Olağanüstü Burjuva Rejimlerin Marksist Bir Tahlili
Elif ÇAĞLI
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
BİRİNCİ BÖLÜM
Bonaparte’ın 18 Brumaire’i
1848: Fransa’da Parlamenter Cumhuriyet
Burjuvazi Gerekli Gördüğünde Parlamenter Rejimini Feda Eder
Bonapartizmi Yaratan Süreç
Küçük-burjuva Solun Kaypak Tutumu
Bonapartizm Kimin İktidarıdır?
Burjuvazinin Kendini Siyaseten Mülksüzleştirmesi
Olağanüstü Rejimler Yürütmenin Gücünü Mutlaklaştırır
Olağanüstü Rejimler Olağanüstü Koşulların Ürünüdür
Neden “Proleter Bonapartizmi” Olamaz?
İKİNCİ BÖLÜM
Faşizm: Finans Kapitalin Kanlı Diktatörlüğü
Lenin Dönemi Kominterninde Faşizm Sorunu
Devlet Tipi ve Devlet Biçimi Ayrımı
Bonapartizm ve Faşizm Ayrımı
Bonapartizm-Faşizm İlişkisi Şablonlara İndirgenemez
Faşizm Askeri Diktatörlük Biçimine Bürünemez mi?
İktidara Tırmanan Faşizm ve İktidarda Faşizm
Faşist İktidarın Kuruluşu
Faşist İktidarın Örgütlenişi
Faşist Baskının Derecesi
Faşizmin İdeolojisi
Faşizmin Sona Erişi (Yıkılış ya da Çözülüş)
Poulantzas’ın Faşizm Teorisi
Faşizme Karşı Mücadelede Doğru Tutum
Günümüzde Faşizm Tehlikesi
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Bismarkçılık: Burjuva Düzenin Tepeden Kuruluş Biçimi
Burjuva Devrim ile Proleter Devrim Arasındaki Niteliksel Fark
Osmanlı’dan TC’ye: Tepeden Burjuva Devrim
Türkiye’deki Askeri Darbeler Gerçeğine Kısa Bakış
27 Mayıs 1960
12 Mart 1971
12 Eylül 1980
Sonuç
EK I
Faşist İktidarların Kuruluş ve Sona Erişlerine İlişkin Örnekler
İtalya ve Almanya
Balkanlar ve Doğu Avrupa Ülkelerinden Bazı Örnekler
Portekiz
Yunanistan
Brezilya
Uruguay
Arjantin
Şili
EK II
İspanya Dersleri
İçindekiler
Önsöz
1.Bölüm
2.Bölüm
3.Bölüm
EK I
EK II
Önsöz
Burjuva devlet ve onun farklı biçimleri konusundaki analizlerin Marksist teori içinde merkezi bir öneme sahip olduğu açıktır. Bu alanda yer alan sorunlardan hareketle Marksist çevreler tarafından yıllar içinde çeşitli tartışmalar yürütülmüş, farklı yaklaşımlar sergilenmiştir. Burjuva düzenin olağanüstü yönetim biçimleri konusunda ortaya çıkan çözümleme farklılıkları, işçi sınıfının mücadelesi açısından günümüzde de büyük bir önem taşıyan Bonapartizm ve faşizm gibi sorunlar üzerine yeniden eğilme ihtiyacı doğuruyor. Burjuva devletin Bonapartist biçimlenmesi, yalnızca geçmiş dönemlere ait bir tarihsel olgu değildir. Bonapartizm, yakın tarihimizin uzantısı olan önemli bir gerçeklik ve tartışma konusudur. Aynı şekilde faşizm de, sermaye düzeninin bir zamanlar dünyayı kana bulayan ve işçi sınıfına, emekçi kitlelere nice acılar çektiren zalim saldırısı olarak yaşanmış ve artık tarih kitaplarının sayfaları arasına gömülmüş değildir. Faşizm, burjuva devletin emperyalizm çağında devrim tehdidiyle yüz yüze geldiğinde büründüğü karşı-devrimci biçimdir.
Sermayenin egemenliği devam ettiği sürece faşizm tehdidi de varlığını sürdürecektir. Faşizm burjuvazi açısından zorunlu hale gelip, buna gücü de yettiğinde, yine işçi sınıfının ve yoksul kitlelerin, devrimci kuşakların karşısına tüm melânetiyle dikilecektir. Hiç uzağa gitmeye gerek yok. Türkiye’de 12 Eylül rejiminin işçi hareketinde ve devrimci mücadelede açmış olduğu yaralar hâlâ kapanmadı. Faşizmin işçi sınıfının örgütlü güçleri açısından yarattığı tahribatın izleri hâlâ silinmedi. Türkiye işçi sınıfı ve devrimci mücadele, yenilgi psikolojisinden sıyrılıp kendine olan güvenini daha doğru ve daha güçlü temellerde yeniden kazanabileceği bir atılım ihtiyacı içinde kıvranmaya devam ediyor.
Böylesi dönemlerde geçmiş ve yakın tarihin dersleri üzerine yeniden ve daha titizlikle eğilmek, mücadele azmini Marksist teorinin gücüyle çelikleştirmek zorunlu hale gelmektedir. Daha kuruluşuna bir tür Bonapartizmin damgasını bastığı, uzun bir dönem boyunca neredeyse askeri darbelerin “olağan”, parlamenter işleyişin ise “olağanüstü” sayıldığı bir ülkede yaşayan ve mücadele yürüten devrimci unsurlar açısından bu zorunluluğun önemi bir kat fazla olsa gerek. Buradan hareketle, bu çalışmada genel anlamda Bonapartizm ve faşizm sorununu olduğu gibi, olağanüstü yönetim biçimlerinin Türkiye’deki somutlanışını ve bu çerçevede dikkat çeken diğer tartışma noktalarını da Marksizmin ışığında ele alıp tahlil etmeye çalıştım.
Burjuva devrimler tarihinde en önemli örnek olarak belirginleşen Fransa, politik literatüre pek çok kavram armağan etmiştir. Marksistler arasında çeşitli tartışmalara konu olan Bonapartizm kavramı da bunlardan biridir. Siyasal literatürde ifade ettiği anlamıyla Bonapartizmi, kısaca, burjuva devletin olağanüstü biçimlerinden biri olarak tanımlayabiliriz. Ne var ki Bonapartizm kavramı gerçek ifadesini, ancak ve ancak, tarihsel gelişme çizgisi içinde büründüğü somutluklar temelinde bulacaktır.
Marx, Fransa’da amca ve yeğen Bonaparte’ların hükümet darbeleri eşliğinde kurulan olağanüstü devlet biçiminin özelliklerini incelediği 18 Brumaire adlı eşsiz eserinde, siyasal bir kavram olarak Bonapartizmi zengin bir içerikle yeniden oluşturur. Marx’ın Bonapartizm incelemesi, yalnızca Fransa’da yaşanan Bonapartizm gerçeğini değil, burjuvazinin tüm olağanüstü yönetim biçimlerini aydınlatacak bir derinliğe sahiptir. Kapitalist tarihin değişik kesitlerinde, değişik koşullar altında biçimlenen olağanüstü siyasal rejimler birbirlerine tam olarak benzemeseler bile, genelde burjuva düzenin idamesi bakımından taşıdıkları çok önemli ortak özellikler vardır.
Burjuva düzenin olağanüstü siyasal biçimlenmeleri konusunda sağlıklı bir tartışma yürütebilmek için, Marx’ın Bonapartizm çözümlemesinden hareket etmenin vazgeçilmez bir zorunluluk olduğu açıktır. Bu çalışmanın Birinci Bölümü bu hareket noktasına ayrılmış bulunuyor. Marx’ın değerlendirmeleri bir yönüyle o dönemin somut koşullarını yansıtıyor olsa da, dikkatli biçimde incelendiğinde görülecektir ki, aslında kapitalizmin daha sonra ortaya çıkan olağanüstü yönetim biçimlerinin kavranabilmesi bakımından da inanılmaz zenginlikte ipuçları sunmaktadır. Bu ipuçlarından hareketle günümüze doğru düşünsel bir yolculuğa çıkmaksızın, emperyalizm aşamasına ulaştığında kapitalizmin içinden çıkardığı yeni bir olağanüstü biçimi, faşizmi lâyıkıyla kavramak mümkün değildir. O nedenle Bona*partizm sorununu incelediğim bölümde, bazı önemli çıkarsamaları spesifik olarak Bonapartist rejimle sınırlamaksızın, faşizm de dahil olağanüstü rejimlerin kimi ortak özelliklerini kapsayıcı yönleriyle vermeye çalıştım.
Kapitalist toplumun ilerleyişi içinde Bonapartizm kavramıyla anlatılmak istenen gerçeklik bazı yeni özellikler de sergileyecektir. Bu nedenle Bonapartizm olgusunu, tarihsel akışı içinde bürüneceği yeni kimlikleriyle kavramaya çalışmak gerekecektir. Üçüncü Bölümde değindiğim üzere, Türkiye örneğine de ışık tutacak olan tepeden burjuva devrimler ve bu temelde vücut bulan Bismarkçı Bonapartizm olgusu bunun somut örneklerinden biridir. Ancak Bonapartizm sorununun incelenmesi bu tarihsel dönemeç noktasında da sona erdirilemez. Zira ilerleyen yıllar içinde Bonapartist devlet biçimlenmesi, bu kez de emperyalizm dönemine özgü karakteristikleriyle karşımıza çıkacaktır.
Fakat, artık burjuva devletin olağanüstü biçimlenmelerini ifade edecek siyasal kavram çeşitlenmiş, Bonapartizmin yanı sıra bir de faşizm gerçeği tarih sahnesinde yerini almıştır. Ve bundan sonra hem burjuva devletin faşist biçimlenmesinin Marksist tahlilinin yapılması, hem de bu iki olağanüstü devlet biçiminin benzerlik ve ayrılık noktaları temelinde ele alınıp kavranması zorunlu hale gelmiştir. İkinci Bölümde gerek faşizm ve gerekse Bonapartizm sorununu bu zorunluluk noktasından hareketle ve emperyalizm döneminde işçi sınıfının devrimci mücadelesini tehdit eden olağanüstü siyasal rejimlerin özelliklerinin aydınlatılması bakımından ele aldım.
Adını, İtalya’da Mussolini önderliğinde biçimlenen karşı-devrimci hareketten alan ve peşinden gelen Almanya örneğiyle birlikte literatüre klasik faşizm olarak yerleşen tarihsel olgu hakkında ciltler dolusu incelemeler yapılmış bulunuyor. Fakat bunların büyük bir bölümü, faşizmi Mussolini veya Hitler gibi kişilerin hastalıklı ruhsal yapısıyla açıklamaya çalışan ve böylece sorunu kapitalizmin temellerinden uzaklaştırıp münferit tarihsel hadiselere indirgemeye çalışan burjuva yorumlardır. Oysa faşizm, ne Hitler gibi faşist liderlerin ne de onların demagojilerle peşlerinden sürükledikleri küçük-burjuva kitlelerin psikolojik tahlilleri temelinde kavranabilir. Zira Hitler gibi manyakları tarih sahnesinin önüne itekleyen ya da küçük-burjuva ve lümpen kitleleri işçi sınıfına karşı düşmanca psikolojiye büründürüp harekete geçiren gerçek etken, kapitalist sistemin içine düştüğü olağanüstü kriz koşullarıdır.
İşte faşizm de genelde bu tür olağanüstü kriz koşullarında oluşan devrimci durumlarda işçi sınıfının örgütlerine ve devrimci mücadelesine saldıran burjuva düzenin karşı-devrimci çözüm çabasıdır. Bu temel noktadan hareketle faşizmin yalnızca İtalya ve Almanya gibi klasik örneklerle sınırlı bir boyuta sahip olmadığını görmek gerekiyor.
İkinci Dünya Savaşından sonra gündeme gelen faşizm örneklerinde, iki emperyalist savaş arasında yaşanan derecede derin bir sistem bunalımı görülmese de, yine de sermayenin faşist saldırısı o ülkelerde burjuva düzeni derinden sarsan bunalımlarla ilgilidir. Faşizmin Şili, Türkiye gibi örnekleri söz konusu olduğunda, orta gelişkinlik düzeyindeki bu tip ülkelerin, emperyalist sistemin zayıf halkalarını oluşturduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Faşizmin, küçük-burjuva kitlelerin öfke ve umutsuzluğunu faşist bir partide örgütleyip, bir anlamda aşağıdan yukarıya bir karşı-devrimi gerçekleştirerek, sivil faşist bir partiyle iktidara oturan “tek tip” bir ilerleme çizgisine sahip olmadığı açıktır.
İkinci Dünya Savaşından günümüze, faşizm çeşitli ülkelerde, örneğin Yunanistan’da, Şili’de, Türkiye’de, askeri diktatörlükler biçiminde yaşanmıştır. Bu örnekler karşısında doğru tutum alabilmek ve faşist bir iktidarın karşımıza pekâlâ bir askeri diktatörlük biçiminde de çıkabileceğini kavrayabilmek için, bu konuda yıllar boyu Marksizm adına ileri sürülmüş yanlış görüşlerle hesaplaşmak gerekiyor. Faşizm sorununu ele aldığım bölümde, bu ve benzeri tartışmalı konularda da genel bir yaklaşım sergilemeye çalıştım.
1920’lerde kapitalist sistemin sürüklendiği derin ekonomik ve toplumsal krizlerin ortasında toplanan Lenin dönemi Komintern kongrelerinde, faşizm konusunda önemli değerlendirmeler yapıldı. Devrimci işçi sınıfının ve onun devrimci öncüsünün, sermayenin azgın faşist saldırısına karşı doğru bir mücadele anlayışı ve doğru taktiklerle donatılması için büyük bir çaba sarf edildi. Fakat ne yazık ki, Lenin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nde Stalinist bürokrasinin egemenlik kurmasıyla birlikte, gerek Marksizme gerek dünya komünist hareketinin devrimci köklerine ağır darbeler indirildi. Bu nedenle pek çok önemli sorunda olduğu gibi, faşizm sorununda da Lenin dönemi Komintern önderliği tarafından benimsenen mücadele geleneğinin üzerine Stalinist egemenliğin karabasanı çöktü. Bu egemenlik altında biçimlendirilen resmi komünist hareket ile Lenin dönemi devrimci Komintern geleneği arasında bir süreklilik değil, tam tersine bu ikincisinin inkârına dayanan kesin bir kopuş söz konusudur.
Stalinizmin Marksizmle, sosyalizmle ilgisi bulunmayan varlığı ve uygulamaları, Marksizme burjuva cepheden yöneltilen açık saldırılara uzun yıllar boyunca çeşitli fırsatlar sundu. Ayrıca, Marksist teoriye Marksizm yağına bulanmış sözde eleştiriler yöneltmeye pek meraklı olan akademisyenler de Stalinist tahrifatları kendilerine bahane yaptılar. Böylece Marksizmin elbirliğiyle soldurulmaya çalışıldığı uzun bir tarihsel dönem boyunca, işçi mücadelesinin teorik cephesi ya resmi komünist hareketin tahrifatlarıyla “beslendi” ya da onun düzeysizliği nedeniyle doğan boşluk burjuva yazarların “parlak” görünen incelemeleriyle, sözde Marksist akademisyenlerin “katkı”larıyla dolduruldu.
Faşizm sorununun veya daha genel biçimiyle devlet sorununun incelenmesi adına yaratılmış olan bu nitelikteki külliyat, bu durumun çok somut örneğidir. Karşımızdaki bu gerçekliğin anlamı, devrimci işçi hareketinin çeşitli kollardan enjekte edilmeye çalışılan Marksizm dışı yaklaşım ve değerlendirmelerle bulandırılmasıdır. Bonapartizm veya faşizm gibi sorunların incelenmesinde ün yapmış “Marksist” akademisyenlerin bu tür bulandırmalarının her biri burada ayrı ayrı ele alınıp sergilenemeyeceği için, bunların çarpıcı bir örneği olması bakımından yalnızca Poulantzas’ın bu konudaki tezleri ele alınacaktır.
Türkiye’de yaşanmış somut örnekler de dahil, burjuva devletin olağanüstü biçimlerine ilişkin tartışmaların selâmetle yürütülmesi için sorunların esastan, yani Marksist köklerimizden hareketle aydınlatılmasının zorunlu olduğunu düşünüyorum. Bonapartizm ve faşizm sorunu çerçevesinde elbette çok daha geniş incelemeler yapılabilir, çok daha fazla sayıda somut örnekler sergilenebilir. Yine de eleştiriye açık tüm hususları saklı tutmak koşuluyla belirtmeliyim ki, çalışmamı çerçeveleyen ve sınırlarını belirleyen temel amacım yukarda belirttiğim zorunluluğun gereğini yerine getirebilmekten ibarettir.
İşçi sınıfının devrimci güçleri için, burjuva devletin olağanüstü yönetim biçimleri konusunda doğru ve aydınlatıcı bir değerlendirme ihtiyacı akademik bir meraktan kaynaklanmaz. Bu ihtiyaç, düşmanı daha iyi tanıyıp, ona karşı daha doğru, daha güçlü bir mücadele yürütme zorunluluğunun ifadesidir. Faşizm örneğinde olduğu üzere, sermaye düzeninin azgın saldırılarına karşı mücadelede elde edilebilecek sonuç, hegemonyayı hangi sınıfın kuracağına bağlıdır. Egemen sınıf düzenine karşı mücadelenin tüm veçhelerinde geçerli üst yasada olduğu gibi, faşizme karşı mücadelede de bayrakların asla karıştırılmaması gerekir. Daha geniş cepheler oluşturma adına, işçi sınıfını burjuvaziyle işbirliğine yönelten ve böylece demokrasi mücadelesinin önderliğini altın bir tepsi içinde burjuvaziye sunan tüm anlayışlar (Stalinist halk cephesi örnekleri ve benzeri sulandırılmış ittifaklar) tarih boyunca işçi sınıfına nice acı yenilgiler tattırmışlardır. Bu tarihsel gerçeklik asla unutulmamalı.
Komintern’in Lenin döneminde toplanan Üçüncü ve Dördüncü Dünya Kongrelerinde faşizm sorunu çerçevesinde yapılan değerlendirmeler ve alınan kararlar, devrimci işçi hareketi açısından bugün de önemli bir hareket noktasıdır. Ne var ki o dönemle günümüz arasına giren Stalinist egemenlik “çağı” nedeniyle, geleneğimizin bu Marksist kökü kurumaya terkedilmiştir. Bu kökleri canlandırmak ve geleceğe taşımak zorundayız. Lenin’in ölümünden sonra Komintern’in devrimci geleneğini diri tutmaya çalışan Bolşevik önderlerin siyasal varlığı, kendileriyle birlikte tarihin karanlık uçurumlarına savrulmaya çalışılmıştır. Troçki’nin faşizm konusunda günümüze de ışık tutacak olan çözümlemeleri ve inşa etmeye çalıştığı mücadele hattı, Stalinist bürokrasinin azgın saldırılarına hedef olmuştur. Bugün bu gerçekler üzerinde düşünmeden, neyin doğru neyin eğri olduğu üzerine devrimci içtenlik ve dürüstlükle muhasebe yürütmeden, hiçbir konuda işçi sınıfının devrimci mücadelesine lâyık olabilecek bir yol tutabilmek mümkün değildir.
Aynı ağırlık derecesinde bir sorun olmasa da, yine de devrimci tutumun güçlendirilmesi bakımından netleşmeyi gerektiren bir diğer konu da Troçkizmin zaaflarıdır. Troçki ile Troçkizmin ayırt edilmesi gerekir. Troçki kuşkusuz büyük bir devrimcidir ve devrimci Marksist geleneğimizin bir parçasıdır. Troçkizm ise, Troçki’nin ölümünden sonra onlarca parçaya ayrılmış, devrimci otorite boşluğu nedeniyle Marksizm dışı etkenlere açık hale gelmiş ve zaman içinde pek çok parçası itibarıyla yozlaşmıştır. Bu nedenle bugün işçi sınıfının mücadelesini ilgilendiren hangi önemli soruna el atsak, Lenin’in takipçisi olmaya çalışmış gerçek Troçki ve onun fikirleri ile aramıza, Troçkizmin papalarının yıllar içinde yarattığı çeşitli çarpıtmalar girmektedir.
Troçki’nin eleştireceğimiz hatalı tutumları, yanlış değerlendirmeleri olabilir. Fakat bu tür bir eleştiriden zaten hiçbir devrimci Marksist muaf değildir ki. Bunun da ötesinde asıl sorun, Marksizmi Leninizm, Troçkizm gibi ayrı parçalara bölmenin yanlışlığıdır. Dünya işçi sınıfının devrimci önderlik krizi, paramparça izm’ler yaratmakla değil, ancak ve ancak Marksizmi güçlendirmekle bir çözüm yoluna sokulabilir. İşçi sınıfının devrimci mücadelesine şu ya da bu ölçüde önemli katkılarda bulunmuş tüm devrimci önderler, Marksizmi zenginleştiren ortak bir kaynak olarak sahiplenilebilmelidir. Sorun şu ya da bu kişiyi yüceltmek ya da yerin dibine batırmak değil, işçi sınıfının tarihinde iz bırakmış kişilerin mücadelesini ve fikirlerini Marksist temellerde değerlendirip bir sonuca varabilmektir.
Önce tersten bir örnek olarak Stalin’i hatırlayabiliriz. Burada da sorun bir “kişi” sorunu değildir. Hesaplaşılması gereken, dünya işçi sınıfının devrimci mücadelesine büyük zarar vermiş olan ve Marx’ların, Lenin’lerin döşediği devrimci temelleri dinamitlemiş bulunan bir toplumsal fenomen ve günümüze uzanan bir siyasal akım olarak Stalinizm sorunudur. Bir de devrimci mücadelenin yolunu aydınlatan olumlu örnekleri hatırlayabiliriz. Marx, Engels, Lenin, Rosa, Troçki gibi devrimci önderler, her birinden özgün bir siyasal akım yaratmak için değil, devrimci Marksizmin ortak geleneğini yeniden canlandırmak üzere doğru yönleriyle aynı devrimci potaya akıtmamız gereken köklerimizdir. Hele ki, işçi sınıfının devrimci önderlik krizinin aşılabilmesinin insanlığın geleceğini belirleyecek yaşamsal bir sorun olarak karşımıza dikildiği günümüz dünyasında, Marksist devrimci geleneğimizin tüm zenginliğiyle yeniden inşa edilmesi ve güçlendirilmesi çabası her şeyin üstünde olmalıdır.
Faşizm ya da emperyalist savaşlar gibi, dünya işçi sınıfının yaşam ve mücadele koşullarını doğrudan ilgilendiren can yakıcı sorunlar karşısında doğru tutum alabilmek için, Marksist geleneğimiz ile onu açıkça çiğneyen Stalinist gelenek arasına kalın bir sınır çizgisi çekmek gerekiyor. Diğer yandan Troçkizm örneğinde olduğu üzere, devrimci proletaryanın Marksist geleneğinin güçlenmesini engelleyen çarpıtmalara karşı kararlı bir mücadele yürütmek de asla savsaklanamaz.
Devrimci işçi hareketinin boşluklarından sızarak onu paralize etmeye çalışan burjuva etkisine çarpıcı bir örnek, günümüzde faşizm tehlikesi konusunda yürüyen tartışmalardır. Geride bıraktığımız yüzyıl içinde yaşanan faşizm belâsının, kapitalizmin çılgınlığını daha önce ele vermiş olması nedeniyle bir daha gündeme getirilemeyeceğini düşünmek kadar yanlış, tehlikeli ve mücadeleye zarar verici bir tutum olamaz. Alman Nazizmine can veren, iki emperyalist paylaşım savaşı arasında Avrupa’yı vuran inanılmaz boyutlardaki ekonomik ve toplumsal bunalımdı. Bu tür bunalımlar kapitalizmin olağan döngüsel bunalımlarının ötesine geçen, derin ve sistemi sarıp temellerine dek sarsan bunalımlardır. Kapitalist düzen var oldukça, emperyalist savaşlar da, işçi sınıfının devrimci mücadelesi de ve dolayısıyla faşizm de var olmaya devam edecektir.
Günümüzde emperyalist güçler arasında tırmanan gerilimlere, nüfuz alanlarını kana bulayan yeniden paylaşım savaşlarına bakıp da, hâlâ bir daha üçüncü bir emperyalist paylaşım savaşının çıkmayacağını iddia edenler hangi sıfatları hak ediyorlarsa, faşizm konusunda da durum aynıdır. Avrupa’daki tuzu kuru aydınlar ve onların dümen suyundan giden sözde sosyalistler, dünyayı rahat döşeklerinden seyredip yangın kendi evlerine ulaşmadığı sürece, “bir daha olmaz” nakaratını terennüm ederek kendilerini kandırabilirler. Ama onlar böylece oyalanırlarken, emperyalist güçlerin kaynayan bir cadı kazanına döndürdüğü günümüz dünyasında tehlikenin adım adım kendi evlerine de yaklaşmayacağı söylenebilir mi?
Bazı Avrupa ülkelerinde faşist partiler belirli düzeylerde yükseliş kaydediyor olsalar da, faşizmin bu ülkelerde henüz güncel bir tehdit boyutuna ulaşmadığı doğrudur. Ama yarın neler olacağı belli mi olur? Ekonomik krizlerin, yeniden paylaşım savaşlarının sarsıntılarıyla dönen, yabancı düşmanlığının, ırkçılığın tırmandırıldığı günümüz dünyasında, başı fena halde sıkıştığında kapitalist sistemin içinden yine faşizm belâsını çıkartabileceği gerçeği asla küçümsenemez. Ayrıca unutulmamalı ki, dünya Avrupa’dan ibaret değil. Türkiye olsun, çeşitli Latin Amerika ülkeleri olsun, emperyalist sistemin bu zayıf halkalarında yaşanan faşizm gerçeğinin devrimci işçi hareketinde yarattığı büyük tahribatın etkileri canlı bir tarih olarak karşımızda duruyor. Üstelik faşizm bugün, egemen emperyalist güçlerin yeni markası “medeniyetler çatışması” adı altında, işçi ve emekçi insanları Müslüman-Hıristiyan ekseninde bölüp birbirine kırdırtma planlarıyla kendine yeni yollar açmaya hazırlanıyor.
23 Ağustos 2004
Bonaparte’ın 18 Brumaire’i
1799 yılının 9 Kasım günü, Fransız cumhuriyetçi takvimine göre Brumaire ayının 18’i, Napoleon Bonaparte’ın askeri diktatörlüğüyle sonuçlanan hükümet darbesinin yapıldığı gündü. Amcasının örneğini tekrarlamaya hevesli yeğen Louis Bonaparte ise, aradan elli iki yıl geçtikten sonra 2 Aralık 1851 günü yine bir hükümet darbesiyle tarih sahnesine çıkacaktı. Aslında birincisinin karikatüründen ibaret olan ikinci Bonaparte, 10 Aralık 1848’de yapılan bir referandumla Fransa Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı seçilmişti. Ne var ki Mayıs 1852’de cumhurbaşkanlığı süresi sona erecek ve yeniden seçilme şansı olmayan Bonaparte’ın dönemi de böylece son bulacaktı. Burjuva parlamenter işleyişin tıkanmasından yararlanarak, kendisine uzun süreli bir saltanat imkânı yaratmak üzere harekete geçti Louis Bonaparte. Sonunda emeline ulaşmış ve amcası gibi onun da bir “18 Brumaire”i olmuştu.
Yeğen Bonaparte’ın hükümet darbesi sonucunda ortaya çıkan iktidar biçimini, bu iktidarın dayanaklarını ve anlamını Marx kapsamlı şekilde inceledi. Louis Bonaparte’ın 18 Bruma*ire’i adlı çalışmasıyla, çapsız yeğen Bonaparte’ın tarih içinde işgal ettiği yeri fersah fersah aşan bir eseri siyaset bilimine armağan etmiş oldu. Edebi lezzeti açısından da eşşiz olan bu incelemesinde Marx, Fransız devrim sürecinin gelişimini, bu süreçte sınıflar ilişkisinin tezahürlerini ve burjuva düzenin olağanüstü siyasal biçimlenmesi bağlamında Bonapartizm sorununu ele aldı. Marx’ın Bonapartizm olarak adlandırıp incelemesine dek, burjuva düzenin yapılanma sürecinde ortaya çıkan olağanüstü diktatörlük biçimleri sol çevrelerde hâlâ eski dönemlerden kalan Sezarizm kavramıyla değerlendirilmekteydi. Oysa tarihsel koşulların tamamen değişmiş olması nedeniyle artık bu terimin terk edilmesi gerekiyordu. Marx’ın Bonapartizm çözümlemesi, modern burjuva toplum içindeki sınıflar savaşımının, tarihin eski dönemleri için geçerli olabilecek kavramlarla nitelenmesine son verilmesi bakımından da önem taşır.
Sismondi’nin ünlü satırlarında dile getirildiği gibi, Roma proletaryası toplumun sırtından geçinirken modern toplum proletaryanın sırtından geçinir. Marx buradan hareketle, Antik Çağdaki sınıf savaşımıyla modern zamanlardaki sınıf savaşımının maddi ekonomik koşulları arasında tam bir fark olduğuna dikkat çeker. Farklı sosyo-ekonomik koşullardan doğan siyasal biçimler arasında da bire bir benzerlik kurulamaz. Burjuva toplumun bağrında hâlâ Sezarcılık deyimi eşliğinde yapılan bir tarihsel çözümleme, birbirine hiç benzemeyen tarihsel koşulların gözardı edilmesi anlamına gelir. Bu bakımdan bu tür adlandırmalar yüzeysel ve uygunsuzdur. Sezarizm olgusunu yaratan eski Roma’da, sınıf savaşımı yalnızca ayrıcalıklı bir azınlığın içinde, varlıklı özgür yurttaşlarla yoksul özgür yurttaşlar arasında geçer.
Eski Roma toplumuyla modern burjuva toplumu tamamen farklı tarihsel dönemler olduğu halde, neden burjuva devrim süreci Antik Çağ Roması’na ait kavramlarla açıklanmaya çalışılmıştır? Marx’ın dediği gibi, çünkü insanlar kendi tarihlerini kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan veri olan ve kendilerine geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve onlar toplumsal devinim dönemlerinde yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, başlangıçta geçmişin etkisinden kurtulamazlar. Böylece geçmiş döneme ait adlar, sloganlar, tarihin yeni sahnesinde arz-ı endam ederler. Fakat toplumun yeni biçimi kurulup iyice yerleştikten sonra geçmişin etkisi silinmeye başlar ve artık egemen olan yeni koşullar kendilerine özgü ifade biçimlerine kavuşurlar. İşte Fransa’da da burjuva devrim sürecinin ilk dönemlerinde eski Roma’nın siyasal kurum, kavram ve kahramanlarının hayaletleri havada uçuşurken, zamanla burjuva toplum kendi gerçekliği temelinde kendi yorumcularını, kendi sözcülerini yaratmaya koyulmuştur.
Ama geçmiş dönemin yaşanan dönem üzerinde etkili olacağı yolundaki genel yasa değişmemiştir. 1848-51 devrim süreci bu kez de Büyük Fransız Devrimi döneminin hayaletini çağırmakta, Fransızlar kendilerini Napoleon’a ilişkin anılardan kurtaramamaktadırlar. 1848 devriminde henüz emekleme dönemini yaşayan devrimci işçi hareketinin üzerine de geçmiş süreçteki burjuva devriminin gölgesi düşer. Proletarya bizzat kendi devrimci dünya görüşü temelinde örgütlenip, bağımsız bir güç olarak tarihin akışına damgasını vuramadığı sürece de bu durum daha nice ülkede pek çok kez yaşanacaktır.
Modern burjuva toplumun gelişim sürecinde cereyan eden sınıf savaşımlarını kavramak bakımından Fransa örneği gerçekten de özel bir öneme sahiptir. Büyük Fransız Devrimi feodalizmi yıkmış ve burjuvazinin egemenliğine, Avrupa’da başka hiçbir ülkenin ulaşamadığı katıksız klasik bir özellik vermiştir. Aynı şekilde, devrimci proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımı da, Fransa’da, başka yerlerde bilinmeyen keskin biçimlere bürünmüştür. Bu nedenle Marx Fransa tarihine ayrı bir önem atfetmiş ve örneğin devrimci işçi hareketinin tarih sahnesine çıktığı 1848 devrim sürecini derinden incelemiştir. Marx’ın seçtiği örnek Fransa olsa bile, onun bu çözümlemeleri genel olarak burjuva toplumdaki sınıflar savaşımının kavranabilmesi bakımından paha biçilmez bir teorik temel oluşturur.
Fransa’daki 1848 devrim sürecinden çok önemli sonuçlar çıkartır Marx. Örneğin, kolay kazanılan kolay yitirilir! Proletaryanın yeterince güçlü ve örgütlü olmasını engelleyen tarihsel koşullar nedeniyle, Şubat 1848 devrimi eski toplumu gafil avlayarak başarılan ani bir darbe gibi olmuştur. İşçi sınıfı ve halk kitleleri tarafından kapsamlı ve bilinçli bir mücadele ile değil de, onların egemen güç kesimleri arasındaki çekişmelerde taraf olması sayesinde kazanılan parlamenter cumhuriyet, daha sonra yine egemen güçler arasındaki çatışmaların sonucunda bir hükümet darbesiyle ortadan kaldırılmıştır. Şubat devriminin kazanımları, işte bu nedenle, bir Bonapart tarafından kolayca yok edilebilmiştir.
Bonaparte darbesinin tıpkı Türkiye’deki askeri darbelerde olduğu gibi, “bir sabah ansızın gelebilirim” dediği bir süreçte, olayların gelişimini kavramaktan uzak burjuva demokratları rehavet içindedirler. Kendilerini, rejimin olağan işleyişini sürdüreceği ve 2 Mayıs 1852’de cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılacağı hayaliyle avutmaktadırlar. Bu nedenle onlar Louis Bonaparte’ın 2 Aralık 1852 tarihinde gerçekleşen hükümet darbesini, günümüz örneklerinde de aynen görüldüğü üzere şaşkınlıkla karşılayacaklardır.
Louis Bonaparte’ı iktidara taşıyan süreci tahlil ederken, Marx, yalnızca o dönemin Fransası’ndaki gelişmelere değil, genelde burjuva rejimin yapılanma sürecinin önemli özelliklerine de ışık tutmuştur. O nedenle bu süreci bazı çarpıcı yönleriyle hatırlamakta yarar var.
1848: Fransa’da Parlamenter Cumhuriyet
Fransa’da parlamenter cumhuriyetin kuruluş tarihi, 1789 devrimiyle başlayarak farklı aşamalardan geçen ve siyasal iktidarın değişik biçimlenmeleriyle ilerleyen inişli çıkışlı bir süreçtir. Örneğin 1792 Eylülünde ilân edilen cumhuriyetin ardından bir reaksiyon gelir. Napoleon’un Bonapartist iktidarına yol açan gelişmeler zinciri içinde, 1794’te yaşanan Termidor önemli bir yer tutar. Bu olay, devrime katılan ve onu halkçı istemlerle ilerletmek isteyen mülksüz, baldırı çıplak halk tabakalarının devrimden dışlanmasına yol açan karşı-devrimci bir siyasal gelişmedir. Termidor sonuç olarak burjuva düzenin gelişimini güçlendirecek önlemleri almıştır; fakat halkın radikal toplumsal dönüşüm istemlerinde ifadesini bulan devrimci ilerleyişi de durdurmuştur.
Devrimin burjuva çerçeveyi aşıp geçmemesi için baldırı çıplakların ezilmesine ortamı hazırlayan faktör ise, burjuva devrimcilerin en ileri kanadını oluşturan Jakobenlerin[1] ikircimli sınıf tutumudur. Ama bu durum, kendi liderleri Danton ile Robespierre’in de sonunu getirecek ve bizzat Jakobenlerin iktidardan tasfiyesiyle sonuçlanacaktır. Termidor’dan bir gün önce Robespierre, Konvansiyon Meclisinde şöyle bağırmaktadır: “Devrimi mahvediyorlar; Cumhuriyet elden gidiyor!” Nitekim öyle olur. Termidor’un uzantısı olarak, Napoleon’un Bonapartist imparatorluğuna giden yol döşenir.
1799 tarihinde gerçekleştirdiği hükümet darbesiyle kendisini birinci konsül konumuna yükselten Bonaparte, doğrudan kendisine bağlı valiler aracılığıyla katı merkeziyetçi bir idare sistemi kurar. Yasama, yürütme ve atamalara ilişkin çok geniş yetkileri kendi elinde toplar. İngiltere’nin 1803’te Fransa’ya açtığı savaş sırasında, kral yanlılarının İngilizlerle işbirliğini önleme gerekçesiyle de 1804 yılında kendisini imparator ilân eder. Fransa’nın egemenlik alanını genişletmek için yürüttüğü savaşlarda uğradığı yenilgiler sonucunda, 1814 yılında Napoleon’un egemenliği ve imparatorluk dönemi sona erer.
