devlet, tıpkı eski dönemlerde olduğu gibi, son tahlilde egemen sınıfın baskı aygıtıdır.
Türkiye’de olduğu üzere tepeden burjuva devrimlerin yaşandığı ülkelerde ise eski düzenle hiçbir zaman 1789 Fransız devrimindeki gibi avamca hesaplaşılmamıştır. Bu nedenle bu tip ülkelerde burjuva devlet daha baştan eski düzenin ve eski egemen bürokrasinin dönüşümü temelinde biçimlenmiştir. Tepeden devrimlerin izlediği yolun farklılığını kavramak ne kadar önemliyse, daha da önemlisi genel olarak burjuva devrimlerin niteliği konusunda hiçbir yanılsama yaratılmaması gereğidir. Özellikle politik ve toplumsal devrim ayrımı, eski devlet aygıtının yıkılması gibi önemli noktalarda, burjuva devrimleri proleter devrimlerle benzeştiren genellemelerden kesinlikle kaçınmak gerekiyor. Konunun hassasiyeti nedeniyle, burjuva devrimler bağlamında “politik ve toplumsal devrim ayrımı” ve “eski devlet aygıtının yıkılması” gibi hususları bir kez daha hatırlayalım.
Mevcut toplumsal düzenin temellerine dokunmaksızın, yalnızca devlet biçimini, yani siyasal iktidar biçimini değiştiren devrimler politik devrimler olarak bilinir. Marx’ın işaret ettiği gibi, Avrupa’da gerçekleşen 1830 ve 1848 Fransız devrimleri bu kapsamdadır. Fransa’da parlamenter cumhuriyeti kuran 1848 burjuva devrimi, burjuvazinin eski devlet biçimine (anayasal monarşi) son vererek yerine bir başka devlet biçimini (parlamenter demokrasi) geçirmiştir. Yalnızca birer siyasal devrim niteliği taşıyan 1848 burjuva devrimlerinde, eski devlet aygıtının yıkılıp parçalanması asla söz konusu olmamıştır. Marx bu gerçeği şu sözlerle ifade eder: “Bütün siyasal devrimler, bu makineyi kıracakları yerde, yetkinleştirmekten başka bir şey yapmadılar. Ardarda iktidar uğruna savaşan partiler bu muazzam devlet yapısını ele geçirmeyi, kazananın en birinci ganimeti saydılar.”[142]
Buna karşılık, eski toplumsal yapıyı ve üretim ilişkilerini değişikliğe uğratan devrimler ise toplumsal devrim olarak nitelendirilir. Salt siyasal devrim kapsamında kalan tarihsel olaylara oranla, toplumsal devrimlerin çok daha sarsıcı ve önemli sonuçlar yaratacağı açıktır. Engels, iktidara yeni bir sınıfı getirmesiyle ve ona toplumu kendine göre yeniden biçimlendirme olanağı vermesiyle, her gerçek devrimin toplumsal bir devrim olduğunu vurgular.[143]
Toplumsal devrimlerin, verili düzeni tepeden tırnağa altüst eden, üretici güçlerin gelişme düzeyiyle artık bağdaşmayan mülkiyet ilişkilerini değiştiren derin bir kapsamı vardır. Bu nedenle toplumsal devrim, siyasal devrimde olduğu gibi kısa bir momentte değil, uzun bir zaman dilimini kapsayacak biçimde cereyan eder. Marx, tarihin materyalist kavranışı temelinde, toplumsal devrimi bir çağ olarak açıklar. “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.”[144]
Gerçekten de iktisadi temelde yaşanan kapitalist gelişmeye bağlı olarak çeşitli ülkelerde “kocaman üstyapı” değişik hız ve biçimlerde altüst olmuş, eski mülkiyet ilişkileri giderek parçalanmıştır. Ne var ki bu noktada yanlış bir kavrayışa meydan vermemek için, aslen Marx’ta fazlasıyla açık olan bir hususu bir kez daha hatırlatmak uygun olur. Marx’ın yukarıda kastettiği üzere üstyapıdaki “altüst oluş” ile, bir başka sorunu, “eski devlet aygıtının kırılıp parçalanması” sorununu birbirine karıştırmamak gerekir.
Hatırlanacağı gibi, üretim koşullarındaki kapitalist değişim sonucunda mutlak krallık döneminden başlayarak burjuva düzenin biçimlenmesi doğrultusunda siyasal dönüşümler yaşanır. Gelişen burjuvazi, eski toplumu ve devleti şu ya da bu biçimde, şu ya da bu hızda kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürmeye koyulur. Kendisini güçlü hissettiği ölçüde giderek eski toplumun artıklarından, ayağına dolanan siyasal ayakbağlarından kurtulmak ister. Ve kendi çıkarlarına denk düşecek siyasal biçimleri getirmek için devrimci atılımlar da gerçekleştirir.
Ama burjuvazinin devrimci misyonunun, işçi sınıfı örneğinde olduğu şekilde, sömürücü sınıf egemenliğinin ürünü olan bürokratik devlet aygıtını kırıp parçalamak gibi engin bir kapsamı yoktur. Zira burjuvazinin kendisi de sömürücü bir sınıftır ve dolayısıyla onun da, eninde sonunda, alttakileri baskı altında tutacak bürokratik bir devlet mekanizmasına ihtiyacı vardır. Bu nedenle burjuva devrimler, genelde eski devletin bürokratik mekanizmasını yeni dönemin gerekleri doğrultusunda dönüştürmüşlerdir. Oysa “eski devlet aygıtının kırılıp parçalanması”, tam da bu bürokratik mekanizmanın yıkılıp bir tarafa atılmasını anlatır. Bir başka deyişle, sürekli ordunun, profesyonel polis ve yargı sisteminin parçalanması, yerine halk milisinin, halk mahkemelerinin geçirilmesi anlamına gelir. Bu bakımdan, eski düzenin üstyapısında burjuva toplumun ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleşen siyasal altüstlüklerden, bire bir olarak ve sanki her yerde gerçekleşecek bir kuralmış gibi, burjuva devrimlerin eski devlet aygıtını yıkıp parçalayacağı sonucunu çıkartmak Marksist kavrayışla bağdaşmaz.
Marx 1846’daki bir mektubunda, İngiltere’de ayrıcalıklar, loncalar ve korporasyonlardan oluşan Ortaçağlara özgü bu düzenleyici rejimin, feodal dönemin üretici güçler düzeyine ve toplumsal koşullarına tekabül eden toplumsal ilişkiler olduğunu belirtir. Fakat bu korporasyonlar ve düzenlemeler rejiminin koruyuculuğu altında giderek sermaye biriktirilmiş, denizaşırı ticaret geliştirilmiş ve sömürgeler kurulmuştur. “Ama” der Marx, “eğer insanlar, çatısı altında bu meyveleri olgunlaştıran biçimleri alıkoymaya kalkışmış olsalardı, bu meyvelerden yoksun kalmış olacaklardı. İşte o iki fırtına böyle patladı –1640 ve 1688 devrimleri. Bütün eski ekonomik biçimler, bunlara tekabül eden toplumsal ilişkiler, eski uygar toplumun toplumsal resmi ifadesi olan politik koşullar, İngiltere’de yok edildiler.”[145]
Marx’ın dikkat çektiği gibi, kapitalizmin feodal toplumun içinde geliştiği Avrupa ülkelerinde yaşanan toplumsal devrim çağı neticesinde, üretici güçlerin gelişmesine dar gelen eski mülkiyet ilişkileri parçalanmaya başlamıştır. Ve iktisadi temeldeki değişim, üstyapıda da köklü dönüşümleri zorunlu kılmıştır.
Bunun somut ifadesi, mevcut siyasal egemenlik sistemini ve eski kurumları değişikliğe uğratan burjuva devrimler olmuştur. Bu devrimler siyasal iktidar biçimini değiştirme bağlamında bir siyasal devrim olarak somutlanırken, artık zorunlu hale gelen toplumsal dönüşümlerin önündeki tıkanıklıkları açma noktasında ise toplumsal devrimler olarak belirginleşmiştir.
Burada önemli bir hususun vurgulanması gerekiyor. Söz konusu örneklerde toplumsal devrim süreci siyasal devrimin gerçekleşmesiyle başlamamıştır. Tersine, siyasal devrim artık iktisadi temeldeki olgunlaşmanın sonucunda mayalanıp fışkırmış ve gerçekleşmesiyle birlikte toplumsal devrim sürecinin önünü daha da açmıştır. Burjuva demokratik devrimlerin klasik örnekleri olan 1648 İngiliz ve 1789 Fransız devrimlerine ön gelen süreçlerde bir toplumsal devrim çağı anlamına gelecek toplumsal dönüşümlerin yaşanmakta olduğunu görürüz. Bu ülkelerde gerçekleşen burjuva demokratik devrimlere adını veren 1648 veya 1789 devrimleri ise süreci hızlandırmıştır.
Bu ve benzeri tarihsel örneklerde kapitalist gelişim eski toplumun içinde yürümekte, burjuva devrim ise bu gelişmeye dar gelen siyasal ve toplumsal biçimlenmeleri ortadan kaldırmaktadır. Bu kapsamdaki burjuva demokratik devrimlerde, devrimin siyasal ve toplumsal yönlerinin tam bir bileşkesini buluruz. Tepeden burjuva devrimler ise, ya belirgin bir politik devrimin yaşanmadığı ya da yenilgiye uğradığı, yarı yolda kaldığı örneklerde, artık kaçınılmaz hale geldiği için tepe tarafından yaşama geçirilen bir toplumsal dönüşüm süreci anlamına gelir. Oysa proleter devrimler söz konusu olduğunda, kapitalizmi tasfiyeye girişecek toplumsal devrimin mutlaka başarılı bir siyasal ön girişi olmalıdır.
Eski devlet aygıtını yıkıp parçalamadan, proleter toplumsal devrimin başlatılması veya proletaryanın kapitalist toplum içinde kendisini kerte kerte egemen sınıf katına yükseltmesi asla mümkün değildir. İşçi demokrasisine dayanmayan bir sosyalist dönüşüm süreci ya da tepeden sosyalist devrim tasavvur bile edilemez. Kısacası, toplumsal devrim boyutunda ele almış olsak dahi, burjuva devrimlerle proleter devrimler kesinlikle aynı kapsamda değildirler. Proleter devrimlerden yola çıkarak, burjuva devrimlerin de, eski devlet aygıtını yıkan bir siyasal ön girişinin olacağı ve takiben toplumsal dönüşümlerin başlatılacağı şeklinde bir genellemeye gidilmesi tamamen yanlıştır.
Konunun en can alıcı yönü olan, eski devlet aygıtının yıkılması sorunu üzerinde biraz daha duralım. Marx Kugelmann’a 12 Nisan 1871 tarihli mektubunda, mevcut bürokratik ve askeri makineyi yıkmanın gerçekten halkçı her devrimin ilk koşulu olduğunu açıklıkla belirtir.[146] Yani eski devlet aygıtını parçalama kapasitesi genel olarak burjuva devrimlerin değil, ancak ve ancak gerçek bir halk devrimi niteliğine ulaşmış devrimlerin özeliğidir. Bu önemli husus Marksizm cenahında yeterince açıktır. Ve yine, her burjuva devrimin bir halk devrimi niteliğinde olmadığı, daha doğrusu 1789’un neredeyse bir istisna teşkil ettiği de bilinir.
1789 Fransız devrimi, eski düzenin aristokrasisine karşı isyan eden halk kitlelerini, baldırı çıplakları belirli bir dönem boyunca tarih sahnesinin önüne itebildiği için eski düzenin kurumlarıyla gerçekten devrimci tarzda hesaplaşmıştır. Bu devrim bu sayede gerçek bir halk devrimi niteliğine ulaşabilmiş ve eski devlet aygıtının yıkılmasından söz edebilmek olanaklı hale gelmiştir.
Fakat Fransa örneği söz konusu olduğunda da atlanmaması gereken çok önemli bir husus var. Eski düzeni yıkarak kapitalist gelişmenin önünü açıyor olsa bile, halk kitlelerinin burjuva talepleri aşan bir biçimde ve aktif olarak inisiyatif üstlenmesi sonuçta burjuva egemenliği ile bağdaşmaz. Nitekim aristokrasiye karşı halkın devrimci terörüne dayanan dönem Fransız devrimi içinde yalnızca ileri bir kesittir ve de sonradan karşı-devrimci bir tepki, Termidor ile sona erdirilmiştir.
Burjuva devrimlerle proleter devrimler arasındaki nitelik farkını sergileyen diğer bir husus ise, burjuva devrimlerin öz bakımından bir azınlık devrimi oluşudur. Engels’in Fransa’da Sınıf Savaşımları’na 1895’te yazdığı Giriş’i anımsayalım. O tarihe dek yaşanan tüm devrimlerin azınlık devrimleri olduğunu vurgularken, Engels, egemenliği ele geçiren sınıfın kamu kurumlarını kendi çıkarlarına göre değiştirdiğini belirtir. “Bütün devrimler, şimdiye kadar, belirli bir sınıfın egemenliğinin yerini, onun ayağını kaydıran başka bir sınıfın egemenliğinin alması ile sonuçlanmıştır; ama bütün egemen sınıflar, şimdiye kadar baskı altında tutulan halk kitlesine göre, küçük azınlıklar idiler. Böylelikledir ki, egemen azınlık devriliyordu, başka bir azınlık onun yerine devlet dümenini eline geçiriyordu ve kamu kurumlarını kendi çıkarlarına göre değiştiriyordu.”[147]
Büyük Fransız Devrimi de dahil tüm burjuva devrimler neticede bu kuralı doğrular ve çoğunluğun bir dönem için devrim sahnesinde görünmüş olması sonucu değiştirmez. Zira aynı yerde Engels’in dediği gibi, çoğunluk devrimle işbirliği yaptığı zaman dahi, bunu bir azınlığın hizmetinde yapmaktadır.


