SOSYALİST GAZETE YAZILARI
-ıı-
II. Pratik Devrim Orijinalliğimiz: ORDU
12 Ocak 1971
Türkiye devrimcilik tarihinde gençlikle ordu birbirinden ayrılamazlar. Daha doğrusu: "ordu" demek, "ordu gençliği" demektir. Yoksa, "Ordu fosilleri" ile "Ordu"nun bir ilgisi yoktur. Ancak, daha didaktik (öğretici) açıklama için, gençlikten ayrıca ordu olayı üzerinde durmak gerekiyor.
Devlet ve Silâhlı Türkler:
"Devlet" sözcüğünün hem en soyut, hem en somut anlamı kısaca şudur: "Devlet silâhlı adamları ve cezaevleri bulunan örgüttür." Osmanlı Türkleri, daha cezaevlerine ve zindanlara kalkışmadan önce, silâhlı ilb'ler (şövalyeler - gaziler) idiler. Türk olup da içlerinde "silâhsız adam" yoktu. Hepsi, tepeden tırnağa olabilecek bütün silâhlarla silâhlı idiler. İrısanların sonradan silâhsızlandırılmaları, bir avuç silâhlıya kul köle edilmeleri için yapıldı. İlk Oğuz boylarında kul köle edilen kandaş yoktu, olamazdı.
İlk Osmanlı Devletini o Türk İlbleri, yalnız "silâhlı adam" olarak kurdular. O nedenle devlet demek, silâhlı adamlar demek oldu. Osmanlı Devletinin "reâyâ" (güdülenler) adlı çiftçilerini "devlet sınıfları" denilen: Seyfiyye - ilmiyye - mülkiye - kalemiye zümreleri güderdi. Gerçi bu dört zümrenin dördü de pek öyle "silâhsız" dolaşır takımından değillerdi. Bir:
"- Allah, Allah!"
çekildi mi, değil mülkiye beyleri ve ağaları, kalemiye hocaları ve efendileri, sarıklı ilmiyye dahi cübbesini beline dolayıp silâha sarılır, sefere eşerdi. Oyleydi bizim Türkler.
Silâhlı Türklerin içinde ise en silâhlıları: Seyfiye denilen kılıçlılarla, mülkiye denilen, hepsi kılıç kılıç örgütlenmiş dirlikçiler idi. Asıl sefere atlı, yaya eşenler bunlardı. Bunlara modern kapitalizm çağında kısaca ordu denildi. Türkiye'de ordu, yâni "silâhlı adamlar": hem devlet kurmuşlar, hem memleketi işletip yürütmüşlerdi.
Batıda Burjuva Devrimi:
Bunun anlamı açık. Türkiye'de devlet demek te, memleket (kapitalizmdeki anlamıyla millet) demek de ordu demek oldu. Belki, değil, muhakkak: Her ülke gibi Batı da, böyle barbar sosyalizmden gelme şövalyeler, silâhlı gaziler tarafından kuruldu. Ne var ki, Batı Avrupa'da şövalyelik köprüsünün altından binlerce yıllık sular aktı. Derebeğileşmiş şövalyelerin altından burjuva adlı modern işveren sınıfı civcivleşip türedi.
İşveren sınıfı (burjuvazi), yalnız sivrisinekten yağ çıkarır, işini bilir, becerikli bır sosyal sınıf olmakla kalmadı. Kendi biriken vannı (Sermayesirıi) yitirmeksizin, derebeğileri tırtıklayıp aşındırabilen ve derebeğileri birbirine düşürmeyi beceren, sabırla koruğu helva etmesini başaran bir ilerici sınıftır.
Sıkışan derebeği devletini işveren sınıfı harçla, borçla satın alarak, kaleyi kimse farkına varmaksızın içinden fethetti. Önce, bir kocaman derebeğe (krala) öteki derebeğileri kırdırttı. Sonra: Sermaye geliştikçe sayıları artan işçi sınıfı ile derebeğinin çölleştirici sömürüsünden yılgın köylü sınıfını (o zaman köylü de bir sınıftı) savaş arabasına bağlayıp iktidara geldi. Ve antika iktidarı temizledi. Egemen burjuva devletini kurdu.
Türkiye'de Burjuva Devrimi:
Türkiye'de burjuvazinin iktidara gelmesi, böyle işçileri ve köylüleri devrimci eyleme sokan bir girişkin işveren sınıfinın kendi iç ve öz gücü ile olmadı. Alacaklı Avrupa Finans - Kapitalinin yıllarca hazırlayıp kışkırttığı altüstlükler, savaşlar, bozgunlar ortamında: "vatan elden gidiyor!" çığlığını koparan ordu gençliği'nin dağa çıkıp isyan bayrağını kaldırması ile oldu.
İktidara getirilen, devleti eline geçiren Türkiye işveren sınıfinın en ağır basan bölüğü: Komprador burjuvazi idi. Ama, o iktidara getirişte ve devleti ele geçirişte (Uluslararası Finans - Kapitalin dış kontenjanları bir yana bırakılırsa), vurucu güç ordu oldu... Dünyada kapitalizm ölüm döşeğine (emperyalizm aşamasına) girdiği gün, sömürgeleştirilmeye doğru dörtnal koşturulan bir yarım - sömürge ülkede, tarihcil rolü bitmiş bir sınıfın (burjuvazinin), hiç yer kalmamış bir zümresi (kompradorları) başka türlü de iktidàra çıkarılamazdı.
Türkiye Devrimlerinde Sınıf ve Ordu:
Bu somut Türkiye tarihi içinde sosyal sınıflar diyalektiğinin baş döndürücü çelişkilerini kavrayamayan kimi keskin, yâni hazırlop sirke sosyalistleri türedi... Bunlar, skolastik kafalarından iri burunlarıyla "sosyalizmin bilimini" yapmak istediler. O zaman, Türkiye'ye özge, karmaşık, çok yanlı burjuva devrimleri içinde, yalın kat ordu faktörüne dört elle (yani iki elleri ve iki ayaklanyla) sarıldılar. Ve Türkiye'de bugüne dek gelmiş, geçmiş burjuva devrimlerini, burjuvazinin değil, "asker-sivil bürokratların" yarattığı martavalını yuttular ve kimi gençlere de yutturmaya koyuldular.
Bu çeşit, sosyal sınıflar pusulasını şaşırmış mistifikasyonlar (saflığından yararlanıp adam kandırmalar, fıkir dolandırıcılıkları) bir yana bırakılmalı. Yalnız şu gerçekliği iki kere iki dört ederce kafaya yerleştirmeli. Türkiye gelişimi ve devrimler tarihinin orijinal gidişi kanunu yüzünden, Türk ordusu adamakıllı devrimci bir gelenek ve görenek kazandı.
Burjuva devrimlerini (sanki sosyal sınıflar dışında ordu olurmuş gibi) sırf orduya mal etmek nasıl saçmalamaksa, tıpkı öyle: Küçük burjuvazinin (antika bir yığının) demokratik devrim özlemi vardır diye, burjuva modern devrimini, antika küçük burjuva devrimi imiş gibi göstermek de, en azından ne dediğini bilmemektir: Ama, bu her iki ince püf noktası, Türk ordusunun devrimlerde vurucu güç rolünü unutmaya vardı mı, Skolastik saçmalayış develeri güldürrıeye dek varabilir.
Batının Tersine: Türk Ordusu Devrimci:
Ordunun, bir sosyal sınıf olmadığı ve olamayacağı halde, Sosyal Devrimlerde vurucu güç oluşu: Türkiye'ye Osmanlı göreneklerinden kalma, en önemli ve en orijinal (türü kişiliğine özge) bir gerçekliğimizdir. O kadar ki, bu gelenek, her gün, "Yakındoğu" etiketi takılan eski Osmanlı Türkiyesi haritası içine giren ülkelerde bile hâlâ yürürlüktedir: Irak'ta, Suriye'de, Mısır'da, Sudan'da Libya'da ordu, boyuna sosyal devrimlerin vurucu gücü olmaktadır.
İşe bu karakter, ordunun devrimci oluşu, hemen başka hiç bir ülkede görülmez. Çünkü oralarda ordu: Ya derebeğiliğin çöküntüleri altında ezilmiş, yahut burjuva ordusu karakterini alarak, çarçabuk sömürünün kör âleti durumuna girmiş ve korkunç biçimdc gericileşmiştir. Bunu bize en iyi açıklayan, en yaman ihtilâller ülkesi bilinen Fransa'nın ordusudur.
Biz söylemiyelim. De Gaulle,1961 yılı, New York Times Başyazarı Cyrus I. Sulzberger'e şöyle dedi:
"Fransız tarihinde hiç bir devrim ordu tarafından yapılmamıştır."
Bu deyimi tersine çevirip kendimize uygulayalım.
"Türkiye tarihinde hemen her devrim ordu tarafından yapılmıştır!"
Devrimci Gençlikten de
GÜNAH TEKESİ ARANIYOR
Zorlanmakla Bulunabilir de!."
16 Şubat 1971
Son bir ay içinde Ankara'nın göbeğin de, iki banka soyuldu. İlk soygunda, "ısmarlama kurbanlar", burjuva basınında boy boy resimlerle, halkın gözünden düşürülmeye çalışıldı. Tutmadı... Türkiye halkının gözünde, devrimci öğrencilerin lideri olarak somutlaşan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını mutlaka mahkûm etmek gerekti. Finans-Kapital bunalımın önüne ancak böyle geçebileceğini umuyordu.
İkinci soygun plânlandı. İlkinde olduğu gibi "ısmarlama kurbanların" resimleri, banka memurlarına gösterildi. İfadeler yine aynı; "bunlara benziyor." Oyunun bütün sahnesi aynı olacak değil ya. Bu kere de, başlarına sarı peruka takmışlardı. Yerli - yabancı Finans - Kapital, Tefeci - Bezirgân geleneğini sürdürüp uydurma oyunlarla bunalımın önüne geçemez.
İşçilerin 5 kuruş zam isteklerini kurşunla karşılayanların, sendika özgürlüğü için direnen işçileri, tanklarla durduranların, işçilerin kanunî grevlerini kanunsuz olarak kıranların, köylülerin demokratik isteklerini jandarma dipçiği ile karşılayanların işçileri, öğrencileri sokak ortasında öldürtenlerin kimler olduğunu halkımız öğreniyor.
Celâl Bayar ve Demirel'in yakını Mığırdıç Selefyan, milyonlarca lirayı cebine indirerek yurd dışına kaçabiliyor. Hem de "komünistlerin nefes alışlarını bile dinleyen" hafiyelerin gözlerinin içine baka baka.
İsrailoğullarının yedikleri heneleri "günah tekesine" yüklemeleri gibi; Devrimci gençliğin lideri Deniz Gezmiş ve yıpranan adam Süleyman Demirel'i harcamakla yerli-yabancı Finans-Kapital suçlarından arınamaz.
Sermaye Konsantrasyonu:
(Antika + Modern) Kapitalistlerin Birleşmesi
Sosyalist, 26 Ocak 1971
Resmî İstatistiklerde tersini görüyoruz.1954'ten bir yıl sonra, 1955 yılı Türkiye'nin tüm İşveren sınıfı, Finans-Kapitalistlerle birlikte: 40 bin kişi bile değil. Kapitalizmin konsantrasyon sermayenin gittikçe az elde büyümesi (yoğunlaşması) kanununu herkes bilir. O bakımdan, Sermaye büyür, ama sermayecilerin sayısı küçülür. Kimi altüstlükler, arada sermayecilerin kamçılayıp gel geç olarak çoğaltsa bile, sürekli kural: Her geçen yıl bu sayının kişi ve işletme olarak azalma eğiliminde olduğunu gösterir.
Türkiye'de bunun tersi olabilir mi? "Büyük" adlı "10 işçi veya beygir gücü" çalıştıran Sanayi imalât işyerlerine bakalım. Bunlar arasında gerçekten büyük olan ve her yıl bir başka boşluğu doldurmak zorunda kalan devlet işletmelerini bir yana bırakalım. Onlar 1958 yılı:195 iken,1959 yılı: 214, 1960 yılı: 219, 1961 yılı 226, 1962 yılı: 230, 1963 yılı 237 olmuşlardır...
İmalât Sanayii bakımından kızoğlankız (bâkir) sayılması gereken Türkiye'de bile rakamların (arada yanlış ihtimalleri de göz önünde tutulursa) genel gidişi azalmak olmuştur. 1958'den 1961'e dek 4 yıl işyeri sayısında artış var. Ondan sonraki 2 yıl ise eksiliş o artışları fersah fersah geçer. 4 yıl boyu artışların toplamı (1710) iken, ondan sonraki 1 yılda eksiliş tek başına (2843), iki yılda eksiliş (3864) ü bulur: 4 yıldaki çoğalış, 2 yıldaki azalışın yarısından çok daha düşüktür. Azalış çoğalıştan 4-5 kat (4.6 kat) daha hızlıdır. Ve gerçek kapitalist gelişim de ancak bu tempoyla olur.
İmalâtta ücretsiz çalışanların sayıları düşünülürse, durum daha da konsantrasyon lehinedir. 1958 yılı büyük sanayiin 4928 inde ücretsiz çalışanlar 4777 kişidir demek bu işyerlerinde patronun çalışmadığı 151 işletme vardır. 4777 işletme esnaf-patron elindedir.1963 yılı oran tersine döner: Esnaf-patron işletmeleri 686 dır, asıl kapitalist işletmelerse 2088'dir. Yâni 6 yılda işletme sayısı %44 (yarıya yakın) azalır; kapitalist karakter 13 kat çoğalır.
Böyle bir gidiş ülkesinde nasıl olur da kapitalistlerin sayısı her yıl ardarda % 100 (4 yılda %395) artar? Ya sayı bilmiyorlar bizim sayın istatistikçiler, ya Kapitalist nedir tanımıyorlar. Yahut, Finans-Kapital efendileri, kendi Sosyal tabanının iğneleştiğini görünce, ne yapıp yapıp Türkiye'de kapitalistleri bir çırpıda 39 binden 156 bine çıkartıvererek, yürek serinlendiriyorlar ve insan aldatıyorlar.
Nitekim sonra bu çaba sürdürülemiyor. 1963 yılı sayımında (3 yıl sonra) işverenleri %100 çoğaltmak şöyle dursun, 2654 kişi azaltmak gerekiyor. Bir kaç yüz Finans-Kapitalist, Millet içinden kendi kuyruğuna takabileceği 150 bin küsur kişilik bir tabanı artık yeterli bulmuş olmalıdır. Kapitalistleri her yıl % 100 arttırmanın sivriliği bir yerine batmasın diye, Şah sarayının üskatından bırakılan çekici yere düşürmek zorunda kalan Acem'in durumunda görünüyor Finans-Kapital.
Bir itiraz akla gelebilir: Finans-Kapital, Türk tarımına onbinlerce traktör soktu. Bu ve benzeri Tarım makinelerine sahip olan köylüler kapitalistleşmiş olamazlar mı? Hayır.
Traktör sayısı daha 1955 yılından beri istikrarlaşmış, sanki değişmez duruma girmiştir.
Yıllar 1957 1958 1959 1960 1963
Traktör 31.498 30.973 31.128 31.528 33.417
Demek 1955'le 1960 arası Türk köyüne traktör akımını çoktan durmuştur. Ona karşılık, Tarımda İşverenler'in sayısı:
1955 yılı 1960 yılı 5 yılda artış
2.781 49.473 46.692
30 bin traktöre sahip olmuş köylüler içinde 49 bin kapitalist yetişir mi? 5 yılda %1775 kapitalist artışı! Ve sonra duruş.
Bu durum neden ileri gelebilir? 1955 yılına dek Kapitalist sayılmıyanlar, 1960 yılında nasıl kapitalist olurlar? Tek ihtimal şu: 1955'e dek Türkiye'nin Kapitalizmden önceki Tefeci-Bezirgân sermaye sahipleri, Türkiye'nin Antika sınıfı olarak Modern Kapitalistler arasına sokulmuyorlardı.1960 yılı af çıkıyor: Finans-Kapitalizm nasıl Büyük Emlâk Sahipleri ve Kapitalist sınıflarının en kodamanlarını kaynaştırıyorsa, tıpkı öyle bir eğilimle: Antika kapitalistler sınıfı ile Modern kapitalistler sınıfı arasında bir kaynaştırma yapıyor. Toplum politikasında gerekli görülen (Finans-Kapital + Tefeci-Bezirgân) sınıflarının ölüm kalım ittifakı gibi aynı sosyal nedenlerle, Ekonomi politikasında: biri Modern, ötekisi Antika olan iki kapitalist sınıf birleştiriliyor.
Tekparti çağı: Antika Sermaye ile Modern Sermayeyi ayrı kablarda korumuştu. Çokparti çağı: .Bu iki düşman kardeşi birleştirdi. Finans-Kapitalin 20-30 yıllık çabası Türkiye ve Halkı için korkunç olan bu ittifakı (ölü ile diriyi bir yatakta birleştirmeyi) başardı.
HAÇLILAR SEFERİ SÖKMEZ
26 Ocak 1971
CERRAHPAŞA 9.1.1971
Türkiye'de "demirkırat" tekmesinden yaman "demokrasi" var. "Paşa" onu 1945'te ilân etti sanılır. Yalan. Türkiye'de demirkıratın tekmesinden yaman "demokrasi" hatırlanamıyacak kadar eskidir. En az yarım yüzyıldır anamızı ağlatan yalnız "demokrasi"dir. Bunun ne demek olduğunu bilmeyen var mı? Ona "burjuva demokrasisi" denir.
1.- KEDİLER ve İNSANLAR
Burjuva demokrasisinde "sayılamıyacak kadar çok" "HÜRRİYET"ler vardır. Daha doğrusu, burjuva demokrasisinde, "HÜRRİYET"ten başka hiç mi hiç bir şey yoktur. Düşünün: Bir kedi, öteki kedilere "Siz çalışacaksınız. Ben sizi çalıştırdığım için yiyeceğim" dese, öteki kediler bu kedi efendiyi, kedi ağayı, kedi beyi, kedi paşayı o saat parçalarlar. Ama, İnsan öyle mi?
Pundunu düşürüp silâhlı adamlarıyla öteki insanları silâtısızlandırdı mıydı, bir de bakarsınız, silâhlı adamlara emir verebilen bir avuç adam (ben diyeyim 500, siz deyin 2500 kişi): 35 milyon insanı "çalıştırmak" HÜRRİYETİ, sömürmek HÜRRİYETİ, ezmek HÜRRİYETine yüzde yüz kavuşmuştur bile. Gayrı kim o HÜRRİYETe yan bakarsa, silâhlı adamlar başına tebelleş edilir. Önce cezaevi, sonra adalet, daha sonra ya zindan, ya kurşun..
2.- HÜRRİYET ve İNSANLAR
7 bin yıllık "uygarlık" mı, yoksa "medeniyet" mi, ne derseniz deyin, kısaca: Sosyal Sınıflı Toplum o sömürme HÜRRİYETİ temeli üzerine kuruldu. Dile kolay 7000 yıl. Ve insan, kedilerin, köpeklerin, mandaların, ayıların bir saniye dayanamıyacakları o karagözlü HÜRRİYETe sonra alıştırıldı. "Alışmak" ta lâf mı? Sömürme HÜRRİYETinin neredeyse "tiryâkisi" oldu.
Hangi tiryâki? Düpedüz "esrarkeşi", "morfınmanı", "zır delisi" kesildi. Şu Türkiye halkının haline bakın. Her dört yılda bir kendisini nasıl çalıştıracaklarını, nasıl sömüreceklerini, nasıl soyup ezeceklerini bilmediği, tanımadığı bir takım hem gülünç, hem korkunç yaratıkları, aralıksız: "sandıktan çıkarıyor". O develeri güldüren sömürü-ezi HÜRRİYETine toz kondurmak istiyenlere karşı, herifçioğulları, göbeklerini ve gerdanlarını şişire, gere bir görünüyorlar ki, HÜRRİYETlerinin heybetinden adam korkar. Sözlerine bakarsan, puhu kuşu gibi, hep "hukuk devleti","guguk devleti" diye öterler. İşlerine gelince: Hak, Hukuk, din, iman, bin mintan: "silâhlı adamları" çlkarırlar.
3.- OLDUM JANDARMA ve TOPLUM POLİSİ
Havada, karada, denizde: Uçaklı, tanklı, dridnotlu ordular yetmez. En ücra köye dek Kayseri mektebinden olmuş jandarmalar sopayla "terbiyeli maymun"a çevrilerek üretilir. O silâhlı - adam (Firenkçesi = Jandarma) köylüdür çoğu. Ama onbaşı onlara şu baş dersi verir: "Jandarma dediğin öyle olacak ki, köylü onun, jandarmanın yarım saat yoldan geldiğini görür görmez, korkusundan elindeki çapasını yere düşürecek!"
Jandarma da yetmedi. Karakola düşenin kemiklerini kırıp etlerini "atlı boruya" teslim eden polis de yetmedi. Normal Polis ve Jandarma: HÜRRİYET adına insanlara karakolda mı işkence yapıyordu? Öyle bir polis yapıldı ki, üniversite gencini, sokak ortasında, herkese "ibret'i müessire" (etken ders çıkarma) olmak üzere, totankamon zamanının kalkanlan ve demir miğferleriyle coplanmak ve kurşunlanmak HÜRRİYETine erdirildi. Ve ona, sosyalizm "özdil"cilerinin yakıştırdıklan "toplum" sözcüğüyle: "toplum polisi" etiketi takıldı.
4.- GENÇ DERKEN, İŞÇİ - KÖYLÜ ÇIKTI
Bu pek hoşlarına gitti sömürü - ezi HÜRRİYETçilerinin. Ordu: Geride duruyor. Hele bizim ordu dün 27 Mayıs'ı yapmış. Polis karakoldan, jandarma dağbaşından başka yerde ve açıktan açığa adam dövüp öldüremiyor. Toplum Polisi: Tüm HÜR! Fruko ve Koka Kola şişeleri gibi doldur yandan yırtmaçlı zırhlı arabalara. Gençlerin, işçilerin, köylülerin içlerine maskeli birkaç provokatörle işbirliği halinde salıver. "Alâmeleinâs" (herkesin açılan gözleri gönünde) insanları Amerikan coplarıyla coplat, işsiz bıraktığın yobaz kamasıyla bıçaklat, dumdum kurşunu ile kurşunlat, alafranga plâstik bomba ile bombalat..
Kim yaptı bu işi? İşadamlarının sömürü HÜRRİYET'lerini rahatsız edecek söz edip, Beyazit'ten Taksim'e yürüyüş yapmak cesaretini gösteren "âsı" gençlik ve işçilik... Bunlar hiç sopa, kama, kurşun, bomba yememişler de ondan. Bir şey değil, 7 bin yıldır sopaların sopasıyla, başı üstünde hemen inecek kılınç ve mızrak ve gürz ve mancınık güllesi ile "yola getirilmiş" köylülüğe de örnek olacaklar.
5. KÖYLÜYÜ "KURTARMAK" İÇİN
Bizde HÜRRİYET top gibi. Vatandaşlarsa kıyasıya eşit, canım. Gösteririz biz o şehir "şımarığı" gençlerle işçilere, nasıl Bâbil çağındanberi sömürüye ve eziye kuzu kuzu yatkın köylüden zerrece, kıl payı farklı, ayırtlı, ayrıcalı olmadıklarını... Yağma mı var? Olsa bile, yağmayı silâhlı adamları ve cezaevleri bulunan "seçkin" ağalar - beyler yapar. Bu gençlerle işçiler neredeyse ağalarla beylerin "yağma Hasan'ın böreği"ne kafa tutuyorlar.
Olur mu? "Neûzübillâh" (Tanrı bizi korusun) 7 bin yıllık
"yerlerin esiri" köylücüğümüzü de baştan çıkaracaklar. Onun
için, karakol ve köy dışında da kanunsuz olarak resmen dayak
atmak ve adam öldürmek HÜRRİYETi şân olsun ki, şu bilim ve
bilinç taşıyıcı öğrencilerle, her gün biraz daha bilinçlenen işçi
sınıfının "gözünün kurdu kırılsın".
6.- ZULÜM ve ÖLÜM
Tarihte bütün yıkılmış düzenler böyledirler. Ölümleri yaklaştıkça zulümleri azıtır. Oysa, ölüm korkusu artınca nasıl zulüm artarsa, tıpkı öyle, zulüm arttıkça ölüm yaklaşır. Bu rezil çenber, ölen bozuk düzenin boğazını biraz daha çok sıkar. Türkiye Finans - Kapitali o çıkmaz içindedir. Kendisine bedavadan iktidar teslim eden 27 Mayıs ile onun Anayasası'na can düşmanı kesilmiştir. Zulmünü arttırmakla, bindiği dalı (anayasayı ve ordunun iyi dileğini) kesiyor.
Finans - Kapital ve Tefeci - Bezirgân sınıflar en son sistem ve en cehennemlik fesatlar kuruyor. Bunun iki örneği şudur:
7.- İKİ CEHENNEMLİKTE BİR
1- Üniversiteyi karakollaştırmak: Böylece, tekin olmıyan ve DP'nin başını yiyen orduyu karıştırmaksızın, gençlik kesiminde ömrü kadar uzun ve değişmez sıkıyönetim ilân edecek;
2- "Toplum jandarması" kurmak. Bu oyunla, aklınca, bir taşla iki kuş vuracak. Bir yanda kendi kışkırttığı şehirle - köy arasındaki çelişkiyi azdırtacak. Öbür yanda mâsum ve daha cahil köylü çocuklarının yoksulluklarından yararlanıp onları şehirde oturan işçi sınıfı ile "düşman" edecek.
8.- TOPLUM JANDARMASI HAÇLILAR SEFERİ
Plân bu... Haniya Efendi - ağalarımız sınıflar savaşına çok, pek çok "karşı" idiler? Haniya Türkiye'de yok dedikleri sınıflar savaşını sosyalistler "icat" etmişlerdi?
Şimdi fınans ve tefecilik ağaları ile beyleri, dürüst, fakir köylü yığınlanmızı: Gençliğe ve işçi sınıfına karşı Haçlılar Seferine parayla sürüp keyfine bakacak. Çünkü şehirli Toplum Polisi bile "direnişe" geçti. Almanya'ya kaçtı. Böyle utanç ve insan duygusundan yoksun bir sınıflar savaşı provokatörüdür. Finans - Kapital ve Tefeci - Bezirgân mütegallibesi ve tehakküm haydutları.
Kur'an kurslarıyla, bu en hâince ve gaafilce sınıflar savaşına Türkiye köylülüğünü hazırladığına inanıyor. Yanılıyor. "Haçlı Seferleri" bin yıl öncesinde kalmıştır. Haçlı Seferleri dışarıda (Doğu'da) en acıklı ve gülünç başarısızlıklarla tükenmiştir. İçeride (kendi ülkesinde) sadece o çağın tehakküm saçan ağalar, beyler sınıfının kökünden kazınmasıyla sonuçlanmıştır.
9.- OTURABİLİRLERSE OTURSUNLAR
Batı burjuvazisi de: Mavi gömlekli işçilerle, nalçalı köylüleri birbirine kırdırmaya girişmiştir. Ancak o tehakküm zorbalığı da en az yüz yıl ötede iflâs etmiştir. Bu 19.ncu yüzyılın alçakça Makyavelizmini emperyalist Amerikan hocaları öğütlediyseler, bizimkiler sakın kanmasınlar. 20.ci yüzyılın sonuna geldik. Ve "burası Türkiye'dir". 27 Mayıs'ı getiren 4 silâhlı kuvvet kesiminden birisi de Jandarma olmuştur.
Ağalar, beyler otursunlar oturdukları yerde edeplerile. 27 Mayıs Anayasası'nı kendi elleriyle havaya uçurmasınlar. Yıkacakları demokrasinin altında ilk cartayı çekecek olanlar er veya geç gene kendileri olabilirler. Halkın işsizlik ve pahalılık ateşinde daha fazla yanmaması için, yüzde beşyüz vurgun ve hazineye çapul hırslarını azıcık dizginlesinler.
Türkiye işçi sınıfı, köylü yığınları ve gençliğimiz ayrılmaz tabii müttefiklerdir. Menderes zavallısı da bir milyon "Vatan Cepheli" üye yazmıştı. Ne oldu? ...
İlk Yabancı Sermaye "İnkilâbı"
Sosyalist, 2 Şubat 1971
Türkiye Finans-Kapital'inin üçüncü gizli faaliyeti: Bütün ruhu ve kalıbı ile teslim olduğu Uluslararası Finans-Kapitale ne denli kaynaşık bulunduğunu halktan ve milletten saklamak çevresinde toplandı. Ve doğrusu, mahkemede herkesin gördüğü dişi deveyi, şahit gösterip erkek diye karara bağlatan Emeviye Saltanatının bu özbeöz mirasçısı ülkede, bu ikiyüzlülük hiç de büyük marifet sayılamazdı.
Bu aldatış nasıl yapılıyor? Bayağı, hiç utanmazca varı yok gibi göstererek yapılıyor. Türkiye'de kapitalist sınıfını bir anda 39 binden 150 küsur bine çıkarmak nasıl yoku var etmekse, yurdun iliklerine işletilmiş Uluslararası Finans-Kapitali yok etmek de, aynı kaygısızlıkla, onun tersi yapılarak beceriliyor. Yabancı sermaye mi? Ne haddine! Kemalist Türkiye'ye yabancının tırnağını sokacak olanın alimallah alnını karışlarız!
Bir kaatilin cinayetini saklayışı, Yerli Finans-Kapitalin Uluslararası Finans-Kapital izlerini yok edişi yanında pek mâsum bir davranış sayılabilir. 1908-19 Meşrutiyet burjuvazisi, "Müslüman dini aşikâre" yolundan, kendisini yüzdeyüz Uluslararası Finans-Kapitalin (Yedi Düvelin) açıkça emrine.adamıştı. Onun için 5 yılda koca İmparatorluk hemen bütün Avrupa ve Afrika gövdelerinden budandı. İkinci 5 yıllık İlk Emperyalist Evren savaşında, İmparatorluğun Asya (Arab-İslâm) dalları değil, Küçükasya (Anadolu) gövdesi bile tırpanla doğrandı.
Komprador Meşrutiyet burjuvazimizin kılı bile kıpırdamadı. Yâni "memleketi takım takım Bolşeviklere" mi sunacaktı? "Memleket": ya Hürriyet ve İtilâf Partisi'nin İngiliz Mandası, yahut İttihat ve Terakki Partisi nin (Alman yenilince) Amerikan Mandası ülküsüne adanacaktı. Fakat, biraz gerçeğe bakan Yerli Millî Burjuvazi: Mandalaşmakla, ortada Türkiye denilecek bir şeyciğin kalmadığını sezmekte gecikmedi. Onun için, Finans-Kapitalin İstanbul'u kendi topu tüfeği ile işgal etmesine gık demedi de, maşa gibi kullandığı Yunan'a İzmir'i işgal ettirişi önünde ayaklandı. Hele Yunan Bursa ya girdiği gün, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde: "Şeytan da oluruz, bolşevik de oluruz!" çığlığını koparmaktan geri kalmadı.
Blöf tuttu. Uluslararası Finans-Kapital, Anadolu'nun "Şûrâlar Hükümeti" kurmaması için Yunan önünde tarafsız kaldı. Aslında Uluslararası Finans-Kapitalin bütün amacı: Çorak Anadolu yaylâsı değil, bereketli Arap-Acem Petrol topraklarını tekeline almak ve Kuzeyde önlenemeyen Bolşevik selini, Kafkaslar ötesinde sed ve bend etmek idi. Halifeliği - Saltanatı (Alman Genelkurmayının düzdüğü Panislâmizm ve Pantürkizm korkuluğunu) kaldıracak ve "Misâk'ı Millî" kabuğu içine çekilecek Kapitalist bir Türkiye, her iki Dünya Finans-Kapital amacını gerçeklertirmek için en ideal istihkâm olabilirdi.
Ne var ki, kimi 19. yüzyıl kafalı sömürgecilerin, Helenizm ,"Megola İdea" hayaliyle kışkırttıkları gerçekçilik dışı Millî Kurtuluş Savaşı ile kan dökülmüştü. Nüfusun %80'i köy 19'u şehir küçükburjuvazisi olan Müslüman - Türk halkına dün bir numaralı düşman diye gösterilmiş bulunan Yabancı-Gâvur Finans-Kapitali ("Emperyalizm ve Kapitalizmi") bir anca can yoldaşı, kankardeşi ilân edivermek hiçbir babayiğitin yiyebileceği yoğurt değildi.
Öyleyse gizli çalışılacaktı. Hem de Emperyalizme karşı en ufak bir ciddi düşünce ve davranışı, daha kımıldamadan: "Gizli faaliyet", "Cemiyyet'i Hafiyye" ilân ederek en tehlikeli düşman gibi "kanun dışı" saymakla, kendi gizli faaliyeti maskelenecekti. Cumhuriyet Türkiyesi'nin taşı toprağı barut kokan ilk günlerinde, Osmanlı Fâtihlerinin zaptettikleri yerlerde Yazım yaptıkları gibi, askerce bir "Durum Yargılaması" (Vaziyyet Muhakemesi) yapıldı.
1929 yılı Türkiye'de Finans-Kapital örneği 166 Şirket vardı. Bunlardan 13'ü Ticaret 7'si Banka olmak üzere 20'si açıktan açığa "ecnebi" idi. "Ecnebi": Osmanlı düzeninde babadan oğula Dirlikçi olmayan kişilere denirdi. Onu modernleştirdik: "Yabancı" yaptık. Şirket sayısı bakımından 166'da 20'si (% 12,04) açık Yabancı Sermaye idi. Ama geri kalan (Yerli Millî gibi gösterilen) 146 şirketin sermayesine daha bakar bakmaz, bir acı gerçeklik sırıtıyordu: Bu 146 şirketin 156.8 milyonu (şimdiki 10 milyarı) bulan sermayesi içinde yalnız 78.2 milyonu Türk lirası idi; geri kalan 78.6 milyon lirası: Sterlin - Fransız Frangı - İsviçre Frangı, yâni yabancı para idi! (H. K.: Emperyalizm ve Türkiye'de Kapitalizm kitaplarına bakıla).
Şirketlerin sayıda yabancı olanları % 12.4'ü görünür. Sözde yabancı olmayanların ise %50.12 paraları açıkça yabancıdır. Toplasak, %62.16 şirket varlığı: İlk bakan göze, kör değilse, mutlaka göreceği kadar açık seçik Yabancı'dır. Açıkça yabancı kalan 20 şirketin, öteki 146 sözde "Yerli Şirkete oranla mutlak daha büyük sermayeli olacağı düşünülsün. 1969 yılı, Türkiye Finans-Kapitalinin en az %70 sermaye gücü ecnebi - yabancı demektir. Ve Finans - Kapital olarak Türkiye Ekonomi Temeli gibi, Sosyal - Politik - Kültürel - Dincil ve ilh. tüm Üstyapı ilişkileri alanına bu yabancı gücün % 100 diyemezsek, %70 egemen olacağı anlaşılmayacak dâva değildir.
E, hani bizim "Antiemperyalist ve de Antikapitalist" Millî Kurtuluşumuz?.. Takkenin böylesine açık rakamla düşüp kelin görünmesi önünde birşeycikler yapılmalıydı. Olmaz böyle şey! denildi. Ve o zamanki havanın stili ile hemen buyuruldu:
"-Çıkarın, şu kâfir şirketlerin başlarındaki "ecnebi" şapkaları!.."
Büyük Millet Meclisi'nde Deli Hâlit Paşayı bir kurşunda öldürüp, elini kolunu sallayarak dolaşan yaman Ali Bey (Afyon) "Nafia Vekilliğinde" kimi yabancı şirketleri devletleştirdi. Onu gören öteki şirketler başlarındaki şapkaları çıkardılar. Ama daha önce "Şapka İnkılâbı" yapılmış bulunduğu için, saygı duruşuyla ellerinde tuttukları şapkaları atmadılar. Aynaroz Kadısı'nın karısına şarap küplerini gösterip "İç, Eda.. iç! Ben onların kâffesini sirke eyledim!" diye haykırdığı gibi oldu.
"- Bu şapkadır. Şapka Türk serpuşudur". denildi.
Herkes başına şapkayı geçirince: Gâvur - Müslüman kalmadı, Yerli - Yabancı hepimiz "bir güneşte çamaşır kuruttuğumuz için" sıkı-fıkı "Akraba" olduk.
Şaka etmiyoruz. Türkiye'de Yerli Finans - Kapital ile Uluslararası Finans - Kapital arasındaki kaçar göçerlik, tıpkı kadınların peçe ve çarşaf inkılâpları gibi hoş bir estetik "Devrim"le ortadan kaldırıldı idi.
Finans Kapital'in ünçüncü İkiyüzlülüğü
Kamuflaj, o kamuflâj. Türkçe'de Kamuflâja Peçeleme denir. Türkiye'de Finans - Kapital: en büyük "peçeleri Kaldırma İnkılâbı" kampanyaları ortasında peçelendi. O gün, bugündür, burjuvazi, cumhuriyet burjuvazisi o peçeyi birdaha kaldırmamak için elinden geleni ardına koymadı. Ve Finans-Kapital haydudu. ne yaptı yaptı, karda gezip izini belli etmemenin yollarını iyice buldu. Yerli-Ulusal Finans - Kapital ile Yabancı-Uluslararası Finans - Kapital arasındaki bütün sınırlar yazboz tahtasına çevrildi. Alabildiğine birbirine karıştırıldı.
Öylesine ki, Türkiye'de nice kıl kuyruklar, "Bir Finans - Kapital de var mıymış?" gibilerden dudak büktüler: Hâlâ, kimi "Sol-Sosyalist" toplantılarında "bilimsel"likte ve de rakamda, istatistikte ve de keskin uzman ekonomistlikte burunlarından kıl kopartmayan pek seçkin ve saygın "Bilimsel Sosyalist"ler, Finans - Kapital sözcüğünü ağızlarına aldırtmamak için kanteri dökerler. Ve de emperyalizmi bir kalemde "Sınır dışı" göstermek bâbında, Zâl Oğlu Rüstem çıkışları yaparak, sosyalizm adına Ali Cengiz oyununa kalkışıp, bilime milime cirit arttırırlar.
Sözde "Sol"un, gerçek "Sağ" ile şaşılacak kertede açık açık ve rahatlıkla "İşbirlikçilik" etmeleri neye yarıyor? Ülkenin en yakıcı problemine duman perdesi yaymaya.. Gene de, İngiliz'in dediği gibi: "Olaylar inatçıdır." Her türlü "Çarşaf İnkılâpları" ötesinde, Finans - Kapital mızrağı çuvala sokulsa bile, ucu her gün milletin en nâzik yerine batarak kendini yer yer ele vermekten geri kalmıyor. "Peçelemek" için koskoca bir Başbakanlığa bağlı harıl harıl işletilen "Devlet İstatistik Enstitüsü" kuruldu. O görüp saklanamıyor.
1963 yılında yapılıp 1968 yılında Türkçe ve Amerikanca yayınlanan: "Sanayi ve İşyerleri Sayımı: İmalât Sanayii" (Türkçe bilmiyorsanız: "Census of Manufacturing Industries and Business Establishments: Manifacturing") tam 1112 sayfalık iri yarı, (normal kitapların iki kat boyunda), ağırlığından taşınmaz, sayfa çokluğundan okuyana göz karartısı ve miğde bulantısı verir muazzam bir kitaptır. Eserin tek amacı: Uluslararası Finans - Kapitale, en elverişli sömürü alanını araştırma zahmetine katlanmaksızın, devletçiliğimizin masrafı ile buluverip sunmaktır.
Sosyal ilişkiler üzerine her rakam, içinden çıkılmaz bir bilmece - bulmaca oyununa çevrilmiştir. Belli ki Efendilerimiz, kendi çıkarları dışında her problemi peçelemek için kurumlar düzenlemişlerdir.
Bu kitapta yabancı veya yerli kapitalllerin durumları üzerinde yalnız 23 sayfacık ayrılmıştır: 40' ta bir bile değil, hemen hemen 50 de (48 de) bire kadar bile önemsiz konu! Türkiye'yi kaç tane yerli, kaç tane yabancı Finans - Kapital ve iri Kapital, kaçar lira sermaye koyarak, ne denli sömürüyor? İstatistik Enstitüsü'nün baş görevi bunu maskelemektir. Hiç değilse etimizi gâvur mu daha çok ısırıp yiyor, Müslüman mı? Onu bile Türkiye halkının öğrenmemesi için bir devlet çarkı kurulmuş!
Türkiye'de 6224 numaralı ve numaracı bir "Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu" var. Buyur etmiş topraklarımızı ve insanlarımızı Yabancı Sermaye adlı Uluslararası Finans - Kapitale... 1963 yılı. Uluslararası Finans - Kapitalin (U.F.K.) Türkiye kaynaklarına karşı gösterdiği "cilve" şu rakamları belirtiyor:
Sunulan proje milyon lira Bakanlıkça müsade edilen Yatırım için kararname bekleyen Yabancı teşvik komitesinde incelenen
1.5764 907.2 669.7 81.3
(Pr. Dr. A. F. Açıl: "Türkiye Tarımında Sermaye Sorunları" 1965 broşür)
Bir buçuk milyar liradan aşkın proje sunulmuş, 1 milyara yakını kabul edilmiş, yarım milyardan çok fazlası kararname bekliyor... Sonuç? Pr. Açıl'a göre: "Sermayenin esas kaynağı tasarruftur." (a y., s. 17): Sömürü değil!... Onun için, Sayın Profesör Doktor Açıl'lar, kanunun bunca "teşvik"lerine rağmen yabancı sermaye'nin Türkiye ekonomisine çok az girmiş olmasından yakınır. Uluslararası Finans - Kapital daha çok Anonim, Limited Şirketlere "iştirâk" (katılma) göstermektedir. İş kollarına göre katılışları şu orantıdadır:
Lâstik
Sanayii Kimya
Sanayii Gıda, İçki, Tütün
Sanayii Tarım
%21.1 %17.8 %13.5 %0.5
Bu rakamlar bize ne söylüyor? Hemen hemen hiç bir şey:
1112 sayfada 23 sayfalık sermaye durumu istatistikleri ise, ondan daha göz boyayıcıdır. Orada, bir yol büyük işletmelerde ne yerli, ne yabancı sermayenin gerçek rakamları verilmez. O en büyük Devlet esrarı gibi saklanır. Yalnız İşyeri Sayısı üzerine atılan 23 sayfalık veriler bile, yabancı sermayeli işyerlerinin tam ve belirli sayısını dahi gösteremez. Gülünç bir orantı taslağını yapar:
% 50 den çoğu YABANCI azıBüyük
İşletmeler %0 100
yabancı sermaye Kamu Özel Karma
(Özel+Yabancı)
3012 Toplamından
237 Devlet kesiminden
2775 Özel kesimden 49
1
48 2
1
1 31
-
31 1
-
1
%50'den Çoğu yerli ÖZEL azı %50'den Çoğu yerli KAMU azı
Kamu Yabancı Karma(Kam + Yab) Kamu Yabancı Karma(Kam + Yab)
Toplam 15 31 12
Devlet 5 - 10
Özel 10 31 2 Toplam 18 2 2
Devlet 8 2 2
Özel - - -
Herbiri eşit paylı
(Kamu + Özel + Yabancı) %050'si Yerli Kamu ve Özel
%50 si Yabancı
(yarısı yerli, yarısı yabancı)
Toplam 2
Devlet 1
Özel 1 Toplam 8
Devlet -
Özel 8
Bu hiçbir şeyi açıklamayan karmakarışıklık, bir şeyi gizleyemiıyoır. Hiç değilse sayı bakımından Uluslararası Finans - Kapital şaşılacak bir yaygınlıkla: Devletin, Devlet İktisadî Teşekküllerinin, Özel İdarelerin, Belediyelerin, Köy Tüzel Kişiliğinin, Türkiye Cumhuriyeti Uyruklu Özel ve Tüzel Kişilerin sermayeleri ile birbirinden ayırdedilemeyecek kertede içli dışlı kaynaşıktır. Finans Kapital'de gâvur, müslümandan ayırdedilemez. Ve edilmemesi için özel bir kamu çabası harcanmaktadır. Hepsi senden benden Türk ve Müslüman geçinir. Karda gezerler, izlerini belli etmezler.
Finans-Kapitalin yerlisi ile yabancısının sermaye bakımından orantısı üzerinde bir fikircik olsun edinmek için, kimi Sanayi kollarında Sınaî Kalkınma Bankası İkrazları'na bakalım:
Özel
İşletme
Toplamı İkrazcı
Firma
Toplamı İşletme
Oranı Değer
Toplamı Döviz ile
İkraz Sermaye
Oranı
1958 4.926
1965 2.775 389
708 % 7.8
25.5 211.218.000
848.854.000 66.015
349.887 % 31.2
42.3
Uluslararası Finans - Kapital bir tek banka kanalından, Türkiye sanayiine 8 yılda nasıl girmiştir? 1958 yılı Sayıca büyük işletmelerin %7.8'ine, 1965 yılı %o25.5'ine katılmıştır. Sermayece, 1958 yılı %7.8 işletmeleriıi %31.2 oranını, 1965 yılı %25.5 işletmelerin %o42.3 oranını kaplamıştır.
Bugün Yerli Finans - Kapital, Uluslararası Finans - Kapitalin Türkiye'de egemen büyük sermayenin tam tamına kaçta kaçını kapladığını büyük kıskançlıkla saklıyor. O orantı 1929 yılı %70 civarında idi. Bugün, yalnız bir banka kanalından yatırımların %42.3'ünü ele geçirmiş bulunuyor. Her yıl %0 l-2'den fazla artış temposu ile Türkiye Sanayii üzerine tahakkümünü yürütüyor.
Ayrım: II
Kırda: Finans-Kapital
Finans - Kapital'in genellikle çalışır insan yığınlarımızı ve özellikle Köylerimiz üzerindeki sömürü ve ezi yollarına resmi istatistiklere göre işaret ediyoruz.
Tüm Milletın İşsizlık + Pahalılık Belâsı
2 - 3 bin Finans - Kapitalistin güttüğü 30 - 35 milyon nüfusumuz ne âlemdedir? İster istemez o milyonların içinde önce Faal Nüfus'u işsiz nüfustan, sonra da Faal Nüfus içinde Tarımda (Köyde) çalışanları öteki alanlarda (yuvarlak hesap Şehir ve Kasabada) çalışanlardan ayırt etmek gerekir.
Yıllar Genel Nüfus
15 yaşından yukarı
15 yaşından yukarı
24 Ekim Yazım ve Örneklemesi 1955
1960
1965 24.065.000
27.755.000
31.391.000
Faal Nüfus Faallerin nüfusa orantısı % Yıllar arasında fark %
12.205.272
12.993.245
13.591.822 50.71
46.81
43.29 ---
3.90
3.52
Bu rakamlar neyi gösteriyor? Türkiye, her 5 yılda nüfusunun yüz kişisinde 3 - 4 kişisini gayrı faal, yani işsiz birakan bir ülkedir. Her yıl 1000 kişimizde 7 - 8 kişimiz, aylaklığa itilmektedir.
Acep, üretimimizin çapı ve verimi artıyor da, bir bölük insanımız üretim yerine başka yüksek kültür işlerine harcıyacak bol aylâk zaman mı buluyor?
Bunu anlamak için nüfus başına düşen Milli Gelirin artışı ile pahalılığın artışını karşılaştırmalı. Ama, bunun için dürüst istatistikleri nereden bulmalı ? İstatistiklerin dürüstlüğüne şüphe getiren bir olayın rakamını verelim:
Nüfus başına Milli Geliri sâbit fiyatlarla 1950 yılı için aynı Devlet İstatistikleri ; bir 513, bir 554, bir de 588 lira yazıyor.1960 için de gene : 600 - 690 - 692 lira yazıyor. Bunların hangisine inanmalı?
