Demir Ökçe
-III-
Jack London
Demir Ökçe'nin gücü bu kastların olusmasını
önleyemeyecek ve sonunda kastlar, Demir Ökçe'yi yok edecek. Oligarsinin
yöneticileri, daha simdiden kendi aralarında kastlar gelistirdiler, ama bir de
san sendikaların kast gelistirmesini bekle. Demri Ökçe bunu önlemek için bütün
gücünü kullanacak, ama basarısız olacaktır.
"San sendikalar Amerikan isçilerinin kaymak tabakasını ellerinde
bulundurmaktadırlar. Bunlar güçlü, kuvvetli ve yetenekli insanlardır. Bu
isçiler, bu sendikalara, bir yer kapma rekabeti içinde girmislerdir. Birlesik
Dev-
-242-
letler'deki her isçi, üyelerine daha genis haklar getiren bu san sendikalara
girmek için sıraya gireceklerdir ve oligarsi de bu hevesleri ve bunun getirecegi
rekabeti destekleyecektir. Olaylar bu sekilde gelismese aslında devrimci olacak
bu adamlar, onlar tarafından kazanılmıs olacaklardır ve onlann güçleri de
oligarsiyi beslemekte kullanılacaktır.
"Öte yandan, emek kastlan, yani san sendika üyeleri, kendi örgütlerini kapalı
kuruluslar yapmaya çalısacaklar, bunda basanh da olacaklardır. Emekçi kastlannda
üyelik, babadan ogula geçecek; ogullar babalanm izleyecek ve o sonsuz güç
kaynagından, yani halktan bu kapalı kuruluslara güç akımı olmayacak, bu da isçi
kastlannın zayıflamasına ve sonunda çökmesine yol açacaktır. Aynı zamanda bir
kurum olarak, bu kastlann gücü geçici olacaktır. Bunlar, eski Roma saray
muhafızlan gibi olacak, kimi zaman biri, kimi zaman digeri iktidan eline
alacaktır. Bu arada kaçınılmaz olan kast zayıflaması sürecek ve sonunda sıradan
halk, gerçek yerini alacaktır."
Ernest'in toplumsal evrimin yavas ilerleyen sürecini böyle karamsarlıkla
yorumlamasında, büyük sendikalann san sendikaya dönüsmesinin verdigi bunalımın
etkisi vardı. Onun bu görüsüne hiç katılmadım, simdi, bu satırlan yazarken bile
hâlâ katılmıyorum. Üstelik her zamankinden daha fazla karsıyım onun bu yorumuna.
Çünkü, simdi Ernest yok, ama biz bütün oligarsiyi silip süpürecek bir devrimin
esigindeyiz. Yine de burada Ernest'in kehanetine yer verdim çünkü bu
-243-
onun kehanetiydi. Bu inancı, yine de onun bir dev gibi çarpısmasını engellemedi.
Simdi isaretini bekledigimiz ayaklanmaya büyük bir katkıda bulundu.*
"Ama," diye sordum ona o aksam, "oligarsi varlıgını sürdürürse, o zaman her
geçen yıl onu daha çok zenginlestirecek üretim fazlası ne olacak?"
"Üretim fazlasını su ya da bu sekilde tüketmenin yolunu bulacaklardır," diye
cevap verdi. "Oligarsi yöneticilerinin bu konuda bir yol bulacagından emin
olabilirsin. Muhtesem yollar yapılacak, bilim ve özellikle sanat alanında büyük
basanlar elde edilecek. Oligarsi yöneticileri, halkı tamamen hegemonyası altına
aldıgında, bunlar için harcayacak zaman bulacaklardır. Güzellige tapacak,**
sanat âsıgı olacaklar. Onların yönetimi ve cömert ödülleri altında sanatçılar,
kan ter içinde çalısacak. Bunun sonucunda büyük sanat eserleri yaratılacak.
Bundan böyle orta sınıfın burjuva zevklerine yüz vermeyecekler. Büyük bir sanat
olacak, söylüyorum sana. Büyük kentler kurulacak, bu yeni kentlerin yanında eski
kentler çok bayagı ve soluk kalacak. Bu kentlerde oligarsinin yöneticileri
oturup güzellige tapacaklar. Böylece emekçiler çalıstıkça orta-
* Everhard'ın bu öngörüsü tuhaftı. Oysa geçmis olayların ısıgı altında açıkça
görüldügü gibi, sarı sendikaların bozulmasını, emekçi kastlarının yükselisini ve
yavas yavas çürüyüsünü ve büyük hükümet makinesini ele geçirmek için çürümekte
olan oligarsiyle emekçi kastlarının savasımını görmüstü.
** Everhard'ın öngörüsüne hayran olmamak mümkün degil. Ardis ve Asgard gibi
harika kentler, daha oligarsinin kafasında dogmadan, Everhard bu kentleri ve
bunların yaratılmasının kaçınılmaz oldugunu görmüstü.
-244-
ya çıkan üretim fazlası sürekli harcanacaktır. Bu dev sanat eserlerinin ve büyük
kentlerin kurulması milyonlarca sıradan isçiyi açlıga sürükleyecektir. Çünkü
böylesine büyük kazançlar ancak büyük harcamalarla dengelenebilecek ve isçiler
gene hayatını zar zor devam ettirebilecektir. Oligarsi binlerce yıl, on binlerce
yeni sey yapmaya devam edecek, Eski Mısırlıların ve Babillilerin düsleyemeyecekleri
kadar büyük yapılar dikecektir. Ve oligarsinin sonu gelince, bu büyük
caddeler ve büyük kentler yine ayakta kalacak, emekçi kardesligi yollan
dolduracak ve onların yaptıgı evlerde emekçiler oturacaktır.*
"Oligarsi bunları yapmak zorundadır, çünkü baska türlü davranamaz. Tıpkı Eski
Mısır'da egemen sınıflann halktan çaldıkları fazlalıklarla tapınaklar,
piramitler yapmalan gibi, oligarsi de üretim fazlasını büyük yapımlar
aracılıgıyla tüketmek yoluna gidecektir. Oligarsinin egemenligi altında, bir din
adamlan kastı degil, bir sanatçı kastı ortaya çıkacaktır. Burjuvazinin tüccar
sınıfının yerine isçi kastlan gelecektir. Bunlann altında derin, büyük bir
çukurda açlıktan kırılan, çürüyen ama durmadan kendini yenileyen insanlar, yani
halk, yani nüfusun çogunlugu bulunacaktır. Sonunda, kim bilir hangi gün,
* Bu kehanetin yapıldıgı günden bu yana üç Demir Ökçe yüzyılı ve dört _nsanlıgın
Kardesligi yüzyılı geçti ve bugün bizler oligarsinin yaptıgı yollarda yürüyor,
oligarsinin insa ettigi kentlerde oturuyoruz. Evet dogru, böyle harika kentler
yapmaya hâla devam ediyoruz, ama oligarsinin harika kentleri de bugüne kadar
ayakta kaldı ve ben bu satırları bu kentlerin en güzellerinden biri olan
Ardis'te yazıyorum.
-245-
bu halk çukurdan basını uzatacak, isçi kastlarını ve oligarsiyi paramparça
edecektir. Sonra, en sonunda, yüzyıllarca süren bu ugrasın sonunda, sıradan
halkın günü gelecektir. Ben o günü görürüm diye umut ediyordum, ama simdi,
hiçbir zaman göremeyecegimi biliyorum."
Sustu ve uzun uzun süzdü beni, sonra ekledi; "Sosyal evrim insanı umutsuzluga
sürükleyecek kadar yavas, öyle degil mi sevgilim?"
Kollarımla sardım onu. Basını gögsüme yasladı.
"Uyumam için ninni söyle bana," diye mırıldandı uysal bir çocuk gibi. "Bir hayal
gördüm ve onu unutmak istiyorum."
-246-
¦XV* SON GÜNLER
1913 yılı, Ocak ayının sonlarına dogru oligarsinin san sendikalara karsı
takındıgı tutumun degistigi, kamuoyu tarafından anlasıldı. Gazeteler demiryolu,
demir, çelik, makine isçileri ve makinistler için görülmemis bir ücret artısı ve
çalısma saatlerinde de yine görülmemis bir azaltmaya gidildigini duyurdular.
Ancak bütün gerçekler anlatılmıyor, oligarsi, bütün gerçegin oldugu gibi
anlatılmasına izin vermiyordu. Gerçekten de, ücretler çok fazla artınlmıs ve
isçilerin sosyal haklan da buna kosut olarak genisletildi. Bütün bunlar gizli
yapılmıstı, ama gizli olan her sey bir gün açıga çıkardı. San sendika üyeleri
olanlan eslerine anlattılar, kadınlar dedikodu yaptı, çok geçmeden de bütün
emekçi dünyası neler oldugunu ögrendi.
Bu, on dokuzuncu yüzyılda "kapkaççılık" diye bilinen anlayısın mantıklı ve açık
bir gelisimiydi. Dönemin sanayi kargasası içinde kâr ortaklıgı denemeleri
yapılmıstı. _slerine ortak etme düsüncesiyle kapitalistler, isçiler-deki
baskaldırma arzularını bastınyorlardı. Ama bir sistem olarak kâr ortaklıgı
saçma,
-247-
hatta olanaksız bir seydi. Kâr ortaklıgı, ancak genel bunalım içinde bazı özel
durumlarda basarılı olabilirdi. Çünkü emek ve sermaye, kârları bölüsürse, kâr
ortaklıgının olmadıgı durumla aynı kosullara dönmüs olurlardı.
Böylece uygulamada olanaksız oldugu ortaya çıkan kâr ortaklıgından, haraç
ortaklıgı dogdu. Güçlü sendikaların sloganı, "Bize daha çok ödeyin, bunu halktan
çıkarırsınız," oldu.* Bu bencil politika orada burada basarıyla isledi. Parayı
halktan çıkarma meselesine gelince, bu para örgütlenen büyük isçi kitlelerinden
ya da iyi örgütlenemeyen isçilerden çıkarıldı. Bu isçiler, aslında emekçi
tekelleri olan sendikaların üyelerine, yani kendilerinden daha güçlü
kardeslerine daha yüksek ücretler ödenmesi için kuru ekmege çalısır oldular. Bu
durum, daha önce de dedigim gibi, oligarsinin yöneticileriyle sarı sendikaların
isbirligi yapmasının dogal sonucuydu.
San sendikaların ihaneti ortaya çıkınca, emekçi kesiminde sesler ve ugultular
yüksel-
Bütün demiryolu sendikaları oligarsiyle yapılan bu isbirligine katılmıstı.
Yagmacılık politikasının ilk uygulayıcısının on dokuzuncu yüzyılda bir demiryolu
sendikası, adını verirsek Lokomotif _sçileri Sendikası oldugu dikkate deger bir
gerçek. Bu sendikanın basında yirmi yıl süreyle P. M. Arthur bulunmustu.
Pennsylvania De-miryolu'nda 1877 yılında yapılan grevden sonra, Arthur,
lokomotif isçileri için bir plan hazırlamıstı. Bu plana göre. öteki sendikalar
kendi bildigince yürüyecek, kendi sendikası bunlarla hiçbir isbirligine
girmeyecekti. Plan bütünüyle basanlı oldu. Basarılı oldugu kadar bencildi de ve
bu uygulamadan "arthurzation" sözcügü ortaya çıktı. Bu sözcük isçi
sendikalarının haraç ortaklıgına katılması anlamında kullanılıyordu.
"Arthurzation" sözcügü dilbilimcilerin kafasını epey karıstırdı, ama onun
nereden türetildigini burada göstermemiz umarım sözcügün anlamına bir açıklık
getirmistir.
-248-
meye basladı. Daha sonra san sendikalar uluslararası örgütlerden çekilip bütün
dıs iliskilerini kestiler. Ardından kansıklıklar ve siddet olaylan geldi ve bu
sendikalılara hain gözüyle bakılmaya baslandı. Barlarda, genelevlerde,
sokaklarda is basında, her nerede olursa olsun, alçakça yalnız bıraktıktan arkadaslan
tarafından saldınya ugradılar.
Sayısız kafa kırıldı, yüzlerce insan öldürüldü. Sarı sendikalıların hiçbirinin
can güvenligi kalmamıstı. _se, gruplar halinde gidip geliyorlardı. Pencerelerden
ya da evlerin çatılarından atılacak taslara hedef olma korkusu içindeydiler.
Onlara silah tasıma izni verilmisti ve devlet görevlileri onları korumak için
ellerinden geleni esirgemiyordu. Onlara saldıranlar, agır hapis cezalarına
çarptırılıyor, akıl almaz iskencelere ugruyor-lardı. Sarı sendikalılar dısında,
kimsenin silah tasıma izni yoktu ve bu yasagı çigneyenler büyük bir suç islemis
gibi agır cezalara çarptırılıyorlardı.
Emekçi dünyası, bütün bunlara ragmen, hainlerden öcünü almayı sürdürdü. Kastlar
kendiliginden türüyordu. Hainlerin çocukla-n, ihanete ugramıslann çocuklan
tarafından kovalanıyor, çocuklar bu yüzden okula gidemiyor ya da sokaga
çıkamıyorlardı. Hainlerin esleri ve tanıdıktan da tepki görüyordu. Bunlara mal
satan kösedeki bakkal bile boykot edilmisti.
Bunun sonucu olarak, her taraftan san-lan bu sendikalılar, kendi aralannda bir
klan olusturdular. _hanete ugramıs olan proleter-
-249-
NS
yanın arasında yasamanın olanaksız oldugunu görerek, sadece kendilerinin
oturdugu yeni mahallelere tasındılar. Bu konuda oligarsi hemen onlara yardım
elini uzattı. Barınmaları için kent kenarlarındaki bos arsalara saglıga uygun,
bahçeli, dahası genis yollan, çocuk bahçesi olan semtler yaptılar. Çocukları
kendileri için özel olarak yapılan okullara devam ediyor ve özel pratik el isi
ve uygulamalı bilim dersleri alıyorlardı. Bu soyutlanmadan kaçınılmaz olarak bir
kast dogdu. San sendikalar, isçi sınıfının aristokrasisini olusturdular ve diger
isçilerden ayrıldılar. Daha rahat evlerde oturuyor, daha iyi giyiniyor, daha iyi
muamele görüyor ve paylarına düsen ekmege büyük bir hırsla sarılıyorlardı.
Bu arada, diger emekçilere her zamankinden daha acımasızca davramlıyordu. Birçok
sosyal haklan ellerinden alındı, ücretleri ve yasam standartlan sürekli olarak
düstü. Halk okulları giderek yozlastı ve bir süre sonra ilkögrenim zorunlulugu
kaldırıldı. Genç kusakta, okuma yazma bilmeyenlerin oranı tehlikeli bir biçimde
arttı.
Birlesik Devletler'in dünya pazarlarına hâkim olması, bütün dünyayı sarsmıstı.
Her yerde, kurumlar ve iktidarlar yıkılıyor ya da degisiyordu. Almanya, _talya,
Fransa, Avustralya ve Yeni Zelanda'da cumhuriyetler kurulmaya baslamıstı.
Sömürgeler _ngiliz _mpa-ratorlugu'ndan kopuyordu. _ngiltere'nin basında bir sürü
dert vardı. Hindistan tam bir isyan içindeydi. Bütün Asya tek bir ses olmus,
"Asya, Asyalılarındır!" diye bagınyordu.
-250-
Bu çıglıgın ardında Japonya vardı; san ve esmer ırklan, beyaz ırka karsı
kıskırtıyordu. Kıtalararası bir imparatorluk düsü gören ve bunu gerçeklestirme
çabasında olan Japonya, bu arada da kendi proleterya devrimini bastı-nyordu. Bu,
basit bir kastlar savasıydı. Ku-li'ler Samuray'lara karsı ayaklanmıstı. On
binlerce Kuli sosyalisti idam ediliyordu. Tokyo sokaklannda ve Mikado sarayına
yapılan basansız saldınlarda tam kırk bin Kuli öldürüldü. Kobe tam bir mezbaha
olmustu. Pamuk isçilerinin makineli tüfeklerle taranması, modern savas
makinelerinin tarihte ilk kez basardıgı korkunç bir zaferin örnegi olarak
klasiklesti. Hepsinden kötüsü, ayaklanan Japon oligarsisiydi. Japonya doguya
egemen oldu ve Hindistan dısında, dünya pazarının Asya kesimini ele geçirdi.
_ngiltere, varlıgını kökünden sarsma pahasına da olsa, büyük bir gayretle kendi
pro-leteryasının isyanını bastırmayı ve Hindistan'ı elinde tutmayı basardı. Ama
bu arada, çok sayıda büyük sömürgesini de elinden çıkarmak zorunda kaldı.
Sosyalistler, Avustralya ve Yeni Zelanda'da halk birligi hükümetleri kurmayı
basardılar. Kanada da anavatandan baglarını kopardı. Ama bu arada Kanada, patlak
veren kendi sosyalist devrimini Demir Ökçe'yle isbirligine girerek bastırdı.
Demir Ökçe, aynı zamanda, isyanlannı bastı-rabilmeleri için Meksika ve Küba'ya
da yardım ediyordu. Sonunda Demir Ökçe, Yeni Dünya'da, Panama Kanalı'ndan ta
Kutup De-nizi'ne kadar olan bütün Kuzey Amerika'yı
-251-
tek bir siyasi birlik haline getirdikten sonra saglam kökler saldı.
_ngiltere, birçok büyük sömürgesini feda ederken Hindistan'ı elinde
tutabilmisti, ama ancak, geçici bir süre için böyle oldu. Japonya ve Asya'daki
diger ülkelerin, Hindistan'ı kapmak için yaptıkları mücadele sadece
ertelenmisti. _ngiltere kısa bir zaman içinde Hindistan'ı kaybetmeye mahkûmdu.
Bunun nedeni de Birlesik Asya ile dünyanın öteki ülkeleri arasındaki
mücadeleydi.
Bütün dünya, çalkantılarla paramparça olurken Birlesik Devletler'de barısın
egemen olması olanaksızdı. Büyük sendikaların bozulması, bizim proleterya
devrimini önlemis, ama her tarafta siddet kol gezer olmustu. Emek kavgalarından
baska, çiftçilerin ve orta sınıfın geri kalan kısmının hayatlarından memnun
olmayısı, dinsel duygulan yeniden canlandırdı; Yedinci Gün Tarikatı'na baglı bir
grup faaliyete geçmis, halk arasında olaganüstü bir ilgi görmüstü.
"Bu evrensel çalkantının ortasında bir bu eksikti!" diye bagırdı Ernest.
"Böylesine çesitli ve birbirine taban tabana zıt egilimlerin ortasında nasıl bir
dayanısma bekleyebiliriz?"
Gerçekten dini hareket giderek gelisiyordu. Dünya nimetlerinden agzının payını
almıs, sefalet içinde kıvranan halk, bir sanayi devinin, devenin igne deliginden
geçmesi kadar zor oldugu cennette, kendine bir yer an-yordu. Gözü dönmüs bir
yıgın din adamı, ülkede arı gibi kaynasıyordu. Yetkililerin bütün
engellemelerine ve bunlar hakkında sorus-
-252-
turma açmalanna ragmen, birbirini izleyen sayısız açık hava toplantılanyla bu
dinsel çılgınlıgın atesi durmadan körükleniyordu.
Bu çılgınlıga kendilerini kaptıranlar, dünyanın sonunun geldigini iddia
ediyorlardı. Kıyamet kopmaya baslamıs, dört rüzgâr esmis, Tann, uluslan
birbirine düsürmüs, dört bir taraf hayalet ve mucizelerle dolmus, birçok
peygamber, evliya türemisti. Yüz binlerce insan islerini bırakıyor, daglara
çıkıyor, orada Tan-n'nın nurunu görmeyi, yüz kırk dört binlerin göge çıkısını
izlemeyi bekliyorlardı. Ama Tann bir türlü ortaya çıkmadı ve beklesen binlerce
insan açlıktan öldü. Umutsuzluk içinde yiyecek bir sey bulmak için çiftlikleri
talan ediyorlardı. Bozgun ve kargasa kırsal alana da yayılıyor, bu da malsız
mülksüz çiftçilerin felaketine yol açmaktan baska bir ise yaramıyordu.
Ama bu çiftlikler ve bugday depolan, Demir Ökçe'nin malıydı. Demir Ökçe daglara
asker çıkardı ve bu fanatikler süngü zoruyla kentlerdeki islerinin basına
döndüler. Kentlere sürülen bu adamlar, isyan ve kargasa çıkarmaya devam ettiler.
Bunun üzerine liderleri, ya halkı kıskırtmak suçundan idam edildi ya da
tımarhaneye kapatıldı. _dama mahkûm edilenler bir sehit gururu ve sevinci içinde
ölüme gittiler. Bu, bir çılgınlık dönemiydi. Huzursuzluk bütün ülkeye yayıldı.
Çöllere, daglara, bataklıklara vanncaya kadar her yerde, Florida'dan Alaska'ya
kadar uzanan bütün yörelerde, mucize sonucu sag kalmıs yerliler, ruhani danslar
yaparak kendi mesinlerinin inmesini bekliyorlardı.
-253-
Bu kargasanın ortasında, olaganüstü güven ve huzuruyla oligarsi denilen canavar
bütün korkunçluguyla ölüm saçarak boy atıyordu. Demir eli ve demir ökçesiyle, bu
kaynasan milyonlarca yaratıgın üstüne basıyor, bu kargasadan bir düzen yaratıyor
ve her bir kaostan, kendi temelini ve yapısını daha da saglamlastırarak
çıkıyordu.
"Biz basa geçene kadar bekleyin," diyordu köylüler. Bay Calvin ise Pell
Caddesi'ndeki evimizde bize söyle diyordu: "Ele geçirdigimiz eyaletlere bir
bakın. Göreve gelir gelmez arkamıza siz sosyalistleri alarak, onlara baska
sarkılar söyletecegiz."
"Milyonlarca mutsuz, yoksul insan bizim yanımızda," diyordu sosyalistler.
"Çiftçiler, orta sınıf ve emekçiler bizim saflarımıza katıldılar. Kapitalist
sistem parça parça olacak. Bir ay içinde, meclise elli üyemizi gönderecegiz. _ki
yıl içinde, baskanlıktan köpek zehirleyicisine kadar bütün resmi görevleri
elimize geçirecegiz."
Ama Ernest bu söylenenlere basını olumsuz sallayarak söyle karsılık veriyordu:
"Kaç tüfeginiz var? Yeterince kursunu nereden bulacagınızı biliyor musunuz?
Kimyasal bilesimler, savasta yumruktan daha etkilidir, bunu böyle bilin."
-254-
«XVI* SON
Ernest'le birlikte, Washington'a gitme zamanı geldiginde, babam bizimle gelmek
istemedi. Proleter hayata fazlasıyla alısmıstı. Bizim sefil mahalleyi, genis bir
sosyoloji laboro-tuvan gibi görüyordu, önüne geçilmez bir arastırma tutkusuna
kendini kaptırmıs gibiydi. Emekçilerle çok yakın dost olmus ve çok sayıda aileyi
en mahrem yönleriyle tanımıstı. Ayrıca, bedenen çesitli islerde çalısıyordu.
Bunlar onun için bir oyalama oldugu kadar birer bilimsel arastırmaydı da. Kazma
kürek sallamaktan büyük zevk duyuyor ve eve her defasında cepleri notlarla dolu,
yeni bir sey anlatmak için can atan bir yüz ifadesiyle dönüyordu. O, dört
dörtlük bir bilim adamıydı.
Çalısmasına hiç gerek yoktu. Ernest, yaptıgı çevirilerle her üçümüzü de
geçindirmeye yetecek kadar para kazanıyordu. Ama babam, kendi hayalinin pesinde
kosmakta ısrar ediyor; ikide bir is degistirmesine bakılacak olursa, bu hayali,
su semenderi gibi bir sey olmalıydı. Dolasarak satmak için aldıgı ayakkabı
baglan ve pantolon askılarını eve getirisini ve bir seyler almak için kösedeki
küçük
-255-
bakkala gittigimde, siparislerimi vermek üzere tezgâhın ardından, çırak yerine
babamın karsıma çıkısını hiçbir zaman unutmayacagım. Daha sonraları,
karsımızdaki meyhanede bir hafta kadar garsonluk yaptıgını duyunca da
sasırmadım. Bu isinden sonra, sırasıyla gece bekçiligi, seyyar patates
satıcılıgı, bir ambalaj atölyesinde etiket yapıstıncılı-gı, bir karton kutu
fabrikasında hamallık, bir tramvay hattı yapımında suculuk yaptı. Dagılmasından
çok kısa bir süre önce de bulasıkçılar sendikasına üye oldu.
Piskopos örneginin, hiç olmazsa giyim bakımından onu etkiledigi açıkça belli
oluyordu, çünkü o da ucuz pamuklu isçi gömlegi ve askılı, kalçalarına kadar
düsen bir pantolon giyiyordu. Bununla birlikte, eski alıskanlıklarından yalnız
birini bırakmamıstı; aksam yemegine giyinmis olarak oturmak.
Ben nerede olursa olsun Ernest'le mutlu olabilirdim. Bu kosullar altında,
babamın mutlu olması da benim mutlulugumu iyice artırıyordu.
"Küçükken," diyordu babam, "çok meraklı bir çocuktum. Her seyin nedenini,
nasılını bilmek isterdim. Bu yüzden fizikçi oldum. Bugün de hayat bana,
çocuklugumdaki kadar ilgi çekici geliyor. Zaten hayatı yasanmaya deger kılan da
meraklı olmak."
Kimi zaman, dükkânların ve tiyatroların bulundugu Market Caddesi'ne çıkarak
gazete satar, onun bunun ayak islerini yapar, arabaların kapılarını açardı. Bir
gün, bir arabanın kapısını kapatırken Bay Wickson'la bu-
-256-
run buruna gelmis. Aynı aksam büyük bir keyif içinde olayı bize anlattı.
"Tam kapıyı kapatırken Wickson dikkatle bana baktı ve, 'Hay seytan canımı
alsın!' diye mırıldandı. Evet aynen böyle dedi. 'Hay seytan canımı alsın.' Yüzü
kıpkırmızı oldu ve saskınlıgından bana bahsis vermeyi bile akıl edemedi. Ama çok
çabuk kendini toplamıs olmalı ki, daha araba bes on metre uzaklasmadan geri
döndü, kaldırımın kenarına yanastı. Basını camdan uzattı.
"'Bana bakın, Profesör,' dedi, 'bu kadarı da fazla. Sizin için ne yapabilirim?'
'"Kapınızı kapadım,' diye cevap verdim. 'Kurala göre bana bir on sent
verebilirdiniz.'
'"Bırakın bu sözleri!' diye homurdandı. 'Ben zahmete degecek bir yardımdan söz
ediyorum.'
"Gerçekten de ciddiydi, yüzünde vicdan azabına benzer bir duygunun izleri
görünüyordu. Ben de ona karsılık vermeden önce bir süre düsündüm."
"Konusmaya basladıgımda dikkat kesildi, ama sözlerimi bitirdigimde yüzünü
görmenizi isterdim, ona:
"'Peki,' dedim, 'bana evimi ve Sierra Fabri-kası'ndaki hisselerimi geri
verin...'"
Babam sözünün burasında sustu.
"Peki ne dedi?" diye sordum sabırsızlıkla.
"Ne diyebilirdi ki? Hiçbir sey söylemedi. Ama ben, 'Umarım mutlusunuzdur,'
dedim. Bana saskın ve meraklı gözlerle bakıyordu. 'Söyleyin, simdi mutlu
musunuz?' diye sordum.
-257-
"Birden arabacıya gitmesini emretti ve küfürler savurarak çekti gitti. Bana on
sentimi vermedi, degil evimi ve hisse senedimi, on sentimi bile vermedi.
Görüyorsun ya sevgili kızım, babanın bu bahsis islerinde pek sansı yok."
Ben Ernest'le Washington'a giderken, babam, oturdugumuz Pell Caddesi'ndeki evde
kaldı. Göründügü kadarıyla olayların akısı, dogal sürecinden çıkmıstı ve son
darbe sandıgımızdan çok daha erken gelecekti. Bekledigimizin tersine, seçilmis
sosyalist milletvekillerinin Meclis'teki yerlerini almalarına bir engel
çıkarılmadı. Her sey yolunda gidiyordu ve bu olumlu gelismenin altında,
ugursuzca tasanlar sezen Ernest'e gülüyordum.
Sosyalist arkadaslarımızı, güçlerinden emin ve tasarılarını gerçeklestirmek için
iyimser bir tutum içinde bulduk. Meclis'te seçilmis birkaç Grange Partisi üyesi
gücümüzü artırmıstı ve yapılacak isler konusunda birlikte ayrıntılı bir program
hazırladılar. Ernest bütün gücüyle ve bütün iyi niyetiyle bu çalısmalara
katılıyor ama yine de, "_s savasa geldiginde, kimyasal bilesimler yumruktan daha
güçlüdür, unutmayın bu sözümü," cümlelerini durmadan tekrarlıyordu.
_lk defa köylülerin son seçimlerde ele geçirdikleri on iki eyaletin yönetimini
almaya gittiklerinde isler sarpa sarmaya basladı. Yeni gelenlere görevleri
verilmiyordu, çünkü eskiler koltuklarını vermeyi reddediyorlardı. Mesele gayet
açıktı. Seçimlerin yasal olmadıgını ileri sürerek yasaların sonsuz
bürokrasisinin ardına sıgınıyorlardı. Köylüler güçsüz-
-258-
dü. Mahkemelerden baska tutunacak dallan yoktu, ama mahkemeler de düsmanlannın
elindeydi.
Durum çok ciddiydi. Oyuna getirilen köylüler, zora basvururlarsa hepimizin
aleyhinde bir durum meydana gelmis olacaktı. Biz sosyalistler onlan nasıl
durdurabilirdik! Ernest günlerce, gecelerce bir defa bile gözünü kırpmadı.
Köylülerin, yani Grange Partisi'nin liderleri de tehlikeyi sezmislerdi ve
bizimle isbirligi halindeydiler. Ama bu da bir ise yaramadı. Oligarsi siddet
istiyordu ve ajan provokatörlerini harekete geçirdi. Köylü ayaklanmasına neden
olan, kuskusuz ajan provokatörlerdi. Bu, tartısma götürmez bir gerçekti.