Osmanlı’dan TC’ye: tepeden burjuva devrim
Avrupa’da burjuva düzenin mutlak krallıktan başlayarak biçimlenmesi sürecini, Osmanlı 19. yüzyılın ortalarından itibaren kendine özgü bir tarzda yaşamaya başladı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri, devletin mutlak monarşi biçiminden meşruti (anayasal) monarşi biçimine evrilmesine sahne olmuştur. Bunlardan birincisi padişahın yetkisinin sınırlanmadığı bir yönetim biçimiyken, ikinci yetkinin bir meclisle paylaşıldığı ve anayasayla sınırlandığı yönetim biçimidir. Meşruti sözcüğü de zaten Osmanlıcada kanuna uygun anlamına gelir. Osmanlı örneğinde bu tip gelişmeler, Avrupa ülkelerinde yaşanan sürece kıyasla alabildiğine gecikmeli, gelgitli ve alttan gelen sarsıntılardan ziyade egemen sınıf bloku içindeki siyasal mücadeleye dayanan bir özellik arz eder.
Osmanlı Devleti’nin siyasal, toplumsal ve ekonomik yapısını Batı’ya açmak isteyen ilerlemeci güçlerin itkisiyle, bazı reformların gerçekleştirilmesine 1839 yılında ilân edilen Tanzimat Fermanı’yla başlanır. Osmanlıcada Tanzimat-ı Hayriye olarak adlandırılan bu reformlar hayırlı düzenlemeler anlamına gelir ve yürürlüğe konmasının ardından gelenekçi güçlerin sert eleştirisiyle karşılaşır, kesintiye uğrar. Daha sonra 1876 yılında Kanun-ı Esasi’nin (Anayasa) ilânıyla başlayan anayasalı ve meclisli Birinci Meşrutiyet dönemi yaşanır. Fakat bu dönem de padişah II. Abdülhamid’in 1878’de meclisi fiilen feshettiği ve anayasayı yürürlükten kaldırdığı istibdat yönetimiyle son bulur.
1908 yılına gelindiğinde ise, özellikle öğrenciler ve genç subaylar arasında örgütlendiği için Batı tarafından Jön Türkler diye adlandırılan bir kadronun öncülüğünde bir burjuva devrimi gerçekleşir. Bu devrim, Abdülhamid’i, Kanun-ı Esasi’yi yeniden yürürlüğe koymaya mecbur kılar. Böylece, Devr-i Hürriyet olarak da bilinen İkinci Meşrutiyet dönemi yaşanmaya başlanır. 1908 Jön Türk devrimi, dönemin gayri Müslim burjuva güçlerinden ve Osmanlı’da bu güçlerin etkin olduğu Selanik gibi gelişmiş bölgelerin sanayi proleterlerinden destek almış olsa da, son tahlilde yine de olgunlaşmamış ve yarım kalmış bir burjuva devrimidir.
Yönetim biçiminde yarattığı değişim bakımından meşruti monarşiyi ikinci kez ilân etme noktasında kalan 1908 burjuva devriminin elde ettiği sonuç kısıtlıdır. Fakat 1908, tetiklediği dönüşümler açısından, aslında Osmanlı’nın egemen siyasal düzeninde bir daha onarılamayacak olan önemli gediği açmıştır. Nitekim peşinden gelen İttihat Terakki örgütlenmesi ve 1923 yılında kurulan burjuva cumhuriyeti, onun açtığı yol sayesinde kat edilen gelişmelerdir.
1909 yılında, 1908 Jön Türk hareketine karşı çıkan gerici güçler tarafından örgütlenen ve tarihe 31 Mart Vakası olarak geçen bir ayaklanma teşebbüsü gerçekleştirilir. Ayaklanmanın bastırılması sonucunda Abdülhamid tahttan indirilir. Ardından İttihat ve Terakki Partisinin yükselişe geçtiği, dış ve iç siyasette sorunların kızıştığı, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki ulusların bağımsızlık mücadelelerinin yükseldiği bir dönem yaşanmaya başlanır. Böyle bir ortamda tek parti durumuna gelen İttihat ve Terakki, ezilen uluslara ve emekçi halka karşı siyasal baskıyı egemen kılan bir hükümet oluşturur. Böylece bu partinin yönetimi ve onun ünlü Talat, Enver ve Cemal paşalarının üçlü diktatörlük dönemi başlar.
Bu triumvira Osmanlı’yı bir parlamento kararı olmaksızın Birinci Dünya Savaşına sürükleyecek, 1914’ten sonra da savaş gerekçesiyle Meclis mecburi tatile sokulacaktır. Birinci Dünya Savaşında uğranılan yenilginin ardından İttihatçılar yurt dışına kaçmak zorunda kalırlar. Osmanlı İmparatorluğu son nefesini vermekteyken, İstanbul’u işgal altında tutan emperyalist güçler de baskıyı arttırmaktadır. İşte bu koşullar altında padişah VI. Mehmed (Vahdettin) 21 Aralık 1918’de Meclisi kapatır.
Kısaca bir sonuç çıkartmak gerekirse başlıca şu hususlar vurgulanabilir. Gecikmeli bir biçimde de olsa, Osmanlı’nın Batı kapitalizmiyle teması sonucunda 17. yüzyıldan itibaren eski düzen çözülmeye başlamıştır. Buna koşut olarak, Fransa örneğinde olduğu gibi mutlakıyetçi siyasal sistemin yerini artık bir Meclis’i de içeren meşruti bir yönetim biçimi almış ve böylece egemen düzen bir değişim sürecine girmiştir. Fakat Fransa örneğiyle kurduğumuz benzerlik de burada sona erer. Zira Türkiye’de burjuva düzenin kuruluş sürecine 1789 Fransız burjuva devrimindeki gibi bir emekçi kitle isyanı damgasını basmamıştır. Ayrıca Türkiye, devrimin bir yan ürünü olarak burjuva düzeni demokrasi yönünde zorlayacak 1848 Paris işçi ayaklanması benzeri bir örneği de yaşamamıştır.
Türkiye’de burjuva düzenin kuruluş biçimi, burjuva devrimlerin klasik örneklerinin yaşandığı Batı Avrupa ülkelerindeki gelişme sürecinden tamamen farklı özellikler taşır. Örneğin Fransa’da burjuva gelişim daha feodal toplumun içinde başlamış ve özel mülkiyet temelinde yükselen burjuvazi ilerleyen yıllarda kendi devrimini gerçekleştirerek düzenini kurmuştur. Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nin içinden çıkıp geldiği Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihsel gelişim çizgisi Fransa’ya benzemez.
Osmanlı İmparatorluğu, toprakta özel mülkiyetin bulunmadığı ve bu nedenle devleti mülk edinen devletlû bir sınıfın egemen olduğu Asyatik-despotik bir tarihsel arka plana sahiptir. Osmanlı, kapitalizmin dışsal etkisiyle çözülmeye başladığında bile Avrupa ülkelerindeki gibi bir feodal toplum olmamıştır. Türkiye’deki kapitalistleşme sürecinin Batı’daki örneklerden farklı olması nedeniyle, Osmanlıdan TC’ye uzanan süreçte Fransa’daki demokratik burjuva devrimi gibi bir burjuva devrimini gerçekleştirmek için öne atılacak gelişmiş bir burjuvazi yoktur.
Fakat dünyadaki kapitalist gelişmenin bindirdiği basınç altında ilerleyen süreç, sosyo-ekonomik koşulların kapitalist gelişmenin önünü açacak şekilde dönüştürülmesini de giderek zorunlu kılmıştır. Tutucu ve ilerlemeci güçler arasındaki tarihsel kapışma, mevcut koşullar nedeniyle Osmanlı’da bizzat egemen devlet sınıfı içinde cereyan eder. Osmanlı egemen sınıfının Batıcı kesimi ağırlıklı olarak asker menşelidir. Zaten II. Mahmut döneminde topçunun modernizasyonu örneğinde de açıkça görüldüğü gibi, Batılılaşma harekâtında başı hep ordu çekmiştir. Batı’ya açılma macerasında, Osmanlı devlet sınıfının seyfiyye olarak adlandırılan bu kesimi, hilafet düzeninden yana çıkan ve eskide ayak direyen din ulemalarına, yani ilmiyye kesimine karşı mücadeleyi hiç elden bırakmamıştır.
Asker ve sivil bürokrasinin ve Osmanlı aydınlarının içinde, değişimden, Batı’ya açılmaktan, kısacası kapitalistleşmekten yana olan unsurlar burjuva dönüşümlerin başını çekmek üzere örgütlenmeye girişirler. 1908 Jön Türk devrimi, İttihat Terakki örgütlenmesi ve TC’nin kuruluşuyla sonuçlanan Milli Mücadele’nin liderliği bu temelde oluşmuş ve biçimlenmiştir. Bir başka şekilde vurgulamak gerekirse, Batılılaşma ve burjuva dönüşüm, M. Kemal önderliğinde gerçekleşen tepeden burjuva devrimiyle başlamamış, Kemal önderliği, Osmanlı’nın son döneminde zaten başlamış olan bir değişim ve dönüşümün uzantısı olmuştur.
Vahdettin’in Aralık 1918’de Meclis’i kapatmasının ardından, Jön Türk geleneğinin uzantısı olan Mustafa Kemal gibi yenilikçi Osmanlı subay ve aydınlarının hegemonyayı ele geçirdikleri Milli Mücadele dönemi gelir. Birinci Dünya Savaşına bir taraf olarak katılan ve yenilgiye uğrayan Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalist güçler tarafından paylaşılmasını takiben başlatılan Milli Mücadele sonrasında, 1923 tepeden burjuva devrimiyle TC kurulur.
M. Kemal’in İstanbul’dan Anadolu’ya geçişi ve yürüttüğü çalışmalardan sonra onun önderliği altına giren bu milli mücadele[148], yalnızca Türk ulusal kimliği temelinde kurulacak bir cumhuriyetle amacına ulaşacaktır. Burada önemli bir gerçekliği gözardı etmemek gerekir. 1923’ün 1908’in uzantısı olmasına rağmen, iki tarih arasında önemli bir değişiklik gerçekleşmiştir. 1908’in arkasında, Osmanlı’da kapitalist gelişmenin taşıyıcısı olan ve dönemin en önemli burjuva katmanını oluşturan gayri Müslim burjuvazi de vardır. Jön Türk hareketi yalnızca genç Türk subay, öğrenci ve aydın unsurlar arasında değil, gayri Müslim burjuvazi arasında da örgütlüdür.
Balkan ülkelerinin ulusal bağımsızlıklarını kazanmalarıyla birlikte, 1923 bu mirastan mahrum kalır. Osmanlı’nın son dönemi, güçlü parçayı oluşturan gayri Müslim burjuvazi ile henüz emeklemekte olan cılız Türk burjuva unsurlardan müteşekkil bir yerli burjuvaziye sahipken, Türkiye Cumhuriyeti esasen kendisine kalan cılız bir milli burjuvazi ile yola çıkmıştır.
M. Kemal önderliği altında gerçekleşen 1923 burjuva devrimi, 1908’in yarım kalmış işini, güdük bir tarzda tamamlayan bir tepeden devrimdir. Burjuva devrimlerin Marksist değerlendirmesi bağlamında bir benzetme yapmak gerekirse, 1908, Marx ve Engels’in cüce devrimler olarak niteledikleri İtalya, Avusturya, Alman 1848 devrimleri kategorisinde yer alır. Zira bu devrimlerin özelliği geç burjuva devrimler oluşu, bu nedenle eski düzenin egemen unsurlarıyla uzlaşma eğilimi taşımaları ve neticede yarı yolda duraksamalarıdır. Daha önce, cüce devrimlerin ilerleyen süreçte yaratacağı sonuçların da cüce kalacağına değinmiştik.
Hatırlanacağı gibi, Almanya örneğinde yarım kalmış 1848 devrimini, 1870’lere doğru Bismarck öncülüğünde gerçekleştirilen ve eski düzenin uzantı ve kalıntılarını devrimci tarzda süpürmeye cesaret edemeyen bir tepeden devrim izlemişti. Bunun gibi 1923 Türk burjuva devrimi de, cüce kalmış 1908’in yarıda bıraktığı işi son tahlilde uzlaşmacı bir tarzda tamamlamaya çalışan bir tepeden devrimdir. Almanya’da 1848 ve takiben 1866’da gerçekleşen geç kalmış burjuva devrimler, Türkiye örneğinde, gecikmeli kapitalizm nedeniyle bir o kadar daha gecikerek tarih sahnesine girmişlerdir.
TC’nin kuruluşuyla sonuçlanan 1923 burjuva devriminin, halk kitlelerinin katılmadığı tepeden bir devrim olduğu açıktır. Bu tür tepeden devrimlerin özelliği, demokratik burjuva devrimlerden farklı olarak geniş emekçi kitlelerin demokratik istemlerine yer vermemesi, onların aktif desteğini peşine takmamasıdır. Tersine kitleleri dışlayarak ve baskılayarak, tepeden bazı zorunlu dönüşümleri gerçekleştirip kapitalist gelişmenin önünü açmaya çalışırlar. Toprak reformu gibi geniş emekçi kitlelerin çıkarına olan demokratik dönüşümleri gerçekleştirme kapasitesine sahip değildirler. Nitekim TC örneği tamamen bu tespitleri doğrular.
Zaten Osmanlı’nın son döneminde başlamış olan burjuva dönüşüm, meşruti monarşinin (yani Meclisli işleyişin) demokratik olmayan bir cumhuriyete dönüştürülmesiyle noktalanmıştır. Osmanlı’dan devralınan kapitülasyonlar (yabancı ülke ve kuruluşlara tanınan hak ve imtiyazlar) 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile feshedilmiştir. Osmanlı’nın devasa borçlarının ödenmesini yöneten Düyunu Umumiye kaldırılmış, TC Osmanlı’nın borçlarından payına düşeni 1954’te sona erecek şekilde taksitlerle ödemeyi üstlenmiştir.
1924 Martında kabul edilen yasayla, hilafetin kaldırılması ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti dışına sürülmesi kararı alınmış ve böylece Osmanlı saltanat düzenine son verilmiştir. Kapitalist gelişmeye temel döşemek amacıyla 1924 yılında İş Bankası kurulmuştur. Fakat toprak reformu gibi, burjuva demokratik devrimin en temel görevlerinden birini çözme doğrultusunda hiçbir şey yapılmamıştır. Toprak ağalarıyla yapılan anlaşmanın bir yansıması olarak da, Osmanlı’da topraklardaki üründen alınan aşar vergisi Şubat 1925’te kaldırılmıştır.
Kemalist devrime boyundan büyük anlamlar yükleyen kimi yaklaşımlarda, bu devrimin eski devlet aygıtını kırıp parçaladığı söylenmektedir. Oysa daha önce üzerinde durulduğu gibi, ancak gerçek halk devrimleri bu işi başarabilir. 1919-23 arasında Türkiye’de yaşanan, halk ayaklanmasına dayanan bir devrim değildir. Kemalist bürokrasinin önderliği altında yürüyen tepeden-güdümlü cüce burjuva devrimi, eski devlet aygıtını kırıp parçalamak ne kelime, onu almış ve cumhuriyet yağına bulayarak daha da yetkinleştirmiştir.
Burjuva gelişimin bu tipinde, eski devlet bürokrasisinin içinden çıkıp gelen fakat kapitalist gelişmenin kaçınılmazlığını da kavrayarak yenileşme isteyen unsurların, başlangıç dönemlerinde toplumsal dönüşümde öncü bir rol üstlendiğini görürüz. Fakat bu tarz bir dönüşüm, büyük toprak sahipleriyle gerici uzlaşmaları içeren, kitleleri işin içine katmaktan ve süreci hızlandırmaktan çekinen ve özellikle devletin sıkı kontrolü altındaki bir kapitalistleşme çizgisiyle somutlanır. Böyle bir gelişme çizgisiyle, demokratik burjuva devrimlerin yaşandığı Avrupa ülkelerindeki kapitalistleşme sürecini bir tutmak mümkün değildir.
