Demir Ökçe
-II-
Jack London
"Bu suçlamaya cevap vermek gerekmez," dedi Bay Wickson, yavas yavas konusuyordu.
"Bütün bu tartısmayı büyük bir saskınlık ve tiksintiyle izledim. Evet, baylar,
benim sınıfımın üyeleri, beni igrendirdiniz. Haylaz, küçük okul çocukları gibi
davrandınız. Sıradan bir politikacı agzıyla, bir politikacı ahlakıyla
konustunuz. Bu yüzden sapır sapır döküldünüz hepiniz. Bir yıgın gürültü
kopardınız, vızıldamaktan baska bir sey çıkmadı agzınızdan. Bir ayının
kuyrugunda uçusan anlar gibi vızıldadınız. Baylar, iste ayı karsınızda (sözün
burasında eliyle Ernest'i gösterdi) ve sizin vızıltılannız yalnızca onun
kulaklan-nı gıdıkladı.
"_nanın bana, durum çok ciddidir. Ayı bu aksam, ilk defa bizi parçalamak için
pençelerini uzattı. Birlesik Devletler'de bir buçuk -ııımilyon
devrimci oldugunu söyledi. Bu bir gerçektir. Amaçlarının bizim
hükümetimizi, saraylarımızı, görkemli yasantımızı elimizden almak oldugunu
söyledi. Bu da bir gerçektir. Bir degisiklik, büyük bir degisiklik oluyor
toplumda, ama bu degisiklik ayının bekledigi degisiklik olmayabilir. Ayı bizi
parçalayacagını söyledi. Ya biz ayıyı parçalarsak?"
Büyük salon o homurtularla doldu gene, güvenli baslar sallandı bu kez. Suratlar
sertlesti. Hepsi birer savasçı kesilmisti.
"Ama vızıldamakla parçalayanlayız ayıyı," diye devam etti Bay Wickson. Kayıtsız
ve umursamazdı sesi. "Ayıyı avlayacagız. Sözcüklerle cevap vermeyecegiz ayıya.
Cevabımız kursunlarla olacak. Biz iktidardayız. Bunu kimse inkâr edemez. Bu
iktidar aracılıgıyla iktidarda kalacagız."
Birden yüzünü Ernest'e çevirdi. Çok dramatik bir andı bu.
"_ste size cevabımız. Bosuna agzımızı yoracak degiliz. Saraylarımızı, görkemli
yasantımızı yakalamak için, o övündügünüz güçlü ellerinizi uzattıgınızda, size
gücün ne oldugunu gösterecegiz. Size top sesleriyle, sarapnel patlamalarıyla ve
makineli tüfek sesleriyle karsılık verecegiz.* Devrimcilerinizi ökçelerimiz
altında ezecek ve cesetlerinizin üstünde yürüyecegiz. Dünya bizimdir, biz onun
efen-
* Bu düsüncenin genel anlamını göstermek için, Ambro-se Bierce tarafından
yazılan "Bir Sinigin Sözlügü" (M. S. 1906) adlı kitaptan asagıdaki tanım
alıntılanmıstır: "Misket, (isim) Amerikan Sosyalizminin isteklerine cevap vermek
için hazırlanmakta olan bir tasan." Misket, insanları öldürmek için kullanılan
bir sözcüktü.
dileriyiz ve öyle de kalacagız. Emekçi ordusuna gelince, onlar tarih
basladıgından beri pisligin içindedir ve ben tarihi dogru okurum. Ben, biz ve
bizden sonra gelenler, iktidarı ellerinde tuttugu sürece de pisligin içinde
kalmaya mahkumdur. _ste temel sözcüklerin kralı; _ktidar. Tanrı degil, servet
degil, iktidar. Diliniz uyusuncaya kadar tekrarlayın bu sözü. _ktidar."
"Soruma cevap verildi," dedi Ernest sakin bir sesle. "Verilebilecek tek cevap da
buydu. _ktidar. _ste isçi sınıfına ögretmek istedigimiz de budur. Hakka, hukuka,
adalete ya da insanlıga çagrının, size en küçük bir etkisi olmayacagını
deneyimlerimiz, acı deneyimlerimiz sonunda ögrendik. Yürekleriniz, altında
yoksulların suratlarını ezdiginiz ökçeleriniz kadar sert. Bu yüzden iktidarı ele
geçirmeyi ögreniyor ve ögretiyoruz. Seçim günü, bizim oylarımız, hükümetinizi
sizin elinizden alacaktır."
"Çogunlugu alsanız, ezici çogunlugu alsanız seçimde, ne olur sanki?" diye
sorarak Er-nest'in sözünü kesti. "Oy sandıgında kazandıgınız hükümeti size
devretmeye yanasmazsak ne yapacaksınız?"
"Bunu da düsündük," diye cevap verdi Ernest. "O zaman size kursunla karsılık
verecegiz. _ktidarın, sözcüklerin kralı oldugunu söylediniz. Çok güzel. _ktidarı
alacagız biz de. Ve oy sandıgı basında zafer kazandıgımız gün, siz bize hükümeti
devretmeyi reddederseniz, anayasaya uygun ve barısçı yollarla aldıgımız iktidarı
bize vermezseniz, ne yapacagımızı soruyorsunuz. Ben de size cevap verecegiz diyorum. Kovanın ve
sarapnelin gür-lemesi ve makineli tüfeklerin sesleriyle cevap verecegiz, size.
"Bizden kaçamazsınız. Tarihi dogru okudugunuz dogru. Emekçi sınıfın, tarihin
baslangıcından beri pisligin içinde oldugu dogrudur. Sizin ve sizden sonra
geleceklerin iktidarı süresince, emegin pislik içinde kalacagı da aynı sekilde
dogru. Size katılıyorum. Sizin söylediginiz bütün her seye katılıyorum. Hakem
iktidar olacaktır. Her zaman hakem olmustur zaten. Bu sınıf mücadelesidir. Sizin
sınıfınızın, eski feodal yönetimi devirdigi gibi, benim sınıfım, isçi sınıfı da
sizi devirecektir. Tarihi okudugunuz gibi biyoloji ve sosyolojiyi de dikkatle
okursanız, bu sonun kaçınılmaz oldugunu anlayacaksınız. Bunun bir, on ya da bin
yıl içinde gerçeklesmesinin bir önemi yok, ama eninde sonunda devrilecek
sınıfınız. Ve bu iktidarla basanlacaktır. Biz emekçiler ordusu da bu sözcügü,
sözcüklerin kralını, son sözcügü dilimize sakız ettik. _ktidar!"
Bilgi Dostları Kulübü'ndeki aksam böyle sona erdi.
GELECEK TASARILARI
Tam bu sıralarda, gelecek olayların belirtileri, birbiri ardından ve yogun bir
biçimde görünmeye baslamıstı. Ernest, babamın sosyalistleri ve isçi liderlerini
evinde kabul etmesini ve açık açık sosyalist toplantılara katılmasını dogru
bulmuyordu, ama onun bu kaygılarına babam gülüp geçiyordu. Bana gelince, isçi
sınıfının düsünürleriyle ve liderleriyle konustukça çok seyler ögreniyordum.
Madalyonun öteki yüzünü görüyordum. Onlarda gördügüm idealistlik ve hiç bencil
olmayan dost yanlan beni çok mutlu ediyordu. Gerçi önümde açılan bu yeni
edebiyat, felsefe, bilimsel ve sosyal alan karsısında korkuya varan bir
saskınlıga da sürüklenmiyor degildim. Çok çabuk ögreniyordum, ama basımızda
dolasan tehlikeyi sezecek kadar çabuk ög-renmiyormusum.
Bazı uyanlar almıyor degildim, ama bun-lan umursamıyordum. Örnegin, Bayan Pertonwaithe
ve Bayan Wickson üniversite çevresinde büyük sosyal etkileri olan
kisilerdi. Bunların sagda solda benim hakkımda, gençliginin etkisiyle çok
aceleci ve kesin davranan; kötü egilimler göstererek baskalarının islerine karısan bir kız, diye
konustuklarını duydum. Jackson davasında onlara karsı gösterdigim tavrı
düsününce bu davranıslarının çok dogal oldugunu düsündüm. O anda böylesine büyük
bir sosyal gücün temsilcilerinden gelen bu uyarının ciddiyetini hafife almısım.
Arkadaslarım da bana karsı bir baska davranıyorlardı, ama bunu Ernest'le
evlenmemi garip karsılamalarına baglıyordum. Bir süre sonra, Ernest bana,
sınıfımın bana karsı tavrının kendiliginden olmadıgını, arkasında örgütlü bir
saldın kokusu sezdigini söylüyordu. "Siz sınıfınızın bir düsmanını evinizde
barındırdınız," dedi. "Ona yalnız ev vermekle kalmadın, askını da verdin,
kendini verdin. Bu, üyesi bulundugunuz sınıfa bir ihanettir. Bunun cezasını
görmeyeceginizi sanma."
Ama daha önce bir gün, babam bir aksam üzeri eve dönmüstü. Ernest benimle
birlikteydi, babamın öfkeli oldugunu görebiliyorduk. Gerçekten öfkelenmisti.
Kolay kolay si-nirlenmezdi, ama öfkesini güçlükle zapt ettigi her halinden belli
oluyordu. Daha odaya girdiginde çok öfkeli oldugunu anlamıstık.
"Ne dersiniz buna?" diye sordu. "Wilcox'la kahvaltı ettim."
Wilcox, bizim üniversitenin tiridi çıkmıs rektörüydü. Kafası, ancak 1870 yılında
geçerli olabilecek düsüncelerle doluydu. O günlerden beri yeni bir sey
girmemisti kafasına.
"Beni davet etti," dedi babam. "Adam gönderip çagırttı."
Burada sustu, konusmasını bekliyorduk.
"Nazik bir görüsme oldu. Onu tanınm, ama azarlandım. Ben, evet! Hem de bir
ihtiyar fosilden azar isittim!"
"Neden azarlandıgınızı bildigime bahse girerim," dedi Ernest.
"Üç tahminde bulunarak degil ama," diyerek güldü babam.
"Bir defada bilecegim," diye karsılık verdi Ernest. "Tahmin de degil, kesin
biliyorum nedenini. Özel hayatınız yüzünden azar isittiniz."
"Üstüne bastınız!" diye bagırdı babam. "Nasıl tahmin ettiniz?"
"Bunun basınıza gelecegini biliyordum. Sizi daha önce uyarmıstım."
"Evet, uyarmıstınız," dedi babam. "Ama inanamadım size. Her neyse, kitabıma
geçirecegim en somut tanıklıklardan biri oldu bu."
"Bu, olacaklann yanında bir sey degil," diye devam etti Ernest. "Ben de dahil
olmak üzere, evinize sosyalist ve radikalleri kabul etmeye devam ettiginiz
sürece, basınıza daha birçok sey gelecek."
"_htiyar Wilcox da aynı seyleri söyledi. Daha yerli yersiz bir sürü sey söyledi.
Kusku doguracak bir yol izledigimi, bunun üniversite gelenegine ve
agırbaslılıgına uygun düsmedigini ve zamanımı bos yere harcadıgımı söyledi. Buna
benzer bir sürü üstü kapalı sözler etti, somut seyler göstermedigi için söyle
okkalı bir karsılık veremedim ama canını epey sıktım. Durmadan bana karsı nasıl
iyi duygular besledigini ve herkesin bir bilim adamı olarak kisiligime nasıl
saygı duydugunu tek-
rarlıyordu. Benimle konusmanın onun için rahat bir is olmadıgı belliydi. Bundan
hoslanmadıgını görebiliyordum."
"_stedigini yapmakta özgür degil ki o da," dedi Ernest. "Prangayı* takmak pek o
kadar güzel olmasa gerek."
"Evet. Bunu ona söylettim zaten. Bu yıl üniversitenin, devlet yardımının
karsılayamayacagı kadar çok paraya ihtiyacı oldugunu, bu açıgın ancak hayırsever
zenginlerin bagıslanyla kapanabilecegini, bu adamların da üniversitenin yüksek
idealinden saptıgını ve bilim dısına tastıgını görünce, bu niyetlerinden
vazgeçebilecegini söyledi. Benim özel hayatımın, üniversiteyi amacından nasıl
sap-tırabilecegini sorarak, agzından somut bir laf almak istedim ama o, buna
karsılık bana iki yıllık tam maasla izin vermeyi, Avrupa'ya dinlenmek ve
incelemeler yapmak için yolculuk yapmamı teklif etti. Elbette bu kosullar
altında kabul etmedim."
"Oysa bu teklifi kabul etmeniz, sizin için çok daha iyi olurdu," dedi Ernest
ciddi bir sesle.
"Bu bir rüsvetti ama!" diye karsı çıktı babam ve Ernest basıyla onayladı.
"Dilenci herif, bir de benim kızımın, senin gibi ünlü bir kisiyle orada burada
göründügünü ve bunun çay masalarında dedikodu konusu oldugunu, bunun ise
üniversitenin onuruna yakısmayacagını söyledi. Kendisi ki-
* Afrikalı köleler ve ayrıca suçlular bununla kelepçeleniyordu. _nsanların
Kardesligi gerçeklestikten sonra pranga gereksiz bir araç olarak kullanımdan
kaldırıldı.
sisel olarak buna karsı degilmis, ah elbette karsı degilmis, ama ortalıkta böyle
bir dedikodu dolasıyormus ve benim de bunu bilmem gerekiyormus."
Bu açıklama, Ernest'i bir an için düsündürmüstü. Yüzü asılmıstı, canının sıkkın
oldugu anlasılıyordu. Kısa süren bir suskunlugun sonunda söyle dedi:
"Bunun altında, üniversite idealinin ötesinde bir sey yatıyor. Biri Rektör
Wilcox'a baskı yapmıs olmalı."
"Böyle mi düsünüyorsunuz?" diye sordu babam. Onun yüzünde korkmustan çok,
ilgilenmise benzeyen bir ifade vardı.
"Kafamda belli belirsiz biçimlenmeye baslayan fikirleri size anlatabilmeyi
isterdim," dedi Ernest. "Dünya tarihinde hiçbir toplum simdi oldugu kadar hızlı
bir degisim geçirmedi. Sanayi sistemimizdeki hızlı degisimler, dinsel, siyasal
ve sosyal yapılarımızda da aynı derecede hızlı degisimlere yol açıyor. Toplumun
dokusunda ve yapısında görülmemis ve ürkütücü bir devrim oluyor. Bunlar, ancak
belli belirsiz hissedilebilir, henüz soyut seyler gibi kabul edebiliriz bunları.
Ama bu devrim içimizde, aramızda, havada. Hissedebiliyoruz, ama anlatamıyoruz.
Engin, belirsiz ve korkunç bir seyin ortaya çıkmak üzere oldugu anlasılıyor. Bu
tehdidin, ne biçimde açıga vurulacagını bilmek bile çok zor. Geçen aksam
Wickson'ın neler söyledigini duydunuz. Söylediklerinin ardında, benim
hissedebildigim aynı adsız ve biçimsiz seyler vardı. Son derece bilinçli bir
konusmaydı o aksamki konusma."
"Yani...?" diye söze basladı babam, sonra durdu.
"Yani daha simdiden ülkeye düsmeye baslayan bir gölge, sinsi bir gölge var gibi
geliyor bana. _sterseniz buna bir oligarsinin gölgesi adını verin. Benim de
verebilecegim gerçege en yakın tanım bu olacak. Bunun nasıl bir sey
olabilecegini ben bile tahmin edemiyorum.* Ama sunu söylemek istiyorum. Çok
tehlikeli bir durum içindesiniz. Belki bu tehlikeyi, tam olarak anlayamadıgım
için bir parça abartıyorum. Ögüdümü dinleyin ve size teklif edilen bu tatili
kabul edin."
"Ama bu korkaklık olur," diye karsı çıktı babam.
"Hiç de degil. Siz yaslı bir insansınız. Dünyada yapacagınızı yaptınız, hem de
büyük isler yaptınız. Artık kavgayı, genç ve güçlü olanlara bırakın. Biz yeni
kusagın görevi, bu isi tamamlamaktır. Avis benim yanı basımda olacak hep. Savas
cephesinde sizin temsilciniz olacak."
Everhard daha dogmadan önce, onun gibi bu oligarsinin ne biçim olabilecegini
bilemeyen insanlar vardı, ama onlar ufak tefek gölgelerden baslarına gelecekleri
sezebiliyorlardı. John C. Calhoun söyle demisti; "Hükümette halkın kendisinden
daha büyük bir güç meydana gelmis bulunmaktadır. Bu güç, pek çok çesitli
çıkarların bir kitle haline gelmis ve bankalardaki sonsuz Jazla para ile bir
arada tutulan insanları içermektedir." Ayrıca büyük hümanist Abraham Lincoln
suikaste ugramadan az önce söyle demisti; "Çok yakın bir gelecekte bir krizin
yaklasmakta oldugunu görüyor ve bu beni ülkemin güvenligi açısından korkutuyor.
Sirketler tahtlarından indirildi, bunun ardından yüksek mevkilerde kokusmalar
baslaya- ¦ cak ve ülkenin para gücü halka baskı yaparak egemenligini sürdürmeye
çabalayacak. Sonunda yönetim birkaç kisiye kalacak, servet birkaç kisinin elinde
toplanacak ve Cumhuriyet yok olacak."
"Ama bana zarar veremezler," diye karsı çıktı babam. Tann'ya sükür ki bagımsız
bir adamım. Ah, inanın bana, ekonomik açıdan çalıstıgı üniversiteye bagımlı bir
profesöre neler yapabileceklerini biliyorum. Ama ben bagımsızım. Ben aldıgım
maas için profesörlük yapmıyorum. Kendi gelirim beni pekâlâ geçindirir. Maasımın
tamamını alabilirler elimden, umurumda degil."
"Ama anlamıyorsunuz," diye cevap verdi Ernest. "Eger korktugum basımıza gelirse,
yalnız özel geliriniz degil, neyiniz var neyiniz yok, maasınız gibi elinizden
alınır."
Babam birkaç dakika hiç karsılık vermedi. Derin derin düsünüyordu, alnında
olusan kararların çizgilerini görebiliyordum. Sonunda konustu;
"Bu izni kabul etmeyecegim." Yeniden du-raksadı. "Kitabımı yazmaya devam
edecegim.* Yanılmıs olabilirsiniz, ama ister yanılmıs olun, ister yanılmamıs,
silahlarımın basından ayrılmayacagım."
"Pekâlâ," dedi Ernest. "Siz de Piskopos Morehouse'un yolunu tuttunuz ve sonunuz
da onun gibi felaket olacak. Ne oldugunuzu anlamadan birer proleter olup
çıkacaksınız."
* Sözü edilen "Ekonomi ve Egitim" adlı kitap, o yıl basılmıstı. Bu kitabın üç
kopyası günümüze kadar gelmistir. _kisi Ardis'te, biri Asgard'dadır. Kitap, çok
ayrıntılı olarak, kurulu düzende, yani kapitalist düzende üniversiteler ve diger
okullar arasındaki etkilesimi incelemektedir. Kitap, sadece kapitalist düzene
uygun düsüncelerle ögrencilerin yetistirildigi bütün egitim sistemine
yöneltilmis, mantıksal ve yıkıcı bir suçlamaydı, ögrencilerin kafasından
devrimci düsünceleri köreltmek amacının güdüldügünü ileri sürüyordu. Kitap büyük
bir heyecan yarattı ve anında Oligarsi tarafından yok edildi.
Sohbet Piskopos'a yöneldi, Emest'e, onunla ne yaptıgını sorduk.
"Ona cehennemi gezdirdigimden beri ruh hastası. Bizim fabrika isçilerinden
birkaçının evine götürdüm onu. Sanayi makinesinin bir kenara attıgı, insanlıktan
çıkmıs insanları gösterdim ona. Onların hayat hikâyelerini dinledi. Onu San
Francisco'nun asagı mahallelerine götürdüm. Orada ayyaslıgın, fu-husun ve
cinayetlerin dogustan egilimlerden daha derin nedenleri oldugunu anladı. Çok
hasta, bundan da kötüsü, ortalıklarda görünmüyor. Utanıyor. Ahlak kurallarına
biraz fazla baglı anlasılan. Çok derinden etkilendi. Her zaman oldugu gibi,
pratik degil. Aydın sınıflara ahlak vaazları vermek ve insanların iyi yönlerini
bulmak hayalleriyle, hâlâ boslukta dolanıyor. Kilise'nin eski ruhunu korumanın
en kutsal görevi olduguna ve bu ruha uygun ögretiyi günümüz din adamlarına
ulastırmanın, kendisi için kaçınılmaz bir görev olduguna inanıyor. Perisan
durumda. Er ya da geç bir yerlerden patlak verecek ve sonunda bir felaket
olacak. Felaketin ne biçimde olacagını tahmin bile edemiyorum. O saf, yüce bir
ruha sahip, ama aynı ölçüde de pratiklikten uzak. Benim ötemde bir insan o. Bir
türlü onu tutup, havalardan yere indirip, ayagını yere bastıramıyorum. O zeytin
bahçesine, çarmıha dogru uçuyor. Böylesine soylu ruhlar çarmıha gerilmek için
yaratılmıslardır."
"Ya sen?" diye sordum, askımın ciddi kaygısını saklayan bir gülümsemeyle.
"Ben gitmeyecegim çarmıha," diye güldü. "Belki idam edilebilirim, ya da suikasta
ugrayabilirim, ama asla çarmıha gerilmeyecegim. Dünyaya çok sıkı, inatla baglı
bir insanım ben. Bulutlara uçamam."
"Peki, ama neden Piskopos'un çarmıha gerilmesine göz yumuyorsun?" diye sordum.
"Bunun nedeninin sen oldugunu inkâr etmeyeceksin herhalde."
"Milyonlarca insan sefalet içinde kıvranırken, neden kaygısız bir ruhu rahat
bıraka-cakmısım?" diye cevap verdi.
"Peki o halde neden babama bu izni kabul etmesini öneriyorsun?"
"Çünkü ben saf ve yüce bir ruh degilim," diye cevap verdi. "Çünkü ben katıyım,
bencilim. Çünkü seni seviyorum ve daha önce Ruth'a dedigim gibi, senin halkın
benim hal-kımdır. Piskopos'a gelince, onun bir kızı yok. Sonra etkisi ne kadar
küçük, yaran ne kadar az olursa olsun yine de devrime mutlaka katkısı
olacaktır."
Ernest'le aynı kanıda degildim. Piskopos Morehouse'un ne kadar soylu bir
kisiligi oldugunu biliyordum. Onun erdemlilik adına yükseltecegi sesinin küçük
ve uygunsuz bir çıglık olmaktan öteye gidemeyeceginden emindim. Ama ben Ernest
gibi, katı gerçeklerle karsı karsıya kalmamıstım. O, bu yüce ruhla çabalarının
nereye kadar varabilecegini iyi biliyordu ve olaylar patlak verdikçe, ben de
bunu açık ve net olarak görecektim.
Bu konusmamızdan birkaç gün sonra, Ernest bana çok iyi bir haberi oldugunu
söyledi. Hükümetten bir teklif almıstı. Ona Birlesik Devletler _s Bakanlıgı'nda bir
danısmanlık verilmek isteniyordu. Çok sevindim. Maas oldukça yüklüydü ve bu
evliligimizi daha da güvence altına alacaktı. Hem, bu, tam Er-nest'e göre bir
isti. Dahası, benim belki de gözümde büyüttügüm yeteneklerinin, baskaları
tarafından da kabul edildigini görmek, için için gurur veriyordu bana.
Kıskançlıkla karısık bir gurur duygusu.
Birden gözlerinde bir pırıltı fark ettim. Bana gülüyordu.
"Herhalde.... reddetmeyeceksin?" diye tereddüt ederek sordum.
"Bu bir rüsvet," dedi. "Bunun arkasında Wickson'ın ince eli, onun arkasında da
daha üstteki insanların elleri var. Emekçiler ordusunun önderlerini satın alma
yöntemi, sınıf mücadelesi kadar eski bir numaradır. Zavallı ihanete ugramıs
emek! Eski isçi liderlerinin benzer yollarla nasıl satın alındıklarını bir
buseydin. Bütün ordusuyla savasmak yerine, bir generali satın almak ucuza, çok
ucuza mal olur. Bunun pek çok örnegi görüldü, ama isim vermeyecegim. Yeterince
öfkelendim zaten. Güzelim, ben bir isçi lideriyim. Satın almamam ben. Baska
hiçbir neden olmasa bile, ölünceye kadar köle gibi çalısan babamın anısına
duydugum saygı, benim böyle davranmama engel olur."
Gözleri yaslarla dolmustu. Benim büyük, güçlü kahramanımın gözleri dolmustu.
Babasının ahlakını nasıl bozduklarını, çocuklarının karnını doyurabilmek için,
onu nasıl adi
yalanlara ve hırsızlıga sürüklediklerini hiçbir zaman bagıslamayacaktı.
"Babam iyi bir insandı," demisti Ernest bana. "Ruhu çok temizdi, ama sürdügü
hayatın vahsiligi onun ruhunu körlestirdi, sakatladı, bozdu. Patronları; bu
vahsi yaratıklar, onu yerinden kıpırdamayan bir hayvan haline getirdiler. Simdi
o da senin baban gibi yasayabilirdi. Saglam bir bünyesi vardı. Ama sanayi
makinesine yakalandı ve kâr ugruna ölesiye çalıstırdılar onu. Düsün bir kez.
Damarlarındaki kan, daha fazla kâr elde etmek için efendilerinin, patronlarının
zevk âlemleri, görkemli sölenleri, eglenceleri için bulunmaz saraplarla
karıstırılarak içki diye sunuldu!"
¦VII* PİSKOPOSUN GÖRDÜGÜ HAYALET
"Piskopos elden gitti," diye yazıyordu Er-nest bana. "Gökyüzünde dolasıyor. Bu
gece, bu küçük sefil dünyamızı yerli yerine yerlestirecek, düzene koyacakmıs.
Vahyini teblig edecekmis. Bana böyle söyledi, bir türlü vazgeçiremedim onu bu
isteginden. Bu aksam I.P.H.* toplantısına da baskanlık edecek. Açılıs
konusmasında ilk vahiylerini verecekmis.
"Onu dinlemek için seni almaya gelebilir miyim? Elbette, bosuna konusacak.
Yüregin parçalanacak, onun yüregi de parçalanacak, ama bu senin için iyi bir
ders olacak. Biliyorsun, sevgilim, beni sevdigin için kendimle gururlanıyorum.
Ve bu yüzden, beni çok iyi tanımanı, elestirmeni istiyorum. Senin gözünde
degersiz olan yanlarımı düzeltmek istiyorum. Bu gururum, sizi düsüncelerimin
gerçekligine ve dogruluguna inandırmak istemektedir. Benim görüslerim serttir,
ama soylu bir ruha sahip Piskopos'un girisiminin, basarısızlıga ugramasında bu
sertligin nedenini bulacaksınız. Bu aksamı kaçırmayın. Bu aksam çok
* Bu harflerle belirtilen örgütün tam adı bilinemiyor. -127-
acıklı olaylar yasanacak ama bunun seni bana daha da yaklastıracagına
inanıyorum."
I.P.H. o gece San Francisco'da* toplanıyordu. Toplantının amacı, giderek
yaygınlasan ahlaksızlık sorununu tartısmak ve buna çözüm yollan aramaktı.
Piskopos Morehouse toplantıya baskanlık ediyordu. Kürsüde son derece sinirli
görünüyordu, büyük bir gerilim içinde oldugu belliydi. _ki tarafındaki
koltuklarda, Piskopos Dickinson, California Üniversitesi Ahlakbilimi Bölümü
Baskanı H. H. Jo-nes, büyük bagıs örgütçüsü Bayan W. W. Hurd, bagıs yapmada
ondan asagı kalmayan büyük insansever Philip Ward, ahlak ve iyilik dünyasının
daha az önemli diger yıldızlan oturuyordu. Piskopos Morehouse ayaga kalktı ve
dogrudan söze basladı:
"Kupa arabamın içinde sokakları dolasıyordum. Geceydi. _kide bir pencerelerden
dı-san bakıyordum. Birden gözlerim açılır gibi oldu ve nesneleri aslında
olduklan gibi görmeye basladım. _lk tepkim bu korkunç gerçegi görmemek için iki
elimi gözlerime götürmek oldu. Sonra karanlıgın içinde aklıma su soru geldi; Ne
yapmalı? Ne yapmalı? Bir an sonra aynı soru bu defa baska bir kılıkta karsıma
çıktı. Büyük _sa olsa ne yapardı? Bu soruyla birlikte büyük bir nur etrafı
aydınlattı gibi oldu ve Sam yolunda Saul'a görevinin görünmesi gibi, benim
görevim de günes parlaklıgıyla bana göründü.
"Arabayı durdurdum, dısan çıktım ve bir-
* Berkeley'den San Francisco'ya feribotla sadece birkaç dakikada gidilirdi. Bu
iki kent ve öteki körfez kentleri aslında bir bütün sayılırdı.
kaç dakika konustuktan sonra, iki genelev kadınını arabama binmeye ikna ettim.
Eger _sa'nın dedikleri dogruysa, bu iki talihsiz kadın da benim kız
kardeslerimdi. Günahlann-dan arınmak için benim sefkatime ve iyiligime
ihtiyaçlan vardı.
"San Francisco'nun en seçkin semtlerinden birinde otururum. Oturdugum ev, yüz
bin dolar eder, içindeki kitaplar, esyalar ve sanat eserleri daha da fazla eder.
