Anti-Dühring
Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor
Friedrich Engels
ÜÇ BASKININ ÖNSÖZLERİ
I
Aşağıdaki çalışma herhangi bir "iç dürtü"nün ürünü değildir. Tersine.
Bundan üç yıl önce bay Dühring, sosyalizmin yandaşı ve aynı zamanda düzelticisi olarak birdenbire yüzyılına meydan okuduğu zaman, Almanya'daki dostlar, o sıralarda sosyal-demokrat parti merkez organı olan Volksstaat'ta bu yeni sosyalist teorinin eleştirici incelemesini yapmam için beni birçok kez zorladılar. Onlar bu işin, eğer henüz çok genç olan ve kesin olarak daha kısa bir süre önce birleşmiş bulunan partide, mezhepçilik anlayışına yeni bölünme ve karışıklık çıkarma firsatları verilmek istenmiyorsa, kesenkes gerekli olduğunu düşünüyorlardı. Almanya'daki dostlar, Almanya'daki koşulları benden daha iyi değerlendirecek bir durumda bulunuyorlardı; buna göre, onlara inanmam gerekiyordu. Ayrıca sosyalist-basının bir kısmının, bu yeni-dönmeyi gerçi (sayfa: 43) yalnızca iyi niyetine yönelen bir sıcaklıkla karşıladığı belli olmuştu; ama aynı zamanda, bu gazetelerde bay Dühring'in sözü geçen iyi niyetine karşı beslenen saygı sonucu, onun öğretisini ve üstelik gözü kapalı kabul etme iyi niyeti de kendini gösteriyordu. Hatta bu öğretiyi vulgarize bir biçim altında işçiler arasında yaymak için hazırlanan kimseler bile çıktı. Ve son olarak bay Dühring ve küçük mezhebi, Volksstaat'ı böyle büyük savlarla ortaya çıkan yeni öğreti karşısında açık bir durum almaya zorlamak için, her türlü reklam ve entrika ustalıklarını kullanıyorlardı.
Gene de, öbür işleri bir yana bırakarak bu ekşı elmayı ısırmaya karar vermem için bana bir yıl gerekti. Bu ekşi elma gerçekte, bir kez ısırıdıktan sonra tamamen yutulması gereken elmalardandı. Ve yalnızca çok ekşi değil, çok iriydi de. Yeni sosyalist teori, yeni bir felsefe sisteminin son pratik meyvesi olarak çıkıyordu ortaya. Öyleyse bu teoriyi, bu sistem bütünü içinde incelemek ve sonra sistemin kendisini incelemek gerekiyordu; bay Dühring'i, olanaklı olan her şeyi ve daha başka birkaç şeyi ele aldığı o geniş alanda izlemek gerekiyordu. 1877 yılından başlayarak, Volksstaat'ın ardılı olarak Leibzig'de çıkan Vorwärts'de yayınlanan ve burada birarada bulunacak olan bir dizi makalenin kökeni, budur.
Eleştiriye konunun, yani bay Dühring'in yapıtlarının bilimsel yüküyle tamamen ters orantılı boyutları kazandıran şey, konunun niteliği oldu. Bununla birlikte, bu boyutları bağışlatabilecek iki başka şey daha var. Bir yandan bu boyutlar bana, burada yanaşılması gereken çok çeşitli alanlarda, bugün bilimsel ya da pratik bir önem taşıyan sorunlar üzerindeki görüşümün olumlu bir açıklamasını sunmak fırsatını veriyordu. Bu işi her bölümde yaptım ve bu yapıt bay Dühring'in "sistem"ine karşı bir başka sistemi çıkarma amacını ne denli az taşırsa taşısın, tarafımdan sunulan düşünceleri birbirine bağlayan iç bağın okurun gözünden kaçmayacağını umarım. Bu bakımdan, çalışmamın büsbütün verimsiz olmadığı konusunda, daha şimdiden yeterli kanıtlara sahibim.
Öte yandan "sistem yaratıcı" bay Dühring, bugünkü (sayfa: 44) Almanya'da tek başına bir olay değildir. Bir süreden beri Almanya'da evrendoğum, genel doğa felsefesi, siyaset, iktisat vb. sistemleri, bir gece içinde, mantar gibi, düzinelerle boy vermektedir. En önemsiz felsefe doktoru, hatta en önemsiz öğrenci bile, bugün kendini, en azından bir tam "sistem" kurmaktan bağışık saymıyor. Tıpkı modern devlette her yurttaşın, üzerinde oy vermeye çağrıldığı bütün sorunlar konusunda bir yargıya varmak için olgun bulunduğunun varsayılması gibi; tıpkı ekonomide, her tüketicinin, geçimi için satın alma durumunda bulunduğu bütün metalar üzerinde tam bir bilirkişi olduğunun kabul edilmesi gibi — aynı varsayım bundan böyle bilimde de hüküm sürecek. Bilim özgürlüğü kişinin öğrenmediği şeyler üzerinde yazması ve bunu sıkı sıkıya bilimsel tek yöntem olarak satması anlamına geliyor. Bay Dühring'e gelince o, bugünün Almanya'sında her yerde öne fırlayan ve kendi ekstra... işporta malının yaygarası her şeyi bastıran bu gösterişçi sözde-bilimin en temsil edici örneklerinden biridir. Şiirde, felsefede, siyasette, iktisatta, tarihte ekstra işporta malı, ders ve siyaset kürsüsünde ekstra işporta malı, her yerde ekstra işporta malı, öteki ulusların orta malı ve bayağı işporta malından farklı olarak, üstünlük ve fikir derinliği iddialarına sahip ekstra işporta malı; Almanya entelektüel sanayisinin, tam da Philadelphia sergisinde ne yazık ki yanlarında temsil edilmediği öteki Alman malları gibi, ucuz ama kötü kaliteli, en özellik belirtici ve en ağır ürünü olan ekstra işporta malı. Alman sosyalizmi bile, bu yakınlarda, özellikle bay Dühring tarafından verilen iyi örnekten bu yana, kendini ekstra işporta malına veriyor ve "tek sözcüğünü bile gerçekten öğrenmediği" [1*] bir "bilim"i sergileyen şu ya da bu kişiyi öne sürüyor. Alman öğrencisinin sosyal-demokrasıyi benimseyişinin başlangıcını gösteren ve bundan ayrılmaz bir şey olan, ama işçilerimizin son derece sağlıklı yaradılışı sayesinde çabucak üstesinden gelinecek (sayfa: 45) bir çocukluk hastalığıdır bu.
Eğer bay Dühring'i ancak amatör olarak ilerleme savında bulunabileceğim alanlarda izlemek zorunda kaldıysam, bu benim suçum değil. Böyle durumlarda, çoğu kez, hasmının düzmece ya da yanlış olumlamalarının karşısına doğru, sözgötürmez olguları koymakla yetindim. Hukuk alanında ve sık sık da doğa bilimlerinde böyle oldu. Öteki durumlarda, doğa bilimlerinin teorik kısmından çıkartılmış genel fikirler alanı, yani uzmanın bile, bay Virchow'un itirafına göre, hepimiz gibi bir "yarı-bilgin" olduğu komşu alanlara geçmek üzere, kendi uzmanlığının dışına çıkmak zorunda kaldığı bir alan sözkonusudur. [2*] Bu konuda, küçük yanlışlıklar ve anlatım beceriksizlikleri için herkese gösterilen hoşgörünün bana da gösterileceğini umarım.
Bu önsözü bitirirken elime, bay Dühring'in Rasyonel Bir Fiziğin ve Rasyonel Bir Kimyanın Yeni Temel Yasaları adlı yeni bir "temel" yapıtını duyurmak için, gene bay Dühring tarafından kaleme alınmış bir kitabevi duyurusu geçti. Fizik ve kimya bilgilerimin yoksulluğunu ne denli bilirsem bileyim, gene de bu yapıtı hiç görmeksizin, bay Dühring'in bu yapıtta ortaya koyduğu fizik ve kimya yasalarının, yanlışlıklar ve beylik düşünceler bakımından, kendisi tarafından daha önce bulunmuş ve bu kitapta incelenmiş olan iktisat, evrenin genel şematik bilgisi vb. ile ilgili yasalar yanında yer alacaklarını ve bay Dühring tarafından yapılmış rigometre ya da son derece düşük ısıları ölçme aletinin, yüksek ya da düşük ısıları değil, ama yalnızca bay Dühring'in zır cahil gururunu ölçmeye yarayacağını söyleyebilmek için, bay Dühring'imi yeteri kadar tanıdığımı sanıyorum.
Londra, 11 Haziran 1878
(sayfa: 46)
II
Bu yapıtın bir yeni baskısını yayınlama zorunluluğu benim için şaşırtıcı bir şey oldu. Eleştirisinin konusu olan şey, bugün hemen hemen unutulmuştur. Yapıtın kendisi, yalnızca Leipzig'de çıkan Vorwärts'de 1877 ve 1878 yıllarında bir dizi halinde binlerce okura sunulmakla kalmamış, ayrıca çok sayıda basılmış bir cilt halinde bütün olarak yayınlanmıştır da. Nasıl oluyor da biri çıkıp, benim yıllarca önce bay Dühring üzerinde söylemek gereğini duyduğum şeylerle ilgilenebiliyor?
Kuşkusuz bunu, en başta, bu yapıtın o sırada dolaşımda bulunan hemen bütün çalışmalarım gibi, sosyalistlere-karşı yasanın resmen yayınlanmasından hemen sonra, Alman İmparatorluğunda yasaklanmış olmasına borçluyum. Kutsal-Bağlaşma ülkelerinin soydan geçme bürokratik önyargılarına saplanıp kalmamış herhangi bir kimse için bu önlemin etkisi apaçık ortadaydı: yasaklanan kitapların iki-üç kat fazla sürümü, uygulama güçleri olmaksızın yasaklar yayınlayan Berlinli efendilerin güçsüzlüklerinin günışığına çıkması. Aslında İmparatorluk hükümetinin iyilikseverliği, küçük kitaplarımın benim göze alabildiğimden çok yeni baskı yapmasını sağlıyor; metni gerektiği gibi gözden geçirecek zamanım yok ve çoğu kez, onu olduğu gibi yeniden bastırmak zorunda kalıyorum.
Ama buna bir başka özellik daha ekleniyor. Bay Dühring'in bu kitapta eleştirilen "sistem"i çok geniş bir teorik alanı kapsar; ben onu her yerde izlemek ve onun görüşlerine karşı kendi görüşlerimi çıkarmak zorunda kalmıştım. Böylelikle olumsuz eleştiri olumlu bir duruma gelmiş, polemik, Marks'ın ve benim temsil etmekte olduğumuz diyalektik yöntem ve komünist dünya görüşünün, hem de bir dizi oldukça geniş alanda, azçok tutarlı bir açıklaması durumuna dönüşmüştü. Bizim görüşümüz, ilk kez Marks'ın Felsefenin Sefaleti'nde ve Komünist Manifesto'da ileri sürülmesinden bu yana, Kapital'in yayınlanmasına değin yirmi yıl süren bir (sayfa: 47) kuluçka döneminden geçti; o zamandan beri giderek daha hızlı bir biçimde her gün daha geniş çevrelere yayılıyor, öyleki şimdi, Avrupa sınırlarının çok ötesinde, bir yanda proleterler ve öte yanda taraf kayırmayan bilimsel teorisyenler bulunan bütün ülkelerde, dinleyici ve destek buluyor. Öyle görünüyor ki, üstelik Dühring'in tezlerine karşı birçok bakımdan bu vesileyle verilen olumlu açıklamalar yararına gereksiz bir duruma gelmiş polemiği bile kabul etmek üzere, konu ile yeteri kadar ilgilenen bir kamuoyu var.
Bu arada bir not: bu kitapta açıklanan görüşlerin temelleri ve gelişmesi çok büyük ölçüde Marks'a ve ancak çok küçük ölçüde bana ilişkin olduğundan, kitabımın onun bilgisi dışında yazılmadığı kendiliğinden anlaşılır. Ben bütün elyazmasını basılmadan önce ona okudum, ve ekonomi üzerindeki kısımda onuncu bölümü ("Eleştirel Tarih Üzerine") yazan da odur; ben yalnızca, büyük bir üzüntü duyarak, dışsal nedenlerden ötürü bu bölümü biraz kısaltmak zorunda kaldım. Zaten bizim özel konularda her zaman birbirimize yardım etme alışkanlığımız vardı.
Bu baskı, bir bölüm dışında, bundan öncekinin tıpkısıdır. Bir yandan, kitapta birçok değişiklik yapmak yolundaki isteğim ne denli büyük olursa olsun, derinleştirilmiş bir gözden geçirme için zamanım yoktu. Marks tarafından bırakılmış elyazmalarını baskı için hazırlamak ödevim var ve bu iş, bütün başka işlerden çok daha önemli. Ve sonra, vicdanım herhangi bir değişikliği kabul etmiyor. Bu yapıt, bir polemik yapıtıdır ve hasmıma karşı, onun hiçbir şey düzeltemediği yerde, kendi payıma hiçbir şey düzeltmemek borcuyla yükümlü olduğumu sanıyorum. Ben yalnızca bay Dühring'in yanıtına karşı yanıt vermek hakkını isteyebilirdim. Ne var ki ben, bay Dühring'in saldırıma karşı yazdıklarını okumadım ve özel bir neden olmadıkça da okumayacağım; teorik düzeyde ondan kurtulmuş bulunuyorum. Öte yandan, o günden bu yana, Berlin Üniversitesi tarafından utanç verici bir haksızlığa uğramış bulunduğu için, ona karşı yazınsal savaşımın efendilik kurallarına daha da çok uymak gereğini duyuyorum. (sayfa: 48) Gerçi üniversite, bunun cezasını gördü: bay Dühring'in öğretim özgürlüğünü, bilinen koşullar altında geri almaya razı olan bir üniversite, gene bilinen koşullar altında, bay Schweninger'i [3*] kendisine zorla kabul ettirmelerine şaşırmamalıdır.
Açıklamalar eklemekte sakınca görmediğim tek bölüm, üçüncü kısmın ikinci bölümüdür: "Teorik Bilgiler" bölümü. Burada yalnızca tuttuğum görüşün önemli bir noktasının açıklanması sözkonusudur ve hasmımın daha popüler bir üslup kullanmak ve fikirlerin birbirine bağlanmasını tamamlamak için çaba göstermemden yakınmasının yeri yoktur. Aslında, bunun bir dış nedeni vardı. Yapıtın üç bölümünü (girişin ilk bölümü ile, üçüncü kısmın birinci ve ikinci bölümleri), Fransızcaya çevrilmesi amacıyla bağımsız bir broşür durumuna getirecek biçimde, dostum Lafargue için yeniden elden geçirmiştim ve Fransızca baskının bir İtalyanca ve bir de Polonya dilindeki baskıya temel hizmeti görmesi üzerine, Sosyalizmin Ütopyadan Bilime Evrimi başlığı altında bir Almanca baskı çıkardım. [4*] Bu sonuncusu, birkaç ay içinde üç baskı yaptı ve Rusça ve Danimarka dilinde de çevirileri yayınlandı. Bütün bu baskılarda, yalnızca sözkonusu bölüme bazı eklemeler yapılmıştı ve özgün yapıtın yeniden yayınlanmasında, uluslararası bir nitelik kazanan daha sonraki metin yerine ilk metne sarılmayı istemek, ukalalık etmek olurdu.
Yapılmış olmasını istediğim öteki değişiklikler, başlıca iki nokta ile ilgili. Önce Morgan'ın, anahtarını bize ancak 1877'de verdiği insanlığın ilkel tarihi ile. Ama, o zamandan beri, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Zürih 1884, adlı yapıtımda, buarada elime geçen bilgileri kullanmak fırsatını bulduğumdan, bu sonraki çalışmaya işarette bulunmak yeter.
İkinci olarak, teorik doğa bilimini işleyen kısmı değiştirmek isterdim. Bu kısımda büyük bir açıklama beceriksizliği (sayfa: 49) egemendir ve bugün birçok nokta daha açık ve daha belgin bir biçimde anlatılabilirdi. Eğer burada kendime bazı düzeltmeler yapmak hakkını tanımıyorsam, bundan ötürü bu düzeltmeler yerine kendi özeleştirimi yapmaya daha da zorunluyum.
Alman idealist felsefesinden bilinçli diyalektiği, onu doğanın ve tarihin materyalist anlayışı ile bütünleştirmek üzere kurtaran, hemen hemen yalnızca Marks ve ben olduk. Ne var ki aynı zamanda, hem diyalektik hem de materyalist bir doğa anlayışı, matematik ve doğa bilimi ile içli-dışlı olunmasını gerektirir. Marks, dörtbaşı bayındır bir matematikçi idi ama doğa bilimlerini biz ikimiz de ancak parça parça, kesikli, dağınık bir biçimde izleyebiliyorduk. Ancak, tecimsel işlerden çekilmem ve Londra'ya yerleşmem bana zaman verdikten sonradır ki sekiz yıl boyunca zamanımın en büyük bölümünü bu işe vererek, matematik ve doğa bilimlerinde, olanak ölçüsünde, (Liebig'in dediği gibi) [5*] tam bir "ses değişimi" yaptım. Bay Dühring'in sözde doğa felsefesi ile ilgilenme firsatını bulduğum zaman, işte tam da bu ses değişimi işleminin ortasındaydım. Bu nedenle, tam teknik deyimi her zaman bulamamamdan ve teorik doğa bilimi alanında genellikle belli bir yavaşlıkla ilerlememden daha doğal bir şey olamaz. Ama bir başka yandan, bu alanda henüz rahat olmadığımı bilmenin bilinci beni sakınımlı yaptı: o zaman tanıtlanmış olgular konusunda gerçek düşünüş yanlışlıkları ya da o sıralarda kabul edilmiş bulunan teorilerin yanlış bir sunuluşu suçunu, kimse bana yükleyemez. Bu bakımdan, yalnızca bilinmeyen bir büyük matematikçi, benim kök içinde 'in onuruna kıyarcasına suikastte bulunmuş olduğumdan Marks'a mektupla yakındı. [6*] (sayfa: 50)
Matematik ve doğa bilimlerinde bu özetlemeyi yaparken, benim için hiç kuşkusuz, sayısız değişikliklerin karışıklığı arasından, tarihte de olayların görünürdeki olumsallığını düzenleyen aynı hareket yasalarının; insan düşüncesi tarafından gerçekleştirilen evrim tarihinde de çıkış yolu oluşturarak, yavaş yavaş düşünen insanların bilinç alanına giren aynı yasaların: Hegel'in ilk kez olarak geniş bir tarzda, ama mistikleştirilmiş bir biçim altında geliştirdiği ve bizim öteki özlemlerimiz arasında, bu mistik zarftan çekip çıkarmak ve bütün basitlikleri, bütün genellikleri ile bilinç alanına sokmak istediğimiz yasaların, doğada kendilerini zorla kabul ettirdiklerinden —bütünde hiçbir kuşkum olmadığıina göre— ayrıntıda güven getirmek sözkonusuydu. Eski doğa felsefesinin, gerçek değer ve verimli tohumlar olarak içerdiği her şeye karşın, [7*] bizi doyuramadığı açıktı. Bu yapıtta ayrıntılı (sayfa: 51) biçimde açıklamış bulunduğum gibi doğa felsefesi, özellikle hegelci biçimi altında, doğada zaman içinde bir evrim, bir ardarda geliş değil yalnızca bir yanyana konuluş görme kusuruna sahipti. Bu, bir yandan yalnızca "tin"e ("esprit") tarihsel bir gelişme tanıyan hegelci sistemin kendisinin, ama öte yandan da o zamanki doğa bilimlerinin genel durumunun sonucuydu. Böylece Hegel, daha önce nebula (bulutsu) teorisi ile güneş sisteminin doğuşunu ve dünyanın dönüşünün sulardaki gel-git yüzünden yavaşlaması bulgusuyla da bu sistemin sonunu açıklamış bulunan Kant'in çok gerisine düşüyordu. [8*] Ensonu benim için, diyalektik yasaları kurgu aracıyla doğaya sokmak değil ama onları orada bulmak ve oradan çıkarmak sözkonusu olabilirdi.
Bununla birlikte bu iş, eğer buna tutarlı bir biçimde ve her özel alan için girişilirse, bir dev işidir. Egemenlik altına alınması gereken alanın hemen hemen sonsuz derecede büyük olması bir yana, ayrıca bütün bu alan üzerinde doğa biliminin kendisi öylesine güçlü bir altüst olma süreci içine girmiş bulunuyor ki hatta bütün boş zamanını bu iş için kullanan bir kimse tarafından bile güç izlenebilir. Oysa, Karl Marks'ın ölümünden sonra zamanım, en geciktirilmez ödevler tarafından alınmıştı, ve işime ara vermek zorunda kaldım. Durum değişene değin bu kitapta verilen bilgilerle yetinmein ve çıkacak bir firsatın bana elde edilen sonuçları bir araya getirme ve onları belki de Marks tarafından bırakılmış son derece önemli matematik elyazmaları ile birlikte yayınlama olanağını sağlamasını beklemem gerekiyor. [9*] (sayfa: 52)
Bununla birlikte, teorik doğa bilimindeki gelişmenin çalışmamı, büyük bir bölümü bakımından ya da bütünüyle gereksiz kılması olanaklı. Çünkü, teorik doğa bilimine, yığınsal olarak biriken salt görgücül (empirique) bulguları bir düzene koyma basit zorunluluğu tarafından zorla kabul ettirilen devrim öylesine büyük ki en dikkafalı görgücüyü bile doğal süreçlerin diyalektik niteliği üzerine gitgide daha çok bilinç sahibi olmaya zorluyor. Eski sert karşıtlıklar, açık ve aşılmaz ayrım çizgileri, gitgide ortadan kalkıyor. [10*] Son "gerçek" gazların bile sıvılaşmasından, bir cismin sıvı ve gaz biçimlerinin birbirinden ayırdedilmez bir duruma getirilebileceğinin gösterilmesinden sonra, çökelekleşme durumları, eski mutlak niteliklerinin son kalıntısını da yitirmiş bulunuyorlar. Tam gazlarda, gaz moleküllerinin hareket hızlarının karelerinin, eşit sıcaklıkta, molekül ağırlıklarıyla ters orantılı oldukları yolundaki kinetik-gazlar teorisinin önerisiyle, sıcaklık da doğrudan doğruya hareketin araçsız olarak ölçülebilir biçimleri dizisi içine giriyor. Daha on yıl önce, hareketin daha yeni bulunmuş olan büyük temel yasası, enerjinin basit sakınımı yasası olarak, hareketi yoketme ve yaratma olanaksızlığının yalın anlatımı olarak, yani yalnızca nicel yönünden kavranmıştı: ama gitgide bu olumsuz anlatım, yerini enerjinin dönüşümü olumlu anlatımına bırakıyor ki bu anlayış içinde, sürecin nitel yönünün ilk kez hakkı veriliyor ve doğaüstü yaratıcının son anısı da sönüyor. Hareket miktarının (enerji denilen şey), (mekanik güç denilen) kinetik enerji durumundan elektriğe, sıcaklığa, potansiyel konum enerjisine, vb. ve bunların da kinetik enerji durumuna dönüştüğü zaman değişmediği düşüncesinin artık bir yenilik olarak öğütlenmeye gereksinmesi yoktur; bu düşünce, dönüşüm sürecinin, bilgisi bütün doğa bilgisini kapsayan o büyük temel sürecin, şimdi içerik yönünden daha zengin bir irdelenmesine sağlam bir temel hizmeti görüyor. Ve biyoloji, evrim teorisi (sayfa: 53) ışığında gelişmeye başladığından beri, organik doğa alanında sert sınıflandırma sınırlarının birbiri ardına, eridiği görüldü; hemen hemen hiç bir sınıflandırmaya girmeyen aracı halkalar günden güne artıyor, daha özenli bir irdeleme, organizmaları bir sınıftan ötekine atıyor ve hemen hemen bir inanç konusu haline gelmiş bulunan ayırdedici belirtiler mutlak değerini yitiriyor; şimdi yumurtlayan memelilerimiz ve hatta, eğer haber doğrulanırsa, dört ayak üzerinde yürüyen kuşlarımız var. [11*] Eğer Virchow, bundan yıllarca önce, hücrenin bulunması üzerine hayvan bireyin birliğini, bilimsel ve diyalektik olmaktan çok ilerici bir biçimde, bir hücre devletleri federasyonları biçiminde dağıtmak zorunda kaldıysa, [12*] bugün de yüksek derecedeki hayvanların bedenlerinde amipler gibi dolaşan beyaz kan yuvarlarının bulunmasıyla daha da karmaşık bir durum alan hayvan (dolayısıyla insan) bireyliği kavramı karşısında bulunuyoruz. Ama modern çağların teorik doğa bilimine sınırlı metafizik niteliğini veren şey de, işte o uzlaşmaz ve çözülmez olarak tasarlanan taban tabana karşıtlıklar, ayrım çizgileri ve zorla saptanmış sınıf ayrımlarıdır. Bu karşıtlık ve ayrımların doğada elbette varolduklarını ama ancak görece bir geçerlilikle varolduklarını; buna karşılık, onlara yüklenen o mutlak değişmezlik ve değerin doğaya yalnızca bizim düşüncemiz tarafından yüklendiğini kabul etmek: işte doğanın diyalektik anlayışının özü. Doğa biliminde biriken olguların baskısı altında bu anlayışa varmak olanaklıdır; ama eğer bu olguların diyalektik niteliğine diyalektik düşünce yasaları bilinciyle yanaşılırsa, bu anlayışa daha kolay varılır. Herhalde, doğa bilimi öylesine gelişmeler gerçekleştirmiştir ki artık diyalektik bireşimden kurtulamaz. Doğa bilimi, eğer deneylerinin içinde bireşimleştiği sonuçların kavramlardan başka bir şey olmadığını; (sayfa: 54) kavramlarla iş görme sanatının ne doğuştan geldiğini, ne de her günkü olağan bilinçle elde edildiğini ama gerçek bir düşünce, doğanın görgücül araştırmasından ne daha çok, ne de daha az uzun bir görgücül tarihe sahip gerçek bir düşünce gerektirdiğini unutmazsa, bu işte kolaylıklar kazanacaktır. Doğa bilimi, bir yandan kendi dışında ve kendi üstünde geçinen her türlü ayrı doğa felsefesinden ve öte yandan İngiliz görgücülüğün kalıtı olan kendi öz sınırlı düşünce yönteminden, işte ancak felsefenin iki bin beş yüz yıllık evrim sonuçlarını özümlemeyi öğrenerek kurtulacaktır.
Londra, 23 Eylül 1885
III
Bu yeni baskı, çok önemsiz bazı biçem değişiklikleri dışında, bir önceki baskının tıpkısıdır. Yalnızca bir bölüme, ikinci kısmın "Eleştirel Tarih Üzerine" başlıklı onuncu bölümüne, aşağıdaki nedenlerle, bazı önemli eklemeler yapmakta sakınca görmedim.
Daha önce ikinci baskının önsözünde de belirtmiş bulunduğum gibi bu bölüm, özsel olarak Marks'ın elinden çıkmıştır. Bir gazete için hazırlanan ilk versiyonunda Marks'ın elyazmasını, özellikle Dühring'in tezlerinin eleştirisinin yerini daha çok iktisat tarihi üzerindeki kişisel açıklamalara bıraktığı yerlerde, önemli ölçüde,kısaltma zorunda kalmıştım. Ama bunlar, tam da elyazmasının bugün bile canlı ve en sürekli yarar sağlayan bölümünü oluşturan açıklamalardır. Kendimi, Marks'ın Petty, North, Locke, Hume gibi kimseleri, klâsik ekonominin oluşumu içinde yerli yerlerine koyduğu parçaları ve daha önemlisi Quesnay'nin Tableau économique'ini, bütün modern iktisat için çözümlenemez kalan o sfenks bilmecesini aydınlığa çıkarma biçimini, olanaklı olduğunca tam ve sözcüğü sözcüğüne bir biçimde vermek zorunda sayıyorum. Buna karşılık, salt bay Dühring'in yapıtlarına göndermede bulunan parçalar, fikirlerin akışı izin verdiği (sayfa: 55) ölçüde, bir yana bırakıldı.
Bunun dışında, bu yapıtta sunulan görüşlerin, bir önceki baskıdan bu yana, dünyanın bütün uygar ülkelerinde, bilim dünyasının ve işçi sınıfının bilincini dışavuran yayınlardaki yaygınlaşma biçiminden son derece hoşnut olabilirim. (sayfa: 56)
Londra, 23 Mayıs 1894 (sayfa: 57) (sayfa: 58 -boş)
ANTİ-DÜHRİNG
GİRİŞ
BİRİNCİ BÖLÜM
GENEL DÜŞÜNCELER
Modern sosyalizm, içeriği bakımından, her şeyden önce bir yandan modern toplumda varlıklılar ile varlıksızlar, ücretliler ile burjuvalar arasında egemen olan sınıf karşıtlıklarının, öte yandan da üretimde egemen olan anarşinin bilincine varmanın ürünüdür. Ama, teorik biçimi bakımından, başlangıçta 18. yüzyıl Fransa'sındaki büyük Aydınlanma çağı filozofları tarafından konulan ilkelerin daha gelişmiş ve daha tutarlı olmak isteyen bir uzantısı olarak ortaya çıkar. Her yeni teori gibi, kökleri ekonomik olguların derinliklerine daldığı ölçüde, ilkin daha önce varolan düşünler temeline bağlanmak zorunda kalmıştır.
Fransa'da, gelmekte olan devrim konusunda kafaları aydınlatan büyük adamların kendileri de son derece büyük devrimciler olarak görünüyorlardi. Ne türden olursa olsun, hiçbir dış yetke tanımıyorlardı. Din, doğa anlayışı, toplum, (sayfa: 59) devlet örgütü, her şey, amansız bir eleştiriden geçirildi; her şey, ya us mahkemesi önünde varoluşunu doğrulamak, ya da varolmaktan vazgeçmek zorunda kaldı. Düşünen us, her şeye uygulanacak tek ve eşsiz ölçü oldu. Bu dönem, Hegel'in dediği gibi, önce insan beyni ile onun düşüncesi tarafından bulunan ilkelerin bütün insan eylem ve topluluklarına temel hizmeti görmeleri anlamında, daha sonra da bu ilkelerle çelişki durumunda bulunan gerçekliğin aslında tepeden tırnağa ters çevrilmesi gibi daha geniş bir anlamda, dünyanın kafası üstüne konulduğu dönem oldu. [13*] Toplum ve devletin bütün eski biçimleri, bütün eski geleneksel fikirler, usdışı ilan edildi ve bir yana atıldı; dünya o zamana değin yalnızca önyargılarla yönetilmişti; geçmişe ilişkin olan her şey, ancak acıma ve küçümsemeye değerdi. Ensonu gün doğuyordu; bundan böyle boşinan, haksızlık, ayrıcalık ve baskı; sonsuz doğruluk, sonsuz adalet, doğa üzerine kurulu eşitlik ve insanın devredilmez hakları tarafından silinip süpürülecekti.
Bugün usun bu egemenliğinin, burjuvazinin ülküselleştirilmiş egemenliğinden başka bir şey olmadığıni; ölümsüz adaletin, gerçekleşmesini burjuva adaletinde bulduğu; eşitliğin, yasa önünde burjuva eşitliğine vardığını; insanın temel haklarından biri olarak ... burjuva mülkiyetin ilan edildiğini ve ussal devletin, Rousseau'nun toplum sözleşmesinin, dünyaya ancak bir burjuva demokratik cumhuriyeti biçimi altında geldiğini ve ancak o biçimde gelebilecek (sayfa: 60) olduğunu biliyoruz. 18. yüzyılın büyük düşünürleri de, kendi çağlarının kendileri için saptadığı engelleri, öncellerinin hiçbirinden çok aşamazlardı.
Ama feodal soyluluk ile burjuvazi arasındaki karşıtlığın yanısıra, sömürenler ile sömürülenler, aylak zenginler ile çalışan yoksullar arasında evrensel karşıtlık vardı. Ve burjuvazinin temsilcilerine, kendilerini özel bir sınıfın değil ama acı çeken tüm insanlığın temsilcileri olarak gösterme olanağını sağlayan şey de işte bu durum oldu. Dahası var. Burjuvazi, doğuşundan başlayarak, karşıtının ağırlığı altındaydiı ücretliler olmaksızın kapitalistler varolamazlar ve ortaçağ loncaları burjuvasinin modern burjuva durumuna geldiği ölçüde, loncalar kalfası ile özgür gündelikçi de proleter durumuna geliyordu. Ve hatta genel olarak, soyluluğa karşı savaşımda burjuvazi, aynı zamanda o çağdaki çeşitli emekçi sınıfların çıkarlarının da temsilcisi olduğunu ileri sürebiliyorduysa da, gene de her büyük burjuva hareketinde, modern proletaryanın az çok gelişmiş önceli olan sınıfın bağımsız hareketlerinin kendini gösterdiği görüldü. Almanya'da Reform ve Köylüler savaşı döneminde Thomas Münzer eğilimi; büyük İngiliz devriminde eşitleştiriciler; büyük Fransız devriminde Babeuf gibi. Daha gelişmesinin ilk basamağında olan bir sınıfın bu devrimci ayaklanmasına karşılık düşen teorik belirtiler de vardı: 16. ve 17. yüzyıllarda, ülküsel (ideal) bir toplumun düşülküsel (ütopik) betimlemeleri;[14*] 18. yüzyılda da, daha o zamandan açıktan açiğa komünist teoriler (Morelly ve Mably). Eşitlik istemi artık siyasal haklarla sınırlanmıyordu; eşitlik, bireylerin toplumsal durumunu da kapsamalıydı; ortadan kaldırılması gereken şey, artık yalnızca sınıf ayrıcalıkları değil, sınıf ayrılıklarının ta kendisiydi. Yeni öğretinin ilk görünümü, böylece Isparta'ya öykünen çileci (ascétique) bir komünizm oldu. Sonra üç büyük ütopyacı geldi: Burjuva eğilimin proleter yönelim yanında henüz belirli bir ağırlık taşıdığı Saint-Simon; Fourier ve Owen: Bu sonuncusu (sayfa: 61), en gelişmiş kapitalist üretim ülkesinde ve bu üretimin doğurduğu çelişkilerin etkisi altında, doğrudan doğruya, Fransız materyalizmine bağlanarak, sınıf aynmlarının ortadan kaldırılması üzerindeki önerilerini sistemli olarak geliştirdi.
Bunların her üçünde de ortak olan şey, tarihin bu arada meydana getirdiği proletaryanın çıkarlarının temsilcileri olarak görünmemeleridir. Aydınlanma çağı filozofları gibi bunlar da, belirli bir sınıfı değil ama tüm insanliği kurtarmak isterler. Onlar gibi, usun ve ölümsüz adaletin krallığını kurmak isterler. Ama onların krallığı ile Aydınlanma çağı filozoflarının krallığı arasında dipsiz bir uçurum var. Bu filozofların ilkelerine göre örgütlenmiş olan burjuva dünyası da usdışı ve adaletsizdir ve bu nedenle mahkum edilmeli ve feodalizm ve daha önceki öteki toplumsal durumlarla aynı torba içine konmalıdır. Eğer şimdiye değin gerçek us ve adalet dünyada egemen olmamışsa, bunun nedeni, onların henüz tastamam bilinmemiş olmasıdır. Eksik olan şey, şimdi gelmiş ve gerçeği gormüş bulunan deha sahibi bireyin ta kendisiydi; onun şimdi gelmiş, gerçeğin tam da şimdi görülmüş olması, tarihsel gelişim zincirinin, kaçınılmaz bir olay olarak, zorunlu sonucu değil, basit bir şans eseridir. Deha sahibi birey, pekala 500 yıl önce de doğabilir ve insanlığı 500 yıllık yanılgı, savaşım ve acıdan esirgeyebilirdi.
Bu görüş biçimi, özsel olarak bütün İngiliz ve Fransız sosyalistleri ile Weitling dahil, ilk Alman sosyalistlerinin görüş biçimidir. Sosyalizm mutlak doğruluk, mutlak us ve mutlak adaletin dışavurumudur ve kendi öz gücü aracıyla dünyayı fethetmesi için bulgulanması yeter; mutlak doğruluk olarak zamandan, uzaydan ve insan tarihinin gelişmesinden bağımsızdır; bulgulanmasının tarihi ve yeri, yalnızca raslantıya bağlıdır. Böyle olduğu için mutlak doğruluk, mutlak us ve mutlak adalet, her okul kurucusu ile birlikte değişir ve her okul kurucusuna özgü mutlak doğruluk, mutlak us ve mutlak adalet türü, onun öznel anlığına (müdrikesine), yaşam koşullarına, bilgi ve düşüncesinin oluşma derecesine (sayfa: 62) bağlı olduğundan, bu mutlak doğruluklar çatışmasının tek olanaklı çözümü, bunların birbirini yıpratmasıdır. Bundan, bugün bile, gerçekte Fransa ve İngiltere sosyalist işçilerinden çoğunun kafasında egemen olan sosyalizm gibi ortalama bir seçmeci sosyalizm türünden başka bir şey çıkamazdı: içine çeşitli mezhep kurucularının eleştirel gözlemlerinin, ekonomik savlarının ve gelecekteki toplum konusundaki betimlemelerinin girdiği çok büyük bir ayırtılar (nüanslar) çeşitliliği kabul eden bir karışım; ve her bileştiren öğe içinde, belginliğin sivri köşeleri, tartışmalar boyunca, dere içindeki çakıllar gibi ne denli çok yassılaşırsa, bu karışım o denli kolay oluşur. Sosyalizmi bir bilim durumuna getirmek için, önce onu gerçek bir alan üzerine yerleştirmek gerekiyordu.
Bununla birlikte, 18. yüzyıl Fransız felsefesi yanında ve onun arkasından, modern Alman felsefesi doğmuş ve en gelişmiş biçimini Hegel'de bulmuştu. Hegel'in en büyük değimi, en yüksek düşünce biçimi olarak diyalektiğe dönmek oldu. İlkçağ Yunan filozoflarının hepsi doğuştan en yüksek derecede doğal diyalektikçilerdi ve aralarında en ansiklopedik zeka olan Aristoteles, diyalektik düşüncenin en özsel biçimlerini daha o zamandan irdelemişti. Buna karşılık modern felsefe, diyalektiğin orada da parlak temsilcileri (örneğin Descartes ve Spinoza) bulunmasına karşın, özellikle İngiliz etkisi altında, 18. yüzyıl Fransızlarını da, hiç değilse salt felsefi yapıtlarında hemen hemen ayrıklamasız egemenliği altına alan ve metafizik denilen düşünce biçimi içine battı. Gerçek anlamıyla felsefe dışında, gene de 18. yüzyıl Fransızları, diyalektik başyapıtları verecek durumdaydılar; yalnızca Diderot'un Rameau'nun Yeğeni ile Rousseau'nun İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Söylev'ini anımsatacağız. — Burada kısaca, iki yöntemin özüne değinelim; ilerde bu konuya ayrıntılı bir biçimde gene geleceğiz.
Doğayı, insan tarihini ya da kendi öz kafa etkinliğimizi düşüncenin incelemesi altına koyduğumuz zaman, bize ilk görünen şey, hiçbir şeyin olduğu gibi, olduğu yerde, olduğu (sayfa: 63) biçimde kalmadığı ama her şeyin hareket ettiği, değiştiği, olduğu ve yokolduğu sonsuz ve karşılıklı ilişkiler ve etkiler yumağı tablosudur. Demek ki içinde ayrıntıların henüz azçok silindiği genel tabloyu görüyöruz; hareket eden, geçen ve birbirine bağlanan şeyin kendisinden çok harekete, birinden ötekine geçişIere, bağlantılara dikkat ediyoruz. Dünyayı düşünmenin bu ilk, doğal, ama aslında doğru biçimi, antik Yunan filozoflarının düşünme biçimidir ve onu açıkça ilk formüle eden de Herakleitos olmuştur: Her şey hem kendisidir, hem de değildir, çünkü her şey akar, her şey sürekli dönüşme, oluş ve yokoluş durumundadır. Ama bu görüş biçimi olaylar bütününün sunduğu tablonun genel niteliğini ne denli doğru bir biçimde kavrarsa kavrasın, gene de bu genel tabloyu meydana getiren ayrıntıları açıklamaya yetmez ve onları açıklamaya yetenekli olmadığımız sürece, genel tablo üzerinde açık bir düşünce sahibi de olamayız. Bu ayrıntıları bilmek için, onları doğal ya da tarihsel bağlantılarından ayırmak ve nitelikleri, özel neden ve sonuçları vb. içinde irdelemek zorundayız. Bu en başta, doğa bilimi ile tarihsel araştırmanın görevidir; bu araştırma dalları, Yunanlılar önce gereç toplama zorunda olduklarına göre, klasık çağ Yunanlılarında çok yerinde nedenlerle ancak ikincil bir yer tutuyordu. Eleştirici incelemeye, sınıflara, takımlara, türlere göre karşılaştırma ya da bölmeye geçebilmek için, önce doğal ya da tarihsel verileri, belli bir noktaya değin toplamış olmak gerekir. Gerçek doğa biliminin ana çizgileri, ancak İskenderiye dönemi Yunanlıları ve daha sonra ortaçağda Araplar tarafından geliştirilmiştir; gerçek bir doğa bilimine bir kez daha, ancak o tarihten sonra, bu bilimin durmadan artan bir hızla geliştiği 15. yüzyılın ikinci yarısında raslanır. Doğanın tekil parçalarına bölünmesi, çeşitli doğal süreç ve nesnelerin belirli sınıflara ayrılması, organik cisimlerin iç yapılışlarının anatomik yönlerinin çeşitliliği içinde irdelenmesi: doğanın bilinmesinde son dört yüzyılın bize getirdiği büyük ilerlemelerin temel koşulları, işte bunlardı. Ama bu yöntem bize, doğal nesne ve süreçleri tek başlarına, büyük (sayfa: 64) genel bağlantı dışında, bunun sonucu hareketleri içinde değil, hareketsizlikleri içinde; özsel bakımdan değişken öğeler olarak değil, değişmez öğeler olarak; yaşamları içinde değil, ölümleri içinde şöyle böyle kavrama alışkanlığını da geçirdi. Ve Bacon ile Locke sayesinde bu görüş biçimi, doğa biliminden felsefeye geçtiği zaman, son yüzyılların özgül darkafalılığını, metafizik düşünce biçimini meydana getirdi.
Metafizikçi için şeyler ve onların düşüncedeki yansıları olan kavramlar, biri ötekinden sonra ve öteki olmaksızın dikkate alınacak değişmez, eğilip bükülmez, her zaman tıpkı kalan, yalıtık irdeleme konularıdır. Metafizikçi orta terimler olmaksızın, yalnızca antitezler aracıyla düşünür: evet evet, hayır hayır der; bunun ötesine geçen şey metelik etmez. Ona göre, bir şey ya var ya da yoktur; bir şey aynı zamanda hem kendisi, hem de bir başkası olamaz. Olumlu ile olumsuz birbirlerini mutlak olarak dıştalarlar; neden ve sonuç da aynı derecede sert bir biçimde birbirlerine karşı gelirler. Eğer bu düşünce biçimi, bize ilk bakışta son derece usayatkın görünüyorsa bunun nedeni, bu düşünce biçiminin sağduyu denilen şeyin düşünce biçimi olmasıdır. Ama kendi dört duvarının zavallı alanında kapanıp kaldığı sürece bu arkadaş, ne denli saygıdeğer olursa olsun, geniş araştırma dünyasına atılmayı göze aldığı andan başlayarak sağduyu büsbütün şaşılacak sierüvenlerle karşılaşır ve metafizik görüş biçimi, boyutları konunun niteliğine göre değişen geniş alanlarda ne denli doğrulanmış ve ne denli zorunlu olursa olsun, her zaman, er ya da geç, ötesinde dar, sınırlı, soyut bir duruma geldiği ve çözülemez çelişkiler içinde kendini yitirdiği bir engele çarpar; bunun nedeni, tekil nesneler karşısında onların bağlantılarını; tekil nesnelerin varlıkları karşısında,onların oluş ve yokoluşlarını; hareketsizlikleri karşısında, hareketlerini unutmasıdır; ağaçlar, onun ormanı görmesini engeller. Günlük gereksinmeler bakımından, örneğin bir hayvanın yaşayıp yaşamadığını biliyor ve kesinlikle söyleyebiliyoruz; ama daha belgin bir irdeleme bize, bu sorunun bazan en karışık sorunlardan biri olduğunu gösterir ve bir çocuğu arınesinin (sayfa: 65) karnında öldürmenin canakıyma olduğu ussal sınırı bulmak için boşuna çabalayan hukukçular bunu çok iyi bilirler; ve ölüm anını saptamak da aynı derecede olanaksızdır, çünkü fizyoloji, ölümün tek ve bir anlık bir olay değil, ama çok uzun süreli bir süreç olduğunu göstermektedir. Aynı biçimde, her organik varlık, her an, hem aynı, hem aynı-olmayan şeydir; her an, yabancı maddeleri özümler ve başka yabancı maddeleri dışarı atar, her an bedenindeki hücreler yok olur ve yeni hücreler oluşur; azçok uzun bir zaman sonunda, bu bedenin maddesi tamamen yenilenir, başka madde atomları ile değiştirilir; öyleki her organik varlık hem hiç değişmez, hem de bir başkasıdır. Şeylere biraz yakından bakınca, bir çelişkinin olumlu ve olumsuz gibi iki kutbunun, karşıt oldukları kadar ayrılmaz da olduklarını ve bütün antitez değerlerine karşın, karşılıklı olarak birbirlerine karıştıklarını; aynı biçimde, neden ve sonucun, ancak özel bir duruma uygulandıklarında geçerliği bulunan kavramlar olduklarını, ama bu özel durumu, dünyanın bütünü ile genel bağlantısı içinde düşünmeye başladığımız andan başlayarak, bu kavramların, neden ve sonuçların sürekli olarak yer değiştirdiklerini, şimdi ya da burada sonuç olanın, başka yerde ya da daha sonra neden, ve vice versa [15*] durumuna geldiği evrensel karşılıklı etki görünümü içinde birleştiklerini, birbirlerine dönüştüklerini de görürüz.
Bütün bu süreçlerin, bütün bu düşünce yöntemlerinin hiçbiri, metafizik düşünce çerçevesine girmez. Nesneleri ve onların kavramsal yansılarını, özsel olarak bağlantıları, zincirlemeleri, hareketleri, doğuşları ve sonları içinde kavrayan diyalektik içinse, tersine, yukarda sözü edilen süreçler, onun kendine özgü davranış biçiminin birer doğtulanmasıdır. Doğa, diyalektiğin deneme tezgahıdır ve modern doğa bilimi onuruna, onun bu deneme tezgahı için her gün artan zengin bir olgular hasadı sağlayarak, böylece doğada her şeyin, son çözümlemede, metafizik olarak değil diyalektik olarak olup bittiğini, doğanın durmadan yinelenen bu çevrimin sonsuz (sayfa: 66) tekdüzeliği içinde hareket etmeyip, gerçek bir tarih geçirdiğini tanıtladığını söylemeliyiz. Burada, herkesten önce, bugünkü bütün organik doğanın, bitkilerin, hayvanların ve dolayısıyla insanın da, milyonlarca yıl süren bir evrim sürecinin ürünü olduğu tanıtlayarak, doğanın metafizik anlayışına en büyük darbeyi indirmiş bulunan Darwin'i anmak gerek. Ama şimdiye değin diyalektik biçimde düşünmeyi öğrenmiş bulunan bilginler parmakla sayılabilecek denli az olduğu için, bulunan sonuçlar ile geleneksel düşünce biçimi arasındaki çatışma, bugün doğa bilimleri teorisinde egemen olan ve öğretmenler ile öğrencileri, yazarlar ve okurları umutsuzluğa düşüren o büyük karışıklığı açıklar.
Evrenin, onun ve insanlığın evriminin olduğu gibi, bu evrimin insanların beynindeki yansımasının da doğru bir biçimde kavranması, öyleyse ancak oluş ve yokoluşun, ilerleyen ve gerileyen değişikliklerin evrensel karşılıklı etkilerini sürekli olarak gözönünde tutarak, diyalektik yoldan olanaklıdır. Ve modern Alman felsefesi de, kendini işte hemen bu yönde gösterdi. Kant, mesleğine, Newton'un kararlı güneş sistemini ve onun —bir kez o ünlü ilk hareket olduktan sonra— sonsuz süresini, güneşin ve bütün gezegenlerin dönüş durumunda bulunan nebula yığınından döğduğu biçimindeki tarihsel bir süreç biçimine dönüştürerek başladı. Ve o bundan, daha o zamandan, doğmuş olduğuna göre güneş sisteminin bir gün zorunlu olarak ölmesi gerektiği sonucunu çıkarıyordu. Bu görüş, bir yarım yüzyıl sonra Laplace tarafından matematik olarak doğrulanmış ve bir yüzyıl sonra da spektroskop, evrende çeşitli yoğunluk derecelerinde bulunan bu türlü akkor durumunda gaz yığınlarının varlığını göstermiştir.[16*]
Bu modern Alman felsefesi doruğunu, ilk kez olarak bütün (sayfa: 67) doğa, tarih ve tin dunyasının sürekli bir hareket, sürekli bir değişme, sürekli bir dönüşüm ve evrim içine girmiş bir süreç biçiminde kavrayan ve bu hareket ile bu evrimin iç bağlantısını göstermeye girişen Hegel sisteminde buldu ve Hegel sisteminin büyük değimi de budur. Bu açıdan insanlık tarihi, artık olgunluğa varmış felsefi us mahkemesi önünde hepsi de aynı biçimde hüküm giymesi gereken ve olanaklı olduğunca çabuk unutulmasında yarar bulunan anlamsız zorbalıkların kaotik bir karışımı olarak değil, insanlığın kendisinin evrimlenebilen süreci olarak görünüyordu; ve şimdi düşüncenin, bu sürecin tüm dolambaçları arasından yavaş ilerleyişini izlemek ve onda, bütün görünür olumsallıklar arasında, yasaların varlığını göstermek gibi bir görevi vardi.
Hegel'in bu sorunu çözmemiş olmasının burada pek önemi yok. Onun çağ açan başarısı, bu sorunu koymuş olmasıdır. Bu sorun hiç kimsenin, hiçbir zaman tek başına çözemeyeceği sorunlardandır. Hegel —Saint-Simon ile birlikte— çağının en ansiklopedik kafası olmasına karşın, gene de önce kendi öz bilgilerinin zorunlu olarak kısıtlı genişliği, sonra çağının bilgi ve görüşlerinin aynı biçimde kısıtlı genişlik ve derinliği ile sınırlıydı. Ama bir üçüncü özelliği daha hesaba katmak gerek. Hegel idealistti, yani kafasındaki fikirleri, gerçek şey ve süreçlerin azçok soyut yansıları olarak görecek yerde tersine, nesneler ile nesnelerin gelişmesini, dünya varolmadan önce bilinmeyen bir yerde varolan "idea"nin gerçekleşmiş yalın kopyaları olararak görüyordu. Bundan ötürü her şey başaşağı konulmuş ve dünyanın gerçek bağlantısı tamamen tersine çevrilmişti. Ve Hegel, birçok özel ilişkiyi büyük bir doğruluk ve deha ile kavramış bulunmasına karşın, yukardaki nedenler ayrıntının da çoğu kez yırtık yamamaya, oyuna, yapmaçığa, sözün kısası gerçeğin bozulmasına dönmesini kaçınılmaz kılıyordu. Hegel sistemi, bu niteliğiyle büyük bar başarısızlık olmuştu — türün sonuncusu olmasına karşın. Gerçekten, her zaman onulmaz bir iç çelişkinin acısını çekmiyor muydu? Bir yandan, özsel konutu (postulatı), (sayfa: 68) insanlık tarihinin, niteliği gereği, entelektüel sonunu sözde mutlak bir doğruluğun bulgulanmasında bulamayacak evrimlenebilir bir süreç olduğu yolundaki tarihsel anlayıştı; ama öte yandan, bu mutlak doğruluk kitabının ta kendisi olduğunu ileri sürüyordu. Her şeyi kapsayan ve hep aynı kalan bir doğa ve tarih bilgisi sistemi, diyalektik düşüncenin temel yasaları ile çelişki durumundadır; bununla birlikte, bu, dış dünyanın genel matematik bilgisinin kuşaktan kuşağa dev adımlarıyla yürüyebilmesini hiçbir zaman dıştalamaz, tersine içerir.
Geçmişteki Alman idealizmine özgü tam bozulma bir kez kavrandıktan sonra, ister istemez materyalizme dönmek gerekiyordu, ama —dikkat edelim— 18. yüzyılın katıksız metafizik, salt mekanik materyalizmine değil. Bütün önceki tarihin o yalınkat, o bönce devrimci bir biçimde kınanması karşısında modern materyalizm, tarihte insanlığın evrim sürecini görür ve görevi de bu sürecin hareket yasalarını bulmaktır. 18. yüzyıl Fransızlarında olduğu denli Hegel'de de egemen olan ve doğayı hep aynı kalan ve Newton'a göre ölümsüz göksel cisimler, Linné'ye göre ise değişmez organik varlıklarla dar çevrimler biçiminde hareket eden bir bütün olarak düşünen doğa anlayışı karşısında modern materyalizm, tersine, doğa biliminin, doğanın da zaman içinde bir tarihi olduğu yolundaki modern ilerlemelerinin bireşimini yapar; göksel cisimler, orada uygun koşullar içinde yaşamaya yetenekli canlı varlıklar olarak doğarlar ve ölürler ve dolaşım çevrimleri, kabul edilebildikleri ölçüde, son derece daha büyük boyutlar kazanır. Her iki durumda da modern materyalizm, özsel olarak diyalektiktir ve öteki bilimlerin üstünde yer alan bir felsefeye gereksinme duymaz. Her özel bilimin, şeylerin genel bağlantısı ve bilgisi içinde tuttuğu yer konusunda tam bir hesap vermeye çağrıldığı andan başlayarak, genel bağlantının her türlü bilimi gereksiz duruma gelir. O zaman bütün eski felsefeden, bağımsız bir durumda, düşünce ve düşünce yasaları öğretisinden, biçimsel (formel) ve diyalektik mantıktan başka bir şey kalmaz. Üst yanı, pozitif doğa ve (sayfa: 69) tarih bilgisi içine girer.
Ama doğa anlayışındaki değişme, ancak araştırma buna uygun düşen nicelikte olumlu bilgi sağladığı ölçüde gerçekleşebilirken, tarih anlayışında yeni bir yön getiren tarihsel olgular, kendilerini çok daha önceden kabul ettirmişlerdi. 1831'de Lyon'da ilk işçi ayaklanması olmuştu; 1838'den 1842'ye, ilk ulusal işçi hareketi, İngiliz çartistleri hareketi, en yüksek noktasına varıyordu. Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımı bir yandan büyük sanayideki gelişme, bir yandan da burjuvazi tarafından ele geçirilmiş bulunan siyasal egemenlik ile orantılı olarak, Avrupa'nın en ileri ülkelerinin tarihinde birinci plana geçiyordu. Burjuva iktisadının sermaye ile emek çıkarları arasındaki özdeşlik üzerindeki, özgür yarışma (serbest rekabet) sonucu evrensel uyum ve evrensel gönenç üzerindeki öğretileri, olgular tarafından gitgide daha sert bir biçimde yalanlanıyordu. Bütün bu olguları ve bütün eksikliklerine karşın bu olguların teorik dışavurumu olan Fransız ve İngiliz sosyalizmini yalanlamak, artık olanaklı değildi. Ama tarihin henüz geri püskürtülmemiş bulunan eski idealist anlayışı, maddi çıkarlara dayanan sınıf savaşımlarını, hatta genel olarak maddi çıkarları tanımıyordu; üretim ve bütün ekonomik ilişkiler ona, yalnızca "uygarlık tarihi"nin ikincil öğeleri olarak, savsaklanabilir şeyler olarak görünüyorlardi.
Yeni olgular, bütün geçmiş tarihi yeni bir incelemeden geçmeye zorladılar ve bütün geçmiş tarihin bir sınıflar savaşımı tarihi olduğu, birbirine karşı savaşım durumundaki bu toplumsal sınıfların her zaman üretim ve değişim ilişkilerinin, kısacası çağlarındaki ekonomik ilişkilerin ürünleri oldukları; buna göre, toplumun ekonomik yapısının her kez, son çözümlemede, hukuksal ve siyasal kurumların tüm üst yapısını olduğu gibi, her tarihsel dönemin dinsel, felsefi ve öteki fikirlerini de açıklamayı sağlayan gerçek temeli oluşturduğu görüldü. Böylece idealizm, son sığınağından, tarih anlayışından kovulmuş; tarihin materyalist bir anlayışı ortaya çıkmış ve şimdiye değin yapıldığı gibi, insanların varlığını (sayfa: 70) bilinçleri aracıyla açıklamak yerine, insanların bilincini varlıkları aracıyla açıklamak için yol bulunmuş oluyordu.
Bunun sonucu sosyalizm, artık şu ya da bu dahinin rasgele bir buluşu olarak değil ama tarih tarafından oluşturuları iki sınıfın, proletarya ile burjuvazinin savaşımlarının zorunlu ürünü olarak görünüyordu. Artık sosyalizmin görevi, elden geldiğince eksiksiz bir toplumsal sistem imal etmek değil ama iktisadın, bu sınıfları ve onların karşıtlıklarını zorunlu bir biçimde ortaya çıkaran tarihsel gelişmesini incelemek ve bu biçimde türetilen ekonomik durum içinde çatışmayı çözme araçlarını bulmaktı.
Ama Fransız materyalizminin doğa anlayışı, diyalektik ve modern doğa bilimi ile ne denli bağdaşmaz idiyse, daha önceki sosyalizm de bu materyalist anlayışla o denli bağdaşmaz idi. Gerçi daha önceki sosyalizm varolan kapitalist üretim biçimi ile bu üretim biçiminin sonuçlarını eleştiriyordu, ama onu ne açıklayabiliyor, dolayısıyla ne de üstesinden gelebiliyordu; kötü diye kaldırıp atmaktan başka bir şey yapamıyordu. İşçi sınıfının kapitalist üretim biçiminden aynlmaz sömürülmesine karşı ne denli çok öfkeleniyorsa, bu sömürünün neye dayandığını ve kaynağının ne olduğunu açık bir biçimde o denli az gösterme durumunda bulunuyordu. Sorun bir yandan bu kapitalist üretim biçimini tarihsel bağlantısı ve tarihin belirli bir dönemi için zorunluluğu içinde, öyleyse yıkılma zorunluluğu ile birlikte düşünmek, öte yandan, eleştiri şimdiye değin bu üretim biçiminin işleyişinden çok kötü sonuçları üzerine atıldığından, onun hala gizli kalmış iç hareketlerini ortaya çıkarmaktı. Artı- değer'in bulunması, işte bu işi yaptı. Ödenmemiş emeğe sahip çıkmanın, kapitalist üretim biçiminin ve işçinin bundan doğan sömürülmesinin temel biçimi olduğu; kapitalist işçinin emek-gücünü,[17*] bu (sayfa: 71) gücün pazarda meta olarak sahip olduğu değer üzerinden satın aldığı zaman bile, ondan gene de onun için ödemiş bulunduğundan daha çok değer elde ettiği ve bu artı-değerin, son çözümlemede, varlıklı sınıflar elinde birikmiş, durmadan büyüyen sermaye yığınının çıktığı değer toplamını oluşturduğu tanıtlandı. Kapitalist üretimin olduğu denli, sermaye üretiminin işleyişi de açıklanmiş bulunuyordu..
Bu iki büyük bulguyu: tarihin materyalist anlayışı ile kapitalist üretimin gizeminin artı-değer aracıyla açıklanmasını, Marks'a borçluyuz. Onun sayesindedir ki sosyalizm, şimdi bütün ayrıntıları üzerinde uzun uzun çalışılması gereken bir bilim durumuna geldi.
İşte bay Eugen Dühring, hiç de gürültüsüz olmayan bir biçimde sahneye sıçradığı ve felsefede, ekonomi politikte ve sosyalizmde kendi çabalarıyla gerçekleşmiş tam bir altüst oluşu bildirdiği sırada, teorik sosyalizm ve müteveffa felsefe alanlarında işler aşağı yukarı bu merkezdeydi.
Şimdi bay Dühring'in bize ne söz verdiğine... ve neyi tuttuğuna bakalım. (sayfa: 72)
İKİNCİ BÖLÜM
BAY DÜHRİNG'İN VERDİĞİ SÖZLER
Bay Dühring burada gözönünde tutulan yapıtları, her şeyden önce Felsefe Dersleri, Siyasal ve Toplumsal İktisat Dersleri, ve Ekonomi Politik ve Sosyalizmin Eleştirel Tarihi adlı yapıtlarıdır. BaşIamak için, dikkatimizi özellikle gerektiren yapıt, birinci yapıttır.
Daha ilk sayfadan başIayarak bay Dühring, kendisini "zamanında ve felsefenin gelişmesinin önceden görülebilir bir dönemi için bu gücü (felsefeyi) temsil hakkını isteyen adam" olarak sunuyor. Yani bugünün ve "önceden görülebilir" geleceğin tek gerçek filozofu olduğu savında bulunuyor. Ondan ayrılan, doğruluktan da ayrılır. Bay Dühring'ten önce de birçok kişi kendisi üzerine böyle düşündü ama —Richard Wagner bir yana— kendisi üzerine rahatlıkla bunu söyleyen ilk kişi, bay Dühring'tir.
Bay Dühring'in felsefesi, "doğal sistem ya da gerçeğin (sayfa: 73) felsefesi [dir] ... Bu felsefede gerçeklik, kuruntuya dayanan ya da öznel bakımdan sınırlı bir dünya tasarımının her türlü geçici hevesini dıştalayan bir biçimde düşünülür."
Demek ki bu felsefe, bay Dühring'i kendisinin bile yadsımaya cüret edemeyeceği sınırların, kişisel ve öznel sınırlamanın koyduğu sınırların üstüne yükseltecek nitelikte. Şimdiye değin bu mucizenin nasıl gerçekleşeceğini henüz görmemiş olmamıza karşın, işte felsefenin son çözümlemede kesin doğrulukları tanıtlayacak bir durumda bulunabilmesi için her durumda zorunlu olan kişi.