Türkiye özgülünde doğru biçimde çözümlenmesi gereken çok önemli bir husus, devlet kurucu bürokrasinin sınıfsal karakteridir. Osmanlı toplum yapısında egemen sınıfı oluşturan devlet üst bürokrasisinin Batı yanlısı bölümü, İmparatorluğun çöküş döneminde artık değişen dünya koşullarının dayatması sonucunda modern kapitalist dünyayla bütünleşmeyi istemektedir ve bizzat bu misyona soyunmaktadır. Bu bürokratlar, burjuva temeller üzerinde yeni bir devletin kurulması görevini üstlendikleri ölçüde bizzat kendileri de dönüşüm geçirecek ve burjuvalaşacaklardır.[149] Bu nedenle de TC’nin kuruluş sürecine artık yeni bir sınıfın, burjuvazinin öncü kolu olarak damgalarını basacaklardır.
Burjuva devletin bu kurucu unsurlarını küçük-burjuva olarak ya da burjuva niteliğinden arındırılmış, kerameti kendinden menkul bir bürokratik kast biçiminde değerlendirmek gerçeklikle bağdaşmaz. Ne var ki bu tür değerlendirmeler Stalinist saflarda oldukça yaygındır. Ayrıca bazı Troçkist çevreler tarafından da bu doğrultuda tezler ortaya atılmıştır. Oysa yalın gerçek şudur ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu M. Kemal liderliği küçük-burjuva değil, burjuvadır.
Çöken Osmanlı İmparatorluğu’ndan geri kalan coğrafyada kurulan burjuva TC’nin siyasal yapısı, burjuva demokratik devrim sürecini yaşamış ülkelerde oluşan çok partili siyasal yapılanmaya benzemez. Millet Meclisinin ilk dönemi bir mücadele sürecinin ve ittifakların ürünü olduğundan, değişik siyasal unsurları, sol görüşlü vekilleri, Laz ve Kürt temsilcilerini içermiştir. Fakat M. Kemal liderliğinin İstiklal Mahkemelerini kurdurtarak muhaliflerini ortadan kaldırması ve Takrir-i Sükun kanunu ile sol örgütleri ve siyasetçileri tasfiye etmesiyle, Kemal’in kişisel hegemonyasıyla somutlanan bir yönetim biçimi kurulmuştur. Böylece Türkiye’de 1925 sonrasındaki siyasal yapı bir Meclisi içerse bile, bu asla Batı tipi bir burjuva demokrasisi olmamıştır.
Cumhuriyetin ilânından 1946’lara dek siyasal egemenlik biçimi, burjuva devletin kurucu partisi CHP’nin tek parti diktatörlüğünde somutlanır. Siyasal rejim, işçi ve emekçi kitlelerin ve ezilen Kürt ulusunun üzerinde sistematik bir baskı politikasını egemen kılar. Avrupa ülkelerindeki parlamenter demokrasilerle karşılaştırıldığında, Türkiye’de burjuva düzen daha anti-demokratik ve gerici bir karaktere sahip olarak doğmuş ve geçmişten miras kalan ceberut devlet geleneği temelinde varlık sürdürmüştür.
Burjuva dönüşümlerin kitlelerin katıldığı devrimlerle gerçekleştirildiği ülkelerde eski mutlakıyetçi rejimlerin çok daha radikal biçimde tasfiye edildiğini görürüz. Ayrıca tarım reformu sayesinde köylülüğün kapitalist dönüşümü ve kırsal nüfusun proleterleşmesi daha kısa sürede ve sıçramalı biçimde gerçekleşir. Burjuva gelişimin devrimci yolu, kapitalist yükselişin önündeki engelleri daha kapsamlı, daha kısa sürede ve dolayısıyla daha az sancılı bir biçimde ortadan kaldırabilir. Halbuki Prusya tipi gelişme çizgisi bunun tersidir. Bu gelişme çizgisine eşlik eden tepeden burjuva devrimler, gerek eski siyasal yapının tasfiyesi ve gerekse tarım reformu gibi temel burjuva demokratik dönüşümler konusunda korkak ve tutucudur. İşte bu nedenle Türkiye’de de kapitalist gelişme sürecine, kırda alabildiğine sancılı bir çözülme süreci eşlik etmiştir.
Prusya örneğinde devletçilik olgusu ve devletin işçi sınıfıyla burjuvazi karşısında ayrımcılık yapmadığı, her iki sınıfa da eşit davrandığı safsatasının yaratılması büyük önem taşır. Benzer bir bilinç çarpıtması uzun yıllar boyunca Türkiye’de de egemen kılınmıştır. Kemalizmin “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz” düsturu Bismarkçılığın bir benzeridir ve işin özünde proletaryadan duyulan korkunun ifadesidir. Burjuvazinin bu korkusu salt ulusal gelişme düzeyine bağımlı olmayan ve asıl olarak tarihsel bir korkudur. Nitekim Türkiye’de işçi sınıfının henüz gelişmediği bir dönemde burjuvazi gözlerini yaşama bu korkuyla açmıştır. Hele ki bu burjuva düzenin, Ekim Devriminin ürünü bir işçi devletinin yanı başında kurulduğu hatırlanacak olursa sorunun boyutları daha da iyi anlaşılır.
Emperyalizme karşı kendi siyasal bağımsızlığını savunan diğer tüm burjuva önderliklerde ve bu tür önderlikler tarafından yürütülen ulusal mücadelelerde olduğu gibi, Mustafa Kemal de kendi gemisini yürütebilmek amacıyla bazı emperyalist güçlere kafa tutar gözükürken, bazılarıyla da çeşitli anlaşmalar yapmıştır. M. Kemal önderliği, burjuva cumhuriyetini yalnızca Türk ulusunun kabulü temelinde kurabilmek için, çeşitli azınlıklara ve ezilen Kürt ulusuna karşı baskı ve dışlama politikasını egemen kılmıştır.
TC’nin kuruluş dönemini biçimlendiren bu resmi çizgi, M. Kemal’in ölümünden sonra da tek şef diktatörlüğü ve Kemalist kadro hareketiyle sürdürülmüştür. Osmanlı’dan miras kalan ve gerek ticaret gerek sanayide özel kapitalist girişimin başını çeken gayri Müslim burjuvazi faşizan uygulamalarla (zorunlu çalışma kampları, Varlık Vergisi gibi uygulamalar) çökertilerek, Türk burjuvazisinin gelişebilmesinin yolu açılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve tek parti iktidarı döneminde Kemalist bürokrasinin siyasal yapılanmadaki hegemon konumu, burjuvazinin sınıf diktatörlüğünden ve milli burjuvazinin gelişiminden bağımsız düşünülemez. Batı Avrupa’daki çok partili parlamenter demokrasi örneklerine kıyasla bizzat kendisi bir olağanüstü rejim ya da bürokrasinin mutlak siyasal iktidarı olarak görünen tek parti diktatörlüğü, uzun bir dönem boyunca burjuva egemenliğinin Türkiye koşullarına özgü somutlanma biçimidir. İki dünya savaşı arasındaki uluslararası koşulların da etkisiyle içe kapanan ve devlet kapitalizmi uygulamasıyla iç pazarın sömürülmesi temelinde sermaye birikimi sağlayan Kemalist tek parti iktidarı, bir yandan işçi ve emekçi kitleleri baskı altında tutarken diğer yandan Türkiye’de sanayi kapitalizmine geçişin temellerini döşemeye koyulmuştur.
Türkiye’de Milli Mücadele ve tepeden burjuva devrim sürecine damgasını basan özgün yönlerin günümüze uzanan etkileri de çok önemlidir. Bu nedenle bazı çarpıcı hususları özetle sıralamak yararlı olacaktır.
Fransa örneğinde önce özel mülk sahibi burjuvazi gelişip, buna paralel olarak kendi siyasetçilerini, bürokratlarını yaratırken, Türkiye örneğinde tersi oldu. Türkiye’de sivil-asker üst bürokrasi olarak belirginleşen devlet kurucu burjuvalar, devlet kapitalizmi sayesinde sanayi ve ticaretle meşgul olan doğrudan girişimci bir burjuva sınıfın oluşumunu hazırladılar. Bu nedenle Türkiye özgülünde bu ikinci kesim, Avrupa’daki örneklerden farklı olarak, yeterince beslenip semirene ve kendini güçlü hissetmeye başlayıncaya dek, başı sıkıştığında birinci kesimin kanatları altına sığınmayı, böylece korunmayı olağan davranış kuralı bildi. Kendini güçlü hissetmeye başlayıp artık kendi generaline ve bürokratına kafa tutmak istediğinde ise, yakın zamanlara dek (sonu darağacında ya da şüpheli ölümlerle biten bazı istisnalar dışında) pek de başarılı olamadı. Zira devlet kurucu ve rejim koruyucu misyonların tümünü kendi üzerinde topladığına yıllar boyunca kani olmuş asker ve sivil bürokrasiyi, son tahlilde burjuva iş âleminin hizmetkârı olduğuna ikna edebilmek hiç de kolay değildir.
Burjuva devletin kuruluşuna özel mülkiyet temelinde gelişmiş bir burjuva sınıfın damgasını basmadığı Türkiye gibi örneklerde, Batı Avrupa ülkelerindeki mülk sahibi burjuvaların misyonunu sivil ya da asker üst bürokrasi üstlendi. Bu bakımdan Türkiye’de burjuva düzen, bir anlamda daha baştan olağanüstü bir siyasal biçime büründü. Yine aynı nedenle devlet üst bürokrasisi siyasal yapılanmada olağanüstü bir ağırlık kazandı ve bu özellik günümüze kadar uzanıp geldi. Diyebiliriz ki, devleti sahiplenmesi sayesinde egemen sınıflar ittifakı içinde sanki bağımsız bir odak gibi yer alan bu bürokrasi için üstün konumunu yitirmemek bir hayat-memat sorunu oldu.
Bürokrasi ile kapitalist gelişme sonucunda güç kazanan burjuva iş âlemi arasındaki çekişme, zaman zaman daha yumuşak, bazı dönemlerde de keskinleşerek varlığını hissettirdi. Fakat bu, farklı sınıfsal unsurlar arasındaki bir kavga değildir. Sonuçları günümüze kadar uzanan bu kavga, burjuva sınıf içindeki, bir başka deyişle de egemen güç bloku içindeki iktidar çekişmesidir.
Türkiye’de egemen bürokrasi, devlet kapitalizmi sayesinde gelişmeye başlayan bir milli burjuvazinin öncü unsurları olarak tarih sahnesine çıktı. Uzun bir dönem boyunca karşısında ağırlıklı olarak, kırın yavaş ve sancılı biçimde çözülmesi nedeniyle bir türlü proleterleşemeyen küçük köylü kitleleri yer aldı. Burjuva düzenin kuruluş ve ilerleyiş biçimi Batı’daki örneklerden farklı olsa da, Türkiye’de de zamanla kapitalizm gelişti. Gecikmeli biçimde olsa da proletarya büyüdü ve burjuvaziyle proletarya arasındaki temel çelişki nesnel olarak olgunlaştı. Fakat burjuva düzenin kuruluşundan itibaren hükmünü icra eden özgün yön, yani bürokrasinin siyasal yaşamdaki ağırlığı kolay kolay çözülmeyen bir gerçeklik olarak günümüze dek etkisini sürdürdü.
Bu gerçeklik, Türkiye’nin siyasal yaşamındaki egemen çelişkinin “bürokrasiyle halk” veya “bürokrasiyle burjuvazi” arasında olduğu şeklindeki yanlış değerlendirmelere de can vermiştir. Günümüzde de bir hayli itibar gören sol liberalizm, bu tür tezlerle siyasal gerçekliği dayandığı sınıf temelinden kopartır. Oysa tüm kapitalist toplumlarda olduğu gibi, Türkiye’de de esas çelişki burjuvaziyle işçi sınıfı arasındadır. Kapitalizmin özel mülkiyet temelinde feodalizmin içinde gelişmeye başladığı Batı Avrupa ülkelerinde çok daha belirgin biçimde sahneye çıkan burjuvazi-proletarya çelişkisi, Türkiye’nin farklı koşulları, devlet mülkiyeti ve devletçilik olgusu nedeniyle daha gecikmiş biçimde ete-kemiğe bürünmüştür.
Milli Mücadele, TC’nin kuruluş tarzı ve burjuvazinin resmi ideolojisi anlamına gelen Kemalizm karşısında, çeşitli siyasal güçler kendi sınıfsal konumlarına göre tutum aldılar. Asker ve sivil bürokrasi kendisini her daim bu ideolojinin asli sahibi telakki etti. Daha doğrusu, Türkiye’nin siyasal yapılanmasında ayrıcalıklarını elden kaptırmamak için Kemalizmi devletin resmi ideolojisi olarak yaratanlar bizzat bu güçler oldu. Bunlara göre M. Kemal, dünyada eşi emsali görülmemiş bir bağımsızlık ve ilericilik hamlesinin lideriydi ve Kemalizm de böyle eşsiz bir tarihsel hamlenin ideolojisiydi.
Bunun yanı sıra uzun yıllar boyunca bir de sol Kemalizm fenomeni Türkiye sol hareketine musallat oldu. Bunu burjuvazinin resmi ideolojisinin küçük-burjuva sol varyantı olarak niteleyebiliriz. Sol Kemalizm, Türkiye sosyalist hareketini zehirlemiş bulunan ve de zehirlemeye devam eden tehlikeli bir kaynaktır. Sol Kemalizme göre, Milli Mücadele asker-sivil zinde güçlerin öncülüğünde yürütülen şanlı bir anti-emperyalist mücadeledir. Bu güçlerin burjuva sınıf karakterini ve baskıcı yönünü görmeye yanaşmayan sol Kemalistler, Kemal’e ve Kemalizme olduğundan fazla ve farklı bir devrimci nitelik atfederler. İşin gerçeğinde hiç de anti-emperyalist olmayan ve tepeden inme tarzda gerçekleşen burjuva devrimini ve onun liderliğini, bir tür küçük-burjuva radikalizmi, Jakobenizm olarak yorumlarlar.
Çeşitli vesilelerle ısıtılıp yeniden gündeme getirilen bir konudur bu. Küçük-burjuva sol aydınların bunu sürdürmekten muratları, Türkiye’deki Milli Mücadeleyi ve onun lideri M. Kemal’i devrimci bir damar olarak sunabilmektir. Liberal burjuva tutum ise, Jakobenizmi eleştirme bahanesiyle genel olarak devrimci tutumu tepeden inmecilik diye suçlar. Oysa ne Kemal ve benzerleri Jakobendir ne de Jakobenizm tepeden inme devrimciliktir.
Fransız devrimi içinde ortaya çıkan Jakobenizm, burjuva devrimini olabilecek en ileri noktaya çekmeye çalışan ve burjuva düzen sınırları dışına çıkmadıkça kitlelerin eylemini dışlamayan burjuva devrimciliğini anlatır. Bu nedenle Jakobenizmin, kitlelerin eylemine hiçbir şekilde tahammülü olmayan ve onları baskılayan tepeden inme burjuva devrimciliğiyle ilgisi yoktur. Jakobenizm, burjuva devrimleri kapsamında olumlu bir eğilimi, devrimci tutumu temsil eder. Tepeden inme devrimcilik ise Bismarkçılıktır. Türkiye örneğinde Kemalizmdir. Kitleleri devrimci dönüşüm eyleminden dışlayan, eski rejimle radikal biçimde hesaplaşmayan ve devlet bürokrasisinin himayesinde bir burjuvalaşma süreci yaşatan Kemalizm, burjuvazinin devrimci demokrat eğilimi Jakobenizme oranla siyasal açıdan gerici bir ideolojik ve politik çizgiyi temsil etmiştir.