Ev bir konak, hayır, bir saraydır, evde birçok usak vardır. Saraylann ne ise
yaradıgını bilmezdim. _nsanların oturması için yapılmıslardır sanırdım. Ama
simdi biliyorum. Sokakta buldugum o iki kadını sarayıma getirdim, benimle
birlikte oturacaklar. Sarayımın bütün odalarını onlar gibi kız kardeslerle
dolduracagım."
Dinleyiciler giderek daha huzursuz oluyorlardı, kürsüde oturanlann suratında ise
büyüyen bir korku okunuyordu. Donup kalmıstı hepsi. Birden Piskopos Dickinson
ayaga kalktı, yüzünde tiksinti duydugunu belirten bir ifadeyle kürsüden indi.
Salondan çıktı gitti. Ama gözleri hep aynı hayaleti gören Piskopos Morehouse,
orada bulundugunu unutmustu, konusmasını sürdürdü:
"Ey kız ve erkek kardeslerim, bu hareketimde bütün güçlüklerimin çözümünü
buluyorum. Eskiden kupa arabalann ne ise yaradıgını bilmezdim, ama simdi bunu da
biliyorum. Arabalar güçsüzleri, hastalan, ihtiyarla-n tasımak için yapılmıstır.
Utanç sınınnı asacak kadar onurlannı yitirenlere onurlarını tekrar kazandırmak
için yapılmıstır.
"Saraylann ne için yapıldıgını bilmezdim, ama simdi onları kullanacak bir is
buldum. Kilise'nin sarayları, hastaneler, dogru yoldan sapmısları barındıran
yurtlar olarak kullanılmalıdır."
Uzun bir süre, kuskusuz derin düsüncelerini en iyi biçimde anlatacak cümleyi
seçmek için konusmasına ara verdi. Hayli tedirgindi.
"Sevgili kardesler, ahlaktan söz etmek, size ahlak üzerine ders vermek bana
düsmez. Ömrüm, utanç ve ikiyüzlülüklerle dolu. Kimseye yardım eli uzatamadım bu
yüzden. Ama bu kadınlara, bu kız kardeslere karsı gösterdigim tavır bana, en iyi
yolun kolaylıkla bulunabilecegini gösterdi. _sa'ya ve _ncite inananlar için,
insanlar arasında yalnız sevgi bagı vardır. Günahtan ve ölümden güçlü olan tek
sey sevgidir. Burada, sizin huzurunuzda, aranızdaki zenginlerin görevinin, benim
davrandıgım gibi davranmak oldugunu bildiriyorum. Her bir zengin, evine bir
hırsız alsın, ona kardes gibi davransın. Birkaç talihsiz kadın alsın, onlara
kardes gibi davransın. O zaman San Francisco'da ne polise gerek kalacak, ne de
mahkemelere. Hapishaneler hastanelere dönüsecek, suçluyla birlikte suç da yok
olacak. "Yalnız paramızı degil, kendimizi de vermeliyiz. _sa'nın yaptıgını
yapmalıyız biz de. Kilise'nin bugünkü ögretisi budur. _sa'nın ilkelerinden nasıl
da saptık. Kendi kabugumuza çekilmisiz. _sa'nın yerine paraya tapar olduk. Bütün
hikâyeyi birkaç dizeyle anlatan bir siir var elimde. Simdi bunu size okuyacagım.
Yolunu kaybetmis, ama her seyi açık se-
çik görebilen bir insan tarafından yazılmıstır.* Bunu Katolik Kilisesi'ne bir
saldın olarak almayınız. Bu, bütün kiliselere, _sa'nın çizdigi yoldan aynlan ve
kendilerine teslim edilen kuzulannı bırakan bütün din adamlannm gösteris ve
görkemine karsı yazılmıstır. _ste okuyorum:
"Gökkübbe altında gümüs borazanlar öttü, Diz çökmüs bütün bir halk suskundu, Ve
gözlerinin önünden, sanki büyük bir
tanrvymıs gibi Roma'nın büyük efendisi insanların
omuzlarında geçti
Bir rahipmis gibi tertemiz bir elbise giymisti, Bir kralmıs gibi erguvan rengi
bir pelerine
bürünmüstü, Ve üç katlı o görkemli taç o kutsal alına
yerlesmisti; Görkem ve ısık yagmuru altında Papa
evine geçti
Birden kalbim geçmisin çöllerini astı, _sa'nın yapayalnız bırakıldıgı hüzünlü
kumsala vardı.
Ve bos yere dinlenecek bir yer aradı, Kusların yuvaları vardır, tilkilerin
inleri, Ben, yalnızca ben dolasıyorum bitkin, Ayaklarım tutmuyor yürümekten ve
göz yaslarımın ılık ve tuzlu sarabını içiyorum."
Dinleyiciler hareketlendiler, ama heyecanlı degillerdi. Piskopos Morehouse ise
hiçbir
* Oscar Wilde, 19. yüzyılın dil ustalarından biridir. -131-
seyin farkında degildi. Kararlı sesiyle konusmasını sürdürüyordu.
"_ste ben de bu yüzden içinizdeki zenginlere ve bütün zenginlere diyorum ki,
_sa'nın kuzularını acımasızca ezdiniz. Yüreklerinizi katılastırdınız.
Çevrenizdeki acı ve ıstırap çıglıklarına kulaklarınızı tıkadınız ama
kaçamazsınız. Bir gün duyacaksınız bu sesleri. Bu yüzden, diyorum ki..."
Ama tam bu sırada, ayaga kalkıp gelen Bayan H. H. Jones ve Philip Ward, Piskopos'un
kollarına girip onu kürsüden indirdiler. Dinleyiciler sessiz soluksuz
oturuyordu.
Sokaga çıkar çıkmaz Ernest vahsi bir kahkaha attı; bu davranısı sinirlerimi
ayaga kaldırdı. Gözyaslanmı tutmak için sarf ettigim çabadan, yüregim çatlayacak
gibi oldu.
"Vahiylerini verdi," diye haykırdı Ernest. "Piskoposlarının insanlıgı ve
derinlerde sakladıgı nazik ruhu, onu candan seven Hıristiyan müminlerin önünde
patlak verdi ve onlar da Piskopos'un aklını oynattıgı sonucuna vardılar! Onu
kürsüden büyük bir dikkatle indirdiklerini fark ettin mi? Bu manzara karsısında
seytanlar bile gülmüstür."
"Ne olursa olsun, Piskopos'un bu aksam yaptıkları ve söyledikleri büyük bir etki
yaratacaktır," dedim.
"Öyle mi düsünüyorsun?" dedi Ernest alaylı bir tavırla.
"Büyük bir olay olacak," diye ekledim. "O konusurken gazetecilerin deli gibi not
aldıklarını görmedin mi?"
"Yarın gazetelerde, söylediklerinin bir tek sözcügü bile yer almayacaktır."
"Buna inanamam," diye bagırdım.
"Bekle, göreceksin," diye cevap verdi. "Onun ne tek bir satırına, ne tek bir
düsüncesine yer vereceklerdir. Günlük basın mı? Haa... Günlük madrabazlık!"
"Ya muhabirler," diye karsı çıktım. "Onları gördüm."
"Söylediklerinin tek bir sözcügü bile gazetelerde yayımlanmayacakür. Editörleri
unutuyorsun. Onlar, uyguladıkları politikaya göre maas alıyorlar. Uyguladıkları
politika ise, kurulu düzene karsı hiçbir sey yazmamak. Piskopos'un konusması,
kurulu ahlak düzenine yapılmıs bir saldırıydı. Daha fazla konusmasını engellemek
için apar topar kürsüden indirildi. Birlesik Devletler basını mı? Kapitalist
sınıftan geçinen asalak bir hayvan. Görevi, kamuoyuna yön vererek egemen
sınıflara hizmet etmektir ve bu isi de olaganüstü bir basarıyla gerçeklestirir.
"Gel sana bir kehanette bulunayım. Yarınki gazeteler, Piskopos'un çok
çalısmaktan yorgun düstügünü, saglıgının iyi olmadıgını ve dün gece bir kriz
geçirdigini yazacaklar. Aradan birkaç gün geçtikten sonra da, küçük bir haberle
Piskopos'un sinirsel bir yorgunluk içinde oldugu ve sadık dindaslarının ona izin
verilmesi için girisimde bulundukları duyurulacaktır. Bundan sonra, su iki
seyden biri olacak, ya Piskopos yanlısını görüp kendisine çeki düzen verecek ve
artık hayaletler görmeyen biri olarak dönecek ona verilen izinden ya da
çılgınlıgında ısrar edecek. O zaman gazetelerde acıklı ve sıcak sözcüklerle
Piskopos'un delirdigi haberini okuyacagız.
Bundan sonra da hayallerini bir akıl hastanesinin duvarlarına anlatacaktır."
"Fazla ileri gidiyorsun!" diye haykırdım.
"Yüksek sosyetenin gözünde bu gerçekten çılgınlıktır," diye karsılık verdi.
"Hangi namuslu adam evine orospuları, hırsızlan alıp, onlarla kardes, kız kardes
gibi yasar? Dogru, _sa iki hırsız arasında öldü, ama bu baska bir hikâye.
Delilik mi? Uyusamadıgımız bir insanın düsüncesi bize hep yanlıs görünür. Artık
bu adamın görüsleri toplumun görüslerinden ayrı düsmüstür. Dolayısıyla bu adam
yanlıs düsünüyordur. Yanılan insanla çıldırmıs insan arasındaki sınır nedir?
Sagduyulu bir insanın, toplumun bu saglıklı temel görüslerinden önemli ölçüde
aykırılıga düsmesi akıl almayacak bir seydir.
"Bu aksamki gazetede buna güzel bir örnek veriliyor. Mary McKenna, Market Caddesi'nin
güneyinde oturuyor. Yoksul olmasına ragmen çok namuslu bir kadındır. O da
bir yurtsever. Ama Amerikan bayragı ve onun simgelestirdigi himaye gücü hakkında
yanlıs düsünceler besliyormus. Basına neler geldi dersin? Kocası bir kaza
geçirmis ve üç ay hastanede yatmıs. Çamasırcılık yapmaya baslamıs kadın ama yine
de kirasını günü gününe ödeyememis. Dün onu evden atmak istemisler. O, evinin
kapısına Amerikan bayragını çekip, kıvrımları arasına girerek, bu bayragın
himayesindeyken kendisini kapı dısarı edemeyeceklerini söylemis. Ne yapmıslar
dersin? Tutuklayıp, deli diye tutanak tutmuslar. Bugün doktorlar muayene
etmisler
kadmı ve deli olduguna dair rapor vermisler. Napa Akıl Hastanesi'ne kapattılar
kadını."
"Bu çok ayrı bir konu," diye karsı çıktım. "Örnegin, bir kitabın edebi üslubu
üzerine herkesten farklı düsünüyorum diyelim. Bu nedenle beni bir akıl
hastanesine tıkamazlar ya." "Çok dogru," diye karsılık verdi. "Ama böyle bir
düsünce ayrılıgı toplumun düzenini tehdit etmez ki. _ste fark burada. Mary
McKenna'nın ve Piskopos'un baskalanmnki-ne uymayan düsünceleri, toplum için
zararlıdır. Bütün yoksullar Amerikan bayragına sarılarak kiralarını ödememeye
kalkarsa ne olur bir düsünsene. Rantiye denen sey ortadan kalkar. Piskopos'un
görüsleri' de toplum için zararlı. Öyleyse, dogru tımarhaneye." Ona inanmak
istemiyordum. "Sabırlı ol, göreceksin," dedi Ernest ve ben bekledim.
Ertesi sabah bütün gazeteleri aldırdım. Simdilik Ernest haklıydı. Piskopos
Moreho-use'un söyledigi tek bir söz bile yansımamıstı gazetelere. Yalnız bir iki
gazetede, onun duygularına fazla kapıldıgından söz ediliyordu. Oysa, ondan sonra
konusanların sözleri satın satınna yazılmıstı.
Birkaç gün sonra, küçük bir haberde, Piskopos'un asın yorgunluktan dolayı,
dinlenmek için izne çıktıgı bildiriliyordu. Buraya kadar bir sorun yoktu, aklını
kaçırdıgını ima eden, hatta sinirlerinin zayıf düstügünü ima eden bir sey yoktu
simdilik. Piskopos'un bu hale düsecegi ve bundan sonra basma gelecekler, hele
Ernest'in söyledigi gibi çarmıha dogru yol alacagı, aklıma hayalime sıgmıyordu.
MAKİNE KIRICILAR
Ernest'in Sosyalist Parti'den meclis üyeligine adaylıgını koymasından kısa bir
süre önce babam, kendisinin "kâr ve zarar aksamı", Ernest'in ise "makine
kırıcılarının" aksamı dedigi gizli bir toplantı düzenledi. Bu, islerini çok
fazla gelistirememis isadamlarının davet edildigi bir aksam yemegiydi.
Hiçbirinin isletmesinin sermayesi, sanırım iki yüz bin dolan asmıyordu. Tam orta
sınıf isadamları temsilcileriydi bu adamlar.
Siverberg'deki Owen and Co.'nun sahibi Bay Owen vardı örnegin. Bu sirket, birçok
subesi bulunan büyük bir gıda ürünleri sirketiydi. Biz de onlardan alısveris
ederdik. Büyük bir ilaç sirketi olan Kovvalt and Wash-burn ecza ürünleri
deposunun iki ortagı da toplantıdaydı. Ayrıca Contra Costa bölgesinde, önemli
bir maden ocagına sahip Bay As-munsen ve bunun gibi küçük fabrikaların, küçük
ticari isletmelerin, küçük sirketlerin sahipleri ya da ortaklan, yani küçük
kapitalistler de bu toplantıya katılmıslardı.
Keskin bakıslı adamlardı hepsi. Sade ve açık bir dille konusuyorlardı. Hepsi de
büyük ortaklıklardan yani tröstlerden yakınıyorlardı. Parolalanymıs gibi durmadan,
'Tröstleri yok edelim!" diye tekrarlıyorlardı. Onlara göre tröstler bütün
bunalımların kaynagıydı. Hepsi de istisnasız aynı sözleri tekrarlıyordu.
Hükümetin, demiryolları ya da posta ve telgraf gibi tröstleri devletlestirmesini
istiyor, sermayenin sayılı insanlarda birikmesinin önüne geçmek için, gelir
üstünden, daha yüksek oranda vergilendirme düzeninin gerekliligini
savunuyorlardı. Yerel sorunları çözmek için de, ilkin su, havagazı, telefon ve
tramvay gibi kamu hizmeti gören isletmelerin, belediyelerin mülkiyetine
geçirilmesini öneriyorlardı.
Özellikle, Bay Asmunsen'in bir maden ocagı sahibi olarak anlattıkları ilginçti.
Maden ocagından hiç kâr elde edemedigini söylüyordu. Büyük Deprem'de, San
Francisco'nun bastan asagı yıkılması nedeniyle çok is almasına ragmen, kâr elde
edemiyormus. Altı yıldır San Francisco'nun yeniden yapımı sürmekteymis de, yine
de adamcagızın isi iyilesecegine, kötülesiyormus.
"Demiryolları sirketi benim islerimden hemen haberdar oluyor," diyordu.
"Madendeki masraflarımı en son kurusuna, bütün sözlesmelerimin kosullarını en
küçük ayrıntısına kadar bilirler. Bunu nasıl haber alıyorlar, bilemiyorum.
Memurlarımın arasından casuslar kiraladıklarını ya da is arkadaslarımı satın
almıs olabileceklerini sanıyorum. Kosulları çok uygun olan ve bana büyük bir kâr
bırakacak bir sözlesme imzalamamın hemen ertesinde, demiryolu sirketi nakliye
ücretleri-
ne zam yapıyor. Zamın nedenlerini de açıklamıyorlar. Böylece kârım demiryolu
sirketinin kasasına akıyor. Bir defa olsun ucuz tarifeden mal tasıtmayı
basaramadım. Buna karsılık büyük is kazaları olup da isletme masrafları
arttıgında ya da söyle böyle kazançlı bir anlasmaya girdigimde, navlun bedeli
düsük oluyor. Sonuç ne oluyor? _ster az ister çok kazançlı bir is yapayım, bütün
kârlarıma demiryolu sirketi el koymus oluyor."
"Yani size kala kala, bir müdür maası kadar bir para kalıyor," diye sözünü kesti
Er-nest. "Yani, ocak, demiryolu sirketinin olsaydı da, siz orada yönetici
olsaydınız, kazandıgınız kadar para alacaktınız."
"Üstüne bastınız," diye cevap verdi Bay Asmunsen. "Çok olmadı, su son on yılın
hesaplarının bir bilançosunu çıkarttım ve kazancımın bir yöneticininkini
asmadıgını gördüm. Hiç olmazsa demiryolu, benim ocagımı alsın da beni oraya
yönetici olarak atasın..."
"Ama su farkla ki," diye güldü Ernest; "sizin risklerinizi de demiryolu sirketi
üstlenmis olurdu o zaman."
"Çok dogru," diye cevap verdi Bay Asmunsen hüzünle.
Onların söyleyeceklerini söylemelerine izin verdikten sonra, Ernest saga sola
sorular yagdırmaya basladı. Önce Bay Owen'dan basladı.
"Berkeley'de yaklasık altı ay önce bir sube açtınız, degil mi?"
"Evet," diye cevap verdi Bay Owen.
"O günden bu yana, üç küçük semt bak-
kalının kapandıgına tanık oldum. Bunun nedeni sanırım sizin açtıgınız sube,
degil mi?"
"Bize karsı rekabet sansları olamaz," diye itiraf etti Bay Owen memnun bir
gülümsemeyle.
"Neden sansları olmasın?"
"Bizim daha çok sermayemiz var. Büyük bir isletmede zarar etme olasılıgı daha
az, verim daha yüksektir."
"Sizin o sube, üç küçük bakkalın kârlarını yuttu böylece. Anlıyorum. Ama
söyleyin bana, o üç bakkalın sahibine ne oldu?"
"Bunlardan biri, bizim siparis teslim arabalarımızdan birini kullanıyor. Diger
ikisine ne oldugunu bilmiyorum."
Ernest birden Bay Kowalt'a döndü.
"Hayli indirimli satıs* yapıyorsunuz. Ke-penklerini indirmek zorunda
bıraktıgınız küçük eczane sahiplerinin ne durumda oldugunu biliyor musunuz?"
"Bir tanesi, Bay Haasfurther, bizim reçete servisimizin sefi oldu," diye cevap
verdi Bay Kowalt.
"Siz de onların kârlarını yuttunuz yani?"
"Elbette. Bunun için ticaret yapıyoruz."
"Ya siz?" diye birden Bay Asmunsen'e döndü Ernest. "Siz demiryolu sirketinin
elinizden kârınızı aldıgından yakınıyordunuz, degil mi?"
Bay Asmunsen basını sallayarak onayladı.
_ndirim: Malın satıs fiyatını maliyet fiyatına, hatta daha da azına düsürmek.
Böylece, büyük bir sirket, küçük bir sirketten daha uzun bir süreyle zararına da
olsa satıs yapardı ve böylece küçük sirketleri iflasa sürüklerdi. Rekabetin
yaygın kurallarından biri.
"Sizin arzunuz, kârınızın cebinizde kalması degil mi?"
Yine basını sallayarak onayladı Bay Asmunsen.
"Baskalarının zararına olarak mı?" dedi Ernest.
Cevap alamadı.
"Baskalarının zararına olarak mı?" diye ısrar etti Ernest.
"Kâr böyle yapılıyor," diye kuru bir sesle karsılık verdi Bay Asmunsen.
"Öyleyse, ticaret oyunu dedigimiz, baskalarının sırtından kazanç saglamak ve
onların kendi sirketinizden kazanç saglamasını önlemektir. Bu dogru, degil mi?"
Bay Asmunsen cevap vermedi. Ernest sorusunu tekrarladı, sonunda konustu
Asmunsen.
"Evet dogru, ama biz baskalarının asın kâr yapmalarının dısında onlara karsı
degiliz. Bunu bilmenizi isterim."
"Asın derken, büyük kâr demek istiyorsunuz sanırım. Ama çok yüksek diye
adlandırdıgınız kârları, siz kendiniz etseniz buna bir itirazınız olur mu?
Kesinlikle olmaz degil mi?"
Bay Asmunsen, bu konudaki zaafını büyük bir alçakgönüllülükle itiraf etti.
Ernest bu defa, eskiden büyük bir mandıranın sahibi olan Bay Calvin'e döndü.
"Bir süre önce süt tröstüyle mücadele ediyordunuz," dedi Ernest. "Simdi Grange*
üyesisiniz. Bu nasıl oldu?"
* Yok olmakta olan çiftçi sınıfını, siyasa] bir parti halinde örgütlemek için
çok çaba harcanmıstı bu dönemde. Bunda amaç, tröstleri ve sirketler
topluluklarını, agır yasalarla yok etmekti. Bu girisimlerin tamamı
basarısızlıkla sonuçlandı.
"Oh, hayır, kavgayı bırakmıs degilim," diye cevap verdi, yeterince kavgacı bir
ifade vardı yüzünde. 'Tröste, etkili olabilecegim tek alanda, siyaset alanında
mücadeleme devam ediyorum. Bakın anlatayım size. Birkaç yıl önce, biz mandıra
sahipleri kendi halinde geçinip giden sütçülerdik."
"Ama kendi aranızda rekabet ediyordunuz degil mi?" diye sözünü kesti Ernest.
"Evet, bu da kârları daha düsük bir düzeyde tutuyordu. Örgütlenmeye çalıstık,
ama bagımsız mandıralar bu birligi hep kırdı. Sonra bu süt tröstü çıktı ortaya."
"Standar Oil Sirketi'nin* sermaye fazlasıyla kurulmus bir tröst," dedi Ernest.
"Evet, dediginiz gibi," diye onayladı Bay Calvin. "Ama o günlerde bunu
bilmiyorduk. Adamları, sopalarla karsımıza dikildiler. 'Ya tröste girip
zenginlesin,' dediler bize, 'ya da tröst dısında kalıp yok olun.' Çogumuz
katıldık. Katılmayanlar da açlıktan kıvrandı. Önceleri isler yolunda gitti.
Süte, litre basına bir sent zam yapıldı. Bunun bir çeyregi bize geliyor, diger
üç çeyregi tröstün kasasına giriyordu. Sonra süt bir sent daha zamlandı ama bu
yeni artıstan bize hiçbir pay verilmedi. Yakınmalarımız bosunaydı. Bütün kontrol
tröstün elindeydi. Birer kukladan baska bir sey olmadıgımızı anladık. Sonunda o
verdikleri çeyrek senti de elimizden çekip aldılar. Tröst bizi giderek daha çok
sömürmeye baslamıstı. Ne yapabilirdik? Tröst canımıza okumustu. Artık tek bir
mandıra kalmamıstı, yalnızca süt tröstü vardı."
Benzerlerinden çok ilerde, ilk basarılı büyük tekel. -142-
"Ama sizinkinden iki sent daha pahalıya satılan sütle rekabet edebilirdiniz,"
dedi Ernest muzır bir ifadeyle.
"Biz de öyle düsünmüstük. Bunu denedik." Sözün burasında bir an durdu Bay
Calvin. "Ve bu bizim sonumuz oldu. Tröst sütü piyasaya bizden daha ucuza
verebiliyordu. Bizim maliyetin altında sattıgımız fiyatla bile satsa, tröstün
küçük de olsa bir kân oluyordu. O serüvende elli bin dolar zarar ettim. Çogumuz
iflas* ettik. Mandıralar böylece yeryüzünden silindi gitti."
"Tröst kârlarınızı elinizden aldıgı için," dedi Ernest, "siz de bunları geri
almak amacıyla, tröstü ortadan kaldıracak yeni yasalar çıkarabilecek bir partide
siyasete atılıyorsunuz, öyle mi?"
Bay CaMn'in yüzü aydınlandı. "Çiftçilerle yaptıgım konusmalarda hep bunu
anlatıyorum. Siz bütün programımızı tek bir cümlede ifade ettiniz."
"Ama yine de tröst bagımsız mandıralardan daha ucuza süt üretiyor, degil mi?"
diye sordu Ernest.
"Elbette, o olaganüstü örgütlenmesi ve büyük sermayesinin ona sagladıgı son
model makineleriyle neden üretmesin ki?"
"Bu ayrı konu," diye cevap verdi Ernest. "Daha ucuza satabilir elbette, zaten
satıyor da."
Sözün burasında, Bay Calvin kendi görüsünü açıklamak için siyasi bir konusma
yap*
_flas: Rekabetçi sanayide bireyi borçlarını ödemek için malını vermek zorunda
bırakan tuhaf bir kurum. Bunun etkisi dise dis sosyal mücadelenin çok vahsi
yönlerini düzeltmek oldu.
maya basladı. Ötekiler de kendisini can kulagıyla dinlediler. Yürekten
onayladılar söylediklerini. Hepsi de tröstleri yok etmek istiyordu.
"Zavallı akıl yoksunları," diye fısıldadı kulagıma Ernest. "Görebildikleri
kadarını iyi görüyorlar, ama aslında burunlarının ucundan ötesini göremiyorlar."
Bir süre sonra tartısmanın iplerini eline geçirdi ve kendine özgü hâkim tavnyla
toplantının sonuna kadar bırakmadı.
"Hepinizi büyük bir dikkatle dinledim," diye söze basladı. 'Ticaret oyununu
usulüne göre oynadıgınızı görüyorum. Sizin gözünüzde hayat, kâr demektir.
Dünyaya yalnızca para kazanmak için geldiginiz düsüncesine sarsılmaz bir inançla
baglısınız. Yalnız burada bir sorun ortaya çıkıyor. Tam, kârlı bir çalısma
düzeni içinde giderken, bir tröst ortaya çıkıp kârınızı elinizden alıyor. Bu
sizin dünyaya gelme amacınıza aykırı düsüyor, tek çıkar yol diyorsunuz, kârınızı
elinizden alanı yok etmek.
"Dikkatle dinledim sizi evet, sizi tanımlayacak tek bir sıfat var, makine
kırıcıları! Makine kırıcının ne oldugunu bilir misiniz? Anlatayım. On sekizinci
yüzyılda, evlerde kadınlar ve erkekler, el tezgâhlarında kumas dokurdu. Bu
üretim biçimi hem yavas, hem özensiz hem de maliyeti yüksekti. Bu evlerde üretim
sistemi, iyi ürün veremiyordu. Sonra, zamandan tasarruf saglayan buharlı dokuma
tezgâhlan icat edildi. Büyük bir fabrikada, bir merkezden çalıstınlan binlerce
tezgâhın ürettigi kumas, bin ayn evde üretilen kumastan çok daha ucuza
geliyordu. Bu koskoca fabri-
ka karsısında, rekabet daha dogmadan yok oldu. O güne kadar, kendi el
tezgâhlannda kendi hesaplanna çalısan kadınlar ve erkekler, bu defa buharlı
tezgâhlarda kapitalistler hesabına çalısmaya basladılar. Dahası, bu makine
tezgâhlannda, küçük çocuklar daha düsük ücretlerle çalısmaya basladılar, bunun
üzerine birçok erkek, issiz kaldı. Yasamak bu erkekler için giderek daha
zorlastı. Yasam standartlan düstü. Açlık içindeydiler. Bütün kötülügün
makinelerde oldugunu söylüyorlardı. Bunun üzerine makineleri kırmaya
kalkıstılar. Basaramadılar ve de çok aptaldılar.
"Onlann basına gelenlerden ders almamıssınız siz. _ste, aradan bir buçuk yüzyıl
geçmesine ragmen, yine makineleri kırmak istiyorsunuz. Kendi agzınızla
söylediginiz gibi, tröstün makineleri sizden daha ucuz ve daha verimli is
çıkanyorlar. Bu yüzden onlarla rekabet edemiyorsunuz. Ancak makineleri kırmayı
kafanıza koyabilirsiniz. Siz, _ngiltere'nin o günkü isçilerinden de aptalsınız.
Rekabetin tekrar yaratılması için istediginiz kadar söylevler verin, tröstler
sizi ezmeye devam edecektir."
Hepiniz, istisnasız aynı hikâyeyi, rekabetin ortadan kalkmasını ve tröstlerin
ortaya çıkısını anlatıyorsunuz. Burada, Bay Owen, Berke-ley'de açtıgınız subeyle
rekabeti ortadan kaldırdınız ve üç küçük bakkalı iflas ettirdiniz. Çünkü sizin
sirketiniz, onlardan daha güçlüydü. Ama karsınızda daha güçlü birliklerin,
tröstlerin kuruldugunu görünce kıyameti ko-panyorsunuz. Kalkmıs, baska
tröstlerin size baskı yaptıgından yakınıyorsunuz. Siz, tröst
degilsiniz diye yakınıyorsunuz. Siz de, bütün Birlesik Devletler'e yayılmıs
yiyecek maddeleri tröstü olsaydınız, baska telden çalardınız. 'Yasasın
tröstler,' diyecektiniz. Ama sirketiniz bir tröst degil ve güçsüz oldugunun siz
de farkındasınız. Sonunuzun ne olacagını anlamaya basladınız. Bu kadar
subeleriniz olmasına ragmen, kendinizin de bir kukla oldugunu fark ettiniz.
Güçlü ortaklıkların gün geçtikçe çogaldıgını görüyorsunuz. Demir eldivenler
giymis tröstün ellerinin, sagınızdan solunuzdan parçalar kopardıgını
hissediyorsunuz. Demiryolu Tröstü, Petrol Tröstü, Çelik Tröstü, Kömür Tröstü!
