ANA
MAKSİM GORKİ

BİRİNCİ KISIM
BİRİNCİ BÖLÜM
İşçilerin yaşadığı dış mahallenin dumanı ve yağ kokusu içinde, fabrikanın düdüğü her gün böğürüp
titreşirdi. Asık suratlı, kasları hâlâ yorgun insanlar, ürkütülmüş hamamböcekleri gibi Jblâşla dışarı
fırlardı kül rengi evlerden. Alacakaranlığın soğuğu içinde, kaldırımsız sokaklardan, vıcık vıcık kara
pencereleriyle sakin ve kayıtsız bekleyen yüksek taş binaya doru giderlerdi. Adımları şaklardı çirkefte.
Uykulu, boğuk haykırışlar karşılardı onları, kötü küfürler savrulurdu. Sonra makinelerin boğuk
gürültüsü, istimin homurtusu işitilirdi. Asık suratlı kâra bacalar, mahallenin üstüne kaldırılmış kalın
sopalar gibi gökyüzüne doğru yükselirdi.
Akşam olup da batan güneşin kızıl ışınları pencere camlarını tutuşturunca, fabrikanın taş karnı kusmuk
gibi dışarı atardı öğüttüğü insanları, ve yüzleri isten kararmış işçiler aç insanlara özgü parlak dişlerini
göstererek yeniden sokaklara dolar, ortalığa makine yağı kokuları yayarlardı ekşi ekşi. Artık sesler canlı
ve hatta neşeli çıkardı, çünkü forsalık o gün için son bulmuştu, evde akşam yemeği yiyip dinleneceklerdi.
Fabrika bir gün daha yutmuştu. Makineler, insan kaslarındaki bütün gücü kendi ihtiyaçları için emmişti.
O gün de geçip gitmişti hiç iz bırakmadan. İnsan bir adım daha atmıştı mezarına doğru. Fakat dinlenmek
tatlı şeydi, dumanlı meyhane zevkliydi, ve insan seviniyordu işgününün son bulmasına.
Bayram günleri, saat ona dek uyunurdu. Sonra, ağırbaşlı ve evli kimseler en iyi elbiselerini giyip
kilisedeki ayine giderler, dinsel görevlere karşı gösterdikleri ilgisizlik yüzünden gençleri kı-narlardı.
Kilise dönüşü, yemek yenir ve akşama kadar yatılırdı.
Yıllar boyunca biriken yorgunluk iştah bırakmazdı. Yemek yiyebilmek için, çokları içki içerler, midelerini
kavurucu alkolle uyarırlardı.
Akşam olunca, sokaklarda tembel tembel dolaşılırdı. Lastik çizmesi olan, kuru havada bile çizmesini
giyerdi; şemsiyesi olan, hava güneşli bile olsa, şemsiyesini alırdı.
Birbirleriyle karşılaşınca fabrikadan makinelerden sözeder-ler, ustabaşılara verip veriştirirlerdi.
Sözler, düşünceler, hep çalışmayla ilgili konuları kapsardı. Geçip giden günlerin renksiz tekdüzeliği
içerisinde tek tük basit bir fikir kıvılcımı parlarsa, o bile çoktu. Erkekler eve dönünce kanlarıyla kavga
ederler, çoğu zaman da sille tokar döverlerdi onları. Gençler kahvehanede kalırlar, ya da birbirlerinin
evinde toplanır, akordeon çalar, rezil şarkılar söyler, danseder, edepsizlikler anlatırlar ve içki içerlerdi.
Çalışmaktan bitkin düşen erkekler kolayca sarhoş olurlardı. İçki onları yok yere sinirlendirir ve bu
hastalığa varan sinirlilik, bir yerden patlak vermek isterdi. O zaman, boşalmak için, yoktan bir bahane
icat ederek hayvani bir öfkeyle birbirlerine girerler, kanlı döğüşler çıkardı. Kimileri sakatlanır, arada
sırada ölenler olurdu.
İlişkilerinde, egemen olan duygu onları hep tetikte bulunmaya iten bir öfkeydi. Bu duygu, kaslarının
yorgunluğu kadar kökleşmişti onlarda. Bu ruhsal illet, doğarken babalarından geçmişti, kara bir gölge
gibi mezara dek izlerdi onları, gereksiz gaddarlıklar işletirdi.
Bayram günleri, gençler eve geç dönerlerdi geceleyin; yırtık pırtık giysileri toz toprak çamur içinde,
yüzleri çürüklerle kaplı olurdu. Kötülük dolu bir sesle arkadaşlarına indirdikleri darbelerle övünürlerdi.
Yada öfkeden kudurmuş durumda, uğradıkları hakaretler için hırslarından ağlayarak gelirlerdi; fitil gibi
sarhoş, mutsuz ve tiksindirici, acınacak durumda olurlardı. Kimi zaman ana babalar oğlanlarını bir duvar
dibinde ya da meyhanede sızmış olarak bulurlar, kaldırıp eve getirirlerdi. Sızan oğlan epey dayak ve
küfür yerdi. Onu az çok dikkatlice yatırırlardı. Ertesi sabah düdüksinirli sinirli böğürmeye başlayınca
onu erkenden kaldırıp işe göndermek gerekecekti çünkü.
Oğlanlar çok dayak yer, hakarete uğrarlardı, ama kafayı çekip çekip kavgaya tutuşmalarını yaşlılar
gençlerin hakkı sayarlardı. Onlar da, gençliklerinde, sarhoş olup dövüşmüşlerdi. Onlar da ana
babalarından dayak yemişlerdi. 'Yaşam böyle geçerdi. Bulanık bir su gibi, ağır ağır ve hiç durmadan
akar, yıllar birbiri
ardından geçer giderdi. Her geçen gün, aynı düşünce ve davranış alışkanlıklarından eski ve inatçı
alışkanlıklardan yapılıydı. Kimse bu durumu değiştirme isteği duymazdı.
Kimi zaman nereden geldikleri bilinmeyen yabancılar türerdi mahallede. Önce, tanınmadıkları için
dikkati çekerlerdi. Sonra, çalıştıkları yerlerden sözederek biraz merak uyandırırlardı. Daha sonra yeni
bir şey görmenin çekiciliği aşınır, silinir giderdi. Yeni gelenlere de alışırlardı ve artık dikkat
çekmezlerdi. Anlattıkları şeyler şunu kanıtlardı ki, işçinin yaşantısı nereye gitsen hep aynıdır. Öyleyse
bu yaşantıdan sözetmenin ne gereği var?
Ama bazen de, mahallede hiç işitilmemiş yeni şeyler söy- leyen kimseler çıkagelirdi. Onlarla
tartışmazlar, yalnızca dinler- lerdi. Ama söylediklerine inanmazlardı. Garip lafları kimilerini için için
kızdırır, kimilerini de kaygılandırırdı. Kimileri de belirsiz bir umuda kapılıp heyecanlanır ve bu yararsız,
bu sıkıcı duyguyu gidermek için daha çok verirlerdi kendilerini içkiye.
Mahalleliler bir yabancıda olağandışı bir şey sezdiler mi, ona karşı uzun süre hınç duyarlar ve içgüdüsel
bir tiksintiyle davranırlardı. Sanki onun yüzünden sönük, zor, ama düzenli ve sakin yaşantılarının
bozulacağından korkarlardı. Sürekli bir güç tarafından ezilmeye alışık oldukları için hiç bir iyileşme
beklemezler, her değişikliğin ancak boyunduruklarını daha da ağırlaştırmaktan başka bir işe
yaramayacağına inanırlardı.
Yenilikten sözedenler mahalle sakinlerinin sessizce uzaklaştıklarını görürlerdi. O zaman, ortadan yok
olurlar, başka yere gitmek için yola çıkarlardı. Fabrikada kalsalar bile bir köşeye çekilirler, tekdüze işçi
kitlesi içinde erimeyi başaramazlardı...
İnsanlar bu biçimde elli yıl kadar yaşarlar, sonra ölürlerdi...
İKİNCİ BÖLÜM
Çilingir Mihail Vlasov'un yaşantısı da böyleydi. Aksi, kıllı kötü gülüşlü bir adamdı. Gür kaşlar altında
kuşkuyla bakan küçük gözleri vardı. Fabrikanın en iyi çilingiri, mahallenin Herkül'ü idi, ama az parası
kazanırdı, çünkü üstlerine karşı kaba davranırdı. Her pazar birisini tepelerdi. Herkes ondan nefret
eder, ondan
korkardı. Onu da pataklamayı denemişler, ama başaramamışlardı. Viasov kendisine saldırılacağım
görünce bir taş, bir tahta, bir demir parçası yakalar, bacaklarını açıp sağlam durur, sessiz sedasız
düşmanını beklerdi. Gözlerinden boynuna kadar uzanan bir sakalla örtülü yüzü ve kıllı elleri herkese
dehşet verirdi. Özellikle gözlerinden korkarlardı, karşısındakini çelik matkap gibi delen küçük
gözlerinden. Onunla göz göze geldiler mi, korku nedir bilmeyen, acımasızca vurmaya hazır vahşî bir güç
karşısında bulunduklarını hissederlerdi. Boğuk bir sesle:
«Siktirolun, leşler!» derdi.
İri sarı dişleri yüzündeki gür kılların ortasında parıldardı. Hasımları ona hakaretler, küfürler
yağdırırlar, ama korkup geri çekilirlerdi. O yine:
«Leşler!» diye bağırırdı.
Biz gibi delici, kötü bakışlı gözleri ateş saçardı. Sonra başını dikip meydan okur, onları kovalar,
kışkırtırdı:
«Hadi bakalım, kim istiyor ölmek?»
Kimse istemezdi ölmek...
Az konuşurdu. En çok, «leş» sözcüğünü kullanırdı. Fabrikanın ustabaşısına da «leş» derdi, polise de.
Karısına hitap ederken de bu sıfatı kullanırdı:
«Pantolonlarımın yırtık olduğunu görmüyor musun, leş?»
Oğlu Pavel on dört yaşına varınca bir gün, Viasov onu saçlarından yakalamaya heveslendi. Gelgelelim
Pavel ağır bir çekiç kaptı ve kısaca:
«Bana dokunma...» dedi.
«Nasıl?» dedi baba.
Ve körpe bir kayınağacı üzerine düşen bir gölge gibi, narin, fidanboylu oğlanın üzerine yürüdü.
«Yeter.» dedi Pavel. «Beni dövmene izin vermem artık...»
Ve çekici kaldırdı.
Baba oğlana baktı, ellerini arkasına kavuşturdu, pis pis gülerek:
«İyi ya...» dedi.
Sonra derin derin içini çekerek ekledi:
«Leş oğlu leş!»
Az sonra karısına şöyle dedi:
«Artık benden para isteme. Geçimini Pavel sağlayacak...»
Kadın cesaret aldı:
«Yani bütün paranı içkiye mi vereceksin sen?»
«Bu senin üzerine vazife değil, leş. Bir metres tutacağım...»
Metres falan tutmadı, ama, o günden sonra öldüğü güne kadar, yani aşağı yukarı iki yıh, ne oğlunun
yüzüne baktı, ne de ona bir söz söyledi.
Kendisi kadar iri ve kıllı bir köpeği vardı. Hayvan her gün fabrikaya kadar sahibine eşlik eder ve akşama
da onu kapıda beklerdi. Pazar günleri, Viasov kahvehaneleri dolaşırdı. Hiç ağzı-*| açmadan yürür,
yanından geçenleri süzerdi. Birisini arıyormuş gibi davranırdı. Köpek bütün gün sahibinin ardından
giderdi. Viasov sarhoş sarhoş eve dönünce, sofraya oturur, köpeğe kendi tabağından yedirirdi. Onu asla
ne döver, nede hırpalardı, ama okşamazdı da. Yemekten sonra, eğer karısı sofrayı zamanında
kaldırmadıysa, masanın üzerinde ne var ne yok hepsini yere fırlatır, önüne bir şişe votka kor, sırtını
duvara dayar, ağzını açar, gözlerini yumar, avazı çıktığınca şarkı söylerdi. Boğuk sesi, işitenlerin içini
karartırdı. Şarkının hüzünlü ve kaba sözleri, bıyıkları arasından anlaşılmaz biçimde ve tekdüze çıkar,
kıllara takılan ekmek kırıntıları yere dökülürdü. Çilingir, kocaman parmaklarıyla sakalını tarayarak şarkı
söylerdi. Şarkının ezgisi kışın kurtların ulumasını andırırdı. Şişede votka kaldığı sürece şarkıyı
kesmezdi. Sonra sedirin üzerinde bir yana yıkılır, ya da başını masaya koyup fabrika düdüğü çalıncaya
dek sızar kalırdı. Köpek yanıbaşında yatardı.
Fıtıktan öldü. Tam beş gün yatağında debelenip durdu. Yüzü mosmor kesilmişti. Gözleri kapalıydı.
Dişlerini gıcırdatıyordu. Arada sırada:
«Bana fare zehiri ver, zehir...» diyordu.
Doktor lapa verdi, ama mutlaka ameliyat etmek gerektiğini, hastayı hemen hastaneye kaldırmalarını
söyledi. Viasov dişleri a-rasından homurdandı:
«Canı cehenneme... yalnız başıma da ölebilirim ben! Leş!»
Doktor gidince, karısı, iki gözü iki çeşme, ameliyata razı olması için zorladı onu. Viasov yumruğuyla
kadına gözdağı vererek:
«Eğer iyileşirsem, çok çekersin elimden!..» dedi.
Bir sabah, iş başı düdüğü çalarken öldü.
Tabutun içinde ağzı açık yatıyordu. Fakat kaşları çatık, suratı öfkeliydi. Karısı, oğlu, köpeği, fabrikadan
kapıdişarı edilmiş ayyaş hırsız Danilo Vesovşikov ile mahallenin birkaç fukarası, ölüyü gömdüler. Pavel'in
gözünden bir damla yaş akmadı. Cenaze kortejine rastlayanlar duruyor, haç çıkarıyor ve yanındakilere
şöyle diyordu:
«Pelageya onun ölmesine sevinmiştir herhalde...»
Ve hemen sözlerini düzeltiyorlardı:
«Ölmesine değil, gebermesine!..»
Tabut çukura indirildikten sonra herkes evine döndü. Ama köpek orada kaldı, taze atılmış toprağın
üzerinde yattı, havla-maksızın uzun süre mezarı kokladı. Birkaç gün sonra öldürüldü. Kim öldürdü,
bilinmez...
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Babasının ölümünden on beş gün kadar sonra bir pazar günü, Pavel Vlasov eve sarhoş döndü.
Sendeleyerek odaya girdi, yumruğunu babası gibi masaya indirerek:
«Yemek ver!» diye bağırdı.
Anası yaklaştı, yanına oturdu, oğlunu kucaklayıp başını göğsüne bastırdı. Oğlan, elini anasının omuzu*na
dayayıp geri itti ve:
«Hadi bakalım, ana, kıpırdan biraz!» diye bağırdı.
Kadın Pavel'in direncini kırdı, hüzünlü ve okşayıcı bir sesle:
«Bacaksız budala!» dedi.
Pavel homurdandı:
«Sonra, pederin piposunu ver, tütün içeceğim...»
Dili zor dönüyordu ağzında.
İlk kez sarhoş olmuştu. Alkol, vücudunu zayıflatmış, ama bilincini yoketmemişti! bir soru dolaşıp
duruyordu kafasında:
«Sarhoş muyum?.. Sarhoş muyum?..»
Anasının okşamaları onu ^tandırdı, gözlerindeki hüzün ise duygulandırdı. Canı ağlamak istiyordu. Bu
isteği yenmek için, olduğundan daha sarhoş gösterdi kendini.
10
Ana, birbirine karışmış, terden ıslanmış saçlarını okşuyor, tatlılıkla konuşuyordu.
«Bunu yapmamalıydın...»
Oğlanın içi bulandı. Arka arkaya şiddetli kusmalardan sonra, ana onu yatağa yatırdı, solgun alnına ıslak
bir havlu koydu. Oğlan kendine geldi biraz, gelgelelim çevresindeki her şey dönüyordu, gözkapaklan
kurşun gibiydi, ağzında tiksindirici ve acı bir tat vardı. Kirpikleri arasından anasının büyüyen yüzüne
bakıyor, kafasından karmakarışık düşünceler geçiyordu:
«Benim için daha çok erken, ötekiler içiyorlar, ama onlara bir şey olmuyor. Bense... içtim mi
kusuyorum...»
Anasının tatlı sesi çok uzaklardan geliyordu sanki:
«İçmeye başlarsan beni nasıl geçindirebileceksin?..»
Gözlerini yumdu:
«Herkes içiyor...» dedi.
Palegeya içini çekti. Hakkı vardı oğlanın. Meyhaneden başka gidilecek yer yoktu keyiflenmek için.
Kadıncağız bunun böyle olduğunu bilirdi bilmesine ya, yine de şu karşılığı verdi:
«Sen içme! Baban senin payına da çok içti. Ve bana çok acı çektirdi... Biraz acımalısın anana...»
Pavel bu hüzünlü ve tatlı sözleri dinliyordu. Anasının hep dayak yeme kaygısı içinde geçen siiik, sessiz
yaşantısını anımsıyordu. Son zamanlarda, babasıyla karşılaşmaktan kaçınmak için Pavel pek evde
kalmamış ve anasını biraz unutmuştu. Şimdi ise, yavaş yavaş ayıldıkça, durgun gözlerle anasına
bakıyordu.
Uzun boylu bir kadındı. Hafifçe kamburu çıkmıştı. Sürekli çalışmaktan ve kocasının kötü
davranışlarından, vücudu harap olmuştu. Bir şeye çarpmaktan çekiniyormuş gibi biraz yan yan sessizce
yürürdü, kırışıklarla kaplı, şişkince, geniş oval yüzünde, kenar mahalle kadınlarının çoğundaki gibi
karanlık, üzgün, kaygılı gözleri parlardı. Derin bir yara izi sağ kaşını biraz yukarı kaldırırdı. Sağ kulağı
da öbüründen daha yüksekmiş gibi dururdu. Kaygıyla kulak kabartıyormuş gibi bir hali vardı hep. Gür
siyah saçlarında tutam tutam ak saçlar ilk bakışta keskin bir karşıtlık yaratırdı. Tepeden tırnağa tatlılık
ve hüzünlü bir tevekkül okunurdu bu kadında...
Gözyaşları ağır ağır yanaklarından aşağı süzülüyordu. Oğlu yumuşak bir sesle:
11
«Ağlama!» dedi. «Bana su ver!»
«Sana buzlu su getireyim...»
Gelgelelim dönünceye dek oğlan çoktan sızıp kalmıştı bile. Ana, oğlunun başucunda bir an hareketsiz
durdu. Testiyi tutan eli titriyor, buz parçası testinin çeperlerine çarparak hafif bir tıkırtı çıkarıyordu.
Ana, su kabını masanın üzerine bıraktı, kutsal tasvirlerin önüne sessizce diz çöktü. Dışarda yükselen
sarhoş naraları pencere camlarını zangırdatıyordu. Sisli sonbahar gecesinin karanlığında bir akordeon
sesi yükseliyordu. Birisi şarkı söylüyordu çığlık çığlığa. Bir başkası iğrenç küfürler savuruyordu. Kaygılı,
kızgın ve yorgun kadın sesleri geliyordu...
Vlasov'ların küçük evinde yaşam eskisinden daha durgun, daha sessiz, ve öteki evlerdekinden biraz
farklı biçimde sürüp gitti. Vlasov'ların evi anacaddenin ucunda, bir bataklıkta son bulan kısa ama dik bir
yokuşun yakınında bulunuyordu. İnce bir bölmeyle ayrılmış ufak bir oda ve mutfak, evin üçte birini
kaplıyordu; ana bu odada yatardı. Geri kalan bölümü iki pencereli dörtköşe bir odadan ibaretti; bir
köşede Pavel'in yatağı, öbür köşede bir masa ile iki sedir vardı. Birkaç sandalye, bir çamaşır dolabı,
dolabın üzerinde ufak bir ayna, giysilerin korunduğu bir sandık, duvarda bir saat ve bir köşede iki ikon,
evin eşyasını tamamlamaktaydı.
Pavel, bir delikanlıya yakışan her şeyi yaptı: bir akordeon, bir gömlek, kolalı bir göğüslük, gözalıcı bir
kravat, lastik çizmeler, bir baston satın aldı, tıpatıp yaşıtlarına benzedi. Akşamları eğlenmeye giderdi.
Kadril ve polka öğrendi. Pazarları adamakıllı içtikten sonra dönerdi eve, ama bir türlü votkaya
alışamıyordu. Ertesi günü başı ağrıyor, midesi yanıyor, bitkin ve benzi soluk oluyordu.
Bir gün anası sordu:
«Nasıl, dün akşam iyi eğlendin mi?»
Oğlan sinirli sinirli karşılık verdi:
«Sıkıntıdan patladım! Balık avına gitsem daha iyi olacak. Ya da kendime bir tüfek satın alırım belki.»
İyi çalışırdı. İşi hiç aşmazdı. Ceza yemezdi. Az konuşurdu. Anasınınki gibi iri, mavi gözlerinde
hoşnutsuzluk okunurdu. Tüfek satın almadı, balık avına da gitmedi, ama bütün delikanlıların ortak
yaşantısından gittikçe yüz çevirdi, gece eğlentilerine pek
12 -
gitmez oldu. Pazar günleri, nereye giderse gitsin, içki içmederv eve dönüyordu artık. Gözünden hiç bir
şey kaçmayan ana, oğlunun, süzüldüğünü, bakışının daha ciddileştiğini ve dudaklarına garip, sert bir
çizginin yerleştiğini görüyordu.
Sessiz bir öfke ile doluydu sanki, ya da bir hastalık kemi-riyordu onu için için. Önceleri arkadaşları onu
görmeye gelirlerdi. Ama şimdi onu hiç evde' bulamadıklarından, artık uğramıyor-lardı. Ana, Pavel'in
fabrikada çalışan gençlere artık öykünmediğini sevinçle görmekteydi. Ama herkes gibi yaşamamakta
ayak dirediğini farkedince, gizli bir tehlike sezer gibi oldu.
«Pavel, yavrum, iyi değil misin?» diye sorardı bazen.
«Yooo, iyiyim!» diye karşılık verirdi oğlan.
Ana içini çekerdi:
«Ne kadar zayıfsın!»
Pavel eve kitaplar getirmeye başladı. Gizliden gizliye okuyor, sonra bir yere saklıyordu. Bazen kitaptan
bir pasaj kop-¦(¦ ya ediyordu bir kâğıda, kâğıdı da saklıyordu.
Birbirlerini pek göremiyorlar, az konuşuyorlardı. Sabahları tek söz söylemeksizin çayını içer, işine
giderdi. Öğleyin, yemeğe gelirdi. Sofrada havadan sudan birkaç iaf ederlerdi, sonra akşama dek yine
yokolurdu ortadan. Akşam işten dönünce özene bezene yıkanır, çorbasını içer, sonra oturup kitaplarını
okurdu uzun uzun. Pazar günleri sabahtan çıkıp gider, gece geç saatte dönerdi. Pelageya kente,
tiyatroya gittiğini biliyordu. Ama kentten kimse gelmezdi onu görmeye. Gün geçtikçe oğlunun daha az
konuşkan olduğunu düşünüyor, ara sıra anlamadığı bir takım yeni sözcükler kullandığını da farkediyordu.
Üstelik, eskiden her zaman söylediği terbiyesizce, kaba sözler artık çıkmıyordu ağzından.
Davranışlarında, ananın dikkatini çeken yeni ayrıntılar göze çarpıyordu. Örneğin züppelik etmekten
vazgeçmişti, bedinini ve giysilerini temiz tutmaya daha çok özen gösteriyordu. Sonra, yürüyüşü daha
serbest, daha rahat dış görünüşü daha yalın, daha yumuşak oldu. Bütün bunlar anasını kaygılandırıyordu.
Ona karşı davranışında da değişiklik vardı. Bazen odasını süpürüyor, pazarları yatağını kendisi
düzeltiyor, genel olarak anasının işini hafifletmeye çalışıyordu. Mahallede hiç kimse böy-t le
davranmazdı...
Bir gün, eve bir tablo getirip duvara astı. Resim, birbirleriyle
13
konuşa konuşa yürüyen üç kişiyi canlandırıyordu. Pavel konuyu şöyle açıkladı:
«Dirildikten sonra Emmaus'a giden İsa'nın tasviri bu!»
Pelageya tabloyu beğendi, şöyle düşündü:
«İsa'yı sayarsın ama kiliseye gitmezsin...»
Pavel'in bir marangoz arkadaşı güzel bir raf yapmıştı ona. Rafın üzerindeki kitaplar gün geçtikçe
çoğalıyordu. Oda hoş bir görünüşe bürünüyordu.
Pavel Pelageya'ya «Ana» diyor, «siz» diye hitap ediyordu, ama bazen sevgi ve sevecenlik belirten
sözcükler de kullanıyordu:
«Bu akşam geç döneceğim, anne merak etmeyesin...»
Pelageya bu sözler altında önemli ve ciddî bir şeyler gizli olduğunu seziyor ve bu, onun hoşuna gidiyordu.
Ama kaygısı artıyor, geçip giden günler onu yatıştırmıyordu. Olağanüstü bir şeyin önsezisi kemiriyordu
içini. Zaman oluyor, oğluna karşı hoşnutsuzluk duyuruyordu.
«İnsan erkek gibi yaşar,» diye düşünüyordu. «Bu ise, keşişe benziyor... Fazla ağırbaşlı... Bu yaşta olmaz
bu...»
Sonra kendi kendine:
«Acaba bir sevgilisi mi var?» diye düşünüyordu. İyi ama, kızlarla ilişki kurmak içi para gerek; oysa Pavel
hemen tüm kazancını anasını bırakırdı.
Böylece haftalar, aylar, yıllar geçti. İki .yıl. İki yıl sürdü bu sessiz, bu düşüncelerle ve gittikçe artan
belirsiz korkularla dolu garip yaşantı.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Bir akşam, yemekten sonra, Pavel perdeleri çekti, başının üstünde duvara asılı petrol lambasının altında
bir köşeye oturdu, okumaya başladı. Anası bulaşıkları yıkadıktan sonra mutfaktan çıkıp kararsız
adımlarla yaklaştı. Pavel başını kaldırdı, ne istediğini sorar gibi yüzüne baktı.
«Yok... bir şey yok, Pavel, benim...» dedi ona.
Ve utangaç bir tavırla kaşlarını kaldırıp hemen odadan çıktı.
14
Bir an mutfağın ortasında durdu; düşünceliydi, kaygılıydı. Uzun uzun ellerini yıkadı ve oğlunun yanına
döndü. Alçak sesle:
«Sana sormak istiyordum,» dedi, «nedir o habire okuyup durduğun kitap?»
Pavel kitabını bıraktı:
«Otur, anne...»
Oğlunun yanına oturdu, doğruldu, pek önemli bir şey bekli-yormuş gibi dikkat kesildi. Pavel anasına
bakmaksızın, sert bir tonla, usulca konuşmaya başladı:
«Yasak kitaplar okuyorum. Bu kitapları okumayı yasaklıyorlar, çünkü bizim işçi yaşantısı üzerine
gerçekleri yazıyor orada, jfiizlice basılıyor bunlar. Eğer bizim evde bulurlarsa, beni hapse gönderirler...
gerçeği bilmek istediğim için hapse tıkarlar. Anlıyor musun?»
Ana birden güçlük çekti solumakta. Bulanık gözlerini oğluna dikti. Onu değişmiş gibi gördü, yabancı gibi.
Sesi de başka-laşmıştı, daha iyi çınlıyor, daha kalın, daha dolu çıkıyordu. İnce uzun parmaklarıyla yeni
biten bıyıklarını buruyordu. Garip, dalgın bakışı boşluğa dalıp gidiyordu. Oğlu için duyduğu korku ve
.acıma anayı heyecanlandırdı.
«Niçin yapıyorsun bunu, Pavel?» diye sordu.
Oğlan başını kaldırıp anasına baktı, bağırmadan, serinkanlılıkla yanıtladı:
«Gerçeği bilmek istiyorum»
Sesi alçak, ama sertti. Gözleri inatla parlıyordu. Ana, oğlunun kendini esrarlı ve müthiş bir şeye kesin
olarak adadığını anladı. Yaşamda ona her şey kaçınılmaz gibi gelmişti, düşünmeden her şeye baş eğmeye
alışıktı. Söyleyecek söz bulamadı. Yüreği acı ve kaygıyla burkuldu ve usul usul ağlamaya başladı.
Pavel tatlı bir sesle:
«Ağlama! »dedi.
Oğlu veda ediyormuş gibi geldi anaya.
«Sürdüğümüz yaşamı düşün bir! Kırk yaşındasın, ama gerçekten yaşadın mı hayatı? Babam seni döverdi...
Şimdi anlıyorum neden dövdüğünü: acının, onu boğan yaşamdan duyduğu acının hıncını senin
kaburgalarından alıyordu, ve bunun nedenini anlamıyordu. Otuz yıl çalıştı. İşe başladığı zaman fabrikanın
ancak iki binası vardı, şimdi yedi oldu binalar!»
15
Oğlunun sözlerinden ürküyor, ama onu dinlemeye de doya-mıyordu. Delikanlının gözleri parlıyordu.
Güzeldi, duruydu bu sözler: Göğsünü masaya dayamış» anasına sokulmuştu, öylesine sokulmuştu ki
nerdeyse onun gözyaşlarıyla ıslanan yüzüne dokunacaktı. İlk kez anlatıyordu okuduklarından
öğrendiklerini. Kendisine göre apaçık gerçek olan her şeyi anlatıyordu. Bildiklerinden gurur duyan,
öğrendiği şeylerin gerçek olduğuna dine inanır gibi inanan bir öğrencinin tüm coşkusuyla, gençliğin
sarsılmaz inancıyla anlatıyor, anlatıyordu. Anasına anlatmaktan çok, kendi kanılarını yoklamak için
konuşuyordu. Zaman zaman, aradığı sözcükleri bulamayınca susuyordu. O zaman, anasının yüzünü, korku
ve şaşkınlık dolu buğulu gözlerini görüyordu. Acıdı ona. Konuşmasını sürdürdü, ama bu kez anasından,
onun sürdüğü yaşamdan sözetti.