Türkiye’deki askeri darbeler gerçeğine kısa bakış

Devrimci ayaklanmalarla anarşiye sürüklenen burjuva düzeni zorbalıkla kurtarmak üzere öne atılan yeğen Bonaparte’ın hükümet darbesiyle ilgili olarak Marx şu değerlendirmeyi yapar: “Burjuvazinin, açıkçası, o zaman, Bonaparte’ı seçmekten başka bir seçeneği yoktu. Zorbalık ya da anarşi. Elbette zorbalıktan yana kullandı oyunu. ... Fransız burjuvazisi de darbenin ertesi günü bağırdı: Artık yalnız, 10 Aralık derneğinin başkanı kurtarabilir burjuva toplumunu! Artık yalnız hırsızlık kurtarabilir burjuva toplumunu! Yalnız piçlik, aileyi; düzensizlik, düzeni kurtarabilir!”[150] Kapitalizmin tarihi, Marx’ın bu satırlarını defalarca çağrıştıran örnekler sergilemiştir.
Düzenin krizi had safhaya vardığında, parlamenter işleyiş biçimi tıkandığında ve keskinleşen sınıf mücadelesi egemenliğini tehlikeye düşürdüğünde, zorbalık ya da anarşi seçeneğiyle yüz yüze gelen burjuvazi hep zorbalıktan yana kullanmıştır oyunu. Dünden bugüne çeşitli kapitalist ülkelerde iktidara gelen olağanüstü rejimler bunun kanıtıdır ve bu durum doğrudan doğruya sınıf mücadelesinin bir ürünüdür.
Türkiye’deki askeri darbelerin de bu gerçeğin ışığında kavranması gerekiyor. Ayrıca, Türkiye’de burjuva cumhuriyetin kuruluşundan 1960’lara ve takiben 80’lere ilerleyen süreci inceleyecek olursak, gerçekleşen üç askeri darbenin ekonomik zemininde de büyüyen bir yapısal bunalımın yer aldığını görürüz. Öte yandan bu sürecin belirli bir dilimi, egemen sınıflar ittifakı içinde keskinleşen çelişkilere ve siyasal iktidarda yer değiştirmelere de sahne olmuştur.
Burada önemli bir gerçeğin altını çizelim. Türkiye’de devlet bürokrasisinin siyasal yaşamda taşımış olduğu ağırlık yalnızca geçmişten miras alınan bir özellik değildir; Türkiye kapitalist gelişme tarzının yeniden ürettiği bir olgudur. Elbette Osmanlı’dan uzanıp gelen tarihi arka plan, burjuva düzenin yapılanması üzerine gölgesini düşürdü. Fakat modern Türkiye’nin siyasal yaşamındaki özgün yön, bürokrasinin olağanüstü konumunun burjuvazinin “çağdaş” gereksinimleri temelinde yeniden üretilmesidir. Uzun bir dönem boyunca devlet bürokrasisinin ve devlet kapitalizminin koruyuculuğu altında gelişen Türk burjuvazisi, ta ki rüştünü ispat edinceye kadar, askeri bürokrasinin düzen koruyucu misyonuna isyan etmek bir yana sık sık ona muhtaç oldu.
Bu nedenle Türkiye’de burjuvazi, uzun yıllar boyunca siyasi liberalizme itibar etmedi. Bu durumun uzantısı olarak, bu topraklarda yakın zamanlara dek siyasal yaşamda geleneksel kabul edilen resmi çizgi, ta İttihat Terakki döneminden beri uzanıp gelen korporatist bir anlayış oldu. Bu anlayış, toplumun sınıflara bölünmesi gerçeğini yadsıyıp, devletin yumruğu altında çelişkisiz, çatışkısız, “bir örnek” bir toplum yaratma iddiasını sürdürdü. Faşist rejimler tarafından katı biçimde sahiplenilen korporatizmin, genel anlamda tüm olağanüstü rejimlere can verdiği söylenebilir.
Türkiye’de uzun bir süre boyunca egemen olan tek parti diktatörlüğünün ve ilerleyen yıllar içinde gerçekleşecek olan 12 Mart, 12 Eylül askeri darbelerinin düşünsel zemininde de işte böyle bir tarihsel-ideolojik damar yer alır. Peki, Türkiye’de yaşanan askeri darbeler ne gibi özellikler taşıyan bir gelişme sürecinin uzantısıdır? Bu soruyu yanıtlayabilmek için, TC’nin kuruluşundan ‘60 dönemecine uzanan iki ayrı dönemi ana hatlarıyla hatırlayalım.
1923-1946:
Türkiye’de burjuva cumhuriyetin, Batı’daki örneklere kıyasla daha kuruluşunda bir olağanüstü siyasal rejim gibi biçimlendiği açıktır. Devlet partisi CHP’nin tek parti diktatörlüğü dönemi sona erene dek, ayrıca bir askeri darbeye gerek kalmaksızın, baskıcı bir burjuva yönetim varlığını sürdürmüştür. Dönemin mutlak siyasal iktidar aygıtı CHP, aslında düzenin çeşitli egemen unsurlarını (yüksek bürokrasiyi, büyük kentlerin ticaret ve sanayi burjuvazisini, taşradaki eşrafı, toprak ağalarını vb.) içinde toparlayan korporatist bir yapıya sahiptir.
Avrupa ülkelerinde mülk sahibi kesimlerin (büyük toprak sahipleri ve çeşitli burjuva kesimler) kendilerini temsil eden partiler dolayımıyla parlamenter rejim altında oluşturduğu egemen sınıflar ittifakı, Türkiye’de tek parti içinde yansımasını bulmuştur. Türkiye’nin özgün koşulları nedeniyle iktisadi ve siyasi yaşamda büyük ağırlığı olan devlet bürokrasisinin de (bu özgün konumunu belirtmek için Kemalist bürokrasi diyoruz), kapitalist gelişme belirli bir düzeye ulaşıp burjuva düzen görece olağan bir işleyişe geçene dek egemen sınıflar ittifakı içinde ayrıca vurgulanması gerekir.
Özünde, iktisaden egemen sınıf ve kesimlerin birlikteliği anlamına gelen egemen sınıflar ittifakı, bunların tümünün siyaseten birlikte iktidar sürdürecekleri ya da siyasi yaşamda eşit ağırlığa sahip olacakları anlamına gelmez. Bu nedenle farklı dönemlerin siyasal yapılanmasının özelliğini ayrıca inceleyerek, bunun hangi egemen kesimlerin iktidar bloku anlamına geldiğini, hangi kesimin bu blok üzerinde hegemon olduğunu anlayabiliriz. Tek parti iktidarı döneminde, Kemalist bürokrasi ile milli burjuvazi (tarım, ticaret ve henüz cılız ölçeklerde de olsa sanayi alanlarında faaliyet yürüten burjuvazi) birlikte iktidar sürdürmüş ve bu iktidar bloku içinde hegemonyasını kuran Kemalist bürokrasi olmuştur.
Tek parti iktidarı döneminin iktisaden egemen unsurları arasında sayılan büyük toprak sahipleri konusuna çok dikkatli bir şekilde yaklaşılmalıdır. Bilindiği gibi, kapitalist gelişmeyle birlikte büyük toprak sahipleri kavramı giderek eski düzenin toprak ağalarından ziyade burjuvalaşan toprak sahiplerini, tarım burjuvazisini anlatır. Cumhuriyetin kuruluşunu takip eden sürecin özellikle 1930 dönemecinden sonra, Ege, Çukurova gibi iktisaden daha gelişkin kırsal kesimlerde büyük toprak sahipliği denildiğinde gelişen tarım burjuvazisini anlamak gerekir.
Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nun Kürdistan parçası, TC’nin kuruluşuyla birlikte bir iç sömürge konumuna itilmiş ve tarımda egemen olan eski düzen değişmemiştir. Bu nedenle, bu coğrafyada büyük toprak sahipliği eski dönemde olduğu gibi yine toprak ağalığında somutlanmıştır. Bu toprak ağaları iktisaden egemen bir kesim oluştursalar bile, yine de ezilen ulusun egemenleridir. Egemen Türk burjuva iktidar bloku bu unsurlarla çıkarına geldiğinde çeşitli ittifaklar yapmış, ama kendi siyasal iktidarını onlarla paylaşmamıştır.
TC altındaki kapitalist gelişme sürecinin özelliğini belirleyen çok önemli bir hususu da burada hatırlamak gerekir. M. Kemal önderliğinde kurulan cumhuriyetin iktisadi alanda içe kapanma ve iktisadi devletçiliğe ağırlık verme politikasının, Kemalist kadronun özel olarak seçtiği ve bu sorundaki ilkesel tutumunu yansıtan bir yol olduğu düşünülür. Hatta bunu Kemalizmin kararlı anti-emperyalist tavrının göstergesi olarak sunan çarpık yorumlar da vardır. Oysa gerçek hiç de böyle değildir. Cumhuriyetin iktisadi açıdan tuttuğu yol, aslında dönemin nesnel koşullarının dayatmasının sonucudur. Türkiye’nin genç burjuva cumhuriyeti, Batı kapitalizminin desteğiyle hızlı bir kapitalist gelişme kaydedebilme bakımından şanslı çıkmamıştır. Çünkü dünyaya gözlerini son derece elverişsiz koşullarda açmıştır. Oysa M. Kemal ve benzerleri, Batı kapitalizmine entegre olmayı düşleyen çizginin doğrudan uzantısı olarak iktidara gelmişlerdir.
Nitekim 1923 yılında toplanan İzmir İktisat Kongresinde cereyan eden tartışmalar ve alınan kararlar, cumhuriyetin kurucu kadrosunun Batı kapitalizminin yardımıyla atılım yapabilme konusunda nasıl istekli olduğunu gözler önüne serer. Kemal ve ekibi, yabancı sermaye düşmanı olduklarından içe kapanmayı tercih etmiş değillerdi, tersine sınai kalkınmanın sağlanması için emperyalist güçlerin Türkiye’ye sermaye akıtmalarını hevesle bekliyorlardı.
Ne var ki, iki emperyalist savaş arasında kapitalist Avrupa’yı pençesine alan muazzam kriz, hatta 1929’da kapitalist sistemin büyük gücü ABD’yi bile alabildiğine sarsan büyük depresyon koşulları, Türk egemenlerinin bu hevesini kursaklarında bırakmıştır. İşte bu tür nesnelliklerin dayatması sonucunda Kemal önderliği içe kapanmış ve Türkiye’nin kendi olanakları dahilinde (yani egemen sınıfların işçi-emekçi kitleleri insafsız bir baskı ve sömürü altında tutması sayesinde) bir ekonomik gelişme yolu tutulmuştur. Böylece 1930’larda devlet, kapitalist faaliyeti fiilen üstlenmiştir. Devlet kapitalizmi ile, devlet iktisadi teşebbüslerinin kurulması yoluyla sanayileşme için gereken altyapının döşenmesine girişilmiştir. Fakat bu hamle ancak uzun vadede istenen sonuçları verebilecektir.
TC altındaki kapitalist gelişme sürecinin bu ilk döneminde bir yandan belirli bölgelerde kapitalist tarım ve dolayısıyla tarım burjuvazisi gelişirken, diğer yandan da tarımda elde edilen fazlanın önemli bir bölümü kapitalist ticaret sermayesine dönüşmüştür. Böylece, esasen milli bir sanayi burjuvazisinin oluşumunu amaçlayan devletçi tek parti diktatörlüğü altında, fiiliyatta tarım ve ticaret burjuvazisi gelişmiştir.
İlk bakışta belki de bir çelişki gibi görünecek bu durum, aslında iktisadi temeldeki kapitalist işleyiş yasalarının kaçınılmaz sonucudur. Kırsal kesimde kapitalizm doğrultusunda çözülme, tarımdan büyük kapitalist ticarete kaynak aktarımı olmaksızın ve büyük sermaye özel ellerde toplanmaksızın, salt devlet kararıyla kapitalist sanayi atılımı gerçekleştirilemez. Bu nedenle, Türkiye’de sanayileşme hamlesi devletin öncülüğünde 1930’larda başlatılmış olsa dahi, gerçek bir sanayi kapitalizminin ve sanayi burjuvazisinin oluşumu için gereken koşullar ancak 50’li yıllarda olgunlaşacaktır.
İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, Türkiye hâlâ tarımın önde geldiği bir köylü toplumudur. Fakat bu arada tarım ve ticaret burjuvazisi gelişmiş olduğundan, bu kesimler siyasette de egemenliklerini kurmak üzere mevcut siyasi dengeleri zorlamaya başlamışlardır. Buna bir de, o dönemde dünya ölçeğinde yaşanan önemli gelişmeler eklenmiştir. İkinci Dünya Savaşının sona ermesi, faşizmin yenilgisi, Birleşmiş Milletler’in kuruluşu, Avrupa kapitalizminin ABD’nin desteğiyle yeni bir atağa geçmesi ve tüm bu gelişmelerin yarattığı ılımlı siyasal rüzgârlar, Türkiye’de çok partili parlamenter işleyişe geçilmesinde önemli birer etken olmuştur.
1946-1960:
1946’da çok partili yaşama geçilmesinden sonra, halk kitlelerinde (özellikle kırsal kesimler başta olmak üzere) CHP iktidarının baskılarına karşı birikmiş olan öfke 1950’de büyük bir oy patlamasına dönüşecek ve Menderes liderliğindeki Demokrat Partiyi iktidar koltuğuna oturtacaktı. Bu değişim dönemi, artık gerçek birer kapitalist gibi atılım yapmak isteyen burjuva unsurların, Kemalist bürokrasinin devletçi müdahale sisteminden kurtulma çabalarına da sahne olmuştu.
Neticede, tek parti diktatörlüğü dönemine damgasını basan iktidar bloku çatladı; Kemalist bürokrasinin dışlandığı ve çeşitli büyük burjuva kesimlerden oluşan yeni bir iktidar bloku kuruldu. Fakat bu blok içinde ağır basan kesimler büyük ticaret ve tarım burjuvazisiydi. DP iktidarı da kendi çıkarına geldiğince Kürt toprak ağalarıyla çeşitli ittifaklar yapacaktı. DP iktidarı döneminde, artık dünya kapitalist ticaretine tam anlamıyla entegre olmak isteyen büyük ticaret burjuvazisi motor gücü oluşturuyordu ve iktidar bloku içinde asıl onun hegemon bir konuma sahip olduğunu söylemek mümkündü.
Demokrat Parti iktidarı, kendini büyük toprak ve ticaret burjuvazisinin doğrudan temsilcisi olarak ortaya atmıştı. Siyasal iktidarı artık eski dönemin devlet bürokrasisi –özellikle ordu– vesayetinden kurtarıp “sivilleştirme” doğrultusunda girişimler sergilemekteydi. Bu çerçevede orduda tasfiyelere girişti ve Genelkurmay da Milli Savunma Bakanlığına bağlandı. Bu gelişmeler, Türkiye’nin siyasal yönetim tarzını bir ölçüde Batı’daki parlamenter rejimin işleyişine yaklaştıran önemli bir dönemeç noktasını temsil ediyordu.
Baskıcı devletin simgesi haline gelmiş CHP tek parti diktatörlüğünün, artık çok partili bir parlamentarizm temelinde yerini yeni bir burjuva hükümete bırakması, Türk siyasal yaşamında çok değişik yorumlara konu olmuştur. Bu tarihsel örnek, günümüzde AKP hükümetinin kurulmasıyla birlikte yaşanan sürece ve AKP iktidarının siyasal niteliğinin kavranmasına da ışık tutmaktadır. Liberal çizgi ve bunun etkisi altında kalan bazı sol kesimler, bu değişimi demokrasinin ve özgürlüklerin istikrarlı biçimde genişleyeceği yeni bir dönemin açılması olarak değerlendirdiler. Statükocular ve solculuğu devletçilikle özdeşleyenler ise, tam tersine gericiliğin güçlenmesi şeklinde nitelediler.
Hiç kuşku yok ki her iki yorum da yanlıştır ve DP iktidarı, dönemin kapitalistleşme gereklerini yerine getirme yolunda ilerlemek isteyen bir burjuva iktidardan ibarettir. Bu nedenle hem sırası geldiğinde işçi sınıfına ve sol kıpırdanmaya karşı sivri dişlerini gösterecek, hem de devlet kapitalizmi ağırlıklı bir ekonomik işleyişten, artık özel sektörün ön plana çıkacağı liberal kapitalist bir ekonomik işleyişe geçişin ifadesi olacaktır.
DP iktidarı döneminde özel sermaye öncelikle büyük ticaret ve tarım burjuvazisinin elinde temerküz etti. Tarım kesimi hem kredi mekanizmasıyla hem de devletin uyguladığı sübvansiyon politikasıyla desteklendi. Bu arada ticaret burjuvazisi de, iç ve dış ticaretin canlanması ve genişlemesiyle palazlandı. Ayrıca, seçim beyannamelerinde KİT’leri ihaleyle satıp özelleştireceğini vadeden DP, iktidarı döneminde tam tersini yaparak KİT’lerin sayısını iki katına çıkarmak zorunda kaldı. Çünkü büyük ölçekli sanayi yatırımları için gerekli sermaye birikimi henüz özel ellerde temerküz etmiş değildi.
Türkiye kapitalizminin başlangıç dönemine damgasını vurmuş olan ekonomik izolasyon koşullarından ve bürokrasinin himayesinden kurtuluş çabası, 50’lerde burjuvazinin büyüyen bölümü için önemli bir gerçeklikti. Dış dünyayla anlamlı ekonomik ilişkiler kurmadan, dünya kapitalizmine entegre olmadan kapitalist gelişmenin sıçrama kaydetmesi olanaklı değildir. Bu gerçeklik özellikle İkinci Dünya Savaşının bitiminden itibaren kendisini yakıcı biçimde hissettirmeye başlamış ve DP iktidarı döneminde büyük ticaret burjuvazisinin çabalarında somutlanmıştır.
Bu arada DP iktidarının eski devletçi statükoyu derinden sarsmış olması, büyük fonların tarımın sübvanse edilmesine ve ithalata akıtılması, bu iktidarın son dönemlerinde ekonomide yeni tıkanıklıklar, yeni problemler yaratmıştır. Bunun yanı sıra, kendilerini cisimleşmiş devlet olarak hisseden ve uzun yıllar boyunca alıştıkları gibi iktidarda CHP’yi görmek isteyen sivil ve asker bürokratlar, milliyetçi sol aydınlar, DP’yi Kemalist “laik” düzene yönelmiş bir tehdit olarak algılamakta ve tepkilerini yükseltmektedirler. Diğer yandan, gelişmekte olan sanayi burjuvazisinin DP’den artık istediği desteği bulamaması ise burjuvazinin iç çatışmasını kızıştırmıştır. Sanayi burjuvazisi gözünü, yeni teşvikler koparabileceği yeni bir iktidar odağına dikmiştir.
DP döneminin özelliği konusunda aydınlatılması gereken çok önemli bir diğer gerçeklik de şudur. Bir burjuva iktidar dönemi, somut olarak şu ya da bu burjuva kesim veya kesimlerin siyaseten ağır basmasıyla kendini ifade edebilir. Fakat yine kapitalist gelişim sürecinin diyalektiğinden hareketle, bu görünümü mutlaklaştırmamak, yanlış yorumlara savrulmamak gerekir. Örneğin DP iktidarı, büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin siyasi ağırlığa sahip olduğu bir dönemdir. Fakat bu siyasal gerçeklik, DP iktidarı boyunca, özel sanayi kapitalizminin atılım yapmasını mümkün kılacak bir birikim ve değişimin de içten içe yaşandığı iktisadi gerçeğiyle çelişmez. Burjuvazinin henüz gelişme adımları attığı tüm bir tarihsel süreç boyunca, farklı burjuva kesimlerin kıyasıya bir siyasal iktidar kapışması yürüttükleri doğrudur. Ancak bu kesimler neticede aynı sınıfın parçalarıdır ve bu parçalar iktisadi bakımdan asla durağan değildirler.
DP döneminde öncelikle büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin istemleri gerçekleşmiş olsa bile kapitalist gelişme o noktada da durmayacak, kapitalist tarım ve ticaret sayesinde sağlanan muazzam sermaye birikimi bu kez sanayiye akıtılmak istenecektir. Böylece büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin bir kısmı yıllardır alıştıkları ve kendilerine daha kolay gelen tarım ve ticaret alanında semirmeye devam ederken, önemli bir bölümü ise aynı zamanda sanayiye yatırım yapmaya başlayacak ve sanayi burjuvazisine dönüşecektir. 1950-60 arasında özel ellerde toplanan sermaye birikimi artık sanayi alanında sıçrama yapılabilmesini olanaklı hale getirmiştir. DP iktidarının son dönemlerinde (özellikle 1958 iktisadi krizinden itibaren) sanayi alanında atılım yapmaya hazırlanan büyük burjuvazi, siyasal iktidarın bunun önünü açmasını talep eder hale gelmiştir. DP döneminde ağırlıklı olarak tarımın sübvanse edilmesine ayrılan büyük fonların, artık öncelikle özel sanayi yatırımlarına akıtılmasını istemektedir.
Ne var ki DP iktidarının bu talep doğrultusunda harekete geçmeyip tarım burjuvazisine ve büyük toprak sahiplerine imtiyazlar sağlamaya devam etmesi, kent ağırlıklı büyük ticaret ve sanayi burjuvazisini muhalif bir konuma iter. Kırsal kesimin egemen unsurlarına kıyasla burjuvazinin bu modernleşen ve kapitalist çağa ayak uydurmak isteyen kesimi arzuladığı değişimin önünü açacak bir siyasal alternatif arayışı içine girer. Tarım burjuvazisinin palazlanan kesimi de sanayileşmeye yönelmekle birlikte kendisini ihya eden DP iktidarından vazgeçmeye pek de niyetli değildir.
Bu dönemde büyük burjuvazinin yoğunlaşan iç çekişmelerini, İş Bankası ve Akbank çevresinde kümelenen farklı iki burjuva kesim arasındaki gerilim de somutlamaktadır. Öteden beri İş Bankası çevresinde yer alan eski İstanbul, İzmir gibi kentlerin büyük burjuvazisi karşısında, tarım burjuvazisinden gelip sanayi ve hizmet sektörüne yönelen ve özellikle Adana çevresindeki sermaye birikimini yansıtan Akbank çevresi yer alır. DP politikalarının karşısına sanayileşme atılımı ihtiyacını, planlı bir kalkınma hamlesi zaruretini çıkartarak yeniden yükselişe geçmeyi amaçlayan CHP ise, dönemin muhalif unsurları için bir alternatif olmuştur. Ayrıca, uzun yıllar boyunca alışmış oldukları itibarlı konumlarından DP iktidarı döneminde uzaklaştırılmış bulunan sivil ve asker bürokrasi, devletçi aydınlar, artık DP döneminin sona ermesini ve CHP’nin önünün açılmasını şiddetle istemektedirler. Fakat olağan burjuva işleyiş içinde bu siyasal iktidar değişimini yaratmak hiç de mümkün görünmemektedir.
Böylece ordu içinde, DP iktidarına muhalif bütün bu kesimlerin desteğini kazanacak olan bir darbe hazırlığı mayalanmaya başlar. CHP, Demokrat Parti iktidarını “anayasa ihlali” ile suçlar ve bu tutum kent aydınlarıyla üniversite çevreleri tarafından hararetle desteklenir. Ordu içindeki alt rütbeli subaylardan da DP’nin artık açıkça rejime yönelik bir tehdit oluşturduğu sesleri yükselir. Devlet bürokrasisinden intikam alırcasına ordunun ve devlet memurlarının maaşlarını düşük tutan DP iktidarının uygulamaları, binlerce sıradan devlet çalışanını da (sivil veya asker) bunaltmış durumdadır. Bunun üzerine bir de DP’nin ekonomik uygulamalarının azdırdığı enflasyon yükü ve yoksullaşma binmiş, kısacası büyük kentlerde DP muhalifliği kitleselleşmiştir.
Muhalif basın DP’nin göz açtırmayan sansür ve baskılarının sona ermesini, yeni yeni gelişmeye başlayan işçi sınıfı modern kapitalist ülkelerdeki gibi sendikal haklarının olmasını arzulamaktadır. Ayrıca OECD gibi uluslararası kapitalist örgütler de, Türkiye tarımının geleneksel yapısının artık bir değişim yoluna girmesinin, tarım kesiminin sübvansiyonlarla beslenmesi yerine modern anlamda kapitalistleşmesinin gerekli olduğu doğrultusunda öğütler vermektedirler. İşte tüm bu faktörlerin üst üste yığışması neticesinde, siyasal yaşamdaki tıkanıklığı açacak bir askeri darbe için koşullar elverişli hale gelmiş bulunmaktadır.


