BÜTÜN YAZILAR
Mahir ÇAYAN



Biyografi

MAHIR CAYAN
(1945-1972)

Türkiye Halk Kurtuluş Partisi ve Cephesi(THKP-C)'nin kurucularından, Mahir Çayan, 14 Ağustos 1945'de Samsun'da doğdu. Babası devlet memuruydu. İlköğretimine Üsküdar'da Halil Güçlü İlkokulu'nda başladı ve Paşakapısı İlkokulu'nda tamamladı. Ortaokul ve liseyi Haydarpaşa Lisesi'nde tamamlayan Mahir Çayan, 1963'te İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. Ancak burada bir yıl öğrrenim gördükten sonra Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne kaydoldu. Bu arada Türkiye İşçi Partisi(TİP)'ne ve Fikir Kulüpleri Federasyonu(FKF)'na bağlı SBF Fikir Kulübü'ne de giren Çayan, 1965'de bu örgütün başkanlığını yaptı. 1967'de kısa bir süre için Fransa'ya gitti. 1968'de İzmir'de 6.Filo'yu protesto gösterilerinde gözaltına alındı, sonra serbest bırakıldı. Bu yıllarda TİP ve FKF içinde başlayan tartışmalarda Milli Demokratik Devrim(MDD) görüşünü benimsedi. SBF içindeki etkinliğinde bu görüş doğrultusunda davrandı. Yusuf Küpeli'nin FKF genel başkanı olduğu bu dönemde, gerek SBF'de gerekse Ankara'daki devrimci mücadele içinde aktif olan Çayan, TİP adına Zonguldak'da ve Karadeniz Ereğlisi'nde çalışmalarda bulundu. Bu gezide Sadun Aren ile TİP Senatörü Fatma İşmen'in tutumunu eleştirdi. Bu konudaki görüşlerini "Aren Oportunizminin Niteliği" adı altında Türk Solu adlı dergide yayınladı. Bu arada Milli Demokratik Devrim doğrultusunda ideolojik çalışmalarını yoğunlaştıran Mahir Çayan, Emek dergisinde Kenan Somer'in "Devlet Devrim ve Lenin" ve "Devrim Nasıl Tanımlanmalı" başlıklı yazılarına Türk Solu'nda "Revizyonizmin Keskin Kokusu" adlı iki yazıyla cevap verdi. 9-10 Ekim 1969'da Ankara'da yapılan ve Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu(Dev-Genç) adını alan FKF kurultayında yapmış olduğu uzun konuşmayla dikkati çekti. Bu dönemde Yusuf Küpeli ve Münir Aktolga ile davranan Mahir Çayan, 1970'de Gülten Savaşçı ile evlendi. 17-18 Ekim 1970'te divan başkanlığını Yusuf Küpeli'nin yaptığı son Dev-Genç genel kurulunda da önemli bir konuşma yaptı. Bu konuşmada Mihri Belli ile olan ayrılıkların üstüne giden Çayan, MDD stratejisinin bir savaş stratejisi olduğunu ve bunun bir savaş örgütü yani bir parti ile gerçekleşebileceğini savundu. 

 Bundan sonra 29-30 Ekim 1971'de Ankara'da TİP Genel Kurulu toplandığı sırada, bu kongreye katılmamış MDD görüşünü benimseyen delegelerle ve delege olmayan işçi ve öğrencilerle birlikte düzenlenen "Proleter Devrimcilerin Sohbet Toplantısı"ndan sonra Mihri Belli ve grubu ile olan anlaşmazlık kopma noktasına geldi. Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Ertuğrul Kürkçü ve Münir Ramazan Aktolga imzasıyla yayınlanan 'Aydınlık Sosyalist Dergi'ye Açık Mektup" ise bu süreci noktaladı. Bu sırada birlikte hareket ettiği arkadaşlarıyla birlikte Türkiye Halk Partisi(THKP)'nin kuruluş çalışmalarını da yürüten Mahir Çayan, örgütün genel komitesi tarafından Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga ile birlikte Merkez Komitesi'ne getirildi. Komite içinde yapılan görev bölüşümü sonucunda, THKP'nin siyasal ve ideolojik görüşlerinin biçimlenmesinden sorumlu oldu. Bu konuda Kurtuluş dergisinde yazılar yazdı. "Yayın Politikamız" ve "Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi" başlıklı yazılarda partinin devrim anlayışını formüle etti. Daha sonra bu görüşlerini "Kesintisiz Devrim I-II-III" adlı broşürde daha açıklayıcı biçime sokarak, kesinleştirdi. Bu arada THKP'nin şehir gerillası eylemlerini de planlayan Çayan, 12 Şubat 1971'de Ankara'da Ziraat Bankası Küçükesat Şubesi soygununa katıldı. Şubat 1971'de Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Kamil Dede, ve Oktay Etiman'la birlikte İstanbul'a geldi ve örgütün eylemlerine burada devam edilmesi için hazırlıklarda bulundu. 15 Mart 1971'de Türk Ticaret Bankası Erenköy Şubesi soygununa katıldı. Bunun ardından 4 Nisan 1971'de işadamları Mete Has ve Talip Aksoy'un kaçırılıp 400 bin liralık fidye alınması eylemini arkadaşlarıyla birlikte gerçekleştirdi. Bu arada Türkiye Halk Kurtuluş Partisi'nin tüzüğünü Münir Ramazan Aktolga'yla birlikte hazırladı. Aynı günlerde "İhtilalin Yolu" adlı parti bildirisini de kaleme alan Mahir Çayan, 17 Mayıs 1971 günü İsrail'in İstanbul Başkonsolosu Ephrahim Elrom'un kaçırılması eylemini Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir'le birlikte gerçekleştirdi. 29 Mayıs 1971'de Hüseyin Cevahir'le birlikte kaldıkları evden kaçıp, sığındıkları bir başka evde Sibel Erkan'ı alıkoydular. Burada güvenlik kuvvetleri tarafından kuşatıldılar. 1 Haziran 1971'de polisin açtığı ateş sonunda Hüseyin Cevahir öldü. İntihara teşebbüs eden Mahir Çayan yaralı olarak ele geçti. Bir süre hastanede yatan Çayan, daha sonra tutuklanarak hakkında TCK'nın 146. maddesini ihlal etmekten dolayı dava açıldı.

 Mahir Çayan duruşmasının savunma aşamasında 29 Kasım 1971 günü Ziya Yılmaz, Cihan Alptekin, Ulaş Bardakçı ve Ömer Ayna'yla birlikte Kartal-Maltepe Askeri Cezaevi'nden kaçtı. Bir süre İstanbul'da kalan Çayan, bu süre zarfında örgüt içinde başgösteren anlaşmazlığı tartışmak üzere 12 Aralık 1971'de Yusuf Küpeli ve Münir Aktolga ile görüştü. Ancak bu görüşmede bir sonuç sağlanamadı ve Çayan içerde oldukları süre içinde partinin çizilmiş olan stratejisini terkettikleri gerekçesiyle Merkez Komitesi'ndeki bu iki arkadaşını suçladı. Daha sonra Genel Komite'deki diğer üyelerin de onayını ile Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga'nın THKP'den ihraç edilmelerini sağladı. Ocak 1972'de İstanbul'dan Ankara'ya gelen Çayan, burada Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu(THKO)'yla birlikte bir eylem yapılması konusunda Ertuğrul Kürkçü, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna'yla görüş birliğine vardı. Mart 1972'de Fatsa'ya gelen Mahir Çayan ve arkadaşları 26 Mart 1972'de Ünye'deki Radar Üssü'nde çalışan üç İngiliz teknisyeni kaçırdılar. Bundan sonra İngilizlerle birlikte Niksar'ın Kızıldere köyüne gelen Mahir Çayan ve arkadaşları, gizlendikleri evi kuşatan güvenlik güçlerinin açtığı ateşle 30 mart 1972'de öldürüldüler.





Aren Oportünizminin Niteliği[*]

      "Öte yandan Sadun Aren ve Fatma Hikmet İşmen arkadaşlarımız gene son günlerde Zonguldak ve Karadeniz Ereğlisi'ne gitmiş oralarda partili arkadaşlar ve emekçilerle görüşmüşler, çeşitli sorulara cevap vermişler ve teşkilatın sorunları üzerine bilgi edinmişlerdir." (Emek, 14 Temmuz 1969, Sayı 6)
     
     
      Oportünizm çeşitli kılıklara bürünerek sosyalist hareket içinde ortaya çıkar.
      Oportünizmin kılığını o ülkenin ekonomik ve sosyal bünyesi, gelişme derecesi -gelişme derecesiyle kopmaz bağları olan- proletaryanın politik bilinç ve örgütlenme düzeyi, dolayısıyla ülkenin içinde bulunduğu devrim aşamasının niteliği belirler.
      Kısaca özetlenirse, ülkedeki hakim ve tali çelişkilere göre oportünizm biçimlenir, kılık kıyafetini ayarlar.
      Sosyalizme geçmiş olan bir ülkede antagonist çelişkiler uzlaşmaz çıkar çelişkileri geniş ölçüde çözümlenmiş olacağı için, çelişkilerinin niteliği antagonist olmayan, sınıflı topluma özgü olmayan "uzlaşabilir" çelişkiler biçimindedir. Burada oportünizmin amacı "uzlaşabilir çıkar çelişkilerini", "uzlaşmaz çıkar çelişkileri" haline getirmektir. Bunu başarmak için de sinsi girişimlerde bulunur, sürekli pusuda uygun ortam bekler.
      Sosyalist olmayan ülkelerde ise oportünizm mücadelenin içinde bulunduğu aşamalara göre değişik giysiler ile karşımıza çıkar.
      Sanayi devrimini tamamlamış, politik bilinci gelişmiş çok güçlü proletarya sınıfına sahip bir ülkede oportünizm, karşı güçleri büyütmek, kendi olanak ve gereçlerini olduğundan daha aşağıda değerlendirerek, vurulması gereken yerde vurmamak, beklemektir. Burjuva parlamentarizminin devamlı bir denge unsuru olmaktır.
      Bizim gibi milli demokratik devrim aşaması içinde bulunan yarı-sömürge ve yarı-feodal bir ülkede ise oportünizm ya "devrim düz bir hat izlemek zorundadır", diyerek yanına alabileceği, tarafsızlaştırabileceği güçleri karşıya iter, temel çelişki-tali çelişki ayrımını gözden uzak tutar veya tali çelişkiyi temel çelişki kabul eder. İşçi sınıfı ile çelişkisi olan tüm sınıf ve tabakalara karşı, bir kördöğüşüne kalkar: Mao-Tse-Tung'un deyişi ile "balığı derin sulara, serçeleri de sık ağaçlıklara sürdüğü gibi, o, milyonlarca kişiyi milyonlar üstüne ve kudretli bir orduyu düşmanın üzerine sürerek kırdırır ki, düşman şüphesiz bunu alkışlar." Ya da belli bir süre için bile olsa, işçi sınıfına politik bilinç verme ve örgütlendirme sorunlarını ihmal eder, gereken gayreti göstermez veya geçici güçlüklerin yanlış bir analiziyle, korku vs. nedeni ile karşı-devrim saflarını olduğundan güçlü, kendi güçlerini olduğundan zayıf değerlendirerek milli kurtuluş mücadelesinde pasif kalır veyahut milli kurtuluş mücadelesinde millici sınıflarla olan tali çelişkisini unutarak onları denetim altında tutmaz.
      Bazen iki tip oportünizm ülkemizde olduğu gibi içiçe girer. Sosyalist olduğunu söyleyen bir hizip, aynı anda hem sol, hem de sağ oportünizm içinde olabilir.
      Kabaca -ana hatları ile- gelişmiş kapitalist, sosyalist ve geri kalmış ülkelerdeki devrim süreci içindeki oportünizmin belirgin niteliklerini belirttikten sonra, gelelim oportünizmin genel, değişmez kârakterine; hangi devrim sürecinde olursa olsun, hangi kılığa bürünürse bürünsün oportünizmin değişmez özelliği ideolojik mücadeleden kaçmaktır. Oportünizmin panzehiri ideolojik mücadeledir. Oportünizm proleter devrimcilerin karşısına hiçbir zaman açıkça çıkamaz.
      T.İ.P. Ereğli ve Zonguldak ilindeki olgular bunun pratikte açık kanıtlarıdır.[1]
     

      9 HAZİRAN, EREĞLİ TİP TEŞKİLATI
     
      Bay Aren, Fatma Hikmet İşmen ile ilçe teşkilatında; işçi omuzdaşlarımıza Türkiye sosyalizminin (siz oportünizminin anlayın) sorunlarını anlatıyor:
      "Biz proletaryanın öncülüğünde sosyalist devrimi savunuyoruz. Onlar ise küçük burjuva reformistleri olan asker ve sivil bürokrasinin öncülüğünde demokratik devrimi savunuyorlar... Türkiye demokratik devrimi geniş ölçüde tamamlanmıştır. (1923) Bu nedenle önümüzdeki aşama sosyalist devrim aşamasıdır... Emperyalizm ülkemizde daha ziyade askeri niteliktedir ve bizim kavgamız sosyalist yani anti-emperyalist anti feodal ve anti-kapitalist bir mücadeledir. Eğer söyledikleri gibi emperyalizme karşı olan küçük burjuvalar varsa, sosyalist mücadele anti-emperyalist ve anti-feodal mücadeleyi içerdiği içîn bizim yanımıza gelerek mücadeleye katılırlar:.. 'Demokratik Devrimi Lenin otokrasiye karşı Rusya'da savunmuştur. 8 Saatlik iş saati vs. için. Türkiye'de otokrasi mi var? Türkiye'de demokrasi vardır." -Filipin tipi, diye bağıran bir arkadaşımıza-, "Olsun, demokrasi değil mi?" demiştir...
      "Ayrıca sosyalist devrim ile demokratik devrim aşamalarının birbirine karıştığı tarihin birçok dönemlerinde görülmüştür, bunun böyle olması doğaldır..."
      "6. Filo'ya karşı meşhur Kanlı Pazar'da anti-emperyalist sloganlar örneğin Kahrolsun Amerika vs. gibi sloganlar, Toprak Köylünün Fabrika İşçinin gibi sosyalist(!) bir sloganın yanında sönük kalmıştır. Bu da pratikte, içinde bulunduğumuz devrimci aşamanın sosyalist aşama olduğunun kanıtıdır."
      İşte, TİP'nin Anadolu teşkilatlarına Türkiye'deki devrim stratejisi böyle anlatılıyor, oportünizm tarafından... "TÜRK SOLU" parti teşkilatlarına oportünist parti yöneticileri tarafından sokulmadığından biz proleter sosyalistleri, partili kardeşlerimize küçük burjuva ajanları diye tanıtılıyoruz.
      Tabii, hemen müdahale ettik, Ereğlili birkaç devrimci arkadaşla birlikte Sadun Aren'in konuşmasına. Milli demokratik devrimin, proletaryanın öncülüğünde, diğer devrimci sınıf ve tabakalarla birlikte başarıya ulaştırılabilecek bir devrim olduğunu, demokratik devrimin marksizmin zorunlu bir aşaması olduğunu,  milli demokratik devrimin yarı sömürge, yan feodal ülkeler için geçilmesi gerekli aşamayı oluşturduğunu ve 3. Enternasyonal'in (Lenin ve Stalin'in katıldığı en devrimci enternasyonal) kararı ve Mao Tse-Tung'un işlediği bir tez olduğunu ve Türkiye'de hiçbir proleter sosyalistinin küçük burjuva bürokrasisine öncülük tanımadığını, milli demokratik devrimin öncüsünün proletarya olduğunu, ancak bu öncülüğün a priori, durağan bir biçimde değil, hareket içinde elde edilebileceğini söyledik.
      Sadun Aren'in gerçekleri tahrif edip, söylenmemiş sözleri söylenmiş gibi anlattığını, YALAN söylediğini ve yarı sömürge yarı feodal bir ülkede, bir ileri aşamanın devrimini, yani sosyalist devrimi savunmanın, sosyalizme ihanet ve milli cepheyi böldüğü için Amerikan emperyalizmine hizmetten başka bir şey olmadığını, nedenlerini açık bir biçimde ortaya koyarak, diğer ülkelerin devrimlerinden örnekler verip, kısaca izah ettik.
      Odaya girdiğimizde hayretlerini gizlemeyerek ve burada ne aradığımızı sorarak bu karşılaşmadan müthiş sıkılmış görünen (emperyalizme hizmetten dolayı FKF'den atılmasını önerenlerden olduğumuz için) Aren'i bu, köşeye sıkışmış durumdan Senato'daki sosyalizmin (!) sesi olan Bayan Fatma Hikmet İşmen kurtardı. Teorik sorunlar üzerinde konuşmaktan hoşlanmadığı halinden açıkça belli olan, tartışmalara yalnız bir kere karışarak, prekapitalist dönem ilişkileri içindeki "Doğu Anadolu'da demokratik devrim şiarı tutmaz. Çünkü Amerika ile bir çelişkisi yoktur doğu halkının; bu nedenle anti-emperyalist sloganlar işe yaramaz" diyerek sosyalizmi ne kadar bildiğini (!) gösteren Senatör Fatma Hanım birdenbire rahatsızlandı -sağına soluna ağrılar girdi.- Biran önce Ankara'ya gidip istirahat etmesi gerektiğini, arabayı kendisinin kullandığı için çok yorgun düştüğünü, bu. nedenle hemen kalkmalarının gerektiğini söyledi. İşçi omuzdaşlarımız Bay Aren'nin renkten renge girmesi ve bizim sözlerimize karşı sağlam bir şey söyleyememesi, kemkümleri karşısında sinirlenerek, "Bize şimdiye kadar yanlış şeyler söylediler demokratik devrimi savunanlar hakkında, oysa gerçek öyle değilmiş, bu nedenle bu sorunun açıklığa kavuşması gerekir" diyerek, derhal itiraz ettiler bu kaçışa. Fakat Fatma Hanım tutturmuştu bir kere "gideceğim ben" diye. Bay Aren de Fatma Hanıma tabi olduğunu, bu nedenle kendisinin de Fatma Hanımla birlikte gitmesi gerektiğini söyledi. Partili arkadaşlar direndiler bu kaçışı önlemek için. Bizim ve diğer partili omuzdaşlarımızın direnmeleri karşısında ileri bir tarihte -5 Temmuz kararlaştırıldı- geleceğine dair söz verdi, Sadun Aren. Ve neşesi tekrar gelen Fatma Hanımla birlikte partiyi acele terkettiler.
      Biz Sadun Aren'in diğer söylediklerine ilişkin, partiyi terketmesi nedeni ile kendisine yöneltemediğimiz eleştirilerimizi işçi arkadaşlarımıza anlatarak, partide sohbetimize devam ettik. Bay Aren'in sosyalist slogan diye öne sürdüğü "Toprak Köylünün, Fabrika İşçinin" sloganının yanlış olduğunu, ayrı iki devrim aşamasının sloganlarının birbirine karıştırıldığını, ayrıca bir bölgedeki fabrikanın bizatihi o bölgedeki işçilerin değil, işçilerin devletine ait olduğunu ve bu şiarın olsa olsa işçinin devletinin kurulması aşamasının (sosyalist aşamanın) bir şiarı olabileceğini, toprak köylünün şiarının ise sosyalist değil demokratik devrimin şiarı olduğunu söyledik.
      Proletaryanın öncülüğünde, -feodal unsurlar hariç- köylünün bütünü ile sosyalizmi kurmayı amaç edinenlere, marksist literatürde küçük burjuva sosyalistleri dendiğini, biz proleter sosyalistlerin, feodal unsurlar hariç, köylünün bütünü ile beraber yürüdüğümüz sürece önümüzdeki devrimin demokratik devrim olduğunu, ancak bu aşama geçildikten sonra proletarya, yarı proletarya ve yoksul köylü ittifakı ile sosyalizmi kurmanın mücadelesinin yapılmasının mümkün olacağını ve de partimizin bugünkü programının eksik bir demokratik devrim programını (asgari programımız) oluşturduğunu, asıl hedefin, proletarya sosyalizmini kurmak (azami program) olduğunu detaylı biçimde anlattık.
      Aren'in, "mademki anti-emperyalist küçük burjuvalar varmış, gelirler bize katılırlar. Çünkü sosyalist mücadele anti-emperyalizmi de içermektedir" sözünün sosyalizmin bilimine aykırı ve yanlış bir söz olduğunu, bir kere küçük burjuvazinin sosyalizm için mücadele etmeyeceğini, çıkarları milli demokratik devrimde olduğu için, demokratik devrim mücadelesine katılabileceğini, katılmasının da bize ilhak demek olmadığını, her sınıf kendi sınıf iktidarı için mücadele edeceğinden bağımsız bir güç halinde, bağımsız örgütleriyle ortak hedef için yanımızda yer alacağını, ikinci olarak küçük burjuvaziyi homojen kabul etmemek gerektiğini, milli demokratik devrim mücadelesine karşı alacakları tavırların ekonomik durumlarına göre kuşkulu, tarafsız ve yandaş olmak üzere üç ayrı biçimde olduğunu, ancak demokratik devrim kavgasının en üst aşamasında kuşkulu olanların bile bu mücadeleye katılabileceğini belirttik.
      Bu iki devrim aşamasının unsurlarının birbirine pekala karışabileceğini İki Taktik'ten (say.87) bölüm "... ama bu iki devrimin kısmi unsurlarının tarihte birbirine karıştığını inkar edebilir miyiz? Batı Avrupa, demokratik devrimler döneminde çeşitli sosyalist hareketler, çeşitli sosyalist girişimler tanımadı mı?" okuyarak oportünizmini Lenin'le kanıtlamaya cüret etmiş olan Aren in bu tahrifatına karşılık, biz de, "Evet, tarih bu iki devrimin unsurlarının birbirine karıştırılmasına sahne olmuştur, ama böyle bir stratejinin başarısına değil, bozgununa sahne olmuştur" diyerek, Lenin'in "İki Taktik"te (say. 82) bunu açıkça belirttiğini -say. 82'den bir paragraf okuyarak- "Tarihin ... demokratik devrimler ile sosyalist devrimler unsurlarını ayırdedemeyen, cumhuriyet uğruna mücadele ile sosyalizm uğruna mücadeleyi birbirine karıştıran ve Fransa Merkez Bankasına (Banque'de France'a) el koyma vb. hatasını işleyen bir işçi hükümetini kaydettiğidir." anlattık.
      Bütün bu konuşmalar süresi içinde işçi arkadaşlarla iyice kaynaştık. Ve omuzdaşlarla uzun süren bir sohbetten sonra 5 Temmuz'da görüşmek üzere ayrıldık. Ayrılırken de 5 Temmuz'da Aren'in gelmeyeceğini, çünkü oportünizmin temel niteliğinin ideolojik mücadeleden kaçmak olduğunu söylemeyi de ihmal etmedik.[2]
     

      5 TEMMUZ ZONGULDAK[3]
      Ereğli'de söylediğimiz doğru çıkmıştı. Bay Aren yoktu Zonguldak'ta. Ereğli İlçe Başkanı toplantıyı bildirmesine karşılık, Zonguldak İl Başkanı Ahmet Hamdi Dinler, "haberimiz yok, yoksa Aren üç gün önce gelmişti" dedi, oysa daha önce görüştüğümüz İl Sekreteri ise, "evet, böyle birşeyden haberimiz var, fakat biz gerekli görmedik" diyordu.
      Kısacası, Aren'in kaçışını partili arkadaşlardan gizlemek için Arenzadeler birbirleri ile ters sözler söylemek zorunda kalmışlardı.
      Ulus orman köyündeki mitingden dönüldüğü için parti biraz kalabalıkça idi -yirmi beş, otuz kişi- Aren oportünizminin temsilcisi olan yönetim kurulunun etkisi altında olan omuzdaşlarımıza gelişimizin nedenini anlattık. TİP içinde Aybar ve Aren'in temsil ettiği oportünist kliklere karşı tavır alan, bunlara karşı parti içinde mücadele açan proleter sosyalistleri olduğumuzu söyledik. Kalabalıktan "Milli Demokratik Devrimciler" vs. sözler kulağımıza geliyordu, bunun üzerine "Milli Demokratik Devrimci" diye bir şeyin olmadığını ancak, yarı-sömürge ve yarı-feodal bir ülkede olduğumuz için, içinde bulunduğumuz aşamanın Milli Demokratik Devrim aşaması olduğunu söyleyen proleter sosyalistlerin var olduğunu, parti içi eğitimin oportünist yönetici klik yüzünden olmadığı ve oportünizmin sürekli tahrifatına maruz kalındığı için parti içinde pek çok yerde ana sorunların yanlış bilindiğini, bu nedenle yapılacak teorik tartışmaların az da olsa, olmayan parti içi eğitimin boşluğunu doldurabileceğini, ters bilinçlenmenin ancak böyle önlenebileceğini söyledik. Ve biz sosyalistlerin ideolojik mücadelede birbirimizi en sert biçimde eleştirerek hırpalayabileceğimizi ve sosyalistler arasında dostluğu, dayanışmayı ve omuzdaşlığı yalnız ve yalnız ideolojik mücadelenin sağlayacağını, ve de sosyalist bir partiyi ayakta tutan, canlılığını devam ettiren mekanizmanın eleştiri - özeleştiri mekanizması olduğunu anlattık.
      Bütün bu sözlerimizi İl Başkanı Ahmet Hamdi Dinler, "Evet, haklısınız tüm söylediklerinizde, ancak biz hazır değiliz tartışmaya" sözleri ile yanıtladı.
      Bu sözlerin korkunçluğuna bakın! Bir sosyalist, sosyalizm üzerine tartışmaya, konuşmaya hazır değilmiş, daha önceden hazırlanması gerekirmiş!
      Evet, bu sözleri sarfeden partinin herhangi bir üyesi ve teorik sorunlar üzerinde ahkam kesmemiş bir kişisi olsa, yine bir dereceye kadar mazur görülebilir. Ama bu, sözlerin sahibi, içinde bulunduğumuz aşama sosyalist devrim aşamasıdır diyen ve biz proleter sosyalistleri likidatörlükle suçlayan, yüzbin küsur işçinin bulunduğu bir sanayi bölgesinde sosyalist bir partinin il başkanıdır. Bu nedenle bir dereceye kadar filan mazur görülemez. Mesleğinin mimarlık olduğunu ve Zonguldak'a arada sırada, önemli zamanlarda -seçim vb.- uğradığını sonradan partili arkadaşlardan öğrendik. Böyle bir başkana sahip olan Zonguldak il teşkilatının hali ise yürekler acısı; Parti, yüzbin küsur sanayi işçisinin bulunduğu bir yerde kendisini tamamen işçilerden tecrit etmiş durumdadır -Özellikle bir tek maden işçisi partide yok-. Ne garip, ne komik ve de ne acıklı ki, böyle bir sanayi bölgesinde partinin faal işçi üyesi 10'u geçmiyor ve yönetim kurulu başkanı İstanbul Gümüşsuyu'nda oturan bir mimar. Başkanın arkadaşları olan, İstanbul ve diğer yerlerden gelen komisyoncu ve mühendis, hanımlı, beyli devamlı gelen bir grup, partiye yaptığı maddi yardımlarla partinin karar mekanizması üzerinde kendi küçük burjuva dünya görüşlerini, değer yargılarını egemen kılmışlardır.
      Partili ve FKF'li birkaç devrimci arkadaşla birlikte direnmelerimize ve de diğer üyelerin böyle bir tartışma açılmasını istemelerine karşın, başkan, oportünizmin tüm sorumluluğunu üzerine aldığını söyleyerek konuşmalara son verdi ve parti binasını kapatacağını bildirdi. Ve eğer ertesi gün Zonguldak il toplantısına kalabilseymişiz bu konular konuşulabilirmiş.[4] Ertesi günkü toplantıya kalacağımızı bildirdiğimizde, "bu konu ancak seçimlerden sonra konuşulacaktır" diyerek bir kere daha Zonguldaklı partili omuzdaşlarımızın gözünde rezil olmuştur.
      Teorik mücadeleden kaçışın oportünizmin genel karakteri olduğunu, oportünizmin ideologu Bay Aren'in kaçışı ne denli doğalsa, Aren çömezlerinin de kaçışının o denli doğal olduğunu söyleyerek partiden ayrıldık.
     
      6 TEMMUZ ZONGULDAK TOPLANTISI
     
      Zonguldak ilinin faaliyetleri diğer il teşkilatlarından gelenlerle birlikte görüşülecek. Gündemdeki ilk madde Ulus orman köylerine ilişkin. Ulus orman köylerine ilişkin eylemin kritiği yapılırken ortaya çıkan tablo şuydu; Aren oportünizminin kalesi olan Zonguldak teşkilatı, birkaçı hariç, oportünizmin yanlış bilinçlendirmesine maruz kalmış, içtenlikli, iyiniyetli, yiğit, yürekli. fakat sosyalist teoriden habersiz popülist kişilerden oluşmaktadır. Yalnız popülizm değil, sağ-sol sapma ve küçük burjuva sosyalizmi içiçe geçmiş, ortaya hepsinin karışımı garip bir sosyalist (!) teori çıkmıştı. (Öyle ki proletaryanın öncülüğünde köylülerin bütünü ile sosyalizmi kurmayı amaçlamanın küçük burjuva sosyalizmi olduğunu, teorik bilince, ideolojik aydınlığa sahip olmayan işçi kafasının küçük burjuva değer yargıları ile dolu olduğunu söylediğimizde, partili arkadaşlar hayretler içinde kalmışlardır. Böyle olması çok doğal, çünkü oportünizm ancak bu biçimde, sosyalist teoriden habersiz partili arkadaşlarımıza karşı bol bol emekçi dalkavukluğu yaparak sen emekçisin, dolayısıyla sosyalistsin temasını işleyerek, parti içinde yasama ve karar mekanizmasına egemen olabilme olanağına sahip olabilir.
      İşte partinin eylemleri de bu teorinin (!) ışığı altında yapılıyor ve değerlendiriliyor. Ulus orman köylerinde yapılan eylem ve yapılan eylemlerin değerlendirilmesi bunun en güzel kanıtıdır: (Bak: Devrimci teori olmadan devrimci eylem olmaz. TÜRK SOLU, sayı 87)
      Ulus orman köylerinde, köylülerin hemen hepsinin az da olsa toprakları var. Ve tüketim için üretim yapıyorlar. Yılda 3-5 ay orman işletmesinde kendi araç ve gereçleri, (balta, testere ve tomrukları "ara depo"lara taşımak için gerekli öküz) ile ücretlerinin bir kısmını ayni, diğer kısmını ise nakdi alarak çalışıyorlar.
      Köylü, tefeci-bezirgan tarafından iliklerine kadar sömürülmekte ve tefeciye borcu her geçen gün artmaktadır.
      Koşulları böyle olan Ulus orman köylerinin üretim ilişkilerinin değerlendirilmesine bakın; Orman İşletmesinde köylüler işçi olarak çalışıyorlar; çünkü ücretlidirler. Ve köylüler yumurtalarını pazara götürdüklerinden dolayı hakim üretim biçimi kapitalist üretim biçimidir. Bu nedenle çelişki bürokrat köylü arasındadır. -Başkan böyle değerlendiriyor.- Diğerleri emek-sermaye çelişkisi var diyorlar.
      Tabii bu nefis değerlendirmeler başta bu eyleme katılan devrimci öğrenci arkadaşlar ve Karabük İlçe Başkanı Halis Özkan ile tarafımızdan, "tefeci bezirgan sermaye", "işçi", "tüketim için üretim" kavramları açıklanarak eleştirildi.
      Bu eleştirilere karşı komik, gayrı ciddi itirazlar öne sürüldü. Örneğin, "oradaki işçiler mecburen üretim araçlarına sahiptirler, bu nedenle onların işçi nitelikleri değişmez."
      Daha neler neler...
      Gündemin ikinci maddesi "Sömürücüye Yumruk" gazetesinin sorunlarına ilişkindi. Gazeteyi çıkartanların niteliklerini, eylemdeki tavırlarını belirttik. Bu nedenle bu keskin sosyalistlerin (!) gazetelerinin de niteliğini artık siz değerlendirin. Bu yüzden gazetenin kapsamı üzerine konuşulanları burada uzun uzun yazmayacağım.
      Ancak, Aren oportünist kliğinin genel niteliğini belirleyeceğine ve Aren'in objektif olarak neye hizmet ettiğini çok açık ortaya koyacağına inandığım için, gazeteye ilişkin bir konudaki tartışmayı olduğu gibi nakledeceğim.
      "-Gazetede Amerikan emperyalizminden hiç sözedilmiyor. Oysa bilindiği gibi ülkemiz yarı işgal altındadır. Bu nedenle İkinci bir Milli Kurtuluş Savaşı vermemiz gerekiyor. Bu savaşı sonuna kadar götürecek ve diğer anti-emperyalist sınıflara öncülük edecek olan proletaryaya bilinç vermeyi amaç edinen bir gazetede neden Amerikan emperyalizminden hiç bahsedilmiyor" sorumuza verilen cevap;
      "-İşçi somut olarak Amerikan emperyalizmini görmüyor , işçi karşısında işvereni görüyor. Örneğin sözleşmeyi hükümet yaptı. Amerikan hükümeti Amerika kıtasından kalkıp Türkiye'ye gelip, bu mukaveleyi mi yaptı? diye düşünür işçi. Ve Amerika nire, Türkiye nire der."
      Bizim cevabımız:
      "-Korkunç sözler bunlar. Sizler bilmeyerek emperyalizme hizmet etmektesiniz. Emperyalizm bugün artık bir ülkeye tankları, topları ve askerleri ile girip klasik anlamda işgal etmiyor, yeni sömürgecilik bugün uzmanları, kredileri, barış gönüllüleri, üsleri ile yani kendini gizleyerek bir ülkeyi işgal ediyor. Ve görünüşte yerli, fakat gerçekte emperyalizmin iktidarı ile işgalini sürdürüyor."
      "-Şimdi sorarım sizlere; Amerikan emperyalizmi ile somut gözüken (AP iktidarının aracılığı dışında) hangi sınıf ve tabakaların çelişkisi var?"
      "-Birkaç Amerikan işyerinde çalışanların dışında hiçbir sınıf ve tabakanın Amerikan emperyalizmi ile çelişkisi açık, görünür değildir ülkemizde."
      "-AP iktidarı kimin iktidarıdır? AP iktidarı milli bir iktidar mıdır? AP îktidarı Amerikan emperyalizminin ülkedeki uzantısı değil midir?"
      "-Halk elbet somut olarak Amerikan emperyalizmini göremez. Somut olarak gördüğü gün emperyalizmin Türkiye'de sonu gelmiş demektir."
      Karşı-devrim yoğun anti-komünist propaganda vb.1eri ile gizlenmiş ve ülkenin iliklerine kadar sızmış, Amerikan emperyalizminin baskısı altında da olan, yarı-sömürge ve yarı-feodal bir ülkede; biz proleter sosyalistlerin acil görevi nedir? Başta proletarya olmak üzere emperyalizmle çelişen diğer bütün sınıf ve tabakalara anti-emperyalist bilinç vererek Amerikan emperyalizmini Türkiye'den atmak değil midir? Amerikan emperyalizminin boyunduruğundan kurtulmadan sosyalist iktidarı kurmak mümkün mü?"
      -Ben burada kimsenin bilinçli biçimde emperyalizmin lehine çalıştığına inanmıyorum. Fakat Amerikan emperyalizmini somut olarak göremediği için anlamıyor diyerek Amerikan emperyalizminden hiç bahsetmemek objektif olarak emperya1izme  hizmet etmek demektir."
      Çıt yok. Derin bir sessizlik. En son konuşan Başkan bize  cevap veriyor; "Söylenenler doğru tabi. Ancak biz, işçiye anti-emperyalist bilinci giderek vereceğiz. Önce sınıf bilinci vereceğiz.(!) Sınıf bilinci verdikten sonra Amerikan emperyalizminden sözedeceğiz."
      Ve gündemin maddesi geçiliyor acele olarak.
      Ayrılırken FKF'in çıkarttığı "Bağımsız Türkiye" gazetesinden bir miktar yollanırsa, burada dağıtmalarının mümkün olup olmadığını sorduğumuzda, Başkanın cevabı şuydu; "Bağımsız Türkiye gazetesini  şehirde dağıtabiliriz. Fakat fabrikalarda, işçi bölgelerinde dağıtamayız çünkü bu gazete küçük  burjuvaziye bilinç veriyor. Bu konudaki bizim görüşlerimizi biraz önce öğrendiniz."
      "Bağımsız Türkiye" gazetesinin birinci sayısı "Kanlı Pazar"dan, Amerikan emperyalizminin Türkiye'deki durumundan bahsetmekte ve işçisi, köylüsü, memuru, öğrencisi kısaca bütün Türkiye halkını Amerikan emperyalizmine karşı direnmeye çağırıyordu.
      İşte niteliği bu olan Bağımsız Türkiye gazetesi yalnız küçük burjuvaziye bilinç veriyormuş (!)
       Ne denir, Amerikan emperyalizmi ile çıkarları çelişmeyen ve İkinci Milli Kurtuluş Savaşımızın dışında yer alacak bir işçi sınıfı var sanki. Ve bu beylerin kafasına göre emperyalizm atılmadan sosyalizmi kurmak mümkün galiba (!).
      İşte Aren oportünizmi, İşte Bay Aren'in gerçek çehresi!
      Bay Aren, keskin sosyalist gözükerek, İkinci Milli Kurtuluş Savaşımızın öncüsü ve en kahraman ordusu olacak olan Türkiye proletaryasını etkilemekle yükümlü partili arkadaşlara uzun bir süre ters bilinç vererek; sanayi bölgelerinde oportünizmin egemen kılınması için yoğun faaliyetlerde bulunarak, Amerikan emperyalizminin teslimiyet politikasını bugüne dek başarı ile yürüttünüz.
      Ancak bu düzene başkaldırmış, sosyalist bir Türkiye'nin kurulması için mücadele etmek amacıyla partimizin saflarında yer almış yiğit, yürekli ve coşkulu omuzdaşlarımızı daha ne kadar uyutabileceğinizi düşünüyorsunuz?
      Bugün yanlış bilinç verildiği için oportünizmin saflarında yer alan partili omuzdaşlarımızdan korkun. Korkun, çünkü sosyalistler bilinçli hainleri affetmezler. Korkun, çünkü bugün gerçekleri göremedikleri için size alkış tutan nasırlı elleri yarın yakanızda hissedeceksiniz.
      Proleter sosyalistleri, bir yandan proleter sosyalist teorinin ışığı altında proletaryaya politik bilinç vererek örgütleyecek, diğer yandan, emperyalizme karşı, sınıf ve tabakaların yanında yer alacaktır.
      Bu mücadelede emperyalizm pek çok ajan provokatörlerini saflarımıza sokarak proletaryayı ve partisini yanlış yollara sürüklemeye çalışacaktır.
      Fakat perde, proleter sosyalistlerinin zaferi ile kapanacaktır. Bütün bunları yaşayan kişiler olarak göreceğiz. Biz de göreceğiz, siz de.


Dipnotlar

[*] Bu yazı ilk kez 22 Temmuz 1969 tarihinde Türk Solu dergisinin 88. sayısında yayınlanmıştır. 
[1] Zonguldak İl Teşkilatı Aren oportünizminin kalesidir. 
[2] 7 Temmuz Ereğli, "Gelmeyeceği buradaki kaçışından belliydi diyorlar, Ereğlili omuzdaşlarımız." 
[3] 5 Temmuz'daki toplantı, Ereğli de Aren ile aramda geçen konuşma daha çok kişiyi kapsasın diye, Ereğli yönetim kurulu tarafından Zonguldak'a alınmıştır. Fakat Zonguldak İl Başkanı, herhalde Aren'in istemi ile, bu toplantıyı örtbas etmiştir. 
[4] Ertesi gün gitmemiz gerektiğini bildirmiştik, önceden, fakat, "yarın gitmeseydiniz bu konuyu konuşurduk" demeleri üzerine hareketimizi erteledik.





Revizyonizmin Keskin Kokusu (I)


      Bilindiği gibi Türkiye, yarı-sömürge ve yarı-feodal bir ülkedir. Böyle bir ülkede devrimci mücadele, bağımsızlık ve demokrasi için yapılan mücadeledir. Yani emperyalizmin ve uzantı ve müttefiklerinin temizlendiği, milli bir demokrasiye sahip, tam bağımsız Türkiye'yi kurma mücadelesidir, bugünkü devrimci mücadele. Milli demokrasiye sahip, bağımsız Türkiye'yi kurma mücadelesi yalnızca proleter devrimcilerin değil, bütün Türkiyeli yurtseverlerin ortak bir mücadelesidir.
      Bu nedenlerden dolayı bu yazı, proletarya devletinin kurulması sürecine ilişkin sorunları içerdiğinden dolayı, Türkiye için sunulan bir öneri değildir. Sosyal bilimlerden birazcık haberi olan bir kişi bunu açıkça görür. Bu yazı proletarya devletinin kurulmasına yönelik Marksist devrim teorisinde, dolayısıyla Marksist bilimde yapılan tahrifatı ortaya koymak için yazılmıştır.
      Ayrıca şu gerçeği de özellikle belirtmek gerekir; "Herhangi bir düşünce sistemine kişi katılır veya katılmaz, bu seçiş tamamen ona ait ve onun özgürce yapacağı bir zihni işlemdir. Ancak ister kabul edelim ister etmeyelim 'bilimsel namusluluk' içinde kalmak istiyorsak, düşünce sistemlerinin kanun ve tezlerini tahrif etmeden ortaya koymamız gerekir. 'Bilimsel namusluluk' için bu da yetmez, hangi dünya görüşü olursa olsun, o düşüncenin ustalarının eserlerine yapılan tahriflere müdahale ederek subjektif olarak kabul etmesek bile, meseleyi objektif olarak ortaya koymamız ve yapılan tahrifatı düzeltmemiz gerekir.
      Eğer Kenan Somer, Marksizmin değil de, başka herhangi bir düşünce sisteminin ana bir eserinde tahrifat yapmış olsaydı, biz ona da müdahalede bulunur ve bay Somer'in yapmış olduğu 'eserin ruhuna aykırı' yorumu objektif olarak ortaya koyardık. (Bilimsel namusluluk bunu öngördüğü için)

     
- I -

      Bilimsel sosyalizmin ustaları devrimci savaşı, iktisadi, siyasi, ideolojik mücadele diye tanımlarlar.
      Sahip olduğu devlet aygıtı, ideolojisi, kültürü, sanatı... vb. bilimsel sosyalizmin karşısında bozguna uğramış olan karanlık güçler, zorla, savaşla gelişmesini, güç kazanmasını önleyemedikleri proleter sosyalizminin gelişmesini bir süre de olsa engellemek için, proleter sosyalist saflara sızarak proleter sosyalist teoride tahrifler, sabotajlar yapmaya, devrimci saflarda kargaşalık yaratmaya çalışırlar.
      "Tarihin diyalektiği öyledir ki Marksizmin nazari zaferi, onun maruzlarını Marksizm kılığına girmeye mecbur eder." [1*]
      Bilimsel sosyalist teoride tahrifler yapma ve kafaları bulandırma eylemi mutlaka bilinçle ve art niyetle yapılmaz. İnsanlığın mutluluğu, özgürlüğü, vb. gibi yüce amaçlarla yola çıkan kişi, iki bin yılın idealist tortularından salt anlamıyla arınamamasının ve de devrimci teoriyi kavrayamamasının sonucu -proleter sosyalist teorinin lafızlarına kölece bağlanılması, sınıf iç güdüsünde devrim yapamamış sözde sosyalist, pratiğe katılmayan bir bireyci vb.- bilimsel sosyalist teoride tahrifler yaparak, gerici sınıfların hesabına pekala çalışabilir. Bu kişiye literatürde "objektif olarak ajan" denilir.
      Bilimsel sosyalizmin ustaları tehlikeyi başlangıçtan itibaren görmüşler ve bilimsellik kisvesi altındaki bu gerici güçlerin devrimci saflardaki uzantılarıyla, yaşantıları boyunca mücadele etmişlerdir. Bilimsel sosyalizmin gelişimi bir yerde bu sapmalara karşı verilen uzun mücadeleyle hızlanmış ve güç kazanmıştır. Açıkça karşı saflarda yer alanlardan çok daha tehlikelidirler, sosyalist saflardaki gericiler.
      Kısaca özetlersek, anti-sosyalist güçlerin, kılık değiştirip devrimci saflara sızarak, bilimsel sosyalist teoride sabotajlar yapmasına literatürde "oportünizm" denir. Oportünizm bukalemun gibidir. Amacı için girmeyeceği kılık, yapmayacağı şey yoktur.
      "Oportünizm, çeşitli kılıklara bürünerek sosyalist hareket içinde ortaya çıkar. Oportünizmin kılığını, o ülkenin ekonomik ve sosyal bünyesi, gelişme derecesi -gelişme derecesi ile kopmaz bağları olan- proletaryanın politik bilinç ve örgütlenme düzeyi, dolayısıyla ülkenin içinde bulunduğu devrim aşamasının niteliği belirler. Kısaca denirse, dünyadaki ve ülkedeki hakim ve tali çelişkilere göre oportünizm biçimlenir, kılık kıyafetini ayarlar. Hangi devrim süreci içinde olursa olsun, hangi kılığa bürünmüş olursa olsun oportünizmin değişmez özelliği ideolojik mücadeleden kaçmaktır. Oportünizmin panzehiri ideolojik mücadeledir. Oportünizm devrimci teorinin karşısına hiç bir zaman açıkça çıkamaz."[2*]
      Oportünizmin açıkça çıkamamasından anlatılmak istenen şudur; açıkça teorik tartışmalardan kaçınmak, devrimci teoriyi küçümseyerek yalnız pratiğe önem vermek, koşulları ve olanakları uygun ise bilimsel sosyalizmin öğrenilmesine karşı çıkmak ve parti içinde sosyalist eğitimi önemsememek, ülkenin koşullarının uygun olmadığını söyleyerek bilimsel sosyalist teoriye ters düşen kavramlar kullanmak ve aykırı şeyler söylemek ve kanımızca en önemlisi de, bilimsel sosyalizmin ustalarının arkasına gizlenerek, bilimsel sosyalizmin ana metinlerinde tahrifat yaparak, kendi oportünist tezlerini bilimsel sosyalizmin tezleri diye savunmaktır.
      En son söylediğimiz oportünizm, yani bilimsel sosyalizm ustalarının eserlerini tahrif ederek, bilimsel sosyalizm ustalarının, yaşadıkları dönemin bazı ülkelerinin ayrık ve özel koşullarının oluşturduğu sosyal pratikten hareketle, o ülkeler için geçerli olan istisnai tezlerini, evrensel geçerliliğe sahip tezler diye ileri sürerek veyahut bunun tam tersi bir davranışla uzlaşmaz çıkar çelişkileri devam ettiği sürece, evrensel geçerliliğe sahip ana tezlerin geçmiş dönemin tezleri olduğunu ve içinde yaşanılan dönem için geçerli olmadığını söyleyerek kafalarda karışıklık yaratıp kendi tezlerini sinsice sergileyen oportünizm en ince, en dikkat edilmesi gereken ve de en tehlikeli olan oportünizm türüdür.
      Özellikle, bilimsel sosyalizmin ana eserlerinin kısa bir zaman dilimini kapsayan bir süreç içinde çevrilmesinden dolayı sosyalist bilinç düzeyinin pek yüksek olmadığı, sosyalizm adına oportünizmi tezgahlayarak, sosyalist hareketi, yığınların gözünde geçici de olsa bir çıkmaza sokmayı ve karamsarlık yaratmayı başarabilmiş olan oportünist bir kliğin yönetimindeki sosyalist (!) bir partiye sahip, sınırlı bir parlamentarizmin yürürlükte olduğu yarı-sömürge bir ülkede çok daha fazla önem kazanır, bu tip oportünizm.
      Bu nedenle Emek dergisinde Marksizmin ana eserlerini tanıttığını söyleyen Kenan Somer'in kitap tanıtmaları üzerinde titizlikle ve dikkatle durmak gerekir.
      Somer, Marksizmin ana eserlerini değil de, kendi oportünist düşüncelerini Lenin ve Mao'nun eserleriyle kanıtlamaya (!) çalışmaktadır. Bunu ilginç bir ikilem içinde yapmaktadır; Marksist diyalektik metodu tahrif ederek, bir yandan Marksist metodun dinamiği olan "somut durumların, somut tahlili" ilkesini amacından saptırarak, somut durumun somut tahlilinden bilimsel soyutlamaya geçişi, yani diyalektiğin ana ilkelerinden biri olan "özelden genele, genelden özele iki bilme yolu arasındaki iç bağı" ihmal ederek, diğer yandan "somut durumların, somut tahlili" ilkesini bir tarafa iterek Marx'ın tekel öncesi kapitalizmde ayrık ve çok özel koşullar için ileri sürdüğü, fakat tekelci kapitalist dönemde Leninizmin geçersiz kabul ettiği önerilerini, bugün geçerliymişcesine ileri sürerek tekelci kapitalist dönemin Marksizmi olan Marksizm-Leninizmi yadsıma gayretleri içinde görülmektedir, bay Somer.
      Somer, özellikle, Marksizm-Leninizmin, ihtilâlle burjuva diktatoryasının parçalanıp, proletarya diktatörlüğüne dönüştürülmesine ilişkin devrim teorisinin emperyalist çağdaki evrensel geçerliliğini oportünizmle küllemeye çalışmaktadır.
      Biz bu yazımızda, yalnızca Leninizmin ana eserlerinden olan Devlet ve İhtilâl'in tanıtılması sırasında Leninist devrim teorisinin nasıl tahrif edilmeye çalışıldığını göstermeye çalışacağız.
     