«Ne zevk tattın ki? Yaşamında hoş bir şey oldu mu hiç?»
Ana dinliyor, başını üzüntü ile sallıyordu. Bilmediği, tanımadığı yeni duygular, acı ve sevinçten oluşan
karmaşık şeyler duyuyordu içinde. Bu duygular tatlı tatlı okşuyordu onun yaralı yüreğini. Kendisinden,
yaşantısından bu dille sözedildiğini ilk kez işitmekteydi. Bu sözler, içinde çoktandır .uyuklayan belirsiz
düşünceler uyandırıyordu, usul usul duyumsuzluğun sönük duygusunu, çok gerilerde kalan gençliğin
izlenimlerini canlandırıyordu. Kız arkadaşlarıyla geçen çocukluğunu anlattı, her şeyden uzun uzun
sözetti. Gelgelelim, öbürleri gibi kendisi de yakınmaktan başka bir şey bilmezdi. Yaşamın neden bu denli
acılı ve zor.olduğunu kimse açıklamazdı. Am» işte şimdi kendi oğlu yanıbaşında oturmuştu, ve onun
gözleri, yüzü, sözleri kendisini duygulandırıyordu. Anasının yaşantısını bu kadar iyi anlayan, çektiklerini
anlatan, acıyan bir oğlu olduğu için gurur duyuyordu.
Analara açınılmaz.
Bilirdi bunu. Kadınların yaşantısını konusunda Pavel'in bütün söyledikleri gerçekti, acı gerçek. Göğsünde
tatlı duygular kıpırdanmaktaydı. Bilmediği bu tatlılık gönlünü ısıtıyordu.
«Peki, ne yapmak istiyorsun?»
«Öğrenmek, sonra da başkalarına öğretmek. Biz işçiler okuyup öğretmeliyiz. Yaşamın bizler için neden
bu kadar zor olduğunu bilmeli, anlamalıyız.»
Oğlunun hep ciddî ve sert bakan mavi gözlerinin şimdi böy-
16
leşine sevecenlik ve tatlılıkla pariadığını görmek, ana için büyük zevkti. Pelageya'nın dudaklarında hafif
bir gülümseme belirdi. Kırışık yanaklarındş hâlâ yaşlar titreşiyordu, ama kıvançlıydı. İki duygu arasında
bocalıyordu. Bir yandan, yaşamdaki acıların nedenlerini bu kadar iyi gören oğlundan gurur duyuyordu;
ama onun, genç olmasına karşın arkadaşları gibi konuşmadığını ve kendisi de dahil herkesin sürdüğü
tekdüze yaşantıya karşı tek başına savaşa girişmeye kararlı olduğunu da düşünüyordu. Ona şöyle demek
istiyordu: «Ama yavrucuğum, sen ne yapabilirsin ki?»
Ne var ki, bu kadar akıllı bir genç olup çıkan oğluna hayranlıkta kusur edebileceğinden çekiniyordu.
Gerçi onu biraz da ya-barçbı bulmuyor değildi ya, neyse...
Anasının dudaklarında gülümseme, yüzünde dikkat, gözlerinde sevgi gördü Pavel. İnandığı gerçeği ona
anlatabildiğim' sandı. Konuşma gücünden duyduğu gurur kendisine karşı güvenini artırdı. Ateşli ateşli
konuşuyordu. Kâh alay ediyor, kâh kaşlarını çatıyordu. Zaman zaman kin fışkırıyordu sesinden. Anası bu
haşin sesleri işitince ürküyor, başını sallıyor, alçak sesle soruyordu:
«Ya! Demek öyle, Pavel!»
Delikanlı kesin bir sesle:
«Evet!» karşılığını veriyordu.
Ve halkın iyiliğini isteyenlerden sözediyordu. Doğruyu ektikleri için hayata düşman olanlarca vahşî
hayvanlar gibi kovalanan, hapse atılan, zindana tıkılan kimselerden...
«Böyle adamlar gördüm ben!» diye haykırdı. «Onlar, dünyada bulunan insanların en iyileri.»
Sözünüyşttiği bu adamlar anasına dehşet veriyordu. Kadıncağız «Öyle Bait» diye bir daha sormak
istiyordu. Ama bunu bir türlü göze atlamıyor, gevşiyor, kendisi için anlaşılmaz kimseler olan o adamlar
konusunda Pavel'in anlattıklarını dinliyordu; oğluna onlar öğretmişlerdi bu pek tehlikeli konuşma ve
düşünme biçimini.
«Nerdeyse gün doğacak, gidip yatsan olmaz mı?»
Ve anasına doğru eğilerek:
«Ne dediğimi anladın mı?» diye srrdu.
Ana / F: 2
17
Kadın içini çekti:
«Evet!»
Gözlerinden yine yaşlar boşaldı. Hıçkırdı.
«Mahvedeceksin kendini!» diye ekledi.
Pavel kalkıp birkaç adım attı odanın içinde.
«İşte, ne yaptığımı, nereye, gittiğimi biliyorsun şimdi. Her şeyi anlattım sana... Yalvarırım, anne, eğer
beni seviyorsan tutma beni!..
Anası:
«Canım yavrum!» diye haykırdı. «Bana hiç bir şey söyleme-seydin daha iyi olurdu belki!»
Pavel anasının elini tutup kuvvetle sıktı. Kadıncağız, bu sıcacık «anne» sözüne ve bambaşka el sıkışına
şaşıp kalmıştı. Sık sık soluyarak:
«Canını sıkacak hiç bir şey yapmam,» dedi. «Yalnız, dikkatli ol, çok dikkatli ol!»
Oğlunun neden sakınması gerektiğini kendisi de bilmiyordu. Hüzünlü hüzünlü ekledi.
«Gittikçe zayıflıyorsun...»
Sağlam, düzgün vücudunu okşayıcı bakışlarla süzdü, alçak sesle çabuk çabuk:
«Tanrı seni korusun!» dedi. «Nasıl istersen öyle yap, sana engel olmam. Senden bir tek şey istiyorum:
başkalarıyla konuşurken ihtiyatlı ol! İnsanlardan sakınmak gerek. İnsanlar birbirlerinden nefret
ediyorlar! AçgözlüdiMer, çekemezler. Kötülük etmekten mutluluk duyarlar. Sen onlara gerçek yüzlerini
göstermeye, onları yargılamaya başlarsan sana kin bağlarlar, mahvederler seni!»
Pavel kapının yanında ayakta duruyor, bu acı sözleri dinliyordu. Gülümsedi:
«İnsanlar kötüdürler, evet. Ama ben dünyada doğru bir şey olduğunu öğrendim öğreneli, onlar daha iyi
görünüyorlar!..»
Yeniden gülümsedi.
«Nasıl olduğunu ben de anlamıyorum! Çocukken herkesten korkardım... Büyüyünce, kimilerinden
alçaklıkları için nefret ettim, kimilerinden de... ne için olduğunu bilmiyorum, öyle nefret ettim işte!
Şimdi ise hepsi değişti gözümde. Galiba acıyorum
18
Io
nlara... bilmiyorum nasıl oldu, ama hepsinin de rezilliklerinden sorumlu olmadıklarını anlayınca'yüreğim
yumuşadı...»
İçinden gelen bir sesi dinler gibi bir an sustu, sonra düşünceli düşünceli sürdürdü.
«İşte insan böyle erişir gerçeğe!»
Ana, gözlerini kaldırıp oğluna baktı.
«Ne kadar değişmişsin sen!» diye mırıldandı, «öyle korkutuyorsun ki beni, aman yarabbim!»
Pavel yatıp uyuyunca, ana sessiz sedasız kalktı, usulca onun yatağına yaklaştı. Pavel sırtüstü uyuyordu.
Yağız. İnatçı, sert yüzü beyaz yastığın üzerinde beliriyordu. Ana, ellerini göğsü üzerinde kavuşturmuş,
gecelikle, yalınayak, yatağın yanında duruyordu. Dudakları sessizce kımıldıyordu. Birbiri ardından iri
yaşlar akıyordu gözlerinden.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Ve sakin yaşantıları sürüp gitti. Yine eskisi gibi hem birbirlerinden uzak, hem birbirlerine yakındılar.
Hafta ortasına rastlayan bir bayram günü, Pavel evden çıkarken:
«Cumartesi günü kentten konuklarım gelecek,» dedi.
Ana:
«Kentten mi?» diye sordu, ve ansızın hıçkırmaya başladı.
Pavel'in canı sıkıldı:
«Ama anne, ağlayacak ne var bunda?» diye haykırdı. '
Ana, önlükle yüzünü silerek içini çekti:
«Bilmiyorum... öyle... geldi işte...»
«Korkuyor musun?»
«Evet,» diye itiraf etti.
Pavel anasına doğru eğildi, bir çocuğu azarlıyormuş gibi sinirli sinirli:
"Hepimiz korkudan geberiyoruz zaten!» dedi. «Bizi yönetenler de bu korkudan yararlanıp bizi daha
fazla korkutuyorlar.»
Ana:
«Kızma!» diye inledi. «Nasıl korkmam? ömrüm boyunca hep korku içinde yaşadım!..»
19'
Pavel yumuşadı, hafif bir sesle:
«Bağışla beni,» dedi. «Başka türlü yapamam.»
Ve çıkıp gitti.
Ama üç gün korku içinde yaşadı. O adamların, her halde korkunç kimseler olan yabancıların, evine
geleceklerini düşündükçe, yüreği yerinden oynuyordu. Oğluna onlar göstermişlerdi şimdi tuttuğu yolu...
Cumartesi akşamı Pavel fabrikadan döndü, yıkandı, üst baş değiştirdi, anasının yüzüne bakmaksızın:
«Gelirlerse, hemen döneceğimi söyle,» dedi. «Ve korkma, lütfen...»
Yine dışarı çıkıyordu. Kadıncağız bitkin bir halde sedirin üzerine bıraktı kendini. Pavel kaşlarını çattı:
«Acaba... dışarı çıkmak ister miydin?» diye sordu.
Ana kırıldı. Başını salladı:
«Hayır. Ne diye dışarı çıkayım?»
Kasımın sonlarıydı. O gün don yapmış, sonra da ince, toz gibi bir kar yağmıştı. Uzaklaşan Pavel'in
ayakları altında karın gıcır gıcır ses çıkardığını işitti. Gecenin yoğun, hareketsiz, korkutucu karanlığı
pusuda bekler gibi pencere camlarına yapışıyordu. Ana, ellerini sedire dayamış, gözlerini, kapıya dikmiş,
bekliyordu...
Acayip kılıklı kötü yaratıkların karanlıkta her yönden eve doğru süzüldüklerini sanıyordu. İki büklüm,
sağa sola bakınarak sessiz adımlarla yaklaşıyorlardı sanki.' işte gerçekten birisi yürüyordu evin
etrafında, duvarı elliyordu.
Bir ıslık sesi yükseldi, ince hüzünlü, tatlı bir ses, gecenin karanlığında titreşti, yaklaştı bir şey arar gibi.
Sonra, pencerenin altında birdenbire sustu; sanki tahta bölmeye saplanmıştı.
Kapının önünde ayak sesleri vardı. Ana titredi, yerinden kalktı. Gözleri büyüdü.
Kapı açıldı. Önce kocaman pelüş kalpaklı bir baş göründü. Sonra uzun bir vücut eğilerek usulca içeri
girdi, doğruldu, sağ kolunu telâşsız yukarı kaldırdı, derin bir soluk aldı, göğüsten gelen derin bir sesle:
«İyi akşamlar!» dedi.
Ana sesini çıkarmadı, yalnızca eğilerek aldı selâmı.
20
«Pavel yok mu?»
Adam ağır ağır kürklü ceketini çıkardı, bir ayağını kaldırıp çiz-mesindeki karı kalpağıyla silkti, sonra
öbür ayağındaki karları düşürdü, kalpağını bir köşeye fırlattı, uzun bacakları üzerinde sallana sallana
odayı girdi. Bir iskemlenin yanına gitti, sağlam olup olmadığını anlamak istercesine ötesini berisini
inceledi, sonunda oturdu, eliyle ağzını kapatarak esnedi. Yusyuvarlak bir kafası vardı. Saçları çok kısa
kesilmiş, sakalı tıraşlıydı. Uzun bıyıklarının uçları sarkıktı. Kül rengi iri patlak gözleriyle odayı gözden
geçirdi, bacak bacak üstüne attı, iskemlesinde sallanarak sordu:
«Bu kulübe sizin mi yoksa kirada mısınız?»
Karşısında oturmakta olan Pelageya:
«Kiradayız,» diye yanıtladı:
«Pek de ahım şahım bir yer değil hani!»
Pelageya usulca:
«Pavel şimdi gelecek, bekleyin,» dedi.
Uzun boylu konuk, sakin sakin:
«Ben de bekliyorum zaten!» dedi.
Sakin duruşu, tatlı sesi ve yüzündeki yalınlık anayı yüreklendirdi. Adam içtenlikle, dostça bakıyordu
kendisine. Saydam gözlerinin içinde neşeli bir ışık yanıyordu sanki. Uzun bacaklı, köşeli, kamburca
vücudunda, karşısındakinin sempatisini çeken hoş bir şey vardı. Mavi bir gömlek, paçaları çizmelerinin
içine sokulmuş siyah pantolon giymişti. Ama, kim olduğunu, nereden geldiğini, oğlunu çoktan mı tanıdığını
soracak oldu. Ama adam ansızın tüm vücuduyla ileri geri sallanarak:
«Küçükanne, kim deldi alnınızı öyle?» diye sordu.
Sesi teklifsizdi. Işıl ışıl gözlerinde hoş, aydınlık bir gülümseme görülüyordu. Ama sorduğu şey
Pelageya'nın canını sıkmıştı. Dudaklarını sıktı, bir an sessiz durduktan sonra soğuk bir nezaketle cevabı
yapıştırdı:
«Sizin neyinize gerek, beyefendiciğim?»
Adam boyluboyunca Pelageya'ya döndü:
«Kızmayın canım! Sormamın nedeni şu ki, analığımın alnında da sizinki gibi bir çukur vardı. Kocası olacak
kundura tamircisi, kalıpla vurmuştu da. Analığım çamaşırcıydı, adam da kunduracı. Beni evlât edindikten
sonra rastlamış o ayyaşa; nerede
21
rastlamış bilmem. Hay rastlamaz olaydı! Herif döverdi kadıncağızı. Daha neler neler! Ödüm patlardı
ondan...»
Bu içtenlik karşısında ananın öfkesi geçti. Bu orijinal adama aksilendiğimi Pavel bilse, kızar herhalde,
diye düşündü. Kabahat işlemiş gibi gülümsedi:
«Kızdığım yok, ama beni öyle bir sorguya çektiniz ki... böyle birdenbire... Kocamın marifeti bu... Allah
rahmet eylesin!.. Siz Tatar mısınız?»
Adam irkildi. Yüzüne öylesine geniş bir gülümseme yayıldı ki, kulakları bile ensesine doğru çekildi. Sonra
ağırbaşlılıkla:
«Henüz hayır,» dedi.
Ana şakayı kavradı, gülümsedi.
«Konuşmanız bir Rus'un konuşmasına benzemiyorda!» dedi.
Konuk , başını salladı, neşeyle haykırdı:
«Ben Rusçayı bir Rus'tan daha iyi konuşurum. Ben Küçük-rusyalıyım, Kanyev kentindenim.»
«Buraya geleli çok oldu mu?»
«Bir yıla yakın, kentte kaldım. Şimdi bir aydır burada, fabrikadayım. İyi insanlar buldum burada,
oğlunuz, ve başkaları...»
Ve bıyığını burarak:
«Buraya yerleşmek istiyorum...» dedi.
Adamdan hoşlanmıştı. Oğlundan övgüyle sözetmesi minnettarlık yaratmıştı içinde. Şükranını belirtmek
isteğiyle:
«Çay içersiniz tabii,» dedi.
Konuk, omuzlarını silkti:
«Yalnız başıma içmeyeceğim ya?» karşılığını verdi. «Herkes geldikten sonra ikram edersiniz...»
Ananın korkuları yeniden canlandı. 'Allah vere de hepsi bunun gibi olsa!' dileğinde bulundu içinden.
Evin girişinde yine ayak-s.esleri vardı. Kapı hızla açıldı. Ana ayağa kalktı. Genç bir kızın girdiğini görünce
pek şaştı. Kız kısa boyluydu. Basit bir yüzü vardı, bir köylü yüzü. Açık renk saçları örgülüydü.
«Geç kalmadım ya?»
Küçükrusyalı:
«Yo, tam tersine,» dedi. «Yaya mı geldiniz?»
22
«Elbette! Siz Pavel'in annesi misiniz? İyi akşamlar! Adım Nataşa...»
«Ya soyadınız?»
«Vasiliyevna... Ya sizinki?»
«Pelageya Nilovna.» .- «Gördünüz mü işte, tanışmış olduk şimdi...»
Ana hafifçe iç geçirdi:
«Evet,» dedi,
Ve gülümseyerek genç kızı süzmeye başladı.
Küçükrusyalı, kızın soyunmasına yardım etti.
«Soğuk mu?»
«Evet, kırlar çok soğuk. Rüzgâr var...»
Sesi pürüzsüz, ağzı küçük ve etliydi. Tümüyle tombul ve körpe bir kızdı. Mantosunu çıkardıktan sonra
soğuktan kızarmış küçük elleriyle pembe yanaklarını hızlı hızlı ovdu ve hemen odaya girdi. Potinlerinin
topukları tahta döşemede takırdıyordu. Ana:
«Lastik çizmesi yokmuş!» diye düşündü.
Genç kız tir tir titriyordu. Sözcükleri uzatarak:
«Eveeet...» dedi. «Dondum vallahi!»
Ana mutfağa doğru giderek:
«Size hemen bir çay hazırlayayım,» dedi telâşla. «Isınırsınız.»
Genç kızı çoktandır tanıyor ve müşfik bir anne gibi seviyor-, du sanki, öyle bir duyguya kapılmıştı.
Mutfaktan, odada konuşulanlara gülümseyerek kulak kabarttı.
«Neşeli görünmüyorsunuz, Nakhodka (1)!»
Küçükrusyalı alçak sesle:
«Şöyle böyle...» diye karşılık verdi. «Bu dul kadının gözleri keskin, belki anamın gözleri de bununki gibi
diye düşünüyordum. Ben sık sık anamı düşünürüm de... ve bana hep sağmış gibi gelir...»
«Öldüğünü söylerdiniz ya?»
«Hayır, ölen analığım, beni evlâtlık edinen kadın. Ben gerçek anamdan sözediyorum. Kiev'de bir yerde
dilendiğini. Ve de vot-
(1) Anası babası bilinmeyen «bulunmuş» çocuk demektir, (ç.n.)
23
ka içtiğini... Ve sarhoş olunca polislerin onu dövdüklerini düşünürüm.»
Ah! Zavallı adam!' diye düşündü ana, ve içini çekti.
Nataşa, çabuk çabuk, ateşli ateşli ama sesini yükseltmeden konuştu. Sonra, Küçükrusyalının sesi yeniden
çınladı:
«Siz daha genceciksiniz, arkadaş, fazla geçim sıkıntısı çekmediniz. Bir çocuk dünyaya getirmek kolay
değil, onu iyi yetiştirmek daha da zor...»
'Bak hele!' dedi ana içinden., Küçükrusyalıya biriki tatlı söz söylemek isterdi. Ama kapı açıldı, Nikolay
Vesovşikov ağır adımlarla içeri girdi. Koca hırsız Danilo'nun oğlu, tüm mahallede yabani olarak tanınırdı.
Daima insanlardan kaçardı. Somurtkandı. Toplumla bağdaşmaz yaradılışı yüzünden onunla alay ederlerdi.
Pelageya şaşkınlıkla sordu:
«Ne istiyorsun, Nikolay?»
Nikolay, elmacık kemikleri çıkık çopur yüzünü geniş avu-cuyla sildi, boğuk bir sesle:
«Pavel burda mı?» diye sordu.
«Hayır.»
Odaya bir göz attı, sonra içeri girdi:
«İyi akşamlar, arkadaşlar...»
Ana: 'O da mı bunlardan?' diye düşündü. Hoşuna gitmemişti bu. Nataşa'nın neşeli ve sevecen bir tavırla
elini Nikolay'a uzattığını görünce pek şaştı. m
Sonra, gencecik iki oğlan geldi. Hemen hemen çocuk sayılabilirlerdi. Onlardan birini tanıyordu Pelageya.
Adı Teo idi, fabrikada çalışan Sizov adında yaşlı bir işçinin yeğeni. Köşeli bir yü- ¦ zü, çok yüksek alnı
ve bukleli saçları vardı. Öbür oğlanın saçları düzdü. Alçakgönüllü görünüyordu. Onu tanımıyordu ana.
Ama onun görünüşü de hiç korkunç değildi. Sonunda Pavel geldi. I Yanında iki arkadaşı vardı. Ana
ikisini de tanırdı, fabrikada işçiy- 1 diler.
'
«Çay mı hazırladın? Sağol,» dedi. Pavel tatlılıkla.
Ana farkında olmadan duyduğu gönül borcunu nasıl belirteceğini bilemedi.
«Votka almak gerekir mi?» diye sordu. .j
Pavel sevecen bir gülümseme ile karşılık verdi:
24
«Hayır, gereği yok.»
Ana, sesini daha da alçalttı:
«Bunlar mı o tehlikeli adamlar?»
«Evet, bunlar!» dedi. Pavel ve odaya geçti.
Ana, neşeli neşeli:
«İyi,» dedi.
Ama içinden de 'Daha çocuk bu!' diye düşündü.
ALTINCI BÖLÜM
Kaynayan semaveri odaya getirdi. Konuklar masanın çevresinde sıkışmışlardı. Nataşa eline bir kitap alıp
bir köşede, lambanın altında oturmuştu.
«İnsanların neden bu kadar kötü yaşadıklarını anlamak için...» dedi.
Küçükrusyalı söze karıştı:
«Ve bizzat insanların da neden bu kadar kötü olduklarını anlamak için...»
«Yaşama nasıl başladıklarına bakmak gerek...»
Ana bir yandan çay hazırlarken, bir yandan da mırıldandı:
«Bakın evlâtlarım, bakın!»
Hepsi sustular. Pavel kaşlarını çatarak sordu:
«Ne diyorsunuz, anne?»
«Ben mi?» .
Ana, herkesin kendisine baktığını görünce sıkıldı.
«Hiç, öyle, kendi kendime konuşuyordum!..»
Nataşa gülmeye başladı. Pavel gülümsedi. Küçükrusyalı:
«Çay için teşekkürler, küçükanne,» dedi.
Ana:
«Daha çayı içmeden teşekkür ediyorsunuz!» diye karşılık verdi.
Sonra oğluna bakarak ekledi.
«Acaba sizi rahatsız mı ediyorum?»
Cevabı Nataşa verdi:
Siz ev sahibesisiniz, nasıl rahatsız edebilirsiniz konuklarınızı?»
25
Ve çocuksu bir sesle sızlandı:
«Çabuk, çay verin bana, Pelageyacığım. Titriyorum... Ayaklarım buz kesildi!»
Ana, telâşla:
«Hemen, şimdi!» dedi.
Nataşa bir fincan çay içti, derin derin soludu, saç örgüsünü omuzu üzerinden arkaya attı ve sarı kapaklı,
resimli bir kitabı okumaya başladı. Ana, fincanları takırdatmamaya çalışıyor, çayları dolduruyor, genç
kızın uyumlu ve pürüzsüz sesine kulak kabartıyordu. Semaverin tatlı fokurtusu kıza eşlik ediyordu.
Kitapta, mağaralarda yaşayan, yırtıcı hayvanları taşlarla öldüren vahşi ve ilkel insanların öyküsü
anlatılıyordu heyecanlı bir şerit gibi. Harika bir masaldı sanki. Pelageya birkaç kez oğluna baktı göz
ucuyla. Bu masalda yasaklanacak ne var diye sormak istiyordu.
Gelgeldim, çok geçmeden öyküyü izjemekten yoruldu ve konuklarını incelemeye koyuldu.
Pavel, Nataşa'nın yanında oturuyordu. Aralarında' en yakışıklısı oydu. Kitabın üstüne eğilmiş olan genç
kız, alnına dökülen perçemini sık sık geriye itiyordu. Başını sallıyor, kimi konularda kişisel görüşünü
anlatmak için kitabı bırakıyor, bakışını dinleyicilerin üzerinde gezdiriyordu dostça. Küçükrusyalı, geniş
göğsünü masanın köşesine dayamış, bıyığının kıvrık uçlarını görmeye uğraşıyor, şaşı bakıyordu.
Veşovşikov ellerini dizlerine koymuş, bir manken gibi kaskatı oturmuşty iskemlesinde. İnce dudaklı,
kaşsız, çopur suratı bir maske kadar kımıltısızdı. Yumuk gözlerini semaverin parlak bakırına dikmiş,
inatla kendi yüzünü seyrediyordu. Hiç solumuyor gibiydi. Küçük Teo, kızın okuduğuna kulak
kabartıyordu; kitaptaki sözcükleri içinden yineliyor-muşçasına dudakları sessizce oynuyordu. Arkadaşı
ise dirseklerini dizlerine dayamış, yanaklarını avuçlarının içine almış, öne doğru eğilmişti; düşünceli
düşünceli gülümsüyordu. Pavel'le gelen oğlanlardan biri kıvırcık kızıl saçlıydı, neşeli yeşil gözleri vardı.
Bir şey söylemek istiyor olacak ki, sabırsızlıkla sallanıp duruyordu. Öbürü sarışındı, saçları kısa
kesilmişti, yere doğru eğdiği başını sıvazlıyordu boyuna; yüzü görünmüyordu. Odada hoş bir hava
egemendi. Ana, o zamana dek hiç tatmadığı bir rahatlık duyuyordu. Nataşa bıkıp usanmadan okumayı
sürdürürken, Ana kendi gençliğini delikanlıların kaba sözlerini, sinik şaka-
26
larını, leş gibi içki kokan soluklarını anımsıyordu. Anımsadıkça da kendi kendine acıyordu.
ölen kocasının evlenme önerisi geldi aklına. Bir gece eğlentisinde, evin karanlık antresinde yakalamış,
duvara sıkıştırıp bütün ağırlığıyla üzerine abanmış, boğuk, öfkeli bir sesle:
«Benimle evlenir misin?» diye sormuştu.
Pelageya kendini hakarete uğramış sayarak adamın elinden kurtulup kaçmak istemişti. O ise burnunu
çekiyor, sıcak ve nemli soluğunu yüzüne veriyor, memelerini yoğurarak göğsünü acıtıyordu.
i. «Nereye gidiyorsun?» diye kükremişti, «sorduğum şeye karşılık ver önce.»
Utancından soluğu kesilen, onuru kırılan Pelageya ağzını aç- « mamıştı. Birisi kapıyı açında, adam, hiç
istifini bozmaksızın onu salıvermiş ve:
«Pazar günü seni isteteceğim,» demişti.
Ve sözünde durmuştu.
pelageya gözlerini yumdu, derin derin içini çekti.
Birden, Vesovşikov'un hoşnutsuz sesi yükseldi:
«İnsanların önceleri nasıl yaşadıklarını bilip de ne yapa-- cağım! Şimdi nasıl yaşamalı? Onu bilmek
istiyorum ben.»
Kızıl saçlı oğlan ayağa kalkarak:
«Tamam,» dedi. «Asıl sorun bu!»
«Ben bu kanıda değilim!» diye bağırdı Teo.
Tartışma başgösterdi. Haykırışmalar bir ateşin alevleri gibi fışkırıyordu. Ana, niçin bağırdıklarını
anlamıyordu. Tüm suratlar heyecandan kızarmıştı, ama hiç kimse sinirli değildi, hiç kimse alışılagelen
kaba sözler söylemiyordu. Ana:
'Kızdan sıkılıyorlar da ondan,' diye düşündü.
Nataşa'nın ciddî yüzüne bakmak hoşuna gidiyordu. Kız, hepsini dikkatle süzüyordu. Bir anne çocuklarına
nasıl yaparsa, öyle.
Nataşa birdenbire:
«Durun arkadaşlar!» dedi.
Hepsi sustular, bakışlarını kıza çevirdiler.
«Her şeyi bilmemiz gerektiğini söyleyenler doğru söylüyorlar. Evin ışığı bizleri de aydınlatmalıdır. Eğer
karanlık içinde bulu-
27
nanları aydınlatmak istiyorsak, bütün soruları dürüstlükle, gerçeğe uygun biçimde yanıtiandırabilmeliyiz.
Bütün doğruları, bütün yalanları bilmemiz gerek...»
Küçükrusyalı dinliyor, cümlelerin akışına uyarak başını sallıyordu. Vesovşikov, kızıl saçlı olan ve Pavel'le
birlikte gelen işçi, ayrı bir küme oluşturuyorlardı. Ana onlardan hoşlanmıyordu, nedenini kendisi de
bilmiyordu.
Nataşa sözünü bitirince, Pavel ayağa kalkıp serinkanlılıkla sordu:
«Bizim istediğimiz, karnımızı tıkabasa doyurmak mı yalnız?» Ve üç oğlanın yüzüne bakarak kendi
sorusunu kendisi yanıtladı:
«Hayır! Boğazımızı sıkanlara, gözlerimizi kapatanlara göstermeliyiz ki, biz her şeyi görüyoruz, ne
aptalız, ne de hayvan; yalnızca yemek değil, yaşamak da istiyoruz, yaşama lâyık yaratıklar olarak
yaşamak! Düşmanlarımıza şunu göstermeliyiz ki, bize empoze ettikleri forsa yaşantısı, akıl yoluyla
onlarla boy ölçüşmemize, hatta onlardan daha üstün olmamıza engel olamaz!..»