Daha baskını var :1960 yılı Nüfus başına Millî Gelir 600 lira iken,1961 yılı ansızın 1888 liraya çıkıyor. 1 yılda adam başına 3 kat fazla gelir çoğalması mı bu? İnsan 27 Mayıs'ın böyle bir Noel Babalık ettiğine inanmak ister. Ama, dünyanın hiç bir ülkesinde görülmemiş böyle bir olayı, Türkiye'de yaşayanlara inandırmak kimin elinden gelir?
Böyle inanılmaz kalplıklar önünde ihtiyatlı gidelim. Nüfus başına düşen Milli Safi gelirin ilk 1955 -1960 yıllarındaki ve son 1961-1965 yıllarındaki artış orantılarını almakla yetinelim.
Sabit fiyatlarla nüfus başına safi milli gelir:
1955 1960 Yılda artış
Türk Lirası 513 TI. %
1961 600 17 3
1965 Yılda artış
TI. %
1888 2151 65 3
Demek, 1955 ten 1965 yılına dek millî gelirin adam başına düşen artışı, her yıl hemen hiç değişmeksizin % 3 oluyor.
Buna karşı geçim endekslerinin rakamları daha insaflıca :
İstanbul Geçim Endeksi
Yılda artış Yılda artış 10 yılda ortalama yıllık artış
1955 1960 1965
69 133 % 18 166 % 5 % 14
Demek, hayat pahalılığı, sömürünün zaman zaman azgınlanışına göre : Her yıl kimi % 5, kimi % 18 arasında insanlarımıza satır atıyor. 10 yıllık ortalama : Her yıl yurdaşımızın bir yıl öncesine oranla % 14 daha pahalı bir geçim altında ezildiğini gösteriyor.
Finans - Kapital Türkiye'li insana her yıl en çok Milli Gelir payında % 3 artış sağlarken, uğrattığı pahalılık en az % 5 ile % 18 (ortalama % 14) olur. Yâni Efendilerimiz bir elleriyle yurtdaşa verir görünüyorlarken, öbür elleriyle yurtdaşın cebinden ve kursağından 14 aşırıyorlar.
Millî Gelir hesabı, biliyoruz, kapitalist kalpazanlığın en itciklerinden biridir. Bir yıl Türkiye'de yaratılmış bütün değerleri, hiç bir Komünist Toplumda yapılamayacak biçimde (milyoner olsun, çarıksız köylünün ücretsiz çoluk çocuğu olsun) herkese eşitce "paylaştırıyor". Ve buna, hiç utanmadan :Adam başına düşen Millî Getir payı adını verebiliyor. Milyonerin de, çobanın da cebine her yıl sonu eşitce gelir düştüğü yalanını ciddî ciddî yutturuyor. Ve burjuva, küçük burjuva "ülemâsı" da bu yalanı trajik pozlarla "Bilimsel"leştirmeye çalışıyor.
Develerin bile güleceği o Millî Gelir sahtekârlığını hiç unutmayalım. Elbet her yıl üretilen Millî Gelir değerleri yığınından milyonere düşen pay milyonlardır, çobana düşen pay (eğer düşerse) yalnız o milyonların karşısında acı acı yutkunmaktır.
Ama biz o yalanı bile, bir ân doğru saysak, ne görüyoruz ? En sahte Millî Gelir hesabından dahi adam başına düşen artış, her yıl yükselen gene toptan pahalılığın 4 buçukta biridir. Burjuvazinin uydurma kitap rakamları ile dahi, Türkiye vatandaşının her yıl geliri 1 artarken, pahalılıkla 4 veya 5 elinden alınmaktadır.
İşte bu en hafif rakamlar dahi şunu ispatlıyor : Her yıl 1000 kişide 7 - 8 kişimiz İşsizliğe mahkûm edilirken, bu, o kişilerin çok kazandıkları için az çalışmaya başladıklarınan ileri gelmiyor. Tam tersine: Pahalılık her yıl ortalama % 14 arttıkça, yurtdaş kemerini sıka sıka müzmin İşsizlik illetiyle kırılmaktadır.
Köy ve Proleterleşme
Türkiye insatılarının toptan alınyazısı işsizlik - pahalılıktır. Faal nüfusun tümü için doğru olan bu durum üretim alanlarının başka başka dalları için nasıldır?
Başta köy insanımızı kaplayan tarım ile, şehir ve kasaba kalabalıklarını içine alan öteki (sanayi - ticaret, v.b.) faaliyet alanlarını birbirinden ayrıca incelemek gerekir. Bu ayrımı biz yapmıyoruz. Kapitalizm yapıyor. Sermaye nerede doğduysa orada sanayie önem ve yatırım verdi. Tarıma girse, kârından toprak beyine de irat ayırmak ve haraç vermek zorunda kaldığı için, sanayi ve ticaret vb. ekonomi alanlarına girmeyi önerir. O yüzden, nerede kapitalizm gelişirse, orada köyle şehir arasındaki uçurum büyür. Tarım geri kalır. Köy üretmeni okkanın altına gider.
Onun için kapitalizmin en sakar sömürü kesimine giren Türkiye'de tarım alanını ayrıca ele almak heryerdekinden daha büyük önem taşır.
Cumhuriyet tarihi boyunca iki büyük konak ayrılır :
1-Birinci Emperyalist Evren Savaşından İkincisinin sonuna dek (1927-1950) 23 yıl;
2 -İkinci Emperyalist Evren Savaşından sonrası (1950-1965) 15 yıl...
Yıllar
Tüm Nüfus
Milyon Şehir nüfusu
Milyon Oran
(%) Köy nüfusu
Milyon Oran
(%)
1927
1935
1940
1945
1950 13.640
16.156
17.821
18.790
20.947 3.5
4
4.346
4.687
5.240 24
23
24.39
25.20
24.88 10.5
12.5
13.475
14.073
15.629 76
77
75.61
74.80
75.12
Çok anlamlı olmak üzere, Türkiye'nin Tekparti çağı sayabileceğimiz 23 yıl boyunca nüfus gelişimi mutlak bir durgunluk içindedir. 1927 de köy nüfusun % 76 sını 1950 yılı % 75.12 sini tutar. Bu tam bir askercil yerinde say olayıdır.
Ondan sonra gelen çokparti çağı, 1945 te başlamış bulunsa bile, 1950 den önce iktidara gelmiş sayılamaz.
Yalnız hissedilmiyecek bir yavaşlıkla 10 bin ve daha yukarı nüfuslu yerlerin 5 yılda % 1 çoğalması ile karşı karşıya bulunuruz:
1935
% 1940
% 1945
% 1950
%
10 binden çok nüfuslular
10 binden az nüfuslular... 17
83 18
82 19
81 19.5
80.5
Çokparti çağı ile birlikte neler görüyoruz :
Yıllar
Tüm nüfus
Şehir
nüfusu
%
Köy
nüfusu
%
Geçen 5
yıllık
fark
1955
1960
1965 24.065 m.
27,755 m.
31.391 m 6.927 m.
8.859 m.
10.805 m. 28.79
31.93
34.44 17.137 m.
18.890 m.
20.585 m. 71.21
68,07
65.56 -3.91
-3.14
-2.51
Toplam -9.56
DP iktidarı ile birlikte, Finans-Kapital köye doğru en korkunç parendesini attı. Tekparti çağında bini bulsa benzini kesilen traktörlerin, 10 binlercesini birden köylere saldı. O zaman, 23 yıl Köy nüfusunun Genel Nüfus toplamında oranı % 1 bile zor değişir ve azalırken, şimdi her beş yılda bu oran % 2.5 ilâ % 4'e yakın düşüşler gösterdi. 23 yılda % 1 zor düşen Köy nüfusu oranı, 15 yılda % 9.56 oranında alçaldı.
Bu ne demektir ? Kapitalizmin en azgın biçimi olan Tekelci Sermaye baskını altında Türkiye köylerinde Proleterleşmenin (köyden şehire akının, köylünün işçileşmesinin) 14 kat aşırı bir hız kazandığı demektir. Böylece, çeyrek yüzyıl sayı ile yerinde sayan "Durgun akar" Kemalizm'in yerini, Menderesizm'in başını yiyen tehlikeli "Hareketli Ekonomi"si almıştı. Ok yayından çıkmıştı. Onu 27 Mayıs bile ancak yüzde yarım (% 0,63) kertesinde güç frenleyebildi.
Bu Türkiye köyünde : "Külâhını kurtaran kaptandır", yahut "Altta kalanın canı çıksın" parolasını bayrak yapmaktı. Aynı tempo 10 binden yukarı nüfuslu yerlerin de eskisi gibi her 5 yıl geçtikce yüzde yarım ilâ bir değil, yüzde 3-4 çoğalması ile yarıştı.
Yıllar 10 binden az
nüf.yerlerin
yüzdesi 10 binden çok
nüf. yerlerin
yüzdesi
sayısı
Fark
1935
1940
1943
1950
-
1955
1960
1965 83
82
81
80.5
77
74
70 17
l8
19
19,5
23
26
30 95
100
105
110
125
155
199 -
5
5
5
15
30
44
10.000 nüfustan fazla kalabalıklaşma, köy nüfusunun şehire akını idi. Tekparti çağında her yıl ancak 1 tane artan bu kalabalık yerler, Çokparti çağında her yıl 3-6-9 rakamı ile artmaya girişti. Hız, gene 3' ten 9 katına doğru ilerledi. Türkiye, Köyü ve Tarımı böyle bir koşuya kaldırdı.
Bu koşu nedir? Dünyasından kopmuş, Ahirete adanmış köylü yığınlarının ansızın uyanışıdır. Büyük şehirleri korkunç gecekondu varoluşları ile ....... sınıfının sayıca ve bilinçce Türkiye sınıflar savaşına kılıcını bütün ağırlığı ile koyuşudur.
Köy Ekonomisinde
Kapitalizmin Parçalanışı
Genel nüfus sayımlarının sosyal sonuçlar verebilecek rakkamları 5-10 yıl geciktirilmeden açıklanmıyor.
Dünyanın pek az yerinde rastlanan, böylesine kökünden yolunur köy ekonomisi içinde olayların daha ayrıntılıca gidişi neler gösteriyor?
"Kol kırılıyor, Finans Kapitalizm yeni içinde kalıyor." Onun için, 1970 Türkiye'sinde ancak 1955-1960 İstatistikleri ile yöneliniyor. 10-15 yıl önce 15 yaşından büyük Faal nüfus içinde Tarım faal nüfusu şöyledir.
Yıllar Tüm faal nüfusu Tarım (Orman, av)
faal nüfusu Tarımın
tüme oranı
1955
1960 12.205.272
12.993.245 9.446.102
9.737.489 % 77
% 75
Nüfusun tümü içinde faal nüfus her 5 yılda % 3-4 azalırken, o faal nüfusumuz içinde köylü faal nüfusun oranı % 2 azalıyor. Türkiye sanayileştikçe: Köylüleşme geriliyor. Bu gidiş hâlâ sürüp gidiyor mu? Finans Kapital orasını saklıyor. Bir yanda proleterleşme şiddetle artarken, faal nüfusça köylüleşme de artmıyor. 1955-1960 DP "Hareketli Ekonomisi" bu çelişkiyi geliştiriyor. O genel çizgi içinde Türk köyü 5 yıl içinde şu gelişimi gösteriyor:
Tarımda
tüm faaller İşveren Ücretliler
1955
1960 9.446.102
9.737.489 2.781
49.473 244.235
676.791
Değişiklik
Değişme oranı + 291.387
% 3 + 46.692
% 1672 + 432.556
% 177
(Aile)
Ücretsizler Kendi hesabına
çalışan Bilinmeyen
6.668.782
6.097.832
- 570.950
- %8 2.640.134
2.903.109
+ 262.975
+%9 7.103
10.284
+3.181
+%44
Bu rakamlara göre Türkiye köylerinde Finans - Kapitalin tam teçhizat saldırıya kalktığı ikinci 5 yıl içinde akılları durduracak bir altüstlük, dilsiz bir ihtilâl olmuştur. Bu ihtilâl : Köyde bütün dehşeti ile bir kapitalizmin köy yığınlarını, en çetin ve en modern çelişkili bir sosyal sınıflaşma içine artmıştır.
Bu ekonomik ihtilâl, dış bakışta köy faal nüfusumuzun 5 yılda % 3 artması gibi insana geri geri gidiş, köylüleşme izlenimi veriyor. Görünüşe aldanmayalım Gidişin içyüzüne bakınca, birbirinden çıkan bir muazzam altüstlük ile bir de bundan aşağıya kalmayan bir dağların kayışı gibi iki keskin kutuplaşma baş gösterir.
Birinci altüstlük kutbunda : Köyde, neredeyse ansızın sayılacak, yaman bir kapitalist çelişkili ınıflaşma meydana gelir. Köy işveren sınıfı ile köy işçi sınıfı birbirlerinin karşısında keskin cephelerini kurarlar. Köy İşverenleri 2781' den, 49.473 e çıkarak, 5 yılda yüzde 1672 (16-17 katı çoğalınış görünürler. Yukarıda bir bakıma yorumladığımız bu olağanüstü gelişim şüpheli de olsa, köyde işveren sınıfının muazzam bir çoğalışa kavuştuğu gerçeğine çürütüleınez belge olabilir.
Köy burjuvazisine karşı ister istemez fışkıran köy proletaryasının sayısı, ne denli saklansa örtülemeyecek bir düzeye çıkmıştır. 5 yılda 3 katına çıkmış % 177 çoğalmıştır.1963 yılı 1 Kasımı, Türkiye imalât sanayiinde tüm işçilerin sayısı 679.462 olarak sayılıyor : Büyük sanayide 352.441 işçi gösteriliyor. Ondan 8 yıl önce tarım İşçileri 244.235 iken, 3 yıl önce 676.791 kişiyi buluyor. Böylece köy proletaryası, şehir proletaryasının imalât sanayiinde çalışanlarını hızla geçip gitmiştir.
Bu sessiz köy ihtilâli yanında, ondan daha sessiz ve belirsizce göze çarpan ikinci derin çelişki kutup : Büyük köy heyelanı, tarım dağlarının kayışı gelir. Bu köy heyelânı : Köy ekonomisinde Ücretsizler diyeceğimiz boğaz tokluğuna aile için çalışan adsız tarım köleleri ile, onların yanı başında, daha doğrusu ücretsizlerin başında "kendi hesabına çalışır" diye anılmış bulunan asıl köy küçük üretmenleri karşıtlığıdır.
Kendi hesabına çalışan küçük köy üretmenleri 5 yılda % 9 artmışlar, 262.975 kişi çoğalmışlardır. Onlara karşılık, daha doğrusu onların altında Ücretsiz çalışan aile köleleri % 8 azalmışlar, 570.950 kişi gibi yarım milyonu aşkın yığınlarıyla eksilmişlerdir. Besbelli ücretsizlerin eksilişleri ile üreticilerin artışları arasında kaçınılmaz bir ortak ilişki (kolelâsyon) var.
Belki içlerinden bir bölüğü de "Kendi hesabına çalışır" bağımsız küçük üretmen olmuştur. Ancak Kendi hesabına çalışanların hepsi ücretsizlerden gelse:
Ücretsizlikten çıkanlar ........... . ... .. 570.950
Kendi hesabına çalışır çoğalanlar .......... 262.975
Gene ücretsiz çalışırlıktan kurtulmuş ..... 307.975
kişi ortada kalır ki, onlar ve ötekilerin çoğu 432.556 kişi artmış bulunan ücretli köy proleterliğine geçmiş köy çalışkanları demek olurlar.
Her şey, tek nedene bağlanabilir. Türkiye köyünü Finans - Kapital denilen en azılı kapitalizm canavarı dalamıştır. Uzunca tekparti çağının "Müteakkip ve Muraakıp" batak durgunluğu, bin yıllık geleneksel Türkiye köyü için ebediyen ölmüştür. Bu acıklı da olsa objektif ve somut olarak kaçınılmaz olan ekonomik - sosyal ve büyük sonuçtur. Bilinmez köy insanlarının 5 yılda 3181 kişi, % 44 artışı da: Finans - Kapital dalayışının yarattığı dağılış, parçalanış, külâhını kurtaranın kaptan oluşudur.
Ne denli olumsuz görünürse en az o denli çatışık Tez ve Antitezlerini en ücra Türkiye köyünün bağrında hançerler gibi çarpıştıran gidiş, elbet en gürbüz Sentezlere gebeliğin diyalektiğini yaşatmaktadır. Bütün satılık veya parasız küçük burjuva kuruntulu provokatör yahut anarşist romantizmleri Türkiye köyünde dahi öldürücü vuruşuyla tepelenmektedir.
Susuzluğun Açlığın Önceden Belirtisi
T.R.T Güneydoğu Anadolu'nun ansızın susuz kaldığını, hayvanların öldüğünü, sağ kalan insanların göçtüklerini "timsah gözyaşları" dökerek anlatıyor (13-14 Temmuz Radyo haberleri). 1970 yılı dünyasına bu olay, acı bir Tabiat cilvesi gibi anlatılıyor.
İstanbul'da ekınek ve et perakende fiyatları, aynı timsah gözyaşları ile istatistiklerde saklandı.
(1 kg./kr.) 1955
1965
Artış
% Yılda
artış % Artış
10 yıl Yıllık
krş.
Ekmek
Et 33.33
375.53 109
911 327
242 32.70
24.42 76.67
535.47 7.68
53.54
Yâni 10 yılda, şehirli yurttaş her yıl yiyeceğinin 4'te biri ile 3' te biri kadarını kursağından kaptırarak aç kalıyor. Köylü en sonunda susuzluktan ölmek durumuna giriyor. Ve efendilerimiz, köylünün susuzluğunu tabiata mal ettiği gibi, şehirlinin aç bırakılışını da alınyazısına bağlıyor.
Etle ekmek her yıl ortalama : (7,68 + 53,54 = 61,22 + 2 = ) 30.61 kuruş pahalılaşır. Buna karşılık, milyonerin payı da içine katılarak, adam başına millî gelir: (17,61 + 14 = 31,612 = ) 15.5 kuruş artar (X) ... Bu kabaca yalan gelirin bile 2 katı pahalılıkla insanlarımızın soyuluşu, Efendilerimize göre tabiatın veya Allahın işi gibi gösterilir. Onun için her mahallede bir Kur'an Kursu, her kasabada bir İmam - Hatip Okulu açılarak, Türkiye halkına günahlarını affettirecek duâlar öğretilir.
Oysa Efendilerimizin timsah gözyaşları gibi, suçu kadere yahut Allaha yükleme küstahlıkları da, halkımızın zavallılığından yararlanarak yapılan binbir sahtekârlıktan biridir. Şehirlinin aç kalışı gibi, köylünün susuz kalışı da: Türkiye Finans - Kapital zümresinin Tefeci - Bezirgân sınıfını yedeğine alarak en az yirmi yıldanberi yürüttüğü Vatana ve Millete ihanet edercesine suikastlerinin kaçınılmaz sonucudur.
Bunu, güdücü efendilerimiz bilmiyorlar mıydı? Hatta bilmeden ve kör bilinçsizlikle bu cinayeti işlemiş olsalar dahi, olayların anlamı değişmezdi. II. Eınperyalist Evren Savaşından sonra, Türkiye Finans - Kapitalinin dışarıda uluslararası Finans - Kapital ile, içeride antika Tefeci - Bezirgân sınıfı ile suç ortaklığı yaparak "Hürriyeti sıçması": Yâni emperyalist kesimi seçmesi, şimdiki zehirli meyvaları (bilinçli bilinçsiz) hazırlaması demekti.
Bununla birlikte, Türkiye halkının işçi sınıfı içinde yetişen savaşcılarca, Türkiye (Finans - Kapital + Tefeci - Bezirgân) kaynaşmasının bugün vardığı sonuçlar: Daha 1954 yılı resmî bir Vatan Partisi adına teorice belirtilmiş ve o kahredici zılgıt altında pratikte açıklanmıştı. V.P. Gerekçe'sinde.. konu şöyle konuyordu:
"DP. memlekette "ZİRAİ KALKINMA gibi" en müspet harekete girişiyor. Lâkin bu iş Bezirgân ve Tefeci mekanizması uygulanınca nereye varıyor ?"
"Türkiye ötedenberi, tıpkı fakir köylümüz gibi, zahiresi ile kendisini güç bekleyen bir memlekettir." (H.K. : Kuvayimilliyeciliğimiz,1957, s. 20)
Sonra öğreniyoruz, 1955 yılı: Memlekete giren traktörlerden 129' unun firması bilinmiyor. Geri kalanlar 86 çeşit Uluslararası Finans - Kapital firmasının malıdır:
"Dünyanın yetmiş yedi buçuk milletinin binbir çeşit âletini sırf TİCARİ KAR bakımından memlekete sokunca, yedek parça anarşisi, en tabîî ihtiyaçları bile 3-5 misli arttırdı. Dolayısı ile masraflar vurgun fiyatlarını gerektirdi" (a.y., s. 21)
Bu sözde "Hür Teşebbüs" ve "Özel Sermaye" patentli modernleşme:
Egemen sınıflar açışından, Finans - Kapital tahakkümünü yüzde yüz perçinledi :
"Kodaman şehir bezirgânlığı ile taşra hacıağalığının elbirliği ve açık menfaat birliği azıttı "traktör ve ziraî âletlerin tedarikinde ecnebi firmaların Türkiye'deki acentesi olan bezirgânlar bir mümessillik, ithalâtçılık ve satıcılık tekeli altında getirdikleri malları, Ziraat Bankası'ndan aldıkları peşin para ile satarak sırça saraylar kurdular. Hacıağalar, ceplerinden pek az bir para çıkarmakla, ucuza ele geçirdikleri toprakları pahalı karşılık diye göstererek, en modern üretim cihazlarını ellerine geçirdiler. Köy ekonomisine eskisinden daha kuvvette hâkim oldular." (a.y., s. 22)
"Burada artık, hacıağalığın sınırı kodaman bezirgânlığın sınırı ile karıştı. Traktör iktisadıyatı bakımından" (a.y., s. 21) korkunç yönelişi aldı.
Güdülen köy yığınları açısından, şu üç sonuç ortaya çıktı :
"A - Üretmen Köylümüzün yüzde 97'si küçük, fakir köylüdür. Kendi tarlasından rızkını çıkaramaz. Köy hacıağasından yahut kasaba Tefeci - Bezirgânından buğday satın alarak geçinir. Onun için buğdayın (dışarıya ucuz satıp damping yapmak için) içpazarda pahalanması... köyümüzün yüz kişide 97 kişisini canevinden vurdu. Orta köylü dediğimiz yüzde 23 köylümüzün de borçlarını arttırdı." (a.y., s. 21)
"B - Millî bir plânla ve halk için, halk eliyle köye girmeyen traktör, bugün tüm kırlarımızda göze batan MADDİ BİR FACİAYA kapı açar. Daha çok toprakları sürmek gereği, köylülerin boş bereketli topraklarını ve OTLAK'larını da tarlalaştırır. Bir yanda toprağın dinlenme ve nadas imkânı azaldıkça kuvveti düşer, öte yandan ekilmemiş yerlerde küçük ekincilerin az çok otlatabildikleri beş on davarı, iki üç ineği aç kalır... Hayvan ürünlerimiz kıtlığa uğrar. Şehirlerimizde, bir kilo etin 5 liraya patlaması bir tesadüf değildir. Tekyanlı ve üstünkörü Tarım Politikamızın zehirli meyvasıdır. Bu durum şehir halkı için hayat pahasıdır. Ama fakir köylü için NEFES BORULARININ TIKANMASI demektir." (a.y., s. 22)
"C - Traktörlü büyük üretim, kara sabanlı ekinciliği rekabeti ile ezer. Sanayide olduğu gibi ziraatte de büyük balık küçük balığı yutar. Hele küçük ekinci pahalı zahire ve tohum tedariki yüzünden ağır borca girer ve ekmeğine katık, sırtına ruba veren malını, davarını kaybederse, büsbütün daha kolay bir lokma haline girer. O zaman toprağını satmaktan veya bırakıp kaçmaktan başka çare kalmaz. Bu gün şâhidi olduğumuz: Köylerden şehirlere işsiz insan akını, artar. Bir kelime ile: Köyün binde üç kişisi lehine, binde 997 kişisi tedirgin olur ve eski tefeci hacıağalar sadece modern büyük arazi sahibi haline gelirler." (a.y., s. 22)
Bu üç mekanizmanın 1950-1970 arası işleyişi bütün sonuçlarıyla 1954 yılı Türkiye'de bir siyasî parti programı biçiminde öne sürüldü. En çok "solcu"ların es geçtikleri o mekanizmanın genel ve özel sonuçları adım adım izlenmeliydi. 20 yıldır sürüp gelen "pahalı ithalât", "dış ticaret dengesizliği, "Döviz Açığı" yanında: "Köyler ıssızlaşıyor, şehire akın edenler, işsizler ordumuzu kabartıyor... Şehirde çalışanların ücretleri düşüyor, hayat şartları ağırlaşıyor. Demek şehirde ve köyde nüfusumuzun en çok 1000'de 5'ini tutan büyük bezirgân ve hacıağalar dışında herkes: Köylüler, esnaflar, işçiler, aydınlar ziraatin makineleşmesi yüzünden bir tehlikeye girmiş bulunuyorlar."
Normal bir Batı ülkesinde, bu gelişme (hiç değilse.sonuçları bakımından) olumlu yanı olumsuz yanına üstün bir hamle olabilmişti. Oysa bizde, Kodaman Bezirgân ve Hacıağa nüfuzu, bu en olumlu görünen "Tarımın Makineleşmesi" olayını bile, inanılmayacak olumsuz sonuçlara kaldırdı." (a.y., s. ?3)
(*) Sâbit fiyatlarla Millî Gelir 1955 yılı 513 lira iken, 1960..yılı 601 liraya çıkar. 27 Mayıs'tan sonra sâbit fiyat Ali Cengiz oyunu ile 1961 yılı 1936 liraya,1965 yılı 1854 liraya çıkarılır (eskinin 3 katı edilir).1955' in sâbit fiyatlarına göre; İlk 5 yılda ortalama 17,61 lira artan kişi başına Millî Gelir, ikinci 5 yılda 14 lira artmış bulunur.
Erozyon Hikayesi ve Finans-Kapital Çapulu
Dr. Baade (FAO Mediterranean Project, Turkey Country Report.1959) danberi Türkiy'e'de "Erozyon" (Aşınım : Toprak aşınması) diye bir moda sözcük su üstüne çıktı. Dr. Baade'ye göre Türkiye topraklarının %50'si aktif erozyona uğruyor. Harvey Oakes (Türkiye toprakları. 1958) e göre ancak 8.592 milyon hektar topraklarımız %0-1 ile %1-3 meyilli oldukları için erozyondan hiç veya pek az etkilenir.
Hiç veya
az Orta
şiddette Çok
şiddetli Oyuntu
erozyon
Erozyon oranı %28.52 32.52 36.31 0.55
"25 milyon hektar tarım arazisi içindeki nispeti takriben % 34,5 olur. O halde yurdumuzda mevcut tarım arazisinin ancak % 34,5'i erozyondan masun, geri kalan % 65,5 nin az veya çok erozyondan etkitenmiş olduğunu kabul etmek yerinde olur." (Mesut Özuygur, y.z.m. : Tarımda Doğal Kaynakların Muhafazası ve Geliştirilınesi, 24-26 Kasım 1965, T. Ziraat Mühendisliği I. Teknik Kongre, s. II)
Pr. Dr. Orhan Yamanlar ve arkadaşları : 20,481 milyon hektar toprakların 12 su toplama havzası ile (6.287 milyonluk diğer alanlarında ortalama sonuçları bulurlar:
Bu hesapça Türkiye'nin % 71.48 toprakları erozyona uğrar.
Şu "Erozyon" denilen illet veya âfet ne zamandan beri ve niçin Türkiye kırlarına saldırıyor ? Antika tarihte toprak ekonomisine Tefeci - Bezirgân sömürüsünün sızmasıyla başlamış erozyonlar için elde yeterli belgeler yok. Ama, Türkiye toprağına şartsız kayıtsız Finans - Kapital saldırışı ile erozyon artışı arasındaki paralelliğin izleri gözden kaçamayacak denli derindir.
Erozyonun başlıca etkeni : Su ve yol akımlarıdır.
SU EROZYONU : "Pulluk altına alınan arazi, entansif ziraat metodlarının tatbik edilmesi ve makinalı ziraate gidilmesiyle memleketimizde erozyon problemi ciddî bir hâl almaya başlamıştır." (M.Ö., a.y., s. II)
Pulluklu, makineli, entansif tarım ne zamandanberi, kimin eseridir? 1950 denberi DP ve AP'nin eseridir. Bu açıdan erozyon olayına bakınca ne görüyoruz? Finlans - Kapitalizmin şiddetli girdiği yerde şiddetli erozyon, giremediği yerde az erozyon görüyoruz.
Bunu, Türkiye'nin çeşitli tarım bölgelerinde örneklenmiş buluyoruz.
Doğu Anadolu : "Ensantif ziraate gidilmemiş olması ve birçok yerlerde hâlâ geniş tabii meraların mevcut bulunması toprakların yıkanmasını geniş ölçüde önler. Keza ziraat altında olan arazilerin bir kısmının kuru ot istihsalinde kullanılması da buraları tamamiyle erozyondan korur." (M.Ö. a.y., s.12)
Görüyoruz "Medeniyet"i yasakladığımız Doğu kendi natürel ekonomisiyle, kendi toprağını kendine göre en rasyonel biçimde savunmaktadır.
Orta Anadolu : Yağışları 350 mm geçmeyen, çoğu kurak (susuz) bir çöldür. Ona rağmen Bahar sonu yüksek şiddette kısa süreli "Kırk İkindi" yağmurları ora toprağını kemirir. Çünkü:
"Toprak, çokluk, zayıf bir bitki örtüsü ile kaplı veya bundan tamamen mahrum olduğu için, bu şiddetli yağışlara karşı muhafazasızdır. Kısa zamanda büyük kayıplara maruz kalır." (M.Ö., a.y., s.13) Sürüklenen kum, taş "geniş verimli toprakları... bağ, meyve bahçeleri ve çeltik sahalarını" boğar. Oyuntu erozyon, sel taşkınları artar.
Orta Anadolu antika Tefeci - Bezirgân çapulla "bitki örtüsü" kaldığı için çölleşir.
Karadeniz : Oyuntu, sel molozu, heyelan âfetleriyle aşınır. Nedeni "Toprağın bir muhafaza örtüsünden mahrum bırakıldığı", yahut : "Orman tahribinin bir sonucudur." (M.Ö., s.y., s.14). Bu hangi olaya bağlıdır ? Finans - Kapitalizmin sokuluşuna.
"Karadeniz'in en önemli para getiren mahsulü olan fındık ve bundan sonra en çok yetiştirilen tütün, mısır ve fasulye toprağı erozif tesirlere açık bırakan mahsullerdir: Legüm veya yem bitkilerini içine alan herhangi bir münavebe sistemi mevcut değildir." (M.Ö. , a.y., s.14)
Batı ve Güney Kıyılar: Aynı Finans - Kapitalizmin daha geniş saldırışıyla aşınır :
"Bu bölgenin kültür bitkileri pamuk, tütün, bağ, zeytin, incir ve hububattan ibarettir ki, bunların çoğu erozyona karşı toprağı ya pek az korur veya hiç korumaz.Buralar Türkiye'nin en entansif tarım yapılan bölgeleridir. Yetişen mahsuller iyi para ettiği için tabiî flora tarafından korunan geniş arazi parçaları kültür altına alınınca, geniş ölçüde erozif kuvvetlerin tesirine açık bırakılmışlardır."
Vaktiyle çokluk kesif bir orman örtüsü ile kaplı olan bu bölgelerde, orman tahribatı ve arazi açmaları maalesef günlük hadiseler arasında yer almış bulunuyorlar." (M.Ö:, s.15)
Nereden yola çıksak, önümüze gelen hep kendi toprak ekonomisine bilimi ve bilinci değil, Finans - Kapitali sokmuş geri bir ülkenin, kan ve can damarlarının akılsızca kurutuluşu oluyor.
YEL EROZYONU : Bu trajediyi daha keskince göze batırıyor.
"Bundan 20-25 sene önce hiç bir önem arzetmeyen rüzgâr erozyonu, son yıllarda yarı kurak iklim karakterinde olan Orta Anadolu'da son derece tehlikeli olmaya başlamıştır." (M.Ö., s.15) deniyor. Bunu yazan mühendis "Üç önemli sebep." öne sürüyor :
a) "Mer'a"ların "makineli ziraat"le "sürülüp ekilme"si;
b) "Dar bir sahaya sıkıştırılan hayvancılığın aşırı otlama"sı:
c) "Nadas-hububat" sisteminde "toprakların yarısına yakın bir kısmının her sene herhangi bir bitki örtüsünden yoksun" kalması...
Yakından bakacak olursak bu sebep, gerçekte 1 tek nedene indirgenebilir. b) "Dar alanda aşırı otlatma" da, c) "Bitki örtüsünden yoksun" kalmakta hep ve yalnız en başta : "Mer'a" yâni "Otlak" kıtlığına dayanır. Bu mekanizmanın Türkiye topraklarını nasıl çölleştirdiğine en acıklı örnek Konya - Niğde illerinde yapılmış bir etütten elde ediliyor.
Yalnız o iki ilde "110.920 hektar arazi rüzgâr erozyonu tehdidi altındadır... Karapınar 95.000 hektarla başta gelmekte... Bu sahanın 25.000 hektarı çok şiddetli erozyon sahasıdır. Bu saha içinde 2000 hektarı; yüksekliği 4-5 metre olan kum eksibe alanı vardır... Bu saha içinde 50.000 koyun otlatılmakta iken aşırı otlatma neticesinde koruyucu bitki örtüsünün kalkmasıyla erozyon başgöstermiştir." (M.Ö., a.y., s.16)
Sosyal Erozyon ve Devrim Dalgacılığı
Burjuva bilginlerinin Doğa'dan gelen bir gökcil âfet, gibi anlattıkları "Erozyon" : Hiç de tabiî değil, tümüyle sosyal bir hastalık, daha doğıusu geri bir Tefeci - Bezirgân ülkesi içine zorla aşılanmış Finans - Kapital çapulunun yarattığı bir sosyal kanserdir. Onu, burjuva bilginleri de, farkına varmaksızın verdikleri ayrıntılı bilgilerle açıklamış durumdadırlar.
Erozyon kanseri ne zamandanberi Türkiye köyünü kemiriyor?
"Bundan 20-25 sene önce hiç bir önem arz etmeyen rüzgâr erozyonu sonyıllarda yarı kurak iklim karakterinde olan Orta Anadolu'da son derece tehlikeli olmaya başlamıştır." (M.Ö., s. 16)
"Karapınar'da rüzgâr erozyonunun tesiri bir şekilde ortaya çıkmasında son 5 sene içinde mer'adan alınarak sürülen ve bir bîtki örtüsünden yoksun kalan arazinin çok büyük rolü olmuştur." (M.Ö., s.16)
Nedeni oportada açıktır.1965 yılından yirmi yıl öncesi 1945, beş yıl öncesi 1960 olur. Erozyon Kanseri 1945 ile 1960 arasında gelmiş ve azgınlaşmıştır. Finans - Kapital emrindeki antika Tefeci - Bezirgân sınıflarda halk yığınlarımıza tanrının bulunmaz nimeti, "Süleyman Sofrası", gökten yağınış "Kudret Helvası" diye yutturulmak istenen "şartsız kayıtsız Finans - Kapital" egemenliği o 1945-1960 "Çok partili Demokrasi" yıllarıdır. İki olayın aynı yıllara gelişi tesadüf değil, tam bir paralelliktir. Finans - Kapitalin Türkiye topraklarına o zamana dek görülmemiş bir itcillikle baskın saldırısına, traktör biçimli "zırhlı tümenleri" ile "Yıldırım Savaşı"na girişi,1945 yılı ile başlar,1950 yılı ile mutlak iktidara geçer. Ve 27 Mayıs'ın patlak verdiği 1960 yılı bütün zehirli soygun meyvalarını buram buram sunar. Kokorozlu bir bilgin lâfı ile maskelenen Erozyon Kanseri de tam o 1950-1960 yıllarında, sosyal yapımızda "Kansız İhtilâl"e benzetilen kan kurutucu kangrenini çöl biçiminde topraklarımıza yayar.
Ispat mı aranıyor? B. İrfan Saykan'ın : "Konya ve Niğde Vilâyetlerinde Rüzgâr Erozyonu Sahaları Etüdü ve Alınması Gerekli Tedbirler." (1962) raporunda : "Karapınar Kazası Ziraat ve Mer'a Arazi durumu" (Hektar olarak belirtiyor) :
Yıllar Ziraat arazisi Mer'a arazisi
1951
1957 45.000
126.300 (ekilen)
120.000 (nadas) 212.300
10.000
6 yıl içinde ne olmuştur? Otlaklar (mer'a) tarım topraklarının % 471'i (5 katına yakın büyüklükte) iken, 6 yıl sonra % 4'üne (25'te birine) küçülmüştür.117 kerre düşüş. Traktör Ağaları halkın 212 bin hektar otlağından 202.3' bin hektarını zırhlı makineli silâhlarla zaptetmişlerdir. 25 otlaktan 24'ü Ağanın tarlası olmuştur. Geri kalan bir otlakta halk kendi hayvanlarını beslemek işkencesine katlandırılmıştır. 25'te bir daralmış yerde otlamaya sıkıştırılan hayvanlar ise, bastıkları yerde ot bitirmeyen Atlilla'nın Hun orduları gibi, ortalığı toz edip önce çöle çevirmişler, sonra o çölde aç kalıp kırılmak zorunda kalmışlardır.
Trajediniıı içyüzü budur. Aynı trajedi Karapınar'dan tüm Türkiye yüzeyine de biraz eksik biraz aşırı yayılmıştır. Türkiye'ninı tüm toprakları 77 ilâ 78 milyon hektardır. Bu toprakların, Resmî Devlet İstatistiklerine göre nitelik bölünümleri şöyle özetlenir. (Milyon Hektar) :
Yıllar Toplam Ekilen tarla Bağ-Meyva-
Sebze Çayır-Mer'a Orman
1950
1967 77.698
78.058 14.120
23.836 1.466
2.207 37.806
26.135 10.418
10.584
12.578)
7 yılda
fark + 0.360
% 0.46 + 9.716
% 68 +0.716
% 50 -11.671
% 69 + 0.166
% 1.6
7 yılda tüm Türkiye topraklarında tarım tarlaları % 68 artmış. Otlaklar % 69 eksilmiştir. Besbelli ki, traktör ağası ektiği yerden çok köy komunasının otlaklarını silip süpürmüştür. Öteki rakamlarda göze çarpan pek az değişiklik olur. Örneğin: Tüm Türkiye toprakları % 0.46 genişlemiş. Ormanlar da ona yakın % 1.6 artmıştır. Arada büyük fark yok...
Buna karşılık Tarlalar % 68, Bağ - Meyva - Sebze ekimi % 50 artmıştır. Bu artıştan toplam 360 bin hektar artışı çıkarır isek, bütün (tarla), (Bağ - meyve - sebze), (orman) artışları 10.083 milyon hektar olur. Mer'alar ise, aynı süre içinde 11.671 milyon hektar azalmıştır. Demek 7 yılda 1 milyon 588 bin hektarlık (15 milyon küsur dönüm otlak: Tarla, yahut bağ bahçe, yahut orman dahi olmaksızın ziyyan edilmiştir. Finans - Kapitalin Türkiye toprağına ve insanına ihaneti bu ısrafla da ayrıca katmerleşmektedir.
1954 yılı Vatan Partisi Gerekçesinde: "Fakir köylü için NEFES BORULARININ TIKANMASI" diye damgalanarak önceden haber verilen olay budur. Orıdan 3 yıl sonra yayınlanabilen Vatan Partisi gerekçesinde şu not konulmuştu:
"O tahminimiz yazık ki sonradan (1957 Başvekâlet "Ziraî İstatistik" No. 373'teki rakamlara göre) doğru çıktı. 1950'den 1957'ye kadar ekilen topraklar 4.688 bin hektar artmış.. Fakat, ürün getirmeyen topraklar oldukları gibi kalmış (Yalnız 4 hektar eksilmiş.) Halbuki çayırlar ve mer'alar tam 8.301 bin hektar azalmış... Demek çorak yeri imâr etmemişiz; köylerin otlaklarını sürüp tarlaya çevirmişiz. (Köylünün nefes borularını tıkamışız; Şehirlinin et, yağ vs. kaynaklarını daraltıp, yiyecekleri pahalandırmışız...)" Gerekçe. s. 22).
Bu acı gerçekliğe somutça dikkati çeken ve çözümler öneren Vatan Partisi'ne Finans - Kapitalin 1957 Seçimleri üzerine nasıl kanlı saldırıda bulunduğu anlaşılır şeydir. Asıl ibret dolu yan, "Devrimci" aydın Küçükburjuvazinin "Susuş Kumkumalı" tükenmez sabotajı oldu. Bu ve benzeri öngörüler ve öneriler pek mi önemsiz şeylerdi? 100 kişimizde 70 köylümüzün ve 29 İşçimizin, emekçimizin alınyazısı idi. Tabiî adsız ve sessiz züğürt insancıkların problemi pek çok "Sosyalist Beğcikler"i ilgilendiremezdi. Onlar "büyük" devrim dalgaları geçiriyorlardı.
Böylece Finans - Kapital yalnız köylünün ciğerini sökmekle kalmıyor, bu durum önünde en bilimcil davranması gereken Aydın devrimcileri de yığınlara yabancılaştırıyor.
GENÇLİĞİN ÜÇ ALINYAZISI
2 Şubat 1971
Gençliğimïz neden çırpınıyor? "Sosyal - ekonomik" nedenmiş. O nedir? Gerçekleri gevelemeyelim.
1- Bizde de seçim böyte olur Çelebi.
Finans-Kapital milyonerleri kasabalarımıza çöreklenmiş Tefeci-Bezirgan hacıağalıkla "Demirkırat" biçimi dörtnala kalkalı çok avundu. Köylü ve kentli yığınların oyları mı avlanacak? Kolay geldi. Kırk bin köyden on bininin muhtarına, yüzer lira dağıtsan: Bir milyon lira eder, hele biner lira dağıtsan: On milyon lira eder. Nedir bu para? Bir kodaman bezirgân partinin her yıl devlet kasasından resmen çektiği haraç bile değildir.
Muhtar yüzlüğü, bilemedin binliği, gözüne kestirdikleriyle paylaşır. Kim parayı verdiyse, köyde "seçim" düdüğünü o çalar. Farzedelim ki, canı yanık bir iki baldırı çıplak oyunu parayı veren partiye atmadı. Atmayan yüzüktaşı gibi ortada besbelli kalır.. "Sandıktan" oy pusulası satılık çıkmayanın ertesi gece harmanı, samanlığı cayır cayır yanar. Bir daha sıkıysa, oyunu para vermeyen partiye, Tefeci - Bezirgânın tutmadığı partiye versin!
2- "Seçmeyin" Öldürülür.
Köylü o yüzden, Finans - Kapital milyonerlerinin dümen suyuna bağlanmış Tefeci - Bezirgân sınıfın emrinde yatar kalkar. O köle yoksulluğu ile esir ruhunun acılarını halkın duymaması için, ağrı kesici ilaç olarak Kur'an kursları ile başı bağlanır. Herhangi biri bin yıllık geleneğe karşı kıpırdayamaz. Binde biri: "kanun var" gideyim idareciye veya adalete şikâyet edeyim! dese, başına geleceği bilir.
Hacıağanın adamı avukat, halktan adamı bir harman yangını kadar para zararına sokar. Avukat masrafı göze alınsa: İdareci terslemesi, başkâtip tökezletmesi "muamele"yi suya düşürür. "tahkikat" karakola gitse: Sopaya biner. Köylü gene direnirse: Bu yol evi yakılır. Anlamaz da halâ şikayete kalkarsa: Kasaba yolunda, yahut kırda bayırda bir ağa kurşunu ile öldürülür. Cinayetin fâili "meçhul" (yapanı bilinmez) kalır.
3- Sülâlesi Kurutulur
Yeniden karakol işe el kor. Bu yol ölen şikâyetçinin dostları, yakınları "tahkikat" sopasından geçer. Zorla verdirilmiş ifadelerle, Hacıağanın sözünden kıl kadar çıkmış başkaları, "adâletin pençesine" düşer. Yıllarca sürünülür, ezilinir. Ocaklar söner... "Hökümatla baş edilmez.." Hacıağadan şikâyet: "Devletlû"dan (memurdan jandarmadan) şikâyete karmıştır.
Bu tükenmez trajedi tablolarını görmeyen, bilmeyen bir tek Türkiye'li kişi var mıdır? Yoktur. Bu gerçeklik ortasında: Kişi olarak kim demokrasi'nin çeliği eriten bir "Demirkırat" tekmesi gibi, halk "yarıkarası" gibi işletildiğini unutabilir? Bu unutuşunu canıyla kanıyla, eviyle, barkıyla ödeyen halktan bir kişinin dört yıldan dört yıla"hür seçimlere" girmesi ile koyunun kırk makinası altına yahut salhaneye girmesi arasında ne fark kalır?
4- Kankıran Başı
İşte efendilerimizin "demokrasi" adlı "Hint kumaşı" ipek şalla örttükleri ilktidarlarının kaynağı: Bu kanlı terör, sinsi zılgıt düzenidir: Ona güvendikleri için, iktidara "meşru yoldan"geldiklerini ortalığa yayarlar. Aydın kapıkulları da ülkemizi esir pazarına çevirmiş bulunan mekanizmayı haklı "meşruiyet" içinde gösterdikçe maaşlarını, yeteneklerini sağlarlar, çoğaltırlar.
İşte gençlik ve özellikle üniversiteli faciasının altında yatan sosyal kankıran budur. Nemrutluğun ve Firavunluğun her türlü Makyavelizmini ve Bizantizmini yüksek öğretim çapında sistemlendirmek istiyorlar. Kürsü "otorite"leri, gençliğe hep o işsizlik ve pahalılıkla bitkin hale getirilmiş bezgin halkı örnek gösterirler. Gençliğin de, tıpkı babası, amcası, akrabası kadar yılgın bilinçsiz, ağaları beyleri bırakıp birbirine düşmüş bir beyinsiz oy davarı yetişmesini kurarlar.
5- Bari aç bırakmasa.
Hiç değilse gençliğe bir insanca geçim sağlayan gelecek gösterilse? Batı Finans - Kapitali, aydın gençliğini sömürgelerine, geri ülkelere "uzman" yahut değnekçi olarak sürerek besler.
Bizim aydın gençlik için iki yol kalır: Ya 30 yaşına dek "oku"duktan sonra beşyüz lira maaşla devlet kapıkulluğuna çırak yazılacaktır. O zaman ömür boyu Hacıağanın lâpçınlarını yalayarak "Personel Kanunu" denilen işkence basamaklarını süslü hayvan katlanışıyla tırmanmaktan başka "ülkü" bilmiyecektir.
Yahut, emperyalist anavatanlarının esir pazarında satılık "aşağı ırk" eşantiyonu olmak üzere, Türkiye anayurdunu ve milletini inkâr etmiye gidecektir. Gençlik yığınımızın başı ucuna asılı iki yüzlü acem kılıcı budur.
6- Hırsızlıktan Halk Düşmanlığına
Gençliği bu iki çıkmaza iten efendilerimizdir. Ve her iki alınyazısı onların işine geliyor. Öldürmeyip süründüren personel maaşı oltasına kapılan genç, çarçabuk rüşvet, irtikâp, suistimal ve ilh. yollarından maaş "eksiğini tamamlamak" zorunda kalır. Bu "kitabına uydurulmuş" çalıp çırpma ve kanunsuzluk, tam yedi bin yıldır Tefeci-Bezirgân sınıfın örgütleyip, sistemlendirdiği vurguncu bozuk düzen gidişidir.
Genç, o antika çapul yolundan hem kapıkulu uşak ruhuna siner, hem kendisi çaldığı için büyük hırsızları haklı görüp savunur, hem en basit kanunları çiğneyip hiçe saymakta ve keyfi derebeylik sürmekte efendilerin yardımcısı ve istihkâmı olur.