Sonunda sizi yok edeceklerini, küçük kârlarınızı son yüzdesine kadar elinizden
alacaklarını biliyorsunuz.
"Bunlar da sizin kötü bir oyuncu oldugunuzu gösterir. Buradaki üç küçük bakkalı
kapattırdıgınız zaman gururlandınız, isbilirligi-nizle övündünüz. Gögsünüz
kabardı. Verimlilikten ve yatırımdan söz ettiniz. Üç küçük bakkalı yutarak elde
ettiginiz kârla karınızı Avrupa'ya hava almaya gönderdiniz. Bu bir köpek
yasasıdır. Bir köpek diger köpegin agzından lokmasını kapmaya çalısır. Siz üç
küçük bakkalın lokmalarını kaptınız, öte yandan siz daha güçlü köpekler
tarafından ısınldmız ve bir fmo gibi yaygarayı bastınız. Size söyledigim bu
seyler, masa basında oturan herkes için geçerlidir. Hepiniz havlıyorsunuz. Oyunu
kaybedeceginizi anladınız, bagırıp çagırıyorsunuz.
"Ama sızlanmalarınızda bile açıkyürekli degilsiniz. Baskalarını sömürerek kâr
yapmayı sevdiginizi, bu gürültüyü baskaları sizi sö-
mürerek para kazandıgı için kopardıgınızı itiraf etmiyorsunuz. Bunu
söyleyemeyecek kadar kurnazsınız hepiniz. Baska biçimde konusuyorsunuz. Bay
Calvin'in yaptıgı gibi, küçük kapitalist politik nutuklarını çekiyorsunuz. Ne
dedi Bay Calvin? Aklımda kalan birkaç sözcügünü tekrarlayayım size; 'Bizim
ilkelerimiz saglam ve dogrudur. Bu ülkeye gerekli olan, temel Amerikan
yöntemlerine dönmektir. Bu da herkese esit fırsatlar tanımaktır. Bu ulusu
doguran özgürlük ruhudur. Atalarımızın ilkelerine geri dönelim.'
"'Herkese esit fırsat' derken, büyük tröstlerin elinizden aldıgı, kâr elde etme
hakkına tekrar sahip olmayı anlatmaktadır. _sin garip yanı, bu sözleri o kadar
çok tekrarladınız ki, bunun dogruluguna kendiniz de inanıyorsunuz. Siz,
baskalarını azar azar yolmak istiyorsunuz ve bunun da özgürlük arzusu olduguna
kendinizi inandırmıssınız. Sizler doymak bilmeyen oburlarsınız ama
cümlelerinizin bü-yüsüyle vatanseverlik yaptıgınıza inanıyorsunuz. Aslında
yalnızca katıksız bir bencillik olan para kazanma isteginizi, acı çeken insanlık
için duydugunuz fedakârlık duygusu gibi göstermek istiyorsunuz. Hiç olmazsa,
burada, biz bizeyken namuslu olun ve gerçekleri oldugu gibi görüp, her seyin
adını dogru koyun."
Masadakilerin yüzleri kimisinin öfkeyle kıpkırmızı, kimisinin korkuyla sapsarı
kesildi. Bu tüysüz delikanlıdan, sözcükleri tartıp tokmak gibi kafalarına
indirmesinden ve her seyi oldugu gibi anlatmasından bir parça korkmuslardı. Bay
Calvin, hemen savunmaya geçti.
"Neden olmasın?" dedi. "Bu cumhuriyeti kuran atalarımızın yöntemlerine ne diye
dönmeyelim? Evet Bay Everhard, söyledikleriniz yenilir yutulur cinsten olmasa
da, büyük çogunlugu gerçek. Ama burada açık sözlü olabiliriz. Maskelerimizi
atalım ve Bay Everhard'ın önerdigi gibi sorunları açıkça ortaya koyalım. Biz
küçük kapitalistlerin kâr pesinde kostugu ve tröstlerin de bunu elimizden aldıgı
dogrudur. Tröstleri de, kârlarımızı tekrar geri almak için ortadan kaldırmaya
çalıstıgımız da dogrudur. Ama soruyorum, bunu neden yapmayalım? Neden? Neden
yapmayalım?"
"Hah, iste simdi konusmanın can alıcı noktasına geliyoruz," dedi Ernest memnun
bir tavırla. Pek kolay olmayacak ama bu sorunun cevabını vermeye çalısacagım
size. Sizler ticaret, is egitimi görmüssünüz, ama toplumsal evrimden hiç
haberiniz yok. Ekonomik evrimin bir geçis dönemini yasamaktasınız, ama bunu
anlamıyorsunuz. Bütün sorun da buradan çıkıyor. Bana geriye dönüsün neden
olanaksız oldugunu soruyorsunuz. Çünkü bu olanaksız da ondan. Nasıl akar suyu
yokus yukarı akıtamazsanız, ekonomik evrimin gelismesini de, geldigi kanaldan
geri döndüre-mezsiniz. Joshua, günesi Gibeon üzerinde durdurdu, ama siz daha da
öteye gitmek istiyorsunuz. Günesi gökyüzünde geriye itelemek istiyorsunuz.
Öglenin ardından aksam degil, sabah olsun istiyorsunuz.
"_s, yüksek üretim, giderek artan is verimliligini saglayan makineler karsısında
siz, ekonomi günesini birkaç kusak geriletmek; bü-
yük sermayenin, büyük makinelerin, demiryollarının olmadıgı bir avuç sanayicinin
birbirleriyle ekonomik bir anarsiyle rekabet ettigi, üretimin ilkel, yagmacı,
masraflı ve plansız oldugu bir döneme geri götürmek istiyorsunuz. _nanınız,
Joshua'nm görevi daha basitti, üstelik ona Yehova yardım ediyordu. Ama Tann, siz
küçük kapitalistleri yüzüstü bırakmıs. Sizin günesiniz artık batıyor ve bir daha
da dogmayacak. Sizin gücünüz, onu simdi oldugu yerde durdurmaya da yetmez. Siz
yok oluyorsunuz, yeryüzünden bütünüyle silinmeye mahkumsunuz."
"Karar evrimindir. Bu Tann'nın buyrugudur. Birlesmek rekabetten daha güçlüdür.
_lk insanlar, kaya oyuklarında barınan güçsüz yaratıklardı, ama et obur
düsmanlarına karsı yine de birlestiler. Bunlar rekabetçi canavarlardı. Yırtıcı
hayvanlarda yalnızca rekabet duygusu, oysa insanoglunda isbirligi yapma güdüsü
vardır. Bu nedenledir ki, bütün hayvanlara üstünlük saglamıslardır. O günden bu
yana durmadan bu isbirligini gelistirmekten baska bir sey yapmamıslardır.
Rekabete karsı örgütlenme savası, binlerce yıl öncesine uzanır ve örgütler
savastan daima kazançlı çıkmıstır. Serbest rekabet alanını seçenler, yok
olmaktan kendilerini kurtaramazlar."
"Ama tröstlerin kendisi de rekabetten dogmustur," diye sözünü kesti Bay Calvin.
"Çok dogru," diye cevap verdi Ernest. "Ama rekabeti ortadan kaldıranlar da yine
bu tröstler olmustur. _ste bu yüzdendir ki, az önce itiraf ettiginiz gibi, siz
artık bir mandıra sahibi degilsiniz."
Aksamın ilk kahkahası masaja dolastı, Bay Calvin bile kendine gülenlere katıldı.
"Simdi tröstlerden söz açmısken," diye sürdürdü Ernest, "karanlıkta kalmıs bazı
noktalan aydınlatalım. Simdi birkaç tez ileri sürecegim, benimle aynı düsüncede
olmayanlar hemen belirtsinler. Karsı çıkmadıgınız takdirde, suskunlugunuz
sözlerimi onayladıgınız anlamına gelecektir. Motorlu bir dokuma tezgâhının, bir
el tezgâhından daha çok kuması, daha ucuza dokuyacagı bir gerçek midir?"
Durakladı Ernest, cevap bekledi, ama kimseden ses çıkmadı. "Motorlu dokuma
tezgâhını parçalayıp el tezgâhında daha kaba, daha pahalıya kumas dokumak
mantıga sıgmaz, bu da tamam mı?" Baslar onaylarcasına sallandı. 'Tröst olarak
bilinen ortaklıkların, binlerce rakip isletmenin ürettiginden daha fazlasını,
daha ucuza ürettigi de dogru mudur?" Gene karsı çıkan olmadı. "Öyleyse, o ucuz
ve yetkin ticari birligi yok etmek mantıga sıgar mı?"
Uzun bir süre kimse cevap vermedi. Sonra Bay Kowalt konustu.
"Ne yapacagız peki?" diye sordu. "Onların egemenliginden kurtulmak için,
tröstleri ortadan kaldırmaktan baska çıkar yolumuz yok."
Ernest birden parladı, saldırıya hazırlandı.
"Size baska bir yol gösterecegim!" diye bagırdı. "Gelin, bu güzelim makineleri,
daha yetkin ve daha ucuz üretim yapan bu makineleri yok etmeyelim. Gelin, biz
ele geçirelim bunları. Onların yüksek verimliliginden ve ucuza mal
üretmelerinden yararlanalım. Onları biz isletelim. Bu harika makinelerin simdiki
sa-
hiplerine bir tekme atalım ve bu üretim araçlarına kendimiz sahip olalım. Bu,
baylar, sosyalizmdir. Tröstlerden daha büyük bir birliktir bu. Gezegenimizde
görüp göreceginiz sosyal ve ekonomik birliklerin en büyügüdür. Bu, evrim
çizgisine uygun bir davranıstır. Birliklerin karsısına daha büyük bir birlikle
çıkıyoruz. Kozlar bizim elimizde. Bizim yanımıza gelin ve kazanacakların yanında
yer alın."
Birden dinleyenler arasından itiraz sesleri yükseldi ve baslar sallanmaya,
agızlarda bir seyler gevelenmeye baslandı.
"Pekâlâ," diye güldü Ernest. "Demek siz, tarihte geri dönmeyi tercih
ediyorsunuz. Atalarınızı diriltmek istiyorsunuz. ¦ Ama bütün ataların yok oldugu
gibi yok olmaya mahkumsunuz. Simdiki tröstlerden daha büyük birlikler
dogdugunda, durumunuzun ne olacagını sordunuz mu kendinize? Bu büyük tröstlerin
de birlesip daha büyük birlikler olusturdugu zaman, sosyal, ekonomik ve politik
tröstleri olusturdugu zaman ne olacak diye sordunuz mu kendi kendinize?"
Sözünün burasında ansızın Bay Calvin'e döndü Ernest.
"Eger haksızsam söyleyin, siz yeni bir siyasi parti kurmak zorunda kaldınız,
çünkü eski partilerin hepsi tröstlerin eline geçmistir. Bunlar sizin tarım
alanındaki propagandanıza, sizin Grange Partisi'ne en büyük engeli
olusturuyorlar. Karsılastıgınız bütün bunalımların, yediginiz bütün darbelerin,
ugradıgınız bütün basansızlıklann ardında hep bu tröstlerin parmagı var, dogru
degil mi? Söyleyin bana."Bay Calvin huzursuz bir suskunluk içindeydi.
"Haydi, söyleyin, dogru degil mi, söylese-nize," diye ısrar etti Ernest,
yüreklendirmek istercesine.
"Dogru," diye itiraf etti Bay Calvin. "Ore-gon Eyalet Meclisi'ni ele geçirdik.
Bizleri koruyan yasalar çıkardık. Ama bu yasalar, tröstlerin getirdigi vali
tarafından veto edildi. Biz de tam tersi, Colorado'da bizi destekleyen bir
valiyi is basına getirdik, orada da yasama kurulları onun çalısmasını engelledi.
_ki defa gelir üstünden, daha yüksek oranda vergi yasası çıkarttık, bunların
ikisini de Yüksek Mahkeme, Anayasa'ya aykırı bularak iptal etti. Mahkemeler de
tröstlerin elinde. Biz, yani halk, yargıçlara yeterince rüsvet veremiyoruz. Ama
bir gün gelecek..."
"Aralarında birlesen tröstler meclisi ele geçirecek, tröst birliklerinin kendisi
hükümet olacak," diye sözünü kesti Ernest.
"Asla! Asla!" diye çıglıklar yükseldi. Salon-dakiler heyecanla savas naraları
atmaya basladılar.
"Söyleyin bakalım," diye üsteledi Ernest, "o gün geldiginde ne yapacaksınız?"
"Bütün gücümüzle karsı çıkacagız!" diye haykırdı Bay Asmunsen ve birçok ses onun
bu kararlılıgını destekledi.
"Ama bu iç savas demektir," diye uyardı onları Ernest.
"_ç savas olursa olsun," diye kestirip attı Bay Asmunsen. Masadaki herkes onun
bu yürekliligini destekledi. "Biz atalarımızın
kahramanlıklannı unutmadık. Özgürlük için dövüsmeye ve ölmeye hazırız."
Ernest gülümsedi.
"Unutmayın ki," dedi, "sizin o bagımsızlık dediginizin, baskalarının kârlarını
cebe indirmek anlamına geldigini daha önce kabul etmistiniz."
Masadaki herkes öfkeden köpürüyordu. Ama Ernest sesini yükseltti ve hâkim bir
tavırla sürdürdü konusmasını.
"Size bir sorum daha var. Hükümet, tröstlerin eline geçince ayaklanacagınızı
söylüyorsunuz. Bunun sonucu olarak hükümet size karsı düzenli orduları,
donanmayı, milis kuvvetlerini, polisi, sözün kısası Birlesik Devletler'in elinin
altında tuttugu bütün güçleri kullanacaktır. Bunlara karsı sizin gücünüz nedir?"
Yüzlerde korkulu ifadeler belirmisti. Ernest daha kendilerini toplamalarına
fırsat vermeden yeni bir darbe daha indirdi.
"Unutmayın ki, kısa bir süre önce, düzenli ordumuzun toplamı elli bin kisi
kadardı. Ama her yıl biraz daha büyüdü ordu. Bugün tam üç yüz bin kisilik bir
güç halinde."
Bir darbe daha vurdu.
"Hepsi bu kadarla da bitmiyor. Siz bu kutsal düsünüzün, yani kârınızın pesinde
çılgınca kosarken, serbest rekabet üstüne söylevler verirken, tröstler karsınıza
çok daha acımasız ve güçlü engeller çıkardı. Milis gücü var."
"O bizim gücümüz!" diye haykırdı Bay Ko-walt. "Biz onunla düzenli ordulara karsı
koyacagız."
"Yani milise kendinizin de girecegini söylemek istiyorsunuz," diye karsılık
verdi Ernest. "Yani özgürlük adına nerede meslektaslarınız ayaklanmıssa,
Florida'ya, Maine'e, Filipinler'e ya da her neresi olursa oraya gönderecekler.
Özgürlükleri için iç savasa girisen kendi yoldaslarınızın kanıyla bogacaklar
sizi. Öte yandan, Wisconsin, ya da baska eyaletlerden gelen yoldaslar, milise
katılacak, buraya Cali-fornia'ya gelip sizin iç savasınızda sizin kanınızla
bogulacaklar."
Simdi iyice sarsılmıslardı. Hepsi sustular, derin bir sessizlige gömüldüler.
Sonunda Bay Owen fısıltıya benzer bir sesle mırıldandı:
"Biz de milise girmeyiz olur biter. Biz o kadar aptal degiliz."
Ernest koca bir kahkaha attı.
"Bu tekellerin gücünü ve dönen dolapları hiç anlamıyorsunuz. Elinizde degil
savasa girip girmemek. Sizi milise alacaklar."
"Yurttas hukuku diye bir sey var," diye üsteledi Bay Owen.
"Ama hükümet sıkıyönetim ilan ederse bu dediginiz ortadan kalkar. Siz kendi
gücünüzü ayaklandırmaktan söz ettiginiz gün, kendi gücünüz size karsı
kullanılacaktır. Söyle ya da böyle milise alınırsınız. Birinin habeas corpus*
diye mırıldandıgını duydum. Habeas corpus yerine post mortem** alınırsınız. Eger
milise girmeyi kabul etmezseniz, bir savas mahkemesine çıkarılır ve bir duvar
* Habeas corpus: Yasal yollardan ugranılan haksızlıgın
ortadan kaldırılması belgesi. ** Ölümden sonra.
dibinde köpekler gibi kursunlanırsınız. _ste size yasa."
"Böyle yasa olmaz!" diye atıldı Bay Calvin. "Böyle bir yasa yok. Genç adam,
bütün bunları uyduruyorsunuz. Siz Filipinler'e milis gönderilmesinden söz
ediyorsunuz. Bu, Ana-yasa'ya aykırıdır. Anayasa'da, milisin ülke dısına
gönderilmeyecegi konusunda özel bir madde var."
"Anayasa'nın bu konuyla ne ilgisi var?" diye sordu Ernest. "Anayasa'yı,
bildiginiz gibi, Yüksek Mahkemeler yorumlar ve bunlar da, az önce Bay
Asmunsen'in de belirttigi gibi, tröstler tarafından satın alınmıslardır. Ayrıca,
dedigim gibi yasa böyle. Yıllardır, tam dokuz yıldır yürürlükte bu yasa baylar."
"Bizim milise girmemiz mi yani?" diye sordu Bay Calvin. "Yani biz katılmayı
kabul etmezsek Özel Askeri Mahkeme'nin bizi kur-sunlayacagı yasa mı?"
"Evet," dedi Ernest, "tam üstüne bastınız."
"Biz nasıl oluyor da bu yasadan söz edildigini hiç duymadık?" diye bu defa
babam, yeni bir sey ögreniyormus gibi sordu.
"Bunun iki neden var," dedi Ernest. "Birincisi bu yasayı uygulama geregi hiç
duyulmadı. Böyle bir sey olsaydı, mutlaka haberiniz olacaktı. _kincisi, yasa
mecliste ve senatoda tartısmasız ve gizlice kabul edildi. Gazeteler de bu konuda
dogal olarak en küçük bir haber bile yayımlamadı. Ama biz sosyalistler
biliyorduk. Gazetelerimizde yazdık yasanın çıktıgını. Ama siz bizim
gazetelerimizi okumazsınız ki." ,"Uydurdugunuzda ısrar ediyorum," dedi Bay Calvin inatla. "Buna kimse razı olmaz.
Halk böyle bir seye izin veremez."
"Ama halk buna izin verdi bile," diye karsılık verdi Ernest. "Siz bana
'uyduruyorsunuz' diyorsunuz..." elini cebine soktu, cebinden küçük bir kitapçık
çıkardı, "bakın bakalım bu uydurma bir seye benziyor mu?"
Kitabı açtı, okumaya basladı.
'"Birinci Bölüm: Milis, Columbia Bölgesi'y-le, ilgili eyalet ve bölgelerde
yasayan on sekiz yasından büyük ve kırk bes yasından küçük saglıklı erkek
yurttaslardan olusur.'
"'Yedinci Bölüm: Milise çagrılan bir subay ya da bir er -unutmayınız ki birinci
bölüme göre hepiniz milise çagrılmıs olacaksınız baylar- yoklamaya gelmeyi kabul
etmez ya da çagrılır çagrılmaz üstlerine teslim olmazsa, Askeri Mahkeme
tarafından yargılanacaktır ve bu kisi Askeri Mahkeme'nin kararına göre
cezalandırılacaktır.'
'"Sekizinci Bölüm: Milis subayları ya da erlerini yargılayacak Askeri Mahkemeler
milis subaylarından olusacaktır.'
"'Dokuzuncu Bölüm: Birlesik Devletler'in hizmetine çagrılan milis kuvvetlerine,
Birlesik Devletler'in düzenli ordularıyla aynı savas kural ve yasaları
uygulanacaktır.'
"Simdi nerede oldugunuzu anladınız mı baylar, benim sevgili Amerikan
yurttaslarım ve milis arkadaslarım. Dokuz yıl önce, biz sosyalistler bu yasanın
emege karsı çıkarıldıgını sanmıstık ama simdi size karsı da yönelmis oldugunu
anlıyorum. Meclis üyesi
-156-
Wiley, çok kısa süren bir tartısma sırasında bu yasa tasarısının, hayatı,
özgürlügü ve mülkiyeti her türlü tehlikeye karsı korumak için halkın bogazına
yapısacak, halk diye adlandırdıgı sizlersiniz baylar, bir yedek kuvvet
olusturdugunu söylemisti. _lerde, ayaklandıgınız zaman, tröstlerin mülkiyetine
ve tröstlere ve sizi sömürmek için yasal yoldan saglanan serbestlige karsı
ayaklandıgınızı unutmayın. Baylar, sizin disleriniz sökülmüs, pençeleriniz
törpülenmis. Bütün yürekliliginizle, ama dissiz ve pençesiz ayaklandıgınız gün
istiridyeler sürüsü kadar zararsız olacaksınız."
"Anlattıklarınıza inanmıyorum!" diye haykırdı Kowalt. "Böyle bir yasa yok. Bu
sizin sosyalistleriniz tarafından uydurulmus bir balon."
"Bu yasa tasarısı 30 Temmuz 1902 günü Ohio milletvekili Dick tarafından
Temsilciler Meclisi'ne sunuldu," diye cevap verdi Ernest. "Acele isleme sokuldu.
14 Subat 1903 günü Senato'da oy birligiyle kabul edildi. Yedi gün sonra da
Birlesik Devletler Baskanı tarafından onaylandı."*
Everhard, yasa tasarısının teklif tarihinde yanılmasına ragmen, aslında dogruyu
söylüyordu. Yasa 30 Tem-muz'da degil, 30 Haziran'da teklif edilmisti. Meclis
tutanakları Ardis'tedir ve bu yasadan söz eden tutanaklar su tarihleri
tasımaktadır; 30 Haziran, 9, 15, 16 ve 17 Aralık 1902 ve 7, 14 Ocak 1903. Aksam
yemegindeki isadamlarının bunu bilmemeleri hiç de olagandısı degildir. Bu
yasanın varlıgından çok az insanın haberi vardı. Bir devrimci olan E. Untermann,
Temmuz 19O3'te, Kan-sas Girard'da Milis Yasası adlı bir kitapçık yayımlamıs, bu
kitapçık az sayıda isçi arasında elden ele dolasmıstı. Sınıf ayrımı o kadar
keskindi ki, orta sınıf hiç kimse kitapçıgın adını bile duymadı ve böylece
yasanın çıktıgından haberleri olmadı.
-157-
¦IX*
II
B_R DÜSÜN MATEMAT_G_
Açıklamalarının yarattıgı saskınlıgın ortasında Ernest yine konusmaya basladı.
"Bu toplantıya katılanların çogu, sosyalizmin gerçeklesmesinin olanaksız
oldugunu söylediler. Simdi size, olanaksız oldugunu söylediginiz seyin,
kaçınılmaz oldugunu gösterecegim. Degil yalnız siz küçük kapitalistlerin, büyük
kapitalistlerin ve tröstlerin de tarih sahnesinden silinmesi kaçınılmazdır.
Unutmayınız ki, evrim süreci hiçbir zaman geriye isletilemez. Bu süreç hiç
aksamadan akar, akar ve rekabetten birlesmeye dogru akar. Büyük birlesmeden daha
büyük birlesmelere ve hepsinden daha büyük bir birlesme olan sosyalizme dogru
akar.
"Bana düs gördügümü söylüyorsunuz. Çok güzel. O halde size gördügüm düsün
matematiksel yorumunu yapacagım. Ama buna geçmeden önce, sizleri, yaptıgım
hesabın yanlıslarını bulmaya çagırıyorum. Kapitalist sistemin yıkılmasının neden
kaçınılmaz oldugunu ve bunun nedenini matematiksel yoldan açıklayacagım.
Baslıyorum, eger konu dısma çıkıyormus gibi görünürsem de sabırlı olmanızı rica
edecegim.
-159-
"Önce özel bir endüstri dalını, -sözlerime katılmadıgınız takdirde hemen sözümü
kesmekten çekinmeyin- örnegin bir ayakkabı fabrikasını ele alalım. Bu fabrika
deri satın alır ve bu deriyi ayakkabı haline getirir. Yüz dolarlık deri satın
aldı, diyelim. Bu derinin, fabrikada islendikten sonra, yine iki yüz dolarlık
ayakkabılar olarak piyasaya sürüldügünü varsayalım. Ne oldu? Derinin degerinin
üstüne yüz dolarlık yeni bir deger daha eklenmis oldu. Bu nasıl eklendi;
görelim:
"Sermaye ve emek birleserek bu yüz dolarlık degeri ekledi. Sermaye fabrikayı,
makineleri sagladı, bütün masrafları karsıladı. Emekçi, emek verdi. Sermaye ve
emegin ortak çabasıyla bu yüz dolarlık deger meydana geldi. Buraya kadar bir
diyeceginiz var mı?"
Salondakilerin hepsi baslarıyla onayladı.
"Sermaye ve emek bu yüz dolarlık degeri ortaklasa ürettiklerinden, sıra simdi bu
degeri paylasmaya geldi. Bu tür paylasım istatistiklerde, genellikle çok küçük
kesirli rakamları içerir, ama biz burada konunun daha iyi anlasılması için
yuvarlak rakamlarla yetinecegiz. Diyelim ki, sermayenin payı elli dolar, emegin
de ücret olarak aldıgı elli dolardır. Simdi bu paylasımdaki anlasmazlıklar
üstünde durmayacagız.* Ne kadar gürültü ko-
Everhard burada, açıkça dönemin emek sorunlarının nedenlerine deginiyor. Ortak
ürünün paylasılmasında, sermaye alabilecegi kadarını, emek de mümkün olanın en
fazlasını almak istiyordu. Paylasım üzerine yapılan bu kavgalar kaçınılmazdı.
Kapitalist üretim düzeni varoldugu sürece, emek ve sermaye, ortak üretimin
paylasılması konusunda kavga etmeyi sürdürdüler. Bu durum bugün bize garip
görünmekte, ama unutmamalıyız ki biz o dönemde yasayanların yedi yüzyıl
ilerisinde bulunuyoruz.
-160-
panlırsa kopartılsın, bu paylasma oranının yüzdeleri önceden ayarlanmıstır. Bu
söylediklerim, yalnız ayakkabı sanayisi için degil, sanayinin diger dallan için
de geçerlidir. Tamam mı?"
Masadakiler aynı görüste olduklarını belirttiler.
"Diyelim ki bu elli dolan alan isçiler, ayakkabı satın almak istediler. Ancak
elli dolarlık ayakkabı alabileceklerdir. Bu konuda da anlastık mı?
"Simdi bu sanayi sürecini degil, Birlesik Devletler'deki bütün sanayi
süreçlerinin tümünü ele alalım. Bunun içine deri, hammadde, nakliye, satıs, her
sey giriyor elbette. Birlesik Devletler'in yıllık toplam üretim miktarının da
dört milyar dolar oldugunu varsayalım. Bu hesaba göre, isçiler ücret olarak
yılda iki milyar dolar kazanmaktadır. Dört milyar dolarlık üretim yapıldı. Bunun
ne kadannı emek geri alabilir? _ki milyar dolarlıgını. Bu konuda tartısılacak
bir sey yok, eminim. Aslına bakarsanız ben burada, bu degerleri, emekçilerin
lehine genis bile tuttum. Çünkü bin kapitalist kurulusta, emegin geri satın
aldıgı ürün yanyı bulmuyor.
"Neyse hesabımıza dönelim. Ama biz buna göre emegin, toplam üretimin yansına,
yani iki milyar dolarlık satın alma gücüne sahip oldugunu varsayalım. Buradan,
emekçilerin yılda ancak iki milyarlık tüketim yapabilecegi sonucu açıkça ortaya
çıkar. O halde emekçilerin eline geçmeyen ve dolayısıyla tüketemeyecekleri iki
milyar dolar daha vardır."
-161-
"Emekçiler, paylarına düsen iki milyar dolan alsalar bile harcayamazlar," diye
atıldı Bay Kowalt. "Eger öyle olsaydı, bankada hiç paralan olmazdı."
"Bankalarda biriken paralar, toplandıgı kadar çabuk eriyen yedek fonlardır.
Bunlar emekçiler tarafından yaslılık, hastalık, kaza, cenaze masraftan için çok
zor biriktirilmis paralardır. Bankaya yatınlan paralar, ertesi gün ısınlmak
üzere rafa kaldınlmıs bir dilim ekmektir. Hayır, emek, ücretleriyle satın
alabilecegi üretimin hepsini tüketir.
"Dedigimiz gibi, iki milyar dolar da sermayeye kalmıstı. Masraflarını
karsıladıktan sonra, geriye kalanın hepsini tüketir mi? Söyleyin sermaye iki
milyar doların hepsini tüketir mi?.."
Ernest konusmasını keserek, bu soruyu konuklanna tek tek yöneltti. Herkes bir
yana kafasını salladı.
"Bilmiyorum," dedi içlerinden biri açıkça.