Bu kez de Fransa, 1814-1830 yılları arasında Restorasyon dönemi diye adlandırılan bir dönem yaşayacaktır. Bu, Bourbon hanedanının ikinci kez tahta geçtiği ve kralcı siyasal rejimin restore edildiği bir dönemdir. Restorasyon döneminde hüküm süren ve Bourboncular olarak adlandırılan egemen kesim esasen büyük toprak sahiplerinden müteşekkildir. Fakat Marx’ın belirttiği gibi, büyük toprak mülkiyeti tüm feodal çalımına ve soyluluk gururuna karşın, modern toplumun gelişmesi sonucunda burjuvalaşmıştır.
Soyluların ve kilisenin çıkarlarını koruyan Bourbon sülalesinin gerici rejimi 1830 Temmuz devrimiyle yıkılır, fakat Fransa henüz kralcı rejimden kurtulamaz. Fransa’nın ikinci ünlü kralcı sülalesini temsilen bu kez Orleans dükü Louis Philippe saltanat koltuğuna oturur. Marx, Düzen partisi olarak da adlandırdığı kralcı güçlerin kendi içinde Bourboncu ve Orleancı diye ikiye bölünmesinin, birtakım sözde siyasal ilkelerin değil, sermaye ile toprak mülkiyeti arasındaki rekabetin sonucu olduğuna dikkat çeker. Ayrıca burjuva sınıfın içindeki büyük kodamanlar, ordunun, üniversitenin, kilisenin, baronun, akademinin ve basının önde gelenleri de bu iki kesim arasında bölünmüşlerdir.
1848 devrimine kadar devam edecek olan Orleancılar dönemi, mali aristokrasinin[2] iktidar dönemidir ve Temmuz monarşisi dönemi olarak da adlandırılır. Temmuz monarşisi, mutlakıyetçi kraliyet dönemine oranla burjuva düzen bakımından ileri bir adım teşkil edecektir. Bu dönemde toplumun temel yasası olarak kabul edilen Anayasal Sözleşme yürürlüğe konur. 1830 burjuva devriminin ürünü olan bu anayasa, egemenliğin ulusa ait olduğunu ilân etmekte ve kralın yetkisini bir ölçüde kısıtlamaktadır. Tüm bu dönemler boyunca gelişmesini sürdüren burjuvazinin siyasal egemenliği de, 1848 devrimine ilerleyen süreçte böylece çeşitli biçimlere bürünmüş olur.[3] Temmuz monarşisi, özellikle büyük ticaret temelinde semiren yeni burjuva zenginlerin zorbalıkla ele geçirdikleri egemenliğin siyasal ifadesidir. O dönemde siyasi arenada esas olarak büyük ticaret burjuvazisi ağır basmakta, sanayi burjuvazisi ise daha fazla güç kazanmak istemektedir. O nedenle de sanayi burjuvazisi parlamenter cumhuriyetçilerin muhalefetine destek verir.
Ancak cumhuriyetçi burjuva muhalefet, burjuvazinin homojen çıkarlar etrafında bütünleşmiş özel bir kesimi değildir. Marx’ın deyişiyle, cumhuriyetçi kafada burjuvalardan, yazarlardan, avukatlardan, subaylardan ve memurlardan oluşmuş bir yâran takımıdır. Bunlar burjuvazinin egemenliğinin kralcı biçim altında hüküm sürmesine karşı çıkmakta ve burjuva düzenin parlamenter cumhuriyet biçimine kavuşmasını amaçlamaktadırlar; ayrıca yeni siyasal sistemde önemli mevkiler kazanma telâşı içindedirler. Büyük ticaret burjuvazisinin ayrıcalıklı siyasal konumuna karşı mücadele yürüttükleri için gerek halktan ve gerekse sanayi burjuvazisinden destek almaktadırlar. Sanayi burjuvazisinin verdiği desteğin altında yatan gerçek neden, cumhuriyetçi unsurların ulusal çıkarlar güdüsüyle koruyucu gümrük sistemi ve benzeri hedefleri savunuyor oluşudur.
Avrupa’da esen 1848 devrim rüzgârı Fransa’da Şubat devrimiyle somutlanır. 1848 Fransız Şubatı, siyasal iktidarın biçimini değiştiren siyasal bir devrimdir. 24 Şubatta Louis Philippe’in tahttan indirilmesiyle meşruti monarşi yıkılır, burjuva parlamenter cumhuriyet kurulur. Krallık döneminde burjuvazinin ancak belirli bir bölümü kral adına hüküm sürerken, bundan böyle artık burjuvazinin meclisi halk adına hüküm sürecektir.
Mülkiyetin iki ayrı egemen gücünü, yani toprak ve sermaye sahipliğini ilk kez birlikte iktidara getiren siyasal biçim parlamenter cumhuriyettir. Parlamenter cumhuriyet aynı zamanda, burjuvazinin siyasal egemenliğinin en gelişmiş biçimidir. Meşruti monarşi altında büyük ticaret burjuvazisinin siyasal egemenliği tahtın gölgesinde kalırken, halk nezdinde asıl egemen güç olarak sahne önünde kral görünmektedir. Oysa parlamenter cumhuriyet, burjuvazinin bütün öğelerini tek bir siyaset çatısı altında toplayacak ve burjuvazinin siyasal egemenliği kralın gölgesinden kurtulacaktır. Böylece de bizzat kendi kimliğiyle ortaya çıkacaktır. Bundan böyle kapitalist gelişme hem burjuva parlamenter iktidarı hem de yürütme gücünü yetkinleştirerek, burjuva düzeni artık yıkılmasının gerekli olacağı noktaya doğru götürecektir.
Şubat 1848 devrimine farklı sınıflar farklı istemlerle katıldılar. Burjuvazinin değişik kesimleri, mali aristokrasinin tek başına egemenliği dönemine son vermek ve kendilerini daha geniş ayrıcalıklarla donatmak için bir seçim reformu koparmayı ümit etmekteydiler. Ama olayların gelişiminin kendi diyalektiği vardır ve bir kez devrimci ok yaydan fırladığında gidebileceği yere kadar gidecektir. Marx, sokaklara egemen olan halk kitleleri barikatları kurduğunda egemen sınıfın ulusal muhafız gücünün pasif bir tutum aldığını, ordunun ciddi bir direniş göstermek istemediğini, kraliyetin kaçmak zorunda kaldığını belirtir ve cumhuriyetin kendini zor sayesinde kabul ettirdiğini vurgular.
Aslında her parti cumhuriyete kendi sınıfsal çıkarları temelinde farklı bir anlam yüklemekteydi. Proletaryanın öncü, devrimci unsurlarının hedefi, burjuva düzeni aşıp geçecek bir cumhuriyet, yani sosyal cumhuriyetti. Demokrat küçük-burjuvazi her zaman yaptığı gibi olmayacak bir düş peşindeydi, burjuva düzen içinde tüm sınıflara eşit derecede demokrasi anlamına gelecek bir siyasal işleyiş, demokratik cumhuriyet istiyordu. Cumhuriyetçi burjuvazinin cumhuriyetten anladığı ise, kendi sınıfının diğer sınıflar üzerindeki mutlak egemenliğini garanti altına alacak bir parlamenter cumhuriyet idi. O dönemin Fransası’nda çeşitli sınıflar, burjuva parlamenter cumhuriyetin kuruluşunun somutlandığı geçici hükümet ve Kurucu Meclis sürecinde, kendilerince mümkün olan en büyük payları kapabilmenin didişmesi içine girdiler.
Marx bu vesileyle geçici hükümet sorununu da değerlendirir. Bu değerlendirme yalnızca Fransa’daki tarihsel kesitle sınırlı kalmaz, bir burjuva cumhuriyetin kuruluşunu hedefleyen tüm süreçlerde neredeyse ortak olan bazı önemli hususları sergiler. Örneğin bu gibi dönemlere resmi niteliğini veren karakteristik özellik, sınıf çatışmalarının ortasında derme çatma biçimde kurulan hükümetin, tam da kendisine lâyık görülen geçici sıfatına uygun bir varlık arz etmesidir. Bu dönem boyunca Fransa’da hiçbir kimse ve hiçbir siyasal çevre, gerçek bir varlığa sahip olma ve gerçek bir eylemde bulunma hakkını kendinde görmemiştir. Tıpkı yıllar sonra 1917 Şubat-Ekim arası dönemin Rusyası’nda da bir kez daha kanıtlanacağı gibi! Marx’ın deyişiyle, devrimi hazırlayan ya da yapan bütün öğeler, hanedan muhalefeti, cumhuriyetçi burjuvazi, cumhuriyetçi-demokrat küçük-burjuvazi, sosyal-demokrat işçi sınıfı, bunların hepsi Şubat hükümetinde geçici olarak yerlerini almışlardır.
Fakat bu Geçici Hükümet, toplumdaki sınıf mücadelesinin zorlamasıyla cumhuriyeti ilân ettikten sonra, onu burjuvazinin kabul sınırları içine hapsedebilmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Marx, ordu, mahkemeler ve yönetimin, birkaç istisna dışında eski sahiplerinin elinde kaldığını ve Temmuz monarşisinin büyük suçlularından hesap sorulmadığını önemle belirtir. İktidar savaşımında küçük-burjuvazi ve proletarya üzerinde hegemonyasını kuran burjuvazi, monarşi dönemindeki burjuva toplumun üzerine bir cumhuriyet giysisi geçirmekle yetinmiştir. Zira burjuvazinin gözünde cumhuriyet, daha monarşik yönetim biçimi altında elde etmeye başladığı siyasal üstünlüğünü mantıksal sonucuna götürüp pekiştirmekten başka bir şey değildir.
O dönemi tasvir ederken, Marx, “enerjileri yeniden alevlendirecek, devrimci süreci hızlandıracak, Geçici Hükümeti ileriye doğru itecek, ya da bir kenara atacak” güçlerin olmadığını belirtir. Paris proletaryası Cumhuriyeti kendi eseri saymakta ve monarşi dönemine oranla kendisine bazı siyasal haklar kazandıran Geçici Hükümetin her hareketini alkışlamaktadır. Burjuvazinin aldatmacalarına kanmayıp kendi sosyal cumhuriyet hedefinin peşine düşmesi gerekirken, henüz bunu yapabilecek koşullara sahip olmadığından “Avrupa’nın gözünde cumhuriyetin burjuva namusunu lekesiz tutmayı” kendi namus sorunu haline getirmektedir. Oysa bu cumhuriyetin görevi, dünyayı devrimci bir biçimde değiştirmek değil burjuva toplumun koşullarına uyarlamaktan ibarettir.[4]
Marx’ın geçici hükümete dair eleştirilerini, Kurucu Meclis konusunu da kapsayacak şekilde genişletmek mümkündür. Fransa’da ulusun oylarıyla işbaşına getirilen Kurucu Meclisin görevi, işçi ve emekçi kitlelerin devrimci ateşini söndürebilmek ve devrimin sonuçlarını alelacele törpüleyebilmektir. İlerleyen tarihlerde başka ülkelerdeki devrim süreçlerinde de işçi sınıfının sosyal cumhuriyet istemine karşılık, burjuvazi her zaman Kurucu Meclis talebini yükseltecektir. Zira Kurucu Meclis, cumhuriyetçi bir anayasa yapıp yürürlüğe koyarak burjuva egemenliğinin parlamenter cumhuriyet biçimini oturtacaktır. Bu anayasal değişim en kapsamlı biçimine büründüğünde dahi, asla burjuva toplumun temel varoluş koşullarını değiştirmiş olmaz.
Fransa’da Kurucu Meclisin, cumhuriyet olgusunu, genel oy olgusunu, yetkileri sınırlı iki meşruti meclis yerine bir tek egemen Ulusal Meclis olgusunu, işte bu çerçevede yaşama geçirmiş olduğunu belirtir Marx. Böylece, “babadan oğula geçen, sorumsuz krallığın yerine, seçime bağlı, değişen, sorumlu bir krallık, dört yıllık bir başkanlık getirerek Cavaignac’ın diktatörlüğünü bir olgu olarak kaydetti ve düzene bağladı” der.[5]
Kurucu Meclis sorunu bu içeriği nedeniyle o kadar önemli bir ayrım noktasıdır ki, bu sorun karşısında takınılacak tutum, özellikle 1917 Rus devriminden başlayarak devrimci proletarya ile liberal burjuva ve küçük-burjuva sol unsurları ayırt edecek bir mihenk taşı olacaktır. İşçi sınıfının çıkarı, Kurucu Meclis gibi bir aldatmaca noktasına takılmayıp devrimi ilerletmeyi ve sovyet tipi bir iktidarın kurulmasını emrederken, diğer sınıfsal unsurlar Kurucu Meclisi toplayarak devrimi durdurmaya, böylece devrimin sonuçlarını burjuvazinin kabul sınırları içine hapsetmeye çalışacaklardır.
1848 döneminde Fransa’da Blanqui ve yandaşlarının mücadelesinde somutlanan devrimci eylem, devrimin önünü tıkayan Kurucu Meclisi dağıtmaya teşebbüs eder, fakat başarılı olamaz. Proleter devrim cenahının yeterli güce sahip olmaması nedeniyle, yenilgiye uğrayanlar Blanqui ve taraftarları olur ve burjuvazi tarafından siyaset sahnesinden uzaklaştırılırlar. Bu yenilgi sonucunda geri çekilmiş görünen devrimci proletarya, Haziran 1848 ayaklanmasıyla bir kez daha sahnenin önüne fırlamayı dener. İşçi sınıfının daha önce burjuvaca olan hak istemlerinin yerini Haziranla birlikte “devrimci savaşımın gözüpek sloganı almıştır: Burjuvazinin devrilmesi! İşçi sınıfının diktatoryası!”[6]
Avrupa iç savaşlar tarihinde proletaryanın o ana dek yaşanmış bu en gözüpek ayaklanmasına rağmen burjuva düzen güçleri üstün gelir. Çünkü burjuva düzenin yanında ticaret burjuvazisinden sanayi burjuvazisine, küçük-burjuvazi ve aydınlardan orduya, seyyar muhafız olarak örgütlenmiş lümpen proletaryaya, rahiplere ve bütün bir kır nüfusuna dek çeşitli sınıf ve katmanlar yer almaktadır. Proletarya ise yalnızdır. Devrimci hareketin yeniden atılıma geçer göründüğü her durumda tekrar ön plana çıkmaya çalışır, fakat uğradığı yenilgiler nedeniyle gücü azalır ve etkili sonuçlar elde edemez. Proletarya kendini dünyayı değiştirecek örgütlü bir güç olarak ortaya koyacak olgunluk düzeyine henüz ulaşamadığından, toplumun diğer ezilen ve baskıya uğrayan kesimlerini yanına çekememektedir. Onun başarısızlığının temel nedeni budur.
Proletaryanın 1848 Haziran atağı son tahlilde burjuva cumhuriyetçilerin işine yaramıştır. Proletaryanın çabası kendi öz istemlerini gerçekleştirmek bakımından başarılı olamasa da, burjuvazinin egemenliğinin artık krallığın olmadığı bir siyasal biçim altında sürdürülebileceğini kanıtlar. Sosyal cumhuriyet için yola çıkan devrimci proletarya, kendi hedefine ulaşma bakımından hüsrana uğramış, fakat siyasal alanı burjuva cumhuriyetin kuruluşu için hazır hale getirmiştir. Fransa’da işçi sınıfı uğradığı yenilginin ardından geri çekilecek ve Marx, Haziran ayaklanmasından bir yıl sonraki duruma ilişkin şu önemli tespiti yapacaktır: “Fransa’da, küçük-burjuvazi, normal olarak sanayi burjuvazisinin yapması gereken şeyi yapıyor; işçi, normal olarak küçük-burjuvanın görevi olması gereken şeyi yapıyor; ama işçinin görevi, onu kim yapıyor? Hiç kimse. Fransa’da bu yapılmıyor, Fransa’da, bunun sadece sözü edilir.”[7]
İşçilerin devrimci hareketinin yenilgisiyle birlikte demokrat-cumhuriyetçi küçük-burjuvazinin siyasal etkisi de yıkılır. Zira “küçük-burjuvazi, burjuvazi karşısında devrimci bir tutumu ancak arkasında proletarya olduğu zaman sürdürebilir”.[8] Yaşanan bu gelişmelere karşın, parlamenter cumhuriyetin yine de monarşiye oranla toplumu siyaseten ileriye taşıyacak devlet biçimi olduğu ortaya çıkmıştır. Bu cumhuriyet burjuvazinin egemenlik biçimlerinden biri olmanın ötesine geçmese bile, egemenliğin bu anayasal biçimi, genel oy yoluyla alttakilere de bazı haklar tanımak zorunda kalmıştır. Marx bu gerçekliğin, parlamenter rejimin anayasasının büyük çelişkisi olduğunu belirtir. Zira burjuva düzenin üzerlerinden baskı ve sömürüyü asla eksik edemeyeceği sınıflar (proletarya, köylüler, kent küçük-burjuvazisi), bu anayasa tarafından genel oy yoluyla siyasal haklara sahip kılınmaktadırlar.
Fransa’da proletaryanın Haziran ayaklanması kanla bastırılmıştır ama bu arada önemli bir gerçeklik de kanıtlanmıştır. Burjuva düzende kapsamlı reformlar ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yan ürünü olabilir. Öte yandan, Haziran ayaklanmasını kanla bastıranlar cumhuriyetçi burjuvalardan başkası değildir. Cumhuriyetçi burjuvalar aynı zamanda meclisteki rakiplerinden kurtulmak için Haziran ayaklanmasını bahane olarak kullanırlar. Ulusal Meclisin ilk bileşiminde atanmış olan ve içinde küçük-burjuvazinin temsilcisi demokrat cumhuriyetçilerin de bulunduğu Yürütme Komisyonu dağıtılır. Diktatörce bir güç kullanarak bu işi gerçekleştiren kişi, Haziran katliamını da yönetmiş olan burjuva cumhuriyetçi General Cavaignac’tan başkası değildir.
Art arda yaşanan bu gelişmeler, burjuva cumhuriyetin işçi sınıfının savunduğu sosyal cumhuriyetten ne denli farklı olduğunu ortaya koyar. Burjuva egemenliğin parlamenter cumhuriyet biçimi, tıpkı krallıkta olduğu gibi özünde burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki baskı ve tahakkümüdür. Burjuva demokrasisi son tahlilde burjuva diktatörlüğün bir biçimidir. Hangi ülkede olursa olsun, modern burjuva düzen parlamenter cumhuriyet temelinde biçimlendiğinde, işçi sınıfının daha ileri istemleri egemen güçler tarafından hep bir anarşi kaynağı olarak değerlendirilecektir. Bir zamanlar feodal ve mutlakıyetçi düzene karşı mücadele bayrağını açmış olan burjuva cumhuriyetçiler, bu kez kendi egemenliklerini savunabilmek kaygısıyla eski düzenin mülkiyet, aile, din, düzen sloganlarına sahip çıkacak ve devrimci proletaryayı düzen ve toplum düşmanı ilân edeceklerdir.
Fransa’da 1848 devrim sürecinin ürünü olan burjuva demokratik anayasa, monarşik düzenin seçim yasasını değiştirdi ve genel oyu getirdi. Ne var ki burjuva demokratik anayasaların özü de neticede burjuvazinin egemenliğine dayanır. Kişi özgürlüğü, dernek kurma, söz, basın özgürlüğü, öğrenim ve inanç özgürlüğü gibi demokratik hakların sınırı olarak belirlenen kamu güvenliği gerekçesi, tüm kapitalist ülkelerde daima burjuvazinin çıkarına göre yorumlanır. Burjuvazinin yürürlükteki anayasası öyle bir dokunulmazlık ve kutsallık halesiyle kuşatılır ki, onu değiştirmek üzere iktidara el koyan darbeci güçler bile bu yasadışı eylemlerini anayasaya dayandırdıklarını iddia ederler. Türkiye’deki askeri darbeler nedeniyle yakından bildiğimiz üzere, Fransa’daki Bonapartizm örneğinde de parlamenter işleyişe son veren ve demokratik hakların kullanımını engelleyen olağanüstü yönetim, anayasal düzeni koruma iddiasıyla işbaşına gelmiştir.
1848 Fransız Anayasası, kuvvetler ayrılığını, farklı iktidar odaklarının doğması noktasına dek genişletmişti. Bu anayasa gereğince halkoyuyla seçilen cumhurbaşkanı, aslında yasama gücü karşısında bir başka güç odağıydı. Günümüzde de sıkça tartışma konusu edilen ve cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine dayanan Başkanlık sisteminin anlamı işte budur. Bu sistem devlet başkanına, parlamentoyu gölgeleme, icabında anayasayı bile rafa kaldırarak mutlak anlamda egemen olabilme yolunu açmaktadır. Marx’ın dediği gibi, böyle bir sistemde devlet başkanı meclis karşısında bir çeşit tanrısal hakka sahiptir. Nitekim 2 Aralık 1851’de parlamentoyu bir kenara iterek iktidara çöreklenen Louis Bonaparte’ın yolunu açan da bu başkanlık sistemi olmuştur.
Burjuvazi gerekli gördüğünde parlamenter rejimini feda eder
Burjuva parlamenter rejim genelde çeşitli siyasal partileri ve bu partiler arasında sürüp giden bitmez tükenmez çekişme ve tartışmaları içerir. Sermaye egemenliğini tehdit altında hissetmediği ve parlamenter sistemin yarattığı gerilimleri kaldırabildiği sürece bu işleyiş devam edebilir. Fakat kritik durumlarda, burjuvazinin, parlamenter muhalefetin toplumda sarsıcı boyutlarda eylemleri kışkırtabileceği endişesi yoğunlaşır. Ve parlamenter sistem burjuvazi için katlanılmaz hale gelebilir. Sınıf mücadelesinin kızışması durumunda burjuvazi “düzen”i tehlikede hissedecek ve kendi öz rejiminden, parlamenter rejimden kurtulmayı arzulayacaktır. Marx’ın dediği gibi, bu siyasal sistem her şeyi parlamentodaki çoğunluğun kararına teslim ettiğine göre, parlamento dışındaki büyük çoğunluklar da kendileri karar vermek istemeyecekler midir? “Devletin tepesinde keman çalındığı zaman, aşağıdakilerin oynamaya koyulmamalarını nasıl bekleyebilirsiniz?”[9]
Burjuva egemenliğin parlamenter biçimi krize girdiğinde, daha önce çeşitli burjuva kesimler arasında sağlanmış görünen bütünlük parçalanır. Burjuvazi kendi parlamenter düzenine saldırmaya başladığında, eskiden liberal olarak kutsamış olduğunu, şimdi sosyalist diye suçlar. Bonapartist darbeleri yaratan süreçlerde, parlamento içindeki ve parlamento dışındaki burjuva kesimler arasında önemli bir kopuş yaşanır. Parlamentodaki kısır tartışmalar devrimci sınıflar nezdinde düzenin ipliğini pazara çıkartırken, iş âleminin burjuvaları ise meclisteki siyasal temsilcilerinin basiretsiz tutumuna şaşıp kalmaktadırlar. Nasıl olup da bu kadar bayağı kavgalarla zaman harcayabilmekte ve nasıl olup da cumhurbaşkanıyla yürüttükleri öylesine zavallı çekişmelerle kamunun huzurunu bozabilmektedirler? Sermaye çevrelerinin tedirginliğini alabildiğine arttıran önemli bir faktör de, ülkenin ticari ve sınai bir bunalımın eşiğinde bulunuyor olmasıdır. Fransa’da Bonaparte darbesi öncesinde ticaret durgunlaşmaya, işsiz sayısı artmaya başlamıştır.
Her zaman olduğu gibi, burjuvazi durgunluğun nedeninin bizzat kapitalizmin iç yasalarından kaynaklandığını görmek istemediğinden bunu mevcut siyasal işleyişe bağlamaktadır. Oysa ekonomideki istikrarsızlığın, Fransa’da yürütme ile yasama arasındaki çekişmeden kaynaklanmadığı ve aslında dönemin güçlü ülkesi İngiltere’yi bile içine alan kapitalist bir krizin yaşanmakta olduğu açıktır. İktisadi yaşamdaki sıkıntılara siyasal krizlerin eklendiği koşullarda, mesleği politikacılık olan ve ancak bu sayede burjuvazinin içine duhul eden parlamento içi burjuvaziyle, büyük mülk sahibi oldukları için kapitalist işlerini güvenceye almaktan başka bir şey düşünemeyen parlamento dışı burjuva kesim arasında bir çekişme ve kopuşma yaşanacağı açıktır. Nitekim Fransa’da burjuvazinin ikinci kesimi artık parlamentoyu gözden çıkarmış, “kuvvetli bir hükümet gerek” diye feryat etmektedir.
Marx’ın deyişiyle, burjuvazinin konuşmacıları, yazarları, kürsüsü ve basını, kısacası burjuvazinin ideologları ile bizzat burjuvazi, temsilciler ve temsil edilenler birbirlerine yabancı olmuşlardır. Artık birbirlerinin dilini anlamamaktadırlar. Sanayi burjuvazisi, bu koşullarda parlamentodaki siyasal gücünü savunmaya kalkışmanın iktisadi çıkarlarını zedeleyeceğinden endişelidir. Ticaret burjuvazisiyle onu temsil eden politikacılar arasındaki gerilim ise çok daha fazla keskin hale gelmiştir. Burjuvazinin bu kesimi kendi siyasetçilerini açıkça suçlamakta, iktisadi durgunluğun müsebbibi olarak parlamenter mücadeleyi görmekte ve ticaretin yeniden canlanabilmesi için de artık bunun son bulmasını istemektedir.
Bu yüzden büyük ticaret burjuvazisi veya daha genel anlamda mali aristokrasi Bonapartçı kesilmiştir. Üstelik bu değişim yalnızca Fransa ile de sınırlı değildir. O dönemin Economist dergisinde yazıldığına göre, Avrupa’nın bütün borsalarında Cumhurbaşkanı Bonaparte’a artık düzenin bekçisi gözüyle bakılmaktadır. Böylece Ulusal Meclis de iflas noktasına sürüklenmiştir. Onun atomik elementleri, artık, hiçbir moleküler çekim kuvveti ile birleşememektedir. Parlamenter rejim son nefesini de vermiş ve ölmüştür.[10]
Bonapartizmi yaratan süreç
Proletaryanın Haziran yenilgisinden Bonaparte’ın hükümet darbesine uzanan süreçte yer alan önemli bir gelişme, darbe öncesinde Paris’te ilân edilen sıkıyönetimdir. İşin aslında, parlamenter cumhuriyetçiler mecliste anayasanın ayrıntılarıyla uğraşırlarken, cumhuriyetçi partinin generali Cavaignac Paris’te sıkı bir düzen tesis etmekle meşguldür. Marx’ın, “burjuvazi için muazzam bir buluş” dediği ve Fransa’da patlak veren her devrimci bunalımda uygulandığını belirttiği sıkıyönetim, Türkiye’de de işçi sınıfının aşina olduğu bir uygulamadır. Ayrıca nasıl ki Paris’te sıkıyönetimi Bonaparte’ın hükümet darbesi izlemişse, Türkiye’de de sıkıyönetimler hep benzer bir gelişmenin, askeri darbelerin habercisi olmuştur. Fransa’da burjuva cumhuriyetçiler, işçi sınıfının yeni bir devrimci kabarışını bastırma telâşı içinde sıkıyönetim ilân etmekle aslında Bonaparte darbesinin yolunu kendi elleriyle hazırlamışlardır. Sıkıyönetim vasıtasıyla yolu açılmış olan bıyık ve üniforma, toplumun parlamenter cumhuriyet biçimine son vermek üzere bizzat özyönetimini ilân etmiştir.
Ancak elbette bu tür bir değişim bir anda gökten zembille inmez. Marx’ın dediği gibi, bir büyücü çıkagelip de kem gözlü bir büyüyle burjuva cumhuriyet “şaheserini” bir gudubete çevirmiş değildir. Burjuvazinin iç çekişmelerinin keskinleştiği, burjuva düzen güçlerinin yoğun bir hizip kavgasına tutuştuğu durumlarda, kendi anayasal temellerini bir kılıç darbesiyle yere serecek Bonaparte’ları böylesine üstün bir devlet yetkisiyle donatan güç, parlamenter işleyişten başkası olmamıştır. Fransa’da Ulusal Meclis, çeşitli burjuva kesimlerin bağırıp çağırmaları arasında cumhurbaşkanının yetki dönemini uzatmak zorunda kalmış, parasızlıktan bunalmış Bonaparte da bu uzatmayı bir güzel kabul etmiştir. Bu nedenle Marx, meclis “bir generalin özel koruyuculuğu altına girerek kendi güçsüzlüğünü ve ordunun sonsuz gücünü karar altına aldı, kendisini güçten yoksun bıraktı” der.[11]
Böylece darbeden sonraki Fransa, parlamenter cumhuriyet içinden çıkıp gelmiştir. Marx’ın ifadesiyle, dıştaki kılıfı yırtmak ve içindeki gudubeti herkesin gözleri önüne sermek için bir süngü darbesi yetmiştir. Bu tespit, 1973 Şili ve 1980 Türkiye örneklerinde bir kez daha doğrulanacaktır. Bu ülkelerde parlamenter rejimi ve işçi-emekçi kitlelerin devrimci hareketini ezip geçen faşist generalleri, Pinochet’leri, Evrenleri, genelkurmay başkanı sıfatıyla üst makam koltuklarına oturtan güç, parlamenter işleyiş içindeki yetkililer, Allende’ler, Demireller, Ecevitlerdir.
Marx’ın değindiği süreçteki gelişmelere biraz daha yakından bakalım. Parlamentodaki burjuva partiler sık sık cereyan eden parlamento tatilleriyle, parlamentonun toptan tatil edilmesinin yolunu açtılar. Benzer süreçleri yaşayan başka ülkelerde de kanıtlanacağı üzere, aslında burjuva siyasal güçler bizzat kendi tutumlarıyla parlamenter işleyişi baltalıyor ve parlamenter rejimin savunulması imkânını kendi elleriyle dinamitliyorlardı. Böylece yasamanın yürütme karşısındaki aczi gözler önüne serilmekte ve hükümet darbesinin önü iyice açılmaktaydı. Bu durum, burjuva parlamenter işleyişin gerçekte devlet yönetimini hiç de basitleştirmediğini gösterir. Parlamenter sistem sivil topluma, kendini yürütme gücüne karşı savunacak öz örgütlenmeleri yaratma fırsatını vermediğinden, derin kriz koşullarında kendi temsil yetkisini de kolayca yitirebilmektedir.
En “demokratik” geçinen kapitalist ülkelerde bile, parlamenter rejim halkın demokratik haklarını asla garanti altına almış değildir. Fransa’da Bonaparte darbesine ilerleyen süreçte, düzen güçleri bütün devrimleri lanetleyerek dernek kurma hakkını yok eden yasalar çıkartmaya, sıkıyönetimi temel bir kurum haline getirmeye koyuldular. Seçim yasası, basın yasası gericileştirildi. Sosyalist basın susturuldu. 1850’nin Eylül ve Ekim aylarında hükümet darbesi söylentileri çoğaldı. Marx’ın deyişiyle, hükümet darbesinin gölgesi Parisliler için artık o kadar içli-dışlı oldukları bir hayalet haline gelmişti ki, sonunda etten ve kemikten sahicisi göründüğü zaman ona inanmak istemediler.
Bu gelişmeler burjuva düzenin bir yasasını da kanıtlar. Bir zamanlar feodalizme ve mutlakıyetçiliğe karşı devrimci tutum takınmış olsa bile, daha sonra devrimci barutunu hepten tüketen burjuvazi için devrim korkulu rüya haline gelir. Bu korkunun burjuva bedeni sardığı durumlarda, olağan demokratik istemler bile düzen güçlerine işçi sınıfının sosyalizm istemi olarak görünmeye başlar. Nitekim Fransa’da Bonaparte darbesi öncesinde düzen güçleri halüsinasyon geçiriyorlardı; Marx, burjuva liberalizmi bile, burjuva kültürü bile, burjuva mali reformu bile sosyalist ilân ediliyordu der. Yine onun sözleriyle, hatta daha önce bir geçit bulunan yerde demiryolu yapmak sosyalizmdi ve size bir kılıçla saldırıldığı zaman kendinizi sopa ile savunmanız da sosyalizmdi! (Traji-komik bir durum mu desek, aradan uzun yıllar geçse bile burjuvazinin genetik kodlarına işlemiş bu korkuları asla yatışmayacaktı. Örneğin 1980’ler Türkiyesi’nde de Özal gibi burjuva siyasetçiler, demiryolu taşımacılığının bir komünist icadı olduğunu ilân edeceklerdi!) Burjuvazinin kapıldığı devrim ve sosyalizm korkusuna karşın, o günün Fransası’nda işçi sınıfı bu tür korkuları haklı çıkartabilecek bir durumdan ne yazık ki uzaktı.
Burjuvazinin devrim korkusuyla sarsılarak burjuva parlamenter rejime güvenini yitirdiği, işçi sınıfının ise kendi demokrasisini kurmak üzere burjuva sistemi yıkıp geçemediği durumlar, burjuva diktatörlüğünün olağanüstü siyasal biçimlerine gebe süreçlerdir. Bu olağanüstü rejim, somut koşullara bağlı olarak Bonapartizm ya da faşizm türü bir diktatörlük olabilir. İşin gerçeğinde, burjuva düzenin olağanüstü siyasal biçimleri arasında asla uçurumlar yoktur. Örneğin parlamenter işleyişi ortadan kaldıran Bonapartizmle faşizm arasında, her ikisinin mayalanma süreci bakımından pek çok benzerlikler bulunur. Bu nedenle, Marx’ın Bonapartizmin iktidara yükseliş koşullarına dair çözümlemeleri, faşizmin iktidara geliş sürecine de büyük oranda ışık tutar.
Bonaparte cumhurbaşkanlığı koltuğunda otururken, devlet hazinesinden sağladığı paraları bağış ve borç diye lümpen proletaryaya dağıtarak onlar arasında önemli bir kitle desteği kazanmıştı. Bu nedenle Marx, bir hükümdarlık talibinin hiçbir zaman yığınların cehaleti üzerinde bundan daha bayağıca spekülasyon yapmamış olduğunu söyler. Bu spekülasyon sayesinde Bonaparte, burjuva toplumunun tortusundan düzenin kutsal ordusunu[12] oluşturur ve bir kahraman edasıyla toplumun kurtarıcısı pozunda imparatorluk tahtına kurulur. 20. yüzyılda İtalya, Almanya veya İspanya’daki benzerleri de Bonaparte örneğini izleyeceklerdir. Bunlar, artık daha da gelişmiş ve dolayısıyla sınıf mücadelesinin daha da sertleştiği bir kapitalist toplumda, eski tarihsel örnekleri gölgede bırakan spekülasyonlara ve şiddete başvuracaklardır.
Bonaparte kendisini güçlendirmek için, 10 Aralık Derneği diye adlandırılan[13] özel bir örgütlenmeye gitmişti. Bu dernek 1849’da bir yardımseverler derneği kurma bahanesiyle Paris lümpen proletaryasını gizli kollar halinde örgütlemişti. Derneğin her bir kolunun başına Bonapartçı ajanlar konulmuştu ve dernek de Bonapartçı bir general tarafından yönetilmekteydi. Bonaparte da dahil derneğin bütün üyeleri gerçekte emekçi halka zarar vermek üzere birbirlerinin yardımına koşuyorlardı. Bu nedenle Marx, Bonaparte’ı, kendisini lümpen proletaryaya başkan atayan, kendisinin kişisel olarak ardında koştuğu çıkarları çeşitlendirilmiş bir biçimde yalnız lümpen proletaryada bulan, toplumun bütün sınıflarının bu tortusunu kayıtsız şartsız yaslanabileceği tek dayanak olarak gören bir kişi olarak tanımlar. Aynı tanımlamanın bir Mussolini, bir Hitler ya da bir Türkeş ve benzerleri bakımından da geçerli olmaması için hiçbir neden yok.
Bonaparte 10 Aralık Derneğine binlerce baldırı çıplak sokak serserisini toplamıştı. Bu serserilerden oluşan özel birlikler tren vagonlarına doluşup Bonaparte’ın gezilerinde gittiği yerlere ulaşıyor, ona hemen bir karşılayıcı ve dinleyici kalabalığı topluyor ve halk Bonaparte’a büyük bir sevgi gösteriyormuş gibi, kalabalığın “Yaşasın İmparator!” diye bağırmasını sağlıyorlardı. (Bonaparte’ın bu özel birliklerinin rolünü sürdüren asker ve sivil devlet güçleri, Türkiye’deki 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü döneminde general Evren için benzer mizansenler hazırlayacaklardı.)
Resmi polisin koruması altındaki bu birlikler, çeşitli bölgelerde cumhuriyetçi yazar ve siyasetçileri hedef alan saldırılar yürütmekteydiler. Paris’e döndüklerinde ise, Bonaparte’a karşı düzenlenen gösterileri şiddet kullanarak önlemek ya da dağıtmakla görevliydiler. Marx’ın belirttiği üzere, Bonaparte, ardına bu gizli dolandırıcılar ve hırsızlar derneğini, bu düzensizlik, kargaşa ve fuhuş derneğini takmış, kalabalıklara verdiği söylevlerde düzenden, dinden, aileden, mülkiyetten söz ediyordu.