Genç artık ölmüştür. Ölmekten de beter, kokuşmuşluğu toplumu kankıranlaştıran bir leş haline gelmiştir. Efendilerimiz onun için, aydın genci ne yapıp yapıp, geçinilemez bir maaşla devlet kapısına kul etmiye bayılırlar. Artık genç kişiliğini yitirmiş, ruhça alçaldığı ölçüde insanlarımıza yadlaşıp yukarıdan bakan tam bir gönüllü halk düşmanıdır. Efendilerimizin istediğinden âlâ soysuzlaşmıştır.
7- Emperyalizmin Yağcıları
Acem kılıcının ikinci yüzü: Genç aydınların, (Türkiyeli'nin rüyada göremediği maaşlar peşinde), emperyalist ülkelere de Finans Kapital "uzmanlığı" için vatanını, milletini, insan haysiyetini, içten mutluluğunu işgücü ile birlikte haraç mezat satmaya gitmesidir. Gittiği yerde her zaman, kendi kendisine ve yurttaşlarına ihanet etmiş, ciğeri beş para etmez bir sığıntı, yabancıdır. Tek dayanağı, Türkiye'de kalan eş dost benzerlerinden çokça para kazanmak ve altına bir otomobil sürmektir.
Bu parlak "Avrupa" kumaşı giyen otomobilli dilenciler, kendi ülkelerinde kendilerinden bin kez karakterli oldukları için emperyalist ülkelere kaçamıyan benzerlerinin soysuzlaşma batağında çürümelerini; onların "beceriksiz" olduklarına, yahut "açıkgöz" olmadıklarına verirler. Kendi ülkelerinin dünyada alay konusu olmuş en geri sömürgelerden daha gülünç birtakım şatafatlı Büyük adam kuklaları elinde kanayıp, irinleşmesine dudak bükerler onlar külâhlannı kurtarmışlardır ya- bütün Türkiye gemisinde kaptan olmaktansa, emperyalizmin savaş gemilerinde yağcılık ederler.
8- Vurulan Birinci Kuş: Beyinsizleştirme
Türkiye'nin Finans-Kapital ve Tefeci-Bezirgân vurguncuları, gençliğimizin bu ikinci soysuzlaşma, yadlaşma, halk düşmanı olma gidişinden bir taşla iki kuş vururlar. Bir yol, Amerika'nın "Nüfus kontrolu" ile "azaltın" dediği başbelâsı "fazla nüfus"u bir ufunet gibi dışarıya boşaltırlar. Yarım milyon işçi ihracıyla nasıl işsizliğe çâre ararlarsa, tıpkı öyle, tâze beyin ihracıyla, Türkiye'de gerekli olan beyinsizliği biraz daha arttırmış olurlar. Bu taş Türkiye halkını canevinden, beyninden vurur, sersemletir. Asıl istenen de budur. Kalıpta kendi alın yazılarını ve memleketi düzelteceklerine, gençler defolup giderler bu topraklardan. "Sen sağ olasın sevdiceğim, ben de selâmet!"
9- Vurulan ikinci kuş: Kozmopolitleştirme
Efendilerimizin aynı taşla vurmayı, belki hiç düşünmeksizin, becerdikleri ikinci kuş, daha uzun vâdeli cinayettir. Finans-Kapital artık yeni-sömürgeciliğe girmiştir. l9.cu yüzyıldan kalma anavatan (Metropol) sınırları, metropollarla sömürgeler arasındaki göze batan aynı seçili.zıtlıklar törpülenmelidir. Her zaman kozmopolitleştirilmiş bulunan geri ülke aydınları, artık milletin ve vatanın inkâr edilmesi yönünde hayvan yetiştirilircesine eğitilmelidir. Bu alanda Türkiye Finans - Kapitalisleri ile Tefeci - Bezirgân hacıağalarının uluslararası Finans Kapital tehakkümüne yapabilecekleri en iyi yardım: Türkiye'nin genç aydınlarını Emperyalist bitnikleri halinde vatansız serseri yahudiye çevirmekle sağlanır.
10- Gençlik Sömürü İstemiyor
İşte efendilerimizin Türkiye gençliğine, hele aydın gençliğine beğendirmiye giriştiği bu iki tip ölümlerden ölümdür. Bu iki türlü ölümü de gençliğimiz göze alamıyor. Yaşamak istiyor. Kendi toprağında yaşamak, ama ne yerli, ne yabancı bir avuç vurguncu ve soyguncuya kul köle (hırsız uğursuz) olmaksızın yaşamak istiyor Beşyüz yerli Finans - Kapitalle ikibin beşyüz Tefeci - Bezirgâna otuzbeş milyon Türkiye insanını rahatça sömürtmek için bekçi köpekliği etmektense, Türkiye'de sömürüyü kaldırıp, herkese insanca yaşama hakkını, görevini ve olanağını bileğinin hakkıyla vermek istiyor.
11- Genç Türk: Cahil Köylü Değil. Proleterya Müttefiğidir
Üç bin Efendimiz ise, yedi bin yıllık zâlimlik alışkanlığı ile, aydın gençliğimizi, cahil köylü yerine koymak istiyor. Ağa nasıl, oy vermeyen; hak aramak, hele "maazallah!" "şikâyet" etmek küstahlığını göstermek istiyen köylüyü, harmanı evi yakıldıktan sonra gene yola gelmedi mi öldürtüyorsa; aydın gence de tıpkı öyle davranılıyor. Bursla satın alınamıyan kendi alınyazısının, Türkiye halkının alınyazısıyla bir olduğuna inanan gençliği, önce sokak ortasında, Üniversite binasında "Toplum Polisi"ne coplatıyor. Karakolda, müdüriyette ne ağır küfürlerle işkenceye uğratıyor. O da yetmedi mi kurşunlatıyor!
Yanılıyor. Aydın genç antika çağın ezik, cahil köylüsü değildir. Aydın genç, hiçbir zulmün sindiremiyeceği modern İşçi sınıfı gibi bir yenilmez devrimci özgücün müttefığidir. Üstelik, gençliğimizin tükenmez "Genç Türkler" devrimci geleneği vardır. Yıldırılamaz gençlik.
Ve cinayetlerin "fâili meçhul" değildir: Finans-Kapital ile Tefeci-Bezirgân hacıağalardır!
YETER BE !
2 Şubat 1971
Bilimsel sosyalizmin çok bilmiş düşmanları, ona kandökücü diktatörlüğü yakıştırırlar. Oysa gerçek sosyalizmin bilim olarak başlıca ödevi, Marks'ın en büyük eserinde belirttiği gibi:
"Doğum sancılarını kısaltıp ılımlandırmak" (Das Kapital)tır.
Dünyamız, yarım yüzyılı geçiyor: "doğum sancılarıyla" kıvranmaktadır. Vietnam'da kandökücü diktatör kimdir? Doğumu, sosyalizmin doğumunu engellemek isteyen Amerika U.S'a satılnıış üç beş general ve politikacı. Şili'de sosyalizmin doğumunu demokrasi (ama lâfta değil, işde halkın bilinçli örgütleri) ile hiç sancısız gerçekleştirenler kimlerdir? Seçime yanyana girmiş: Sosyalistler, komünistler, radikaller, Bağımsız Halk Aksiyonu (adlı hıristiyan demokrat din adamları), Sosyal - Demokratlar'dır.
Tek yaygaralıca: "Seçime hayır! Tek yol: Savaş!" parolasını koparan: "Sol Devrimci Hareket" şarlatanları çıktı. Ama "Şili İşçilerinin Birleşik Konfederasyonu" 700.000 üyelidir. "Sol Devrimci Hareket" şarlatanlarının aldıkları oy: 3.838'dir. Sancısız doğuma ikinci karşı koyan akım, Allende'nin Şili başkanlığına seçiminden önce Başkomutan General Schneiderş'i öldürten, 21 Ekim 69 sağ hükümet darbecisi General Roberto Viaux'dur. Demek kan dökücü diktatörlük kimlerin özlemidir? "Sol Devrimci" veya Sağ karşı - devrimci PROVOKATÖRLERİN özlemidir.
Bu hiç kimsenin bir an unutmaması gereken gerçekliği Koca Dünya'dan küçücük Türkiye olayları içinde izliyelim. 28 Nisan olaylarında genç üniversiteli kanı döken kimdi? Halkımızı demagojiyle ayartabildiğine güvenen Türkiye'nin (birkaç yüz kişilik) Finans - Kapital oligarşisi. O kaniçici oligarşiyi en "kansız ihtilâl" ile deviren ne oldu? Tepeden tırnağa silâhlı Türkiye silahlı kuvvetlerinin 27 Mayıs devrimi.
Dikkat edelim. Türkiye'de görevi, gereğince kan dökmek olan silâhlı kuvvetler bile kan dökmüyor da, Türkiye silâhlı kuvvetlerinin halk çocuklarına güvenemiyen bir avuç tekelci sermaye ve politika azlığını, özel kanunsuzluklarla, azıcık insan hakkı arıyanların kanını döküveriyorlar. Maksatları açık: Halk uyanmasın. Halkı uyarmak istiyen gençlik kan içinde boğulup susturulsun. "kansız" 27 Mayıs'tan kan dâvâsı güdülerek, son kalmış demokratik kırıntılar da yok edilsin...
Öyle bir Dünyanın böyle bir Türkiye'sinde yaşıyoruz. Oligarşinin İktidarı T.B.M.M'de resmen şöyle bağırıyor:
"Aslında bu komando teşkilâtının sahibi benim diyen bir partinin başkanı çıkmış meclisin kürsüsüne!"
Yâni iktidar: "kandökücü komandolar, diktatörlüğü silâhla kuran komandolar bizden değil" demiye getiriyor. Bu, kaç bin yıllık Roma Vâlisi Ponçe Pilât'ın "masum kanından ellerimi yıkarım!" deyişidir?... Oysa, arkalarına toplum polisini takarak hergün bir üniversite, bir öğrenci yurdu basan "Komando"lar azıttıkça, hergün gazetelerde şöyle olaylar okunuyor:
"Fakülteye yapılan silâhlı bir saldırı üzerine emniyet müdürlüğüne haber verilmiş, ancak müdürlükten: (Telefon numaranızı bırakın, biz sizi ararız) cevabı verilmiştir." (Milliyet, 5.1.1971)
S.B.F. Dekanı Prof. Cahit Talas konuşuyor:
"Polis yurda girmişti. Vâli beye telefon ettim. Vâli bey anlayış gösterecek yerde bizi suçlamıya kalktı. Emniyet müdürü de aynı his içinde, bizi suçlamıya kalktı... Talebe çok insafsızca dövüldü. Yurt feci şekilde tahrip edilmiştir." (Cumhuriyet, 25.1.1971)
Bunun örtbas edilecek gizli kapaklısı kaldı mı? Otuz gencin temiz başını yiyen İktidar, "insafsızca" kandökücü diktatörlük yapıyor. Finans-Kapital Türkiye'de gerçek demokrasinin doğumunu önlemek için kan dökmekten başka çıkar yol bulamıyacak bir acz ve şaşkınlık içindedir. Öteki bezirgân partiler de, sözde "parlemanter multalefet" kayıkçı dövüşü ile cilveleşiyorlar..İki bin yıl önceki İsâ gibi 1971 Gencinin "bir yanağına vurulunca, öhür yanağına çevir!" diyecek köle ruhunu taşımadığına öfkeleniyorlar.
Bu kanlı oyun ne sayede sürdürülüyor? Çok sırmalı, çok yıldızlı bir iki başın arasıra sahneye itilmesi sayesindc mi? Hem evet, hem hayır. Ne var ki, beşyüz "Oligark"ın (Tehakkümcü azınlığın); ne imam talkını, ne topu tüfeği otuz beş milyon insanı köleleştirmeye yetemez. Ancak, tek başına bu kanı: Faşizmi durdurmaya ve demokrasiyi kurtarmaya, sosyalizmi kurmaya yeter mi?... Hiç bir zaman yetemez. Hele plâtonik "antifaşist" tekerleme "bildiriler" ardında, "hamamın nâmusunu kurtarma" particilikleri: Yavuz hırsızlık değilseler, düpedüz hareketi gülünçleştirmektir.
1- Anarşiyi kes! Derlen! deniliyor. Bu, Proletarya Partisi içinde çelik çekirdekleşmekle ve en yaygın yığın örgütlenmeleri ile olur.
2- Halkın içine anlayışla in! "sol" yobazlığı bırak! deniliyor. Bu, somutça; pratikçe işsizlik ve pahalılıkla savaş manivelâsına dayanır.
Ne gezer! Çoğu nereden çıktıkları bilinir veya bilinmez sürü sürü keskin "lider" ve avantürye "ideolok" zibidileri ortalığı kavram mahşerine çeviriyorlar. Halkın da, gençliğin de bilınçsizliğini - bılgisizliğini - örgütsüzlüğünü- davranışsızlığını son kertesine dek sömürüyorlar... Ve hepsi birden, denizin dibine atılmak üzere çuvala doldurulnıuş kedilerle köpekler gibi hâlâ birbirleriyle dalaşıyorlar. İçlerinde "mârifet" yapmadıklarına inanmıyan da çıkmıyor.
Kanlı Faşizmle, antidemokratik Finans - Kapital diktatörlüğü ile her araçtan yararlanıp savaşmak en birinci ilke (prensip)... Şu anda, ondan önemli yakıcı ilke (prensip) olabılirmiş gibi: Türkiye için uydurma "ilke - tilke" havlayışlarıyla iki kişiyi bir araya gelemez kılıyorlar. Bu tür düşünceler ve davranışlar Tarihin her döneminde yenik düşmüş anıtsal beyinsizlikler midir? Yoksa, fıravunlardan çarlara ve padişahlara dek her müstebidin binlerce yıl besleyip yetiştirdiği en başarılı provokatörlükler midir?
Halk bir damla iş ve bir lokma ekmek için kıvranıyor. Halkı o işsizlik ve pahalılık cehenneminde aydınlatacak bilinçli örgütlenme günün biricik problemi. Herif durmuyor, dinlenmiyor. İktidar canavarına birkaç yüz gencin daha sıcak kanını içirme fırsatını ve keyfini vermek isterce, horoz dövüşü çapında ve yazıyla, çiziyle: "silâhlı savaş devrimciliği" kışkırtmalarını aklınca "teori"leştiriyor. Silâh sözcüğünün salavatla ağıza alınacağını, onu da ancak ehil olanın, yerinde alabileceğini pratikçe kavramıyor.
Silâh kim, sen kimsin, a gönüllü polis devrimcisi hödük? Silâhlı kuvvetin ne olduğunu hiç mi kimse bilemez sanırsın a hebenneka! Silâhın ve silâhı kullanmanın ne olduğunu senden mi öğrenecek Kuvayimilliyecilikle yoğurulmuş bu millet, bu halk, bu işçi sınıfı, bu köylü yığını, a hâin değilse soytarı cici devrimci! Sen daha sağ karşı - devrimci molla hacıağa kadar olsun, "saf bağlayıp":
"-Rab! Rab!" diyen sol - sağ adımını atmayı öğrenmemişsin. Çakmaklı tüfekle ayda füze avcılığına mı çıkacaksın a Donkişot?
"Anarşi Yok! Büyük Derleniş!" en açık ve kesin çağırıdır. Daha iyisi ileride: Ama "Karga dernekleri" kurarak değil, hareket, davranış örgüt içinde yapılabilecek olan Vatan Partisi Tüzüğü ve Programı ortada... Ilk adımda "Devrimci Derleniş Merkez Komitesi" kurulmak üzere, bütün örgütlü: İşçi - köylü - esnaf - aydın ve ilh. halk grupları: "Devrimci Derleniş Komiteleri" kurmalıdırlar. Komiteler, kendi çevrelerinde "Halk Uyanış Güçleri" örgütlerken, ortak bağ noktası, Sosyalist'in ve Tarihsel Maddecilik Yayınlan'nın: Lâleli - Çelik Palas - Kat 3 adresidir. Kurucu Komitelerin bu adresle hemen ilişki kurmalan rica olunur.
Namusunu, yüreğini, zekâsını, bilimini, bilincini zerrece proleter alçak gönüllülüğü ile bağdaştırabilen arkadaşların Büyük Derlenişe öncü Gönüllü Er olarak hemen katılmaları tutulacak ilk ve tek yoldur. Var mısınız bu yola başkoymaya?
Yoksanız, başka gerekçe aramayın ve üzülmeyin: yoksunuz, demektir. Varolanlar, İşçi sınıfı ile köylü yığını adına, sizin yerinize de derlenirler ve dövüşürler. Merak etmeyin. Elli yıldır derlenenler ve dövüşenler, herşeyden önce bu halkın içinden fışkırmışlar ve cepheyi tutmuşlardı. Sağ kaldıkça tutacaklardır da. İt ürüyecek, kervan yürüyecektir.
UYARIYI, UYARMAK
16 Şubat 1971
Sayın Mustafa Karacaoğlu ve Tahsin Saltık oğullarımız;
1/1/1971 günlü yazınızı beğenerek okudum. Eleştiricil'siniz.
1- "TÜRK" sözcüğünü, Türkiye'de yaşıyan her yurddaşın "nüfus kâğıdı"nda yazılı "tabiiyyet" karşılığı, biraz da kimi alışkanlık olarak arasıra kullanıyoruz. Yoksa elbet bir ırk ve etnik gruba ayrıcalık vermek düşünülemez. Nitekim Türkiye'den başka yerlerde de "Türk"ler vardır, hattâ Türkiye'dekinden daha kalabalıktırlar.
2 - "KUVAYİMİLLİYE" sözü, "Halk Savaşı Plânları" ve "Anarşi Yok" metinlerinde: Birinci Kurtuluş Savaşımızın kendi kendine aldığı ad'dır. Onu, sözlük anlamına bakıp değiştiremeyiz. Kaldı ki, 1919-23 yılları Türkiye'de egemen bir yerli Finans-Kapital bulunmadığı için, Kuvayimilliyecilik deyimi Antiemperyalist savaşa pekte yanlış verilmiş bir ad sayılamaz.
Finans-Kapitale karşı savaş bir yol halk dilinde "Kuvayimilliyecilik" biçimiyle yaygınsa (ki öyledir) onu, halka İkinci Milli Kurtuluş Savaşını daha iyi kavratmak için de kullanmak, bir gelenekten olumluca yararlanmaktır. Her kullanıldığı yerde şımdiki Finans-Kapitali kendi dışına ve karşısına atmış sayılır.
Öz bakımından demokratik devrim burjuvaları da kapladığı için "Milli"den başka bir şey olamaz. Kapitalizmde Sosyal Devrim: Ne bir parti, ne bir sınıf ile olmaz bütünü ile milleti kaplamış bir bunalım ve çözümdür. Tabiî, o bunalımın içine Finans - Kapital de, "ödemiyorum, yedemiyorum!" diyecek durumuyla katılır. Ama biri kalkar da: "Madem bunalıma katıldı, demek Finans - Kapital devrimden yararlanma!" derse, aşırıca Medrese (Skolâstik) kokan bir Sofizm (safsatacılık) yapmış olur. Çünkü, her bunalıma katılan sınıf ve zümre mutlak "Devrimci" olur demiye benzer bu. Finans-Kapital, katıldığı ve sürüklendiği bunalımda tehakkümünü yitireceği için "Karşı-Devrimci" olur. Ama devrimde olur bu...
Bir sözün görünüşüne aldanmamak diyalektik maddeci metot ve mantığın alfabesidir. Her sözcüğün kabuğu içinde, hangi olaycığın yattığını bulmalıdır.
3 - "UYARMAK İÇİN" metinde 1-34 kez eleştirdiğiniz "Millet" sözcüğü için de anlatılmak istenen olaycık önemlidir. Sizin de pek güzel işaret ettiğiniz gibi, o metinde Millet: "terimsel" değil, "deyimsel" anlamına kullanılmıştır. Hiç bir Ağa'nın bulunmadığı Halk kalabalığı içinden biri kalkar ötekilere: "Hey! Millet" diye bağırırsa, bundan: "İçinizde Finans Ağası da var" anlamı çıkanlır mı?
Popüler (Halk diline yaygın) Millet deyimini, daha kolay anlaşılmak için, (bilimsel terminolojideki yerini bilmek ve dozunu kaçırmamak şartıyla) ara sıra kullanmak olağandır. Küçükburjuvazi olağanüstü millet antuzyazmlıdır. "Uyarmak için": Yöneticisiyle, yığınıyla küçükburjuva sansasyonelliği (duyguculluğu) kaçılmaz olan TİP'lilere arasıra daha "etken" ve daha "anlıyabilecekleri" dille yazılmak istenmiştir.
Gene de "dozun kaçırıldığı" kanısında iseniz, "halkın sözü, halkın sözüdür" der, uyarınıza teşekkür eder, yanlışlarımızı düzeltmiye çalışırız.
Bir yan kalıyor. Eleştiri, Osmanlı Tiyatrosundaki ünlü: "külâhın sûreti" mi diyelim, yoksa "külâhın siyreti" mi tartışmalarıyla gülünçlüğe düşmemeli. Ne dersek diyelim: Demekle kalmıyalım. Tek tek sözcükler üzerindeki duygululuğunuzu acep, okuduğunuz metinlerdeki AKSİYON (eylem) önerileri, düşünce ve davranış problemleri üzerinde de gösteriyor musunuz? Yalnız, kâğıt üstünde, yahut ahbap çavuşlar arasında, sâde suya duygulukluktan reçetecilik peçetecilikten söz etmiyorum. Halk yığınları içinde serinkanlı, tutarlı ve sürekli örgütcül düşünce ve davranışlardan ne haber?
Canlı çabalarınızı o yönde yoğunlaştırsanız çok sevinirim.
Gözlerinizden öperim.
PROLETARYA PARTİSİ NEDİR?
16 Şubat 1971
Türkiye'de bir proletarya partisi için ardarda duyurular ve çağırılar yapılıyor. Birçok arkadaş Proletarya Partisi'nin ne olduğunu veya ne olabileceğini kendi kendilerine ve herkese, bu ara bize de soruyorlar.
1- PROLETARYA PARTİSİ PROBLEMİ
Bu ve benzeri sorulara sık sık karşılıklar verildi, açıklamalar yapıldı yapılıyor, yapılacak. Burada, bir yol daha kısa bir prensip aydınlatması yapmaya çahşalım.
Proletarya partisi nedir? Dünyada ve bizde bir veya birçok adıyla sanıyla işçi partileri oldu, oluyor, olacak. Bunlar proletarya partisi midirler? Değil midirler? Proletarya partisi iseler, nasıldırlar? Değilseler, neden değildirler? Bu soruların kısaca karşılıkları bulunmalı, verilmelidir.
Ayrıntılar içinde boğulmamak için alfabetik gerçeklikleri anarak yürüyelim.
2- PROLETARYA SÖZCÜĞÜNÜN ÜÇ ANLAMI
Proletarya partisi deyimi içinde iki sözcük var.
Önce proletarya nedir? Tam karşılığı modern işçi sınıfı demektir. Parti sözcüğünü sonraya bırakalım. Demek Proletarya sözcüğü içinde üç ayn anlam otunır:
1) İşçi,
2) Modern,
3) Sınıf..
Bu üç anlamı duruca kavramazsak; proletaryanın ne olduğu gölgede kalır.
3- İŞÇİ NE DEĞİLDİR?
İŞÇİ nedir? İşçi sadece başkası hesabına çalışıp sömürülen insan değildir. Böyle insanlar, uygarlık denilen sınıflı toplum doğdu doğalı vardır. Hatta, tarih öncesinin sınıfsız toplumu orta barbarlık denilen sürü ekonomili çobanlık çağında bile: Köle adlı, babahan yanına yanaşmış çalışan insan tipleri belirmiştir.
Ne tarih öncesinin aile çocuğu yerine geçen insancıl kölesi, ne uygarlığın hayvandan beter şartlar altına soktuğu, bir aygıt, cansız âlet gibi kullandığı, isteyince kırdığı, öldürdüğü insanlıktan çıkarılmış kölesi: İşçi değildir. Kölenin bütünü (bedeni ve ruhu) hep birden pazarda alınır, satılır ve ebediyyen sahibinin malı olur.
Ortaçağın lonca ustaları yanında çalıştırılıp sömürülen kalfalar ve çıraklar, köle gibi parayla alınıp satılmasalar bile ömürleri boyu ustalarının ve loncalarının tüm yaşantılarıyla yetkisi ve kontrolu altında bulunurlar. İşçi, ne "usta"sına veya "patron"una, ne herhangi bir loncaya öyle, bir bitkinin köküne bağlı kaldığı gibi yapışık ve kişiliksiz değildir.
Antika Tefeci - Bezirgân toplumda (gerek "ilkçag", gerek "ortaçağ" adı verilen ortamlarda) çalışanlar, sömürülenler, kimi "amele" (İşçi) adını taşısalar bile, "ulûfeli" (ücretli, gündelikçi) olsalar bile, bugünkü "proletarya" deyimi içine girecek "işçi" sayılamazlar.
4- İŞÇİ NEDİR?
MODERN nedir? İşletilip sömürülen insanı işçi yapan şey: "Modern" oluşudur. Modern ne demektir? Kısacası: Kapitalist demektir. Modern işçi: Kapitalistin işletip artı-değer sömürdüğü çalışandır. Modern işçi: Ne onu işletenin malı olan ilkçağın kölesidir, ne işleten kişi veya lonca gibi örgütlerin bitkicil ortaçağ uydusu olan kuldur.
Modern İşçi: Hür (özgür)dür. Hem iş aygıtlarından "hür"dür, yâni kopmuş, yoksundur, çalışacak aracı yoktur; hem kapitalistten (veya loncalardan) "hür"dür, yâni kimsenin ve hiç bir şeyin kölesi değildir. Kulu da, "Kapıkulu" da değildir. Pazarda ne bedenini, ne ruhunu hiç bir vakit satmaz. Yalnız, belli bir süre için, belirli bir ücret (gündelik) karşılığı olarak işgücünü satar. Bu bakımdan proletarya partisi; ne ortaçağın kölelerinin, ne ortaçağ kullarının, ne "kullukta kusur etmeyen"; "ustaların", "kalfaların", "çırakların" partisi olamaz. O çeşit antika kul-köleliklerin türlü izlerini ruhlarında, hatta kimi bedenlerinde taşıyan: (Esnaf, köylü, aydın v.b. ) sırf küçükburjuvaların partisi de hiç olamaz.
Türkiye gibi geri ülkelerde bu karakteristik üzerinde ne denli çok durulsa azdır. Ve pratik parti çalışmalarına girilince yukarıda saydığımız ve sayamadığımız daha nice "antikalıklar" ile karşılaşılacağı ayrıntılanyla görülecektir. O zaman bu söylediklerimizin somut anlamları büsbütün ama gittikçe anlaşılacaktır. Örgüt içinde: (deneme, bilgi, bilinç, karakter, vb. hiyerarşisinin önemi burada gizlidir.
5- İŞÇİ SINIFI NEDİR?
SINIF nedir? Üretimde çıkarları ve durumları bir olan insan kümelerine sınıf denir. Modern işçiler de modern bir sınıftırlar. Ancak bir siyası partiyi sırf "işçiler" kurdu, yahut yönetti diye o parti hemen protetarya partisi olamaz.
Her sınıf içinde olduğu gibi, işçi sınfı içinde de bir çok zümreler ve katlar yaratılmıştır. Hele kapitalizmin en büyük dayanağı modern işçi sınıfı içinde birbiriyle çelişen bin bir ayırt yaratmaktır. En altta Arapça'dan "ameliye", yahut Rumca "ırgat" denilen toprak işçileri, sonra köyden yeni gelmiş Frenkçe "manövr" denilen kaba elişçileri, "kara amele"ler, daha yetişkin işçiler, orta işçiler, okuryazar işçiler, okumaz yazmaz işçiler, uzman işçiler, usta işçiler, çırak işçiler, kalfa işçiler, ustabaşı işçiler, sendikalı işçiler, sendikacı-işçiler, sendikasız işçiler, ve ilh., ve. ilh.
İşçi Sınıfı: Bütün o zümrelerin topunu birden içine alır. Proletarya partisi: Bütünü ile işçi sınıfının en genel, en ileri, en sağlıklı eğilimlerinin teorisini ve pratiğini temsil eden örgüttür. İşçi zünırelerinden herhangi birinin veya ikisinin kendi özel eğilimlerine göre kurup güdeceği bir parti, "işçi" adını taşısa bile, işçi sınıfı partisi olamaz. İşçi sınıfı bütününün teorik ve pratik varlığını, tarihi eğilimini tümüyle temsil edemediği sürece güdük, sapık bir zünıre, kat partisi olur. Oturaklı ve tutarlı bir proletarya artisi rolünü başaramaz.
Örneğin, Türkiye'de TİP denilen bir "işçi partisi" var. Buna neden proletarya partisi diyemeyiz? Çünkü, TİP'i kendi özel zümre eğilimlerine göre ilkin kuran ve güdenler "sendikacılar" adını alan ve bilinen kimselerdi. Sendikacılar, şayet işçi iseler bile, çok kez işçiden kopmuş, imtiyazlı "aristokrat" işçilerdi. Sonra hepsi seçme "küçükburjuva", hatta dekadan Aristokrat kalıntısı veya hayranı aydınlar TİP mekanizması içine yabancı cisim gibi sokuldular.
Bu ikisi birbirinden daha şahbaz zümrelerin melez örgütü, ister istemez: "İşçi sınıfı içınde burjuvazinin sözcülüğü" rolünü rahat buldular. Onların ilk işleri işçi sınıfının bütünü ile de, mücadelesi ile de tarihi ile de çatışmak oldu ve kopuşmak oldu. Modern işçi sınıfına karşıtlıklarını "sosyalist" sözcükleriyle ne denli süsleyip örtbas etmek isteseler, içlerinin içlerinde yatan antikalık (Küçükburjuva eğilimi), kapıkulu ruhlannı yer yer sırıttırdı. Polis komplekslerini, felsefelerinin "Amentü"sü yapmaktan bir türlü yakalarını kurtaramadılar.
6- PARTİ NEDİR?
PARTİ nedir? Bir sosyal sınıfın da, bir zümrenin de siyasi iktidar savaşı yapacak örgütüdür. Sınıfın ve zümrenin ne olduğu gözümüz önünde bulunursa, bir partinin parti adını gerçekten alabilmesi için başka neyin gerektiği daha iyi araştırılabilir. Bir partinin, parti olabilmesi için yalnız sınıf partisi olması yeter mi? Hayır. Sınıf partisinin, aynı zamanda siyası iktidar savaşı yapmaya elverişli bir örgütte olması gerekir.
Daha doğrusu, her gerçek parti önce sınıf örgütü, sonra siyaset örgütüdür. Yahut sınıf örgütü demek, kendiliğinden siyaset örgütü demektir. Olmıyacak bir varsayımla: Siyaset yapmayı beceremiyen bir örgüt sırf sınıf örgütü olsa ona parti adı verilemez. Bütün zümreleriyle işçi sınıfını içine almış veya sırf her zümreden işçilerin kurduklan ve güttükleri bir örgüt hemen proletarya partisi olabilir mi? Hiçbir zaman olamaz Proletarya Partisi herşeyden önce bir siyaset örgütüdür.
Bunu söyler söylemez siyasetin ne olduğu, proletarya partisinin ne zaman, nasıl siyasi örgüt sayılabileceği birinci problem olur. Siyasi parti bir sınıfın sınırları ve sınıf bencilliği içine hapsolmamış bir örgüttür. Kendi sınıfından başkasını görmeyen bir örgüt, siyasetin dışında kalmış ve parti olmaktan çıkmış olur. Çünkü parti, ne bir zümreyi, ne bir sınıfı değil, sınıflı toplumda bütünüyle bir ülkeyi ve tüm Dünya'yı içine alacak, yönetecek, değiştirecek bir örgüttür. Parti bu evrensel görevini yerine getirebilmek için sınıf körlüğü denilen dar düşünce ve davranıştan kurtulmak, siyaset yapmak zorundadır.
Bu bakımdan proletarya partisi herşeyden önce kendi üyelerini politika alanında yetiştirmek, onlara siyasi eğitim ve bilinç sağlamakla görevlidir. Sıyasi eğitim, lâfla olmaz: Sınıflı toplumda var olan bütün sosyal sınıf ve zümreleri kollamakla olur. Sınıf bilgisi ve bilinci bir tek sınıf içine tek yanlıca kapanıp kalmakla edınilemez. Bütün sosyal sınıf ve zümrelerin içyüzlerini çokyanlıca kavrayıp işlemek gerekir.
Bunun ise tek pratik ve kaçınılmaz şartı: Bütün sosyal sınıf ve zümreler içinde her zaman var olan tüm hoşnutsuzları ve tüm devrimcileri kendi içine almaktır. Onun için proletarya partisi yalnız işçilerin değil, her sınıf ve zümre içinden bütün devrimcilerin partisi olur. Yeterki başka sınıf ve zümrelerden proletarya partisi içine gelen hoşnutsuzlar:
1- Gerçekten devrimci olsunlar;
2- Gerilerindeki bütün kayıkları batırarak gelmiş olsunlar..
7- PROLETARYA PARTİSİNİN DİYALEKTİĞİ: BİLİMCİL SOSYALİZM
Buraya dek söylediklerimizden anlaşılacağı gibi, proletarya partisi problemi, olağanüstü diyalektik işleyen bir mekanizmadır.
O mekanizmayı alışılagelmiş skolâstik antika metot ve mantıkla, yahut metafizik modern burjuva metot ve mantığı ile kavrayabilmek olanaksızdır. O nedenle proletarya partisi içinde ve dışında boyuna skolâstik ve metafızik kafalar kırılıp dökülür durur.
Proletarya partisi hem bütün işçi sınıfının içinde olacak, hem de öteki bütün sosyal sınıfların içinde olacaktır. Proletarya partisi: Hem bütünüyle işçi sınıfının devrimcilerini içine alacak, hem de bütünüyle öteki sınıf, tabaka ve zümrelerin devrimcilerini içine alacak... Bu apaçık bir çelişki değil midir? Bir çelişkidir. Ama, akıldan uydurma, sübjektif ve soyut bir ölü çelişki, yâni saçma değildir: Tanı tersine, yaşantıdan gelme, en objektif ve en somut bir canlı çelişkidir, yâni gerçekliğin tâ kendisidir.
Proletarya partisinin bütün gücü ve bütün dinamizmi bu gerçeklerin canlı diyalektiğinden gelir. Proletarya partisi iliklerine dek bir sınıf partisi, işçi sınıfının partisidir. Ama egoist, kendi sınıf tekkesinin aşılmaz duvarları içinde bunamış sınıf tekelcisi bir parti değildir. Örneğin İngiliz Trade- union'larının işçi partisi öyle dar sınıfcıl kaldığı için, herşeyden önce, sendika ağalarının, Finans-Kapital uşaklığına yatkın, işçi sınıfı düşmanı, emperyalizm dostu örgütüdür.
Proletarya partisi, yalnız işçi sınıfının çıkarlarını ve dar çerçevesini düşünmekle kalmaz. Sosyal sınıflar tabusunu, işçi sınıfı ile birlikte toplum alın yazısından siler. Ortada yalnız insan varlığını yüceltecek bir toplum ülküsünü taşır. En az sınıfcıl olduğu kertede insancıldır. Ham ervahı çileden çıkaran başdöndürücü diyalektik buradadır. Bu olağanüstü: (sınıf + insan) ülküsünün biricik bilimi ve bilinci, teori ile pratiği işçi sınıfı açısından proletarya partisinde sentezleştirmiş bulunan bilimcil sosyalizmdir.
II. HAÇLI SEFERİ
23 Şubat 1971
Emperyalizm, solun içine soktuğu CİA ve MİT ajanlarının provakasyonlarını; tertiplediği soygunlar, sabotajlar ve saldırılarla perçinlemeye çalışıyor.
Emperyalizm, siyasî ve ekonomik sancılar içinde debeleniyor. Ekonomisi, politikası allak bullak oluyor. Gittikçe çürüyor. Çürüdükçe ecel terleri döküyor. Ezilen uluslar üzerindeki tahakkümünü, saldırgarılığa vardırıyor. Vietnam halkının üzerine, yıllardır bomba yağdırıyor. Orta Doğu da, İsrail maskesi takarak, petrol damarlarına saldırıyor.
Emperyalizmin baş temsilcisi A.B.D'inde; "Her onsluk altının resmi karşılığı 35 dolar iken, serbest piyasada 38 dolara yükselmiş bulunuyor. (T. İktisat gazetesi 11.2.1971)" Doların değeri hızla düşerken, D. P. Milletvekili İhsan Gürsan; bütçe müzakerelerinde; "Devalüasyon, büyük devletlerin etkisi ile yapılmıştır." diye bangır bangır bağırıyor ve "ikinci bir devalüasyonun kaçınılmazlığından" bahsediyor. Bu iki haberin üzerinde biraz durmak gerekir.
I. - Dolann değerinin düşmesi,
II. - İkinci bir devalüasyonun kaçınılmazlığı,
A.B.D'nin başını çektiği emperyalizmin, Türkiye üzerindeki etkinliği gözönünde getirilirse, bu iki haberin birbirini son derece etkilediği ortadadır.
Birincisi; Doların değerinin düşmesi, A.B.D stoklarındaki altınla dünya piyasasındaki doların arasındaki uçurumun gittikçe derinleşmesi, emperyalizmin ne denli çürüdüğünün ifadesidir.
İkincisi; Emperyalizmin develüasyon yapılması için, Türkiye'ye baskı yapması, ikinci bir devalüasyonu "kaçınılmaz" hale getimıiştir.
Doların değerinin düşmesi bütün kapitalist ülkeleri olduğu gibi Türkiye'yi de etkilemiştir. Böylece ekonomik temeli çürüyen emperyalizm, kendi blokundaki ülkelere olduğu gibi, Türkiye üzerine de yaptığı siyasî ve ekonomik baskıyı saldırganlığa vardırıyor.
Yerli-yabancı Finans-Kapital'in bu saldırganlığına karşılık, Türkiye'de 50 yılı aşkın deneyleri olan bir sol hareket vardır. Son 3 yıl içinde, 30'u aşkın şehit veren kadrolar vardır. "Emperyalizm, solun içine soktuğu CİA ve MİT ajanlarının provakasyonlarını; tertiplediği soygunlar, sabotajlar ve saldırılarla perçinlemeye çalışıyor."
PROVAKASYON:
Ücretlerine zam isteyen Hacettepe Üniversitesi sağlık personeli işçileri, zam istekleri reddedilince, başhekimlik odasını işgal ederek direnişe geçtiler. Devrimci öğrenciler, direnişi en iyi biçimde destekledi. Yerli-yabancı saldırganlar, bu dayanışma karşısında, II. Haçlı Seferi ilân ettiler. Halkın (!) (Yobazların) tahrik ve saldınları arasında taaruza geçtiler. 6 saat süren kanlı savaştan sonra, Hacettepe Üniversitesini teslim aldılar. Kızları linç etmek istediler. Asistanlar yuhalandı.
Devrimciler bütün bu olayların karşısında ne yaptılar. Asistanlar zafer anıtına kadar yürüyerek, beyaz gömleklerini bırakarak olayı protesto ettiler. Öğrenciler forum düzenliyerek, kinlerini, trafık aksatarak gidermeye çalıştılar. Devrimci kuruluşlar, ajitasyon taşan bildiriler yayınladılar. Hepsi o kadar.
Hacettepe olayı, devrimci harekete yapılan ne ilk ne de son saldırıdır. Devrimci hareketi çıkmaz sokaklara doğru sürüklüyen provakasyonların tipik bir örneğidir.
HAZIRLANAN OYUN:
İşçi sınıfının elini ayağını gangaster sendikalarla bağladıktan sonra, öğrenci hareketlerinin gelişmesini de önlemek gerekti. Öğrencileri sokak ortalannda öldürerek, ölüm korkusu ile, silâhlandırdılar. Silâhlı öğrencilerin üzerine üzerine giderek anarşi yarattılar. Peşi peşine soygunlar, saldırılar ve sabotajlar tertiplediler. Arkasından "Tupamaro Türkiye'de" çığlıkları atarak, sol maceracılık kışkırtılmaya çalışılıyor. Oynanan oyun solu parçalıyarak halkı ezim ezim ezmektir.
TEK ÇÖZÜM, PEK ÇÖZÜM:
Bütün bu döndürülen dolapları, Proletarya partisinin zoru bozacaktır. Dünyanın tek Devrim Öncü Gücü: Proleterya partisi üzerinde balon uçurmayı gereksiz buluyoruz. İşçi sınıfımız, her gün, her saat sınıf savaşı veriyor. Devrimciler nerede? Kendiliğinden taşmış harekete öncü güç nerede? Soru, karşılığını da kendi içinde bağırıyor. "Yeter be!" uyarı ve çağrısını yine tekrarlıyoruz.
Haçlı Saldırılarına Karşı Ne Yapmalı?
23 Şubat 1971
Finans-Kapital, her gün sinsice üç beş devrimciyi avlatmakla yetinnıiyor artık. Düzenli birlikler tarafından yürütülen, plânlı, açık ve genel (toptan "temizlik" hedefini güden) saldırılara geçti. Dün Ortadoğu, Siyasal Bilgiler, bugün Hacettepe, yarın kimbilir nere? Olayları anlatmanın, yorumlamanın; kimlerin yaptırdığı, kimlerin yaptığı üstünde durmanın anlamı kalmadı artık. Herşey apaçık ortada, işte, Finans-Kapital Devletinin radyosu söylüyor: "Saldırıya POLİSİN yanında BAZI TOPLULUKLAR (?) da katıldı." İşte Bab-ı Âli gazetesi yazıyor: "Silâhlı saldırıya girişen POLİSLER, yakaladıkları öğrencileri olay yerinde biriken BİNLERCE KİŞİLİK BAZI SİVİLLERE (?) dövdürmüşlerdir. (Demek: Finans-Kapital diktatörlüğünün, yalnızca Ankara'da, resmî işgal kuvvetlerinin dışında, binlerce kişilik çete birlikteri var.) Olay yerindeki İZLENİMLERDEN (sevsinler böyle izlemi) anlaşıldığına göre: Polisler, yakaladıkları öğrencilerin BAZI SİVILLER tarafından dövülmesini daha önceden plânlamışlar. Bunlardan bir kısmı BİR KIZ ÖĞRENCIYİ FECI ŞEKİLDE DÖVEREK LİNÇ ETMEK istemişlerdir. Gazetecilerden Ali Doruk, Özgen Acar, Yaşar Uçar BAZI SİVİLLER tarafından feci şekilde dövülmüştür. Bir Hava Harp Okulu öğrencisinin sırtına sopalarla vurulmuş, öğrenci linç edilmekten zor kurtulmuştur." (Cumhuriyet, 20 - Şubat)
Haçlıların kurşun yağmuruna karşı çıplak el, açık göğüsle çıkma yiğitliğini kim küçümsiyebilir. Ama görüyorsunuz: Akıl silâhından, BİLİMDEN ve BİLİNÇTEN soyulmuş kör yiğitlik yalnız başına para etmiyor. İşçi Sınıfının en gözüpek militanları pisi-pisine kırılıyor. Herbiri yüz Finans-Kapital çakalına değişilmiyecek nice kurban verdik. Gelin, yakıcı gerçeğe gözümüzü kırpmadan bakmaya cesaret edelim: Bu tarz savaş, İşçi Sınıfı Aklına, bilimine ve Bilincine uymuyor.
Evet, Haçlı saldırılanna karşı ne yapmalı?
Önce şu çıplak durum çivi gibi beyinlere çakılsın: Kurşun yağmuruna karşı, çıplak göğüsle çıkan devrimci gençliğin yanında kimler vardı? Hiç kimse! İşçiler yoktu, yoksul köylüler yoktu, küçükburjuva radikalleri yoktu, sırf adlarını sıralasan sayfalar dolduracak devrimci kuruluşlar yoktu. Ama bu yoklar kulesinin tabanında da tepesinde de bir acı gerçek oturuyor: İŞÇİ SINIFININ İKTİDAR SAVAŞI VERECEK PARTİSİ YOK! Hep söylenir, tekrar söylenir, tekrar tekrar söylenir: İşçi Sınıfı sosyalistse her şeydir, sosyalist değilse hiçbir şey! Ve İşçi Sınıfını ancak ve ancak onun partisi sosyalist yapabilir. Öyleyse, ne yapsın İşçi Sınıfı, Gençliğin yanında nasıl varolsun? Gene durmadan yazılır, çizilir, söylenir: Yoksul köylülüğü ancak ve ancak İşçi Sınıfı Partisi ordulaştırabilir. Öyleyse ne yapsın yoksul köylülerimiz, gençliğin yanında nasıl yer alsın? Kılkuyruk küçükburjuva kuruluşlarının partisiz nasıl güdüleceği üstünde hiç durmayalım. Onlar küçük-burjuva hamamlarının namusunu bile kurtaramaz oldular artık.
Dişine tırnağına kadar silâhlı Finans - Kapitalistler ve Tefeci - Bezirganlar: CIA'sıyla, MİT'iyle, İT'iyle TOPLU Polisiyle yetinmeyip binlerce kişilik çeteler düzerken biz hâlâ eli bağrında, gözü burnunda bekliyecek miyiz? Hâlâ ölülerimizin sıcak kanları üstüne utanmadan aczin gözyaşlarını mı dökeceğiz? Bunca acılı ağrıdan, bunca tulûattan sonra: Hâlâ İşçi Sınıfı Partisini örmeğe girişecek CESARET yok mu bizde? Yoksa H. Kıvılcımlı'nın deyimi ile "ZATEN BİZ YOKUZ" diyelim de olup bitsin.
Finans-Kapitalin Haçlı Seferlerine karşı ne mi yapmalı? Saniye sektirmeden, İşçi Sınıfının -yenmez yutulmaz demir leplebi- partisini örmeye girişmeli. Nasıl mı? Yüz kere söylendi, yazıldı; somutça, duruca ÇAĞRISI yapıldı. Köyde, kentte, her yerde: Devrimci Derleniş Komiteleri kurulsun, dendi. {Bu iş için üç militanın bir araya gelmesi bile yeter.) Devrimci Derleniş Komitelerine Halk Uyanış Güçleri örgütlenmesi önerildi. Asgarinin de asgarisinde Demokratik - Merkeziyetciliği sağlamak için, şimdilik (Derleniş Komiteleri elbirliği ile Merkezi Derleniş Komitesini gerçekleştirene dek) Sosyalist Gazetesi'nin "ortak bağ noktası" olarak lütfen kabul buyurulması rica edildi. Diyalektik, konunun ancak bu kadar şemalaştırılmasına izin verebilirdi, Hâlâ, İşçi Sınıfı Partisinin tasarısını İşhanı projesi gibi bir şey sananlar var. Mimarlar Odası'na başvursun; belediyeden de bir ruhsat çıkartmayı unutmasın.
Meselenin bir başka yanı daha var: İşçi Sınıfı Partisine demir leplebi olabilecek kırattaki (nitelikteki) militanların büyük çoğunluğu Tarikat - Yuvar batalıklarında debeleniyor. Tarikat - Yuvar Şeyhleri, Mollaları, Efeleri; kollardan, bacaklardan, her çeşit küçükburjuvaca eğilimlerden sımsıkı tutmuşlar; durmadan çekip asılıyorlar. Militanlar, Şeyhlerin, Mollaların ve Efelerin yağlı kazığını yedikçe, Finans - Kapitalin yağlı kurşunu üstüne koşuşuyor. Olmadı; karasevdalı aşıklar gibi, vurup sazı omuza yuvar yuvar dolanıyor. Dolaşacak yuvar (daha doğrusu, deveyi yardan atan bir tutam umut-otu bile) kalmayıncaya bütün dağlara küsüp köşesinde büzülüyor, ya "Belli Talim - Terbiyesine" güvenerekten, "özümüz öz yuvarı için" başlıyor sallanıp yuvarlanmaya!