      
- II -

     
      "Sosyalist devrimin barışçı yoldan gerçekleşmesi meselesinde sapı samana karıştırarak, keskin bir revizyonizm kokusu duyanlar vardır." (Emek, Sayı: 5, sf. 6)
      Gerçekten de bilimsel sosyalizmin kurulmasından bugüne kadar sosyalizme barışçı yoldan geçiş sorununda daima burunları hassas olmuştur, Marksistlerin. Ve dikkatler daima bir sapmanın olup, olmadığına yönelmiştir.
      Emperyalist dönemde ise Marksistlerin burnuna keskin bir revizyonizm kokusu gelmiştir, bu sözden.
      Tekelci kapitalist dönemde bu sözün neden keskin bir revizyonist kokuyu yaydığının detaylarına geçmeden önce, bu sözün ilk planda neyi hatırlattığını belirtelim.
      Bu sözler bize eski bir türkünün sözlerini, Bernstein, Plekhanov, Kautsky, Turati, Jaureslerin, kısaca 2. Enternasyonalin söylediği o meşhur türkünün sözlerini anımsatmaktadır. Adı "oportünizm", sağcı-sosyalizmdir, bu türkünün.
      Her ne kadar bay Somer bunu açıkça, yüreklilikle söylemiyorsa da, tanıttığını iddia ettiği yapıtların arasında sinsi sinsi mırıldandığı, ağzında eveleyip, gevelediği türkü aynı türküdür. Hem de bunu ustalarının izinde yürüyerek, Bernsteinvari güftenin Marks'a ait olduğunu iddia ederek yapmaktadır.
     
     
- III -

     
      "Barışçıl yollardan" sosyalizme geçmek ne demektir? Kısaca açıklayalım.
      Barışçıl yollardan sosyalizme geçmek, burjuva parlamentosu aracılığıyla sosyalizme geçmeyi mümkün görmektir. Ve barışçıl yollardan sosyalizme geçmek proletarya diktatoryasını ön görmez. Sınıflar arası parlamentarist yarışı ve bu yolla nihai olarak sosyalizme geçilebileceğini öngörür. Çağımızda barışçıl yollardan sosyalizme geçilebileceğini kabul eden bütün parlamentocu sosyalist partiler, iktidara geldiklerinde proletarya diktatoryasını kurmayacaklarını açıkça ilan etmişlerdir. [3*]
     
     
- IV -

     
      "Böyleleri için -tekelci kapitalist dönemde barışçıl bir yoldan sosyalizme geçme sorununda keskin bir revizyonizm kokusu duyanlar için- bu meselenin geçmişinden kısaca söz etmek belki yararlı olur. Aslında bu mesele de Marx'ın adıyla başlar. Gerçekten Marx, I. Enternasyonalin 1872 Lahey Kongresinden sonra, Amterdam'da düzenlenen bir mitingte konuşmuş ve bazı şartlarda emekçilerin amaçlarına barışçı araçla da varabileceklerini söylemiştir. Marx aynı düşünceyi daha önce de ifade etmiş, örneğin "The World" adlı bir Amerikan gazetesine verdiği demeçte (3 Temmuz 1871) amaca barışçı ajitasyonla daha çabuk ve daha emin ulaşmanın mümkün olduğu yerde silahlı ayaklanmanın büyük bir budalalık olacağını söylenmiştir. Gene Marx, ünlü Amsterdam konuşmasından daha sonra, 1878'de Almanya'da yürürlüğe konan anti-sosyalist kanun dolayısıyla, iktidarı elde tutanlar tarafından şiddete başvurulmadıkça, tarihi gelişmenin barışçı kalabileceğini, ama eski düzenden çıkarı olanlar şiddete başvururlarsa, barışçı hareketin şiddete dönüşebileceğini söylüyordu" demekte Kenan Somer. (Emek, Sayı: 5, sayfa: 16) [4*]
      Kenan Somer'in yaptığı ile, 2. Enternasyonalin oportünist liderlerinin yaptıkları arasında, insanı şaşırtacak derecede ilginç bir ayniyet vardır.
      Yarım asırı aşan bir zaman dilimi önce, Marksizmin sofrasına 2. Enternasyonalin oportünist liderlerinin sürdükleri bu yemeğin zamanını geçirdiği için, "içi geçmiş" olduğunu, dolayısıyla yenilemeyeceğini ve bu nedenle bu bayatlamış yemeğe Marksizmin sofrasında yer olmadığını Lenin o denli açık bir biçimde belirtmiştir ki, aynı bayatlamış yemeği (hem de "Devlet ve İhtilâl" yapıtını tanıtırken) tekrar sofraya getirmek cesaretini gösteren Bay Somer'e ve bu korkunç cesaretine hayran olmamak ve de şaşmamak elde değil. [5*]
      Bize burada düşen iş, oportünizmin bu önerilerini çürüten Marksizmin ustalarının bu soruna ilişkin sözlerini açarak sergilemektir.
      Önsel olarak, şunu açıkça söylemek gerekir, Marksizme ilişkin bir yazıda -hem de "Devlet ve İhtilâl"in tanıtılmasında- Marx'ın tamamen özel, istisnai koşullar ve durumlar için, bir ihtimal olarak öngördüğü -ki Leninizm ile geçerliliğini o ülkelerde de yitiren- ve hiç bir ana yapıtında uzunca bahsedilmeyen "sosyalizme barışçıl yollardan geçilmesinden" uzunca bahsedip de, Marx ve Engels'in genel kural olarak "zora" dayanan devrimi öngördüğünden bir tek kelimeyle bile bahsetmemek, Marx ve Engels'i tahrif etmekten başka bir şey değildir.
      Marx, "barışçıl yollardan sosyalizme geçişi bazı şartlarda ve amaca barışçı ajitasyonlarla daha çabuk ve daha emin ulaşılmasının mümkün olduğu yerlerde" diyerek açıkça bu yöntemin istisnai olduğunu belirtmiştir.
      Marx, "barışçıl yollardan sosyalizme geçiş"i Kara Avrupa'sından tamamen farklı ve de çok değişik özelliklere sahip İngiltere ve Amerika için, bir ihtimal olarak öngörmüştür.
      Bir kere, bu tarihlerde her iki ülkede de kapitalizm, diğer Kara Avrupası ülkelerinde olduğu gibi "serbest rekabetçi" dönemi içindeydi. İkinci olarak, özellikle İngiltere, ülkenin geleneksel siyasi özgürlüğünün bir sonucu olarak, Kara Avrupasına nazaran kültür düzeyi yüksek ve nüfusun içinde yoğun bir ağırlığı olan, sendikalarda iyi örgütlenmiş bir proletarya sınıfıyla, uzlaşma geleneğine sahip -kolayca satın alınabilecek- bir kapitalist sınıfa sahiptir. Bu niteliklerinin yanında güçsüz, az gelişmiş bir bürokrasi ve militarizme sahip olması nedeniyle İngiltere'ye ayrıcalık Marx tarafından tanınıyordu. (Amerika'nınki de İngiltere'ye benzer). Nicelik ve nitelik olarak oldukça güçlü bir proleter sınıfa ve güçsüz bir bürokrasi ve militarizme sahip İngiltere'de devrime ihtilâlle değil, barışçıl yollardan geçilebilinirdi, Marx'a göre.
      "O sırada, işçilerin İngiliz kapitalistlerine barışçı yoldan boyun eğdirmelerinin mümkün olduğu fikrini yaratan şartlar bunlardı" [6*] diyen, Lenin, tekelci kapitalist dönemde, tekel öncesi kapitalist dönem için doğru olan bu görüşün, değerini yitirdiğini söyleyerek, bu dönemde koşulların değiştiğini ve bu ülkelerde militarizmin ve bürokrasinin Kara Avrupası'nın ülkelerinden artık farklı olmadığını, bu nedenle diğer ülkelerde olduğu gibi Amerika ve İngiltere'de de sosyalist devrimin temel şartının ancak "şiddet" kullanarak, "devlet makinasının" kırılması ve proletarya diktatörlüğünün kurulması yoluyla sosyalizme geçilebileceğini ileri sürüyordu. (Devlet ve İhtilâl, 51, 52 ve 53, 84'de detaylı bir biçimde açıklamaktadır Lenin).
      "Marx'ın İngiltere ile Amerika için tanıdığı sınırlama, daha doğrusu istisna, bu ülkelerde gelişmiş bir militarizm ile gelişmiş bir bürokrasi olmadığı sürece yerindeydi. Lenin'in görüşüne göre, bu sınırlama, İngiltere ile Amerika'daki militarizm ile bürokrasi, Avrupa Kıtasındaki öbür ülkelerde olduğundan daha çok değilse bile daha az olmayan bir gelişmeye ulaşınca, tekelci kapitalizm şartlarında ortadan kalkıyor. Bu yüzden büyük proletarya devrimi, istisnasız bütün emperyalist devletlerde, sosyalizme yönelmiş gelişme için kesinkes bir önşarttır." [7*] (Stalin, Sağ Sol Sapmalar Üzerine, "Partimizdeki sosyal demokratik sapmalar üzerine" için sonsöz, 3 Kasım 1926, sf.76)
      Gelelim 1878 Almanya'sında yürürlüğe konulan "anti-sosyalist kanun" dolayısıyla Marx'ın söylediklerine.
      Bir kere Marksistler herhangi bir dönemde herhangi bir durum için önerilen taktikleri, yöntemleri, o dönemin tarihi ve o ülkenin koşulları içinde yorumlarlar. Marx, bu sözleri o dönemde Alman militarizminin çok güçlü olması ve "Gousehalk"lerin eski etkinliklerini önemli ölçüde yitirmelerine karşın, hala proletarya üzerinde nüfuz sahibi olmalarını ve bu anarşist grupların, subjektif şartlar uygun değilken zamansız bir çıkış yaparak bir bozguna sebep olabileceklerini düşünerek söylemiştir. Bütün sosyalist örgütlerin, işçi yığın örgütlerinin, sosyalist basının yasaklanmasını öngören bu kanun, 1890'da yığın işçi hareketleri sonucunda, yani pasif olarak değil, aktif bir karşı koyma ile kalkmıştır.
      İkinci olarak, Marx'ın "şiddete başvurulmadıkça şiddete başvurulmaması" sözü, Marksizmin genel kuralıdır. Marksizm içinde saldırganlığı ve şiddeti taşımaz. Ancak zora zorla karşı karşılık verir. Ve Marksistler yasallığı burjuvazi bozmadan bozmazlar.
      Marks'ın bu denli açık ve saptırılmayacak sözü bile saptırılmıştır. "Şiddete başvurulmadıkça, tarihi gelişimin barışçıl kalabileceğine" ilişkin sözlerine, o dönemde de bugün bay Somer'in yaptığı gibi dört elle sarılmıştır, oportünistler. Oportünistlerin Marx'ın bu sözünü saptırmalarını şiddetle eleştirmiştir, Engels. Ve Engels'in 19 Haziran 1871'deki oportünizme dönük eleştirilerini kapsayan "Erfurt Program Taslağının Eleştirisi"nin Kautsky tarafından nasıl hasıraltı edildiği ve Neue-Zeitung'ta ancak on yıl sonra yayınlandığı sosyalistler tarafından bilinen bir gerçektir.
      "Erfurt Program Taslağının Eleştirisi"nde Engels, Marx'ın Alman militarizminin güçlülüğünden dolayı barışçıl bir yöntem önermesine -ki asla pasifizmi önermemişti Marx- ilişkin sözlerine, dört elle sarılarak kendi burjuva reformizmlerine alet etmeye çalışan Alman oportünistlerini en sert biçimde yererek, "..Ama ne olursa olsun, olaylar ileriye doğru zorlanmalıdır. Bunun ne kadar gerekli olduğunu, bugün sosyal demokrat basının büyük bir kısmında yayılmaya (einreissende) başlayan oportünizm apaçık gösterir. Partinin, sosyalistlere karşı kanunun yenilenmesi korkusu içinde, ya da kanun yürürlükteyken mevsimsiz olarak yayılmış bazı fikirleri hatırlayarak, şimdi bütün taleplerini barışçıl yoldan gerçekleştirmek için Almanya'da mevcut kanuni düzeni yeterli olarak kabul etmesi isteniyor..." suçlar (Lenin, Devlet ve ihtilâl, s.90). Ve bundan sonra Lenin devam eder. "Alman sosyal demokratların olağanüstü kanunun yenilenmesi korkusuyla hareket etmeleri Engels'in birinci plana koyduğu ve tereddüt etmeksizin oportünizm olarak suçladığı esaslı bir olgudur." (Lenin, Devlet ve ihtilâl, sf. 91).
      Görüldüğü gibi mesele son derece açık; Marx'ın çok istisnai tarihi şartlar için ve çok özel niteliklere sahip tekel öncesi Amerika ve İngiltere'si için bir ihtimal olarak "barışçıl yollardan sosyalizme geçişe ilişkin" söylediği sözler Leninizm tarafından tekel öncesi doğru, fakat tekelci kapitalist dönem için doğru ve geçerli kabul edilmemektedir.
      Ve Marksist-Leninist teoriye karşı, oportünistler dört elle bu sözlere sarılarak demagojilerine Marx'ın bu sözlerini kılıf yapmaya çalışmışlardır.
      Aslında bu mesele Marx adıyla başlıyor diyen Bay Somer'i, baza düşmüş turnusol misali, sosyalizmin hocalarının bu konudaki düşüncelerinin içine batırıp çıkardıktan sonra, konuya Stalin'in sözleriyle noktayı koyalım:
      "Marx'ın şartlı sınırlamasına dört elle sarılan ve bu sınırlamayı proletarya diktatörlüğüne karşı ileri süren BÜTÜN ÜLKELERİN OPORTÜNİSTLERİ, bu yüzden Marksizmi değil, kendi oportünist meselelerini savunuyorlar." [8*]
      Marksist doktrinin ana çatısı olan "sınıf mücadelesi" Marx'tan önce bilinen ve burjuva tarihçi ve ekonomistlerinin kabul edip irdeledikleri bir düşündür. Marx'ın yaptığı, bu sınıf mücadelesinin zorunlu olarak, o zamana kadar görülmemiş derecede sert bir ihtilâlle burjuva devlet cihazını parçalayarak, sosyalizme proletarya diktatoryasının aracılığıyla varacağını açık seçik koymasıdır.
      Gerek Marx, gerek Engels, Lenin'in açıkladığı gibi kendilerini devrimi gerçekleştirme metotlarıyla, yani biçim meseleleriyle -birçok yeni durumların ortaya çıkabileceğini ve devrim süreci içinde sık sık değişebileceğini düşünerek- bağımlı kılmamışlardır. Ancak Marx ve Engels'in düşüncelerinin temelinde yatan gerçek yine Lenin'in belirttiği gibi "şiddete dayanan devrim"dir. Ve bu genel ilkedir.
      "Marx ve Engels'in şiddete dayanan devrimin kaçınılmazlığı ile ilgili doktrini.." burjuva devletiyle ilgilidir. Burjuva devleti proleter devlete (proletarya diktatoryasına) yerini "yok olma" yoluyla değil, genel kural olarak, ancak ve ancak şiddete dayanan bir devrimle bırakabilir. Engels'in şiddete dayanan devrime yaptığı övgü, Marx'ın birçok beyanlarıyla tam bir uygunluk halindedir. (Şiddete dayanan devrimin kaçınılmazlığını yürek pekliğiyle, açıkça ilan eden Felsefenin Sefaleti ve Komünist Manifestosu'nun vargısını hatırlayalım, otuz yıl daha sonra, 1875'de Marx'ın Gotha Programının oportünist muhtevasını yerin dibine batırdığı (Gotha programının eleştirisini hatırlayalım). Bu övgü hiç de bir "boğuntu" sonucu, bir tumturaklı söz, bir tartışma hevesi değildir. "Bu şiddete dayanan devrim fikri ve bu fikrin ta kendisini sistemli olarak yığınlara maletme zorunluğu, Marx ve Engels doktrininin tümünün temelinde yatan bir şeydir" diyor Lenin, Devlet ve İhtilâl'inde (sf. 31)
      "Halk Bankası" aracılığıyla işçilere karşılıksız kredi vermek suretiyle, sınıf mücadelelerinin, barışçıl bir biçimde hallolunabileceğini ileri süren Proudhon'a Marx'ın verdiği cevap kesindir.
      "... Ancak artık sınıfların ve sınıf çelişmelerinin bulunmadığı bir düzendedir ki, sosyal evrimler, artık siyasi devrimler olmaktan çıkacaklardır. O zamana kadar toplumun her yerinden değiştirilip, düzeltilmesinin arifesinde sosyal bilimin son sözü şu olacaktır, YA MÜCADELE, YA ÖLÜM, YA KANLI SAVAŞ, YA DA YOK OLMA." [9*]
      "İşte Engels'in bu konudaki düşüncesi" diyerek Lenin, Engels'ten (Anti-Dühring'ten) alıntı yapıyor; [10*] "...Fakat zorun tarihte (kötülük kaynağı olmaktan) başka bir rol, devrimci bir rol de oynadığını, zorun Marx'ın sözleriyle bir yenisine gebe olan her eski toplumun ebesi; toplumsal hareketin taşlaşmış ömrünü bitirmiş politik biçimleri alteden ve parçalayan aleti olduğuna dair Bay Dühring'de bir tek kelime yoktur. O sadece içini çekerek ve ah ederek, sömürme ekonomisinin yıkılması için zorun belki de lüzumlu olabilmesi imkanını itiraf etmektedir..."
      Engels, görüldüğü gibi Marx'ın ihtilâl teorisinden bir tek kelime söz etmemesi nedeni ile -ki Dühring şiddeti de kabul etmektedir, barışçıl yolun dışında- Dühring'i eleştirmektedir.
      Ya Kenan Somer? Marx'ın devrim hakkındaki düşüncelerini bu denli açık ortaya koyan "Devlet ve İhtilâl"i iki-üç sayfa içinde tanıtırken, Marx'ın genel ilke olarak kabul ettiği ihtilâle ilişkin düşüncesinden bir tek kelime bile bahsetmeden Marx'ın istisnaya ilişkin önerdiği ve bir söylev ve gazeteciye verilen beyanatının oluşturduğu barışçı yoldan geçiş hakkındaki sözlerine -ki tanıtılan kitapta Lenin bunun emperyalist çağda şartların değişmesi nedeni ile geçersiz olduğunu belirtir- adeta övgü yazarcasına üç sayfanın bir sütununu ayırmasına ne anlam vermek gerekir acaba!
      Barışçıl bir dönüşüm üzerinde, herhangi bir neden yokken -özellikle- duranların söylediklerinden soyut, lafazanlıktan öteye gitmeyen devrimci laf ebelikleri ve Marksizmin ABC'si olan birkaç devrimci kırıntı ayıklandığında ortada yalnızca sipsivri bir revizyonizmin kaldığını tarih bugüne kadar göstermiştir Marksistlere...
      "... Revizyonizm için Marx'ın kullandığı anlamda -ihtilâl anlamında- devrim artık sadece bir rüya, bir hayaldi. Tek politik amaç olarak ne kalıyordu? Oyların % 50'sinden fazlasını sağlamak..." [11*]
      İşte bunun için Marksistlerin bu konuda burunlarının hassas olmasını bay Emek yazarının doğal karşılaması gerekirdi. Ve "devrimin barışçıl yoldan gerçekleşmesinde" keskin bir revizyonizm kokusu duymak sapı samana karıştırmak değil, sapı ile samanı karıştırmamak; bilimsel sosyalizm ve revizyonizmi ayırmak demektir.
     
     
- VI -

     
      Marksistler, "proletarya devleti ancak devrimle kurulabilir" derken, legalitenin olanaklarından, burjuva parlamentarizminin olanaklarından yararlanmayı da ihmal etmezler. Marksistlerin en gerici parlamentolarda bile çalışabileceklerini "Marksizmin Çocukluk Hastalığı, Devrim Stratejisi" adlı eserinde Lenin açıkça belirtmiştir.
      Ona göre parlamenterizm amaç değil araçtır. Bu nedenle parlamenter eylem; Marksistlerin sınandığı bir sınavdır. Ve ince bir çizgidir. Lenin'in ünlü sözü açıktır: "Parlamenter eylem bazı kişilere -Marksist geçinen bazı kişilere- uşaklık ünvanını, bazı kişilere de sürgün ve ağır hapis cezaları kazandırır". [12*]
      Görülüyor ki Marksist-Leninist teori, bürokrasinin ve militarizmin son derece güçlü olduğu kapitalizmin can çekişme çağında, parlamentarizm içinde eylem gösterilirken bile parlamentarist yolla proletarya devletinin kurulmasının imkansız olduğunun bir an olsa bile unutulmamasını öngörür.
      "Şeyler durmadan kendilerini birinci biçimden ikincisine dönüştürmektedirler. Oysa çelişmeler içindeki mücadele iki biçimde de bulunur. Bunun için zıtların birliğinin şarta bağlı, geçici ve nispi olduğunu, buna karşılık zıtlar arasındaki mücadelenin mutlak olduğunu söylüyoruz." [13*]
      Sınıflı toplumlarda savaş ve barış gibi zıt şeyler belli şartlarda özdeş halindedir. Ve şartların değişmesi halinde bu özdeş zıtlar birbirine dönüşürler. Belli şartların değişmesi halinde tabii. Eğer sen burjuva parlamentarizminin denge unsuru haline gelirsen, şartlar da değişmez, yüzeydeki barış da devam eder, elbette.
      "Revizyonizme evet, devrimci sosyalizme hayır!.."
      Bu, burjuva parlamentarizminde burjuvazinin ana şiarıdır.
      Ancak şu gerçeği tekrar tekrar hatırlamak gerekir, burjuva demokrasisine en saygılı davrananlar yalnız ve yalnız Marksistlerdir.
      "Dünya proletaryası, burjuva demokrasisi haklarını alabilmek için kan revan içinde kalmıştır ve bu haklarını da elinde tutabilmek için, tabii ki bütün gücüyle savaşacaktır." [14*]
      Sosyalistler burjuva yasallığını, burjuvazinin bozması üzerine terkederler. Engels'in "önce siz ateş edin mösyö burjuvazi" sözü, Marksistlerin burjuva yasallığına saygısının açık belirtisidir. Bu nedenle devrimlerin objektif şartlarını, devrimciler değil, baskı, cebir ve şiddet getirmek suretiyle burjuvazi hazırlar.
      Tekelci kapitalist dönemle birlikte başlayan sosyalist devrimler çağında, bütün proletarya devrimlerine baktığımızda bu gerçeği çok açık görürüz.
     
     
- VII -

     
      "Devlet ve İhtilâl'in teorik özünü, yazıldığı anın siyasi pratiğinden ayrı değerlendirmemek, örneğin sosyalist devrimin ihtilâlden başka bir yolu olmadığını düşünmek yanlış olur. "Devlet ve İhtilâl"in yazılışından 52 yıl sonra bu kitabı bir çeşit hareket planı olarak değerlendirmek, ancak küçük-burjuva dar kafalılığı ile açıklanması mümkün ve bizzat Marksist- Leninist anlayışa, bilimsel düşünceye temelden aykırı bir sapıklık olur. (...) (Ama kitap Ekim ihtilâlinden sonra yayınlanabildiğine göre ihtilâl üzerine doğrudan doğruya bir etkisi olmamıştır)". (Emek, Sayı: 5, s: 14-16)
      Yazımızın başından beri açıklamaya çalıştığımız gibi Emek yazarının Leninizmi tahrif çabaları bu sözlerde iyice somutlaşmaktadır. Tahrifat basit bir polemikçinin hokkabazlığı içinde yapılmaktadır. Doğru bir sosyalist önermeden, revizyonist bir "çıkarmaya" gidilmektedir. "Devlet ve İhtilâl'in teorik özünü, yazıldığı anın siyasi pratiğinden ayrı değerlendirmemek" doğru önermesinin arkasından "Sosyalist Devrimin ihtilâlden başka bir yolu olmadığını düşünmek yanlış olur" sapmalı çıkarması ile gizlenen revizyonizm ortaya çıkmaktadır.
      Bilindiği gibi Marksizm hareketin, hareket halindeki bir doktrinidir. Marx, Engels, Lenin ve Marksizmin diğer ustaları, içinde bulundukları toplumun sosyal pratiğini gözönünde bulundurarak, somut durumların somut tahlilini yapıp, bilimsel genellemeye gitmişlerdir.
      Marx, Engels, tekel öncesi kapitalizminin sosyal pratiğinden hareketle somut tahlillerden soyutlamalara gitmişlerdir. Onlar gelecekteki devrim sürecinin değişeceğini bildikleri için, hiç bir zaman ana ilkelerin dışında, kesinkes yöntemler önermemişlerdir. Ancak genel kural önermişlerdir.
      Bu genel kural, burjuva diktatoryasının "zorla" parçalanarak, proletarya diktatoryasına dönüştürülerek sosyalizme geçiştir.
      20. yüzyılda ise serbest rekabetçi kapitalizm yerini tekelci kapitalizme dolayısıyla serbest rekabetçi dönemin özellikleri ve şartları yerini tekelci dönemin özellikleri ve şartları, yerini tekelci dönemin şart ve özelliklerine bırakmıştır. Kapitalizmin tekel öncesi döneminde yaşayan Marx ve Engels'in, tekel sonrası döneminin özelliklerini önceden görmeleri imkansızdı. Bu nedenle Marx ve Engels'ten tekelci döneme ilişkin özel kanun ve yöntemler öngörmelerini beklemek yanlış ve saçma bir tutum olur.
      Bu nedenlerden dolayı Marksizm, tekelci kapitalist dönemde Leninizm ile tamamlanmıştır.
      Marx'ın İngiltere ve Amerika için, bir ihtimal olarak öngördüğü istisnayı, Leninizmin emperyalist çağda geçersiz saydığını daha önce etraflı bir biçimde belirtmiştik. Ayrıca Lenin'in devrim teorisinden de bahsettik ve emperyalist sürecin devamı boyunca, bu devrim teorisinin, Marksizme göre evrensel olduğunu ve sosyalizme geçişin bir eylem kılavuzu olduğunu detaya inerek söylemek gereksiz olur herhalde.
      "Burjuva devlet biçimleri son derece çeşitlidir. Ama nitelikleri aynıdır. Bütün bu devletler son tahlilde şu ya da bu biçimde, ama zorunlu olarak, bir burjuvazi diktatoryasıdır. Elbette kapitalizmden sosyalizme geçiş de politik biçimler bakımından büyük bir bolluk ve geniş bir çeşitlilik göstermekten geri kalmaz -Çin, Vietnam, Küba ve diğer sosyalist ülkelerin somut pratikleri-. Ama hepsinin niteliği aynı kalacaktır; Proletarya diktatoryası (...) gerçekte bu dönem -emperyalist dönemde sosyalizme geçiş- zorunlu olarak, son tahlilde keskin biçimlere bürünmüş ve o zamana kadar görülmemiş şiddetle -pasifist değil non pasifist-, bir sınıf mücadelesinin damgasını taşır." [15*]
      Bu nedenle serbest rekabetçi dönemde, dünya mali guruplar tarafından paylaşılmamışken, kapitalizm bugünkü gibi can çekişme değil de gürbüzleşme dönemindeyken, Marx'ın istisnai yerler için önerdiği "barışçıl yoldan sosyalizme geçiş", Lenin'in belirttiği gibi Marksizm için olanaksızdır.
      Marx'ın ve Engels'in yapıtlarını, yapıtların düşüncelerinin tarihi gelişim içindeki yeri ve derinleşmesini gözönünde tutmadan, Marx ve Engels'i iktibas etmek, Marksizme ihanettir ve bütün oportünistlerin Marksizmi çürütmek için yaptıkları ortak bir harekettir. Ve yine daha önce de belirttiğimiz gibi sosyalist mücadelenin tarihinde açıkça görülmektedir ki bütün oportünistler, Stalin'in deyişiyle "Marx'ın şartlı sınırlamalarına dört elle" sarılarak kendi oportünizmlerini savunmuşlardır. Bunun pek çok örnekleri bilinen gerçeklerdir. Örneğin Trotsky...
      Emperyalizmin olmadığı ve "kapitalizmin gelişmesinin eşit oranda olmaması" kanunu bulunmamışken, bulunmasına da imkan yokken, Marx ve özellikle Engels'in bir tek ülkede değil, bütün Kara Avrupa'sında birden sosyalist devrimin başarıya ulaşacağını öneren tezine, "kapitalist ülkelerin gelişmesinin eşit oranda olmaması" kanununun bulunması ile birlikte tek ülkede sosyalizmin zaferinin mümkün olmasını oluşturan tekelci kapitalist dönemde, nasıl ki "dört elle sarılan" Trotçky oportünizmin batağına saplanmışsa, aynı dönemde artık Leninizm tarafından kabul edilmeyen "barışçıl yollardan sosyalizme" geçiş istisnasına dört elle sarılanlar da gırtlaklarına kadar oportünizm bataklığına gömülmüşlerdir.
      "Devlet ve İhtilâl'in yazılışından 52 yıl sonra bu kitabı bir çeşit hareket planı olarak değerlendirmek" sözündeki "hareket planı" fazla soyut, tek başına ne anlama geldiği somut olarak belli olmayan bir sözcük. Bu nedenle bu "hareket planı" sözcüğünü okuyucunun gözünde somutlaştırmak için derinleştirmek ve açmak gerekiyor.
      İçinde yaşanılan toplumun süreci içindeki çelişmelerden ana çelişmenin saptanarak, bu ana çelişmenin tayin ettiği, o sürecin niteliğinin belirtilmesine, (devrimci aşamanın tayini) ve bu niteliğe uygun devrimci şiarların kompoze edilmesine Marksist literatürde "strateji" denir. Aslında askeri bir kavram olan strateji fethetme sanatıdır. Ana çelişmenin niteliğini tayin ettiği süreç -herhangi bir şeyin gelişim sürecinde var olan farklı aşamalar- içinde çeşitli aşamaları ihtiva eder. Ve her aşamada farklı şartları içinde taşır. Farklı şartlar da doğal olarak farklı özellikleri gerektirir. İşte "taktik" denilen esnekliğin biçimlendirilmesinin önemi burada ortaya çıkar. Taktik ana çelişmenin niteliğini tayin ettiği sürecin, değişik aşamalarının değişik şartlarına göre (sürecin belli aşamalarında bazen tali çelişki ana çelişki ile üstüste gelebilir, bazen de ana çelişmenin bazı kısmi unsurları çözümlenir), bu şartlara uygun pozisyonlar çizme, şartlara uygun, tecrit edilmiş hareketler yapma sanatıdır.
      Marksist literatürde "strateji" ve "taktik" tanımlamaları böyledir (yeri gelmişken belirtelim, Kenan Somer'in taktik ve stratejiyi ne denli anladığını (!), "İki Taktik" üzerine yazdığı yazıda "demokratik devrim stratejileri" demesinden bilmekteyiz). Şimdi burada "taktik" ve "strateji"den bahsetmemizin nedeni bu "hareket planı" sözcüğünün ayağını yere bastırarak, içinde kullanıldığı cümlenin anlamını somutlaştırmaktır.
      İçinde bulunulan devrimci aşamanın niteliğinin ve şiarlarının saptanması işine "hareketin makro planlaması" (strateji tespiti) denilebilirse, hareketin makro planının içerdiği ve hareketin dolambaçlı virajlarına, iniş ve çıkışlarına, diğer bir deyişle aşamalarına göre çizilen, yalnız o aşamalar için geçerli olan planlara da "hareketin mikro planları" diyebiliriz. [16*]
      Şimdi sormak gerekir; bu hareket planından kastedilen nedir? Hareketin makro planı mı (stratejik planlaması mı) hareketin mikro planlamaları mı (taktik planlamaları mı) kastediliyor?
      Böyle bir somuta indirgemede "hareket planı" sözcüğü, tek başına nitelik belirtici olmuyor. Ve lastikli bir kavram olarak ortada kalıyor. Bu nedenle bu "hareket planı" sözcüğünü, içinde kullanılan cümle içinde yazarın daha önceki sözleri ile organik bağlar kurarak yorumlamaktan başka çare yoktur.
      Yazarın yazısının başından itibaren, önsel bir yargı ile, kapitalizmin tekelci döneminde "proletarya devletinin barışçıl yollardan kurulabilmesinin" mümkün olabileceğini ilişkin dayanak arama çabaları (ki bu çabaların Marksizm-Leninizmi tahrifata kadar yönelmesini umursamadan, tekrar tekrar çabalara girişmesi) açıkça görüldüğü için, cümlenin şöyle kurulması mümkündür; "Lenin'in ihtilâl teorisini 'Devlet ve İhtilâl' kitabının yazılışından 52 yıl sonra proletarya devrimi için bir metod olarak değerlendirmek, ancak küçük burjuva darkafalılığı ile açıklanması mümkün ve bizzat Marksist- Leninist anlayışa, bilimsel düşünceye temelden aykırı bir sapıklık olur" (eğer yanlış anlamışsak, cümlenin şekli düzeltilir, biz de ona göre eleştirimizi yöneltiriz).
      Yazımızın başından beri defalarca gerekli olduğu için belirttiğimiz gibi, kapitalizmin 1. buhran döneminde Lenin, kapitalizmin tekelci döneme girmesiyle birlikte burjuva devlet bürokrasisi ve militarizmin tekel öncesi döneme nazaran çok daha kuvvetlendiğini belirterek, kapitalizmin bu yeni özellik ve şartlarına uygun olarak, Marx ve Engels'i derinleştirerek "Leninist ihtilâl teorisi"ni önermiştir.
      20. yüzyılın ikinci yarısında ise, kapitalizmin III. buhran dönemine girdiğini ve ölümünü biraz daha ileriye atabilmek için I. buhran dönemine nazaran bürokrasi ve militarizmine I. buhran dönemiyle kıyaslanmayacak derecede, çok daha sıkı yapıştığını söyleyen bu dönemin Marksist ustaları, Lenin'in ihtilâl teorisinin bu dönemde çok daha fazla önem kazandığını ve evrensel geçerliliğe sahip olduğunu açıkça belirtmekte ve bu evrensel geçerliliği kabul etmeyen sözde Marksistleri de Marksizm-Leninizme ihanet etmekle suçlamaktadırlar. [17*] Ve bu tip düşünce Kenan Somer'in yorumunun tam tersi, yaşadığımız dönemin Marksist ustalarına göre, Marksist-Leninist düşünceye temelden aykırı bir sapıklıktır.
      "Marksist Leninist devrim teorisi, son çözümlemede halka karşı savaşa, bir halk savaşıyla karşı koyma teorisidir." [18*]
      "Devlet ve İhtilâl" yapıtı, özetle, Lenin'in Marx'ın devlet anlayışını derinleştirerek oluşturduğu Marksizmin "devlet teorisi"ni ve yine Marx'ın "sınıf mücadelesi ve proletarya diktatoryası" düşüncesini derinleştirerek, az sayıda profesyonel ihtilâlcilerden oluşmuş, çelik gibi bir disipline sahip, manevra kabiliyeti yüksek, devrimci teoriyi eylem kılavuzu kabul etmiş öncü bir partinin yönetimiyle, zorla burjuva devlet cihazını parçalayarak kurulan proletarya diktatoryası aracılığıyla sosyalizme geçişi belirleyen "ihtilâl teorisi"ni kapsamaktadır.
      Bundan dolayı bu eseri, "yalnızca 1917'nin taktiklerini kapsıyor, şimdi ise şartlar değişmiştir" diyerek bir kenara itmek, Marksizmin ustalarına göre Marksizin-Leninizmden istifa etmek demektir. Ve yine bu ustalara göre, "Devlet ve İhtilâl" eseri, Somer'in göstermeğe çalıştığı gibi yalnız Rus devriminin ürünü değil, aynı zamanda çağımızın da niteliğini taşımaktadır. Çünkü tekelci dönemde Marksizmi bütünleyen Leninizmin ilkelerinin en önemlileri bu eserde yer almaktadır.
      Bu nedenle çağımızda Marksistler, Marksist teoriye göre Leninizmin evrensel gerçekleri ile kendi ülkelerinin somut pratiklerini birleştirerek, stratejik ve taktik planlarını veya Somer'in deyişi ile "hareket planlarını" çizerler. Yoksa "aradan 52 yıl geçmiştir o dönemde geçerliydi, ama şimdi geçerliliğini yitirmiştir" diyerek Leninizmin en önemli evrensel tezlerinin yer aldığı "Devlet ve İhtilâl" eserine saygısızca dudak bükmezler.
      Böyle bir düşünce, Marksizm-Leninizmin ustalarına göre dar kafalı küçük-burjuva dünya görüşünün somut bir belirtisidir.
      İşte Marksizmin ustalarının görüşleri ve de işte Kenan Somer'in bilimsel (!) yorumu.
      Bütün bu açıklamalardan sonra Bay Somer'e "bilimsel namus"luluğa ilişkin birkaç söz söylemek gereğini duymaktayız :
      Namuslu bir aydın kişi bir doktrini kabul etmese bile, o doktrine ilişkin bir eseri, diyelim ki görevi gereği tanıtırken, eserin yazarının düşüncesine uygun olarak tanıtmak zorundadır.
      Siz Marksist düşünceye inanmayabilir, Marksist dünya görüşünü, dünya görüşü olarak kabul etmeyebilirsiniz Bay Somer. Anayasamıza göre herkes düşünce ve kanaat özgürlüğüne sahiptir. Bu nedenle istediğiniz dünya görüşünü kabul etmek ve savunmakta özgürsünüz.
      Ama bu size bir doktrini tahrif etmek hakkını vermez. Belli bir dünya görüşünü savunmak ayrı bir şeydir, bu görüşe karşıt olan bir dünya görüşünü tahrif etmek ayrı bir şeydir.
      Kişi kendine ve bilime saygılı ise kendi dünya görüşüne karşıt görüşleri, bu görüşlerin yer aldığı eserleri tahrif ederek kendi düşüncelerini savunmak yoluna gitmez. Tam tersi bir davranışla, karşı olduğu düşünce sistemini ve bu sistemin yöntemlerini önce o düşünce sisteminin sahiplerinin tez ve yöntemlerini sonra da kendi düşüncesinin tez ve yöntemlerini ortaya koyarak "red yoluna" gider.
      Bu yönde insanı şaşırtacak derecede hırsla ve bir o kadar da gözü kapalı çabalar sarfediyorsunuz ki, bu çabalarınız, "kitap Ekim İhtilâlinden sonra yayınlanabildiğine göre ihtilâl üzerine doğrudan doğruya bir etkisi olmamıştır" gibi Marksizmden bihaber, orta zekalı bir kişiye bile saçma gelecek bir sözü size söyletebilmektedir.
      Kenan Somer'in bu sözü karşısında ne söylenebilir? Herhalde yapılacak en doğru iş bu perişan mantığa yalnızca gülüp geçmektir.
      Yazarı Lenin olan, Leninizmin "Devlet" ve "İhtilâl" teorilerini kapsayan, baştan sona kadar Lenin tarafından yürütülen Ekim İhtilâli üzerine, doğrudan doğruya bir etkisi olmamışmış (!) bu kitabın... Pes doğrusu böyle bir mantığa. Saçma sapan bu söz üzerinde daha fazla durmak, en azından okuyucuya saygısızlık olur.