Ana dinliyor, oğlunun bu kadar güzel konuşmasından duyduğu gurur onu ürpertiyordu.
Küçükrusyalı:
«Karnı tok olan çok, namuslu adam yok!» dedi. «Bu çürümüş yaşantının bataklığında, bizleri iyilik ve
kardeşliğin egemen olacağı yeni bir dünyaya götürecek bir köprü kurmalıyız. İşte buna çalışacağız biz,
arkadaşlar!»
Vesovşikov boğuk bir sesle:
«Dövüşme zamanı gelince tırnak temizlemekle oyalanılmaz!» diye karşılık verdi.
Ayrıldıkları zaman geceyarısını geçmişti. Önce Vesovşikov-'la kızıl saçlısı gittiler. Bu da hoşuna gitmedi
ananın. Onların ve-dasına karşılık verirken: «Şunlara bak hele, nasıl acele ediyorlar!» diye düşündü
öfkeyle.
«Bana eşlik edecek misiniz, Nakhodka?» diye sordu Nataşa.
Küçükrusyalı:
«Elbette!» dedi. v
28
Nataşa mutfakta giyinirken, ana şöyle dedi ona:
«Çoraplarınız böyle havalar için çok ince! Size yün çorap örmemi ister misiniz?»
Nataşa gülerek:
«Teşekkür ederim, Pelageya,» dedi. «Yün çorap kaşıntı yapıyor.»
«Ama ben size kaşıntı yapmayanını örerim.»
Nataşa gözlerini biraz süzerek baktı dul kadına. Ana bu bakıştan sıkıltı sesini alçaltarak:
«Aptallığımı hoş görün,» diye ekledi. «İyiniyetle söylemiştim!..»
Nataşa, ananın elini sıktı, tatlı bir sesle:
«Ne kadar iyisiniz!» dedi.
Küçükrusyalı içtenlikle baktı anaya.
«İyi geceler, küçükanne!» dedi.
, Ve Nataşa'nın ardından çıkmak için eğildi. Ana, odanın kapısında
gülümseyerek ayakta duran oğluna bir göz attı. Keyfi kaçtı.
«Niye gülümsüyorsun?» diye sordu.
«Hiç!.. Neşeliyim de!»
«Elbette, ben yaşlı ve akılsızım... ama ne de olsa iyiyi kötüyü anlarım.»
Biraz gocunmuştu.
«Haklısınız!» dedi Pavel... «Artık yatmalısınız, saat geç oldu!..
«Hemen gidiyorum!»
Sofrayı kaldırmakla oyalandı biraz. Sevinçliydi. Hatta duyduğu o hoş heyecan yüzünden biraz
terliyordu. Mutluydu, çünkü her şey iyi, sükûnet içinde geçmişti.
«İyi düşündün, Pavelciğim. Küçükrusyalı çok sevimli. Ya küçükhanım... Aman ne akıllı kız! kim o?»
Pavel odada yukarı aşağı dolaşarak kısaca:
«Bir okul öğretmeni,» diye yanıtladı.
«Desene ondan öyle fakir!.. Çok da kötü giyinmiş. Soğuk alacak zavallıcık. Peki, anası babası neredeler?»
«Moskova'da.»
Pavel anasının önünde durdu, ağırbaşlı bir tavırla:
29
«Babası zengin,» dedi. «Demir tüccarı. Bir sürü evi var. Kızını bu yola saptı diye kovmuş. Kız özenle
yetiştirilmiş, ailesi tarafından şımartılmış, şimdi ise, görüyorsun işte, gecenin bu saatinde tek başına,
yedi kilometreden fazla yol yürüyecek...»
Bu ayrıntılar Pelageya'yı etkiledi. Odanın ortasında ayakta duruyor, şaşkın şaşkın kaşlarını kaldırarak
sessizce oğluna bakıyordu. En sonunda:
«Kente mi gidecek?» diye sordu.
«Evet.»
«Ya!.. Peki, korkmuyor mu?»
Pavel gülümsedi: •
«Hayır, korkmuyor,» dedi.
«Ama niçin? Geceyi burada geçirebilirdi... yatağımda yatardı!»
«Kolay değil! Yarın sabah buradan çıkarken görebilirlerdi; görmemeleri gerek.»
Ana düşünceli gözlerle pencereye baktı, usulca devam etti:
«Anlamıyorum, Pavel, bunun neresi tehlikeli, neresi yasak? Bir kötülük yok ki, öyle değil mi?»
Sözlerinin doğruluğundan kendisi de emin değildi. Oğlunun doğrulamasını istiyordu.
Pavel sakin sakin gözlerinin içine baktı.
«Hayır, kötülük yok. Ama gene de hepimizin sonu hapishane, bunu bilmen gerek...»
Ananın elleri titremeye başladı. Kısıklar sesle:
«Ama belki...» dedi. «Allah yardım ederse, belki bir şey olmaz...»
Oğlan sevecenlikle devam etti:
«Hayır! Seni aldatmak istemem. Hiç birimiz, kurtulamayız.»
Gülümsedi:
«Yat artık, yorgun olmalısın. İyi geceler!»
Ana, yalnız kalınca pencereye yaklaştı, sokağı seyretmeye daldı. Dışarısı soğuk ve karanlıktı. Rüzgâr,
uykuya dalmış, küçük evlerin damlarındaki karları süpürüyor, duvarlara çarpıp yere iniyor, incecik kar
tanelerini toz bulutu gibi sokağın bir başından öbür başına savuruyordu.
Ana, usulca:
30
«Ey İsa, sen acı bizlere!» diye mırıldanıyordu.
Gözyaşlarının biriktiğini hissediyordu. Oğlunun sükûn ve inançla sözünü ettiği o felâketi bekleyecekti
artık. Bu bekleyiş, kolu kanadı kırık kör bir pervane gibi çırpınıyordu yüreğinde. Çıplak, karla kaplı bir
ova geldi gözlerinin önüne. Soğuk bir rüzgâr küçük ıslıklarla esiyor, karları önüne katıp döne döne,
hoyratça saldırıyor. Ovanın ortasında, tek başına sendeleye sende-leye küçük bir gölge ilerliyor. Rüzgâr,
bacaklarına dolanıyor, eteğini şişiriyor, kar zerreciklerini yüzüne savuruyor. Genç kız yürümekte zorluk
çekiyor, ayakları kalın kar tabakasına batıyor. Üşüyor, korkuyor, iki büklüm... Deli rüzgârın önüne,
kattığı bir çöp gibi bulanık ovanın ortasında... Sağında bataklıkların üstünde orman yükseliyor karanlık
bir duvar gibi. Cılız, çıplak kayın ağaçları ve çamlar inildiyor. İlerde, uzaklarda bir yerde, kentin donuk
ışıkları...
Ana korkudan titreyerek:
«Yarabbim, sen acı bize!» diye mırıldandı...
YEDİNCİ BÖLÜM
Günler ard arda akıp gidiyor, bir çörkünün toparlakları gibi üst üste toplanıp haftalar, aylar
oluşturuyordu. Her cumartesi, arkadaşları Pavel'in evinde buluşuyorlardı. Her toplantı hafif eğimli, uzun
bir merdivenin bir basamağı gibiydi; merdivenin ucu nereye kadar uzanırdı, bilinmez, ama basamakları
tırmananlar yavaş yavaş yükselirlerdi.
Yeni kişiler ortaya çıktı. Vlasov'lann ufak odası dar geliyordu artık. Boğucu bir hava oluyordu. Nataşa
yorgun, buz kesilmiş olarak geliyordu, ama bitmek tükenmek bilmeyen neşe ve canlılığı da birlikte
getiriyordu.
Ana çorapları örmüş ve kendi eliyle giydirmişti kızın ufacık ayaklarına. Nataşa önce güldü, sonra
düşünceli düşünceli:
«Sütninem de eşsiz bir kadındı, öyle iyi yürekliydi kH Ne garip değil mi? Halkın yaşantısı böylesine
sıkıntılı ve onur kırıcı, ama yine de halk, ötekilerden çok daha yücegönüllü, daha iyiliksever!»
Ve eliyle uzak, çok uzak, bilinmeyen bir yeri gösterdi.
31
«Ya siz!» dedi ana. « Siz ki ana-babanızı feda etmişsiniz, ve' her şeyi...»
Düşüncesinin sonunu getirmedi, içini çekti ve susarak Na-taşa'ya baktı. Nedenini bilmiyordu, ama, ona
karşı minnettarlık duyuyordu. Önünde çömelmiş kaldı. Genç kız başını eğmiş, dalgın dalgın gülümsüyordu.
«Anam babam...» diye yineledi. «Zararı yok. Babam öyle kaba ki; erkek kardeşim de öyle. Hem içer de.
Ablam mutsuz bir kadın... Yaşça kendisinden çok büyük bir adamla evlidir... Çok zengin, sıkıcı, pinti bir
adam. Annem... ha! bakın, ondan ayrıldığım için üzülürüm! Sizin gibi, sade bir kadındır. Ufacık tefeciktir,
fare gibi. Durduğu yerde duramaz hiç ve herkesten korkar. Bazen öyle özlerim ki onu!..»
Ana başını üzgün üzgün salladı:
«Zavallı yavrucuğum!» dedi.
Genç kız birdenbire doğruldu, bir şeyi geri itmek ister gibi elini uzattı.
«Oh! Hayır, zavallı demeyin. Öyle anlar var ki büyük bir sevinç, büyük bir mutluluk duyarım!»
Yüzü sarardı, gözleri parladı. Elini ananın omuzuna koydu, derin, yoğun bir sesle usulca ekledi:
«Bir bilseniz... anlayabilseniz, ne büyük bir işe girişmiş olduğumuzu!..»
Kıskançlığa benzer bir duygu belirdi Pelageya'nın yüreğinde. Ayağa kalktı, üzgün bir tavırla:
«Böyle işler için çok yaşlı ve... ve çok cahilim ben!» dedi.
Pavel gitgide daha sık söz alıyordu o toplantılarda. Artan bir heyecanla tartışmalar yapıyor ve
zayıflıyordu. Nataşa ile konuşurken, ya da onu izlerken, sert bakışı yumuşuyor, sesi okşayıcı bir havaya
bürünüyordu. Ona karşı daha doğal davranıyordu. Ya da anaya öyle geliyordu.
Toplantılarda tartışmalar fazla kızıştı mı, Küçükrusyalı ayağa kalkar, çan gibi bir o yana bir bu yana
sallanarak, çınlayan ve titreşimler yapan sesiyle konuşmaya başlardı. Sözlerindeki yalınlık, iyilik,
ötekileri de yatıştırır; ölçülü olmaya iterdi. Her zaman somurtkan görünen Vesovşikov genel bir
gerginlik yaratırdı havada. Bütün kavgalar onun ve Samoylov adındaki kızıl saçlının
32
başı altından çıkardı. Hep yeni yıkanmış gibi görünen, toparlak kafalı, sarı kaşlı İvan Bukin, onlardan
yana çıkardı. Düz saçlı, her zaman temiz pak olan Yakov Somov az konuşurdu; bağırmadan, ciddî bir
sesle konuşurdu. Geniş alınlı Teo Mazin gibi o da hep Pavel'in ve Küçükrusyalının fikirlerini paylaşırdı.
Kimi zaman Nataşa'nın yerine Nikolay İvanoviç gelirdi kentten. Gözlüklüydü Nikolay ve küçük sarışın bir
sakalı vardı. ,•¦ Bölgesel şivesini taşıdığı uzak bir eyaletten gelmeydi. Davranışlarında her zaman ölçülü
ve dalgındı. Sıradan şeylerden söz-ederdi, aile yaşantısından, çocuklardan, ticaretten, polisten, ekmek
ve et fiyatlarından, günlük yaşantıya ilişkin şeylerden. Ve her şeyde ikiyüzlülük, düzensizlik, çoğu zaman
gülünç ama her Jızaman kötülük getiren bir çeşit budalalık görürdü. Pelageya, M1 onun çok uzaklardan
geldiğini sanıyordu, herkesin namuslu ve rahat yaşadığı, başka bir krallıktan. Burada her şey yabancıydı
ona. Alışamıyordu bu yaşantıya, böyle bir yaşamın kaçınılmazlığını kabul edemiyordu. Hoşlanmıyordu, ve
her şeyi kendi kafasına göre baştan yapmak istiyordu sakin bir dirençle. Böyle sanıyordu Pelageya.
Nikolay'ın sarımtırak bir yüzü vardı. Gözlerinin çevresi incecik kırıkışıklarla doluydu. Sesi tatlı, elleri
her zaman sıcacıktı. Pelageya'yı selâmlarken güçlü parmaklarıyla onun tüm elini kavrayıp sıkardı. Bu
jesti, ananın yüreğini ferahlatırdı.
Kentten gelenler arasında, bir de boylu boslu, düzgün vücutlu bir küçükhanım vardı ki, hiç bir toplantıyı
kaçırmazdı. Zayıf, solgun yüzünde kocaman gözleri vardı. Onu Sandrin diye çağırırlardı. Yürüyüşünde,
davranışlarında erkeksi bir hava göze çarpardı. Kara kaşlarını sinirli sinirli çatardı, ama konuşmaya
başladı mı dümdüz burnunun ince kanatları titrerdi.
Yüksek ve kaba bir sesle ilk kez o söylemişti şu sözü:
«Biz sosyalistiz!..»
Ana, bu sözcüğü işitince hiç ses çıkarmadı, dehşetle baktı kızın yüzüne. Sosyalistlerin, çarı öldürdükleri
kulağına çalınmıştı. O zaman gençti daha. Söylendiğine göre derebeyleri, toprak kölelerine özgürlük
verdiği için çardan öc almak istiyorlardı. Çarı öldürmedikçe saçlarını kestirmemeye and içmişlerdi. Bu
nedenle sosyalist diyorlardı onlara. Ana, oğlunun ve arkadaşlarının şimdi niçin sosyalist olduklarını bir
türlü anlayamıyordu.
Herkes gittikten sonra Pavel'e açıldı:
Ana / F: 3
33
«Sosyalist olduğun doğru mu, Pavel'ciğim?»
Pavel, her zaman olduğu gibi, kararlı ve dürüst davrandı:
«Evet,» dedi. «Ne var ki?»
Ana derin bir of çekerek gözlerini yere indirdi.
«Olur mu, Pavel? Sosyalistler çara karşıdırlar ya; çarlardan birini de öldürmüşlerdir!»
Pavel odanın içinde birkaç adım attı, eliyle yanağını ovdu, gülümsedi:
«Bizim öyle şeylerle ilgimiz yok!» dedi.
Sakin bir sesle uzun uzadıya konuştu. Ana, oğlunun gözlerine bakıyor, şöyle düşünüyordu.
«0 kötü bir iş yapmaz yapamaz!»
O günden sonra, bu korkunç sözcük gittikçe daha sık söylenir oldu, söylendikçe de etkisi silindi gitti,
anlamadığı bir yığın deyim gibi kulağı buna da alıştı... Ama Sandrin'den hoşlanmıyordu. Onu görünce,
kaygılanıyor, huzursuz oluyordu...
Bir akşam, hoşnutsuzluk havasıyla dudağını bükerek şöyle dedi Küçükrusyalıya:
«Sandrin çok aksi! Herkese buyruklar yağdırıyor sen şunu yapacaksın, sen bunu yapacaksın diye...»
Küçükrusyalı kahkahalarla güldü.
«İyi görmüşsünüz, tam üstüne bastınız!» dedi.
Ve alaycı bir bakışla anaya göz kırptı:
«Eh! Ne de olsa serde soyluluk var!..»
Pavel kesin bir tavırla: *
«İyi kızdır,» dedi.
«Doğru!» diye onayladı Küçükrusyalı. «Yalnız şunu anlamıyor ki, yapmak zorunda olan kendisidir, ama
yapmak isteyen ve yapabilen, biziz!»
Ana'nın anlamadığı bir konu üzerinde tartışmaya koyuldular.
Sandrin'in, özellikle Pavel'e karşı sert, hatta kırıcı davra-nışlan Ana'nın gözünden kaçmadı. Pavel
gülümsüyor, susuyor, eskiden Nataşa'ya baktığı gibi tatlı gözlerle genç kızı izliyordu. Ve bu da hoşuna
gitmiyordu Ana'nın.
Kimi zaman gençler, ansızın coşkun ve bulaşıcı bir neşeye kapılırlardı ve Pelageya şaşkına dönerdi.
Genellikle gazetelerde yabancı işçilerle ilgili haberleri okudukları zaman olurdu bu. Bü-
34
tün gözler sevinçten parlar ve işin garibi, hepsi çocuklar gibi mutlu olurlardı. Şen kahkahaları çın çın
öterdi. Dostça birbirlerinin omuzlarına vururlardı. Neşeden sarhoş olurlardı sanki.
«Aslan Alman işçileri,» diye bağırırdı biri.
Başka bir gün ise:
«Yaşasın İtalyan işçileri!» diye haykırırlardı.
Kendilerini tanımayan, dillerinden anlamayan uzaktaki dostlarına alkış tutunca, onların, bu
coşkunluklarını duyup anlayacaklarından emin görünürlerdi.
Gözleri tüm yaratıkları kucaklayan bir sevgiyle ışıldayan Küçükrusyalı şöyle derdi:
Jı «Onlara mektup yazsak ne iyi olurdu, değil mi? Bilsinler ki, ^Rusya'da da aynı inancı taşıyan, aynı
amaçlar için yaşayan, onların zaferlerine-sevinen dostları var!»
; Ve hepsinin gözleri dalar, dudakları gülümserdi. Uzun uzun Fransızlardan, ingilizlerden, İsveçlilerden
sözederlerdi.s Onlar, saydıkları, sevinçlerini ve üzüntülerini paylaştıkları kişisel dostları, yakınlarıydı
sanki.
Ufacık odada, tüm yeryüzünün emekçilerini kardeş yapan .manevi akrabalık duygusu doğardı. Ana da
duyardı hepsini tek yürek gibi coşturan bu duyguyu. Açık seçik anlamadığı halde, kendisi de neşelenir,
gençleşir, güçlenir, umutla kendinden geçerdi.
«Ne garip adamlarsınız!» dedi bir gün Küçükrusyalıya. «Sizin için herkes arkadaş... Ermeniler de,
Yahudiler de, Avusturyalılar da... Bütün insanlar için üzülür ve sevinirsiniz!..»
«Hepsh için, evet küçükanne, hepsi için. Bizim için uluslar a-rasında ayrı gayrı yok. Yalnızca arkadaşlar
var, ya da kardeşlik istemeyen düşmanlar. Dünyaya gönül gözüyle bakıp ne denli kalabalık ve güçlü
olduğumuzu görünce insan öylesine seviniyor ki, içi ferahlıyor!.. Bir Fransız, bir Alman, bir İtalyan için
de durum aynı, küçükanne. Yaşamı ânladılarsa eğer, onlar da aynı sevinci duyarlar. Hepimiz aynı ananın ,
aynı düşüncenin tüm insanların kardeşliği fikrinin evlâtlarıyız. Bu düşünce bizi ısıtır, adaletin göklerinde
parlayan bir güneştir o, ve bu gökler emekçinin yüreğinde yatar. Hangi ulus olursa olsun, adı ne olursa
olsun, farketmez.»
35
Bu çocuksu ama sarsılmaz inanç, küçük grupta gittikçe artan bir şiddetle daha sık belirtiliyordu. Ve bu
coşkun umutları görünce, gerçekten dünyada güneş gibi parıldayan ulu bir şeyin doğduğu duygusuna
kapılıyordu Ana.
Çoğu kez şarkılar söylenirdi. Bilinen şarkılar. Avaz avaz, neşeyle. Kimi zaman da yeni şarkılar söylenirdi,
bambaşka bir güzellik taşıyan, ama hüzünlü ve garip şarkılar. O zaman sesler alçalır, ciddileşir, dinsel
ilâhiler gibi çıkardı. Benizler soluklaşır, sonra tutuşur, ve şarkının sözlerinden büyük bir güç fışkırırdı.
Bu yeni şarkılardan, özellikle biri yüreğini oynatıyordu Pela-geya'nın, içini hüzünle dolduruyordu. Acılı
şaşkınlığın karanlık yollarında yapayalnız dolaşan yaralı bir ruhun üzüntülü düşüncelerini yansıtan bir
hava yoktu bu şarkıda. Yoksulluk ve korkunun etkisiyle açması bir duruma düşen kişiliksiz, renksiz bir
ruhun iniltileri de değildi. Bu şarkıda, ne uçsuz bucaksız yerlere susamış buruk bir yüreğin sıkıntılı İç
çekişleri, ne de ayırım yapmaksızın kötülüğü de, iyiliği de ezmeye kararlı bir cüretkârın meydan okuyuşu
duyuluyordu. Uğradığı hakaretin öcünü alma pahasına her şeyi yokedebilen, ama herhangi bir şeyi
yaratmaktan âciz kimselerin körükörüne besledikleri kin de değildi bu. Eski dünyadan köleler
dünyasından, hiç bir yankı yoktu bu şarkıda,
Ana, şarkının sert sözlerinden, ağırbaşlı ezgisinden hoşlanmıyordu, ama bu şarkıda sözcüklerden ve
seslerden daha büyük bir güç vardı. Bu güç, sözcükleri de, sesleri de bastırıyor, düşüncenin
ulaşamayacağı kadar ulu Ibir şeyin varlığını hissettiriyordu insanın içinde. Ana, bunu gençlerin
yüzlerinde, gözlerinde görüyor, yüreklerinde duyuyor ve kendini bu güce kaptırarak her zaman özel bir
dikkatle, öteki şarkılardan daha büyük bir kaygıyla dinliyordu.
Gençler de bu şarkıyı öteki şarkılardan daha -hafif sesle söylüyorlardı, ama yine de hepsinden daha
güçlü çıkıyor, baharın birinci günü gibi sarhoş ediyordu herkesi.
Somurtkan Vesovşikov:
«Bunu sokakta söylemenin zamanı gelmiş olsa gerek!» diyordu.
Babası hırsızlık suçundan yeniden hapse girince, sakin sakin:
36
«Şimdi benim evimde toplanabiliriz...» dedi.
Hemen her akşam işten sonra, içlerinden biri Pavel'in evine gelirdi. Hep birlikte okurlar, kitaplardan
bölümler aktarırlardı. Tasalıydılar, ve yıkanmaya zaman bulamıyorlardı. Kitapçıklarını ellerinden
bırakmadan akşam yemeğini yiyorlar, çaylarını da ça--lışırken içiyorlardı. Konuşmaları gitgide anlaşılmaz
hale geliyordu Ana için.
Pavel sık sık:
«Bize bir gazete gerek!» diyordu.
Çalkantılı ve hayhuylu bir yaşantıya dalmaktaydılar. Gittikçe Jjartan bir susuzlukla kitaptan kitaba
koşuyorlardı. Tıpkı çiçekten ^çiçeğe konan arılar gibi...
Bir gün, Vesovşikov:
«Bizden sözedilmeye başlanıyor,» dedi. «Mutlaka yakında . yakalayacaklar bizi...»
«Su testisi su yolunda kırılır,» dedi Küçükrusyalı.
Andrey her geçen gün biraz daha hoşuna gidiyordu Pela-geya'nın. 'Küçükanne' diye çağırdığı zaman,
tatlı bir çocuk elinin yanağını okşadığı duygusuna kapılırda Eğer Pavel'in işi çıkarsa, pazar günleri odunu
o yarardı. Bir gün omuzunda bir tahtayla geldi. Baltayı aldı, evin girişindeki çürük bir basamağı ustalıkla
çabucak değiştiriverdi. Başka bir gün, yıkılmak üzere olan tahta-perdeyi onardı. Çalışırken, tatlı, yanık
havalar çalardı ıslıkla.
Bir gün Ana, oğluna dedi ki:
«Küçükrusyalıyı evimize alsak mı, ha? Ne dersin? İkiniz için de iyi olur, birbirinizin evine koşmaktan
kurtulursunuz.»
Pavel omuzlarını silkti.
«Ne diye sıkıntıya sokacaksınız kendinizi?» diye sordu.
«O da laf mı canım! Ben ömrüm boyunca sıkıntıya katlandım, hem de nedenini bilmeden. İyi bir çocuk
için seve seve katlanabilirim sıkıntıya.»
Pavel:
«Canınız nasıl istiyorsa öyle yapın!» diye karşılık verdi. «Eğer kendisi kabul ederse, ben de sevinirim...»
Ve Küçükrusyalı onların evine taşındı.
37
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Mahallenin ucundaki küçük ev, çevrede oturanların dikkatini çekiyordu. Kuşkulu gözler duvarları tarayıp
duruyordu. Halkın dedikosuyla türlü türlü yorumlar yapılıyordu. Küçük evdeki esrarı ortaya çıkarmak
istiyorlardı. Geceleyin gelip pencereden içerisini gözetliyorlardı. Kimi zaman birisi camı tıkırdatıyordu.
Ama ödlek kimse, hemen tabanları yağlıyordu.
Bir gün Hancı Beguntsov, Pelageya'yı sokakta çevirdi. Ufak tefek bir ihtiyardı. Sarkık derili kırmızı
boynuna siyah ipekli bir fular bağlardı hep. Göğsü, açık mor renkte kalın bir yelekle örtülüydü. Sivri uçlu
parlak burnu üzerinde bağa çerçeveli bir gözlük dururdu hep. Bu yüzden «Kemikgöz» adını takmışlardı
ona. Soluk almadan, karşılık vermeye zaman bırakmadan, makinelitüfek gibi takırdayan bir laf yığını
altında serseme çevirdi Pelageya'yı:
«Nasılsınız, Pelageya? Oğlan nasıl? Daha evlendirmiyor musunuz onu? Artık karı alma yaşına bastı sizin
delikanlı. Çocuklar evlenirse, ana babalar da rahat ederler. İnsan aile arasında bedenen de, ruhen de,
daha sağlıklı yaşar, sirkeye yatırılmış mantar gibi daha iyi olur, bozulmaz. Ben sizin yerinizde olsam
evlen-dirirdim onu. Günümüzde herkesin yaşantısını gözaltında tutmak gerek. İnsanlar akıllarına estiği
biçimde yaşamaya başlıyorlar. Kafalar karışmıştır, yerilecek davranışlarda bulunuluyor. Gençler Allanın
evinden yüz çeviriyorla/, genel yerlerden kaçıyorlar. Gizli gizli toplanıp köşede bucakta fısıldaşıyorlar.
Niçin fısıldaşırlar? İzninizle sorayım size. Niçin kaçarlar toplumdan? Bir insan söylemek istediğini
herkesin önünde, örneğin bir handa söylemeyi göze almıyorsa, bunun anlamı ne? Esrar! Oysa esra-nın
yeri, bizim kutsal kilisemizdir. Köşe bucak yapılan esrarlı işler, aklın doğru yoldan çıktığının belirtisidir.
Eh, sağlıcakla kalın!»
Özentili bir hareketle kasketini çıkardı, havada salladı. Ana'yı şaşkınlık İçinde bırakıp uzaklaştı.
Başka bir gün, Vlâsov'ların komşusu Maria Korsunov pazarda Ana'ya rastladı. Bir demircinin dul karısı
olan Maria fabrikanın kapısında yiyecek satardı.
«Oğluna biraz göz kulak olsana, Pelageya!» dedi.
«Niye?»
38
Maria esrarengiz tavırlar takındı.
«Söylentiler dolaşıyor!» dedi. «Olumsuz söylentiler, şekerim! Kendi kendilerine çile çektirenler gibi bir
tür dernek ku-ruyormuş diyorlar. Buna tarikat derler. Birbirlerini kırbaçteyacak-larmış.»
«Bırak şu saçma lafları, Maria.»
Satıcı kadın:
«Saçmalıkları söyleyeni değil, yapanı kınamak gerek!» diye karşılık verdi.
Ana, işittiklerini oğluna bir bir anlattı. Pavel omuzlarını silkti, Jrarşılık vermedi. Küçükrusyalı ise,
kahkahayı bastı. 4 «Genç kızlar da çok kızgın size!» dedi Ana. «İyi kısmetlersiniz. Hepiniz iyit
çalışkan işçilersiniz, içki içmezsiniz, ama kızlara da yüz vermezsiniz! Kötü yola sapmış kızlar kentten sizi
ziyarete geliyorlarmış, öyle diyorlar...»
Pavel tiksintiyle yüzünü buruşturdu.
«He ya!» dedi.
Küçükrusyalı içini çekti:
«Bataklıkta her şey çürük kokar! O kaz kafalı kızlara evliliğin ne olduğunu açıklasanız iyi olur,
küçükanne. Kaburgalarını - dayaktan kırdırmak için pek öyle acele etmesinler...»
«Canım onlar pekâlâ bilirler böyle olduğunu, pekâlâ anlarlar. Ama ne yapacaklarını, nasıl edeceklerini
bilmezler!»
«Hiç de anladıkları yok,» dedi Pavel. «Yoksa başka bir yol bulurlardı.»
Ana, oğlunun sert yüzüne bir göz attı:
«İyi ya, siz öğretin işte! En akıllılarını çağırırsınız, olur biter...»
Pavel kesin bir sesle:
«Olamaz!» dedi.
Küçükrusyalı:
«Bir denesek? Ne dersin?» diye sordu.
Pavel bir an sessiz kaldı:
«Kız-oğlan gezintilerle başlar, sonra birkaçı evlenir, hepsi bu kadar.»
Ana, düşüncelere daldı. Pavel'in bir kesiş yaşantısı sürmesi hoşuna gitmiyordu. Küçükrusyalı gibi yaşça
ondan büyük olan-
39
ların bile onun öğütlerini tuttuklarını görüyordu. Gelgelelim hepsinin ondan çekindiklerini, bu sert
tutumu yüzünden onu sevmediklerini sezinliyordu.