"Baş Kurtarmak - Baş Yemek" üstüne Türkiye İşçi Sınıfı ile Sosyalizm Kalpazanları arasındaki savaş yeni değil. Eskisinin bazı bölümlerini gazetemiz yayınlamıya başladı. Yenisi, Hikmet Kıvılcımlı tarafından; dört kitapta ve bir çok makalelerde verildi. Daha da durulup işlenecek. Onun için, bu seferlik kestirmeden gidelim.
Abacı Hacıvatlar altı kaval, üstü cambazhane kıçı kırık bir partiyi saltanatlarına "Garanti Bankası" sandılar. Parti - Megalomanyaklığını TEZLEŞTİRDİLER. MDD'ci Karagözler, partisizler sömürüsünü "ömür boyunca aylık gelir" bellediler. Partisizlik - Megalomanyaklığını ANTİTEZLEŞTİRDİLER. Berikiler belirsiz TİP'leri ile, ötekiler BELLİ TİP'sizlikleriyle İşçi Sınıfı Militanlarını TOP yapıp oynadılar. Hacıvatbaşı, 50 yıllık Türkiye Solunu yok saydı. Karagözbaşı, 50 yıllık Türkiye Solunu ninesınin peri masalına çevirdi. Oysa; 50 yılın bir yakası baştanbaşa ihanet, döneklik ve satılmışlık kuburu gibi. Öte yakası: Her çeşit nankörlüğe, her çeşit ikiyüzlülüğe ve rezilliğe, her çeşit zulüm ve zılgıda karşı dişle tırnakla santim santim kazılıp hazırlanmış, gelecek kuşaklar için BİLİM ve TEORİCE dayanıp döşenmiş İşçi Sınıfı İstihkâmî idi. İkisi arasından da "Cav - Cavların" ve "Mav - Mavların" Kurbağalı Deresi akıyordu. Öteden, Saray - Sazende Hacıvatbaşı "kaba kaba" yellendikçe, doğma büyüme Dere Han olan Karagözbaşı karınağrısından beter bir "gurultu" tutturdu. Ortalığa toz duman attırdılar. 50 yıl, Kelle-i Hacıvat sayesinde, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte deccal kesildi. Korkudan dişler kenetlendi, gözlere perde indi. Biraz ayılır gibi olunca; bir de baktık ki: Kelle-i Karagöz sayesinde, 50 yıl, şu meşhur "Aptal Bakire'den" daha masum bir tazecik olup çıkmış. Bu sefer de milletin erkekliği kabarıverdi.
Sahneyi tutan yalnızca Hacıvat ile Karagöz olsa insan gam yemiyecek işte gelmiş gidiyorlar, varsın şu Dede-Yadigârları da İşçi Sınıfının sırtından bir "Demçektin" diyecek. Ama, sanki Mart kedisi mübarekler! Ne zaman Kerime ve Mahdum sahibi oldular, ne zaman Kerime ile Mahdumu başgöz ettiler; doğrusu, bu el ve bel çabukluğuna 50 yılın emektarları bile pes etmiş olmalı. İlk cenin ana tarafından Hacıvatgilin, Baba tarafından Karagözgilin yavrusu. Dişi çıktı. Adı: Akpembe. Mahalleli, "Mav - Mav Gelinlik" diye çağırır. İkinci yavru Karagöz Hatun'dan doğmadır. Nerden peydahladığı bilinmez. Tıpkı destancıl Aykağan gibi, "günlerden bir gün" Karagöz Hatun'un "gözü yanıp parladı. Erkek - Oğul doğurdu. Çocuk birinci gün yürüdü, üçüncü gün ata bindi, yedinci gün Ok Yay kuşanıp avlanır oldu." Dedem korkut, ol yiğide "Aktolgar - Caygar" adını bağışladı. Aktolgar - Caygar Efe ile Mav - Mav Gelinlik şu günlerde "Yolcu" bekliyorlar.
Hâlâ kanayan kurşun yaralarının üstüne tulûat tuz - biberi mi ekmek istedik? katiyyen HAYIR! İlk ihtarımızı yapıyoruz: Bitsin artık rezil tulûatçılıklar uğruna İşçi Sınıfının ve İşçi Sınıfı Devrimci Aydın Militanlarının kırdırılması!
Genç arkadaşlar, sizin yediğiniz kazıklardan, başınız üstüne çevrilen fırıldaklardan, çok çok bir kuşak daha eski olan bizler de aldık nasibimizi. Yüzlerle sayılıyorduk, geriye bir düzüne ya kaldık, ya kalmadık. Çoğunluk, doğru dürüst bir savaşçık olsun veremeden rezil demogogların ve kalpazanların elinde çarçur olup gitti. Baktık ki, GENÇLİK HIZI ile davranıp bataklığın üstüğ yüıümek birşeyi çözmüyor, tam tersine hep biz kaybediyor, biz telefat veriyoruz: İşçi Sınıfının Düşüncesı ile Davranmaktan başka çıkar yol olmadığını kavradık. Kavradık ama, çok geç. Ve bu bize pahalıya oturdu.
Tarihe şöyle bir bakın: Tarikat - Yuvar Şeyhlerinden, Mollalarından, ve Efelerinden Türkiye Burjuvavisi bile hayır görmenıiş; biz göreceğiz? Küçükburjuva ikirciliğine yer yok. Elinizi kapan kalpazan ellerini koparıp atın. Yoksa; kolunuzu kökten verseniz gene kurtulamıyabilirsiniz. Bu işte işçi sınıfı düşüncesi ile işlenmemiş ham yiğitlik sökmez. Ya bir hain kurşunla pisi pisine götürürler insanı, ya tez zamanda paçavraya çevırirler. Bir daha, bir daha tekrar ediyoruz; Bir tek çıkar yol var: 1-İşçi Sınıfımn kurtuluşu uğruna 100 ve 50 yıl durmadan sancıyan BEYINLERİN ÜRETTİĞI BİLİM VE TEORİYİ, asgari ölçüde olsun, özümleyip sindirmek. 2-Top top derlenip İşçi Sınıfı denizine dalmak; orada her çeşit burjuvaca ve küçükburjuvaca kirlerden arınmak; böylece, İŞÇİ SINIFI İLE DAVRANAN, tam hedefe tam zamanında vuran, GÜÇLER OLMAK.
Bunu göze alabiliyor muyuz, alamıyor muyuz? Her militanın -Hayır, İşçi Sınıfının değil- alınyazısını çizecek yakıcı soru işte bu. Cevabını işçi sınıfına değil, kendinize vereceksiniz.
KARYERİZM - DEMOGOJİ - PARTİ
23 Şubat 1971
Sosyalizmde, en hayasızca demagoji, karyerizm (mevki hırsı) için yapılan gösterişli lâf kalabalığıdır. Örneğin, halkımızın deyimiyle, "daha donunu bağlamayı bilmeyen" her "çocuk" veya "adam" veya "kadın", sosyalizm üzerine, kimden olursa olsun, üç beş kitap okur okumaz, hemen "doktrin sahibi oldum" derse bu demagoji olma eğilimine çanak açmanın başlangıcıdır. Nerede, hangi kriteryum ile kendini ve düşüncelerini denemiştir? Bir partinin çelik çekirdeği içinde bulunmadığına göre: Havada!
Aynı sosyalizm heveslisi çocuk veya adam veya kadın, dünyanın en iyi dileğiyle de olsa, bir kendini beğenmiş dangalağın apık sapık "teori" saçmalamalarını bahane ederek olaylar dururken şöyle de konuşabilir:
"İşte ortalıkta sosyalist geçinenlerin hali budur. Hepsi ya karacahil, ya ne oldum delisi ukalâ, ya kuşbeyinli manyak, sosyalizm papağanıdır. Öyleyse, ey gençlik, ve ey sosyalizm sempatizanı işçiler, köylüler ve halk benim ağzıma bakın. Ben falan ülkenin, filân başarılı sosyalizm üstadı adına konuşuyorum. O kendi ülkesi için ne demiş, ne yapmışsa hepsi, her zaman, her yer için amel edilecek kuraldır, tek doğrudur. Ben de onun bu topraktaki eşsiz sözcüsüyüm.
Sakın benden başkasını dinlemeyin. Elmas cevheri maden benim karnımda yatıyor. İşte ben erdim. Haydi, 'Kalkın ey ehl'i Vatan!' çevremde toplanın. Sosyalizmin daniskası ben ne dersem odur. Başka kimseyi dinlemeyin. Yoksa, alimallah sapıttığınız;gündür. Toptan oportünist kesilirsiniz. Revizyonizm cehenneminde ebediyyen yanarsınız. Benim aktardıklarımdan başka devrimci, ilerici, gerçek 'proletaryacı', bilimsel 'sosyalist' kavram ve eylem yoktur, olamaz. Vardır diyenin alınını karışlarım.Piriniz, üstadınız benim!"
Kaç yıllar yılıdır, hele sosyalizm suç sayılmıyalı beri, Türkiye'de böyle toyluklardan geçilmez oldu. Bu söyleyişler ve davranışlar, 50 yıllık bilimcil sosyalizm savaşının gelenekleri doğmuş, kan kusularak denenmiş, savunulmuş bir ülkede, ikide bir her önüne gelen ayağa çelme takmaya kalkarsa, ve bildiğinden şaşmazsa, iş büsbütün değişir. Toyluk, düpedüz, bir insanın, başka hiç bir belge aranmaksızın, sosyalizm dışına atılmasına yeterli bir suç olan karyerizm külâh kapıcılığının en utanmazcasına dönüşür.
Özellikle 27 Mayıs'tan sonra sahneye çıkmış sosyalistleri, o çeşit görünüşte çok haklı olduğu ölçüde harekette uçurumlar ve parçalanmalar açan demagojilerden ve karyerist kabadayılıklardan sakındırmak isteriz. Bu tehlikeli ipin üstünde oynanan sosyalizm cambazlıklarında çabuk ün yapmak, kendince etkili olmak göğünüşleri kimseyi aldatmamalıdır. Bir doktrin ve hareketin tarihinde beş on yıl en önemli basamak ta olabilir, güme gitmiş boşuna pis debelenme de olabilir.
Hele elli yıllık çaba tarihçesi bulunan bir doktrine ve harekete, otuz kırk yıl sonra nasılsa gelmiş katılmış olup da, eline bir örgütü veya bir organı geçirir geçirmez: "İşte ben zuhur ettim!" yollu maşrık'ı âzamlaşmak, utanmazlığın, demogojinin, karyerizmin en aşağılık hayvanlığıdır.
Gelin görün ki, 27 Mayıs önceleri yerin altında azçok sesi kısık geçmiş nice traji komik küçükburjuva soysuzlukları, 27 Mayıs'tan sonra, sokaklarımızı basan geriz suları açıktan açığa ortalığı kapladı. Düşünce ve davranışları leş kokutuyor.
Sosyalizm herşeyden önce, alabildiğine objektif ve somut momentleri her an tersine dönüp birbirine giren bir karmaşık sosyal sınıflar savaşının hareket kuralıdır. Bu hareket ve savaş en modern anlamlı siyasi iktidar savaşı yapacak son kerteye dek bilinçli, son kerteye dek tecrübeli, son kerteye dek namuslu bir ÖRGÜT içinde olursa olur. Olmazsa, ona ne sosyalizmliği bir yakıştırma beyinsiz işgüzarlık yahut, mide bulandıracak kadar iğrenç ve maskara gevezelik kesilir.
ÖRGÜT deyince: Üç aklıevvel kişinin, bir mülkiye âmirine pulsuz dilekçeyi dayaması ile kuruluveren şey akla gelemez. Proletarya partisi: Bir zümrenin veya bir tabakanın, bir makamdan esinlenivererek "Ol!" deyince oluveren, gelişi güzel tekerleme formüller alanı değildir. Kendisinden önce o alanda atılmış bir tek adım bile varsa o, derinliğine ve genişliğine benimsenip yaşanarak doğacak bir canlı organizmadır.
Darvinizme göre İnsan maymundan gelmiştir. Darvinden önce bunu İbni Haldun yazmıştır. Bilimde, yâni olayların dilinde bile öyle uzun birikimler gerekir. Hayatta maymun olmadan insan olmaya kalkışmış bír varlık düşünülebilir mi? Her ülkede proletarya partisi de, eğer canlı bir varlıksa, o adı gerçekten almaya lâyıksa, bir el çabukluğu mârifet hokkabazlığı veya provakasyon sahtekârlığı değilse, mutlak kendinden önceki birikimi lâfla değil, yaşayarak benımsemek zorundadır.
Bizde en az anlaşılan doğru budur. Ve ne çekiyorsak, daha kötüsü Türkiye işçi sınıfına, Türkiye halkına ne çektiriyorsak, hep o çok basit hakikati anlasak bile bir türlü namusluca, vicdanlıca, insaflıca uygulamaya katlananamamaktan çekiyoruz ve çektiriyoruz. Kendimiz çekmekte better olalım, boynumuz altımızda kalsın. Ama, şu Türkiye'nin acıklı insanlarına çektirmekten ne zaman utanacağız?
Rahmetli Mehmet Akif, Türkiye insanlarını Allaha şikayet ederken şöyle demişti:
"Göster, Allahım, bu millet kurtulur bir mucize
Bir utanmak hissi ver gaaip hazinenden bize!"
Akif, "utanmak hissini" Türkiye burjuvazisinden beklemişti. Allah vermedi öyle bir şey. Türkiye'yi resmen Amerika'ya üs ve sömürge yapıncaya dek utanmazlıkta devam etti işveren sınıfımız. İşçı sınıfımız ağırbaşlı olduğu kadar çok alçak gönüllü, çok utangaç özgücümüzdür. Gerçek sosyalizmde ancak işçi sınıfımızın düşünce-davranışı kural olabilir. Öyleyse, o sınıf dışı sözde sosyalist utanmazlıklar nereden çıkıyor? İşçi sınıfımız içine sokulmuş burjuva ve küçükburjuva eğilimlerinden.
Sosyalizmde utanmazlıktan kurtulmanın tek yolu, Türkiye işçi sınıfı denizine bütün kayıkları batırarak girmektir. Türkiye proletarya partisinin tüm tarihi ve davranışı içinde uzun çıraklık yıllarını adsız er olarak göğüsleyebilme yiğitliğini hiç kırpmadan göze almaktır. Yoksa, derme çatma, çalma çırpma sözüm yabana "teori" maymunlukları, göıülmemiş "ideoloji" ayrılıkları, özenenleri faşızmin balta girmemiş cöngül ormanında avlanılacak hayvan olmaktan öteye götüremeyecektir.
O tip düşünce ve davranışlar "kişicil" gibi görünürler. Gerçekte, - eğer işveren sınıfının kurnaz ajanları değilseler- tipik küçükburjuva denilen: Köylü, esnaf, aydın vb. antika çağ kalıntısı tabaka ve zümrelerin döküntüleridirler. "Döküntüleri" sözcüğü üzerinde basa basa duralım. Çünkü, işinde, gücünde, namuslu çalışkan köylü ve esnaf gibi aydın da azçok alçakgönüllü ve dürüst olmayı bilir.
Ancak, hangi (sınıf - tabaka - zümre)den olursa olsun: Kökünden ve işinden kopmuş döküntü insan işçi sınıfı içinde ve yaratıcı üretimde erimedi mi paçavra proleter adaylığından yakasını kurtaramaz. Artık öylesi için ambisyonun (külah kapma hırsının) sonu yoktur. Sosyalizm denli en yüce insancıl eşitlik ve sonsuz kardeşlik alanında bile paçavra proleterin hırsı yanındakini çelmeleyerek veya çiğneyerek artmaktadır. Bunun en küçükburjuvaca geçer akçası, her ne olursa olsun: (otorite düşmantığı + otorite megolamanlığı)dır. Aklınca "adam kandırmaktır".
Aman: Bin düşünüp, bin davranıp bir söyliyelim. Karyerizmin ezeli maskesi demagojidir: Demagoji: Yalan yanlış lâfla, kuru kalabalığı ayartmaktır. Bu iki başlı canavarın en az kurban bulduğu yer: Modern işçi sınıfı, özellikle "fabrika cehennemi"nin ateşi içinde yana yana arınmış çalışanlar yığınıdır. Karyerizm ve Demagoji canavarının başını kesmek için icat edilmiş tek giyotin: Proletarya partisidir. Proletarya partisinde, kişi boynunu kıldan ince bilmiyen kimsenin sosyalizmi ağzına alması, bir suikast değilse, affedilmez toyluk olur.
İŞÇİ SINIFININ TARİHÇİL GÖREVİ
Sevgili İşçi Kardeşlerimiz;
Hângi Cehennemde nasıl yakıldığımızı, siz herkesten iyi biliyorsunuz : Ne zaman kanunca ve insanca hak aramıya kalksanız önünüze kimler çıkıyor? Besbelli. Önce Patronun her zamanki bekçi köpekleri sizi üretmiye çalışıyorlar.
O sökmedi mi, Patron, sizin, bizim içimizden yüzde bir iki zayıf ruhlu, zayıf yürekli, zayıf vicdanlı toy, câhil biçare işçi arkadaşı kandırıyor. O kandırılmış beş on satılık kul köleyi silâhlandırıyor : Paralı asker gibi üzerimize sürüyor.
Bu üç beş kuruş bahşiş almak, yahut işinde kayrılmak, işinden atılmamak için kendi öz kardeşinden yakın olan işçi kardeşleri üzerine tabancalarla, bıçaklarla saldırtılan zavallılar çoğu hâin oldukları için korkak çıkıyorlar. Sizin silâhsız, kendilerirıin silâhlı olmaları bile yetmiyor. Elbirliği etmiş yüzlerce, binlerce işçi kardeşimiz önünde, o ciğerlerini beş paraya Patron alçağına satmışlar bozuluyorlar.
O zaman, İşverenin Karakolda, yahut Müdüriyette peylediği bir iki kanun çiğner, yahut rüşvetçi Devlet Silâhlı güç âmiri kışkırtılıyor. Gizli yollardan işçiler düşman gösterilerek çağırılıyor. Onlar, hakkını arıyan çalışan işçi yurttaşa vurmanın suç olduğunu biliyorlar. Kendilerini cezadan kurtarmak için: o beş on işçi hâinini önlerinden iterek yedeklerine alıyorlar. Hep birden namuslu çalışkanlara can düşmanı gibi saldırıyorlar.
Nerede fabrika, İşyeri varsa, her gün, her saat işlenen bu cinayetler, büyük şehirlerin dışındaki ıssız işçi semtlerinde, Kanunun göremiyeceği umdukları sapa kırlarda, vahşi yerlerde geçiyor. Ama sizin gözleriniz önünde haksız saldırının bir noktası bile gizli kalmıyor. Her ân kurşunlanan, bıçaklanan biz işçileriz.
Ne işyerinde rahat bir soluk alabiliyoruz, ne evimizde çoluk çocuğumuzla emniyette yaşıyabiliyoruz. Son zamanlar, artık işçi olmak, dağ başında eşkiya eline esir düşmekten bin kat beter oldu. Nedir bu başımıza gelenler? İşçi olduysak günaha mı girdik? Ne istiyorlar kan ter dökerek geceli gündüzlü çalışanlardan?
Boyuna emeğimizle Patrona 10 değer yaratıyoruz. Patron bize 3 değerlik bir gündelik vermiyor. Üstelik bin hakaret, baskı yetmiyor. Aylıklı askerlerle kurşun, dipçik yağdırılarak, hürriyetimize, hayatımıza kastediliyor. Neden işçiye dağdaki hayduttan daha kötü gözle bakılıyor?
Sevgili işçi kardeşlerim. Bu başımıza gelenlere, dünyanın her yerinde "Sosyal Sınıflar Savaşı" denir. Biz işçiler her yerde, barışçıl yoldan en basit insanlık hakkımızı arıyoruz. İşverenler, hemen bekçi köpeklerini, külhanbeylerini, aylıklı askerlerini açıktan açığa silâhlandırıyorlar. Biz işçilere karşı tabancalı, tüfekli, hançerli Sınıflar Savaşını kışkırtıyorlar.
Demek biz istesek te, istemesek de, İşveren sınıfı işçilere karşı sürekli Sınıflar Savaşını hiç utanmaksızın sürdürmektedir. Üst katlarını pençesinde tuttuğu Devletin silâhlı güçlerini de kendi özel köpekleri, aylıklı askerleri ile birleştirmenin hileli yollarını arıyor. Ve ne yazık ki, sık sık o fırsatı da buluyor.
Bir karısından dayak yemiş komiser, bir âferin budalası çavuş, açlıktan nefesi kokan bir rüşvet delisi temditli seçiyor. Bizim gibi köylü, şehirli işçi olan Mehmetçikler, işsizlikten kırılmış Polis memurcukları, kimsenin görmediği yerlerde üzerimize ateş etmiye zorlanıyorlar. Sonra, karşımıza geçen işveren sınıfı, biz işçileri hiç utanmadan Sınıf Savaşı yapmakla suçluyor. Yavuz hırsız işveren, Evsahibi işçi sınıfını böyle şaşırtıyor.
Böyle oldu bittiler önünde İşçi Sınıfımız ne yapacaktır? Zorla içine itildiği Sınıflar Savaşını görmezlikten gelmek de, şaşırmak ta haydut Parababalarının ekmeklerine yağ sürmek olur. Onlar yaptıkları soygunlarını, kanlı haydutluklarını hâince, alçakça maskelemek için, örtbas edip herkesi aldatmak için: "Sınıflar Savaşı istemiyoruz!" diye ikiyüzlülüğün en namussuzcasını işliyorlar. Ve ardından gizli açık silâhlı adamlarını İşçilerin üzerine saldırtıyorlar. Karagöz'deki çıfıt gibi: hem vuruyorlar, hem "Ne vuruyorsun be!" diyorlar.
Bu kahpece oyunda şaşırmamak için istemiyerek başımıza açılmış bulunan Sınıflar Savaşını: büyük İşçi Sınıfımıza yaraşır bir uyanıklılıkla açıkça görelim, duruca bilelim, bilincimize çıkaralım. 35 milyon Türkiye halkı içinde sayiları bir kaç bin zibidiyi geçmiyen bir avuç satılık; vatansız, millet sömürgeni, işçi düşmanı Parababası'nın niçin her dakika halkımızı Sınıflar Savaşına zorladığını iyice kavradık mıydı, ondan sonrası kolaydı... Bu, kulağımıza küpe olması gereken Birinci Derstir.
Bir kaç bin kurnaz yalancının mumu yatsıya kadar bile yanmaz. O bir kaç bin kurnaz, niçin ve nasıl: çalışanların her günkü bir lokma ekmeğini bile çok görüyor; İşçi ve Köylü fukaranın çoluğunu çocuğunu, evini barkını darmadağın sokağa atabiliyor; hakkını arıyan emekle değer yaratıcı insanlarımızın üzerine ikide bir süngü ateş, kurşun.. sıkışınca tank, uçak yağdırabiliyor? Niçin ve nasıl mı? Çok basitçe: Siyaset İktidarını TEKEL'inde tutarak ve tutabildiği için... Bu, kulağımıza küpe olması gereken İkinci Derstir.
Çivi çiviyle sökülür. O, ciğeri beş para etmez, memleketin gümrüklerini "Batılı" dedikleri Parababalarına, "Ortak Pazar" dalaveresine kurban ederek milleti resmen satan bir kaç bin soyguncu ortada. Bu güruh madem ki, Politikanın su başlarını keserek, İktidarı tekelinde tutarak türlü canavarlıklarını yapabiliyor. Sonra, Meclise soktuğu Adamlarıyla kayıkçı dövüşleri çıkararak dikkati o hokkobazlıklara çekebiliyor. Sonra, ezik, bitik, aç, işsiz yığınlarımıza koleralı zemzem satarak, her çapulun ve haydutluğun "Din İman, Bin Mintan" adına yapıldığını da rahatça yutturmanın yollarını parayla, zorla, sürü sürü sözüm yabana "gizli" tarikatlarla arayıp bulabiliyor. Bunun önüne Siyasi İktidarı ele alma savaşından başka hiç bir şey geçemez. Bu, kulağımıza küpe olması gereken Üçüncü Derstir.
İktidar lâfla alınmaz. Normal olarak Siyasî İktidar Savaşı yapacak bir Sınıf Partisi ile alınır. Bir askercil vuruş, bir çete baskını: her hangi şartlı momentten, veya sürprizden yararlanarak İktidara çıkamaz mı? Belki çıkar. Ama İktidara çıkmak değil, çıkılan yerde tutunmak iştir. Bugün İktidarda tutunmanın tek şartı: Modern bir Sosyal Sınıfa gerçekten dayanmış, yedek sosyal güçleri akıllıca kullanabilen bir Öncü Örgüt (Siyasî Parti) ile olur. Çalışan yığınlarımızın Siyasî İktidarda tutunacak Örgütü, ancak İşçi Sınıfı Partisi olabilir. Bu, kulağımıza küpe olacak Dördüncü Derstir.
Fabrikaları, Yolları, Çiftlikleri, Sarayları; Şehirleri, Gecekonduları yapan ve işleten İşçi Sınıfımız, Devrimci Gençlikle elele: İşçi Sınıfı Partisini de yapacaktır. Çünkü İşçi Sınıfı Partisini yapıp yürütmeyi beceremedikçe, başka her şeyi yapmanın, Dünyaları yeniden kurmanın, insanca yaşamak için yetmediğini, her günkü gözyaşlı ve kanlı denemeleriyle sınamıştır. Daha da çok sınayacaktır. Yaşamanın ve bin bir günlük dövüşün verdiği bu en büyük denemeli Ders, öteki aşırıca açık 4 Düşünce ve Davranış dersi ile çelikleşecek, mızraklaşacak, bir avuç asalak gerici geriletici Vatan hâini Parababasının İktidar Tekelini ve Sınıf Tahakkümünü yenecektir.
Tarihin yörüngesi, en ufak ikirciliğe yer bırakmıyacak ölçüde, İşçi Sınıfının yörüngesine girmiştir. Ne denli parlak göktaşı görünmek tutkunluğu içinde bulunurlarsa bulunsunlar, eğer uzayın sağır boşluklarında yitmek istemiyorlarsa, bütün Devrimci yıldızlar, Tarihin ve İşçi Sınıfının yörüngesi içine akmalıdırlar. Bu yörünge Proletarya Partisidir.
CİA SOSYALİZMİ NASIL YAPILIR?
9 Mart 1971
İşçi arkadaşlar, belki güleceklerdir. "Başka işiniz mi kalmadı?" diye. "Bırakın sarhoşları yıkılsınlar" diyecekler. Aydın yaygaralarına arasıra yer verdikçe çalışan yığınlarımızdan özür dileriz.
Bu satırları sakın bol parayla lüks baskı yapan iki buçuk aydın çömezi "düzeltmek" umuduna kapılarak yazdığımız sanılmasın. Demagoji hiç bir zaman "düzeltilemez". Aydın gençlik ortamında sağlı sollu sapıtmaların bir "Ev sahibini şaşırtmak istiyen hırsız" tipini kimi temiz gence belirtmek istedik. Yanlış hesap Bağdat'tan dönecektir.
"Sıffiyn" savaşında, namuslu ve yiğit müslüman saflarını bozmak için Tefeci-Bezirgân Muaviye askerlerinin mızrakları ucuna Kuran'ı takarak, herkesten koyu "Müslüman" olduklarını göstermek istedikleri gibi, "sosyalizm" demagokları da Marks'ın Kapital'ini ve başka "kutsal kitapları" kalkan gibi kullanacaklardır. "Toplum Polisi"nin kalkanları ne ise, onlarınki de odur. Nitekim Toplum Polisi ne denli "toplumcu" ise, demagoklar da o tür "sosyalist" tirler. Bu sık sık unutturulmaya çalışılan doğruyu açıklıyoruz.
"Demagok"un (kuru lâfla kara kalabalığı ayartanların) kendi yalanına inanmış olup olmaması hiç önemli değildir. "Demagogun en tehlikelisi, söylediğine inanmış olanıdır" der Lenin. Demagogların "samimî"leri değilse bile; sahteleri, yanlış kapı çaldıklarını öğreneceklerdir. Şimdilik, hep onlarla uğraşacak olmadığımız için, kulaklarını kimi saf gençlere gösterip bükmekle yetiniyoruz.
Finans-Kapitalin bilinçli-bilinçsiz oyuncakları "yeni" bir "aydınlık" getirdiklerini sanırlar. Oysa gölgedeki kurşunî efendileri yüzyıllardır, bile bile lâdes oynarlar. Bugün adına "CİA sosyalizmi" dediğimiz oyun ilktir, ne sondur. Oyunun aktörleri gizli ajan siciline yazılmış mıdırlar? Kıçlarında polis tabancaları var mıdır?... Orası ikinci kertedir. Aktörlerin objektif olarak yaptıkları derlenilebilecek her noktaya yalan dolan bombaları atmaksa, rolleri CİA sosyalizmi içindedir. Bizim için olayda hiç bir yenilik yok.
Eski adıyla "burjuva sosyalizmi" her zaman, her yerde bukalemun gibidir. Konduğu dalın rengini almakta eşsizdir. Bunlardan bir kaç eşantiyonu analım.
1- Japonya'da "MARKSİST" Polis
Yeryüzünde birinci emperyalist evren savaşından sonra Japon emperyalizminin gizli polisi, kendi ajanlarını yetiştirdiği bir "Marksist" okul açtı. Ve orada, gizli Finans-Kapital ajanlarına "Bilimsel Sosyalizm"in inceliklerini öğretti. Japon "Marksist" ajanlarının başlıca görevleri, elden geldiğince işçi sınıfı partisi kuruluşunu baltalamak; bunu yapamazlarsa, işçi sınıfı partisi içine sızarak, orada "keskin sosyalizm" yırtınmalarıyla provokasyonlar ve mız çıkarmaktı.
İt ürüdü, kervan yürüdü. Japon işçi sınıfı partisi, ajan köpekleri zararsızlaştırdı.
2 - Çarlığın "PROLETER DEVRİMCİ" Ajanları
Gerçek sosyalizmin işçi sınıfı partisini baltalayan gizli polis "komünizmi", keskin "Marksist" provokatörler sosyalizmi yalnız 1. emperyalist evren savaşından sonra Uzakdoğu'da görülmedi. Ondan çok önce, kapitalizmin yerleştiği her yerde işçi sınıfı kımıldandıkça, en kurnazca "suret'i haktan gelen" (doğruymuş gibi görünen) aşırı "proleterci" (işçi yanlı), değme "sol" (goşist) veya keskin silâhlı sosyalist provokasyonları binbir çeşitlilik sundu.
Sosyal yapısı Türkiye'ninkine çok benziyen eski Çarlık Rusya'sında, gerçek işçi sınıfi partisini doğmadan boğmak, yahut doğunca soysuzlaştırmak için kaç türlü provokatörlükler (kışkırtıcı gizli polis ajanlıkları) icat edildiği, artık Türkiye'de dahi okunabilen klâsik edebiyat sırasına girdi.
Bunlarm en sistemli teorik olanı, Çar jandarmasını Albay Zubatof'unca uygulanan "proleter devrimciliği"dir. Frenkçe'de uvriyerizm (koyu amelecilik) denen bu ideolojiye göre, işçiler eylemci aydın gençlere kanmamalıdırlar. İşçi sınıfı partisi yerine sırf işçilerden kurulmuş örgütlerde kendi çıkarlarını aramalıdırlar.
3 -1905 "Devrimci"si: POP GAPON
O provokasyonlann en korkunç ve dillere destan anıt örneği (şâheseri), kişi olarak: Pop Gapon'dur. Pop Gapon bizim kılkuyruklar gibi yazı çizi kılıbıklıklarıyla havanda su dövmemiş ve yalnız bayağı "endikatörlük" (işçi ve köylü hareketlerini ve liderlerini belli etmeden polise ele vermek) rolü ile yetinmemiştir.
Pop Gapon, bugün artık herkesin tanıdığı içyüzüne rağmen, o zaman herkesçe Rusya'daki 1905 ihtilâline öncü olan ilk İşçi ayaklamsının kendiliğindenci "Lideri" sayılmıştı. Pop Gapon, işçileri ellerinde dilekçe, ilâhiler okuyarak: "Çar Baba"larına dertlerini dökmeye götürmüş ünlü Kızıl Meydan'a gelen temiz işçi ve halk yığınlarını Kanlı Pazar'da kılıç ve kurşun yağmuru ile yere serdirmişti. Bu hareketin ardından, aynı Pop Gapon, Avrupa'ya geçip, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nın tek ayık lideri Lenin'i de gizli gizli ziyaret etmişti.
Pop Gapon'un bir Okrana Ajanı (Gizli Çar Polisinin Papas (ilmiyye) mesleğinden adamı) olduğunu bugün bilmiyen kalmış mıdır? Pop Gapon, gerçek sosyalizmin 1903 Kongresi'nden beri ordulaşmış işçi sınıfı partisini baltalamak için işçi sınıfını kurşunlatarak yıldırmak görevini üzerine almıştı. Farkına varmadan, yaptığı provokasyonla ülkeyi Çar zulmüne karşı bir uçtan öbür uca silâhlı isyana giriştiren tepkiyi aceleleştirdi.
İt ürüdü, kervan yürüdü. işçi sınıfı partisi, ajan köpekleri Rusya'da da zararsızlaştırdı.
4 - Türkiye'nin "POP"ları
İşçi smıfı partisine karşı Türkiye burjuvazisi Çar üstâdından ve uluslararası Finans-Kapital efendilerinden hiç aşağı kalmamak için sürekli idmanlar yapmıştır.
Türkiye'nin modern tarihini azıcık yaşıyanlar ve bïlenler, mütareke yıllarında yabancı emperyalist ajanlarının ve yerli burjuvazinin hangi "İştirâkiyyun" (komünizm) ajanlarını nasıl piyasaya sürdüklerini hatırlarlar. Bunların başlıca görevleri: Türkiye'de gerçekten bir işçi sınıfı partisinin doğuşunu önlemek, baltalamaktı. Bunu yapamayınca; ya herkesten daha önce davranmış görünerek bir "sosyalist parti", hattâ "komünist parti" kurmaya girişmek yolunu tuttular; yahut işçi sınıfı partisi içine sızarak, orada keskin "sosyalizm" hatta "komünizm" formülleriyle, elçabukluğu mârifet, hokkabazlık yolundan provokasyonlar ve mız çıkarmak görevini en "bilimsel", yahut en inadına "devrimci" perdesi altında yerine getirmeye koyuldular.
Türkiye'nin karanlık ve nankör sınıflar savaşında ne aşamalar geçirilmedi? Yaşayanlar bir gün ayrıntılarıyla açıklıyacaklardır: İşçi sınıfı için ve çeşitli işyerlerinde uzun yıllar gizli polisin kurduğu "komünist hücreleri" işletildi. Bu polis komünistleri, uluslararası emperyalist casuslarla ve ajanlarla da elele vererek, foyaları ortaya çıkıncıya dek: "Üçüncü Enternasyonal" adına, foyaları sırıtınca: "Üçbuçukuncu Enternasyonal" adına tahrikât, propaganda, teşkilât yaptılar.
Öylesi günler oldu ki, pek aşırı polis Marksist- komünistlerinin işçi sınıfı ve halk yığını içine yaydıkları ateşli "komünist beyannameleri"nin ve "komünist dergileri"nin hesabı, gerçek işçi sınıfi devrimcilerinden soruldu. Elebaşıları azılı "polis komünistlerinden" olan boylu boyunca sözde "komünist teşkilatlarının gürültülü sözde: Komünist tevkifatları" yapıldı. Sonra, bu yaman "komünist tevkifatları"nın arslan ajanlar, mâsum işçilerle birlikte, polis birinci şubesinde epey "müthiş" sorgu sualden geçirilip, bir karanlık saatte, polis müdürlüğünün arka kapısından: "defolun!" diye sokağa (işçi sınıfı içinde) fırlatıldılar.
İt ürüdü, Kervan yürüdü.
Türkiye işçi sınıfının partisi, hep "ileriye kaçan" ajan köpekleri, sık sık zararsızlaşırdı.
5- Provokasyon Amacı: İşçi Sınıfını Partisiz Bırakmak
Bu kısa açıklama bize neyi belli ediyor? Şunu: Kışkırtıcı ajan köpeklerin işçi sınıfına saldırışları her zaman, sınıfın en bilinçli, en fedakâr, en yiğit öncülerinin örgütlendiği işçi sınıfı partisine karşı olur. Ağzıyla kuş tutsa, partisiz bir sınıf her zaman torbada kekliktir. Yapılan saldırı parti ortada görünmüyorsa; işçi sınıfı partisinin olamıyacağı, hiç değilse "henüz zamanı gelmediği" yâvesini işler. Parti, bu havlayışları kısa kesmek için yeni aşamasına davrandı mı, "herkesten önce" bir provokasyon örgütü öne sürmeye girişir.
Sosyalizm düşmanları için başka her şey mübahtır: "solculuk"ta, "sosyalistlik"te, "komünistlik"te en aşırıca ajitasyon ve propaganda edilebilir. Yeter ki işçi sınıfı partisi bozulsun. Çelik, çekirdeksiz "sosyalizm"ler, nasıl olsa örgütlü gericilik tarafından bozguna uğratılır. Burjuvazi bilinçli ve örgütlüdür ya...
6 - Minarenin Kılıfı ve Sıçan Aklı
Kendilerini ilkin 50 yıl önce çıkmış ilk Aydınlık dergisinin oldu bittiyle "mirasçısı" pozunda gösterebileceklerini uman "neydikleri belirsiz" kişiler, düşüncemizi ve yazımızı almak için bize çok alçak gönüllüce başvurdulardı. Kendilerine yayının ancak örgüt ıçin bir duvarcı sicimi olabileceğini anlattık. O şartla yazı verdik.
Onlar çok geçmeden açıkgözlüğe başladılar: Yazdıklanmızda yeni bir öneri görünce, çıkacak dergide o öneri yerine, aynı düşünceyi sulandırarak, ilkin "kendi buluşları" imiş gibi öne sürdüler. Bir iki sayı sonra yayınlanan yazılarımızın aslı okurlara, o keskin sosyalistlerin "buluştarını" taklit eden bir geç kalmış düşünce imiş gibi sunuldu. "proleter sosyalizmi" ile "burjuva sosyalizmi" deyimlerimizin başına getirilenler gibi... Kalpazanlık mıydı bu, yoksa toyca kurnazlık mı?
Biz, tükenmez iyi dileğimizle, o turfanda "sosyalist" beyciklerin, Tefeci Bezirgân artığı küçük burjuvalıklarına verdik. Düzelirler umudu ile görmezlikten geldik. Oysa onlar atı alınca Üsküdar'ı geçecek harâmilikteymişler. Sosyalist ortamda "Bilimsel" logorre'lerini (söz ishallerini) akıllarınca geçer akça kılar kılmaz asıl içyüzlerini açığa vurdular. Türkiye'de "işçi sınıfı partisi'nin objektif ve sübjektif şartlarının yetersiz olduğu" iddiasına sıçradılar.
O zaman aldı bizi bir düşünce. "Karaman'ın koyunu, sonradan çıkmıştı oyunu!" Tıpkı polis ajanlarının işçi sınıfı partisini baltalama taktiklerine pek benziyordu bu "şartların yetersizliği teorisi". Ne yapıyorsıınuz deyince, yetersizlik yazısını kendi dergilerindeki "özgürlüğe" atfettiler. Ama, yalanlamadılar da. Minareyi çalanlar, kılıfını hazırlamışlar demekti. Sıçan tırtıkçılığı ile vakit kazanacaklardı. Hele boylarını göstersinlerdi.
7 - Suçüstü Yakalanış
Sonradan Ak-Aydınlıkçı olacaklar, meşru savunma durumuna itilmiş arkadaşlarının eylemlerini "anarşistlik" ilân etmekte, bezirgân parti liderleriyle aynı zamana ve ayna kaba yellendiler. O yüzden eylemciler ile "sosyalizmin bilimi"ni yazar geçinenler arasında çıngar koptu. Ak-Aydınlıkçı'lar kendilerini "Proleteleter Devrimci" ilân eder etmez, ansızın herkesten daha "keskin sosyalist" görünmenin yolunu "Mao-Mao"culukta buldular. Ve dün "eleştirdikleri" eylemcilerin "silâhlı halk savaşı" parolasını şiddetle (ama kaloriferli apartmanlarında) döktürdüler: Onlar mı eylem düşmanı?
Az önceki "bilimsel" perhizlerini, şimdi Mao-Mao'culuk turşusu ile keskince bozmuşlardı. "Tarihsel Maddecilik Yayınları"nın son üç kitabı çıkınca, tatar ağaları geç kaldıklarını anladılar. Bu yol "işçi sınıfı partisi"ni herkesten önce kendilerinin girişiminde kurmak sevdasıyla "Sosyalist Kurultay" çağrısına ılgar ettiler. Ve bir yol daha metotlarına sâdık kaldılar. Kaç yıl önce "Sosyalist" gazetesinde çıkmış "Sosyalistler Konferansı" çağrısını ağızlarında, hiç anmaksızın, soysuzlaştırma çabasına daldılar.
Yaşları benzemesin, Dünya'da ve Türkiye'de işçi sınıfı partisi'ni önce baltalama, sonra ele geçirme yolundaki casus taktiği ve provokasyonu ile iyice paralele düştüklerini, ve "Cesaret arz ederken, sirkatlerini söylediklerini" anlamadılar. Suçüstü yakalandılar.
CİA SOSYALİZMİ
TARİH KALPAZANLARI
9 Mart 1971
Ak-Aydınlık, onu yanlışlıkla okuyacak olan her delikanlıyı, "Hanyayı Konyayı bilmez" enayi yerine koyarak şöyle diyor:
"Proletaryanın devrim hedefine yönelmeyen bir tarih tezi, proletaryanın bilimi değildir."
Söz konusu Tarih Tezi'nin özü "Antika Tarih"in gidiş kanunudur. Bu kanuna göre sınıflı toplum (yâni medeniyet - uygarlık) insanlığı na zaman bir çıkmaza soktuysa, o zaman barbarlık (yâni sınıfsız toplum, ilkel sosyalizm) kılıcını çekmiş, Gordios'un kör düğümünü kesmiştir. Bu Tez'de "proletaryanın Devrim hedefine yönelmeyen" ne var?
Anlatılan açıktır. Sosyalizm, toplu yaşamak zorunda olan insanlığın öyle güçlü bir eğilimidir ki, en ilkel (tarihöncesi) biçimi ile dahi, yedi bin yıl toplumu yokolmaktan kurtarabilmiştir. Modern işçi sınıfı gibi bir devrimci sosyal sınıfın bulunmadığı antik medeniyetler boyunca, barbarlığın ikide bir yarattığı rönesanslar (dirilişler), gerçekte (ilkel bile olsa) gene sosyalizm'in eseridir. Modern işçi sınıfının sosyalizmi ile ilkel sosyalizm arasında, medeniyet tarihçilerinin uydurdukları uçurum üzerinde insancıl bir köprü vardır.
Sosyalist beycikler, bu Tez'de ve yığınla aydınlatıcı başka sonuçlarında, "proletaryanın devrim hedefine" yönelmemiş hangi noktayı görüyorlar? Bunu anlamış ve anlatmış değiller. Ancak kırk yıl işlenmiş bir araştırmayı, bir kaç saatlik üstün körü ve kuyruk acılı okumayla, bir vuruşta yere sermek sevdasındalar. O yüzden, Tez'in bütünlüğü içinde değerlenebilecek bir kaç satırının önünü sonunu makaslıyarak, Tez'in aslını bilmeyen bir kaç çocuğu kandırmaya yeğkiniyorlar.
KARA CÜMLESİ EKSİK SOSYAL CANBAZLIKLAR
Tabiî her sosyal tez gibi, söz konusu Tarih Tezi de, "kürsü sosyalisti" Beyciklerin sandıkları gibi, yahut göstermeye çabaladıkları gibi bilim için bilim yapma hevesinden doğmadı. Doğulu toplumlardaki sosyal sınıf savaşlarının batıdakilere göre çok daha karmaşık oluşu yüzünden yapılmış kırk yıllık teorik -pratik savaşların bır sonucuydu. İster istemez o çok özellikli savaşların anlamları ve gelişmeleri üzerinde uygulamalara yankılar verecekti.
Ak-Aydınlıkçı sosyalist beğciklerimizi de en çok üzen şey bu uygulamalar olmuş. Uygulamalardan birisi Tarih Tezi'nin Osmanlı tarihinde ıspatlanışıdır. Buna öyle içerlemişler ki, her kızdıklarına akrep kuyrukları ile sokmaya çalıştıkları, o yaman "revizyonizm"lerini nasıl kullanacaklarını bilemiyorlar. Şöyle "bilgincil" sözler kekeliyorlar:
"Kıvılcımlı'nın tahlilinde, tarih içinde toplumun geçirdiği sarsıntılar, bir ileri aşamaya atılıştan hep kulak arkası edilmektedir."
"Eş mâna?" Ne demek istedikleri anlaşıldı mı? Yüksek öğretimde bu denli "kara cümlesi eksiklik" olmamalı: Belki bir kaleme alış veya düzeltim yanlışıdır. Geçelim. Asıl okuyacak olana Tarih Tez'inden iki fâre yakalayıp sunuyorlar:
1 - Osmanlılığın "kuruluş" problemi;
2 - O problem yüzünden tarihi "dümdüz", "metafizik" görüş..
Ak-Aydınlıkçı sosyalizm arslanları, bu iki iddialarını tutturabilmek için "dümdüz" yalanlar uydurup, hiç bir metin vermeksizin inanılmaz "canbazlıklara" girişiyorlar. Sırasıyla görelim.
Osmanlılık üzerinde, Tarih Tezi'nin açık metinleri yerine, cici sosyalizmin şu iki makyajlı genelev sermayesi müşteriye sunuluyor:
"Kıvılcımlı, Osmanlı Devletinin kabile demokrasisi gelenek ve görenekleri üzerine kurulduğunu söylüyor. Tam tersine, Osmanlı Devletinin kurulması kabile demokrasisinin yıkılması ve yerini feodal bir devletin alması olayıdır."
Kıvılcımlı'nın böyle bir cümlesi yok. Cici sosyalizm Beyciklerinin "bilimsel" kafacıkları öyle yakıştırmış. Sonra dönüp o bayağı yakıştırma üzerine Kıvılcımlı'yı arkadan vuracaklar. Böyle uydurma lâfla adam kandırmak arslanlık değil, sosyalizm kediliği bile değil, tam müflüs küçükburjuva kalpazanlığını ve burjuva düşünce vurgunculuğunu maskeleyen sosyalizm çakallığıdır. Nasıl mı? Belirtelim.
Metafizik Kaşığı İle Skolastik Pisliği Yeyiş
Tarih Tezi, Osmanlılığın, kabile demokrasisi "üzerine" değil, kabile demokrasisinden kaynak almış vurucu güç "tarafından" kurulduğunu görür. Osmanlılık kabile demokrasisi "üzerine kuruldu" denilirse: Osmanlılık yaşadıkça, hep kabile demokrasisi üzerine dayandı, demek olur ki, gerçeğe aykırı düşülür. Çünkü "Osmanlı Devleti kurul"dukça elbet "kabile demokrasisi yıkılmış"tır.
Kabile demokrasisi hem kendisi yıkılıyor, hem Devleti kuruyor, bu nasıl olur denecek? Bu "çelişkidir" denecek. Tamam; biz de onu söylüyoruz. Eğer bu söylediğimiz, kendi aklımızdan uydurulmuş bir çelişki olsaydı, elbet "saçma" olurdu. Ne var ki, Osmanlı Tarihinin som gerçekliği o çelişkinin zenbereği ile kurulmuştur. Yâni, İslâm ve Bizans derebeyilik devletlerini yıkan da, Osmanlı Devletini kuran da aynı zamanda, aynı ilkel sosyalizm ilişkilerini yaşatan "kabile demokrasisi"nin ilk Osmanlı ilblerine (gaazilerine, şövalyelerine) verdiği güçtür.
