Anti-Dühring
-ıı-
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ZOR TEORİSİ
(SON)
"Doğa egemenliğine genel olarak [!] ancak insan egemenliği sayesinde geçilmiş [geçilmiş bir egemenlik!] olması, gerçekte çok önemli bir özelliktir. Toprak mülkiyetinin geniş alanlar üzerinde değerlendirilmesi, önce insan bir kölelik ya da toprak köleliği biçiminde kullaştırılmaksızın, hiçbir zaman ve hiçbir yerde gerçekleşmemiştir. Nesneler üzerinde ekonomik bir egemenlik kurulmasının ilk koşulu, insanın insan üzerindeki siyasal, toplumsal ve ekonomik egemenliğidir. Yalnızca büyük bir toprak sahibi fikrine bile, bu fikrinin içine aynı zamanda onun köleler, toprak köleleri ya da özgürlüklerinden dolaylı olarak yoksun insanlar üzerindeki egemenliğini de sokmaksızın nasıl varılabilirdi? Geniş bir tanmsal işletme için, kendisine olsa olsa ailesinin güçlerinin eklenebileceği bir birey gücünün ne önemi olabilmiştir ve ne önemi olabilirdi? Toprağın işlenmesi ya da bu toprak üzerinde (sayfa: 261) ekonomik egemenliğin bireyin doğal güçlerini aşan bir ölçüde genişlemesi, şimdiye değin tarihte ancak toprak üzerinde egemenlik kurulmasından önce ya da onunla aynı zamanda, insanın kullaştırılması gerçekleştirildiği için olanaklı olmuştur. Evrimin daha sonraki dönemlerinde bu kulluk yumuşadı. ... Yüksek uygarlıklı devletlerdeki güncel biçimi, polis egemenliği tarafından azçok keyfe bağlı bir biçimde yönetilen bir ücretliliktir. Kendini toprağın genişletilmiş egemenliğinde ve [!] büyük toprak mülkiyetinde gösteren o bugünkü zenginlik türünün pratik olanaklılığı, demek ki bu ücretliliğe dayanır. Doğal olarak bütün öteki bölüşüm zenginliği türlerinin de tarihsel olarak benzer bir biçimde açıklanmaları gerekir ve insanın dolaylı bir biçimde insana bağımlı olması olgusu, bugün en gelişmiş ekonomik durumların temel özelliğini oluşturan bu olgu, kendi başına değil ama yalnızca daha önce varolmuş dolaysız bir kulluk ve dolaysız bir sömürünün biraz değişikliğe uğramış bir kalıtı olarak anlaşılıp açıklanabilir."
Bay Dühring böyle der.
Tez: Doğanın (insan tarafından) egemenliği, insanın (insan tarafından) egemenliğine dayanır.
Kanıt: Toprak mülkiyetinin geniş alanlar üzerinde değerlendirilmesi, her zaman ve her yerde yalnızca köleler aracıyla gerçekleşmiştir.
Kanıtın kanıtı: Büyük toprak sahibi, ailesi ile birlikte ve hiç köle olmadan toprağının ancak çok küçük bir parçasını işleyebileceğine göre, kölesiz büyük toprak sahipleri nasıl varolabilir?
Sonuç: İnsanın doğayı egemenliği altına alması bakımından, önce insanı egemenlik altına alma zorunda kaldığını kanıtlamak için bay Dühring, "doğa"yı el çabukluğu ile "geniş alanlar üzerinde toprak mülkiyeti"ne çeviriyor ve bu toprak mülkiyetini de —bunun kimin mülkü olduğunu bilmeksizin!— hemencecik bu kez doğal olarak toprağını kölesiz işleyemeyecek büyük bir tarımcının mülkiyeti durumuna dönüştürüyor. (sayfa: 262)
Önce, "doğanın egemenliği" ile "toprak mülkiyetinin değerlendirilmesi" hiç de aynı şey değil. Doğanın egemenliği sanayide, şimdiye değin hava koşullarına hükmedecek yerde ona boyun eğmek zorunda kalan tarımdakinden çok ama çok daha büyük bir ölçüde gerçekleştiriliyor.
İkincisi, eğer toprak mülkiyetinin büyük alanlar üzerinde değerlendirilmesi ile yetinirsek, o zaman önemli olan bu toprak mülkiyetinin kime ait olduğunu bilmektir. Ve bütün uygar halklar tarihinin başında, bay Dühring'in bize burada kendisi tarafından "doğal diyalektik" [13*] olarak adlandırılan alışılmış hokkabazlıklarından biri ile gizlice sokuşturuverdiği "büyük toprak sahibi"ni değil — toprağın ortaklaşa mülkiyeti ile aşiret ya da köy topluluklarını buluruz. Hindistan'dan İrlanda'ya değin, büyük alanlar üzerindeki toprak mülkiyetinin işletilmesi, ister toprağın topluluk hesabına ortaklaşa ekilmesi biçimi altında olsun, ister topluluk tarafından orman ve otlakların sürekli ortaklaşa kullanımı ile birlikte ailelere bir zaman için verilmiş bireysel tarımsal toprak parçaları biçimi altında olsun, başlangıçta bu aşiret ya da köy toplulukları tarafından yapılmıştır. Bay Dühring'in bütün bu şeyler üzerine hiçbir şey bilmemesi; yapıtlarının hepsinin çağ açan çalışmalardan, Maurer'in tüm Alman hukukunun temeli olan Germen Markının ilkel kuruluşu üzerindeki çalışmalarından olduğu denli, özellikle Maurer'den esinlenen ve Avrupa ve Asya'nın bütün uygar halklarında toprak mülkiyetinin ilkel ortaklığını tanıtlamaya ve çeşitli varlık ve bozulma biçimlerini göstermeye yönelik, hacmi her gün daha da artan koca bir yazından da tam bir bilgisizlikle dolu olması, "siyaset ve hukuk alanında"ki "en derine giden teknik irdeleme"leri bakımından bir kez daha özellik belirticidir. Fransız ve İngiliz hukuku alanında bay Dühring, ne denli büyük olursa olsun, "tüm bilisizliğini kendi başına" edinmişti: bu bilisizliğin daha da büyük olduğu Alman hukuku alanında başka türlü davranmaz. Üniversite profesörlerinin (sayfa: 263) sınırlı ufkuna karşı öylesine öfke duyan adam, bugün Alman hukuku alanında, olsa olsa profesörlerin bundan yirmi yıl önce bulundukları yerde bulunmaktadır.
Eğer bay Dühring toprak mülkiyetini büyük alanlar üzerinde işletmek için toprak sahipleri ve kölelerin zorunlu olduklarını ileri sürüyorsa, bu onun "özgür yaratı ve kuruntu"sundan başka bir şey değildir. Devlet ya da komünün toprağın sahibi olduğu tüm Doğuda, dillerde toprak sahibi terimi bile yoktur. Bu gerçek üzerine bay Dühring, Hindistan'da toprak sahibi kim? sorusunu çözmek için kafalarını patlatmış ve vaktiyle kendi kendine: gece bekgisi kim? sorusunu sorduğu zaman Reuss-Greiz-Schleitz-Lobenstein-Eberswalde prensi Henri LXXII'nin kazandığı başarıdan daha çoğunu kazanamamış bulunan İngiliz hukukçularından öğüt almaya gidebilir. Türkler Doğuya, fethetmiş bulundukları ülkelere, bir tür tarımsal feodalizm sokanların ilki oldu. Daha kahramanlık çağından başlayarak Yunanistan, tarihe uzun bir bilinmeyen tarih-öncesinin apaçık ürününden başka bir şey olmayan zümreler biçiminde bir bölünüş ile girer; ama orada da toprak, her şeyden önce bağımsız köylüler tarafından işletilir; hanedan soylu ve prenslerinin büyük yurtlukları istisna oluşturur ve ayrıca hemen az sonra da görünmez olurlar. İtalya, tarıma, herkesten önce köylüler tarafından açıldı; ve Roma Cumhuriyetinin son zamanlarında büyük yurtluklar, latifundia'lar, küpük toprak sahibi köylülerin ayaklarını kaydırdığı ve onları kölelerle değiştirdiği zaman, aynı zamanda tarımın yerine de hayvancılığı geçirdi ve Plinius'un daha o zamandan bildiği gibi İtalya'yı yıkıma götürdü (latifundia Italiam perdidere). [14*] Ortaçağda, tüm Avrupa'da egemen olan ekim, köylü ekimidir (özellikle işlenmemiş toprakların tarıma açılması sırasında); uğraştığımız sorun bakımından köylülerin feodal beylerden kimilerine ve hangilerine vergi ödeme zorunda olup olmadıklarını bilmenin pek bir önemi yok. Elbe'nin doğusundaki Slavlardan alınan toprağı eken, Friesland'dan, Aşağı (sayfa: 264) Saksonya'dan, Flandre'lardan ve Aşağı-Ren'den gelme kolonlar, bu işi hiçbir zaman "bir angarya biçimi" altında değil, ama çok elverişli kira oranları ile ve özgür köylüler olarak yaptılar. — Kuzey Amerika'da, ülkenin çok büyük bir bölümü ekime özgür köylülerin çalışması ile açıldı, oysa Güneyin büyük toprak sahipleri, köleleri ve dizginsiz sömürüleri ile birlikte, toprağın gücünü, artık çamdan başka bir şey vermeyene değin tükettiler, öyleki pamuk ekimi, gitgide Batıya göç etme zorunda kaldı. Avusturalya ve Yeni Zelanda'da, İngiliz hükümetinin yapay olarak bir toprak soyluluğu yaratmak için giriştiği bütün girişimler başarısızlığa uğradı. Kısacası, toprağın Avrupa'da olduğu gibi işlenmesini iklimin engellediği tropikal ve yarı-tropikal koloniler dışında, doğayı egemenliği altına almak ve toprağı ekime açmak için kölelerini ya da toprak kölelerini kullanan büyük toprak sahibi ortaya, imgeleme yetisinin saf bir yaratısı olarak çıkar. Tersine, ilkçağda ortaya gerçekten çıktığı yerde, İtalya'da olduğu gibi, işlenmemiş toprakları ekime açmaz, ama köylüler tarafından açılmış işlenir toprakları otlak haline dönüştürür, koca koca ülkeleri insansız bırakır, yıkar. Ancak yeniçağda, ancak nüfus yoğunluğunun artması toprak değerini yükselttikten ve özellikle tarım biliminin (agronomie) gelişmesi kötü toprakların bile daha iyi bir kullanımını sağladıktan sonra, —ancak o zamandan sonradır ki, büyük toprak mülkiyeti, işlenmemiş toprakların ve otlakların ekime açılmasını büyük ölçüde katılmaya başladı ve o da, İngiltere'de olduğu denli Almanya'da da, daha çok köylülerin ortak mülklerini çalarak. Aynca bu iş karşılıksız da olmadı. Büyük toprak sahipleri, İngiltere'de ekime açtıkları her acre [15*] komün toprağı için, İskoçya'da en azından üç acre işlenmeye elverişli toprağı koyun otlağı, hatta sonunda düpedüz av alanı durumuna dönüştürdüler.
Bizi burada, yalnızca bay Dühring'in, büyük toprak alanlarının, yani eninde sonunda aşağı yukarı bütün uygarlaştırılmış toprakların ekime açılmasının, "hiçbir zaman ve hiçbir (sayfa: 265) yerde" büyük toprak sahipleri ile köleler olmadan geçekleşmediği yolundaki savı, —ilk koşulunun tarih üzerine gerçekten olağanüstü bir bilgisizlik olduğunu görmüş bulunduğumuz bu sav— ilgilendiriyor. Öyleyse burada, ne çeşitli dönemlerde tamamen ya da çok büyük bir bölümü bakımından daha önce ekime açılmış bulunan toprak alanlarının hangi ölçüde köleler (Yunanistan'ın en yüksek gelişme aşamasında olduğu gibi) ya da toprak köleleri (ortaçağdan sonra derebeyi çiftlikleri —manses— gibi) tarafından işlenmiş oldukları, ne de büyük toprak sahiplerinin çeşitli çağlardaki toplumsal görevinin ne olduğunu öğrenme ile uğraşacak değiliz.
Ve bay Dühring bize, bu en çok neye —tümdengelimdeki hokkabazlıklara mı, yoksa tarihin çarpıtılmasına mı— hayran olunması gerektiği bilinmeyen tabloyu sunduktan sonra, utkun bir havayla haykırır: "Doğal olarak bütün öteki bölüşüm zenginliği türleri de tarihsel olarak benzer bir biçimde açıklanır!" Anlaşılan onu, örneğin sermayenin doğuşu üzerine ağzından tek bir söz kaçırma güçlüğünden esirgeyen de bu.
Eğer bay Dühring, doğanın insan tarafından egemenliğinin ilk koşulu olan o insanın insan tarafından egemenliği düşüncesi ile, yalnızca genel olarak tüm bugünkü ekonomik durumumuzun, bugün tarım ve sanayi tarafından erişilmiş bulunan gelişme düzeyinin, sınıf karşıtlıkları biçiminde, egemenlik ve kölelik ilişkileri biçiminde oluşan bir toplumsal tarihin sonucu olduğunu söylemek istiyorsa, çok zaman önce, Komünist Manifesto'dan beri beylik bir düşünce durumuna gelmiş bir şeyi söylüyor. Asıl sorun, sınıfların ve egemenlik ilişkilerinin doğuşunu açıklamaktır ve eğer bay Dühring'in bu iş için hiçbir zaman "zor"dan başka bir sözcüğü yoksa, o zaman hep baştaki noktada kalıyoruz demektir. Yalnızca, her zaman, egemenlik altına alınanlar ve sömürülenlerin, egemenlik altına alanlar ve sömürenlerden çok daha kalabalık oldukları, öyleyse gerçek zorun bu sonuncularda bulunduğu olgusu bile tüm zor teorisinin fasaryalığını ortaya koymak için tek başına yeter. Öyleyse asıl sorun hep egemenlik ve (sayfa: 266) bağımlılık ilişkilerini açıklamaktır.
Bunlar iki farklı yoldan doğmuşlardır.
İnsanlar ilk olarak hayvanlar dünyasından —dar anlamda— nasıl çıkarlarsa, tarihe de öyle girerler: Henüz yarı-hayvan, kaba, daha doğa güçleri karşısında güçsüz, henüz kendi öz güçlerinin cahili; öyleyse hayvanlar denli yoksul ve ancak onlar kadar üretken. O zaman varoluş (yaşama) koşullarında belli bir eşitlik ve bundan ötürü de aile başkanları için bile, toplumsal konumda bir türlü eşitlik, — hiç değilse daha sonraki uygarlaşmış halkların doğal tanmsal topluluklarında devam eden bir toplumsal sınıflar yokluğu egemen olur. Bu toplulukların her birinde, baştan beri, topluluğun denetim altında da olsa, korunması bireylere düşen kimi ortak çıkarlar vardır: Anlaşmazlıkların yargılanması; yetkilerini aşan bireylerin bastırılması; özellikle sıcak ülkelerde, suların gözetimi; ensonu, koşulların ilkel ve yabanıl niteliği sonucu, dinsel görevler. En eski Germen Markında ve bugün Hindistan'da gene de olduğu gibi, bu türlü görevlendirmeler, ilkel topluluklarda her zaman bulunur. Bu bireylerin, belli bir erklikle donatılmış bulundukları ve devlet erkliğinin öncüllerini temsil ettikleri kendiliğinden anlaşılır. Yavaş yavaş üretici güçler büyür; daha yoğun bir nüfus, daha büyük topluluklar biçiminde kümelenmesi bir kez daha yeni bir işbölümüne, ortak çıkarları korumak ve karşıt çıkarlara karşı savunmak üzere organlar kurulmasına neden olan çeşitli topluluklar arasında, şurada ortak, burada karşıt çıkarlar yaratır. Daha o zamandan tüm grubun ortak çıkarlarının temsilcisi olarak ayrı ayrı her topluluk karşısında, hatta bazan onunla karşıtlık içinde, özel bir duruma sahip bulunan bu organlar, ya her şeyin doğaya göre olup bittiği bir dünyada hemen hemen kendi başına kurulan bir görev kalıtımı ya da öteki gruplarla çatışmaların artması ölçüsünde bunlardan vazgeçmenin artan olanaksızlığı sonucu, az zamanda daha büyük bir özerklik kazanırlar. Toplum karşısında bu özerkliğe geçişle, toplumsal görevin zamanla toplum üzerinde egemenliğe nasıl yükselebildiği; durumun elverişli olduğu (sayfa: 267) yerde, ilkel hizmetkarın yavaş yavaş nasıl efendi durumuna dönüştüğü; bu efendinin, koşullara göre, nasıl olup da doğu despot ya da satrapı, Yunanlılardaki hanedan, Kelt klan başkanı vb. görünümünü aldığı; bu dönüşüm sırasında ne ölçüde zor kullandığı; sonunda egemen bireylerin, egemen bir sınıf oluşturmak üzere nasıl birleştikleri, bütün bunlar, burada inceleme gereksinmesini duymadığımız sorunlardır. Burada önemli olan, yalnızca siyasal egemenliğin temelinde toplumsal bir işlev bulunduğunun ve siyasal egemenliğin ancak kendisine verilen bu toplumsal işlevi yerine getirdiği sürece varlığını sürdüreceğinin saptanmasıdır. İran ya da Hindistan'da ortaya çıkan ya da batan despotik iktidarların sayısı ne olursa olsun, bunların herbiri, her şeyden önce, o bölgede her türlü ekimin kendisine bağlı bulunduğu vadilerin sulanması işinin genel girişimcisi olduğunu çok iyi biliyordu. Hindistan'da bunu görmemek, aydın İngilizlere nasip oldu; sulama kanallarının ve alavere havuzlarının yıkılmasına seyirci kaldılar ve ensonu şimdi, üstüste yinelenen açlıklarla, Hindistan'daki egemenliklerine hiç olmazsa öncellerinin egemenliğine eşit bir törellik vermeye yetenekli tek işi savsaklamış bulunduklarını keşfediyorlar.
Ama bu sınıflar oluşmasının yanısıra, bir başka sınıf oluşması daha ortaya çıkıyordu. Tarımsal aile içindeki doğal işbölümü, belirli bir gönenç düzeyinde, aileye bir ya da birçok yabancı emek-gücü sokulmasına olanak verdi. Bu durum, özellikle, toprağın eski ortaklaşa mülkiyetinin hanidir yıkılmış ya da en azından eski ortaklaşa ekimin yerini, toprak parçalarının aileler tarafından, sırayla, bireysel ekiminin almış bulunduğu ülkelerde görüldü. Üretim, insan emek-gücünün artık kendi yalın bakımı için zorunlu olandan çoğunu üretebileceği derecede gelişmişti; daha çok emek-gücü geçindirme aracı, daha çok bu güçleri çalıştırma aracı vardı: emek-gücü bir değer kazandı. Ama içinde yaşanılan topluluk ve bu topluluğun bir parçası olduğu birlik, kullanmaya hazır artık (fazla) bir emek-gücü sağlamıyordu. Buna karşılık, bu emek-güçlerini savaş sağlıyordu ve savaş, yanyana bir çok (sayfa: 268) topluluk gruplarının zamandaş varlığı kadar eski bir şeydi. O zamana kadar, savaş tutsaklarının ne işe yarayacağı bilinmiyor, bunun sonucu onlar düpedüz öldürülüyorlardı; daha da eski bir tarihte, onları yiyorlardı. Ama artık erişilmiş bulunulan "ekonomik durum" düzeyinde, bu savaş tutsakları bir değer kazanıyorlardı; bunun sonucu yaşamları bağışlandı ve emeklerinden yararlanıldı. Zor, işte böylece, ekonomik durumu egemenlik altına alacak yerde, tersine, zorla ekonomik durumun hizmetine koşuldu. Kölelik bulunmuştu. Kölelik, kısa zamanda, gelişmesi eski topluluğu aşan bütün halklarda egemen üretim biçimi, ama aynı zamanda, bu halkların başlıca çöküş nedenlerinden de biri durumuna geldi. Tarım ile sanayi arasında oldukça geniş ölçüdeki bir işbölümünü ve sonradan, eski dünyanın doruğunu, hellénisme'i olanaklı kılan tek şey, kölelik oldu. Kölelik olmasaydı, Yunan devleti, Yunan sanat ve bilimi olmazdi; kölelik olmasaydı, Roma İmparatorluğu olmazdi. Ne var ki, hellénisme ve Roma İmparatorluğu temeli olmasaydı, modern Avrupa da olmazdı. Bizim tüm ekonomik, siyasal ve entelektüel evrimimizin, köleliğin genel olarak kabul edilmiş bulunduğu ölçüde zorunlu da olduğu bir durumu önkoşul olarak koştuğunu hiçbir zaman unutmamalıyız. Bu anlamda, şöyle diyebiliriz: Eski kölelik olmasaydı, modern sosyalizm olmazdı.
Kölelik ve ona benzer başka şeylere karşı genel formüllerle savaşa girişmek ve böylesine bir alçaklık üzerine yüksek bir ahlak öfkesi yağdırmak, pek para etmez. Ne yazık ki böyle yapmakla, herkesin bildiği bir şeyden, yani bu eski kurumların artık bizim bugünkü koşullarımıza ve bu koşulların bizde belirlediği duygulara uygan düşmediğinden başka hiçbir şey anlatılmış olmaz. Ama bu da bize, bu kurumların doğuş biçimi, varlık nedenleri ve tarihte oynadıkları rol üzerine hiçbir şey öğretmez. Ve eğer bu sorun üzerine eğilirsek, bu ne denli çelişik ve ne denli aykırı görünürse görünsün, o zamanki koşullar içinde köleliğin ortaya çıkışının büyük bir ilerleme olduğunu söylemek zorunda kalırız. İnsanlığın hayvandan başladığı ve barbarlıktan kurtulmak için, barbar, (sayfa: 269) hemen hemen hayvansal araçlara gereksinme duyduğu saptanmış bir gerçektir. Eski topluluklar varlıklarını sürdürdükleri her yerde, Hindistan'dan Rusya'ya değin, binlerce yıldan beri en kaba devlet biçiminin, Doğu despotluğunun temellerini oluştururlar. Ancak bu toplulukların dağıldığı yerlerdedir ki, halklar kendilerini geçmişlerdir ve ilk ekonomik ilerlemeleri de, üretimin köle emeği aracyla artması ve gelişmesi olmuştur. Sorun açıktır: insan emeği henüz zorunlu yaşama araçları ötesinde ancak çok az bir artık sağlayacak denli üretken olduğu sürece, üretici güçlerin artışı, alışverişin yaygınlaşması, devletin ve hukukun gelişmesi, sanat ve bilimin kuruluşu, ancak ve ancak, ister istemez yalın kol emeği sağlayan yığınlar ile kendini çalışmanın, ticaretin, devlet işlerinin yönetimine, daha sonra da sanat ve bilim uğraşlarına vermiş az sayıdaki ayrıcalıklı arasındaki büyük işbölümü temeline dayanacak, güçlendirilmiş bir işbölümü sayesinde olanaklıydı. Bu işbölümünün en yalın, en doğal biçimi de, köleliğin ta kendisi idi. Eski dünyanın, özellikle Yunan dünyasının önertileri (antécédents) nedeniyle, sınıf karşıtlıkları üzerine kurulu bir toplumun ileriye doğru gidişi ancak kölelik biçimi altında gerçekleşebilirdi. Hatta köleler için bile bu bir ilerleme oldu; köleler yığınının içinden çıktığı savaş tutsakları hiç değilse şimdi yaşamlarını kurtarıyorlardı, oysa eskiden onları öldürüyorlar ve daha da eskiden kebap yapıyorlardı.
Bu vesile ile şunu da ekleyelim ki bugüne değin, sömüren ve sömürülen, egemen ve ezilen sınıflar arasındaki bütün tarihsel çelişkiler, açıklanmalarını, insan emeğinin bu görece azgelişmiş üretkenliğinde bulurlar. Gerçekten çalışan nüfus, gerekli-emeği ile kendisine artık toplumun ortak işlerine —emeğin yönetilmesi, devlet işleri, hukuksal sorunlar, sanat, bilim vb.— bakmak için zaman kalmayacak denli çok uğraşmak zorunda kaldığı sürece, her zaman bu işlere bakabilecek, edimsel çalışmadan kurtulmuş özel bir sınıf gerekti; ama bu dunum, o sınıfı, kendi yararına emekçi yığınlara gitgide daha ağır bir çalışma yükü yüklemekten de alıkoymadı. Yalnızca üretici güçlerin büyük sanayi tarafından ulaşılan (sayfa: 270) son derece büyük artışı, çalışmanın toplumun istisnasız bütün üyeleri arasında dağıtılmasını ve böylece herkesin çalışma zamanının, herkese toplumun genel işlerine —pratik olduğu denli teorik tüm işlere— katılmak için yeterince zaman kalacak biçimde sınırlandırılmasını sağlar. Demek ki her türlü egemen ve sömürücü sınıf, ancak şimdi gereksiz, hatta toplumsal gelişme için engel durumuna gelmiştir ve "dolaysız zor" kullanmakta ne denli usta olursa olsun, ancak şimdi acımasızca ortadan kaldırılacaktır.
Buna göre eğer bay Dühring, hellénisme'e kölelik üzerine kurulu olduğu için burun kıvırırsa, Yunanlıları buhar makineleri ve elektrikli telgrafları olmamakla kınamakta haklı olacağı denli haklı olur. Ve eğer bizim modern ücretlilik bağımlılığımızın köleliğin biraz değişmiş ve yumuşamış bir kalıntısından başka bir şey olmadığını ve kendi başına (yani modern toplumun ekonomik yasaları tarafından) açıklanmadığını ileri sürerse, bu, ya kölelik gibi ücretliliğin de bağımlılık ve sınıf egemenliği biçimlerinden biri olduğu anlamına gelir, ki bunu bilmeyen çocuk yoktur, ya da yanlıştır. Çünkü o zaman biz, ücretliliğin yenilmiş düşmanların kullanılmasının, şimdi her yerde saptanan ilkel yamyamlığın yumuşatılmış bir biçimi olarak açıklanabileceğini söylemekte de bir o denli haklı oluyorduk.
Öyleyse zorun tarihte ekonomik evrim karşısında oynadığı rol açıktır. İlkin her siyasal zor, önce toplumsal nitelikte ekonomik bir göreve dayanır ve ilkel toplulukların dağılmasının toplum üyelerini özel üreticiler durumuna dönüştürdüğü, yani onları ortak toplumsal görevlerin yöneticilerine daha da yabancı kıldığı ölçüde artar. İkinci olarak, toplumdan bağımsız kılındıktan, hizmetkar durumundan efendi durumuna geldikten sonra siyasal zor, iki yönde etkili olabilir. Ya normal ekonomik evrim yönünde; bu durumda, ikisi arasında bir çatışma yoktur, ekonomik evrim hızlanır. Ya da zor, ekonomik evrime karşı çıkar ve bu durumda, birkaç istisna dışında, ekonomik evrim karşısında her zaman yenik düşer. Bu birkaç istisna, en barbar fatihlerin bir ülke (sayfa: 271) halkının kökünü kazıdıkları ya da kovdukları ve ne yapacaklarını bilemedikleri üretici güçleri kırıp geçirdikleri ya da yitip gitmelerıne göz yumdukları yalıtık fetih olaylarıdır. Hıristiyanlar, Mağriplilerin yüksek derecede gelişmiş tarım ve bahçıvanlıklarının dayandığı sulama yapıtlarının büyük bölümü bakımından, Mağrip İspanyası'nda böyle yaptılar. Daha kaba bir halk tarafından her fetih, açıkça ekonomik gelişmeyi sarsar ve birçok üretici gücü ortadan kaldırır. Ama sürekli fetih olaylarının büyük bir çoğunluğunda, daha kaba olan fatih, fetihten çıktığı biçimiyle, daha yüksek "ekonomik durum"a uymaya zorlanır; fethedilen halk tarafından özümlenir ve çok kez, onun dilini bile benimsemek zoranda kalır. Ama bir ülkede —fetih olayları bir yana bırakılırsa— devletin iç zorunun, şimdiye değin hemen her siyasal iktidar bakımından belirli bir aşamada olduğu gibi, ülkenin ekonomik evrimi ile çatışma durumuna girdiği bir yerde, savaşım her zaman siyasal iktidarın yıkılması ile sonuçlanır. Ekonomik evrim, istisnasız ve acımasız kendi yolunu açar, — daha önce bunun en çarpıcılarından son örneğini vermiştik: Büyük Fransız devrimi. Eğer bay Dühring'in öğretisine göre, belirli bir ülkenin ekonomik durumu ve onunla birlikte ekonomik düzeni yalnızca siyasal zora bağlı olsaydı, 1848'den sonra Friedrich Wilhelm IV'ün, "görkemli ordu"suna [16*] karşın, ülkesinde ortaçağ loncalarını ve öteki romantik düşkünlüklerini, o sıralarda gelişmekte bulunan demiryolları, buhar makineleri ve büyük sanayi üzerine aşılamayı neden başaramadığı; ya da daha da güçlü olan Rusya İmparatorunun, Bati Avrupa "ekonomik durum"undan durmadan ödünç almaksızın, yalnızca borçlarını ödemekte değil ama kendi "zor"unu ayakta tutmakta bile neden yeteneksiz kaldığı hiç mi hiç anlaşılamazdı.
Bay Dühring için zor, mutlak kötülüktür, ilk zor eylemi, onun için ilk günahtır; bütün açıklaması, şimdiye değin bütün tarihin ilk günah tarafından böylece pisleştirilme biçimi (sayfa: 272) üzerine, bütün doğal ve toplumsal yasaların zor tarafından, bu iblisçe güç tarafından rezilce bozulması üzerine bitmez tükenmez bir yakınmadır. Ama zor, tarihte başka bir rol, devrimci bir rol de oynarmış; Marks'ın sözlerine göre, bağrında yeni bir toplum taşıyan her eski toplumun ebesiymiş; toplumsal hareketin, sayesinde donmuş ve ölmüş siyasal biçimleri alttetiği ve parçaladığı aletmiş, — bütün bunlardan bay Dühring'de tek söz bile yok. Ekonomik sömürü rejimini devirmek için, zorun belki de —ne yazık ki!— zorunlu olacağını, iççekmeler ve inlemeler içinde kabul eder. Çünkü her zor kullanımı, onu kullananın ahlakını bozar. Ve bu, her utkun devrimin sonucu olan yüksek bir ahlaksal ve entelektüel gelişme karşısında ileri sürülür! Hem de, halka belki de zorla kabul ettirilecek zorlu bir çatışmanın, hiç değilse Otuz Yıl Savaşı utancından sonra ulusal bilince işlemiş bulunan kölelik ruhunun kökünü kazıma üstünlüğüne sahip bulunduğu Almanya'da ileri sürülür! Hem de bu sönük, tatsız ve güçsüz vaiz anlayışı, kendini tarihin gördüğü en devrimci partiye zorla kabul ettirmek ister! (sayfa: 273)
BEŞİNCİ BÖLÜM
DEĞER TEORİSİ
Bundan yüz yıl kadar önce Leipzig'de, bu yüzyılın başına kadar otuz küsur kez basılan, otoriteler, vaizler ve her türlü insanseverler tarafından kentte ve kırlarda yayılan, dağıtılan ve ilkokullara herkesçe okuma kitabı olarak salık verilen bir kitap yayımlanıyordu. Bu kitap, Rochow'un Çocukların Dostu adlı kitablıydı. Kitapta gözetilen amaç, köylü ve zanaatçı çocuklarını yaşamdaki işlevleri ve toplum ve devletteki büyüklerine karşı ödevleri üzerine bilgi sahibi etmek, aynı zamanda onlara kara ekmek ve patates, angarya, düşük ücretler, baba dayağı ve yaşamın aynı cinsten öbür hoş şeyleri ile birlikte, dünyadaki yazgıları için kurtarıcı bir hoşnutluk aşılamak ve bütün bunları o sıralar gözde olan aydınlanma çağı fikirleri aracıyla yapmaktı. Bu amaçla kent ve kır gençliğine, doğanın insanı, yaşamını ve zevklerini çalışma ile kazanmaya zorlayan düzenin ne denli bilgece olduğu (sayfa: 274) ve bunun sonucu köylü ve zanatçının, zengin sefih gibi mide ağrısı, safra tıkanıklığı ve peklikten açı çekmek ve en seçkin yemekleri bile istemeye istemeye yemek yerine, yemeklerini alınlarının teri ile tatlandırmalarına izin verildiği için kendilerini ne denli mutlu saymaları gerektiği gösteriliyordu. Bay Dühring, bize, Dersler'inin 14. ve daha sonraki sayfalarında en yeni ekonomi politiğin "kesenkes temel" öğesi olarak yaşlı Roshow'un kendi zamanındaki Saksonya küçük köylüleri için yeterinci iyi bulduğu aynı beylik düşünceleri sunar.
"İnsan gereksinmelerinin, insan gereksinmeleri olarak kendi doğal yasaları vardır ve artışları bakımından, bir zaman için ardından içbulantısı, yaşamdan bıkkınlık, güçten düşme, toplumsal sararıp solma ve sonunda kurtarıcı bir yok olma gelinceye değin, ancak doğaya ve aykırı bir biçimde aşılabilen sınırlar içine kapatılmışlardır. ... Hiçbir ciddi ereği olmayan salt eğlenceden ibaret bir oyun kısa zamanda bir bıkkınlık durumuna, ya da aynı anlama gelmek üzere, tüm duyma yetisinin yıpranmasına götürür. Bunun sonucu herhangi bir biçim altındaki gerçek emek, sağlıklı kişiliklerin doğal toplumsal yasasıdır. ... Eğer içgüdüler ve gereksinmeler bir karşı güç ile dengelenmezlerse, tarihsel yükselme durumundaki bir yaşamdan söz edilebilmesi şöyle dursun, ancak çocukça bir yaşam getirebilirler. Bunlar eğer kolayca ve tamamen doyrulurlarsa, hemen tükenir ve arkalarında bu gereksinmelerin yinelenmesine değin süren cansıkıcı aralar biçiminde boş bir yaşamdan başka bir şey bırakmazlar... Öyleyse, her bakımdan, içgüdü ve tutkuların kullanılmasının ekonomik bir engel üzerinde kazanılmış bir utkuya bağlı olması, dış doğal düzenin ve insanın iç doğasının kurtarıcı temel bir yasasıdır. ..."
Görüldüğü gibi, saygıdeğer Roshow'un en tatsız yavanlıkları bay Dühring'de ve üstelik gerçekten eleştirel ve sistematik tek "sosyaliter sistem"in "en derin temeli" biçimi altında, yüzüncü yıldönümlerinin jübilesini kutlamaktadırlar.
Temeller bu biçimde atıldıktan sonra, bay Dühring yapısına (sayfa: 275) devam edebilir. Matematik yöntemi uygulayarak, bize önce Eukleides yöntemi uyarınca bir dizi tanımlama verir. Bu yöntem, bay Dühring tanımlamalarını, bu tanımlamalar tanıtlamaya yarayacakları şeyi önceden azbuçük içerecek biçimde hazırlayabildiği için ve hazırlayabildiği ölçüde, çok elverişli bir yöntemdir. Böylece önce, şimdiye değin ekonomi politiğin yönetici kavramına zenginlik dendiğini ve zenginliğin, evrensel tarihte şimdiye değin gerçekten anlaşıldığı ve egemenliğini geliştirmiş bulunduğu biçimiyle, insanların ve şeylerin üzerinde "ekonomik güç olduğunu öğreniyoruz. İkili yanlış. İlkin, eski aşiret ya da köy topluluklarının zenginliği, hiç de insanlar üzerinde bir egemenlik değildi. Ve ikincisi, hatta sınıf çelişkileri içinde gelişen toplumlarda bile, zenginlik, insanlar üzerinde bir egemenlik içerdiği ölçüde, her şeyden önce ve hemen hemen yalnızca şeyler üzerinde egemenlik gereğince ve şeyler üzerinde egemenlik aracıyla insanlar üzerinde bir egemenliktir. Kölelerin ele geçirilmesi ile çalıştırılmasının iki ayrı faaliyet kolu olduğu çok eski zamanlardan beri, köle emeği sömürücüleri, köle satın alma, insanlar üzerindeki egemenliği şeyler üzerindeki, kölenin geçim ve çalışma araçlarının alım fiyatı üzerindeki egemenlik aracıyla elde etme zorunda kalmışlardır. Bütün ortaçağda, büyük toprak mülkiyeti, feodal soyluluğun haraçlı ve angaryacı köylüler üzerinde elkoyabilmesinin önkoşuludur. Ve bugün bile zenginliğin, insan üzerinde sadece sahip bulunduğu şeyler aracıyla egemenlik kurduğunu altı yaşındaki bir çocuk bilir.
Ama bay Dühring, bu yanlış tanımlamayı neden imal etmek, şimdiye değin bütün sınıflı toplumlarda kurulmuş bulunan gerçek bağlantıyı neden koparmak zorunda kalır? Zenginliği iktisadi alandan ahlâk alanına sürüklemek için. Nesneler üzerinde egemenlik, bu çok iyi; ama insanlar üzerinde egemenlik, işte kötülük; ve bay Dühring, insanlar üzerindeki (sayfa: 276) egemenliği şeyler üzerindeki egemenlik aracıyla açıklamayı kendi kendine yasakladığı için, kendini yeniden bir gözüpeklik girişimine kaptırabilir, ve insanlar üzerindeki egemenliği o sevgili zor'u ile açıklayabilir. İnsanların egemeni olarak zenginlik, "hırsızlık"tır, ve işte, bir kez daha, Proudhon'un eski nakaratının ağırlaştırılmış bir baskısına gelmiş bulunuyoruz: "Mülkiyet, hırsızlıktır".
Böyle yapmakla, zenginliği uygun bir biçimde üretim ve bölüşümün iki başılca görüş açısı altına getirmiş olduk: Şeyler üzerinde egemenlik olarak zenginlik, üretim zenginliği, iyi yan; insanlar üzerinde egemenlik olarak, günümüze kadar olmuş olduğu gibi bölüşüm zenginliği, kötü yan, cehennemin dibine! Bu, şimdiki koşullara uygulanınca, şu sonucu verir: Kapitalist üretim biçimi çok iyidir ve kalabilir, ama kapitalist bölüşüm biçimi metelik etmez ve onu ortadan kaldırmak gerekir. Sadece üretim ile bölüşüm arasındaki bağlantıyı bile kavramış olmaksızın iktisat yapıldığı zaman, işte böylesi bir budalalığa varılır.
Zenginlikten sonra, değer şöyle tanımlanır:
"Değer, nesnelerin ve ekonomik yükümlülüklerin ticarette sahip oldukları rayiçtir."
Bu rayiç (cours), "fiyata ya da herhangi başka bir eşdeğer ada, örneğin ücrete" karşılık düşer. Başka bir deyişle, değer, fiyattır. Ya da daha doğrusu, bay Dühring'e haksızlık etmemek ve tanımlamasının saçmalığını kendi öz sözleriyle göstermeye çalışmak için: değer, fiyatlardır. Çünkü 19. sayfada şöyle der: "Değer ve onu para olarak ifade eden fiyatlar"; böylece o, aynı değerin çok çeşitli fiyatları olduğunu ve bir o kadar çeşitli değerlere sahip bulunduğunu kendisi saptar. Eğer Hegel, çok önce ölmüş olmasaydı, kendini asardı! Ne kadar fiyatı varsa o kadar birbirinden farklı değerler olan bir değeri, o tüm tanrıbilimiyle birlikte, dünyada kavrayamazdı. Fiyat ile değer arasında, birinin para ile ifade edilmiş ve öbürünün ifade edilmemiş olması dışında, başkaca bir ayrım görmediğini açıklayarak, iktisadı yeni, daha derin temeller üzerinde kurmaya başlamak için, gerçekten, bir kez daha, bay Dühring'in kendine beslediği güvene sahip olmak gerekir.
Ama gene de değerin ne olduğunu ve hele neye göre belirlendiğini hâlâ bilmiyoruz. Öyleyse bay Dühring'in başka (sayfa: 277) açıklamalar yapması gerekiyor.
"Tamamen genel bir biçimde, değer ve onu para olarak ifade eden fiyatların dayandığı temel karşılaştırma ve değer biçme yasası, değer kavramına sadece ikinci bir öğe getiren bölüşüm bir yana bırakılırsa, önce salt üretim alanında bulunur. Doğal koşullardaki farklılığın nesneler elde etmeye yönelen çabalar karşısına çıkardığı ve onlar aracıyla iktisadi güçlerin azçok büyük harcanışlarına zorladığı azçok büyük engeller de ... azçok büyük değeri belirler [ve bu değer] doğanın ve koşulların, şeylerin elde edilmesine karşı çıkardıkları direnç [aracıyla ölçülür]. ... Kendi öz gücümüzü onlara [şeylere] sokmuş bulunduğumuz oran, genel olarak değerin varlığının ve bunun özel bir büyüklüğünün doğrudan doğruya kesin nedenidir."
Bütün bunların bir anlamı olduğu ölçüde, bu, şu anlama gelir: bir emek ürününün değeri, onun üretimi için gerekli-emek zamanı ile belirlenir, ve biz de, bunu, hatta bay Dühring'siz bile, uzun zamandan beri biliyorduk. Gerçeği açıkça anlatacak yerde, ille de onu bir bilmece havası verecek biçimde bozacak. Birinin gücünü bir şey içine soktuğu oran (o tumturaklı anlatım biçimini korumak gerekirse), değerin ve değer büyüklüğünün doğrudan doğruya kesin nedenidir demek düpedüz yanlıştır. Önemli olan, ilkin gücün neyin içine sokulduğu, ikinci olarak da, nasıl sokulduğudur. Eğer adamın biri, başkası için hiç bir kullanım-değeri olmayan bir nesne yaparsa, tüm gücü bir atomluk bile değer yaratmaz; ve bir makinenin yirmi kez daha ucuza yaptığı bir nesneyi elde yapmakta direnirse, o nesneye kattığı gücün 19/20'si, ne genel olarak değer üretir, ne de özel bir değer büyüklüğü.
Ayrıca, olumlu ürünler meydana getiren üretken emeği, salt bir direncin üstesinden gelme olumsuz eylemi durumuna dönüştürmek, sorunu tamamen çarpıtmaktır. O zaman bir gömlek elde etmek için aşağı yukarı şöyle davranmamız gerekir: önce, pamuk tohumunun ekilmeye ve büyümeye karşı direncinin; sonra, olgun pamuğun toplanmaya, balyalanmaya ve sevkedilmeye karşı direncinin; daha sonra açılmaya, (sayfa: 278) taranmaya ve eğrilmeye karşı direncinin; ayrıca, ipliğin dokunmaya, dokumanın kastarlamaya ve dikilmeye, ve son olarak, hazır gömleğin giyilmeye karşı direncinin üstesinden geliriz.
Her şeyi tersine çeviren ters bir kafaya tanıklık eden bu çocukluk ne için? "Direnç" aracıyla, gerçek değer olan, ama şimdiye değin sadece ideal olarak kalan "üretim değeri"nden, tarihte günümüze kadar tek geçerli olan zorun bozmuş bulunduğu "bölüşüm değeri"ne varmak için.
"Doğanın gösterdiği direnç dışında ... salt toplumsal, bir başka engel daha var. ... İnsanlar ile doğa arasında bir güç, yolu keser, ve bu güç bir kez daha insandır. Tekil ve tek başına düşünülmüş insan, doğa karşısında özgürdür. ... Elde kılıç, doğaya ve kaynaklarına giriş yollarını tutan ve geçişe izin vermek için hangi biçim altında olursa olsun bir fiyat isteyen ikinci bir adam düşündüğümüz anda, durum bir başka görünüş kazanır. Bu ikinci adam, ... öbürünü, deyim yerindeyse, haraca keser ve böylece, sonunda, istek duyulan nesne değerinin, elde edilmesi ya da üretimine karşı bu siyasal ve toplumsal engel olmadığı zaman olacağından daha büyük olmasına neden olur. ... Şeylerin bu yapay olarak yükseltilmiş bedelinin aldığı, özel biçimler son derece çeşitlidir, ve emek bedelinin buna uygun bir düşüşünde doğal karşılığını bulur. ... Öyleyse değeri a priori bir biçimde, sözcüğün gerçek anlamında bir eşdeğer olarak, yani bir "şu kadar eder" ya da edim ve karşı-edimin eşitliği ilkesine uygun bir değişim ilişkisi olarak düşünmek istemek bir kuruntu, bir yanılgıdır. Tersine, içerdiği en genel değer biçme etmeninin, bölüşüm zorlamasına dayanan bedelin özel biçimi ile örtüşmediğini görmek, gerçek bir değer teorisinin göstergesi olacaktır. Bu biçim, toplumsal düzenle birlikte değişir, oysa asıl iktisadi değer, doğa karşısında ölçülen bir üretim değerinden başka bir şey olamaz ve bunun sonucu, ancak ve ancak sadece doğal ve teknik nitelikteki üretim engelleri ile birlikte değişir."
Demek ki, bir şeyin, pratik olarak yürürlükte bulunan değeri, bay Dühring'e göre, iki bölümden bileşir: Önce içerdiği (sayfa: 279) emek ve sonra da "elde kılıç" zorla koparılan ek haraç. Başka bir deyişle, bugün geçerlikte olan değer bir tekel fiyatıdır. Ne var ki, değer teorisine göre, eğer bütün metaların böyle bir tekel fiyatı varsa, o zaman sadece iki yol olanaklıdır. Ya herkes satıcı olarak kazandığını alıcı olarak yitirir; fiyatlar saymaca değer olarak gerçi değişir, ama gerçekte, —karşılıklı ilişkilerinde—, eşit kalırlar; her şey eski durumunda kalır, ve ünlü bölüşüm değeri bir kuruntudan başka bir şey değildir. — Ya da sözde ek haraçlar gerçek bir değer tutarını, yani değer üreticisi çalışan sınıf tarafından üretilen, ama tekelciler sınıfı tarafından elkonulan gerçek bir değer tutarını temsil ederler; ve o zaman, bu değer tutarı düpedüz ödenrnemiş emekten bileşir; bu durumda, kılıcı elinde adama karşın, sözde ek haraçlara ve bölüşüm değerine karşın, dönüp dolaşıp... marksist artı-değer teorisine gelmiş oluruz.
Gene de ünlü "bölüşüm değeri" üzerine birkaç örnek arayalım. 135 ve daha sonraki sayfalarda şöyle denir:
"Bireysel rekabet gereğince fiyat oluşmasını, iktisadi bölüşüm ve karşılıklı bir haraç vergilendirmesinin bir biçimi olarak da düşünmek gerekir. ... Zorunlu bir meta stokunun birdenbire büyük ölçüde azaldığını düşünelim, bunun sonucu satıcı yönünde oransız bir sömürü gücü meydana gelir. ... Bu gücün artışının hangi yüksek düzeye erişebilecegi, özellikle zorunlu maddeler biçimindeki azık sağlamanın hayli uzun bir zaman için kesilmiş bulunduğu anormal durumlar aracıyla görülür..." vb..
Ayrıca, işlerin normal akışında bile, fiyatların keyfi bir artışını sağlayan edimsel (fiili) tekeller de olabilir, örneğin demiryolları, kentlere su ve havagazı veren şirketler vb. gibi. Bu türlü tekelci sömürü fırsatlarının varlığı, eskiden beri bilinen bir şeydir. Ama yeni olan şey, bu fırsatlarin doğurduğu tekel fiyatlarının istisnalar ve benzeri olmayan durumlar değil de, bugün değerlerin saptanma biçiminin klasik örnekleri değerini kazanmaya aday olmalarıdır. Aşlık (zahire) maddelerinin fiyatları nasıl belirlenir? bay Dühring: azık sağlamanın kesilmiş bulunduğu kuşatılmış bir kente (sayfa: 280) gidin ve bilgi edinin! diye yanıt verir. Rekabet, pazar fiyatlarının oluşması üzerinde nasıl etkili olur? Size, tekele sorun, diye yanıt verecektir.
Öte yandan, hatta bu tekellerde bile, kural olarak, onların arkasında duran eli kılıçlı adam görülemez. Tersine: kuşatılmış kentlerde, eli kılıçlı adam, mevki komutanı, eğer ödevini yaparsa, tekele hemen son verme, ve eşit bir biçimde dağıtmak üzere tekelleştirilmiş stokları zoralımla alma yolunu tutar. Bununla birlikte, kılıçlı adamlar, bir "bölüşüm değeri" üretmeye giriştikleri anda, kötü işlerden ve para kaybından başka bir ürün devşirmemişlerdir. Hollandalılar, Doğu Hindistan ticaretini tekelleştirerek, tekellerini ve ticaretlerini yıkıma götürdüler. Şimdiye değin gelip geçmiş en güçlü iki hükümet, Kuzey Amerika devrimci hükümeti ile Fransız Konvansiyonu, tavan fiyatları saptama iddiasında bulundular ve acınacak bir başarısızlığa uğradılar. Şu anda Rus hükümeti, durmadan değiştirilebilir (konvertible) olmayan banknotlar çıkartarak, Rusya'da düşürdüğü kağıt ruble rayicini, durmadan Rusya üzerine çekilmiş poliçeler satın alarak, Londra'da yükseltmek için ylllardan beri çalışmaktadır. Birkaç yıl içinde, bu küçük oyun, ona, 60 milyon rubleye maloldu ve şimdi ruble, üç markın üstünde olacak yerde, iki markın altındadır. Eğer kılıcın ekonomide bay Dühring'in ona verdiği büyülü gücü varsa, neden hiç bir hükümet uzun zaman kötü paraya iyi paranın "bölüşüm değerini", ya da assignatlara[17*] altınınkini zorla verdiremedi? Ve dünya pazarı üzerinde baş olarak komuta eden kılıç nerede?
Ayrıca, bölüşüm değerinin, başkaları tarafından yapılmış çalışmanın karşılıksız temellükünü sağlayan bir başka ana biçimi daha var: elde bulundurma (tasarruf) rantı, yani toprak rantı ve sermaye kazancı. Şimdilik, sadece ünlü "bölüşüm değeri" üzerine öğrendiklerimizin hepsinin bu olduğunu söyleyebilmek için, olguyu belirtmekle yetiniyoruz. — Hepsi mi? Gene de hepsi degil. Dinleyelim: (sayfa: 281)
"Bir üretim değeri ile bir bölüşüm değeri kabul edilmesinde ortaya çıkan ikili görüş açısına karşın, gene de, bütün değerlerin kendisinden meydana geldikleri, ve bütün değerlerin kendisiyle ölçüldükleri nesne biçimi altında ortak bir şey temelde her zaman kalır. Dolaysız, doğal ölçü, güç harcaması, ve en yalın biçimde, sözcüğün en kaba anlamıyla insan gücüdür. Bu sonuncusu, kendisi tarafından bakımı kendi payına belirli bir nicelikteki besinsel ve dirimsel güçlükler üzerinde bir utkuyu temsil eden varoluş zamanına indirgenir. Bölüşüm ya da temellük değeri, salt ve yalnız, sadece üretilmemiş şeyleri istediği gibi kullanma gücünün varolduğu yerde, ya da daha anlaşılır bir dil kullanmak istersek, bu şeylerin kendilerinin hizmetler ya da gerçek bir üretim değeri bulunan şeyler ile değiştirildikleri yerde vardır. Türdeş etmen, her türlü değer ifadesinde ve bunun sonucu, karşılıksız olarak bölüşüm aracıyla temellük edilen değer öğelerinde de belirtilmiş ve temsil edilmiş bulunduğu biçimiyle, her meta içinde ... cisimleşmiş ... bulunan insan gücü harcamasına dayanır."
Buna ne demeli? Eğer bütün meta değerleri meta içinde cisimleşmiş insan gücü harcaması ile ölçülüyorsa, o zaman bölüşüm değeri, fiyat yükselmesi, zorla kabul ettirilen haraç ne oluyor? Gerçi bay Dühring, bize, hatta üretilmemiş, öyleyse gerçek anlamda bir değere sahip olmakta yeteneksiz nesnelerin bile bir bölüşüm değeri kazanabileceğini ve değere sahip bulunan üretilmiş nesneler ile değiştirilebileceğini söyler. Ama aynı zamanda, bütün değerlerin, yani salt ve yalnız bölüşüm değerlerinin bile, onlarda cisimleşmiş bulunan güç harcamasına dayandığını da söyler. Bu, bir güç harcamasının, üretilmemiş bir şey içinde nasıl cisimleşebileceğini bize ne yazık ki öğretmez. Herhalde, işin sonunda, bütün bu değerler karmaşası içinde ortaya açıkça çıkan şey, bir kez daha, bölüşüm değerinin, meta fiyatlarının toplumsal konum sayesinde zorla yükseltilmesinin, kılıç zoruyla istenen haracın hiç bir anlamı olmadığıdır; meta değerleri, sadece insan gücü harcaması, daha kabaca söylemek gerekirse, onlarda (sayfa: 282) cisimleşmiş bulunan emek harcaması ile belirlenir. Toprak rantı ve bazı tekel fiyatları bir yana bırakılırsa, bay Dühring, daha cansız ve daha karışık üslup dışında, Ricardo ve Marks'ın o kara çalınan değer teorilerinin uzun zamandan beri daha belgin ve daha açık bir biçimde söylediğinden başka ne söyler?
Onu söyler, ve bir solukta, onun karşıtını söyler. Marks, Ricardo'nun irdelemelerinden hareketle, şöyle yazar: Metaların değeri, metalar içinde cisimleşmiş bulunan, ve kendisi de süresine göre ölçülen, toplumsal bakımdan zorunlu genel insan emeği ile belirlenir. Emek, bütün değerlerin ölçüsüdür, ama kendisinin değeri yoktur. Bay Dühring de, kendi cansız deyişiyle, emeği değer ölçüsü olarak koyduktan sonra, şöyle devam eder: o, "kendisi tarafından bakımı kendi payına belirli bir nicelikteki besinsel ve dirimsel güçlükler üzerinde bir utkuyu temsil eden varoluş zamanına indirgenir."
Burada önemli tek şey olan emek zamanı ile, şimdiye değin hiç bir zaman ne değer yaratmış ne de değer ölçmüş olan varoluş zamanı arasındaki ne pahasına olursa olsun özgünlük ardında koşmaktan doğan karışıklığı bir yana bırakalım. Bu varoluş zamanının "kendisi tarafından bakımı"nın ortaya çıkaracağı "sosyaliter" hileyi de bir yana bırakalım; dünya varolduğundan beri ve varolacağı sürece, herkes, kendi geçim araçlarını kendisi tüketeceği anlamında, kendisi tarafından bakılacaktır. Bay Dühring'in, düşüncesini, iktisat terimleri ile, ve belginlikle dile getirdiğini kabul edelim; bu durumda, yukardaki tümce, ya hiç bir anlama gelmez, ya da şu anlama gelir: Bir metaın değeri onda cisimleşmiş bulunan emek zamanı ile, ve bu emek zamanının değeri de, işçinin bu zaman süresinde bakımı için gerekli varoluş araçları ile belirlenir. Ve bu, bugünkü toplum için, şu anlama gelir: Bir metaın değeri, onun içerdiği ücret ile belirlenir.
İşte en sonunda bay Dühring'in gerçekten demek istediği şeye gelmiş bulunuyoruz. Bir metaın değeri, yüzeysel (vulgaire) iktisadın deyiş biçimiyle, üretim giderleri ile belirlenir; buna karşı Carey, "değeri, üretim giderlerinin değil, ama yeniden-üretim (sayfa: 283) giderlerinin belirlediği doğruluğunu belirtmiştir". (Eleştirel Tarih, s. 401.)
Bu üretim ya da yeniden-üretim giderlerinin ne olduğunu daha ilerde göreceğiz; burada sadece, bunların, herkesin bildiği gibi, ücret ile sermaye kârından bileştikleri üzerinde duralım. Ücret, metada cisimleşmiş "güç harcaması"nı, üretim değerini temsil eder. Kâr, haracı, ya da kapitalist tarafından kendi tekeli, elindeki kılıcı gereğince, zorla kabul ettirilen fiyat yükselişini, bölüşüm değerini temsil eder. Ve böylece, bay Dühring'in değer teorisinin tüm çelişik karışıklığı, işin sonunda, açıklıkların en güzeli ve en uyumlusu içinde ortadan kalkar.
Adam Smith'te değerin emek-zamanıyla belirlenişi ile henüz sık sık karışan meta değerinin ücret tarafından belirlenmesi anlayışı, Ricardo'dan beri bilimsel iktisattan uzaklaştırılmıştır, ve bugün ancak yüzeysel iktisatta sık sık kendini gösterir. Değerin ücret tarafından belirlendiğini söyleyenler, ve aynı zamanda kapitalist kârını yüksek bir ücret türü, bir vazgeçme ücreti (kapitalistin sermayesini düğün ve eğlencelerde saçıp savurmaması sonucu), bir tehlike primi, bir yönetim ücreti, vb. olarak gösterenler, varolan kapitalist düzenin en yavan pohpohçularından başkaları değildir. Bay Dühring, onlardan, sadece kârın bir hırsızlık olduğunu söylemesiyle ayrılır. Başka bir deyişle, bay Dühring, sosyalizmini, doğrudan doğruya en kötü yüzeysel iktisat türü üzerine kurar. Bu yüzeysel iktisat kaç para ederse, bay Dühring'in sosyalizmi de o kadar para eder. Her ikisi de birlikte durur, birlikte yıkılırlar.
Bununla birlikte, sorun açıktır: Bir işçinin ürettiği şey ile o işçinin neye malolduğu, tıpkı bir makinenin ürettiği şey ile o makinenin neye malolduğu kadar birbirinden farklı iki şeydir. Bir işçinin oniki saatlik bir işgünü içinde yarattığı değer ile bu işgünü ve onu tamamlayan dinlenme içinde tükettiği yaşama araçlarının değeri arasında ortak bir yan yoktur. Bu yaşama araçları içinde, emek veriminin evrim derecesine göre, üç, dört, ya da yedi saatlik bir emek süresi cisimleşmiş (sayfa: 284) olabilir. Eğer bu araçların üretimi için yedi saatlik emeğin gerekli olduğunu kabul edersek, yüzeysel iktisada özgü ve bay Dühring tarafından kabul edilmiş olan değer teorisi, oniki saatlik emek ürününün yedi saatlik emek ürünü değerine sahip olduğunu, oniki saatlik emeğin yedi saatlik emeğe eşit, ya da 12 = 7 olduğunu söyler. Daha açık konuşalım: toplumsal koşullar ne olursa olsun, bir kır işçisi, yılda bir miktar tahıl, diyelim yirmi hektolitre buğday üretsin. Bu zaman içinde, onbeş hektolitre buğdaylık bir tutarla belirlenen bir değerler tutarı tüketsin. Öyleyse, yirmi hektolitre buğday onbeş hektolitre buğday ile, hem de aynı pazarda ve bütün öbür koşullar eşit olduğu halde, aynı değere sahip; başka bir deyişle, 20 = 15. İşte ekonomi politik denilen şey!
İnsan toplumunun hayvansal yabanıllık düzeyi üstündeki tüm gelişmesi, aile emeğinin kendi geçimi için zorunlu olandan çok ürün yarattığı, emeğin bir bölümünün, artık sadece yalın yaşama araçları üretimine değil, ama üretim araçları üretimine ayrılabildiği günden itibaren başlar. Emek ürünlerinde emeğin bakım giderlerine göre bir artı, bu artının yardımıyla toplumsal bir üretim ve yedeklik fonunun kurulması ve büyümesi — her türlü toplumsal, siyasal ve entelektüel ilerlemenin temelleri işte bunlar olmuştur, ve bunlardir. Şimdiye değin, tarihte, bu fon, ayrıcalıklı bir sınıfın mülkiyeti oldu, siyasal egemenlik ve entelektüel yönetim de, bu mülkiyetten ötürü, o sınıfın elinde bulunuyordu. Bu toplumsal üretim ve yedeklik fonunu, yani toplam hammaddeler, üretim aletleri ve yiyecek malları yığınını gerçek bir toplumsal fon durumuna, sadece, bunu o ayrıcalıklı sınıfın elinden alıp, ortak mal olarak toplumun tümüne aktararak, gelecekteki toplumsal devrim getirecektir.