"Zeka bakımından kendi niteliği gereği değerli olan [bu] doğal bilgi sistemi, düşünce derinliğinden hiçbir şey yitirmeksizin, Varlığın temel biçimlerini kesinlikle tanıtladı."
Bu sistem, kendi "gerçekten eleştirici" görüşü açısından, "gerçek ve bunun sonucu doğanın ve yaşamın gerçekliği üzerine yönelmiş bir felsefenin, salt görünür çevreni (ufku) kabul etmeyen ama iyiden iyiye devrimci hareket içinde dış ve iç doğanın bütün yerleri ile bütün göklerini kullanan bir felsefenin öğelerini" sunar; "yeni bir düşünce biçimi"dir bu ve "son derece özgün sonuçlar ve görüşlere ... sistem doğurucu fikirlere ... tanıtlanmış doğruluklara" varır.
"Gücünü yoğunlaştırılmış girişkenlikte [bu da ne demek ola?] aramak zorunda olan bir yapıt, köklere kadar inen bir inceleme .. köktenci bir bilim ... şeylerin ve insanların sıkı sıkıya bilimsel bir görüşü ... şeyleri her yönden kavrayan bir düşünce çalışması, düşüncenin egemen olabilecek durumda bulunduğu varsayım ve tümdengelimlerin yaratıcı bir taslağ ... mutlak temel" karşısındayız.
Ekonomi politik alanında bay Dühring, bize yalnızca, üstelik aralarında "büyük üsluplu tarih yazma biçimim" ile sivrilen ve iktisada "yaratıcı değişiklikler" getiren tarihsel yapıtlar da bulunan "tarihsel bakımdan ve sistematik bakımdan geniş bir değer taşıyan çalışmalar" vermekle kalmaz, ayrıca gelecekteki toplum için, "açık ve en uzak köklere kadar erişen bir teorinin pratik sonucu" olan ve dolayısıyla kurtuluş için dühringvari felsefe denli yanılmaz ve o denli gerekli (sayfa 74) bulunan, kendi icadı dörtbaşı bayındır bir sosyalist planla da işini tamamlar; gerçekten, "ancak ve ancak Siyasal ve Toplumsal İktisat Dersleri yapıtımda başlıca özelliklerini vermiş bulunduğum sosyalist kuruluştadır ki gerçekten kendi malı olarak malik olmak, yalnızca görünüşteki ve geçici ya da zor üzerine kurulu mülkiyetin yerine geçebilir".
İşte gelecek, buna göre kendisine çekidüzen vermeli.
Bay Dühring'e gene bay Dühring tarafından yapılan bu övgüler demeti kolayca on kat büyütülebilirdi. Bu demet, daha şimdiden kendi kendine gerçekten bir filozofla mı, yoksa bir ... ile mi karşı karşıya bulunduğunu soran okurun kafasında bazı kuşkular uyandırmış olmalı. Ama, kendisine duyurulan "köktenci" derinliği daha yakından tanıyıncaya değin, okurlardan yargısını saklamasını rica etmemiz gerekiyor. Eğer yukardaki demeti vermiş bulunuyorsak, bu yalnızca önümüzde fikirlerini yalınlıkla dışavuran ve bunlarin değerini kararlaştırma işini geleceğe bırakan bir filozof ve sıradan bir sosyalist değil, ama papa kadar yanılmaz olduğunu öne süren ve sapıklıkların en kınanması gerekeninin içine düşmek istenmiyorsa, kurtuluş için zorunlu olan öğretisinin düpedüz kabul edilmesi gereken tamamen doğaüstü bir varlık bulunduğunu göstermek içindir. Hiç de bütün ülkelerdeki ve yakın bir süreden beri de Almanya'daki sosyalist yazında bol bol görülen çeşitli çaplardaki adamların, dünyanm en içten biçimiyle, çözümleri için azçok gereç sıkıntısı çekebildikleri sorunlarda bir açıklığa varmaya çalıştıkları, ama bilimsel ya da yazınsal eksiklikleri ne olursa olsun sosyalist iyi niyetin her zaman kabul edilmesi gereken o çalışmalardan biri karşısında bulunmuyoruz. Tersine bay Dühring, bize son çözümlemede kesin doğruluklar olduklarını, yanlarında her türlü başka kanının a priori [önsel olarak] yanlış olduğunu ileri sürdüğü tezler sunuyor, başka doğruluklara yer vermeyen doğrulukla birlikte, yanında bütün öteki yöntemlerin bilime yabancı kaldıkları sıkı sıkıya bilimsel tek araştırma yöntemini de elinde tutuyor. Ya haklıdır — ya o zaman biz gelmiş geçmiş bütün devirlerin en büyük dehası, ilk yanılmaz insan olduğu için, (sayfa 75) ilk üstün insan ile karşı karşıya bulunuyoruz demektir; — ya da haksızdır ve o zaman, yargımız ne olursa olsun, olası iyi niyeti için gösterilecek bütün iyilikçi saygılar, bay Dühring'in gözünde saldırıların en korkuncu olacaktır.
İnsan, son çözümlemede kesin doğruluk ile sıkı sıkıya bilimsel olan tek yöntemi elinde tutunca, elbette insanlığın yanlışlığa batmış ve bilime yabancı geri kalan bölümü için belirli bir küçümseme duyacaktır. Öyleyse, bay Dühring'in öncellerinden büyük bir küçümseme ile söz ettiğini görmek ve onun köklü derinliği karşısında bağışlanan, büyük adamlığa ayrıksın olarak kendisi tarafından yükseltilmiş az büyük adam bulunduğunu saptamakla şaşırmamalıyız.
Önce filozoflar üzerine dediklerini dinleyelim:
"Her türlü yüksek ahlak duygusundan yoksun Leibniz ... olanaklı bütün saray filozoflarının en iyisi".
Kant henüz biraz hoşgörü görüyor; ama ondan sonra herşey altüst olmuş, o zaman gelsin "en yakın artçıların (epigonlann), özellikle bir Fichte ve bir Schelling'in düzeni bozulmuş imgelemeleri ve boş olduğu denli de budalaca çılgınlıkları ... bilgisiz bir doğa felsefeciliğinin korkunç karikatürleri ... bir Hegel'in [doruğuna çıkardığı] Kant-sonrası saçmalıklar ve saçmaca kuruntular".
Hegel, "hegelci bir jargon" konuşuyor ve "biçimdeki bilim-dışı tarzı" ve "kabalıkları" ile "hegelci vebayı" yayıyordu.
Bilginlerin payına da daha iyisi düşmüyor, ama yalnızca Darwin kendi adıyla anılmış ve biz de onunla yetinmek zorundayız:
"Darvinci yarı-şiir ve kaba anlayış darlığı ve ayırt etme körlüğü ile birlikte değişimlerle oynama ustalığı. Bizim kanımızca, lamarkcı tezlerin elbette ayrık tutulmaları gereken özgül darvincilik, insanlığa karşı yönelmiş bir kabalık eseridir."
Ama en kötü davranışı görenler, sosyalistler. Louis Blanc —hepsinin en önemsizi olan Louis Blanc— bir yana, hepsi de toptan yoksul günahkârlardır ve bay Dühring'den önce (ya da sonra) sahip olabildikleri ünün adamakıllı altındadırlar. (sayfa 76) Ve yalnızca doğruluk ve bilimsel kavrayış bakımından değil, karakter bakımından da böyledirler. Babeuf ve birkaç 1871 komüncüsü dışında, bunların hiçbiri "adam" sayılmaz. Üç ütopyacı "toplumsal simyacılar" adını alırlar. Üçü arasında Saint-Simon, "coşkunluk"tan başka bir şeyle eleştirilmediği ve merhametli bir biçimde deli olabileceği yavaşça aşılandığı ölçüde, gene de kollanmaktadır. Fourier ise, tersine, bay Dühring'in sabrını taşırır. Çünkü Fourier "çılgınlığın bütün belirtilerini ... göstermiştir... . Daha çok tımarhanelerde bulunması beklenen düşünceler ... en düzensiz kuruntular ... sayıklama ürünleri ... Fourier, bu sözle anlatılmaz sersem"; bu "zavallı çocuk beyni", bu "budala", bütün bunlarla birlikte, sosyalist bile değildir; onun phalanstère'inin[18*] ussal sosyalizm ile hiçbir ilişkisi yoktur, "günlük alış-veriş modeline göre kurulmuş eciş-bücüş bir yapı"dır. Ve ensonu:
"Bu tiradların [Fourier'nin Newton üzerine yaptığı açıklamalar] ... Fourier'nin adında ve bütün furiyecilikte doğru olarak yalnızca birinci hecenin[19*] bulunduğuna inandıramadığı kişinin de budalalar kategorilerinden birinin içine sokulması gerekir."
Ensonu, Robert Owen, "donuk ve yoksul fikirlere sahipti ... ahlak konusunda öylesine bayağı düşüncesi ... ciddi kılığa sokulmuş saçmasapan sözler halinde yozlaşmış birkaç beylik düşünce ... saçma ve kaba görüş tarzı Owen'ın düşüncelerinin akışı biraz ciddi bir eleştiriden geçirme zahmetine pek değmez ... boşluğu ... [vb.]"
Ütopyacıları, büyük bir zeka ile, adlarına göre: Saint-Simon, saint [aziz], Fourier, fou [deli], enfantin, enfant [çocuk] diye nitelendirdikten sonra (ekleyecek yalnızca bir şey kalıyor: Owen- déveine! [bahtsızlık], bay Dühring, sosyalizm tarihinin bütün bu önemli dönemini dört sözcükte ... düpedüz yıldırımla vurulmuşa döndürüyor. Ve kim ki bundan kuşkuya düşerse, "budalalar kategorilerinden birinin içine sokulabilir." (sayfa 77)
Bay Dühring'in daha sonraki sosyalistler üzerindeki yargıları arasından, kısa olmak için, yalnızca Lassalle ve Marks üzerine söylediklerini not edeceğiz.
"[Lassalle]: Her şeyde kusur arama bilgiç zevkiyle birleşmiş vulgarizasyon denemeleri ... taşkın skolastik ... genel teoriler ile bayağı hafifliklerin korkunç bir karışımı saçma ve biçimsiz hegelci boşinan ... izlenmeyecek örnek ... doğuştan anlayış darlığı ... en bayağı işporta malıyla kendine önemli adam süsü vermek... Yahudi kahramanımız ... yergici ... alelade ... yaşam ve dünya görüşünde iç kılıksızlık."
"[Marks]: Kavrayış darlığı ... çalışmaları ve ürünleri, kendiliğinden ve kendisi için, yani salt teorik açıdan, konumuz [sosyalizmin eleştirel tarihi] bakımından sürekli bir anlamdan yoksundurlar; entelektüel akımların genel tarihi bakımından, olsa olsa modern bir sekter skolastik dalının etkilerinin belirtileri olarak gösterilebilirler ... Bireşim ve sınıflama yetilerinin güçsüzlüğü ... düşünce ve anlatımın biçimsiz karakteri, dilin bayağı gidişi ... ingilizleştirilmiş boşluk ... aldatmaca ... gerçekte tarihsel ve mantıksal hayalgücünün soysuz ürünlerinden başka birşey olmayan düzeni bozulmuş kavramlar ... aldatıcı anlatım ... kişisel kendini beğenmişlik ... küçük ve yaralayıcı davranış ... saygısız ... akıllı geçinen oyun ve kırıtkanlıklar ... derin bilgi anlaşılmazlıkları ... felsefe ve bilimde geri kafa".
Ve başka, ve başka, çünkü bütün bunlar henüz bay Dühring'in gül bahçesinden geçerken toplanmış küçük bir buketten başka bir şey değil. Kuşkusuz konumuz, şimdilik, —eğer biraz terbiyesi olsaydı, bay Dühring'i yaralayıcı ve saygısız herhangi bir şey bulmaktan alıkoymaları gereken— bu sevimli sövgülerin de son çözümlemede kesin doğruluklardan olup olmadıklarını bilmek değil. Bundan ötürü bizi, içine gireceğimiz budalalar kategorisini bile seçmekten alıkoyan korku yüzünden, şimdilik bunların "köktenci" derinlikleri üzerine herhangi bir kuşku belirtmekten adamakıllı sakınacağız. Yalnızca, bir yandan bay Dühring'in "sakınımlı ve sözcüğün gerçek anlamıyla alçakgönüllü dilin incelmiş karakteri" (sayfa 78) dediği şeyden bir örnek vermeyi ve öte yandan da öncellerinin değersizliğinin bay Dühring'in gözünde kendi öz yanılmazlığından daha az kesin olmadığını saptamayı kendimize görev bildik. Bu yanılmazlık konusunda, gelmiş geçmiş bütün çağların en güçlü dahisi için en derin saygılarımızı sunarız ... eğer gerçekten öyle ise.(sayfa 79)
Dipnotlar
[1*] Bu alıntı, Fransız tuğamirali Chevalier de Panat'nın 1796 yılında yazdığı bir mektuptaki bir söze anıştırmadır. Devrimden hiçbir ders alamayan Fransız kralcılarından sözeden tuğamiral, şöyle yazıyordu: "Kimse ne bir şey unutabildi, ne de bir şey öğrenebildi." -Ed.
[2*] Rudolf Virchow'un, 22 Eylül 1877 günü Münih'te, Alman doğabilimci ve hekimlerinin 50. Kurulunda verdiği söyleve anıştırma. Bkz: Virchow, Die Freiheit der Wissenschaft im modernen Staat.... Berlin 1877, s. 13. -Ed.
[3*] Dr. Schweninger, 1881 yılından beri Bismarck'ın özel hekimi idi ve bu nedenle 1884'te üniversiteye profesör atandı. -Ed.
[4*] Sözkonusu yapıt için, bkz: Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Sol Yayınları, Ankara 1993. -Ed.
[5*] Tarımsal kimya irdelemesine girişinde, Liebig şöyle yazar: "Kimya, çok hızlı ilerlemeler yapıyor ve treni izlemek isteyen kimyacılar, sürekli bir ses değişimi durumu (état de mue) içinde bulunuyorlar...... Justus von Liebig, Dies Chemie in ihrer Anwendung auf Agricultur und Physiologie, 7. baskı, Brunswick 1862, s. 26. -Ed.
[6*] Amerika'da yaşayan sosyal-demokrat H. W. Fabain, 6 Kasım 1880 günü, Marks'a şöyle yazmıştı: "Her ne denli Bay Engels, birçok durumda 'in kesin matematik işlemlerin zorunlu sonucu olduıunu düşünüyorsa da, gerçeğin sıkı felsefi teorisi anlamında, kavramının mantıksal bir ucube olduğunu anımsatmak gerek, çünkü olumsuz bir varoluşu bilmek, düpedüz olanaksızdır..." -Ed.
[7*] Düşüncesiz Karl Vogt'çular sürüsü ile birlikte, eski doğa felsefesine saldırmak, onun tarihsel anlamını değerlendirmekten çok daha kolaydır. Eski doğa felsefesi, önemli bir anlamsızlık ve düşlem payı içerir, ama aynı çağdaki görgücü (empiriste) doğalcıların felsefi-olmayan teorilerinden daha çok değil; ve evrim teorisinin yayılmasından bu yana, eski doğa felsefesinin de hayli anlam ve bilgi içerdiği anlaşılıyor. Böyle olduğu içindir ki Haeckel, Treviranus ve Oken'in değerini kabul etmekte yerden göğe değin haklıydı. [Bkz: Dördüncü Konferans: Ernst Haeckel, "Goethe ve Oken'e göre Evrim Teorisi", Natürliche Schöpfungsgeschichte.... 4. baskı, Berlin 1873, s. 83-88.] İlkel sümüksü maddesi ve ilkel kabarcığıyla Oken, biyolojide kendisinden sonra protoplazma ve hücre olarak keşfedilen şeyi, konut (postulat) olarak koyar. Hele Hegel'e gelince, o birçok bakımdan, temellerinde bir güç —yerçekimi gücü, yüzebilme gücü, elektrik kontak gücü vb.—, ya da eğer bu olanaksızsa, bilinmeyen bir töz, ışıksal töz, ışısal töz, elektrik tözü vb. varsaydıkları zaman, bütün anlaşılmamış olayları açıkladıklarına inanan görgücü çağdaşlarından çok ilerdedir. Sanal tözler şimdi aşağı yukarı ortadan kaldırıldı ama Hegel tarafından savaşılan güçlerin şarlatanlığı, örneğin Helmholtz'un 1869 Irınsbruck söylevinde, kendini sık sık göstermeye sevine sevine devam ediyor (bkz: Helmholtz, Populäre Vorlesungen, II. fasikül, 1871, s. 190). [Bkz: Engels, "Hareketin Temel Biçimleri", Doğanın Diyalektiği.] İngiltere'nin şan ve zenginliğe boğduğu Newton'un —18. yüzyıl Fransızlarından müdevver— tanrılaştırılması karşısında Hegel, Almanya'nın açlıktan öldürdüğü Kepler'in, modern gök cisimleri (yıldızlar) mekaniğinin gerçek kurucusu olduğunu ve nevtoncu evrensel çekim yasasının, daha önce Kepler'in üç yasası içinde ve hele üçüncüsünde açıkça bulunduğunu vurguladı. Hegel'in Doğa Felsefesi, s. 270 ve eklerinde birkaç basit denklem aracıyla gösterdiği şey (Hegels, Werke, 1842, c. VII, s. 98 ve 113-115), Gustav Kirchhoff'un yapıtında, en yeni matematik mekaniğin sonucu olarak yeniden ortaya çıkıyor; Matematik Fizik Dersleri, 2. baskı, Leipzig 1877, s. 10, hem de özünde ilk olarak Hegel tarafından açımlanan biçime benzer basit bir matematik biçim altında. Modern komünizm karşısında ütopyacılar neyse, bilinçli olarak diyalektik doğa bilimi karşısında doğa felsefecileri de odur. [F.E.]
[8*] Kant, kendi nebula teorisini 1755 yılında Königsberg ve Leipzig'de adsız olarak çıkan bir yapıtta açıklamıştır: Allgemeine Naturgeschichte und Theorie des Himmels... -Ed.
[9*] Engels burada, Doğanın Diyalektiği'ni haber veriyor. Marks'ın, 1.000 sayfayı aşkın matematik elyazmaları, yakın zamanlarda yayımlanmıştır. -Ed.
[10*] Burada, 1869'da gazların kritik durumunu irdeleyen İngiliz fizikçi Thomas Andrews'un, 1877'de oksijenin yoğunlaştırılabilir olduğunu tanıtlayan Fransız fizikçi Louis-Paul Cailletet'nin ve gazların sıvılaşmasına çalışan İsviçreli fizikçi Raoul Pictet'nin çalışmaları sözkonusudur. -Ed.
[11*] Birinci durumda, Ornitornik (Avusturalya'da yaşayan, ördek gagalı bir tür memeli hayvan -ç.), ikinci durumda ise Arkeopterix (ikinci çağın ikinci döneminde yaşamış, bir tavuk iriliğinde, bazı sürüngen nitelikleri gösteren, bilinen ilk kuş) sözkonusu. -Ed.
[12*] Virchow: Vorlesungen über Patyologie, c. I: Die Cellular- Pathologie in Ihrer Begründung auf physiologische und pathologische Gewebelehre, 3. baskı, Berlin 1862 , s. 15-16. -Ed.
[13*] İşte Fransız Devrimi üzerine olan parça: "Hukuk fikri, hukuk kavramı birdenbire değer kazanıyor ve buna karşı, eski haksızlık yığını direnemiyordu. Hukuk fikri üzerindedir ki şimdi bir Anayasa yükseliyor ve artık her şeyin bu temele dayanması gerekiyordu. Güneş gökkubbede parladığı ve gezegenler onun çevresinde döndüğü günden beri, insanın baş, yani fikir üzerinde dikeldiği ve gerçekliği, fikrine göre kurduğu görülmemişti. Usun dünyayı yönettiğini ilk olarak Anaxagoras söylemişti: ama oradan, fikrin tinsel gerçekliği yönetmesi gerektiğini kabul etmeye, insan ancak şimdi varmış bulunuyor. Böylece bu, göz kamaştırıcı bir gün doğuşu oldu. Bütün düşünen varlıklar bu çağı hep birlikte kutsadı. Tanrısalın acun ile uzlaşması sanki ilk kez görülüyormuş gibi, o çağda yüksek bir heyecan hüküm sürdü, bir ruh coşkunluğu bütün dünyayı titretti." (Hegel, Tarih Felsefesi, 1840, s. 535). — Muteveffa profesör Hegel'in devrimci örgütlerinin temsil ettiği genel tehlikeye karşı anti-sosyalist yasayı harekete geçirmenin tam da sırası değil mi? [Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm için Engels'in notu.]
[14*] Thomas More'un, 1516 yihnda yayımlanan Ütopya'si ile Campanella'nin 1613 yılında yayımlanan Güneş Kenti sözkonusudur. -Ed.
[15*] Tersine -ç.
[16*] Laplace'in yapıtı: Acun Sisteminin Sergilenmesi, 1795-1796'da yayınlandı. Evrende akkor durumunda bir gaz tözünün varoluşu, 1859'da Kirchhoff ve Bunsen tarafından bulgulanan spektral çözümleme (tayf çözümlemesi) yöntemlerinden yararlanarak, 1864 yılında İngiliz gökbilimci William Higgings tarafından tanıtlandı. Bkz: Antonio Secchi, Die Sonne..., Brunswick 1872, s. 787, 789-790. -Ed.
[17*] Force de travail teriminin işgücü olarak çevrilmesi tam anlamıyla bir galat-ı meşhur durumuna geldi. Ne var ki bu galat-ı meşhuru, gene eskilerin dediği gibi, lûgat-ı fasihten evlâ saymak olanaksız. Çünkü işgücü, tastamam main d'œuvre karşılığı olarak, iktisat ve istatistik yazınımıza girmiş bulunuyor. Tam bir kesinlik alanı olması gereken teorik alanda herhangi bir karışıklığa yol açmamak için, bundan böyle force de travail teriminin işgücü olarak değil, emek-gücü olarak çevrilmesini öneriyorum. -ç.
[18*] Fourier'nin toplumsal sisteminde, geniş üretim birliği. -ç.
[19*] Fou = deli. -ç.
BİRİNCİ KISIM
F E L S E F E
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SINIFLAMA. ÖNSELCİLİK
Felsefe, bay Dühring'e göre, dünya ve yaşam bilincinin en yüksek biçiminin gelişmesidir ve anlam genişlemesi yoluyla, bütün bilgi ve bütün istek ilkelerini kapsar. Herhangi bir bilgi, bir eğilim ya da bir varoluş biçimleri grubu dizisi, kendini insan bilinci önüne koyar koymaz, bu figürlerin ilkeleri zorunlu bir biçimde felsefenin konusu olur. Bu ilkeler, bilgi ve isteğin çokluğunu meydana getiren yalın, ya da şimdiye değin yalın varsayılan yapıcı parçalardır. Cisimlerin kimyasal bileşimi gibi, şeylerin genel yapılışı da temel biçim ve temel öğelere indirgenebilir. Bir kez edinildikten sonra, bu son öğeler ya da ilkeler, yalnız bilinen ve dolaysız olarak anlaşılabilir şeyler için değil, ama bizim için bilinmez ve anlaşılmaz olan dünya için de geçerlidirler. Demek ki felsefi ilkeler, bilimlerin doğa ve insan yaşamının türdeş bir açıklama sistemini kurmak için gereksinme duydukları son tümleci (sayfa 83) oluştururlar. Tüm varlığın temel biçimleri dışında, felsefenin açıkça söylemek gerekirse yalnızca iki konusu vardır: Doğa ve insan dünyası. Bunun sonucu, konumuz tamamen kendiliğinden bir biçimde üç grup halinde düzenlenir: Genel evren şeması, doğa ilkeleri öğretisi ve son olarak, insan öğretisi. Bu sıralama aynı zamanda bir iç mantıksal düzen içerir; çünkü ilk olarak, tüm varlık için geçerli, kesin ilkeler, sonra, bağımlılıklarının aşama sırasına göre, bu ilkelerin uygulandıkları nesnel alanlar gelir. Buraya değin ve hemen sözcüğü sözcüğüne, konuşan bay Dühring'dir.
Demek ki ona göre önemli olan şey ilkelerdir, doğaya ve insan dünyasına uygulanması, dolayısıyla doğa ve insanın uyması gereken, dış dünyadan değil, düşünceden türeyen kesin ilkeler. Ama düşünce, bu ilkeleri nereden alır? Kendinden mi? Hayır, çünkü bay Dühring kendisi söyler: Arı düşünce alanı mantıksal şemalar ve matematik yapılarla sınırlanır (bu son olumlama, ayrıca, ilerde göreceğimiz gibi, yanlıştır da). Mantıksal şemalar, yalnızca düşünce biçimleri ile ilgilidir; oysa burada sözkonusu olan yalnızca Varlık, yalnızca dış dünya biçimleridir ve düşünce, bu biçimleri hiçbir zaman kendinden değil, ama tastamam ancak dış dünyadan çıkartıp türetebilir. Ama böylece, tüm ilişki tersine döner: İlkeler, araştırmanın çıkış noktası değil, sonucudur; doğaya ve insanların tarihine uygulanmazlar, bunlardan soyutlanırlar; doğa ve insan dünyası ilkelere uymaz, ilkeler ancak doğa ve tarihe uyduklan ölçüde doğrudur. Sorunun tek materyalist anlayışı budur ve bay Dühring'in bunun karşısına çıkardığı anlayış, idealisttir. Bu anlayış sorunu tamamen başaşağı koyar ve gerçek dünyayı fikirden, şemalardan, dünyadan önce nerede olduğu bilinmeyen ve düşünülemeyecek bir zamandan beri varolan plan ya da kategorilerden hareket ederek kurar — tıpkı ... bir Hegel gibi.
Bu, bir gerçek. Hegel'in Ansiklopedi'sini, bütün saçmalayan kuruntuları ile birlikte, bay Dübring'in son çözümlemede kesin doğruları ile karşılaştıralım. Önce bay Dühring'de evrenin genel şemasının bilgisini görüyoruz; Hegel, buna (sayfa 84) Mantık diyor. Sonra her ikisinde de, bu şema ya da mantıksal kategorilerin doğaya uygulanmasını: doğa felsefesini ve son olarak, insan dünyasına uygulanmasını görüyoruz: Hegel, buna Tin Felsefesi diyor. Buna göre Dühring dizisinin "iç mantık düzeni", bizi "tamamen kendiliğinden bir biçimde", bu düzenin, hegelci okulun Berlin'deki gezginci yahudisi profesör Michelet'nin gözlerini yaşartacak kadar etkileyen bir bağlılıkla alındığı Hegel'in Ansiklopedi'sine götürüyor.[1*]
İşte "Bilinç", "Düşünce", verilmiş bir şey, Varlığın, Doğanın bir ilk karşıtı olarak, tamamen doğalcı bir anlamda alındığı zaman, başa gelen şey. Ondan sonra, Bilinç ile Doğanın, Düşünce ile Varlığın, düşünce yasaları ile doğa yasalarının birbirlerine bu derece uymalarını son derece tuhaf bulmak zorunda kalınır. Ama eğer daha sonra düşünce ile bilincin ne oldukları ve nereden geldikleri sorulursa, bunların insan beyninin ürünü oldukları ve insanın da doğanın, çevresi içinde ve çevresi ile birlikte gelişen bir ürününderi başka bir şey olmadığı görülür; bundan da, doğal olarak, son çözümlemede, doğa ürünleri olan insan beyni ürünlerinin, doğanın bütünü ile çelişki durumunda değil, uygunluk durumunda bulunduklan sonucu çıkar.[2*]
Ama bay Dühring sorunu böylesine yalın bir biçimde incelemeyi kendine yediremezdi. O, yalnızca insanlık adına değil —ki bu da o denli kötü bir şey olmazdı— ama bütün bilinçli ve düşünen göksel cisimlerin varlıkları adına da düşünür. Gerçekten, "bilinç ve düşüncenin egemen geçerliklerini ve mutlak doğruluk savlarını, onlara insanal sıfatını uygulayarak dıştalamak ya da yalnızca kuşku konusu yapmak, bilinç ve düşüncenin temel biçimlerini değerden düşürmek" olurdu.
Bunun sonucu, bir başka gök cisminin üzerinde iki kere ikinin beş ettiğinden kuşkuya düşülecek kadar ileri gidilmesini (sayfa 85) önlemek için bay Dühring, düşünceyi "insanal" olarak nitelemekten sakınacak, böylece düşünceyi, kendisini üzerinde tanıdığımız tek gerçek temelden, yani insandan ve doğadan ayıracak ve kabaca ve dönüşsüz bir biçimde, bay Dühring'i "epigon", Hegel'in artçısı durumuna getiren bir ideoloji içine düşürecektir. Ayrıca biz de, bay Dühring'i öbür göksel cisimler üzerinde selamlamak olanağını sık sık bulacağız.
Böyle bir ideolojik temel üzerinde materyalist bir öğreti kurulamayacağı kendiliğinden anlaşılır. Bay Dühring'in birçok kez doğada bilinçli bir eylem biçimini, yani herkesin anlayacağı dille, Tanrı denilen şeyi varsaydığını göreceğiz.
Bununla birlikte, bizim gerçekçi filozofumuzun, bütün gerçekliğin temelini, gerçek dünya dışında düşünce dünyasına aktarmasının başka nedenleri de var. Bay Dühring'in felsefesinin temelini oluşturan şey, bu genel evren şemasının, Varlığın bu kesin ilkelerinin bilimidir. Ne var ki, eğer biz, evren şemasını beyinden değil de, yalnızca beyin aracıyla gerçek dünyadan, Varlığın ilkelerini onun kendisinden çıkarırsak, bunun için felsefeye değil, dünya ve dünyada olup biten şeyler üzerine olumlu bilgilere gereksinme duyarız ve bundan çıkan şey de, artık, felsefe değil, pozitif bilimdir. Bu durumda bay Dühring'in tüm kitabı boşuna çabadan başka bir şey olmaz!
Daha ileri gidelim. Eğer felsefeye felsefe olarak artık bir gereksinme yoksa, hiçbir sisteme, hatta doğal bir felsefe sistemine de gereksinme yoktur. Doğal olayların tümünün sistematik ilişkiler tarafından birbirine bağlandığı fikri, bilimi her yerde, tekil içinde olduğu gibi bütün içinde de, bu sistematik ilişkileri göstermeye iteler. Ama bu ilişkilerin eksiksiz ve uygun bir kavrayışı, içinde yaşadığımız dünya sisteminin doğru bir imgesi, bizim için her zaman olduğu gibi bir olanaksızlık olarak kalır. Eğer, insan evriminin herhangi bir döneminde, zihinsel ve tarihsel olduğu denli fizik evren ilişkilerinin de böyle inandırıcı ve kesin bir sistemi gerçekleşmiş olsaydı, bu, insan bilgi alanının sınırlarına varmış ve toplumun bu sistemle uyum içinde örgütlendiği andan (sayfa 86) başlayarak gelecekteki tarihsel gelişme askıya alınmış olduğu anlamına gelirdi ki, bu da bir saçmalık, tam bir anlamsızlık olurdu. Demek ki, insanlar, şu çelişki ile karşı karşıya bulunuyor: Bir yandan, tüm ilişkileri içinde evren sistemi üzerine eksiksiz bir bilgi edinmek ve öte yandan, hem kendi öz nitelikleri ve hem de evren sisteminin niteliği nedeniyle, bu sorunu tamamen çözmeye hiçbir zaman yetenekli olmamak. Ama bu çelişki, yalnızca iki etkenin, evrenin ve insanın niteliğine dayanmaz; bütün entelektüel gelişmenin başlıca kaldıracıdır da, ve tıpkı, örneğin çözümlerini sonsuz bir dizi ya da sürekli bir kesir içinde bulan o matematik problemleri gibi, her gün ve ara vermeden insanlığın sonsuz ilerleyici evrimi içinde çözümlenir. Gerçekten, dünya sisteminin düşüncedeki her yansıması, nesnel olarak tarihsel durum ve öznel olarak düşünce sahibinin fizik ve ruhsal niteliği nedeniyle sınırlıdır ve sınırlı kalır. Ama bay Dühring, kendi düşünce biçiminin, dünyanın öznel olarak sınırlı bir tasarımının bütün kararsızlığını dıştalayan bir nitelikte olduğunu önceden bildirir. Daha önce onun olanaklı bütün göksel cisimler üzerinde, her yerde hazır ve nazır olduğunu görmüştük. Şimdi her şeyi bilir olduğunu da görüyoruz. O, bilimin son sonuçlarını çözmüş, onun geleceğini duvarla çevirmiştir.
Varlığın temel biçimleri gibi, bay Dühring bütün arı matematiği de, a priori, yani dış dünyanın bize sunduğu deneylerden yararlanmaksızın ve onları beyninden çıkararak imal edebileceğini düşünür. Arı matematikte, anlık (müdrike) "kendi başına özgürce yarattığı ve tasarladığı şeyle" uğraşır; sayı ve biçim kavramları "onun yeterli konusu ve öz yaratısı"dır ve böylece matematik "özel deneyim ve dünyanın gerçek içeriğinden bağımsız bir değere" sahiptir.
Arı matematiğin her bireyin özel deneyiminden bağımsız olarak geçerli olması kuşkusuz doğrudur ve bu, bütün bilimlerin tüm kanıtlanmış olguları ve hatta genel olarak bütün olgular için böyledir. Manyetik kutuplar, suyun hidrojen ve oksijenden bileşmesi olgusu, Hegel'in ölmüş ve bay Dühring'in yaşamakta olduğu olgusu, bütün bu olgular, benim (sayfa 87) ya da başka bireylerin kişisel deneyiminden, hatta içi rahat olanların uykusuna daldığı andan başlayarak, bay Dühring'in bile kişisel deneyiminden bağımsız olarak geçerli olgulardır. Ama arı matematikte, anlığın yalnızca kendi öz yaratılan ve düşünceleriyle uğraştığı hiç de doğru değildir; sayı ve biçim kavramları, gerçek dünyadan başka hiçbir yerden gelmemiştir. İnsanların saymayı, yani ilk aritmetik işlemi yapmayi öğrendiği on parmak, her şey olabilir, yalnızca anlığın özgür bir yaratısı olamaz. Saymak için, sayılacak şeylerin varlığı yetmez, ayrıca bu şeyleri, sayıları dışındaki bütün öbür niteliklerden soyutlayarak gözönüne alabilme yetisi de gereklidir, — ve bu yeti, deneyim üzerine kurulu uzun bir tarihsel gelişmenin sonucudur. Tıpkı sayı kavramı gibi biçim kavramı da, dış dünyadan alınmış ve arı düşünce ürünü olarak benden fışkırmamıştır. Biçim kavramına varmadan önce biçimleri olan şeylerin varolması ve biçimlerinin karşılaştırılması gerekmiştir. Arı matematik, nesne olarak, uzaysal biçimler ve gerçek, dünyanın nicel ilişkilerini, yani çok somut bir konuyu alır. Bu konunun son derece soyut bir biçim altında görünmesi, onun dış dünyada yer alan kökenini ancak üstünkörü bir örtüyle gizleyebilir. Doğrusu şudur ki, bu biçim ve bu ilişkileri kendi anlıkları içinde inceleyebilmek için onları içeriklerinden büsbütün ayırmak, bu içeriği önemsiz olarak bir köşeye bırakmak gerekir; boyutsuz noktalar, kalınlığı ve genişliği olmayan çizgiler, a'lar, b'ler, x'ler, y'ler, değişmezler ve değişkenler işte böyle elde edilir ve ancak sonunda anlığın özgür yaratı ve düşüncelerine, yani sanal büyüklüklere varılır. Hatta, görünüşte, matematik büyüklükler birbirinden çıksalar bile, bu, onların a priori kökenlerini değil, yalnızca ussal bağlantılarını tanıtlar. Bir silindir biçimini, bir dikdörtgeni kenarlarından biri yöresinde döndürülmesinden çıkarma fikrine varacak denli ileri gitmeden önce, biçimleri ne denli kusurlu olursa olsun, bir dizi gerçek dikdörtgen ve silindiri incelemiş olmak gerekir. Bütün öbür bilimler gibi matematik de, insanların gereksinmelerinden, yerölçümü ve kapların hacmini ölçmekten, zamanın (sayfa 88) hesaplanmasından ve mekanikten çıkmıştır. Ama bütün düşünce alanlarında olduğu gibi, belli bir gelişme derecesinde, gerçek dünyadan soyutlama aracıyla çıkarılmış bulunan yasalar, gerçek dünyadan ayrılır, özerk bir şey gibi, dışardan gelen ve dünyanın kendisini uydurması gereken yasalar gibi, gerçek dünyanın karşısına çıkarlar. Toplumda ve devlette işler böyle olmuştur; arı matematik, dünyadan çıkarılmış ve onu bileştiren biçimlerin bir parçasından başka bir şey olmamasına karşın, sonradan, acuna (evrene) işte böyle uygulanmıştır — onun uygulanabilir olmasınin ek nedeni de, işte budur.
Bay Dühring nasıl ki tüm arı matematiği, deneyimin hiçbir katkısı olmaksızın, "arı mantığın kendine göre, kanıta elverişli olmayan ve buna gereksinmesi de bulunmayan" matematik belitlerden (aksiyomlardan) çıkarabileceğine ve sonra onu dünyaya uygulayabileceğine inanıyorsa, tıpkı öyle, önce Varlığın temel biçimlerini, bütün bilginin yalın öğelerini, felsefe belitlerini beyninden, tüm felsefe ya da evren şemasını da bundan çıkarabileceğini ve doğaya ve insanlar dünyasına bu kendi anayasasını ihsan lütfunda bulunabileceğini düşünüyor.[3*] Ne yazık ki doğa, 1850 yılının Manteuffel Prusyalılarından bileşmez — ve insanların dünyası, ancak çok küçük bir bölümü bakımından o türlü Prusyalılardan bileşir.
Matematik belitler, matematiğin mantıktan alma zorunda bulunduğu zihinsel içeriğin son derece değersiz dışavurumlarıdırlar. Bu belitler ikiye indirgenebilir:
1. Bütün, parçadan daha büyüktür. Bu önerme, tam bir gereksiz yinelemedir, çünkü nicel "parça" fikri önceden belirli bir biçimde "bütün" fikri ile ilgilidir, şu anlamda ki "parça" sözcüğü, kendi başına, nicel "bütün"ün birçok nicel "parça"dan meydana geldiğini içerir. Bunu açıkça saptayarak, sözü geçen belit bizi bir adım bile ileri götürmez. Hatta, bu gereksiz yineleme: bir bütün, birçok parçadan meydana gelen bir şeydir; bir parça, birçoğu bir bütün meydana getiren bir şeydir; öyleyse parça bütünden daha küçüktür diyerek, (sayfa 89) yineleminin değersizliğinin, içeriğin değersizliğini daha da ortaya çıkardığı bir formül aracıyla, belirli bir ölçüde tanıtlanabilir de.
2. Eğer iki büyüklük, ayrı ayrı bir üçüncü büyüklüğe eşitseler, bunlar kendi aralarında birbirlerine de eşittirler. Bu önerme, Hegel'in de göstermiş olduğu gibi,[4*] mantığın doğruluğunu güvence altına aldığı, öyleyse arı matematiğin dışında da olsa, tanıtlanmış olan bir tasımdır. Eşitlik ve eşitsizlik üzerine öbür belitler, bu tasımın mantıksal genişletilmelerinden başka bir şey değildir.
Bu yavan önermeler, matematikte olsun, başka alanda olsun, hiçbir yere götürmezler. İlerlemek için, işin içine gerçek ilişkileri, gerçek cisimlerden alınmış uzamsal ilişki ve biçimleri sokmak zorundayız. Çizgiler, yüzeyler, açılar, çokgenler, küpler, küreler, vb., hepsi de gerçeklikten alınmış fikirlerdir ve ilk çizginin, bir noktanın uzayda yer değiştirmesinden, ilk yüzeyin, bir çizginin yer değiştirmesinden, ilk cismin de bir yüzeyin yer değiştirmesinden vb. doğduğunu söyleyen matematikçilere inanmak için, okkalı bir ideolojik bönlük gerekir. Buna karşı dil bile başkaldırır. Üç boyutlu bir matematik biçim, cisim, corpus solidum, yani Latincede elle tutulur bir katılık olarak adlandırılır; demek ki hiç de anlığın özgür düşüncesinden değil, katı gerçeklikten alınmış bir ad taşır.
Ama o kadar uzağa gitmeye ne gerek var? Bay Dühring, 42. ve 43. sayfalarda,[5*] arı matematiğin deneyim dünyasından bağımsızlığını, önselliğini, anlığın kendi öz yaratı ve düşünceleriyle uğraşması biçiminde, esrime işinde şakıdıktan sonra, 63. sayfada şöyle der:
"Gerçekten bu matematik öğelerin (sayı, büyüklük, zaman, uzay ve geometrik hareket) yalnızca biçimleri bakımından ideal oldukları ... öyleyse, mutlak büyüklüklerin, türleri ne olursa olsun, tamamen görgücül (empirique) bir şey oldukları .... [ama] matematik şemaların deneyden kopuk ve (sayfa 90) gene de yeterli bir biçimde belirginleştirilmeye yatkın şeyler oldukları kolayca unutulur."
Bu, her türlü soyutlama için azçok doğrudur, ama hiçbir zaman onun gerçeklikten çıkarılmadığını tanıtlamaz. Evren şemasında, arı matematik arı düşünceden fışkırmıştı; — doğa felsefesinde, arı matematik dış dünyadan alınmış, sonra ayrılmış, tamamen görgücül bir şeydir. Peki ama, hangisine inanalım? (sayfa 91)
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
EVREN ŞEMASI
"Her şeyi kapsayan varlık, tektir. Bu varlık kendi kendine yettiğinden, ne yanında, ne üstünde, hiçbir şey yoktur. Ona bir ikinci varlığı eş koşmak, onu olmadığı bir şey, yani daha geniş bir bütünün bir parçası ya da bir öğesi durumuna düşürmek anlamına gelir. Düşüncemizi kendi birliği içinde bir çerçeve gibi kullandığımız her an, bu düşünce birliği içine girmesi gereken şeylerden hiçbiri, kendinde ikilik barındıramaz. Ve bu düşünce birliğinden, kaçınabilen hiçbir şey de yoktur. ... Tüm düşüncenin özü, bilinç öğelerinin bir birlik durumunda bir araya gelmesidir. Bireşimin birlik noktası aracıyladır ki bölünmez dünya kavramı doğmuş ve evren (sözcüğün —univers— kendisi anlatıyor) kendisinde her şeyin bir birlik durumunda birleştiği bir şey olarak tanınmıştır."
Buraya değin konuşan, bay Dühring. Matematik yöntem: (sayfa 92)
"Her sorun, sanki yalın matematik ... ilkeleri sözkonusuymuş gibi, yalın temel biçimleri üzerinde, belitsel (axiomatique) biçimde çözümlenmeli. ...."
İlkin burada uygulanmış olan yöntem, işte bu.
"Her şeyi kapsayan varlık, tektir." Eğer bir gereksiz yineleme (tautologie) —öznede daha önce anlatılmış bulunan şeyin yüklemde gene yinelenmesi— bir belit oluşturursa, işte en iyilerinden biri. Öznede bay Dühring bize, Varlığın her şeyi kapsadığını söylüyor ve yüklemde, gözü yılmaksızın, öyleyse hiçbir şeyin onun dışında olmadığını ileri sürüyor. Ne kocaman "sistem doğurucu fikir!"
Gerçekten, sistem doğurucu. Altı satır geçmeden bay Dühring, Varlığın tekliğini (unicité), düşüncemizin birliği gereğince, Varlığın birliği (unité) durumuna dönüştürmüş. Her düşüncenin özü bir birlik durumunda bireşime dayandığından, Varlık, düşünüldüğü andan başlayarak, bir olarak, dünya kavramı da bölünmez olarak düşünülür ve düşünülmüş varlık, dünya kavramı bir olduğuna göre, gerçek Varlık, gerçek dünya da bölünmez bir birliktir. Ve böylece, "zeka bir kez Varlığı türdeş evrenselliği içinde kavramayı öğrendikten sonra, artık öteki dünya için yer yoktu".
İşte, Austerlitz ve Jena, Sadová ve Sedan'ı tamamen gölgede bırakan bir sefer. Birkaç tümcede, en çok bir sayfada, bir kez birinci belit harekete getirildikten sonra, bütün öteki dünyayı, Tanrıyı, göksel lejyonları, cennet, cehennem ve arafı, ruhun ölmezliği ile birlikte ortadan kaldırmış, hesabını görmüş, yok etmiş bulunuyoruz.
Varlığın tekliğinden (unicité) birliğine (unité) nasıl geçiyoruz? Onu kafamızda tasarlamamız yeter. Düşüncemizi, birliğiyle birlikte onun yöresinde bir çerçeve gibi genişletmemiz üzerine tek Varlık, düşüncede bir Varlık, bir düşünce birliği durumuna geliyor; çünkü her düşüncenin özü, bilinç öğelerinin bir birlik durumunda bireşimine dayanır.
Bu son önerme düpedüz yanlıştır. İlkin düşünce, türdeş öğelerin bir birlik durumunda birleşmesi olduğu denli bilinç nesnelerinin kendi öğelerine ayrılmasıdır da. Çözümleme (sayfa 93) olmadan bireşim de olmaz. İkinci olarak, düşünce, yanlışlık yapmaksızın, ancak içlerinde ya da gerçek prototipleri içinde bir birliğin daha önce varolmuş bulunduğu bilinç öğelerini bir araya getirebilir. Eğer bir kundura firçasını bir memeli hayvan birliği içine sokarsam, bundan ötürü onun memeleri çıkmaz. Varlığın birliği, bir başka deyişle, varlık fikrinin birlik olarak töreliliği (meşruiyeti), tanıtlanması gereken şeyin ta kendisidir; eğer bay Dühring Varlığı, örneğin ikilik (dualité) olarak değil de, birlik olarak düşündüğü güvencesini veriyorsa, bununla bize kendi alçakgönüllü görüşünü bildirmekten başka bir şey yapmış olmuyor.
Bay Dühring'in düşüncesi, arı durumu içinde şöyle bir gidiş izliyor: Varlıkla başlıyorum. Öyleyse, Varlığı düşünüyorum. Varlık düşüncesi birdir. Oysa, düşünce ile Varlık uyuşmalıdırlar, birbirlerine uygun düşerler, "örtüşürler". Öyleyse, Varlık gerçeklikte de birdir. Öyleyse, "öteki dünya" yoktur. Ama bay Dühring bize yukardaki çetrefil dili sunacak yerde bu denli açık bir dil kullanmış olsaydı, bütün ideoloji açıkça ortaya çıkardı. Düşüncenin herhangi bir ürününün gerçekliğini, düşünce ile varlığın özdeşliği aracıyla tanıtlamaya kalkışmak, işte bu tam da bir Hegel'in... en saçma sayıklamalarından biriydi.
Bay Dühring, hatta bütün tanıtlaması doğru olsaydı bile, tinselcilerden (spiritualistes) bir karış toprak kazanmış olmazdı. Tinselciler ona, kısaca şu yanıtı verirler: Dünya bizim için de birdir; bu dünya ve öteki dünya biçimindeki bölünüş, yalnızca bizim ilk günah durumundaki, özgül olarak dünyasal görüş açımız bakımından sözkonusudur; kendinde ve kendi için, yani Tanrı olarak, Varlığın tümü birdir. Ve tinselciler, bay Dühring'e sevdiği öteki gökcisimleri üzerinde eşlik edecek ve ona, üzerinde ilk günahın işlenmediği, dolayısıyla bu dünya ile öteki dünya arasında karşıtlık bulunmayan ve dünyanın birliğinin bir inanç konutu (postulat) olduğu bir ya da birçok gökcisimleri göstereceklerdir.
İşin en gülünç yanı bay Dühring'in, Tanrının yokluğunu Varlık kavramından hareketle tanıtlamak için, Tanrının (sayfa 94) varlığı ontolojik (varlıkbilimsel) kanıtını kullanmasıdır. Şöyle: Eğer Tanrıyı düşünüyorsak, onu tüm yetkinliklerin toplamı olarak düşünüyoruz. Ama tüm yetkinliklerin toplamı içinde, herşeyden önce varlık var, çünkü varlıksız bir varlık, zorunlu olarak yetkinlikten uzaktır. Öyleyse, Tanrının yetkinlikleri arasında varlığı da saymalıyız. Öyleyse Tanrının varolması gerek. — Bay Dühring, işte tastamam bu ince düşüncelere dalar: Varlığı düşündüğümüz zaman, onu bir kavramı olarak düşünürüz. Bir bir kavramı içinde toplanmış olan şey, bir'dir. Eğer varlık bir olmasaydı, kendi kavramına uygun düşmezdi. Öyleyse, bir olması gerek. Öyleyse Tanrı yoktur, vb..
Eğer Varlıktan ve yalnızca Varlıktan söz ediyorsak birlik, sözkonusu edilen bütün nesnelerin... varolduklarından başka bir anlama gelemez. Bu nesneler, başka hiçbir şeyde değil, bu Varlığın birliği içinde bir araya gelmişlerdir ve bunların hepsinin varoldukları biçimindeki genel önerme, bunlara yalnızca ortaklaşa olan ve olmayan başka özellikler verememekle kalmaz, ayrıca bütün bu özgürlükleri geçici olarak kurgudan dıştalar. Çünkü, bütün bu nesnelerde Varlığın ortak öznitelik (attribut) olduğu yalın temel gerçeğinden bir milimetre bile uzaklaşır uzaklaşmaz, bu nesnelerin farklılıkları kendilerini bize göstermeye başlarlar — ve bu farklılıkların kimilerinin ak, kimilerinin kara, kimilerinin canlı, kimilerinin cansız, kimilerinin bu dünyadan, kimilerinin öteki dünyadan olmasından ileri gelip gelmediğini bilmeye gelince, hepsinde ortak öznitelik olarak yalnızca varlığın bulunduğu olgusundan yola çıkarak bunu kararlaştıramayız.
Dünyanın varlığı, birliğin koşulu da olsa, çünkü o bir olmadan önce varolmalıdır, dünyanın birliği Varlığına dayanmaz. Varlık, kısacası, çevrenimizin bittiği noktadan sonra açık bir sorundur. Dünyanın gerçek birliği, maddeselliğine dayanır ve bu maddesellik birkaç hokkabaz çığırtkanlığıyla değil, ama felsefe ve doğa biliminin uzun ve sıkıntılı bir geliştirilmesiyle tanıtlanır.
Okumamıza devam edelim. Bay Dühring'in bize sözünü (sayfa 95) ettiği Varlık, "bütün özel belirlenimlerinden vazgeçmesi gereken ve gerçekte, düşünce hiçliği ya da düşünce yokluğunun karşılığından başka bir şey simgelemeyen, kendi kendine benzer o arı varlık" değildir.
Ne var ki az sonra, bay Dühring'in dünyanın gene de her türlü iç ayrımdan, her tür hareket ve değişiklikten yoksun, öyleyse gerçekte düşünce hiçliğinin bir karşılığı, dolayısıyla gerçek bir hiçlikten başka bir şey olmayan bir Varlıkla başladığını göreceğiz. Dünyanın güncel, farklılaşmış, değişen, bir evrim, bir oluş simgeleyen durumu, işte bu Varlık- hiçlikten başlayarak gelişir ve ancak bunu kavradıktan sonradır ki bu sürekli değişiklik altında da olsa "kendi kendisiyle özdeş, evrensel Varlık kavramı"nı "tutacak" duruma geliriz. Öyleyse şimdi değişmezliği olduğu denli değişmeyi, Varlığı olduğu denli Oluşu da kapsayan yüksek aşamada bir Varlık kavramına sahip bulunuyoruz. Bu noktaya gelince de, "cins ile türün, ya da genel bir deyişle evrensel ile özelin, kendileri olmadıkça şeylerin yapısının kavranamayacağı en yalın ayırdetme araçları olduklarını" görüyoruz.
Ama bunlar, nitelik ayırdetme araçlarıdır; bunlar üzerinde tartıştıktan sonra, devam ediyoruz: "cinslerin karşısına, içinde hiçbir tür farkının artık yer bulmadığı türdeşlik kavramı olarak, büyüklük kavramı çıkar"; yani nitelikten niceliğe geçiyoruz ve nicelik her zaman "ölçülebilir" bir şeydir.
Şimdi "evrensel işlem şemalarının bu kesin ayrıştırması" ve onun "gerçekten eleştirici bakış açısı"nı, bir Hegel'in kabalıkları, düzensizlikleri ve saçmasapan kuruntuları ile karşılaştıralım. Görürüz ki Hegel'in Mantık'ı Varlık ile başlar bay Dühring'de olduğu gibi; Varlığın hiçlik olduğu ortaya çıkar, bay Dühring'de olduğu gibi; bu varlık-hiçlikten, sonucu varoluş yani Varlığın daha yüksek, daha dolu bir biçimi olan oluşa geçilir — tastamam bay Dühring'de olduğu gibi. Varoluş niteliğe, nitelik de niceliğe götürür — tıpkı bay Dühring'de olduğu gibi. Ve önemli hiçbir şeyin eksik kalmaması için, bay Dühring, bir başka fırsatta bize şöyle der:
"Duyumsuzluk dünyasından duyum dünyasına, ancak (sayfa 96) bütün nicel kerteliliğine karşın, yalnızca bir ve aynı niteliğin yalın bir derecesinden alabildiğine ayrıldığını ileri sürebileceğimiz ... nitel bir sıçrama ile geçilir."
İşte, örneğin kaynama ve donma noktasının, ısıtılmış ya da soğutulmuş su için —normal basınç altında— yeni bir topaklanma durumuna sıçrama sonucunu vermesi yani niceliğin niteliğe dönüştüğü düğüm noktaları olması gibi, yalnızca nicel bir artış ya da azalışın, bazı belirli düğüm noktalarında, nitel bir sıçrama meydana getirdiği hegelci ölçü ilişkileri düğüm çizgisinin ta kendisi.
Bizim irdelememiz de köklere değin gitmeye çalıştı ve Dühringvari temel şemaların kökleri olarak, köktenci derinlikleriyle birlikte, bula bula... hegelci geleneğe sıkı sıkıya uygun bir "tümdengelim" içinde ve çalıntıyı gizlemeye de pek öyle girişilmiş olmaksızın, bir Hegel'in "saçma düşlemler"ini, hegelci Mantık kategorilerini, birinci bölüm, Varlık öğretisi, buldu!
Ve bütün Varlık bilgisi ilkelerini öncellerinin en çok karaçaldığından aşırmakla yetinmeyen bay Dühring, nicelikten niteliğe sıçramalarla geçiş konusunda yukarda verilmiş bulunan örneği verdikten sonra, Marx üzerine şöyle demek soğukanlılığını da gösteriyor:
"Onu [Marx'ı] örneğin niceliğin niteliğe döndüğü yolundaki karışık ve bulanık hegelci fikre sarılır görmek ne gülünç!"
Karışık ve bulanık fikir! Peki ama, burada fikir değiştiren kim, gülünç olan kim, bay Dühring?
Bütün bu inciler, kuralın gerektirdiği gibi, "belitler tarafından kararlaştırılmış" olmamaları bir yana, düpedüz dışardan, Hegel'in Mantık'ından ithal edilmişlerdir. Ve öylesine ki bütün bir bölümde Hegel'den alınmamış bir tek fikir dizisinin gölgesi bile görülmez ve işin sonunda her şey, uzay (mekan) ile zaman, değişmezlik ile değişme üzerine boş bir ince eleyip sık dokumaya indirgenir.
Hegel- Varlıktan Öze, diyalektiğe geçer. Burada, düşüncenin belirlenimlerini örneğin, olumlu ve olumsuz gibi iç (sayfa 97) karşıtlık ve çelişkilerini inceler, sonra nedenselliğe ya da nedensonuç ilişkisine geçer ve işi zorunluluk ile tamamlar. Bay Dühring de başka türlü yapmaz. Hegel'in öz (essence) öğretisi dediği şeyi bay Dühring, Varlığın mantıksal nitelikleri olarak çevirir. Ama bu nitelikler, her şeyden önce "güçlerin uyuşmazlığı" içinde, karşıtlıklar içinde toplanır. Buna karşılık bay Dühring, çelişkiyi kökten yadsır; bu konuya ilerde gene geleceğiz. Sonra nedenselliğe ve ondan da zorunluluğa geçer. Öyleyse, bay Dühring kendinden: "Felsefemiz kafesten çıkmaz" diye söz ettiği zaman, kuşkusuz kafes içinde, yani hegelci kategorilerin şematizmi kafesinde felsefe yaptığını söylemek ister. (sayfa 98)
BEŞİNCİ BÖLÜM
DOĞA FELSEFESİ
UZAY VE ZAMAN
Doğa felsefesi'ne geliyoruz. Burada bay Dühring, öncellerinden hoşnut olmamak için yeniden her türlü nedene sahip. Doğa felsefesi "o denli aşağıya düşmüştü ki karışık ve bilgisizliğe dayanan bir şiir karikatürü halini almış ve mutlak papazlığında madrabazlık eden ve halkı aldatan Schelling gibi fahişe filozof taslakları ve aynı soydan başka çapkınların işi olmuştu".
Bıkkınlık bizi bu "canavarlar"dan kurtardı, ama şimdiye değin yalnızca "kararsızlığa" yer açtı; "ve kamuoyuna gelince, onun bakımından büyük bir şarlatanın gidişinin, çoğu kez daha küçük boyda ama işbilir bir ardıl için birincinin metaını hemen bir başka etiket altında sürme fırsatından başka bir şey olmadığı bilinir."
Bilginler de "dünyayı kapsayan fikirler imparatorluğunda gezinti yapma isteğini" pek duymaz ve bundan ötürü teori (sayfa 99) alanında "tutarsız düşüncesizlikler"den başka bir şey yapmazlar. Buna hemen bir çare bulunması gerekmektedir ve çok şükür ki bay Dühring, bu işin başındadır.
Dünyanın (acun, evren) zaman içinde yayılması ve uzay içinde sınırlanması üzerine bundan sonraki açıklamaları doğru değerlendirebilmek için, "evren şemaları"nın bazı yerlerini yeni baştan ele almamız gerekiyor.
Gene Hegel ile tam bir uyum içinde (Ansiklopedi, § 93), Varlığa —Hegel'in kötü sonsuzluk dediği— sonsuzluk atfedilir, sonra da bu sonsuzluk incelenir.
"Çelişkisiz düşünülecek bir sonsuzluğun en açık biçimi, sayı dizisindeki rakamların sınırsız birikimidir. ... Saymaya devam etme olanağını hiç tüketmeksizin, her sayıya bir birim daha ekleyebildiğimiz gibi, her Varlık durumundan sonra bir başka durum dizilir ve sonsuzluk, bu durumlarin sınırsız çoğaltılmasına dayanır. Öyleyse, doğrulukla düşünülmüş bu sonsuzluğun, ancak bir tek yönü ile birlikte, bir tek temel biçimi var. Gerçekten, düşüncemiz için durumların birikiminde karşıt bir yön düşünmek her ne denli önemsizse de, geri geri giderek ilerleyen sonsuzluk düşüncesi, düşüncesiz bir zihinsel üretimden başka bir şey değildir. Çünkü gerçeklikte bu birikimi, gerçekte ters yönde geçmek gerekeceği için, durumlarından her birinde, arkasında sonsuz bir sayı dizisi bulunurdu. Ama bu da sayılmış bir sonsuz dizi gibi kabul edilmez bir çelişkiye düşmek olurdu ve buna göre, sonsuz için bir ikinci yön düşünmek saçmadır."
Bu sonsuzluk anlayışından çıkartılacak ilk sonuç, dünyadaki bu neden-sonuç zincirinin bir gün bir başlangıcı olması gerektiğidir:
"Sayılmış sayılmazı varsaymasından ötürü, birbiri arkasına sıralanan sonsuz bir nedenler dizisi aklın almayacağı bir şeydir."
Demek ki bu son neden tanıtlanmış oluyor.
İkinci sonuç "belirli sayı yasasıdır: Bağımsız varlık ya da nesnelerin her gerçek cinsinde özdeşin birikimi, ancak belirli bir sayının oluşması olarak düşünülebilir." (sayfa 100)
Yalnızca gökcisimlerinin varolan niceliklerinin her an belirli bir sayıda olması gerekmekle kalmaz, dünyada varolan en küçük bağımsız madde parçacıklarının toplam niceliğinin de her an belirli bir sayıda olması gerekir. Bu son zorunluluk, atomsuz hiçbir bileşimin düşünülemeyeceğinin gerçek nedenidir. Her gerçek bölünme durumu, her zaman eksiksiz bir belirlenebilirlik içerir ve sayılmış sayılmaz çelişkisinden kaçınmak isteniyorsa, bunu içermesi gerekir. Aynı nedenden ötürü, yalnızca dünyanın güneş çevresindeki dönüşlerinin şu andaki sayısının belirtilmesi her ne denli olanaksızsa da, belirli bir sayı olması gerekmekle kalmaz, ayrıca tüm devirli doğal süreçlerin de bir başlangıcı olması ve doğanın birbirini izleyen bütün farklılıklarının, bütün biçimlerinin de köklerini kendi kendine özdeş bir durum içinde bulması gerekir. Bu durum, çelişkisiz olarak ezelden beri varolmuş olabilir, ama eğer kendinde zaman, olanakları oraya fikir olarak koyan anlığımız (müdrikemiz) tarafından keyfince bölünmüş olma yerine gerçek parçalardan bileşmiş olsaydı, bu düşünce de dıştalanırdı. Zamanın gerçek ve kendinde farklı içeriğinde durum başkadır; zamanın birbirinden ayırdedilebilir türdeki olgularla bu gerçek dolduruluşu ve bu alanın varlık biçimleri, işte bu ayırdedilebilirliklerinden ötürü, sayılabilir şeyler arasındadır. Değişmesiz ve kendi kendine özdeşliği içinde ardarda geliş sırasında hiçbir farklılık göstermeyen bir durum düşünelim, o zaman, en özgül zaman kavramı en genel Varlık fikri durumuna dönüşür. Boş bir süre birikiminin ne anlama geldiği düşünülemez. — Bay Dühring böyle konuşur ve bu bulgularin önemi iyice vurgulanır. Önce, "hiç değilse bunların önemsiz bir doğru olarak değerlendirilmeyeceklerini" umar; ama sonradan, "sonsuzluk kavramlarına ve bunlarin eleştirisine, sayesinde şimdiye değin bilinmeyen bir önem kazandırmış bulunduğumuz son derece yalın formüller ... evrensel uzay ve zaman anlayışının, şimdiki belirtme ve derinleştirme biçimimizle öylesine yalınca betimlenmiş öğeleri hatırlansın" der.