_syan, on iki eyalette birden patlak verdi. Malsız mülksüz köylüler, eyalet
yönetimlerini zor kullanarak ele geçirdiler. Elbette bu anayasaya aykınydı ve
elbette Birlesik Devletler, askerlerini hemen harekete geçirdi. Ajan
provokatörler islerini basanyla sürdürüyorlardı. Demir Ökçe'nin casuslan,
zanaatkar, çiftçi ya da tanm isçisi kılıgında, insanlan durmadan
kıskırtıyorlardı. California'nın baskenti Sac-ramento'da, köylüler düzeni
saglamayı basardılar. Birden, hedef seçilen bu kente binlerce gizli ajan
gönderildi. Muhbirlerden olusan birlikler, birçok binayı ve fabrikayı
kundakladı, yagmaladı ve halkı kendileriyle birlikte yagmaya katılmalan için
kıskırttılar. Bu taskınlıgı körüklemek için, yoksullann mahallelerine sel gibi
içki akıtıldı. Oyunun sahne hazırlıktan iyice tamamlanınca, gerçekte Demir
Ökçe'nin askerleri olan Birlesik Dev-
-259-
¦ PP
letler birlikleri devreye girdi. On bir bin kadın, erkek, çocuk Sacramento
sokaklarında ya da evlerinde öldürüldü. Ulusal hükümet, eyaletin yönetimini
eline aldı ve böylece Cali-fornia için her sey bitmis oldu.
California'da olanlar, köylülerin ele geçirdikleri diger eyaletlerde de
oluyordu. Grange Partisi üyeleri, bütün eyaletlerde yok edildi; her yer kana
boyandı. Önce gizli ajanlar ve Kara Yüzler düzeni bozuyor, sonra Birlesik
Devletler askerleri çagrılıyor, kırsal kesimde, ayaklanma ve baskın düzeni hüküm
sürüyor, kundaklanmıs çiftliklerin, depoların, köylerin ve kentlerin dumanları,
gece gündüz tütüyordu. _sin içine dinamiti de soktular; demiryolu köprüleri ve
tüneller havaya uçuruldu, trenler devrildi. Zavallı çiftçiler, toplu olarak
kursuna diziliyor ya da asılıyordu. Ama karsılıgında bunun öcü de, gaddarca
almıyordu. Birçok plütokrat* ve subay öldürüldü. _nsanlar kana ve intikama
susamıslardı. Düzenli ordular, köylülerin üstüne sanki Kızılderili-ler'le
çarpısır gibi saldırıyorlardı. Haksız degildiler; Oregon Eyaletinde, iki bin
sekiz yüz asker bir dizi dinamit atılarak öldürülmüs, degisik zamanlarda ve
degisik yerlerde, çok sayıda askeri tren de mühimmatıyla birlikte havaya
uçurulmustu. Artık askerler de canlarının derdine düsmüs, çiftçiler gibi
hayatlarını korumak için savasıyorlardı.
Milis gücüne gelince, milis yasası 1903 yılında yürürlüge girmisti ve ölüm
tehdidi altınPlütokrat:
Paranın gücü sayesinde iktidara egemen olan sınıfa mensup.
-260-
daki bir eyaletin emekçilerine, bir baska eyaletin emekçilerini kursunlamaları
için baskı yapılıyordu. Elbette, milis yasası baslangıçta iyi yürümedi. Birçok
milis subayı öldürüldü, birçok milis üyesi askeri mahkemelerde sözüm ona
yargılanıp kursuna dizilmeye mahkûm edildi. Ernest'in Bay Kowalt ve Bay Asmunsen
hakkındaki kehanetleri de, korkunç bir kesinlikle dogrulandı. _kisi de
milis ordusuna katılmaları için çagrıldılar; Califor-nia'dan Missouri
Çiftçileri'nin üzerine yürümek için gönderilen milis ordularına Bay Ko-walt ve
Bay Asmunsen kabul etmedi. Onlara günah çıkartacak zaman bile tanımadılar. Hemen
savas mahkemesinin önüne çıkarıldılar, davaları uzun sürmedi; her ikisi de idam
mangasına sırtlarını dönerek can verdiler.
Bir sürü delikanlı milise katılmamak için daglara kaçtı; kanun kaçakları
sayıldılar. Cezalandırılmaları için ortalıgın sakinlesmesi beklenir, diye
düsünülüyordu ama hiç zaman kaybetmediler; hükümet, daga çıkan asker
kaçaklarının üç ay içinde teslim olmalarını ilan etti ve bu sürenin bitiminde
yarım milyon asker daglık bölgelere sevk edildi. Ne sorusturma vardı, ne de
mahkeme karan. Karsılarına kim çıkarsa vurdular. Bütün birlikler, dagda
kalanların hepsinin kanun kaçagı oldugu ilkesinden hareket ediyordu. Korunaklı
bazı tepelere üslenmis olan bazı kaçak gruplar, uzun süre kahramanca direndi,
ama sonunda her milis kaçagı, ölümün kucagına düstü.
Kansas milisinin uyguladıgı ceza ise halka daha korkunç ve daha etkili bir ders
verdi.
-261-
Kansas'taki büyük isyanlar, köylülere karsı yapılan askeri operasyonların
basında geliyordu. Milise baglı altı bin kisi isyan etti, birkaç hafta boyun
egmediler. Sonunda hepsi bir kampta toplandı. Bu isyanı ajan provokatörlerin
düzenledigi açıktı.
22 Nisan gecesi, bütün kamp ayaklandı ve askerler subaylarını öldürdüler. Bu
katliamdan çok az sayıda subay kaçabildi. Bu, Demir Ökçe'nin öngördügü sınırlan
fazlasıyla asıyordu, çünkü ajan provokatörler görevlerini gerektiginden de iyi
yaptıklarından böyle bir ayaklanma olmustu. Ama bundan yararlanan, yine Demir
Ökçe olacaktı. Bütün gücünü patlamaya hazır tutuyordu, kendi tezgâhladıgı
isyanda kendi subaylarının öldürülmesiyle, bundan sonra yapacakları için kendine
bir gerekçe saglıyordu. Yerden biter gibi ortaya çıkan kırk bin asker, milis
kampının çevresini sararak çember içine aldılar. Bu tam bir tuzaktı. Zavallı
milisler makineli tüfeklerin kullanılmaz halde oldugunu ve yagmaladıkları
fiseklerin tüfeklerine uymadıgını görünce dehsete düstüler. Bunun üzerine teslim
olmak için beyaz bayrak açtılar, ama karsı taraf görmezlikten geldi. Hiç kimse
kurtulamadı. Altı bin kisinin hepsi yok edildi. Önce uzaktan top ve
sarapnellerle bombalandılar, sonra asker çemberini kırmak için umutsuz bir yarma
harekâtına giristiklerinde, makineli tüfeklerle biçildiler. Olayı gören biriyle
konustum, bana tek bir milisin bile, bu ölüm kusan makineli tüfeklere, yüz elli
metreden daha fazla yaklasamadıgını anlattı. Toprak,
-262-
bastan basa cesetlerle kaplıymıs. Son bir süvari saldırısıyla birlikte,
yaralıların da kılıç ve tabancayla isleri bitirilmis, kalanlar da atların nallan
altında ezilmisler.
Grange Partisi üyelerinin isyanının kanla bastırıldıgı sırada, örgütlenmis
emegin son can çekismesi olan, maden isçileri isyanı patlak verdi. Yedi yüz elli
bin kömür isçisi, greve katıldı. Sayıca üstünlükleri vardı ama ülkenin dagınık
bölgelerinde bulunduklanndan, bu nicelik avantajından yararlanamadılar.
Kendi bölgelerinde çembere alınıp ya öldürüldüler ya da teslim olmaya
zorlandılar. Bu, ilk büyük köle sürgünü oldu. Pocock,* büyük bir köleci olarak
ün yaptı ve proleteryanın zapte-dilmeyen kinini üzerine çekti. Ona karsı sayısız
suikast girisimi düzenlendi ama sanki tıl-sımlıymıs gibi hepsinden kurtuldu.
Madenciler arasındaki Rus pasaportu uygulamasından o sorumludur. Bu sistemin
özelligi, madencilerin bir yerden bir yere diledigince dolasma özgürlüklerini
ellerinden almasıydı.
* Albert Pocock, daha önceki yılların nam salmıs grev kırıcılarından bir
baskasıydı ve öldügü güne kadar ülkenin maden isçilerini, islerinin basında
tutmayı basardı. Ölümünden sonra oglu Lewis Pocock onun yerini aldı ve bes kusak
boyunca bu korkunç köle sürücü sülale, maden isçileriyle ugrastı. I. Pocock diye
bilinen Pocock kardeslerin en büyügü asagıdaki gibi tarif edilmisti: "Uzun
boylu, ince yüzlü, kahverengiyle karısık kır saçlı, çıkık elmacık kemikli ve
büyük çeneli... solgun yüzlü, parıltısız gri gözlü, metalik sesli, uyusuk
tavırlı." Basit bir ailenin çocuguydu. Çalısma hayatına barmen olarak
baslamıstı. Daha sonra bir tramvay sirketinin ücretli dedektifi oldu ve basarılı
adımlarla profesyonel grev kırıcılıgına yükseldi. Kusagının son çocugu olan V.
Pocock, Yerliler Bölgesinde madencilerin yaptıgı bir ayaklanma sırasında, bir
pompa merkezinde bombayla havaya uçuruldu. Bu olay, M. S. 2073 yılında oldu.
263-
Bu arada sosyalistler sıkı durdular. Köylü ates ve kan içinde bogulur ve örgütlü
emek parçalanırken, sosyalistler sakin sakin oturuyor ve gizli örgütlerini
güçlendiriyorlardı. Köylüler, çaresizlik içinde, bu tutumumuzu elestirdiler. Ama
haklı olarak, bizim ayaklanmamızın devrimin intihan anlamına gelecegini
söylüyorduk. Önceleri bütün proleteryayla bogusmayı göze alamayan Demir
Ökçe, simdi bizim ayaklanmamızı bekliyor ve bir hareketle isimizi bitirmek
istiyordu. Saflarımıza sızmıs çok sayıdaki ajan provokatöre ragmen, böyle bir
hareketten kendimizi uzak tutmayı basardık. O günlerde Demir Ökçe'nin
ajanlarının yöntemleri son derece basarısızdı; yöntemleri iyi islemiyordu,
ögrenecekleri çok sey vardı ve bizim mücadele gruplarımız onları yavas yavas
temizledi. Bu, acımasız ve kanlı bir mücadeleydi, ama biz, hayatımız ve devrim
için dövüsüyorduk. Düsmanı kendi silahlarıyla vurmak zorundaydık. Yine de
kallesçe davranmıyor, mertligi elden bırakmıyorduk. Demir Ökçe'nin ajanlarından
hiçbiri yargılanmadan idam edilmedi. Belki yanlıslarımız olmustur ama bu
yanlıslarımızın sayısı oldukça azdı. Mücadele gruplarımız, yoldaslarımızın en
mert, en gözü pek ve en fedakârları arasından seçiliyordu. On yıl kadar sonra,
bu grupların baskanlarından aldıgı raporlara dayanarak, bu mücadeleye katılan
erkek ve kadınların hayatlarının bes yılı asmadıgını hesaplamıstı Ernest. Bu
mücadeleye katılanların hepsi de birer kahramandı ve isin garip yanı, bunlar,
öldürmeye karsıydılar. Kendi inançlarına ay-
-264-
kın hareket ediyorlardı, ama bagımsızlıgı seviyor ve amaca ulasmak için hiçbir
fedakârlıktan kaçınılamayacagına inanıyorlardı.*
Bundan böyle üç yönlü bir çalısma sürdürmek zorundaydık. Birincisi,
oligarsinin
• Bu Mücadele Grupları, Rus Devriminin Savasçı Örgütleri model alınarak
kurulmustu ve Demir Ökçe'nin bitmez tükenmez çabalarına ragmen. Demir Ökçe'nin
hüküm sürdügü üç yüzyıl boyunca varlıklarını sürdürdüler. Ölmekten korkmayan,
inançlı kadın ve erkeklerin olusturdugu bu Mücadele Grupları, çok etkili bir
varlık gösterdiler ve yöneticilerin vahsice siddetini hafifletmeyi basardılar.
Onların tek görevi, oligarsinin gizli ajanlanyla yer altı savası sürdürmek
degildi. Oligarsinin yöneticileri, kendilerini bu grupların kararına uymak
zorunda hissediyorlardı ve çogunlukla da uyuyorlardı. Uymadıkları zaman da
ölümle cezalandırılıyorlardı. Aynı sekilde oligarsinin usaklarının yanı sıra,
ordu subayları ve isçi kastları liderleri de ölümle cezalandırılma tehlikesiyle
karsı karsıyay-dılar. Bu örgütlü intikamcıların adalet uygulamaları çok katıydı,
ama en dikkate deger yan, yargılama süreçleriydi. Öyle hızlı yargılama
yapmıyorlardı. Bir adam yakalandı mı adil bir yargılama sürecinden geçiyor ve
kendisine savunma hakkı veriliyordu. Gerektiginde gıyabında yargılama yapılıyor
ve General Lampton davasında oldugu gibi, gıyabında kararlar çıkarılıyordu. Bu
olay M. S. 2138 yılında oldu. Demir Ökçe'nin belki de en kana susamıs, azgın
usaklarından biri olan General Lampton'a. Mücadele Grupları kendisini
yargıladıklarını, suçlu bulduklarını ve ölüme mahkûm ettiklerini bildirdiler. Bu
karar, proleteryaya karsı acımasız davranıslarını bırakması için üç kere
uyarılmasından sonra verilmis bir karardı. General, mahkûmiyetinden sonra,
sayısız korunma yöntemi uygulayarak yakalanmamayı basardı. Yıllar geçmis.
Mücadele Grupları kararlarını uygulamayı basaramamıslardı. Kadınlı erkekli
birkaç yoldas, onu yakalama girisiminde basarısız oldular ve oligarsi tarafından
acımasızca idam edildiler. General Lampton olayı, çarmıha germe yönteminin,
yasal bir idam yöntemi olarak yeniden canlanmasına yol açtı. Sonunda mahkûm,
yani General, celladını 17 yasındaki Madeline Provence adlı, ince, uzun bir genç
kız olarak karsısında buldu. Madeline, görevini tamamlamak için, adamın
sarayında iki yıl terzilik yapmak zorunda kaldı. Uzun ve korkunç iskencelerden
sonra, hücresinde yalnızlık içinde can veren bu genç kız, simdi Serles kentinde,
Kardeslik Panteonu'nda yıkılmaz bir bronz heykeli olarak dimdik durmaktadır.
Dökülen
-265-
gizli ajanlarını aramızdan temizlemeliydik. _kincisi, genel gizli devrim
örgütünün dısındaki mücadele gruplarım olusturmalıydık. Ve üçüncüsü, oligarsinin
bütün bünyesine, isçi kastlarına, özellikle telgraf, sekreter, kâtip
sendikalarına, ordunun içine, ajan provokatörlerin ve köle sürücülerinin arasına
sızmalıydık. Ama bu zor ve tehlikeli bir isti. Bu yöndeki çabalarımız sık sık
agır basarısızlıklarla sonuçlanıyordu.
Meydan savasını Demir Ökçe kazanmıstı, ama bu yeni savasta, örgütledigimiz bu
garip yeraltı savasında olaganüstü direndik; hiçbir sey görünmüyor, bir saniye
sonrası kestirile-miyordu, ama bu körler savasında da bir düzen, bir amaç, bir
yön vardı. Demir Ökçe'nin bütün örgütüne ajanlarımızı soktuk. Demir Ökçe'nin
ajanları da bizim aramıza sızmıstı. Bu, karanlık, acı veren, entrika ve hile
dolu, suikastların ve karsı suikastların birbirini izledigi bir mücadeleydi.
Bütün hepsinin ardında ölüm, olanca siddeti ve korkunçluguyla kol geziyor,
kadınlar, erkekler, en degerli, en yakın yoldaslarımız ortadan kayboluyordu.
kanlan, gözlerimizle görmeyen ve kan dökmeyi hiç bilmeyen bizler. Mücadele
Grupları'nın kahramanlarını insafsızca yargılamamalıyız. Onlar, hayatlarını
insanlık ugruna feda ettiler, onların yapamayacagı hiçbir fedakârlık yoktu.
Amansız gereklilik onları, kanlı çaglarında kan dökmeye zorladı. Mücadele
Gruplan Demir Ökçe'nin koparamadıgı tek diken olarak kaldı. Everhard, bu tuhaf
ordunun yaratıcısıydı ve bu ordunun üç yüzyıl boyunca basarıyla yasaması, onun.
gelecek kusaklara bıraktıgı sarsılmaz bir örgütleme dehasının kanıtıdır. Bazı
bakımlardan, ekonomiye ve sosyolojiye yaptıgı katkılarına. Devrimin genel lideri
olarak yaptıgı islerin yanı sıra. Mücadele Gruplarını örgütlemesi en büyük
basarısı olarak kabul edilebilir.
-266-
Bugün gördügümüz bir arkadası, ertesi gün ve ondan sonra görmüyor ve o zaman
öldürülmüs olduklarını anlıyorduk.
Bizim için güvenli hiçbir yer yoktu. Bizimle birlikte savasan herhangi biri,
Demir Ökçe'nin ajanı olabilirdi. Demir Ökçe'nin örgütünü, kendi gizli
ajanlarımız aracılıgıyla susturmaya çalısıyorduk. Demir Ökçe'nin ajanları da
bizim örgütümüz içinde aynı isi yapıyorlardı. _nanç ve güven eksikligine ragmen
bütün gayretimizi inanç ve güvene dayandırmak zorundaydık. Sık sık ihanete
ugradık. _nsan, zayıf yaradılıslıdır. Demir Ökçe para verebilir, zevk ve huzur
kentlerinde yasama sansı önerebilirdi. Bizim saglayabilecegimiz sey ise, soylu
bir amaca hizmet etmekten duyulan gururdan baska bir sey degildi. Oysa
davalarına baglı kalanların ücreti tehlike, ölüm ve iskence oluyordu.
"_nsan zayıf yaradılıstır," demistim, bu zayıflıklar nedeniyle, elimizdeki diger
ödülü vermek zorunda kalıyorduk. Bu ödül, ölümdü. Bize ihanet edenleri
cezalandırmamız gerekiyordu. _çimizden birinin ihanet ettigi ortaya çıkınca, üç
ya da dört sadık intikamcı, hemen pesine takılıyordu. Yasalarımızı, düsmana,
örnegin Pocock'a uygulamakta basarısız olabilirdik, ama içimizdeki hainlere
mutlaka cezalarını verebilmeliydik. Yoldaslar, bizim iznimizle hain oluyorlar,
büyük kentlere gidip gerçek satılmıslar için aldıgımız kararlan uyguluyorlardı.
Öylesine bir dehset salmıstık ki, bize ihanet etmek, sadık kalmaktan daha
tehlikeli bir hale gelmisti.
-267-
Devrim bizim için dini bir nitelik kazanmıstı. Onun özgürlük mihrabına
tapınıyorduk. Bizi onun kutsal ruhu aydınlatıyordu. Kadın erkek hepimiz
kendimizi davaya adıyor ve yeni dogan bebekler de ihtiyarların bir zamanlar
Tann'ya adandıkları gibi, devrim hizmetine adanıyorlardı. Hepimiz insanlıgın
âsıgıydık.
-268-
«XVII*
KAN KIRMIZI USAK ÜN_FORMASI
Grange Partisi'nin seçimleri kazandıgı eyaletlerin yerle bir olmasıyla birlikte,
Grange Partisi milletvekillerinin Meclis'ten yok olması bir oldu. Vatana ihanet
suçundan haklarında dava açıldı ve yerleri, Demir Ökçe'nin kuklaları tarafından
dolduruldu. Sosyalist-lerse, Mecliste acınacak bir azınlık olusturuyor ve
sonlarının yaklastıgını biliyorlardı. Senato ve Meclis de sanki amaçsız birer
güldürü sahnesiydi. Kamu çıkarlarına iliskin sorunlar, önce geleneksel törenlere
uyularak uzun uzun tartısılıyor, sonra hasıraltı ediliyordu. Yapılan tek is,
oligarsinin buyruklarına anayasal kılıflar bulmaktı.
Sosyalistlerin sonu geldiginde, Ernest de iste bu kavganın tam merkezinde
bulunuyordu. Meclis'te issizlere yardım yasası tartısılıyordu. Geçen yılın zor
günleri, büyük proleter kitleleri açlıktan ve sefaletten ölme noktasına
getirmisti, kargasanın sürmesi, onları bu uçuruma iyice itmekten baska bir ise
yaramamıstı. Oligarsinin üyeleri ve taraftarları artı degerden nasiplerini
fazlasıyla
-269-
alıyordu.* Biz, bu sefil hayatı yasayan insanlara uçurum insanları** diyorduk.
Meclise getirilen issizler yasası, sosyalistlerin bu insanları kurtarmak için
giristigi çabalardan biriydi. Ama Demir Ökçe bu yasa önerisini begenmemisti. O,
kendi bildigi yoldan milyonlarca insana is bulmaya çalısıyordu, ama bu yol bizim
görüsümüzle hiç uyusmuyordu. Bundan dolayı yasa önerimizin geri çevrilmesi için
buyrugunu vermisti. Ernest ve yoldasları çabalarının bosuna oldugunu
biliyorlardı, ama her seyin belirsiz olmasından o kadar bıkmıslardı ki, iyi ya
da kötü bir sonuç almakta kararlıydılar. Hiçbir sey elde edemiyorlar, ama hiç
degilse, su yasa oyunlarına bir son vermek istiyorlardı. _sin sonunun neye
varacagını bilmiyorlardı. Biz de bu oyunun sahnelenisinden daha kötüsünü hiç
beklemiyorduk.
* Aynı kosullar M. S. on dokuzuncu yüzyılda, _ngiliz yönetimi altında bulunan
Hindistan'da da geçerliydi. Milyonlarca Hintli açlıktan ölürken, onları
yönetenler, emeklerinin meyvesini çalıyor, yagmaladıkları serveti, gösteris ve
fetislestirdikleri gereksiz eglenceler için harcıyorlardı. Bu aydınlık çagda,
atalarımızın yaptıkları ister istemez yüzümüzü kızartıyor. Tek tesellimiz
felsefedir. Sosyal evrim içinde kapitalist asamayı, ancak insanın maymunluk
dönemiyle karsılastırabiliriz. _nsanlık, organik evrimden geçerken, bu süreci de
yasamak zorundaydı. Üzerinde bu sürecin çamurunun balçıgının kalması
kaçınılmazdı ve bunların kolayca dökülmesi mümkün degildi.
** Uçurum _nsanları: Bu deyim, M. S. on dokuzuncu yılın sonlarında H. G. Wells
tarafından kullanılmıstı. Wells iyi bir sosyolojik gözlemciydi ve aklı basında,
insansever biriydi. Eserlerinin birçogu günümüze dek ulasmıstır. Sezinler ve
insanlıgın Olusması adlı kitapları, eksiksiz olarak bugün elimizdedir.
Oligarsinin yöneticilerinden ve Everhard'dan önce, Wells, harika kentlerin
yapılacagını düsünmüstü, ancak o yazılarında bu kentlerden "zevk kentleri"
olarak söz ediyordu.
-270-
O gün, halka ayrılmıs dinleyici sıralarında oturuyordum. Hepimiz korkunç
olayların patlak verecegini biliyorduk. Tehlikenin kokusu havada dolasıyordu;
koridorlarda sıra sıra dizilmis askerler, salon kapısının önünde birikmis
subaylarla gözle görünecek kadar somutlasmıstı. Belli ki oligarsi esaslı bir
darbe indirmeye hazırlanıyordu. Ernest konusuyor, issizlerin durumunu
anlatıyordu, ama onu dinleyenlere göre, sözleri yüreklerini ve bilinçlerini
yaralıyordu. Cumhuriyetçi ve Demokrat üyeler kıs kıs gülüyor, onunla alay
ediyor, ikide bir gürültü ve bagırıslarla sözünü kesiyorlardı. Ernest birden
yöntem degistirdi:
"Ne dersem diyeyim, sizi hiçbir sekilde et-kileyemeyecegimi biliyorum," dedi.
"Çünkü sizde etkilenecek ruh yok. Hepiniz, omurgasız, solucan gibi
yaratıklarsınız. Siz büyük bir gurur ve kibirle kendinize Cumhuriyetçi ya da
Demokrat adını yakıstırıyorsunuz. Cumhuriyetçi Parti yok, Demokrat Parti yok.
Siz tükürük yalayıcı, asalak yaratıklarsınız. Sizler plütokrasinin
kuklalarısınız. Demir Ök-çe'nin sırtınıza geçirdigi kan kırmızısı usak
üniformasıyla, özgürlük askından dem vuruyorsunuz..."
Ernest'in sözünün burasında, bagırıslar ve "Düzen! Düzeni saglayın!"
haykırısları sesinin duyulmasını engelledi. Küçümser bir tavırla ugultunun
dinmesini bekledi. Sonra hepsini yakalamak ister gibi kollarını açtı ve
arkadaslarına dönerek bagırdı:
"Bu besili hayvanların bögürtülerini iyi dinleyin!"
-271-
Büyük bir gürültü daha koptu. Baskan, üyeleri sessizlige davet etmek için
tokmagı kürsüye vuruyor, bir yandan da beklenti dolu gözlerle kapının agzında
duran subaylara bakıyordu. "_syan!" diye haykıranlar oldu ve tostoparlak
vücuduyla göze çarpan New York'lu bir milletvekili "Anarsist!" diye bagırdı
Ernest'e. Ernest'in görünümü hiç de hos degildi. Bütün kasları kavganın
heyecanıyla titriyor, yüzü yırtıcı bir hayvanın yüzünü andırıyordu, ama yine de
sogukkanlılıgını kaybetmiyordu.
"Unutmayın," dedi, ugultuyu bastıran bir sesle. "Siz bugün proletaryaya
acımazsanız, bir gün gelecek proletarya da size acımayacak..."
"_syan!" ve "Anarsist!" çıglıkları yeri gögü inletiyordu.
"Bu yasa tasarısına olumlu oy vermeyeceginizi biliyorum," diye devam etti Emest.
"Çünkü efendilerinizden bu yönde bir buyruk aldınız. Ve yine de bana 'anarsist'
diyorsunuz. Halkın hükümetini yok eden sizler, kan kırmızı usak üniformanızı,
utancınızı bile saklamaya gerek görmeyen sizler, bana 'anarsist' diyorsunuz.
Cehennem atesine inanmıyorum, ama böyle anlarda inanmadıgım için pismanlık
duyuyorum. Hayır, böyle anlarda neredeyse inanacagım geliyor. Mutlaka bir
cehennem olmalı, çünkü sizin islediginiz cinayetleri cezalandırmak için daha
uygun bir yer düsünemiyorum. Siz var oldugunuz sürece, evrende bir cehenneme
mutlaka ihtiyaç vardır." Kapılarda bir kıpırdanma oldu. Ernest, Baskan ve
-272-
bütün üyeler ne oldugunu görmek için o tarafa döndüler.
"Baskan, neden askerlerinizi içeri çagırıp islerini bitirme emri vermiyorsunuz?"
diye sordu Ernest. "Planınızı hemen uygulayacaklardır."
"Uygulanacak baska planlarımız var," oldu cevap. "Askerlerin burada olmalarının
nedeni de bu."
"Bizimle ilgili planlar sanıyorum," diye alaycı bir tavırla konustu Ernest.
"Katliam ya da buna benzer bir sey yani."
"Katliam" sözüyle ortalık yeniden ugultuya boguldu. Ernest sesini duyuramıyor,
ama gürültü her an kesilir umuduyla ayakta duruyordu. _ste o anda olan oldu;
dinleyici sıralarından, ancak patlamanın ısıgını görebildim ve ardından
kulaklarımı sagır eden bir patlama sesi duydum ve ardından Ernest'in dumanlar
arasında önce sendeleyip sonra yuvarlandıgını gördüm. Askerler bütün kapılardan
içeri dalıyorlardı. Arkadasları öfkeyle ayaga fırlamıslar, saldırmaya
hazırdılar. Ernest bir an için ayaga kalktı, salondakilerin susması için
kollarını salladı:
"Bu bir komplo!" diye bagırdı, kendi grubunun bulundugu yöne dönerek. "Hiçbir
sey yapmayın yoksa mahvolursunuz."
Sonra yavasça çöktü ve askerler yanına geldi. Hemen ardından salonu bosaltmaya
basladılar, artık ben de bir sey göremiyordum.
Kocam olmasına ragmen, yanına gitmeme izin vermediler. Sonra kim oldugumu
haykırdım ve anında oracıkta tutuklandım. Aynı za-
-273-
manda Washington'daki bütün sosyalistler tutuklandı. Aralarında, otelinde tifo
atesiyle hasta yatmakta olan Simpson da vardı.
Yargılama çok kısa sürdü. Bütün sanıklar önceden verilmis karar geregince mahkûm
edildiler. Ernest'in idama mahkûm edilmeyisi bir mucizeydi. Bu, oligarsinin tam
bir gafletiydi ve bu da ona pahalıya mal oldu. Ama oligarsi o günlerde kendinden
çok emindi. Basarısından sarhostu ve bir avuç kahramanın, oligarsiyi temelinden
sarsacak gücü oldugunu aklından bile geçirmiyordu. Yarın büyük bir devrim patlak
verip bütün dünya kitlelerin ayak sesleriyle sarsıldıgında, oligarsi gerçegi, bu
bir avuç gözü kara kahramanın ne kadar büyüyebilecegini anladıgında çok geç
olacaktır.*
Avis Everhard, anlattıklarının kendi zamanında okunacagını düsünerek agır ihanet
suçlamasıyla yapılan yargılama konusuna bu kadar az deginiyordu. Everhard'ın el
yazmasında, buna benzer daha birçok eksiklikler görülecektir. Elli iki sosyalist
milletvekili yargılanmıs ve hepsi de suçlu bulunmustu. Ne gariptir ki. bir kisi
bile ölüm cezasına çarptırılmadı. Ernest Everhard ve aralarında Theodore
Donnelson ve Matthew Kent'in de bulundugu on bir arkadası ömür boyu hapis cezası
aldı. Geri kalan kırk kisi, otuz yıldan kırk bes yıla kadar degisen hapis
cezalarına çarptırıldılar. El yazmasında adı geçen ve patlama günü tifo atesiyle
yattıgı söylenen Art-hur Simpson, sadece on bes yıla mahkûm oldu. Söylendigine
göre herkesin basına geldigi gibi hücresinde açlıktan ölmüs, usaklar bu olayı,
Simpson'ın çok inatçı ve despotizme hizmet eden insanlara karsı öfkeli oldugu
nedenine dayandırıyorlar. Simpson, Küba'nın Cabanas kentinde ölmüs, üç yoldası
da onun bulundugu hapishaneye kapatılmıstı. Elli iki sosyalist milletvekili,
Birlesik Devletler'e yayılmıs olan askeri hapishanelere kapatıldı. Bu yüzden, Du
Bois ve Woods, Porto Rico'da, Everhard ve Merryweather de. San Francisco'nun bir
adası olan ama askeri bir hapishane olarak hizmet veren Alcatraz adasında
yattılar.