     
- VII -


      Hareketin, hareket halindeki doktrinidir Marksizm. Engels'in deyişiyle, ezbere öğrenilmesi ve mekanik olarak tekrarlanması gereken bir dogma değil, bir gelişim kuramıdır.
      Ve Marksizmde mutlak, nihai bir gerçek yoktur. Gerçek izafi , hareket halindedir ve geçicidir.
      Marksist bilgi edinme somut tahlili dışında herhangi bir tahlilin belirli tabiatı üzerine bilgi edinme olanağı yoktur.
      Marksizmin ustaları daima devrimci diyalektiğin bu değişmez ilkesini kullanmışlardır. Marksizm de gelişme halindedir. Çünkü doğa bilimlerinin bugünkü bulguları ile sınırlıdır bilgilerimiz. Bu nedenle bugün yeterli olan yarın yetersizdir. Marksizm kendini devamlı aşan ve yenileyen bir dünya görüşüdür...
      "Doktrinin derinleşmesiyle aynı zamanda metodun yeni ortaya çıkmış ya da tahlili bir an için bir kenara bırakılmış realitelere uygulanışı içine alan bir gelişme, prensiplerin revizyonundan ayrı bir şeydir..." [19*]
      Sorunu, Marksist-Leninist eylemin ve kuruluşun önverisi olan Lenin'in derinleştirdiği "Marksist devlet teorisi"ni ve "ihtilâl teorisi"ni o dönemin koşulları için geçerlidir diyerek, hareket halindeki bir doktrinin hareket halindeki evrensel tezi olan "Marksist devlet teorisi"ni emperyalist çağda geçerli görmemek ve "ihtilâl teorisi"ni yine emperyalist dönemde eylem kılavuzu olarak kabul etmemek revizyonizmden başka bir şey değildir, Marksizmin ustalarına göre.
      Revizyonizmin felsefi temeli de agnostizmden başka bir şey değildir. (Revizyonistler eklektik "seçimci" bir yöntemle sorunları ele alıp yorumlarlar. Ancak "eklektizm"lerinin temelinde agnostizm "bilinemezcilik" yattığı açıktır).
      Okuyucuya sorunu daha somut sunabilmek için, buradaki "agnostizm"i biraz açalım.
      Bilindiği gibi, gerçek her yerde somuttur. Bu nedenle Marksizmin tahlil metodu, daima "somut durumların somut tahlilidir". Bunun dışında nesnel bilgi edinme yolu yoktur.
      Ama diyalektik yöntem kullanıyorum diye "somut durumların, somut tahlilinde" tahlile tabi tuttuğun sorunu bıraktın mı hapı yuttun demektir. İşte o anda diyalektik yöntem, mekaniğe, senin dünya görüşün de, bilinemezciliğe dönüşür de sen hala Marksist diyalektikle sorunlara yaklaştığını zannedersin.
      Kısacası, "somut durumların, somut tahlili"ni kullanmaya kalkan, diyalektikten habersiz, çatısı dar mekanik kafaların düşeceği kaçınılmaz yer, "agnostizm"dir. Oysa Marksist diyalektik "somut durumların, somut tahlilinden" objektif bilgi teorisine geçer.
      Diyalektiğin objektif bilgi teorisinden habersiz, sözüm ona bir Marksist, vahaya bakıp da çölün de yeşil olduğunu zanneden kişiden farksızdır.
      Bütün, parçalarında nicelik farklılıkları içinde yansıdığı gibi parçalar da bütünde aynı biçimde yansır. Yani özel ile genel, genel ile özel arasında sıkı bir bağ vardır. İşte bu bağı, bu ikili bilme yolunu bire indirgemek, Marksist diyalektiğe "elveda" demektir.
      Gerçeğe bakış ancak somutun tahlilinden bilimsel soyutlamaya geçişle olur. Bu soyutlama ile soyut fakat gerçekliğe (somut) dayanan kavram ve ulamlar formüle edilerek genel Marksist bir teze gidilebilir. (Marksist herhangi bir tezin evrenselliği o tezin ilişkin olduğu sürecin devamıyla sınırlıdır.) Ancak böyle bir yöntem ile gerçeğin sonsuzca giriftliği içindeki somuta açık veya gizli yansımış hareket ve kanunlarına varılabilir.
      Bu anlattıklarımızı bir örnekle iyice somutlaştıralım; Lenin, Çarlık Rusya'sının somut şartlarını tahlil ederek demir gibi bir disipline sahip az sayıda kişiden oluşmuş bir öncü partinin aracılığıyla gerici iktidarı parçalayarak, proletarya diktatoryasının kurulmasını olanaklı görmüştür.
      Ancak sorunu bu sözün dar kalıpları içinde bırakırsak, masanın dört ayağının ikisini dışarıda bırakmış oluruz.
      Tekelci kapitalist dönemin evrensel özellikleri ile, askeri feodal bir ülke olan Çarlık Rusya'sının öznel özellikleri, tamamen birbirinden ayrı mıdır? Değildir tabii. Bu durum genelin özelde nicelik farklılıkları içinde yansımasından başka bir şey değildir.
      Emperyalizmin bütün çelişkileri İngiltere, Fransa, Amerika, Almanya ve kapitalizmin az çok geliştiği diğer batı ülkelerinde yansıyordu, 20. yy. başında. Ancak bu çelişmeler üçgen prizmaya çarparak kırılıp farklı renklere bürünen güneş ışınları gibi, nicelik farklılıkları içinde yansımaktadır, bu ülkelerde. Tekelci kapitalizmin çelişkilerinin yansıması, İngiltere'de pembe gözüktüğü halde, Çarlık Rusya'sında kızıl gözükmektedir bu yıllarda. Farklı renklere bürünmesini tayin eden o ülkenin tarihi gelişimi, ekonomik ve kültür düzeyi, sınıfların güç ve bilinç kompozisyonu, sınıfların liderlerinin yeteneklerinin farklılıkları ve de bölgesel özellikleridir.
      Lenin, Çarlık Rusya'sının somut durumunun somut tahlilini yaparken, emperyalist dönemin tahlilini de, Rusya'ya yansımasıyla beraber yapmaktaydı, 20. yy. başlarında.
      Zaten bolşevikleri, menşeviklerden ve ihtilâlci sosyalistlerden ayıran ana kriter, Marksist diyalektiği doğru tahlil yöntemi olarak kullanmalarıdır.
      İhtilâlci sosyalistler [20*] somut durumun, somut tahlilini yanlış bir biçimde yaparak Marksizmin evrensel tezlerini yadsıma yoluna gitmişlerdir. (Kenan Somer'in yaptığı birinci hata ihtilâlci sosyalistlerin yaptığından pek farklı değildir.) Çarlık Rusya'sının durumuna, şartlarına Marksist tezlerin uymadığını söyleyerek, Rusya'da feodalizm ile kapitalizmin aynı anda çökeceğini ileri sürmüşlerdir.
      Menşevikler ise, Marksizmin hareketin, hareket halindeki doktrini olduğunu unutarak, Marksizmin lafızlarını mekanik bir biçimde tekrarlayıp durmuşlardır. Örneğin Marx'ın tekel öncesi kapitalizm için öngördüğü "barışçıl yollardan sosyalizm"e (ki tekel öncesi için bile bu yolun istisnai olduğunu Marx özellikle belirtmiştir) geçişe dört elle sarılan Bernstein ve diğer revizyonistlerle aynı şeyleri söylemişlerdir. (Kenan Somer'in ikinci hatası; mekanik bir biçimde Marksist lafızları tekrarlaması.) Çarlık Rusya'sının sosyalist bir devrime hazır olmadığını önererek, burjuvaziye destek olunmasını savunmuşlardır. "Marx, -nicelik ve nitelik olarak- gelişmiş güçlü bir sanayi ülkesinde devrim olacağını öngörmemiş miydi?" O halde Çarlık Rusya'sının da böyle bir ülke haline gelmesi gerekir, diyen menşevikler 1917 Çarlık Rusya'sının koşullarını sosyalist devrim için uygun görmemişlerdir. Ve bunun sonucu olarak ters yoldan hareketle ihtilâlci sosyalistlerin yanında yer alıp, burjuvazi iktidarına destek olmuşlardır.
      Menşeviklerin ve ihtilâlci sosyalistlerin, tamamen zıt amaç ve yollardan hareketle aynı yere gelmelerine şaşmamak gerekir. Başlangıçta sorunlar diyalektik yöntemle ele alınıp irdelenmezse veya diyalektik metod yanlış kullanılırsa, bu yanlış tahlile dayanan eylemler, ister sağdan gelsin, ister soldan nihai olarak birbirleriyle çakışırlar.
      Bu nedenle ihtilâlci sosyalistlerle, menşevikler ayrı ayrı makamlardan aynı şarkıyı söylemişlerdir, bütün devrim boyunca.


MAHİR ÇAYAN
12 Ağustos 1969



Dipnotlar

[*] Bu yazı, ilk kez 12 Ağustos 1969 tarihinde Türk Solu dergisinin 91. sayısında yayınlanmıştır. 
[1*] Karl Marx, Hayatı ve Eserleri II, Henri Lefebvre, sf. 145, Anadolu Yayınları 
[2*] Geniş bilgi için bkz; "Aren Oportünizminin Niteliği", Türk Solu, Sayı, 88. sf. 14-15-16. 
[3*] Çağımızda bu yolu savunanlar proletarya diktatoryasını öngörmemektedirler. Oysa Marx, istisnai ve de ufak bir ihtimal olarak kabul ettiği bu yöntemin sonucunda mutlaka proletarya diktatoryasını öngörür. 
[4*] Tire içindeki yazılar bize aittir.
[5*] Somer'in cesaretini çok büyütmemek gerekir aslında. Çünkü Somer bu yolu öneren tek kişi değildir. Batı kapitalist ülkelerinde bütün Marksizm kalpazanları, bu biçimde sürekli yayınlar yapmaktadırlar. Ayrıca dünyanın bilinen bir geri kalmış ülkesinde "biz dünyada denenmemiş bir yolu ilk defa deniyoruz. Bu bizim Marksizme katkımızdır" diyerek bu yolu savunan bir kalpazanlar grubunun çığırtkan bağırtısı da meseleyi bilenlerin kulaklarında hala yankılar yapmaktadır. 
[6*] "Toprak Meselesi", "Ayni Vergiler Üzerine", sf. 150, Lenin, Sol Yayınları. 
[7*] Düz yazılar bize aittir. 
[8*] "Sağ-Sol Sapmalar" ("Partimizdeki sosyal demokratik sapmalar üzerine" İçin Sonsöz.) 3 Kasım 1926, sy.76, Stalin, Sol Yayınları, Ankara. 
[9*] "Felsefenin Sefaleti", Karl Marks, s.195, Sol Yayınları. "Georg Sand'ın ünlü sözü Türkçeye çeviride açık yazılmamıştır. Orijinal bu biçimdedir". 
[10*] "Devlet ve İhtilâl", Lenin, sf. 30, "Bilim ve Sosyalizm Yayınları". 
[11*] "Lenin, Hayatı ve Eserleri", sf. 29, Henti Lefebvre, Anadolu Yayınları, (tire içindekiler bize aittir). 
[12*] "Sosyalizm", s. 52, Lenin, Habora Yayınevi, (tire içindekiler bize aittir). 
[13*] "Teori ve Pratik", Mao Tse Tung, s.67. Sol Yayınları. 
[14*] "Faşizme Karşı Birleşik Cephe", "Burjuva Demokrasisine Karşı Tutum", s. 167, Dimitrov. 
[15*] "Devlet ve İhtilal", Lenin, s.47-48, "Bilim ve Sosyalizm Yayınları". 
[16*] "Makro" ve "Mikro" kavramları Marksist literatürde mevcut olmayan kavramlardır. Bu nedenle kullanılmaması gerekir. Burada kullanmamızın nedeni, Somer'in ifadesine netlik getirerek okuyucuya sorunu somut bir biçimde sunabilmek içindir. 
[17*] Mao Tse Tung ve Lin Piao'nun eserlerinde mesele son derece açık ve tartışma götürmez bir biçimde konmaktadır. 
[18*] "Yaşasın Halk Savaşının Zaferi", Lin Piao, s.60, "Bilim ve Sosyalizm Yayınları". 
[19*] "Karl Marx - Hayatı ve Eserleri", Henri Lefebvre, s.144, Anadolu Yayınları. 
[20*] Rusya'daki "ihtilâlci sosyalistler", sosyalizmin işçi sınıfı ile olan kopmaz bağlarını kabul etmemiş, bilimsel sosyalizmi reddetmişlerdir. "İhtilalci Sosyalist Parti" popülist ve anarşist bir örgüt olup, Marksizmle hiç bir ilişkisi yoktur.



Revizyonizmin Keskin Kokusu (II)


"Lenin'in düşüncesini anlama çabası geliştirilirse, sevinç duyarım." Kenan Somer
 I -
      Geçen sayıdaki yazımızda, Lenin'in "Devlet ve İhtilâl" eserini Emek Dergisinde tanıtan Somer'in, Marksistler için tekelci kapitalist dönemde evrensel geçerliliğe sahip olan "Leninist Devrim Teorisi"ni nasıl tahrif ettiğini ve bu işlemi de nasıl bir yöntemle yaptığını açıkladık. Bu yazımızda ise, Lenin'in "iki devrim arası taktik ve şiarlarının" ve de Mao Tse Tung'un "Yeni Demokrasi" eserinin aynı yöntemle Somer tarafından nasıl tahrif edildiğini ortaya koyacağız.

      "Lenin, Devlet ve İhtilâl'i hangi tarihi konjonktür içinde yazdı? Günün başlıca stratejik ve taktik meseleleri neydi? Kitabın önemi ancak bu çerçeve içinde doğru olarak değerlendirilebilir. Kitapta genel bir geçerlilik taşıyan doğruların yaratıcı bir biçimde kavranabilme olanağını, ancak böyle bir değerlendirme sağlayabilir." (Emek, Sayı: 5, s.14) diyen Kenan Somer, Şubat ve Ekim devrimleri arasındaki sürenin kısa bir tahlil ve yorumunu yapmaktadır.

      Kenan Somer'in yukarıdaki sözlerine bir itirazımız yoktur. Çünkü söylenenler, genel planda bütün sosyalistlerin kabul ettiği gerçeklerdir.

      Bizim itirazımız, Kenan Somer'in bu giriş önerisine değil, bu öneriden sonra yapılan iki devrim arası Leninist taktik ve şiarların Somer'vari yorumlanmasınadır. Bay Somer'in bu yorumu öyle başarılı ki (!), öyle başarıya ulaşıyor ki, bu yorumu okuduktan sonra, Leninizmin ruhuna, "amin" demek zorunluluğunu duyuyor insan. Öyle bir yorum ki, yorumun temelinde revizyonizm çöreklenmiş sırıtıyor. İşte bizim itirazımız, sol gösterip de, sağ yumruğunu havaya kaldıran revizyonizmin tahrifatınadır.

      Bay Somer'in Leninizmin iki devrim arası taktik ve şiarlarına ilişkin tahrifatına geçmeden önce, şunu belirtmek gerekiyor. Gerçekten "Devlet ve İhtilâl" kitabındaki "Devlet" ve "İhtilâl" teorilerinin sağlıklı olarak kavranabilmesi için mutlaka 1917 iki devrim arası konjonktürünün açıklanması zorunludur. Zorunludur, ama tek başına yeterli değildir. Sağlıklı olarak kavranmasının sadece bir koşuludur. Yalnızca bu dönemin yorumlanması ile yetinirsek hiç bir şeyi açıklamamış oluruz, Lenin'in "İhtilâl ve Devlet" teorilerinin gerçek yörüngesine oturtulmasında.

      Emek'ci yazar, iki devrim arası olaylarını betimledikten sonra, "İşte Devlet ve İhtilâl, Razliv kıyısındaki kulübede, Ağustos- Eylül 1917'de, bu ortam içinde yazıldı" diyerek kanımızca tahrifatını daha tutarlı yapabilmek amacı ile okuyucuyu dar bir kalıba, dar bir bakış açısına sokmaya çalışmaktadır.

      Oysa, bilindiği gibi bu eser yalnız 1917, 2. Demokratik devrimle sosyalist devrim arasındaki sürenin bir ürünü değildir. Bu eseri Lenin, 1905 demokratik devriminde ve ondan sonraki yıllarda, özellikle I. emperyalist savaşta Marksizme açıkça ihanet eden "sosyal şovenler" diye nitelendirdiği oportünistlerin ihanetlerini, bu yıllar boyunca gözlemleyerek, irdeleyerek, Marks ve Engels'in "Devlet" ve "İhtilâl"e ilişkin teorilerini tekrar tekrar okuyarak, ünlü mavi kaplı defterine gerekli dökümantasyonları toplayarak yazmıştır. (Özellikle 1916'da Kautsky'nin, Marksist devlet anlayışına ve "proletarya diktatorya"sına ilişkin inkarları, Lenin'in bu eseri yazmasına ilişkin düşüncesinde çok etkili olmuştur).

      Kısaca özetlersek, bu eserdeki Marksist tezler, Leninizmin oluştuğu kısa sayılmayacak bir devrenin sonucu, Marx ve Engels'in önerilerinin derinleştirilmesinin ortaya çıkardığı tezlerdir. Ve kitabın birinci baskıya önsözündeki "Bu kitap, 1917 Ağustos ve Eylül'ünde yazılmıştır" sözünü bu açıdan anlamak gerekir. Sözün anlamı açıktır. Kerensky polisi taraflından arandığı için kaçmış olduğu Razliv kıyılarında, o zamana kadarki toplamış olduğu dökümantasyonlarını derleyerek kaleme almıştır, Lenin. Bu nedenle bu kitap, yalnızca iki devrim arası konjonktürüne dayandırılırsa, yanlış bir değerlendirme yapılmış olur. Ki, bunu söyleyen Bay Somer, garip bir açmaza kendi kendisini sokarak, bu kitap 1917 Ekim döneminden sonra yayınlandığı için, devrim üzerinde etkili olmamıştır, demektedir. Geçen sayıdaki yazımızda açıkladığımız gibi bu sözler, Lenin'in 1917 Ekim devrimine doğrudan bir etkisi olmamıştır anlamına gelir ki, bu nefis (!) değerlendirmeye bizim söyleyecek bir sözümüz yoktur.

      Bay Somer'in yorumuna geçmeden önce, 1917'den oldukça gerilere giderek, Lenin'in, Leninizmin özünü teşkil eden "örgütlenme"ye ilişkin görüşlerini ve bolşevik örgütlenmesini, konumuzdan uzaklaşmadan kısaca anlatmakta yarar görmekteyiz. Çünkü, Leninizmin Devrim Teorisi "örgütlenme ilkesi" belirtilmeden kolay kolay anlaşılamaz.

      1917 iki devrim arası, Leninizmin taktik ve şiarları ve de Somer'in tahrifatı, kanımızca ancak böyle bir ön açıklamayla berraklığa kavuşabilir.
     
     
- II -

     
      Lenin, tekelci kapitalist dönemin, tekel öncesi döneminden farklılıklarını, değişik olan özelliklerini teşhis ederek, bu dönemin çelişmelerinin çözümlenmesi için gerekli teori ve taktikleri, Marx ve Engels düşünüşünü derinleştirerek formüle etmiştir.
    
 Lenin'in, tekelci kapitalist dönemin çelişkilerinin, sosyalizme dönüşünü sağlayan çözümlemesine ilişkin önerdiği teori, strateji ve taktikler, Marx'ı mekanik yorumlayan ortodoks Marksizme karşı kıyasıya verdiği teorik mücadelesiyle birlikte siyasi pratiği içinde gelişmişlerdir. Bu nedenle Leninizmi, Marksizmin evrensel tezleri olan "Devlet" ve "İhtilal" teorilerini bu anlayış içinde ele almak gerekir. Marx'ın "son analizde ekonomi siyasayı belirler" görüşünü yanlış yorumlayarak, Marksizmi evrimciliğe indirgeyen, Marksist diyalektiğin devrimci ruhunu, nane ruhu haline getiren literatürde "Ekonomizm", "Ortodoks Marksçılık", "Kaderci Marksistler" vb. adlarıyla anılan oportünizme karşı, Lenin'in verdiği amansız mücadele, Leninizmin teori, strateji ve taktiklerinin tümünde yansır.
    
 Marksizmi, pasif bir kaderciliğe, 'evrimciliğe' dönüştüren, "Rusya gibi az gelişmiş kapitalizmin var olduğu bir ülkede proletarya devrimi olanaksızdır, bu nedenle kapitalizmin gelişmesini ve sosyalist devrim için gerekli şartları yaratmasını beklemek zorunludur" diyen "objektivizm"e karşı Leninizmin tavrını açıklamadan, ne "Marksist-Leninist sürekli devrim teorisi", ne de "Devlet ve İhtilal" teorileri açıklanabilir.
   
  Leninist örgütlenme, objektivizme, "trade-unioncu kendiliğinden gelmeciliğe" karşı emperyalist dönem çelişkilerinin doğru analizinin oluşturduğu bir tepkidir.
    
 Özellikle, "Bir Adım İleri, İki Adım Geri", "Ne Yapmalı" eserlerinde Leninist örgütlenme kesin bir ifadeyle Lenin tarafından açıklanmaktadır. Bilindiği gibi amaca varmak için takip edilmesi gereken yola göre örgütlenme şeması çizilir. Diğer deyişle örgütlenme, genel bir hareket planının statik bir ifadesidir.
   
  Trade-unioncu= kendiliğinden gelmeciliğin, küçük-burjuva reformizmine varacağını, sosyal demokrasinin (Marksizm-Leninizmin) öncülüğünü kabul etmeyen bir hareketin kaçınılmaz olarak küçük-burjuva hareketi olarak kalacağını ve işçi sınıfının, spontane bilinciyle en fazla sendikacılık bilincine sahip olabileceğini, bu nedenlerden dolayı proletaryaya ancak dışarıdan bilinç verilebileceğini söylemektedir Lenin. Proletaryaya dışardan bilinç ise, kendi kendini adamış, mesleği devrimcilik olan, az sayıda partizandan oluşan öncü, teoriyi eylem kılavuzu kabul etmiş, demokratik merkeziyetçi bir ihtilâl partisi tarafından verilebilirdi.
  
   Ancak böyle bir parti aracılığıyla, siyasi bilince sahip olma imkanını bulabilecek olan "proletarya ordusu" tekelci dönemin çok güçlenmiş olan bürokrasisi ve militarizmini alaşağı edebilirdi.
  
   Marx'ı mekanik yorumlayan, dolayısıyla tekelci kapitalist dönemin çelişkilerini yanlış analiz eden ortodoks Marksizmin, tahlildeki yanlışlıkları örgütlenmeye ilişkin görüşlerinde de yansıyordu, doğal olarak.
     
Ortodoks Marksizm'i yerel, "adem-i merkeziyetçi" aşağıdan yukarı doğru örgütlenmiş, geniş tutulmuş, non-partizan, legalitesi ağır basan işçi örgütleri fikrini savunuyordu. Sonradan bu görüş "Sovyetler"i meydana çıkaracaktır. (Özellikle Ortodoks Marksist, menşevik örgütlenmesinin teorisyeni Axelrod bu örgütlenme şemasını şiddetle savunuyordu, Lenin'e karşı).
      "Oportünist Sosyal Demokrasinin örgütlenme prensipleri aşağıdan yukarıya doğru örgütlenme usulünü izler ve bu yüzden mümkün olduğu kadar (aşırı bir şevkle) anarşizm noktasına varan özerkliği ve demokrasiyi yeğ tutar.

      Devrimci Sosyal Demokrasinin örgütlenme prensipleri ise, yukarıdan aşağıya doğru örgütlenme usulünü izler, bu yüzden de parçalarla ilişkide merkezin gücünün ve haklarının genişletilmesinden yanadır". (Bir Adım İleri, İki Adım Geri, sy. 232-233, Lenin, Sol Yayınları).
      Leninist örgütlenme, Leninist devrim teorisinin nasıl an1aşılması gerektiğine açıklık getirmektedir.

      "Silah kullanmasını öğrenmeye çalışmayan, silah sahibi olmaya çaba göstermeyen baskı altında bir sınıf köle muamelesi görmeyi hak etmiş demektir" [1*] demektedir, Lenin.

      Leninizm için önemli olan tek şey Devrimin esenliğidir. Yalnız devrimin esenliği en yüce yasa veya savaşçı yollardan sosyalizme geçiş Leninizmin sorunu değildir.

      Lenin'e göre, bir ülkede "proletarya ihtilâlinin" objektif ve subjektif şartların (ülkenin iktisadi düzeyi ile proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyi) ihtilâl için uygun olması gerekmektedir. I. Demokratik devrimde, hemen iktidarın ele geçirilmesini ve proletarya diktatoryasının kurulmasını önerenlere Lenin'in cevabı açıktır; "Rusya'nın ulaşmış olduğu iktisadi gelişme (objektif şartlar) ve geniş proletarya yığınlarının ulaşmış oldukları bilinç ve örgütlenme derecesi (objektif şartlarla kopmaz bağları olan subjektif şartlar) işçi sınıfının şu anda ve tam olarak kurtuluşunu imkansız kılmaktadır. (...) İşçilerin kurtuluşu, işçilerin kendilerinin eseri olacaktır, yığınların bilinci ve örgütlenmesi olmadan, yığınları hazırlamadan ve eğitmeden, bir sosyalist devrim söz konusu olamaz." (İki Taktik, sy. 20-21, Lenin, Sol Yayınları)

      Lenin'in örgütlenme, devrim gibi Leninizmin temellerini meydana getiren düşünceleri, Ortodoks Marksizmi tarafından hiç anlaşılmıyor ve Lenin Marksizmden sapmış bir sapık, diktatörlüğe özenen bir küçük-burjuva devrimcisi, Blanquist gibi suçlamalara hedef oluyordu.

      1917 Şubat Devrim'inden sonra, "bolşevik" saflara geçerek Leninizmi benimseyen Trotsky, (Trotsky'nin devrimci dönemi); "Tabiatıyla, AYAKLANMA İÇİN EN UYGUN ŞARTLAR KUVVET İLİŞKİLERİNDE BİZİM LEHİMİZE MAKSİMUM DÖNÜŞ OLDUĞU ZAMAN VAR OLUR. Burada, pek tabii, bilinç alanına, yani politik üst yapı alanına giren kuvvet ilişkilerinden söz ediyoruz, tüm devrim devresi boyunca, aşağı yukarı değişmeden kalacağını varsayabileceğimiz ekonomik temellerden değil. Tek bir ekonomik temele ve toplum içinde bir tek sınıf ayırımına dayanan kuvvet ilişkileri proleter kitlelerin hayallerini yıkarak politik tecrübelerinin artması, ara sınıf ve grupların devlet gücüne itimatlarının yıkılması ve en sonunda devlet gücünün kendi kendine olan itimadını kaybetmesi oranında değişime uğrar. Devrim sırasında bütün bu süreçler, yıldırım hızıyla yer alır. TAKTİK KULLANMA SANATI ŞARTLAR BİRARAYA TOPLANDIĞI ZAMAN BİZİM EN UYGUN ANI YAKALAYABİLMEMİZ DEMEKTİR." [2*] diyerek, Leninizmde amacın ne olduğunu, neyin hayati öneme sahip olduğunu tartışma götürmez bir biçimde açıklamaktadır.

      Böyle bir ön açıklamadan sonra tekrar dönelim Bay Somer'in iki devrim arası yorumuna. Ve Lenin'in önerdiği taktik ve şiarları nasıl ana ereğinden saptırarak tahrif ettiğini sergileyelim.

- III -


      10 Nisan tezinden bir tanesi olan "bütün iktidar Sovyetlere" tezini Bay Somer, şöyle yorumlamaktadır. (... ) "Geçici hükümetin halk tarafından silahlı bir ayaklanmayla devrilmesine bir çağrı teşkil etmiyordu. Çünkü geçici hükümeti zorla devirmeye kalkışmak, onunla mutabık bulunan ve onu destekleyen Sovyetlere karşı da ayaklanma anlamına gelirdi. Oysa ki Lenin'e göre, Şubat devriminden sonra, bütün iktidarın barışçı yoldan Sovyetlere geçmesi için, 'istisnai' bir imkan belirmişti. (...) Ama durum değişebilir ve parti iktidarı silahla almak zorunluğu karşısında da kalabilirdi. Bütün barışçı imkanlardan yararlanmakta israr eden Lenin, burjuva diktatoryasını silahlı ayaklanmayla yıkma yolunu da gözden uzak tutmuyor..." (Emek, Sayı: 5, sy. 15)

      Gerçekten de "bütün iktidar Sovyetlere" şiarı, geçici hükümete karşı silahlı bir ayaklanmaya çağrıyı içermiyordu, 1917 Nisan'ında. Ancak bundan sonraki, Bay Somer'in sözlerine dikkat edelim.

      İfade açık, Somer'e göre, barışçı yoldan geçiş için istisnai bir imkan var olduğu için, Lenin sonuna kadar barışçı yoldan sosyalizme geçişte direnmiş fakat en sonunda başka çare kalmadığı için zora başvurmuştur.

      İkinci bölümdeki ön açıklamadan anlaşılacağı gibi böyle bir yorum, Leninizmin esprisine aykırıdır. Dolayısıyla böyle bir açıklama bizzat Lenin'in düşüncelerine ters düşmektedir. Hatırlanacağı gibi geçen sayıdaki yazımızda, "Kenan Somer Marksizmin ana eserlerini değil, kendi oportünist düşüncelerini, Marx ve Lenin'in eserleriyle sergilemeye çalışmakladır" diyerek Bay Somer'i, "bilimsel namus"a sahip olmamakla suçlamıştık. Açıktır ki, Bay Somer'in bu yorumu, suçlamamızın açık ve kesin bir kanıtıdır.

      Ayrıca bu yorum, Lenin'i Dühring'in düzeyine indirgemektedir. Öyle ya Dühring de sonuna kadar "barışçı yolda" ısrar etmenin gerektiğini, ancak çok gerekli olduğu zaman "zor"a başvurulabileceğini söylemiyor mu? Böyle bir yorumdan sonra Lenin'in, küçük-burjuva ideoloğu Dühring'den ne farkı kalıyor?

      Bilimsel objektifliğe sahip bir kişi, Somer'in yaptığı gibi değil de, tanıtmaya çalıştığı bir eseri, bizzat o eserin sahibinin düşüncesi ışığı altında yorumlamaya çalışır.
      1917 iki devrim arası Lenin'in öngördüğü şiar ve taktiklere açıklık getirmek, dolayısıyla "açık olan", "Somer tahrifat"ını okuyucunun gözünde daha da somutlaştırmak için, bu dönemi kısaca özetleyelim. (Meseleyi çok açık bir biçimde ortaya koymak için, bu dönemin sadece konumuzla çok yakın ilişkisi olan şiar, taktik ve olaylarına değineceğiz.)
      3 Nisan'da Petrograd'a gelen Lenin'e göre, sosyalist devrim için Rusya'nın objektif şartları hazırdı. Fakat subjektif şartlar hazır değildi, çünkü işçi, köylü ve askerlerin örgütlendikleri sovyetlerde, menşevik ve ihtilâlci sosyalistler hakimdi.
      Yığınların gözünde sovyetlerin manevi otoritesi, Bolşevik Partisi'nin manevi otoritesinden daha üstündü. Bu nedenle emekçi yığınların karar organı olan sovyetlerin dışında girişilecek bir ayaklanmanın "sol macera"dan başka bir şey olmayacağını düşünen Lenin için sosyalist ihtilâl ancak sovyetlerin meşruluğu içinde söz konusuydu. Yani sosyalist devrim için subjektif şartların olgunlaşması sovyetlerde çoğunluğu sağlamak anlamına geliyordu.
      Lenin, bu şiarla birlikte ılımlı sosyalistlerin (menşevik ve ihtilâlci sosyalistler) gerçek renginin yığınlar tarafından görüleceğini, böylece sovyetlerde çoğunluğun sağlanacağını düşünüyordu. Çünkü sovyetlerde çoğunluğa sahip olan menşeviklerin, teorileri gereği, bu şiarı kabul edip, ikili yönetime son vererek iktidarı omuzlamaları imkansızdı. Çünkü menşevik teorisine göre; iki tip devrim vardır, burjuvazinin yapacağı burjuva devrimi, proletaryanın yapacağı sosyalist devrim; Rusya'nın içinde bulunduğu şartlar, proletarya devrimine uygun olmadığına göre iktidar burjuvaziye ait olmalıdır. (1905) I. Demokratik Devrim'e zorla giren ve durumu omuzlarına yüklenmiş bir ağırlık gibi kabullenen menşevikler, I. Demokratik Devrim'den sonra bu devrimin bozgunla sonuçlanmasını hep işçi sınıfının çok fazla ileriye gitmesine, kendi taleplerini zorla burjuvaziye kabul ettirmeye kalkarak, burjuvaziyi ürkütüp, kaçırdıklarına bağlamışlardı. 1917 Şubat Devrimi'nden sonra tekrar aynı hatayı işlememekte kararlı olan menşevikler elbette bu şiarı benimsemeyeceklerdi.
      Ve bu düşüncenin doğal sonucu olarak menşevikler, ihtilâlci sosyalistlerle birlikte Mayıs ayında, burjuva yönetimine, Geçici Hükümete katıldılar.
      Bu aylarda, bolşevik şiar ve taktikleri ise, subjektivizmi hazırlamak için günün şartlarına göre çeşitli biçimler alıyordu. Slogan ve öneriler hep menşevik işçileri, ihtilâlci sosyalistlerin peşinden giden köylüleri hedef alıyordu. Ilımlı sosyalistlerin ihanetlerinin, emekçi yığınlar tarafından anlaşılabilmesi için bıkmadan hergün çeşitli ajitasyonlar ve girişimler yapılmaktaydı.
      Bolşevikler tarafından bu evrede, iki ana slogan işleniyordu; "Bütün iktidar sovyetlere", "Kahrolsun on bakan" ("Kahrolsun geçici hükümet" değil, "Kahrolsun on kadet" şiarı işleniyordu. Çünkü burjuva hükümette sovyetlerde çoğunluğa sahip olan ılımlı sosyalistler de yer almakta.)
      Baş1angıçta oldukça azınlıkta olan Bolşevikler, emekçi yığınların özlemini dile getiren bu sloganları sürekli olarak işlemeleriyle ve bu sloganlara uygun taktikler tatbik etmeleriyle giderek gelişmeye ve güçlenmeye başladılar. Emekçi kitleler ılımlı sosyalistlerden umduklarını bulamayınca, yavaş yavaş "Bolşevik" saflara geçmeye başlıyorlar.
      Ancak, ülkedeki güçler dengesine bakan Lenin'e göre daha VURMA ZAMANI gelmemişti. Parti içinde bu gelişime bakarak derhal harekete geçilmesini öneren "sol bolşeviklere" Lenin bir yandan itidal ve beklemeyi önerirken diğer yandan da "... kafasında şu soruları tartışmaktaydı, ZAMAN GELMİŞ MİDİR? Kitlelerin ruh hali Sovyet üst yapısını aşmış mıdır? Sovyetlerin meşruluğu ile gözlerimiz bağlanarak kitlelerin havasının gerisinde kalmak ve onlardan kopmak tehlikesiyle karşı karşıya mıyız?" [3*]
      Bu haftalar boyunca Lenin'in kafasında hep, "acaba zaman geldi mi?", "şartlar olgunlaştı mı?" soruları yer alıyordu.
      Ve Ağustos ayı geldi.
      Devrimden bu yana beş ay geçmişti. Bütün olumlu ge1işimlere, emekçi yığınların hergün kitleler halinde bolşevik saflara katılmalarına rağmen, Sovyetlerin üst kademelerinde bir değişiklik olmamıştı. Burjuvazi saflarına geçmiş olan menşevik ve ihtilâlci sosyalistler hala Sovyetlerdeki yukarı kademeleri ellerinde tutuyorlardı. Bu şartları değerlendiren ve ihtilâl için subjektif şartların olgunlaştığını düşünen Lenin, "Sovyetlerin meşruluğu ile gözlerimiz bağlanarak kitlelerin havasının gerisinde kalıyor ve onlardan kopuyoruz" diyerek, hareket komutunu veriyordu. "Köylülükle ittifak kuran proletaryanın iktidara geçmesi". Bu şiarı atarken de Lenin, Sovyetleri kesinkes karşıya itmiyordu; "Sovyetler yeni ihtilâlde ortaya çıkabilirler ve çıkmalıdırlar. Fakat bugünkü Sovyetler değil, bunlar burjuvaziyle uzlaşma organlarıdır. İktidarı proletaryanın kendisi ele almalıdır ..." [4*]
      Ağustos'un 26'sında, başlangıçta Kerensky'nin de desteğini almış olan General Kornilov, Kerensky'yi de hedef alan bir "karşı-devrim" teşebbüsünde bulundu. Kronstadt Bahriyelileri, işçi ve köylülerin aktif karşı koymalarıyla bu karşı-devrim teşebbüsü bastırıldı.
      Kornilov olayı sırasındaki bolşevik tavrını açıklamakta özellikle yarar görmekteyiz. Çünkü Kornilov'a karşı bolşevik taktiği, kendisini Marksist zanneden küçük-burjuva mezhepçilerinin bir türlü anlayamadıkları "taktik esnekliğin" nefis bir örneğidir. Kornilov'a karşı bolşevikler, kendilerine en sert metodları uygulayan ve Lenin'i "Alman Casusu" diyerek tutuklamaya çalışan Kerensky hükümetiyle bile güçbirliğine gitmişlerdir.
      "Kronstadt Bahriyelileri, hapiste bulunan Troçki'yi ziyaret ederek Kornilov'la birlikte, Kerensky'nin de 'çaresine bakmak' gerekip gerekmediğini sorduklarında Troçki, düşmanlarını birer birer tepelemenin daha doğru olacağını söylemişti onlara." [5*]
      Ve Kornilov harekâtı bir dönüm noktası oldu. Burjuvazi olmaksızın iktidarı devralmayacaklarını çok iyi bildiği ılımlı sosyalistlere Lenin, onları artık sabırları kalmayan Sovyetlerdeki emekçi yığınların gözünden iyice düşürmek için, Kornilov'la işbirliği yapmış olan Kadetlerin de yer aldığı burjuvazi iktidarını derhal terkederek, hükümeti tek başlarına kurmaları teklifinde bulunuyordu. Ilımlı sosyalistlerin cevabı, Lenin'in düşündüğü gibi olumsuzdu.
      "İsteğin menşevikler ve sosyal devrimciler tarafından kabul edilmemesi, sözü geçen partileri, emekçi sınıfların gözünde telafi edilmez şekilde küçük düşürmüştür." [6*]
      Ilımlı sosyalistlerin ihanetlerini somut olarak görebilen yığınlar bolşevik saflara geçtiler. Ve böylece bolşevikler ilk defa olarak Sovyetlerde çoğunluğa, hem de ezici bir çoğunluğa sahip oluyorlardı.
      Tekrar, "Bütün İktidar Sovyetlere" şiarı ana şiar oldu.
      Artık ihtilâl için bütün şartlar hazırdı. (Subjektivizm olmuştu) "Tarih, enternasyonal proletarya ve Rus işçi sınıfı önünde, bütün geleceği, silahlı ayaklanma kozuna bağlayarak tehlikeye atmaya hakkımız yok" diyerek, kurucu mecliste mutlaka çoğunluğa sahip olunacağını dolayısıyla barışçı bir yoldan sosyalizme geçilebileceğini savunan Kamaniev ve Zinoviev'e karşı Lenin'in tarihi cevabı; "Kriz olgunlaşmıştır ... Rus devriminin, dünya proletarya devriminin geleceği söz konusudur. Beklemek bir cinayettir ... Gündemde AYAKLANMA yazılıdır. Her gecikme ö1üm demektir. (Leninski Sbornik 239, 290, 293. CXXI)"[7*]
      Ve "barışçı yoldan geçişi" savunan Kamaniev ve Zinoviev'in 2 oyuna karşılık on oyla Bolşevik Merkez Komitesi "silahlı ayaklanmayla iktidarın ele geçirilmesi" kararını alıyordu...
      Böylece 1917 iki devrim arası bolşevik şiar ve taktikleri olaylarla birlikte kısaca özetlemiş olduk. Tabii bolşevik şiar ve taktikleri özetlerken, bu arada Somer tahrifatını da iyice somuta indirgeyerek, sergilemiş oluyoruz.
      "FRANSIZCA" konuşma imkanı oluşturmak için, "ALMANCA" hitap etmek zorunda olan "Lenin almancasının" Bay Somer tarafından nasıl "KUŞDİLİ" yorumuna tabi tutulduğunu açıklığa kavuşturduk herhalde. (Bilindiği gibi Marksist literatürde, Almanca konuşmak, örgütlenme ve subjektivizmi hazırlama, Fransızca konuşma ise hücuma geçmek ve ayaklanma anlamında kullanılır.)
     
     
- IV -

     
      Marks, Engels, Lenin ve nihayet Mao Tse Tung...
      Somer tarafından tahrif edilmeye çalışılan Marx, Engels ve Lenin'den sonra Mao Tse Tung da, Emek'in 6. sayısında "Devrim Teorisi ve Yeni Demokrasi" adlı Somer'in tanıtma yazısında aynı tahrifata maruz kalıyordu.

      Ama kapitalizmin 3. bunalım döneminde yaşayan Mao Tse Tung'u tahrif etmek, tekel öncesi yaşamış olan Marx ve Engels'i tahrif etmekten çok daha zordur. Çünkü Mao, Marx -Engels- Lenin düşüncesini, kapitalizmin 2. ve 3. bunalım devrelerinin genel çelişkileri ile, bu çelişkilerin Çin'de yansıması olan Çin'in özel çelişkilerini tahlil ederek ülkesinin somut pratiğinin zengin deneylerinden faydalanarak, derinleştirmiş ve Marksist Devrim teorisini "Dünya ancak tüfekle değişebilir" sözü ile formüle etmiştir.
   
  "İktidar tüfeğin ucundadır veya dünya ancak tüfekle değişebilir" gibi anlatmak istediğinin dışında başka bir tarafa çekilmesi mümkün olmayan "Marksist-Leninist devrim teori"sinin bu basit ifade biçimi bile, Somer'in tahrifatına maruz kalmıştır. Tahrifte gerçekten cambaz olan Bay Somer'in kalemi; son derece açık olduğu için tahrifi gayrı mümkün ve Marksistlere göre evrensel niteliğe sahip olan Mao'nun bu sözünü Çin'in özel durumuna bağlamaktadır. "Çin'in özel şartları, çok özelmiş de, Mao ondan böyle söylüyormuş". Fakat Mao, yalnız Çin'e ilişkindir demiyor ve dünyayı özellikle, üstüne basa basa belirtiyor. Olsun, Bay Somer için zor mu yani "dünya"nın başına ufacık bir "Çin" kelimesi ilave etmek. Ve böylece Bay Somer'in teoriye katkısıyla (!) Mao'nun "dünya ancak tüfekle değiştirilebilir" sözü, "Çin'de dünya ancak tüfekle değiştirilebilir" durumuna dönüşüyor.
      "Mao'ya göre, Çin bağımsız demokratik. bir devlet değil, feodal baskı altında yaşayan yarı-sömürge ve yarı-feodal bir ülkeydi. Dış ilişkilerinde milli bağımsızlıktan yoksundu, emperyalist boyunduruğu altında bulunuyordu, bu yüzden Çin'de ne yararlanılması mümkün bir parlamento, ne de işçilere legal mücadele imkanını veren bir kanun vardı. Çin'deki devrimci mücadelenin esas biçimini ve esas örgütlenme ilkesini Çin'in bu özellikleri belirliyordu (...) nedenle Mao'nun sadece bu özellikler için bir anlam taşıyan "iktidar tüfeğin ucundadır" ya da "dünya ancak tüfekle değiştirilebilir" gibi sözlerinde evrensel geçerliliğe sahip bir taktik ya da stratejinin unsurlarını görmek büyük bir hata olur. Bu anlamda "Çin'de dünyanın ancak tüfekle değiştirilmesinin mümkün olduğu söylenebilirdi'." (Kenan Somer, "Devrim Teorisi ve Yeni Demokrasi", Emek, Sayı: 6)
      Mao Tse Tung'un Marksizme katkısına geçmeden şunu öncelikle belirtelim.
   
  Somer'e göre Çin'de legal mücadele imkanını veren bir parlamento ve de kanun olmadığı için, Mao böyle bir yola, başka bir alternatif olmadığı için başvurmuştur. Bu nedenle "iktidar tüfeğin ucundadır" sözü evrensel bir nitelik taşımamaktadır.
  
   Bu sözlerin bir değişik yorumu şu olmaktadır; "eğer Çin'de legal mücadele imkanı mevcut olsaydı, örneğin parlamento ve kanunlar olsaydı iktidar barışçı bir yolun sonunda" olabilirdi. Geçen yazımızda ve bu yazımızın iki ve üçüncü bölümlerinde böyle bir yorumun Marksist bilime aykırı olduğunu ortaya koyduğumuz için, burada tekrar bu açıklığa kavuşmuş sorun üzerinde durmak gereksiz olur. Fakat bir başka biçimde bu söz üzerinde biraz durmak gerekiyor.
   
  Biraz dikkat edersek, Somer'in bu sözünün, Güney Amerika'daki devrimci mücadelelerin gizli bir inkarını içerdiğini görüyoruz. Öyle ya, yüzelli yıldır görünüşte de olsa bağımsızdır, Güney Amerika ülkeleri. Onbeş milyona yakını sendikalarda örgütlenmiş yüz milyon küsür işçi vardır. Bu ülkelerde ve bu ülkelerin bir kısmında devrimcilere legal mücadele etme imkanını veren kanunlar ve parlamentolar vardır. (Var olan demokrasi, elbette Filipin tipidir. Ancak Emek'ci yazarın "Çin'de de olsaydı" dediği demokrasiden kastettiğinin bu tip bir demokrasi olduğu sonucuna varıyoruz. Çünkü sanayi devriminden geçmemiş, emperyalizmin kontrol alanı içinde yer alan bir ülkede ancak "Filipin tipi bir demokrasi" mevcut olabilir).
   
  Hadi Çin neyse, Çin'e "silahlı emperyalizm" girmişti. Bu nedenle Çinliler mecburen silahlara sarıldılar. Fakat legal mücadele etme imkanını veren parlamento ve kanunlara sahip Güney Amerikalı Devrimciler neden silahlı mücadele yolunu tercih ediyorlar? Örneğin, devrimcilere legal mücadele imkanını tanıyan parlamento ve kanunlara sahip ve de Marksist bir partinin eylem yaptığı Venezüella'da Douglas Bravo'nun zoru ne? Niye Falkon'da silahlı mücadeleyi sürdürüyor? Pekala parlamenter yoldan sosyalizm mücadelesi yapabilirdi. Ve de birgün oyların %51'ini alıp iktidarı ele geçirebilir, sonra da anti-emperyalist mücadeleyi sürdürebilirdi, değil mi Bay Somer? Aptalca mı ölüyor dersiniz Falkon'da emperyalizmin uşaklarının kurşunlarına hedef olan işçi, köylü, öğrenci gerillalar?.. Neyse...
   
 Mao'nun "iktidar tüfeğin ucundadır" veya "dünya ancak tüfekle değiştirilebilir" sözleri ve bunun doğal sonucu olan "Halk Savaşları" yalnız Çin için mi geçerlidir? Lin Piao'nun cevabı açık ve kesindir, "Mao Tse-Tung arkadaşın halk savaşı teorisi, sadece Çin devriminin değil, aynı zamanda çağımızın da niteliğini taşımaktadır".
   
  Mao Tse-Tung, can çekişen, bu nedenle savaş sanayiine dört elle sarılan tekel kapitalizminin çelişmelerinin ve bu genel çelişmelerin Çin'e yansıması olan Çin'in özel çelişmelerinin diyalektik tahlilini yaparak, Leninizmin evrensel tezini, bu sözlerle dile getirmiş oluyordu, Lin Piao'ya göre.
   
  Mao'ya göre, Lenin'den bu yana kapitalizmin özünde bir değişim olmamıştır. Ve bugün, nicelik değişimlerine uğramış olan kapitalizm, III. Buhran döneminde can çekişmektedir. Kapitalizm değişen şartlar karşısında (Lenin'den bu yana) bekasının devamı için tek çıkar yol olan militarizmi, "savaş ekonomisi"ni görmektedir. Emperyalistler arası çelişkiler yumuşamış ve uzlaşabilir hale gelmiştir bugün. Ve Amerikan emperyalizmi, kurtuluş mücadelesi veren ülkelere ve sosyalist bloğa karşı, dünya kapitalist bloğunun jandarması rolünü üstlenmiştir.
   
  Bu nedenle, "dünya tüfekle değişebilir", "militarizmine sımsıkı yapışmış olan kapitalizm ancak şiddetle alaşağı edilebilir" Mao'ya göre.
    