Bonaparte nizami orduyu büyük bir 10 Aralık Derneğine çevirmeyi başarıncaya dek, bu dernek onun özel ordusu olarak kalacaktı. (Dikkat çekmek gerekirse, olağanüstü rejimin hazırlık döneminde görev üstlenen özel birliklerin yerini, olağanüstü iktidar döneminde nizami ordunun bizzat kendisi almaktadır.) O da tıpkı Hitler örneğinde olduğu gibi, kendi kişiliği etrafında yaratmaya çalıştığı efsaneye bir süre sonra fazlasıyla kapılmaya başlayacak, özellikle asker üzerinde bazı üstün güçleri olduğuna inanacaktı. Elbet yaratılan bu imajı maddi destekle biraz da gerçekçi kılmak amacıyla, subaylar başkanlık sarayında purolarla, şampanyalarla ağırlanacaktı. Burjuvazi tüm bu gelişmeleri yarı ciddi yarı komediymiş gibi karşılarken, sonunda Bonaparte’a muhtaç olacak ve onun siyasal iktidar koltuğuna kurulmasına ses çıkartmayacaktı. Almanya’da Hitler’in iktidara yürüyüşünü hatırlayalım, Bonaparte’ın yükselişiyle ne kadar da ortak nokta var değil mi?
Louis Bonaparte, burjuvazi ve proletarya arasındaki çatışmayı, köylülüğün, cumhurbaşkanı makamının ve ordunun yardımıyla imparator olmak için kullandı. İşgal ettiği makam sayesinde Avrupa burjuvazisinin baştacı haline gelen bu ikinci Napoleon, bir yerde dönemin burjuva gerçekliğinin dışa vurumuydu. Bonaparte’ın, soylu ailelerden gelen devlet adamlarına oranla sergilediği soysuz imaj hiç de sürpriz bir tablo oluşturmuyordu. Zira Engels’in sözleriyle, “Bütün öteki gerçek burjuvalar gibi, o da bir türedi, bir parvenu (sonradan görme) idi”.[14] Bu nedenle burjuvazi Bonaparte’ta yalnızca kendi toplumsal egemenliğini koruyan bir kişiyi değil, kendi etinden, kendi kemiklerinden oluşan, ilk “büyük devlet adamını” görmüştü.
İktidara yerleşen Bonaparte parlamentoyu dağıtacak[15], fakat kitlelerin gözünü boyamak için de genel oy hakkını tanıyan yeni bir anayasayı ilân edecekti. Ne var ki bu “hak” Bonaparte döneminde fiiliyatta hiçbir anlam ifade etmedi, yalnızca Bonaparte’ın işine yaradı. Bonaparte genel oy vaadi sayesinde Kasım 1852’de yapılan yeni bir referandumu kazandı ve Senato tarafından III. Napoleon adıyla imparatorluk katına yükseltildi. Böylece amcası I. Napoleon’un örneğini yineleme zevkine mazhar olmuş ve Fransa’da ikinci imparatorluk dönemi açılmıştı. Benzeri tüm örneklerde görüldüğü üzere, toplumdaki kaosu ortadan kaldırıp daha çok özgürlük getireceği propagandasıyla iktidara yürüyen bu diktatörün saltanat dönemi, gerçekte baskının ve polis devleti uygulamalarının egemen kılındığı bir dönem olacaktı.
Toplumun hemen her kesimine pek çok vaatlerde bulunarak kurtarıcı imajını parlatan Bonaparte, sanayinin gelişmesi için gerekli yatırımlara hız verdi. Burjuvalar ve tutucu küçük-burjuva katmanlar, onu, kendilerini sosyalizm tehlikesinden koruyacak kişi olarak değerlendirdiler. İşçiler arasında yanılsamalar yaratabilmek için de, Bonaparte, ekmek fiyatlarının düşük tutulması ve sağlık ocaklarının kurulması gibi önlemlere başvurdu. Beri yanda ise, geleceğin askeri diktatörlüklerine de ilham kaynağı olacak şekilde, işçi ücretlerini kontrol altına almak amacıyla işçilerle işverenler arasında hakem kurulları oluşturmaktaydı. Fransa’nın üstünlüğünü kanıtlama düşleriyle ülkesini Prusya ile savaşa sürükleyen imparator Bonaparte, uğranılan yenilgi sonucunda teslim olacak ve 4 Eylül 1870’de imparatorluktan indirilerek Fransa’da yeniden cumhuriyet ilân edilecekti.
Küçük-burjuva solun kaypak tutumu
1848’de oylarıyla Bonaparte’ı cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtan köylülük, bu sayede kente karşı tepkisini ortaya koyuyordu. İşin ilginç yanı, Bonaparte’ın seçilmesini, ordu çevresi cumhuriyetçilere kızdığından, mali oligarşi kendisine tekrar monarşinin yolunu açacağını hesapladığından, işçi sınıfı ve kent küçük-burjuvazisi ise Bonaparte’ın sıkıyönetimci burjuva General Cavaignac’ı cezalandıracağını düşündüğünden memnuniyetle karşılamıştı. Bu genel ruh hali, burjuva parlamenter işleyişin tıkandığı, geniş emekçi kitlelerin doğru bir önderlik olmadığı için önünü göremediği durumların Bonaparte türünden diktatörlerin yükselişine nasıl da geçit verebileceğini gösterir. Unutmayalım ki Türkiye’de de parlamenter sistemin kilitlendiği ve siyasal yaşamın kaosa sürüklendiği dönemlerde, işçi sınıfının geri kesimleri ve küçük-burjuvazinin büyük çoğunluğu yine aynı nedenlerle orduya bir kurtarıcı güç olarak bakmaya başlamıştır. Ve böylece askeri diktatörlüğe giden yol, bizzat halkın da pasif desteği alınarak döşenmiştir.
1848 Fransası’nda kitlesel sosyalist örgütlenmelere rağmen karşı-devrim tehlikesi büyümekteydi. Genelde bu örgütlenmelere proleter değil, küçük-burjuva anlayışlar damgasını basıyordu. Proletarya öne atılıp peşinden küçük-burjuvaziyi de sürükleyecek yerde, küçük-burjuvazinin peşinden sürüklenen kendisi olmuştu. Burjuva meclislerde boy gösteren “sosyalizm” bir küçük-burjuva sosyalizmi idi.
Bu süreçte dönemin küçük-burjuva demokratları, elde etmeyi umdukları demokratik hakları tehlikede gördükleri için sosyalist geçinen liderlerle ittifak yaptılar. Seçimler için ortak bir program taslağı hazırlandı, ortak seçim komiteleri kuruldu ve ortak adaylar belirlendi. Fakat bu gelişme, devrimci proletarya açısından ilkesiz bir ittifak anlamına geliyordu. Zira uzlaşma sağlanması için proletaryanın toplumsal taleplerinin devrimci sivriliği giderilmiş ve onlara küçük-burjuva demokratlarının kabul edebileceği düzeyde demokratik ifadeler verilmişti. Küçük-burjuvazinin demokratik talepleri ise, salt siyasal biçimler olmaktan kurtarılarak biraz sosyalizm yağına bulanmıştı.
İşte ilerleyen yıllarda İtalya’da ya da Almanya’da faşizmin yükselişe geçtiği süreçte de uğursuz rolünü oynayacak olan sosyal demokrasi akımı tarihsel olarak böyle bir temelde doğdu. Bu gerçek Marx’ın satırlarında çarpıcı biçimde dile gelir: “Sosyal-demokrasinin özel niteliği, cumhuriyetçi demokratik kurumları, birer araç olarak istemesinde; iki ucu, yani sermaye ile ücretli emeği, ortadan kaldırmak değil, ama bu iki uç arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi hafifletmek ve bunlar arasında bir uyuma dönüştürmek istemesinde özetleniyordu. Bu amaca ulaşmak için ileri sürülebilecek önlemler ne kadar çeşitli olursa olsun, amacın bürüneceği görüşlerin az çok devrimci niteliği ne olursa olsun, içerik hep aynı kalıyor. Bu, toplumun demokratik yolla dönüşmesidir, ama bu, küçük-burjuva çerçevesinde bir dönüşümdür.”[16]
Marx’ın satırları akla, günümüzde devrimci süreçlerle oyun oynandığı ve reformların kitlelere devrim diye yutturulmaya çalışıldığı bazı Latin Amerika ülkelerindeki küçük-burjuva solculuğunu getirmektedir. Unutulmasın ki, burjuva düzeni ortadan kaldırmadan reforme eden süreçler küçük-burjuvaya her zaman devrim olarak görünür!
Karşıt sınıf çıkarlarıyla parçalanmış kapitalist toplumda küçük-burjuvazi bir ara sınıftır. Burjuvazi ve proletarya arasında sıkışıp kalan küçük-burjuvazinin bağımsız bir sınıf çizgisi olamaz. Nesnel konumu nedeniyle kendisinin sınıflar arası uzlaşmaz çelişkilerin üstünde olduğunu zanneder. Küçük-burjuva siyasetçiler devrimci kesildiklerinde, genelde bir bütün olarak halkın çıkarlarını temsil ettiklerini düşünürler. İşte bu yüzden, aslında burjuva düzenin temel direği olan ordunun yapısı hakkında da son derece tehlikeli yanılsamalara kapılıp, ordu içindeki “ilerici” unsurlara bel bağlar, hükümet darbelerine destek çıkarlar. Hiçbir toplumsal sınıf ya da katman, siyasal durum hakkında küçük-burjuvaziden daha fazla hayale kapılamaz. Bu nedenle, Marx, hükümet darbesi kapıya dayandığında bile küçük-burjuva sosyalistlerinin tehlikeyi göremediklerine ve burjuva düzen güçleri saldırıyı arttırırken, onların son derece yavan ve ılımlı bir siyaset izlediklerine dikkat çeker.
1848’de Paris’te ve daha sonraki tarih kesitlerinde pek çok ülkede yaşandığı gibi, küçük-burjuva siyasetçilerin devrimci görünen afra tafraları aslında devrimle tehlikeli bir oyun oynamanın çarpıcı örneklerini sergiler. Küçük-burjuva demokratlarının partisi Montagne[17], gerekirse elde silah parlamenter rejimi savunacağını söylüyordu. Fakat sonuçta ne oldu? Paris sıkıyönetim altında inlemeye başladı ve burjuvazi 13 Haziran 1849’da küçük-burjuva ulusal muhafızı dağıttı. Anlaşıldı ki, küçük-burjuvaların ve onların siyasal temsilcilerinin devrimci tehditleri, hamasi nutuklardan öte bir şey değilmiş...
Marx, küçük-burjuvazinin kararsız tutumunu veciz biçimde dile getirir: “Eğer Montagne, parlamentoda galip gelmek istediyse, silah başına çağrısında bulunmamalıydı. Yok eğer parlamentoda silah başına çağrısında bulunduysa, sokakta parlamenter biçimde davranmamalıydı.”[18] Marx’ın bu önemli değerlendirmesinin ne denli doğru olduğu, ilerleyen yıllar içinde defalarca kanıtlanacaktır. Örneğin Şili’de 1973’te General Pinoc*het’in kanlı darbesiyle yıkılan sosyalist Allende hükümetinin öyküsü, bir yandan emekçi kitlelerde düzen değişikliği doğrultusunda umutlar yaratıp diğer yandan bunun gereklerini yerine getirmemenin neticesini olanca açıklığıyla gözler önüne serer.
Fransa’da 1850 Mayısına ilerleyen süreçte küçük-burjuva demokratlar bir yanda sol gevezelikle kendilerini kandırırlarken, parlamentoda ise gerici yasaların yapılmasına boyun eğmekteydiler. Burjuva düzen, sokakta yenilgiye uğrayan proletaryayı yasal olarak da siyasi yaşamdan dışlayıcı düzenlemeleri birbiri ardı sıra getiriyordu. Örneğin Mart 1850 seçim yasası proletaryanın demokratik haklarını kısıtlıyor, 31 Mayıs 1850’de genel oy kaldırılıyordu. Böylece düzen güçleri, işçi sınıfının mücadelesini ezmek ne kelime adeta onu savaş alanından toptan uzaklaştırabilmenin yolunu döşüyordu.
Burjuvazi işçileri yeniden Şubat devriminden önce bulundukları durumda, parya durumunda görmek istiyordu. Zaten yeterince güçlü olmayan ve Haziran yenilgisiyle de büsbütün gerileyen işçi sınıfı, tüm bu gelişmeleri, sosyalist geçinen küçük-burjuva demokratlarının kendisini yönetmesine izin vererek karşıladı. Parlamenter siyasal düzeni ortadan kaldıran gerici dalga alabildiğine yükselirken, işçi sınıfı küçük-burjuva sosyalizminin yaveleriyle teselli buldu. Benzer bir durum Almanya’da Nazizmin yükselişi öncesinde bir kez daha tekrarlanacağı gibi, Türkiye’de ve başka ülkelerde yine yaşanacaktı.
Fransa veya Almanya gibi örneklerde proletarya kendi sınıf bayrağını yükseklerde tutmayı, oportünist ve reformist kılıklara girmiş burjuva, küçük-burjuva sol anlayışlardan bağımsız örgütlenmeyi başaramadı. 12 Eylül öncesinde Türkiye’de, dönemin devrimci rüzgârlarına ve onca sol örgütün varlığına rağmen işçi sınıfının neticede bir küçük-burjuva sosyalizm denizinin içinde boğulması örneğinde de böyle oldu. Tüm bu örneklerde işçi sınıfı burjuvazinin yüreğine devrim korkusu salarken, işin aslında siyasal mücadelenin dümenini küçük-burjuva liderliklerin eline teslim etmiş durumdaydı. Onların eliyle demokrasinin ve daha güzel günlerin gelebileceği hayaliyle kendini avutuyordu. Böylece proletarya, Marx’ın dediği gibi, geçici bir iyilik ve rahatlık umuduyla sınıfının devrimci çıkarını unutmaya kadar işi vardırdı. Kıyasıya bir dövüşe tutuşmadan, kazanan bir sınıf olmanın şan ve onurundan peşinen vazgeçti. Eğer Fransa’da işçi sınıfı Bonaparte darbesini elde silah dövüşerek karşılasaydı, yenilgiye uğrasa bile sonuç tamamen farklı olurdu. Hep söylenir, dövüşen ordular yenilgilerinden de çok şey öğrenirler.
Bonapartizm kimin iktidarıdır?
Bonaparte’ın hükümet darbesini incelerken, Marx, Fransız burjuvazisinin proletaryaya karşı şaha kalkmış olduğunu ve başında 10 Aralık Derneğinin başkanı olmak üzere, lümpen proletaryayı iktidara kendisinin getirdiğini belirtir. Peki Bonapartizm gerçekten de lümpen proletaryanın mı iktidarıdır? Kuşkusuz ki değil. Toplumun sınıf dışı unsurlarından oluşan lümpen proletaryanın, Bonapartizm türü olağanüstü siyasal rejimler altında bile olsa kendi iktidarını kurması düşünülemez.
Marx’ın anlatmak istediği, proletaryaya karşı düzenini koruyabilme kaygısıyla burjuvazinin hangi seviyelere inebileceğidir. Parlamenter rejimde parıldayan seçkin politikacılarını, bakanlarını bir kenara iten burjuvazi, bir lümpen proletarya güruhunun başında iktidara yürüyen Bonaparte gibi birine göz yummuş, hatta onun önünü açmıştır. Böylece Bonaparte bir lümpen proletarya güruhuna dayanarak siyasal iktidarı gasp etmiş gibi görünse de, kurulan olağanüstü siyasal rejim burjuva düzenin egemenliği anlamına gelir. Kapitalizmin ilerleyen tarihi içinde ortaya çıkan bir başka olağanüstü yönetim biçimi, faşizm de benzer bir öz taşır. O da işsiz ve umutsuz kitlelerin sırtında iktidara taşınmış olmasına karşın, gerçekte burjuvazinin egemenlik biçimidir.
Marx, devlet iktidarının havada duramayacağını, Bonaparte’ın da aslında Fransız toplumunun en kalabalık sınıfını, yani küçük toprak sahibi köylüleri temsil etmekte olduğunu söyler. Nasıl ki Bourbonlar büyük toprak mülkiyetinin ve Orleanlar paranın hanedanı olmuşlarsa, Bonaparte’lar da küçük köylülerin, yani Fransız halk kitlesinin hanedanıdırlar. Buradan hareketle, Bonapartizmin aslında küçük köylülerin iktidarı olduğunu düşünebilir miyiz? Bizzat Marx’ın irdelemesi temelinde bu soruyu da olumsuz biçimde yanıtlamamız gerekiyor. Zira küçük köylüler, kendi çıkarlarını kendi adlarına ne parlamenter ne de bir başka biçim altında savunabilirler. Aralarında ancak yerel, yani yaşadıkları yerden ileri gelen bir bağ vardır ve bazı ortak çıkarlar temelinde bir siyasal örgütlenme yaratmadıkları takdirde bağımsız bir sınıf tavrı geliştirmeleri mümkün değildir.
Marx’ın sözleriyle, küçük köylüler kendi kendilerini temsil edemezler, temsil edilmek zorundadırlar. Onlara temsilcileri, kendilerini öteki sınıflara karşı koruyan ve yukarıdan yağmuru ve güneş ışığını gönderen efendileri gibi, üstün bir yetkili gibi, mutlak bir hükümet gücü gibi görünmelidir. Bu nedenle, küçük toprak sahibi köylülerin politik etkisi, en yüce ifadesini, toplumun yürütme gücüne bağımlılığında bulabilir. Nitekim Fransa’da her iki Bonaparte darbesinde de küçük köylünün rolü, parlamenter rejimin son bulmasını ve Bonaparte’ların bir kurtarıcı gibi imparatorluk koltuğuna oturtulmasını desteklemekten ibaret kalmıştır. Napoleon’ların bir kurtarıcı olduğu düşüncesi o dönemlerde köylünün sabit fikridir. Ama Bonaparte “hanedanı”, devrimci köylüleri değil tutucu köylüleri, kendisi ve tarlası imparatorluk tarafından kurtarılsın ve kayırılsın diye bekleyen köylüyü temsil etmektedir.
Küçük köylülük amca Bonaparte’tan sonra yeğen Bonaparte’ı desteklerken, bu sayede feodal dönemden beri belini büken borç yükünden biraz da olsa kurtulmayı hayal ediyordu. Fakat bu düşünce aslında büyük bir yanılgıdan ibaretti. Kapitalist gelişme küçük toprak sahibini kaçınılmaz olarak sermayenin kölesi haline getirmişti. Artık küçük köylünün karşısında, Napoleon zamanında olduğu gibi kendisini feodal yükümlülüklerden kurtaracak bir burjuvazi yoktu. Nitekim ikinci Napoleon köylüyü alabildiğine ezen koşulları dayattı. Küçük toprak sahibi köylünün sırtına ipotek belâsının yanı sıra bir de ağır bir vergi yükü bindirildi. Zira vergi, Marx’ın dediği gibi, bürokrasinin, ordunun, kilisenin, mahkemenin, kısacası bütün yürütme gücü aygıtının hayat kaynağıdır. Kuvvetli hükümet ve ağır vergiler neticede aynı anlama gelir. Kendisini kurtaracağı umuduyla Bonapartist rejime (yani yürütmenin gücünü mutlaklaştıran bir rejime) destek sunan küçük köylü, bu yanılgısının bedelini çok ağır şekilde ödedi.
Tarihsel koşullar arasında bazı farklılıklar olsa bile, Türkiye de dahil pek çok ülkede küçük köylüler benzer yanılgıların acısını tatmışlardır. “Köylü efendimizdir” diyerek küçük köylüyü inleten CHP’nin tek parti diktatörlüğü, yine küçük köylünün gönlünü çelip iktidar koltuğuna oturan fakat büyük tüccar ve büyük toprak sahibini zengin eden Demokrat Parti iktidarı, her iki siyasal damarın yakın geçmişteki ve bugünkü temsilcilerinin tutumları bu durumun örnekleridir.
Küçük köylü kitleleri her seferinde burjuva partilerin boş ya da popülist propagandalarına aldanmışlar ve sonunda kendilerini yeni bir borç batağının içinde buluvermişlerdir. Zira kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak Batı’da feodal beylerin ve bizde mültezimlerin yerini kent tefecileri; toprağa bağlı eski yükümlülüklerin yerini modern ipotek; eski toprak mülkiyetinin yerini ise burjuva sermayesi almıştır. Kapitalizm geliştikçe köylünün küçük toprak parçası yaşamını sürdürmeye bile yetmez. Bu nedenle küçük köylünün gerçek müttefik ve yol göstericisi, ancak ve ancak, sermaye düzenini devirecek olan kent proletaryası olabilir.
İlerleyen yıllar içinde kapitalist gelişme kırı daha da çözdü, geçmişin küçük toprak sahibi köylülerinin büyük bir bölümü proleterleşti; bir kısmı kent küçük-burjuvazisi içine katıldılar ya da lümpen proletaryanın saflarına. Bu değişime paralel olarak pek çok ülkede imparatorlar da tarihe karıştı. Ama kapitalist düzen ayakta kaldığı sürece, burjuvazi başı sıkıştığında olağanüstü siyasal rejimleri imdada çağırmaktan, yeni dönemin Bona*parte’larını tarih sahnesinin önüne itmekten vazgeçmedi. Sermayenin, emekçi kitlelerin beynini yıkamaya yönelik propaganda motifleri zamana ve zemine bağlı olarak değişikliğe uğradı.
Örneğin Almanya’da faşizm, kitlelerin toplumsal dönüşüm arzusunu istismar ederek ve küçük-burjuvaziyi milliyetçi ajitasyonlarla gaza getirerek, onları nasyonal sosyalizmin peşine taktı. Ve sonuçta hepsini inanılmaz derecede zalim bir diktatörlüğün içine sürüklemiş oldu. Türkiye’de olduğu gibi tepeden inen askeri faşist diktatörlükler ise, daha önce yaratılan kaos ve endişe toplumu nedeniyle felce uğramış kitlelerin kısmen desteğini alarak kısmen de korkuyu egemen kılarak hüküm sürdüler. Kısacası, küçük-burjuvazi müttefikini ve yol göstericisini proletaryada bulamadığı ve proletarya da kendisini küçük-burjuva anlayışlardan kurtaramadığı sürece, bunlar yanılgılarını nice kez çok ama çok pahalıya ödediler.
Olağanüstü burjuva yönetimlerin sınıf karakteri bağlamında büyük önem taşıyan bir tartışma konusu da bürokrasi sorunudur. Farklı tarihlerde ve farklı coğrafyalarda yaşanmış olan olağanüstü rejimlerin tümünde, yürütme gücünün ön plana çıkması nedeniyle sivil-asker devlet bürokrasisi büyük bir ağırlık kazanır. İkinci Bonaparte’ın idealinin, şeritlerle süslenmiş ve besili koskoca bir bürokrasi yaratmak olduğunu söyler Marx. Bonaparte bu nedenle memur aylıklarını yükselterek kendi avanesine yeni bir yiyicilik kapısı yaratmıştır. Onun en temel ideali ise, ordunun üstünlüğünü sağlamaktır. Peki, yürütme gücünün mutlaklaştırılması sayesinde siyaset sahnesinin ön planına fırlayan devlet bürokrasisi, esas olarak da askeri bürokrasi, kılıcın gücüne yaslanarak bağımsız bir sınıfsal güç haline mi gelecektir?
Özel mülkiyete dayanan kapitalist toplumda, bürokrasinin, egemen sınıftan bağımsız ayrı bir sınıfsal güce evrilmesi olanaksızdır. Marx Fransa örneğini vererek, bürokrasinin gerek mutlak monarşi zamanında gerekse Birinci Devrim ve Napoleon döneminde burjuvazinin sınıf egemenliğini hazırlama aracından başka bir şey olmadığını belirtir. Takip eden dönemlerde de, kendi başına bağımsız bir güç oluşturma yolundaki çabaları ne olursa olsun, bürokrasi egemen sınıfın bir aleti olarak kalmıştır. Fakat yeğen Bonaparte’ın hükümet darbesiyle birlikte, devlet aparatı yani sivil ve asker üst bürokrasi, burjuva toplumun karşısında o kadar güçlenmiştir ki, sanki bağımsızlaşmış gibi görünür.
Ne var ki, olağanüstü yönetim biçimi altında devlet bürokrasisinin edindiği bu göreli bağımsız konum, son tahlilde geçici bir siyasal üstünlükten ibarettir. Olağanüstü rejim sayesinde siyaseten egemen ve bağımsız bir konuma yükselmiş gibi görünen bu bürokrasi, işin gerçeğinde yine burjuva sınıf içinde onun asli kesiminin hizmetkârı konumunu sürdürür. Burjuva düzen tekrar olağan işleyiş biçimine geçtiğinde ise, siyaseten üstün konumunu yitirir. Olağanüstü rejim döneminde siyasi yapılanmada da önemli değişiklikler oluşur. Parlamenter rejimde siyaseti mülk edinmiş olan seçimli burjuva politikacıların sahne gerisine itilmesiyle birlikte, siyasal iktidar sahnesini meslekten siyasetçi olmayan atamalı pek çok bürokrat doldurur.
Bonapartizm bir anlamda devlet bürokrasisinin siyasal iktidarı olarak biçimlenir. Fakat Bonapartizm sorununun en hassas noktası da işte budur. Bonaparte’ları siyasal güç katına çıkartan koşul, burjuvazinin olağan siyasal yönetim biçimini ortadan kaldırmalarıdır. O nedenle Bonapartist rejimde devlet bürokrasisi, egemen sınıftan bağımsız bir güç olarak siyasal iktidarı gasp etmiş gibi görünür. Ama işin özünde Bonapartizmin misyonu burjuva toplumun güvenliğini sağlamaktır.
Bonaparte’lar vitrinde değişik görüntüler sergilediklerinde bile asli görevlerinin pekâlâ bilincindedirler ve iktidar koltuğuna kurulduklarında, kanun gücündeki kararnamelerini bu anlayışla yayınlarlar. Bonapartist bürokrasi burjuvazinin siyasal iktidarını esas temsilcilerinin elinden alsa da, Marx’ın Bonaparte için dediği gibi, burjuvazinin maddi gücünü korumakla onun siyasal gücünü yeniden yaratmış olmaktadır.[19] Yani olağanüstü rejim burjuva düzeni tahkim ederek onu parçalanmaktan koruduğu gibi, burjuvaziye ihtiyaç duyduğu siyasal gücü bir başka biçim altında kazandırmaktadır. Ayrıca bunu yapmakla, burjuvaziye, koşullar normale döndüğünde siyasal gücünü tekrar olağan biçimde kullanabilmesi olanağını sunmaktadır.
Burjuvazinin kendini siyaseten mülksüzleştirmesi
Burjuva diktatörlüğün olağanüstü siyasal biçimleri, burjuvazinin toplumsal gücünü muhafaza edebilmesi için “kendi siyasal çıkarlarını feda etmesi” şeklinde açıklanır. Marx, Bonapartist iktidarın yarattığı değişikliğe değinirken, “Her an kendi genel sınıf çıkarını, kendi siyasal çıkarını en sınırlı, en kirli özel çıkarlarına feda eden, temsilcilerinden de aynı doğrultuda bir fedakarlık isteyen bu burjuvazi” der.[20] Doğrudur, zira Marx’ın belirttiği gibi, olağanüstü koşullarda burjuvazi, ancak “öteki sınıflarla aynı siyasal hiçliğe mahkûm olması koşuluyla”, sömürünün ve mülkiyetin, ailenin, dinin ve düzenin rahat rahat zevkini çıkarmaya devam edebilir. Kesesini kurtarabilmesi için burjuvazinin tacını kaybetmesi zorunluydu, der Marx.[21] Yani iktisaden mülklü kalabilmek için, burjuvazi siyaseten mülksüzleştirilmesine göz yummaktadır. Olağanüstü burjuva rejimlerin niteliğini bu gerçeklik etrafında açıklıyor olsak da, bu meselenin biraz daha aydınlatılmaya ihtiyacı vardır.
Öncelikle hatırlanması gereken husus, kapitalist toplumda devlet bürokrasisinin burjuva sınıfa dışsal bir unsur olmadığıdır. Bu bürokrasinin sınıfsal niteliği, Alman İdeolojisi’nde Marx ve Engels’in egemen sınıf içindeki işbölümüne dikkat çektikleri satırlarda açıklığa kavuşur: “İşbölümü, egemen sınıf içinde de, zihinsel iş ile maddi iş arasındaki bölünme biçiminde kendini gösterir, öyle ki, bu aynı sınıfın içerisinde iki ayrı bireyler kategorisi olacaktır.” Yine aynı yerde belirtildiği üzere, “Bu sınıfın içerisindeki bu bölünme, hatta, mevcut bu iki kesimin belli bir karşıtlığıyla ve belli bir düşmanlığıyla sonuçlanabilir. Ama, bu sınıfın bütünüyle tehdit altında bulunduğu bir çatışma çıkageldi mi, bu karşıtlık kendiliğinden düşerken, egemen fikirlerin egemen sınıfın fikirleri olmayacağı, bu fikirlerin bu sınıfın iktidarından ayrı bir iktidara sahip olacakları kuruntusunun da uçup gittiği görülür.”[22]
Bu nedenle kapitalist toplumda bürokrasinin burjuva düzeni korumak dışında bir ideolojisi olamaz. Devlet bürokrasisinin siyasal iktidarı ele geçirip sanki bağımsızlaşmış gibi görünmesinin altında yatan gerçek şudur: Sınıfın bütününü tehdit eden derin sarsıntılar döneminde, burjuva iş âlemi olağanüstü rejimin kanatları altına sığınmakta ve egemen fikirlerini, egemen düzenini bu yolla sürdürmektedir.
Olağanüstü rejimleri, devlet iktidarının tamamen “özerkleşmesi” veya “bağımsızlaşması” ya da “tarafsızlaşması” anlamına gelecek şekilde açıklayan sözde Marksistler vardır. Böyleleri Marksizm dışına düşen teorileriyle, (daha sonra değineceğimiz Poulantzas örneğinde olduğu gibi) faşizmi de bir anlamda küçük-burjuvazinin yönetimi gibi gösterirler. Oysa Marksizmin kurucuları, kendi dönemlerinde tanık oldukları olağanüstü rejimleri incelerlerken, devlet bürokrasisinin istisnai durumlarda kazandığı “bağımsızlığın” yanlış yorumlanmamasına büyük özen göstermişlerdir. Örneğin Engels, Bonapartist rejimlerin özelliği olarak belirtilen denge rolünü “sözde arabuluculuk” diye vurgular. Olağanüstü rejimler, yürütme gücünü elinde toplayan devlet bürokrasisini egemen sınıf karşısında tarafsızlaştırmaz, ya da örneğin Bonapartizm iki karşıt sınıfa eşit muamele anlamına gelen bir denge rejimi kurmaz. Tam tersine, bir “denge” görüntüsü sayesinde ezilen sınıfları aldatıp yatıştırarak, egemen sınıf lehine çok daha fazlasıyla taraflı olur.
Diğer önemli bir husus ise, ele aldığımız tartışma konusu boyunca sık sık kullanılan devlet bürokrasisi kavramıyla özelde neyin kastedildiğidir. Bununla kastedilen, bir bütün olarak burjuva devlet işlerinin yürütümünde görev verilen sıradan memur takımı değildir. Bu tür devlet görevlileri, siyasal iktidar hangi güç tarafından kullanılıyor olursa olsun, kararların alınması ve uygulanmasında söz hakkı olmayan basit çalışanlardır. Bürokrasi kavramıyla genelde tüm devlet görevlilerinin kastedildiğini söyleyenler olsa bile; devlet işlerinde karar alan ve uygulayan tepe unsurlarla, devlet işlerinde çalışan küçük ya da orta düzey memurlar kesinlikle aynı sınıfsal statüye sahip değildirler. Küçük-burjuvazi içinde mütalaa edebileceğimiz bir orta düzey bürokrat katmanını bir tarafa bırakacak olursak, sıradan devlet memurlarının bilimsel anlamda işçi oldukları açık bir gerçektir. Kısacası, olağanüstü koşullarda siyasi erki ele geçiren kalantor bürokrasinin bunların tümüyle hiçbir ilgisi yoktur.
Bu bakımdan, bürokrasinin egemen burjuva sınıfın hizmetkârı olarak tanımlanması da yorum gerektiriyor. Hizmetkâr vardır; hizmetkâr vardır. Birinciler, iktidar makamlarına kimler kurulursa kurulsun, rutin işleri yürüten sıradan çalışanlardır. İkincilerse, koşullar her ne olursa olsun düzene üst düzey hizmet sunanlardır. Ayrıcalıklı bürokrat konumunu elde etmek doğrudan büyük mülk sahibi burjuva olmaya benzemez; böyle bir konum ancak devlet örgütlenmesinde statü ve makam kapmak sayesinde kazanılır. Ayrıca, olağanüstü toplumsal koşullar kimi sürprizlere de açıktır. Örneğin daha önce sıradan hizmetkâr iskemlelerinde oturan bazı kişilerin ayrıcalıklı statüye yükselebildiği görülmüştür. Ama neticede bunlar da yükseldiklerinde üst bürokrasiye mensup olmakta, dolayısıyla kuralımızı değiştirmemektedirler. Sonuç olarak vurgulamalıyız ki, işte ancak bu üst bürokrasi burjuva sınıfın bir parçasıdır.
Konuya bir başka yönden açıklık getirebilmek için, bu kez de kapitalist toplumda burjuvazi içindeki işbölümünün uzantısı olan siyasetçi ve bürokrat ayrımına bakalım. Nasıl ki burjuvazinin siyasi temsilcileri burjuva sınıfın bir parçasıysa, üst düzey sivil ve asker devlet görevlileri de burjuvazinin uzantısıdır. Burjuvazi bir sınıf olarak egemenliğini, yalnızca toprağı ya da sermayeyi mülk edinmiş olmakla ya da maddi iş sahibi unsurlarının faaliyetiyle sürdüremeyeceğine göre, onun çeşitli türden siyasetçilere ve bürokratlara ihtiyacı vardır. Burjuva düzenin siyasi temsilci sıralarına oturmaya hak kazananlar seçimle yer değiştirebilirken, bürokratlar ise makam koltuklarına atama ile oturtulurlar. Bu siyasetçi ve yüksek bürokratların burjuvazinin içine dahil olabilmesi için, sınıf kökleri bakımından büyük mülkiyet sahibi çevrelerden gelmeleri zorunlu değildir. Fakat unutmamalıyız ki, bu sayede hemen hepsi kendilerini önemli boyutlarda maddi mülk ve servet sahibi de kılacaklardır.
Devlet üst bürokrasisinin burjuva sınıfın bir parçası olduğuna değinirken, Marx, “burjuvazi, kendi fazla nüfusunu buraya yerleştirir ve kar, faiz, rant ve serbest meslek ücreti olarak cebe indiremediklerini, maaş biçiminde tamamlar”[23] der. Ayrıca burjuvazinin siyasal çıkarı, onu baskıyı günden güne ağırlaştırmaya ve iktidarının araçlarını, personelini arttırmaya zorlamaktadır. Burjuva sınıfın içinde bir kast oluşturan bürokratik elit, olağan koşullarda burjuvazinin asli kesimine,[24] kendisine çizilmiş sınırlar içinde hizmet etmekle yükümlüdür. Kısacası, devlet müsteşarı bağlı bulunduğu bakanlığı kontrol eden siyasi partinin icazeti altında çalışacak, ordu generali de kendisi için belirlenmiş askeri görevleri sürdürecektir. Ne var ki, düzeni tehdit eden büyük kriz koşulları nedeniyle burjuvazi parlamenter rejimini feda ettiğinde, bu kez asıl işi doğrudan siyaset olmayan bazı yüksek bürokratlar, generaller ve onların kuyruğundaki bir sonradan görmeler takımı siyasi makam ve yönetim koltuklarına kurulacaklardır.
Özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlarda, bürokrasinin, verili düzeni korumak maksadıyla siyasal iktidara el koymasının, onu hiçbir zaman ayrı bir egemen sınıf konumuna getirmeyeceğini belirtmiştik. Modern kapitalist toplumda da, son tahlilde ipler gerçekte büyük mülk sahibi burjuva kesimin elindedir. Bu bakımdan olağanüstü rejimlerde bürokrasi görece bağımsız bir konum elde etse de, bu durum sınıf egemenliğinin el değiştirmesi anlamına gelmez. Olsa olsa, üst bürokrasi sanki burjuva sınıf içindeki ayrıcalıklı hizmetkâr konumundan bir süreliğine sıyrılmış ve doğrudan siyasal iktidar sahipliğine terfi etmiş gibi olur.