-274-
Ben bir devrimci olarak, devrimcinin gizli planlarını ve korkularını bilen bir
kisi olarak, Meclis'te patlatılan bombanın, oligarsinin usakları tarafından
atıldıgını söyleyebilecek birkaç kisiden biriyim. Bu bomba olayıyla, Meclis'in
içindekiler kadar, dısarıdaki sosyalistlerin de uzak veya yakın hiçbir
iliskileri olmadıgını çekinmeden ve hiç kusku duymadan söyleyebilirim. Bombayı
kimin attıgını bilmiyorduk, ama kesinlikle emin oldugumuz bir sey vardı; o da
bombayı bizim atmadıgımızdı.
Öte yandan, bu olaydan Demir Ökçe'nin sorumlu oldugunu gösteren bazı kanıtlar
var. Elbette biz bunu kanıtlayanlayız. Bizim yargımız sadece birtakım tahminlere
dayalı. Bütün bildigimiz, hükümetin gizli ajanlarının Meclis Baskanı'na
verdikleri raporda, sosyalist milletvekillerinin terör hareketlerine belli bir
günde baslayacaklarını bildirmeleriydi. Bu baslama günü olarak da bombanın
patladıgı gün gösteriliyordu. Bunun üzerine meclis binasını askerlerle
doldurarak önlem almıslardı. Bizim bombadan filan haberimiz olmadıgından,
yetkililer de patlamaya hazırlıklı olduklarından, bu olay hakkında bir tek Demir
Ökçe'nin bilgisi oldugu sonucuna kolaylıkla varılabilir. Dahası, biz Demir
Ökçe'nin konusmalar sırasında meydana gelen kargasadan da sorumlu oldugunu, bu
isi, suçu bize yüklemek ve bizi yok etmek amacıyla tasarlayıp gerçeklestirdigini
biliyorduk.
Kan kırmızı usak üniformasını sırtına geçirmis Meclis baskanı, bütün Meclis
üyelerine kararlastırılan isareti verdi. Ernest konu-
-275-
surken, bir siddet olayının patlak verecegini herkes önceden biliyordu. Ama isin
dogrusu, bunların hepsi de bu terör hareketinin sosyalistler tarafından
tasarlandıgına yürekten inanmıslardı. Mahkemede de birçogu tanık olarak ifade
verirken, yine içtenlikle Ernest'i bombayı atmaya hazırlanırken gördüklerini ve
bombanın zamanından önce patladıgını ileri sürdüler. Elbette hiçbiri böyle bir
sey görmemisti ama korkuyla ateslenen hayal güçleri onları böyle sanılara
sürüklemisti.
Ernest mahkemede söyle konustu: "Eger bomba atmak niyetinde olsaydım, böyle
zararsız bir havai fisekten yararlanacagıma aklı basında bir insan inanabilir
mi? _çinde yeterince barut bile yoktu. Epey duman çıkardı ama benden baska
kimseyi yaralamadı. Tam ayaklarımın dibinde patlamasına ragmen, beni bile
öldüremedi. Ben böyle bir is yapmaya kalkıstıgımda, hiç kuskunuz olmasın,
gerçekten hasar verecek bir bomba seçerim. Benim atacagım bombadan dumandan
baska seyler de çıkardı."
_ddia makamı ise, bombanın etkisiz olusunu ve zamanından önce patlamasını
sosyalistlerin beceriksizligine baglıyor, Ernest'in sinirlerine hâkim olamadıgı
için bombayı elinden düsürdügünü ileri sürüyordu. Ernest'i bombayı tutarken ve
elinden düsürürken gördüklerini söyleyenlerin tanıklıklanyla, bu iddia
güçleniyordu.
Bize gelince, hiçbirimiz bombanın nasıl atıldıgını bilmiyorduk. Ernest bana,
bombanın patlamasından bir saniye önce sesini
-276-
duydugunu ve ayaklarının dibine düstügünü gördügünü söylemisti. Bunu mahkemede
de söyledi, ama hiç kimse ona inanmadı. Ayrıca, söylediklerinizin hiçbir kıymeti
yoktu. Demir Ökçe bizi yok etmeyi kafasına koymustu, ne yapsak bosunaydı.
"Gerçek er ya da geç ortaya çıkar," derler. Ama bu sözün dogrulugundan artık
kusku duyuyordum. O günden bu yana, on dokuz yıl geçti; sürekli çabalarımıza
ragmen, bombayı kimin attıgını bir türlü ortaya çıkaramadık. Bu adam, kuskusuz,
Demir Ökçe'nin bir usagıydı, ama kim oldugu hakkında hiçbir ipucu elde edemedik.
Bugün de bu olayı, tarihin esrarengiz olaylan arasında saymaktan baska bir sey
yapamıyoruz.*
Bu sırrın ortaya çıktıgını görebilmek için, daha kusaklar boyu yasamalıydı Avis
Everhard. Yüz yıl kadar önce. Avis'in ölümünden altı yüz yıl sonra, Vatikan'ın
gizli ar-sivlerinde Pervaise adlı birinin itirafları bulundu. Aslında sadece
tarihçileri ilgilendiren bu muglak belge hakkında bir seyler söylemek belki de
yerinde olacaktır. Pervaise. Fransız asıllı bir Amerikalıydı, M. S. 1913
yılında, New York City'deki Tombs Hapishanesi'nde, cinayet suçundan yargılanmak
için gün dolduruyordu. _tiraflarından onun bir cani olmadıgını ögreniyoruz.
Sıcak kanlı, tutkulu ve duygusal bir insandı. Hastalıklı bir kıskançlıga kapılıp
karısını öldürmüstü. O günlerde böyle olaylar sık görülürdü. Pervaise ölüm
korkusuyla dolu bir adamdı. Bunu itirafında uzun uzadıya anlatmıstır. Ölümden
kurtulmak için her seyi yapabilirdi ve polis ajanları birinci dereceden,
cinayetten sanık birinin ölümden kurtulamayacagına iyice inandırmıslardı onu. O
günlerde birinci dereceden cinayet islemek en büyük suç kabul ediliyordu. Suçlu
kadın ve erkekler özel olarak yapılmıs idam sandalyesine oturuyorlar ve uzman
doktorların gözetiminde, elektrik akımıyla yok ediliyorlardı. Buna elektrik
vererek idam etme deniyordu ve bu yöntem o dönemde çok yaygındı. Anestezi
yoluyla idam yöntemi daha sonraları uygulanmaya baslandı. Bu iyi
-277-
yürekli ama zayıf iradeli adam, hapiste yatar ve ölümden baska bir seyi
beklemezken, Demir Ökçe'nin ajanları onu, Temsilciler Meclisi'nde bomba atmaya
ikna ettiler. _tirafında açıkça bombanın zayıf ve tehlikesiz oldugunun ve
kimseyi öldürmeyeceginin kendisine söylendigini yazıyor. Gerçekten de bomba çok
güçsüzdü ve Ever-hard'ın ayaklarının dibinde patlaması bile ölümcül sonuçlara
yol açmamıstı.
Pervaise, görünüste onarım yapılması için kapatılmıs olan dinleyici sıralarından
birine, tamirci kılıgında sızmıstı. Bombanın atılacagı anı kendi belirleyecekti.
Saf bir sekilde Everhard'ın konusmasına ve salondaki kargasaya kendini çok
kaptırdıgını ve neredeyse görevini unutacak oldugunu itiraf ediyor.
Yaptıgı ise karsılık, hapishaneden salıverilmekle kalmadı, ömür boyu onu
geçindirecek bir gelir de sagladılar ona. Ama bu ödülden uzun süre
yararlanamadı. M. S. Eylül 1914'te kalp romatizmasına yakalandı ve üç gün
yasadı. _ste bu son günlerinde Katolik rahibi Rahip Peter Durban'ı çagırdı ve
ona günah çıkardı. _tirafı rahibe o kadar önemli geldi ki, rahip yaptıgı itirafı
yazmasını ve yemin ederek imzalamasını istedi. Bundan sonra olanları sadece
tahmin edebiliriz. Belge, Roma'ya ulasacak kadar önemliydi anlasılan. Belgenin
böylesine basanyla gizli tutulmasında, güçlü yerlerden müdahaleler yapılmıs olsa
gerekir. Yüzyıllar boyunca bu belgenin varlıgı dünyadan gizli tutuldu. Ta ki
geçen yüzyılda, parlak _talyan bilim adamı Lorbia, Vatikan'daki arastırmaları
sırasında bu belgeyi rastlantı sonucu bulana kadar. Bugün, M. S. 1913 yılında
Temsilciler Meclisi'nde patlayan bombanın sorumlusunun Demir Ökçe oldugundan hiç
kusku yok. Pervaise'in itirafı gün ısıgına çıkmamıs olsaydı bile, aklı basında
olan hiç kimse, elli iki milletvekilini hapse gönderen bu eylemi, oligarsinin ve
ondan önce hüküm süren kapitalizmin yaptıgından kusku duymazdı.
M. S. on dokuzuncu yüzyılın sondan bir önceki on yılında Chicago'da masum ve
sözde Haymarket Anarsistlerinin keyfi öldürülmesi klasik örnegi de var. Olayı
baslı basına ele aldıgımızda kapitalist mülkiyetin yine kapitalistler tarafından
yok edilip yakıldıgı garip bir gerçektir. Mülkiyetin bu sekilde yok edilmesinin
karsılıgında çogunlukla masum insanlar cezalandırılırdı. Zamanın tabiriyle,
"delige tıkıhrdı."
M. S. yirminci yüzyılın ilk on yılındaki emekçi çatısmalarında, kapitalistler
ile Batı Madencileri Federasyonu arasındaki bir kavgada, benzer ama daha kanlı
taktikler uygulandı. Independence _stasyonu, kapitalistlerin ajanları tarafından
havaya uçurulmustu. On üç kisi ölmüs, çok sayıda insan da yaralanmıstı. O
dönemde,
-278-
Colorado eyaletinin yasama meclisini ve yargı mekanizmasını denetimleri altında
tutan kapitalistler, madencileri cinayetle suçladılar ve onları mahkûm etmeye
çok yaklastılar, ama basaramadılar. Pervaise gibi, bu olayın masalarından biri
olan Romaines bir baska eyalet olan Kansas'taki bir hapishanede yargılanmayı
bekliyordu. Ama kapitalistlerin ajanlarını görünce yalancı tanıklık yapmayı
kabul etti. Ama Pervaise'in tersine o itirafını, yasarken kamuoyuna yaptı.
Sonra, yine aynı dönemde, iki güçlü kuvvetli, korkusuz emekçi lideri Moyer ve
Hayvrood davası vardı. Bunlardan biri Batı Madencileri Federasyonunun baskanı,
digeri ise sekreteriydi. Idaho'nun eski valisi esrarengiz bir biçimde
öldürülmüstü. Cinayet, o dönemde, açıkça sosyalistlerle madencilere yüklendi.
Bununla beraber, bu iki kisinin suçsuz oldugunu herkesin bilmesine ragmen,
ulusal ve eyalet anayasaları ihlal edilerek ve Idaho ve Colorado valilerinin
tezgâhları sayesinde Moyer ve Hay-wood kaçınldılar, hapse atıldılar ve cinayetle
suçlandılar. Tam o sırada o günlerin Amerikan Sosyalistleri lideri Eugene V.
Debs su sözleri söyledi. "Rüsvetle satın alınamayan ya da korkutulamayan isçi
liderleri, tuzaga düsürülüp öldürülüyorlar. Moyer ve Haywood'un tek suçları isçi
sınıfına namuslu bir sekilde hizmet etmeleridir. Kapitalistler ülkemizi
çaldılar, siyasetimizi bozdular, adalet mekanizmamızı kirlettiler ve bizi
nallanmıs atlarının altında ezdiler. Simdi de kendi zalim baskılarına boyun
egmeyenleri öldürüyorlar. Colorado ve Idaho eyaletlerinin valileri efendileri
olan plütokrasinin buyrugunu yerine getiriyorlar. Mesele sudur: _sçiler Plütokrasiye
karsı. Onlar ilk siddetli darbeyi indirirlerse, biz de son darbeyi
indirecegiz."
-279-
¦xvm>
SONOMA'NIN GÖLGES_NDE
Bu dönem sırasında, kendimle ilgili olarak sözü edilecek pek bir olay olmadı.
Hiçbir seyle suçlanmamama ragmen, altı ay hapiste tutuldum. Sadece süphelilerden
biriydim. Bütün sosyalistlerin kısa bir zaman sonra ögrenecegi korkutucu bir
sözdü bu. Bu sıralarda, henüz olusum asamasında olan gizli servisimiz çalısmaya
baslamıstı. Tutuklulugumun ikinci ayının sonuna dogru gardiyanlardan biri,
örgütle iliskisi olan bir devrimci oldugunu söyledi bana. Birkaç hafta sonra,
cezaevi doktorluguna yeni atanan Joseph Parkhurst, Mücadele Gruplan'nın bir
üyesi oldugunu söyledi.
Böylece, bizim örgütümüz, oligarsinin örgütüyle örümcek agı gibi sarmas dolas
oldu. Dıs dünyada olup biten her seyi ögreniyordum ve tutuklanmıs liderlerimiz
de, Demir Ökçe'nin kan kırmızı usak üniforması altına gizlenmis olan kahraman
yoldaslarımızla sürekli iliski halindeydiler. Ernest Pasifik Okyanusu sahilinde,
üç bin mil uzaklıktaki bir hapishanede yatmasına ragmen onunla sürekli
haberlesi-yor, düzenli olarak mektuplasıyorduk.
Tutuklu olsun, serbest olsun bütün liderle-
-281-
rimiz harekâtı yönetme ve tartısma olanagına sahiptiler. Birkaç ay içinde
bazılarını kaçırmak mümkün olacaktı, ama hapislik çalısmalarımızı hiç
engellemediginden kaçma girisiminin, yersiz ve zamansız olduguna karar verildi.
Elli iki milletvekili hapisteydi ve üç yüzden fazla isçi lideri de tutuklu
bulunuyordu. Hepsinin ortak bir harekâtla aynı anda kaçırılması gerektigi
planlanmıstı. Bir kısmımız kaçarsa, oligarsinin eli tetikte olacak ve geri
kalanların kaçmasını önleyecekti. Öte yandan, bütün ülke çapında uygulanacak
harekât, proletarya üstünde olaganüstü büyük bir psikolojik etki yaratacaktı.
Bu, gücümüzü gösterecek ve proletaryaya güven verecekti.
Sonuçta, altı ay sonunda cezaevinden çıktıgımda, ortadan kaybolmam ve Ernest
için güvenli bir saklanacak yer bulmam kararlastırıldı. Benim ortadan kaybolmam
öyle kolay bir is degildi. Özgürlügüme kavusur kavusmaz, Demir Ökçe'nin
casusları pesime takıldılar. Onları sasırtmak, izimi kaybettirmek gerekiyordu.
California'ya gidecektim. Bunu biraz gülünç bir sekilde gerçeklestirebildik.
Ruslar örnek alınarak uygulanan pasaport sistemi gelismekteydi. Bütün kıtayı
gerçek ismimle, dolasmam imkânsızdı. Ernest'i göreceksem, izimi tamamen
kaybettirmem gerekiyordu, takip edilirsem onun da yakalanacagı açıktı. Bir
proleter kılıgı içinde de yolculuk yapamazdım. Tek çare, oligarsinin bir
üyesinin kılıgına bürünmekti. Oligarsinin dorugunda yasayanlar bir avuç insandı,
ama Bay Wickson gibi birkaç milyon dolarla ikinci
-282-
derecede zengin olanların sayısı binlerceydi. Bu zenginlerin kanlan ve kızları
genellikle çok gezerlerdi ve ben de kendimi bunlardan biri gibi gösterecektim.
Birkaç yıl sonra olsaydı, bu hiç mümkün olmazdı, çünkü pasaport sistemi kısa
süre sonra öylesine kusursuz olacaktı ki, ne kadın, ne erkek, ne de çocuk fissjz
olmayacak, yaptıgı her is, her davranıs adım adım izlenecekti.
Zamanı gelince pesimdekileri yanlıs bir izin pesine taktık. Bir saat sonra Avis
Everhard yoktu artık. Onun yok olmasıyla da Felice Van Verdighan adlı bir bayan,
iki hizmetçisi, bir fino köpegi ve bir de köpek bakıcısıyla* birkaç dakika sonra
Batıya hareket edecek olan trenin bir Pullman** vagonuna biniyordu.
Yanımdaki üç hizmetçi devrimciydi. _ki tanesi Mücadele Gruplanmızın kayıtlı
üyesiydi, üçüncüsü, Grace Holbrook, birlige onlardan bir yıl sonra katılmıstı ve
katıldıktan altı ay sonra da Demir Ökçe tarafından tutuklanmıstı. Köpek
bakıcılıgını o üstlenmisti. Öteki iki kızdan Bertha Stole, on iki yıl sonra
ortadan kayboldu. Ama Anna Roylston hâlâ yasıyor ve devrim*** için giderek daha
önemli görevler yüklenmektedir.
Anlatılanlar, efendilerin vicdansız tavır ve davranıslarını gösteriyor. _nsanlar
açlıktan ölürken köpeklere hizmetçiler tutulurdu. Bu, Avis Everhard için
katlanılmaz bir kılık degistirme olmustu.
Pullman: Lüks tren vagonlarını tanımlamak için kullanılan vagonlar. Bunlar ilk
kez sanayici Pullman tarafından yapılmıstır.
" Hemen hemen akıl almaz derecede büyük ve sürekli felaketlere ragmen, Anna
Roylston doksan bir yasına kadar yasadı. Pocock'lar Mücadele Grupları'nın
cellatlarının elinden nasıl kurtulduysa. o da Demir Ökçenin
-283-
Kazasız belasız Birlesik Devletler'i katedip California'ya vardık. Tren
Oakland'da, On Altıncı Cadde _stasyonu'nda durdugunda indik. Drada, Felice Van
Verdighan, iki hizmetçisi, köpegi ve köpek bakıcısıyla birlikte ortadan
kayboldu. Hizmetçiler güvenilir yoldaslar tarafından götürüldü. Baska yoldaslar
da beni devraldılar. Trenden indikten yarım saat kadar sonra, küçük bir balıkçı
teknesinde, San Francisco Körfezi sularında ilerliyordum. Rüzgâr degisik
yönlerden esiyordu ve gecenin büyük bir kısmında serseri bir yol izledik. Ama
Ernest'in yattıgı Alcatraz hapishanesinin ısıklarını görünce, ona yaklastıgım
düsüncesiyle rahatladım. Safak vakti, balıkçının kürek çekmesiyle Marin
Adaları'na vardık. Orada bütün gün gizlendik. Ertesi gece yükselen denizle ve
arkamızdan esen hafif bir meltemle San Pablo Körfezi'ni iki saatte geçtik ve
Petaluma Tepesi'ne çıktık.
Bir yoldas orada beni atlarla bekliyordu ve hiç zaman kaybetmeden yıldızların
ısıgının altında yola koyulduk. Kuzeyde, atlarımızın burnunu çevirdigimiz Sonoma
Da-gı'nın belli belirsiz silueti görünüyordu. Aynı adı tasıyan eski kasabayı
sagımızda bırakarak, dagların arasına kıvrılan bir yerden ilercellaüannın
elinden öyle kurtuldu. Tehlike ve alarmlarla dolu olmasına ragmen,
çok mutlu bir hayat sürdü. Kendisi Mücadele Gruplan'nın cellatlarından biriydi
ve "Kızıl Bakire" diye bilinirdi. Devrimin en seçkin kisilik-lerindendi. Altmıs
dokuz yasında ihtiyar bir kadınken "Kanlı Halcliffe"i hem de korumalarının
arasında, vurup yere serdi ve burnunu bile kanatmadan kurtuldu. Sonunda, Ozark
Daglan'nda devrimcilerin gizli bir sıgınagında güven içinde yaslılıktan öldü.
-284-
lemeye basladık. Araba yolu önce bir orman yoluna, daha sonra bir patikaya
dönüstü, sonunda yaylanın otlakları arasında kayboldu. Dogrudan Sonoma Dagı'na
sürdük atlarımızı. Bu en güvenilir yoldu. Bu yolda bizi kimse göremezdi.
Safak sökerken, kuzey yamacının doru-gundaydık. Günün ilk bulanık aydınlıgında,
çalılar arasından dev agaçların boy attıgı ve yazın sıcaklıgını hâlâ koruyan
bogazın yatagına indik. Buraları biliyor, tanıyordum. Artık ben yol
gösterebilirdim. Saklanma yerime gelmistik. Burayı ben seçmistim. Bir çiti
asarak genis bir çayırlıktan geçtik. Sonra meselerle kaplı küçük bir tepeyi
asarak daha küçük bir çayıra vardık. Yeni bir tepeye tırmandık. Simdi yöreye
özgü, gövdelerinin rengi bakıra çalan agaçların gölgesindeydik. Günün ilk
ısıklan, biz tepeyi tırmanırken sırtımızı ısıtmaya basladı. Çalılıklardan bir
keklik sürüsü çıglıklarla havalandı. Bir tavsan sessizce ve bir geyik hızıyla
yolun karsı kıyısına fırladı. Bunun ardından dal dal boynuzlu, boynu ve omuzlan
günesten kızıllasmıs bir geyik aniden önümüze çıktı, yamacı tırmanıp tepede
gözden kayboldu.
Bir süre dörtnala geyigin pesinden gittik. Sonra, onu izlemeyi bırakıp dönemeçli
bir yoldan, dag yamaçlarından kopan maden parçalanyla sulan gölgelenmis olan bir
gölü çevreleyen heybetli agaçlara dogru indik. Bu yolu kans kans biliyordum. Bir
zamanlar dostum olan bir yazanndı bu çiftlik. O da devrimci olmustu ama talihi
bizim kadar yü-
-285-
züne gülmemisti, çünkü esrarlı bir sekilde ortadan kaybolmus ve kimse ne zaman,
nasıl öldügünü ögrenememisti. Bu saklanma yerini, yani benim saklanacagım yeri,
hayattayken tek o biliyordu. Bu otlagı, güzelligi yüzünden satın almıstı. Bunca
parayı ödemeye hazır oldugunu gören köylülerin, nasıl uzun uzun düsünüp birtakım
hesaplar yaparak, "Ama verdiginizin yüzde altısını kazanamazsınız," deyislerini
bana anlatmaktan büyük bir zevk duyardı.
Ama simdi ölmüstü. Çiftlik de çocuklarına geçmis degildi. Bu güzelim topraklar,
ta Spreckels Yöresi'nden Sennet Ovası'nın çizdigi dogal sınıra kadar, Sonoma
Dagı'nın kuzey ve dogu kesimlerine sahip olan Bay Wickson'ın malıydı simdi.
Wickson, burada, büyük ve muhtesem bir geyik parkı yaptırmıstı, alabildigine
uzanan yamaçlar, vadiler ve ovalarda geyikler ilkel bir vahsilik içinde
kosuyorlardı. Topragın eski sahipleri kovul-muslardı. Akıl hastalan için yapılan
bir bina da, geyiklere yer açmak için yıkılmıstı.
_sin hos yanı, Wickson'ın av evi, benim saklanma yerimden çeyrek mil ötedeydi.
Bu, tehlikeli olmaktan çok, benim için daha büyük bir güvenceydi. Çünkü
oligarsinin ikinci sınıf prenslerinden birinin kanadının altında sayılırdık.
Herhalde Demir Ökçe'nin casuslarının Ernest'i ve beni aramayı düsünecekleri en
son yer Wickson'ın geyik parkıydı.
Atlarımızı göl kıyısındaki agaçlara bagladık. Çürümüs bir agacın kovugundan
arkadasım bir sürü esya çıkardı. Elli kiloluk bir
-286-
torba un, çesitli konserveler, mutfak aletleri, battaniyeler, bir branda,
kitaplar, kalem, defter, bir tomar zarf, bes galonluk bir bidon gaz ve hepsinden
önemlisi koca bir demet urgan. Öylesine çok esya vardı ki, bunları sıgınaga
tasımak için, birkaç kez gidip gelmemiz gerekecekti.
Ama sıgınak çok yakındı. Urganı alarak önden yürümeye basladım. _ki agaçlıklı
tepenin arasına yesil bir yol gibi sokulup bir derenin sarp yamacında aniden
bitiveren fundalarla, sürgünleri birbirlerine dolanan üzüm kökleriyle dolu bir
açıklıkta ilerledim. Kaynakların besledigi ve en siddetli sıcakların bile
kurutamadıgı bir dereydi bu. Irmagın iki yanında da, dikkatsiz bir dev
tarafından oraya buraya serpistirilmis gibi duran agaçlı tepeler yükseliyordu.
Yüzlerce metreye kadar varan bu tepeler kaya damarlarından yoksundu. Agaçların
hepsi yüksekti, hele kimileri yüzlerce metre uzunlugundaydı. Sono-ma'nın ünlü
baglarını verimli kılan kırmızı volkan topragı üzerinde yükseliyorlardı. Irmak,
bu agaçlar arasında derin ve dik yatagında kıvrıla kıvrıla akıyordu.
Derenin yatagına inmek için, ayaklarımız kadar ellerimizden de yararlanmak
zorunda kaldık. Oraya varınca suyun akıs yönünde yüz metre kadar ilerledik.
Büyük magaranın basındaydık. Magara var mı yok mu, belli olmuyordu. Bu, sıradan
bir magara degildi zaten. Agaçların ve çalıların arasından sürüne sürüne
ilerledikten sonra, insan birden kendini yemyesil bir uçurumun kenarında bulu-
-287-
yordu. Yüz adım kadar boyu, bir o kadar eni, elli adım kadar da derinligi vardı.
Tepelerin o dev tarafından buraya atıldıkları çagda meydana gelen çatlaklar ve
birçok toprak kayması yaratmıstı bu magarayı. Su sızıntıları da yüzyıllar boyu
durmadan kemirmislerdi dört bir yanından. Magaranın bir karıs bile çıplak bir
yüzeyi yoktu. Her tarafı yesil bitkilerden bir halı sarmıstı. Narin
baldınkaralardan, altın sansı egreltiotlanndan heybetli palamutlara, çamlara
kadar bin bir türlü bitki... Bu dev agaçlar uçurumun duvarlarında bile boy
atıyorlardı. Bazıları kırk bes derece kadar yere dogru egilmisler, ama çogu,
yumusak topraktan dimdik fırlamıslardı.
Burası mükemmel bir sıgınaktı. Hiç kimse gelemezdi, yakındaki Glen Ellen
Köyü'nün çocukları bile. Bu magara, bir uçurumun dibinde olsaydı ve bir mil
degil de, birkaç mil uzaklıkta olsaydı, bu yöredeki herkes hiç kuskusuz burayı
bilirdi. Ama bu su yolu bir kanyon sayılmazdı. Irmak yatagının uzunlugu bes yüz
metreyi geçmiyordu. Kaynagı, magaranın üç yüz metre kadar yukarısında bir yerde,
düz bir otlagın ortasındaki bir pınardı. Yüz metre kadar aktıktan sonra açık
araziye çıkıyor ve engebeli, otlarla kaplı bir alanda nehre ulasıyordu.
Yoldasım, urganın bir ucunu bir agacın gövdesine doladıktan sonra, diger ucunu
da belime baglayarak beni uçurumdan sarkıttı. Kendimi göz açıp kapayıncaya kadar
asagıda buldum, Sonra gidip yüklerimizi tasıdı ve asagı sarkıttı. _si bitince
urganı sardı, gizledi
-288-
ve bana da neseli neseli, "Hosça kal," diyerek uzaklastı.
Yazıma devam etmeden önce devrimin alçakgönüllü bir militanından, ordumuzun
saflarını olusturan sayısız yigit yüreklilerden biri olan, yoldas John
Carlson'dan söz etmek istiyorum size. Wickson'ın yanında, av köskündeki
agıllarda çalısıyordu. Zaten Sonoma Dagı'nı da Wickson'ın atlarıyla asmıstık.
John Carl-son, yirmi yıldır saklanması gerekenlerin sıgındıgı biridir. Bu süre
içinde, dürüst olmayan tek bir düsüncenin bile aklından geçmedigine eminim;
hatta düsünde bile. Öyle saf, hatta öyle kıt akıllı biriydi ki, devrimin onun
için ne anlama gelebilecegini, nasıl olup da devrime hizmet etme düsüncesini
benimsedigini anlamak güçtü. Ama özgürlük askı, onun karanlık ruhunda sönmeyen
kıvılcımlar halinde parlayıp duruyordu. Bazı açılardan hayal gücünün zengin
olmayısı daha da yararlıydı. Kendini hiç kaybetmez, emirlere harfiyen uyardı. Ne
meraklı, ne de gevezeydi. Bir defasında ona nasıl devrimci oldugunu sordum.