İki şeyden biri. Birinci olanak: metaların değeri, üretimleri için gerekli-emeğin bakım giderleri tarafından, yani bugünkü toplumda, ücret tarafından belirlenir. Bu durumda, her işçi, ücretinde kendi emek ürününün değerini alır, ve o zaman, ücretliler sınıfının, kapitalistler sınıfı tarafından sömürüsü olanaksızdır. Belirli bir toplumda, bir işçinin bakım (sayfa: 285) giderlerinin üç mark olarak belirlendiğini varsayalım. Bu durumda, işçinin günlük ürünü, yukarda sözü edilen yüzeysel iktisat teorisine göre, üç mark değerindedir. Şimdi de bu işçiyi çalıştıran kapitalistin, bu ürün üzerinden bir marklık bir kâr, bir haraç aldığını, ve onu dört marka sattığını varsayalım. Öbür kapitalistler de aynı biçimde davranırlar. Böyle olunca, işçi, artık, günlük geçimini üç mark ile karşılayamaz, bunun için onun da dört marka gereksinmesi vardır. Bütün öbür koşullar eşit varsayıldığına göre, yaşama araçları biçiminde ifade edilen ücret, kesenkes aynı kalacaktır; öyleyse para biçiminde ifade edilen ücretin günde üç marktan dört marka yükselmesi gerekir. Kapitalistler, işçi sınıfından, kâr biçimi altında sızdırdıkları şeyi, ona ücret biçimi altında geri vermek zorundadır. Gene tam başlangıçtaki nokta üzerinde bulunuyoruz: eğer değeri, ücret belirliyorsa, emekçinin kapitalist tarafından hiç bir sömürüsü olanaklı değildir. Ama bir artı ürün oluşturulması da olanaksızdır, çünkü varsayımımıza göre, işçiler tam da yarattıkları kadar değer tüketirler. Ve kapitalistler değer üretmediklerine göre, onların ne ile yaşayacakları bile anlaşılamaz. Ve eğer bugün, gene de tüketime göre üretimde böyle bir artı, böyle bir üretim ve yedeklik fonu varsa, ve bu fon, kapitalistlerin elinde bulunuyorsa, geriye bir tek, işçilerin kendi bakımları için sadece metaların değerini tükettikleri, ama metaların kendilerini, daha geniş bir kullanım için, kapitalistlere bıraktıkları açıklaması kalır.
İkinci olanak: eğer bu üretim yedeklik fonu, kapitalist sınıf elinde gerçekten varsa, eğer gerçekten kâr birikiminden doğmuşsa (şimdilik toprak rantını bir yana bırakalım), bu fon zorunlu olarak, işçi sınıfı tarafından kapitalist sınıfa sağlanan emek ürününün, kapitalist tarafından işçi sınıfına ödenen ücretler tutarı üzerinden kalan bölümünün birikmiş artısından bileşir. Bu durumda, değer, ücret tarafından değil, ama emek niceliği tarafından belirlenir; bu durumda, işçi sınıfı, kapitalist sınıfı, emek ürünü içinde, onun kendine ödediği ücret aracıyla ondan aldığından daha büyük nicelikte bir değer sağlar; ve bu (sayfa: 286) durumda, sermaye kârı, başkasının emeğinin ödenmemiş ürününün bütün öbür temellük biçimleri gibi, Marks tarafından bulunan o artı-değerin yalın bir öğesi olarak açıklanır.
Arada şunu da söyleyelim: Ricardo'nun başlıca yapıtına kendisiyle başladığı büyük bulgudan, yani o "bir metaın değeri ... üretimi için gerekli-emek niceliğine bağlıdır, yoksa bu emek için ödenen yüksek ya da düşük karşılığa değil"[18*] biçimindeki çağ açan bulgudan, bütün İktisat Dersleri içinde hiç bir yerde sözedilmez. Eleştirel Tarih'te, bu sıkıntılı işten, şu çetrefil tümce ile kurtulunur:
"O [Ricardo], içinde ücretin dirimsel gereksinmelerin bir göstergesi olabileceği az ya da çok büyük oranın [!] zorunlu olarak ... değer ilişkilerinin ayrı cinsten bir bileşimini de içerdiğini görmez."
Okura ne isterse onu düşündüren bir tümce, ve bu konuda okur için en güvenlisi hiç bir şey düşünmemek olacaktır.
Ve şimdi, okur, bay Dühring'in bize sunduğu beş cins değerden en hoşuna gidenini seçmekte özgürdür: Doğadan gelen üretim değeri; insanların kötülüğünün yarattığı ve kendinde bulunmayan güç harcaması ile ölçülme özelliğine sahip bulunan bölüşüm değeri; üçüncüsü, emek-zamanı ile ölçülen değer; dördüncüsü, yeniden-üretim giderleri ile ölçülen değer; son olarak, ücretle ölçülen değer. Çeşit bol, karışıklık son perdesinde, ve artık, bize, bay Dühring ile birlikte haykırmaktan başka bir şey kalmıyor: "Değer teorisi, iktisadi sistemlerin sağlamlığının denek taşıdır!" (sayfa: 287)
ALTINCI BÖLÜM
YALIN EMEK VE BİLEŞİK EMEK
Bay Dühring, Marks'ın iktisadi yapıtında bir ortaokul öğrencisine layık, ve aynı zamanda genel bir tehlike olan bir sosyalist sapmaya da gebe, tamamen kaba bir martaval bulur. Marksist değer teorisi, "emeğin bütün değerlerin nedeni ve emek-zamanının da bunların ölçüsü olduğu yolunda bayağı bir öğretiden ... başka bir .şey değil[dir]. Ne var ki, bu öğreti, vasıflı denilen emeğin diferansiyel değerini düşünme biçimi üzerine hiç bir açıklık getirmez. ... Gerçi bizim teorimize göre de, iktisadi nesnelerin doğal maliyet giderlerini, ve böylece mutlak değerini sadece kullanılan emek-zamanı ölçülebilir; ama bunun için, herkesin emek-zamanı a priori tamamen eşit olarak değerlendirilecek, ve en nitelikli üretimlerde, bireyin tek başına çalışmasına ek olarak, başka kişilerin ... diyelim kullanılan aletin çalışmasının da işe karıştığına dikkat etmek yetecektir. Öyleyse, belli bir insanın emeği, (sayfa: 288) bay Marks'ın bulanık bir biçimde düşündüğü gibi, onda, deyim yerindeyse, daha çok yoğun ortalama emek-zamanı bulunduğu için, bir başka insanın emeğinden daha çok değer taşımaz; gerçekte, her emek-zamanı, istisnasız ve ilke olarak, yani ilkin bir ortalama alınması gerekmeksizin, tamamen eşdeğerdedir, ve sadece, her tamamlanmiş ürün için olduğu gibi bir kişi tarafından yapılmış çalışma için de, görünüşte sadece kişisel olan bir emek-zamanının kullanılışında saklı olabilecek başkasının emek-zamanı miktarının gözden kaçırılmaması gerekir. Başkasının emek-zamanı olmaksızın özel verimlilik özellik ve olanağını elde edemeyecek olan şeyin bir üretim aleti, ya da el, hatta kafa olması o kadar önemli değil, teorinin tam geçerliliği bakımından bunun hiç bir etkisi yoktur. Eğer değer üzerindeki saçmalamalarında, bay Marks, nitelikli bir emek-zamani düşü saplantısından kurtulmasını başaramıyorsa, bunun nedeni, niteliksiz işçinin emek-zamanı ile mimarın emek-zamanına tamamen eşit iktisadi değer tanımanın kendisine zorunlu olarak doğaya aykırı göründüğü kültürlü sınıfların geleneksel düşünce biçimi ile doğruya varmaktan alıkonulmuş bulunmasıdır."
Marks'ın, bay Dühring'in bu, "zorlu öfke"sine neden olan parçası çok kısa. Marks, metaların değerini neyin belirlediğini irdeler ve: içerdikleri insan emeği, yanıtını verir. İnsan emeği, diye devam eder, "sıradan her insanın, özel bir gelişme sözkonusu olmaksızın, beden organizmasında sahip bulunduğu yalın bir güç harcamasıdır. ... Karmaşık (nitelikli) emek, yalın emeğin bir üssünden, ya da daha doğrusu belli bir nicelikte bir karmaşık emeğin daha büyük bir nicelikte bir yalın emeğe karşılık düşücek biçimde, çoğaltılmış yalın emekten başka bir şey değildir. Deney, bu indirgemenin sürekli olarak yapıldığını göstermektedir. Bir meta, en karmaşık bir emeğin ürünü olsa bile, değeri onu herhangi bir oranda, gerçeklikte belli bir niceliğinden başka bir şey temsil etmediği yalın bir emek ürününe indirger. Çeşitli emek türlerinin kendi ölçü birimleri olarak yalın emeğe kendilerine göre indirgendikleri çeşitli oranlar, toplumda üreticilerin haberi olmadan kurulur ve onlara geleneksel (sayfa: 289) anlaşmalar olarak görünürler." [19*]
Marks'ta, burada sözkonusu olan şey, yalnızca, başlamak için, metaların, yani özel üreticilerden bileşen bir toplum içinde, bu özel üreticiler tarafından, kendi hesaplarına üretilmiş ve birbirleri ile değiştirilmiş bulunan nesnelerin değerini belirlemektir. Öyleyse burada sözkonusu olan şey, hiç bir zaman, kendini gösterdiği yerler nereleri olursa olsun, "mutlak değer" değil, ama belirli bir toplumda geçerliği olan değerdir. Bu değer, bu belirli tarihsel görünüş içinde, çeşitli metalarda cisimleşen insan emeği tarafından yaratılmış ve ölçülmüş olarak, ve bu insan emeği de, yalın emek-gücü harcaması olarak ortaya çıkar. Ama emek, her zaman, sadece arı bir yalın insan emek-gücü harcaması değildir; pek çok emek türü, az ya da çok güçlükle, az ya da çok zamanda, az ya da çok gider karşılığı edinilmiş çeşitli yetenek ve bilgilerin kullanılmasını içerir. Bu bileşik emek türleri, yalın emek ile, sadece yalın emek-gücü harcaması ile aynı zamanda aynı tecimsel değeri mi üretir? Elbette hayır. Karmaşık emeğin bir saatlik ürünü, basit emeğin bir saatlik ürünü ile karşılaştırılırsa, ondan iki ya da üç kat daha yüksek değerde bir metadır. Karmaşık emek ürünlerinin değeri, bu karşılaştırma sayesinde belirli yalın emek miktarları olarak ifade edilir; ama karmaşık emeğin bu indirgenmesi, üreticilerin bilgisi dışında oluşan toplumsal bir süreç aracıyla, burada, değer teorisinin bu açıklamasında ancak saptayabildiğimiz, ama henüz açıklayamadığımız bir işlem aracıyla yapılır.
Marks'ın burada saptadığı şey, bugünkü kapitalist toplumda her gün gözlerimiz önünde oluşan bu yalın olgudur. Bu olgu öylesine sözgötürmez bir şeydir ki, bay Dühring bile ne Dersler'inde, ne de İktisat Tarihi'nde buna karşı çıkma cüretini gösterir; ve Marks'ın bu olguyu sunuşu öylesine yalın ve öylesine açıktır ki, herhalde, bay Dühring dışında hiç kimse bu sunuşun "bize hiç bir açıklık getirmediği"ni ileri süremeyecektir. Bay Dühring, kendine özgü o açıklıktan tam yoksunluk sayesinde, irdelenmesi başlangıçta Marks'ı uğraştıran (sayfa: 290) tek şey olan meta değerini, karanlığı daha da koyulaştırmaktan başka hiç bir şeye yaramayan "doğal maliyet giderleri", hatta bildiğimize göre şimdiye kadar ekonami politikte hiç bir yerde geçerliği olmayan "mutlak değer" yerine alır. Ama bay Dühring "doğal maliyet giderleri"nden ne anlarsa anlasın, ve o beş tür değerinden mutlak değeri temsil etme onuruna sahip bulunanı hangisi olursa olsun, Marks'ta bunlardan hiç birinin değil, ama sadece meta değerinin sözkonusu edildiği; ve Kapital'in değere ayrılmış bulunan kısmında, Marks'ın bu meta değeri teorisine öbür toplum biçimlerine ve hangi dereceye kadar uygulanabilir olarak bakıp bakmadığını bilme sorunu üzerine en küçük bir bilgi bulunmadığı kesindir.
Bay Dühring devam eder:
"Öyleyse, belli bir insanın emeği, bay Marks'ın bulanık bir biçimde düşündüğü gibi, onda, deyim yerindeyse, daha çok yoğun ortalama emek-zamanı bulunduğu için, bir başka insanın emeğinden daha çok değer taşımaz; gerçekte, her emek-zamanı, istisnasız ve ilke olarak, yani ilkin bir ortalama alınması gerekmeksizin, tamamen eşdeğerdedir."
Yazgının onu bir fabrikatör yapmamış olması ve böylece onu metaların değerini, kendisini kesenkes götürecek bu yeni kurala göre saptama güçlüğünden esirgemiş olması bay Dühring için bir talihtir. Ama nedir? Şimdi bir fabrikatörler toplumunda mı bulunuyoruz? Hiç de değil. Bay Dühring, "doğal maliyet giderleri" ve mutlak değer ile, bize, sömürücülerin bugünkü kötü dünyası dışına, gelecekteki kendi öz iktisadi komününe, göksel ve arı eşitlik ve adalet çağına bir sıçrama yaptırmış, gerçek bir cambazlık taklası attırmış bulunuyor; öyleyse bizim de, hatta bu iş mevsimsiz de olsa, bu yeni dünyayi burada biraz incelememiz gerek.
Gerçi bay Dühring'in teorisine göre, hatta iktisadi komünde bile, iktisadi nesnelerin değerini sadece kullanılan emek-zamanı ölçebilir, ama orada herkesin emek-zamanını a priori tamamen eşit olarak değerlendirmek (sayfa: 291) gerekecektir; bütün emek-zamanları, istisnasız ve ilke olarak, ve ilkin bir ortalama alınmasına gerek kalmaksızın, tamamen eşdeğerdedir. Şimdi bu radikal eşitçi sosyalizmden, Marks'ın, belli bir adamın emek-zamanının, içinde daha çok ortalama emek-zamanı yoğunlaştığı için, başka birinin emek-zamanından daha çok değer taşıdığı yolundaki, onun niteliksiz işçinin emek-zamanı ile mimarın emek-zamanını iktisadi açıdan tamamen eşdeğerli tanımasının, kendisine ister istemez doğaya aykırı göründüğü kültürlü sınıfların düşünme biçimi tarafından hapsedildiği bulanık fikrine yaklaşılsın!
Ne yazık ki, Marks, Kapital'in yukarıda sözü edilen parçasına şu küçük notu ekler-
"Okur burada, işçinin belirli bir işgünü için aldığı ücretin ya da değerin değil, bu işgününün gerçekleştiği metaın değerinin sözkonusu edildiğine dikkat etmelidir."[20*]
Burada, Dühringciği içine doğmuş gibi görünen Marks, yukardaki tezlerinin hatta bugünkü toplumda bileşik emek karşılığı ödenecek ücret için bile kullanılmasını kendiliğinden engeller. Ve eğer bay Dühring, bu işi, Marks'a karşın yapmakla yetinmeyerek, bu tezleri, Marks'ın sosyalist örgütlenmeli toplumda yaşama araçlarının bölüşümünü kendilerine göre düzenlemek istediği ilkeler olarak gösterirse, işte bu, çarpıtmacılıkta dengini ancak şantaj edebiyatinda bulan bir küstahlık olur.
Bununla birlikte, eşdeğerlilik öğretisini biraz daha yakından inceleyelim. Bütün emek-zamanları, niteliksiz işçinin emek-zamanı ile mimarın emek-zamanı tamamen eşittir. Öyleyse, emek-zamanının, ve bunun sonucu, emeğin kendisinin bir değeri var. Ama emek, bütün değerlerin üreticisidir. Varolan doğal ürünlere iktisadi anlamda bir değeri ancak emek verir. Değerin kendisi, bir şey içinde nesneleşmiş toplumsal bakımdan gerekli insan emeğinin ifadesinden başka bir şey değildir. Öyleyse emeğin değeri olamaz. Bir emek değerinden sözetme ve bu değeri belirlemek istemenin, (sayfa: 292) değerin değerinden sözetme, ya da ağırlığı, ağır bir cisimle değil, ama ağırlığın kendisi ile belirlemek istemekten daha çok bir anlamı yoktur. Bay Dühring, Owen, Saint-Simon ve Fourier gibi adamları, onları toplumsal simyagerler olarak nitelendirerek, defterden siliverir. Emek-zamanının, yani emeğin değeri üzerinde geviş getirerek, kendisinin gerçek simyagerlerin çok altında olduğunu tanıtlar. Bay Dühring'in, Marks'a, sanki emek-zamanının, yani emeğin bir değeri varmış gibi, belli bir adamın emek-zamanının bir başkasının emek-zamanından daha değerli olduğunu ne kadar büyük bir gözüpeklikle ileri sürdürttüğü şimdi ölçülsün. Emeğin değeri olamayacağını ilk olarak açıklamış, ve bunu ilk olarak tanıtlamış bulunan Marks'a bunu söyletmek!
İnsan emek-gücünü meta durumundan kurtarmak isteyen sosyalizm bakımından, emeğin değeri olmadiğını ve olamayacağını anlamak büyük bir önem taşır. Bay Dühring'in yaşama araçlarının gelecekteki bölüşümünü bir çeşit yüksek ücret olarak düzenleme yolunda ilkel işçi sosyalizminden kalıt aldığı bütün girişimleri, işte bu anlayış yıkar. Bölüşümün, salt iktisadi kaygılarla belirleneceği kadarıyla, üretim çıkarı tarafından düzenleneceği, ve üretimin en çok toplumun bütün üyelerine, yeteneklerini en yüksek evrensellik ile geliştirme, koruma ve uygulama olanakları sağlayan bir bölüşüm biçimi aracıyla özendirileceği fikri gene bu anlayıştan kaynaklanır. Bay Dühring'in kalıt olarak almış bulunduğu düşünce biçimi için, bir gün artık ne meslekten niteliksiz işçi, ne de meslekten mimar olacağına, ve bir yarım saat boyunca mimar olarak yönerge verecek adamın, mimarlik faaliyetine yeniden başvuruluncaya kadar, bir süre de elarabası süreceğine inanmak, zorunlu olarak bir yaradılış aykırılığıdır. Meslekten niteliksiz işçileri ölmezleştiren sosyalizm ne güzel bir sosyalizmdir!
Eğer emek-zamanının eşdeğerliliği, her işçi, eşit emek-zamanları içinde, önce bir ortalama alınmasına gerek olmaksızın, eşit değerler üretir anlamına gelecekse, bu, açıkça yanlıştır. İki işçi de, aynı işkolundan da olsalar, bir saatlik (sayfa: 293) emek-zamanının değer ürünü, emek yogunluğu ve ustalık derecesine göre, her zaman farklı olacaktır; sadece Dühring gibi kimseler için bir terslik olan bu tersliğe, hiç değilse bizim gökselcismimizin üzerinde, çare bulabilecek bir iktisadi komün yoktur. Peki herkesin ve her bireyin bütün o emek eşdeğerliliğinden geriye ne kalır? bay Dühring'in, değerin, emek tarafından belirlenmesi ile ücret tarafından belirlenmesi arasında ayrım yapmaktaki yeteneksizliği dışında hiçbir ekonomik temeli olmayan övüngen söz ebeliğinden başka hiç bir şey, — yeni iktisadi komünün temel yasası olan şu eşit emek-zamanına eşit ücret karakuşi hükmünden başka hiç bir şey! Fransa'nın eski komünist işçileri ile Weitling, kendi ücret eşitliklerini doğrulamak için gene de çok daha iyi kanıtlar veriyorlardı.
Peki bütün o bileşik emeğe daha yüksek ücret ödenmesi önemli sorunu nasıl çözümlenir? Özel üreticiler toplumunda, nitelikli işçinin yetişme giderlerini özel kişiler ya da aileleri yüklenirler; öyleyse nitelikli emek-gücünün daha yüksek fiyatı önce özel kişilere ödenir, usta köle daha pahalıya satılır, usta işçiye daha yüksek ücret ödenir. Sosyalist örgütlenmeli toplumda, bu giderleri toplum yüklenir. Öyleyse meyveler, bir kez üretildikten sonra, bileşik emeğin daha büyük değerleri, toplumundur. İşçinin kendisinin ek bir hakkı yoktur. Ve, bu arada, bu kıssadan alınacak hisse bir de şudur ki, işçinin "emeğinin tam ürünü"ne[21*] olan hakkı, buna gösterilen rağbet ne olursa olsun, hiç bir zaman ufak-tefek pürüzler olmaksızın ileri sürülemez. (sayfa: 294)
YEDİNCİ BÖLÜM
SERMAYE VE ARTI-DEĞER
"İlkin, bay Marks, sermaye konusunda, sermayenin üretilmiş bir üretim aracı olduğu yolundaki geçerli iktisadi anlayışa sahip değil; tersine, ortaya diyalektik tarihe bağlı ve kavramlar ile tarihe uygulanan başkalaşmalar oyunu içine giren daha özel bir fikir atmaya çalışır. Sermaye, ona göre, paradan meydana gelir; 16. yüzyıl ile, yani bu dönemde ortaya çıktığı kabul edilen dünya pazarının ilk başlangıcı ile başlayan tarihsel bir evre oluşturur. Böylesine bir anlayış içinde, iktisadi çözümlemenin kesinliğinin kaybolduğu açıktır. Düşüncenin bu yarı-tarihsel yarı-mantıksal olmak isteyen, ama gerçekte tarih ve mantıkta zirzopça fikirlere sahip bir kafanın melez ürünlerinden başka bir şey olmayan bu düzensiz görüşlerinde, anlığın ayırdetme yetisi, kavramın her türlü uygun kullanılışı ile birlikte yok olur," — ve aldatmaca böylece bütün bir sayfa boyunca sürüp gider. (sayfa: 295)
"Marks'ın sermaye kavramını nitelendirme biçimi, gerçek iktisat öğretisinde karışıklıktan başka bir şey yaratmaz. ... Derin mantıksal doğruluklar olarak yutturulan boşluklar. ... Hareket noktasının sakatlığı vb.."
Demek ki, Marks'a göre, sermaye, 16. yüzyılın başında paradan çıkmış. Bu, maden paranın, vaktiyle hayvan sürüsü, başka görevler arasında, para görevleri de gördüğü için, tam otuz yüzyıl önce hayvan sürüsünden çıktığını söylemek gibi bir şey oluyor. Düşüncesini dünyada böylesine kaba ve böylesine tuhaf bir biçimde dile getirmeye yetenekli olacak bir bay Dühring var. Marks'ta, meta dolaşımı sürecinin içlerinde evrimlendiği iktisadi biçimlerin çözümlenmesinde, para, son biçim olarak ortaya çıkar.
"Meta dolaşımının bu son ürünü, sermayenin göründüğü ilk biçimidir. Tarih açısından sermaye, toprak mülkiyetinin tersine, her zaman başlangıçta para biçimini alıyor; paradan oluşan servet, tüccar ve tefeci sermayesi olarak ortaya çıkıyor. Bunu her gün kendi gözümüzle görüyoruz. Her yeni sermaye, başlangıçta sahneye, yani piyasaya, ister meta, ister emek ya da ister para piyasasına, günümüzde bile, belirli be süreçle sermayeye dönüşeceği para biçiminde çıkıyor."[22*]
Yani bu, Marks'ın bir kez daha saptadığı bir olgu. Bu olguya karşı çıkmakta yeteneksiz olan bay Dühring, bunu çarpıtır: sermaye, paradan doğarmış!
Marks, paranın sermaye durumuna dönüştüğü süreçleri irdeleyerek devam eder, ve ilkin paranın sermaye olarak altında dolaştığı biçimin, metaların genel eşdeğeri olarak altında dolaştığı biçimin tersine çevrilmişi olduğunu bulur. Sıradan bir meta sahibi, satın almak için satar; gereksinme duymadığı şeyi satar, ve elde ettiği para ile, gereksinme duyduğu şeyi satın alır. İşe başlayan kapitalist ise, hemen gereksinme duymadığı şeyi satın alır; satmak, ve ilk olarak satınalma işinde kullandığı para değerini, para biçiminde bir çoğalma, Marks'ın artı-değer adını verdiği bir çoğalma ile artmış olarak, yeniden elde etme amacıyla, daha pahalıya (sayfa: 296) satmak için satın alır.
Bu artı-değerin kökeni nedir? Bu artı-değer, ne alıcının metaları değerin altında satın almasından gelebilir, ne de satıcının onları değerin üstünde satmasından. Çünkü, her iki durumda da, herkes sırasıyla bir satıcı, bir de alıcı olduğuna göre, her bireyin kazanç ve yitikleri birbirini ödünler. Dolandan (hileden) da gelemez, çünkü dolan gerçi birini bir başkası zararına zenginleştirebilir, ama ne her ikisi tarafından sahip olunan tutarı, ne de, genel olarak dolaşan değerler tutarını artırabilir. "Herhangi bir ülkedeki kapitalist sınıf, bir bütün olarak, birbirlerinden kâr sağlayamazlar."[23*]
Ama gene de her ülkenin tüm kapitalistler sınıfının, aldılğından daha pahalıya satarak, artı-değeri kendine malederek, gözlerimizin önünde durmadan zenginleştiğini görürüz. Öyleyse gene başladığımız noktada bulunuyoruz: bu artı-değer nerden geliyor? Çözülmesi ve salt ekonomik biçimde, her türlü dolanı, herhangi bir zorun her türlü bir karışmasını dıştalayarak gözülmesi gereken sorun, işte budur. Gerçekte, eşit değerlerin her zaman eşit değerler ile değiştirildikleri varsayıldığına göre, durmadan aldığından daha pahalıya satmak nasıl olanaklı oluyor?
Bu sorunun çözümü, Marks'ın yapıtının, en çağr açıcı başarısıdır. Bu başarı, vaktiyle sosyalistlerin burjuva iktisatçılardan hiç bir üstünlüğe sahip bulunmaksızın en koyu karanlıklarda elyordamı ile yürüdükleri ekonomik konular üzerine parlak bir ışık saçar. Bilimsel sosyalizm bu başarıyla başlar, bu başarı yöresinde kümelenir.
Çözüm şudur: Sermaye durumuna dönüşecek olan paradaki değer artışı, bu para içinde meydana gelemez ya da satınalmadan çıkamaz, çünkü bu para, burada, meta fiyatını gerçekleştirmekten (paraya çevirmekten) başka bir şey yapmaz; ve eşit değerlerin değiştirildiğini varsaydığımıza göre, bu fiyat, meta değerinden farklı değildir. Ama, aynı nedenden ötürü, değer artışı, meta satışından da ileri gelemez. Öyleyse, değişiklik, satın alınmış bulunan meta ile birlikte (sayfa: 297) meydana gelmelidir; değeri üzerinden satılmış olduğu için değeri ile birlikte değil, ama tersine, kullanım-değeri olarak kullanım-değeri ile birlikte, yani değer değişikliği metaın tüketiminden çıkmalıdır.
"Metaın kullanım-değerinden bir değişim-değeri çıkarabilmek için, paralı adamın ... pazarda kullanım-değeri değişim-değer kaynağı olma özel niteliğine sahip, öyle ki tüketilmesini emek gerçekleştirecek ve dolayısıyla değer yaratacak bir meta bulma talihine sahip olması gerekirdi. Ve dostumuz pazarda bu özel nitelikte donatılmış bir metayı gerçekten bulur — bunun adı emek kudreti ya da emek-gücüdür."[24*]
Her ne kadar, görmüş bulunduğumuz gibi, emek, emek olarak değer taşımazsa da, emek-gücü için durum hiç de böyle değildir. Emek-gücü, gerçekte, bugün olduğu gibi, meta durumuna gelir gelmez bir değer kazanır, ve bu değer, "öteki her metada olduğu gibi, bu özel nesnenin üretimi ve dolayısıyla yeniden üretimi için gerekli emek-zamanı ile"[25*] yani işçinin kendini çalışabilecek durumda tutmak ve neslini sürdürmek için gereksinme duyduğu yaşama araçlarının üretimi bakımından gerekli emek-zamanı ile belirlenir. Bu yaşama araçlarının, her gün için, altı saatlik bir emek-zamanını temsil ettiklerini kabul edelim. Buna göre, işini yürütmek için emek-gücü satın alan, yani bir işçi tutan bizim yeni kapitalistimiz, ona, altı saatlik emeği temsil eden bir para tutarı ödediği zaman, bu işçiye, emek-gücünün tam günlük değerini ödemiş olur. Ne var ki, işçi, yeni kapitalistin hizmetinde altı saat çalışır çalışmaz, ona giderini, onun ödemiş bulunduğu emek-gücünün günlük değerini tamamen ödemiş bir duruma geçer. Ama para, bununla, sermaye durumuna dönüşmüş, artı-değer üretmiş olmaz. Bu nedenle, emek-gücü alıcısı, yaptığı pazarlığın niteliği konusunda tamamen farklı bir kanıya sahiptir. İşçiyi yirmidört saat boyunca yaşamda tutmak için altı saat çalışmanın yetmesi, onu yirmidört saatte (sayfa: 298) oniki saat çalışmaktan hiç mi hiç alıkoymaz. Emek-gücünün değeri ile bu gücün çalışma (emek) süreci içinde değerlendirilmesi iki farklı büyüklüktür. Paralı adam emek-gücünün günlük değerini ödemiştir, öyleyse bu gücün gün boyunca kullanılması, yani günlük çalışma da onun malıdır. Eğer bu gücün kullanılmasının bir günde yarattığı değer, kendi öz günlük değerinin iki katıysa, bu, satınalıcı bakımından özel bir talihtir, ama meta değişimi yasalarına göre, satıcıya karşı hiç de bir haksızlık değildir. Demek ki, işçi, varsayımımıza göre, paralı adama her gün altı saatlik emeğinin değer olarak tutarına malolur, ama ona her gün oniki saatlik emeğinin değer olarak tutarını sağlar. Paralı adam yararına fark: ödenmemiş altı saatlik artı-emek, içinde altı saatlik emeğin cisimleştiği ödenmemiş bir artı-ürün. Oyun oynanmıştır. Artı-değer üretilmiş, para, sermaye durumuna dönüşmüştür.
Marks, artı-değerin doğuş biçimini ve meta değişimini düzenleyen yasaların egemenliği altında artı-değerin doğabileceği tek biçimi böylece tanıtlayarak, bugünkü kapitalist üretim biçimi ile ona dayanan temellük biçiminin işleyişini açıklamış, tüm bugünkü rejimin yöresinde billurlaştıgı çekirdeği bulmuştur.
Sermayenin bu doğuşu gene de esas olarak bir koşula bağlı:
"Paranın sermayeye çevrilebilmesi için, demek ki, para sahibinin özgür emekçi ile karşı karşıya gelmesi gerekir; bu, emekçinin iki anlamda özgür olması demektir: hem emek-gücünü kendi öz metaı gibi satabilecek durumda özgür bir insan olması gerekir, hem de satmak için elinde başka bir meta olmaması, emek-gücünü gerçekleştirmesi için gerekli her şeyden yoksun bulunması gerekir."[26*]
Ama bir yanda para ve meta sahipleri ile öte yanda kendi öz emek-güçleri dışında hiç bir şeye sahip olmayanlar arasındaki bu ilişki, ne şeylerin doğasında bulunan, ne de tarihin bütün dönemlerinde görülen bir ilişki değil, "geçmiş tarihsel gelişmelerin sonucu, ... bir dizi eski toplumsal üretim biçimlerinin yokolup gitmesinin bir ürünü olduğu açık bir (sayfa: 299) şeydir."[27*]
Ve, gerçekte, bu özgür işçi, bize, tarihte yığınsal olarak kendini ilk kez feodal üretim biçiminin dağılması üzerine, 15 yüzyılın sonu ile 16. yüzyılın başında gösterir. Ama bununla, ve dünya ticareti ve dünya pazarının aynı döneme raslayan kuruluşu ile, üzerinde, elde bulunan taşınır zenginliğin zorunlu olarak gitgide sermaye durumuna dönüştüğü ve artı-değer üretimine yönelik kapitalist üretim biçiminin zorunlu olarak gitgide tek başına egemen biçim durumuna geldiği temel de verilmiş bulunmaktadır.
Şimdiye değin, Marks'ın "düzensiz görüşler"ini, "anlığın ayırdetme yetisinin, kavramın her türlü uygun kullanılışı ile birlikte yok olduğu" o "tarihte ve mantıkta zırzopça fikirlere sahip bir kafanın melez ürünleri"ni izledik. Şimdi bu "boşluklar"ı, bay Dühring'in bize sunduğu biçimde, "derin mantıksal doğruluklar" ve "gerçek disiplinler anlamında kesin bir bilimin son sözü" ile karşılaştıralım.
Demek ki, Marks, sermaye üzerine, sermayenin üretilmiş bir üretim aracı olduğu yolundaki "geçerli ekonomik anlayış"a sahip değil; tersine, bir değerler tutarının, ancak artı-değer yaratarak gerçekleştiği (paraya çevrildiği) zaman sermaye durumuna döneceğini söyler. Ya bay Dühring ne der?
"Sermaye, üretimi sürdürmek ve genel emek-gücü meyveleri üzerinde ortaklıklar kurmak için ekonomik kudret araçlarının bir kaynağıdır."
Bilmece gibi üsluba, ve deyişi bir kez daha nitelendiren karışıklığa karşın, bir şey kesindir: ekonomik kudret araçlarının kaynağı, bay Dühring'in kendi terimlerine göre, "genel emek-gücü meyveleri üzerinde ortaklıklar", yani artı-değer ya da en azından artı-ürün meydana getirmediği sürece, sermaye durumuna dönüşmeksizin, üretimi, kıyamete kadar sürdürebilecektir. Demek ki, bay Dühring, onu, sermaye üzerine geçerli iktisadi anlayışa sahip olmaktan allkoyan günah nedeniyle Marks'ı eleştirirken, sadece kendisi de aynı günahı işlemekle kalmaz, ama ayrıca Marks'tan, tumturaklı (sayfa: 300) deyişler altında "iyi gizlenmemiş" beceriksiz bir çalıntı da yapar.
262. sayfa, açındırmaya devam eder:
"Toplumsal anlamda sermaye [ve bay Dühring'e toplumsal anlamda olmayan bir sermaye bulması kalıyor], gerçekte, arı üretim aracından özgül olarak farklıdır; çünkü üretim aracı salt teknik bir niteliğe sahip ve bütün koşullarda zorunlu olduğu halde, sermaye, kendini, paylara katılma ve paylar yaratma toplumsal gücü aracıyla gösterir. Gerçi toplumsal sermaye büyük bölümü bakımından, toplumsal işlevi içinde, teknik üretim aracından başka bir şey değildir; ama işte tam da o işlevin kendisidir ki ... ortadan kalkacaktır."
Eğer bir değerler tutarının sermaye durumuna dönüşmesi için zorunlu "toplumsal işlev"i ilk olarak değerlendiren kimsenin Marks'ın ta kendisi olduğunu düşünürsek, "Marks'ın sermaye kavramını karakterize etme biçiminin", bay Dühring'in sandığı gibi, asıl iktisat öğretisinde değil, ama, —gereğinden çok belli olduğu gibi—, sadece ve sadece, Dersler'de bu sözü geçen sermaye kavramından nasıl yararlandığını Eleştirel Tarih'te unutmuş bulunan bay Dühring'in kafasında "karışıklıktan başka bir şey yaratmadığı, kuşkusuz bu konuda dikkatli her gözlemci için hemen ortaya çıkacaktır."
Bununla birlikte, bay Dühring, kendi sermaye tanımını, "arıtılmış" bir biçim altında da olsa, Marks'tan almakla yetinmez. Onu, hem de bu işten "düşüncenin düzensiz görüşleri"nden, "boşluklar"dan, "hareket noktasının sakatlığı"ndan, vb. başka hiç bir şey çıkmayacağını herkesten daha iyi bilerek, "kavramlara ve tarihe uygulanmış değişmeler oyunu"nda da izlemesi gerekir. Sermayenin, onu, başkasının emek ürünlerini sahiplenebilecek bir duruma getiren ve basit üretim aracından ayırdeden bu "toplumsal işlev"i nerden gelir? bay Dühring, bu işlev "üretim araçlarının niteliğine ve onlardan vazgeçme teknik olanaksızlığına" dayanmaz, der. Öyleyse bu görevin tarihsel bir kökeni vardır, ve 252. sayfada, bay Dühring, bunun kökenini, biri, tarihin başlangıcında, ötekine karşı zor kullanarak kendi üretim aracını sermaye (sayfa: 301) durumuna dönüştüren iki adamcağızın o eski macerasıyla açıkladığı zaman, daha önce on kez dinlediğimiz şeyi yinelemekten başka bir şey yapmaz. Ama bir değer toplamının, kendisi olmaksızın sermaye durumuna dönüşemeyeceği toplumsal işleve tarihsel bir başlangıç göstermekle yetinmeyen bay Dühring, vahiy yolu ile, ona tarihsel bir son da gösterir. "Ortadan kalkacak olanın ta kendisi", işte bu işlevdir. Tarihsel bir kökene sahip ve gene tarihsel olarak ortadan kalkacak bir olay, günlük dilde, çoğu kez "tarihsel evre" adını alır. Öyleyse, sermaye, sadece Marks'ta değil, ama bay Dühring'de de tarihsel bir evredir, ve bu nedenle de, burada ikiyüzlüler karşısında bulunduğumuz sonucunu çıkarma zorundayız. Eğer iki adam aynı şeyi yaparsa, bu aynı şey değildir; eğer Marks, sermaye tarihsel bir evredir derse, bu, düşüncenin düzensiz bir görüşü, tarihte ve mantıkta zırzopça fikirlere sahip bir kafanın, kendisiyle birlikte kavramın her türlü uygun kullanılışının olduğu gibi, ayırdetme yetisinin de yok olduğu melez bir ürünüdür. Eğer bay Dühring, aynı biçimde, sermayeyi, tarihsel bir evre olarak sunarsa, bu da iktisadi çözümlemenin sağlamlığının kanıtı ve gerçek disiplinler anlamında en kesin bilimin en son sözüdür.
Peki Dühring ve Marks'ta sermaye fikri birbirinden nerede ayrılır?
"Sermaye, der Marks, artı-emeği icat etmemiştir. Toplumun bir kesiminin üretim araçları üzerinde tekele sahip olduğu her yerde, işçi, özgür olsun olmasın, kendi varlığını sürdürmek için gerekli emek-zamanına, üretim araçlarına sahip olanların yaşamaları için gerekli tüketim maddelerini üretmek için de fazladan bir emek-zamanını eklemek zorunda kalmıştır."[28*]
Demek ki, artı-emek, yani işçinin koruması için gerekli zamanın ötesindeki emek ve artı-emek ürününün başkaları tarafından sahiplenilmesi, sınıf çelişkileri içinde evrimlendikleri ölçüde, bütün geçmiş toplumsal biçimlerin ortak özelliğidir. Ama sadece bu artı-emek (sayfa: 302) ürünü, artı-değer biçimini aldığı, üretim araçları sahibi sömürü konusu olarak karşısında özgür —toplumsal bağlardan ve kendi malı olabilecek her şeyden özgür— işçiyi bulduğu ve meta üretme ereğiyle onu sömürdüğü gün, sadece o zamandır ki, Marks'a göre, üretim aracı, özgül sermaye niteliğini kazanır. Ve bu iş de, ancak, 15. yüzyıl sonu ve 16. yüzyıl başından başlayarak olmuştur.
Bay Dühring, buna karşılık, "genel emek-gücü meyveleri üzerinde ortaklıklar kuran", yani hangi biçim altında olursa olsun artı-emek sağlayan bütün üretim araçları toplamını sermaye olarak ilân eder. Bir başka deyişle, bay Dühring, Marks tarafından bulunan artı-emeği, gene Marks tarafından bulunan ve bir an için, işine gelmeyen artı-değeri yıkmak için kullanmak amacıyla, kendine maleder. Yani bay Dühring'e göre, sadece mülklerini kölelerle işleten Korent ve Atina yurttaşlarının taşınır ve taşınmaz zenginliği değil, ama herhangi bir biçimde üretime yaradığı ölçüde, İmparatorluğun büyük Romalı toprak sahiplerinin zenginliği ile ortaçağ feodal baronlarının zenginliği de, ayrım gözetilmeksizin, hep sermayedir.
Demek oluyor ki, bay Dühring de "sermaye üzerine, üretilmiş bir üretim aracı olduğu yolundaki geçerli kavram"a değil, tersine, üretilmiş olmayan üretim araçlarını, toprağı ve onun doğal kaynaklarını bile kapsayan tamamen karşıt bir kavrama sahip. Nedir ki, sermayenin düpedüz "üretilmiş bir üretim aracı" olduğu fikrinin, yeniden, sadece yüzeysel iktisatta geçerliği vardır. Bay Dühring'in öylesine sevdiği bu yüzeysel iktisat dışında, "üretilmiş üretim aracı" ya da genel olarak bir değer tutarı ancak kâr ya da faiz getirdiği, yani ödenmemiş emek artı-ürününü, artı-değer biçimi altında, ve yeniden, artı-değerin bu iki belirli çeşidi biçimi altında sahiplenildiği için, sermaye durumuna dönüşür. Bütün burjuva iktisadının, kâr ya da faiz getirme özelliğinin, çok doğal olarak, normal koşullar altında üretim ya da değişimde kullanılan herhangi bir değer tutarına düştüğü fikrinin tutsağı olması, bununla tamamen ilgisiz kalır. Klasik (sayfa: 303) iktisatta, sermaye ile kâr, ya da sermaye ile faiz, aynı şekilde birbirinden ayrılmaz şeylerdir; birbirleriyle neden ve sonuç, baba ile oğul, dün ve bugün gibi aynı karşılıklı ilişki içinde bulunurlar. Ama, modern iktisadi anlamıyla sermaye terimi, ancak şeyin kendisinin ortaya çıktığı, taşınır zenginliğin, meta üretmek için özgür işçilerin artı-emeğini sömürerek gitgide bir sermaye görevi kazandığı tarihte ortaya çıkar: gerçekte, bu sözcük tarihin gördüğü ilk kapitalistler ulusu tarafından 15. ve 16. yüzyıl İtalyanları tarafından kabul ettirilir. Eğer Marks'ın modern sermayeye özgü temellük biçimini tepeden tırnağa çözümleyen ilk kişi olduğu doğruysa, eğer sermaye kavramını, son çözümlemede kendilerinden çıktığı ve varlığını kendilerine borçlu bulunduğu tarihsel olgular ile uyum içine koyan oysa; eğer Marks'ın, buna yaparak, bu iktisadi kavramı, klasik burjuva iktisadı ve kendisinden önceki sosyalistlerde bile henüz kurtulamamış bulunduğu karışık ve bulanık betimlemelerden kurtardığı doğruysa, o zaman, bay Dühring'in ağzından hiç düşmeyen ve onda öylesine acı bir biçimde eksik olan "en kesin bilimsel anlayışın son sözü" ile iş gören de Marks'tan başkası değildir.
Gerçekten, işler, bay Dühring'de büsbütün başka türlü olup biter. Ona, bunu daha sonra bizzat kendisi tarihsel bir evre olarak sunmak üzere, sermayenin tarihsel evre olarak betimlenmesi karşısında, bunu "tarihte ve mantıkta zırzopça fikirlere sahip bir kafanın melez ürünü" olarak karşılamak yetmez: ayrıca bütün iktisadi kudret araçlarını, "genel emek-gücü meyvesinden paylar" alan, öyleyse tüm sınıflı toplumlardaki toprak mülkiyeti dahil, bütün üretim araçlarını da açıkça sermaye olarak ilân eder; ama bu durum, Dersler'inin 156. ve daha sonraki sayfalarında bol bol görülebileceği gibi, daha sonra toprak mülkiyeti ile toprak rantını, gelenekle tam bir uyumluluk durumunda, sermaye ile kârdan ayırmak, ve bunun sonucu sermaye adını sadece kâr ya da faiz getiren üretim araçlarına saklamak için, ona en küçük bir sıkıntı bile vermez. Bay Dühring, aynı biçimde, arabaları hareket ettirmeye yaradıklarına göre, atları, (sayfa: 304) öküzleri, eşekleri ve köpekleri hemen lokomotif adı altında toplayabilir, ve bugünkü mühendisleri, lokomotif terimini sadece modern buharlı arabaya saklayarak, bu terimi, tarihsel bir evre haline getirmekle suçlayabilirdi; onları, böyle yapmakla, kendilerini düşüncenin düzensiz görüşlerine, tarihte ve mantıkta zırzopça fikirlere sahip bir kafanın melezliklerine vb. kaptırmış olmakla suçlayabilirdi. Bundan sonra, ona, atların, eşeklerin, öküzlerin ve köpeklerin lokomotif adlandırması dışında kaldıklarını ve bu adlandırmanın sadece buharlı araba için uygun olduğunu açıklamaktan başka bir şey kalmazdı. — Yani, böylece, iktisadi çözümlemeye tüm kesinliğini yitirten şeyin, sermaye fikrinin Dühringvari anlayışı olduğunu; düşüncenin düzensiz görüşlerinin, karışıklığın, derin mantıksal doğruluklar olarak yutturulan boşlukların, hareket noktalarının sakatlığının bay Dühring'de pıtrak gibi bulunduğunu bir kez daha, söylemek zorunda kalıyoruz.
Ama önemi yok! bay Dühring, bütün geçmiş iktisadın, bütün siyasetin, ve bütün hukuk ıvır-zıvırının, kısacası tüm geçmiş tarihin çevresinde dönendiği ekseni bulmuş olma ününü koruyacak. Bu eksen, işte şudur:
"Zor ve emek, toplumsal bağların oluşmasında hesaba katılan başlıca iki etkendir."
Bugüne kadarki iktisadi dünyanın tüm anayasası bu tek tümcede yatar. Şu biçimde kaleme alınan son derece kısa bir anayasa:
Madde 1: Emek, üretir.
Madde 2: Zor, bölüştürür.
Ve, "kibarca söylemek gerekirse", bay Dühring'in tüm iktisat bilgisi de, işte budur. (sayfa: 305)
SEKİZİNCİ BÖLÜM
SERMAYE VE ARTI-DEĞER
(SON)
"Bay Marks'ın fikrince ücret, işçinin kendi öz varoluşunu olanaklı kılmak için gerçekten işbaşında bulunduğu o emek-zamanının ödenmesinden başka bir şey değildir. Oysa bunun için çok az sayıda saat yeter; çoğu kez uzun olan işgününün tüm geri kalanı, yazarımızın 'artı-değer' adını verdiği ve konuşma dilinde sermaye kazancı denilen şeyi içeren bir artık (fazlalık) sağlar. Üretimin her düzeyinde üretim araçları ve gerekli hammaddelerde daha önce cisimleşmiş bulunan emek-zamanı bir yana bırakılırsa, işgününün bu artık bölümü kapitalist patronun payıdır. Öyleyse işgününün uzaması, kapitalist yararına arı bir zorla-alma kazancıdır."
Bay Dühring'e göre demek Marks'ın artı-değeri, konuşma dilinde sermaye kazancı ya da kâr denilen şeyden başka bir şey değilmiş. Marks'ın kendisini dinleyelim. Kapital'in 195. sayfası, artı-değer, bu terimden sonra ayraç içine alınmış şu (sayfa: 306) sözcüklerle açıklanır: "Faiz, kâr, rant."[29*] Sayfa 210, Marks 71 şilinlik bir artı-değer tutarının çeşitli bölüşüm biçimleri altında göründüğü bir örnek verir: Öşür (dimes), yerel vergiler ve devlet vergileri 21 şilin, toprak rantı 28 şilin, çiftçi kârı ve faiz 22 şilin, toplam artı-değer 71 şilin.[30*] — Sayfa 542, Marks Ricardo'da "artı-değerin arı durumda, yani kâr, toprak rantı vb. gibi özel biçimlerinden bağımsız olarak düşünülmemesi"nin ve bunun sonucu Ricardo'nun artı-değer oranı yasalarını kâr oranı yasaları ile doğrudan doğruya karıştırmasının büyük bir kusur olduğunu bildirir; buna karşılık Marks şunu duyurur:
"III. Ktapta [ciltte], belli bir artı-değer oranı ile çeşitli kâr oranlarını elde edebileceğimizi ve belli koşullar altında geşitli artı-değer oranlarının, tek bir kâr oranında ifadelerini bulabileceğini göstereceğim."[31*]
Sayfa 587'de şöyle der:
"Artı-değer üreten, yani ödenmemiş ve metalar içinde yoğunlaşmış emeği işçiden doğrudan doğruya koparıp alan kapitalist, aslında bu artı-değerin ilk sahibi olmakla birlikte, hiçbir zaman onun son sahibi değildir. O bunu, toplumsal üretim sürecinin bütünü içinde başka görevleri yerine getiren başka kapitalistlerle, toprak sahipleriyle vb. ikinci dereceden paylaşma durumundadır. Artı-değer bu nedenle çeşitli bölümlere, çeşitli kategorilere ayrılan kimselere giden ve sinai kâr, faiz, tüccar kârı, toprak rantı vb. gibi birbirinden bağımsız farklı biçimler alan çeşitli parçalara ayrılır. Artı-değerin bu dönüşmüş biçimlerini ancak üçüncü kitapta [ciltte] ele alabileceğiz."[32*]
Ve daha birçok parçada aynı şey.
İnsan, düşüncesini bundan daha açık anlatamaz. Her firsatta Marks, kendi artı-değerinin kâr ya da sermaye kazancı ile kesinlikle karıştırılmaması gerektiği, kâr ya da sermaye kazancının daha çok artı-değerin bir çeşidi ve çoğu kez (sayfa: 307) yalnızca bir parçası olduğu gerçeğine dikkati çeker. Eğer gene de bay Dühiing, Marks'ın artı-değerinin "konuşma dilinde sermayenin kazancı" olduğunu ileri sürüyorsa, eğer Marks'ın bütün kitabının artı-değer yöresinde döndüğü kuşku götürmez bir şeyse, iki şeyden biri: Ya bay.Dühring bu kitap hakkında bilgiye sahip değil ve o zaman özsel içeriği bilinmeyen bir kitabin iler tutar bir yerini bırakmamak için görülmemiş bir utanmazlık gerek; ya da bilgi sahibi ve o zaman bile bile bir çarpıtma yapıyor.
Daha ilerde:
"Bay Marks'ın bu zorla-alma girişiminin betimlenmesine eşlik ettiği zehirli kin çok anlaşılır bir şey. Ama kendini marksist artı-değer öğretisinde dışavuran bu teorik tutum kabul edilmeksizin de ücretlilik üzerine kurulu ekonomik biçimin sömürü niteliği konusunda daha zorlu bir öfke ve daha eksiksiz. bir bilgi olanaklıdır."
Marks'ın iyi niyetli ama yanlış teorik tutumu, onda zorla-alma girişimine karşı zehirli bir kin uyandırıyor; aslında ahlaksal olan duygu, bu yanlış "teorik tutum" sonucu ahlakdışı bir anlam kazanıyor; kendini iğrenç kin ve aşağılık kızgınlık biçimi altında gösteriyor, oysa en kesin bilimin son sözü, kendini bay Dühring'de, hatta biçim bakımından bile ahlaksal ve üstelik zehirli kinden de nicel bakımdan daha üstün olan bir öfke, daha zorlu bir öfke içinde daha az soylu olmayan nitelikte ahlaksal bir öfke içinde gösterir. Bay Dühring kendi kendine bu kağıt helvasını verirken, bakalım bu daha zorlu öfke nerden geliyor.
"Gerçekten, der bay Dühring, daha sonra, ortaya rakip patronların doğal üretim giderlerinden daha önce sözünü etmiş bulunduğumuz çalışma saatleri fazlalığı oranının belirttiği ölçüde yüksek olan ve o düzeyde, emeğin tüm ürününü ve böylece artı-ürünü de sürekli olarak nasıl gerçekleştirebildiklerini (paraya çevirebildiklerini) bilmek sorunu çıkar. Marks'ın öğretisinde ve bu öğretide bu sorunu ortaya atmak için yer olmaması gibi yalın bir nedenle, bunun yanıtı bulunmaz. Ücretli emek üzerine kurulu üretimin lüks niteliği (sayfa: 308) ciddi olarak hiç dikkate alınmamış ve halk sömürücüsü konumları ile birlikte toplumsal yapılış hiçbir zaman beyaz köle ticaretinin son nedeni olarak kabul edilmemiştir. Tersine, siyasal-toplumsal öğe, açıklamasını her zaman iktisat içinde bulmak zorundadır."
Yukarda aktarılan parçalarda görmüş bulunuyoruz ki Marks, hiçbir zaman artı-ürünün, onu kendine ilk maleden kişi olan sanayici kapitalist tarafından, bay Dühring'in burada varsaydığı gibi, her zaman ortalama olarak kendi tam değeri üzerinden satılmış olduğunu ileri sürmez. Marks, tecimsel kazancın da artı-değerin bir parçasını oluşturduğunu açıkça söyler ve bu da, sözkonusu varsayımda, ancak sanayici ürününü tüccara değerin altında satar ve böylece ona bir ganimet parçası bırakırsa olanaklıdır. Sorunun burada konduğu biçimde, Marks'ta bu sorunu koyacak yer elbette bulunamazdı. Ussal biçimde konunca, sorun şöyle formüle edilir: Artı-değer kâr, faiz, tecimsel kazanç, toprak rantı vb. gibi çeşitlerine nasıl dönüşür? Ve gerçekte Marks, bu sorunu üçüncü kitapta çözmeyi vaat eder. Ama eğer bay Dühringin Kapital'in ikinci cildinin yayınlanmasını beklemeye sabrıı yoksa, bu arada birinci cilde biraz daha yakından bakabilirdi. Daha önce aktarılan parçalar dışında, bu durumda örneğin 323. sayfada,[33*] Marks'a göre kapitalist üretime özgü yasaların, sermayelerin dış hareketinde rekabetin zorlayıcı yasaları değerini kazandıklarını ve bu biçim altında kendilerini kapitalistlere işlemlerinin dürtüleri olarak kabul ettirdiklerini; o halde, tıpkı gök cisimlerinin görünürdeki hareketinin ancak onların duyularla algılanamayan gerçek hareketlerini bilen biri için anlaşılır olması gibi, rekabetin bilimsel bir çözümlemesinin de sermayenin iç özlüğünün çözümlemesini öngerektirdiğini, bu konuda Marks'ın bir örnek aracıyla belirli bir yasanın, değer yasasının, belirli bir durumda kendini rekabet içinde nasıl gösterip nasıl bir itici güç rolü oynadığını gösterdiğini okuyabilirdi. Bay Dühring bundan, rekabetin artı-değerin bölüşülmesinde çok önemli bir rol oynadığı (sayfa: 309) sonucunu çıkartabilirdi, ve biraz düşünmek koşuluyla, birinci ciltte verilmiş bulunan bu bilgiler, artı-değerin kendi çeşitleri biçimine dönüşümünün, hiç değilse ana çizgileri içinde, anlaşılması için yeter.
Bununla birlikte, bay Dühring'e göre, rekabet, sorunun anlaşılması için kesin bir engeldir. Rakip patronların, doğal üretim giderlerinden öylesine yüksek bir düzeyde çalışmanın tam ürününü, ve böylece, artı-ürünü, sürekli olarak, nasıl gerçekleştirdiklerini (satıp paraya çevirdiklerini) tasarlayamaz. Burada, düşüncesini, bir kez daha, aslında çapaçulluktan başka bir şey olmayan o bilinen "kesinlik"i ile dışavurur. Artı-ürünün, artı-ürün olarak, Marks'ta hiç bir üretim gideri yoktur, bu, ürünün kapitaliste hiç bir şeye malolmayan parçasıdır. Yani eğer rakip patronlar, artı-ürünü, kendi doğal üretim giderleri üzerinden gerçekleştirmek isteselerdi, bunları armağan etmeleri gerekirdi. Ama bu "mikrolojik ayrıntılar" üzerinde durmayalım. Rakip patronlar, aslında, her gün emek ürününü doğal üretim giderleri üzerinde gerçekleştirmezler mi? Bay Dühring'e göre, doğal üretim giderleri, "emek ya da güç harcamasından oluşur, ve bu da son temel öğelerine değin beslenme harcaması ile ölçülebilir"; yani, bugünkü toplumda, elde kılıç zorla koparılan "haraç", kâr, fiyat yükselişinden farklı olarak, gerçekten yapılan hammadde, iş aracı ve ücret harcamalarından oluşurlar. Nedır ki, yaşadığımız toplumda, patronların, metalarını doğal üretim maliyeti üzerinden gerçekleştirmediklerini, ama hesaplarında, ona, sözümona pahalanmayı, kârı eklediklerini, ve genel kural olarak da, bunu cebe indirdiklerini herkes bilir. Müteveffa Josué'nin Eriha kentinin duvarlarını yıktığı gibi, Marks'ın tüm yapısını bir üfürüşte altüst etmek için bay Dühring'in ortaya atmaktan başka bir şey gerekmediğine inandığı sorun, o halde bay Dühring'in iktisat teorisi için de sözkonusu. Bakalım bu sorunu nasıl yanıtlar.
"Kapitalist mülkiyetin, der, pratik anlamı yoktur, ve eğer aynı zamanda insan öğesi üzerinde dolaylı zoru içermezse kendini değerlendiremez. Bu zorun ürünü kapitalist kazançtır, (sayfa: 310) o halde bu kazancın büyüklüğü de, bu egemenlik uygulamasının genişlik ve yoğunluğuna bağlı olacaktır. ... Kapitalist kazanç, rekabetten daha güçlü bir etkiye sahip siyasal ve toplumsal bir kurumdur. Bu bakımdan, patronlar bir birlik olarak iş görürler ve herkes kendi konumunu savunur. Bir kez egemen bir duruma geldikten sonra, bu tür ekonomide belirli bir kapitalist kazanç oranı bir zorunluluktur."
Rakip patronların, emek ürününü sürekli olarak doğal üretim giderleri üzerinde nasıl gerçekleştirebildiklerini (satıp paraya çevirebildiklerini) ne yazık ki gene bilmiyoruz. Bay Dühring, okurlarına, vaktiyle Prusya kralının yasanın üstünde olması gibi, kapitalist kazanç da rekabetin üstündedir formülü ile ağızlarını kapatacak kadar az mı değer veriyor? Prusya kralının, yasanın üstündeki konumuna, sayesinde eriştiği dalavereleri biliyoruz, kapitalist kazancın, sayesinde rekabetten daha güçlü olmaya eriştiği dalaverelere gelince, işte bay Dühring'in bize açıklaması gereken ve açıklamayı direngenlikle itelediği şey de, bu dalaverelerin ta kendisidir. Patronların, onun dediği gibi, bu bakımdan bir birlik gibi iş görmeleri ve onlardan herbirinin kendi konumunu savunmalarının pek bir önemi yok. Onun sözüne inanacak, ve içlerinden her birinin kendi konumunu savunması için, belirli sayıda kimsenin bir birlik gibi davranmasının yeterli olduğunu mu düşüneceğiz? Ortaçağ lonca üyeleri, 1789'un Fransız soyluları, bilindiği gibi, birlik olarak büyük bir kararlılıkla davrandılar, ve gene de yok oldular. Prusya ordusu da, Yena'da bir birlik gibi davrandı, ve konumunu savunacak yerde, oradan sıvışıp gitmek ve hatta daha sonra parça parça teslim olmak zorunda kaldı. Bu tür egemen ekonomi bir kez verildikten sonra, belirli bir kapitalist kazanç oranının bir zorunluluk olduğu güvencesiyle daha çok yetinemeyiz; çünkü sözkonusu olan şey, bunun neden böyle olduğunun tanıtlanmasıdır. Bay Dühring bize şu haberi verdiği zaman, ereğe bir parmak bile yaklaşmış olmuyoruz:
"Kapitalist egemenlik, toprak egemenliği ile bağlılık içinde büyüdü. Toprak kölesi emekçilerin bir kısmı, kentlerde (sayfa: 311) sanat ve meslek işçileri, ve sonunda, fabrika gereci durumuna dönüştü. Kapitalist kazanç, mülkiyet rantının ikinci biçimi olarak, toprak rantından sonra gelişti."