"Elbette biliyorsunuz," diye devam etti Ernest. "Söyle bir düsünün biraz. Eger
sermaye, payına düseni harcasaydı toplam sermaye miktan artmayacak, hep aynı
kalacaktı. Oysa Birlesik Devletler'in ekonomik tarihine bir göz attıgınızda,
toplam sermayenin sürekli arttıgını göreceksiniz. Öyleyse sermaye kendi payını
tüketmez. Bir zamanlar, _ngiltere, bizim demiryolu hisse senetlerinin büyük bir
kısmını elinde tutuyordu, hatırlıyor musunuz? Yıllar geçtikçe, bu hisse
senetlerini geri aldık. Bu ne anlama gelir? Sermayenin tüketilmemis payından bir
kısmı, bu hisse senet-
-162-
lerini satın aldı. Bugün, Birlesik Devletler'de-ki kapitalistlerin, yüzlerce ve
yüzlerce milyon dolar degerindeki Meksika, Rusya, _talya ve Yunanistan'ın hisse
senetlerini elinde bulundurmasının anlamı nedir? Bunun anlamı, bu yüzlerce ve
yüzlerce milyon dolann, sermayenin tüketemedigi paydan çıktıgıdır. Dahası,
kapitalist sistemin ortaya çıkısından bu yana, sermaye hiçbir zaman kendine
düsen payın tamamını harcamamıstır.
"Simdi konunun önemli ve belirleyici noktasına geliyoruz. Birlesik Devletler'de
yılda dört milyar dolar degerinde servet üretiliyor. Emek bunun iki milyannı
satın alıyor ve tüketiyor, sermaye ise geri kalan iki milyan tüketmiyor; yani
büyük miktarda, tüketilmemis bir üretim fazlası kalıyor. Bu üretim fazlasıyla ne
yapılıyor? Bu üretim fazlasıyla ne yapılabilir? Emek tüketemez, çünkü payına
düsen ücretin tamamını harcadı. Sermaye de, bu kalan ürünü tüketemeyecek, çünkü,
dogası geregi, tüketebilecegi kadannı tüketmistir. Üretim artıgı ortadadır.
Bununla ne yapılabilir? Bununla ne yapılıyor?"
"Bu üretim artıgı yurt dısına satılır," dedi aniden Bay Kowalt.
"Dogru," diye onayladı Ernest de. "Bu üretim artıgının sonucunda yabancı
pazarlara ihtiyaç duyarız. Bu da yurt dısına satılır, yurt dısına satılmak
zorundadır. Bundan kurtulmanın baska bir yolu yoktur. Bu tüketilmemis fazla
ürünün, yurt dısına satılmasıyla, ticari dengemiz denilen sey olusuyor. Buraya
kadar anlasıyor muyuz?"
-163-
"Elbette, ticaretin alfabesini bize ögretmeye kalkısmakla bosuna zaman
kaybediyorsunuz," diye hosnutsuzlugunu belli eden bir ses tonuyla atıldı Bay
Calvin. "Hepimiz anlıyoruz bu kadarını."
"Bu alfabeyi açıklamaya bu kadar zaman ayırdıysam, bu konuda az sonra sizi
sasırtacagım içindir," diye karsılık verdi Ernest. "_sin en güzel yanı da bu.
_ste simdi sasırtacagım hepinizi. Devam ediyorum:
"Birlesik Devletler, kaynaklarını gelistirmis kapitalist bir ülkedir. Kapitalist
sanayi sistemine uygun olarak, kurtulması gereken tüketilmemis bir üretim
fazlalıgı vardır ve bundan yurt dısına satıs yapılarak kurtulu-nabilir.* Bu
durum sadece Birlesik Devletler için geçerli degil, aynı zamanda kaynaklarını
gelistirmis bütün kapitalist ülkeler için de geçerlidir. Bu ülkelerden her
birinin tüketilmemis mal fazlası var. Unutmayınız ki, hepsi birbiriyle ticaret
yapmıstır ve yine de üretim fazlası ellerinde durmaktadır. Bütün bu ülkelerdeki
emek ücretini harcadı, bu, mal fazlasından satın alamaz. Bu ülkelerdeki sermaye,
dogası geregi tüketebilecegi kadarını satın
• Birlesik Devletler Baskanı olan Theodore Roosevelt, o günlerden birkaç yıl
önce, su resmi açıklamayı yapmıstı: "Birlesik Devletler üretim fazlasının
yabancı ülkelere daha uygun bir biçimde aktarılabilmesi için, metanın satın
alınmasında ve satısında daha liberal ve daha genis bir sisteme ihtiyaç vardır."
Elbette, bu baskanın sözünü ettigi fazla üretim, kapitalistlerin tüketme gücünün
üstünde ve ötesinde kalan kazançtı. Gene aynı yıl, Senatör Mark Hanna söyle
demisti: "Birlesik Devletler'de servet üretimi, yıllık tüketiminden üçte bir
oranında fazladır." Ayrıca bir baska senatör, Chauncey Depew söyle demisti:
"Amerikan halkı yıüıfc olarak tüketebilecegtnden iki milyar dolar daha fazlasını
üretmektedir."
-164-
aldı, ama gene de üretim fazlası var. Bu üretim fazlalıgını artık birbirlerine
satamazlar. Nasıl kurtulacaklar bu maldan?"
"Az gelismis ülkelere satarlar," dedi Bay Kowalt.
"Tam üstüne bastınız. Görüyorsunuz ya, konu o kadar açık ve net ki, siz de
düsünerek aynı sonuçlara varabiliyorsunuz. Simdi bir adım daha ilerleyelim:
Diyelim ki, Birlesik Devletler bu üretim fazlalıgını az gelismis bir ülkeye,
örnegin Brezilya'ya satıyor. Unutmayınız ki, bu üretim fazlası hiçbir ticaret
kuralına uymayan bir sekilde gönderiliyor. Yine diyelim ki bütün ticaret
kuralları uygulandı, ama gene de elimizde mal fazlası kaldı, biz de bunu,
kaynaklarını gelistirmemis bir ülkeye, Brezilya'ya gönderdik. Karsılıgında ne
alacagız peki?"
"Altın," dedi Bay Kowalt.
"Ama dünyadaki altın miktarı sınırlıdır, daha fazlası yoktur," diye karsı çıktı
Ernest.
"Tahvil, rehin, teminat ve buna benzer senetler biçiminde altın demek
istiyorum," diye düzeltti Bay Kowalt.
"Simdi oldu iste," dedi Ernest. "Birlesik Devletler, Brezilya'dan, kendi üretim
fazlasına karsılık hisse senedi ve imtiyazlar alır. Bu ne demektir? Bu, Birlesik
Devletler, Brezil-ya'daki demiryollarının, fabrikaların, madenlerin ve
toprakların sahibi oluyor demektir. Bunun sonucunda ne olur?"
Bay Kowalt kısa bir süre düsündükten sonra bilmiyorum anlamında basını iki yana
salladı.
-165-
"Onu da size ben söyleyeyim," dedi Er-nest. "Bu, Brezilya'nın kaynaklan
gelisiyor anlamına gelir. Simdi bundan sonraki noktaya gelelim: Brezilya
kapitalist sistemle, kendi kaynaklarını gelistirecek ve zamanla o da üretim
fazlasına sahip olacaktır. Bu üretim fazlasını Birlesik Devletler'e aktarabilir
mi? Hayır, çünkü onun da, belirttigimiz gibi, zaten üretim fazlası vardı. Peki
sonra Birlesik Devletler kendi üretim fazlasını Brezilya'ya aktarabilir mi?
Hayır, çünkü Brezilya'nın da üretim fazlası var.
"Bu durumda ne olacaktır? Birlesik Devletler ve Brezilya, kendi üretim
fazlalarını akıtmak için, kaynaklan gelistirilmemis baska ülkeler aramak zorunda
kalırlar. Ama bu üretim fazlasını bosaltma sürecinin geregi olarak, o ülkelerin
kaynaklan da gelisir. Derken bunlar da, bosaltacak baska ülkeler aramaya
baslarlar. Simdi baylar, sözüme iyi kulak verin. Dünyamızın belirli bir
yüzölçümü ve belli sayıda ülkesi oldugu gerçeginden bakıldıgında, dünyadaki
bütün ülkeler, en büyügünden en küçügüne kadar hepsi, ellerinde üretim
fazlasıyla, birbirleriyle karsı karsıya kalırlarsa ne olacak?.."
Sözün burasında susup dinleyicilerini incelemeye koyuldu. Yüzlerindeki sıkkın
ifade görülmeye degerdi. Kaygılıydılar. Soyutlama yoluyla Ernest, bir hayaletin
görüntüsünü önlerine sermisti. Simdi bu hayaleti görüyor ve korkuyorlardı.
"_se alfabeyle baslamıstık Bay Calvin," dedi Ernest muzırca. "Simdi size tüm
alfabeyi
-166-
okudum. Çok basit. _sin güzel yanı da bu zaten. Su soruma cevap vereceksinizdir
herhalde; öyleyse, bütün ülkeler tüketilmemis üretim fazlası elde edince ne
olacak? Sizin kapitalist sisteminize o zaman ne olacak?"
Bay Calvin basını iki yana sallayarak, kara kara düsünüyor, Ernest'in sözlerinde
bir yanlıs bulmaya çabalıyordu.
"Simdiye kadar anlattıklanmızı söyle bir özetleyelim," dedi Ernest. "_se belli
bir sanayi süreciyle, ayakkabı fabrikasıyla basladık. Ortak ürünün
paylasılmasının, bütün sanayi süreçleri için aynı oldugunu gördük. Emegin,
ücretiyle, üretimin sadece bir kısmını satın alabilecegini ve sermayenin geriye
kalan üretimin tümünü tüketemedigini gördük. Emegin, ücretini mümkün oldugu
kadar tüketmesi ve sermayenin de tüketebilecegi kadan-nı tüketmesi halinde bile,
üretim fazlasının kaçınılmaz oldugunu ve bu üretim fazlasının ancak baska bir
ülkeye bosaltılabilecegini gördük. Aynca, bu üretim fazlasını baska bir ülkeye
bosaltmakla, o ülkenin üretim kay-naklannı gelistirdigimizi ve bu ülkenin de
kısa zamanda kendi elinde üretim fazlası olacagını gördük. Bu süreci,
gezegendeki bütün ülkelere uyguladık. Her ülkenin, her gün sürekli olarak üretim
fazlası meydana getirecegi ve bu üretim fazlasını baska bir ülkeye bosaltamayacagı
noktaya kadar geldik. Simdi bir defa daha soruyorum size aynı
soruyu: Peki bu üretim fazlasıyla ne yapacagız?"
Bu defa da hiç kimse bu soruya cevap vermeye çalısmadı.
-167-
1
"Evet, Bay Calvin, ne dersiniz?" diye kıskırttı Ernest.
"Bu beni asıyor," diye itiraf etti Bay Calvin.
"Bugüne kadar böyle bir seyi hiç düsünmemistim," dedi Bay Asmunsen. "Ama simdi
öyle açık seçik anlasılıyor ki."
Ben de Kari Marx'ın* artı deger analizini ilk defa burada duyuyordum ve Ernest,
bunu o kadar yalın bir biçimde anlatmıstı ki, sasırıp kalmıs, hiçbir sey
söyleyememistim.
"Bu artı degerden kurtulmanın bir yolunu söyleyecegim size," dedi Ernest.
"Denize atın; her yıl yüz milyonlarca dolarlık ayakkabı, bugday ve bunun gibi
bütün ticari mallarınızı denize dökün. Sorun kendiliginden çözülmüs olmayacak
mı?"
"Evet, sorun elbette çözülür," diye cevap verdi Bay Calvin. "Ama böyle bir
çözümün sözünü etmek bile saçmalık olur."
Ernest büyük bir hızla cevap verdi.
"Ya siz, bay makine kırıcı, atalarınızın verimsiz yöntemlerine dönmeyi önermeniz
saçmalık degil miydi? Öyleyse, bu artı degerden kurtulmak için siz ne
öneriyorsunuz, bunu söyleyin? Artı deger sorunundan onu üretmemekle
kurtulacagınızı sanıyorsunuz. Peki, nasıl artı deger olgusunu ortadan
kaldıracaksınız? _lkel üretim yöntemine dönmekle. Öy-
Karl Marx: Sosyalizmin en büyük entelektüel kahramanı. On dokuzuncu yüzyılda
yasamıs bir Alman Yahudi-si. John Stuart Mill'in çagdası. Mant'ın ekonomik
bulgularını açıklamasının üzerinden birkaç kusak geçmis olması ve bu sürede,
Marx'ın dünyanın kabul ettigi düsünürleri ve bilim adamları tarafından
benimsenmeme-si, bize anlasılmaz görünmektedir. Marx. bu bulgularından dolayı
anavatanından sürülmüs ve _ngiltere'de sürgünde ölmüstü.
-168-
lesine karısık, düzensiz, mantık dısı, müsrifçe ve pahalı ki bu ilkel yöntem,
artı deger olusturmuyor."
Bay Calvin yutkundu. Ernest, onu en can alıcı, en hassas noktasından vurmustu.
Yeniden yutkundu ve bogazını temizledi.
"Haklısınız," dedi. "Yenilgiyi kabul ediyorum. Önerdigim yöntemin saçmalıgını
kabul ediyorum. Ama bir seyler yapmalıyız. Bu, biz orta sınıf için ölüm kalım
meselesi. Yok olmayı kabullenenleyiz. Yok olmaktansa, çok masraflı ve ilkel de
olsa atalarımızın yöntemlerine dönmeyi tercih ederiz. Biz sanayiyi tröstlerden
önceki durumuna getirmeye çalısıyoruz. Biz makineleri kıracagız. Peki, siz ne
yapacaksınız?"
"Ama makineleri taramazsınız," diye karsılık verdi Ernest. "Evrim sürecini
geriye dogru isletemezsiniz. Karsınızda, siz orta sınıftan çok daha güçlü ita
büyük güç var. Büyük kapitalistler, kısacası tröstler, geri dönmenize izin
vermeyecekler. Onlar makinelerin yok olmasını istemiyorlar. Bunlardan daha güçlü
olan ikinci güç ise, emekçilerdir. Makineleri yok etmenize izin
vermeyeceklerdir. Dünyanın mülkiyeti, elbette bu arada makinelerininki de,
tröstlerle emek arasında bulunmaktadır. Saflar böyle dizilmistir. Her iki saf da
makinelerin kırılmasını istemez, ama her ita taraf da makinelere sahip olmayı
ister. Bu savasta orta sınıfa yer yok. Orta sınıf, bu ita dev arasında kalan bir
cücedir. Görmüyor musunuz, siz zavallı, yok olmakta olan orta sınıf, sizler ita
degirmen tası arasında sıkısıp kalmıssınız, daha simdiden ögütülmeye basladınız.
-169-
r
"Size, kapitalist sistemin kaçınılmaz yok olusunu matematiksel olarak göstermeye
çalıstım. Her ülke, tüketilemez ve satılamaz üretim fazlasına sahip oldugunda,
kendi eseri olan korkunç kâr yapısı altında ezilecektir. Ama o gün, makineler
kırılmayacaktır. Bundan sonra makinelere sahip olmak için mücadele verilecektir.
Eger bu mücadeleden emek galip çıkarsa, hayat sizin için de rahat olacak,
Birlesik Devletler ve hiç kuskusuz bütün dünya ülkeleri için, yeni ve güzel bir
dönem baslayacaktır. Makineler hayatı ezmeyecek, daha güzel, daha mutlu, daha
soylu bir hale getireceklerdir. Yeryüzünden silinen orta sınıfın emekçi tarafına
geçenleri ve emekçiler, ki sonunda yalnız onlar kalacaktır, bu olaganüstü
makinelerin ürünlerinden adil bir paylasımla yararlanacaklardır. Bizler,
hepimiz, daha güzel ve mükemmel makineler yapacagız. Artık tüketilmeyen üretim
fazlası da olmayacak, çünkü kâr diye bir sey kalmayacak."
"Ama, diyelim, bu makinelere ve dünyaya sahip olma savasını tröstler kazandı?"
dedi Bay Kowalt.
"O zaman," diye cevap verdi Ernest, "siz ve emekçiler, hepimiz, insanlık
tarihinin henüz esine rastlamadıgı, acımasız ve korkunç bir diktatörlügün demir
ökçesi altında ezilip gideriz. Demir Ökçe!* Bu korkunç diktaya en çok yakısan
isim budur."
Derin bir sessizlik oldu. Herkes, simdiye
* Oligarsiyi belirtmek üzere kullanıldıgını bildigimiz en eski deyim.
170-
I
kadar ilk kez duydukları bu düsüncelerin agırlıgıyla sanki derin bir uçuruma
yuvarlanmıstı.
"Ama sizin sosyalizminiz bir düs," dedi sonunda Bay Calvin. "Sadece bir düs!"
"Size düs olmayan bir sey göstereyim, o zaman," diye cevap verdi Ernest. "Bu
seyin adına oligarsi diyecegim. Siz onu plütokrasi diye adlandırıyorsunuz; aynı
seyi kastediyoruz, yani büyük kapitalistleri ve tröstleri. Bugün iktidarın kimin
elinde oldugunu inceleyelim. Bunu yapmak için de toplumu sınıflara bölelim.
'Toplumda üç büyük sınıf vardır: Birincisi, zengin bankerlerden, demiryolu
imparatorlarından, büyük sirket yöneticilerinden ve tröst krallarından olusan
plütokrasidir. _kincisi, orta sınıf, sizin sınıfınız baylar, çiftçiler,
tüccarlar, küçük üreticiler ve meslek sahiplerinden olusan orta sınıf. Üçüncü ve
sonuncu sınıfsa proleterya, ücretli emekçilerden olusan proleteryadır.*
"Bugün Birlesik Devletler'de, iktidarın zenginlikle ele geçirildigini inkâr
edemezsiniz. Ülkenin toplam zenginligi, bu üç sınıf arasında nasıl bölünmüstür?
_ste size rakamlar: Plütokrasi, servetin altmıs yedi milyarına sahiptir.
Birlesik Devletler'de çalısan nüfusun yalnızca yüzde 0,9'u plütokrasiye aittir,
ama
* Everhard toplumu, zamanın istatistiki otoritelerinden biri olan Lucien
Sanial'ın verilerine göre böyle sınıflandırmaktadır. Sanial, bu sınıf ayrımını,
1900 yılı Birlesik Devletler nüfus sayımına göre ve mesleklere bakarak söyle
yapmıstı: Plütokratik sınıf, 250,251; Orta sınıf 8,429,845 ve Proletarya sınıfı
20,393.137 kisiden olusuyordu.
-171-
buna karsılık plütokrasi toplam servetin yüzde yetmis besine sahiptir. Orta
sınıfın elindeyse yirmi dört milyar vardır. Çalısan sınıfın yüzde yirmi dokuzu
bu sınıfa aittir ve bunlar toplam servetin, yüzde yirmi besine sahiptirler.
Geriye proleterya kalıyor. Bu sınıfın elinde dört milyar vardır. Çalısan nüfusun
yüzde yetmisinin isçi sınıfından olusmasına karsılık, toplam servetin yalnızca
yüzde dördünden yararlanıyor. Baylar size göre iktidar kimin elindedir?"
"Verdiginiz rakamlara bakılırsa, biz orta sınıf, emekçilerden çok daha
güçlüyüz," dedi Bay Asmunsen.
"Bize güçsüz demek, sizi plütokrasi önünde daha güçlü kılmaz," diye karsılık
verdi Er-nest. "Dahası, söyleyeceklerim henüz bitmedi. Servetten daha büyük
güçler de var; ele geçirilemeyecegi için daha büyük olan güçler. Bizim gücümüz,
proletaryanın gücü, pazılan-mızdadır, oy verecek olan ellerimizdedir, tetigi
çekecek parmaklanmızdadır. Bu gücü kimse bizden alamaz. Hayatın içinden dogan,
servetten daha güçlü ve de servetin çekip ko-paramayacagı bir güç bu.
"Ama sizin gücünüz egreti. Onu her an elinizden alabilirler. Simdi bile bu gücü
plütokrasi elinizden alıyor. Sonunda hepsini elinizden alacak. Ondan sonra, siz
orta sınıf olmaktan çıkacak, bizim yanımıza inecek ve proleter olacaksınız. _sin
güzel yanı, o zaman, bizim gücümüze güç katacaksınız. Sizi bir kardes gibi
bagrımıza basacagız ve insanlık davası için hep birlikte omuz omuza savasacagız.
-172-
i
"Emegin, alınacak elle tutulur herhangi bir seyi yoktur. Ulusal gelirden
alınacak pay, elbise ve mobilyalara, çok ender durumlarda da çok fazla degeri
olmayan evlere yatırılmıstır. Ama sizin elinizde somut bir servet, yirmi dört
milyar dolar var. Plütokrasi bu parayı elinizden çekip alacaktır. Elbette, büyük
olasılıkla proleterya ondan daha önce davranacak. Baylar, hâlâ içinde
bulundugunuz durumu anlamıyor musunuz? Orta sınıf, kaplanla aslan arasında kalan
masum bir kuzudur. Sonunda sizi biri ele geçiremezse, digeri ele geçirecektir.
Plütokrasi erken davranırsa, yine de bundan bir sey çıkmaz, çünkü nasılsa
proleterya, plütokrasiyi yutacak.
"Hatta diyebilirim ki, sizin simdiki servetiniz bile gerçek gücünüzü ifade
etmez. Su anki servetinizin size sagladıgı güç, içi bos bir kabuktan baska bir
sey degildir. Sizin, 'Atalarımızın yöntemlerine dönelim!' diye savas çıglıkları
atmanızın nedeni de bu, güçsüzlügü ve koflugu içinizde hissetmenizden-dir. Simdi
size kabugunuzun içindeki boslugu gösterecegim.
"Çiftçilerin ne gücü var? Bugün, onların yarısından çogunun topragı ya
kiralıktır ya da ipoteklidir. Bu nedenle, topraklarında bir köle gibidirler.
Çünkü tröstler, nakliye araçlarına, vinçlere, demiryollarına, denizyollarına ve
bütün pazarlama yollarına sahiptir ve bunların yönetimi de onlara aittir.
Üstelik pazarlar da tröstlerin kontrolündedir. Bütün çiftçiler, bu kosullar
altında fazlasıyla güçsüzdür. Bu kesimin siyasal gücüne gelince,
-173-
1
bunu daha sonra, orta sınıfın tümünün siyasal gücüyle birlikte ele alacagım.
"Tröstlerse, günden güne, Bay Calvin ve ötekilerde oldugu gibi, çiftçileri de
issiz güçsüz bırakmaktadırlar. Her geçen gün, tüccarlar da aynı felakete dogru
sürüklenmektedir. Altı ay gibi kısa bir süre içinde, tütün tröstünün yalnızca
New York'ta, dört yüz küçük tütün isletmesini yok ettigini hatırlarsınız
sanırım. Kömür madenlerinin eski sahipleri nerede? Söylememe gerek yok, siz de
biliyorsunuz ki, demiryolları tröstü, bütün kömür yataklarını ve antrasit
kuyularını denetimi altına almıs bulunmaktadır. Standard Oil Tröst'ü* yirmi
kadar ta okyanusa kadar giden demiryolu hattına sahip degil midir? Demiryolu
Tröstü'nün antrasit ya da kömür ocaklarını ve diger yeraltı kaynaklarının
ticaretini elinde tuttugunu bilmem hatırlatmama gerek var mı? Bugün, Standard
Oil'e baglı sirketler tarafından, Birlesik Devletler'de on bin kadar yerlesim
merkezi aydınlatılıyor, yine bu sirketler tarafından, en az bir bu kadar daha
nakil aracı isletilecektir. Eskiden bu islerle ugrasan binlerce küçük kapitalist
vardı, oysa simdi hiçbiri yasamıyor. Bunu biliyorsunuz. Simdi aynı son, sizi de
bekliyor.
"Küçük imalatçı da çiftçi gibidir. Bugün, küçük imalatçılar ve çiftçiler bütün
çabalarına ragmen, köle olmaktan kurtulamamıslardır. Aynı sey serbest meslek
sahipleri ve za-
* Standard Oil ve Rockefeller için s. 177'deki dipnota bakınız.
-174-
naatkârlar için de geçerlidir. Baska adla bi-linseler de, onlar da birer köle
durumundadırlar. Siyasetçiler de usaktan baska bir sey degildir. Bay Calvin,
niçin gece gündüz çalısıp, çiftçileri ve orta sınıfın diger üyelerini örgü ti
eyip, yeni bir siyasi parti kurmuyorsunuz? Çünkü eski partilerin politikacıları,
sizin bu geriye dönük düsüncelerinizi umursamazlar, çünkü az önce söyledigim
gibi onlar plütokrasinin usakları ve köleleridirler.
"Serbest meslek sahiplerinin ve zanaatkarların da bu rejimin kölesi olduklarını
söylemistim. Baska ne olabilirler ki? En küçügünden en büyügüne kadar;
ögretmeninden profesörüne, din adamından yayımcısına kadar hepsi plütokrasiye
hizmet ederek yerlerinde kalırlar ve tek görevleri de zenginlerin aleyhine olan
düsünceleri engellemektir. Bu sınırlan çigneyenler hemen islerinden atılır,
yerlerini kaybederler. Bu duruma düsenler, ya proleteryanın içine girer, ya
sefalet içinde yasar ya da isçi sınıfı içinde kıskırtıcı ajan olurlar. Ve
unutmayınız ki, kamuoyunu olusturan basın, papazın kürsüsü ve üniversitelerdir.
Bunlar, bir ulusun ideolojisini olustururlar. Sanatçılara gelince, onlar da
plütokrasinin az ya da çok bayagı zevklerine aracı olmaktan öte bir is
yapmazlar.
"Ama her seye ragmen servet, kendi basına gerçek iktidar degildir, güç
kaynagıdır. Ve güç, hükümeti meydana getirir. Bugün hükümet kimin elindedir?
Nüfusunun yirmi milyonu is sahibi olan proleteryanın mı? Buna siz bile
gülüyorsunuz. Sekiz milyon üyesi
-175-
bulunan ve çesitli meslek gruplarından olusan orta sınıfın mı? Onun da
proletaryadan kalır yanı yok. Öyleyse kimin elinde hükümet? Sayılan, çalısan
nüfusun çeyrek milyonunu bulmayan, boste gezen plütokrasinin elinde. Aslında
gerçek yönetici bu çeyrek milyon da degildir. Dürüst ve büyük bir gayretle
hizmetini esirgemiyor, evet, ama hükümeti yöneten plütokrasi degil, onun
beynidir. Ve bu beyin, yedi küçük ve güçlü gruptan olusmustur. Bütün bu
grupların tek bir beyin gibi çalıstıkları da bir gerçektir.
"Bunlardan biri olan demiryolu grubunun gücüne isaret etmeme izin verin.
Mahkemede, halkı yenilgiye ugratmak için, tam kırk bin avukatı vardır.
Yargıçlara, bankerlere, gazete yöneticilerine, bankalara, üniversite ögretim
üyelerine, devlete ve meclisin ileri gelenlerine, sayısız bedava yolculuk
kartları dagıtır. Baskentte ve bütün eyalet merkezlerinde lüks lobiler* açar.
Ülkenin büyük küçük bütün kentlerinde, görevleri seçim komitelerine ve parti
birliklerine girmek, mahkemede jüriyi ikna etmek, yargıçları satın almak ve
grupların çıkan** için çalısmak olan, bir yıgın avukat ve politikacı ordusu
besler.
• Lobi: Halkın çıkarlarını temsil etmesi gereken yasa koyucuları, rüsvet yoluyla
kazanmak için kurulmus tuhaf bir kurum.
•* Everhard'ın bu konusmasından on yıl önce, New York Ticaret Odası asagıda
alıntısı verilen bir rapor yayınlamıstı: "Demiryolu Sirketleri, Birlesik
Devletler'deki Yasama Meclisi üyelerini kesinlikle denetimleri altında tut- .
maktadırlar." Bunlar. Birlesik Devletler Senatörlerini, milletvekillerini ve
valileri koltuklarında oturtmakta ya da indirmektedirler. Bu sirketler pratik
olarak Birlesik Devletler hükümet politikasının diktatörleridirler.
"Baylar, plütokrasinin* beynini olusturan yedi gruptan yalnızca birinin gücünü
kabataslak anlattım. Orta sınıfın, yani sizin, yirmi dört milyarlık servetiniz,
bu iktidarın yönetiminde size, yirmi bes sentlik hak saglamaz. Bu, içi bos bir
kabuktur ve yakında bu da elinizden alınacaktır. Bugün bütün iktidan plütokrasi
elinde tutmaktadır. Çünkü yasalan yapan Senato, Meclis, Mahkemeler ve Yasama
Kurulları onun elindedir. Hepsi bu kadarla kalmamaktadır. Yasanın ardında, onu
uygulayacak
* Rockefeller, proleteryanın bir üyesi olarak ise basladı. Tasarruf ederek
kurnazlıgı sayesinde ilk kusursuz tröstü, yani Standard Oil'i kurmayı basardı.
Dönemin tarihinden, asagıdaki su essiz sayfayı burada yayımlamaktan kendimizi
alamayacagız. Böylece, Standard Oil'in yeniden yatırım yapma ihtiyacının, küçük
kapitalistleri nasıl ezip yok ettigini ve kapitalist sistemin nasıl çözüldügünü
göstermis olacagız. David Graham Phillips, dönemin radikal yazarlarından biridir
ve asagıda onun yazısından yapılan alıntı. M. S. 4 Aralık 1902 tarihli Satur-day
Evening Post dergisinin bir nüshasından alınmıstır. Bu derginin bir tek adı
geçen sayısı elimizde bulunmaktadır ve yine de görünüsünden ve içeriginden,
döneminin çok yüksek tirajlı popüler dergilerinden biri oldugu sonucunu
çıkarıyoruz. Alıntı asagıdadır: "On yıl kadar önce Rockefeller'ın geliri, son
derece kusursuz bir otorite tarafından, otuz milyon olarak açıklanmıstı. Beynini
olusturan yedi gruptan yalnızca birinin gücünü kabataslak anlattım size. Petrol
sanayisinde kârlı yatırımların sınırına ve bu arada muazzam nakit para toplamına
da ulasmıstı. Sadece John Davi-son Rockefeller'ın aylık geliri, iki milyon
dolardan daha fazlaydı. Yeni yatırım yapma sorunu çok ciddi, bir kâbus haline
gelmisti. Petrol geliri sisiyor, sisiyordu. Yapabilecegi büyük yatırımların
sayısı sınırlıydı, hatta bugünkünden bile çok daha fazla sınırlıydı.