"Gençligimde askerdim," diye cevap verdi. "Almanya'daydım. Orada bütün gençlerin
zamanı gelince askerlik yapması gerekir. Ben de ordudaydım, ben yaslarda bir
asker arkadasım vardı. Babası sizin dediginiz gibi ajita-tördü. Alman ordusuna
hakaretten, daha dogrusu _mparator hakkında gerçegi söyledigi için
tutuklanmıstı. Bu genç, yani oglu, benimle halk, emek üzerine ve kapitalistlerin
halkı soydugu üzerine sürekli konusurdu. Bu delikanlı bana, dünyaya yeni bir
gözle bak-
-289-
mayı ögretti ve böylece ben de sosyalist oldum. Konusmaları gerçekti ve
dogruydu. Söylediklerini hiç unutmadım. Birlesik Dev-letler'e gelir gelmez hemen
sosyalistlerle iliski kurdum, bir bölgede resmi üye kaydedildim. O zamanlar
S.L.P. zamanıydı. Sonra parti içinde bölünmeler bas gösterdiginde, bölgemdeki
S.P.'ye katıldım. O zamanlar San Fran-cisco'da bir ahırda çalısıyordum. Bu,
Büyük Deprem'den önceydi. Tam yirmi iki yıl partiye aidat ödedim, hâlâ üyesiyim
ve aidatlarımı da vermeye devam ediyorum. Ama bunu gizli tutuyorum, üstüme düsen
görevleri yapıyorum. Ölmeden Sosyalist halk hükümetinin kuruldugunu görürsem
mutlu olacagım."
Kendi basıma kalınca, gaz ocagımı yakıp kahvaltımı hazırlamaya ve evimi
yerlestirmeye basladım. Sonraları, Carlson, ya sabahın alacakaranlıgında ya da
gece çöktükten sonra gizlice gelir, birkaç saat çalısırdı. Önceleri brandanın
altında yasıyordum. Daha sonra, küçük bir çadır kurduk. Güvenligimizden
bütünüyle emin olduktan sonra, küçük bir ev yaptık. Bu ev, magaranın deliginden
bakan birinin bile göremeyecegi bir yere kurulmustu. Bereketli bitki örtüsü,
evin önünde dogal bir perde olusturuyordu. Zaten ev, dik duvarlardan birine
yaslanmıstı ve bu duvarın içine, kalın agaç gövdeleriyle payanda vurulmus,
rutubetsiz ve havadar iki oda oyduk. _nanın bana, evimiz çok rahattı. Daha
sonraları Alman anarsist Biedenbach da yanımıza saklanmak için geldiginde,
evimizin duvarına dumanı içeri çeken bir tertibat yaptı. Böylece,
-290-
kıs gecelerinde, çatır çatır yanan bir ates karsısında otururken güzel saatler
geçirdik.
Sözün burasında, bu yumusak ruhlu anarsist, devrimci arkadaslarımız arasında
yanlıs tanınan Biedenbach hakkında bir seyler söylemeliyim. Biedenbach hiçbir
zaman davaya ihanet etmemistir. Genellikle sanıldıgı gibi, yoldasları tarafından
da idam edilmemistir. Bütün bunlar, oligarsinin usakları tarafından uydurulan
yalanlardır. Yoldas Biedenbach, unutkandı, hafızası zayıftı. Gizli parolayı
hatırlayamadıgı için, Carmel yeraltı sıgınagında, nöbetçilerimizden biri
tarafından ates edilerek öldürülmüstü. Bu, üzüntü duyulacak bir hataydı, hepsi
bu. Onun Mücadele Grubu'na ihanet ettigini söylemek tamamen yalandır. Davaya
büyük bir baglılık ve dogrulukla hizmet etmistir.*
_ste on dokuz yıl var ki, benim seçtigim bu sıgınak sürekli olarak bizlere
hizmet verdi. Bu süre içinde burayı bir olayın dısında, tek bir yabancı
bulamadı. Oysa Wickson'ın av köskünden çeyrek mil ve Glen Ellen Köyü'n-den de
bir mil uzaklıktaydı. Sabah aksam gidip gelen trenlerin seslerini dinliyor,
saatimi tugla fabrikasının is bası düdügüne göre ayarlıyordum."**
O günlerden bugüne gelen materyali inceledigimizde, burada sözü edilen
Biedenbach'a rastlamıyoruz. Ondan, Everhard'ın el yazmasından baska hiçbir yerde
söz edilmemektedir.
' Eger meraklı bir gezgin, Glen Ellen'dan güneye dogru dönerse, kendisini yedi
yüzyıl önceki köy yollarına benzer bir bulvarda bulacaktır. Glen Ellen'den
çeyrek mil ilerde, ikinci bir köprü geçildiginde, sag tarafta, genis topraklan
yararak agaçlıklı bir tepecikler topluluguna
-291-
uzanan bir ırmak yatagı görülecektir. Bu yatak, özel mülkiyet devirlerinde,
Fransa'dan California'ya, altın masalları anlatıldıgı günlerde ilk gelen Fransız
Cha-uvet'nin özel mülküne kadar uzanmaktadır. Agaçlıklı tepecikler, Avis
Everhard'ın sözünü ettigi tepelerdir. M. S. 2368'de meydana gelen Büyük Deprem,
bu tepelerden birinin kenarını yok etmis ve Everhard'lann sıgındıgı magarayı
olusturmustur. El yazmalan bulunduktan sonra yapılan arastırmalarda, iki odalı
ev ve orada uzun süre yasandıgına isaret eden birikmis çöp ve aralarında bu
anlatıda sözü edilen, Biedenbach'ın yaptıgı duman emen aletin de bulundugu
birçok degerli anılar bulunmustur. Böyle konulara ilgi duyan arastırmacılar,
Arnold Bentham'ın çok yakında yayımlanacak olan brosürünü okumalıdırlar.
Agaçlıklı tepelerin bir mil kuzeybatısında, Wild-Water Nehri ile Sonoma Dagı'nm
birlestigi yerde Wake Robin bulunmaktadır. Wild-Water aslında Graham Creek diye
bilinir ve yerel haritalara bu adla geçmistir. Avis Ever-hard daha sonra. Demir
Ökçe'nin ajan provokatörü kılıgına girdiginde, yoldaslar ve olaylar arasında
kendisini cezalandırılmaktan koruyabilmek için kısa dönemler boyunca Wake
Robin'de kalmıstır. Wake Robin'de oturmak için gerekli olan resmi izin hâlâ
kayıtlardadır ve el yazmasında ikinci dereceden bir oligarsi yöneticisi olarak
geçmekte olan Wickson tarafından imzalanmıstır.
-292-
¦XIX> BASKALASIM
"Burada tanınmamak için her seyinle kendini yeni bastan yaratmalısın," diye
yazıyordu mektubunda Ernest, bana. "Eskisini yok edip kendini yeni bastan
yaratmalısın, bambaska bir kadın olmalısın; yalnız giysilerinle degil,
giysilerinin altındaki etinle, kemiginle öyle olmalısın. Kendini yeni bastan
yaratmalısın, öyle ki seni ben bile tanımamalıyım. Davranısların, tavrın,
durusun, yürüyüsün, bütün kisiligin degismeli."
Bu buyruga uydum. Her gün birkaç saat eski Avis Everhard'ı, "öteki benligim"
adını verdigim diger kadının derisi altına gömmek için çalısmalar yaptım. Bu
gibi sonuçlar, ancak uzun çalısmalar sonucunda elde edilebilir. Ses tonu gibi
ince bir ayrıntı için, bu sesi dogal olarak benimseyebilecegim ana kadar, ara
vermeden çalısmalarımı sürdürdüm. Rolümü iyi oynayabilmem için, yeni sesime
yaradılısımın bir parçası olarak alısmalı, bu sesi, kendimi bile aldatacak kadar
kendime mal etmeliydim. Yeni bir dili ögrenirken de insan aynı duyguya kapılır,
Fransızca'yı örnegin. Önce belirli bir zorlamayla, mantıgının dene-
-293-
timinde konusur. _ngilizce düsündükten sonra bunu Fransızca'ya çevirir, ya da
Fransızca okur, ama bunu anlamak için önce _ngilizce'ye çevirir. Sonra giderek
bu çabalar, kendiliginden olusur ve ögrenci, adımını emin olarak atmaya baslar.
_ngilizceye hiç basvurmadan Fransızca okur, yazar ve düsünür.
Bizim degismelerimizde de durum böyledir. Benimsedigimiz roller, gerçek
kisiliklere dönüsene, asıl benligimizi yeniden kazanmak için, irademizi
kullanmamız gereken noktaya ulasana kadar çalısmamız gerekliydi. Baslangıçta el
yordamıyla ilerliyor ve sık sık karamsarlıga kapılıyorduk. Yeni bir sanat
yaratıyorduk ve elbette ögrenecegimiz çok sey vardı. Bu konuda çalısma her yerde
sürdürülüyor. Bu sanatta yeni ustalar yetisiyor, yavas yavas beceri ve
yetenekler birikiyordu. Giderek bu hazine ögretici bir kitap haline geldi ve
devrim okulunun egitim programında yer aldı.*
_ste bu sıralarda babam ortadan kayboldu. Sürekli ve belli aralıklarla, düzenli
gelen mektupları kesildi. Bir daha da onu Pell Cad-desi'nde gören olmadı.
Yoldaslarımız onu her yerde aradılar. Ülkenin bütün cezaevleri gizli servisimiz
tarafından didik didik edildi. Sanki yer yarılmıs da içine girmisti. Bugüne ka-
* Kisilik degistirme, o dönemde gerçekten geçerli bir sanat olmustu. Devrimciler
bütün sıgınaklarında bu okullar kurmustu. Peruka, takma sakal, takma kirpik gibi
tiyatro oyuncularının kullandıkları aksesuarları begenmiyorlardı. Devrim oyunu
bir ölüm kalım oyunuydu ve bu gibi aksesuarlar birer tuzaktı. Kisilik degistirme
kökten, hakiki olmalı, kisiye ikinci bir doga gibi yerlesme-liydi. Kızıl
Bakire'nin bu sanatın en hünerli ustalarından biri oldugu söylenir. Uzun ve
basarılı devrimcilik hayatını buna borçlu olsa gerek.
-294-
dar basına gelenler hakkında en küçük bir ipucu bile ele geçirilemedi.*
Sıgınakta tam altı ay yalnız basıma yasadım ama bu süreyi bos geçilmedim.
Örgütümüz her geçen gün büyüyor, ama önümüzdeki dag gibi yıgılı isler bir türlü
azalmıyordu. Ernest ve diger liderler, tutuklu bulundukları cezaevlerinden neler
yapılması gerektigini kararlastınyorlar, bunları uygulamak da biz dısandakilere
düsüyordu; agızdan agıza yayılan propaganda, bütün dallarıyla casusluk
örgütümüzün denetlenmesi, gizli basımevle-rimizin kurulması, binlerce
sıgınagımız arasında bütün ülkeyi bir ag gibi saran haberlesme zincirinin su ya
da bu nedenle kopan halkalarını onarma gibi isler bizi bekliyordu.
Daha önce de dedigim gibi, bu isler hiçbir zaman bitirilemedi. Altı ayın
sonunda, iki yoldasın gelmesiyle yalnızlıgım sona erdi. Bunlar, yigit ruhlu,
özgürlüge âsık iki genç kızdı. 1922'de ortadan kaybolan Lora Peterson ve daha
sonra Du Bois** ile evlenen ve gözleri, yeni çagı aydınlatan yarının günesine
çevrilmis olarak hâlâ aramızda bulunan Kate Bierce.
Ani bir ölüm tehlikesinden canlarını zor kurtarmıs olan bu iki genç kız,
sıgınaga gel-
* Durup dururken ortadan kaybolmak, dönemin en dehset verici olaylarından
biriydi. Türkülerde ve hikâyelerde motif olarak sık sık rastlanır. Bu. üç yüzyıl
boyunca süren yeraltı savasının kaçınılmaz bir sonucuydu. Bu olaylar yalnız
devrimciler arasında degil, oligarsi sınıfında ve isçi kastlarında da yaygındı.
Hiçbir uyan olmaksızın, hiçbir iz bırakılmaksızın. erkekler ve kadınlar ve hatta
çocuklar ortadan kaybolurlar ve bir daha da görünmezler. Sonlan bir sır
perdesinin ardında gizli kalırdı.
•* Ardis'in bugünkü kütüphanecisi Du Bois, bu devrimci çiftin torunudur.
-295-
diklerinde atesli bir heyecan içindeydiler. San Pablo Körfezi'nden geçmelerini
saglayan balıkçı teknesinin tayfaları arasında bulunan bir casus; Demir Ökçe'nin
bir ajanı varmıs, örgütümüzün en gizli servislerine kadar sızmıs. Bu casus hiç
kuskusuz benim pesim-deydi, çünkü uzun bir süredir oligarsinin benim ortadan
kaybolmamdan tedirgin oldugu haberleri bana kadar ulasıyordu. Bereket, bundan
sonraki olayların da gösterdigi gibi, ögrendiklerini kimseye aktaracak fırsatı
bulamamıstı. Belli ki, saklandıgım yeri ögrenip beni ele geçirecek kadar
basarılı bir sonuca ulasmak istediginden beklemeyi tercih etmisti. Bildigi
seyler onunla birlikte öldü. Kızlar, Petaluma Koyu'nda karaya çıkıp atlarına
bindikten sonra, o da bir bahaneyle tekneden ayrılmayı becermis.
Biraz yol aldıktan sonra, Sonoma Da-gı'nda, John Carlson atını kızlara verip
onları önden gönderdikten sonra, yürüyerek geri dönmüs. Çünkü içinde birtakım
kuskular uyanmıs ve sonunda casusu yakalamıs, kıt hayal gücüyle
anlatabildiklerinden ne yaptıgı konusunda bir fikir edinebildik.
"_sini bitirdim." Carlson olayı çok kuru bir sekilde anlatıyordu. "_sini
bitirdim," diye tekrarladı. Gözleri panldıyor, çalısmanın yıprattıgı elleri
sanki bir seyler anlatmak istiyormus gibi açılıp kapanıyordu. "Hiç ses
çıkarmadı. Cesedi sakladım. Bu gece dönüp topragın derinliklerine gömecegim."
Bu dönem boyunca kisiligimde tanık oldugum degisime kendim de sasıyordum. Öyle
bir
-296-
an geliyor, bazen bir üniversite kentinde huzur içinde yasamıs bir kız olduguma,
bazen de siddet ve ölüm sahneleri karsısında bile sogukkanlılıgını kaybetmeyen
bir devrimci olduguma inanamıyordum; ya bir ya öteki. Biri gerçek, biri düstü,
ama hangisi hangisiydi? Bir magarada sürdürdügüm simdiki hayatım, yoksa yalnızca
bir kâbus muydu? Yoksa ben, geçmiste Berkeley'de yasamıs ve ikindi çaylarından
ve konferans salonlanndaki tartısmalardan öte bir katılıkla karsılasmamıs biri
oldugumu düsünde görmüs bir devrimci miydim? Ve bu, bütün insanların
kardesligini simgeleyen kızıl bayrak altında toplanmıs olan hepimizin aklından
geçmis olsa gerek.
Eski hayatımdaki insanları sık sık hatırlıyordum ve bunlar da arada bir yeni
hayatımda da boy gösterip sonra yine kayboluyorlar-dı. Piskopos Morehouse için
de aynı sey oldu. Örgütümüz gelistikten sonra onu bosuna arayıp durduk. Bir akıl
hastanesinden digerine durmadan dolastırılıyordu. Napa Saglık Yurdu'ndan
Stockton'a, oradan da Santa Cla-ra Vadisi'ndeki Agnews Hastanesi'ne
gönderilmisti. _zini buraya kadar sürebildik. Ondan sonra ne oldugu belli
degildi. Hakkında ölüm kaydı da yoktu. Su ya da bu sekilde kaçmıs olmalıydı. Onu
bir daha, çok korkunç kosullar altında Chicago komünü katliamı kasırgasında, göz
ucuyla da olsa görebilecegimi asla aklıma getirmezdim.
Sierra Fabrikalan'nda kolunu kaybeden ve benim hayatımı devrime adamama neden
olan adamı, Jackson'ı bir daha hiç göreme-
-297-
mistim, ama ölmeden önce neler yaptıgını hepimiz ögrenmistik. Hiçbir zaman
devrimcilerin safına katılmadı. Kaderi onu kinle doldurmustu, yanlıslarında
direniyordu. Böylece bir anarsist oldu. Anarsizm düsüncesine inanmıs biri degil,
nefret ve intikam tutkusuyla gözü dönmüs bir hayvandı. Sonunda intikamını aldı
da. Bir gece herkesin uykuda oldugu bir saatte bekçileri atlatmayı basarıp, Pertonwaithe
sarayını havaya uçurdu. Bekçiler dahil, tek bir kimse sag kurtulamadı.
Yargılanmayı bekledigi cezaevinde kendisini yatak çarsaflanyla bogdugunu duyduk.
Dr. Hammerfield ile Dr. Ballingford'un kaderleri Jackson'ınkinden oldukça farklı
oldu. Ekmek yedikleri kuruma nankörlük etmemeleri sonucu, onlara din adına
saraylar verildi ve simdi onlar bu saraylarda dünya ile barıs içinde yasayıp
gidiyorlar. Su anda her ikisi de oligarsinin savunucusu oldu. _kisi de oldukça
sismanladı. "Dr. Hammerfield," diye açıkladı bir gün Ernest, "metafizigini yeni
bastan öyle bir düzenledi ki, Demir Ökçe için Tan-n'dan izin koparmıs oldu. Bu
metafizige, güzellige tapınmayı da dahil etti ve Heckel'in tasvir ettigi buhar
halindeki omurgalı yarattıgı görünmez bir hayale indirgedi. Dr. Hammerfield ile
Dr. Ballingford arasındaki baslıca fark, Hammerfield'ın, oligarsinin Tann'sı,
biraz daha uçucu, biraz daha az omurgalılara benzer olarak tarif etmis
olmasıdır."
Jackson davası üzerine yaptıgım arastırmalar sırasında tanıdıgım, Sierra
Fabrikala-rı'nın san ustabasısı, hepimizi büyük bir sas-
-298-
kınlıga ugratmıstı. 1918 yılında Frisco* Kızıl-ları'nın yaptıgı bir
toplantıdaydım. Frisco Mücadele Gruplarımız içinde en yetkini, en acımasızı ve
kan dökeniydi. Örgütümüze kesin bir baglılık içinde de degildi. Üyeleri bagnaz
ve çılgın kimselerdi. Böyle bir tutumu destekleme cesaretini kendimizde
bulamıyorduk. Örgütümüze baglı olmamalarına ragmen, yine de aramızda dostça
iliskiler vardı. O gece beni aralarına sürükleyen, son derece önemli bir
konuydu. Yirmi kadar erkegin ortasında, maskesiz olan tek kisi bendim. Orada
bulunmama neden olan mesele halledildikten sonra, içlerinden biri dısarı çıkmama
yardım etti. Karanlık bir dehlizden geçerken bir kibrit yaktı, yüzüne
yaklastırdıktan sonra maskesini sıyırdı. Bir an, Peter Donelly'nin, tutkunun
degistirmis oldugu yüz hatlarını gördüm, sonra kibrit söndü.
"Beni tanımanızı istedim," dedi karanlıkta. "Müdür Dallas'ı hatırlıyor musunuz?"
Sierra Fabrikalan'nın tilki suratlı müdürü gözlerimin önüne geldi. Basımı evet
anlamında salladım.
"Önce onun isini bitirdim," dedi Donnelly gururla. "Sonra Kızıllar'a katıldım."
"Peki nasıl oluyor da burada bulunuyorsunuz?" diye sordum. "Ya karınız,
çocuklarınız? Onlar nerede?"
"Öldüler," diye cevap verdi. "Zaten bu yüzden... Hayır," diye devam etti
alelacele, "onların öcünü almak için degil. Onlar huzur içinde, yataklarında
öldüler. Hastalık, er ya da
* San Francisco'nun kısaltılmıs adı. -299-
geç insanı agına düsürüyor. Onlar hayattayken elimi kolumu baglıyorlardı, simdi
hayatta olmadıklarına göre, yitirdigim erkekligimin öcünü rahatlıkla alabilirim.
Eskiden san ustabası Peter Donnelly'dim, su anda ise Frisco Kızıllan'nın 27
numarasıyım. Simdi gelin de, sizi dısarı çıkarayım."
Daha sonra onun hakkında baska seyler de duydum. Ailesinden herkesin ölmüs
oldugunu söylediginde, kendine göre dogruyu söylüyordu. Oysa içlerinden biri,
oglu Ti-mothy yasıyordu ama babası için o ölmüstü. Çünkü oglu 'Kiralık Asker'*
olarak oligarsinin hizmetine girmisti ve babası, onu ölmüs sayıyordu. Frisco
Kızılları'nın her bir üyesi, yılda on iki ölüm cezasını yerine getirmek
zorundaydı. Basarısızlıgın cezası ölümdü. Bu sayıyı tamamlamakta basarısız olan
bir üye, intihar ederdi. Ama kurbanlar tesadüfen seçilmezdi. Bu çılgınlar, sık
sık toplanır ve haklarında sorusturma açtıkları oligarsi üyeleri ve bunların
usakları hakkında toptan yargıya varırlardı. Kimin, hangi cezayı uygulayacagı,
ise kurayla saptanırdı.
O aksam beni oraya kadar sürükleyen neden, böyle bir yargılamaydı. Yıllardan
beri, Demir Ökçe'nin gizli servisinde basarıyla çalısmakta olan yoldaslarımızdan
biri, Frisco
¦ _sçi kastlarına ek olarak, bir baska kast, askerler kastı da ortaya çıkmıstı.
Ücretli askerlerden olusan ve oligarsiye üye subaylar tarafından yönetilen bir
ordu kurulmus ve bu ordu yeni rejim çerçevesinde, ise yaramayan milis
kuvvetlerinin yerini almıstı. Demir Ökçe'nin düzenli gizli servisinin yanı sıra,
bu orduya baglı olan bir gizli servis de kurulmustu ve bu yeni örgüt, polis ve
ordu arasındaki iliskiyi saglıyordu.
-300-
Kızıllan'nm lanetine ugramıstı, yargılanmaktaydı. Elbette kendisi orada
bulunmuyordu ve kuskusuz, yargılayanlar bizden oldugunu bilmiyorlardı. Görevim,
onun kim oldugunu açıklamak ve sadakatine tanıklık etmekti. Bu davadan nasıl
haberdar olugum merak edilebilir: Gizli ajanlarımızdan biri, Frisco Kızıllan'nın
üyesiydi. Düsmanlarımızı oldugu gibi, dostlanmızı da gözlemek zorundaydık. Bu
kör inançlılar grubu da denetimlerimizin dısında bırakamayacagımız kadar
önemliydi.
Biz tekrar Peter Donnelly ve ogluna dönelim: Bir yıl sonra, kendisine verilen,
infaz edilecekler listesinde oglunun adını görünceye kadar baba için isler iyi
gidiyordu. Ama sonra eski olaganüstü aile tutkunlugu yeniden canlandı ve oglunu
kurtarmak için yoldasla-nna ihanet etti. Bu ihaneti kısmen engellen-diyse de,
bir düzine Frisco Kızılı'nm hayatına mal oldu; grup neredeyse ortadan
kalkacaktı. Sonuç olarak, gruptan arta kalanlar, Don-nelly'ye, ihanetiyle hak
etmis oldugu ölüm cezasını verdiler.
Timothy Donnelly de uzun zaman yasamadı, çünkü Frisco Kızıllan onu öldürmeye ant
içmislerdi. Oligarsi, onu kurtarmak için elinden geleni yaptı, kaçması için ülke
içinde bölge bölge dolastınldı. Kızıllardan üçü, onu ararken hayatlannı
kaybetmislerdi. Gruptaki üyelerin hepsi erkekti, ama sonunda bir kadının
kucagına düstüler. Bu da yoldaslan-mızdan biri, Arına Roylston'dan baskası
degildi. Bizim örgüt bu is için ona izin vermedi, ama Anna kendi basına buyruk
biriydi; disip-
-301-
lini kabullenmezdi. Üstelik olaganüstü zeki ve sevimliydi, kimse onu alt
edememisti. Kendi basına bir sınıf olusturuyordu ve devrimcilerin bilinen
ölçüleriyle kıyaslanamazdı.
Kendisinden istenileni yapması için izin vermeye yanasmamamıza ragmen, bu isi
üstlendi. Ayrıca Anna Roylston, bir bakısta erkekleri bastan çıkartacak kadar da
cazibeliydi. Herhangi bir erkegi, bir isaretiyle elde edebilirdi. Genç
yoldaslarımızdan en az bir düzinesinin kalbini kırmıs, birçoklarını elde etmis
ve birçok kimseyi de kalplerinin dizginlerinden tutarak örgütümüze katmıstı.
Buna ragmen, evlenmeye siddetle karsıydı. Çocukları, canı gibi seviyor, ama
kendi çocugu olursa, bunun, kendisini davası ugruna çalısmaktan alıkoyacagını,
oysa hayatını davaya adamıs oldugunu söylüyordu.
Anna Roylston'un, Timothy Donnelly'nin kalbini kazanması çok kolay oldu. Vicdanı
onu hiç rahatsız etmiyordu, çünkü o sıralarda Nashville Kıyımı patlak vermisti.
Donnelly'nin kumandasındaki Kiralık Askerler, bu kentteki sekiz yüz dokumacıyı
öldürmüslerdi. Ama Anna Roylston, Donnelly'yi kendi elleriyle öldürmedi, onu
tutuklayıp, Frisco Kızıllan'na teslim etti. Bu olay geçen yıl oldu ve
devrimciler onu her yerde "Kızıl Bakire"* diyerek anıyorlar.
_kinci Ayaklanma'nın bastırılmasına kadar, Frisco Kızılları yeniden varlık
gösteremediler. _ki kusak boyunca grup sahlandı. Sonra bir Demir Ökçe ajanı
aralarına sızıp, üye olmayı basardı. Bütün sırlarını ögrendi ve bu da örgütün
toptan yıkımını getirdi. Bu olay M. S. 2002 yılında oldu. Üyeler, üç hafta
arayla, teker teker öldürüldüler ve cesetleri San Francisco'nun isçi gettosunda
teshir edildi.
-302-
Daha sonra karsılastıgım iki tanıdık yüz, Albay Ingram ile Albay Van Gilbert
oldu. Albay Ingram, oligarsinin basamaklarını çok hızlı tırmanmıs, Almanya'ya
elçi olarak atanmıstı. Her iki ülkenin proleteryası da ondan nefret ediyordu.
Demir Ökçe'nin uluslararası bir casusu olarak Berlin'de bulundugum sırada,
onunla karsılastım. Beni evine davet etti ve büyük yardımlarda bulundu. Hemen
belirtmeliyim ki, çift taraflı çalısmam, devrim adına çok önemli isleri
gerçeklestirmemi sagladı.
Albay Van Gilbert "Huysuz Van Gilbert" olarak anılıyordu. Chicago Komünü'nden
sonra, yeni ceza yasasının hazırlanmasında çok önemli bir katkısı oldu. Ama
bundan önce, ceza yargıcı olarak seytanlıga varan kötü-lügüyle, ölüm cezasına
çarptırılmıstı zaten. Onu yargılayıp cezalandıranlardan biri de bendim. Cezayı
infaz eden, yine Anna Roylston oldu.
Eski hayatımdan bir kisi daha çıkıp geldi; Jackson'ın avukatı. Joseph Hurd
adındaki bu adamla bir daha karsılasacagımı hiç um-mazdım. Tuhaf bir karsılasma
oldu. Chicago Komünü'nden iki yıl kadar sonra, bir aksam geç vakit Ernest'le
birlikte, Benton Harbour Sıgmagı'na gidiyorduk. Michigan Gölü'nde, Chicago'nun
karsı kıyısındaki bu sıgınaga vardıgımızda, bir casusun yargılanması sona ermek
üzereydi. Ölüm kararı verilmisti, mahkûm, götürülmeye hazırlanıyordu. Biz, tam o
sırada içeri girdik. Bizi görür görmez bu zavallı, muhafızlarının ellerinden
sıyrılıp kendini ayaklarımın dibine atarak. Bir ruh
-303-
taskınlıgı içinde merhamet dilenmeye basladı. Korkulu yüzünü bana dogru
kaldırdıgında, Joseph Hurd'ü tanıdım. O zamana kadar tanık oldugum korkunç
seylerden hiçbiri, bu çılgın yaratıgın hayatının bagıslanması için yalvarması
kadar beni tedirgin etmemisti. Yasamak için çıldınyordu. Acınacak bir seydi bu.
Yoldaslarımın beni, onun elinden kurtarmak için gösterdikleri çabalara ragmen,
öyle bir yapısmıstı ki, kurtulmam imkânsızdı. Onu korkunç çıglıklar içinde
sürükleye sürükleye götürdükleri zaman, bayılarak yere yuvarlandım. Yürekli bir
insanın ölümüne tanık olmak, bir korkagın, hayatının bagıslanması için
dilenisini dinlemekten daha az acı vericidir.*
Benton Limanı Sıgınagı bir yeraltı mezarıydı. Girisi bir kuyu tarafından
kurnazca kamufle ediliyordu. Meraklı bir ziyaretçi, dehlizlerini dolasarak, Avis
Everhard'ın burada anlattıgı olayın geçtigi toplantı odasına varabilir. Daha
ileride tutukluların kapatıldıgı hücreler ve ölüm cezalarının infaz edildigi
ölüm odası vardır. Daha ötede ise, kayalardan oyulmus, uzun ve döne döne
ilerleyen galeriler halinde, devrimcilerin mezarlıgı görünür; iki sıra halinde,
uzun yıllar önce yoldasları tarafından yatırıldıkları yerde yatmaktadırlar.
-304-
¦XX» KAYIP B_R OL_GARS_ ADAMI
_ste, eski hayatımın anılan, yeni hayatımı hikâye ederken, beni çok ilerilere
sürükledi. Toplu halde hapishaneden firar, 1915 yılının ortalarında
gerçeklesebilmisti. Bu hareket, çok karmasık olmasına fagmen, tam bir basarıyla
uygulandı ve bu bizim için onur ve cesaret verici bir basan oldu. Küba'dan
Califor-nia'ya kadar genis bir alana yayılmıs, sayısız sivil ve askeri
hapishaneden, kalelerden, tek bir gece içinde, elli iki milletvekilimizden elli
birini ve üç yüz kadar sosyalist lideri kaçırdık. Tek bir yanlıs uygulama
olmamıstı. Bun-lann her biri kaçmakla kalmadı, planlandıgı sekilde sıgınaklara
vardılar. Kurtaramadıgımız tek milletvekili, Cabanas'ta tutuklu bulunan ve
korkunç iskencelerle öldürülmüs olan Arthur Simpson'du.