Bu gerçeği bir başka biçimde ifade etmek de mümkündür. Burjuvazi olağan koşullarda iktidarı yürüten siyasal parçasını bir süreliğine yitirmiş ve bu anlamda sanki siyasal mülkiyetinden olmuştur. İşte bu nedenle, Bonapartist ya da genelde tüm olağanüstü burjuva rejimler, burjuvazinin iktisadi egemenliğini koruyabilmesi için kendini siyaseten mülksüzleştirmesi diye tarif edilir. Fakat konunun içeriğinden de anlaşılacağı gibi, bu siyaseten mülksüzleştirme saptamasına boyundan büyük anlamlar da yüklememek gerekiyor.
Çıkışsızlık ve umutsuzluk nedeniyle tehlikeli serüvenlere atılmaya hazır lümpen proleter ve küçük-burjuva kitlelerin, Bonaparte’ları ya da Hitler’leri iktidara yükselten süreçlerde önemli bir rol oynadıklarını biliyoruz. Fakat ilgili süreçleri dikkatle incelediğimizde, bu rolün son tahlilde egemen sınıfın siyasal rejim değişikliğini arzulayan kesimlerinin planlarına destek olma niteliği taşıdığını görürüz. Düzenlerini tehlikede gören ve bu nedenle olağanüstü siyasal yönetime geçilmesini arzulayan burjuvalar, bu destek sayesinde siyaseti mülk edinmiş meslekten politikacılarını bir kenara fırlatabilmekte ve derin kriz koşullarının ön plana iteklediği milli şeflerin, generallerin önünü açmaktadırlar. Fransa’da Bonaparte darbesi öncesinde burjuvazinin parlamento dışındaki kitlesi, yani iktisadi gücü fiilen elde tutan büyük mülk sahibi burjuvalar, bizzat kendi politikacılarını saf dışı etmek için Bonaparte’ı kışkırtmışlardır.[25]
Marx bu durumu şu sözlerle açıklar: Nasıl ki, “düzenin parlamenter partisi, huzur içinde bağırıp çağırmaları ile kendi kendini eylemsizliğe mahkûm etti ise, burjuvazinin siyasal egemenliğini, burjuvazinin varlığı ve güvenliği ile bağdaşmaz ilân etti ise, toplumun öteki sınıflarına karşı savaşımında, kendine özgü rejimin, yani parlamenter rejimin bütün koşullarını kendi elleri ile yıktı ise, burjuvazinin parlamento-dışı kitlesi de, tersine, başkana karşı kölece boyun eğişiyle, parlamentoya karşı sövmeleri ile, kendi basınına karşı kabaca davranışı ile Bonaparte’a kuvvetli ve mutlak bir hükümetin koruyuculuğu altında, güven içinde kendi özel işleriyle uğraşabilmesi olanağını sağlamak üzere, onu, burjuvazinin kendi konuşmacılarını ve yazarlarını, politikacılarını ve yazıncılarını bastırmaya ve kökünü kazımaya kışkırttı.”[26] Burjuva sınıfın asli kesimi, parlamentodaki temsilcilerini feda ederek, bir dönem için parlamenter iktidar biçiminin tasalarından ve tehlikelerinden kurtulmak isteğiyle yanıp tutuştuğunu dobra dobra açıklamıştır.
Eski düzene karşı muzaffer kıldığı parlamenter devlet biçimiyle böbürlenen burjuvazi açısından, bu “saygın”, “modern” temsil sistemini yitirip, sonradan görme Bonaparte’lara boyun eğmek nahoş bir durum gibi görünebilir. Parlamenter yönetim biçimi altında kendi siyasetçisini daha kolay kontrol edebilen burjuvazi, olağanüstü bir yönetim işbaşına geldiğinde, hiçbir seçim kaygısı duymadan siyasi faaliyet icra eden bir generali belki istediği gibi kontrol edemeyecektir. Hatta, “köprüden geçerken ayıya dayı deme” misali, kendini diktatör ilân eden bürokratların önünde eğilmek, ceketinin düğmelerini iliklemek zorunda bile kalabilecektir.
Olağan koşullarda tüm ipleri elinde tutmak isteyen, burjuvazi içindeki işbölümü gereği generaline rahatlıkla “sana verilen işleri yürütmek dışında başka işlere burnunu sokma” diyebilen burjuva iş âlemi, olağanüstü koşullar altında siyasette tekelini kuran generallerin yönetimi altına girmek zorunda kalacaktır. Olağan yönetim döneminin işleyişine oranla, bu durum burjuvazi açısından bazı sıkıntılar yaratsa da, sonuçta her şeyin bir bedeli vardır. Bu nahoş durum da burjuvazinin ekonomik çıkarlarını kollamak için ödediği bir bedelden ibarettir. Unutulmasın ki, son tahlilde burjuvazinin dini imanı paradır. Ve cüzdanını korumak için parlamenter vicdanından feragat etmek, burjuvazinin “ahlâk” anlayışına hiç de ters değildir.
Şu ya da bu şekilde, burjuva düzen yeniden olağan işleyiş biçimine dönebildiğinde ise herkes yine genel işbölümü içinde tuttuğu konuma boyun eğmek zorunda kalır. Ancak bu arada, büyük mülk sahibi burjuvazi korunan düzeni sayesinde işlerini yoluna koyabilmiş olur. Çeşitli örneklerin gösterdiği gibi, burjuva düzenin olağanüstü yönetim dönemleri son tahlilde iş sahibi burjuvazinin önünü açar. Nitekim Marx, Bonapartist yönetim altında bazı “hoş olmayan” durumlar yaşanmış olsa da, ekonomik ilişkilerin büyük sermaye birikimi açısından başını alıp gideceğine işaret eder. “Burjuvayı yatıştırmak için şunu da söylemek gerekir ki” der: “Bonaparte ile düzen partisi arasındaki skandal, bir yığın küçük kapitalisti borsada yıkıma uğratmak ve onların servetini büyük borsa kurtlarının cebine geçirmek gibi bir sonuç doğurur.”[27]
Keza Engels, yeğen Bonaparte döneminin özelliğini veciz biçimde dile getirir: “Louis Bonaparte, burjuvaları işçilere karşı, ve sırası gelince işçileri de burjuvalara karşı koruma bahanesi ile, kapitalistlerin elinden siyasal iktidarlarını aldı; ama, buna karşılık, egemenliği, spekülasyon ve sınai etkinliği, uzun sözün kısası, tüm burjuvazinin yükselme ve zenginleşmesini, görülmemiş derecede kolaylaştırdı.”[28] Gerçekten de Louis Bonaparte Fransası’nda burjuvazinin siyaseten mülksüzleştirilmesi bir bütün olarak burjuva düzeni korumuş, fakat en çok da, giderek daha büyük çapta fonların belli ellerde toplanıp sanayiye akıtılması sayesinde sanayi burjuvazisini güçlendirmiştir. Burjuva düzenin bir başka olağanüstü yönetim biçimi, faşizm de bu kez kapitalist spiralin bir üst düzeyinde, finans kapital açısından benzer bir sonucu kanıtlayacaktır.
Olağanüstü rejimler yürütmenin gücünü mutlaklaştırır
Parlamenter demokrasi esasen kuvvetler ayrılığını kabul eder ve yasamanın yürütme üzerindeki üstünlüğü prensibine dayanır. Parlamenter rejimin siyasal güç dağılımında, parlamento devlet başkanından ve hükümetten önde gelir. Olağanüstü rejimlerde ise parlamentonun üstünlüğü ve iradesi çiğnenir; siyasal iktidar baskıcı bir yürütme gücünün elinde merkezileşir. Siyasal erkin olağan ve olağanüstü kullanılış biçimleri arasındaki bu farklılık, yasama ve yürütme gücünün topluma yansıma biçimleri arasındaki ayrımdan da anlaşılabilir.
Marx’ın belirttiği üzere, yasama gücünde, ulus, verdiği oylarla sanki genel iradesini yasalar katına yükseltmiş gibidir; siyasi otorite bizzat ulusun özerkliğinden kaynaklanıyormuş gibi görünür. Fakat kapitalist toplumda olup olabilecek en demokratik işleyişte bile, “ulusun özerkliği”nin anlamı, ulusun egemen sınıfın yasasını kabullenmesinden ibarettir. Bu nedenle, parlamenter demokrasi sanki ulusun egemenliğiymiş gibi yansıtılsa da, gerçekte burjuva diktatörlüğünün kitlelerce “gönüllü” kabullenilişi anlamına gelir.
Yürütme gücünde ise, ulus, sanki yabancı bir iradenin emrine boyun eğiyor gibidir. Egemen sınıfın üstünlüğü, yürütme gücü söz konusu olduğunda, ulusun kendi dışında bir otoritenin dayatmalarına itaat etmesi biçiminde daha açık olarak tezahür eder. Bu nedenle burjuva düzenin olağanüstü hükümet biçimleri, ulusun gönüllü rızasını aramayan ve kendilerini topluma dayatan siyasal rejimlerdir.
Fransa’da parlamenter cumhuriyetin bir hükümet darbesiyle devrilmesinin elle tutulur ilk sonucu, Marx’ın deyişiyle, Bonaparte’ın parlamentoya karşı, yürütme gücünün yasama gücüne karşı, düpedüz şiddetin sözün şiddetine karşı zaferi olmuştu. Bonapartist rejimlerde parlamentonun ya açıkça feshedildiğini ya da parlamento dışından atanan kabinelerle, devlet başkanı veya hükümetin olağanüstü yetkilerle donatılmasıyla sözde bir parlamenter biçime büründürüldüğünü görürüz. Örneğin Bonaparte, basit birer figüran niteliğinde bakanlar atayarak tüm yürütme gücünü alenen kendi şahsında toplamıştı. Böylece siyasal iktidar, bir şahsi rejim yani kişi diktatörlüğü görünümünde biçimlenmişti. Fransa sanki bir sınıfın zorbalığından kurtularak bir bireyin zorbalığı altına girmiş gibiydi.
Daha önce toplumu çalkalandıran savaşım yatışmış görünmekteydi, bütün sınıflar sanki aynı derecede güçsüz, sessiz kalakalmış ve tüfek dipçikleri karşısında dize gelmişlerdi. Ama kuşkusuz ki bu “ortak kader” son tahlilde bir görünümden ibaretti. Evet Fransa bir bireyin zorbalığı altına girmişti, fakat sınıf zorbalığından kurtulmamıştı. Olağanüstü rejimin tüfek dipçikleri, esasen kimlerin ense kökünde patlaması gerektiğini çok iyi biliyordu. Bonapartist iktidar saldırılarını sinsice işçi sınıfına ve onun örgütlerine yöneltti. Burjuva düzenin bu yönetim biçimi mülk sahibi burjuvaları abat eder ve yeni zenginler yaratırken, işçi sınıfı ve emekçi kesimler kılıçların gölgesi altında derin bir yoksulluk girdabına sürüklendiler. Ülkeyi, zamanı ve adını değiştirmiş olsanız da, anlatılan genel hatlarıyla tüm olağanüstü burjuva yönetimlerin ortak hikâyesidir!
Olağanüstü rejimler olağanüstü koşulların ürünüdür
Parlamenter cumhuriyet, aralarındaki çıkar çatışmalarına rağmen farklı burjuva kesimlerin siyaseten birlikte egemen olabilecekleri yegâne devlet biçimidir. Ne var ki bu gerçeklik ancak olağan koşullarda hükmünü icra edebilir. Olağanüstü koşullar belirdiğinde ise, burjuva iş âlemi siyasal yaşamı söndürmek pahasına parlamenter sistemden ve kendi sınıfının politikacılarından, siyasal partilerinden kurtulmayı isteyebilir. Toplumda sınıflar arasındaki gerilimin alabildiğine yoğunlaşması bir iç savaşın habercisidir. İç savaş tehdidi, Troçki’nin dediği gibi, hâkim sınıfta bir hakem ve komutan, bir Sezar ihtiyacı yaratacaktır ve Bonapartizmin işlevi de bu ihtiyacı gidermektir. “Barışçı dönemlerde, demokratik bir parlamento, çatışan çıkarları uzlaştırmanın en iyi aracı olarak görünür. Ama temel güçler 180 derece zıtlaşınca, Bonapartist diktatörlüğün yolu açılır.”[29]
Modern burjuva toplumlarda burjuvazinin olağan yönetim biçimi parlamenter demokrasi olmakla birlikte, bu siyasal rejim çeşitli ülkelerde ve çeşitli zamanlarda bizzat burjuvazinin eliyle yara almıştır. Burjuvazi parlamenter sistem altında egemenliğini tehlikede hissettiğinde, burjuva saflarda giderek ağır basan düşünce, hiç değilse burjuva düzeni iyice tahkim edene dek bu işleyiş biçiminden kurtulmak olmuştur. Geniş burjuva kesimleri bu değişime ikna eden başlıca faktör, parlamenter demokrasinin en başta işçi sınıfı olmak üzere toplumun ezilen kesimlerine şu ya da bu ölçüde örgütlenme ve propaganda imkânı vermesi ve bunun kritik durumlarda düzenin toplumsal temellerini yıpratacağı korkusudur. Ayrıca parlamenter yönetim biçimi, burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki çıkar çatışmalarının siyasi yaşamı kızıştırmasını da engelleyemez ve bu da kendisini pek sağlam hissetmediği hassas süreçlerde burjuva iş âlemini tedirgin eder.
Geçmişte yaşanan örneklerde, burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki tarihsel hesaplaşmalar Bonapartist yönetim biçimine geçişte önemli bir rol oynamıştı. Fransa’da büyük toprak ve ticaret burjuvazisiyle kapışan sanayi burjuvazisi, ilerde kendi siyasal egemenliğini güçlendireceği düşüncesiyle Bonaparte darbesini alkışlamıştı. Sanayi burjuvazisi siyasi yaşamda kendinden önce ağırlık kazanmış olan burjuva kesimlerle denk olabilmek, hatta onları geçebilmek arzusuyla yanıp tutuşmaktaydı. Ancak siyasi arenada henüz egemen olamadığı bir durumda, diğer burjuva kesimlerin de doğrudan egemen olmaması onun işine geldi. Amacı güç toplayıp geleceğe hazırlanmak ve günü geldiğinde gerek ekonomi ve gerekse siyaset meydanına daha güçlü bir biçimde çıkabilmekti. Nitekim öyle de oldu, olağanüstü rejim dönemi sona erip burjuva düzenin olağan işleyiş biçimine geçildiğinde, Fransa’da eskiye oranla daha güçlü bir sanayi ve sanayi burjuvazisi vardı.
Burjuva düzenin olağanüstü devlet biçimleriyle, ekonomik ve siyasal gerilim dönemleri arasında derin bir bağlantı vardır. Ancak buradan hareketle, her ekonomik kriz ya da siyasal çalkantı döneminin olağanüstü bir rejimin kurulmasıyla sonuçlanacağı biçiminde görüşlere varmak yanlış olur. Gerek Bonapartist ve gerekse faşist diktatörlükleri yaratan süreçleri ayrıntılı biçimde incelediğimizde, olağanüstü yönetimleri kaçınılmaz kılan koşulların sıradan kriz dönemlerine değil, burjuva toplumu çok daha derinden sarsan kimi tarihsel dönüşüm sancılarına ve yapısal bunalımlara denk düştüğünü görürüz. Bu tarihsel dönüşüm sancılarının ve yapısal bunalımların mahiyeti, somut tarihsel koşullara ve kapitalizmin gelişme düzeyine bağlıdır. Olağanüstü rejimler arasındaki farklılıklar da neticede verili koşulların ürünüdür.
Kapitalizmin gelişme dönemine denk düşen Bonapartizm örneğinde, büyük toprak ve ticaret burjuvazisiyle sanayi burjuvazisi arasında yürüyen egemenlik mücadelesinin yarattığı gerilime, düzen güçlerinin işçi sınıfının devrimci uyanışından duyduğu korku eklenmişti. Almanya ve İtalya örneklerindeki klasik faşizm ya da daha yakın tarihlerdeki askeri faşist diktatörlük süreçlerinde ise, düzenin temellerinin mali sermayenin çözülemeyen yapısal bunalımlarıyla ve işçi sınıfının devrimci iktidar tehdidiyle sarsıldığını görürüz. Sermaye bu tür tarihsel spazmlardan, içte devrimci hareketi ezip dünya pazarında daha güçlü bir konum elde etmeye çabalayarak kurtulmaya çalışacaktır.
Olağanüstü rejimlerin varlığı konusunda yanılgıya düşmemek için önemli bir hususun da gözardı edilmemesi gerekir. Her kapitalist ülkede burjuva düzenin parlamenter çerçevesi aynı genişlikte ve kapsamda değildir. Parlamenter sistemin içerdiği demokratik hakların niceliği ve niteliği, yasama ve yürütme güçleri arasındaki denge, ülkeden ülkeye farklılıklar arz eder. Bunun nedenleri, çeşitli ülkelerin tarihsel arka planlarının farklılığına ve keza işçi sınıfı mücadelesinin derinlik ve yaygınlık düzeyi arasındaki eşitsizliğe bağlıdır.
Bunları dikkate almadan yapılacak yüzeysel değerlendirmeler, bazı ülkelerde sürekli olarak olağanüstü rejimlerin işbaşında olduğu şeklinde yanlış görüşlere kapı açacaktır. Örneğin başkanlık sisteminin geçerli olduğu kapitalist ülkelerde, başkanın yetkisinin genişler göründüğü her siyasal konjonktürü Bonapartizm diye yaftalamak, siyasal rejimde sıradan bir gericileşme eğilimiyle olağanüstü yönetim arasındaki farkın silikleştirilmesi sonucunu doğurur. Keza Türkiye ve benzeri ülkelerdeki parlamenter işleyişi Avrupa’daki örnekleriyle karşılaştırarak, bu gibi ülkelerde sürekli faşizmin egemen olduğu yolunda teoriler geliştirmek yanlış bir siyasal tutumdur. Bu tür tutumlar, somut gerçekliği çözümleme ve doğru mücadele taktikleri belirleme kapasitesinden yoksunluk anlamına gelir.
Burjuva diktatörlüğün olağanüstü siyasal biçimleri neticede geçici bir nitelik taşırlar. Fakat bu gerçek, Bonapartist ya da faşist diktatörlüklerin kendiliğinden kolayca çekip gideceğini anlatmaz. Bu rejimlerin geliş biçimi, uyguladığı şiddetin derecesi gibi hususlar nasıl ki içinde bulunulan somut koşullara, iç ve dış siyasal dengelere bağlıysa, sona ermelerinde de benzer unsurlar etkilidir. Modern burjuva toplumlarda, son tahlilde burjuva diktatörlüğün olağan biçimi parlamenter rejimdir. Olağanüstü rejimler sarsıntılı bir dönemde burjuvazinin egemenliğini tamir edip onu kurtarıyorsa da, bu baskıcı rejimlerin bir süre sonra burjuva düzene karşı toplumsal bir tepki yaratması, işçi sınıfı ve emekçi kitleler nezdinde düzenin kutsal kabul edilen kimi kurumlarını ciddi boyutlarda zedelemesi riski vardır. İşte bu gerçeklik, burjuvazinin neden çok zorunlu olmadıkça olağanüstü siyasal rejimlere başvurmak istemediğini açıklar.
Bir bakıma olağanüstü rejim, tamir ederken başka tarafları bozan tehlikeli bir alet gibidir. Düzen tesis etme adına gelir, ama düzeni tehdit edecek yeni bir “anarşi” kaynağı yaratabilir. Nitekim gerek eski tarihlerdeki gerek yakın zamanlardaki örneklerde görüldüğü üzere, eğer Bonapartist veya benzeri rejimlerin çözülme dönemlerine örgütlü bir işçi mücadelesi ve ciddi kitle hareketleri damgasını basıyorsa, tehlikeye düşen yalnızca burjuvazinin olağanüstü devlet biçimi değil, burjuva düzenin bizzat kendisi olacaktır.
Bonapartist rejimin akıbetini değerlendirirken, Marx, onun hükümet mekanizmasının “kutsal” halesini çekip çıkartarak, onu hiçe sayarak, onu aynı zamanda hem rezil ederek hem de gülünç duruma düşürerek bizzat düzen adına anarşi yarattığını belirtir. Ve ekler: “imparatorluk pelerini en sonunda Louis Bonaparte’ın omuzlarından düştüğü gün, Napo*leon’un tunçtan heykeli, Vendome dikilitaşının tepesinden gümbürtüyle devrilecektir”.[30]
Nitekim I. Napoleon’un anısına 1806 yılında Paris’e dikilmiş olan ve üzerinde Napoleon’un heykeli bulunan dikilitaşın başına gelenler Marx’ın kehanetini doğrular. Vendome, burjuva düzeni taştan sembolleriyle birlikte tarihin çöp sepetine göndermeye niyetli Paris Komünü’nün emriyle 16 Mayıs 1871’de yıktırılır. Bonapartist düzenin son bulduğu süreçte patlak veren Paris ayaklanması, komünarların burjuva düzeni yerle bir etme yolundaki cesaretlerini sergiler. İşçi sınıfı o dönemde zafere ulaşamasa bile nelerin yapılması gerektiği konusunda gelecek kuşaklara pek çok ders vermiştir.
Marx’ın Bonapartizm çözümlemesi burjuva devletin olağanüstü siyasal biçimlenmeleri konusunda günümüze ışık tutan pek çok önemli husus içermekle birlikte, onun somut koşullara ilişkin nitelemeleri, doğal olarak, kapitalist gelişmenin 19. yüzyıla denk düşen düzeyinden türetildi. Yeğen Bonaparte’ın sanki sınıflarüstü bir kurtarıcı rolünde burjuva toplumun üzerine yükselip diktatörlüğünü kurmasının altında yatan temel neden, proletarya korkusuyla sarsılan burjuva düzenin, bir de burjuva sınıfın çeşitli kesimleri arasında sürüp giden çatışmalarla iyice zayıflamasını engelleyecek siyasal denge ihtiyacı idi. Eski toplumun içinde güç kazanan büyük toprak ve ticaret burjuvazisiyle, yeni palazlanmakta olan sanayi burjuvazisi arasındaki siyasi kapışmalar, dönemin sınıflar savaşımında yansımasını fazlasıyla bulmaktaydı.
Bu nedenle bu tarihsel dönem ve koşullara denk düşen Bonapartizm, burjuvazinin yüreğine artık işçi devrimi korkusunun düştüğü bir tarihsel dönemde, çeşitli burjuva kesimler arasındaki iktidar çekişmeleri nedeniyle de güç yitiren burjuva düzeni tahkim eden bir olağanüstü yönetim biçimidir. Marx’ın açılımlarında açıkça görüldüğü üzere, bu Bonapartizm, proletaryanın devrimci uyanışını engellemeyi ve çeşitli burjuva kesimler arasındaki çatışmaları bastırmayı amaçlayan bir denge rejimidir. Temelde bu özellikler değişmemekle birlikte, Bonapartizm, Bismarck Almanyası vesilesiyle başka bir görünüm altında da ortaya çıkacaktır.
Özel olarak Bonapartizm sorununun incelenmesine ayrılmış bu bölümü bitirmeden önce, konuyla doğrudan ilgili gibi görünmeyen fakat içinde geçen Bonapartizm kavramı nedeniyle zihinlerde soru işareti uyandırabilecek olan ikincil bir soruna, “proleter Bonapartizmi” sorununa da değinelim.
Neden “proleter Bonapartizmi” olamaz?
Bilindiği gibi, Bonapartizm kavramı esasen burjuva düzenin yürütme erkini mutlaklaştıran olağanüstü bir siyasal yönetim biçimine denk düşer. Ne var ki, bu kavramın Marksist saflarda bazen meselenin özünü çarpıtan biçimde yerli yersiz kullanımı bazı tartışma konuları yaratmış bulunmaktadır. Örneğin, Lenin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nde işçi iktidarının yıkılması ve Stalinist bürokratik diktatörlüğün kurulmasıyla toplumsal sistemde meydana gelen niteliksel değişim, Bonapartizm gibi kavramlar eşliğinde açıklanmaya çalışılmıştır. Burjuva düzenle sınırlı olması gereken kavrama, işçi sınıfının egemenlik sorunu çerçevesinde başvurulması, temelden yanlış bir yaklaşımdır.
Proleter Bonapartizmi kavramı, yanlışlığı o kadar aşikâr olan bir kavramdır ki, doğrusu bunu göstermek için uzun boylu çaba harcamaya gerek yoktur. Fakat bazı Troçkist çevreler için bu kavram merkezi bir önem taşımaktadır. Bu çevreler Sovyetler Birliği’nde ve benzeri ülkelerde bürokrasinin egemenliği altındaki rejimlerin karakterini bu çerçevede değerlendirdiler. Stalinist bürokrasiyi ve kopyalarını, devlet mülkiyetini korudukları ve kendilerini proletaryaya yasladıkları gerekçesiyle “proleter Bonapartist” iktidarlar olarak nitelediler. Onlara göre, bürokrasinin işçi sınıfı üzerindeki olağanüstü baskıcı iktidarına rağmen, devrimin toplumsal temellerine dokunulmadığı için tarihsel kazanımlar varlığını sürdürüyordu. Ne yazık ki bu yanlış görüşler söz konusu ülkelerdeki modern despotik-bürokratik diktatörlüklerin çöküşünden sonra bile gözden geçirilmedi ve öylece günümüze taşındı.
Stalinist rejimlerin sınıf karakterini, Troçki’nin bu konudaki yanlış değerlendirmelerini ya da ölümü nedeniyle yarım kalmış sorgulayışını ve Troçkistlerin bu çabayı ilerletecek yerde yanlışları dogmalaştırarak nasıl da daha büyük yanılgılara kapı açtıklarını, Marksizmin Işığında başlıklı kitapta ayrıntılı biçimde ele almıştım. O nedenle bu sorunlara şimdi aynı kapsamda ikinci kez değinecek değilim. Burada yalnızca kısa bir hatırlatma yapmak istiyorum.
Bonapartizm burjuvazinin olağanüstü yönetim biçimlerinden biridir. Olağanüstü siyasal rejimler burjuva düzenin toplumsal temellerinde ve burjuvazinin egemen sınıf pozisyonunda değişim yaratmaz ve yalnızca tehlikeye düşen burjuva egemenliğini korumaya çalışırlar. Bu noktadan hareketle, proletarya egemenliğinin de Bonapartist biçiminin olabileceğini kanıtlamaya çalışmak nafile ve Marksist kavrayışla bağdaşmayan bir çabadır. Zira üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan kapitalist toplum koşullarıyla, üretim araçlarının genelde devlet mülkiyeti altında bulunduğu koşullar arasında derin ve tarihsel bir kapsam farkı vardır.
Troçki, Sovyet devletinin sınıf karakterinin ve bürokrasinin niteliğinin kavranmasında tarihsel bir analojiye başvururken, özel mülkiyete dayanan toplumları kalkış noktası kabul etmişti. Bu nedenle Fransız devrim sürecindeki Termidor ve Bonapartizm olgularını da Sovyetler Birliği’ne dair analizlerinin içine taşıdı. Ona göre Sovyet Termidoru ve Sovyet Bonapartizmi politik iktidarı proletaryanın elinden bürokrasinin eline geçirmiş, fakat bu değişiklik 1917 Ekim Devriminin toplumsal temellerini ortadan kaldırmamıştı. Oysa bu yaklaşım kökünden yanlıştır. Zira bürokratik karşı-devrim proletaryanın iktidarına son vererek, aslında toplumsal devrimin temellerini tamamen berhava etmiştir. Bu nedenle, politik açıdan gerici bir nitelik taşısa bile egemen bürokrasinin yine de Ekim Devriminin toplumsal kazanımlarını korumaya devam ettiği düşüncesi asla gerçeklikle bağdaşmaz.
Her sınıfın kendine özgü mülkiyet biçimini geliştirdiğini, fakat bürokrasinin bu özellikten tamamen yoksun olduğunu söylüyordu Troçki. Böylece bürokrasinin iktisaden hâkim bir sınıfa kopmaz biçimde bağlı olduğu, onunla birlikte var olup onunla birlikte devrileceği yolunda bir genellemeye gitmişti. Oysa burjuva toplumdaki bürokrasinin konumuyla Stalinist bürokrasininki tamamen farklı bir karaktere sahiptir. Kapitalist toplumda bürokrasi siyasal iktidarı ele geçirse, yani bir anlamda devlet onun özel mülkiyetinde olsa bile, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip burjuvazi iktisaden egemen sınıf olmayı sürdürür. Üretim araçlarının devletleştirildiği ve işçi sınıfının iktidarda olmadığı koşullarda ise, devleti mülk edinen bürokrasi iktisadi egemenlik kaynağını da ele geçirmiş olacaktır. Bu bürokrasi artık bir başka hâkim sınıfa bağlı bir unsur değildir, zira bizzat kendisi hâkim sınıf katına yükselmiştir.
Proletaryanın siyasal iktidarı fethetmek ve temel üretim araçlarını işçi devletinin mülkiyetine geçirmek dışında, iktisaden egemen olabilmesinin bir yolu yoktur. Proletarya ancak devrimle fethettiği siyasal egemenliği koruyabildiği, yani devrimin ürünü olan işçi devletini ve onu var edecek yegâne özü oluşturan işçi demokrasisini muhafaza edebildiği takdirde ve sürece iktisaden egemen sınıf pozisyonuna sahip olabilir. İşçi sınıfının iktidarı ele geçiremediği ya da yitirdiği koşullarda ise, devletleştirilmiş üretim araçları üzerinde yükselen mülkiyet ilişkileri, Stalinizm örneğinde olduğu gibi bürokrasinin egemenliğine dayanan modern despotik-bürokratik rejimlere can vermiştir.
Bu rejimlerin hayat bulduğu her yerde, işçi sınıfı hem siyasal anlamda hem de iktisadi anlamda egemen değil, egemenlik altında yaşayan bir sınıf durumuna düşmüştür. Dolayısıyla bu rejimlerin geçerli olduğu yerlerde, işçi sınıfı ürettiği artı-ürünü denetleyemeyen ve kendi kararlarıyla yönetemeyen bir sınıf, yani sömürülen bir sınıftı. Üretim araçlarının mülkiyeti devlete ait olduğuna göre, bu toplumlarda siyaseten de iktisaden de egemen olan sınıf, devleti kendi tekelinde tutan bürokrasi idi.
Sonuç olarak, proleter Bonapartizmi diye bir şey olamaz ve Stalinist egemenlik altındaki Sovyetler Birliği’ni ve benzeri tarihsel örnekleri bu tür kavramlarla tanımlamak tamamen yanlış bir eğilimdir. Daha da vahimi, Troçki’nin açılımlarının düzeyini düşürerek proleter Bonapartizmi diye genel bir kategori icat etmek ve bunu devletleştirmelerin görüldüğü pek çok duruma yapıştırılabilecek bir etiket olarak kullanmaktır. Üretim araçlarındaki devletleştirmelerin anlamının Marksist kavrayış dışına çıkılarak ele alınması, hiç işçi devriminin yaşanmadığı ülkelerde bile rejimin niteliğinin proleter Bonapartizmi diye ilân edilip toplumsal kazanımlardan söz edilmesi, gerçekte aralarında kan uyuşmazlığı bulunan proleter ve Bonapartizm sözcüklerinin ısrarla çiftleştirilmek istenmesi onaylanabilecek bir tutum değildir.
Devletleştirmeler konusu, sosyalist harekette devrimci Marksist tutum ile reformist veya radikal küçük-burjuva sol anlayışları ayırt edebilmek bakımından kilit öneme sahiptir. Üretim araçlarının topluma maledilebilmesi (toplumsallaştırılması) sürecinde bir ön giriş oluşturan işçi iktidarı altındaki devletleştirmeler ile kapitalist devlet altındaki devlet mülkiyeti ve devlet işletmeciliği birbirine karıştırılamaz. Marksizmin kurucularının bu konuda göstermiş oldukları hassasiyet unutulmamalıdır.
Engels 1881 yılında Bernstein’a bir mektubunda şunları yazar: “Devletin serbest rekabete her müdahalesini –koruyucu gümrük tarifelerini, loncaları, tütün tekelini, belli sanayi kollarının ulusallaştırılmasını, dış ticaret derneğini ve krallık porselen fabrikasını– ‘sosyalizm’ diye adlandırmak Manchester burjuvazisinin, kendi çıkarı için yaptığı bir çarpıtmadır. Bunu eleştirmeli ama buna inanmamalıyız. İnanır ve bu inanç temelinde bir teori geliştirirsek, sosyalizm olduğu savlanan bu şeyin bir yandan feodal bir gericilik, öte yandan hem para sızdırma mazereti, hem de olabildiği ölçüde proleteri devlete bağlı memur ve emekli durumuna getirmenin, böylece de disiplinli bir ordunun ve devlet memurları ordusunun yanısıra bir işçi ordusu kurmanın mazereti olduğu basitçe kanıtlandığı zaman, o teori, tüm dayanaklarıyla çöker. Fabrikalardaki ustabaşılar yerine devlet mekanizmasındaki amirlerin sağladığı zorunlu oy –ne hoş bir sosyalizm türü! Burjuvazinin inanmadığı, ama inanmış göründüğü şeye, yani devlet demek sosyalizm demektir düşüncesine inanırlarsa, insanların varacağı nokta işte budur.”[31]
Egemen bürokrasinin despotik diktatörlüğü altında biçimlenmiş olan Sovyetler Birliği ve kopyalarının genelde artık çökmüş bulunduğu günümüz koşullarında, bu rejimlere ilişkin tartışmalar biraz geride kalmış gibi görünse de aslında mesele hiç de öyle değildir. Yakın tarihi Marksizm temelinde çözümleyip, doğru biçimde kavrayamayanlar, günümüze de, geleceğe de ışık tutamazlar.
Nitekim, proleter Bonapartizmi kavramı bazı Troçkistler tarafından günümüzde kimi kapitalist ülkelerle alâkalı olarak da kullanılıyor. Örneğin Suriye’deki Baas rejiminin nitelenmesinde olduğu üzere, siyasal yapılanmada devlet bürokrasisinin ve ekonomide devletçiliğin ağır bastığı bu tür rejimler genelde proleter Bonapartizmi olarak değerlendiriliyor. Bu tür yaklaşımların inandırıcı ve sağlam bir Marksist temelinin olduğu asla söylenemez. Eğer bu ülkelerdeki durumun özgünlüğü kavranmak isteniyorsa, fazla uzağa gitmeye gerek yoktur. Türkiye’deki kapitalist devletçilik dönemi (1929-39) ve uygulamaları bu soruna yeterince ışık tutmaktadır. Türkiye’nin yanı sıra bu uygulamalar, özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra siyasal bağımsızlığına kavuşan ve ulus-devletini kuran kimi ülkelerde de yaşama geçirilmiştir. Söz konusu ülkelerdeki “milli devrimci” iktidarların uyguladığı devletçi iktisadi kalkınma “modeli”, temelde devlet kapitalizminden başka bir şey değildir.
[1] Jakobenler, 1789 Fransız devrimi içinde Anayasanın Dostları Derneği adıyla örgütlenen bir gruptur. Bu grup toplantılarını Paris’te Dominikenlerden kalma Jakobenler diye bilinen bir manastırda yaptığı için yaygın olarak bu adla anılmıştır. Varlıklı burjuvaları ve yazarları içeren grup, 1792 Eylülünde cumhuriyet ilân edilince Özgürlük ve Eşitlik Dostları Jakobenler Derneği adını aldı. Yeni meclise solcu Montagnard temsilcilerinin kabul edilmesiyle, Jakoben kulüpleri daha demokrat ve popülist bir nitelik kazandı. Robespierre’in liderliği altına giren grup, ılımlı ve sağcı Jirondenlerin saf dışı edilmesinde önemli bir rol oynadı; 1794 yılındaki Termidora kadar Fransız devrim sürecinde hâkim bir konum elde etti.
[2] Emperyalizm çağında mali aristokrasi kavramı, tüm büyük burjuva kesimleri kapsayan finans kapitale denk düşer. Ancak Marx’ın döneminde bu kavram, daha ziyade büyük ticaret burjuvazisini ve büyük para spekülatörlerini kastetmek üzere kullanılıyordu. Marx bu kavramla yalnızca mevcut iktidar yanlısı burjuva kesimleri kastetmediğini belirtmek bakımından şu açıklamayı getirir: “Burada mali aristokrasi denilince, yalnız çıkarları iktidarın çıkarları ile birbirine denk düşen istikraz veren büyük iş adamlarını ve devlet tahvilleri spekülasyoncularını anlamamak gerekir. Bütün modern maliye (finans) âlemi, bütün bankalar âlemi, devlet kredisinin idamesi ile çok yakından ilgilidir. Onların ticari sermayelerinin bir bölümü, zorunlu olarak, hızla paraya çevrilebilir devlet tahvillerine yatırılmış durumdadır.” (Marx, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Yay., Aralık 1976, s.556)
[3] Biçim ve tempoları arasında farklılıklar olsa bile, kapitalist gelişmeye bağlı olarak benzer süreçler diğer monarşik sistemlerde de, yani devlet gücünün kral ya da imparatorda, Avrupa dillerindeki karşılığıyla bir monark’ın elinde toplandığı egemenlik sistemlerinde de yaşanmıştır.