Bir akşam yatmaya gitmişti. Pavel'le Küçükrusyalı hâlâ oturmuş okuyorlardı. Usulca konuşuyorlardı. Ana,
ince bölmenin ardından kulak kabarttı.
Küçükrusyalı ansızın:
«Biliyor musun? Nataşa hoşuma gidiyor,»dedi.
«Biliyorum!»
Pavel karşılık vermekte biraz gecikmişti.
Küçükrusyalı ağır ağır kalktı, çıplak ayaklarla odayı arşınlamaya başladı. Islıkla, hüzünlü bir hava
tutturdu. Sonra yeniden konuştu:
«Ama o, farkında mı acaba?»
Pavel susuyordu.
Küçükrusyalı, sesini alçaltarak sordu:
«Sen ne dersin?»
«Farkında!.. Farkına vardığı için vazgeçti bizimle çalışmaktan...»
Küçükrusyalının adımları ağırlaştı, ıslığı titreşti. Sonra sordu:
«Peki, kendisine söylesem mi, ha?..»
«Neyi söyleyeceksin?»
Alçak sesle kemküm etmeye başladı»
«Şeyi... yani... ben...»
Pavel arkadaşının sözünü kesti:
«Ne olacak söylesen?»
Küçükrusyalı durdu. Ana, onun gülümsediğini sezdi.
«Valla, bana sorarsan, insan bir genç kızı seviyorsa, ona söylemeli, yoksa hiç bir sonuç çıkmaz.»
Pavel kitabını şaklatarak kapattı.
«Peki, ne sonuç bekliyorsun sen?»
Bir süre ikisi de konuşmadılar. Küçükrusyalı:
«Öyleyse?» diye sordu.
Pavel ağır ağır devam etti:

«İnsan ne istediğini açıkça bilmeli, Andrey. Tut ki o da seni seviyor, —hiç sanmıyorum, ama öyle
varsayalım. Evleniyorsu-
40
nuz. İlginç bir evlilik: bir aydın kızla bir işçi! Çocuklar gelecekler dünyaya. Sen tek başına ve... sıkı
çalışmak zorunda kalacaksın. Çoluk çocuk, ev bark, derken, yarı aç yarı tok... ikinizin de artık davaya bir
hayrı dokunmaz.»
Sessizlik çöktü. Pavel'in sesi tatlılaştı:
«Böyle şeylerden vazgeçersen daha iyi olur, Andrey. Onun yaşamını da allak bullak etme...»
Sustular. Saatin tik-takı saniyeleri saydı.
«Yüreğin yarısında sevgi, öbür yarısında nefret...» dedi. Andrey. «Buna yürek mi denir?»
Çevrilen sayfaların hışırtısı işitildi. Herhalde Pavel yeniden okumaya koyulmuştu. Ana boylu boyunca
uzanmış, gözlerini yummuş, kıpırdamaktan çekiniyordu. Ağlamaklı oldu. Küçükrus-yalıya pek acıyordu,
ama oğluna daha da çok acıyordu. 'Yavrucuğum!'diye düşünüyordu.
Andrey birden sordu:
«Yani, susmam mı gerek?»
«Daha dürüst bir iş yapmış olursun,» dedi Pavel usulca.
«İyi ya, biz de öyle yaparız!» dedi Küçükrusyalı.
Bir an sonra, hüzünlü hüzünlü ekledi:
«Pavelciğim, senin için de zor olacak, eğer bir gün sen de...»
«Bana şimdiden zor oluyor...»
Rüzgâr evin duvarlarını sıyırıp geçti. Saatin tiktakları acımasızca yutuyordu zamanı.
Küçükrusyalı, ağırağır:
«Bu gibi şeylere gülünmez!» dedi.
Ana, yüzünü yastığa gömdü, sessiz sedasız ağladı.
Ertesi sabah, Andrey eskisi kadar iriyarı görünmedi gözüne; daha sevimli buldu onu. Oğlu, her zamanki
gibi zayıf, dik ve sessizdi. Ana o güne dek Küçükrusyalıyı Andrey Onesimoviç diye çağırırdı. Ama o gün,
farkında olmaksızın:
«Andreyciğim,» dedi, «çizmelerinizin onarılması gerek, yoksa ayaklarınızı üşüteceksiniz!» ,
«Haftalığımı alınca yenilerini satın alırım.»
Gülmeye başladı, ve birden uzun elini Ana'nın omuzuna koyarak sordu:
«Gerçek anam belki de sizsiniz. Beni yeterince yakışıklı bul-
41
madiğiniz için başkalarının önünde gerçeği söylemek istemiyorsunuz, ha?»
Pelageya delikanlının eline vurdu. Ona sevgi dolu sözler söylemek isterdi, ama yüreği acıma duygusuyla
öylesine dopdoluydu ki, dili dönmüyordu.
DOKUZUNCU BÖLÜM
Mahallede, her tarafta mavi mürekkeple yazılı bildiriler dağıtan sosyalistlerden sözediliyordu.
Bildirilerde fabrikada olup bitenler sert bir dille kınanıyor, Petrograd'da ve güneyde patlak veren işçi
grevleri anlatılıyor, işçiler birleşmeye ve çıkarlarını savunmak için savaşmaya çağrılıyorlardı.
Fabrikadan dolgun ücret alan, belirli bir yaşın üstündeki işçiler:
«Bunlar kışkırtıcı! Ağızlarını burunlarını kırmak gerek!» diye bağırıyorlardı.
Ve bildirileri müdüriyete götürüyorlardı. Gençler ise, coşkunlukla okuyorlardı.
«Doğru yazıyor!» diyorlardı.
Çalışmaktan anası gevremiş ve her şeye ilgisiz kalan çoğunluk, tembel tembel şu karşılığı veriyordu:
«Bundan hayır çıkmaz. Olur mu hiç?.»
Ne var ki bildiriler milleti meraklandırıyordu. Bir hafta çıkmasa birbirlerine:
«Caydılar galiba... diyorlardı.
Pazartesi bildiriler yeniden ortaya çıkınca, yorumlar da yine başlıyordu.
Fabrikada olsun, handa olsun, hiç kimsenin tanımadığı insanlar göze çarpıyordu. Bu yabancılar sorular
soruyor, incelemeler yapıyor, ortalığı kolluyor, kimileri kuşku uyandıran bir sakınganlıkla, kimileri de
aşırı girginlik göstererek hemen dikkati çekiyorlardı.
Ana, bütün bu çalışmaları oğlunun çekip çevirdiğini anlıyordu. Birçok kimsenin oğlunun çevresini aldığını
görüyor ve onun geleceği konusunda beslediği korkular, böyle bir oğlun anası olmanın gururuna
karışıyordu.
Bir gece, Maria Korsunov camı tıkırdattı; Ana, pencereyi açınca çabuk çabuk fısıldadı:
«Sıkı dur, Pelageya, senin ana kuzuları için gülmenin sonu geldi! Bu gece sizin evde, Mazin'in evinde,
Vesovşikov'un evinde arama yapılacak...»
Maria kalın dudaklarını telâşla şapırdatarak konuşuyordu. Etli burnunu yukarı çekiyor, sokakta acaba bir
gören var mı diye gözleri bir o yana, bir bu yana dönüp duruyordu.
«Benden işitmiş olma sakın, ben sana bir şey söylemiş olmayayım, seni bugün görmedim bile, işitiyor
musun?»
Uzaklaşıp kayboldu.
Ana pencereyi kapattı, bir sandalyenin üzerine yığıldı. Ama oğlunu bekleyen tehlikeyi düşününce hemen
ayağa fırladı yine. Çabucak giyindi, başına bir şal örtüp iyice sıktı, hasta olduğu için çalışmayan Fedor
Mazin'in evine koştu. İçeri girdiğinde, Fe-dor pencerenin önüne oturmuş, okuyordu. Haberi işitince
hemen kalktı, yüzü sapsarı kesildi:
«Eh! bu kez, artık...» diye bir şeyler mırıldandı.
Pelageya titrek eliyle alnındaki terleri sildi:
«Ne yapmalı?» diye sordu.
Fedor kıllı eliyle kıvırcık saçlarını sıvazladı:
«Durun bakayım, korkmayın!» karşılığını verdi.
«Ama bana öyle geliyor ki siz de korkuyorsunuz!» diye haykırdı Ana.
«Ben mi?»
Yanakları birden al al oldu. Güç durumda kalmış gibi gülümseyerek:
«E-evet, alttarafı... Pavel'e haber vermek gerek. Hemen birisini yollayayım ona! Siz eve gidin, bir şey
yok! Bizi dövmeyecekler ya!»
Eve döner dönmez, Ana bütün kitapları topladı, göğsüne bastırarak uzun süre evin içinde dolaşıp durdu,
ocağın içine, sobanın altına, hatta bir fıçının içine baktı. Pavel'in işini bırakıp hemen eve koşacağını
düşünüyordu. Ama gelmedi. Sonunda yoruldu, mutfakta bir sedirin üzerine oturdu, kitapları etekleri
altına gizledi, yerinden kımıldamayı bile göze alamıyordu. Pavel'le Kü-çükrusyalının dönüşüne dek öyle
bekledi. Yerinden kalkmaksı-zın:
42
43
«Haberiniz var mı? » diye haykırdı.
Pavel gülümseyerek:
«Evet!» dedi. «Korkuyor musun?»
«Eh! Elbet korkuyorum, öyle korkuyorum ki!..»
«Korkmamalısınız,» dedi Andrey, «korkmanın yararı yok.»
«Semaveri bile hazırlamamışsın,» dedi Pavel.
Ana kalktı, kitapları gösterdi, kızara bozara açıkladı:
«Şey... Bunları saklıyordum da...»
Oğlu ve Küçükrusyalı kahkahayı bastılar. Bu, onu yüreklendirdi. Pavel kitaplardan birkaçını aldı, onları
dışarda saklamak için evden çıktı. Andrey de semaveri yaktı.
«Hiç korkmamalısın, küçükanne. İnsanların böyle saçmalıklarla uğraştıklarını görmek utanç verici.
Olacağı şu: kılıçlı, mahmuzlu, iriyarı adamlar gelecekler, ortalığı didik didik edecekler. Yatağın sobanın
altına bakacaklar. Mahzen varsa mahzene inecekler, tavanarası varsa tavanarasına çıkacaklar. Örümcek
ağları yüzlerine gözlerine bulaşacak. Söylenecekler, hırlayacaklar. Hoşlarına gitmez yaptıkları, onun için
çok hoyrat görünürler ve öfkeyle davranırlar. Pis bir iş yaptıklarını kendileri de bilirler! Bir gün bana da
gelelilerdi; her şeyi altüst ettiler, hiç bir şey bulamadılar, ağızlarını havaya açtılar, çekip gittiler. Başka
bir gün beni de birlikte götürdüler, hapse tıktılar, dört ay kaldım orada... Dört ay dört aydır! Çağırırlar
insanı, nöbetçilerle birlikte sokağı geçersin, bir yığın soru sorarlar. Hiç de Kurnaz değiller, kafaları
işlemez. Sonra yine hapishaneye gönderirler. Böyle süründürürler işte insanı. Ne yapsınlar, aldıkları
maaşı hak etmelidirler nihayet! Sonra da salıverirler. Hepsi bu kadar!»
Pelageya:
«Öyle bir konuşuyorsunuz ki, Andreyciğim,» diye haykırdı.
Küçükrusyalı semaverin önünde diz çökmüş, ateşi üflüyor-du. Kızarmış yüzünü kaldırdı, bıyıklarını
burarak:
«Nasıl konuşuyor muşum?» diye sordu.
«Sanki hiç kimse sizi hiç küçük düşürmemiş gibi...»
Andrey ayağa kalktı, başını sallayıp gülümsedi:
«Yeryüzünde küçük düşürülmemiş, aşağılanmamış kimse var mı? Beni o kadar çok küçük düşürmüşlerdir
ki, artık kızmıyorum. Ne yapacaksın, insanlar başka türlü kavranamıyorlar
işte. İnsan her şeye incinirse iş göremez, üzerinde durmakla zaman yitirir. Yaşam böyle! Eskiden,
insanlara kızdığım olurdu. Sonra düşündüm, gördüm ki kızmaya değmiyor. Herkes komşusundan dayak
yemekten korkuyor, bu nedenle ondan önce davranıp ilk darbeyi kendisi vurmak için elini çabuk tutuyor.
Yaşam böyle işte, küçükanne.»
Serinkanlılıkla, açık açık konuşuyor; akıcı sözleri, aramanın bekleyişi içinde ağırlaşan kaygıyı
yatıştırıyordu. Duru, parlak gözleri için için gülüyordu. Uzun, sarsak vücudu çevik görünüyordu.
Ana içini çekti.
«Tanrı sizi mutlu etsin Andreyciğim!» dedi yürekten.
Küçükrusyalı bir adımda sevmaverin yanına vardı, yeniden çömeldi.
«Bana "mutluluğu verirlerse geri çevirmem, ama kendim de dilenmem mutluluğu!» diye söylendi.
Pavel avludan döndü. Emin bir tavırla:
«Hiç bir şey bulamazlar!» dedi.
Yıkandı, ellerini özenle kuruttu:
«Korktuğunuzu gösterirseniz, anne, burada bir şey var, ondan böyle korkuyor derler. Hiç bir kötülük
tasarlamadığımızı siz de biliyorsunuz pekâlâ. Gerçek bizden yana, ömrümüzü onun uğruna çalışmakla
geçireceğiz. İşte bütün suçumuz bu! Öyleyse titremek niye?»
«Yürekli olacağım, Pavel,» diye söz verdi Ana.
Ama hemen arkasından da ağzından kaçırdı.
«Hiç değilse çabuk gelseler bari!»
O akşam gelmediler. Ertesi sabah korktuğu için kendisiyle alay edeceklerini kestiren Pelageya onlardan
önce davranıp kendi kendisiyle alay etti:
«Korkuyordum, ama... korkmaktan korkuyordum canım!»
ONUNCU BÖLÜM
O gecenin üzerinden hemen hemen bir ay geçtikten sonra geldiler. Nikolay Vesovşikov da oradaydı.
Üçü birden otur-
45
44
muşlar, gazete konusunda konuşuyorlardı. Epey geç olmuştu, geceyarısına yakındı. Ana yatmış, uyumak
üzereydi, gençlerin hafif, kaygılı seslerini işitiyordu belli belirsiz. Ansızın andrey kalktı, ayak uçlarına
basarak mutfaktan geçti, arkadan usulca kapının sürgüsünü koydu. Antrede bir teneke kova tangırtısı
işitildi. Ve birdenbire kapı ardına dek açıldı, Küçükrusyalı mutfağın içinde bir adım attı, alçak ama
anlaşılır bir sesle:.
«Mahmuz şıkırtısı var!» dedi.
Ana, yatağından fırladığı gibi giysilerini kaptı titrek elleriyle. Ama Pavel kapının eşiğinde dikilip,
soğukkanlılıkla:
«Siz yatın,» dedi «Hastasınız, anlaşıldı mı?»
Dışardan hafif sesler geliyordu. Pavel kapıya yaklaştı, eliyle itip sordu:
«Kim var orada?»
Kurşuni üniformalı, uzun boylu bir adam şimşek hızıyla kapının eşiğinde dikildi. Bir ikincisi de onu izledi.
İki jandarma, delikanlıyı sıkıştırıp aralarına aldılar. Tiz, alaycı bir ses öttü:
«Beklediğimiz kimseler değil herhalde!»
Konuşan, ince, uzunboylu siyah seyrek bıyıklı bir subaydı. Mahallenin Polis memuru Fedyakin. Ana'nın
yatağı uçunda belirdi. Bir elini kasketinin siperine götürdü, öbür eliyle Pelegeya'yı gösterdi, korkunç
gözlerini fıldır fıldır çevirerek:
«İşte anası bu, Ekselans!» dedi.
Sonra, kolunu Pavel'e doğru azatarak: . «Bu da kendisi!» •
Subay gözlerini kısarak:
«Pavel Vlasov mu?» diye sordu.
Pavel başıyla evet dedi. Subay tHyığının ucunu burarak devam etti:
«Evinde arama yapacağım... Kalk bakalım, kocakarı... Bunlar kim peki?»
İçeri baktı ve hızlı adımlarla odaya girdi: •
«Kimsiniz siz?»
Tanık olarak çağrılmış iki kişi geliyordu. Biri ihtiyar Dökmeci Tveryakov'du, öbürü de kiracısı, Ateşçi
Ribin'di. Siyah saç ve sakallı, ciddi bir adam olan Ribin tok bir sesle: «Selâm Pela-geya!» dedi.
46
Ana bir yandan giyiniyor, bir yandan da kendi kendini yüreklendirmek için söylenip duruyordu.
«İyi doğrusu! Gecenin köründe geliyorlar... millet yatmış... onlar geliyorlar!..»
Oda dar geliyordu. Keskin bir cila kokusu sinmişti havaya. İki jandarma ile mahallenin polis komiseri
Riskin çizmelerini döşeme üzerinde rap rap öttürüyorlar, kitapları raftan indirip masanın üzerine,
subayın önüne istif ediyorlardı. İki kişi de yumruklayarak duvarı yokluyor, sandalyelerin altına
bakıyorlardı. Birisi zar zor ocağın üzerine tırmandı. Küçükrusyalı ile Vesov-kişov bir köşeye çekilip
birbirlerine sokulmuşlardı. Nikolay'ın ço- pur yüzü kızıl beneklerle örtülmüştü. Gözlerini subayın yüzünden
ayıramıyordu. Andrey bıyıklarıyla oynuyordu. Ana odaya gi- rince, başını sallayarak dostça
gülümsedi ona.
Pelageyâ korkusunu yenmeye çalışarak ilerledi. Her zamanki gibi yan yan yürümüyordu şimdi. Göğsünü
ileriye doğru dik tutuyordu. Bu duruşu onu özentili ve gülünç gösteriyordu. Yürürken gürültü ediyor,
kaşlarını titretiyordu.
Subay, beyaz elinin ince uzun parmaklarıyla kitapları alıp sayfalan çabuk çabuk çeviriyor, silkiyor, sonra
usta bir hareketle bir kıyıya atıyordu. Kimi zaman kitaplardan biri yere düşüyordu. Kimse
konuşmuyordu. Kan ter içinde kalan jandarmalar burunlarını çekiyorlardı. Mahmuzlar sakırdıyor, arada
sırada bir soru işitiliyordu:
«Buraya bakıldı mı?»
Pelageyâ, Pavel'in yanında durdu, bölmenin yakınında. O da, oğlu gibi, kollarını göğsü üzerinde
kavuşturdu ve subayı izledi. Dizleri titriyor, gözleri buğulanıyordu.
Ansızın Vesovşikov'un sesi sessizliği bıçak gibi kesti:
«Kitapları yere atmanın ne anlamı var?»
Ana ürperdi. Tveryakov, sanki ense köküne bir darbe yemiş gibi kafasını salladı. Ribin öksürdü, dikkatle
Nikolay'a baktı.
Subay gözlerini kısarak bir an o çopur, hareketsiz yüze baktı. Parmakları daha hızlı çevirmeye başladı
sayfaları. Zaman. zaman gök gözlerini öyle açıyordu ki, müthiş bir ağrısı var da artık dayanamayıp çılığı
basacak sanıyordu insan.
Vesovşikov bir kez daha:
«Asker!» dedi, «kaldır kitapları.»
47
Jandarmalar hep birden Vesovşikov'a döndüler, sonra subaya baktılar: Subay yine başını kaldırdı.
Nikolay'ın kocaman karaltısına derin bir bakış fırlattı, sonra yayvan burundan çıkan bir sesle:
«Öyle ya... kaldırın...» dedi.
Jandarmalardan biri eğildi, göz ucuyla Vesovşikov'u süzerek, sayfaları buruşan kitapları kaldırmaya
başladı...
Ana:
Bu Nikolay dilini tutsa iyi eder!» diye fısıldadı oğluna.
Pavel omuzlarını silkti. Küçükrusyalı başını önüne eğdi.
«Kim okuyor İncil'i?»
«Ben,» dedi Pavel.
«Peki, bütün bir kitaplar kimin?»
«Benim.»
«İyi!» dedi subay.
Sandalyenin arkalığına yaslandı, ince ellerinin parmaklarını çıtlattı, bacaklarını masanın altından uzattı,
bıyığını burdu. Vesovşikov'a dönerek:
«Andrey Nakhodka sen misin?» diye sordu.
Nikolay ilerleyerek:
«Evet,» karşılığını verdi.
Küçükrusyalı elini uzattı, Nikolay'ı omuzundan tutup geri çekti:
«Yanıldı!» dedi. «Andrey, benim!»
Subay elini kaldırdı, işaret parmağını^allayarak:
«Dikkat et, sen!» dedi.
Ve evrakını karıştırmaya başladı.
Dışarda, ayışığına aldırmayan meraklı gözler pencereden içerisini seyrediyordu. Evin önünde birisi
yürüyordu karları gıcırdatarak:
«Sen, Nakhodka, bundan önce bir kez daha siyasal suçtan kovuşturmaya uğramışsın, öyle mi?» diye
sordu subay.
«Evet, Rostov'da, Saratov'da... Yalnız, orada jandarmalar bana 'siz' diye hitap ederlerdi.»
Subay sağ gözünü kırptı, ovuşturdu, ufacık dişleri göründü:
«Peki,» diye sürdürdü. «Siz, Nakhodka, evet, özellikle siz, fabrikada canavarca bildiriler dağıtan
alçakların kimler olduklarını bilmiyor musunuz? Ha?»
48
•¦' 1 I
• "ı M
Küçükrusyalı bacakları üzerinde sağa sola sallandı, geniş bir gülümseme aydınlattı yüzünü. Bir şey
söyleyecekti ki, Nikolay'ın sinir bozucu sesi yeniden işitildi:
«Biz ilk kez olarak alçak görüyoruz...»
Bir an sessizlik oldu. Herkes taş kesilmişti.
Ananın alnındaki yara izi soldu, sağ kaşı yukarı doğru çekildi, Ribin'in siyah sakalı garip biçimde titredi.
Başını eğdi, sakalını parmaklarıyla tarazladı.
Subay:
«Bu hayvanı dışarı atın!» dedi.
İki jandarma Nikolay'ı koltuklarından yakalayıp mutfağa gö-tirdüler. Orada, Nikolay, sıkı durdu yerinde
ve bağırdı: *; «Durun hele, giyineyim...»
Polis komiseri yine içeri girdi:
«Bir şey bulamadık, her yere baktık.»
Subay gülümseyerek :
«Elbette!» diye haykırdı. «Burada tecrübeli birisi var...»
Ana, subayın incecik, titrek, hırçın sesini dinliyor, sarı suratına korkuyla bakıyor, bu adamın acımasız bir
düşman olduğunu, halka karşı küçümsemeyle dolu bir aristokrat yüreği taşıdığını hissediyordu. Bu tür
insanları pek az görmüştü, ve bunların var-lığrm bile unutmuştu nerdeyse:
«Bunlar rahatsız oluyorlar bizden!» diye düşündü.
«Babası bilinmeyen Bay Andrey Onisimov Nakhodka, sizi tutukluyorum!»
Küçükrusyalı serinkanlılıkla:
«Hangi nedenlerle?» diye sordu.
Subay, kin kokan bir incelikle:
«Bunu sonra söyleyeceğim,» yanıtını verdi.
Pelageya'ya döndü:
«Okuma bilir misin?»
Sorunun karşılığı Pavel'den geldi:
«Hayır.»
Subay sert bir sesle:
«Sana sormuyorum!» dedi ve devam etti:
«Söyleyesene kocakarı!»
Ana / F: 4
49
Adama karşı, içgüdüsel bir nefret bürüdü Ana'yi- Birdenbire doğruldu. Buzlu suya dalmış gibi tir tir
titriyordu. Yara izi kıpkırmızı kesildi ve kaşı aşağı indi. Kolunu subaya doğru uzatarak:
«Bağırmayın!» dedi. «Siz daha gençsiniz, yazgının ne olduğunu bilmezsiniz.»
Pavel sözünü kesti:
«Sakin olun anne!»
Ana masaya doğru fırlayıp bağırdı:
«Sen dur hele, Pavel. Niçin tutukluyorsunuz bu adamları?»
Subay ayağa kalktı:
«Bu seni ilgilendirmez, kapa çeneni!» diye bağırdı. «Getirin Vesovşikov'u!»
Yüzünün hizasında tuttuğu bir kâğıdı okumaya başladı.
Nikolay'ı odaya getirdiler. Subay okumaya keserek:
«Şapkanızı çıkarın!» diye bağırdı.
Ribin, pelageya'nın yanına yaklaştı, omuzuyla, onu dürterek fısıldadı:
«Sakin ol, Ana!»
Nikolay tutanağın okunmasını yarıda kesti:
«Şapkamı nasıl çıkarırım? Ellerimi tutuyorlar.»
Subay, kâğıdı masanın üzerine fırlattı:
«İmzalayın!»
Ana, orada bulunanların tutanağı imzalamalarını izledi. Öfkesi yatışmıştı. İçi fena oluyordu. Küçük
düşürülmüştü ve elinden bir şey gelmiyordu. Gözleri yaşlarla doWu. Bu yaşları yirmi yıllık evlilik yaşamı
boyunca da dökmüştü. Ama son zamanlarda bunu unutmuş görünüyordu.
Subay onun yüzüne baktı ve aşağılayıcı bir tavırla suratını ekşiterek:
«Ağlamak için daha çok erken hanımcığım!» dedi. «Dikkat edin, sonrası için yeterince gözyaşınız
kalmayacak!»
Bu söz Ana'yi yeniden kızdırdı. Şu karşılığı verdi:
Analarda her şey için yeterince gözyaşı bulunur... her şey için! Sizin de bir ananız varsa eğer, bunu
bilmesi gerekir.»
Subay evrakını süratle parlak kilitli gıcır gıcır çantasına yerleştirdi ve:
«İleri, marş!» buyruğunu verdi.-
50
Pavel arkadaşlarının ellerini sıktı. Alçak sesle ama ateşli ateşli:
«Yine görüşürüz Andery, yine görüşürüz nikolay!» dedi.
Subay alaycı alaycı güldü.
«Evet, gerçekten de yine görüşeceksiniz!» diye söylendi.
Vesovşikov güçlükle soluyordu burnundan; kalın boynuna f kan yürümüştü; gözleri öfkeden ateş
saçıyordu. Küçükrusyalı hep güiümsüyordu. Ana'ya bir şeyler söylüyor, başını sallıyordu. Ana, istavroz
çıkararak onu kut şadı ve:
«Tanrı haklı insanları görür,» dedi.
Sonunda, kurşunî kaput giyen adamlar mahmuz şıkırtısı I içinde sokak kapısına doğru yitip gittiler. Son
çıkan, Ribin oldu. *f Kara gözleriyle Pavel'i baştan ayağa inceden inceye süzdü.
«Hadi hoşçakal...» dedi.
Ve sakalının içine öksürerek ağır adımlarla çıkıp gitti.
Pavel ellerini arkasında kavuşturdu, odanın içinde yerlerde sürünen kitaplaria çamaşırlar arasında
bir'aşağı bir yukarı dolaştı. Yüzü sıkıntılıydı.
«Şimdi gördün mü nasıl olduğunu?» diye sordu.
Ana, kararsız gözlerle, altüst olan odaya bakıp duruyordu. Derin bir kaygıyla fısıldadı:
«Nikolay niçin kaba davrandı?..»
Pavel usulca:
«Herhalde korktuğundan olsa gerek» karşılığını verdi.
«Geldiler, yakaladılar, götürdüler...»
Pelageya çaresizlik belirten bir hareket yaptı. Fakat oğlu kendisine kalmıştı. Yürek atışları düzeliyordu.
Bütün aklını seferber ediyor, gerçeği anlamaya uğraşıyor, ama bir türlü işin içinden çıkamıyordu.
«O sarı suratlı adam bizimle alay ediyor, gözdağı veriyor...» Pavel, birden, kararlı bir sesle:
«Yeter artık anne!» dedi. «Gel de şunları yerlerine yerleştire-, lim...»
Ona 'anne' demiş, senli benli konuşmuştu. Bunu ancak, kendisini ona daha yakın bulduğu zaman yapardı.
Pelageya oğluna döndü, gözlerinin içine baktı, duyulur duyulmaz bir sesle:
«Seni küçük düşürdüler, öyle değil mi?» diye sordu.
51
«Evet!.. Ağır bir şey bu! Onlarla birlikte gitmeyi yeğ tutardım...»
Nerdeyse ağlayacak gibi geldi Ana'ya. Çektiği acıyı kendisi de hissettiğinden, oğlunu avutmak için:
«Biraz bekle, seni de yakalarlar!» dedi ve içini çekti.
«Evet.»
Kısa bir sessizlikten sonra, üzüntülü bir tavırla:
«Görüyorsun ya,» dedi, «ne kadar katı yürekli ve sert davrandığını! Bari beni avutsan! Tam tersine, ben
sana korkunç şeyler söylüyorum, sen bana daha da korkunç şeyler söylüyorsun.»
Pavel anasına yaklaştı, tatlılıkla:
«Çünkü ben de bilmiyorum, anne,» dedi. «Buna alışmalısın.»
Pelageya bir daha içini çekip sustu. Sonra dehşetle ürpere-rek yine söylenmeye başladı:
«Belki de işkence ederler, vücudunu parçalarlar, kemiklerini kırarlar! Bunları düşündükçe... Pavel,
çocuğum, yavrum, korkunç bir şey bu!..»
«İnsanın ruhuna işkence ederler... pis elleriyle... Bu, daha çok acıtır...»
ONBİRİNCİ BÖLÜM
Ertesi gün, Bukin, Somov ve beş kişiftin daha tutuklandıkları öğrenildi. Akşam, Fedor Mazin rüzgâr gibi
içeri daldı: Onun evinde de arama yapılmıştı, bundan ötürü kendisini kahraman sayıyordu.