Rockefeller'lar baska alanlarda yatırım yapmak için özel bir sabırsızlık
gösteriyordu. Çünkü kurdukları Tekel'in karsı konulmaz biçimde akıttıgı servet
seli. onları bu yatırımları yapmaya zorluyordu. Yeni yatırım alanları aramak ve
arastırmak için, bir yatırım personeli grubu olusturdular. Bu personel grubunun
sefinin, yıllık yüz yirmi bes bin dolar maas aldıgı söyleniyor. Rockefeller'lann
baska alanlarda güç gereklidir. Bugün plütokrasi yasaları çıkarmakta ve bunu uygulamak için
polisi, orduyu, donanmayı ve nihayet milisi, yani sizi, beni, hepimizi elinin
altında tutmaktadır."
Bundan sonra kısa bir tartısma oldu ve yemek dagıldı. Herkes suskun ve ezikti.
Fısıltılarla birbirlerine veda ettiler. Önlerine serilen gelecekteki hayal
karsısında dehsete kapılmıs gibiydiler.
yaptıkları, ilk göze çarpan yatırımları demiryolu alanında olmus, daha 1895
yılında ülkenin demiryollarının beste birini denetimleri altına almıslardı.
Bugün sahip oldukları ya da büyük yatırımcı ortak oldukları kuruluslar nelerdir?
New York'un. kuzeyin, dogunun ve batının büyük demiryollarında iktidar
sahibidirler. Bu kuruluslardan yalnızca birinde digerlerine oranla hisseleri
daha azdır. O da sadece birkaç milyon dolar. Chicago'dan baslayan büyük
demiryollarının çoguna sahipler. Pasifik'e kadar uzanan demiryolu sistemlerinin
birkaçına hâkimler. Bay Morgan'ı böylesine kudretli kılan onların oylarıdır.
Yine de su da eklenmeli ki, simdiki durumda Bay Morgan'ın onların oyuna ihtiyacı
oldugundan çok, onların Bay Morgan'ın beynine ihtiyaçları vardır ve bu ikisinin
karısımı büyük ölçüde bir 'çıkar birligi'ni olusturmaktadır.
"Ama demiryolları, bu büyük altın selini, tek basına yeterli bir hızla
yutamıyordu. Simdi John D. Rockefeller'ın aylık iki buçuk milyon dolar olan
nakit geliri, ayda dört, bes, altı milyon dolara, yılda yetmis bes milyon dolara
yükselmisti. Gaz yagı bastan basa kârdı. Yeni yatırımlar milyonlarına milyonlar
ekliyordu.
"Gaz yagı ve elektrik sanayileri güvenli yatırım araçları olunca,
Rockefeller'lar bu alana da yatırım yaptılar. Simdi günes batar batmaz. Amerikan
halkı, her ne aydınlatma biçimini kullanırlarsa kullansınlar Rockefeller'lan
zengin ediyorlar. Derken çiftliklerin ipotegine basladılar. Söylendigine göre,
birkaç yıl önce, birkaç çiftlik sahibi, ipoteklerini kurtardıgında, John D.
Rockefeller neredeyse göz yaslarına boguluyormus. Yıllarca süre basından
attıgını sandıgı sekiz milyon dolar, kapısının önüne yıgılmıs. Çünkü kendine
yeni bir sıgınak, yeni bir yatıran alanı arıyordu. Petrolün dogurdugu servetler,
o yeni çocukların çocukları, derken onların torunları, adamcagızı büyük
sıkıntılara bogmustu. Bu yeni milyonları, durmadan üreyen milyonları nereye
koyacaktı. Rockefeller'lar,
"Durumun çok ciddi oldugu belli," dedi Bay Calvin, Ernest'e. "Sizin bunu gözler
önüne sermenize söyleyecek bir sey bulamıyorum. Sizinle, yalnızca orta sınıfı
ölüme mahkûm ettiginiz noktada ayrılıyoruz. Biz ayakta kalacagız ve tröstleri de
basımızdan defedecegiz..."
"Ve atalarınızın yöntemlerine döneceksiniz," diye onun cümlesini tamamladı
Ernest.
"Elbette," diye cevap verdi Bay Calvin ciddi bir sesle. "Bunun bir tür makine
kırıcılıgı oldugunu biliyorum ve bu saçma, farkındayım. Ama plütokrasinin bu
kadar makinelesmesinden sonra hayat zaten gereksiz görünmektedir. Ne olursa
olsun, bizim makineleri kırmamız olası bir seydir, oysa sizin hayaliniz
madenlere demir, kömür, bakır ve kursun alanına yayıldılar ve buradan baska
sanayi sirketlerine atladılar. Tramvaylara, devlet ve eyalet tahvillerine,
belediyelerin çıkardıgı tahvillere, vapurlara, gemilere, telgraf sirketlerine el
attılar. Emlakçilik, gökdelenler, oteller, is hanları, hayat sigortası,
bankacılıga geçtiler. Çok geçmeden Rockefeller'lann milyonlarının girmedigi
sanayi alanı kalmadı.
"Rockefeller bankası, -National City Bank- Birlesik Dev-letler'in en büyük
bankasıdır. Onu dünyada sadece Bank of England ve the Bank of France
geçmektedir. Günlük mevduatı, günde yüz milyon dolardan fazladır. Wall Street'teki
kısa vadeli piyasalara ve borsaya hâkimdir. Ama bir tek bu banka
degildir Rockefeller'lann bankası; bu, onların bankalarının sadece en büyügüdür
ve bu bankaya baglı sadece New York'ta on dört banka ve tröst sirketi vardır.
Bunlar ülkenin büyük para merkezlerinin tamamını etkisi ve gücü altında
bulundurmaktadır. "John D. Rockefeller, Standard Oil hisselerinin piyasalarda
dört ya da bes yüz milyon dolar degerinde olan miktarına sahiptir. Çelik
tröstünde yüz milyon dolarlık yatınım vardır. Bir o kadar parayı da tek bir batı
demiryolu sistemine yatırmıstır. Yatınmlan saymakla bitmez. Geçen yıl-ki geliri
yüz milyon dolar civarındaydı. Rothschilds sülalesinin toplam gelirinin bu kadar
ettigi kuskuludur. Ve bu gelir yıldan yıla sınır tanımadan artmaktadır."
-179-
mümkün degildir. Sizin sosyalizm düsünüz gerçekten de bir düstür. Sizin
arkanızdan gelemeyiz."
"Evrim ve sosyoloji hakkında az biraz bir seyler bilmenizi isterdim," dedi
Ernest düsünceli bir tavırla, el sıkısırlarken. "Eger bilseydiniz basımız birçok
dertten kurtulmus olurdu."
GIRDAP
"_sadamlarının Yemegi"nden sonra gök gürlemeleri gibi birbiri ardına korkunç
olaylar patladı. Ben, sakin bir üniversite kasabasında, kendi halimde günlerimi
geçirmeye alısık olan ben, kendimi, kisisel meselelerimle birlikte, büyük dünya
olaylarının girdabı içine yuvarlanmıs buldum. Bunun nedeni, beni devrimci yapan
Ernest'e olan tutkum muydu, yoksa içinde yasadıgım toplumu degerlendirdigim yeni
dünya görüsüm müydü, bilemiyorum. Ama bir devrimci oldum ve kendimi, üç ay önce
varlıgına bile inanamayacagım bir olaylar kargasası içinde buldum.
Hayatımın kargasalanyla, büyük toplumsal bunalım aynı zamana denk geldi. Önce
babam üniversiteden atıldı; öyle resmen isten atılmadı elbette; istifa etmesi
rica edildi, hepsi bu. Bu, tek basına pek bir sey ifade etmiyordu. Babam, böyle
olduguna aslında seviniyordu. Özellikle mutluydu, çünkü Ekonomi ve Egitim adlı
kitabının yayımlanmasından sonra atılmıstı üniversiteden. Basına gelen bu olay,
kitaptaki tezini kanıtlıyordu. Halkın egitiminin, kapitalist sınıf tarafından
yönetil-
digi iddiasına, bundan güzel bir kanıt bulunabilir miydi?
Ama bu kanıt hiçbir zaman gün ısıgına çıkamadı. Kimse onun üniversiteden
çekilmek zorunda bırakıldıgını ögrenemedi. Babam dünya çapında önemli bir bilim
adamıydı. _stifaya zorlandıgı haberi bütün dünyada yankılar uyandırabilirdi.
Gazeteler ona övgüler yagdırdı ve bütün zamanını bilimsel arastırmalara
adayabilmek adına, ögretim üyeliginden ayrıldıgı için onu bu kararından dolayı
kutladılar.
Babam önceleri bütün bunlara gülüp geçiyordu. Sonra öfkelendi, çok fazla
öfkelendi. Çünkü istifanın ardından, kitabı yasaklandı. Bu yasaklama ve toplama
öyle gizli yapıldı ki, önceleri hiçbir sey anlamadık. Eserin yayımlanması, bazı
çevrelerde hemen tepkiler dogurmus ve babam kapitalist basın tarafından kibar
bir dille yerilmisti. Basındaki yazılarda genel tema, sosyoloji gibi çok iyi
bilmedigi ve kısa bir süre içinde yolunu kaybedecegi bir bilim dalında çalısma
yapmasıydı. Bu sövgü edebiyatı bir hafta kadar sürdü. Babam gülerek kapitalizmin
duyarlı bir noktasına dokundugunu söylüyordu. Sonra aniden gazetelerde ve
elestiri dergilerinde, babam ve eseri hakkında tek bir söz yayımlanmadı. Gene
aynı çabukluk içinde kitap, piyasadan çekiliverdi. Kitapçılarda bir tane olsun
bulunamıyordu. Babam, yayımcısına mektup yazıp, bu konuda açıklama istedi.
Bunun ardından tatmin edici olmayan bir yıgın mektuplasma geldi: Ona, kursun
kalıpların
yanlıslıkla bozuldugu cevabını verdiler. Bu konuda da yapılan yazısmalar devam
etti ancak bir sonuç alınamadı. Bu uzun ve üzücü mektuplasmanın sonunda yayımcı,
eseri bir daha basamayacagmı ve kitap üstündeki bütün yayın haklarından
vazgeçmeye hazır oldugunu bildirdi.
"Ülkede bu sorunun üstüne gidecek, tek bir yayınevi bulamazsınız," dedi Ernest.
"Sizin yerinizde olsam, hemen susarım. Bu, Demir Ökçe'nin sizin için
tasarladıklarının daha baslangıcı."
Ama babam her seyden önce bir bilim adamıydı, bu kadarla yetinemezdi. Onun
gözünde, en ince ayrıntısına kadar incelemeden deney, deney sayılmazdı. Bu
nedenle babam, sabırla bütün yayınevlerinin kapılarını tek tek çaldı ama bin
türlü bahaneyle hiçbiri kitabı yayımlamaya yanasmadı.
Sonunda babam, aslında kitabın gizlice toplatıldıgına inandı, bunu kamuoyuna
duyurmaya çalıstı ama basınla iliskilerinden de bir sonuç çıkmadı. Birçok
muhabirin izledigi, sosyalistlerin bir siyasi toplantısında babam, bunu bir
fırsat bilerek kitabından söz etti. Ayaga kalktı ve kitabının nasıl toplatıldıgmın
hikâyesini oldugu gibi anlattı. Ertesi sabah gazeteleri okurken önce
gülmeye basladı, sonra büyük bir öfkeye kapıldı, ates püskürüyordu. Gazetelerde
kitabından tek bir söz edilmiyor, ama konusması ustaca baska bir kalıba
sokularak, cümle ve sözcüklerin arasındaki baglantılar koparılıp bir kıskırtma
söylevine dönüstürülüyordu. On-
lara göre, babam, orada, kendini ve ne söyledigini bilen bir bilim adamı, kitap
yazarı degil de azgın bir anarsistti. _slerini büyük bir ustalıkla yapmıstı
gazeteciler. Örnegin, konusmasındaki bir yeri, özellikle hatırlıyorum. Babam
"sosyal devrim" deyimini kullanmıs, muhabir "sosyal" sözcügünü çıkarmıstı. Bu
haber Associated Press aracılıgıyla dört bir yana duyuruldugunda, ülkenin her
yerinden babamı suçlayan tepkiler yükseldi. Artık babama bir anarsist, bir
nihilist gözüyle bakıyorlardı. Bununla da yetinmeyerek bir karikatür yapmıslar
ve çogu gazeteye basmıslardı. Babam, burada uzun saçlı, vahsi bakıslı, ellerinde
mesaleler, kamalar, dinamit lokumları tutan bir kitlenin önünde, elinde bir
kızıl bayrakla görünüyordu.
Basın, babamın kıskırtıcılık yaptıgını ileri sürerek aleyhine büyük bir kampanya
açtı. Hakaretlerle dolu, babamın zihinsel bunalıma girdigini ileri süren, uzun
uzun basyazılar yayımlandı. Ernest, bunun, kapitalist basının eski bir taktigi
oldugunu söyledi. Gazetecileri, sosyalist toplantılara göndermek ve söylenenleri
çarpıtıp kendi amaçlarına ve çıkarlarına uygun biçimde yansıtmak ve böylece orta
sınıfın proleterya saflarına katılma ihtimalini göz önünde tutarak onlan
ürkütmek bir gelenekmis. Ernest, babama mücadeleyi bırakıp, güvenli bir köseye
çekilmesi için sürekli ısrar etti.
Bu arada sosyalist basın meseleyi ele almıs, kavgaya girmisti. _sçi sınıfının
bütün okur yazar kesimi, kitabın toplatıldıgını ög-
renmisti. Ama bu bilgi, sadece isçi sınıfının sınırlan içinde kaldı. Ardından,
büyük bir sosyalist yayınevi olan "Akla Çagn" babamla eserin yayımlanması
konusunda anlastı. Babam sevinçli, ama Ernest tetikteydi.
"Bilinmeyen olaylann esiginde oldugumuzu bir defa daha hatırlatayım," dedi.
"Çevremizde bir anlam veremedigimiz korkunç, esrarengiz olaylar gelisiyor. Nasıl
bir sey olduk-lannı bilmiyoruz ama var olduklan kesin. Bunlar toplumu temelinden
sarsacak olaylar. Hiç sormayın, nasıl oldugunu ben de bilmiyorum, ama toplumun
bu degisikliginden yeni bir sey olusmak üzere. Olusma sürecine girmis, bu her
neyse. Sizin kitabınızın ortadan kaldınlması yalnızca bir örnekti. Kim bilir
bunun gibi kaç kitap daha yok edilmistir? Bilmiyoruz, ögrenemeyiz de. Koyu bir
karanlık içindeyiz. Bunu ögrenmenin bir yolu yok. Bundan sonra sosyalist
yayınevlerinin de basının da yok edilmesini bekleyebilirsiniz. Çok yakında,
elimizi kolumuzu baglayacaklar."
Ernest olaylann nabzını diger sosyalistlere göre daha saglıklı bir biçimde
tutuyordu. _ki gün sonra ilk olay patlak verdi. "Akla Çag-n" proleterya
tarafından okunan ve ortalama satısı yedi yüz elli bin civannda olan haftalık
bir dergiydi. Aynca, tirajı sık sık iki ile bes milyon arasında degisen özel
sayılar yayımlıyordu. Bu özel sayılar "Akla Çagn"nın çevresinde toplanmıs küçük
gönüllü isçi ordusu tarafından finanse edilir ve dagıtılırdı. _lk darbe bu özel
sayılan amaçlıyordu ve çok agır bir darbe oldu. Posta _daresi, keyfi bir kararla
bu
özel sayıların dergiden sayılamayacagını ileri sürerek, bu yayımların posta
yoluyla gönderi-lemeyecegine karar vermisti.
Bir hafta sonra Posta _daresi derginin kıskırtıcı bir yayın oldugu gerekçesiyle,
normal sayılarını da dagıtmama kararı aldı. Bu, sosyalist propaganda için çok
agır bir darbeydi. "Akla Çagrı" umutsuz bir durumda bulunuyordu. Ekspres trenler
sirketi aracılıgıyla, yalnızca abonelerin eline dergilerin ulastırılması
planlandı, ama sirket bu ise de yanasmadı. Bu da "Akla Çagn"nm sonu oldu. Ama
elbette tamamen bitmedi. Kitabı yayımlamak için çalısmalara basladılar. Babamın
yirmi bin kitabı ciltçide, geri kalanları da baskıdaydı. Bir aksam nereden
çıktıgı belli olmayan bir grup serseri, ellerinde Amerikan bayraklarıyla, milli
marslar söyleyerek "Akla Çagrı"nın merkezindeki bütün baskı atölyelerini atese
verdiler. Saglam bir tek sey kalmadı.
Oysa Girard, Kansas bölgesinin en sakin kasabasıydı ve o güne kadar isçilerin
arasında hiçbir anlasmazlık olmamıstı. "Akla Çagrı", sendikaların belirledigi
miktarın üzerinde bir ücret ödüyordu. Yayınevinde çok sayıda erkek ve kadın
çalıstıgı için, kasabanın en büyük ekmek kapısıydı, kasabanın bel kemigi
sayılırdı. Yayınevini basan serseri grubu Girard'h degildi. Sanki yerden biter
gibi aynı anda ortaya çıkmıslar ve islerini görür görmez yine aynı biçimde
ortalıktan kaybolmuslardı. Ernest olup bitenlerden yakın gelecegin karanlıgını
seziyordu.
Yüzler,* Birlesik Devletler'de örgütlenme girisimindeler. Bu daha baslangıç,
çok yakında daha kötülerini de görecegiz. Demir Ökçe azıtıyor."
Ve böylece, babamın kitabı yok oldu. Bunu izleyen günlerde Kara Yüzler'in adını
sık sık duyacaktık. Haftalar geçtikçe, Posta _da-resi'nin dagıtımını kabul
etmedigi, Kara Yüzler'in saldırısına ugrayan sosyalist gazetelerin sayısı arttı.
Bu arada dogal olarak, ülkenin gazeteleri, egemen sınıfların karsı devrimci
siyasetini savunuyor ve yok edilmis sosyalist basın dirilemiyor, diger yandan
Kara Yüzler gerçek vatanseverler ve toplumun kurtarıcıları olarak tanıtılıyordu.
Bu haberler, öylesine inandırıcıydı ki, iyi niyetli din adamları bile
vaazlarında Kara Yüzler'i övüyor, bu vatanseverlerin siddet kullanmak zorunda
kalıslarına üzüldüklerini söylüyorlardı.
Tarih çok çabuk yazılıyordu. Sonbahar milletvekili seçimleri yaklasıyordu.
Ernest, Sosyalist Parti tarafından milletvekili adayı gösterilmisti. Seçilme
sansı yüksekti. San Francisco tramvay grevi kırılmıstı, ardından nakliyeciler
grevi kırıldı. Bu iki yenilgi, örgütlü emekçiler için büyük felaket olmustu. Tüm
Liman _sçileri Sendikası ve onun sempatizanları, nakliyecileri desteklediler ama
hepsi de ezildi. Kanlı bir grev olmustu. Polis, sayısız
V -' >f w
* Kara Yüzler (The Black Hundreds): Rus Devrimi'nde yok olmakta olan
Otokrasi'nin örgütledigi gerici gruplara verilen addır. Bu gerici gruplar,
devrimci gruplara saldırır, ayrıca gerekli görüldügü zamanlarda ayaklanıp özel
mülkiyeti yagma eder. böylece Otokrasi'ye Kazaklar'ı çagırma bahanesi
hazırlardı.
kafaları copla ezdi. Nakliye sirketlerinden birinin bahçesine siper alan
makineliler, ölü sayısını hayli artırdı.
Gelisen bu olayların sonucunda, emekçilerin moralleri bozulmustu, ama öç almakta
kararlıydılar. Kan istiyorlardı, intikam istiyorlardı. Kendi seçtikleri alanda
yenilgiye ugrayınca, simdi siyaset alanında bu yenilginin acısını çıkarmaya
çalısacaklardı. _sçi örgütlerini koruyorlardı ve bu, onlara siyasal
mücadelelerinde güç veriyordu. Ernest'in seçilme sansı, her geçen gün artıyordu.
Her gün yeni bir sendikanın, sosyalistleri destekleme kararı aldıgını bildiren
bir haber ulasıyordu. Bunların arasında Mezar Kazıcıları Yardımcıları ve Kus
Tüycüleri sendikalarının adlarına rastlayınca, Ernest bile kendisini gülmekten
alamadı. Emekçiler giderek daha kararlı oluyordu. Sosyalist toplantılara
çılgınca bir heyecanla kosuyor, diger partilere baglı siyasetçilerin sözlerini
dinlemiyorlardı bile. Diger partilerin siyasetçileri genellikle bos salonlarda
söylev veriyor ve bu salonlar bazen dolu olsa bile, dinleyiciler konusmacıya
öylesine ters davranıyorlardı ki, çogu zaman polisin yardımına gerek
duyuluyordu.
Tarih giderek daha hızlı yazılmaya baslamıstı. Su andaki ve yaklasmakta olan
olayların siddeti, gerilen bir teli andırıyordu. Ülke, zor günlerin*
esigindeydi. Bolluk içinde geçirilen bunca yıl ve artı üründen kurtulmanın
giderek güç olması, bu zor günleri getirmisti. Fabrika-
* Kapitalist rejim altında, zor günlerin yasandıgı bu devreler saçma oldugu
kadar, kaçınılmazdı. Refah her zaman felaket getiriyordu. Bu, elbette,
tüketilemeyen kârların yıgılmasından kaynaklanıyordu.
lar çalısma saatlerini en alt sınırına indirmislerdi. Büyük fabrikaların çogu
ellerindeki stokların erimesini saglamak için, üretimi durdurmustu. Her tarafta
ücretler düsürülüyordu.
Aynca, büyük makine isçileri grevi patlak verdi. _ki yüz bin makine isçisi, bes
yüz bin metal isçisinin de destegiyle baslattıgı Birlesik Devletler'i sarsan en
kanlı grevden yenik çıkmıslardı. Grev safları, küçük ve elbette silahlı grev
kırıcı* ordularının saldırısına ugradı. Bunlar, isveren sendikaları tarafından
gönderilmis güçlerdi. Kara Yüzler baska yerlerde de ortaya çıkarak, özel
mülkleri yagmalamaya baslamıstı. Bunun sonucunda da Birlesik Devletler'in bes
yüz bin kisilik düzenli ordusu, duruma hâkim olabilmek için grevcilerin üstüne
gönderildi. Emekçi liderlerin birçogu idam edildi, birçogu hapse mahkûm edildi,
grevciler yıgınlar halinde toplanıp sıgır agıllarına** tıkıldı ve askerlerin
acımasız is-kenceleriyle karsı karsıya kaldılar.
* Grev kırıcı: Adlanndan baska amaçlan ve yaptıkları her seyleriyle
kapitalistlerin özel askerleriydi. Çok iyi örgütlenmis ve silahlanmıslardı.
Emekçinin greve gittigi ya da isverenin lokavt ilan ettigi her yere özel
trenlerle sevk edilmeye hazır beklerlerdi. Farley gibi ün salmıs bir grev
kırıcısı komutanı ancak böyle bir devirde yetisebilirdi. Farley, 1906 yılında,
San Francisco tramvay isçilerinin grevini kırmak üzere emrindeki tam donanımlı
ve silahlı yirmi bes bin adamla, özel trenlerle New York'tan San Francisco'ya
kadar bütün Birlesik Devletler'i kat etmisti. Böyle bir eylem, ülkenin
yasalarını ihlal etmek demekti. Gerçek su ki, bu eylemin ve buna benzer binlerce
eylemin cezasız kalması, yasama organlarının, tamamen plütokrasinin emrinde
oldugunu göstermektedir.
** On dokuzuncu yüzyılın ikinci yansında Idaho eyaletinde yapılan bir madenciler
grevinde birçok isçi, askerler tarafından sıgır agıllanna kapatılmıstı. Bu
yöntem, yirminci yüzyılda da uygulanmaya devam etti.
Artık refah yıllarının bedeli ödeniyordu. Bütün pazarlar mal bollugundan
çöküyordu. Fiyatların hızlı düsüsü yanında, ücretlerin düsüsü de bas
döndürücüydü. Sanayideki düsüs, bütün ülkeyi yerinden oynatıyordu. Emekçiler her
yerde greve gidiyorlardı. Zaten greve gitmeseler, patronlar isten atıyordu.
Gazeteler siddet ve kanlı haberlerle doluydu. Kara Yüzler kendilerine düseni
fazlasıyla yapıyorlardı; isyan, kundaklama, tahrip, iste onların görevi bunlardı
ve bundan büyük bir mutluluk duyuyorlardı. Bütün ordu seferber oldu. Kara
Yüzler'in* yaptıkları olaylardan bir oraya, bir buraya kosusturuyorlardı. Bütün
kentler ve kasabalar kıslalara dönmüstü ve emekçiler köpekler gibi
öldürülüyordu. Her geçen gün, çıg gibi büyüyen issizler ordusundan grev kırıcı
birlikler kuruluyor, sendikalar bunların saldırısını bertaraf ettikten sonra,
karsılarında askeri birlikleri buluyor ve onların karsısında ezilip
gidiyorlardı. Üstelik bir de milis vardı. Bugüne kadar milis hakkındaki gizli
yasaya basvurmak zorunlulugu duyulmamıstı. So-
Kara Yüzler'in nitelikleri degil, sadece adlan Rusya'dan gelmektedir. Kara
Yüzler, kapitalistlerin gizli ajanlarının gelistirdigi bir güçtür ve on
dokuzuncu yüzyıl isçi mücadelelerinde kullanılmaya baslanmıstır. Bu, tartısma
götürmez bir gerçektir. Zamanın Birlesik Devletler Çalısma Bakanı Carroll D.
Wright bunu dogrulayan en yetkili agızdır. Sınıf Savasları adlı kitabından söyle
bir alıntı yapalım: "Büyük tarihi grevlerin çogunda, isverenler isi siddete
döktüler." Wright ayrıca imalatçıların, artık üründen kurtulmak için grevcileri
kıskırttıklarını, demiryolları grevi sırasında kargasayı artırmak için
isverenlerin ajanlarının yük vagonlarını yaktıklarını yazmaktadır. Kara Yüzler,
isverenlerin gizli ajanlarıdır ve bunlar zamanla Oligarsinin korkunç silahı,
qjan-pro-vokatör olmuslardır.
nunda, bu anarsi döneminde düzenli ordunun asker sayısı yüz bin kisiye
çıkarıldı.
Emekçiler hiçbir zaman böylesine ezilme-mislerdi. Sanayinin büyük kaptanları,
parmakla sayılabilen iktidar sahipleri ve oligarsinin yöneticileri, bütün
güçleriyle isveren sendikalarının mücadelesine destek oldular. Bu örgütler,
aslında orta sınıf örgütleriydi ve simdi, zor günler ve sarsılan piyasalar
yüzünden canlan tehlikeye düsmüs, sanayinin büyük kaptanlarının da yardımıyla,
örgütlü emekçiyi korkunç bir yenilgiye ugratıyorlardı; güçlü bir örgüttü, güçlü
bir isbirligi kurmuslardı, ama orta sınıf çok geçmeden bu dayanısmanın aslanla
kuzunun yaptıgı bir isbirligi oldugunu ögrenecekti.
Emekçi sınıfı, kana susamıs bir halde öcünü almaya çalısıyordu, ama yorgundu.
Onların yenilgisi de zor günlerin sonu olmadı. Bankalar bile, oligarsinin en
büyük güçlerinden biri olan bankalar bile, kredileri durdurdular. Wall Street*
grubu, hisse senedi ve para piyasasını, içinde tüm ülke degerlerinin eriyip yok
oldugu bir girdaba çevirdiler. Bütün bu bozgunların ve yıkıntıların üstünde
sarsılmaz, kayıtsız ve kendinden emin oligarsi yükseliyordu. Bu sakinligi ve
kendine güveni korkutucu boyutlardaydı; amacına ulasmak için yalnızca kendi
genis gücünü degil, aynı zamanda Birlesik Devletler'in bütün hazinesini de
kullanıyordu.
* Eski New York'ta para borsasının bulundugu caddenin adı. Burada, akıllara
durgunluk veren bir örgüt, bütün ülkenin sanayisini kukla gibi oynatıyordu.
-191-
Sanayinin kaptanları, orta sınıfa sırtlarını çevirmeye basladılar. Emegi
parçalayıp ezerken kendilerine yardımcı olan isveren sendikaları, simdi kendi
isbirlikçileri tarafından eziliyordu. Orta sınıfın ezilip kırılması sürüp
giderken, küçük isadamı ve üreticiler ve tröstler sapasaglam duruyorlardı.
Tröstler dimdik durmaktan baska isler de yapıyorlardı: Eylemlere katılıyorlar,
kasırgayı körüklüyorlar, körüklüyorlar, nasıl hasat edeceklerini, ne ürün
toplayacaklarını gayet iyi biliyorlardı. Bundan da kâr saglayacaklardı elbette.