İlk Osmanlılar Bizans tekfurları, yahut Selçuk Sultanları gibi derebeğileşmiş bulunsa idiler, fethettikleri yerlerde Dirlik Düzeni denilen köklü toprak reformunu ve tarihsel devrimi yapamazlardı. O zaman toprak köleliğinden "Çiftçi" durumuna geçmek isteyen ezik köylüye halk yığınlarınca kucak açılarak karşılanmazlardı. Dolayısı ile Osmanlı Fütuhatı, saman alevi gibi, üç kıtayı çarçabuk saramazdı. Osmanlı Devleti 600 yıl yaşıyamazdı. Bütün o zincirleme tarih olayları en kör gözün bile görmezlikten gelemiyeceği gerçekliklerdir. Hacıağa yahut Finans-Kapital veletlerinin paşa keyiflerince uyduracakları sosyalizm kalpazanlığı ile görmezlikten gelinemezdi.
Buna karşılık, o tarihsel devrim prosesinin vurucu gücü olan ilkel sosyalizm (Ak-Aydınlık Beyciklerinin sevdikleri deyimle: "Kabile demokrasisi") Osmanlı Devletini kurarken, kendi kan örgütlerinin yıkılışını getirmedi mi? Getirdi. Devleti kuran güç yıkılır: Bu canlı, gerçek çelişkiyi namusluca kavramak için, üç buçuk skolastik kürsü döküntüsü cici sosyalistin üç buçuk yılda "diyalektik maddeciliği" ezberleyip metafızik beyinsizliğe soysuzlaştırması yetmez. Diyalektik, ezberlenecek bir CİA Sosyalizminin dogm'u değildir. Tarih içinde canını dişine takıp dövüşenlerin, adım adım uygulayabilecekleri bir metot ve mantık işidir.
Sosyalizm Çakallarının Vakıfa Pevlemeleri
Cici Sosyalizm çakalları, onları belki adam olurlar sanmış olan Türkiye işçi sınıfı savaşçılarının ayak izlerini koklaya koklaya "pev-"lemekle, bozgunculuk yaratabileceklerini mi umuyorlar. Boşuna çaba. Onu, kendilerinden çok daha aktif küçükburjuva şarlatan devrim yobazları bile yapamadılar. Osmanlı Tarihi, öyle Marksizm softalığının tekerlemesi gibi "kabile demokrasisinin yıkılması ve yerini feodal devletin alması" biçiminde olmadı. Bu, eski sapık sosyalizm şarlatanlığı Tortskizmin, aşın ve keskin "permanan devrim" gevezeliği ile Leninizmi mat etmiye kalkışmış yenik formülünü tarih alanına yakıştırıvermek olurdu. Tortskizm de, olmaz maskara küçükburjuva bensizliği ile, tarihin basamaklarını "düz" ve "yatınkat" edebiyat mantığı ile atlamak için şöyle demişti:
"Çarlığın yıkılması ve yerini proleterya devletinin alması"
Bu formül, sürü sürü zıpçıktı aydın sosyalistin ve gizli açık provakatörün ağzının suyunu akıtmış, suyu bulandırmıştı. Tarih öyle yürümedi Çarlık yıkıldı. Onun yerine burjuva iktidarı Kerenski'leri kullandı. Sonra onu işçi-köylü iktidarı kovaladı. Proletarya demokrasisi gene köylü yığınlarıyla sosyalizme geçişi sağladı.
Tarih ileriye gidiş gibi geriye gidişinde de,hangi basamakları aştı ise, onları olmamış saymak neyi değiştirir? Osmanlı Tarihi, "kabile demokrasisi" yıkılır yıkılmaz "feodal bir devlet" biçimine girmedi. Tarihin belirli çağı üzerinde yapılmış bir kesitle, tarihin bütün gelişimi üzerine genelleme yargı yürütmek: 19.'cu yüzyıl ortalarına dek az çok mâzur görülebilecek burjuva metafizik mantığını vé metodunu kullannıak demektir.
Ak-Aydınlıkçı beycikler, kendilerine sakınmaları için kaç yol açıklama yaptığımız bir çukura düştüler. Burjuva profesörlerinin sempozyumundaki metafizik "Osmanlı feodatitesi" tekerlemelerini sözde bize gönderip eleştirimizi alacaklar ve hepsini birden basacaklardı. Bir daha sözlerinde durmadılar. Burjuva tarih tezini mal bulunmuş mağribî gibi yayınladılar. Şimdi düştükleri skolastikle, kendi kafalarını da çorba ederek cezalandırdılar.
Söz konusu Tarih Tezi, Osmanlı toplumunun toprak temelinde derebeyleşmeyi azıttıran kesim (mukataa) düzeninden önce, ilk yüzyıl boyu sürmüş, ikinci yüzyıla doğru Mehmet Fâtih olmadan yeni bir dirilişe uğratılmış bir dirlik düzeni yaşandığını açıklamıştır. Ak-Aydınlıkçı cici beycikler o yüzyıl boyu yaşanmış ve "Mirî Toprak" rejimiyle tâ Tanzimat'a dek kalıntılarını zaman zaman teptirmiş bulunan Dirlik Düzeni'ni niçin atlıyorlar. Akıllarınca Tarih Tezi'ni yalan dolanla çürütmek için.
Tarihin Gelişimini "dümdüz" Eden Kim?
Bir tezi çürütmek için, ilkin onun özünü namusluca, hiçbir tahrife girişmeden olduğu gibi koymak, sonra yanlışlığını gerçek olayların ışığında açıklamak gerekir. Cici sosyalist beycikler unun tam tersine kalkışıyorlar. Tez üzerine kendi uydurdukları yalanlara dayanıp, bılmeyenleri aldatacak şöyle sövgüler havlıyorlar:
"Kıvılcımlı'nın Tarih Tezi Marksist bir tarih kavrayışından uzaklaşmakta, sonuç olarak tarihi dümdüz bir gelişme olarak gören metafizik bir tez olmaktadır."
Evet. Bunu yazabiliyor. Sözcüklerin, anlam namusu tanımıyan dillere isyan edemiyeceklerini bilen cici sosyalistlerimiz hep öyle kelimelerin ırzına geçmekle, kendi namuslarını lekelediklerini kavrayamıyorlar. Yukarıda, Osmanlı tarihinde burjuva bilginlerinin ve Ak-Aydınlıkçı çömezlerinin nasıl "metafizik" mantıklarına kurban gittiklerine değdik. Ak- Aydınlık beyciklerinin en bukalemunu olan D.P.'ye(Demokrat Parti'ye değil, onun ilk faşist komandolanndan keskin Sosyalizme fırlamış Bay D.P.'ye*) yanımıza her sokuluşunda en az birkaç öğün söylediğimiz söz hep "tarihi dümdüz bir gelişme" saymaktan çekinmesi idi. Şimdi sıra onlara gelmiş.. Onlar bizi "dümdüz gelişme" ile suçluyorlar!
Ne var ki, Tarih Tezi yıllar yılıdır yazılı ve basılı olarak ortada duruyor. Acep Ak-Aydınlık beycikleri Tez'e "tükaka" demekle kimsenin okumayacağını, hele anlıyamayacağını mı sanmışlar? Tarih Tezi, Osmanlılığın ilkel sosyalizmden sınıflı topluma ve en sonra derebeyleşmeye geçişindeki basamakları, en somut örneği ile 300-400 yıl önce yazılmış Osmanlı Tarih'lerinden alıp açıklamıştır. Örnek, Hacı Halife (G.1058, İ. D.1647) ile Naimâ (G.1121,) İ. D.1708) nin tarih felsefelerinden özetlenmiştir.
"Tarih-Devrim-Sosyalizm" kitabında, ilkel sosyalizmden medeniyete geçiş, olağanüstü duru gerçeklikte beş "Tavır" (Aşama) olarak özetlenir:
1. Tavr'ı Evvel:
"Doğuş sıralarında devletin "sahibi" vardır. "YOLDAŞ ve GÖZCÜ" demek olan sahibidir o... Sahip sözcüğünün ilk anlamından kayışı, gittikçe ZIT anlama gelişi: Toplumun özellikle toprak münasebetlerindeki soysuzlaşma, DEREBEYLEŞME gidişi ile geçirdiği değişikliklere ayna olur." (Tarih-Devıim-Sosyalizm,1965, s.l63)
Bu açıklama nedir? Tarihin "dümdüz-metafizik" değil, diyalektik bir gelişimle "zıt" (çelişik) gidiş gösterdiğine belgedir. Ve bütün ondan sonraki dört "Tavır" (Aşama) böyle diyalektik ilişki-çelişkilerle Derebeyleşmeye doğru basamak basamak atlayıp geçer.
Derebeyliğe Uzanan Dört Aşama
2. Tavr'ı Sânı:
"İlk barbarın ülkücü karakteri aşınmıya başlar. Toplumda o zamana kadar ki KAN teşkilâtı yerine, SINIFLAR ve SINIF dövüşü geçince; artık, içerideki gerginliği dengeleştirecek eski herşeyde ORTAKLIK: Müşareket prensibini güden GELENEK ve GÖRENEK'ler YASAK edilecektir." (a.y., s.165)
"KANDAŞLIK bağları yerine KUL, AĞA, KÖLE ve EFENDİ münasebetlerini geçirmek kolay edinilir bir bilim değildi. O hinoğluhinliği başka kimse çakmadan öğrenen açıkgöz, eski KAN düzenli EŞIT ve KANDAŞ toplumu ancak atlatabilir." (T.D.S., s.l67)
Her düşünce dolandırıcısı olmayan için besbelli olduğu gibi: "EŞİT KANDAŞLIĞI... YASAK" etmekle, onun "GELENEK-GÖRENEK"lerini "YOK" etmek arasında uçurumlar vardır. Toplum bu uçurumlu aşamaları atlaya atlaya en son konağı olan DEREBEĞİLEŞME'ye varacaktır. İlgilenenler ayrıntılarını yerinde okur. Son üç aşama için birkaç söz:
3- Tavr'ı Sâlis:
"Bezirgân Medeniyetin yükselişi", "sosyal ve ekonomik gelişim devridir." (T.D.S., s.171)
Demek Toplum, üçüncü aşamasında bile, henüz derebeyleşme arteryo-sklerozu'na girmemiştir. Gerilemez, ilerler.
4- Tavr'ı Râbi:
"Bezirgân medeniyetinin durması", "eski, nispeten namuslu, azçok idealist devlet adamları ortadan kalkmış"tır. "Teâtı'i İrtişâ" (rüşvet alışverişi) ve "Mala meyilli Ricâl'i Mutlaka" (özel mülkiyet eğilimli müstebit devlet adamları) türemiştir. (T.D.S., s.172)
Demek Toplum ancak dördüncü aşamasında derebeyileşmeye başlamıştır. Henüz gerilemez ise de ilerliyemez de.
5- Tavr'ı Hâmis:
"Bezirgân medeniyetinin çökmesi" (T.D.S., s. 173.) "temeli: Bezirgân - derebeyi fârelerince aşınmış bir toplumun öteki bütün siyasi, hukuki, ahlâki, felsefi, dini ve ilh. ÜSTYAPISINDA iler tutar yer kalamaz."
"Artık boğuşma üst tabakaları sarmıştır. HARP önlenemez, sürer. İSTİKRAZ yetmez, arttırılır. DEREBEYİCE ödünç almalarla MÜSADERE'ler: Çapulu zenginler katına doğru çıkarır. Onlar, çalışan fakir halk gibi kaderlerine küsmezler. Birbirlerine düşerler. Yahut, Osmanlı usulü: KOYU DİNDARLIK ayranları kabarır. Kimi "HACILIĞA", kimi Mısır'a çil yavrusu gibi kaçışırlar. "Ve son VURUŞU yapacak BARBAR, toplumun altlı, üstlü bütün sınıflarınca, kurtarıcı gibi beklenir." (T.D.S.,
s.174)
Bizim cici sosyalist kılkuyruklar, bunları okumamış mıdırlar? Tarih Tezi, antika tarihi böyle batıp çıkan sonsuz çelişkileri içinde buluyor: Beyciklerin, yayınladıkları burjuva feodolizm anlayışının skolastik batağından burunlarını çıkarıp Tarih Tezi'ni dümdüz bir gelişme, metafizik bir tez olarak ilân etmeleri neye benzer? Onlardan daha özürlü olan isterik salon kokotunun, kendi pisliğini levantalarla örtmesine... Yahut, onlardan daha haklı olan sokak fâhişesinin, aşağılık kompleksi ile, bütün komşu kadınların namuslarından şüpheyle konuşmasına, ve herkese pislik atmasına... Kadıncıklar mecbur. Bu beycikleri yalana, dolana, namussuzluğa zorlıyan yok, sanırız.
(*) Doğu Perinçek. Yayıncının notu.
YENİ AŞAMADA AYNI PAROLA: PROLETARYA PARTİSİ
9 Mart 1971
Son aylarda girişilen eylemler, dört Amerikalı olayı ile yeni bir aşamaya ulaşmıştır Finans-Kapital, gençliğe karşı kanlı ve zâlim saldırıları ile bu aşamayı hazırlamış, kışkırtmış ve hızlandırmış bulunuyor.
Varılan bu noktada meseleyi çok yanlı olarak ele almak gerekmektedir. Amerikalıların kaçırılma olayında yayınlanan "Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu" imzalı bildirinin sahipleri, söz konusu eylemlerden bazılarını kendilerinin düzenlediklerini belirterek, olayların sorumluluğunu üstlendiler.
Eğer bildiriyi yayınlayan örgütün liderleri gazetelerde isimleri zikredilen ve aranmakta olan kimseler ise, uzun yıllar eylem içinde tanıdığımız bu kişilerin sonuna kadar namuslu, yürekli ve inanmış kimseler olduklarını söylemeliyiz. Aranmakta olan gençler, önce TİP'te, daha sonra gençlık örgütlerinde fedakarca mücadele etmiş, kimisi millî kurtuluş hareketlerinde düşman mermisi altında aylarca dövüşmüş, kimisi Türkiye'de Finans-Kapital'in her, türlü baskı ve işkencesine göğüs germiş kişilerdir. Haklarında "vur" emriyle aranan gençler burada belirtmeye gerek görmediğimiz sayısız durumlarda, işkenceye tahammül, eylemde cesaret, mertlik v.b. bakımından çeşitlı sınavlardan başarı ile geçmişlerdir. Bu arkadaşların namuslu ve yiğit kişiler olduklarını hiç kimseyle tartışmayız.
SOSYAL DEVRİM PROBLEMİ
Bilimcil sosyalizme göre: Sosyal devrim, modern tuplumda tümüyle bütün millet katlarını sarmış bir bunalımın ürünüdür. Ne bir zümrenin ne bir sosyal sınıfın, ne de hatta bir çok sosyal sınıfların teker teker veya birkaçı birleşerek yapabilecekleri işlem ve eylem değildir.
Ancak çağımızda, kapitalizmin genel bunalımlar aşamasını yaşıyoruz. Kimi yerde, kimi şartlar altında, o kan ve irinle şişmiş emperyalist kan çıbanının incelen pis zorbalık kabuğuna en ufak bir iğnenin batırılması, çıbanın patlamasını ve akmak için basıncı, ateşi yükselten İrinin boşalmasını sağlayabilir. Daha doğrusu yer yer sağlayıp duruyor.
Gençliğimizin coşkun eylemcileri, besbelli, ne denli azlık ulurlarsa olsurlar, kokuşmuş Finans-Kapital tahakkümü çıbanına batıp onu delmek, insanlarımızı vurgundan, ezgiden kurtarmak için çelik bir iğne olmak girişimindedirler. Dünyanın çeşitli geri ve hatta ileri ülkelerinde bu gibi girişimler için her gün yeni yeni örnekler, uygulamalar patlak veriyor.
SİLÂHLI PROPAGANDA
Özellikle Latin Amerika'da geliştirilen silâhlı propaganda metodu, işçi sınıfı içinde kök salmış bir Marksist-Lenininst parti olmaksızın, bir grup devrimcinin silâhlı mücadeleye geçmesi şeklinde ortaya çıktı. Silâhlı propaganda çoğu kez şehir veya kır gerillası halinde somutlaştı.
"Gerilla savaşı", "çete harbi", "partizan hareketi" vb. adlarını alır. Şüphesiz, her ülkenin kendi sınıf yapısına ve devrim koşullarına göre değişir. Ülkedeki Marksist-Leninist parti gerilla mücadelesine karar verebilir. Mao'nun kır gerillası ya da İkinci Dünya Savaşı'nda Fransız Komünist Partisi tarafından önerilen ve patriotlar aracılığı ile yürütülen "maquis" adlı çete savaşı eylemleri buna örnektir.
Kır Gerilla Fokosu: Bir gerilla fokosunun (ocağının) belirli bir bölgede feodallere, hükûmet kuvvetlerine karşı silâhlı mücadeleye girişmesidir. Foko şeklinde başlayan gerilla mücadelesinin zamanla bir halk savaşına dönüşeceği, o fokonun ise bu süre içinde oluşacak halk ordusunun çekirdeği olduğu yer yer taktikleştirildi hatta teorileştirildi.
Regis Debray tarafından ortaya atılan bu tezin pratikteki geçersizliği kimi uygulamalardan sonra bizzat Debray tarafından teslim edildi.
Şehir Gerillası: Geçmişte örnekleri görülen ve çoğunlukla kentlerde çalışan yeraltı direnme örgütlerinin çalışma biçïmlerinin günümüzde aldığı yeni biçimdir. Özellikle Lâtin Amerika'da, foko tarzında yürütülen kır gerillası başarıya ulaşmayınca, gerillalar çalışmalarını kırlardan şehirlere kaydırmışlardır. Ve bu yoldan geçerek, silâhlı propagandayı yürüterek, halk savaşına ulaşmak amacını gütmektedirler.
Biliyoruz ki, Lenin'in devrimci teoriye en büyük katkılarından biri parti konusudur. Bu nedenle, Leninist bir biçimde örgütlenmemiş, işçi sınıfının içine derin kökler salarak, gerçekten de işçi sınıfının yüksek çıkarlarını demokratik merkeziyetçi bir işleyişle temsil eden bir önder örgüt olmadan girişilecek her mücadele, işçi sınıfindan uzak ve ayrı kalabilir. Kitle içinde propaganda çalışmasının silâhlı yolla yapılıp yapılmayacağına, yapılacaksa bunun zamanına ait kararı da ancak böyle bir parti koordine edebilir.
Babil artığı tefeci-bezirgan zümreden küçük burjuvaziye sızan sayısız hastalıklar sol kamp içinde yıllardır kendini göstermektedir.
Solda kışkırtılan keşmekeş, birçok yiğit genci bu yola sürüklemiştir. Bu arkadaşlar, başka ülkelerde izlenen yolları uygulamak yoluna gitmişlerdir. Bugüne dek birçok revizyonist ve karyerist sosyalizm bezirgânı tarafından aldatılan gençlerden bir kısmı çıkar yol olarak silâhlı propagandayı seçmişlerdir. Bu nedenle, girişilen bu tutumun sosyal nedeni Finans-Kapital ve Hacıağa zorbalığı ise, politik nedeni ve suçluları sözkonusu karyerist - oportünist, kaşarlanmış kliklerdir. Ayrıca "hemen silâhlı mücadele" çığlıkları atan veya bu eylemleri şak şak tutan ne idüğü belirsiz salon sosyalistleri de gençlerin devrimci heyecanını sömürmektedirler.
İçinde bulunduğumuz kargaşada böyle durumlar olacaktır. Ayrıca CİA da şu ya da bu şekilde bu veya benzeri durumları teşvik edecektir.
İşçi sınıfının devrimcilerine düşen görev nedir? T.İ.P. yönetici oportünizmine, şu ya da bu revizyonist - karyerist kliğe bakarak, küçük burjuva dalkavukluğundan midesi bulunan gençliği her şeyden önce anlamaktır. Ondan sonra serin kanlıca Marksist - Leninist yolu gerçekleştirmek görevimizdir. Marksist - Leninist yol işçi sınıfı içinde yeşerip, büyüyecek, güçlenecek sapmasız alternatiftir. İşçi sınıfı sosyalizmi, bütün halk yığınlarının modern önderi olan işçi sınıfına dayanabildiği ölçüde tutarlı ve güçlü olur.
Proletarya devrimcileri, sağlı, sollu sapmalara karşı, gerçek alternatifı, yani Marksist - Leninist yolu yaratabildiği ölçüde başarı kazanır.
Bu başarının birinci şartı ise, çelik disiplinli PROLETARYA PARTİSİ'ni yeni aşamada reorganize etmek yani geçmişin kazançlarını geliştirerek yeniden örgütlenmektir.
ORDU KILICINI ATTI!..
16 Mart 1971
13.3.1971 İZMİR
Beklenen oldu. Ordu bir yol daha politikaya el koydu.
Öteden beri maval gibi okunan bir martaval vardır: "Asker siyasetle uğraşmaz!"
Önce neden uğraşmaz? Yasaktır da ondan. Kim koymuştur bu siyaset yasağını? Hiç kimse orasını düşünmez. Önüne gelen, antika felsefenin mutlak hakikat tekerlemesi gibi, "aklın son kertesi odur" gibilerden bir çalımla tekerler durur: "Asker siyasetle uğraşmamalı. Memur da siyasetle uğraşmamalı."
Ya neyle uğraşmalı? Devletin tepesine iki buçuk Finans - Kapital göbeklisi, yahut beş on Tefeci - Bezirgan veledi oturtacaksın. Onlar yanılmaz papa hazretleri çalımı ile tepeden buyuracaklar Altlarına dizilmiş milyonla asker ve memur: Ne ferman edilirse hiç düşünmeksizin, "Homongolos" dedikleri makina makina adamlar gibi uygulıyacaklar.
"Asker-memur siyasetle uğraşmaz" tekerlemesinin altında yatan asıl maskeli suikast budur: Biraz okur yazarlık öğretip hanyayı konyayı anlayabilecek gibi olan halk çocuklarını: Ya asker ocağına, ya memur loncasına sokarsın. Alınlarına da, Hindistan paryalanna yakıştırılmış bir sözde "dokunulmazlık" damgası vurursun. Topunu birden: "siyaset dışı" yalanı altında "toplum dışı" yani "insanlık dışı" bırakırsın.
Maksadın nedir? Milyonlarca aydın kişiyi politika bilmez, Toplum yabancısı, insan ötesi bir uslu halk düşmanları kalabalığı haline getirmektir. Öyle yüzbinlercesi "bilgi" deyince burjuva politikasının en domuzu ile şartlandırılmış, hepsi tepeden tırnağa dek örgütlü ve silâhlı kişiler kastını, Hınt Kastları gibi kimi ayrıcalıklarla imtiyazlarla millet dışında, halka karşı dondurup otomatlaştırmaktır. En sonunda o yaldızlı otomatları, tepedeki bir avuç modern ve antika Mehrâce'nın (Finans - Kapital beyleri ile Tefeci - Bezirgân ağaların) emrinde körü körüne kesen bir kapıkulu makinası olarak kullanmaktır. En alttaki yığınlar katırına sömürülecektir.
Bu körkörüne parmağım gözüne basitliği ve bayağılığı apaçık olan kahredici sınıflar savaşı oyunu, bu gün artık Himalaya ve Hindikuş dağlarıyla binlerce yıldır geri kalan dünyadan tecrit edilmiş Hindistanda bile sökmez hale gelmiştir. Biripek sâri'li Bayan İndira Gandi bile; Başbakan olunca bunun böyle gidemiyeceğini anlamış, Antika Tefeci - Bezirgan putları Mehraceleri kaldırmıya, modern Finans - Kapital kalesi bankaları millileştirmiye girişmiştir.
Ya Türkiye'de? Mehrace sultan-halife 50 yıldır kalkmış: Ama onun Tefeci - Bezirgân ekonomi ve sınıf temeli, bütün dişleri tırnaklariyle "Kasaba" denilen ilçe ve il yuvalarından yurdu örümcek ağlarıyla sarmış, köylümüzün ve halkımızın kanını emiyor. Yabancı Finans Kapital tahakkümü Kuvayi - Milliye Savaşı ile kaldırılmış. Ama, "kimse" farkına varmadan Yerli - Finans - Kapital ülkemizin tepesine çöreklenmiş.
Oradan, tepeden, bütün basını, yayını, radyoları, okulları, üniversiteleri, kışlaları ile (memurları nasıl olsa "Personel Kanunu" gibi yem borularıyla tuşa getirmiş), asıl korkunç olan Silahlı Kuvvetlere doğru bangır bangır mıyersma saçıyor: "Asker Siyasetle uğraşmasın"... Ya kim uğraşsın "efendi hazretleri" Sen 500 parababası ile 2000 hacıağa perde ardından orduyu gerek millet, gerek vatan, gerekse çalışan halk yığınları aleyhine kullanacaksın. Hem de en iki yüzlüce (Ekonomiyi Ortak Pazara, Politikayı NATO'ya, Ordu'yu Amerikan Generali Başkumandana) teslim ederken "vatan, millet, sakarya" nutukları atarak soygununu ve ihanetini rahat rahat, "huzur" içinde sürdüreceksin. Onun için: "asker siyasetle uğraşmıyacak"ta, köpeksiz köyde sen değneksiz gezeceksin.
Yutar mı bunu "asker"? Eğer Ordu kadrosu İngiltere'de olduğu gibi antika hacıağa (Lord) çocukları, Fransa'da olduğu gibi modern işveren (Burjuva) çocukları tekelinde olsaydı, belki seninle her kumpası saman altından yürüterek: "siyasetle uğraşmaz" maskesini takabilirdi. Türkiye Silâhlı Kuvvetlerinin büyük çoğunluk kadrosu "subay oluncaya dek yamasız pabuç giymemiş" HALK ÇOCUKLARIdır.
Bu gerçeklik oportadaydı. Kimi kendilerini "keskin marksist" sanan sosyalist beycikler, devlet üzerine bilimcil sosyalizmin alfabetik doğrularını tekerlemekle teoriyi skolastiğe, pratiği beyinsiz işgüzarlığa çevirmek için çok ajitasyon yaptılar. Onların dedikleri uygulanınca: "asker siyasetle uğraşmasın" gerici tezini ters yüz etmek oluyordu. Kendilerini gençlik saydıkları halde ordunun da bir gençliği bulunduğıınu unutturmak, ordu ile gençliğin arasını açmak, en sonunda parababalarının istedikleri biçimde: Orduyu halka karşı çıkarmak oyununa çanak açıyorlardı.
Şimdi ortada bir MUHTIRA var. Bu ordunun en azgın alaturka faşist Finans - Kapital ajanı Demirel kabinesini deviren ULTUMATOMu oldu. Silâhlı Kuvvetler ültimatomu nedir? Bunu, henüz uygulamaya geçilmediği için muhtaranın soyut metninde inceliyebiliriz. Ultimatomun amacı, sarsılmış düzeni istikrarlaştırmak olabilir. Orada söylenenden çok söyletene bakmalı. Söyleten: Ekonomi temelinde onulmaz bunalım çıkmazdır. Eğer o madde ve geçim bunalımı istikrarlaşmazsa (yani hayasız Finans - Kapital çapulu ve Tefeci - Bezirgân soygunu durdurulmazsa) ne faşist ne "demokratik burjuva" çözümlerinin "huzur" getiremeyeceği ortadadır.
O genel gerçeklik ortamında muhtıra ne diyor? Sayın Gen. Kur. Baş. M. . Tağmaç'ın, Pakistan dönüşü üzerine çıkan muhtırada, kimileri bir "Eyüp Han Formülü" arayacaklardır. Biz, kesin kehanet bilmeyiz. Muhtıra'nın birinci maddesi açıklıyor:
"Atatürk'ün bize verdiği hedef" diyor.
Muhtıranın ikinci maddesi:
"Atatürkçü bir görüş" ele alıyor.
Bu iki madde, ordu'nun "Eyüp Han Formülü"nü değil "Mustafa Kemal Formülünü" önerdiğini gösteriyor.
Nedir Mustafa Kemal Formülü? Muhtıra sölüyor: (1 madde).
"Çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak"tır. 50 yıl önce Atatürk için "Çağdaş Uygarlık" genellemesi bir tekti: "Batıcı Kapitalist Uygarlık" 50 yıl sonra bugün, hiç değilse genç Mustafa Kemaller için bir tek değil 2 zıt çağdaş uygarlık önündeyiz:
1 - Ölüm döşeğinde kıvranan Emperyalist Kapitalist çağdaş uygarlık;
2 - Her gün yükselip gelişen gürbüz sosyalist çağdaş uygarlık.
Ordu bunun hangisini Türk Milleti'ne yarar ve yakışır bulacak? Muhtıranın 2. maddesi şöyle bir yargı ile yapılacak işi özetliyor:
"Atatürkçü bir görüşle ve İNKILÂP KANUNLARINI" ele alarak iş yapanlar: METOT bu.
Bu metot neyi anlatıyor? Ordu: Atatürk'ün inkılâpçı yönünü benimsiyor. Bu ordunun 50 yıl öncesindenberi geçen sosyal değişiklikleri hesaba kattığını ve devrim kanunlarını benimsedığini açıklıyor.
Bugün yeryüzünde varolan iki zıt çağdaş uygarlıktan hangisı "İnkılâp Kanunlarını" benimser? Apaçıktır: Sosyalist çağdaş uygarlık inkılapçıdır, devrimcidir.
Ordu muhtırası: "Atütürkçü bir görüşle" "İnkılâp Kanunlarını" benimsediğine göre, dökülen, çöken tekelcı kapitalist çağdaş uygarlığı peşin peşin reddetmiş olmalıdır. Mantık bunu gerektırir.
Ancak, kapitalizm, kendi yıkılışı önünde eli boş durmamıştır. Bütün insanlarımız gibi, en başta asker yurttaşlarımızı da, siyaset dışı bırakmakla, ve sürü sürü yalan dolanla şartlandırmıştır. Demek Silâhlı Kuvetlerimizin, her türlü siyaset yasakçılığına rağmen, ansızın politikanın en büyüğüne elkoyduğu gün, aydınlanması ve halk çocukları olarak bilinçlendirilmesi en ivedili görevlerdendir.
Şimdilik, o anlamda muhtıra yorumlanması yapılabilir. Muhtıranın özünde kısaca iki şık yatıyor:
1- Ordu: Son bir mehil veriyor. "Demokratik kurallar içinde": "Kuvvetli" ve "İnandırıcı" bir hükümet kurulmasını istiyor (Madde: 2).
2 - "Bu husus süratla" gerçekleşmezse, "İdareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır." (Madde: 3). Başka da "Madde" yok.
İkinci şık, hiç değilse yapılacak idare açısından besbelli. Birinci şık, belki de fincancı katırlarını ürkütmemek, alıştırmak içindir. Birinci şık haykıran bir çelişki taşıyor: Ordu kurmazsa, kım kuracak Demokratik - Hükümeti? Muhtıra şöyle diyor (Madde: 2).
"Partiler üstü bir anlayışla MECLİSLERİMİZ" kurmalı.
"Meclislerimiz" kimdir? Partilerin kendileridir önce. Partiler kendi kendilerinin üstüne çıkabilirler mi? Biz ummuyoruz. Ordu umuyor mu? Muhtıranın 1. Maddesi şöyle diyor:
"1- PARLAMENTO ve Hükümet süregelen görüş, tutum ve icrasıyla ülkeyi anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluk içine sokmuş, geleceği ağır bir tehlike içine düşürmüştür."
Bu suçu yalnız "Hükümet" işlememiş, başta "Parlamento" işlemiş gösteriliyor. Frenkçe "Parlamento" sözcüğüne Türkçede "Meclisler" deniyor. Öyleyse aynı Parlamento yahut "Meclislerimiz"den kendi kendini düzeltmesi mi beklenir? Besbelli ki Ordu onu ummuyor. Onun için "süratle" "idareyi üzerine" alacaktır.
Muhtıradan başka anlam çıkmıyor. Hadi hayırlısı.
SUÇLU: AYAĞA KALK!.
16 Mart 1971
Türkiye'nin iki büyük Başkenti: İstanbul ve Ankara'dan, en ücra ve en ucdaki Kırıkhan'a, İslâhiyye'ye dek her yerinde kan dökülüyor. Kan dökenler: FinansKapital parababalarının yönettikleri antika taşra Tefeci-Bezirgân vurguncularıdır. Kanı dökülenler: Türkiye'de insancıl yaşantı özleyen ilericiler, devrimci gençlerdir.
PADİŞAHLIKTAN PAŞALIĞA
Neden? Bunu halk yığınlarımızın öğrenmemeleri için sömürgen üst sınıflar ve onların bezirgân politikacıları ellerinden geleni arkalarına koymuyorlar. Üst sınıtlar bir avuç soyguncudurlar. Ama, Türkiye'nin en muazzam ekonomi gücü olan kapitali (Sermayeyi) ve devleti tekellerinde tutuyorlar. Onun için, yenilmez bir güçmüş gibi görünerek, herkese gözdağı veriyorlar.
Bu açık seçik oyunda en çok aldatılanlar: "cahil halk" değil, ne yazık ki "okur-yazar" geçinen kapıkullarıdır. Bu kapıkullarının en gözde başı İ. İ. Paşa oluyor. Paşa 40 yıldır, kimi iktidarda, kimi muhalefette kaldı. Ama, korkunç devlet kapitalizminin ve devlet kapıkulluğunun vazgeçilmez başı idi. Onun için Türkiye politikasını kimi açıkça, kimi el altından olmak üzere, her zaman "paşa", yahut "paşalar" güttü.
"Paşalık" Türkiye'de bir kanunla Mustafa Kemal'in sağlığında yasak edildi. O antika deyimin yerine her modern ülkede kullanılan general geçirildi. Ama, toplum gerçekliği antikalıktan kurtulmadıkça, onun yaşayan kurumlarına başka ad vermek yeter miydi? Yetmedi. "Paşa" her zaman antika paşa kaldı. Ve halk ta, ortalıkta değişen temelli hiç bir şey göremediği için, tepedeki kapıkullarına "paşam" demekten geri kalmadı.
Antika paşalık ne anlama gelir, biliyoruz. "Paşa" sözcüğünün öztürkçe kökü "beşe"den gelir. "Beşe" bir babahan'ın "büyük oğulu" demektir. Osmanlıda ilk padişahların büyük oğullarına paşa denildi. "Padişah" adlı babahan ölünce, onun yerine paşa oğlu geçmiyecek miydi? O mekanizma ile Türkiye'de padişahlık kalktı, onun yerine hiç sessiz, sedasızca ve kimsenin yadırgamasına yer kalmaksızın paşalık geçiverdi. Antika Tefeci-Bezirgân ekonomi ve sosyal sınıf, Türkiye'nin beşyüz kasabasından beşyüzünde iktidarı elinde tuttukça bunun başka türlü olması olur muydu?
"DEVLETLU" PAŞA HAZRETLERİ
İşte İ. İ. Paşa; O antika toplum yapımızın modern devletçilik biçiminde karar kılmış yapısının en "sarsılmaz" kalıntısıdır. O kalıntıya göre "devlet" başlı başına bir varlıktır. Nereden geldiği bilinmez. Ama, gelmiş. Vardır. Öyleyse toplumun üstünde, sosyal sınıfların üstünde bir varlıktır. "Ülke bütünlüğü" ne ile sağlanır? "Devletle" o öyleyse, dün "saltanatın", bugün "milletin" var olması, devletin var olması demektir. Devlet elden gitti mi, ne "millet" kalır, ne vatan.
Bütün "paşalarımızın" ve paşarikolarımızın ağızlarına bakın. Başlarının içlerine girin. Ruhlarının en loş derinliklerine inin. Yalnız ve ancak o antika felsefeyi bulacaksınız. Bu "felsefe"lerinde çok "samimi" dirler. Yeni deyimle çok "içtenlikli"dirler. Padişah gitmiş paşa kalmıştır. Padişah nasıl devlet kubbesinin köşe taşı idiyse, paşa da tıpkı öyle yalnız devlet'i düşünür. O bir "devletlû" "Devlet kuşu"dur. Devletin tepesine tüner. Ve sırf, başka hiç bir şeye bakmaksızın devlet için öter.
Bu felsefelerinde paşacıklarımızla tartışabilir misiniz? Hayır. Öyle bir şey, koyu müslüman için (Allahın var olup olmadığını tartışmak kadar onulmaz bir "küfür" olur devletin tartışılması.) Bu felsefelerinde paşacıklarımız "popüler"dirlerde: Yani en geniş halk yığınları içinde dahi en yaygın felsefe bu devlet dokunulmazlığı ve tartışılmazliğı pusuya girmiştir.
"DEVLETLU" FELSEFESİNIN KÖKÜ
Bu felsefenin sosyal kökü nereden geliyor? Tâ, 600 yıl önce kurulmuş Osmanlı Devletinin ekonomik ve sosyal yapısından. Devlet bir uzun süre Osmanlı dirlik düzeninde bayağı "sınıflar üstü" çalımı ile padişah'ın kişiliğinde "zât"laşmamış mıydı? Paşacıklarımıza göre 60 yıldanberi Türkiye toplumunda değişen hiç bir şey olmamıştır ve olamaz. Saltanat gitmiş, cumhuriyet gelmiş. Padişah gitmiş, paşa gelmiş. Bu da mı fark?
Padişahlığın, şunun şurası 50 yıldır ancak "kalkındırılabilmiş" olduğu gözönüne getirilsin 50 yıldan beri ise, Paşalığın, kanun yasaklarına aldırılmaksızın, iyice "oturtulabilmiş" bulunduğu unutulmasın. Devlet anlamında hangi değişikliği kapıkuluna anlatabilirsiniz?
İlk Osmanlı (ilb-gazi-şövalye)lerinin kan örgütü yerine geçirdikleri ilk dirlik düzeni toprak ekonomisi üzerindeki devlet, çoktan: 3-4 yüz yıldır yıkılmış. Yerine Tefeci-Bezirgân sınıfın tehakküm ettiği kesim düzeni adlı toprak ekonomisi üzerindeki devlet geçmiş. Sonra ilkin levan (komprador) kapitalizme dayanan ecnebi Finans-Kapital, sonra Tefeci-Bezirgân sınıfa dayanan yerli Finans-Kapital tehakkümü devleti kıskıvrak tekelinde bağlamış...
KİM OKUR? KİM DİNLER
Biz bu basit olmasa da apaçık olayı, daha üniversite ülemâmızın en az beyin zarları kalınlaşmamış sosyal bilginlerine, hatta keskin "bilimcil sosyalist"lerine anlatamıyoruz. Paşacıklarımızı, antika devlet felsefelerinde nasıl kınarız? Üstelik "paşaların paşası" sayın İ.İ., kırkyıl "devleti" "avucu içinde" tuttuğunu sanmış, en deneyli, en ulu "devlet adamı". Türkiye'nin Finans-Kapital sömürgeliğinden "bağımsız" ve "gerçekten hür" (özgür) olması için, aç, işsiz kıvranan, kanayan Türkiye gençliğini mi dinler?
Devlet: "Şunun bunun elinde bâzıyce (oyuncak) olamaz" demişti Ankara İstiklâl Mahkemesi Başkanı ünlü "Kelâli" Bey (Afyon), 45 yıl önce. O zamanın muzaffer cephe komutanı başvekil paşası, 45 yıl sonra değişecek değil. Kim bu ateşli gençlik? Antika hacıağalığın taşrada boğduğu, modern Finans-Kapitalin başkentlerde bin bir provokasyonla kana boyadığı gençlik: Alt yanı bir avuç çoluk çocuk! Bunlar sakro-sent devlet hazretlerine kafa tutacaklar ha?
ZORLA İNTİHAR
Onun için, bütün gizli oyunları avucunun içi gibi okuması olağan bulunan İ. İ. Paşa, başından değilse bile, yaşından beklenmiyecek yeğniklikte bir uçan öfke ile, tam alı al, moru mor, haykınyor:
"Üç çocuk devletle pazarlık edecek?... Çıkarım sokağa, halkı emniyet kuvvetlerine yardıma çağırırım."
Milletçe trajedimizin yayı bu tür düşünce ve davranışların perdesi ardında gizleniyor. Ve ne yazık ki, anlı şanlı "paşalarımız", o belki çok "iyi dilekli" (kendi sanılarıyla: "Sağduyulu") düşünceleriyle, bütün kartları karıştınyorlar. Düşünceden çok davranış durumunda bulundukları için ise, herşeyden önce son kertede titiz oldukları kişiliklerini yıprandırıyorlar.
Yalnız o kadarla kalsalar, pek bir şey denemez. Herkes kendi yanlışının sorumluluğuna katlanır. En gözde ülküleri sayılan vatan-millet-sakarya tutumları gibi, gerçekten ülke, halk, genç kuşaklar ölçüsünde inanılmaz aykınlıklara kapı açıyorlar. Alalım, "paşaların paşa"sının hızlı "çıkarım sokağa" deyimini. Olmıyacak, şey ya. Çıktı, bilelim. Türkiye insanları antika "reâya" (Osmanlı güdülenleri) değil. En azgın Finans-Kapital giyotini ile her gün kanlı sınıf çelişkilerine bölünmüş.
Bu ortamda Paşa, ya "yuha!"lanır, yahut "tekbir!"lerle karşılanır. İki sonuçta bunalıma çözüm getirir mi? Olası değil.
"DERVİŞ VAHDETİ"LİK ÇIKMAZ SOKAĞI
Paşa'nın "çıkarım sokağa" çığlığı sosyal ve politik açıdan ne demektir? Bilinçsiz kara kalabalığı kuru lâfla: Devrimci gençliğe karşı kışkırtacak... "Buna hâcet var mı?" sorusu bir yana dursun. Çünkü bütün Finans-Kapital ve Tefeci-Bezirgân ağaları ve çeteleri her günün 24 saatinde yalnız bunu yapıyor. Gene de, zavallı işsizlerden yazdığı aylıklı askerlerini, arkalarına sivil-resmi, gizli - açık binlerce polis ve tabur tabur jandarma dayanakları komadıkça şuradan şuraya yürütemiyor.
"Paşa" kendisinde ayrı bir "kuvve-i kutsiyye" mi buluyor? Olağandır. Ancak "alaylıları mekteplilere karşı" kışkırtmak, 1909 yılında tutmadı. Başka. 1909 yılı o görev "Volkan"cı Entelicens Servis casusu Derviş Vahdeti'nin "kuvve-i kutsiyye"sine düşmüştü. Hepsini bir yana bırakalım. Gericiliğin,1971 yılı devrimci güçlerine er geç yenilmeye tarihçe mahkûm bulunduğunu unutalım. Paşalar ne duruma düşerler?
62 yıl önce 31 Mart Vakası günü, şimdiki yüksek öğrenimli asker-sivil gençlerimizden çok daha körpe yaşta bulunan adsız "İsmet Bey", bir devrimci küçük subaydı. Çağının birlikçi ve ilerici (ittihat ve terakkici) akımına katıldığı için bir kurtuluş savaşı kahramanı ve en sonunda "kuvve-i kutsiyye"li paşaların paşası olduğunu hangi silâhlı - silâhsız gence tümden unutturabilir? Elbet kendisi de, içinin içinde, beyin yaşlılığı yüzünden seksenini geçkin İ. İ. Paşanın belleğini yitirdiğine inanamaz.
31 MART AZGINLIĞI
Daha geçenlerde, kendisi: "Her gün bir 31 Mart yaşıyoruz" diye kocunmuştu. Her halde sevinememişti 31 Mart Vaka'ları önünde. Çünkü biliyor. 31 Mart Vaka'sından on yıl sonra Kuvvayı Milliye ayaklanışı patladı. Dört yıl sonra 31 Mart'ların temel dayanağı padişahlık (saltanat ve hilâfet) resmen yok oldu. 31 Mart Vaka'ları öylesine tekinsizdirler.
Ama, modern Finans-Kapital derebeyiliği kuşku yok, antika Tefeci-Bezirgân derebeyiliğinden daha az sınıf körlüğü illetine tutulmuş olamaz. Paşacıklarımız hiç değilse o kadarcığını görmez, bilmezler mi? Amerikan U.S. üssü yapılmış.Türkiye'de yirmi bin Amerikalı ve kırk bin yerli CİA ajanı, Derviş Vahdeti'lerin rolünü, kimseciğe sıra bırakmaksızın epey başarı ile oynuyorlar. Camilere atılan bombaların hangi "Volkan"dan fişkırdığını, kimse bilmese, koca İ. İ. Paşa eliyle tutmıyacak kertede alandan çekilmiş, yahut sekseninden sonraki ikinci çocukluk çağına gömülmüş olmasa gerektir.
Hatay'da kışkırtılmış, kamyonlar dolusu aç ve bilinçsiz kara kalabalık nereye koşturuluyor sanılır? "Komünizme karşı" mı? Belki delinmiş kursaklarına bir damla dünya nimeti düşürecek (evlerin, dükkânların ve giyinikçe kişilerin) yağma ve talan edilmesine... Gericilik, "emniyet kuvvetleri" önünde (yani sayesinde) ilerici ve genç linç edilmesiyle keyfınden sarhoş olabilir. Beter olsun. Tarihte her zorbalık öyle mezarını kazmıştır. Mezar kazıcılarını böyle kırmızı balmumu ile çağınp idmanlandırmıştır. "Devam et"sin.
İ. İ. Paşa'nın genç topçu subaylığındanberi zarı zedelenmiş kulağı o "31 Mart" olaylarını işitmemiş görünüyor. Aynı gün ve saatte, paşaların gözleri önünde Ankara başkentinde, jandarma albayının yüreğine iniyor. Kış ortası gece ayazında yurtlarına sığınmış genç öğrenciler üzerine, işkenceyle alınmış ifadeye dayanır: Bir tek ve yapayalnız biricik adliyeci kişiden, acele alınmış hüküm-makineli tüfekler çatırdatılarak yürünüyor.
PARABABALIĞININ SUÇLULUK KOMPLEKSİ
Ve ne aranıyor? "Suçlu"!... Her üniversite içinde, eğer binlerce değilse, yüzlerce gizli sivil polis, MİT, CİA ve Entelicens Servis ve ilh., ve ilh... ajanları, en ufak kıpırtıyı izlemezmiş gibi, ODTÜ'de aranan kimsenin orada bulunmadığını her an rapor etmemiş gibi... durup dururken, bedavaya kan dökmek için olmayan "suçlu" kuşatılıyor. Dört Amerikan U. S. işgalci askeri, dört gün karnı tok, sırtı pek, halı kilim üstünde yatırıldı diye: Üç Genç Türk öldürülüyor, 300 Genç Türk yaralanıyor. 3000 Genç Türk esir kampında namlu tehdidi altında soğuğa, yağmura bakmaksızın titretilerek siygaya çekiliyor.
"Suçlu" kim? İngiliz casusu Derviş Vahdeti'nin omuzdaşı, Alman casusu Şıh "Nursi"nin ruhunu hortlatan, Amerikan casusluğu CİA emrinde kumpaslar kuran Finans-Kapitalizm.. O binbir yabancı casus ortamı ıçinde en ufak bağımsızlığını korumayan iktidar: Asker-sivil Genç Türkler cephesine karşı, süngü, kurşun, bomba, helikopter, uçak, tank ve nurculukla silâhlandırdığı bilinçsiz Mehmetçiği ölüm saça saça saldırtıyor. Bu yetmiyor. Çünkü, evdeki pazar çarşıya uymayacaktır. O da iyi biliniyor.
MANDACILIĞIN SUÇLULUK KOMPLEKSİ
İllâ ki, "Paşaların Paşası"dır. Al'i Osman dölünden gelmiş Şahlar Pâdişahı "Essultan İbn'issultan" pertavını atarak: "Al Allah delini - zapteyle kulunu" yordamıyla: "çıkarım sokağa ha-" diyebiliyor.
Çık be Paşaçık!..
Çünkü: Ama, yakışmıyor. Herşeyden önce. "Geçti o Bor'un Pazarı" gençlik sosyalizme uyandı.