[4] Marx, “Fransa’da Sınıf Savaşımları”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.262
[5] Marx, age, s.284
[6] Marx, age, s.275
[7] Marx, age, s.329. Marx devamla, bu görevin, yani proleter devrimin uluslararası boyutuna dikkat çeker: “Bu, hiçbir yerde ulusal sınırlar içersinde başarılamamıştır; Fransız toplumunun bağrında, sınıf savaşı, ulusları karşı karşıya getiren bir dünya savaşına dönüşmektedir. Çözüm, ancak, dünya savaşı yoluyla, proletaryanın dünya pazarına egemen olan ulusun başına, İngiltere’nin başına geçtiği anda başlar. Burada örgütlenişinin sonunda değil, ancak başında bulunan devrim, kısa soluklu bir devrim değildir.”
[8] Marx, age, s.277
[9] Marx, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, age, s.523
[10] Marx, age, s.566
[11] Marx, age, s.540-1
[12] Düzeni korumayı amaçlayan bu gerici örgütlenme falanj diye de adlandırılır. Yıllar sonra İspanya’daki faşist güçler de kurdukları partiyi, Falanjist parti olarak adlandıracaklardır.
[13] L. Bonaparte 10 Aralıkta cumhurbaşkanı seçildiği için dernek bu adı taşıyordu.
[14] Engels, “Tarihte Zorun Rolü”, Seçme Yapıtlar, c.3, Sol Yay., Aralık 1979, s.467
[15] Louis Bonaparte’ın hükümet darbesini takiben parlamento ortadan kaldırıldı. Bonaparte kendi egemenliği açısından tehlikeli bulduğu parlamento liderlerinin evlerini kuşattırdı, ünlü burjuva politikacıları geceyarısı yataklarından çıkarttırıp gözetim altına aldırdı. Paris’in belli başlı alanlarını, bu arada Parlamento alanını da askeri birliklerle işgal ettirdi.
[16] Marx, age, s.508
[17] Montagne sözcüğü Fransızcada dağ anlamına gelir. Bu kelimeden türeyen Montagnards (dağlılar), büyük Fransız devriminde meclisin sol kanat unsurlarına verilen addır. Çünkü bunlar mecliste yüksek sıralarda oturmaktaydılar. Buradan hareketle, 1848 devrimi döneminde Kurucu Mecliste ve Yasama Meclisinde yer alan küçük-burjuva demokratlar da aynı adla anılırlar.
[18] Marx, age, s.510
[19] Marx, age, s.584
[20] Marx, age, s.559 (abç)
[21] Marx, age, s.523
[22] Marx-Engels, “Alman İdeolojisi”, age, s. 55-6
[23] Marx, age, s.518-9
[24] Burjuva sınıfın yalnızca mülk sahibi burjuvalardan, kapitalist işletme sahiplerinden ibaret olmadığı açıktır. Burjuvazi kavramı ilk elde sınıfın bu asli kesimini akla getiriyor olsa da, bütün bir sınıf olarak burjuvazi, onun siyasetçi, ideolog ve bürokratlarından oluşan diğer kesimini de içermektedir. Burjuva sınıf içinde maddi iş, zihinsel iş temelindeki işbölümüne denk düşen bu iki farklı kesim arasında cereyan eden çatışmadan söz ederken ayrım yapabilmek için, birinci kesimi burjuvazinin asli kesimi, burjuva iş âlemi, burjuva iş sahipleri gibi kavramlarla açıklama ihtiyacı duydum. Aynı ihtiyaçtan kaynaklanan nedenlerle, Marx’ın metinlerinde de “bizzat burjuvazi” ve benzeri kavramlar yer alır.
[25] Marx’ın, Bonaparte gibi birini tarih sahnesinin önüne iten koşullara ilişkin değerlendirmesi yalnızca Bonaparte vakasını aydınlatmakla kalmaz, Hitler ve benzerlerinin yükselişini kişinin rolü temelinde ele alan görüşlerin çarpıklığını da teşhir etmiş olur. Bonapartist iktidarı, bir bireyin zora başvurması olarak gören Victor Hugo’nun yaklaşımını eleştirir Marx. Hugo böylece, Bonaparte’ı küçülteceği yerde ona tarihte eşi görülmemiş bir girişkenlik gücü yükleyerek büyütmektedir. Proudhon’un kaleminde ise, hükümet darbesinin tarihsel yapısı Bonaparte’ın savunmasına dönüşmektedir. Bu tutumun, sözde objektif tarihçilerin düştüğü yanılgıyla aynı anlama geldiğini belirttikten sonra Marx şöyle devam eder: “Bana gelince, ben, tersine, Fransa’da sınıf savaşımının sıradan ve kaba bir adamın kahraman gibi görülmesini sağlayacak koşulları ve durumu nasıl yarattığını gösteriyorum.” (age, s.473)
[26] Marx, age, s.558-9
[27] Marx, “Fransa’da Sınıf Savaşımları”, age, s.362
[28] Engels, “Fransa’da İç Savaş’a Giriş”, Seçme Yapıtlar, c.2, Sol Yay., Temmuz 1977, s.217
[29] Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, Köz Yay., Haziran 1977, s.282
[30] Marx, age, s.588
[31] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.2, Sol Yay., Ekim 1996, s.141-2
2.Bölüm
Faşizm: Finans kapitalin kanlı diktatörlüğü
Marx’ın Bonapartizm analizinin, olağanüstü burjuva rejimlerin genel özelliklerinin kavranabilmesi bakımından ne denli önemli olduğu açıktır. Ama Birinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya ve Almanya başta olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinde, finans kapitalin devrimci işçi sınıfına, kitlelerin demokratik haklarına kanlı saldırısıyla belirginleşen bir başka olağanüstü yönetim fırtınası yaşanmaya başlanır. Bu gelişme, İtalya’da Mussolini’nin liderliğinde örgütlenen karşı-devrimci hareketin adıyla[32] anılıp siyasal literatüre yerleşir ve böylece Bonapartizm gerçeğinin yanı sıra faşizm olgusunun da Marksist açıdan ele alınması, aydınlatılması ve faşizme karşı mücadele hattının belirlenmesi gerekli hale gelir.
Faşizm sorunuyla ilgili ayrıntılara geçmeden önce çok kısaca belirtmek gerekirse, faşizmi, finans kapitalin işçi sınıfının devrimci mücadelesini ezip parçalamaya yönelik kanlı diktatörlüğü olarak tanımlayabiliriz. Fakat daha baştan hatırlatalım, bu ve faşizme ilişkin benzeri tanımlarda yer alan finans kapital vurgusu (ya da aynı gerçekliği anlatmak bakımından kullanılan büyük sermaye, tekelci burjuvazi gibi kavramlar), onun emperyalizm çağında burjuva düzenin hegemon gücü olması bakımından önem taşır. Yoksa burjuva düzen devam ettiği sürece, burjuvazi bir bütün olarak egemen sınıf olmayı sürdürür. Burjuva devletin olağan biçimi (parlamenter burjuva rejim) bu gerçekliğin siyasal alandaki yansımasıdır.
Burjuva devletin olağanüstü bir biçimi olarak faşizm de, yalnızca finans kapitalin çıkarlarını değil bir bütün olarak burjuva düzenin bekasını garanti altına almaya çalışır. Stalinist faşizm anlayışının sözcülüğüne soyunan Dimitrov’ların yaptığı gibi, faşist devlet biçiminin sınıf temelini daralttıkça daraltmak ve yalnızca finans kapitalle sınırlamakla da yetinmeyip, onun içinde de “en … en … en” kesimlerine indirgemek, faşizm gerçeğini bilinçli olarak çarpıtmak anlamına gelir. Stalinist Komintern’in bundan muradının, burjuvaziyle işbirliğine dayanan Halk Cephelerine gerekçe icat etmek olduğu devrimci Marksizm cenahında yeterince açıktır.
Faşist devlet biçimine geçiş ihtiyacı sermayenin gündemine durup dururken girmez. Faşizm, kitlelerin devrimci mücadelesinin alabildiğine yükseldiği ve burjuvazinin yüreğine korku saldığı, devrimci güçlerle karşı devrimci güçler arasındaki çatışmanın günlük yaşamın bir parçası haline geldiği, burjuva düzenin baştan aşağı devrimci bir krizle sarsıldığı muazzam bunalımlı bir sürecin ürünüdür. Fakat bu tür bir bunalım ilânihaye sürüp gidemez, neticede o ya da bu yönde çözülmek zorundadır. Devrim bu bunalımın işçi sınıfı lehine çözümüdür. Faşizm ise burjuvazinin karşı-devrimci çözümüdür.
Faşizmin tarihsel olarak, burjuvazinin tekelci aşamaya ya da mali sermaye sentezine sıçrama sancıları çektiği bir döneme denk düştüğü iddia edilmiştir. Bu doğru değildir. Zira faşizm, zaten emperyalist aşamaya yükselmiş dünya kapitalizminin, işçi sınıfının devrimci tehdidiyle derinleştirilmiş bunalım koşullarında gündeme getirdiği karşı-devrimci saldırıdır. Faşizm, kapitalizmin tekelci gelişmesine içkin emperyalist rekabetin ve yayılmacı eğilimlerin kucağında yaşanan derin ve keskin bir bunalımın ürünüdür. İrili ufaklı çeşitli kapitalist ülkelerde büyük sermaye yüz yüze geldiği yıkıcı bunalımları, (gerekli durumlarda büyük emperyalist güçlerden de alınan destekle) içte işçi sınıfının devrimci yükselişini ezerek ve dış pazarlarda daha güçlü bir konum elde edebileceği yapısal dönüşümleri gerçekleştirerek atlatmaya çalışır.
Faşist iktidarın sermayenin bu ihtiyacını giderip gideremeyeceği tamamen sınıf mücadelesinin seyrine, iç ve dış siyasal faktörlere, özellikle büyük emperyalist güçler dengesinin belirleyeceği somut koşullara bağlıdır. Faşizm gerçeği iktisadi ve siyasal çeşitli iç ve dış etkenlerin ürünüdür. Ve nasıl ki onu yalnızca sermayenin iktisadi bunalımına bağlamak yanlış bir tutumsa, faşizmin işlevini yerine getirip getirmediğine de işin sadece iktisadi yönüne bakarak karar verilemez.
Faşist iktidarlar sermayenin egemenliğini tehdit eden ve onu temellerinden sarsan devrimci işçi hareketini bertaraf ederek, siyasal yönden sermayeye en büyük hizmeti verirler. Faşizmin iktisadi açıdan sermayeye sunduğu hizmete gelince. Kimi örneklerde sermayenin emperyalistleşme arzusunu gerçekliğe dönüştüremese bile, onun işçi sınıfının ekonomik mücadelesini muazzam bir baskıyla ortadan kaldırarak ve böylece iç sömürüyü maksimize ederek dışa açılmanın zeminini döşediğini söyleyebiliriz.
Burjuva devletin faşist biçimlenmesinin tarih sahnesine çıktığı ve faşizmin Avrupa’da yükselişe geçtiği 1920’ler dünyasını hatırlayalım. Birinci emperyalist paylaşım savaşı, büyük kapitalist güçler arasındaki kapışmayı sona erdirmemiş, yeni bir istikrarlı güç dengesinin oluşmasına yetmemişti. Avrupa gerilerken, yeni bir güç, ABD yükselmeye başlamıştı. Büyük Ekim Devriminin etkisi ve özellikle Avrupa ülkelerinin bir türlü içinden çıkamadığı ekonomik kriz koşulları, kıtanın her bir yanında peşpeşe işçi sınıfının devrimci isyanlarını tutuşturuyordu.[33]
Ocak 1919’da Berlin’de Alman işçi sınıfının öncü güçlerinin Spartaküs ayaklanması gerçekleşmiş, fakat hazırlıksızlığı nedeniyle düzen güçleri tarafından vahşice bastırılmıştı. Dönemin komünist önderleri tarafından Beyaz Terör adıyla anılan bu burjuva karşı-devrimci saldırı, kıtada yayılmaya başlayan faşizmin habercisiydi. Avrupa kapitalizminin motor güçlerinden Almanya’da ağır savaş yenilgisinin[34] ve ekonomik yıkım koşullarının altında derin sarsıntılar geçiren burjuva düzenin işçi hareketini ezmeye yönelik faşist saldırısı, gidebileceği en uç noktalara kadar ilerleyecekti.
Dünya komünist hareketinin gerçek öncü gücü, Lenin dönemi Komintern’i, burjuva düzenin çeşitli ülkelerde kendini korumaya almak üzere devrime ve işçi hareketine yönelttiği faşist saldırı üzerinde odaklaştı. Komintern’in Üçüncü ve Dördüncü Dünya Kongrelerinin başlıca konuları arasında, faşizmin niteliğinin çözümlenmesine ve faşizme karşı işçi sınıfının birleşik mücadele cephesinin oluşturulmasına ilişkin tartışmalar ve kararlar yer almaktadır.
Lenin dönemi Komintern Kongrelerinden günümüz devrimci işçi hareketine miras kalan belgeler, pek çok konuda olduğu gibi faşizm konusunda da komünistlerin temel hareket noktalarına ışık tutan kaynaktır. Ama ne yazık ki bu kaynak, Lenin’in ölümünden sonra Komintern’i devrimci çizgisinden saptıran Stalinist bürokrasinin egemenliği nedeniyle karartılmış, unutturulmuş ve unutulmuştur. Ayrıca Stalinizmin dünya komünist hareketinde yarattığı tahribatın ve Marksizmi soldurmasının sonucunda, faşizm ve benzeri konuların analizinde nice bulanıklıklar ve boşluklar doğmuştur. Bu boşluklar burjuva yazarların ve onların kuyruğuna takılan sözde Marksistlerin parlak görünen incelemeleriyle doldurulmak istenmektedir. O nedenle, faşizm konusunu tartışırken burjuva ideolojisinin kapıdan, bacadan sızmasına karşı uyanık olabilmek ve devrimci geleneğimizin Marksist köklerinden hareket etmek gerekiyor.
Lenin dönemi Kominterninde faşizm sorunu
1921 yılı, dünya burjuvazisinin işçi sınıfının devrimci mücadele dalgasının öcünü almak üzere saldırıya geçtiği bir dünyayı gözler önüne seriyordu. Burjuva düzenin bu saldırısının bürüneceği yeni siyasal biçimlenme, faşizm, İtalya’da kendini belli etmeye başlamıştı bile. 1921 Haziran-Temmuz aylarında toplanan Komintern Üçüncü Dünya Kongresi, kapitalist dengeyi yeniden kurmak amacıyla başvurulan her yeni önlemin dengeyi daha da bozacağına ve yeni altüstlükler yaratacağına işaret etmekteydi. Bu nesnel durum devrimci mücadeleye de yeni bir ivme kazandıracaktı. Dolayısıyla dünyada iki temel sınıf arasındaki mücadelenin akıbeti, olağan dönemlerde görülemeyecek bir derecede genel gidişatı belirleyici karakter kazanmıştı.
Kongre tezlerinde, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin başarısızlığa uğraması durumunda doğabilecek felâket şu sözlerle ifade ediliyordu: “Eğer toplumun iki temel sınıfından biri, proletarya, devrimci mücadeleden geri durursa; bu durumda diğeri, yani burjuvazi, yeni bir kapitalist dengeyi son tahlilde inkâr edilemez biçimde kuracaktır. Bu kapitalist denge, maddi ve manevi yozlaşma temelinde, yeni krizler, yeni savaşlar, tüm ülkelerin sürekli yoksullaşması ve milyonlarca emekçinin yokolması yoluyla kurulacaktır.”[35] Kongrenin Taktikler Üzerine kararında bu ciddi tehlikenin büründüğü somut biçime de dikkat çekiliyor ve İtalya’da iktidara yürüyen faşizme işaret ediliyordu.
Dizginlerinden boşanmış bir Beyaz Terörün, yani sermaye güçlerinin faşist karşı-devrim hazırlığının, işçi sınıfını atomize etmeyi amaçladığı açıktı. İtalya’da gelişen olaylar, faşistlerin kitlelerde büyük yanılsamalar yaratarak işçi örgütlerini bölmeye ve burjuva saldırısına karşı proletaryanın birleşik cephe oluşturmasını olanaksız kılmaya çalıştığını haber veriyordu. Kongre belgelerinde, “Burjuvazinin artık olağan devlet kurumlarıyla yetinmediği ve her ülkede kendi kanatları altında, belli başlı tüm ekonomik çarpışmalarda önemli bir rol oynayan çeşitli legal ve yarı-legal Beyaz Muhafız örgütleri oluşturduğu herkes tarafından görülebilir. ... İtalya’da faşist çetelerin faaliyetleri, burjuvazinin ruh halinde ve ayrıca görünüşte güçler dengesinde bütünüyle değişikliğe neden olmuştur” denilmekteydi.[36]
İtalya’da fabrika işgalleri ve işçi konseyleri dalgası ile burjuvaziye korku salan ve onu karşı saldırıya geçiren işçi hareketi, ne yazık ki devrimci başkaldırıyı ileriye götürecek bir önderliğin olmaması nedeniyle büyük bir çöküntüye doğru sürüklendi. Aslında İtalyan Sosyalist Partisi, pek çok üyesi ve işçi hareketi içinde önemli etkisi olan bir partiydi. Ancak Marx’ın 1848 Fransası’ndaki sosyal demokrat örgütlenme için dikkat çektiği gibi, bu parti içinde de, her devrimci kıpırdanışı felce uğratan reformist unsurlar ağır basmaktaydı.
Nitekim Komintern’in bir sonraki Dünya Kongresi belgelerinde bu husus şöyle vurgulanacaktı: “Reformistler, burjuvazinin işçi sınıfının saflarındaki ajanlarıdır. Onlar, işçi sınıfını burjuvaziye satmak, ona ihanet etmek için mümkün olan her yolu kullandılar. 1920’deki fabrika işgalleri sırasında reformistlerin gerçekleştirdikleri türden ihanetlere, ardı arkası kesilmeyen ihanetler zinciri olan kendi tarihlerinde bile zor rastlanır. Reformistler, faşizmin gerçek selefleridirler; yolu onlar hazırlamışlardır.”[37] Diğer yandan Lenin’in de dikkat çektiği gibi, İtalyan komünistleri reformistlerden ve merkezcilerden kopma konusunda sergiledikleri tereddüt ve gecikme ile yenilgiye kapı açmışlardı. Devrimci bir önderlikten yoksun kalan İtalyan işçi sınıfı art arda yenilgiler aldı ve neticede 1922 Ekiminde Mussolini’nin faşist diktatörlüğü kuruldu.
Böylece faşizm muhtemel bir tehlike olmaktan çıkıp iktidara oturan bir gerçekliğe dönüşmüş bulunuyordu. Bu koşullar altında Kasım-Aralık 1922 tarihleri arasında toplanan Komintern Dördüncü Dünya Kongresi, faşizmi dünyayı saran bir tehdit olarak ele alacaktı. Taktikler Üzerine Tezler’de “uluslararası faşizm” başlığı altında şöyle deniyordu: “Burjuvazinin proletaryaya karşı siyasal saldırısı, sermayenin ekonomik alandaki saldırısına sıkı sıkıya bağlıdır, bunun en şiddetli ifadesi uluslararası faşizmdir ... elindeki yasal yöntemler burjuvaziyi artık tatmin etmemektedir. Bunun yerine her yerde, özellikle proletaryanın tüm devrimci çabalarına karşı yöneltilmiş olan ve işçi sınıfının konumunu geliştirmek için giriştiği her teşebbüsü zorla bastırmak için giderek daha fazla kullanılan, özel Beyaz Muhafızların yaratılmasına başvurmaktadır.”[38]
Yine aynı yerde, o dönemde İtalya’yı pençesine almış olan İtalyan faşizmi de analiz edilecekti: “... ‘klasik’ İtalyan faşizminin en karakteristik özelliği, faşistlerin yalnızca, tepeden tırnağa silahlı, tam anlamıyla karşı-devrimci savaş örgütleri oluşturmakla kalmayıp, aynı zamanda sözde demokrasinin yarattığı hüsrandan kendi karşı-devrimci amaçları için ustaca yararlanarak, toplumsal demagoji ile kitleler arasında, köylüler, küçük-burjuvazi ve hatta proletaryanın bazı kesimleri arasında bir taban oluşturmaya çalışmalarıdır. Bugün birçok ülke bir faşist tehdit altındadır: Çekoslovakya, Macaristan, hemen hemen tüm Balkan ülkeleri, Polonya, Almanya (Bavyera), Avusturya, Amerika ve hatta Norveç gibi ülkeler. Şu ya da bu biçim altında gerçekleşecek faşizm olasılığı, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde bile göz ardı edilemez.”[39]
Komintern çözümlemelerinde de dikkat çekildiği üzere İtalyan faşizminin sergilediği bir özellik, toplumsal demagoji ile kitleler arasında kendisine bir taban oluşturmaya çalışması önemli bir husustur. Aynı karakteristik Alman faşizminde de gözlemlenecek ve Lenin’in ölümünden sonra Troçki, Almanya’daki faşist tırmanışı yine bu temelde analiz etmeye çalışacaktı. Komintern belgesinde belirtilen bir başka tespit ise, günümüzde faşizm konusunda yürüyen tartışmalara parlak bir ışık tutmaktadır. Bu, derin sistem krizi koşullarında faşist tehdidin pek çok gelişkin kapitalist ülkeyi, Avrupa’yı içine almakta olduğu tespitidir. Ayrıca, “şu ya da bu biçim altında gerçekleşecek faşizm olasılığı” denerek, faşizmin farklı ülkelerde farklı biçimler altında kendisini gerçekleştirmeye çalışacağına özellikle dikkat çekilmiştir. Kısacası Lenin dönemi Komintern kararlarında faşizm, yalnızca çeşitli ülkelerde bürüneceği özgün yönler temelinde değil, burjuvazinin işçi hareketini ezmeye yönelik karşı-devrimci saldırısı olarak genel içeriğiyle tahlil edilmiştir.
Dördüncü Dünya Kongresinin özel olarak İtalyan Sorunu üzerine aldığı kararlar da, faşizm olgusunun Marksist analizinde odaklaşılması gereken başlıca sorunlara işaret etmesi bakımından önemlidir. Karar metninde şöyle denmektedir: “Emperyalist dünya savaşının sonunda, İtalya’daki nesnel durum devrimciydi. Burjuvazi ülkeyi yönetecek durumda değildi –burjuva devlet aygıtı sallantıdaydı ve egemen sınıf kendine güvensizdi. Geniş işçi kitleleri savaşa karşı öfkeyle doluydu ve ülkenin birçok yeri, açık ayaklanma halindeydi. Köylülüğün önemli bölümleri toprak sahiplerine ve devlete karşı ayaklanmaya başlıyorlardı ve işçileri devrimci mücadelede desteklemeye hazırdılar. Askerler savaşa karşıydılar ve işçilerle kardeşleşmeye hazırdılar. Yani başarılı bir devrim için nesnel önkoşullar mevcuttu. Olmayan tek şey, öznel faktördü: kararlı, militan, bilinçli ve devrimci bir işçi partisi. Başka bir deyişle olmayan tek şey, gerçek bir komünist partiydi.”[40]
Aynı yerde, neredeyse savaşa katılan tüm ülkelerde benzer bir durumun olduğu, ama İtalya’da bu durumun çok daha çarpıcı şekilde görüldüğü belirtiliyor ve “o İtalya ki, devrime diğer tüm ülkelerden daha çok yaklaşmıştı; şimdi ise karşı-devrimin en derin uçurumlarına yuvarlanmaktadır” diye vurgulanıyordu.
1920 sonbaharındaki fabrika işgalleri aslında İtalya’daki sınıf mücadelesinin tayin edici anıydı. Böylece İtalyan işçileri, içgüdüsel olarak krize devrimci bir çözüm arayışı içine girmişlerdi. “Fakat bir devrimci işçi partisinin yokluğu, işçi sınıfının kaderini belirledi, en can alıcı anda onun yenilgisine damga vurdu ve faşizmin ... zaferinin yolunu hazırladı”.[41]
Komintern’in faşizm konusunda İtalyan örneğinden hareketle almış olduğu karar, hangi biçime bürünürse bürünsün, faşizmin işçi sınıfı açısından can alıcı yönünü özetlemektedir: “Hareket doruğuna ulaştığı anda, işçi kitleleri iktidarı ele geçirmek için yeterli güçten yoksundular. Sonuç olarak işçi sınıfının can düşmanı burjuvazi, onun en saldırgan kanadı şeklindeki faşizm, çok geçmeden işçi sınıfını ezebildi ve bir beyaz diktatörlüğü kurabildi.”[42]
1920’lerdeki faşist yükseliş İtalya ile sınırlı kalmamış, çeşitli Avrupa ülkelerini gerçek bir tehlike olarak sarmıştır. O döneme ilişkin önemli bir durum tespiti Komintern belgelerinden izlenebilir: “Berlin sokakları işçilerin kanıyla boyanıyor ve monarşik gericiliğe karşı savaşan işçiler zindanlara atılıyor. ... Macaristan’da Horthy’nin kanlı yönetimi işkence ve infazlarını sürdürüyor. ... Özgürlükleriyle kibirlenen demokratik Amerika’da herkese, Komünist Partiye üye olduğundan kuşkulanılanlara bile ağır cezalar yağdırılıyor. Amerikan burjuvazisi sendikalara baskınlar yapıyor; yüzlerce insanı tutukluyor; grevcileri dövüyor, copluyor.”[43]
Ayrıca, “Yugoslavya’nın genç kapitalist devletinin gerici hükümeti, iki yıldır hüküm süren beyaz terör boyunca komünist proletaryaya karşı bir çok suç işlemiştir.”[44] Bulgaristan’da 1923 Haziranında gerçekleşen faşist Tsankov darbesi, Polonya’da yükselen faşist saldırılar vb. pek çok ülkede büyük sermaye güçlerinin, faşizmi, devrimci durum koşullarında burjuva düzeni kurtarabilecek yegâne alternatif olarak görmeye başladıklarını kanıtlıyordu.
1920’lerde dünyanın dört bir yanını saran devrimci yükselişlere karşı burjuvazinin olağanüstü yönetim biçimi olarak gündeme gelen faşizm, Lenin dönemi Komintern’i tarafından bazı çarpıcı yönleriyle analiz edilmiştir. Dünya komünist hareketinin devrimci öncüsü, faşizmi, ya devrim ya karşı-devrim ikilemiyle yüz yüze gelen burjuva toplumda, bunalımın karşı-devrimci çözümü olarak ortaya koymuştur. Komintern kararlarında dikkat çeken en önemli yön ise, bunalımın devrimci çözümünü mümkün kılmada kilit faktör olan devrimci önderlik sorunu üzerinde odaklaşılmasıdır. Bu sorun çözümlenmediği takdirde, bunalımın karşı-devrimci çözümü yaşam fırsatı bulacak, çıkışsızlık içinde umutsuzluğa sürüklenen kitleler faşist demagojiye daha açık hale gelecek ve faşist iktidarın payandası yapılacaklardır.
Lenin dönemi Komintern geleneğinin günümüzü aydınlatan başlıca dersleri arasında, faşizme karşı mücadeleyi başarıya ulaştırabilecek devrimci çizginin unsurları da yer alır. Komintern, burjuvazinin faşist saldırısına karşı dünya işçilerinin devrimci mücadelesinin örgütlenmesi hedefini öne koymuş, Komünist Partileri doğru bir mücadele anlayışı ve doğru taktiklerle donatmaya çalışmıştır. Birleşik cephe anlayışı bunlar arasında göze çarpan başlıca örnektir. Stalinizmin egemenliği altında devrimci özünü tamamen yitirmezden önce, Komintern faşizme karşı mücadelede başarı koşulunu kopmaz bir biçimde devrimci önderlik sorununa bağlıyordu. Bu sorunun çözümü doğrultusunda harekete geçilip yol alınmadıkça, faşizme karşı mücadele ve işçi sınıfının birleşik cephesinin inşası taktikleri üzerine ahkâm kesmek boş sözler yığınına dönüşecektir.
Sermayenin faşist saldırısının geri püskürtülebilmesi ve faşizmin ezilebilmesi, doğrudan doğruya, devrimci önderliğin var edilmesi ve güçlendirilmesine bağlıdır. Tarihin sayfaları, bu sorun çözümlenmediği takdirde kapitalizmin fena halde can yakan krizlerinin ortasında öfkeyle umutsuzluk, değişim arzusuyla çıkışsızlık arasında sıkışıp kalan geniş halk kitlelerinin faşizmin pençesine düşeceğinin sayısız örnekleriyle dolu bulunuyor.
Açıktır ki, dünya komünist hareketinde faşizmin tahlili Troçki ile başlamadı. Ama Lenin dönemi Komintern devrimci önderliği içinde yer alan Troçki, Lenin’in ölümünden sonra da Komintern’in bu devrimci çizgisini zor koşullarda ve epigonların yoğun saldırıları altında sürdürmeye çalıştı. Troçki ayrıca, faşizm konusundaki yeni gelişmeleri de dikkatle izleyecek ve özellikle Almanya, İspanya gibi ülkelerde faşizmin yükselişi karşısında işçi sınıfının devrimci mücadele hattını belirlemeye çalışacaktı.
Devlet tipi ve devlet biçimi ayrımı
Olağanüstü burjuva yönetimler, burjuva düzenin farklı devlet biçimleridir.[45] Bu husus yeterince açıktır. Asıl aydınlatılması gereken yön, devlet tipi ve devlet biçimi arasındaki ayrımdır. Sömürülü toplumlarda devletin temel görevi, sömürü düzeninin devamını sağlamak ve sömürenlerin mülkiyetini korumaktır. Bu genel kural, (burjuvazinin egemenliğini sürdürmesini sağlayan devlet biçimi her ne olursa olsun) burjuva devlet için de aynen geçerlidir.
Marksizmin açıklık getirdiği üzere, nasıl ki sömürücü toplumlar başlığı altında sıralanan Asyatik, köleci, feodal, kapitalist tipte farklı sosyo-ekonomik formasyonlar varsa, bunların her birine tekabül eden farklı bir devlet tipi de vardır. Birbirinden farklı bu üretim tarzları farklı bir sınıf egemenliğiyle somutlanır ve her biri kendine özgü bir sömürü tipine dayanır. Bu nedenle Marx, değişik sosyo-ekonomik formasyonları birbirinden ayırt edebilmede anahtar unsurun, karşılığı ödenmemiş emeğin doğrudan üreticiden çekilip alınma biçimi olduğunu belirtir. Keza, üretim araçları sahipleriyle doğrudan üreticiler arasındaki bu temel ilişki bütün toplumsal yapının sırrını ele verir ve devlet tipini de belirler.
Diğer önemli nokta ise egemenlik sorunudur. Egemenlik kavramı siyasi yaşamda çeşitli düzeylerde kullanılıyor olsa da, kelimenin gerçek anlamında egemenlik ilişkisinin kaynağı üretim sürecindedir. Üretim sürecinin özgül karakteri, bir başka deyişle üretim ilişkilerinin niteliği, son tahlilde bütün bir üstyapıyı da belirleyecektir. Böylece siyasi yapının temel özellikleri ve hukuk sistemi gibi üstyapıya ilişkin tipolojiler, altyapıdan yani ekonomik temelden türeyeceklerdir.
Kuşkusuz ki bu en genel hatlarıyla böyledir. Üstyapıyla altyapı diyalektik bir etkileşim içinde olduğu gibi, gerçek yaşamda siyasi yapılanma alanı pek çok çeşitlilikler arz eder. Örneğin aynı devlet tipinin farklı biçimleri olabilir. Burjuva devlet (yani burjuva devlet tipi) olağan parlamenter biçime ya da Bonapartist, faşist olarak nitelediğimiz olağanüstü biçimlere bürünebilir. Fakat bu biçim değişikliklerine rağmen, her devlet tipi, üzerinde yükseldiği ekonomik temelden gücünü alan egemen sınıfın diktatörlüğüdür.
Burjuva devlet, ezen ve sömüren sınıf burjuvazinin, ezilenler, sömürülenler üzerindeki diktatörlüğüdür. Bu diktatörlük parlamenter işleyişlerde görüldüğü üzere “demokratik” biçimlerle örtüleneceği gibi, olağanüstü koşullarda üzerindeki “demokrasi” şalını fırlatarak kendini çıplak bir diktatörlük (faşizm) biçiminde de ortaya koyabilir. Ya da sözde parlamenter bir işleyişle bir nebze örtülenmiş Bonapartist bir asker-polis devleti biçimini alabilir.
İşte burjuva devletin olağanüstü siyasal biçimlenmelerinin özünü oluşturan gerçeklik budur. Bonapartist ya da faşist burjuva rejimler, devlet tipinde değil devlet biçiminde değişiklik yaratırlar. Bu biçim değişiklikleri, toplumsal düzenin egemen üretim ilişkilerini ve iktisaden egemen sınıfını farklılaştırmaz, tam tersine düzenin bu temel direklerini sağlamlaştırmaya hizmet ederler. Olağanüstü burjuva yönetimler söz konusu olduğunda, öz ve biçim arasındaki bu ilişkiyi kavramaksızın, Bonapartist ya da faşist rejimleri analiz edebilmek mümkün değildir. Keza aynı hususun önemi vurgulanmaksızın, burjuva devletin farklı olağanüstü biçimlerinin altında yatan öze dair benzerlik de ortaya çıkarılamaz.
Öz bir kez kavrandıktan sonra, tartışma alanı, burjuva devletin değişik olağanüstü yönetim biçimleri arasındaki farklılıkları ele almaya hazır hale getirilmiş olur. Marksist yöntem, bu gibi tartışmalı sorunlar karşısında böyle bir yaklaşımı gerektiriyor. Aksi halde ister Bonapartizm olsun ister faşizm, burjuva devletin farklı biçimleri mutlaklaştırılacak ve burjuva yazarların yaptığı gibi, kendi başına bir fenomen düzeyine yükseltilecektir. Diğer yandan, yalnızca özün dikkate alınıp biçim farklılıklarının tamamen ihmâl edilmesi durumunda ise, doğrudan somut siyasal koşulların analizine dayanması gereken devrimci siyaset boş bir papağanlık düzeyine indirgenmiş olur.
Burjuva parlamenter rejimle faşist bir rejim arasında kuşkusuz ciddi biçim farklılıkları vardır ve işin bu yönü işçi sınıfının mücadele koşullarını yakından ilgilendirir. Parlamenter rejimle faşizm arasındaki ayrımı, “alt tarafı bir biçim farkı” deyip küçümseyemeyiz. Bu biçim farklılıkları gözardı edildiğinde, işçi sınıfının devrimci mücadelesi önemli zaaflara uğratılmış olur. Olağan ve olağanüstü yönetim biçimleri arasındaki farkı hepten görmezden gelmek ve burjuva düzenin sıklık kazanan gerici, baskıcı uygulamalarına bakıp sürekli faşizm şeklinde bir teori icat etmek Marksist kavrayışla bağdaşmayan yanlış bir tutumdur. Süreklilik arz eden faşizm değil, çeşitli biçimler altında varlığını sürdüren burjuva diktatörlüğüdür.
Bugüne kadar yaşanan tüm deneyimlerin de gösterdiği gibi, iktidara gelen faşizm ne denli gaddar ve uzun ömürlü olursa olsun, eninde sonunda burjuva diktatörlüğün olağan biçimine geri dönülmüştür. Bazı örneklerde faşist rejim işçi-emekçi kitlelerin aktif devrimci mücadelesiyle yıkılmıştır. Diğer örneklerde ise, iç ve dış koşulların değişmesi, kitle mücadelesinin yükselmesi ve olağan yönetim biçimine geçilmesini tercih eden burjuva kampın etkisi ile çözülerek son bulmuştur.
Marksizm, burjuva diktatörlüğün olağan biçiminin parlamenter rejim olduğuna ve burjuva düzenin kendisine yönelik tehlikeyi savuşturduğunda olağan işleyiş biçimine dönmek isteyeceğine işaret ediyor. Diğer yandan, kapitalizmin çürüme çağı olarak da adlandırdığımız emperyalizm çağının temel karakteristiklerinden birinin siyasi gericileşme olduğu yolundaki Marksist tespit de aynıyla doğrudur. Bu iki husus birbiriyle çelişmekte midir? Hayır. Çünkü bu tür tespitler genel eğilimi anlatır ve görelidir. Burjuvazinin devrimci atılım yaptığı dönemlerdeki parlamenter rejimin demokratik kapsamıyla, burjuvazinin devrimci barutunu yitirmesinden sonraki kapsamı arasında elbette fark olacaktır. Ama buna rağmen, emperyalizm döneminde de düzenin olağan biçimiyle olağanüstü biçimleri arasında, işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele koşulları açısından belirgin farklılıklar vardır. Dolayısıyla kapitalizmin tüm aşamaları boyunca, burjuva devletin olağan biçimiyle olağanüstü biçimleri arasında ayrım yapma gereği devam etmektedir.