27 Mayıs 1960
27 Mayıs askeri darbesi, daha sonrakilerden farklı olarak ordunun emir komuta zincirine itaat etmedi. Generaller eliyle değil, daha alt rütbeli subaylar, albaylar vb. marifetiyle gerçekleştirildi. Askeri darbeyle iktidara el koyan 27 Mayıs cuntasının oluşturduğu Milli Birlik Komitesinin çevresinde, daha sonra Doğan Avcıoğlu gibi sol-cuntacı aydınlar, CHP yanlısı bürokratlar toplaşmaya başladı.
Askeri darbe, büyük kentlerde öğrenci ve aydın kesimlerin DP karşıtlığı temelinde gelişen muhalefet rüzgârının üzerine binmişti. Bu nedenle 27 Mayıs, muhalif kitle hareketini ezen 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinden farklı bir görünüme bürünmüştü. O yüzden, burjuva solun etkisi ve küçük-burjuva solun da sahiplenmesiyle bir devrim olarak adlandırıldı. Oysa neticede 27 Mayıs, onu gerçekleştiren alt rütbeli subayların niyetlerinden bağımsız olarak, kapitalist gelişmenin önündeki tıkanıklığı açan tepeden inme bir reform hareketi oldu.
Kemalist geleneğin uzantısı milliyetçi sol cuntacılar da, 27 Mayıs sayesinde, Demokrat Parti iktidarının kendilerine yönelik baskılarının öcünü önde gelen üç burjuva siyasetçisini, DP hükümetinin başbakanı Menderes’i ve yanı sıra iki bakanını idam sehpasına göndererek almış oldular.
27 Mayıs askeri darbesi 12 Mart ve 12 Eylül örneklerinden farklı özelliklere sahip olsa bile, Türkiye’de gerçekleşen tüm askeri darbelerin ardında yatan önemli bir gerçeği de gözardı etmemek gerekir. Türkiye’de burjuva cumhuriyetin yapılanmasına damgasını basan ezen ulus şovenizminin devamını, aslında 27 Mayıs’tan başlayarak tüm askeri darbelerin harcında bulmak mümkündür.
Türkiye’deki olağanüstü siyasal rejimleri yürürlüğe koyan statükocu güçlerin, işçi sınıfı hareketini ve toplumdaki genel devrimci yükselişi durdurmak kadar, Kürt ulusunun uyanışını da daha başından ezmeye talimli oldukları asla unutulmamalı. Bu güçler, ezen ulus devletinin temsilcileri ve bu devletin asli koruyucuları olarak, siyasi yaşamda patlak veren gerilimleri (özellikle Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, devletçi laikçilik sorunu gibi kendi varlık nedenleriyle özdeşleştirdikleri konularda) her zaman kendilerine çıkartılmış bir davetiye olarak algılamışlardır. Bu gerçek günümüzde de geçerlidir ve siyaset sahnemiz aynı güçlerin aynı sorunlar temelinde yaratacakları yeni gerilimlere açıktır!
12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri konu olduğunda, her ikisinin de işçi ve devrimci hareketin yanı sıra Kürt ulusal kurtuluş hedefini benimseyen kişi ve örgütlere yönelik kudurgan baskıcı tutumu biliniyor. 27 Mayıs ise, henüz düzen için bir tehdit oluşturmayan işçi hareketini ve devrimci unsurları hedef almış değildir. Ne var ki Türkiye sol hareketine uzun yıllar boyunca bulaşmış olan Kemalizm kuyrukçuluğu nedeniyle, bir başka gerçeklik biraz karanlıkta kalmıştır.
27 Mayıs’ı gerçekleştiren askeri cunta, darbenin gerekçeleri arasında Kürt sorunu konusundaki endişelerini de dile getiriyordu. Güya bir Kürdistan hükümetinin kurulması için DP Grubu içinde çalışmalar yürütüldüğü ve bazı DP milletvekillerinin buna yardımcı olduğu kanıtlanmıştı. Dönemin önde gelen bazı cuntacı subayları, biraz daha geç kalınsaydı Türk vatanının elden gideceği yönünde kışkırtıcı açıklamalar yapıyorlardı. Nitekim darbe sonrasında pek çok Kürt gözaltına alındı, bunlar Sivas’ta bir toplama kampına sürüldüler, ağır işkencelere tâbi tutuldular.
Kürt sorunundaki bu baskıcı tutumunu gün yüzüne çıkartmak istemeyen 27 Mayıs cuntası, asıl olarak burjuva düzendeki tıkanıklığın kontrollü biçimde açılabilmesi görevine soyundu. Bu amaçla üstten bazı dönüşümlerin gerçekleştirilmesine girişildi ve bir Kurucu Meclis oluşturularak yeni bir Anayasa hazırlandı. Eskisine oranla daha liberal bir içeriğe sahip olan 27 Mayıs Anayasasının yürürlüğe konulmasıyla, burjuva siyasal düzenin parlamenter demokratik çerçevesi bazı bakımlardan genişletildi. Fakat öte yandan, bugün büyük sermaye tarafından bile burjuva demokratik işleyişle bağdaşmaz ilân edilen Milli Güvenlik Kurulunu da aslında 1961 Anayasası getirdi. Zira unutulmamalı ki, Türkiye’de alışıldık burjuva demokrasisinin çok dar olması nedeniyle daha sonra “bol geldi” diye burjuva sağın saldırısına muhatap olan 27 Mayıs Anayasası, neticede bir askeri darbenin ürünüdür.
O dönemin koşullarında ileri görülen bazı adımların bizzat sivil ve asker bürokrasinin eliyle atılmış olması, Türkiye sol hareketi içinde ordunun niteliği konusunda ne yazık ki sonu acıklı bitecek bir bilinç çarpılmasını da beslemiştir. Yanı sıra, 27 Mayıs askeri darbesinin niteliği de doğru kavranmamıştır. Aslında 27 Mayıs askeri darbesi değil, 27 Mayıs dönemindeki toplumsal hareketlilik bir sol uyanışın habercisiydi. Bu siyasal ve kültürel uyanışın temelinde, kuşkusuz ki Türkiye’de kapitalist gelişmeye bağlı olarak bir işçi-emekçi hareketinin mayalanması yatmaktaydı. Ve eğer askeri darbeyle kontrol altına alınmasaydı, bu sol uyanış kendi ayakları üzerinde daha da ileri gidebilirdi.
Fakat 27 Mayıs askeri rejimi, ilerleyen yıllar içinde iki kez daha yaşanacak olan askeri rejimlerden farklı olarak, devrimci bir yükselişin üzerine açık şiddet ile yürüyen bir olağanüstü yönetim biçimi değildir. Bu husus zaten yeterince nettir. Anlamlı bir tartışma ihtiyacı, onun Avrupa’nın geçmiş dönemlerindeki Bonapartizm örnekleriyle benzeşip benzeşmediği noktasında doğabilir. Bu bağlamda ileri sürülebilecek en anlamlı argüman, tarihsel hamle sırası gelen sanayi burjuvazisinin önünün bir olağanüstü yönetim biçimiyle açılmış olması olurdu. 27 Mayıs askeri rejimi gerçekten de böyle bir özelliğe sahiptir ve bu nedenle Bonapartist esintiler taşıdığını düşünmek mümkündür. Fakat Bonapartist rejimlerin (ister eski Fransız örneği, ister emperyalizm çağına özgü yeni biçimi olsun) çok ayırt edici bir başka özelliği daha vardır. Bu, özetle, Bonapartizmin burjuva düzene yönelik devrimci işçi tehdidini savuşturmayı amaçlayan boyutudur. Bonapartist askeri diktatörlükler toplumdaki ilerici hareketliliğin üzerine binip ilerlemez, tersine ona karşı dururlar.
Oysa bir de, işçi-emekçi kitlelerin burjuva düzen içi reform beklentilerini yansıtan ve bu beklentilerin bir kısmını gerçekleştirmek üzere toplumsal desteği arkalarına alarak ilerleyen askeri diktatörlükler vardır. Bunlar en çok da, sanayi burjuvazisinin ulusalcı istemlerine yanıt getiren siyasal rejimler oluşturmuşlardır.
Geçmiş tarihlerde çeşitli Latin Amerika ülkelerinde ortaya çıkan ve daha ziyade ordu içindeki alt rütbeli subaylardan oluşan milliyetçi sol, ulusal kalkınmacı askeri diktatörlükler bunun örneğidir. Bunlar toplumdaki devrimci kıpırdanışları arkalarına almış, fakat yine de ileriye doğru atılacak adımları burjuvazinin kabul sınırları içine hapseden askeri rejimler oluşturmuşlardır. Bu tür bir askeri diktatörlükle, bir devrimci uyanışı doğrudan engellemek için kurulan Bonapartist ya da faşist bir askeri diktatörlük birbiriyle özdeşleştirilemez. 27 Mayıs olağanüstü rejimi, milliyetçi sol eğilimli, ulusal kalkınmacı anlayışa sahip bir askeri diktatörlük dönemidir.
Büyük ticaret temelinde dışa açılmayı, emperyalist örgütlerle bütünleşmeyi savunan DP iktidarını bir kılıç darbesiyle yere seren 27 Mayıs, esasen sanayi burjuvazisinin işine yaradı. Bir başka deyişle bu darbe, büyük toprak ve büyük ticaret burjuvazisine karşı artık tarihsel hamle sırası gelen büyük sanayi burjuvazisinin önünü açmış oldu. Nitekim 1960 yılında Devlet Planlama Teşkilâtının kuruluşu ve beş yıllık kalkınma planlarının uygulamaya konulmasıyla sanayinin güçlendirilmesine hız verilecekti. Kamuoyuna, askerin DP iktidarından intikam alması şeklinde yansıyan bu askeri darbe, işin derininde egemen sınıflar ittifakındaki ağırlık noktasının değişmesini sağlıyordu. 27 Mayıs olağanüstü rejimi, DP iktidarı döneminde büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin ağırlıkta olduğu iktidar blokuna son vererek, artık sanayi burjuvazisinin hegemonyasında yeni bir burjuva iktidar blokunun kurulması için yolu temizlemişti.


60’lardan 70’lere:
12 Mart askeri darbesinin incelenmesine geçmeden önce, bu kez de 60’lardan 70’lere uzanan Demirel iktidarı döneminin önemli karakteristiklerini ve bu döneme denk düşen kapitalist gelişme halkasının özelliklerini hatırlamak yararlı olacaktır.
27 Mayıs askeri rejimi, Kurucu Meclisin oluşturulması ve yeni anayasanın kabulünden sonra genel seçimlere gidilmesine karar vermişti. Daha doğrusu, o günün dış siyasal dengeleri ve Türkiye’nin kapitalist gelişme sürecinin nesnel dayatması sonucunda olayların bu doğrultuda ilerlemesi kaçınılmaz olmuştu. Ve nitekim 1961 yılında yapılan genel seçimlerle, parlamenter işleyiş biçimine geri dönüldü. 27 Mayıs darbesiyle önü açılan sanayi burjuvazisinin tekelci yükselişi ise, yeni dönemde DP’nin siyasal varisi gibi görünerek iktidar koltuğuna oturan Adalet Partisi’nin gerçek yapısında ifadesini bulacaktı.
DP iktidarı esasen büyük toprak ve ticaret burjuvazisinin siyasal temsilcisi konumundaydı. Oysa Demirel liderliğindeki AP iktidarı, sıçramalı biçimde tekelci aşamaya yükselen sanayi burjuvazisinin hegemonyası altında çeşitli büyük burjuva kesimlerin oluşturduğu yeni bir iktidar blokunu temsil etti.
AP iktidarı 27 Mayıs döneminde başlatılan sanayiyi teşvik hamlesini sürdürdü. Demirel dönemi, özel sanayi girişimcilerine akıtılan desteklerle onların palazlandırıldığı bir dönem oldu. Böylece Türkiye’de esasen ‘60 dönemecinden sonra kapitalist sanayi tekelci ilişkiler temelinde şahlandı, özel sektör ve proletarya sıçramalı biçimde gelişti. Artık bu kapitalist gelişme halkasına denk düşen iktisat politikası “ithal ikameci sanayileşme politikası” olarak adlandırılıyordu. Yani büyük fonlar sanayiyi teşvik etmek üzere özel sanayi girişimcilerine akıtılacaktı; bu da Türkiye’de montaj sanayi temelinde bir sanayileşme gelişimine yol açacaktı.
Tekelci sanayi burjuvazisinin gönlünde yatan aslan er geç dışa açılmak, dış pazarlarda at oynatmak olsa da, mevcut eti-budu gereği gözünü önce iç pazara dikmişti. Katlamalı biçimde yaygınlaşan sanayi kuruluşları, köyün kente akması, işçi sınıfının büyümesi, onun ürettiği ve sermayenin el koyduğu artı-değer kitlesinin eski dönemlere oranla muazzam miktarlara varması ve nihayet kapitalist gelişmeye koşut olarak gelişen iç pazarın kâr realizasyonuna fırsat vermesi sayesinde, Türkiye kapitalizmi 60’lardan 70’lere koşar adımlarla bir üst gelişme halkasına doğru ilerliyordu.
Kapitalist gelişme sanayi burjuvazisinin tekelci düzeye sıçradığı noktada durmaz, akabinde ticaret, sanayi, bankacılık, sigortacılık, finans vb. çeşitli alanlarda iş gören büyük sermaye giderek kaynaşır ve finans kapital (mali sermaye) olarak adlandırdığımız bir sermaye sentezi yaratır. Kapitalizm şu ya da bu ülkede bu gelişme düzeyine ulaştığında, bu senteze dahil olamayan ve salt ticaret ya da sanayi gibi alanlarda iş görmeye devam eden burjuva kesimler de varlığını sürdürür. Fakat büyük sermaye açısından temel eğilim, giderek her alana el uzatabilmek, böylece finans kapital grupları arasında yer edinebilmektir. Bu şekilde en tepelere ulaşamayan kapitalist kişi ve şirketler ise, kendi cüsselerine göre en kârlı olabileceğini düşündükleri alanlara yatırım yapmayı sürdürürler. Ama bundan böyle finans kapitalin hegemonyası altında işleyen bir kapitalizmin irili ufaklı parçalarıdırlar.
İşte Türkiye kapitalizminin 60’lardan 70’lere seyrettiği ve nihayetinde ulaştığı gelişme halkasının özelliği özetle budur. Çeşitli alanlarda iş gören büyük sermaye, kabaca ‘70 dönemeci diyebileceğimiz bir tarihsel kesitte bir mali sermaye sentezine ulaşarak eski döneme son noktayı koymuştur. Böylece Türkiye kapitalizminin gelişme sürecinin sergilediği temel özelliği de vurgulayabiliriz. Kapitalist gelişmenin klasik örneklerinde daha erken fakat daha zamana yayılmış olarak yaşanan bu değişim süreci, Türkiye’de daha geç, başlangıçta daha ağır aksak, fakat belirli bir birikim noktasından sonra son derece hızlı ve sıçramalı olarak ilerlemiştir.
‘70 dönemecinden öteye Türkiye kapitalizminin gelişim öyküsü, artık burjuvazinin tarım, ticaret ve sanayi kesimleri arasındaki çekişmeler temelinde anlatılamaz. Bundan böyle siyasi yaşamda yine pek çok altüstlük yaşanacak olsa da, kapitalist düzen finans kapitalin olgunlaşması ve giderek her alanı ahtapot kollarıyla sarıp hegemonyası altına alması temelinde ilerleyecektir. Ne var ki, büyük burjuvazinin mali sermaye sentezine yükselme süreci her ülkede sancılı ve çelişkilerle yüklü bir süreç olmuştur.
Bu durum kuşkusuz siyasi alanda da yansımasını bulur. Finans kapital bir kez hegemonyayı ele geçirdikten sonra, hangi burjuva partisi iktidara gelirse gelsin, (uygulamadaki nüanslara rağmen) ulaştığı hegemon konumdan geri döndürülemez. Peki bundan böyle olağanüstü rejimlere neden ihtiyaç duyulacak ve bu rejimler ne anlama gelecektir? Bu sorunun yanıtı, artık esasen iki temel sınıf arasındaki çatışmanın seyrine ve ulusal sınırların kapitalist gelişimin önüne diktiği engellerin ne pahasına olursa olsun aşılması ihtirasına düğümlenmiş bulunmaktadır. Finans kapitalin önündeki temel engeller ise şunlar olacaktır: Birincisi, işçi sınıfı mücadelesinin tatlı kârlarla dönen kapitalist çarkları yavaşlatması ya da hepten durdurması tehlikesi. İkincisi, finans kapitalin ulaştığı kapitalist gelişme düzeyinde iç pazarla yetinemeyecek oluşudur. 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinin altında yatan başlıca nedenleri de bu şekilde özetlemek mümkündür.


12 Mart 1971
İlerleyen yıllar içinde Türkiye’de keskinleşen sınıf mücadelesi nedeniyle, burjuva düzenin artık dipten gelen dalgaların tetiklediği sol tandanslı cuntalara tahammülü kalmamıştı. 27 Mayıs’tan sonra gerçekleşen askeri darbeler, burjuvaziyi korkuya sevk eden devrimci durum tehditlerini ortadan kaldırmak amacıyla, ordunun emir komuta zinciri içinde üstten geldiler. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri arasında benzerlikler olmasına karşın, bu darbeleri takiben oluşan siyasal rejimlerin biçim ve kapsamları arasındaki farklılıklar da ihmâl edilmemelidir.
12 Mart darbesiyle oluşan olağanüstü yönetim biçimi, parlamenter işleyişi toptan tasfiye etmeye muktedir olamayan bir yarı-askeri diktatörlüktür. Devrimci hareketteki yükselişi daha ileri boyutlara ulaşmadan engellemeyi amaçlayan bu olağanüstü yönetim dönemini, emperyalizm çağına özgü bir tür Bonapartist rejim çerçevesinde değerlendirenler olabilir. Ne var ki, 12 Mart askeri rejimi bu değerlendirmeyi güçlü kılabilecek özelliklerden yoksundur. Çünkü askeri darbeyi takiben yaşanan olağanüstü yönetim dönemi, burjuvazi ve proletarya arasındaki savaşı bir tür denge rejimi ile baskılamaya çalışan bir devlet biçimi olmamıştır. Tersine, burjuva devletin faşist biçimlenmesini hatırlatırcasına, militan işçi mücadelesine ve devrimci harekete karşı açık bir savaş yürütülmüştür.
Buna rağmen 12 Mart rejimi, kelimenin gerçek anlamında kendi temelleri üzerinde yükselebilen bir “biçim” düzeyine de ulaşamamıştır. İşçi mücadelesini ve devrimci hareketi bastırmak için kullandığı yöntem ve varmak istediği hedef açısından değerlendirecek olursak, sermayenin faşist saldırısının bir provası gibidir. Bu bakımından 12 Mart’ı faşizan bir yarı-askeri diktatörlük olarak niteleyebiliriz. Kaldı ki, daha sonra yaşanan askeri faşist diktatörlük gerçeğinin eşliğinde değerlendirildiğinde, 12 Mart’ın gerçekten de 12 Eylül’ün bir provası mahiyetinde olduğu açıktır.
Dönemin Demirel hükümetine bir muhtıra veren askeri cuntanın, 12 Eylül’de olduğu biçimde parlamenter işleyişi tümden ortadan kaldıracak bir hazırlığı henüz yoktu. Aslında bu hükümet darbesi, genç subayların da içinde olduğu ve ordunun emir komuta zincirini bozma tehdidi içeren bir sol cuntanın (9 Mart cuntası) önünü kesmek amacıyla alelacele planlanmıştı. Bu nedenle de 12 Mart rejiminin generalleri, ordu içinde yürüttükleri operasyonlarla, silahlı kuvvetler içindeki radikal eğilimli, sol Kemalist subayları tasfiye ettiler. Bu tasfiyelerle ordunun üst komuta kademesinde beliren bazı çatlaklar da onarıldı. Ve burjuva devletin bu en güçlü baskı aygıtı, finans kapitalin gelecek bunalımlı günlerinde başvuracağı darbelere daha hazır hale getirildi, güçlendirildi.
Ancak 12 Mart darbesinin dipte yatan esas nedeni, tıpkı 12 Eylül askeri darbesinde olduğu gibi, burjuvazinin artık kendini hissettiren işçi sınıfı hareketinden ve devrimci örgütlenmeden duyduğu korkuydu. Bunun boş bir korku olduğu da söylenemez. Zira o dönemde sendikal hareketi ileri çeken DİSK örgütlenmesi, proletaryanın şanlı 15-16 Haziran direnişi ve işçi sınıfını ilk kez kitlesel ölçekte hareketlendiren bir sosyalist parti olarak Türkiye İşçi Partisinin yükselişi bugün bile ileri örnekler olarak hatırlanmaktadır.
12 Mart olağanüstü rejimi TİP’i kapattı, DİSK’in faaliyetlerini durdurdu, bu örgütlerin yöneticileri hakkında çeşitli davalar açıldı ve bazıları tutuklandı. 12 Eylül döneminden farklı olarak burjuva siyasal partiler kapatılmadı. Fakat dönemin iktidar partisi AP’nin lideri başbakan Demirel, generallerin muhtırası karşısında şapkasını alıp kenara çekildi. Askeri cunta parlamentoyu lağvetmedi, parlamenter işleyişi askıya alarak meclis dışından bir teknokratlar kabinesi atadı.
Sosyalist örgütlerin kapatılması, devrimcilerin tutuklanıp işkencelerden geçirilmesi, devrimci gençlik hareketinin önde gelen üç liderinin asılarak ve diğerlerinin pusuya düşürülerek, bombalanarak öldürülüp gençliğe gözdağı verilmesi bakımından 12 Mart tam anlamıyla 12 Eylül’ün provası gibi oldu. 12 Mart yarı-askeri diktatörlüğü 27 Mayıs’ın getirdiği liberal anayasayı yürürlükten kaldıramadı, fakat onun bazı önemli yönlerini kırptı. Siyasal davaların olağanüstü koşullar altında görülmesi amacıyla tesis edilen Devlet Güvenlik Mahkemelerinin yolunu ilk kez 12 Mart rejimi açtı.
Bu dönemde sendikal hareket ve toplu sözleşme süreci 12 Eylül’de olduğu gibi tam anlamıyla yasaklanmış olmasa da, işçi hareketindeki devrimci yükseliş bir süreliğine kontrol altına alındı. 12 Mart 1971 askeri darbesi, kapitalist gelişmeye bağlı olarak büyüyen ve finans kapital düzeyine sıçrayan burjuvazinin, işçi sınıfı tehdidiyle sarsılan düzenini korumaya yönelik bir girişimdi. Ancak bu girişim, askeri cuntanın yürütme gücünü tamamen kendi elinde toplaması bakımından yeterince elverişli iç ve dış koşullara sahip değildi. Bu nedenle 12 Mart, burjuvazinin yapısal değişim isteğini gerçekleştirme bakımından bir 12 Eylül gibi başarılı olamadı.
Yine de 12 Mart döneminde sermayenin örgütlenmesinde yeni gelişmeler yaşandı. Finans kapital düzeyine ulaşan büyük burjuvazi, bir yandan sanayi-ticaret odaları gibi geleneksel burjuva örgütleri ve işveren sendikaları üzerinde etkinliğini kurmaya çalışırken, diğer yandan da yalnızca kendisine ait bir baskı gücü yaratmaya girişti. Doğrudan finans kapital tarafından kurulan TÜSİAD 1971’de dünyaya gözlerini açtı ve bundan böyle de ekonomik-politik karar mekanizmalarında belirleyici bir rol oynamaya başladı.
Büyük sermaye, işçi hareketinin ve devrimci örgütlenmelerin ezilip uzun süreliğine felç edilmesi bakımından da 12 Eylül’de olduğu biçimde muradına eremedi. 12 Mart yarı-askeri diktatörlük dönemi, neticede iki olağan parlamenter işleyiş arasına sıkışmış bir faşizm provası oldu. Nitekim etkisi de 12 Eylül askeri rejimi gibi uzun sürmedi. 1973’te yapılan parlamento seçimleri döneminde kabaran sol dalganın üzerine binen ve askeri rejime muhalif pozlarla seçimi kazanan CHP lideri Ecevit hükümetiyle birlikte, burjuva düzen tekrar olağan parlamenter işleyiş biçimine döndü.