Ve Sivas Kongresi'nde, Türkiye'yi "Amerikan Mandası" yapmak istiyenlere karşı dövüşen "Paşa" anıtkabirde henüz yaşıyor. Sivas Kongresi'nde bulunmamış olmak, "Amerikan Mandası"na karşı insana bağdaşıklık sağlamaz. Ve "sokak"ta, Türkiye'yi "manda" gören Amerika U.S. elçisinde alkışlanmak içaçıcı (yahut moda edilen sözcükle: "huzur" verici) olur mu? Olmaz. Olamaz.
Bunalım mı? Ne sandın. Ama, "politika" kiremitliğinde yanmış gençliğe, su yerine provokasyon petrolu sıkan etfaiyecilikle, toplum temelindeki bunalım yangını söndürülemez: Daha çok alevlendirilir. Bunalım: Parababalarının, geniş yaratıcı üretim yerine, insafsız vurgun yapmalarından; işsiz bırakılmış işçi-köylü-aydın çalışkanlarının pahalılık cehennemine itilmelerinden ileri geliyor.
Devlet mi? Devleti, parababalarının dış ticaret, döviz, vergi kaçakçılığına teslim etmek kurtarmaz. Devleti alfranga "devalüasyon" adlı para haydutluğuna, borçlar gangsterliğine yataklık edenlerin işkence masası gibi kullandırmak nasıl yıkmaz?
İT ÜRÜYOR! DEMEK: KERVAN YÜRÜYOR
16 Mart 1971
"İstanbul'un Şişli (Parababaları) semtinde, sahte "Dev-Genç" imzalı, bir lumpen(paçavra) kağıt yayılmış. Onu "Sosyalist"te olduğu gibi yayınlamak en kestirmesi olurdu. Çünkü fahri CİA ajanlarının ("Fahri" diyoruz; Böylesine zekası kıtlara CİA'nın da pek metelik vermediğini sanırız) ne denli çaresizlik içinde, kıvrandıklarını o paçavradan iyi hiçbir şey belgeliyemezdi. Ancak Sosyalist'in ideolojik yapısına girmeyen sarhoş kusuntularıyla yer kaplamaya ve okurun gözünü kirletmeye hakkımız yoktu.
"Devrimci gençlik örgütünün temiz adını kötüye kullananların sahtekarlıklarını yakalayıp yargılamak, gerçek Dev-Genç yiğitlerinin bilecekleri iştir.
"Biz yalnız ahmakları manyaklıklarıyla yarışan kalpazanların- düşünce, karakter, taktik züğürtlükleri bir yana - 30 yıllık provakasyon temcit plavından kendileri çapında "kahramanlar" kotarma girişimlerine 30 yıldan beri ilk ve son kez değmekle yetindìk."
6.3.1971 günü, Ankara Hukuk'un büyük anfisinde binlerce genci ilgilendiren Sosyalist düşünce ve davranış incelemelerine karşı hangi alaturka "Hayatî" çelmeciklerin takılmak istendiği gülümsenerek görüldü. İki gün sonra, 8.3.1971 günü, "Büyük Derleniş" akımını önlemek içın, maskeli Finans - Kapital ajanlarınca, Şişli Postahanesi damgalı, sahte "Dev-Genç" imzalı bir de "bildiri" postalanmış. (*)
"Bildiride" de "Finans-Kapital deyimini Genelev ağzıyla "çürütmek" (Finans-Kapitali hedef olmaktan çıkarmak) için, genç başlar düşünce ve davranış yerine apış arasına sokulmak istenmiş... Herşeyden önce, namuslu yiğitliklerini tanıdığımız: "Devrimci Gençlik Federasyonu" arkadaşlarımızı, üzerlerine sıçratılmak istenen CİA metotlu çamurlardan tenzih ederiz.
Anlaşılan, başka tutamağı kalmamış olan Bâbil artığı provokasyon: "Türkiye'deki Devrimci mücadelenin ilk militanlarından olan Mustafa Suphi ile Şefik Hüsnü'nün" yanına yeni "yıldız"lar icat etmek görevini almış.
"Geçenlerde toprağa verdiğimiz 78 yaşındaki işçi arkadaşımız Râgıp Ervardar'a ait acı bir anı" ile, bir ölmüşün mezarinı örseliyerek, pornografiyi bildiri biçiminde "ideoloji"leştirmiye çalışıyor. Türkiye Sosyalizminde taşı taş üstünde bırakmamak istiyen CİA'nın bu tip oyununa bilerek yahut bilmiyerek âlet edilmiş gerçekten saf kişiler varsa, onlara (çünkü ötekileri 50 yıldır elimizden geçirmişiz) sahtekârlığın kertesini belirtecek bir kaç gerçeği istemiyerek ve iğrenerek anmakla yetineceğiz.
1- "1925 yılı" ele alınmış. O yıl Türkiye Sosyalizmi için ne "Râgıp Usta", ne "Râgıp" adında hiçbir kişi yoktur.
2 - "1925 yılı" Dr. Hikmet Kıvılcımlı Ankara İstiklâl Mahkemesindedir. Ve hiç bir zaman, ne "Diyarbakır Hapishanesinde", ne başka hiç bir yerde, hiç bir kimseyle "aynı hücreye düşmüş" değildir.
3 - Gerek Râgıp'ın ve Şükrü'nün kendilerinin, gerekse bir çok arkadaşlarının polis ifadelerinde Şükrü'yü yetiştirip harekete sokanın Râgıp olduğu boyuna söylenmesine rağmen Râgıp beraet ettirilmiştir. Harekete bir tertiple sokulan Şükrü ise, aynı dâvânın baş provokatörü bulunmasına rağmen, - bilinen nedenlerle, - hafif bir cezadan "yoksun" bırakılmamıştır.
(*) İğrenç bir provakasyon belgesi olan bildirinin altındaki Dev-Genç sahte mühüründe kuruluş tarihi olarak 1967 rakkamı okunmaktadır. Oysa biliyoruz ki, Dev-Genç'in ilk biçimi olan FKF 1965'te kurulmuştur. Örgütün adı daha sonra 1969 Kurultayında Devrimci Gençlik Federasyonu şeklinde değiştirilmiştir. CİA-MİT kombinezonu sahte mühürü kazıtırken doğrusu büyük açık vermişler.
4 - Tahkikat sonunda anlaşılmıştır ki, bir avorton bozuntusu olan iğrenç Şükrü türktür, Râgıb'ın yüzüne bakılmaz denilen karısı yahudidir. Bu iki insan (Şükrü ile Kadın) arasında en ufak akrabalık yoktur. Şükrü, Râgıb'ın "Kain biraderi" değil, "çırağım" diye tanıttığı, arkadaşlarınca "Râgıb'ın metresi" adı verilen ve Müdürüyette öyle kullanılan "Evlâd'ı mânevî"sidir.
5 - O türk "Mânevi Evlât", Râgıb'ın evindeki müsevi karısını (analığı yerindeki dişiyi) kaçırdığı için, Râgıp usta Şükrü'yü: "Ölünceye kadar aslâ affetmez" olduğunu önüne gelene sık sık açıklamıştır.
6-Aynı "Mânevî Evlât" Şükrü; kısa cezasını bitirir bitirmez. İstanbul gizli polisinde görevli iken gözle görülmüş ve Tan Matbaasını havaya uçuran esrarengiz bitişik handaki hâlâ büyüsü çözülemiyen dinamit deposu ile birlikte patlayıp öbür dünyaya göçmüştür. Bu yüzden, sahte "Dev-Genç" imzalı Bildiri'nin birinci tanığı Şükrü sahneden silinmiştir.
7 - Birkaç yıl önce Erdek'te rastladığı Dr. Hikmet Kıvılcımlı'ya inanılmaz hasret gösterileriyle sarmaşmak ve adres verip hastalığına baktırmak istiyen Râgıp'a gelince, o da: "Geçenlerde toprağa verdiğimiz" denildiğine göre, sahte "Dev-Genç" imzalı bildirinin ikinci tanığı Râgıp ta sahneden silinmiştir.
8 - Dâvâ'da düştükleri provokasyonları ve dikine karyerizm sapıklıklarını, "Apolet sosyalizmi" uğruna bir, "fetret devrinden" yararlanarak "Komintern"e: Apış arası problemi gibi aktarmak hevesine düşenlere, vaktinde, Şefik Hüsnü aracılığı ile, bir Balkan "kardeş partisinde" geçmiş olaylar ışığında başka kapı gösterilmiştir.
Sahte "Dev-Genç" imzalı bildiride: "Örgüt için görev başına" çağıran "devrimci doğru çizgi" "teorisi"nin ulaştığı bu pisi pisine şantaj "aşama"sını kendi U. S. marka kaderiyle başbaşa bırakalım. Burnu alıştığı gerizlerde suçortağı arıyan Şark kurnazlığı, her zaman karda gezip izini "belli" etmediğine inanacak ve böyle yakayı ele verecektir.
Belki yanıltıları içi temiz "Devrimci Gençliğin bilmesinde yarar gördüğümüz" bütün belgeler, şu ya da bu servisin tezgâhladığı klâsik uçkur - peşkirli Tefeci - Bezirgân Hacıağa provokasyonlarında değil, 1920 den 1960 yılına dek süregelmiş aralıksız "Komünist tâkibatı" dosyalarında yatmaktadır. Herkesin kim olduğu orada, kendisi unutsa bile, torunlarınca er geç tüm ayrıntılarıyla okunacaktır.
Yalnız "Sosyalist"in Başyazarı, gelecek kuşaklara o en içten kopma "vasiyyetini" bu vesileyle bir daha tekrarlar: Aman! Gizli polis ve Adliye arşivlerimizde yatan siyasî "Tahkikat" dosyalarını, her ne bahaneyle olursa olsun, hiç kimsenin yakmasına, yırtmasına göz yummayınız...
Çünkü, bizde âdettir. İttihatçı Kompradorlar, Abdülhamid'in gizli dosyalarını, kimseciklere göstermeksizin, Beyazit Meydanında yakıp, günahlarını (jurnalcıklarını) Milletten saklamışlardır. Dün ve bugün, Türkiye ve Dünya politika alanında namus taslayıp göbek atan kimselerin ne olduklarını en tartışılamaz biçimde aydınlatacak som olaylar, hep gizli dosyalarda saklı durur.
Sakın, gerçekler yokedilmesin! Bundan provokatörlerin döllerine bir kötüleme düşmez. Her kuşak kendi yaptığından sorumludur. Gerçi sapıkların utanabilecekleri düşünülemez. Zerrece utanma duyguları bulunsa, dün kendilerinden sanıp göklere çıkardıklarına, bugün, (yanlışları yüzlerine vurulunca), şantaj yapamıyacak denli zeki davranırlardı.
Yüzyıl sonra da olsa, provokatörlerin çârmıha gerilmeleri, insanlığın trajedisini aydınlatmıya ve değiştirmeye yarıyacaktır. Bunu bilmek ve hazırlamak, arkadaşlık ve kardeşlik duygusunu şimdiden daha güçlülendirecektir.
Bu çamura değmek değer miydi? Lenin'ce "miras"ı benimsenen Çernişevski'nin dediği gibi: "Politika, Nevski (Moskovanın en büyük ve temiz) caddesi değildir. Ayağını çamurdan sakınan siyaset yoluna hiç girmesin." Bunu bilerek girdiğimiz yolun batağından bir an korkmadık. Toplum çamursa, elbet içinden çıkmış sosyalistlere de sıçrıyacaktı. Bulaşacak diye, geri dönülemez. Bulaşınca kedi pisliği gibi saklanamazdı.
Vurguncu efendi babamızın miras bıraktığı bayramlık iskarpinlerini giyen "sosyalizm" süslü beğcikler değiliz. Ekmeğini taştan çıkarmış kara toprağın kuru öküzü denli halktan insanız. Çamurlaşın çamurlaşabildiğiniz kadar! Züğürt İşçi Köylü çarıklarımız sizi her zaman çiğneyip geçecektir. Hiç şaşmayın.
HÜKÜMET - ORDU - SINIF
23 Mart 1971
"Kuvvetli hükümet"+"inandırıcı hükümet"... Türkiye silâhlı kuvvetlerinin "dört sınıfı" tepede bu kararı aldı.
1- Devlet ve Yürütme Gücü
"Hükümet" nedir? devlet'in bir parçasıdır.
"Devlet" genel olarak yalın tanımı ile egemen sınıf elinde silâhlı adamlar ve cezaevleri örgütüdür. Ama, gittikçe karmaşalaşan modern toplumda, o yalınkat devlet örgütü, başlıca üç bölümü ayrılır:1- Yürütme, 2- Yasama, 3- Yargılama...
Bu üç bölümden yalnız yasama (kanun yapıcı meclisler) hiç değilse demokrasice silâhlı adamlarsız iş görür. Yargılama bölümü (mahkemeler) daha çok cezaevleri açısından silâhlı adamların yalnız polis ve jandarma kollarını kullanır. Yürütme bölümü, akardilce hükümet adını alır. Hükümet: Sivil asker bütün silâhlı güçleri kullanır. Polis de, jandarma da ordu diye kısaltılabilecek olan (Kara-Deniz-Hava) silâhlı kuvvetleri de hükümetin emrinde bulunur.
Klâsik hükümet bu olmakla birlikte, onun ister istemez:1- sivil idare mekanizması, bir de 2- Asker savunma mekanizması vardır. Sivil idare adamları silâhsız sayılabilirler. Polisin cop, tabanca vb. aygıtları, modern savaş tekniği yanında oyuncak bile olamaz. Olsa olsa, çakısı bulunmıyan silâhsızlandırılmış halka karşı bir korkuluk olur. Onu bir yana bırakırsak, silâhlılar yalnız askerlerdir.
2- Ordu ve Hükümet
Böylece devlet bütününün en dişe dokunur bölümü olan yürütme mekanizması, kendiliğinden bir: Silâhsız buyurucu durumda olan hükümet, bir de: Silâhlı yerine getirici duıumunda olan ordu olmak üzere iki ayrı mekanizmada toplanır.
Bu ayrılık tarihin belirli çağlarında zaman zaman birbirine karşıt olmuşlardır. Toplumun az çok oturaklı normal gidiş günlerinde devlet içinde hükümet avadanlığı ordu üzerine buyurmuştur. Toplumun düzen yıkılışı günlerinde iş tersine döner: Ordu bütün öteki devlet bölümlerine ve bu arada hükümete ağır basar. Roma'nın ve kapitaliznıin yıkılış günlerinde ikide bir gizli ya da açık generaller kargaşalığı zortlar durur.
3- Türkiye'de Çifte Hükümet (Diyarşi)
Bu alanda Türkiye'nin büsbütün özel bir karakteristiği göze batar. Osmanlı devleti çimçiy silâhlı adamlarca kuruldu. Orada hükümet ve ordu ister istemez o silâhlı adamların tekelinde kaldı. Silâhsız "başı bozuk"un hükümette işi ne olabilirdi? Bu gerçekçi gerekçeyle hükümet demek, ordu demek oldu. O tutum, Batı kapitalizminden taklit devletçilik ve sözde kanun aktarlarıyla "çağdaşlaştırılmak" istenildi. Tutmadı. Devletde, hükümette ya padişah'ın (ordu başbuğunun), yahut paşanın (ordu komutanının) babasından miras kalmış malı bilindi.
Doğrusu da, elinde silâh bulunmayan adamların, eli silâhlılara buyurması denli komik burjuvaca güçler dengesi olamazdı. Tetiği benim parmağım çekecek, buyuruyu karşımdaki silâhsız başıbozuk verecek. Niye? Bizim silâhlı kuvvetlerimiz: Burjuva "çağdaş uygarlık düzeyi" adına öyle gerekse de, bu işi hiç bir zaman ciddiye almadılar. Hem niçin alsınlar? Batı kapitalizminin kara kaplı kitabı öyle yazarmış. "Tefrıyk'ı Kuvâ: Güçleri ayırdetme" kuralı kutsalmış. Bize ne? "Biz bize benzeriz!"
4- Meşrutiyet'te Paşalık
150-200 yıldır Türkiye'nin seçkin politika oyunu, hep hükümet denilen "sefil" sivillerle, ordu denilen silâhlı askerler arasında sürüp giden bir "Ali-cengiz oyunu" olmaktan çıkamadı. Osmanlı, onun kolayını bulmuştı. Sivile de, askere de: "Paşa" derdi. En son "çağdaş uygarlık" komedisi "meşrutiyet" (anayasacıllık devriminde: Elde silâh dağa çıkan asker Enver de paşa oldu, çakı kullanmayı bilmiyen posta memurcuğu "İttihat ve Terakki" lideri Talât da paşa oldu. Bu trükle: Hükümet hep paşaların (askerlerin) elindeymiş gibi geldi hükümetle ordu lâfca olsun ayrılığa gayrılığa uğratılmadı.
Cumhuriyet bu geleneği kaldırdı mı? Ne gezer. Ölünceye dek değişmeksizin cumhurbaşkanı: Mustafa Kemal Paşa idi. Atatürk diye silindir şapka ve redingot giydirilişine ne bakarsınız?... Hükümet başbakanı (eğer 2. Emperyalist Evren Savaşı yerli Finans-Kapitalle uluslararası Finans-Kapitali sarmaş dolaş kuzu sarması edip "kayıtsız şartsız hakimiyet" direnişine sokmasaydı) İsmet Paşa, evel ezel "değişmez şef" kalacaktı."İnönü" soyadı bile, askerin zaferi ve paşalığı kazandığı bir savaştan gelmedi mi?
5- Çok partililikte İki Tekerleniş Onyılı
Şu "çağdaş batıcı uygarlık"ın uydurduğu sivil hükümet "bid'at"i Bayar'lar, Menderes'ler mi? Hele "değişmez şef"' İ. İ. Paşa: "gayrı ben değiştim" deyip, karakol karakol "yurdu" dolaşarak, o başıbozukları parmakla göstermeseydi de, göreydik bakalım Bayar'lar ve Menderes'ler "devlet-hükümet" başkanı olabilirler miydi... Olduktan sonra bile, ordu o "sefil-sivil"lere kaç yıl dişini sıkıp dayanabildi? Başıbozuk devlet-hükümet adamları Paşa'nın başına taş yağdırttıkları güne dek iktidarda tünetilip zeybek havasına kaldırtıldılar? Sonra? Yassıada ve sehpa!
Derdimend Isparta kasabası tefeci-bezirgânının oğlu Amerikan U.S. şirketinden diplomalı "Süleyman bacanak": Gümüşpala Paşa'nın Adalet Partisi'ne sığınmasa, hükümet başbakanlığı gibi bir "paşa-katı"na zor sivrilivereceğini çabuk unuttu. İ. İ. Paşa "kuyudan adam çıkarma" sevdası ile, ikide bir koltuğuna girmese, hükümet sivrisinde kaç dakika tutunabileceğini de düşünmez oldu. Üstelik "sandıktan çıktım" diye: faşizmle bolvizmi karmalamaya kalkıştı. Menderes'in başına Moskova'ya gitmek ve Kruşçof'u Ankara'ya çağırmak işlerinin ne çorap ördüğüne de bakmadı. Kosigin'le mektuplaşmak küstahlığını gösterir mi? İşte böyle, o mektuplaşmanın yazıları TRT'de okunurken bir "muhtıra"yla, AP iktidarinın "musalla taşına" yatırılnıış cenazesinin hoparlörlü Meclis nıinaresinden "Essalât'ü Vesselâm"ı okunur.
6- Batıda ve Bizde Burjuvazi ve Hükümet
Biz Türkiye'nin Türkleri epey gerçekçi insanlarızdır. Silâh benim elimde olacak başkası hükümet sürecek. (alafrangalığa aklımız ermez. Dünyada da öylesi gösteriler, adam kandırmak için parlâmentarizm-palavramantarizm diye öne sürülür durur. Her yerde, har zaman silâh kimdeyse, devlette, hükümette ondadır. Neden yalan söylensin? Şundan Batı toplumunda dokunulmaz vatan sınırını ciddiye alarak milleti ve orduyu "nâmerde muhtaç"etmeyen dişli bir işveren sınıfı iktidara bıçağı hakkına gelmiştir. O nedenle burjuva ordusu efendisini, sahibini tanır. Bizde öyle mi?
Osmanlı Devletini kuran: "Dört yüz arslandan bu vatan kaldı bize yâdigar" maaşlı ordudur, yıkan da ordudur. Şimdi cumhuriyeti kurdu ise, günaha mı girdi ordu? Anadolu burjuvazisine kalsa: Erzurum'da bir devlet, Sıvas'ta bir devlet Adana'da bir devlet, Trakya'da bir devlet, ve ilh. ve ilh. biçimleri ile son kalan bir avuç vatanı kuşa çevirecekti. Yerli-milli burjuvazi öylesine cılız, pısırık, kişiliksiz, şerefsizdi. Ordu, onun kulaklarını çeke çeke adam olmasına, vatana, millete gelmesine yardım etti. Elbet onun tepesine ordu tüneyecekti.
Sonraki olan bitenler ortada. Türkiye'nin tüm sanayiini, madenlerini, ticaretini, bankasını, sermayesini elinde tutan biricik Finans-Kapital tekeline baş maya: "paşa"nın "para" cıklarıdır. Paşa gitti. Ordu kaldı. Yabancı sermaye ile göbekbağlı yerli Finans-Kapital döküntüleri, daha doğuşlarından, vatan, millet nedir bilmeyen kozmopolit bir oligarşi (azınlık egemenliği) ve plütokrasi (zenginler saltanatı) "hâin ve hâif"'leridirler. Hem Türkiye'yi Amerikan mandası yaparak "ihanet" ederler, hem de ölesiye "hâif: korkak", şerefsiz burjuvalardırlar.
7- Bizde Ordunun Şahbazlığı
Geniş tabanı ve sağlam gövdesi halk çocuklarıyla dolu olan ordu bu hem hâin hem korkak İşveren sınıfını nasıl "adam yerine kor"? Tek parti çağında: Mustafa Kemal Paşa'nın "ebedi şef"liği, İsmet Paşa'nın "değişmez şef"liği gibi; çok parti çağında DP için İnönü ve Çakmak Paşa'ların, AP için gene İnönü ve Pala Paşa'ların tükenmez sağdıçlıkları ve cayılamaz koltukaltları, yalnız ve ancak Türkiye'deki işveren sınıfı'nın olumsuz niteliklerine bağlanabilir.
Türkiye'de (Finans-Kapital+Tefeci-Bezirgân) iktidarlarının 1950-1960 birinci onyılı sonunda patlak veren 27 Mayıs olayı ve 1960-1971 ikinci onyılın sonunda patlak veren 12 Mart olayı ancak bu sosyal sınıf karakteristiğinin kaçınılmaz ve önüne geçilmez normal doğal ürünüdür. Buna şaşacak olanın yalnız aklına şaşılır. Bu gidişte Batı kapitalizminin iki yüzlülüğü esneklik gibi gösteriliyor. Batıcı iktidar kurallarını Türkiye'de boşuna tabulaştırmak isteyen özenti politikacılar, gitsinler, kendilerini Eyüp Sultan'da "Pabucu büyüğe" okutsunlar. Bizde bu böyle gelmiş böyle gidecektir.
8- Paşa - Kişilerin Sınıf Rolleri
Ya kimi paşaların o akıntıya kürek çekişleri, ne anlam taşır?
Örneğin İ. İ. Paşa: (Finans-Kapitalist beyleri ve Tefeci-Bezirgân hacıağaları olmak şartıyla) kişileri "kuyunun dibinden" çıkardiğı gibi, "demokrasi" adını verdiği şeyi de ikide birkuyudan çıkarmak için uğraşıyor. "Bir gün bir asır kadar uzun" geliyor kendisine. O yüzden, üç günde tam üç birbirini çürüten"tez" ortaya atıyor. Paşaya göre, bu günden yarına yüz yıl geçtiği için, bir gün önce söylediğini ertesi gün herkesin unuttuğuna inanarak, rahatlıkla tersyüz olmak olağandır.
Bu kerte dengesiz oynaklık neden keramet sayılıyor? Çünkü, İşveren sınıfının sıfır numara kişiliksizliğinden çıkan sosyal boşluk, o sınıftan gelmeyen paşaların abartmalı kişilikleriyle
doldurulmak gerekiyor... Kişiler nasıl oluyor da, içinden çıkmadıklan sınıfların boşluğunu doldurabiliyorlar? Çünkü sonradan gelme ve yapma da olsalar, o kişiler, zamanla artık işveren sınıfı ile bütünleşiyorlar. Milli mücadeleye girmeden üç beş dönüm toprağa özenen İ. İ. Paşa'nın bugün "yüz milyonları" tefe konuluyor. Demek bizde bürokrat burjuvazi, Batıdaki girişkin sanayici burjuvazinin yerini tutabiliyor.
Bu yüzden en çarıksız halk çocuğıı tepeye tünedi mi içinden çıktığı kabuğu tekmeleyebiliyor.
TÜRKİYE'Yİ KİM YÖNETİR?
23 Mart 1971
17 Çarşamba: İ. İ. Paşa'nın rahatladığı son 24 saat olacak mı olmıyacak mı?
1- Devlet Sermayenin Olmazsa Yok mu Olur?
Yıllar yılıdır 27 Mayıs şoku amorti ediliyor. Finans - Kapital ve Tefeci - Bezirgân çetesinin son ("demokratik" gösterilmeye çalışılan vurgun furyası ve Ortak Pazar kanalından Türkiye'yi emperyalizme toptan peşkeş çekişi, geçen ağustos ve kasım aylarındanberi ordu direnişini suyun yüzüne çıkardıydı. 9-10 Mart günleri patlama Gürler ve Batur Paşa'lar eliyle kontrol edilince, AP iktidanna "Son Türk Devletinin yok" olmaması için "son şans" verilmesini isteyen Tağmaç Paşa da öne düştü. Ve Sunay Paşa "istifasından" vazgeçildi.
İ. İ. Paşaya: "24 saati yüzyıldan uzun" getiren durum buydu. 17 Mart Çarşamba günü hangi olaylar göze çarptı?
Biri küçücük mikroskopik genç olayı, ötekisi devlet ölçüsünde büyük makroskopik (gözle görülen) ordu olayı en ilginç belirtileri verdi.
2 - Bir Adım İleri, İki Adım Geri
MİKROSKOPİK GENÇLİK olayı: 65 gündür "yakalanamayan" Deniz Gezmiş: Sıvas'ın Şarkışla'sında yakalandı. Yakalanışta kaç püf noktası yok ki? Kaçakların çarşambadan önce Ankara'darı uzaklaşmaları... Gece saat 1 sularında radyoca bir bekçi, gazetece bir polis tarafından o karanlıkta bir pikapa motosiklet yüklerken tanınmaları... "Bir iddiaya göre Gezmiş"in "Polislere attığı kurşunla Yusuf Arslan'ı yaralamış" olması... Gezmiş'in "şehir içinde tehdit ettiği bir havacı başçavuşun" önce evini basıp, sonra özel arabasını kendisine kullandırtarak "Gemerek'in Yeniçubuk akaryakıt istasyonunda" teker patlatılarak karanlık tarlalarda çifte sten tabancaları ve "bol miktarda kurşun" ile sağsalim ele geçişi...
Hep havada uçuşuyorlar: Sinekler küçük, mide bulandırıyorlar. Henüz herşey burjuva basınına verilenlerden aktarma. Değişmesi güç gerçeklik: Çocuklar leyleğin yavrusu gibi yuvadan atılmış görünüyorlar.
MAKROSKOPİK ORDU olayı: 27 Mayıs'takinin bir başka çeşidi ile, ordunun eylemi üzerine ilk ağızda gene ordu cezalandırılıyor bile. Hangi ölçüyle, niçin? Orası karanlık. 8 Paşa: 1) Kara Kuvvetleri Plân ve Prensipler Dairesi Başkanı Tümgeneral C. Gürkan, 2) Genelkurmay Merkez Daire Başkanı Tümgeneral Ş. Köseoğlu, 3) Kara Kuvvetlerinden Tuğgeneral M. A. Akar, 4) Zırhlı Birlik Komutan Yardımcısı Tuğgeneral N. Gürkân, 5) Deniz Teknik Daire Başkanı Tuğamiral V. Bilget, 6) Hava Kuvvetleri Harekât Daire Başkanı Tuğamiral Ö. Çokgör, 7) I. Ordu Komutanlığından Tuğgeneral M. Tuğcu, 8) Tuğgeneral L. Erol.
Paşaların en yüksek rütbelisi 2 Tümgeneral, 6'sı Tuğgeneral. Hepsi genç. Ne yapmış olabilirler?... Açıklanmalı. Ama en şaşırtıcı olan gazetenin şu havadisidir:
"Bu arada Havacı Albay H. Ilgaz, komutanların ültimatomunu TRT'ye götürenlerden Havacı Albay K. Tunusluoğlu ile Zırhlı Birlikler Komutanı, ayrıca Zırhlı Birliklerden yarbay ve bâzı binbaşı öğretmenlerle, çeşitli sınıflardan değişik rütbelerde çok sayıda subay emekliye sevkedilmiştir: Ayrıca çok geniş bir atama işlemi sonunda, bazı subaylar görevlerinden alınarak, kıta hizmetlerine sevk edilmişlerdir."
3 - Geri Tepiş Normal midir?
Sonradan anlaşıldı:
"Cuma günü saat 13'e bir dakika kala, Çankaya Köşkü'nden TRT'ye telefon edildi. Heyecanlı bir ses:
"- Muhtıranın okunmasını durdurun" diyor ve üç gün mühletten söz ediyordu.
"Fakat artık çok geçti. Haber okunmak üzereydi. Esasen Hava ve Deniz Kuvvetlerinin Genel Sekreterleri olan iki albay ile Kara Kuvvetlerinden bir paşa, muhtıranın okunmasını sağlamak üzere iç haberler merkezinde bekliyorlardı." (D., 16/3/1971)
Daha ilk adımda "tepe" oyunu bozmak istiyor. 17 Mart'ta: "Muhtıra"yla sırf orduda devrimci kanadı oyalayıp vakit kazanılmak ve hareketi bastırmak plânlanmış. 18 Mart'ta: "Müdahale" edenlerin "lider"i rolüne giren bir "paşa," bütün konuşulanları teype alarak, bantları tepeye götürür, yani muhbirlik edemıiş. Bunlar açıklandı.
Öyleyse bu oyun, -Talât Aydemir olayı gibi,- bir provokasyon tertibidir. Maksat, ordunun devrimci gençliğini temizlemek için, hazırlıksız davranışlara kışkırtmaktır. İçlerinde devrimci maskesiyle sokulup, asıl devrimcileri avlamaktır.
Yakışır mı? Bu metotlar, Bizans çağında aylıklı askerlere uygulanırdı. Türkiye'nin halk çocukları ordusu herhalde antika istibdatların aylıklı askeri değildir. Onun yurtsever gençlerini yanlışa düşürüp ezmek, önce günahtır. Ondan sonra tehlikelidir de. Hem Ordu Görev Tüzüğüne: "Anayasayı kollama ve koruma" maddesini yaz; hem ordu anayasayı korumak isteyince Bizantizmle provokasyonlar kışkırt. Kimde kime güven kalır?
Hele anayasayı "koruma" gibi masum ve meşru bir görevi normal yoldan yerine getirmek olanağı tıkanırsa, ileride çok daha korkunç patlamalara yol açılmaz mı? Ordu oyuncak değildir. Millet: Birkaç bin parababası değildir. 27 Mayıs: O bilinci asker-sivil bütün yurttaşlar içine getirmiştir. Devrimci subay (Muhtıranın yazdığı gibi) yalnız "kuvvetli" değil, aynı zamanda "inanılır" doğrularla kanıtlandırılabilir. Yalancılığın mumu yatsıdan öte yanmaz.
27 Mayıs EMİNSU'lara geniş yararlar, hattâ imtiyazlar vermişti. 12 Mart doğru "emekliye" emekletiyor. Hem bu iş: "Önceki gün akşam üzeri ele alınmış... Dün sabah saat 12.20'de emeklilik bildirilmiş, atananlara ise,12 saat içinde yeni görevleri başında bulunmaları emredilmiştir."
Bu işlemleri kim, nasıl yapmış: "Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları, durumu cumhurbaşkanı ile görüşmüştür." deniliyor. Demek bu temizlik AP'ye "şans" tanıyan ve "istifası" düşünülen paşalarla uyuşumluca yapılmıştır.
Dahası var: "Sızan haberlere göre, emeklilik ve atanma işlemleri CHP Genel Başkanı İsmet İnönü'ye haber verilmiş ve:" 24 saat içinde sükûnetin temin edileceği" bildirilmiştir" (Cumh. l7/3/1971).
İ. İ. Paşa'ya verilenin "haber" değil "müjde" olduğu, daha dün ağzını bıçak açmayan İ. İ. Paşa'nın CHP Ortak Gurubunda yaptığı şu muştulamadan anlaşılıyor:
4 - Eski Kurtların Antika Huyları
"Geçen 24 saat memleket için çok önemli bir devreydi... Merak ediyorduk bütün dünya ile beraber. Fakat size KALP HUZURU ile söyliyebilirim ki, bu geçen 24 saat zarfında Türkiye, millet olarak bünyesindeki sarsılmaz metanetinin bir defa örneğini vermiştir... Gerek ordunun... gerek siyasî partilerin... memlekete SAHİP olmak isteği hâkim olarak yaşamaktadır. Bugün olayların ve HAZIRLIKLARIN mahiyetini henüz bilmeksizin ÇOK İYİMSER, ümidi kuvvetli bir halde huzurunuza çıkmış bulunuyorum."
Bu "24 saat" neydi? İ. İ. Paşa'nın 1923'ten 1950'ye dek 27 yıl iktidarda ve 1950'den 1971'e dek 21 yıl muhalefette tekrarlayıp orduya ezberlettiği: "Asker siyasetle uğraşmaz" yalanının uygulanış 24 saati idi. "En son Ankara Hava Kuvvetleri Konferans Salonu'nda" ordunun başı Tağmaç, Türkiye'de parababalarsız ve hacıağalarsız yaşanamayacağı felsefesini şu sözlerle haklı çıkardığına inanmıştı:
"Bir Afrika ülkesini yönetebiliriz, fakat nüfusu 35 milyona çıkan Türkiye'yi yönetemeyiz!"
5 - Türkiye'yi Ordu Yönetmiyor mu?
Neden yönetemezmişsiniz? 500 Finans - Kapitalist parababası ile 2000 Tefeci - Bezirgân hacıağa 35 milyon insanı sömüre sömüre dolandırarak "yönetecek". Gereğinde 1 milyon eri ölüme seve seve yönetmeyi bilen onbinlerce yüksek öğrenimli subay, 2500 soyguncu kadar olsun milleti yönetemeyecek... Bu masala nasıl inanılır? Türkiye'de üç milyon işçi ile üç milyon çalışkan köylünün (30 milyon nüfusun) sermayeci çapulundan başka yolla yaşayamayacağı düzmecesi ezberletilerek inanılır.
AP İktidarı ile kayıkçı dövüşünde usta muhalefeti: "Bir Afrika ülkesini" yönetirce, 35 milyonluk Türkiye'yi "yönetiyor" muydu? Ordu "siyasetle uğraşmadığı" ölçüde "yönetiyordu". Dört general kılıçları takıp geçit resmiyle Çankaya'ya "muhtıra"yı götürür götürmez, yâni "Ordu" birkaç 24 saat "siyasetle uğraşır" uğraşmaz ne "Hükûmet" kaldı, ne "Parlemento". "Memleket" ise, dünkünden daha iyi (hiç değilse Polis dayanıklı gericíler ilericileri kim vurduya getirmeksizin) kendi kendisini "yönetiyor". Hani parababaları?... Gölge etmesinler, halk başka ihsan istemiyor.
6 - Biraz da Halk için Yönetsin
Bu işi, hem de farkına varmaksızın, ordu yapmadı mı? Neden Türkiye ordusu Afrikalı ordulardan aşağı kalsın? Anlaşılıyor işte: Ordu olmasa, en kabadayı parababaları donlannı bağlayamıyorlar. Demek gerçekte Türkiye ordu gücüyle yönetiliyor. Demokrasi: 2500 kodamana ordu zoruyla 35 milyon insanımızı çapul ettirtmek midir? Yoksa, 1.5 milyonu örgütlü işçi olan, 6 milyon işçi-köylü üretmen yığınını, yüzbinlerce namuslu asker-sivil genç ve aydın ile bir atılışta kaynaştırıp, 35 milyon nüfusu insanca yaşatmak mıdır?
Siyaset: Dönmüş, dolaşmış, bu denli açık rakama dayanan bir denklem olmuştur. Bu denklemi, en ücra dağ başındaki karacahil çobanın önüne Koysanız, bir kaç saat içinde çözümler. Bütün mesele, ordunun, bağrından geldiği çobanla, köylü ile, esnaf ile, işçi ile kendi arasına vurguncu parababalarını "yönetici", hattâ "şefâatçı" kılığında maskeli soyguncu olarak sokmaksızın: Halkla halk çocukları olarak başbaşa vermekten korkmamasıdır. Siyaset te budur, demokrasi de budur.
Parababalarının, siyaseti asker-sivil yurtsever aydına yasak, herkesin perende atamıyacağı bir ince kalleşlik ortaoyununa çevirişi, hep ordunun temiz vicdanını oyalamak, yiğit yüreğini çıkmazlarda bocalatmak, duru kafasmı karıştırmak içindir. Ama, hakikat oportada. İktidarın Karagözleri, muhalefetin Hacıvatları, Altıkulaç Beberuhileri, Razâkîzâdeleri, Tatsız Tuzsuz Deli Bekir'leri her on yılda bir oynadıkları perdeyi yıktılar, viran ettiler. Ardından sıkıştıkça, orduyu imdatlarına çağırdılar. "Türkiye'yi yönetme" dedikleri oyun bu. Bu oyunla, Türkiye'yi bütün millî geliri kadar yabancılara borçlandırıp Amerikan üssü haline getirdiler.
Bu haydutluk siyaset midir? Demokrasi midir? Millet içinden bu sınıfın ülkeyi "yönetmesi" midir? Yoksa, yetmiş yedi buçuk yabancı casus örgütlerinin memleketi yabancı sermayeye savunmasız teslim etme yordamı mıdır? Vatanı savunmak, anayasayı kollamak ordunun baş görevi ve hakkı ise, niçin bu hak ve görev biraz da gerçek demokrasi yönünde (yâni halk için, halkla birlikte ve halk tarafından) işlemesin?
HALK DÜŞMANLARIYLA REFORM YAPILAMAZ
23 MART 1971
12 Mart, yerli-yabancı parababalarının kafalarına balyoz gibi inince, şaşkın ördekler gibi nereye gideceklerini şaşırdılar.
"En uzun 24 saat"ın bittiğini sanan bütün bezirgan partileri hep bir ağızdan "Demokrasi" şarkılarını söyleyerek devrimci güçlere saldırmaya başladılar. Son 6-7 gün içinde yaratılan olaylara göz atacak olursak:
Adana da 5 devrimci genç tevkif edildi. TÖS, DEV-GENÇ ve DİSK'de arama yapıldı. Adana emniyet müdürü TÖS başkanını ölümle tehdit etti.
Gaziantep'de, yine TÖS, DEV-GENÇ ve DİSK'e bağlı şubeler arandı. Bayatlamış tertiplerle gazetecilere gösterilmek üzere sopa, bilmem ne bulunup, 11 lise öğrencisi nezarete alındı.
Sivas'dan 9 kişi "düzeni yıkmak" suçundan tevkif edildi.
Muğla'da, köylülere anayasa öğreten, biri İMAM, biri yüksek mühendis, biri tekniker, bir de memur olmak üzere 4 kişi tutuklandı.
Ve Batmanda, 3 bin işsiz "Açız, iş istiyoruz" diyerek miting yaptı. Batman halkının üzerine yine Mehmetçik saldırtıldı.
Bütün bu olayları sahneye koyanlar, Finans-Kapital'in hesabına bütün Türkiye halkını ezim ezim ezen, politika canbazlarıdır.
Ordunun verdiği muhtıranın birinci maddesinde "son şans tanınan" adamları ihanette birlik olan halk düşmanlarıdır. Halk düşmanlarını 35 milyonluk Türkiye halkının sırtına bindirmeye kimsenin hakkı yoktur. Halk düşmanından hükümet olmaz. Olursa dürüst olmaz. Olursa, yine Finans - Kapital'in koynuna girecektir.
Muhtıra'yı verenlerin de bunu akılları kesmemiş olacak ki; Başbakanlığa atanan Nihat Erim: "Adalet, içişleri ve millî eğitim bakanlıklarını, parlamento dışından seçeceğim" diyor.
Bu durumda muhtıra'yı verenler eğer, Finans-Kapital'in halkı ezerek yarattığı "anarşiyi ortadan kaldırmak" istiyorlarsa "anarşi" yaratan Finans - Kapital'e karşı halkla bir olmalıdırlar. Halkla birlik olmakta, onun ekonomik ve demokratik isteklerine cevap vermekle olur.
Egemen Güçler Yeni Oyunlar Peşinde: "REFORM" ATI!..
30 Mart 1971
Nihat Erim kabinesi nihayet ilân edildi. Ve bir hafta içinde programını açıklayacak. Burjuva basınının ortalığı toza dumana katan sansasyonlanndan, birtakım sözümona "devrimci" yazarların ileri - geri spekülâsyonlarından kurtularak meseleye serinkanlı olarak baktığımızda şunları görüyoruz.
12 MART MUHTIRASINI KİMLER VERDİRDİ?
12 Mart'da kuvvet komutanlarının muhtıra girişiminde başlıca rolü radikâl subaylar oynamışlardı. Hatırlarsak, muhtıra, mevcut bunalımdan A.P. iktidarını ve parlâmentoyu suçlu buluyor ve reformların yapılması gereğini ağırlıkla işliyordu.
Finans - Kapital ile Tefeci - Bezirgân - hacıağa ittifakının politik iktidar kadrosu olan AP ile egemen sınıfların yedek kadroları durumundaki diğer burjuva partilerinin el birliğiyle teşkil ettikleri tutucu parlamento koalisyonu bertaraf ediliyordu.
FİNANS-KAPİTALİN OYUNLARI
Radikal ve reformist unsurların tabandan gelen baskısıyla gerçekleşen 12 Mart girişimi, şüphesiz ki Finans-Kapitali telâşa düşürüverdi. Ve muhtıradan sonra Ankara'da yoğun bir mücadele geçmeye başladı.
İlk olarak, Cumhurbaşkanını ziyarete giden "Komuta Konseyine", Jandarma Komutanı da dahil edildi. Oysa muhtıraya imza verenler arasında Jandarma Komutanı bulunmuyordu.
Daha sonra Cevdet Sunay bir mesaj yayınladı. Bu mesaj ile muhtıra arasında derin ayrılıklar vardı. Birincisi, muhtıra doğrudan doğruya AP'yi ve parlamentoyu hedef aldığı halde, mesaj "aşırı uçları" hedef almaktaydı. Aşırı uçlar deyimi egemen sınıfların son yıllarda yarattığı bir terim olup, gerçekte sosyalizm düşmanlığının lisan-ı münasiple ifadesinden başka birşey değildir.
Gene aynı mesajda ülkede hiç bir görüş ayrılığına müsamaha gösterilmeyeceği şeklinde sert tehditler yer alıyordu.
Finans - Kapital ilk günden itibaren bir oylama ve vakit kazanma taktiğine girmişti. Nitekim, Cumhurbaşkanı bir haftalık bir program ilân ederek daha ileri girişimleri geciktirme, önleme yoluna gitmişti.
Cumhurbaşkanı birtakım politikacılarla görüşürken, perde arkasında Finans - Kapital ajanları ile yurtsever subaylar arasında kıyasıya bir mücadele sürüyordu.
Sunay'ın mesajından sonra burjuva çevreleri ve partileri rahat bir nefes aldılar. Demek ki Finans - Kapital "vaziyete hâkim oluyordu". Sonra burjuva borazanları yavaş yavaş seslerini yükseltmeğe başladılar.
KARŞI - HAREKET
Bütün bu olaylar sırasında bir gece ansızın karşı-hareket düzenlendi. Çeşitli kilit noktalarında bulunan - ve aralarında generallerin de yer aldığı - 300'e yakın subay bir gece içinde enterne edildi. Bunlardan bir kısmı emekliye sevkedildi, büyük çoğunluğu ise çeşitli birliklere tâyin edildiler.
Böylelikle Finans-Kapital dunıma - şimdilik - hâkim oluyor. Hürriyet gazetesinde MİT tarafından kaleme alınan bir yazı yayınlatarak tasfiye edilen subayların bir komünist darbeye hazırlandıklarını söyleyip çeşitli şartlanmalar içindeki kitleler gözünde onları yıpratmaya çalışıyordu.
VE NİHAT ERİM...
Nihayet Başbakan adayı olarak Nihat Erim'e görev verildi. Ankara'daki söylentilere göre Nihat Erim'le ilk teması Metin Toker kurmuştur. Toker'in kime hizmet ettiğini sosyalist kadrolarımız çok iyi bildiğinden, bu konuda fazlaca bir şey söylemeye gerek görmüyoruz.
HANGİ REFORM KABİNESİ?
Kabinede, eskiden İsmet Paşa tarafindan Plânlama Teşkilâtından uzaklaştırılan ve o zamanlar reformist - hatta radikal - olarak bilinen bazı elemanlar var. Gene kabinede bir zamanlar "millî petrol" dâvâsını savunan bir bakan var.
Bunlar fazla önem taşımaz. Her şeyden önce, işçi sınıfı devrimcileri küçük burjuva ilericilerinin genellikle tutarsız bir çizgide bir sağa bir sola yalpaladığını bilirler. Bu nedenle, bir zamanlar radikâl olan sözkonusu unsurlar, zamanla sağa açılmış olabilirler. Eskiden yurtsever ve ilerici olarak bilinen bu bakanların bugünkü çizgilerini önümüzdeki dönemde kendi tutumları belli edecektir.
Kabinedeki bir kaç "ilerici" bakan dışında kalan isimler, genellikle tutucu kimselerdir, burjuvazinin temsilcileridir.
Dolayısiyle bu kabineyi gerçek bir reform kabinesi olarak göremeyiz.
SÖZDE REFORMLAR .
Yetkililer toprak reformunun, eğitim ve vergi reformlarının yapılacağını söylemektedirler.
Toprak ağalarıyla ittifakını sürdüren Finans - Kapitalin ciddî bir toprak refomıu yapacağını düşünmek iyimserlik olur.
Girişilecek vergi reformu ise Finans - Kapitalistlerin çıkarlarına dokunmayacak düzeyde kalacaktır. Ya da vergi düzenlemesi, kâğıt üzerinde mâli sermayeye zarar verir gibi görünse bile, pratikte rüşvet - tehdit yoluyla işlemez olacaktır.
Köklü alt yapı dönüşümleri yapılmadan girişilecek üst yapı reformlannın ise, asla kök salmayacağını biliyoruz.
Bu nedenle reformlardan fazla birşeyler ummamak gerekir.
Ekonomik bakımdan atılacak adımlar, tekelleşmenin artması, oligarşinin güçlenip, çekişmesi doğrultusunda olacaktır.
DEMOKRATİK MÜCADELEDE GERİLEMEYECEĞİZ
Reform yapıyorum teraneleri ile radikâl küçük burjuvaziyi bir süre için nötralize etmeyi amaçlayan egemen sınıflar, bu arada sınıf mücadelesine ve devrimci hareketimize karşı tedbirler alacaklardır. Anarşiyi önlüyoruz, huzuru getiriyoruz diyerek sosyalist mücadeleye karşı adım adım ve yeni yeni baskı usülleri uygulayacaklardır. İşçı sınıfinın artı-değerine istedikleri oranda el koymak için zamanla proletaryanın ekonomik - demokratik haklarını kısıtlayıcı tedbirlere başvuracaklardır.