Ana:
«Korktun mu, Fedya?» diye sordu.
Fedor'un benzi soldu, burun kanatları titredi: ,
«Subay vurur diye korktum. Kara sakallı şişkonun biri. Elleri kıllarla, kaplı. Burnunda bir siyah gözlük,
gözleri yok sanırsın. Bağırıp çağırıyor, ayağını yere vuruyordu! Hapislerde çürüyeceksin!., diyordu.
Oysaki beni asla ne anam, ne babam dövmüştür, ben bir evin oğluydum, beni severderdi.»
Bir an gözlerini yumdu, dudaklarını sıktı, çabuk bir el hare-
52
ketiyle saçlarını kabarttı ve biraz kızaran gözlerini Pavel'e çevirerek:
«Eğer,» dedi, «birisi bana vurmaya kalkarsa, saldırırım vallahi, dişlerimle parçalarım onu... Beni bir
vuruşta tepelemelidir!»
Peiageya:
«Ama.pek narin, pek sıskasın!» diye haykırdı. «Nasıl dö-* vüşürsün?»
Fedor dişlen arasından:
«Dövüşürüm!» dedi.
O gittikten sonra:
j «Bunun belini ötekilerden de önce kıracaklar!..» dedi. *J Pavel sesini çıkarmadı.
Az sonra, mutfak kapısı ağır ağır açıldı, Ribin içeri girdi.
«Selâm,« dedi gülümseyerek. «Yine geldim işte. Dün akşam, onlar getirdiler beni, ama bugün
kendiliğimden geliyorum!»
Pavel'in elini kuvvetle sıktı, Ana'nın omuzunu tuttu:
«Bana çay ikram eder misin?»
Pavel sessizce Ribin'i inceliyordu. Onun gür siyah sakallı, koyu gözlü, geniş yağız yüzünü. Durgun
bakışlarında ciddî bir şeyler okunuyordu.
Pelageya çay hazırlamak için mutfağa gitti. Ribin oturdu, sakalını sıvazladı, dirseklerini masaya
dayayarak siyah gözlerini Pavel'e dikti. Sanki yarıda kesilmiş bir konuşmayı sürdürüyor-muşcasına:
«Demek böyle!» dedi. «Açık konuşacağım seninle. Uzun süre dikkat ettim sana. Aşağı yukarı komşu
sayılırız. Sana çok konuk geldiğini gördüm. Ama içki âlemleri yapmıyor, rezalet çıkarmıyorsunuz. En
önemli nokta, bu. Rezalet çıkarmayan kimseler hemen göze çarparlar. Tamam mı? Tamam! İnsanlara
karışmadığım için benden de rahatsız oluyorlardı.» ' Sesi kaygılıydı, ama rahat konuşuyordu.
Esmer eliyle sakalını
sıvazlıyordu. Bakışlarını Pavel'in gözlerinden ayırmıyordu.
«Senden sözedilmeye başlandı. Patronların sana dinsiz diyorlar. Kiliseye gitmiyorsun, ondan. Ben de
gitmem kiliseye. Sonra, şu bildiriler var. Fikir senin mi?»
«Evet, benim.»
Ana telâşlandı, mutfaktan dışarı çıktı.
53
«Nasıl senin?..» diye haykırdı. «Tek başına değilsin ki sen!»
Pavel gülümsedi; Ribin de gülümsedi:
«İyi!» dedi.
Ana, sözlerine önem verilmediği için biraz gocunmuştu. Burnunu çekip mutfağa döndü.
«0 bildiriler iyi fikirdi. Heyecanlandırır insanı. On dokuz tane mi çıktı?»
«Evet.»
«Hepsini de okudum. Ama içinde öyle şeyler var ki insan anlamıyor, anlamaya gerek duymuyor. Evet, bir
kimse çok konuşursa, hiç bir işe yaramayan bir sürü laf da eder arada...»
Ribin gülümsedi. Dişleri beyaz ve sağlamdı.
«Sonra da... arama işte. Özellikle bu arama çekti beni sizin yanınıza. Sen, Küçükrusyalı, Nikolay, şey
davrandınız...»
Aradığı sözcüğü bulamadı, sustu, parmaklarıyla masayı tıkırdatarak pencereye doğru baktı.
«Kararlılığınızı gösterdiniz. 'Ekselans, siz kendi işinizi yapın, biz de kendi işimizi yaparız' diyordunuz
sanki. Küçükrusyalı da yiğit bir delikanlı. Çoğuz kez, fabrikada konuşurken onu dinlerim de, işte bunu
ezemezler, bunu yalnız ölüm paklar, diye düşünürüm. Mangal gibi yürek var onda! Bana inanıyor musun.
Pâvel?»
Pavel başını salladı.
«Evet,» dedi.
«İyi. Bak, ben kırk yaşındayım.*Senden iki kat daha yaşlıyım, ama yirmi kat fazla şey görüp geçirdim.
Üç yılı aşkın askerlik yaptım, iki kez evlendim, ilk karım öldü, öbürünü terket-tim. Kafkasya'da
bulundum, dukhabor'ları tanırım... Başkasının yaşamını kendi ellerinde sanırlar, aslanım. Ama öylesi değil
işte!»
Ana bu tok sözleri can kulağıyla dinliyordu. Olgun bir adamın, oğlunu ziyarete gelip itirafta
bulunurcasına konuşması hoşuna gidiyordu. Ama Pavel konuğuna karşı fazla soğuk davranır gibiydi. Bu
izlenimi silmek için:
«Bir şey yer misin, Mikhail?» diye sordu Ribin'e.
«Teşekkür ederim, Ana! Yedim de geldim... Demek ki, Pavel, yaşamın gidişi hiç de hoş değil, ha?»
«Yo! İyi gidiyor. Baksanıza, sizi açıkyüreklilikle evime getirdi işte. Bizleri birleştiriyor yavaş yavaş. Gün
gelecek, ömrü bo-
54
yunca çalışan bizleri, hepimizi birleştirecek! Adaletsizdir, zordur bizim için ama gözümüzü açan da
odur. Acı anlamını da ondan öğreniyoruz. Yaşamın akışını nasıl hızlandıracağımızı da gösteren yine
yaşamın ta kendisidir.»
Ribin Pavel'in sözünü kesti:
«Doğrudur! İnsanı yenilemek gerek. İnsan uyuz olmuşsa hamama götürür, yıkar, temiz üstbaş giydirirsin
iyileşir, değil mi? Ama, insanın içini nasıl temizlersin? İşte sorun bu!»
Pavel, resmî makamlar konusunda; fabrika konusunda; yabancı ülkelerde işçilerin haklarını nasıl
korudukları konusunda Jıateşli ateşli konuşmaya başladı. Ribin ara sıra bir sözü vurgulanmak istercesine
parmağını masaya vuruyordu. Geigeieiim bir kez bile Tamam, dediğin doğru!' demedi.
Bir ara gülüverdi ve usulca: «Sen daha gençsin, insanları tanımazsın!» dedi.
Pavel, Ribin'in karşısına durdu, ağırbaşlı bir tavırla şu ¦ karşılığı verdi:
«Gençlikten, yaşlılıktan söz etmeyelim! Hangi fikirler daha ... doğru, ona bakalım.»
«Peki, öyleyse bizi Tanrı konusunda bile aldatmışlar mıdır sence? Evet, değil mi? Ben de dinimizin doğru
din olmadığını düşünüyorum.»
O anda Ana lafa karıştı. Oğlu Tanrıdan ve kendisi için kutsal olan iman sorunlarında söz açınca, hep
Pavel'le gözgöze gelmeye çalışır, din duygularını incitmemesini bakışlarıyla anlatırdı. Ne var ki Tanrıya
inanmadığını belirten sözleri altında gerçekte bir iman yattığını sezer gibi olur, bu duygu da onu
rahatlatırdı. 'Ne düşündüğünü bir anlayabilsem!' derdi içinden. Olgunluk çağına ermiş Ribin'in, Pavel'in
sözlerinden hoşlanmayacağını, günah sayacağını umuyordu. Ama misafirinin Tanrı'ya ilişkin sözlerini
işitince, kendini tutamadı, kesin ve direngen bir sesle:
«Tanrıdan sözederken daha dikkatli olmalısınız!» dedi. «Siz kendiniz... elbette ki nasıl isterseniz öyle
düşünürsünüz!»
Solucju, daha bir kuvvetle devam etti: . «Peki ama, eğer. Tanrıyı elinden alırsanız, benim gibi yaşlı bir
kadın üzüntülü zamanlarında nereye dayanır?»
Gözleri yaşlarla doldu. Bulaşıkları yıkarken elleri titriyordu.
Pavel tatlı, sevecen bir sesle:
55
«Bizi iyi anlamadınız, anne!» dedi.
Ribin gülümseyerek Pavel'e baktı, ağır, anlamlı bir sesle:
«Bağışla beni, Ana,» dedi. «Düşüncelerini değiştirmek için biraz yaşlı olduğunu unuttum da...»
Pavel devam etti:
«Benim sözkonusu ettiğim Tanrı sizin inandığınız sevecen, bağışlayıcı Tanrı değildi, papazların bizi
tehdit etmek için silah gibi kullandıkları Tanrıydı. Öyle bir Tanrı ki, onun adına herkesi birkaç kişinin
acımasız iradesine baş eğmeğe zorlamak isterler.»
Ribin elini masaya vurarak:
«Tamam, sorun bu!» diye haykırdı. «Dinimizi bile değiştirdiler. Ellerine ne geçse bize karşı çeviriyorlar.
Bilirsin, Ana. Tanrı insanı kendi tasvirine göre yaratmıştır derler. Öyleyse ona benzememiz gerekirdi.
Oysa biz Tanrıya değil, yırtıcı hayvanlara benzeriz. Kilisede işlerine geldiği biçimde bir Tanrı
gösterirler bize. İftira ederler Tanrıya. Çıkarlarını yürütmek, ruhumuzu öldürmek için onu kılıktan
kılığa sokarlar.»
Alçak sesle konuşuyordu, ama ağzından çıkan her sözcük ağır bir yumruk gibi Ana'nın kafasına iniyor,
onu sersemletiyordu. Kara sakalla çerçeveli geniş yüzü korkutuyordu kadıncağızı; koyu gözlerinin
parıltısına dayanamıyor, yüreğine acı verici bir korku yerleşiyordu. Kafasını sallayarak:
«Hayır,» dedi. «Gitsem iyi olacak. Bunları dinlemek gücümü aşan bir şey!» #
Ve mutfağa kaçtı. Ribin haykırıyordu:
«Görüyor musun, Pavel? Her şeyin kökü yürekte, kafada değil! Yürekte asla başka şey bitmeyecektir.»
«İnsanı ancak akıl özgürleştirir!» dedi Pavel.
Ribin inatla haykırdı:
«Akıl güç vermez. Gücü yürek verir, kafa değil. Bu böyle!»
Ana soyunup yatmıştı. Duasını yapmamıştı. Üşüyordu. Huzursuzdu. Eskiden Ribin'i akıllı uslu bir adam
sanırken, şimdi ona karşı düşmanlık duyuyordu. Sesini dinlerken:
"Dinsiz! Bozguncu herif!' diye düşünüyordu. 'Ne diye buraya geliyor sanki?'
Ribin ise sakin, kendinden emin konuşuyordu:
«Kutsal bir yer boş kalmamalıdır. Ruhumuz acılı bir yerdir.
Efe
1
Tanrının bulunduğu yerdir. Eğer Tanrı o yerden elini eteğini çekerse, yara açılır işte orada! Yeni bir
iman yaratmak gerek, Pavel... insanlara dost olan bir din.»
«İsa böyle bir din kurdu ya! dedi Pavel.
«isa'nın iradesi sağlam değildi. Sezar'ı tanırdı. Tanrı, bir insanın, başka insanlar üzerinde zorbalık
kurmasını kabul ede-
* mez, çünkü Tanrının kendisi salt kurdettir! Ruhunu paylaşmaz. Şu tanrısaldır, bu beşeridir demez...
Oysaki isa ticareti kabul ederdi. Evliliği kabul ederdi. İncir ağacını lânetlemiştir. incir ağacı kısırsa, suç
ağaçta mı? Eğer ruhun güzel meyveleri yoksa, bunda ruhun da suçu yoktur... Ben miyim yani kötülüğü
ruhun
"J içine eken?»
* Seslerin ardı arkası kesilmiyordu odada. Coşkulu bir oyun oynuyormus gibi, sesler, kâh
alçalıyor, kâh çatışıyordu. Pavel yukarı aşağı geziniyor, ayakları altında döşeme çatırdıyordu. Ko-
: nuştuğu zaman, bütün sesler onun sesinde eriyordu. Ribin ağır ve sakin sesiyle onu yanıtlarken saatin
tik-takları ve evin duvarlarını tırmalayan donun kuru çatırtısı işitiliyordu.
«Ben bildiğim yolla, ateşçi ağzıyla söyleyeceğim sana: Tanrı ateşe benzer. İşte böyle. Yürekte yaşar.
Tanrı Kelâmdır. Kelâm ise Ruh'tur. Öyle yazıyor...»
Pavel dayatarak: , «Ruh değil, akıl!» diye yineledi.
«Öyle! Bu demektir ki Tanrı yürekte ve akıldadır, ama Kilisede değil!»
Ana uyudu ve Ribin'in gittiğini işitmedi.
Ribin sık sık gelmeye başladı. Pavel'in arkadaşlarından biri orada olduğu zaman, ateşçi bir köşeye
oturur, konuşmazdı. Yalnız, arada sırada:
«Tamam, doğru,» derdi.
Bir gün, siyah gözlerini orada bulunanların üzerinde gezdirerek ters ters homurdandı:
«Olandan sözetmeli, olacaktan değil. Olacağı kimse bilmez çünkü. Halk özgürlüğüne kavuştuktan sonra,
yapılacak en iyi şeyin ne olduğunu kendiliğinden görecektir. Onun kafasına bir sürü istemediği şey
tıktılar, bu kadarı yeter! Kendisi düşünsün, ;.¦ seçimini yapsın! Belki her şeyi tutup atmak isteyecek, tüm
yaşamı, bütün bilimleri, belki her şeyin kendisi aleyhine çevril-
57
miş olduğunu görecektir; sözgelimi kilise gibi... En iyisi, bütün kitapları eline verirsiniz, kararı kendisi
verir... İşte bu!»
Pavel yalnız olduğu zaman hemen sonu gelmez bir tartışmaya girişirlerdi. Ne var ki bu tartışmalar hep
sakin geçerdi. Ana kaygıyla dinlerdi onları, gözleriyle izler, söylenilenleri anlamaya çalışırdı. Bazen geniş
omuzlu ve kara sakallı mujiğin de, sağlam yapılı iriyarı oğlunun da kör olduklarını düşünürdü. Bir çıkış
bulmak için sağa sola saldırırlar, rastladıkları şeylere sarılırlar, güçlü ama beceriksiz elleriyle her şeyi
sarsarlar, her şeyi surdan alıp buraya korlar, yere düşürüp sonra da çiğnerlerdi. Bir şeye sürtünürler,
başka bir şeyi yoklarlar, sonra onu geriye iterler, ama ne inançlarını yitirirlerdi, ne de umutlarını...
Açık ve atak olduğu oranda dehşet verici de olan bir yığın sözcüğe Ana'yı da alıştırmalardı, ve bu
sözcükler artık eskisi gibi sarsmıyordu onu. Bazen Tanrıyı yadsıyan sözlerin gerisinde oğlunda sağlam
bir iman bulunduğunu sezinliyordu. O zaman tatlı bir hoşgörü ile gülümsüyordu. Ribin hoşuna gitmiyorsa
da, artık eskisi gibi düşmanlık beslemiyordu ona karşı.
Haftada bir, hapishaneye gidiyor, Küçükrusyalıya çamaşır ve kitap götürüyordu.. Bir gün onunla görüşme
izni kopardı. Dönüşünde, duygulanmıştı.
«Hiç değişmemiş,» diye anlattı. «Herkese karşı güleryüzlü-dür ve herkes onunla şakalaşıyor. Kendisi
için zor elbette hapislik, ama belli etmiyor...» ,
«Öyle yapmak gerek,» dedi Ribin. «Hepimiz alışkınız güçlüklere, acılara. Çile çekmek bizim doğal
ortamımız. Elbise gibi giyeriz onu, onunla soluk alırız. Bunda böbürlenecek bir şey yok. Herkesin gözü
kapalı olmaz. Kimileri gözlerini kendi istekleriyle yumarlar. Ama insan aptal oldu mu, sabretmekten
başka çıkaryolu yok!..»
ONİKİNCİ BÖLÜM
Vlasov'ların kül rengi ufak evi gitgide mahallenin ilgisini çek-' mekteydi. Bu ilgide büyük ölçüde
çekingenlik ve sakınganlık ve bilinçsiz bir düşmanlık vardı, ama yavaş yavaş güvenle dolu bir merak da
uyanmaktaydı. Kimi zaman bir yabancı çıkagelir, her şeyi dikkatle inceler, sonra:
58
«Delikanlı,» derdi Pavel'e. «Sen ki kitaplar okuyorsun, yasaları bilmen gerek. Şimdi sen bana söyle
bakalım, açıkla...»
Ve polisin ya da fabrika yönetiminin işlediği bir haksızlığı anlatırdı. Karışık durumlarda Pavel birkaç
satır yazıp adamı kente, tanıdığı bir avukata yollardı. Yok eğer kendi bildiği bir işse, kendisi açıklardı
sorunu.
Her şey konusunda, yalın ve yürekli bir dille konuşan, her şeyi can kulağıyla dinleyen, bütün karışık
sorunları en ince ayrıntılarına varıncaya dek inatla çözmeye uğraşan ve insanları binlerce sağlam
düğümle birbirlerine bağlayan ortak ipi kesinlikle or- taya çıkarıp yakalayan bu ağırbaşlı delikanlıya
beslenen saygı gittikçe büyüdü.
'Bataklığın kapik'i' sorunundan sonra Pavel'in önemi daha da arttı kamuoyunda.
Fabrikanın arkasında, binayı kokuşan bir halka ile hemen tümüyle saran bir geniş bataklık uzayıp giderdi.
Bu bataklıkta çam ve kayınağaçları dikiliydi. Yazın oradan sarımtırak yoğun buğularla sivrisinek bulutları
yükselir, mahallenin üzerine çöker ve sıtma yayardı. Bataklık fabrikanın malıydı. Yeni müdür bu
durumdan yararlanmaya baktı, bataklığı kurutmak ve turbayı da çıkarıp yakıt olarak kullanmak için bir
tasarı hazırladı. İşçilere de şu açıklamayı yaptı: bu operasyon orasını sağlığa zararlı koşullardan
arıtacak ve hepsinin yaşamını düzeltecekti. Bu amaçla, bataklığın kurutulmasına harcanmak üzere
ücretlerden ruble başına bir kapik kesilmesi buyruğunu verdi.
Bu tutum işçiler arasında büyük heyecan yarattı. Onlar ö-zellikle, memurların bu kesintinin dışında
tutulmalarına sinirlen-mişlerdi.
Müdüriyet kararının askıya çıkarıldığı cumartesi günü, Pavel hastaydı, işe gitmemişti, bu konuda hiç bir
şey bilmiyordu. Ertesi gün, pazar ayininden sonra, iyi bir ihtiyar olan Dökmeci Sizov ile çok çabuk
sinirlenen, uzun boylu Çilingir Makhotin, Pavel'in evine gelerek olup bitenleri anlattılar.
«En yaşlılarımız toplandık,» dedi Sizov ağır ağır, «Sorunu tartıştık. Sen aydın bir kişi olduğun için,
arkadaşlarımız sana danışmak üzere bizi gönderdiler. Anlamak istiyoruz: müdüre, bizden keseceği
kapiklerle sivrisineklere karşı savaşma hakkını veren bir yasa var mıdır?»
Makhotin, çekik gözlerini sağa sola kaydırarak:
«Biliyorsun,» dedi, «dört yıl önce hamam yaptırmak için para toplamışlardı, dalgacı herifler. Üç bin
sekiz yüz ruble elde ettiler. Nerde bu para? Hamam mamam da yapılmadı!»
Pavel bu verginin haksız olduğunu anlattı, bu girişimden fabrikanın edeceği kârı açıkladı. Bunun üzerine
iki ziyaretçi suratlarını asarak kalkıp gittiler. Ana, onları geçirdikten sonra gülümseyerek:
«Görüyorsun ya, Pavel,» dedi, «artık yaşlılar da sana akıl danışmaya geliyorlar.»
Delikanlı karşılık vermedi. Tasalı bir halde masada oturup yazmaya başladı. Birkaç dakika sonra:
«Rica edeceğim,» dedi anasına, «hemen kente git bu kâğıdı teslim et...»
«Tehlikeli mi?»
«Evet. Gazetemiz orada basılıyor. Bu kapik işi mutlaka çıkmalıdır gelecek sayıda...»
«Tamam, tamam!» diye karşılık verdi Ana. «Hemen gidiyorum...»
Oğlu ilk kez bir görev veriyordu kendisine. Meselenin ne olduğunu açıkça söylemesi onu mutlu kıldı.
Giyinirken:
«Bak, bunu aklım alıyor işte, Payel!» dedi. «Düpedüz hırsızlık bu!.. Adı neydi o adamın? Yegor İvanoviç
mi?»
Gece geç vakit döndü. Yorgun, anja memnundu.
«Sandrin'i gördüm.» dedi oğluna. «Sana selâm söyledi. Hele o Yegor, hiç de kibirli değil! Çok şakacı.»
«Onlardan hoşlandığına sevindim!» dedi Pavel tatlılıkla.
«Öyle alçakgönüllü insanlar ki, Pavel'ciğim! İnsanların alçakgönüllü olmaları ne iyi! Hem hepsi de
sayıyorlar seni...»
Pavel pazartesi günü de gitmedi işe. Başı ağrıyordu. Öğleyin, Fedor Mazin koşa koşa geldi. Heyecanlı ve
neşeliydi. Soluk aldıktan sonra haberi verdi:
«Gel! Bütün fabrika ayağa kalktı. Seni çağırmaya yolladılar beni! Sizov'la Makhotin bu sorunu senin
herkesten daha iyi a-çıklayabileceğini söylüyorlar. Bir görsen neler olduğunu!»
Pavel tek söz söylemeden giyindi.
«Kadınlar toplanmışlar, bir yaygara, bir yaygara ki, sorma gitsin!»
60
«Ben de geliyorum!.» dedi Ana. «Neler dönüyor orda? Ben de gideceğim!»
«Git!» dedi Pavel
Konuşmaksızın, hızlı hızlı yürüdüler Ana'nın eli ayağı titriyordu heyecandan. Önemli bir şeyler olacağını
hissediyordu. Fabrika kapısında kalabalık bir kadın topluluğu bağıra çağıra tar-, tışıyordu. Üçü birden
avluya girmeyi başarınca, birdenbire heye-candan uğuldayan, kara yoğun bir kitlenin ortasına düştüler.
Ana, bütün başların aynı yöne, demirhane atölyesinin duvarına dönük olduğunu gördü. Orada, Sizov,
Makhotin, ve Vialov ve daha beş altı işçi, olgun yaşta, nüfuzlu işçiler, kırmızı tuğlalı du-I varının önünde
hurda demir yığını üzerinde ayakta duruyorlardı. m «İşte Vlasov geldi!» diye bağırdı biri.
«Vlasov mu? Buraya gelsin...»
Sağdan soldan aynı zamanda:
«Susun!» diye bağıranlar oldu.
Yakınlardan bir yerden, Ribin'in sakin sesi yükseldi:
«Bir kapikçik için değil, adalet için karşı koymak gerek, asıl sorun bu. Önemli olan bizim kapik değil, öbür
kapiklerden daha iri değil bizimki; ama daha ağırdır. Bizim kapikçikte bir müdürün rublesinden daha çok
insan kanı vardır. Sorun. bu. Biz bu bir ka-piğe değil, kana, gerçeğe değer veriyoruz, sorun bu!»
«Doğru! Yaşa Ribin!»
«Haklısın, ateşçi!»
«İşte Vlasov geldi!»
Makinelerin boğuk gürültüsünü istimin derin soluklarını ve boruların uğultusunu bastıran insan sesleri,
havayı dolduran bir patırtı halinde eriyordu. Kollarını sallayan, birbirlerini ateşli, iğneleyici sözlerle
kızıştıran kimseler koşuşup duruyordu ortalıkta. Yorgun göğüslerde her zaman uyuklayan öfke şimdi
uyanıyor, boşalmak için bir çıkış arıyordu. İnsanlar gittikçe artan bir şid-, detle azıyorlar,
çatışıyorlardı. Kalabalığın üstünde bir kurum ve toz bulutu yüzüyordu. Kızarmış yüzleri kaplayan ter,
esmer yanaklarda siyah yaşlar gibi akıyor, gözler kıvılcımlar saçıyor, dişler parıldıyordu.
Pavel, Sizov'la Makhotin'in yanıbaşına dikiliverdi:
«Arkadaşlar!» diye bağırdı.
61
Ana, oğlunun yüzünün solgun olduğunu, dudaklarının titrediğini gördü. Ne yaptığının farkında
olmayaraktan ilerledi, kalabalıkta yol açtı kendine. Sinirli sesler «Nereye gidiyorsun?» diyordu. Geriye
itiyorlardı Ana'yi- Fakat o durmuyordu. Omuzuy-la, dirsekleriyle kalabılığı yarıyor, ağır ağır oğluna
yaklaşıyordu. Oğlunun yanında olmak istiyordu.
Bu sözcük derin bir anlam taşıyordu Pavel için. «Arkadaşlar!» diye bağırdıktan sonra sesinin kısıldığını
hissetti: mücadeleye atılmanın sevinci boğazını sıkmıştı. Adalet ve hakikat tutkusuyla yanıp tutuşan
yüreğini bu adamlara fırlatmanın sevinci içindeydi.
«Arkadaşlar!» diye bir daha seslendi bu sözcük ona güç ve coşkunluk verdi. «Arkadaşlar, kiliseleri ve
fabrikaları yapan biziz, zincirleri yapan, gümüşü döken biziz. Herkese, beşikten mezara dek, ekmeği ve
zevkleri veren biziz...»
«Tamam, sorun bu, işte!» diye haykırdı Ribin.
«Her zaman ve her yerde en çok çalışan biziz, yaşamın nimetlerinden en az pay alan da biz. Bizi düşünen
kim? Kim iyilik düşünür bize? Kim insan yerine kor bizi? Hiç kimse!»
Bir ses, yankı gibi:
«Hiç kimse!» dedi.
Pavel kendine geldi, daha yalın ve serinkanlı konuşmaya başladı. Kalabalık yavaş yavaş ona yaklaşıyor,
çokbaşlı karanlık bir gövde gibi toplanıyordu. Yüzlerce dikkatli göz konuşana dikiliyor; herkes, sözlerine
kulak kabartıyordu.
«Hepimizin arkadaş olduğunu hissetmedikçe, aynı istekle, haklarımız için mücadele etme isteğiyle
sıkısıkıya birbirlerine bağlı dostlardan oluşan bir aile oluşturmadıkça, daha iyi bir yaşantıya
ulaşamayız.»
Ana'nın çevresinden kaba sesler işitildi:
«Sadede gel!»
Bir iki ses:
«Bırakın konuşsun!» diye bağırdı.
Kararmış, asık suratlar kuşkulu görünüyordu. Yalnız birkaç ciddî ve düşünceli bakış geziniyordu Pavel'in
üzerinde.
«Sosyalisttir bu, ama ahmak değildir!» dedi biri.
Tek gözlü, iri yarı bir delikanlı omuzuyla Ana'yi dürttü:
«Herhalde korkmuyor!» dedi.
62
«Arkadaşlar, eğer biz kendi kendimize yardım etmezsek, hiç kimse bize yardım etmez, bunu anlamanın
zamanı gelmiştir. Birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için, işte bizim yasamız, eğer başarmak
istiyorsak!»
Makhptin:
«Doğru söylüyor, çocuklar!» diye bağırdı.
Ve yumruğunu havaya kaldırıp salladı. *. «Müdürü buraya getirmek gerek!» diye devam etti Pavel.
Sanki kasırga koptu. Kalabalık dalgalanmaya başladı. Bir sürü insan hep bir ağızdan bağırdı:
«Müdür! Müdür!»
«Temsilciler gönderilsin müdüre!»
Pelageya en ön sıraya varmıştı. Aşağıdan, gururla izledi oğlunu. Pavel, en çok saygı gören* yaşlı işçilerin
ortasında duruyordu; herkes onun söylediklerini dinliyor, onaylıyordu, ölçüyü kaçırmadı, ötekiler gibi
sövüp saymadığı için Ana seviniyordu.
, Çinko damın üzerine dolu nasıl düşerse, kesik haykırışlar, küfürler, ilençler de öyle yağıyordu
kalabalığın üzerine. Pavel büyüyen gözlerle yukardan kalabalığa bakıyordu. Bir şey arar gibiydi.
«Temsilcileri seçin!»
«Sizov!»
«Vlasov!»
«Ribin! Ribin dişlidir!»
Ansızın birkaç kişi daha hafif sesle:
«İşte geliyor!» diye bağırdı.
«Müdür geliyor!..»
Kalabalık yarıldı, uzun boylu, uzun süratli, sivri sakallı bir adama yol verdi. Yolu üzerinde bulunan işçileri
bir el hareketiyle, ama onlara el dokundurmadan bir yana itiyor:
«Açılın!» diyordu.
Gözlerini kırpıyor, tecrübeli bir yönetici gözüyle dikkatle tek tek işçilerin yüzlerini inceliyordu. Onun
karşısında işçiler kasketlerini çıkarıyor, eğilerek selâmlıyorlardı. O, bu saygı gösterilerine karşılık
vermeden ilerliyor, geçtiği yerde heyecan ve sessizlik yaratıyordu. Ürkek gülümsemelerde ve boğuk
seslerde, saçma işler yaptıklarının farkına varan çocukların pişmanlığı seziliyordu.