Hem de ne kârlar! Muazzam kârlar! Kendi kopardıkları fırtınaya kapılmıslar,
kasırganın sürükledigi ve çevrelerinde uçusan ganimetleri kapma yarısına
girismislerdi. Bütün degerler inanılmaz ve açınılacak bir hızla çöküyor ve
tröstler de egemenliklerini inanılmayacak boyutlara, alanlara yayıyorlardı. Orta
sınıfın zararına, yeni yerler ele geçiliyorlardı.
Böylece 1912 yazında, orta sınıfın gözle görülür bir cinayete kurban gitmesine
tanık olundu. Plütokrasinin indirdigi darbenin hızına Ernest bile sastı kaldı.
Basını karamsarlık içinde iki yana sallayarak, sonbahar seçimlerinden umutsuz
oldugunu söylüyordu.
"Seçimlerin bir yaran yok," diyordu. "Biz yenildik. Demir Ökçe karsımızda. Ben
oy sandıgı basında barısçı bir zafer bekliyordum. Yanılmısım. Wickson haklıymıs.
Elimizde kalan birkaç özgürlük de çekilip alınacak. Demir Ökçe yüzlerimiz
üzerinde yürüyecek. _sçi sınıfına kanlı bir devrim yapmaktan baska bir sey
kalmıyor. Kazanacagız elbette, ama bu-
nun bizlere nelere mal olacagını düsünmek bile beni ürpertiyor."
Bundan sonra Ernest, bütün umudunu devrime bagladı. Bu konuda, partisinden daha
ileri düsünüyordu. Sosyalist arkadasları onunla aynı düsüncede degillerdi. Onlar
hâlâ seçim yoluyla zafer kazanılabilecegi konusunda ısrar ediyorlardı. Devrimden
korkmu-yorlardı, hepsi de sogukkanlı ve yürekli kisilerdi. Böyle bir seyi sadece
akıllan almıyordu o kadar. Oligarsinin yürüttügü hareketi ciddiye almalarını
durmadan tekrarlamasına ragmen Ernest, onlann pesinden gelmesini saglayamıyordu.
Onlan heyecana sürüklü-yordu ama arkadaslan kendi güçlerinden son derece
emindiler. Onlann sosyal evrim ku-ramlannda oligarsiye yer yoktu, dolayısıyla
oligarsi olamazdı.
Ona, "Biz seni meclise gönderecegiz, her sey yoluna girecek," dediler gizli
toplantılan-mızın birinde.
"Peki beni meclisten çıkanp bir duvarın önünde basıma kursun sıktıklannda ne
yaparsınız?" diye soguk bir ses tonuyla sordu Ernest.
"O zaman biz de bütün gücümüzle ayaklanırız," dediler hep bir agızdan.
"O zaman kendi kanınız içinde yüzeceksiniz," dedi Ernest. "Bir zamanlar sizin
söyleminizi orta sınıf kendine amaç edinmisti. Peki o kudretleri ve
hasmetleriyle simdi neredeler?"
¦XI* BÜYÜK SERÜVEN
Bay Wickson, özel olarak adam gönderip babamı çagırtmamıs, San Francisco'ya
giden bir feribotta, bir rastlantı sonucu karsılasmıslardı. Yani babama uyarısı,
önceden düsünülüp tasınılmıs bir uyan degildi. Tesadüfen karsılasmamıs
olsalardı, herhangi bir uyarıda bulunmayacaktı. Gerçi sonuç degismeyecekti.
Babam eski Mayflower* soyundan geliyordu ve ister istemez onların kanını
tasıyordu.
"Ernest haklıymıs," dedi daha eve adımını atar atmaz. "Gerçekten olaganüstü bir
insan. _ngiltere Kralı ya da Rockefeller'la evlensey-din, Ernest'le evlenmekle
bana verdigin mutlulugu tattıramazdın."
"Ne oldu?" diye sordum telasla.
"Oligarsi suratlarımızı çignemek üzere; senin, benim suratlarımızı. Wickson bunu
açıkça ima etti. Çok nazik, yani bir oligarsi yöneticisinden beklenmeyecek kadar
nazikti. Ba-
* Yeni Dünya'nın kesfinden sonra, Amerika'ya koloni halkı tasıyan ilk gemilerden
biri. Bu koloni halkından gelenler bir süre soylanyla gurur duydular, ama
zamanla kanlan öyle bir yayıldı ki, damarlannda Mayflower kanı tasımayan hemen
hemen hiçbir Amerikalı kalmamıstı.
na tekrar üniversiteye dönmemi önerdi. Düsünebiliyor musun, Wickson gibi adi bir
soyguncu, devlet üniversitesinde ders verip vermemem konusunda karar verme
yetkisine sahip! Göz kamastırıcı bir baska önerisi daha oldu. Kurulması
tasarlanan büyük bir bilim enstitüsünün baskanlıgını yapmamı istedi. Öyle ya,
oligarsi, artı üründen kurtulmanın yollarını arayacak, görüyorsunuz ya.
'"Su, kızınıza âsık olan o sosyaliste ne dedigimi hatırlıyor musunuz,' dedi
bana. '_sçi sınıfının suratları üzerinde yürüyecegimizi söylemistim. Dedigimi
yapacagız. Size gelince, bir bilim adamı olarak benim size karsı derin bir
saygım vardır, ama proleteryayla aynı yazgıyı paylasmak niyetindeyseniz,
gerisine karısmam. Benim diyeceklerim bu kadar.' Dedikten sonra arkasını dönüp
gitti.
"Bu olayı Ernest'e anlattıgımda verdigi karsılık su oldu: Bu, sizin öngördügünüz
tarihten önce evlenmek zorunda oldugumuzu gösteriyor.'"
Bu akıl yürütmenin mantıgını hemen sezemedim ama anlamam için kısa bir sürenin
geçmesi yetti. Sierra Fabrikalan'nın üç aylık kâr dagıtımı o günlere
rastlamıstı. Daha dogrusu öyle olmalıydı, ama babama hiçbir ödeme yapılmadı.
Birkaç gün bekledikten sonra sirket sekreterligine bir mektup yazdı. Hemen gelen
karsılıkta sirket defterlerinde babamın hissesinin bulunduguna dair en küçük bir
kayda rastlanmadıgı bildiriliyor ve nazik bir dille açıklayıcı bilgi
isteniyordu.
"O herife istedigi açıklayıcı bilgiyi verece-
gim!" diye öfkeyle söylendi babam. Bir bankanın kasasında duran hisse
senetlerini almak için evden fırladı.
Geri döndügünde, paltosunu çıkarmasına yardım ederken, "Ernest olaganüstü bir
adammıs," diyordu. "Yine söylüyorum kızım, genç sevgilin olaganüstü bir
delikanlı."
Ernest'ten bu sekilde söz ederken, ardından bazı kötü haberler verecegini artık
ögrenmistim.
"Benim suratımın üstünde yürüdüler bile," diye açıkladı babam. "Hisse senedi
falan kalmamıs. Kasa bombostu. Ernest'le en kısa zamanda evlenseniz iyi olacak."
Ne olursa olsun bilimsel yöntemleri bırakmayan babam, sirket yöneticilerini
mahkeme önüne çıkarmayı basardı, ama sirket defterlerini yargıç önüne çıkarmayı
basaramadı. Mahkemeler babamın degil, Sierra Fabrikalan'nın denetimi altındaydı.
Bu, her seyi açıklamaya yetiyordu. Mahkeme, davanın düsmesine ve haksız olan
sikâyetçinin cezalandırılmasına karar verdi.
Simdi, o günleri, babamın nasıl ezildigini düsündükçe içimden gülmek geliyor.
San Francisco'da, bir sokakta tesadüfen Wick-son'la karsılasınca, kendini
tutamamıs ve ona, "Alçak!" demis. Bu olay üzerine saldırı suçuyla babamı
tutukladılar, para cezası verdiler, kefaletle serbest bıraktılar. Öyle saçma
sapan bir seydi ki bu, babam bile eve gelir gelmez kahkahayı koyverdi. Ama yerel
basında ne kadar büyük bir gürültü koparıldı! Sosyalizme sarılan insanlara
bulasan bir
dehset mikrobundan söz ediyorlardı. Babam, pürüzsüz bir hayat sürmüs olan babam,
bu mikroba bulasanların ne hale geldigini gösteren güzel bir örnekti. Birçok
gazete de, söz birligi etmis gibi, bilimsel çalısmaların zekâsını zayıflattıgını
ileri sürüyor ve babamı bir akıl hastanesine kapatmanın gerekli oldugu tezini
benimsediklerini hissettiriyorlardı. Bunlar ciddiye alınacak yazılardı, sanki
yaklasan bir felaketin habercisiydiler. Neyse ki babam bunu sezecek kadar akıllı
bir adamdı. Piskopos Morehouse'un basına gelenler ortadaydı ve babam da nasıl
davranması gerektigini anlamıstı. Ne kadar haksızlık ederlerse etsinler, ne
söylerlerse söylesinler agzını açmamaya karar verdi. Sanırım bu sabrı
düsmanlarını bile sasırtmıstır.
Bundan sonra sıra, oturdugumuz eve geldi. Evimizi ipotek etmistik, hemen evden
çıkmak zorundaydık. Elbette herhangi bir ipotek yoktu. Evimiz hiçbir zaman
ipotek edilmemisti. Arsayı pesin parayla almıs, evi de hiçbir borç olmadan
kendimiz yaptırmıstık. Ne evin, ne de arsanın hiçbir zaman borcu olmamıstı. Ama
iste ortada bir ipotek vardı. Kurallara ve yasalara uygun, bir süre tarafımızdan
belirli vadelerde ödeme yapılmadıgını gösteren bir yazı ve gerekli imzalar
bulunan bir ipotek senedi yaratıhvermisti. Babam buna da sesini çıkarmadı.
Parasına el koyuldugu gibi, simdi de evi elinden alınıyordu. Yardımımıza
kosabilecek hiç kimse yoktu. Toplum mekanizması, onu yok etmeye kararlı
insanların ellerinde bulunuyordu. Babam ne de ol-
sa bir filozof sayılacagından, olup biteni büyük bir sogukkanlılıkla
karsılıyordu.
"Yok edecekler beni," dedi bana; "ama bu yüzden elimden geldigi kadarını
kurtarmaya çalısmalıyım. Kemiklerim artık çok zayıf ve dersimi aldım. Tanrı
biliyor ya, son günlerimi bir tımarhanede geçirmek istemiyorum."
Bu da bana Piskopos Morehouse'u hatırlattı. Birkaç sayfadır onu ihmal ettim. Ama
önce size evliligimi anlatmalıyım. Bir dizi büyük olayın yanında önemsiz
sayılacagından yalnızca birkaç sözcükle geçistirecegim.
"Simdi gerçek proleter olacagız," dedi babam, evden atıldıgımızda. "Bazen, su
müstakbel kocanın su emekçi kitlesini çok iyi tanımasını kıskanıyordum, ama
artık ben de bundan böyle onların arasında yasayarak tanıyabilecegim onları."
Babamın kanında serüven tutkusu yer etmisti ve basımıza gelen bu felakete bir
serüven gözüyle bakıyordu. Ne öfke, ne de kin duyuyordu. _ntikam almayı
düsünemeyecek kadar filozoftu ve sadeydi. Bırakmak zorunda kaldıgımız rahat
yasama biçimini aramayacak kadar da, manevi dünyaya önem veren bir insandı.
Böylece San Francisco'ya, Market Caddesi'nin güneyindeki asagı mahallede, dört
odalı döküntü bir eve tasındık. Babam yeni bir serüvene atılan küçük bir çocugun
heyecanı, içine sıgmazlıgıyla doluydu. Bu heyecanın yanı sıra, görülmedik
derecede üstün zekâsıyla, olanları iyice degerlendirebiliyor-du. Birtakım soyut
degerlere metelik vermezdi. Geleneklerin ya da alıskanlıkların getirdi-
gi degerlerin, onun için bir anlamı yoktu. Kabul ettigi tek deger, matematiksel
ve bilimsel olgulardı. Babam büyük bir adamdı. Ancak büyük insanlara özgü bir
zekâsı ve ruhu vardı. Bazı yönleri, hayatımda tanıdıgım en büyük insan olan
Ernest'ten bile üstündü.
Yasantımızdaki bu degisiklik, beni bile rahatlatmıstı. Bu, belki de biçimlenen
oligarsiyle birlikte, aleyhimizde yürütülen iftira ve asagılama kampanyasından
kurtulmamızın sevinciydi. Bu yeni hayat, bana bir serüven, hem de bir asktan
dogdugu için serüvenlerin en büyügü olarak görünüyordu. Kaderimizin degismesi,
benim evlilik tarihini öne almamı sagladı. San Francisco'nun asagı mahallesi
Pell Caddesi'ne, dört odalı bir eve gelin olarak böylece ilk adımımı attım.
Ve bütün bunlardan geriye kalan tek sey, Ernest'e verdigim mutluluktu. Onun
fırtınalı hayatına, kıskırtıcı bir unsur olarak degil, barıs ve huzur verici bir
güç olarak girmistim. Onu dinlendiriyor, ona karsı duydugum askı, yudum yudum
içiyordum. Yorgun bir günün sonunda, onun zavallı, yorgun gözlerini güldürmek,
yüzünde mutluluk pırıltıları görmekten daha güzel ne olabilirdi?
O sevgili, yorgun gözler... Ernest, hayatında hiç kimsenin çalısmadıgı kadar çok
çalısmıstı. Ve de hep baskaları için. Bu, onun için insanlıgının ölçüsüydü.
_nsanseverdi, insanlıga âsıktı. Savasçı ruhuyla, dövüsçü vücudu ve kartal
yapısıyla bana bir sair kadar tatlı ve sevgi dolu yaklasmasını biliyordu. O
bir sairdi. Eylem içinde, mücadele
içinde bir âsıktı. Bütün hayatı boyunca hep insanlık sevgisinin sarkısını
söyledi. Bu insanlıga duydugu saf sevgi yüzünden hayatını verdi, çarmıha
gerildi.
Bütün bunları yaparken, gelecekten hiçbir sey beklemedi. Dünyayı kabul edisine
göre, gelecek diye bir sey yoktu onun için. Ölümsüzlükle alev alev yanmakta olan
o, kendi ölümsüzlügüne inanmazdı. Onun paradoksu buydu. O yumusak ruhlu adam, o
katı ve kaçınılmaz felsefenin, materyalist tekçiligin* etkisi altındaydı. Onun
ölümsüzlügünü ruhunun kanatlarıyla ölçtügümü ve bu kanatları ölçüp bitirmek için
sonsuza dek yasamam gerektigini söyler, takılırdım ona. Güler ve kollarını
boynuma dolar, onun tatlı metafizik kafalısı oldugumu söylerdi. Gözlerinden
yorgunluk silinip gider ve o gözlere, ölümsüzlügün yeni ve yeterli kanıtı olan
mutlu ask pırıltıları dolardı.
Bazen de düalistim** derdi bana ve sonra Kant'm Tann'yı yüceltmek için saf
akılla aklı nasıl yok ettigini anlatırdı. Kant'la aramızda bir paralellik bulur
ve beni aynı sekilde suçlardı. Suçumu kabullenip böyle bir düsüncenin akılcı bir
yol oldugunu söyledigimde, beni kollarında sıkar ve ancak Tann'nm sevgili bir
kuluna yarasacak bir sıcaklıkla gülmeye baslardı. Ben, kalıtım ve çevrenin,
insanın gelismesi üzerindeki etkisini kabul etmiyor, bilimin bunu deneylerle
açıkladıgını öne sü-
Maddeci bir açıdan her alandaki çoklukları tek'lige indirgeyen ögretilere
verilen genel ad.
** Düalist: Herhangi bir alanda, birbirine indirgenemez olan, iki baslangıç
oldugunu öngören ögretileri savunan.
rüyordum. Kendimi bildim bileli bu böyleydi ve eski düsüncelerimde ısrar
ediyordum.
Ben, uzayın, Tann'nın bir görüntüsü oldugunu savunuyor, ruhun da Tann'nın
özelliginin bir yansıması oldugunu öne sürüyordum. Ernest bana "tatlı
metafizikçim" dediginde, ben de ona "benim ölümsüz materyalistim" karsılıgını
veriyordum. Kendini düsünmeden baskaları için fedakârca çırpındıgı ve ruhunun
yüceliginin farkına bile varamayacak kadar kibirden yoksun, alçakgönüllü oldugu
için materyalist olmasını bagıslıyordum.
Bir anlamda gururlu sayılırdı. Bir kartal nasıl olur da gururlu olmazdı?
"_nsanın kendini Tanrı gibi hissetmesi, bizzat Tann'nın bu duyguyu
hissetmesinden daha güzeldir," derdi. Ve benim Ernest'im bu yüzden ölümsüzlügüne
inanmıyordu. Bir siirden bir bölüm okur durur ve bu siirden çok hoslanırdı.
Siirin tümünü hiç görmemisti, sairin adını ögrenmek için bosuna çırpınıp
dururdu. Siiri buraya alıntılıyorum. Yalnızca Ernest bu siiri sevdigi için
degil, onun ruhundaki paradoksu iyi açıkladıgı için. Ruh konusundaki
düsüncelerini iyi belirledigi için alıyorum buraya siiri. Atesli bir heyecanla
ürpererek, asagıdaki dizeleri okuyan bir adam nasıl dayanıksız bir tohum,
ömürsüz bir ates ve degisen bir biçim olabilir?
"Giderek sevince bogulmak, Giderek kudrete kavusmak, Benim dogustan hakkımdır.
Ve bütün gücümle haykırmak isterim bunu, Bu övgü marsını uzun hayatımın sonuna
kadar.
Tanrıların öldügü bir yasta Ölüm benim de basıma gelse, Her zaman her yerde
tattıgım mutlulukların Sarabıyla dolu kadehimi bitirmis olacagım. Kadının
sehvetini, iktidarın tuzunu Kibiri ve ne varsa her seyi tatmıs olacagım. Bu
sarabın tortusunu diz çöküp içerim, Çünkü içkinin sarhoslugu hostur Ve bana
içmek arzusu verir Ölüme içmek, hayata içmek... Hayatım bir gün uçar giderse
Kadehimi bir baska bene veririm, Cennet bahçelerinden kovdugun kisi Bendim
Tanrım! Bendim oradaki! Toprak çöküp, gökyüzü devrildiginde Ben yine orada
olacagım Tanrım Benim olan güzelliklerle dolu dünyada, _lk hayat
çıglıklarımızdan, Ask ve sehvet gecelerimize kadar, Tüm acılarımızla dolu benim
dünyamda. Benim alçak gönüllü, ılık kanım Daha yaratılmamıs, ama gerçek bir halk
için atar nabzımda; Dünya arzusuyla heyecanlı bu kan Senin gaddar cehenneminin
atesini
söndürecektir,
Ben insanım; bütün etimle insan Ve bütün sade ve kibirli ruhumla insan, Ana
rahmindeki ılık gecemden Bedenimin toza dönüsecegi zamana kadar Bizim
lekelerimizle kemik, etimizle et bu
dünya
Bizim çaldıgımız havayla döner. Bu yeryüzü cennetinde susuzluk hiç
dinmeyecek.
Ta derinliklere kadar bu hayatı etkileyecek. Ben bal dolu kadehimi bitirdigimde
Gökkusagının bütün renkleri sönüp
gittiginde
Deliksiz bir uykunun sonsuz huzuru Benim düslerimi bozamayacaktır. Cennet
bahçelerinden kovdugun kisi Bendim Tanrım! Bendim oradaki! Toprak çöküp, gökyüzü
devrildiginde Ben yine orada olacagım Tanrım Benim en güzel dünyamda, Kuzey
kızıllıgında uyanısımızdan Ask ve sehvet gecelerimize kadar En sevgili
zevklerimizi saklayan benim
dünyada."
Ernest her zaman asın çalısırdı. Olaganüstü saglam bünyesi onu ayakta tutuyordu,
ama bu güçlü bünye bile onun gözlerindeki yorgun ifadeyi saklayamıyordu.
Sevgili, yorgun gözleri! Günde asla dört buçuk saatten fazla uyumaz, yine de
yapmak istedigi bütün isleri yapacak kadar zaman bulamazdı. Propaganda
çalısmalarına hiç ara vermiyor, isçi birliklerinde yapacagı konusmaları çok
önceden hazırlıyordu. Sonra seçim kampanyası dönemi basladı. Ernest gücünün son
sınırına kadar çalıstı. Sosyalist yayınevlerinin kapatılması, aldıgı çok az
telif hakkını da, çok az ücreti de ortadan kaldırmıs, geçim sıkıntısı çekmeye
baslamıstık. Bütün bu çalısmaların ya-
nı sıra, evin ekmegini de kazanmak zorundaydı. Birtakım dergilere, bilimsel ve
felsefi çeviriler yapmaya basladı. Seçim kampanyası çalısmalarından geç vakit
bitkin bir halde eve dönüyor, bundan sonra da sabahın erken saatlerine kadar
çeviri yapıyordu. Bir de üstüne üstlük egitim çalısması vardı. Öldügü güne kadar
basarıyla sürdürdügü egitim çalısmasını hiç bırakmadı.
Bütün bu isler arasında beni sevmeye ve mutlu etmeye zaman bulabiliyordu. Ancak,
bunu yapabilmesi, benim, kendi hayatımı tamamen onunkiyle bütünlestirmemle
mümkündü! Ben de steno ve daktilo ögrendim ve onun sekreteri oldum. Sık sık bana
islerini yan yanya azalttıgımı söylüyordu. Bu yüzden onun isinin bütün
inceliklerini ögrenmek için elimden geleni yapıyordum. Aynı seylerden
hoslanıyorduk. Birlikte çalısıyor, birlikte egleniyorduk.
Sonra arada bir, isten çaldıgımız sevgi an-lanmız da vardı. Bir tek sözcük,
hafif bir oksayıs, bir sevdalı bakıs... ve bunlar ne kadar kaçamak olursa o
kadar tatlı oluyordu. Havanın duru ve parlak oldugu, alçaklıgın, bencilligin
ulasamadıgı ve insanlık için çalısılan doruklarda yasıyorduk. Biz askı
seviyorduk ve bizim askımız da karsımıza hep en güzel renkleriyle çıkıyordu. Hiç
lekelenmedi. Bun-lann sonunda geriye bir tek gerçek kaldı. Ba-sansız olmadım.
Onu dinlendirdim, baskala-n için böylesine didinen bu insanı, sevgili yorgun
gözlü erkegimi mutlu ettim. Ona sevinç tasıdım.
¦XII* P_SKOPOS
Piskopos Morehouse'la evliligimden kısa bir süre sonra karsılastım. Ama olayları
sırasıyla anlatmalıyım: I.P.H. toplantısında gösterdigi tepkiden sonra,
dostlarının ısrarına teslim olan iyi yürekli Piskopos, tatile gitmisti. Ama
tatilden döndügünde Kilise'nin ögretisini duyurmakta daha da kararlıydı.
Müminlerini büyük bir saskınlıga sürükleyerek, I.P.H.'deki konusmasını ilk
vaazında tekrarladı. Bütün gelismesiyle ve kaygılandırıcı ince ayrıntılarıyla
Kilise'nin, _sa'nın ögretisinden uzaklastıgını ve _sa'nın yerine, para hırsının
din adamlarının kalbinde yer ettigini anlattı.
Sonuçta, istese de istemese de, akli dengesizliginden ötürü özel bir sanatoryuma
yatırıldı. Bu arada gazeteler de Piskopos'un basına gelenleri acıyarak ve
kisiligindeki iyilikseverligi de övgüyle karısık anlatıyorlardı. Sanatoryuma
girdikten sonra onu bir suçlu gibi gözaltında tutmaya baslamıslardı. Birkaç defa
ziyaret ettim ama görüsmeme izin vermediler. Toplumun acımasız iradesi altında
ezilen, ruhen ve bedenen hiçbir sakatlıgı olmayan
bu kutsal insanın basına gelenler beni çok üzmüstü. Piskopos, soylu ve iyi bir
insan oldugu kadar, saglıklıydı da. Ernest'in dedigi gibi, tek zayıf tarafı,
biyoloji ve sosyoloji konusunda bilgisiz olusu ve bu yüzden nasıl bir yol
izlemesi gerektigini bilmemesiydi.
Piskopos'un çaresizligi, beni büsbütün üzüyordu. Eger gerçeklerin, yine kendi
gördügü gibi oldugu konusunda ısrar ederse, onu ölünceye kadar burada
tutarlardı. Elinden de hiçbir sey gelmezdi. Onu oradan ne parası, ne Piskopos
olusu ne de kültürü kurtarabilirdi. Görüsleri, toplum için bir tehlike
yaratıyor, toplum ise böylesine tehlikeli görüslerin saglıklı bir insandan
gelemeyecegine inanıyordu. Daha dogrusu kamuoyunun tutumu bana böyle
görünüyordu.
Ama Piskopos ruhunun saflıgı ve soylulugu yanında, akıllı bir insandı. _çinde
bulundugu kötü ve güç durumu anlamıstı. Bir örümcek agına yakalandıgını fark
etti ve kurtulmaya çalıstı. Babamın, Ernest'in ve benim yardımlarımızdan yoksun
oldugu için, basının çaresine bakması gerekiyordu. Sanatoryumdaki zorunlu
yalnızlıgı sayesinde kendine geldi, saglıgına kavustu. Artık gözünün önünde
hayaletler dolasmıyordu. Beyni de, toplumun görevinin, Tann'nın kuzularını
doyurmak oldugu düsüncesinden arındı.
Dedigim gibi, tam olarak saglıgına kavustu. Gazeteler ve Kilise adamları bu
dönüsü sevinçle karsıladılar. Bir kez kilisesine gittim. Gözleri önünde
hayaletler dolasmadıgı zamanlarda verdigi vaazlara benzer vaazlar ve-
riyordu. Sastım kaldım. Toplum onu yenmis, teslim mi almıstı? Bir korkak mıydı?
Düsüncelerinden vaz mı geçmisti? Yoksa basına gelenlere dayanamamıs, kurulu
düzenin yasalarına mı teslim olmustu?
Onu o güzel evinde ziyarete gittim. Çok degismis, zayıflamıs ve yüzünde daha
önce hiç görmedigim kırısıklıklar belirmisti. Ziyaretimin hosuna gitmedigini
hemen anladım. Konusurken kolunu çekistiriyor, agzını sinirli sinirli büzüyor,
gözlerini benden kaçırmak için bakıslarını sagda solda dolastırıyor, ikide bir
susuyor, bir konudan digerine atlıyor, insanı sıkacak kadar saçmalıyordu. Pırıl
pırıl iyilik saçan gözleri, korkusuz ve ruhu gibi saf bakıslarıyla _sa'ya
benzettigim, güçlü ve sakin Bay Morehouse bu adam mıydı? Ona öyle bir oyun
oynanmıstı ki, teslim olmak zorunda bırakılmıstı. Zaten ince ruhlu biriydi.
Toplumun o örgütlenmis kurt sürüsüne dayanacak kadar güçlü degildi.
Çok üzüldüm, anlatılamayacak kadar fazla üzüldüm. Birbiriyle çelisen sözler
söylüyor ve sorabilecegim sorulardan son derece korktugu tavırlarından öylesine
anlasılıyordu ki, sorma cesaretini kendimde bulamadım. Dalgın bir tavırla
hastalıgından söz etti. Bir süre Kilise'deki yönetici degisikliklerinden, org
onarımından ve hayır islerinden konustuk. Sonunda gitmek için ayaga kalktıgımda
yüzünde öyle bir rahatlık ifadesi belirdi ki, göz-yaslanmı içime akıtmamıs
olsaydım, kahkahalarla gülmekten kendimi alamazdım.
Zavallı küçük kahraman! Meger bilmedi-
gim ne çok sey varmıs! Ben farkında degilken, o bir dev gibi çarpısıyordu. Tek
basına, hem de yapayalnız, milyonlarca meslektası içinde, büyük bir kavga
veriyordu. Akıl hastanesine tekrar kapatılma korkusu içinde, bildigini okuyor,
gerçegine ve dogrusuna derin baglılıgını sürdürüyordu, ama sonunda agzını
açmamayı ögrenmisti zavallı. Dersini iyi, çok iyi almıstı.
Kısa bir süre sonra Piskopos hakkında baska bir haber duyuldu. Kaybolmustu;
kimseye haber vermeden ortadan yok olmustu. Günler geçiyor, ondan tek bir haber
alınamı-yordu. Bir sinir krizi sırasında intihar ettigini ileri sürenler de
vardı. Ama kentteki evini, Menlo Park'taki yazlık malikânesini, tablolarını,
sanat koleksiyonlarını, hatta sevgili kütüphanesini bile sattıgı ögrenilince bu
yöndeki söylentilerin ardı arkası kesildi. Ortadan kaybolmadan önce bütün
varlıgını gizlice paraya dönüstürdügü anlasılıyordu.
Bu haberi duydugumuz günlerde, biz de büyük bir geçim sıkıntısı içindeydik,
ancak yeni evimize yerlesip, bir parça rahatlayınca onu düsünecek zaman
bulabildik. Derken, ansızın her sey apaçık ortaya çıktı. Bir aksam, havanın
kararmasına dogru, Ernest'e aksam yemegi için pirzola almaya, karsıdaki kasaba
gitmistim.