GÖREVLERİMİZ
Egemen sınıfların yönetmekten âciz kaldıkları böyle bunalım dönemlerinde, işçi sınıfı öncülüğündeki örgütlü emekçi sınıflar -eğer devrimin med dönemi gelmemişse- egemen sınıflardan hiç olmazsa tavizler koparabilirler. Ne var ki, hâlihazırda emekçi sınıflar yeterince örgütlü ve bilinçli olmadıkları için, önemli ekonomik ve demokratik tâvizler koparma olanağımız yetersizdir. Zaten böyle taviz koparılarak ciddî sonuçlar elde edilemez. Devrimcilık ya heptir, ya hiçtir.
Şu hâlde her şeyden önce sahip olduğumuz demokratik hakları korumak, daha ileri demokratik haklar elde etmek için çalışmak öncelikli görevlerimiz arasındadır.
Bunun yanısıra, asgarî proğramımız olan bankacılık, dış ticaret ve sigortacılığın, diğer büyük şirketlerin millîleştirilmesi taleplerimızi öne süreceğiz. Burjuva iktidarının bunu yapamayacağını bildiğimiz hâlde taleplerimizde ısrar edeceğiz. Girişilecek reformların göstermelik olduğunu bilimsel olarak sergileyerek birtakım uyutmacaları önleyeceğiz. Bu bizler için bir propaganda ajitasyon ve örgütlenme yönelişidir. Reform kavramının emekçi kitlelerce benimsenmeye başlayacağı bu dönemde, kendi programımızı ısrarla ve etraflıca anlatacağız. Yapacakları toprak reformunun niçin geçerli olmayacağını, köylünün dertlerini çözmeyeceğini anlatacağız. Diğer reformların göstermelik nitelığini tüm halk kitlelerine sergileyeceğiz.
İŞÇİ SINIFI PARTİSİ
Ve tüm çalışmalarımızı, eylemlerimizi işçi sınıfının bağımsız merkezî partisini, yeni birikimler ve imkânlarla reorganize etmek noktasında yoğunlaştıracağız.
Başarılı mücadele ancak ve ancak PROLETARYA PARTİSİ önderliğinde verilebilir.
Birinci derecede hayatî görevimiz: İşçi sınıfı içinde kök salmış olan ve devrimci mücadelenin önderliğini ele alacak nitelikteki öncü müfrezeyi yaratmaktır.
Örgütlü olabildiğimiz oranda egemen sınıfların baskı ve tehakkümünü önleyebileceğiz. Örgütlü olabildiğimiz ölçüde sosyalist hareketi daha ileri düzeylere ve başarılara ulaştıracağız. Örgütlülüğün birinci şartı ise İşçi sınıfının öncü müfrezesini yaratmaktır.
Şu hâlde, var gücümüzle işçi sınıfı ve diğer emekçi kitlelerin örgütlenmesi için seferber olalım.
ŞAPA OTURTULAN PARLAMENTARİZM
30 Mart 1971
Bugünlerde pek çok şeyler şapa oturdu. Bunların en ilginci: Parlamentarizmin şapa oturuşudur. Gerçekte ne de direniyor. Çabalama kaptan, ben gidemem, diye diye...
1- Cilveli Çifte-İktidar (Diyarşi)
Diyarşi (Çifte-İktidar) başlıyor. Bir yanda (parlamento + partiler), öbür yanda (devletbaşkanı + ordu) karşı karşıya geldiler. Birbirlerine, Fuzulî ile sevgilisi arasında geçen ilişkinin şiirini okuyorlar:
"Ben ana hayran
"Ol cama tırman
"Mütekeddir: Ben ondan, ol benden...
"Ben ana mihnet, ot bana gussa:
"Müteneffir ben ondan, ol benden."
Böyle çelişkili karasevdalar, çökkün Şark'ın yalnız kişilerinde değil toplumlarında da kaçınılmaz olur. Hem birbirilerine bayılırlar, hem birbirlerini bulsalar bir kaşık suda boğarlar. Partiler parlementodan, devlet başkanı ordudan bir parça olduklarına göre, Türkiyede çifte-iktıdar oportada duruyor: Parlemento mu ağır basacak, ordu mu?
2 - Batı'da "Parlamentarizm" Elma Şekeri
Parlamento kimdir? 1971 yılı uluslararası Finans - Kapitalin halk denilen çocuklara yalattığı elme şekeridir. Emperyalist metropollarda (anayurtlarda) kodaman parababalığı (Finans - Kapital), dünyayı sermaye ihracıyla soyup soğana çevirdikçe, tekelinde tuttuğu AŞIRI-KÂR (surprofit) ganimetine dayanıyor. O AŞIRI-KÂRdan bir parçacığını, Emperyalizm denilen kurtlu elmanın üzerine incecik bir yalabuk şeker zarı olarak sıvıyor. Halk denilen çocuğa:
"İşte bu Kızılelma senin, diyor. Tat ta bak ne tatlı" diyor ve çocuğıın cebindeki son meteliğini de tırtıklamak için, ağzını burnunu o boyalı şeker zarı ile bulayıp, bulaştırarak, -halkımızın hoş deyimi ile: "Şafiî köpeğine çeviriyor." Uluslararası parababaları elinde parlamentarizm böy le basit bir çocuk oyunudur.
Dikkat edelim. Her zaman söyleriz: Batıcı parababalığı elinde bir AŞIRI-KÂR olmasa, ondan bir parçacığını özellikle İşçi sınıfı içinden yetiştirdiği aristokrat amele tabakası denilen küçükburjuvazinin en modern ve en rezil satılık çeşidine yalatmasa ve işçi sınıfını o yoldan kendi çapul arabasına bağlamasa, Parlamentarizm oyununu kimseye, hele kendi geniş işçi ve halk yığınlarına hiç bir zaman yurtturamazdı. Beş, on, yirmi yıl işçi sınıfı içinden ayrıcalıklılara yüksekçe bir "yaşama standardı" sağla: Ardından on milyonlarca insanı emperyalist bunalım ve savaşlarla kır, öldür. Düzen bu. Parlamentarizm elma şekerinin içindeki zehirli, kan kusturucu meyva rejimi bu. Onun, artık en ileri emperyalist anayurtlarında bile ipliğı pazara çıktı.
3 - Birinci Büyük Millet Meclisi
Ya bizde parlamentarizm kimlerin tekelinde? Mustafa Kemal Paşa hayâle kapılacak kişilerden değildi. Türkiye'yi "çağdaş uygarlık düzeyi"ne çıkarmak için "sermaye" mekanizmasına inanmıştı. Ama, 1. Millî Kurtuluş Savaşı'nda ordu olmasa, sermayenin, kompradorlar çıngarı: İttihatçı - İtilâfçı yırtınmalarıyla ülkeyi bir emperyalist sömürgesi yapacağını görmüş, eliyle tutmuştu.
"Sermaye mekanizması" denilen şeyin adına "kapitalizm" mi denir? İlk Büyük Millet Meclisi demeçlerinde: Emperyalizme de, kapitalizme de ağız dolusu sövüldü. Öyleyse, hem kapitalizme söven, hem bir sermaye makanizmasını kuran düzen nasıl olabilirdi? Ordu ile... Sermaye, halka etkili olabilmek için parlamentarizm mi istiyordu? Olur. Paşanın kaç tâne güvenilir subayı varsa, hepsinin üniformaları, savaş biter bitmez çıkarıldı. Başta Paşa'gân olmak üzere hepsine smokinler, kırlangıç kuyruklu redingotlar giydirildi. Memleketin şurasında burasında 3-4 yıl arayla çalışan "seçim" davul zumaları şölenlerinde gösterilen adaylar, sılindir şapkalarını giyip Ankara'daki Sultanî çatısı altında toplandılar.
Parlamento mu istediniz baylar? İşte size: Büyük Millet Meclisi. I. Kurtuluş Savaşı günlerinde bu meclisin "Manzarası" biraz vahşice mi görünüyordu? Doğrudur. Bir kaç, pilâvın içinde karabiber kabilinden, Patrik Atenagoras'tan heybetli şıh, Aşiret reisi, ilmiyye patriyarkı (Babahan'ı) ile yan yana, hemen hepsi I. Emper-için cep dolu. Beller kemerle sıkık. Bacaklar getr pantolonlu. Bu Mepus Bey yahut yedeksubayı cin gibi "Kalpaklılar". "askerî"den bozma, yakası açık, "hâkî" (Toprak rengi: Savaşta arâziye uygun (!) giysi. Göğüsler fişeklikler, paşanın emrinde, ha deyince İstiklâl Mahkemesi'nde adam asar, yahut cephede düşmana karşı çıkar "avcı kıyafetli" tedbil gezen askerlerdir.
4 - Tek-Parti Parlamentarizmi
Sivil Sermaye o manzaradan ürkse haklı. "Asrî" (çağdaş) parlamento kılığı için Ankara'dan İstanbul'a müşteriler, İstanbul'dan Ankara'ya "tüccar terzi"ler az mı aktı? Ve "sermaye" hazretlerinin sinirine dokunmayacak bir sivil Parlamentarizm görüntüsü sağlandı. Ancak meclisin içinde ordu oturuyordu, ne gerek. Arasıra sevimli Anadolu boğazıyla oy'a baş vurulurdu:
"- Gabl'idenler (Kabul edenler)?
"- Gabl'itmiyenler?
Ve ardından, öyle istenmişse, hemen:
"- Gabl'idilmiştir!" gelirdi. Bu kanunun onaylanıp onaylanmayacağı, ilkin kara kalpağın yanlamasına mı, önlemesine mi durduğuna göre belli olurdu. Sonra ona da hacet kalmadı. "Seçim"le kimin meclise gireceği önceden belliydi. Yanlışlık olamazdı. Parlamento, paşanın öğütlediği kıyasıya askercil disiplinli çarklardan kurulmuş bir makineydi.
CHP'nin "tekparti" çağında parlamentarizm bu idi. Ordu'nun ruhu mecliste tebdil gezip bağdaş oturuyordu. Daha mı az demokrattı o tekpartili CHP parlamentarizmi, yoksa daha mı çok? Bunu tartışmıyoruz. Yalnız biliyoruz. O zaman da meclisin adı gene Büyük Millet Meclisi idi ve Büyük Millet Meclisi'nin demokrasiciliğinden şüphe edenin, alimallah gözü patlatılırdı! Seçim ise, işte "seçim". Parlamento ise, işte meclis. Demokrasi ise kimin haddine demokrasiye yan bakmak?
Bu bir çeşit tarihsel devrimler'den sonra gelen, Gaazi'lerin egemen sınıflı topluma geçit döneminde kurdukları devlet biçimli bir "askercil demokrasi" geleneği miydi? Olabilir. Ona tekparti parlamentarizmi denebilirdı. Tekparti parlamentarizminin, hiç değilse, kendine göre daha az saçma bir mantığı vardı. Bir yol devlette: (Yasama - yargılama - yürütme) üçüzlüsü, "güçleri ayırtlama" (tefrik'i guvâ) kargaşalığı yoktu. Her üç yetki T.B.M.M'nin kişıliğinde; T.B.M.M'de paşanın kişiliğinde birleşikti. Burjuvazinin pısırıklığı, sosyal sınıf çelişkilerinin kütlüğü bunu olasılaştırıyordu. "Kemalist inkılâplar" o ortalıkta yürütüldü. "Aşırı-kâr" gene yoktu ama aşırı uçlar da yoktu. Hiç değilse, yok edilebilmiş sayılıyordu.
5 - Çok-Parti Parlamentarizmi
Çokparti parlamentarizmi, o mantığı bozdu. Daha doğrusu "zor oyunu bozdu" 1925' den beri, CHP'nin tekparti parlamentarizminin kanadı altında palazlanıp, CHP'nin önce beynini, sonra yüreğini ve en sonunda etini kemiğini kemirip yiyerek fena halde semiren parababalığı (Finans - Kapital), antika çağlardan kalma, askercil demokrasi gelenekli tekparti "vesâyet"ine sağdıçlığına artık isyan etti. "Tekparti demokrasisi"ni, dayanılmaz bir diktartörlük saydı. Tekparti CHP'si ve paşası: Hem dayak yiyen, hem memnun olan koca kılığından da dımdızlak bırakıldı.
Demokrat Parti'nin "Demirkırat"ı, Finans - Kapital sağdıcı Bayar ile Tefeci - Bezirgân hacıağa tohumu Menderes gibi sivil beğcikleri sırtına alıp, parlamento'da bağdaş kurmuş orducuları tekmeleyip kovar oldu. Beyciklerin paltosunu tutup giydirmeyi "şeref'i askerî"sine aykırı bulmayan paşaları, ordu geleneklerine karşı çıkardı. Aşırı çapuluna Amerikan sadakası yetmeyince, Kruşçef Bolşeviği Ankara'ya çağırdı. Tekparti parlamentarzimi, ordu için rahat bir emeklilik yiyimi idi. Çokparti parlamentarizmi, sürüyle hacıağa ve parababası kullarına Demirkırat yemliği oldu.
Amerika "arpayı" keser kesmez, bir milyon Vatan Cepheli üye yazıldı ve ordu da tapayı attı. 27 Mayıs: Parababaları sömürüsünün kendisini kaldıramadı, halk içinde bu sömürünün yarattığı ateşi ölçecek termometreyi koydu. Sosyalizmi serbest bıraktı. Yeni anayasa yasama - yargılama - yürütme (Y-Y-Y-) güçlerinin ayırtlanmasını son dereceye götürdü. Böylece, ordu: Millî Birlik ve kontenjan gruplarına rağmen politika dışı bırakıldı. Ordu sayesinde iktidara hazırca konan parababalığı (Finans - Kapital ve Tefeci - Bezirgânlık) orduya karşı yapmadık provokasyon bırakmadı. Parlamentoda paşa dövmeye dek denemeler yaptı.
Hepsi kolaydı. 35 milyon, işsizlik ve pahalılık altında nasıl uyuşturulacaktı? Halkın köylü kesiminin Tefeci - Bezirgânlar hakkından gelebilirdi. Yeter ki, tefeciliği yasak eden İslâmlığı, tefeci mütegallibenin gâvurluğunu örten bir maske gibi kullanabilsinler. Ama halkın en dinamik kesimi olan işçi sınıfı sosyalizme doğru hızla gelişiyordu. Gangsterler sendikalizmini bile etkili kılmak için AŞIRI-KÂR gerekti. Onun yerine Finans - Kapital parababalığı ıki silâh buldu: 1- AŞIRI VURGUN; 2- AŞIRI UÇLAR...
Alman casuslarının üniversiteye soktukları: Panislamizm için halife gerekti. "Ulu Hakan Abdülhamit Hân" üzerine destanlar yazmak, yetemezdi. Panislamizm uygulanınca: Türkiye'den Suudî Krallığına döviz kaçırıp kolera ithâl eden hacılar, aşırı vurgunun kaymağını da yabancılara kaptırdı. Alman casusluğunun Pantürkizmini en iyi bilen ordu idi. Turan yerine Hitler'in ırkçılık hezeyanları da: yalnız birkaç CİA ajanı komando'yla, Toplum Polisi'ne bile yeterli cep harçlığı istedi: AŞIRI VURGUN'un öbür bölümünü tüketti. Faşizm'in ezelî AŞIRI UÇLAR maskesi, asker-sivil GENÇ TÜRKLER geleneğimizi uyarmaktan başka hiç bir işe yaramadı.
6 - PARLAMENTARİZM HURDACILIĞI
Modern ve antika parababalarının denizi burada bitti: Parlametarizm gemileri ordunun bir "muhtıra"sıyla oracıkta şapa oturdu. Şimdi ne oluyor? Ordu eliyle batırdığı halk düşmanı parlamentarizm gemisini yüzdürür inşaallah demeyen "siyasî parti" yok. Kendisine "işçi partisi" diyen TİP bile, hiç kızarmadan, batmış parlamentarizmin mantar cankurtaran simidine şöyle sanlıyor:
"Bugün... kazanılmış demokratik hakların korunması PARLAMENTARİZMin yalnız şekil olarak değil, fakat temel ilkeleriyle birlikte ayakta kalmasına bağlıdır." (TİP Bildirisi)
Ne "kazanmış" TİP? 1965 yılı 276 bin oyla 14 mepusluk. 1969 yılı 243 bin oyla 2 mepusluk! Parababaları parlamentarizminde: "Bütün sosyal sınıfların siyasî ağırlıklarını koyacakları bir ortam" olabilirmiş gibi, "İşçi ve emekçi sınıfların serbestçe örgütlenip siyasal eylemlerde bulunması" olabilirmiş gibi "Süratle genel seçimlere gidilmesini istiyoruz" diyebiliyor (23-3-1971). Kuyrukçuluk yapıyor.
AP pehlivanı Demirel de, başka lâflarla aynı şeyi söylüyor:
"Parlamento ile orduyu karşı karşıya bırakmayı ve bu suretle demokratik nizamı temelinden sarsacak bir duruma girmeyi kabul etmemiz mümkün değildir:" (23-3-1971)
Parababalığının tek güvendiği parlamentarizmin palavra mantarizmini yutmayan bir ordu-gençlik var. Gençlikte bilinç güçten üstün. Orduda güç bilinçten üstün. Bilincin de, gücün de tükennıez kaynağı işçi sınıfı'dır. Ancak bu üç güç gençlik + ordu + işçi sınıfı birleşirse: Büyük köylü yığınları Tefeci - Bezirgânlığın kanlı pençeresinden ve Finans - Kapitalin karanlıkta avladığı oy davarlığından kurtarılabilir. Millî kurtuluş, gürbüz çağdaş uygarlık düzeyine ulaşabilir. Günün birinci problemi bu gerçekliği orduya anlatmaktır.
Görünürde Ordu: Şapa oturttuğu parlamentarizm gemisi içinde dişe dokunur nesneler varsa; onları kurtarmak istiyor. Bu da bir "ekonomi" görüşü olabilir. Ancak batmış gemiler hurdalıktan başka yerde değer taşımaz. 27 Mayıs denemesi ortada. Parababalarının tekelinde batmış parlamentarizmi allayıp, pullayıp yüzdürenler, gemiye hemen sahip çıkan sermaye korsanlarının ilk bombardımanına uğrayanlar ve parlamentoda kan içinde bırakılarak dayak yiyenler oldular. Şirin ve süslü demokrasi makyajı altından, en sinsi ve kanlı alaturka faşizmin nasıl fışkırdığını gördüler.
"Men cerreb'el mücerrep, hallet bihîn nedâmet" (denenmiş deneyen, işin sonunu, yazık oldu ile çözümler!). Devrimci gelenekli ordunun tek ihanet etmiyecek dostu ve dayanağı işçi sınıfı ile çalışan halk yığınlarıdır.
B. ECEVİT, PAŞAYI GAZABA GETİRDİ
Ecevit Havlu Atıyor
6 Nisan 1971
Uzun yıllar CHP teşkilatında ortanın solu sloganına sahip çıkan, bunu tabana yaymaya çalışan hatta bir ölçüde tabana bir canlılık getiren Ecevit, Erim kabinesine CHP'nin katılmasına engel olamayınca istifa etmiş, bir başka deyimle paşa tarafından harcanıvermiştir.
Şimdiye dek bir burjuva partisinde çeşitli derecedeki sağ unsurlarla, bir sol kanat arasında denge kurmaya çalışan İsmet Paşa'nın dümen suyundan giden, o denge politikası içinde sağa daima taviz vererek tutarsız bir çizgi izliyen ve ilerici küçük burjuvazinin gözünde yıpranan Ecevit en sonunda sağ'a yenik düşmüştür.
Bir yanıyla baktığımız da; Ecevit'in kendi inandığı görüşler adına istifa etmesi dürüst ve cesur gibi görünmesine rağmen öte yandan, Ecevit en kritik dönemde cepheyi bırakmıştır. Parti içi mücadelenin asıl yoğunlaşacağı bir dönemin başlangıcında yönetimden çekilmiştir. CHP gibi yıllanmış kurt burjuva politikacılarının cirit attığı bir partide geleceğe dönük olarak "yıpranmama" hesapları yapmak pek geçerli değildir. İ. Paşa, Ecevit'e "seni ortada bırakırım" demiştir ve bırakmıştır. Bundan sonra, Ecevit ekibinin sağındaki unsurlar yoğun faaliyete geçecek ve partiyi büsbütün sağa çekmek isteyeceklerdir.
CHP İÇİNDE SOSYAL DEMOKRASİ MÜCADELESİ DEVAM ETMELİDİR:
Ecevit gerçekten de sosyal demokrasinin samimi bir savunucusu ise, "şefinden" asla çekinmeden parti içinde radikal bir sosyal demokrat hareketi örgütlemeliydi. Hatta son parti meclisi'nde Ecevitçiler külliyen iktidardaydı. Ecevit geçmişte imkânları yeterince kullanamamıştır.
Ecevit bir an olsun rehavete kapılmasızın mücadelesini sürdürmeli, kendi çıkmazını yeni baştan gözden geçirmeli, geçmişteki tutucu ve tutarsız çizgisinin kurbanı olduğunu anlayarak, samimi bir sosyal demokrat çizginin örgütleyicisi olmalıdır.
Biz istifa eden Ecevit'in parti içindeki olanaklarının hayli kısıtlandığını sanıyoruz kendisi de mütereddit bir kimse olduğundan davayı büyük ölçüde kaybetmiş gözükmektedir. Ayrıca son grup toplantısındaki çıkışıyla İ. İ. Paşa'nın bütün gazabını üzerine çekmiştir.
BİR MİKRO ÖRNEK:
İşçi sınıfı devrimcilerinin bu olaydan alacakları ders şudur: Sosyal determinizm kanunlarına icra etmektedir. Burjuvazi ile proletaryanın keskinleşen sınıf mücadelesi arasında sıkışıp kalan ve küçük burjuvazi ile burjuvaziyi bir arada bünyesinde taşıyan bir parti, gelişen sınıf mücadelesi karşısında bölünmeye mahkûm olmuştur. CHP yakın geçmişteki konumunu ve niteliğini koruyabilecek midir? Bunu önümüzdeki dönümde göreceğiz. CHP, ya burjuvaziden tamamen koparak küçük burjuvazinin partisi haline gelerek ve samimi bir sosyal demokrat çizgiyı temsil edebilir (bu durumda burjuva unsurların ve İ. İ. Paşa'nın tasfıyesi gerekir), ya da içindeki küçük burjuva reformistlerini dışarıda bırakıp mütecanis bir burjuva partisi örneğin bir liberal parti haline dönüşebilir. modern sınıfların mücadelesi arasında küçük burjuvazi ayakta duramayıp, parçalanırken ve bölük bülük safını belli ederken, hem burjuvaziyi, hem de bir kısım şehir-köy küçük burjuvazisini temsil etme iddiasındaki bir politik örgütün o haliyle yaşaması ne demektir? Ütopyadır.
Alınacak başka bir ders, bir avuç küçük burjuva yönetici bir burjuva partısine kolay kolay sahip çıkamıyorlar. Çeşitli kaypak ve uzun vadeli hesaplar günün birinde iflâs ediyor, tavizkâr tutumlar çok sert cezalandırılıyor. Eğer Ecevit'in çizgisi tutarlı bir küçük burjuva ilericiliği olsaydı, her şeyden önce emperyalizme karşı çıkmakta ve anti-emperyalist bilinci CHP sempatizanlarına yaymakta gecikmemesi gerekirdi.
EMPERYALİZME YARANMA SEVDASINDAKİ PAŞA GAZABA GELDİ:
Ecevit, geçtiğimiz Cumartesi günü yapılan CHP grup toplantısında daha sert bir çıkış yaparak, Nihat Erim kabinesinin, NATO ve Ortak pazarın, özellikle dış egemen güçlerin hizmetinde olduğunu söylemiştir. Genel sekreterlıği zamanında emperyalizme karşı çıkmayan, kısmen iç sömürü edebiyatı yapan Ecevit, sekreterlik tavizciliği ortadan kalktıktan sonra daha gerçekçi konuşmaya başlamıştır.
Yıllardır parti içinde sağ kanada taviz veren Ecevit geçmişteki tutumuyla hem işçi sınıfı sosyalistlerinin, hem de küçük burjuva ilericilerinin güvenini sarsmıştır. Partisine aşırı bağlı vatandaşlar dışında, Ecevit halk kitleleri tarafından da tutulmamaktadır. 1963'de işçi kanununu çıkardığı için bir zamanlar işçiler tarafından sevilen Ecevit şimdi işçilerin geniş desteğinden de yoksundur... Parti içinde sağ kanadın ve kaşarlanmış politikacıların çevireceği dolaplara dayanabileceği de hayli şüphelidir. Ayrıca Ecevit son konuşmasında bile içinde bir sürü gerici parti olan parlamentoyu savunmaktadır.
Bununla birlikte Ecevit için her şey bitmiş değildir. CHP içindeki samimi sosyal demokrat hareketi örgütlemek ıçin ustalıklı olarak ama asla taviz vermeden çalışırsa, işçi sınıfı sosyalistleri ile minima program ve demokratik güçbirliği görüşleri üzerinde düşünürse dürüst bir anti-emperyalist çizgi izlerse, önemli sayılacak bir hareketin temsilcisi olur ve ileride politik kadrosu ve dayandığı tabanı ile birlikte, öncü Proletarya'nın müttefiği ve cephe arkadaşı olarak gerçek demokrasiyi geliştirmeye yardımcı olur.
MAO KALPAZANLARI
6 Nisan 1971
Ünlü kızıl kitabın birinci bölümü parti üzerinedir. Ve bu bölüınün (yani kitabın) birinci cümlesi: "Parti'nin" Çin Halkının Önderlik merkezi olduğunu söyler.
Ve bütün birinci bölüm boyunca, Mao'nun çeşitli zamanlarda Parti'nin önemini vurgulayan cümleleri yer almaktadır.
Her Marksist - Leninist lider gibi Mao da, partinin birinci derecedeki önemini çok iyi kavramış, tüm mücadelesi boyunca partiyi güçlendirmiş ve partiyi daima kitlelerin önderi kılmıştır.
Ak-Aydınlık benzerlerini yani bizdeki sahte Maocuları çekmiştir, bunlar her nedense parti meselesine hiç girmiyorlar.
Bir zamanlar "İşçi sınıfının politik - ideolojik - örgütsel - öncülüğünden" sözederlerdi. Hadi ideolojik öncülüğü "Mao Zedung düşüncesiyle" hallettiler diyelim, peki politik öncülük nasıl gerçekleşecek? Ak Aydınlık dergisiyle mi? Hadi onu da o dergiyle sağlasınlar... Ya örgütsel öncülük ne oldu? Oysa ideolojik politik öncülük örgüt öncülüğünün, (yani her şeyden önce örgütün) varlığıyla gerçekleşir. Öncülük diyalektik bir bütündür.
İşte sahtekârlann maskesi burada düşer... Aylardır bir sürü laf kalabalığı içinde üniversite odalarından ahkâm kesenler buraya geldi mi susarlar.. Susarlar çünkü Proletarya Partisi'nin teşkilini ne kadar geciktirirlerse, kendi borlarının o kadar uzun ömürlü olacağını hesaplamışlardır.
Oysa bu kişiler gerçek Maoculuğun ne olduğunu pekâlâ bilirler. Örgütsüz hiçbir mücadelenin başarıya ulaşamayacağını hiç şüphesiz bilirler. Ama gene de örgüt önermezler. Günümüzün acil meselesinin örgütlenmek olduğunu nicedir dillerine almıyorlardı. Kuru sıkı laf kalabalığı arasında oradan buradan adam apartmak peşindeydiler. Bir ara Sosyalist Kurultay'dan bahsediyorlardı. Oradaki amaç da belliydi, ortadaki dağınıklıktan kendilerine parsa toplayacaklarını umdular, olmadı.. Susuverdiler.. Çünkü gençlik katlarında partisiz mücadele görüşü yaygındı.
Çünkü Proletarya Partisinden sözeden herkese hemencecik revizyonist diyenler çoğunluktaydı. Gençleri en keskin lâf eden grubun toparlayacağını uman sahte Maocular bu yarışa girdiler. Dev Genç merkez yönetimini pasifistlikle suçlarken, partisiz mücadele anlayışını eleştirmek işlerine gelmiyordu.
Marksizm - Leninizmin (ve dillerinden hiç eksik etmedikleri Mao Zedung düşüncesinin) en temel teorik ve pratik noktalarından biri olan PARTİ konusuna, örgütlü mücadele konusuna hiç değinmediler. Yaptıkları eğer provokasyon değil idiyse, oportünizmin ve revizyonizmin dik âlâsıydı...
Ve bizce yaptıkları aynı zamanda bir provokasyondu. Dev-Genç merkez yönetimini "en tehlikeli revizyonizm"le ve pasifizmle suçladılar. Nereden aldıkları belli olmayan bir icazetle lâfta keskinleştikçe keskinleştiler. Yaptıkları açıktı, diğer ihtiyatsız ve tecrübesiz grupları kendi provokasyon alanlarına çekip, sosyalizmin gizliliğini deşifre etmek ve birtakım genç kadroların, acemi unsurların kendi kendilerini polise ihbar etmelerini sağlamak. Elhak Akaydınlıkçılar bu provokasyonda bir miktar başarılı oldular...
(Ak Aydınlıkçıların SOSYALİST'e öfkelenmelerinin nedenlerinden birisi Proletarya Partisi çalışmaları ise, diğeri de Sosyalist'i ve onun başyazarını bu provokasyona düşüremediklerinden ileri gelir. 30 Mart 1971 tarihli sayılarında da binbir dereden su getirerek, en adi demagojilerle Dr. Kıvılcımlı'yı kendi kendisini ihbara zorlamaktadırlar. Oysa bilmezler mi ki Kıvılcımlı niçin bunca yıl hapiste yatmıştır.. Bilmezler mi, Kıvılcımlı, daha geçen yıl yaptığı bir konuşmada, Sosyalizm lâfla değil, silâhla olur" dediği gerekçesiyle hâlen yargılanmaktadır. Hepsini bilirler. Ve gene Dr. Kıvılcımlı'nın "Mao Mao" başlıklı yazısında Mao'yu niçin ve nasıl takdir ettiğini, ve sahte Maocuların, pamuk elli cici beyciklerin ellerine silâhtan başka her şeyin yaraşacağını bildiği için o yazıyı yazdığını bilirler. Kıvılcımlı, orada Mao'nun eylemini sergileyerek Mao kalpazanlannı teşhir etmişti.)
Ak Aydınlıkçı sahtekâr Maocular Nihat Erim kabinesinin ardından hemen "Örgütlenelim" sloganını attılar. Yeni mi akıllarına geldi? Yeni geldi, diyelim. Peki nasıl örgütlenelim? Aylardır Parti konusunda tek lâf ulaşılacağı konusunda en ufak bir görüş belirtemeyenler Partili mücadele bilincini önleyenler, Vatan Partisi'nin tekliflerini baltalayanlar kendileri değiller mi?
Onlar mı, Proletarya Sosyalistlerine örgütlenmeyi salık veriyorlar?
Daha bir yıl önce ideolojik - politik - örgütsel öncülükten bahsederlerdi. Demagojinin başka bir biçimi. Örgütsel öncülük olmazsa ne ideolojik ne de politik öncülük gerçekleşir... Ve örgüt Akaydınlıkçılar tarafından hep hasıraltı edilmiştir. Yani proletaryanın örgütlenmesini, İşçi Sınıfı Partisi'ne giden yolu da diğer bazı gruplarla birlikte dinamitlemeye çalışmışlardır.
Kurtuluş grubunun tutumu açıktır, onlar şimdilik partisiz mücadeleyi önerirler. Bu nedenle Kurtuluş grubundan proletarya partisinin nasıl kurulacağını sormayız. Üstelik bu arkadaşlar ölümün üstüne yürüyen pervasız kişilerdir. Ya bizim keskin Maocular? İşte burada şapa otururlar.. Çünkü her Leninist gibi Mao da partinin öncü gereğini her satır başı vurgulamış, her adımda bunu ispatlamış bir kişidir...
Böylece, Leninizmin en önemli meselesinde sahte Maocular açık vermişlerdir... Hem de öylesine yaman bir açık vermişlerdir ki, görmeyen gözler önünde de maskeleri düşmüştür...
Bundan sonra proletarya partisini konusunu da ele alacaklardır... Fakat burada da en seviyesiz demagojiler bir takım lâf salataları ve bol bol Mao Zedung düşüncesi... Böylece bu konuyu da dejenere etmeye çalışacaklardır. Ak Aydınlıkçılar'ın proletarya partisi konusuna girdiklerinde illegaliteyi şu ya da bu şekilde dillerinden eksik etmeyerek Provokasyon konusu yapacakları bellidir.
AK AYDINLIK'IN EYLEMDEKİ BİR PROVOKASYONU:
Şimdi sırası gelmıişken Ak Aydınlıkçıların eylemdeki bir provokasyonunu örnek olarak burada vereceğiz. Bir greve giden Ak Aydınlıkçılar, işçilerle konuşurken, sendikacıların Moskovaya bağlı olduklarını bu nedenle revizyonist olduklarını, Moskovacı sendikacılara işçilerin güvenmemeleri gerektiğini söylemişlerdir... Daha sonra aynı grevde sendika yönetimi Gorki üçlüsünden bir filmi getirip işçilere göstermişlerdir ve fılm esnasında işçiler sinemanın oynadığı çadırı terketmişlerdir, "Bize söylemişlerdi inanmamıştık, bu sendikacılar hakikaten komünistmiş" demişlerdir...
Burada sendikacıları müşkül durumda bırakmamak için olayın yerini ve zamanını vermiyoruz. Bu haltı işleyen provokatörler olayı daha iyi bilirler... Eğer yönetici "ağabeylerinin" (Ak Aydınlık merkezinin) haberi yoksa, sorup öğrensinler.
Fakat sorup öğrenmeğe ne hacet, Ak Aydınlık yöneticileri yürütülen toplu ve açık bir provokasyonu sürdürmektedirler.
Türkiye'de CIA ve egemen sınıflar Sovyet Rusya düşmanlığını komünizm düşmanlığı ile eşdeğer tutmuşlardır. Ak Aydınlıkçıların Rusya'ya karşı çıkmaları hâlisâne niyetle ve "sosyalizm" adına değildir. Çünkü, henüz doğru dürüst ekonomik bilince bile gelmemiş ve derin anti-komünist şartlanma içinde yetişmiş işçilere anti Sovyet propaganda yapmak, Türkiye'nin şartlarında sosyalizm düşmanlığının, CIA provokasyonunun ta kendisidir...
Türkeş'in faşist komandoları Mavi ve Kızıl emperyalizmin düşmanıyız derler.Akaydınlıkçılar, Amerikan ve Sovyet Sosyal Emperyalizminin düşmanıyız diye konuşurlar... Ümmetçiler de aynı sloganları kullanırlar... CHP'nin safdil gençleri de, yanı yoldadır ve CIA Türkiye işçi sınıfı içindeki en başarılı provokasyonlarını anti-komünist şartlanmanın Sovyet düşmanlığına eşit olduğu olgusundan yola çıkarak tezgâhlar...
APIŞIP KALAN CİCİ MAOCULAR
Maoculuğun Türkiye'ye en temel noktaları çarpıtarak sokan ve yukarıda söylediğimiz provokasyonlar dışında, genel geçer lâflarla mezhepçilik yaratmaya çalışan, Türkiye'deki sınıf tahlillerini 50 yıl öncesinin Çin'ine benzeterek çarpıtan ve ona uysun diye "Toprak ve köylü"' demagojileri yapan, ikide bir görüş değiştiren, hedef şaşırtan, her türlü kaypaklığı "esneklik" diye yorumlayan, kişi putlaştırma eğilimini yerleştirmek isteyen, Türkiye'den kopuk üç buçuk kırık dökük lâfla ideolojik öncülük peşinde koşan Ak Aydınlıkçı sahtekâr Maocular Rusya'nın uzlaşmacı politikasını dillerine dolamışlarken, Pakistan meselelesiyle apışıp kalmışlardır.
Bilindiği gibi, faşist Yahya Han'ın Pekin'le arası hayli iyidir. Çin, Hindistan'a karşı daima Pakistan'la birlik olmuştur.. Ne var ki, son hafta içindeki Doğu-Batı Pakistan kavgasında Yahya Han'ın faşist terörü, döktüğü oluk oluk kan Çin'i müşkül durumda bırakmıştır. Hele Hindistan'da Doğu Pakistan halkını destekleyince Çin cephesinden henüz ses seda çıkmamıştır.
Böyle şeyler olur.. Sosyal olaylara mekanik açıdan bakılırsa kimileri işte böyle apışıp kalırlar. Çünkü sosyal olaylar ancak diyalektikle çözülecek kadar karmaşıktır. Kısa vadeli çıkar hesapları adamı böyle günün birinde afallatıverir... Ve bizim cici beycikler, Pakistan konusunda genel geçer sözler söylemek yoluna gitmişlerdir. 4.4.1971 sayılarında bu konuda net bir yorum getirmeden fıyâkalı lâflar ve ihtiyâtlı cümlelerle işi geçiştinneye çalışmaktadırlar.
İşte burada, sahtekâr Maocularla ilgili şimdilik üç noktaya değindik...
Kabine Emperyalizme Bağlılığını İlan Etti:
Güdümlü Program
6 Nisan 1971
· Hükümet programı göstermelik reform programıdır.
· Program emperyalizmin istediği biçimde düzenlenmiştir.
· Alınacak iktisadî tedbirler sermayenin tekelleşmesini hızlandırıp, Türkiye malî sermayesinin uluslararası Finans - Kapitalle bütünleşmesini artıracaktir.
· Kabine Amerika ve NATO'ya bağlılık methiyeleri yakmaktadır.
· Program gerektiğinde yeni anti-demokratik tedbirlerin alınacağını ilân etmektedir.
· Kabine halkın hiç bir ciddî sorununu çözme yolunda değildir.
· Programda stratejik madenlerin devletleştirileceği söylenmektedir. Bu yuvarlak bir lâftır. Türkiye için en stratejik yeraltı serveti petroldür. Petrollerimiz yabancı tekellerin elindedir. Bu nedenle diğerlerinden önce petrollerin millîleştirilmesi gerekirdi. Böylece stratejik madenlerin devletleştirileceği beyanı güven vermemektedir. Petrol ürünlerinin depo ve satışının devletleştirileceği vaadi ise inandırıcı değildir.
· Toprak reformu vaatleri de ütopiktir. Hangi kaynakla hangi toprağı alıp dağıtacaklardır.
· Konulan "aşamalar" oyalama aşamalarıdır.
· Emniyet kuvvetlerinin tarafsız olacağı iddiası da gülünçtür. Burjuvazinin polisi mi tarafsız olacaktır?
KARMA DEĞİL KARMAKARIŞIK
6 Nisan 1971
Hükümet programı baştan sona okununca edinilen ilk genel izlenim şudur:
1- HİÇ YAPILAMAYACAK HER ŞEY
Hiçbir şey yapamayışın melankoli denilen karasevdası içinde, her şeyi söylemiş görünmek. Bir koca gazete sayfasını dolduran program içinde 50 yıldır işitilen : "Muasır medeniyet seviyesi" klişe olarak: "Çağdaş uygarlık düzeyi" biçimine çevrilmiş. 50 yıldır bilinen: "Türk sılâhlı kuvvetlerinın demokratik rejime ve anayasa düzenine bağlılığının en açık delili" bilinen "muhtıra" ile verilmiş.
Ne yapılacak? En başta:
"Zorunlu reformların hiç beklenmeden gerçekleştirilmesi" deniliyor. "Zorunlu" nerede başlar, nerede biter? Kim bilir.
En son: "Herhalde artık Anayasanın öngördüğü reformların yapılmadığı veya ele alınmadığı söylenemiyecektir." deniliyor. Demek maksat ağızları tıkamak. "reform" diye tutturulmuş. "Alın size reform" denilecek. Hiç değilse "yapılacak" mı reform? Şart değil: "Ele alınma" da yeter.
Programın genel sözleri bunlar. "Dengeli gelişim", "dinamik bir yapı", "siyasal degişme", "temel yapısal ve kurumsal çözümler" için "cesaretli adımlar" sıralanmış. Şirin, güzel sözler. Yapılacak işler hangisi?
"En kısa zamanda ilgili bakanlarca yüce milletimizin bilgilerine sunulacaktır" deniliyor. "Düşük gelir"den kurtulmak için: "Yol uzun"dur. "Kalkınma" için "Uzun vâde" isteniliyor. Öyleyse "en kısa" olan iş nedir? Önümüze mahut "Strateji" çıkıyor. "İlk aşama" olarak, temel: "Toprak - eğitim - maliye" gibi temel reformlar sayılıyor.
2- BOYUNA DEĞİŞİR DENGE
Bunlardan tek dişe dokunan toprakla ilgili reform şu:
"... Bir ailenin bölgelere ve toprağın cinsine göre tespit edilecek bir büyüklükten fazla toprağa sahip olmasını engelliyecek "Toprak Reformu Ön Tedbirler Kanunu".
Daha "reform" yok, "ön tedbirler kanunu" gelecek.
Oysa, "ön tedbirler" değil, "toprak" kanununu 2. Emperyalist Evren Savaşı'ndan önce tekparti'nin İ.İ. Paşası başvekilken "meclise sunmuş" idi. İlkin "aile başına" Amerikanvari 500 dönüm bırakılacaktı. Sonra bu alaturkalaştırılıp adam başına 5000 dönüm bırakılacaktı. Sonra bu alaturkalaştırılıp adam başına 5000 dönüme çıkarıldı. Böylece toprak ağası ev halkına en seçme topraklarını beşer bin dönüm dağıtıp kanundan sıyrıldı. Gene de İ.İ. Paşa'nın nasıl tekerlendiğini biliyoruz.
Şimdiki paşalar. "Silâhlı kuvvetler" ellerinde olduğu için tekerlenmezler mi? Komutan ne? Bir memur. Memur kim? Hükümet emrinde, şimdi tersine hükümet komutanın emrinde. Bu ne kadar sürer? Bizde olağan şey bu.
1937'lerde İnönü hem "paşa" idi, hem "başvekil" idi. Karşısında şimdiki gibi sürüyle başka parti de yoktu. Yalnız ordu: Çakmak Paşa'nın, devlet Gazi Paşa'nın emrinde idi. İnönü Hükümeti: Bir işaretle düşüverdi. Bugün de öyle oldu. Devletle ordu başları: "Git" deyince hükümet gitti.
1937'ye göre bir fark var. O zaman hükümet ilerici idi; şimdi gerici. O zaman ordu gençliği tarafsızdı; şimdi toprak reformundan yana... Ama ordu hiyerarşiye bağlı. Hiyerarşinin tepesinde komutanlar oturuyorlar. Kuvvet komutanları gençliğin tutumunu amortize etmek (öldürümlemek) için başa geçtiler. En üstte devlet başkanı bu işi ayarlıyor. Karşıda bütün partiler, orduyu neresinden ısıracaklarını hesaplıyorlar.
Böyle durumlara eskiden "muvazene'i mütedavile'i dâime" derdik. Öztürkçede: "Boyuna değişir denge" adı verilir. Burada kim kurtsa, o "partiyi kazanır". Saf kuzucuklar birer ikişer veya toptan yenir.
Kim kurt?
3- KURTLARlN ULUYUŞU
Parababalarından daha kurt kimse olamaz. Kurt bulanık havayı sever. Parababaları da bayılırlar böyle bulanık politika havasına. Kaç taşla kaç kuş vurmazlar ki:
1- Süleyman Bey Türk parasını düşürdüğü için görevini bitirdi "Baba bir hırsız tuttum"a dönmüştü ekonomi: "Al getir, gelmiyor. Koyver, gitmiyor". Ordu Süleyman beyi koyvermekle sevabına girdi. AP'ye kahir yüzünden lütuf oldu.
2- Bütün kötülükler parababalarının tekelciliğinde değil, hâşâ: Suç kişi Süleyman'da. Ordu Süleyman'ı atınca, yerine koyduğu Erim'le her yer günlük gülistanlık olacak. Estirilen hava bu.
3- Hepsinden yamanı ordunun çıkardığı tozdan, dumandan hazır göz gözü görmezken, ordu da, vatan da, millet de Ortak Pazar denilen emperyalist anavatanları emrine aktarılacak. Hemen bütün yabancı parababaları ile son günlerde harıl harıl pişirilip kotarılan anlaşmalar, müdahalenin yarattığı sis perdesi ardında başarıyla gözden kaçırılıyor. Türkiye aktarılsın. Sonu kolay!
4- Halkın içinde, ordunun içinde patlamasız bu kalıp değiştiriş darboğazı da hele bir atlatılsın. O sıra yapılacak "ruh yatırımları" ile, gelecekte "oy davarlarımızı" gene parababaları yönünde ürkütme hazırlığı tümlenecektir. DP'nin ve Ecevitçi CHP'nin şimdiden değme dağlara konamayışları o yatırımlardandır. Ve ilh., ve ilh...
Bütün bezirgân parti kurtlarının çeşitli saman altından su yürütmeleri, hep "Bekle gör" diyen VAKİT KAZANMAK manevralarıdır. "Kandıralı Nihat Bey"in hükümet programı, tam o parababalarının vakit ve reklâm kazanmaları için biçilmiş kaftandır. Bunu programdaki "toprak reformu" için yazılanlardan daha iyi hiç bir şey gösteremez.
4- GELMEZ AYIN ÇARŞAMBASI
Toprak programı 5 madde. Ana madde, temiz iş almak için "altı ayda" çıkarılacak olan "tedbirler kanunu." Büyük arazi yasağını uygulayacak ötekï 4 madde büsbütün "develeri güldürecek" şeyler. Programın dili ile aynen sıralayalım:
1- "Başbakanlığa bağlı örgüt" yapılacakmış, o iş için. Uygulayın bugünkü sistemde: 1 milyonu bulan kapıkulu memur sayısı içine yeniden yüzbinlerce yeni memurcuklar katılacaktır!... İşsiz aydınlar sokaklar dolusu olduğuna göre, bu maddeden kolayı yok.
2- "Reform aracı... Tarım vergisi" konulacakmış. Bu da sayısı artacak nıemurlara tâze maaş sağlıyacağı için, bütün kapıkulları kalabalığının (asker-sivil bürokratların) şiddetli alkışlanyla karşılanacak. Ancak bir şey var: Bu vergiyi hangi "tarımcı" ödeyecek? "Tedbirler kanunu", hiç değilse lâfta, büyük arazi sahiplerini "kaldıracak" değil mi? Öyleyse, kapıkullannın ağızlarına çalınacak bir parmak bal tarım vergisi'ni; - "dalavere, malavere", - gene küçük ekinciler ödeyecek.
Buraya dek kurallar parababaları için "reformu" halkın gözünde taşınmaz yük etme prensibine uygun ve buna kapıkulları gık diyemezler. Ondan sonraki iki madde büsbütün yürekler acısı:
3- "Devlet Örgütü" ile "KREDİ, FİYAT çelişkilerini kaldırmak". Evet, program, bezirgân ekonomi'nin taptığı pazar kanunlarını devlet eliyle "kaldıracak"! Bu Osmanlı "muhtesip ağalığı" için, çarşıya kaç yüz bin değnekli Subaşı gönderecek?.. Devletin arabasına bindiği düzen kapitalizm olacak, ama devlet kapitalizmin hiç şakaya gelmiyen fiyat ve kredi kanunlarını, silâh gücüyle "kaldıracak"! İnsanlarla böylesine alay edilir mi? Hükümet mindere çıkmadan, güreşte yenileceğini ilân ediyor.
4- "Kadastro, harita çalışmaları": Anlaşıldı mı "Vehbi'nin Kerrâkesi"? "Kerrâke" ne midir? Cici kızların kışa girerken butlarını örttükleri "Maksi"dir: İç ayıbı görünmiyecek ve üşütmiyecek topuğa dek kaftan, bizim bildiğimiz. Hükümet "toprak refoımu"na "harita ve kadastro" maksisini giydiriyor!.. Toprak reformu mu? Ne demek 6 ay içinde "tedbirler"i meclisten çıkar (şakaya gelirse).
Uygulama mı, gerek? O da "kadastro" çabukluğu ile yapılacak. Kadastro ne zaman biter? İ. İ. Paşa, ilk "toprak kanunu"nu "büyük meclis"e getirip, henüz tekerlenmediği gün hesabını yapmıştı: Kadastro Türkiye toprağına 500 yılda belki yapılır!.. "Harita"ya gelince: Bu işe CIA'nin sermayesi yetmez. U.S. Amerika'yı satın almak gerekir.