Kazandırmış bulunduğumuz! Şimdiki belirtme ve (sayfa 101) derinleştirme biçimimiz! "Biz" kimiz ve bu "şimdiki zaman" ne zaman başlıyor? Kim derinleştiriyor ve kim belirtiyor?
"Tez: Dünyanın zaman içinde bir başlangıcı vardır ve uzay içinde de sınırlanmış bir durumdadır. — Kanıt: Gerçekten, eğer dünyanın zaman içinde bir başlangıcı olmadığı kabul edilirse, her belirli anda geçmiş bir ezeliyet ve buna göre dünyadaki işlerin ardışıklık durumlarından oluşan sonsuz bir dizi var demektir. Oysa, bir dizinin sonsuzluğu bu dizinin daha sonraki bir bireşim tarafından tamamlanamamasına dayanır. Öyleyse geçmiş dünya durumlarının sonsuz bir dizisi olanaksızdır ve buna göre dünyanın bir başlangıcı, dünyanın varlığının zorunlu bir koşuludur. İlkin bunun tanıtlanması gerekiyordu. — İkinci noktaya gelince, eğer karşıtı kabul edilirse dünya, birlikte varolan şeylerden verilmiş sonsuz bir bütün olacaktır. Oysa, her türlü sezgiye açık belli sınırlar içinde verilmiş olmayan en küçük niceliğin (quantum) büyüklüğünü, biz ancak parçaların bireşimi aracıyla ve bu türlü en küçük nicelik bütünlüğünü de eksiksiz bireşim ya da birimin kendi kendine yinelenmiş katılması aracıyla tasarlayabiliriz. Son olarak, bütün uzayları dolduran dünyayı bir bütün olarak tasarlamak için, sonsuz bir dünyanın parçalarının daha sonraki bireşimine eksiksiz (tam) olarak bakmak, yani birlikte-varolan şeylerin sayımında sonsuz bir zamanın akıp gittiğini kabul etmek gerekir, ki bu da olanaksızdır. Öyleyse gerçek şeylerin sonsuz bir katışmacı (agrégat), ne verilmiş bir bütün, dolayısıyla ne de aynı zamanda verilmiş olarak kabul edilebilir. Öyleyse bir dünya, uzaydaki yayılışı bakımından sonsuz değil, sınırlar içine kapatılmış bulunur ki bu da tanıtlanacak ikinci nokta idi."[6*]
Bu önermeler, Immanuel Kant'ın ilk kez 178 l 'de yayınlanan ve Arı Usun Eleştirisi adını taşıyan çok ünlü kitabından sözcüğü sözcüğüne kopya edilmişlerdir; I. kısım, ikinci kesim, kitap II, bölüm II, 2. seksiyon: "Arı Usun Birinci Çatışkısı"nda herkes bunları okuyabilir. Öyleyse bay Dühring'in (sayfa 102) payına, Kant tarafından dile getirilen bir fikrin üzerine belirli sayı yasası adını yapıştırmış ve henüz zamanın olmadığı ama dünyanın gene de olduğu bir zaman bulunduğunu bulgulamış olma övüncünden başka bir şey düşmüyor. Bütün geri kalan, yani bay Dühring'in açıklamasında gene de bir anlam taşıyan her şey için "Biz", Immanuel Kant'tan başkası değildir ve "şimdiki zaman" da ta 95 yıl önce başlar. Gerçekten "son derece yalın"! Tuhaf bir "şimdiye değin bilinmeyen önem"!
Ne var ki Kant, yukarda tezleri hiçbir zaman kendi tanıtlamasıyla çözülmüş şeyler olarak koymaz. Tersine. Karşı sayfada tersini ileri sürer ve tanıtlar; dünyanın zaman bakımından başlangıcı, uzay bakımından sonu yoktur ve çatışkıyı, çözülmez çelişkiyi, birinin öbürü denli tanıtlanabilir olması olgusunda görür. Zekası o denli zeyrek olmayanları bu, belki "bir Kant"ın burada çözümlenemez bir güçlük bulduğu kuşkusuna düşürmüştür. Ama bizim cesur "tamamen özgün sonuç ve görüşler" imalatçımızı değil: Kant'ın çatışkısında o, kendisine yarayan ne varsa utanıp sıkılmadan kopya eder ve geri kalanı da bir yana atar.
Sorunun kendisi çok kolay bir biçimde çözülür. Zamanda ezelilik, uzayda sonsuzluk, a priori olarak ve sözcüğün yalın anlamına göre, ne önden ne arkadan, ne yukardan ne aşağıdan, ne sağdan ne soldan, hiçbir yandan sonu olmamak demektir. Bu sonsuzluk, sonsuz bir dizinin sonsuzluğundan bambaşka bir şeydir, çünkü sonsuz bir dizi her zaman birimden, bir ilk terimden başlar. Bu dizi fikrinin konumuza uygulanma olanaksızlığı, onu uzaya uyguladığımız anda kendini gösterir. Uzaya uygulanmış sonsuz dizi, belirli bir noktadan kalkarak belirli bir yönde sonsuzluğa çekilmiş bir çizgi demektir. Uzayın sonsuzluğunu, uzaktan da olsa, açıklar mı bu? Tersine, uzayın boyutlarını kafada canlandırmak için, ikişer ikişer karşıt üç yönde çizilmiş en az altı çizgi gerek ve buna göre bu, bize bu boyutlardan altı tane verir. Kant bunu o denli iyi anlıyordu ki kendi sayı dizisini ancak dolaylı olarak, bir dolambaçla evrenin uzaysallığına aktarmıştı. Buna (sayfa 103) karşılık bay Dühring, bizi uzayda altı boyut kabul etmeye zorlar ve hemen sonra da uzayın bilinen üç boyutu ile yetinmek istemeyen Gauss'un matematik mistisizmini damgalamak için hoşnutsuzluk sözü bulmakta güçlük çeker.[7*]
Zamana uygulanınca, birimlerin iki yana giden sonsuz çizgi ya da dizisi, belli bir eğretilemeli anlam taşır. Ama eğer zamanı birimden başlayarak sayılan ya da belirli bir noktadan yola çıkan bir çizgi olarak düşünürsek, bununla a priori olarak zamanın bir başlangıcı bulunduğunu söylemiş, tanıtlamak istediğimiz şeyin ta kendisini varsaymış oluruz. Zamanın sonsuzluğuna tek yönlü bir yarı-sonsuzluk niteliği vermiş oluruz; ama yarısından bölünmüş ve tek yönlü bir sonsuzluk, "çelişkisiz düşünülmüş bir sonsuzluğun" gerçek karşıtı olan kendinde (en soi) bir çelişkidir de. Bu çelişkiden, ancak diziyi kendisinden başlayarak saymaya başladığımız birimin, çizgiyi kendisinden başlayarak ölçtüğümüz noktanın, çizgi ya da dizi biçimindan şuraya ya da buraya koymamızın önem taşımadığı, dizi içinde herhangi bir birim, çizgi üzerinde herhangi bir nokta olduğunu kabul ettiğimizde kurtulabiliriz.
Ama ya "sayılmış sonsuz sayı dizisi" çelişkisi? Bay Dühring bunu sayma hünerini gösterir göstermez, bu çelişkiyi daha yakından inceleyecek durumda olacağız. Bay Dühring, -µ'dan (eksi sonsuz) sıfıra kadar saymayı başarınca gelsin. Gerçekten, kendisinden başlayarak saymaya başladığı sayı ne olursa olsun, arkasında sonsuz bir dizi ve onunla birlikte çözmesi gereken sorunu bıraktığı açıktır. Yalnızca kendi 1 + 2 + 3 + 4... sonsuz dizisini tersine çevirsin ve sonsuzdan başlayarak birime gelmek için saymayı denesin; bu açıkça neyin sözkonusu olduğunu bilmeyen bir adamın girişimidir. Dahası var. Bay Dühring sonsuz geçmiş zaman dizisinin sayılmış olduğunu öne sürdüğü zaman, bununla zamanın bir başlangıcı olduğunu ileri sürer; çünkü, başka türlü "sayma"ya hiç başlayamazdı. Öylese, bir kez daha, tanıtlayacağı şeyi (sayfa 104) varsayım yoluyla elaltından kabul ettirir. Öyleyse, sayılmış sonsuz dizi fikri, başka bir deyişle dühringvari evrensel belirli sayı yasası, in adiecto bir çelişkidir, kendinde bir çelişki, hatta saçma bir çelişki içerir.[8*]
Bir şey açık: Bir sonu olan, ama başlangıcı olmayan sonsuz, bir başlangıcı olan, ama sonu olmayan sonsuzdan ne daha çok, ne de daha az sonsuzdur. En küçük bir diyalektik anlayış, bay Dühring'e başlangıç ile sonun, kuzey ve güney kutupları gibi zorunlu olarak birbirine bağlı bulunduklarını ve son ortadan kaldırılırsa, başlangıcın da kendisinin son durumuna, — dizinin sahip olduğu tek son durumuna geleceğini ve tersinin de böyle olduğunu söylerdi. Sonsuz dizilerle çalışma matematik alışkanlığı olmasa, her türlü aldanma olanaksız olurdu. Matematikte belirsize, sonsuza varmak için belirliden, sonludan yola çıkmak gerektiğinden, olumlu olumsuz tüm matematik dizilerinin birimden başlamaları gerekir, yoksa bu diziler hesap yapmaya yaramazlar. Ama matematikçinin mantıksal gereksinmesi, gerçek dünya için bir yasa oluşturmaktan çok uzaktır.
Ayrıca bay Dühring, gerçek sonsuzluğu çelişkisiz düşünme işinin üstesinden hiçbir zaman gelemeyecektir. Sonsuzluk bir çelişkidir ve çelişkilerle doludur. Bir sonsuzun sonlu değerlerden bileşmiş olması aslında bir çelişkidir, ama durum da budur. Maddi dünyanın sınırlı niteliği, onun sınırsız niteliğinden daha az çelişkilere götürmez ve bu çelişkileri ortadan kaldırmayı gözeten her girişim, gördüğümüz gibi yeni ve daha ağır çelişkilere götürür. Sonsuzluk, işte bir çelişki olduğu içindir ki, zaman ve uzay içinde sonsuzca akıp giden sonsuz bir süreçtir. Çelişkinin ortadan kaldırılması, sonsuzluğun sonu olurdu; Hegel bunu çok doğru bir biçimde (sayfa 105) görmüştü ve bundan ötürü bu çelişki üzerinde uzun uzun tartışan baylara, layık oldukları aşağısama ile davrandı.
Devam edelim. Demek ki zamanın bir başlangıcı var. Peki, bu başlangıçtan önce ne vardı? Değişmez, kendi kendine özdeş bir durum içinde bulunan dünya mı? Bu durumda hiçbir değişiklik olmadığından, çok özel zaman kavramı, kendiliğinden daha genel Varlık fikri durumuna dönüşür. İlkin, bay Dühring'in kafasında hangi kavramların dönüştüğü, bizi burada hiç ilgilendirmez. Sözkonusu olan zaman kavramı değil, bay Dühring'in hiç de o denli ucuz kurtulamadığı gerçek zamandır. İkinci olarak, zaman kavramı istendiği zaman daha genel Varlık fikri durumuna dönüşebilir, bu bizi bir adım bile ileri götürmez. Çünkü her Varlığın temel biçimleri uzay ve zamandır ve zaman dışında bir Varlık, uzay dışında bir Varlık denli büyük bir saçmalıktır. Hegelci "ezeli geçmiş Varlık" ile yeni-schellingci "anımsanmaz Varlık", bu zaman dışındaki Varlık karşısında ussal tasarımlardır.[9*] Bu nedenle bay Dühring, bu işi de büyük bir sakınım ile ele alır: Açıkça söylemek gerekirse bu, bal gibi bir zamandır, ama aslında zaman denilemeyecek bir zaman: Zamanın kendisi gerçek parçalarda bileşmez ve yalnızca anlığımız tarafından istediğince bölünmüştür, —yalnızca zamanın ayırdedilebilir olgular tarafından gerçek bir doluşu, sayılabilire bağlanır—, boş bir süre birikiminin ne anlama geleceği burada hiçbir önem taşımaz; önemli olan, dünyanın burada varsayılan durumda sürüp sürmediği, bir süreden geçip geçmediği sorunudur. Böyle bir içeriksiz sürecin ölçülmesinden, tıpkı boş uzayda nedensiz ve amaçsız ölçümler yapmaktan olduğu gibi, hiçbir şey çıkmayacağını çoktan beri biliyoruz ve işte bu yöntemdeki cansıkıcılıktan ötürüdür ki Hegel, bu sonsuzu kötü sonsuz olarak niteler. Bay Dühring'e göre zaman, ancak değişiklikle vardır, yoksa değişiklik zamanda ve zamanla değil. İşte, zaman değişiklikten farklı olduğu içindir ki değişiklik aracıyla ölçülebilir, çünkü ölçü her zaman ölçülecek şeyden farklı bir şey anlamına gelir. Ve içinde ne olduğu bilinen (sayfa 106) değişikliklerin geçmediği zaman, zaman olmamaktan uzaktır; tersine, hiçbir yabancı katkının etkilemediği an zamandır, yani gerçek zaman, zaman olarak zaman. Gerekten eğer biz, zaman kavramını her türlü yabancı ve aykırı katkıdan arıtılmış olarak, tüm anlığı içinde kavramak istersek, zaman içinde birlikte ya da ardarda olup biten çeşitli olayları yabancı şeyler olarak onun dışına atmak ve böylece içinde hiçbir şey olup bitmeyen bir zaman düşünmek zorundayız. Böyle yapmakla, zaman kavramını genel Varlık fikri içinde yitirmemiş ama ilk kez olarak arı zaman kavramına erişmiş oluruz.
Ama bütün bu çelişki ve bu olanaksızlıklar, bay Dühring'in evrenin başlangıçtaki kendi kendine özdeş durumu üzerine olan düşüncesiyle içine düştüğü karışıklık yanında çocuk oyuncağı kalır. Eğer dünya bir zamanlar kesinlikle hiçbir değişikliğe sahne olmayan bir durum içinde idiyse, bu durumdan değişikliğe nasıl geçebildi? Değişiklikten kesinlikle bağışık olan, özellikle ezelden beri bu durum içinde bulunan bir şey, hareket ve değişiklik durumuna geçmek üzere bu durumdan kendi başına hiçbir biçimde çıkamazdı. Öyleyse onu harekete getiren bir ilk itişin dışardan, dünyanın dışından gelmiş olması gerekir. Oysa, "ilk itiş"in, Tanrı delmenin bir öteki biçiminden başka bir şey olmadığı bilinir. İşte bay Dühring'in evren şemalarından yolcu etmiş olduğunu o denli hoş bir biçimde öne sürdüğü Tanrı ve öteki-dünya, her ikisi de belginleştirilmiş ve derinleştirilmiş olarak, doğa felsefesine gene kendisi tarafından geri getirilmiş bulunuyor.
Devam edelim. Bay Dühring şöyle diyor:
"Varlığın sürekli bir öğesine büyüklük düştüğü yerde bu büyüklük, belirlenebilirliği içinde değişmez kalacaktır. Madde ve mekanik enerji (erke) konusunda ... bu böyledir."
Geçerken söyleyelim, birinci tümce, bay Dühring'in belitsel bir biçimde gereksiz-yinelemesi cafcaflı anlatımının değerli bir örneğini veriyor: Büyüklük, değişmediği yerde, aynı kalır. Öyleyse, bir kez dünyada bulunan mekanik enerji[10*] (sayfa 107) miktarı sonsuz olarak aynı kalır. Doğru olduğu ölçüde, Descartes felsefesinin aşağı yukarı üçyüz yıl önce bunu bilip söylediği,[11*] doğa biliminde enerjinin sakınımı öğretisinin yirmi yıldan beri her yerde elüstünde tutulduğu ve bay Dühring'in bunu mekanik enerji ile sınırlandırarak, bu öğretinin iyiliğini hiç de artırmadığı gerçeğini bir yana bırakalım. Ama değişiklikten bağışık durum zamanında mekanik enerji nerede idi? Bu soruya bay Dühring, hiçbir yanıt vermemekte direnir.
Pekala, sonsuz olarak kendine eşit kalan bu mekanik enerji o zaman neredeydi ve ne yapıyordu bay Dühring? Yanıt:
"Evrenin ya da daha doğrusu maddenin hiçbir geçici değişiklik birikimi içermeyen, değişiklikten bağışık bir Varlığının başlangıç durumu, ancak kendi üretici yeteneğinin gönüllü sakatlanışında bilgeliğin doruğunu gören bir anlığın ortadan kaldırabileceği bir sorundur."
Öyleyse: Ya benim değişiklikten bağışık başlangıç durumumu incelemeksizin kabul edersiniz, ya da ben, çok yapıt veren Eugen Dühring, hepinizi zeka hadımları ilan ederim. İşte bu, kuşkusuz birçoklarını durdurabilir! Biz ki bay Dühring'in üretici yetisinin bazı örneklerini daha önce görmüş bulunuyoruz, bu zarif sövgüyü yanıtsız bırakır ve bir kez (sayfa 108) daha sorumuzu sorabiliriz: Ama, bay Dühring, lütfen, mekanik enerjiden ne haber?
İşte bay Dühring güç durumda. Gerçekten kemküm eder:
"Başlangıçtaki bu limit-durumun mutlak özdeşliği geçiş ilkesini kendiliğinden vermez. Bununla birlikte anımsayalım ki iyice bildiğimiz varlık zincirinde, ne denli küçük olursa olsun, her yeni halka için de sonuçta durum aynıdır. Sözkonusu olan bu önemli nokta üzerinde güçlük çıkarmak isteyen kişi, bunun daha az görüldüğü fırsatlarda kendini bu işten bağışık tutmamaya gözkulak olmakla iyi edecektir. Öte yandan, gitgide kerteli aracı durumları araya katma olanağı her zaman vardır ve bundan ötürü süreklilik köprüsü, üstünden değişmeler aşamasının yok olmasına değin varmak için, açık kalır. Arı kavram bakımından bu süreklilik, ana fikri aşmakta bize elbette yardımcı olmaz, ama o bizim için yasaların her türlü uygulamasının ve bilinen bütün öteki geçişlerin temel biçimidir, öyleki biz onu, bu ilk denge ile onun bozulması arasında aracı gibi kullanmak hakkına da sahip bulunuruz. Ama eğer biz, deyim yerindeyse [!] hareketsiz dengeyi bugünkü mekaniğimizde özel bir duraksama göstermeksizin [!] kabul edilen kavramlar nedeniyle düşünseydik, maddenin dönüşümler aşamasına nasıl varabildiğini göstermek büsbütün olanaksız olurdu."
Bize yığınlar mekaniğinden başka, ayrıca, yığınlar hareketinin son derece küçük parçacıkların hareketi durumuna bir dönüşümü de vardır deniliyor,[12*] ama bunun oluş biçimine gelince, "şimdiye- değin elimizde hiçbir genel ilke yoktur ve bu süreçler biraz karanlık içinde yitip gidiyorlarsa, buna şaşmamalıyız".
Bay Dühring'in tüm söyleyeceği, işte bu. Kendimizi bu gerçekten acınası kaçamak ve formüllerle yanıtlandırılmış saysaydık, gerçekten yalnızca üretici yetinin gönüllü sakatlanmasında değil, ama körün değneğinde de bilgeliğin doruğunu görürdük. Bay Dühring, mutlak özdeşliğin kendiliğinden, (sayfa 109) değişmeyeceğini itiraf ediyor. Mutlak dengenin kendiliğinden harekete geçme aracı yoktur. Öyleyse geriye ne kalıyor? Üç yoksul yankesicilik.
Birincisi: Varlığın iyi bilinen zincirinde, ne denli küçük olursa olsun, her halkadan bir sonrakine geçişi tanıtlamak da bir o denli zordur. — Bay Dühring, okurlarını ağzı süt kokan çocuklar yerine koyar gibidir. Varlık zincirinin en küçük halkalarının tikel geçiş ve bağlantılarının kanıtı, doğa biliminin içeriğinin ta kendisini oluşturur ve eğer bu iş herhangi bir yerden aksarsa, hiç kimse, hatta bay Dühring bile, meydana gelen hareketi hiçlikten hareket ederek açıklamayı aklına getirmez, ama yalnızca iletmeden, dönüşümden ya da bir önceki hareketin yayılmasından hareket ederek açıklamayı düşünür. Tersine, burada [Dühring'in yukarda aktarılan parçasında, -ç.], açıkça hareketi hareketsizlikten, yani hiçlikten çıkarma amacı var.
İkincisi: "Süreklilik köprüsü". Arı kavram bakımından bu köprü, kuşkusuz güçlüğün üstesinden gelmemize yardımcı olmaz, ama biz gene de onu hareketsizlik ile hareket arasında dolayım olarak kullanmak hakkına sahibiz. Ne yazık ki, hareketsizliğin sürekliliği hareket etmemeye dayanır; öyleyse nasıl hareket meydana getirebilir, işte her zamandan daha gizemli kalan şey. Ve bay Dühring, hareket yokluğundan evrensel harekete geçişini her zaman öylesine küçük parçacıklar biçiminde ayrıştırabilir ve ona öylesine istediği denli uzun bir süre verebilir ki hiçbir zaman bir milimetrenin onbinde-biri kadar ileri gitmiş olmayız. Yaratıcı bir eylem olmadıkça hiçlikten, bir matematik diferansiyel denli küçük de olsa, herhangi bir şey, çıkaramayız. Öyleyse süreklilik köprüsü, üzerinden bir bay Dühring'in geçebileceği bir eşek köprüsü[13*] bile değil.
Üçüncüsü: Bugünkü mekanik geçerlikte kaldığı sürece —ve bay Dühring'i göre bugünkü mekanik, düşüncenin (sayfa 110) oluşmasının en özsel kaldıraçlarından biridir— hareketsizlikten harekete nasıl geçildiğini göstermek olanaksızdır. Ama mekanik sıcaklık teorisi bize, bazı koşullar altında, kütleler hareketinin moleküler hareket durumuna dönüştüğünü gösterir (ne var ki hareket, burada da hiçbir zaman hareketsizlikten değil, bir başka hareketten çıkar) ve bay Dühring, ezile büzüle, bunun belki de kesin statik (dengede olan şey) ile dinamik (hareket eden şey) arasında bir köprü kurabileceği fikrini aşılar. Ama bu süreçler, "biraz karanlık içinde yitip giderler". Ve bay Dühring de bizi, karanlık içinde yelkenleri inik bırakır.
Bay Dühring'in bütün derinliği ve bütün belginliği ile durmadan daha belgin bir budalalığa, durmadan daha derin bir biçimde batmış ve işte ulaşmamız gereken yere — "karanlığa" varmış bulunuyoruz. Ama bu, bay Dühring'i pek o denli sıkmaz. Hemen bir sayfa sonra, "kendi kendine özdeş sürerlik (permanence) kavramını, hemen maddenin ve mekanik güçlerin tutumuna dayanan gerçek bir içerikle donatabildiğini" ileri sürme yüzsüzlüğünü gösterir.
Ve başkalarına "şarlatan" diyen de bu adam!
Bereket versin ki bu umutsuz şaşkınlık ve karışıklıklar ortasında bize, "karanlık içinde", hem de ruhumuzu yücelten cinsten bir avunç kalıyor:
"Öbür göksel cisimlerde yaşayanların matematiği de, bizim belitlerimizden başka bir temele dayanamaz!" (sayfa 111)
ALTINCI BÖLÜM
DOĞA FELSEFESİ
EVRENDOĞUM, [14*] FİZİK, KİMYA
Açıklamanın devamında, şimdi güncel dünyanın oluşma biçimine ilişkin teorilere geliyoruz. Maddenin evrensel bir dağılım durumu eski iyonya filozoflarının başlangıç fikri olmuştur, ama özellikle Kant'tan sonra, evrensel çekim ve ısının yayılmasının çeşitli katı gökcisimlerinin giderek oluşması sonucunu verdiği düşüncesine götüren bir ilkel bulutsu varsayımı yeni bir rol oynar. Günümüzün mekanik ısı teorisi, evrenin ilkel durumları üzerindeki vargılara çok daha belirli bir biçim verilmesini olanaklı kılar. Her şeye karşın "gazsal dağılım durumu, ancak ve ancak, eğer ilk iş olarak onda verilmiş bulunan mekanik sistem çok belirli bir biçimde belirtilebilirse, ciddi tümdengelimler için bir hareket noktası görevi görebilir. Yoksa yalnızca fikir, gerçekte son derece bulutsu olmakla kalmaz ayrıca tümdengelimden (sayfa 112) tümdengelime ilerlendiği ölçüde, ilkel bulutsu gerçekten gitgide daha yoğun ve gitgide daha akıl almaz bir durum da alır. Şimdilik henüz her şey, daha yakından belirlenmesi olanaksız bir yayılma kavramının biçimsizlik ve belirsizliği içinde kalır" ve böylece "bu gazsal evren ile son derece bulanık bir kavramdan" başka bir şeye sahip bulunmayız.
Güncel bütün göksel cisimlerin kökenini, dönüş durumundaki bulutsu kütlelerde gören Kant teorisi, astronominin Kopernik'ten sonra yaptığı en büyük ilerleme oldu. [15*] Doğanın zaman içinde bir tarihi olmadığı fikri, ilk kez olarak sarsılmış bulundu. O zamana değin göksel cisimler, başlangıçtan beri her zaman aynı yörüngeler ve her zaman aynı durumlar içinde kalmış olarak kabul ediliyorlardı ve hatta çeşitli göksel cisimler üzerinde, bireysel organik varlıklar her ne denli ölüyorduysalar da, cinsler ve türler gene de değişmez sayılıyorlardı. Gerçi doğa, açıkça kesintisiz bir hareket içindeydi ama bu hareket, aynı süreçlerin değişmez yinelenmesi olarak görülüyordu. Tamamen metafizik düşünce biçimine uygun düşen bu tasarımda ilk gediği Kant açtı ve bu işi öylesine bilimsel bir biçimde yaptı ki kullandığı tanıtlamaların çoğu, bugün de geçerliktedir. Doğrusunu söylemek gerekirse Kant teorisi, günümüze değin gerçek anlamda bir varsayım olarak kaldı. Ama şimdiye değin Kopernik'in evren sistemi de bundan daha çok bir şey olmadı ve spektroskop, gökkubbe üzerinde bu akkor durumundaki gazsal kütlelerin varlığını, her türlü karşı koymayı yerlebir edecek bir biçimde tanıtladıktan sonra, Kant sistemine karşı bilimsel muhalefet susmak zorunda kaldı. Bay Dühring'in kendisi de bu bulutsu aşama olmaksızın kendi evren yapısını iyi bir sonuca götüremez, ama bu bulutsu durumda, verilmiş mekanik sistemin kendisine gösterilmesini isteyerek bunun öcünü alır ve kimse bunu yapamadığı için de bu bulutsu duruma her türlü küçümseyici sıfatı verir. Güncel bilim bu sistemi, bay Dühring'i hoşnut edecek bir biçimde, ne yazık ki belirleyemez. Başka birçok soruyu da daha çok yanıtlayamaz. Bilime: (sayfa 113) "Karakurbağalarının kuyruğu neden yok" diye sorulsa, şimdiye değin ancak: "Yitirdiler de ondan" yanıtını verebilir. İstenildiği denli öfkelenilsin ve istenildiği denli: "Böylece her şey daha yakından belirlenmesi olanaksız bir yitik kavramının biçimsizlik ve belirsizliği içinde kalıyor, her şey son derece bulanık bir kavram olarak kalıyor" densin, törebilimin (ahlakın) doğabilimine bu uygulanışları bizi bir adım bile ilerletmez. Bu türlü sevimlilikler, bu türlü hoşnutsuzluk gösterileri, her zaman ve her yerde söylenip gösterilebilir ve işte bu nedenle de her zaman ve her yerde uyumsuz düşer. Peki ama bay Dühring'in mekanik ilkel bulutsu sistemini bulmasını engelleyen kim?
Talihimiz olduğu için şimdi de Kant'in bulutsu kütlesinin "evrensel gevrenin tamamen özdeş bir durumu ile ya da maddenin kendi-kendine özdeş durumu ile tastamam örtüşmekten çok uzak olduğunu" öğreniyoruz.
Varolan göksel cisimleri bulutsu küreye kadar çıkarmakla yetinebilen ve maddenin kendi-kendine özdeş durumunu usuna bile getirmeyen Kant için ne talih! Bu arada eğer bugünkü doğa biliminde, Kant'ın gazsal küresi ilkel bulutsu olarak adlandırılıyorsa, bu sözcüğün elbette ancak göreli bir anlamda alınabileceğine dikkat edelim. Bu ilkel bulutsu, bir yandan varolan göksel cisimlerin kökeni olarak, bir yandan da maddenin şimdiye değin çıkılması olanaklı olan en eski biçimi olarak ilkel bulutsudur. Bu, maddenin ilkel bulutsudan önce sonsuz bir dizi başka biçimlerden geçmiş olmasını hiç mi hiç dıştalamaz, tersine, içerir. [16*]
Bay Dühring üstünlüğünü burada gösterir. Bilime (sayfa 114) dayanarak, bizim geçici olarak aynı derecede geçici olan ilkel bulutsuda durduğumuz yerde onun bilimler bilimi, onun çok daha yükseğe, ta "fikrin güncel anlamıyla ne salt statik olarak, ne de dinamik olarak anlaşılabilen —yani, hiç anlaşılamayan!— o evrensel çevre durumu"na değin çıkmasını sağlar.
"Bizim evrensel çevre adını verdiğimiz madde ve mekanik enerji birliği, tüm sayılabilir evrim aşamalarının önkoşulu olarak maddenin kendi-kendine özdeş durumu anlamına gelmek üzere, deyim yerindeyse aynı zamanda hem mantıksal ve hem de gerçek bir formüldür."
Maddenin kendi-kendine özdeş ilkel durumundan öyle o denli kolay kurtulamayacağımız açık. Bu durum, burada madde ve mekanik enerji birliği olarak ve bu birlik de mantıksal ve gerçek bir formül olarak vb. belirtiliyor. Öyleyse, madde ve mekanik enerji birliği ortadan kalktığı zamandır ki hareket başlıyor demektir.
Mantıksal ve gerçek formül, hegelci Kendinde (En Soi) ve Kendi-için (Pour Soi) kategorilerini, gerçek felsefesi yararına kullanma yolunda aksak bir girişimden başka bir şey değildir. Hegel'e göre Kendinde'de bir nesne, bir süreç, bir kavram içinde saklı bulunan gelişmemiş karşıtların ilkel özdeşliği vardır; Kendi-için'de, bu saklı öğelerin ayrım ve ayrılması işe karışır ve karşıtlıkları başlar. İşte bu nedenle hareketsiz ilkel durumu, madde ve mekanik enerji birliği olarak ve harekete geçişi de bunların ayrılmaları ve birbirine karşıt duruma gelmeleri olarak düşünmek zorundayız. Bundan kazandığımız şey, bu düşsel ilkel durumun gerçekliğinin kanıtı değil ama yalnızca bu düşsel durumu, hegelci Kendinde kategorisi altında ve bu durumun aynı derecede düşsel sona erişini de Kendi-için kategorisi altında kavrama olanağıdır. Yetiş, ya Hegel!
Bay Dühring, madde gerçek olan her şeyin dayanağıdır der, bundan da madde dışında mekanik enerji olamaz sonucu çıkar. Mekanik enerji ayrıca, bir madde durumudur da. Buna göre hiçbir şeyin olup bitmediği ilkel durumda madde (sayfa 115) ile onun durumu, yani mekanik enerji, aynı şeylerdi. Öyleyse daha sonra, bir şeyler olup bitmeye başladığı zaman, durumun maddeden ayrılmış olması gerek. İşte, yetinmemiz gereken —kendi-kendine özdeş durumun ne statik ne dinamik, ne denge ne de hareket halinde olduğu güvencesine bağlı— mistik söz ebeliği, bu! Evrenin bu durumunda mekanik enerjinin nerede olduğunu ve dıştan bir itiş olmaksızın, yani Tanrı olmaksızın mutlak hareketsizlikten harekete nasıl geçebileceğimizi gene de bilmiyoruz.
Bay Dühring'den önce materyalistler, madde ve hareketten söz ediyorlardı. O, hareketi, hareketin kendi sözde temel biçimine indirger gibi mekanik enerjiye indirger ve madde ile hareket arasındaki, zaten daha önceki bütün materyalistler için de karanlık olan gerçek ilişkiyi, böyle anlaşılmaz duruma getirir. Bununla birlikte sorun, yeteri kadar yalındır. Hareket, maddenin varoluş biçimidir. Hiçbir zaman, hiçbir yerde, hareketsiz madde ne olmuştur, ne de olabilir. Evren uzayında hareket, her gökselcisim üzerinde daha küçük kütlelerin mekanik hareketi, ısı, elektrik ya da manyetik akım biçiminde moleküler titreşim, kimyasal dağılma ve bileşim, organik yaşam: Evrendeki her tekil madde atomu, her belirli anda, bu hareket biçimlerinden herhangi birine ya da aynı zamanda birçoğuna birden katılır. Her hareketsizlik, her denge, yalnızca görelidir, ancak şu ya da bu belirli hareket biçimine göre bir anlamı vardır. Bir cisim, örneğin yeryüzünde mekanik denge durumunda, mekanik bakımdan hareketsiz durumda bulunabilir. Bu onun, dünyanın, tüm güneş sisteminin hareketine katılmasını hiç mi hiç engellemediği gibi, en küçük fizik parçacıklarının, onun ısısı tarafından koşullandırılan titreşimlere uğramalarını da, atomlarının kimyasal bir süreç gerçekleştirmelerini de engelleyemez. Hareketsiz madde, maddesiz hareket denli us almaz bir şeydir. Öyleyse, maddenin kendisi gibi, hareketin yaratılması ve yokedilmesi de olanaksızdır; eski felsefenin (Descartes) "dünyada varolan hareket miktarı değişmez kalır" derken dile getirdiği şey, budur. Demek ki hareket üretilemez, ancak aktarılabilir. (sayfa 116) Hareket, bir cisimden bir başka cisme aktarıldığında, kendi geçerse hareketin nedeni olmak bakımından, etkin olarak, aktarılırsa edilgin olarak değerlendirilebilir. Bu etkin harekete enerji, edilgin harekete de enerjinin belirtisi diyoruz. Öyleyse enerjinin, kendi belirtisi denli büyük olduğu açıktır, çünkü her ikisinde gerçekleşen hareket, aynı harekettir.
Böylece maddenin hareketsiz bir durumunun en boş, en gülünç fikirlerden biri, arı bir "saçma kuruntu" olduğu anlaşılır. Bu fikre varmak için, bir cismin yeryüzünde içinde bulunabileceği göreli mekanik dengeyi mutlak bir hareketsizlik olarak düşünmek ve sonra onu evrenin tümüne geçirmek gerekir. Eğer evrensel hareket yalnızca mekanik enerjiye indirgenirse, bu işin daha kolay olacağı açıktır. Ve sonra, hareketin yalnızca mekanik enerjiyle sınırlandırılması, bir enerjinin durgun, zincirlenmiş, yani bir anda etkisiz olarak düşünülebilmesi üstünlüğünü de sağlar. [17*] Eğer gerçekte bir hareketin aktarılışı, çoğu kez görüldüğü gibi, çeşitli aracıların işe karıştığı biraz karmaşık bir süreç ise, zincirin son halkasını yokederek, gerçek aktarma herhangi bir ana kadar ertelenebilir. Örneğin bir tüfeğin doldurulduğu ve tetiği çekerek boşalmanın, yani barutun ateşlenmesiyle özgür kalan hareketin aktarılmasının sağlanacağı anın geciktirilmesinde durum böyledir. Öyleyse, kendi-kendine özdeş hareketsiz durum sırasında, maddenin enerji yüklü olduğu düşünülebilir ve bay Dühring'in madde ve mekanik enerji birliğinden anladığı da, eğer bundan gerçekten bir şey anlıyorsa, her halde budur. Saçma anlayış; çünkü niteliği gereği göreli olan ve aynı anda maddenin yalnızca ve yalnızca bir bölümüne uygulanabilecek bir durumu, evrene mutlak bir durum olarak yayıyor. Hatta bunu bir yana bıraksak bile, birincisi bugün tüfekler kendi başlarına dolmadıklarına göre, dünyanın nasıl olup da doldurulduğunu ve ikincisi o zaman tetiği çekmiş (sayfa 117) bulunan parmağın kimin parmağı olduğunu bilme güçlüğü hep devam eder. Ne desek, ne etsek boş: Bay Dühring'in yönetimi altında, dönüp dolaşıp geldiğimiz yer hep... Tanrının parmağı.
Bizim gerçekçi filozofumuz, astronomiden mekaniğe ve fiziğe geçer ve mekanik ısı teorisinin, bulunmasından bir kuşak sonra, Robert Mayer'in onu yavaş yavaş getirmiş bulunduğu noktanın ötesinde dişe dokunur gelişmeler göstermemiş olmasından yakınır. Ayrıca bütün iş, hala çok karanlıktadır; "maddenin hareket durumları ile birlikte statik ilişkilerinin de verilmiş olduklarını ve bu sonuncuların mekanik iş durumunda ölçülmediklerini hep yeni baştan anımsamamız gerekir. ... Eğer daha önce doğayı büyük bir işçi olarak nitelendirmiş ve şimdi bu deyimi dar anlamı içinde almış bulunuyorsak, buna bir de kendi-kendine özdeş durumların, hareketsiz durumların ortaya mekanik iş çıkarmadıklarını eklememiz gerekir. Öyleyse statikten dinamiğe giden köprümüz gene eksik ve eğer gizli denilen ısı, şimdiye değin teorinin bir engeli olarak kalmışsa, burada da acunbilimsel (kozmolojik) uygulamalarda daha az yadsınması gereken bir eksikliğin varlığını kabul etmek zorundayız."
Bütün bu anlaşılmaz boş sözler, bir kez daha hareketi mutlak hareketsizlikten çıkartarak, kötü bir işe fena halde bulaştığını sezen, ama gene de tek kurtarıcıya, göğün ve yerin yaratıcısına başvurmaya utanan sıkıntılı bir vicdanın içini dökmesinden başka bir şey değildir. Eğer ısı mekaniği dahil, mekanikte bile statikten dinamiğe, dengeden harekete giden köprüyü bulmak olanaksızsa, bay Dühring'e kendi hareketsizlik durumundan harekete giden köprüyü bulma zorunluluğu ne hakla yüklenecek? İşte işin içinden tereyağından kıl çeker gibi böyle sıyrılınır.
Bayağı mekanikte statikten dinamiğe giden köprü... dıştan itiştir. Bin kentallik bir taş, on metre yüksekliğe kaldırılıp da, orada kendi-kendine özdeş bir durum içinde kalacak biçimde serbest bir konumda asıldığı zaman, bu cismin şimdiki konumunun mekanik bir iş temsil etmediğini ya da bu (sayfa 118) konum ile daha önceki konum arasındaki ayrımın mekanik iş biçiminde ölçülmediğini ileri sürebilmek için, bir süt çocukları topluluğuna yönelmek gerekir. Sokaktan ilk geçen adam, taşın kendi başına gidip yukarıya ipin ucuna asılmadığını bay Dühring'e kolayca anlatacak ve eline ilk geçecek mekanik elkitabı, eğer taşı oradan düşürürse, taşın düşerken, onu on metreye çıkarmak için ne denli mekanik iş gerekmişse o denli mekanik iş yapacağını kendisine söyleyebilecektir. Hatta yukarıya asılmış bulunan taşın mekanik bir iş temsil ettiğinden daha yalın bir gerçek yoktur, çünkü eğer yeterince uzun bir süre asılı kalırsa, kimyasal dağılma sonucu, artık taşı taşımak için yeteri kadar sağlam olmaktan çıktığı an, ip kopar. Demek ki bütün mekanik süreçler, bay Dühring'in diliyle söylemek gerekirse, bunun gibi yalın temel biçimlere indirgenebilirler ve yeterli bir itişe sahip olduğu halde, statikten dinamiğe giden köprüyü bulmakta yeteneksiz kalacak bir mühendis de henüz anasından doğmamıştır.
Gerçi hareketin kendi ölçüsünü karşıtında, dinginlikte bulması gerektiği, metafizikçimiz için çok sert bir ceviz, çok acı bir haptır. Bu bangır bangır bağıran bir çelişkidir ve bay Dühring'e göre her çelişki, saçmadır. [18*] Bununla birlikte asılı taşın, ağırlığı ve topraktan uzaklığı ile tam olarak ölçülebilir[19*] ve istendiği gibi —örneğin doğrudan doğruya düşme, eğik planda kayma ya da çıkrık hareketi biçiminde— kullanılabilir belirli bir mekanik hareket miktarını[20*] temsil ettiği bir gerçektir ve doldurulmuş tüfek konusunda da durum aynıdır. Diyalektik anlayış bakımından hareketi kendi karşıtında, dinginlikte dışavurma olanağı, hiçbir güçlük göstermez. Onun için bütün bu karşıtlık, görmüş bulunduğumuz (sayfa 119) gibi, ancak görelidir; mutlak dinginlik, koşulsuz denge yoktur. Tekil hareket dengeye yönelir, toplu hareket dengeyi yeniden bozar. Bundan ötürü, dinginlik ve denge karşılaştıkları yerde, sınırlı bir hareketin sonucudurlar ve bu hareketin kendi sonucu aracıyla ölçülebileceği, kendi sonucunda dışavurulabileceği ve ondan hareket ederek şu ya da bu biçim altında eski durumuna gelebileceği, kendiliğinden anlaşılır. Ama bay Dühring, sorunun bu denli yalın bir düşünülüşüyle yetinemez. Tam bir metafizikci olarak, önce hareket ile denge arasında gerçeklikte varolmayan uçsuz bucaksız bir uçurum açmakla başlar ve sonra da en hurda ayrıntısına değin kendisinin imal ettiği bu uçurumu geçmek için köprü bulamamakla şaşkınlığa düşer. O, pekala metafizik merakının sırtına da binebilir ve Kant'ın "Kendinde-şey"inin ardına da düşebilirdi; çünkü eninde sonunda, bu bulunmaz köprünün ardında saklanan şey, başka hiçbir şey değil, yalnızca odur [Kant'ın "Kendinde-şey"i].
Ama mekanik ısı teorisi ve bu teorinin bir "engeli" olarak kalan soğurulmuş ya da "gizli" ısı üzerine ne düşünmeli?
Eğer ısıyla, donma noktası sıcaklığında ve normal hava basıncı altındaki yarım kilo buz aynı sıcaklıkta yarım kilo su haline dönüştürülürse, aynı yarım kilo suyu 0 santigrad dereceden 79,4 santigrad dereceye değin ya da 79.4 yarım kilo suyu bir derece ısıtmaya yetecek miktarda bir ısı kaybolur. Eğer bu yarım kilo su, kaynama noktasına, yani 100º'ye değin ısıtılır ve o zaman 100º'deki buhar haline dönüştürülürse, son su damlaları da buhar haline dönüşünceye değin, hemen hemen yedi kat daha büyük, 537,2 yarım kilo suyun sıcaklığını bir derece yükseltmek için yeterli bir miktarda ısı kaybolur. [21*] Bu kaybolan ısıya, gizli ısı denir. Eğer soğutmayla, buhar yeni baştan su ve su da buz durumuna dönüştürülürse, daha önce soğurulmuş olan aynı ısı miktan bu kez özgür bir duruma, yani ısı olarak duyulur ve ölçülür bir duruma gelir. Buharın, bir kez 100º' ye kadar soğutulduktan (sayfa 120) sonra, su durumuna ancak yavaş yavaş dönüşmesinin ve donma derecesi sıcaklığındaki bir su kütlesinin buz durumuna ancak çok yavaş dönüşmesinin nedeni, işte buharın su durumuna ya da suyun buz durumuna geçmesi sırasındaki bu ısı özgürleşmesidir. Olgular, bunlar. Öyleyse, sorun şu: Isı, gizli olduğu zaman ne oluyor?
Isının, fiziksel olarak etkin cisimlerin en küçük parçacıklarının (moleküller), sıcaklık ve topaklanma durumuna göre az ya da çok geniş —ve bazı koşullarda hareketin bambaşka bir biçimi durumuna dönmeye yetenekli— bir titreşimine dayandığını ileri süren mekanik ısı teorisi, sorunu, kaybolan ısının bir iş gördüğünü, iş durumuna dönüştüğünü söyleyerek açıklar. Buzun erimesinde, çeşitli moleküllerin kendi aralarındaki dar ve sıkı yapışıklık ortadan kalkmış ve gevşek yanyana konulmuş durumuna dönüşmüş bulunur; kaynama noktasında suyun buharlaşmasında, ortaya çeşitli moleküllerin birbiri üzerinde hiçbir önemli etkide bulunmadığı ve hatta ısının etkisi altında her yönde dağıldığı bir durum çıkar. Ne var ki bir cismin çeşitli moleküllerinin, gazsal durumda sıvı durumdan ve aynı şekilde sıvı durumda da katı durumdan çok daha büyük bir enerji ile bezendikleri açıktır. Öyleyse soğurulmuş ısı kaybolmamıştır; yalnızca dönüşmüş ve moleküller genleşirlik (expansibilité) biçimini almıştır. [22*] Çeşitli moleküllerin birbirine karşı bu mutlak ya da göreli özgürlüğü gösterebildikleri koşullar ortadan kalkar kalkmaz, yani sıcaklık ya 100º ya da 0º asgarisinin altına düşer düşmez, bu genleşme gücü gevşer ve moleküller, daha önce onları birbirinden ayırmış bulunan aynı güçle, birbirleriyle yeniden sıkışırlar; ama eğer bu güç kayboluyorsa, bu, yalnızca yeni baştan ısı olarak ve tastamam daha önce soğurulmuş olan niceliğe eşit bir ısı niceliği ile oraya çıkmak içindir. Bu (sayfa 121) açıklama, şimdiye değin kimsenin bir molekül, hele hele titreşim durumunda bir molekül görmemiş olması nedeniyle, bütün mekanik ısı teorisi gibi, elbette bir varsayımdır. Bu nedenle, henüz çok genç olan teorinin kendisi gibi, elbette eksikliklerle doludur; ama hiç olmazsa, hareketin ne yok edildiği ne de yaratıldığı gerçeğiyle hiçbir biçimde çatışmaya girmeksizin, işlerin nasıl olup bittiğini açıklar; hatta ısının dönüşümü sırasında nereye geçtiğini de tam olarak gösterebilir. [23*] Demek ki gizli ya da soğurulmuş ısı, hiçbir durumda mekanik ısı teorisinin bir engeli değildir. Tersine bu teori, ilk kez olarak olayın ussal bir açıklamasını verir ve eğer bir engel çıksaydı bu engel, olsa olsa fizikçilerin moleküler enerjinin bir başka biçime dönüşmüş bulunan ısıyı, zaman aşımına uğramış ve artık uygun bir deyim olmaktan çıkmış "gizli" deyimiyle adlandırmaya devam etmeleri olurdu.
Kendi-kendilerine özdeş durumlar ile katı, sıvı ve gazsal topaklanma (agrégation) durumlarının dinginlik konumları, öyleyse, mekanik işin ısı ölçüsü olduğu kadarıyla, mekanik işi temsil ederler. Yeryüzünün katı kabuğu tıpkı okyanusun suyu gibi, bugünkü topaklanma durumunda kendisine doğal olarak belirli bir mekanik işin karşılık düştüğü tamamen belirli bir serbest ısı miktarını temsil eder. Dünyanın kendisinden çıktığı gazsal küre, önce sıvı topaklanma durumuna, sonra da çok büyük bir bölümü bakımından katı duruma geçtiği zaman, belirli bir moleküler enerji miktarı ısı olarak uzaya yayılmıştır. Öyleyse bay Dühring'in kulağımıza gizemli bir biçimde fısıldadığı güçlük yoktur ve biz, evrenle ilgili uygulamalarda —bilgi edinme araçlarımızın yetersizliğinden doğan— eksiklikler ve boşIuklarla gerçi karşılaşabiliriz ama teori bakımından aşılmaz engellerle hiçbir yerde karşılaşmayız. Statikten dinamiğe giden köprü, burada da dıştan gelen (sayfa 122) itiştir — denge durumundaki nesne üzerinde etkili olan başka cisimlerin neden olduğu soğuma ya da ısıtma. Bay Dühring'in bu doğa felsefesinde ne denli ilerlersek, hareketi hareketsizlikle açıklama ya da tamamen statik, dinginlik durumunda olan şeyin, sayesinde kendiliğinden dinamik duruma, harekete geçebildiği köprüyü bulma yolundaki bütün girişimler o denli olanaksız görünür.
İşte kendi-kendine özdeş ilkel durumdan bir zaman için böylece kurtulmuş bulunuyoruz. Bay Dühring kimyaya geçer ve bu vesileyle bize doğanın, gerçek felsefesi tarafından elde edilmiş bulunan üç sürerlik yasasını, yani: 1. evrensel madde miktarının, 2. yalın (kimyasal) öğelerin miktarının ve 3. mekanik güç miktarının değişmez olduklarını açıklar.
Böylece, bay Dühring'in inorganik dünyanın özlüğü felsefesinin vargısı olarak bize sunabilecek durumda bulunduğu gerçekten olumlu tek sonuç, maddenin —eğer varsa yalın öğeleri ile birlikte— ve hareketin yaratılma ve yokedilme olanaksızlığı, yani herkes tarafından bilinen, ayrıca burada çok yetersiz bir biçimde dile getirilmiş bulunan bu eski gerçektir. Bunlar, uzun süreden beri bildiğimiz şeyler. [24*] Ama bilmediğimiz şey, bunların "sürerlik yasaları" ve bu nitelikle de "şeyler sisteminin şematik özellikleri" olduklarıdır. Yukarıda Kant konusunda olan öykünün tıpkısı: Bay Dühring, herkesçe bilinen incir çekirdeğini doldurmaz bir şey alıyor, ona bir " Dühring" etiketi yapıştırıyor ve buna da "tepeden (sayfa 123) tırnağa özgün sonuç ve görüşler ... sistem doğurucu fikirler ... köktenci bir derinlikteki bilim" adını veriyor.
Bununla birlikte burada, henüz umutsuzluğa kapılacak bir şey yok. En köklü bir biçimde derin bilim ile en iyi toplumsal kurumun gösterdiği eksiklikler ne olursa olsun, bay Dühring'in kesinlikle öne sürebileceği bir şey var:
"Evrende varolan altının her zaman aynı miktarda olması gerekir ve bu miktar evrensel maddeden daha çok artmış ya da eksilmiş olamaz."
Yalnız bu "varolan altın" ile neyi ödeyebileceğimizi bay Dühring ne yazık ki söylemiyor. [25*] (sayfa 124)
YEDİNCİ BÖLÜM
DOĞA FELSEFESİ
ORGANİK DÜNYA
"Basınç ve itiş mekaniğinden duyu ve düşüncelerin birleşmesine değin, araya katılan işIemlerin türdeş ve tek bir ıskalası uzanır."
Bu olumlama, dünyanın evrimini kendi-kendine özdeş duruma değin çıkarak izlemiş bulunan ve kendini öteki göksel cisimler üzerinde öylesine rahat duyan bir düşünür karşısında, istenen her şeyi bilmesi kendiğinden beklenebilmesine karşın bay Dühring'i, yaşamın kökeni üzerine daha çok söz etmekten kurtarıyor. Ne var ki, bu olumlama, Hegel'in daha önce anıştırmada bulunmuş olduğumuz ölçü ilişkileri düğüm çizgisi ile tamamlanmadığı sürece, ancak yarı yarıya doğrudur. Ne denli ilerleyici olursa olsun, bir hareket biçiminden bir başka hareket biçimine geçiş, her zaman bir sıçrama, her zaman kesin bir dönemeç olarak kalır. Göksel cisimler mekaniğinde, tek başına alınmış bir göksel cisim üzerindeki daha (sayfa 125) küçük yığınlar mekaniğine geçiş böyledir; yığınlar mekaniğinden ısı, ışık, elektrik, miknatıslık gibi asıl fizikte incelediğimiz hareketleri kapsayan moleküller mekaniğine geçiş de böyledir; moleküller fiziğinden atomlar fiziğine —kimyaya— geçiş de kesin bir sıçrama ile gerçekleşir ve bayağı kimyasal etkiden yaşam adını verdiğimiz albümin kimyacılığına geçiş konusunda bu, daha da böyledir. Yaşam küresi içinde sıçramalar gitgide daha seyrek ve gitgide daha farkedilmez bir durum alır. [26*] — Öyleyse bay Dübring'i düzeltme zorunda olan kişi, gene Hegel'den başkası değil.
Organik dünyaya kavramsal geçiş, bay Dühring'e ereklik (finalité) kavramı tarafından sağlanır. Bu da Mantık'ta —kavram öğretisi—, kimyasal dünyadan yaşama teleoloji ya da ereklik öğretisi aracıyla geçen Hegel'den alınmıştır. Nereye gözatarsak atalım, bay Dühring'de kendi öz köktenci derinlik bilimi hesabına en küçük bir sıkılma duymadan verdiği Hegel'in bir "kabalığı" ile karşılaşıyoruz. Erek ve araç fikirlerinin organik dünyaya uygulanmasının, burada ne ölçüde doğru ve yerinde bulunduğunu araştırmak çok uzağa sürüklenmek olur. Her halde Hegel'in "iç erek" fikrinin, yani doğaya güdekle (maksatla), örneğin Tanrı bilgeliği ile hareket eden bir dış güç tarafından sokulmayan ama şeyin kendi zorunluluğu içinde bulunan bir ereğin uygulanması, tam bir felsefi kültürü bulunmayan kişilerde sürekli olarak bilinçli ve güdekli bir eylemi hafife almaya yolaçar. Bir başkasındaki, en küçük "tinci" ("spiritistic") atılışın ahlaksal bir öfke uçurumuna attığı aynı bay Dühring, "içgüdü izlenimlerinin ... en başta işleyişIerine bağlı bulunan doyum bakımından meydana getirilmiş olduklarına kesinlikle" güvence verir. Bize zavallı doğanın, "ondan genellikle itiraf edilenden daha çok incelik isteyen" bir işi daha olduğunu hesaba katmaksızın, "nesnel dünyayı durmadan düzene sokma zorunda olduğunu" anlatır. Ama doğa şunu ya da bunu neden yarattığını bilmekle yetinmez her işe bakan hizmetçinin işlerini (sayfa 126) yapmakla yetinmez, bilinçli öznel düşüncedeki yetkinliğin daha şimdiden iyi bir derecesi olan inceliğe sahip bulunmakla yetinmez: Onun bir de istenci vardır; çünkü içgüdülere besinlerin özümlenmesi, dölverme vb. gerçek doğa koşullarını ikincil olarak yerine getirme hakkını vermek, "bizim tarafımızdan doğrudan doğruya değil ama yalnızca dolaylı bir biçimde istenmiş olarak düşünülmelidir". Böylece, işte bilinçli olarak hareket eden ve düşünen bir doğaya geldik, daha şimdiden, statikten dinamiğe değilse de hiç olmazsa kamutanrıcılıktan yaradancılığa[27*] götüren köprünün üzerinde bulunuyoruz. Yoksa bir kez için "doğa felsefesinde biraz yarı-şiir" söylemek bay Dühring'in hoşuna mı giderdi?
Olanaksız. Bizim gerçekçi filozofumuzun organik doğa üzerine söylemesini bildiği her şey, doğa felsefesinin bu yarı-şiirine karşı, "yüzeysel saçmalıkları ve deyim yerindeyse bilimsel yutturmacılıkları ile birlikte şarlatanlığa" karşı, darvinciliğin "kurgu (fiction) eğilimi"ne karşı savaşıma indirgenir.
Darwin'e yöneltilen en önemli eleştiri, Malthus'un nüfus teorisini iktisattan doğa bilimine aktarmak, hayvan yetiştiricisi fikirlerinin tutsağı kalmak, yaşama savaşımı ile bilimdışı yarı-şiir söylemektir; tüm darvincilik, Lamarck'tan alınan öğeler çıkarıldıktan sonra, yabanılın insanlığa karşı yöneltilmiş bir yüceltilmesinden başka bir şey değildir.
Darwin bilimsel gezilerden bitki ve hayvan türlerinin değişmez değil, değişir oldukları fikrini getirmişti. Ülkesinde bu fikri izlemeye devam etmek için hayvan ve bitki yetiştirme alanından daha iyisi yoktu. İngiltere, hayvan ve bitki yetiştirme alanının klasik toprağıdır; öteki ülkelerin, örneğin Almanya'nın elde ettiği sonuçlar, İngiltere'de bu bakımdan ulaşılmış olan sonuçlar üzerine bir fikir vermekten çok uzaktır. Öte yandan, başarıların çoğu son yüzyıl içinde gerçekleşmiştir, öyleki olguların saptanması pek güçlük göstermez. (sayfa 127) Darwin, bu yetiştirmenin aynı türden hayvanlar ve bitkiler arasında, yapay olarak, herkes tarafından farklı kabul edilen türler arasında görülenden daha büyük farklar meydana getirdiğini buldu. Böylece bir yandan türlerin belirli bir dereceye değin değişkenliği, öte yandan da farklı özgül niteliklere sahip organizmalar için ortak atalar olanağı tanıtlanmış bulunuyordu. O zaman Darwin doğada, yetiştiricinin bilinçli niyeti olmaksızın, uzun sürede canlı organizmalar üzerinde yapay yetiştirmeninkine benzer dönüşümler meydana getiren nedenlerin bulunup bulunmadığını araştırdı. Bu nedenleri, doğa tarafından yaratılan tohumların çok büyük sayısı ile olgunluğa gerçekten erişen organizmaların küçük sayısı arsındaki oransızlıkta buldu. Ama her tohum gelişmeye yöneldiğinden, bundan zorunlu olarak, yalnızca dövüşmek ve yemek gibi dolaysız, fizik eylem olarak değil ama hatta bitkilerde bile yer ve ışık için savaşım olarak, bir yaşama savaşımı çıkar. Ve bu savaşımda olgunluğa ulaşma ve çoğalma şansına en çok sahip bulunan bireylerin, ne denli önemsiz olursa olsun ama yaşama savaşımında üstünlük sağlayan bir bireysel özelliğe sahip bireyler oldukları da açıktır. [28*] Bu bireysel özellikler, daha sonra kalıtımla geçme ve eğer aynı türden birçok bireyde kendilerini gösteriyorlarsa, birikmiş kalıtım aracıyla bir kez tutmuş bulundukları yönde güçlenme eğilimi gösterirler; oysa bu özelliklere sahip bulunmayan bireyler, yaşama savaşımında daha kolay yenilir ve yavaş yavaş ortadan kalkarlar. Bir tür doğal seçme ile, en elverişlilerin yaşaması ile, işte bu biçimde dönüşür.
Bu darvinci teoriye karşı bay Dühring, yaşama savaşımı fikrinin kökenini, Darwin'in de itiraf etmiş olduğu gibi nüfus teorisyeni, iktisatçı Malthus'un fikirlerinin bir genelleştirilmesinde aramak gerektiğini ve bunun sonucu bu teorinin, Malthus'un nüfus çokluğu üzerindeki papazca görüşlerine özgü bütün kusurlarla sakatlanmış olduğunu söyler. (sayfa 128) — Gerçekte, yaşama savaşımı fikrinin kökenini Malthus'da aramak gerektiğini söylemek, Darwin'in aklına bile gelmez. O yalnızca, kendi yaşama savaşımı teorisinin, hayvan ve bitki dünyasının tümüne uygulanmış Malthus teorisi olduğunu söyler. Malthus teorisini, ona daha yakından bakmaksızın, kendi bönlüğü içinde kabul etmekle Darwin'in göstermiş bulunduğu düşüncesizlik ne denli büyük olursa olsun, gene de herkes, doğadaki yaşama savaşımını —doğanın savurganlıkla ürettiği tohumların sayısız niceliği ile sonunda olgunluğa varabilen tohumların son derece küçük sayısı arasındaki çelişkiyi; gerçekte, büyük bölümü bakımından bazan son derece kıyıcı bir yaşama savaşımı içinde gözülen çelişkiyi— ayırdetmek için, Malthus'un gözlüğüne gereksinme olmadığını daha ilk bakışta görür. Ve ücret yasası, Ricardo'nun bu yasayı dayandırdığı maltusçu kanıtların unutulmasından sonra nasıl uzun süre değerini koruduysa, yaşama savaşımı da, hatta en küçük maltusçu yorum olmaksızın, doğada tıpkı öyle varolabilir. Ayrıca doğa organizmalarında, deyim yerindeyse irdelenmemiş ama saptanması türlerin evrimi bakımından büyük bir önem taşıyacak kendi nüfus yasaları vardır. [29*] Ve bu yöndeki kesin atılımı kim yaptı? Darwin'den başka kimse.
Bay Dühring sorunun bu olumlu yönüne yanaşmaktan iyice kaçınır. Bunun yerine, yaşama savaşımının durmadan ısıtılıp ısıtılıip önümüze konması gerekir. Bilinçten yoksun otlarla barışçıl otoburlar arasında bir yaşama savaşımı, der, a priori sözkonusu olamaz.
"Yaşama savaşımı, belgin ve belirli anlamda, hayvanlar bir kurbanı yırtıp parçalayarak beslendikleri ölçüde, ancak yabanıl dünyada görülür."