 Emperyalizm, Mao'nun özellikle belirttiği gibi, yalnızca kaba yoldan silahla bir ülkeye girmez. Bugün emperyalizm çok daha akıllı yöntemler kullanmaktadır; özellikle işbirlikçileri ile ülkeyi gerici bir parlamentarizmle yönetmekte, böylece ezilen halk kitlelerinden kendisini gizleyerek sömürü mekanizmasını rahatlıkla sürdürebilmektedir.
    
 Devrimciler için emperyalizmin bir ülkeyi, Çin'deki gibi açıkça işgal etmesi, gizli bir işgalden çok daha avantajlıdır.
  
   İşte, Somer'in tahrifatına dayanak aramak için ileri sürdüğü Stalin'in sözlerini bu açıdan yorumlamak gerekir. Stalin; "Çin'de silahlı devrim, silahlı karşı-devrimle savaşıyor, Çin devriminin özelliklerinden ve avantajlarından birisi de işte budur" demektedir.
   
  Çin devriminin avantajı buradadır, çünkü, düşman halk tarafından somut olarak görülmekte ve anlaşılmaktadır. Bu nedenle halkın bilinçlenmesi ve devrimci saflara katılması o denli hızlı olmaktadır.
   
  Oysa bugün, Çin, Vietnam devrimlerinden gereken dersi almış olan emperyalizm yaşaması için ezilen halk kitlelerinden kendisini gizlemesi gerektiğini biliyor ve yüzde yüz çıkarları tehlikeye düşmeden, artık açıkça hiçbir ülkeye müdahalede bulunmuyor.
    
 Çağdaş Marksistlere göre, Marksist-Leninist ihtilâl teorisi, son derece açık bir biçimde, Mao'nun "iktidar tüfeğin ucundadır" veya "dünya ancak tüfekle değişebilir" sözünde ifade bulmaktadır. Mao'ya göre bu söz, yalnız emperyalizmin boyunduruğu altındaki ülkeler için değil, bütün burjuva diktatoryasının var olduğu ülkeler için de geçerlidir ve genel bir kuraldır.
      "Bazı kapitalist ülkelerde, burjuvazinin temel çıkarlarını tehlikeye sokmamak şartıyla komünist partilerinin kurulmalarına kanunla izin verilmiştir. Bu sınırı aştı mı hukuken var olamazlar." (Mao Tse Tung, Teori ve Pratik, sayfa: 80, Sol Yayınlar)


- V -


      Yazımızın başından beri belirttiğimiz gibi "savaşçı veya barışçı yol" Marksizmin meselesi değildir. "Savaş veya barış ikilemi, Marksistlerin değil, revizyonistlerin meselesidir".
     
Marksizmin ustalarına göre, ister parlamenter eylem içinde olsun, ister olmasın, Marksist bir partinin kudreti ancak belli bir noktaya kadar çıkar, ondan sonra partinin gücü donmuştur. Hatta partinin pasifliği nedeni ile yığınlar partiden uzaklaşabilir. Bu nedenle parlamenter eylem içinde bulunan bir Marksist parti, hiç bir zaman oyların çoğunluğunu alamaz dersek, herhalde kehanette bulunmuş olmayız.
     
Marksistler bu gerçeği bildikleri için öyle "barışçı geçiş", "oyların %51"i vb. ile kafa yormazlar. Marksistler için tek şey önemlidir; konjonktürün, yani belirli bir toplumda, tarihin belirli bir anında, sınıflar ve güçler ilişkisinin kendileri için elverişli olup olmamasıdır.
     
Marksist literatürde son derece önemli olan bu kavram üzerinde, soruna -tartışmamıza- nihai düğümü atacağı için biraz durmak gerekiyor.
     
Bay Somer'in, Emek dergisinin beşinci sayısındaki "Marksist İlkeleri Nerede Bulacağız" çevirisinde, yazının sahibi ünlü Marksist düşünür Louis Althusser tarafından Lenin'in bu kavramının, Marksistler için ne kadar önemli olduğu belirtilmektedir.
   
  Althusser; "Ve eğer Marx ve Engels'ten sonra meydana gelmiş en büyük teorik olayların izi bulunmak istenirse, bunları Lenin'in teorik metinlerinden çok siyasi metinlerinde aramak gerekir. Lenin'in en derin ve en verimli teorik bulguları, herşeyden önce, siyasi metinlerde yani onun siyasi pratiğinin 'özetini' teşkil eden şey içinde saklıdır. Sadece bir tek örnek vermiş olmak için, şunu söyleyelim; Lenin'in siyasi metinleri (durumun ve durumdaki değişmelerin tahlilleri, alınan kararlar ve bunların sonuçlarının tahlilleri vb.) göz kamaştırıcı bir ısrarla, bize son derece önemli teorik bir kavram verir, 'aktüel uğrak' ya da 'konjonktür' kavramı. Lenin'in Marksist bir partinin eylemi içinde bu partinin mücadelesini yönelmek için üretmiş bulunduğu bu kavram (ya da ilke), sadece tarihi materyalizm için değil (...) diyalektik materyalizm için de temel bir Marksist ilkedir... Bu ilkenin Lenin'in siyasi yapıtlarından çıkartılması düşünülmeksizin pratik durumda kaldığı da maalesef bir başka gerçektir. Teorik bir hazine şuracıkta, el altında, Lenin'in siyasi yapıtlarında gizliydi ama kimse 'keşfedemedi' bu hazineyi ve kısır kaldı" demektedir.
     
 Althusser, görüldüğü gibi bu kavranın Marksizm-Leninizm için bir hazine olduğunu söylemektedir.
     
Tabii, siz Bay Somer, bu çevirinizden bir şey anlamadınız. Eğer anlasaydınız yaptığınız tahrifatın anlaşılacağını düşünerek, Lenin'in taktik ve şiarlarını Lenin'i Dühring'in düzeyine indirgeyen bir biçimde yorumlamaktan kaçınırdınız. Bu "konjonktür" kavramının ne anlama geldiğini merak edip araştırsaydınız "barışçı ve savaşçı yol" ikileminin Marksizme ait olmadığını görürdünüz.
  
   Kısaca özetlersek, "politik konjonktür" veya "aktüel uğrak" kavramı "belli bir toplumda, tarihin belli bir anında o toplumdaki sınıflar ve güçler arasındaki kuvvet dengesinin objektif durumu" anlamına gelir.
    
 Bir örnekle bu kavramı iyice somutlaştıralım. Örneğin, Fransa'nın bugünkü iktisadi gelişme düzeyi (objektif şartları) bir proletarya devrimi için olanaklıdır. Ancak Lenin'in "ihtilâlci bunalım" diye belirttiği bir kriz olmadan, bu ülkede proletarya devriminin olabilmesi olanaksızdır. (Subjektif şartların hazır olması gerekir). Ve 1968 Mayıs'ına kadar, Fransa'da proletarya devrimi için uygun bir ortam yoktu. Fakat 1968 Mayıs'ında, spontane olarak başlayan ve anarşist John Bendit'in geliştirdiği öğrenci hareketleri bir anda on milyon işçiyi sokağa döktü; işçiler fabrikaları işgal ettiler, kızıl bayraklar astılar v.b.
  
   İşte "Aktüel uğrak" Lenin'in ünlü kavramı.
   
  Bilindiği gibi, ani bir kıvılcım, sübjektif şartları oluşturdu ve Fransa'yı devrimin eşiğine getirip bıraktı. Fakat Fransız Marksist partisi, böyle bir uğrağın bir daha hiç gelmemezcesine -kısa zaman dilimi içinde- gidişine seyirci kaldı; pasif kaldı.
   
  Partinin pasifliğinin bir sonucu olarak, ayaklanan, fabrikaları işgal eden işçi kitlelerinin umutları hayal kırıklığına dönüşürken, De Gaulle iktidarı da içinde bulunduğu panikten kurtularak, yığınların bu hayal kırıklığından yararlanarak duruma hakim oldu.
   
  İşte bu pasif tavır, Marksist ustalara göre, gerçekte, eylem için yeteneksizliğin ve de korkaklığın maskesidir. Yine Marksist ustalara göre, devrimcilerle oportünistleri ayıran temel kriter, nihai olarak "devrim yapmaya", "harekete geçmeye" cesaret edip etmemede düğümlenmektedir. Lin Piao bunu açıkça belirtmektedir. "Son çözümlemede mesele devrim yapmaya cesaret edip etmeme meselesidir. Bu gerçek devrimcileri ve Marksist-Leninistleri, sahtelerinden ayırt eden en şaşmaz mihenk taşıdır."

- VI -


      Bu yazımız 5 bölümden ibaretti. Fakat bu arada Emek dergisinin 7. sayısı çıktı. Bu sayıdaki "Devrim Nasıl Tanımlanmalı" yazısında Bay Somer, gerçek niteliğini, kemkümlerinin ötesinde, tartışma götürmez bir biçimde ortaya koymaktadır.
      Baştan beri eleştirdiğimiz Somer revizyonizmine, Somer'in bu yazıdaki sözleri, en mükemmel ve tartışma kabul etmez kanıtlardır.
      Somer, baştan beri gizli gizli sergilemeye çalıştığı revizyonizmini, bu yazıda gizlemeye lüzum bile görmeden açıkça ilan etmektedir.
      Bunu okuyucuya yansıtabilmek için yazımıza yeni bir bölüm (VI) ilave etmek gereğini duyduk.
      Bay Somer; "Sosyalist devrimin barışçı yoldan gerçekleştirilmesi düşüncesi ise siyasi devrimin sosyalizmin zorunlu bir şartı olduğu, ama bu devrimin ihtilâlci olmayan, barışçı 'demokratik' yoldan başarı sağlamasının mümkün bulunduğu görüşüne dayanır" demektedir, Emek dergisinin 7. sayısında (düz yazılar bize aittir).
    
 Bay Somer'in sözlerine dikkat!
      "... Ama bu devrimin, ihtilâlci olmayan, barışçı 'demokratik yol'dan"
      Soruna dışardan bakan bir kişinin bile açıkça görebileceği gibi, bu ifadede, sosyalist ihtilâlle, demokratiklik kavramı zıtlaştırılmış ve karşı karşıya getirilmiştir.
     
Böyle bir ifadenin ise anlamı açıktır:
      a) Sosyalist ihtilâl, anti-demokratik bir yol olarak kabul edilmektedir. Ve ihtilâl alelade bir hükümet darbesi ile özdeşleştirilmektedir. Demokratik yol olarak da sosyalistlere parlamento ve oyların % 51'i gösterilmektedir.
      b) Lenin, Stalin, Mao Tse Tung, Ho Chi Minh, Giap, Lin Piao, Fidel Castro, Che Guevera vb. gibi bütün proletarya ihtilâlcileri anti-demokratik yoldan işbaşına gelmiş "darbeciler" gibi kabul edilmektedir. (ifadeye göre)
    
 Meseleye noktayı koyabilmek için, objektif bir tavırla, burada iki karşıt düşüncenin (Marksist-Leninist düşünce ile revizyonist düşüncenin) sosyalist ihtilâle ilişkin görüşlerini belirtmemiz gerekir.
    
 Marksist görüş, sosyalist ihtilâli gerçek anlamda demokratik [8*] bir yol olarak kabul eder. Marksist-Leninist ihtilâl teorisinin teorisyeni Lenin, sosyalizme siyasi demokrasinin dışında başka bir yoldan varmanın imkansız olduğunu ve siyasi demokrasi dışında başka bir yoldan sosyalizme varılabileceğini zannedenlerin anarşistler olduğunu belirterek, emekçi halkın desteği olmadan bir devrimin düşünülemeyeceğini açıkça söylemektedir.
  
   "Ancak, halka inanan, halkın yaratıcı dehasının canlı pınarına dalan galip gelebilir" diyen Lenin'e göre sosyalist ihtilâl yolu, demokratik bir yoldur. Ve Lenin, sosyalist ihtilâl yolunu, en demokratik ilişkiler içinde, yığınların bağımsız iradelerinin tezahürü olarak tanımlar.
   
  Revizyonist görüş ise, sosyalist ihtilâl yolunu anti-demokratik bir yol olarak görür. Revizyonist düşüncede, Marksist görüşe göre temelde burjuva zorlayışının bir ifade biçiminden başka bir şey olmayan hukuki biçimler ve parlamento esastır. Revizyonistler demokratik yol olarak niteledikleri bu yoldan yeni burjuva hukuki biçimleriyle, parlamentoculukla sosyalizme dönüşünü savunurlar.
      Barışçı yol = parlamenter yol = demokratik yol; barışçı olmayan yol = ihtilâlci yol = anti-demokratik yol (ölçü burjuva parlamentarizmi) diyen Bay Somer'in ise hangi tarafın mensubu olduğu açıktır.
    
 Ancak biz Bay Somer'in revizyonizmini eleştirirken, onun revizyonist oluşunu değil de Lenin'in, Mao'nun eserlerini tahrif ederek, revizyonizmini bu eserlerle sergilemeye çalışmasını eleştiriyoruz.
    
 Revizyonistler hep bu tahrif yöntemini kullanırlar. Bu yöntemi ilginç bir biçimde kullanırlar. Bir yandan Marksizmin ana metinlerini tahrif ederek, diğer yandan da, revizyonizmi açıkça tescil edilmiş ünlü revizyonistleri, "revizyonist" diye suçlayarak, aynı revizyonist düşünceyi savunurlar.
     
Somer de bu klasik yöntemi kullanmaktadır.
    
 Sosyalist devrimi (ihtilâli) anti-demokratik yol olarak ilan eden sözlerini, Bernstein revizyonizmine şiddetle çatıp, sonra Kautsky'e dönüp, onun da şikeden Bernstein'ı en sert biçimde eleştirdiğini, fakat nihai olarak aynı sözleri söylediğini, "kapitalizmin sosyalizme barışçı entegrasyonunun oportünizm" olduğunu belirterek "aslında devrimci sosyalistlerle oportünistler arasındaki temel farklılık siyasi devrim karşısındaki tutumlarıdır" cümlesiyle bu bölümünü bitirdiği yazısında söylemektedir, Bay Somer.
     
Böylece Kautsky'i açıklarken kendi taktiğini de açıklamış oluyor, Bay Somer. Bilindiği gibi Kautsky, anarşizme ve revizyonizme karşı çok sert eleştiriler yöneltmiştir. Fakat nihai olarak revizyonizmin akıllı bir savunmasından başka bir şey yapmamış ve gayet ustalıkla "devrimci Marksist teori"yi revizyonizmle küllemeye çalışmıştır.
     
Kautsky'nin yöntemi açıktır; Marksizmin binasını temele kadar son derece tutarlı bir biçimde açıklayan "Kautsky anlatımı", temelin analizine gelince birden değişir ve devrimci Marksist dil, yerini revizyonizmin kuş diline bırakır. Ve bina revizyonist temelin üzerinde yükselir Kautsky yönteminde. (tabii bütün bu sözler Kautsky'nin oportünist dönemine ilişkindir).
     
Ve Kautsky'den yarım asır sonra bir Kautsky çömezi sahnede; "Bernstein ve Kautsky Marksizme ihanet etmişlerdir", "sosyalizmin kapitalizmle barışçı entegrasyonu oportünizmdir", "aslında devrimci sosyalistlerle oportünistler arasındaki temel farklılık, siyasi devrim karşısındaki tutumlarıdır" doğru önermeleri binayı devrimci bir dille tasvir eder. Somer "sosyalist ihtilâli anti-demokratik bir yol" ilan ederek, bu binayı revizyonizmin temeli üzerine oturtmaktadır.
     
Nihayet Emek Dergisi baklayı ağzından çıkardı. Öyle ya, Marksizmin ana eserlerini tahrif ederek, Marksizm için hiç bir şeyi ifade etmeyen "savaşçı-barışçı yol" ikilemine ilişkin iki aydır yapılan neşriyat neydi?
    
 Meğer Emek fraksiyonunun bir maruzatı varmış.

MAHİR ÇAYAN
19 Ağustos 1969
Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori [*]

[Bu yazı, ilk kez Ocak 1970 tarihinde Aydınlık Sosyalist Dergi'nin 15. sayısında yayınlanmıştır.]
Eriş Yayınları tarafından düzenlenmiştir.

      "Acep, Türkiye'de işçi sınıfı var mıydı? Çağdaş proletarya mıydı, değil miydi? gibilerden ince ince sinek kaydı kıl kesen aydın baylarımıza düşünce pekliği çektirmesin. (...) Doğrudan doğruya çağdaş proleterliğinde kuşku götürmeyen işçi sınıfımızın sosyal tarihi de, gene Türkiye'de modern yerli özel sermaye tarihinden çok önce başlar. Bunu en ufak araştırmalar bile gösterebilir..." [1*]
H. Kıvılcımlı

      "Devrimci Teori olmadan, Devrimci Hareketten söz edilemez."
      Bu söz emperyalizmin boyunduruğu altındaki, küçük-burjuva yaşantı ve düşüncesinin son derece etkin olduğu bizimki gibi bir ülkede çok daha anlamlıdır. İlk bakışta "dağ gibi" güçlü gözüken ve her çeşit oportünizmin stratejik planda büyüttüğü Yankee işgali, ülkenin sanatından sporuna kadar bütün sosyal yaşantısında kendisini hissettirmektedir. Yeraltı kaynaklarından dış ticaretine, ekonomisinden politikasına kadar ülkenin üzerinde denetim kurmuş olan Yankee Emperyalizmi, bilindiği gibi feodal müttefiki ile birlikte demokrasiciliğimizin iktidar partisidir. Milli kurtuluşçu ve demokratik nitelikteki en küçük kıpırdanmaların bile ezilmeğe çalışıldığı, milli kurtuluşçuların ana caddelerde, halkın gözü önünde açıkça öldürüldüğü bir ülkede, bu koşullar altında değil marksist olmak, demokrasiden yana olmak bile yürek ve cesaret isteyen bir iştir. "Ne yardan, ne yerden" diyerek, ne marksistlikten vazgeçen, ne de bunun gereklerini böyle bir ülkede yerine getirebilecek niteliklere sahip olan, korkak, tabansız, pasifist küçük-burjuva entellektüel bozuntularının marksist akımdaki bozguncu düşüncelerinin temelinde ülkenin bugünkü koşullarının zorluğunu aramak gerekir. İkinci olarak, Amerikan Emperyalizmi ülke üzerindeki hegemonyasını yalnızca işbirlikçileri aracılığı ile değil, devrimci ve millici akımlar içine adamlarını sokarak, akımlar içinde fırsatçı ve yoz klikler yaratıp, bunları bulundukları örgütlerde hakim kılmağa çalışarak sürdürmektedir. Türkiye'deki marksist hareket içindeki Aybar-Aren, Küçükömer-Divitçioglu oportünizmlerini değerlendirirken bu iki ana etkenin mutlaka dikkate alınması gerekir. Filipin tipi demokrasiyi gerçek bir burjuva demokrasisi olarak kabul edip, yarı işgal altındaki bir ülkede "oy mekanizması" ile politik iktidarın emekçi sınıflar tarafından ele geçirilebileceğini savunan Aybar oportünizminin temelinde yatan yukardaki iki ana etkenden başka bir şey değildir. [2*]
      Aynı biçimde yüzde bilmem şu kadar feodalizm vardır, ana üretim biçimi kapitalize ilişkilerdir vs. diyerek Yankee Emperyalizmine karşı kurulması gereken Milli Cephenin, millici sınıflarını karşıya iten ve bu aşamada sosyalist saflarda eylemsizliği oluşturan "Sosyalist Devrim" şiarını ortaya atan Aren veya Emek oportünizminin de bu yola sapmasının başlıca nedeni, Aybar'ı çarpıtandan farklı değildir. Nihai olarak, Aybar'ın teorisinden farklı olmayan bu fraksiyonun bütün görüşleri kendilerinin ağzıyla şu sözlerde özetlenebilir. "Emek Dergisi'nin söylediği şudur; sosyalist devrim, işçi sınıfının müttefikleri ile birlikte sosyalist toplum düzenini kurmak için devletin sınıf niteliğini değiştirmesidir. Bugün sosyalist toplumu kurma sürecinde bir an olan sosyalist devrimi gerçekleştirmeden, Türkiye'de anti-emperyalist ve anti-feodal bir mücadeleyi başarı ile tamamlamak olanaksızdır. Buna karşılık anti-emperyalist mücadele kazanılmadan ve feodal kalıntılar ayıklanmadan sosyalist toplumu kurmaya başlamak mümkün değildir. Bir başka deyişle, sosyalist devrimin gerçekleşmesinden sonra, sosyalist düzeni kurma süresinin ilk evresi, anti-emperyalist mücadele ve feodal kalıntılarının yok edilmesi olacaktır." [3*]
      Aybar'ın parlamentarizm teorisinin yaldızlanarak tekrar ortaya sürülmesinden başka bir şey olmayan bu görüşe göre; Sosyalist Devrim olacak, ondan sonra ülkeden emperyalizm atılacak ve feodalizm temizlenecektir (!) Emperyalizmin işgali altındaki ülkemizde sosyalist devrim, çetin ve uzun bir halk savaşından sonra değil de önce yapılacakmış (!) Bundan anlaşılan, bu beylerin sosyalist devrimden kastettikleri Filipin tipi demokraside oyların %51'ini alıp iktidara gelmek, ondan sonra bir yandan anti-emperyalist mücadele -Amerika ile ikili anlaşmalar fesh edilecek, böylece Amerika tasını tarağını toplayıp gidecek- diğer yandan da anti-feodal mücadele birlikte yürütülecek ve de sosyalist toplum düzeni kurulacak (!) Ve Aybar'ın teorisine, marksist teoriyi -tahrif ederek- zorlayarak kılıf arama çabaları: "sosyalist devrimin barışçı yoldan gerçekleşmesi meselesinde sapı samana karıştırarak keskin bir revizyonizm kokusu duyanlar vardır", diyerek, Marks'in serbest rekabetçi kapitalizm döneminde bürokrasi ve militarizmi son derece zayıf olan İngiltere ve Amerika için, o da bir ihtimal olarak söylediği ve tekelci kapitalist dönemle birlikte Leninizmin kabul etmediği sözlerini, ölmemek için alabildiğine güçlendirdiği bürokrasi ve militarizmine dört elle sarılan can çekişen kapitalizmin bu III. kriz döneminde, geçerliymişcesine ortaya sürmeleri hep bu çabaların açık kanıtlarıdır.
      Bu iki görüşü de çarpıttıran ana nedenler, aslında bu görüşlerden nihai olarak farklı olmayan "İslamcı Doğucu Halk Cephesini" savunan görüşün de temelinde yatmaktadır. Bu görüş daha da ileri giderek "1961 Anayasası üretim güçlerinin gelişmesini engellemektedir. A.P. Türkiye'de kapitalizmi geliştirmekte, dolayısıyla işçi sınıfını objektif olarak güçlendirmektedir. Dolayısıyla A.P. iktidarına ve bu anayasayı değiştirme teşebbüsüne destek olunması gerekir" diyebilmektedir. Bu görüşe göre; Türkiye halkının baş düşmanı Amerikan emperyalizmi - İşbirlikçi burjuvazi - Mütegallibe ortaklığı değil, anti-emperyalist, milliyetçi, asker - sivil aydın zümredir. Ve bu zümreye ne kadar şiddetli tavır alırsa, "Sosyalist gelişim" o denli güçlenir (!). Bu düşünce ile "Türkiye'deki geleneksel yöneticiler" diye adlandırdıkları asker-sivil aydın zümreden yakınan, kendileri için büyük bir tehlike olduğunu söyleyen eski Amerikan büyükelçisi Hare ile AİD yöneticisi Macomber'in düşünceleri, -emperyalizmin görüşü ile- arasında tam bir ayniyet olduğu açıktır. [4*]
      İşte üç yapışık çirkin kardeş: Al birini vur ötekine! En iyi niyetlisi bile nihai tahlilde Amerikan emperyalizmine hizmetten başka bir işe yaramayan bu teorilerin hepsine birden "Emperyalizme teslimiyeti oluşturan oportünizm" demek herhalde yanlış olmaz.
      Birincisi iyi bir teorik kılıf bulamadı, marksizmin bilimine küfrederek ortaya, "Türkiye Sosyalizmi" diye uyduruk bir teori attı. Üçüncüsü hakkında bir şey söylemeğe gerek yok; çünkü, bu gizlenmeye bile gerek görmeden işini açıkça yürütmeğe çalışmaktadır. İkincisi, ambalajlamada daha usta ve kurnaz. Marksizmin lafızları arkasına gizlenerek Bilimsel Sosyalizmden bihaber kafaları karıştırabilmektedir.
      Fakat yarı-sömürge bir ülkede, Marksist akım içinde yalnızca "emperyalizme teslimiyeti oluşturan" yukarda kısaca özetlediğimiz tipte bir oportünizm yeşermez. Böyle bir ülkede birinci oportünizme tepki olarak, diğer anti-emperyalist sınıfların lehinde bir oportünizm, marksist çevrelerde gürbüzleşme imkanına her zaman sahiptir. Bilindiği gibi, ülkemizde Amerikan emperyalizmi ile çelişkisi olan sadece işçi sınıfı değildir; milli burjuvazinin, küçük burjuvazinin de çıkar çatışması açıktır. Küçük burjuvazinin en bilinçli kesimini oluşturan "Kemalistlerin" Amerikan emperyalizmine karşı kıyasıya bir mücadele vermenin hazırlığı içinde bulunduğu bilinen bir gerçektir. Her sınıf kendi iktidarı için mücadele edeceğinden Kemalistlerin Anti-Amerikan Milli Cephenin kendi önderliklerinde kurulmasına çalışmaları ve II. kurtuluş savaşımızı sevk ve idare etmek istemeleri çok doğaldır. Bu nedenle Kemalistler marksist saflarda kendi lehlerine bir "eğilim" yaratmak isteyeceklerdir, elbette. Bugün saflarımızda böyle bir sapma filizlenmiştir. Bunu kolaylaştıran pek çok neden vardır: Bir kere, ülkemiz küçük burjuvalar ülkesidir. Türkiye devrimler tarihi bir bakıma küçük burjuva devrimler tarihidir. Uzun bir geçmişi olan küçük burjuva bürokrasisinin böyle bir ülkede etkin olmaması olanaksızdır. Özellikle, küçük burjuva bürokrasisinin öncülüğünde -Kemalizmin bayraktarlığını yaptığı- bir milli kurtuluş savaşı vermemiz ve II. Emperyalist evren savaşının sonuna kadar "Kemalist düşüncenin" ülkede tek hakim politik akım olarak tutulmaya dikkatle çalışılması, yüzde yetmişi okuma-yazma bilmeyen yarı-feodal bir ülkenin kamuoyunun genellikle küçük burjuva aydınlarından oluşması oldukça önemli etkenlerdir.
      İkinci olarak, sosyalist saflara,"aydın kesimden" geçişte, Kemalizmin zorunlu sayılabilecek bir durak olması da çok önemli diğer bir etkendir.
      Üçüncü olarak, milli ittifakları hiçe sayarak, asker-sivil aydın zümreyi Türkiye proletarya hareketinin baş düşmanı ilan eden sol "sekter" görünüşlü, fakat nihai tahlilde "emperyalizme teslimiyeti oluşturan" oportünizmin hem ideolojik planda iflas etmesi, hem de sosyal pratikte bozguna uğramış olması, saflarımızda küçük burjuva kuyrukçu görüşlere elbette kuvvet kazandırmıştır.
      Dördüncü olarak, devrimci marksistlerle birlikte küçük burjuvazinin azami programcıları da "emperyalizme teslimiyet" oportünizmine karşı Türkiye'nin genel doğruları sorununda, sıkı bir teorik mücadele vermişlerdir. [5*] Bu da saflarımızda oldukça etkili olmuştur. Yakın zamana kadar, Kemalist çizgi ile proleter devrimci çizgi geniş yığınların nazarında açık seçik çizilmiş değildi.
      Beşinci olarak -ki, dördüncüsüne çok bağlıdır- küçük burjuva devrimci fraksiyonunun görevini teorik planda (hakim-tali) mükemmel yapması, Türkiye'ye ilişkin araştırmalar yaparak, onları kendi çizgisi açısından oldukça tutarlı değerlendirmesi de önemli sayılabilecek diğer bir etkendir.
      Bütün bunlara ilave olarak, kolay devrimciliği, fırsatçılık propagandasının kolayca tuttuğu krizli bir evrede olmamızı, proleter devrimci olmanın zorluğunu, proleter devrimcileri olarak görevlerimizi gereği kadar tutarlı bir biçimde yerine getiremememizi v.s. de sayabiliriz.
      Bu nedenlerden dolayı devrimci marksist teoriye sıkı sıkı sarılmamız ve her çeşit sapmayı açıkça ortaya koymamız gerekmektedir.
      Ayrıca şu üç sebepten marksist teorinin ışığı altında, eğilim halinde olan sapmaları bile gün ışığına çıkarmanın gereği vardır; herşeyden önce proleter devrimci saflar henüz oluşum halindedir ve fizyonomisi daha sağlam bir biçimde belirmemiştir. İkinci olarak proleter devrimci hareket, emperyalizme teslimiyeti empoze etmeğe çalışan Aren (Emek) oportünizmi ile daha hesaplaşmasını bitirmemiştir. Bu nedenle saflarımızda belirecek her sapmayı ortaya koymamız gerekir. Eğer bunu yapmakta gevşek davranırsak "emperyalizme teslimiyet oportünizminin" eline, teorik yetersizlikten dolayı "Sosyalist her zaman sosyalist devrim yapar" diye düşünen, fakat gerçekte, yiğit, dürüst ve yetenekli omuzdaş1arımızın kafalarını bir süre daha karıştırabilecek oldukça önemli bir silah vermiş oluruz. Açıktır ki, bu da, bu oportünizmin silinmesini bir süre için bile olsa geciktirecektir. Üçüncü olarak, marksist hareketin dışındaki akımlar arasındaki küçük burjuva devrimci hareketi, emperyalizme karşı teorik planda kesin tavrını alarak (sevindirici bir olgu) "Milli Kurtuluş Cephesi" çağrısında bulunmaktadır. Ve bu hareket gün geçtikçe büyümekte ve güçlenmektedir.
      Bu şartlar altında, ilk bakışta önemsiz bir hata en kötü sonuçları doğurabilir. Bu nedenle, Türkiye devrimci Marksist hareketinin sınırlarının kesin bir biçimde çizilmesi gerekmektedir. Ve buna ilişkin tartışmaları boş ve zamansız bulmak için, değil miyop, kör olmak gerekir. Çünkü, Lenin'in çarlık Rusyası için dediği gibi Türkiye proleter hareketinin geleceği, uzun yıllar boyunca şu ya da bu nüansın pekişmesine bağlı olabilir.
      Biz bu yazımızda genellikle saflarımızda (Milli demokratik devrim stratejisini savunan sosyalistler arasında) yeşermeğe başlayan "sağ sapma" üzerinde duracağız. Ancak zaman zaman -yeri geldiğinde- halen, "emperyalizme teslimiyet" oportünizminin en güçlü fraksiyonu olan "Emek fraksiyonunun" görüşlerini de ele alıp eleştireceğiz. Saflarımızdaki sağ sapma, son derece temkinli hareket ederek, marksizmin genel doğruları arkasına gizlenerek gelişme imkanları aramaktadır. Marksizmin genel doğruları arkasına gizlenen "sağ sapma" açık bir şekilde devrimci çizgiyi inkar etmemekte, sadece Türkiye'nin şartlarını olduğundan daha aşağı bir seviyede değerlendirerek, öz gücümüzü olduğundan daha zayıf göstermeye çalışmaktadır. Ve doğaldır ki, temeldeki yanlış analiz, temelin üstünde yükselen binanın bütün katlarının tasvirinde de yansıyacaktır. Biz, önce temeldeki bu yanlış değerlendirmeyi, sonra temeldeki bu yanlış değerlendirmenin kitle çizgisi, ittifaklar politikası ve de günlük eylemlerde yansımasını teker teker -tabii genel planda- ortaya koyacağız.
      İlk önce temelin yanlış analizini ele alalım. Sağ görüş, Türkiye proletaryasının bugünkü durumunu şöyle değerlendirmektedir. "Türkiye proletaryası milli demokratik devrime öncülük edebilecek objektif ve subjektif şartlara tam olarak sahip değildir. Proleter devrimcilerinin bugünkü başlıca görevi, proletaryayı bu şartlara kavuşturmak için mücadeledir." [[6*]
      Görüldüğü gibi, buradaki "tam" sözcüğü, elastiki ve her çeşit eleştiriye karşı bir paratonerdir. Fakat aynı yazının başka bölümlerinde proletaryanın objektif şartlara sahip olmadığı açıkça söylenmektedir. Aslında "tam" sözcüğünün arada olup olmamasının hiçbir anlamı yoktur. Şöyle ki, bu söz tekelci kapitalist dönemde söylenmektedir ve sözün anlamı da açıktır. "Proletaryanın burjuva demokratik devrimde önderliği için objektif şartlar tam olarak olgunlaşmamıştır", "Ülkenin iktisadi gelişme seviyesi, işçi sınıfının siyaset sahnesindeki rolünü ikincil kılmakta", "ancak bu ekonomik koşullar tam olarak mevcut olduğu zaman, proletaryanın burjuva demokratik devrimde öncülüğü söz konusu olabilir".
      Biz bu görüşün, sağcı niteliğini iyice ortaya koymak, meseleyi, okuyucunun gözünde somutlaştırmak için dört bölümde, değişik açılardan ele alacağız. Her bölümde, sanki bir önceki bölümde incelememişiz gibi, değişik bakış açılarından inceleyerek bu "sağ", "Takipçilik" düşüncesini sergileyeceğiz.
     
     
OBJEKTİF ŞARTLAR VE SAĞ SAPMA

     
      "Türkiye işçi sınıfının milli demokratik devrimde öncülüğü için objektif şartlar yoktur" diyen ve bu objektif şartları da "Önce proletarya, bir sınıf olarak, yani işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan bir proleter kitlesi olarak mevcut olmalıdır. Esas olarak büyük çapta kapitalist üretimin yapıldığı sanayi alanında toplanmalıdır... Köylülükle, özel mülkiyetle tüm bağları tam olarak kopmalıdır" [7*] şeklinde tanımlayan bu görüşü:
      1) Objektif şartlar ve Milli Demokratik Devrim Teorisi.
      2) Derinleştirilen Ekonomizm ve Devrimci Teori.
      3) "Köylü Devrimi" Olarak Milli Demokratik Devrim.
      4) Sağ Sapma ve Devrimci Pratik
      başlıkları altında dört bölümde eleştireceğiz.
 
 
OBJEKTİF ŞARTLAR VE MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİM TEORİSİ

     
      "Türkiye'nin bugün erişmiş olduğu ekonomik gelişme seviyesi, Milli demokratik devrim için proletarya öncülüğüne yeterli değildir" görüşü, "Milli Demokratik Devrim" teorisiyle çatışan bir düşüncedir. Bunu açıkça ortaya koyabilmek için, milli demokratik devrim teorisinin niteliğini genel hatları ile ortaya koymak gerekir.
      Milli Demokratik Devrim Teorisi, Marksist-Leninist kesintisiz devrim teorisidir.
      Kesintisiz devrim teorisinin temelinde, burjuva sınıfının tarihi misyonunu yitirmiş olduğu bir evrede, o ülkede, burjuva sınıfının omuzlayamayacağı burjuva devriminin, müttefikleri ile birlikte işçi sınıfı tarafından yapılması, sonra da işçi sınıfının bu "sürekli devrim anlayışı" içinde "Sosyalist devrim"e yönelmesi, düşüncesi yatar.
      Bu düşüncenin ilk belirtileri tekel öncesi döneminde, Marx ve Engels'de görülmektedir. 1848 ihtilâli ile birlikte proletarya tarih sahnesine bağımsız bir güç olarak çıkmıştı. Avrupa burjuvazisinin bütün devrimci atılımını yitirdiği bu dönemde, Almanya'da halen (1856'lar) burjuva devrimi olmamıştı.
      Alman burjuvazisinin bu devrimi yapabilecek güç ve cesarete sahip olmadığını gören Marx, köylülerle ittifak kuran proletaryanın girişimi ile başarılacak olan burjuva devrimini, Almanya'da proletarya devriminin başlangıcı olarak görmekteydi.
      "Almanya'da demokratik burjuva devrimi tamamlanmadığı sürece Marx, sosyalist proletaryanın taktiği konusunda bütün dikkatini köylü sınıfının demokratik enerjisinin gelişimine yöneltecektir." [8*] Almanya'da aristokrasinin yıkılıp burjuva demokratik devriminin başarılmasının proletarya için ne kadar önemli olduğunu anlamayarak Bismark ile anlaşıp, köylü hareketlerine sırt çeviren, yalnızca sözüm ona proletarya için mücadele eden Lasalle'ı Engels en sert biçimde eleştirerek ihanetle suçlamaktadır:
      "Temeli bakımından tarımsal bir ülkede ataerkil (sömürüye), kır proletaryasının büyük feodal asiller tarafından 'sopayla' sömürülmesine bir imada dahi bulunmaksızın, sanayi proletaryası adına sadece burjuvaziye saldırmak alçaklıktır." [9*]
      Lenin, tekelci kapitalist dönemde, Marx'ın bu sürekli devrim anlayışını, tekelci kapitalizmin evrensel çelişkileriyle Çarlık Rusya'sının somut şartlarını birlikte tahlil ederek formüle etti. Bu teori "objektivizme" ve Lenin'in yarı anarşist diye nitelendirdiği Troçkist düşünceye karşı, Lenin'in siyasi pratiği içinde gelişmiş ve biçimlenmiştir. Bu teoriye Leninist veya Marksist-Leninist kesintisiz devrim adı verilmektedir. Her ne kadar, yukarda da belirttiğimiz gibi, bu düşüncenin tohumları ve ilk unsurları Marx ve Engels'de görülmekteyse de, bu teori en mükemmel ifadesini Lenin'le birlikte emperyalist dönemde bulmuştur. Lenin'e göre, Rusya'da olduğu gibi, burjuva demokratik devriminin o zamana kadar başarılamadığı ülkelerde, proletaryanın görevi, Menşeviklerin söylediği gibi, liberal burjuvaziye destek olunması gibi ikinci dereceden bir görev değildir. Çünkü bu dönemde -emperyalist dönemde- burjuvazi artık tarihi kaçırmıştır. Burjuvazi kendisinden beklenen görevi yapamayacak kadar zayıf, cılız ve korkaktır. Bu nedenle liderlik köylülerle ittifak kurmuş olan proletaryanındır. Köylülerle ittifak kurmuş olan -bu ittifak içinde kentsel küçük-burjuvazi de yer alabilir veya almayabilir- proletaryanın faal müdahalesiyle demokratik burjuva devrimi tam bir zafere ulaşabilir. Devrimle birlikte kurulacak olan İşçi-Köylü iktidarı içinde proletarya bu devrimi derinleştirerek, proletarya devrimi için dönüşümü sağlama imkanlarına sahip olur. [10*]
      Ve nihayet, tekelci kapitalizmin birinci bunalım döneminde, Mao Tse-tung "Leninist kesintisiz devrim teorisi"ni, emperyalizmin boyunduruğu altında yarı-sömürge bir ülke olan Çin'in somut pratiğine uygulayarak, "Milli Demokratik Devrim Teorisi"ni formüle etmiştir.
      Görüldüğü gibi, bu teori proletaryanın öncülüğünü önermekte, proletaryanın hegemonyasını esas almaktadır. Bu nedenle, "proletaryanın milli demokratik devrimde öncülüğü için objektif şartlar tam olgunlaşmamıştır", sözünde, "öncülük" kelimesinin hiçbir anlamı yoktur. Ve fazladan kullanılmıştır. Çünkü milli demokratik devrim ancak proletaryanın öncülüğünde söz konusu olabilir. İşçi sınıfının öncü role sahip olması, hemen devrimi yapabilecek güçte olması demek değildir. İşçi sınıfı, müttefikleri ile birlikte düşmana karşı sürekli bir mücadele içinde olacaktır. Bu sürekli savaş içinde, zaman zaman yenilecek, bozguna uğrayacaktır. Fakat her bozgundan daha güçlü ve tecrübeler kazanmış olarak çıkacaktır. Ve sonunda, müttefiklerinin başında, devrimin kesin zaferini sağlayacaktır.
      Demokratik devrimin zaferini temsil eden devrimci iktidarını bir "düzen örgütü" değil, bir "savaş örgütü" olarak görmek gerekir. İster politik iktidarı ele geçirmiş olsun, (tabii müttefikleriyle birlikte), ister geçirmiş olmasın, her dönemde işçi sınıfı yoğun bir savaşın içinde olacaktır. Demokratik devrimin zaferinden sonra işçi sınıfı, sosyalizme geçişin maddi ortamını yaratmak için savaş verecektir. Milli demokratik Devrim mücadelesi bir kaç aylık bir hareket değil, yıllarca sürecek olan bir savaştır. Demokratik devrim ile sosyalist devrim arasında bir Çin Seddi yoktur. Stalin'in deyişiyle, burjuva demokratik devrim ile sosyalist devrimi bir tek zincirin iki halkası olarak ve bir tek tablo olarak görmek gerekir. Ve az çok işçi sınıfının belli bir toplumsal gücü temsil ettiği bütün ülkelerde, burjuva demokratik devrim sosyalist devrime geçiştir. Ancak Kamerun, Bassertolun gibi genç Afrika ülkelerinde sanayi yok sayılabilecek bir seviyededir, dolayısıyla belli bir toplumsal gücü temsil eden işçi sınıfı da yoktur. Bu ülkeler, emperyalizmin "böl" ve "yönet" yöntemi ile esas ana parçalarından kopartılmış ülkelerdir. Güdük de olsa, var olan sanayi kuruluşlarının büyük bir çoğunluğu zamanında kopartıldıkları bütünde kalmıştır. Ve ilkel kabile ilişkilerinin derin izlerini taşıyan bu ülkelerde, proletaryanın öncülüğünde bir devrim düşünmek biraz zordur.
      Burada, bugün sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin sosyalizme geçişlerine ilişkin, Marksist çevrelerde yapılan bir tartışmaya, kısa da olsa, değinmek yararlı olacaktır. Bilindiği gibi sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin bağımsızlıklarını kazanıp, sosyalizme yönelmelerindeki yöntem meselesinde Marksist çevrelerde iki ayrı görüş vardır.
      Birinci görüşün temelinde, "her şeyi silahlar belirler" teorisinin bir ifadesinden başka bir şey olmayan, nükleer silahların bütün insanlığı tahrip edecek bir seviyeye ulaştığını, bu nedenle sosyalizmin zafere giden savaşçı yolunun milyonlarca insanın ölümünden geçtiğini öne süren "karamsar" bir düşünce yatmaktadır. Bu görüş "barış içinde birarada yaşamak", "barış içinde kapitalizm ile sosyalizmin ideolojik mücadelesi" tezlerinin sömürge ve yarı-sömürge ülkeler için uygulanması olan "kapitalist olmayan yol" teorisini formüle etmektedir. Kısaca özetlersek, bu görüşe göre, belli bir toplumsal gücü temsil eden işçi sınıfına sahip olmayan Afrika ve Asya'nın sömürge ülkelerinde emperyalizme karşı milli mücadele "devrimci demokratlar" denilen, köken itibariyle emekçi sınıflardan gelme milliyetçi aydın ve subayların yönetiminde yürütülebilir.
      Ancak bu görüş kendi içinde pek homojen değildir. Bu görüşü savunanların bir kısmının, bu "devrimci demokratların" öncülüğünde anti-emperyalist ve anti-feodal mücadele verildikten sonra, sosyalizme bile geçmenin mümkün olabileceğini belirtmelerine karşılık, diğerleri küçük-burjuva kökenli aydın ve subayların öncülüğünü, genel demokratik programın uygulanmasıyla pre-kapitalist ilişkilerin büyük ölçüde tasfiye edileceği ve ülkede güçlü sayılabilecek bir işçi sınıfını doğurabilecek seviyede bir sanayileşmenin sağlanmasına kadarki süre ile sınırlamaktadırlar. Ve küçük-burjuva iktidarına alternatif olarak ortaya çıkan bu işçi sınıfının güç kazanmasıyla ancak sosyalizme dönüşümün mümkün olabileceğini söylemektedirler. Bu birinci görüşün farklı nüansları, bu iki ana yorumun geçici ve melez ara şekillenmeleri biçimindedir. [11*]
      İkinci görüş ise, gerek emperyalizme karşı mücadelede, gerekse de sosyalizme geçişte işçi sınıfının ideolojik, örgütsel ve politik öncülüğünü esas almaktadır. Milli Demokratik mücadeleyi, Marksist-Leninist kesintisiz devrim teorisinin bir bölümü olarak kabul etmektedir.
      Hemen belirtelim ki, işçi sınıfının öncülüğü olmadan ne anti-emperyalist savaş başarıya ulaşabilir, ne de sosyalizme geçiş mümkün olabilir. İşçi sınıfının öncülüğü olmadan sosyalizme geçişi mümkün görmek boş bir hayaldir. Fakat, "sosyalizme geçişi mümkün görmemek şartıyla" bu görüş, çok özel şartlar altında olan, işçi sınıfı var sayılmayacak kadar zayıf ve cılız olan Kamerun, Burundi, Bassertolun gibi Afrika ülkelerinde, işçi sınıfı belli bir güce sahip olana kadar, tatbik imkanına sahip olabilir. Bu ülkelerde sosyal yapı, büyük sınıf farklılaşması göstermemektedir. Sosyal sınıf ve zümreler kesin olarak birbirinden ayrılmamıştır. Bundan ötürü, bu tip ülkelerde marksist partiler gerçek birer marksist parti olmaktan çok, milli kurtuluş akımlarını ve hareketlerini dile getiren, devrimci sınıf ve zümrelerin örgütleri biçimindedirler. Ve kuruldukları günden itibaren milletin bütününün özlemlerini ve çıkarlarını temsil etmişlerdir. Örneğin bir İngiliz sömürgesi olan Bassertolun'da, John Mottoheloa'nın sekreterliğini yaptığı Komünist Partisi bu niteliktedir, stratejik programı "kapitalist olmayan yol"dur. Bu parti, işçi sınıfı olmadığı için, ülkenin bütün anti-emperyalist ve demokratik güçlerine hitap etmektedir. Ülkede daha modern sınıfların iskeleti bile tam anlamı ile oluşmamıştır. Buna karşılık, Tunus Komünist Partisi'nin stratejik programı "Milli Devrimci Yol" değil, "Milli Demokratik Devrim yoludur". Çünkü Tunus'ta belli bir seviyede sanayi kuruluşu ve dolayısıyla belli bir sosyal güce sahip işçi sınıfı vardır.
      Bu tartışmalara M. Belli'nin (15 Aralık 1967, Türk Solu, Sayı: 5, Sf. 5'deki yazı) görüşü de açıklık getirmektedir.
      "... Sosyalizm, işçi sınıfının davasıdır, onun toplumsal düzenidir. İlkel kabile toplumunun derin izlerini taşıyan, sözü edilebilecek sanayii bulunmayan ve dolayısıyla işçi sınıfı da olmayan, ya da işçi sınıfı tarihi gelişmeyi etkileyecek güce erişmemiş bulunan bağımsız bir ülkede, örneğin Gana'da, Somali'de, elbette sosyalist kuruluştan söz edilemezdi. Öte yandan bu ülkeler için kapitalist kalkınma yolunu tutmak demek, yeniden, emperyalizme bağımlı geri tarım ülkesi durumuna dönmek demektir. Bu durumda, bu ülkelerin yurtseverlerinin tutabilecekleri yegane doğru iktisadi kalkınma yolu, sosyalizme götürecek olan "kapitalist olmayan yol" olabilirdi.
      Ama sanayii olan, işçi sınıfının toplumsal bir gücü temsil ettiği geri kalmış ülkelerde devrimci şiar, elbette ki, sosyalist kuruluş şiarı olabilir ve olmalıdır. Örneğin kurtuluşunda, sanayinin ikiyüzbin istihdam gücü olan Cezayir'de 'kapitalist olmayan yol'dan söz edilemezdi ve nitekim edilmedi, bu ülkede sosyalist kuruluş şiarı ileri sürüldü. Bu bakımdan Cezayir'den ileri olan Türkiye gibi bir ülkede, kapitalist gelişmede bir hayli yol katetmiş olan Türkiye gibi bir ülkede 'kapitalist olmayan yol'un sözü hiç edilemez." [12*]
      Ülkemizde "kapitalist olmayan yol"u savunan, şu anda küçük burjuvazinin azami programını çizmekte olan D. Avcıoğlu fraksiyonunu görmekteyiz. Avcıoğlu'na göre Türkiye proletaryasının emperyalizme karşı mücadelede öncü rolü oynamasına objektif olarak imkan yoktur. Bu nedenle, II. Milli Kurtuluş savaşımızda öncülük, "demokrat devrimcilere" başka bir deyişle asker-sivil zümreye aittir. "Ülkemizin bugünkü gelişme aşamasında milliyetçi devrimciler bir kez daha ön planda rol almaya aday gözükmektedir" demektedir, Avcıoğlu. [13*]
      Avcıoğlu'nun görüşü: "Bugün milliyetçi devrimciler ön planda rol oynamaya aday gözükmektedirler". Çünkü, "ülkenin bugünkü gelişme aşaması bunu gerektirmektedir".
      "Sağ Sapma"nın Avcıoğlu'nun yorumuna ilişkin görüşü: "Hiç olmazsa bir süre için yanlış değildir". (Şahin Alpay, Türkiye'nin Düzeni Üzerine, sf. 464, Aydınlık Sayı 12) Çünkü "bugün proletaryanın ön planda rol oynaması için objektif şartlar olgunlaşmamıştır."
      Görüldüğü gibi, "asker-sivil aydın zümrenin" öncülüğü meselesinde Avcıoğlu ile "sağ sapma" hemfikir. Gerekçeler de aynıdır; "ülkenin iktisadi gelişme seviyesi proletaryanın değil de, asker-sivil aydın zümrenin öncülüğüne uygundur".
      Avcıoğlu'nun "kapitalist olmayan yol"unu eleştiren sağ sapma, değişik bir tarzda tıpatıp aynı şeyleri söylemektedir.
      Açıktır ki, birinci tezin yani kapitalist olmayan yol tezinin, ikinci nüansı ile, "sağ" görüş arasında hiçbir fark yoktur. Avcıoğlu'nun görüşü ile arasındaki fark da, birinci tezin iki nüansı arasındaki fark kadardır. Bir nüans ayrılığı da metoda ilişkindir; Avcıoğlu marksist olmadığını açıkça söylemesine ve de marksist terminolojiyi çok kullanmamaya dikkat etmesine karşılık, sağ görüş, marksizme sahip çıkarak marksist terminolojiyi bol bol kullanmaktadır. Yazımızın başında bahsettiğimiz küçük burjuva devrimciliğinin saflarımızdaki yankısı işte budur.
      Kısaca özetlersek, sağ görüşe göre, "asker-sivil aydın zümrenin öncülüğünde uygulanacak genel demokratik program, ülkede belli bir sanayileşmeyi sağlayacak, toprak ve tarım reformları yapılacak, böylece işçi sınıfının öncülüğü için objektif şartlar yaratılmış olacaktır ve proleter devrimcilerinin bugünkü görevleri bu küçük burjuva iktidarı için çalışmaktır". Bugün için bu görüşün Türkiye işçi sınıfına atfettiği rol ikincildir, Türkiye işçi sınıfının siyaset sahnesindeki rolü objektif şartlara sahip olmadığından ikincil bir roldür. Oysa milli demokratik devrim teorisinde, işçi sınıfının rolü, artçı değil, öncü bir roldür. Milli demokratik devrim mücadelesi sosyalizme geçişin hazırlığı olduğu gibi, bir bakıma da işçi sınıfının iktidar mücadelesidir. Herhangi bir devrim öncesinde öncü rolü oynamaya aday olan sınıfın, bu rolü oynayabilecek belli bir potansiyeli olması gerekir. "Öncülüğü için işçi sınıfının objektif şartları oluşmamıştır" demek, "işçi sınıfının bu öncülüğe sahip olmasına maddeten imkan yoktur" anlamına gelir ki, bu da tekelci kapitalist dönemde, işçi sınıfına tekel öncesi burjuva devrimlerindeki gibi ikincil bir rol tanımak demektir. Açıktır ki, böyle bir düşünce de, milli demokratik devrim düşüncesinin dışında sağcı bir düşüncedir.[14*]