12 Eylül 1980
Ne var ki bu parlamenter rejim dönemi de fazla uzun süremeyecekti. 1970’lerden 80’lere uzanan süreçte yaşanan ekonomik ve siyasal kriz, yükselen işçi hareketi, devrimci örgütlülük düzeyindeki artış, ayrıca çeşitli uluslararası gelişmelerin üst üste binmesiyle (1979’da İran’da Mollaların iktidara gelmesi, yine aynı yıl içinde Sovyet askeri gücünün Afganistan’a müdahalesi, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik planları nedeniyle Türkiye’de sıkı bir düzen istemi vb.), burjuva düzen derinden sarsılmaya başlamıştı. Devlet koruyucu güçler bir kez daha üniforma ve kılıç kuşanmaya hazırlanırken, büyük sermaye güçleri de tercihlerini yine olağanüstü bir rejimden yana yapacaklardı.
12 Eylül askeri darbesini önceleyen dönemi incelediğimizde, büyük burjuvazinin sanayi, ticaret, bankacılık vb. alanlarındaki çeşitli unsurlarının tam anlamıyla bir mali sermaye oluşumu içinde sentezlenip güçlendiğini görürüz.[151] ‘80 dönemeci, finans kapitalin ülke içinde ahtapot kollarıyla her alanı hegemonyası altına aldığını ve artık dış pazarlarda atılım yapmayı şiddetle istediğini kanıtlayan çok önemli bir dönemeç noktasıdır.
Büyük sermaye bu dönemeç noktasında, gerek içte muazzam bir kapitalist sıçramayı gerçekleştirmek ve gerekse dörtnala dış pazarlara açılmak için önündeki engellere tam bir vuruş yapmaya hazırlanmıştır. Gelişen ve sermaye üzerinde hegemon konuma yükselen mali sermaye açısından, geçmiş dönemlerin iç pazara dönük birikim tarzının yarattığı tıkanıklığın aşılması ve yapısal değişikliklerin gerçekleştirilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Zira Türkiye kapitalizminin uzun yıllar boyunca içe kapalı işleyişinden kaynaklanan yapısal bunalımı iyice olgunlaşmış, çözümü ertelendiği için de problemler alabildiğine büyümüştür.

Ancak yeri gelmişken önemli bir hususun altını tekrar çizelim. 12 Eylül benzeri askeri darbeleri doğuran ortamlar, kapitalist ekonominin döngüsel krizleriyle açıklanamaz. Zira burjuva düzen, içte derin bir siyasal kriz, sınıf savaşımındaki olağandışı bir yükseliş ya da dış dünyadaki sarsıcı değişiklikler gibi faktörler tarafından köşeye sıkıştırılmadığı sürece, son tahlilde bu tür ekonomik krizler gelir gider. Esasen 12 Eylül dönemine denk düşen 1980 24 Ocak ekonomik kararları da olağan bir konjonktür krizinin aşılması amacıyla değil, köklü bir yapısal değişikliğin gerçekleştirilmesi için gündeme getirilmiştir.
Gerçekte 12 Eylül dönemecinde burjuva düzen, ekonomik-toplumsal-siyasal açıdan alabildiğine sıkışık bir vaziyettedir. Büyük sermaye, gerçekleştirmeyi arzuladığı atılımla mevcut durum arasındaki devasa gerilim nedeniyle, ekonomik, siyasal tüm cephelerde saldırıya geçmiştir. Nitekim büyük sermaye, 24 Ocak kararlarıyla dışa açılmanın önündeki engellerin tasfiyesi için yapısal değişim hamlesini başlatırken, 12 Eylül askeri rejimi ile de sınıf hareketinin yükselişini durdurmayı ve burjuva düzeni tehdit eden devrimci durumun ortadan kaldırılmasını amaçlamıştır.
Burjuva düzeni ciddi biçimde tehlikeye sürükleyen ağır bunalım durumlarında, burjuvazi bir çıkış yolu bulmak için, işçi örgütlerinin yarattığı basınçtan kurtulmaya çalışacaktır. Bu örgütleri yok edebilmenin, onları ezip geçebilmenin bir yolunu aramaya koyulur burjuvazi. “İşte o zaman, faşizmin tarihsel rolü başlar” der Troçki. Ve devam eder: “Proletaryanın hemen üstünde yer alan ve onun saflarına itilmenin korkusu içinde yaşayan sınıfları ayağa kaldırır faşizm; resmi hükümetin arkasına saklanarak onları örgütler, askerileştirir ve faturayı finans kapitale gönderir”.[152]
Türkiye’de de böyle olmuştur. Faşizm, 12 Eylül öncesinde birbirini izleyen Milliyetçi Cephe hükümetlerinin arkasına saklanarak, etkisi altına aldığı küçük-burjuva ve lümpen kesimleri örgütleyip askerileştirmiştir. Faturayı da, Troçki’nin dediği gibi finans kapitale göndermiştir. Bu tespit, genel anlamının yanı sıra özel olarak da doğrudur. Unutmayalım ki, düzenini tehdit eden toplumsal kriz ve devrim korkusu geçtiğinde “demokrat” esvaplarını sırtına geçiren büyük sermaye çevreleri ve onların “saygın” örgütleri, Türkiye’de faşist tırmanış döneminde ülkücüler diye anılan faşist güruhu gizliden gizliye destekliyorlardı.
12 Mart örneğinden farklı olarak, 12 Eylül askeri darbesi öncesinde faşizmin iktidara tırmandığı ciddi bir hazırlık dönemi yaşandı. Troçki, burjuva diktatörlüğünün “normal” polis ve askeri kaynaklarının ve bunların parlamenter paravanalarının toplumu bir denge durumunda tutmaya yetmedikleri anda, faşist rejimin zamanının gelmiş olduğuna değinir. Kapitalizm, faşist acente aracılığıyla çıldırtılmış küçük-burjuva kitlelerini, sınıfsızlaşmış ve umutsuzluğa kapılmış lümpen proleter çetelerini harekete geçirecek, bizzat finans kapitalin umutsuzluğa ve cinnete sürüklediği sayısız insanı seferber edecektir.
Nitekim Türkiye örneğinde de MHP, işçi ve emekçi kitlelerin düzen değişikliği yönündeki özlemlerini istismar ederek, küçük-burjuvazinin öfkesini ya da umutsuzluğunu harekete geçirerek ilerledi. Ayrıca MHP’ye bağlı kadrolar ve örgütler, burjuva düzenin kontr-gerilla gibi gizli güçleriyle işbirliği içinde lümpen proletaryadan özel birlikler devşirdiler. İşçi sınıfının militan grevlerini kırmak, önde gelen temsilcilerine saldırılar düzenlemek ve genelde pek çok devrimciyi öldürmek üzere organize edilen bu özel birlikler paramiliter bir faşist örgütlenme görünümündeydi. Amaç toplumun faşist terörle korkutulup sindirilmesiydi.
Bu süreçte mezhep çatışmaları körüklendi, nice kitlesel katliamlar gerçekleştirildi, beş bine yakın insan öldürüldü. ABD emperyalizminin darbe tezgâhçısı CIA ajanlarının desteğiyle ve Türk devletinin kontr-gerilla türü Gladio uzantısı gizli örgütlerinin marifetiyle yürütülen 1 Mayıs 1977 katliamı, işçi sınıfını ve geniş kitleleri terörize edip sindirmeyi amaçlıyordu. İşte 12 Eylül darbesi öncesinde, faşist bir rejime giden yol adım adım böyle döşendi. O dönemde işçi sınıfının öncü unsurları savaşa atılıp geride duranları mücadeleye çekmek istediler, fakat oportünist-reformist liderlikler tarafından engellendiler.[153]
Böylece, sonuçsuz bir gerilim, derin bir huzursuzluk ve nihayetinde de yönsüzlük proletaryayı içten sarstı. Neticede diğer tarihsel örneklerde olduğu gibi, Türkiye’de de askeri faşist cunta, yenilgi ruh haline bürünmüş bir işçi sınıfının üzerine geldi. Dönemin burjuva basını, büyük sermayenin örgütü TÜSİAD’ın orduyu parlamenter işleyişi tamamen ortadan kaldıracak bir darbeye çağıran ilânlarıyla bezendi. Zaten uzunca bir süredir askeri darbe için hazırlanan ordu kurmayı bu davete seve seve icabet edecek ve 12 Eylül askeri darbesi sonucunda beş generalden oluşan Milli Güvenlik Konseyi (MGK), Kenan Evren’in devlet başkanlığı altında tüm yasama ve yürütme yetkisini elinde toplayacaktı. Böylece finans kapitalin kanlı, çıplak diktatörlüğü faşizm de iktidar koltuğuna kurulmuş olacaktı.
12 Eylül karşı-devrimci askeri darbesi ordunun emir komuta zinciri içinde tepeden indiğinde, darbeye ortamı hazırlamış bulunan özel faşist birliklere de MHP’ye de artık ihtiyaç kalmamıştı. Ve darbenin mayalanma döneminde paramiliter çeteleriyle işlevini yerine getiren MHP lideri Türkeş de içeri tıkıldı. Türkeş ve avanesi, ortamı olağanüstü yönetim için hazır hale getirmişlerdi. Fakat 12 Eylül olağanüstü rejimi, iktidarını bu sivil faşist örgütlenmeyle değil, ordu üst kurmayını temsilen faşist bir askeri cunta ile sürdürecekti. Bu nedenle Türkeş’in, “kaderin” kendine ettiği bu oyuna fena içerlediğini ve “fikirlerinin iktidarda, kendilerinin ise hapiste oluşundan” sık sık yakındığını hatırlatalım.
Her ne kadar olağanüstü siyasal rejimlerin tümü burjuvazinin egemenliğinin korunmasına hizmet ediyorsa da, faşist bir rejimin ayrıca kendine özgü yasaları vardır. Faşizm, genelde tüm muhalefetin susturulduğu ve toplumun neredeyse toptan baskı altına alındığı totaliter bir siyasal iktidar biçimidir. Mussolini tipi sivil faşist diktatörler ya da Pinochet ve Evren tipi askeri faşist cuntalar, inanılmaz bir siyasal güçle donanırlar. Burjuva düzenin tüm yürütme gücü faşist yönetimin elinde mutlak anlamda merkezileşir ve hiçbir muhalefete göz açtırılmayan monolitik bir işleyiş oluşturulur. Burjuva siyasetçilerin, hatta burjuva iş çevrelerinin bile eleştirilerini yüksek sesle dile getirebilmeleri olanaksız hale gelir. Kendi kararıyla kendi parlamenter temsil sistemini sona erdiren burjuvazinin işlediği günahın bedelidir bu.
Marx’ın, aslında tüm olağanüstü yönetim biçimlerine denk düşer şekilde dile getirdiği üzere, önce burjuvazi kılıcı tanrılaştırmıştır ve şimdi de kılıç ona hükmetmektedir. O, devlet kuvvetiyle toplumun her türlü hareketini bastırmıştır, şimdi de devlet kuvveti, onun kendi toplumunun her türlü hareketini bastırmaktadır.[154]
12 Eylül darbesiyle birlikte, en önde gelen burjuva siyasal partilerin başkanları, bakanları, lider kadroları ya hapsedildi ya da Demirel ve Ecevit örneğinde olduğu gibi Hamzaköy “dinlenme tesisleri”nde gözetim altına alındılar. Burjuva siyasetçileri, yazarları, gazetecileri çeşitli tehdit ve gözdağıyla susturan askeri cunta, burjuva diktatörlüğünün açık şiddetini, devrimcilerin, sosyalistlerin, işçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütlerinin üzerine kusmaya başladı. Onlarca devrimci darağaçlarında katledildi, düzmece davalarla yıllarca zindanlarda çürütüldü, işkence askeri cuntanın yürütme gücünün sistematik bir parçası haline getirildi; toplum iyice korkutulup sindirildi. 12 Eylül askeri diktatörlüğü parlamenter işleyişi tamamen ortadan kaldırdı, işçi hareketinin tüm örgütlü güçlerini devlet terörüyle ezdi, devrimcilere ve sol örgütlere yönelik açık baskı ve şiddet politikasını egemen kıldı.
Finans kapitalin faşist diktatörlüğü, toplumda mücadeleci işçi hareketine karşı bir nefret yaratıp onun üzerine oturmaya çalışır. 12 Eylül askeri cuntası da örgütlü ve sendikalı işçilere karşı bir tepki oluşturmaya çalıştı. Faşist rejim, sınıfın sendikal örgütlülüğünün parçalanması ve işçi ücretlerinin dondurulması için toplumda bir destek yaratma çabası içine girdi. Faşist cuntanın ilk dönemlerinde, Kenan Evren’in çeşitli yerlerde düzenlediği meydan mitinglerinde, bir otel görevlisinin ücretinin kendi maaşından nasıl da yüksek olduğu örneğini verip durması boşuna değildi. Cunta, sendikal hareketi tamamen dumura uğratacak, grev ve toplu sözleşmeleri yasaklayacak, işçi ücretlerini donduracak kararname ve uygulamaları yürürlüğe soktu. DİSK kapatıldı, malvarlığına el kondu. Türk-İş, askeri rejime boyun eğen korporatif bir sendikal örgütlenmeye indirgenmek koşuluyla açık bırakıldı.
12 Eylül askeri faşist cuntası tüm yasama ve yürütme yetkisini tamamen kendi ellerine almıştı. “Anayasal düzeni koruma” gerekçesiyle iktidara el koyan generaller, bizzat kendileri mevcut Anayasayı bir kenara fırlatıp, yayımladıkları kararnameleri en “yüce” yasa katına yükselteceklerdi. Faşist cunta, “Faşizm zafere ulaştıktan sonra, finans kapital çelik bir mengene gibi bütün egemenlik organ ve kurumlarını, devletin yürütme, idare ve eğitim gücünü; orduyla, belediyelerle, üniversitelerle, okullarla ve kooperatiflerle birlikte bütün devlet aygıtını doğrudan doğruya ve derhal eline geçirir”[155] diyen Troçki’yi doğrular biçimde düzenlemeler yaptı.
Bugün tasfiye edilmesi için onca mücadele edilen YÖK’ün, faşist cunta tarafından kuruluşu bu durumun en çarpıcı kanıtlarından biridir. Kısacası, faşizm genel başlığı altında toparlayabileceğimiz önemli unsurları içeren 12 Eylül askeri cunta dönemi faşist bir diktatörlük oldu.
Faşist iktidar ortalığı düzledikten sonra, dünya genelindeki, ülke içindeki somut koşullara ve siyasal dengelere bağlı olarak, rejim daha uzun bir süre ilk dönemindeki katılığıyla sürüp gidebileceği gibi, giderek gevşeme belirtileri de gösterebilir. Bu durumda faşizm işçi-emekçi kitlelerin yükselen mücadelesiyle yıkılabileceği gibi, olağanüstü rejim biçimleri arasında geçişlerin yer aldığı tepeden kontrollü bir süreç de yaşanabilir.
İkinci durumda, faşizmin çözülüşü olarak adlandırabileceğimiz bir dönüşüm gerçekleşir. Askeri faşist diktatörlük biçimi, örneğin yerini bir tür Bonapartist rejime bırakabilir. Ne var ki, faşist diktatörlüğün işçi-emekçi kitlelerin devrimci başkaldırısıyla devrilemediği ve yerini bir başka olağanüstü yönetim biçimine terk ettiği örneklerde, faşist rejimin yerleştirdiği siyasal işleyiş uzun bir döneme damgasını vuracaktır. İşte Türkiye’de yaşanan da bu olmuştur.
MGK, 27 Mayıs’ın liberal anayasasını işlemez kılmıştı; daha sonra cuntacı generallerin kontrolünde göstermelik bir Danışma Meclisi oluşturuldu. 23 Ekim 1981’de toplanan Danışma Meclisi ile MGK’dan oluşan Kurucu Meclis, askeri cunta yönetimden çekilse bile olağanüstü bir rejimin sürdürüleceği bir anayasa hazırladı. Bu anayasa, cuntacı generallerin uygulama ve eylemlerinden dolayı sorumlu tutulmalarını yasaklıyordu. Ayrıca, en temel demokratik hakların kullanımını “ancak”namelerle kısıtlayan gerici bir içeriğe sahipti.
Yeni anayasa, askeri cuntanın başı Kenan Evren’i yedi yıl süreyle cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtma teklifiyle birlikte 7 Kasım 1982’de halkoyuna sunulacak ve tüm örgütlülüğünü yitirerek atomize olmuş kitleler, tutuklanma ve işkence görme korkusu altında ezici bir çoğunlukla “evet” diyeceklerdi. Böylece askeri diktatörlüğün ürünü olan 1982 Anayasası ve Bonapartist rejimlerde görüldüğü üzere “halkoyuyla” devletin tepesine oturtulan başkanıyla, 12 Eylül rejiminin uzun bir dönem sürekliliği amaçlanmış oluyordu. Olağanüstü rejim biçim değiştirmiş olsa bile, bu amaca ulaşılacak ve takip eden süreçte yapılan seçimlerle, olağanüstü dönemin anayasası ve yürürlükteki kararnameleri altında sözde bir parlamenter işleyişe geçilecekti.[156]
12 Eylül rejiminin ilk döneminde tam bir faşist diktatörlük olarak yapılanan burjuva düzen, büyük sermayenin özlemle beklediği yapısal reformların gerçekleştirilmesi yolundaki siyasal engelleri temizlemiş, meydanı hazırlamıştı. 1983 parlamento seçimleriyle birlikte faşist diktatörlük yerini 12 Eylül rejiminin sürekliliğinin simgesi Evren’in cumhurbaşkanlığı ve Özal’ın liderliğindeki devşirme parti ANAP’ın yürütümünde bir başka tür olağanüstü işleyişe bıraktı. Daha önce kapatılan siyasal partiler üzerindeki yasakların devam ettiği, siyasi yaşamdan uzaklaştırılan burjuva siyasetçilerin haklarının henüz iade edilmediği ve siyasi arenada Özalcı bir yâran takımının sivriltildiği bir dönemdi bu.
1983 yılında yapılan seçimlerle askeri faşist cuntanın yönetimden çekilmesi ve yerini sözde parlamenter bir işleyişin alması, olağanüstü yönetimin faşist diktatörlük biçiminin sona ermesi anlamına gelir. Olağanüstü yönetim, bu kez de Özal başbakanlığındaki 1983-1989 döneminde Bonapartist bir biçim altında varlığını sürdürmüştür. Olağanüstü rejimdeki bu biçim değişikliği, açık savaş yöntemleriyle devrimci hareketi ezip temel görevini yerine getirmesinden sonra, faşist diktatörlüğün Bonapartist bir yönetim doğrultusunda çözülebileceğinin örneğini verir. Finans kapital, giriştiği yeniden yapılanma hamlesini işçi mücadelesinin tekrar kesintiye uğratmasını önlemek ve devrimci hareketin yeniden başını kaldırmasını engellemek amacıyla bu kez de Bonapartist yönetim biçimine ihtiyaç duymuştur.[157]
Dünyada neo-liberal rüzgârların estirildiği bir konjonktürde başbakanlık koltuğuna kurulan Özal, ekonomide estirdiği liberal rüzgârlarla, Thatcherizm, Reaganizm örneklerinin bir benzerinin Türkiye’de Özalcılık olarak yükselişine de isim babalığı yapacaktı. TÜSİAD’ın istemi doğrultusunda, ekonominin dümeninin bizzat 24 Ocak kararlarının mimarı Özal’ın ellerine bırakılmasıyla birlikte, Türkiye’de uzun yıllar boyunca dokunulmazlar listesinde yer alan ekonomik kurallar değişikliğe uğratıldı. Örneğin Türk parasını koruma kanunu gibi ulusalcı ve korumacı önlemler ilga edilerek, dış ticaret rejimi serbestleştirildi.
Özal iktidarı, toplumun tüm çivilerinin yerinden çıkması pahasına, Türkiye kapitalizminin finans kapitalin arzusu doğrultusunda yapısal bir değişim geçirmesini (dışa açılmasını, emperyalist işleyişe daha fazla entegre edilmesini) başardı. Fakat siyasal yaşamda gericiliğin, sendikal ve siyasal yasakların devam ettiği ve faşist cuntanın başlattığı işlerin (siyasi davalar, sistematik gözaltılar, işkence, yargısız infazlar vb.) sürdürüldüğü bir dönem oldu Özal dönemi.
Faşist Evren’in cumhurbaşkanlığı süresinin sona ermesi ve Özal’ın cumhurbaşkanlığı koltuğuna kurulmasıyla birlikte, olağanüstü yönetim biçiminin çözülmesi bakımından yeni ve önemli adımlar atılacaktı. ‘90 dönemecinde eski siyasetçiler üzerindeki yasakların kaldırılması ve yasalarda bazı değişikliklerin yapılmasıyla “normal” bir parlamenter işleyişe geçilmiş gibi görünse de, burjuva düzen bu kez de asker-polis devleti uygulamalarının ağır bastığı bir biçimde[158] varlığını sürdürdü. Böylece, 90’lardan 2002’deki son genel seçimlere kadar ilerleyen süreçte Türkiye, görece olağan bir parlamenter işleyişle olağanüstü denilebilecek bir asker-polis rejiminin sınırında zikzaklar çizdi durdu.
Türkiye gerçekten de, faşizmin güçlü bir işçi mücadelesiyle çökertilmediği durumlarda, faşist diktatörlük biçimini diğer olağanüstü işleyiş biçimlerinin izlediği çarpıcı bir örneği sergiler. 12 Eylül faşist diktatörlük dönemiyle başlayıp, Bonapartist bir yönetim ve asker-polis devleti uygulamalarının ağır bastığı fazlarla ilerleyen süreci, bir bütün olarak 12 Eylül rejimi olarak adlandırmak doğru bir tutumdur. Zira burjuva devletin faşist iktidar biçimi ortadan kalkmış olsa dahi, faşist iktidarın siyasal ve toplumsal yaşamda yarattığı altüstlüğün uzantı ve kalıntıları devam etmiştir. İşte bu nedenle 1983’ten 2002’ye uzanan süreci, 12 Eylül rejimi olarak adlandırmak anlamlıdır. Fakat özel olarak faşist diktatörlüğün çözülüşüyle, genel olarak 12 Eylül rejiminin çözülüşünü de birbirine karıştırmamak gerekir.
1983 parlamento seçimleriyle sözde bir parlamenter işleyişe geçilmiş, ancak olağanüstü rejimin (12 Eylül rejiminin) çözülüşü henüz tamamlanmamıştır. Bu özellik, faşist bir diktatörlüğün kurulması noktasına ulaşamayan 12 Mart rejimiyle, 12 Eylül rejimi arasındaki kapsam farkını da gözler önüne serer. Sermayenin işçi mücadelesine ve devrimci harekete faşizan saldırısıyla, faşizmin gerçekten iktidar olması kesinlikle çok farklı iki durumdur. Ve her iki örneğin, devrimci harekette ve genel olarak siyasal yaşamda yarattığı tahribatın, bunları izleyen süreçteki etkilerinin ne denli farklı olduğu da uzun sözü gerektirmeyecek denli açıktır.
Türkiye örneğinde olduğu gibi, faşizmin çözülerek ortadan kalkması halinde yaşanan sürecin farklı dönemleri hakkında net bir kavrayışa sahip olunmalı. Aksi takdirde, faşizmin iktidarda olduğu dönem ile bu dönemi takiben faşizmin uzantılarının henüz tasfiye edilmediği ve dolayısıyla etkisinin hâlâ hissedildiği dönem birbirine karıştırılacaktır.
Burjuva düzenin gerici ve baskıcı uygulamalara sık sık başvurması gerçeğinin yanlış yorumlanıp sürekli faşizm diye bir teorinin icat edildiğini biliyoruz. Bu görüş Türk sol hareketi içinde oldukça yaygındır. Benzer şekilde, faşizmin iktidarda olduğu dönem ile faşizmin tasfiye süreci de birbirine karıştırılmaktadır. Oysa bu iki ayrı evrenin taşıdığı özellikler farklıdır.
Konuya açıklık getirmek için bir ayrım yapabiliriz. Faşizmin iktidara gelip işini görmesinin ardından, faşist diktatörlük bir başka olağanüstü yönetim biçimine evrilebilir. Fakat sermayenin faşist saldırısının etkisi ve izleri bir çırpıda ortadan kalkmaz. Burjuva devletin faşist diktatörlük biçimi sona ermiştir, ancak işçi sınıfı ve devrimci hareket faşizmin etkisini hâlâ etinde kemiğinde çok canlı biçimde hisseder. Bu evreyi, iktidardaki faşizm döneminin ardından gelen son halka olarak kavramak mümkündür.
Böylece Türkiye’de, faşizmin iktidara tırmandığı 12 Eylül öncesi dönemi, faşizmin iktidarda olduğu askeri cunta dönemini ve nihayet 1983’te cuntanın yönetimden çekilmesinden sonra işlemeye başlayan faşizmin tasfiye dönemini birbirinden ayırt etmiş oluruz. Bu süreç bir anlamda bütünsel bir süreçtir ve tüm evrelerine, sermayenin karşı-devrimci saldırısının adı olan faşizm kavramı eşlik ediyor olabilir. Ama yine de, her bir evrenin kendine özgü anlamını ve sınıf mücadelesinin potansiyelleri açısından taşıdıkları farklılıkları asla gözardı edemeyiz. Nasıl ki faşizmin iktidara tırmandığı dönemi faşizmin iktidarda olduğu evreyle bir tutmak yanlışsa, aynı gerçeklik faşizmin tasfiyesi dönemi için de geçerlidir.
Bu tasfiye dönemi, potansiyel olarak, işçi mücadelesine ve devrimci harekete yeni olanaklar sağlar. Fakat bu potansiyelin yaşama geçirilip geçirilemeyeceği, tamamen o ülkedeki somut duruma, devrimci işçi hareketinin genelde içinde bulunduğu uluslararası ve ulusal koşullara, her şeyden önce de devrimci bir önderliğin olup olmamasına bağlıdır.
Türkiye örneğinden hareketle, faşizmin çözülüş sürecine ilişkin değerlendirme sonuçlarını özetle vurgulayacak olursak şunu söylemek gerekir. Faşizmin devrimci işçi-emekçi mücadelesiyle çökertilmemesi ve etkilerinin uzatmalı bir süreç içinde gıdım gıdım tasfiye edilerek olağan bir işleyiş dönemine geçilmesi, alabildiğine sancılı bir süreçtir. Türkiye’de 12 Eylül faşizminin atomize ettiği, örgütlü mücadeleye karşı derin bir korku aşıladığı işçi sınıfı, uzun süre belini doğrultamayacak denli ağır bir yumruk yemiştir.
Nihayetinde 2002 genel seçimleri dönemecine, devrimci örgütlenmenin inanılmaz ölçülerde gerilediği, geniş işçi-emekçi kitlelerin parlamenter sistem çerçevesinde yaratacakları değişim dışında bir seçenek göremedikleri koşullarda gelinmiştir. 3 Kasım seçimlerinde kitleler, uzun süren baskı, yozlaşma ve yalanlarla dolu karanlık dönemin sorumlusu olarak gördükleri partileri sandığa gömüp, yeni bir alternatif diye baktıkları AKP’yi iktidar koltuğuna oturtmuşlardır.