63
Müdür, Ana'nın önünde geçerken sert bir bakış fırlattı kadına; hurda demir yığının önünde durdu.
Yukardan bir el uzandı. Müdür bu eli tutmadı. Güçlü ve çevik bir sıçrayışla yığının üzerine tırmandı,
Pavel'le Sizov'un karşısına dikildi:
«Ne demeye toplandınız? Niye bıraktınız işi?»
Birkaç saniye sessizlik oldu. Başlar, başaklar gibi dalgalanıyordu. Sizov kasketini havada sallar gibi
yaptı, omuzlarını silk-ti, başını eğdi.
Müdür:
«Söylesenize!» bağırdı.
Pavel, müdürün yanına yaklaştı. Sizov'la Ribin'i göstererek, yüksek sesle:
«Üçümüz,» dedi. «arkadaşlarımız tarafından birer kapik kesme kararınızdan vazgeçmenizi istemekle
görevlendirilmiş bulunmaktayız...»
Müdür, delikanlıya bakmaksızın:
«Niçin?» diye sordu.
Pavel'in sesi çınladı:
«Bu kesintiyi haksız buluyoruz!»
«Demek, bataklığı kurutma tasarısında işçilerin yaşam koşullarını düzeltmek kaygısını değil de, onları
sömürmek niyetini görüyorsunuz, öyle mi?»
«Evet,» diye yanıtladı Pavel.
Müdür, Ribin'e:
«Siz de mi?» diye sordu. •
Ribin:
«Hepimiz aynı kanıdayız!» dedi.
Müdür, Sizov'a döndü.
«Ya siz, aslanım?» dedi.
«Ben de, o bir kapiği kesmemenizi rica ediyorum.»
Ve Sizov, çekingen bir gülümseme ile başını yeniden eğdi.
Müdür, gözlerini ağır ağır kalabalığın üzerinde gezdirdi, omuzlarını silkti. Sonra Pavel'i tepeden tırnağa
süzerek:
«Sanırım siz oldukça kültürlü bir insansınız,» dedi.
«Bunun yararlı bir önlem olduğunu siz de mi anlamıyorsunuz?»
«Eğer fabrika bataklığı kendi parasıyla kurutursa, bunu herkes anlar!»
.
64
Müdür dediğim dedik bir tavırla:
«Fabrika insancıl işlerle uğraşmaz!» karşılığını verdi. «Hepinize, hemen işe başlamanızı emrediyorum!»
Ve aşağı inmeye başladı. Ayakkaplarının ucuyla dikkatle yokladıktan sonra basıyordu demirlere. Kimsenin
yüzüne bakmıyordu.
•• Bir hoşnutsuzluk uğultusu yayıldı kalabalıkta. Müdür durdu. «Ne oluyor?» diye sordu.
Herkes sustu. Yalnız bir ses yükseldi uzak bir yerden: «Git de sen çalış!»
, Müdür, sözcüklerin üzerine basa basa: q «Eğer,» dedi, «bir çeyrek saat içinde işe
başlamazsanız hepinize ceza kestiririm!»
Kalabalığı' yararak geldiği yerden geri döndü. Arkasından boğuk homurdanmalar yükseldi. Müdür
uzaklaştıkça, haykırışlar - da gittikçe şiddetlendi.
«Onunla konuşmaya gitsene!» «Kim takar bizim haklarımızı! Nasibimiz bu, işte!..» «Hey, avukat, ne
yapacağız şimdi?» diye bağırıyorlardı Pa-"" vel'e.
«Konuşmasına iyi konuştun yas o gelince her şey mayna . oldu!»
«Söyle bakalım, Vlasov, ne yapmalı?» Haykırışmalar gitgide kararlılık kazanıyordu. Pavel söze başladı:
«Arkadaşlar, o bir kapiği kesmekten vazgeçmedikçe, işi bırakmamızı öneriyorum...»
Coşkunluk adamakıllı sarıp sarmaladı kalabalığı. «Sen bizi aptal yerine mi koyuyorsun?» «Greve mi
gideceğiz?» «Hem de bir kapik için!» «Ne olacak yani? Grev yapalım!» «Hepimizi kapıdışarı ederler!..»
«Kimi alırlar yerimize?» ; «Bulurlar, merak etme!» «Hainleri mi?»
Ana / F: 5
65
ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Pavel aşağı inip anasının yanına gitti. Çevrelerinde uğultu yeniden başlamıştı. Sinirli sinirli, bağıra çağıra
tartışıyordu herkes.
Ribin, Pavel'e yaklaştı:
«Grev yaptırtamazsınız. Halk çıkarına düşkündür, ama korkaktır. Belki üç yüz kişi yürür arkandan, o
kadar. Böyle bir gübre yığını bir tek yaba ile kaldırılamaz...»
Pavel susuyordu. Kocaman kara yüzlü kalabalığın kıpır kıpır kendisine baktığını, kendisinden bir şey
beklediğini görüyordu. Yüreği kaygıyla eziliyordu. Uzun bir kuraklıktan sonra toprağa düşen seyrek
yağmur damlaları gibi, kendi sözlerinin de bu insanlarda hiç bir iz bırakmadan silinip gittiğini
düşünüyordu.
Üzgün ve yorgun döndü eve. Anası ile Sizov arkadan geliyorlardı. Ribin yanıbaşından yürüyor, kulağına
mırıldanıyordu:
«iyi konuşuyorsun, evet, ama yüreğe seslenmiyorsun, sorun burada. Kıvılcımı yüreğin ta derinliklerine
saçmak gerek. İnsanları akıl yolu ile avlayamazsın. Kundura onların ayağına çok dar gelir, çok incedir.»
Sizov da şöyle diyordu Ana'ya:
«Bizler, yani yaşlılar için mezarlığa gitmenin zamanı gelmiştir! Şimdi yeni bir halk yetişiyor. Biz nasıl
yaşardık, eskiden, ha? Dizüstü sürünürdük, hep yerlere dek eğilip selâmlardık. Ama bugünkü günde
gençler, akıllandılar mı» yoksa bizden fazla mı yanılıyorlar, bilmiyorum doğrusu, ama işte gençler, aynı
gençler değil; bakıyorsun, müdürle sanki akranlarıymış gibi konuşuyorlar, he valla! Yine görüşürüz,
Pavel!., insanları savunman güzel bir şey, aslanım! Allanın yardımıyla işin içinden çıkmanın yolunu bulursun
belki... İnşallah!»
Ayrılıp gitti.
Ribin homurdandı:
«iyi ya, sen mezarlığına git. Bugünkü günde ve saatte, siz artık insan değil, macunsunuz macun, ancak
çatlaklarınızı tıkamaya yararsınız. Seni temsilci olarak göndermek isteyenleri gördün mü Pavel? Senin
bir sosyalist, bir bozguncu olduğunu söyleyenler onlardı. Tamam, onlar işte! Senin için diyorlardı ki
birbirlerine, onu fabrikadan kovacaklar diyorlardı, oh olsun diyorlardı.»
66 •
«Kendi görüş açılarından haklıdırlar.»
«Kurtlarda haklıdır birbirini paralarken...»
Ribin'in suratı iki karıştı, sesi de alışılmadık biçimde titriyordu.
«İnsanların kuru laflara karınları toktur. Acı çekmek ve lafları kana bulamak gerek...»
Pavel bütün gün üzüntülü ve yorgun göründü. Garip bir kaygıyla doluydu. Parlayan gözleri bir şey arar
gibiydi. Anasının gözünden kaçmadı bu; işkilli işkilli sordu:
«Pavel, yavrum, nen var?»
Pavel düşünceli düşünceli: J «Başım ağrıyor,» dedi. ¦, «Sen yat, ben gidip doktor çağırayım.»
Pavel, anasına baktı.
«Hayır, hayır, gereği yok,» dedi.
Ve birdenbire sesini alçaltarak:
«Ben gencim, gereğince deneyli değilim, durum bu!.. Bana güvenmediler, ardımdan gelmediler, demek ki
gerçeği anlatamadım onlara!.. Gücüme gidiyor bu... küçük düştüm!»
Ana oğlunun asık yüzüne baktı, onu avutmak için tatlı bfr sesle: - «Bekle!» dedi. «Bugün
anlamadılar, yarın anlarlar...»
«Anlamaları gerekirdi!»
«Elbette... görüyorsun işte, ben bile anlıyorum gerçeği...»
Pavel anasına yaklaştı.
«Ama sen yiğit bir kadınsın, ana...»
Ve öte tarafa döndü. Pelageya, oğlunun alçak sesle söylediği sözlerden öylesine şiddetli bir coşkunluğa
kapıldı ki, tepeden tırnağa ürperdi. Pavel'in bu okşayıcı övgüsünü içinde saklamak için elini yüreğine
bastırarak uzaklaştı.
Geceleyin, Pelageya uyurken, oğlu da yatağında okurken,
jandarmalar yine geldiler, azgınlıkla her yanı aramaya başladılar:
5 ne avlu kaldı aramadık, ne de tavanarası. Sarı benizli subay ilk
, gelişindeki gibi kırıcı, alaycı davrandı, onları küçük düşürmekten
zevk aldı. Ana-oğulu yüreklerinden vurmaya çalıştı. Ana bir
! köşede oturmuş susuyor, gözlerini oğlundan ayırmıyordu. Pavel,
heyecanını bastırmaya çabalıyor, ama subay güldüğü zaman
parmakları garip bir biçimde oynuyordu. Jandarmaya karşılık
vermemek için kendini zor tuttuğu, onun alaylarına katlanmak
67
için kendini çok sıktığı belli oluyordu. Daha çok, kin duyuyordu, ve bu kurşunî üniformalı, mahmuzlu,
davetsiz gece konuklarına karşı duyduğu kin, korkusunu silip süpürüyordu.
Pavel fırsatını bulup anasına fısıldadı:
«Götürecekler beni...» • Ana başını eğdi, usulca:
«Anlıyorum...» diye yanıtladı.
Evet, anlıyordu: onu hapse tıkacaklardı, çünkü o gün işçilere seslenmişti. İyi ama tümü de onunla aynı
kanıdaydı, öyleyse hepsi onu savunmalıydılar... o zaman, çabucak çıkardı hapisten...
Oğlunu kolları arasına alıp sıkmak ve ağlamak isterdi, ama subay yanıbaşında durmuş, kısık gözlerini
üstüne dikmişti. Dudakları titriyor, bıyıkları oynuyordu. Bu adam gözyaşları, iniltiler, yalvarıp
yakarmalar bekliyor gibi geldi Pelageya'ya. Bütün iradesini topladı, az konuşmak için kendini zorladı,
oğlunun elini sıkıp öyle kaldı. Sonra, soluğunu tutarak ağır ağır, alçak sesle:
«Güle güle, Pavel'im,» dedi. «Gerekli olan her şeyi aldın mı?»
«Evet, sen merak etme...»'
«Tanrı seninle olsun...»
Jandarmalar Pavel'i götürünce, sedirin üzerine çöktü, gözlerini yumdu, usul usul hıçkırdı. Eskiden
kocasının yaptığı gibi sırtını duvara yasladı, başını eğdi. Güçsüzlüğünün onur kırıcı bilinci ve duyduğu
derin kaygı, gerginliğini artırıyordu. Uzun süre ağladı, ağladı, hıçkırıkların tekdüze iniltisinde
yaraİLyüreğinin tüm acısını dışarı akıttı. Sarı benizli, ince bıyıklı o suratı, acı çektirmekten hoşlanan o
kısık gözleri, kımıltısız bir leke halinde karşısında görür gibi oluyordu. Gerçeği aradığı için bir evlâdı
anasından çekip koparak insanlara karşı duyduğu kin ve öfke göğsünde düğümleniyordu.
Hava" soğuktu. Yağmur camları dövüyordu. Karanlıkta pusu kurmuş uzun kollu, kırmızı ablak suratlı,
gözsüz karaltılar evin çevresinde dolanıp duruyorlardı sanki. Hafif bir mahmuz şıkırtısı işitiliyordu.
Pelageya:
«Bari beni de yakalayıp götürselerdi ya!» diye düşünüyordu.
İşbaşı düdüğü utudu. Bugün boğuk, cılız çıkıyordu düdüğün
68
sesi. Kapı açıldı, Ribin içeri girdi. Sakalına takılan yağmur damlalarını eliyle silerek sordu:
«Götürdüler mi?»
Ana içini çekti:
«Evet. Alçaklar...»
Ribin acı acı güldü:
«Tamam! Bende de arama yaptılar, her yeri altüst ettiler, yaaa! Bağırıp çağırdılar. Ama onurumu
kıramadılar... Demek götürdüler Pavel'i!.. Anlıyorum. Müdür göz kırpmıştır, jandarma da anlaşıldı diye
bir işaret çakmıştır, sonra yürü bakalım!.. Uçtu adam. Aynı bokun soyu değiller mi? Birileri boynuzlardan
tutar, , öbürleri de sağar halkı...» mi Ana ayağa kalktı.
«Pavel için bir şeyler yapmalısınız!» diye haykırdı. «Ne yaptıysa sizin için, hepiniz için yaptı.»
«Kimmiş o bir şeyler yapacak olan?»
«Siz hepiniz!»
«Ya öyle mi sanıyorsun sen? Hiç güvenme buna, hayır.»
Ve alaylı alaylı gülerek, ağır adımlarla çıkıp gitti. Umut bırakmayan sert sözleri Ana'nın üzüntüsünü
artırdı.
«Ya döverlerse?.. Ya işkence ederlerse?..»
Oğlunun parçalanmış, kanlı vücudu gözleri önüne geldi. Dehşet, donmuş kil gibi göğsüne çöktü, ezdi.
Gözleri yanıyordu. Ocağı yakmadı, yemek pişirmedi, çay içmedi. Ancak gece geç vakit bir lokma ekmek
yedi. Yatağa girince, ömrü boyunca hiç bu derece yalnız, böylesine çıplak olmadığını düşündü. Son
yıllarda, önemli, mutlu bir şeyin bekleyişi içerisinde yaşamaya alışmıştı. Çevresinde gürültülü ve neşeli
gençler canlı, cıvıl cıvıl bir hava yaratıyorlardı. Bu kaygılı ama iyi yaşantının yaratıcısı olan oğlunun ciddi
yüzü hep karşısındaydı. Şimdi oğlu orada değildi artık. O olmayınca da başka hiçbir şey kalmadı
demekti.
- ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Gün geçti, gece oldu, uykusuz bir gece, sonra daha uzun bir gün başladı, birisi çıkagelir diye umutlandı,
ama kimse çalmadı kapısını.Akşam oldu, gece oldu. Buz gibi bir yağmur süzülüyordu duvarlardan. Rüzgâr
ocağın içine üfürüyordu. Döşemenin altında bir şeyler kıpındanıyordu. Damdan sular akıyordu
69
damla damla; damlaların hüzünlü sesi saatin tiktakına eşlik ediyordu. Sanki evin tümü korkudan
donakalmış, çevresinde olup bitenleri umursamadan usul usul sallanıyordu...
Pencere tıklatıldı, önce bir, sonra iki tıklama.
Alışkındı bu işarete, ürkmezdi;-bu kez, sevinçten ürperdL Belirsiz bir umutla yataktan fırladı,
omuzlarına bir şal aldı ve kapıyı açtı.
Samoylov girdi içeri. Onu izleyen ikinci adam şapkasını gözleri üzerine indirmiş, yüzünü paltosunun
yakasıyta örtmüştü.
Samoylov, Ana'yı selâmlamadı. Suratı asık ve kaygılıydı bu kez:
«Uyandırdık mı?» diye sordu.
«Uyumuyordum,» dedi Ana.
Ve susarak gözlerini ziyaretçilere dikti, bekledi.
Samaylov'un arkadaşı derin bir soluk verdi, şapkasını çıkardı, kısa parmaklı geniş elini Ana'ya uzattı,
eski bir dostla konuşuyormuş gibi içtenlikle:
«İyi akşamlar, Ana!» dedi. «Beni tanımadınız mı?»
Pelageya birdenbire sevinçle doldu.«Siz misiniz, Yegor İva-noviç?» diye haykırdı.
Ziyaretçi, papaz gibi uzun saçlı iri başını eğerek:
«Ta kendisi!» dedi.
Açık bir gülümseme aydınlatıyordu yuvarlak yüzünü. Sevecen ve duru bakışlı küçük gri gözlerini Ana'ya
dikti. Kısa, kalın, yuvarlak boynu ve kısa kollarıyla semavere benziyordu. Yüzü parlıyordu. Yüksek sesle
soluyordu. Göğsünden boğuk bir nezle hırıltısı çıkıyordu.
«Odaya geçin, ben hemen giyineyim,» dedi Pelageya.
Samoylov düşünceli bir tavırla, göz ucuyla Ana'ya bakıp:
«Size söyleyeceklerimiz var,» dedi.
Yegor İvanoviç, odaya geçerek:
«Bu sabah Nikolay İvanoviç, tanırsınız, hapisten çıktı,» dedi.
«Hapiste miydi?»
«İki ay on bir gündür. Küçükrusyalıyı ve Pavel'i görmüş orada; size selâm yollamışlar. Oğlunuz
kaygılanmamanızı rica ediyor sizden. Seçtiği yolda, hapishanenin daima bir dinlenme
70
yeri olduğunu düşünmenizi istiyor. İyiliksever makamlarımız bunun böyle olmasını kararlaştırmışlar.
Şimdi, konuya gelelim. Dün kaç kişi tutuklanmış, biliyor musunuz?»
«Hayır. Pavel'den başkaları da mı var?»
Yegor serinkanlılıkla sözünü kesti:
«Pavel ktrk dokuzuncusu. Polisin, daha on kişi kadar toplaması beklenir. İşte bu bay da var olanların
arasında...»
«Evet, ben de varım!» dedi Samoylov suratını asarak:
Pelageya rahat bir nefes aldı. 'Orada yalnız değilmiş!' diye düşündü bir an.
Giyindikten sonra odaya döndü, konuğuna cesaretle gülümsedi.
iff «Mademki bu kadar çok kişiyi tutukladılar, uzun süre-alıkoy-*' mazlar herhalde...»
«Doğru!» dedi. Yegor İvanoviç. «Ve biz eğer onları şaşırtmayı becerirsek, hava alırlar. Mesele şu: Şimdi
eğer fabrikada broşür dağıtmayı durdurursak, o Allahın belâsı jandarmalar bunu Pavel ve arkadaşları
aleyhine koz olarak kullanırlar.»
Ana kaygılandı:
«Nasıl oluyor o?»
«Çok basit! Kimi zaman jandarmalar da doğru akıl yürütürler. Düşünün bir:,Pavel varken broşürler ve
bildiriler de vardı. Şimdi Pavel yok, broşür de yok, bildiride! Ne demek bu? Bu demektir ki broşürleri,
bildirileri yayan Pavel'di. Tamam mı? Doğru değil mi? O zaman, jandarmalar da onları ısırmaya başlarlar.
Bi-, risine diş geçirmeye bayılırlar, ve bir de diş geçirdiler mi, hayrını gör artık!..»
Ana telâşlandı.
«Anlıyorum, anlıyorum!» dedi. «Aman allahım! Ne yapmalr peki?»
Samoylov sesini yükseltti:
«Namussuzlar, hemen hepsini yakaladılar!.. Şimdi eskisi gibi işi sürdürmemiz gerekiyor. İş başa düştü.
Yalnız davamız için değil, arkadaşları kurtarmak için aynı zamanda.»
Yegor usulca gülerek:
«Oysa bu işi yapacak kimse kalmadı,» diye ekledi. «Mükemmel yazılar hazırladık, ben kendim hazırladım.
Fakat nasıl sokacağız fabrikaya? İşte bütün dava bu.»
71
«Fabrikaya giren herkesin üstüne aramaya başladılar,» dedi Somaylov.
Ana, kendisinden bir şey beklediklerini seziyordu.
«Peki, ne yapmalı, nasıl etmeli?» diye sordu.
Samoylov kapının eşiğinde dikildi:
Satıcı Maria Korsunov'la aranız iyi...»
«Evet, ne olacak?»
«Kendisiyle konuşun, o geçirebilir belki...»
Ana, eliyle olumsuz bir jest yaptı:
«Yok canım, gevezenin biri o, hayır, olmaz! Benim yaptığımı, evimizden çıktığını öğrenirler... Yok, hayır!»
Birden, aklına bir fikir gelmiş gibi, alçak sesle.
«Bana verin onları, bana!» dedi. «Bir yolunu bulurum ben. Beni yardımcı olarak almasını söylerim
Maria'ya. Alt tarafı karnımı doyurmak için çalışmam gerek. Tamam yemekleri taşırım fabrikaya.
Beceririm ben!»
Elleri göğsünde, dil döküyor, bu işi pekâlâ yapabileceğine, hiç belli etmeyeceğine yemin ediyordu.
Muzaffer bir eda ile bağırdı:
«Görecekler, görecekler ki Pavel burada olmadığı halde, eli hapishaneden buraya kadar uzanıyor!»
Üçü birden coştular. Yegor gülümsüyor, ellerini kuvvetle oğuşturuyordu:
Mükemmel, Ana! Harikulade bir şey bu... bir bilseniz! Düpedüz harika bu!» •
«Bu işi başarırsak, bir koltuğa uzanmış kadar keyifli olurum hapishanede,» dedi Samoylov ellerini
oğuşturarak.
Yegor, nezleli sesiyle:
«Yaman bir kadınsınız siz!» diye bağırıyordu.
Ana gülümsedi. Aklı yatmıştı: broşürler fabrikaya sokulunca, müdüriyet, onları getirenin Pavel olmadığını
anlayacaktı. Evet, bu işi başarabilecek güçteydi. Sevinçten titriyordu.
Yegor, Samoylov'a:
«Pavel'i ziyarete gittiğinizde, yaman bir annesi olduğunu söyleyin kendisine,» dedi.
Samoylov gülümseyerek:
«Onu daha önce göreceğim!» diye söz verdi. «Ziyaret gününe kalmaz...»
72
«Kendisine söyleyin ki gereken her şeyi yapacağım. Bunu iyi bilsin!»
Yegor, Samoylov'u göstererek:
«Peki, ya onu tutuklamazlarsa?» dedi.
«Ne yapalım? Bahtımıza küseriz.»
İki adam kahkahalarla güldüler. Ana, kırdığı potu anladı, kendisi de gülmeye başladı. Gülmemeye
çalışıyordu, utanmıştı, ama gülerken Samoylov'a takılır gibi bir hali de vardı. Gözlerini yere indirerek:
«Herkesin kendi derdi öyle çok ki, başkalarını düşünemiyor işte!» dedi.
«Doğal bir şey bu,» dedi Yegor. «Ama siz Pavel'i merak et- meyin, umutsuzluğa kapılmayın. Eskisinden
daha iyi durumda çıkar hapisten, insan hapishanede dinlenir, eğitilir. Oysa bizler, özgürken, ne
dinlenmeye zaman buluruz, ne bilgimizi arttır- maya. Örneğin ben, üç kez hapse girdim; pek hoşuma
gitmedi elbette, ama yürek ve kafa bakımından benim için çok yararlı oldu.»
Pelageya dostça bir bakışla:
«Solumakta güçlük çekiyorsunuz ama!» dedi.
Yegor parmağını havaya kaldırarak:
«Bunun özel nedenleri var!» dedi. «Demek ki anlaştık Ana. Biz size yarın malzemeyi vereceğiz... ve
yüzyılların karanlığını yok edecek makine yeniden işlemeye başlayacak. Yaşasın konuşma özgürlüğü, ve
yaşasın anaların yüreği! Şimdilik hoşça kalın.»
Samoylov, ana'nın elini kuvvetle sıkarak:
«Hoşça kalın» dedi. «Benim için durum aynı değil, ben bu olup bitenler konusunda tek söz söyleyemem
anama!»
Pelageya onun gönlünü almak için:
«Sonunda herkes anlayacak gerçekleri!» dedi.
Ziyaretçiler gittikten sonra kapıyı kapadı, odanın ortasında diz çöktü, dua etmeye koyuldu. Dışarda
yağmurun sesi vardı. İçinden ediyordu duasını. Pavel'in yaşamına soktuğu bütün bu insanlar tek bir
büyük düşünce içerisinde birleştiriyordu. Hepsi aziz tasvirleri gibi geçiyorlardı gözleri önünden, ve
hepsi öyle gösterişsiz, birbirlerine öyle yakın, ve de öylesine yalnızdı ki!
Ertesi gün erkenden Maria Korsunov'un evine gitti. Satıcı kadının üstü başı her zaman olduğu gibi yağ
lekeleri içindeydi.
73
Şamatacı ve canayakın bir havayla karşıladı Ana'yi- Tombul eliyle omuzuna vurarak:
«Keyfin yerinde değil mi?» diye sordu. «Aldırmaa! Alıp götürdüler de iyi halt ettiler sanki! Ne var
bunda? Eskiden de böyleydi, bir şey çaldın mı kodese tıkarlardı insanı. Şimdi ise, gerçeği söyleyince
hapse koyuyorlar. Pavel belki söylenmemesi gereken şeyler söylemiştir, ama hepsinin savunmasını
üzerine aldığını herkes anlamıştır, merak etme sen. Herkes böyle demiyor, ama mert insanlar çok iyi
biliyorlar bunun böyle olduğunu. Hep seni ziyarete gelmek istiyordum, ama ne. yapayım ki zamanım yok,
görüyorsun işte. Yemek yapıyorum, sonra götürüp satıyorum. Yine de sokak serserileri gibi ölüp
gideceğim sonunda. Sevgililerim sömürüyorlar beni, serseriler! Kemiriyorlar, kemiriyorlar pisboğazlar,
tıpkı hamamböceklerinin ekmeğin içini kemirmeleri gibi! On ruble koyuyorum bir kıyıya, bir de
bakıyorsun o allahsız-lardan biri geliyor, kaşla göz arasında iç ediyor paramı. Kadın olmak felâket. Pis
bir hayat yaşıyoruz bu dünyâda! Tek başına yaşamak zor, iki kişinin birlikte yaşaması ise... pek tatsız bir
şey!»
Pelageya bu laf selini kesti:
«Beni yardımcı olarak yanına almanı istemek için geldim sana.»
Maria:
«Nasıl yani?» diye sordu.
Pelageya sözünü bitirince, peki anlamında kafasını salladı:
«Olabilir bu dediğin. Biliyor musun çoğu kez beni kocama karşı korumuşundur. Ben de şimdi muhtaçlığa
karşı korurum seni... Herkes sana yardım etmeli, çünkü oğlun herkesi ilgilendiren bir sorun yüzünden acı
çekiyor. Çok iyi bir çocuk, bak bunu herkes söylüyor, ve herkes acıyor ona. Bana sorarsan bu
tutuklamalar hiç de uğur getirmeyecek müdüriyete. Fabrikadaki durumdan haberin var mı? Memnun
değiller, şekerim. Müdüriyette-kiler şöyle düşünüyorlar: herifin ayağını kırdık, artık uzun süre
dayanamaz bu yola. Oysa sonuç başka: on kişiye vurdular mı, yüzlerce kişi öfkeye kapılıyor!»
İki kadın anlaştılar. Ertesi gün yemek zamanı Pelageya, Maria'nın iki kap içinde hazırladığı yiyecekleri
fabrikaya taşıdı. Maria da satış yapmak için çarşıya gitti.
74
A
ONBEŞİNCİ BÖLÜM
Yeni kantinci hemen gözüne çarptı işçilerin. Bazıları yanına yaklaşıp yüreklendirdiler:
«İş mi buldun, Pelageya?»
Ana'yi avutmaya çalıştılar, Pavel'in pek yakında salıverileceğini söylediler. Kimileri, geçmiş olsurt
diyerek yüreğinin yarasını deştiler. Başkaları müdüriyete, jandarmalara sövüp saydı. Onların bu öfkesi
derin yankılar uyandırdı Ana'nın içinde. Haince sevinenler de vardı. Hatta puantör İsai Gorbov, dişlerini
sıkarak:
«Vali ben olsaydım astırırdım oğlunu!» dedi. «Halkı doğru yoldan saptırmayı anlardı o zaman!»
Bu kin dolu gözdağı karşısında Ana buz kesildi. Hiç sesini çıkarmadı. Adamın dar, çilli yüzüne bir bakış
fırlattı yalnızca, içini çekerek gözlerini yere indirdi.
Fabrika için için kaynıyordu. İşçiler küçük kümeler halinde toplanıyor, aralarında alçak sesle
tartışıyorlardı. Kaygılanan usta-başıları ortalıkta gezinip duruyorlardı. Arada bir küfürler savruluyor,
sinirli, alaycı gülüşler işitiliyordu. Pelageya, Samoylov'un geçtiğini gördü; iki yanında iki polis vardı. Bir
eli cebindeydi, öbür elinin parmaklarıyla kızıla çalan sarışın saçlarını tarıyordu.
Yüz kadar işçi, polislere alaylar ve hakaretler yağdırarak peşlerinden gidiyorlardı.
Birisi bağırdı:
«Şöyle bir dolaşmaya mı gidiyorsun?»
«İşçiler için büyük onur doğrusu!» dedi bir başkası. «Maiyet veriyorlar...»
Ve okkalı bir küfür savurdu.
İriyarı, tek gözlü bir işçi öfkeyle bağırdı:
«Görülüyor ki hırsızları yakalamak kârlı bir iş değil. Şimdi artık namuslu insanları kovalıyorlar...»
Kalabalık içindeo birisi ekledi:
«Bari gece karanlığında yapsalar bu işi! Ama utanmak sıkılmak yok ki bunlarda, güpegündüz yapıyor
namussuzlar!»