Bu olayı izleyen on sekiz ay, Ernest'le birlikte sürdürdügüm hayatın, belki de
en mutlu dönemi oldu. Bütün bu süre içinde, birbirimizden hiç aynlmadık. Daha
sonra, tekrar yeryüzüne çıktıgımızda, birbirimizden çogu kez ayn düstük. Nasıl
simdi kaçınılmaz devrimi bekliyorsam, o firar aksamı da, Ernest'i
-305-
aynı sabırsızlıkla bekliyordum. Onu, öyle uzun bir zamandır görmemistim ki,
planlarımızda karsılasacagımız en küçük bir aksiligin, onu o adada tutuklu
bırakabilecegi düsüncesiyle çıldıracak gibi oluyordum. Saatler, yüzyıllar gibi
geliyordu. Yapayalnızdım. Bi-edenbach ile sıgınakta yasayan öteki üç genç,
silahlanmıs ve her seye hazır olarak çıkıp daglara varmıslardı. Sanırım o gece,
ülkenin her yanındaki sıgınaklar, bos denecek kadar tenhaydı.
Safak yaklasırken, gökyüzünün agarmaya basladıgı bir saatte, yukarılardan
bekledigim isaret geldi. Ben de hemen karsılıgını verdim. Karanlıkta, ilk asagı
inen Biedenbach'ı, kocam diye az daha kucaklıyordum. Bir süre sonra, kendimi
Ernest'in kollan arasında buldum. Degisimim o kadar kusursuz olmustu ki, eski
Avis Everhard olabilmek için, eskisi gibi gülümseyebilmek, eskisi gibi
davranabilmek, eski sözcüklerimle, hatta eski sesimle konusabilmek için çaba
harcamak zorunda kaldıgımı o anda anladım. Eski benligimi ancak, büyük bir irade
gücüyle koruyabiliyordum. Yeni kisiligimi o kadar benimsemis, kendi yaratmıs
oldugum bu yeni kisilik, öylesine dogal bir hale gelmisti ki, kendim olabilmek
için bir an bile asıl benligimi unutmamak zorundaydım.
Küçük kulübemize girince, ısıgın altında Ernest'in yüzünü görebildim. Cezaevinde
kalmanın verdigi solgunluktan baska hiçbir degisiklik yoktu. Hiç degilse, fazla
bir degisiklik yoktu. Yine aynı sevgilim, aynı kocam, aynı
-306-
kahramanımdı. Bununla birlikte, yüz çizgilerinde dervisçe bir incelme vardı ve
bu ona çok yakısıyor; yüz çizgilerinin her zaman en belirgin özelligi olan
baskaldıncı canlılıgına, bir incelik kazandırıyordu. Belki eskiye göre daha
ciddiydi ama gözlerindeki o alaycı ısık kaybolmamıstı. Yirmi kilo kadar
zayıflamıs olmasına ragmen, saglık durumu mükemmeldi. Tutuklu oldugu süre
içinde, sürekli spor yapmıstı. Kasları çelik gibiydi. Aslında simdi, eskiye
oranla daha da kıvamındaydı. Saatler sonra basını yastıga koydu ve ben onu
oksayarak uyuttum. Ama ben gözlerimi bir an bile kapamadım. Çünkü mutluluktan
uçuyordum, ayrıca hapisten kaçan da ben degildim, saatlerce ata binen de.
Ernest uyurken elbisemi degistirdim, saçıma baska bir biçim verdim ve böylece
yeni kisiligime tekrar dönmüs oldum. Biedenbach ve öteki yoldaslar uyanınca,
onların da yardımıyla küçük bir muziplik hazırladım. Mutfak ve yemek odası
olarak kullandıgımız yeraltı odasında, bütün hazırlıklarımızı bitirmistik ki,
Ernest kapıyı açtı, içeri girdi. Tam bu sırada Biedenbach bana, "Marie!" diye
seslendi ve ben de ona karsılık vermek için ona döndüm. Devrimin ünlü bir
kahramanını ilk defa gören genç bir kız yoldasın meraklı ilgisiyle Ernest'e
baktım. Ama Ernest'in bakısları benim üzerimden geçti ve sanki birini arar gibi
sabırsızlıkla odanın içinde dolastı. Bir an sonra ona, Mary Holmes olarak
tanıtılıyordum.
Sasırtmacanın daha etkili olması için, sofraya bir tabak daha koyduk ve bir
sandalye-
-307-
yi de bos bıraktık. Ernest'in giderek artan kaygısını gördükçe, içimden sevinç
çıglıkları atmak geçiyordu. Sonunda daha fazla dayanamadı.
Aniden, "Karım nerede?" diye sordu.
"Hâlâ uyuyor," dedim.
Oyunun hayati bir anıydı ama sesim bir yabancının sesiydi ve Ernest bu seste
tanıdık hiçbir seye rastlamadı. Yemek devam etti. Bir kahramana hayran genç kız
oyununu sürdürerek, heyecanla durmadan konusuyordum. Kahramanımın o oldugu
açıkça ortadaydı. Sonunda bu heyecan ve hayranlıgım öyle bir noktaya ulastı ki,
o neye ugradıgını anlayamadan, boynuna atılıp onu dudaklarından öptüm. Beni
kendinden uzaklastırıp, saskınlık ve tedirginlik içinde çevresine bakındı. Dört
erkek onun bu davranısına kahkahalarla güldüler ve gerekli açıklamalar yapıldı.
Ernest önce kuskuyla karsıladı sözlerimi. Beni dikkatle süzüyor ve pek tatmin
olmusa benzemiyordu. Basını sallıyor, inanmak istemiyordu. Ancak ben yine eski
Avis Everhard olup, kulagına kendisi ile Avis Everhard'dan baska kimsenin
bilmedigi sırlan fısıldayınca, gerçek karısı oldugumu anladı.
Aynı gün, daha sonra beni kollarına alırken, az önceki durumdan sıkıldıgını ve
çok kanlı bir adam oldugu duygusuna kapıldıgını söyledi.
"Sen benim Avis'imsin," dedi. "Ama aynı zamanda da baska birisin. Bu yüzden
benim haremimsin. Simdilik ne olursa olsun, güvenlikte sayılırız. Ama Birlesik
Devletler bizim -308-
için yasanılmaz bir yer olursa, Türk vatandası olmaya hak kazanmıs sayılınm."*
Sıgınakta geçen hayatım çok mutluydu. Dogru, çok fazla, uzun saatler boyunca
çalısıyorduk, ama birlikte çalısıyorduk. On sekiz ay boyunca birlikte olduk.
Yalnız da kalmadık, çünkü yoldaslarımız ve liderlerimiz gidip geliyordu. Bunlar,
bütün cephelerimizden, savas ve mücadele hikâyeleri getiren o bilinmedik entrika
ve devrim dünyasının degisik sesleriydi. Bu arada bol bol gülüp egleniyorduk.
Sadece asık suratlı gizli örgüt üyeleri degildik. Çok çalısıyor, güçlüklerle
savasıyor, saflanmızdaki boslukları dolduruyor, durmadan ilerliyorduk. Bütün bu
isler ve hayatla ölüm arasında gidip gelirken, gülmeye ve sevmeye de zaman
bulabiliyorduk. Aramızda sanatçılar, bilim adamlan, ögrenciler, müzisyenler,
sairler vardı. Bu magarada, oligarsinin saraylannda ve harika kentlerinde
rastlanmayan soylulukta ve incelikte bir kültür boy atıyordu. Zaten
yoldaslarımızdan birçogu, özellikle bu harika kentleri ve saraylan
güzellestirmek için kullanılıyordu.** Sürekli olarak sıgınakta kapalı
kalmıyorduk. Geceleri sık sık, bedenlerimizin zindeligini korumak için, dagda
atla gezintilere çıkıyor ve bu is için de Wickson'ın atlanndan yararlanıyorduk.
Atlannın, ne kadar çok devrimciyi tası-
* O tarihlerde birden çok kan almak Türkiye'de yürürlükteydi.
•* Bunu Avis Everhard'ın attıgı bir palavra saymamak gerek. Sanat ve entelektüel
dünyanın çiçekleri devrimcilerdi. Birkaç müzisyen ve sarkıcının, oligarsiden
gelen birkaç kisinin dısında, adları bize kadar gelen dönemin en büyük
yaratıcıları devrimciydiler.
-309-
dıgını bir bilseydi! Bildigimiz, gözden uzak yerlere piknik yapmaya bile gidiyor
ve buralarda bütün gün kalıyorduk. Safak sökmeden yola çıkıyor, gece
karanlıgında geri dönüyorduk. Wickson'ın kaymagı ile yagını da kullanıyorduk.*
Ernest de bu arada kekliklerini, tavsanlarını, rast gelirse keçi yavrularını
avlamaktan geri kalmıyordu.
Gerçekten de sıgınagımız güvenlikli bir yerdi. Daha önce, sıgınagımızın yerinin
bir kere kesfedilmis oldugunu belirtmistim. Simdi bu olayı açıklarken, genç
Wickson'ın ortadan kaybolmasını saran esrar perdesini kaldıracagımı sanıyorum.
Simdi artık ölmüs olduguna göre, çekinmeden konusabilirim. Sıgınagımızın bir
kösesine, günde birkaç saat günes vururdu ve bunu saglayan delik, dısarıdan
görünmezdi. Çayın yatagından, yıgın yıgın kum tasıyıp kuru, sıcak, cana yakın
bir köse yapmıstık. Bir ögle sonrası, elimde Man-denhall'dan** bir kitapla,
kumlara uzanmıstım. Bütün bedenim gevsemisti. Kendimi öylesine rahat ve güven
içinde hissediyordum ki, sairin atesli heyecanı bile beni duygulan-dıramıyordu.
Ayaklarımın dibine düsen bir toprak parçasıyla, yerimden sıçradım. Sonra
yukarıdan
O devirde bile, kaymak ve tereyagı inek sütünden ilkel yöntemlerle elde
ediliyordu. Yiyeceklerin laboratuvarlar-da hazırlanmasına henüz baslanmamıstı. '
Dönemin günümüze kadar gelen edebi ve belgesel eserlerinde, sürekli olarak
Rudolph Mandenhall'ın siirlerine atıfta bulunuluyor. Yoldasları ona "Alev"
derdi. Hiç kuskusuz büyük bir dehaydı. Yazık ki siirlerinden baskalarının
yazıları arasında geçen unutulmaz parçalarının dısında, bugüne hiçbir sey
kalmamıstır. M. S. 1928'de Demir Ökçe tarafından öldürülmüstür.
-310-
gelen bir yuvarlanma sesi duydum. Hemen ardından bir delikanlı, toz haline gelen
magara yüzeyinde kayarak karsıma dikiliverdi. Bu, genç, o zamanlar henüz
tanımadıgım Philip Wickson'dı. Bana sakin sakin baktı, sonra sasırdıgım
belirtmek için, hafif bir ıslık çaldı. "Vay canına," dedi, sonra hemen kendisini
toparlayarak, kasketi elinde, "Özür dilerim," diye ekledi. "Burada birinin
olacagını sanmıyordum."
Ben onun kadar sogukkanlı degildim. Ani durumlarda, nasıl hareket edilecegine
karar verme konusunda, daha pek becerikli sayılmazdım. Daha sonra, uluslararası
bir casus olarak çalısırken, becerimin artacagı kesindi. O durumda, hemen bir
sıçrayısta ayaga fırlayıp, tehlike durumunda parolayı haykırdım.
Bana merakla bakarak, "Bunu neden yaptın?" diye sordu.
Asagı yuvarlanırken, burada bizim bulundugumuzdan haberi olmadıgı belliydi. Bunu
fak edince rahatladım.
"Neden bagırdıgımı sanıyorsun?" diye karsılık verdim. O zamanlar gerçekten çok
beceriksizdim.
"Bilmem," diye karsılık verdi, basını sallayarak. "Belki de yakında arkadasların
var. Her neyse, bana açıklama yapmak zorundasın. Bu is hosuma gitmedi. Size ait
olmayan bir arazide bulunuyorsunuz. Burası babamın topragıdır ve..."
Tam bu sırada arkasından, her zamanki kibarlıgı ve tatlılıgı içinde Biedenbach'm
sesi duyuldu.
-311-
"Eller yukarı, genç beyefendi!"
Genç Wickson önce kollarını kaldırdı, sonra ona otuz otuzluk bir otomatik tüfek
dog-rultmus olan Biedenbach'a dogru döndü. Wickson, kendine hâkimdi,
sogukkanlıydı.
"Vay, vay, vay," dedi. "Bir devrimci yuvası ha! Bana kalırsa bir esekarısı
yuvası, demek daha dogru olur. Ama size sunu söyleyeyim, burada uzun süre
barınamazsınız."
"Belki de siz, bu düsüncenizi degistirecek kadar çok kalırsınız burada," dedi
sakin bir ses tonuyla Biedenbach. "Bu arada benimle içeri gelmenizi rica
edecegim."
"_çeriye mi?" Genç adam tam anlamıyla saskına dönmüstü. "Yoksa burada bir
yeraltı mezarlıgı mı var? Böyle seylerden söz edildigini duymustum."
"Gel de gör," dedi Biedenbach en tatlı sesiyle.
"Ama bu yasalara aykırı," diye karsı çıktı delikanlı.
"Evet, sizin yasalarınıza," dedi terörist bir havayla. "Ama bizim yasalarımıza
göre, inanın bana, bu oldukça yasal. Simdiye kadar içinde yasadıgın baskı ve
barbarlık dünyasından baska bir dünyada bulunduguna, kendini alıstırman gerek."
"Bu tartısılabilir," diye mırıldandı Wickson.
"Öyleyse bizimle kalın da tartısalım."
Genç adam güldü ve kendisini esir almıs olanın pesinden yürüdü. _çerideki odaya
götürüldü ve orada, genç yoldaslarımızdan birine teslim edildi. Biz de mutfakta,
ne yapmamız gerektigini tartısmaya basladık.
-312-
Biedenbach, gözlerinden yaslar dökülerek onu öldürmemiz gerektigini ileri sürdü,
ama çogunluk bu önerisini reddedince oldukça sevindi. Öte yandan, oligarsiden
olan bu delikanlıyı serbest bırakmayı aklımızdan bile geçiremezdik.
"Ne yapacagımızı size söyleyeyim," dedi Ernest. "Onu burada tutacagız ve
egitecegiz."
"Öyleyse, hukuk konusunda onu aydınlatma hakkının bana bırakılmasını istiyorum,"
diye bagırdı Biedenbach.
Böylece, nese içinde bir sonuca varmıs oluyorduk. Philip Wickson'ı tutsak olarak
alıkoyacak ve ona kendi ahlak ve sosyoloji anlayısımızı ögretecektik. Genç adama
ait bütün izle, ortadan kaldırılmalıydı. Buraya gelirken ve duvardan asagı
kayarken, arkasında bıraktıgı izler vardı. Bu is Biedenbach'a düstü ve bütün bir
gün, bir ipin ucunda havada asılı durarak, izleri ortadan kaldırdı. Deligin
agzından da, aynı sekilde bütün izleri silmistim. John Carison geldi ve
Wickson'dan ayakkabılarını istedi.
Genç adam ayakkabılarını vermek istemiyordu. Hatta bu nedenle kavga etmeyi bile
göze aldı ama Ernest'in ellerindeki nalbant kuvvetim hissedince boyun egdi.
Carison daha sonra, ayakkabılar ayagına küçük geldiginden, ayagında yara
oldugundan söz etti, ama dogrusu ayakkabılar ise yaramıstı. Delikanlının
izlerini silmeyi bıraktıgımız anda, bu ayakkabıları giyerek saga sola yürümeye
baslamıstı. Millerce yürümüs, tepelerin etrafını dolasmıs, dorukları asmıs,
vadileri katetmis,
-313-
sonunda bir akarsuyun içinde izleri yok etmisti. Dereye girince ayakkabıları
çıkarmıs, suyun içinde uzun süre yürüdükten sonra, kendi ayakkabılarını giyerek
dısarı çıkmıstı. Bir hafta kadar sonra, Wickson ayakkabılarına kavusmustu.
O gece av köpekleri dısarı salınmıs, sıgınakta gözümüze bir damla uyku
girmemisti. Ertesi gün havlayarak vadiye indiler ama Carlson'un onlar için
hazırladıgı yanlıs izlerin pesine düstüler ve ulumaları uzakta, dagın
doruklarında kayboldu. Bu arada bütün yoldaslar elde silah, tetikte
bekliyorlardı. Otomatik tabancaları, tüfekleri, ayrıca Bieden-bach'ın yaptıgı
bir düzine kadar cehennem makineleri vardı. Arayanlar, yanlıslıkla sıgınagımıza
girselerdi kim bilir nasıl saskınlıga ugrarlardı.
Önceleri bir oligarsi mensubu, daha sonra gözü kara bir devrimci olan Philip
Wickson'ın kaybolma olayının esrarını da bu sekilde aydınlatmıs oluyorum.
Sonunda onu da devrim yoluna çevirdik. Gençti, beyni henüz kemik-lesmemisti, iyi
bir ahlakı vardı. Birkaç ay sonra, onu babasının atlarından birine bindirip
Sonoma Dagı'ndan asırarak Petulama Ko-yu'na indirdik, buradan da ufak bir
balıkçı teknesine bindirdik. Sonunda, yeraltı demir-yolumuzdan yararlanarak
kolaylıkla onu Car-mel Sıgınagı'na ulastırdık.
Orada sekiz ay kaldı ve bu sürenin sonunda, artık bizden ayrılmak istemedi. _ki
nedeni vardı: Birincisi, Anne Roylston'a âsık olması, digeri de gerçekten bizden
biri olmasıydı. As-
-314-
kının umutsuz oldugundan, tamamen emin olduktan sonra, arzularımıza boyun egdi
ve babasının yanına döndü. Görünüste, ölümüne kadar oligarsiye mensup biri
olarak kaldı ama gerçekte, en degerli ajanlarımızdan biriydi. Bize karsı
tasarladıgı planların, ya basarısızlıga ugraması ya da uygulanamaması Demir
Ökçe'yi sık sık sasırtıyordu. Kendi örgütü içinde, bizim hesabımıza çalısan ne
kadar çok adam oldugunu bilseydi, bu basarısızlıgının nedenini anlardı. Genç
Wickson, sonuna kadar davaya baglılıgını sürdürdü. Ölümüne de bu baglılıgı neden
oldu. 1927'deki korkunç fırtınaya denk gelen, büyük sefler toplantısına
katılmaktan geri kalmadı, ama zatürreeye yakalandı ve kurtulamayarak öldü.*
Bu genç adamın durumunda olaganüstü bir yan yoktur. Oligarsiye mensup birçok
delikanlı, ya dogruya yönelme duygusunun etkisiyle ya da devrimin ihtisamından
büyülenerek, ahlaksal ya da romantik olarak hayatlarını devrime adıyorlardı.
Benzer sekilde, Rus soylularının ogullan da. daha önceki yıllarda o ülkedeki
küçük ölçekli devrime katılmıslardı.
-315-
«XXI* KÜKREYEN UÇURUM HAYVANI
Sıgınakta kaldıgımız uzun süre boyunca, dısarıda olup bitenleri en küçük
ayrıntısına kadar izliyor, savasa tutustugumuz oligarsinin gerçek gücünü, bu
sekilde iyice ögreniyorduk. Geçis döneminde yeni kurumlar olusuyor ve bu
kurumlar uzun süre yerleseceklerinin belirtilerini veriyordu. Oligarsi, genis
oldugu kadar karmasık bir hükümet mekanizması yaratmayı basarmıstı. Bu
mekanizmayı, bütün engellemelerimize ve sabotajlarımıza ragmen, çalıstırmaya
devam ediyordu.
Devrimcilerin birçogu için bu, beklenmedik bir olaydı. Bunun mümkün
olabilecegini bir türlü akıllan almıyordu. Ama yine de, bütün bunlara ragmen,
bütün ülkede hayat, gündelik akısını sürdürüyordu. Tarlalarda ve madenlerde
insanlar, köle gibi çalısıyorlardı. Çok önemli olan sanayi kollarında, büyük
gelismeler görülüyordu. Büyük isçi kastları üyelerinin gönülleri hos edilmisti,
nese içinde çalısıyorlardı. Hayatlarında ilk defa, kavgasız gürültüsüz, huzur
içinde çalısabiliyorlardı. Ne is günü saatlerinin indirilmesiyle, ne grevlerle,
ne lokavtlarla, ne de sendika aidatlany-
-317-
la kafa yoruyorlardı. Eskiden oturdukları kötü, pis kulübelerin yanında saray
gibi duran rahat evlerde, kendilerine ait kentlerde yasıyorlardı. Daha iyi
besleniyor, daha az çalısıyor, daha çok tatil yapıyor, daha zengin ve degerli
eglencelerden yararlanıyorlardı. Onların sanssız kardeslerini, ayrıcalıkları
olmayan isçileri, uçurumun eziyet gören halkını, hiçbir seyi umursamıyorlardı.
Bütün insanlık bir bencillik çagına giriyordu. Ama aslında bu gerçek degildi.
Kardeslik ve özgürlük askıyla yasayan, midelerinden baska seyleri de düsünebilen
çok sayıda ajanımız, isçi kastlarının arasına sızmıstı.
Bu geçis döneminde boy atan ve mükemmel bir sekilde isleyen bir baska kurum da,
Kiralık Askerler'di. Bu askerler, devletin ordusunda egitim görmüs eski, gerçek
askerlerdi. Sömürgelerdeki güçleri saymazsak, bir milyon kisilik bir güç ve ayn
bir sınıf olusturuyorlardı. Pratikte kendi kendini olusturan özel sehirlerde
oturuyorlardı. Birçok ayrıcalıklara sahiptiler. Satılmayan üretim fazlasının
büyük bir kısmı, bunlar tarafından tüketiliyordu. Halkın diger sınıflarıyla,
bütün iyi iliskilerini kaybetmisler ayn bir sınıf bilinci, ayrı bir sınıf ahlakı
yaratmıslardı. Ama yine de onların arasında, bizden binlerce ajan vardı.*
Bu arada kabul etmek gerekir ki, oligarsi de umulmadık bir gelisme göstermis,
bir sınıf
* Demir Ökçe'nin son günlerinde, Kiralık Askerler büyük bir rol oynadılar. _sçi
kastlanyla oligarsi arasındaki mücadelede, güç dengesini olusturdular. Çevrilen
entrikalara ve hile ve komplolara göre güçlerini bir o yana, bir bu yana
kaydırdılar.
-318-
olarak, topyekûn bir tavır takınmıs, sınıf disiplini olusturmustu. Her üyesinin
üstüne düsen bir görev vardı ve bu görevi mutlaka yerine getirmek zorundaydı.
Artık, aralarında çalısmayan, hazır yiyen genç yoktu. Onlardan oligarsiyi
güçlendirmek için yararlanılıyordu. Üst rütbeli subay ve tegmenler en yüksek
kademede endüstri yöneticisi görevlerine getiriliyorlar, uygulamalı bilim
alanlarında uzmanlasıyorlardı. Birçogu büyük birer mühendis oldular. Hükümetin
kilit noktalarına getiriliyor, sömürgelerde yüksek görevlere atanıyor ve çesitli
gizli servislere, binlercesi alınıyordu. Egitimde, kilisede, bilimde, edebiyatta
uzmanlasıyor ve ulusun beynine oligarsinin ölümsüz oldugu düsüncesini asılamak
için var güçleriyle çalısıyorlardı.
Yaptıkları isin dogru oldugunu ögrendiler ve ögrettiler. Daha bebekken, dıs
dünyadan ilk izlenimlerini edinmeye basladıkları çagda, bu düsüncelerle
beslenmeye baslıyorlardı. Aristokrasiye ait fikirler, onların eti kemigi
oluncaya kadar asılanıyor, onlar da kendilerini vahsi hayvan egiticisi, olarak
görüyorlardı. Ayaklarının dibinde ise, devrimin hazırlamakta oldugu depremin
çatırtıları duyuluyor, aralarında ölüm kol geziyordu. Onların gözünde bombalar,
kursunlar, bıçaklar, insanlıgın devam etmesi için, hükmetmek zorunda oldukları,
kükreyen uçurum hayvanının disleriydi. Kendilerinin, insanlık soyunun
kurtarıcısı ve yüksek bir ülkü için varlıklarını feda eden kahramanlar
olduklarına bir sınıf olarak, uygarlıgı yalnız kendilerinin ayakta tut-
-319-
tuguna inanıyorlardı. Zayıf düserlerse, büyük hayvanın onlan yutacagına ve güzel
olan her seyin, bütün iyi ve yüce degerlerin, kaybolacagına inanıyorlardı. Onlar
olmasa, her yerde anarsi meydana gelecek ve insanlık, ancak yüzyıllar süren
çabadan sonra kurtuldugu o karanlık çaga yeniden dönecekti. Çocuklarını, anarsi
denilen bir umacıyla korkutuyorlar, korkuyu yüreklerinde duyan ve bu duyguyla
büyüyen çocuklar, aynı umacıyı kendi çocuklarının, kendilerinden gelen kusagın
damarlarına asılıyorlardı. Bu halk ayaklar altında ezilmesi gereken bir hayvandı
bu halk ve onu ezmek onların en basta gelen ödeviydi. Kısacası, zayıf insanlıgı,
yırtıcı canavara karsı, çabalarıyla ve bitmek bilmeyen feda-kârlıklanyla
koruyorlardı. Bunun böyle olduguna ve yaptıkları isin dogru olduguna kesinlikle
emindiler.
Bütün oligarsi sınıfına özgü bu ahlak anlayısı üzerine söylenecek daha çok sey
var. Demir Ökçe'yi böylesine güçlü yapan da bu anlayıstı. Birçok yoldasımız,
bunu çok geç anladılar. Çogunlugu, Demir Ökçe'nin kudretini, onun cezalandırma
ve ödüllendirme sistemine baglıyordu. Bu yanlıs bir düsünceydi. Cennet ve
cehennem, bir yobazın dini inancının temel ögelerini olusturabilir, ama bunlar,
genellikle iyi ve kötü kavramlarının birer yansımasıdır. _yiye duyulan sevgi,
iyilik yapma arzusu, iyi olmayana karsı hosnutsuzluk, kısacası ahlak anlayısı
dinin temel unsurudur. Aynı sey oligarsi için de söylenebilir; tutuklamalar,
sürgüne göndermeler, bir yânda asa-
-320-
gılamalar, öte yanda onurlandırmalar, saraylar, büyük refah kentlerinin varlıgı
olagandır. Oligarsinin en büyük gücü, yaptıklarının dogru olduguna inanmasıdır.
Demir Ökçe'yi doguran haksızlık ve baskı, elbette bunun dısındadır. Bunlara bir
diyecegimiz yok. Asıl önemli olan nokta, oligarsinin gücü, yaptıgının
dogrulugundan emin olmasından kaynaklanmaktadır. *
Bu korkunç geçen yirmi yıl boyunca, devrimin gücü, haklılık ve dogruluk
duygusundan baska bir seyden kaynaklanmamıstır. Ne fedakârlıklarımızı ne de ölen
arkadaslarımızın kahramanlıgını, baska türlü açıklamanın olanagı yoktur. Rudolp
Mandenhall, hayatını davamız ugruna vermis ve son nefesini verirken türkümüzü
söylemistir. John Carlson'un, Glen Ellen Sıgmagı'nın sadık ve ödüllendirilmemis
bekçisi olusu, gene bu yüzdendir. Yoldaslarını ele vermedigi için iskenceyle
ölmeye razı olan Hurlbert, bu inançla ölmüstür. Anne Roylston'un annelik
mutluluguna dirsek çevirmesi bu yüzdendir. Kadın, erkek, genç, ihtiyar, atesli,
uysal, zeki ya da sıradan bütün devrimci yoldasları
• Oligarsi mensupları, ahlaki tutarsızlıklardan ve kapitalizmin çarpık
gelismesinden, yeni bir ahlak anlayısı yarattılar. Bu yeni ahlak anlayısı
tutarlı, kesin, keskin ve çelik gibi sert, son derece saçma ve bilime aykırı ve
hiçbir zalim sınıfın etkili bir biçimde uygulayamayacagı bir ahlak anlayısıydı.
Oligarsi mensupları, biyoloji ve evrim onları yalanlamasına ragmen, kendi
anlayıslarına inanmıslardı. Bu inançlarından dolayı üç yüzyıl boyunca insanlıgın
gelismesini gözle görülür biçimde, büyük ölçüde, metafizik ahlakçılarını
sasırtacak derecede yavaslat-mıslardır. Bu inançları, materyalistlerin kusku
duymalarının ve incelemelerinin konusu ve nedeni olmustur.
-321-
sorguya çekin. Onları bu yola iten nedenin, dogruluga olan susuzlukları oldugunu
göreceksiniz.
Yine hikâyemin dısına çıktım. Ernest ve ben, sıgınagı terk etmeden önce Demir
Ök-çe'nin gücünün nasıl gelistigini iyice anlamıs, ögrenmistik. _sçi kastları.
Kiralık Askerler, binlerce ajan ve gizli polis, oligarsiye baglılıkla, inançla
hizmet ediyorlardı. Genel olarak özgürlügün kayboldugunu görmezlikten geliyor,
ama buna karsılık, hayatlarında hiçbir zaman göremedikleri bir rahatlık içinde
yasıyorlardı. Öte yandan, büyük çaresiz kitleler ve uçurum insanları,
sefaletlerine boyun egiyor, giderek vahsete gömülüyorlardı. Bir kitlede, güçlü
proleterler çıkıp da kitlelerin gücünü canlandırmaya kalkarsa, oligarsi bunlara
hemen el koyuyor, isçi kastlarına ya da Kiralık Askerler'in arasına sokarak,
onları kitleden ayırıyordu. Böylece hava yatıstırılıyor ve proleteryanın dogal
liderleri çalınmıs oluyordu.
Uçurum insanlarının durumu, acınacak kadar kötüydü. Çocuklar okula gidemez
olmustu. Pislik kaynayan isçi mahallelerinde, hayvanlar gibi yasıyor, asagılık
bir yasantının ve sefaletin ortasında çürüyorlardı. Eski özgürlüklerinin hepsi
ellerinden alınmıstı. Artık birer emek köleleriydiler. _s seçmeye haklan yoktu.