Hatta bu iddianın tarihsel yanlışlığını bir yana bıraksak bile, gene de yalın bir iddia olarak kalır ve aslında açıklanması ve tanıtlanması gereken şeyi, bir kez daha ileri sürmekle yetinir. Öyleyse bay Dühring'in kendi: rakip patronlar, emek ürününü, sürekli olarak, doğal üretim giderleri üzerinde nasıl gerçekleştirebilirler? sorusuna yanıt vermekteki yeteneksizliğinden başka bir sonuca varamayız. Başka bir deyişle, bay Dühring, kârın oluşmasını açıklamakta yeteneksizdir. Bu durumda ona şıppadak bir buyrultu çıkarmaktan başka bir şey kalmıyor: Kapitalist kazanç bir zor ürünüdür ki bu da, kuşkusuz, Dühring usulü toplumsal anayasanın 2. maddesi ile tam bir uygunluk durumundadır: zor, bölüştürür. İşte kuşkusuz çok güzel söylenmiş bir söz; ama şimdi "sorun [da] ortaya çıkıyor": Zor, neyi bölüştürür? Bölüştürecek bir şeyin olması gerek, yoksa en güçlü zor bile, dünyanın en büyük iyi niyeti ile, hiçbir şey bölüştüremez. Rakip patronların ceplerine indirdikleri kazanç, çok gerçek ve çok elle tutulur bir şeydir. Zor, onu alabilir, ama üretemez. Ve eğer bay Dühring, bize patron kazancını zorun nasıl aldığını açıklamayı kabul etmemekte direnirse, onu nereden alır? sorusuna yanıt vermek sözkonusu olduğu anda mezar sessizliğine bürünür. Hiç bir şey olmayan yerde, kral, başka her zor gibi, haklarını yitirir. Hiçten, hiç bir şey, özellikle kâr çıkmaz. Eğer kapitalist mülkiyetin pratik anlamı yoksa, ve eğer aynı zamanda insan öğesi üzerinde dolaylı zoru içermedikçe kendini değerlendiremezse, ortaya yeniden: l° yukarda sözü geçen bazı tarihsel iddialarla hiç de çözümlenmemiş bir sorun olan, kapitalist zenginliğin bu zora nasıl ulaştığı; 2° bu zorun sermayenin değerlendirilmesi durumuna, kâr durumuna nasıl dönüştüğü ve 3° bu kârı nereden aldığı, sorunu çikar.
Dühringgil iktisadı neresinden tutarsak tutalım, bir adım bile ilerleyemeyiz. Bütün hoşa gitmeyen işler için, kâr, (sayfa: 312) toprak rantı, açlık ücreti ve işçilerin kullaştırılması için, bu iktisadın sadece bir tek açıklama sözü var: zor, ve her zaman zor ve Bay Dühring'in "en zorlu öfke"si zora karşı bir öfke durumuna dönüşür. Zora başvurmanın: 1° kötü bir bahane, işi iktisadi alandan, bir tek iktisadi olayı bile açiklayamayacak siyasal alana bir havale olduğunu, ve 2° zorun kendisinin kökenini açıklamasız bıraktığını, ve böyle yapmakla da akıllılık edildiğini, çünkü tersi durumda her toplumsal güç ve her siyasal zorun kökeninin, daha önceki iktisadi koşullarda, tarihte verildiği biçimiyle her toplumun üretim ve değişim biçiminde bulunduğu sonucuna varacağını gördük.
Gene de, "derin", ama acımasız iktisat "kurucu"muzdan kâr üzerine birkaç açıklama daha koparabilip koparamayacağımızı görmeyi deneyelim. Eğer onun ücret tartışmasına yanaşırsak, belki bunu başarabiliriz. 158. sayfada şöyle der:
"Ücret, emek-gücünün bakımı karşılığıdır ve ilkin hesaba, ancak, toprak rantı ve kapitalist kazancın temeli olarak girer. Burada egemen olan ilişkileri tamamen kesin bir biçimde açıklamak için, toprak rantı ve onunla birlikte kapitalist kazancin ilkin tarihsel bir biçimde, ücretsiz, yani kölelik ya da toprak köleliği temeli üzerinde düşünülmesi gerekir. ... Yaşamda tutulması gerekenin köle mi, toprak kölesi mi, yoksa işçi mi olup olmadığını bilmenin pek bir önemi yok; bu, sadece, üretim giderlerinin yükümlendirilme biçiminde bir farklılık gösterir. Her durum içinde, emek-gücünü kullanılması aracıyla elde edilmiş net ürün, efendinin gelirini oluşturur. ... Öyleyse görülür ki, kendisi gereğince bir yanda herhangi bir çeşit mülkiyet rantı, ve öte yanda mülkiyetten yoksun ücretli emeğin bulunduğu baş karşıtlık, terimlerinin yalnız birinde değil ama her zaman sadece ikisinde birden kavranılabilir."
Ama "mülkiyet rantı", 188. sayfada öğrendiğimiz gibi, toprak rantı ve kapitalist kazanç için ortak bir deyimdir. Ayrıca, 174. sayfada, şöyle okunur:
"Kapitalist kazancin niteliği, emek-gücü ürününün en (sayfa: 313) önemli parçasının bir sahiplenilmesidir. Bu, şu ya da bu biçimde dolaysız ya da dolaylı olarak egemenlik altına alınmış çalışma biçimindeki bağlılaşık (corrélatif) öğe olmadan tasarlanamaz."
Ve 183. sayfada:
"Ücret, bütün durumlarda, işçinin bakım ve çoğalma olanağının genel olarak kendisi aracıyla güvence altına alınacağı bir emek karşılığından başka bir şey değildir."
Ve, son olarak, 195. sayfada:
"Mülkiyet rantına düşen şey, ücret için zorunlu olarak yitirilecek, ve tersine, genel üretim kapasıtesi [!] üzerinde emeğe düşen şey de zorunlu olarak mülkiyet gelirinden alınacaktır."
Bay Dühring, bizi şaşkınlıktan şaşkınlığa düşürüyor. Değer teorisinde, ve rekabet öğretisi de dahil olmak üzere bu öğretiye değin değer teorisini izleyen bölümlerde, yani 1. sayfadan 155. sayfaya değin, meta fiyatları ya da değerler: 1° doğal üretim giderleri ya da üretim değeri, yani hammadde, iş aracı ve ücret harcamaları ve 2° fiyat artışı ya da bölüşüm değeri, elde kılıç tekelci sınıf yararına zorla kabul ettirilen haraç; görmüş bulunduğumuz gibi, bir eliyle aldığını öbür eliyle vereceğine, ve üstelik, bay Dühring'in kökeni ve içeriği üzerine bize bilgi vermiş olduğu ölçüde, hiçten doğduğuna ve bunun sonucu hiç bir şeyden bileşmediğine göre, gerçekte servet bölüşümünde hiç bir şey değiştiremeyecek bir pahalanma biçiminde bölünüyorlardı. Gelir türlerini inceleyen daha sonraki iki bölümde, yani 156. sayfadan 217. sayfaya değin fiyat artışı (pahalanma) artık sözkonusu değil. Onun yerine, her emek ürünü, yani her metaın değeri, şu iki kısma bölünür: 1° İçinde ödenen ücretin de bulunduğu üretim giderleri, ve 2° efendinin gelirini oluşturan "emek-gücünün kullanılması aracıyla elde edilmiş net ürün". Ve bu net ürün, öylesine tanınmış bir çehreye sahiptir ki, hiç bir dövme, hiç bir cila onu gizleyemez. "Burada egemen olan ilişkileri gerçekten kesin bir biçimde açıklamak için", okurun, sadece, bay Dühring'in az önce aktardığımız, ve Marks'tan daha önce artı-emek, artı-ürün (sayfa: 314) ve artı-değer üzerine aktarılmış olan parçaların karşısına basılmış bulunan parçalarını düşünmekten başka bir şey yapması gerekmez. Ve okur, bay Dühring'in, burada, Kapital'i, kendi tarzında doğrudan doğruya kopya ettiğini görecektir.
Bay Dühring, artı-emeği, kölelik, toprak köleliği ya da ücretlilik, hangi biçim altında olursa olsun, günümüze kadar bütün egemen sınıfların gelirlerinin kaynağı olarak kabul eder: birçok kez aktarılan parçadan alınmış, Kapital, sayfa 227, "sermaye, artı-emeği icat etmemiştir"[34*] vb. — Ve "efendinin geliri"ni oluşturan "net ürün", aslında emek ürününün, bay Dühring'de bile, bir emek karşılığı durumundaki tamamen gereksiz kılık değiştirmesine karşın, genel olarak işçinin bakım ve çoğalma olanağını sağlayacak ücret üzerindeki fazlalığından başka nedir? "Emek-gücü ürününün en önemli parçasının sahiplenilmesi (temellükü)", eğer kapitalistin, Marks'ta olduğu gibi, işçiden, onun tükettiği yaşama araçlarının yeniden-üretimi için zorunlu olandan daha çok emek sızdırması nedeniyle, yani kapitalistin işçiyi, işçiye ödenen ücret değerinin yerine konması için zorunlu olandan daha uzun zaman çalıştırması nedeniyle olmazsa, başka nasıl olasilir? Öyleyse, bay Dühring'in "emek-gücünün kullanılması"nın arkasında saklanan şey, emek-gücünün, işçinin yaşama araçlarının yeniden-üretimi için gerekli zamanın ötesine uzatılması, yani Marks'ın artı-emeğidir, — ve başka hiç bir şey değildir. Ve onun "efendinin net ürünü", kendini marksist artı-ürün ve artı-değer biçiminden başka hangi biçim altında gösterebilir? Ve bay Dühring'in mülkiyet rantı, marksist artı-değerden, eğer yanlış anlayışı ile değilse, başka ne ile ayrılır? Öte yandan, bay Dühring, "mülkiyet rantı" adını, daha önce toprak rantı ile kapitalist rantı ya da kapitalist kazancını rant ortak deyimi altında birleştiren Rodbertus'tan almıştır; öyle ki, bay Dühring buna, "mülkiyet"i eklemekten başka bir şey yapmamıştır.[35*] Ve çalıntı üzerinde hiç bir kuşku kalmaması için, (sayfa: 315) bay Dühring, Marks tarafından, Kapital'in 15. bölümünde (539 ve daha sonraki sayfalarında)[36*] emek-gücü fiyatında ve artı-değerde büyüklük değişiklikleri üzerine açıklanmış bulunan yasaları özetler, ve onları, öylesine kendi tarzında özetler ki, mülkiyet rantına düşen şey ücret için, ve ücrete düşen şey de mülkiyet rantı için zorunlu olarak kaybolur; böylece Marks'ın öz bakımından o kadar zengin özel yasalarını boş bir yinelemeye (tautologie) indirger, çünkü iki parçaya bölünen bir büyüklüğün parçalarından birinin, öbürü küçülmeden büyüyemeyeceği açıktır. İşte bay Dühring, Marks'ın fikirlerini böyle, Marks'ın açıklamasında gerçekten görülen "gerçek disiplinler anlamında en kesin bilimin son sözü" tamamen gözden yitirilecek biçimde, kendine maletmeyi başarmıştır.
Böylece, bay Dühring'in Eleştirel Tarih'te Kapital konusunda kopardığı alışılmamış yaygara, ve özellikle artı-değere ilişkin —ve kendisi de yanıt veremediğine göre, sormamakla daha iyi yapacağı— o ünlü soru ile meydana getirdiği söz kasırgası karşısında, bütün bunların Dersler'inde Marks'tan yaptığı kaba aşırmayı saklamak için başvurulan savaş hilelerinden, ustaca manevralardan başka bir şey olmadığı kanısından kendimizi kurtaramayız. Gerçekten, bay Dühring, okurlarına, "bay Marks'ın Kapital adını verdiği arapsaçı" ile uğraşmaktan vazgeçmelerini öğütlemekte, tarihte ve mantıkta zırzopça fikirlere sahip bir kafanın melez ürünleri, Hegel'in bulanık ve karışık düşünceleri, ve saçma sözleri vb. karşısında onları uyarmakta yerden göğe kadar haklıydı. Bu dindar Eckart, Alman gençliğini kendisine karşı uyardığı Venüs'ü[37*] Marks'la rekabete girerek, kişisel kullanım ereğiyle mahfuz bir yerde bir kenara çekmek için, gizlice, aramaya gitmişti. Marks'ın, emek-gücünün kullanılmasıyla elde edilen bu net üründen, ve marksist artı-değeri mülkiyet rantı adı altında kendine maletmesinin, Marks'ın artı-değerden kâr ya da (sayfa: 316) kapitalist kazançtan başka bir şey anlamadığı yolundaki direngen —çünkü iki baskıda da yinelenmiş— ve yanlış savının nedenleri üzerine tuttuğu özgür ışıktan ötürü onu kutlarız.
Ve böylece, bay Dühring'in başarımlarını (performances), kendi sözleriyle şöylece betimlememiz gerek: "Bay [Dühring]'in kanısına göre ücret, işçinin kendi öz varoluşunu olanaklı kılmak için gerçekten iş başında bulunduğu o emek-zamanının ödenmesinden başka bir şey değildir. Oysa bunun için, çok az sayıda saat yeter, çoğu kez uzun olan işgününün tüm geri kalanı, yazarımızın [mülkiyet rantı] adını verdiği şeyi içeren bir artı sağlar. Üretimin her düzeyinde üretim araçları ve gerekli hammaddelerde daha önce cisimleşmiş bulunan emek-zamanı bir yana bırakılırsa, işgününün uzaması kapitalist yararına bir zorla-alma kazancıdır. Bay [Dühring]'in bu zorla-alma girişiminin betimlemesine eşlik ettiği zehirli kin çok anlaşılır bir şeydir..." Buna karşılık, bu çalıntıdan sonra, "daha zorlu öfke"sine nasıl döneceği, çok daha az anlaşılır bir şey. (sayfa: 317)
DOKUZUNCU BÖLÜM
DOĞAL İKTİSAT YASALARI
TOPRAK RANTI
Bay Dühring'in, iktisat alanına "çağ için yeterli olmayan, ama bu çağ üzerinde yetkesi de olan yeni bir sistem" getirdiğini nasıl iddia edebildiğini, dünyanın en büyük iyi niyetiyle, şimdiye değin keşfedemedik.
Ama zor, değer ve sermaye teorisi,dolayısıyla göremediğimiz şey, belki bay Dühring tarafından konan "doğal iktisat yasaları"ni irdeleyeceğimiz zaman gözümüze çarpacak; çünkü, onun, o kendine özgü yenilik beğenisi ve canlılık ile söylemek gerekirse, "yüksek bilimsel anlayışın utkusu, üretimi aydınlatan canlı fikirlere erişmek için, deyim yerindeyse, statik maddenin basit betimleme ve bölümlemelerinin aşılmasına dayanır. Öyleyse yasaların bilgisi, bize, bir sürecin bir başkası tarafından nasıl koşullandırıldığını gösterdiğine göre, en yetkin bilgidir."
Tüm iktisadın ilk doğal yasası, daha şimdiden bay Dühring (sayfa: 318) tarafından özellikle keşfedilmiştir.
Adam Smith "tüm iktisadi gelişmenin en önemli etkenini, ne tuhaftır, sadece başa koymamakla kalmamış, ayrıca bunun özel formülasyonunu da tamamen savsaklamış, ve böylece, Avrupa'nın modern gelişmesine damgasını basmış bulunan bu gücü istemeyerek ikincil bir role düşürmüştür. Başa konması gereken [bu] temel yasa, teknik donatım yasasıdır, hatta buna, insana doğal olarak verilmiş bulunan iktisadi gücün silahlanması yasası da denilebilir."
Bay Dühring tarafından keşfedilen bu "temel yasa" şöyle açıklanır:
Yasa n° 1.
"İktisadi araçların, doğal kaynakların ve insan gücünün üretkenliği, icat ve keşiflerle artar."
İşte bir yaşımıza daha girdik. Bay Dühring bize, tamamen Moliére şakacısının, yaşamı boyunca bilmeden nesir yaptığı yeniliğini kendisine haber verdiği kibarlık budalasına davrandığı gibi davranıyor. İcatların ve keşiflerin birçok durumlarda, emeğin üretken gücünü artırdığını (ama pek çok durumlarda da, dünyanın bütün berat daireleri arşivlerindeki işe yaramaz buluşlar yığınının gösterdiği gibi, artırmadığını) uzun zamandan beri biliyorduk; ama bu dünya kadar eski beylik düşünce, bütün iktisadın temel yasası olsun, işte bu açıklamayı bay Dühring'e borçluyuz! Eğer felsefede olduğu gibi iktisatta da "yüksek bilimsel anlayış"ın utkusu sadece raslanan ilk beylik düşünceye tumturaklı bir ad vermeye, onu, davul zurna ile, doğal, hatta temel yasa olarak ilân etmeye dayanıyorsa, işte gerçekten herkesin, hatta Berlin'deki Volkszeitung[38*] yazı kurulunun bile yeteneğinde olan bilimin "derin temel"i ve altüst edilmesi. Öyleyse, bay Dühring'in Platon üzerindeki yargısını, "bütün sertliği ile", bay Dühring'in kendisine uygulama zorunda kalacağız: "Eğer gene de bu, ekonomi politik bilgeliği varsayılıyorsa, o zaman, (sayfa: 319) "eleştirel temeller"in yazarı, bu bilgeliği, ömrü boyunca apaçık bir konu üzerine bir fikir dile getirebilmiş —ya da sadece gevezelik etmiş— herhangi biri ile paylaşır." Eğer örneğin: hayvanlar yer diyorsak, tüm suçsuzluk ve dinginlik içinde büyük bir söz söylüyoruz demektir; çünkü tüm hayvansal yaşamın temel yasası, yemektir demekten başka söyleyecek sözümüz yoktur, ve böylece tüm zooloji de altüst olur.
Yasa n° 2. İşbölümü:
"Meslek kollarının bölünmesi ve faaliyetlerin ayrılması, emek üretkenliğini artırır."
Doğru olduğu ölçüde, bu da Adam Smith'ten beri bir beylik düşüncedir. Hangi ölçüde doğru, bunu üçüncü kısımda göreceğiz.
nbsp; Yasa n° 3.
"Uzaklık ve ulaştırma araçları, üretici güçlerin elbirliğini engelleyen ve kolaylaştıran en önemli nedenlerdir."
Yasa n° 4.
"Sınai devletin nüfus kapasıtesi, tarımsal devletin nüfus kapasıtesinden ölçüştürülemez derecede yüksektir."
Yasa n° 5.
"İktisatta, maddi bir çıkar olmaksızın hiç bir şey olmaz."
Bay Dühring'in yeni iktisadını üzerlerine kurduğu"doğal yasalar", işte bunlardır. Daha önce felsefesi dolayısıyla açıklamış bulunduğumuz yöntemine bağlı kalıyor. En cansıkıcı bayağılıkta, üstelik çoğu kez ters ifade edilmiş bazı apaçıklıklar, iktisatta da, hiç bir kanıt gerektirmeyen belitleri, temel tezleri, doğal yasaları oluştururlar. İçeriği olmayan bu yasaların içeriğini geliştirme bahanesiyle, adlarına, bu sözde yasalarda raslanan çeşitli konular, yani icatlar, işbölümü, ulaşım araçları, nüfus, faiz, rekabet, vb. üzerine uçsuz bucaksız iktisadi gevezeliklere, yavan bayağılığı ancak anlaşılmaz bir cafcaf ve şurada burada her türlü kazüistik incelikler üzerine yanlış bir anlayış ya da kendini beğenmişlik dolu bir kılı kırka yarma ile çeşnilendirilmiş saçma-sapan gevezeliklere dalmak için, firsattan yararlanılır. Sonra, en sonunda toprak (sayfa: 320) rantı, kapitalist kazanç ve ücrete geliriz, ve bundan önce sadece bu son iki sahiplenilme (temellük) biçimini incelemiş bulunduğumuz için, burada, bitirirken, bir de bay Dühring'in toprak rantı anlayışını kısaca irdelemek isteriz.
Bay Dühring'in önceli Carey'yi kopya etmekten başka bir şey yapmadığı bütün konuları bir yana bırakıyoruz; ne Carey ile bir işimiz var, ne de Carey'nin katıştırma ve çılgınlıklarına karşı Ricardo'nun toprak rantı üzerindeki anlayışını savunmakla. Bizim için sadece bay Dühring önemli; ve o da, toprak rantını, "toprak sahibinin, toprak sahibi olarak, topraktan elde ettiği gelir" diye tanımlar. Bay Dühring'in açıklayacak olduğu iktisadi toprak rantı kavramı, onun tarafından hemen hukuksal düzey üzerine aktarılır, öyle ki, öncekinden daha ileri gitmiş olmayız. Demek ki, bizim derin kurucumuz, ister istemez, başka açıklamalara tenezzül zorunda. O şimdi, bir çiftliğin bir çiftlik kiraçısına kiralanmasını bir patrona borç olarak bir sermaye verilmesi ile karşılaştırır, ama başka birçokları gibi, bu karşılaştırmanın da kusurlu olduğunu hemen görür. Çünkü, "eğer andırışma sürdürülmek istenirse, der, toprak rantının ödenmesinden sonra çiftlik kiracısına kalan kazancın, faizleri çıkardıktan sonra, sermayeyi değerlendiren patrona düşen o kapitalist kazanç kalıntısına karşılık düşmesi gerekir. Ama çiftlik kiracısının kazançlarını ana gelirler, ve toprak rantını bir kalıntı olarak kabul etmek alışkısı yoktur. ... Toprak rantı öğretisinde, dolaysız değerlendirme durumunun ayırdedilmemesi ve çiftlik kirası biçimi altındaki bir rant ile doğrudan doğruya üretilmiş bir rantın büyüklük farkının özellikle vurgulanmaması olgusu, bu anlayış farkının bir kanıtıdır. Dolaysız değerlendirmeden elde edilen rantın, öğelerinden birinin deyim yerindeyse çiftliğin faizini ve öbürünün de işletmenin bunu aşan kazancını temsil edecek biçimde ayrışmış olarak düşünmeye, hiç değilse, zorunluluk duyulmadı. Çiftlik kiracısının kullandığı öz sermaye bir yana bırakılırsa, çoğu kez onun özgül kazancı bir çeşit ücret olarak alınmış gibi görünür. Ama bu nokta üzerinde bir şey ileri sürmek istemek tehlikeli olur, (sayfa: 321) çünkü sorun, hiç de bu belginlik ile konmamıştır. Yeterince büyük işletmelerin sözkonusu olduğu her yerde, çiftlik kiracısının özgül kazancını bir ücret olarak göstermenin geçerli olmadığı kolayca saptanabilecektir. Gerçekten, bu kazancın kendisi, ancak kullanılması bu türlü gelirleri olanaklı kılan tarımsal işgücü (main-d'œuvre) ile karşıtlığa dayanır. Çiftlik kiracısının elinde kalan ve toprak sahibinin dolaysız değerlendirmesinde elde edilecek olan tam ranttan yapılan çıkarmadan gelen şey, açıkça rantın bir parçasıdır."
Toprak rantı teorisi, iktisadın özgül olarak İngiliz kısmıdır ve öyle de olması gerekiyordu; çünkü içinde, rantın, kâr ve faizden gerçekten ayrı olduğu bir üretim biçimi, sadece İngiltere'de bulunuyordu. İngiltere'de büyük toprak mülkiyeti ile büyük tarımın egemen olduğu bilinir. Toprak sahipleri, topraklarını çoğu kez engin, geniş çiftlikler biçiminde, bu toprakları işletmek için yeterli bir sermayeye sahip bulunan, ve bizim köylülerimiz gibi kendileri çalışmayıp, gerçek kapitalist patronlar gibi, çiftlik uşakları ve gündelikçilerin çalışmasından yararlanan çiftlik kiracılarına kiralarlar. Demek ki, burada, kapitalist toplumun üç sınıfı ve bunlardan herbirinin, özgün geliri ile karşı karşıya bulunuyoruz: toprak rantını alan toprak sahibi, kârı alan kapitalist ve ücreti alan işçi. Çiftlik kiracısının kazancını, bay Dühring'e göründüğü gibi, bir çeşit ücret olarak almak, bir İngiliz iktisatçısının aklına hiç bir zaman gelmemiştir. Fazla olarak, çiftlik kiracısının kazancının ne ise o, yani kapitalist kâr olduğunu, tartışma götürmez, açık ve elle tutulabilir bir biçimde ileri sürmek, onun için çok daha az tehlikeli olabilirdi. Burada, çiftlik kiracısının kazancının gerçekte ne olduğunu bilme sorusunun hiç de bu belginlik ile sorulmamış bulunduğunu okumak gülünç değil mi? İngiltere'de, bu sorunun sorulmasına gereksinme yok, soru da, yanıtı da uzun zamandan beri olayların içinde bulunmaktadır, ve Adam Smith'ten bu yana, bu konuda hiç bir kuşku kalmamıştır.
Bay Dühring'in adlandırdığı gibi dolaysız değerlendirme, ya da daha doğrusu Almanya'da gerçeklikte çoğu kez olduğu (sayfa: 322) gibi toprak sahibi hesabına kahyalar yardımıyla değerlendirme durumu, bu konuda hiç bir şeyi değiştirmez. Eğer toprak sahibi, sermayeyi de sağlar ve toprağı kendi hesabına işletirse, kendiliğinden anlaşılabileceği ve bugünkü üretim biçiminde başka türlü de olamayacağı gibi, toprak rantından başka, kapitalist kârın ta kendisini de cebine indirir. Ve eğer bay Dühring, şimdiye kadar, dolaysız değerlendirmeden elde edilen rantın (gelirin demek gerekirdi) ayrışmış olarak düşünülmesine zorunluluk duyulmadığını ileri sürüyorsa, bu düpedüz yanlıştır, ve en iyi durumda bize olsa olsa bay Dühring'in bilgisizliğini bir kez daha tanıtlar. Örneğin:
"Emekten elde edilen gelire ücret denir; herhangi birinin sermaye kullanmaktan elde ettiği gelire kâr denir. .... Sadece topraktan doğan gelire rant denir ve toprak sahibine aittir. ... Bu çeşitli gelirler çeşitli kimselere düştüğü zaman, bunları birbirinden ayırdetmek kolaydır; ama eğer aynı kişiye düşerlerse, hiç değilse günlük dilde, sık sık birbirleri ile karıştırılırlar. Kendi toprağının bir kısmını kendi başına değerlendiren bir toprak sahibi, işletme giderleri çıktıktan sonra, toprak sahibinin rantını olduğu kadar, çiftlik kiracısının kârını da alacaktır. Ama, hiç değilse günlük dilde, o bütün kazancını kolayca kâr olarak adlandıracak, ve böylece rantı, kâr ile karıştıracaktır. Kuzey Amerika ve Batı Hindistan'daki tarım işletmecilerimizin çoğu bu durumdadır; çoğu kendi topraklarını işlerler, ve işte bundan dolayıdır ki, bir plantasyonun rantından sözedildiğini pek duymamakla birlikte, getirdiği kârdan sözedildiğini sık sık işitiriz. ... Kendi bahçesini kendi eliyle işleyen bir bahçıvan, bir tek kişide hem toprak sahibi, hem toprak kiracısı, hem de işçidir. Bunun sonucu, ürünü, ona, birincinin rantını, ikincinin kârını ve üçüncünün de ücretini ödeyecektir. Ama çoğu kez, hepsi, emeğinin kazancı olarak görünür; yani burada rant ve kâr, ücret ile karıştırılır."[39*]
Bu parça, Adam Smith'in birinci kitabının altıncı bölümünde (sayfa: 323) bulunur. Demek ki, dolaysız değerlendirme durumu, bundan yüzyıldan daha çok önce incelenmiş bulunmaktadır, ve bay Dühring'e o kadar kaygı veren kuşku ve belirsizlikler sadece onun bilgisizliğinden kaynaklanmaktadır.
Sonunda, cüretli bir çıkışla kendini sıkıntıdan kurtarır: çiftlik kiracısının kazancı "tarımsal işgücü"nün sömürüsüne dayanır, ve bunun sonucu, açıkça, doğrusunu söylemek gerekirse, toprak sahibinin cebine girmesi gereken "tam rant"tan yapılan "çıkarmadan gelen" bir "rant parçası"dır. Bu, bizim, iki şey öğrenmemizi sağlar: 1° Çiftlik kiracısı, toprak sahibinin rantını "azaltır", öyle ki, bay Dühring'de, şimdiye kadar düşünüldüğü gibi, toprak sahibine bir rant ödeyen çiftlik kiracısı değil ama çiftlik kiracısına bir rant ödeyen toprak sahibidir, "kuşkusuz, tepeden tırnağa özgün bir anlayış". Ve 2° ensonu bay Dühring'in toprak rantından ne anladığını öğreniriz: tarımsal emeğin sömürüsü aracıyla tarımda elde edilen artı-ürünün tamamı. Ama bu artı-ürün bundan önceki iktisatta —belki birkaç yüzeysel iktisatçı dışında— toprak rantı ile kapitalist kâr biçiminde bölündüğüne göre, bay Dühring'in, toprak rantının da "geçerli anlayışını kendisine iş edinmediğini" saptamalıyız.
Öyleyse, toprak rantı ile kapitalist kazanç, bay Dühring'de, birbirlerinden sadece birincinin tarımda ve ikincinin de sanayi ya da ticarette elde edilmesi ile ayrılırlar. Bay Dühring'in ne kadar karışıksa eleştirel olmaktan o kadar uzak bulunan bu düşünceye gelmesi, kaçınılmaz bir şeydi. Onun, toprak üzerindeki egemenliğin ancak insan üzerindeki egemenlik sayesinde kurulduğu yolundaki "gerçek tarihsel görüş"ten hareket ettiğini görmüştük. Bunun sonucu, toprak, herhangi bir köleleştirilmiş emekle işlendiği andan sonra, toprak sahibi için bir artık doğar, ve emeğin, emek kazancı üzerindeki ürün fazlalığının sanayide kapitalist kazanç olması gibi, bu fazlalık da rantın ta kendisidir.
"Böylece, tarımın, emeğin köleleştirilmesi biçimlerinden herhangi biri aracıyla yapıldığı her yerde ve her zaman toprak rantının önemli ölçüde varolduğu açıktır."(sayfa: 324)
Rantın, bu, tarımda elde edilen artı-ürünün tümü biçimindeki sunuluşunda, bay Dühring, bir yandan İngiltere'deki çiftlik kiracısı kârı, ve öte yandan da bu artı-ürünün, toprak rantı ve çiftlik kiracısının kârı biçiminde, bütün klasik iktisatta kabul edilen bölünüşü ile, yani arı, belgin rant kavramı ile, bodoslama çatışır. O zaman bay Dühring ne yapar? Sanki tarımsal artı-ürünün çiftlik kiracısının kârı ile toprak rantı biçiminde bölündüğü üzerine, yani klasik iktisadın tüm rant teorisi üzerine bir tek sözcük bilmiyormuş; sanki tüm iktisatta, gerçek anlamdaki çiftlik kiracısı kazancının ne olduğunu bilme sorunu henüz "bu belginlik ile" konmamış gibi; sanki görünüşü ve belirsizliklerinden başka hiç bir şeyi bilinmeyen salt keşfedilmemiş bir şey sözkonusuymuş gibi davranır. Ve, tarımsal artı-ürünün, hiç bir teorik okulun en küçük bir yardımı olmaksızın, toprak rantı ve kapitalist kâr biçimindeki öğelerine öylesine acımasızca ayrıştığı o uğursuz İngiltere'den, dolaysız değerlendirmenin ataerkil gelişmesinin doruğuna ulaştığı, "toprak sahibinin, ranttan, topraklarının gelirini anladığı", toprak ağalarının rant üzerindeki düşüncelerinin, hâlâ bilime bir çekidüzen verme savı taşıdığı; dolayısıyla bay Dühring'in rant ve kâr kavramları üzerindeki karışıklığı ile ustaca sokulup en yeni bulgusu olan: çiftlik kiracısı tarafından toprak sahibine değil, ama toprak sahibi tarafından çiftlik kiracısına ödenen toprak rantı nedeniyle kendisine inanacak kimseler bulmayı hâlâ umabildiği kendi Prusya hukukunun sevgili uygulama alanına sığınır. (sayfa: 325)
ONUNCU BÖLÜM
"ELEŞTİREL TARİH" ÜZERİNE[40*]
Bitirmek için Ekonomi Politiğin Eleştirel Tarihi üzerine, bay Dühring'in kendi deyimiyle "benzeri hiç görülmemiş" (sayfa: 326) olan "bu girişim"i üzerine de bir göz atalım. Belki bize o denli söz verilmiş bulunan en kesin bilimin o son sözünü burada bulacağız. [41*]
Bay Dühring ekonomik öğretinin "son derece yeni bir olay" olduğu yolundaki buluşuna çok büyük bir önem verir (s. 12).
Gerçekte Marks'ın Kapital'inde şöyle denir: "Ekonomi politik" "Manüfaktür dönemi sırasında ilk kez bir bilim olarak ortaya çıkar"[42*] ve Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'da, sayfa 29, şu okunur: "Klasik ekonomi politik ... İngiltere'de Petty, Fransa'da Boisguillebert ile başlar ve İngiltere'de Ricardo, Fransa'da Sismondi ile sona erer."[43*]
Bay Dühring kendisine öğütlenen bu yolu izler, şu farkla ki ona göre yüksek iktisat, ancak burjuva bilimin klasik döneminin sona ermesinden sonra dünyaya getirdiği içler acısı düşüklerle başlar.[44*] Buna karşılık, girişimin sonunda çok haklı olarak şöyle övünür:
"Ama eğer bu girişim dıştan algılanabilir özelliklerinde ve yarı-modern içeriğinde henüz hiç görülmemiş bir şeyse, iç eleştirel bakış açıları ve genel konumu bakımından daha da çok benim öz malımdır (s.9)."
Gerçekten, dış ve iç, iki yönden kendi "girişim"inin (bu sınai deyim kötü seçilmemiş) reklamını şöyle yapabilirdi: (sayfa: 327) Biricik ve özgülüğü.[45*]
Ekonomi politik, tarihte ortaya çıktığı biçimiyle, gerçekte kapitalist üretim dönemi iktisadının bilimsel bilgisinden başka bir şey olmadığı için, bu dönemle ilgili tezler ve teoremler, örneğin eski Yunan toplumu yazarlarında kendilerini ancak meta üretimi, ticaret, para, faiz getiren sermaye vb. gibi bazı olaylar her iki toplumda da ortak olduğu ölçüde gösterebilirler. Yunanlılar, bu alanda durum elverdiği ölçüde yapmış bulundukları çalışmalarda, bütün öteki alanlarda gösterdikleri aynı dehayı, aynı özgünlüğü gösterirler. Bu nedenle onların sezgileri, tarihsel olarak modern bilimin teorik hareket noktalarını oluşturur. Şimdi tarihçi bay Dühring'i dinleyelim:
"Böylece bilimsel iktisat teorisi, konusunda, doğrusunu söylemek gerekirse ilkçağda gösterecek olumlu hiçbir şey [!] bulamayız ve tamamen bilim düşmanı olan ortaçağ, [buna, hiçbir şey belirtmemeye!] çok daha az vesile verir. Bununla birlikte, derin bilgi görüşünü böbürlenme ile sergileyen gösteriş ... modern bilimin arı niteliğini bozduğu için, hiç değilse birkaç örnek üzerine dikkati çekmek gerek."
Ve o zaman bay Dühring, "derin bilgi görünüşünden" gerçekten yoksun bir eleştiriden örnekler verir.[46*]
Aristoteles'in, "her malın, hem ayağa giyilebilen hem de başka bir şeyle değişilebilen bir sandal gibi, biri şey olarak o mala özgü olan ve öteki öyle olmayan ikili bir kullanımı vardır; bunların her ikisi de sandalın kullanım biçimleridir, (sayfa: 328) çünkü sandalı kendinde olmayan bir şeyle, para ya da yiyecekle değişen kimse bile, sandalı sandal olarak kullanır; ama onun doğal kullanım biçimine göre değil, çünkü sandal onda değişim nedeniyle bulunmaz"[47*] yolundaki tezi, bay Dühring'e göre yalnızca "çok kabaca ve bilgiççe dile getirilmiş" olmakla kalmaz; ama bu tezde "kullanım-değeri ile değişim-değeri arasında bir ayrım" bulanlar kendilerini ayrıca "hemen şu son zamanlarda" ve "en ileri sistem çerçevesinde", elbette bay Dühring'in sistemi çerçevesinde, kullanım-değeri ile değişim-değerinin hükümden düştüğünü unutma "düşlem"ine de kaptırmış olurlar.
"Platon'un devlet üzerine yapıtlarında da ekonomik işbölümünün modern bölümü bulunmak istendi."
Bu tümce kuşkusuz Kapital'in üçüncü baskısının, Bölüm XII, 5, s. 369'daki parçasıyla ilgili; ne var ki orada, klasik ilkçağın işbölümü üzerindeki düşüncesi, tersine, modern düşünce ile "en sert karşıtlık oluşturan" bir düşünce olarak gösterilir.[48*] — Güç beğenir bir dudak bükme, işte Platon'un (Yunanlılar bakımından devlet ile aynı şey demek olan) kentin doğal temeli olarak işbölümü üzerindeki zamanı için dahice açıklamasının[49*] bay Dühring tarafından değimli görüldüğü tek şey ve o da Platon'un "pazarın belirli bir genişliğinin, meslek türlerinin daha ileri derecede dallanıp budaklanması ve özel işlemlerin teknik ayrışması karşısına çıkardığı sınır"ın sözünü etmemesi nedeniyle —ama Yunanli Ksenefon bu işi yaptı[50*] , bay Dühring!— "Yalnızca ve yalnızca bu sınır kavramı, başka türlü bilimsel olarak nitelendirilemeyecek fikrin, sayesinde önemli bir ekonomik doğruluk durumuna dönüşüğü bilgidir."
Bay Dühring tarafından öylesine küçümsenen "profesör" Roscher, o işbölümü fikrinin "bilimsel" duruma gelmesi için zorunlu "sınır"ı çizmiş[51*] ve bu nedenle bay Dühring (sayfa: 329) işbölümü yasasının keşfini, kesin olarak Adam Smith'e maletmiştir. Meta üretiminin egemen üretim biçimi olduğu bir toplumda, "pazar" —bir kez olsun bay Dühring'in gösterişi ile söylemek gerekirse— "iş adamları" arasında çok tanınmış bir "sınır" olmuştur. Ama, kapitalist işbölümünü yaratan şeyin pazar değil, tersine, pazarı yaratan şeyin daha önceki toplumsal bağların ayrışması ve bundan doğan işbölümü olduğunu görmek için, "görenekçi bilgi ve içgüdü"den daha çok şey gerek. (Bkz: Kapital, 1, Bölüm XXIV, 5, sanayi sermayesi için içpazarın kurulması.)[52*]
"Paranın rolü her zaman ekonomik düşüncelerin en önemli uyarıcısı olmak olmuştur [!]. Ama bir Aristoteles bu rol üzerine ne biliyordu? Açıktır ki para aracıyla değişimin, ilkel doğal değişimi izlemiş olmasından başka hiçbir şey."
Ama eğer "bir" Aristoteles paranın, biri içinde yalın dolaşım aracı olarak hareket ettiği, öteki içinde para-sermaye işini gördüğü iki ayrı dolaşım biçimini rahat rahat bulursa, böyle yapmakla bay Dühring'e göre "ahlaksal bir antipati"den başka bir şey dışavurmaz.[53*] Eğer hatta "bir" Aristoteles parayı kendi değer-ölçüsü rolü içinde çözümlemeye kalkma cüretini gösterir ve para teorisi bakımından öylesine önemli olan bu sorunu doğru bir biçimde koyarsa,[54*] "bir" Dühring ve çok haklı iç nedenlerle, bu yasaklanmış cüret üzerine tek sözcük söylememeyi yeğ tutar.
Sonal sonuç: bay Dühring'in "dikkate sunma" biçiminde yansıdığı durumu ile Yunan ilkçağı, gerçekten "tamamen basit fikirler"den (s. 25) başkasına sahip değildir ama eğer bu türlü bir "bönlük"ün (s. 19) basit ya da basit olmayan fikirlerle herhangi ortak bir yanı varsa.[55*]
Bay Dühring'in merkantilizm üzerindeki bölümüne gelince, onu aslından, yani List'in Nationales System (Ulusal Sistem), bölüm 29: "Okul tarafından yanlış olarak merkantil (sayfa: 330) sistem diye adlandırılan sınai sistem"inden okumak daha iyi olacaktır. Bay Dühring'in, burada her türlü "derin bilgi görünüşünden" ne denli büyük bir özenle kaçınmasını bildiği, başkaları arasında, aşağıdaki satırlardan görülebilir.
List, 28. bölümde, "İtalyan iktisatçılar" bölümünde: "İtalya, ekonomi politiğin pratiğinde olduğu kadar teorisinde de bütün modern ulusların önüne geçmiştir", der ve "Napolili Antonio Serra'nın, krallığa bir altın ve gümüş bolluğu sağlamanın yolları üzerindeki yapıtını (1613), İtalya'da özel olarak ekonomi politiği konu alan ilk yapıt" olarak anar.[56*]
Bay Dühring, bunu duraksamadan kabul eder ve bunun sonucu Serra'nin Breve Trattato'sunu "iktisadın modern tarih-öncesinin girişinde bir çeşit yazıt olarak" değerlendirebilir. Gerçekten, onun Breve Trattato irdelemesi, bu "yazınsal kırıtkanlık" ile sınırlanır. Ne yazık ki aslında işler başka türlü olmuştur: 1609'da, yani Breve Trattato'dan dört yıl önce, Thomas Mun'un A Discourse of Trade'i vb. yayınlanıyordu. Daha ilk baskısında bu yapıt, İngiltere'de o zaman hâlâ devlet pratiği olarak savunulan ilkel parasal sisteme karşı yöneltiliş olma özgül anlamına sahiptir; yani merkantil (sayfa: 331) sistemin, kendini doğurmuş bulunan sistem ile bilinçli ayrılışını temsil eder. Daha ilk biçimi altında bu yapıt, birçok kez yayınlandı ve yasama üzerinde dolaysız bir etkide bulundu. Yazar tarafından baştan başa gözden geçirilen ve ancak ölümünden sonra yayınlanan 1664 baskısı biçimi altında: Englands Treasure, vb., daha yüzyıl merkantilist incil olarak kaldı. Öyleyse eğer merkantilizm, "girişte bir çeşit yazıt olarak" devir yapan bir yapıta sahipse, o yapıt bu yapıttır ve işte bu nedenle de bay Dühring'in "hiyerarşik ilişkilere öylesine önem veren tarihi" için bu yapıt, kesin olarak yoktur.[57*]
Modern ekonomi politiğin kurusucu olan Petty üzerine bay Dühring, bize onun "bol sayıda boş düşünceye, kavramların iç ve biraz da ince ayrımları bakımından [bir] duyarlık yoksunluğuna ... birçok şey bilen ama hiçbiri üzerinde biraz daha derine gitmeksizin kolayca birinden öteğine geçen [bir] kararsızlığa sahip bulunduğunu ... iktisat konusunda henüz çok kaba biçimde davrandığını [ve] karşıtlıkları, durum elverirse, ciddi düşünürü kuşkusuz eğlendirebilecek bönlüklere vardığını" bildirir.
Dikkatini "bir Petty"den esirgememeye tenezzül ettiği zaman, "ciddi düşünür" bay Dühring için ne eşi benzeri bulunmaz bir alçakgönüllülük! Peki ona hangi dikkati gösterir?
Petty'nin, "onda yetersiz izleri bulunan emek, hatta değer (sayfa: 332) ölçüsü olarak emek-zamanı" üzerindeki tezleri, bu tümceden başka hiçbir yerde anılmaz. Yetersiz izler. Treatise on Taxes and Contributions'unda Petty, 1. baskı, 1662, metaların değer büyüklüğünün son derece açık ve doğru bir çözümlemesini verir. Buna önce aynı nicelikte emeğe malolan değerli madenler ile buğdayın eşdeğerliliği yardımıyla örneklendirerek, değerli madenlerin değeri üzerine ilk ve son "teorik" sözü söyler. Ama metaların değerlerinin eşit emek (equal labour) ile ölçüldüklerini de çok açık ve genel bir biçimde dile getirir. Bulgusunu kısmen çok karmaşık çeşitli sorunların çözümüne uygular ve yer yer, çeşitli vesilelerde ve çeşitli yazılarda, hatta ana tezi yinelemediği yerlerde bile, bundan önemli sonuçlar çıkarır. Ama daha ilk yapıtında, şunu da söyler:
"Bunun [emeğin eşitliğiyle değer biçme] değerlerin denge ve ölçülmesinin temeli olduğunu öne sürüyorum; bununla birlikte, bunun üzerine kurulan her şeyde, bunun pratik uygulanmasında, birçok çeşitlilik ve karmaşıklık olduğunu da itiraf ederim."[58*]
Demek ki Petty, bulgusunun öneminin olduğu denli, onun ayrıntılı uygulamasındaki güçlüğün de bilincinde. Bu nedenle bazı ayrıntılı erekler için bir başka yol daha arar. Özellikle toprak ile emek arasında doğal bir eşitlik ilişkisi (a natural Par) kurmaya çalışır, öyleki değer, "ikisinden her biri içinde ve daha iyisi, ayrı ayrı her ikisi içinde" istenildiği gibi dışavurulabilsin. Bu yanılgı bile dahice bir şeydir.
Petty'nin değer teorisi üzerine bay Dühring, şu derin düşünceyi ileri sürer:
"Eğer daha derin bir biçimde düşünmüş olsaydı, önceden anımsatmış bulunduğumuz karşıt bir anlayışın izlerine başka yerde raslamak kesinlikle olanaklı olmazdı"; yani: "izler"in... "yetersiz" oldukları bir yana bırakılırsa, "önceden" hiçbir şey anılmamıştır. Bay Dühring'in okuru, önceden de sonradan da üzerinde hiç durmadığı işin özü üzerinde "önceden" bilgi sahibi edildiğine "sonradan" inandırmak için, kof (sayfa: 333) bir tümce yardımıyla, bir şeye "önceden" anıştırmada bulunma yolundaki o çok belirtili davranışı, burada kendini açıkça gösteriyor.
Adam Smith'te değer kavramı üzerine "karşıt anlayışların" yalnızca "izleri"ni ve değer üzerine açıkça karşıt yalnızca iki görüş değil ama üç, hatta hepsini sayarsak rahatça yanyana gelip çaprazlaşan dört görüş buluruz. Ama zorunlu olarak elyordamıyla ilerleyen, çeşitli denemeler yapan, daha yeni yeni biçimlenmeye başlayan bir fikirler karmaşası ile savaşan ekonomi politiğin kurucusunda çok doğal görünen şey, birbuçuk yüzyıllık araştırmaları, sonuçlan kısmen kitaplardan ortak bilince geçtikten sonra seçerek özetleyen bir yazarda tuhaf görünebilir. Ve büyük şeylerden küçük şeylere inmek gerekirse, görmüş bulunduğumuz gibi, bay Dühring'in kendisi de bize beş ayrı çeşit değer ve onlarla birlikte bir o denli karşıt anlayış sunar. Kuşkusuz, "eğer o da daha derin bir biçimde düşünmüş olsaydı", okurlarını Petty'nin son derece açık değer anlayışından en büyük karııklık içine atmak için onca güçlüğe katlanmazdı.[59*]
Petty, 1682'de yayınlanan Quantulumcumque Concerning Money adlı yapıtı ile Anatomy of Ireland'ından on yıl sonra (bu yapıt, ilk kez olarak, bay Dühring'in en orta malı okul kitaplarından kopya ettiği gibi, 1691'de değil 1672'de yayınlandı),[60*] bir tek bütün biçiminde eksiksiz bir çalışma verdi. Merkantilist anlayışın öteki yapıtlarında raslanan son izleri, bu yapıtta büsbütün yok olmuştur. Bu yapıt, hem içeriği hem de biçimi ile küçük bir başyapıttır ve işte bu nedenle de bay Dühring'de adı bile geçmez. İktisatta ortaya çıkan en deha sahibi ve en özgün araştırıcı karşısında kendi kendiyle dolu bayağı bir ukalanın paylayıcı hoşnutsuzluğunu dışavurmak ve teorik deha ışıltılarının kusursuz "belitler" olarak düzenli saflar biçiminde caka satmayı kabul etmediğini (sayfa: 334) ama tersine "kaba" pratik gereçlerin, örneğin verginin derinleştirilmiş irdelemesinden dağnğk düzen fışkırdığını görmekle çarpılmaktan başka bir şey yapamaması çok doğaldır.
Bay Dühring, "Siyasal Aritmetik"in Petty tarafından bayağı sayılama (istatistik) terimleri ile kurulması karşısında, tıpkı onun doğrudan doğruya iktisat çalışmaları karşısında davrandığı gibi davranır. Petty tarafından uygulanan yöntemlerin benzersizliği üzerine, hırçınlıkla omuz silkilir! Lavoisier'nin bile bu alanda ondan yüzyıl sonra uyguladığı gülünç yöntemler karşısında,[61*] bugünkü istatistiği Petty'nin ona ustaca vermiş bulunduğu erekten hâlâ ayıran o büyük uzaklık karşısında, bu kasıntılı üstünlük savı, şenlikten iki yüzyıl sonra, çırılçıplak bönlüğü içinde apaçık görünür.
Petty'nin, bay Dühring'in "girişim"inde hemen hemen hiç dikkat edilmeyen en önemli fikirleri, bay Dühring'e göre zamanımızda ancak kendi bağlamları dışında sözkonusu edilerek, kendilerinde sahip olmadıkları bir önem verilen tutarsız esintiler, rasgele düşünceler ve gelişigüzel açıklamalardan başka bir şey değildirler; öyleyse bu fikirler, ekonomi politiğin gerçek tarihinde değil ama yalnızca bay Dühring'in köktenci eleştiri düzeyi ve "derine giden tarih yazma üslubu" altında bulunan modern kitaplarda bir rol oynarlar. Bay Dühring "girişim"inde, savdan sonra kanıt istemeye cüret etmekten sakınan körü körüne inanç sahibi bir okurlar çevresini gözönünde tutmuşa benzer. Bu konuya birazdan döneceğiz (Locke ve North dolayısıyla) ama önce, söz arasında, Boisguillebert ve Law üzerine bir göz atmamız gerek.[62*]
Birinciye ilişkin olarak, bay Dühring'e özgü tek buluşu belirtelim. O, Boisguillebert ve Law arasında, kendisine değin bilinmeyen bir bağlantı bulmuştur. Gerçekten Boisguillebert meta dolaşımı içinde yerine getirdikleri normal parasal işlevlerde değerli madenlerin kredi parası ("bir kağıt (sayfa: 335) parçası") ile değişilebileceklerini ileri sürer.[63*] Law, buna karşılık, bu "kağıt parçaları"nın keyfi bir "artış"ının, bir ulusun zenginliğini artıracağını düşünür. Bundan, bay Dühring için, "Boisguillebert'in deyişinin yeni bir merkantilizm yolunu kendinde barındırdığı", bir başka deyişle Law'u kendinde barındırdığı sonucu çıkar. Ve bu da şu biçimde apaçık tanıtlanır: "Önemli olan yalnızca, yalın kağıt parçalarına değerli madenlerin oynayacakları rolün tıpkısının verilmesiydi ve böylece merkantilizmin bir başkalaşımı hemen gerçekleşmiş bulunuyordu."
Aynı biçimde, amcamın halam durumuna başkalaşımı da hemen gerçekleşebilir. Gerçi bay Dühring, işleri yoluna koymak için, şöyle ekler: "Bununla birlikte, Boisguillebert'in böyle bir niyeti yoktu." Ama o, değerli madenlerin parasal rolü üzerindeki kendi ussal anlayışını, kendisine göre değerli madenlerin bu rolde kağıt ile değiştirilebilmeleri nedeniyle, merkantilistlerin boşinana dayanan anlayışları ile değiştirme niyetini nasıl besleyebilirdi? Bununla birlikte bay Dühring, istençsiz komedyası ile şöyle devam eder: "Gene de, şurada burada yazarımızın, başarı ile gerçekten yerli yerinde bir gözlem yaptığı da itiraf edilebilir" (s.83).[64*] (sayfa: 336)
Law'a gelince bay Dühring, başarı ile ancak şu "gerçekten yerli yerinde gözlem"i yapar:
"Law'un da son temeli (yani değerli madenler temelini) hiçbir zaman tamamen ortadan kaldıramadığı ama son sınıra, yani sistemin yıkılışına, kağıt para çıkarılmasına değin götürdüğü görülür." (s.94.)
Gerçeklikte, eğer yalın para işaretleri olan kağıttan kelebekler halk içinde seke seke uçuşacaklardıysa bu, değerli madenler temelini ortadan kaldırmak için değil, tersine, halkın ceplerini tamtakır devlet kasalarına boşaltmak içindi.[65*]
Gene Petty'ye ve bay Dühring'in iktisat tarihinde ona oynattığı silik role dönmek için, önce Petty'nin hemen ardından gelenler üzerine, Locke ve North üzerine bize ne dendiğine bakalım. Locke'un Considerations on Lowering of (sayfa: 337) Interest and Raising Of Money'si ile North'un Discourses upon Trade'i aynı yıl, 1691'de yayınlandılar.[66*]
"Onun [Locke] faiz ve para üzerine yazdıklan, merkantilizm çağında devlet yaşamı olayları konusunda geçerliliği olan düşünceler çerçevesinden çıkmaz." (s. 64.)
—Bu "açıklama"nın okuru için, Locke'un Lowering of Interest'inin 18. yüzyılın ikinci yarısında Fransa ve İtalya'da ekonomi politik üzerine, hem de çeşitli yönlerden öylesine büyük bir etki kazanmış olmasının nedenleri herhalde çok açık olacaktır.
"Faiz oranının özgürlüğü üzerine, birçok iş adamı [Locke ile] aynı şeyi düşünüyor ve durumun evrimi de faiz oranı karşısındaki engellerin etkisiz olarak görülmesi eğilimini yaratıyordu. Bu Dudley North'un Discourses upon Trade'ini özgür değişim yönünde yazabildiği bir zamanda, faiz sınırlamalarına karşı teorik muhalefeti olağanüstü hiçbir yanı bulunmayan bir muhalefet olarak gösteren birçok şey, deyim yerindeyse havada olmalıydı." (s.64.)
Demek ki Locke, "olağanüstü" hiçbir şey söylemeksizin faiz özgürlüğü üzerine teori kurmak için, şu ya da bu çağdaş "iş adamı"nın düşüncelerini yeni baştan düşünmek ya da zamanında, "deyim yerindeyse havada" olan şeyleri yakalamaktan başka bir şey yapmamalıydı! Ama gerçekte Petty, daha 1662'de, Treatise on Taxes and Contributions'unda, bizim tefecilik adını verdiğimiz para rantı olarak faizi (rent of money which we call usury), toprak ve bina mülkiyeti rantı (rent of land and houses) ile karşılaştırıyor ve kuşkusuz toprak rantına karşı değil ama elbette para rantına karşı yasama önlemleri aracıyla sert davranılmasını isteyen toprak sahibi karşısında, doğa yasasına karşı pozitif hukuk yasaları (sayfa: 338) çıkarmanın ne denli boş ve kısır bir şey olduğunu gösteriyordu (the vanity and fruitlessness of making civil positive law against the law of nature).[67*] Bu nedenle, Quantulumcumque Concerning Money (1682)'sinde faizin yasal düzenlenişini, değerli madenler dışsatımı ya da kambiyo kurlarının düzenlenmesi denli budalaca bir şey olarak ilân eder. Aynı yapıtta, Raising of money üzerine kesin şeyler söyler (örneğin bir ons gümüşten iki kat şilin basarak yarım şiline bir şilin adını verme girişimi).
Bu son noktada Petty, Locke ve North tarafından, düpedüz ya da pok az bir farkla kopya edilir. Ama faiz konusunda Locke, Petty'nin para faizi ile toprak rantı arasındaki paraleline bağlanır, oysa daha ileri giden North, sermaye rantı olarak (rent of stock) faizi toprak rantına ve finans lordlarını da toprak lordlarına karşı koyar. Ama Locke, Petty tarafından istenen faiz serbestliğini ancak sakınımlarla benimserken, North bu özgürlüğü kesin olarak benimser.
"Daha ince" anlamda daha da zorlu bir merkantilist olan bay Dühring, kendini Dudley North'un Discourses upon Trade'inden,[68*] bu yapıtın "özgür-değişim yönünde" yazıldığı gözlemi ile kurtardığı zaman, kendi kendini geride bırakır. Bu, Harvey üzerine, onun "kan dolaşımı yönünde" yazdığını söylemek gibi bir şeydir. North'un yapıtı, öbür değimleri bir yana, iç ticarete ilişkin olduğu denli dış ticarete ilişkin olarak da hiçbir şeyin engellemediği bir mantıkla yazılmış, özgür-değişim öğretisinin tamamen klasik bir tartışmasıdır; kuşkusuz 1691'de "olağanüstü bir şey"!
Bununla birlikte bay Dühring, bize North'un bir "tüccar", üstelik kötü bir çocuk olduğunu ve yapıtının "başan kazanamadığını" açıklar. Böyle bir yapıt, İngiltere'de koruyucu sistemin kesin utkusu zamanında, toplumun her işinde önayak olan ayak takımı gözünde "başarı" kazansın — işte bir bu eksikti! Gene de bunun böyle olması, bu yapıtın İngiltere'de (sayfa: 339) hemen arkasından, hatta birkaçı 17. yüzyıl sonundan önce yayınlanan bir dizi iktisat yapıtında görülebilecek hızlı teorik etkisini engellemedi.
Locke ve North, Petty'nin ekonomi politiğin hemen her alanında gerçekleştirdiği ilk başarıların, İngiliz ardılları tarafından birer birer nasıl yeniden ele alınıp geliştirildiklerini bize göstermişlerdir. Bu sürecin, 1691'den 1752'ye değin giden dönem içindeki izleri, kendini daha bu dönemde herhangi bir önem taşıyan tüm iktisat yapıtlarının, olumlu ya da olumsuz hareket noktası olarak Petty'yi almış olmaları yalın olgusu ile en yüzeysel gözlemciye bile zorla kabul ettirir. Bu nedenle, özgür kafalarla dolu bulunan bu dönem, ekonomi politiğin kerteli oluşmasının irdelenmesi için en önemli dönemdir. Bu dönem Kapital'de, Petty ile bu dönem yazarlarına o denli önem vermiş olmasını Marks'a bağışlanmaz bir günah olarak yükleyen "parlak üsluplu tarih yazma biçimi" tarafından, tarihten düpedüz silinmiştir. Bu tarih yazma biçimi, Locke, North, Boisguillebert ve Law'dan hemen fizyokratlara geçer ve daha sonra ekonomi politiğin gerçek tapınağının girişinde, David Hume görünür. Bay Dühring'in izniyle, kronolojik düzeni yeniden kuracak ve bunun sonucu Hume'u fizyokratların önüne koyacağız.[69*]
Hume'un ekonomik Essay'leri[70*] 1752'de yayınlandı. Bir bütün oluşturan Of Money, Of the Balance, of Trade, Of Commerce başlıklı denemelerde Hume, adım adım ve çoğu kez (sayfa: 340) yalın özençlerine değin, Jacob Vanderlint'in Money Answers All Things, Londra, 1734, kitabını izler. Bu Vanderlint, bay Dühring için ne denli bilinmez kalmış olursa olsun, 18. yüzyıl sonu, yani Adam Smith'ten sonraki dönem İngiliz iktisat yapıtlarına değin hesaba katılır.
Vanderlint gibi Hume da parayı, yalın bir değer simgesi olarak inceler; ticaret bilançosunun bir ülke için sürekli biçimde lehte ya da aleyhte olamaması nedenlerini, hemen hemen harfi harfine Vanderlint'ten kopya eder (ve bu da önemli bir şeydir, çünkü değer simgeleri teorisini başka birçok kitaptan da alabilirdi); çeşitli ülkelerin çeşitli ekonomik konumlarına göre doğal olarak kurulan bilançolar dengesini Vanderlint gibi öğretir; özgür-değişimi Vanderlint gibi, ama biraz daha az cüret ve mantıkla öğütler. Vanderlint gibi ama onunki denli belirgin olmayan bir biçimde, gereksinmeleri üretimin motoru olarak değerlendirir. Meta fiyatları üzerinde yanlışlıkla kredi parası ve devlet tahvillerine yüklediği etkide Vanderlint'i izler; Vanderlint ile birlikte kredi parasına mahkum eder, Vanderlint gibi meta fiyatlarını emeğin fiyatına, yani ücrete bağlar; hatta para yığmanın (thésaurisation, iddihar) meta fiyatlarını düşük bir oranda tuttuğu yolundaki o delice fikri bile Vanderlint'ten kopya eder vb., vb..
Uzun zaman önce bay Dühring, Hume'un para teorisi konusunda başkalarının düştüğü yanılgıyı gizemli bir havayla kulağımıza fısıldamış; özellikle Hume'un, Vanderlint ve adını anacağımız bir başka yazarla daha, J. Massie ile olan gizli ilişkilerini, üstelik izin de almaksızın göstermekte sakınca görmeyen Marks'a gözkorkutucu anıştırmalarda bulunmuştu.