Asık suratlı polisler hızlı hızlı yürüyorlardı. Hiç bir şey görmüyorlardı sanki. Sağdan soldan yükselen
haykırışları işitmezlik-ten geliyorlardı. Üç işçi polislere karşı yürüdüler. Ellerindeki kalın demir çubukla
onlara gözdağı vererek:
75
«Ayağınızı denk alın, acemi avcılar!» diye bağırdılar.
Samoylov, Pelageya'nın yarımdan geçerken güldü, başını salladı:

«Kıstırdılar beni!» dedi.
Ana, ağız açmaksızın, yerlere dek eğilerek selâmladı onu. İçki içmeyen, gülerek hapse giden bu namuslu
delikanlıların durumu pek duygulandırıyordu onu. Onları bir ana şefkatiyle sevmeye başlıyordu.
Fabrikadan çıkınca, akşama dek Maria'nın evinde kaldı, ona yardım etti, gevezeliğini dinledi. Eve geç
döndü. Bomboş, soğuk bir yuva. Dost bir yer değil. Uzun süre sağda solda dolaştı durdu. Nerede
oturacağını, ne yapacağını bilemiyordu. Acaba Yegor söz verdiği broşürleri getirmez mi? Acaba gelmez
mi? diye içi içini yiyordu.
Dışarıda, güz karının ağır taneleri dansediyor, camlara yapışıyor, sessizce kayıyor, ıslak bir iz bırakarak
eriyordu. Ana, oğlunu düşünüyordu...
Usulca vuruldu kapıya. Ana koşup sürgüyü çekti. Sandrin girdi içeri. Ana çoktandır görmemişti onu.
Dikkatini çeken ilk şey, kızın anormal göbeği oldu.
Konuğu geldiği, gecenin bir bölümünü tek başına geçir-meyeceği için, mutluluk duydu Ana.
«iyi akşamlar,» dedi. «Çoktandır görüşemedik. Geziye mi çıkmıştınız?»
Kız, gülümseyerek:
«Hayır, hapisteydim!» karşılığını verdi. «Nikolay İvanoviç'le birlikte girdik içeri. Anımsıyor musunuz
onu?»
Ana:
«Anımsamaz "olur muyum hiç?»diye haykırdı. «Dün Yegor, onun salıverildiğini söylemişti bana. Ama sizin
girdiğinizden hiç haberim yoktu. Hiç kimse söylemedi sizin de...»
«Boşverin, konuşmaya değmez...»
Genç kız çevresine bakındı.
«Yegor gelinceye dek ben de üstümü değiştirmeliyim,» dedi.
76
«Sırılsıklam olmuşsunuz...» «Bildiri ve broşürleri getirdim...»
Ana:
«Verin verin!» dedi heyecanla.
Genç kız mantosunun düğmelerini çözüverdi, silkindi, bir ağacın yaprakları gibi tomar tomar kâğıt
döküldü yere. Ana hem kâğıtları topluyor, hem gülüyordu.
«Sizi öyle tostoparlak görünce ben de düşünüyordum ki: herhalde evlenmiş olacak, çocuk bekliyor
diyordum kendi kendime... Bak hele, neler getirmişsiniz oysa! Yaya gelmediniz ya?»
«Yaya geldim!» dedi Sandrin.
Yeniden ince, narin bir kız olup çıkmıştı.
Ana, kızın avurtlarının çöktüğünü farketti. Gözleri son de- rece büyümüş, siyah halkalarla çevrilmişti.
Ana başını sallayarak göğüs geçirdi:
«Hapisten yeni çıkmışsınız,» dedi. «Dinlenmeniz gerekirdi. Dinleneceğinize...»
«İş iştir!.. Pavel nasıl, iyi mi? Fazla gevşemedi ya?»
Ana'nın yüzüne bakmadan konuşuyordu. Başını eğmiş, saçlarını düzeltiyor, parmakları titriyordu.
«iyidir. İyi dayanacağı kuşkusuz.»
Genç kız zayıf bir sesle:
«Sağlığı yerinde, değil mi?» diye sürdürdü. ; ¦ «Hiç hasta olmamıştır... Amma da titriyorsunuz! Durun
size çay yapayım, ahududu reçeliyle içersiniz.»
«İyi olur! Ama niye zahmet ediyorsunuz? Vakit geç. Bırakın ben hazırlayayım...»
Ana sitemli bir sesle:
«Bu yorgunlukla mı?» dedK
Semaveri hazırlamaya koyuldu. Sandrin, Ana'nın peşinden mutfağa girdi, sedirin üzerine oturdu, bir
elini ensesine dayadı:
«Ne de olsa... hapis insanı bitiriyor!» dedi. «O hareketsizlik yok mu! En zoru o. Yapılacak bir yığın iş
varken, siz vahşi bir hayvan gibi kafese kapatılmış kalacaksınız...»
«Bütün bu yaptıklarınızın ödülünü kim verecek size?»
Ana içini çekerek kendi sorusunu kendini yanıtladı:
«Tanrıdan başka hiç kimse! Herhalde siz de inanmazsınız Tanrıya!»
Genç kız başını salladı, kısaca:
77
«Hayır!» dedi.
Ana birden canlanıverdi:
«Ama ben inanmıyorum bu sözünüze!» dedi.
Kömürden , kirlenen ellerini hızlı hızlı önlüğüyle sildi, ateşli bir inançla devam etti:
«İçinizdeki imanı siz kendiniz de anlamıyorsunuz! insan Tanrıya inanmadan nasıl katlanır böyle bir
yaşantıya?»
Antreden ayak sesleri geldi. Birisi homurdanıyordu. Ana titremeye başladı. Genç kız ayağa fırladı,
çabuk çabuk fısıldadı:
«Açmayın! Jandarmalarsa eğer siz beni tanımıyorsunuz... Yanlış eve geldim, rastlantıyla girdim içeri,
düşüp bayıldım, beni soydunuz, ve kitapları buldunuz... Anlıyor musunuz? Tamam mı?»
Ana duygulandı:
«Sevgili yavrucuğum,» dedi, «ne yararı var bunun?»
«Durun bakayım!..»
Sandrin kulak kabarttı:
«Bana öyle geliyor ki... Yegor bu...»
Oydu. Yorgunluktan yıkılıyordu. Sırılsıklamdı:
«Aman şu güzel semavere bakın!» diye haykırdı. «Dünyada bundan daha iyi şey yok, Ana! Erken
gelmişsin, Sandrin...»
Kısık sesi daracık mutfağı dolduruyordu. Ağır pardösüsünü yavaş yavaş çıkarıyor, bir yandan da hiç
durmadan konuşuyordu: ,
«Bu kız var ya, Ana, resmî makamların hiç hoşlanmadıkları bir küçükhanım; Hapishanede gardiyanın biri
kendisine hakaret etti diye açlık grevine başlamış, kendisinden özür dilemedikçe yemek yemeyeceğini,
açlıktan öleceğini bildirmiş. Sekiz gün ağzına bir lokma bile koymamış. Az kalsın tabutu çıkacaktı
hapisten. Nasıl? Ee, benim göbeğimi nasıl buluyorsunuz?»
Hem çenesini işletiyor, hem de kısa kollarıyla aşırı sarkık göbeğini tutuyordu. Odaya girip kapıyı kapadı.
Ana şaşkın şaşkın:
«Nasıl olur! Sekiz gün bir şey yemediniz mi?» diye sordu.
Genç kızın üşümesi hâlâ geçmemişti. Omuzlarını sarsarak cevap verdi:
«Benden özür dilemesi gerekiyordu!»
78
Soğukkanlılığı ve kırılmaz inadı Ana'da olumsuz bir etki uyandırdı. «Demek bunun için!..» diye düşündü.
Sitemli bir sesle:
«Ya ölseydiniz?» diye sordu.
Sandrin zayıf bir sesle:
«Ne yapalım!» dedi. «Ama sonu sonuna özür diledi ya ona * bakın! Yapılan hakareti bağışlamamak
gerek.»
Ana.ağırağır:
«Eveeeet,» dedi. «İyi ama biz kadınlar ömür boyunca haka- ret görürüz...»
Yegor kapıyı açıp haber verdi:
«Yükümü boşalttım! Semaver hazır mı? İzninizle ben geti-" reyim.»
Semaveri "kaptı, ekledi:
«Saygıdeğer babam günde en az yirmi bardak çay içerdi. Bu sayede rahat rahat yetmiş üç yıl yaşadı, ne
hasta oldu ne birşey. Yüz yirmi altı kiloydu. Voskresenski köyünün kilisesinde çalışırdı.»
Pelageya:
«Siz Vanya Baba'nın oğlu musunuz?» diye haykırdı.
«Ta kendisi! Peki ama, siz nerden biliyorsunuz?»
«Ben de Voskresenski'liyim de ondan!..»
«Hemşerimsiniz demek? Kimlerden?»
«Komşunuz Serengin'lerden.»
«Topal Nil'in kızı mısınız yoksa? İyi tanırdım onu, kaç kez kulaklarımı çekmiştir!..»
Karşı karşıya durmuşlar, karşılıklı soru-cevap yağmuru altında gülüşüyorlardı. Sandrin,. çayı hazırlıyor,
onlara bakıp gü-lümsüyordu. Bardakların sesi görevini anımsattı Ana'ya.
«Ay! Kusura bakmayın, gevezeliğe daldım!» dedi. «Bir hemşeriye rastlamak öyle zevkli ki...»
«Kendi evimdeymişim gibi davrandığım için ben özür dilemeliyim,» dedi Sandrin. «Fakat saat onbir oldu
ve benim yolum uzun...
«Nereye? Kente mi gideceksiniz?» diye şaşkınca sordu Ana.
«Evet.»
79
«Nasıl olur? Gece vakti, hem de yağmur yağıyor... Siz ise yorgunsunuz! Burada kalın. Yegor mutfakta
yatar, biz ikimiz de surda...»
«Hayır, gitmem gerek,» dedi genç kız.
«Evet, hemşerim, bu küçükhanım ortadan yok olmalı. Burada tanıyorlar onu. Yarın sokakta görülürse hiç
de iyi olmaz!» dedi Yegor.
«Peki ama... yalnız başına mı gidecek?»
Yegor gülümsedi:
«Evet»
Genç kız kendine bir çay doldurdu, bir parça çavdar ekmeği aldı, düşünceli gözlerini Ana'ya dikerek
yemeğe başladı.
«Nasıl gidersiniz? Nataşa da öyle yapıyor! Ben olsam gitmezdim... korkardım!..»
Yegor:
«O da korkar,» dedi. «Değii mi, Sandrin?»
«Elbette!»
Ana bir onun, bir ötekinin yüzüne baktı, alçak sesle:
«Ne kadar da... katısınız!» diye söylendi ^ Çayını içtikten sonra Sandrin hiçbir şey söylemeden Yegor'un
elini sfktı, mutfağa geçti. Ana peşinden gitti.
«Pavel'i görürseniz, benden selâm söyleyin lütfen.»
Eliyle kapının madalını tutmuşken birden geriye döndü, hafif sesle: ,
«Sizi öpebilir miyim?» diye sordu.
Ana, karşılık vermeksizin, onu sevecenlikle bağrına basıp öptü. Kız usulca:
«Teşekkür ederim,» dedi.
Ve başıyla selâmladıktan sonra çıkıp gitti.
Ana yine odaya döndü, kaygılı bakışlarla pencereden dışarısını seyretti. Karanlığın içinde, yarı erimiş kar
taneleri ağır ağır iniyordu gökten.
Yegor:
«Prozorov'ları da anımsıyor musunuz?» diye sordu.
Bacaklarını açıp oturmuş, çayını üflüyordu gürültülü bir şekilde. Yüzü kızarmış, ter içindeydi. Memnundu.
«Evet,» dedi Ana.
80
Düşüncelere dalmıştı. Her zamanki yan yan yürüyüşüyle geldi, oturdu, hüzünlü bakışlarını konuğuna
çevirdi, acımalı bir sesle:
«Hay allah! Sandrin nasıl varacak kente?»
«Yorulacak,» dedi Yegor. «Hapislik sarstı onu. Önceleri daha sağlamdı... Üstelik özen gösterilerek
büyütülmüş... Galiba ciğerlerinde bir şey var...»
Ana, sesini alçaltarak:
«Kimin nesidir?»
«Bir arazi sahibinin kızı. Sandrin'in dediğine göre, babası sefihin biriymiş. Evlenmek istiyorlar,
haberiniz var mı, anne?
«Kim evlenmek istiyor?» | «Sandrin'le Pavel. Ama fırsat yok ki... Pavel serbest olduğu 'zaman kız
hapiste, ya da tersi!»
Kısa bir sessizlikten sonra Ana:
«Bilmiyordum,» dedi. «Pavel hiç kendinden sözetmez...»
Genç kıza daha fazla acıdı. Elinde olmayarak konuğuna kızgın bir bakış fırlattı.
«Kendisine eşlik etmeniz gerekirdi!» diye ekledi.
Yegor sakin sakin cevap verdi:
«Olanaksız! Burada yapmam gereken bir sürü iş var. Bütün gün durmadan yürümem gerek. Bendeki bu
astımla hiç de hoş değil...»
Ana, tarif edilemez bir tonla:
«İyi bir kız,» dedi.
Yegor'un söylediklerini düşünüyordu. Bu, haberi oğlundan değil de bir yabancıdan işitmek, incitmişti onu.
Dudaklarını sıktı. Kaşları çatılmıştı.
Yegor başını sallayarak onayladı:
«Çok iyi bir kız! Görüyorum ki ona acıyorsunuz. Ama neye yarar? Hepimize, bütün devrimcilere acımaya
kalkarsanız, sizdeki merhamet yetmez. Hepimizin yaşantısı zor doğrusu. Örneğin, arkadaşlarımdan biri
sürgünden daha yeni döndü. O Nijni-Nov-gorod'a varırken karısı ile çocuğu onu Smolensk'te
bekliyorlardı. Smolensk'e geldi, bu sefer... karısı ile çocuğu Moskova'da hapisteydiler. Şimdi Sibirya'ya
gitme sırası karısında. Benim de bir karım vardı, eşsiz bir kadın. Gelin görün ki beş yıl bu yaşantıyı
sürdükten sonra mezara girdi...»
Ana / F: 6
81
Çay bardağını bir defada dikti, devam etti konuşmaya. Kaç ay, kaç yıl hapiste kaldığını, sürgünde
yaşadığını sayıp döktü. Türlü türlü felâketleri, hapisahanede yediği dayakları, Sibirya'da çektiği açlığı
anlattı. Ana, ona bakarak dinliyordu. Bu acı zulüm ve hakaret dolu yaşantıyı böylesine yalın ve serinkanlı
biçimde anlatmasına şaşıyordu
«Boş ver... işimize bakalım şimdi.»
Sesi değişti, yüzü ciddîleşti. Önce, broşürleri fabrikaya hangi yolla sokmayı düşündüğünü sordu. Bütün
ayrıntılar konusunda bu derece kesin bilgi sahibi olması Pelageya'ı şaşırttı.
İş faslını bitirdikten sonra yine doğdukları köyden sözet-meye başladılar. Yegor şakalaşıyor, Pelageya
ise geçmiş yıllara dönüyordu. Bu yıllar tıpkı bir bataklığa benziyordu. Birbirinden farkı olmayan
keseklerle kaplı, tümsekler arasında küçük kavakların ürkek ürkek titreştiği, ufak köknarlar ve ak
kayınlar dikili bir batak. Kayınlar yavaş yavaş büyür, bu çürümüş, oynak zemin üzerinde beş altı yıl
yaşar, sonra onlarda çüfürdü. Ana dayanılmaz bir acıma duygusuyla gözleri önüne getiriyordu bu
tabloyu. Sert, inatçı yüzlü bir genç kız görüyordu uzaklarda. Kar taneleri altında yürüyor, yürüyordu
kız; yapayalnızdı, yorgundu.
Bir de, oğlu vardı. Hapiste. Belki uyumamıştı daha, düşünüyordu. Anasını değil. Şimdi anasından daha
yakın biri vardı... Değişik renk ve biçimlere bürünen ağır düşünceler, sinsi sinsi kuşatıyordu Pelageya'yı.
yüreğini kuvvetle sıkıyordu...
«Yorgunsunuz, anne, gidip yatalım,» dedi Yegor gülümseyerek. *
Pelageya iyi geceler dileyip mutfağa gitti. Usul usul, yan yan yürüyor, yakıcı burukluğunu yüreğinde
hapsediyordu.
Sabahleyin, çay içerken Yegor sordu:
«Ya sizi yakalarlar da bu broşürleri nereden aldığınızı sorarlarsa ne diyeceksiniz?»
«Bu sizin üzerinize vazife değil diyeceğim, ne diyeceğim!»
«Evet ama, bu konuda sizinle aynı kanıyı paylaşmazlar. Tam tersine, bunun üzerlerine vazife olduğu
kanısındadırlar. Uzun uzadıya sorguya çekecekler sizi.»
«Ama ben de söylemeyeceğim!»
«Hapse atacaklar sizi.»
82
«N'olacak? Şükür Allaha, hiç değilse bir işe yaramış olurum. Kimin ihtiyacı var ki bana? Hiç kimsenin.
Dediklerine göre, işkence de etmiyorlarmış...» . Yegor dikkatle Ana'ya baktı:
«Orası öyle! İşkence yok. Ama sizin gibi iyi bir kadın ayağını denk almalı...»
Ana, acı bir gülümsemeyle:
«Tam da size düşer yani bana bu dersi vermek!» dedi.
Yegor bir an sustu, odayı arşınladı, sonra Ana'ya yaklaştı:
«Zor iş, hemşerim! Bana öyle geliyor ki sizin için çok zor olacak.»
Ana elini salladı.
«Herkes için zordur!» dedi. «Belki ancak anlayanlara kolay gelir bu... Ama ben de artık yavaş yavaş
anlıyorum yiğit insanların ne istediklerini...»
Yegor ağır bir sesle:
«Eğer bunu anlıyorsanız, anne, demek hepsi de size muhtaç, hepsi!» dedi.
Pelageya, Yegor'a bir göz attı, hiç bir şey demeden gülümsedi.
Öğleyin, göğsünü broşürlerle doldurdu. Alabildiğine serinkanlıydı. Bu işi öyle bir ustalıkta yaptı ki, Yegor
sevincinden dilini şaklattı.
«Mükemmel!» diye haykırdı. «Taşıdığınız edebiyat sizi hiç değiştirmedi, anne. Her zamanki gibi tatlı bir
kadın olarak kaldınız, olgun yaş|a, topluca, uzun boylu bir kadın. Ne kadar tanrı varsa, korusun sizi!»
Yarım saat sonra, Ana,.yükünün ağırlığı altında iki büklüm, sükûn ve huzur içinde, fabrika kapısına
dayandı. İşçilerin alaylarına sinirlenen iki bekçi hiç nazik davranmıyor, avluya giren herkesin üstünü
arıyorlardı. Karşılıklı küfürler savruluyordu. Bir yanda bir polis duruyordu, bir de cılız bacaklı, kırmızı
suratlı, sinsi bakışlı bir adam.
Pelageya sırığı bir omuzundan öbür omuzuna aktarıyor, bir yandan da gözucuyla adamın hareketlerini
izliyordu. Onun bir ispiyon olduğunu seziyordu.
İriyarı, kıvırcık saçlı bir delikanlı, şapkasını ensesine yıkmış, üstünü arayan bekçilere şöyle bağırıyordu:
83
«Cepleri değil, kafamın içini aramak gerek, zebaniler!»
Bekçilerden biri:
«Kafanın içinde bitten başka bir şey yok...» dedi.
«iyi ya işte, siz de bitleri ayıklayın, başka şeye aklınız ermez zaten!»
İspiyon, seri bir bakışla delikanlıyı süzdü, yere tükürdü.
«Bırakın da geçeyim ben,» dedi Ana. «Görüyorsunuz ki yüküm ağır, belim kırıldı!»
Çileden çıkmış olan bekçi:
«Geç, geç! Fazla söylenme!» diye bağırdı.
Yerine varınca, Ana kapları yere bıraktı, yüzündeki teri silerek çevresine bir göz attı. Çilingir Gusev
kardeşler hemen yanına yaklaştılar. Büyüğü, Vasili, kaşlarını çatarak yüksek sesle sordu:
«Etli börek var mı?»
Ana:
«Yarın getiririm!» diye karşılık verdi.
Bu parolaydı. Adamların yüzü aydınlandı. Genç olanı İvan, kendisini tutamayıp haykırdı:
«Ah! Ne yiğit kadınsın sen Ana...»
Vasili çömeldi, kaplardan birinin içine baktı; aynı anda bir tomar kâğıt kayboldu ceketinin altında.
Yüksek sesle:
«İvan,» dedi. «Eve gitmeyelim, bu yemekten yiyelim.»
Ve kaşla göz arasında broşürleri ççmesinin içine tıkıverdi.
«Yeni kantinciye yardım etmeliyiz!..» •
«Doğru,» dedi İvan ve bastı kahkahayı.
Ana dikkatle çevresine bakmıyor, arada bir bağırıyordu:
«Sıcak çorba var, sıcak erişte var!»
Ve tomar tomar broşürleri elaltından çıkarıp dost işçilere aktarıyordu. El değiştiren her tomarda,
jardarma subayının suratı geliyordu gözleri önüne, karanlık odada tutuşan bir kibrit alevine benzer sarı
bir leke gibi... Ve hınçlı bir sevinçle şöyle diyordu ona içinden:
«Al bu da sana, ahbap...» "
Öbür tomarı uzatırken sevinçle ekliyordu:
«Al bir daha!..»
84
İşçiler tabaklanyla oraya doğru gelince, İvan Gusev yüksek sesle gülüyor, Pelageya da «edebiyat»
dağıtımını keserek yemek dağıtıyor, tabaklara lahana çorbası ve erişte dolduruyordu. Gu-sev'ler ise
şakalaşıyorlardı:
«Pek de becerikli bu Pelageya!» Ateşçinin biri, suratı iki karış, şu karşılığı verdi: «Muhtaçlık her şeyi
yaptırır insana. Nafakanı getireni elinden aldılar, itler!.. Üç kapiklik erişte doldur bana... Merak etme,
Ana altında kalkarsın!» Pelageya gülümsedi:
«Bu yüreklendirici sözünüz için teşekkürler!» q| İşçi, oradan uzaklaşırken homurdandı:
«Bu sözü söylemem bana pahalıya mal olmuyor ki...» Pelageya yeniden bağırmaya başladı: «Sıcak çorba
var! Erişte var! Lahana çorbası var!» Oğluna, bu ilk adımı anlatacağını düşünüyordu. Subayın kötü, safralı
suratı gözünün önünden gitmiyordu. Siyah bıyıkları oynuyor, öfkeden gülüyordu. Hırsından
çatlayacaktı. Ana'nın neşeli yüreği kuşlar gibi cıvıl cıvıldı. Gözleri nefretle dolup taşıyor, yemekleri
dağıtırken kendi kendine konuşuyordu: «Al bir daha!.. Al bir tane de sana!..»
ON ALT İNCİ BÖLÜM
O akşam çayını yudumlarken, pencerenin altında çamuru döven ayak sesleri işitti. Tanıdık bir ses geldi
dışardan. Fırlamasıyla mutfak kapısına saldırması bir oldu. Birisi çıkıyordu basamakları. Ana'nın gözleri
karardı. Pervaza yaslanıp kapıyı ayağı ile itti. Hiç yabancı olmayan bir ses:
«İyi akşamlar, küçükanne!» dedi.
Uzun, kuru eller kondu omuzlarına. Düşkırıklığının verdiği acı ile Andrey'i yeniden görmenin sevinci
birbirine karıştı yüreğinde. Bu iki duygu kabardı, derin, yakıcı tek bir duyguya dönüştü ve Ana'yı
kaldırıp Andrey'in göğsüne attı. Delikanlı, titrek kolları arasında sıktı onu. Ana, ağız açmadan usul usul
ağlıyordu. Andrey onun saçlarını okşadı, tatlı bir sesle:
85
«Ağlamayın, küçükanne,» dedi. «Yüreğinizi tüketmeyin! Hiç kuşkunuz olmasın, yakında salıvercekler onu.
Aleyhinde hiç bir kanıtları yok ve bütün arkadaşlar tavada balık gibi susuyorlar...»
Kollarını Ana'nın omuzlarına dolayıp odaya götürdü. Pela-geya, Andrey'e yaslanıyor, anlatacaklarını
merak ederek konuşmaya başlamasını beklerken telâşla gözyaşlarını siliyordu.
«Pavel sizi öpüyor. Sağlığı yerinde. Elverdiğince yerinde keyfi. Hapishane tıklım tıklım. Gerek burada,
gerek kentte, yüzden fazla insan tutuklandı. Üçer dörder kişi kalıyorlar hücrelerde. Hapishane
müdüriyetine diyecek yok, kötü değiller, ama işleri başlarından aşkın: O allahın belâsı jandarmalar öyle
iş çıkardılar ki başlarına! Gerçek şu ki, çok sert davranmıyorlar. Her zaman bize: «Baylar, uslu uslu
oturun, hır çıkarmayın!» derler. Böylece, her şey yolunda gidiyor. Mahpuslar çene çalar, birbirlerinden
kitap alıp verirler, yemeği paylaşırlar. İyi bir hapishane! Köhne bir yer, pislik içerisinde, ama tatlı bir
havası var. Üzüntüye kapılmıyor insan. Adi suçlular da iyi insanlar, bize çok yardımları dokunuyor. Ben,
Bukhin ve daha dört kişi salıverildik. Pavel de yakında serbest bırakılacak, buna hiç kuşku yok. En uzun
süre kalacak olanı, Vesovşikov'dur. Müthiş kızıyorlar ona. Herkese kafa tutar hep. Jandarmalar hiç
katlanamıyorlar ona. Belki mahkemeye verirler onu, belki de falakaya yatırırlar. Pavel onu yatıştırmaya
uğraşıyor: «Boşver, Nikolay! Arkalarından bağırmakla onları yola getiremezsin!» diye öğüt veriyor. Ama
o, 'hepsini tavşanlar gibi geberteceğim! diye bar bar bağırıyor. Pavel iyi davranıyor. Herkese karşı
sakin, herkesle barışık. Söylüyorum ya, yakında salıverilir yüzde yüz...»
Ana'nın yüreğine su serpilmişti. Gülümseyerek:
«Yakında,» diye yineledi. «Evet, biliyorum, yakında.»
«Madem biliyorsunuz, her şey yolunda! Hadi öyleyse, bana çay doldurun da anlatın bakalım ne var ne
yok?»
Andrey tatlı tatlı gülümseyerek Ana'ya bakıyor, yuvarlak gözlerinde iyilik, yakınlık, biraz hüzünlü ama,
sevecen bir alev parlıyordu.
Pelageya derin bir iç geçirme ile delikanlının zayıf yüzünü seyretti; koyu renkte kıl kümeleri bu yüze
gülünç bir hava veriyordu.
«Sjzi çok severim. Andrey'ciğim!» dedi.
86
«Birazcık da sevseniz bana yeter. Beni sevdiğinizi biliyorum, siz herkesi sevebilirsiniz, gönlünüz gani!»
dedi Küçükrusyalı sandalyesinde ileri gelir sallanarak.
Ana üsteledi:
«Hayır, sizi özel olarak severim! Eğer bir anneniz olsaydı, si-zln gibi bir oğlu olduğu için herkes
imrenirdi ona...» ' ; Andrey fısıldar gibi:
«Benim de bir anam vardır, kim bilir nerede...» dedi. j Ana:
«Bugün ne yaptım, biliyor musunuz?» diye haykırdı. jı Ve keyfinden kekeleyerek, biraz da süsleyip
püsleyerek, İı broşürleri fabrikaya nasıl soktuğunu ateşli ateşli anlattı.
Andrey öoce şaşkınlıkla gözlerini açtı, sonra kasıklarını tutarak kahkahalarla güldü, elini kafasında
şaklattı, sevinçle bağırdı:
«Ne diyorsunuz? Şaka etmiyorsunuz ya! Yaman bir iş görmüşsünüz! Pavel zevkten dörtköşe olacak! İşte
bu iyi, küçükanne! Pavel için de, herkes için de iyi!»
Kendinden geçmişti. Parmaklarını şakırdatıyor, ıslık çalıyor,
sandalyesinde sallanıp duruyordu. Taşkın sevinci Ana'da derin
yankılar uyandırıyordu. Pelageya, sanki yüreği açılıvermiş de
. içindeki sevinci belirten sözcükler şakır şakır dışarı fışkırmış gibi
devam etti:
«Sevgili Andrey'ciğim! Kendi yaşamımı düşündüm de, aman allahım! Ne diye yaşamışım sanki? Çalışmak...
dayak yemek için mi?.. Kocam'dan başka kimsenin yüzünü görmezdim, korkudan başka bir şey bilmezdim.
Pavel nasıl büyüdü, bilmem. Kocam sağken, oğlumu sever miydim? Bunu bile bilmiyorum. Bütün derdim,
düşüncem, bir tek şeye yönelikti: o vahşi hayvanı yedirip, yemeğini zamanında koyayım da kızmasın, beni
dövmesin, hiç değilse bir kez bağışlasın beni. Beni bağışladığını hiç, ama hiç anımsamam. Döverdi beni.
Beni ben olduğum için döv-mezdi de, bütün nefret ettiği kimseler yerine döverdi sanki! Yirmi yıl böyle
yaşadım. Evlendikten önceki yaşantımı unuttum bile. Anımsar gibi oluyorum... sonra hiç bir şey
görmüyorum artık, kör gibiyim! Benimle aynı köyden olan Yegor İvanoviç buradaydı, şundan bundan söz
ediyordu, bense... evleri, insanları anımsıyorum, ama nasıl yaşarlardı, neler konuşurlardı, ne oldular,
87
unuttum gitti! Yangınları anımsıyorum... İki kez yangın çıkmıştı. Her şey uçup gitmiş içimden. Ruhum,
terkedilmiş, kör, sağır bir ev gibi kapalı...»