HORTLAYAN II. ENTERNASYONAL OPORTÜNİZMİ VE TEKELCİ DÖNEMİN MARKSİZMİ


      Meseleyi daha da açmak, daha da somutlaştırmak için II. Enternasyonalin "objektivist" düşüncesine, "takipçilik" ideolojisine ve de tekelci dönem marksizmine kısaca da olsa mutlaka değinmek gerekir.
      II. Enternasyonalin düşüncesi, Marx, Engels ile Lenin arasındaki uzun sayılabilecek bir dönemin en etkin ideolojisidir. II. Enternasyonal düşüncesine "objektivizm" veya "takipçilik" ideolojisi de diyebiliriz. Marksizmi öz bakımından ekonomik bir teori, sosyolojik ve tarihi bir veri olarak kabul eder. "Objektivizm", marksizmin devrimci ruhu olan diyalektiği bir tarafa bırakan bir düşüncedir. Bu düşünce, marksizmi bu bilimlerin -tarih, sosyoloji ve ekonomi- bir yerde dar sayılabilecek çerçevesi içine hapseder. Sınai gelişme ile proletaryanın eylem yeteneği arasındaki sıkı bağlantıyı, mekanik bir biçimde ele alır. Takipçilik ideolojisinde, marksizmin devrimci ruhu evrimciliğe dönüşmüş ve marksist felsefenin devrimci kişiliği, mekanik düşüncenin karanlığında görünmez olmuştur. (Tabii bütün bunlar, sözüm ona, diyalektik metotla, marksizm bilimi adına yapılmıştır).
      II. Enternasyonalin mekanik düşüncesinin en belirgin örneğini, Kautsky'nin meşhur "üretici güçler teorisinde" görmekteyiz. Bu teori, sadece çelişkinin özgül karakterine dikkat eder. Çelişkinin evrensel karakteri ve bunun özgülde yansıması, bu teorinin hesaba katmadığı bir sorundur. Ve proletarya devrimi için objektif şartların olgunlaşması sorununda, bu teori sadece tek tek ülkelerin iktisadi gelişme seviyelerini tahlil ederek, tekelci kapitalizmin dünya ölçüsünde had safhaya ulaşan evrensel çelişkilerini ve bunların ülkelerin iç çelişkilerinde yansımalarını hesaba katmayarak, II. Enternasyonal'in bütün partilerini "oportünizmin" mezarına gömmüştür. II. Enternasyonalin Çarlık Rusya'sındaki uzantısı Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin "Menşevik Hizbi"dir. Bu hizip, bu teoriye sıkı sarılarak "Rus proletaryasının objektif şartları olgunlaşmamıştır", "bu nedenle Rus proletaryasının, (Çarlık Rusya'sının politik konjonktüründe öncü bir rol oynamasına maddeten imkan yoktur", "Rusya'da proleter bir ihtilalci olanak yoktur" mihveri etrafında, Lenin'i kitlelerden kopuk, "komplocu bir Blanquist", "küçük burjuva maceraperesti" diye suçlayarak, marksizm adına, leninist çizgiyi en sert biçimde eleştirmiştir .
      Oysa Lenin'e göre, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki dünya ölçüsünde varılan çelişme had safhaya ulaşmıştır, kapitalizm artık çöküş dönemine girmiştir. "Tarih bize bu an için bir görev vermektedir, görevlerin en devrimcisi.... Avrupa gericiliğinin ve aynı zamanda Asya gericiliğinin en kudretli kalesinin yıkılması, Rus proletaryasını enternasyonal devrimci proletaryanın öncüsü haline getirmektir" diyen Lenin, kapitalizmin en uç noktaya ulaşmış olan çelişmelerinin sosyalist dönüşümü kaçınılmaz bir hale getirdiğini ve Çarlık Rusya'sının dünya kapitalizminin bütün çelişkilerini bağrında taşıdığını, bu nedenle dünya kapitalist sisteminin en zayıf halkası olan Çarlık Rusya'sında bir proletarya ihtilalinin mümkün olduğunu görmekte ve örgütlenme v.s. gibi bütün hazırlıkları buna göre yapmaktadır bu yıllarda.
      Emperyalist dönemle birlikte, tarihin lokomotifinin burjuvazi değil, proletarya olduğu esprisi, Leninist kesintisiz devrim düşüncesinin özüdür.
      Emperyalizm henüz köylülükten kurtulamamış, zayıf ve genç işçi sınıflarını, ülkelerinin en devrimci sınıfları haline getirmiştir. Lenin, "artık proletarya devrimlerinin mihrakı doğu olmuştur" derken, bu kesintisiz devrim anlayışı içinde proletarya devrimine geçişi kastediyordu. Sömürge ve yarı-sömürge olan bu ülkelerde proletarya devrimi, tek aşamada değil, iki aşamada, bu sürekli devrim esprisi içinde oluşmaktadır. Ve bu ülkelerde burjuva devrimi ile proletarya devrimi, "bir tek zincirin iki halkası", "bir tek tablo" durumundadır.
      Şimdi gelelim sorunun en alıcı noktasına: Yarı-sömürge, sömürge ülkelerin proletaryalarının, Marksist-Leninist sürekli devrimi omuzlayabilecek objektif şartlan var mıdır? Diğer bir deyişle, "Milli demokratik devrimde proletaryanın öncü bir rol oynaması için ülkenin iktisadi gelişme seviyesi müsaittir veya değildir ama objektif şartlar tam olarak olgunlaşmamıştır" soru ve önerileri tekelci dönemin marksizmi için hiçbir anlam ifade etmemektedir. Bu tip tartışmalar, tekelci dönemde, Stalin'in deyişiyle, artık geride kalmıştır.
      Stalin, meseleleri son derece açık bir şekilde koymaktadır: "Eskiden proletarya devrimine hazırlık devresinin şartlarının tahlili, genellikle ayrı olarak ele alınan, şu veya bu ülkenin ekonomik durumu bakımından yapılıyordu. Şimdi artık meselenin bu tarzda tetkiki yetersizdir. Şimdi meseleyi, bütün ülkelerin veya ülkelerin çoğunluğunun ekonomik durumu açısından, dünya ekonomik durumu bakımından tetkik etmek gerekir, çünkü ülkeler ve milli ekonomiler kendi kendilerine yeter birim olmaktan çıkmışlar, dünya ekonomisi denilen bir zincirin halkaları haline gelmişlerdir... Eskiden ayrı ayrı ülkelerde veya daha doğrusu gelişmiş şu veya bu ülkede, proletarya devrimi için objektif şartların varlığından veya yokluğundan söz etmek adetti. Şimdi artık bu görüş yetersizdir. Şimdi devrim için objektif şartların dünya ekonomik sisteminin tamamında bir bütün olarak mevcut olup olmadığından söz etmek gerekir." [15*] (Leninizmin İlkeleri, sf. 30-3 1)
      Ve Stalin, emperyalist dönemde, tek tek ülkelerde proletaryanın devrim için objektif şartlara sahip olup olmadığının tetkikini, II. Enternasyonal düşüncesinin bir ifadesi olarak görmektedir.
      "Bu sebeple ayrı ayrı olarak ele alınan şu veya bu ülkenin proletaryasının genel nüfusa nispeti hakkında istatistik hesaplarına, emperyalizmin ne olduğunu anlamamış olan ve vebadan korkar gibi devrimden korkan II. Enternasyonal yorumcularının verdikleri özel önem tamamen büyütülmüştür". (J.Stalin, Leninizmin İlkeleri. s. 233).
      Ve emperyalist zincirinin yakın gelecekte nereden kırılacağı sorusuna Stalin'in cevabı şudur: "Yine zincirin en zayıf bulunduğu noktada. Zincirin, örneğin, Hindistan'da kırılması imkansız değildir. Niçin? Çünkü Hindistan'da genç ve ateşli bir proletarya vardır. Ve bu proletarya milli kurtuluş hareketleri gibi itiraz kabul etmeyen bir müttefike sahiptir. Çünkü bu ülkelerde devrime karşı duran düşman, manevi her itibardan mahrum ve Hindistan'ın bütün ezilen ve sömürülen kitlelerinin nefretini haketmiş olan, herkesin tanıdığı yabancı emperyalizmdir". [16*]
      Gelelim saflarımızdaki sağ eğilime: Manifesto'daki modern sanayi proletaryası için gerekli öğeleri sıralayarak, "Türkiye proletaryası bu şartlara sahip değildir. Bu nedenle Türkiye proletaryasının, milli demokratik devrim mücadelesinde "öncülüğü" için Türkiye'nin ulaşmış olduğu iktisadi gelişme seviyesi yetersizdir. Bu dönemde, ön planda rolü, asker-sivil aydın zümre oynayacaktır, zaten bugün yurt çapındaki esas mücadele işbirlikçilerle bu zümre arasında olmaktadır" mihveri etrafında, Kautsky'nin üretici güçler teorisine sıkı sıkı sarılan bu görüşün temelinde, görüldüğü gibi, II. Enternasyonalin "takipçilik ideolojisi" yatmaktadır. Bu, öncü, devrimci bir düşünce değil, kuyrukçu, artçı ve evrimci bir düşüncedir. Böyle bir görüşe milli demokratik devrim etiketi takmakla da "proleter sosyalist" olunamaz!...


"KÖYLÜ DEVRİMİ OLARAK" MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİM SAVAŞI


      Bütün açıklığı ile "sağ" niteliği ortaya çıkan bu düşünceyi şimdi de bir başka açıdan ele alalım:
      Objektif şartların oluşması için "işçi sınıfının köylülükle bağları tam olarak kopmalıdır" düşüncesi yanlıştır ve milli demokratik devrimin "köylü savaşı", "köylü devrimi" niteliğine ters düşen bir sağ görüştür.
      Bir kere, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde, işçi sınıfı kısa bir geçmişe sahiptir ve büyük çoğunluğunun köylülükle bağları tazedir. Bu kötü bir şey değil bilakis, milli demokratik devrim için elzem olan işçi-köylü ittifakını kolaylaştıran bir avantaj olabilir.
      İkinci olarak milli demokratik devrim mücadelesi, işçi sınıfının öncülüğünde yapılan bir köylü devrimidir.
      "Köylü sınıfı milli hareketin esas ordusunu teşkil eder. Bu ordu olmadan güçlü bir milli hareket olamaz... Milliyet meselesi aslında bir köylü meselesidir. (J. Stalin'in, III. Enternasyonalin İcra Komitesinin Yugoslavya Komisyonunda 30 Mart 1925 tarihinde söylediği, Yugoslavya'da milliyet meselesine dair nutku) sözlerine atıfta bulunarak "bu demektir ki, Çin inkılabı aslında köylülerin inkılabıdır... Japonya'ya karşı savaş da bir köylü savaşıdır... Yeni demokrasi siyaseti aslında köylüleri takviye siyaseti demektir" diyor, Mao Tse-Tung. [17*]
      Lin Piao da, "Yaşasın Halk Savaşının Zaferi" broşüründe milli demokratik devrimin köylü savaşı niteliğini açıkça belirtmektedir. "Ta birinci devrimci iç savaş döneminde Mao Tse-Tung arkadaş köylü sorununun Çin devriminde önemli bir yer tuttuğunu, emperyalizme ve feodalizme karşı gerçekleştirilecek burjuva demokratik devrimin aslında bir köylü devrimi olduğunu belirtmiş ve Çin proletaryasının burjuva demokratik devrimindeki temel görevinin köylü mücadelesine önderlik etmek olduğunu işaret etmişti. (...) Köylüler, emperyalistlere ve onların uşaklarına karşı demokratik devrimin ana gücünü temsil ederler." [18*]
      Çin'de Mao'nun deyişiyle, "Proletarya saflarında burjuva reformizminin yankısı olan, Çen Tu-hsieu ve şürekası, bu gerçeği anlayamayarak, Leninist kesintisiz devrimin dışında, burjuvaziye öncülük tanıyan bir burjuva demokratik devrim öngörmüşlerdir.
      Görüldüğü gibi "İşçi sınıfının objektif şartlarının olgunlaşması için köylülükle bağları tam olarak kopmalıdır" önerisi, milli demokratik devrim teorisinden habersiz olmanın ta kendisidir. İşçi sınıfının öncülüğü için "köylülükle bağlarının tam olarak kopmasını" beklemek, kuyrukçuluk politikasının savunucusu Çen Tu-hsieu'nun yanında, aynı bataklıkta kulaç atmaktan başka bir şey değildir.


SAĞ SAPMA VE DEVRİMCİ PRATİK


      Son olarak bu görüşü bir de "devrimci pratiğin" canlı pınarına sokalım.
      "Türkiye proletaryası, milli demokratik devrimde öncülük için objektif şartlara sahip değildir" veya -aynı anlama gelen- "Türkiye'nin bugünkü ekonomik gelişme seviyesi, işçi sınıfının milli demokratik devrim için öncülüğünü imkansız kılmaktadır", "proletaryanın bu objektif şartlara sahip olabilmesi için... köylülükle, özel mülkiyetle bütün bağları tam olarak kopmalıdır" sözleri, dünya proletarya hareketinin devrimci pratiklerini inkar etmek demektir.
      Bilindiği gibi Çin'de milli demokratik devrim, proletaryanın hegemonyası ile zafere ulaşmıştır. Ve proletaryanın ideolojik, örgütsel ve politik öncülüğü ile sosyalizme geçilmiştir.
      Kuomintang'ın devrimci bir çizgi izlediği (Mao Tse-Tung, Li Ta Çoa, Lin Po Çu ve Çuyu-Pay'ın merkez komitesine seçildikleri), "Rusya ile ittifak", "Sosyalistlerle işbirliği", "Köylülere işçilere yardım" ilkelerinin kabul edildiği, Çin Komünist Partisinin milli demokratik devrim mücadelesinde son derece etkin olduğu 1924-27 Devrimini sevk ve idare ettiği bir dönemde, 1926 Martında, Mao Tse-Tung Çin işçi sınıfı hakkında şunları söylemektedir: "Çin'de modern proletarya aşağı yukarı iki milyon civarındadır. Çin, ekonomi bakımından geri olduğu için modern proletarya sayısı fazla değildir... Çin'de şimdilik pek az modern kapitalist tarım vardır. Tarım proletaryası denilen, yıllk, aylık ya da günlük olarak tutulan tarım ırgatlarından ibarettir."[19*] Çin Komünist Partisi'nin öncülüğünde Japonya'ya karşı güçlü bir milli birleşik cephenin kurulduğu, Çin Komünist Partisinin komutlarına yığınların kulak verdiği, kurtarılmış bölgelerde milli demokratik hükümet birimlerinin kurulduğu bir evrede, Mao Tse-Tung, Çin proletaryasının niteliğini şöyle belirtmektedir: "Çin proletaryası, geniş ölçüde, iflas etmiş köylülerden meydana gelmiş olduğundan, köylülükle tabii bağları vardır. Bu da proletarya ile köylülüğün ittifakını kolaylaştırır. Binaenaleyh, köylülüğe kıyasla küçük hacmi, kapitalist ülkelerin proletaryasına kıyasla genç yaşı ve burjuvaziye kıyasla düşük kültür seviyesi gibi bazı kaçınılmaz zaaflarına rağmen, Çin proletaryası, Çin inkılâbının temeli olabilmiştir." [20*]
      Görüldüğü gibi, milli demokratik devrimin en üst aşamalarında, milli birleşik cephenin öncülüğünü yaparken bile, Çin proletaryası, bu sağ görüşün önerdiği biçimde değildir.
      Fidel Castro'nun ikinci "Havana Bildirisi"nde söylediği şu sözler de soruna son derece açıklık getirmektedir: "Eğer Amerika kıtasının geri kalmış ülkelerinde işçi sınıfının sayıca nispeten az olduğu doğru ise, içinde yaşadığı insanlık dışı şartlar belli olduğuna göre, devrimci işçi ve aydınlar tarafından yönetilip ulusal kurtuluş mücadelesinde kesin bir rol oynayan sosyal bir sınıf var demektir. Ülkemizde egemen olan noktalar, sanayinin geri kalmışlığı ve tarımın feodal karakteridir. [21*]
      İki milyon civarında imalat sanayiinde çalışan, dört milyona yakın proletaryanın bulunduğu ve nüfusunun % 70'i köylülerden oluşan, tarımda, feodal ilişkilerin yanında kapitalist ilişkilerin uç verdiği bir ülkede (Türkiye'de)" proletaryanın milli demokratik devrimde öncülüğü için objektif şartları yoktur; ve bu şartlara sahip olabilmesi için "köylülükle, özel mülkiyetle bağları tam olarak kopmalıdır" diyen görüşün devrimci olmadığını, devrimci pratiğin canlı pınarı açıkça göstermektedir. Devrimci pratik, proletaryanın milli demokratik devrime öncülüğü için gerekli olan objektif şartları, önerilen bu biçimi ile onaylamamaktadır.
      Devrimci pratiğin doğrulamadığı her teori boş ve kof bir doğma, bir spekülasyondur. ".... Her teori zorunlu olarak, pratiğe dönmelidir ve bu iki sebepten böyle olmalıdır; birincisi teori kesin olarak pratik tarafından yaratılmıştır, dünyayı seyreden heveskarca, boş bir merak için değil, dünyayı değiştirmeye yardım etmek için kurulup hazırlanmıştır; ikincisi, mademki gerçek, kesintisiz hareket ve değişikliktir, kendi kendine yeterli olmaya bakan her teori kısırlaşır, artık ölü bir doğmadan başka bir şey değildir; ısrarla durmadan pratiğe dönmezse bilgi süreci duraklar..." [22*]
      Görüldüğü gibi "objektif şartlar" meselesini dört ayrı bölümde, değişik açılardan ele alarak inceledik.
      Meseleyi bu sağ görüşün koyduğu biçimde koymak, teoride, Marksist önermeleri kof dogmalar haline getirmek ve Marksizmin diyalektiğinden hiç birşey anlamamak demektir; pratikte ise, proleter devrimci hareketi küçük burjuva devrimcilerine teslim etmektir. Böyle bir tahlil, Türkiye işçi sınıfını gücünden daha aşağı seviyede, dolayısıyla anti-emperyalist safları olduğundan daha az kuvvetli, Amerikan emperyalizmi + işbirlikçi burjuvazi + feodal mütegallibe cephesini de olduğundan daha "az zayıf" değerlendirmek demektir. Düşman kuvvetlerini, olduğundan daha kuvvetli, devrimci kuvvetleri ise, olduğundan daha zayıf değerlendirmek, "sağ oportünizmin", "PASİFİZM"in değişmez karakteridir.
      Aslında bütün bunların temelinde, kendine ve işçi sınıfına güvenemeyen pasifist bir küçük burjuva düşüncesi yatmaktadır. Bir ülkede halk savaşı vermek, devrim yapmak, herşeyden önce, kendine ve özgücüne güvenmekle mümkün olur. Ancak kendi özgücümüze güvenerek bu ölüm kalım mücadelesinin altından alnımızın akıyla çıkabiliriz. (Elbette bu, ittifaklardan yararlanmamak demek değildir. Mücadelemizin bütün aşamalarına "mümkün olan en geniş cepheyi kurmak politikası" hakim olmalıdır) Zafere giden yolda, küçük burjuvazinin devrimci iktidarı zorunlu bir durak olsa bile, proleter devrimcilerinin görevi, işçi sınıfını, ihtimaller üzerine kurulmuş bir politikaya dayanarak, küçük burjuvazinin peşine takmak değil, tam tersine, onu bilinçlendirerek, örgütleyerek bütün halkın öncüsü durumuna getirmektir. "Sen kendini hele bir işine ver, gerisi gelir. [23*]
     
     
PROLETARYANIN ÖNCÜLÜĞÜ MESELESİ

     
      "Türkiye proletaryasının milli demokratik devrimde öncülüğü için objektif şartlar vardır" sözünde kastedilen bu andaki fiili bir öncülüğü değildir. "Ülkemizde proletaryanın milli demokratik devrimde öncülüğü iç objektif şartlar mevcuttur" demek, "Türkiye'nin erişmiş olduğu iktisadi gelişme seviyesi, milli demokratik devrim stratejisine uygundur; objektif gücü bakımından Türkiye proletaryası bu mücadeleyi omuzlayabilecek bir potansiyele sahiptir" demektir.
      Türkiye proletaryasının pratikte öncülüğü (fiili öncülüğü) için proletaryanın subjektif şartlarının (bilinçlenme ve örgütlenme düzeyinin yüksek olması) olgunlaşmış olması gerekir; yani, bilimsel sosyalizm silahı ile teçhizatlanmış öncü bir proletarya müfrezesinin var olması, proleter yığınlarının oldukça büyük bir kısmının kendi partisinin komutlarına kulak vermesi ve işçi köylü ittifakının sağlanmış ve bu ittifak üzerinde bütün anti-emperyalist sınıf ve zümreleri kapsayan bir Milli Cephenin kurulmuş olması veyahut bu yolda epeyce mesafe katedilmiş olması gerekir. Elbette, bu şartlar yokken, hele de şehir ve köy proletaryasının ve emekçilerinin hala önemli bir kısmının baş düşmanları olan emperyalizmin Türkiye'deki uzantısı A.P. iktidarının ya da statükocu muhalefetin peşinden gittiği, şehir ve köy proletaryasının geniş çevrelerinin öz devrimi sosyalist devrimden habersiz olması bir yana, ülkesinin işgal altında olduğunun bile farkında olmadığı bir evrede, proletaryanın fiili öncülüğünden bahsetmek, oportünizmin daniskasıdır. Böyle bir tutum, proleter devrimci harekete ihanet ve emperyalizme hizmetten başka bir şey değildir.
     
     
OBJEKTİF - SUBJEKTİF İLİŞKİSİ

     
      Sorunu, öz ve açık bir şekilde ortaya koyabilmek için objektif ve subjektif şartlar üzerinde biraz durmak gerekiyor. Objektif ve subjektif şartları, aralarındaki ilişkiyi ortaya koymadan, birbirlerinden bıçak gibi ayırmak metafizik bir tutumdur. Objektif ve subjektif şartlar birbirine kopmaz bağlarla bağlıdırlar; objektif ve subjektif şartlar karşılıklı etki durumunda bulunurlar ve her an onların karşılıklı nispi önemlerini en yakından değerlendirmek gerekir.
      Subjektif şartlar, objektif şartların üzerinde yükselir, diğer bir deyişle, her ülkenin ekonomik bünyesi, maddi varlığı, proletaryasının örgütlenme ve bilinçlenme düzeyini -geniş sınırlar içinde- tayin eder. Objektif şartlar nihai olarak bir ülkenin proletaryasının o süreç içindeki, tabir yerinde ise, alın yazısını çizer. Proletaryası yok denecek kadar cılız, sömürge bir ülkede nasıl ki güçlü bir proleter devrimci akımdan söz edilemezse; proletaryası gelişmiş olan bir sanayi ülkesinde de, gücü az da olsa, marksist bir akımın var olmamasından bahsedilemez... Madde ilk veridir. Bilinç ikinci veridir ve türevdir. Sanayii belli bir seviyede olan Türkiye gibi yarı-sömürge ve yarı-feodal bir ülkede, bugünün devrimci şiarı nasıl "Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye" şiarı ise, sekter ve gerici şiar da "Sosyalist Türkiye" şiarıdır. Şöyle bir öneri ileri sürülebilir; "madem ki Türkiye'de proletaryanın objektif şartları tam olarak mevcuttur, o zaman proletaryanın 'kendi kendine bir sınıf değil de 'kendisi için bir sınıf' durumunda olması gerekir." Bu, diyalektiği anlamamak, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki ilişkiyi mekanik olarak ele almaktır. Bu, marksist materyalizmin birinci çizgisi olan "biçim, muhtevadan sonra gelir"den bihaber olmak demektir. (Burada bilincin ve bilginin gecikmesi söz konusudur). Tarihte bu tip düşünceyi Objektivistlerde, II. Enternasyonalin oportünist yöneticilerinde görmekteyiz; ekonomik seviyedeki gelişme, üretim güçlerinin gelişme düzeyi, politik ve sosyal dönüşümleri kendiliğinden, otomatik olarak sağlar şeklinde özetlenebilecek bu düşünce, "Marksist"leri pasif bir kaderciliğin rehaveti içerisinde yıllar boyu uyutmuştur. Subjektif şartlar, elbetteki objektif şartların pasif bir yansısı değildir, tam tersine aktif bir yansısıdır. Pasif yansısı biçiminde düşünmek mekanik materyalizme özgüdür. (Ekonomist bir düşüncedir). Emperyalist dönemde dört milyona yakın proletaryanın bulunduğu Türkiye'de "proletaryanın milli demokratik devrimde öncülüğü için objektif şartlar olgunlaşmamıştır" diyen ve olgunlaşması için "köylülükle bağları tam olarak kopmalıdır" şartını ileri süren görüş, daha önce açıkladığımız gibi ekonomist bir görüştür, ekonomizmin, emperyalizmin III. bunalım devresinde derinleştirilmesidir. Aynı şekilde Türkiye gibi bir ülke için "proletaryanın objektif şartları olgunlaşmış olsaydı, proletaryanın öz örgütü var olurdu" görüşü de yine aynı düşüncenin mahsulüdür.
      Objektif şartlar, sınırlı da olsa, subjektif şartlarda mutlaka yansır. Tersini düşünmek metafizik bir düşüncedir. Bugün Türkiye proletaryasının olgunlaşmış olan objektif şartları, subjektif şartlarında yansımaktadır. Batman'da, Singer'de, Demirdökümde, Ereğli'deki işçi hareketleri, işçi aristokratlarının bütün uyutma ve engelleme çabalarına rağmen, Amerikalı patronlara karşı "Bağımsız Türkiye", "Kahrolsun Amerika" şiarlarıyla fabrikalarını işgal eden Singer işçilerinin hareketleri, sarı sendika "Metal-15"in bütün engelleme çabalarına rağmen "Kahrolsun Amerika" diyerek ve işbirlikçi Vehbi Koç'a karşı fabrikayı işgal ederek, işgali kırmaya çalışan işbirlikçi iktidarın toplum polisini ters geri püskürten demir döküm işçilerinin hareketleri..
      Bütün bu hareketler, bir bakıma, mesleki hak ve istemlerin ötesinde mevcut rejime, Amerikan emperyalizmine karşı tavır alışlar değil midir? Yani bütün bu hareketler ekonomik mücadeleyi de aşıp siyasi bir mücadeleye dönüşme belirtileri değil midir! (Siyasi hale dönüşmeye yönelmesi demek, sosyalist mücadele olması demek değildir. Sosyalist mücadele olması için mücadelenin tek tek patronlara karşı mücadele olmaktan çıkması gerekir). Aylardan beri süregelen işçi sınıfı hareketi, işçi sınıfının sınırlı da olsa, "kendi kendine sınıf"dan, "kendisi için sınıf" durumuna geçmekte olduğunun belirtileridir. Bütün bu hareketler işçi sınıfının potansiyel öncülüğünün fiili bir öncülüğe dönüşebileceğinin ilk işaretleridir. Milli kurtuluş savaşımızın bu aşamasında, proleter devrimcilerinin yönettiği gençlik hareketleri ve yoksul köylülerin toprak işgalleri bir tarafa bırakılırsa, hangi sınıf ve zümre işçi sınıfımız gibi açık olarak emperyalizme ve müttefiklerine karşı kesin tavır alıyor ve bu yolda eylem ortaya koyuyor? Bütün bu hareketler işçi sınıfımızın objektif koşullarının varlığının ve yansımasının belirtileridir. İşçi sınıfının bu hareketleri üzerinde o mahallerdeki işçi sosyalistlerin elbette rolleri küçümsenemez. Ama Ankara ve İstanbul'da yayın organları etrafında kümelenmiş bizler, bu hareketlerin peşine takılmak durumunda kalmaktayız. Şüphesiz, proleter devrimci hareketimiz henüz işçi hareketlerini koordine edici ve işçi sınıfını bütün halkın milli demokratik devrim mücadelesinin lokomotifi durumuna getirecek seviyeye erişmemiştir. Proleter devrimci kadroların dağınık, çeşitli kümelenmeler içinde ve nihai olarak etkisiz olmasında çeşitli etkenler rol oynamaktadır -bu ayrı bir yazı konusu olacak kadar önemlidir- Konumuz bu olmadığı için bu etkenlere çok kısa birkaç örnek vermekle yetineceğiz: Proleter devrimci bir partinin olmaması, küçük-burjuva devrimci fraksiyonunun -tali- görevini mükemmel yapması dolayısıyla kısa zaman dilimi için de olsa etkinliğini saflarımızda sürdürebilen sağ sapma, ve "kötü teori yapılabildiği gibi kötü pratiğin de yapılabileceği..."
      "Türkiye işçi sınıfı hegemonyasının objektif şartları olgunlaşmamıştır" diyen sağcı görüşün Türkiye'deki konjonktürü değerlendirişi oldukça ilginçtir: "Somut şartların somut tahlilinden hareket eder ve idealizme sapmazsak, daha bir süre Türkiye'deki devrimci harekette asker-sivil aydın zümrenin önemli bir rol oynayacağını görürüz. Bugün de yurt çapında esas mücadele işbirlikçilerle bu kuvvet arasında cereyan etmektedir. Proleter devrimcileri ancak yeni yeni, o da esas olarak gençlik hareketlerine dayanarak mücadelede yer almaktadır."[24*]
      Sınıfsal durumu gereği küçük-burjuvazi emperyalizmin karşısındadır. Kaldı ki, Türkiye'deki asker-sivil aydın zümre bu sınıfın en bilinçli ve uyanık kesimidir. Ve dünyanın ilk milli kurtuluş savaşının yöneticisi olmuş, "laiklik ve milli kurtuluşçuluk" diye tanımlayabileceğimiz Kemalist düşünce ve eylemin mirasçısıdır. %60'i okuma yazma bilmeyen, feodalizmin baskısı altındaki küçük-burjuvalar ülkesinde, elbette, "daha bir süre devrimci harekette asker-sivil aydın zümre" önemli bir rol oynayacaktır. Ama "yurt çapında" esas mücadele, işbirlikçilerle Kemalistler arasında cereyan etmekte demek değildir bu. Gerçekten Kemalistlerin bugünkü devrimci mücadeledeki yerleri azımsanamayacak kadar önemlidir. Fakat emperyalizme ve müttefiklerine karşı mücadelenin tek devrimci alternatifi değildir. Bugün emperyalizme karşı ilk boy hedefi Kemalistler değil, proleter devrimcileridir.[25*] "Türkiye'de esas mücadele, işbirlikçilerle Kemalistler arasında oluyor" sözü, "Türkiye proletaryasının objektif şartları yoktur" sözünün doğal bir sonucu ve devrimci sosyalist teoriden sapmanın pratiğe yansımasının açık bir belirtisidir. Evet, bugün proletarya öz örgütüne sahip değildir ama, Kemalistler de öz örgütlerine sahip değillerdir. "Proleter devrimciler ancak yeni yeni, o da esas olarak gençlik hareketine dayanarak mücadelede yer almaktadırlar." (Şahin Alpay, "Türkiye'nin Düzeni Üzerine" Aydınlık, Sayı: 12, s: 466) sözü iki nedenden dolayı yanlıştır. Bir kere böyle bir değerlendirme, Türkiye proleter hareketinin geçmişini küçümseme anlamını taşır. Bunu söyleyen arkadaş, tarihi bir ad taşıyan AYDINLIK dergisinin, yarım yüzyıl önce proleter devrimci hareketin organının adını taşıyan bu derginin, yazarı olduğunu unutmaktadır. Türkiye'deki sosyalist hareketin yarım asırdan fazla bir geçmişi, bir tarihi vardır.[26*] Bu denli köklü bir geçmişe sahip olan Türkiye proleter hareketi için, "Türkiye'nin siyasi platformunda yeni yeni, o da gençlik hareketlerine dayanarak yer alıyor" demek, en yumuşak deyişle, doğru bir değerlendirme değildir. Bugüne kadar ki, proleter devrimci mücadelenin hiç mi sosyalist birikimi olmadı? Yarı-feodal bir ülkede, sosyalist olmadığı halde sosyalist bir kimlik ile Türkiye halkının karşısına çıkan TİP'in, Filipin demokrasiciliği şartlarına ve oportünist yönetime rağmen, derme çatma bir örgütlenme ve kısa bir seçim çalışması ile "300 bine yakın" oy almasının başlıca nedeni, 1919'dan bugüne kadar gelen Türkiye proleter devrimci hareketinin oluşturduğu birikimdir. Diğer bütün etkenler bu ana etkenin yanında önemsiz ve talidir.[27*]
      İkinci olarak, haldeki proleter devrimci saflardaki örgütsüzlük ve dağınıklık bizleri yanıltmasın; gerçekte, hareketimiz büyük bir atılım yapmanın eşiğindedir. Toplumun çeşitli kesimlerinde ve Türkiye'nin çeşitli bölgelerinde proleter devrimci hareket bir çığ gibi büyümekte, gelişmektedir. Hareketimiz Türkiye'nin en ücra köşelerine kadar uzanmaktadır. Hemen hemen her bölgede bir proleter devrimci grup veya kişi vardır. İçinde bulunduğumuz aşama demir gibi bir disipline sahip bir proletarya örgütünün içinde bu hareketi merkezileştirmektir. Toplumların, sosyal olayların gelişimi düz bir çizgi izlemez, trentler çizerek akar. Bugün bir "trent" atlamasının içindeyiz. Çok kısa bir zaman dilimi sonra bu süreci geçmiş olacağız. Bir çığ gibi büyümemize siyasi irtica engel olamaz. Hayatın gerçekleri, safsatalara karşı her zaman muzaffer olmuştur, olacaktır da.
      Yazımızın bu bölümünü bitirmeden önce, öteki sağ oportünizmin, yani "emperyalizme teslimiyeti oluşturan" Emek fraksiyonunun proletaryanın objektif şartlarını değerlendirmesi üzerinde biraz duralım. Emek'e göre, "Türkiye'de objektif şartlar sosyalist devrim için uygundur. Tarımda kapitalist üretim ilişkileri hakimdir. Feodal kalıntılar %5 gibi önemsiz bir teferruattır. Üst yapıda gözüken feodal ideolojiler ise bir önceki üretim tarzının tortularıdır. Ve haldeki 'az gelişmiş kapitalist' ilişkiler tarafından mass edilmiştir".
      Bir an iç feodal kalıntıları %5 gibi önemsiz bir teferruat olarak kabul edelim; Marksist materyalizme göre bir düşünce, bir ideoloji varlığını meydana getiren maddi şartlar kaybolduğu halde, bir zaman için varlığını sürdürür. Ama, bir önceki üretim düzeninin ürünü olan ideoloji, objektif çelişkiler geliştiği ölçüde gerilemek zorundadır, artık geçmişe dönüş imkansızlaşır. Yeni gelişmekte olan üretim güçlerine uygun düşünce, ideoloji eskinin yerini alır. Ülkemize bir bakalım; Atatürk döneminde sinmiş, pusmuş olan feodal ideolojiler, 1950 Demokrat Parti hareketi ile birlikte birdenbire bir çığ gibi büyümüş ve gürbüzleşmiştir. Bugün "nurculuk hareketi" o denli etkilidir ki, ülkedeki "politik iktidarın" oluşumuna, eli altındaki birkaç milyonluk oyu istediği yöne kanalize ederek "ağırlığını" koyabilmekte, hatta zaman zaman müttefiki işbirlikçi burjuvaziyi bile ürkütmektedir. Şimdi bu beylere sormak gerekir; Marksist diyalektiğe göre, feodal üretim düzeni büyük ölçüde tasfiye edilmiş olsaydı, bu feodal ideolojilerin giderek gerileyip, etkinliklerini yitirmeleri gerekmez miydi? Oysa 1950'den bu yana gelişim açıktır. Feodal ideolojiler giderek semirmiş, güçlenmiş ve toplum yaşantısında etkinliğini çok fazla arttırmıştır. Uzağa gitmeye gerek yok, son seçimlerde partilerin aday listelerine şöyle bir göz atmak kafi; ağalığın, şeyhliğin, aşiret reisliğinin adaylıkta ne denli önemli olduğu açıktır. Seçim sonrası, sadece mezhepçiliğe dayanarak seçmenlerin karşısına çıkan bir partinin azımsanmayacak sayıda oy toplayabildiğini hepimiz gördük. Görüldüğü gibi, derinliğine bir araştırma yapmadan, yüzeyde bir değerlendirme bile, feodal kalıntıların öyle %5'lik artıklardan olmadığı açıktır. Erdost'un belirttiği gibi, tarımda feodal ilişkilerin yanında kapitalist ilişkiler uç vermektedir. Bu durumda kalkıp da, "tarımda feodal sömürü yüzde şu kadar, kapitalist sömürü şu kadar" diye hesaplar yapmak hatalıdır. Marksizmin dışında bir metodla meselelere yaklaşmaktır. 1905 Rusya'sında bugün Emek fraksiyonunun yaptığı tahlilleri yapan ihtilâlci sosyalistlere Lenin'in cevabı açıktır: "Rusya'da modern büyük toprak işletmesi, derebeylik ve kapitalizmin karakterini bağrında toplar. Köylülerin büyük toprak ağalarının karşısındaki bugünkü mücadeleleri, objektif değer ve kapsam bakımından, derebeylik kalıntılarına karşı mücadeledir. Ama bütün tek tek durumları ayırdıktan sonra her durumu ayrıca ölçüp tartmak ve derebeyliğin bitip, pür kapitalizmin başladığı noktayı matematik bir kesinlikle bulmaya girişmek, kendi ukalalığını marksistlere yüklemekten başka bir şey olamaz. Bir bakkaldan satın alınan değer-emek payıyla hırsızlık payını ayıramadık diye, değer-emek teorisini inkar mı edelim baylar?..."[28*]
      Ayrıca, ülkemizde feodal artıkları % 5 değil de %O5 olsa bile, Marksist diyalektik analize göre, bugünün devrimci şiarı "Sosyalist Türkiye" olamaz. Tersini savunmak "nihai tayin edici çelişme" ile "baş çelişme"yi birbirine karıştırmaktır. Bir toplumun bünyesi karmakarışık çelişmeler bütünüdür. Bu çelişmeler arasında, üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çelişme, nihai tayin edici olan temel çelişmedir. Ama o anda "baş çelişme", bu çelişme olmayabilir. Örneğin yeniden paylaşım savaşında, Alman işgali altındaki gelişmiş kapitalist bir düzene sahip Fransa'da baş çelişki, proletarya-burjuvazi çelişmesi değil, burjuvazinin işbirlikçi kesimi hariç, bütün Fransız halkı ile Alman emperyalizmi arasındadır. Türkiye'deki temel çelişmenin proletarya burjuvazi çelişmesi olduğunu varsayalım, bu koşullara rağmen, biz sosyalist devrim şiarını ortaya atamayız. Çünkü bugün için tayin edici çelişme, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişme değil, Yankee emperyalizmi ile bütün Türkiye halkı arasındadır. Bu durumda, proletarya partisinin görevi, proleter devrimcilerinin görevi, "sosyalist devrim" çığlıkları atmak değil, bütün ulusun en bilinçli sözcüsü olarak milli cephenin başına geçip, Amerikan postalları altında ezilen milli bağımsızlık bayrağını yükselterek milli devrimi yapmaktır. Bu baş çelişme çözümlenmeden ülkede ne "sosyalist devrim" yapılabilir ne de sosyalizm kurulabilir. İşgal altındaki bir ülkede marksistlerin ilk görevi, "sosyalist" değil "milli devrim"i yapmaktır. "Sosyalist mücadele", "anti-emperyalizmi" de içeriyor diye, millici sınıfları karşına alarak "sosyalist devrim" şiarıyla ortaya çıkarsan, Amerikan emperyalizminin ekmeğine yağ sürerek Türkiye ulusuna, Türkiye proletaryasına ve enternasyonal proletarya hareketine ihanetlerin en büyüğünü yapmış olursun!
      Açıktır ki, II. milli kurtuluş savaşımız düz bir hat izlemeyecektir. İçinde ayrıca evrelere ayrılmış çeşitli aşamalardan geçerek başarıya ulaşacaktır. Bu süre içinde, çeşitli ittifaklardan yararlanacağız, tabii düşman cephesi de. Bir yandan emperyalizme karşı mümkün olan en geniş milli cepheyi kurmaya, öte yandan da proletaryaya politik bilinç götürmeye çalışacağız. Bunun için millici sınıflara gideceğiz, görev alanımız bütün millici sınıfların alanıdır. Proleter devrimcisi olarak, Amerikan emperyalizmi+işbirlikçi burjuvazi+mütegallibe ittifakına karşı bütün alanlarda en kesin mücadeleyi vereceğiz. Proletaryanın kendiliğinden eylemleri içine girerek, bu ekonomik mücadeleleri örgütleyerek siyasi mücadelelere dönüştürmeye çalışarak, geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyasına girişerek proletaryaya sosyalist bilinç vermeye çalışacağız. Proletaryaya oportünizmin bütün biçimlerini göstererek, gençlik hareketlerinin anlam ve niteliğini, Kemalizmin tarihi geçmişi ve milli kurtuluşçu geleneğini tekrar tekrar anlatarak, II. milli kurtuluş savaşımızda işçi ve köylü kitlelerinin en yakın dost ve müttefiki olduğunu belirterek politik bilinç götüreceğiz. Ama bütün bunları yaparken proletarya hareketinin siyasi bağımsızlığını göz bebeğimiz gibi koruyacağız!
     