İşte bu yanılgının içyüzü. Hume'un, paranın değer simgesinden başka bir şey olmadığı ve bunun sonucu öteki koşullar değişmediği sürece, meta fiyatlarının dolaşımdaki para miktarının artışından dolayı düştükleri ve azalışından dolayı yükseldikleri yolundaki gerçek para teorisine ilişkin olarak bay Dühring, dünyanın en büyük iyi niyetiyle —ve gizemine sahip bulunduğu ışıklı biçim hesaba katılarak—, öncellerinin yanlışlıkla söyledikleri şeyleri yinelemekten başka (sayfa: 341) bir şey yapamaz. Hume'a gelince, sözü geçen teoriyi sunduktan sonra kendi kendine, Amerika madenlerinin bulunmasından sonra da, gene de "sanayinin, bu madenlerin sahipleri hariç, Avrupa'nın bütün uluslarında geliştiği"nin ve bunun da, "başka nedenler arasında, altın ve gümüş artışı sonucu olduğu"nun "açık" olduğu itirazında bulunur (aynı öncüllerden hareket eden Montesquieu de daha önce aynı şeyi yapmıştı).[71*] Hume bu olayı, "metaların yüksek fiyatı, altın ve gümüş artışının zorunlu sonucu olmasına karşın, gene de bu artışı hemen izlemez ama paranın tüm devlette dolaşması ve etkilerini nüfusun tüm katmanları üzerinde duyurması için belirli bir zamanın geçmesi zorunludur" diyerek açıklar. Bu aracı dönemde, paranın sanayi ve ticaret üzerinde olumlu bir etkisi vardır. Bu açıklamanın sonunda Hume, öncellerinin ve çağdaşlarının çoğundan daha dar bir biçimde de olsa, bize bunun nedenlerini söyler:
"Parayı tüm topluluktaki ilerlemesi içinde izlemek kolaydır ve o zaman onun, emeğin fiyatını yükseltmeden önce, herkesin çabasını kamçılayacağını görürüz."[72*]
Bir başka deyişle, Hume burada değerli madenlerin değerinde bir devrimi, düpedüz bir değer düşmesini ya da aynı anlama gelmek üzere değerli madenlerin değer ölçüsünde bir devrimi betimler. Bundan, meta fiyatlarının yavaş yavaş oluşan eşitlemesinde, bu değer düşüşünün "emeğin fiyatını", yani ücretleri ancak son kertede yükselttiği; bunun işçiler zararına tüccar ve sanayicilerin kârını yükselttiği (bunu tamamen normal karşılar) ve böylece "çabayı kamçıladığı" doğru sonucunu çıkarır. Ama gerçek bilimsel soru: Değerli madenlerin, değerlerinde hiçbir düşme olmadan artan bir dışalımı meta fiyatları üzerinde etkili olur mu ve nasıl etkili olur? — bu soru, herhangi bir "değerli madenler artışı"nı onların değerden düşmeleri ile karıştıran Hume tarafından sorulmaz bile. Demek ki Hume, Marks ona neyi yüklerse tastamam onu yapar (Contribution à critique, s. 141).[73*] Geçerken (sayfa: 342) bu noktaya gene döneceğiz, ama daha önce Hume'un "faiz" üzerindeki denemesine bakalım.
Hume'un, faizin varolan para yığını ile değil ama kâr oranı ile düzenlendiği yolundaki açıkça Locke'a karşı yöneltilmiş tanıtlaması ile faiz oranının yüksek ya da düşük düzeyini belirleyen nedenler üzerindeki öteki açıklamaları, — bütün bunlar, Hume'un Essay'inden iki yıl önce, 1750'de yayınlanan bir yapıtta: An Essay on the Governinig Cause of the Natural Rate of Interest wherein the sentiments of Sir W. Petty and Mr. Locke, on that head, are considered'de daha doğru ve daha kaba bir biçimde bulunur. Bu yapıtın yazarı, birçok bakımdan çok hareketli ve o çağın İngiliz bibliyografyasından anlaşılabileceği gibi çok okunan bir yazar olan J. Massie'dir. Faiz oranı üzerine Adam Smith tarafından yapılan açıklama, Massie'ye Hume'dan daha yakındır. Massie de, Hume da, her ikisinde de bir rol oynayan "kâr"ın içyüzü üzerine ne herhangi bir şey bilir, ne de herhangi bir şey söylerler.[74*]
"Genel olarak, diye kurum satar bay Dühring, Hume üzerine yapılan değerlendirmelerde çoğu kez büyük bir taraf kayırıcılığı ile davranılmış ve hiç de onun olmayan fikirler ona maledilmiştir."
Ve bu "davranış"ın birçok çarpıcı örneğini bize bay Dühring'in kendisi verir.[75*]
Böylece, örneğin Hume'un faiz üzerindeki Essay'i şu sözlerle başlar: (sayfa: 343)
"Her ne denli ben bunun nedeninin, genel olarak kabul edilen nedenden bambaşka olduğunu sanıyorsam da, düşük faiz oranından başka hiçbir şey, hem de haklı olarak, bir halkın gönenç durumunun en güvenilir belirtisi olarak görülmemektedir."[76*]
Yani daha ilk tümecde Hume, faiz oranının düşüklüğünün bir halkın gönençli durumunun en güvenilir belirtisi olduğu kanısını, zamanında orta malı durumuna gelmiş bulunan beylik bir düşünce olarak anar. Ve gerçekten bu "fikir" herkesçe bilinen bir fikir durumuna gelmek için, Child'dan sonra tam yüz yıl geçirmiştir. Buna karşılık:
"[Hume'un] faiz oranı üzerindeki düşüncelerinde, özsel olarak faiz oranının, durumun [hangi durumun?] gerçek barometresi olduğu ve düşüklüğünün bir halkın gönencinin hemen hemen şaşmaz bir belirtisi bulunduğu fikrini vurgulamak gerekir." (s. 130).
Böyle konuşan taraf kayırıcı ve suçlu "kişi" kim? Bay Dühring'den başkası değil.[77*]
Öte yandan eleştirel tarihçimizde yapmacıksız bir şaşkınlık uyandıran şey de Hume'un, bazı başarılı fikirler konusunda, "kendini bunların sahibi olarak göstermeye bile kalkmaması"dır. İşte bay Dühring'in başına gelmeyecek bir hal.
Hume'un her değerli maden artışını bir değer düşmesine, kendi öz değerinde, yani metaların değer ölçüsünde bir devrime eşlik eden artış ile nasıl karıştırdığını görmüştük. Bu (sayfa: 345) karışıklık Hume'da kaçınılmaz bir şeydi, çünkü değerli madenlerin değer ölçüsü görevi üzerine en küçük bir fikri yoktu. Bu konuda fikri olamazdı, çünkü değer üzerine hiçbir şey bilmiyordu. Değer sözcüğü, incelemelerinde belki yalnızca bir kez görünür, o da Locke'un değerli madenlerin ancak "sanal bir değer"e sahip oldukları yolundaki yanlışını, "onlar özsel olarak saymaca bir değere sahiptir" diyerek biçimsizleştirdiği parçada.[78*]
Burada o, yalnızca Petty'nin değil ama İngiliz çağdaşlarından çoğunun da altındadır. Petty'nin uzun zamandan beri aşmış bulunduğu bir aşama olan "tüccar"ı üretimin başta gelen iticisi olarak yüceltmeye devam ettiği zaman da aynı "gecikme"nin kanıtını verir. Hume'un incelemelerinde, "bellibaşlı ekonomik ilişkiler" ile uğraştığı yolunda bay Dühring tarafından verilen güvenceye gelince, Hume'un ekonomik çalışmalarının dar çevrenine şaşıp kalmak için, Cantillon'un Adam Smith tarafından adı anılan yapıtına (Hume'un incelemeleri gibi 1752'de, ama yazarın ölümünden yıllarca sonra yayınlanmış yapıt) bakmak yetecektir.[79*] Hume, söylenmiş bulunduğu gibi, hatta ekonomi politik alanında bile, bay Dühring'in kendisine verdiği berata karşın saygıdeğer kalır; (sayfa: 346) ama bu alanda çağ açmak şöyle dursun, özgün bir araştırıcı bile değildir. Onun iktisat incelemelerinin zamanındaki aydın çevreler üzerindeki etkisi, yalnızca açıklamanın üstünlüğünden değil ama daha da çok o sıralarda serpilip gelişmekte olan sanayi ve ticaretin, başka bir deyişle o zaman İngiltere'de hızla yükselen kapitalist toplumun ilerici ve iyimser bir yüceltilmesi olmasından ileri geliyordu: Yani o toplum, bu incelemeleri "alkışlamak"tan başka bir şey yapamazdı. Yalın bir bilgi yetecek. Tam da Hume'un yaşadığı çağda, toprak sahipleri ve genel olarak zenginlerin vergi yükünü azaltmak için o çok ünlü Robert Walpole tarafından yöntemli bir biçimde kullanılan dolaylı vergiler sistemine karşı İngiliz halk yığınının ne büyük bir tutku ile savaşım verdiğini herkes bilir. Hume'un, kafasından hiç çıkarmadığı ve dolaysiz vergilerin en koyu düşmanı, toprak vergisinin en kararlı yandaşı olan yanıtçısı Vanderlint'e karşı, adını anmaksızın kalem tarttışması yaptığı Vergiler Üzerine Deneme'sinde (On Taxes) şunlar okunabilir:
"İşçinin bu vergileri [tüketim vergileri] emeğinin fiyatı artmaksızın çaba ve tasarruf ruhunu artırarak ödeyebilecek durumda olmaması için, gerçekte bunların çok ağır ve çok usdışı biçimde dağıtılmış vergiler olmaları gerekir."[80*]
İnsan burada Robert Walpole'un da kendisini dinlediğini sanır, hele buna Kamu Kredisi Üzerine Deneme'nin, devlet alacaklılarından vergi toplamının güçlüğü konusunda şöyle dendiği parçası da eklenirse:
"Onların gelirlerindeki azalış, oktruva ya da gümrüklerin basit bir maddesi görünüşü altında gizlenemez."[81*]
Bir İskoçyalıdan da başka türlüsü beklenemeyeceği gibi, Hume'un burjuva kârı için duyduğu hayranlık hiç de platonik bir hayranlık değildir. Kökeni yoksul bir aileye dayandığı halde, 1.000 sterlinlik bir yıllık gelir sahibi oldu ve bunu da, bir Petty sözkonusu olmadığına göre, bay Dühring şu biçimde açıklar: (sayfa: 347)
"İyi bir özel tasarruf sayesinde, çok dar olanaklar temeli üzerinde, kimsenin keyfine göre yazma zorunda olmamak durumuna erişmişti."
Bay Dühring, ayrıca:
"Hiçbir zaman partilerin, prenslerin ya da üniversitelerin etkisiyle en küçük bir ödün vermedi" dediği zaman, bilindiği kadarıyla Hume'un bir "Wagener"[82*] ile hiçbir zaman ortaklaşa bir yazı işi yapmadığını ama hiç değilse whig oligarşisinin yorulmak bilmez bir yandaşı olduğunu, "Kiliseyi ve Devlet"i yücelttiğini ve bu değimine karşılık olarak, kendisine önce Paris elçiliğinde sekreterlik görevi ve daha sonra da ondan çok daha önemli ve çok daha kazançlı müsteşarlık görevi verildiğinin doğruluğunu da kuşkusuz itiraf etmek gerekir.
"Siyasal bakımdan Hume, tutucu ve sıkı sıkıya kralçı kanıdaydı ve her zaman da öyle kaldı. Bundan ötürü kurulu kilise yandaşları tarafından, sapkınlıkla Gibbon denli sert bir biçimde suçlandırılmadı" der, yaşlı Schlosser.[83*]
"Bu bencil Hume, bu tarih kurcalayıcısı", İngiliz keşişlerini çoluksuz çocuksuz, sadakayla bolluk içinde yaşamakla suçlar, "ama kendisinin de hiçbir zaman ne ailesi, ne karısı oldu; bu adam, devlete yapılmış herhangi bir hizmetle hiçbir zaman hak kazanmaksızın devlet gelirlerinden tıka-basa yiyen, ense kulak adamakıllı yerinde biriydi" der avam takımından o kaba Cobbet.[84*] "Yaşamın pratik davranışında, başlıca yönlerde bir Kant'ı hayli önceler", der bay Dühring.
Ama Eleştirel Tarih'te Hume'a, bu denli abartılmış bir yer neden verilir? Yalnızca bu "ciddi ve ince düşünür", 18. yüzyıl Dühring'i olma onuruna sahip bulunduğu için. Eğer bir Hume "bütün bir bilim dalının [iktisat] kurulmasının aydınlanmış felsefenin bir yapıtı olduğunu" tanıtlamaya (sayfa: 348) yarıyorsa, onun müjdeci rolü bütün bir bilim dalının zamanımız için tamamlanışını, yalnızca "aydınlanmış" durumda bulunan felsefeyi gerçeğin mutlak olarak ışık saçan felsefesi haline dönüştürmüş olan ve kendisinin tıpkı Hume'daki gibi "—Alman toprağı üzerinde şimdiye değin görülmemiş [şey]...—, dar anlamda felsefe saygısının iktisat konusundaki bilimsel çabalarla birleşmiş bulunduğu" şaşılacak adamda bulacağının en iyi güvencesini venr.
İktisatçı olarak kuşkusuz saygıdeğer olan Hume'u, önemi geçmişte yalnızca bay Dühring'in "çağı için kesin önem taşıyan" başarıları üzerinde de öylesine direngenlikle susan o kıskançlık tarafından bilinmezlikten gelinebilmiş birinci sınıf bir iktisat yıldızı durumuna getirilecek kadar şişirilmiş görmemizin nedeni, işte bu.[85*] (sayfa: 349)
Bilindiği gibi fizyokratik okul, bize Quesnay'nin Tableau économique'i ile Şimdiye değin iktisat eleştirici ve tarihçilerinin boş yere kafa patlattıklan bir bilmece bırakmıştır. Bir ülkenin tüm zenginliğinin üretim ve dolaşımın fizyokratik anlayışını ortaya koyacak olan bu tablo, daha sonraki iktisatçilar için oldukça karanlık kaldı. Burada da bay Dühring, bizi kesin olarak aydınlatacaktır. "Üretim ve bölüşüm ilişkilerinin bu ekonomik imgesinin Quesnay'de ne anlama geleceği" der, ancak "daha önce ona özgü bulunan temel fikirler adamakıllı irdelenirse" açıklanabilir.
Ve bu fikirler, şimdiye değin ancak "kararsız bir belirsizlik" ile sunulmuş bulundukları ve Adam Smith'te bile bunların "ana çizgileri tanınamayacak bir durumda" olduğu için, bu irdeleme işi çok gerekli bir şeydir. O da bu nedenle beş koca sayfa, içlerinde her türlü cafcaflı sözler, sürekli yinelemeler ve hesaplı bir düzensizliğin, bay Dühring'in Quesnay'nin "temel fikirleri" üzerine ancak ve ancak yetersizlikleri (sayfa: 350) konusunda herkesi uyarmaktan vazgeçmediği "en basit okul kitaplarında" bulunabileceği denli bir şey bildiği uğursuz gerçeğini saklamaya çalışacakları beş sayfa boyunca okuruna ders verir. Henüz yalnızca adı bilinen Tableau'nun, geçerken şöyle bir koklanmış olduğunu, ondan sonra örneğin "işe başlama ile sonuç arasındaki ayrım" gibi türlü-çeşitli "derin düşünceler" içine dalındığını görmek, bu girişin "en sancalı yönlerinden" biridir. Her ne denli "bu ayrım Quesnay'nin düşüncelerinde kesin bir biçim altında bulunamaz"sa da, buna karşılık bay Dühring, uzun bir giriş biçimi altındaki "işe başlama"sından, tuhaf bir biçimdeki kısa soluklu "sonuç"una, yani Tableau'nun açıklamasına geçtiği anda, bunun şimşek çaktıran bir örneğini verecektir. Öyleyse, Quesnay'nin Tableau'su üzerine bay Dühring'in söylemeyi uygun bulduğu şeyin hepsini, ama sözcüğü sözcüğüne hepsini verelim:
"İşe başlama"sında bay Dühring, şöyle der:
"Gelirin [bay Dühring az önce net üründen sözediyordu] para biçiminde bir değer olarak alınıp işlenmesi gereği, ona [Quesnay'ye] apaçık bir şey görünüyordu. ... O düşüncelerini hemen, bütün tarımsal ürünlerin ilk elin dışına çıkışları sırasındaki satış sonuçlan olarak varsaydığı para biçimindeki değerlere bağlar [!]. Birkaç milyar (yani para biçimindeki değerleri ile, tablosunun sütunlarında işte bu biçimde [!] işlem yapar.
Böylece Quesnay'nin Tableau'da, "net ürün" ya da "net gelir" değerleri dahil, "tarımsal ürünler"in "para biçimindeki değerleri" ile işlem yaptığını üç kez öğrenmiş bulunuyoruz. Daha ilerde şöyle okunabilir:
"Eğer Quesnay bir gerçekten doğal görme biçimi yolunu tutmuş ve yalnızca değerli madenler ile para niceliğini değil ama para biçimindeki değerleri de göz önünde tutmaktan kurtulmuş olaydı. ... Ama böylece o salt değer tutarları ile hesap yapar ve net ürünü a priori para biçiminde bir değer olarak tasarlar [!]".
Öyleyse, dördüncü ve beşinci kez olarak: Tableau'da (sayfa: 351) yalnızca para biçiminde değerler vardır!
"O [Quesnay] bunu [net ürün] harcamaları çıkartarak ve özsel olarak [işte geleneksel olmayan ama bir o denli kolay olan bir özet] toprak sahibine rant olarak düşen bu değeri düşünerek [!] elde etmiştir."
Hâlâ bir adım bile ilerlemiş değiliz; ama şimdi ilerleyeceğiz:
"Öte yandan net ürün, şimdi de [bu "şimdi de" bir inci!] doğal nesne olarak dolaşıma girer ve böylece ... kısır olarak adlandırılan sınıfın gereksinmelerini karşılamaya yarar. Burada, düşüncenin gidişini belirleyen şeyin bir durumda para biçimindeki değer, öteki durumda ise şeyin kendisi olmasından doğan karışıklık hemen [!] görülebilir."
Bu metaların dolaşıma aynı zamanda hem "doğal nesne", hem de "para biçiminde değer" olarak girmeleri "karışıklığı"na, görünüşe bakılırsa, genel olarak her meta dolaşımı katlanır. Ama "para biçimindeki değerler" çevresinde durmadan boşuna dönüyoruz, çünkü "Quesnay, ekonomik değerin ikili bir değerlendirmesinden kaçınmak ister".
Bay Dühring bizi bağışlasın: Aşağıda, Quesnay'nin tablosunun "çözümleme"sinde,[86*] "doğal nesneler" olarak çeşitli türdeki ürünler, yukarda, Tableau'nun kendisinde, bunların para biçimindeki değerleri yer alır. Daha sonra Quesnay, yardımcısı rahip Baudeau[87*] eliyle, hatta doğal nesneleri tabloda doğrudan doğruya onların para biçimindeki değerlerinin yanına yazdırmıştır. [88*] (sayfa: 352)
Bunca "işe başlama"dan sonra, ensonu "sonuç". Dinleyin, yiğit kişiler:
. "Bununla birlikte [Quesnay tarafından toprak sahiplerine yüklenilen role göre] tutarsızlık, rant olarak sahiplenilen net ürünün ekonomik dolaşımda ne olduğu sorulur sorulmaz, hemen ortaya çıkar. Fizyokratik fikirleri ve Tableau économique'i, yalnızca bir karışıklık ve mistisizme kadar götürülmüş bir keyfi tutum açıklar."
Siz işin sonuna bakın. Demek ki bay Dühring, "rant olarak sahiplenilen net ürünün (Tableau'nun gösterdiği) ekonomik dolaşımda ne olduğu"nu bilmiyor.
Tableau, ona göre, "dört köşeli daire"dir. Fizyokrasinin alfabesini anlamadığını itiraf eder. Sözü ağzında geveledikten , havanda su dövdükten, sola sağa sıçradıktan sonra, sersemletici zevzekliklere, öykülere, oyalamalara, yinelemelere ve üçkağıtçılıklara atıldıktan sonra bizi "Quesnay'nin Tableau'sunun anlamı" üzerindeki korkunç açıklamaya hazırlamaktan başka hiçbir amacı olmayan bütün bu oyundan sonra, — tüm bunların sonucu olarak bay Dühring, utanılacak şekilde bu konuda hiçbir şey bilmediğini itiraf eder.
Bu acı gizden, Horatius'un dediği gibi, fizyokratlar ülkesinde atının terkisinde gezdirdiği bu kara kaygıdan bir kez kurtulduktan sonra, "ciddi ve ince düşünür"ümüz zurnasını neşe ile yeni baştan ağzına alır: "Quesnay'nin aslında oldukça yalın olan [!] Tableau'sunda her yöne [topu topu altı yön!] çizdiği ve net ürünün dolaşımını göstermeleri gereken çizgiler", "Sütunların bu garip bağdaşımına" matematik bir mucizenin karışıp karımdığını sormaya götürür ve Quesnay'nin dört köşeli daire ile uğraştığını hatırlatır, vb.. Bu çizgiler, bütün yalınlıklarına karşın, bay Dühring için kendi öz itirafina göre anlaşılmaz şeyler olarak kaldıklarından, onları bilinen davranışına göre, saygınlıktan düşürmek zorundadır; bundan sonra cansıkıcı Tableau'ya ölüm vuruşunu korkusuzca (sayfa: 353) indirebilir: "Net ürünü bu en sakıncalı yönü altında göz önünde tutarak" vb., Tableau économique'den, orada yer alan net ürün tarafından oynanan rolden hiçbir şey anlamadığının zoraki itirafı, — işte bay Dühring'in "net ürününün en sakıncalı yönü" dediği şey, bu! Ne iç karartıcı mizah.[89*]
Ama, Quesnay'nin Tableau'su konusunda okurlarımızın, iktisat bilgilerini "ilk el"den bay Dühring'den alan kimselerin zorunlu olarak içine düştükleri o korkunç kararsızlık içinde kalmamaları için, kısaca birkaç bilgi verelim.[90*]
Bilinir ki fizyokratlarda toplum üç sınıfa bölünür: l° Üretken, yani tarımdaki etkinliği gerçek olan sınıf, çiftlik kiracıları ve tarım işçileri; bunlara, emekleri bir fazlalık, yani rant bıraktığı için üretken adı verilir; 2° Bu fazlalığı sahiplenen ve hizmetkarları ile birlikte toprak sahiplerini kapsayan sınıf; genel olarak paraları devlet tarafından ödenen memurlar ile birlikte prens ve ensonu, öşürü sahiplenen kurul niteliğiyle Kilise. Kısaltmak için, bundan sonra birinci sınıfı yalnızca "çiftlik kiracıları", ikinci sınıfı da "toprak sahipleri" olarak adlandıracağız; 3° Sanayici ya da kısır sınıf, — fizyokratların kanısına göre, üretken sınıf tarafından sağlanan ilkel maddelere, tastamam bu maddelerden geçim araçları biçimi altında tükettiği kadar değer eklediği için kısır. Böylece Quesnay'nin Tableau'su, bir ülkenin (gerçekte Fransa'nın) tüm yıllık ürününün bu üç sınıf arasındaki dolaşım ve yıllık yeniden-üretime hizmet etme biçmini gösterecektir.
Tableau'nun Normandie, Picardie, Ile-de-France ve başka birkaç Fransız ilinin örnek hizmeti gördüğü ilk varsayımı, toprağın kiralanması sisteminin ve onunla birlikte Quesnay çağındaki anlamıyla büyük tarımın, genel olarak yaygınlaşmış olmasıdır. Bunun sonucu, çiftlik kiracısı tarımın gerçek yöneticisi olarak görünür, Tableau'da tüm üretken (tarım yapan) sınıfı temsil eder ve toprak sahibine para olarak bir rant öder. Çiftlik kiracılarının tümü, adı geçen illerin (sayfa: 354) en iyi işlenen çiftliklerinin bir kez daha belirleyici olduklar, bir tahmin uyarınca, kendine beşte-biri, yani 2 milyarı her yıl yenilenecek işletme fonu olan 10 milyar liralık bir avans ayrıldığını görür.
Öteki varsayımlar: l° Yalınlık nedeniyle fiyatlar değişmez ve yeniden-üretim yalın (basit) yeniden-üretim olacak; 2° Herhangi bir sınıf içinde oluşan dolaşım dıştalanacak ve yalnızca sınıftan sınıfa olan dolaşım gözönünde tutulacak; 3° İşletme yılı içinde sınıftan sınıfa olan bütün alım ve satımlar tek bir toplam olarak toplanacak. Son olarak Quesnay çağında, aşağı yukarı bütün Avrupa'da olduğu gibi Fransa'da da köylü ailesine özgü ev sanayisinin, beslenme gereksinmeleri dışında kalan gereksinmelerinin de en önemli bölümünü fazlasıyla sağladığı ve bu nedenle burada tarımın normal tamamlayıcısı olarak varsayıldığı anımsanacaktır.
Tableau'nun hareket noktası tüm rekolte, bu nedenle en yukarda yer alan toprağın yıllık meyvelerinin brüt ürünü ya da ülkenin, yani bu durumda Fransa'nın, "toplam yeniden üretimi"dir. Bu brüt ürünün değer büyüklüğü, toprak ürünlerinin tecimen uluslardaki ortalama fiyatlarına göre tahmin edilmiştir. Bu büyüklük, o çağın olanaklı olan istatistik değerlendirmelerine göre, Fransa'da brüt tarım ürününün para olarak değerini aşağı yukarı yansıtan bir tutar olan beş milyar liraya yükselir. Quesnay'nin Tableau'sunda beş tournois lirasıyla değil de "birkaç milyar ile", bilindiği gibi beş milyar ile "işlem" yapmasının nedeni, aslında işte budur.
Beş milyarlk bir değerdeki toplam brüt ürün, demek ki üretken sınıfın, yani en başta onu on milyarlık bir avansa karşılık düşen iki milyarlik bir işletme fonu harcayarak üreten çiftlik kiracılarının elinde bulunur. İşletme fonunun yenilenmesi, o halde tarımda doğrudan doğruya çalışan kimselerin bakımi için de zorunlu tarımsal ürünler, aşlık, hammaddeler vb., toplam rekolteden mal olarak alınır ve yeni tarımsal üretim için harcanır. Bir kez saptanmış ölçek içinde, söylemiş bulunduğumuz gibi, değişmez fiyatlar ve yalın bir yeniden üretim varsayıldığından, brüt ürün üzerinden alınan (sayfa: 355) bu parçanın para olarak değeri iki milyar liraya eşittir. Öyleyse bu parça, genel dolaşıma girmez. Çünkü, daha önce belirtildiği gibi dolaşım, çeşitli sınıflar arasında değil de her sınıfın kendi sınırları içinde oluştuğu ölçüde, Tableau'dan dıştalanmıştır.
İşletme fonunun brüt ürün yardımı ile yenilenmesinden sonra, geriye iki milyarı yiyecek maddeleri ve bir milyarı da hammaddeler biçiminde üç milyarlık bir artık kalır. Ama çiftlik kiracılarının toprak sahiplerine ödemek zorunda oldukları rant, bunun ancak üçte-ikisine, yani iki milyara değin yükselebilir. Bu iki milyarın neden tek başına "net ürün" ya da "net gelir" başlığı altında yer aldığını birazdan göreceğiz.
Tarımın üç milyarı genel dolaşıma giren beş milyarlık bir değer tutarındaki "toplam yeniden-üretim"inden başka ulusun tüm "küçük tasarruf"unu oluşturan iki milyar tutarında bir serbest (likit) para da çiftlik kiracılarının elinde bulunur.
Bu işin nedeni de şu:
'nun hareket noktası toplam ürün olduğu için, bu hareket noktası, aynı zamanda bir ekonomik yılın, örneğin kendisinden sonra yeni bir ekonomik yılın başladığı 1758 yılının varış noktasını da oluşturur. Bu yeni 1759 yılı boyunca, brüt ürünün dolaşıma ayrılmış parçası, bir dizi tek tek ödemeler, alımlar ve satımlar aracıyla, öteki iki sınıf arasında bölüşülür. Bu birbiri ardına gelen değnık ve bütün bir yıl üzerine yayılan hareket —Tableau için herhalde olması gerektiği gibi—, gene de her biri bir tek kezde yılın tamamını kaplayan birkaç belirtici eylem biçiminde yoğunlaşırlar. Böylelikle 1758 yılı sonunda, çiftlik kiracıları sınıfının 1757 yılı için toprak sahiplerine rant biçimi altında ödemiş olduğu para, gene ona geri döner (Tableau, bunun nasıl olduğunu gösterecektir) ve böylece 1759'da bu iki milyar, yeniden dolaşıma sokulabilir. Ne var ki bu tutar, Quesnay'nin de belirttiği gibi, aslında ödemelerin sürekli olarak küçük parçalar biçiminde yinelendiği ülkenin (Fransa), gerçekte toplam dolaşımı bakımından gerekli olandan çok daha büyük olduğu için, çiftlik kiracılarının elinde bulunan iki milyar lira, ulus (sayfa: 356) içinde dolaşan paranın toplam tutarını temsil eder.
Rantı cebine indiren toprak sahipleri sınıfı önce, büyük bir olasılıkla bugün de olduğu gibi, ödemelerde parayı alan taraf rolünde görünür. Quesnay'nin varsayımına göre, asıl toprak sahiplerinin eline iki milyarlık rantın ancak 4/7'si geçer, 2/7'si hükümete ve 1/7'si de kilise öşürcülerine gider. Quesnay'nin zamanında Kilise, Fransa'nın en büyük toprak sahibi idi ve ayrıca geri kalan tüm toprak mülkiyetinin öşürünü de o alıyordu.
"Kısır" sınıf tarafından bir yıl boyunca harcanan işletme sermayesi (yıllık avanslar), hammaddeler biçiminde, bir milyarlık bir değerden oluşur; yalnızca hammaddeler biçiminde, çünkü aletler, makineler vb., bu sınıfın kendi ürünleri arasında sayılır. Bu sınıfın sanayileri pratiğinde bu ürünlerin oynadığı birçok role gelince, bu roller Tableau'yu, yalnızca sınıfın sınırları içinde oluşan meta ve para dolaşımmdan daha çok ilgilendirmez. Kısır sınıfın, hammaddeleri sayesinde mamul metalar haline dönüştürdüğü emek ücreti, kısmen doğrudan doğruya üretken sınıftan, kısmen dolaylı olarak toprak sahipleri aracılığıyla aldığı yaşama araçları değerine eşittir. Bu sınıf, kendi içinde kapitalistler ve ücretliler olarak bölünmesine karşın, Quesnay'nin temel anlayışına göre tüm sınıf durumunda, üretken sınıf ile toprak sahiplerinin ücretli görevlisidir. Sınai üretimin tümü ve sonuç olarak rekolteyi izleyen yıl üzerine dağılan dolaşımın da tümü, aynı biçimde tek bir toplam olarak birleştirilirler. Bu nedenle Tableau'da gösterilen hareketin başlangıcında, kısır sınıfın yıllık meta üretiminin tamamen kendi elinde bulunduğu, demek ki tüm işletme fonu ya da bir milyar değerindeki hammaddelerin, yarısının bu dönüşüm sırasında tüketilen yaşama araçlarının değerini temsil ettiği iki milyar değerindeki meta biçimine dönüşmüş olduğu varsayılır. Burada bir karşıkoymada bulunulabilir: Ama kısır sınıf, kendi ev gereksinmeleri için sanayi ürünleri de tüketir; eğer ürünlerin hepsi dolaşım yoluyla öteki sınıflara geçerse, bunlar nerede yer alır? Bu konuda, bize şu yanıt verilir: Kısır sınıf, yalnızca (sayfa: 357) kendi metalarının bir bölümünü tüketmekle kalmaz ama ayrıca, bunun olanaklı olduğunca çoğunu elinde tutmaya da çalışır. Öyleyse, dolaşıma giren metalarını kendi gerçek değerlerinin üzerinde bir değerle satar ve biz bu metalan üretiminin toplam değeri olarak değerlendirdiğimize göre, böyle de yapması gerekir. Ama gene de, Tableau'nun saptamalarında bu, hiçbir şeyi değiştirmez; çünkü öteki iki sınıf, yapılmış metalan ancak toplam üretimleri değerine alırlar.
Öyleyse şimdi üç ayrı sınıfın Tableau'nun gösterdiği hareketin başlangıcındaki ekonomik konumunu biliyoruz.
Üretken sınıf, işletme sermayesinin mal olarak yenilenmesinden sonra, üç milyarlık brüt tarımsal ürün ile birlikte iki milyar parayı da elinde tutar. Toprak sahipleri sınıfı, önce yalnızca üretken sınıftan iki milyarlık bir rant hakkı ile kendini gösterir. Kısır sınıf, iki milyarlık mamul beslenme maddesine sahiptir. Bu üç sınıftan yalnızca ikisini ilgilendiren bir dolaşıma fizyokratlar arasında eksik dolaşım, üçünü de ilgilendiren bir dolaşıma ise tam dolaşım adı verilir.
Şimdi Tableau économique'in kendisine geçelim.
Birinci dolaşım (eksik dolaşım): Çiftlik kiracıları toprak sahiplerine, kendilerine düşen rantı, yani iki milyar parayı, karşılıksız olarak öderler. Bu milyarlardan biri ile toprak sahipleri çiftlik kiracılarından yaşama araçlan satın alırlar; böylece rantı ödemek için harcanmış paranın bir yarısı gene çiftlik kiracılarına geri döner.
Quesnay, Analyse du Tableau Économique'inde, toprak rantının yedide-ikisini alan devlet ile yedide-birini alan kiliseden uzun boylu söz etmez, çünkü onların toplumsal rolleri herkes tarafından bilinir. Asıl toprak sahipleri ile ilgili olarak onların, içinde hizmetlerindeki bütün insanların harcamalarının da yer aldığı harcamalarının, "mülklerinin korunması ve iyileştirilmesi ve ekiminin artırılması için" kullanılan o çok küçük parça dışında, hiç değilse çok büyük bir bölümü bakımından, kısır harcamalar olduklarını söyler. Ama "doğal hukuk"a göre, onların öz görevleri, "ana-baba kalıtlarının yönetme çalışmaları ve onarım giderleri"ni[91*] üzerlerine (sayfa: 358) almak, ya da sonradan açıklandığı gibi, toprak avanslarını, yani toprağı hazırlamak ve çiftlikleri, çiftlik kiracısının sermayesinin hepsini salt gerçek ekim işine ayırmasını sağlayan her türlü katkılarla donatmak için yaptıkları harcamaları yapmaktir.
İkinci dolaşım (tam dolaşım): Henüz ellerinde bulunan ikinci milyar ile, toprak sahipleri kısır sınıftan yapılmış (mamul) maddeler ve kısır sınıf da bu biçimde eline geçen para ile çiftlik kiracılarından aynı tutarda yaşama araçları satın alırlar.
Üçüncü dolaşım (eksik dolaşım): Bir milyar para ile, çiftlik kiracıları kısır sınıftan aynı tutarda yapılmış maddeler satın alırlar; bu metaların büyük bir bölümü tarımsal aletler ve ekim için gerekli öteki üretim araçlarından oluşur. Kısır sınıf, kendi öz-işletme sermayesinin yenilenmesi için bir milyar ile hammaddeler satın alarak aynı parayı çiftlik kiracılarına geri verir. Böylelikle, çiftlik kiracılarının rantın ödenmesi için harcadıkları iki milyar para kendilerine geri dönmüş ve hareket de tamamlanmış olur. Ve böylece büyük bilmece, ekonomik dolaşımda "rant biçimi altında sahiplenilen net ürünün ne olduğunu" bilme sorunu da çözülmüş bulunur.
Yukarda, sürecin başında, üretken sınıfın elinde üç milyarlık bir artığa sahiptik. Bunun yalnızca iki milyarı net ürün olarak rant biçimi altında toprak sahiplerine ödenmişti. Artığın (fazlalığın) üçüncü milyarı, on milyar için, yüzde-on üzerinden, çiftlik kiracılarının toplam fon yatırımının faizini oluşturur. Onlar bu faizi —dikkat edilsin— dolaşımdan almazlar; elleri arasında mal olarak bulunur ve onu dolaşım aracıyla eşit değerde yapılmış meta biçimine dönüştürerek gerçekleştirmekten başka bir şey yapmazlar.
Bu faiz olmadıkça, tarımın baş yürütücüsü olan çiftlik kiracısı, tarıma sermaye yatırmaz. Daha bu görüş açısından, tarımsal gelir artığının faizi temsil eden bölümünün çiftlik kiracısı tarafından sahiplenilmesi fizyokratlara göre (sayfa: 359) yeniden-üretimin çiftlik kiracıları sınıfı denli zorunlu bir koşuludur ve sonuç olarak bu öğe "net ürün" ya da ulusal "net gelir" kategorisi içinde sayılamaz; çünkü bu son kategori, ulusal yeniden-üretimin dolaysız gereksinmeleri gözönünde tutulmaksızın tüketilebilmesi ile ayırdedilir. Ama Quesnay'ye göre bu bir milyarlık fon, büyük bölümü bakımından yıl içinde zorunlu duruma gelen onarımlar ve fon yatırımının kısmi yenilenmesi için kullanılır; ayrıca kazalara karşı yedek fon hizmeti görür; son olarak, olanaklı olduğu yerde, yatırım fonu ve işletme sermayesinin artırılmasına ve toprağın iyileştirilmesi ile ekimin genişletilmesine yarar.
Bütün süreç, kuşkusuz, "oldukça yalın"dır. Dolaşıma, çiftlik kiracıları tarafından, rantın ödenmesi için iki milyarlık para ile üçte-ikisi yaşama araçları ve üçte-biri hammadde olmak üzere üç milyarlık ürün; kısır sınıf tarafından da iki milyarlık yapılmış madde sokulmuştur. İki milyarlık bir tutardaki varoluş araçları üzerinden, bunun bir yarısı toprak sahipleri ve hizmetkarları, öteki yarısı da çalışması karşılığı olarak kısır sınıf tarafından tüketilmiştir. Bir milyarlık hammadde, bu aynı sınıfın işletme sermayesini yeniler. İki milyar tutan dolaşımdaki yapılmış maddelerin bir yarısı toprak sahiplerine, öteki yarısı da çiftlik kiracılarına düşer; bu öteki yarı, çiftlik kiracıları için fon yatırımlarının ilk elde tarımsal yeniden-üretimden elde edilen faizinin değişime uğramış bir biçiminden başka bir şey değildir. Çiftlik kiracısının, rantı ödeyerek dolaşıma soktuğu paraya gelince, bu para, ürünlerinin satışı yoluyla ona geri gelir ve böylece aynı çevrim (cycle) bir sonraki yıl içinde bir daha yinelenir.[92*]
Şimdi bay Dühring'in, "geleneksel yalın çözümleme"den öylesine yüksek "gerçekten eleştirel" betimlemesine hayran olunsun. Quesnay'nin Tableau'da yalnızca para biçimindeki değerlerle işlem yaptığını görmenin ne denli sıkıcı bir şey olduğunu gizemi bir havayla beş kez arka arkaya yineledikten sonra, ki bunun doğru olmadığı da görüldü, en sonunda (sayfa: 360) "rant biçimi altında sahiplenilen (temellük) net ürünün ekonomik dolaşımda ne olduğu"nu sorar sormaz, Tableau économique'i yalnızca "mistisizme değin götürülmüş bir karışıklık ve bir keyfi tutum ile" açıklama sonucuna varır. Tableau'nun, yıllık yeniden-üretim sürecinin dolaşım aracılığıyla oluştuğu biçimiyle, zamanı için yalın olduğu denli dahice de olan açıklamasının, ekonomik dolaşımda bu net ürünün ne olduğunu çok doğru bir biçimde dile getirdiğini görmüş bulunuyoruz ve böylece "mistisizm", "karışıklık ve keyfi tutum", bir kez daha, "hepsi arasında en sakıncalı yön" ve fizyokratik irdelemelerin tek "net ürün"ü olarak yalnızca bay Dühring'in üstünde kalır.
Bay Dühring, fizyokratların teorisi ile ne denli içli-dışlı ise, onların tarihsel etkileri ile de o denli içli-dışlı. Bize, "Turgot ile fizyokrasi, Fransa'da pratik ve teorik taçlanmasını bulmuştu" diye ders verir. Ama Mirabeau, ekonomik görüşlerinde özsel olarak fizyokratmış, iktisat alanında 1789 Kurucu Meclisinde en büyük yetke imiş, bu meclis fizyokratik tezlerden büyük bir bölümünü teoriden pratiğe geçirmişmiş ve hele toprak mülkiyeti tarafından "karşılıksız olarak" sahiplenilen net ürün üzerine ağır bir vergi koymuşmuş, bütün bunlar "bir" Dühring için hiç olmamış şeyler.
1691-1752 dönemi üzerindeki uzun bir çizginin Hume'un bütün öncellerini silmesi gibi, bir başka çizgi de, Hume'dan Adam Smith'e kadar uzanan dönem içinde, Sir James Steuart'ı çizer. Onun, tarihsel önemi bir yana, ekonomi politik alanını sürekli olarak zenginleştirmiş bulunan tüm büyük yapıtından,[93*] bay Dühring'in "girişim"inde tek hece bile yok. Buna karşılık, onun Adam Smith çağının "bir profesör"ü olduğunu söyleyerek, Steuart'a özel sözlüğünde yer alan en ağır sövgüyü, savurur. Ne yazık ki, bu lekeleme katıksız bir uydurmadır. Gerçekte Steuart, sözde Steuart'ların fesat hareketine katılmış olması yüzünden Büyük Britanya'dan kovulmuş, anakara üzerindeki uzun eğleşme ve yolculuklarından (sayfa: 361) çeşitli ülkelerin ekonomik durumu ile içli-dışlı olmak için yararlanan büyük bir İskoçyalı toprak sahibi idi.[94*]
Sözün kısası, Eleştirel Tarih'e göre bütün geçmiş iktisatçılar, yalnızca ya bay Dühring'in daha derin ve daha "kesin" temellerine "başlangıç bilgileri" vermek, ya da ona, kendi değimsizlikleriyle, bir açmalık sağlamak değerine sahiptirler. Bununla birlikte iktisatta bile, yalnızca "daha derin temeller"in "ilk bilgiler"ini değil, ama bu temellerin, doğa felsefesinde buyurulduğu gibi, kendilerinden başlayarak "geliştirilmiş" olmayıp, gerçekteri "bileştirilmiş" bulunduğu ilkeleri oluşturan birkaç kahraman var; örneğin, bir Ferrier ve başkalarının "biraz ince" merkantilist öğretilerini, Alman fabrikatörler yararına, "daha güçlü" bir söz ebeliğiyle şişiren o "görülmemiş derecede ünlü" List; sonra, "Ricardo'nun sistemi bir düzensizlik sistemidir. ... Sınıflar arasında düşmanlık yaratma sonucuna varır. ... Yapıtı, toprakların paylaşılması, (sayfa: 362) savaş ve yakma aracıyla erkliğe can atan demagogun elkitabıdır" tümcelerinde bilgisinin içten özünü oraya koyan Carey.[95*]
Ensonu, ağız tatlandırmak için, London City'nin karışık kafası MacLeod.[96*]
Sonuç olarak, bugün ve yakın gelecekte, ekonomi politik tarihini irdelemek isteyen kimseler, bay Dühring'e özgü "parlak üsluplu tarih yazma biçimi"ne güvenmektense, "sulandırılmış şeyler","en basit okul kitapları"nın "yuvarlak" ve " sulu yavan yemekleri" ile içli-dışlı olmakla daha güvenilir güvencelerle kuşatılmakta devam edeceklerdir.
*
Peki, ensonunda bay Dühring tarafından "kendi malı olarak yaratılmış" ekonomi politik sistemi üzerindeki çözümlememizden ne çıkar? Yalnızca bütün bu büyük sözler ve daha da büyük vaatlerle, tıpkı Felsefede olduğu gibi aldatılmış (sayfa: 363) bulunduğumuz gergeği. Değer teorisi, "ekonomik sistemlerin sağlamlığının bu denek taşı", bay Dühring'in değerden birbirinden büsbütün farklı ve birbiriyle açık çelişki durumunda beş ayrı şey anladığı; öyleyse, en hafif deyimiyle, ne istediğini kendisinin de bilmediği sonucuna vardı. O denli tantanayla ilân edilen "tüm iktisadın doğal yasaları"nın, herkes tarafından bilinen ve hatta her zaman o denli de doğru anlaşılmamış en kötü cinsten yavanlıklar oldukları görüldü. Ekonomik olaylar üzerine "özel olarak yaratılmış sistem"in bize vermeye yetenekli olduğu tek açıklama, bunların "zor" sonuçları olduklarıdır, — binlerce yıldan beri her ulustaki hamkafanın başına gelen her sıkıntıdan kurtulmasına yarayan ve bize bu konuda yeni hiçbir şey öğretmeyen formül. Bu zoru, kökeni ve sonuçlan içinde irdeleyecek yerde bay Dühring, bütün ekonomik olayların açıklanmasının son ve kesin nedeni olarak, büyük bir gönül borcu içinde, yalın "zor" sözcüğü ile avunmamızı telkin eder. Emeğin kapitalist sömürüsü üzerine başka açıklamalar vermek zorunda kalınca, önce bunu genel olarak haraç ve pahalanmaya dayanan bir şey olarak gösterir, böylece Proudhon'un "zorla-alma"sını (Prélèvement) tamamen kendine maleder ve daha sonra bu sömürüyü, özelde marksist artı-emek, artı-ürün ve artı-değer teorisi yardımı ile açıklar. Böylece, her ikisini de bir solukta kopya ederek, tamamen çelişik iki anlayış türünü başarılı bir biçimde uzlaştırma becerisini gösterir. Ve nasıl Felsefede, sulandırarak durmadan sömürdüğü Hegel'e sövmek için yeterince sövgü bulamıyorduysa, Eleştirel Tarih'te de tıpkı öyle, Marks'ın sınırsız kötülenmesi, ancak ve ancak Dersler'de sermaye ve emek üzerine biraz ussal olarak bulunabilecek her şeyin, Marks'in sulandırılmış bir çalıntısından başka bir şey olmadığını gizlemeye yarar. "Büyük toprak sahibi"ni, Dersler'de, toprağın gerçekte tüm tarihin çıkış noktası olan aşiret ve köy toplulukları tarafından kolektif mülkiyeti üzerine tek sözcük bilmeksizin, uygar halklar tarihinin kökenine koyan bilgisizlik, günümüzde aşağı yukan us almaz bir şey olan bu bilgisizlik, Eleştirel Tarih'te kendi kendine, (sayfa: 364) izlenmeyecek birkaç örneğini vermiş bulunduğumuz "tarihsel çevrenin evrensel genişliği" madalyasını veren bilgisizlik tarafından hemen hemen geride bırakılır. Kısacası: önce büyük bir kendisini överek "işe başlama"sı, şarlatanca gürültü patırtılar, birbirinden baskın vaatler; sonra da... sıfıra eşit "sonuç". (sayfa: 365)
Dipnotlar
[1*] Engels'in Anti-Dühring'de yapmak istediği iki değişiklikten biri, insanlığin ilkel tarihine ilişkindi (ikinci baskının, 25 Eylül 1885 günlü önsözüne bakınız). Engels bu işi, Morgan'ın 1877 yılında verdiği "anahtar"ın da yardımıyla, devlet anlayışıni ilkel tarihin buradakinden çok daha ayrıntılı bir irdelemesine dayandırdığı Ailenin, Ozel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni yapıtında, 1884 yılında yaptı. -ç.
[2*] Fanfar. — Nefesli maden çalgılar aracıyla çalınan müzik parçası. -ç.
[3*] Aristokrat, soylu. -Ed.
[4*] Dühring'in Cursus der National-und Sozialökonomie'sının ikinci baskısı 1876'da yayınlandı. -Ed.
[5*] W. Wachsmuth, Hellenische Altertumskunde aus dem Gesichtspunkte des Staates, 2. Bölüm, 1. Kesim, Halle 1829, s. 44. Wachsmuth'un kaynağı, Athénée. Banquet des sophistes, kitap VI'dır. -Ed.
[6*] Bkz: G. Hanssen, Die Gehöferschaften (Erbgenossenschaften) im Regierungsbezirk Trier, Berlin 1863. -Ed.
[7*] Bkz: Kapital, Birinci Cilt, s. 599-600. -Ed.
[8*] 1870 savaşından sonra Fransa tarafından Almanya'ya ödenmiş bulunan beş milyarlık zarar ödentisi (savaş tazminatı) sözkonusu ediliyor. -Ed.
[9*] Arkebüz. - 17. yüzyıla kadar kullanılan bir çeşit tüfek. -ç.
[10*] Genellikle Gravelotte savaşı adı ile tanınan savaş. -Ed.
[11*] Prusya genelkurmayında bu da çok iyi bilinir. Genelkurmayda yüzbaşı bay Max Jähns bir bilimsel konferansta: "Savaş işlerinin temeli, herşeyden önce, genel olarak halkların ekonomik yaşam biçimidir." der. (Kölnische Zeitung, 20 Nisan 1876, s. 3.) [F. E. ]
[12*] Büyük sanayinin deniz savaşı için son ürününün, kendiliğinden hareketli torpilin yetkinleşmesi, bu sonucu gerçekleştirmeye yönelmiş gibi görünüyor: Bu koşullarda en küçük torpidobot, en güçlü zırhlıdan daha üstün olacak. (Bu satırların 1878'de yazıldığı unutulmasın.) [F.E.] ( Engels'in bu ayracı 1885'te 3. baskıya eklenmiştir. -Ed.)
[13*] Dühring, "Alman felsefesinin yolunu şaşırmış bölümünün karmakarışık belirtileri ile her türlü ortaklığı açıkça yadsımak için", hegelci diyalektiğe karşıt olarak, kendi diyalektiğini "doğal" diye nitelendiriyordu. -Ed.
[14*] Pline l'ancien, Histoire naturelle, kitap XVIII, 35. -Ed.
[15*] Acre. - Elliiki ar (1 ar = 100 metrekare ) kadar olan eski bir yer ölçü birimi. -ç.
[16*] Friedrich Wilhelm IV tarafından, 1 Ocak 1849 günü Prusya ordusuna gönderdiği kutlama mesajında kullanılan deyim. -Ed.
[17*] Assignat. - Fransız Devrimi döneminde, ulusal emlak karşılığı çıkartılan kağıt para. -ç.
[18*] David Ricardo, On the Principles of National Economy, and Taxation, 3. baskı, London 1821, s. 1. -Ed.
[19*] Kapital, Birinci Cilt, s. 66-67. -Ed.
[20*] Kapital, Birinci Cilt, s. 67, dipnot. -Ed.
[21*] Lassalle tarafından ileri sürülen istemlerden biri. Gotha Programının Eleştirisi'nde, bu istemin Marks tarafından yapılmış bulunan eleştirisine bakınız. -Ed.
[22*] Kapital, Birinci Cilt, s. 160-161. İtalikler Engels'in. -Ed.
[23*] Kapital, Birinci Cilt, s. 178. -Ed.
[24*] Kapital, Birinci Cilt, s. 183. İtalikler Engels'in. -Ed.
[25*] Kapital, s. 186. -Ed.
[26*] Kapital, Birinci cilt, s. 184. İtalikler Engels'in. -Ed.
[27*] Kapital, s. 185. -Ed.
[28*] Kapital, Birinci Cilt, s. 249. -Ed.
[29*] Kapital, Birinci Cilt, s. 220, dipnot. -Ed.
[30*] Kapital, s. 235. (İngilizce ve Türkçe baskıda, 71 şilinin karşılığı olarak 3 sterlin 11 peni yazılıdır.) -Ed.
[31*] Kapital, s. 535. -Ed.
[32*] Kapital, s. 580. -Ed.
[33*] Kapital, Birinci Cilt, s. 330, dipnot. -Ed.
[34*] Kapital, Birinci Cilt, s. 249. -Ed.
[35*] Hatta onu bile yapmamıştır. Rodbertus şöyle der (Soziale Briefe, 2. mektup, s. 159): "Rant, bu teoriye [kendi teorisi] göre, kendi emeği olmaksızın yalnızca bir mülkiyet nedeniyle elde edilen her türlü gelirdir." [F. E.]
[36*] Kapital, Birinci Cilt, Onyedinci Bölüm, s. 531 vd.. -Ed.
[37*] Engels sözcük oyunu yapıyor. Venüs, hem Yunan mitolojisindeki güzellik tanrıçası, hem de yenilmesi sakıncalı bir deniz yumuşakçasının adıdır. -ç.
[38*] Volkszeitung, Engels'in Marks'a yazdığı 15 Eylül 1860 tarihli bir mektupta kendisi için "usandırıcı yineleme ve her şeye karşı çıkan budalalıklar:" deyimlerini kullandığı, Berlin'de yayımlanan demokrat bir günlük gazete idi. -Ed.
[39*] Adam Smith, An Inquiry Into the Nature and Causes of the Wealth of Nations, c. I, London 1776, s. 63-65. -Ed.
[40*] Bu bölümün Marks tarafından yazıldığı ve Engels'in, Anti-Dühring'in, çeşitli baskılarına uyarlamak için onu gözden geçirmekten başka bir şey yapmadığı bilinir (ikinci ve üçüncü önsözlere bakınız). Ne var ki "Ekonomi Politiğin Eleştirel Tarihi Üzerine Marjinal Notlar"ın, Marks'ın kendisi tarafından kaleme alındığı biçimiyle, özgün elyazması da elimizde bulunuyor. Bu elyazması, ilk kez olarak Marks-Engels-Lenin Enstitüsü tarafından, Engels'in ölümünün 40. yıldönümü dolayısıyla Moskova'da, 1935 yılında çıkarılan bir cilt içinde yayımlanmıştı. O metin, bu bölümün metni ile birçok noktada tam bir tıpkılık gösterir. Bundan ötürü o metni, tam olarak vermekten vazgeçiyor ve "Marjinal Notlar" metninin başlıca değişik biçimlerini dipnot olarak eklemekle yetiniyoruz.
"Marjinal Notlar"ın üç versiyonu var: Marks'ın karalamaları olan iki not defteri ile Marks tarafından Engels'e aktarılan metin olan ve "Eleştirel Tarih Üzerine" bölümünün kesin yazılışına temel hizmeti gören temize çekilmiş kopya. Dipnotlarımızdan her birine, eğer Marks'ın temize çektiği "Marjinal Notlar"ın kendinden alınmışlarsa (MN), birinci not defterinden alınmışlarsa (M1) ve ikinci not defterinden alınmışlarsa (M2) işaretini koyuyoruz.
[41*] Marks'ın "Yunan İlkçağı" başlığım taşıyan elyazması işte burada başlar.
[42*] Kapital, Birinci Cilt, s. 379. -Ed.
[43*] Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, Ankara 1993, s. 67. -Ed.
[44*] Ml'de bundan sonra şunlar okunur:
Ama Dühring bize, hemen kendi ürünü bir bilgelikmiş gibi "bilimin biraz ciddi bir kuruluşunun Hume ve Adam Smith'ten sonra başladığını" söyler (s.15 ). Bu buluşun ne olduğunu göreceğiz.
Kutz ve Roscher Üzerine Dühring'in Haksızlıkları (s. 14). Bu vesileyle Roscher'in İngiliz Ekonomi Politiğin Tarihine Katkı'sının adını anmaktan özellikle kaçınır; "haklı nedenler"i olan bir davranış, çünkü orada bilgisizliği içinde çok yararlı her türlü not bulmuştur.
(Gene bu vesileyle, List'in "ölçüştürülemez derecede üstün büyüklüğü" s. 16.)
İlkçağı (ilkçağın ekonomik ilişkilerini) irdelemek için, onun "her şeyden önce hiçbir zaman yalanlanmayan ilişkiler ve yasalar üzerine sağlam bir teoriye gereksinmesi var" (16).
[45*] Stirner'in ünlü yapıtına anıştırma. -ç.
[46*] MN'de şöyle devam eder:
Aristoteles'in, "her Kthma"nın, biri, ömeğin kunduranın giyilme yararlılığı gibi, şey olarak ona özgü, öteki şey olarak ona özgü olmayan, değişilebilir olma gibi "ikili bir yararlılığı olduğu" yolundaki tezi olan [h (özellikle gjhsz) metablpch ... allaghz enecen] parçaya kendin bak, çünkü rusça nedeniyle yunancayı doğru yazmasını bilmiyorum, (Eleştiriye Katkı, s. 3, n° 1.) — Bu tez yalnızca "çok bayağı ve çocukça" bir biçimde anlatılmakla kalmaz (s. 18) ama bu tezde "kullanım-değeri ile değişim-değeri arasında bir ayrım" bulanlar, kendilerini ayrıca, "hemen şu son zamanlarda" ve "yalnızca en ileri sistem çerçevesinde", yani bay Dühring'in sisteminin ta kendisi çerçevesinde, kullanım-değeri ile değişim-değerinin hükümden düştüğünü unutma "düşlem"ine de kaptırırlar.
[47*] Aristote, De republica, Kitap I, Bölüm 9. -Ed.
[48*] Kapital, Birinci Cilt, Ondördüncü Bölüm, s. 379-382. -Ed.
[49*] Platon, République, Kitap II. -Ed.
[50*] Xenophon, Cyropédie, Kitap VIII, Bölüm 2. -Ed.
[51*] Wilhelm Roscher, Die Grundlagen der Nationalökonomie, 3. baskı, Stuttgart ve Augsbourg 1858, s. 86. -Ed.
[52*] Kapital, Birinci Cilt, s. 763-767. -Ed.
[53*] Aristote, De republica, Kitap I. Bölüm 8-10. -Ed.
[54*] Aristote, Ethique à Nicomaque, Kitap V, Bölüm 8. -Ed.
[55*] Friedrich List, Das nationale System der politischen Ökonomie, c. I. Stutgart ve Tübingen 1841, s. 451 ve 456. -Ed.
[56*] MN'de yukarda "Bay Dühring'in merkantilizm üzerindeki bölümüne gelince" diye başlayan paragraftan önce şu parça gelir:
II. MERKANTİLİZM
"Demek ki kesinlikle söylemek gerekirse, bilim olarak merkantil sistem yoktur. ... Öyleyse, sistemlerin bilinen üçlüsü içinde (merkantil sistem, fizyokrasi ve sınai sistem) anılmasını kınamak gerek" (27). Öte yandan: "Sistemler [üç sistem) ... gerçekten vardır ve engellenmesi gereken tek şey ... merkantil sistemin sunduğu biçimdeki pratik davranış kurallarını yorumlama ya da formüle etme biçimindeki virtüözlüklerin ... fizyokratlardaki ... bağımsız teorik saptamalar ile tek bir türdeş birlik içinde karıştırılmalarıdır" (29)!?!(a)
(a) M1'de şöyle devam eder:
Yüksekten atan saçmalık!
Peki ama 19. yüzyılın bay Dühring'e benzer birkaç gizli merkantilisti dışında , böyle bir suç kim işledi? Ama hiçbir sözde ekonomi politik sistemi, gerçek anlamda "bilim olarak kesinlikle" mevcut değildir.
Ekonomi politik tarihi bakımdan hepsinin, sistemin ya da burjuva iktisadı, daha doğusu kapitalist iktisat sistemindeki şu ya da bu halkanın gerçek teorik dışavurumları olarak göreli bir değeri vardır. Yalnızca bay Dühring türünden bir metafizikçi, bu çeşitli uğrakları "tek bir türdeş birlik içinde" birbirine karıştırabilir.
[57*] MN'de şöyle izler:
III. DAHA USSAL BİR İKTİSAT ÖĞRETİSİNİN GEÇMİŞ
ÖRNEKLERİ VE GÖSTERGELERİ.
PETTY.