Ana, sudan çıkmış balık gibi, derin derin soludu. Öne doğru eğildi, daha cılız bir sesle devam etti:
«Kocam ölünce, oğluma tütündüm... Ama o, işte bu gibi işlerle uğraşmaya başladı. Hiç hoşuma gitmedi
-bu. Ona da acıyordum... Başına bir şey gelirse ben nasıl yaşayacaktım tek başıma? Ne kaygılar, ne
korkular geçirdim! Başına gelecekleri düşününce yüreğim hop ediyordu...»
Başını ağır ağır salladı:
«Biz kadınların sevgisi saf değildir!» diye sürdürdü. «Biz sevmeye gerek duyduğumuz şeyleri severiz.
Sözgelimi sizi düşünüyorum da, siz ki ananızı özlüyorsunuz, ne ihtiyacınız var ananıza? Halk için acı
çeken, hapishaneye ya da Sibirya'ya giden, ölen bunca kişi için de durum aynı... Karanlıkta, karda
çamurda, yağmur altında yollara düşen, buraya gelmek için yedi kilometre yol tepen o gencecik kızları
kovalayan ne? İten ne? Sevgi! Katıksız sevgi bu işte! İnanıyorlar, Andrey, imanları var. Bense, böyle
sevmesini bilmem. Andrey! Benim olan, benle ilgisi olan her şeyi severim ben!»
Küçükmsyalı, Ana'nın yüzüne bakmaksızın,-kafasını, yanağını gözlerini ovdu bastıra bastıra:
«Siz de öyle sevebilirsiniz,» dedi. «Hepsi de severler, yakınlarını. Ama sevgi dolu bir yürek için uzak
olanlar bile yakın sayılır. Çok sevgi taşıyabilirsiniz siz o uçsuz bucaksız ana yüreğinizde...»
«İnşallah!» diye mırıldandı Pelageya. «Bana öyle geliyor ki güzel bir şey böyle yaşamak! Örneğin sizi,
belki Pavel'den de çok seviyorum. O, içine kapanık bir oğlan... Baksanıza, Sand-rin'le evlenmek
istiyormuş da, bana hiç çıtlatmadı bunu, ben ki onun anasıyım...»
«Yalan! Doğru olmadığımı biliyorum. Seviyor kızı, kız da onu seviyor, bu doğru. Ama iş evlenmeye gelince,
hayır! Sandrin ister, ama Pavel istemiyor...»
Ana, düşünceli tasalı bakışını Andrey'e dikti:
«Ya! Öyle mi?» dedi. «Demek öyle? İnsanlar kişisel yaşantılarını feda ediyorlar demek...»
88
Andrey alçak sesle:
«Pavel az bulunur bir insan!» dedi. «Demir gibi adam...»
«Ama şimdi hapishanede! Kaygı verici, korkutucu bir şey bu. Ne var ki, daha şimdiden, kaygının niteliği
değişmiştir. Yaşam aynı yaşam değil ne de korku aynı korku. Ben hepsi için tasalanıyorum. Benim
yüreğim de başkalaştı: ruhun gözleri açıldı, bakmıyor, üzülüyor ve de seviniyor. Anladığım şeyler çok
değil. Sonra, Tanrıya inanmamanız gücüme gidiyor, burukiuk veriyor bana. Neyse, bunun çaresi yok.
Yalnız, görüyorum ki iyi insanlarsınız, evet, iyi insanlar! Ve halk uğruna kendinizi zor bir yaşantıya
adamışsınız, evet, acılı bir yaşantıya, gerçek uğruna. Sizin gerçeğinizi ben de anlamış bulunuyorum:
Güçlü zenginler varoldukça, halkın hiç bir şeyi olmayacak, ne adalet, ne mutluluk, hiçbir, şey! Baksanıza,
aranızda yaşıyorum; kimi geceler eski yaşantım gelir aklıma, ayaklar altında çiğnenen gücüm, ezilen
yüreğim... Aklıma geldikçe de kendi kendime acırım. Ama ne de olsa, yaşantım daha iyi şimdi. Her geçen
gün kendimi biraz daha kendim olarak görüyorum... Kendimi buluyorum...»
Küçükrusyalı kalktı, büyük zayıf ayaklarını sürtmemeye çalışarak yukarı aşağı yürümeye başladı.
«Söyledikleriniz güzel, güzel!.. Kerç'te gencecik bir Yahudi vardı. Şiir yazardı. Bir gün şöyle yazdı:
Öldürülen suçsuzları Diriltecektir bir gün Gerçeğin gücü!
«Kendisi de öldürüldü, polis tarafından, Kerç'te. Ama bu önemli değil. O biliyordu gerçeği. Ve gerçeğin
tohumlarını insanların içine serpti. Siz de öldürülmüş bir suçsuzsunuz işte...»
«Baksanıza nasıl konuşuyorum şimdi! Konuşuyorum, kendi söylediklerimi kendim dinliyorum, kulaklarıma
inanamıyorum. Ömrüm boyunca, bir tek şey düşünmüşümdür: geçip giden günlerin kıyısında yaşamak, bir
köşeye çekilmek, göze görünmemek, yeter ki kimse bana dokunmasın... Şimdiyse, herkesi düşünüyorum.
Yaptığınız işleri pek anlamıyorum belki, ama herkes benim yakınım, herkese acıyorum, herkesin iyiliğini
istiyorum. Özellikle sizin, sevgili Andrey!..»
89
Küçükrusyalı, Ana'ya yaklaşıp:
«Teşekkür ederim!» dedi.
Elini avucuna alıp sıktı, salladı, sonra hızla öte yana döndü.
Heyecandan yorulan Pelageya bulaşıkları ağır ağır yıkadı. Suskunlaşmıştı. Yiğitlik duygusu tatlı bir
sıcaklık yayıyordu yüreğine.
Küçükrusyalı:
«Size bir şey söyleyeyim mi, küçükanne,» dedi. «Bir gün Vesovşikov'u biraz okşarsanız iyi olur. Babası
da hapiste. İğrenç ihtiyarın biri! Nikoiay penceresinden onu görünce hakaret yağdırıyor. İyi şey değil
yaptığı! İyi yürekli çocuktur, köpekleri, sıçanları bütün yaratıkları sever, yalnız insanları sevmez. Nasıl
da yozlaştırıyorlar insanı!
Pelageya düşünceli düşünceli:
«Anası ortadan yok oldu, babası hırsız ve ayyaş,» dedi.
Andrey yatmaya gidince, Ana, sezdirmeden kutsadı onu. Yatağa gireli yarım saat kadar olmuştu ki,
Pelageya usulca:
«Uyuyor musunuz, Andrey?» diye seslendi.
«Hayır... niye sordunuz?»
«Allah rahatlık versin!»
«Teşekkür ederim, küçükanne, teşekkür ederim!» dedi Andrey minnettarlıkla.
ONYEDİNCİ BÖLÜM
Ertesi günü Pelageya yükünü sırtlayıp fabrika kapısına geldiğinde, bekçiler onu kalabalıkla durdurdular,
yemek kazanlarını yere bırakması buyruğunu verdiler ve özenle üstünü aradılar.
«Yemeklerimi soğutacaksınız,» dedi Ana hiç bozuntuya vermeden.
Bekçiler hiç sıkılmadan giysinin altını yokladılar.
«Kapa çeneni!» diye homurdandı bekçilerden biri.
Öbürü, Ana'yı omuzundan hafifçe iterek kendinden emin bir tavırla:
«Ben demedim mi sana!» dedi. «Tahtaperdeden içeri atıyorlar işte!»
90
Pelageya'ya ilk yaklaşan Sizov oldu. Çevresine bir göz attıktan sonra, alçak bir sesle sordu:
«Söylenenleri işittin mi, Ana?»
«Neymiş o?»
«Matbualar yine geldi! Ortalık bildiri dolu. Ekmeğe tuz eker
„ gibi dörtbir yana serpmişler. Neye yaradı yaptıkları tutuklamalar,
aramalar? Yeğenim Mazin'i kodese tıktılar da ne oldu sanki?
Oğlunu alıp götürdüler. Şimdi belli oldu ki bu işi yapan onlar
değilmiş!»
Sakahnı avucunun içine aldı, Pelageya'ya baktı, yanından . k ayrılırken: ** «Uğra bize,» dedi.
«İnsanın canı sıkılır, öyle yapayalnız...»
Ana teşekkür etti. Bir yandan bağıra çağıra yemeğin gelişini bildiriyor, bir yandan da fabrikaya egemen
olan olağanüstü çalkantıyı gözetliyordu dikkatle. Görünüşe göre bütün işçilerin isti-mi üzerindeydi.
Kümeler oluşturuyor, sonra dağılıp bir atölyeden öbürüne koşuyorlardı. Kurum yüklü havada bir yiğitlik,
bir gözü-peklik yeli estiği seziliyordu. Sağdan soldan birbirini yüreklendiren seslenmeler, ya da alaycı
haykırışlar yükseliyordu. Yaşlı " başlı işçiler yalnızca gülümsem'ekle yetiniyorlardı. Ustabaşları, kaygılı
tavırlarda gidip geliyor, güvenlik görevlileri koşuşuyorlardı. Onları görünce, işçiler ağır ağır dağılıyorlar
ya da yerlerinde kalıyor, ama konuşmaları kesip onların öfkeli, kötü niyetli suratlarına bakıyorlardı
sessizce.
Bütün işçiler yeni yıkanmış gibiydiler. Gusev kardeşlerden büyüğü ordan oraya gidiyordu; kardeşi onu
bir gölge gibi izliyor, kahkahalarla gülüyordu.
Marangoz ustası Vavilov ile puantör İsai yavaş yavaş Ana-'nın yanından geçtiler. Zayıf, ufak tefek bir
adam olan puantör-başını dik tutuyor, şişkin, donuk yüzlü marangoza bakmak için boynunu sola eğiyor,
sakilini oynatarak hızlı hızlı konuşuyordu:
«Bakınız, İvan İvanoviç gülüyorlar, sevinç içindeler. Oysa Müdür Bey'in söylediği gibi, bu sorun devletin
mahvıyla ilişkili. Burada yapılması gereken iş yabanıl otları temizlemek değil, ivan İvanoviç; toprağı
sürmek gerek, sürmek!..»
Vavilov ellerini ardında kavuşturmuş olarak yürüyordu. Parmaklarının kasılı olduğu görülüyordu. Yüksek
sesle:
91
«İstediğini yazsın, bassın,» dedi. «Ama benden sözetmeye kalkmasın köp'oğlu»
Vasili Gusev Ana'nın yanına yaklaştı.
«Bugün yine senden yiyeceğim» dedi. «Senin yemeğine doyum olmuyor!»
Ve göz kırparak sesini alçalttı:
«Tam hedefe vurdunuz, Ana; evet, yaman bir iş becerdi-niz!»
Pelageya başıyla dostça bir işaret yaptı Mahallenin en maskara delikanlısı olan Vasili'nin, kendisine
«siz» diyerekten gizli gizli konuşması hoşuna gitmişti. Bu yaygın heyecan kendisine mutluluk veriyordu.
«Ben olmasaydım, muhakkak ki...» diye düşünüyordu.
Üç rençber, Ana'nın yakınında durdular. Aralarından biri alçak sesle hayıflandı:
«Hiç bir yerde bulamadım...»
«Yüksek sesle okumaları gerekirdi! Ben okumak bilmem , ama heriflere korkunç bir darbe indirilmiş
olduğunu görüyorum!..»
Üçüncüsü ortalığa bir göz attı:
«Ocağa gidelim,» önerisinde bulundu.
Gusev göz kırparak:
«Görüyor musunuz yaptığı etkiyi?» diye fısıldadı.
Pelageya eve döndüğünde ağzı kulaklarına varıyordu.
«Okuma bilmediklerine pek üzülüyorlar,» dedi Andrey'e. «Ben gençken bilirdim, sonra unuttum...»
«Yeni baştan öğrenmek gerek!»
«Bu yaşta mı? Herkesi kendime mi güldüreceğim?»
Andrey raftan bir kitap aldı, bıçağının ucuyla kapaktaki bir harfi göstererek sordu:
«Bu hangi harf!»
Ana gülerek»
«R!» diye yanıtladı.
«Ya şu?»
«A...»
Pelageya sıkılmış, utanmıştı. Andrey'in gözlerinin içi gülüyordu. Kendisiyle alay ettiğini sanmıştı.
Gelgelelim delikanlının
92
yüzü ciddiydi, sesi de durgun ve tatlı çıkıyordu. Ama zoraki bir gülümsemeyle:
«Sahi mi, Andrey, gerçekten bana öğreteceğinizi düşünüyor musunuz?» diye sordu.
«Neden olmasın!?.. Mademki daha önce okuma biliyordunuz, kolayca öğrenirsiniz yeniden. Atasözü der
ki: olmadıysa olmadı, ne yapalım! Ama olduysa, ne âlâ!..»
«Ama başka bir atasözü de şöyle der; ikonlara baka baka aziz olunmaz!»
Küçükrusyalı kafasını salladı:
«Evet, atasözünden, bol ne var: 'İnsan ne denli az şey
, bilse, o denli rahat uyur' derler örneğin. Bu atasözü doğru mu
j*f yani? Atasözleriyle düşünmek mideye vergidir; mide, atasözle-
' rinden bir burunsalık örer, onu ruhumuza takıp daha iyi gütmek
için... Peki, ya"şu harf?»
Ana kaşlarını çatmış, gözlerini kitaba dikmiş, unutmuş olduğu harfleri anımsamak için çaba harcıyordu.
Bu işe öylesine dalmıştı ki, geri kalan her şeyi unutmuştu. Fakat az sonra gözleri yoruldu. Önce sulandı,
sonra üzüntü yaşları belirdi. Hıçkırarak ağlamaya başladı:
«Alfabe öğreniyorum!» dedi. «Kırkımdan sonra okuma öğreniyorum...»
Küçükrusyalı, hafif ve okşayıcı sesiyle:
«Ağlamamak gerek!» dedi. «Başka türlü yaşayamazdınız, ama görüyorsunuz ya, insanların kötü bir ömür
sürdüklerini anlıyorsunuz artık! Binlerce insan var ki sizden daha iyi bir yaşantı sürebilirlerdi, oysa
hayvanlar gibi yaşıyorlar, hem de övünüyorlar. Övünülecek, hoşlanacak ne var yaşantılarında? Bugün
çalışıyor, yiyorlar; yarın aynı şey; ve ömürlerinin her günü böyle geçer: çalışmak, yemek. Arada, çocuk
dünyaya getirirler. Önce eğlence olur bu. Gelgelelim çocuklar da çok yemeye başladılar mı, ana-babalar
kızarlar, .onları hırpalamaya başlarlar: çabuk olun, bir an önce büyüyün, pisboğazlar, büyüyün ki
çalışasınız! diye sıkıştırırlar. Yavrularını evcil hayvanlar haline getirmek isterler. Ama çocuklar da kendi
mideleri için çalışmaya koyulurlar, bir kürek mahkûmu prangasını nasıl sürüklerse onlar da yoksul
yaşantılarını öyle sürdürürler! İnsan aklının zincirlerini koparan kimseler gerçek insanlardır. Şimdi siz
de gücünüz yettiğinde bu işe koyulmuş bulunuyorsunuz.»
93
Ana içini çekti.
«Beni karıştırmayın,» dedi. «Benim elimden ne gelir ki!»
«Niye gelmesin? Bu işler yağmur gibidir... her bir damla bir
tohumu sular. Okumayı öğrendiğiniz zaman...»
Andrey gülmeye başladı, kalkıp yukarı aşağı gezindi.
«Evet, öğreneceksiniz!.. Ve Pavel eve dönünce... ha?»
«Ah Andrey!» dedi Ana. «İnsan gençken her şey basit.
Yaşlandıkça üzüntüler artar, gücü eksilir, kafa ise hiç kalmaz...»
ONSEKİZİNCİ BÖLÜM
Akşam olunca, Küçükrusyalı dışarı çıktı. Pelageya lambayı yaktı, çorap örmek için masanın yanında
oturdu. Ama çok geçmeden kalktı, kararsız adımlarla gezindi, mutfağa girdi, kapıyı sürgüledi, tasalı bir
gözle odaya döndü. Perdeleri çekti. Sonra, raftan bir kitap alıp masaya oturdu yine, odaya bir göz
gezdirdi ve sayfaların üzerine eğildi. Dudakları oynamaya başladı. Sokaktan bir gürültü gelince
titreyerek kitabı kapatıyor ve dikkatle kulak kabartıyordu. Sonra gözlerini kâh yumarak, kâh açarak,
mı-rıldana mırıldana heceliyordu:
«Dün-ya-mız...»
Kapı vuruldu. Telâşla ayağa kalktı, kitabı rafın üzerine attı, kaygıyla sordu:
«Kim o?»
«Ben...» *
Ribin içeri girdi, sakalını ağır ağır sıvazladı.
«Eskiden kim o diye sormadan içeri alırdın ziyaretçileri..:» dedi. «Yalnız mısın? İyi. Küçükrusyalının
burada olduğunu sanıyordum. Onu gördüm bugün. Hapislik insanı bozmuyor.»
Oturdu.
«Biraz konuşalım,» dedi.
Ağırbaşlı, gizemli bir havası vardı. Ana'nın içini belirsiz bir korku bürüdü. Ribin ağır sesiyle söze
başladı:
«Her şey parayla olur. Hiç bir şey parasız olmaz, ne doğum, ne ölüm. Hiç bir şey. İşte böyle. Broşür
basmak, bildiri basmak, bunlar da para. Peki nerden geliyor bu para, kim ödüyor masrafları haberin var
mı? »
94
Pelageya tehlike kokusu almıştı. Usulca:
«Bilmiyorum,» dedi.
«Bilmezsin elbet. Ben de bilmiyorum. Kim yazıyor bunları?»
«Bilginler...»
«Yani beyler! Sorun bu işte!»
Ribin'in yüzü gerildi, kızardı.
«Demek ki broşürleri beyter hazırlıyor, dağıtıyorlar. Ve bu kitaplar da beylere karşı yazılıyor. Şimdi
söyle bakayım, halkı kendilerine karşı ayaklandırmak için para harcamakta ne çıkarları var, ha?»
Ana gözlerini kırpıştırıp korkuyla haykırdı:
«Neler geçiriyorsun aklından?..»
Jı Ribin iskemlenin üzerinde hantal bir ayı gibi kıpırdadı.
, «Hah!» dedi. «Sorun bu. Bu düşünceye varınca ben de sarsıldım.
» -
«Bir şey mi işittin?»
«Aldatmaca bu! Burnum aldatmaca kokusu alıyor. Bir şey • bilmiyorum, ama aldatmaca olduğuna eminim.
Ben gerçeği bilmeye meraklıyımdır. Ve anladım gerçeği. Ve bu beylerle yürümeyeceğim. Bana ihtiyaçları
olduğu zaman beni öne sürerler, köprü gibi kullanarak kemiklerime basa basa ilerlemek için...»
Bu karanlık sözler Ana'nın yüreğini dağladı. Kaygıya kapıla-- rak:
«Aman Allahım!» diye haykırdı. «Nasıl olur da Pavel anlamaz bunu ve öteki...»
Yegor'un, Nikolay İvanoviç'in, Sandrin'in ciddî ve dürüst yüzleri gözleri önüne geldi, içi sızladı. Kafasını
olumsuz anlamda sallayarak:
«Hayır, hayır!» diye ekledi. «İnanamam buna. Onlar kendi vicdanlarının sesiyle hareket ediyorlar...»
«Kimden sözediyorsun sen?»
«Hepsinden gördüğüm herkesten, ayrım yapmıyorum.»
Ribin başına eğdi.
«Sen onlara bakma, Ana, daha uzağa bak!» dedi. «Buraya gelenler, yakından gördüklerimiz, belki
kendileri de bilmiyorlar-dır. İnanıyorlar, gerekli olan da budur! Ama belki de, onların arkasında, çıkar
kollayan başka kimseler vardır. İnsan boşuna tepmez çıkarını...»
95
Ve köylü inadıyla ayak diredi fikrinde:
«Beylerden asla iyi bir şey beklenmez!»
Ana yeniden kuşkuya kapıldı.
«Sen ne karar verdin?» diye sordu.
«Ben mi?»
Ribin, Ana'ya baktı, bir an sustu:
«Beylerin ardına takılmamak gerek, işte bu kadar!» diye yineledi.
Yeniden sustu. Suratından aksilik akıyordu.
«Senin oğlanlarla birlikte çalışmak istiyordum. Bu işte yararlı olurum ben, insanlara ne söylemek
gerektiğini bilirim. Sorun bu. Ama şimdi, çekip gideceğim. Güvenemem, gitmeliyim.»
Başını eğdi, düşündü.
«Köy köy dolaşacak, halkı uyandıracağım. Halk bu işi kendisi, kendi isteğiyle yapmalı. Aklı ererse, kendi
yolunu kendi bulur. Ben de halkın anlaması için çaba harcayacağım. Kendinden başka kimseye umut
bağlamamalı. En iyi akıl halkta. Böyle!»
Ana ona acıdı, üzüntüye kapıldı. Hiç bir zaman cana yakın bulmuş değildi onu, ama birdenbire kendisine
yakın görüyordu şimdi.
«Seni yakalarlar,» dedi usulca.
Ribin durgun bir havayla:
«Yakalarlar, salarlar, yeniden başlarım...» karşılığını verdi.
«Köylüler kendileri bağlarlar ellerini. Seni hapse tıkarlar...»
«Varsın tıksınlar, yine çıkarım. Yeniden başlarım. Köylülere gelince, ellerimi bir bağlarlar, iki bağlarlar,
sonra beni yakalamak değil, söylediklerimi dinlemek gerektiğini anlarlar. Ben onlara derim ki: 'Bana
inanmayın, dinleyin yalnızca.' Ve dinlerler, bana inanırlar!»
Ağır ağır konuşuyor, söylemeden önce her sözcüğü tartıyordu sanki.
«Burada son zamanlarda her türlüsünü gördüm, çok şey anladım...»
Pelageya umutsuzca başını salladı:
«Başına bir şey gelecek, Mikhail!» dedi.
Ribin derin siyah gözlerini Ana'ya dikti; bir karşılık bekler gibiydi. Güçlü kuvvetli vücudu öne doğru
eğilmişti. Ellerini iskemle-
96
nin kıyısına dayamıştı. Güneş yanığı yüzü, siyah sakalının çerçe-vesi içerisinde solgun görünüyordu.
«İsa'nın, buğday tanesi için ne söylediğini bilirsin: 'Buğday tanesi ölecek ki yeni bir başakta yeniden
doğsun.' Ölene dek daha çok zamanım var. Hinoğlu hinin biriyim ben!»
iskemlenin üzerinde kımıldandı, ağır ağır kalktı:
«Ben hana gidiyorum, biraz çene çalayım ahbaplarla. Küçü-krusyalı geleceğe benzemiyor. Yeniden
çalışmaya başladı mi?»
Ana güleç bir yüzle:
«Evet,» dedi.
«Önemli olan bu. Sana söylediklerimi anlat ona...» jı Ağır ağır mutfağa geçtiler, birbirlerine
bakmaksızın konuştular.
«Eh, hoşça kal!»
«Güle güle. Hesabını ne zaman kesiyorsun?»
«Kestim bile.»
«Peki, yolculuk ne zaman?»
«Yarın, erkenden. Allahaısmarladık!»
Ribin eğilerek çıktı. İstemeye istemeye gidiyor gibiydi. Ana bir süre kapının eşiğinde durup onun ağır
adımlarına kulak kabarttı; aynı zamanda, içinde uyanan kuşkuları da dinliyordu. Sonra sessizce odaya
döndü, perdenin bir ucunu kaldırıp pencereden dışarı baktı. Camın arkasında yoğun bir karanlık vardı.
«Geceleri yaşıyorum» diye düşündü.
Bu kafası işleyen köylüye acıyordu. Öylesine geniş, öylesine güçlüydü ki...
Andrey canlı ve neşeli döndü eve.
Ana, Ribin'in ziyaretini anlatınca:
«İyi ya!» diye haykırdı. «Köy köy dolaşıp gerçeği anlatsın, halkı uyandırsın. Bizimle başı hoş değil
nasılsa. Kafasında köylü fikirleri yer etmiş, bizim fikirlerimize yer kalmamış...»
Pelageya ölçülü bir dille:
«Örneğin,» dedi, «beyler konusundaki sözleri, bunun altında bir iş var diyor hani... Sakın bizi
aldatmasınlar!»
Küçükrusyalı güldü:
«Kafanı mı kurcalıyor bu?» diye haykırdı! «Ah! Küçükanne, keşke paramız olsaydı! Başkasının parasıyla
yaşıyoruz daha.
Ana / F: 7
97
İşte Nikolay İvanoviç, ayda yetmiş beş ruble alır, ellisini bize verir. Ötekiler de öyle. Daha öyle
öğrenciler var ki açtırlar, ama kuruş kuruş biriktirilmiş bir miktar para yollarlar bize çoğu kez. Türlü
türlü beyefendi vardır elbet. Kimileri aldatırlar, kimileri boşverirler, ama en iyileri bizlerle gelirler...»
Ellerini ovuşturdu, inançla devam etti:
«Hemen yarın zaferi kazanacak değiliz. Ama arada, mayısın birinde güzel bir şenlik örgütleyeceğiz.
Neşeli bir şey!»
Andrey'in canlılığı, Ribin'in Ana'da yarattığı kaygıyı giderdi. Küçükrusyalı eliyle kafasını sıvazlayarak
odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, gözleri yerde:
«Biliyor musunuz?» diyordu. «Kimi zaman içimde... olağanüstü bir canlılık duyuyorum!.. Bana öyle geliyor
ki, nereye gidilse, arkadaş bulunur, ve hepsi aynı ateşle yanıp tutuşurlar, hepsi şen, hepsi iyi yürekli,
hepsi karşısındakine yararlı olmak için çırpınır... Birbirleriyle konuşmadan anlaşırlar... Uyum içinde,
dostluk içinde yaşarlar, her yürek kendi şarkısını söyler. Bütün bu şarkılar dereler gibi akar, bir tek
ırmağa dökülür, ve ırmak, geniş ve özgür ırmak, denize dek akar gider. Bu deniz, yepyeni bir yaşamın
pınl pırıl mutluluğunu taşır.»
Pelageya onun keyfini bozmamak, sözünü kesmemek için hiç kıpırdamıyordu. Onun sözlerini oldum olası
başkalarınkinden daha dikkatle dinlerdi. Andrey daha özlü konuşurdu, sözleri insanın yüreğini daha
şiddetle etkilerdi. Pavel hiç bir zaman geleceği nasıl gördüğünü söylemezdi, oysa Andrey için bu gelecek
benliğinin bir parçasıydı. Onun konuşmalarında, Ana, güzel bir masal dinler gibi olurdu. Yeryüzündeki
tüm insanların gelecek " büyük şenliğini anlatırdı bu masal, yaşamın anlamını, oğlunun ve arkadaşlarının
sürdürdükleri eylemin anlamını aydınlatırdı.
Küçükrusyalı, başını şarlayarak devam etti:
«Sonra gerçeğe dönünce, çevresine bakınca, her şeyin soğuk ve çamurlu olduğunu görür insan! Millet
bezgin, sinirli...»
Derin bir hüzünle ekledi:
«Onur kırıcı bir şey bu, ama gerçek şu ki insandan çekinmeli, insandan korkmalı, dahası... dahası
insandan nefret etmeli! İnsan ne yapacağını şaşırır kalır. Yalnızca sevmek ister, ama ne mümkün! Vahşi
bir hayvan gibi üzerine saldıranı, seni can saymayanı, insanın yüzünü yumruklayanı nasıl bağışlarsın?
Olanak-
98
4 sız. Kendim için değil. Yalnız ben olsam, bütün hakaretlere katlanırım. Ama kaba kuvvet kullananlara
boyun eğmek istemiyorum, benim sırtımda başkalarına nasıl dayak atacaklarını öğrenmelerini
istemiyorum.»
Şimdi gözlerinde soğuk bir pırıltı oynaşıyordu. İnatçı bir tavırla başını eğdi. Daha kararlı bir sesle şöyle
dedi:
«Şahsen bana bir zararı dokunmasa bile, hiç bir kötülüğe göz yummamam gerekir. Yeryüzünde yalnız
değilim çünkü. Diyelim ki, hakarete uğradım bugün ve karşılık vermedim dahası »gülüp geçtim, diyelim ki
beni yaralamadı... Ama yarın, gücünü üzerimde deneyen saldırgan, bir başkasına da el kaldırır. İşte
bunun içindir ki insanlar arasında ayırım yapmak, yüreğimi pek tutmak, ve bunlar benim kardeşlerim,
şunlar değil, demek gerek... Bu doğrudur, ama doğru da olsa hoş değil işte!»
Ana elinde olmayarak subayı ve Sandrin'i düşündü, içini çekti:
«Ekilmemiş buğdayla nasıl ekmek yapılır!..» «İşin acıklı yanı da burda!» diye haykırdı Andrey. «Öyle!»
Birdenbire kocasının yosun tutmuş iri bir taş gibi ağır ve somuttuk suratı geldi gözleri önüne.
Küçükrusyalının Nataşa ile evlendiğini, oğlunun da Sandrin'le birleştiğini düşündü. Andrey iyiden iyiye
ateşlenmişti:
«Peki bu neden ileri geliyor? Bunu görmek çok kolay, öyle kolay ki gülünç hatta. İnsanların eşit
olmamasından ileri geliyor düpedüz. Şimdi, hepsini aynı düzeye koyalım, aklın yarattığı her şeyi, insan
elinin yaptığı her şeyi paylaşalım. O zaman korku ve çekememezliğin kölesi olmaktan, cimrilik ve
budalalığın zincirlerinden kurtuluruz!..»

Bu Blogda Ara