     
İTTİFAKLAR POLİTİKASI ve SAĞ SAPMA ÜNLÜ İKİLİ GÖREV

     
      Emperyalizmin boyunduruğu altında bulunan yarı-feodal bir ülkede, proleter devrimcilerinin ikili bir mücadele biçimi içinde olmaları gerektiği açıktır; bir yandan emperyalizme karşı mücadelede bütün millici sınıf ve tabakaların yanında yer almak, anti-emperyalist cephenin kurulması için azami gayreti göstermek, öte yandan da proletaryaya politik bilinç vererek örgütlemek ve onu bütün halkın öncüsü durumuna getirmektir.
      İşçi sınıfının bütün halkın öncüsü durumuna getirmek için "önce kuvvet kazanalım sonra örgütlenmiş bu güç ile ittifaklara girelim" diye düşünmek, görevleri sıraya koyduğu için, marksizmin dışında, metafizik bir düşüncenin ürünüdür.
      Bir yandan geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyası yürüterek işçi sınıfına sosyalist bilinç vereceğiz, işçi-köylü kitlelerini örgütleyeceğiz, öte yandan da diğer bütün millici sınıflara milli demokratik bilinç vermeğe çalışarak, onların anti-emperyalist hareketlerine destek olarak, öz örgütlerine kavuşması için mücadele edeceğiz ve milli cephenin kurulmasına çalışacağız. Bu, diyalektik bir bütündür. Bu ikili mücadele birbirinden ayrılamaz. Önce birisi sonra diğeri ele alınamaz, ikisi bir arada yürütülmelidir.
      Bütün bunlar, her zaman tekrar edilen, bilimsel sosyalizmin genel doğrularıdır. Sorunu bu soyut şekli ile bırakırsak, hiçbir şeye aydınlık getiremeyiz ve pratikte bu soyut formülasyonun hiç bir değeri yoktur -bu hali ile bırakılırsa tabii-. Mutlaka, sorunu soyut plandan somut plana indirmemiz ve somutun tahlilini yapmamız gerekir. Nasıl ki, bir süreçteki iç içe geçmiş bütün çelişkileri birbirine eşdeğer kabul etmiyorsak, bir çelişkili bütünde de (bu ikili görevde de) iki çelişik yönü eşit olarak ele alamayız. Bu iki çelişik görevi eşdeğerde ele almak, "proleter devrimcilerinin hiç bir iş yapmaması" demektir. Çünkü bu karşıt iki yön birbirini dengelediği için, hareket yerini statiğe terkedecektir. Şu halde, dinamik bir durumdan bahsetmek istiyorsak mutlaka bu iki yönden birisinin diğerine nazaran, az da olsa, ağır basması gerekir. Bu iki yönden bütünün karakterini belirleyen yönüne çelişkinin ağır basan yönü, ötekine de çelişkinin ikincil yönü denir.
      Şimdi gelelim meselenin en can alıcı yerine; "Bir yandan proletaryaya sosyalist bilinç götürüp onu örgütlemek, proletaryayı öz partisine kavuşturmak, diğer yandan da, millici sınıfların anti-emperyalist mücadelesine omuz vermek, onları öz örgütlerine kavuşturmak için çalışmak" şeklinde konulan bu iki çelişkili görevden hangisi ana görev, hangisi tali görevdir? Milli demokratik devrim mücadelemizin bu aşamasında proleter devrimcilerinin ana görevi nedir? Bugünkü taktik hedeflerimizin çizilmesi açısından bu son derece önemlidir. "Bir çelişmenin ana ve tali yönlerinin incelenmesi, devrimci bir partinin siyasi, askeri, stratejik ve taktik direktiflerini tayinde önemli metodlardan birisini teşkil eder". (Mao Tse-Tung) "Bazen birisi, bazı hallerde de ötekisi tali veya ana görev olur, duruma göre değişir" cevabı eklektik ve ciddi olmayan bir cevaptır. Bu soruya cevap vermeden önce, içinde bulunduğumuz evrenin niteliğini kısaca çizelim; bir kere, bu evrenin en belirgin niteliği işçi sınıfı da dahil olmak üzere bütün millici sınıfların bilinç seviyesinin düşüklüğüdür. İkinci olarak, bütün millici sınıflar öz örgütlerinden yoksundurlar. TİP'de proleter devrimciler, CHP'inde de Kemalistler ancak bir hizip teşkil edebilmektedirler.
      Mücadelemizin bu evresinde, bu koşullar altında proleter devrimcilerinin ana görevi (dikkat edilsin, bütün veya tek görevi değil) işçi yığınlarının dışındaki, diğer millici sınıfların veya zümrelerin öz örgütlerine sahip olması için çalışmak, Kemalistlerin cılız da olsa yürüttükleri devrimci mücadelelerine destek olunması değil, işçi sınıfına bütün siyasi gerçekleri açıklama kampanyası ile sosyalist bilinç götürmek, işçilerin kendiliğinden gelişen hareketlerini örgütlemek ve proletaryayı öz partisine kavuşturmaktır. Diğer bir deyişle, proleter devrimcileri olarak güç ve olanaklarımızın önemli bir kısmını bu ana yönde, geri kalan kısmını da tali yönde istihdam edeceğiz. Bu çelişkili ikili görevi bu kadar somuta indirgeyerek, karakterize etmemiz, bu ikili yönün karşılıklı ilişkilerini ihmal edecek kadar aşırı basitleştirmek değil, tam tersi, iki çelişkili görevin ayırıcı karakterini ayrı ayrı ele almamız, marksist diyalektiğin tahlil metodu olarak gerektirdiği bir zorunluktur. "Bir çelişmenin ana ve tali yönlerini incelemeseydik, yani çelişkinin bu iki şartının ayırıcı karakterlerini ayrı ayrı ele almasaydık, soyut bir inceleme içine sıkışır kalır, bu çelişmenin şartlarını somut olarak anlayamaz ve sonuçta onu çözmek için doğru metodu bulamazdık". (Mao Tse-Tung). Marksist tahlil, somutun tahlilidir. Olayları, meseleleri ve çözüm yollarını, taktik hedef ve şiarları belli bir mekan ve evre içinde ele almak zorundayız. Her aşamanın temel taktik problemlerine, ancak içinde bulunulan şartların ciddi ve ayrıntılı tahlil ve açıklamaları yapılarak çözüm getirilebilir.
      Milli demokratik devrim mücadelemizin bu evresinde proleter devrimcileri olarak bizlerin ana görevi işçi sınıfına sosyalist bilinç götürmek ve işçi kitlelerini öz örgütlerine kavuşturmaktır. Gücümüzün az olduğu (buraya dikkat; kendi gücümüzün az olduğu, bazı ittifaklarda temsil etmek iddiasında olduğumuz sınıfın değil!..) bu evrede, bu görevin neden ana görev olduğu öyle marksist teorinin girift bir meselesi değildir. Marksizmden birazcık nasibini almış bir kişi bile, hemen anlayacaktır ki, bu evrede, işçi sınıfı arasında yerimizi sağlamlaştırmak "asli sorunumuz" olmalıdır. Sosyalistler bütün halkın milli demokratik mücadelesine öncülük etmekle yükümlüdürler. Fakat bu aşamada, işçi ve köylü hareketleri içinde yerimiz ve etkinliğimiz dikkate alınırsa, neden ikinci göreve öncelik tanımanız gerektiği ortaya çıkar. Marksist diyalektiğin büyük ustası Lenin, tartışma götürmez bir açıklıkla sorunu formüle etmektedir: "İlk dönemde, gerçekten pek az gücümüz vardı ve o sıra kendimizi yalnızca işçiler arasındaki eyleme adamamız ve bu yoldan sapmalara karşı çıkmamız pek tabii idi. O sıra bütün görevimiz işçi sınıfı içinde durumumuzu sağlamlaştırmaktı."[29*]
      Elbette bu ana görevimiz, milli demokratik devrim mücadelemizin bütün aşamalarında hep aynı kalmayacaktır. İşçi ve köylü kitleleri arasındaki yerimizi sağlamlaştırdıktan sonra, yani proleter devrimci bir örgüt kurduktan ve işçi köylü hareketlerini koordine edici bir duruma geldikten veya bu yolda epeyce yol aldıktan, diğer bir deyişle bu evreyi geçtikten sonra, bugün tali olan görevimiz ana, ana olan görevimiz tali duruma dönüşecektir.[30*]
      Açıktır ki, işçileri örgütlemek ve bilinçlendirmek sorunu ile Milli Cephenin kurulmasına çalışma eylemi, mücadelenin yaşayan diyalektiği ile birbirine bağlıdır. Bu iki mücadele iç içe geçmiştir ve onları ayıran arada bir Çin Seddi yoktur. Fakat, milli birleşik cephenin yönlendirici gücü olan işçi sınıfının bilinçlenme ve örgütlenme meselelerinde belli bir yol katedilmeden, gerçek bir anti-emperyalist cephenin kurulmasının mümkün olacağı ciddi olarak düşünülemez. Bütün millici sınıfların bilinç seviyesinin düşük olduğu ve öz örgütlerinden mahrum oldukları bu dönemde, Amerikan emperyalizmine karşı mücadelenin hızlanabilmesinin ve Milli Cephenin kurulabilmesinin ilk adımı, proletaryanın siyasi partisinin kurulmasıdır, bu nedenle çabaların büyüğünün bu alanda gösterilmesi zorunludur. Bu yapılmadan, işçi kitlelerini örgütlemeden, bilinçlendirmede belli bir ölçüde başarı sağlamadan, milli cephe hakkında genel gevezeliklerin ötesinde, hiç bir şey yapılamaz. Meselenin öbür yanı da şudur; işçi sınıfını örgütlemek ve bilinçlendirme eyleminin daha fazla gelişme göstermesi, büyük ölçüde emperyalizm ve müttefiklerine karşı bir milli cephenin kurulmasına bağlıdır.
      Sorunun somut tahlilini yaparak, bu evredeki ana görevlerimizi böylece belirttikten sonra gelelim sağ sapmanın bu konudaki görüşlerine; "Birinci mesele milli cephe politikasıdır"[31*] "Ve ülkemizde emekçilerin öz partisinin kurulması olanağı bugün yoktur. Bugünkü biçimsel demokrasi buna imkan vermemektedir"[32*]
      Sağ görüşün, ikili görevde görevleri mekanik olarak sıraya koymadığını varsayalım. O zaman, açıktır ki, ana görev olarak "milli cephenin kurulması için çalışılması" önerilmektedir. "Ana görevimiz, objektif şartları olmayan bir sınıfa subjektif şartları kazandırmak olmalıdır. Bunun ilk adımı proletaryanın öz örgütünü kurmaktır" denseydi, elbette çok ters olurdu. Doğaldır ki, ülkenin ekonomik seviyesi işçi sınıfının objektif şartlarının olgunlaşması için yetersiz bir seviyede ise, ana görev diğer millici sınıflara destek olmaktır.[33*] (Bu evrede işçi sınıfının rolü aktif değil, pasiftir)
      Gerçekte ise, burada bir yansıtma yapılmaktadır. Kendi proleter devrimci hareketimizin cılızlığı işçi sınıfına yansıtılmakta, bu sınıfın, şu an için, milli demokratik devrimi yönetecek subjektif şartların yanında objektif şartlarından da yoksun olduğu ilan edilerek, işçi sınıfının örgütlenmesi ekonomik ön şartların olgunlaşacağı daha ileri bir aşamaya bırakılmakta, bu döneme kadar da ünlü ikili görevin şu dönemde, öncelik kazanması gerekeni ikinci plana itilmektedir. İşçi sınıfının ekonomik ön şartlarının yerine getirilmesi savunularak, "Milli devrimci yol", "Kapitalist olmayan yol" kendini "Proleter Sosyalist" ilan eden ağızlarda "Milli demokratik devrim yolu" olarak şekillenmekte ve saflarımızda "ekonomizm" böylece hortlatılmış olmaktadır.
      "Ülkemizde emekçilerin öz partisinin kurulması olanağı bugün yoktur" sözü, bu sapmanın başka bir kanıtı ve "işçi sınıfı öncülüğünün objektif şartları henüz olgunlaşmamıştır" değerlendirmesinin doğal bir sonucudur. "Bugünkü biçimsel demokrasi buna imkan vermemektedir", o halde, bu aşamadaki mücadelemizin başlıca amacı, (işçi sınıfının mücadelesi, pozitif değil, negatif bir mücadeledir) emekçi kitlelerine bu imkanı verecek olan demokratik ortamın kurulması olmaktadır. Bu değerlendirme ise, Leninizme karşıt bir değerlendirme ve "ekonomizm"in bir ürünüdür. Burjuva, burjuva devrimi yapar, proletarya, proletarya devrimi yapar", "işçi sınıfının ülkenin siyasal sahnesinde birincil bir role sahip olabilmesi için burjuva demokrasisinin geliştirilmesi gerekir" diyen ve "sosyalist devrim ile burjuva devrimi arasında uzun bir mesafe olacağını" düşünen 1905 demokratik devriminin eşiğinde, Leninizmin iktidar mücadelesinin boş bir hayal olduğunu söyleyerek, acil politik amaçlar arasmda, "parti kurma özgürlüğüne" özellikle ağırlık veren "ekonomist" düşünce ile "emekçilerin öz örgütünün kurulması olanağı bugün yoktur, buna bugünkü biçimsel demokrasi imkan vermemektedir" diyen görüş arasında temelli bir ayniyet olduğu açıktır. Oysa leninist kesintisiz devrim teorisine, bu teorinin yarı-sömürge ve yarı-feodal ülkelere uygulanması olan Milli Demokratik Devrim teorisine göre, burjuva demokratik devrim aşaması ile sosyalist devrim arasındaki mesafe uzun değil, kısadır. Ve leninizme göre, proletaryanın öz örgütü mücadelenin her döneminde kurulur, demokratik haklar için mücadele başlıbaşına bir amaç değildir. "Ülkenin ekonomik gelişme seviyesi, milli demokratik devrim stratejisini öngörmektedir" yani, "proletaryanın objektif şartları mevcuttur". Bu aşamada proleter devrimcilerinin görevi işçi ve köylüleri bilinçlendirmek, örgütlemek ve proletaryanın öz örgütünü kurmak, tali görevi ise, diğer millici sınıfların öz örgütü için ve de Milli Cephenin kurulması için çalışmaktır, doğru devrimci çizgiye karşı, sağın görüşü şudur; "Ülkenin ekonomik gelişmesi proletaryayı anti-emperyalist mücadelede ikincil kılmada", "şu anda yurt çapında esas mücadele işbirlikçilerle Kemalistler arasında olmaktadır" ve bu önerilen doğal bir sonucu olarak "ana görev milli cephe politikasıdır".
      Proletarya hegemonyasının objektif ve subjektif şartlarının mevcut olmadığı ve öz örgütünün de bu aşamada kurulmasına imkan olmadığına göre, "Milli Cephe"den kastedilenin küçük-burjuvazinin hegemonyasında bir cephe olduğu açıktır. (kısaca özetlersek, sağ görüş şunları söylemektedir): Bu aşamada devrimci hedef, Mısır'daki, Suriye'deki gibi anti-emperyalist bir küçük-burjuva iktidarıdır. Bu harekette Türkiye işçi sınıfının rolü, artçı "destekçi" bir roldür. Kemalistlere destek olmaktır. Bu küçük-burjuva iktidarı proletarya öncülüğünün şu anda var olmayan objektif şartlarını oluşturacak, (fabrikalar kuracak, ülkede toprak reformu yapacak) ülkede demokratik bir ortam yaratacak, böylece bu demokratik ortamda proletaryanın öz partisi kurulacaktır!.
     
     
KEMALİZMİN "SAĞI-SOLU" VE ASKER-SİVİL AYDIN ZÜMRE

     
      Aybar, Aren oportünizminin, asker-sivil aydın zümreyi "metafizik bir kategori" olarak ele alışını tutarlı bir biçimde, kıyasıya eleştiren saflarımızdaki sağ görüş, Kemalizmi sağ-sol diye metafizik bir ayrıma tabi tutarak, aynı idealizmin içine yuvarlanmaktadır. Sağ görüş meseleyi şöyle anlatmaktadır: "Küçük-burjuvazinin en uyanık kesimini meydana getiren asker-sivil aydın zümrenin Kemalist devrimci çizginin bugünkü ideologları küçük-burjuvazinin bocalayan niteliğini yansıtan bir şekilde, bir sol devrimci, bir de, sağ gerici parlamentarist iki kanada ayrılmıştır. Bugün bu ayrımı yapmadan, asker-sivil zümrenin bu iki ayrı kanadın liderliğinde bölünmüş olduğunu görmeden, Kemalist devrimci çizginin bugün içinde bulunduğu meseleleri doğru tespit etmeye imkan yoktur. Bu konuda doğru tespitlere varmak ise, kendimiz kadar müttefiklerimizin durumunu da bilmek zorunda olan proleter devrimcileri bakımından büyük önem taşır... Aralarında Bülent Ecevit'in bulunduğu diğer bir kadronun liderliğinde olan sağ kanat ise, Türkiye'deki parlamentarizmin gerici niteliğini kavramamakta, bu demokrasicilik oyununu burjuva demokrasisi olarak kabul etmekte ve onun üzerine kanat germektedir... Bu tutum kaçınılmaz olarak onları emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı tavizci, uzlaştırıcı, teslimiyete dayanan bir politika izlemek zorunda bırakmaktadır. Ama biz, hiç olmazsa ana kesim itibariyle küçük-burjuva devrimcilerinin uzun süre gerici parlamentarizme bel bağlayacaklarına inanmıyoruz". (Şahin Alpay, Türkiye'nin Düzeni Üzerine, Aydınlık, Sayı: 12. Sf, 450-451) [34*]
      Bu konuda tutarlı bir tahlil yapabilmek için, ilk önce Kemalizmin niteliği üzerinde biraz durmamız gerekiyor. Kemalizm, emperyalizmin boyunduruğu altındaki bir ülkede doğu halklarının milli kurtuluş bayraklarını yükselten, emperyalizmi yenerek milli kurtuluş savaşlarını açan bir küçük-burjuva milliyetçiliğidir. Türkiye'deki küçük-burjuvazinin en radikal çizgisi olan Kemalizmi karakterize eden yalnızca "Milli Kurtuluşçuluk" ve "Laiklik" öğeleridir. Eşyanın doğası gereği Kemalizmin belirli bir iktisat politikası yoktur ve olmamıştır. Küçük-burjuvazinin emekle sermaye arasında bocalayan genel niteliği, Kemalizmin iktisat politikasında yansımaktadır. İçinde bulunulan evrenin koşullarına göre yön değiştiren, bazen özel teşebbüsçü yanı, bazen de devletçi yanı ağır basan bir iktisat politikası vardır Kemalizmin. Kemalizmi bugüne kadar ayakta tutan, ona ruh veren milli bağımsızlıkçı niteliğidir. Kemalizmin anti-emperyalist niteliği bir tarafa bırakılırsa, ortada Kemalizm diye bir şey kalmaz. Bu nedenle ancak emperyalizmin karşısındaki saflarda yer alanlar, Kemalizme sahip çıkabilirler. Emperyalizmle uzlaşarak, anti-emperyalist hareketleri kınayanlar, emperyalizmin iktidar aracı olan Filipin tipi demokrasiye kanat gerenler, sağında da olsa Kemalist saflarda yer almazlar. 1919'da Amerikan mandası isteyenler ne kadar milli bağımsızlıkçı ve Kemalistlerse, 1969'da anti-amerikan hareketleri sabote etmeye çalışarak anti-emperyalist safları dağıtmak hevesinde olanlar, milli kurtuluşçulara "gözü dönmüş demokrasi düşmanları" "halka inanmayan yobaz aydınlar" diye kara çalarak Amerika'ya taviz verme politikasında işbirlikçilerle yarış halinde olanlar da o kadar Kemalisttirler. Ve bu Kemalistler ne kadar devrimci iseler, onları Kemalist saflara sokan görüş de bir o kadar devrimcidir!..
      Kemalizmi bu şekilde sağ-sol diye ayırmak, çeşitli hataları içeren yanlış bir tahlildir.[35*] Dikkat edilirse, sağ görüş asker-sivil aydın zümre ile Kemalizmi aynı şeyler olarak kabul etmektedir. Bu tamamen saçmadır. Asker-sivil aydın zümre küçük-burjuvazinin bir tabakasıdır. Kemalizm ise, bu kesimin veya küçük-burjuvazinin en radikal tutumu, politik görüşüdür. Görüldüğü gibi burada aynı sıradan olmayan gerçekler aynı kategori içinde yer almaktadır. Birini öteki diye almak, kullanılan terimlerin belirlenmesini isteyen diyalektik mantığa aykırı, metafizik bir hatadır.
      Sağ sapma, acaba neden "sağ-sol" diye asker-sivil aydın zümreyi ayırması gerekirken onun radikal politik görüşü olan Kemalizmi sağ-sol diye ikiye ayırarak hataya düşmektedir? Aslında, kendisine marksizmin bu temel ilkesini çiğneten bu tahlili sağ sapma yapmak zorunda idi. "Neden zorundaydı" açıklamasına geçmeden önce, bu oldukça önemli mesele üzerinde bir açıklama yapalım; kavramların doğru ve yerinde kullanılması marksizmde, marksist felsefede hayati öneme haizdir. Burada sözü Louis Althusser'e bırakalım: "Felsefe halkın teori alanındaki sınıf mücadelesini temsil eder. Neden felsefe kelimelerle dövüşür? Sınıf mücadelesinin gerçekleri kelimeler tarafından 'temsil edilen', 'fikirler' tarafından temsil edilir. Bilimsel ve felsefi akıl yürütmelerde kelimeler (kavramlar, kategoriler) bilginin 'araçlarıdır'. Fakat siyasi, ideolojik ve felsefi mücadelede kelimeler aynı zamanda, silah, patlayıcı veya uyuşturucu madde ve zehirdir. Bazen sınıf mücadelesi bir kelimenin diğer bir kelimeye karşı mücadelesinde özetlenebilir. Bazı kelimeler kendi aralarında bir düşman gibi dövüş yaparlar. Başka kelimeler vardır ki, anlam karışıklığına yol açarlar, hayati fakat sonuca bağlanmamış bir muharebenin kaderi gibi. (...) En soyut, en zor ve en uzun teorik eserlerine kadar felsefe kelimelerle dövüşür. Yalan kelimelere karşı, anlam karışıklığına yol açan kelimelere karşı, doğru kelimelerden yana 'nüanslarla' dövüşür. Kelimeler üzerindeki bu savaş, siyasi mücadelenin bir parçasıdır."[36*] Althusser'in üzerinde tekrar tekrar durarak belirttiği gibi, oportünizme karşı ideolojik savaş kelimelerle yürütülmektedir. Oportünizmin ve revizyonizmin her çeşidinin ortak noktalarından birisi de, anlam karışıklığı yaratarak, birbirleriyle eş anlamlı olmayan kelimeleri eş anlamlı kullanarak aynı kategoriye sokmaktır. Bu önemsiz ve masum hatanın (!) mihveri etrafında en korkunç ihanetlere ideolojik kılıf aranmaktadır. Örneğin, Jules Moach, "Bugünkü rejimde iki sınıf, işçi sınıfı ile kapitalizm karşı karşıyadır" gibi ilk bakışta çok önemsiz gibi gözüken bir kategori tahrifinden hareket ederek işçi sınıfına en büyük ihanetlerden birini yapmıştır; işçi sınıfının öz çıkarlarını burjuvazinin yasallığı tahtasında kurban etmiştir. (Bilindiği gibi kapitalizm bir düzendir. İşçi sınıfının hasmı da kapitalizm değil, burjuvazidir). Görüldüğü gibi, asker-sivil aydın zümre ile Kemalizm kavramlarında olduğu gibi burada da, ayrı kategorilerin gerçekleri aynı kategoriye sokulmaktadır. Aynı şeyi -aynı dozda olmamak üzere- saflarımızdaki sağ sapma da yapmaktadır. Şöyle ki, Bu görüşün iddiası "Türkiye'de proletarya öncülüğünün objektif şartları yetersizdir" -ki bu sözün doğal sonucu, bu evrede proletaryanın rolü aktif değil, pasiftir- anti-emperyalist savaşın bu evresinde aktif rol, küçük-burjuvazinin en bilinçli kesimi olan Kemalistlere aittir. Buna kanıt olarak da, "Bugün yurt çapında esas mücadele Kemalistlerle işbirlikçiler arasında olmaktadır." Şimdi ülkemize bakalım; sağ sapmanın deyişiyle "Kemalist kadroların büyük çoğunluğu Ecevit'in etrafında toplanmıştır". Eğer Ecevit, İnönü ve CHP, Kemalizm kapsamı içine sokulmazsa "Kemalist kadroların çoğunluğu bu kesimde olduğu için" Kemalistler bir anda büyük bir değer yitimine uğrayacaklardır. Ve "yurt çapında esas mücadele işbirlikçilerle Kemalistler arasında oluyor" kanıtı da bir anda kof bir dayanak durumuna düşecektir. "Yurt çapında esas mücadele Kemalistlerle işbirlikçiler arasında oluyor" iddiasının mesnet kazanabilmesi için mutlaka, Filipin tipi demokrasiye kanat gerenlerin, emperyalizmle uzlaşanların Kemalist saflara transfer edilmesi gerekir. İşbirlikçi A.P. iktidarı karşısında ikinci büyük parti Kemalist C.H.P. yer almış oluyor ki, bu dev transferle birlikte saflarını güçlendiren Kemalistler, yurt çapındaki esas mücadelede işbirlikçilerin en önemli devrimci alternatifi durumuna geliyorlar! (Doğaldır ki, C.H.P.'nin gücü yalnızca oyla ölçülmez. Ordu da dahil Türkiye'nin çeşitli kurumları üzerinde C.H.P. oldukça etkindir). Ayrıca bugün gerici parlamentarizme kanat gerenler, seçimlerden sonra yanıldıklarını görerek, bu yolla düzen değişikliğinin imkansız olduğunu görerek, Kemalizmin sağından soluna geçeceklerdir (!)[37*]
      Sağ sapma, her çeşit sapmanın görünüşte sıkı sıkıya yapıştığı, "somut durumların somut tahlili" vs. süslemeleri altında Kemalizmi ufacık (!) bir tahrif işlemine tabii tutarak, kavram karışıklığı yaratıp sağ görüşünü meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Jules Moach'in yaptığı minicik kavram hatası ile bizim sağ görüşün, ilk bakışta teferruata ilişkinmiş gibi gözüken kavram hatası arasında hiçbir fark yoktur. Nasıl ki, Moach, bu kavram tahrifini zorunlu yaptıysa, bugün sağ görüş de, sapmasına sağlam bir dayanak bulmak için bu tahrifi yapmak zorunda idi ve yaptı. Diğer bir deyişle, Kemalizmin sağ-sol diye ayrılması, bu artçı, pasifist teorinin zorunlu bir işlemidir...
      Sağ görüşün, Kemalizmi sağ-sol diye ayırarak sorunu formüle edişi, şunu da içermektedir: Burada iki şey aynı anda yapılmış olmaktadır. "Bir yandan yurt çapında esas mücadele Kemalistlerle işbirlikçiler arasında olmaktadır". "Proletaryanın devrimde öncülüğünün objektif şartları yoktur" denilerek bu evrede, Kemalistlere öncülük için açık bono verilerek Kemalizm abartılmakta, yüceltilmekte, diğer yandan emperyalizmle uzlaşanlar da Kemalizm kapsamı içine sokularak Kemalizm azımsanmakta, aşağılanmaktadır. Yani, aynı anda Kemalizmin devrimci potansiyeli hem büyültülüyor, hem de küçültülüyor. Bu Kemalizmin hem büyütülmesi, hem de küçültülmesi şeklinde iki yönlü hata meselelere proleter devrimci bir gözle bakmamaktan oluştuğu gibi, aynı zamanda da işçi sınıfının küçümsenmesinden meydana gelmektedir. Her çeşit oportünizm, en son tahlilde, işçi sınıfı ve müttefiklerinin yanlış değerlendirilmesine dayanır.
      Ülkemizin bugünkü sürecinde baş çelişmenin Amerikan emperyalizmi ile bir avuç hainin dışındaki bütün Türkiye halkı arasında olduğu açıktır. Bu nedenle toplumumuzdaki çeşitli sınıf ve zümrelerin arasındaki iç çelişmelerin gelişme süreçleri de bu dış etkenin, yani baş çelişmenin büyük ölçüde etkisi altındadır. Bu sınıf veya zümrelerin hem birbirlerine karşı olan çelişmelerini, hem de kendi içlerinde var olan çelişmeleri karakterize eden bu baş çelişmedir. Sınıf ve zümreleri incelerken metafiziğin bataklığına yuvarlanmamak için özellikle şuna dikkat edilmelidir. Bir sınıf veya zümre veya bunların aktif olarak içinde yeraldığı örgüt içindeki çelişmeler hesaba alınmadan bir bütün olarak ele alınamaz. Bir sınıf, zümre veya örgüt içindeki çelişmelerin özdeşliği görmemezlikten gelinerek çelişik yönlerden sadece birisine göre, bu çelişik yönün belli bir dönemde ana veya tali olduğu dikkate alınmadan bütüne karşı bir tavır alınamaz. Bu nedenle asker-sivil aydın zümreyi de tahlil ederken, büyük ölçüde ülkedeki baş çelişmeye göre şekillenen iç çelişmeleriyle birlikte ele almamız gerekmektedir. Küçük-burjuvalar ülkesi olan Türkiye'de devrimci bir geleneğe sahip olan bu zümre, içinde bulunduğumuz evrede de çeşitli kurum ve örgütlerde yer alarak ülkenin politik hayatında aktif bir rol oynamaktadır. Ve bugün, bu zümre anti-emperyalist unsurlarla birlikte "emperyalizmle uzlaşan" unsurları da içinde barındırmaktadır. Dış etkenlerin büyük etkisiyle, çelişik yönlerden bir aşamada ana olanın diğer bir aşamada tali yöne dönüştüğü bu zümre, bugüne kadar, ilericilik ile tutuculuk arasında bocalayıp durmuştur. Örneğin, bu zümrenin faal olarak yer aldığı C.H.P.'de, 1924'de, hakim olan "anti-emperyalist yön", II. yeniden paylaşım savaşının sonunda ülkenin kapılarının emperyalizme açılmasının sonucu tali yöne dönüşmüştür. Bu çelişik yönlerden yalnızca birisini ele alarak her dönemde bu zümreyi "salt Kemalist", "salt devrimci ve halkçı" veya teslimiyet oportünizminin yaptığı gibi, "salt karşı devrimci halk düşmanı" ilan etmek idealizmin ta kendisidir. Niteliği gereği, anti-emperyalist saflarda er veya geç yerini alacak olan küçük-burjuvazinin bu en bilinçli zümresinin II. milli kurtuluş savaşındaki yeri çok önemlidir. Fakat bu zümrenin en devrimci çizgisi olan Kemalist çizgi ile, bu zümre karıştırılmamalıdır. Bugün işçi sınıfının bilinç seviyesi ne kadar düşükse, bu zümrenin bilinç seviyesi de o kadar düşüktür. Emperyalizmin ihraç metası olan anti-komünizm şartlanmasının büyük ölçüde etkisi altında olan bu zümrenin önemli bir kesimi emperyalizm olgusundan habersizdir. Ve "Gardrop Atatürkçülüğü" ile Kemalizmi birbirine karıştırmakta, Kemalist kökleriyle bağlarını kaybetmiş olan C.H.P.'nin dümen suyunda rota takip etmektedirler.
      Şunu özellikle belirtelim ki, bugün emperyalizmle uz1aşmasına, sermaye çevreleri ve taşra mütegallibesiyle "Orta Sol" paravanası altında flört etmesine rağmen C.H.P., AP ile aynı paralelde görülmez. Temelde küçük-burjuva reformist unsurlara dayanan bu partide, bugün için tali durumda da olsa, "anti-emperyalist ve halkçı unsurlar" yer almaktadır. Fakat içinde "anti-emperyalist unsurlar da var" diye de emperyalizmle uzlaşan bu partiyi, akıl almaz bir tutumla Kemalist ilan edemeyiz.
     
     
MİLLİ CEPHE POLİTİKASI

     
      "Milli Demokratik Cephe, bütün millici sınıfların öz örgütleriyle katıldıkları bir cephedir", "Proletarya hareketinin güçlenmesi bir yerde milli cephenin güçlü kurulmasına bağlıdır", "Milli cephenin kuvvetli kurulması da, devrimci proletarya hareketinin gücüne bağlıdır." vb.
      Meşhur ikili görevde olduğu gibi burada da söylenilenler Marksizmin genel doğrularıdır. Nasıl ki, ikili görevi soyut haliyle bırakmanın pratikte hiçbir değeri yoksa, milli cephe politikasını da bu soyutlama içine hapsederek yine hiç bir soruna çözüm getirmemiş oluruz.
      Marksizmin evrensel gerçeklerini inkar edenler hariç, "sapmalar" soyut formülasyonlarda belli olamaz. Her çeşit sapma marksizm-leninizmin evrensel gerçeklerini soyut formüller halinde bol bol kullanır. Ancak mesele soyuttan somuta indirgendiğinde iş değişmiş, marksist soyutlamalar artık yerini revizyonizmin somutlaştırmalarına terketmiştir. Bu nedenle kimin doğru kimin eğri yolda olduğunu ortaya çıkartmanın tek yolu leninizmin evrensel ilkeleri ışığında somutun tartışılmasıdır. Ve en somut olunması gereken meselelerin başında da "Milli Cephe Politikası" gelir. Bu alanda soyut formülasyonlar hiçbir anlam ifade etmez. Milli cephe politikasında her çeşit şemacılıktan, soyutlamalardan, dogmatiklikten, hazır kalıplardan uzak olmalıyız. Örneğin, Milli Cephenin en mükemmel şekliyle sadece her sınıfın öz örgütlerinin katılmasıyla kurulabileceğini düşünmek yanlıştır. Bu milli demokratik devrimin başarıya ulaşması yolunda küçük-burjuva devrimci iktidarının kurulmasının kaçınılmaz bir aşama olduğunu düşünmek kadar yanlış bir düşüncedir. (Aynı biçimde küçük-burjuva devrimci iktidarının zararlı olacağını düşünmek de hatalıdır).
      Milli Cephe politikasına ilişkin tahlillerimizin önemli bir kısmını; "Ünlü İkili Görev", "Kemalizmin 'Sağı-Solu' ve Asker-Sivil Aydın Zümre" bölümlerinde yaptığımız için, bu bölümde önemli gördüğümüz birkaç nokta üzerinde durmakla yetineceğiz.
      Önce köylülük sorunu üzerinde duralım. Niteliği gereği milli demokratik devrim bir köylü devrimidir. Bu nedenle devrim süreci içinde köylü meselesi çok önemlidir. Öyle ki, örneğin Mao TseTung, Çin toplumundaki sınıfları tahlil ederken, nüfusun büyük çoğunluğunu teşkil eden orta ve fakir köylüyü küçük-burjuvazinin bir bölümü olarak değil de başlıbaşına bir kategori olarak ele almaktadır. (Köylülük ve köylülük dışındaki küçük-burjuvazi diye ayırım yapmaktadır.) Milli Cephenin kurulmasının ilk ittifakı olan işçi-köylü ittifakı aynı zamanda işçi sınıfının bu cepheye öncülüğünün başlıca koşuludur.
      Milli cephe iki ittifak üzerinde yükselir; "emekçi sınıflar ittifakı" ile "milli burjuvazi ve emekçi olmayan halk ile emekçiler arası ittifak" ve işçi sınıfının öncülüğünün sağlanabilmesi, milli demokratik devrimin başarıya ulaşması meselesi, proletaryanın öz örgütünün, köylüleri etrafında toplayarak sevk ve idare edip etmemesine bağlıdır. Bu nedenle, milli demokratik cepheye, köylülüğün öz örgütüyle katılması pek öyle avantajlı bir durum değildir. Örneğin, cephenin en mükemmel şekline sahip olduğu evrede bile, Çin'de köylülerin öz örgütleri olmamıştır.
      Emekçi ittifakı sağlanmadan milli cephenin gerçek anlamda kurulabileceğini düşünmek boş bir hayaldir. Bu dönemde, ikili görevimizden işçi sınıfını örgütlemek ve öz partisine kavuşturmak meselesinin neden ana görev olduğu açıktır; proletaryayı öz partisine kavuşturmak, Milli Cephenin kurulmasının en büyük adımıdır.
      Diğer önemli bir mesele, milli cephe politikasının katı, değişmez bir biçimde ele alınması tehlikesidir. Her evrede, proleter devrimci şiarlar, bu mücadelenin bütün potansiyel müttefiklerini kazanmaya yönelik olmalıdır. Fakat o evrede karşı-devrim saflarına geçmiş olan potansiyel müttefiklerin düşmanca tavırlarına karşı mutlaka kesin bir tavır alınmalıdır. Elbetteki, bu devrimcilikle karşı-devrimcilik arasında bocalayan küçük-burjuva örgütlerinin, işbirlikçilerle aynı sepete konulması demek değildir.
      Herhangi bir evrede, eğer mevcut örgütler küçük-burjuvazinin milli çıkarlarını tam temsil etmiyorsa, güçbirliği politikasının bir amacı da, küçük-burjuvaziyi tutarlı bir biçimde temsil etmeyen bu örgütlerdeki, millici kadroların hakim duruma gelmesine çalışmaktır. Eğer bu mümkün değilse, bu tip örgütlerle küçük-burjuvaziyi çelişkiye sokmak ve onu bu örgütlerden koparmaktır.
      Milli Cephe politikasının katı, değişmez olmadığının en güzel örneklerini Çin'in devrimci pratiğinde görmekteyiz. 1927'de Kuomintang'ın milli burjuvazi ve emekçi olmayan halkın önemli kesimlerini peşinden sürükleyerek karşı-devrim saflarına geçmesi üzerine, 1928'de Çin proletarya partisinin ana şiarı "İşçi-Köylü Cumhuriyeti" olmuştur. Bu evrede, temel müttefik olan köylüler ve şehir emekçileri aynı zamanda potansiyel müttefikler ve tek devrimci parti, Çin Marksist Partisidir. Bu dönemde milli ve demokratik görevleri zorunlu olarak Çin Marksist Partisi omuzlamıştır.
      1935'deki Japon işgali, Çin'deki sınıflar arası ilişkiler tablosunu değiştirmiştir. Bu değişik durumla birlikte, Çin milli burjuvazisi ve emekçi olmayan halk kesimleri tekrar Milli Cepheye yönelmiştir. Ve bunun üzerine Çin Marksist Partisi de "İşçi-Köylü Cumhuriyeti" olan ana şiarını "Halk Cumhuriyeti"ne dönüştürmüştür. O evrede Mao şöyle diyor: "Şimdiki durum, sloganımızı değiştirmemizi gerektirmektedir. Bunun sebebi Japon istilasının Çin'deki sınıf ilişkilerini değiştirmesidir ve şimdi yalnız küçük-burjuvazinin değil hatta milli burjuvazinin bile anti-Japon mücadeleye katılması mümkündür". (Emperyalizmle Mücadele, sf. 117, Sol Yayınları)
      Bir başka önemli sorun da şudur; Amerikan emperyalizmi, sömürüsünü sadece işbirlikçileri aracılığı ile değil, aynı zamanda devrimci ve millici sınıf ve zümrelerin arasına sızarak, adamlarını sokarak veya bu örgütlerdeki fırsatçı ve yoz klikleri tutarak, bulundukları örgütlerde hakim kılmaya çalışarak sürdürmektedir. Bu nedenlerle potansiyel müttefiklerimizin örgütlerini değerlendirirken dikkatli olmak zorundayız.
      Bugün Amerikan emperyalizmine ve onun iktidar aracı olan Filipin tipi demokrasiye karşı takınılan tavır, küçük-burjuvazinin (onun bir kesimi olan asker-sivil aydın zümrenin) gerici bölümleri ile devrimci bölümleri arasındaki seti belirtir. İşbirlikçilerle aynı saflarda yer alan gerici kampın yönetici kliklerine karşı savaşmamız ne kadar yoğun olursa devrimci sosyal demokratlarla güç birliği o kadar etkili olur. Ve sol cephe içinde küçük-burjuvazinin çeşitli unsurlarının daha çabuk yer alması için biz sosyalistlerin Milli Cephe hareketinde, emperyalizmle işbirliği yapanlar bir yana, reformist küçük-burjuva unsurların peşinden gittiği, fakat emperyalizmle flört durumunda olan örgütlere karşı kararlı savaşmamız gerekmektedir. Bir şeyler yapabilmenin çırpıntısı içinde bocalayan gayri memnun küçük-burjuva unsurların kendi örgütlerine gösterdikleri ve çoklarımız tarafından yanlış anlaşılan sadakat ve "büyük isimlere" körükörüne bağlılıklarını bilerek, bu örgütlerin yoz ve fırsatçı kliklerini, cesaretle ve sabırlı bir mücadele ile teşhir etmeliyiz. Küçük-burjuvazinin gerici liderlerinin telkin ve tavsiye yolu ile ikna edilerek Kemalist devrimci çizgiye geleceklerini düşünmek büyük saflıktır. Tersi bir düşünce, yani, "küçük-burjuva taban onların gerçek yüzlerini bilmediği için, yönetici kliklerine savaş açarsak bütün bu tabanı karşımıza alırız" diye düşünmek, "biz şiarlarımızı atarız gelen gelir" düşüncesi kadar yanlıştır. Milli kurtuluş savaşımız ve Milli Cephenin kurulması açık ve gizli düşmanlara karşı sert bir mücadele olmadan başarıya ulaşamaz.
      Küçük-burjuva unsurların bir anda kitleler halinde devrimci saflara gelmesi olanaksızdır elbette. Bugün, gerici kanadı bir yana, küçük-burjuvazinin en bilinçli kesimi olan Kemalistlerin bile, hemen kararlı bir anti-emperyalist savaşçı durumuna geçecekleri hiçbir ara aşama olmaksızın, doğrudan doğruya her çeşit anti-emperyalist eyleme destek olacakları hayal edilmemelidir. Hatta öz örgütleriyle kesin mücadele içine girdikleri evrede bile bir müddet bizlerle beraber aynı cephe içinde yer almamaya dikkat edebilirler. Aynı cephede ortak düşmana karşı omuz omuza olmak, öyle zannedildiği gibi sözlü-yazılı eleştiriler veya dostluk temennileri ile değil, (sadece değil) hele dalkavukluk ve sırt sıvazlamalarıyla hiç değil, oldukça güç ve karmaşık bir mücadele süreci içinde sabırlı bir mücadeleyle ilkelerden taviz vermeyen sosyalistçe bir tutumla, yiğitçe ve mertçe emperyalizme karşı dövüşerek, saygınlıklarını kazanmakla mümkündür. Ancak bu yolla emperyalizmin ideolojik ihraç metası olan anti-komünizm şartlanmasından onların kurtulması süratle mümkün olabilir.
      Ancak ve ancak sapına kadar sosyalist olanlar, emperyalizme karşı mücadelede hem kendi saflarında hem de bütün anti-emperyalist sınıf, zümre ve örgütler arasında birleştirici ve yönlendirici olabilirler...
      Bu bölümü bitirirken kısa bir hatırlatma yapalım.
      Milli bağımsızlık ve gerçek demokrasi için Amerikan emperyalizmine karşı en sert bir şekilde mücadele verirken, bunu Kemalist devrimciler olarak değil, proleter devrimciler olarak yapmaktayız. Halkımızın kurtuluşunu bir küçük-burjuva yurtseveri olarak değil, proleter devrimcileri olarak savunuyoruz. Bu nedenle, II. milli kurtuluş savaşımızda, esnek bir milli cephe politikası izlerken, emperyalizme ve müttefiklerine karşı millici güç1er ile birlikte hareket ederken, işçi sınıfını ve sosyalizmin gerçekleşmesinin tarihi zorunluluğunu bir nebze bile aklımızdan çıkarmamamız gerekir.
     