Burjuva parlamenter devlet biçimi, burjuvazinin eski düzene karşı mücadelesinin sonucunda ulaştığı ve modern kapitalizmin işleyişine denk düşen en yetkin devlet biçimidir. Bu Marksist tespitin günümüzde de geçerli oluşunun esas nedeni öncelikle kapitalist üretim tarzının ekonomik yapısında yatıyor. Bunun için, burjuvazinin düzenini tehlikede hissedip siyasi alanda olağanüstü önlemlere başvurmak zorunda kalacağı gerçeğini saklı tutup, asıl olarak kapitalist düzenin temel yapısı kavranmalı.
Kapitalizm-öncesi üretim tarzlarında egemen sınıflar artı-ürünü doğrudan üreticilerin elinden çekip almak için ekonomi-dışı zora başvurmuşlardır. Oysa kapitalist üretim tarzında işgücü bir meta haline gelir ve kapitalist işgücünü satın almakla, onun ürettiği artı-değere de otomatikman el koyma koşulunu satın almış olur. Bir başka deyişle, kapitalist üretim sürecinin olağan işleyişi içinde burjuvazinin artı-değeri işçiden çekip alması için ekonomi-dışı bir zora başvurması gerekmemektedir. Burjuva egemenliğin temel kaynağı açık zorbalık değil esasen ekonomik zorbalıktır.
Köle ile ücretli köle arasındaki fark biliniyor. Keza köle sahiplerinin kölelerin karşılıksız emeğini onlardan çekip alma yöntemiyle, burjuvazinin işçilerin yarattığı artı-değere el koyma yöntemi arasındaki niteliksel ayrım açıktır. Köleci düzende köle kırbaç zoruyla çalıştırılır. Kapitalist düzende işçiler “gönüllü rızalarıyla” işgüçlerini kapitalistlere satarlar. Kölenin ne kendi bedeni ne de işgücü üzerinde hiçbir söz hakkı yoktur, bütünüyle efendisinin malıdır. İşçi ise, bedeninin ve işgücünün sahibidir, yaşamını sürdürebilmek için işgücünü şu ya da bu koşulla şu ya da bu kapitaliste satabilir. Köleye oranla özgür görünen ücretli emekçinin özgürlük alanı, kırbaçların şakladığı yerde değil kapitalist düzenin ekonomik zorunun bastırdığı noktada sona erer. Koskoca bir işsizler ordusunun tehdidi altında, işçi hiçbir zaman işgücünü istediği koşullarda satamaz ve genelde bulabildiği iş koşullarıyla yetinmek zorunda kalır.
İşçiler büyük ekonomik mücadelelere giriştiklerinde dahi, kapitalistlerin kendilerinden artı-değer çekip almasına son veremezler. “Sömürüyü sınırlaya sınırlaya giderek ortadan kaldırma” düşüncesi büyük bir yalandan ibarettir. Ağır çalışma koşullarına isyan eden köleler, gerektiğinde en ağır işkence ve baskılarla tarlalara ve işliklere geri döndürülürlerken, salt ekonomik mücadele alanında başkaldıran işçileri yola getirmek için her zaman polis ve jandarma baskısı gerekmez. İşçinin eline tutuşturulan çıkış kağıdı genelde yeterli zor’u içerir. Kapitalist ekonominin işleyişi normal koşullarda işte bu ekonomik zorbalığa dayanır.
Daha önce bir toplumsal düzenin bütün bir üstyapısının, nihai çözümlemede onun ekonomik işleyiş tarzına dayandığını belirtmiştik. Burjuva devlet tipinin, kapitalist ekonomik temelin ürünü olduğu biliniyor. Kapitalist sömürü tarzının, esasta fiziksel baskıyla değil ekonomik zor yoluyla sürdürüldüğü hususu da yeterince açıktır. Ayrıca kapitalizmde egemen sınıfın, üretim alanında aklını kullanabilen, görece eğitimli işçilere ihtiyacı vardır. Kapitalist gelişmeye bağlı olarak talep edilen işgücü niteliğindeki bu değişim kuşkusuz ki siyaset alanına da yansıyacaktır.
Eski düzeni işçi ve emekçi kitlelerin desteğiyle sona erdiren burjuva devrimler, siyaset sahnesinde işçi sınıfına da bir ölçüde yer açmıştır. Köleci düzende kölelerin hiçbir siyasal hakkı yokken, burjuva düzen işçi sınıfını siyasal bir güç kaynağı olarak dikkate almak zorunda kalmıştır. Bu durum (her ülkede aynen yaşansın ya da yaşanmasın) bir tarihsel gerçekliktir ve burjuva düzen tüm bu gerçeklerin üzerine oturur. Burjuvazinin genel oy hakkını kabul etmesi, parlamenter demokratik işleyiş içinde işçi sınıfının siyasal örgütlerinin ve temsilcilerinin de olabileceğini olağan karşılayabilmesi, özetle üzerinde durduğumuz tüm bu ekonomik ve tarihsel gerçeklerin bir sonucudur.
Burjuvazi ayrıca sınıf savaşımları deneyiminden bilmektedir ki, düzenini çok ciddi biçimde tehdit eden olağanüstü bir durum olmadıkça, olağan yönetim biçimini değiştirmeye teşebbüs etmek pek çok açıdan fazlasıyla risklidir. Birincisi, burjuvazinin olağanüstü devlet biçimleri kısa vadede işçi-emekçi kitlelerin devrimci tehdidini savuşturup düzeni korumuş olsalar da, nihayetinde burjuva düzenin örtülerini zedelerler. Hele faşizm bu örtüleri açıkça parçalar ve onun diktatörlük özünü olduğu gibi teşhir eder.
İkincisi, olağanüstü rejimler, yine kısa vadede çeşitli burjuva kesimler arasındaki siyasi didişmelerin yarattığı çatlakların büsbütün büyümesini engellese bile, uzun vadede bu kesimler arasındaki gerginliği büyütür. Siyasete katılımlarını sağlayan “parlamenter birliktelik” günlerini arayan burjuva kesimlerin olağanüstü rejime karşı muhalif konum almaya başlaması, düzende bu kez yeni gedikler açarak işçi-emekçi kitlelerin devrimci enerjisini harekete geçirebilir. Unutulmasın ki, burjuvazinin olağan yönetim biçimi altında uzun yıllar içinde sömüren ve sömürülenler arasında sağladığı uzlaşma sona erdiğinde, günü geldiğinde bunu yeniden tesis etmeye çalışmanın burjuvazi açısından ödenecek yeni bedelleri olabilir. İşçi-emekçi kitleler demokrasiyi yeniden ele geçirmeye giriştiklerinde, burjuva düzen sınırlarını aşıp geçebilirler. Zira proletarya, artık 18. veya 19. yüzyılın proletaryası değildir ve yalnızca olağanüstü burjuva devlet biçimini değil, burjuva devleti toptan tarihin çöp sepetine fırlatabilecek nesnel olgunluğa ulaşmıştır.
Olağanüstü burjuva rejim demagojilerle kitleleri peşine takmayı başarsa bile, onun asıl dayanağı burjuva devletin baskı mekanizmalarını harekete geçirmesidir; örneğin faşizm açık baskıya dayanan bir yönetim biçimidir. Böyle bir yönetim biçiminin ilânihaye devam etmesi mümkün olamaz. Çünkü bir toplumsal düzenin uzun vadede varlığını sürdürmesi için, kendi egemenliğini belli bir ölçüde “gönüllü rızaya” dayanan bir yönetim biçimine büründürmesi gerekir. Fakat her şeye rağmen, tüm sömürülü toplumlar için geçerli olduğu üzere egemen sınıf “olmak ya da olmamak” benzeri bir durumla yüz yüze geldiğinde, tüm mantıksal hesaplar bir yana itilecektir. Ve burjuvazi açısından olağanüstü devlet biçimine geçiş zorunlu hale gelecektir. Bu olasılık, demokrasinin beşiği olmakla övünen Avrupa’dakiler de dahil pek çok kapitalist ülkede, tüm bir 20. yüzyıl boyunca yaşanan çeşitli faşist diktatörlükler temelinde gerçekliğe dönüşmüştür. Aynı tehlike potansiyel olarak bugün de varlığını sürdürüyor.
Neticede burjuva demokrasisi burjuva düzenin olağan devlet biçimidir ama bu “demokrasinin” niteliği konusunda da asla yanılsamalara kapılmamak gerekiyor. Lenin’in Devlet ve Devrim’de dediği gibi, “Burjuva devlet biçimleri son derece çeşitlidir, ama özleri hep aynıdır. Bütün bu devletler, son çözümlemede, şu ya da bu biçimde, ama zorunlu olarak, bir burjuva diktatörlüğüdür.” Ayrıca kapitalist üretim tarzı nasıl ki “eşdeğerlerin değişimi” görünümü altında ücretli emeğin sömürüsünü gizliyorsa, yani bu eşitlik yalnızca biçimsel bir eşitlikse, burjuva demokrasisi de son çözümlemede aynen diğeri gibi biçimsel bir eşitlikten ibarettir. Hiçbir kapitalist ülke şimdiye kadar sömüren ve sömürülene aynı kapsamda demokrasi sunmamıştır, bundan sonra da sunacak değildir.
Burjuva devletin olağanüstü biçimleri tartışmasında, “biçim” kavramı üzerinde biraz durmak açıcı olacaktır. Kuşkusuz kullanılan her kavram ancak belirli koşullar altında bir anlam ifade edebilir. Örneğin burjuva devlet tipi genel kategorisi altında, onun olağan devlet biçiminden ve olağanüstü devlet biçimlerinden söz edebiliriz. Fakat sıra diyelim faşist devlet biçiminin tanımlanmasına geldiğinde, gerçek yaşamın çeşitli örnekler bazında sergileyeceği farklılıkların (örneğin sivil parti iktidarı biçimindeki ya da askeri diktatörlük biçimindeki faşizm) üzerine çıkabilen daha toparlayıcı kavrayışlara ihtiyaç vardır.
Bu durumda Bonapartist ve faşist devlet “biçimi” (her ikisinin gerçek yaşamda bürüneceği farklı biçimler hesaba katıldığında), adeta iki ayrı tür olarak ele alınabilir. Kuşkusuz bu iki ayrı “türün” içini dolduran özelliklerin, kapitalist gelişmeye bağlı olarak bir değişim geçireceği de asla ihmâl edilmemeli. Bu anlayıştan hareketle, emperyalizm döneminde burjuvazinin başvurabileceği baskıcı olağanüstü devlet biçimlerini (çeşitli örnekler arasındaki biçimsel farklılıklara takılmaksızın), Bonapartist ve faşist diye kabaca iki ana kategoride toparlayabiliriz. Ancak altını kalın bir biçimde çizmeliyiz ki, tüm bu açıklamalar, kavramlar dünyasında oynanan (hiçbir zaman oynamaya meraklı olmadığımız) bir kelime oyunu değildir. Tam tersine, burjuva akademisyenler tarafından oynanan oyunlar sonucunda, faşizm gibi önemli konularda bulanan zihinlerde bir parça da olsa düzeltme yapabilme çabasından ibarettir.
Faşizm bir başka olağanüstü yönetim biçimine, diyelim Bonapartizme kıyasla özel, fakat kendi temel özü bakımından (farklı ülkelerde bürüneceği değişik biçimlere rağmen) genel bir kavramdır. Troçki de bu hususa dikkat çeker: “Liberalizm, Bonapartizm, faşizm gibi terimler genelleme özelliği taşırlar. Tarihsel olgular hiçbir zaman kendilerini bütünüyle tekrar etmezler. 1. Napolyon’un hükümetiyle karşılaştırıldığı zaman 3. Napolyon’un hükümetinin ‘Bonapartist’ olmadığını kanıtlamak zor olmazdı ... Dahası, klasik Bonapartizm büyük savaş zaferleri döneminden doğmuştur, oysa İkinci İmparatorluk hiç böyle şeyler görmemiştir. Ama Bonapartizmin bütün çizgilerinin tekrarını arayacak olursak, Bonapartizmin geçmişte kalmış, benzersiz, tekil bir olgu olduğunu, yani genel olarak Bonapartizm diye bir şeyin olmadığını ama bir zamanlar Bonapart adında Korsika’da doğmuş bir generalin yaşadığını görürüz. Liberalizm ve tarihin bütün öteki genelleştirilmiş terimleri için de aynı durum söz konusudur.”[46] Faşizmi de genel bir kategori düzeyinde kavrama çabası içine girmeyip, yaşanan her bir tekil örneğin taşıyabileceği farklılıkları yakalamaya kilitlenirsek, gerçekliği kavramaya çalışırken ondan büsbütün uzaklaşabiliriz.
Faşizmin, yalnızca sivil faşist parti örgütlenmesini kullanan, bir anlamda aşağıdan yukarıya bir karşı-devrim gerçekleştirip iktidara oturan tek tip bir gelişme çizgisine sahip olmadığı açıktır. Faşist karşı-devrim, iktidarı için ortamı hazırladığı süreçte kendisine mutlaka şu ya da bu ölçüde bir kitle tabanı edinmeye çalışır; ama buna rağmen iktidara oturuş biçimi “aşağıdan” ya da “yukarıdan” olabilir. Konunun bu yönünü netleştirmek için Bonapartizm sorununa Marx ve Engels’in yaklaşımını hatırlayabiliriz. Küçük-burjuva kitlelerden destek alarak iktidara oturan amca ve yeğen Bonaparte’ların Bonapartizminin yanı sıra, bir de tepeden gelen Bismarck Bonapartizmi vardır.
Faşizm sorununda “aşağıdan/yukarıdan” benzeri hususlara takıntılı olanlar Engels döneminde yaşamış olsalardı, Engels’in Bonapartizm değerlendirmesiyle Marx’ınki arasında uzlaşmaz ayrılıklar bulup Engels’e yüklenebilirlerdi. Hatta benzer saldırıların muhatabı bizzat Marx bile olabilirdi. Zira Marx da, hem Fransa’daki Bonaparte’lar gerçeğini hem de Almanya’daki Bismarck egemenliğini Bonapartizm olarak nitelemekte bir sakınca görmemiştir. Marx ve Engels, faşizm sorununda yapmaya çalıştığımız gibi, Bonapartizm nitelemesini temel bazı özelliklerden hareketle genel bir yaklaşım düzeyinde ele almışlardır.
Bonapartizm ve faşizm ayrımı
Bonapartist rejimlerle faşist rejimler arasında pek çok ortak özellik olduğu gibi, bazı ayrım noktaları da bulunuyor. Fakat hiç kuşku yok ki, Bonapartizm ve faşizm kavramları arasındaki ayrım, örneğin Sezarizmle Bonapartizm arasındaki kadar derin olamaz. Zira bu kez söz konusu olan birbirinden farklı sosyo-ekonomik sistemlere denk düşen olağanüstü rejimler değildir. Bonapartizm olsun faşizm olsun, bunlar sonuçta aynı sosyo-ekonomik düzenin olağanüstü siyasal biçimlenmeleridir ve Bonapartizmle faşizm arasında aşılmaz duvarlar yoktur. Bu nedenle, mali sermaye çağında yaşanan olağanüstü rejimlerin niteliğiyle ilgili “Bonapartizm mi, faşizm mi?” benzeri tartışmalarda ayrım noktalarını kavramaya çalışmakla birlikte, öze dair benzerlikleri de bir çelişki kaynağı olarak görmemek gerekiyor.
Bu noktada hatırlanması gereken önemli bir husus, emperyalizm çağında burjuva devletin olağanüstü biçimleri olarak ele alınan Bonapartist ve faşist rejimlerin, artık finans kapital egemenliği düzeyine yükselmiş bir kapitalizmin ürünü olduğudur. Dolayısıyla her ikisi de, sonuçta mali sermaye egemenliğinin olağanüstü koşullarda kendini koruma biçimidir. Günümüzde Bonapartist ve faşist rejimlerin benzerlik ve benzemezlikleri üzerine yürütülecek tartışmalarda, Bonapartizmi kapitalizmin eski dönemlerine özgü içeriğiyle ele almak da yetersiz kalacaktır. Her kavram ve niteleme tarihsel akış içinde göreli bir karaktere sahiptir. Bonapartizm benzeri kategoriler, asla tarihüstü genel şablonlar haline getirilmemelidir.
Engels Bismarck Almanyası’ndaki Bonapartist rejimin özelliğini incelerken, 18. yüzyılın mutlak krallık döneminin Bonapartizmine kıyasla, bu yeni örneği (sınıflar ilişkisindeki değişim ve yüklendiği yeni görevler nedeniyle) “modern Bonapartizm” diye nitelemişti. Fakat kapitalist gelişme o noktada da durmaz. Kapitalizmin yol almaya devam etmesiyle birlikte, hem sınıfsal oluşumlar daha bir yerli yerine oturur hem de sınıflar savaşımı artık esasta iki temel sınıf arasındaki mücadele olarak kristalize olur.
Marksizmin kurucuları Komünist Manifesto’da kapitalist gelişmeden türeyecek bu sınıfsal kutuplaşmaya işaret ederler. Gerçekten de kapitalist gelişmenin devasa adımları sınıfsal yapılaşmayı giderek sadeleştirmiştir. Emperyalizm çağında burjuva devletin tüm biçimleri, en çarpıcı ifadesini, esasen tekelci burjuvazinin proletarya üzerindeki egemenliğini sürdürebilmesinin farklı araçları olmasında bulmuştur. Engels’in modern Bonapartizm diye adlandırdığı niteleme de eskimiş ve bu kez 20. yüzyılın somut olguları temelinde Bonapartizmin yeni döneme ilişkin özelliklerinin vurgulanması ihtiyacı doğmuştur.
Marx’ın Bonapartizm sorununu incelediği koşullarda burjuvazinin iç yapılanması fazlasıyla hareket halindeydi. Büyük toprak, ticaret ve sanayi burjuvazisi hem iktisaden hem de siyaseten egemenlik mücadelesi içindeydiler. Fakat kapitalizmin gelişip olgunlaşmasına bağlı olarak çeşitli büyük burjuva kesimler bir mali sermaye sentezine ulaştı ve bu kesimler arasında eski dönemlere özgü çekişme geride kaldı. Bununla birlikte burjuva sınıf homojen bir iç yapıya ulaşmış olmaz, içinde hâlâ işbölümünden kaynaklanan farklı kesimler ve iktisaden farklı büyüklük ve güçteki burjuva unsurlar yer alır. Ne var ki, artık iktisaden hegemon olan tartışmasız biçimde finans kapitaldir.
Bu gelişme noktasına ulaşıldığında, parlamenter rejim finans kapitalin hegemonyası altında biçimlenen bir burjuva iktidar blokuna dönüşür. Burjuvazi bu hegemonya altında bütün bir sınıf olarak işçi ve emekçi kitleler üzerindeki egemenliğini sürdürür. Olağanüstü burjuva rejimler ise, finans kapitalin iktisadi hegemonyası altında biçimlenmiş olan burjuva düzeni korumaya çalışır, finans kapitalin bu konumunu daha da güçlendirmeye hizmet ederler. Bu nedenle Marksizm, emperyalizm çağında burjuva devletin olağan ve olağanüstü biçimleri arasındaki yer değiştirmelerin burjuvazi açısından özde bir değişiklik yaratmayacağına, fakat bu değişikliğin işçi sınıfı ve emekçi kitleler açısından hiç de önemsiz olmadığına dikkat çekmektedir.
Kapitalizmin emperyalist aşamaya yükselmesiyle birlikte Bonapartist rejimin özelliği de, artık iki temel sınıf arasındaki çatışmanın seyri noktasında belirginleşecektir. Emperyalizm çağında Bonapartizm, devlet bürokrasisini siyasal açıdan toplumun üzerine çıkartarak iki temel sınıf arasında bir tür denge kurmayı amaçlayan bir olağanüstü rejimdir. Devletin sopasını sallayarak işçi sınıfını devrim yolundan caydırmayı dener ve böylece bir tür “iç barış” sağlamaya çalışır. Lenin Bonapartizmin en başta gelen tarihsel belirtisinin, “destek için askeri kliğe (ordunun en berbat unsurlarına) dayanan devlet iktidarının, birbirini az çok dengeleyen iki düşman sınıf ve güç arasında manevra yapması” olduğunu vurgular.[47]
Bonapartizm ve faşizm konusunda kapsamlı değerlendirmeleri bulunan Troçki, Bonapartizm olgusunu tarihsel kapsamıyla ele almıştır. Kapitalizmin yükseliş çağının Bonapartizmi ile gerileme döneminin Bonapartizmi arasında da ayrım yapmıştır. Sanayi kapitalizminin atılım döneminde yaşanan Bonapartizmin özelliklerini Marx’ın çözümlemelerinden biliyoruz. O dönemdeki Bonapartizmin en önemli işlevi, mülkiyeti ve düzeni korumak amacıyla kendini mücadele eden burjuva kampların da üzerine çıkartmaktır. Emperyalizm dönemindeki Bonapartizm ise, tıpkı faşizm gibi, finans kapitalin hükümet biçimlerinden biridir. Kapitalist toplumun gerileme dönemi, faşizmin yanı sıra Bonapartizmi de yeni içeriğiyle gündeme getirmiştir.
Örneğin 1934 yılı Fransası’ndaki hükümetin gerçek ekseni, polisten, bürokrasiden ve askeri klikten geçmektedir. Troçki, “Karşımızdaki, parlamentarizmin süsleriyle güç belâ örtünen bir askeri-polis diktatörlüğüdür. Ama ulusun hakemi rolünde bir kılıç hükümeti: Bonapartizm, işte budur” der. Ve devam eder: “Politik bakımdan kendini sınıfların üzerine çıkaran Bonapartizm, denebilirse atası Sezarizm gibi, toplumsal bakımdan her zaman ve her çağda sömürücülerin en güçlü ve en sıkı kesiminin hükümetini temsil eder. Şu halde bugünkü Bonapartizm de, bürokrasinin zirvelerini, polisi, subaylar zümresini ve basını yöneten, esinleyen ve ayartan finans kapitalin hükümetinden başka bir şey olamaz.”[48]
Finans kapital döneminde Bonapartizm olsun faşizm olsun, burjuva düzen güçleri açısından temel problem düzene devrimci tehdit yönelten işçi sınıfının nasıl yönetileceği, onun devrimci hareketinin nasıl bastırılacağıdır. Finans kapitalin Bonapartist hükümet biçimi, otoriter bir yönetim oluşturarak kendisine sınıflar ve klikler arası sözde bir iç barış rejimi görüntüsü verirken, faşizm proletaryaya karşı açık bir iç savaş yürüten totaliter bir rejim olarak biçimlenir.[49] Bonapartizm, burjuva düzenin olağanüstü yöntemle sağladığı eşitsiz bir denge durumudur. Bonapartist diktatörlük, karşıt sınıflar veya egemen sınıf kesimleri arasındaki mücadelenin düzeni tehlikeye sürüklememesi için, çatışan unsurlara sanki eşit uzaklıkta durduğu izlenimini yaratarak bir denge rejimi kurar. Oysa faşist diktatörlük, iktidara tırmanırken ve özellikle iktidarının ilk döneminde işçi sınıfının üzerine kanlı bir devlet terörüyle yürüyüp, onu çok açık biçimde sindirmek ve dolayısıyla gerçek yüzünü ifşa etmek zorundadır.
Sonuç olarak her iki olağanüstü yönetim biçiminin altında yatan sınıfsal öz benzerliğinin görmezden gelinmesi ne denli yanlışsa, aralarındaki farkın küçümsenmesi de işçi sınıfının mücadelesini güçsüz düşürecektir. Sorunun bu iki yönüne de dikkat çeker Troçki: “Şimdiye kadar söylenenler, Bonapartist iktidar biçimini faşist biçimden ayırt etmenin ne kadar önemli olduğunu yeterince göstermektedir. Bununla birlikte karşı uca sıçramak, yani Bonapartizmi ve faşizmi iki bağdaşmaz mantıki kategori haline getirmek de bağışlanmaz bir yanlış olur. Nasıl Bonapartizm parlamentarizmi faşizmle birleştirerek başladıysa, zafere ulaşmış faşizm de, sadece Bonapartistlerle bir bloka girmek zorunda olduğunu değil, ama üstelik Bonapartist sisteme iç yapı bakımından yakınlaşmak zorunda olduğunu da görür.”[50]
Faşizm, mali sermaye egemenliği çağında burjuva düzenin işçi sınıfına yönelik en açık saldırısı, işçi ve emekçilerin demokratik haklarına ve örgütlerine yönelik olağanüstü baskı ve şiddet rejimidir. Sermayenin işçi-emekçi kitleler üzerindeki açık ve kanlı diktatörlük biçimi olan faşizmi incelerken, meselenin özünü açıklamayan detay unsurlara saplanıp kalmamak ve asıl olarak temel faktörleri kavrayabilmek önem taşıyor.
Örneğin ulusların taşıdığı değişik tarihsel özellikler, her konuda olduğu gibi faşizm konusunda da uygulamada bazı şekil ve yapılanma farklılıkları yaratacaktır. Diyelim Prusya köklerinden kaynaklanan disiplin eğilimiyle bilinen Almanya’daki faşist hareketle, İtalya’daki tam birbirine benzemez. Ama bu gibi hususlar temel faktörler değildir ve faşizm bu gibi detay unsurlardan hareketle açıklanamaz. Keza faşizmin somutta hangi sermaye grubunun desteğiyle palazlandığı gibi ayrıntılara takılıp kalmak da bütünü görmeyi engeller. Kuşkusuz somut yaşam binlerce ayrıntının bütünlüğüdür ve fiiliyatta bu tip ayrımlar olacaktır. Fakat önemli olan, faşizmin hangi ülkede ve diyelim öncelikli olarak hangi sermaye grubunun desteğiyle palazlanmış olursa olsun, finans kapitalin en kudurgan karşı-devrimci diktatörlüğü olduğu gerçeğini gözden kaçırmamaktır.
Faşizmin kapitalizmin devamı olduğunu, “kapitalizmin varlığını en vahşi, en korkunç yöntemlerle sürdürme çabası” olduğunu belirtir Troçki. “Sırf proletarya sosyalist devrimi zamanında gerçekleştiremediği için kapitalizm faşizme başvurma fırsatını elde etmiştir” der.[51]
Ayrıca faşizmin her zaman belirli aşamalardan oluşan bir politik devrenin son halkası olduğuna dikkat çeker: “kapitalist toplumun en ağır bunalımı; işçi sınıfının radikalleşmesinin artması; kırsal ve kentsel küçük burjuvazide işçi sınıfına karşı sempatinin artması ve değişiklik özlemleri; büyük burjuvazinin ne yapacağını şaşırması; büyük burjuvazinin devrimci durumun tepe noktasından kaçınmak için gösterdiği korkakça ve haince çabalar; proletaryanın kendini tüketmesi ve halsiz düşmesi; toplumsal bunalımın derinleşmesi; küçük burjuvazinin umutsuzluğu, değişiklik özlemi; küçük burjuvazinin kolektif nevrozu, mucizelere inanmaya hazır olması, şiddetli tedbirlere yatkın olması; umutlarına ihanet eden proletaryaya karşı düşmanlığının gelişmesi. Bunlar, bir faşist partinin hızla kurulması ve zafere ulaşmasının dayandığı temellerdir.”[52]
Tüm burjuva rejimler, aslında her zaman ezilen sınıflara yönelik baskı ve gericilik öğelerini içlerinde taşırlar. Ne var ki faşizmi, mali sermayenin başı biraz sıkıştığında başvurduğu ve sıradan kabul edilebilecek reaksiyonlardan ayırt etmek gerekiyor. Faşizm, finans kapitalin olağanüstü bunalımlarının ifadesi olarak vücut bulmuştur. Bu tür bunalımlar, kapitalizmin konjonktür dalgalanmaları temelinde yaşadığı olağan spazmları aşan, artı-değerin üretilme ve gerçekleşme koşullarında yapısal sarsıntılara neden olan ve bünyenin tümünü ağır bir hastalık gibi pençesine alan genel bir toplumsal bunalım olarak seyrederler.
Avrupa’da faşist rejimlerin ortaya çıkışı örneğinde, kapitalizmin iki emperyalist savaş dönemi arasında sürüklendiği olağanüstü kriz koşulları hatırlardadır. Olağanüstü bunalımlara, devrimci durumlar, işçi hareketindeki devrimci yükselişler eşlik eder. Bu koşulların burjuva düzene yönelttiği yıkıcı tehdidin, sıradan baskı önlemleriyle engellenmesi imkânsızdır.
Bonapartizm-faşizm ilişkisi şablonlara indirgenemez
Bonapartizm ve faşizm birbirine uzak iki kategori değildir. Troçki bu soruna açıklık getirirken, finans kapitalin egemenliği döneminde çeşitli hükümet biçimlerinin aynı toplumsal temelden yükseldiğine işaret eder: “İktidara geçen faşizm de, Bonapartizm gibi, finans kapitalin hükümeti olabilir ancak. Bu toplumsal anlamda sadece Bonapartizmden değil, ama parlamenter demokrasiden bile ayırdedilemez. ... Finans kapitalin gücü, istediği zamanda ve yerde, istediği gibi bir hükümet kurma yeteneğinde yatmaz; bu yeteneğe sahip değildir.
inans kapitalin gücü, her proleter olmayan hükümetin ona hizmet etmek zorunda kalışı gerçeğinde yatar.”[53]
Burjuva düzenin devamını mümkün kılmak üzere, finans kapital, yaşanan toplumsal bunalımın şiddet ve derinliğine göre çeşitli olağanüstü hükümet biçimlerine peşpeşe başvurabilir. Bu anlamda, olağanüstü devlet biçimlerinin birinden diğerine geçişler yaşanması mümkündür.
Almanya’da Hitler faşizminin tırmanış sürecinde Bonapartist olarak nitelenebilecek gerici hükümetlerin işbaşına geldiğini söyler Troçki. Diğer yandan, İtalya’da Mussolini faşizminin iktidara yerleştiğinde bürokratlaşıp, Bonapartist bir diktatörlüğün asker-polis devletine benzer bir görünüm sergilemeye başlamıştır. Troçki’nin Almanya’da faşizmin tırmanış sürecine ilişkin tahlilleri, hem Bonapartizm olgusundan hem de İtalya’da faşist Mussolini iktidarından çıkarttığı sonuçlara dayanmaktadır. Almanya’da Hitler diktatörlüğü kurulmadan önce, siyasal rejim önce Brüning ve sonra Papen hükümeti temelinde giderek gericileşmiştir. Fakat “normal” bir polis yönetiminin yerini faşist bir iktidarın alıp almadığını bilmek, işçi sınıfının mücadelesi açısından önem taşır.
Hitler’in yükselişini sürdürüyor oluşuna rağmen, Brüning rejiminin işbaşında olduğu 1932 Almanyası’nda faşizm henüz iktidara gelmemişti. Faşizmin zaferinin yolunda hâlâ önemli engeller bulunmaktaydı; zira henüz işçi örgütleri yerinde duruyordu. O tarihteki yazılarında, Brüning rejimini bir bürokratik diktatörlük, bir Bonapartizm karikatürü olarak niteledi Troçki. Ona göre Brüning diktatörlüğü yeni bir toplumsal dengenin başlamasının değil, eskisinin vaktinden önce parçalanmasının habercisiydi. Brüning’in kararnameler yayınlayabileceğini, parlamentoyu kendi isteğiyle feshedebileceğini, miting dağıtıp gazete kapatabileceğini, ama daha büyük işler için çapının yetmeyeceğini söylüyordu.
O dönemde resmi komünist hareket ise Brüning rejimine bakıp, “faşizm zaten iktidarda” demekte ve yaşanabilecek daha ağır bir diktatörlüğe karşı proletaryayı uyanık kılmamaktadır. Troçki’nin vurguladığı gibi, “faşist” nitelemesiyle kendini örtülemeye çalışan bu sahte radikalizmin altında, “zaten artık yenilgiden kaçınamayız” diye düşünen bir pasifizm yatmaktadır. Oysa faşizmin iktidara tırmandığı süreçte proletaryanın yürüteceği mücadele gerçekten de yaşamsal bir önem taşır. Zira faşizmin amacına ulaşabilmesi için, genelde, iktidarı ele geçirmeden önce işçi hareketinin örgütlü gücünü geriletmeye ve kırmaya ihtiyacı vardır. Şayet faşist güçler bu evrede bu amaçlarına ulaşmayı başarır ve işçi örgütlerini yıldırıp, sindirip sınıfı yenilgi psikolojisine sürükleyebilirlerse zaferleri kesin gibidir. O nedenle proletaryanın burjuva gericiliğine esas saldırısı, bürokratik diktatörlüğün yerini faşist rejim almadan önce, yani işçi örgütleri ezilmeden önce başlamalıdır. Aksi halde belki de iş işten geçmiş olacaktır.
Almanya’da Brüning hükümetini Papen hükümeti izledi ve rejim daha da gericileşti. Bu gelişme nedeniyle, Troçki, Brüning iktidarı konusundaki değerlendirmesini gözden geçirecek ve şu sonuca çıkacaktı: “Brüning hükümeti Bonapartizm öncesi bir hükümetti. Brüning sadece bir haberciydi. Tamamlanmış şekliyle Bonapartizm, Papen-Schleicher hükümetiyle sahneye girişini yaptı.”[54] Troçki’yi eski analizi üzerinde yeniden düşünmeye sevk eden önemli faktör acaba neydi? Bu, Bonapartist bir rejimin nitelenmesinde aranacak olan yeni bir toplumsal dengenin kurulması koşuluydu. Brüning rejiminin yeni bir toplumsal denge kuramadığı belli olduğundan, Troçki onun Bonapartist değil, ön Bonapartist olarak nitelenmesini uygun bulmuştu.[55]
Bu vesileyle, Bonapartist bir rejimin varlık kazanabileceği koşulların nasıl bir duruma tekabül edebileceği sorunu üzerinde odaklaştı Troçki. Bonapartist bir rejimin, ancak devrimci bir dönemi sona erdirmiş olduğu takdirde; güçler ilişkisi çatışmalar içinde çoktan sınanmış, devrimci sınıfların gücü tükenmiş, ama mülk sahibi sınıfların da henüz korkuyu üzerlerinden atamamış oldukları bir durumda, ancak böyle bir durumda göreli bir denge ve dayanıklılık kazanabileceğini belirtiyordu. “Bu temel şart yoksa, yani yığınların enerjisi mücadele içinde tükenmemişse Bonapartist bir rejimin gelişmesi mümkün değildir”[56] demekteydi.
Fakat o dönem için sorun yine de tam anlamıyla netleşmiş olmadı. Zira Troçki’nin “tamamlanmış şekliyle Bonapartizm” dediği Papen hükümeti selefinden daha güçsüz çıkmıştı. Daha sonra Hitler’in iktidarı almasıyla birlikte geçmiş dönemi yeniden değerlendirdiğinde, ön gerici rejimlerin aslında başarılı olamadığını ve ancak küçük-burjuvazinin seferber edilmesi sayesinde proletaryanın bu faşist dalganın altında ezdirildiğini vurgulayacaktı Troçki.
Görüldüğü gibi Troçki faşizmin iktidara tırmanışını, Bonapartist diye nitelenebileceğini düşündüğü gerici burjuva hükümetlerin birbirini izlemesi temelinde açıklamaya çalışmıştı. Bu yüzden, faşizmin sadece Bonapartizmin bir tekrarı olduğunu söylediği yolunda eleştiriler de aldı. Troçki’nin bu tür eleştiriler karşısında hatırlattığı önemli bir husus, kapitalizmin yükseliş çağının Bonapartizmi ile gerileme döneminin Bonapartizmi arasında zaten bir ayrım yapmış olduğuydu.
Bonapartizm bu ikinci düzeyde ele alındığında, artık finans kapitalin olağanüstü yönetim biçimlerinden biri olması bakımından, bir diğeriyle, yani faşizmle ilişkili kılınabilirdi. Şöyle diyordu: “Faşizmde bir Bonapartizm öğesi vardır. Bu öğe olmadan, yani sınıf mücadelesinin son derece keskinleşmesi nedeniyle devlet iktidarının toplumun üzerine çıkarılması olmadan, faşizm mümkün olmazdı.”[57] Diğer yandan Troçki, faşizmin sonuçta Bonapartist tipte bir askeri-bürokratik diktatörlüğe varacağını, İtalya örneğinin bunu kanıtlamakta olduğunu da düşünmekteydi.
Troçki’nin değerlendirmeleri, bir yandan bazı durumlarda gerçekten de Bonapartizm ve faşizm arasında geçişler olabileceğine ışık tutarken, diğer yandan olayların sıcağı sıcağına yaşandığı süreçlerde yapılan analizlerin değişmez kalıplar olarak ele alınamayacağını gösterir. Her faşist diktatörlüğün öncesinde ya da sonrasında Bonapartist bir dönem aramak doğru değildir. Fiiliyatta faşist iktidarı Bonapartist bir hükümet biçiminin öncelemesi ya da faşist diktatörlüğün Bonapartist bir devlet biçimi yönünde çözülmesi söz konusu olmadığında, çözümlemelerin doğrudan doğruya faşizm kavramı eşliğinde yapılması uygundur. Daha önce yaşanmış tarihsel örnekler nedeniyle, burjuva düzenin faşist biçimlenmesinin ne demek olduğu günümüzde çok iyi biliniyor.