Parlak üsluplu tarih yazma biçiminin en büyük "iç" yanlarından biri (ve beyaz kağıdı karalamak için, bu yan "dıştan" çok üretkendir) şuna dayanır ki Dühring, daha sonra o portre sayesinde yapıtlarının ayırdedici özelliğini yeniden kurmak üzere, herkesin bildiği biyografik notlar yardımıyla çeşitli iktisatçıların bir portre taslağırı yapar. Böylece, Petty'nin çok çeşitli yaşamından, kolayca "bol sayıda boş düşünce içeren ve gerçekte ciddiyet olarak ciddi işadamı türünden başka bir şey tanımayan bir kafa yapısı" (64) çıkar. (Gerçekte hakiki ciddiyet olarak ... ciddi işadamı türünün nasıl tanınacağını anlamak güç.) "Petty'nin anlayışının en güçsüz yanı, kendini ... kavramların iç ve biraz da ince ayrımları bakımından duyarlık yoksunluğunda gösterir" (53). "Petty'e karşı, kendi öz işlerini sonunda 1.500 sterlinlik bir yıllık gelire sahip olacak biçimde yürüttüğü için saygı besleyecek kimseler bulunacaktır." Ayrıca Petty, "İngiliz papaz sınıfının türlü oyunlarını son derece göze çarpan bir biçimde" kopya etme "virtüözite"sine de sahipti, vb..
[58*] William Petty, A Treatise on Taxes and Contributions.... London 1662, s. 24-25. -Ed.
[59*] "Ve büyük şeylerden küçük şeylere inmek gerekirse..."den başlayarak bu parça MN'de yoktur. -Ed.
[60*] Petty, Quantulumcumque...'unu 1682'de yazdı ve 1695'te Londra'da yayımladı. The Political Anatomy of Ireland 1672'de yazılmış ve 1691'de Londra'da yayınlanmıştır. -Ed.
[61*] Lavoisier, De la richesse territoriale du Royaume de France (Paris 1791), Essai de la population de la Ville de Paris.... ve matematikçi Lagrange ile birlikte, Essai d'arithmétique politique... (Paris 1791) adlı iktisadi çalışmalar da yazmıştır. -Ed.
[62*] MN'de bundan sonra şu başlık gelir: BOISGIULLEBERT VE LAW.
[63*] Pierre Boisguillebert, "Dissertation sur la nature des richesses, de l'argent et des tributs..." Bölüm II, Économistes financiers du XVIII. siècle içinde, Paris 1843, s. 397. -Ed.
[64*] M1'de şöyle devam eder:
Görülüyor: Dühring eski yazarlar karşısında hep privat-dozent rolü oynar ve onlara sınav notları vererek yetkilerini aşar. Bizzat bay Dühring hakkında onun hiçbir zaman "ince" olmasa da, "merkantilizmin modern değişimini yaptığı" söylenebilir. Gerçekten bay Dühring, üretim meta üretim biçimi içinde yapılır olmaktan çıktığı zaman bile, paranın rolünü oynamaya devam edeceğini varsayar.
Dühring, Boisguillebert'ten Law'a geçer.
Law: İskoçya bankalarını inceleyen Adam Smith, kitap II, bölüm 2, (bu arada denk düştükçe Law'u da eleştirir), —ötekiler arasında, ulusal kredi bankaları da kurulmuştu— şu gözlemi yapar:
"Kendi çıkarı ile çelişkiye düşmemek için bir banka, iş yaptığı dolaşan sermayenin hepsini ya da hatta çok büyük bir bölümünü bir tüccara borç veremez; çünkü her ne denli bu sermaye ona sürekli olarak para biçimi altında gelse de ondan aynı biçim altında çıksa da, girişlerin tümü çıkışların tümünden gene de çok farklıdır ve bir bankanm rahatça çalışmasına uygun, ölçülü öneller içinde, tüccarın ödemelerinin toplamı bankanın avanslarının toplamına eşit olmaz. Bir banka, iş adamına sabit sermayesinin önemli bir kısmını, örneğin toprağı iyileştirmeye girişen birinin kullandığı sermayeyi ödünç verme olanağına daha da az sahiptir. ... Sabit sermaye girişleri, hemen her zaman dolaşan sermaye girişlerinden çok daha yavaştır ve ... bunlar işadamına, uzun yıllar süren ve bir bankanın rahatça çalışmasına uygun düşmek için gereğinden uzun olan bir dönem geçmeden, çok seyrek olarak geri gelirler."
Law eleştirisinde bay Dühring, bunu şu biçimde değiştirir: "Bir para sisteminin temeli, gerçekte ... hiçbir zaman yalnızca geleceği geniş ölçüde öncelemeleri ve somut olarak şimdiki zaman için doğal üretimlerin ancak çok küçük bir parçası ile görünmeleri nedeniyle, büyük bir tutar meydana getiren sermaye değerlerinden bileşemez. İçiçe geçen ekonomik üretimlerin işleyişinde, zaman ve deyim yerindeyse uyum başrolü oynar. Ama asıl anlamda para, bir anlık dolaşıma ve o anda verilmiş ilişkilerin dengelenmesine hizmet edecek bir şeydir... Yüzeysel olmamalarına karşın yalın olan bu fikirler, para sistemeni değerli madenler temelinden ayırma yolundaki her girişimin eleştirisini içerir." (s. 94)
İlkin A. Smith'in kendini beğenmiş yavaşlaştırılması, değerli fikirlerinin arı söz ebeliği durumuna çevrilmesi; ama eşeğin kulakları, paragrafın sonunda görünüyor. Para sisteminin "değerli madenler temelinden" ayrılamama nedeni, bu "yüzeyde olmayan" fikirden çok başka bir yerdedir. "Metayı isteyen ama parayı istemeyen, özel değişime dayanan üretimi isteyen ama bu üretimin zorunlu koşullarını istemeyen ütopyacılar demek ki parayı yalnızca elle tululur biçimi altında değil, ama saçmalamanın gazsal biçimi altında da değerlerin ölçüsü olarak 'ortadan kaldırdıkları' zaman, mantığa ters düşmezler." (Contribution à la critique de l'economie politique, s. 47.) Ama bay Duhring'in para üzerindeki fikirlerini aydınlatmayı Kapital bile başaramadı.
[65*] Bundan sonra MNde şu başlık gelir:
YENİDEN PETTY, YUKARDA ADI GEÇEN LOCKE VE NORTH VE
1691 ILE 1752 ARASINDA DÜHRİNG'DE OLUP BİTENLER
[66*] M1'de söyle izler:
Locke: Petty'den, Dühring, Locke'a geçer. Ama, Locke'un Treaty Concerning Government'ından yanlış olarak yorumlanmış, dolayısıyla yanlış olarak eleştirilmiş bir parça bir yana, onun (Barbon'un Locke'a karşı yapıtında [1696] kınadığı) merkantilist görüşleri üzerindeki birkaç boş söz bir yana, Locke'un en önemli iktisat yapıtı: Some Considerations on the Consequences of the Lowering of Interest and Rasing of Money (1661) üzerine öğrendiğimiz şey işte şu.
[67*] W. Petty, A Treatise on Taxes and Contributions..., London 1662, s. 28-29. -Ed.
[68*] Dudley North, Discourses upon Trade..., London 1691, s. 4. -Ed.
[69*] Bundan sonra MN'de şöyle devam eder:
" ... yoksa onların arkasma değil, ama öte yandan, bizden bilgeliğinin kaynaklarını ortaya koyarak, bir yazarın "ayırdedici özgülüğü"ne zarar vermememizi isteyen bay Dühring'in çok çıkar gözetir yasaklamasına karşın (bkz: s. 50), Hume ile birlikte o polis yönetmeliklerine karşı gelen özgürlüğü kullanacağız. (a)
DAVID HUME
(a) Bunu M1'de şu izler:
Valckenaer, bundan otuz yıl kadar önce, Hume'u modern ekonomi politiğin temelini atan adam olarak göstermeye kalkmıştı; ama bu iş, Dühring'deki gibi "kalleşçe" bir niyetle yapılmamıştı, bu konu üzerinde birazdan gene konuşacağız.
[70*] David Hume, Essays, Moral and Political, and Dialoques Concerning Natural Religion, vol. 4, Political discourses, Edinburgh, 1752. -Ed.
[71*] Montesquieu, De I'Esprit des lois, Cenevre 1748. -Ed.
[72*] David Hume, Essays and Treatises on Several Subject, vol. I, London 1777, s. 303-304. -Ed.
[73*] Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s. 208-212. -Ed.
[74*] M2'de şöyle devam eder:
Öte yandan, bay Dühring'in Hume'un On Interest denemesi üzerine yaptığı sunuş, son derece yüzeysel ve kısmen de yanlıştır.
[75*] M2'de şöyle devam eder:
17. yüzyıldan beri Hollanda, İngiliz iktisatçıların gözüne örnek bir ülke olarak görünüyordu. Bu ülkenin zenginliği ve düşük faiz oranı da onları etkiliyordu. Culpeper ve Child'dan bu yana, faiz oranının düşüklüğüne verilen büyük önemin nedeni budur.
Hume, beylik bir fikir durumuna düşmüş bir kanıyı kendine malederek, önemli bir fikir durumuna getirme savında bulunacak bir Dühring değildir. Faiz üzerindeki denemesine, daha ilk anda E. Dühring'in çürütülmesini içeren şu tümce ile başlar:
"Her ne denli ben..."
[76*] David Hume, op. cit., s. 313. -Ed.
[77*] MN'de şöyle devam eder:
Bu aynı "kişi"nin davranış biçimi üzerine, paralarını çaldığı yazarların anılması karşısında o denli ince bir hoşnutsuzluk duymasının nedenlerini de gösterecek bir başka örnek! (a)
Faiz oranını para miktarının belirlediği yolundaki "halk yanılgısının bir başka nedeni" der Hume, "dış fetih sonucu ellerine birdenbire para ve değerli madenler geçmesi üzerine, paranın yayılması ve her köşeye sızmasından sonra, yalnızca kendilerinde değil ama bütün komşu devletlerde de faizin düştüğü çeşitli uluslar örneği olsa gerekir". Fatih ulusta para, toprak satın alarak ya da faize vererek onu değerlendirmeye çalışan birçok yırtıcı kuşun eline geçer ve böylece "kısa bir zaman için sanki sanayi ve ticarette büyük bir gelişme olmuş gibi bir sonuç meydana gelir [yani faiz oranında bir düşme görülür]".(b) Ama bu görünüş uzun süre devam etmez, hatta devam ettiği görülse bile, fatih ulusa kalan ganimet para sonucu, meta fiyatlarında buna uygun düşen bir yükselme olur, faiz oranı yeniden eski düzeyine döner. (c)
Ama fatih ulus ile tecimsel ilişkilerde bulunan komşu uluslara gelince, faiz oranının düşüşü, bunlarda fatih ulus ile bilançolarında dengenin kurulmasından, yani fatih ulusun soyduğu hazinenin "ticaret yoluyla ötekiler arasında dağılmasından" sonra başlar (yoksa "kişi"nin onu koyacağı gibi önce değil). "Ama faiz oranının bu düşüşü", salt kendi başına alınmış paranın artışından değil, bu artış emek ve gerekli geçim araçları fiyatını artırmadan önce, para artışının doğal sonucu olan sanayideki gelişmeden ileri gelir. Sanayideki bu gelişme, diye devam eder Hume, "para miktarının aynı kalmış (sayfa: 344) miş olmasma karşın", "başka nedenler"e de dayanabilirdi. Daha önce Of Money denemesinde görmüş bulunduğumuz gibi bütün etki, bütün meta fiyatları ve dolayısıyla son çözümlemede ücret de buna uygun yükselişlere uğramadan önce, burada yeni baştan değerli madenlerdeki değer düşmesine yüklenir. Hume için, değerli madenlerin artışları durumunda değer yitirmeleri ya da azalışları durumunda değer kazanmalarından bağımsız olarak ortaya çıkan başka para miktarı değişikliği yoktur. (d)
Hume'un yalnızca özetini verdiğimiz ve kesin olarak para miktarının faiz oranını sözde belirleyeceği yolundaki "halk yanılgısı"nın nedenlerinden birini, para soyan vb. uluslar örneğinden alınan nedeni, bütün hiçliği içinde göstermek için giriştiği bu açıklama, bay "Kişi"de şu küçük tümcede görünür:
"Böylece, örneğin yukarda sözü edilen denge kurulmadan önce, para miktarı değişikliğinin faiz oranını etkileyebileceğine işaret edilir [Hume tarafından]" (s. 171).
Doğrusunu söylemek gerekirse, bu biçim altında tek doğru söz içermeyen ve Hume'un aslında ne dediğini okura tahmin ettirmekten bile uzak olan bu tümce, bay Dühring'i bir solukta şöyle devam etmekten alıkoymaz:
"Böylece bir Hume'un, kendi dargörüş ya da ideolojilerini savunmak için ondan yana olduklarını söyleyen kimselerden daha bir dikkatlice düşündüğü görülüyor" (s. 131).
Gerçekte bay Dühring'in sevgili Hume'unun, gerçi biraz pısırık bir özgür-değişim havarisi olması; dolayısıyla özgür-değişim doktrinerlerinin bile ondan yana olduklarını söylemekte haklı bulunmaları, oysa "kişi"nin, 19. yüzyılın "biraz ince" merkantilistlerinden alınmış "kendi dargörüş ve ideolojilerini savunmak" için biraz önce göstermiş bulunduğumuz biçimde onu çarpıtma zorunda kalması gibi bir şanssızlığı var.
(a) M2'de şöyle devam eder:
"Böylece, örneğin para miktarı değişikliğinin yukarda sözü geçen denge kurulmasından önce faiz haddini etkileyebileceği [Hume tarafından] kabul edilir" (130, 131).
İlkin bay Dühring, "yukarda sözü geçen denge" sözü ile, sanki bu söz çeşitli uluslar arasındaki bilançoların "denge"si ile ilgiliymiş gibi, ikinci olarak da Hume'a göre para miktarındaki bir değişikliğin faiz haddine "zararlı olabileceği" çok özel koşulların sözünü etmeyerek, okurunu iki nedenle şaşırtır.
(b) M2'de şöyle devam eder:
Ne var ki faiz oranındaki düşüşün fatih ülke ile komşu devletlerde farklı nedenleri vardı ama ne birinde, ne de ötekilerde bu sonucu yalnızca altın ve gümüş artışına yükleyebiliriz.
(c) M2'de şöyle devam eder:
Demek ki burada Hume tarafından ele alınan olayın, kendi öz düşüncesine göre, faiz oranının normal hareketi ile hiçbir ilgisi yoktur.
(d) M2'de şöyle devam eder:
Bay Dühring, sarsıcı "açıklama"sında, ilkin bir yandan Hume'un fetih yoluyla elde edilen para ile ticaret yoluyla elde edilen paranın etkileri arasında yaptığı ayrımın sözünü hiç etmeyerek, öte yandan Hume'a, fatih ulus ile komşu uluslar arasında yukarda sozü edilen dengenin kurulmasından sonra, yani birincinin parasının bir kısmının, faiz oranını düşürecek biçimde, bu sonuncuların ülkesine akmasından sonra dedirtecek yerde, "yukarda" sözü edilen denge [yani çeşitli uluslar arasındaki parasal bilanço dengesi, Dühring'de "yukarda" sözkonusu olan yalnızca ve yalnızca bu dengedir, başkası değil] kurulmadan önce dedirterek çarpıtır. Ve eğer faiz oranı düşerse bu, paranın arttışı için değil ama para artışı, fiyatlarda ve özellikle ücrette genel bir yükselmeye neden olmadığı sürece, sanayiyi geliştirdiği içindir.
[78*] David Hume, op. cit., s. 314. -Ed.
[79*] R. Cantillon'un Essai sur la natura du commerce en général adlı kitabı 1752'de değil 1755'te yayımlandı. Adam Smith bu yapıttan, An Inquiry into the Nature...'de söz eder. -Ed.
[80*] David Hume, op. cit., s. 367. -Ed.
[81*] Ibid., s. 379. -Ed.
[82*] Bismarck, dostu Wagener'in aracılığı ile bay Dühring'ten toplumsal sorun üzerine bir inceleme istemiş ve bay Dühring de bu incelemeyi yazmakta özen göstermiştir. -Ed.
[83*] F. C. Schlosser, Weltgeschichte für das deutsche Volk, c. 17, Frankfurt-am-Main 1855, s. 76. -Ed.
[84*] William Cobbet, A History of the Protestant "Reformation" in England and Ireland..., London 1824, s. 149, 116 ve 130. -Ed.
[85*] MN'de şöyle devam eder:
V. FİZYOKRASİ
"Quesnay hiç olmazsa ekonomik kavramlarla yazılmış bir şiir denebilecek bir şey vermiştir." (s.131.) Bay Dühring de fizyokrasi üzerindeki bölümünde özel bir başarıyla irdelenebilecek kendi şiir ya da daha doğrusu yapıntı (fiction) türüne sahip bulunmakla birlikte, aynı şey, bay Dühring için söylenemez.
Önce Quesnay'nin kişiliği vb. 'fizyokrasi" adı vb. üzerine sekiz tatsız tuzsuz yineleme sayfası. Bu sekiz sayfalık girişten sonra, bay Dühring şöyle devam eder:
"Üretim ve bölüşüm ilişkilerinin bu ekonomik kopyasının Quesnay'de ne anlama geleceği, ancak eğer daha önce zenginliklerin üretimi üzerine ona özgü bulunan yönetici kavramlar adamakıllı irdelenirse gösterilebilir. Bu konudaki fikirler, hatta en iyi çözümlemelerde, örneğin A. Smith'in çözümlemesinde bile bellibaşlı çizgileri gereğince öğrenilemeyecek denli kararsız bir belirsizlikle gösterilmiş oldukları için, bu irdeleme işi zorunludur. ... Öyleyse, bu temel görüşler için geleneksel kolay çözümlemelerle yetinmek, amaca kötü hizmet etmek olacaktır." (105).
Sonra tam beş sayfa, her türlü cafcaflı sözler, sürekli yinelemeler ve hesaplı bir düzensizlikle dolu beş sayfa gelir; Quesnay'nin Tableau économique'in temelinde yatan görüşler üzerine şimdiye değin görülmüş bulunanların hepsinden üstün olan bu "çözümleme"nin, şu çiçeği burnunda açıklamalan içerdiğini gözlerden saklamak için: Quesnay "bir tek üretken sınıf kabul eder, yani tarımsal çalışmayi yürütenlerin sınıfını", bunlar yalnızca "etkinlikleri boyunca tükettiklerinden daha çoğunu ürettikleri için üretkendirler", bu "artık, bu net ürün" (109), "toprağın kullanılmasında doğanın insan emeğini kendi kişisel tüketiminden, bu emek için zorunlu tüketiminden daha çok ödüllendirmesi" sonucudur (107). Bu üretken sınıf yanında, " çiftlik kirasını alan ... toprak sahipleri" (105) sınıfı ve son olarak da "kısır sınıf", "çalışması sırasında ürünlerine ancak [tarımın] bu net ürün[ün]den tükettiği kadar değer geçiren" "bir sanayide çalışan kimselerin" (106, 107) sınıfı bulunur. Adam Smith üzerindeki bölümünde bay Dühring, fizyokrasinin "temel görüşleri"nden anladıklarının özetini şu terimlerle verir: "Fizyokratlar doğaya tarımsal alanda [!] yüksek anlamda üretken güç olarak bakmışlardı, ayrıca tarımcının tüketimi üzerindeki artığı [!] gözönünde tutmuşlar [!] ve bu nedenle, doğrusunu söylemek gerekirse, tarımsal çalışmayi, tarımsal çalışma niteliğiyle hareket noktası olarak almamışlardı." (148,149).
İnsanın "en basit okul kitaplarından" (109) bile daha çoğunu çıkarmamak için kalın kafalının biri, bir potache (lise öğrencisi) olması gerekirdi.
"Özel olarak kurulmuş bir sistemin yüksekliğinden" yapılan "tarihsel eleştiri" (s. 9): n° I, Quesnay'nin "temel görüşleri"nin, "geleneksel kolay çözümlemeler"den son derece yüksek olacak bir çözümlemesini vaat ediyor ve böylece bizi n° II'ye: Tableau économique'in "Quesnay'de ne anlama geleceği"nin açıklamasına hazırlıyordu. Prelüd n° I'in "en nazik yönlerinden biri" şudur ki henüz adından başka bir şeyi bilinmeyen Tableau économique, konu dışı olarak ve gizlice, geçerken şöyle bir koklanmış ve homurtularla selamlanmıştır; bundan sonra sıvışılır ve şunun ya da bunun üstüne, örneğin "işe başlama ve sonuç" üstüne "derin düşünceler"e dalınır (s. 109). Gerçekte bay Dühring , sonunda, kendini n° I geniş işe başlamasmdan n° II kısa soluklu sonucuna geçmekten alıkoyamadığı an bu ayrım, sonderece açık bir şeydir. Bundan ötürü, Tableau économique konusunda n° I altında gizlice ve n° II altında kesin bir biçimde kendini gösteren şeyin hepsini, ama hepsini sözcüğü sözcüğüne vereceğiz.
N° I. TABLEAU ÉCONOMIQUE ÜZERİNE ARA VE AYRINTI
HAZIRLIK ÇALIŞMALARI.
[86*] Quesnay'nin "I'Analyse du tableau économique"i ilk kez olarak 1766'da fizyokratların dergisi olan Journal de l'agriculture, commerce, arts et finances'da yayımlandı. Tablonun metni, Eugène Daire'in Physiocrates...'ında yeniden yayımlandı, 1. Bölüm, Paris 1846,s. 57-66. -Ed.
[87*] Abbé Baudeau'nun "Explication du tableau économique"i 1767'de Ephémérides du Citoyen ou Chronique de l'esprit national dergisinde yayımlandı. Bkz: Daire, Physiocrates, 2. Bölüm, Paris 1846, s. 864-867. -Ed.
[88*] MN'de şöyle devam eder:
Ama kendi payına bay Dühring, deyim yerindeyse, burada yalnızca geçerken şöyle bir koklamış bulunan Tableau économique'e yeniden sırt çevirir ve birçok kez Quesnay'ye göre "üretkenliğin doğadan geldiğini" yineler, çünkü repetitio mater studiorum, buna "fizyokrasi" teriminin yeni bir irdelemesini bağlar, "Quesnay'nin kırda yetiştiğini ve kırsal yaşam için özel bir sevgi beslediğini" anımsatır, Quesnay'nin "temel kavramlar"i üzerine Tableau'nun yorumlanmasını hazırlayacak "ince düşünceler"inden bir sözü yeniden ele alır ve "işe başlama ile sonuç arasındaki ayrımı düşünerek" onları tamamlar.
N° II. TABLE ÉCONOMIQUE ÜZERİNE KESİN DÜŞÜNCELER
[89*] MN'de bundan sonra şu başlık gelir:
TABLEAU ÉCONOMIQUE'IN QUESNAY'DE NE ANLAMA GELDİĞİ
ÜZERİNE KISA AÇIKLAMA
[90*] Bunu izleyen paragraf MN'de baştan başa eksiktir.
[91*] Eugene Daire, Physiocrates, 1. Bölüm, s. 68. -Ed.
[92*] Bundan sonraki paragraf MN'de tamamen eksiktir, buna karşılık, onun yerine şu başlık bulunur: GÜÇLÜ DÜHRING'E DÖNÜŞ.
[93*] James Steuart, An Inquiry into the Principles of Political Economy, London 1767. -Ed.
[94*] MN'de şöyle devam eder: VI. ADAM SMITH
Bay Dühring'in bayağıyı ciddiye alma yeteneği, yalnızca önemli şeylerden bayağıca sözetme yeteneği tarafından geride bırakılır. Bunun sonucu, Adam Smith üzerindeki bölümünde, aşağıdaki tümceden başka, sözü edilme çabasına değer hiçbir şey bulunmaz.
"Salt ekonomik nedenlerden başka, fiyatların belirlenmesinin toplumsal nedenleri de olduğu ya da bir başka deyişle, karşılıksız sahiplenmenin (temellükün) ekonomik olayların zorunlu bir öğesi olması sonucunu veren toplumsal bir haraç bulunduğu fikri, ancak iktisat öğretisinin en yeni eleştirel formüllerinde, yani benim sistemimin değer öğretisinde tamamen açık bir duruma geldi." (152) (a)
Bundan, "tam bir açıklık ile", bay Dühring'in Adam Smith ve hatta ardıllarını fizyokrasiden daha çok anlamadığı ve o halde Malthus, Ricardo vb. konusundaki ağız kalabalıkları üzerinde uzun boylu durmanın (b) zaman yitirmekten başka birşey olmayacağı sonucu çıkar.
VII. BÜYÜK ÜRKÜNTÜ İÇİNDE SON
(a) Ml'de şöyle devam eder:
(Yani aslan, bu sistem temeli üzerinde, toprak rantının fiyatın sonucu değil, nedeni olduğu yolundaki bayatlamış fikri yeni baştan sahipleniyor. Bu tümceden apaçık bir biçimde çıkan sonuç şudur ki, değerin ve artı-değerin içyüzü, bay Dühring için Quesnay'nin Tableau éonomique'inden daha az anlaşılmaz kalmamıştır.
(b) M l'de şöyle devam eder:
... ve eğer iyi ya da kötü özgün kaynakları, onları karikatürize ederek, —hatta gerçekte, Goethe anlamında öyle olsa bile—, "kendi başına bir budala" görüşü kazanmak için nasıl yeniden ürettiğini göstermek gibi çok ikincil bir erek yoksa, bay Dühring'in Malthus, Ortes, Ricardo, Sismondi vb. konusunda getirdiği şeyle uğraşmanın...
[95*] Henry Charles Carey, The Past, the Present, and the Future, Philadelphia 1848, s. 74-75. -Ed.
[96*] Ml'de şöyle devam eder:
Kendini bugünün ve geleceğin çağ açan iktisaçısı diye adlandırdıktan sonra bay Dühring'in, geçmiş çağ açan iktisaçıların da adını anmasından daha doğru ve daha normal ne var!
MM'de de şöyle:
Bundan ötürü, bay Dühring'in Ekonomi Politiğin Eleştirel Tarihi'nin kendilerine yöneldiği olgunluktan yoksun üniversite öğrencileri, gizlice, bay Dühring tarafından kınanan "yavanlık ve düşünce eksikliği"ne karşın, "Budapeşteli bir profesörün, bay Kautz'un 1860'taki tatsız yapıtı" (s. 14) ile ve bir o denli de profesör Roscher'in İngiliz Ekonomi Politiği Tarihine Katkı'sı ve öteki yazarları ile ve bay Dühring'in sözü geçen "Bay Kautz'un bay Roscher'in sofrasından dökülen kırıntıları, onlardan yavan bir yemek yapmak üzere sulandırarak, sofra sahibinin baş yemeğinin niteliği üzerine hayale kapıldığını göstermiş bulunduğu" yolundaki uyarısından ürküntüye kapılmaksızın, biraz aşinalık etmekle kötü bir şey yapmış olmazlar. (a)
(a) Ml'de şöyle devam eder.
Sözü geçen olgunluktan yoksun öğrenciler, biri için uygun olanın bir başkası için de uygun olduğunu, yani tıpkı bir privat-dozentin kendini profesörden kurtardığı gibi, bir üniversite öğrencisinin de, gerçi daha nazik bir biçimde kendini üniversite privat-dozentinden kurtarması gerektiğini düşüneceklerdir.
(Marjinal Notlar burada biter.)
ÜÇÜNCÜ KISIM
S O S Y A L İ Z M
BİRİNCİ BÖLÜM
TARİHSEL BİLGİLER
"Giriş"te[1*] Devrimi hazırlayan 18. yüzyıl Fransız filozoflarının var olan her şeyin tek yargıcı olarak nasıl usa başvurduklarını gördük. Ussal bir devlet, ussal bir toplum kurulmalıydı; ölümsüz usa karşı olan her şey, amansızca ortadan kaldırılmalıydı. Aynı biçimde, bu ölümsüz usun, evrimi o zaman bir burjuvanın ta kendisini oluşturan orta sınıf yurttaşın idealize edilmiş anlığından (müdrikesinden) başka bir şey olmadığını da görmüştük. Ne var ki, Fransız Devrimi, bu us toplumunu ve bu us devletini gerçekleştirdiği zaman, yeni kurumlar, daha önceki koşullara göre ne kadar ussal olurlarsa olsunlar, gene de tamamen usa-uygun olarak görünmediler. Us devleti tam bir iflâsa uğramış, Rousseau'nun Contrat Social'i (Toplum Sözleşmesi), gerçekleşmesini Terör döneminde bulmuştu; ve bu dönemden kurtulmak için, kendi öz (sayfa: 369) siyasal kapasitesine inancını yitirmiş bulunan burjuvazi, önce Directoire'ın kokuşmuşluğuna, ve sonra da Napoléon despotizminin koruyuculuğuna sığınmıştı; vaadedilmiş bulunan sonsuz barış, sonu gelmez bir fetihler savaşı durumuna dönüşmüştü. Us toplumunun yazgısı daha iyi olmadi. Zenginler ve yoksullar karşitlığı genel gönenç içinde ortadan kalkacak yerde, onu örtbas eden loncasal ve öbür ayrıcalıkların ve onu yumuşatan kilise hayır kurumlarının ortadan kaldırılması ile daha da keskinleşmişti; mülkiyetin feodal engellerinden kurtuluşu, bir kez gündeme girdikten sonra, küçük-burjuva ve küçük köylü bakımından, kendini, büyük sermaye ve büyük toprak mülkiyetinin çok güçlü rekabeti ile ezilmiş bulunan küçük mülkiyetin satılması, hem de o güçlü beylerin ta kendilerine satılması özgürlüğü olarak gösteriyordu; böylece bu kurtuluş, küçük-burjuva ve küçük köylü bakımından, her türlü mülkiyetten kurtuluş durumuna dönüşüyordu; sanayinin kapitalist bir temel üzerindeki hızlı gelişmesi, işçi yığınlarının yoksulluk ve sefaletini, toplumun yaşama koşulu durumuna getirdi. Peşin ödeme, gitgide, Carlyle'in diliyle söylemek gerekirse, toplumun tek bağı oldu. Suç sayısı yıldan yıla arttı. Vaktiyle utanıp sıkılmadan orta yere kurulan feodal kurumlar ortadan kaldırılmasalar bile, hiç değilse ikinci plana itilmiş idiyseler de, o zamana kadar gizlilik içinde beslenen burjuva kötülükler, bundan böyle daha da büyük bir taşkınlıkla patlak verdi. Ticaret gitgide dolandırıcılık durumuna dönüştü. Devrimci dövizin "kardeşlik"i, rekabetin uyuşmazlık ve kıskançlıkları içinde gerçekleşti. Zora dayanan baskı, yerini ahlâk bozukluğuna; başta gelen toplumsal güç aracı olarak kılıç, yerini paraya bıraktı. İlk gece hakki, feodal beylerden burjuva fabrikatörlere geçti. Fuhuş, o zamana kadar görülmemiş derecede yayıldı. Fuhşun yasal olarak kabul edilmiş bir biçimi, resmi bir örtüsü olarak kalan evlilik ise, dörtbaşı bayındır bir eşaldatma ile tamamlandı. Kısacası, aydınlanma filozoflarının görkemli vaatleri karşısında, "usun utkusu" ile kurulan toplumsal ve siyasal kurumlar, acı bir biçimde aldatıcı karikatürler olarak göründüler. (sayfa: 370) Bir bu düş kırıklığını saptayacak adamlar eksikti, onlar da yüzyılın dönümü ile geldiler. 1802'de, Saint-Simon'un Lettres de Genève'i ("Cenevre Mektupları"); 1808'de, teorisinin temeli daha 1799'da atılmış olmasına karşın, Fourier'nin ilk yapıtı yayımlandı; 1 Ocak 1800'de, Robert Owen New-Lanark'ın yönetimini eline aldı.
Ama bu çağda, kapitalist üretim biçimi ve, onunla birlikte, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişki henüz çok az gelişmişti. İngiltere'de daha yeni doğmuş bulunan büyük sanayi, Fransa'da henüz bilinmiyordu. Ama nedir ki, bir yandan, üretim biçiminin bir altüst oluşunu, bir devrimini kaçınılmaz bir zorunluluk haline getiren çatışmaları, —sadece üretim biçiminin meydana getirdiği sınıflar arasındaki çatışmaları değil, ama onun yarattığı üretici güçler ile değişim biçimleri arasındaki çatışmaları da—; ve öte yandan, bu devsel üretici güçler içinde, bu çatışmaları çözme araçlarını da, sadece ve sadece büyük sanayi geliştirir. Öyleyse, 1800'e doğru, yeni toplumsal düzenden doğan çatışmalar eğer henüz oluş durumunda idiyseler, bu çatışmaları çözme araçları haydi haydi o durumda bulunuyorlardı. Eğer Paris'in varlıksız yığınları, Terör döneminde, egemenliği bir an ellerine geçirebilmiş ve böylece burjuva devrimini burjuvazinin kendine karşı utkuya götürebilmiş iseler, bununla bu egemenliğin o zamanki koşullar içinde ne kadar olanaksız olduğunu tanıtlamaktan başka bir şey yapmamışlardır. Bu varlıksızlar yığınından, yeni bir sınıfın kökeni olarak, yeni yeni ayrılmaya başlayan, bağımsız bir siyasal eyleme henüz tamamen yeteneksiz bulunan proletarya, kendini, kendi kendisine yardıma yeteneksizliği içinde, olsa olsa dışardan, yukardan bir yardım alabilecek, ezilmiş, acı çeken bir zümre olarak gösteriyordu.
Bu tarihsel durum, sosyalizmin kurucularını da etkiledi. Kapitalist üretimin olgunluktan uzaklığına, sınıfların durumunun olgunluktan uzaklığına, teorilerin olgunluktan uzaklığı yanıt verdi. Toplumsal sorunların, henüz gelişmesinin ilk basamağında olan iktisadi ilişkiler içinde saklı bulunan çözümü, beyinden çıkmalıydı. Toplum sadece düzgüsüzlükler (sayfa: 371) (anomalies) sunuyordu; bu düzgüsüzlüklerin ortadan kaldırılması, düşünen usun göreviydi. Bu erekle toplumsal rejimin daha yetkin yeni bir sistemini bulmak, ve bunu, propaganda, ve eğer olanaklı olursa, model deneyler örneği aracıyla, topluma dışardan vermek gerekiyordu. Bu yeni toplumsal sistemler, daha baştan ütopyaya mahkümdular. Ne denli ince işlenirlerse, o denli düşleme (fantezi) dalacaklardı.
Bu bir kez saptandıktan sonra, şimdi tamamen geçmişe malolan bu yön üzerinde artık bir an bile durmayacağız. Dühringvari kitabi kılı kırka yarıcılar, bugün sadece eğlendirici olan bu düşlemleri (fantezileri) tören ve gösterişle didik didik ederek kusur mu arıyorlar; birakalım bu türlü "çılgınlıklar"ın karşısına konulmuş zekalarının üstünlüğünü herkese göstersinler. Biz, düşlemsel (fantastik) dış görünüş altında her yerde kendini belli eden, bu hamkafaların, görmekte yeteneksiz bulundukları dahice fikir tohumları ve dahice fikirler karşısında sevinmeyi yeğ tutarız.
Saint-Simon, Fransiz Devriminin çocuğu idi; Devrim patladığı zaman otuz yaşında bile yoktu. Devrim, tiers-état'nın, yani ulusun üretim ve ticarette etkin olan büyük yığınının, o zamana değin aylak olan, ayrıcalıklı zümreler üzerindeki, yani soyluluk ve din adamları sınıfı üzerindeki utkusu idi. Ama tiers-état'nın utkusu, az zaman sonra, yalnızca bu zümrenin küçük bir bölümünün utkusu olarak, siyasal iktidarın, bu aynı zümrenin toplumsal bakımdan ayrıcalıklı katmanı olan varlıklı burjuvazi tarafından fethi olarak görünmüştü. Ve, doğrusunu söylemek gerekirse, bu burjuvazi, soyluluğun ve Kilisenin elkonulup satılan toprak mülkiyeti üzerinde spekülasyon yaparak olsun, orduya satılan mallar aracıyla ulusun sırtından çalıp çırparak olsun, Devrim sırasında hızlı bir biçimde gelişmişti de. Directoire döneminde Fransa'yı ve Devrimi yıkımın kıyısına götüren, ve böylece Napoléon'a hükümet darbesi bahanesini veren, işte bu dolandırıcıların egemenliği oldu. Öyle ki, Saint-Simon'un kafasında, tiers-état ile ayrıcalıklı zümreler arasındaki karşıtlık "emekçiler" ile "aylaklar" arasındaki karşıtlık biçimini aldı. Aylak olanlar, (sayfa: 372) sadece eski ayrıcalıkları değil, ama üretime ve ticarete katılmaksızın, hazırdan yaşayan kimselerin hepsini kapsıyordu. Ve "işçiler", sadece ücretlileri değil, ama fabrikacıları, tüccarları, bankacıları da kapsamına alıyordu. Aylakların entelektüel yönetim ve siyasal egemenlik yeteneğini yitirdikleri apaçıktı, ve bu da Devrim tarafından kesinlikle doğrulanmıştı. Yoksulların bu yeteneğe sahip bulunmadıklarına gelince, bu konu Saint-Simon'a Terör deneyleri aracıyla tanıtlanmış gibi görünüyordu. Peki, kim yönetecek ve egemen olacaktı? Saint-Simon'a göre, dinsel görüşlerin Reformdan bu yana bozulmuş birliğini yeniden kurmaya yönelik yeni bir dinsel bağın, zorunlu olarak mistik ve sıkı sıkıya aşamalandırılmış bir "yeni hıristiyanlık"ın birleştireceği bilim ve sanayi. Ama bilim demek, irdeleme adamları, ve sanayi demek de, ön safta etkin burjuvalar, fabrikacılar, tüccarlar, bankacılar demekti. Bu burjuvalar, kuşkusuz, bir tür kamu görevlileri, toplumun güvenilir adamları haline dönüşecek, ama gene de işçiler karşısında, iktisadi ayrıcalıklarla da donatılmış bir buyurma konumunu koruyacaklardı. Hele bankacılar, kredi ayarlaması ile, toplumsal üretimin tümünü yoluna koymaya aday olacaklardı. Bu görüş, Fransa'da, büyük sanayinin, ve onunla birlikte burjuvazi ile proletarya arasındaki karşıtlığın sadece doğuş halinde bulundukları bir döneme tastamam uygun düşüyordu. Ama Saint-Simon'un üzerinde özellikle durduğu bir konu var: onun için her yerde ve her zaman en önemli olan şey, "en kalabalık ve en yoksul sınıf"ın yazgısıdır.
Daha Cenevre Mektupları'nda, Saint-Simon, "bütün insanlar çalışacaklardır" ilkesini koyar.[2*] Aynı yapıtta, Terörün, varlıksız yığınların egemenliği olduğunun da farkındadır.
"Bakınız, diye haykırır onlara, arkadaşlarınızın egemen olduğu zaman boyunca Fransa'da ne oldu; onlar orada açlık yarattılar."[3*] (sayfa: 373)
Nedir ki, Fransiz Devrimini, soyluluk, burjuvazi ve varlıksızlar arasında bir sınıf savaşımı olarak tasarlamak, 1802 yılında, en dahicesinden bir bulgu idi. 1816'da, siyasetin, üretim bilimi olduğunu söyler, ve siyasetin iktisat içindeki tam özümlenişini öngörür.[4*] İktisadi durumun, siyasal kurumların temeli olduğu fikri, her ne kadar burada ancak tohum durumunda görünüyorsa da, insanların siyasal yönetiminden (gouvernement), şeylerin yönetimine (administration) ve üretim işlemlerinin yönetimine (direction) geçiş, yani son zamanlarda üzerinde o kadar gürültü yapılan devletin ortadan kalkması, burada, daha şimdiden açıkça ifade edilmiş bulunur. Çağdaşları üzerindeki aynı üstünlükle, 1814'te, Müttefiklerin Paris'e girişinden hemen sonra, ve 1815'te de, Yüz-Gün Savaşı sırasında, Fransa'nın İngiltere ile ittifakını, ve ikinci safta, bu iki ülkenin Almanya ile ittifakını, Avrupa için bayındır gelişme ve barışın tek güvencesi olarak ilân eder.[5*] 1815 yılında Fransızlara Waterloo galipleri ile ittifakı öğütlemek, kuşkusuz, Alman profesörlerine bir çekiştirme savaşı açmaktan biraz daha çok bir yürekliliği gerektiriyordu.
Eğer Saint-Simon'da, daha sonraki sosyalistlerin sıkı sıkıya iktisadi olmayan hemen bütün fikirlerinin onda daha o zamandan tohum durumunda bulunması sonucunu veren dahice bir görüş genişliği buluyorsak, Fourier'de de, varolan toplumsal koşulların, tepeden tırnağa Fransız bir düş gürlüğü ile yapılmış da olsa, gene de daha az derine gitmeyen bir (sayfa: 374) eleştirisini buluyoruz. Fourier, burjuvazinin, onun Devrimden önceki coşkun yalvaçları ile, sonraki çıkarcı dalkavuklarının sözüne mim koyar. Burjuva dünyasının maddi ve manevi sefaletini acımasızca ortaya serer ve onu, aydınlanma filozoflarının, sadece usun egemen olacağı toplum üzerindeki, evrensel mutluluk getiren uygarlık üzerindeki, insanın sınırsız yetkinleşme anıklığı üzerindeki vaatleri ile olduğu kadar, çağdaşları olan burjuva ideologların gülpembe anlatışları ile de karşılaştırır; en içler acısı gerçekliğin, her yerde nasıl en cafcaflı lafazanlığa karşı geldiğini gösterir, ve boş sözün bu onarılmaz fiyaskosu üzerine iğneli alaylarını yağdırır. Fourier, sadece bir eleştirici değildir; sonsuzluğa dek neşeli mizacı, onu bir yergici, ve gelmiş geçmiş en büyük yergicilerden biri durumuna getirir. Devrimin çöküşü ile alıp yürüyen aşırı spekülasyonu olduğu gibi, o çağın Fransız ticaretinde genel olarak yaygın bulunan dükkâncı kafasını da aynı görkem ve tatlılık derecesi ile betimler. Burjuvazi tarafından cinsel ilişkilere verilen biçim ve burjuva toplumda kadının konumu üzerine yaptığı eleştiri daha da ustacadır. O, belli bir toplumda, kadının kurtuluş derecesinin, genel kurtuluşun doğal ölçüsü olduğunu söyleyenlerin birincisidir.[6*] Ama onun en büyük göründüğü yer, toplum tarihi anlayışıdır. Toplum tarihinin tüm geçmiş evrimini dört evreye böler: yabanıllık, barbarlık, ataerkil ve şimdi burjuva toplumu adı verilen şeyle örtüşen uygarlık; ve "uygar düzenin, barbarlığın kendini saflıkla kaptırdığı kusurların herbirine karmaşık, birkaç anlama çekilebilen ve ikiyüzlü bir biçim verdiği"ni, uygarlığın bir "kısır döngü" içinde, her zaman elde etmek istediği, ya da elde etmek istediğini ileri sürdüğü şeyin karşıtına erişecek biçimde, üstesinden gelememeksizin, durmadan yarattığı çelişkiler içinde dönendiğini gösterir; şöyle ki, örneğin, "uygarlıkta, yoksulluk, bolluğun kendinden doğar".[7*] Fourier, görüldüğü gibi diyalektiği, çağdaşı Hegel kadar ustalıkla (sayfa: 375) kullanır.[8*] Boydaş bir diyalektikle, insanın sonsuz etkinleşme anıklığı üzerindeki gevezeliğe karşıt olarak, her tarihsel evrenin bir yükselen, ama bir de alçalan kolu olduğunu belirtir,[9*] ve bu görüşü, insanlığın tüm geleceğine de uygular. Kant'ın, dünyanın gelecekteki sonunu doğa bilimine sokması gibi, Fourier de, tarih irdelemesine, insanlığın gelecekteki sonunu sokar.
Fransa'da Devrim fırtınası ülkeyi süpürürken İngiltere'de daha sessiz, ama daha az güçlü olmayan bir altüst oluş gerçekleşiyordu. Buhar ve yeni makinecilik (maşinizm), manüfaktürü modern büyük sanayi durumuna dönüştürdü ve böylece burjuva toplumun tüm temelini altüst etti. Manüfaktür döneminin uyuşuk gidişi, üretimin karşı konmaz bir canlılık dönemi durumuna dönüştü. Toplumun büyük kapitalistler ve varlıksız proleterler halindeki bölünüşü, durmadan artan bir hız kazanıyor, bunlar arasında, bir zamanların kararlı orta sınıfı yerine, hareketli bir zanaatçılar ve küçük tecimenler yığını, nüfusun en çalkantılı bölümünü oluşturarak, sallantılı bir yaşam sürüyordu. Yeni üretim biçimi henüz yükselen kolunun ancak başında bulunuyordu; henüz bu koşullar içinde, olanaklı olan tek normal üretim biçimi idi. Ama daha o zamandan apaçık toplumsal düzgüsüzlükler (anomalies) yolaçıyordu: Kökünden kopmuş bir nüfusun, büyük kentlerin en kötü konutlarında üstüste yığılması — aile içindeki bütün geleneksel soyzinciri, ataerkil bağımlılık bağlarının çözülmesi, — özellikle kadınlar ve çocuklar için, tüyler ürpertici bir ölçüde aşırı çalışma, — kırdan kente, tarımdan sanayiye, kararlı koşullardan her gün değişen kararsız koşullara geçerek, birdenbire yepyeni koşullar içine atılmış bulunan emekçi sınıfın yoğun ahlâk bozukluğu. İşte o zaman, yüceliğe kadar giden çocuksu bir sadelikte, ve aynı zamanda, insanlar için örneği pek görülemeyecek türden doğuştan yönetici bir adam, 29 yaşında bir fabrikacı ortaya çıktı. Robert Owen, (sayfa: 376) Aydınlanlanma çağı materyalist filozoflarının, insan kişiliğinin bir yandan doğuştan gelen yapılışının, öte yandan insanı yaşamı boyunca, ama özellikle yetişme dönemi sırasında çevreleyen koşulların ürünü olduğu yolundaki öğretisini benimsemişti. Onun toplumsal kümesinde bulunan insanların çoğu, sanayi devriminde, bulanık suda balık avlanacak ve hızla zenginleşilecek bir karışıklıktan başka bir şey görmüyorlardı. O, bunda, gözde tezini uygulama ve böylece karışıklığı düzene koyma fırsatını gördü. Bu işi, daha önce, Manchester'de, bir fabrikadaki 500 işçinin yöneticisi olarak başarıyla denemişti; 1800 yılından 1829 yılına kadar İskoçya'da büyük New-Lanark pamuk ipliği fabrikasını yönetici ortak olarak yönetti ve bu işi aynı anlayış içinde, ama daha büyük bir davranış özgürlüğü ve ona Avrupa çapında bir ün kazandıran bir başarı ile yaptı. Çoğu son derece bozulmuş, yavaş yavaş 2.500 kişiye yükselen, ve başlangıçta en karışık öğelerden bileşen bir insan topluluğu, onun tarafından, sarhoşluk, polis, ceza yargılaması, duruşma, toplumsal yardım ve yardımseverlik gereksinmesi gibi şeylerin bilinmediği dörtbaşı bayındır örnek bir koloni durumuna dönüştürüldü. Ve bu işi, sadece insanları insana daha yakışır koşullar içine sokarak, ve özellikle yetişen kuşağa özenli bir eğitim verdirerek başardı. Anaokullarının bulucusu ve ilk uygulayıcısı oldu. İki yaşından başlayarak, çocuklar okula gidiyorlar, ve orada öylesine eğleniyorlardi ki, onları eve getirmekte güçlük çekiliyordu. Rakipleri günde onüç-ondört saat çalışırken, New-Lanark'ta sadece onbuçuk saat çalışılıyordu. Bir pamuk bunalımı, işi dört ay boyunca durdurduğu zaman, işsiz kalan işçiler tam ücretlerini almakta devam ettiler. Ve bu durum, fabrikanın, değer olarak, iki katından çok büyümesini ve sahiplerine sonuna kadar büyük kârlar sağlamasını engellemedi.
Ama bütün bunlar Owen'a yetmiyordu. İşçilerine sağladığı yaşam, onun gözünde, henüz insana yakışır olmaktan uzaktı; "insanlar kölelerim idiler": Onları içine sokmuş bulunduğu, bir dereceye kadar elverişli koşullar, kişilik ve zekanın tam ve ussal bir gelişmesini, hele özgür bir yaşamsal (sayfa: 377) etkinliği sağlamaktan henüz çok uzaktı.
"Ve, bununla birlikte, bu 2.500 insanın çalışan bölümü, toplum için, bundan ancak bir yarım yüzyıl önce 600.000 kişilik bir nüfusun üretebileceği kadar gerçek zenginlik üretiyordu. Kendi kendime soruyordum: 2.500 kişi tarafından tüketilen zenginlik ile 600.000 kişinin tüketimi için gerekecek zenginlik arasındaki fark ne oluyor?"
Yanıt açıktı. Zenginlik, fabrika sahiplerine yatırımlar üzerinden %5 faiz ve ayrıca 300.000 sterlinden çok (6 milyon marktan çok) bir kâr sağlamak için kullanılmıştı. Ve New-Lanark için doğru olan şey, İngiltere'deki tüm fabrikalar için haydi haydi doğruydu.
"Makineler tarafından meydana getirilen bu yeni zenginlik olmasa, Napoléon'u devirmek ve toplumun aristokratik ilkelerini ayakta tutmak için yapılan savaşlar başarılı bir sonuca bağlanamazdı. Ve bununla birlikte, bu yeni güç, işçi sınıfının yapıtı idi".[10*]
Öyleyse meyveler işçi sınıfının hakkıydı. O zamana kadar sadece birkaç kişinin zenginleşmesine ve yığınların köleleşmesine yarayan yeni ve güçlü üretim güçleri, Owen için toplumsal bir yeniden-örgütlenmenin temelini sunuyor, ve sadece, herkesin ortak mülkiyeti olarak, ortak gönenç işin çalışmaya aday bulunuyorlardı.
Ovıncı komünizm, işte bu arı işadamı düşüncesinden, deyim yerindeyse, tecimsel hesap meyvesi olarak doğdu. Bu komünizm, bu pratiğe dönük niteliğini daima korur. Böylece, 1823'te, İrlanda'nın sefaletine komünist koloniler aracıyla bir çare bulunmasını öneren Owen, tasarısına, kuruluş giderlerinin, yıllık harcamalar ve beklenen kazançların tam bir keşif defterini ekler.[11*] Gene böylece, gelecek üzerindeki kesin planında, ayrıntıların teknik işlenişi öylesine bir yetki ile yapılmıştır ki, Owen'ın toplumsal reform yöntemi bir kez kabul (sayfa: 378) edildikten sonra, örgütlenmenin ayrıntısına karşı, hatta teknik bakımdan bile, söylenecek az şey vardır.
Komünizme geçiş, Owen'ın yaşamının dönüm noktası oldu. İnsansever rolü ile yetindiği sürece, zenginlik, onama, saygınlık ve ünden başka bir ürün devşirmemişti. Avrupa'nin en popüler adamıydı; sadece meslektaşları değil, ama devlet adamları ile prensler de onu dinliyor ve onaylıyorlardı. Ama ortaya komünist teorileri ile çıktığı zaman, her şey değişti. Onun toplumsal reform yolunu keser gibi görünen üç büyük engel vardı: özel mülkiyet, din ve evliliğin güncel biçimi. Eğer onlara saldırırsa, kendisini neyin beklediğini biliyordu: resmi toplumun gözünden düşme, tüm toplumsal durumunu yitirme. Ama onlara amansızca saldırmaktan geri kalmadı, ve düşündüğü başına geldi. Resmi toplumun dışına atılmış, basının susku fesadı altında ortadan yitmiş, bütün servetini adadığı Amerika'daki başarısız komünist deneyleri yüzünden yıkıma uğramış olarak, doğrudan doğruya işçi sınıfına döndü ve onun bağrında daha otuz yıl iş görmekte devam etti. İngiltere'de emekçiler yararına iyiye götürülen her toplumsal hareket, her gerçek ilerleme, Owen'ın adına bağlanır. Böylece, beş yıllık çabadan sonra, fabrikalarda kadınların ve çocukların çalışmasını sınırlandıran yasayı, 1819'da o kabul ettirdi.[12*] Böylece, tüm İngiltere trade-unionlarının (sendikalarının) bir tek büyük sendikal topluluk biçiminde birleştikleri ilk kongreye o başkanlık etti. Böylece, toplumun tamamen komünist bir örgütlenmesine götüren geçiş önlemi olarak, bir yandan, o zamandan beri, hiç değilse satıcının da, fabrikacının da kolayca vazgeçilebilecek kişiler olduklarını, pratik kanıtını vermiş bulunan kooperatif şirketleri (tüketim ve üretim kooperatifleri),[13*] öte yandan da, çalışma (sayfa: 379) ürünlerinin, birimi çalışma saati tarafından oluşturulan bir çalışma kağıt-parası aracıyla değişimini gözeten kurumlar olan çalışma pazarlarını o kurdu; zorunlu olarak başarısızlığa mahkum bu kurumlar Proudhon'un çok daha sonra kuracağı değişim bankasının tam bir öncelemesi (anticipation) idiler, ve ondan, toplumsal kötülüklerin devasını değil, ama sadece toplumun çok daha köklü bir dönüşümüne doğru atılmış bir ilk adımı temsil etmeleri ile ayrılıyorlardı.
Ulu bay Dühring'in, "son çözümlemede kesin doğruluk"unun doruğundan, "Giriş"te birkaç örneğini vermiş bulunduğumuz küçümseme ile baktığı adamlar, işte bunlar. Ve bu küçümseme, bir anlamda, pek o kadar da haksız değil: Gerçekten, bu küçümseme esas olarak üç ütopyacının yapıtlarının gerçekten korkunç bir bilgisizliğine dayanır. Böylece, bize Saint-Simon üzerine, "esas olarak, temel düşüncesinin doğru olduğu, ve birkaç dargörüşlülük dışında, bu düşüncenin, gerçek kuruluşlar oluşturmak için, bugün bile yönetici atılım sağladığı" söylenir.
Ama, bay Dühring'in, Saint-Simon'un yapıtlarından birkaçını gerçekten eline almışa benzemesine karşın, ondan sözettiği tüm 27 sayfa boyunca, Saint-Simon'un "temel düşüncesi"ni, en sonunda şu "imgeleme yetisi ve insansever tutku ... düş kurma yeteneğinin bunlara uygun düşen aşırı uyarılganlığı ile birlikte, Saint-Simon'un tüm düşüncesini belirler!" tümcesi ile payımızı alma pahasına, tıpkı Quesnay'nin Tableau économique'inin "Quesnay'nin kendisinde ne anlama geldiği"ni aramış olduğumuz kadar boşuna arıyoruz.
Fourier'den, bay Dühring, sadece, gelecek üzerindeki, betimlemesi romansı bir ayrıntıya kadar inen düşlemleri (fantezileri) bilir ve sadece onları dikkate alır, ki bu, bay Dühring'in Fourier üzerindeki sonsuz üstünlüğünü saptama bakımından, Fourier'nin "gerçek koşulları fırsat çıkarsa nasıl eleştirmeye çalış"tığını araştırmaktan kuşkusuz "çok daha önemli"dir. Fırsat çıkarsa! Gerçekte, Fourier'nin yapıtlarının hemen her sayfasından, onca övülen uygarlığın sefaletleri üzerine yergi ve eleştiri kıvılcımları fışkırır. Bay Dühring, bay Dühring'i, (sayfa: 380) sadece "fırsat çıkarsa" geçmişin ve geleceğin en büyük düşünürü olarak ilân eder demek gibi bir şey. Robert Owen'a ayrılmış oniki sayfaya gelince, bay Dühring'in bu sayfaları yazmak için, Owen'ın en önemli yazılarını —evlilik ve komünist örgütlenme üzerindeki yazılarını—, tıpkı bay Dühring gibi bilmeyen hamkafa Sargant'ın zavalli biyografisinden[14*] başka hiç bir kaynağı yok. Böyle olduğu için bay Dühring, Owen'da "kararlı bir komünizm varsayma"nın doğru olmadığını ileri sürmek gibi cüretli bir savda bulunabilir. Kuşkusuz, eğer bay Dühring, eline, sadece Owen'ın Book of the New Moral World'unu ("Yeni Ahlâk Dünyasının Kitabı") almış olaydı, orada —Owen'ın her zaman eklediği gibi, yaşa göre— eşit çalışma görevi ve eşit ürün hakkı ile, sadece komünizmlerin en kararlısının dile getirildiğini görmekle kalmaz, ama plan, yükseklik ve kabataslak perspektif ile, geleceğin komünist topluluğuna yönelik mimarlığın eksiksiz bir işlenişini de görürdü. Ama "sosyalist düşünce temsilcilerinin öz yapıtlarının dolaysız irdelenmesi" eğer bay Dühring'in burada yaptığı gibi, bu yapıtlardan birkaçının adının ve olsa olsa, baş taraflarındaki kısa tanıtma yazısının (épigraphe) bilinmesi ile sınırlanırsa, elbette ortaya bu türlü budala ve kafadan atma savlar sürmekten başka bir iş çıkmaz. Owen sadece "kararlı komünizm"i öğütlemekle kalmadı, ama komünizmi "karar" konusunda eksik hiç bir şey bırakmayan Hampshire'deki Harmony Hall kolonisinde, onu, beş yıl boyunca (30 yıllarının sonu ile 40 yıllarının başı) uyguladı da. Ben, bu örnek komünist deneyin eski üyelerinden birçoğunu tanıdım. Ama, genel olarak Owen'ın 1836 ile 1850 arasındaki faaliyeti üzerine olduğu gibi, bütün bunlar üzerine de Sargant hiç bir şey bilmez, ve bay Dühring'in böbürlendiği "büyük üsluplu tarih yazma biçimi" bu yüzden kapkara bir bilgisizlik içinde kalır. Bay Dühring, Owen'ı, "insansever ölçüsüzlüğün, her bakımdan, gerçek bir ucubesi" olarak adlandırır. Ama bay Dühring ancak başlığını ve épigraphe'ini bildiği kitapların (sayfa: 381) içeriği üzerine bize ders verdiği zaman, onun "her bakımdan, bilgisiz ölçüsüzlüğün gerçek bir ucubesi" olduğunu söyleyemeyiz, çünkü bizim ağzımızda, bu bir "sövgü" olur.
Eğer ütopyacılar, görmüş bulunuyoruz, ütopyacı idiyseler, bu, kapitalist üretimin henüz çok az gelişmiş bulunduğu bir dönemde, başka bir şey olamayacakları içindi. Eğer yeni bir toplumun öğelerini kafalarından çıkarmak zorunda kaldılarsa, bunun nedeni, bu öğelerin henüz eski toplumda gözle görülür bir biçimde ortaya çıkmamalarıydı; eğer yeni yapılarının temellerini atmak için usa başvurma durumunda kaldılarsa, bu, henüz çağdaş tarihe başvuramamalarının sonucuydu. Ama, şimdi, onlardan hemen hemen seksen yıl sonra, bay Dühring, tarih içinde oluşan bu sistemi kendi zorunlu sonuçları olarak veren güncel gereçlerden hareketle değil de, onu yüce kafasında, kesin doğruluklara gebe usunda kurarak, yeni toplumsal rejimin "kural hizmeti gören" bir sistemini açıklama savıyla sahneye girerse, o zaman, her yerde artçılar (epigonlar) kokusu alan bu adam, ütopyacıların artçısından, sonuncu ütopyacıdan başka bir şey değildir. O, büyük ütopyacıları "toplumsal simyagerler" olarak adlandırır. Olabilir. İlmi simya, zamanında zorunlu bir şeydi. Ama o zamandan beri, büyük sanayi, kapitalist üretim biçimi içinde uyuklayan çelişkileri öylesine açık karşıtlıklar durumuna getirdi ki, bu üretim biçiminin yakın yıkılışına, deyim yerindeyse, elle dokunulabilir; yeni üretici güçler, ancak onların bugünkü gelişme derecelerine uygun düşen yeni bir üretim biçiminin kurulması ile korunup geliştirilebilirler; iki sınıfın, şimdiye değin egemen olan üretim biçimi tarafından yolaçılan ve durmadan daha keskin bir çelişki içinde üreyen savaşımları bütün uygar ülkelere yayıldı, gün günden daha zorlu bir durum alıyor, ve bu tarihsel bağlantının, bunun zorunlu kıldığı toplumsal dönüşüm koşullarının, son olarak gene bunun koşullandırdığı biçimiyle bu dönüşümün temel çizgilerinin bilgisi, daha şimdiden edinilmiş bulunuyor. Ve eğer şimdi bay Dühring, varolan iktisadi gereçlerden yararlanacak yerde, yüce beyninde yeni bir toplumsal ütopya imal ederse, (sayfa: 382) düpedüz "toplumsal ilmi simya"dan başka ne yapmış olur? Ya da daha doğrusu, modern kimyanın bulunması ve yasalarının saptanmasından sonra, eski ilmi simyayi yeniden kurmak, ve atom ağırlıklarını, molekül formüllerini, atomların birleşme değerini, billurlar bilimini ve tayf analizini sadece... filozof taşının [15*] bulunması için kullandırmak isteyen biri gibi davranmış olmaz mı? (sayfa: 383)
İKİNCİ BÖLÜM
TEORİK BİLGİLER
Materyalist tarih anlayışı, üretimin ve üretimden sonra, üretilen ürünlerin değişiminin, her toplumsal rejimin temelini oluşturduğu; tarihte görülen her toplumda, ürünlerin bölüşümünün, ve ürünlerin bölüşümü ile birlikte, sınıflar ya da zümreler biçimindeki toplumsal eklemlenmenin üretilen şeye, bunun üretiliş biçimine ve üretilen şeylerin değişim tarzına göre düzenlendiği tezinden hareket eder. Sonuç olarak, bütün toplumsal değişikliklerin ve bütün siyasal altüst oluşların son nedenlerini insanların kafasında, ölümsüz doğruluk ve ölümsüz adalet üzerindeki artan kavrayışlarından değil, üretim ve değişim biçiminin değişikliklerinde aramak gerekir; onları, ilgili dönemin felsefesinde değil, iktisadında aramak gerekir. Eğer varolan toplumsal kurumların usa-aykırı ve adaletsiz oldukları, usun budalalık, ve iyiliğin kötülük durumuna geldiği sonucuna varılırsa, bu, üretim (sayfa: 384) yöntemleri ve değişim biçimlerinde, daha eski iktisadi koşullara uyarlanmış toplumsal rejimin artık bağdaşamadığı gizli dönüşümler olduğunun bir göstergesinden başka bir şey değildir. Bu, aynı zamanda, farkına varılan düzgüsüzlükleri ortadan kaldırma araçlarının da —azçok gelişmiş bir durumda—, zorunlu olarak değişmiş üretim ilişkileri içinde bulundukları anlamına gelir. Öyleyse, insanın bu araçları kafasında uydurması değil, ama beyni yardımıyla, gözönünde bulunan maddi üretim olguları içinde bulması gerekir.