     
KİTLE ÇİZGİSİ VE SAĞ SAPMA

     
      Yazının uzunluğunu ve konunun da önemini dikkate alarak; bu bölümü ayrı bir yazı konusu olarak ele alıp irdeleyeceğiz. Burada birkaç noktaya değinmekle yetineceğiz.
      Kitle çizgisi, marksist hareketin bel kemiğidir. Marksist hareketi her çeşit küçük-burjuva hareketinden ayıran bir seddir, kitle çizgisi. Marksist devrim teorisinin üç ana ilkesinden biri ve belki de en önemlisi, devrimin kitlelere dayandırılmasıdır.
      Kitle çizgisi, mücadelenin herhangi bir aşamasının herhangi bir evresinde, o evrenin şartları altında, çıkarları devrimde olan yığınlara dışarıdan verilecek olan bilincin biçim ve özelliklerini, taktik ve şiarlarının niteliklerini tayin eder.
      Kitle çizgisi, marksist olduğunu söyleyen her fraksiyonun ideolojik görüşüne göre (marksist veya oportünist ideolojiye göre) değişik yollar çizer. Örneğin, ekonomizmin çizdiği kitle çizgisi ile leninizmin çizdiği kitle çizgisi apayrıdır. Ekonomizmin kitle çizgisi, kuyrukçu bir kitle çizgisidir. Ve leninist kitle çizgisi onun için bir "sol sapma", "sol maceracılıktır" Ve bu düşünceye göre de Lenin ve bolşevikler, "Blanquistler", "Anarşistler" ve maceracılardır. Aynı şekilde Çin'de, kuyrukçu Çen Tu Hiseu'ye göre, Mao Tse-Tung ve arkadaşları, kitle çizgisinin dışına düşmüş olan sekterlerdir, çünkü o evrede proletaryaya değil, Çin milli burjuvazisine öncülük tanınması gerekmektedir. Ve Güney Amerika'daki oportünist komünist partilerine göre de, Fidel, Guevara ve arkadaşları, "maceraperestler" ve Küba'daki marksist devrimci hareketi baltalayan hainlerdir (!).
      Türkiye'de ise, II. Enternasyonal'in "takipçilik ideolojisi"ni derinleştirmekte olan sağ sapmaya göre, proleter devrimci çizgi "sol oportünizmin" ve "maceracılığın" yoludur.
      Açıktır ki, kendi görüş1erini ve çizgilerini kabul etmeyen, onların pasifizmine ayak uydurmayan kişi, her çeşit sağ sapmaya göre "sol maceracı" ve "sekter"dir.[38*] Ve gençlik kesimindeki proleter devrimcileri değerlendirmede, teslimiyet oportünizminin dilinde "Gauchiste" sözcüğü, sağ sapmanın ağzında "küçük-burjuva maceracıları" olarak şekillenmektedir. Lenin'in belirttiği gibi, ister sağdan gelsin, ister soldan, temelin yanlış analizine dayanan bütün görüşler, nihai olarak çakışır.
      1903-1905 Rusya'sında, "Sosyal Demokratik İşçi Partisinde, işçiler henüz yer almamıştır, parti sadece aydınlara dayanmaktadır" diyerek Çarlığa karşı mücadelede liberal burjuvazinin o evrede öncü bir rol oynamasını savunarak, aksini ileri süren leninist çizgiyi maceracılıkla suçlayan Axelrod'un kitle çizgisi ne kadar devrimci idiyse, 1970 Türkiye'sinde, "proletarya öncülüğünün objektif şartları demokratik devrim için olgunlaşmamıştır", "içinde bulunduğumuz aşama, henüz sosyalist aydın kadroların meydana gelmesi aşamasıdır" diyerek emperyalizme ve feodalizme karşı mücadelenin bu evresinde küçük-burjuvazinin ön planda rol oynamasını savunan sağ görüşün kitle çizgisi de o kadar devrimcidir.
      Ve Lenin, ne kadar maceraperestse, sağ görüşün "maceracılıkla" suçladığı militanlar da o kadar maceracıdırlar!..
     
     
SONSÖZ

     
      Saflarımızda bir sağ sapmanın ortaya çıkması kötü bir şeydir elbette. Ama bu, kaçınılmaz ve varlığı da objektif bir gerçek olduğuna göre, bu sapmanın açıkça belirtilmesi, ortaya çıkartılması sosyalist mücadelenin esenliği açısından zorunludur. Devrimci proleter hareketin sınırları kesin çizilir ve hareketimiz güçlü bir raya oturur, saflarımız çelikleşir.
      Böylelikle kötü bir şey, güçlü bir oluşumu sağlar.
      Saflarımızdaki sağ sapma, marksizmin lafızları arkasına gizlenerek laf ebeliğini ve "gevezeliğini" bir süre daha sürdürecektir. Ne var ki, Türkiye 1960'ların değil, 1970'lerin Türkiye'sidir ve gerçekle sahteliğin, oportünizmle devrimci teorinin açıkça seçilebildiği bir ülkedir.
      Biz biliyoruz ki, oportünizm çeşitli biçimlerde devrimci proletarya hareketini saptırmaya, çarpıtmaya çalışacaktır. Fakat bu saptırma gayretleri boşunadır. Ülkemizin devrimci pratiği ve 19. yy. sonlarından bugüne kadar devam edegelen devrimci marksizm ile revizyonizm ve oportünizm arasındaki ideolojik mücadelelerin tarihi ve vargısı, devrimci marksist çizgi ve yol hakkında bizlerin en sağlıklı kılavuzudur. Mücadelemizin her döneminde, tekelci dönem marksizmin yüce bayrağı, ülkemizin somut pratiği önünde dalgalanacaktır.


MAHİR ÇAYAN
Ocak 1970



Dipnotlar

[*] Bu yazı, ilk kez Ocak 1970 tarihinde Aydınlık Sosyalist Dergi'nin 15. sayısında yayınlanmıştır. 
[1*] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, "Türkiye'de Kapitalizm" Cilt: 1, sf.18, 20. Tarihsel Maddecilik Yayınları. 
[2*] Aybar oportünizmi, bu etkenlerden sadece birisinin etkisi ile mi oluşmuştur, yoksa her ikisi de birden mi etkili olmuştur? Hangisi ana, hangisi tali etkendir? gibi sorular, objeküf bir değerlendirmenin dışındadır. 
[3*] Kuyuya Atilan Taş, Emek, Sayı: 5, sf. 4. ltalikler bize aittir. 
[4*] Hare ve Macomber Amerikan kongresi önünde "Geleneksel Yöneticilerden" yakınmaktadır : "Bürokrasinin bir kısmının, dış yardımlara tüm sempati ile baktığı konusunda şüpheliyim... Türkiye'de özel sektöre daha çok rol verildiğini görmenin sabırsızlığı içindeyiz, seçimle işbaşına gelen yeni iktidar da aynı şeyden şikayetçidir". (D.Avcıoğlu, Yön, 14 Ekim 1977, s.8-9-10)
[5*] Yön'ün Aybar-Aren, İdris ve Divitçioğlu oportünizmine karşı açtığı mücadele, sosyalist saflarda hızlı bir uyanışı sağlamıştır. Özellikle E.Tüfekçi ve Vahap Erdoğdu'nun yazıları...) 
[6*] Şahin Alpay, Türkiye'nin Düzeni Üzerine, s.464, Aydınlık, Sayı 12 
[7*] Şahin Alpay, Türkiye'nin Düzeni Üzerine, s.464, Aydınlık, Sayı 12 
[8*] Lenin, Marksizmin Kaynağı, s.48, Gün Yayınları 
[9*] Görüldüğü gibi sadece sosyalist devrimi sunmakla sosyalist olunamıyor, hatta bazen bu eylem kişiyi alçaklık mertebesine oturtabiliyor. 
[10*] "Leninist Kesintisiz Devrim" ile Troçkist "Sürekli Devrim" teorilerini özellikle birbirine karıştırmamak gerekir. Leninist tahlil, somut durumların somut tahlilinden hareket ettiği halde, Troçkist tahlil, soyutun tahlilidir ve zaman ve mekan mefhumlarını dikkate almayan metafizik bir formüldür. 1905 demokratik devrim döneminde Troçkist formül özet olarak şudur : "Devrimcilerin önündeki aşama, burjuva devrimci aşamadır. Rus burjuvazisi tarihi kaçırdığı için, bu devrimin temel gücü Rus proletaryasıdır. Bu yüzden her iki devrim (burjuva devrimi ve sosyalist devrim) giderek bütünleşecektir. Geçici bir "İşçi Hükümeti" kurulacak ve böylece burjuva devrimi proleter bir devrim olacaktır. Politik iktidarı eline geçirmiş olan işçi sınıfı kırlarda tarımın kollektivizasyonunu gerçekleştirecektir. Buna, o zamana kadar işçi sınıfını destekleyen mülkiyet düşkünü köylüler direnecektir. Ayrıca Rus burjuvazisinden başka Avrupa burjuvazisi de, Rus işçi sınıfı iktidarına karşı harakete geçecektir. Fakat, batı burjuva devletlerinin müdahaleleri önlenebilecek; çünkü Rusya'daki sosyalist devrim süratle batıya sıçrayacak, Avrupa proletaryasını harekete geçirecektir. Böylece devrim, sürekli devrim olacaktır. 
[11*] Bu konuda geniş bilgi için bkz."Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz" Bilim ve Sosyalizm Yayınları. "Azgelişmiş Ülkeler ve Askeri Darbeler", "Afrika'daki Milli Kurtuluş ve Sosyalizm Hareketleri" 
[12*] İtalikler bize aittir.
[13*] İtalikler bize aittir. (D.Avcıoğlu, bilindiği gibi kitabında, Milli burjuvazinin varolmadığını ileri sürmektedir. Aslında Avcıoğlu bunu ileri sürmek zorundadır, çünkü savunduğu "kapitalist olmayan yol" tezine göre, bu tezin geçerli olduğu ülkelerde toplumsal gücü temsil eden iki grup vardır, ve bu iki grup da küçük burjuva aydın zümreden gelmektedir; bir kesimi "bürokratik burjuvazi" adı altında emperyalizm ile işbirliği yaparak "kapitalist yol"u savunmaktadır, diğer kesimi ise "demokratik devrimci güçler" olarak "kapitalist olmayan yol"un izlenmesini istemektedir. Milli burjuvazinin çekirdek halinde de olsa varlığı, bu görüşe ters düşmektedir, çünkü ülkede modern sınıflaşma oluşmamıştır).
[14*] Ülkede devrimci sınıf ve zümrelerden herhangi biri, o evrede işçi sınıfına nazaran daha faal ve aktif olsa bile, proleter devrimcilerin görevi, "ülkenin iktisadi gelişme seviyesi müsait değildir" diyerek işçi sınıfına ikincil bir rol atfedip, işçi sınıfını bu sınıf veya zümrenin peşine takmak değil, bu sınıf veya zümreyle birlikte ortak düşmana karşı savaşta bir yandan bu dosta omuz vermek, itelemek, diğer yandan da öncülüğü kazanmaya çalışmaktır. 
[15*] İtalikler bize aittir.
[16*] "Leninizmin İlkeleri", sf. 32, Sol Yayınları. Herhangi bir tereddüde yer bırakmamak için şunun açıklanması yararlı olacaktır. Stalin'in, "emperyalist dönemde proletarya devrimleri için proletaryanın objektif şartları artık olgunlaşmıştır" sözünü leninist devrim anlayışı içinde ele almak gerekir. Şöyle ki, yarı-sömürge ve yarı-feodal bir ülkede proletarya hegemonyasının objektif şartlarının varolması demek, "sürekli devrim anlayışı içinde proletaryanın, zincirin ilk halkasını omuzlayarak başarıya ulaştırıp, ikinci halkaya, 'sosyalizme' geçebilmesi için ülkenin gelişme seviyesi elverişlidir" demektir. Yoksa tek aşamada proletarya devrimini yapması demek değildir. Böyle bir düşünce anti-leninist ve bir bakıma Trotskist düşüncedir. İkinci önemli husus da şudur: Proletarya hegemonyasının objektif şartlarının varolması ile devrimin objektif şartı (devrimin temel kanunu) birbirine karıştırılmamalıdır. Lenin'in ihtilâlci kriz teorisine göre devrimin temel kanunu şudur, "Bir devrimin olabilmesi için, sömürülen ve ezilen kitlelerin eskiden olduğu gibi yaşamanın imkansızlığının bilincine varmaları ve değişme istemeleri yeterli değildir. Devrim olabilmesi için sömürenlerin eskiden olduğu gibi yaşayamamaların ve hükümet edememeleri gerekir. 'Milli ölçüde genel bunalım olmadan devrim imkansızdır'." (Lenin'in Hayatı ve Eserleri, sf 36, İtalikler bize aittir)
[17*] Mao Tse-Tung, Yeni Demokrasi, sf. 44, Sosyal Yayınları. 
[18*] Lin Piao, Yaşasın Halk Savaşının Zaferi, sf. 26 ve 54, Bilim ve Sosyalizm Yayınları. 
[19*] Teori - Pratik, sf. 235-137, Mao Tse-Tung, Sol Yayınları
[20*] Yeni Demokrasi, sf. 97, Mao Tse-Tung. Sol Yayınları. 
[21*] "Sosyalist Devrim", sf. 3 1, Fidel Castro. 
[22*] Felsefenin Temel İlkeleri, sf. 194, George Politzer, Sol Yayınları. 
[23*] Lenin, Napolyon'un bu sözünü işçi sınıfına güvenmeyen eyyamcılar için kullanmıştır. 
[24*] Şahin Alpay, Türkiye'nin Düzeni Üzerine, Aydınlık, Sayı: 12, sf. 446. 
[25*] Türkiye'deki sosyalist hareketin etkinliğine örnekler verelim: FKF'nin Türkiye politik konjonktüründeki etkinliği, (TDGF bilimsel sosyalizmi öğrenme yolunda gayret gösteren ve bu yolla devrimci pratiğe katılan sosyalist gençliğin örgütüdür) işgale varan köylü ve işçi hareketlerinde, o bölgedeki proleter devrimcilerin bu hareketleri örgütleme ve kanalize etmelerindeki etkinlikleri, devrimci yayın organları olarak, Aydınlık, Türk Solu'nun, Türkiye politik hayatındaki etkinlikleri, (oportünizmin bütün denetimine ve sosyalist bir niteliğe sahip olmamasına rağmen) TİP'in, içindeki proleter devrimci unsurların itelemeleri ile de olsa, Türkiye politikasındaki etkinliği. (Daha pek çok ömek verebiliriz). 
[26*] Milli kurtuluş savaşmızdan bugüne kadar ki süregelen proleter devrimci mücadele öyle pek kolaylıkla azımsanacak bir şey değildir; 20 Eylül 1919'da Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası'nın kurulması, kurulmasından 3 ay sonra 2000 işçi delege ile ilk kongresini yapmış olması, İngiliz sansürüne rağmen marksist bir yayın organı olan Aydınlık'ın çıkartılması, 1946'da Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi'nin kurulması ve bu ara dönemde siyasi irticaya karşı, demokrasi düşmanlarına bile şapka çıkarttıracak kadar güçlü bir mücadele verilmiş olması, 951 olgusu, Vatan Partisi'nin kurulması öyle bir kalemde karalanacak olgular değildir. 
[27*] Elbette "oy mekanizması" kesin bir ölçü değildir. Ama, bir birikimin ifadesidir. 
[28*] Lenin, Küçük-Burjuva Sosyalizmi ve Proletarya Sosyalizmi, Seçme Yazılar, sf. 69. 
[29*] Lenin, Ne Yapmalı?, sf. 1 10, Sol Yayınları 
[30*] Elbetteki iki çelişik yönü aşamalara göre gok katı bir şekilde ayıramayız. Fakat her aşamada genellikle bir tanesi ana, diğeri tali durumunu, o aşamanın sonuna kadar sürdürür. Yani marksist diyalektik analize göre mücadelenin her aşamasında ikili görevlerden birinin diğerine ağır basması gerekir. 
[31*] Erdogan Güçbilmez, Ömer Özerturgut'un TDGF kurultayındaki konuşmalarından. 
[32*] Ö. Özerturgut ile röportaj, Devrim, Sayı: 5 
[33*] Aydınlık'ın 14. sayısındaki (Bu yazı Aydınlık'ın 14. sayısından önce yazılmıştır) Halil Berktay'in "Bilimsel Sosyalist Devrim Anlayışı" yazısı, Ş. Alpay'in "Türkiye'nin Düzeni Üzerine" yazısından sonra, sağın takipçilik ideolojisinin diğer bir yazılı belgesidir.
      H. Berktay, içinde bulunduğumuz evrede, proleter devrimcilerinin küçük-burjuva radikalleri ile olan güç birliği ilişkisinin "Dostluk-Destek-Eleştiri" ilişkisi olduğunu söylemektedir. Kendisi -bunun kuyrukçuluk olmadığını söylemesine rağmen- bu politika sağ kuyrukçu bir politikadır. Bu politika küçük-burjuva radikalliğinin saflarımızda yankısından başka bir şey değildir. Milli demokratik devrim mücadelesi, içinde ayrıca evrelere ayrılmış çeşitli aşamalardan geçecektir. Herhangi bir evrede proleter devrimci akım, çeşitli nedenlerin etkisiyle küçük-burjuva radikal akıma nazaran daha az güçlü olabilir. Fakat proleter devrimcilerin bu evredeki görevi, "dostluk- destek- eleştiri" teranesiyle proleter devrimci hareketi, küçük-burjuvazinin peşine takmak, küçük-burjuva devrimcilerine öncülük için açık bono vermek değildir. Milli demokratik devrim mücadelesinin her evresinde, proleter devrimci güçbirliği politikası, "hem mücadele, hem dostluk" politikasıdır; ortak düşmana karşı savaşta dostluk, Milli Cephenin öncülüğü için de mücadeledir.
      "Dostluk-Destek-Eleştiri" politikası, Chen Tu Hsieu'nun "hep dostluk, mücadele yok" biçimindeki sağ oportünist politikasının değişik ifade biçiminden başka bir şey değildir. 
[34*] İtalikler bize aittir. Görüldüğü gibi asker-sivil aydın zümre ile Kemalizm eş anlamda kullanılmaktadır. 
[35*] Kemalizmi sağ- sol diye ikiye ayırıp, bugün emperyalizmin dümen suyunda rota takip edenleri de Kemalizmin safları içine sokmak, proleter devrimci taktik açısından da yanlıştır. Kemal Satır'a veya Bülent Ecevit'e Kemalist dersek, Süleyman Demirel veya Metin Toker'e ne diyeceğiz? Çünkü onlar da Kemalizme sahip çıkmaktadırlar. (Dış Basın, LE MONDE yeni hükümeti kapitalist metotlara ve batıya çok bağlanan ve kemalist olduğunu söyleyen muhafazakar bir ekip diye tanımladı.) 
[36*] İtalikler bize aittir. "Devrim Silahı Olarak Felesefe" Aydınlık, Sayı: 6, sf. 482-483. 
[37*] Sağ sapmanın CHP hakkındaki değerlendirmesinin temelinde bu düşünce yatıyor zannederim. 
[38*] Milli Demokratik Devrimi stratejik planda savunan sağ sapma ile, nihai tahlilde emperyalizme teslimiyeti savunan öteki sağ oportünizmi birbirine karıştırmamak ve aynı kefeye koymamak gerekir. Çünkü bir taraf en azından milli bağımsızlık için mücadeleyi savunmaktadır.





Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine

      Bilindiği gibi, Aydınlık Sosyalist Derginin 12. sayısında çıkan "Türkiye'nin Düzeni Üzerine" adlı yazıda sergilenen görüşün biz sağ oportünist bir görüş olduğunu belirterek, genel olarak bu yazıda atıfta bulunarak milli demokratik hareket etiketi altında uç veren bu sağ oportünizmi "Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori" yazısıyla Aydınlık Sosyalist Derginin 15. sayısında eleştirmiştik. Bu yazımız "Proleter Devrimci Aydınlık"ın 16. sayısında "Aydınlık'ta Dünya ve Türkiye" 17. sayısında da Şahin Alpay imzalı "İşçi Sınıfı ve Milli Demokratik Devrim" yazılarında yeni oportünizmin eleştirisine hedef oldu. (Her ne kadar "Proleter Devrimci " Aydınlık'ın yazarı adımızı vermiyorsa da yazısını, bizim yazımızın eleştirisi üzerine kurmuş olduğunu en dikkatsiz okuyucu bile anlamıştır. )
      Meseleleri bilen bir okuyucunun hemen anlayacağı gibi, bu yazılar aslında eleştiri konusu bile olamayacak kadar çelişkiler, kavram karışıklıkları ve rastgele yapılan aktarmalarla doludur. Hatta böyle bir yazıyı eleştiri konusu olarak almanın gereksiz zaman harcaması olduğu bile ileri sürülebilir. Fakat biz bu yazıların, iyiniyetli, yürekli fakat ideolojik aydınlığa sahip olmadıklarından dolayı hasbelkader yeni oportünizmin saflarında yer alan birkaç arkadaşın kafalarını daha da bulandıracağını düşünerek gerçekten sıkıcı olan bu işi omuzladık. Bizi buna zorlayan diğer bir etken de, bilimsel sosyalizmin ustalarının her çeşit sapmaya karşı "cehaletin ürünü olanları bile" ciddiye alarak bunlarla mücadele etmeleri ve bizim bu devrimci tutumdan ders almamızdır. Yankee emperyalizminin işgali altındaki ülkemizde proletaryanın devrimci mücadelesi emperyalizme ve onun uzantısı olan oportünizmin her türüne karşı verilecek sert mücadelelerle güçlenecektir. "Proleter Devrimci" Aydınlık'ta çıkan bu iki yazıyı esas olarak alıp, genel olarak yeni oportünizmin bir daha eleştirisini yaparken ele alacağımız sorunlar esasa ilişkin olacaktır. [1*] Önceki yazımızda olduğu gibi, "kriminolojinin sahasına giren" hataları dikkate alıp ikinci dereceden hatalara değinmeyeceğiz. Yoksa bütün bir Aydınlık'ı, bu eleştirilere ayırmak gerekir.
      Eleştirimize girmeden önce, oportünizmin genel özellikleri üzerinde kısaca duralım. Oportünizm bukalemun gibidir. Çeşitli kılıklara bürünerek sosyalist hareket içinde ortaya çıkar. Oportünizmin kılık kıyafetini o ülkenin ekonomik ve sosyal bünyesi, işçi sınıfının politik bilinç ve örgütlenme seviyesi, kısaca ülkenin içinde bulunduğu devrimci aşamanın niteliği belirler. Ancak her çeşit oportünizm proletaryanın devrimci potansiyeline inanmamaya dayanır. Genellikle sağ oportünizmin temelinde korkaklık, azimsizlik, ve proletaryanın devrimci zaferine inanmamak yatar. Bu yanlarını örtmek için o, en "keskin" gözükmek zorundadır. Aslında ise Marksizmin lafızlarına, Stalin'in deyişiyle kölece bağlı kalarak pasifizmini sergiler. Bir başka deyişle pasifizm aynı zamanda dogmatiktir de. "Vebadan korkar gibi devrimden korkan" İkinci Enternasyonal oportünizmi bunun en somut örneğidir. Bunlar Marksizmde neyin kesin olduğunu yani Marksizmin belkemiği olan diyalektiği hiç ama hiç anlamış değillerdir. Ve hepsinin de ortak yanı Kautsky'lerden ve Plehanov'lara kadar, korkaklıklarını en süslü ve devrimci lafızlarla maskeleyerek Marksist önermeleri içi boş dogmalar haline getirmekte gösterdikleri bilgiçlik ve lafazanlıklarıdır.
      Oportünizmde ilke istikrarı diye birşey yoktur. Düne kadar savunduğu ilkelerin niteliği kitlelerin gözünde açıklığa kavuşunca, o bu ilkeleri en ağır suçlamalarla karalar. Onun için tek şey önemlidir : "Herşeye rağmen proletaryanın devrimci hareketini nasıl pasifize edebilirim?". Bu eyleminde Marksist ilkeler sadece basit birer araçlardır. Ülkemizdeki yeni oportünizmin sözcülerinin yazı ve sözleri bunun en somut örnekleridir. Biz bu yazıda bunları sergileyerek bu fraksiyonun nasıl bir "İlkeli Birlik" olduğunu ortaya koyacağız.
     
     
MARKSİST METOT ÜZERİNE
     
      Her çeşit oportünist tahlil, Marksist metotu bir tarafa bırakır. Açıklayalım : "Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori" yazısında sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin bağımsızlıklarına kavuşarak sosyalizme geçişlerine ilişkin Marksist çevrelerdeki bir tartışmanın varlığından söz ederek bu görüşleri çok kısa bir şekilde özetlemiştik. "Türkiye'nin iktisadi gelişme seviyesi işçi sınıfının siyaset sahnesindeki rolünü ikincil kılmaktadır" diyerek işçi sınıfı belli bir güce erişinceye kadar küçük burjuva devrimci iktidarını savunan yeni oportünizmin aslında milli demokratik devrim teorisini değil de, kapitalist olmayan yol revizyonist tezinin birinci görüşünü savunduğunu belirterek "işçi sınıfının öncülüğü olmadan sosyalizme geçişi mümkün görmek boş bir hayaldir, fakat sosyalizme geçişi mümkün görmemek şartıyla bu görüş (yeni oportünizmin görüşü) çok özel şartlar altında olan, işçi sınıfı var sayılmayacak kadar zayıf ve cılız olan Kamerun, Brundi, Bassutolan gibi Afrika ülkelerinde işçi sınıfı belli bir güce sahip olana kadar tatbik imkanına sahip olabilir" [2*] dedik. Bu sözlerimizden bu ülkeler için bizim kapitalist olmayan yolu savunduğumuz sonucunu çıkarmak akıllılığını gösteren yeni oportünizmin bir sözcüsü, hem Milli Demokratik Devrimi tek devrimci çizgi olarak kabul ettiğimizi hem de kapitalist olmayan yolu savunduğumuzu iddia ederek bunun gülünç olduğunu söylüyor. (Bkz. Şahin Alpay, "İşçi Sınıfı ve Milli Demokratik Devrim", PDA, Sayı: 7, s: 366)
      Marksist metottan habersiz olduğu anlaşılan, milli demokratik hareket adı altında kapitalist olmayan yol revizyonist tezini savunan bu yazarın bu eleştirisi gerçekten bir hayli eğlendiricidir. Bizim italikle yazmış olduğumuz "olabilir" ibaresinin anlamı açıktır. Burada, yeni oportünizmin milli demokratik hareket tezinin, Türkiye gibi dört milyona yakın işçisi bulunan bir ülkede değil de olsa olsa, işçi sınıfı yok sayılabilecek kabile ilişkilerinin derin izlerini taşıyan bazı Afrika ülkelerinde ileri sürülebileceği daha doğrusu tartışılabileceği kastedilmiştir. Bundan, bu ülkelerde kapitalist olmayan yolun geçerli olduğu sonucu çıkartılabilir mi? Kesinlikle hayır. Biz bütün sömürge ve yarı-sömürge ülkeler için tek devrimci çizginin Milli Demokratik Devrim çizgisi olduğunu defalarca belirttik ve o yazımızda da bu çizginin dışındaki yolun, yani kapitalist olmayan yolu savunan görüşün temelinde tarihi materyalizme aykırı bir düşünce olan "her şeyi silahlar belirler" teorisinin yattığını söyleyerek, revizyonist bir çizgi olduğunu açıkça belirttik. Bazı Afrika ülkeleri için bu milli demokratik hareket tezinin tartışılabileceğini söylerken ulus bilincinin fazla gelişmediği, kabile hayatının derin izlerini taşıyan, işçi sınıfı yok sayılabilecek bazı ülkelerde, değil Marksist bir partinin, birkaç aydının dışında gerçek bir Marksist fraksiyonun bile olmadığı gerçeğini dikkate aldık. [3*]
      Dünya çapında takip edilecek yol hakkında revizyonist nitelikte olan bir tezin, bazı özel ve istisnai şartlar altında olan ülkelerde "olabilir" şartlı sınırlamasıyla tartışma konusu olabileceği, Marksist tahlil metodunun yani somut durumların somut tahlilinin gerektirdiği bir zorunluluktur. Marksizmin büyük ustalarının tahlillerinde bu şartlı sınırlamayı, bu olabilirliği görmekteyiz. Örneğin Marx, Engels, Lenin'in tahlillerinde...
      Barışçıl yoldan bir sosyal devrim olabileceğini savunan Laselle ve Proudhon'u en sert biçimde eleştirerek, sosyal devrimin tek yolunun şiddet olduğunu belirterek barışçıl yolun reformistlere ait olduğunu söyleyen Marx ve Engels, çok özel şartlara sahip İngiltere ve Amerika'da devrimin bir ihtimal olarak barışçıl bir yol izleyebileceğini söylüyorlardı. Tekelci kapitalist dönemde artık Marx ve Engels'in bu şartlı sınırlamasının da geçerli olmadığını söyleyerek, barışçıl yoldan sosyalizme geçilebileceğini öneren İkinci Enternasyonal partilerini hainlikle suçlayan Lenin, 1917 Mayıs'ında Rusya'da çok özel ve istisnai şartların ortaya çıktığını bu nedenle sosyalizme barışçıl bir yoldan geçilebileceğini söylemektedir. [4*]
      "Proleter Devrimci" Aydınlık'ın yazarının mantığına göre, barışçıl yoldan geçişi ihanet olarak nitelendiren Marx, Engels ve Lenin şartlı sınırlama içinde "mümkündür" dedikleri için kendi kendileriyle çelişkiye düşmüşlerdir! Gerçekten komik duruma düşenler, bizim şartlı sınırlama içinde kendilerinin ileri sürdükleri tezin tartışılabileceğini söylememize karşı çıkanlardır. Hele "devrimde (Milli Demokratik Devrim kastediliyor -M.Ç.) küçük burjuvazi öncü olsun, proletarya öncü olsun sömürge ülkelerinin önündeki hedef mili demokrasidir, sosyalizm değil." (Bkz. Ş. Alpay, Aydınlık, Sayı: 12, s: 471) diyerek Milli Demokratik Devrimin küçük-burjuvazinin de öncülüğünde olabileceğini mümkün gören, sonra da "öncülük pazarlık konusu değildir" diyen M. Belli'yi sağ oportünizmle suçlamaya kalkan böyle ne dediği belli olmayan eyyamcı bir yazarın eleştirisi hiç ama hiç ciddiye alınmaz! [5*]
      "Sağ Sapma Devrimci Pratik ve Teori" yazısında, feodal kalıntıların % 5 olduğunu iddia ederek, buradan Türkiye'deki baş çelişkinin proletarya ile burjuvazi arasında olduğu sonucuna varan Emek oportünizminin, vardığı bu sonucun yanlış olduğunu belirterek, üretim ilişkisi olarak feodalizmin % 5 değil de % 05 olması halinde bile bizim gibi emperyalizmin işgali altındaki bir ülkede ilk hedefin zorunlu olarak Milli Demokratik Devrim olduğunu söyledik. Ve baş çelişmenin de, üretim ilişkilerinden çıkartılamayacağına ilişkin olarak da, 1941-44 emperyalist kapitalist Fransa'sında baş çelişkinin (nihai tayin edici temel çelişki değil) proletarya-burjuvazi arasında değil de, istilacı Alman emperyalizmi ve gerici Vichy burjuvazisi ile burjuvazinin millici fraksiyonu dahil bütün Fransız ulusu arasında olduğu örneğini gösterdik. (Bkz. Aydınlık Sosyalist Dergi, Sayı: 15, s: 208)
      "Proleter Devrimci" Aydınlık'ın bu tahrifatçı yazarı, Aristo mantığı ile bizim 1944 emperyalist Fransa'sında Milli Demokratik Devrim yapıldığını iddia ettiğimiz sonucunu çıkartmış (!). İşte karavana atmak buna denir! Dünyanın ilk burjuva demokratik devrimlerinden bir tanesinin yapıldığı Fransa'da, demokratik devrimin tekrar yapıldığını hiç kimse ileri sürmemiştir ve sürmez. Hele belli bir seviyesi olması gereken ideolojik bir polemikte de, "karşı taraf bunu söyledi' diye bir iddiada da bulunulmaz. Ancak bunda bizim için şaşılacak bir taraf yoktur.
      Sen yazının başından beri Milli Demokratik Devrimin sömürge, yarı-sömürge ve feodal kalıntıların olduğu ülkelerin önlerindeki zorunlu devrimci adım olduğunu istediğin kadar söyle, bu yazar bu tahrifi mutlaka yapacaktır! Çünkü tahrifat ve yalan bu eyyamcı yazarının politik aletleridir.
      Bu tahrifi yaptıktan sonra bakın aynı yazar ne diyor, "İşgal altında olsun olmasın Fransa gibi kapitalist emperyalist bir ülkede devrimci şiar sosyalist devrimdir". (Bkz. Şahin Alpay, PDA, Sayı: 17, s: 366) Bu görüş ile, anti-emperyalizmi de kapsıyor diyerek, sosyalist devrim şiarının sosyalistlerin dışındaki millici güçlere de hitap ettiğini iddia eden Aren-Boran oportünizminin görüşü arasında temelde hiçbir fark yoktur. [6*] Oysa evre ve devrimci şiar her zaman üretim ilişkilerine göre tespit edilemez. Kapitalist bir ülkede baş çelişki proletarya ile burjuvazi arasındadır. Ama bir dış müdahale bu çelişmeyi geçici olarak ikinci plana iter ve o anda baş çelişme de bu dış müdahaleye, istilaya göre biçimlenir. Ve bu yeni çelişmeye göre, proletaryanın partisi, taktiklerini ve devrimci şiarını ayarlar. II. yeniden paylaşım savaşı kapitalist Fransa'sındaki, proletarya-burjuvazi baş çelişkisi, Alman istilası üzerine geçici olarak tali plana geçiyor ve Alman emperyalizmi + Vichy gerici burjuvazisi ile Alman emperyalizmine karşı olan burjuvazinin milli fraksiyonu dahil bütün Fransız ulusu arasındaki çelişki bir süre için baş çelişki oluyor. Bu evrede Fransız Marksistlerinin baş görevi bu çelişkiyi çözümlemektir. Farklı nitelikteki çelişmelerin farklı metotlarla çözümlenmesi Marksist diyalektiğin gerektirdiği bir zorunluluktur. İşgalci düşman ile ulus arasındaki çelişki de sosyalist devrim yolu ile değil, milli devrimci savaş yolu ile çözümlenir. Bu nedenle bu evrede FKP'nin gündeminde Sosyalist Fransa değil, "Bağımsız Fransa" vardır. Çünkü Sosyalist Fransa'nın yolu, Bağımsız Fransa'dan geçmektedir. Ve FKP, "Bağımsız Fransa" devrimci şiarı etrafında bütün Fransız yurtseverlerini toplayarak geniş bir milli cephe kurup bu çelişkiyi çözümlemiştir. Bazı "solcular" Fransız Komünist Partisi'ni bu oportünist yazar gibi, şartlar ne olursa olsun devrimci şiar "Sosyalist İktidar"dır, diyerek eleştirmişlerdir. [7*] Burada sözü, Fransız Komünist Partisi üyelerine bırakalım: " ... Bazı kişiler 1944'de KP'nin yönettiği Fransız proletaryasının iktidarı alacak güçte olduğuna ve bunu yapmamakla otobüsü kaçırdığına içtenlikle inanırlar. İlk bakışta çekici bir değerlendirme ama yanlış... İlk önce mukavemetin amacı ve karakteri hakkında bir yanılma var. Mukavemetin hedefi proletarya devrimi değil, ülkenin işgal altından kurtulması ve faşizmin yok edilmesiydi. Böyle bir amaç her çeşit Fransız vatandaşını bir araya topladı. Mukavemet büyük bir milli davranış oldu. Onun hakim çizgisi budur. Fransız komünistlerinin değeri, durumu bütünü içinde anlamaları oldu; onun için Hitler'e ve suç ortaklarına karşı mücadelede geniş bir Milli Cephe kurmaya çalıştılar ve mukavemet hareketinin halkımızın derin yığınlarından kopmuş bir tarikat halinde dejenere olmasına izin vermediler. Gitgide daha çok tecrit edilmiş hale gelen düşmana karşı 1944 milli ayaklanması böyle mümkün kılındı. Eğer o sırada işçi sınıfı devrim yapmaya sosyalizmi kurmaya kalksaydı ne olurdu? (...) İşçi sınıfının ülkenin kurtuluşu için kararlı ama devrimci bir hareketi desteklemeye hiç de hazırlıklı olmayan her sınıftan Fransız vatandaşı ile bağlarını kopardıklarını göreceklerdi. Ve Hitler'ciler, suç ortakları, gerici Vişici burjuvazisi bayram ederdi buna". [8*] Ve Almanların kovulmasından sonra Fransız Komünist Partisinin de içinde yeraldığı bir milli iktidar iş başına gelmiştir. Görüldüğü gibi, çatısı dar mekanik kafaların iddialarının tersine, kapitalist-emperyalist bir ülkede devrimci şiar her zaman sosyalist iktidar değildir!
      "Marksizm son derece derinliği olan, son derece karmaşık bir doktrindir". Marksizmde bütün meseleleri, bir kaç tipik çözüm yolu ile çözen hazır reçeteler arayanlar, acınası dar kafalı çok bilmişlerdir! Bir kaç tipik formülasyonun dar sınırları içinde ukalalık taslayan mekanik kafalı entellektüel bozuntuları için bakın Mao ne diyor: "Dünyanın en gülünç insanları, kulaktan dolma bazı ham bilgilerle kendisini "allameyi cihan" sanan çok bilmişlerdir. Bu, bu insanların boylarının ölçüsünü pek iyi bilmediklerini gösterir. Bilgi meselesi bilimsel bir meseledir, bu meselede ne samimiyetsizliğe, ne de böbürlenmeye yer vardır. Asıl gerekli olan, tersine içtenlik ve alçak gönüllülüktür." [9*]
     
     
FİDEL-GUEVARA VE KÜBA DENEYİ KARŞISINDAKİ TAVRIMIZ

     
      Yeni oportünizm Küba devrimi deneyi karşısında şaşkın ördek gibidir. Kimilerine göre Küba sosyalist bir ülke değildir. Küba'da devrim olmamıştır. Bazılarına göre de, "evet Küba'da devrim olmuştur ama bu dar deneyci bir anlayışın tesadüfi sonucudur". (Bkz. H. Berktay, Proleter Devrimci Aydınlık, Sayı: 16, s: 327) Ve bunlara göre eğer Amerikan emperyalizmi uyanık davranmış olsaydı bu devrim olmazdı! "Gerek Küba hakim sınıflarının ve gerekse Amerikan emperyalizminin uykuda olmasından gelen koşullarda Küba tecrübesi başarıya ulaşmıştır." (H. Berktay, P.Devrimci Aydınlık, 16. Sayı, s: 326) Yani bunlara göre Küba devrimi mucizevi bir olgudur. İşte, sergilenen bilimsel sosyalist düşünce (!) daha doğrusu katledilen Marksizmin diyalektiği!
      Metafizikçi, devrimleri tesadüf ve mucizelerle açıklar. Onun için örneğin, Fransız burjuva devrimi bir tesadüftür. Fransız devrimi metafizikçi tarafından XVI. Louis'in zayıf ve yumuşak bir insan olmasıyla açıklanır. "Güçlü bir insan olsaydı devrim olmazdı" der. Hatta ona göre "Varennes'de XVI. Louis yemeğini kısa kesseydi, yakalanmaz ve tarihin akışı değişirdi." [10*] Oysa bilimsel sosyalist anlayışta mucize ve tesadüf açıklamalarına yer yoktur. Mucize ve tesadüf Lenin'in deyişiyle "ne tabiatta ne de tarihte vardır." İşte biçimle özü birbirine karıştıran, öz yerine biçimde kesinkes ilkeler arayarak dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmaya kalkanların teoride sonu, metafiziğin bataklığında kulaç atmaktır!
      Bilimsel sosyalist dünya görüşü, Küba devrimini Amerikan emperyalizminin ve Küba hakim sınıflarının bir anlık gafleti ile açıklamaz. Küba tecrübesinin başarıya ulaşması dünya kapitalizminin bugünkü durumu ile ilgilidir.
      Lenin, Küba gibi sömürge bir ülkenin bir sıra iç devrimlerle sosyalizme geçmesinin ilk etabı olan anti-emperyalist savaşı kazanabilmesi için şu üç şartın var olmasını önermektedir :"Ezilen bu ulusların ahalisinin önemli bir kısmının çabalarının koordinasyonu... veya uluslararası durumun özellikle uygun olması (örneğin emperyalistlerin müdahalesinin zayıf düşmesi, aralarındaki bir savaş ve kendi çelişmeleri vs. sebebiyle felce uğraması) veya büyük devletlerden birinin proletaryasının aynı anda burjuvaziye karşı koyması gereklidir". [11*] Bugünkü emperyalizmin III. genel bunalım döneminin ayırt edici özelliği bütün bu etkenlerin bir araya gelmiş olmasıdır. Dünyanın 1/3'i sosyalisttir. Ezilen uluslar her geçen gün emperyalizme öldürücü yumruklar indirmektedir. Dünya sürekli altüst oluşlar içindedir. Artık dünya kapitalizmi son nefesini vermektedir. Küba devrimi ne dar deneyci bir anlayışın tesadüfi bir sonucudur ne de mucizevi bir olaydır. Küba devrimi can çekişen emperyalizmin zorunlu bir sonucudur!
      Küba devrimini Amerikan emperyalizminin önleyebilmesini mümkün görerek "Amerikan emperyalizmi uyanık davransaydı, bu devrim olmazdı" diye açıklamak revizyonizmin ta kendisidir. [12*] Bu, emperyalizmin "herşeye kadir" olduğunu söylemek, dolayısıyla stratejik planda onu (emperyalizmi) gözde büyüterek dünya halklarının, özellikle Latin Amerika halklarının devrimci mücadelelerinin zaferine inanmamaktır! İşte pasifizm ve pasifizmin ideolojisi budur!
      Tesadüfler ve mucizeler ve de sol oportünistler Marksizm-Leninizm hazinesini derinleştirmezler. Oysa Küba tecrübesi ve onun önderleri Marksizm-Leninizm hazinesini derinleştirmiş ve zenginleştirmişlerdir! "Sen halk savaşından yana mısın yoksa gerilla savaşından mı" diyerek saçma sapan bir ikilem ortaya atan yeni oportünizme göre, Küba'da halk savaşı hiçbir zaman olmamıştır. Oysa gerilla savaşı halk savaşının ilk iki aşamasının temel mücadele şeklidir.
      Biz kahraman Küba halkı bir halk savaşı vererek Milli Demokratik Devrimi yapıp sosyalizme geçmiştir diyoruz. Ve Küba deneyi Fidel Castro ve Che Guevara hakkında görüşlerimiz açıktır: Şimdi Ekim İhtilalinin deneyine ilaveten, Çin'de, Doğu Avrupa Sosyalist ülkelerindeki, Kore, Vietnam ve Küba'daki devrimci deneyler mevcuttur. Bu ülkelerin muzaffer devrimcileri Marksizm-Leninizm ve Ekim İhtilalini zenginleştirmiş ve geliştirmiştir. Çin'den Küba'ya kadar bütün bu devrimler istisnasız silahlı mücadele ile ve silahlı emperyalist saldırısına ve müdahalesine karşı savaşmakla kazanılmıştır. Küba halkının silahlı ayaklanması 1953 yılında başlamıştır. Amerikan emperyalizmi ve Küba'daki kuklası Batista'nın yönetimini devirmeden önce iki yıldan fazla bir devrimci halk savaşı vermiştir. (China In Revolution, History, Documents and Analysis, edited by Verasimons, s: 404-5, 31 Mart 1964'de yayınlanan SBKP Merkez Komitesinin açık mektubu üzerine Çin KP'nin yorumu)
      Evet Küba Devrimi Marksizm-Leninizm hazinesine büyük bir katkıdır. Ve Küba devriminin muzaffer proleter devrimcileri olan Fidel Castro, Che Guevara ve arkadaşlarından bizim gibi yarı-sömürge ülke Marksistlerinin öğreneceği pek çok şey vardır. Çünkü biz Marksizmi entellektüel gevezelik ve dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için okuyup öğrenmiyoruz. Biz dünyayı değiştirmek için, dünyanın Türkiye'sinde devrim yapmak için Marksizmi öğreniyoruz!
      Küba sosyalist devriminin muzaffer proleter devrimcilerine "Küçük burjuva devrimcileri", "sol oportünistler" demek ihanetin, oportünizmin ta kendisidir. Ve bu görüşü saflarımızda yaygınlaştırmaya çalışanların kişiliklerinden bütün Türkiye'li proleter devrimcileri şüphe etmelidir.
      "Proleter Devrimci" Aydınlık'ın eyyamcı yazarı bizim "Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori" yazısında Fidel Castro'ya atıfta bulunmamızı eleştirmektedir. (Bkz. Ş. Alpay, P.D. Aydınlık, 17. Sayı, s: 366) Biz daima Marksizm-Leninizm hazinesine katkısı olan muzaffer proleter devrimcilerine atıfta bulunduk ve her zaman da bulunacağız. [13*] ) Yeni oportünizmle aramızdaki küçücük (!) fark da burada ya! Onlar Amerika'nın sözde devrimcileri Campus "Mao' istlerine, biz ise Marksizm-Leninizm hazinesini geliştiren muzaffer devrimcilere atıfta bulunuyoruz!
      Latin Amerika'daki proleter devrimci çizgi hakkında son derece önemli bir sorunu da bu bölümü bitirmeden açıklayalım. Şu iki hususun özellikle karıştırılmaması gerekir:
      Bütün Latin Amerika ülkelerinin "sanayinin geri kalmışlığı ve tarımın feodal karakteri" ortak özellikleri olduğunu belirterek, "anti-emperyalist mücadelede, halkın çok büyük çoğunluğunu, işçi sınıfının, köylülerin, aydınların, küçük-burjuvazinin ve ulusal burjuvazideki en ilerici tabakaların çıkarları yönünde bir kurtuluş programı üzerinde birleştirmemiz gerekmektedir." (İkinci Havana Deklarasyonu'ndan) diyerek bütün Latin Amerika ülkelerinin önlerindeki devrimci adımın Milli Demokratik Devrim olduğunu söyleyen Fidel Castro ve arkadaşları ile Milli Demokratik Devrim stratejisinin geçerliliğini üretim ilişkisi olarak feodalizmin varlığına bağlayarak, Latin Amerika ülkelerinde "tarımda az gelişmiş kapitalizm hakimdir ve de milli burjuvazi yoktur" diyerek bu ülkeleri için sosyalist devrim stratejisini öneren A..G. Frank, A.Shah, vs.. gibi yazar çizer takımını ayırmak gerekir, bir.
      Fidel Castro'nun, Che Guevara'nın görüşleriyle özellikle Debray'ın dogmatik önerilerini kesinlikle karıştırmamak gerekir; iki. Silahlı halk savaşının, emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmanın tek yolu olduğu gerçeğine karşı çıkarak, barışçı bir yoldan da devrimin zafere ulaşabileceğini mümkün gören W. J. Pomeroy bile bu gerçeği açıkça itiraf etmektedir. Bakın ne diyor Pomeroy: "Debray'ın oldukça dogmatik formüllendirmelerinin, çoğu kez kendi adlarına konuştuğunu sandığı Küba'lı önderlerin beyanlarından ayırdedilmesi gerekir." Hele "Debray'ın, Devrimde Devrim kitabı KKP'nin resmi görüşüdür. Bu kitap Küba'da 2,5 milyon basılıp dağıtılmıştır" demek gerçeği ahlaksızca tahriften başka bir şey değildir. Çünkü bu kitap KKP'nin görüşlerini dile getiren Simon Torres ve Jullo Arende tarafından, "Debray ve Küba Tecrübesi" başlıklı yazı ile Monthly Review'in 1968 Haziran sayısında çok sert bir şekilde eleştirilmiştir. Bu eleştirinin ana çizgileri şunlardır;
      1. Debray'ın "askeri liderliğin temel unsur olması gerekir" önerisi yanlıştır. Tam tersine siyasi çalışma esastır. Ve askeri yan, politik liderliğe tabi kılınmalıdır.
      2. Debray'ın "burjuva şehir-proleter kır", "Liana-Sierra" şeklinde yaptığı ayrımını bir sınıf çatışması olarak ortaya koyması, Leninist bir analiz değildir.
      Yazının "Kim Kimi Yarattı" başlıklı kesiminde, Debray'ın "Küba"da foco, partiyi yarattı" iddiasının yanlış olduğu belirtilerek, devrim için partinin şart olduğu ileri sürülmektedir. Simon Torres ve Julio Arende, Lenin'in "Ne Yapmalı" kitabına atıflar yaparak, Debray'ın ekonomist bir görüşe sahip olduğu sonucuna varmaktadırlar.
      Ancak bütün ülkelerin pasifistleri, bu farklılıkları görmezlikten gelerek Debray'ın dogmatik formülasyonları ile Latin Amerika'daki proleter devrimci çizgiyi özdeş tutmaya çalışmaktadırlar. Örneğin, Progressive Labour adlı Amerika'lı sözüm ona "Mao"cu bir parti bütün bu farklı ideolojileri Debrayizm başlığı altında toplayarak F. Castro, Che Guevara ve arkadaşlarını sol oportünizmle (!) suçlamaktadır. [1*]4 Ve ülkemizde de, Campus "Mao"izminin şubesi olan yeni oportünizmin sözcüleri, tıpkı Amerika'lı ideologları gibi, bu farklı ideolojileri (yani A.G. Frank, Debray oportünist çizgileri ile Küba'lı muzaffer proleter devrimcilerinin Leninist çizgisini) karıştırarak, Debray'ın kitabına atıfta bulunarak, F.Castro-Che Guevara'yı eleştirmeye kalkmaktadırlar. Yeni oportünizmin sözcüleri kırlardan şehirlerin fethedilmesini öneren Latin Amerika'lı muzaffer proleter devrimcilerini Debray'ın dogmatik formülasyonları ile mahkum edip, onların Leninist çizginin dışında olduklarını söyleyerek, büyük proleter devrimcisi Mao Tse Tung'u da Amerikanca yorumlayarak korkaklıklarına ve ihanetlerine ideolojik kılıf bulacaklarını zannetmektedirler!
      Emperyalizmin ölüm saatlerinin yaklaştığı bu III. genel kriz döneminde, Marksist-Leninist hareket, yeni oportünizmin iddia ettiği gibi, Castro-Guevara çizgisine karşı verilecek olan mücadele ile değil, modern revizyonizmin şehirlere öncelik tanıyarak, kırlara ikinci dereceden önem veren, köylülerin giderek "Köylü" halkların devrimci potansiyelini küçümseyen "sol", işçi sınıfının dışında sosyalizme geçişi mümkün görerek barış içinde bir arada yaşamayı savunan sağ çizgilerine karşı, neo-troçkist, neo-blankist... kısaca her çeşit sağ ve "sol" sapmalara karşı verilecek mücadeleler ile güçlenecek ve emperyalizmi çökertecektir. Castro-Guevara ve bütün Latin Amerika'lı proleter devrimcilerini "sol oportünist" ilan eden ağızlar bütün ülkelerin pasifistleridir!
     