Ev degistirme, silah sahibi olma ya da tasıma haklan da yoktu. Birer serf
durumundaydılar, ama çiftçiler gibi topraga degil, makineye ve emege bagımlı
birer serf. Ne zaman ki büyük yollar, havaalanlan, ka-
-322-
nallar, yeraltı geçitleri, tahkimat yapımı gibi olaganüstü zor isler karsısında
kalınıyor, o zaman onlara ihtiyaç duyuluyordu. _sçi mahallelerinden on
binlercesi toplanıyor, zorla ya da kendi nzasıyla is alanlarına götürülüyorlardı.
Simdi de bu serf ordulan, aile hayatının olanaksız oldugu, bir hayvan
sürüsünün ahırlarını andıran köhne barakalarda yatıp kalkarak, Ardis Kenti'nin
yapımında çalısıyorlar. Gerçekte, oligarsinin böylesine korktugu, uçurumun
kükreyen hayvanı burada, bu isçi mahallelerindedir, ama bu hayvanı yaratan yine
oligarsinin kendisidir. _nsanoglunun içindeki maymunu ve kaplanı yok etmek
istemeyen yine odur.
Yine su sıralarda, bundan önceki kentlerin hepsini, hatta Ardis'i bile gölgede
bırakacak olaganüstülükte bir kentin yapımı için, yeni isçi alımına baslanacagı
söylentileri dolasıyor.* Biz devrimciler, bu büyük eserin yapımını sürdürecegiz,
ama bu, sefil serilerin emekleriyle olmayacak. O masal kentinin du-varlan,
kuleleri sarkılanmızla yükselecek ve olaganüstü güzelligi içinde inlemeler ve iç
çekisler degil, müzik ve nese kucaklasacak.
Ernest, bir an önce sıgınaktan çıkmak, hızla olgunlasmakta olan Chicago Komünü'nde
basansızlıga ugrayan Birinci Devrim hazırlıklanna katılmak istiyordu.
Bununla
• Ardis M. S. 1942'de tamamlandı. Asgard, M. S. 1984'e kadar tamamlanamadı. Bu
kentin yapımı için elli iki yıl ugrasıldı, bu süre içinde yarım milyon kisilik
sürekli bir serf ordusu kullanıldı. Bu sayı, zaman zaman bir milyonu astı, bu
sayıya isçi kastlarından ve sanatçılardan yüz binlerce kisi katılmıstır.
-323-
birlikte çok sabırlı oldugundan, onu baska bir adam yapmak* amacıyla
Illinois'den gelen Hadly, büyük acı veren isini yürütürken, yani Ernest'i kesip
biçerken, Ernest, ilk devrimin basarısızlıga ugraması halinde, bilinçli
proleterlerin nasıl örgütlenecegi ve uçurum insanlarına nasıl bir temel egitim
uygulanabilecegini tasarlıyordu kafasında.
Ancak, Ocak 1917'de terk edebildik sıgınagımızı. Her sey hazırlanmıstı. Hemen
ajan provokatör olarak Demir Ökçe'nin hizmetine girdik. Ben, Ernest'in kız
kardesi olacaktım. Bu yerler, üst düzeyde oligarsi mensupları ve yoldaslarımız
tarafından saglanmıstı. Gerekli bütün kâgıtlarımız tamamdı, hatta geçmisimiz
üzerine yeteri kadar bilgi de hazırdı. Oligarsinin içinde görev almıs
yoldaslarımızın yardımıyla, bu isi kolayca hallettik. Çünkü "gizli servis"
denilen bu gölgeler dünyasında,
Devrimciler arasında çok sayıda operatör vardı ve insanın dıs görünüsünü
degistirmek için kesip biçme isinde mükemmel olarak uzmanlasmıslardı. Avis
Everhard'ın sözleriyle, bir insanı kelimenin tam anlamıyla yeni bastan
yaratabilirlerdi. Onlar için yara izlerini ve bazı sekilsizlikleri gidermek ufak
tefek islerdi. _nsanın yüz hatlarını öylesine degistirirlerdi ki, geriye
yaptıkları isten bir iz bile kalmazdı. Burun, üzerinde en çok çalısılan organdı.
Deri germe ve saç ekme onların her zaman yaptıgı isler arasındaydı. Yüz
hatlarında yaptıkları degisiklik, sihirbazlık derecesine varıyordu. Göz, kas,
dudak, agız ve kulaklar kökten degistirilebiliyordu. Çok ince düsünülmüs
ameliyatlar sonunda dil, gırtlak ve burun deliklerinde yapılan degisikliklerle,
insanın sesi bile degistirilebiliyordu. Çaresizlik çareyi yaratıyor ve devrimin
operatörleri çareyi buluyorlardı. Yaptıkları baska seyler arasında bir insanın
boyunu on on bes santim kadar uzatmak ya da bes altı santim kadar kısaltmak da
vardı. Onlann yaptıkları, artık günümüzde kaybolmus olan bir sanattır. Buna
ihtiyacımız yoktur.
-324-
insanlann kimlikleri her zaman bir esrar perdesinin ardında gizlidir. Ajanlar
hayaletler gibi gider gelir, emirleri yerine getirir, görevlerini yapar, iz
kovalar, çogunlukla tanımadıkları üstlerine raporlar sunar ya da hiç
görmedikleri ve bundan sonra da göremeyecekleri ajanlarla isbirligi yaparlar.
-325-
>xxn>
CH_CAGO KOMÜNÜ
Ajan provokatör olarak serbestçe dolasma hakkı elde ettigimiz gibi, proleterya
ve devrimci arkadaslarımızla iliski kurma olanagına da sahiptik. Dolayısıyla,
aynı zamanda iki kampta birden bulunuyor, sözüm ona Demir Ökçe'ye hizmet eder
görünürken, gizlice var gücümüzle devrim ugruna çalısıyorduk. Oligarsinin gizli
servislerinde, bizden çok adam vardı, bir dizi silkeleme ve yeniden örgütlenme
çabasına ragmen, içine yuvalandıgımız örgütler bizi söküp atmayı basaramıyorlardı.
Birinci Devrimi büyük oranda Ernest planladı. Saptanan tarih 1918 yılının
ilkbaharının baslarıydı. 1917 yılının sonbaharında hazırlıklarımız daha
bitmemisti. Yapılacak daha çok isimiz vardı. Zamansız kalkısılacak bir devrimin
basarısızlıga ugrayacagı kesindi. Böylesine karmasık bir girisimde, erken
atılacak bir adım felaketimiz olurdu. Demir Ökçe de bunu sezmis, planlarını buna
göre hazırlamıstı.
_lk darbemizi, oligarsinin sinir sistemine indirmeyi kararlastırmıstık.
Oligarsi genel
-327-
grevden aldıgı dersi unutmamıstı ve telgrafçıların olası bir hareketine karsı
önlem olarak telsiz telgraf istasyonlarını, Kiralık Askerler'in denetimine
vermisti. Buna karsılık biz de, karsı önlemler almıstık. Sinyal verilince, her
sıgınaktan, ülkenin her yanından, kentlerden, kasabalardan, barakalardan fedakâr
yoldaslarımız fırlayacak ve telsiz telgraf istasyonlarını havaya uçuracaklardı.
Böylece, ilk darbede Demir Ökçe yere serilecek; elini kolunu oynatamaz hale
gelecekti.
Aynı anda, baska yoldaslar da köprüleri, tünelleri dinamitleyecekler ve bütün
demiryolu ulasımını keseceklerdi. Yine bir baska grup, isaret verilince, Kiralık
Askerler Ordu-su'nun subaylarını ve kıdemli polisleri ve de önemli konumlardaki,
yetenekli oligarsi mensuplarını yakalayacaklardı. Böylece, hemen her yerde
ortaya çıkacak çatısmalara, düsman yöneticilerinin katılması engellenecekti.
Sinyal verilir verilmez, birçok sey aynı anda gerçeklestirilecekti. Demir
Ökçe'nin hayal ettiginden çok daha güçlü olan Kanadalı ve Meksikalı
vatanseverler, bizim taktiklerimizi uygulayacaklardı. Yine bazı yoldaslar
(bunlar kadın olacaktı, çünkü erkekler baska islerle ugrasacaklardı), gizli
basım evlerimizi bekleyecek, afislerimizi dagıtacak, saga sola
yapıstıracaklardı. Demir Ökçe'nin içinde, yüksek görevlerde bulunan biz ve bizim
gibi ajanlar ise, hemen, servislerde anarsi yaratacaktı. Kiralık Askerler'in
arasında, binlerce yoldasımız vardı. Onların görevleri de silah depolarını
havaya uçurmak ve etkili silahların meka-
-328-
nizmalannı bozmaktı. Aynı islemler, Kiralık Askerler'in ve isçi kastlarının
yasadıgı o özel kent ve bölgelerde de tekrarlanacaktı.
Kısacası, ani, muazzam ve öldürücü bir darbe indirmek istiyorduk. Felce ugramıs
olan oligarsi, daha kendine gelemeden, yok edilecekti. Bu korkunç günler
yasanacak ve birçok kisi ölecek demekti, ama ölüm düsüncesi devrimcileri
durduramaz. Tasanlanmız-daki birçok sey, örgütlenmemis uçurum insanlarının da
efendilerinin saraylarına ve kentlerine saldırmasına baglıydı. Can ve mal kaybı
umurumuzda degildi. Uçurum hayvanı kükreyecek, polis ve Kiralık Askerler
öldürülecekti, bu kesindi. Ama böyle olmazsa da, uçurum hayvanı kükremeyecek,
polis ve Kiralık Askerler öldürülmeyecek miydi? Bu, bizi korkutan tehlikelerin
birbirlerini yok etmesi anlamına geliyordu. Biz de bu arada, daha güven içinde
isimizi görecek ve bütün sosyal mekanizmanın yönetimini ele geçirecektik.
Planımız buydu ve bu planın her ayrıntısı, büyük bir gizlilik içinde, o gün
yaklastıkça, giderek daha çok yoldasa duyurulacaktı. Bu, önemli bir noktaydı.
Hazırladıgımız komplonun yayılmaması, duyulmaması gerekiyordu. Ama bu tehlike
asla bas göstermedi, çünkü is oraya kadar varamadı. Casusuluk örgütü tarafından
tasarlanan devrimi, Demir Ökçe çoktan ögrenmis ve bize yeni, kanlı bir ders
vermeye hazırlanıyordu. Bu dersi vermek için, Chicago kentini seçmislerdi ve
bunu basardılar da.
Bütün kentlerin içinde, devrim için en uy-
-329-
gun olanı Chicago'ydu.* Eskiden, kanlı kent diye ün yapmıs olan Chicago, bu
ününü bir defa daha kanıtlayacaktı. Burada, devrimci ruh güçlüydü. Kapitalizm
günlerinde, isçilerin kolayca unutamayacagı ve bagıslayamayacagı birçok grev
katliamı olmustu. Burada kentin isçi kastları bile devrim atesiyle yanıp
tutusuyordu. Önceki grevlerde, unutulmayacak kadar çok kafa kırılmıstı. Hayat
kosullarının degismesine ve kendilerine saglanan haklara ragmen, egemen
sınıflara karsı duydukları kin, bir türlü sönmemisti. Bu ruh, Kiralık Askerler'i
bile etkilemisti ve bunlardan üç birlik, toptan bizim saflara geçmeye
hazırdı.
Chicago, her zaman emekle sermaye arasındaki çatısmaların merkezi olmustur.
Sokak kavgalarının, cinayetlerin, sınıf bilincinin ve örgütlenmenin
kapitalistlerde oldugu kadar, emekçilerde de gelistigi bir kenttir. Üstelik
eskiden burada, ögretmenler sendikalasmıs, duvarcılar ve odun tasıyıcılarla
birleserek, Amerikan _sçi Konfederasyonu'na girmislerdir. Bu Chicago,
basarısızlıgı tohumunun içinde tasıyan Birinci Devrim'in merkezi olmustur.
* Chicago M. S. on dokuzuncu yüzyılın sanayi cehennemiydi. Büyük _ngiliz isçi
lideri ve bir zamanlar _ngiltere Kabinesinin üyelerinden olan John Burns'ün
günümüze kadar gelen bir hikâyesine göre, Burns, Birlesik Dev-letler'e yaptıgı
bir ziyaret sırasında, Chicago'dayken, bir gazeteci ona kent hakkındaki
düsüncelerini sormus. "Chicago," diye cevap vermis Burns, "cehennemin daha küçük
bir kopyasıdır." Bir süre sonra, _ngiltere'ye dönmek üzere buharlı gemiye
binerken, yanına Chicago hakkındaki düsüncelerinin degisip degismedigini
ögrenmek isteyen bir baska gazeteci yanasmıs. "Evet, düsüncemi degistirdim,"
demis Burns. "Simdi cehennemin Chicago'nun daha küçük bir kopyası oldugunu
düsünüyorum."
-330-
Fırtınanın bir an önce patlaması için, Demir Ökçe gerginligi tırmandırıyordu.
Bunu da çok ustaca yapıyordu. _sçi kastları da dahil olmak üzere, bütün halka
baskı yapmaya baslamıslardı. Anlasmalar, sözlesmeler çigneniyor, en küçük
suçlara en agır cezalar veriliyordu. Uçurum insanları, daldıkları kayıtsızlık
uykusundan kırbaçla uyandırılıyordu. Gerçekte, Demir Ökçe, hayvanı kükretmeye
hazırlanıyordu. Buna paralel olarak, Chicago'da aldıgı önlemlerde, sasılacak
derecede dikkatsizlik göze çarpıyordu. Elde kalan Kiralık Askerler arasında tam
bir keyfilik egemendi. Birçok askeri birlik, kentten alınarak ülkenin çesitli
yörelerine sevk edilmisti.
_sin sonuna varmak için, uzun zaman beklememiz gerekmedi. Sadece birkaç hafta
bekledik. Biz devrimciler, olaylar ve durum hakkında, sadece söylentilerden
ibaret bilgiler alabiliyorduk. Bizi yeni kararlara götürecek bilgilerden
yoksunduk. Her seyi, "devrimin dogal gelismesi", diye kabul ediyor, özenle ve
dikkatle çalısmamız gerektigine inanıyorduk. Bütün bunların, gizlice ve sinsice
Demir Ökçe'nin en yüksek çevreleri tarafından hazırlandıgı aklımızdan
hayalimizden geçmiyordu. Karsı komplo ustaca hazırlanmıs ve basarıyla
uygulanmıstı.
Hemen Chicago'ya gitme emrini aldıgımda, New York'taydım. Bana bu emri veren
oligarsi mensubu biriydi. Adını bilmiyordum, yüzünü görmemistim, ama konusma
biçiminden bunu anlamıstım. Verdigi bilgiler pek açık seçik degildi. Satırlar
arasında devrimci girisimin orta-
-331-
ya çıkarıldıgı, devrimcileri havaya uçurmak için, bir kıvılcımın yeterli oldugu
okunuyordu. Benim de aralarında bulundugum Demir Ökçe ajanları, ya uzaktan ya da
bizzat savas alanına giderek bu kıvılcımı çakmakla görevliydi. Karsımdaki
oligarsi adamının delici bakısları karsısında, sogukkanlılıgımı kaybetmedigim
için kendimle övünebilirim, ama kalbim delice atıyordu. O, insanı öfkeden
kudurtacak emirleri sayarken içimden bagırmak, onu ellerimle bogmak geçiyordu.
Ondan ayrılır ayrılmaz, kalan zamanımı hesapladım. Eger sans yüzüme gülerse,
trene binmeden önce bölgedeki devrimci liderlerden biriyle, birkaç dakika da
olsa görüsebilirdim. _zlenmemeye dikkat ederek, deli gibi _lk Yardım
Hastanesi'ne kostum. Sansım varmıs ki, hastanenin bas operatörü, yoldas GaMn
oradaydı. Soluk soluga haberi ona ulastırmak için, agzımı açmıstım ki beni
susturdu.
"Zaten biliyorum," dedi sakin bir sesle, ama _rlandalı gözleri alev alev
yanıyordu. "Niçin geldigini biliyorum. On bes dakika kadar önce, haber bana
ulastı ve haberi yaydım. Buradaki yoldasların, kıskırtmaya kapılma-malan için
elimizde geleni yapacagız. Chicago'yu feda etmeliyiz. Ama yalnız Chicago'yu."
"Chicago'ya haber verebildiniz mi?" diye sordum.
Basını salladı. "Telgraf baglantısı kopuk. Chicago bütün dünyadan kopuk durumda
simdi. Bir cehennem olacak orası."
Bir an durdu, yumruklarını sıktıgını gördüm. Sonra patladı:
-332-
Tann askına! Keske orada olsaydım!"
"Olayı önleyebiliriz," dedim. 'Trene bir sey yapmazlarsa zamanında oraya
varabilirim. Ya da gerçegi ögrenmis olan gizli servisteki arkadaslar, zamanında
orada olabilirlerse..."
"Siz gizli servistekiler, bu defa fena uyutuldunuz," dedi.
Çaresizlik içinde basımı salladım.
"Ama çok gizliydi," dedim. "Yalnızca bölge liderleri biliyordu planı bugüne
kadar. Hem karanlıkta el yordamıyla yürüyorduk, yakalanmamak elimizde degildi.
Ah, Ernest burada olsaydı! Belki de simdi Chicago'dadır ve belki de düsündügümüz
felaket basımıza gelmez."
Dr. Galvin basını iki yana salladı. "Onun hakkında son aldıgım haberlere göre,
Boston ya da New Haven'a gönderilmis. Düsman ajanları, epey ugrastırmıs
olmalılar onu. Ama bu bile, sıgınakta kapalı kalmaktan iyidir."
Gitmek üzere ayaga kalktım, Galvin sertçe elimi sıktı.
"Cesaretinizi kaybetmeyin," dedi bana ayrılırken. "Birinci Devrimi kaybetsek ne
çıkar? _kincisini hazırlarız ve bu defa daha akıllıca davranırız. Hosça kalın,
sansınız açık olsun. Sizi bir daha görüp göremeyecegimi bilmiyorum. Orada bir
cehennem olacak, ama o cehennemde bulunmak için, hayatımın on yılını verirdim."
Yirminci Yüzyıl* treni, New York'tan aksamın altısında hareket etti ve
Chicago'ya ertesi sabah yedide varması gerekirdi. Ama o ge-
Bu o zamanlar dünyanın en hızlı treni sayılırdı. Oldukça ünlü bir trendi.
-333-
ce, yolda çok zaman kaybetti. Baska bir trenin arkasından gidiyorduk. Benim
bulundugum vagonda, yoldas Hartman da vardı. O da benim gibi, Demir Ökçe'nin
örgütüne sızmıs bir ajandı. Önümüzde giden trenden, o haberdar etti beni. Bu,
bizim trenin tıpatıp aynısıydı, ama içinde hiç yolcu yoktu. Yirminci Yüzyıl'a
yapılacak bir suikast karsısında, bu bos trenin hedef alınması amacıyla
salıverilmisti. Ona bakarsanız, bizim trende de bir avuç yolcu ya var ya yoktu.
Bizim vagonda, ancak on iki on üç yolcu sayabildim.
"Bu trende önemli insanlar olmalı," dedi Hartman. "Arkada özel bir vagon
gördüm."
_lk lokomotif degistirmesi yapıldıgında, gece olmustu. Biraz temiz hava almak ve
neler yapılabilecegini arastırmak için perona indim. Özel vagonun
pencerelerinde, tanıdık üç kisinin yüzünü gördüm. Hartman haklıydı. Biri General
Altendorff, diger ikisiyse, oligarsinin gizli örgütünün beyni sayılacak Mason ve
Vanderbold'du.
Sakin, mehtaplı bir geceydi. Yatagımda, bir o yana bir bu yana döndüm durdum.
Gözüme uyku girmiyordu. Sabahın besinde yataktan kalktım ve giyindim.
Tuvalet bakıcısına kaç saat geciktigimizi sordum. "_ki saat," dedi. Melez bir
kadıncagızdı. Yüzü çökmüs, sanki sürekli bir kederle hep açık tuttugu gözlerinin
altında, koca koca morluklar belirmisti.
"Neyiniz var?" diye sordum.
"Bir seyim yok bayan. Pek uyuyamadım, ondan olacak," diye cevap verdi.
-334-
Ona daha yakından baktım ve parolalarımızdan birini söyleyerek yokladım.
Karsılık alınca, onun bizden biri oldugundan kuskum kalmadı.
"Chicago'da korkunç olaylar olacak," dedi. "Önümüzde bos bir tren gidiyor. Bu
tren ve askeri katarlar yüzünden gecikiyoruz."
"Askeri katarlar mı?" diye sordum.
Basını salladı. "Bütün hatlar bunlarla dolu. Bütün gece, yolda düzinelercesini
geçtik. Hepsi de Chicago'ya gidiyor. Hava yoluyla da sevk yapılıyor."
Durdu, sonra özür diler gibi, "Chicago'da bir sevgilim var," dedi. "Bizden biri,
Kiralık Askerler arasında, onun için korkuyorum."
Zavallı kız! Sevgilisi, bize katılan üç birlikten birindeydi.
Hartman'la, sabah kahvaltısını yemek vagonunda yaptık. Bir seyler yiyebilmek
için, kendimi zorladım. Gökyüzü bulutlanmıstı ve tren yeni günün puslu havasında
bitmeyen bir simsek gibi çakarak ilerliyordu. Bize hizmet eden zenci garsonlar
bile, korkunç bazı seyler olacagını anlamıslardı. Her zamanki el hafifliklerini
kaybetmisler, sanki bitkinles-mislerdi. Servisleri geç yapıyorlardı. Akılları
baska yerlerdeydi ve ikide bir vagonun ucunda, mutfagın dibinde toplanarak kendi
aralarında fısıltıyla bir seyler konusuyorlardı. Hartman durumu çok umutsuz
buluyordu.
"Ne yapabiliriz?" diye, belki yirminci kez çaresizlik içinde omuzlarını
kaldırarak sordu. Sonra pencereden dısarıyı gösterdi. "Görüyorsun ya, her sey
hazır. Kentin, otuz kırk
-335-
mil dısında bunlardan bir yıgınının, sıra sıra dizildiginden emin olabilirsin."
Yanımızdaki demiryolu hattının üzerindeki askeri vagonları gösteriyordu.
Demiryolu kenarında yaktıkları ateste, yemeklerini ısıtan askerler, hızını hiç
azaltmadan önlerinden yılan gibi kayan trene, meraklı gözlerle bakıyorlardı.
Chicago'ya girdigimizde her yer sakindi. Henüz olagandısı bir olay olmadıgı
anlasılıyordu. Kentin kenar mahallelerinden birinde, sabah gazeteleri trene
geldi. Gazetelerde bir sey yoktu, ama usta okurların hazırlanan planı görmeleri
mümkündü. Sıradan okuyucunun anlamaması için, özel bir dil kullanılmıstı verilen
haberlerde. Demir Ökçe'nin hünerli eli, her sütunda seziliyordu. Oligarsi
zırhının bazı zayıf noktalarını, bilerek açık ediyorlardı. Ama elbette açıkça
yazılmıyordu hiçbir sey. Her sey, büyük bir ustalıkla yapılıyordu. Bu 27 Ekim
gününün gazeteleri, entrika roman türünün, en usta örneklerinden biriydi.
Yerel haberlere hiç yer verilmemisti. Bu kendi içinde baslı basına bir oyundu.
Chicago'yu bir esrar perdesiyle sarıyor, bu da o sıradan okuyucuda, oligarsinin
yerel haberleri vermeye cesareti olmadıgı kanısını uyandırıyordu. Halkı yanlıs
düsüncelere sevk edecek haberler de boldu tabii. Ülkenin her tarafında bas
gösteren karısıklıklardan ve bunlara karsı gerekli önlemlerin alınacagından söz
ediliyordu. Bir baska haber de, telsiz telgraf istasyonlarına karsı girisilen
bir dizi dinamitleme olayını anlatıyor, suçluları ihbar edenlere
-336-
yüksek ödüller verilecegi bildiriliyordu. Elbette, uçurulan telsiz istasyonu
falan yoktu. Gazetelerde buna benzer, gerçekte olmayan ama devrimcilerin
planlarıyla çakısan olaylar sergileniyordu. Bütün bunlardan amaç, Chicago'daki
yoldaslarda bir devrimin basladıgı kanısını uyandırmak ve bazı yerlerde
basarısızlıga ugradıklarını sezinleterek, onları telasa sürüklemekti. _sin iç
yüzünü bilmeyenler, bütün ülkenin, çatlamaya baslayan devrimin kıvamında
oldugunu sanacaklardı.
Yine bir baska habere göre, California'da Kiralık Askerler'in isyanı öylesine
ciddi bir durum almıstı ki, atlı birlikleri dagıtılmıs ve askerler aileleriyle
birlikte, özel kentlerinden çıkarılarak, isçi mahallelerine atılmıslardı. Oysa
California'daki Kiralık Askerler, oligarsinin en sadık köleleriydi! Ama bütün
dünyayla iliskisi koparılmıs olan Chicago halkı, bunu nereden bilecekti? New
York'ta, isçi kastlarının da katıldıgı bir ayaklanma oldugu haberini veren ve
birliklerin duruma hâkim oldugunu belirten bir telgraftan söz ediliyordu.
Oligarsi, basın kanalıyla yaptıgı çalısmayı, baska binlerce alanda da uygulamıs
bulunuyordu. Bunları daha sonra ögrendik. Yaptıkları ustaca hilelerden biri,
devrimcilerin kulagına gideceginden emin oldukları seçilmis haberleri, gizli
örgütlerinin gizli telgraflanymıs gibi oradan oraya göndermekti.
"Artık Demir Ökçe'nin bizim hizmetimize ihtiyacı kalmadı sanıyorum," dedi
Hartman, okudugu gazeteyi elinden bırakırken. Bu arada tren gara giriyordu.
"Bizi buraya gönder-
-337-
mekle, bosuna zaman kaybettiler. Tasanları, umduklarından daha basarılı bir
biçimde, kendiliginden gerçeklesti. Birazdan burası bir cehenneme dönecektir."
Trenden inerken, döndü, katan gözden geçirdi.
"Tahmin etmistim zaten," diye mırıldandı. "Gazeteler trene yüklendiginde,
arkadaki o özel vagonu trenden ayırmıslar."
Hartman, umutsuz bir karamsarlık içindeydi. Onu neselendirmeye çalıstım ama
çaba-lanmı görmezden geldi. Garda yürürken birden kısık bir sesle ama hızlı
hızlı konusmaya basladı. Önce ne oldugunu anlayamadım.
"_yice emin degildim," dedi, "kimseye de bir sey söylemedim bu yüzden.
Haftalardır bunun üzerinde çalısıyorum, ama kesin bir sonuç elde edemedim.
Knowlton'a dikkat edin. Ondan kuskulanıyorum. Sıgınaklanmı-zm birçogunun yerini
biliyor. Yüzlerce kisinin hayatını elinde tasıyor ve onun bir hain oldugunu
sanıyorum. Bu, benim açımdan bir histen öte bir sey degil. Ama son zamanlarda
degistigini fark ettim. Bizi satmıs olması mümkündür ya da satacaktır. Bundan,
neredeyse eminim, diyebilirim. Bu kuskulanmdan kimseye söz etmek istemiyordum
ama neden bilmem, içimde Chicago'dan sag çıkamayacak-mısım gibi bir his var.
Gözünüzü Knowl-ton'un üstünden ayırmayın. Onu deneyin, maskesini düsürün. Fazla
bir bilgim yok. Bu bir sezgi, bugüne kadar hiçbir ipucu elde edemedim." Tam bu
sırada gardan çıkıp, kaldı-nmda yürümeye baslamıstık. "Unutmayın,"
-338-
dedi Hartman, aceleyle. "Knowlton'un üstünden gözünüzü ayırmayın."
Hartman haklıydı. Bir ay geçmemisti ki, Knowlton, ihanetini hayatıyla ödedi.
Kurallara uygun olarak, Mihvaukee'li yoldaslar tarafından cezası infaz edildi.
Sokaklar sakindi, olması gerekenden daha sakindi hatta. Chicago ölmüstü sanki.
Caddeler bombostu. Hiçbir tasıt yoktu. Taksi bile yoktu. Tramvaylar da
islemiyordu. Yalnız ara sıra, kaldınmlarda hızlı adımlarla yürüyen insanlar
görünüyordu. Acele ve kararlı yürüyorlardı, ama yine de hareketlerinde garip bir
çekingenlik vardı. Sanki ayaklannm altındaki kaldınmın çökecegini ya da havaya
uçacagını, binalann üzerlerine yıkılacagını sanıyorlardı. Birkaç sokak çocugu da
göze çarpıyordu. Gözlerinde, sanki olaganüstü ve heyecanlı olaylar
bekliyorlarmıs gibi bir merak pınltısı fark ediliyordu.
Bir yerden, güney tarafından, uzaklarda bir yerden, bir patlamanın boguk sesi
geldi kulaklanmıza. Baska bir sey duyulmadı. Yine sessizlik çöktü. Ama sokak
çocuklan, yavru geyikler gibi sesin geldigi yöne dogru kulak kabarttılar. Bütün
binalann kapılan kapalı, bütün dükkânlann kepenkleri inikti. Ama çevrede, her
zamankinden çok polis ve bekçi görünüyordu ve Kiralık Askerler, arada bir,
arabalarla geçiyorlardı.
Hartman'la, Demir Ökçe'nin gizli servis yerel seflerine, geldigimizi haber
vermeyi gereksiz bulduk. Bu hareketimizin, bundan sonra olacak olaylar
nedeniyle, zaten hos gö-
-339-
rülecegini biliyorduk. Devrimci arkadaslarla karsılasırız umuduyla, güney
kesiminin büyük isçi mahallesine dogru yürümeye basladık. Artık çok geçti! Bunu
biliyorduk. Ama bu bombos sokaklarda, elimiz kolumuz baglı hiçbir sey yapmadan
da duramazdık. Ernest neredeydi? Onu merak ediyordum. _sçi kastlarının ve
Kiralık Askerler'in kentlerinde neler oluyordu? Ya kalelerde?
Sanki bu soruma karsılık verir gibi, ansızın uzun uzun çıglıklar kulaklarımı
doldurdu. Çok uzaktan geldigi için, boguk boguktu çıglıklar. Sonra bunu bir dizi
patlama sesi izledi.
"Kaleden geliyor," dedi Hartman. 'Tanrı bu üç birlige acısın!"