Buna göre modern sosyalizmin konusu nedir?
Varolan toplumsal rejim —genel olarak kabul edildiği üzere—, bugün egemen olan sınıf tarafından, burjuvazi tarafından kurulmuştur. Burjuvaziye özgü, Marks'tan bu yana kapitalist üretim biçimi olarak adlandırılan üretim biçimi, feodal rejimin karşılıklı kişisel bağlılıkları ile olduğu gibi, yer ve zümre ayrıcalıkları ile de bağdaşmaz bir şeydi. Burjuvazi, feodal rejimi paramparça etti, ve onun yıkıntıları üzerine, serbest rekabetin, gitme-gelme özgürlüğünün, meta sahiplerinin hukuksal eşitliğinin ve öbür burjuva parlaklıklarının imparatorluğu olan burjuva toplum düzenini kurdu. Kapitalist üretim biçimi artık özgürce gelişebilirdi. Burjuvazinin yönetimi altında yetkinleştirilen üretici güçler, buhar ve yeni maşinizm, eski manifaktürü, büyük sanayi durumuna dönüştürdükten sonra, o zamana kadar görülmemiş bir hızlılık ve bir genişlikte gelişti. Ama tıpkı, zamanında manifaktür ve onun etkisi altında gelişmiş bulunan zanaatçılığın, loncaların feodal köstekleri ile çatışmaya girmiş oldukları gibi, büyük sanayi de, bir kez tam olarak geliştikten sonra, kapitalist üretim biçiminin onu içine sardığı engeller ile çatışmaya girer. Yeni üretici güçler kullanımlarının burjuva biçimini aşmış bulunurlar; ve üretken güçler ile üretim biçimi arasındaki bu çatışma, örneğin ilk günah ile tanrısal adalet arasındaki çatışma gibi, insanların kafasında doğmuş bir çatışma değildir: olgular içinde, nesnel olarak bizim dışımızda, hatta kendisine neden olan insanların istenç ve eylemlerinden bile bağımsız biçimde varolan bir çatışmadır. Modern sosyalizm, bu gerçek çatışmanın (sayfa: 385) düşüncedeki yansısından, herşeyden önce, bu çatışmadan acı çeken sınıfın beyinlerinde, fikirler biçimi altında yansımasından başka bir şey değildir.
Peki, bu çatışma neye ?
Kapitalist üretimden önce yani ortaçağda, her yerde emekçilerin kendi üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetine dayanan küçük üretim görülüyordu: Küçük özgür köylü ya da toprak kölelerinin tarımı, kentlerin zanaatçılığı. Çalışma araçları, —toprak, tarım aletleri, atelye, zanaatçı avadanlığı,— bireyin, yalnızca bireysel kullanım için hesaplanmış çalışma araçları idi; yani zorunlu olarak küçük, ufacık, sınırlı idiler. Ama işte bu nedenle de, normal olarak üreticiye ait bulunuyorlardı. Bu dağınık ve daracık üretim araçlarını bir araya toplayip genişletmek, onları bugünkü üretimin güçlü kaldıraçları durumuna getirmek — kapitalist üretim biçiminin ve onun dayanağı olan sınıfın, burjuvazinin tarihsel rolü işte tam da bu oldu. Kapital'in dördüncü kısmında Marks, 15. yüzyıldan başlayarak yalın elbirliği, manüfaktür ve büyük sanayiden oluşan üç aşamada, burjuvazinin bu işi nasıl başardığını ayrıntılı bir biçimde betimlemiştir. Ama Marks'ın gene aynı yerde tanıtladığı gibi burjuvazi, bu sınırlı üretim araçlarını, bireysel üretim araçlarını ancak bir insan topluluğu tarafından kullanılabilecek toplumsal üretim araçları durumuna dönüştürmeksizin, güçlü üretici güçler durumuna dönüştüremezdi. Çıkrık, dokumacı eltezgahı, demirci çekici yerine iplik bükme makinesi, mekanik dokuma tezgahı, buharlı çekiç; bireysel atelye yerine yüzlerce ve binlerce insanın elbirliğini egemenlik altında bulunduran fabrika geçti. Ve tıpkı üretim araçları gibi üretim, bir dizi bireysel eylem durumundan bir dizi toplumsal eylem durumuna ve ürünler de bireysel ürünler durumundan toplumsal ürünler durumuna dönüştü. Artık fabrikadan çıkan iplik, dokuma, madeni eşya, bitmeden önce sıra ile zorunlu olarak ellerinden geçtikleri birçok işçinin ortaklaşa ürünü idiler. İşçiler arasında: "bunu yapan benim, bu benim ürünümdür" diyebilecek bir tek kişi yoktu. (sayfa: 386)
Ama, toplum içinde doğal işbölümünün temel üretim biçimi olduğu yerde, bu işbölümü ürünlere, bu ürünlerin karşılıklı değişimi yani alım ve satımı bireysel üreticilerin birçok gereksinmelerini karşılayabilecek bir duruma getiren meta niteliğini kazandırır. Ve ortaçağdaki durum da buydu. Ömeğin köylü, tarlaların ürününü zanaaçıya satıyor ve karşılık olarak ondan zanaatçılık ürünlerini alıyordu. Demek ki yeni üretim biçimi işte bu bireysel üreticiler, meta üreticileri toplumu içine sızdı. Tüm toplumda egemen olan bu yöntemsiz, doğal işbölümünün orta yerine, bireysel fabrikada örgütlendiği biçimiyle, yöntemli işbölümünün girdiği görüldü; bireysel üretimin yanında, toplumsal üretim ortaya çıktı. Her ikisinin de ürünleri aynı pazarda, öyleyse hiç olmazsa aşağı yukarı eşit fiyatlar üzerinden satılıyordu. Ama yöntemli örgütlenme, doğal işbölümünden daha güçlü idi; toplumsal olarak çalışan fabrikalar, tek tek çalışan küçük üreticilerden çok daha ucuza üretiyorlardı. Bireysel üretim, bir alandan sonra bir başkasında yenik düştü, toplumsal üretim tüm eski üretim biçimini devrime götürdü. Ama toplumsal üretime özgü bu devrimci nitelik o denli az anlaşıldı ki toplumsal üretim, tersine, meta üretimini artırma ve kolaylaştırma aracı olarak benimsendi. Toplumsal üretim, meta üretimi ve meta değişiminin tecimsel sermaye, zanaatçılık, ücretli emek gibi daha önce varolan bazı kaldıraçlarına doğrudan doğruya bağlanarak doğdu. Meta üretiminin yeni bir biçimi olarak ortaya çıktığı için, meta üretiminin sahiplenme biçimleri onun için de yürürlükte kaldi.
Ortaçağda gelişmiş bulunduğu biçimiyle meta üretiminde, emek ürününün kimin malı olacağı sorunu ortaya bile çıkamazdı. Genel kural olarak bireysel üretici, kendi öz çalışma araçları ve kişisel çalışması ya da ailesinin çalışması yardımıyla, onu kendi malı olan ve çoğu kez kendi başına ürettiği hammaddeler ile üretmişti. Ürünün önce onun tarafından sahiplenilmesinin hiçbir gereği yoktu, kendiliğinden onun malı idi. Yani ürünlerin mülkiyeti, kişisel emeğe dayanıyordu. Hatta başkasının yardımından yararlanıldığı yerde bile, (sayfa: 387) bu yardım genel kural olarak önemsiz kalıyor ve ücretten çok, çoğu kez bir başka karşılık alıyordu: Lonca çırak ve kalfası, beslenme ve ücretten çok, ustalığa hazırlanmak için çalışıyordu. Üretim araçlarının büyük atelyeler ve inanüfaktürlerde toplanmaları, gerçekten toplumsal üretim araçları durumuna dönüşmeleri, işte o sırada başgösterdi. Ama toplumsal üretim araçları ve toplumsal ürünler, sanki şimdi de bireysel üretim araçları ve bireysel ürünler olarak kalmışlar gibi işlem gördüler. Eğer şimdiye değin çalışma araçlarının sahibi, ürünü genel kural olarak kendi öz ürünü olduğu ve başkasının yardımcı çalışması ayrıklama durumunda bulunduğu için sahipleniyorduysa, şimdi de ürün kendi ürünü değil ama tamamen başkasının emek ürünü olduğu halde, onu kendine maletmeye devam etti. Böylece, bundan böyle toplumsal olarak yaratılan ürünler, üretim araçlarını gerçekten kullanan ve ürünleri gerçekten üreten kimseler tarafından değil ama kapitalist tarafından sahiplenildiler. Üretim araçları ve üretim, özsel olarak toplumsal duruma geldi; ama bireylerin, herkesin kendi öz ürününe sahip olduğu ve pazara taşıdığı özel üretimini öngerektiren bir sahiplenme biçimine bağlı tutuldular. Üretim biçimi onun önkoşulunu ortadan kaldırdığı halde, bu sahiplenme biçimine bağımlı kalındı. [16*] Yeni üretim biçimine kapitalist niteliğini veren bu çelişkide, daha o zamandan günümüzün büyük çatışması tohum durumunda yatar. Yeni üretim biçimi, bütün önemli üretim kesimlerinde ve ekonomik bakımdan önemli bütün ülkelerde egemen bir duruma geldiği ve bunun sonucu bireysel üretimi önemsiz kalıntılar durumuna indirgeyecek denli yerinden ettiği ölçüde, toplumsal üretim ile kapitalist sahiplenme arasındaki (sayfa: 388) uyuşmazlığın da o ölçüde kabaca ortaya çıktığı görülüyordu.
Söylemiş olduğumuz gibi ilk kapitalistler, ücretli emek biçimini daha önceden hazır olarak buldular. Ama onu ayrıksın ikincil uğraşım, yardım kaynağı, geçici durum olarak buldular. Zaman zaman ücret karşılığı çalışmaya giden kırsal emekçinin, kendi malı olarak sahibi bulunduğu ve onu kıt kanaat geçindiren birkaç dönümlük bir toprağı vardı. Lonca kuralları bugünün kalfasının, yarının ustası olmasını gözetiyordu. Ama üretim araçları toplumsal araçlar durumuna dönüştükten ve kapitalistler elinde toplandıktan sonra, her şey değişti. Küçük bireysel üreticinin üretim aracı da, ürünü de, gitgide değerlerini yitirdiler; ona bir ücret karşılığı gidip bir kapitalist yanında çalışmaktan başka yapacak bir şey kalmadı. Vaktiyle ayrıklama ve yardımcı kaynak olan ücretli emek, tüm üretimin kuralı ve temel biçimi durumuna geldi; eskiden ikincil bir uğraşım iken, şimdi emekçinin tek etkinliği oldu. Zaman zaman ücretli, ömürboyu ücretli durumuna dönüştü. Ömürboyu ücretliler yığını üstelik, feodal rejimin zamandaş yıkılışı, feodal beylerin bileliklerinin (maiyetlerinin) dağılışı, köylülerin topraklarından kovuluşu vb. sonucu, aşırı derecede arttı. Bir yanda kapitalistler elinde toplanmış üretim araçları ile öte yanda emek-güçlerinden başka bir şeye sahip olmama durumuna indirgenmiş üreticiler arasındaki ayrılma, tamamlanmıştı. Toplumsal üretim ile kapitalist sahiplenme arasındaki çelişki, kendini proletarya-burjuvazi karşıtlığı olarak gösterir.
Kapitalist üretim biçiminin bir meta üreticileri toplumuna, ürünlerinin değişimi toplumsal bağlantılarının aracı olan bir bireysel üreticiler toplumuna sızmış bulunduğunu görmüştük. Ama meta üretimine dayanan her toplumun, üreticilerin o toplumda kendi öz toplumsal ilişkileri üzerindeki egemenliklerini yitirmiş olmaları gibi bir özelliği vardır. Herkes kendi hesabına, rasgele elde edilmiş üretim araçları ile ve bireysel değişim gereksinmesi için üretir. Pazara kendi malından ne kadar geleceğini, hatta o maldan ne kadar gerekeceğini kimse bilmez; kendi bireysel ürününün pazarda gerçek (sayfa: 389) bir gereksinmeyle karşılaşıp karşılaşmayacağını, giderlerini kurtarıp kurtarmayacağını, hatta malını satıp satmayacağını kimse bilmez. Toplumsal üretim anarşisinin egemenliğidir bu. Ama bütün öteki üretim biçimleri gibi meta üretiminin de özgün, içkin, kendinden ayrılmaz yasaları vardır ve bu yasalar, anarşiye karşın ona, onun tarafından, zorla kabul ettirilirler. Bu yasalar kendilerini, toplumsal bağın varlığını sürdüren tek biçimi olan değişimde gösterir ve bireysel üreticiler karşısında rekabetin zorlayıcı yasaları olarak etkili olurlar. Yani bu yasalar başIangıçta, bu üreticiler tarafından bilinmeyen yasalardır ve önce onların, bu yasaları uzun bir deney aracıyla öğrenmeleri gerekir. Öyleyse bu yasalar kendilerini, üreticiler olmaksızın ve üreticilere karşı, onların üretim biçimlerinin körükörüne işleyen doğal yasaları olarak kabul ettirirler. Ürün, üreticilere egemen olur.
Ortaçağ toplumunda, özellikle ilk yüzyıllarda üretim, özsel olarak kişisel tüketime yöneltilmişti. Başlıca görev olarak, yalnızca üreticinin ve ailesinin gereksinmelerini karşılıyordu. Kırda olduğu gibi kişisel bağımlılık ilişkilerinin varolduğu yerlerde, feodal beyin gereksinmelerini karşılamaya da katkıda bulunuyordu. Demek ki o toplumda hiçbir değişim (mübadele) olmuyor ve bunun sonucu ürünler de meta niteliği kazanmıyordu. Köylü ailesi, yiyecek maddesi olsun, alet ve giysi olsun, gereksinme duyduğu hemen her şeyi kendi üretiyordu. Ancak kendi öz gereksinmeleri ve feodal beye borçlu bulunulan mala ilişkin yükümlülükler ötesinde bir artık üretecek denli ileri gittiği zamandir ki meta da üretiyordu; toplumsal dolaşıma sokulan, satışa çıkarılan bu artık, meta durumuna geldi. Kent zanaatçıları, gerçi daha başlangıçta değişim için üretme zorunda kaldılar. Ama onlar da, kendi öz gereksinmelerinin en büyük bölümünü kendi çalışmaları ile karşılıyorlardı; bahçeleri ve küçük tarlaları vardı; sürü hayvanlarını, kendilerine ayrıca inşaat kerestesi ve yakacak odunu da sağlayan kamusal ormana gönderiyorlardı; kadınlar keten, yün, vb. eğiriyorlardi. Değişim ereğiyle üretim, meta üretimi, ancak ilk adımlarını atıyordu. Sınırlı (sayfa: 390) değişim, sınırlı pazar, kararlı üretim biçimi, dışa karşı yerel kapalılık, içerde yerel,ortaklaşma: kırda Mark (tarımsal ortaklık), kentte lonca, işte bunun sonucuydu.
Ama meta üretiminin yayılması ve hele kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkması ile birlikte, o zamana değin uyuklayan meta üretimi yasaları da daha açık ve daha güçlü bir biçimde eyleme geçti. Eski çerçeveler gevşedi, eski kapalılık engelleri parçalandı, üreticiler gitgide bağımsız ve tek başına çalışan meta üreticileri durumuna dönüştü. Toplumsal üretimde anarşi doğdu ve gitgide doruğa götürüldü. Ama kapitalist üretim biçiminin toplumsal üretimde bu anarşiyi kendisi aracıyla artırdığı başlıca alet, gene de anarşinin tam karşıtı idi: üretimin, tek başına alınmiş her üretim kurumundaki toplumsal üretim olarak, artan örgütlenmesi. Kapitalist üretim biçimi, bir zamanların o dingin kararlılığına işte bu aletle son verdi. Bir sanayi koluna girdiği her yerde, kendi yanında daha eski hiçbir işletme yöntemini yaşatmadı. Zanaatçılığı egemenliğine aldığı her yerde, eski zanaatçılar sınıfını yıktı. Çalışma alanı bir savaş alanı durumuna geldi. Büyük coğrafi bulgular ve onları izleyen kolonizasyon girişimleri, çıkakları (mahreçleri) çoğalttı ve zanaatçılığın manüfaktür durumuna dönüşümünü hızlandırdı. Savaşım, yalnızca yerel bireysel üreticiler arasında patlamadı; yerel savaşımlar ulusal savaşımlar yani 17. ve 18. yüzyılların tecimsel savaşları durumuna gelecek derecede büyüdüler. Sonunda büyük sanayi ve dünya pazarının kuruluşu, savaşımı evrenselleştirdi ve aynı zamanda ona görülmemiş bir zorluluk kazandırdı. Tek tek kapitalistler arasında olduğu gibi sanayiler ve ülkeler arasında da, az ya da çok elverişli olduklarına göre, var ya da yok olmayı kararlaştıran şey, doğal ya da yapay üretim koşullarıdır. Yenik, gözünün yaşına bakılmadan elenir. Bu, bireyin, doğadan topluma on kat taşkınlıkla aktarılmış darvinci yaşama savaşımıdır. Hayvanın doğadaki durumu, insan gelişmesinin en yüksek aşaması olarak görünür. Toplumsal üretim ile kapitalist sahiplenme arasındaki çelişki, kendini üretimin bireysel fabrika içindeki (sayfa: 391) örgütlenmesi ile tüm toplum içindeki üretim anarşisi arasındaki karşıtlık olarak yeniden üretir.
Bu üretim biçimi, Fourier'nin onda daha önce keşfettiği o "kısır döngü"yü içinden çıkamamaksızın izleyerek, işte kökeninden kapitalist üretim biçimine içkin çelişkinin bu iki ortaya çıkış biçimi içinde devinir. Bununla birlikte bu döngünün yavaş yavaş daraldığı ve hareketin daha çok, gezegenlerin sarmal eğrisi gibi sonuna, merkezle çarpışmaya girerek erişecek bir sarmal eğri oluşturduğu da Fourier'nin kendi zamanında henüz göremediği bir şeydir. İnsanların büyük çoğunluğunu gitgide proleterler durumuna dönüştüren şey, üretimdeki toplumsal anarşinin itici gücü ve sonunda üretimdeki anarşiye bir son verecek olanlar da proleter yığınlardır. Büyük sanayideki makinelerin sonsuz yetkinleşme anıklığını tek başına alınmiş her sanayici kapitalist için, onu yıkım tehdidi altinda kendi makineli üretimini gitgide daha da yetkinleştirmeye zorlayarak, buyurucu bir yasa durumuna dönüştüren şey, üretimdeki toplumsal anarşinin itici gücüdür. Ama makineleri yetkinleştirmek, insan emeğini gereksiz kılmak anlamına gelir. Eğer makinelerin kullanılması ve çoğalması, milyonlarca el işçisinin az sayıda bir makine işçisi tarafından işinden edilmesi anlamına gelirse, makineli üretimin iyileştirilmesi de gitgide artan sayıda makineli işçinin işinden edilmesi ve son çözümlemede, sermayenin ortalama çalıştırma gereksinmesini aşan bir sayıda çalışmaya hazır ücretliler, daha 1845'te kullandığım adlandırmaya göre, [17*] tam bir yedek sanayi ordusu üretimi anlamina gelir — sanayinin yüksek basınçla çalıştığı dönemlerde kullanılabilen, bu dönemleri zorunlu olarak izleyen çöküş (krach) ile sokağa atılan ordu; işçi sınıfının sermayeye karşı varoluş savaşımında her zaman ayaklarında sürüklediği pranga; ücreti, kapitalist gereksinmeye uygun düşen düşük düzeyde tutan düzenleyici. Böylece makineli üretim, Marks gibi söylemek gerekirse, sermayenin işçi sınıfına karşı en güçlü silahı durumuna (sayfa: 392) gelir; böylece çalışma aracı, işçinin elinden yaşama aracını durmadan çekip alır; böylece işçinin öz ürünü, işçiyi köleleştiren bir alet haline dönüşür. Böylece çalışma araçları tasarrufu, aynı zamanda emek-gücünün en hoyrat savurganlığı, çalışma görevinin normal koşulları üzerinden bir hırsızlık durumuna gelir; böylece emek-zamanını kısaltmanın en güçlü aracı olan makineli üretim, işçinin ve ailesinin tüm yaşam süresini sermayeyi değerlendirmek için kullanılacak emek-zamanına dönüştürmenin en sağlam aracı durumuna döner; böylece bir bölüm insanın aşırı çalışma bitkinliği (surmenage), bir başka bölüm insanın işsizliğine neden olur ve bütün dünyada yeni tüketici avına çıkan büyük sanayi, kendi evinde yığınların tüketimini bir açlık tabanı ile sınırlandırır ve bu yoldan kendi öz iç pazarının kuyusunu kazar.
"Göreli artı-nüfusu ya da yedek sanayi ordusunu, birikimin büyüklüğü ve hızı ile her zaman dengeli durumda tutan yasa, işçiyi sermayeye, Volcanus'un Prometheus'u kayalara mıhlamasından daha sağlam olarak perçinler. Sermaye birikimine karşılık düşen bir sefalet birikimi yaratır. Bu yüzden bir kutupta servet birikimi, öteki kutupta yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, ussal yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur." (Marks, Kapital, s. 671.) [18*]
Kapitalist üretim biçiminden ürünlerin bir başka bölüşümünü beklemeye gelince bu, bir bataryanın elektrotlarından, bataryaya bağlı oldukları halde, suyu ayrıştırmamalarını ve pozitif kutupta oksijeni, negatif kutupta da hidrojeni açığa çıkarmamalarını istemek gibi bir şey olur.
Modern makineli üretimin en ileri dereceye götürülmüş yetkinleşme anıklığının, toplumdaki üretim anarşisi etkisiyle, tek başına alınmiş sanayici kapitalist için, onun makineli üretimini durmadan iyileştirmeye, üretim gücünü durmadan artırmaya zorlayarak, nasıl buyurucu, bir yasa durumuna dönüştüğünü gördük. Üretim alanını büyütme yalın edimsel (sayfa: 393) olanaği da, onun için bir o denli buyurucu bir başka yasa durumuna dönüşür. Gazların genişleme gücünün, yanında gerçek bir çocuk oyunu kaldığı büyük sanayinin aşırı genişleme gücü, şimdi kendini bize, tüm karşı-basınca boş veren nitel ve nicel bir genişleme gereksinmesi olarak gösterir. Karşı-basınç tüketim, çıkak, büyük sanayi ürünleri için pazarlar tarafından oluşturulur. Ama pazarların gerek genişliğine, gerek derinliğine yayılma olanağı, ilkin etkisi çok daha az etkili olan bambaşka yasalar tarafından yönetilir. Pazarların genişIemesi, üretimin genişlemesi ile birlikte gidemez. Çarpışma kaçınılmaz olur ve bu çarpışma, kapitalist üretim biçiminin kendini parçalamadığı sürece bir çözüm yaratamayacağı için, devirli duruma gelir. Kapitalist üretim yeni bir "kısır döngü" doğurur.
Gerçekten, ilk genel bunalımın patlak verdiği tarih olan 1825 yılından bu yana, sanayi ve ticaret dünyasının tümü, uygar halklar ve onların az ya da çok barbar uyduları topluluğunun üretim ve değişimi, her on yıl dolaylarında bir kez şirazesinden çıkar. Ticaret durur, pazarlar tıkanmıştır, ürünler sürümsüz olduklan ölçüde yığılıp kalır, peşin para görünmez olur, kredi ortadan çekilir, fabrikalar kapanır, emekçi yığınlar fazla geçim gereci üretmiş olmaktan ötürü geçim gereçlerinden yoksun kalırlar, batkılar batkıları, zoraki satışIar zoraki satışları kovalar. Tıkanıklık yıllarca sürer; üretiei güçler ve ürünler, birikmiş meta yığınları, sonunda değerlerinin az ya da çok altında bir fiyat üzerinden sürülene, üretim ve değişim yavaş yavaş canlanana değin, yığın halinde israf ve imha edilirler. Yavaş yavaş gidiş hızlanır, tırısa döner, sınai tırıs dörtnal olur ve bu dörtnal da sonunda, en tehlikeli atlamalardan sonra kendini yeni baştan... çöküntü çukurunda bulmak üzere, bir sanayi, ticaret, kredi ve spekülasyon steeple chase'inde [19*] doludizgine değin yükselir. [20*] Ve (sayfa: 394) hep aynı yineleme. İşte, 1825'ten bu yana beş kezden az yaşamadığımız ve şu anda (1877) altıncı kez olarak yaşadığımız durum. Ve bu bunalımların niteliği öylesine belirgindir ki Fourier, bunlardan birincisini aşırı bolluk bunalımı olarak nitelendirerek, hepsinin üzerine parmak basmıştır.
Bu bunalımlarda, toplumsal üretim ile kapitalist sahiplenme arasındaki çelişkinin tam bir patlamaya vardığı görülüyor. Meta dolaşımı bir anda durmuştur; dolaşım aracı, para, dolaşıma engel olur; bütün meta üretimi ve dolaşımı yasaları altüst duruma gelir. Ekonomik çatışma, doruğuna ulaşır. Üretim biçimi, değişim biçimine karşı başkaldırır, üretim biçimi için çok büyük bir duruma gelmiş bulunan üretici güçler, üretim biçimine karşı başkaldırırlar.
Üretimin fabrika içindeki toplumsal örgütlenmesinin, bu örgütlenme yanında ve üstünde varlığını sürdüren toplumdaki üretim anarşisi ile bağdaşmaz duruma gelecek derecede gelişmesi olgusu, bunalımlar sırasında birçok büyük kapitalist ile daha da çok küçük kapitalistin yıkımı pahasına gerçekleşen sermayelerin güçlü yoğunlaşması aracıyla, kapitalistler için de elle tutulabilir bir duruma gelir. Kapitalist üretim biçimi mekanizmasinin tümü, kendi yarattığı üretici güçlerin baskısı altında işlemez olur. Üretim biçimi, artık bütün bu üretim araçları yığınını sermaye durumuna dönüştüremez; bu araçlar işsiz kalır ve bu nedenle yedek sanayi ordusu da işsiz kalacaktır. Üretim araçları, geçim araçları, çalışmaya hazır işçiler, tüm üretim ve genel zenginlik öğeleri, gereğinden çok durumdadır. Ama "bolluk, kıtlık ve sefaletin kaynağı durumuna gelir" [21*] (Fourier), çünkü üretim ve geçim araçlarının sermaye durumuna dönüşümünü engelleyen şey, bu bolluğun ta kendisidir. Çünkü, kapitalist toplumda üretim araçları, daha önce sermaye durumuna, insan emek-gücünün sömürü aracı durumuna girmedikçe, etkinliğe geçemezler. Üretim ve geçim araçları için sermaye niteliğini kazanma zorunluluğu, bu araçlar ile işçiler arasında korkunç bir hayalet gibi dikilir. Üretimin maddesel ve kişisel (sayfa: 395) kaldıraçlarının birbirine bağlanmasını yalnızca bir zorunluluk engeller; üretim araçlarını işlemekten, işçileri çalışmak ve yaşamaktan, yalnızca bu zorunluluk alıkoyar. Demek ki bir yandan kapitalist üretim biçimi, bu üretici güçleri yönetmeye devam etmekteki yeteneksizliğini anlamış bulunmaktadır. Öte yandan bu üretici güçlerin kendileri de, artan bir güç ile çelişkinin ortadan kaldırılmasına, sermaye niteliklerinden kurtulmalarına, toplumsal üretici güçler alma niteliklerinin gerçek tanınmasına götürmektedirler.
İşte güçlü bir gelişme içinde bulunan üretici güçlerin sermaye olma niteliklerine karşı bu güçlü tepkileri, toplumsal niteliklerini kabul etmekte içinde bulunulan bu büyüyen zorunluluktur ki kapitalistler sınıfının kendisini, onlara gitgide, hiç değilse kapitalist ilişki içinde olanaklı olduğu ölçüde, toplumsal üretici güçler olarak davranmaya zorlar. Sanayinin canlanma dönemi, büyük üretim araçları yığınını, kredinin sınırsız şişkinliği ile olduğu denli, çöküşün kendisi ve büyük kapitalist kurumların yıkılışı ile de toplumsallaşmanın, o çeşitli hisse senetli şirket türlerinde karşımıza çıkan biçimine götürür. Bu üretim ve ulaştırma araçlarından çoğu, daha ilk anda, demiryolları gibi öylesine büyüktürler ki bütün öteki kapitalist işletme biçimlerini dıştalarlar. Ama gelişmenin belli bir derecesinde, bu biçim artık yetmez; bir tek ve aynı sanayi kolunun büyük ulusal üreticileri, üretimin düzenlenmesi ereğine sahip bir birlik olan "tröst" biçiminde birleşirler; üretilecek toplam niceliği belirler, bunu aralarında dağıtır ve böylece önceden saptanmış satış fiyatını zorla elde ederler. Ama bu tröstler işlerin kötü gitmeye başlamasının ilk döneminde dağıldıklarından, bununla daha da yoğun bir toplumsallaşmaya götürürler: Tüm sanayi kolu, tek bir büyük hisse senetli şirket durumuna dönüşür, iç rekabet yerini bu tek şirketin tekeline bırakır; 48 büyük fabrikanın hepsinin birleşmesinden sonra, şimdi 120 milyon marklık bir sermaye ile tek elden yönetilen bir tek şirketin elinde bulunan İngiliz alkali üretiminde, daha 1890'da bu iş böyle olmuştur. (sayfa: 396)
Tröstlerde serbest rekabet, tekel durumuna dönüşür, kapitalist toplumun plansız üretimi, yaklayan sosyalist toplumun planlı üretimi karşısında teslim bayrağını çeker. İlk anda, kuşkusuz kapitalistler yararına. Ama burada sömürü öyle elle tutulur bir duruma gelir ki yıkılması gerekir. Tröstler tarafından yönetilen bir üretime, bütünün küçük bir kupon biriktiricileri tarafından bu derece utanmazcasına sömürülmesine katlanacak bir halk yoktur.
Ne olursa olsun, tröstlerle ya da tröstlersiz, sonunda kapitalist toplumun resmi temsilcisinin, devletin, üretimin yönetimini eline alması gerekir. [22*] Devlet mülkiyeti durumuna dönüşüm zorunluluğu, kendini önce posta, telgraf, demiryolları gibi büyük ulaştırma örgenliklerinde gösterir.
Eğer bunalımlar, burjuvazinin modern üretici güçleri yönetmedeki yeteneksizliğini ortaya çıkarmış bulunuyorsa, (sayfa: 397) büyük üretim ve ulaştırma örgenliklerinin hisse senetli şirketler ve devlet mülkleri durumuna dönüşümü de bu erek için burjuvaziden ne denli kolay vazgeçilebilineceğini gösterir. Kapitalistin tüm toplumsal işlevleri şimdi ücretli görevliler tarafından sağlanır. Artık kapitalistin gelirleri cebe indirmek, kuponları kesmek ve çeşitli kapitalistlerin karşılıklı olarak birbirlerinin sermayelerini kaptığı borsada oynamak etkinliği dışında, hiçbir toplumsal etkinliği yoktur. İşe işçilerin ayağını kaydırmakla başlamış bulunan kapitalist üretim biçimi, şimdi kapitalistlerin ayağını kaydırır ve tıpkı işçiler gibi onları da daha şimdiden yedek sanayi ordusu içine değilse bile, gereksiz nüfus içine atar.
Ama ne hisse senetli şirketler durumuna dönüşüm, ne de devlet mülkiyeti durumuna dönüşüm, üretici güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırır. Hisse senetli şirketler bakımından bu durum açıktır. Ve modern devlet de, burjuva toplumunun, kapitalist üretim biçiminin genel dış koşullarını, işçilerden olduğu kadar tek tek kapitalistlerden de gelen saldırılara karşı korumak için kurduğu örgütten başka bir şey değildir. Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, esas olarak kapitalist bir makinedir: kapitalistlerin devleti, düşüncedeki kolektif kapitalist. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmamış, tersine doruğuna götürülmüştür. Ama bu doruğa vardıktan sonra, tersine döner. Üretici güçler üzerindeki devlet mülkiyeti, çatışmanın çözümü değildir, ama biçimsel çareyi, çözümü yakalama biçimini içinde saklar.
Bu çözüm, ancak, modern üretici güçlerin toplumsal özlüğünün gerçekten kabul edilmesine, bunun sonucu üretim, temellük ve değişim biçiminin, üretim araçlarının toplumsal niteliği ile uyum durumuna getirilmesine dayanabilir. Ve bu da, ancak, toplum kendi yönetiminden başka her yöntem için çok büyük bir duruma gelmiş bulunan üretici güçlere açıkça ve içtenlikle elkoyduğu zaman olabilir. Böylelikle, üreticiler, üretim araçları ve ürünlerin bugün üreticilere (sayfa: 398) karşı dönen, üretim ve değişim biçimini devirli olarak parçalayan, ve zor ve yıkım içinde, kendini ancak körükörüne etkide bulunan bir doğa yasası gibi kabul ettiren toplumsal niteliğini, tam bir bilinçle üste çıkarırlar; bunun sonucu, karışıklık ve devirli çöküş nedeni olan bu toplumsal nitelik, böyle olmaktan çıkarak, üretimin tüm kaldıraçlarından en güçlüsü durumuna dönüşür.
Toplumsal olarak etkide bulunan güçler, tıpkı doğa güçleri gibi etkide bulunurlar: onları tanımadığımız ve hesaba katmadığımız sürece, kör, zorlu, yıkıcı güçler olarak. Ama bir kez onları tanıdıktan, etkinlik, yön, ve etkilerini bir kez kavradıktan sonra, onları gitgide kendi irademize bağlamak, ve onlar sayesinde ereklerimize erişmek sadece bize bağlıdır. Ve bu, bugünkü çok büyük üretici güçler konusunda, özellikle böyledir. Biz, bu güçlerin, özlük (mahiyet) ve niteliklerini anlamak istememekte direndiğimiz sürece —ve kapitalist üretim biçimi ve onun savunucuları, işte bu anlayışa karşı çıkarlar—-, bu güçler, ayrıntılı bir biçimde açıklamış bulunduğumuz gibi, bize karşı, tüm etkilerini gösterir, bizi egemenlikleri altına alırlar. Ama özlükleri içinde bir kez kavrandıktan sonra, birleşmiş üreticilerin elinde, şeytan ruhlu efendiler durumundan uysal hizmetkârlar durumuna dönüşebilirler. Bu, fırtına şimşeğindeki elektriğin yıkıcı gücü ile telgraf ve elektrik arkının evcilleştirilmiş elektriği arasında varolan farklılıktır, yangın ile insan hizmetinde kullanılan ateş arasındaki farklılıktır. Bugünkü üretici güçleri, aynı biçimde, sonunda onların özlüğünü tanıdıktan sonra kullanınca, üretimdeki toplumsal anarşi yerine, üretimin, topluluğun olduğu gibi her bireyin de gereksinmelerine göre toplumsal olarak planlanmış bir düzenlenmesinin geçtiği görülür; böylece, ürünün önce üreticiyi, sonra temellükçüyü egemenliği altına aldığı kapitalist temellük biçimi yerine, ürünlerin, modern üretim araçlarının özlüğüne dayanan temellük biçimi geçer: bir yandan üretimi sürdürme ve geliştirme aracı olarak dolaysız toplumsal temellük, öte yandan yaşama ve zevk alma aracı olarak dolaysız bireysel sahiplenme. (sayfa: 399)
Kapitalist üretim biçimi, nüfusun büyük kısmını gitgide proleter durumuna düşürürken, yok olma tehdidi altında, bu devrimi gerçekleştirme zorunda bulunan gücü yaratır. Toplumsallaşmış büyük üretim araçlarının gitgide devlet mülkiyeti durumuna dönüşümüne götürerek, bu devrimi gerçekleştirmek için izlenecek yolu kendi gösterir. Proletarya, devlet iktidarını ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeti durumuna dönüştürür. Ama, bunu yapmakla, proletarya olarak kendi kendini ortadan kaldırır, bütün sınıf farklılıkları ile sınıf karşıtlıklarını, ve aynı biçimde, devlet olarak devleti de ortadan kaldırır. Sınıf karşıtlıkları içinde evrimlenen daha önceki toplumun devlete, yani, her durumda, sömürücü sınıfın kendi dış koşullarını sürdürmek, öyleyse özellikle sömürülen sınıfı varolan üretim biçimi (kölelik, toprak köleliği, ücretlilik) tarafından verilmiş baskı koşulları içinde tutmak için kurduğu bir örgüte gereksinmesi vardı. Devlet, tüm toplumun resmi temsilcisi, onun gözle görülür bir kurul biçimindeki bireşimi idi, ama bu, tüm toplumu, zamanı için, kendi başını temsil eden sınıfın devleti olduğu ölçüde böyle idi: İlkçağda, köle sahibi yurttaşların; ortaçağda, feodal soyluluğun; çağımızda, burjuvazinin devleti. Sonunda gerçekten tüm toplumun temsilcisi durumuna geldiği zaman, kendi kendini gereksiz kılar. Baskı altında tutulacak hiç bir toplumsal sınıf kalmayınca; sınıf egemenliği ve üretimdeki güncel anarşi üzerine kurulu bireysel yaşama savaşımı ile birlikte, bunlardan doğan çatışma ve aşırılıklar da ortadan kalkınca, artık baskı altında tutulacak hiç bir şey yok demektir ve özel bir baskı iktidarı, bir devlet, zorunlu olmaktan çıkar. Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak görüldüğü ilk eylem -üretim araçlarına toplum adına elkonması-, aynı zamanda onun devlete özgü son eylemidir de. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere müdahalesi, bir alandan sonra bir başkasında gereksiz duruma gelir ve sonra kendiliğinden uykuya dalar. Kişilerin hükümeti (gouvernement), yerini, şeylerin idaresi (administration) ve üretim işlemlerinin yönetimine (direktion) bırakır. Devlet "ilga" edilemez, söner. "Özgür halk (sayfa: 400) devleti" [23*] üzerindeki kof tümcenin, ajitasyon aracı olarak geçici doğruluğu bakımından olduğu kadar, bilimsel fikir olarak kesin yetersizliği bakımından da değerlendirilmesini işte bu sağlar, - bunun gibi, anarşist denilen kimselerin, devletin bugünden yarına ortadan kaldırılması (ilga edilmesi) yolundaki istemlerinin değerlendirilmesini de.
Kapitalist üretim biçiminin tarihsel olarak ortaya çıkışından bu yana, tüm üretim araçlarına toplum tarafından elkonulması, gelecek ülküsü olarak, belli-belirsiz bir biçimde, birçok bireyin olduğu kadar, birçok tarikatın (secte) gözlerinde de, sık sık tüttü. Ama bu, ancak gerçekleşmesinin maddi koşulları bir kez verildikten sonra olanaklı olabilir, ancak bundan sonra tarihsel bir zorunluluk durumuna gelebilirdi. Bütün öbür toplumsal ilerlemeler gibi, bu ilerleme de, sınıfların varlığının, adalet, eşitlik, vb. ile çatıştığı gerçeğinin kavranması ile, salt bu sınıfların ortadan kaldırılması istenci ile değil, ama bazı yeni iktisadi koşullar ile uygulanabilir bir duruma gelir. Toplumun sömüren bir sınıfı ile sömürülen bir sınıf, egemen bir sınıf ile ezilen bir sınıf biçimindeki bölünüşü, üretimin geçmişteki güçsüz gelişmesinin zorunlu bir sonucu idi. Toplam toplumsal emek, ancak herkesin kıtı kıtına yaşaması için zorunlu olanı çok az aşan bir verim sağladığı sürece, yani emek, toplum üyelerinin büyük çoğunluğunun bütün ya da hemen hemen bütün zamanını gerektirdiği sürece, toplum, zorunlu olarak, sınıflara bölünür. Salt emek angaryasına adanmış bu büyük çoğunluk yanında, toplumun: emeğin yönetimi, siyasal işler, adalet, bilim, güzel sanatlar vb. ortak işlerini üzerine alan, doğrudan doğruya üretken emekten kurtulmuş bir sınıf oluşur. Öyleyse, sınıflar biçiminde bölünmenin temelinde işbölümü yasası yatar. Ama bunun böyle olması, sınıflar biçimindeki bu bölünmenin zor ve hırsızlık, kurnazlık ve hile aracıyla gerçekleşmesini de, ve egemen sınıfın, bir kez yerini yer ettikten sonra, çalışan sınıf zararına egemenliğini sağlamlaştırmak ve toplumsal yönetimi (sayfa: 401) yığınların sömürüsü haline dönüştürmekten geri kalmamasını da engellemez.
Ama, eğer buna göre, sınıflara bölünmenin belli bir tarihsel meşruiyeti varsa, o bu meşruiyete, ancak belli bir zaman için, ancak belli toplumsal koşullar içinde sahiptir. Sınıflar biçiminde bölünme, üretimin yetersizliğine dayanıyordu; modern üretici güçlerin tam bir gelişmesi ile silinip süpürülecektir. Ve gerçekten, toplumsal sınıfların ortadan kaldırılması, sadece şu ya da bu belirli egemen sınıfın değil, ama genel olarak bir sınıfın varlığının, öyleyse sınıflar ayrılığının ta kendisinin bir anachronisme, bir çağdışılık durumuna geldiği tarihsel bir gelişme derecesini öngerektirir. Yani üretimin gelişmesinde, üretim araçları ve ürünlerin, ve bunun sonucu, siyasal egemenlik, kültür tekeli ve entellektüel yönetimin özel bir toplumsal sınıf tarafından temellükünün, sadece bir gereksizlik durumuna değil, ama iktisadi, siyasal ve entellektüel açıdan, bir gelişme engeli durumuna da geldiği bir yükseklik derecesini öngerektirir: şimdi bu noktaya ulaşılmıştır. Eğer burjuvazinin siyasal ve entellektüel iflâsı artık kendisi için bile öyle sır olmaktan çıkmışsa, iktisadi iflâsı, her on yılda bir düzenli olarak yinelenir. Her toplumda, toplum, kullanılmaz durumda bulunan kendi öz üretici güçleri ile kendi öz ürünlerinin yükü altında boğulur, ve şu saçma çelişki karşısında çaresiz kalır: üreticilerin tüketecek hiç bir şeyleri yoktur, çünkü tüketiciler eksiktir. Üretim araçlarının genişleme gücü, kapitalist üretim biçiminin kendisine vurduğu zincirleri parçalar. Onun bu zincirlerden kurtuluşu, üretici güçlerin, durmadan daha hızlı bir düzenle artan kesintisiz bir gelişmesi, ve bunun sonucu, üretimin kendisinin pratik olarak sınırsız bir artışı için gerekli tek koşuldur. Hepsi bu kadar değil. Üretim araçlarının toplumsal temellükü, sadece üretim üzerinde şimdi varolan yapay yasağı değil, ama üretici güçlerin ve ürünlerin, bugün üretimin kaçınılmaz sonuçları olan ve bunalımlarda son kertesine ulaşan israf ve yıkımını da ortadan kıldırır. Ayrıca, bugün egemen olan sınıfların ve onların siyasal temsilcilerinin lüksü (sayfa: 402) tarafından gerçekleştirilen budalaca savurganlığı ortadan kıldırarak, bir üretim araçları ve ürünlerin yığınını topluluk yararına özgür bırakır. Toplumsal üretim araçlarıyla, toplumun bütün üyelerine sadece maddi bakımdan adamakıllı yeterli ve gün günden zenginleşen bir yaşam değil, ama onlara fizik ve entellektüel yeteneklerinin tam bir özgür gelişim ve kullanımını da güvence altına alan bir yaşam sağlama olanağı, bugün ilk kez olarak var, ama var. [24*]
Üretim araçlarına, toplum tarafından elkonulması ile, meta üretimi, ve bunun sonucu, ürünün üretici üzerindeki egemenliği ortadan kalkar. Toplumsal üretim içindeki anarşi yerine, bilinçli, planlı örgüt geçer. Bireysel yaşama savaşımı son bulur. Böylece, ilk kez olarak, insan, belli bir alanda, hayvanlar âleminden kesinlikle ayrılır, hayvansal yaşama koşullarından, gerçekten insanca yaşama koşullarına geçer. İnsanı çevreleyen, şimdiye kadar insanı egemenliği altında tutan yaşama koşulları alanı, şimdi, kendi öz toplum yaşamlarının efendileri oldukları için ve kendi öz toplum yaşamlarının efendileri niteliği ile, ilk kez olarak, doğanın gerçek ve bilinçli efendileri durumuna gelen insanların egemenliği ve denetimi altına geçer. Kendi öz toplumsal pratiklerinin, şimdiye değin, karşılarında doğal, yabancı ve egemenlik altına alıcı yasaları olarak dikilen yasaları, bundan böyle insanlar tarafından tam bir bilinçle uygulanan ve bu yoldan egemenlik altına alınmış yasalardır. İnsanlara özgü bir şey olan, ve şimdiye kadar karşılarında doğa ve tarih tarafından ihsan edilmiş bir şey olarak dikilen toplum durumunda yaşama, şimdi onların gerçek ve özgür eylemleri durumuna gelir. Şimdiye değin tarihsel egemenlik altında tutan yabancı, nesnel güçler, (sayfa: 403) insanların denetimi altına girer. İnsanlar, işte ancak bu andan başlayarak kendi tarihlerini tam bir bilinçle kendileri yapacak; onlar tarafından harekete getirilen toplumsal nedenler, ağır basan bir biçimde ve durmadan artan bir ölçüde, işte ancak bu andan başlayarak onlar tarafından istenen sonuçları vereceklerdir. İnsanlığın, zorunluluk dünyasından özgürlük dünyasına sıçrayışıdır bu.
Sonuca bağlamak için, ayrıntılı açıklamamızın gidişini kısaca özetleyelim:
I. Ortaçağ Toplumu. — Küçük bireysel üretim. Bireysel kullanıma uyarlanmış, bundan ötürü ilkel bir ağırlıkta, bayağı, az etkili üretim araçları. Ya üreticinin, ya da feodal beyinin doğrudan tüketimi için üretim. Sadece bu tüketim üzerinden bir üretim fazlasına rastlandığı yerde, bu fazla (artı) satışa sunulur ve değişime girer: sadece doğuş durumunda meta üretimi ama bu üretim daha şimdiden toplumsal üretimdeki anarşiyi tohum durumunda içerir.
II. Kapitalist Devrim. — Sanayiin, önce yalın elbirliği ve manüfaktür aracıyla, dönüşümü. O zamana değin dağınık bir durumda bulunan üretim araçlarının büyük atölyelerde toplanması; bunun sonucu bireyin üretim araçlarının toplumsal araçlar durumuna dönüşümü —genellikle değişim biçimine dokunmayan dönüşüm. Eski temellük biçimleri yürürlükte kalır. Kapitalist ortaya çıkar: üretim araçlarının sahibi olma niteliğiyle, ürünleri de temellük eder ve onları meta durumuna getirir. Üretim, toplumsal bir iş haline gelmiştir; değişim ve onunla birlikte temellük, bireysel eylemler, tekil insanın eylemleri olarak kalırlar: toplumsal ürün, bireysel kapitalist tarafından temellük edilir. Bugünkü toplumun içinde devindiği tüm çelişkilerin kendisinden fışkırdığı ve büyük sanayiin açıkça ortaya çıkardığı temel çelişki.
A.— Üreticinin üretim araçlarından ayrılması. Işçinin ömürboyu ücretliliği mahküm edilmesi. Proletarya burjuvazi karşıtlığı.
B. — Meta üretimin yöneten yasaların gitgide daha açık (sayfa: 404) bir biçimde kendini göstermesi ve artan etkinliği. Dizginsiz rekabet savaşımı. Her fabrikadaki toplumsal örgüt ile üretimin bütünündeki toplumsal anarşi çelişkisi.
C. — Bir yanda, maşinizmin, rekabet tarafın dan her fabrikacı için buyurucu bir yasa durumuna getirilen ve işçilerin durmadan büyüyen bir elenmesinin yerine geçen yetkinleşmesi: Yedek sanayi ordusu. Öte yanda, üretimin sınırsız gelişmesi, gene her fabrikacı için buyurucu rekabet yasası. Her iki yanda da, üretici güçlerin görülmemiş gelişmesi, arzın talebi aşması, aşırı-üretim, pazarların tıkanması, her on yılda bir bunalımlar, kısır döngü : şurada, üretim araçları ve ürün-burada, işsiz ve yaşama araçlarından yoksun işçi çokluğu; ama üretim ve toplumsal gönencin bu iki çarkı birbirine geçemez, çünkü kapitalist üretim biçimi, üretici güçleri etkili olmaktan, ürünleri de, daha önce sermaye durumuna dönüşmüş bulunmadıkça —ki bunu onların bolluğu engeller—, dolaşımdan alıkoyar. Çelişki, saçmalık olarak yeğinleşmiştir: üretim biçimi, değişim biçimine karşı başkaldırır. Burjuvazi, kendi öz toplumsal üretici güçlerini daha çok yönetmedeki yetersizliğini görmüştür.
D. — Üretici güçlerin, kendini kapitalistlere de kabul ettiren toplumsal niteliğinin kısmi tanınması. Büyük üretim ve ulaştırma örgenliklerinin, önce hisse senetli şirketler, sonra tröstler, en sonra da devlet tarafından temellükü. Burjuvazi artık gereksiz bir sınıf olarak görünür; onun tüm toplumsal görevleri, ücretli görevliler tarafından yerine getirilir.
III. Proleter Devrim. — Çelişkilerin çözümü: proletarya, kamu iktidarını ele geçirir, ve bu iktidar gereğince, burjuvazinin elinden kaçan toplumsal üretim araçlarını, kamu mülkiyeti durumuna dönüştürür. Bu eylem aracıyla, proletarya, üretim araçlarını daha önceki sermaye niteliklerinden kurtarır, ve onların toplumsal niteliklerine, kendilerini kabul ettirme yolunda tam bir özgürlük verir. Önceden belirlenmiş bir plana göre toplumsal bir üretim, bundan böyle olanaklıdır. (sayfa: 405) Üretimin gelişmesi, çeşitli toplumsal sınıfların bundan böyle varlığını bir çağdışılık (anachronisme) durumuna getirir. Toplumsal üretimdeki anarşi ortadan kalktığı ölçüde, devletin siyasal yetkisi (autorite) uykuya dalar. Ensonu, toplumdaki kendi öz yaşama biçimlerinin efendisi olan insanlar, böylece, doğanın da kendilerinin de özgür efendisi durumuna gelirler.
Bu, dünyayı kurtarma işinin üstesinden gelmek: işte modern proletaryanın tarihsel görevi. Bu işin tarihsel koşullarını, ve bu yoldan içyüzünü derinliğine irdelemek, ve böylece bugün ezilen sınıf olan bu işi görmekle görevli sınıfa, kendi öz işinin koşulları ve içyüzü üzerine bilinç vermek: İşte proleter hareketin teorik ifadesi olan bilimsel sosyalizmin görevi. (sayfa: 406)
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ÜRETİM
Buraya değin tüm okuduklarından sonra okur, bundan önceki bölümde verilmiş bulunan sosyalizmin temel çizgilerindeki evrimin hiç de bay Dühring'in gönlüne göre olmadığını öğrenmekle şaşırmayacaktır. O bu evrimi, "tarihsel ve mantıksal kuruntunun öteki soysuz ürünleri", "dağınık görüşler", "bulanık ve karışık betimlemeler" vb. ile birlikte, kınama uçurumuna fırlatıp atmak zorundadır. Ona göre sosyalizm tarihsel evrimin zorunlu bir ürünü, hele yaşadığımız çağın yalnızca yiyip içme ereklerine dönük kabaca maddesel ekonomik koşullarının bir ürünü hiç mi hiç değildir. Çok daha talihlidir o. Bay Dühring'in sosyalizmi, son çözümlemede kesin bir doğruluktur; "toplumun doğal sistemi"dir, köklerini "evrensel bir adalet ilkesi"nde bulur ve eğer bay Dühring onu iyileştirmek için geçmişin günahkar tarihi tarafından yaratılmiş kurulu düzeni hesaba katmaktan kendini (sayfa 407) alamazsa bu, arı adalet ilkesi bakımından daha çok bir mutsuzluk olarak düşünülmesi gereken bir durumdur. Bay Dühring, her şeyi olduğu gibi sosyalizmini de o iki ünlü adamcağızının yardımı ile kurar. Ama bu iki kukla bundan önce olduğu gibi efendi ve uşak rollerini oynayacak yerde, değişiklik olsun diye bu kez hak eşitliği oyununu oynarlar — ve böylece Dühringvari sosyalizmin temelleri dörtbaşı bayındır bir biçimde ortaya çıkar.
Buna göre, devirli sınai bunalımların bay Dühring'de, bizim onlara vermek zorunda kaldığımız tarihsel anlama hiç de sahip olmadıkları açıktır. Onun gözünde bunalımlar, "normal"den rasgele sapmalardan başka bir şey değildirler ve olsa olsa "daha düzenli bir düzenin geliştirilmesi"ne neden olurlar. Bunalımları aşırı-üretim ile açıklama yolundaki "alışılmış tarz", bunun "daha doğru bir anlayış"ına hiç de yetmez. Bu tarz, gerçi "özel alanlardaki özel bunalımlar bakımından kuşkusuz kabul edilebilir". Örneğin "kitapçılık piyasasının, birdenbire kamunun malı olan ve yoğun bir sürüme sahip yapıtların yayınlanması ile tıkanması" gibi. Kuşkusuz, bay Dühring, yatağa, ölümsüz yapıtlarının hiçbir zaman böyle bir dünya felaketine neden olmayacakları hayırsever bilinci ile girebilir. Ama büyük bunalımların nedenine gelince bu, aşırı-üretim değil, daha çok "stoklar ile sürüm arasındaki çatlağı, sonunda çok tehlikeli bir biçimde genişleten ... ulusal tüketimin geride kalması ... yapay olarak meydana getirilmiş eksik-tüketim ... ulusal gereksinmenin [!] doğal büyümesi içinde engellenmesi" olurdu.
Ve bay Dühring, bu çok kendine özgü bunalım teorisi için gene de kendine bir çömez bulma talihine sahip.
Ne yazık ki yığınların eksik-tüketimi, yığın tüketiminin yaşama ve çoğalma bakımından zorunlu asgariye indirgenmesi, hiç de yeni bir olay değil. Sömüren ve sömürülen sınıflar varolduğundan beri, bu olay da vardı. . Hatta yığınların durumunun, örneğin 15. yüzyıilda İngiltere'de olduğu gibi, son derece elverişli bulunduğu tarih dönemlerinde bile, bu yığınlar eksik-tüketici idiler. Tüketmek için kendi öz yıllık (sayfa 408) ürünlerinin tümüne sahip olabilmekten çok uzakta bulunuyorlardı. Öyleyse eksik-tüketim, binlerce yıldan beri devam eden tarihsel bir olgu olduğuna, oysa pazarın üretim fazlalığı sonucu olan bunalımlarda patlak veren durgunluğu ancak elli yıldan bu yana duyulur bir duruma geldiğine göre, yeni çatışmayı yeni aşırı-üretim olayıyla değil, ama binlerce yıllık eksik-tüketim olayı ile açıklamak için, bay Dühring'in tüm bayağı iktisat yavanlığı gerek. Bu tıpkı, matematikte biri değişmez, biri değişken iki büyüklük arasındaki ilişkinin değişmesini, değişkenin değişmesi olayıyla değil, değişmezin aynı kalması olayı ile açıklamak istemeye benzer. Yığınların eksik-tüketimi, sömürüye dayanan bütün toplum biçimlerinin, öyleyse kapitalist toplumun da zorunlu bir koşuludur; ama yalnızca kapitalist üretim biçimi bunalımlara yolaçar. Buna göre, eksik-tüketim de bunalımların bir önkoşuludur ve bu işte uzun zamandan beri bilinen bir rol oynar; ama bunalımların bugünkü varlığının nedenlerini, bize geçmişteki yokluğunun nedenlerini açıkladığından daha çok açıklamaz.
Ayrıca bay Dühring'in dünya pazarı üzerine tuhaf düşünceleri de var. Onun gerçek bir Alman érudit'si (derin bilgin) olarak, sanayinin gerçek özel bunalımlarını Leipzig kitap pazarındaki sanal bunalımlar yardımıyla, denizdeki fırtınayı bir bardak sudaki fırtına ile nasıl açıklamaya çalıştığını görmüştük. Ayrıca bugünkü patronal üretimin, "pazarı ile birlikte, özellikle varlıklı sınıflar çevresine yönelmesi" gerektiği sanısına da kapılır, ama bu, onu yalnızca onaltı sayfa ötede, demir ve pamuk sanayilerini, yani ürünleri ancak son derece küçük bir bölümü bakımından varlıklı sınıflar çevresinde tüketilen ve bütün öteki kollardan daha çok yığın tüketimi için çalışan iki üretim kolunun ta kendisini, alışılmiş biçimde, en önemli modern sanayiler olarak göstermekten alıkoymaz. Hangi yana bakarsak bakalım boş ve çelişik, gelişigüzel bir gevezelikten başka bir şey görmeyiz. Ama pamuklu sanayisinden bir örnek alalım. Eğer, oldukça küçük bir kent olan Oldham kenti —Manchester yöresinde pamuk sanayisi ile uğraşan 50.000-100.000 nüfuslu on iki kadar kentten biri—, (sayfa 409) tek başına, yalnızca 32 numara iplik eğiren iğ sayısının 1872'den 1875'e dört yıl içinde 2,5 milyondan 5 milyona yükseldiğini, öyleki İngiltere'nin yalnızca orta büyüklükteki bir kentinin, Alsace dahil tüm Almanya pamuklu sanayisinin toplam olarak sahip bulunduğu iğ kadar, yalnızca tek bir numara eğiren iğe sahip olduğunu gördüyse ve eğer İngiliz ve İskoç pamuk sanayisinin bütün öteki kol ve bölgelerindeki genişleme de hemen hemen aynı oranlarda olduysa, pamuk ipliği ve pamuklu dokuma pazarındaki bugünkü tam durgunluğu, İngiliz pamuk fabrikalarının aşırı-üretimi ile değil de, İngiliz halk yığınlarının eksik-tüketimi ile açıklamak için, yüksek dozda bir radikal denge gerek.[25*]
Yeter. İktisatta Leipzig kitap pazarını, modern sanayi anlamında bir pazar sanacak denli bilgisiz kimselerle tartışılmaz. Öyleyse bay Dühring'in, bize bunalımlar üzerine şunlardan başka hiçbir şey söylemesini bilmediğini saptamakla yetinelim: Bunalımlarda "yüksek gerilim ile gevşeme arasında günlük bir hareket"ten başka bir şey sözkonusu değildir; aşırı spekülasyon "yalnızca özel girişimlerin plansız birikiminden ileri gelmez", ama "bireysel patronların düşüncesizliği ile kişisel ölçülülük eksikliğini, aşırı sunu (arz) sonucunu veren nedenler arasında saymak" da gerekir. Peki, düşüncesizlik ve kişisel ölçülülük eksikliği "sonucunu veren neden", bir kez daha nedir? Kapitalist üretimde kendini özel girişimlerin plansız birikiminde gösteren o aynı plan yokluğunun ta kendisi. Yeni bir neden bulmak için, ekonomik bir olgunun yer değiştirmesini ahlaksal bir eleştiri olarak almak da güzel bir "düşüncesizlik" değil mi?