5- "TİP" İK MARTAVAL YOK: "PLATFORM" VAR
"İşte böyle Mehmed-Ağa"! Bütün "partiler üstü" yeni Mehmedağalar ağızlarını açmışlar. Bizim Mehmedali Ağa'dan Behice Ağa'ya, Nihad Ağa'dan Süleyman Ağa'ya, İsmet Ağa'dan Kayserili ve Bozbeyli Ağalara dek bütün eski, yeni, gerici, ilerici kurtlar, hep T. İşçi Partisi'nin "faşist eğilimlere kapılmayan" şu bildirisinde toplanıyorlar:
"Demokratik haklarla ilericilerin can güvenliğini teminat altında tutarak, BÜTÜN SOSYAL SINIFLARIN (yani Tefeci - Bezirgân ve Finans - Kapitalistlerin de en başta tabii) siyasi AĞIRLIK'larını serbestçe ortaya koyacakları bir ortamda SÜRATLE genel seçimlere gidilmesini istiyoruz."
Bu maskara "siyasi ağırlık" kimde var? Herhalde bir deri, bir kemik işçi köylü yığınlarında yok. "Süratla seçime gidilince" kim "ağır" basacak? Belli: Yağlı pehlivan Süleyman Bacanak ve kaçak güreşen Feyzioğlu - Bozbeyli içgüveyleri ile bir kaç çiroz paşa... Toprak reformunu değil, onu "istiyoruz".
Hayır, baylar bayanlar, sizin ne istediğinizi biliyoruz: Tabandan gelen ordu tepkisini, tepeden gelen kartları değiştirme yönünde kazasız belâsız şapa oturtmak istiyorsunuz. Tehlikeli perende.
Biz iyi dilekli saf çocuklara bir daha duyururuz. Demokrasinin temel dayanağı genellikle işçi-köylü yığınlarının davranışı ile, özellikle köye kıyasıya hürriyet, toprak ve bereket sağlayacak sosyal devrimle gerçekleşir. Bu devrimi, işçi-köylü yığınlarının girişimine - örgütüne - kontroluna dayandırmadıkça, dünyanın bütün silâhlı kuvvetleri de bir araya gelse başaramaz. Ama, örgütlü işçi sınıfı, birkaç haftada örgütleyebileceği büyük köylü yığınlarımızı en yüce demokratik düzeye ve bilince eriştirir.
Toprak reformu diye soyutlaştırılıp kuşa çevrilmek istenen hür (özgür) oluşumun politik ve sosyal platformu: İthalât malı uzman ve adaptasyo'larla boşuna çıkmaza sokulmamalıdır. O platfomı: İşçi sınıfı partisinin Türkiye'deki aktüel karşılığı Vatan Partisi programı içinden başka yerde aranmamalıdır.
Saldırganlık, Parababalarını Kurtaramıyacaktır
13 Nisan 1971
27 Mayıs'ta, yığınlara tanınan sınırlı özgürlükten sonra devrimci hareket gelişmeye yığınların ekonomik mücadelesi gün geçtikçe güçlenmeye başladı. 27 Mayıs'ın devrimci özününün canına okuyan yerli - yabancı parababaları, güçlenen devrimci kavgadan da gocunmaya başladılar. Silâhlı milis (toplum polisi) teşkilâtı kurdular. Devrimci öğrenciler sokak ortalarında kurşunlanmaya başladı.
Devrimci ordu gençliği, halkının devrimci kavgasını görmezlikten gelemezdi. 69 deniz subayı bildirisi ile Devrimci İşçilerin, köylülerin, gençliğin yanında olduğunu kamu oyuna bildirdi. O sırada uluslararası parababalarının yayın organı Times şöyle yazıyordu. "Türkiye de Sosyalistler orduyu iktidara getirmek istıyorlar". Parababaları ne yapıp yapıp ordu gençliğini frenlemeleri gerekirdi. İlkin bildiriye imza koyan 5 deniz subayı ordudan atıldı. Bu da yetmezdi. Bizim ordumuz Avrupa ordusu değildi ki hakim sımfların maşası olsundu. Gittikçe güçlenen sınıf mücadelesi ordudaki halk çocukları üzerinde etkisini göstermeye başladı. Ordu gençliği, laçka olmuş burjuvaziye karşı tabandan tepki yapmaya başladı.
Ve nihayet "beklenen oldu". 12 Mart muhtırası parababalarının gözlerinin içine baka baka radyodan okundu. Paşaya bile "bitmiyen 24 saatler" yaşattı.
Muhtıranın ertesinde devrimci subaylar emekliye sevkedilirken Deniz Gezmiş ve arkadaşları Gemerek'te bır bekçi tarafından teşhis edilerek yakalandılar.
30 yıllık CHP'nin emektarı Nihat Erim "öğleden sonra Başbakan" oldu. Hemde bağımsız başbakan. Birde "Devrimciyim deyip eylem yapanlara, şeriatcıyım deyip..." bilmem ne yapanlara müsade etmiyeceğini söyleyince, "mükemmel" bir başbakan olduğu tastik edildi. Bezirgan partilerinin kapılarında mekik dokuyan Nihat Erim, yanından ayrılmıyan CHP'li Şadi Koçaş'la birlikte kabineyi kurdu. "Herşeyden bahseden hiçbir şey anlatmıyan" program mecliste okundu. Cümle bezirgan partileri programa güven oyunu hiç çekinmeden verdiler. Yerli parababalarının başı, Vehbi Koç programa methiye yaptı. Bunu söylemiye ne gerek var? Gerek var tabiî parababalarının öğdüğü program İŞSİZLİK - PAHALILIK'tan kıvranan işçilerin, köylülerin tüm halkın imanını gevretirde ondan.
"Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz". Kabine kurulduktan sonra: Teknik Üniversite kapatıldı. Sivas yurduna polis baskın yaptı. Aradan on dakika geçmeden elleri silâhlı sözde komandolar, sağa sola ateş ederek yurda saldırdılar. Kendilerini koruyacak bir şeyleri olmuyan öğrenciler yurdu boşalttılar. Yurt komando bozuntularının talim yeri, silâh ve cephane deposu haline geldi. Bir yandan polis, bir yandan komando bozuntuları, okullara yurtlara saldınp, devrimci öğrencileri sindirmeye çabalıyorlar. Tarihi geriye döndürmek mümkün mü? Bir yandan çürüyüp kokuşan kapitalizm, bir yandan güçlenen işçi sınıfı devrimcileri saldırı, eceli gelen parababalarının çırpınışlarıdır.
SALDIRGANLIK PARABABALARINI KURTARAMAYACAKTIR.
Kimliği, kim olduğu bilinmiyen kişiler Mete Has'ı kaçırıp, 400 bin lira fıdye almışlar. Peşinden yine bir zılgıt Güzel Sanatlar Akademisine bir baskın. Eğitim Enstitüsüne bir baskın ve okul süresiz olarak kapatıldı. Ertesi gün gazetelerde; "THKO'sundan olan içlerinde askerî öğrencilerin de bulunduğu 14 kişi yakalandı." Asıl amaç: Devrimci ordu gençliğini yıldırmak, sindirmektir. Ertesi gün "14 kişi delil yetersizliğinden" serbest bırakıldılar. İşin aslında onları yem gibi kullanıp, masum çocuklara yeni yeni tuzaklar hazırlamak istiyorlar. Gençlerin bu oyunlara düşmemeleri istenir.
- İçişleri Bakanı: "Anarşik olaylara son verme hazırlığı içindeyiz" diye, radyoda konuşurken, Site öğrenci yurdu toplum polislerinin gözleri önünde kurşun yağmuruna tutuldu.
- Balıkesir öğrenci yurdu polis kordonu altına alındı. Yurtta arama yaptılar. 9 kişi tutuklandı. Arkasından kendine komando süsü veren kişiler Niyazi'yi arkadan kurşunladılar. Ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldı.
Bir yetkili "yeni tevkifler bekliyoruz" derken Genel Kurmay Plân ve Hareket başkanının evine bomba konmuş, 2 saat sonra Em. Üst. Teğ. Sarp Kuray ve Ruhi Koç yakalanıyor. Yakalanma gerekçesi, gece yarısından sonra karanlıkta gençlerin, giysilerini bir bekçi görüp tanımış (!).
Kabine kurulduktan sonra meydana gelen bu olaylardan iki sonuç çıkar.
1 - Öğrenci yurtlarını, üniversiteleri polis ve komando tabancalarıyle taaruz ederek, Devrimci üniversite gençliğini sindirmek.
2 - Uydurma, "yeni tevkifler"le ordu gençliğini sindirmek.
Bu iki neticede parababalarını kurtaramıyacaktır. Bir kere Ekonomik kriz İŞSİZLER ORDUSUNU her gün biraz daha büyütürken, Demirel hükümetinin plânladığı yatırımları kısmak zorunda kalan Erim hükümeti İŞSİZLİĞİ - PAHALILIĞI daha da büyütecektir.
Parababaları bu açmazı çözmeyince tabiî ki saldırganlığını arttırmak görevindedir.
İşçi sınıfı devrimcilerinin görevi de İŞÇİ SINIFININ partisini yaratıp, onun yörüngesinde yerini almaktır.
Kimin Ağırır O Bağırır
13 Nisan 1971
Sokakta gidiyorum. Radyolar ağzına dek Meclis'e açılmış. Sokaktaki adam merakla sokulup sordu.
1- PARLAMENTO'DA YANGIN VAR!
"- Niye o kadar bağırıyorlar?"
Gülüyorum:
"- Nasırlarına Nâsır basmış."
Bizim "gözü" timsah gözyaşlı, bağrı altın, elmasla taşlı Palavramentocuları sokaktaki insan anlıyamıyor.
"- Kaç saat konuşacaklar? Gırtlakları parçalandı. Noluyor?
"- Hiç. 3 Maddelik, 6 satırlık bir "MUHTIRA"ya
karşılık verecekler.
"- Deli ederler adamı. Çıldırdılar mı?
"-Hayır, onlar değil, bizim Silâhlı Kuvvetler adamı deli ederler 6 satır yazdılar. 30 gündür susuyorlar. "SİYASİ PARTİ AKILLILARI" çıldırmasınlar da netsinler?..
"- Böylesine de ciyak ciyak! Hep aynı şeyler. Kim dinliyecek bunları?
"- Vardır kendileri gibi kürsü kapakları.
"- Ya ordu?
"- Ordu kös dinlemiş. Bu sivrisineklerin Demokratik Palavramantarizm sazından anlamaz."
Ve insan, kendi kendine düşünüyor.
2- DEMOKRASİYE Mİ, SÜNGÜYE Mİ HASRETLER?
Türkiye'de politika sahnesi hiç bu denli açık seçik Ortaoyunu'na dönmemişti. Kürsüye firlıyan politikacı, aczin, ruh yoksulluğunun, yürek selânikliğin yeryüzünde görülmedik gülünçlüğünü veriyor. İşin tuhafı da, düne dek bir işaretle öğrenci yurtlarını geceyarısı bastıran, kız öğrencilerin gizli yerlerine kanlı komanda ve toplum polisi copları sokturtan o "dehşet saçıcı" iktidar adamlarının, şimdi "demokrasi"den kurulmaları. Her so lukta: "Böyle hükûmet olmaz" diyen "muhalefet liderleri" daha az ikiyüzlü olmuyorlar. Süleyman beyi düşürmek, birinci dilekleriydi. Yapamadılar. Adamı ordu düşürdü. Hepsi birden kucak açıyorlar:
"- Aman Süleyman Bey! Sen gittin, demokrasi bitti..."
Hani ya, bu politika oyuncakları "sandıktan çıkmış"lardı? Hani ya, "millet iradesi" demek onlar demekti? Nerde "millet"? Nerede "iradesi"? Kimsenin kılı kıpırdamıyor. Demek onlar, "milletin iradesi"ne değil, ordunun süngü gücüne dayanıyorlarmış. Ordu süngüyü halka karşı çevireceğine, politika düzenbazlarına doğru çevirince, onları hiç bir şey kurta ramıyor.
3 - HALKIN ALDATILIŞI VE SÖMÜRÜLÜŞÜ
500 Finans - Kapitalist adlı "çağdaş" parababaları ile 2000 Tefeci - Bezirgân Hacıağa, Eşraf, Ayân adlı antika parababası için başka türlüsü de olamazdı. Onların "demokrasi" dedikleri şey, halkı aldatmak palyaçoluğu idi. Halkın bir şeyden haberi yok. Diyelim ki, seçimden seçime kuru kalabalıkları davul zurnayla ürkütüp, sandık başına topladınız. "Adet budur" diye, birbirinden hergelede karabeygirler kadar ayırtsız sözde çeşitli "Siyasî Parti"lerden berikisine, yahut ötekisine "Oy"larını da attırdınız. Sonra, (aranızda) göz kırpışarak anlaştınız:
"- Gelin oturalım, PARLEMANTARİZM denilen şu süslü kalede. Birbimizle cilveleşerek, 4 yıl, halkın etini cımbızla kopara kopara yiyelim. Çok sıkışırsak, meclis ortasına bir de pahalı câmi kuralım. Arasıra, abdestli, cenabet orıya girip çıkar, "YÜCE MECLİS" minarele rinden de kibarca ezan okuduk mu: Bu millet müslümandır, bizim de müslüman olduğumuzu antattık mı, ses çıkarmaz. Ali Cengiz oyunumuza devam eder gideriz."
4 - MİLYONLA KAPIKULU SOYSUZLAŞTIRILABİLİR Mİ?
Ne denli aktör olsanız, yaptığınız, yaptırdığınız vurguna can dayanır mı? Sizin halkı sömürmenize gözü bağlıca (siyaset yasak edilerek) yardım etmeleri için 1 milyon asker - sivil memur besliyorsunuz. Onlann da ceplerine girecek paranın her 100 kuruşundan 66,66 kuruşunu "Devalüasyon" lâkırdıcığı ile örtbas ettiğiniz modern kalpazanlık biçiminde aşıracaksınız. Dönüp asker - sivil memurlara, hiç utanmadan, "personel kanunu" yem borusu çala çala %20-30 maaş-ücret zammı yapmış görüneceksiniz. Yâni, kapıkulunun cebinden 2 lira çalıp,1 lirasını bahşiş gibi kendisine geri vererek enâyi sevindireceksiniz.
En karanlık Osmanlı şâiri bile:
"Sen herkesi kör âlemi sersem mi sanırsın?" demişti. Halkı, Yoksulluk - İşsizlik - Pahalılık batağına gömüp antika çağ afsun tafsun karanlığı ile kandırdın, diyelim. Kendi kapıkullarına da mı: "Lö... Lö... Lö..." . Hadi "sivil memur"lar "sefil": Çünkü örgütsüz ve kafadan, tüfekten silâhsız. Kıpırdıyamazlar. Korkarlar. Neden? Onlar da bilmezler. En azından maaş elden gider. "Virân olası hânede evlâd'ü iyâl var" gibilerine gelir. Ya meyhanede sızarlar ya devâir dehlizlerinde: "Rüşvet - İrtikâp - Suiistimal" vb. soysuzlaşmalarla, ücret, maaşların ateş pahalılığı ile her gün erimesine karşı debelenip, çürümeyi göze alırlar, hatırınız için. 2500 parababası, 35 milyon yurddaşı ezip suyunu çıkarsın diye.
5 - ASKER-SİVİL FARKI
Ordu böyle mi? Hepsi köyden kentten gelmiş halk çocukları. Ne denli Amerika'ya gönderilenleri, Nato'da, şurada, burada yolluklananları olursa olsun, çoğunluğu Türkiye halkı ile yanyana, cancana, içiçe, gözgöze yaşıyor. Kaç sivil memuru rüşvet'le vurguncu parababasına suçortağı yapabildin? Asker için rüşvet kapısı da kapalı. Müteahhitle Mehmetçiğin kıt rızkından bin belâ kırışan üç beş levazımcı, ordunun her an alay konusu, yarım başıbozuk sayılır. Savaş subayı çoğunluğu o pis ve değmez dalaverelerden iğreniyor. Üstelik tepeden tırnağa en son sistem silâhlı olan da bu subay.
Sen istediğin kadar "siyaseti yasak" et askere. Asker, siyaset topunun her gün ağzında. Sen vatan topraklarını Amerikan Emperyalizmine Üs yap: İçine Türk sokma. Sen millet çıkarlarını şu veya bu yabancı parababalarına hem sat, hem borçlan. Başına Amerikan Generalini "Başkumandan" yaptığın Ordu'ya: "Vatan, milleti koru!" de. Asker bu oyunu anlamasın. Yağma yok. Yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış, vaktiyle. Şimdi Ordu, alacakararılık çökerken, siyasetin şafağını söktürüyor: Siyaset ya parababalarına yahut halka hizmet etmeyi ayırdetmek bilimi ve sanatıdır.
Son 27 Mayıs ve 12 Mart olayları asker için yüzyıllık eşya derslerinden çok daha öğretici olmuştur. Bir yol açıkça görmüştür asker. Şu batılı soyguncuların göklere çıkardıkları partemantarizm halk için, halk tarafından kurulu düzen değildir. Halkın en feci biçimde aldatılması için uyduruk bir danışıklı döğüş sahnesidir. Parlemantarizm tüfek namlusu ucuna asılmış bir korkuluktur. Asker o namlıyı çektiği anda, parlemantarizm: Hacıvatlarla Beberuhilerin boşuna debelendikleri ve kendi kendilerini gülünç ettikleri bir karagöz perdesi olur.
6 - NEDEN ÖDLERİ PATLAR?
Yarım saat için zararsız hale getirilen parlamento'yu ordunun dayanaklaması; şimdi halkı bol bol güldüren o komedi'yi, parababalarının halkı ezme trajedisi haline çevirmekten başka bir şey sağlamaz. Parababaları, câhil, araçsız halkı aldatıyorlar diye, illâki, aydınlarımızın en uyanık ve en halksever bölümü olan askerlerimizin aldanmaları neden gereksin? Hem korkmıyalım. Parababaları halkı hiç bir zaman aldatamıyorlar. Yalnız ürkütüp sindiriyorlar. Bu sindirmede ise en büyük silâhları ordudur.
Halkı gönül rızası ve dileğiyle idare etmek mi? 27 Mayıs'a da, 12 Mart'a da halk oyunu susmakla vermiştir. Halkın en candan, en gerçekten verdiği oy, bu susmakla verdiği oydur. Sandık dalaverelerine Hacıağa zılgıdı ile atılan uydurma paralı, hileli, kirli kâğıt parçaları oy değildir. Doğru yolunu, yordamını gösterin de, bakın halk nasıl tufan gibi kabarır, eliyle, ayağıyla, bütün gövdesiyle, varıyla oyunu size verir. Parababalarından yana değil, halktan yana olduğunuzu halk bir anlasın, yeter dünyayı gül, gülistan eder, berekete boğdurur.
Çağdaş ve antika parababalarımızın parlemantarcı siyasî partileri de orasını çok iyi biliyorlar ve en çok ondan korkuyorlar. Korktukları için, büyüleri çözülmeden, demokratik sihirbazlıklarının en cırlak kaynana zırıltılarıyla küplere binmişler. Hep bir ağızdan cıyak cıyak bağırışıyorlar, Babayasa Orduya:
"- Anayasaya canımız fedâ. Ama, onu rafa kaldıramıyacaksak, ölürüz de değiştiririz!"
Ve Orduda çıt yok. Kuvvet kumandanları o kadarcığını çıtlatıyorlar:
"- Biz politikacı değiliz!"
Olmaz olsun parababalarının çenesi düşük politikacıları. Halk: Politikadan lâf değil, iş bekliyor. Daha doğrusu halk zincirlerinden boşanıp politikaya el atmak istiyor.
A. KARAOSMANOGLU PERDEYİ ARALADI, AMA...
20 Nisan 1971
Devalüasyonunun (paranın değerinin düşürülmesinin) dış baskılarla yapıldığını, Karaosmanoğlu Devlet Bakanı olarak bir kere daha göze batırdı.
"1967-70 yılları arasında yurda giren 112,9 milyon dolar yabancı sermaye, 121,9 milyon dolar kâr transfer etmiştir (aşırmıştır)."
Demek halkımızın 100 kuruşunu bir gecede 33 kuruşa düşüren güç "dış baskıdır". Yalnız dış baskı mı? Hayır. Karaosmanoğlu diyorki: "Bundan sonra çeşitli ticarethanelerin (parababalarının şirketleri) verdikleri belgeler, aldıkları krediler, yararlandıkları imkânlar kontrole tabi tutulacaktır."
Demek "etki" sadece dıştan gelmiyor. "Kontrole tabi tutulacak" yılan yerli parababaları da "etki", diyor.
Açıkça dışta yabancı, içte yerli parababaları Türkiye'nin ekonomisine hükmedip halka göz açtırmıyorlar.
Karaosmanoğlu işin burasına akıl erdiremiyor. Sadece bunları "kontrol" etmeyi öneriyor. Devletçiliğimiz bu "kontrol" işini oldu olası yapar. Bir türlü "kontrol" edemez. Etmez. Daha çok "Sanayii teşvik" adıyla yerli parababalarını semirtmek görevinden öteye gidemez.
Karaosmanoğlu kangren olmuş yaraların hiç olmazsa bazılarını teşhis edebilmiş. "Boraks'tan başka devletleştirilebilecek stratejik madenler henüz tesbit edilememiş. Bu konularda, bazı sektörlerin göstereceği çaba ve madenlerin miktar ve ekonomideki önemleri, devletleştirip devletleştirilmemesi kararında etkili olacaktır."
Karaosmanoğlu "Borakstan başka devletleştirilecek maden tesbit" edememiş. En stratejik, yurdumuzun can damarı petrol yabancı şirketler tarafindan çapul ediliyor. Bu her nedense "tesbit" edilememiş. Dış ticaret adına binbir dalaverayla halkı soyan şirketler de gözden kaçmış.
Asıl Karaosmanoğlu'nun es geçtiği bütün bu şirketlerin banka musluklarından hiç söz edilmemiş. Yerli ve yabancı parababaları şirket ve banka çatısı altında yuvalanmışlardır. Balık buradan kokmaktadır. Bu iş sadece "kontrol"le geçiştirilemez.
Perde aralanınca yerli yabancı parababaları ciyak ciyak bağırmaya başladılar. İstanbul Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Ertuğrul Soysal ıvırıp kıyırttıktan sonra sanayicilerimizin Karaosmanoğlu'nun sözlerine "çok kırıldıklarını" söylüyor.
Ekonomik krize çözüm; yerli-yabancı parababalarının "kredi musluğu" olan bankaların, dış ticaretin, ağır sanayinin yeraltı ve yerüstü madenlerimizin millileştirilmesi ile mümkündür.
Meclisteki halk düşmanlarından bu işleri bekleyemezdik. Ya peki, bu kabine yapacak mıdır? Şüphesiz ki, hayır.
Biz, İşçi Sınıfı sosyalistleri olarak bu gerçeği biliriz ve emekçi halk kitlelerine kendi programımızı, hedeflerimizi anlatırız. Bir takım refoım yutturmacalarıyla halkımızın aldatılmamasına çalışırız.
Proletarya öncülüğündeki halk kitleleri bilfiil mücadele ederek iktidara gelecekler, yani devrimin zaferini gerçekleştirecekler ve kendi programlarını uygulayacaklardır. Bundan kimsenin şüphesi olmaya.
"BÜYÜK HESAPLAR" "KÜÇÜK HESAPLAR"
20 Nisan 1971
Türkçenin: "Köpeksiz köyde, değneksiz gezmek" diye bir atasözü vardır. Parababalarının, hele 1950'denberi iki ritmik saat düzenli onar yıldır süren DP ve AP iktidarları öyle vurgun yaptılar.
27 Mayıs, ordu vurucu gücü ile bir politika değişikliği getirdi. Ondan önce, parababalarımız, firavunlar çağındanberi alıştıkları rahatlıkla "düşünceye kelepçe vurulur" prensiplerini "hür basın" sütunlarında açık saçık sergilemekte sakınca değil mutluluk duyarlardı. 27 Mayıs: Çok utangaç ergenlik çağı dilıyle, "komünizme taşmayı önleyecek son bent" diye niteledikleri "sosyalizm" düşüncesine açıkça "müsaade", hele "teşvik" etmeseler bile göz yumdular.
Ancak, kısa günde, insana inilmezse, ne kanunun ve ne de anayasanın ülkeye hiç bir şey getiremeyeceğini bütün acılığı ile tattılar. Halk çocukları idiler çoğunlukla. Parababaları onların halkın içine girmemeleri, halkla kaynaşmamaları için, onları her şey yapmaya hazırdılar. Meclisler üstü yaptılar. Orada mumyalaştırmıya çalıştılar. Halk çocukları canlıydılar. Onları insanüstü yapabilseler, hepsinin ayrı Anıtkabirleriyle ülkeyi doldurabilirlerdi. Olmadı. Öldüremediler.
12 Mart, ordu vurucu gücü hangi politika değişikliğini getirdi? Önce 27 Mayıs'ın gölgesine: Anayasa'ya sığındı. 27 Mayıs'ta, eski anayasayı ordu hizmet kanunu maddesiyle savunmak için atılım yaptığını söyledi. Sonra eski anayasayı kaldırdıydı. 12 Mart'ın varolan anayasayı kaldırma niyeti açıklanmadı. Yalnız parlamentarizme mehil verdi. Parlamentarizm ise oy birliği ve işbirliği ile anayasayı kaldıracak darbeyi "Allah, Allah!" diyerek beklıyor.
27 Mayıs "konıünizme taşmayı önleyecek sonbent" olmayı öne sürmüştü.12 Mart, daha ertesi gün: "Sosyalizme taşmayı önleyecek son bent"lamayı önerdi. Hiç değilse ilk uygulamayı o yönde başardı. Şimdi, 12 Mart kotarışını "kol kırıldı, yen için de" örterek: "Subayları" yahut "subapları" (ikisi de aynı şey) değiştirmek yoluna yöneldi. Finans-Kapital böyle "subay" yahut "subap" istemiyor. Allahın işine nasıl karışılmazsa, parlamentonun işine de öyle karışılmamalıdır kanısında. Parlamento öyle insanüstü bir varlıktır ki, ona el kaldıran, önünde hemen secdeye kapanıp çarpılmalıdır.
Öyleyse, ne idüğü belirsiz "reformlar" görünüşü altında, sakro-sent parlamento niçin baskı altına alındı? Gerçekten "anayasanın emrettiği reformtar" özleniyorsa, hükümet programında niçin "genel lâf"lardan başka hiç bir şey yok? İş yapacak bir kabine o kadar çok soyut lâf etmez. Bütün söylenenler, hükümet programı da, başbakanın gazetelerde iki gün süren sütunlar ve sayfalar dolusu açıklamaları da, yapılmak istenenleri paravanlama havasını taşıyor.
En sonra, "Vehbi'nin Kerrâkesi" kaldırılınca, altında güçlükle saklanan Finans - Kapital'in gerçek yüzü çıktı. "Kerrâke" Vehbi'nindi ve Vehbi "Vehbi Koç"tu. "Koç Holding Otomoti.v Grubu" Tarabya Oteli'nde bir "bayiler toplantısı" yaptı. Orada: "özel teşebbüs kesiminin tanınmış iş adamlarından Vehbi Koç" muhtıra'yı örten kerrâkenin (incemaksi'nin) ucunu kaldırdı. B. Vehbi'ye göre:
"Toplumun içine düştüğü bunalıma parlamento çare bulamayınca ordu muhtırası" verilmiştir.
"Bunalım" nedir? B. Vehbi: "İşçi-gençlik hareketlerine sağ-sol çatışmalarına" boş veriyor. Onu asıl üzen şey Demirel'ci "Ekonomik kararlardaki isabetsizlikler"dir. B. Vehbi asıl; "Hür teşebbüs nizamının yıkılacağından korktuğunu söylemiştir." (Gaz.,10/4/1971)
Koçlann savundukları "hür teşebbüs" kimdir? Elbet tekelci parababalarının ezdikleri gerçekten serbest rekabetçi orta ve ufak "vahşi sermaye" değildir. Koç'un söylediği gibi:
"Türk toplumuna, mümkün olduğu nisbette ucuz fiyat ve yüksek kalitede mal ve hizmet sunmayı görev saymak"
Halkın gözüne kül serpen bir "lâf ola beri gel"dir. Çünkü, Türkiye'nin 73 bölgesinde 73 bayilik kuran ANADOL otomobilleri, ilk satışa 20 bin liraya çıkarılmıştı. Şimdi 60 bin lirayı geçti: Birkaç yıl içinde üç kat pahalılık. Finans Holding'leri için 20 yahut 60 bin lira "küçük hesap"tır. Parababalığı:
"Herkesin KÜÇÜK HESAPLARI bırakarak" asker usulü uygun adımla yürümesini bildiriyor.
Değer miydi "parlamentarizm"i o denli "emir eri" durumuna bırakmıya? Finans-Kapital Amerikan efendileriyle kaynaştığı gündenberi, bu çeşit tehlikeli perendeler atmayı denedi. Türk - İş'ten sonra Türkiye İşçi Partisi, ondan sonra sıra sıra keskin ve cici "sosyalizmler" tezgâhlayışları, en umulmaz alanlarda ona inanılmaz yararlar ve manevra elverişlikleri sağladı.
Mekanizmasının kilit noktaları tekelinde bulunan parlamentarizm ve ordu alanında mı manevralardan çekinecek? Hele şimdiki denli "BÜYÜK HESAPLAR" söz konusu ise, kapitalin göze almayacağı risk olamaz. Türkiye parababalarının uluslararası Finans - Kapitalle yaptığı "büyük hesap" nedir? Onu da "Vehbi'nin Kerrakesi" gizlemiyor. Bâyiler Toplantısında iki "büyük hesap" kumarına oynadığını açıklıyor.
1- Yerli Finans-Kapital'in kıyasıya vurgunu "devlete" kaptırmamak,
2- Yabancı Finans-Kapital torbasında Türkiye devletini keklik etmek.
I- DEVLETÇİLİĞİMİZE HADDİNİ BİLDİRMEK: Üzerine Finans-Kapital şöyle diyor:
"Bugün tatbik edilen sistemde, ŞİRKETlerden alınan vergiler yüzde 71'e çıkabilmektedir. ŞİRKETLERİN en büyük ortağı DEVLETtir. Kazancın 3'te 2'sinden fazlası Devlete, 3'te 1'i SERMAYEye kalmaktadır."
"Vehbinin Kerrâkesi" bundan daha açık saçık giyilemez.
II- DEVLETİ ORTAK PAZAR TORBASINA ATMAK: "Büyük Hesab"ını da şöyle yapmıştır:
"Ortak Pazar karşısında sanayimizin ayakta durabilmesi için, hızlı çalışmalar yapılmasını ve ayakta durabilecek SANAYİNİN TESPİT olunarak gerekli tedbirlerin alınmasını istemiştir." (10/4/1971)
ORTAK PAZAR nedir? Milli gümrüklerin kaldırılması, milli paraların bir tek "Avrupa parası"na dönerek yokolması. Tek sözle Türkiye devletinin ve vatanının Batılı emperyalist devletleri ve vatanlarıyla harman edilişidir. Finans-Kapital: "Bu hesap tamamdır!" diyor. "Ortak Pazarın KARŞISINDA" olmak mıdır bu? Hayır. Böyle alângiritli konuşur. Parababaları "karşısındayım" der. İçine boylu boyunca girer. Girdiğimiz Ortak Pazar içinde "ayakta durabilecek sanayi" ister. Öteki "vahşiler" cehenneme!
O sanayi hangisidir? "Ortak Pazar" denilen altı Avrupa devletini ve milletıni temelinden ele geçirmiş bulunan Amerikan U.S. tekelleridir. Koç Holding'ler, o Amerikan U.S. tekelci sermayesi ile en içli dışlı, can ciğer kuzu:sarması "özel teşebbüs" atılımlarıdır. Hazır Amerikan üsleri ve tekelleri Türkiye'nin elini kolunu bağlamışken, bir manyak iktidarla bilinçsiz karşıtları kışkırtılarak toz duman kopartılır. O toz duman arasında "büyük hesaplar" oynanır.
Büyük oyun bu. Büyük oyun: Milli Kurtuluş Savaşı ile milli bağımsız bir devlet ülküsü kırk yıldır sürüklennıiş Türkiye'yi, dün savaştığı emperyalistlerin torbasına kesinlikle sokmaktır.
Hani ya vatan sınırlarına "komünistler" yahut "sosyalistler" düşmandı? 71 yıldır, her şey tersine döndü. Her ülkede vatan ve millet sınırlarını eritenler, Finans - Kapitalistlerdir. Türkiye'nin parababaları bir çeyrek yüzyıl, Türkiye'nin ekonomi kaynaklarını kimseye sezdirmeksizin ele geçirdiler: O tekparti kuluçkalığı altında iyi başarıldı. Bir çeyrek yüzyıldır da Türkiye'nin politika subaşlarını, açıkça kestiler: O da çokparti altında yapılan demokratik kayıkçı döğüşü oldu.
Artık herşeyin olgunlaştığı kabul ediliyor. Mustafa Kemal gençliğe iki değişmez prensip anmıştı:
1- Cumhuriyet,
2- İstiklâl.. "Cumhuriyet" pekalâ, antika çağların Atina yahut Roma yahut Venedik kentlerinin "Cumhuriyet"lerine çevrilebilir. Finans oligarşisi saltanatı padişahsız da sürdürülebilir. Ama bağımsızlık dile kolay. Parlamento oligarşisi bile, silâh zoruyla yola getiriliyor. Ya o zorun örgütü olan ordu gençliği Vehbi'nin Kerrâkesini çakar da, Mustafa Kemal'in son sözünü hatırlarsa?
İşte, soyut "Atatürk reformları" ve "Devrim kanunları" ile dolu, "partiler üstü" düşünce ve davranışlar onu önleme kaygısındadırlar. Onun için, sanki Türkiye'de hiç insan yokmuş gibi, insanların katılmayacağı, insanlara dışarıdan dayatılacak insansız hükümet programları ile "Kamu oyu" oyalanıyor. Ve bütün nefes boruları biredek boğucu gazlarla tıkanıyor. Biraz "aşırıca" cüret değil mi?
KEL GÖRÜNDÜ
27 NİSAN 1971
Geçen hafta "tekke düştü, kel göründü". 12 Mart Muhtırasıyla iş başına getirilen Erim hükûmeti gerçek yüzünü gösterdi: Anayasayı uygulamak üzere Demirel'i alaşağı edenlerin ilk işi Anayasayı değiştirmek oluyor.
Önce "Beyin takımı" dendi. O yöndeki dedikodularla birkaç haftalık zaman kazanıldı. Sonra "Beyin takımı" mârifetlerini göstermeye başladı: Sıra sıra dehşetengiz nutuklar birbirini kovaladı. Birkaç hafta da öylece kazanılmış oldu.
Şimdi artık iş yapma zamanının geldiğine inanmış olacaklar ki, geçen hafta asıl niyetlerini ortaya koydular. Cumhurbaşkanından Başbakanına, ve tâ Ağrı dağındaki bilmem ne bakanına dek herkes ağızbirliği içinde: "Asaiş" diyorlar da başka birşey demiyorlar.
Neymiş efendim? Banka soygunları, adam kaçırmaların arkası kesilmemiş, hatta artmış.
Kimse sormuyor: Demirel zamanı bu gibi eylemleri yapanlar şıp diye biliniyorlardı, ve bulunuyorlardı. Demirel'in elindeki Emniyet teşkilâtı olduğu gibi yerinde duruyor. 12 Mart'tan sonra bu Emniyet teşkilâtına ne oldu da, o günden beri meydana gelen olaylar karşısında âciz kalıyor ve bu aciz için her gün gazetelerde timsah gözyaşları dökülüyor?
Öte yandan, bu ülkenin Anayasası ve kanunları banka soymak ve adam kaçırmak gibi eylemlere izin mi veriyor da, bunlann önünü almak için illâki değişiklik yapmak gerek? Hayır. Hedef o değil.
27 Mayıs kendi çapında bir devrimle bu millete rahat bir nefes aldırmıştı. Birtakım demokratik haklar elde edilmişti. Aydın gençliğin başlattığı bazı mücadele biçimleri işçi-köylü halk yığınlarınca da benimsenerek, geniş çapta direnmelere kapı açmıştı. Özellikle 16 Haziran günü işçi sınıfımız gerçek gücünü hissettirir gibi olmuştu.
Bizim gibi geri bir ülkenin parababaları sayıca o kadar az ve öylesine halk düşmanı bir zümredirler ki, bu kadarcık bir demokrasiye bile gelemiyorlar. Uluslararası ortaklarıyla birlikte yürüttükleri korkunç soygun düzeni ülkeyi ister istemez bir bunalıma sürükleyince "el çabukluğu mârifet" bunalımın sorumluluğunu üzerlerinden atabileceklerini umuyorlar. 27 Mayıs bu millete ne kazandırdıysa onları ortadan kaldırmak istiyorlar.
Parababaları 27 Mayıs'ta ellerinden kaçırdıkları siyasî iktidarı tekrar yüzde yüz elde etmek için 3-5 yıllık bir geçiş dönemi söz konusu olmuştu. Bu dönemde halk, paşaların güdümünde: "Plân", "Program", "Kalkınma", "Reform" gibi sözcüklerle uyutulmuş ve 1965'te amaca ulaşılmıştı.
Şimdi gene Paşa'lar sahnededir ve bu uyutma döneminin "kadro"ları gene ortaya sürülmüştür. Gene yabancı Emperyalist ülkelerden "uzman"lar getirtilerek plânlar, programlar, kanunlar, Anayasa değişiklikleri yaptırılacağı haber verilmektedir.
Anlaşılan, yeni dönemde bu Paşa'lar, Kadro'lar ve Uzman'ların görevi: .Parababalannın "hukukî" iktidarı da yüzde yüz ele geçirmeleri ve böylece "Guguk devleti"ni resmen tarihe gömmeleri için duman perdesi yaymak olacak.
Bütün hesaplar "köyün köpeksiz" olduğuna da dayandırılmaktadır. Tarih, böyle hesapların âkibetinin ne olduğunu gösteren sayısız örneklerle doludur. Yeter ki, Halk Cephesi içine gömüldüğü bataktan kurtulup derlenişini gerçekleştirebilsin.
HÜKÜMET - ADALET - İNSAN
27 Nisan 1971
Ünlü Muhtıra 12 Mart günü verildi. Nisan'ın sonlarına geldik. Ne yapılmak isteniyor? Asıl meseleye girmeden bir noktacığa dokunalım.
Bütün tartışmalar devtetin dört duvarı içindeki üç bölümden birisini ikiye böldü. Yürütme güçlerinden ordu ötekilerini bastırdı.
Devletin yargılama bölümü olduğu yerde sayıyor. Adliye makinesi, ortada hiç bir değişiklik yokmuş gibi işliyor. Şikago'daki et makinasına bir ucundan sokulan sığırın, öbür ucundan sucuk, kösele çıktığı gibi; Adliyenin dişleri arasına sıkıştırılan her davâ, bilinen sonuçlara doğru otomatikçe gidiyor. Muhtıra ile değişen durumda, kimi davâların temelden değişmesi gerektiği akla bile gelmiyor.
Bizde adliye avadanlığı, var olan kanunların oldukları gibi uygulanış makinesi sayılır. Asker nasıl komutandan aldığı emri harfi harfine yerine getiriyorsa, tıpkı öyle, Adalet de kanundan aldıği buyruğa mutlak uyacaktır, denilir. Oysa, genellikle her kanun çıktığı günün sosyal güçler dengesine uygun bulunsa bile, ertesi günün sosyal güçler dengesindeki değişiklikleri yankılayamaz. Onun için antika uygarlıkların bile hiç değilse gelişim çağlarında "İçtihat kapısı açık" tutulmuştur. İçtihat: Elde bulunan dünkü kanunun, bugünkü değişik sosyal şartlara göre uygulanma yetkisidir.
Özellikle 12 Mart Muhtırası, Türkiye'nin yargılama makinesinde en ufak bir içtihat değişikliği gerektirmiş midir? Kimi Devlet kişileri ölçüsünde getirmiştir. Órneğin: Bir askerin üstüne emir vermesi en büyük suç sayılır kanunlarca. Ama o asker 12 Mart Muhtırasını üstü olan hükümete vermiş komutan olursa: Kanun da, devletin yargılama yetkisi ve mahkemeleri de işlemez olur. Buna kimse şaşmaz. Çünkü Türkiye'de "devlet" ötedenberi çimçiy ve yalınkat silâhlı adamların görevi olarak işlemiştir. Onu herkes olağan bulur.
Devletin yasama bölümü (Parlamento) da, adliyeden başka türlü değildir. Toplumda binlerce yıl, devlet başındaki tek kişinin iki dudağı arasından çıkacak her söz: Kanun adını almıştır. Osmanlı devletinde altı yüzyıl Padişahın her dediği, karşı gelenin kellesini uçuran buyrultu (İrade'i Seniyye) olmuştur. Padişahlık kaldırılıp da cumhuriyet kurulduktan sonra, bir değişiklik olmuş mudur? Görünüşte belki. Gerçekte her şey, Batı taklitçiliği biçimleriyle maskelenmiş eski tas, eski hamam kalmıştır. Bu doğruyu biz söylersek yadırganır. Türkiye'de kapitalist Batı uygarlığının her politika kuralına kulca tapan en koyu düzen statokocuları, farkına varmaksızın açıklarlar.
İşte, Türkiye'nin yarım yüzyıllık egemen politikasında temel direği olmuş İ. İ. Paşa'nın, temyizi ve istinafı bulunmıyan içgüveği sözcüsü B. Metin Toker, "Türkiye Büyük Mıllet Meclisi" diye, her dile gelişte Paşa'nın bile salavatla andığı parlamento için, gözünü kırpmaksızın şunu yazar:
"MECLİS,1950'ye kadar, "iktidarın bir organı" idi. 1950'den sonra "iktidarın kaynağı" oldu."MİLLİ İRADE" lâfını pek kullanmıyalım. Tıpkı "ATATÜRKÇÜLÜK" gibi, tıpkı "REFORM" gibi, tıpkı "İLERICİLİK", "GERİCİLİK" gibi onu da nereye isterseniz çekebilirsiniz. Atatürk veya İnönü'nün, yahut ikisinin başbaşa listesini hazırladığı Meclisleri "MILLİ İRADE'NİN YÜCE TECELLİGAHI" sayar da, 12 Mart Darbesini "MİLLİ İRADEYE KARŞI DARBE" sayarsanız, öyle bir martıksızlık lâbirentine dalarsınız kı, sizi oradan Penelop'un iplikleri bile çıkaramaz. Onun için lâf duvarına kafamızı vurmıyalım."
"Gerçeklere bakalım."
"Atatürk veya İnönü'nün tek parti devrinde meclis, Atatürk veya İnönü iktidarını devirebilir miydi? Söz gelişi, bütün "MEPUSLAR" böyle bir arzuda birleşselerdi, meclis devrilirdi. MECLİS devrilebilirdi, ama Atatürk veya İnönü'nün kılına halel gelmezdi." (M.T.: "1971'in Türkiye'sinden çizgiler", Milliyet,18/4/1971).
Kendi kendisine yalan söyleyemeyecek kertede cesaret gösterebildiği seyrek ânlarında, her samimi kalemşör böyle: "Cesaret arz ederken, sirkatin" söylemekten kurtulamaz. "Milli İrade" bir "LAF"tır. "Türkiye Büyük Millet Meclisi" o "lâfın duvarı"dır. "KANUN"ları çıkaran meclis bu olursa, o "kanunların emrinde" işleyen Adliye başka nice olur? O yüzden Türkiye devletinde: gerek YASAMA, gerekse YARGILAMA organları, gerek KANUN, gğerekse MAHKEME, - biz ona istediğimiz denli BAĞIMSIZLIK süsleri takıp takıştıralım,- YÜRUTME organlarının gölgesinde kalır. Ve B. Toker'in dediği gibi:
"Genel ve serbest oyla seçilmiş meclisi bulunmıyan hiç bir siyasi yapı Batılı manâsıyla demokratik olamaz." (a. y.).
Bu tanımlama da az kalleşçe bir yakıştırma değil. "Genel ve serbest oy" ne demektir? Türkiye'de B.Toker'in efendi kaynatası Paşa başta gelmek üzere, bütün Bezirgân Politikacılar, yapılmış, yapılacak bütün "SEÇİM"lerin bir komedya olmadığını, hem "genel seçim", heın "serbest seçim" olduğunu günün yirmi dört saatinde milletin önüne tekerleyip duımazlar mı? Şimdi Paşa Dâmâdı bunun tersini öne sürmekle ne demek istiyor?
Apaçıkça, Türkiye'de ne "genel" ve ne de "serbest" bir "oy"un bulunmadığını ve bulunamıyacağını, dolayısı ile de "SEÇİM" denilen dört yılda bir komik veya trajik "demokrasicik" oyunlarının halkı ve milleti aldatıp oyalamak için tertiplenmiş bir "Sahneye konuş" olduğunu söylüyor. O zaman devlet dedïğimiz şeyden geriye ne kalıyor? "üçüncü kuvvet" gibi gösterilmek istenen "YÜRÜTME" organları...
Bunun tarihcil, ekonomik, sosyal köklerini boşuna tekrarlamıyalım. Bu politik sonucu ortadadır. Türkiye'de devlet denildi mi, YÜRÜTME organları dışında kalan her şey gölge'dir. Yürütme organları da: Biri organların kendisi; öteki organların gölgesi olmak üzere ikiye bölünüyor. Yürütme organlarının kendisi nazikâne "silâhlı kuvvetler" denilen ORDU'dur; Yürütme oganlarının gölgesi ise, ordu önünde her zaman "başıbozuk", "sefil-sivil" kalmış "silâhsız kuvvet" durumundaki HÜKÜMETtir.
Bu gerçeği Paşa Dâmâdı açıklarsa kimse bir şey demez. Aynı doğruyu bir SOSYALİST yazarı, sosyal nedenleriyle aydınlattı mı, özellikle hükümet ve adliye avadanlıklarının zangır zungur işlemesi ne anlam taşır? Adalet ve hükümet hanımların Paşa Dâmâdı değil de, SOSYALİST yazarını dişine daha uygun bulduğunu..: SOSYALİST'in hemen her yazısı için hükümet ve adalet en az 2 dâva açıyor: Biri yazıyı yazana karşı, ötekisi yazı işleri müdürüne karşı, Neden?
Çünkü bu 2 insan silâhsız vatandaştırlar da ondan.
Böyle hükümet ve adalet olur mu? Eğer Türkiye'de bir hükümet ve bir adalet var idiyse, lütfen buyursun:12 Mart Muhtırasını veren dört silahlı kuvvet vatandaşlarından dördü, hatta ikisi için değil, bir teki için bir dâvâ açabilsin. Çünkü dört silâhlı kuvvet darbe ile hükümeti devirmiştir. Buna Paşa Dâmâdı bile "darbe" adını veriyor. Hükümet darbesi bütün yürürlükteki ceza kanunlarınca ölüm cezası biçilen suç'tur. Sıkı mı, o suçu işliyenlere hükümet ve adalet "karınağrısı" diye bilsin? Diyemedi.
Darbeye yapanlar: "Mesned'i izzette Şerefraz", darbe silâhla oldu sözcüğünü "irtikâp" edenler, ağızlarından çıkaranlar "cay-ı kürek" oluyor: "Ağır ceza"lara sürükleniyor. Abdülhamit İstibdadı zamanında bunun adına hükümet ve adalet denirdi. Cumhuriyet "demokrasisi" var denilen günlerde hiç değilse susulsa daha yakışık olmaz mı? Hayır. Hükümet de, Adliye de, "darbe"nin acısını illâ ki bizden mi çıkaracak? Yazık.
Kaynak: Öner Gürcan Kütüphanesi http://www.onergurcan.org