Ve yaşama savaşımı bir kez bu dar sınırlara indirgendikten sonra bay Dühring gene kendisi tarafından hayvanlıkla sınırlandırılmış bu kavramın hayvanlığına karşı ağzına (sayfa 129) geleni söyleyebilir. Ama bu ahlaksal öfkenin tek hedefi, bay Dühring'in ta kendisidir, çünkü bu biçimde kısıtlanmış yaşama savaşımının tek yaratıcısı, dolayısıyla da tek sorumlusu, odur. Öyleyse, "tüm doğa eyleminin yasalarını ve kavranışını hayvanlar dünyasında arayan" Darwin değildir —Darwin tüm organik doğayı savaşım içinde toplamamış mıydı?— ama bay Dühring'in kendi imalatından düşsel bir umacıdır. Ayrıca, "yaşama savaşımı" adı, bay Dühring'in ultramoral öfkesine seve seve bırakılabilir. [30*] Şeyin bitkiler arasında da varolduğunu ise her otlak, her buğday tarlası, her orman ona tanıtlayabilir ve önemli olan ad değildir, önemli olan bunun "yaşama savaşımı" olarak mı, yoksa "varlık koşulları ve mekanik etkilerin yokluğu" olarak mı adlandırması gerektiğini bilmek değildir, önemli olan şudur: Bu olgu, türlerin korunması ya da değişmesi üzerinde nasıl etkili olur? Bu nokta üzerinde bay Dühring, dikkafalıca kendi-kendine özdeş bir susku içinde kalmakta devam eder. Öyleyse şimdilik doğal seçme ile yetinmek gerekecek.
Ama darvincilik, "dönüşümlerini ve farklılaştırmalarını hiçlikten üretir". Gerçi doğal seçmeyi incelediği yerde Darwin, çeşitli bireylerde değişikliklere yolaçmış bulunan nedenleri bir yana bırakır ve önce bu bireysel sapaklıkların (anomalilerin), yavaş yavaş bir soyun, bir çeşit ya da bir türün ayırdedici özellikleri durumuna gelme biçimini inceler. Darwin için en başta önemli olan, şimdiye değin ya hiç bilinmeyen ya da yalnızca çok genel bir biçimde gösterilebilen bu nedenleri bulmaktan çok, bu nedenlerin sonuçlarının içinde saptandığı, sürekli bir anlam kazandığı ussal bir biçim bulmaktır. Darwin'in bunu yaparken, bulgusuna ölçüsüz bir etki alanı tanıması, bunu türlerin değişmesinin tek nedeni (sayfa 130) durumuna getirmesi ve yinelenen bireysel değişikliklerin içinde genelleştikleri biçimi gözönünde tuta tuta, bu değişikliklerin nedenlerini savsaklamış olmasına gelince bu, onun gerçek bir ilerleme yapan kimselerin çoğu ile ortaklaşa sahip olduğu bir kusurdur. Üstelik eğer Darwin, kendi bireysel dönüşümlerini bu işte yalnızca "hayvan yetiştiricinin bilgeliği"ni kullanarak, hiçlikten başlayarak üretiyorsa, hayvan yetiştiricinin yalnızca kendi kafasında değil ama gerçeklikte bulunan kendi hayvan ve bitki biçimleri dönüşümlerinin de hiçlikten başlayarak meydana gelmiş olması gerekir. Ama bu dönüşüm ve farklılaştırmaların asıl kökeni üzerindeki araştırmalara atılım veren kişi, gene de Darwin'den başka kimse değildir.
Kısa bir süre önce, özellikle Haeckel sayesinde, doğal seçme fikri genişletilmiş ve türlerin değişimi de, uyma (adaptation) sürecin değişen, kalıtım (hérédité) koruyan yönü olarak düşünülmek üzere, uyma ve kalıtımın karşılıklı etkileri sonucu olarak tasarlanmıştı. Ama bu da bay Dühring'in hoşuna gitmez.
"Doğa tarafından sunulan ya da esirgenen yaşama koşullarına asıl uyma, fikirlere göre belirlenen içgüdü ve eylemleri öngerektirir. Yoksa, uyma bir görünüş olarak kalır ve o zaman işe karışan nedensellik, fizik dünya, kimyasal dünya ya da bitki fizyolojisi aşağı derecelerinin üstüne çıkmaz."
İşte bay Dühring'i kızdıran gene ad. Ama sürece verdiği ad ne olursa olsun, önemli olan bu süreçlerin organizma türlerinde değişikliklere yolaçıp açmadıklarını bilmektir. Ve gene bay Dühring yanıt vermez.
"Eğer bir bitki büyümesinde, en çok ışık aldığı yönü tutuyorsa, bu uyarı etkisi, fiziksel güçlerle kimyasal etkenlerin bir bağdaşımından başka bir şey değildir ve eğer burada, eğretileme yoluyla değil ama gerçek anlamda bir uymadan sözedilmek istenirse bu, kavramlar içine zorunlu olarak tinci (spiritistic) bir karışıklık sokmak olur.
Doğanın hangi istek etkisiyle şunu ya da bunu yaptığını tastamam bilen, doğanın inceliğinden hatta istencinden (sayfa 131) sözeden adamın, başkası karşısındaki sertliği işte böyle! Gerçekten tinci bir karışıklık, — ama kimde? Haeckel'de mi, yoksa bay Dühring'de mi?
Ve yalnızca tinci değil, aynı zamanda mantıksal karışıklık. Doğada erek kavramını üste çıkarmak için bay Dühring'in bütün gücüyle direndiğini gördük: "Araç ve erek ilişkisi, hiçbir zaman bilinçli bir güdek öngerektirmez." Oysa kendisine karşı o denli öfkelendiği o bilinçli güdek olmaksızın, tasarımlar aracılığı olmaksızın uyma, bir ereğe yönelen bu aynı bilinçsiz eylemden başka nedir?
Demek ki eğer benekli elmalar ve yaprak yiyen böcekler yeşil, göl hayvanlan kum-sarısı ve kutup hayvanları çoğunlukla kar gibi beyazsalar, kuşkusuz bu renkleri bile-isteye ya da bazı tasarılara göre almamışlardır; tersine, bu renkler ancak fiziksel güçler ve kimyasal etkenlerle açıklanabilirler. Ve bununla birlikte, bu renkler aracıyla onları düşmanları için çok daha az görünür kılacak biçimde, içinde yaşadıkları ortama uymuş bulunan bu hayvanların bir ereğe bağlı oldukları da yadsınamaz. Aynı biçimde, bazı bitkilerin üzerlerine konan böcekleri yakalayıp yoğalttıkları organlar bu işe uydurulmuşlar, hem de sistematik olarak uydurulmuşlardır. Eğer şimdi bay Dühring, uymanın zorunlu olarak tasarımların sonucu olması gerektiğini savunmakta direnirse, bir ereğe yönelen eylemin tasarımlar aracılığıyla yapılması, bilinçli, güdekli olması gerektiğini bir başka biçimde söylemiş olmaktan başka bir şey yapmaz. Bu da bizi, bir kez daha, gerçekçi felsefede adet olduğu üzre, erekliğe düşkün yaratıcıya, Tanrıya götürür.
"Vaktiyle böyle bir yola yaradancılık denir ve pek öyle bir değer verilmezdi [der bay Dühring]. Ama şimdi, bu bakımdan da tersine gidilmiş gibi görünüyor."
Uymadan kalıtıma geçiyoruz. Bay Dühring'e göre darvincilik, buradada büsbütün yanlış yolda. Tüm organik dünya sözde Darwin'in savına göre ilkel bir varlıktan gelir, deyim yerindeyse tek bir varlığın soyudur. Sözde ona göre, doğanın aynı türden ürünlerinin, döl-döş aracılığı olmaksızın, bağımsız (sayfa 132) birlikte-yaşamaları kesinlikle sözkonusu değildir ve bu nedenle, gerilek görüşleriyle birlikte, üreme ya da herhangi bir başka çoğalma zincirinin parmakları arasında koptuğu yerde, hemen sıfırı tüketecektir.
Darwin'in bugünkü organizmaların hepsini tek bir ilk varlıktan çıkardığı olumlaması, kibarca söylemek gerekirse, bay Dühring'in "özgür bir yaratı ve kuruntusu"dur. Darwin, Türlerin Kökeni'nin 6. baskısı, sondan bir önceki sayfasında, "Bütün organizmaları özel yaratıklar olarak değil de yaşamış birkaç canlının doğrudan doğruya dölleri olarak"[31*] düşündüğünü açıkça söyler.
Ve Haeckel daha da ileri gider ve "bitkiler dünyası için tamamen bağımsız bir soy-başı, hayvanlar alemi için bir başka soy-başı, [ve bu ikisi arasında], herbiri hayvanla bitki arası özel bir tek hücreli yaratık tipinden başlayarak tamamen bağımsız bir biçimde gelişmiş bulunan belirli sayıda bir yalıtık tekhücreliler soy-başı"[32*] kabul eder.
Bu ilk varlık bay Dühring tarafından, yalnızca onu ilk Yahudi Adem ile karşılaştırma aracıyla gözden düşürmek için türetilmiştir; ama başına —bay Dühring'in başına demek istiyorum—, Smith'in Asurlular üzerindeki bulgularının, bu ilk Yahudide ilk Saminin krizalitini gösterdiğini; Kutsal Kitaptaki tüm yaratış ve tufan öyküsünün, eski paganizmin, Yahudilerin Babilliler, Kaldeliler ve Asurlular ile birlikte ortaklaşa sahip bulundukları dinsel söylenceler kolunun bir parçası olarak ortaya çıktığını bilmemek gibi bir mutsuzluk gelir.
Soysop zinciri parmakları arasında kopar kopmaz sıfırı tükettiğini söylemek, kuşkusuz, Darwin'e ağır ama çürütülemez bir eleştiride bulunmaktır. Ne yazık ki doğa bilimimizin tümü, bu eleştiriye layıktır. Soysop zincirinin elleri arasında koptuğu yerde, doğa bilimi "sıfırı tüketmiş" demektir. (sayfa 133) Doğa-bilimi şimdiye değin, soysop zinciri olmadan organik varlıklar meydana getirmesini beceremedi; hatta kimyasal öğelerden yola çıkarak yalın protoplazma ya da öbür albüminli cisimleri bile yapamadı. Yaşamın kökeni üzerine, şimdiye değin kesinlikle ancak bir şeyi: Onun mutlak olarak kimyasal yoldan meydana gelmiş olduğu söyleyebildi. Ama doğanın kendi aralarında soysop ile bağlı olmayan, özerklik durumunda yanyana konmuş ürünlerine sahip bulunduğuna göre, belki gerçek felsefesi burada yardımımıza gelecek durumdadır. Bu ürünler nasıl doğabildi? Kendiliğinden üreme ile mi? Ama şimdiye değin, kendiliğinden üremenin en gözüpek savunucuları bile, bu yoldan böceklerin, balıkların, kuşların ya da memelilerin değil, ancak bakterilerin, mantar tohumlarının ve öteki çok ilkel organizmaların meydana geldiklerini ileri sürmüşlerdir. Öyleyse, eğer bu aynı türden doğa ürünleri —elbette burada yalnızca kendilerinin sözkonusu olduğu organik ürünler—, kendileri arasında soysop ile birbirlerine bağlı değilseler, kendilerinin ya da atalarından herbirinin, "soysop zincirinin koptuğu" yerde, dünyaya özel bir yaratma eylemi aracıyla getirilmiş olmaları gerekir. İşte gene yaratıcıya ve yaradancılık denilen şeye dönmüş bulunuyoruz.
Ayrıca bay Dühring, "özgülüklerin (propriété) cinsel bağdaşımı yalın eylemini, bu özgülüklerin oluşumunun temel ilkesi" durumuna getiren Darwin'in çok yüzeysel bir duruma düştüğünü ileri sürer. İşte bizim derin filozofumuzun yeni bir özgür yaratı ve kuruntusu daha. Tersine Darwin, kesin olarak şöyle der: Doğal seçme deyimi yalnızca değişikliklerin korunmasını içerir, meydana getirilmesini içermez (s. 63). Ama Darwin'e hiçbir zaman söylemediği şeyleri söyletmek yolunda bu yeni girişim, daha sonra gelen fikirlerin tüm dühringasa derinliğini kavramamıza yardım eder:
"Eğer üremenin iç şematizminde herhangi bir bağımsız dönüşüm ilkesi aranmış olsaydı, bu fikir büsbütün ussal olurdu; çünkü evrensel oluşum ilkesi ile cinsel dölverme ilkesini bir araya getirmek ve kendiliğinden denilen üremeyi, (sayfa 134) üremenin mutlak karşıtı olarak değil, ama bal gibi bir üretim olarak daha yüksek bir görüşle dikkate almak doğal bir fikirdir."
Ve bu saçmasapan ve anlaşılmaz sözleri kaleme alabilen adam, Hegel'in "jargon"una dil uzatmaktan sıkılmaz!
Ama bay Dübring'in doğa biliminin Darwin teorisinin atılımına borçlu olduğu büyük gelişmesi karşısında duyduğu cansıkıntısını yatıştırmaya yarayan suçlamalar ile tatsız ve çelişik mızıkçılıklar artık yeter. Ne Darwin, ne de onun bilginler arasındaki yandaşları, Lamarck'ın büyük başarılarını herhangi bir biçimde küçümsemeyi düşünürler; bu başarıları ilk övenler, onlar olmuştur. Ama Lamarck zamanında bilimin, türlerin kökeni sorununa hemen hemen kehanet niteliğindeki öncelemelerden başka bir yanıt verebilmek için yeterli gerece sahip olmaktan uzak bulunduğunu da gözden yitirmemek gerekir. O zamandan beri betimli ve anatomik botanik ve zooloji alanında birikmiş engin gereç bir yana, Lamarck'tan sonra burada büyük bir önemi olan yepyeni iki bilimin ortaya çıktığı görüldü: Bitki ve hayvan tohumlarının gelişmesinin incelenmesi (embriyoloji) ile yerkabuğunun çeşitli katmanları içinde kalmiş organik kalıntıların incelenmesi (paleontoloji). Gerçekten, organik tohumları yetişkin organizmalar durumuna dönüştüren kerteli gelişme ile dünya tarihinde birbiri arkasına gelen bitkiler ve hayvanlar sırası arasında şaşılacak bir uygunluk bulunur. Ve evrim teorisine en güvenilir temeli veren de, işte bu uygunluğun ta kendisidir. Ama evrim teorisinin kendisi henüz çok gençtir ve gelecekteki araştırmaların, türlerin evrimi üzerindeki bugünkü fikirleri, hatta sıkı sıkıya darvinci fikirleri adamakıllı değiştireceğinden kuşku duyulmaz.
Ve şimdi, organik yaşamın evrimi üzerine gerçek felsefesi olumlu olarak bize ne söyleyebilir?
"Türlerin değişkenliği, kabul edilebilir bir varsayımdır." Ama bunun yanında, "döl-döş aracılığı olmaksızın, aynı türden doğa ürünlerinin özerkli yanyana gelişini" de kabul etmek gerekir. Bunun sonucu, aynı türden olmayan doğa (sayfa 135) ürünlerinin, yani değişken türlerin birbirlerinden geldiklerini, oysa aynı türden doğa ürünlerinde durumun böyle olmadığını düşünmek gerekirdi. Bununla birlikte, bu da tamamen doğru değil; çünkü hatta değişken türlerde bile, "döl-döş aracıyla dolayım, tersine, doğanın ancak tamamen ikincil bir eylemi olabilir". Öyleyse, gene de döl-döş, ama "ikinci sınıf". Bay Dühring döl-döş üzerine o denli kötü ve o denli karanlık şeyler söyledikten sonra, onun arka kapıdan da olsa kabul edildiğini görmekle kendimizi mutlu sayalım. Doğal seçme için de durum aynı; çünkü doğal seçmenin sayesinde gerçekleştiği yaşama savaşımı konusunda onca sağtörel öfkeden sonra, bize birdenbire şöyle denir:
"Varlıklar doğasının derinleştirilmiş nedeni, yaşama koşulları ve acunsal (kozmik) ilişkilerde aranmalıdır, oysa Darwin'in üzerini vurguladığı doğal seçme ancak ikincil olarak sözkonusu edilebilir."
Öyleyse, gene de doğal seçme, ikinci sınıf da olsa; öyleyse, doğal seçme ile birlikte yaşama savaşımı ve daha sonra Malthus'un papazca teorisine göre, nüfus fazlalığı! Hepsi bu: Geri kalanı için bay Dühring, bizi Lamarck'a gönderir.
Son olarak, başkalaşma (métamorphose) ve evrim (évolution) sözcüklerinin kötü kullanılmasına karşı bay Dühring bizi uyarır. Başkalaşma, açık olmayan bir kavrammış ve evrim kavramı da ancak evrim yasaları gerçekten ortaya konabildikleri ölçüde kabul edilebilirmiş. Onların her ikisi yerine de "bileşim" (composition) demeliymişiz, ve o zaman her şey iyi gidecekmiş. Hep aynı öykü: şeyler ne idiyseler o kalırlar ve biz yalnızca adları değiştirir değiştirmez, bay Dühring zevkten dörtköşe olur. Civcivin yumurta içindeki gelişmesinden söz ettiğimiz zaman bir karışıklık yapıyoruz, çünkü biz evrim yasalarını ancak yetersiz bir biçimde tanıtlayabiliriz. Ama eğer civcivin bileşiminden söz edersek, her şey aydınlanır. Öyleyse, artık: "Bu çocuk parlak bir şekilde gelişiyor" değil, ama: "Üstün bir şekilde bileşiyor" diyeceğiz. Yalnızca kendisine karşı duyduğu soylu saygı ile değil ama geleceğin kompozitörü olma niteliği ile de Nibelungenler Yüzüğü[33*] (sayfa 136) yaratıcısının yanındaki yerini gereğince almasından ötürü, bay Dühring'i kutlayabiliriz. (sayfa 137)
SEKİZİNCİ BÖLÜM
DOĞA FELSEFESİ
ORGANİK DÜNYA
(SON)
"Doğa felsefesi bölümümüzde, onu öngerektirdiği tüm bilimle gereçlendirmek için hangi olumlu bilgilerin gerektiği ... düşünülsün. Önce matematiğin bütün önemli kazanımları, sonra kesin bilimlerin (science exacte) mekanik, fizik ve kimyadaki başlıca saptamaları ve genel olarak doğa biliminin fizyoloji, zooloji ve araştırmanın öteki benzer alanlarındaki sonuçlar bu bölümün temelini oluşturur.”
Bay Dühring, bay Dühring'in matematik ve doğa bilimlerindeki derin bilgisinden işte böyle bir güven ve cesaretle söz eder. Ne var ki bu yavan bölümün kendisine bakmakla, daha da yavan sonuçları bir yana, orada saklı bulunan olumlu bilgilerin köklü derinliği hiç mi hiç belli olmaz. Herhalde fizik ve kimya üzerine dühringvari kelamlar etmek için, fizikten ısının mekanik eşdeğerini dışavuran denklemden, kimyadan da bütün cisimlerin öğelere ve öğe bağdaşımlarına ayrıldığı (sayfa 138) olgusundan başka bir şey bilmeye gerek yok. Bundan başkaca da, kim ki bay Dühring gibi, s. 131, "çekim dolayısıyla bir merkez çevresinde dolaşan atomlar"dan söz edebilirse, bununla yalnızca atomlar ile moleküller arasındaki fark konusunda tamamen "karanlık içinde" olduğunu tanıtlar. Atomların evrensel çekim ya da mekanik ya da fizik hareketin öteki biçimleri bakımından değil ama yalnızca kimyasal etki bakımından varoldukları bilinir. Ve organik doğa üzerine olan bölüm okunduğu zaman, bu boş, çelişik, en önemli noktalar üzerinde anlaşılmaz saçmalıklarla kaplı ileri geri sözler ve sonucun mutlak değersizliği karşısında insan, daha a priori, kendini bay Dühring'in burada son derece kötü bildiği şeylerden söz ettiği fikrinden kurtaramaz. Organik varlık teorisinde (biyoloji), bundan böyle evrim yerine bileşim denmesi önerisine gelindiğinde de, bu kanı kesinlik kazanır. Böyle bir şey önerebilen kimse, organik cisimlerin oluşması üzerine en küçük bir bilgisi olmadığını tanıtlar.
Bütün organik cisimler, en aşağı biçimleri dışında hücrelerden, yalnızca güçlü bir büyüteç altında görülebilen ve bir hücre çekirdeki içeren küçük albümin pıhtılarından bileşir. Genel olarak hücre, bir de dış zar geliştirir ve o zaman içeriği azçok sıvı olur. En aşağı derecedeki hücresel cisimler, bir tek hücreden meydana gelirler; organik varlıkların çok büyük bir çoğunluğu çok hücrelidir; bunlar, aşağı organizmalarda henüz aynı yapıda olan ve daha yüksek varlıklarda gitgide daha farklı biçimler, gruplaşmalar ve eylemler gösteren çok sayıda hücrelerin türdeş karmaşalarıdır. Örneğin insan bedeninde kemikler, kıkırdaklar, deri, kısacası tüm dokular ya bileşik, ya da hücrelerden doğmuş dokulardır. Ama içinde bir hücre çekirdeği ile birlikte çoğu kez zarsız, basit bir küçük albümin pıhtısı olan amipten insana ve en küçük tekhücreli yeşil suyosunundan en gelişmiş bitkiye kadar bütün hücresel organik varlıklar, hücrelerin ikiye bölünerek üreme (scissiparité) biçimiyle çoğalırlar. Hücre çekirdeği önce ortadan daralır, çekirdeğin iki dilimini ayıran daralma gitgide daha da sıkışır; sonunda dilimler birbirinden ayrılır ve iki (sayfa 139) hücre çekirdeği oluştururlar. Bu süreç, hücrenin içinde meydana gelir; iki çekirdekten herbiri, sonunda birbirinden ayrılıncaya ve bağımsız hücreler olarak yaşamaya başlayıncaya değin, ötekiyle gitgide daha sıkı bir daralma ile bağlı bir protoplazma birikim merkezi oluşturur. Hayvan yumurtasının tohum kesesi, döllenmeden sonra ergin hayvan durumuna gelmek üzere, işte bu yinelenen hücresel bölünmeler aracıyla yavaş yavaş dönüşür ve gelişmiş hayvanda eski dokuların yerine yeni dokuların geçmesi, işte bu yoldan gerçekleşir. Böyle bir sürece bileşim demek ve evrim adlandırmasına "an kuruntu" davranışında bulunmak için, kuşkusuz, bugün bunu kabul etmek ne denli güç olursa olsun, bu süreç üzerine hiçbir bilgisi olmayan biri gerek: Burada yalnızca ve sözcüğün tam anlamıyla evrim var, ama bileşimin izi bile yok!
Bay Dühring'in genel olarak yaşamdan ne anladıği üzerine, ilerde söyleyecek birkaç sözümüz daha olacak. Özel olarak, işte yaşam terimi altında düşündüğü şey:
"İnorganik dünya da bir otomatik hareketler sistemidir; ama yalnızca gerçek yapı ve maddelerin bir iç noktadan başlayarak ve daha küçük bir varlığa geçirilebilir bir tohum şemasına göre dolaşım için özel kanalların aracılığının başladığı yerde, sözcüğün dar ve kesin anlamıyla, asıl yaşamdan söz etmeye koyulabiliriz."
Bu tümce, gramerin umutsuz karmaşıklığı bir yana, sözcüğün dar ve kesin anlamıyla budalalık yapıtı bir otomatik hareketler sistemidir (bununla ne anlaşılması gerekirse o anlaşılsın). Eğer yaşam yalnızca asıl yapının başladığı yerde başlıyorsa, o zaman Haeckel'in bütün tek hücreliler dünyasını ve belki daha da çoğunu, yapı kavramını anlayış biçimine göre, ölü olarak ilan etmemiz gerekir. Eğer yaşam yalnızca bu yapının daha küçük bir tohum şeması aracıyla iletilebilir olduğu yerde başlıyorsa, o zaman en azından tekhücreli organizmalara değin ve onlar dahil bütün organizmalar canlı değildir. Eğer cisimlerin dolaşımı için özel kanalların aracılığı yaşamın ayırdedici niteliği ise, o zaman daha öncekilere ek olarak, bütün selentereler yüksek sınıfını, olsa olsa (sayfa 140) denizanaları hariç, öyleyse bütün polipler ve öteki fitozoerleri, canlı varlıklar dizisinden silmemiz gerekir. Ama eğer yaşamın başlıca ayırdedici özelliği olarak cisimlerin bir iç noktadan başlayarak özel kanallar aracıyla dolaşımı kabul edilirse, o zaman kalbi olmayan ya da birkaç kalbi olan bütün hayvanları ölü ilan etmemiz gerekir. Yani daha önce adını andıklarımıza ek olarak bütün kurtları, beş-parmaklıları ve tatlı su kurtlarını (Huxley'in sınıflamasına göre annuloida ve annulosa), kabuklu deniz hayvanlarının bir kısmını (yengeçler) ve hatta son olarak, bir omurgalıyı, amphioxus'u. Ayrıca, tüm bitkileri. [34*]
Böylece bay Dühring, sözcüğün dar ve kesin anlamıyla asıl yaşamı belirtme işine burnunu soktuğu zaman, biri yalnızca bütün bitkiler dünyasını değil ama aşağı yukarı hayvanlar dünyasının yarısını da ölüme mahkum eden, birbiriyle tam bir çelişki durumunda dört ölçüt verir. Gerçekten, "tepeden tırnağa özgün sonuç ve görüşler" vaat ederken, onun bizi aldattığını kimse söyleyemez!
Bir başka yerde, şöyle okunur:
"Doğada da, en aşağısından en yükseğine, bütün organizmaların temelinde yalın bir tip vardır [ve bu tipe] evrensel özüyle birlikte, en gelişmemiş bitkinin en aşağı hareketinde, hiç eksiksiz raslanır."
Bu tez, yeni baştan, "hiç eksiksiz" bir budalalıktır. Tüm organik doğada raslanan en yalın tip hücredir ve kuşkusuz, en yüksek organizmaların temelinde hücre bulunur. Buna karşılık, en aşağı organizmalar arasında, henüz hücreden çok aşağı bir nitelik taşıyan, hiçbir farklılaşmaya uğramamış yalın bir albümin pıhtısından oluşmuş birçok protamip, bütün bir dizi öteki hayvanla bitki arası tekhücreli yaratıklar (mongres) ve bütün sifoneler (syphonés) bulunur. Bütünlükleri içinde bu varlıklar, yüksek organizmalara yalnızca özsel bileştirenlerinin albümin olması nedeniyle bağlanmışlardır ve bunun sonucu albüminlerin görevlerini yerine (sayfa 141) getirirler, yani yaşarlar ve ölürler.
Daha ilerde, bay Dühting, bize bir de şunu anlatır:
"Fizyolojik olarak duyum, ne denli yalın olursa olsun, herhangi bir sinirsel aygıtın varlığına bağlıdır. Bundan ötürü bu, duyuya, yani durumlarının bilinçli bir öznel kavrayışına yetenekli bütün hayvanların ayırdedici niteliğidir. Bitki ve hayvan arasındaki belgin sınır, duyuma sıçrayışın gerçekleştiği yerde bulunur. Bilinen geçiş varlıkları bu sınırı o denli az silerler ki bu sınırı mantıksal bir gereksinme durumuna getirenler, tersine, bu dışardan belirsiz ya da ayırdedilemez oluşumların ta kendileridir."
Ve daha ilerde:
"Buna karşılık bitkiler, en küçük bir duyum izinden ve her türlü duyumlama yeteneğinden tamamen ve her zaman için yoksundurlar."
Birincisi, Hegel "duyum, differentia specifia, hayvanın kesin olarak ayırdedici belirtisidir" der (Doğa Felsefesi, § 351, ek). İşte Hegel'in, bay Dühring tarafından yalın bir çalıntının son çözümlemede kesin bir doğruluğun soylu katına yükselttiği yeni bir "kabalığı".
İkincisi, burada geçiş varlıklarından, bitki ve hayvan arasında son derece belirsiz ya da ayırdedilemez oluşumlardan (ne anlaşılmaz dil!) söz edildiğini ilk kez olarak duyuyoruz. Bu aracı biçimlerin varlığı; bitki mi, hayvan mı olduklarını söyleyemeyeceğimiz organizmaların bulunması; yani bitki ile hayvan arasındaki sınırı açıkça saptayamamamız — işte bay Dühring için, aynı zamanda kesin olmadığını da kabul ettiği bir ölçüt ileri sürme mantıksal gereksinmesini yaratan şey! Ama hayvanlar ile bitkiler arasındaki ikircil alana değin gitmemize gerek bile yok; en küçük dokunmada yapraklarını katlayan ya da taçlarını kapatan duyguluların, böcek yiyen bitkilerin en küçük bir duyum izi ve her türlü duyumlama yeteneğinden yoksun bulundukları söylenebilir mi? Bunu bay Dühring'in kendisi bile, "bilim-dışı yarı-şiir"e başvurmadan ileri süremez.
Üçüncüsü, duyumun fizyolojik olarak ne denli yalın olursa (sayfa 142) olsun, sinirsel bir aygıtın varlığına bağlı bulunduğunu öne sürmek, gene bay Dübring'in "özgür bir yaratı ve kuruntu"sudur. Yalnızca bütün ilkel hayvanlar değil ama fitozoerler bile, hiç olmazsa büyük çoğunlukları içinde, sinirsel sistem izini göstermezler. Düzenli olarak bir sinir sistemi ancak kurtlardan başlayarak bulunur ve bay Dühring, bu hayvanların sinirleri olmadığı için duyumları olmadığı tezini ileri sürenlerin birincisidir. Duyum zorunlu bir biçimde sinirlere değil ama henüz belginlikle belirlenmemiş bulunan bazı albüminimsi maddelere bağlıdır.
Ayrıca bay Dühring'in biyolojik bilgileri, Darwin'e karşı sözkonusu etmekten korkmadığı, soru tarafından yeteri kadar belirtilmiş bulunmaktadır: "Hayvanın evrim yoluyla bitkiden geldiğine mi inanmak gerek?" Bu türlü sorular, ancak ne hayvanlar, ne de bitkiler üzerine hiçbir şey bilmeyen biri tarafından sorulabilir.
Genel olarak yaşam üzerine, bay Dühring bize ancak şunu söylemesini bilir:
"Plastik olarak yaratıcı bir şematizasyon aracıyla gerçekleşen madde değişimi [tanrı aşkına, bu ne demek ola?] her zaman asıl dirimsel sürecin ayırdedici bir niteliği kalır."
Yaşam üzerine öğrendiklerimizin hepsi bu ve bu "plastik olarak yaratıcı şematizasyon", bizi dizlerimize değin en saf dühringasa jargonun ipsiz sapsız saçma sözlerine batırıyor. Yani eğer yaşamın ne olduğunu öğrenmek istiyorsak, kendi kendimize aramamız gerekecek.
Maddelerin organik değişiminin yaşamın en genel ve en ayırdedici olayı olduğu, fizyolojik kimya ve kimyasal fizyoloji uzmanları tarafından otuz yıldan beri sayısız kez söylenmiştir ve bay Dühring burada, onu o kendine özgü zarif ve duru dile çevirmekten başka bir şey yapmaz., Ama yaşamı maddelerin organik değişimi olarak tanımlamak, yaşamı... yaşam olarak tanımlamak demektir; çünkü maddelerin organik değişimi ya da maddelerin plastik olarak yaratıcı bir şematizasyonu ile birlikte değişimi deyimi, aslında yaşam aracıyla, organik ve inorganik arasındaki, yani canlı ve cansız arasındaki (sayfa 143) ayrım aracıyla açıklanması gereken bir deyimden başka bir şey değildir. Yani bu açıklama bizi, bir adım bile ilerletmez.
Maddelerin değişimi, maddelerin değişimi olarak, yaşamın dışında da meydana gelir. Kimyada, yeterli bir ilkel madde katkısı aracıyla ve dayanak olarak belirli bir cisme dayanarak, kendi öz koşullarını her zaman yeniden üreten bir dizi süreç vardır. Kükürdün yakılması ile sülfirik asit üretiminde olduğu gibi. O zaman kükürt dioksit SO2 meydana gelir ve eğer su buharı ile nitrik asit verilirse, kükürt dioksit hidrojen ve oksijeni alır ve sülfirik asit H2S04 durumuna dönüşür. Nitrik asit oksijeni bırakır ve azot oksit durumuna gelir; bu azot oksit hemen havadan yeni oksijen alır ve yüksek azot oksitleri durumuna dönüşür ama yalnızca bu oksijeni hemen kükürt diokside geri vermek ve aynı sürece yeniden başlamak üzere, öyleki teorik olarak son derece küçük bir nitrik asit miktarı, sınırsız bir miktarda kükürt dioksit, oksijen ve suyu sülfirik asit durumuna dönüştürmeye yeter. — Ayrıca, maddelerin değişimi, sıvılar ölü organik ve hatta yapay Traube hücrelerindeki gibi inorganik zarlardan geçtiği zaman da meydana gelir. Burada maddelerin değişiminin bizi bir adım bile ileriye götüremeyeceği bir kez daha ortaya çıkar; çünkü yaşamı açıklaması gereken özgün maddeler değişiminin kendisinin yaşam tarafından açıklanması gerekir. Öyleyse başka türlü davranmamız gerek.
Yaşam albüniminsi cisimlerin varoluş biçimidir[35*] ve bu (sayfa 144) varoluş biçimi de özsel olarak bu maddelerin kimyasal bileştirenlerinin, kendi kendilerine sürekli yenilenmesine dayanır.
Burada albüminimsi cisimler, bayağı albümine benzer biçimde bileşmiş ve proteik maddeler de denilen bütün cisimleri bu ad altında toplayan modern kimya anlamında alınıyor. Ad pek uygun değil; çünkü bayağı albümin, yumurta sarısının yanında, yalnızca çelişen tohum için besleyici madde olduğundan, kendisine akraba bütün maddeler içinde en cansız, en edilgin rolü oynar. Bununla birlikte albüminimsi cisimlerin kimyasal bileşimi üzerine daha çok şey bilinmediği sürece, bu ad henüz en iyi addır, çünkü bütün öbürlerinden daha genel bir nitelik taşır.
Yaşama rasladığımız her yerde, onu albüminimsi bir cisme bağlı buluruz ve ayrışma durumunda olmayan albüminimsi bir cisme rasladığımız her yerde, mutlak olarak dirimsel olaylar görürüz. Bu dirimsel olayların özel farklılaşmalarını meydana getirmek için canlı bir cisimde öteki kimyasal bağdaşımların varlığının zorunlu olduğundan kuşku yok; düpedüz yaşam içinse, işe besi olarak karışmaları ve albümin durumuna dönüşmeleri dışında, bu bağdaşımlar zorunlu değildir. Bildiğimiz en aşağı canlı varlıklar, yalın albümin pıhtılarından başka bir şey değildir ve onlar da başlıca yaşam belirtilerinin hepsini gösterirler.
Ama her yerde, bütün canlı varlıklarda raslanan bu dirimsel olaylar neye dayanır? Her şeyden önce, albüminimsi cismin öteki gerekli cisimleri çevresinden çekip almasına, cismin daha eski kısımları ayrışıp yok olurken, bunları özümlemesine. Canlı olmayan öbür cisimler de işlerin doğal akışı içinde dönüşür, ayrışır ya da bağdaşırlar; ama o zaman da ne idi iseler o kalmaktan çıkarlar. Havanın etkisi altında toz durumuna gelen kaya, artık kaya değildir; okside olan maden, pas durumuna dönüşür. Ama cansız cisimlerde yok olma nedeni olan şey, albümin için temel yaşam koşuludur. Albüminimsi cisim içindeki bileştirici öğelerin bu aralıksız başkalaşmasının, besinlerin bu sürekli özümlenme ve cisimden (sayfa 145) (bedenden) çıkarılma değişiminin kesildiği an, albüminimsi cismin varolmaktan çıktığı, ayrıştığı, yani öldüğü andır. Öyleyse albüminimsi cismin varoluş biçimi olan yaşam, her şeyden önce her an aynı zamanda hem kendisi, hem de bir başkası olmaya dayanır; ve cansız cisimler için de olabileceği gibi, onu dıştan etkileyen bir süreç nedeniyle değil. Tersine yaşam, yani maddelerin besinlerin özümlenmesi ve bedenden çıkarılması ile gerçekleşen değişimi, kendi kendine olan, dayanağının, albüminin içinde doğuştan bulunan ve o olmaksızın albüminin de varolamayacağı bir süreçtir. Bundan, eğer kimya bir gün yapay olarak albümin üretmeyi başarırsa, bu albüminin, ne denli güçsüz olursa olsun, zorunlu olarak dirimsel belirtiler göstereceği sonucu çıkar. Aslında kimyanın aynı zamanda bir albümine elverişli besini bulup bulamayacağı da sorulabilir.
Yaşamın en yalın bütün öbür etkenleri: Albümin ile onun beslenmesi arasındaki karşılıklı etki içine yerleştirilmiş uyarılganlık; besinin soğurulmasında çok aşağı bir derecede kendini gösteren kasılabilirlik; en aşağı düzeyde bölünme yoluyla çokalmayı içeren büyüme yetisi; o olmaksızın besinlerin ne soğurulması ne de özümlenmesinin olanaklı olduğu iç hareket, — işte albüminin özsel görevi olarak besinin özümlenmesi ve dışarı atılması yoluyla gerçekleşen cisimlerin bu değişimi ve albümine özgü yoğurulabilirlikten çıkarlar.
Bizim yaşam tanımımız, bütün dirimsel olayları içine almaktan çok uzak, tersine, kendini bu olayların en genel ve en yalınları ile sınırlandırmak zorunda olması nedeniyle, ister istemez çok yetersizdir. Bütün tanımlar, bilimsel bakımdan az bir değer taşırlar. Yaşamın ne olduğunu gerçekten eksiksiz bir biçimde bilmek için, en aşağısından en yükseğine, onun kendini gösterdiği bütün biçimleri gözden geçirmemiz gerekirdi. Gene de, günlük kullanım için bu türlü tanımlar çok elverişli ve bazen de vazgeçilmesi çok güçtür; kaçınılmaz eksiklikleri unutulmadıkça, zararlı da olmazlar.
Ama gene bay Dühring'e gelelim. O, yeryüzü biyolojisi alanında kendini pek rahat görmeyince, nasıl avunacağını (sayfa 146) bilir: Kendi yıldızlı gökyüzüne sığınır.
"Kıvanç ve acı duymak için örgütlenmiş olan yalnızca duyarlıkla bezenmiş bir organın özel yapılışı değil, ama bütünlüğü içindeki nesnel dünyadır. İşte, kıvanç ve acı karşıtlığının, hem de tastamam bizce bilinen biçimi altında, evrensel bir karşıtlık olduğunu ve özsel olarak türdeş duygular aracıyla evrenin çeşitli dünyalarında temsil edilmesi gerektiğini bu nedenle kabul ediyoruz. ... Ama, duygular evreninin anahtarı olduğuna göre, bu uygunluğun önemsiz bir anlamı yok. ... Bundan ötürü, öznel kozmik dünya bize nesnel dünyadan çok daha yabancı değil. İki dünyanın da yapılışını uyarlı bir tipe göre düşünmek gerekir, böylelikle önemi yalnızca yeryüzünü uzaktan aşan bir bilinç teorisinin ilk unsurlarına sahip oluruz."
Duygular evreninin anahtarını cebinde taşıyan biri için, bu dünyanın doğa biliminde birkaç kaba düşünce yanlışlığı, ne yazabilir? Allons donc! [36*] (sayfa 147)
DOKUZUNCU BÖLÜM
AHLAK VE HUKUK
ÖLÜMSÜZ DOĞRULUKLAR
Bay Dühring'in okurlarına tam elli sayfa boyunca bilinç öğelerinin köktenci bilimi adına şölen verdiği yavanlık ve falcı kadın kahinlikleri yığınından, kısacası bönce boş sözlerden ömekler vermekten sakınıyoruz. Yalnızca şunu alacağız:
"Salt dil yardımı ile düşünmeye yetenekli olan bir kişi, soyut düşüncenin, katışıksız düşüncenin ne anlama geldiğini hiçbir zaman anlamamıştır.
Buna göre hayvanlar, en soyut ve en katışıksız düşünürlerdir; çünkü onların düşüncesi, dilin yerli yersiz araya girmesiyle hiç bulanmaz. Dühringasa düşüncelere ve bu düşünceleri dışavuran dile bakınca, bu düşüncelerin herhangi bir dil için, Almancanın da bu düşünceler için ne denli az elverişli olduklarının görüldüğü kesin.
Ensonu, o bozuk çorba bir yana, işte hiç olmazsa bize (sayfa 148) şurada burada ahlak ve hukuk konusunda elle tutulan bir şeyler veren dördüncü bölüm tarafından kurtarılıyoruz. Bu kez, daha işin başında öteki göksel cisimler üzerine bir yolculuğa çağırılıyoruz: Ahlak öğeleri, "etkin bir anlığın içdüsel biçimli dirimsel hareketleri bilinçli bir düzene koymakla uğraşma zorunda olduğu bütün insandışı varlıklarda ... uyarlı bir biçimde ... bulunmalıdırlar. Gerçi bu türlü akıl yürütmeler için duyduğumuz ilgi çok küçük kalacak. ... Ama başka göksel cisimler üzerinde, bireysel ve ortaklaşa yaşamın, zorunlu olarak ne ortadan kaldırılabilir ne de usa göre davranan bir varlığın temel yapılışını çarpıtabilir ... bir şemadan hareket ettiğini düşünmek, gene de çevrenimizi kurtarıcı bir biçimde genişleten bir fikir olarak kalır.”
Eğer ayrıklama olarak, bay Dühring'in doğruluklarının (hakikatlerinin), hatta bütün öteki olanaklı dünyalar için bile geçerliliği burada bölümün sonuna değil de başına konmuş bulunuyorsa, bunun sağlam nedenleri var. Bay Dühring'in ahlak ve adalet üzerindeki fikirlerinin önce bütün dünyalar için geçerliliği saptandıktan sonra, bunu kurtarıcı bir biçimde, bütün zamanlara yaymak kolay olacaktır. Barada da, son çözümlemede kesin doğruluklardan daha aşağı hiçbir şey sözkonusu değil. Ahlak dünyası "tıpkı evrensel bilgi dünyası gibi ... kendi sürekli ilkeleri ile kendi yalın öğelerine sahiptir, [ahlak ilkeleri] tarihin üstündedir ve aynı biçimde ulusal niteliklerin güncel ayrımlarının da üstündedir. ... en tam ahlak duygusunun ve deyim yerindeyse vicdanın, evrimi sırasında oluştukları özel doğruluklar, son temellerine kadar bilinmiş oldukları ölçüde, matematik kavrayış ve uygulamaların değer ve önemine benzer bir değer ve bir önem savında bulunabilirler. Gerçek doğruluklar hiç değişmezler ... öyleki bilginin doğruluğu zamana ve gerçeğin değişmelerine bağlı olarak düşünmek, her zaman bir çılgınlıktır."
Bu nedenle, kesin bir bilgi inanı ve ortak bilginin değeri, sağduyu durumunda, bilgi ilkelerinin mutlak geçerliliğinden umutsuzluğa düşmemize izin vermez. (sayfa 149)
"Henüz sürekli kuşku, hastalıklı bir güçsüzlük durumudur ve bazen kendi hiçliğinin bilincini sistematize ederek kendine biraz kararlılık görünüşü vermeye çalışan içinden çıkılmaz bir karışıklığın dışavurumundan başka bir şey değildir. Ahlak sorunlarında evrensel ilkelerin yadsınması, töre ve ilkelerin coğrafi ve tarihsel çeşitliliklerine sımsıkı sarılır ve ona ahlak bozukluğu ve ahlak kötülüğünün önüne geçilmez zorunluluğu azıcık tanınmaya görsün, uyarlı ahlaksal içgüdülerin ciddi geçerliliği ve gerçek etkinliğini kabul etmekten gerçekten bağışık olduğuna hemen inanır. Şu ya da bu yanlış öğretiye karşı değil ama insanın bilinçli ahlaksızlığa yükselme yetisinin ta kendisine karşı yönelen bu ahlak bozucu kuşkuculuk, sonunda gerçek bir hiçliğe, hatta yalın nihilizmden daha da kötü bir şeye varır. ... Bozulmuş ahlak fikirlerinin anlaşılmaz karışıklığı içinde kolayca egemen olabilmek ve ilkesiz kaprise bütün kapıları açabilmek umuduna kapılır. Ama adamakıllı yanılır; çünkü yalnızca bu andırışmanın, doğal yanılabilirliğin doğruluğa erişme olanağını dıştalamadığını kabul ettirmesi için, anlığın yanlışlık ve doğruluk içindeki kaçınılmaz yazgısını göstermek yeter."
Eğer şimdiye değin bay Dühring'in son çözümlemede kesin doğruluklar, düşüncenin egemenliği, mutlak bilgi inanı vb. üzerindeki bütün bu tumturaklı hikmetlerini dinginlikle dinlediysek, bunun nedeni işi bir sonuca bağlamak için, onu şimdi gelmiş bulunduğumuz noktaya getirmenin gerekmesiydi. Şimdiye değin, gerçek felsefesinin çeşitli tezlerinin ne ölçüde "egemen bir geçerliliğe" ve "mutlak doğruluk hakkına" sahip bulunduklarını incelemek yetiyordu; buradaysa insan bilgisi ürünlerinin ve bunlardan hangilerinin egemen bir geçerlilik ve mutlak doğruluk hakkına sahip olup olamayacaklarını bilme sorununa geliyoruz. Eğer insan bilgisi diyorsam, bunu tanıma onuruna erişmediğim öteki göksel cisimler sakinlerini incitme niyetiyle değil ama hayvanlar da, hiçbir zaman egemen olmasa bile, bilgi sahibi oldukları için söylüyorum. Köpek, efendisinde Tanrısını görür ama bu o efendinin dünyanın en büyük namussuzu olmasını engellemez. (sayfa 150)
İnsan düşüncesi egemen midir? Evet ya da hayır diye yanıt vermeden önce, insan düşüncesinin ne olduğunu incelemek gerek. Bir bireyin düşüncesi mi? Hayır. Bununla birlikte o, ancak geçmiş, şimdiki ve gelecek milyarlarca ve milyarlarca insanın bireysel düşüncesi olarak vardır. Şimdi eğer ben, bütün bu insanların, geleceğin insanları dahil, benim tasarımımda bireşmiş bulunan düşüncesi egemendir, insanlık yeterince uzun sürdüğü ve bu bilgi, bilgi organları ve bilgi nesnelerinde sınırlarla karşılaşmadığı ölçüde, varolan dünyayi bilmeye yeteneklidir dersem, hayli beylik ve üstüne üstlük hayli kısır bir şey söylemiş olurum. Çünkü bütün görünüşe göre biz, henüz insanlık tarihinin başında bulunduğumuz ve bizim bilgimizi düzeltecek kuşakların, bizim çoğu kez büyük bir küçümsemeyle, bilgisini düzeltme durumunda bulunduğumuz kuşaklardan çok daha kalabalık olmaları gerektiği için, en değerli sonuç bizi, bugünkü bilgimiz karşısında son derece güvensiz kılmaktan başka bir şey olamaz.
Bilinç, öyleyse düşünce ve bilgi için de bu kendini yalnızca bir dizi bireyde gösterme zorunluluğunu bay Dühring de kabul ediyor. Bu bireylerden her birinin düşüncesine, ancak sağlıklı ve uyanık durumda iken, ona herhangi bir düşünceyi zorla kabul ettirmeye yetenekli hiçbir güç görmediğimiz zaman egemenlik tanıyabiliriz. Ama her bireysel düşünce bilgilerinin egemen geçerliliğine gelince, hepimiz bunun sözkonusu olamayacağını ve edinilen tüm deneyime göre bu bilgilerin ayrıklamasız her zaman doğru ya da düzeltilmesi gerekmeyen şeylerden çok daha fazla düzeltilmesi gereken şeyler içerdiğini biliyoruz.
Bir başka deyişle: Düşüncenin egemenliği, düşüncesi son derece az egemen ve bilgisi mutlak bir doğruluk hakkı ile güçlü olan bir dizi insanda, bir dizi göreli yanlış içinde gerçekleşir; bunların her ikisi de ancak insanlık yaşamının sonsuz bir süreci içinde tamamen gerçekleşebilirler.
Burada da, daha yukarda olduğu gibi, insan düşüncesinin zorunlu bir biçimde mutlak olarak tasarlanan niteliği ile (sayfa 151) onun salt sınırlı düşünceli bireylerde güncelleşmesi arasındaki aynı çelişkiyi, ancak sonsuz bir gelişme içinde, insan kuşaklarının hiç değilse bizim için pratik bakımdan sınırsız ardışıklığı içinde çözülebilecek çelişkiyi görüyoruz. Bu anlamda insan düşüncesi ne denli egemense o denli egemen değildir ve onun bilgi yetisi de ne denli sınırsızsa o denli sınırlıdır. Yapısı, anıklığı (istidadı), olanakları ve sonal tarihsel ereği bakımından egemen ve sınırsız; bireysel uygulanışı ve tekil gerçekliği bakımından egemen-değil ve sınırlı.
Ölümsüz doğruluklar (ebedi hakikatler) için de durum böyle. Eğer insanlık ancak ölümsüz doğruluklarla, düşüncenin egemen bir geçerliliğe ve mutlak bir doğruluk olma hakkına sahip sonuçları ile hareket edecek bir duruma varmış olsaydı, bu onun, entelektüel dünyanın sonsuzluğunun, gerçekte olduğu gibi gücül olarak da tükenmiş ve böylece ünlü sayılmış sayılmazlık mucizesinin gerçekleşmiş olduğu noktada bulunduğu anlamına gelirdi.
Ama gene de en küçük bir kuşkunun bize delilik gibi görünebileceği denli sağlam doğruluklar da yok mudur? İki kere ikinin dört etmesi, bir üçgenin açısının iki dik açıya eşit olması, Paris'in Fransa'da bulunması, yiyecek bir şey bulamayan adamın ölmesi vb. gibi? Yani ölümsüz doğruluklar, son çözümlemede kesin doğruluklar yok mudur?
Vardır elbette. Bütün bilgi alanını, eski ünlü yönteme göre, üç büyük kesime bölebiliriz. Birincisi cansız doğa ile uğraşan ve matematik olarak işlenmeye azçok elverişli bütün bilimleri kapsar: Matematik, astronomi, mekanik, fizik, kimya. Eğer biri çok yalın nesnelere büyük sözcükler uygalamaktan zevk alırsa, bu bilimlerin kimi sonuçları ölümsüz doğruluklardır, son çözümlemede kesin doğruluklardır denilebilir; ayrıca bu nedenle de bu bilimlere kesin bilimler adı verilmiştir. Ama bütün sonuçlar için bu doğru olmaktan uzaktır. Çoğu kez o denli ağırbaşlı olan matematik, işin içine değişken büyüklükleri sokarak ve bunların değişkenliklerini sonsuz derecede küçük ve sonsuz derecede büyüğe kadar götürerek, günah işledi; bilgi ağacının kendisine en büyük (sayfa 152) sonuçların, ama bununla birlikte yanlışlıkların da yolunu açan meyvesini yedi. Matematik olan her şeyin içinde bulunduğu mutlak geçerliliğin, söz götürmez tanıtlamanın erden (bakir) durumu, elveda; bilimsel tartışmalar çağı açıldı ve bugün, insanlardan çoğunun ne yaptıklarını anladıkları için değil ama arı inanla, şimdiye değin sonuçlar hep doğru çıktığı için, diferansiyel ya da entegral hesaptan yararlandıkları bir noktada bulunuyoruz. Astronomi ve mekanikte durum daha da kötüdür ve fizik ile kimyada, bir arı sürüsü ortasındaymış gibi varsayımlar ortasında bulunulur. Ayrıca başka türlü de olamazdı. Fizikte moleküllerin hareketi, kimyada atomlardan hareket ederek moleküllerin oluşmaları ile uğraşıyoruz ve eğer ışıklı dalgaların titreşim girişimi bir masal değilse, bu ilginç şeyleri kendi gözlerimizle görme umudu hiç yok demektir. Son çözümlemede kesin doğruluklar, zamanla bu alanda görülmedik bir biçimde seyrekleşir.
Doğası gereği, özsel olarak ne bizim, ne de herhangi bir insanın tanık olarak bulunduğu süreçlerle uğraşan bir bilim olan yerbilimde (jeolojide) daha da kötü durumdayız. Bu nedenle, son çözümlemede kesin doğruluklar hasadı burada çok büyük bir çaba olmaksızın yürümez ve üstelik son derece önemsiz kalır.
Bilimlerin ikinci sınıfı, canlı organizmaların irdelenmesini içine alan sınıftır. Bu alanda karşılıklı ilişkiler ve nedenselliklerin öylesine bir çeşitliliği gelişir ki yalnızca çözülmüş her sorun, ortaya sayılmaz bir miktarda yeni sorunlar çıkarmakla kalmaz ama her tekil sorun da ancak çoğu kez yüzyıllar isteyen bir dizi araştırmalar aracıyla ve çoğu zaman parça parça çözülebilir; aynı zamanda tümlükleri sistematik olarak tasarlama gereksinmesi, son çözümlemedeki kesin doğrulukları her an çok zengin bir varsayımlar çiçeklenmesi ile kaplanmaya zorlamaktan geri kalmaz. Memelilerde kan dolaşımı denli yalın bir şeyi doğrulukla saptamak için, Galenos'dan Malpighi'ye değin ne uzun bir aracı sahanlıklar dizisi zorunlu oldu! Kan yuvarlarının kökeni üzerine ne denli az şey biliyoruz ve bugün bile, örneğin bir hastalığın belirtileri (sayfa 153) ile nedenleri arasında ussal bir ilişki kurmak için, ne denli çok aracı halkadan yoksun bulunuyoruz! Üstelik sık sık, bizi biyoloji alanında o zamana değin yürürlükte olan tüm son çözümlemedeki kesin doğrulukları tam bir gözden geçirmeye ve bunlardan bir çoğundan vazgeçmeye zorlayan, hücrenin bulunması gibi bulgular ortaya çıkıyor. Öyleyse bu alanda ortaya gerçekten gerçek ve değişmez doğruluklar koymak isteyen biri, bütün insanlar ölümlüdür, bütün dişi memeli hayvanların süt bezleri vardır vb. gibi yavanlıklarla yetinmek zorunda kalacaktır; kafada merkezleşmiş sinirsel etkinlik sindirim için zorunlu olduğuna göre o, gelişmiş hayvanlar yediklerini kafaları ile değil, mide ve barsakları ile sindirirler bile diyemeyecektir.
Ama ölümsüz doğruluklar için işler, bilimlerin üçüncü grubunda, yani insanların yaşama koşullarını, toplumsal ilişkileri, hukuk ve devlet biçimlerini, felsefeden, dinden, sanattan vb. oluşan ideal üstyapıları ile birlikte, tarihsel ardışıklıkları ve o günkü sonuçları içinde inceleyen tarihsel bilimlerde daha da kötü gider. Organik doğada, hiç olmazsa doğrudan doğruya gözlemleyebildiğimiz ölçüde, çok geniş sınırlar içinde oldukça düzenli bir biçimde yinelenen bir süreçler dizisi ile uğtaşıyoruz. Aristoteles'ten bu yana organizma türleri, kabaca aynı kalmıştır. Buna karşılık, toplum tarihinde insanlığın ilkel durumunu, taş devri denilen şeyi aştığımız andan başlayarak, durumların yinelenmesi kural değil, ayrıklamadır ve bu türlü yinelenmelerin kendini gösterdiği yerde de bu yinelemeler hiçbir zaman aynı koşullar içinde ortaya çıkmazlar. Bütün uygar halklarda toprağın ilkel kolektif mülkiyetine ve bunun ortadan kalkma biçimine raslanması gibi. Bu nedenle, insanlık tarihi alanında sağlam bilgimiz, biyoloji alanında olduğundan çok daha geridedir. Dahası var: Bir dönemin toplumsal ve siyasal varlık biçimlerinin iç bağlantısı bir kez kazara öğrenilecek olsa, bu iş hiç şaşmadan, bu biçimler ömürlerinin yarısını çoktan doldurmuş, sonlarına doğru gitmekte oldukları zaman olur. Demek ki ancak belirli zamanda ve belirli halklar için varolan ve özü gereği (sayfa 154) geçici bir nitelik taşıyan bazı toplum ve devlet biçimlerinin bağlantı ve sonuçlarını kavramakla yetinmesi sonucu, bu alandaki bilgi özsel olarak görelidir. Öyleyse bu alanda son çözümlemede kesin doğruluklar, mutlak olarak değişmez katışıksız doğruluklar avına çıkan biri, örneğin insanların genellikle çalışmadan yaşayamayacakları, şimdiye değin çoğu kez egemenler ve egemenlik altında olanlar olarak bölünmüş oldukları, Napoléon'un 5 Mayıs 1821'de öldüğü gibi en kötü cinsten yavanlıklar ve beylik düşünceler dışında, çok az avla dönecektir.
Ne var ki ölümsüz denilen doğruluklara, son çözümlemede kesin doğruluklara vb., çoğu kez tam da bu alanda rastlamamız ilginçtir. İki kere iki dört eder, kuşların gagası vardır ve aynı türden başka olgular ancak, genel olarak ölümsüz doğrulukların varlığından, insan tarihi alanında da matematik kavrayış ya da uygulamalarınınkine benzer bir geçerlilik ve bir diğer savında bulunacak ölümsüz doğruluklar, ölümsüz bir ahlak, ölümsüz bir adalet vb. bulunduğu sonucunu çıkarma niyetini besleyen biri tarafından ölümsüz doğruluklar olarak ilan edileceklerdir. Ondan sonra aynı insanseverin, bize ilk firsatta, ölümsüz doğruluklar üretimindeki bütün öncellerinin azçok eşek ve şarlatan olduklarını, hepsinin yanılgı içine düştüğünü, hepsinin yanıldığını açıklayacağına tam bir güven besleyebiliriz; ama onların yanılgısı ve onların yanılabilirliğinin varoluşu doğaldır ve kendisinde doğruluk ve doğrunun varlığını kanıtlar; kendisi, daha yeni doğmuş bulunan bu yalvaç, son çözümlemedeki kesin doğruluğu, ölümsüz ahlaki, ölümsüz adaleti hazırlop bir biçimde cepte taşır. Bu, şimdiye değin o denli çok yinelenmiş bir durumdur ki kendilerinin böyle olduğuna inanacak kadar bön adamların hala varolmasına yalnızca şaşılır. Bununla birlikte burada da, başkaları herhangi bir adamın son çözümlemede kesin doğruluğu sağlayacak durumda olduğunu yadsıdıkları zaman, her zamanki gibi ultra-moral bir öfkeye kapılmaya hazır o yalvaçlardan birini görmüyor muyuz? Böyle bir yadsıma, hatta yalın bir kuşku, güçsüzlüktür, içinden (sayfa 155) çıkılmaz karışıklıktır, hiçliktir, ahlak bozucu kuşkuculuktur, yalın nihilizmden daha kdtü bir şeydir, anlaşılmaz karışıklık ve aynı türden başka sevimliliklerdir. Bütün yalvaçlarda olduğu gibi, bilimsel ve eleştirel bir açıdan incelenmez ve yargılanmaz ama düpedüz ahlak yıldırımları yağdırılır.
Yukarda insan düşüncesinin yasalarını irdeleyen bilimleri: Mantık ve diyalektiği de sayabilirdik. Ama ölümsüz doğruluklar için gelecek, burada daha iyi değil. Asıl diyalektik, der bay Dühring, arı bir saçmalıktır ve mantık üzerine yazılmış ya da yazılacak birçok kitap, o alanda da son çözümlemede kesin doğrulukların çoğunun sandığından çok daha seyrek olduğunu yeterince tanıtlar.
Öte yandan, bugün bulunduğumuz bilgi düzeyinin, bütün öncekilerden daha kesin olmadığından hiç de kaygı duymamalıyız. O daha şimdiden, çok büyük bir bilgi yığınını kapsar ve herhangi bir kolda uzman olmak isteyen birinin karşısına çok büyük bir sayıda uzmanlık alanı çıkarır. Kendi doğası gereği ya uzun kuşaklar için göreli kalması ve parça parça tamamlanması gereken, ya da evrenbilim, yerbilim ve insan tarihinde olduğu gibi, tarihsel belgelerin eksikliği nedeniyle de olsa, her zaman kusurlu ve eksik kalacak bilgilere katışıksız, değişmez, son çözümlemede kesin bir doğruluk ölçütünü uygulayan adama gelince, — o, hatta kişisel savı, burada olduğu gibi, söylediklerinin gerçek arka planını oluşturmasa bile, kendi öz bilgisizlik ve çılgınlığını tanıtlamaktan başka bir şey yapmaz. Doğruluk ve yanlışlık, kutupsal karşıtlıklar içinde devinen düşüncenin bütün belirlenimleri gibi, ancak son derece sınırlı bir alan için mutlak bir geçerliliğe sahiptir; tıpkı görmüş bulunduğumuz ve bay Dühring'in de, eğer tam da bütün kutupsal karşıtlıkların yetersizliğini konu alan diyalektiğin ilk bilgilerini biraz edinseydi, bilebileceği gibi, doğruluk ile yanlışlık arasındaki karşıtlığı, yukarda belirtmiş bulunduğumuz dar alan dışında uygular uygulamaz, bu karşıtlık, göreli ve gerçek bilimsel anlatım için elverişsiz bir nitelik kazanır; bununla birlikte eğer onu, bu alan dışında kesenkes geçerli olarak uygulamaya girişirsek (sayfa 156) tamamen başarısızlığa uğrarız; karşıtlığın iki kutbu kendi terslerine dönüşürler, doğruluk yanlışlık ve yanlışlık da doğruluk olur. Örnek olarak, eşit sıcaklıkta gazların hacminin basınçla ters orantılı olduğu yolundaki ünlü Boyle yasasını alalım. Regnault, kimi durumlarda bu yasanın doğru olmadığını buldu. Eğer o bir gerçek filozofu olsaydı, şöyle demek zorunda kalacaktı: Boyle yasası değişkendir; öyleyse katışıksız bir doğruluk, öyleyse yalnızca bir doğruluk bile değildir, öyleyse bir yanlışlıktır. Ama bunu yapmakla, Boyle yasasında bulunan yanlışlıktan çok daha büyük bir yanlışlık yapmış olurdu; kendi küçük doğruluk tohumu, yanlışlığın kum yığını içinde kaybolurdu; aslında doğru olan kendi sonucunu, içerdiği az bir yanlışlık ile birlikte karşısında Boyle yasasının bir doğruluk olarak göründüğü bir yanlışlık durumuna getirirdi. Ama Regnault, bilim adamı olarak bu türlü çocukluklara kapılmadı, araştırmalarına devam etti ve genel bir biçimde Boyle yasasının ancak yaklaşık olarak doğru olduğunu ve geçerliliğini, özellikle basıncın sıvılaştırabildiği gazlar bakımından ve sıvılaşmanın başladığı noktaya yaklaştığı andan sonra yitirdiğini buldu. Demek ki Boyle yasası, ancak belirli sınırlar içinde doğru olarak ortaya çıkıyordu. Ama bu sınırlar içinde, mutlak olarak, kesin olarak doğru mudur? Hiçbir fizikçi bunu öne sürmeyecektir. Her fizikçi, Boyle yasasının kimi basınç ve sıcaklık derecesi sınırları içinde ve kimi gazlar için geçerli olduğunu söyleyecek ve bu zaten dar olan sınırlar içinde, daha da dar bir sınırlama ya da gelecekteki araştırmalar tarafından değiştirilmiş bir formül olanağını dıştalamayacaktır. [37*] İşte son çözümlemede kesin (sayfa 157) doğruluklar, örneğin fizikte, bu durumda. Bundan ötürü, gerçekten bilimsel çalışmalar, yanlışlık ve doğruluk gibi dogmatik ve ahlaksal deyimlerden sürekli olarak kaçınırlar, oysa boş bir söz ebeliğinin, kendini bize egemen düşüncenin egemen sonucu olarak kabul ettirmek istediği Gerçeğin Felsefesi gibi yazılarda, bu deyimlere her yerde raslanır.