Bugünden bakıldığında, vaktiyle Troçki’nin özelliklerini dikkatle çözümlemeye çalıştığı Hitler öncesi gerici hükümetlerin de aslında faşizmin iktidara tırmanma sürecini yansıttığı açıktır. Bu gibi durumlarda, Troçki’yi de sürekli yeni değerlendirmeler yapmaya sevk etmiş olan oynak bir siyasal ortam söz konusudur ve bir denge rejiminden bahsedebilmek olanaklı değildir. Benzer bir gelişme, Türkiye’de de 12 Eylül öncesinde kurulan Birinci ve İkinci Milliyetçi Cephe hükümetleriyle yaşanmıştır. Bu gibi tarihsel kesitler, sınıf savaşının neticesinin henüz belli olmadığı, dolayısıyla kesin bir rejim nitelemesinin de yapılamadığı geçişsel süreçlerdir. Temel sınıf güçleri arasındaki mücadelenin seyrine göre, faşizmin iktidara gelmesiyle sonuçlanabileceği gibi, devrimci güçlerin ağır basmasıyla da sonuçlanabilirler.
Faşizm iktidara tamamen yerleştikten ve ortalığı “dikensiz gül bahçesi”ne çevirdikten sonra, eğer faşist diktatörlük iç ve dış faktörlerin etkisiyle Bonapartist biçim doğrultusunda bir çözülüş yaşarsa, faşizmle Bonapartizm arasındaki geçişsel ilişkiden söz etmek gerçekten de anlamlı hale gelir.[58] Bu takdirde, Troçki’nin yukarda Bonapartist bir iktidarın varlık koşulları bağlamında değindiği üzere, faşist iktidar sayesinde devrim tehdidini sona erdiren burjuvazi, devrimci sınıfların gücünün tükenmiş, fakat mülk sahibi sınıfların da korkuyu tamamen üzerlerinden atamamış oldukları bir durumda egemenliğini Bonapartist bir rejim altında sürdürebilir.
Şimdi tüm bu değerlendirmelerden, evvelâ ön Bonapartizm, sonra tamamlanmış Bonapartizm, ardından faşizm yaşanacak ve nihayetinde faşizm tekrar Bonapartizme varacaktır biçiminde bir şablonun çıkarılması teorinin tam anlamıyla karikatürize edilmesi olurdu. Elbette geçmişte yaşanmış örneklerin ve bunların devrimci Marksist değerlendirmesinin güncel gelişmelere ışık tutmaması düşünülemez. Ama Troçki’nin Almanya konusundaki çözümlemelerini, 1930’larda yaşanmakta olan ve henüz tam anlamıyla hareket halinde olan olgular üzerine inşa ettiği gerçeği de asla unutulmamalı. Bu tür süreçlerin sergilediği özgüllükler değişmez kurallar olarak bellendiğinde, teori, sanki tarih kendini hep aynı şekilde tekrarlayacakmış gibi bir saçmalığa indirgenir.
Böyle bir yaklaşım tarihin materyalist kavranışı değil, onun her seferinde yeni ayrıntılar sergileyecek olan akışına dıştan bir kurallar dizisi dayatmak olurdu. Bu şekilde düzeysizleştirilmiş bir Bonapartizm/faşizm ilişkisi kurmak ise somut olayların kavranma çabasını değil, olsa olsa bir çeşit körleşmeyi yansıtabilir.
Bu konuda Troçki’nin Polonya Marksistlerine yönelttiği eleştiriyi hatırlayalım. Polonya Marksistleri, Pilsudski rejiminin niteliğinin faşist mi yoksa Bonapartist mi olduğu konusunda tartışma yürütürlerken, sıranın Bonapartist rejimde olduğu düşüncesine saplanıp kalmışlardı. Bu nedenle de Pilsudski iktidarını faşist olarak nitelemenin yanlış olacağını iddia ediyorlardı. Burjuva siyasal rejimi faşist olarak niteleyebilmek için, Pilsudski’nin yeni bir Polonyalı Mussolini ya da Hitler tarafından düşürülmesini beklemekteydiler. Bu yaklaşımı eleştiren Troçki, “Bir ‘ideal’ faşizm görüntüsü yaratmak ve bunu bütün özellikleri ve çelişkileriyle, Polonya devletindeki sınıf ve milliyet ilişkileri alanında gelişen bu gerçek faşist rejimin karşısına dikmek yöntemsel olarak yanlıştır”[59] diyordu. Troçki’nin satırları, günümüzdeki benzer durumlarda da, daha önce bellenen şablonlara uymadığı gerekçesiyle gözlerinin önündeki gerçekliği kavramaya yanaşmayanlar açısından yeterince öğreticidir.
Faşizm askeri diktatörlük biçimine bürünemez mi?
Faşizm tartışmaları bağlamında asla gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir nokta var. Özellikle Almanya’da yaşanan faşist diktatörlüğün yalnızca o dönemi yaşamış olanlarda değil, takip eden kuşaklar üzerinde de derin izler bırakmış olması nedeniyle, burjuvazi kitleleri yine yanılsamalara sürükleyip istediği sonuca ulaşabilmek için farklı görünen yolları denemektedir. Bu nedenle faşizmi, diyelim İtalya veya Almanya’da sergilediği özellikler temelinde şablonlaştırıp kavramaya çalışmak tamamen yanlış bir yaklaşım olur.
Deniliyor ki, tıpkı Bonapartizm ya da faşizm gibi, askeri diktatörlük de başlı başına burjuvazinin olağanüstü yönetim biçimlerinden biridir. Oysaki askeri diktatörlük olgusu kendi başına bir şey anlatmaz. Troçki’nin dediği gibi, “Kılıcın kendi başına bağımsız bir programı yoktur. Bir ‘düzen’ aletidir. Varolanı korumak için çağrılmıştır”.[60]
Parlamenter işleyişi tamamen ortadan kaldıran yahut göstermelik düzeye indirgeyen çeşitli tipte askeri diktatörlükler vardır. Çatışan burjuva fraksiyonlar veya çatışan sınıflar arasından sıyrılıp, kılıçların gölgesinde “denge” sağlamaya çalışan Bonapartist tipte askeri diktatörlükler olacağı gibi, işçi sınıfının devrim dalgasını açıkça ezmeyi amaçlayan tam karşı-devrimci faşist askeri diktatörlükler de olabilir. Bir de işçi-emekçi kitlelere yönelttiği saldırılarla değil de, örneğin yabancı sermaye karşısında ulusalcı bir ekonomiyi savunmasıyla ve bu temelde giriştiği devletleştirmelerle vb. sivriliveren ve kitleler nezdinde ilerici, sol bir görünüme bürünen tipte askeri diktatörlükler vardır.
Çeşitli ülkelerde yaşanmış olan ve tarihsel bakımdan daha ziyade sanayi burjuvazisinin atılım dönemlerine denk düşen bu tip askeri diktatörlükler, planlı bir sanayileşme hamlesini, devletleştirmeleri gündeme getirdiler. Genel bir yaklaşım olarak, bunları milliyetçi sol, ulusal kalkınmacı askeri diktatörlükler olarak adlandırmak pek de yanlış olmaz. Bu tür askeri diktatörlükler en çok da, “ulusal kalkınmacı” bir siyasal çizgiyi sosyalizm diye yutturmaya çalışan Stalinist Sovyetler Birliği’nin var olduğu bir dünyada hayat buldular. Ama esas konumuz bu değil.
Faşizm gibi genel kavramlar, çeşitli tarihsel örnekler içinden seçilen çok özgün ve sivri yönlere bakarak değil, ortak ve öze dair hususların üzerine inşa edilir. Aksi takdirde bu tür tanımlamalar tamamen anlamsız hale gelirdi. Olağanüstü rejim biçimlerinin nitelenmesinde sağlıklı tutum alabilmek, asıl olarak kullanılacak kavramların içinin doğru şekilde doldurulmasına bağlıdır. Yunanistan’da yaşanan 1967 Albaylar Cuntası, Şili’deki 1973 Pinochet rejimi, Türkiye’deki 12 Eylül Askeri Cuntası gibi siyasal rejimler, bu ülkelerde finans kapitalin dışa açılma ihtiyacına, bu doğrultudaki yapısal değişimlerin gerçekleştirilmesi dönemine denk düşen ve devrimci mücadelenin, işçi hareketinin açıkça ezilmesini amaçlayan kanlı siyasal yönetimlerdir. Öncekilerden farklı olarak, bunlar faşist tipte askeri diktatörlüklerdir.
Bu ülkelerde faşist iktidarları işbaşına getiren askeri darbelerin tezgâhlanmasında Amerikan emperyalizminin üstlendiği rol tartışmasız biçimde açıktır. Bazı örneklerde, bu askeri darbelerin öncesinde CIA planlarının eşliğinde ortamın faşizme nasıl da hazır hale getirildiği, devrimci hareketleri geriletmek amacıyla kitle pasifikasyonu yürüten “milli” kontr-gerilla güçlerin Amerikan uzmanlarının denetiminde nasıl da aynı okullarda eğitilmiş olduğu uzun sözü gerektirmeyecek denli yazılıp çizildi.
Türkiye örneğinde ABD yönetiminin gerek askeri darbe hazırlığına ve gerekse darbenin gerçekleştirilmesine vermiş olduğu doğrudan destek çok iyi bilinir. 12 Eylül darbesi gerçekleştiğinde, dönemin ABD yetkilileri bu olayı, “bizim oğlanlar iyi iş yaptı” diye kutlayıp duyurmuşlardı. Fakat bu gerçeklerden hareketle, bütün bu gelişmeleri ve dolayısıyla yaşanan faşizm olgusunu, bir dış dayatma, emperyalizmin o ülke burjuvazisi de dahil iç güçlere bir oyunu biçiminde yorumlamak, eğer kasıtlı bir tutum değilse en iyi ihtimalle aptallıktır. Zira bu yaklaşım, faşizmin suçunu bütünüyle “dış güçler”e havale ederek kendi burjuvasını bu suçtan tenzih eder. Böylece tıpkı milliyetçi ve sahte “anti-emperyalizm” örneğinde olduğu gibi, faşizm konusunda da, bizzat kendi ülkesindeki egemen burjuvaziye tutum almayan bir “anti-faşizm” anlayışı geliştirilir. Burjuva cephede bu tür “anti-emperyalizm” ve “anti-faşizm” örneklerine sıkça rastlanacağı gibi, sol harekette de bunun izdüşümleri bolca bulunuyor.
Klasik faşist rejimlerin taşıdığı kimi belirgin özelliklere bakıp, askeri faşist diktatörlük nitelendirmesine itiraz edenler olduğunu biliyoruz. Örneğin, faşizmin mutlaka küçük-burjuvazinin tepkisinin kitlesel düzeyde örgütlenmesine dayanarak iktidara geldiği, Almanya ve İtalya’daki örneklerin bunu kanıtladığı söyleniyor. Ama faşist bir iktidarın nitelenmesi bakımından onun yalnızca iktidara yürüyüş biçimine bakmak yeterli değildir, daha önemlisi kurulan iktidarın taşıdığı özelliklerdir. Bir de asla unutulmamalı ki, yakın tarihteki askeri faşist diktatörlükler de iktidara gelmeden önce genelde küçük-burjuva ve lümpen kitlelerin hoşnutsuzluğunu kullandılar. Onlar arasında paramiliter faşist çeteleri örgütleyerek toplumu bezdirip yordular ve sonra da toplumsal kaosu yatıştırma bahanesiyle kitleler nezdinde pasif destek de bulup iktidara yerleştiler.
Daha genel anlamda ifade etmek istersek, örgütsüz kitlelerin şu ya da bu biçim ve düzeyde desteğini almadan en keskin kılıçların şakırtısı altında bile olsa iktidar koltuğuna tırmanabilmek ve orada oturabilmek mümkün değildir. Bu yüzden askeri faşist diktatörlükler öncesinde de bir tür toplumsal desteğin yaratıldığını görürüz. Bu desteğin mutlaka nasyonal sosyalizmin tantanalı demagoji kampanyalarına birebir benzer şekilde yaratılmış olması veya aynı kitleselliğe ulaşması gerekmiyor.
Örneğin Türkiye’de olduğu gibi faşizmin iktidara gelmeden önce belirli ölçülerde kitle desteği sağladığı gerçeği bir yana, bunun bir de devamı vardır. Burjuvazi ile devrimci proletarya arasındaki yaylım ateşinin arasında kalıp korkan ve sinen kitlelerin (buna işçi sınıfının örgütsüz, bilinçsiz geri kitleleri de dahildir), daha önce devrimci işçilere duydukları sempatinin bir nefrete dönüşmesi ve “artık ne olacaksa olsun ve bu ateş kesilsin!” psikolojisiyle faşist cuntalara sinik bir destek sunması yakın faşizm örneklerinde yaşanmış bir durumdur.
Kapitalizmin krizleriyle umutsuzluğa sürüklenen ve burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çatışmanın yarattığı istikrarsızlık koşullarından bezen küçük-burjuva, işsiz, lümpen kitlelerin askeri faşist bir diktatörlüğün iktidarına giden zeminin döşenmesinde üstlendikleri rol asla gözardı edilemez. Askeri faşist darbeler ansızın üstten geliyor gibi görünseler de, bir ön hazırlığa dayanmayan, iktidarı için önceden ortamı hazırlamayan bir askeri faşist diktatörlük düşünülemez. Klasik faşizmde küçük-burjuvazinin desteğinin çok belirgin olduğu, askeri diktatörlük örneklerinde ise bu unsurun bulunmadığı düşüncesiyle bunların faşist olarak nitelenmesine karşı çıkanların bu husus üzerinde iyice bir düşünmeleri gerekiyor. Faşizmin hep faşist partilerin iktidara gelişiyle kurulduğu düşüncesiyle, hiçbir askeri diktatörlüğün faşizm kategorisi altında değerlendirilemeyeceğini iddia etmek, faşizmi yalnızca klasik biçimiyle sınırlandırarak kavramaya çalışma tutuculuğu anlamına geliyor.
Aynı tutucu yaklaşımın bir uzantısı olarak, nasyonal sosyalizmin kitleleri peşine takabilmek için başvurduğu demagojide ağır basan “anti-kapitalist” söylemi askeri diktatörlük örneklerinde bulabilmenin olanaksız olduğu da ileri sürülüyor. Oysa kimi örneklerde, askeri faşist diktatörlük kurulmazdan önce faşizmin kendine kitle tabanı edinebilmek için sivil görünümlü faşist örgütlenmeleri kullandığı ve bunların da benzer demagojileri sahiplendiği açıktır. Unutulmamalı ki 12 Eylül öncesinde ortamı faşist iktidar için hazırlayan MHP örgütlenmesi bu tür bir demagojiye başvuruyordu. Ayrıca faşizmin öne çıkardığı demagojiler zamana ve zemine göre değişmektedir.
Faşizmin iktidara tırmandığı dönemde toplumun belirli kesimlerini işçi sınıfının devrimci mücadelesine karşı kendi destekçisi olarak örgütleyebilmesinin derecesi bir örnekten diğerine değişiyor olsa da, bu durum iktidardaki faşizmin niteliğinde özsel bir değişiklik yaratmaz. İktidar koltuğuna yerleşen faşizm, ister sivil bir faşist parti iktidarı, ister faşist bir askeri cunta görünümüne bürünmüş olsun sonuç değişmez. İşçi sınıfı açısından her iki durum da, kazanılmış demokratik haklara, mücadeleci sendikal ve devrimci siyasal örgütlenmelere, sınıfın çalışma ve yaşam koşullarına açık saldırı anlamına gelir. Bunların tümü, burjuva diktatörlüğünün kanlı ve şiddeti egemen kılan faşist biçimlenmeleridir.
Faşizmin küçük-burjuva ve lümpen proleter kitleleri çok açık ve yaygın biçimde alttan seferber edip iktidara oturmasıyla, tepeden bir askeri diktatörlük biçiminde kurulmasının faşist iktidarın akıbeti açısından bazı farklılıklar yaratacağını düşünenler olabilir. Bu faktörün, faşist iktidarın dayanıklılık ve iktidarda kalma süresi üzerinde etkili olabileceği toptan reddedilemez. Fakat faşist bir iktidarın akıbetini, asıl olarak iktidara tırmandığı dönemdeki kitle desteğinin biçim ve derecesine bağlamak yanlıştır. İspanya ve Portekiz örnekleri bu gerçeğin kavranması bakımdan önem taşıyor.
Bu iki ülkede de faşizm, klasik örneklere nazaran daha baştan askeri yanı ağır basan bir özellik sergilemiştir. Keza küçük-burjuva kitle desteği veya yaratılmaya çalışılan sivil faşist örgütlenmenin eti budu açısından da bunlar İtalya ve Almanya’ya benzemezler. Bu faktörlere, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da oluşan yeni siyasal atmosferin Franco ve Salazar diktatörlükleri üzerindeki olumsuz etkisini de eklemek gerekir. Buna rağmen her iki ülkede de faşist diktatörlükler uzun süre varlıklarını sürdürdüler ve gerek Franco gerek Salazar hasta yataklarında ecelleriyle öldüler.
Daha sonra bu iki ülkede faşizmin sona eriş süreçleri de iki farklı örneği sergiledi. İspanya’da faşizm çözülerek parlamenter işleyişe geçildi, Portekiz’de ise faşist rejim sol eğilimli bir askeri darbe ile yıkılarak son buldu. Her iki örnekte de işçi-emekçi kitleler faşizme karşı tepkilerini yükseltmişlerdi, fakat sonucu belirleyen, sınıfsal güç dengesi oldu.
60’larda ve sonrasında Yunanistan’da ve çeşitli Latin Amerika ülkelerinde kurulan askeri faşist diktatörlüklerin sona eriş biçimleri de önemli derslerle doludur. Bu örneklerde de faşizmin kitle desteğinin çok daha zayıf olduğu noktasından hareketle, bunların iyice dayanıksız çıkacağını ve anlamlı bir kitle mücadelesiyle yıkılacaklarını peşinen söylemenin ne denli yanlış olacağını yine bizzat yaşamın kendisi kanıtlamıştır. Farklı tarihlerde kurulan ve farklı süreler boyunca yaşayan bu diktatörlüklerin hiçbiri bir devrimle yıkılmadı. İstisnasız hepsinde faşist diktatörlükler çözülerek son buldular. İşçi-emekçi kitlelerin bir örnekten diğerine değişik ölçülerde etkili olabildiği bu süreçler, burjuvazinin hegemonyasını kurabilmesi nedeniyle parlamenter rejime geçilmesiyle noktalandı.
Şili örneği unutulmasın. Doğru dürüst kitle desteği bulamadan, topuna tüfeğine ve bu sayede yürüteceği zulme güvenerek iktidara oturan bir faşizmin, alabildiğine kitlesel bir devrimle tepetaklak edileceği umulurdu. Peki ama, bu zalim rejimin tarumar ettiği sınıf örgütlülüğü, yaratılan dehşet ortamında hafızaları silinen kuşaklar, yitirilen devrimci bilinç ve bu arada gelişecek yeni dış dengeler, ülke içinde burjuvazinin yeniden “demokrasi kahramanı” rolüne bürünmesi şeklinde sıralayabileceğimiz yeni koşulları da hesaba katmak gerekmez mi? Gerçek yaşamın sergilediği sonuçlar mantıksal kurgulara pek de benzemez. İşin aslına bakacak olursak, faşist rejimlerin akıbetini çeşitli ve karmaşık etkenlerin belirlediği açıktır.
Birincisi, ülke içinde faşist iktidarın kuruluşuna yol açan krizin derinlik ve boyutları, egemen burjuvazinin bu krizi aşabilmek bakımından devrimci hareketi ezmede ve ihtiyaç duyduğu yapısal değişimi sağlamada elde ettiği başarı derecesi belirleyici bir etkendir.
İkincisi, kapitalist sistemin içinde bulunduğu genel konjonktürün, derin toplumsal kriz veya krizden çıkış koşullarının, devrimci işçi hareketinin dünya ölçeğindeki saldırı veya geri çekilme durumunun faşist iktidar altındaki ülkeye yansıması fevkalâde önemlidir. Geniş kitlelerin bilincini dumura uğratan propaganda yöntemleriyle “bir örnek” totaliter bir toplum yaratma yolunda ilerleyen Alman Nazizminin iktidarda kalış süresi ve gidiş biçimiyle, diyelim onun gibi bir kitle desteğini örgütlemeksizin, bir iç savaşın ardından iktidara oturan İspanyol faşizminin iktidarda kalış süresi ve gidiş biçimi arasındaki fark, salt “kitle desteği” unsuruna bakıp bir sonuca varılamayacağını açık biçimde gözler önüne serer.
Üçüncüsü, klasik örneklerde faşizm iktidara tırmanış döneminde geniş kitlelerden büyük destek almış olsa bile, iktidara oturduğunda kendisine destek veren kitlelere “ihanet” etmiştir. Tantanalı bir kitle desteğiyle iktidara tırmanan faşizmin bile, iktidara geldiğinde küçük-burjuva fazlalıklarından kurtulduğu açıktır. O halde sorunu faşizmin iktidarı açısından ele aldığımızda, bu “kitle desteği” faktörünün onun akıbeti üzerinde sanıldığı kadar belirleyici olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Faşist iktidarların işçi-emekçi kitlelerin mücadelesiyle yıkılabilmesinde anahtar faktör, gerçekten de faşizmin iktidara tırmandığı dönemde geniş kitlelerden aldığı desteğin düzeyi değildir. Bu desteğin daha düşük olması durumunda faşist iktidarın çok daha kolaylıkla yıkılabileceğini düşünmek, yine iktidarda faşizm gerçeğini pek kavramamış olmak anlamına gelir. Aslında faşist diktatörlüklerin yıkılabilmesi açısından her şey, işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyine ve diğer emekçi katmanları peşine takabilmek bakımından güçlü bir pozisyona sahip olup olmadığına bağlıdır. Ve unutulmasın ki, faşizm, reformistinden devrimcisine işçi sınıfının örgütlerini atomize eden, sınıfın devrimci gücünü ezen bir diktatörlük biçimidir.
Bu nedenle faşizmin iktidara tırmanış sürecinde onu durdurabilmek proletarya açısından yaşamsal bir önem taşıyor. Fakat bunun başarılamadığı ve faşist diktatörlüğün kurulduğu durumda, sanki hiçbir şey olmamış gibi faşist iktidarın kolayca yıkılabileceğinden dem vurmak, ne denli radikal görünüme büründürülürse büründürülsün, gerçekleri tamamen hafife almak demektir. Özetle, soruna iktidarda faşizm açısından baktığımızda, iktidara tırmanış sürecinde çeşitli örnekler bağlamında gözlemlenen farklılıklar çarpıcılığını yitirmektedir.
Dolayısıyla, faşizmin iktidara geliş biçimi ile iktidardaki faşizm konusunun birbirine gerçekten de karıştırılmaması gerekiyor. Troçki, iktidara tırmanan faşizmle iktidardaki faşizm arasındaki farka işaret eder: “Finans kapital’in egemenliğinin mürteci toplumsal demagoji ve küçük burjuva tedhişi yoluyla uzatılması olanaksızdır. İktidara geçen faşist şefler kendilerini izleyen kitleleri, devlet aygıtı aracılığıyla susturmak zorunda kalırlar. Aynı nedenlerle, küçük burjuvazinin geniş kitlesinin desteğini de yitirirler.”[61] Bu kadarı bile, faşizmi klasik örneklerdeki iktidara geliş biçimiyle kavrayıp, iktidardaki askeri faşist diktatörlükte bu özellikleri görmediğinde onun faşist olmadığını kanıtlamaya girişen bir Troçkizmin sakatlığını gösteriyor.
Faşizm (sivil ya da askeri görünümlü; aşağıdan ya da yukarıdan), burjuva düzenin işçi sınıfının devrimci mücadelesini ve devrimci örgütlerini kudurgan bir karşı-devrimci saldırıyla ezmeye çalışan olağanüstü siyasal biçimlenmesidir. Eğer faşizm bu gibi temel özelliklerle açıklanan bir olağanüstü rejim türü olarak ele alınmazsa, devrimci durumlarda burjuvazinin işçi-emekçi kitlelere yönelttiği karşı-devrimci saldırılar ve buna karşı yürütülmesi gereken mücadele konusunda dünya işçi hareketinde ortak bir anlayış geliştirmek de mümkün olamaz. Bu sorunda doğru yaklaşımı, Lenin dönemi Komintern kongrelerinde de, aynı devrimci damarın takipçisi olmaya çalışan Troçki’de de bulmak mümkündür.
Polonyalı komünistlerin Pilsudski rejimini faşist olarak nitelemekten kaçınmaları karşısında Troçki’nin onlara yönelttiği eleştiriyi tekrar hatırlayabiliriz. Peki Pilsudski rejiminin özelliği neydi? Troçki’den okuyalım: “Polonya faşizminin özgül ağırlığı, yani kitlesi, İtalyan faşizminin kendi zamanındaki ağırlığına göre çok zayıftı; hele Alman faşizmininkinden çok daha zayıftı. Pilsudski, İtalya ve Almanya’da olduğundan çok daha büyük ölçüde askeri komplo yöntemlerini kullanmak ve işçi örgütleri meselesine çok daha ihtiyatlı bir tarzda yaklaşmak zorunda kaldı.”[62] Açıktır ki Troçki, faşist bir rejimi teşhis edebilmek için yalnızca İtalyan veya Alman faşizmini norm olarak almanın yanlışlığını gözler önüne sermektedir.
Troçki’nin getirdiği eleştiri, genelde faşizm konusunda yürütülecek tartışmalarda dogmatizme saplanılmaması bakımından önemli bir uyarı kaynağıdır. Almanya ve İtalya örneklerinde görüldüğü yaygınlıktaki küçük-burjuva taban örgütlenmesini, faşizme bir yönüyle sivil görünüm veren kitlesel faşist parti iktidarını faşizmin olmazsa olmaz koşulu haline getiren Troçki değil, Troçkistlerdir.
Troçki’nin uyardığı Polonyalı komünistlerin durumunda olduğu gibi, Türkiye’de de Troçkistlerin önemli bir bölümü 12 Eylül faşist rejimini, Alman ve İtalyan örneklerine benzemediği gerekçesiyle faşist olarak nitelemekten kaçındılar. Bu günah Troçki’nin değil Troçkistlerin hanesine yazılmalıdır. Pek çok sorunda görüldüğü üzere, faşizm gibi önemli bir sorunda da Troçkistler, Troçki’yi anlamaya çalışmak yerine onun çözümlemelerini arzu ettikleri ya da işlerine geldiği gibi yorumlayarak ortaya “Troçkist” bir faşizm anlayışı çıkarttılar.
İktidara tırmanan faşizm ve iktidarda faşizm
Aslında yanılgılara yol açan başlıca neden, faşizm sorununa iktidara tırmanan faşizm ile iktidardaki faşizm ayrımı yapılmadan yüzeysel olarak yaklaşılmasıdır. Nitekim Türkiye örneğinde, 12 Eylül faşist rejiminin, diyelim Almanya örneğinde olduğu gibi faşist kitle partisi eliyle yürütülmemesi ve 12 Eylül darbesi öncesindeki faşist MHP ile 12 Eylül sonrasında iktidara yerleşen faşist cunta arasında bir süreklilik olmaması, bu rejimin faşist olarak nitelenemeyeceğinin gerekçesi yapıldı.
Oysaki faşizmin klasik örneklerinde de, iktidara tırmanan faşizm ile iktidara yerleşen faşizm arasında hiç de sanıldığı gibi bir süreklilik yoktur. Bu önemli hususun gözardı edilmesi, faşist rejimin, faşizmin iktidara tırmandığı dönemdeki küçük-burjuva ve lümpen kitlelerin desteği temelinde kavranmaya çalışılması gibi bir yanılsamaya yol açar. Daha da vahimi, faşist parti iktidarının sanki gerçekten de bu kitlelerin iktidarı anlamına geldiği yolundaki düzeysiz yaklaşımlardır.
Faşizmin klasik ve daha yakın örnekleri arasındaki görünüm farklarını şimdilik bir yana bırakıp, onun iktidara tırmandığı dönemde ihtiyaç duyduğu kitle desteğinin anlamı üzerinde biraz daha duralım. Faşizmin amaçlarına ulaşabilmesi için, önce karşı-devrimci terör ve sistematik saldırılarla işçi sınıfının örgütlü öncü kesimini yıldırıp geriletmeye ihtiyacı vardır. Faşizmin iktidara tırmanışı veya faşizmin yükselişi olarak nitelenen bu süreçte, faşist liderlik küçük-burjuva kitleleri devrimci proletaryaya karşı örgütlemeye çalışır. Devrimci durumdan karşı-devrimci bir çıkış yolu bulabilmek, işçi hareketinin devrimci kabarışı karşısında kitleleri demagojiyle yanına çekebilmek için finans kapital son derece sert yöntemlere ihtiyaç duyar.
Hatırlayalım, 1848 Fransası’nda burjuvaziye on bin kişilik Bonapartist 10 Aralık Derneği yetmişti. Fakat çok daha gelişmiş, artık çürüme çağına girmiş bir kapitalizm, dolayısıyla bir o kadar ağırlaşmış bunalım koşullarında ve en önemlisi geçmiş dönemlere oranla ezilmesi zorlaşmış bir proletarya karşında büyük çaplı bir karşı-devrimci hareket gerekir. İçine düştüğü açmazda kıvranan kapitalist düzen, aradığı bu çözümü olağan burjuva parti ve hareketlerde değil, olağanüstü koşulların yaratığı olan faşist parti ve hareketlerde bulacaktır. Büyük sermaye çevrelerini, toplumun çözülen unsurlarını karşı-devrimin kitle tabanı olarak seferber eden faşist hareketlerin önünü açmaya sevk eden koşullar genel hatlarıyla bunlardır.
Faşist siyasal oluşumlar küçük-burjuvazide milliyetçi, ırkçı bir kitle psikolojisi oluşturmak amacıyla eski tarihsel motifleri kullanırlar.[63] Zira kapitalizmin tekelci gelişiminin yıkıma sürüklediği küçük-burjuvazinin özlemi, geçmiş “güzel günler”e dönüştür. Gelecekten korkuya kapılan küçük-burjuvaziyi yanlarına çekebilmek için, faşist hareketler ona milliyetçilik zehrini, yabancı düşmanlığını şırınga eder, işçi sınıfına ve onun enternasyonalist devrimci hedefine karşı düşmanlık aşılarlar.
Küçük-burjuva kitleleri şu ya da bu oranda peşine takıp iktidara yürüyen faşist hareket, bu bakımdan bir küçük-burjuva siyasal akım olarak görünür; fakat buna bakıp faşizmin küçük-burjuvazinin iktidarı olduğunu düşünmek muazzam bir yanılgı anlamına gelecektir. Bu tür vahim bir yanılgıdan kaçınabilmek için, faşizm sorununu, iktidara tırmanan faşizm ile iktidardaki faşizm arasında ayrım yaparak kavramak mutlak bir zorunluluktur. Faşist diktatörlüğün sınıf niteliği ile, faşizmin seferber ettiği kitle hareketinin sınıf niteliği kesinlikle aynı kapsamdaki sorunlar değildir. Faşizm küçük-burjuvazinin değil, tekelci burjuvazinin diktatörlüğüdür.
Tam da bu noktada önemli bir gerçekliği hatırlayalım. Devrimci işçi hareketini faşizm belâsı ve ona karşı mücadele konusunda doğru bir anlayışla silahlandırmaya çalışan Troçki’ye, Stalinizm cephesince yöneltilmiş yalana dayalı “eleştiri” ve iftiraların sonu gelmez. Troçki’nin görüşlerinin nasılsa doğrudan onun eserlerinden okunup öğrenilmediği gerçeğinden cesaret alan kuru-sıkı atma eğilimi, en ortodoks Stalinistinden, Stalinist merkezciliğin çeşitli versiyonlarına dek alabildiğine yaygındır.
Türkiye’deki örneklerinden bildiğimiz üzere, faşizm konusunda Troçki’ye yöneltilen sözde eleştirilerin en rağbet gören temalarından biri, onun faşizmi küçük-burjuvazinin iktidarı olarak gösterdiğidir. Oysa Troçki’nin açıklamaya çalıştığı husus, İtalya ve Almanya örneklerinde faşizmin iktidara tırmanırken küçük-burjuvaziyi nasıl da tepe tepe kullandığı gerçeğiydi. Fakat bu duruma bakıp da, faşizmin küçük-burjuvazinin iktidarı olduğunu sanmanın büyük bir yanılsama olacağına işaret eden bizzat Troçki’dir.
Alman faşizminin tıpkı İtalyan faşizmi gibi, işçi sınıfına ve demokratik kurumlara karşı bir koçbaşı olarak kullandığı küçük-burjuvazinin sırtından iktidara yükseldiğini belirtir Troçki. Ve devam eder: “Ama iktidardaki faşizm hiç de küçük-burjuvazinin hükümeti değildir. Tam tersine, tekelci sermayenin en acımasız diktatörlüğüdür. Mussolini haklıdır: ara sınıflar bağımsız bir politika izlemekten acizdirler. Bunalım dönemlerinde bu sınıflar temel sınıflardan birinin politikasını en akıl almaz sınırına kadar götürmek zorundadırlar. Faşizm bunları sermayenin hizmetine sokmayı başarmıştır. Tröstlerin devletleştirilmeleri, emek karşılığı olmayan gelirlerin kaldırılması gibi sloganlar iktidara gelinir gelinmez bir yana atılmıştır.”[64]
“Eğer komünist partisi devrimci umudun partisi ise, bir yığın hareketi olarak faşizm de karşı-devrimci umutsuzluğun partisidir”[65] der Troçki. Faşizm iktidara yürürken küçük-burjuva ve lümpen güruhun umutsuzluk ve öfkesini örgütleyip proletaryaya karşı kullanır ve onu bu yolla ezmeye çalışır. İşçi sınıfının devrimci atılımının ezilmesi durumunda, faşizm tekelci kapitalizmin bekası bakımından görevinin birinci kısmını yerine getirmiş demektir. İktidara geldiğinde ise artık kitlesel bir küçük-burjuva hareketin aktif desteğine ihtiyaç duymayacaktır. Ayrıca tasfiye edilmemiş öfkeli bir küçük-burjuva hareket, bu kez faşist iktidar eliti için bir tehdit oluşturabilir.
Faşist liderler iktidar koltuklarına iyice yerleştiklerinde, ortamı kendileri için temizlemiş olan bıçakların[66] şimdi kendilerine dönebileceğini hesaba katarlar. Faşist liderliğin anti-kapitalist demagojilerini ciddiye alıp, gerçekten de insafsız kapitalist düzene karşı bir şeyler yapılabileceğine inanan faşist unsurlar ve faşizmin işsiz, yoksul kitle gücü, burjuva düzenin tepesi açısından bir tehlike kaynağıdır. O nedenle faşist liderliğin burjuva zirve tarafından resmen tanınabilmesi ve siyasal iktidar koltuğuna yerleşebilmesi için bir temizlik operasyonuna girişmesi, artık “tehlikeli” bulunan unsurları tasfiye etmesi şarttır.
Almanya örneğinde Cumhurbaşkanı Hindenburg’un, düzen açısından tehlike yaratacak unsurları ve örgütlenmeleri temizlemesini Hitler’e açıkça salık verdiği bilinir. O nedenle faşist liderlik, kendisini iktidara taşıyan ateşli küçük-burjuva ve lümpen kadroları tasfiye edecek ve devletin bürokratik kabuğu içine yerleşecektir. Hitler’in 1933’te kendisini şansölye (başbakan) ilân ettirmeyi başardıktan sonra Nazi hareketinin önde gelen liderlerinden Röhm’ü öldürtmesi ve onun örgütlediği SA’yı (Fırtına Birlikleri) Alman silahlı kuvvetlerine bağlaması bu gerçeğin somutlanışıdır. Keza Mussolini’nin, iktidara yerleştiğinde iktidara yürüdüğü kadroları tasfiyeye girişmesi; Türkiye’de MHP ve Ülkü Ocakları örgütlenmesinin faşist Evren cuntası tarafından devre dışı bırakılması da bu durumun çarpıcı örnekleridir.
Faşizm iktidarı ele geçirdikten sonra, daha önce kitle tedhişi ile pasifize edilmiş işçi hareketinin ve onun örgütlerinin üzerine zincirlerinden boşanmış bir karşı-devrimci şiddet ile saldıracaktır. Zira faşizmin iktidarını sürdürebilmesi için işçi sınıfının yalnızca gözünü korkutmaya değil, onu uzun bir süre boyunca belini doğrultamayacak şekilde ezmeye, onun örgütlü güçlerini atomize etmeye, devrimci ruhunu zedelemeye ihtiyacı vardır. Faşizm işçi sınıfının bütün örgütlerini (uzlaşmacı ve reformist olanları da dahil) parçalamak, onu örgütsüz ve tamamen pasif bir yığın haline getirebilmek, işçileri toplu sözleşme hakkından bile yoksun bırakıp şekilsizleştirmek amacıyla hareket eder.