Ama bunalımları bir yana bırakalım. Bundan önceki bölümde bu bunalımların kapitalist üretim biçiminden zorunlu olarak nasıl doğduklarını ve bu üretim biçiminin kendisinin bunalımları olarak, toplumsal altüst oluşun buyurucu araçları olarak ne anlama geldiklerini tanıtlamış bulunduktan (sayfa 410) sonra, bay Dühring'in bu konu üzerindeki yavanlıklarına yanıt vermek için bir tek sözcük eklemeye gereksinme duymuyoruz. Onun olumlu yaratılarına, "toplumun doğal sistemi"ne geçelim.
"Evrensel bir adalet ilkesi" üzerine kurulu, yani cansıkıcı somut olguları dikkate hiç almayan bu sistem, aralarında "gelip-gitme özgürlüğü ve yeni üyeleri belirli yönetsel yasa ve kurallara göre kabul etme zorunluluğu" bulunan bir ekonomk komünler federasyonundan bileşir.
Ekonomik komünün kendisi de her şeyden önce "tarihsel önemde geniş bir şema"dır ve örneğin Marx diye birinin "sapıtık yarı-önlemler"ini çok geride bırakır. Bu komün, "bir toprak bölgesine ve bir grup üretim kurumuna sahip olma kamusal hakları ile ortaklaşa çalışmak ve ürüne ortaklaşa katılmak zorunda olan bir kişiler topluluğu" anlamına gelir.
Kamu hakkı, "üretim kurumları ve doğa ile an bir kamu hukuku ilişkisi anlamında ... nesne üzerinde bir hak"tır. Geleceğin ekonomik komün hukukçuları bunun ne demek olduğunu anlamak için istedikleri denli kafa patlatsınlar, biz bu işten tamamen vazgeçiyoruz. Yalnızca bunun, "işçi birliklerinin" ne karşılıklı rekabeti, hatta ne de ücretlilik yolu ile sömürüyü dıştalayan "kooperatif mülkiyeti" ile hiç de aynı şey olmadığını öğreniyoruz. Ve söz arasında, Marx'ta da görüldüğü biçimde bir "ortak mülkiyet" fikrinin, "gelecekle ilgili bu fikir, işçi gruplarının kooperatif mülkiyetinden başka bir anlama gelmez gibi göründüğüne göre, en azından karanlık ve sakıncalı" olduğu yumurtlanıyor.
İşte bay Dühring'de bol bol görülen ve "bayağı niteliği [kendisinin de dediği gibi] gerçekten usa yalnızca bayağı soysuzluk sözcüğünü getiren" bir fikri sinsice aşılamanın o "bayağı küçük yöntemleri"nden biri daha.
İşte bay Dühring'in, Marx'ta ortak mülkiyetin, "aynı zamanda hem bireysel, hem de toplumsal bir mülkiyet" olduğu yolundaki o öteki türetimi kadar temelden yoksun bir gerçeğe aykırılığı daha.
Bir şey her durumda açık: Bir ekonomik komünün kendi (sayfa 411) çalışma araçları üzerindeki kamu hakkı, en azından bütün öteki ekonomik komünler karşısında ve toplum ve devlet karşısında da, dar bir mülkiyet hakkıdır. Ama bu hak, "dışa karşı ... bir ayrılma akımı olarak davranma" gücüne sahip olmamalıdır, "çünkü çeşitli ekonomik komünler arasında gelip-gitme özgürlüğü ve yeni üyeleri belirli yönetsel yasa ve kurallara göre kabul etme zorunluluğu vardır ... tıpkı ... bugün siyasal bir kuruluşa üyelik ve komünün ekonomik yeteneklerine katılma gibi".
Demek ki, zengin ve yoksul ekonomik komünler olacak ve denge nüfusun zengin komünlere akını ve yoksul komünleri bırakması ile kurulacak. Öyleyse bay Dühring, her ne denli ürünlerin çeşitli komünler arasındaki rekabetini ulusal ticaret örgütü aracıyla ortadan kaldırmak isterse de, üreticilerin rekabetinin devam etmesine hiç ses çıkarmaz. Nesneler rekabetten kurtarılır, insanlar ona bağlı kalır.
Bununla birlikte, henüz "kamu hukuku" üzerinde açık fikirlere sahip olmaktan uzak bulunuyoruz. İki sayfa ötede bay Dühring bize, ekonomik komünün "önce uyrukları bir tek hukuksal özne durumunda toplanan ve bu nitelikle bütün toprağı, konutları ve üretim kurumlarını istediği gibi kullanan tüm siyasal-toplumsal alan üzerine" yayıldığını bildirir.
Buna göre, istediği gibi kullanan, tek başına alınan komün değil, ama tüm ulustur. Öyleyse "kamu hukuku", "nesne üzerindeki hak", "doğa ile kamu hukuku ilişkisi" vb., yalnızca "en azından karanlık ve sakıncalı" değil, kendi kendisi ile doğrudan doğruya çelişki içindedir de. Gerçekte bu hak —hiç değilse her ekonomik komünan aynı zamanda hukuksal özne olduğu ölçüde—, "aynı zamanda hem bireysel, hem de toplumsal bir mülkiyet"tir ve bu "ne idüğü belirsiz melez"e de, yeniden, ancak bay Dühring'in ta kendisinde raslanır!
Her durumda ekonomik komün, kendi çalışma araçlarını üretim erekleri ile istediği gibi kullanır. Bu üretim nasıl yapılır? Bu konuda bay Dühring'den bütün öğrendiklerimize göre, komünün kapitalistin yerini alması bir yana, tamamen eski usulde. Olsa olsa, tarihte ilk kez olarak her bireyin (sayfa 412) mesleğini seçme özgürlüğüne sahip bulunduğunu, oysa çalışma zorunluluğunun herkes için eşit olduğunu öğreniyoruz.
Her türlü üretimin geçmişteki temel biçimi, bir yandan toplum içindeki, öte yandan her üretim kurumu içindeki işbölümüdür. Dühringvari "sosyalite", işbölümü karşısında nasıl davranır?
İlk büyük toplumsal işbölümü, kent ile kırın ayrılmasıdır. Bay Dühring'e göre, bu karşıtlık, "şeyin doğası gereği, kaçınılmaz" bir şeydir. Ama "öte yandan tarım ile sanayi arasındaki uçurumu, doldurması olanaksız bir şey olarak düşünmek de tehlikelidir. Gerçekte birinden ötekine geçişte, gelecekte daha da artacağını gösteren belli bir süreklilik derecesi vardır."
Daha şimdiden iki sanayi, tarıma ve kırsal alana kaymıştır: "Önce damıtma işleri, sonra da şekerpancarının işlenmesi ... alkol üretiminin yeterince değerlendirilemeyen bir önemi vardır;. [Ve] eğer bazı buluşlar sonucu, yeterince geniş bir sanayi çevresinin, kırdaki işletme yerleşimini ve bu çevrenin hammadde üretimi ile dolaysız bağlanımını düzenleyecek bir biçim alması olanaklı olursa, [kent ile kır arasındaki karşıtlık azalır [ve] uygarlığın gelişmesi için en geniş temel kazanılmiş olur. [Bununla birlikte] benzer bir perspektif, bir başka biçimde de açılabilirdi. Teknik zorunluluklar dışında, toplumsal gereksinmeler gitgide daha büyük bir önem kazanırlar ve eğer bu sonuncular insan etkinliklerinin kümelendirilmesi bakımından kararlaştırıcı bir duruma gelirlerse, kır uğraşları ile teknik dönüşüm çalışması işlemleri arasında sıkı ve yöntemli bir ilişki kurulmasından doğacak üstünlükleri savsaklamak artık olanaklı olmayacaktır."
Oysa ekonomik komünde önemli olan, toplumsal gereksinmelerin ta kendisidir: Ekonomik komün acaba tarım ile sanayi arasındaki birleşmenin yukarda sözü edilen üstünlüklerini kendine tamamen maletmekte ivedilik gösterecek mi? Bay Dühring, ekonomik komünün bu sorun ile ilgili konumu üzeindeki "en doğru görüşler"ini o çok sevdiği genişlik ile bize hemen iletmekte kusur edecek mi? Buna inanacak (sayfa 413) okur çok aldanır. Yukarda sözü edilen karmakarışık yavan beylik düşünceler, Prusya töresine göre rakı damıtımı ile pancar şekeri sanayisi arasında boş yere dönüp duran o beylik düşünceler, — kent ile kır arasında şimdiki ve gelecekteki karşıtlık konusunda bay Dühring'in bize bütün söyleyip söyleyebileceği işte bu.
Ayrıntıdaki iş bölümüne geçelim. Burada bay Dühring, biraz "daha doğru"dur. "Kendini tamamen bir tek etkinlik türüne vermesi gereken bir kişi"den söz eder. Yeni bir üretim kolunun yaratılması sözkonusu olduğu zaman tek sorun, kendilerini belli bir maddenin üretimine vermeleri gereken belli bir sayıdaki kişinin, kendileri için zorunlu olan tüketim [!] ile birlikte, deyim yerindeyse yaratılabilip yaratılamayacağını bilmektir. Sosyalitede üretimin şu ya da bu kolu "çok nüfus istemeyecektir". Ve hatta sosyalitede, "insanların birbirinden yaşama biçimleri ile ayrıldıkları ekonomik çeşitlilikleri" bile var. Böylece üretim alanı içinde, her şey eskiden nasılsa aşağı yukarı gene öyle kalır. Gerçi geçmiş toplumda "düzmece bir işbölümü" egemendir; ama bu düzmece işbölümü nedir ve ekonomik komünde onun yerine ne geçecektir? Bunun üzerine öğrendiğimiz tek şey şu: "İşbölümünün kendisi tarafından ortaya konan sorunlara gelince, yukarda bu sorunların, çeşitli doğal uygunluklar ve kişisel yetenekler ile ilgili olgular hesaba katıldığı andan başlayarak çözülmüş olarak kabul edilebileceklerini söylemiş bulunuyoruz."
Yeteneklerin yani sıra, kişisel eğilime de bakılır: "Daha çok yetenek ve daha çok eğitim gerektiren etkinliklere yükselmenin çekiciliği, yalnızca ve yalnızca sözkonusu uğraşa karşı duyulan eğinime ve bir başka şey değil tam da bu şeyi uygulama [bir şeyi uygulama!] sevincine dayanır."
Böylece sosyalitede yarışma özendirilecek ve "üretimin kendisi çekicilik kazanacak ve bu üretimi yalnızca kazanç aracı olarak gören gevşek üretim uygulaması, artık işler üzerine damgasını vurmayacaktır".
Üretimin doğal bir gelişme izlediği her toplumda, —ve bugünkü toplum bu durumdadır,— üretim araçlarını (sayfa 414) egemenlikleri altına alanlar, üreticiler değil, ama üreticileri egemenlikleri altına alanlar üretim araçlarıdır. Böyle bir toplumda, her yeni üretim kaldıracı, zorunlu olarak, üreticileri üretim araçlarına yeni bir köleleştirme aracı durumuna dönüşür. Bu, özellikle, büyük sanayi döneminden önce, hepsinden en güçlü olan üretim kaldıracı için: işbölümü için böyledir. İlk büyük işbölümünün kendisi, kent ile kırın ayrılması, kırsal nüfusu binlerce yıllık bir kafa körlüğüne, ve kentlileri de, herbirini kendi bireysel zanaatının kulluğuna mahkum etti. Bu işbölümü, birilerinin entelektüel gelişme ve ötekilerin fizik gelişme temellerini yıktı. Eğer köylü, toprağı, ve kentli, zanaatını kendine malederse, toprak köylüyü, ve zanaat da kentliyi bir o denli kendine maleder. İşi bölerek, insan da bölünür. Bir tek etkinliğin yetkinleşmesi, bütün öteki fizik ve entelektüel yeteneklerin kurban edilmesi sonucunu verir. İnsanın bu solup sararması, en yüksek gelişmesine manüfaktürde erişen işbölümü arttığı ölçüde artar. Manüfaktür, zanaatı, tekil parçasal işlemlerine ayrıştırır ve bu işlemlerden her birini, ömür boyu mesleği olarak tekil bir işçiye verir; böylece onu bütün yaşamı boyunca belirli bir parçasal göreve ve belirli bir alete zincirler.
"Manüfaktür ... işçinin tek bir işteki hünerini, bir yığın üretici yeteneği ve içgüdüsü aleyhine zorlayarak, onu çoğu organlarından yoksun garip bir yaratık haline getirir. ... Bireyin kendisi de, bir parça-işlemin otomatik zembereği durumuna getirilir",[26*]
— birçok durumda, yetkinliğe ancak işçinin gerçek bir fizik ve entelektüel sakatlanışı ile erişen zembereği. Büyük sanayi maşinizmi, işçiyi makine düzeyinden bir makinenin yalın bir yardımcı parçası düzeyine düşürür.
"Bir ve aynı aleti yaşam boyu kullanmanın verdiği uzmanlık, şimdi bir ve aynı makineye yaşam boyu hizmet etmenin verdiği uzmanlık durumuna gelir. Makine işçiyi, ta çocukluğundan başlayarak, parça-makinenin bir parçası durumuna sokmak amacıyla kötüye kullanmıştır."[27*] (sayfa 415)
Ve işbölümü yalnızca işçileri değil, ama işçileri dolaysız ya da dolaylı bir biçimde sömüren sınıfları da kendi etkinliklerinin aleti durumuna düşürür; kafası işlemeyen burjuva, kendi öz sermayesi ve kendi öz kâr hırsının; hukukçu, kendisini bağımsız bir güç gibi egemenlik altına alan kemikleşmiş hukuk düşüncelerinin; "kültürlü sınıflar", genel olarak bir yığın yerel önyargı ve küçüklüklerin, kendi öz fizik ve entelektüel miyopluklarının, bir uzmanlığa uyarlanmış bir eğitimden ve —arı bir tembellik de olsa— bu uzmanlığın kendisine yaşam boyu zincirlenmelerinden doğan sakatlanmışlıklarının kölesidirler.
Ütopyacılar, işbölümünün etkileri üzerine, bir yandan işçinin solup sararması, bir yandan da, tüm yaşam boyunca bir tek ve aynı işin mekanik, tekdüze yinelenmesi ile sınırlanan çalışma etkinliği üzerine ne düşüneceklerini daha o zamandan çok iyi biliyorlardı. Kent ile kır arasındaki karşıtlığın ortadan kaldırılması, eski işbölümünün ortadan kaldırılmasının ilk temel koşulu olarak, Fourier gibi Owen tarafından da istendi. Her ikisinde de, nüfusun ülke üzerinde 1.600'den 3.000'e değin giden kümeler biçiminde dağılması gerekir; her grup, kendi toprak bölgesinin merkezinde ev işleri ortaklaşa görülen dev bir sarayda oturur. Gerçi Fourier, şurada burada kentlerden söz eder, ama bu kentler de bu saraylardan dört-beşinin bir araya gelmesinden bileşirler. Her ikisinde de, toplumun her üyesi, tarıma olduğu denli sanayiye de katılır. Fourier'de zanaatçılık ve manüfaktür, sanayide başlıca rolü oynarlar; Owen'da tersine, bu rolü daha şimdiden büyük sanayi oynar ve Owen daha şimdiden, buhar ve maşinizmin ev işleri çalışmasına sokulmasını ister. Ama tarımda olsun, sanayide olsun, her ikisi de, her birey için uğraşların olanaklı olan en büyük çeşitliliğini ve sonuç olarak, gençliğin olanaklı olduğunca çok yönlü bir teknik etkinliğe göre yetiştirilmesini isterler. Her ikisinde de, insanın, evrensel bir pratik eylem aracıyla evrensel bir biçimde gelişmesi, ve bölünmenin işe yitirttiği o çekişi güzelliğin, önce bu çeşitlilik ve, Fourier'nin deyişiyle söylemek gerekirse, her özel işe ayrılan (sayfa 416) çalışma süresi"nin kısalığı aracıyla ona geri verilmesi gerekir.[28*] Her ikisi de, sömürücü sınıflardan bay Dühring'e kalıt kalan kent ile kır arasındaki karşıtlığı, işlerin doğası gereği kaçınılmaz bir şey sayan belli bir sayıdakı "kişiler"in, her koşulda bir tek maddenin üretimine mahkum oldukları önyargısı içinde kapalı ve insanın başka hiçbir şeyi değil de şu şeyi yapmakta sevinç bulan, yani köleliklerinden ve dapdaracık yaşamlarından sevinecek denli düşmüş bulunan insanların yaşama biçimine göre ayrılan "ekonomik çeşitlilikler"ini ölümsüzleştirmekte kararlı düşünce biçimini iyiden iyiye aşmışlardır. "Budala" Fourier'nin en gözüpek düşlemlerinin bile temelinde yatan düşünce karşısında; "bayağı, kaba ve yoksul" Owen'ın hatta en zavalli fikirleri karşısında, henüz işbölümüne adamakıllı köle şu bay Dühring, kendini beğenmiş bir cüceden başka bir şey değil.
Toplum, onları bir plana göre toplumsal olarak kullanmak üzere, tüm üretim araçlarının egemeni durumuna geçerek, insanların kendi öz üretim araçlarına daha önceki köleliklerini ortadan kaldırır. Toplumun, her bireyi kurtarmaksızın, kendi kendini kurtaramayacağı açıktır. Öyleyse eski üretim biçimi zorunlu olarak tepeden tırnağa altüst olmalı ve özellikle eski işbölümü ortadan kaldırılmalıdır. Onun yerine, bir yandan hiçbir bireyin, insan varlığının doğal koşulu olan üretken emek payını başkalarının üstüne yükleyemediği, öte yandan üretken emeğin, köleleştirme aracı olacak yerde, her bireye fizik ve entelektüel yeteneklerinin tümünü her yönde yetkinleştirme ve kullanma olanağını sunarak, insanların kurtuluş aracı durumuna geldiği ve çalışmanın yük olmaktan çıkıp, bir zevk olduğu bir üretim örgütünün geçmesi gerekir.
Bu, bugün artık bir düşlem dindarca bir dilek değildir. Üretici güçlerin güncel gelişmesi ile üretici güçlerin toplumsallaşması olgusu içinde verilmiş üretim artışı, kapitalist üretim biçiminden doğan engel ve bozuklukların ortadan (sayfa 417) kaldırılması, ürünlerin ve üretim araçlarının savurganlığına son verilmesi, daha şimdiden, herkesin çalışmaya katılması durumunda emek-zamanını, güncel düşüncelere göre en düşük olacak bir ölçüye indirmek için yeter.
Öte yandan, eski işbölümünün ortadan kaldırılmasının, ancak emek üretkenliği zararına gerçekleştirilebilir bir istem olduğu da doğru değildir. Tersine, büyük sanayi ile bu istem, üretimin kendisinin koşulu durumuna gelmiştir.
"Makinenin kullanılması, manüfaktürdeki gibi belli bir adamın belli bir göreve sürekli olarak bağlı kalması biçimindeki bu dağılımın katılaşması zorunluluğunu ortadan kaldırır. Sistemin bütününün hareketi, işçiden değil de makineden dogduğu için, iş kesintiye uğramaksızın, her an herhangi bir kimsenin değişmesi olanaklıdır. ... Ensonu, makine üzerinde çalışmanın genç insanlara kazandırdığı hızlılık, salt makine üzerinde çalışmak üzere özel bir sınıfın eğitilmesi zorunluluğunu ortadan kaldırır."[29*]
Ama makineli üretimin kapitalist kullanım biçimi, teknik bakımdan gereksiz bir duruma gelmiş bulunmasına karşın, eski işbölümünü, kemikleşmiş uzmanlaşması ile birlikte sürdürüp götürmek zorunda olduğu için, bu çağdışılığa karşı makineli üretimin kendisi başkaldırır. Büyük sanayinin teknik temeli, devrimcidir.
"Makineler, kimyasal süreçler ve diğer yöntemler yardımıyla büyük sanayi, yalnız üretimin teknik temelinde sürekli değişikliklere yolaçmakla kalmaz, işçilerin görevleriyle işsürecinin toplumsal bileşiminde de değişikliklere yolaçar. Böylece aynı zamanda, toplumdaki işbölümünde de köklü değişiklikler yapmakta, ve sermaye ile işçi yığınlarını durup dinlenmeden bir üretim sürecinden diğerine atmaktadır. Bu nedenle, büyük sanayi, niteliği gereği, ... işte değişmeyi, görevde akıcılığı, işçide genel bir hareketliliği zorunlu kılmıştır. ... Bu mutlak çelişkinin, işçinin durumundaki her türlü kararlılık ve güvenliği nasıl yok ettiğini; ... emek-gücünü har vurup harman savurmasında ve ... toplumsal anarşinin (sayfa 418) yolaçtığı yıkımlarda olanca çılgınlığı ile görmüş bulunuyoruz. Bu olumsuz yandır. Ama bir yandan şimdi işteki çeşitlilik, karşı konulmaz doğal bir yasa biçiminde ve her yerde direnmeyle yüz yüze gelen doğal bir yasanın gözü kapalı yıkıcılığı ile kendisini gösterirken, öte yandan da modern sanayi, getirdiği felaketler aracılığı ile üretimin temel yasası olarak, işin çeşitliliğinin kabul edilmesi zorunluluğunu ortaya koyarak, işçilerin bu çeşitli işler için yatkın duruma gelmesini ve bu yeteneklerinin, en geniş ölçüde gelişmesini sağlamıştır. Üretim biçimini bu yasanın normal olarak işlemesine uydurmak, toplum için bir ölüm kalım-sorunu oluyor. Büyük sanayi, gerçekte toplumu, bütün yaşamı boyunca bir ve aynı işi yineleyerek güdükleşen ve böylece bir 'parça-insan' haline gelen bugünün parça-işçisinin yerine, çeşitli işlere yatkın, üretimdeki herhangi bir değişmeyi karşılamaya hazır ve yerine getirdiği çeşitli toplumsal görevleri kendi doğal ve sonradan kazanılmiş yeteneklerine özgürce uygulama alanı sağlayan bir şey olarak benimseyen, tam anlamıyla gelişmiş bir bireyi koymayı, bir ölüm-kalım sorunu olarak zorlamaktadır."[30*]
Büyük sanayi, bize, azçok her yerde üretilebilecek moleküler hareketi, teknik erekli yığın hareketi durumuna dönüştürmeyi öğreterek, sınai üretimi yerel engellerden çok büyük bir ölçüde kurtarmıştır. Su gücü yerel güç idi, buhar gücü özgür güçtür. Su gücü her ne denli zorunlu olarak kırsal bir güç ise de, buhar gücü bundan ötürü zorunlu olarak hiçbir biçimde kentsel bir güç değildir. Onu ağır basan bir biçimde kentlerde toplayan ve fabrika köylerini fabrika kentleri durumuna dönüştüren şey, kapitalist uygulamadır. Ama bu yoldan, o, aynı zamanda kendi öz kullanılma koşullarını kemirir. Buhar makinesinin ilk gerekirliği ve büyük sanayinin hemen tüm işletme kollarının baş gerekirliği, bir dereceye değin temiz bir sudur. Ne var ki, fabrikalar, kenti, her türlü suyu lağım suyu durumuna dönüştürür. Kentsel toplanma, kapitalist üretimin temel bir koşulu olmasına karşın, gene (sayfa 419) de tek başına alınmış her kapitalist, kırsal bir işletme kurmak için bu toplanmanın zorunlulukla yarattığı büyük kentlerden kaçmaya yönelir. Bu süreç, Lancashire ve Yorkshire tekstil sanayisi bölgelerinde ayrıntılı bir biçimde irdelenebilir; büyük kapitalist sanayi, arası kesilmeksizin kentten kıra doğru kaçarak, bu bölgelerde durmadan yeni büyük kentler yaratır. Kısmen farklı nedenlerin aynı sonuçları yarattığı maden sanayisi bölgelerinde de durum böyledir.
Yeniden, modern sanayinin içine düştüğü bu yeni kısır döngüyü, durmadan kendisine döndügü bu çelişkiyi yoketmeye, yalnızca onun kapitalist niteliğinin ortadan kaldırılması yeteneklidir. Sanayinin tüm ülkede, kendi öz gelişmesi ve üretimin öteki öğelerinin korunma ve gelişmesine en uygun bir dağılım ile kurulmasını, yalnızca kendi üretici güçlerini tek bir planın görkemli çizgilerine göre uyumlu bir biçim de birbirine kenetleyen bir toplum sağlayabilir.
Demek ki kent ile kır arasındaki karşıtlığın ortadan kaldırılması, yalnızca olanaklı olmakla kalmaz. Sınai üretimin dolaysız bir zorunluğu durumuna gelir, aynı biçimde tarımsal üretimin ve üstüne üstlük halk sağlığının da bir zorunluluğu durumuna gelmesi gibi. Havanın, suyun ve toprağın bugünkü kirlenmesi, ancak ve ancak kent ile köyün kaynaşmasıyla ortadan kaldırılabilir; bugün kentlerde mum gibi eriyen yığınları, pisliklerinin hastalıklar yerine bitkiler üretilmesine yarayacağı noktaya, ancak bu kaynaşma götürebilir.
Kapitalist sanayi daha şimdiden, hammaddelerinin üretim yerlerinin oluşturduğu yerel engellerden bir dereceye değin bağımsız bir duruma gelmiş bulunmaktadır. Tekstil sanayisi, büyük bölümü bakımından dışardan getirilmiş hammaddeler üzeride çalışır. İspanyol demir maden filizleri İngiltere ve Almanya'da, İspanya ve Güney Amerika bakır maden filizleri İngiltere'de işlenir. Her kömür havzası, yıldan yıla, bu havzanın sınırları dışında büyüyen bir sanayi çevresine yakıt sağlar. Bütün Avrupa karasında buhar makineleri, İngiliz, bazen de Alman ve Belçika kömürü ile (sayfa 420) çalıştırılır. Kapitalist üretimin engellerinden kurtulmuş toplum çok daha ileriye gidebilir. Bu toplum, tüm sınai üretimin bilimsel temellerini kavrayacak ve her biri bütün bir üretim kollan dizisi pratiğinde bir uçtan ötekine baştanbaşa dolaşacak bir üreticiler soyu yetiştirerek, uzak yerlerden getirtilen hammadde ya da yakıt taşıma çalışmasını bol bol ödünleyen yeni bir üretici güç yaratacaktır.
Demek ki, kent ve kır ayrılığının ortadan kalkması, hatta büyük sanayinin ülke içinde olanaklı olduğuca eşit bir biçimde dağılmasını şart koşan bir olay olarak bile, bir ütopya değildir. Kuşkusuz uygarlık bize, büyük kentler ile ortadan kaldırılması için çok zaman ve çok çaba gerekecek bir kalıt bırakmıştır. Ama bu, uzun süreli bir süreç de olsa, o büyük kentleri ortadan kaldırmak gerekecektir ve o büyük kentler de ortadan kalkacaklardır. Prusya ulusunun Alman İmparatorluğu için yazılmış alınyazısı ne olursa olsun, Bismarck, büyük kentlerin sona ermesi yolundakı en değerli dileğinin yerine geleceği kurumlu bilinci ile ölebilir.[31*]
Ve şimdi de bay Dühring'in, eski üretim türünü tepeden tırnağa altüst etmeksizin, ve özellikle eski işbölümünü ortadan kaldırmaksızın, toplumun tüm üretim araçlarına elkoyabileceği, ve yalnızca "doğal uygunluklar ve kişisel yetenekler hesaba katıldığı" andan başlayarak her şeyin yoluna gireceği yolundaki çocukça düşüncesi gözönüne getirilsin, — "doğal uygunluklann ve kişisel yeteneklerin hesaba katılması", büyük insan yığınlarının, önce olduğu gibi sonra da bir tek maddenin üretimine bağlanmasını, büyük "nüfüslar"ın bir tek üretim kolu tarafından istenmesini, ve insanlığın, önce olduğu gibi sonra da, tıpkı şimdi "niteliksiz işçiler" ile "mimarlar"ın olması gibi, belli bir sayıda türlü biçimde sakatlanmış "ekonomik çeşitlilikler" durumunda bölünmesini engellemez. (sayfa 421) Demek toplumun tüm üretim araçlarına egemen olması gerekiyorsa, her bireyin kendi üretim aracının kölesi olarak kalması ve yalnızca bu üretim aracının hangisi olacağını seçme hakkına sahip olması için gerekiyor! Bunun gibi, bay Dühring'in kent ve kır ayrılığını nasıl "işlerin doğası gereği kaçınılmaz" bir şey saydığı ve buna karşı bula bula —bir araya gelmesi bakımından tamamen Prusyalı bir nitelik taşıyan— damıtma ve pancar şekeri üretimi kollarında, nasıl küçücük bir geçişi çare bulabildiği de göz önüne getirilsin; bay Dühring, sanayinin ülke içindeki dağılımını, işletmeyi doğrudan doğruya hammadde çıkarımıyla —daha şimdiden çıkanldıkları yerlerden gitgide daha uzak yerlerde tüketilen hammaddelerin çıkarımılyla!— pekiştirme zorunluluğu üzerine geleceğin bilmem hangi bulgularına bağlar! Ve en sonunda da, toplumsal gereksinmeleri, tarım ve sanayi birliğini, sanki bu işte yapılacak ekonomik bir özveri varmış gibi, hatta ekonomik kaygılara karşı bile en sonunda zorla kabul ettirecekleri güvencesini vererek, gerisinin güvenliğini sağlamaya çalışır!
Kuşkusuz, eski işbölümünü olduğu gibi, kent ve kır ayrılığını da ortadan kaldıracak ve üretimin tümünü altüst edecek devrimci öğelerin, modern büyük sanayi üretimi koşulları içinde daha şimdiden tohum durumunda içerildiklerini ve onların gelişmesini engelleyen şeyin bugünkü kapitalist üretim biçimi olduğunu görmek için, schnaps [Prusya rakısı] ve pancar şekerinin en önemli sınai ürünler oldukları ve tecimsel bunalımların kitap pazarında irdelenebildiği bir ülke olan Prusya'nın, töresel yargılama çevresinden biraz daha geniş bir çevrene (ufka) sahip olmak gerek. Bunun için, gerçek büyük sanayiyi, tarihi ve bugünkü gerçekliği içinde, özellikle kendi yurdu olan ve klasik yetkinliğine erişmiş bulunduğu biricik ülkede tanımak gerek; ve o zaman modern bilimsel sosyalizmin sulandırılması ve bay Dühring'in özgül Prusya sosyalizmi düzeyine düşürülmesi de düşünülmeyecektir. (sayfa 422)
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
BÖLÜŞÜM
Daha önce, dühringvari iktisadın şu teze vardığını görmüştük: Kapitalist üretim biçimi tamamen iyidir ve varlığını sürdürebilir, ama kapitalist bölüşüm biçimi metelik etmez ve ortadan kalkması gerekir. Şimdi bay Dühring'in "sosyalite"sinin, bu tezin düşsel uygulamasından başka bir şey olmadığını saptıyoruz. Gerçekten bay Dühring'in, kapitalist toplumun üretim biçiminde, üretim biçimi olarak eleştirecek hiç bir şey bulamadığı, eski işbölümünü bellibaşlı bütün ilişkileri içinde korumak istediği ve sonuç olarak kendi ekonomik komünü içindeki üretim üzerine söyleyecek hemen hiçbir şeyi olmadığı ortaya çıkmış bulunuyor. Üretim, kuşkusuz elle tutulur gerçekliklerin sözkonusu olduğu, "ussal imgeleme yetisi"nin özgür ruhunun atılışına ancak az bir yer verebildiği bir alandır: Kendini gülünç etme tehlikesi çok yakındır! Buna karşılık, bay Dühring'in görüşlerine göre üretim (sayfa 423) ile hiçbir ilişkisi olmayan, ona göre üretim tarafından değil, ama arı bir istenç eylemi tarafından belirlenen bölüşüm, onun "toplumsal ilmi simya"sının öz alanıdır.
Ekonomik komünde ve birçok ekonomik komün içeren tecimsel komünde örgütlenmiş eşit üretim görevine karşılık eşit tüketim hakkı var. Burada "emek... eşit değerlendirme ilkesine göre bir başka emek ile değişilir. ... Edim ve karşı-edim burada, emek büyüklüklerinin gerçek bir eşitliğini simgelerler. [Ve] insan güçlerinin [bu] eşitlenişini [uygulama bakımından], bu güçlerin az ya da çok üretmiş ya da raslansal olarak hiç bir şey üretmemiş olması o denli önemli değildir"; çünkü zaman ve güç istemeleri ölçüsünde, öyleyse tüymek ve gezinti yapmak dahil her türlü iş, çalışma edimi olarak kabul edilebilir. Ama bütün üretim araçlarına, öyleyse bütün ürünlere de sahip olan topluluk olduğuna göre, bu değişim bireyler arasında olmaz: Bir yandan, her ekonomik komün ve onun üyeleri arasında, öte yandan çeşitli ekonomik ve tecimsel komünlerin kendileri arasında olur.
"Özellikle çeşitli ekonomik komünler, kendi öz çerçeveleri içinde, perakende ticaretin yerine tamamen planlı bir sürümü geçireceklerdir."
Toptan ticaret de bir o denli örgütlü: "Sonuç olarak özgür ekonomik toplum sistemi, işlemleri değerli madenler tarafından verilmiş temeller sayesinde yapılan, büyük bir değişim kurumu olarak kalır. Bu temel özelliğin kaçınılmaz zorunluluğunun anlaşılması, bizim şemamızı bugün ortalıkta dolaşan sosyalist fikirlerin en ussal biçimlerinde bile bulunan tüm belirsizliklerinden ayıran şeydir."
Ekonomik komün, toplumsal ürünlerin ilk sahiplenicisi olarak, bu değişim ereğiyle, ortalama üretim giderlerine göre, "her madde çeşidi için bir birim fiyatı" saptamalıdır.
"Üretim maliyet gideri denilen öğenin... bugün değer ve fiyat bakımından taşıdığı anlam... [sosyalitede] kullanılacak emek niceliği değerlendirmeleri tarafından temsil edilecektir. Her kişinin, iktisada da yayılmış hukuksal eşitliği ilkesine göre, sonunda ortak olanlar sayısını dikkate almaya (sayfa 424) indirgenebilen bu değerlendirmeler, aynı zamanda, hem doğal üretim koşullarına ve hem de değeri gerçekleştirme toplumsal hakkına uygun düşen fiyatlar ilişkisini vereceklerdir. Değerli madenler üretimi, paranın değerini belirleme bakımından, tıpkı bugünkü gibi kararlaştırıcı bir önem taşımakta devam edecektir. ... O halde görülüyor ki, değişikliğe uğramış toplumsal kuruluşta, değerlerin varlık nedeni ve ölçeğini, ve sonuç olarak ürünlerin birbirleri ile kendilerine göre değiştirildikleri oranları yitirmek şöyle dursun, onlara gereğince ilk kez olarak sahip olunur."
Ünlü "mutlak değer" ensonu gerçekleşti.
Ama, öte yandan komün, herkese emeğinin karşı-edimi olarak, herkes için eşit olacak günlük, haftalık ya da aylık bir para tutarı vererek, bireyleri üretilen maddeleri kendisinden satın alma durumuna getirme zorunda da kalacaktır.
"Öyleyse, sosyalite bakımından, ücret ortadan kalkar ya da zorunlu olarak ekonomik gelirlerin tek biçimi durumuna gelir demek arasında bir fark yoktur."
Oysa eşit ücretler ile eşit fiyatlar "tüketimin, nitel değilse de, nicel eşitliği"ni meydana getirirler ve böylece de "'evrensel adalet ilkesi" ekonomik bakımdan gerçekleşmiş olur. Geleceğin bu ücretinin düzeyinin belirlenmesi üzerine bay Dühring, bize, burada, yalnızca bütün öteki durumlarda olduğu gibi, "eşit emeğe karşı eşit emek" verildiğini söyler. Buna göre altı saatlik bir emek için, kendinde altı saatlik emeği cisimleştiren bir para tutarının ödenmesi gerekecektir.
Bununla birlikte "evrensel adalet ilkesi"ni, burjuvayı her çeşit komünizm karşısına, özellikle ilkel işçi komünizmi karşısına çıkaran o kaba eşitçilik ile karıştırmamak gerek. Bu ilke, o kaba eşitçiliğin onu göstermek istediği denli acımasız olmaktan uzaktır.
"Ekonomik hakların ilkel eşitliği, adaletin gerektirdiği şeye, gönüllü olarak özel bir iyilik bilme ve saygı dışavurumunun eklenmesini dıştalamaz. ... Toplum, üstün verim türleri üzerine tüketim için ölçülü bir ek gelir aracıyla dikkati çekerek, kendi kendini onurlandırır." (sayfa 425)
Ve bay Dühring de güvercinin suçsuzluğu ile yılanın kurnazlığını birleştirerek, geleceğin Dühring'lerinin ölçülü aşırı-tüketimi için çok dokunaklı bir kaygı gösterdiği zaman, kendi kendini onurlandırır.
Böylece kapitalist üretim biçimi, kesinlikle ortadan kaldırılmıştır. Çünkü "böyle bir durumda, birinin bir özel araçlar çokluğuna gerçekten sahip olduğunu varsayalım, o, bu çokluk için hiçbir kapitalist kullanım yolu bulamayacaktır. Hiçbir birey ya da bir grup, ondan bu fazlalığı üretim için, değişim ya da satın almadan başka hiçbir yoldan almayacaktır; ama o, kendini hiçbir zaman kendisine faizler ya da bir kâr ödenen bir durum içinde bulamayacaktır. [Böylece], eşitlik ilkesine uygan düşen kalıtım yoluyla bir geçirme [kabul edilir bir şeydir. Bu kaçınılmaz bir şeydir, çünkü] kalıtım yoluyla belli bir geçirme (transmission), aile ilkesine her zaman zorunlu olarak eşlik edecektir. [Kalıtım hakkı da] geniş bir mal birikimine götüremez, çünkü burada mülkiyetin oluşması... artık hiçbir zaman üretim araçları ve arı rantiye kişiler meydana getirme ereğine sahip olamaz."
Böylece ekonomik komün uygun bir biçimde kurulmuş oluyor. Şimdi de nasıl işlediğine bakalım.
Bay Dühring'in bütün varsayımlarının tastamam gerçekleştiğini kabul edelim; öyleyse ekonomik komünün, üyelerinden her birine, altı saatlik bir günlük emek için, içinde gene altı saatlik emeğin cisimleştiği bir para tutarı, diyelim on iki mark ödediğini varsayıyoruz demektir. Ayrıca fiyatların değerlere tastamam eşit olduklarını, yani varsayımımız içinde yalnızca hammadde giderlerini, makinelerin aşınmasını, çalışma araçları tüketimini ve ödenen ücreti kapsadıklarını kabul edelim. Çalışan yüz üyesi bulunan bir ekonomik komün, o zaman her gün 1.200 mark, 300 işgünlük bir yıl içinde de 360.000 mark değerinde meta üretir ve bu tutarı, her biri 12 marklık günlük ya da 3.600 marklık yıllık payı ile istediğini yapan üyelerine öder. Yıl sonunda ya da yüz yıl sonra, komün başlangıçta olduğundan daha zengin değildir. Bu zaman içinde komün, kendi üretim araçları stokuna zarar (sayfa 426) vermedikçe, bay Dühring'in tüketimi için ölçülü ek geliri sağlamaya bile yetenekli olmayacaktır. Birikim, büsbütün unutulmuştur. Daha da kötüsü: Birikim toplumsal bir zorunluluk olduğu ve para saklama olgusunda da elverişli birikim biçimi bulunduğu için, ekonomik komün örgütü kendi üyelerini doğrudan doğruya özel birikime ve sonuç olarak kendi öz yıkımına çağırır.
Ekonomik komünün özlüğündeki bu parçalanmadan nasıl kaçınmalı? Komün, sevgili "vergileme"ye, fiyat yükseltmeye başvurabilir ve yıllık üretimini 360.000 mark yerine 480.000 marka satabilir. Ama bütün öteki ekonomik komünler de aynı durum içinde bulundukları ve buna göre aynı şeyi yapmak zorunda kalacakları için, her biri öteki ile değişimde cebine attığı kadar "vergileme" ödeyecek ve bunun sonucu "haraç", yalnızca kendi öz üyelerinin sırtına yüklenmiş olacaktır.
Ya da komün bu sorunu, her üyeye altı saatlik emek için altı saatlıkten az bir emeğin, diyelim dört saatlik emeğin ürününü ödeyerek, yani ona günde oniki mark yerine sekiz mark vererek, ama meta fiyatlarını eski düzeyde bırakarak, bir anda çözer. Bu durumda, daha önce üstü kapalı bir biçimde ve dolambaçlı bir yoldan yapmaya giriştiği şeyi, açıkça ve doğudan doğruya yapar: Üyelerine, tamamen kapitalist bir biçimde, üretimleri değerinin altında ödeyerek ve üstelik onların ancak kendinden satın alabilecekleri metaları tam değerleri üzerinden hesaplayarak, yıllık 120.000 mark tutarında marksist artı-değeri oluşturur. Demek ki, ekonomik komün, bir yedeklik fonunu, ancak kendini en geniş komünist temel üzerinde "yetkinleşmiş" truck-system [32*] olarak açığa vurarak oluşturabilir.
Öyleyse, iki şeyden biri: Ya ekonomik komün "eşit emeğe karşı eşit emek" verir ve bu durumda, üretimin sürdürülmesi ve genişletilmesi için bir fonu o değil, ancak özel kişiler biriktirebilir. Ya da bu fonu o oluşturur; ama bu durumda artık (sayfa 427) "eşit emeğe karşı eşit emek" vermez.
Ekonomik komündeki değişimin içeriğinin içyüzü, işte bu. Ya biçiminin içyüzü ne? Değişim maden para aracılığı ile yapılır ve bay Dühring de bu iyileştirmenin "tarihsel önemi" konusunda az kurumlanmaz. Ama komün ile komünün kendi üyeleri arasındaki ticarette para, kesin olarak para değildir ve hiçbir zaman para olarak iş görmez. Salt emek belgesi işini görür; yalnızca, Marx gibi söylemek gerekirse, "üreticinin ortak çalışmadaki bireysel payını ve tüketim için ayrılan ortak üretimdeki bireysel hakkını" saptar ve bu görev içinde, "tiyatro için bilet ne denli 'para' sayılırsa, o denli 'para'dır"[33*] Öyleyse para, örneğin onu bir sayfaya iş saatlerinin ve ötekine de buna karşılık elde edilen yararlanımların yazıldığı bir "büyük tecimsel defter" ile değiştiren Weitling'de olduğu gibi, herhangi bir işaret ile değiştirilebilir.[34*] Uzun sözün kısası, ekonomik komünün kendi üyeleri ile olan ticaretinde para, yalnızca Owen'ın "çalışma saati-para"sı olarak bay Dühring'in yukardan baktığı ama gene de kendi gelecekteki iktisadına kendi eliyle sokmak zorunda kaldığı o "kuruntu"nun ta kendisi olarak iş görür. Yerine getirilmiş "üretim görevi" ile böylece edinilmiş "tüketim hakkı" ölçüsünü gösteren belge ister bir kağıt parçası, ister bir jeton, isterse bir altın sikke olsun, bunun bu erek bakımından hiçbir önemi yoktur. Ama, görecek olduğumuz gibi, başka erekler bakımından bu, hiç de böyle değildir.
Eğer maden para, ekonomik komünün kendi üyeleri ile olan ticaretinde para olarak değil, ama emeğin kılık değiştirmiş belgesi olarak iş görüyorsa, çeşitli ekonomik komünler arasındaki değişimde kendi para görevini daha da az görür. Burada, bay Dühring'in varsayımlarına göre maden para tamamen geçersizdir. Gerçekten, eğer emeğin doğal ölçeğiyle —zaman, birim olarak çalışma saati— hesaplansaydı, eşit bir emek ürünü ile eşit bir emek ürününün değişimini, ilkin çalışma saatlerini paraya çevirmekten çok daha yalın bir (sayfa 428) biçimde yerine getiren basit bir muhasebe yeterdi. Değişim, aslında arı ayni değişimdir; bütün artan alacaklar, öteki komünler üzerine çekilen poliçeler aracıyla kolayca ve yalın bir biçimde ödünlenirler. Ama eğer bir komünün öteki komünler karşısında gerçekten bir açığı olacaksa, o zaman dünyanın bütün altını istediği denli "doğal yönelimi ile para" olsun, bu durum komünü, eğer borcu yüzünden öteki komünlere bağımlı bir duruma düşmek istemiyorsa, o açığı kendi öz çalışmasındaki bir artış ile kapama zorunluluğundan kurtaramaz. Bununla birlikte okurdan, burada gelecekle ilgili bir yapı kurmadığımızı aklından hiç çıkarmaması dilenir. Yalnızca bay Dühring'in varsayımlarını kabul ediyor ve onlardan kaçınılmaz sonuçları çıkarmaktan başka bir şey yapmıyoruz.
Demek ki ne ekonomik komün ile kendi üyeleri, ne de çeşitli komünler arasındaki değişimde, "doğal yönelimi ile para olan" altın, bu özlüğünü gerçekleştiremez. Bununla birlikte bay Dühring, onun hatta "sosyalite"de bile parasal bir işlev görmesini buyurur. Öyleyse bu parasal işlev için bir başka eylem alanı aramamız gerek. Ve bu eylem alanı da var. Bay Dühring gerçi herkesi "nicel olarak eşit bir tüketim" yapabilecek bir duruma koyar ama kimseyi buna zorlayamaz. Tersine, kendi dünyasında herkes parasıyla istediğini yapabilir, diyerek kurumlanır. Öyleyse o, kimileri kendilerine ödenen ücretle geçinemezken, başka kimilerinin bir yana biraz para koymalarını engelleyemez. Hatta kalıtım (miras) hakkında, sonuç olarak ana-babalar için çocukların bakım zorunluluğunu çıkaran ailenin ortak mülkiyetini açıkça kabul ederek, bunu kaçınılmaz kılar. Ama işte böyle yapmakla da nicel olarak eşit tüketimde büyük bir gedik açar. Bekar erkek, günde sekiz veya oniki mark ile parlak bir biçimde ve mutluluk içinde yaşar, oysa sekiz küçük çocuğu ile birlikte dul erkek, sürünür. Ama öte yandan, ödemede parayı koşulsuz kabul ederek komün, bu paranın kişisel çalışmadan başka bir yoldan da kazanılabilmesi olanağını açık bırakır. Non olet,[35*] (sayfa 429) "paranın kokusu yoktur". Komün onun nerden geldiğini bilmez. Ama böylece, o zamana değin yalnızca bir emek jetonu rolünü oynamış olan maden paranın, gerçek bir parasal işlev kazanması için bütün koşular verilmiş bulunur. İşte, bir yandan para biriktirme ve öte yandan da borçlanmanın etkeni ve nedeni budur. Sıkıntı çeken, para biriktirenden ödünç alır. Komün, tarafından yaşama araçlarının ödenmesi için kabul edilen ödünç para, böylece bugünkü toplumda ne ise gene o olur: İnsan emeğinin toplumsal cisimleşmesi, emeğin gerçek ölçeği, genel dolaşım aracı. Dünyanın bütün "yönetsel yasa ve kurallar"ı, çarpım cetveline ya da suyun kimyasal bileşimine karşı ne denli güçsüzseler; buna karşı da o denli güçsüzdür. Ve para biriktiren kişi, sıkıntı içinde bulunan kişiden faiz isteyebilecek bir durumda olduğundan, böylece maden paranın para işlevi ile aynı zamanda, tefeci de yeni baştan yaşama dönmüş bulunur.
Buraya değin, yalnızca maden paranın dühringvari ekonomik komünün eylem alanı içinde tutulmasının etkilerini dikkate aldık. Ama bu eylem alanı dışında kahrolası dünya, şimdilik kendi bildiği yolda kaygısızca devam eder. Altın ve gümüş dünya pazarında, evrensel para, genel alım ve ödeme aracı, zenginliğin mutlak toplumsal cisimleşmesi olarak kalır. Ve,değerli madenin bu özgülüğü ile birlikte, ekonomik komün üyesi olan bireyler için ortaya yeni bir para biriktirme; zenginleşme, tefecilik nedeni çıkar: Komün karşısında ve komün sınırları dışında özgürlük ve bağımsızlık içinde hareket etmek ve birikmiş bireysel zenginliği dünya pazarında değerlendirmek isteği. Tefeciler, dolaşım aracı ticareti yapan adamlar durumuna, bankacılar durumuna, dolaşım aracı ve evrensel para egemenleri durumuna, bunun sonucu üretim egemenleri durumuna, bunun da sonucu, hatta üretim araçları saymaca olarak daha yıllar boyunca ekonomik ve tecimsel komün mülkiyeti olarak görünseler bile, üretim araçları egemeni durumuna dönüşürler. Ama sonuç olarak, (sayfa 430) bankacılar durumuna dönüşmüş bulunan para biriktiriciler ve tefeciler, artık ekonomik ve tecimsel komünün de efendisidirler. Bay Dühring'in "sosyalite"si, öteki sosyalistlerin "belirsizlikler"inden gerçekten pek özsel bir biçimde ayrılır. Bu "sosyalite"nin, —eğer gene de kurulur ve güçlenirse,— denetimi altında ve kesesi için canını dişine takarak yiğitçe çalışacağı yüksek finansı dünyaya yeniden getirmekten başka bir ereği yoktur. Onun için tek kurtuluş, para biriktiricilerin, evrensel paralan sayesinde ..., komünden bir an önce kaçmayı yeğlemeleri olacaktır.
Eski sosyalizm üzerine Almanya'da egemen olan geniş bilgisizlik sonucu iyi yürekli bir genç, örneğin Owen'ın emek bonolarının da böyle bir kötüye kullanmaya neden olup olamayacağı sorununu ortaya sürebilir. Burada bu emek bonolarının anlamı üzerinde uzun boylu durmamıza gerek olmamasına karşın, gene de dühringvari "geniş şema"yi, Owen'ın "bayağı, kaba ve yoksul fikirleri" ile karşılaştırmak için şunlan söyleyelim: Önce, Owen'ın emek bonolarının böyle kötüye kullanılması için, onların gerçek para durumuna dönüşmeleri gerekir, oysa bay Dühring gerçek parayı varsayar ama onun basit bir emek jetonundan başka türlü bir iş görmesini yasaklamak ister. Orada gerçek kötüye kullanma varken, burada paranın, insan isteğinden bağımsız içkin özlüğü kendini gösterir; burada para, bay Dühring'in paranın özlüğü üzerindeki kendi öz bilgisizliği gereği ona yüklemek istediği kötüye kullanma karşısında, kendi öz ve gerçek kullanımını gerçekleştirir. İkincisi, Owen'da emek bonoları, toplumsal kaynakların tam ortaklığı ve özgür kullanımına bir geçiş biçiminden ve bunun yanısıra olsa olsa komünizmi Britanya halkı için kabul edilebilir gösterme aracından başka bir şey değildir. Öyleyse, eğer herhangi bir kötüye kullanma Owen'ın toplumunu, emek jetonlarını ortadan kaldırmak zorunda bıraksaydı, bu toplum, böylece kendi ereğine doğru bir adım daha atar ve daha yüksek bir evrim aşamasına girerdi. Buna karşılık dühringvari ekonomik komün, parayı ortadan bir kaldırmaya görsün, bir anda kendi "tarihsel önem"ini yok (sayfa 431) eder, en özgün güzelliğini ortadan kaldırır, dühringvari ekonomik komün olmaktan çıkar ve bay Dühring'in onu ancak o denli acı ve ussal düşünce çalışması pahasına çekip çıkarabildiği belirsizlikler düzeyine düşer.[36*]
Peki, dühringvari ekonomik komünün içinde çabalayıp durduğu bütün tuhaf yanlışlık ve karışıklıklar nerden geliyor? Yalnızca bay Dühring'in kafasında değer ve para kavramlarını saran ve ensonunda onu emeğin değerini bulmak istemeye götüten belirsizlikten. Ama bay Dühring bu türlü belirsizliğin Almanya tekelini elinde tutmadığı, tersine büyük bir rekabetle karşılaştığı için, onun dolaştırmiş bulunduğu "yumağı çözme işini bir an için üzerimize almak" istiyoruz.
İktisadın tanıdığı tek değer, meta değeridir. Meta nedir? Az çok birbirinden ayrı bir üreticiler toplumunda, üretilen ürünler, öyleyse en başta özel görünür. Ama bu özel ürünler, ancak üreticinin tüketimi için değil, ama başkaları tarafından tüketim için, yani toplumsal tüketim için üretildikleri zaman meta durumuna gelirler; bunlar toplumsal tüketime, değişim aracıyla girerler. Demek ki özel üreticiler, toplumsal bir ilişki içindedirler; bir toplum oluştururlar. Ürünleri her birinin özel ürünleri olmasına karşın, böylece aynı zamanda ama güdeksiz (sans intention) ve deyim yerindeyse istençlerine karşı, toplumsal ürümlerdir de. Şu halde bu özel ürünlerin toplumsal niteliği neye dayanır? Açıkça iki özgülüğe: Önce hepsinin, herhangi bir insanın gereksinmesini karşılamasına, yalnızca üretici için değil, ama başkaları için de bir kullanım-değeri taşımasına; ikinci olarak da bir yandan çok çeşitli bireysel emeklerin ürünleri olmakla birlikte, aynı zamanda yalnızca insan emeği, genel insan emeği ürünleri de olmalarına. Başkaları için de bir kullanım-değeri taşıdıkları ölçüde, genel bir biçimde değişime girebilirler; hepsinde de genel insan (sayfa 432) erneği, yalın insan emek-gücü harcaması bulunduğu ölçüde, her birinin içerdiği bu emek niceliği aracıyla değişimde birbirleri ile karşılaştırılabilir, eşit ya da eşitsiz olarak değerlendirilebilirler. İki eşit özel üründe, toplumsal koşullarda herhangi bir değişiklik olmadıkça, eşitsiz bir bireysel emek niceliği bulunabilir, ama her zaman ancak eşit bir genel insan emeği niceliği vardır. Beceriksiz bir demirci beş atnalı yapmak için, becerikli bir demircinin on atnalı yapmaya harcadığı kadar bir zaman harcayabilir. Ama toplum, birinin olağan beceriksizliğini değerlendirmez, yalnızca orta beceriklilikte normal bir emeği, genel insan emeği olarak tanır. Öyleyse birincinin beş atnalından biri, değişimde, öteki tarafından eşit bir emek zamanı içinde yapılan on atnalının birinden daha çok değer taşımaz. Bireysel emek, ancak ve ancak toplumsal bakımdan gerekli olduğu ölçüdedir ki genel insan emeği içerir.
Öyleyse ben, bir meta şu belirli değere sahiptir dediğim zaman: l° onun toplumsal bakımdan yararlı bir ürün olduğunu; 2° özel bir kişi tarafından kendi hesabına üretilmiş bulunduğunu; 3° bir yandan özel emek ürünü olmakla birlikte bu metaın, aynı zamanda ve deyim yerindeyse bilmek ya da istemeksizin, toplumsal emeğin ve bu emeğin toplumsal bir yöntem tarafından, değişimi tarafından saptanmış belirli bir niceliğinin ürünü de olduğunu; 4° bu niceliği emeğin kendisi ile, şu ya da bu çalışma saati sayısı ile değil, ama bir başka meta ile belirttiğimi söylemiş olurum. Öyleyse eğer ben, bu saat; şu kumaş değerindedir ve bunlardan her biri elli mark eder dersem: saat, kumaş ve para aynı nicelikte toplumsal emeği içeriyor demiş olurum. Demek ki onlarda temsil edilmiş toplumsal emek süresinin, toplumsal olarak ölçülmüş ve eşit bulunmuş oldudunu saptarım. Ama bu zaman, emek süresinin genellikle çalışma saatleri, işgünleri, vb. olarak ölçüldüğü gibi, doğrudan doğruya mutlak biçimde ölçülmemiştir; bir dolambaçlı yolla, değişim aracıyla, bağıntılı olarak ölçülmüştür. Bu nedenle, emek süresinin bu saptanmiş niceliğini de, sayısı bana bilinmez kalan çalışma saatleri ile (sayfa 433)belirtemem: Onu da ancak bir dolambaçla, bağıntılı bir biçimde, aynı toplumsal emek süresi niceliğini temsil eden bir başka meta durumunda belirtebilirim. Saatin değeri, kumaşın değeri kadardır.
Ama temeli oldukları toplumu bu dolambaça zorlayan meta üretimi ve meta değişimi, onu bu dolambacı olanaklı olduğunca kısaltmaya da zorlarlar. Metaların bayağı ayaktakımı içinden, kendisinde bütün öteki metaların değerinin kendini her zaman dışavurabildiği kral bir metaı, toplumsal emeğin dolaysız cisimleşmesi olarak görünen ve bunun sonucu bütün öteki metalar ve dolaysız ve koşulsuz bir biçimde değişebilir bir duruma gelen bir metaı: parayı bir yana ayırırlar. Değer kavramı içinde tohum durumunda içerilen para, gelişmiş değerden başka bir şey değildir. Ama meta değerinin, para biçimi altında meta karşısında bağımsız bir varoluş kazanması sonucu, meta üreten ve meta değişimi yapan topluma yeni işlevler ve yeni toplumsal etkiler ile bezenmiş yeni bir etken katılır. Şimdilik ayrıntılarına girmeden, bunu saptamamız yeter.
Meta üretimi iktisadı, yalnızca bir dereceye değin bilinen etkenleri hesaba katma durumunda bulunan tek bilim değildir. Fizikte de belli bir gaz hacmi içinde, basınç ve sıcaklık da belli iken, ne kadar tekil gaz molekülü olduğunu bilmeyiz. Ama Boyle yasasının doğru olması ölçüsünde, herhangi bir gazın bu belli hacminin eşit basınç ve eşit sıcaklıktaki herhangi bir başka gazın eşit hacmi kadar molekül içerdiğini biliriz. Bundan ötürü, en çeşitli gazların en çeşitli hacimlerini, en çeşitli basınç ve sıcaklık koşulları altında, molekül içerikleri bakımından karşılaştırabiliriz; ve eğer 0° santigrad sıcaklık ve 760 mm basınç altında bir litre gazı birim olarak kabul edersek, bu birim ile molekül içeriğini ölçebiliriz. Kimyada, çeşitli öğelerin mutlak atom ağırlıkları da, bilmediğimiz şeyler arasındadır. Ama karşılıklı ilişkilerini bilerek onlan da bir dereceye değin biliyoruz. O halde meta üretimi ve meta üretimi iktisadı, çeşitli metalar içinde bulunan bilinmeyen emek niceliklerinin göreli bir dışavurumunu bu (sayfa 434) metaların göreli emek içerikleri bakımından karşılaştırılması sayesinde nasıl elde ediyorsa, kimya da kendisi için bilinmeyen şeyler arasında bulunan atom ağırlıkları büyüklüğünün göreli bir dışavurumunu, çeşitli öğeleri atom ağırlıkları bakımından karşılaştırarak, birinin atom ağırlığını ötekinin (kükürt, oksijen, hidrojen) katları ya da kesirleri biçiminde belirterek, öyle dışavurur. Ve meta üretimi altını, mutlak meta, öteki metaların mutlak eşdeğeri, tüm değerlerin ölçeği durumuna nasıl yükseltiyorsa, kimya da hidrojeni, atom ağırlığını l'e eşit olarak kabul ederek ve bütün öteki öğelerin atom ağırlıklarını hidrojene indirgeyerek, onları onun kendine özgü atom ağırlığının katları biçiminde dışavurarak, kimyasal para durumuna öyle yükseltir.