Ama, diye sorabilir saf bir okur, bay Dühring kendi gerçeğin felsefesinin içeriğinin kesin bir doğruluk olduğunu ve son çözümlemede de böyle olduğunu açıkça nerede söyledi? Nerede olacak, örneğin, kendi sistemi üzerine yaptığı ve II. bölümde bazı parçalarını vermiş olduğumuz (s. 13.)* aşırı övgüde. Ya da yukarda aktarılmış bulunan tümcede; ahlak doğrulukları, son temellerine değin bilinmiş oldukları ölçüde, matematik uygulamaların geçerliliğine benzer bir geçerlilik savlarlar dediği zaman. Ve bay Dühring, gerçekten eleştirici görüş açısından ve şeylerin köklerine dek giden araştırmalar sayesinde bu son temellere değin, temel şemalara değin gitmiş, yani ahlaksal doğruluklara son çözümlemede kesin bir nitelik vermiş olduğunu öne sürmüyor mu? Ya da eğer bay Dühring, bunu ne kendisi, ne de zaman için ileri sürüyor, eğer yalnızca bir gün, sisli bir gelecekte, son çözümlemede kesin doğruluklar saptanabilecektir demek istiyor, yani eğer "ahlak bozucu kuşkuculuk" ve "içinden çıkılmaz karışıklık" derken, aşağı yukarı ama daha anlaşılmaz bir biçimde, aynı şeyi söylemek istiyorsa — o zaman bütün bu gürültü neye, istediğiniz nedir bayım?
Eğer doğruluk ve yanlışlık ile pek ilerlemiyorsak, iyi ve kötü ile daha az ilerleyeceğiz. Bu karşıtlık yalnızca ahlak alanında, yani insanların tarihine ilişkin bir alanda sözkonusu olur ve son çözümlemede kesin doğruluklar asıl bu alanda çok seyrektir. Halktan halka, dönemden döneme, iyi (sayfa 158) ve kötü fikirler öylesine değişir ki çoğu kez birbiriyle açıkça çelişirler. —Ama, denecek, gene de iyi kötü, kötü de iyi değildir; eğer iyi ile kötü aynı çuvala konursa bu, her türlü ahlak düşüncesinin sonu demektir ve herkes canının istediği gibi davranır.— Bay Dühring'in görüşü de, tumturakli dili bir yana bırakılırsa, böyle. Ama gene de sorun bu denli yalın bir biçimde çözülemez. Eğer sorun bu denli yalın olsaydı, iyi ve kötü üzerinde tartışılmazdı, iyi nedir, kötü nedir, herkes bilirdi. Ama şimdi böyle mi? Bugün bize hangi ahlak öğütleniyor? Önce, özsel olarak bir katolik ve bir de protestan ahlaka ayrılan ve böylece katolik-cizvit ahlak ile protestan-ortodoks ahlaktan mezhebi geniş ahlaka değin giden, geçmiş yüzyılların iman kalıtı hıristiyan feodal ahlak. Bunun yanında modern burjuva ahlakı, sonra hemen bunun yanında da geleceğin, proletaryanın ahlakı bulunur; öyleki yalnızca Avrupa'nın en ileri ülkelerinde geçmiş, bugün ve gelecek, birbiri yanında aynı zamanda geçerli üç büyük ahlak teorisi grubu sağlar. Öyleyse hangisi gerçek ahlaktır bunların? Kesin ve mutlak anlamda, hiçbiri; ama süre vaat eden öğelere en çok sahip bulunan ahlak; şu anda kuşkusuz bugünün altüst oluşunu, geleceği temsil eden ahlaktır, yani proleter ahlak.
Modern toplumun feodal soyluluk, burjuvazi ve proletaryadan oluşan üç sınıfından her birinin kendi öz ahlakına sahlp bulunduğunu gördükten sonra, bundan ancak insanların, ister bilinçli, ister bilinçiz olsun, ahlak anlayışlarını, son çözümlemede sınıf durumlarının dayandığı pratik ilişkilerden —içinde üretim ve değişimde bulundukları ekonomik ilişkilerden— aldıkları sonucu çıkartabiliriz.
Bununla birlikte yukarda sözü edilen üç ahlak teorisinde, her üçünde de ortak olarak bulunan birçok şey var: Sakın bu, hiç değişmemek üzere saptanmış ahlakın bir parçası olmasın? Bu ahlak teorileri, aynı tarihsel evrimin üç ayrı aşamasını temsil ederler, öyleyse ortak bir tarihsel arka plana ve bunun sonucu, zorunlu olarak birçok ortak öğeye sahip bulunurlar. Dahası var, ekonomik gelişmenin benzer, ya da aşağı yukarı benzer aşamalarında, ahlak teorilerinin (sayfa 159) zorunlu olarak aynı amaçları gütmeleri gerekir. Taşınır malların özel mülkiyetinin gelişmiş bulunduğu andan başlayarak, bu özel mülkiyetin üstün geldiği bütün toplumların şu ahlak buyruğuna ortaklaşa sahip bulunmaları gerekiyordu: Çalmayacaksın. Bundan ötürü bu buyruk, ölümsüz bir ahlak buyruğu mu oluyordu? Hiçbir zaman. Hırsızlık nedenlerinin ortadan kaldırıldığı, öyleyse zamanla hırsızlıkların ancak deliler tarafından yapılabildiği bir toplumda: Çalmayacaksın! Ölümsüz doğruluğunu ciddi ciddi ilan etmek isteyen bir ahlak vaizine amma da gülünürdü.
Bu nedenle ahlak dünyasının da, tarihin ve ulusal farklılıkların üstünde bulunan sürekli ilkeleri olduğu bahanesiyle, herhangi bir ahlak dogmatizmini bize ölümsüz, kesin, bundan böyle değişmez bir ahlak yasası olarak kabul ettirme yolundaki her savı yadsıyoruz. Tersine, geçmişin her ahlak teorisinin, son çözümlemede o zamanki toplumun ekonomik durumunun bir ürünü olduğunu ileri sürüyoruz. Ve nasıl toplum, şimdiye değin sınıf karşıtlıkları içinde gelişmiş bulunuyorsa, ahlak da aynı biçimde her zaman bir sınıf ahlakı olmuştur; bu ahlak, ya egemen sınıfın egemenliğini ve çıkarlarını doğruluyor, ya da ezilen sınıf yeterince güçlü bir duruma geldiği andan başlayarak, bu egemenliğe karşı baş kaldırmayı ve ezilenlerin gelecekteki çıkarlarını temsil ediyordu. Gene de insan bilgisinin bütün öteki dalları için olduğu gibi, ahlak bakımından da genel olarak bir ilerleme olduğundan kuşku yok. Ama henüz sınıf ahlakını aşmamış bulunuyoruz. Sınıf karşıtlıklarının ve bu karşıtlıkların anısı üzerinde yer alan gerçekten insanal bir ahlak, ancak sınıf karşıtlıklarının yalnızca yenilmekle kalmadığı ama yaşama pratiği bakımından unutulmuş da bulundukları bir toplum düzeyinde olanaklı olabilir. Şimdi, eski sınıflı toplumun bağrında, toplumsal bir devrimin öngününde, geleceğin sınıfsız toplumuna ölümsüz, zamandan ve gerçeğin dönüşümlerinden bağımsız bir ahlak kabul ettirme savında bulunan bay Dühring'in kendini beğenmişliği düşünülsün! Hatta bu gelecek toplumun yapısını, hiç değilse ana çizgileri içinde kavramış (sayfa 160) olduğu —ama bunu şimdiye değin göremedik— varsayılsa bile.
Bitirmek için, "tepeden tırnağa özgün" ama gene de "köklere değin" gitmekten geri kalmayan bir açınlama daha:
Kötülüğün kökenine ilişkin olarak, "kendine özgü ikiyüzlülük ile kedi tipinin bir hayvan biçimi içinde raslaşması gerçeği, bizim için insanda da benzer bir niteliğin bulunması gerçeği ile aynı plandadır. ... Öyleyse kedinin, ya da genel olarak yırtıcı hayvanın varlığında mistik bir şey kokusu sezme isteği olmadıkça, kötülük gizemli bir şey değildir."
Kötülük ... kedidir. Öyleyse şeytanın boynuzları ve çatallı ayakları değil ama pençeleri ve yeşil gözleri var. Ve Gcethe, Mefistofeles'i kara bir kedi yerine aynı renkte bir köpek biçimi altında göstermekle bağışlanmaz bir kusur işlemiştir. Kötülük, kedidir! İşte, yalnızca bütün evrenler için değil ama... kedi soyu için de bir ahlak! (sayfa 161)
ONUNCU BÖLÜM
AHLAK VE HUKUK
EŞİTLİK
Bay Dühring'in yöntemi ile birçok kez tanışmış bulunuyoruz. Bu yöntem, her bilgi konuları grubunu sözde en yalın öğelerine ayrıştırmaya, bu öğelere bir o denli yalın, sözde apaçık belitleri uygulamaya ve bu biçimde elde edilmiş sonuçlarla iş görmeyi sürdürmeye dayanır. Hatta toplumsal yaşam alanının bir sorunu bile, "sanki yalın ... matematik temel biçimler söz konusuymuş gibi, yalın temel biçimler üzerinde belitler aracıyla çözümlenmelidir".
Ondan sonra, matematik yöntemin tarihe, ahlaka ve hukuka uygulanması, bize burada da elde edilen sonuçlar üzerine matematik bir kesinlik sağlayacak, onlara değişmez katışıksız doğruluklar niteliği kazandıracaktır.
Bu, a priori yöntem olarak adlandırılan ve bir nesnenin özelliklerini, onları nesnenin kendisinden çıkartarak öğrenmeye değil ama nesnenin kavramından tümdengelim yoluyla (sayfa 162) çıkarsamaya dayanan eski ve sevilen ideolojik yöntemin bir başka yönünden başka bir şey değildir. Önce, nesneden hareket ederek, nesnenin kavramı imal edilir; sonra bütün ters çevrilir ve nesne kopyasına, yani kavrama göre değerlendirilir. Kavram nesneyi değil ama nesne kavramı kendine örnek almalıdır. Bay Dühring'de kavram görevini gören şeyler, en yalın öğeler, erişebildiği son soyutlamalardır; ama bu, sözkonusu sorunda hiçbir şeyi değiştirmez; en iyi durumda bu en yalın öğeler, salt kavramsal yapıdadır. Yani gerçeğin felsefesi burada da kendini, gerçekliğin kendisinden değil tasanmından çıkarılmış arı ideoloji olarak gösterir.
Ve şimdi bu türlü bir ideolog, ahlak ve hukuku insanların, onları çeviren gerek toplumsal ilişkilerinden çıkaracak yerde, kavram ya da "toplumun" en yalın denilen öğelerinden hareketle kurduğu zaman, elinde bu iş için hangi gereçler bulunur? Kuşkusuz, iki türlü gereç: Önce, bu temel olarak alınan soyutlamalarda gene de bulunabilen yoksul gerçek içerik kalıntısı; ikinci olarak, ideologumuzun kendi öz bilincinden çıkartarak ortaya soktuğu içerik. Ve ideologumuz, bilincinde ne bulur? En büyük bölümü bakımından, içinde yaşadığı toplumsal ve siyasal koşulların bir doğrulama ya da bir saldırı değerine sahip, olumlu ya da olumsuz, az çok upuygun birer dışavurumu olan ahlaksal ve hukuksal sezgiler; ayrıca, belki konu üzerindeki yazından alınmış fikirler; son olarak, belki kişisel fanteziler. İdeologumuz ne yapsa, ne dese boşuna, kapıdan attığı tarihsel gerçeklik, pencereden girer ve bütün dünyalar ile bütün zamanlar için ahlaksal ve hukuksal bir öğreti yaptığına inanarak, gerçekte kendi zamanın tutucu ya da devrimci ama gerçek tabanından koptuğu için bozulmuş, içbükey bir aynadaki gibi başaşağı olmuş bir imgesinden başka bir şey imal etmez.
Böylece bay Dühring toplumu en yalın öğelerine ayrıştırır ve böyle yaparak en yalın toplumun en az iki kişiden bileştiğini bulur. Ondan sonra bu iki kişi ile belitler aracıyla iş görülür. Ve kendiliğinden, ortaya ahlakın temel beliti çıkar: "İki insan istenci, iki insan istenci olarak birbirine tamamen (sayfa 163) eşittir ve hiçbiri, daha ilk anda, ötekinden hiç ama hiçbir şey isteyemez." İşte, "ahlaksal adaletin temel biçimi böylece belirtilmiş" bulunmaktadır ve onun yanısıra, mahkemeler adaletinin temel biçimi de; çünkü "ilkesel hukuk kavramlarını çeliştirmek için, iki kişinin tamamen yalın ve temel ilişkisinden başka bir şeye gereksinmemiz yoktur”.
İki insan ya da iki insan istencinin, iki insan ya da iki insan istenci olarak birbirine tamamen eşit olması, yalnızca bir belit olmakla kalmaz ama güçlü bir abartmadır da. Önce iki insan, hatta iki insan olarak, cinsiyet bakımından eşit olmayabilir ve bu yalın gerçek bizi, hemen toplumun en yalın öğelerinin —eğer bir an için bu çocukluğu kabul edersek—, iki insan (iki erkek) değil ama üretim ereğiyle toplum durumunda yaşamanın en yalın ve ilk biçimi olan bir aile kuran bir erkekle bir kadın olduğuna götürür. Ama bu, bay Dühring'in hoşuna hiç gitmez. Çünkü bir yandan toplumun iki kurucusunun elden geldiğince eşit kılınmış olmaları gerekir ve öte yandan erkek ve kadının ahlaksal ve hukuksal eşitliğini, ilkel aileden hareketle, bay Dühring bile kurmayı başaramaz. Öyleyse, iki şeyden biri: Ya bay Dühring'in, çoğalması tüm toplumun yapısını kuracak olan toplumsal molekülü hemen yokolmaya adaydır, çünkü iki erkek kendi aralarında hiçbir zaman çocuk meydana getiremez; ya da onları iki aile başkanı olarak tasarlamamız gerekir. Ve bu durumda, tüm yalın temel şema kendi karşıtına dönüşür: Bu şema, insanların eşitliği yerine olsa olsa aile başkanlarının eşitliğini ve kadınlara ne düşündükleri sorulmadığı için, ayrıca kadınların bağımlılığını gösterir.
Burada okura, bu iki ünlü er kişiden kurtulmak üzere olmadığı kötü haberini vermek zorundayız. Toplumsal ilişkiler alanında bu er kişiler, artık kendilerinden kurtulmuş olmamız gereken öteki göksel cisimler sakinlerinin şimdiye değin oynadıklarına.benzer bir rol oynarlar. Çözülecek bir iktisat, bir siyaset vb. sorunu mu var, hemen iki adam sahneye girer ve işi "belitsel yöntem aracıyla" bir anda yoluna koyarlar. Bizim gerçeksel filozofumuzun yaratıcı, sistem doğurucu, (sayfa 164) hayranlık uyandırıcı bulgusu; ne yazık ki eğer doğruluğa saygılı olmak istersek, iki adamcağızı o bulmadı. Bu iki adamcağız, bütün 18. yüzyılın ortak malıdır. Bunlar daha Rousseau'nun, bu arada bay Dühring'in tezlerinin tam tersini belitsel yöntem aracıyla tanıtladıkları, 1854'teki Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine Söylev'inde görünürler. Adam Smith'ten Ricardo'ya, ekonomi politik teorisyenlerinde birinci planda bir rol oynarlar; ama burada en azından her biri farklı işlerle uğraşmak —çoğu kez avcılık ve balıkçılık— ve ürünlerini karşılıklı olarak değiştirmek bakımmdan, eşit değildirler. Gerçi bütün 18. Yüzyıl boyunca bu adamlar, yalnızca yalın açıklayıcı örnek hizmeti görürler ve bay Dühring'in özgünlüğü, bu açıklayıcı yöntemi bütün toplumsal bilimlerin temel yöntemi ve bütün tarihsel kuruluşların ölçütü katına çıkarmasındadır. "Şeylerin ve insanların sıkı sıkıya bilimsel anlayışı" içinde de daha büyük bir kolaylık sağlanamazdı.
İki insan ve onların istençlerinin birbirlerine tamamen eşit oldukları ve ikisinden hiçbirinin ötekine verecek hiçbir buyruğu olmadığı temel belitini saptamak için herhangi iki insandan hiçbir zaman yararlanamayız. Bunların tüm gerçeklikten, yeryüzünde varolan bütün ulusal, ekonomik, siyasal ve dinsel ilişkilerden, bütün cinsel ve kişisel özelliklerden, geriye her ikisinden de yalın insan kavramından başka bir şey kalmayacak denli kurtulmuş iki insan olması gerek: Ancak o zaman "tamamen eşit" olurlar. Her yerde "tinci" girişimler kokusu alan ve bunları teşhir eden bu aynı bay Dühring tarafından çağrılmış iki eksiksiz hayalet. Bu iki hayalet, elbette kendilerini çağıran kimsenin onlardan istediği her şeyi yapmak zorundadırlar ve işte bu nedenle de bütün marifetleri başkaları için son derece önemsizdir.
Bununla birlikte, bay Dühring'i belitsel yöntemi içinde biraz daha izleyelim. İki istençten hiçbiri ötekinden kesinlikle hiçbir şey isteyemez. Eğer gene de biri bunu dener ve ereğine güç kullanarak erişirse,. ortaya bir haksızlık durumu çıkar ve bay Dühring haksızlığı, zoru, köleliği, kısaca geçmişin bütün kargışlı tarihini işte bu temel şema ile açıklar. Oysa (sayfa 165)
Rousseau, yukarda adı geçen yapıtında, iki adam aracıyla ve aynı derecede belitsel bir biçimde, tersini tanıtlamıştı: şöyle ki ikisinden A, B'yi kölelik durumuna zorla değil ama yalnızca B'yi A'dan vazgeçemeyecek bir durum içine koyarak düşürebilir; ne var ki bay Dühring için bu görüş, gereğinden çok materyalist bir görüştür. Öyleyse sorunu biraz başka bir biçimde alalım. Gemileri batmış iki kişi, bir adada yalnızdırlar ve bir topluluk kurarlar. İstençleri biçimsel bakımdan tamamen eşittir ve bu her ikisi tarafından da böylece kabul edilir. Ama maddi bakımdan büyük bir eşitsizlik vardır. A kararlı ve gözüpek, B kararsız, gevşek ve rahatına düşkündür; A uyanık, B budaladır. A'nın isteğini B'ye önce inandırma, sonra alışkanlık aracıyla ama her zaman özgür onama biçimi altında, düzenli olarak kabul ettirmesi için ne kadar zaman gerek? Özgür onama biçimi ister korunmuş, ister ayaklar altına alınmış olsun, kölelik köleliktir. Köleliğe özgür onama ile giriş, Almanya'da Otuz Yıl Savaşı sonrasına değin, bütün ortaçağ boyunca sürer. Prusya'da, 1806 ve 1807 bozgunlarından sonra, toprak köleliği ve toprak köleliği ile birlikte iyiliksever senyörleri için uyruklarına sefalet, hastalık ve yaşlılık durumunda yardım etmek zorunluluğu da ortadan kaldırıldığı zaman, köylüler krala, ondan toprak kölesi olarak bırakılmalarını isteyen bir dilekçe gönderirler: Başka türlü onlara, darlık içinde kim yardım edecekti? İki insan şeması, eşitlik ve karşılıklı yardım için olduğu denli eşitsizlik ve kölelik için de "cuk oturur" ve yok olma tehdidi altında, bu iki insanın aile başkanı olduklarını kabul etmek zorunda bulunduğumuzdan, bu şemada soydan geçme kölelik de öngörülmüş demektir.
Ama, bir an için bunu bırakalım. Bay Dühring'in belitsel yönteminin bizi inandırmış olduğunu ve iki istenç arasındaki tam eşitlik, "evrensel insan egemenliği", "birey egemenliği" gibi, Stirner'in "Biricik"inin özgülüğüyle birlikte bu işteki alçakgönüllü payını isteyebilmesine karşın, yanlarında beceriksiz biri olarak kaldığı bu gerçek söz devleri üzerinde kendimizden geçtiğimizi kabul edelim. İşte şimdi hepimiz (sayfa 166) tamamen eşit ve bağımsız kişileriz. Hepimiz mi? Hayır, gene de hepimiz değil. "Kabul edilebilir bağımlılıklar" da var ve bu türlü bağımlılıklar, "iki istencin iki istenç olarak gerçekleşmesinde değil ama bir üçüncü alanda, yani örneğin çocuklar karşısında, onların kendileri tarafından yönetilmelerindeki yetersizlikte aranması gereken nedenlerle" açıklanır.
Gerçekten! Bağımlılık nedenleri, istençlerin istençler olarak gerçekleşmesinde aranmamalıdır! Elbette aranmamalıdır, çünkü engellenen şey, bir istencin gerçekleşmesinin ta kendisidir! Ama bir üçüncü alanda aranmalıdır! Ve bu üçüncü alan hangisidir? Baskı altına alınmış istencin yetersiz istenç olarak somut belirlenmesi! Bizim gerçeksel filozofumuz, istenç soyut ve boş deyimi karşısında gerçekten öylesine uzaklaşmıştır ki bu istencin gerçek içeriği, belirlenimi onun için bir "üçüncü alan"dır. Ne olursa olsun, hak eşitliğinin bir ayrıklama içerdiğini saptamak zorundayız. Bu eşitlik, kendinin belirlenmesinde yetersiz kalmış bir istenç için geçerli olmaz. Yüzgeri Etme n° 1.
Devam edelim:
"Hayvan ve insan bir kişi içinde karıştıkları zaman, tamamen insan bir ikinci kişi adına, davranış biçiminin, karşı karşıya sanki yalnızca insan kişiler varmış gibi olabilip olmayacağı sorulabilir. ... Öyleyse biri bir ölçüde hayvan niteliği taşıyan, ahlak bakımından eşitsiz iki insan varsayımımız, insan grupları içindeki ve bu gruplar arasındaki bir farka uygun olarak ortaya çıkabilen bütün ilişkilerin tipik temel biçimidir."
Bu sıkıntılı kaçamakları izleyen ve bay Dühring'in insanal insanın, hayvansal insana ne ölçüde karışabileceğini, değişmez ahlaka hiçbir leke sürmeksizin ona karşı ne ölçüde güvensizlik, savaş kurnazlığı, sertlik araçları, hatta ürkü (terör) ya da hile kullanabileceğini kazüistik [38] gücüyle saptamak için bir cizvit papazı gibi çabaladığı içler acısı saldırıya kulak asıp asmamak, artık okura kalmış.
Demek ki iki kişi "ahlak bakımından eşitsiz" oldukları (sayfa 167) zaman, eşitlik sona erer. Ama o zaman, birbirine tamamen eşit iki adam çağırmak gerçekten zahmete değmezdi, çünkü ahlak bakımından birbirine tamamen eşit iki kişi yoktur. Eşitsizlik, birinin insan kişi, oysa öbürünün hayvan cinsinden olmasına dayanmalıdır mı denecek? Ama insanın hayvan dünyasından gelmesi, insanın hayvandan hiçbir zaman tamamen kurtulamayacağı gerçeğini zaten içerir; öyleki hayvanlık ya da insanlık içinde az ya da çok, bir derece farkından başka hiçbir şey, hiçbir zaman sözkonusu olamaz. İnsanların, insan-insanlar ile hayvan-insanlar, iyiler ile kötüler, koyunlar ile tekeler gibi birbirinden kesinlikle ayrılmış iki grup biçimindeki bölünmesine, gerçeksel felsefe bir yana bırakılırsa, yalnızca ve yalnızca ayrımını yapmak için mantığı kendi yüce yargıcı durumuna getirecek denli ileri götüren hıristiyanlıkta rastlanır. Ama gerçeksel felsefede yüce yargıç kim olacak? İşlerin her halde yakınlarına, yani dinden olmayan tekelere karşı yüce yargıçlık görevlerini dindar koyunların, hem de bilinen başarıyla kendi üstlerine aldıkları hıristiyan pratiğinde olduğu gibi olması gerekecek. Bu bakıma gerçeksel filozoflar mezhebi, eğer bir kurulursa, bu barışçıllardan hiçbir şeyde geri kalmayacak. Ne var ki bu, bizi ilgisiz bırakabilir; bizi ilgilendiren şey, insanlar arasındaki ahlak eşitsizliğinden ötürü, eşitliğin yeni baştan bir hiçe indirgendiği itirafıdır. Yüzgeri Etme n° 2.
Gene devam edelim:
"Eğer biri doğruluk ve bilime göre, ama öteki herhangi bir boşinan ya da önyargıya göre davranırsa, zorunlu ve normal olarak karşılıklı düzensizlikler meydana gelecektir. ... Yeteneksizliğin, kabalık ya da kötü ahlak eğiliminin belirli bir derecesinde, bundan her durumda bir çatışma doğacaktır. ... Kendileri için zor kullanılmasının son çare olduğu kimseler, yalnızca çocuklar ve deliler değildir. Kimi doğal grupların ve kimi uygarlık sınıflarının özyapısı, ahlak bozukluğu ile düşman bir duruma gelmiş istençlerinin egemenlik altına alınmasını, onu kolektif bağlara yeniden kavuşturmak ereğiyle önüne geçilmez bir zorunluluk durumuna (sayfa 168) getirebilir. Burada da başkasının istenci, eşit bir hakla donatılmış olarak düşünülür; ama zararlı bir düşman eyleminin ahlak bozukluğu yüzünden bir ödünlenmeye yolaçmıştır ve bu eylem, ona karşı zor kullandırdığı zaman, kendi öz haksızlığının tepkisinden başka bir şey elde etmez."
Böylece iki istencin "tam eşitliği"ni ortadan kaldırmak ve uygar yırtıcı devletlerin, Rusların Türkistan'daki canavarlıklarına değin, [39] geri kalmış halklara karşı bütün alçaklıklarını doğrulayan bir ahlak kurmak için, yalnızca ahlak eşitsizliği değil ama entelektüel eşitsizlik de yeter. General Kaufmann 1873 yazında, Tatar Yamudlar aşiretine saldırdığı, çadırlarını yaktığı ve kadınları ile çocuklarını, buyruğun dediği gibi, "tam Kafkas usulü" kılıçtan geçirdiği zaman, o da Yamudların ahlak bozukluğu ile düşman durumuna gelmiş istençlerinin egemenlik altına alınmasının, onu kolektif bağlara yeniden kavuşturmak ereğiyle, önüne geçilmez bir zorunluluk durumuna gelmiş bulunduğu ve kullandığı araçların en uygun araçlar olduğu öne sürüyordu; ereği isteyen, araçları da ister. Ne var ki General Kaufmann yavuzluğu, üstelik Yamudlarla alay edecek ve ödünleme yapmak için onları öldürerek, onların istecine eşit hak sahibi olarak saygi gösterdiğini söyleyecek denli ileri götürmüyordu. Ve bir kez daha, bu çatışmada neyin boşinan, önyargı, kabalık, kötü ahlak eğilimi olduğuna ve ödünleme yapmak için zor kullanma ve egemenlik altına almanın zorunlu olduğu anın hangi an olduğuna karar verecek olanlar, seçkinlerdir, doğruluğa ve bilime göre hareket ettikleri kabul olunan kimseler, yani son çözümlemede gerçeksel filozoflardır. Demek ki eşitlik şimdi... zorla ödünlemedir ve eğer ikinci istenç birinci tarafından eşit hak sahibi olarak kabul ediliyorsa, bu iş egemenlik altına alma aracıyla olmaktadır. Bu kez, utanılacak (sayfa 169) bir kaçış biçiminde yozlaşmış bulunan Yüzgeri Etme n° 3.
Ayraç arasında söyleyelim ki başkasının istencinin zorla ödünlemede hak bakımından eşit olarak düşünüldüğü yolundaki tümce, cezanın suçlunun hakkı olmasını isteyen teorinin bir bozulmasından başka bir şey değildir.
"Cezayı suçlunun öz hakkının zarfı olarak düşünmekle suçlu, akıllı varlık olarak onurlandırılıyor." (Hukuk Felsefesi, § 100, not.)
Daha ileri gitmeyebiliriz. Bay Dühring'i o denli belitsel bir biçimde kurulmuş olan kendi eşitliğini, kendi evrensel insan egemenliğini vb. parça parça yıkma işinde daha çok izlemek; toplumunu topu topu iki insandan nasıl meydana getirdiğini ama —sorunu kısaca özetlemek için— bir üçüncü ortak olmaksızın, çoğunlukla hiçbir karar alınamayacağı ve bu kararlar olmaksızın, yani çoğunluğun azınlık üzerinde egemenliği olmaksızın hiçbir devlet varolamayacağı için, devlet kurma bakımından bir üçüncü insana nasıl gereksinme duyduğunu ve daha sonra güzel bir sabah ziyaret etmek onuruna erieşeğimiz geleceğin "sosyaliter” ("toplumcu”) devletini kurmak üzere nasıl yavaş yavaş daha dingin bir yola girdiğini gözlemlemek gereksiz. İki istencin tam eşitliğinin varlığını ancak bu iki istenç hiçbir şey istemedikleri sürece sürdürdüğünü; insan istençleri olarak insan istençleri olmaktan çıkar ve gerçek bireysel istençler, gerçek iki insanın istençleri durumuna dönüşür dönüşmez, eşitliğin de ortadan kalktığını ve bir yandan çocukluk, delilik, sözde hayvanlık, sözde boşinan, sözde önyargı, sözde yeteneksizliğin, öte yandan insanlığın doğruluk ve bilimin kavranmasına yatkınlık savının, yani iki istencin ve onlara eşlik eden zekaların niteliğindeki tüm farkın egemenlik altına almaya değin gidebilen bir eşitsizliği doğruladığını yeterince gördük: Bay Dühring'in kendi öz eşitlik yapısını tepeden tırnağa, böyle köklü bir biçimde yıktığını gördükten sonra, artık ne isteyebiliriz?
Ama her ne denli bay Dühring'in eşitlik fikrini o yavan ve budalaca inceleme biçiminden kurtulmuş bulunuyorsak da, bu fikrin kendisinden ve oynadığı rolden; özellikle (sayfa 170) Rousseau'da oynadığı teorik, Fransız devriminde ve ondan sonra oynadığı pratik ve siyasal ve bugün de hemen bütün ülkelerin sosyalist hareketinde oynadığı önemli ajitasyon rolünden henüz kurtulmuş bulunmuyoruz. Bu fikrin bilimsel içeriğinin saptanması, onun proleter ajitasyon için değerini de belirleyecektir.
Bütün insanların insan olarak ortak bir şeye sahip bulundukları ve bu ortak şey ölçüsünde eşit oldukları fikri, kuşkusuz dünya kadar eski bir fikirdir. Ama modern eşitlik istemi bundan adamakıllı farklıdır; istem, daha çok, bu insan olma ortak niteliğinden, insanların bu insan olarak eşitliğinden, bütün insanların, ya da en azından bir devletin bütün yurttaşlarının, bir toplumun bütün üyelerinin eşit bir siyasal ve toplumsal değere sahip olma hakkının çıkarılmasına dayanır. Bu ilk göreli eşitlik fikrinden, devlet ve toplum içinde bir hak eşitliği sonucunun çıkartılabilmesi için binlerce yıl geçmesi gerekti ve binlerce yıl geçti. En eski topluluklarda, ilkel ortakliklarda hak eşitliği, olsa olsa ortaklık üyeleri arasında sözkonusu olabiliyordu; kadınlar, köleler, yabancılar doğal olarak bu eşitlik dışında kalıyorlardı. Yunan ve Romalılarda insanlar arasındaki eşitsizlik, herhangi bir eşitlikten çok daha ağır basıyordu. Yunanlılar ile Barbarların, özgür insanlar ile kölelerin, yurttaşlar ile korunukların, Romalı yurttaşlar ile Roma uyruklarının (geniş bir deyim kullanmak gerekirse) eşit bir siyasal değer hakkına sahip olabilmeleri, eskilerin gözüne kesenkes delilik olarak görünürdü. Roma İmparatorluğu çağında bütün bu farklar, özgür insanlar ile köleler arasındaki fark dışında, yavaş yavaş ortadan kalktı; bundan, hiç olmazsa özgür insanlar için, üzerinde özel mülkiyete dayalı hukukun bildiğimiz en yetkin biçimi olan Roma hukukukun geliştiği o özel kişiler arasındaki eşitlik doğdu. Ama özgür insanlar ile köleler arasındaki karşıtlık varlığını sürdürdüğü sürece, genel insan eşitliğinden hukuksal sonuçlar çıkarmak sözkonusu olamazdı; bunu daha kısa bir süre önce Kuzey Amerika Birliğinin köleci devletlerinde gördük. (sayfa 171) Hıristiyanlık, bütün insanlar arasında yalnızca bir eşitlikten, kendi köleler ve ezilenler dini olma niteliğine tastamam uygun düşen eşit ilk günah eşitliğinden başka bir eşitlik tanımadı. Bunun yanısıra her ne denli en çok seçkinlerin eşitliği kabul ediliyorduysa da, bu eşitlik ancak ilk başlarda uygulandı. Gene yeni dinin ilk zamanlarında görülen mal ortaklığı izleri, gerçek eşitlik fikrinden çok, ezilenler arasındaki dayanışmaya bağlanabilir. Kısa sürede din adamları ile laikler arasında bir karşıtlığın saptanması, bu hıristiyan eşitliğinin ilk izlerine bile son verdi. — Batı Avrupa'nın Germenler tarafından istilası, yavaş yavaş o zamana değin benzeri görülmemiş bir karmaşıklığa sahip toplumsal ve siyasal bir aşama-sırası (hiyerarşi) kurulması nedeniyle, bütün eşitlik fikirlerini yüzyıllar için ortadan kaldırdı; ama aynı zamanda, bu istila Batı ve Orta Avrupa'yı tarih hareketi içine çekti, ilk kez olarak sıkışık bir uygarlık bölgesi ve bu bölge içinde ilk kez olarak birbirlerini etkileyen ve başarısızlıkta birbirlerine dayanan ve her şeyden önce ulusal nitelikte bir devletler sistemi yarattı. Böylece bu istila, üzerinde daha sonraki çağlarda insanların eşit değerinden, insan haklarından söz edilebildiği tek alanı hazırlıyordu.
Ayrıca feodal ortaçağ, bağrında, gelişmesinin ilerlemesi içinde modern eşitlik isteminin temsilcisi olmaya aday sınıfı da geliştirdi: burjuvaziyi. Başlangıçta kendisi de feodal bir zümre (ordre) olan burjuvazi, 15. yüzyıl sonunda büyük deniz bulguları ona yeni ve daha geniş bir yaşam açtığı zaman, feodal toplum içindeki zanaatçı yönü ağır basan sanayi ve ürünlerin değişimini daha yüksek bir düzeye çıkarmıştı. O zamana değin yalnızca İtalya ile Doğu Akdeniz ülkeleri arasında yapılan Avrupa ötesi ticaret, şimdi Amerika ve Hindistan'a dek yayıldı ve kısa zamanda önem bakımından çeşitli Avrupa ülkeleri arasındaki değişimi olduğu denli, tek tek her ülkenin iç ticaretini de geçti. Amerika altın ve gümüşü Avrupa'ya aktı ve bir ayrıştırma öğesi olarak feodal toplumun bütün boşluk, yarık ve gözenekleri içinde girdi. Zanaatçı işletme, artık artan gereksinmelere yetmiyordu. En ileri (sayfa 172) ülkelerin yönetici sanayilerinde, zanaat sanayisinin yerini, yapımevi sanayisi (manüfaktür) aldı.
Bununla birlikte toplumun ekonomik yaşam koşullarındaki bu güçlü devrim, siyasal yapısında buna uygun düşen bir değişiklikle hemen izlenmedi. Toplum gitgide daha burjuva bir duruma gelirken, devlet rejimi feodal kaldı. Büyük ticaret, yani özellikle uluslararası ve hele dünya ticareti, hareketlerinde engellerle karşılaşmayan, bir bakıma eşit haklara sahip, hiç değilse tek başına alınmış her yerde, hepsi için eşit bir hukuk temeli üzerinde değişim yapan özgür emtia sahiplerinin varlığını gerektirir. Zanaatçılıktan yapımevi sanayisine geçiş, emek-güçlerinin kiralanması için yapımcı ile sözleşme yapabilen ve buna dayanarak onun karşısına sözleşme yapan kişi niteliğiyle eşit haklarla çıkan belli bir sayıda özgür emekçinin de varlığını gerektirir — bir yandan lonca bağlarından, öte yandan da kendi emek-güçlerini kendi başlarına değerlendirme araçlarından özgür [yoksun] emekçilerin varlığını. Ensonu, genel olarak insan emeği oldukları için ve insan emeği olarak, bütün insan emeklerinin eşitlik ve eşit değeri, bilinçsiz ama en kesin dışavurumunu, modern burjuva iktisadının bir metaın değerinin o metaın içerdiği toplumsal bakımdan gerekli-emek aracıyla ölçülmesini isteyen değer yasasında bulur. [40] — Ama ekonomik ilişkilerin özgürlük ve hak eşitliği istediği yerde, siyasal rejim onların karşısına her adımda loncasal engeller ve ayrıcalıklar çıkartıyordu. Yerel ayrıcalıklar, farklılaştırılmış gümrükler, her türlü ayrım yasaları, ticaretlerinde yalnız yabancılar ya da sömürgelerde yaşayan halk için değil ama çoğu kez devlet uyrukları için de zararlı oluyordu; loncasal ayrıcalıklar, yapımevi sanayisinin gelişme yolunu keserek, her yerde varlığını sürdürüyordu. Burjuva rakipler için hiçbir yerde ne yol açık, ne de şanslar eşitti — ve bununla birlikte istemlerin en başta geleni ve kendini gitgide daha çok duyuranı da, işte buydu. (sayfa 173)
Bu feodal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla feodal engellerden kurtuluş ve hak eşitliğinin kurulması istemi, toplumun ekonomik gelişmesi tarafından bir kez gündeme konduktan sonra, kısa sürede daha geniş boyutlar kazanmaktan geri kalamazdı. Her ne denli bu istem, sanayi ve ticaret yararına ileri sürülüyorduysa da, aynı hak eşitliğinin tam bir toprak köleliğinden başlayarak köleliğin bütün derecelerinde, çalışma zamanlarının en büyük bölümünü karşılıksız olarak iyiliksever feodal beylerine ayırmak ve ayrıca ona ve devlete sayısız vergiler ödemek zorunda olan geniş köylüler yığını için istenmesi de gerekiyordu. Öte yandan feodal üstünlüklerin, soyluların vergi bağışıklığının, çeşitli zümrelerin siyasal ayrıcalıklarının ortadan kaldırılmasını istemekten de geri kalınamazdı. Ve artık Roma İmparatorluğunda olduğu gibi evrensel bir imparatorlukta değil ama birbiriyle eşitlik ilişkileri kurmuş ve burjuva gelişmenin aşağı yukarı eşit bir düzeyinde bulunan bağımsız bir devletler sistemi içinde yaşandığı için, bu istemin tek bir devletin sınırlarını aşan genel bir nitelik kazanması ve özgürlük ve eşitliğin insan hakları olarak ilan edilmesi gerektiği kendiliğinden anlaşılıyordu. Ama bununla birlikte, insan haklarını ilk tanıyan anayasa olan Amerikan anayasasının, Amerika'da yaşayan renkli insanların köleliğini bir solukta doğrulaması, bu insan haklarının özgül burjuva niteliğini açıkça gösteren bir şeydir: Sınıf ayrıcalıkları kaldırılmış, ırk ayrıcalıkları onaylanmıştır.
Bununla birlikte bilinir ki burjuvazi, feodal burjuvazi krizalitinden çıktığı, ortaçağ zümresi (ordre) modern sınıf (classe) durumuna dönüştüğü andan başlayarak burjuvazinın gölgesi olan proletarya, ona durmadan ve kaçınılmaz bir biçimde eşlik edecektir. Ve aynı biçimde proleter eşitlik istemleri de burjuva eşitlik istemlerine eşlik edecektir. Sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması burjuva isteminin ortaya konduğu andan başlayarak, bunun yanısıra sınıfların kendisinin kaldırılması proleter istemi, önce ilkel hıristiyanliğa dayanarak dinsel bir biçim altında, sonra burjuva eşitlik (sayfa 174) teorilerinin ta kendilerine dayanarak oraya çıkar. Proleterler, burjuvazinin eşitlik önerisini hemen benimserler: Ancak eşitlik yalnızca görünüşte, yalnızca devlet alanında değil, ekonomik ve toplumsal alanda da gerçek olarak kurulmalıdir. Ve özellikle Fransız burjuvazisinin Büyük devrimden başlayarak yurttaş eşitliğini birinci plana koymasından sonra Fransız proletaryası, ekonomik ve toplumsal eşitlik isteyerek, ona hemen yanıt verdi; eşitlik, Fransız proletaryasının özel savaş çığlığı durumuna geldi.
Eşitlik istemi proletaryanın ağzında böylece ikili bir anlam taşır. Bu istem ya —ve özellikle ilk başta, örneğin Köylüler savaşında durum budur— apaçık toplumsal eşitsizliklere karşı zengin ile yoksul, efendi ile köle, harvurup harman savuranlar ile açlık çekenler arasındaki karşıtlığa karşı kendiliğinden bir tepkidir; böyle bir tepki olarak o, yalnızca devrimci içgüdünün dışavurumudur ve doğrulanmasını da burada —yalnızca burada— bulur. Ya da burjuva eşitlik istemine karşı, bu istemden az çok doğru ve daha ileri giden istemler çıkaran tepkiden doğmuş bulunan bu istem, işçileri kapitalistlere karşı, kapitalistlerin kendi savları yardımıyla ayaklandırmak için bir ajitasyon aracı hizmeti görür ve bu durumda bu istem, burjuva eşitliğin kendisiyle ayakta durur ve onunla birlikte yıkılır. Her iki durumda da proleter eşitlik isteminin gerçek içeriği, sınıfların kaldırılması istemidir. Bundan öte her eşitlik istemi, zorunlu olarak saçmadır. Bunun örneklerini verdik ve bay Dühring'in gelecek düşlemleri üzerinde duracağımiz zaman, yeterince başka örneklerini de bulacağız.
Böylece eşitlik fikri, burjuva biçimi altında olduğu denli proleter biçimi altında da tarihin, yaratılması zorunlu olarak kendileri de daha önceki uzun bir tarihe dayanan belirli tarihsel ilişkiler gerektiren bir ürünüdür. Öyleyse her şey olabilir ama ölümsüz bir doğruluk olamaz. Ve eğer bugün, şu ya da bu anlamda, geniş halk yığınları için kendiliğinden anlaşılır bir şey ise, eğer Marks'ın dediği gibi "bir halk önyargısı sağlamlığına sahip bulunuyor” ise bu, onun belitsel doğruluğunun (sayfa 175) sonucu değil, 18. yüzyıl fikirlerinin evrensel yayılması ve sürüp giden güncelliğinin sonucudur. Öyleyse eğer bay Dühring, iki ünlü adamcağızını hemen eşitlik alanı üzerinde oynatabiliyorsa, bunun nedeni bu işin halk önyargısına çok doğal görünmesindendir. Ve gerçekte bay Dühring kendi felsefesini, bu felsefe ona çok doğal görünen şeylerden hareket ettiği için doğal olarak adlandırır. Ama bunlar ona neden doğal görünüyor? İşte kendine hiç sormadığı şey de bu. (sayfa 176)
ONBİRİNCİ BÖLÜM
AHLAK VE HUKUK
ÖZGÜRLÜK VE ZORUNLULUK
"Siyasal ve hukuksal konular bakımından bu derslerde önerilen ilkeler, en derine giden teknik irdelemelere dayanır. Öyleyse ... burada hukuk ve siyasal bilimler alanında elde edilen sonuçların tutarlı betimlemesinin sözkonusu olduğu ... gerçeğinden hareket etmek gerekecek. Benim ilk uzmanlık alanım hukuk oldu ve ona yalnızca Üniversitedeki üç olağan teorik hazırlık yılımı değil ama ayrıca üç yeni adli yıl boyunca onun bilimsel içeriğini derinleştirmeye yönelen sürekli bir çalışmayı da adadım. ... Bundan ötürü, özel hukukun olduğu denli özel hukukun içerdiği hukuksal yetersizliklerin de eleştirisi, eğer bu eleştiri konunun bütün güçlü yanlarını olduğu denli bütün güçsüzlüklerini de bildiği bilincine sahip olmasaydı, elbette aynı güvenle yapılamazdı.”
Kendinden bu tonla söz etme hakkına sahip bir adamın, özellikle "Bay Marks'ın vaktiyle yaptığı ve savsakladığını (sayfa 177) kendi kabul ettiği hukuk öğrenimi” karşısında, insana a priori bir güven vermesi gerek. Bu nedenle, böylesine büyük bir güvenle ortaya çıkan özel hukuk eleştirisinin, bize "hukukun bilimsel niteliğinin çok ileri gitmediği”ni, zor üzerine kurulu mülkiyeti onayladığı için pozitif yurttaşlık hukukunun (medeni hukuk) haksızlık olduğunu, ceza hukukunun "doğal temeli”nin öç alma olduğunu —içinde "doğal temel” biçiminde mistik bir kılık değiştirmeden başka yeni bir şey olmayan bir olumlama— anlatmakla yetinmesinden ancak şaşkınlık duyabiliriz. Siyasal bilimlerin sonuçları, biri şimdiye kadar ötekilere karşı zor kullanan, ama bu durum bay Dühring'i zor kullanma ve köleliği, ilk olarak işin içine ikincinin mi yoksa üçüncünün mü soktuğunu büyük bir ciddiyetle incelemekten alıkoymayan o bilinen üç adamın pazarlıkları ile sınırlanıyor.
Bununla birlikte, o güvenilir hukukçumuzun en derine giden teknik irdelemelerini ve üç yıllık yargılama pratiği ile derinleştirilmiş bilimsel görüşlerini biraz daha izleyelim.
Lassalle üzerine bay Dühring, bize onun "işin içine o zaman henüz olanaklı olduğu gibi 'ademi-takip' dedikleri şey, ... o yarı-aklanma karışmış olduğu için, siciline adli bir mahkumiyet geçirilmiş olmamakla birlikte, bir mücevher kutusu hırsızlığı girişimine isteklendirmekten” sanık olduğunu anlatır.
Lassalle'in burada sözkonusu olan duruşması 1848 yazında, hemen bütün Ren eyaletinde olduğu gibi, Fransız ceza hukukunun yürürlükte bulunduğu Köln ağır ceza mahkemesinde açıldı. Prusya gelenek ve görenek hukuku, yalnızca siyasal suçlar için ayrıksın olarak kabul edilmişti ama bu ayrıksın önlem de 1848 nisanında Camphausen tarafından yürürlükten kaldırıldı. Fransız hukuku, Prusya hukukukun belirsiz "isteklendirme” (instigation) kategorisini, hele bir suç girişimine isteklendirmeyi kesenkes tanımaz. O yalnızca suça "kışkırtma”yı (excitation) tanır ve bunun da, cezalandırılması için "armağanlar, vaatler, tehditler, yetke ya da gücün kötüye kullanılması, cezayı gerektirici dolan ya da (sayfa 178) düzenler aracıyla” yapılması gerekir (Fransız ceza yasasının 60. maddesi). Prusya yasasına gömülmüş bulunan savcılık, tamamen bay Dühring gibi, kesinlikle belirlenmiş Fransız özel koşulu ile bu yasanın karışık belirsizliği arasındaki özsel ayrımı gözden yitirdi, Lassalle'a karşı asılsız bir dava açtı ve parlak bir başarısızlığa uğradı. Gerçekten Fransız ceza usulünün Prusya yasasına özgü ademi-takibi, o yarı-aklanmayı tanıdığını ileri sürmek için, modern Fransız hukukunu hiç bilmemek gerek; ceza usulünde bu hukuk, ya mahkumiyeti ya da aklanmayı tanır, yarı-önlem tanımaz.
Böylece eğer bay Dühring, code Napoléon'u[41] bir kez bile eline almış olsaydı, kuşkusuz bu "parlak üsluplu tarih yazma biçimi”ni Lassalle'a aynı güvenle uygulayamazdı, demek zorundayız. Öyleyse, Büyük Fransız devriminin toplumsal başarılarına dayanan ve onları hukuk alanına aktaran tek modern burjuva yasamasının (mevzuatının), modern Fransız hukukunun, bay Dühring için tamamen bilinmez olduğunu saptamamız gerekiyor.
Ayrıca Fransız örneğine göre bütün anakara (Avrupa kıtası) üzerinde uygulanan oyçokluğu ile karar veren jüriler eleştirilerek, bize şu ders veriliyor:
"Evet, tarihte geçmiş örneklerden yoksun da olmayan çelişik oylar karşısında bir mahkumiyetin, yetkin bir toplumda olanaksız kurumlar arasında sınıflandırılması gerektiği fikrine hatta alışılabilinecektir. Bununla birlikte bu ciddi ve ustalıklı anlayış, yukarda belirtmiş bulunduğumuz gibi, zorunlu olarak geleneksel siyasal kuruluşlara uygun düşmez görünecektir, çünkü onlar için çok iyidir.”
Jüri üyelerinin oybirliğinin, yalnızca ceza mahkumiyetlerinde değil ama medeni hukuk davaları oylamalarında bile, İngiliz kamu hukukuna, yani anımsanamayacak denli eski çağlardan, öyleyse en azından 14. yüzyıldan beri yürürlükte bulunan yazılı olmayan töre hükümlerine göre kesenkes zorunlu olduğunu bay Dühring gene bilmiyor. Demek ki bay Dühring'e göre bugünkü dünya için çok iyi olan ciddi ve (sayfa 179) ustalıklı anlayış, daha en karanlık ortaçağda, İngiltere'de yasa gücüne sahip olmuş ve İngiltere'den, en derine giden teknik irdelemeler bu konuda bay Dühring'e bir tek sözcük bile haber vermeden, İrlanda'ya, Amerika Birleşik Devletleri'ne ve tüm İngiliz sömürgelerine geçmiş! Buna göre jüri üyelerinin oybirliğinin uygulandığı bölge, yalnızca Prusya hukukunun küçücük çalışma alanı ile karşılaştırılınca, son derece daha geniş olmakla kalmaz ama jüri üyelerinin çoğunluğu ile karar verilen bölgelerin tümünden de daha geniş bir alanı kapsar. Tek modern hukuku, Fransız hukukunu hiç bilmemek bay Dühring'e yetmez; o, Roma hukuku yetkesinden bağımsız olarak günümüze değin gelişmekte devam etmiş ve dünyanın bütün anakaralarına yayılmış tek germanik hukuk olan İngiliz hukuku konusunda da bir o kadar zir cahildir. Ve neden olmasın? Çünkü bay Dühring, hukuksal düşüncenin İngiliz çeşidi, "klasik Roma hukukçularının arı kavramlarının irdelenmesinde Alman toprağı üzerinde erişilmiş bulunan kültüre kafa tutamaz” der ve daha ötede şöyle ekler:
"Bizim atılım dolu dilbilimi (linquistique) yapımız karşısında "çocuksu dilbilimi karışıklıkları ile İngiliz dil dünyası nedir ki?”
Bunu ancak Spinoza'nın ağzı ile yanıtlayabiliriz: Ignorantia non est argumentum, bilisizlik bir kanıt değildir.
Öyleyse, şundan başka bir sonuca varamayız: Bay Dühring'in en derine giden teknik irdelemeleri, üç yıl Corpus Juris'in[42] teorik öğreniminde ve başka bir üç yıl da soylu Prusya hukukunun pratik öğreniminde derinleşmeye dayanıyor. Bu, kuşkusuz, çok övülecek ve eski Prusya modasına göre saygıdeğer bir asliye yargıcı ya da avukatı için yeterli bir şey. Ama bütün dünyalar ve bütün çağlar için bir hukuk felsefesi hazırlamaya girişildiği zaman, ne de olsa tarihte, Almanya'nın Prusya hukukunun çiçeklendiği küçük köşesinden bambaşa bir rol oynamış bulunan Fransa, İngiltere ve Birleşik Devletler gibi ülkelerde hukukun durumu üzerine de (sayfa 180) biraz bir şeyler bilmek gerekirdi.
Ama devam edelim:
"Bazen gelenek ve görenek hukuku, bazen yazılı yasa olarak çok çeşitli yönlerde, çok gelişigüzel bir biçimde kesişen yerel, bölgesel ve ulusal hukukların, en önemli sorunları salt kurala uygun (statutaire) bir biçime bürünen alacabulaca karışımı içinde ayrıntıların genel fikri yokettiği, genelliklerin de bazen özeli ortadan kaldırdığı bu düzensizlik ve çelişki örneği, gerçekten, kimde olursa olsun, açık bir hukuk bilincini... olanaklı kılacak bir nitelikte değildir.”
Ama bu karışık durum nerede hüküm sürer? Bir kez daha Prusya hukukunun uygulama bölgesinde, bu hukukun yanında, üstünde ya da altında, bölgesel hukuklar, yerel tüzükler, şurada burada da kamu hukuku ve öteki anlaşılmaz karışıklıkların bütün birçok çeşitli göreli değerler gamını belirledikleri ve bütün hukuk pratisyenlerinde bay Dühring'in burada öylesine bir sevimlilikle yinelediği tehlike çığlığına yol açtıkları yerde. Onun sevgili Prusya'sını bırakmaya hiçbir gereksinmesi yok, bu türlü günü geçmiş koşulların uzun zamandan beri ortadan kalkmış bulunduğu öteki uygar ülkeler şöyle dursun, orada yetmiş yıldan beri buna benzer hiçbir şeyin artık sözkonusu olmadığına kendisini inandırması için, Ren kıyısına gelmesi yeter.
Devam edelim:
"Bireyin kendi doğal sorumluluğunu, kamusal kurullar ya da öteki yönetsel kuruluşların, her üyesinin kişisel payını saklayan gizli, öyleyse anonim yargı ya da kolektif eylemleri ile örttüğü, daha az belirgin bir biçimde görülür.”
Ve başka yerde:
"Kişisel sorumluluğun kurullar tarafından bu gizleme ve örtme biçiminin kabul edilmesini yadsımak, bizim bugünkü koşullanmızda şaşırtıcı ve son derece sert bir istek olurdu.”
Belki de bay Dühring, İngiliz hukuku alanında, yargıçlar kurulunun her üyesinin kendi yargısını açık oturumda kişisel olarak açıklaması ve gerekçelendirmesi gerektiği, seçimle kurulmayan, oturum ve oyları açık olmayan yönetsel (sayfa 181) kurulların, özellikle Prusyalı ve öteki ülkelerin çoğunda bilinmeyen bir kurul olduğu, öyleki kendi isteğinin yalnızca ... Prusya'da şaşırtıcı ve son derece sert görünebileceği haberini, şaşırtıcı bir haber olarak karşılayacak.
Aynı biçimde doğum, evlenme, ölüm ve gömme sırasında dinsel pratiklerin zorbaca baskısı üzerindeki yakınmaları da, bütün büyük uygar ülkeler içinde, yalnızca Prusya'yı ilgilendirir ve bu bile, nüfus kütüğünün kabulünden sonra artık doğru değildir. [43] Bay Dühring'in ancak geleceğin "sosyaliter” devleti aracıyla gerçekleştirdiği şey, bu arada Bismarck'ın kendisi tarafından yalın bir yasa aracıyla gerçekleştirilmiş bulunuyor. — Aynı biçimde, "hukukçuları meslekleri bakımından yeterince donatılmamış” görmekten yakınarak, ki bu yakınma "yönetim memurları”na da yayılabilir, özgül bir biçimde Prusyalı bir yakınma türküsü söylemekten başka bir şey yapmaz ve hatta bay Dühring'in her fırsatta ilan ettiği gülünçleştirilmiş Yahudi düşmanlığı (antisémitisme) bile, eğer Prusya'ya değilse, en azından Elbe'nin doğusunda kalan topraklara özgü bir özelliktir. O bütün önyargı ve boşinanlara büyük bir küçümsemeyle yukardan bakan aynı gerçeksel filozof, kendi payına kendi kişisel düşkünlüklerine öylesine derin bir biçimde gömülmüştür ki Yahudilere karşı ortaçağ yobazlığından kalma bu halk önyargısına, "doğal güdülere” dayanan "doğal bir yargı” adını verir ve insanı şaşırtan şu sava değin gider: "Sosyalizm, güçlü Yahudi karışımlı demografik durumlara meydan okuyabilecek tek güçtür.” (Yahudi karışımlı durum! Ne doğal dil!)
Yeter. Derin hukuk bilgisinin bu sergilenme biçimi arkasında, —en iyi olasılıkla—, eski tip bayağı bir Prusyalı hukukçunun, en bayağı teknik bilgisinden başka bir şey yok. Bay Dühring'in sonuçlarını bize mantıklı bir biçimde sunduğu hukuk ve siyasal bilimler alanı, Prusya yasamasının yürürlükte olduğu bölge ile "örtüşür”. Şimdi İngiltere'de bile herhangi bir hukukçu için oldukça tanıdık olan Roma hukuku (sayfa 182) dışında, Dühring'in hukuk bilgileri yalnızca ve yalnızca Prusya yasaması ile, yani bay Dühring'in yazma sanatını oradan öğrendiğine inandıracak bir Almanca ile kaleme alınmış ve ahlaksal ahkamları, hukuksal bulanıklık ve tutarsızlığı, işkence ve ceza aracı olarak sopa vuruşları ile artık büsbütün devrim-öncesi döneme ilişkin o aydın ataerkil despotizm yasaması ile sınırlanır. Onu aşan her şey, Fransızların modern burjuva hukuku denli tamamen özgün evrimi ve tüm anakara üzerinde bilinmeyen kişisel özgürlük güvencesi ile İngiliz hukuku da bay Dühring için dayanılmaz bir şeydir. "Salt görünür çevreni kabul etmeyen ama adamakıllı devrimci bir hareket içinde, dış ve iç doğanın bütün yerlerini ve bütün göklerini kullanan” felsefe, — bu felsefe, gerçek çevren olarak... kendilerine olsa olsa soylu Prusya hukukunun yürürlükte bulunduğu birkaç başka toprak parçasının eklenebileceği altı eski Doğu Prusya eyaleti[44] sınırlarına sahip; bu çevrenin ötesinde bu felsefe ne yeri, ne göğü, ne dış doğayı ne de iç doğayı ama yalnızca dünyanın geri kalan bölümünde olup biten şeyler karşısında en koyu bilgisizlik tablosunu kullanır.
Özgür istenç (libre-arbitre, irade-i cüziye) denilen şeye, insan sorumluluğuna, zorunluluk ve özgürlük ilişkisine değin gitmeden, ahlak ve hukuk gerektiği gibi incelenemez. Bundan ötürü gerçeksel felsefe, bu sorunun bir değil ama iki çözümüne sahip.
"Bütün düzmece özgürlük teorileri yerine, bir yandan ussal kavrayış, öte yandan da içgüdüsel kararların, deyim yerindeyse bir orta güç oluşturmak için kendisine göre birleştikleri ilişkinin, deney aracıyla bilinen niteliğini koymak gerekir. Bu türlü dinamiğin temel olguları gözlemden çıkarılmalı ve henüz olmayanı ölçmek için, olanak ölçüsünde, onu doğal olarak ve büyüklük olarak genel bir değerlendirme konusu yapmalıdır. Böylece, iç özgürlük üzerine, bunlarla beslenen binlerce yıl tarafından, ısıtılıp ısıtılıp ortaya konmuş (sayfa 183) bulunan budalaca yapıntılar yalnızca kökten süpürülmüş olmakla kalmaz ama yaşamın pratik örgütlenmesi için yararlanılabilecek olumlu bir şeyle değiştirilmiş de olur.”
Öyleyse özgürlük, ussal kavrayışın insanı sağa, usdışı içgüdülerin sola çekmesine ve bu güçlerin paralel-kenarında, gerçek hareketin köşegene göre oluşmasına dayanır. Buna göre özgürlük, kavrayış ile içgüdü, ussal ile usdışının ortalaması olacak ve derecesi, her birey için, bir gökbilimi terimi kullanmak gerekirse, "kişisel denklem” yardımıyla deney tarafından saptanabilecektir. Ama birkaç sayfa ötede, şöyle denir:
"Biz ahlaksal sorumluluğu, bizce bilinçli güdüleri doğal ve edinilmiş usa göre alma anıklığından başka bir anlamı olmayan özgürlük üzerine kuruyoruz. Bu güdüler, olanaklı karşıtın algılanmasına karşın, önüne geçilmez bir zorunlulukla eylemler üzerinde etkili olurlar; ama ahlaksal etkenlere rol verirken, işte tam da bu önüne geçilmez zorlamaya güveniyoruz.”