Tam kasaptan çıkarken, gözüm köse basındaki bakkaldan aynı anda çıkan bir adama
takıldı. Garip bir duyguyla adama daha yakından bakmak istedim. Ama adam köseyi
dönmüs ve hızla yürümeye baslamıstı. Dü--210-
sük omuzlan, iyice indirilmis sapkası, ceketinin yakasının arasından görünen ak
saçları, bende bazı belli belirsiz anılar uyandırıyordu. Karsıya geçmek yerine
adamı izlemeye basladım. Elimde olmadan, bellegimde sekillenmeye baslayan bir
olasılıktan kendimi kurtarmak için adımlarımı hızlandırdım. Hayır, bu
imkânsızdı. Rengi solmus, her yanı sökük, boyuna göre fazla uzun, kaba kumastan
is elbisesi içindeki adam o olamazdı.
Durdum, kendi kendime gülerek adamı izlemekten vazgeçtim. Ama bu sırt, bu beyaz
saçlar bende yine tanıdık bir insan izlenimi doguruyordu. Kosarak ona yetistim.
Tam yanından geçerken, yüzüne iyice baktım, sonra ani bir dönüs yapınca karsımda
Piskopos'u buldum.
O da aniden durdu, saskınlıktan donakaldı. Sag elinde tuttugu büyük kesekâgıdı
kaldırıma düstü. Kâgıt patladı ve içinden ayaklarımızın dibine patatesler
döküldü. Saskın gözlerle ve de bir tehlike karsısındaymıs gibi bana bir an
baktı, sonra saskınlıgı kayboldu. Omuzlan düstü ve derin derin içini çekti.
Elimi uzattım. Elimi sıktı, ama elleri ter içindeydi. Çok sıkıldıgını belli eden
bir tavırla öksürüyor, alnından terler süzülüyor, çok korktugu her halinden
anlasılıyordu.
"Patatesler," diye mınldandı zor duyulur bir sesle. "Patatesler çok degerlidir."
Birlikte yerden patatesleri toplayıp yırtık torbaya koyduk. Piskopos torbayı
kucakladı, düsmesin diye sımsıkı tutuyordu. Onu görmekten nasıl mutlu oldugumu
anlatmaya ça-
lıstım ve hemen birlikte bizim eve gitmeyi önerdim.
"Babam sizi görünce çok sevinecektir," dedim. "_ki adım ötede oturuyoruz."
"Gelemem," dedi. "Gitmem gerek. Hosça kaim."
Sanki tanınabileceginden korkuyormus gibi kaygılı bakıslarla etrafına bakındı ve
gitmek için davrandı.
"Bana nerede oturdugunuzu söyleyin, daha sonra gelirim," dedi. Ben de arkasından
yürüdüm. Onu bulmusken bırakmak istemiyordum.
"Hayır," dedim. "Simdi gelmelisiniz."
Koltugunun altında tuttugu patateslere ve diger elinde bulunan küçük paketlere
baktı.
"Gerçekten, imkânsız," dedi. "Kabalıgımı bagıslayın. Bilseniz ne kadar çok isim
var."
O anda kapıldıgı heyecanla bana bayıla-cakmıs gibi geldi, ama hemen toparlandı.
"Bu yiyecekleri," diye devam etti. "Çok acıklı bir olay, korkunç... Yaslı bir
kadıncagız için. Bunları hemen ona götürmem gerek, kadın aç. Hemen yanına
gitmeliyim. Anlıyor musun? Sonra gelirim. Söz veriyorum."
"Ben de sizinle geleyim," dedim. "Çok mu uzak gidecegimiz yer?"
Çaresizlikle içini çekti.
"_ki sokak ileride," dedi. "Acele edelim."
Piskopos'un sayesinde, yeni mahallemiz hakkında birçok yeni seyler ögrendim. Bu
evler arasında, böylesine korkunç sefaletlerin gizli kalabilecegi aklımın
ucundan bile geçmemisti. Elbette bunun nedeni, hayır is-
leriyle ilgim olmamasıydı. Ernest bu tür yardımların ise yaramayacagını,
sefaletin bir ülsere benzedigini, yardımlarla agrının azaltı-lamayacagım,
kökünden kazınması gerektigini söylüyordu haklı olarak. Onun önerdigi reçete
basitti: _sçiye emeginin ürününü ve isbasında saçlarını agarttıktan sonra,
emekli maası vermek. Bunlar olsa, sokakta dilenen kalmayacaktı. Bu düsüncenin
dogruluguna kesin olarak inandıktan sonra, ben de devrim için çalısmaya
baslamıstım. Toplumun birtakım yaralarını onarmak için, zamanımı bos yere
harcamıyordum, çünkü bozuk düzen baska bir yerde aynı yarayı yeniden açıyordu.
Piskopos'un pesinden yürüdüm. On iki adım uzunlugunda, on adım genisliginde bir
odaya girdim. Ufak tefek, yaslı, altmıs dört yasında oldugunu sonradan
Piskopos'tan ögrendigim bir Alman kadın vardı. Beni görünce sasırdı, ama yine de
gülümseyerek basıyla selam verdi. Bu arada dizlerinin üstündeki pantolonu
onanyordu. Yerde, kadının ayaklarının dibinde, daha bir yıgın pantolon vardı.
Piskopos yakacak kalmadıgını görünce, almaya gitti.
Yerdeki pantolonlardan birini aldım ve yaptıgı ise baktım.
"Altı sent, bayan," dedi kadın. Bir yandan dikiyor, bir yandan da gülümseyerek
basını sallıyordu. Yavasça, ama bir an bile ara vermeden dikiyor, dikiyordu.
Sanki bu kadıncagızın hayattaki tek düsturu, "dikmek"ti.
"Bütün bir pantolona?" diye sordum. "Bu-
nu mu ödüyorlar? Bir pantolonu ne kadar zamanda bitiriyorsunuz?"
"Evet," diye cevap verdi, "bütün verdikleri para bu; her isi biten pantolon için
altı sent. Birini bitirmek iki saatimi alıyor. Ama patron bunu bilmez," diye
ekledi telasla, sıkıntısı oldugunu göstermekten utanır gibi. "Yavas çalısıyorum.
Ellerim romatizmalı. Kızlar çok daha hızlı çalısıyor. Bir saatte bitiriyorlar.
Patron iyi bir insan. Yaptıgım isi eve getirmeme izin veriyor. Artık yaslandım,
makinelerin gürültüsünden rahatsız oluyorum. Patron bu iyiligi yapmasaydı, simdi
açlıktan ölmüstüm.
"Evet, atölyede çalısanlar parça basına sekiz sent alırlar. Ama elden ne gelir?
Gençler için bile yeterli is yok. Bu durumda yaslıların hiç sansı kalmıyor.
Genellikle bir pantolon verirler, kimi zaman da, bugün oldugu gibi, sekiz
tanesini birden verirler. Bunları bir günde bitirip teslim etmeliyim."
Ona günde kaç saat çalıstıgını sordum, mevsimine göre degistigini söyledi.
"Yazın, siparisler artınca, sabahın besinden aksamın dokuzuna kadar çalısırım.
Ama kıslan burası çok soguk olur. Ellerimin donmasını önleyemem. O zaman daha
geç saatlere kadar, bazen gece yarısına kadar çalısmam gerekir.
"Evet, bu yaz is bereketsiz oldu. Geçim sıkıntısı arttı. Tanrı öfkelenmis
olmalı. Patron bütün bir hafta için yalnızca tek pantolon verdi. _s olmayınca,
ekmek de olmaz diyen dogru söylemis. Ama ben alısıgım. Zaten ha-
yat boyu dikis diktim. Eskiden memleketimde, simdi de otuz üç yıldır burada, San
Fran-cisco'da.
"_nsan kirasını ödeyince gerisi kolay. Ev sahibi çok iyi bir insan, ama kirasını
her ay vermek gerekir. Haklı da. Bu oda için benden topu topu üç dolar alıyor.
Hiç de pahalı sayılmaz. Ama ben yine de her ay üç dolan bile bulup bulusturmakta
zorluk çekiyorum."
Sustu, basını sallaya sallaya dikis dikmeye devam etti.
"Paranızı dikkatli harcamalısmız," dedim.
Onaylayan bir bas hareketi yaptı.
"Kirayı verdikten sonra gerisi kolay. Et alamıyorum elbette. Kahveni de sütlü
içemezsin. Ama her gün bir ögün, hatta bazen iki ögün yemek yiyebiliyorum."
Bu son sözleri bir çesit gururla söylemisti. Ama sessizce dikisine devam
ederken, iyilik okunan gözlerinin hüzünlendigini ve dudak-lannın sarktıgını fark
ettim. Bakısları dalıp gitmisti, gözleri dolmustu, eliyle gözyaslannı sildi,
dikis dikmesine engel oluyordu.
"Hayır, insanı asıl üzen açlık degil." diye açıkladı. "_nsan zamanla açlıga
alısıyor. Ben kızım için aglıyorum. Onu makine öldürdü. Çok çalısıyordu, ama
anlayamıyorum. Öylesine güçlü kuvvetliydi ki. Gençti, daha kırk yasındaydı.
Üstelik otuz yıldır çalısıyordu. Küçücük bir kızdı ise basladıgında, dogru, ama
kocam ölmüstü. Fabrikada kazan patlamıstı. Elimizden ne gelirdi. O zamanlar on
yasındaydı, ama yasına göre çok kuvvetli bir kızdı. Makine öldürdü onu. Evet
öldürdü. Makine
öldürdü onu. Atölyede ondan daha hızlı çalısan hiç kimse yoktu. Bunu çok
düsündüm, çok, gece gündüz... Bu yüzden simdi atölyeye adım atamam. Dikis
makineleri basımı döndürüyor ve bütün gün sanki bana, 'Öldürdüm onu! Öldürdüm
onu!' diyor. Hemen aklıma kızım geliyor, elim ayagım duruyor."
Feri kaçmıs gözleri yine nemlenmisti, dikisine devam edebilmek için gözyaslarını
yeniden silmek zorunda kaldı.
Piskopos'un, merdivenleri zorlukla tırmanan ayak seslerini duydum, hemen kosup
kapıyı açtım. Görülecek bir haldeydi! Sırtına yarım torba kömür yüklemis, onun
üstüne de bir kucak odun koymus, merdivenleri tırmanmaya çalısıyordu. Yüzü gözü
kir içindeydi ve yorgunluktan terler, derecikler halinde sakaklarından
süzülüyordu. Çuvalı sobanın yanında sırtından attı ve kaba dokunmus bir mendille
yüzünü kuruladı. Gözlerime inana-mıyordum. Piskopos'un bir kömürcü gibi eli yüzü
kapkaraydı. Bir isçinin giyebilecegi cinsten ucuz bir gömlek vardı sırtında (en
üstteki dügmesi kopmustu) ve eski püskü bir isçi tulumu. Bu görünüste en garip
olan sey, paçaları sökülmüs, topuklarına düsen ve kalçasının üstünde mesin bir
kemerle tutturulmus pantolonuydu.
Piskopos üsümüyordu, ama yaslı kadının zavallı siskin elleri soguktan
tutmuyordu. Piskopos sobayı yaktı, ben de patatesleri soyup kaynattım, sonra
kadını bıraktık, çıktık. Zamanla, bu kadın gibi daha beter durumda birçok insan
oldugunu ve çevremdeki evlerin
korkunç karanlıgında, bu insanlardan yüz-lercesinin yasadıgını ögrendim.
Eve döndügümüzde Ernest'i, geciktigim için beni merakla bekler bulduk.
Bulusmalarının ilk heyecanı geçtikten sonra Piskopos sandalyenin arkalıgına
yaslandı, tulumlu bacaklarını uzattı ve derin, rahat bir soluk aldı. Ortadan
kayboldugundan beri eski dostlarından ilk kez bizi görüyordu ve aradan geçen
haftalar süresince epey yalnızlık çekmis olmalıydı. Bize pek çok seyler anlattı,
ama en çok, kutsal efendisinin buyruklarını yerine getirirken duydugu sevinçten
söz etti.
"Simdi gerçekten," dedi, "onun kuzularını besliyorum. Büyük bir ders aldım.
_nsanın midesi bos oldukça ruhunun düzelmesinin de imkânsız oldugunu artık
anladım. Kuzular ekmek, yag, patates ve etle beslenmek ister. Ancak bundan sonra
ruhları acıkacak ve o ruhlara süzme, degerli bilgiler verilecektir."
Pisirdigim yemegi büyük bir istahla yedi. Eski evimizde onu hiç böylesine
istahlı görmemistim. Bunu kendisine söyledigimde, hayatı boyunca, simdi oldugu
kadar saglıklı olmadıgını söyledi.
"Simdi her yere yürüyerek gidiyorum," dedi ve birden sanki bagıslanmaz bir
suçmus gibi, konforlu arabalarda yolculuk yaptıgı zamanlan hatırlayınca yüzü
kızardı.
"Bu yüzden saglıgım daha iyi," diye ekledi hemen. "Ve çok mutluyum, gerçekten,
tam anlamıyla mutluyum. Sonunda, takdis edilmis bir ruh oldum."
Ama yüzünde bir hüzün okunuyordu,
çünkü dünyanın bütün acılarını yüreginde hissetmeye baslamıstı. Hayatı bütün
çıplaklıgıyla görüyordu ve gördügü, kitaplıgını dolduran kitaplardan ögrendigi
hayata hiç benzemiyordu.
"Ve bütün bu olup bitenlerin tek sorumlusu sizsiniz, genç adam," dedi Ernest'e
dogrudan dogruya.
Ernest utandı, ne diyecegini bilemedi.
"Ben... ben sizi uyarmıstım," diye kekeledi.
"Hayır yanlıs anlamayın," diye cevap verdi Piskopos. "Sizi suçlamıyorum,
minnettarım. Bana yolumu gösterdiginiz için size tesekkür etmeliyim. Hayatın
kuramlarından çıkmamı saglayıp, bana hayata giden yolu gösterdiniz. Beni
gerçeklerden uzaklastıran perdeyi kaldırdınız, karanlık dünyama ısık tuttunuz,
artık ben de ısıgı görebiliyorum. Ve çok mutluyum, yalnız..." Bir an sustu,
ikileme düstü, gözlerini korku bürüdü. "Yalnız önüme engeller çıkıyor. Kimseye
herhangi bir kötülügüm dokunmuyor. Beni neden rahat bırakmıyorlar ki? Ama önemli
olan bu degil, bu takibin korkunçlugu. _sterlerse kamçılayarak derimi yüzsünler,
ateste yaksınlar, bas asagı çarmıha gersinler, razıyım, ama o akıl hastanesini
düsündükçe kanım donuyor. Bir düsünsenize! Ben, benim gibi bir adam, akıl
hastanesinde! _nsanı isyan ettirir. Sanatoryumda öyle seyler gördüm ki, hastalar
dehset içinde. Düsündükçe kan beynime sıçrıyor. Hayatımın geri kalanını uluyan
insanlar arasında, vahset içinde hapsedilmis olarak tamamlamak istemem. Hayır!
Hayır! Buna dayanamam!"
Acmacak bir haldeydi. Geçirdigi kâbusu gözünün önünde canlandırınca elleri
titremeye, vücudu ürpererek kasılmaya basladı, ama bir anda kendini topladı.
"Özür dilerim," dedi. "Sinirlerim çok zayıfladı, ondan böyle oluyor. Ama Tanrım
nereyi kısmet etmisse sonum orada olsun. Ben kim oluyorum da yazgımdan
yakınıyorum?"
Ona bakarken içimden, "Büyük Piskopos! Hey kahraman! Tann'nın kahramanı!" diye
avazım çıktıgı kadar bagırmak geçiyordu.
Aksam boyunca yaptıkları hakkında durmadan bize bilgi verdi.
"Evimi, daha dogrusu evlerimi sattım, neyim var neyim yok hepsini sattım. Bu isi
gizli yapmak zorunda oldugumu biliyordum, yoksa varımı yogumu alacaklardı.
Bu da benim için korkunç bir sey olurdu. _ki ya da üç yüz bin dolarla ne kadar
çok patates, ekmek, et, kömür ya da odun alınabilecegini hesaplayarak bazen
sevinçten uçuyorum." Ernest'e döndü. "Haklıymıssınız, genç adam. Emege,
gerçekten degerinin çok altında para ödeni-yormus. Ömür boyu ikiyüzlü insanlara
kuru kuruya nasihat etmekten baska hiçbir emek harcamadım. Üstelik sözlerimin
bir ise yaradıgını, Tann'ya yardımcı oldugumu sanıyordum. Hiçbir is yapmıyor,
bunun karsılıgında yarım milyon dolar alıyordum. Bununla ne kadar erzak
alınabilecegini ögrenene kadar, bu paranın gerçek degerini anlayamamıstım. Sonra
bir sey daha anladım; bunca patates, ekmek, tereyag, bunca et benim ve ben
bunları elde etmek için hiç çalısmamısım. Nerden
geliyor bunlar? Baska birisi çalıstı, bunları üretti ve ben onu soydum. _ste
bunu anlayınca, kalktım, yoksulların arasına geldim, soyulmus insanları ve
soyuldukları için aç ve perisan olan insanları buldum."
Esas hikâyesine dönmesini istedik.
"Parayı mı ne yaptım? Onu, degisik bankalara ayrı ayrı isimlerle yatırdım. Artık
paramı elimden alamazlar, çünkü bu oyunumu fark etmeleri olanaksız. Bu parayla o
kadar çok yiyecek alınıyor ki! Eskiden paranın ne ise yaradıgının farkında bile
degildim."
"Bir kısmını propaganda için kullanabil-seydik," dedi Ernest, "çok iyi olurdu."
"Öyle mi dersiniz? Ben siyasete inanmıyorum. Daha dogrusu, korkarım siyasetten
hiç anlamıyorum."
Ernest böyle konularda çok hassastı. Önerisini tekrarlamadı. Oysa Sosyalist Parti'nin
kasası bostu.
"Kirası ucuz evlerde yasıyorum," diye devam etti Piskopos. "Ama yakalanırım
korkusuyla aynı yerde uzun zaman kalmıyorum. Ayrıca, kentin degisik
mahallelerinde iki oda daha tuttum. Evet, biliyorum bu gereksiz bir harcama, ama
kosullar bunu gerektiriyor. Yemegimi evde yaparak, arada bir üçüncü sınıf
lokantalara giderek harcamalarımı en aza indirmeye çalısıyorum. Bu arada yeni
bir sey kesfettim. Tamale,* aksamlan hava sogudugunda insana çok iyi geliyor.
Yalnız biraz pa-
* Bir Meksika yemegi. O günlerin edebiyatında adına sık sık rastlanıyor. Çok
baharatlı oldugu söylenir. Ama bu yemegin tarifi günümüze kadar gelmemistir.
halı. Sonra on sente üç kap yemek veren bir yer buldum, çok iyi degil ama
insanın içini ısıtıyor.
"Böylece dünyada yapacagım isi buldum. Bunu size borçluyum genç adam. Tann'nın
isini yapıyorum." Bana baktı ve gözleri parladı. "Beni Tann'nın kuzulannı
beslerken yakaladınız. Elbette bu sırrı ikiniz de saklayacaksınız."
Bunlan kayıtsız bir tavırla söylüyordu ama sözlerinin arkasında gerçek bir
korkunun varlıgı belli oluyordu. Aynlırken bizi tekrar görmeye gelecegine dair
söz verdi. Ama bir hafta sonra gazetelerde zavallı Pisko-pos'un basına gelen
felaketi okuduk: More-house, Napa Akıl Hastanesi'ne kapatılmıstı ve az da olsa
kurtulma umudu vardı. Onu görmeye çalıstık. Yeniden doktor kontrolun-dan geçmesi
ya da bir arastırma yapılması için harcadıgımız bütün çabalar bosa çıktı.
Saglıgından bütünüyle umutsuz olmadıklarını belirten bastan savma sözlerden
baska bir sey ögrenemedik.
"_sa, zengin insanlara vannı yogunu sat-malannı buyurmustu," diyordu Ernest
üzülerek. "Piskopos bu buyruga uydu ve akıl hastanesine kapatıldı. _sa'dan bu
yana çok sey degisti. Vannı yogunu yoksula veren zengine, simdi deli gözüyle
bakıyorlar. Sorgu, soru yok. Söz toplumundur."
GENEL GREV
1912 yılı sonbaharında yapılan ve sosyalist partinin zaferiyle sonuçlanan
seçimlerde, Ernest milletvekili seçildi. Sosyalist Parti'nin oylarının kabarık
olmasında en büyük etkenlerden biri, Hearst'ün* yok olmasıydı. Plütok-rasiye
göre bu hiç de güç olmadı. Çesitli gazetelerini çıkarmak, Hearst'e yılda on
sekiz milyon dolara mal oluyordu ve bu miktarı, hatta daha da fazlasını orta
sınıftan ilan bedeli olarak geri alıyordu. Mali gücünün kaynagı, bütünüyle orta
sınıfın sırtına yüklenmisti. Tröstler ilan vermiyordu.** Hearst'ü yok etmek
için, ilanları kesmek yeterliydi.
William Randolph Hearst: Ülkenin en etkili gazete sahibi, California'lı genç bir
milyoner. Gazeteleri bütün büyük kentlerde basılır ve yok olmakta olan orta
sınıfla proleteryaya seslenirdi. Öyle büyük sayıda taraftar kitlesi yaratmıstı
ki, eski Demokrat Parti'nin bos kabugunu sahiplenmeyi basardı. _stisnai bir
görüs tasıyor; kısır bir sosyalizmle biçimsiz bir küçük burjuva kapitalizmini
ögütlüyordu. Bu, yagla suyun karısımı gibi bir seydi ve basarılı olma sansı
yoktu. Yine de kısa bir süre. plütokratlar için ciddi bir endise kaynagı
olmustu. 1 O paldır küldür yasanan dönemde, ilan ücretleri sasılacak derecede
yüksekti. Yalnızca küçük kapitalistler ragbet ettigi için yalnızca onlar ilan
verirlerdi. Tröstün oldugu yerde rekabete yer yoktu, zaten tröstlerin reklam
yapmasına gerek de yoktu.
Orta sınıfın tamamı ortadan kalkmamıstı. Saglam iskeleti hâlâ duruyordu, ama
gücü kuvveti yoktu. Hayatını devam ettirebilen küçük imalatçılar ve küçük
isadamları, tamamen plütokrasinin merhametine kalmıs bir durumda yasıyorlardı.
Bunların kendilerine ait ekonomik ya da siyasal güçleri yoktu. Plütokrasinin
emrini alır almaz, Hearst'ün gazetelerine verdikleri ilanı anında kestiler.
Hearst yigitçe savastı, kahramanca mücadelesini sürdürdü. Her ay bir buçuk
milyon dolar zararı cebinden ödeyerek, gazetelerini çıkarmaya ve ilanları para
almadan yayımlamaya devam etti. Plütokrasinin yeni bir buyruguyla, küçük
isadamlarıyla küçük imalatçılar Hearst'ün gazetelerine mektuplar yagdırarak,
bedavadan da olsa ilanların basılmama-sını istediler. Ama o direnerek ilanları
yayımlamayı inatla sürdürdü. Sonunda adli yetkililerden birçok uyan aldı, ama
boyun egmedigi için, "mahkemeye saygısızlık" diye bir suç uydurulup altı ay
hapis cezasına mahkûm edildi. Ardından tazminat davaları basladı. Hiç sansı
yoktu. Plütokrasi onu ölüme mahkûm etmisti ve bu kararını uygulamak için
mahkemeleri de elinde tutuyordu. Hearst'ün yıkılmasıyla, onun daha dün elde
ettigi Demokrat Parti de onunla birlikte yok oldu.
Hearst'ün ve Demokrat Parti'nin yok olmasıyla, bu partinin üyeleri için
yapılacak iki sey vardı; biri, Sosyalist Parti'ye geçmek; öteki ise Cumhuriyetçi
Parti'ye oy vermek. Hearst'ün sözüm ona sosyalist olan propagandasının
meyvelerini, böylece biz toplamıs ol-
duk. Parti taraftarlarının büyük çogunlugu bizim saflarımıza katılmayı yegledi.
Aslında, mallan mülkleri ellerinden alınmıs olan çiftçiler de bizim oyların
kabarmasında rol oynayabilirlerdi. Ne var ki bunlar, o sırada kısa ömürlü Grange
Partisi'ni kurmuslardı. Ernest ve diger sosyalist liderler, çiftçilerle bir
araya gelmek için umutsuzca çırpındılar, ama sosyalist basının ve yayınevlerinin
yok edilmis olması ellerini kollarını baglıyordu. Bu sırada agızdan agıza
yapılan propaganda yeterince gelismis degildi. _ste Bay Calvin gibi, eskiden
köylü olan ve mallarını kaybetmis politikacılar, köylülere yanastılar ve onların
siyasi gücünü yeni bir propaganda içinde harcadılar.
"Zavallı çiftçiler," dedi Ernest gülerek. "Tröst onları avucunun içine aldı."
Durum çiftçiler için gerçekten dedigi gibiydi. Tam bir uyum içinde bas basa
veren yedi büyük tröst, artı degerlerini birlestirerek bir çiftlik karteli
kurmustu. Tasıma ücretlerini düzenleyen demiryolları ve fiyatları düzenleyen
borsa, uzun bir süredir çiftçileri sömürmekteydi ve çiftçiler gırtlaklarına
kadar borç içindeydiler. Öte yandan bankerler ve tröstler de çiftçilere büyük
miktarlarda kredi açmıslardı. Artık çiftçiler aga yakalanmıstı, geriye sadece
agı sudan çekip çıkarmak kalmıstı. Bu isi de yeni kurulan çiftlik tröstü
yüklendi.
1912 yılının zor günleri, tarım ürünleri pazarlarına korkunç bir darbe
indirmisti. Fiyatlar planlı bir sekilde düsürülüyor, sonuçta bütün isler
çiftçilerin iflasına kadar gidiyordu.
Bu arada demiryolları da tasıma ücretlerine, çiftçilerin belini kırmak için
görülmemis miktarda zam yapmıstı. Böylelikle köylüler eski borçlarını
ödeyemeyecek bir durumdayken, yeni borçların altına girdiler. Derken ipotekler
ve hisse senedi satısları basladı. Çiftçiler düpedüz çiftlik tröstüne teslim
oldu ve toprak sahibi olmaktan çıkıp tröst hesabına kâhya, isçibası ya da
sıradan ırgat olarak ücret karsılıgında çalısmaya basladılar. Simdi hepsi de
köle olmustu, kısacası bundan böyle hayatlarını sürdürmeye yetecek kadar ücretle
çalısan birer serttiler. Sahiplerini terk edemezlerdi, çünkü orada da bu
sahipler plütokrasiyi olusturuyorlardı. Baska çıkar yol yoktu, topraklarını
bırakıp serseri olmaktan baska çare yoktu. Bu yeni basladıkları hayatta,
analanndan emdikleri süt burunlarından getirildi. Serserilere karsı, agır
yasalar çıkarılmıs ve acımasızca uygulanmaya baslanmıstı.
Elbette, bu arada özel durumları sayesinde mallarını elinden çıkarmayan tek tük
çiftçi, hatta tarım birlikleri vardı. Ama sayılan çok azdı, nasılsa ertesi yıl
onlar da tröstlerin egemenligi altına girdiler.*
Roma köylüleri, Amerikalı çiftçi ve küçük kapitalistlerden çok daha yavas bir
hızla yok edilmislerdi. Ama yirminci yüzyılda hız vardı, eski Roma'da ise bu hız
hemen hemen hiç yoktu.
Topraklarına çılgınca baglı olan çiftçiler, gerektiginde canavar
kesilebileceklerini göstermek istemisler, her türlü pazar alısverisini
durdurarak mallarının elinden alınmasını engellemeye çalısmıslardı. Hiçbir sey
satmıyor, hiçbir sey satın almıyorlardı. Aralarında ilkel bir takas sistemi
kurmuslardı. Sıkıntıları ve güçlükleri çok büyüktü, ama dayandılar. Bu,
dayanısma sonunda, tarihin sayılı hareketlerinden biri oldu. Bu yenilgileri,
kendilerine özgü, mantıklı ve basit olmustur. Hükümeti
1912 sonbaharının sonlarında, Ernest'ten baska bütün sosyalist liderler,
kapitalizmin sonunun geldigine karar vermislerdi. Zor günler yasanıyor, sonsuz
bir issizler ordusu giderek büyüyor, orta sınıf ve çiftçiler ortadan kalkıyor,
bütün isçi sendikaları birbiri ardına yenilgiye ugruyorlardı. Sosyalistler,
"plütok-rasinin sonu geldi" diye avunuyorlar, plütok-rasiye meydan okuyorlardı.
Düsmanlarımızın gücünü ne kadar da küçümsüyormusuz meger! Hemen her yerde
sosyalistler durumun saglıklı bir degerlendirmesini yaptıktan sonra, gelecek
seçimlerde sandıktan büyük bir çogunlukla çıkacaklarını bas bas bagırıyorlar,
böylece zayıflıklarını, bilmedikleri zayıflıklarını açıklamıs oluyorlardı.
Plütokrasi bu meydan okumayı kabul etti. Düsünüp tasınarak bize öyle sert bir
samar attı ki, gücümüzü parçalayarak bizi yenilgiye ugrattı, gizli ajanlarını
halkın arasına sokarak, sosyalizmin tanrıtanımaz bir görüs oldugu düsüncesini
yaydı. Basta Katolik Kilisesi olmak üzere bütün kiliseleri öne sürüp, bir kısım
emekçi oyunun bizden kopmasını sagladı. Yine gizli ajanları aracılıgıyla yok
olan bir partiyi, Grange Partisi'ni güçlendirdi, kentlerde ve bütünüyle
kaybolmakta olan orta sınıf arasından bu partiye oy sagladı.