Sonuç

2002 sonundaki bu dönemeç noktasının anlamını doğru ifade edebilmek için, 12 Eylül askeri darbesiyle kurulan olağanüstü rejimin yarattığı önemli bir sonucun altını çizmek gerekiyor. Türkiye’nin siyasal yaşamında zaten büyük bir ağırlığı olan ordunun rolü, 12 Eylül rejimiyle daha da yoğunlaştırıldı ve pekiştirildi. Türkiye’de ordu kurmayı, Avrupa ülkelerinde görülmeyen bir biçimde siyasetin içinde oldu. Bu askeri bürokrasi, kendisinin siyasal yaşamdaki ağırlığını azaltmaya yönelik burjuva sivil inisiyatifleri bir iç tehlike, rejime yönelik bir tehdit addetti ve tavır aldı. Aslında ordunun iç siyasete müdahalesi bakımından ele alındığında, Türkiye’de istisnasız tüm askeri darbeler bu tavrın şu ya da bu ölçüde yansımalarını içerir.
Bu bakımdan en uç örnek elbette 12 Eylül askeri rejimi oldu. Askeri bürokrasinin parlamenter rejime indirdiği darbeler ve getirdiği yasal düzenlemelerle, bu askeri diktatörlük dönemi, ordunun siyasi yaşamdaki rolünü neredeyse ebedi biçimde garanti altına almayı arzular biçimde yapılandı. Bu durum, askeri cuntanın iktidardan çekilip yerini parlamentoya terk etmiş görünmesine karşın, ordu kurmayının siyasetteki etkisinin güçlenmiş biçimde uzun yılları kapsamasına neden olacaktı.
Kısacası, 12 Eylül darbesiyle iktidara oturan askeri faşist cunta, özellikle dış siyasal dengelerin etkisiyle bir süre sonra yerini sözde bir parlamenter rejime bırakmış olsa da, askeri diktatörlüğün ürünü olan siyasal koşullar o noktada ortadan kalkmadı. Nitekim askeri diktatörlüğün yasal düzenlemeleri, kurduğu olağanüstü mahkemeler, açtığı düzmece siyasal davalar ve işkence, devrimci örgütlenme çabalarını ezen devlet terörü, işçi ve emekçi kitleler üzerindeki olağanüstü baskı politikası, sendikal yasaklar vb. daha uzun yıllar tam gaz varlığını sürdürecekti.
12 Eylül rejimi tartışılırken üzerinden atlanmaması gereken çok önemli bir husus daha var. Türkiye’de faşizmin son buluşu, bir zamanlar İspanya, Yunanistan, Portekiz ya da kimi Latin Amerika ülkelerinde yaşanan sürece benzemedi. Bu ülkelerde kaydedildiği üzere, faşist diktatörlüğün artık gücünü yitirdiği bir süreçte onu alttan gelen bir darbeyle çökerten bir gelişme Türkiye’de yaşanmadı. Keza, yine söz konusu örneklerde gözlemlenen işçi-emekçi kitle hareketi, devrimci ayaklanmalar ve bu yükselişi devrim yolundan geri döndürmek amacıyla burjuva demokrasisinin yeniden inşası yönünde yürütülen hararetli seferberlikler Türkiye’de yer almadı. Askeri faşist diktatörlükleri göçertmek üzere kitlelerin ayağa kalktığı örneklerde, isyancı dalganın zoruyla cuntacı generaller suçlu koltuğuna oturtulurken, Türkiye’de faşist cuntacılar, iktidar makamları sayesinde şişirdikleri cüzdanlarıyla gözden uzak köşelerinde istirahata çekildiler.
Zira Türkiye’de faşizm, işçi mücadelesi ve devrimci hareketin belini doğrultamadığı koşullarda tepeden kontrollü biçimde çözüldü. Bu gelişme, devrimci bir önderlikten yoksun, bilinç ve örgütlülük düzeyi alabildiğine geriletilmiş bir işçi sınıfı gerçekliğine, bir de devrimci işçi hareketini dünya ölçeğinde son derecede olumsuz yönde etkileyen alt üstlüklerin eklendiği bir süreçte yer aldı. Bu nedenle, 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü ile ezilen işçi hareketi, yukarda sıralanan örneklerde yaşanan yeniden toparlanma evresini yaşayamadı. Türkiye işçi sınıfı, faşizme karşı yükseltmeyi başardıkları mücadeleler sayesinde güçlerini ve kendilerine olan güvenlerini yeniden kazanan sınıf kardeşlerinin izinden yürümeye ne yazık ki muvaffak olamadı.
Faşizmin çözüldüğü dönemde Türkiye’de burjuva düzen, bu kez de ezilen Kürt ulusunun başlattığı ulusal kurtuluş mücadelesiyle sarsılmaya başlamıştı. Korkak ve zalim Türk burjuvazisi, kutsal ordusunun bu savaşı ezmesi umuduyla uzun bir süre demokrasiden dem vurmayacak, sesini çıkartmayacaktı. Ne var ki, TC’nin yıllardır kanlı bir bastırma politikası sayesinde yüzleşmekten köşe bucak kaçmayı başardığı Kürt sorununun bu biçimde su yüzüne çıkması, verili tüm siyasal dengeleri altüst edecek, paradigmaları değiştirecek, bir tarihsel-toplumsal katalizör işlevi görecekti.
TC’nin, Türk dilinin hegemonyasına, Misak-ı Milli sınırlarına ve ordunun tanımladığı Türk tipi laiklik anlayışına (yani devletin din işlerine karışması!) dokunulmaya asla yeltenilmemesi gibi örneklerde somutlanan kırmızı çizgileri yıllarca varlığını sürdürdü. Türkiye’de parlamenter rejimin meşruiyet alanını, burjuva düzenin resmi ideolojisi olarak kabul edilen Kemalizm çerçeveledi. Bu durum, anayasalara yansıtılan ve parlamentodaki milletvekili yeminlerinde terennüm edilen, “Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma” benzeri ifadelerde açıkça dile getirildi ve bir üst yasa gibi yıllarca hüküm sürdü. Buna aykırı davranışlar, “anayasayı tebdil, tağyir” ile suçlandı.
Türkiye’deki bu gerçeklik, en çok askeri darbelerde ya da ordu kurmayının siyasi ağırlığını koyduğu dönemlerde varlığını hissettirdi. Nitekim 1991 yılı parlamento açılışında milletvekili yemini sırasında Kürtçe konuşan Kürt milletvekillerinin daha sonra tutuklanıp yıllarca hapislerde çürütülmesi örneği ortadadır. Keza, laiklik elden gidecek yollu provokasyonlarla, seçimle işbaşına gelmiş olan Refah Partisinin ağırlıkta olduğu koalisyon hükümetini alaşağı eden ve bu partiyi kapatan örtük (kimilerinin post-modern dediği) 28 Şubat 1997 askeri müdahalesi hatırlardadır.
Sonuç olarak 1980’den günümüze uzanan süreç irdelendiğinde, Avrupa ülkelerinden farklı olarak, Türkiye’de burjuvazinin olağanüstü yönetim biçiminin ne zaman sona erip ne zaman olağan bir burjuva parlamenter rejime geçildiğini söylemek bir bakıma gerçekten de zordur. Zira burjuva düzen, bir yanda parlamenter bir işleyiş diğer yanda olağanüstü rejimin yerleştirdiği kurum ve uygulamalar olmak üzere bir hilkat garibesi gibi son genel seçimlere dek uzanmıştır. Bir başka deyişle, Batı Avrupa’daki örneklerine oranla zaten çok daha güdük bir demokratik çerçevesi olan Türk parlamenter sistemi, 12 Eylül rejiminin etkisiyle daha da güdükleşmiş biçimde 2002 seçim sandığı sınavına girmiştir. Ve geniş halk kitleleri, statükocu güçlerin temsilcisi olarak gördükleri siyasal partileri bu sınavda çaktırmıştır.
Diğer yandan, Kürt sorunu başta olmak üzere, Kıbrıs, AB gibi yıllardır baskıyla ya da görmezden gelinmeye çalışılarak ertelenen sorunların çorap söküğü gibi peşpeşe gelmesi, büyük sermaye çevreleriyle statükocu kesim arasında giderek derin çatlakların oluşmasına hizmet etti. Bu arada dış dünyada da Sovyetler Birliği ve benzeri rejimlerin çöküşü gibi büyük bir deprem yaşanmış ve dünya dengeleri de tamamen değişmişti.
Türkiye büyük sermaye çevreleri, komünizm “tehlikesi”nin artık bertaraf edildiği düşüncesiyle rahatladılar ve açılan yeni dönemde sermayenin globalleşmesi hedefine kilitlendiler. AB’ye katılmayı düşleyen büyük iş âlemi, bu yeni koşullar nedeniyle Türkiye’de burjuva parlamenter düzenin normalleşmesi için çaba sarf eden bir kesim olarak sahneye çıkıyordu. Statükocu devlet güçleri ise, Kıbrıs sorununda ya da daha fazlasıyla Kürt sorununda görüldüğü gibi, yıllardır alıştıkları baskıcı-otoriter devlet anlayışından ve esasen buradan kaynaklanan ayrıcalıklarından vazgeçmeme çırpınışı içinde her fırsatta bir olağanüstü rejim görüntüsü sergilemekteydiler.
Kemalizm yıllar boyunca, burjuvazinin her başı sıkıştığında sığındığı resmi devlet ideolojisi olarak varlık bulmuştu. Bugünse büyük sermaye, liberal ve “sivil toplumcu” bir söyleme sarılmakta, statükocu devlet güçlerine eleştiriler yöneltmektedir. Siyasal yapılanmada Avrupa tipi bir değişimi arzulamaktadır. (Şu işe bakın ki, bu Avrupa tipi burjuva demokrasisi de günümüzde Türk tipi burjuva demokrasisi doğrultusunda daralma sinyalleri veriyor. Şayet Türk büyük sermayesi muradına erip, diyelim 10-15 yıl sonra AB ile entegrasyonu başarırsa, o buluşma noktası acaba neye benzeyecektir, bu da ayrı bir tartışma konusudur.)