Özgürüğün en küçük bir umursama duymaksızın birinciyi yalanlayan bu ikinci belirlenimi de, Hegel anlayışının bir aşırı yavanlığa indirgenme biçiminden başka bir şey değildir. Özgürlük ve zorunluluk ilişkisini doğru olarak ilk düşünen, Hegel oldu. Ona göre özgürlük, zorunluluğunun kavranmasıdır. "Zorunluluk ancak kavranılmadığı ölçüde kördür.” [45] Özgürlük, doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil ama bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu yasaların belirli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılma olanağındadır. Bu, dış doğa yasaları için olduğu denli, insanın maddi ve manevi varlığını yöneten yasalar, —gerçeklikte değil, olsa olsa kafamızın içinde ayırabildiğimiz iki yasa sınıfı— için de böyledir. Öyleyse istenç özgürlüğü, ne yaptığını bile bile karar verme yetisinden başka bir anlama gelmez. Buna göre, belirli bir sorun üzerinde bir adamın yargısı ne denli özgürse, bu yargının içeriğini belirleyen (sayfa 184) zorunluluk o denli büyüktür; oysa, çok sayıda çeşitli ve çelişik karar arasında, görünüşte canının istediği gibi seçen, bilgisizliğe dayanan kararsızlık, bununla özgür olmayışını, egemenliği altına alacağı şeyin egemenliği altında bulunduğunu göstermekten başka bir şey yapmaz. Öyleyse özgürlük, kendimiz ve dış doğa üzerinde, doğal zorunlulukların bilgisi üzerine kurulu egemenliğe dayanır; böylece o, zorunlu olarak, tarihsel gelişmenin bir ürünüdür. Hayvanlar dünyasından ayrıları ilk insanlar, her özsel noktada hayvanlar denli az özgür idiler; . ama uygarlığın her ilerlemesi, özgürlüğe doğru atılmış bir adımdı. İnsanlık tarihinin eşiğinde, mekanik hareketin ısı durumuna dönüştürülmesinin, sürtünme ile ateş yakılmasının bulunması; bizi bugüne getirmiş olan evrimin sonunda ise, ısının mekanik hareket durumuna dönüştürülmesinin, buharlı makinenin bulunması var. — Ve buhar makinesinin toplumsal dünyada gerçekleştirdiği çok büyük özgürleştirici devrime karşın (bu devrim daha yarı yolu bile bulmadı), evrensel özgürleştirici etkinlik bakımından, sürtünme ile ateş yakmanın onu geride bıraktığı da kuşku götürmez. Çünkü sürtünme ile ateş yakma insana, doğanın bir gücü üzerinde ilk kez olarak egemenlik verdi ve böylece onu hayvanlar dünyasından kesinlikle ayırdı. Buhar makinesi, kendisinden çıkan bütün o kudretli üretken güçlerin, sınıf farklılıklarının, bireysel varlık araçları kaygısının artık olmayacağı ve ilk kez olarak gerçek bir insan özgürlüğünün, doğanın bilgisine varılmış yasaları ile uyum durumunda bir yaşamın sözkonusu olabileceği bir toplumsal düzeni olanaklı kılan o güçlerin temsilcisi olarak gözümüzde kazandığı bütün değere karşın, insanlığın evriminde hiçbir zaman bu denli güçlü bir sıçrama gerçekleştirmeyecektir. Ama tüm insanlık tarihinin henüz ne denli genç olduğu ve bugünkü buluşlarımıza mutlak bir değer yüklemenin ne denli gülünç olacağı, bütün geçmiş tarihin, mekanik hareketin ısı durumuna dönüşmesinin pratik bulgusundan, ısının mekanik hareket durumuna dönüşmesinin pratik bulgusuna giden tarih dönemi olarak nitelendirilmesi yalın olgusundan da (sayfa 185) anlaşılabilir.
Doğrusunu söylemek gerekirse tarih, bay Dühringde başka türlü incelenir. Bütün olarak yanılgılar, bilgisizlik ve barbarlık, baskı ve kölelik tarihi olduğundan, gerçeksel felsefe için bir iğrenme konusudur; özelde, gene de iki büyük kesime ayrılır: 1. Maddenin kendi kendine özdeş durumundan Fransız devrimine değin ve 2. Fransız devriminden bay Dühring'e değin; ama bu durum, 19. yüzyılı "henüz özsel olarak gerici; dahası, entelektüel açıdan 18. yüzyıldan daha da gerici (!)” kalmaktan engellemez. Gene de 19. yüzyıl, bağrında sosyalizmi ve bunun sonucu "Fransız devrimi habercileri ve kahramanları tarafından düşünülmüş olandan [!] daha güçlü bir dönüşümün tohumunu” taşır. Gerçeksel felsefenin geçmiş tarih için duyduğu küçümseme, kendini şöyle doğrular:
"Gelecekteki binlerce yıllık dizi düşünüldüğü zaman, özgün belgelerin tarihsel bir bellek sağladığı birkaç bin yıl, insanlığın geçmiş bileşimleri ile birlikte, çok azşey anlatır. ... Bir bütün olarak insan türü henüz gençtir ve eğer bir gün bilimsel bellek, binlerle değil onbinlerle sayabilirse, zihinsel olgunluk eksikliği, kurumlarımızın çocukluğu, bu çok doğal öncül, o zaman en eski ilkçağ olarak düşünülecek zamanımızı açıklamak için söz götürmez bir değer kazanacaktır.”
Son tümcenin, gerçekten "atılım dolu dilbilimsel yapı”sı üzerinde uzun boylu durmadan, yalnızca iki şeyi dikkate alacağız: Önce o "en eski ilkçağ”ın, tüm daha sonraki ve daha üstün evrimin temelini oluşturduğu, hareket noktası olarak hayvanlar dünyasından kurtulan insanı ve içerik olarak da geleceğin ortaklık üyesi insanlarının benzerleriyle hiçbir zaman karşılaşmayacakları güçlükler üzerindeki utkuyu aldığı için, her durumda bütün gelecek kuşakların gözünde en ilginç bir tarihsel dönem olarak kalacağını. Ve ikinci olarak da ortak bu güçlük ve bu engellerle alıkonmayan gelecekteki tarihsel dönemlerin, karşısında bambaşka bilimsel, teknik ve toplumsal başarılar vaat ettikleri bu, en eski ilkçağ sonunun, bu öylesine "geri” ve "gerilek” yüzyılı nitelendiren (sayfa 186) eksiklik, zihinsel çocukluk koşulları içinde bulgulanmış olan son çözümlemede kesin doğruluklar, değişmez doğruluklar ve köklü görüşler yardımıyla, o gelecekteki bin yıllara davranış kuralları vermek için, her durumda çok tuhaf bir biçimde seçilmiş bir an olduğunu. Tarihin geçmişteki gelişmesine reva görülen bütün küçümsemelerin, onun sözde en yüksek sonucunu, gerçeksel denilen felsefeyi de kapsamına aldığını ayrımsamamak için, gerçekten felsefenin Richard Wagner'i —eksi Wagner'in yeteneği— olmak gerek.
Yeni köktenci bilimin en özellik belirtici parçalarından biri de yaşamın bireyselleştirilmesi ve değerlendirilmesine ayrıları kısımdır. Bu kısımda, tam üç bölüm boyunca, gürül gürül bir kaynaktan, falcı kadın beylik düşüncesi fışkırıp akar. Ne yazık ki birkaç kısa örnekle yetinmek zorundayız.
"Her duyumun ve bunun sonucu yaşamın bütün öznel biçimlerinin derin özü, durumların farklılığı üzerine dayanır. ... Oysa yaşamın, bütünlüğü içinde [!] ne olduğuna gelince, yaşam duygusunu yükselten ve kesin uyarıları geliştiren şeyin, sürerlik durumu değil ama yaşamın bir durumundan bir başka durumuna geçiş olduğu, sözü pek uzatmadan [!] da gösterilebilir. ... Deyim yerindeyse sürekli durgunlukta ve aynı denge koşulu içinde gibi kalan kendi kendine duyulur biçimde özdeş durum, doğası ne olursa olsun, varlık deneyimi bakımından büyük bir anlam taşımaz. ... Alışkı ve deyim yerindeyse alışkanlık, yaşamı bütün olarak ölümden farksız, ilgisiz ve duygusuz bir şey durumuna getirir. Ona olsa olsa, bir çeşit olumsuz dirimsel hareket olarak, bir de can sıkıntısı işkencesi eklenir. ... Durgun bir yaşam içinde, bireyler ve halklar için her türlü tutku, her türlü varlık ilgisi söner. Ama bütün bu olayları açıklanabilir kılan şey, işte bizim ayrım yasamızdır.”
Bay Dühring'in kendi tepeden tırnaga özgün sonuçlarını saptama hızı inanılacak gibi değil. Önce, gerçeksel felsefe diline çevrilmiş bir beylik düşünce: Aynı sınırın sürekli uyarılması ya da aynı uyarının sürerliği, her siniri ve her sinir sistemini yorar; öyleyse, normal durumda, sinirsel uyarılarda (sayfa 187) kesinti ya da değişiklik olması gerekir —bu, yıllardan beri, herhangi bir fizyoloji elkitabında okunabilir ve her hamkafa bunu kendi öz deneyimi ile bilir—. Bu eski yavanlık, hemen "bizim ayrım yasamız” durumuna dönüşmeden çok az önce: "bütün duyumların derin özü, durumların farklılığı üzerine dayanır” gizemli biçimi altında kopya edilmiş. Ve bu aynı yasa, eşitliğin güzelliğinin açıklama ve örneklerinden başka bir şey olmayan, öyleki en yüzeysel hamkafanın anlayışı için bile hiçbir açıklamaya hiçbir gereksinme duymayan ve bu sözde ayrım yasasına iletilmekten de bir atom açıklık kazanmayan bütün bu olaylar dizisini "adamakıllı açıklanabilir kılıyor”.
Ama bu, henüz " bizim ayrım yasamız”ın köktenci niteliğini tamamen ortaya koymuş olmaktan çok uzaktır.
"Yaşam çağlarının ardışıklığı ve buna bağlı olarak yaşam koşullarındaki değişikliklerin ortaya çıkışı, bizim ayrım ilkemizi aydınlığa çıkarmak için hiç de yabancı olmayan bir örnek verir. ... Çocuk, yeniyetme, genç, olgun insan, bu uğraklardan her birindeki dirimsel duygularının yoğunluğunu, içinde bulundukları değişmez durumlarda, bu durumların birinden ötekine geçiş dönemlerinde olduğundan daha az duyarlar.”
Bu yetmez:
"Eğer daha önce tadılmış ya da yapılmış olan şeyin yinelenmesinin bir çekiciliği olmadığı gerçeği hesaba katılırsa, bizim ayrım yasamız daha dolaylı bir uygulama alanı bulabilir.”
Ve şimdi, daha önceki saçma sapan sözlerin derin ve kavrayışlı tümcelerinin başlangıç hizmeti gördükleri saçma sapan sözü okur, kendi başına tasarlayabilir; kuşkusuz bay Dühring, kitabının sonunda utkun bir biçimde, şöyle haykırabilir:
"Yaşamın değerini ölçmek ve güçlendirmek için ayrım yasası, hem teorik, hem de pratik bir biçimde işi sona erdiren bir durum kazandı!”
Bay Dühring bu yasayı, okurlarının entelektüel değerini (sayfa 188) ölçmek için daha az önemli bulmuyor: Okurlarının yalnızca eşekler ya da hamkafalardan oluştuğunu sanıyor olsa gerek!
Daha ötede, bize şu son derece pratik yaşam kuralları veriliyor:
"Yaşama karşı tüm ilgiyi uyanık tutmanın çaresi [hamkafalar ve hamkafalı olmak isteyenler için güzel görev!] tümü oluşturan çeşitli, deyim yerindeyse ilksel ilgileri doğal öneller içinde geliştirmek ve birbiri yerine geçirmektir. Aynı zamanda, aynı durum için, tamamen yararsız ölü zamanların ortaya çıkmasını önleyecek biçimde, aşağı düzeyde ve karşılanmaları daha kolay uyarıcıların, daha yüksek uyarıcılar ve daha sürekli eylemlerle değiştirilebilmesi yolundaki kertelenmeden de yararlanmak gerekecektir. Öte yandan, toplumsal yaşamın normal akışı içinde doğal olarak ya da başka biçimde oluşan gerilimlerin keyfe bağlı olarak birikmelerini, zorlanmalarını ya da buna karşıt bir sağduyuya aykırılıkla, en hafif hareketlerinden başlayarak karşılanmalarını ve böylece zevk verici bir gereksinmenin gelişmesi içinde engellemelerini önlemek de önem kazanacaktır. Doğal düzüne (rythme) saygı burada, başka yerde olduğu gibi, ölçünün ve sevimli hareketin önkoşuludur. Herhangi bir durumun güzelliğini, doğa ya da koşullar vb. tarafından ona verilmiş bulunan önelin ötesine yaymak gibi olanaksız bir görev de üstlenmemelidir,” vb..
"Yaşamı tatmak” için, en tatsız yavanlıklar üzerinde kılı kırk yaran bir bilgiçlikten çıkarılmış bu cafcaflı hamkafa vahiylerini kendinde kural edinecek yiğit, kuşkusuz "tamamen yetersiz ölü zamanlar”dan yakınamayacak. Bütün zamanını, zevklerini kurallar içinde hazırlamak ve düzenlemek için kullanacak, öyleki zevkin kendisi için artık boş bir an bile kalmayacak.
Yaşamı, hem de bütünlüğü içinde tatmalıyız. Bay Dühring'in bize yasakladığı yalnızca iki şey var: Birincisi "tütün kullanmanın pislikleri”, ikincisi de "ince bir duyarlık bakımından genel olarak üzücü ya da kınanması gereken dürtüler uyandıran özelliklere sahip” içki ve yiyecekler. Ama (sayfa 189) ekonomi politik kitabında rakı (schnaps) damıtımını öylesine göklere çıkaran bir biçimde ululayan bay Dühring, rakıyı bu içkiler arasına koyamaz; öyleyse yasağının kapsamına yalnızca şarap ve birayı aldığı sonucunu çıkarmak zorandayız. Eti de yasaklasa, o zaman gerçeksel felsefeyi müteveffa Gustav Struve'nin üzerlerinde o denli büyük bir başarıyla dönüp durduğu yüksekliklere — arı çocukluk tepelerine yükseltmiş olacak.
Ayrıca bay Dühring, içkiler konusunda biraz daha eli açık olabilirdi. Statikten dinamiğe giden köprüyü, kendi öz itirafına göre hiçbir zaman bulamamiş bir adamın, biraz çok içen ve sonra bu kez dinamikten statiğe giden köprüyü, o da boş yere arayan bir zavallıya karşı hoşgörücü olmak için, kuşkusuz çok haklı bir nedeni vardır. (sayfa 190)
ONİKİNCİ BÖLÜM
DİYALEKTİK
NİCELİK VE NİTELİK
"Varlığın temel mantıksal özgülükleri üzerindeki önermelerin birincisi ve en önemlisi, çelişkinin dıştalanmasına ilişkindir. Çelişki, bir gerçekliğe değil ama ancak düşünceler bileşmesine ilişkin olabilecek bir kategoridir. Şeylerde çelişki yoktur ya da başka bir deyişle, gerçek (effective) olarak konmuş çelişki, anlamsızlığın doruğundan başka bir şey değildir. ... Karşıt bir yönde birbiriyle boy ölçüşen güçlerin uzlaşmaz karşıtlığı, dünyanın ve onu meydana getiren varlıkların varoluşundaki bütün eylemlerin temel biçimidir. Ama güçlerin, öğelerin ve bireylerin yönleri arasındaki bu çatışma, saçma çelişkiler fikri ile hiç mi hiç karışmaz. ... Burada, gerçek (effective) çelişkinin gerçek (rélle) saçmalığının açık bir imgesi aracıyla, mantığın sözde gizemlerinin çoğu kez yaydığı sisleri dağıtmış ve çelişki diyalektiği yani uzlaşmaz karşıt evren şeması altında varsayılan bu çok kaba yontulmuş (sayfa 191) kukla için şurada burada saçılıp savrulan övgülerin yararsızlığını ortaya koymuş olduğumuz için kendimizi hoşnut sayabiliriz.”
İşte Felsefe Dersleri içinde diyalektik üzerine okunanın hepsi, aşağı yukarı bu. Buna karşı, Eleştirel Tarih'te, çelişki diyalektiği ve onunla birlikte özellikle Hegel, büsbütün başka biçimde saldırıya uğrar.
"Hegel'in Mantık'ına ya da daha doğrusu Logos öğretisine göre çelişik, gerçekte, diyelim özü gereği ancak öznel ve bilinçli bir şey olarak tasarlanabilen düşüncede değil ama nesnel olarak varolan ve deyim yerindeyse ete kemiğe bürünmüş bir biçimde, şeylerin ve süreçlerin içinde bulunur; öyleki anlamsızlık, olanaksız bir düşünce bileşmesi olarak kalmaz, gerçek bir güç durumuna gelir. Saçmanın gerçekliği, hegelci mantık ve mantıksızlık birliğinin birinci iman maddesidir. ... Bir şey ne denli çelişik ise o denli gerçektir, ya da bir başka deyişle, bir şey ne denli saçma ise o denli inanılmaya değer; yeni bir türetim bile olmayan, açınlama teolojisi ile mistikten alınmış bulunan bu özdeyiş, diyalektik dedikleri ilkenin çırılçıplak dışavurumudur”.
Bu iki parça içinde bulunan düşünce, "çelişki = anlamsızlıktır, öyleyse gerçek dünyada bulunmaz” önerisinde özetlenir. Yeterince sağduyu sahibi insanlar bakımından bu önerme: "doğru eğri ve eğri de doğru olamaz” apaçıklık değerini taşıyabilir. Ama diferansiyel hesap, sağduyunun karşı çıkmalarına takılıp kalmayarak, kimi koşullarda doğru ile eğriyi gene de eşdeğer olarak koyar ve doğru-eğri özdeşliğinin saçma niteliği üzerinde katılaşmış sağduyunun hiçbir zaman elde edemeyeceği sonuçlar elde eder. Ve çelişki diyalektiği denilen şeyin felsefede ilk Yunanlılardan günümüze değin oynamış bulunduğu rolden sonra, hatta bay Dühring'den daha güçlü bir düşmanının bile ona bir tek sav ve birçok sövgüden daha başka kanıtlarla yanaşması gerekirdi.
Nesneleri dinginlik durumunda ve cansız, her biri kendi başına, biri ötekinin yanında ve biri ötekinden sonra olarak düşündüğümüz sürece, kuşkusuz onlarda hiçbir çelişki ile (sayfa 192) karşılaşmayız. Burada kısmen ortak, kısmen farklı, hatta birbiriyle çelişik ama bu takdirde, farklı şeylere dağıtılmış ve bunun sonucu kendinde çelişki içermeyen bazı özgülükler buluruz. Bu gözlem alanı sınırları içinde, işimizi alışılmış metafizik düşünce biçimi ile yürütebiliriz. Ama nesneleri hareketleri, değişmeleri, yaşamları, birbirleri üzerindeki karşılıklı etkileri içinde düşünmeye başladığımız andan başlayarak durum iyiden iyiye değişir. Burada birdenbire çelişkiler içine düşeriz. Hareketin kendisi bir çelişkidir; daha yalın mekanik yer değiştirmenin kendisi bile, ancak bir cisim bir ve aynı anda hem bir yerde hem de bir başka yerde, hem bir ve aynı yerde olduğu ve hem de orada olmadığı için gerçekleşebilir. Ve hareket, işte bu çelişkinin sürekli olarak ortaya çıkma ve aynı zamanda çözülme biçimi içinde bulunur.
Öyleyse burada "şeylerde ve süreçlerde nesnel olarak varolan ve deyim yerindeyse ete kemiğe bürünmüş bir biçimde bulunan” bir çelişki ile karşı karşıyayız. Bu konuda bay Dühring ne der? Kısaca, şimdiye değin "ussal mekanikte kesin statik ile dinamik arasında hiçbir köprü" olmadığını ileri sürer. Okur, bay Dühring'in bu gözde tümcesinin arkasında, ensonu şundan başka bir şeyin saklı olmadığını görür: Metafizik olarak düşünen anlık (müdrike), dinginlik fikrinden hareket fikrine kesenkes gelemez, çünkü burada yukardaki çelişki onun yolunu keser. Ona göre hareket, bir çelişki olmasından ötürü, düpedüz kavranılmaz bir şeydir. Ve bir yandan hareketin kavranılmaz niteliğini ileri sürerken, bir yandan da istemeye istemeye bu çelişkinin varlığını kabul eder; yani şeylerin ve süreçlerin kendinde nesnel olarak varolan, üstüne üstlük gerçek bir de güç olan bir çelişkinin bulunduğunu kabul eder.
Eğer daha yalın mekanik yer değiştirme kendinde bir çelişki içeriyorsa, maddenin daha yüksek hareket biçimleri ile organik yaşam ve organik yaşamın gelişmesi haydi haydi içerir. Yukarda yaşamın, en başta bir varlığın her an hem kendisi hem de bir başkası olmasına dayandığını görmüştük. Öyleyse yaşam da şeylerin ve süreçlerin kendinde varolan, (sayfa 193) ara vermeden ortaya çıkan ve çözülen bir çelişkidir. Ve çelişki biter bitmez, yaşam da biter, ölüm başgösterir. Aynı biçimde, düşünce alanında da çelişkilerden kurtulamayacağımızı, ve örneğin içerden sınırsız insanal bilme yeteneği ile bu yeteneğin dışardan hepsi de sınırlı ve bilgileri de sınırlı olan insanlardaki gerçek varlığı arasındaki çelişkinin, bizim için pratik bakımdan, hiç olmazsa sonsuz gelişme içinde, sonu olmayan kuşaklar dizisi içinde çözüleceğini görmüştük.
Yüksek matematiğin başlıca temellerinden birinin, kimi koşullarda doğru ile eğrinin aynı şey olacakları olgusu olduğu gerçeğine daha önce değinmiştik. Yüksek matematik ayrıca, gözlerimiz önünde kesişen çizgilerin, kesişme noktalarından yalnızca beş-altı santimetre ötede, koşut (paralel) olarak yani sonsuza değin uzatılsalar bile, birbirleriyle kesişemeyecek çizgiler olarak görünecekleri çelişkisini de gerçekleştirir. Ve gene de bu ve çok daha keskin başka çelişkiler ile birlikte, yalnızca doğru olmakla kalmayan ama bayağı matematiğin hiçbir zaman elde edemeyeceği sonuçları elde eder.
Ama bayağı matematik de çelişkilerle doludur. Örneğin A'nın bir kökünün A'nın bir üssü olması gerektiği bir çelişkidir ama gene de A½ = 'dır. Eksi bir büyüklüğün bir şeyin karesi olması bir çelişkidir, çünkü kendi kendisiyle çarpılmış her eksi büyüklük artı bir kare verir. Öyleyse -l'in karekökü yalnızca bir çelişki değil ama hatta saçma bir çelişki, gerçek bir anlamsızlıktır. Gene de, birçok durumda , doğru matematik işlemlerin zorunlu sonucudur; dahası var, eğer ile işlem yapmak yasaklansaydı, yüksek matematik olsun, bayağı matematik olsun, nerede olurdu?
Matematik bile, değişken büyüklüklerle uğraşarak, diyalektik alanına yanaşır ve ona bu gelişmeyi kazandıranın diyalektik bir filozof, Descartes olması da dikkate değer. Değişken-olmayan büyüklükler matematiğine göre değişken büyüklükler matematiği ne ise, metafizik düşünceye göre diyalektik düşünce de odur. Ama bu durum, büyük matematikçiler yığınının diyalektiği yalnızca matematik alanda kabul etmesini ve aralarından çoğunun, diyalektik yoldan elde (sayfa 194) edilmiş yöntemleri tamamen eski, sınırlı metafizik yönteme göre iş görmeye devam etmek için kullanmasını hiç mi hiç engellemez.
Bay Dühring'in güçlerin karşıtlığı ve karşıt evren şeması üzerine daha bir ayrıntıya girmek, ancak bize bu konu üzerine yalnızca boş sözden başka bir şey vermiş bulunsaydı, olanaklı olurdu. Sözü edildikten sonra bu uzlaşmaz karşıtlık bize, eylem durumunda ne evren şemasında, ne de doğa felsefesinde bir kez bile gösterilmez ve bu, bay Dühring'in bu "dünyanın ve onu oluşturan varlıkların varoluşundaki bütün eylemlerin temel biçimi" ile olumlu olarak ne yapacağını hiç mi hiç bilmediğinin en iyi itirafıdır. Gerçekten Hegel'in "Varlık öğretisi", o çelişkiler durumunda değil ama karşıt yönlerde devinen güçler yavanlığına değin düşürüldükten sonra yapılacak en iyi şey, kuşkusuz bu beylik düşüncenin her uygulanışını bir yana bırakmaktır.
Bay Dühring'in anti-diyalektik öfkesini boşaltmasını sağlayan ikinci nokta, Marks'ın ona diyalektiği sunan Kapital'idir.
"Diyalektik karışıklığın zorlama ve fikir bezeklerinin kendilerini gösterdikleri doğal ve anlaşılır mantık yokluğu....Şimdiye değin yayınlanmış bulunan kısma, belirli bir görüş açısından ve genel bir biçimde [!], ünlü bir felsefi önyargıya göre her şeyi herhangi bir şey ve herhangi bir şeyi her şey içinde aramak gerektiği ve bu fikir karışım ve karikatürünün sonucu olarak her şeyin bir şey olduğu ilkesini uygulamak zorundayız."
Ünlü felsefi önyargı üzerine sahip bulunduğu bu kavrayıcı görüş, tam da "insan ve Alman olarak konuşmak gerekirse, gerçekten iki son ciltte iyi olarak daha neyin geleceği bilinemez" diye yazdıktan yedi satır sonra bay Dühring'in, Marks'ın iktisadı felsefesinin "son"unun, giderek Kapital'in bundan sonraki ciltlerinin içeriğinin ne olacağını önceden kesinlikle bildirmesini sağlar.
Bununla birlikte bay Dühring'in yapıtları, kendilerini bize içlerinde "çelişkinin nesnel olarak mevcut ve deyim (sayfa 195) yerindeyse ete kemiğe bürünmüş bir biçimde bulunduğu" "şeyler"e ilişkinmiş gibi ilk kez olarak göstermiyor. Ama bu onu, utkun bir havayla şöyle devam etmekten alıkoymaz:
"Gene de sağlam mantığın kendi karikatürünü yeneceği önceden görülebilir bir şeydir. ... Diyalektik bilgiçlikler ve gizleme merakları, biraz sağduyusu kalmış hiç kimseye ... bu düşünce ve üslup biçimsizliğine kapılma isteğini vermeyecektir. Diyalektik budalalıkların son kalıntılarının ortadan kalkması ile birlikte bu yutturmaca aracı ... aldatıcı etkisini yitirecek ... ve bu karmakarışık şeyler çekirdeğinin, bir kez arıtıldıktan sonra, en iyi durumda ortaya, beylik düşünceler olmadığı zaman beylik teori öğelerinden başka bir şey çıkarmadığı yerde, bir bilgelik izi bulmak için üzüntü çekmek gerektiğine artık kimse inanmayacaktır. Sağlam mantığı değerden düşürmeden [Marks'ın] zorlamaları[nı] Logos öğretisine göre çevirmek tamamen olanaksızdır."
Marks'ın yöntemi, "kendisine inananlar için diyalektik mucizeler düzenlemek" imiş, vb..
Burada henüz Marks'ın çalışmalarının ekonomik sonuçlarının doğruluğu ya da yanlışlığı değil ama yalnızca Marks tarafından uygulanan diyalektik yöntem sözkonusudur. Nedir ki kesin olan bir şey var: Kapital okurlarının çoğu, gerçekte ne okuduklarını ancak şimdi, üstelik bay Dühring'den öğreneceklerdir. Ve bunlar arasında 1867'de (Ergänzungsblätter III, Heft 3), [46] Marks'ın açıklamalarını, şimdi bunun zorunlu olduğunu söylediği gibi, önce Dühring diline çevirmek zorunda kalmaksızın, kitabın içeriğini kendi çapındaki bir düşünür için görece ussal bir biçimde açıklamaya henüz yetenekli olan bay Dühring'in kendisi de var. Her ne denli daha o zamandan Marks'ın diyalektiğini Hegel'in diyalektiği ile özdeşleştirmek düşüncesizliğini göstermişse de, gene de yöntem ile onun elde edilmesini sağladığı sonuçlar arasında ayrım yapma ve birinciyi batırmanın ikincileri çürütme demek olmadığını anlama yetisini henüz yitirmemişti. (sayfa 196)
Herhalde bay Dühring'in en şaşkınlık verici savı, Marks'ın bakış açısına göre "sonunda her şeyin bir şey olduğu", öyleyse Marks için örneğin kapitalistler ile ücretlilerin, feodal, kapitalist ve sosyalist üretim biçimlerinin "hep bir o1duğu"; eninde sonunda Marks ile bay Dühring'in kuşkusuz "hep bir" oldukları savıdır. Böylesine budalaca zirzopluk olanağını açıklamak için yalnızca diyalektik sözc ün bay Dühring'i, belirli bir fikir karikatür ve karışımı sonucu, sonunda söylediği ve yaptığı her şeyin " hep bir olduğu" bir sorumsuzluk durumuna düşürdüğünü kabul etmekten başka bir çare yok.
Burada bay Dühring'in " benim parlak üsluplu tarih yazma biçimim" ya da "Hume'un bilginler ayaktakımı dediği mikrolojik ayrıntıda bir yanlışlık bildirimini onurlandırma alçakgönüllülüğünü göstermeksizin cins ve tipin hesabını gören yöntem; bu daha yüksek ve daha soylu üslup yöntemi, eksiksiz doğruluğun çıkarları ve meslekten olmayan okura karşı olan ödevler ile bağdaşan tek yöntemdir" dediği şeyin bir örneği karşısında bulunuyoruz.
Parlak üsluplu tarihsel betimleme ve cinsle tipin kısaca hesabını görme, bay Dühring için gerçekten çok elverişlidir, çünkü bu onun bütün belirli olayları mikrolojik olarak savsaklama, onları sıfıra eşit sayma ve bir tanıtlama yapma yerine genel formüllerle yetinme ve yalnızca, yıldırımlarıyla doğrulama ya da ezme yolunu tutmasını sağlar. Düşmana hiçbir gerçek dayanak noktası vermemek ve böylece ona kendini parlak üsluplu ve kısa savlar içine atmak, genel formüller içinde dağılmak ve sonunda, bu kez bay Dühring'i yıldınmla vurulmuşa döndürmekten, kısacası söylendiği gibi topu ona geri göndermekten, herkesin hoşuna gitmeyen bu işten başka hiçbir yanıt olanağı bırakmamak da ek bir üstünlüktür. İşte bu yüzden bize, Marks'ın cehennemlik Logos öğretisinden hiç olmazsa iki örnek vermek üzere, ayrıksın olarak yüksek ve soylu üslubu bırakmasından ötürü bay Dühring'e gönül borcu duymamız gerekiyor.
"Bir yatırımın belli bir sınıra ulaştığı zaman, ancak bu (sayfa 197) basit nicelik artışıyla sermaye durumuna dönüştüğü sonucunu çıkarmak için, örneğin Hegel'in niceliğin niteliğe dönüşü yolundaki bulanık ve karışık düşüncesini anımsatmaktan başka bir şey bulamamak son derece gülünç olmuyor mu?"
Kabul etmek gerekir ki bay Dühring'in bu "arıtılmış" sunuşunda, sorun oldukça tuhaf bir görünüş alıyor. Öyleyse bu sorunun aslında Marks'ta nasıl bir görünüşe sahip bulunduğuna bakalım. Sayfa 313'te (Kapital'in 2. baskısı) [47] Marks, değişmeyen sermaye, değişen sermaye ve artı-değer üzerindeki irdelemeye öngelen irdelemede: "Eldeki her para ya da değer, keyfi olarak sermayeye dönüştürülemez. Bu dönüşümün gerçekleşebilmesi için, para ya da meta sahibi bireyin elinde belli asgari miktarda bir para ya da değişim-değerinin bulunması gerekir."* sonucunu çıkarır.
O zaman örnek olarak, sanayinin herhangi bir kolunda kendisi için, yani ücretinin değerini üretmek için sekiz saat ve kapitalist için, onun cebine giren artı-değeri üretmek için de dört saat çalışan işçinin durumunu alır. Ondan sonra birinin, eğer işçilerinden biri kadar yaşayabilmek için yeterli artı-değeri her gün cebine indirmek istiyorsa, iki işçiyi hammadde, iş araçları ve ücretle donatmasını sağlayan bir değer niceliğine sahip olması gerekir. Ve kapitalist üretim, amaç olarak yalnızca yaşamanın sağlanmasını değil ama zenginlik artışını gözettiği için bizim adamımız, iki işçisiyle birlikte hiçbir zaman bir kapitalist olamaz. Bayağı bir işçiden iki kat daha iyi yaşamak ve üretilen artı-değerin yarısını yeni baştan sermaye durumuna dönüştürmek için adamımızın sekiz işçi çalıştırması, öyleyse daha şimdiden yukarda kabul edilen değer niceliğinin dört katına sahip olması gerekirdi. Ancak bundan sonra ve herhangi bir küçük değer niceliğinin sermaye durumuna dönüşmek için yeterli olmadığı ama bu dönüşüm için her gelişme dönemi ve her sanayi kolunun belirli en düşük sınırlara sahip bulunduğu gerçeğini aydınlatma ve temellendirmeye yönelik başka açıklamalar arasında (sayfa 198) Marks, şöyle yazar:
"Hegel'in Mantık'ında saptadığı yasanın doğruluğu, doğa bilimlerinde olduğu gibi burada da görülür: Sırf nicel farklılıklar, bir noktadan sonra nitel değişikliklere dönüşürler." [48]
Ve şimdi bay Dühring'in, sayesinde Marks'a söylediğinin tersini söylettiği yüksek ve soylu üsluba hayran olun. Marks şöyle diyor: Bir değer niceliğinin, ancak koşullara göre farklı ama her özel durumda belirli en düşük bir büyüklüğe vardıktan sonra sermaye durumuna dönüşebilmesi olgusu, Hegel yasasının bir doğruluk kanıtıdır. Bay Dühring, ona şöyle dedirtiyor: Hegel yasasına göre nicelik niteliğe dönüştüğü için, "bunun sonucu, bir yatırım, belirli bir sınıra vardığı zaman ... sermaye olur". Yani tam karşıtı.
"Eksiksiz doğruluk" ve "meslekten olmayan okura karşı olan ödevler" yararına bu yanlış alıntılar yapma alışkısı, bay Dühring'in Darwin sorununu nasıl işlediğini gördüğümüzden bu yana, bize yabancı değil. Bu alışkı gitgide gerçeksel felsefenin bir iç zorunluluğu olarak görünür ve kuşkusuz " çok kestirme bir yöntem"dir. Burada yalnızca hammaddeler, iş araçları ve ücretler durumundaki yatırım sözkonusu olduğu halde, bay Dühring'in sanki Marks herhangi bir "yatırım"dan sözediyormuş gibi davranmasını ve böylece Marks'a su katılmadık bir saçmalık söyletmesini bir yana bırakalım. Ama, o bunu yaptıktan sonra, kendi ürettiği saçmalığı bir de gülünç bulma yüzsüzlüğünü gösterir; üzerinde gücünü denemek için düşsel bir Darwin yaratmış olduğu gibi, burada da düşsel bir Marks yaratır. Gerçekten "parlak üsluplu tarih yazma biçimi"!
Yukarda, evren şemasında, nicel değişmenin bazı noktalarında birdenbire nitel bir dönüşümün meydana geldiği o hegelci ölçü ilişkileri düğüm çizgisi ile, bay Dühring'in başına küçük bir mutsuzluğun geldiğini görmüştük: Bir güçsüzlük anında bay Dühring, onu kabul etmiş ve uygulamiştı. Orada en ünlü örneklerden birini, normal hava basıncı altında 0º'de sıvı durumundan katı duruma ve 100º'de sıvı (sayfa 199) durumundan gaz durumuna geçen suyun, o iki dönüm noktasında, yalnızca ısıdaki nicel değişikliğin suda nitel olarak değişik bir durum meydana getirmesi biçiminde, topaklanma durumlarındaki dönüşüm örneğini vermiştik.
Bu yasayı tanıtlamak için doğadan ya da insan toplumundan daha böyle yüzlerce benzer olgu çıkartabilirdik. Böylece Marks'ın Kapital'inde, bütün bir dördüncü kısım (elbirliği, işbölümü ve manüfaktür, makineli üretim (maşinizm) ve büyük sanayi alanında nispi artı-değer üretimi), nicel bir dönüşümün şeylerin niteliğini ve aynı biçimde nitel bir dönüşümün de niceliğini değiştirdiği, yani bay Dühring'in o hiç sevmediği deyimi kullanmak gerekirse, niceliğin niteliğe, niteliğin de niceliğe dönüşü sayısız durumları inceler. Örneğin birçok bireyin elbirliğinin, birçok gücün birleşmiş bir güç durumunda kaynaşmasının" Marks gibi söylemek gerekirse, kendini oluşturan güçler toplamından özsel olarak farklı "yeni bir gizilleşmiş güç" oluşturması olgusunu analım.
Bay Dühring tarafından eksiksiz doğruluk yararına kendi karşıtına döndürülen aynı parçada Marks, ayrıca şu gözlemi de yapıyordu:
"Modern kimyada ilk kez Laurent ve Gerhardt tarafından geliştirilmiş olan molekül teorisi de temel olarak bu yasaya dayanır." [49]
Ama bay Dühring için ne önemi var? O bilmiyor muydu ki:
"Bilimsel düşünce biçiminin son derece modern öğeleri, tam da bay Marks'la hasmı Lassalle'da olduğu gibi, yarı-bilim ile biraz da felsefe kırıntısının göstermelik bir bilginin yufka bagajını oluşturdukları yerde, eksiktir"; oysa bay Dühring'de, temelde "mekanik, fizik ve kimyada gerçek bilim tarafından saptanmış başlıca olgular" vb. var. — Nasıl var, görmüş bulunuyoruz! Ama başkalarını da bir yargıda bulunabilecek bir duruma getirmek için, Marks tarafından notunda sözü edilen örneği biraz daha yakından inceleyeceğiz. (sayfa 200)
Gerçekte burada, daha şimdiden birçoğu bilinen ve her birinin kendi öz cebirsel bileşim formülü bulunan türdeş (homologues) karbon bileşimleri dizileri sözkonusudur. Eğer örneğin kimyada olduğu gibi, bir karbon atomunu C ile, bir hidrojen atomunu H ile, bir oksijen atomunu O ile ve her bileşme içinde bulunan karbon atomları sayısını da n ile gösterirsek, bu dizilerden bir kaçı için molekül formüllerini şöyle yazabiliriz:
Cn H(2n+2) — Normal parafınler dizisi.
CnH(2n+2) O — Primer alkoller dizisi.
CnH2nO2 — Tek bazlı yağlı asitler dizisi.
Örnek olarak bu dizilerden sonuncusunu alalım ve sırasıyla n=l, n,=2, n=3, vb. koyalım, (izomerilileri hesaba katmazsak) şu sonuçları elde ederiz:
CH2O2
— formik asit
kaynama noktası
100°;
ergime noktası
1°
C2H4O2
— asetik asit
kaynama noktası
118°;
ergime noktası
17°
C3H6O2
— propiyonic asit
kaynama noktası
140°;
ergime noktası
--
C4H8O2
— bütirik asit
kaynama noktası
162°;
ergime noktası
--
C5H10O2
— valerianik asit
kaynama noktası
175°;
ergime noktası
--
vb., ancak 80º de eriyen ve kaynama noktası olmayan, çünkü ayrışmaksızın gaz durumuna geçemeyen C30 H60 O2'ye, melissik asite değin.
Böylece burada, öğelerin ve hep aynı oran içinde, yalın nicel katılma yoluyla oluşmuş nitel bakımdan farklı bir cisimler dizisi görüyoruz. Bileşimin bütün öğeleri eşit bir oranda nicelik değiştirdikleri yerde bu olgu, kendini en açık biçimde gösterir; normal parafınler CnH(2n+2) için olduğu gibi: En alçak metandır, CH4, bir gaz; bilinenler içinde en yüksek de, 21º'de eriyen ve ancak 278º'de kaynayan renksiz kristaller oluşturan katı durumundaki hegzadekan, C16 H34. Her iki dizide de, her yeni üye bir önceki üyenin molekül formülünde CH2, yani bir karbon ve iki de hidrojen atomu eklenmesiyle (sayfa 201) oluşur ve molekül formülündeki bu nicel değişme, her kez nitel bakımdan farklı bir cisim üretir.
Ama bu diziler son derece somut bir örnekten başka bir şey değildirler; kimyada hemen her yerde, daha çeşitli azot oksitleri ya da çeşitli fosfor veya kükürt asit oksitleri ile birlikte, "niceliğin niteliğe nasıl dönüştüğü” ve Hegel'in o sözde bulanık ve karışık düşüncesinin, bay Dühring dışında kimseye karışık ve bulanık kalmaksızın, şeyler ve süreçler içinde, deyim yerindeyse ete kemiğe bürünmüş olarak nasıl bulunduğu görülebilir. Ve eğer Marks bu nokta üzerine dikkati çeken ilk kişi ise ve eğer bay Dühring bu saptamayı anlamadan okumuşsa (yoksa bu müthiş cinayeti cezasız bırakmazdı), bu kadarı, hatta Dühring'in övüngen doğa felsefesi üzerine geriye doğru bir göz bile atmaksızın, "bilimsel düşünce biçiminin son derece modern kültür öğeleri"nin kimde, Marks'ta mı yoksa bay Dühring'de mi eksik olduğunu ve "kimya tarafından ... saptanmış başlıca olgular" bilgisinin kimde bulunmadığını ortaya koymaya yeter.
Bitirmek için, niceliğin niteliğe dönüşümü yararına bir tanığa daha başvuracağız; Napoléon'a. O, atları kötü ama disiplinli Fransız süvarisinin, teke tek savaş bakımından o çağın söz götürmez bir biçimde en iyisi ama disiplinsiz Memlük'lere karşı savaşını şöyle anlatır:
"İki Memlük üç Fransızdan kesenkes üstündü; 100 Memlük ile 100 Fransız birbirine denkti; 300 Fransız 300 Memlük'ten çoğu kez üstündü; 1.000 Fransız 1.500 Memlük'ü her zaman yeniyordu.” [50]
Tıpkı Marks'ta, sermaye durumuna dönüşmesinin olanaklı olması için değişim-değeri tutarının, değişken de olsa, belirli bir büyüklüğünün zorunlu olması gibi, Napoléon'da da, kapalı düzen ve yöntemli kullanıma dayanan disiplin gücünün kendini gösterebilmesi ve hatta daha iyi atlara sahip, binicilik ve savaşta daha usta ve en azından kendisi denli (sayfa 202) yürekli, daha büyük bir düzensiz süvariler yığınını yenecek denli büyüyebilmesi için, belirli bir büyüklükteki bir süvari birliği zorunluydu. Ama bay Dühring'e karşı bu neyi kanıtlar? Napoléon, Avrupa'ya karşı savaşımında kötü bir biçimde yenilmedi mi? Bozgun üstüne bozguna uğramadı mı? Hem de neden? Sırf Hegel'in bulanık ve karışık düşüncesini süvari taktiğine sokmuş olduğu için! (sayfa 203)
ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM
DİYALEKTİK
YADSIMANIN YADSINMASI
"Bu tarihsel taslak [İngiltere'de sermayenin ilkel denilen birikiminin oluşması], gene de Marks'ın kitabında nispeten en iyi olan şeydir ve eğer derin-bilgin koltuk değneğinden başka bir de diyalektik koltuk değneğine dayanmasaydı, daha da iyi olurdu. Gerçekten, daha iyi ve daha açık araçların yokluğunda, burada ebe kadın görevini yapması ve geçmişin bağrından geleceği doğurtması gereken şey, Hegel'in yadsımanın yadsınmasıdır. Bireysel mülkiyetin, gösterilen biçimde, 16. yüzyıldan sonra ortadan kalkmasının tamamlanması, birinci yadsımadır. Bu yadsıma, yadsımanın yadsınması olarak ve 'bireysel mülkiyet'in bu kez toprak ve iş araçlarının ortaklaşa sahipliğine dayanan daha yüksek bir biçim altında canlandırılması olarak nitelendirilen bir ikinci yadsıma ile izlenecektir. Eğer bu yeni 'bireysel mülkiyet', bay Marks'ta 'toplumsal , mülkiyet' olarak da adlandırılıyorsa, (sayfa 204) bunun nedeni, Hegel'in, içinde çelişkinin kaldırılması, yani sözcük oyununu izlemek gerekirse korunması olduğu denli aşılması da gereken yüksek birliğinin işte burada ortaya çıkmasıdır. ... Öyleyse mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi, dış ve maddesel ilişkileri içinde tarihsel gerçekliğin, deyim yerindeyse otomatik sonucudur. ... Yadsımanın yadsınması gibi hegelci martavallara inanarak, aklıbaşında bir adam için toprağın ve sermayenin ortaklaşa kullanılması zorunluluğuna kandırılmak güç olacaktır. ... Marks'ın fikirlerinin bulanık belirsizliği, hegelci diyalektik ile bilimsel temel olarak bol bol nasıl kafa yorulabileceğini ya da daha doğrusu bu işten akılsızlık olarak zorunlulukla neyin çıkacağını bilen kimseyi zaten şaşırtmayacaktır. Bu oyunlardan hiçbir şey anlamayan kimse içinse, Hegel'de birinci yadsımanın din kitabındaki ilk günah kavramı ve ikinci yadsımanın da kurtulmaya götüren daha yüksek bir birlik olduğunu açıkça belirtmek gerekir. Olguların mantığı, ne de olsa din alanından alınmış bu gülünç andırışma üzerine temellendirilmemelidir.... Bay Marks, aynı zamanda hem bireysel hem de toplumsal olan mülkünün bulanık evreninde dinginlik içinde yaşar ve derin diyalektik bilmeceyi çözme işini yandaşlarına bırakır.”
Bay Dühring işte böyle konuşur.
Demek ki Marks, toplumsal devrimin, toprak ve emek tarafından yaratılan üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine dayanan bir toplum kuruluşunun zorunluluğunu, Hegel'in yadsımanın yadsınmasına başvurmadan tanıtlayamaz ve sosyalist teorisini dinden alınmış bu gülünç andırışma üzerine dayandırarak gelecekteki toplumda, kaldırılmış çelişkinin üstün hegelci birliği olarak, aynı zamanda hem bireysel hem de toplumsal bir mülkiyetin egemen olacağı sonucuna varır.
Başlamak için yadsımanın yadsınmasını bir yana bırakalım ve "aynı zamanda hem bireysel hem de toplumsal mülkiyet”i ele alalım. Bay Dühring bu mülkiyeti, "bulanık evren” olarak nitelendirir ve bu konu üzerinde gerçekten haklı (sayfa 205) olması da belirtilmeye değer. Ne yazık ki bu bulanık evrende yaşayan Marks değil ama gene bay Dühring'in ta kendisidir. Gerçekten, tıpkı daha yukarda hegelci "sayıklama” yöntemindeki ustalığı sayesinde, Kapital'in henüz tamamlanmamış bulunan ciltlerinin neyi içermesi gerektiğini kolayca saptayabildiği gibi, burada da Marks'ı, üzerinde tek sözcük bile söylemediği yüksek bir mülkiyet birliğini ona malederek, Hegel'e göre kolayca düzeltebilir.
Marks şöyle der:
"Yadsımanın yadsınmasıdır bu. Emekçinin özel mülkiyetini değil ama kapitalist çağın kazanımlarına, elbirliğine ve toprak dahil bütün üretim araçlarının ortaklaşa sahipliğine dayanan bireysel mülkiyetini yeniden kurar. Bireysel emekten doğan özel ve bölünmüş mülkiyeti kapitalist mülkiyet durumuna dönüştürmek için, gerçekte daha şimdiden kolektif bir üretim biçimine dayanan kapitalist mülkiyetin toplumsal mülkiyet durumuna dönüşmesinin gerektireceğinden elbette daha çok zaman, daha çok çaba ve daha çok güçlük gerekmiştir.” [51]
Hepsi bu. Demek ki mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi aracıyla ortaya çıkan durum, bireysel mülkiyetin, ama toprağın ve emek tarafından üretilmiş üretim araçlarının toplumsal mülkiyet temeli üzerinde yeniden kurulması olarak belirleniyor. Anlamasını bilen herkes için bu, toplumsal mülkiyetin toprağı ve öteki üretim araçlarını ve bireysel mülkiyetin de ürünleri yani tüketim nesnelerini kapsamına aldığı anlamına gelir. Ve sorunu altı yaşındaki çocukların bile anlayabileceği bir duruma getirmek için Marks, 56. sayfada "ortak üretim araçlarıyla,çalışan ve tasarlanmiş bir plana göre, çok sayıdaki bireysel güçlerini tek ve aynı bir toplumsal emek-gücü olarak harcayan bir özgür insanlar birliği”[52] , yani sosyalist biçimde örgütlenmiş bir birlik varsayar ve şöyle der:
"Birleşmiş emekçilerin toplam ürünü, toplumsal bir (sayfa 206) üründür. Bir bölümü yeniden üretim aracı olarak kullanılır ve toplumsal kalır ama öteki bölümü tüketilir ve bunun sonucu, tüm emekçiler arasında üleşilmesi gerekir." [53]
İşte, hatta bay Dühring'in hegelleştirilmiş beyni için bile yeterince açık sözler.
Aynı zamanda hem bireysel hem de toplumsal mülkiyet, bu ikircil ve karışık uydurmaca, Hegel diyalektiğinden zorunlu olarak çıkan bu akılsızlık, bu bulanık evren, Marks'ın çözümü işini yandaşlarına bıraktığı bu derin diyalektik bilmece, bir kez daha bay Dühring'in özgür bir yaratı ve kuruntusundan başka bir şey değildir. Marks, sözümona hegelci niteliğiyle, yadsımanın yadsınmasının sonucu olarak, gerçek bir yüksek birlik sağlamak zorundadır ve bunu, bay Dühring'in hoşuna gidecek gibi yapmadığından, o da bir kez daha eksiksiz doğruluk yararına, kendini yüksek ve soylu üsluba kaptıracak, Marks'a açıkça bay Dühring'in kişisel üretimi olan şeyler söyletecektir. Ayrıklama niteliğinde de olsa doğru bir alıntı yapmakta bile adamakıllı yeteneksiz olan bir adam, ayrıklamasız olarak doğru alıntılar yapan ama işte tam da böyle yapmakla "alıntı yaptıkları yazarlardan her birinin fikir bütünü üzerindeki kavrayıcı görüş eksikliklerini iyi saklayamayan” başka kimselerin "derin bilgi tuhaflıkları" karşısında kendini ahlaksal öfkeye pekala kaptırabilir. Bay Dühring haklı. Yaşasın parlak üsluplu tarihsel betimleme!
Şimdiye değin bay Dühring'e özgü direngen yanlış alıntılar pratiğinin, hiç değilse iyi niyetli olduğu ve ya tam bir anlayış yeteneksizliğine ya da genellikle ağır olarak da nitelense, parlak üsluplu tarihsel betimlemeye özgü bir alışkıya, bellekten aktarma alışkısına dayandığı varsayımından hareket ettik. Ama öyle görünür ki bay Dühring'de de niceliğin niteliğe döndüğü noktaya gelmiş bulunuyoruz. Çünkü eğer ilk olarak, Marks'ın parçasının son derece açık ve üstelik aynı kitabın hiçbir yanlış anlamaya elverişli olmayan bir başka parçasıyla tamamlanmış olduğu; ikinci olarak ne Ergänzungsblätter'lerde bulunan Kapital'in yukarda sözü (sayfa 207) geçen eleştirisinde, ne de Eleştirel Tarih'in birinci baskısının içerdiği eleştiride bay Dühring, o "aynı zamanda hem bireysel hem de toplumsal mülkiyet" ucubesini keşfetmediğini ama onu ancak ikinci baskıda, yani üçüncü okumada bulduğu; sosyalist anlamda yeniden elden geçirilip düzeltilmiş bu ikinci baskıda bay Dühring'in Marks'a, karşılık olarak "ekonomik ve hukuksal taslağını Dersler'imde çizdiğim ekonomik komün"ü o kadar utkun bir davranış ile sunabilmek için —ve yaptığı da budur—, toplumun gelecekteki örgütlenmesi üzerine olanaklı olan en budalaca sözleri söyletmek gereksinmesinde olduğu düşünürsek — eğer bütün bunlar düşünülürse, tek bir sonuç kendini zorla kabulettirir: Bay Dühring bizi, burada Marks'ın düşüncesini "koruyucu olarak genişletme" —ama bay Dühring için koruyucu olarak— niyeti beslediğini kabul etmeye hemen hemen zorlar.
Yadsımanın yadsınması, Marks'ta ne rol oynar? Marks, 791. ve izleyen sayfalarda, [54] sermayenin ilkel denilen birikiminin daha önceki 50 sayfayı dolduran ekonomik ve tarihsel irdelemesinin sonuçlarını toplar. Kapitalist çağdan önce hiç değilse İngiltere'de, temel olarak işçinin kendi üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetine dayanan küçük işletme vardı. Sermayenin ilkel denilen birikimi burada, bu dolaysız üreticilerin mülksüzleştirilmesine yani kişisel çalışmaya dayanan özel mülkiyetin yıkılmasına dayandı. Eğer bu olanaklı olduysa, bunun nedeni sözkonusu küçük işletmenin ancak üretim ve toplumun doğal ve dar sınırları ile bağdaşır olması ve bunun sonucu belirli bir düzeyde kendi yok oluşunun maddi araçlarını meydana getirmesidir. Bu yok oluş, bireysel ve dağınık üretim araçlarının toplumsal olarak bir arada toplanmış araçlar durumuna dönüşümü, sermayenin tarih-öncesini oluşturur. Emekçiler proleterlere ve emekçilerin iş araçları da sermaye durumuna dönüştükten, kapitalist üretim biçimi ayaklarını yere bastıktan sonra, emeğin bundan sonraki toplumsallaşması ve toprağın ve öteki üretim araçlarının bundan sonraki dönüşümü, yani özel mülk sahiplerinin bundan (sayfa 208) sonraki mülksüzleştirilmesi, yeni bir biçim alır.
"Şimdi mülksüzleştirilecek olan kimse, artık kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalisttir. Bu mülksüzleştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesi ile gerçekleşir. Bir kapitalist, daima birçoklarının başını yer. İş sürecinin gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulaması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, iş araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir iş araçlarına dönüştürülmesi, bütün iş araçlarının bileşik toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile elele gider. Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki devamlı azalmayla birlikte sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte sayılan sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin bizzat kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fişkırıp boy atan üretim biçiminin ayakbağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler." [55]
Ve şimdi, okuyucuya soruyorum: Diyalektik karışıklığın zorlamaları ve entelektüel bezekleri nerede, sonunda her şeyin bir şey olduğu sonucunu veren fikirler karışım ve karikatürü nerede, inanç sahipleri için diyalektik mucizeler nerede, Marks'ın Dühring'e göre onlar olmaksızın açıklamasını yapma başarısını gösteremeyeceği hegelci Logos öğretisinin diyalektik gizleme merakları ve zorlamaları nerede? Marks, (sayfa 209) yalnızca tarih aracıyla tanıtlar ve burada kısaca şu olguları özetler: Vaktiyle küçük işletme kendi evrimi ile kendi yok oluşunun, yani küçük mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesinin koşullarını nasıl zorunlu olarak yarattıysa, bugün de kapitalist üretim biçimi, kendisini yıkıma uğratacak maddesel koşulları tıpkı öyle yaratmıştır. Süreç, tarihsel bir süreçtir ve eğer aynı zamanda diyalektik ise bu, bay Dühring için ne denli cansıkııcıolursa olsun, Marks'ın suçu değildir.
Marks, ancak ekonomik ve tarihsel tanıtlamasını bitirdikten sonradır ki şöyle devam eder: "Kapitalist üretim biçiminin ürünü olan kapitalist mülk edinme biçimi, kapitalist özel mülkiyeti yaratır. Bu, mülk sahibinin emeğine dayanan kişisel özel mülkiyetin ilk yadsınmasıdır. Ama kapitalist üretim, bir doğa yasasının kaçınılmaz zorunluluğu ile kendi yadsınmasını doğurur. Yadsımanın yadsınmasıdır bu." [56] vb., arkası için daha yukardaki alıntıya bakınız. [57]
Demek ki süreci yadsımanın yadsınması biçiminde nitelendirirken Marks, sürecin tarihsel zorunluluğunu bu niteleme ile tanıtlamayı düşünmez. Tersine; gerçekte sürecin kısmen nasıl gerçekleştiğini, kısmen de mutlak olarak nasıl gerçekleşeceğini tarih aracıyla tanıtladıktan sonradır ki Marks, bu süreci ayrıca belirli bir diyalektik yasaya göre gerçekleşen bir süreç olarak nitelendirir. Hepsi bu. Öyleyse bay Dühring, yadsımanın yadsınmasının geçmişin bağrından geleceği doğurtarak burada ebe kadın görevi göreceğini ya da Marks'ın bizi toprak ve sermaye ortaklığının (bay Dühring'in ete kemiğe bürünmüş bir çelişkisi) bir zorunluluk olduğuna inandırmak için, bizden yadsımanın yadsınmasına saygı göstermemizi istediğini ileri sürdüğü zaman, bir kez daha bay Dühring'in temelsiz bir varsayımı ile karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz demektir.
Diyalektiği, bay Dühring'in yaptığı gibi, diyelim biçimsel mantık ya da ilkel matematik üzerine sınırlı bir fikir edinebildiği biçimde, katıksız bir tanıtlama aleti olarak almak, (sayfa 210) diyalektiğin içyüzünü kavramakta tam bir eksikliktir. Biçimsel mantık bile, her şeyden önce yeni sonuçları bulmak, bilinenden bilinmeyene geçmek için bir yöntemdir ve bu ayrıca, mantığın dar çevrenini parçalayarak daha geniş bir dünya görüşünün tohumunu içinde saklayan diyalektik için de, ama çok daha yüksek bir anlamda, böyledir. Matematikte de aynı ilişki bulunur. İlkel matematik, değişmeyen büyüklükler matematiği, hiç değilse özsel olarak, biçimsel mantık sınırları içinde devinir; sonsuz küçük (infinitésimal) hesabının en önemli bölümünü oluşturduğu değişen büyüklükler matematiği, aslında matematik ilişkilere diyalektiğin uygulanmasından başka bir şey değildir. Arı tanıtlama, yöntemin yeni araştırma alanlarına birçok uygulanışı karşısında, burada belli bir biçimde arka plana geçer. Ama, diferansiyel hesabın ilk tanıtlamalarından başlayarak, yüksek matematiğin hemen bütün tanıtlamaları, titiz bir biçimde konuşmak gerekirse, ilkel matematik bakımından yanlıştır. Diyalektik planda elde edilen sonuçlar, buradaki durumda olduğu gibi, biçimsel mantık aracıyla tanıtlanmak istenince, başka türlü olamaz. Bay Dühring gibi katılaşmış bir metafizikçiye, neyi olursa olsun, yalnızca diyalektik aracıyla tanıtlamaya kalkmak boşuna çaba olur, tıpkı sonsuz küçük hesap ilkelerini zamanlarının matematikçilerine tanıtlamaya kalkmanın Leibniz ve öğrencileri için boşuna çaba olduğu gibi. Diferansiyel o matematikçilerde, göreceğimiz gibi, içinde diferansiyelin de bir rol oynadığı yadsımanın yadsınmasının bay Dühring'de neden olduğu kargaşalıkların tıpkısını uyandırıyordu. O baylar, bu arada ölmedikleri ölçüde, inandırıldıkları için değil ama sonuçlar hep doğru çıktığı için, sonunda surat asarak boyun eğdiler. Bay Dühring, kendisinin de söylediği gibi, daha ancak kırkında; eğer dilediğimiz denli uzun yaşarsa, onun başına da aynı serüven gelebilir.