Yol kavsagında, bugday depolarının yönünde büyük bir duman bulutu gördük. Bir
ileriki kavsakta da, batı kesiminin üstünde, yükselen baska duman bulutlan fark
ettik. Kiralık Askerler'in kentinin üstünden büyük bir balon süzülüyordu. Birden
patlayıverdi ve parçalan dört bir yana dagıldı. Havada gerçeklesen bu olay
hakkında, hiçbir degerlendirme yapamıyorduk. Balonu patlatan bizim yoldaslar
mıydı, yoksa düsmanlar mıydı, karar veremiyorduk. Kaynagı belirsiz, sanki dev
bir kazanda kaynayan suyun fokurtusunu andıran bir ses duyuluyordu. Hartman
bana, bunun makineli tüfeklerin ve mitralyözlerin sesi oldugunu söyledi.
Ama yürüdügümüz bölgede henüz, en küçük bir olaganüstü durumla karsılasmamıstık.
Bizim bulundugumuz yerde, hiçbir sey olmuyordu. Polisler yürüyor, polis arabalan
-340-
geçip duruyordu. Bir de bes altı itfaiye arabası görmüstük, bunların bir yangın
yerinden döndügü anlasılıyordu. Otomobilli bir subay, itfaiyecilere bagırarak
bir sey sordu, itfaiyecilerden biri bagırarak karsılık verdi: "Hiç su yok! Ana
arklan havaya uçurmuslar!"
"Su borulannı patlatmısız," diye bagırdı Hartman bana heyecan içinde.
"Soyutlanmıs, vakitsiz bir hareket içinde bunlan basarabili-yorsak, tam
olgunlasmıs bir devrimde neler yapabilecegimizi bir düsün!"
Soruyu soran subayın arabası hızla yoluna devam etti. Hemen aynı anda, kulaklan
sagır edici bir ses yükseldi. Araba yolcusuyla birlikte bir duman bulutu içinde
havaya uçtu, sonra bir enkaz yıgını halinde, bu defa cesetle birlikte yere
yıgıldı.
Hartman sevinçten çılgına dönmüstü. "Basan! Büyük basan!" diye tekrarlıyordu
fısıltıyla. "Proletarya bugün dersini alıyor, ama ders de veriyor."
Polisler olay yerine dogru kosmaya basladılar. Bir askeri otomobil de, bu arada
yetisti. Bana gelince, olayın aniden meydana gelisi karsısında, saskına
dönmüstüm. Gözlerimin önünde olup bitenlerden hiçbir sey arılamıyordum, polis
bizi yakaladıgında ancak kendime gelebildim. Bunlardan biri Hart-man'ı vurmaya
hazırlanıyordu. Ama Hartman sogukkanlılıgını kaybetmeden parolayı verdi. Polisin
üzerine yönelttigi tabancanın titredigini, sonra namlunun yere döndügünü gördüm.
Düs kırıklıgına ugramıs gibi homurdandı. Öfke içindeydi ve bütün gizli servise
-341-
lanet okuyordu. Böyle adamların, hep islerine engel oldugundan yakınıyordu.
Hartman da gizli örgüt üyesi olmanın yapmacık gururuyla, polisin
beceriksizliginden yakınıyordu.
Bir an sonra, neler olup bittigini anladım. Enkazın etrafında bir grup insan
toplanmıstı ve iki tanesi yaralı subayı baska bir arabaya tasıyordu. Ansızın
meydana gelen bir panik hepsini sasırttı, herkes bir yana dagıldı. Herkes
korkuyla kaçısıyordu. Yaralı subay, öylece oraya atılmıs, bırakılmıstı.
Homurdanan polis de kaçıyordu. Hartman'la ben de, nedenini bilmeden kör bir
dehsete kapılarak, olay yerinden kosarak uzaklasmaya basladık.
O an hiçbir sey olmadı ama az önceki olayın nasıl pldugu anlasıldı. Kaçanlar,
çekingen adımlarla geri dönüyorlardı, ama arada bir gözlerini, yolun iki
tarafını sarp bir bogazın yamaçları gibi çevreleyen büyük yapıların üst
pencerelerine dikiyorlardı. Bomba bu sayısız pencerelerden birinden atılmıstı,
ama hangisinden? _kinci bir bomba atılmadı, ama birincinin korkusu yetmisti
zaten.
Bunun üzerine, biz de pencerelere göz gezdirmeye basladık. Bunlardan herhangi
birinin ardında, olası bir ölüm gizliydi. Her bina, bir tuzak olabilirdi. Bu
büyük kent denilen modern cangılda savas böyleydi iste. Her sokak bir vadi, her
bina bir dagdı. Vızır vızır geçen savas otomobillerine ragmen, ilkel insanlardan
farkımız yoktu.
Sokagın kösesini döndügümüzde, bir kadınla karsılastık. Yaya kaldırımı üzerinde,
bir kan gölü içinde yatıyordu. Hartman kadına
-342-
dogru egildi ve onu gözden geçirdi. Bana gelince, bütün içim kalkmıstı. O gün,
daha çok ceset görecektim, ama kitle halinde kıyım bile, beni ayaklarımın
dibinde, yerde yatmakta olan bu ilk ceset kadar etkileyemeyecekti. "Gögsüne bir
kursun yemis," dedi Hartman.
Eli gögsündeydi ve kollarının arasında, bir bebek tutuyormus gibi, bir tomar
kâgıt tutuyordu. Ama ölürken bile, ölümüne neden olan seylerden kopmaya
yanasmamıstı. Hart-man'ın kadının elinden zorlukla çekebildigi kâgıtlara
baktıgımızda anladık. Bunlar devrim bildirileriydi.
"Bir yoldas," dedim.
Hartman, sadece Demir Ökçe'yi lanetle-mekle yetindi. Yürümeye devam ettik. Polis
ve devriyeler, bizi sık sık durduruyorlardı. Ama parolaları bildigimiz için,
yolumuza devam etmeyi basarıyorduk. Artık pencerelerden bomba atılmıyordu.
Yoldaki tek tük insanlar da birden yok olmus ve çevremiz mutlak bir sessizlik
uçurumuna yuvarlanmıstı. Ama o büyük kazan, uzaklarda kaynamasını, fokurdamasını
sürdürüyor, dört bir yandan boguk patlama sesleri duyuluyor ve duman sütunları
giderek artarak, ugursuzca göge yükseliyordu.
-343-
¦XXIII* UÇURUM _NSANLARI
Birden her sey degismis gibi göründü. Bir heyecan dalgası her yana yayılıyordu.
Otomobiller vızır vızır, üçer, beser, bazen de onar onar geçiyor, içindekiler
bizi, çekilin, diye uyarıyorlardı. _lerideki dönemeçte, bir sokak asagıda,
arabalardan biri hızını hiç kesmeden virajı döndü ve aynı anda, kaldırımda büyük
bir çukur olusturan bomba patladı. Polislerin yan yollara kaçıstıgını görüyor,
korkunç olayların yaklasmakta oldugunu anlıyorduk. Bir kükreyis, sürekli
büyüyerek yükseliyordu.
"Cesur yoldaslarımız geliyor," dedi Hartman.
Son savas otomobili de hızla geçip giderken, caddeye oluk oluk akan yogun bir
kalabalık göründü. Hızla geçen araba, az ötemizde durdu. _çinden bir asker
çıktı, elinde dikkatle bir sey tasıyordu. Bu tasıdıgı seyi, aynı dikkatle oluga
koydu. Sonra yeniden arabaya atladı. Araba hızla hareket etti, köseyi döndü ve
gözden kayboldu. Hartman oluga kostu ve bırakılan seyin üzerine egildi.
"Yaklasmayın," diye seslendi bana.
Elleriyle acele acele bir seyler yapıyordu.
-345-
Yanıma geldiginde alnında ter damlaları parlıyordu.
"Zararsız hale getirdim," dedi, "tam zamanında davranmısım. O asker isinin ehli
degilmis. Bombayı yoldaslarımız için hazırlamıs, yalnız zamanını iyi
ayarlayamamıs. Erken patlayacaktı. Ama artık hiç patlamayacak."
Olaylar hızlı gelisiyordu. Yolun karsı kıyısında, bir sokak ötede, bir binanın
üst katlarından birinin pencerelerinden birkaç kafanın sarktıgını gördüm. Bunu,
tam Hartman'a gösterecektim ki, binanın kafaların göründügü cephesini bir alev
ve duman bulutu yaladı ve hava bu büyük patlamayla sarsıldı. Tas bina yer yer
çatlamıs, sıvalar dökülmüstü, altından binanın demir iskeleti görünüyordu simdi.
Hemen pesinden, bu evin karsısındaki binanın cephesi de benzer patlamalarla
darmadagın oldu. Bu patlamalar arasında, otomatik tabancaları ve tüfeklerin
seslerini duyabildik. Bu yükseklerdeki çatısma birkaç dakika sürdü, sonunda
yatıstı. Evlerin birinde yoldaslarımızın, digerinde Kiralık Asker-ler'in
bulundugu açıktı ve sokagın her iki tarafından birbirlerine ates açıyorlardı.
Ama hangi binada yoldaslarımızın, hangisinde Kiralık Askerler'in bulundugunu
bilemiyorduk.
Bu arada, köseden görünen kalabalık, neredeyse önümüze varmıstı. Bomba atılan
binaların önüne geldiklerinde, bombacılar gene kızıstı, ama bu kez, evlerin
yalnız birinden bomba düstü. Ötekiler, dogrudan bombanın atıldıgı pencereye ates
etmeye basladılar. Böylece hangi binada yoldaslarımızın, hangi
-346-
binada düsmanın bulundugunu anlamıs olduk. Bizimkiler basarılı bir hareket
yapmıs, sokakta ilerleyen ordumuzu düsman bombalarından korumustu.
Hartman kolumu kavradı ve beni bir binanın girisine soktu.
"Bunlar bizim yoldaslar degil," diye kulagıma bagırdı.
Binanın iç kapısı kilitli ve sürgülüydü. Kaçamadık. Bir an sonra, kalabalık
önümüzden geçti. Bu bir ordu degil, bir güruh, yolu kaplayan taskın bir seldi.
_çkinin ve acıların çılgına çevirdigi uçurum insanlarıydı bunlar. Bagırarak
efendilerinin kanını içmek için yürüyorlardı. Uçurum insanlarını daha önceden
tanırdım. _zbelerinde yasamıstım, onları tanıdıgımı sanırdım. Ama o gün, onları
sanki ilk defa görüyordum. O sessiz uyusukluklarından silkinmislerdi. Simdi,
insanın kanını donduran bir güç, elle tutulacak kadar somut öfkeleri ve ugultulu
dalgalarıyla bir deniz, dükkânlardan yagmalanan alkolle, kinle ve kan
susuzluguyla sarhos bir canavarlar sürüsüydüler. Baldın çıplak adamlar,
partallar içinde kadınlar, sersefil çocuklar... Yüzlerinde iyilik adına ne varsa
silinmisti ve artık yalnız seytanca bir hırsın okundugu kararmıs ruhlar,
maymunlar ve kaplanlar, avurtları çökük veremliler ve kıllı devler, vampir bir
toplumun bütün kanlarını emip bitirdigi, solgun, hayvanlıkla ve kötülükle
çarpılmıs yüzler, her tarafı sis kadınlar, ölü kafalı sakallı ihtiyarlar, eriyen
bir gençlik, çürüyen bir ihtiyarlık, çirkin, çarpık seytan yüzleri,
hastalıkların ve bit-
-347-
mez tükenmez açlıgın egip büktügü vücutlar, hayatın artıkları, köpükleri, agzı
köpüklü, öfkeden kuduran çapulcular vardı!
Baska nasıl olabilirdi ki? Uçurum insanlarının sefaletinden ve yasama acısından
baska kaybedecek hiçbir seyi yoktu. Peki ne kazanabilirlerdi? Korkunç bir
intikam zevkinden baska hiçbir sey. Bu kızgın insanların arasında, ates seli
içinde, görevleri uçurum insanlarını ayaklandırıp düsmanı ugrastırmak olan
insanların, yoldasların, kahramanların oldugu geldi aklıma.
O an bana garip bir seyler oldu. Üzerime bir degisim geldi. Ölüm korkusu,
baskaları ve kendi hayatım için duydugum korku yok olmustu. Garip bir biçimde
baska bir canlı oldugumu, baska bir dünyada yasadıgımı hissediyordum. Hiçbir sey
umurumda degildi. Dava bu kez kaybedilmisti, ama o davamız aynı tazelikle, daha
da alevlenmis olarak dipdiri duruyordu. O anı izleyen saatlerde, birbirini
kovalayan olayların ortasında, sakinligimi hiç kaybetmedim. Ölümün hiçbir anlamı
yoktu simdi gözümde, hayatın da bir anlamı yoktu. Olayları ilgiyle seyreden bir
seyirciydim, kimi zaman akıntıya kapılıyor, ben de harekete katılıyordum. Çünkü
artık düsüncelerim yücelmis ve bütün degerleri, sogukkanlılıkla yerli yerine
koymaya baslamıstı. Bu degisim olmasaydı, sanırım ölürdüm.
Bizi fark ettiklerinde, kalabalık yarım mil kadar ilerlemisti. _nanılmayacak
kadar sefil çullar içinde, avurtları çökük, alev alev yanan, matkaplara benzeyen
küçük kara gözleri çu-
-348-
1!
kurlarına kaçmıs bir kadın, Hartman'la beni gördü. Cırtlak bir sesle haykırdı ve
üzerimize atıldı. Kalabalıgın bir kısmı onu izledi. Bu satırları yazarken,
birbirine dolanmıs beyaz saç örgüleriyle kalabalıgın bir adım önünde yürüyerek
üzerimize gelisini hâlâ görür gibi oluyorum. Saçları arasındaki bir yaradan akan
kanlar, alnından asagı dogru sızıyordu. Bir elinde bir balta sallıyor, kuru ve
kırıs kırıs olan diger eli, bir yırtıcı kus pençesi gibi havayı dövüyordu.
Hartman benim önüme fırladı. Açıklama yapacak zaman degildi. _yi giyinmistik, bu
da onlar için yeterliydi. Hartman, kadının yanan gözlerinin arasına bir yumruk
indirdi. Bu darbe kadını geriye attı, ama arkasındaki insan duvarına çarptı ve
gene bize dogru sendeledi. Sersemlemisti, çaresizlik içindeydi, salladıgı balta
Hartman'ın omzuna indi.
Bundan sonra ne oldugunu bilmiyorum, kalabalıgın altında kalmısım. Bulundugumuz
o daracık yer çıglıklarla, küfürlerle dolmustu. Üstüme yagmur gibi yumruk
iniyordu. Elbiselerimi ve etimi parçalıyorlardı. Parçalara ayrıldıgımı sandım.
Yere düsüp, bogulmak üzereydim. Üstümdeki basıncın dayanılmaz oldugu bir anda,
güçlü bir el beni omzumdan kavradı ve siddetle çekti. Acıyla bayılmısım.
Hartman, oradan bir daha çıkamadı. Benim önüme geçmis, öldürücü darbeyi yemisti.
Bu beni kurtarmıstı, çünkü daha sonra sıkısıklık o kadar artmıstı ki, beni
tırmalamaktan, tartaklamaktan baska bir sey yapamamıslardı.
Vahsi bir hareketliligin ortasında, gözleri-
-349-
mi tekrar açtım. Çevremdeki her sey bu girdabın çarkında yuvarlanıyordu. Bu
insan seliyle nereye oldugunu bilmeden sürükleniyordum. Açık havada bulunduguma,
anlar gibi oldum. Tatlı bir rüzgâr yanagımı oksuyor, tatlı tatlı cigerlerime
doluyordu. Basım dönüyordu, iyice ayılmamıstım. Güçlü bir kolun, beni belimden
yakalayıp öne dogru sürükledigini hissettim. Ayaklarımı yere basarak elimden
geldigince ona yardımcı olmaya çalısıyordum. Önümde hareket eden bir erkek
paltosu görüyordum. Palto, orta dikisinden bastan asagı yırtılmıs, adamın
adımlarıyla uyumlu bir sekilde, bir nabız düzenliligiyle bir açılıp bir
kapanıyordu. Bir süre bu yırtık paltoyla oyalandım, yavas yavas kendime
geliyordum. Sonra yanaklarıma ve burnuma, binlerce ignenin batmakta oldugunu
hissettim, o zaman yüzüme kan damladıgını anladım. Sapkam yoktu basımda. Basımda
derin bir sızı hissedince, kalabalıgın arasında birinin saçlarımdan çektigini
hatırladım. Gögsüm ve kollarım ısırıklar ve morluklar içindeydi, birçok yerden
kan akıyordu.
Zihnim berraklasıyordu. Yürüyüsümü durdurmadan beni tutan, beni kalabalıgın
arasından çekip kurtaran adamı görmek ve kim oldugunu anlamak için yüzümü
döndüm. Hareketimi fark etti.
"Her sey yolunda!" diye bagırdı boguk bir sesle. "Sizi hemen tanıdım."
Ben onu tanıyamamıstım. Bir seyler söylemeye çabalıyordum. Tam bu sırada, canlı
bir seyin üstünde yürüdügümü anladım. Ar-
-350-
kamdan gelenler beni iteledigi için önüme ba-kamıyordum, ama bunun binlerce
ayagın altında ezilen ve kaldırıma dogru sürüklenen bir kadın oldugunu anladım.
"Her sey yolunda," diye tekrarladı adam. "Ben Garthwaite'im."
Sakallıydı, kirli çullar içindeydi ve pisti, ama üç yıl önce Glen Ellen'deki
sıgınagımızda, bizimle birlikte, birkaç ay geçiren bu iriyan adamı, hemen
hatırladım. Demir Ökçe'nin gizli ajanlarının parolalarından birini, bana
söyledi. O da Demir Ökçe'nin hizmetindeydi.
"Fırsatını bulur bulmaz sizi buradan kurtaracagım," dedi, "ama dikkatli yürüyün.
Yanlıs bir adım atıp yere düsmeniz, ölmeniz demektir."
O gün her sey, birden olup bitiyordu. Kalabalık da birden dagılıverdi. Önümdeki
iriya-n kadına, sertçe çarptım (yırtık paltolu adam ortadan yok olmustu),
pesimden gelenler de bana çarptılar. Ve mitralyözlerin, tüfeklerin sesleriyle
birlikte haykırıslar, lanetlemeler, can çekisme çıglıkları çevreyi bir anda
cehenneme çevirdi. Önce hiçbir sey anlayamadım. Sagımda solumda bulunanlar yere
düsüyorlardı. Önümdeki iriyan kadın, iki büklüm olmus, elleri karnında acıyla
kıvranıyordu. Bacaklarımın dibinde bir adam, ölümün pençesinde can çekisiyordu.
Birden kalabalıgın en önünde oldugumuzu fark ettim. Önüm sıra giden, yarım mil
uzunlugundaki insan kütlesi ortadan yok olmustu. Nereye ve nasıl kaybolduklarını
asla ögrenemedim. Bugün bile, o yarım millik in-
-351-
sanların nereye kayboldugunu bilmiyorum. Korkunç bir savas simsegiyle yanıp kül
mü olmuslardı? Dagıtılıp parçalanmıslar, kesilmisler miydi, yoksa kaçmıslar
mıydı? Ama bildigim tek sey o an, kalabalıgın ortasında degil, tam basında
oldugumuz ve bir kursun yagmurunun etrafımızdaki bütün canlıları silip
süpürdügüydü.
Ölüm, kalabalıgı bir parça seyreltince, kolumu hiç bırakmayan Garthwaite, sag
kalanları pesinden sürükleyerek bir is hanının avlusuna soktu. Burada, soluyan
yaratıklar kitlesi bizi kapılara yapıstırdı. Bir süre, hareket etmeden böylece
kaldık.
"_yi mi oldu yaptıgım sanki!" diye yakmıyordu Garthwaite. "Sizi tam bir kapana
kıstırdım. Sokakta daha iyi durumdaydık, hiç olmazsa az da olsa kurtulma
sansımız vardı, burada o da yok. Simdi yapacak tek bir is kalıyor. "Vive la
Revohıtion!"*
Sonra bekledigi basımıza geldi. Kiralık Askerler önlerine geleni öldürüyorlardı.
Baslangıçta, ezici bir sıkısma oldu, ama ölenler ve can çekisenler yuvarlandıkça
rahatlıyorduk. Garthwaite, agzını kulaklarıma dayadı ve bagırdı. Ama korkunç
gürültülerden bir sey duyamadım. Benim, sözlerini anlamamı beklemedi. Beni
yakalayıp yere fırlattı ve can çekisen bir kadını da üzerime yatırdı. _tis kakıs
arasında kendisi de üzerime abandı. Üstümüzde ölülerden ve can çekisenlerden bir
tepe yükseliyordu. Hâlâ hayatta kalanlar da, bu tepenin üzerine tırmanmaya
çalısıyorlar-
* Fra. "Yasasın Devrim!"
-352-
dı. Ama az sonra bütün hareketler kesildi ve bir sessizlik oldu. Yalnızca arada
bir inlemeler, sızlanmalar duyuluyordu.
Garthwaite'in yardımı olmasaydı mutlaka ezilirdim. Durum böyleyken bile, onca
agırlıgın altından nasıl sag çıktıgıma hâlâ sasarım. Yine de, çektigim acıların
yanı sıra, büyük bir meraka kapılmıstım. Nasıl son bulacaktı bu olay? Ölüm nasıl
bir seydi? Böylece Chicago mezbahalarında kanla vaftiz edilmistim. O güne kadar
ölüm, benim gözümde bir kuramdı, ama o günden bu yana kolay oldugu kadar da
önemsiz bir gerçek.
Bu arada Kiralık Askerler henüz yaptıklarıyla yetinmemislerdi. Girisi
doldurdular, yaralıların isini bitirdiler ve bizim gibi ölü numarası yapanları
aramaya basladılar. Üzerimizdeki tepeden, bir adamı çekip çıkardıklarını
hatırlıyorum. Adam hayatının bagıslanması için yalvarmıs, ama hemen kursunla
susturulmustu. Bir yıgını kendisine siper etmis bir kadın, kükreyerek askerlere
ates ediyordu. Susturuluncaya kadar altı el ates etti, ama kursunların bosa
gidip gitmedigini bilmiyoruz, çünkü bu olaylara ancak kulagımızla tanık
oluyorduk. Böyle sahneler aralıklı olarak sürüyor ve hep tabanca sesleriyle sona
eriyordu. Tabanca sesleri kesildiginde, askerlerin aralarında konustugunu,
cesetleri yoklayarak canlı aradıklarını duyuyorduk. Subaylar ikide bir çabuk
olmalarını, isi bitirmelerini söylüyorlardı.
Sonunda bizim yıgının önüne geldiler. Ölü ve yaralıları kaldırdıkça, üstümüzdeki
basınç
-353-
azalıyordu. Garthwaite parolayı verdi. Ama duyan olmadı. Sonra sesini
yükseltti.
"Dinleyin sunu," dedigini duyduk bir askerin. Sonra bir subayın keskin sesi
duyuldu. "Dur! Dikkatli ol!"
Ah, yıgının altından dısarı çıktıgımızda soluk alabilmek ne güzeldi! Garthwaite
adamlarla konusuyordu, ama Demir Ökçe'nin hizmetinde oldugumu kanıtlamam için
benim de kısa bir sorgudan geçmem gerekti.
"Bunlar ajan provokatör, tamam," dedi subay. Subay tüysüz, çok zengin bir
aileden oldugu anlasılan bir delikanlıydı.
"Pis bir meslek bizimkisi," diye homurdandı Garthwaite. "_stifamı verip orduya
karısacagım. Sizin isiniz rahat."
"Bunu hak ettin," diye karsılık verdi genç subay. "Sana bu konuda yardım
edebilirim. Seni nasıl bir halde buldugumu söylemem bile yeter."
Garthwaite'in adını ve numarasını aldı, sonra bana döndü.
"Ya siz?"
"Ah, ben evlenecegim," dedim sımarık bir kız tavrıyla, "ve bütün bunlardan
kurtulacagım."
Etraftaki yaralıları öldürürlerken biz konusmamıza devam ettik. Bütün bunlar
simdi bana bir düs gibi geliyor, ama o zaman bu, dünyanın en dogal seyiydi.
Garthwaite'le genç subay, modern savasla, kentin içinde sürdürülen sokak ve
gökdelen çatısmaları arasındaki yöntem farklılıkları üzerine derin bir
tartısmaya girismislerdi. Ben bir yandan
-354-
dikkatle onları dinliyor, bir yandan da saçımı basımı düzeltiyor ve yırtık
giysilerimi ignelemeye çalısıyordum. Bu arada yaralıların öldürülmesine devam
ediliyordu. Bazen tabanca sesleri subayın ya da Garthwaite'in sesini boguyor,
onları, söylediklerini tekrarlamak zorunda bırakıyordu.
Chicago Komünü'nü üç gün yasadım. Bu üç gün içinde, uçurum insanlarının
öldürülmesinden ve gökdelenler arasında uçan kursun ve bombalardan baska bir sey
görmedigimi söylersem, kıyım konusunda size yeterli bir fikir vermis olurum.
Yoldasların, kahramanca eylemlerini göremedim. Maden ocaklarında patlamalar,
bomba sesleri ve yangın dumanlan görebiliyordum, o kadar. Tek bir olaya tanık
oldum sadece. Bizimkiler, kalelere havada patlayan balonlar gönderiyorlardı. Bu
olay ikinci gün oldu. Üç isyancı birlik, son erine kadar yok edilmisti. Kaleler
Kiralık As-kerler'le kaynıyordu. Rüzgâr dogru yönden esiyor, balonlar kentteki
bir is hanından gökyüzüne salınıyordu.
Bizim Biedenbach, Glen Ellen'den ayrıldıktan sonra, çok kuvvetli bir patlayıcı
icat etmisti. Balonlarda kullanılan silah buydu. Bunlar sıcak havayla
doldurulmus, kabaca ve aceleyle yapılmıs balonlardı, ama ise yarıyorlardı. Olan
biteni, bir gökdelenin çatısından seyrediyordum. _lk balon, kaleleri
tutturamamıs ve kırlık yörede gözden kaybolmustu. Haberini sonradan alacaktık.
Balonda Burton ve O'Sullivan bulunuyordu. Yükselirken, son hızla ilerleyen asker
yüklü bir trenin
-355-
üzerinden geçiyorlarmıs. Bütün cephaneleri bu trenin üstüne bosaltmıslar,
böylece yolun dört gün kapalı kalmasını saglamıslardı. _sin en güzel yanı,
agırlıgından kurtulan balon, birden yükselmis ve on iki mil öteye inmisti. _ki
kahramanımız da yaralanmadan kurtulmuslardı.
_kinci balon basarılı olamadı. Dogru dürüst uçamıyordu. Çok alçaktan gidiyordu
ve hedefine varamadan kursunla delik desik edildi. Balonda Herford ve
Guinness bulunuyordu. Onlar da balonları gibi, paramparça olup düstüler.
Biedenbach umutsuzluga düsmüs {bütün bunlar sonradan bize anlatılıyordu), üçüncü
balona tek basına binmisti. O da alçaktan uçmustu ama sanslıydı, çünkü düsman
kursunu balonu delememisti bu kez. Bu olaylar simdi oluyormus gibi
gözlerimin önünde, bu satırları yazarken. Bulundugum binanın tepesinden, sis bir
torbanın havada sürüklenisini ve altında sallanan küçücük insanı izliyorum sanki
su an. Kaleyi göremi-yordum, ama yanımdakiler, balonun tam altında oldugunu
söylüyorlardı. Patlayıcı maddelerin düsüsünü degil ama balonun hızla yukarı
dogru fırladıgını gördüm. Bir süre sonra korkunç bir duman sütunu göge
yükseldi, ardından patlamanın ugultusu duyuldu. Tatlı Biedenbach, kaleyi
havaya uçurmustu. Bunun ardından iki balon daha aynı anda yükseldi. Bir tanesi,
patlayıcı maddelerin etkisiyle havada paramparça oldu. Bunun sarsıntısı ikinci
balonu da patlattı ve tam kalenin içine düsen bu balon, her seyi havaya
-356
uçurdu. Yoldaslar hayatlarını kaybetmislerdi, ama düsmana da korkunç zarar
vermislerdi.
Tekrar uçurum insanlarına dönelim. Çünkü isim onlarla. Kenti yakıp yıkıyorlar,
adam öldürüyorlar, ama buna karsılık kendileri de yok ediliyorlar ama batıya,
oligarsinin oturdugu kesime bir türlü ulasamıyorlardı. Oligarsi mensupları,
kendilerini iyi koruyorlardı. Kentin göbegine ne kadar felaket yagarsa yagsın,
kadınları, çocukları da dahil, hepsi, burunları bile kanamadan kurtulmuslardı.
Bu korkunç saatlerin ve günlerin yasandıgı sırada, çocuklarının parklarda güle
oynaya eglendikleri ve büyüklerini taklit ederek pro-leteryayı ezmece oyunu
oynadıkları söylenir.
Ama Kiralık Askerler, hem uçurum insanlarıyla basa çıkmanın hem de aynı anda
yoldaslarla savasmanın kolay olmadıgının bilin-cindeydiler. Chicago bu günlerde
de kanlı geleneklerini bozmadı. Devrimcilerden bir kusak ölüp gittiyse de,
yanlarında bir kusak düsmanı da beraberlerinde götürdüler. Elbette, Demir Ökçe
ölü sayısını gizli tuttu, ama en iyimser tahminlerine göre, yüz otuz bin Kiralık
Asker öldürülmüstü. Ne yazık ki, yoldaslarımız için öldürmekten baska çıkar yol
yoktu. Tüm halkın, el ele verip devrime katılması gerekirken, oligarsinin bir
anda üzerlerine saldıran kuvvetlerine, tek baslarına karsı koymak zorunda
kalmıslardı. Nitekim bu is için her saat, her gün, trenler, yüz binlerce askeri
Chicago'ya tasımıstı.