Faşizm sorunu çerçevesinde yürüyen tartışmalar içinde dikkat çeken yönlerden biri de, faşizmi diğer olağanüstü yönetim biçimlerinden ayırt edebileceği söylenen bazı özelliklerdir. Bu bağlamda öne çıkan başlıca hususları, “faşist iktidarın kuruluşu”, “faşist iktidarın örgütlenişi”, “faşist baskının derecesi”, “faşizmin ideolojisi”, “faşizmin sona erişi” olarak sıralayabiliriz. Bunları kısaca ele alıp irdeleyeceğiz. Ancak önemli bir hususun altını daha en baştan çizelim. Sanırız buraya kadar anlatılanlar her duruma uyacak bir faşizm şablonunun olamayacağını kanıtlamış bulunuyor. Ama biz yine de, bazı önemli somut örnekleri de hatırlayarak söz konusu hususlara kısaca bir göz atalım.
Faşist iktidarın kuruluşu[67]
İtalya örneğinde faşizm, 1920 yılında Mussolini liderliğinde harekete geçmesinden iki yıl sonra iktidara geldi. Başlangıçta Mussolini adımlarını daha bir ihtiyatlı atmak zorunda kalmış, örneğin ilk iki yılda anayasa değiştirilmemiş, faşist hükümet bir koalisyon karakteri taşımıştı. Fakat Mussolini’ye bağlı faşist birlikler tabanca ve bıçaklarla katliamlara girişip kitle örgütlerini boğduktan sonra, yani küçük-burjuvazi, “saygın” büyük burjuva çevrelerin arzuladığı “pis işi” bitirdiğinde, Mussolini artık burjuva düzenin tam anlamıyla resmi temsilcisi olmaya hak kazandı.
Mussolini’nin bu konumunu, bizzat faşist partiyi bürokratlaştırmak pahasına elde ettiğine işaret eder Troçki. “Faşizm, küçük burjuvazinin saldırgan, hareketli kuvvetlerini kullandıktan sonra onu burjuva devletinin mengenesi ile boğdu” der.[68] Nitekim 1923 yılında Mussolini parti içinde ilk büyük temizlik harekâtına girişecek, tabanca ve bıçaklarla yürütülen fiziksel tasfiye de dahil 150 bin üye partiden ihraç edilecektir. Yine Troçki’nin sözleriyle, “Faşizm, bir kere bürokratlaştıktan sonra, öteki askeri ve polis diktatörlük biçimlerine çok yaklaşır. Daha önceki toplumsal desteğine artık sahip değildir. Faşizmin temel ihtiyat gücü –küçük burjuvazi– harcanmıştır.”[69]
İktidarı sayesinde seçim sistemini tamamen faşistlerin lehine değiştiren Mussolini, böylece 1924 seçimlerinde büyük bir çoğunluk elde etmişti. Bunun ardından diktatörlüğünü ilân ediyor ve faşist parti dışında diğer tüm siyasi partileri kapatıyordu. Mussolini tarafından korporatif tarzda oluşturulan faşist sendikalar (22 işkoluna tekabül eden 22 korporasyon) dışında kalan bütün sendikalar da kapatıldı ve faaliyetleri tümden yasaklandı. 1927 yılında yayınlanan Çalışma Yasasıyla ücretlerin faşist devletin yetkili organlarınca belirleneceği ilân edildi. İtalya içinde durumunu sağlamlaştıran faşist iktidar, bu kez de sermayenin yayılmacı emellerini gerçekleştirmek üzere başka ülkelere saldırıya hazırlanıyordu. Mussolini 1935’te Etiyopya’ya saldıracak, kendini İmparator ilân edecek ve 1938’de de Hitler’le birlikte Berlin-Roma Mihverini kuracaktı.
Almanya’ya geçelim. Almanya’da faşist iktidarın kurulmasından iki yıl önce, Troçki, Alman nasyonal sosyalizminin işleyebileceği cinayetlerin yanında İtalya’dakilerin neredeyse “solda sıfır” kalacağını belirtiyordu. Gerçekten de öyle oldu. Faşizm Almanya’da iktidara gelince, komünistinden sosyal-demokratına, Yahudisinden Çingenesine, muhalif ve aykırı kabul edilen herkes, her kesim faşist terörün kurbanı oldu. Nazizm Alman sermayesinin yayılmacı emellerini gerçekleştirmek için milyonlarca insanı emperyalist savaşlarda, zorunlu çalışma kamplarında ve ölüm kampları anlamına gelen toplama kamplarında katletti.
Almanya’da faşizm kendinden önce yolu açan İtalyan faşizmini örnek almıştı, ama tarihe vurduğu ölümcül damgasıyla faşist iktidar örnekleri arasında başköşeye oturdu. İktidara yürüyüş döneminde İtalya örneğine oranla çok daha fazla zorlandı ve bu yüzden sonradan çiğneyip geçeceği küçük-burjuva kitleleri kullanmaya çok daha fazla ihtiyaç duydu. Ancak bu durumun hiçbir şekilde küçük-burjuvazinin bir iktidar teşebbüsü ve iktidar ortaklığı anlamına gelmediği açıktır.
Almanya örneğinde faşist hareket, Bavyerada’ki işçi sovyetleri iktidarını 1919 Mayısında yıkan gerici askeri harekâtın ardından örgütlenmeye başlamış ve 1920’de Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisinin kuruluşu ile ete kemiğe bürünmüştü.
Bu faşist partinin mayalanma sürecinin, içlerinde sanayici, işadamları ve subayların yer aldığı bini aşkın kişi tarafından 1918 Ağustosunda kurulan Thule Cemiyetine doğru uzanıyor oluşu, faşizmin daha baştan hangi sınıf güçleri tarafından tezgâhlandığını gösterir. Bu cemiyet, Bavyera’daki ırkçı-milliyetçi gruplaşmalar üzerinde otorite tesis eden bir burjuva güç odağı olmuştu. İşçi eylemlerini dağıtmak üzere sokak çarpışmaları için vurucu güç oluşturan bu gruplar, cemiyet tarafından maddi olarak desteklenmekteydi.
Thule Cemiyeti Ocak 1919’da, işçi hareketini bölüp Bavyera işçi sovyetleri cumhuriyetini zayıflatmak amacıyla bir demiryolu işçisi olan Anton Drexler ve arkadaşlarına Alman İşçi Partisini kurdurttu. Ayrıca, Birinci Dünya Savaşı yenilgisinin ardından Almanya’nın çeşitli bölgelerinde eski askerlerden, işsiz gençlerden gönüllü yarı askeri birlikler oluşturulmaya başlanmıştı. Freikorps diye adlandırılan bu paramiliter birliklerin Bavyera ayağı da, Thule Cemiyeti öncülüğünde örgütlenmişti. Hitler, ordu-Freikorps işbirliği temelinde Bavyera işçi sovyetleri cumhuriyetini yıkan karşı-devrimci harekâtta yer almış ve faşist liderliğe giden yolculuğuna da Alman İşçi Partisinde başlamıştır.
Nazizm tarihin bu fırtınalı döneminde iktidara yürüyüşünü sürdürecekti. Hitler daha 20’li yılların başlarında tekelci burjuvazinin bazı unsurlarının desteğini kazanmış olsa da, iktidar koltuğuna kurulabilmesi için ordunun üst kademelerinin onayını almış olması, burjuva düzenin zirvesine yeterli güveni telkin etmesi gerekiyordu. Bu nedenle daha bir süre beklemesi gerekecekti.
İktidar yolunda Hitler’in önünü açan büyük fırsat, dünya kapitalist sistemini sallamaya başlayan 1928-29 Büyük Depresyonu oldu. Egemen güçler, önce bildiğimiz gibi Brüning, Papen hükümetleriyle bir çözüm bulmaya çalıştılar, fakat bunlardan hiçbiri çare olmayınca sıra Hitler’e geldi. Sermaye çevreleri karşı-devrimci amaçları açısından Hitler’in faşist örgütlenmesinde umut görmeye başlamışlar ve Daimler, Thyssen gibi büyük sanayiciler, faşist hareketi desteklemek için kesenin ağzını açmışlardı. Tarihin sayfaları arasına gömülmüş bu gerçekler, faşizmi küçük-burjuvazinin iktidarı olarak yorumlamak isteyenlere yeterli yanıttır.
Çok açıktır ki, Mussolini ve Hitler’ler burjuva zirvenin ve ordu kurmayının güvenini kazanarak iktidar oldular. Almanya’da büyük sanayicilerin ve ünlü burjuva politikacısı von Papen’in, Hitler’in başbakanlığa atanması için Cumhurbaşkanı Hindenburg’u ikna çabaları sonunda başarıya ulaştı. Ocak 1933’te başbakan atanarak iktidar koltuğuna oturan Hitler, derhal komünistlere ve devrimcilere karşı saldırılara girişti. 1933 yılında yapılan 5 Mart seçimlerinde Nasyonal Sosyalist Parti yüzde 44 oranında oy alıyor ve bu Hitler döneminde yaşanan son seçim oluyordu.
4,5 milyon üyeye sahip sosyal demokrat sendikalar 1 Mayısın ertesi günü SS[70] ve SA birliklerince basıldı, aynı gün sendikaların feshedildiği ve Alman Emek Cephesinin kurulduğu açıklandı. Bu korporatif örgüt doğrudan Nazi partisine bağlanmıştı ve patronlarla işçiler zorunlu olarak hem Emek Cephesine hem de faşist partiye üye kaydedilmişlerdi. 22 Haziran 1933’de Sosyal Demokrat Parti kapatıldı, 7 Temmuzda meclisteki sosyal demokratların milletvekilliklerine son verildi.
14 Temmuz 1933’te çıkartılan bir yasayla Nasyonal Sosyalist Parti “Almanya’nın tek partisi” olarak ilân edildi ve diğer tüm partiler kapatıldı. Ancak tüm bu tedbirler faşist iktidarı karakterize eden monolitik yapıyı pekiştirmek bakımından yine de yeterli görülmemişti. Hitler faşist iktidar koltuğuna oturmuştu fakat parti tabanından küçük mülkiyeti ve emeği korumanın artık vaktinin geldiğini ima eden “İkinci Devrim” tarzında sloganlar yükseliyordu. Bu durum ordu kurmayını ve Hindenburg’u tedirgin etmekteydi. Önlem alınmazsa Hitler’in faşist iktidarına gölge düşürebileceğinden endişe ediliyordu.
Faşist bir iktidarın ancak devletin bürokratik çekirdeğiyle bütünleşerek sürdürülebileceğini çoktan kavramış olan Mussolini, Hitler’e, şu “İkinci Devrim” gibi saçmalıklardan kurtulmasını öğütledi. Ayrıca faşist hareketi destekleyen büyük sanayicilerle ilişkileri yürüten Göring bir taraftan, SA’yı kendi birlikleri içinde eritme planları yapan SS lideri Himmler diğer taraftan, Röhm’ün bir darbe tezgâhladığı konusunda Hitler’i ikna etmeye koyulmuşlardı. Sonunda amaçlarına ulaştılar ve temizlik operasyonunun başlatılmasını sağladılar. 30 Haziran 1934’te yürütülen operasyonda, özel olarak seçilmiş SS birlikleri vasıtasıyla kıstırılan Röhm ve tüm SA şefleri öldürüldü.[71] Böylece faşist iktidarının durumunu pekiştiren Hitler, Ağustos 1934’te cumhurbaşkanlığı payesini de alacak ve Himmler’in yönetimi altında oluşturulan Gestapo Almanya içinde bir terör fırtınası estirmeye başlayacaktı. Daha sonra da sıra, Nazi ordularının dünyayı kana bulayan emperyalist saldırganlığına gelecekti.
İtalya ve Almanya’da faşizm, kapitalizmin krizi ve başarıya ulaşamayan devrimci ayaklanmalarla çıkmaza sürüklenen küçük-burjuva ve işsiz kitlelerin öfke ve umutsuzluğunu kitlesel faşist bir partide örgütlemişti. Ama açıkça görüldüğü üzere faşizmin en önde gelen bu iki örneğinde de küçük-burjuvazi hiçbir zaman iktidar olmadı. Tekelci burjuvazi faşist hareketleri gizliden gizliye destekler ve faşizm iktidar olduğunda da devrim tehlikesi savuşturulduğu için rahat bir nefes alırken, nasyonal sosyalizmin demagojilerine kanmış bazı faşistlerin ve küçük-burjuva tabanın payına ise “temizlik operasyonları” düştü.
İtalyan ve Alman faşizmi, faşist kitle partisine dayanarak iktidara geldiği için “sivil faşizm” diye adlandırıldı. Bu örneklerde faşizm, önce parlamenter rejim içinde kendine yer açtı. Alttan gelen bir dalganın üstüne binerek, bir anlamda aşağıdan yukarıya iktidara taşındı. Fakat iktidara geldiğinde bu küçük-burjuva ağırlıklardan kurtulan faşizmin, içerdiği temel özellikler bakımından “tepeden inen” askeri faşist iktidarlarla arasındaki ayrım silikleşti.
Macaristan, Bulgaristan, Polonya gibi örneklerde ise faşizm, Avrupa kıtasında yükselişe geçen işçi devrimlerine karşı iç ve dış sermaye güçleri tarafından örgütlenip yürürlüğe konmuş ve ağırlıklı olarak askeri biçimlere bürünmüştür. Burada her bir tekil örnek üzerinde uzun boylu durmanın imkânı yok. Fakat çok açıktır ki, söz konusu ülkelerde kurulan faşist rejimlerde işçi sınıfının devrimci kalkışmasını bastırmak için tekelci sermayenin dört elle sarıldığı araç, elinin altında hazır bulunan baskı aygıtı, burjuva devletin ordusu oldu.
Bir de İspanya örneğini hatırlayalım. İspanya’da 1936’da Franco yönetimindeki faşist askeri birliklerin başlattığı ayaklanma, işçilerin büyük direnciyle karşılaşmıştı. Bu nedenle faşistler uzunca bir süre boyunca, devrimcilerin güçlü olduğu bölgelerde tutunamadılar ve tutucu köylülerin ağırlıkta olduğu kırsal bölgelere gerilemek zorunda kaldılar. Faşistler ancak üç yıl süren zorlu bir iç savaştan sonra, işçi partileri liderliklerinin ağır hataları neticesinde iktidara gelebildiler.[72]
Oysa İtalya ve Almanya örneklerinde sosyal demokrasinin oynadığı uğursuz rol ve Stalinizmin sersemletici zikzakları, daha faşizmin yükseliş döneminde işçi hareketini paralize etmiş ve faşizm böylece zaten yenilgiye uğramış bir işçi hareketinin ardından iktidara yerleşmişti. Bu bakımdan faşist iktidarların kuruluşunda farklı örnekler temelinde ortaya çıkan bazı özelliklerin, faşizmin tanımında genel bir şablon haline getirilmesi yanlıştır.
Faşizmin tırmanışa geçtiği süreçler, devrim ve karşı-devrim cephesi arasında kıyasıya bir mücadele anlamına gelir. Nasıl ki devrim işçi sınıfı açısından bir oyun, boş bir tehdit değilse, burjuva düzen güçleri için de faşizm bir oyun değildir. Egemenliğini ancak faşist bir devlet biçimi altında sürdürebileceği sonucuna çıkan burjuvazi, devlet güçlerini (orduyu, gizli servislerini) bu ihtiyacına yanıt getirecek şekilde seferber edecektir. Bu bakımdan faşizmi, yalnızca suyun yüzünde görünen küçük-burjuva kitle hareketinden ibaret saymak büyük bir yanılsamadır.
Önemli bir başka gerçeklik de gözden kaçırılmamalıdır. İtalya ve Almanya faşizmin ilk örnekleridir. Bu ülkelerde faşist partilerin sahneye çıktığı başlangıç dönemlerinde, bu karşı-devrimci örgütlenmelerin “küçük-burjuva sivil” yönü nedeniyle tereddüt geçiren büyük sermaye, daha sonra faşist hareketin yönetici elitinin burjuva devlet çekirdeğiyle bütünleşmesi ve tam kontrol altına alınmasıyla rahatlamıştır. Faşizmin, tam da o dönemde ihtiyaç duyduğu seçenek olduğuna kani olmuştur.
Burjuvazinin yaşadığı bu “bilinç sıçraması” yalnızca İtalya ve Almanya ile sınırlı değildir. Diğer ülkelerde de düzen güçleri bu örneklerden çok şey öğrenmiştir. Ve böylece faşist hareketler giderek daha baştan bizzat tepe tarafından kontrollü, devletin çekirdek güçleri tarafından pek çok gizli bağlantı temelinde örgütlenen bir nitelik kazanmışlardır. Bu nedenle İtalya ve Almanya’nın ardından gelen örneklerde, faşist örgütlenmenin kendini burjuvaziye uygun bir seçenek olarak kabul ettirmesi için fazlaca zaman yitirmesi gerekmemiştir.
Sermayenin faşist yönetiminin hazırlanışı sürecinde burjuva devletin baskı aygıtlarının neredeyse bir bütün olarak faşist ideolojiyle donatılıp iktidara hazır hale getirilmesini göstermesi bakımından İspanya çarpıcı bir örnek oluşturuyor. İspanya’da faşist parti (Falanjist Parti), burjuva devletin tepesinde yer alan ünlü askeri diktatör Rivera’nın oğlu tarafından örgütlendi. İspanya’da faşizm, İtalya ve Almanya örneklerinden faşizmin özsel unsurlarını çekip alarak ve kendisini İspanya’nın somut koşullarına uyarlayarak daha baştan devlet aygıtı içinde gelişmeye başladı. Bu özelliği nedeniyle de, İspanya, faşizmin iktidar oluşunda küçük-burjuvazinin rolünü abartan tartışmaların labirentlerinde kaybolmaksızın, onun doğrudan doğruya egemen düzen güçlerinin karşı-devrimci çözümü olarak kavranabilmesini kolaylaştırır.
İspanya’nın çeşitli açılardan çok önemli bir örnek olması bakımından İspanya Dersleri üzerinde ayrıca duracağız. Ancak burada vurgulamakta yarar var ki, faşizmin iktidara geliş biçimindeki farklılıklar, yalnızca İkinci Dünya Savaşını izleyen dönemden itibaren ortaya çıkmış değildir. Polonya, Bulgaristan, İspanya, Portekiz’de vb. faşizmin, İtalyan ve Alman faşist rejimleriyle zamandaş olmasına rağmen daha baştan devletin askeri baskı aygıtı sayesinde örgütlendiği açıktır.
Faşizmin İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan örneklerine geçmeden önce, işçi hareketinde zaman içinde faşizm konusunda yaratılan çarpıtma ve bulandırmaları da unutmamak gerekiyor. Lenin dönemi Komintern kongrelerinde ve bu çizgiyi yaşatmaya çalışan Troçki’nin çözümlemelerinde, faşizmin değişik biçimler altında ve irili ufaklı kapitalist ülkelerde iktidara gelebileceği hususu yeterince açıktı. Peki sonra ne oldu? Stalinizmin, faşizm sorununun kavranması ve faşizme karşı mücadele konusunda Marksist geleneği nasıl da tepe tepe çiğnemiş olduğunu biliyoruz. Troçkist çevrelere gelince. Troçki’nin ölümünden sonra, pek çok konuda olduğu gibi faşizm konusunda da kafa karıştırıcı yaklaşımlar alabildiğine yaygınlaştı.
Bu durumun somut bir örneği olarak, kendini Troçkist çizginin resmi temsilcisi olarak ortaya koyan Mandel’in değerlendirmelerini hatırlayabiliriz. Mandel uzun bir dönem boyunca, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde faşizmin olanaksızlığından söz etti. Burada kilit sorun, bu Troçkizmin önüne gelen kapitalist ülkeye (bunun içine Arjantin, Türkiye gibi siyasi bağımsızlığa sahip ve orta gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkeler de girmektedir!), “sömürge” veya “yarı-sömürge” etiketini iliştirmiş olmasıydı. Bu ayrı bir konu olsa da doğrudan faşizm tartışmalarını ilgilendiriyordu. Mandel’den öğrenecek olursak, “kavramlarda bir bulanıklığa meydan vermemek için iki süreç arasındaki (emperyalist metropollerdeki faşizmle üçüncü dünyanın yarı sömürge ülkelerinde en kötü halde gerici bir askeri diktatörlük arasındaki) temel farkı iyice” anlamalıydık![73]
Tamamen yanlış noktalardan hareketle faşizm sorununu irdeleyen bu anlayış, zaman içinde kendisini biraz rötuşlamak ihtiyacını duyacaktı. 1973 Pinochet darbesiyle birlikte Şili’de yaşananlar, bu tür ülkelerdeki böylesi askeri diktatörlüklerin faşist karakterini gözler önüne sermişti. Ve Mandel, Türkiye’yi de doğrudan ilgilendiren bir notunda, (her ne kadar vitrindeki malzemeye hâlâ o eğreti “yarı-sömürge” etiketi iliştiriliyorsa da) faşist rejimlerin sadece emperyalist ülkelerde değil “artık oldukça gelişmiş bir kapitalizme ve güçlü bir proletaryaya sahip yarı-sömürge ülkelerde de” ortaya çıkabileceği yolunda sinik imalarda bulunacaktı. Şili, Brezilya, Arjantin gibi örnekleri hatırlatarak, bunların “klasik faşist modelin yine aynısı olmamakla birlikte ona iyice yaklaşan bir öğeler birleşimini temsil etmekte” olduğunu belirtecekti. Fakat gerçekliğin adını tam olarak anmaktan kaçındığı için de bunları yarı-faşist diktatörlükler olarak nitelemekle yetinecekti.[74]
İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan örnekler arasında yer alan Yunanistan’da, faşizm, 1967 yılında gerçekleşen albaylar cuntasının darbesi ile iktidara geldi. Ne var ki bu faşist iktidar dönemi, Yunanistan halkının faşizmle ilk tanışması değildi. Bu ülkede daha önce de faşist Metaksas diktatörlüğü yaşanmıştı. Latin Amerika ülkeleri ise, tıpkı Türkiye gibi askeri darbeleriyle ünlüdür. Kıtanın çeşitli ülkelerinde yaşanan sol eğilimli, ulusal kalkınmacı askeri diktatörlükleri bir yana bırakırsak, gerici ve baskıcı nitelikleriyle sivrilen askeri darbelerin önemli bir bölümü faşist diktatörlüklerin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Örneğin Brezilya’da, peşpeşe gelen bir askeri darbeler silsilesinin sonucunda 1969 Ağustosunda üç kişilik bir askeri cunta yönetime el koydu, siyasi tekelini ihdas etti ve böylece askeri faşist bir diktatörlük kuruldu.
Uruguay da Latin Amerika kıtasında yaşanan askeri faşist yönetimler zinciri içinde yer alan bir halkadır. Bu ülkede askeri faşist diktatörlüğün kurulması, yaklaşık olarak Şili’deki faşist darbe ile aynı döneme rastlar. Keza Arjantin’de, 1976 yılında Isabel Peron’u darbeyle devirip kurulan askeri diktatörlük dönemi faşizmin iktidarı anlamına geldi. Faşizmin iktidarı boyunca, üç kişilik askeri cuntayı oluşturan kuvvet komutanları (Videla, Viola, Galtieri) sırayla devlet başkanlığını üstlendiler.
Şili’ye gelince, Türkiye’de daha yakından bilinen bu örnekte 1970 yılında Allende başkanlığında Unidad Popular (Halk Birliği) hükümeti kurulmuştu. Allende hükümeti, sanayide devletleştirmelere, kırsal kesimde tarım reformuna ağırlık veren, bankaları kamulaştıran bir süreci başlatmış ve sıra bakır madenlerine gelmişti. ABD emperyalizmi ve Şili tekelci burjuvazisi, Halk Birliği hükümetinin karşı-devrimci tertiplerle devrilmesi yönünde sınıf tavrını ortaya koydu. İşçi sınıfı ise devrimci bir önderliğe sahip bulunmadığından, burjuvazinin hamlesine kendi bağımsız sınıf tutumuyla karşılık veremedi. Sonuçta Allende hükümeti, Pinochet’nin 1973 yılında gerçekleşen kanlı askeri darbesiyle devrildi ve Şili’de faşizm iktidar oldu.
Uzlaşmacı bir anlayışa sahip olan, ordu içindeki “yurtsever” subayların varlığına güvenen ve soyut bir anayasal demokrasi masalına bel bağlayan düzen içi sosyalistlik, neticede hem kendi başını hem de işçi sınıfının başını yedi. Bir zamanlar Fransa’da benzer anlayıştaki Halk Cephesi deneyiminin sergilediği gibi bu kez de Şili’de, burjuva düzenle uzlaşarak sosyalizme geçilebileceğini iddia eden sosyalistler ve onlardan farkı olmayan resmi komünistler, kafalarını burjuva devlet aygıtına toslayıp parçaladılar. Marksizmin yıllardır yineleyip durduğu temel bir gerçek, işçi sınıfının burjuva devlet aygıtını kırıp parçalamaksızın asla iktidar olamayacağı ve burjuva düzenin karşı-devrimci şiddetinden kurtulamayacağı bir kez daha ortaya çıktı.
“Barışçıl geçiş” öyküsünü göklere çıkartıp, Marksizmin devrimci uyarılarını aşırı sol bulan reformist ve düzen içi sosyalistler, burjuva düzenin baskı mekanizmalarını, ordu ve polis teşkilâtını yerinde bırakarak kapitalizmden sosyalizme değil, olsa olsa, iktidar koltuklarından faşizmin darağaçlarına ve zindanlarına bir geçiş yaşanabileceğini (ne yazık, acı bir deneyim temelinde olsa da) bir kez daha kanıtlamış oldular.
Faşist iktidarın örgütlenişi
Faşist iktidarların örgütlenmesinde bir örnekten diğerine bazı şekil farklılıkları görülebilecek olsa da, tümüne damgasını basan ortak ve esas karakteristik, onun siyasi alanda kurduğu iktidar tekeli, oluşturduğu monolitik yapılanmadır. Troçki’nin belirttiği üzere, “Faşizm zafere ulaştıktan sonra, finans kapital çelik bir mengene gibi bütün egemenlik organ ve kurumlarını, devletin yürütme, idare ve eğitim gücünü; orduyla, belediyelerle, üniversitelerle, okullarla ve kooperatiflerle birlikte bütün devlet aygıtını doğrudan doğruya ve derhal eline geçirir”. İtalya örneği temelinde devam eder Troçki: “Bir devletin faşistleşmesi, yalnız hükümet biçim ve yöntemlerinin Mussolini’nin getirdiği model doğrultusunda değiştirilmesi demek değildir ... bu aynı zamanda ve öncelikle, bütün işçi örgütlerinin yok edilmesi, proletaryanın şekilsiz bir duruma indirgenmesi demektir; kitlelerin içine derinlemesine sızan ve proletaryanın bağımsız billurlaşmasını engelleyen bir idare sisteminin yaratılması demektir. Faşizmin özü, işte budur.”[75]
İtalya ve Almanya’da faşizm, faşist kitle partisiyle iktidara gelmişti. İspanya’da ise Franco’nun askeri diktatörlüğü biçiminde iktidara kurulmuştu. Bir örnekten diğerine değişebilecek bu gibi biçimsel farklılıklara rağmen, iktidara gelen faşist elitin tüm örneklerde asıl olarak burjuva devletin resmi bürokratik çekirdeğiyle kaynaştığı ve devrimci hareketi ezmek için burjuva devletin nizami ordusunu kullanmaya giriştiği çok açıktır. Bu nedenle Troçki de, iktidarda faşizmin artık küçük-burjuvaziye değil, burjuva devlet aygıtına yaslanacağı gerçeğinin altını önemle çizer.[76]
Faşizm iktidara geldiğinde baştan aşağı yeni devlet aygıtları oluşturmaz. Burjuva devletin baskı aygıtlarını, işçi hareketini ve devrimci mücadeleyi toptan ezecek biçimde yeniden örgütler, tahkim eder. Faşist iktidarların kurulduğu olağanüstü koşullarda, düzen güçlerinin egemen sınıf içindeki çeşitli gerilimlerin siyasal alanda yansımasını bulmasına da tahammülü yoktur. Zira burjuva mahiyetteki bir muhalefet hareketi bile olağanüstü rejimde bazı gedikler açıp işçi ve emekçi kitlelerin muhalefetinin buralardan sızması riskini taşır. O nedenle faşizm koşullarında tam anlamıyla totaliter bir iktidar yapılanması oluşturulur ve faşist iktidar başka hiçbir odağa siyasal yetki göçertmemek üzere devlet organlarını yekpare bir blok gibi biçimlendirir.
Faşist diktatörlük, parlamenter rejimde geçerli olan kuvvetler ayrılığı ilkesini, parlamentosu ve siyasal partileriyle birlikte bir kenara fırlatıp atar ve her türlü siyasal erk kaynağını, yasamasından yargısına kendi yürütme tekelinin sultası altına sokar. Faşist diktatörlüğün bizzat kendisi itaat edilmesi gereken yasadır. Onun kendini, toplumun çeşitli kesimleri tarafından onaylanmış bir yasaya, anayasaya uydurma zorunluluğu yoktur.
Örneğin İspanya’da Franco iktidara geldiğinde, daha iç savaş döneminde oluşan ve çeşitli siyasal grupları (Falanjistler, Monarşistler, Katolik Eylemciler vb.) içeren Koalisyon güçlerini Milli Hareket adı altında örgütledi. Franco 1972 yılına kadar hem başbakanlığı hem de devlet başkanlığını birlikte yürüttü. Tüm bakanları ve her türlü devlet yöneticisini o atıyor, o azlediyordu. Kısacası Franco, faşist iktidarın monolitik yapısının somut ifadesiydi. General Franco aynı zamanda ordunun da başıydı ve faşist iktidarın 1950’ye kadar uzanan katı döneminde, ordu üst kademeleri faşizmin siyaset tekelinin bir parçasıydı. Ancak 50’lerde Franco, iç ve dış faktörlerin etkisiyle faşist rejime daha sivil bir görünüm vermek zorunda kalacak, orduyu siyasetten uzaklaştırmaya ve daha ziyade sivil devlet bürokrasisine görev vermeye başlayacaktı.
İspanya’da faşist yönetim 1938 tarihinde çıkarttığı iş yasasını İtalya’daki korporatif faşist yapılanmadan kopya etmişti. Bu yasaya göre sendikalar, doğrudan faşist devletin denetimi altında yukarıdan aşağıya örgütlenmiş korporasyonlardı. Sendikalar yalnızca faşist devletin hizmetindeki birer araç olarak kabul ediliyordu. Grev ne kelime, basit bir nedenle üretimin aksatılması bile faşist iş yasasına göre devlete karşı işlenmiş suç kapsamındaydı. İşçi ücretleri tepeden, faşist iktidarın çalışma bakanlığınca belirleniyordu. Ayrıca, 1943 tarihinde çıkartılan Üniversite Örgütlenmesi Yasası gereğince, üniversiteler, öğretmen ve öğrencilerin oluşturduğu bir devlet korporasyonu olarak tanımlanmıştı.
Faşizmin niteleyici unsurlarından biri olduğu söylenen korporatizm, faşizmin iktidar olduğu her ülkede genel felsefesi (devletin mutlak güç olduğu ve toplumun devlet sayesinde var olan bir cemaatten ibaret bulunduğu) itibarıyla benimsenmiştir. Uygulama biçimi ise bir örnekten diğerine farklılık taşır.[77] Bu gibi hususlar bir yana, faşizmin her zaman ve her yerde devlet gücünü kutsayan, mutlaklaştıran ve bu güç sayesinde iktidarını sürdüren bir burjuva yönetim biçimi olduğu açıktır. Faşizmin bu özsel niteliği, Mussolini’nin ünlü deyişinde ifadesini bulur: “Her şey devletin içindedir, hiçbir şey devletin dışında ve devlete karşı değildir.”
Faşizmin ilk vatanı İtalya, aynı gerçekliğin uzantısı olarak, aslında tüm faşist iktidarlar tarafından benimsenip uygulamaya sokulan totaliter devlet anlayışını açıkça dillendirmiştir. Buna göre, devlet bireylerin “hak ve özgürlük” alanını dilediğince düzenleme ve sınırlama hakkına sahiptir; devlet her şeydir, ulusu yaratan da odur. Bireylerin hakları olmaz, görevleri vardır. Bireyin görevleri, devletin gücüne inanmak, itaat etmek, onun koyduğu kurallar altında kaytarmaksızın çalışmak ve devlet emrettiğinde gözü kapalı savaşmaktır. Faşizm gerçeğinin bu yalın ifadeleri İtalyan versiyonuna ait olsa bile sonuç asla değişmez; bunları faşizmin Türkiye versiyonundan da çok iyi bilmekteyiz.
Faşizmin idari örgütlenmesinin neye benzediğini daha yakından kavrayabilmek için, esas Türkiye örneğini hatırlayalım. 12 Eylül faşist cuntası iktidara el koyduğunda, burjuva devletin parlamenter biçiminde en yüce otorite kabul edilen TBMM’yi feshetti; siyasi partiler kapatıldı ve her türlü siyasal yetke Milli Güvenlik Konseyinde toplandı. Belediye meclisleri ilga edildi, belediye başkanlarının görevlerine son verildi. Tüm devlet organlarının, burjuva devletin idari aygıtlarının, yerel yönetimlerin faaliyetlerinin kararlaştırılması, denetlenmesi, bunlarla ilgili atama ve aziller, faşist iktidarın siyasal tekelinin somutlandığı bu Konseye bağlandı.
Dahası, mahalle muhtarlarından apartman yöneticilerine kadar kurulan denetim mekanizması aracılığıyla tüm sivil toplum faşist iktidarın gözetimi altına sokuldu. Milli Güvenlik Konseyi, doğrudan doğruya burjuva ordusunun tepe temsilcilerinden, genelkurmay başkanı, üç kuvvet komutanı (hava, kara, deniz) ve Jandarma Genel Komutanından oluşuyordu. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, beş kişiden oluşan bu faşist Konseyin de başkanıydı ve aynı zamanda cumhurbaşkanının tüm yetkilerini de üzerinde toplamıştı. Böylece 12 Eylül’ün bu faşist cuntası tam anlamıyla totaliter ve monolitik bir devlet biçimlenmesi oluşturmuş bulunuyordu.
Faşist cunta, siyasal iktidar tekelini yürütmek üzere emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu’yu başbakan olarak atamıştı ve yine aynı monolitik yapılanma içinde bir de hükümet kurulmuş, bakanlar belirlenmişti. Faşist diktatörlük “Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği” adlı bir aygıt oluşturarak, Devlet Planlama Teşkilâtından Devlet İstatistik Enstitüsüne dek, faaliyetine izin verdiği tüm devlet kurumlarını bu aygıt vasıtasıyla kendine bağlamıştı. Üniversite, televizyon, basın gibi tüm kurumların özerk idari yapılanmalarına son verilerek, bunlar faşist cuntanın doğrudan kontrolü altına sokulmuştu.
Faşist cunta iktidara geldiğinde yürürlükteki 1961 Anayasasını geçersiz kılmış ve her türlü yasa yapma yetkisinin yalnızca kendinde olduğunu ilân etmişti. Ayrıca Konseyin çıkartıp yürürlüğe koymuş olduğu her türlü bildiri, kararname ve yasanın anayasaya aykırılığını ileri sürmek, hatta bunu bir kahvehane sohbetinde dile getirmeye yeltenmek bile kesin biçimde yasaklanmıştı. Yürütme de, yasa da, yargı da, kısacası burjuva devletin her alanı, her kurumu, faşist diktatörlüğün doğrudan emri altında idi. Örneğin, Devlet Güvenlik Mahkemelerine gereken atamalar da faşist cunta tarafından yapılıyordu.
İşte faşist iktidar örgütlenmesi böyle bir şeydir. Faşizm iktidara geldiğinde, siyasal iktidarı başka yürütme ve yasama organlarıyla paylaşmayan, özerk kurumlara geçit vermeyen, her türlü idari birimi ve yerel yetkeyi kendi hegemonya alanı içine hapseden kapalı ve totaliter bir yapı oluşturur. Faşist iktidarların örgütlenmesi burjuva parlamenter rejimden ne denli farklı olsa da, yine de onu burjuva devletin genel karakterinden soyutlayarak ele almak doğru değildir. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’daki satırlarını hatırlayalım: “Burjuvazi, en sonunda, büyük ölçekli çağdaş sanayiin ve dünya pazarının kurulmasından bu yana, siyasal egemenliği çağdaş temsili (parlamenter) devlette tek başına ele geçirmiştir. Çağdaş devletin yürütme gücü bütün burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.” İşte faşizm bu komiteyi (burjuva devletin yürütme gücünü) siyaseten tek yetkili konuma yükselten bir devlet biçimidir.