Bununla birlikte, sosyalistler seçimi kadenetimleri
altında tutan plütokrasi, vergilerini artırdı. Bu en zayıf
noktalarıydı. Ne alım ne de satım yapmadıklarından paraları da yoktu ve sonunda
vergilerini ödemek için topraklarını satmak zorunda kaldılar.
zandı. Ama, yasama organlarında çogunlugu almak, belli baslı güçleri ele
geçirmek yerine, kendimizi azınlıkta bulduk. Adaylarımızın ellisi meclise
girebilmisti ama 1913 ilkbaharında koltuklarında yerlerini aldıkları zaman
hiçbir yetkiye sahip olmadıklarını fark ettiler. Ama ne de olsa Grange
Partisi'nden daha sanslıydılar; çünkü Grange Partililer bir düzine kadar eyalet
valiligini aldılar ama onlar da koltuklarına oturamadılar. Çünkü eski valiler
emekliye ayrılmayı reddettiler. Yasama organları, oligarsinin elindeydi.
Mahkemeye basvursalar da sonuç degismeyecekti. Ama simdi bu olayları bırakıp,
1912 kısının fırtınalı günlerinden söz etmeliyim:
Ülkede yasanan zor günler, tüketimin büyük ölçüde düsmesine yol açmıstı, issiz
ve parasız olan emekçilerin satın alma güçleri kalmamıstı. Bunun sonucunda,
plütokrasi her zamankinden daha çok artı ürünle kalakaldı. Bu ürünleri yurt
dısına satmak ve ayrıca dev girisimlerine para bulabilmek için yeni kaynaklar
yaratmak zorundaydı. Bu artı ürünü dünya piyasasına satmak için gösterdigi
cüretkâr gayret, Almanya'yla arasının açılmasına neden oldu. Ekonomik
çatısmaların ardından, genellikle silahlı çatısmalar gelir, bu da öyle oldu.
Büyük Almanya'nın savasçı imparatoru savasmak için hazırlandı, Birlesik
Devletler de aynısını yaptı.
Ortalıkta savas bulutlan dolasıyordu. Bir dünya felaketi yaratmak için gereken
her sey hazırdı, çünkü dünyanın her yanında zor günler yasanıyordu,
emekçilerin ezilmeleri,
yok olan orta sınıflar, issiz orduları, dünya pazarındaki ekonomik çıkar
çatısmaları ve sosyalist devrim olacagı söylentileri vardı.*
Oligarsi, Almanya'yla savasa girmek istedi. Bunun birçok nedeni vardı: Savas
gibi, korkunç bir kargasa doguracak olayların içinde, uluslararası haritaların
yeniden düzenlenmesinde ve yeni anlasmalarla ve ittifaklarla çok sey
kazanacagını hesaplamaktaydı. Üstelik bu düsmanlık döneminde savasmak, gerek
ulusal ürün fazlalıgının büyük bir bölümünü tüketmek, bütün ülkeleri tehdit eden
issizler ordusunu sayı bakımından azaltmak, gerekse oligarsiyi rahatlatmak,
büyük tasarılarını olgunlastırmak ve gerçeklestirmek olanagını doguruyordu.
Böyle bir sa-
1 Bu söylentiler uzun bir süre devam etti. Daha M. S. 1906'larda bir _ngiliz
olan Lord Avebury, Lordlar Kama-rası'nda sunları söylemisti: "Avrupa'daki
huzursuzluk, sosyalizmin yayılması ve anarsizmin ugursuz yükselisi, hükümetlere
ve yönetici sınıflara Avnıpa'daki isçi sınıfının durumunun artık dayanılmaz hale
geldigine dair bir uyandır. Eger bir devrim önlenmek isteniyorsa, isçilerin
ücretlerinin artırılması, çalısma saatlerinin kısaltılması ve ihtiyaç
maddelerinin Jiyatlarının düsürülmesi yolunda bazı gerekli adımlar atılmalıdır."
Lord Avebury'nin konusmasını yorumlayan, borsa oyuncularının gazetesi The Wall
Street Journal söyle yazıyordu: "Bu sözler bir aristokrat ve bütün Avrupa'nın en
muhafazakâr gövdesinin bir üyesi tarafından söylenmistir. Bu sözlerin bu kadar
önemli olmasının nedeni de budur. Bu sözler birçok kitapta bulunabilecek politik
ekonomiden çok daha fazlasını içermektedir ve bir uyarı havası vardır. Deniz ve
kara ordusu komutanları, dikkatli olun!" Aynı zamanda, Amerika'da Harper's
Weekly dergisinde yazan Sydney Brooks söyle yazıyordu: "Washington'da
sosyalizmden söz edildigini duyamazsınız. Neden duya-sınız ki? Politikacılar bu
ülkede burunlarının dibinde neler olup bittigini görebilecek son insanlardır.
Söyle bir kehanette bulundugumda, gelecek baskanlık seçimlerinde sosyalistlerin
bir milyondan daha fazla oy alacagını söyledigimde benimle alay edecekler."
vas, oligarsinin dünya pazarına hâkim olmasına yarayacaktı. Ayrıca, böyle bir
savas sonradan da islerine yarayacak bir ordu yaratacaktı. Yine ayrıca, halkın
kafasında "Oligarsiye karsı Sosyalizm" anlayısının yerini "Almanya'ya karsı
Amerika" alacaktı.
Sosyalistler olmasaydı, savas bütün bunları gerçekten yapabilecekti. Batılı
liderlerin gizli toplantısı, bizim Pell Caddesi'ndeki dört küçük odamızda
yapıldı ve öncelikle sosyalistlerin alacagı tavır konusuldu. Bu, savasa ilk
karsı çıkısımız degildi* ama bu karsı çıkısı daha önce Birlesik Devletler'de
yapmamıstık. Dört gizli toplantıdan sonra, ulusal örgütlerle haberlestik ve kısa
bir süre sonra, Uluslararası Büro'yla aramızda Atlantik üstünden sifreli
telgraflar gidip gelmeye basladı.
Alman sosyalistleri bizimle birlikte hareket etmeye hazırdılar. Sayılan bes
milyon kadardı. Alman ordusunun büyük bir bölümü sosyalistlerden olusuyordu ve
isçi sendikalarıyla da yakın iliski içindeydiler. _ki ülkenin sosyalistleri
savasa karsı olduklarını ilan ederek savas oldugu takdirde genel greve
gidecekleri tehdidinde bulundular ve bu arada, genel grev hazırlıklarına
basladılar. Dahası,
M. S. yirminci yüzyılın ta baslarında, sosyalistlerin uluslararası örgütü,
savasa iliskin uzun süreli politikalarını saptamıslardı. Doktrinleri özetle
söyleydi: "Bir ülkenin isçileri, bir baska ülkenin isçileriyle kapitalist
efendilerinin çıkan için neden savassınlar?" M. S. 21 Mayıs 1905'te, Avusturya
ile _talya arasında savas tehlikesi ortaya çıktıgında, _talya, Avusturya ve
Macaristan'ın sosyalistleri Trieste'de bir konferans yaptılar ve savas ilan
edilirse her iki ülkenin isçilerinin genel greve gidecegi tehdidinde bulundular.
Aynı sey, ertesi yıl da, "Fas Olayı" Fransa'nın, Almanya ve _ngiltere'yi savasa
sokmaya hazırlandıgında tekrarlandı.
bütün ülkelerdeki devrimci partiler, halka, bütün felaketlerde, kendi
ülkelerinde ayaklanma ve devrim olsa bile, uluslararası bansın korunması
gerektigini yayıyorlardı.
Genel grev, Amerikan sosyalistlerinin kazandıgı tek büyük zaferdi. 4 Aralık'ta
Amerikan elçisi Almanya'nın baskentinden geri çekildi. Aynı gece bir Alman
filosu Honolulu'ya saldırarak, üç Amerikan kruvazörünü ve bir gümrük botunu
batırdı, kenti bombaladı. Ertesi gün hem Almanya, hem de Birlesik Devletler
savas ilan etti ve bu olaylann üzerinden daha bir saat bile geçmeden her iki
ülkenin sosyalistleri genel grevi baslattılar.
Tarihte ilk defa bir Alman savas ilahı, kendi imparatorluklannın devamını
saglayan insanlarla karsı karsıya geliyordu. Bu insanlar olmaksızın
imparatorlugunu devam ettiremezdi. Sasırtıcı olan da bu isyanlann bansçı
olmasıydı. Kavga etmiyor, hiçbir sey yapmıyorlardı ve hiçbir sey yapmayarak
diktatörlerinin ellerini kollannı baglamıslardı. Diktatörler, savas köpeklerini,
baskaldıran prole-teryanın üstüne salmak için dört gözle fırsat kolladılar, ama
böyle bir fırsat çıkmadıgından köpekleri salamadılar. Ordusunu da savasa
gönderemedi, direnenleri durdurmak için elinden bir sey gelmiyor, imparatorlugun
tek bir tekerlegi dönmüyordu, ne trenler çalısıyor, ne telgraflar gidip
geliyordu, çünkü bütün diger emekçiler gibi tren isçileri ve telgrafçılar da
greve katılmıstı.
Amerika'da da olaylar aynı Almanya'daki gibi gelisti. Örgütlü emek sonunda
dersini al-
mıstı. Kendi seçtikleri alanda yenik düsünce, alanı terk edip, sosyalistlerin
siyaset arenasına geçtiler. Çünkü genel grev, siyasal bir grevdi. Ayrıca,
örgütlü emek öylesine agır bir darbe yemisti ki, kaybedecek hiçbir seyi yoktu.
Çaresizlik içinde genel greve katıldı. Aletlerini bir kenara atan milyonlarca
insan islerini bıraktı. Bunların arasında özellikle makine isçileri,
örgütlerinin darmadagın edilmesinden sonra kinle bilenmis bakıslarıyla, göze
çarpıyorlardı. Onlar da kalkmıs, maden isçileriyle birlikte greve katıldılar.
Sıradan isçiler ve örgütlenmemis emek bile isi bırakmıstı. Grev her seyi
öylesine baglamıstı ki, hiç kimse çalısamıyordu. Bu arada, kadınlar da grevin en
güçlü destekleyicisi olduklarını kanıtlayarak savasa karsı olduklarını
belirttiler; çünkü kocalarının savasa gidip ölmesini istemiyorlardı. Bir süre
sonra genel grev düsüncesi halka mal olmustu, karikatürlere bile konu oldu ve
bundan sonra salgın bir hastalık gibi her tarafa yayıldı. Çocuklar bile
okullarda grevdeydiler, ders yapmak için gelen ögretmenler sınıfları bos
buluyorlardı ve sonuçta genel grev, büyük bir ulusal piknik halini aldı.
Emekçilerin böylesine bir dayanısma içinde oldugunu görmek, halkın hayal gücünü
de etkiliyordu. Ayrıca bu muhtesem eglence içinde cezalandırılma korkusu da
yoktu. Herkesin suçlu oldugu yerde, kim, nasıl cezalandırılacaktı?
Birlesik Devletler'de hayat felce ugramıstı. Hiç kimse ne oldugunu bilmiyordu.
Gazete çıkmıyor, mektuplar gidip gelmiyordu, sevki-
yat durmus, her bir topluluk, dünyayla arasında uçsuz bucaksız, balta girmemis
bir orman varmıs gibi dünyadan kopmustu. Hatta simdi dünya bile yoktu. Bu tuhaf
durum bir hafta sürdü.
Biz San Francisco'da, körfezin karsı kıyısında bile, Oakland'da ya da
Berkeley'de ne olup bittigini bilmiyorduk. Bu durum insanın üzerinde tuhaf,
bunaltıcı bir etki yapıyordu. Sanki çok yüce bir sey ölmüs, bir dogaüstü güç yok
olmus, ülkenin nabzı atmaz olmustu. Aslında ulus ölmüstü. Sokakta ne
tramvayların, kamyonların ugultusu, ne fabrika düdükleri, ne havadaki elektrik
tellerinin cızırtısı, ne at arabaları ne de gazetecilerin sesleri duyuluyordu.
Yalnızca, kayar gibi giden derin sessizligin içinde arada sırada yürürken bile
kararsız olan hayaletler gibi tek baslarına gezen insanlara rastlanıyordu.
Bu uzun, sessiz haftada oligarsiye dersi verilmisti. O da dersini iyi aldı.
Genel grev bir uyarıydı. Bir daha olmamalıydı. Ama oligarsi bunu önlemenin
çaresine elbette bakacaktı.
Haftanın sonunda, daha önceden kararlastırıldıgı gibi, Alman ve Amerikan
telgrafçıları islerinin basına döndüler. Onların aracılıgıyla her iki ülkenin
sosyalist liderleri, yöneticilere ültimatom verdiler. Ya savas durdurulacak ya
da genel grev devam edecekti. Hemen anlasma saglandı. Savas ilanları iptal
edildi ve her iki ülkenin halkları yeniden islerinin basına döndüler.
Barısın bu yolla saglanması, Almanya ile Birlesik Devletler arasında bir birlik
meydana
getirdi. Aslında yapılan bu anlasma, Alman _mparatoru ile Amerikan
Plütokrasisi'nin, ortak düsmanları olan ülkelerin devrimci prole-teryasına karsı
bir ittifak sözlesmesiydi. Daha sonra Alman sosyalistleri ayaklanıp imparatoru
iktidardan uzaklastırdıklarında, Amerikan plütokrasisi haince davranıp bu olaya
seyirci kalarak müttefikinin yardımına kosmadı. Zaten bu anlasmaya imzasını
koyarken oligarsi büyük rakibini dünya piyasasından silmenin yollarını arıyordu.
_mparator saf dısı kalınca, Almanya'nın dısarı satacak artı ürünü de
olmayacaktı. Çünkü sosyalist devletin geregi olarak, Alman nüfusu ürettiginin
tümünü tüketecekti. Kuskusuz ürünlerinden bazılarını, kendi üretmedigi mallarla
degistirecekti, ama bu tüketilmeyen ürün üretim fazlası olmayacaktı.
Oligarsinin Alman imparatoruna ihanetini ögrenince Ernest, "Oligarsinin kendini
temize çıkarmak için bir gerekçe hazırlayacagına inanıyorum. Her zaman oldugu
gibi en dogru biçimde hareket ettigine kendini inandıracaktır," dedi.
Dedigi de çıktı. Oligarsi kısa bir süre sonra, ulusal üretim artıgımızı dısarı
satmak için namussuz bir rakibi dünya piyasasından silmekle, Amerikan halkının
çıkarlarını gözettigini açıkladı.
"_sin en saçma yanı," diyordu Ernest, "kendi çıkarlarımızı bu budalaların
korumasını saglayacak kadar çaresiz olusumuz. Dısarıya daha çok mal satma
olanagı yarattılar, bu da demektir ki, biz daha az tüketmek zorundayız."
¦XIV* SONUN BASLANGICI
Daha Ocak 1913'te, Ernest olayların nasıl bir yol izleyecegini anlamıstı, ama
diger liderlere, kendi kafasında beliren Demir Ökçe tablosunu bir türlü
gösteremiyordu çünkü onlar kendilerine çok,fazla güveniyorlardı. Olaylar
gereginden büyük bir hızla son noktaya dogru ilerliyordu. Dünya iktisadi bir
bunalımın batagındaydı. Dünya piyasasının görünen efendisi Amerikan oligarsisi,
ellerinde ne tüketebilecekleri ne de satabilecekleri üretim fazlalıgı olan yirmi
kadar ülkeye kapılarını kapatmıstı. Bu ülkelerin yapacagı tek sey, düzenlerini
radikal bir revizyondan geçirmekti. Artı ürün üretme yöntemlerini bundan böyle
sürdüremezlerdi. Onlara göre, kapitalist sistem, içten içe çöküyordu.
Bu ülkelerin düzen degistirmesi, devrim biçimini aldı. Devir, kargasa ve dehset
devriydi. Kurumlar ve hükümetler her yerde yıkılıp gidiyordu. _ki ya da üç
ülkenin dısında, bir zamanların efendileri olan kapitalistler, varlıklarını
korumak için korkunç bir mücadeleye girismislerdi. Ama militan isçi sınıfı,
hükümetleri onlann elinden aldı. Sonunda Kari
Marx'ın klasik tezi dogrulanıyordu: "Kapitalist özel mülkiyetin ölüm çanı
çalıyor. Soyanlar, simdi soyulacaklar." Bir yerde kapitalist hükümet yıkılır
yıkılmaz, yerini hemen halk hükümetleri alıyordu.
"Neden Birlesik Devletler geride kalıyor?"; "Amerikan devrimcileri uyanın!";
"Amerika'ya neler oluyor?" Bu sözler, baska ülkelerdeki zafere ulasmıs isçi
kardeslerimizden bize gelen mesajlardı. Ama biz onlara yetisemiyor-duk. Çünkü
oligarsi yolumuzu kesmis, büyük bir canavarmki gibi büyük gövdesiyle yolumuzun
önüne set çekmisti.
"Baharda yönetimi ele geçirecegiz," diye cevap veriyorduk. "O zaman
göreceksiniz."
Bu cevabın arkasında aslında büyük sırrımız yatıyordu. Grange Partisi'ni
yanımıza çekmistik. Sonbaharda yapılan seçimlerde, kazandıkları on iki eyaletin
yönetimini baharda ele geçirecekler, hemen ardından halk hükümetleri kurulacak
ve bundan sonrası kolay olacaktı.
"Ama ya çiftçilerin bu yönetimleri ele geçirmeleri engellenirse?" diye soruyordu
Er-nest. Yoldasları onun bu sözlerini karamsarlık olarak adlandırıyorlardı.
Oysa kafasını kurcalayan en önemli sorun, bu köylülerin, eyaletlerde yönetimi
ele geçirmelerinde karsılasacakları engeller degildi. Asıl düsündügü sey, büyük
isçi sendikalarının dagılması ve yeni sosyal tabakaların dogması olanagıydı.
"Ghent, oligarsiye, bu yeni tabakanın nasıl olusturulacagını ögretti,"
diyordu Ernest.
fW
"Onun Hayırsever Feodalizm* kitabını baslarının ucundan ayırmadıklarına bahse
girerim."
Altı isçi lideriyle yaptıgı atesli bir tartısmanın ardından Ernest'in bana dönüp
sakin bir ses tonuyla, "Her sey bitti artık! Demir Ökçe kazandı. Sonumuz
göründü," dedigi o aksamı hiç unutmayacagım.
Evimizde yapılan bu küçük toplantı resmi degildi. Ama diger arkadaslarıyla görüs
birligine varan Ernest, isçi liderlerinden genel grevde adamlarını harekete
geçirmek için güvence istiyordu. Makine _sçileri Birligi Baskanı O'Connor, altı
lider arasında böyle bir garanti vermeye yanasmayanların basında geliyordu.
"Sizin o modası geçmis kısmi grev ya da boykot yönteminizin basarısızlıga
ugradıgını gördünüz," diye üsteledi Ernest.
O'Connor ve digerleri baslarını sallayarak onayladılar.
"Ama yapılan bir genel grevle neler yapılabilecegini gördünüz," diye devam etti
Ernest. "Almanya ile yapılacak savası durdurduk. Emegin gücü ve dayanısması
böylesine iyi bir sonuç vermemisti daha önce. Dünyayı emekçiler yönetebilir ve
yönetmelidir de. Eger bizimle birlikte davranırsanız, kapitalizmin krallıgına
bir son verecegiz. Bu sizin tek
Hayırsever Feodalizmimiz, M.S. 1902 yılında W. J. Ghent tarafından yayımlanan
bir kitabın adıdır. Oligarsi düsüncesini, büyük kapitalistlerin kafasına
Ghent'in soktugu konusunda her zaman ısrar edilmistir. Bu inanç Demir Ökçe'nin
üç yüz yıllık edebiyatına, hatta insanlann kardesligi çagının ilk yüzyılının
edebiyatına hâkim olmustur. Bugün daha akıllandık, bugünkü bilgilerimizle
Ghent'in bütün tarih boyunca, haksız yere suçlanan bir masum oldugunu inkâr
edemeyiz.
umudunuz. Dahası, bu isi ancak el ele vererek basarabilecegimizi de
biliyorsunuz. Baska çıkar yol yok. Eski yöntemlerinizi uygularsanız yenilmeye
mahkûmsunuz.* Her sey bir yana, mahkemeleri patronlar denetledigi için yenilmeye
mahkûmsunuz."
"Çok acele ediyorsunuz," diye cevap verdi O'Connor. "Siz bütün çözüm yollarını
bilmiyorsunuz. Bir baska çıkıs yolu daha var. Biz neyle karsı karsıya oldugumuzu
biliyoruz. Grevlerden bıktık usandık, zaten bizi yıpratarak yenilgiye
ugrattılar. Adamlarımızı bir defa daha sokaga dökmemize hiç gerek kalmayacak
sanırını."
"Peki nedir çıkıs yolunuz?" diye sordu Er-nest duygusuzca.
Mahkemelerin isçilere karsı verdigi kararlara asagıdaki örnekleri
gösterebiliriz. Kömür madeni çıkarılan bölgeler çocukları çalıstırmakla nam
salmıstı. M.S. 1905 yılında, isçiler, çocugun ise alınmasından önce, anne
babasının izninden ayrı olarak, çocugun yasının ve belli bir egitim geçirdiginin
belgeleriyle saptanması gerektigine iliskin bir yasayı kabul ettirmeyi
basarmıslardı. Ancak, Luzeme Mahkemesi, yasanın anayasaya aykırı oldugunu, bu
yasanın aynı sınıfın insanları arasında, yani on dört yasından büyük ve küçük
çocuklar arasında bir ayrım getirmekle, On Dördüncü Maddeyi ihlal ettigini öne
sürdü. Eyalet mahkemesi, bu iddiayı yerinde buldu. New York Mahkemesi, M. S.
1905 yılında, kadınlarla çocukların aksam saat dokuzdan sonra fabrikalarda
çalısmasını yasaklayan yasayı anayasaya aykırı buldu, bu karara gerekçe olarak
böyle bir yasanın bir 'sınıf yasası' oldugunu öne sürdü. Yine, o zamanın
fırıncıları çok fazla çalısıyordu. New York Eyaleti Yasama Meclisi, fırıncıların
çalısma saatlerini günde on saatle sınırladı. M. S. 1906'da Birlesik Devletler
Yüksek Mahkemesi, bu yasanın da anayasaya aykırı oldugunu açıkladı. Kararın bir
yerinde söyle deniyordu: "Fırıncıların çalısma saatlerini kısıtlayarak,
insanların özgürlügünü kısıtlamak ve özgürce sözlesme yapma hakkına müdahale
etmek için hiçbir neden yoktur."
O'Connor güldü ve basını salladı. "Size ancak su kadarını söyleyebilirim. Biz
'uykuda' degiliz. Düs görmüyoruz."
"Umarım, korkulacak ya da utanç duyulacak bir sey yoktur," diye meydan okudu
Ernest.
"Sanırım biz isimizi herkesten iyi biliriz sanıyorum," diye cevap verdi
O'Connor.
"Saklamaya çalıstıgınıza göre, karanlık isler pesindesiniz," dedi Ernest büyüyen
bir öfkeyle.
"Biz bu islerin bedelini terimizle ve kanımızla ödedik, basımıza geleni çekmeye
hazırız," diye cevap verdi O'Connor. "_gneyi kendine, çuvaldızı baskasına batır
demisler."
"Eger çıkıs yolunuzu bana söylemekten korkuyorsanız, ben size söyleyeyim," dedi
büsbütün öfkelenen Ernest. Kan beynine sıçramıstı. "Yagmalanan malları
kırısacaksınız. Düsmanla anlastınız, evet yaptıgınız bu. Emekçilerin davasını
sattınız, bütün emegin davasını sattınız. Ve simdi de bir korkak gibi savas
meydanından kaçıyorsunuz."
"Size hiç cevap vermeyecegim," dedi O'Connor soguk bir ses tonuyla, "Yalnız,
sanırım nasıl davranmamız gerektigini sizden daha iyi bildigimizi söylemeliyim."
"Diger emekçilerin ne olacagı sizi hiç ilgilendirmiyor degil mi? Dayanısmayı
parçaladınız." "Söyleyecek bir sözüm yok," diye cevap verdi O'Connor. "Ne var ki
sunu söyleyeyim, ben Makine _sçileri Birligi Baskanı'yım ve temsil ettigim
insanların çıkarını korumak benim görevim. Hepsi bu kadar."
_sçi liderlerinin gitmesinden sonra, fırtına öncesi bir sakinligi andırır havada
Ernest, bana bundan sonra olayların nasıl gelisecegini anlatmaya basladı.
"Sosyalistler, sanayi alanında yenilen emekçinin, örgütlenerek siyaset alanına
geçecekleri günü hayal edip durdular," dedi. "_ste, Demir Ökçe, isçi
sendikalarını sanayi alanında yendi ve onlan siyasal alana sürdü. Bu, bizim için
sevinçle degil, büyük bir üzüntüyle karsılandı. Demir Ökçe dersini aldı. Ona
genel grevde gücümüzü gösterdik. O da baska bir genel grev yapılmaması için
gerekli adımlan attı."
"Ama nasıl engelleyebilir böyle bir girisimi?" diye sordum.
"Gayet basit. Büyük sendikaları satın alarak. Paralan ceplerine atacak olan
sendikalar, yapılacak herhangi bir genel grevde bizim yanımızda yer
almayacaklardır. Bir baska deyisle, genel grev olmayacaktır."
"Ama Demir Ökçe böylesine pahalı bir programı sonsuza dek uygulayamaz ya," diye
karsı çıktım.
"Bütün sendikaları satın almadı canım. Buna gerek de yok. Bak nasıl olacagını
söyleyeyim: Demiryolu isçileri, demir ve çelik isçileri, teknisyenler ve makine
isçileri sendikaları ücretleri artınp çalısma saatlerini indirecekler. Bu
sendikalar, üyelerine giderek daha iyi çalısma kosullan saglayacak ve bu sendikalann
üyesi olmak cennette yer kapmak gibi bir sey olacak."
"Ben yine de pek bir sey anlamadım," di-
ye karsı çıktım. "Diger sendikalar ne olacak? Bu dedigin is kolları dısında da
bir yıgın sendika var."
"Diger sendikalar giderek zayıflayacak ve tek tek yok olacaklar. Çünkü bizim
sanayi uygarlıgımızın temel ihtiyaçlan demiryolu isçileri, makine isçileri ve
teknisyenler, demir ve çelik isçileri tarafından görülür. Bunlann baglılıgını
saglayan Demir Ökçe, tüm öteki emekçilere elinin tersini gösterecektir. Sanayi
mekanizmasının bel kemigini demir, çelik, kömür, makine sanayii ve nakliye
isleri olusturur."
"Ama kömür?" diye sordum. "Yaklasık milyon maden isçisi var."
"Onlar vasıfsız isçi sayılıyor; hesaba katılmayacak, ücretleri azalırken,
çalısma saatleri artınlacaktır. Onlar da bizler gibi kölelese-cekler ve
hepimizden çok daha kötü hayat sartlan içinde yasayacaklar. Köylüler, topraklannı
ellerinden alan tröstlerin hesabına nasıl çalısıyorlarsa, onlar da öyle
çalısmaya zorlanacak. Bu dalaverenin dısında kalan sendikalann da basına aynı
sey gelecek. Onların yakın bir gelecekte sarsılmaya ve dagılmaya basladıgını sen
de göreceksin. Bütün üyeleri, açlıgın ve ulusal yasalann zoruyla ise
kosulacaklardır.
"Farley* ve onun grev kıncılanna ne olacak biliyor musun? Söyleyeyim. Grev
kincilik
* James Farley: Dönemin en ünlü grev kırıcısı. Ahlaktan çok, cesarete sahip bir
adamdı ve inkâr edilemez bir yetenegi vardı. Demir Ökçe'nin yönetimi altında
yükseldi ve sonunda oligarsi sınıfına katıldı. 1932 yılında, kocası, Farley'in
grev kırıcıları tarafından otuz yıl önce öldürülen Sarah Jenkins tarafından
öldürüldü.
meslek olmaktan çıkacak. Çünkü artık grev olmayacak. Grevlerin yerini kölelerin
ayaklanması alacak. Farley ve çetesi, köle sürücüsü olacaklar. Buna bu adı
vermeyecekler elbette. Ülkenin yasalarını uyguladıkları ve emekçileri çalısmaya
zorladıkları söylenecek. Bu büyük sendikaların ihaneti, mücadeleyi uzatmaktan
baska bir ise yaramayacaktır. Artık devrimin ne zaman ve nerede gerçeklesecegini
Tanrı bilir."
"Ama oligarsiyle büyük sendikaların bu korkunç isbirligi karsısında, bir gün
gelip de bunlara karsı devrimin zafere ulasacagını ileri sürmek hayal olmaz mı?"
diye sordum. "Bu isbirligi sonsuza dek sürebilir."
Basını hayır anlamında iki yana salladı Ernest. "Bizim görüsümüze göre, sınıflar
ve kastlar üzerine kurulmus bütün sistemler, içlerinde kendi çöküslerinin
tohumlarını saklarlar. Bir sistem, sınıflar üzerine kurulmussa, kastların
olusmasını engellemek mümkün müdür?