Ama bay Dühring'in yaşamını bu derece berbat eden ve onda hıristiyanlıktaki Kutsal-Ruha karşı günah ile aynı bağışlanmaz suç rolünü oynayan o korkunç yadsımanın yadsınması nedir peki? — Eski idealist felsefenin onu altında (sayfa 211) sakladığı ve bay Dühring yapısındaki onulmaz metafizikçilerin orada saklamakta yarar görmeye devam ettikleri gizemli karışık şeyler yığını ortadan kalkar kalkmaz, bir çocuğun bile anlayabileceği, her yerde ve her gün olan çok yalın bir şey. Bir arpa tanesi alalım. Böyle milyarlarca arpa tanesi öğütülür, pişirilir, sonra da tüketilir. Ama eğer böyle, bir arpa tanesi kendisi için normal koşullar bulursa, eğer elverişli bir toprağa düşerse, ısı ve yaşlığın etkisi altında onda özgül bir dönüşüm olur, çimlenir: tane, tane olarak yok olur, yadsınır, onun yerine ondan doğan bitki geçer; tanenin yadsınması. Ama bu bitkinin normal ömrü nedir? Büyür, gelişir, döllenir ve sonunda yeni arpa taneleri verir ve bu taneler olgunlaşır olgunlaşmaz sap solar, yadsınır. Bu yadsımanın yadsınmasının sonucu olarak, elimizde gene başlangıçtaki arpa tanesi, ama tek başına değil, sayısı on, yirmi, otuz kez artmış bir biçimde, bulunur. Tahıl türleri çok büyük bir yavaşlıkla değişirler ve böylece bugünkü arpa bundan yüzyıl önceki arpaya adamakıllı benzer kalır. Ama plastik bir süs bitkisi, ömeğin bir dalya ya da bir orkide alalım; tohum ve tohumdan doğan bitkiyi bahçıvan ustalığıyla işleyelim: Bu yadsımanın yadsınmasının sonucu olarak, yalnızca daha çok tohum değil ama daha da güzel çiçekler veren, nitelikçe daha iyi bir tohum elde ederiz ve bu sürecin her yinelenmesi, her yeni yadsımanın yadsınması, bu yetkinleşmeyi pekiştirir. — Bu süreç, arpa taneleri bakımından olduğu gibi böceklerden çoğu, örneğin kelebekler bakımından da böyle olur. Kelebekler, yumurtanın yadsınması ile yumurtadan doğar, cinsel olgunlaşmaya kadar değişmelerini tamamlar, çiftleşir ve çiftleşme süreci tamamlanıp da dişi "çok sayıdaki yumutalarını yumurtlar yumurtlamaz ölmeleri sonucu, bu kez de kendileri yadsınmış olurlar. Öteki bitki ve öteki hayvanlarda sürecin bu yalınlıkla olmaması, bunların yok olmadan önce bir tek kez değil, birçok kez tohum, yumurta ya da yavru vermeleri, şu anda bizim için önemli değil; biz burada, yalnızca yadsımanın yadsınmasının organik dünyanın iki çevresinde de gerçekten ortaya çıktığını göstermek istiyoruz. Ayrıca, tüm (sayfa 212) yerbilim bir yadsınmış yadsımalar dizisi, bir eski mineral oluşumların ardışık yokolmaları ve yeni oluşumların tortu çökmeleri dizisidir. En başta, akışkan yığının soğumasıyla meydana gelen ilk yer kabuğu denizlerin, metorolojinin ve atmosferik kimyanın etkisi altında parçalara ayrılır ve bu ufalanmış yığınlar, katmanlar biçiminde deniz dibine çökerler. Deniz dibinin yer yer deniz düzeyi üstüne çıkması, bu ilk katmanlaşan parçaları yeni baştan yağmurun, mevsimlerle değişen ısının, oksijen ve atmosferlerdeki karbonik asidin etkisi altında bırakır; bu etkiler, yer yuvarlağının içinden çıkarak, birçok katmanlar içinden geçmiş bulunan önce erimiş, sonra da soğumuş bir durumdaki kayalık yığınlar üzerinde de kendilerini gösterirler. Böylece milyonlarca yüzyıl boyunca yeni katmanlar, oluşmak, büyük bölümü bakımından yokolmak ve gene yeni katmanlar oluşmasına yardım etmekten geri kalmazlar. Ama sonuç çok olumludur: En yoğun ve en çeşitli bir bitkisel oluşumu sağlayan mekanik ufalanma durumunda, en çeşitli kimyasal öğelerin işin içine karıştığı bir toprağın meydana gelmesi.
Matematikte de böyle. Herhangi bir cebirsel büyüklüğü örneğin a'yı alalım. Bunu yadsırsak, -a'yı elde ederiz. Bu yadsımayı, -a'yı -a ile çarparak yadsıyalım, +a2'yi, yani ilk olumlu büyüklüğü elde ederiz; ama daha yüksek bir derecede, ikinci derecede. Gene a2'ye varmak için artı a'yı kendisi ile çarparak aynı a2'yi elde edebileceğimizin burada da bir önemi yok. Çünkü yadsınmış yadsıma a2 içinde öylesine yapışıp kalmıştır ki a2 her durumda iki kare köke, yani a ile -a'ya sahiptir. Ve yadsınmış yadsımadan, kare içinde bulunan olumsuz kökten bu kurtulma olanaksızlığı, ikinci derecede denklemlerden başlayarak iyice duyuları bir önem kazanır. — Yadsınmanın yadsınması yüksek çözümlemede, bay Dühring'in kendisinin matematiğin en yüksek işlemleri olduğunu söylediği ve günlük dilde diferansiyel ve entegral hesap denilen bu "sonsuz derecede küçük büyüklüklerin toplanması”nda kendini daha da çarpıcı bir biçimde gösterir. Bu tür hesaplar nasıl yapılır? Örneğin belirli bir problemde, biri her (sayfa 213) durum için belirli bir oranda değişmedikçe, öteki de değişmeyen x ve y gibi iki değişen büyüklüğüm var. Bunların diferansiyelini alıyorum, yani x ve y'yi, ne denli küçük olursa olsun herhangi bir gerçek büyüklük karşısında yok olacak, x ve y'den karşılıklı oranlarından, ama deyim yerindeyse hiçbir maddesel temeli olmayan, hiçbir niceliği bulunmayan nicel bir orandan başka bir şey kalmayacak denli sonsuz derecede küçük varsayıyorum; dx/dy buna göre iki x ve y diferansiyelinin oranı 0/0 olur, ama x/y'in dışavurumu olarak konmuş 0/0. İki yitik büyüklük arasındaki bu ilişkinin, durağanlığa yükseltilmiş yok olmaları anının bir çelişki olduğuna ancak şöyle bir değiniyorum; ama bu çelişki bizi, matematiği genel olarak iki yüz yıla yakın bir süreden beri şaşırttığından çok şaşırtmaz. [58] Peki, burada x ve y'yi yadsımadımsa —ama metafiziğin yadsıdığı gibi, artık bir daha kendime tasa etmeyecek derecede yadsıma değil, veri duruma uygun düşen biçimde yadsıma— başka ne yaptım? Artık x ve y yerine, önümdeki formül ya da denklemlerde onların yadsınmaları olan dx ve dy var. Bundan böyle hesaplamaya bu formüllerle devam ediyor, dx ve dy ile, bazı ayrım yasalarına bağlı olsalar da, gerçek büyüklükler olarak işlem yapıyor, yadsımayı yadsıyor yani diferansiyel formülü entegre ediyor, dx ve dy yerine gerçek x ve y büyüklüklerine yeni baştan erişiyorum; ama, diyelim baştaki kadar az ilerlemiş bulunmuyorum: Tersine, bayağı geometri ve cebirin, üzerinde belki de boş yere kıvranacakları problemi çözmüş bulunuyorum.
Tarihte durum başka türlü değil. Bütün uygar halklar, işe toprağın ortak mülkiyeti ile başlarlar. Belirli bir ilkel aşamayı aşan bütün halklarda bu ortak mülkiyet, tarımın gelişmesi içinde, üretim için bir engel durumuna gelir. Azçok uzun aracı aşamalardan sonra ortadan kaldırılır, yadsınır, özel mülkiyet biçimine dönüştürülür. Ama tarımın, toprağın özel mülkiyeti sayesinde erişilmiş daha yüksek bir gelişme aşamasında, tersine, bu kez özel mülkiyet üretim için bir (sayfa 214) engel durumuna gelir — küçük toprak mülkiyeti bakımından olduğu denli büyük toprak mülkiyeti bakımından da bugün olduğu gibi. Toprağın özel mülkiyetinin yadsınmasına, yeni baştan ortak mülkiyet biçimine dönüştürülmesine yönelen istemin, bir zorunluluk niteliği ile oraya çıktığı görülür. Ama bu istem, eski ilkel ortak mülkiyetin canlandırılması anlamına değil, üretim için bir engel olmak şöyle dursun, tersine, kolektif mülkiyetin üretimi engellerinden en iyi kurtaracak ve ona modern kimyasal bulgular ve mekanik buluşlardan tam bir yararlanmayı en iyi sağlayacak olan çok daha yüksek ve çok daha gelişmiş bir biçiminin kurulması anlamına gelir.
Bir örnek daha. Antik felsefe, doğal bir ilkel materyalizm idi. Bu niteliğiyle, düşünce ile madde arasındaki ilişkiyi açığa çıkartmakta yeteneksiz kalıyordu. Ama bu konuda açıklığa kavuşma zorunluluğu, önce maddeden ayrı bir ruh öğretisine, sonra bu ruhun ölmezliğinin ileri sürülmesine, en sonra da tektanrıcılığa götürdü. Yani ilkçağ materyalizmi, idealizm tarafından yadsındı. Ama felsefenin daha sonraki gelişmesi içinde, bu kez idealizm savunulamaz bir duruma geldi ve modern materyalizm tarafından yadsındı. Modern materyalizm, yani yadsımanın yadsınması, eski materyalizmin yalın bir yeniden kurulması değildir ama onun sürüp giden temellerine, felsefe ve doğa bilimlerinin iki kez bin yıllık bir evrimin olduğu gibi, bu iki bin yıllık tarihin kendisinin de bütün bir düşünce içeriğini eşitler. Her şeyden sonra artık bu, bir felsefe değil ama ayrı bir bilimler bilimi dışında, gerçek bilimler içinde yararlılığını gösterecek ve kullanılacak yalın bir dünya görüşüdür. Demek ki felsefe, burada "kaldırılmış”, yani aynı zamanda "hem aşılmış hem de korunmuş”, biçiminde aşılmış, gerçek içeriğinde korunmuştur. Bay Dühring'in "sözcük oyunları”ndan başka bir şey görmediği yerde, demek ki daha yakın bakınca gerçek bir içerik bulunur.
Ensonu, Dühring'in düzmece eşitlik öğretisinin solgun bir kopyasından başka bir şey olmadığı Rousseau'nun eşitlik öğretisi de —ve üstelik Hegel'in doğumundan yirmi yıldan çok bir süre önce— Hegel'in yadsımanın yadsınması ebe (sayfa 215) kadın görevini görmedikçe gerçekleşmez. Ve bundan utanmak şöyle dursun bu öğreti, ilk sunuluşunda hemen hemen çalımla, kendi diyalektik kökeninin damgasını sergiler. Doğal ve yabanıl durumunda, insanlar eşitti; ve Rousseau henüz dili doğal durumun bir bozulması olarak aldığı için, aynı türden hayvanlar arasındaki bu türün bütün genişliği içinde geçerli eşitliği, Haeckel tarafından son zamanlarda varsayımsal bir biçimde alales, dilden yoksun olarak sınıflandırılmış bulunan o insan-hayvanlara uygulamakta yerden göğe değin haklıdır. Ama bu eşit insan-hayvanlar, kendilerini öteki hayvanlardan üstün kılan bir özgülüğe sahipti: Yetkinleşme anıklığı (la perfectibilite), zamanla gelişme olanağı; [59] ve bu, eşitsizliğin nedeni oldu. Demek ki Rousseau, eşitsizliğin doğuşunda bir ilerleme görür. Ama bu ilerleme karşıt (antagoniste) bir ilerlemeydi, aynı zamanda bir gerilemeydi de.
"Bütün daha sonraki [doğal durumdan sonraki] ilerlemeler, görünüşte bireyin yetkinleşmesine ama gerçekte türün düşkünleşmesine doğru atılmış adımlardı. ... Metalulji ve tarım, türetimi bu büyük devrimi meydana getiren iki zanaat oldu.”
(Balta girmemiş ormanın işlenmiş toprak durumuna dönüşmesi ama mülkiyet aracıyla sefalet ve köleliğin de ortaya çıkması.)
"İnsanları uygarlaştıran ve insan türünü bozan şey, ozana göre altın ve gümüş ama filozofa göre demir ve buğdaydır.” [60]
Uygarlıktaki her yeni ilerleme, aynı zamanda eşitsizlikte de yeni bir ilerlemedir. Uygarlıkta doğmuş toplumun kurduğu bütün kurumlar, ilk ereklerinin tersine dönerler.
"Halkların başkanlarını kendilerini köleleştirmek için değil, özgürlüklerini savunmak için seçtikleri söz götürmez bir şey ve tüm siyasal hukukun temel kuralıdır." [61] (sayfa 216)
Ama gene de bu başkanlar, zorunlu olarak halkların baskıcıları haline gelir ve bu baskıyı, doruğuna çıkartılmış eşitsizliğin yeniden kendi karşıtı durumuna dönüştüğü, eşitlik nedeni durumuna geldiği (despot karşısında herkes eşittir, yani sıfira eşittir) noktaya değin götürürler.
"Eşitsizliğin son derecesi ve çemberi kapayan ve hareket noktamıza erişen son nokta, işte burasıdır: Bütün bireyler, hiçbir şey olmadıkları ve uyrukların egemeninin isteğinden başka bir yasaları bulunmadıği için, işte burada yeni baştan eşit duruma gelirler." [62]
Ama despot, ancak zor sahibi olarak egemendir ve bu nedenle "baştan atılabildiği anda, zora karşı söyleyecek hiçbir şeyi yoktur. ... Onu yalnızca güç tutuyordu, onu ancak güç devirir, böylece her şey doğal düzene göre olup biter." [63]
Ve böylelikle, eşitsizlik bir kez daha eşitliğe dönüşür ama dilden yoksun ilkel insanın o eski doğal eşitliğine değil, toplum sözleşmesinin yüksek eşitliğine. Baskıcılar baskı altına alınırlar. Bu, yadsımanın yadsınmasıdır.
Demek ki Rousseau'da, yalnızca Marks'ın Kapital'inde izlenen düşünce gidişine insanı şaşırtacak kadar benzeyen bir düşünce gidişi değil ama hatta ayrıntıda bile Marks'ın kullandığı bütün bir diyalektik gelişimler dizisinin kullanıldığını da görüyoruz: Özü gereği karşıt olan ve bir çelişki içeren süreçler; bir ucun (extréme) kendi karşıtına dönüşümü; ensonu, bütünün çekirdeği olarak, yadsımanın yadsınması. Demek ki Rousseau, her ne denli 1754'te hegelci jargonu konuşamıyorduysa da, gene de Hegel'in doğumundan yirmi üç yıl önce hegelci veba, çelişki diyalektiği, Logos öğretisi, tanrıbilim vb. tarafından derinden derine kemirilmiş bulunuyordu. Ve bay Dühring Rousseau'nun eşitlik teorisini yavanlaştırarak iki utkun adamcağızı ile oynarken, hanidir ister istemez yadsımanın yadsınmasının kolları arasına kaydığı eğim üzerinde bulunur. İki adamın eşitliğinin içinde geliştiği, ideal durum olarak sunulan durum, Felsefe'nin 271. sayfasında "ilkel (sayfa 217) durum" olarak nitelenir. Ne var ki 279. sayfaya göre bu ilkel durum, "soygun sistemi” tarafından zorunlu olarak ortadan kaldırılır — birinci yadsıma. Ama işte şimdi biz, gerçeksel felsefe sayesinde, soygun sistemini ortadan kaldırıp onun yerine eşitliğe dayanan bay Dühring türetimi ekonomik komünü kurduğumuz noktaya varmış bulunuyoruz: Yadsımanın yadsınması, daha yüksek bir aşamada eşitlik. Yüce kişiliğinde yadsımanın yadsınması cehennemlik günahını işleyen bay Dühring'in görünüşü ne eğlendirici, çevreni ne kurtarıcı bir biçimde genişleten bir seyirlik!
Peki yadsımanın yadsınması nedir? Son derece genel ve işte bu yüzden büyük bir önem ve büyük bir değer taşıyan doğanın, tarihin ve düşüncenin bir gelişme yasası; görmüş bulunduğumuz gibi, hayvanlar ve bitkiler dünyası bakımından yerbilim, matematik, tarih, felsefe bakımından geçerli olan ve bay Dühring'in karşı gelmesine ve kafa tutmasına karşın, farkına varmadan kendi yordamınca uyma zorunda kaldığı yasa. Bu işin yadsımanın yadsınması olduğunu söylediğim zaman, örneğin arpa tanesi tarafından çimlenmeden taneyi taşıyan bitkinin yok olmasına değin izlenen özel gelişme üzerine hiçbir şey söylemediğim kendiliğinden anlaşılır. Gerçekten, diferansiyel hesap da yadsımanın yadsınması olduğu için, önermeyi tersine çevirmekle bir arpa filizinin diferansiyel hesap ya da hatta inan olsun, sosyalizm olduğu saçmalığını ileri sürmüş olmaktan başka bir şey yapmış olmazdım. Bununla birlikte, metafizikçilerin diyalektiğin sırtına hiç durmadan yükledikleri şey de, işte budur. Eğer bütün bu süreçler üzerine, bunlar yadsımanın yadsınmasıdır dersem, bunların hepsini birden bu tek hareket yasası altında kavramış ve bu nedenle de tek başına alınmış hiçbir özel sürecin özelliklerini hesaba katmamış olurum. Gerçekte diyalektik doğanın, insan toplumunun ve düşüncenin genel hareket ve gelişme yasaları biliminden başka bir şey değildir.
Şöyle bir karşıkoymada da bulunabilir: Burada gerçekleşen yadsıma, gerçek bir yadsıma değil: Bir arpa tanesini, onu öğüterek; bir böceği, üzerine basarak; a olumlu (sayfa 218) büyüklüğünü, onu gizerek de yadsırım. Ya da gül, gül değildir diyerek, gül güldür önermesini yadsırım; ve eğer bu önermeyi yeniden yadsır ve: gül gene de güldür dersem, bundan ne sonuç çıkar? — Bu karşıkomalar, gerçekte metafizikçilerin diyalektiğe karşı bellibaşlı ve bu sınırlı düşünce biçimine tamamen yaraşır kanıtlarıdır. Yadsımak diyalektikte yalnızca hayır demek ya da bir şeyin varolmadığını söylemek ya da onu herhangi bir biçimde yok etmek anlamına gelmez. Spinoza şöyle diyordu: Omnis determinatio est negatio, her sınırlama ya da belirleme, aynı zamanda bir yadsımadır. [64] Ve ayrıca yadsımanın türü, burada sürecin önce genel, sonra da özel doğası tarafından belirlenir. Yalnızca yadsımamalı ama yadsımayı yeniden ortadan kaldırmayalım da. Öyleyse birinci yadsımayı, ikincisi olanaklı kalacak ya da olanaklı bir duruma gelecek bir biçimde var etmek gerekir. Ve bu, nasıl olacak? Tek başına alınmış her durumun özgül doğasına göre. Eğer bir arpa tanesini öğütür, eğer bir böceği ezersem, birinci eylemi gerçekleştirmiş, ama ikinciyi olanaksız kılmış olurum. Demek ki şeylerin her türünün, ortaya bir gelişme çıkacak biçimde kendi özgül yadsınma türü vardır ve her fikir ve kavram türü için de bu böyledir. Sonsuz-küçük hesapta, olumsuz köklerden olumlu üsler meydana getirilmesinde olduğundan başka türlü yadsınır. Öteki her şey gibi bunu da öğrenmek gerek. Eğer yalnızca arpa filizi ile sonsuz-küçük hesabın yadsımanın yadsınmasına bağlı olduklarını bilirsem, sesin tellerin boyutu ile belirlenmesi yalın yasalarına dayanarak hemen keman çalabildiğimden daha çok, ne başarıyla arpa yetiştirmesini, ne de diferansiyel ve entegral almasını becerebilirim. — Ama yadsımanın yadsınması, eğer a'yi o ardarda bir yazıp bir çizme ya da bir gül için ardarda bir onun gül olduğunu bir de gül olmadığını söyleme çocuksu hoşça vakit geçirme olsa, bundan kendini bu cansıkıcı işlere veren kişinin budalalığından başka bir şey çıkmayacağı açıktır. Ama gene de metafizikçiler, eğer bir gün yadsımanın (sayfa 219) yadsınmasını gerçekleştirmek istiyorsak, bu işin ancak böyle yapılacağı yalanını bize yutturmak isterler.
Öyleyse yadsımanın yadsınmasının, Hegel'in din alanından alınmış ve ilk günah ve kurtarma öyküsü üzerine kurulmuş türetiminin maskaraca bir andırışması olduğunu savladığı zaman, bize yalan yutturarak eğlenen kişi, bir kez daha bay Dühring'dir. İnsanlar diyalektiğin ne olduğunu öğrenmeden çok önce, diyalektik olarak düşündüler; tıpkı düzyazı terimi varolmadan çok daha önce düzyazı biçiminde konuştukları gibi. Doğada, tarihte ve ne olduğu öğrenilinceye değin de beyinlerimizde bilinçsiz bir biçimde gerçekleşen yadsımanın yadsınması yasası kesinlikle ilk kez olarak Hegel tarafından formüle edilmiştir. Ve eğer bay Dühring bu işi gizlice yapmak istiyor ve yalnızca işin adı ona çekilmez geliyorsa, daha iyi bir ad bulmakta özgürdür. Ama eğer bu işin kendisini düşünceden sürmek istiyorsa, o zaman onu önce doğadan ve tarihten sürmek iyiliğinde bulunsun ve (-a) x (-a)'nın +a2 olmadığı ve diferansiyel ve entegral almanın ceza tehdidi altında yasaklandığı bir matematik türetsin. (sayfa 220)
ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
SONUÇ
Felsefe ile işimizi bitirdik; Dersler'de yalvaçca düşlemler olarak gene de raslanacak şeyler, bizi bay Dühring'in sosyalizmi altüst etme biçimini inceleyeceğimiz zaman uğraştıracak. Bay Dühring, bize ne vaat etti? Her şeyi. Ve hangi vaadini tuttu? Hiçbirini. "Gerçek ve dolayısıyla doğanın ve yaşamın gerçekliğine dönük bir felsefenin öğeleri”, "dünyanın kesinlikle bilimsel anlayışı”, "sistem doğurucu fikirler” ve bay Dühring'in gene bay Dühring tarafından davul zurna ile tumturakli tümceler biçiminde ilan edilen bütün öteki güzel sonuçları, ne yandan ele alırsak alalım, salt şarlatanlık çıktı. "Varlığın temel biçimlerini, düşünce derinliğinden hiçbir şey bırakmaksızın saptamış bulunan" evren şemasının irdelenmesi, hegelci mantığın son derece yavanlaştırılmış bir kopyası olarak göründü ve onunla birlikte bu "temel biçimler" ya da mantıksal kategorilerin, "uygulanmaları" gereken dünyadan (sayfa 221) önce ve dünyanın dışında bir yerlerde gizemli bir varoluşu bulunduğu boş inancını paylaştığı anlaşıldı. Doğa felsefesi bize, hareket noktası "maddenin kendi kendine özdeş bir durumu", ancak madde-hareket ilişkisi üzerine en onulmaz bir karışıklığa düşülerek ve üstüne üstlük dünyanın dışında, bu durumu ancak kendi harekete geçirebilecek kişisel bir Tanrı kabul edilerek tasarlanabilecek bir durum olan bir evrendoğum sunar. Organik doğayı incelerken gerçek felsefesi, Darwin'in yaşama savaşımı ve doğal seçmesini "hayvanın insanlığa karşı yüceltilmesi olarak" yadsıdıktan sonra, onları ikinci dereceden de olsa, doğada etkili etkenler olarak arka kapıdan yeniden kabul etmek zorunda kaldı. Bu felsefe ayrıca, biyoloji alanında, bilimsel halk konferanslarının yaygınlaşmasından bu yana, kültürlü sınıfların genç kizlarında bile mumla aranacak bir bilgisizliği gösterme fırsatını buldu. Ahlak ve hukuk alanında Rousseau'yu sulandırmakla, daha önce Hegel'i yavanlaştırdığından daha şanslı çıkmadı ve tüzel (adli) bilimle ilgili olarak, tersini doğrulamak için katlandığı bütün çabaya karşın, hatta en bayağı eski Prusyalı tipi hukukçularda bile seyrek raslanabilecek bir bilgisizlik gösterdi. "Yalnızca görünür çevreni kabul etmeyen" felsefe, tüzel alanda Prusya yasamasının yürürlükte bulunduğu bölge ile örtüşen gerçek bir çevrenle yetindi. Bu felsefenin, güçlü devrimci hareketi içinde gözlerimizin önüne sereceğini vaat ettiği "dış ve iç doğanın yerleri ve gökleri”ne gelince, tıpkı "son çözümlemede kesin doğruluklar” ve "mutlak temel” gibi onları da hep bekliyoruz. Düşünce biçimi "dünyanın öznel olarak sınırlı bir tasarlanışının" bütün geçici hevesini dıştalayan filozof, yalnızca büyük eksikliğini gösterdiğimiz bilgileri, sınırlı metafizik düşünce biçimi ve gülünç kendini beğenmesi ile değil ama hatta çocukça kişisel hevesleri ile de öznel bakımdan sınırlı olduğunu gösterdi. Tütün, kediler ve Yahudiler için duyduğu tiksintiyi, Yahudiler dahil insanlığın geri kalan bölümüne evrensel değerde bir yasa olarak dayatmaksızın gerçeksel felsefesini tamamlaması olanaksız. Başkası karşısındaki "gerçekten eleştirel bakış açısı", insanlara (sayfa 222) hiçbir zaman söylemedikleri ve bay Dühring'in kişisel üretimi olan şeyleri dikkafalılıkla yüklemeye dayanıyor. Yaşamın değeri ve ondan en iyi yararlanma biçimi gibi küçük-burjuva konular üzerindeki bitmez tükenmez ipsiz-sapsızlıkları, Gœthe'nin Faust'una karşı duyduğu öfkeyi açıklayacak bir hamkafalıktadır. Gœthe, ağırbaşlı gerçeksel filozof Wagner'i değil de o ahlakdışı Faust'u kahraman olarak almakla, kuşkusuz bağışlanmaz bir kusur işlemiştir. Kısacası, bütünüyle ele alındığı zaman gerçeksel felsefe, Hegel gibi konuşmak gerekirse kendini, "Alman aydınlanma felsefesinin en solgun firesi”, güçsüzlük ve saydam bayağılığı ancak ona kattığı falcı kadın retorik artıkları ile güçlendirilip bulandırılabilen bir tortu olarak gösterir. Ve kitabın sonuna geldiğimiz zaman, ayaklarımız suya erer ve "yeni düşünce biçimi”nin, "tepeden tırnağa özgün sonuç ve görüşler”in ve "sistem doğuran düşünceler”in bize gerçi birçok yeni saçmalıklar sunduklarını ama herhangi bir şey öğrenebildiğimiz bir tek satır bile sunmadıklarını itiraf etmek zorunda kalırız. Ve en bayağı işportacı ile yarışırcasına, marifetlerini ve malını davul zurna ile öven ve iri sözlerinin arkasında hiç, ama hiçbir şey bulunmayan bu adam, aralarından en küçüğü bile kendisine oranla bir dev olan Fichte, Schelling ve Hegel gibi adamlara şarlatan demekte bir sakınca görmez. Şarlatan? Kuşkusuz! Peki ama kim? (sayfa 223)
Dipnotlar
[1*] Engels profesör Michelet'yi, çalışmalarında Hegel'in düşüncesini ilerletmeksizin olduğu gibi almaktan başka bir şey yapmadığı için, "hegelci okulun gezginci yahudisi" olarak adlandırıyor. -Ed.
[2*] Bkz: "Gerçek Dünyada Matematik Sonsuzluğun İlkörnekleri Üzerine", Doğanın Diyalektiği, Sol Yayınları, Ankara 1991, s. 291-298. -Ed.
[3*] Friedrich Wilhelm IV'ün 5 Aralık 1848'de uyruklarına bir anayasa ihsan etmesine anıştırma. -Ed.
[4*] Hegel, Felsefi Bilimler Ansiklopedisi, § 188. -Ed.
[5*] Anti-Dühring'in tüm birinci kısım göndermeleri, E. Dühring'in Carsus der Philosophie adlı yapıtı ile ilgilidir. -Ed.
[6*] I. Kant, Arı Usun Eleştirisi (P. Archambault tarafından gözden geçirilip düzeltilmiş J. Barni çevirisi, Critique de la raison pure, c. II, s. 17, Paris, Ernest Flammarion, 1934.), t. II, p. 17. -Ed.
[7*] Burada Dühring'in Gauss'a ve onun öklidesci-olmayan bir geometri yapısı üzerindeki fikirlerine karşı saldırıları söz konusu ediliyor. -Ed.
[8*] Modern matematiğin en dikkate değer kazanımlarından biri olan ensemble'lar teorisinde [setler teorisi], tam sayılar sonsuz topluluğu (ensemble) sayılabilir sözcüğü yalnızca topluluk öğelerinin ilkten başlayarak ardışık bir biçimde numaralanabileceği anlamına geldiğinden, sayılabilir denilen topluluklar tipinin ta kendisidir. Engels'in kanıtı hep geçerli kalır: İster artı zamanlar, ister eksi zamanlar sözkonusu olsun, yılların bir sayımına ancak güncel çağdan başlanabilir ve bu da geçmişte olduğu gibi gelecekte de ancak sonsuzluğa götürebilir. -Ed.
[9*] Hegel, Mantık Bilimi, Kitap II, "Öz". -Ed.
[10*] Engels'in Kraft sözcüğünü bu anlamda kullandıgı her yerde, onu enerji olarak çevirdik. Yazarın yalnızca ağırlığı (modern anlamda gücü) değil, ama düşüş yüksekliğini de gözönünde tutma gereği üzerinde durduğu altıncı bölümde (s. 131) açıkça görülebileceği gibi, sözkonusu olan şey, gerçekten enerjidir. Ayrıca ikinci baskıya önsözde de (s. 57-59) Engels'in daha 1855'te bu enerji terimini kullandığı görülür. Engels, 1888'de Ludwig Feuerbach'ta (Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 44) "enerjinin dönüşümünün bulgulanması"nı, "doğal süreçlerin bağlantısı, bilgimizi dev adımlarıyla ilerleten" ve materyalist diyalektiği kuran "üç büyük bulgu" arasında sayar.
Bugün bir terminoloji yanlışlığı gibi görünen şey, 1876'da pek öyle değildi. Gerçekten, enerji olarak adlandırdığımız şeye, yalnızca Descartes ve Leibniz çağında güç denmekle kalınmadı. Robert Mayer (1842) ve Helmholtz da (1847) aynı biçimde davrandılar. Fizikçilere kendini ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında yavaş yavaş kabul ettiren enerji terimine üstünlük kazandıran kişi W. Thomson oldu. -Ed.
[11*] Hareketin bir cisimden bir başka cisme geçmesi sırasında hareket miktarının korunması ilkesi, Descartes tarafından Felsefenin İlkeleri'nde (II. 36) dile getirildi. Bu ilke, geçekte enerjinin sakınımı ilkesinin çıktığı tohumu oluşturur. -Ed.
[12*] İlerde Engels tarafından incelenen mekanik ısı teorisine anıştırma. -Ed.
[13*] Engels, sözcük oyunu yapıyor. Eşek köprüsü deyimi, pitagoras teoreminin grafik tanıtlanmasına Batı dillerinde verilen ad; bizde "eşek davası" gibi. Bu deyiş aynı zamanda, yalnızca bilisizleri durduran güçlükleri belirtmek için de kullanılır. -ç.
[14*] Evrendoğum = Kozmogoni.
[15*] Bkz: s. 52, Kant ile ilgili dipnot.
[16*] Kant'in, bilindiği gibi Laplace tarafından parlak bir biçimde geliştirilen ilkel bulutsu teorisi, yıldızlar ile güneş sisteminin oluşmasının açıklanmasında bugün, ama daha yüksek yeni bir biçim altında, yeniden ele alınmıştır.
Engels'in iki temel düşüncesi her zaman geçerlidir: Bilim, o zamandan beri, bir yandan evrenin, yıldızların bir tarihi olduğunu, öte yandan evrendoğumcular tarafından bazen kullanılan evrenin ilkel durumu sözcüklerinin, hiçbir zaman evrensel maddenin evriminin özellikle önemli bir aşamasına karşılık düşen görece bir anlamdan başkasına sahip bulullamayacağını doğrulamaktan geri kalmamıştır. Bilgilerimiz gerçekten geliştiği ölçüde, geçmişte gitgide daha geriye çıkıyoruz. -Ed.
[17*] Bu, potansiyel enerjidir, örneğin belirli bir yiiksekliğe çıkartılmış bir ağırlığın, gergin bir zembereğin, ya da bir patlayıcı yedekliğin enerjisi, herhangi bir biçimde korunmuş enerji, durgunluk durumundaki cisimlerin enerjisi gibi. -Ed.
[18*] Engels, bu terimlerin Almancadaki benzerliğinden yararlanarak, "bay Dühring'e göre, her Widerspruch (geheki) Widersinn'dir (saçma)" biçimde bir sözcük oyunu yapmış. Fransızcaya, bu, "her contradiction (çelişki) contreraison'dur (saçma)" biçiminde aktarılmış. Aynı sözcük oyununu Türkçe terimlerden yararlanarak dilimize aktarmanın bir yolunu bulamadik. -ç.
[19*] Ph= ½mv². P: Ağırlık; h: yükseklik; m: kütle; v: yere varış hızı; Ph: potansiyel enerji; ½mv²: kinetik enerji. -Ed.
[20*] Bugün, belirli bir kinetik enerji miktarı denirdi. -Ed.
[21*] Daha belgin hesaplar, su buharının oluşması sırasındaki gizli ısıyı 538,9 cal/g. olarak saptamışlardır. -Ed.
[22*] Kinetik teori, gazların genleşirliğini açıklamak için geri-itici güçlerin varlığını değil, ama yalnızca moleküllerin bir süredurum hareketini (mouvement d'inertie) gözönünde tutar. Moleküller, iki "itiş" arasında, eğer gaz seyreltilmiş ise birbirlerini etkilemeksizin, doğrusal bir yörünge ve tekdüze bir hızı korurlar. Eğer gaz sıkıştırılmış ise, çekici güçler harekete geçer. Ama Engels'in gizli ısı olayı üzerine yaptığı açıklama bugün de özünde doğru olarak kalır. -Ed.
[23*] Mekanik ısı teorisi üzerindeki bütün bu tartışmada Engels, ilk bakışta ısıyı yalın bir mekanik yer değiştirme ile, müleküllerin bir yer değiştirmesi ile özdeşleştirdiği anlamında, biraz "mekanik" görülebilir. Ama mekanik doğa anlayışı üzerindeki not (bkz: Doğanın Diyalektiği, s. 319) ile o hayranlık verici "hareket maddenin varoluş biçimidir" parçasının gösterdiği gibi, hiç de öyle değildir. Engels, hareket sözcüğüne, vermesi gerektiği gibi, aristotelesci diyalektik, değişiklik ve oluş anlamını vermektedir. -Ed.
[24*] Kimyasal tepkiler sırasında öğelerin ağırlığının korunması yasası, bu yasayı sürekli olarak uygulayan Lavoisier bunu açıkça formüle etmiş olmasa da, gerçekte Lavoisier kimyasının temelinde yatar. Engels'in sözünü ettiği ve ilk yaklaşımda, insanal ölçekte doğru kalan üç sürerlik ilkesi, bununla birlikte otuz yıl kadar sonra, daha genel bir yasa tarafından aynı zamanda hem yadsınmış ve hem de aşılmışlardır. Gerçekten, Einstein ve Langevin, bu yüzyılın başında ve birbirlerinden bağımsız olarak, hareketsiz cisimsel madde yığınının, (bu sözcük en geniş anlamda alınmak koşulu ile) maddenin bir başka biçimi olan ışıldama enerjisi durumuna dönüşümünün niceliksel kurallarını veren eşdeğerlik ilkesini bulmuşlardır. Bu konu üzerine, Engels'in yapıtını sürdüren Lenin'in, bu yeni bulguları irdeleyip, zamanın idealist bilgin ve filozoflarının bunlardan kendi eğilimlerine göre yararlanmak istemelerini diyalektik materyalizm acısından çürüttüğü Materyalizm ve Ampiryokritisizm'in Beşinci Bölümünün "Madde Kayboldu" başlıklı 2. kesimine (s. 286 vd.) bakılabilir.
[25*] Evrendeki öğelerin sürerliği yasasının, Dühring'in metafizik materyalizme özgü dogmatik doğrulama biçimini alaya almakta Engels çok haklıydı. Bu yasa, daha 1896'da, radyoaktivitenin bulgulanınasıyla (Berquerel, Curie) yalanlanmıştı. Hafif öğelerin, yıldızlar tarafından yayılan enerjinin kökeninde olan kaynaşması, termonükleer bombalarda kullanılmıştır. Demek ki öğeler değişmez ve yok edilemez şeyler değildirler. Birbirlerine dönüşebilirler. Onların da, hatta geçmişi saptamaya bile yarayabilecek bir tarihleri vardır. Örneğin tarih-öncesi nesnelerin tarihi, radyoaktif bir karbon izotopunun, karbon 14'ün tanörü irdelenerek saptanabilir ve çeşitli yerbilimsel katmanların yaşı, uranyumun parçalanmasından yararlanarak hesaplanabilir. -Ed.
[26*] Bkz: "'Mekanik' Doğa Anlayışı Üzerine", Doğanın Diyalektiği, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 275-281. -Ed
[27*] Kamutanrıcılık, panteizm, evren ile tanrıyı bir özdeş tutanların; yaradancılık, deizm, tanrının insanlara, uslarının bulamayacağıi gerçekleri öğreterek kendini açımlamasını yadsıyan ve yalnızca tanrının varlığına ve doğa dinine inananların sistemi. -ç.
[28*] Biyolojinin gelişmesi, Darwin'in bu görüşüne bir tamamlayıcı getirdi: doğal seçme sonucu olan uyma (intibak), yalnızca dış ilişkilere değil ama iç ilişkilere de ilişkin bir uyumlanmadır. -Ed.
[29*] Engels, burada, şu son yıllar içinde büyük ölçüde gelişmiş bulunan canlıların nüfus yasalarının matematik irdelenmesini önerir: O, daha o zamandan bunun verimliliğini görüyordu. -Ed.
[30*] Modern bilginler, Engels ile birlikte ve Darwin'in kişisel tanıklığına da dayanarak (bkz: Francis Darwin: Vie et correspondence de ch. Darwin, H.'de Warigny'nin Fransızca çevirisi, edition Reinwald, 1888, tome 1, p. 86). Darwin'i, gerçeklikte bilinç ya da istencin karışmasını dıştalayan çok farklı bir nitelikteki ilişkiler olmalarına karşn, bütün canlı varlıklar arasındaki ilişkileri, okuru kapitalist toplumdaki insanal yarışma (rekabet) örneğine göre tasarlamaya sürükleyen yaşama savaşımı terimini, zorunlu eleştirel anlayışı göstermeksizin, Malthus'tan almış olmakla eleştirirler.
[31*] Charles Darwin, The Origin of Species... 6. baskı, Londra 1873, s. 428. (Türlerin Kökeni, Onur Yayınları, Ankara 1990, s. 392.) -Ed.
[32*] Yaratılışın Tarihi, s. 397. Ch. Letourneau çevirisi. Historie de la Création , s. 306-330. -Ed.
[33*] Nibelungenler Yüzüğü, ünlü Alman besteci Richard Wagner'in (1813-1884) yapıtı. Engels, kendini beğenmişliğinden ötürü Dühring'e, başka nitelikleriyle birlikte kendini beğenmişliği ile de ünlü Wagner yanında yer veriyor. Ayrıca, bileşim anlamına gelen kompozisyon sözcüğü ile hem bileştiren, hem de besteci anlamına gelen kompozitör sözcüğü arasındaki ilişkiden yararlanarak, evrim (évolution) yerine bileşim (composition) denmesi gerektiğini öneren Dühring ile "geleceğin kompozitörü" diye eğleniyor. -ç.
[34*] Thomas Huxley, Lectures on the Elements of Comparative Anatomy, Konferans V. London 1864. Engels burada şu yapıttan yararlanmıştır: Henry Alleyne Nicholson, A Manual of Zoology, London 1870. -Ed.
[35*] Engels bu satırları yazdığı sırada, biyokimya ve moleküler biyoloji henüz ilk başlangıç çabaları içinde bulunuyorlardı.
Proteinlerin yaşam olayları içinde oynadıkları rolün önemi tüm yeni araştırmalarda doğrulanmıştır. Canlı bir hücre içinde oluşan bütün kimyasal tepkiler, hala maya (enzyme) adı verilen tikel bir proteinin işe karışmasını gerektirirler. Bunlar, üstelik, uzayda ardarda çeşitli biçimler alma yolundaki erklikleri aracıyla bu tepkilerin içinde zincirlendikleri sırayı düzenleyen, allosterikler denilen mayalardır. Bunlar, öteki proteinler, benzer biçimde, boşaltım işlevlerini düzenlerken, hücreye dışsal bazı cisimler ile birleşerek, bu cisimlerin zarı aşmalarını sağlayan proteinlerdir de.
Bununla birlikte, Engels'in varoluşunu önceden sezemeyeceği başka cisimler de, yaşam olaylarında temel önemde bir rol oynarlar. Bunlar özellikle canlı madde içine her türlü enerji aktarımında işe karışan nükleotidler ile canlı varlıkların niteliklerinin kalıtımsal korunmasının üzerlerine dayandığı nükleik asitlerdir. -Ed.
[36*] Hadi canım sen de! anlamına gelen bu deyim, özgün metinde Fransızcadır. -ç.
[37*] Bu satırlar, ben onları yazdıktan bu yana, doğrulanmışa benzerler. Mendeleyev ve Boguski (*) tarafından daha duyarlı aygıtlarla yapılmış en yeni araştırmalara göre, bütün sürekli gazlar, basınç ile hacim arasında değişken bir ilişki gösterirler; hidrojen bakımından, şimdiye değin uygulanan bütün basınçlarda, yayılma katsayısı pozitif kalıyordu (hacim, basıncın artışından daha yavaş küçülüyordu); atmosferik hava ve incelenen öteki gazlar ile, herbiri için bir sıfır basınç noktası bulundu, öyleki daha aşağı basınçta bu katsayı pozitif, daha güçlü basınçta negatif oluyordu. Şimdiye değin her zaman pratik olarak yararlanılabilir kalan Boyle yasası, demek ki bütün bir dizi özel yasalarla tamamlanma gereksinmesi duyacak. (Şimdi —1885'te— "sürekli" gazların var olmadıklarını da biliyoruz. Hepsi sıvı duruma indirgenmiş bulunuyor.) [F. E.]
(*) 16 Kasım 1876 günlü Nature ("Doğa") dergisi D.J. Mendeleyev'in, Rus doğabilimci ve hekimlerinin Varşova'daki V. Kongresinde 3 Eylül 1876 günü yaptığı konuşma üzerine bir haber veriyordu. Mendeleyev, bu konuşmada, Mariotte yasasının, J.J. Boguski ile birlikte iki yıl üzerinde çalıştığı doğrulama sonuçlarını açıklıyordu. -Ed.
[38*] Vicdan durumlarını inceleyen tanrıbilim kolu. -ç.
[39*] Türkistan'ın 1873 yılında General Kaufmann'ın komutası altında çar orduları tarafından fethi sırasında, Rus ordularından General Golovagov tarafından komuta edilen bir birlik, Türkmen Yamudlar aşiretine karşı son derece sert bir cezalandırma seferine girişti. Engels'in kaynağı, büyük bir olasılıkla, Amerikalı diplomat Euène Schuyler'in şu yapıtıdır: Turkestan Notes of a journey in Russian Turkestan, Kokhand, Bukhara and Kuldj, c. II. London 1876, s. 356-359. -Ed.
[40*] Modern eşitlik fikirlerinin burjuva toplumun ekonomik koşullarından bu çıkarılışı ilk kez olarak Marks tarafından Kapital'de açıklanmiştır. [F.E.]
[41*] Fransız Yurttaşlık Yasası (Medeni Kanunu). -ç.
[42*] Corpusjuris civilis, İmparator Justinianus'un girişimi üzerine Romalı hukukçular tarafından saptanmış yasalar derlemesidir. -Ed.
[43*] Prusya'da nüfus kütügü, Bismarck'ın kimlik belgeleri düzenleme hakkını Kiliseden geri alan 9 Mart 1874 günlü bir yasası aracıyla kabul edilmiştir. -Ed.
[44*] 1815 antlaşmalarından önce Prusya'nın olan Brandenburg, Doğu Prusya, Batı Prusya, Posnanya, Pomeranya ve Silezya eyaletleri sözkonusu ediliyor. -Ed.
[45*] Hegel, Ansiklopedi, I, § 147, katma, s. 294, édition Henning, Berlin 1843. -Ed.
[46*] Dühring'in, Marks'ın Kapital'i üzerindeki makalesi 1867 yılında, Ergänzungsblätter zur Kenntnis der Gegenwart, c. III, n° 3, s. 182-186 içinde yayınlanmıştı.-Ed.
[47*] Kapital, Birinci Cilt, Sol Yayınları, Ankara 1993, s. 321. -Ed.
[48*] Kapital, Birinci Cilt, s. 322. -Ed.
[49*] Kapital, Birinci Cilt, s. 322. Not. -Ed.
[50*] Memoires pour servir a l'histoire de France, sous Napoléon, ecrits a Sainte-Helene, par les generaux qui ont partage sa captivite, et publies sur les manuscrits entierement corriges de la main de Napoléon, c.. I, general comte de Montholon tarafından yazılmış, Paris 1823, s. 262. -Ed.
[51*] Kapital, Birinci Cilt, s. 783. -Ed.
[52*] Kapital, Birinci Cilt, s. 93. -Ed.
[53*] İbid., s. 94; İtalikler Engels'in. -Ed.
[54*] Kapital, Birinci Cilt, s. 780 vd. -Ed.
[55*] Kapital, Birinci Cilt, s. 782. -Ed.
[56*] lbid, s. 782-783. -Ed.
[57*] Bkz: s. 226. -Ed.
[58*] Engels, burada limite geçiş kavramını çözümlüyor. O sıralarda yeni bulunmuş olan bu kavram (Cauchy) türev, entegral ve diziler hesabının temelinde yatmakta devam eder. -Ed.
[59*] Haeckel: Natürliche Schöpfungsgeschichte..., 4. baskı, Berlin 1873, s. 590-591. Haeckel'in varsayımı, Eugène Dubois tarafından 1894'de Pithecanthropus erectus'un bulgulanmasını önceliyordu. -Ed.
[60*] Rousseau, Discours sur l'origine et les fondements de l'inégalitté.... Editions Sociales, 1971, s. 118. -Ed.
[61*] İbid., s. 129.
[62*] İbid., s. 142. -Ed.
[63*] İbid., s. 142-143. -Ed
[64*] Formül, 2 Haziran 1674 günlü, bilinmeyen birine yazılmış bir mektupta bulunur. Bkz: Correspondance de Baruch de Spinoza, mektup 50. -Ed.
İKİNCİ KISIM
E K O N O M İ P O L İ T İ K
BİRİNCİ BÖLÜM
KONU VE YÖNTEM
Ekonomi politik, en geniş anlamda, insan toplumunda maddesel yaşama araçlarının üretim ve değişimini yöneten yasaların bilimidir. Üretim ile değişim iki farklı işlevdirler. Üretim, değişimsiz olabilir; ama değişim, —tanım gereği ürünlerin değişiminden başka bir şey olmamasından ötürü—, üretimsiz olamaz. Bu iki toplumsal işlevden her biri, büyük ölçüde kendine özgü dış etkilerin etkisi altında ve dolayısıyla büyük ölçüde kendi öz ve özgül yasalarına sahip bulunur. Ama öte yandan, bu işlevler birbirlerini her an koşullandırır ve birbirleri üzerinde öylesine bir etkide bulunurlar ki bunlar, ekonomik eğrinin apsis ve ordinatı olarak adlandırılabilirler.
İnsanların üretim ve değişim koşulları ülkeden ülkeye ve her ülkede de kuşaktan kuşağa değişir. Öyleyse ekonomi politik de bütün ülkeler ve bütün tarihsel dönemler için aynı (sayfa: 227) olamaz. Yabanılın ok ve yayından, çakmaktaşı bıçağıyla ancak ayrıksın olarak işe karışan değişim ilişkilerinden bin beygirlik buhar makinesine, mekanik dokuma tezgahına, demiryolları ve İngiltere Bankasına değin, çok büyük bir uzaklık var. Ateş Topraklılar (Fuégien'ler - Macellan takımadalılar), yığınsal üretim ve dünya ticaretine değin varamadıkları gibi, hatır bonolarına ve bir borsa çöküntüsüne de varamadılar. Ateş Toprağının ekonomi politiği ile bugünkü İngiltere'nin ekonomi politiğini aynı yasalara indirgemek isteyen biri, ortaya en bayağı beylik düşüncelerden başka bir şey koyamaz. Öyleyse ekonomi politik, özsel olarak tarihsel bir bilimdir. Tarihsel, yani durmadan değişen bir konu ile uğraşır; önce üretim ve değişimdeki evrimin her derecesine özgü yasaları ayrı ayrı irdeler ve ancak bu irdeleme sonundadır ki, üretim ve değişim için her zaman geçerli bazı genel yasalar saptayabilir. Belirli üretim tarzları ve değişim biçimleri için geçerli yasaların, tarihin bu üretim tarzları ve değişim biçimlerine ortaklaşa sahip bulunan bütün dönemleri için geçerliliklerini korudukları kendiliğinden anlaşılır. Böylece, ömeğin maden paranın kullanılmaya başlanması, maden paranın değişim aracı görevini gördüğü bütün ülkeler ve bütün tarih aşamaları için geçerlikte kalan bir dizi yasayı yürürlüğe sokar.
Belirli bir tarihsel toplumun üretim ve değişim biçimi ile bu toplumun tarihsel koşulları, aynı zamanda ürünlerin bölüşüm biçimini de içerirler. Tarihe girişleri sırasında bütün uygar halklarda, kendisi ya da çok belirgin kalıntıları görülen toprağın ortaklaşa mülkiyetinin hüküm sürdüğü aşiret (tribu) ya da köy topluluklarında, ürünlerin gözle görülür bir biçimde eşit bir bölüşümü tamamen doğaldır; üyeler arasındaki bölüşümün daha büyük bir eşitsizliğin başladığı yerde, bu durum, topluluğun (communauté) dağılmasının başlangıcını da gösterir. Büyük ve küçük tarım, içinde geliştikleri tarihsel koşullara göre, çok farklı bölüşüm biçimleri kabul ederler. Ama büyük tarımın her zaman küçük tarımdan çok daha başka bir bölüşümü koşullandırdığı; büyük tarımın —köle (sayfa: 228) sahipleri ile köleler, toprakbeyleri ile angaryacı köylüler, kapitalistler ile ücretliler arasında— bir sınıf karşıtlığına dayandığı ya da böyle bir karşıtlık oluşturduğu, oysa küçük tarımın tarımsal üretimde çalışan bireyler arasında hiçbir zaman bir sınıf ayrımı sonucu vermediği, tersine, böyle bir ayrımın yalnızca varlığının bile parçasal (parcellaire) ekonominin sonunun başlangıcını gösterdiği de açıktır. — O zamana değin doğal ekonominin tek başına ya da başat bir biçimde egemen olduğu bir ülkede maden paranın kullanılmaya başlanması ve yayılması, eski bölüşümün, her zaman az ya da çok hızlı ve bireyler arasındaki eşitsizliğin, dolayısıyla zengin ve yoksul arasındaki karşıtlığın gitgide artacağı bir biçimde altüst oluşuna bağlıdır. Ortaçağın lonca ve yerel zanaatçılığı, büyük kapitalistler ile ömürboyu ücretlileri, bunlara modern sanayi, kredinin bugünkü gelişmesi ve her ikisinin de evrimine uygun düşen değişim biçimi olan özgür rekabet tarafından ne denli zorunlu bir biçimde yolaçılmış bulunuyorsa, o denli olanaksız kılıyordu.
Ama bölüşümdeki farklılıklarla birlikte sınıf farklılıkları da ortaya çıkar. Toplum, ayrıcalıklı sınıflarla yoksunlaşmış sınıflar, sömürücülerle sömürülenler, egemenlerle yönetilenler biçiminde bölünür ve aynı bir aşiretin doğal topluluk gruplarının, evrimleri içinde başlangıçta yalnızca ortak çıkarlarına (örneğin Doğudaki sulama) gözkulak olmak ve dışa karşı savunmalarını sağlamak için ulaşmış bulundukları devlet, [1*] bundan böyle, egemen sınıfın yaşama ve egemenlik koşullarının yönetilen sınıfa karşı zorla sürdürülmesi gibi bir ereğe sahip olur.
Bununla birlikte bölüşüm, üretim ve değişimin salt edilgen bir sonucu da değildir; o da ötekiler üzerinde etkili olur. Her yeni üretim tarzı ya da her yeni değişim biçimi, başlangıçta (sayfa: 229) yalnızca eski biçimler ile bunlara uygun düşen siyasal kurumlar tarafından değil ama eski bölüşüm biçimi tarafından da engellenir. Her yeni üretim tarzı ya da her yeni değişim biçiminin, önce uzun bir savaşım içinde, kendine uygun düşen bölüşümü kendine bağlaması gerekir. Ama belli bir üretim ve değişim biçimi ne denli hareketli, gelişime ve evrime ne denli yatkın olursa, bölüşüm de içinden çıktığı koşulların etkisinden kurtulduğu ve daha önceki üretim ve değişim biçimi ile çatışma içine girdiği bir düzeye o denli çabuk ulaşır. Yukarda sözkonusu edilen eski ilkel topluluklar, dış dünya ile ticaret işlerinde dağılmaları sonucunu veren servet farklılıkları meydana getirmeden önce, bugün bile Hintliler ve Slavlarda olduğu gibi, varlıklarını binlerce yıl sürdürebilirler. Buna karşılık, topu topu üçyüz yıllık bir geçmişi bulunan ve ancak büyük sanayinin ortaya çıkmasından sonra egemen duruma geçen modern kapitalist üretim, bu kısa zaman parçası içinde, bölüşümde onu zorunlu olarak sonuna götürecek olan çelişkiler —bir yanda sermayelerin birkaç elde, öte yanda da varlıksız yığınların büyük kentlerde toplanması— yarattı.
Bölüşüm ile bir toplumun maddesel varlık koşulları arasındaki bağ, her durumda yansıması halk içgüdüsünde düzenli olarak bulunacak denli doğaldır. Bir üretim biçimi, evriminin yükselme çizgisi üzerinde bulunduğu sürece, kendisine uygun düşen bölüşüm biçimi tarafından zarara uğtatılmış durumda bulunan kimseler tarafından bile alkışlanır. Büyük sanayinin ortaya çıkması zamanındaki İngiliz işçileri gibi. Hatta bu üretim biçimi toplum için normal olarak kaldıği sürece, bölüşümden genellikle herkes hoşnuttur ve o anda egemen sınıfın kendisi içinden yükselen protestolar (SaintSimon, Fourier, Owen), ilkin sömürülen yığın içinde hiçbir yankı bulmaz. Ancak sözkonusu üretim biçimi iniş çizgisinin büyücek bir kısımını tamamladığı, ömrünün yarısını doldurduğu, varlık koşulları büyük ölçüde ortadan kalktığı ve ardılı gelip kapıya dayandığı zamandır ki — işte ancak o zamandır ki gitgide daha eşitsiz bir biçime gelen bölüşüm haksız (sayfa: 230) görünür; işte ancak o zamandır ki yaşam tarafından aşılmış olgular, ölümsüz denilen adaletin karşısına çağrılır. Ahlaka ve hukuka bu başvuruş, bizi bilimsel bakımdan bir parmak bile ilerletmez; iktisat bilimi, ne denli haklı olursa olsun, ahlaksal öfke içinde herhangi bir kanıt değil ama yalnızca bir belirti görebilir. İktisat biliminin görevi daha çok, ortaya çıkan toplumsal bozuklukların bir yandan varolan üretim biçiminin zorunlu sonuçları ama bir yandan da başlayan bozulmasının belirtileri olduklarını göstermek ve bozulan ekonomik hareket biçimi içinde, üretim ve değişimin gelecekteki bu bozuklukları ortadan kaldıracak yeni örgütlenme öğelerini bulup çıkarmaktır. Ozanı yaratan öfke, bu bozuklukların betimlenmesinde ya da bu bozuklukları yadsıyan veya süsleyip-püsleyen egemen sınıfın hizmetindeki şakşakçılara karşı saldırıda tam yerli yerindedir. Ama her durumda ne denli az tanıtlayıcı olduğu, tüm geçmiş tarihin her döneminde bu öfkeyi besleyecek yeterince şey bulunması basit gerçeğinden de anlaşılabilir.
Bununla birlikte, çeşitli insan toplumlarının içlerinde üretim ve değişimde bulundukları ve sonuç olarak ürünlerin her kez içlerinde bölüşüldükleri koşulların ve biçimlerin bilimi olarak ekonomi politik, bu genişlemeyle henüz yaratılacak bir şey olarak kalır. Şimdiye değin iktisat bilimi olarak elimizde bulunan şey, hemen tamamen kapitalist üretim biçiminin doğuşu ve gelişmesi ile sınırlanır: Bu da üretim ve değişimin feodal biçimlerinden arta kalanların eleştirisiyle başlar, bunların kapitalist biçimlerle değişmesi zorunluluğunu gösterir, daha sonra bu üretim tarzını ve ona uygun düşen değişim biçimlerini olumlu anlamda, yani toplumun genel ereklerini kolaylaştırmaları anlamında açıklar ve kapitalist üretim biçiminin sosyalist eleştirisi ile, yani kapitalist üretim biçiminin yasalarının olumsuz anlamda açıklanması, bu üretim biçiminin kendi öz evrimi tarafından kendi kendini olanaksız kılan noktaya doğru yöneldiğinin tanıtlanması ile bitirir. Bu eleştiri, kapitalist üretim ve değişim biçimlerinin, üretimin kendisi için gitgide katlanılmaz bir engel (sayfa: 231) duramuna geldiklerini; bu biçimler tarafından zorunlu olarak koşullandırılan bölüşüm tarzının gün günden daha çekilmez bir sınıf durumu, gitgide daha az ama gitgide daha zengin kapitalistler ile sayısı durmadan artan ve durumu genellikle kötünün kötüsüne giden varlıksız emekçi işçiler arasında her gün daha da kızışan bir karşıtlık doğurduğunu ve ensonu, kapitalist üretim biçimi çerçevesinde yaratılmış ama bu üretim biçiminin artık egemenlik altına alamadığı yoğun üretken güçlerinin, toplumun bütün üyelerine, hem de durmadan artan bir ölçüde yaşama araçları ve yeteneklerinin özgür bir gelişmesini sağlamak için, planlı bir elbirliği bakımından örgütlenmiş bir toplum tarafından el altına alınmaktan başka bir şey beklemediklerini tanıtlar.
Burjuva ekonomisinin bu eleştirisini sonuna değin götürebilmek için üretim, değişim ve bölüşümün kapitalist biçimini bilmek yetmiyordu. Ona öngelen ya da daha az gelişmiş ülkelerde. onun yanında hâlâ varlıklarını sürdüren biçimler de, hiç değilse ana çizgileri içinde, irdelenmeli ve karşılaştırma konuları hizmeti görmeliydiler. Bu türlü bir irdeleme ve karşılaştırma şimdiye değin genel olarak yalnızca Marks tarafından yapılmıştır ve bunun sonucu burjuva dönem-öncesi teorik iktisat üzerine şimdiye değin saptanmış ne varsa, hemen hepsini onun araştırmalarına borçlu bulunuyoruz.
Ekonomi politik, dahi kafalarda 17. yüzyıl sonuna doğru doğmuş olmasına karşın gene de, dar anlamda, fizyokratlar ve Adam Smith'in vermiş bulundukları olumlu formüller içinde, özsel olarak 18. yüzyılın çocuğudur ve bu dönemin bütün üstünlük ve kusurlarıyta birlikte, bu çağda büyük Fransız aydınlanma filozofları tarafından elde edilmiş başarılar dizisi içine girer. Aydınlanma filozofları için söylemiş bulunduğumuz şey, o çağın iktisatçıları için de geçerlidir. Yeni bilim, onlar için, çağlarındaki koşulların ve gereksinmelerin dışavurumu değil ama ölümsüz usun dışavurumu idi; bu bilimin bulduğu üretim ve değişim yasaları, bu eylemlerin tarihsel olarak belirlenmiş bir biçiminin değil ama doğanın ölümsüz yasaları idiler; bu yasalar, insan doğasından (sayfa: 232) çıkarılıyorlardı. Ama bu insan, yakından bakılırsa, o zaman büyük burjuva haline dönüşmekte olan orta burjuva idi ve doğası da, çağın tarihsel olarak belirlenmiş koşulları içinde üretimde bulunmaya ve ticaret yapmaya dayanıyordu.
Felsefe alanında, "eleştirel kurucu"muz bay Dühring ve yöntemi ile yeterince tanışmış bulunduğumuz şu anda, onun ekonomi politiği nasıl tasarlayacağını önceden kolayca söyleyebiliriz. Felsefede, saçmalamakla yetinmediği yerde (doğa felsefesinde olduğu gibi), bay Dühring'in görüş biçimi, 18. yüzyıl görüş biçiminin bir karikatürü idi. Sözkonusu olan tarihsel evrim yasaları değil ama doğal yasalar, ölümsüz doğruluklar idi. Ahlak ve hukuk gibi toplumsal ilişkiler, her durumda varolan tarihsel koşullara göre değil ama biri ötekini ya ezen ya da ezmeyen, ne var ki bu sonuncu durum şimdiye değin ne yazık ki hiç görülmeyen o ünlü iki adamcağız tarafından kararlaştırılıyordu. Bundan ötürü eğer bay Dühring'in iktisadi da aynı biçimde son çözümlemedeki kesin doğruluklara, ölümsüz doğa yasalarına, en üzücü boşluğun gereksiz yinelenen belitlerine indirgeyeceği ama buna karşılık iktisadın olumlu içeriğini bildiği ölçüde, onu arka kapıdan kaçak olarak sokacağı ve bölüşümü toplumsal bir olay olarak üretim ve değişimden çıkartacak yerde, kesin çözüm için o ünlü ikilisine bırakacağı sonucunu çıkartırsak, pek de yanılmış olmayacağız. Ve bütün bunlar, artık çok iyi bilinen eski marifetlerden başka bir şey olmadığı için, bu bölüm üzerinde işi kısa tutabiliriz.
Gerçekten bay Dühring, daha 2. sayfada, bize ekonomisinin felsefesinde "saptanmış" bulunan şeye güvendiğini ve "bazı başlıca noktalarda, araştırmaların daha yüksek bir alanında daha önce sonuca bağlanmış bulunan üstün doğruluklara dayandığını" bildirir.