Böyle bir değişim, ona, globalleşen dünyada ekonomik gücünü arttırması ve mümkünse gücünün yetebileceği bazı alanlara yayılması bakımından zorunlu görünmektedir. Büyük sermaye, düzenin devrimci bir işçi hareketi tarafından tehdit edilmediği günümüz koşullarında, yapısal reformlarını gönül ferahlığıyla yaşama geçirmeyi istiyor. Fakat yarın?.. Şayet yarın burjuva düzen devrim tehdidiyle ciddi bir tehlikeye sürüklenirse, büyük sermayenin ne yapacağını, yakın tarihte yaptıklarından hareketle tahmin etmek zor olmasa gerek!
Seçimlerin galibi olarak iktidar koltuğuna oturtulan AKP’nin büyük burjuva çevreler tarafından uzun dönemdir özlemi çekilen istikrarlı bir hükümet olup olamayacağı ya da bu burjuva iktidar konusunda işçi ve emekçi kitlelerin içine düştüğü büyük yanılsamalar gibi hususları şimdilik bir kenara bırakalım. Şu an için açık bir gerçek var. TC’nin uzun yıllarına damgasını basmış bulunan eski burjuva partilerin defterini dürerek AKP’yi siyaset sahnesine yenilikçi, AB yanlısı, demokratikleşmeden yana imajıyla çıkaran son genel seçimler ve yarattığı sonuçlar, 12 Eylül rejiminin tasfiye sürecinde şimdiye kadarki en geniş çaplı değişim olmuştur. AB’ye uyum yasaları çerçevesinde gerçekleştirilen yasal düzenlemelerle –uygulamada devletin asker-polis güçlerinin geleneksel tutumlarını sürdürdüklerini unutmamak koşuluyla!– Türkiye tipi parlamenter rejimin çerçevesi bir ölçüde genişletilmiş ve artık olağan diyebileceğimiz bir yönetim biçimine geçilmiştir.
Fakat AB yanlısı büyük sermaye çevreleriyle statükocu devlet güçleri arasındaki gerilim henüz sona ermemiştir. Bu güçlerin süngüsü son dönemlerde bir hayli düşmüş ve büyük sermayenin yeni tercihlerine bağlı olarak geleneksel yöntemleri artık yıpranmış olsa da, TC’nin resmi çizgisinin dışına çıkmak isteyenler hakkında rejim düşmanı havası yaratma sevdalarını terk etmemişlerdir. Son dönemde yaşanan İmam Hatip Liseleri tartışmasında veya Kıbrıs ya da Kürt sorununda açığa çıktığı gibi, yıllarca olağanüstü rejimler temelinde varlık kazanmış olan devlet güçleri siyasette ikinci sınıf konumuna düşmeyi hazmedememektedirler. Çırpınışlarının nedeni budur.
Vurgulanması gereken önemli bir başka husus daha var. Statükocu siyasal yapılanmada günümüzde cereyan eden değişim sürecinde, iç toplumsal dinamiklerden çok Avrupa Birliği gibi dış faktörlerin etkili olduğu asla gözardı edilemez. Sanki tarih, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşünde büyük oranda dış dinamiğin (yani kapitalist bir dünyanın varlığı ve etkisinin) belirleyici olmasını hatırlatırcasına, bir üst halkada ve kuşkusuz farklı koşullarda kendini tekrar ediyor gibidir. Fakat yanlış anlaşılmasın, bu yalnızca bir benzetme. Artık devir Osmanlı devri değil ve günümüz Türkiyesi, nesnel bakımdan, siyasal yapının baskıcı çerçevesini zorlayacak temel bir iç dinamiğe sahip. Eksik olan, bu iç dinamiği, işçi sınıfının uyuklayan devrimci potansiyelini harekete geçirecek olan öznel faktördür.

Dünyada 80’ler sonrasında esen neo-liberal rüzgârların olumsuz etkisi ve ondan da daha çok 12 Eylül faşist diktatörlüğünün Türkiye’de siyasal yaşamı gerileten, toplumu atomize eden uzun dönemli tesiriyle işçi sınıfı henüz kendini toparlayabilmiş durumda değildir. Ekonomik, siyasal vb. çeşitli mücadele alanlarında işçi sınıfının örgütlülüğü çok ciddi biçimde zayıftır. Bu gerçekliğin olumlu doğrultuda değişikliğe uğratılması, işçi sınıfı devrimcilerinin temel problemidir. Öte yandan, liberal sol çevrelerin, sosyal demokrat bir alternatif yaratabilme aşkına düşen burjuva unsurların dahi pek etki kurabildikleri söylenemez. Bu da burjuva solunun başlıca sorunudur.
Şu an AKP iktidarı altında yürümekte olan “demokratikleşme” sürecinin, AB baskısı ve benzeri dış faktörlerin etkisiyle yol alıyor oluşu bazı burjuva çevreleri endişeye sevk ediyor. Ya işler değişirse, ya bu süreç kesintiye uğrarsa? AB ve ABD arasındaki rekabetten yararlanarak, AB kodamanlarından olumlu vaatler kopartan Türkiye’nin artık AB yolundan çıkmasının, bugün yaratılan iklimde zor göründüğü düşünülüyor. Ama yarın bir yol kazası olmayacağını kim garanti edebilir? Emperyalist güçler arasında kızışan çıkar çatışmalarıyla ısınan ve bu güçlerin yeniden paylaşım savaşlarıyla adeta bir cehennem yerine dönen günümüz kapitalist dünyasında, hele ki Türkiye gibi “sürprizler”e açık bir ülkede her şey olabilir!
AB yanlısı burjuva güçlerle, statükocu burjuva güçler arasındaki gerilim egemen sınıf ittifakı içindeki bir tepişmedir. Bu tepişmede sözde bir anti-emperyalizm adına statükocu güçlerin safına kayan sol çevreler, ya açıkça milliyetçi sol bir tutum içindedirler ya da büyük bir aymazlık. Burjuvazinin iç kapışmalarına taraf olmak işçi sınıfı devrimcilerinin tutumu olamaz. Bırakalım burjuva unsurlar olayları kendi bakış açılarıyla yorumlayıp, kendi dertleriyle halleşsinler. Bizler işçi ve emekçi kitlelerin yaşamını ve geleceğini her zaman çok yakından ilgilendiren ve görevlerimize ışık tutan temel gerçekleri hatırlamak zorundayız.
Birincisi, kapitalizm var oldukça olağanüstü siyasal yönetimler de, askeri darbe ve faşizm tehlikesi de var olacaktır. İkincisi, Türkiye’de bugün TC’nin geleneksel bürokratik yönüne karşı liberal demokrat bir tavır sergileyen büyük sermaye çevrelerinin, yarın sınıf mücadelesinin keskinleşmesi halinde yine üniformalı devlet güçlerini imdada çağıracağı çok açıktır. Üçüncüsü ve son söz: unutmayalım ki, hangi alanda ve hangi kapsamda olursa olsun, ancak örgütlü mücadeleyle elde edilen ve korunan kazanımlar kalıcı olabilir!
Elif Çağlı

Dipnot
[121] Troçki, age, s.350
[122] Engels, “Tarihte Zorun Rolü”, Seçme Yapıtlar, c.3, s.476
[123] Marx, “Burjuvazi ve Karşı-Devrim”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.171
[124] Prusya’da gelenekçi ve tutucu yapısıyla ünlü büyük toprak sahipleri.
[125] Engels, “Almanya’da Köylü Savaşı’na Önsöz”, Seçme Yapıtlar, c.2, s.194
[126] Kuzey Alman Birliği Bismarck’ın tavsiyesi üzerine 1866’da kuruldu. Engels’in Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’na atıfta bulunarak Kutsal Prusya-Alman İmparatorluğu dediği bu kuruluş, Almanya’nın Prusya’nın egemenliği altında birleştirilmesinde en belirleyici adım oldu. Bu Konfederasyonun varlığı 1871’de Alman İmparatorluğu’nun kurulmasıyla son buldu.

[127] Engels, age, s.200 (abç)
[128] Engels, “Konut Sorunu”, Seçme Yapıtlar, c.2, s.414-5 (düzeltilmiş çeviri) (abç)
[129] Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, Seçme Yapıtlar, c.3, s.401
[130] Engels, “Tarihte Zorun Rolü”, age, s.485
[131] Engels, “Almanya’da Köylü Savaşı’na Önsöz”, Seçme Yapıtlar, c.2, s.202
[132] Engels, “Konut Sorunu”, age, s.414 (abç)
[133] Zamanla hız kazanan ve ete kemiğe bürünen bu değişimi, üst bürokratların siyasi mevkilerde elde ettikleri avantajlar sayesinde büyük mülk sahibi olmalarında, emekli generallerin büyük tekellerden kaptıkları yönetim koltukları, okkalı huzur hakları ve pay sahipliğiyle fiilen burjuvalaşmalarında ve daha da ötesi OYAK gibi kurumların finans kapitalin en önde gelen bileşenlerini oluşturmalarında izleyebiliriz.
[134] Engels, “Fransa’da Sınıf Savaşımları’na Giriş”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.235
[135] Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yay., 1997, s.71
[136] Engels, “Tarihte Zorun Rolü”, Seçme Yapıtlar, c.3, s.482
[137] Lenin, Proletarya Enternasyonalizmi, Tan Yay., 1976, s.77
[138] Engels, “Zor Teorisi”, Tarihte Zorun Rolü, Sol Yay, Kasım 1974, s.58-9
[139] Marx, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.481
[140] Marx ve Engels, Collected Works, c.10, s.254
[141] Marx, age, s.574
[142] Marx, age, s.575
[143] Engels, “Rusya’daki Toplumsal İlişkiler Üzerine”, Seçme Yapıtlar, c.2, s.467
[144] Marx, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.609
[145] “Marx’tan Paris’teki P. V. Annenkov’a”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.627
[146] Seçme Yapıtlar, c.2, 502. Burada Marx tam olarak şöyle der: “18 Brumaire’imin son bölümünde, eğer yeniden okursan göreceğin gibi, Fransa’daki gelecek devrim girişiminin, şimdiye değin olduğu gibi, artık bürokratik ve askeri makineyi başka ellere geçirtmeye değil, ama onu yıkmaya dayanacağını belirtiyorum. Kıta üzerindeki gerçekten halkçı her devrimin ilk koşuludur bu.” Burada, gerçekten halkçı devrim kavramıyla kastedilen, toplumsal devrimin, ulusun bütün canlı ve yaratıcı güçlerini eskiyi tasfiye edecek yeni bir çekirdeğin çevresinde, devrimci sınıfın etrafında birleştiren büyük bir toplumsal hareket olmasıdır. Halk devrimi kavramının bu kapsamdaki kullanılışı ile Marksizmin özünü çarpıtan Stalinist “halk devrimi” anlayışı arasında hiçbir ilişki yoktur.
[147] Engels, “Fransa’da Sınıf Savaşımları’na Giriş”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.231
[148] Milli Mücadeleyi başlatan M. Kemal değildir. Birinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye ile İtilaf Devletleri arasında Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesinden sonra, ulusal ve bağımsız bir devletin kurulması amacıyla harekete geçen mülk sahibi ve varlıklı unsurlar, Rumeli ve Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerini kurmuşlardı. Bu cemiyetler merkezi organlar kurarak ve etki alanlarını genişleterek Damat Ferit Paşa’nın İstanbul hükümetinden ayrı bir yönetim odağı oluşturmayı amaçlamaktaydılar. Kemal Mayıs 1919’da Anadolu’ya geçtiğinde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin ileri gelenleriyle temaslarını yaygınlaştırdı ve toplanan çeşitli kongreler sonucunda bu cemiyetler, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirildi. Bu süreçte M. Kemal de hegemonyasını kuracaktı. Bu arada, İstanbul işgal altındaydı ve İtilaf devletleri 1920 Martında işgali fiilen genişletmişlerdi. Bu koşullarda Vahdettin, Nisan 1920’de Meclis-i Mebusan’ı resmen feshetti. Müdafaa-i Hukuk taraftarlarının çoğunlukta olduğu ve Misak-ı Milli’yi kabul eden bu son Osmanlı Meclisi kapatıldıktan sonra, 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM toplandı. Daha sonra Mustafa Kemal, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini kendi başkanlığında Halk Fırkasına ve daha sonra da Cumhuriyet Halk Partisine dönüştürecekti.
[149] Benzer bir gelişmeye, dünya kapitalizmi karşısında çözülen Sovyetler Birliği örneğinde de tanık olduk. Kuşkusuz bu kez yaşanan, sanayileşmiş bir ekonomik yapı üzerinde yükselen modern bürokratik-despotik rejimlerin egemen devlet sınıfı içindeki ayrışma ve dönüşüm idi.
[150] Marx, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.584
[151] Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye’de kapitalizmin daha baştan tekelci bir özellik taşıdığı ve bu nedenle mali sermaye temelinde geliştiğini belirtir. Kapitalist gelişme yoluna geç bir tarihte giren Türkiye’de, devlet kapitalizminin daha baştan tekelci bir özellik taşıdığı doğrudur. Ne var ki, mali sermayenin oluşumu ve egemen konuma yükselmesi, sanayi burjuvazisinin özel sektör temelinde gelişmesine ve yanı sıra yine aynı temelde bankacılık ve finans piyasasının sıçrama kaydetmesine bağlıdır. Bu nedenle, daha baştan tekelci özellik taşıyan Türkiye devlet kapitalizminin bu sürece büyük bir ivme verdiğini ve 1960 sonrasında özel sektörün sanayi atılımıyla birlikte finans kapitalin 70’lerdeki sıçramalı gelişimini mümkün kıldığını söylemek daha doğru olur.
[152] Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, s.152
[153] Bu durumun çok çarpıcı örnekleri vardır. Dönemin en önde gelen sendika liderlerinden DİSK’e bağlı Maden-İş başkanı Kemal Türkler’in faşistlerce katledilmesinden sonra, faşist tırmanışa örgütlü bir saldırıyla yanıt vermeyip, devrimci öfkeyle bilenen işçileri ısrarla mücadeleden geri tutan TKP’nin tutumu özellikle hatırlanmaya değer. Yine hatırlamak gerekir ki, bu oportünist tutum şu ya da bu liderin masum yanlışlarından doğmadı. Resmi komünist çizginin, Almanya’da faşizmin iktidara tırmanış süreci dahil pek çok tarihsel örnekte sergilediği üzere, bu oportünist ihanet politikası Stalinist bürokrasinin genel karakterinden türedi. Zaten birileri masumane yanlışlar yaptığı için oportünizme düşülmez, oportünist liderlikler kendi çıkarlarına göre teori icat ederek işçi hareketini yenilgiye sürüklerler. Nitekim Türkiye’de de TKP liderliği, faşist askeri diktatörlüğün kuruluşunu takiben, bu kez de kendi paçasını kurtarabilmek için cuntayla uzlaşma yolları arayacak ve devrimcilerin işkencelerden geçirildiği bir ortamda, “cunta içinde ılımlı kanatlar var” tarzında teorik kılıflar icat edecekti!
[154] Marx, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.570
[155] Troçki, age, s.164
[156] Bonapartist rejimler parlamentoyu feshedebileceği gibi, sözde parlamenter bir işleyiş altında yürütmenin gücünü merkezileştirerek de var olabilir. Bu bakımdan parlamento ile örtülenmiş olağanüstü yönetim biçimi ancak bu tür Bonapartist rejimlerde görülebilir. Faşizm ise, zaten sermayenin karşı-devrimci çıplak diktatörlüğüdür. “Örtülü faşizm” gibi değerlendirmeler yanlıştır. Esasen bu tür yanlışlar, faşist diktatörlüklerin Bonapartist bir asker-polis devleti doğrultusunda çözülmüş olabileceğini kavrayamayan ya da faşizmin tırmandığı dönemde ortaya çıkabilecek olan sözde parlamenter işleyişi faşist iktidarla bir tutan siyasal yaklaşımların ürünüdür.
[157] Troçki, bu duruma tam denk düşen bir belirlemeyle, burjuvazinin Bonapartizme bazen de iç savaşın yeniden parlamasını önlemek üzere başvurabileceğini belirtmiştir. (Faşizme Karşı Mücadele, s.349)
[158] Burada bir parantez açıp önemli bir hususun altını çizmek gerekiyor. Burjuvazinin yükselen bir işçi hareketini kontrol altına almak için, olağan parlamenter işleyişin çerçevesini daraltarak polisiye önlemleri arttırmasının rejimde yarattığı gericileşme ile, faşizmin çözülüş sürecinde karşımıza çıkabilecek sözde parlamentolu Bonapartist bir işleyişi veya bir asker-polis devleti biçimini birbirine karıştırmamak gerekir. Birinci durumda, burjuva rejimin henüz olağan işleyişi dahilinde ortaya çıkan spazmlar söz konusudur. İkinci durum ise, faşizmin çözülüş sürecinde karşımıza çıkabilecek olan olağanüstü yönetim biçimleridir.
           


Bu Blogda Ara