Ve uçurum halkı öylesine çoktu ki! Kesilmekle bitecek gibi degildi. Kıyımdan
yorulan,
-357-
bıkan askerler, insanları sürüler halinde toplamaya basladılar. Amaçlan, onları
inek sürüsü gibi, Michigan gölüne dökmekti. Bu hareketin basladıgı sıralarda,
Garthwaite ile ben, o genç subayla konusuyorduk. Bu çoban harekâtı basarıya
ulasmamıssa bu, yoldaslarımızın olaganüstü çabalan sayesinde olmustur. Bütün
halkı, tek bir sürü haline getirebileceklerini sanan Kiralık Askerler, bu sefil
insanlardan ancak kırk binini göle dökebildiler. Topladıklan sürü, sokaklarda
ilerlerken, yoldaslar bir kansıklık yaratıveriyor ve bu arada zavallılar,
gösterilen açık yollardan kaçıp kurtuluyorlardı.
Genç subaya rastlayısımızdan kısa bir süre sonra, Garthwaite ile ben bunun bir
örnegiyle karsılastık. Az önce bizim de içinde bulundugumuz kalabalık,
kendilerine yönelmis namlularla korkutuluyor, güneye ve doguya kaçmalan
önleniyordu. Daha önce karsımıza çıkan birlikler de, bunlan dogudan
destekliyorlardı. Önümüzde açık olan tek yön kuzeydi ve bütün kalabalık, diger
üç yönden üstlerine yagan mitralyözlerin ve otomatik tüfeklerin atesi altında
eriye eriye kuzeye, yani göle dogru akmaya basladı. Basına gelecekleri mi
hissetti ya da canavann bilinçsizce bir silkinisi miydi bilemiyorum, ama
kalabalık birden batıya açılan yan bir sola saptı. _lk yol kavsagında geri
döndü, geldigi yere dogru, güneye, isçi mahallesine dogru akmaya basladı.
Tam bu sırada, Garthwaite ile ben, çatısma bölgesinden uzaklasmak için batıya
dogru ilerlemeye çalısıyorduk, ama aksilik bu ya, ge-
-358-
ne kalabalıgın ortasında kıstınlmıstık. Köseye vardıgımızda, uluyan kalabalıgın
üstümüze geldigini gördük. Garthwaite koluma yapıstı, sonra tam kosmaya
baslayacagımız sırada, neredeyse bize sürtünerek geçen, bes altı savas arabası
altında ezilmemem için beni geri çekti. Arabalar, makineli tüfeklerle donanmıs,
olay yerine gidiyorlardı. Arkalamadan, ellerinde makineli tüfeklerle askerler
geldi. Daha nisan almaya zaman bulamadan, kalabalık sel gibi üstlerine
bosanacak, harekete geçmeden bu insan denizi onları bogacaktı.
Orada burada askerler ates ediyorlardı, ama bu tek tük atıslar, öfkeden
köpürerek durmadan ilerleyen bu'kalabalıkta büyük bir tepki dogurmuyordu. Vahsi
bir hırsla, üzerlerine yürüyordu uçurum insanlan. Makineli tüfekler bozulmustu
sanki, ates aça-mıyorlardı. Kullandıkları otomobillerle yolu kapamıslar,
atıcılar da bunların üstlerinde, arkalarında ya da aralarında siper almıslardı.
Durmadan asker geliyordu alana, bu durumda kaçmamız olanaksızdı. Garthvvaite
koluma yapıstı, bir binanın duvarına sımsıkı yaslanıp durduk.
Makineli tüfekler atese basladıgında, kalabalıkla aramızda on metre kadar bir
uzaklık vardı. Bu korkunç ates salvosu karsısında, tek bir insan canlı
kurtulamazdı. Kalabalık yürümeye çalısıyor ama basaramıyordu. Bir ölü ve can
çekisen insan dagı olup çıkıyordu. Arkada olanlar öndekileri itiyor, bir
kaldınmdan digerine sıra olmus makineli du-vanna çarparak yere düsüyorlardı.
Yaralılar, -359-
kadınlar, askerler, bu korkunç yıgının tepesinden asagıya; arabaların
tekerlekleri ya da askerlerin ayaklan dibine yuvarlanıyor, orada süngüyle delik
desik ediliyorlardı. Bu zavallılardan birinin ayaga fırlayıp, bir askerin üstüne
atılarak bogazını ısırdıgını gördüm. _kisi de birbirlerine sanlı halde yıgının
içinde kayboldular.
Ates kesildi. _s bitmisti. Uçurum halkının çılgınca yarma hareketi
durdurulmustu. Savas makinelerinin, tekerleklerin önleri temizlensin diye,
emirler verildi. Bu ceset denizi içinde ilerleyemezlerdi ve yan yola sapmak
istiyorlardı. Olay sırasında, askerler, tekerleklerin arasındaki cesetleri
temizlemekle ugrasıyorlardı. Bu olayın nasıl oldugunu daha sonra ögrendik.
Sokagın kösesinde, içinde yüz kadar yoldasımızın gizlendigi bir ev varmıs. Bir
evden digerine damlardan, duvarlardan bir yol açarak, Kiralık Askerler'in yıgın
halinde durdugu yerin dibindeki eve kadar ulasmıslardı. _ste, karsı kıyım o
zaman oldu.
Ansızın, binanın tepesinden bir bomba yagmuru basladı. Otomobiller bir anda
paramparça oldu, askerlerin çogu da aynı sondan kurtulamadılar. Biz sag
kalanlarla birlikte, çılgınlar gibi kosmaya basladık. Yarım sokak ötede, baska
bir evden üzerimize ates açıldı. Az önce, sokaga köle cesetleri döseyen
askerler, simdi dösedikleri halının üzerinde bir ikinci kat olusturuyorlardı.
Garthwaite ile bana gelince, sanki hayatımızı görünmeyen güçler koruyordu. Daha
önce yaptıgımız gibi, bir binanın girisine sıgındık. Ama bu kez uykuda
-360-
yakalanmayacaktı Garthwaite. Bomba sesleri kesilince basını uzatıp saga sola
bakındı.
"Kalabalık tekrar geliyor!" diye seslendi bana. "Buradan çıkmamız gerek."
Kan içindeki kaldınm boyunca, el ele tutusarak kostuk. En yakın köse basına bir
an önce varmak isterken, ikide bir kayıp sendeliyorduk. Sokagın asagısında,
karsı kaldınm-da birkaç askerin kaçıstıgını görebiliyorduk. Onlara bir sey
oldugu yoktu. Yol açıktı. Bir an durup arkamıza baktık. Kalabalık yavasça
geliyordu. Ölülerin tüfeklerini alıyorlar, yaralılann islerini bitiriyorlardı.
Bizi kurtaran o genç subayın sonuna da tanık olduk bu arada. Dirseginin üstünde
zorlukla dogrulmus, otomatik tabancasıyla, kalabalıga rast gele ates ediyordu.
'Terfi umudum da sönüyor," dedi Garth-waite gülerek, o sırada bir kadın,
elindeki kasap bıçagıyla, yaralı subayın üstüne atılıyordu. "Hadi gidelim.
Yanlıs yoldayız, ama kurtulmanın bir yolunu bulacagız."
Bos sokaklardan, bu defa doguya dogru kosmaya basladık. Her köse basında
beklenmedik olaylarla karsılasıyorduk. Güneyde, koca bir yangının kızıllıgı
bütün gögü kaplamıstı. _sçi mahallesinin yanmakta oldugunu biliyorduk. Sonunda
yaya kaldınmına çöktüm. Tükenmistim ve bir adım daha atacak gücüm kalmamıstı.
Her yanım yara bere içindeydi. Tüm kaslarım agnyordu, ama yine de Garthwaite'in
bir sigara sararken, bana söyledigi sözler karsısında gülümsemekten kendimi
alamadım.
-361-
"Seni kurtarma isini, yüzüme gözüme bulastırdıgımı biliyorum. Ama bu isin ne
bası belli, ne sonu. Her sey arapsaçı gibi karmakarısık. Ne zaman kaçmaya,
kurtulmaya çalıssak, önümüze bir engel çıkıyor, basladıgımız yere dönüyoruz.
Sizi çekip çıkardıgım o bina girisinden, birkaç sokak ötedeyiz yalnızca. Burada
dost düsman birbirine karısmıs. Tam bir kargasa. Su lanet evlerde kimler var hiç
bilinmiyor. Ögrenmeye çalısanın basına hemen bombalar yagıyor. Sessiz, sakin
yolunda yürüsen, kalabalıga çarpıp makineli tüfeklere hedef olmak ya da Kiralık
Asker-ler'in kucagına düsmek var. Ya da bir evin damından yiyecegin bir yoldas
bombasıyla ölmek de var. _sin içinde bir de, kalabalık arasında ezilmek,
öldürülmek var."
Saskın saskın basını salladı, sigarasını yakıp yanıma oturdu.
"Karnım da öylesine acıktı ki," diye ekledi. "Su kaldırım taslarını bile
yiyebilirim."
Bunu söyler söylemez de ayaga kalktı, sokagın ortasından koca bir tas aldı ve
bunu bir dükkânın vitrinine indirdi.
"Zemin kat pek uygun degil bu is için," dedi, açılan delikten içeri girmeme
yardım ederken. "Ama simdilik elimizden daha iyisi gelmez. Siz burada biraz
uyumaya çalısın, ben de çevreden bilgi toplayayım. Sizi buradan kurtaracagım,
ama zamana, çok zamana, sonsuz zamana ihtiyacım var. Bu arada yiyecek bir
seylere de."
Kendimizi bir saraç dükkânında bulmustuk. Yoldasım bana, aradaki yazıhane bölü-
-362-
münde, at battaniyelerinden güzel bir yatak yaptı. Çektiklerim yetmiyormus gibi,
basıma korkunç bir agrı saplanmıstı. Gözlerimi kapayıp uyumaya çalısmaktan baska
yapacak bir seyim yoktu.
"Dönecegim," dedi ayrılırken. "Bir otomobil bulacagıma söz veremem, ama mutlaka
yiyecek bir seyler getirecegim."
Garthvvaite'i tekrar ancak üç yıl sonra görebildim. O gün, biri cigerlerine,
digeri boynuna iki kursunun isabet etmis ve hastaneye kaldırılmıstı.
-363-
s-XXIW
KABUS
Yirminci Yüzyıl treninde geçirdigim geceden önceki gece de uyuyamamıstım,
bitkinligimden hemen uykuya dalmısım. _lk uyandıgımda, gece olmustu. Garthwaite
henüz dönmemisti. Saatimi kaybetmistim, saatin kaç oldugu hakkında bir fikrim
yoktu. Gözlerim kapalı, öyle uyanık yatarken, kulaklarıma, yine uzaklardan gelen
boguk patlama sesleri çalındı. Cehennem kaynıyordu hâlâ. Dükkânın ön tarafına
dogru süründüm. Büyük yangınlar gögü aydınlatıyordu ve sokak gün gibi
aydınlıktı. _nsan kitap bile okuyabilirdi bu ısıkta. Birkaç sokak ötede, el
bombalarının sesi ve tüfeklerin takırtısı duyuluyordu. Sonra uzaklarda bir dizi
büyük patlama oldu. At battaniyelerimin yanına süründüm ve yeniden uyudum.
Bu defa uyandıgımda, san ve solgun bir ısıgın, yanı basıma kadar süzüldügünü
gördüm. Bu ikinci günün safagıydı. Dükkânın ön tarafına süründüm yine. Soluk
ısıklarla yer yer delinen, koyu bir duman bulutu kaplamıstı gökyüzünü. Yolun
karsı tarafında zavallı bir köle, sendeleyerek yürüyordu. Bir
-365-
eliyle bögrünü tutuyor, ardında kanlı bir iz bırakıyordu. Öfkeli ve korku dolu
bakıslarıyla, etrafı kolaçan ediyordu. Bir an için dogrudan bana baktı, yüzünde
yaralı bir hayvanın acılı ve sessiz ifadesi okunuyordu. O da beni gördü, ama
aramızda özellikle de onun açısından en küçük bir sevgi bagı, kalmamıstı. _ki
büklüm olup sürünmeye devam etti. Bu dünyada kimseden bir yardım bekleyemezdi.
Efendilerin katıldıgı bu büyük sürek avının, sadece avlarından biriydi. Bütün
umudu, bütün aradıgı içine girebilecegi bir delik bulmak, orada vahsi bir hayvan
gibi saklanmaktı. Köseden geçen bir ambulansın gürültü-süyle irkildi.
Ambulanslar, kendisi gibiler için degildi. Acılı bir homurtuyla, kendisini bir
giris kapısına attı. Bir dakika sonra yeniden çıktı ve umutsuz yürüyüsüne tekrar
basladı. At battaniyelerimin yanına döndüm ve bir saat kadar Garthwaite'i
bekledim. Bas agrım hafıflememisti. Aksine giderek artıyordu. _rademi zorlayarak
gözlerimi açtım ve çevremdeki esyaları incelemeye çalıstım. Gözlerimi açmak ve
bakıslarımı nesnelere dikmek, benim için dayanılmaz bir iskence gibiydi. Ayrıca,
beynim fena halde zonkluyordu. Zorlukla, sendeleyerek kırık camdan dısarı,
sokaga çıktım, kaçmanın yolunu arıyordum. Bu mezbahadan kurtulmalıydım. Ve bu
andan itibaren, yasadıgım tam bir kâbustu. Sonraki saatlerde yasadıklarım,
anılarımda yasanmıs olaylar olarak degil de, bir kâbus olarak yer etti. Birçok
olay, birçok görüntü beynime saplandı. Bu silinmez görüntüler arasında
-366-
bosluklar oldugunu hatırlıyorum, ama bu bosluklarda ne oldugunu hiç bilmiyorum.
Kösede bir adamın, bacaklarına takıldıgımı hatırlıyorum. Bu az önce izledigim
zavallıydı ve sürünerek buraya kadar varabilmis, yolun ortasında kalmıstı.
Nasırlı elleri, simdi bile gözümün önünde canlanıyor. Günlük çalısmanın
yıprattıgı ve çarpıttıgı, bir parmak nasır tutmus bu eller, elden çok bir
hayvanın pençesini andırıyordu. Ayaga kalkıp, tekrar yola koyulacagım sıra,
zavallı kölenin yüzüne baktım ve hâlâ yasadıgını fark ettim. Donuk, zeki gözleri
bana bakıyor, beni görüyorlardı.
Bundan sonrası yine karanlık. Hiçbir sey bilmiyor, hiçbir sey görmüyor, yalnızca
sıgınacak bir köse arıyordum. Bastan asagı cesetlerle dolu bir sokaga yolum
düsünce, kâbus devam etmeye basladı. Kırda bası bos gezinen birinin aniden, bir
ırmakla karsılasması gibi bir seydi bu. Ama baktıgım bu ırmak, akmıyordu. Ölümün
pıhtılastıgı bir ırmaktı bu. _ki kaldırım arasında, düzgün bir biçimde yayılmıs,
orada burada tümsekler, tepeler olusturmus bir ölüler ırmagı. Zavallı, sürülmüs
uçurum insanları, avlanmıs köleler, Ca-lifornia'da bir sürek avından* sonra
serilen tavsanlar gibi caddeye dagılmıslardı. Caddeye bastan asagı göz
gezdirdim. Ne bir kımıltı, ne
* O günlerde, ülkede o kadar az nüfus yogunlugu vardı ki. vahsi hayvanlar sık
sık bas belası oluyorlardı. Cali-fornia'da tavsan avlama gelenegi
gelistirilmisti. Belirlenmis bir günde, yöredeki bütün çiftçiler toplanır ve
sonra çesitli yönlere dagılarak yakaladıkları tavsanları önceden hazırlanmıs
büyük kafeslere kapatırlardı. Bu tavsanlar daha sonra bu kafeslerde, erkekler ve
oglan çocukları tarafından sopalarla öldürülürlerdi.
-367-
bir ses vardı. Sessiz binalar, bu manzaraya binlerce pencereleriyle
bakıyorlardı. Ve bir an, sadece tek bir an için, o ölüler ırmagında bir kolun
kımıldadıgını gördüm. Yemin ederim ki gördüm. Garip bir hareketle; ancak acı
içinde kıvranan bir insanın kolunun yapabilecegi bir hareketle, havada
anlasılmaz sekiller çizen bir kol ve korkunç sesler çıkararak bir an için kalkıp
bana bakan ve hemen sonra bir daha kımıldamamak üzere yere düsen bir bas gördüm.
Sessiz binalarla çevrili bir baska sokak hatırlıyorum ve bu bana, dehsetle;
uçurum insanlarıyla ilk karsılastıgım zaman hissettiklerimi hatırlatıyor. Ama bu
defaki bir ırmaktı ve bana dogru akıyordu. Sonra korkulacak bir sey olmadıgını
görüyorum. Bu insan ırmagı, yavasça ilerliyor ve derinliklerinden inlemeler,
yakınmalar, çılgınca küfürler duyuluyor, isterik çıglıklar yükseliyor. Genci,
ihtiyarı, zayıfı, hastası, güçsüzü, umutsuzu, uçurumun artıkları yürüyordu.
Güneydeki isçi mahallesi yangını onları, sokak çatısmaları cehenneminin içine
püskürtmüstü. Nereye gittiklerini ve baslarına neler geldigini hiçbir zaman
ögrenemedim.* Yine askerlerin kovaladıgı bir insan kalabalıgından kaçmak için,
bir vitrin camını kırarak bir dükkâna girdigimi hatırlıyorum belli belirsiz.
Daha önce uzun süre gözleyip bir hayat belirtisi gör-
* Güney Yakası yangınının, kazayla mı yoksa Kiralık Askerler tarafından mı
çıkarıldıgı uzun süre tartısma konusu olmustu. Ama simdi, bu yangının
üstlerinden aldıkları emirle. Kiralık Askerler tarafından çıkarıldıgı kesin
olarak biliniyor.
-368-
medigim bir sokakta, tam yanı basımda bir bombanın patlaması bile silik bir anı
olarak kalmıs. Aklımda tutabildigim son anım ise bir tüfek atısıyla baslıyor.
Birden otomobilinin içindeki bir askere hedef oldugumu görüyorum. Ates ediyor,
ama ıskalıyor, bir an sonra çıglık çıglıga düsmanın parolasını haykırıyo-rum.
Otomobilde yolculuk etmemin anısı bulanık kafamda. Ancak bu otomobil gezisi
sırasında meydana gelen bir olayı ayrıntılarıyla, net olarak hatırlıyorum.
Yanımda duran askerin, tüfegini ateslemesiyle gözlerimi açıyorum. Karsımda Pell
Caddesi günlerinden tanıdıgım George Milford'u görüyorum. Yavasça kaldırıma
çöküyor. Düsmekte' olan yaralı adama, bir kursun daha sıkıyor yanımdaki asker.
Milford iki büklüm olup öne dogru kapaklanıyor, sonra yere seriliyor. Asker
gülüyor, otomobil son hızla uzaklasıyor.
Bundan sonra bütün bildigim, yanımda bir asagı bir yukarı dolanan bir adamın
ayak sesleriyle, derin bir uykudan uyandıgımdı. Bu adamın yüz çizgileri
gergindi, alnından burnuna dogru ter damlaları akıyordu. Bir kolunu gögsüne
dayamıs, öteki eliyle sıkıca bastırıyordu. Her adım atısında yere kan
damlıyordu. Bir Kiralık Asker üniforması giyiyordu. Duvarların ardında, boguk
bomba sesleri duyuluyordu. Baska bir binayla çarpısmakta olan kilitli bir
binanın içindeydim.
Az sonra bir doktor, yaralı askere pansuman yapmaya geldi, saatin ögleden sonra
iki oldugunu ögrendim. Basımın agrısı geçmemisti, doktor bana, yüregimi
yatıstıracak ve
-369-
ferahlık verecek kuvvetli bir ilaç vermek için, isine ara veriyor. Yeniden
uyudum ve uyandıgımda bu defa, bir binanın tepesindeydim. Oradaki çatısma
kesilmisti, kalelere saldıran bir balonu seyretmeye koyuldum. Biri, kolunu
belime dolamıstı ve ben de ona yaslanmıstım. Onun Ernest olması bana çok dogal
geliyordu, ama bu arada da saçlarının, kirpiklerinin neden kızıl oldugunu kendi
kendime soruyordum.
Bu korkunç kentte, nasıl olmus da birbirimizi bulmustuk, sasıyordum. New
York'tan ayrılmıs oldugumdan bile haberi yoktu. Uyumakta oldugum odaya
girdiginde, gördügünün ben olduguma inanamadı. Chicago Ko-münü'nü birkaç gün
daha yasadım. Balon saldırısını seyrettikten sonra, Ernest beni binanın içine
götürdü. Orada bütün ögleden sonra ve gece uyudum. Üçüncü günü de binada
geçirdik ve dördüncü gün yetkililerden bir otomobil ve izin alan Ernest'le
birlikte Chicago'dan ayrıldık.
Bas agrım geçmisti, ama bedenen ve ruhen çok bitkin düsmüstüm. Otomobilde Ernest'e
yaslanmıs, tasasız gözlerle, bizim kentten çıkmamızı kolaylastırmaya
çalısan askerleri seyrediyordum. Çatısmalar, hâlâ devam ediyordu, ama yalnızca
kusatılmıs bölgelerde. Orada burada, bazı bölgeler daha yoldaslarımızın
elindeydi ama bu bölgeler, askeri birlikler tarafından sarılmıstı. Buna benzer
yüz kadar çember, yoldaslarımızı teslim almak için pusuda bekliyordu. Ama boyun
egmek, ölüm demek oldugundan, hiç taviz verilmiyordu ve
-370-
yoldaslanmız kanlarının son damlasına kadar savasıp kahramanca öldüler.*
Bu tür kusatılmıs bölgelere yaklastıgımızda, askerler arabamızı durduruyor ve
bizi yolumuzu degistirmeye zorluyorlardı. Bir keresinde, bize açık tek yol,
yoldaslarımızın iki güçlü mevzisi arasında, yanmıs yıkılmıs bir bölgeden
geçiyordu. _ki yönden de savasın ugultusu yükseliyor ve araba, dumanlan tüten ve
sarsılan duvarlar arasından kendine bir yol bulmaya çalısıyordu. Önümüze sık sık
çıkan enkaz yıgınları, otomobilimizin dönüsler yapmasını zorunlu kılıyordu. Bir
yıkıntı labirentine girmistik, yavas yavas ilerliyorduk.
_sçi mahalleleri, atölyeler ve ne varsa her sey, bastan asagı yıkıntıya
dönüsmüstü ve hâlâ için için yanıyordu. Sagımızda, uzaklarda bir yerde ise,
genis bir duman perdesi gökyüzünü karartıyordu. Bu, asker soförün de söyledigi
gibi, yakılıp yıkılmıs olan Pullman Kasabası'ydı. Asker, komünün üçüncü günü
oraya bir posta götürmüstü. Orada büyük çarpısmaların oldugunu, sokakların ceset
yıgınlarından geçilmez hale geldigini görmüstü.
* Çok sayıda bina bir haftadan uzun bir süre yoldaslarımızın elinde kaldı, hatta
bir tanesi tam on bir gün boyunca yoldaslarımız tarafından savunuldu. Her
binayı, bir kale gibi kusatmak gerekiyordu ve Kiralık Askerler kat kat savasarak
binaları ele geçirmek zorunda kalıyorlardı. Ölümüne bir savastı. Binalar ele
geçirilemiyor-du. Bu savasta binaların tepesinde olmaları nedeniyle
yoldaslarımız avantajlıydı. Devrimciler yerlerinden sö-külürken. kayıp tek yönlü
olmuyordu. Chicago'nun gururlu proletaryası, sanına yarasır bir savas veriyordu.
Ne kadar çok ölü vermislerse, o kadar da düsmanlardan öldürmüslerdi.
-371-
Araba, yapımevlerinin bulundugu kesimde, harabeye dönmüs bir binanın yıkıntıları
arasından geçerken, bir ölü tepeciginin önünde durdu. Kudurmus bir denizin gelip
de orada kalakalmıs dev bir dalgasına benziyordu bu tepecik. Ne olup bittigini
tahmin etmek, bizim için kolaydı. Saldırıya geçen insan kalabalıgı köseyi
dönerken, yan yola yerlestirilmis makineli tüfekler, kısa mesafeden hepsini
taramıstı. Ama askerler de, felaketten kendilerini kurtaramamıslardı. Onların
ortasında da bir bomba patlamıs olmalıydı, çünkü ölü tepeciklerinin hızını
kestigi kalabalık, bu tepecikleri sagından solundan asmıs, otomobillerin ve
mitralyözlerin üstünde köleler ve Kiralık Askerler, parçalanmıs bedenleri ve
yırtılmıs elbiseleriyle, iç içe yatıyorlardı.
Ernest birden arabadan atladı. Yalnız pamuklu bir gömlegin örttügü omuzların
üstünde, bir tutam beyaz saç çarpmıstı gözüne. Ben onu seyretmedim, otomobile
dönüp yanıma oturdugunda ve araba hareket ettikten sonra açıkladı:
"Piskopos Morehouse'du."
Az sonra yesil kırlara çıktık. Dumanla kaplı gökyüzüne son kez baktım. Bir
patlamanın zor duyulur sesi çarptı kulaklarımıza. Yüzümü Ernest'in gögsüne
gömdüm ve kaybedilen dava için içli içli aglamaya basladım. Ernest'in kolu beni
sevgiyle, hiçbir sözün karsılayamayacagı bir anlamla sıkıyordu.
"Bu kez kaybettik, sevgilim," dedi, "bu kez, ama sonsuza kadar kaybetmedik.
Bundan çok sey ögrendik. Yarın, dava yine ayak-
-372-
lanacak. Bu kez daha bilgili, daha disiplinli bir ayaklanma olacak."
Otomobil bir tren istasyonunda durdu. Buradan New York trenine binecektik.
Peronda beklerken, üç tren Chicago yönünde, yıldırım hızıyla geçtiler. Tıklım
tıklım, üstü bası perisan uçurum insanlarıyla doluydular.
"Kentin yeniden yapımı için toplanan isçiler," dedi Ernest. "Görüyorsun ya,
Chicago kölelerinin hepsi öldürüldü anlasılan."
-373-
>XXV-i
TERÖR_STLER
Davayı yenilgiye ugratan felaketin büyüklügünü, Ernest'le birlikte New York'a
döndükten ancak birkaç hafta sonra kavrayabildik. Sonuç acıydı ve çok kan
akmıstı. Ülkenin dört bir yanında, yer yer köle ayaklanmaları ve katliamlar
oluyordu. Kurbanların sayısı akıl almayacak ölçüde artıyordu. Her yerde sayısız
idam cezası uygulanıyordu. Daglar ve ıssız bölgeler acımasızca avlanan
kaçaklarla ve isyancılarla doluydu. Sıgınaklarımız da baslanna ödüller konan
yoldaslarla tıka basa doluydu. Ama buralar, casusları aracılıgıyla, Demir
Ökçe'nin askerleri tarafından tek tek ele geçiriliyordu.
Yoldaslarımızın çogu, cesaretini kaybetmis, terör hareketlerine basvurmaya
baslamıslardı. Umutlarının bosa çıkmasıyla büyük bir çöküntüye ugramıslardı.
Bizimle ilgisi olmayan birtakım terör örgütleri ortaya çıkarak, basımıza büyük
belalar açıyorlardı.* Bu çılgınlar kendi hayatlarını isteyerek feda ederken,
Bu kısa süren dönemin tarihsel olayları kanlı bir belgedir. _ntikam agır basan
güdüydü ve terörist örgütlerin üyeleri, ne hayatlarını umursuyorlardı ne de
gelecekten umutlan vardı. Adlarını Mormon mitolojisinin intikam meleklerinden
alan Danit'ler. Great West daglarında
-375-
bizim planlarımızı da baltalıyor ve silkinip yeniden örgütlenmemizi
geciktiriyorlardı.
Bütün bunların arasında Demir Ökçe, sakin ve tedbirli adımlarla ilerliyordu.
Toplumsal dokuyu sarsarak, yoldaslarımızı bulup çıkarmak için Kiralık
Askerler'i, isçi kastlarını ve gizli servislerini yıkıp geçirerek, acımasızca ve
kin duymadan cezalandırıyordu. Kendisine yöneltilen bütün saldırılara karsılık
vererek ve savas hattındaki bütün gedikleri kapatarak, güvenli adımlarla sakin
ve sogukkanlı bir biçimde amacına dogru ilerliyordu. Öte yandan, Ernest ve diger
liderler devrimin güçlerini yeniden örgütlemek için, çok çalısıyorlardı. Bu
görevin büyüklügünü anlamak için yalnız sunu...*
birden ortaya çıkarak Panama'dan Alaska'ya bütün Pasifik Sahili'ne yayıldılar.
Valkyri'ler kadınlardan olusuyordu. Bunlar içlerinde en çok dehset saçanlarıydı.
Akrabaları oligarsinin elinde ölmemis olan hiçbir kadın, bu örgüte üye olamazdı.
Tutsak ettiklerine, öldürene kadar iskence etmekten suçluydular. Bir baska ünlü
kadın örgütü Savas Dullan'ydı. Valkyri'lere baglı bir örgüt daha vardı, bunlar
Berseker'lerdi. Bu örgütü olusturan adamlar için hayatlarının hiçbir degeri
yoktu. Büyük Kiralık Askerler kenti Bellona'yı, yüz binden fazla nüfusuyla
bütünüyle ortadan kaldıranlar bunlardı. Bedlami-te'ler ve Helldamite'ler,
birbirine bagımlı ikiz köle örgütleriydi, ayrıca bunlar fazla uzun yasamayan ve
Tann'nın Gazabı adını verdikleri yeni bir dinsel mezhep yaratmıslardı. Daha
baska birçok örgütün yanı sıra, kararlılıklarını göstermek bakımından,
asagıdakilerden söz etmek gerekir: Kanayan Kalpler, Yarının Çocukları, Sabah
Yıldızlan, Flamingolar. Üçüz Üçgenler, Üç Demirler, Rubo-nik'ler, _ntikamcılar,
Komançeler ve Erebusite'ler. Everhard'ın el yazması burada sona eriyor. Cümlenin
ortasında birdenbire kesiliyor. Kiralık Askerler'in geldigine dair uyarılmıs
olmalı, çünkü kaçmadan ya da yakalanmadan önce el yazmasını güvenilir bir yere
saklamaya zaman bulabilmis. Hikâyesini tamamlayacak kadar yasayamamıs olmasına
yazık, çünkü o zaman, hiç kuskusuz, Ernest Everhard'ın idamını yedi yüzyıl
boyunca saran esrar perdesi aralanabilirdi belki.