Her yerde, kendini övmede aynı ölçüsüzlük. Her yerde, bay Dühring'in utkusunun bay Dühring tarafından saptanıp ayarlanmış şeylerin üstesinden gelmesi. Gerçekten ayarlanmış, bunu enine boyuna görmüş bulunuyoruz; — ama, "hesabi görüldü!" dendiği anlamda. (sayfa: 233)
Hemen sonra, "tüm iktisadın en genel doğal yasaları" ile karşılaşıyoruz. — Demek doğru tahmin etmişiz. Ama bu doğal yasalar, ancak "bağımlılık ve kümelenme siyasal biçimlerinin bu doğal yasaların sonuçlarına bağlandıkları o daha doğru belirlenim içinde incelendikleri" zaman geçmiş tarihin kusursuz bir kavrayışını sağlarlar. "Kölelik ve ücretli bağımlılık gibi, kendilerine zor (violence) üzerine kurulu mülkiyet ikiz kardeşlerinin eklendiği kurumlar, gerçekten siyasal bir niteliğe sahip toplumsal ekonominin yapıcı biçimleri olarak düşünülmelidirler ve bu kurumlar, şimdiye değin varolduğu biçimdeki dünyada, iktisadın doğal yasalarının etkilerini içinde gösterebildiği tek çerçeveyi temsil ederler.
Bu önerme, bir Wagner leit motiv'i gibi, bize ünlü ikilinin yaklaştığını haber veren bir fanfardır. [2*] Ama, daha da çok bir şeydir, bay Dühring'in bütün kitabının temel konusudur. Hukuk konusunda bay Dühring bize, Rousseau'nun eşitlik teorisinin, Paris'in bütün küçük işçi kahvelerinde yıllardan beri çok daha iyilerinin işitilebildiği sosyalist plan üzerine kötü bir transpozisyonundan (makam değiştirmesinden) başka herhangi bir şey sunmasını bilmiyordu. Burada bize, iktisadın doğal ve ölümsüz yasaları ile bu yasaların etkilerinin, işin içine devletin, zorun karışması yüzünden bozulmaları üzerine, iktisatçıların yakınmalarının hiç de daha iyi olmayan bir sosyalist transpozisyonunu verir. Bunu yaparken, sosyalistler arasında tek başına kalır, — ve hakçası da budur. Her sosyalist işçi, milliyeti ne olursa olsun, zorun sömürüye yalnızca yardımcı olduğunu ama onun nedeni olmadığını; sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişkinin sömürülmesinin nedeni olduğunu ve bu ilişkinin de zor yolundan değil, salt ekonomik biçimde doğmuş bulunduğunu çok iyi bilir.
Üstelik, şimdi bir de bütün ekonomik sorunlarda "iki sürecin, üretim süreci ile bölüşüm sürecinin birbirinden ayırdedilebileceği"ni öğreniyoruz. Aynca, o yüzeysel ünlü J. B. Say, belki buna bir üçüncü süreci, kullanım, tüketim sürecini de ekler ama iyi düşünülmüş olarak, ardıllarından çok da bir (sayfa: 234) şey söyleyemezdi. Değişime ya da dolaşıma gelince bu, ürünlerin son tüketiciye, asıl tüketiciye ulaşması bakımından olup bitmesi gereken her şeyin içine girdiği üretimin bir altbölümünden başka bir şey olmazdı. — Eğer bay Dühring, birbirlerini karşılıklı olarak koşullandırsalar bile birbirlerinden özsel olarak farklı iki süreci, üretim süreci ile dolaşım sürecini birbirine karıştırıyor ve eğer sıkılmadan, bu karışıklıktan kaçınmakla, "karışıklık doğurmaktan başka bir şey yapılmadığını" ileri sürüyorsa bu, yalnızca dolaşımın elli yıldan beri gerçekleştirilmiş bulunduğu çok büyük gelişmeyi ya bilmediğini ya da anlamadığıni tanıtlar; ayrıca kitabı da sonradan bunu doğrular. Ama hepsi bu kadar değil. Üretim ve değişimi bir tek şey, kısacası üretim olarak düpedüz kaynaştırdıktan sonra, bölüşümü de birinci süreçle hiçbir ilişkisi olmayan tamamen yabancı ikinci bir süreç olarak üretimin yanına koyar. Oysa bölüşümün, kesin çizgileri içinde, her zaman belirli bir toplumun üretim ve değişim ilişkilerinin —ve bu toplumun tarihsel geçmişinin, hem de bu sonuncuları bir kez öğrendikten sonra bundan, bu toplumdaki egemen bölüşüm biçimini kesinlikle çıkartabileceğimiz bir biçimde— zorunlu sonucu olduğunu görmüş bulunuyoruz. Ama eğer bay Dühring ahlak, hukuk ve tarih anlayışında "saptanmış" ilkelere bağlılıktan ayrılmak istemiyorsa, bu temel ekonomik gerçeği yadsıması gerektiğini ve bunun da özellikle o vazgeçilmez ikilisinin iktisada kaçak olarak sokulmasının sözkonusu olduğu zaman gerektiğini görüyoruz. Ancak bölüşümü, üretim ve değişim ile bütün bağlardan başarıyla kurtardığı zamandır ki bu büyük olay meydana gelebilir.
Bununla birlikte, önce işin ahlak ve hukuk bakımından nasıl olup bittiğini hatırlayalım. Orada bay Dühring, başlangıçta işe bir tek adamla başlamıştı; şöyle diyordu:
"Bir insan tek olarak ya da aynı anlama gelmek üzere başkası ile her türlü bağlantının dışında olarak düşünüldüğü ölçüde, ödevlere sahip olamaz. Onun için yükümlülük değil ama yalnızca bir istek vardır."
Tek olarak düşünülmüş bu ödevsiz adam, orada hiçbir (sayfa: 235) günah işlemeyeceği için, günahsız yaşadığı cerınetteki o uğursuz "ilk Yahudi Adem"den başka kimdir? Ama bu gerçeksel filozof Adem için bile bir ilk günahın eli kulağındadır. Bu Adem'in yanında ortaya birdenbire, —kuşkusuz dalga dalga bukleli bir Havva değil—, ama ikinci bir Adem çıkar. Ve hemen Adem'in ödevleri olur ve... o bu ödevleri çiğner. Kardeşini kendisiyle eşit hak sahibi biri olarak bağrına basacağı yerde onu egemenliği altına alır, köleleştirir, — ve bu nedenle de bay Dühringe göre metelik etmeyen tüm evrensel tarih, bugüne değin işte bu ilk günahın, bu ilk köleleştirme günahının sonuçlarının acısını çeker.
Öyleyse, söz arasında, eğer bay Dühring "yadsımanın yadsınması"nı, onu eski düşüş ve kurtulma öyküsünün kötü bir kopyası olarak nitelendirmekle yeterince kötülediğine inanıyorsa, bu durumda aynı öykünün kendisi tarafından yapılan son baskısı üzerine ne diyelim? (Çünkü biz, resmi basının dediği gibi, zamanla kurtulmaya da "inanacağız".) Her durumda biz Samilerin, günahsızlık durumundan çıkmanın genç oğlan ile genç kız için ne de olsa çabaya değdiği yolundaki eski aşiret söylencesini yeğ tutanz; böylece bay Dühring de kendi ilk günahını iki adamla işletmiş olma rekabet kabul etmez ününü korumuş olacaktır.
Şimdi ilk günahın ekonomideki transpozisyonunu (yer değiştirimini) görelim.
"Üretim fikri bakımından, doğa karşısında kendi güçleri ile birlikte tek başına bulunan ve kimse ile paylaşacak hiçbir şeyi olmayan bir Robinson tasarımı, herhalde uygun bir zihinsel şema verebilir. ... Bölüşüm fikri içinde bulunan en önemli şeyi anlaşılır kılma bakımından, ekonomik güçleri birleştirilen ve besbelli şu ya da bu biçim altında karşılıklı olarak kendi paylarını tartışmak zorunda bulunan iki insan zihinsel şemasını kullanmak da bir o denli yerinde olacaktır. Gerçekten, en önemli bölüşüm ilişkilerinden bazılarını kesin bir biçimde açıklamak ve bu ilişkilerin yasalarını gelişmesinin ilk basamağında, mantıksal zorunluluklar içinde irdelemek için, bu basit ikicilikten (dualisme) başka hiçbir şeye gerek (sayfa: 236) yoktur. ... Burada eşitlik durumundaki elbirliği de güçlerin, yanlardan, o zaman ekonomik hizmete köle ya da yalın bir alet olarak koşulan ve aynca varlığını sürdürebilmesi bakımından bir aletten başka türlü de bakılmayan birinin tam bir bağımlılığı ile birleşmesi denli kavranabilir bir şeydir. Bir yanda eşitlik ve hiçlik durumu ile öte yanda tüm yetki ve basit uygulama eylemi arasında, evrensel tarih olaylarının çok büyük bir çeşitlilikle düzene koyma zorunda bulundukları bir dereceler dizisi bulunur. Tarihin hak ve haksızlık kurumlarını kavrayan evrensel bir görüş, burada ilk temel koşuldur. ..."
Ve sonunda, bütün bölüşüm bir "ekonomik bölüşüm hakkı" durumuna dönüşür.
İşte sonunda bay Dühring, ayaklarının altında gene sağlam bir toprak bulur. İki adamı ile birlikte kolkola, yüzyılına karşı meydan okuyabilir. Ama bu üçlünün arkasında, adı söylenmeyen biri daha var.
"Sermaye, artı-emeği icat etmemiştir. Toplumun bir kesiminin üretim araçları üzerinde tekele sahip olduğu her yerde emekçi, özgür olsun olmasın, kendi varlığını sürdürmek için gerekli emek-zamanına, üretim araçlarına sahip olanların yaşamaları için gerekli tüketim maddelerini üretmek için de fazladan bir emek-zamanı eklemek zorunda kalmıştır; üretim araçlarının tekelini elinde bulunduran bir kimse ister Atinali caloV cagaqoV [3*] Etrüsklü teokrat, Romalı vatandaş, Norman baronu, Amerikali köle sahibi, Eflaklı boyar, modern toprak sahibi ya da kapitalist olsun, bu hep böyledir." (Karl Marks, Capital, I. 2. baskı, s. 227.)
Bay Dühring, bugüne kadarki bütün üretim biçimlerinde —sınıf çelişkileri içinde geliştikleri ölçüde— ortak olan temel sömürü biçiminin ne olduğunu böylece bir kez öğrendikten sonra, ikilisini buna uyarlamaktan başka yapacak işi yoktu ve gerçeksel ekonominin köktenci temeli hazırdı. Bu "sistem doğurucu düşünce"yi uygulamaya koymakta bir dakika bile (sayfa: 237) duraksamadı. İşçinin geçimi için gerekli-emek zamanının ötesindeki karşılıksız emek — işte sorun. Burada Robinson olarak adlandırılan Adem, ikinci Adem'inin, Cuma'nın imanını gevretir. Ama neden Cuma kendi bakımı için gerekli olandan daha çok çalışır? Marks bu soruyu da kısmen yanıtlar. Ama iki yiğidimiz için, Marks'ın yanıtı çok karmaşık. İş bir anda yoluna konur: Robinson, Cuma'yı "baskı altına alır", "köle ya da alet olarak" ekonomik hizmete koşar ve onu yalnızca "bir alet olarak" besler. Bu en yenisinden "yaratıcı anlatış" ile bay Dühring, bir taşla iki kuş vurur. Bir yandan, kendini bugüne kadarki çeşitli bölüşüm biçimlerini aralarındaki farkları ve nedenlerini açıklama güçlüğünden kurtarır: Topu birden metelik etmez, hepsi baskıya, zora dayanır. Az sonra bu konuya döneceğiz. Ve ikincisi, böylece bütün bölüşüm teorisini, ekonomik düzeyden ahlak ve hukuk düzeyine, yani saptanmış maddesel olgular düzeyinden azçok sallantılı kanılar ve duygular düzeyine aktarır. Artık onun irdeleme ya da tenıtlama gereksinmesi yoktur, tumturaklı sözlerine büyük bir hafiflik içinde devam etmekten başka bir işi kalmaz ve emek ürünleri bölüşümünün, gerçek bölüşüm nedenlerine göre değil ama kendisine, bay Dühring'e ahlaka uygun ve doğru olarak görünen şeye göre düzenlenmesini isteyebilir. Bununla birlikte, bay Dühringe doğru olarak görünen şey hiçbir zaman değişmez bir şey değildir, öyleyse gerçek bir doğruluk olmaktan uzaktır. Çünkü gerçek doğruluklar, bay Dühring'in kendisine göre, "mutlak olarak hareketsiz"dirler. 1868'de bay Dühring (Die Schicksale meiner sozialen Denkschrift, vb.) "mülkiyeti gitgide daha açık bir damga ile belirlemenin her yüksek,uygarlığın eğiliminde olduğunu; modern evrimin özünün ve geleceğinin, haklar ve egemenlik alanlarının bir karışıklığı içinde değil, işte burada bulunduğu" öne sürüyordu.
Ve daha ilerde, "ücretli emeğin başka türlü bir geçim yolu durumuna dönüşmesinin, insan doğası yasaları ve toplumsal yapıya doğa tarafından zorlanan aşama sırası ile nasıl bağdaştırılabileceğini" hiç mi hiç öngöremediğini (sayfa: 238) söylüyordu.
Demek ki 1868'de özel mülkiyet ve ücretli emek doğa zorunluluğu, öyleyse haklı; 1876'da her ikisi de zor ve "hırsızlık"tan çıkma, öyleyse haksız. [4*] Ve böylesine bir coşkunluğun sürüklediği bir dehaya, birkaç yıl içinde neyin ahlaka uygun ve haklı görünebileceğini bilmek bizim için olanaksız; öyleyse, servetlerin bölüşümü irdelememizde bay Dühring'in haklı ve haksız üzerindeki bir anlık, değişken ve öznel fikri yerine gerçek, nesnel ekonomik yasalarla yetinmekle herhalde en iyi işi yapmış olacağız.
Eğer yoksulluk ile bolluk, açlık ile tokluk gibi apaçık çelişkileriyle birlikte bugünkü emek ürünleri bölüşümü biçiminin gelişmekte olan altüst oluşuna inanmak için, bu bölüşüm biçiminin haksızlığı bilinci ile hakkın sonal utkusuna olan inançtan daha iyi bir kanıta sahip değilsek, işi yanlış tutmuş olabilir ve daha uzun zaman bekleyebiliriz. İsa'nın bin yıllık saltanatının yaklaştığı düşünü gören ortaçağ mistikleri de sınıf karşıtlıklarının haksızlığı bilincine sahip bulunuyorlardı. Modern tarihin eşiğinde, bundan üç yüz elli yıl önce Thomas Münzer, bunu dünyaya açıkça ilan eder. İngiltere burjuva devriminde, Fransa burjuva devriminde, aynı çığlık yansır... ve söner. Ve eğer şimdi çalışan ve acı çeken sınıfları 1830 yılına değin ilgisiz bırakan sınıf karşıtlık ve ayrımlarının ortadan kaldırılması çığlığı milyonlarca kez yinelenen bir yankı uyandırıyor ve büyük sanayinin çeşitli ülkelerdeki gelişmesi ile birlikte ve aynı yoğunlukta bir ülkeden ötekine yayılıyorsa; eğer bir kuşak içinde, kendisine karşı birleşmiş bütün güçlere meydan okuyabilecek bir güç kazanmış ve yakın bir gelecekteki utkudan da güvenli bulunuyorsa, — bu nereden geliyor? Bir yandan, modern büyük sanayinin bir proletarya, yani tarihte ilk kez olarak şu ya da bu özel sınıf örgütü ya da şu ya da bu özel sınıf ayncalığının değil ama genel olarak sınıfların ortadan kaldırılmasını isteyebilecek ve Çin kuli'si durumuna düşme tehdidi altında bu (sayfa: 239) isteği gerçekleştirme zorunluluğu karşısında bulunan bir sınıf yaratmış olmasından. Öte yandan da aynı büyük sanayinin, burjuvazinin kişiliğinde bütün üretim aletleri ve geçim araçları tekeline sahip ama üretimin her coşkunluk dönemi ile bu dönemi izleyen her çöküşte, erkliğinden kaçan üretici güçler üzerinde egemenlik sürmeye devam etmekte yeteneksiz duruma geldiğini kanıtlayan; toplumun, yönetimi altında, makinistinin sıkışmış bulunan emniyet sübabını açmak için yeterince güce sahip bulunmadığı lokomotif gibi, yıkımına doğru koştuğu bir sınıf yaratmış olmasından. Başka bir deyişle: Modern kapitalist üretim biçimi tarafından yaratılan üretici güçlerin ve bölüşüm sisteminin bu üretim biçimiyle açık bir çelişki içine girmelerinden, hem de eğer tüm modern toplumun batıp gitmesi istenmiyorsa, tüm sınıf ayrımlarını ortadan kaldıran bir altüst oluşu zorunlu duruma getirecek derecede açık bir çelişki içine girmelerinden geliyor bu. İşte modern sosyalizmin utkusu için beslenen kesin inanç, kendini karşı konmaz bir zorunlulukla, sömürülen proleterlerin kafasına azçok açık bir biçim altında kabul ettiren bu elle tutulur somut olgu üzerine dayanıyor, — bu olgu üzerine, yoksa şu ya da bu dört duvar arası teorisyeninin haklı ya da haksız üzerindeki fikirlerine değil. (sayfa: 240)
İKİNCİ BÖLÜM
ZOR TEORİSİ
"Genel siyasetin ekonomik hukuk biçimlerine oranı benim sistemimde öylesine kesin ve aynı zamanda öylesine özgün bir biçimde belirlenmiştir ki bunun incelenmesini kolaylaştırmak için okuru, özel olarak oraya göndermek yersiz olmazdı. Siyasal ilişkiler biçimi temel tarihsel öğe ve ekonomik bağımlılıklar da yalnızca bir sonuç ya da özel bir durum, yani her zaman ikinci dereceden olgulardır. Yeni sosyalist sistemlerden kımıleri, deyim yerindeyse siyasal üstyapıları ekonomik durumlardan çıkartarak, yönetici ilke olarak göze batacak biçimde ters bir aldatıcı görünüşü alıyor. Oysa bu ikinci dereceden etkiler, ikinci dereceden etkiler olarak, gerçi vardırlar ve bugünkü günde en duyulur olanlar da onlardır; ama en önemli öğeyi yalnızca dolaylı bir ekonomik güçte değil, dolaysız siyasal zorda aramak gerekir."
Aynı biçimde bir başka yerde bay Dühring: "siyasal (sayfa: 241) durumların ekonomik durumun kesin nedeni olduğu ve ters ilişkinin ikinci derecede bir tepkiden başka bir şeyi temsil etmediği tezinden hareket eder. ... Siyasal kümelenmeyi kendi başına hareket noktası olarak almayıp da ona yalnızca beslenme erekleri bakımından bir araç olarak baktıkça, kişi ne denli güzel bir radikal sosyalist ve devrimci görünüşüne bürünürse bürünsün, gene de kendinde gizli bir gericilik dozu saklar."
Bay Dühring'in teorisi, işte bu. Burada ve başka birçok yerde bu teori düpedüz konmuş, sanki buyrulmuştur. Üç kalın cildin hiçbir yerinde en küçük bir kanıt ya da karşı görüşün çürütülmesine benzer bir şey sözkonusu değil. Ve kanıtlar olgun yemişler denli ucuz da olsaydı, bay Dühring bize gene de bir kanıt vermezdi. Sorun, Robinson'un Cuma'yı köleleştirdiği ünlü ilk günah ile daha önce tanıtlanmış bulunuyor. Bu bir zor eylemi, yani siyasal bir eylemdi. Ve bu köleleştirme bütün geçmiş tarihin hareket noktasını ve temel olgusunu oluşturduğu ve ona haksızlık ilk günahını, hem de daha sonraki dönemlerde ancak hafifleyecek ve "daha dolaylı ekonomik bağımlılık biçimleri olarak biçim değiştirecek" bir derecede aşıladığı için; öte yandan, bugün de yürürlükte bulunan bütün "zor üzerine kurulu mülkiyet" bu ilk köleleştirmeye dayandığı için, bütün ekonomik olayların siyasal nedenlerle yani zorla (violence) açıklandıkları ortadadır. Ve bunun kendisine yetmediği kimse, gizli bir gericinin ta kendisidir.
Her şeyden önce hiç de özgün olmayan bu fikri öylesine "özgün" saymak için, insanın kendi kendisine bay Dühring'in olduğundan daha az aşık olmaması gerektiğini belirtelim. Birinci plandaki siyasal eylemlerin tarihte kesin etken oldukları fikri, tarih-yazımının (historiographie) kendisi kadar eskidir ve halkların, bu gürültülü sahnelerin arka-planında sessiz sedasız gerçekleşen ve işleri gerçekten ilerleten evriminden bize bu denli az şey saklanmış bulunmasının asıl nedeni de, budur. Bu fikir geçmişteki bütün tarih anlayışına egemen olmuş ve ancak Restorasyon çağı burjuva Fransız (sayfa: 242) tarihçileri sayesinde sarsılmıştır; bu işteki tek "özgün" nokta, bir kez daha bay Dühring'in bütün bunlardan hiç haberdar olmamasıdır.
Ayrıca, bay Dühring'in bugüne kadarki bütün tarihin insanın insan tarafından köleleştirilmesine indirgenebileceğini söylemekte haklı olduğu bir an için kabul edelim; gene de sorunun özüne değinmiş olmaktan uzakta kalırız. Çünkü ilkönce şu sorulur: Robinson, Cuma'yı köleleştirmeye değin nasıl gidebildi? Paşa gönlü için mi? Kesinlikle hayır. Tersine, Cuma'nın "ekonomik hizmete köle ya da basit bir alet olarak koşulduğunu ve bir aletten başka türlü de beslenmediği"ni görüyoruz.,
Robinson Cuma'yı, yalnızca Cuma Robinson yararına çalışsın diye köleleştirilmiştir. Ve Robinson, Cama'nın çalışmasından kendisi için nasıl yarar sağlayabilir? Yalnızca Cuma'nın çalışması ile, çalışabilecek durumda kalması için Robinson'un ona vermek zorunda olduğundan daha çok geçim araci üretmesi yoluyla. Demek ki bay Dühring'in kesin yönergesine aykırı olarak Robinson, Cuma'nın köleleştirilmesinin meydana getirdiği "siyasal kümelenme"yi "kendi başına hareket noktası olarak almamış ama ona yalnızca beslenme erekleri bakımından bir araç olarak bakmıştır." — Şimdi efendisi ve egemeni bay Dühring ile ne hali varsa kendisi görsün.
Böylece, zorun "temel tarihsel öğe" olduğunu tanıtlamak için bay Dühring'in kendi öz zenginliğinden türettiği çocukça örnek, zorun araçtan başka bir şey olmadığını, oysa ekonomik çıkarın erek olduğunu tanıtlar. Ve erek, bu ereğe ulaşmak için kullanılan araçtan ne denli "daha temel" ise, ilişkinin ekonomik yanı tarihte, siyasal yanından o denli daha temeldir. Yani örnek, tanıtlayacak olduğu şeyin tam tersini tanıtlar. Ve Robinson ile Cuma için ne olup bittiyse, şimdiye değin olan bütün egemenlik ve kölelik durumları için de aynı şey olup biter. Baskı, bay Dühring'in zarif deyimini kullanmak gerekirse, her zaman "beslenme erekleri bakımından bir araç" olmuştur (bu beslenme erekleri en geniş anlamda (sayfa: 243) alınmış), ama hiçbir zaman ve hiçbir yerde işin içine "kendi başına" karışan siyasal bir kümelenme olmamıştır. Vergilerin devlette "ikinci derecede etkiler"den başka bir şey olmadıklarına ya da bugünkü egemen burjuvazi ile egemenlik altındaki proletarya biçimindeki siyasal kümelenmenin, egemen burjuvazinin "beslenme araçları" için, yani kâr ve sermaye birikimi için değil de "kendi başına" varolduğuna inanabilmek için bay Dühring olmak gerek.
Gene de iki adamcağızımıza dönelim. Robinson, "elde kılıç", Cuma'yı kendine köle eder. Ama bu işi başarması için Robinson'un kılıçtan başka bir şeye daha gereksinmesi var. Bir köle herkesin harcı değildir. Bir köle kullanabilmek için, iki şeye sahip olmak gerek: İlkin kölenin çalışması için zorunlu alet ve nesnelere, ikinci olarak da onu dar darına besleme araçlarına. Öyleyse, köleciliğin olanaklı olmasından önce, üretimde belirli bir düzeye ulaşılmış ve bölüşümde belirli bir eşitsizlik derecesinin ortaya çıkmış olması gerek. Ve köle çalışmasının bütün bir toplumun egemen üretim biçimi durumuna gelmesi için üretim, ticaret ve servet birikiminde daha da büyük bir artışa gereksinme vardır. Toprak üzerinde ortaklaşa mülkiyetin bulunduğu eski doğal topluluklarda, kölelik ya kendini göstermez ya da çok ikincil bir rol oynar. Köylü kenti olan ilkel Roma'da bu böyledir; buna karşılık Roma "evrensel kent" durumuna geldiği ve eski İtalya toprak mülkiyeti gitgide sayısı az, son derece zengin bir toprak sahibi sınıfının eline geçtiği zaman, köylü nüfusun yeri bir köleler nüfusu tarafından alındı. Eğer Pers savaşları çağında, kölelerin sayısı Korinthos'ta 460.000 ve Aigina'da 470.000'e çıkıyor ve her özgür kişi başına on köle düşüyordu ise, [5*] bunun için "zor"dan daha çok bir şey, yani bir ustalık sanayisi ve çok gelişmiş bir zanaatçılık ile geniş bir ticaret gerekiyordu. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki kölelik, zordan çok İngiliz pamuklu sanayisine dayanıyordu; pamuğun yetişmediği ya da sınır eyaletlerde olduğu gibi, pamukçu (sayfa: 244) eyaletler için köle yetiştirilmediği bölgelerde köleli, yalnızca giderlerini kurtarmadiği için hiçbir zor kullanmak zorunda kalınmaksızın kendi kendine ortadan kalktı.
Demek ki eğer bay Dühring, bugünkü mülkiyeti zor üzerine kurulu bir mülkiyet diye adlandırıyor ve onu "temel olarak belki yalnızca öteki insanların doğal varlık araçları kullanımından dıştalanmasını değil ama bundan daha çok bir şey anlamına gelmek üzere, insanın bir köle hizmetine bağlanmasını alan egemenlik biçimi" diye nitelendiriyorsa, bütün ilişkiyi tepe aşağı çeviriyor demektir. İnsanın bir köle hizmetine bağlanması, bütün biçimleri altında, köleleştiren kimsede, onlar olmadıkça köleleştirilen insanı kullanamayacağı iş araçlarının sahipliğini ve aynca kölecilikte de onlar olmadıkça köleyi yaşamda tutamayacağı yaşam araçlarının sahipliğini öngerektirir. Öyleyse daha şimdiden, her durumda ortalamayı aşan belirli bir servet sahipliğini. Bu servet nasıl doğdu? Varsayım olarak bunun çalınmış, yani zor üzerine dayanmış olabileceği ama bunun hiç de zorunlu olmadığı açık. Bu servet çalışma, hırsızlık, ticaret, dolandırıcılık ile kazanılmış olabilir. Ama, çalınabilmeden önce, çalışma ile kazanılmış olması gerekir.
Genel olarak, özel mülkiyet tarihte hiçbir biçimde hırsızlık ve zor sonucu olarak ortaya çıkmaz. Tersine. O daha, bazı nesnelerle sınırlı da olsa, bütün uygar halkların eski doğal topluluklarında vardı. Daha bu topluluğun içinde meta biçimini alana değin, önce yabancılar ile değişim içinde gelişir. Topluluk ürünleri ne denli meta biçimini alır, yani ne denli az üreticinin öz kullanımı ve ne denli çok bir değişim ereğiyle üretilirse, değişim, hatta topluluk içinde bile, ne denli ilkel doğal işbölümünün yerini alırsa, çeşitli topluluk üyelerinin servet durumu o denli eşitsiz bir duruma gelir, eski toprak mülkiyeti ortaklığı o denli derin bir biçimde aşınır, topluluk bir küçük toprak sahibi köylüler köyü olarak dağılmaya o denli çabuk gider. Doğu despotizmi ve fatih göçebe halkların değişen egemenliği, bu eski topluluklara binlerce yıl boyunca zarar veremedi; onların gitgide dağılmalarına (sayfa: 245) neden olan şey, büyük sanayi ürünlerinin rekabeti ile doğal ev sanayilerinin zamanla yıkılmasıdır. Burada, Moselle ve Hochwald kıyılarındaki "tarımsal topluluklar"ın ortaklaşa tarımsal mülkiyetinin, henüz gerçekleşmekte bulunan pay edilmesinde olduğundan daha çok zor sözkonusu değildir; [6*] ortaklaşa mülkiyet yerine tarlaların özel mülkiyetinin geçmesini kendi çıkarlarına bulanlar, köylülerdir. Hatta Keltlerde, Germenlerde ve Pencap'ta olduğu gibi, toprağın ortaklaşa mülkiyeti temeli üzerinde ilkel bir soyluluğun oluşması bile, ilkin hiçbir zaman zor üzerine değil ama özgür onay ve alışkanlığa dayanır. Özel mülkiyetin kurulduğu her yerde bu, değişmiş üretim ve değişim ilişkilerinin sonucudur, ve üretimin artması ve ticaretin gelişmesine yarar, öyleyse özel mülkiyetin kuruluşu, ekonomik nedenlere dayanır. Zor, bu işte hiçbir rol oynamaz. Hırsızın, başkasının malını kendine mal edebilmesinden önce, özel mülkiyet kurumunun varolması gerektiği, yani zorun eldeciliğe (possession) gerçi yer değiştirtebildiği ama özel mülkiyeti özel mülkiyet olarak meydana getiremediği açıktır!
Ama "insanın köle hizmetine koşulması"nı, hatta en yeni biçimi, ücretli emek biçimi altında açıklamak için bile işin içine ne zoru sokabiliriz, ne de zor üzerine kurulu mülkiyeti. Eski topluluğun dağılmasında, yani özel mülkiyetin dolaysız ya da dolaylı genelleşmesinde, emek ürünlerinin meta durumuna dönüşümünün, bunların kişisel tüketim için değil ama değişim için üretilmelerinin oynadığı rol üzerinde daha önce durmuştuk. Oysa Marks, Kapital'de açıkça tanıtlamıştır ki —ve bay Dühring bunun üzerine tek söz bile söylemekten sakınır— gelişmenin belirli bir düzeyinde, meta üretimi kapitalist üretim durumuna dönüşür ve bu düzeyde "meta üretimi ve dolaşımına dayanan sahiplenme yasası ya da özel mülkiyet yasası, kendi öz içsel diyalektiğinin kaçınılmaz etkisi ile kendi karşıtına: eşdeğerler değişimine dönüştü; ilk işlem olarak görünen eşdeğerler değişimi de, birinci olarak sermayenin (sayfa: 246) emek-gücüne karşı değişilen parçasının, başkasının emek-ürününün eşdeğersiz sahiplenilmesinin bir bölümünden başka bir şey olmaması ve ikinci olarak, bu parçanın üreticisi, yani işçi tarafından yalnızca yenilenmesinin değil ama yeni bir artık [fazlalık] ile yenilenmesinin gerekmesi sonucu, artık ancak görünüşte böyle olacak bir biçimde değişti. ... ilk olarak, mülkiyet bize kişisel emek üzerine kurulmuş gibi görünüyordu. ... Şimdi ise mülkiyet [Marks'ın açıklaması sonunda], kapitalist bakımından başkasının emeğini karşılığını ödemeden sahiplenme hakkı, işçi bakımından da kendi öz ürününün sahiplenme olanaksızlığı olarak görünür. Mülkiyet ile emek arasındaki ayrılma, sanki bunların özdeşliklerine dayanan bir yasanın zorunlu sonucu durumuna gelir." [7*]
Bir başka deyişle: hatta her türlü hırsızlık, zor ve hile olanağını dıştalayarak, her türlü özel mülkiyetin başlangıçta mülk sahibinin kişisel çalışmasına dayandığını ve işlerin daha sonraki tüm gidişi içinde, yalnızca eşit değerlere karşı eşit değerlerin değişildiğini kabul ederek bile, üretim ve değişimin gelişmesi içinde, gene de zorunlu olarak, bugünkü kapitalist üretim biçimine, üretim ve yaşama araçlarının sayıca az tek bir sınıf elinde tekelleşmesine, engin çoğunluğu oluşturan öteki sınıfın varlıksız proleterler düzeyine düşmesine, başdöndürücü üretim ile tecimsel bunalımın devirli nöbetleşmesine ve üretimin bugünkü tüm anarşisine varırız. Bütün süreç hırsızlığa, zora, devlete ya da herhangi bir siyasal karışmaya bir tek kez bile başvurmaya gereksinme kalmaksızın, salt ekonomik nedenlerle açıklanır. "Zor üzerine kurulu mülkiyet", kendini burada da işlerin gerçek akışını anlama yetersizliğini gizlemeye yönelik palavracılıktan başka bir şey olarak göstermez.
İşlerin bu gidişi, tarihsel olarak dile getirilirse, burjuvazinin gelişme tarihidir. Eğer "siyasal durumlar ekonomik durumun belirleyici nedeni" olsaydı, modern burjuvazinin feodalizme karşı savaşım içinde gelişmemiş olması ama feodalizmin dünyaya kendi isteğiyle getirilmiş şimarık çocuğu (sayfa: 247) olması gerekirdi. Herkes bilir ki, bunun tam tersi olmuştur. Başlangıçta egemen feodal soyluluğa bağımlı, her kategori angaryacı ve toprak kölesi arasından çıkıp bir araya gelmiş ezilen bir zümre (ordre) olan burjuvazi, soyluluk ile ardı arkası kesilmeyen bir savaşım içindedir ki biri arkasından bir başka erklik yerini fethetmiş ve sonunda en ileri ülkelerde onun yerine erkliğe sahip olmuştur: Fransa'da, soyluluğu doğrudan doğruya devirerek; İngiltere'de, onlan gitgide burjuvalaştırıp, kendi dekoratif taçlanması durumuna getirmek üzere kendine katarak. Peki bu duruma nasıl erişti? Yalnızca "ekonomik durum"un, er ya da geç, güzellikle ya da savaşımla, siyasal durumlardaki bir dönüşümle izlenen bir dönüşümü aracıyla. Burjuvazinin feodal soyluluğa karşı savaşımı, kentin kıra, sanayinin toprak sahipliğine, para iktisadının doğal iktisada karşı savaşımıdır ve burjuvaların bu savaşımdaki kararlaştırıcı silahları da sanayinin önce artizanal, sonra manüfaktüre değin ilerleyen gelişmesi ve ticaretin genişlemesi ile durmadan artan ekonomik güç araçları olmuştur. Bütün bu savaşım boyunca siyasal güç, krallık erkliğinin bir zümreyi ötekiyle kösteklemek için burjuvaziyi soyluluğa karşı kullandığı bir dönem dışında, soyluluğun elindeydi. Ama siyasal bakımdan henüz güçsüz olan burjuvazi, ekonomik gücündeki artış sayesinde tehlikeli olmaya başladığı andan başlayarak krallık, yeni baştan soylulukla bağlaştı ve böylece önce İngiltere'de, sonra da Fransa'da, burjuvazinin devrimine yolaçtı. Fransa'da siyasal koşullar hiçbir değişikliğe ukramamış, oysa ekonomik durum bu koşullar için çok ileri bir duruma gelmişti. Siyasal durum bakımından soyluluk her şey, burjuvazi hiçbir şey idi; toplumsal bakımdan burjuvazi şimdi devlet içindeki en önemli sınıftı, oysa soyluluk bütün toplumsal görevlerinin elinden kaçtığını görmüştü ve bu yitik görevlerin karşılığını kendi gelirleri biçimi altında cebine indirmekten başka bir şey yapmıyordu. Hepsi bu kadar değil: Bütün üretim içinde burjuvazi, bu üretimin —yalnızca manüfaktürün değil ama zanaatçılığın da— uzun zamandan beri çok büyük bir duruma gelmiş bulunduğu (sayfa: 248) ortaçağın feodal siyasal biçimlerinin tutsağı; üretimin angarya ve köstekleri durumuna dönüşmüş olan binlerce loncasal ayrıcalık ile yerel ve bölgesel gümrük engellerinin tutsağı kalmıştı. Burjuvazinin devrimi, buna son verdi. Ama, bay Dühring'in ilkelerine göre, ekonomik durumu siyasal koşullara uydurarak değil, —bu, soyluluk ve krallığın yıllar boyunca boş yere girişmiş bulundukları şeyin ta kendisidir—, tersine, eski çürümüş siyasal hurdayı bir yana atarak ve yeni "ekonomik durum"un içinde varlığını sürdürüp geliştirebileceği siyasal koşulları yaratarak. Ve kendisi için yaratılmış bu siyasal ve hukuksal ortam içinde burjuvazi, parlak bir biçimde gelişti; öylesine parlak bir biçimde ki bundan böyle, artık soyluluğun 1789'daki konumundan uzakta değildir: Gitgide yalnızca daha büyük bir toplumsal gereksizlik duramuna değil ama daha büyük bir toplumsal engel durumuna da gelir; üretici eylemden gitgide daha çok ayrılır ve kendi çağındaki soyluluk gibi, gitgide daha çok gelirini cebine indirmekten başka bir şey yapmayan bir sınıf olur ve burjuvazi kendi öz konumundaki bu altüst oluşu ve yeni bir sınıfın, proletaryanın yaratılmasını, en küçük bir zor numarası olmaksızın, salt ekonomik bir biçimde gerekleştirmiştir. Dahası var. O kendi öz davranışlarının bu sonucunu hiçbir zaman istemedi; tersine bu sonuç, onun istencine, onun niyetine karşı kendini karşı konulmaz bir güç ile zorla kabul ettirdi; kendi öz üretken güçleri onun yönetimine boyun eğmeyecek denli güçlü bir duruma gelmişlerdir ve doğal bir zorunluluk etkisi altındaymış gibi, bütün burjuva toplumu ya yıkıma, ya da devrime doğru götürürler. Ve eğer burjuvalar şimdi yıkılan "ekonomik durum"u yıkımdan kurtarmak için zora başvuruyorlarsa, böyle yapmakla yalnızca bay Dühring'in "siyasal koşulların ekonomik durumun belirleyici nedeni olduğu" yolundaki kuruntusunun kurbanları olduklarını tanıtlıyorlar; kendilerinin, tıpkı bay Dühring gibi, "ilkel araçlar" ile, "dolaysız siyasal zor" ile, o "ikinci dereceden olguları", ekonomik durum ve onun kaçınılmaz evrimini dönüştürmeye ve böylece Krupp topları ile Mauser tüfeklerinin (sayfa: 249) ateşi sayesinde, dünyayı buhar makinesinin ve onun tarafından harekete getirilmiş modern maşinizmin, dünya ticaretinin ve banka ve kredinin bugünkü gelişmesinin ekonomik etkilerinden kurtarmaya yetenekli olduklarını sanıyorlar. (sayfa: 250)
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ZOR TEORİSİ
(DEVAM)
Gene de bay Dühring'in o gücü her şeye yeten "zor"unu biraz daha yakından inceleyelim. Robinson, Cuma'yi "elde kılıç" köleleştirir. Kılıcı nerden almış? Robinson öykülerinin düşsel adalarında bile kılıçlar, şimdiye değin ağaçlar üzerinde bitmez ve bay Dühring bu soruyu yanıtsız bırakır. Tıpkı Robinson'un kendine bir kılıç bulabilmesi gibi, Cuma'nın da bir sabah elde dolu bir tabanca ile ortaya çıktığını kabul edebiliriz ve o zaman tüm "zor" ilişkisi tersine döner: Cuma buyurur ve Robinson imanı gevrercesine çalışma zorunda kalır. Doğrusunu söylemek gerekirse bilimin değil çocuk bahçesinin işi olan Robinson ve Cuma öyküsü üzerindeki fikirlere bu denli sık döndüğümüzden ötürü okurdan özür dileriz, ama elimizden ne gelir? Bay Dühring'in belitsel yöntemini doğrulukla uygulamak zorundayız ve eğer bundan ötürü sürekli olarak salt çocukluk alanında dönüp duruyorsak, bunda (sayfa: 251) bizim suçumuz yok. Demek ki, tabanca, kılıcı yener ve zorun yalın bir istenç işi olmadığını, ama kullanılması için çok gerçek önkoşullar, özellikle en yetkin olanların o denli yetkin olmayanları altettiği aletler istediğini; ayrıca bu aletlerin üretilmesi gerektiğini, bunun da en yetkin zor araçları, kabaca söylemek gerekirse en yetkin silahlar üreticisinin, o denli yetkin olmayanların üreticisini yendiği anlamına geldiğini, ve kısacası, zorun utkusunun silah üretimine, ve silah üretiminin de genel olarak üretime, yani "ekonomik güç"e, "ekonomik durum"a, zorun emrinde bulunan maddesel araçlara dayandığını, en çocuksu belitler heveslisi bile kuşkusuz kavrayacaktır.
Zor, bugün ordu ve donanma demektir, ve her ikisi de hepimizin zararını çekerek bildiğimiz gibi, "tuzluya oturur". Ama zor, para yapamaz, olsa olsa daha önce para yapmış bulunan kişiyi soyup soğana çevirebilir ve gene Fransa'nın milyonları yüzünden zararını çekerek öğrendiğimiz gibi, bu da pek bir işe yaramaz. [8*] Demek ki paranın sonunda, ekonomik üretim yolu ile sağlanmış olması gerekir; demek ki zor, bir kez daha, kendisine silahlanma ve aletlerini koruma araçlarını sağlayan ekonomik durum tarafından belirlenir. Ama bu yetmez. Ekonomik önkoşullara hiçbir şey ordu ve donanmadan daha çok bağlı değildir. Silahlanma, bileşim, örgütlenme, taktik ve strateji, her şeyden önce üretim ve ulaştırma olanakları tarafından her durumda ulaşılmış bulunan düzeye bağlıdır. Bu konuda bir altüst etme etkisi yapan şey, deha sahibi buyük komutanların "özgür zekâ yaratılan" değil, daha iyi silahların türetimi ve insan öğesinin, yani askerin değişmesidir; deha sahibi büyük komutanların etkisi, en iyi durumda savaş yöntemini, silahlara ve yeni savaşçılara uyarlamakla sınırlanır.
14. yüzyıl başında top barutu Araplardan Batı Avrupalılara geçti ve herkesin bildiği gibi savaşın bütün güdümünü altüst etti. Ama top barutunun ve ateşli silahların ortaya (sayfa: 252) çıkması, hiçbir zaman bir zor olayı değil sınai, yani ekonomik bir gelişme idi. Nesnelerin ister üretimine, ister yıkımına yönelsin, sanayi sanayidir. Ve ateşli silahların ortaya çıkmasının, yalnızca savaşın güdümü üzerinde değil ama siyasal ilişkiler, egemenlik ve bağımlılık ilişkileri üzerinde de altüst edişi bir etkisi oldu. Barut ve ateşli silahlar elde etmek için sanayi ve para gerekiyordu ve bunların her ikisi de kentlerdeki burjuvalarda vardı. Bu nedenle ateşli silahlar, daha başından beri kentlerin ve feodal soyluluğa karşı kentlere dayanan, yükselen krallığın silahları oldu. Soylu şatoların o güne değin ele geçirilemez hisarları, burjuva toplarının darbeleri altında bir bir düştü, burjuva arkebüzlerinin [9*] mermileri şövalyelerin zırhlarını deldi. Soyluluğun zırhlı süvarisi ile birlikte, soyluluğun egemenliği de yıkıldı; burjuvazinin gelişmesiyle birlikte, piyade ve topçu gitgide daha kesin bir silah durumuna geldi; topçuluğun baskısı altında savaş zanaatı, tamamen sinai yeni bir sınıfı, mühendisler sınıfını kendine katma zorunda kaldı.
Ateşli silahların gelişmesi çok yavaş oldu. Birçok ufak tefek buluşlara karşın top ağır, arkebüz kaba kalıyordu. Tüm piyadeyi donatacak etkili bir silah geliştirmek için üçyüz yıldan çok bir süre gerekti. Piyadenin silahlanmasında süngülü çakmaklı tüfek, ancak 18. yüzyılın başında kesinlikle mızrağın yerini alır. O zamanki piyade, talimde güzel bir görünüşe sahip ama az güvenilir ve yalnızca sopa ile bir arada tutulabilen, prenslerin hizmetindeki paralı askerlerden oluşuyordu; toplumun en bozulmuş öğeleri arasından ve çoğu kez zorla askere alınmış düşman savaş tutsakları arasından toplanmıştı ve bu askerlerin yeni tüfeği kullanabildikleri tek savaş biçimi de en büyük gelişmesine Friedrich II çağında erişen saf taktiği idi. Bir ordudaki tüm piyade, çok uzun, derin bir dörtgen biçiminde üç saf üzerinden diziliyor ve savaş düzeninde ancak blok olarak hareket ediyordu; olsa olsa iki kanattan birinin biraz ilerlemesi ya da gerilemesine izin veriliyordu. Bu beceriksiz yığın, ancak tamamen düz bir alan (sayfa: 253) üzerinde düzenli bir biçimde, ama gene de yavaş bir tempo ile (dakikada 75 adım) hareket edebiliyordu; çarpışma sırasında savaş düzenini değiştirmek olanaksızdı ve bir kez piyade ateşe başladıktan sonra, utku ya da bozgun çok çabuk, bir tek atışta belli oluyordu.
Pek kullanışli olmayan bu saflar, Amerikan bağımsızlık savaşında, gerçi talim yapmasını bilmeyen ama gene de yivli karabinaları ile daha iyi ateş eden asi çeteler ile çarpıştılar; bu çeteler kendi öz çıkarları için savaşıyorlar, yani paralı asker birlikleri gibi savaştan kaçmıyorlardı ve İngilizlerle, onlar gibi saf durumunda dizilerek ve açık alanda çatışmaktan hoşlanmıyor, onların karşısına, ormanların örtüsü altında, dağınık ve çok hareketli avcı grupları biçiminde çıkıyorlardı. Saf burada güçsüzdü ve görünmez ve ele geçmez düşmanlara yenik düşüyordu. Avcı grupları biçiminde düzenlenme, değişmiş bir insan öğesine özgü yeni savaş yöntemi, bir kez daha bulgulanıyordu.
Amerikan devriminde başlamış bulunan şeyi, gene askersel alanda Fransız devrimi tamamladı. Koalisyonun o denli iyi yetiştirilmiş paralı ordularına karşı, devrimin de kötü talim görmüş ama kalabalık, tüm ulusun yığın olarak silah altına alınmasından başka çıkaracak bir şeyi yoktu. Ama bu yığınlarla Paris'i korumak, yani belirli bir bölgeyi örtmek gerekiyordu ve bu iş, açıkta yapılan bir yığın savaşında bir utku kazanılmaksızın yapılamazdı. Basit avcı savaşı yetmiyordu: Yığınların kullanımı için bir kuruluş bulunması gerekiyordu ve yürüyüş kolu ile bu kuruluş bulundu. Kol düzeni, iyi talim görmemiş birliklerin bile hayli düzenli ve hatta daha büyük bir yürüyüş hızı (dakikada 100 adım ve daha çok) ile hareket etmelerini sağlıyordu; eski saf düzeninin katı biçimlerini çökertmeyi, her türlü alan üzerinde, yani saf için en elverişsiz alanlar üzerinde de savaşmayı, birlikleri gereksinmelere uygun bir biçimde ve dağınık avcıların savaşı ile bağlılık içinde kümelendirmeyi, düşman saflarını yedekte tutulmuş yığınlarla konumun en uygun noktasında bozma zamanı gelene değin onları tutmayı, oyalamayı ve (sayfa: 254) güçten düşürmeyi sağlıyordu. Eğer sonunda, avcılar ile yürüyüş kollarının bağdaşımına ve ordunun bütün sınıflardan oluşmuş tümenler ya da özerkli birlikler biçimindeki bölünmesine dayanan ve taktik bakımından olduğu denli stratejik bakımdan da yetkinliğinin doruğuna Napoléon tarafından vardırılan bu yeni savaş yöntemi zorunlu bir duruma geldiyse bu, özellikle insan öğesinin, Fransız devrimi askerinin değişmesi nedeniyle oldu. Ama bunun teknik alanda büyük bir önem taşıyan iki önkoşulu daha vardı: Birincisi, sahra toplarının Gribeauval tarafından gerçekleştirilen ve şimdi onlardan beklenen daha hızlı bir hareketi olanaklı kılan daha hafif top kundakları üzerine montaji; ikincisi de o zamana değin namlunun düpedüz bir uzantısı olan tüfek dipçiğinin kamburlaştırılması; Fransa'da 1777'de ortaya çıkan bu av tüfeğinden aktarma yenilik, tek başına alınmış bir düşmana, vurma şanslarıyla birlikte, nişan alınmasını sağlıyordu. Bu gelişmeler olmasaydı, eski silahlarla avcı kolları biçiminde eylemce (harekât) yapılamazdı.
Tüm halkın silahlandırılması biçimindeki devrimci sistem az sonra (zenginler yararına bedel yöntemi ile birlikte) askerlik yoklamasıyla (conscription) sınırlandırıldi ve kıta Avrupası büyük devletlerinden çoğunda bu biçim altında kabul edildi. Yalnızca Prusya, kendi Landwehr sistemi ile halkın askersel gücüne daha büyük bir ölçüde başvurmayı denedi. Prusya ayrıca —1830 ile 1860 arasında yetkinleştirilmiş bulunan ağızdan dolma yivli tüfek tarafından oynanan geleceği olmayan rolden sonra—, bütün piyadelerini en modern silahla, namlu dibinden doldurulan yivli tüfekle donatmış olan ilk devlettir. Prusya 1866'daki başarılarını işte bu iki koşula borçludur.
Fransız-Alman savaşında, her ikisi de namlu dibinden doldurulan yivli tüfek kullanan iki ordu —ve her ikisi de Prusyalıların yardımıyla yeni silahlanmaya daha uygun bir savaş biçimi bulmaya giriştikleri bölük kolu bir yana bırakılırsa, özsel olarak eski çakmaklı tüfek ve kaval top çağının kuruluşlarına benzer taktik kuruluşlara sahip olma koşuluyla—, (sayfa: 255) ilk kez olarak karşı karşıya geldiler. Ama 18 Ağustosta Saint-Privat'da [10*] Prusya muhafız birliği ciddi bir bölük kolu deneyi yapmak isteyince, savaşın en kızgın kesimlerinde bulunan beş alay, en çok iki saat içinde mevcutlarının üçtebirinden çoğunu (176 subay ve 5.114 er) yitirdi ve o günden sonra bölük kolu da, tıpkı tabur kolu ve saf gibi, savaş kuruluşu olarak değerden düştü. Bundan böyle her türlü sıkışık kuruluşu, her türlü düşman ateşi altında bırakma girişiminden vazgeçildi ve Alman tarafında, artık yalnızca şimdiye değin hedefi vuran kurşun yağmuru altında kolun her zaman dağılarak kendisine dönüştüğü ama yukarlarda her zaman disipline aykırı bulunarak karşı çıkılan yoğur avcı ile savaş verildi ve aynı biçimde, düşmanın ateş alanı içinde koşar adım, bundan böyle tek yer değiştirme biçimi durumuna geldi. Bir kez daha er, subaydan daha açıkgöz çıktı; şimdiye değin yararlılığını namlu dibinden doldurulan tüfek ateşi altında gösteren tek savaş biçimini içgüdüsel bir biçimde buldu ve komutanlığın direncine karşın onu başarıyla kabul ettirdi.
Fransız-Alman savaşı, daha önceki bütün dönüm noktalarından bambaşka anlamda bir dönüm noktası gösterdi. Önce silahlar öylesine yetkinleşmiştir ki herhangi bir altüst edici etki yapmaya yetenekli yeni bir gelişme artık olanaklı değildir. Elde, gözün gördüğünden daha ırak bir uzaklıktan bir tabura vuruş yapabilecek toplar, tek kişiyi hedef alarak aynı şeyi yapan ve doldurulmaları nişan almaktan daha az bir zaman isteyen tüfekler bulundukça, bütün öteki gelişmeler düz ovada savaş bakımından azçok birdir. Özsel olarak, gelişme çağı bu yandan kapalıdır. Ama ikinci olarak bu savaş, bütün kıta Avrupası büyük devletlerini Prusya yedek ordusu (landwehr) sistemini daha da güçlendirerek ülkelerinde uygulamak ve böylece onları birkaç yıl içinde zorunlu olarak yıkıma götürecek askersel bir yük altına girmek zorunda bıraktı. Ordu, devletin asıl ereği oldu, kendi başına bir amaç durumuna geldi; halklar artık yalnızca asker olmak (sayfa: 256) ve ölmek için varlar. Militarizm, Avrapayı egemenlik altına alıyor ve yutuyor. Ama bu militarizm kendinde, kendi öz yıkımının tohumunu da taşıyor. Çeşitli devletlerin kendi aralarındaki rekabet, onları bir yandan ordu, donanma, toptüfek vb. için her yıl daha çok para harcamaya, yani mali çöküşü gitgide hızlandırmaya, öte yandan zorunlu askerlik hizmetini gitgide daha ciddiye almaya ve işin sonunda bütün halkı silah kullanmaya alıştırmaya, yani onu belli bir anda askeri komutanlık hazretleri karşısında istencini kabul ettirmeye yetenekli kılmaya zorluyor. Ve bu an da, halk yığını —kent ve tarım işçileri ile köylüler— bir istenç sahibi olur olmaz gelir. Bu noktada, hanedan ordusu halk ordusu durumuna dönüşür, makine görev yapmayı kabul etmez; militarizm kendi öz gelişme diyalektiği ile ölür. 1848 burjuva demokrasısinin burjuva olduğu ve proleter olmadığı için gerçekleştirişmediği şeyi —çalışan yığınlara içeriği kendi sınıf durumlarına karşılık düşen bir istenç verme işini—, sosyalizm kuşkusuz başaracaktır. Ve bu, militarizmin ve onunla birlikte bütün sürekli orduların içten parçalanması anlamına gelir.
İşte modem piyade tarihimizin derslerinden biri, bu. Bizi yeniden bay Dühringe götüren ikincisi ise, orduların tüm örgütlenmesinin ve savaş yönteminin ve sonuç olarak utku ve bozgunun, insan ve silahlanma öğelerinin maddesel, yani ekonomik koşullarına, yani nüfus ve tekniğin nitelik ve niceliğine bağlı bulunduğudur. Avcı kolları biçiminde savaşmayı, ancak Amerikalılar gibi avcı bir halk yeniden bulgulayabilirdi, — ve eğer onlar avcı idiyseler, bu salt ekonomik nedenlerden ötürü böyle idi; tıpkı şimdi eski eyaletlerin aynı Yankee'lerinin, salt ekonomik nedenlerden ötürü, artık balta girmemiş ormanlarda değil ama buna karşılık yığınların kullanılmasını orada da çok ileri götürdükleri borsa oyunu (spekülasyon) alanında gelişigüzel silah atan köylüler, sanayiciler, denizciler ve tüccarlar durumuna dönüşmüş bulunmaları gibi. Yığın ordularını, kendisi için çarpıştıkları mutlakiyetçiliğin askersel imgeleri olan eski katı safların üzerlerinde (sayfa: 257) pargalandıkları özgür hareket biçimleriyle aynı zamanda, ancak burjuvaziyi ve özellikle köylüyü ekonomik bakımdan kurtaran Fransız devrimi gibi bir devrim bulabilirdi. Ve teknik ilerlemelerin askersel alanda uygulanabilir oldukları ve uygulandıkları andan başlayarak savaş yönteminde ve üstelik çoğu kez ordu komutanlığının isteğine karşı, vakit geçirmeden ve hemen hemen zorla değişiklikleri, hatta altüst oluşları nasıl zorunlu kıldıklarını, örnekleriyle gördük. Ayrıca savaş güdümünün üretkenlik ile cephe ve cephe gerisindeki ulaştırma araçlarına ne denli bağlı olduğunu bay Dühring'e daha bugünden açıklamaya yetenekli olmayan iyi bir astsubay da yoktur. Kısacası her yerde ve her zaman, "zor"un onu kazanmazsa zor olmaktan çıktığı utkuyu kazanmasına yardım eden şey, ekonomik gücün koşulları ve araçlarıdır ve askerlik zanaatını, bay Dühring'in ilkelerine göre, karşıt görüşten hareketle düzeltmek isteyecek kimse, sopadan başka bir ürün elde edemez. [11*]
Eğer şimdi karadan denize geçersek, yalnızca son yirmi yıl bize bambaşka bir önemde bir altüst oluş daha sunar. Kırım savaşının savaş gemisi daha çok yelken ile hareket eden ve ancak güçsüz bir yardımcı buhar makinesi bulunan, iki ya da üç tahta güverteli, 60-100 topla donatılmış bir gemiydi. Bu gemi, özellikle, 50 kiloluk 50 kental çeken 32'lik toplar ve yalnızca 95 kental çeken birkaç 68'lik top taşıyordu. Savaşın sonuna doğru ortaya ağır, hemen hemen hareketsiz ama o zamanki topçuluk için diş geçirilmez devler, zırhlı yüzen bataryalar çıktı. Az sonra, çelik zırh savaş gemilerine de aktarıldı; başlangıçta henüz ince, dört parmaklık (pouce) bir kalınlık o zaman son derece ağır bir zırhlama sayılıyordu. Ama topçuluğun gelişmesi, az zamanda zırhlamayı geçti; birbiri arkasına kullanılan her zırhlama kalınlığı için, onu (sayfa: 258) kolayca delen daha ağır yeni bir top bulundu. Bugün, bir yandan 10, 12, 14, 24 parmak kalınlıklara (İtalya üç ayak kalınlığında zırhlı bir gemi yaptıracak), öte yandan namluları 25, 35, 80 ve hatta 100 ton (20 kentallik) çeken ve 150, 200, 700 ve 1.000 kiloluk mermileri daha önce görülmemiş uzaklıklara atan yivli toplara gelmiş bulunuyoruz. Bugünün savaş gemisi, 6.00-8.000 beygirlik bir güç ile 8.000-9.000 ton çeken, dönerkule ve 4 ya da en çok 6 ağır toplu, su kesimi çizgisi altında düşman gemilerini batırmaya yönelik bir mahmuz biçiminde uzanan bir pruva ile zırhlı uskurlu dev gibi bir buharlı gemidir; bu, üzerinde buharın yalnızca hızlı hareket işini değil ama plotaj, papa manevrası, kulelerin dönüşü, topların nişan alma ve doldurulması, suyun pompalanması, kendileri de kısmen buharla hareket eden filikaların denize indirilip çıkarılması vb. işlerini de gerçekleştirdiği, tek bir dev makinedir. Ve zırhlama ile top atışlarının etkililiği arasındaki yanş sonuna ermiş olmaktan öylesine uzaktır ki bugün bir gemi, hemen hemen genel bir biçimde, artık kendisinden beklenene yanıt vermiyor ve daha denize indirilmeden eskiyor. Modern savaş gemisi, büyük sanayinin yalnızca bir ürünü değil ama aynı zamanda onun bir örneği, ne var ki her şeyden önce para israfı üreten yüzen bir fabrikadır. Büyük sanayinin en gelişmiş olduğu ülke, hemen hemen bu gemilerin yapım tekelini elinde tutar. Bütün Türk zırhlıları, hemen bütün Rus zırhlıları, Alman zırhlılarının çoğu İngiltere'de yapılır; kullanımı ne olursa olsun çelik zırh plakaları, hemen yalnızca Sheffield'de imal edilir; Avrupa'nın en ağır toplarını saklamaya yetenekli üç metalurjik işletmeden ikisi (Woolwich ile Elswick) İngiltere'nin, üçüncüsü de (Krupp) Almanya'nın malıdır. Bay Dühring'e göre "ekonomik durumun belirleyici nedeni" olan "dolaysız siyasal zor"un, tersine, ekonomik duruma nasıl tamamen bağımlı bulunduğu; deniz üzerindeki zor aletinin, savaş gemisinin, yalnız üretimin değil ama kullanılmasının da nasıl modern büyük sanayinin bir kolu durumuna geldiği, burada en elle tutulur bir biçimde görülüyor. Ve bu durumdan zorun ta kendisi denli, yani şimdi (sayfa: 259) bir gemiye sahip olmak için vaktiyle bütün bir küçük filo için harcadığınca para harcayan ve bu pahalı gemilerin daha denize inmeden eskimiş, yani değerden düşmüş olmasına katlanması gereken ve "ekonomik durum" adamının, mühendisin, şimdi gemide "dolaysız zor" adamından, kaptandan çok daha önemli olmasına kuşkusuz tıpkı bay Dühring gibi canı sıkılan zorun kendisi, yani devlet denli bozulan kimse yoktur. Bizim ise tersine, zırh ile top arasındaki bu yarışmada savaş gemisinin aşırı inceliğin doruğuna değin yetkinleştiğini, bu durumun ise onu çok pahalı olduğu denli savaş için de elverişsiz bir duruma getirdiğini [12*] ve bu savaşımın deniz savaşı alanına dek tüm öteki tarihsel olaylar gibi militarizmin de kendi öz gelişme sonuçları yüzünden batıp gideceği yolundaki hareketin o iç yasalarını, o diyalektik yasaları açığa vurduğuhu görmekle hoşnutsuzluk duymamız için hiçbir neden yoktur.
Öyleyse "ilk öğenin önce dolaylı bir ekonomik güçte değil, dolaysız siyasal zorda aranması gerek"tiğinin hiç de doğru olmadığını burada da açıkça görüyoruz.
Tersine. Zorun kendisinde "ilk öğe" olarak ne görünür? Ekonomik güç, büyük sanayinin güç araçlarına sahip olma olgusu. Deniz üzerinde, modern savaş gemilerine dayanan siyasal zor, kendini dolaysız olarak değil, ama ekonomik güç, metalurjinin yüksek gelişimi, usta teknisyenler üzerindeki yetke ve verimli kömür ocakları dolayımına bağlı olarak gösterir.
Ama bütün bunlar neye yarar? Gelecek deniz savaşında başkomutanlık bay Dühring'e verilsin ve o, bütün ekonomik durumun kölesi zırhlı filoları, ne torpil ne de başka patlayıcılar kullanarak, ama yalnızca kendi "dolaysız zor"unun etkisiyle ortadan kaldıracaktır. (sayfa: 260)