Bununla birlikte meta üretimi, toplumsal üretimin tek biçimi değildir. Eski Hint topluluğunda, güney Slavları aile topluluğunda, ürünler meta durumuna dönüşmez. Komün üyeleri doğrudan doğruya üretim için örgütlenmiş iş, gelenek ve gereksinmelere göre bölünmüştür — tüketime ayrıldıkları ölçüde, ürünler de öyle. Dolaysız bölüşüm gibi dolayımsız toplumsal üretim de her türlü meta değişimini, öyleyse (hiç değilse komün içinde) ürünlerin meta durumuna dönüşümünü ve sonup olarak değerler durumuna dönüşümlerini dıştalar.
Toplum, üretim araçlarını mülkiyetine alıp da onları dolayımsız bir biçimde toplumsallaşmış bir üretim için kullanır kullanmaz, her bireyin emeği, özgül yararlılık niteliği ne denli farklı olursa olsun, hemen ve doğrudan doğruya toplumsal emek durumuna gelir. Bir ürünün içerdiği toplumsal emek niceliğinin, bundan böyle önce bir dolambaç aracıyla saptanmasına gereksinme yoktur; ortalama olarak hangi niceliğin zorunlu olduğunu günlük deney doğrudan doğruya gösterir. Toplum yalnızca, bir buhar makinesinde, son üründen bir hektolitre has buğdayda, belirli bir nitelikteki yüz metrekare kumaşta ne kadar çalışma saati bulunduğunu hesaplayabilir. Öyleyse, ürünler içine konmuş ve toplumun dolaysız ve mutlak bir biçimde bildiği emek niceliğini, onun (sayfa 435) doğal, eksiksiz, mutlak ölçeği olan zaman ile belirtecek yerde, bir üçüncü ürün durumundaki, bir zamanlar çıkar yol olarak, kaçınılmaz bulunan, göreli dalgalanan, eksik bir ölçek ile belirtmekte devam etmek toplumun usuna bile gelemez. Tıpkı atom ağılıklarını eksiksiz ölçekleri ile, yani gramın milyarda ya da katrilyonda-biri biçimindeki gerçek bir ağırlık ile belirtebilecek bir duruma geleceği gün, onları gene de göreli bir biçimde, hidrojen atomu dolambacı aracıyla belirtmenin kimyanın usuna gelemeyeceği gibi. Öyleyse, yukarda varsayılan koşullar içinde toplum, ürünlere değer de yüklemez. Toplum yüz metrekare kumaşın, üretimi için diyelim bin çalışma saati istediği yalın gerçeğini, bu kumaş bin çalışma saati değerindedir gibi saşı ve saçma bir biçim altında dile getirmeyecektir. Kuşkusuz toplum, o zaman da her kullanım nesnesinin üretimi için ne kadar emek gerektiğini bilmek zorunda olacaktır. Üretim planını, en önemli parçasını emek-güçlerinin oluşturduğu üretim araçlarına göre hazırlamak durumunda kalacaktır. Planı belirleyecek olan şey, eninde sonunda, çeşitli kullanım nesnelerinin kendi aralarında ve üretimleri için gerekli emek niceliklerine göre tartılmış yararlı etkileridir. İnsanlar her şeyi, ünlü "değer"in işe karışması olmaksızın, çok yalın bir biçimde düzenleyeceklerdir.[37*]
Değer kavramı, meta üretiminin ekonomik koşullarının en genel ve bunun sonucu en geniş dışavurumudur. Öyleyse değer kavramı, yalnızca paranın değil, ama meta üretiminin ve meta değişiminin daha geniş bir biçimde gelişmiş bütün biçimlerinin de tohumunu içinde taşır. Daha değerin özel ürünler içinde içerilen toplumsal emeğin dışavurumu olduğu gerçeğinde, bu toplumsal emek ile aynı ürün içinde içerilen bireysel emek arasındaki farklılık olanağı yatar. Öyleyse, (sayfa 436) eğer toplumsal üretim biçimi geliştiği halde özel bir üretici eski biçimde üretmeye devam ederse, bu farklılık onun için çok belirli bir duruma gelir. Belirli bir meta türünün bütün özel üreticileri, bu metadan toplumsal gereksinmeleri aşan bir nicelikte ürettikleri zaman da aynı şey olur. Daha bir metaın değerinin, ancak bir başka meta biçiminde belirtilebilmesi ve ancak o meta ile değişimi aracıyla gerçekleşebilmesi gerçeğinde, değişimin hiç olaması ya da en azından tam değeri gerçekleştirmemesi olanağı yatar. Son olarak özgül emek-gücü metaı, kendini pazarda gösterdiği zaman değeri, başka herhangi bir meta değeri gibi, üretimi için toplumsal bakımdan gerekli emek süresine göre belirlenir. Bundan ötürü ürünlerin değer biçimi, bütün kapitalist üretim biçimini, kapitalist ile ücretli arasındaki karşıtlığı, yedek sanayi ordusunu, bunalımları, tohum durumunda içerir. Sonuç olarak, "gerçek değer"i baş köşeye oturtarak kapitalist üretim biçimini ortadan kaldırmak istemek, "gerçek" papayı başa geçirerek katolikliği ortadan kaldırmak ya da üreticilerin, sonunda bir gün, üreticinin kendi öz ürününe köleleşmesinin en geniş bir dışavurumu olan bir ekonomik kategorinin tutarlı bir kullanılması araçıyla, ürünlerini egemenlik altına alcakları bir toplumun kurulmasını istemektir.
Meta üreten toplum, meta olarak meta içindeki değer biçimini para biçimine değin geliştirdikten sonra, değer içinde henüz saklı bulunan tohumlardan birçoğunun ortaya çıktığı görülür. İlk ve en önemli sonuç, meta biçiminin genelleşmesidir. Para, hatta o zamana değin üreticinin dolaysız tüketimi için üretilen nesnelere bile meta biçimini kabul ettirir, onlan değişime çeker. Böylelikle meta biçimi ve para, üretim bakımmdan doğudan doğruya toplumsallaşmış toplulukların iç ekonomilerine girer, bir ortaklaşma bağından sonra bir başkasını koparır ve toplululuğu bir özel üreticiler yığını biçimine dönüştürür. Para ilkin, Hindistan'da görülebildiği gibi, toprağın ortaklaşa işlenmesi yerine bireysel işlenmesini geçirir; daha sonra, ekilebilir toprağın devirli yeniden-dağıtımında hâlâ görülen ortaklaşa mülkiyetini, kesin bir (sayfa 437) paylaşma ile yok eder (örneğin Moselle kıyılarındaki tarımsal topluluklarda olduğu gibi; bu iş Rus topluluklarında da başlıyor); ensonu, orman ve otlakların ortaklaşa mülkiyetinden geriye ne kalmışsa, onu da bölüşmeye götürür. Üretimin gelişmesine dayanan öteki nedenler ne olursa olsun para, bunları topluluklar üzerinde etkili kılmak için hep en güçlü araç olarak kalır. Ve aynı doğal zorunlulukladır ki para, tüm "yönetsel yasa ve kurallar"a karşın, eğer bir gün kurulursa, dühringvari ekonomik komünü de dağıtmaktan başka bir şey yapamaz.
Bir emek değerinden sözetmenin, terimlerde bir çelişki olduğunu daha önce yukarda (Ekonomi Politik, Bölüm VI) görmüştük. Emek, belli toplumsal koşullar içinde, yalnızca ürünler değil, ama değer de ürettiği ve bu değer emekle ölçüldüğü için, yerçekimi yerçekimi olarak özel bir ağırlığa ya da ısı özel bir sıcaklığa nasıl sahip olamazsa, emek de özel bir değere öyle sahip olamaz. Ama bugünkü toplumda işçinin, emeğinin tam "değer"ini almadığını ve sosyalizmin buna çare bulmaya aday olduğunu düşünmek, "gerçek değer" üzerine düş kuran tüm toplumsal düşçülüğün (confusionnisme) belirtici özgülüğüdür. Bunun sonucu, önce emeğin değerinin ne olduğunu bulmak gerekir; ve bunun ne olduğu da emeği asıl kendi ölçüsüne, zamana göre değil, ama ürününe göre ölçmeye çalışarak bulunur. İşçi "emeğin tam ürünü"nü almalıdır. Yalnızca emeğin ürünü değil, ama emeğin kendisi de bir ürün ile, bir saatlik emek bir başka saatlik emeğin ürünü ile dolayımsız değişebilir olmalıdır. Ama ortaya hemen "çok çetin" bir pürüz çıkar. Tam ürün, üleştirilir. Toplumun en önemli ilerleyici görevi, birikim, toplumdan geri alınır; bireylerin eline ve keyfine bırakılır. Bireyler, kendi "meyve"leri ile ne isterlerse onu yapabilirler; toplum, en iyi durumda, ne denli zengin ya da ne denli yoksul idiyse, gene o denli zengin ya da o denli yoksul olarak kalır. Demek ki eğer geçmişte birikmiş bulunan üretim araçları toplumun elleri arasında toplanmışsa bu, yalnızca gelecekte tüm üretim araçları bireylerin elleri arasında yeniden dağılsınlar diyedir. Kendi öz (sayfa 438) varsayımlarına bir şamar indirilir, katıksız bir saçmalığa varılır.
Akışkan emeğin, çalışmakta olan emek-gücünün, bir emek ürünü ile değişilmesi istenir. Bu güç, o andan başlayarak, tıpkı kendisi ile değişilecek olduğu ürün gibi, metadır. Bu emek-gücünün değeri, artık hiçbir zaman ürününe göre değil ama kendinde cisimleşen toplumsal emeğe, o halde bugünkü ücret yasasına göre belirlenir.
Ama bu, istenmeyen şeyin ta kendisidir. Akışkan emeğin, emek-gücünün, kendi tam ürünü ile değişilebilir olması istenir. Bu, onun kendi değeri ile değil, ama kendi kullanım-değeri ile değişebilir olması gerektiği anlamına gelir; değer yasası bütün öteki metalara uygulanmalı, ama emek-gücü için ortadan kaldırılmalıdır. "Emeğin değeri" arkasında saklanan, kendi kendini ortadan kaldırmaya özgü düşçülük, işte budur.
"Eşit değerlendirme ilkesine göre emeğin emek ile değişimi", bunun bir anlamı olduğu ölçüde, öyleyse eşit toplumsal emek ürünlerini birbirleri ile değiştirme olanağı, öyleyse değer yasası meta üretiminin ta kendisinin, öyleyse bu üretimin en yüksek biçiminin, kapitalist üretimin de temel yasasıdğr. Bu yasa kendini, bugünkü toplumda, ekonomik yasaların kendilerini bir özel üreticiler toplumunda kabul ettirebilecekleri tek biçimde kabul ettirir: Nesnelerde ve ilişkilerde yatan, üreticilerin istenç ve etkinliğinden bağımsğz, körü körüne işleyen bir doğa yasası olarak. Bay Dühring, bu yasayı kendi ekonomik komününün temel yasası durumuna yükselterek ve ondan bu yasayı tam bir bilinçle uygulamasını isteyerek, varolan toplumun temel yasasını, kendi düşsel toplumunun temel yasası durumuna getirir. Varolan toplumu, ama düzgüsüzlükleri olmaksızın, ister. Böylelikle, Proudhon ile aynı alan üzerinde devinir. Onun gibi, meta üretiminin kapitalist üretim durumuna evriminden çıkan düzgüsüzlükleri, onların karşısında meta üretiminin, işleyişi tam da bu düzgüsüzlükleri meydana getirmiş bulunan temel yasasını yücelterek ortadan kaldırmak ister. Proudhon gibi değer (sayfa 439) yasasının gerçek sonuçlarını, düşsel sonuçları yardımıyla ortadan kaldırmak ister.
Ama bizim soylu Rossinante'ı "evrensel adalet ilkesi" üzerine binmiş ve yiğit Sancho Pança'sı Abraham Ensz tarafından izlenen modern Don Quijote'miz, haksızlıklarla savaşmak üzere ülke ülke gezen şövalye olarak, Mambrino'nun zırhlı başlığının,[38*] "emek değeri"nin fethine gitmek için savaşa ne denli kurumlu bir biçimde girişirse girişsin, korkarız, çok korkarız ki geriye, romanın eski berber tasından başka hiçbir şey getirmeyecek. (sayfa 440)
BEŞİNCİ BÖLÜM
DEVLET, AİLE, EĞİTİM
Bundan önceki iki bölüm ile bay Dühring'in "yeni sosyaliter kuruluş"unun ekonomik içeriğini hemen hemen eksiksiz bir biçimde açıklamış bulunuyoruz. Olsa olsa bir de, "tarihsel çevrenin evrensel genişliği"nin, hatta bilinen ölçülü aşırı-tüketimi bir yana bıraksak bile, onu kendi özel çıkarlarını görmekten alıkoymadığını belirtmek gerekirdi. Eski işbölümü toplumda varlığını sürdüreceğinden, ekonomik komün yalnızca mimarlar ile niteliksiz işçileri değil, ama meslekten kalem erbabını da hesaba katmak zorunda kalacaktır ve bu da telif hakkının geleceği sorununu ortaya çıkarır. Bu sorun bay Dühring'i, bütün öteki sorunlardan çok uğraştırır. Örneğin Louis Blane ve Proudhon dolayısıyla, sonunda Dersler'in dokuz sayfası üzerinde sergilenmek ve —ölçülü aşırı-tüketim ile birlikte mi, yoksa onsuz mu olduğu söylenmeksizin— "emek karşılığı" gizemli biçimi altında sosyalite limanına (sayfa 441) sağ-salim sığınmak üzere, telif hakkı her yerde okurun bacaklarına dolaşır. Toplumun doğal sisteminde pirelerin konumu üzerine bir bölüm de en azından o denli uygun ve herhalde daha az sıkıcı olurdu.
"Felsefe", geleceğin siyasal rejimi üzerine ayrıntılı buyruklar verir. Bu konuda Rousseau istediği denli bay Dühring'in "tek önemli habercisi" olsun, gene de temelleri yeterli bir derinlikle atmamıştır; daha derin olan ardılı Rousseau'yu son derece sulandırarak ve ona Hegel'in sulu bir yavan yemek halinde kaynatılmiş Hukuk Felsefesi artıklarından karıştırarak, bu işe köktenci bir çare bulur. "Birey egemenliği", gelecekteki dühringvari devletin temelini oluşturur. Bu egemenlik, çoğunluk egemenliği altında ezilmemeli ama orada ilk kez olarak doruk noktasına varmalıdır. Bu nasıl olur? Çok yalın bir biçimde.
"Eğer herkesin herkesle her konuda anlaşmalar yaptığı varsayılır ve eğer bu sözleşmelerin konusu da haksız zararlara karşı karşılıklı yardımlaşma olursa, — zaman yalnızca hukukun korunup sürdürülmesine yönelik bir güç pekişmesi olacak ve artık düpedüz yığının birey ya da çoğunluğun azınlık üzerindeki erklik aşırılığından kaynaklanan hiçbir hak olmayacaktır."
Gerçeksel felsefenin ta kendisi olan bu hokkabazlığın canlı gücü, en aşılmaz engeller arasından işte bu kolaylıkla geçer ve eğer okur eskisinden daha ileri gitmediğini düşünürse, bay Dühring ona bu işi o kadar hafife almaması gerektiği yanıtını verir, çünkü "genel istencin rolü anlayışındaki en küçük yanlışlık bireyin egemenliğini yok edebilir ve gerçek haklardan bir sonuç çıkarılmasını sağlayan şey de yalnızca bu egemenliktir".
Bay Dühring alay ettiği zaman, hayranlarına tam da değimli oldukları biçimde davranır. Çok daha kötü şeyler de yapabilirdi: Nasıl olsa gerçeksel felsefe öğrencileri farkına bile varmazlardı.
Oysa birey egemenliği, özsel olarak şuna dayanır ki "devlet karşısında birey, mutlak bir baskı durumu içinde (sayfa 442) bulunur", ama bu baskı, ancak "doğal adalete gerçekten hizmet ettiği" ölçüde doğrulanabilir. Bu amaçla, "yasama ve yüksek görevliler sınıfı" olacak, ama bunlar "topluluk ile birlikte kalacak"lardır; ayrıca kendini "orduda ya da iç güvenlik bakımından gerekli, yürütücü bir kesimdeki dayanışma ile" gösteren bir savunma birliği, yani ordu, polis ve jandarma da olacaktır. Gerçekte bay Dühring, şimdiye değin ne yiğit bir Prusyalı olduğunu çok gösterdi! Burada da müteveffa bakan von Rochow'un o "jandarmasını kalbinde taşıyan" örnek Prusyalısının ta kendisi olarak görünür. Ama geleceğin bu jandarması, bugünün "geriyecileri"[39*] denli tehlikeli olmayacaktır. O, egemen bireye karşı ne türlü zor kullanırsa kullansın, egemen bireyin her zaman bir avuntusu var: "Özgür toplum tarafından koşullara göre uğratıldığı haklılık ya da haksızlık, hiçbir zaman doğal durumun uğratacağından daha kötü bir şey olamaz!"
Ve gene o kaçınılmaz telif hakları üzerinde bizi bir kez daha sendelettikten sonra bay Dühring, kendi gelecekteki dünyasında "baroya, kendiliğinden anlaşıldığı üzere, tamamen özgür ve genel olacak bir giriş hakkı" bulunacağı konusunda bize güvence verir. "Bugün tasarlanmış bulunan özgür toplum", gitgide daha karışık bir durum alır: mimarlar, niteliksiz işçiler, kalem-adamları, jandarmalar ve üstüne üstlük, bir de avukatlar! Bu "sağlam ve eleştirel entelektüel krallık", çeşitli dinlerin, iman sahibinin dünyasal yaşamını kendisine tatlı kılan şeyi orada her zaman biçim değiştirmiş bir durumda bulduğu çeşitli göksel krallıklarına tıpatıp benzer. Ve bay Dühring de, "herkesin kurtuluşunu kendine göre sağlayabildiği"[40*] devlete uyruk değil mi? Başka ne istenebilir?
Ayrıca bizim isteyebildiğimiz şeyin önemi de yok. Önemli olan, bay Dühring'in istediği. Ve bay Dühring; Friedrich II'den şu bakımdan ayrılır ki, onun gelecekteki devletinde, (sayfa 443) herkesin kurtuluşunu kendine göre sağlayabildiği hiç de doğru değildir. Bu gelecekteki devletin anayasası şöyle der:
"Özgür toplumda tapınış (culte) olamaz; çünkü üyelerinin her biri, doğanın arkasında ya da üstünde, kurban ya da.dua yoluyla etkili olunabilecek varlıklar bulunduğu ilkel ve çocuksu kuruntusunu aşmıştır. Öyleyse, doğru olarak anlaşılmış [bir] sosyalite sisteminin ... kiliseye değin tüm gözbağcılık aygıtını ve bunun sonucu bellibaşlı bütün din öğelerini ortadan kaldırması gerekir."
Din, yasaklanır.
Nedir ki, her din, insanların günlük yaşayışını egemenlik altında bulunduran dış güçlerin, onların kafalarındaki düşlemsel yansımalarından, dünyasal güçlerin içinde dünyaüstü güçler biçimine büründükleri bir yansımadan başka bir şey değildir. Tarihin başlangıçlarında bu yansımaya uğrayan ve gelişmenin devamında çeşitli halklar arasında çok çeşitli ve çok değişik kişileştirmelere bürünen güçler, önce doğa güçleridir. Bu ilk sürecin, karşılaştırmalı mitologya aracıyla Hint Veda'larında, hiç olmazsa Hintli-Avrupalı halklar için kaynağına değin çıkılmış ve Hintler, İranlılar, Yunanlılar, Romalılar ve Germenlerde, ve yeterince belgeye sahip bulunduğumuz ölçüde de Keltler, Litvanyalılar ve Slavlarda bu süreç, ayrıntılı bir biçimde gösterilmiştir. Ama az sonra, doğal güçlerin yanı sıra bir o denli yabancı ve başlangıçta bir o denli açıklanmaz bir biçimde insanların karşısına dikilen güçler olan toplumsal güçler de işe karışır ve onları doğa güçlerinin doğal zorunluluk görünüşlerinin tıpkısı bir doğal zorunluluk görünüşü ile egemenlikleri altına alırlar. Başlangıçta içlerinde yalnızca doğanın gizemli güçlerinin yansıdıkları düşlemsel kişilikler, böylece toplumsal öznitelikler kazanır, tarihsel güçlerin simgeleri durumuna gelirler.[41*] Evrimin (sayfa 444) daha da gelişmiş bir aşamasında, çok sayıdaki tanrıların tüm doğal ve toplumsal öznitelikleri, bu kez soyut insanın yansımasından başka bir şey olmayan her şeye yetenekli tek bir tanrıya geçirilir. Tarihte, çöküş durumundaki bayağı Yunan felsefesinin son ürünü olan ve dörtbaşı bayındır cisimleşmesini Yahudilerin kendilerine özgü ulusal tanrısı Yahova'da bulan tektanrıcılık, işte böyle doğmuştur. Bu elverişli, kullanılabilir ve her şeye uyarlanmaya yetenekli biçim altında din, insanlar o güçlerin egemenliği altında kaldıkları sürece onları yöneten yabancı, doğal ve toplumsal güçlere göre dolaysız, yani duygusal biçim olarak varlığını sürdürebilir. Oysa bugünkü burjuva toplumda insanların, gene kendileri tarafından yaratılmış ekonomik ilişkiler, gene kendileri tarafından üretilmiş üretim araçları aracıyla, sanki yabancı bir güç aracıyla yönetilir gibi yönetildiklerini birçok kez görmüş bulunuyoruz. O halde dinsel yansımanın gerçek temeli ve onunla birlikte dinsel yansının kendisi de varlığını sürdürür. Ve burjuva iktisadı, bu yabancı egemenliğinin nedensel bağlantısına bir göz atmaya izin verse bile, bu hiçbir şeyi değiştirmez. Burjuva iktisadı ne genel olarak bunalımları önleyebilir, ne bireysel kapitalisti yitiklerden, karşılıksız borçlardan ve batkıdan, ne de işçiyi işsizlik ve sefaletten esirgeyebilir. Atasözü hep haklı: İnsan önerir, Tanrı düzenler (Tanrı, yani kapitalist üretim biçiminin yabancı egemenliği). Yalın bilgi, burjuva iktisadı bilgisinden daha ileri ve daha derine de gitse, toplumsal güçleri toplumun egemenliği altına almaya yetmez. Bunun için her şeyden önce toplumsal bir eylem gerekir. Ve bu eylem yerine getirildiği, toplum tüm üretim araçları üzerine elkonması ve planlı bir biçimde kullanılması aracıyla, kendini ve bütün üyelerini, şimdilik kendileri tarafından üretilmiş, ama karşılarına ezici bir yabancı güç olarak dikilen bu üretim araçlarının onları egemenliği altında tuttuğu kölelikten kurtardığı zaman; yani insan yalnızca önerir olmaktan çıktığı ama düzenleyici de olduğu zaman; — işte ancak o zaman, dinde yansıyan son yabancı güç ortadan kalkacak ve böylece artık yansıtacak hiçbir şey bulunmaması (sayfa 445) yalın nedeniyle, dinsel yansının kendisi de ortadan kalkacaktır. Tersine bay Dühring, dinin bu kendisine vaat edilmiş bulunan doğal ölümle ölmesini bekleyemez. Daha köktenci bir biçimde davranır. O, Bismarck'tan daha bismarkçıdır; yalnızca katolikliğe karşı değil, ama genel olarak tüm dine karşı ağırlaştırılmış mayıs yasaları çıkarır,[42*] gelecekteki jandarmalarını dinin izlenmesine gönderir ve böylece onun şehitlik mertebesine yükselmesine yardım eder ve ömrünü uzatır. Nereye bakarsak bakalım, her yerde o özgül Prusya sosyalizmi!
Bay Dühring dini, böyle başarılı bir biçimde ortadan kaldırdığı zaman, "kendi kendisi ile ve doğa ile güçlü ve kendi kolektif güçlerini bilecek denli olgun insan, bundan böyle işlerin gidişinin ve kendi has özünün ona açtığı bütün yolları korkmadan tutabilir".
Şimdi değişiklik olsun diye, kendi kendisi ile güçlü insanın, bay Dühring'in işaretleri üzerine hangi "gidişat"ı korkmadan tutabileceğini görelim.
İşlerin insanı kendi kendisi ile güçlü kılan ilk gidişi, doğumdur. Sonra, doğal erginlik öncesi çağı boyunca, "çocukların" "doğal eğitici"sine, anneye teslim edilmiş olarak kalır.
"Bu dönem, eski Roma hukukunda olduğu gibi, erginlik çağına değin, yani aşağı yukarı ondört yaşına değin sürebilir."
Yalnızca bu yaşa gelmiş oğlanlar, annenin yetkesine gerektiği gibi saygılı olmayacak denli kötü yetişmiş oldukları zamandır ki baba yardımı, ama özellikle devletin eğitici önlemleri, bu kusura bir çare bulacaktır. Erginlik ile birlikte çocuk, eğer "söz götürmez gerçek bir babalık" sahibi bir baba varsa, "babanın doğal vesayeti" altına girer; yoksa, topluluk bir vasi görevlendirir.
Bay Dühring daha önce, üretimi baştan başa değiştirmeden kapitalist üretim biçimi yerine toplumsal üretim biçiminin geçirebileceğini düşünmüş bulunduğu gibi, burada da (sayfa 446) modern burjuva ailesinin biçimini tepeden tırnağa değiştirmeden, ekonomik temelinden koparılabileceğini tasarlar. Bu biçim onun için öylesine değişmez bir şeydir ki "eski Roma hukuku"nu, "arındırılmış" bir biçim altında da olsa, ailenin ölümsüz yasası durumuna getirir ve bir aileyi ancak "kalıtçı" olarak, yani mal sahibi birim olarak düşünebilir. Bu konuda ütopyacılar, bay Dühring'i iyiden iyiye geride bırakırlar. Onlara göre insanların özgür toplumsallaşması ve özel ev işinin kamusal bir sanayi durumuna dönüşümü, hemen gençliğin eğitiminin toplumsallaşması ve böylece aile üyelerinin gerçekten özgür bir karşılıklı ilişkisi sonucunu veriyordu. Ve ayrıca Marx, "kadınlara ve çocuklara ev alanı dışında toplumsal olarak örgütlenmiş üretim süreçlerinde verdiği kesin rol sayesinde, büyük sanayinin ailenin ve cinsler arası ilişkilerin yüksek bir biçiminin üzerinde yükseleceği yeni ekonomik temeli de yarattığı"nı tanıtlamış bulunmaktadır (Kapital, s. 515 vd.).[43*]
"Her toplumsal reform kaçığı, der bay Dühring, yeni toplumsal yaşamına karşılık düşen pedagojiyi doğal olarak hazır sayar."
Bu tümceye göre yargılanırsa bay Dühring, toplumsal reform kaçıkları arasında "gerçek bir ucube" olarak görünür. Geleceğin okulu, onu en azından telif hakları denli uğraştırır ve bu da onunla az uğraştığı anlamına gelmez. Onun yalnızca tüm "önceden görülebilir gelecek" için değil ama geçiş dönemi için de dörtbaşı bayındır bir okul ve üniversite öğrenim planı var. Bununla birlikte, son çözümlemede kesin sosyalitede her iki cinsten gençliğin ne öğreneceği ile yetinelim.
Zorunlu ilkokul, "kendiliğinden ve ilke olarak insan için bir çekimi olabilen her şeyi", öyleyse özellikle "bütün bilimlerin, dünya ve yaşam görüşleri ile ilgili başlıca temel ve sonuçlarını" sunar. Öyleyse zorunlu ilkokul, her şeyden önce, hem de yalın sayı sayma ve toplamdan entegral hesaba değin, bütün temel bilgiler ve bütün araçlar bölümünü "tamamen" gözden geçirecek biçimde, matematik öğretir. Ama bu, (sayfa 447) bu okulda, gerçekten diferansiyel ve entegral hesap yapılacağı anlamına gelmez. Tersine. Daha çok tüm matematiğin yepyeni öğeleri öğretilecek ve bunlar, günlük ilkel matematiği olduğu denli yüksek matematiği de tohum olarak içereceklerdir. Ama her ne denli bay Dühring, geleceğin bu okuluna yönelik "elkitaplarının içeriğinin, şematik olarak ve ana çizgileri ile [daha şimdiden] gözleri önünde" olduğunu ileri sürerse de, ne yazık ki o, "tüm matematik öğeleri"ni bulma başarısını şimdiye değin gösterememiştir ve onun bulamadığı şeyi, ancak ve ancak, "toplumun yeni durumunun, yeni ve artmış güçlerinden beklemek" gerekir. Ama her ne denli şimdilik geleceğin matematik üzümleri henüz koruksalar da, geleceğin astronomi, mekanik ve fiziği bir o denli az güçlük çıkartacak ve "tüm yetişmenin çekirdeğini verecekler"dir; oysa "botanik ve zooloji, bütün teorilere karşın, özsel olarak betimlemeci kalan tarzları ile", daha çok "eğlence" işine yarayacaklardır. İşte, Felsefe, sayfa 417'de basılmış olan şey, bu. Bugüne değin bay Dühring, özsel olarak betimlemeci olanlardan başka botanik ve zooloji bilmez. Karşılaştırmalı anatomi, embriyoloji ve organik dünyanın paleontolojisini kapsayan organik morfolojinin adını bile bilmez. Haberi olmadan, biyoloji alanında yepyeni bilimler hemen hemen düzinelerle doğarken, onun çocuksu ruhu hep "doğa bilimlerine özgü düşünce biçiminin çok yüksek ölçüde modern kültür öğeleri"ni Raff çocukları için yazılmış doğal tarihte aramaya gider ve tüm "önceden görülebilir gelecek"e de organik dünyanın bu anayasasını ihsan eder. Her zaman olduğu gibi kimya, burada bir kez daha tamamen unutulmuştur.
Öğretimin estetik yanına gelince bay Dühring, her şeyi yeniden yaratacaktır. Geçmişin şiiri metelik etmez. Tüm dinin yasaklarıdığı yerde, eski ozanlar da çok görülen "mitolojik ya da genel olarak dinsel özentiler", okulda elbette hoş görülemez. Hatta örneğin Gœthe'nin iyiden iyiye geliştirdiği ozanca mistisizm" bile kınanacak bir şeydir. Öyleyse bay Dühring, "anlık ile dengeli bir imgeleme yetisinin yüksek gerekirliklerine yanıt veren" ve "dünyanın tamamlanması (sayfa 448) anlamına gelen" doğru ülküyü temsil eden o ozanca başyapıtları bize kendisi verecek. Aman geri kalmasın! Ekonomik komün, ancak alexandrinin[44*] anlıkla dengeye getirilmiş saldırı adımıyla yürüyeceği andan sonra dünyayı fethedebilecektir.
Filoloji, geleceğin yetişmekte olan yurttaşını pek sıkmayacak.
"Ölü diller tamamen bir yana bırakılmışlardır. ... Yaşayan yabancı dillere gelince... onlar ikincil bir şey olarak kalacaklardır."
Ancak halklar arasındaki ticaretin, halk yığınlarının günlük yaşamına karıştığı yerlerdedir ki yaşayan yabancı dilleri gereksinmelere göre herkesin kolayca öğrenebileceği bir durama getirmek gerekecektir. "Gerçekten eğitici dil öğretimi", bir tür evrensel dilbilimi ve özellikle "ana dilin öz ve biçmi" içinde bulunur. — Bugünün insanının sınırlı ulusal çevreni (ufku) bile bay Dühring için çok fazla kozmopolittir. Bundan ötürü, hiç değilse bugünkü dünyada sınırlı ulusal görüş açısının üstüne yükselme firsatı veren iki kaldıracı: bütün halklardan hiç olmazsa klasik bir eğitim görmüş insanlara geniş bir ortak çevren açan eski diller bilgisi ile çeşitli uluslardan insanlara, aralarında anlaşabilmek ve kendi sınırları dışında olup biten şeyler üzerine bilgi edinebilmek için zorunlu olan modern diller bilgisini ortadan kaldırmak ister. Buna karşılık ulusal dilin dilbilgisi, özene bezene kafanıza sokulacaktır. Ama "anadilin öz ve biçimi" ancak doğuş ve ilerleyici gelişmeleri izlenirse anlaşılabilirler ve bu da: 1° bu dilin sönmüş biçimlerini ve 2° akraba, canlı ve ölü dilleri göz önünde tutmadıkça olanaklı değildir. Bu da bizi, kesin olarak yasaklanmış alan üzerine götürür. Bununla birlikte eğer bay Dühring, eğitim planından tüm modern tarihsel dilbilgisini böylece silerse, ona kendi dil öğretimi için tarihsel temellerden yoksunluğa bağlı tüm kazüistik ve keyfiliği ile eski Frankonya dilbiliminin, tamamen eski klasik filoloji üslubu içinde onarılmış teknik kurallarından başka bir şey kalmayacaktır. Eski filoloji düşmanlığı, onu bu filoloji (sayfa 449) ürünlerinden en kötüsünü, "gerçekten eğitici dil öğretiminin merkezi" durumuna getirmeye götürür. Altmış yıldan beri o kadar yetke ve başarı ile geliştirilen tarihsel dilbilim araştırmalarından söz edildiğini hiç duymamış ve sonuç olarak dil eğitiminin "yüksek derecede modern kültür öğeleri"ni Bopp, Grimm ve Diez'de değil, ama mutlu belleğin Heyse ile Becker'inde arayan bir filolog karşısında bulunduğumuz açıkça görülüyor.
Ama bütün bunlarla birlikte geleceğin genç yurttaşı, henüz "kendi kendisi ile güçlü" olmaktan uzaktır. Bunun için "son felsefi temellerin sahiplenilmesi" aracıyla, bir kez daha daha derin bir temel gerek. "Ama böylesine bir derinleşme" bay Dühring'in yolu açmasından bu yana, "hiç de bir dev işi olmayacaktır". Gerçekten, "eğer genel şematik varlık bilgisinin övünebildiği birkaç kesin kavramın falsolu skolastik ara nağmeleri arındırılırsa, ve eğer hiçbir yerde [bay Dühring tarafından] doğrulanmış gerçeklikten başka hiçbir şeyi üste çıkarmamaya karar verilirse", temel bilgiler veren felsefe de geleceğin gençliği için tamamen anlaşılabilir bir duruma gelir.
Sonsuz kavramlarını ve bunların eleştirisini bugüne değin görülmemiş bir genişliğe kavuşturduğumuz son derece yalın yöntemler anımsanırsa, güncel derinleştirme ve inceltme sonucu öylesine yalın bir biçim almış bulunan evrensel uzay ve zaman anlayışı öğelerinin, sonunda neden hazırlık bilgileri dizisi içine giremeyecekleri hiç mi hiç anlaşılamaz. ... [Bay Dühring'in] en köklü fikirler[i] yeni toplumun evrensel kültür sisteminde, ikincil olmaşacak bir rol oynama hakkına sahiptirler."
Maddenin kendi kendine özdeş durumu ile sayılmış-sayılmaz (innombrable nombré) tersine, "yalnızca insanı kendi ayakları üzerinde tutmaya değil, ama ona Mutlak denilen şeyin aslında ayakları altında olduğunu bildirmeye de" adaydırlar.
Görüldüğü gibi geleceğin halk okulu, Yunanca ve Latincenin yerine biraz daha çok arı ve uygulamalı,matematiğin ve özellikle gerçek felsefesi öğelerinin geçtiği ve Almanca (sayfa 450) öğretiminin müteveffa Becker, yani aşağı yukarı lise bir düzeyine indirgendiği yetkinleştirilmiş bir Prusya "sultani"sinden başka bir şey değil. Gerçek şudur ki, bay Dühring'in değindiği bütün alanlardaki son derece okulsal niteliğini artık göstermiş bulunduğumuz "bilgiler"inin ya da daha doğrusu önceden yapılması gereken köklü bir "arındırma"dan sonra bu bilgilerden geri kalacak şeylerin, gerçeklikte o diziden hiç ayrılmadıkları halde, "eninde sonunda, ayrıklamasız hepsinin, hazırlık bilgileri içine" neden girmedikleri "hiç mi hiç anlaşılamaz". Sosyalist toplumda emek ile eğitimin birbirine bağlanacağından ve böylece bilimsel eğitim için bir temel gibi çok yönlü bir teknik kültürün de sağlanacağından söz edildiğini, belli belirsiz, kuşkusuz bay Dühring de duymuştur: Bu nedenle bu nokta da, bilinen biçimde, sosyalitenin hizmetine konmuştur. Ama, görmüş bulunduğumuz gibi eski işbölümü, geleceğin dühringvari üretiminde varlığını özsel olarak sürdürmeye rahatça devam edeceğinden, okuldaki bu teknik eğitim, gelecekteki her türlü pratik uygulamadan, üretim için her türlü anlamdan kopuk tutulur; bu eğitimin yalnızca okulsal bir ereği vardır; bu eğitim, köktenci devrimcimizin hiç bilmek istemediği jimnastiğin yerini almak üzere uygulanır. Bundan ötürü o bize ancak, örneğin: "Gençler ve yaşlılar, sözcüğün gerçek anlamıyla çalışırlar", gibisinden birkaç tümce sunabilir. Bu ipsiz sapsız gevezelik, Kapital'in, sayfa 508-515'teki,[45*] Marx'ın içinde aşağıdaki tezi açıkladığı parçası ile karşılaştırıldığı zaman, ne denli içler acısı görünür:
"Robert Owen'in ayrıntılarıyla gösterdiği gibi, gelecekteki eğitimin tohumu fabrika sistemi içinde atılmış ve filizlenmeye başlamıştır; bu tür bir eğitimle belli bir yaşın üzerindeki her çocuk, üretici işi öğrenim ve jimnastik ile birarada yürütecek ve bu yalnızca üretimdeki etkinliğin artırılmasında bir yöntem olarak değil, tam anlamıyla gelişmiş bir insanın yetiştirilmesinde tek yöntem olarak uygulanacaktır."[46*] (sayfa 451)
Gerçek felsefesinin her şeyi bilmenin çekirdeğini oluşturacağı ve tip fakültesinin yanısıra hukuk fakültesinin de bütün ferahlığı içinde varlığını sürdüreceği geleceğin üniversitesini bir yana bırakalım; ancak yalnızca "birkaç konu"ya yöneltileceklerini öğrenebildiğimiz "özel teknik kurumlar"ı da bir yana bırakalım. Geleceğin genç yurttaşının, tüm öğrenimini bitirdikten sonra, sonunda evlenebilecek denli "kendi kendisi ile güçlü" olmaya yetenekli bir duruma geleceğini kabul edelim. Bay Dühring ona, burada hangi gidişatı salık verir?
"Döl vermenin, gerek niteliklerin saptanması, ayıklanması ve karışımı bakımından, gerekse bu nitelikleri oluşturan yeni gelişme bakımından taşıdığı önem karşısında, insanal olan ya da olmayan köklerini büyük ölçüde cinsel birleşme ve seçmede, ayrıca da şu ya da bu doğumlu sonuca yatkın ya da karşıt önyargıda aramak gerekir. Pratikte, bu alanda egemen olan düzensizlik ve us durgunluğunu yargılama işini daha sonraki bir çağa bırakmak gerekir. Gene de, hatta önyargıların baskısı altında, şimdilik hiç olmazsa doğumların sayısından çok niteliğinin, doğanın ya da insan sakınımının başarı ya da başarısızlığının göz önünde tutulması gerektiği anlatılabilir. Gerçi ucubeler her zaman ve bütün hukuksal rejimlerde yok edilmeye aday olmuşlardır; ama normalden, varlığın insan görünüşünü yok eden biçimsizliğe kadar giden ölçeğin, çeşitli dereceleri var. ... Kusurlu bir yaratık olacak bir insanın doğuşunu önlemek — bu olga, açıkça bir başarıdır."
Aynı biçimde bir başka parçada şöyle okunur:
"Felsefi açıdan, henüz doğacak dünyanın olanaklı olan en iyi bileşiminin sağlanması hakkını anlamak güç değildir. ... Gebelik ve herhalde doğum, işin içine bu bakımdan önleyici ve ayrıklama olarak da seçici bir çaba sokma fırsatını sunar."
Ve daha ilerde:
"İnsanı mermerde ülküleştirme amacına dönük Yunan sanatı, sanat alanını pek ilgilendirmeyen ama milyonlarca (sayfa 452) insanın yaşamsal yazgısı bakımından çok daha ciddi olan etten kemikten insanın yetişmesini kusursuz bir biçime sokma görevi ele alınacağı andan başlayarak aynı tarihsel önemi korumayacaktır. Bu tür sanat, yalın bir taş işlemesi sanatı değildir ve onun estetiğinin, ölü biçimlerin hayran hayran seyredilmesi ile bir ilgisi yoktur, vb.."
Bizim gelecekteki genç yurttaşımız şaşakalır. Evlilikte basit bir taş işleme sanatının ya da ölü biçimlerin seyrinin sözkonusu olmadığını, o gerçi bay Dühring olmadan da biliyordu; ama bay Dühring ona, kendisine bağlanan beden ile birlikte kardeş bir ruh bulmak üzere, işlerin gidişinin ve kendi öz doğasının ona açtıkları bütün yolları tutabileceğini söz vermişti. "Derin ve sert ahlaklılık" şimdi ona bir gökgürültüsü sesiyle: Hiçbir zaman! diye haykırır. Sözkonusu olan, önce cinsel birleşme ve seçme alanında egemen olan düzensizlik ve us durgunluğuna son vermek ve yeni dünyanın olanaklı olan en iyi bileşim hakkını göz önünde tutmaktır. Genç yurttaş için bu gösterişli anda, etten ve kemikten insanın yetişmesini kusursuz bir duruma sokma, bir çeşit etten ve kemikten Phidias durumuna gelme sözkonusudur. Ama bu işi nasıl yapmalı? Bay Dühring her ne denli bir "sanat"ın sözkonusu olduğunu söylüyorsa da, yukarda aktarılmış bulunan gizemli açıklamaları, ona en küçük bir bilgi vermez. Sakın bay Dühring raslantı sonucu bu sanatın, "şematik olarak gözler önünde duran", belki de kağıt bir bantla sarılmış olarak bugün Alman kitap pazarında dolaşımda bulunan kitaplara benzer bir elkitabına sahip olmasın? Gerçekte biz artık burada sosyalitede değil, tersine Sihirli Flüt'te[47*] bulunuyoruz; şu farkla ki iri ve yağlı din adamı Farmason Sarastro, bizim derin ve sert ahlakçımız karşısında ancak "ikinci sınıf bir köy papazı" gibi görünebilir. Sarastro'nun kendi aşık çömez çiftini geçirdiği sınamalar, bay Dühring'in "ahlaklı ve özgür evlilik" durumuna girmelerine izin (sayfa 453) vermeden önce, kendi iki egemen bireyini geçirdiği korku dolu sınav karşısında gerçek bir çocuk oyunu kalır. Bizim geleceğin "kendi kendisi ile güçlü" Tamino'muzun, Mutlak denilen şeyi ayakları altında bulundurması, ama ayaklarından birinin normalden birkaç derece sapması, öyleki bazı kötü dillilerin ona topal demesi olanaklıdır. Sevgilisi olan geleceğin Pamina'sının, sağ omuza doğru, kıskançlığın hiç yoktan küçük bir kambur bile yapacağı hafif bir eğilme sonucu, kendini sözü geçen Mutlak üzerinde dimdik tutamaması da olanaklıdır. O zaman ne olacak? Derin ve sert Sarastro'muz, etten ve kemikten insan yetkinleştirme sanatını onlara yasaklayacak, "gebelik" sırasında "önleyici", "doğum" sırasında "seçici çaba"sını mı kullanacak? İşlerin başka türlü olacağına bire karşı on bahse girerim: Aşık çift Sarastro-Dühring'i yüzüstü bırakacak ve evlendirme memurunu bulmaya gidecektir.
Dur! diye haykırır bay Dühring. Benim demek istediğim bu değil. Biraz dinleyin.
"Kurtarıcı cinsel birleşmelerin gerçekten insanal yüksek dürtüleri... yoğunlaşması kendini tutkulu aşk olarak gösteren cinsel uyarının insanca soylulaştırılmış biçimi olduğundan, sonuçlarında da yararlı bir birleşmenin en iyi güvencesi, onun karşılıklılığındadır. ... Kendiliğinden uyumlu bir ilişkiden duygu birliği belirtisi taşıyan bir ürün çıkarmak, ancak ikinci dereceden bir sonuçtur. Bundan da her zorlamanın zorunlu olarak zararlı bir sonuç vereceği sonucu çıkar, vb.."
Böylece, sosyalitelerin en iyisinde, her şey en iyiye doğru gider. Topal ile kambur, birbirlerini çılgınca severler ve bu nedenle "ikinci dereceden uyumlu bir sonuç"un en iyi güvencesini karşılıklılıklarında verirler. Her şey romandaki gibi olur; sevişirler, evlenirler ve tüm derin ve sert ahlak düşüncesi (moralité), her zaman olduğu gibi, uyumlu bir ala ala heye varır.
Bay Dühring'in, genel olarak dişi cinsiyet üzerine hangi soylu düşünceyi beslediğini bilmek ister misiniz? Bugünkü topluma karşı yaptığı suçlamada bu, görülür: (sayfa 454)
"İnsanın insana satılması üzerine kurulu baskı toplumunda fuhuş, zoraki evliliğe erkekler yararına getirilmiş doğal bir tamamlayıcı olarak görünür ve bu toplumda kadınlar için buna benzer hiçbir şey olmaması da en anlamlı ve en anlaşılır olgulardan biridir."
Bu okşantı karşılığı bay Dühring'in kadınlardan alacağı teşekkürleri devşirmeyi dünyada istemezdim. Gene de kadınların kayrasından (lütfundan) yararlanarak sağlanan ve bugün artık pek öyle istisna olmayan o gelir türü bay Dühring'in büsbütün bilmediği bir şey olabilir mi? Bununla birlikte bay Dühring, vaktiyle genç bir sayıştay denetçisi idi ve benim zamanımda, bundan otuzaltı yıl önce, asteğmenlerin sözünü etmezsek, sayıştay denetçisi ile kadınların kayrası... beleşçisinin çoğu kez uyaklı düştüğü Berlin'de oturmaktadır!
*
Çoğu kez gerçi hayli kuru ve can sıkıcı olmuş bulunan konumuzdan, bir sevinç ve uzlaşma havası içinde ayrılmamıza izin verilsin. Ortaya konmuş bulunan çeşitli sorunlan incelemek zorunda kaldığımız sürece yargı, söz götürmez nesnel olgulara bağlı idi; ve bu olgular nedeniyle de ister istemez çoğu kez oldukça kesin, hatta oldukça sert bir biçime bürünüyordu. Felsefeyi, iktisadı ve sosyaliteyi arkamızda bıraktığımız ve üzerinde ayrıntılı bir yargıya varma durumunda bulunduğumuz yazarın tüm kişilik portresi de önümüzde dikildiği şu anda; artık insanal düşünceler ön plana geçebilir, artık başka türlü anlaşılmaları olanaklı olmayan birçok yanlışlık ve birçok bilimsel böbürlenmeyi kişisel nedenlere indirgeyebilir ve bay Dühring üzerindeki genel yargımızı şu sözlerle özetleyebiliriz: Büyüklük hastalığına bağlı sorumsuzluk. (sayfa 455)
Dipnotlar
[1*] Bkz: Birinci Kısım, Felsefe. -Ed.
[2*] Saint-Simon, Lettres d'un Habitant de Genéve à ses Contemporains, s. 55, Paris 1868. -Ed.
[3*] İbid., s. 41-42.-Ed.
[4*] Saint-Simon'uti bir mektubuna anıştirma: "Correspondance politique et philosophique. Lettres de H. Saint-Simon à un Américain", şu derlemenin içinde: L'Industrie, ou discussions politiques morales et philosophiques dans l'intérét de tous les hommes livrés à des travaux utiles et indépendants, e. 2, Paris 1817, s. 83-87. -Ed.
[5*] Engels burada Saint-Simon ile öğrencisi Augustin Thierry tarafından ortaklaşa yazılmış iki çalışmaya göndermede bulunur: De la réorganisation de La société européenne ou de la nécessité et des moyens de rassembler les peuples d'Europe en un seul corps politique, en conservant à chacun son indépendance nationale, Paris 1814, ve Opinion sur les mesures à prendre contre la coalition de 1815, Paris 1815. Nicolas Gustave Hubbard, Saint-Simon, Yaşam ve Çalışmaları içinde, Paris 1857, ilk çalışmadan bir parça, s. 149-154 ve her iki çalışmanın tahlili, s. 68-76, bulunur. -Ed.
[6*] La téorie des quatre mouvements içinde. Bkz: Charles Fourier, Œuvres compètes, t. I, Paris 1841, p. 195-196. -Ed.
[7*] Charles Fourier, Le Nouveau Monde Industriel et Sociétaire, p. 35, Paris 1870. -Ed.
[8*] Bkz: Charles Fourier, Œuvres complètes, t. 2, p. 78-79 ve t. 5, p. 214. -Ed.
[9*] Charles Fourier, op. cit., t. 1, s. 50, vd.. -Ed.
[10*] Owen, The Revolution in the Mind and Practice of the Human Race...s. 21-22, Londra 1849. -Ed
[11*] Robert Owen, Report of the proceeding at the several public meetings, held in Dublin... On the 18th March; 12th April; 12th April and 3rd May. Dublin 1823 s. 110 vd.. -Ed.
[12*] Owen, 1812'de, Glasgow'da bir mitingde, pamuk iplik fabrikalarında çalışan tüm çocuk ve erginlerin durumunu düzeltmek için bir dizi önlemler önerdi. Owen'ın girişimi üzerine 1815'te sunulan yasa tasarısı, parlamento tarafından birçok ağırlaştırmalarla birlikte, ancak 1819'da kabul edildi. -Ed.
[13*] Ekim 1833'te, Owen'in başkanlığında, kooperatif şirketler ve sendikaların (trade-unionlar) bir kongresi oldu, ve program ve tüzüğü Şubat 1834'te kabul edilen Büyük UIusal Sendikalar Birliği (Consolidated Trades-Union) bu kongrede kuruldu. Bu kuruluş ancak altı ay sürecekti. -Ed.
[14*] William Lucas Sargant, Robert Owen and His Social Philosophy, Londra 1860.
[15*] Madenleri altına çeviren taş. -ç.
[16*] Her ne denli sahiplenme biçimi aynı kaldıysa da, yukarda betimlenen süreç sonucu, sahiplenmenin niteliğinin üretimden daha az devrim geçirmediğini burada açıklamak gereksiz. Benim kendi öz ürünümü ya da bir başkasının ürününü sahiplenmem, elbette birbirinden çok farklı iki sahiplenme türüdür. Bu arada şunu da ekleyelim: Tüm kapitalist üretim biçiminin tohum durumunda içinde bulunduğu ücretli emek çok eskidir; yer yer ve dağınık durumda, kölelik ile yüzyıllarca yanyana yaşamıştır. Ama bu tohum, ancak tarihsel önkoşullar gerçekleştiği gündür ki kapitalist üretim biçimi durumuna gelmek üzere gelişebildi. [F.E.]
[17*] La Situation de la classe laborieuses en Angleterre, Editions Sociales, 1961, s. 128 vd., -Ed.
[18*] Kapital, Birinci Cilt, s. 663. İtalikler Engels'in. -Ed.
[19*] Engelli yarış. -ç.
[20*] Üretim araçları ve ürünlerin bunalımlardaki yakılıp yıkılmasına gelince, 21 Şubat 1878'de Berlin'de toplanan II. Alman Sanayicileri Kongresi, yalnızca Alman demir-çelik sanayisinin son çöküntü (krach) sırasındaki toplam zararını 455 milyon mark olarak saptadı. [F.E.]
[21*] Charles Fourier, Œuvres complètes., t. 6, Paris, 1845, p. 393-394. -Ed.
[22*] Gerekir diyorum. Çünkü ancak üretim ve ulaştırma araçları gerçekten hisse senetli şirketler tarafından yönetilemeyecek kadar büyük oldukları, bunun sonucu devletleştirme ekonomik bir zorunluluk durumuna geldiği durumda, ancak bu durumda, hatta bu işi yapan bugünkü devlet de olsa, devletleştirme ekonomik bir ilerleme anlamına, tüm üretici güçlere toplum tarafından elkonulmasına öngelen yeni bir aşamaya erişildiği anlamına gelir. Ama son zamanlarda Bismarck, kendini devletleştirmelere verdiğinden bu yana ortaya, hatta şurada burada bir ruh düşkünlüğü biçiminde yozlaşan ve her türlü devletleştirmeyi, hatta Bismarck'ın bile sosyalist [devletleştirme] olarak ilan eden düzmece bir sosyalizmin çıktığı görüldü. Kuşkusuz, eğer tütünün devletleştirilmesi sosyalist [devletleştirme] olsaydı, Napoléon ile Metternich sosyalizmin kurucuları arasında sayılırlardı. Eğer Belçika devleti, çok yalın siyasal ve mali nedenlerden ötürü, başlıca demiryollarını kendisi yaptıysa; eğer Bismarck hiçbir ekonomik zorunluluk olmaksızın, Prusya'nın başlıca demiryolu hatlarını, yalnızca onları daha iyi örgütleyebilmek ve savaş zamanında yararlanabilmek, demiryolu görevlilerini hükümet hizmetinde bir seçim sürüsü durumuna getirmek ve özellikle parlamento kararlarından bağımsız yeni bir gelir kaynağı edinmek için devletleştirdiyse, bunlar hiç de dolaysız ya da dolaylı, bilinçIi ya da bilinçsiz sosyalist önlemler değildi. Yoksa, Krallık Deniz Ticareti Şirketi, (a) Krallık Porselen Yapımevi ve orduda bölük terzisi, hatta 30 yıllarına doğru, Friedrich Wilhelm III çağında, büyük bir muzip tarafından çok büyük bir ciddiyetle önerilen devletleştirme, —genelevlerin devletleştirilmesi— sosyalist kurumlar olurdu. [F.E.]
(a) Krallık Deniz Ticareti Şirketi, Friedrich II tarafından 1772'de kuruldu ve büyük devlet ayrıcalıkları ile donatıldı. Bu şirket pratik olarak Prusya hükümetine banka hizmeti gördü, 1820'de Prusya hükümetinin mali ve tecimsel enstitüsü durumuna geldi ve 1904'te de devlet bankası oldu. -Ed.
[23*] Lassalle'den esinlenmiş ve Gotha birleşme kongresinde kabul edilmiş bir istem olan özgür halk devleti, Gotha Programının Eleştirisi'nde, Marks'ın temel bir eleştiri konusu olmuştur. -Ed.
[24*] Birkaç rakam, modern üretim araçlarının, hatta kapitalist baskı altında bile, çok büyük genişleme gücü üzerine yaklaşık bir fikir verebilecektir. Giffen'in (a) son hesaplarına göre, İngiltere ve İrlanda'nın toplam zenginliği, yuvarlak rakamlarla şöyle:
1814'te - 2.200 milyon İngiliz lirası = 44 milyar mark
1865'te - 6.100 - = 122 -
1875'te - 8.500 - = 170 -
(a) Burada verilen rakamlar, Robert Giffen'in 15 Ocak 1877'de Statistical Soeiety'de verdiği ve Mart 1878'de Londra'da Journal of the Statistical Society'de yayımlanmış bulunan konferansından alınmıştır. [F.E.]
[25*] Bunalımların eksik-tüketim ile açıklanması Sismondi'den gelir ve onda henüz belli bir anlama sahiptir. Rodbertus bu açıklamayı ondan almış ve bay Dühring de o bilinen her şeyi yavanlaştırma biçimi ile bunu Rodbertus'tan kopya etmiştir. [F.E.]
[26*] Kapital, Birinci Cilt, s. 373-374. -Ed.
[27*] Kapital, Birinci Cilt, s. 434. -Ed.
[28*] Charler Fourier, Le nouveau monde industriel et sociétaire ..., bölüm II, V ve VI, Œuvres complètes içinde, c. 6, Paris 1845. -Ed.
[29*] Kapital, Birinci Cilt, s. 433. -Ed.
[30*] Kapital, Birinci Cilt, s. 497-498. -Ed.
[31*] Bismarck, 20 Mart 1852 günü, Prusya Landtagının (Parlamentosunun) ikinci meclisinde verdiği bir söylevde, gerçek Prusya halkının kentlerde yaşamadığını söyleyerek, yunkerlerin devrimci hareket ocakları olan kentlere karşı duydukları nefreti dile getirmişti. "Eğer büyük kentler yeniden ayaklanırsa, gerçek Prusya halkı onları yeryüzünden silmek zorunda da kalsa, onlara boyun eğdirmesini bilecektir." -Ed.
[32*] Fabrikacıların dükkanlar açtıkları ve işçilerini bu dükkanlardan alışveriş yapmaya zorladıkları Almanya'da da iyi bilinen sisteme, İngiltere'de truck-system denir. [F.E.]
[33*] Kapital, Birinci Cilt, s. 1 10, dipnot. -Ed.
[34*] Wilhelm Weitling, Garantien der Harnwnie und Freiheit, Kesim II. Bölüm 10, Vivis 1842, s. 155 vd.. -Ed.
[35*] "Onun [paranın] kokusu yoktur." anlamındaki bu sözler, Roma İmparatoru Vespasianur'un (MS 69-79), tuvaletlere vergi koyduğu için onu suçlayan oğluna verdiği yanıtında geçmektedir. -Ed.
[36*] Söz arasında, Owen'ın komünist toplumunda emek jetonlan tarafından oynanan rolün, bay Dühring için tamamen bilinmez olduğunu da belirtelim. O bu jetonları, —Sargant aracıyla,— yalnızca doğal olarak başarısızlığa uğramış ve dolaysız emek değişimi aracıyla bugünkü toplumdan komünist topluma geçiş girişimi olan emek değişim pazarları girişiminde aldıkları yer ölçüsünde bilir. [F.E.]
[37*] Üretimle ilgili kararda, yararlı etki ile emek harcaması arasındaki bu değerlendirmenin, komünist bir toplumda ekonomi politiğin değer kavramından kalacak tek şey olduğunu, ben daha 1844' te söyledim (Frasız-Alman Yıllıkları, s. 95). (a) Ama görüldüğü gibi, bu tezin bilimsel tanıtlanışı ancak Marks'ın Kapital'i ile mümkün oldu. [F.E.]
(a) Engels burada Fransız-Alman Yıllıkları'nda yayımlanmış bulunan "Ekonomi Politiğin Bir Eleştiri Denemesi" adlı makalesine iletmede bulunuyor.
[38*] Mambrino'nun zırhlı başlığı, l'armet de Mambrin, şövalye romanlarının ünlü Magrip Kralının, onu silah işlemez yapan tılsımlı başlığı. Renauld, Mambrino'yu öldürür ve zırhlı başlığı alır. Bu tılsımlı başlık, ününü özellikle Don Quijote yazan Miguel de Cervantes'in onu anmış olmasına borçludur.
[39*] Almanca "Zarucker", yığınla çatışmaya giren güvenlik güçlerinin ağzından sık sık duyulan "zurück" (geriye!) sözcüğünden türetilmiş bir sözcük. -Ed.
[40*] Prusya'da kilise okulları sorunu üzerine yazılmış bir rapor konusunda Friedrich II'nin düştüğü ünlü not. -Ed.
[41*] Tanrısal kişiliklerin bu daha sonraki ikili niteliği, zamanla mitologyalara giren karışıklığın, tanrıların niteliğini yalnızca doğal güçlerin yansımaları olarak kabul eden karşılaştırmalı mitologyanın göremediği bir nedenidir. Böylece bazı Germen aşiretlerinde savaş tanrısı, İskandinavların eski dilinde Tyr, eski Almancada Zio adını taşır ve Yunanca Zeus ile Latince Diu piter yerine Jupiter'e karşılık düşer; başka bazılarında Er, Eor adını taşır ve Yunanca Ares ile Latince Mars'a karşılık düşer. [F.E.]/a>
[42*] 1873 Mayıs yasaları, Bismarck'ın katoliklere karşı "Kulturkampf" adı altında tanınmış savaşımında çıkardığı ilk yasalardır. -Ed.
[43*] Kapital, Birinci Cilt, s. 500. -Ed.
[44*] Alexandrin, on iki heceli Fransız dizesi.-ç.
[45*] Kapital, Birinci Cilt, s. 492-501. -Ed.
[46*] Kapital, s. 494. -Ed.
[47*] Sihirli Flüt, Mozart'ın ünlü operası. Liebeskind'in Wieland tarafından yayınlanan bir doğu masalları derlemesinde yer alan Lulu adlı yapıtından hareketle, Schikaneder'in yazdıği libretto üzerine 1791'de Viyana'da bestelendi. -ç.