     
MAO'NUN LENİNİZMİN HAZİNESİNE KATKILARI VE YENİ OPORTÜNİZM

     
      Mao Tse Tung'un Marksizm-Leninizm hazinesine katkıları sorunu bugün Marksist çevrelerde tartışılan son derece önemli bir sorundur. Mao Tse Tung'un Leninizm hazinesine kattıklarını ana hatları ile başlıca iki başlıkta toplayabiliriz:
      1. Milli Demokratik Devrim Teorisi,
      2. Proleter Kültür Devrimi.
      Mao'nun bu iki katkısının özlerini ve temel unsurlarını Lenin'de de görmekteyiz. Fakat Marksizm-Leninizmin bu son derece önemli iki ilkesi, en mükemmel şekillerini Mao'nun siyasi pratiği içinde almışlardır. Bu nedenle Leninizmin bu iki önemli ilkesini açıklarken, Çin somut pratiğinden hareket ederek, Mao'nun siyasi pratiği içinde ele almak zorundayız
     
     
MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİM TEORİSİ

     
      Geçen yazımızda Milli Demokratik Devrim teorisinin, Marksist-Leninist kesintisiz devrim teorisinin sömürge ve yarı-sömürge ülkelere uygulanması olduğunu belirtmiştik. Bir daha belirtelim ki, Mao Tse Tung, emperyalizmin I. ve II. genel bunalım devrelerinde nicelik olarak zayıf ve köylülükle tabi bağları olan bir işçi sınıfına sahip, yarı-sömürge ve yarı-feodal Çin'de, Leninist kesintisiz devrim teorisini bu somut pratiğe uygulayarak derinleştirmiş ve zenginleştirmiştir. Böylece Mao, bütün sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin devrimcilerine emperyalist boyunduruğun kırılarak sosyalizme geçişin yolunu göstermiştir. Mao Tse Tung'un bu katkısı ile birlikte (işçi sınıfının hegemonyasında temel gücü köylü kitlelerinin teşkil ettiği devrim ordusunun kırlardan şehirleri fethetmek teorisi) Leninist kesintisiz devrim teorisi hayatın yeni realiteleri karşısında daha gelişmiş ve zenginleşmiştir. Mao ile birlikte yarı-sömürge ve sömürge ülkelerin sosyalizme geçişlerinde zorunlu bir durak olan Halk Savaşları çığırı açılmıştır. Açılan bu yoldan bir Vietnam, bir Küba emperyalizmin boyunduruğunu kırarak sınıfsız topluma doğru emin adımlarla yürümektedirler.
      Mao Tse Tung'un yeni demokratik devrim teorisinin başlıca unsurları şunlardır:
      1. Milli Demokratik Devrim, özünde bir köylü devrimidir.
      2. Milli Demokratik Devrimde Halk Savaşı zorunlu bir duraktır.
      3. İdeolojik öncülük esastır.
      4. Milli Demokratik Devrim teorisi proletaryanın hegemonyasını içinde taşır.
     
     
MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİM ÖZÜNDE BİR KÖYLÜ DEVRİMİDİR

     
      Demokratik devrim programı köylülerin objektif taleplerine cevap veren en radikal programdır. Lenin'in dediği gibi "onun özlediği bütün tarımsal reformları ancak tam olarak zafere ulaşmış olan bir devrim gerçekleştirebilir, onun rüyalarını gerçek yapar... Hepsi o kadar değil. Köylüler sadece en köklü toprak reformu için değil genel ve daimi çıkarları bakımından da devrime bağlıdır." (İki Taktik, s: 104) Özellikle köylülerin nüfusun büyük çoğunluğunu teşkil ettiği yarı-feodal bir ülkede Milli Demokratik Devrim özünde bir köylü devrimidir. "Bu sebepten dolayı, bütün halkın harekete geçirilmesi, köylü yığınlarının harekete geçirilmesi ile aynı şeydir." (Giap: Halk Savaşı Halk Ordusu) Aslında köylü devrimi olan bu devrim, proletaryanın dışında başka bir sınıfın veya zümrenin önderliğinde zafere erişebilir mi? Hayır, erişemez. Çünkü burjuvazinin devrimci barutunu tükettiği proleter devrimleri çağında, temelde burjuva demokratik nitelik taşısa da herhangi bir devrimi sonuna kadar götürebilecek tek devrimci sınıf proletaryadır. Milli Demokratik Devrimin aslında bir köylü devrimi olması gerçeğini gerek Mao Tse Tung, Lin Piao ve gerekse Giap özellikle belirtmektedir. [15*] Çünkü Milli Demokratik Devrimin özünde bir köylü devrimi olması gerçeği stratejik, politik ve taktik çizgimizi tayin eden son derece önemli bir unsurdur. (İleriki sayfalarda tekrar üzerinde duracağız) Milli Demokratik Devrimin özünde köylü devrimi olmasının doğal sonucu, sınıf mevzilenmesinde köylüler, devrimin temel gücünü teşkil ederler. Emperyalist dönemde tarihin lokomotifi olan proletarya devrimin önderidir. 1905-17 Rus Demokratik Devrimlerinde devrimin temel ve önder gücü proletarya idi. (Köylüler vasıtasız yedek)
      Neden Rusya'da, demokratik devrimlerin temel gücü proletarya oluyor da, Çin ve Vietnam demokratik devrimlerinin temel gücü proletarya değil de köylüler olmaktadır? Bu sorunun cevabı, somut durumların somut tahlilinde düğümlenmektedir. Çünkü, Rusya'da devrim ordusunun temel gücü genellikle büyük şehirlerde yaşıyordu. Çin, Vietnam gibi ülkelerle kıyaslanmayacak seviyede (nicelik ve nitelik bakımından) bir Rus sanayi proletaryası vardı. Bu nedenle devrim, şehirlerden kırların fethedilmesi şeklinde bir rota takip etti. Oysa yarı-sömürge ve sömürge ülkelerde, 1) İşçi sınıfının nicelik ve nitelik olarak gelişmiş kapitalist ülkelere kıyasla zayıf olması; 2) şehirlerde emperyalizmin denetiminin çok kuvvetli olması gibi, başlıca iki ana nedenden dolayı Milli Demokratik Devrimin izleyeceği rota, kırlardan şehirlerin fethedilmesi rotasıdır.
      
     
HALK SAVAŞI MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİMİN ZORUNLU BİR DURAĞIDIR

     
      Emperyalizme karşı mücadele bir uluslaşma mücadelesidir. Ve "milliyet meselesi de aslında bir köylü meselesidir". (Stalin) Bu nedenle saldırgan emperyalizme karşı verilen halk savaşı da bir köylü savaşıdır. Halk savaşının bir köylü savaşı olması gerçeği kırlardaki mücadeleyi ön plana çıkartmaktadır. Yani Milli Demokratik Devrim mücadelesinin ağırlık noktası kırlardır. Ayrıca bu milli kurtuluş savaşının başarıya erişmesinde askeri bir zorunluluktur da. (Çünkü "Emperyalistler ülkelere (sömürge ve yarı-sömürge ülkelere -M. Ç.) karşı saldırılarda bulunurlarken çoğunlukla büyük şehirleri ve ana haberleşme hatlarını ele geçirerek işe başlarlar. Fakat geniş kırlık bölgeleri tamamen kontrolleri altına almak onların gücü dışındadır. Devrimcilerin serbestçe manevra yapabilmesini sağlayacak geniş alanlar, ancak ve ancak kırlık bölgelerdir. Devrimcilerin kesin zafere doğru ilerleyebilecekleri devrimci üsler, ancak ve ancak kırlık bölgelerde kurulur." [16*]
      Emperyalizmin denetiminin son derece zayıf olduğu kırlarda halk savaşı başlıca dört aşamadan geçer:
      a) Gerilla savaşı; elde olanı koruma aşaması,
      b) Gerilla üsleri kurma; elde olanı koruma aşaması,
      c) Düzenli orduya geçiş; denge aşaması,
      d) Düzenli ordu savaşı; karşı saldırıya geçiş aşaması (sonuç alma).
      Halk savaşı teorisi kısaca budur. Görüldüğü gibi halk savaşında şehirlerin rolü ikincildir. Elbette bu şehirlerde mücadele yürütülmemesi dernek değildir. İşçi genel grevleri, öğrenci ve kitle hareketleri, vs. şüphesiz milli bağımsızlık savaşının başarıya erişmesinde oldukça önemli etkenlerdir. Bir köylü savaşı olan halk savaşında hegemonya proleter devrimcilerinde de olabilir, küçük-burjuva devrimcilerinde de. Yani halk savaşında önderlik, pazarlık konusu değildir. Bu güçler dengesine, tarafların örgütlenme derecesine, vs.'ye bağlıdır. Kim kitleler ile daha iyi organik bağlar kurarsa, kim milli kurtuluş savaşında kahramanca ve tutarlı dövüşerek kitlelere kendini kabul ettirirse halk savaşında önder o olur. Ancak işçi sınıfının, daha doğrusu işçi sınıfının öncü müfrezesinin hegemonyasında kazanılmamış olan halk savaşlarının başarıları sınırlıdır. Zaferden sonra kurulacak olan küçük-burjuva iktidarı Milli Demokratik Devrim programını sonuna kadar uygulayamaz. Örneğin, Cezayir. Lin Piao halk savaşının önderliği konusunda şunları söylemektedir: "Bu halk savaşlarına öncülük edecek sınıflar değişebildiği gibi, yığın hareketlerinin ve zafer derecesinin genişliği ve derinliği de değişik olabilir." (Yaşasın Halk Savaşının Zaferi, s: 60)
      Şunu hemen belirtelim ki, Latin-Amerika'daki Milli Demokratik Devrimi sözde savunan İşçi Partilerinin tümünü oportünizmin batağına iten, bu devrimde halk savaşının zorunlu bir durak olması geçeğini bir tarafa iterek, işçileri temel güç kabul edip, şehirleri esas almalarıdır.
     
     
İDEOLOJİK ÖNCÜLÜK ESASTIR

     
      Milli Demokratik Devrim mücadelesinde şehirlerin ikincil bir öneme sahip olması dolayısıyla devrimin temel gücünün işçiler değil köylüler olması gerçeğinin doğal sonucu, Milli Demokratik Devrimde işçi sınıfının önderliğinin, bir ideolojik öncülük olmasıdır. İşçi sınıfının ideolojik önderliği, çoğunluğunu yoksul köylülerin teşkil ettiği işçi sınıfının öz örgütünün köylü devriminin komutanı olmasıdır. Bu tip ülkelerde, işçi sınıfının zayıf ve köylülükle bağları olmasının yanında, devrimci mücadelenin odak noktasının kırlar olması, sosyalist partide nicel çoğunluğun yoksul köylülerden meydana gelmesi sonucunu doğurmaktadır. Çin'de devrimci mücadelenin en üst aşmalarında bile proletaryanın öz örgütünde yoksul köylülerin oranı % 65'in altına düşmemiştir. (Keza parti yönetim kademelerinde de) Modern revizyonistler ve de kimileri tarafından bu , Lenin'ci örgüt ilkesinin çiğnenmesi şeklinde yorumlanmakta ve eleştirilmektedir. Stalin, Leninizmin İlkeleri'nde proletaryanın öz örgütü işçi sınıfının içinden çıkar ve işçi sınıfının en iyi unsurlarını bağrında toplar demektedir. Ve Lenin'in deyişiyle bu örgütte işçilerin yönetim kademeleri de dahil çoğunlukta olmaları gerekmektedir. 1905 devrimi sırasında Lenin şöyle diyor: "... Şimdi parti örgütlerinde, Sosyal Demokrasiye bağlı her aydına karşılık birkaç yüz Sosyal Demokrat işçi bulunması arzu edilir." [17*]
      Çin'deki proletaryanın öz örgütünün bu terkibi, gerçekten Leninist örgüt ilkesinin ihlâli midir? Kesinlikle hayır. Bu, bu ülkelerin somut şartlarının, yani hayatın doğurduğu bir zorunluluktur. Bu Leninist parti anlayışının, Leninizmin doğrultusunda geliştirilmesidir. Tabii, diyalektiğin en elemanter iki unsuru olan zaman ve mekan mefhumları dikkate alınmazsa, bundan Leninist parti ilkesinin saptırılması sonucuna varılır.
     
     
MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİM STRATEJİK TEZİ, PROLETARYANIN HEGEMONYASINI İÇİNDE TAŞIR [18*]

     
      Leninist kesintisiz devrim teorisinin yarı-sömürge ve yarı-feodal ülkelere uygulanması olan Milli Demokratik Devrim stratejisinde proletaryanın önderliğinin objektif şartları tartışılmaz bir şekilde mevcuttur.
      Mao Tse Tung'un Yeni Demokratik Devrim teorisi ana hatları ile budur. Yeni Demokratik Devrim teorisinde, devrimin temel gücünü işçilerin değil de köylülerin teşkil etmesi, kırların halk savaşının odağı olması ve işçi sınıfının öncülüğünün, ideolojik öncülük olması gerçekleri birbirlerine kopmaz bağlarla bağlıdırlar. Ve herbiri, bir diğerinin zorunlu sonucudur. Yukarıda özetlediğimiz bu dört ana unsur son derece önemlidir. Çünkü bu dört ana unsur modern revizyonizm ile Marksist-Leninist çizgi arasındaki Çin Seddini belirlemektedir. Açıklayalım:
      Dünya proleter hareketinin zaferini, şehirlerdeki mi , yoksa kırlardaki mücadele mi tayin edecektir? Diğer bir deyişle, kırlar mı esastır, yoksa şehirler mi? Mao Tse Tung'a göre çağımızın baş çelişkisi, ezilen uluslar ile emperyalizm arasındadır. Bu nedenle kırlar esastır. Mao Tse Tung ve Lin Piao'nun geliştirdikleri halk savaşı teorisine göre zafere kırlardan şehirlerin kuşatılması yoluyla varılacaktır. "Yeryüzünün tümünü ele alırsak, eğer Kuzey Amerika ile Batı Avrupa'ya dünyanin şehirleri denebilirse, Asya, Afrika ve Latin-Amerika'da dünyanın kırlık bölgelerini teşkil ederler... Çağdaş dünya devrimi bir bakıma şehirlerin kırlık bölgelerden kuşatılması görüntüsünü vermektedir". [19*] Sonucu dünyanın kırlık bölgelerinde yürütülen, ezilen ulusların devrimci mücadeleleri tayin edecektir. Dünyanın şehirlerindeki mücadele, sonucu tayin bakımından ikinci dereceden önemlidir. Çünkü batı, "sönmüş bir ihtilâl ocağıdır". Emperyalist bloğun jandarmalığını üstlenmiş olan Yankee emperyalizmi ve müttefiklerine karşı "köylü" halkların, bu devrimci savaşlarında dünya sosyalist bloğu ve kapitalist ülkelerin işçi sınıfları, omuzdaşlarıdır.
      Modern revizyonizme göre ise, kırlardaki mücadeleler emperyalizme gerçekten öldürücü yumruklar indirmektedir. Fakat asıl belirleyici alan dünyanın kırları değil şehirleridir. Yani sosyalist blok ile batı kapitalist ülkelerin işçi sınıflarıdır. Tayin edici çelişme sosyalizm ile kapitalizmin güçleri arasındadır. Uluslararası işçi sınıfı hareketi dünya sosyalist sistemi ile kapitalist ülkelerin işçi sınıfları tarafından temsil edilmektedir. Sosyalist ülkelerin ekonomik kalkınma ritimlerinin yüksek olması sonucu, sosyalizm ekonomik bakımdan üstünlüğünü kapitalist ülkelere kabul ettirecektir ve bu ekonomik ve sosyal üstünlük batı işçi sınıfı üzerinde etkili olacak ve onları harekete geçirecektir. Bu ekonomik ve sosyal üstünlük ve de güdülen barışçı politika emperyalizmin demagojik anti-komünizm propagandasını tesirsiz hale getirecektir. Bütün bunların sonucu Avrupa işçi sınıfı bütün halkın desteğini alarak parlamenter yoldan iktidara gelecektir. Budur, kısaca özetlenirse modern revizyonizmin dünya devrimi stratejisi.
      Gürüldüğü gibi, modern revizyonist çizgi şehirlerden kırların fethedilmesini önermektedir. Yani bu çizgi (aralarındaki nüans ayrılıkları ne olursa olsun) dünyanın kırlık bölgelerindeki mücadeleleri dolayısıyla "köylü" halkların devrimci mücadelelerini küçümsemektedir. Hatta o derece ileri gidilmektedir ki, Batılı olmayan ülkelerdeki proleter devrimlerinin ikinci dereceden devrimler olduğu bile ileri sürülebilmektedir. Çünkü bu devrimler sanayi proletaryasına dayandırılamamıştır. [20*] Çin Komünist Partisi içinde işçilerin azınlıkta olmaları, bu görüş tarafından Leninist parti anlayışının ihlali olarak görülmektedir. Çin Komünist Partisi'nin terkibi; "Partililerin % 65'i köylü, % 15'i şehirli teknisyen , % 10'u aydın, % 10'u ordulu.") [21*]
      Sömürge ülkelerdeki proletarya devrimlerini bile ikinci dereceden devrimler kabul eden modern revizyonist çizgi için doğal olarak, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde milli kurtuluş savaşlarının sosyalist partilerin veya küçük-burjuva örgütlerinin önderliğinde olması pek önemli değildir. Önemli olan emperyalizme tamamen angaje olmayan, görünüşte tarafsız bir dış politika güden bir milli iktidarın iş başına gelmesidir. Elbette bu görüşün çeşitli meselelerde birbirinden farklı önerileri ve tezleri olan nüansları vardır. Fakat bütün bu nüanslar en son tahlilde "şehirlerin kırlara üstünlüğü" biçiminde özetlenebilir.
      Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde bu görüşü benimsemiş bütün sözümona "Marksist" partilerin tümünde devrimci mücadelenin ağırlık merkezi şehirlerdir. Onlar için anti-emperyalist ve anti-feodal devrimin yapılmasında, şehirler esas olduğu için temel güç proletaryadır. Latin-Amerika'daki bu tip "işçi" partilerinin, ülkenin sanayileşmesini, dolayısıyla işçi sınıfının kuvvet kazanmasını amaçlayan reform taleplerinin, sosyal demokrat partilerle parlamenter güç birliklerine gitmelerinin temelinde bu gerçek yatar. Programlarında barışçıl ve silahlı bütün mücadele yöntemlerinin yerine göre kullanılacağı yazmasına rağmen şehirler temel alındığından (şehirlerde genel ayaklanma temel alınıyor) yani devrimin temel gücü işçi sınıfı kabul edildiğinden, işçi sınıfının devrim yapabilmesi için objektif ve sübjektif şartları bir türlü olgunlaşamıyor! (Şehirler esas alınınca emperyalizm çökmeden bu şartlar da hiçbir zaman olgunlaşamaz) Ve silahlı mücadele ilkesi böylece programla birlikte rafta tozlanıyor. Temel Devrimci askeri rota yanlış olduğu için, yani sonucu belirleyen mücadele olarak şehirlerdeki işçi sınıfının hareketi kabul edildiği için, emperyalizmin şehirlerdeki sıkı kontrolünün doğal sonucu olarak, bu "Marksist" partilerin gözünde emperyalizm stratejik planda büyüyor. Bu da, bu partilerin Filipin tipi demokrasiciliğin parlamenter pasifizminin ta göbeğine yuvarlanmaları sonucunu doğuruyor.
      Şehirleri esas alan bu görüş "askeri harekatın politik liderliğe bağlı olması gerekir" Leninist ilkesini de yanlış anlamaktadır. Bunlara göre, parti şehirlerdeki işçi sınıfının genellikle legal hareket ve eylemlerine ağırlık verecek, yan olarak da kırlardaki gerilla mücadelesini de şehirden yönetecek! (Yöneticilerin çoğunluğu da şehirlerde oturacak) Oysa Mao Tse Tung'un belirttiği gibi işçi sınıfının partisi halk savaşına önder olmak istiyorsa, mücadelenin ta içinde olması gerekir. (Çin Halk Savaşında Komünist Partisi üyelerinin % 90'ından fazlası Kızıl Ordudan gelmektedir) Gemi kıyıdan talimatla idare edilemez! [22*]
      Görüldüğü gibi, bütün bu "Marksist" partileri oportünizmin bataklığına iten en önemli neden, bu partilerin köylülerin devrimci potansiyelini küçümsemeleridir. Bir diğer deyişle, emperyalizmin III. kriz döneminde, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde demokratik devrimin zafere giden yolunun köylü ordusunun emperyalizme karşı yürüttüğü bir köylü savaşından geçtiğini görmemeleridir.
      Her çeşit oportünizmin en son tahlilde köylülerin devrimci potansiyelinin küçümsenmesine dayandığını sosyalizmin tarihi bize göstermektedir. Tekel öncesi dönemde işçi sınıfının dışındaki bütün sınıfları gerici kabul eden Lassalle oportünizminin temelinde bu yatar. Tekelci kapitalist dönemde ise, Leninizme karşı olan bütün sağ ve "sol" sapmaların temelinde yine aynı gerçeği görmekteyiz. Ve Çin'in devrimci mücadelesinde, Mao'nun mücadele ettiği bütün sağ ve "sol" sapmalar da temelde köylülerin devrimci potansiyelinin küçümsenmesine dayanmaktadır. Asya Tipi Üretim Tarzına sıkı sıkı sarılarak "Çin'de feodalizm yoktur, bu nedenle anti-feodal mücadele gereksizdir" diyerek anti-kapitalist mücadeleyi öneren Troçkistler, şehirlerdeki sovyetik bir ayaklanmayı esas aldıkları için, Japon işgalinin Çin'de kapitalizmi geliştireceğini söyleyerek teslimiyetçiliği savunmuşlardır. Li-Lisan ise, anti-emperyalist ve anti-feodal bir devrimin gerekliliğini belirtmesine rağmen zafere götürecek mücadelenin mihrakı olarak şehirleri gördüğü için aralıksız işçi grev ve saldırıları ile sonuca gidilebileceğini savunuyordu. (Li-Lisan, 1927'den 1935'e kadar ÇKP'nin en etkin yöneticilerinden birisidir.) Aynı görüş, Çen Tu Hsieu da sağ oportünizmin kucağına itmiştir. Çen Tu Hsieu, Sovyetik bir ayaklanma için, Çin işçi sınıfının gücünü yeterli görmediği için, Çin'in belli bir gelişme seviyesine kadar, anti-Japon mücadelenin önderliğini Kuomintang'a bırakmıştır. [23*] Görüldüğü gibi, görünümleri birbirinden tamamen farklı olan bu üç oportünizmin temelinde köylülüğün devrimci potansiyelini azımsama ve işçi sınıfının ideolojik öncülüğünün anlaşılmaması yatmaktadır. Mao'nun yeni demokratik devrim teorisi bir bakıma bu üç oportünizme karşı verilen mücadele içinde biçimlenmiştir.
      Sonuç olarak, Mao Tse Tung, Leninizmin şu iki temel ilkesinden:
      "1. Emperyalist dönemde, gelişme derecesi ne olursa olsun bütün sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde demokratik devrimin objektif şartları vardır.
      2. Emperyalist dönemde bütün devrimlerin lokomotifi proletaryadır. Burjuva demokratik devrimini de kalıcı zafere ulaştıracak tek sınıf proletaryadır." hareket ederek, bu iki ilkeyi:
      3. İktisadi gelişme seviyesi çok düşük, dolayısıyla proletaryası zayıf ve cılız olan yarı-sömürge ve yarı-feodal Çin'in pratiğine uygulayarak Yeni Demokratik Devrim teorisini formüle etmiştir.
      Mao'nun Yeni Demokratik Devrim Teorisinin ana niteliklerini özetledikten sonra, gelelim bizim Campus "Mao"istlerine! Ve modern revizyonizmin Türkiye şubesi olan Milli Demokratik Hareket etiketli yeni oportünizmin gerçek yüzünü sergileyelim. Yeni oportünizmin bir sözcüsü, Milli Demokratik Devrim anlayışlarını son derece açık bir şekilde ortaya koymaktadır: "Temel gücü işçi sınıfı olmayan bir hareket Milli Demokratik Devrimi tamamlayamaz... Proletaryanın Milli Demokratik Devrim hareketinin temel gücü ve öncüsü olma potansiyelini taşıdığının son delilidir." (Doğu Perinçek, Türk Solu, Sayı: 91, s:12-13) (siyahlar bize aittir) Bu anlayışa göre, Milli Demokratik Devrimin temel gücü, köylüler değil de işçi sınıfıdır. Ve bu görüş kendi içinde tutarlı olarak Milli Demokratik Devrimin özünde bir köylü devrimi olmasına karşı çıkmaktadır. [24*] Yeni oportünizmin bir diğer sözcüsü ise "önder güç-temel güç" ayrımının ne anlama geldiğini anlamayarak "İşçi sınıfının hegemonyasının objektif şartları yoktur" diyerek devrimde işçi sınıfının bu şartlara sahip olması için Türkiye'nin sanayileşmesini önermektedir. (Bkz. Şahin Alpay, Türkiye'nin Düzeni Üzerine, Aydınlık, Sayı: 12) Deyişlerdeki farklılıklara rağmen oportünizmin sözcülerinin birleştikleri nokta; Milli Demokratik Devrimin özünde bir köylü devrimi olması gerçeğini ve bu devrimde şehirlerin kırlardan fethedilmesi olan halk savaşının zorunlu bir durak olduğunu inkar etmeleridir. İşçi sınıfının öncülüğü için ülkenin sanayileşmesini öngören bu görüş, kırları ve köylüleri değil de, şehirleri ve proletaryayı temel almaktadır. Milli Demokratik Devrim teorisini böyle anlayan bu görüşün ideolojik öncülüğü de anlamasına imkan yoktur elbette! İdeolojik öncülük şudur; İşçi sınıfının çok zayıf olduğu yarı- sömürge ve yarı- feodal bir ülkede proletaryanın öz örgütünde yoksul köylülerin çoğunlukta olması ve bu örgütün işçi sınıfı adına Milli Demokratik Devrimde hegemonya kurmasıdır. Elbette köylülerin devrimci potansiyelini küçümseyerek şehirleri esas alan yeni oportünizm, bundan, yani işçi sınıfının ideolojik öncülüğünden, "küçük burjuva aydınların öncülüğünün" savunulduğu sonucunu çıkartacaktır. Ve pasifizmin veciz fakat özünde ahmakça ifadesinden başka birşey olmayan "işçi sınıfının ideolojik öncülüğü mü, yoksa ideolojik, politik, örgütsel önderliği mi?" (Bkz., Ş. Alpay, İşçi Sınıfı ve Milli Demokratik Devrim, "Proleter Devrimci" Aydınlık, Sayı:17) biçiminde sahte bir ikilem ortaya atılacaktır. Hemen belirtelim ki, pasifizmini içinde kilitleyen bu ikilem, ilk defa 1970'in Türkiye'sinde yeni oportünizm tarafından ortaya atılmış değildir. Bu ikilemin tarihi temeli II. Enternasyonal oportünizmine dayanır. Bu ikilemi ilk defa Menşevikler, Leninist örgütlenmeye karşı "İşçi sınıfının gerçek öncülüğü mü, yoksa bir avuç Jakoben'in öncülüğü mü?" şeklinde 1902 Rusya'sında ortaya atmışlardır. Görüldüğü gibi pasifizmin bu klasik önerisi, bugün de yeni oportünizm tarafından ileri sürülmektedir. Milli Demokratik Devrim ordusunda işçi sınıfını temel güç olarak kabul ederek şehirleri esas alan yeni oportünizm, kendi içinde tutarlı olarak işçi sınıfının öz örgütünde işçilerin nicelik olarak da çoğunlukta olmasının şart olduğunu söylemektedir; "İşçi sınıfının ideolojisini benimsemiş sosyalist işçi partileri üyeleri içinde işçi sınıfının güçlü bir çoğunlukta olmasına ve proletarya saflarından yetişmiş bilinçli devrimcilerin partide hakim unsuru meydana getirmesine dikkat eder." (Doğu Perinçek, Aydınlık, Sayı: 3, s: 225) Ve bu görüşün doğal sonucu, bu evrede işçi sınıfı zayıf ve cılız olduğu için (öncülüğünün objektif şartları olgunlaşmadığı için) bu şartlara sahip bir parti kurulamaz!
      Bu gerçeği açık bir şekilde yeni oportünizmin sözcülerinin sözlü ve yazılı demeçlerinde görmekteyiz: "Ülkemizde emekçilerin öz partisinin kurulmasının olanağı bugün yoktur." (Ömer Özerturgut'un Devrim Gazetesine verdiği beyanat) "...ve o bağımsız ve demokratik Türkiye'de proletaryanın, öz örgütü bir güneş gibi doğacaktır!" (Doğu Perinçek, TİP Çankaya İlçesi konuşmasından, Aydınlık Sosyalist Dergi, Sayı: 16, s: 242)
      Diyelim ki, yeni oportünizmin sözcülerinden Ö. Özerturgut'un demeci Devrim gazetesinde yanlış yazıldı (!); ve yine varsayalım ki, Doğu Perinçek'in konuşma esnasında dili sürçtü (!). Fakat aynı görüş, proleter devrimcisi (!) olarak bu dönemde yani, yeni oportünizmin deyişiyle, bu "milli demokratik hareket" döneminde, işçi ve köylü kitlelerine örgüt olarak, bakın neyi empoze etmektedir: "Bizim partimiz MİLLİ KURTULUŞ cephesidir. Bizim partimizin komutanı Mustafa Kemal'dir. Bizim partimizin üyeleri Amerikan sömürücüleriyle ortaklık etmeyen bütün bir MİLLET'dir." (Doğu Perinçek, İşçi-Köylü Gazetesi, Sayı: 7, s: 4)
      Hemen anlaşılacağı gibi, bu milli cephe partisi, Kemalist Doğan Avcıoğlu'nun "halkın içinden gelen ve halkın nabzını elinde tutan", içinde milli cepheyi teşkil eden Devrim Partisidir. (Bkz. D. Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni, s: 523) İşte kendisiyle küçük burjuva radikalleri arasında hiçbir fark görmeyen, "Hep dostluk, mücadele yok" diyen sağ oportünizm! Bizim partimiz ne milli cephe partisidir, ne de bizim partimizin komutanlığı küçük burjuva radikallerine aittir. Biz sosyalistlerin partisi, Marksist bir partidir ve partimizin de eylem kılavuzu kemalizm değil, bilimsel sosyalizmdir! Ve bu parti, milli cephenin ve halk ordusunun komutanı olduğu an işçi sınıfının hegemonyası fiilen gerçekleşmiş olacaktır. İşçi sınıfının ideolojik- politik- örgütsel ve askeri (nedense Mao'nun bu deyişinden yeni oportünizm pek hoşlanmıyor (!) hegemonyası işte budur!
      Şehirleri temel alan bu oportünist görüş, Libya gibi ülkelerdeki milliyetçi subayların ilerici cunta hareketlerini Halk Savaşı olarak görmektedir. (Bkz. Şahin Alpay, "Proleter Devrimci" Aydınlık, Sayı: 17, s: 368) Biz, Aren-Boran oportünizmi gibi milliyetçi, ilerici askerlerin hareketlerini faşist hareketler olarak nitelendirmeyiz. Ama biz, akıl almaz bir tutumla en son tahlilde egemen sınıfların miilitarize gücü olan mekanizmayı kullanarak yapılan hareketleri de Halk Savaşı olarak ilan etmeyiz. Bu hareketlere Halk Savaşı demek, Mao'nun ve Lin Piao'nun geliştirdiği halk savaşı teorisine kesinlikle aykırıdır. Halk Savaşı, köylü ordusu ile kırlardan şehirlerin fethi savaşıdır.
      Yeni oportünizmin sözcülerinin "sen halk savaşını mı, yoksa gerilla savaşını mı savunuyorsun?" garip ikileminin niteliği de böylece aydınlanmış olmaktadır. Meğer bizim anladığımız Halk Savaşı ile yeni oportünizmin anladığı 'Halk Savaşı' ayrı kavramlarmış! Onlara göre ilerici askeri darbeler de halk savaşıymış!
      İşte özet olarak yeni oportünizmin Milli Demokratik Devrim anlayışı budur.
      Mao'nun Yeni Demokratik Devrim Teorisine göre:
      1- Milli Demokratik Devrim özünde köylü devrimidir.
      2- Devrim ordusunun temel gücü köylülerdir.
      3- Belirleyici alan kırlardır.
      4- Halk Savaşı, köylü ordusunun kırlardan şehirleri fethetme savaşıdır.
      5- İşçi sınıfının öncülüğünün objektif şartları Milli Demokratik Devrimde bölünmez bir bütün olarak mevcuttur.
      6- Yarı-sömürge ve yarı-feodal ülkelerde, proletaryanın öz örgütünde işçilerin çoğunlukta olması şart ve gerekli değildir. Hatta genellikle yoksul köylüler çoğunluktadır.
      Yeni oportünizmin "Milli Demokratik Devrim" Teorisine göre:
      1- Milli Demokratik Devrim özünde köylü devrimi değildir.
      2- Devrimin temel gücü köylüler değil işçilerdir.
      3- Belirleyici alan kırlar değil şehirlerdir.
      4- Halk Savaşı ile cunta hareketleri aynı şeylerdir.
      5- Hayır, işçi sınıfının önderliğini tayin eden üretici güçlerin gelişme seviyesidir.
      6- Proletaryanın öz örgütünde işçiler mutlak bir çoğunluğa sahip olmalıdır.
      İşte Marksizm-Leninizm ve Mao Tse Tung çizgisi ve de "kapitalist olmayan yol"u milli demokratik hareket etiketi altında savunan bizim sözde "Mao"istlerimiz (!). Görüldüğü gibi yeni oportünizmin "Mao"culuğu sadece lafızdadır, gerçekte ise Mao'culukla bu oportünizmin hiç bir ilgisi yoktur. Eğer bir "Mao"culuk varsa, o da, köylülerin devrimci potansiyelinin doğru değerlendirilmesinde yatmaktadır. Oysa bu oportünizm temelde, köylülerin devrimci potansiyelini küçümseyen sağ oportünist Chen Tu Hsieu'nun çizgisinin derinleştirilmesinden başka bir şey değildir!
      İşte Marksizm-Leninizm ve Mao Tse Tung düşüncesi ve de yeni oportünizmin Campus "Mao"ist çizgisi! Latin- Amerika'daki Milli Demokratik Devrim stratejik tezini savunan sağ oportünist, pasifist ve de hain olan "Marksist" partiler ne kadar "Mao"ist iseler, yeni oportünist fraksiyon da bir o kadar "Mao"isttir! Böyle pasifist bir fraksiyonun Mao'nun düşüncelerini rozet yapmaya kalkması kadar, büyük proleter devrimci Mao Tse Tung'a ve onun Leninizm doğrultusundaki düşüncelerine daha büyük hakaret olamaz herhalde! Ancak bu revizyonizmin çok klâsik bir yöntemidir. Revizyonizm görünüşte daima proleter devrimci çizgiye sahip çıkar. Ve revizyonistlikleri tescil edilmiş bütün revizyonistleri ve onların çizgilerini görünüşte en sert biçimde eleştirir. Fakat temelde aynı revizyonist çizgiyi daha akıllıca, devrimci lafızlarla sürdürür. Örneğin, Kautsky. Bernstein revizyonizmine karşı en sert eleştirileri yönelten Kautsky, temelde revizyonizmin akıllı bir savunmasından başka bir şey yapmamıştır. Bu nedenle yeni oportünizmin, modern revizyonizmi ve "kapitalist olmayan yol"u görünüşte eleştirmesi ve revizyonist ilan etmesi görevi gereğidir!
     
     
PROLETER KÜLTÜR DEVRİMİ

     
      "Kapitalizmin mi, yoksa sosyalizmin mi kazanacağını bütün bir tarihsel çağı alacak, uzun ve dolambaçlı bir mücadelenin sonucu tayin edecektir."
      Mao'nun bu önemli önerisini Marks'da, özellikle Lenin'de görmekteyiz. Marks, Gotha Programının Eleştirisi'nde kapitalizmden sınıfsız topluma geçişin ancak proletarya diktatoryası altında mümkün olacağını söylemektedir. Lenin ise, bu zorunluluğu açık bir şekilde belirtmektedir: "Kapitalizmden komünizme geçiş tüm bir tarihsel çağı temsil eder. Bu çağ sona erene kadar sömürenler restorasyon umudunu ister istemez beslerler ve bu umut restorasyon girişimlerine dönüşür (...) (Tek bir ülkede bile olsa) devrilmesi yüzünden direnci on misli artan ve gücü sadece enternasyonal sermayenin gücüne değil, aynı zamanda alışkanlık gücüne, küçük üretim gücüne de dayanan burjuvazi. Çünkü maalesef küçük üretim dünyada hala pek yaygındır ve küçük üretim gün be gün, saat be saat kendiliğinden ve kitlevi bir ölçüde durmadan kendisini oluşturur." (Lin Piao'nun ÇKP'nin IX. Kongresindeki raporundan)
      Marks'ın ve özellikle Lenin'in bu önerilerinden hareket eden Mao Tse Tung, sosyalist devrimi yapmış bir ülkede;
      1) Emperyalizmin dünyada var olduğu sürece,
      2) Özünde "köylü mülkiyeti" sayılabilecek küçük üretimin hayatiyetini sürdürdüğü kollektif mülkiyet olduğu sürece (Sosyalist toplumda sosyalist mülkiyet bilindiği gibi, kollektif ve kamu mülkiyetleri biçimindedir.),
      3) Sınıflı toplumların bin yıllık kalıntı ve alışkanlıklarının etkisi ile, sosyalist devrimden sonra kapitalizmin restore edilmesinin her zaman mümkün olduğunu belirterek, proletarya diktatoryası altında da sınıf mücadelesinin devam edeceğini, bu nedenle ideolojik ve kültürel alanda, üst-yapıda siyasi bir devrimin zorunlu olduğunu söyleyerek "Proleter Kültür Devrimi" şiarını ortaya atmıştır. Liu Shaochi' nin "Kapitalizmin mi, sosyalizmin mi kazanacağı sorunu artık çözümlenmiştir. Sosyalist ekonomi geliştikçe, üretici güçler geliştikçe artık geriye dönüş mümkün olamaz" anlamındaki revizyonist tezine karşılık, sosyalist bir toplumda ideolojik ve kültürel alandaki, üst-yapıdaki siyasi devrimin nihai zaferine kadar kimin kazanacağının önceden kestirilemeyeceğine ilişkin "Sosyalizm mi, yoksa kapitalizm mi kazanacak belli değildir" ünlü tezini formüle etmiştir. (Bu tez sadece Liu Shaochi' yi değil, aynı zamanda Sovyetler'de sınıf mücadelesinin artık sona erdiğini, bu nedenle SBKP'nin, sadece proletaryanın değil, bütün halkın partisi haline geldiğini söyleyen Kruşçev revizyonizmini de eleştirmektedir.)
      Mao'nun Marksizm-Leninizm hazinesine ikinci büyük katkısı da budur.
      Bilindiği gibi, burjuva devrimlerinde burjuvazi kendi ideolojisini devrimi yapar yapmaz egemen kılmıştır. "Muzaffer burjuvazi, burjuva mülkiyet hakkını, insan hakları beyannamesine kaydetti, burjuva parlamenter meclisler kurdu, kendi ahlakını üstün kıldı, yeni bir öğretim yarattı ve bununla orta çağ felsefesini kovdu." Başlangıçta feodal ideolojiler bir süre direndiler ve hemen etkilerini yitirmediler.
      Fakat objektif çelişkiler geliştikçe, yeni üretici güçler geliştikçe etkinliklerini yitirdiler ve artık geçmişe dönüş giderek imkansızlaştı. Sosyalist bir toplumda üretici güçler ile üretim ilişkileri arasında objektif bir çelişki yoktur. Üretimin sosyal niteliği ile sosyalist mülkiyet tam bir uygunluk halindedir. Üretici güçlerin gelişmesine engel teşkil etmezler, tam tersine geliştirirler.
      Sosyalist bir toplumda üretici güçlerin gelişmesini engelleyen objektif bir çelişki olmadığı halde kapitalizm neden restore edilebiliyor da, örneğin kapitalist toplumda feodalizm neden restore edilmiyor? Açıklayalım:
      1) Bir kere kapitalizm (sanayi kapitalizmi) ve sosyalizm sanayi devriminden sonra ortaya çıkmış olup, ileri teknolojinin ürünü olan düzenlerdir. Makina çağının toplumsal düzenleridir. Bu anlamda üretici güçler geliştikçe, ekonomiye teknoloji egemen oldukça feodal kalıntılar ve ideolojiler giderek geriler ve yerini yeni düzenin "kapitalist düzenin" ideolojisine bırakır. Artık geriye dönüş imkansızdır.
      2) Asıl önemli olan neden her iki devrimin niteliklerine ilişkindir. Sosyalist topluma kadarki bütün düzenlerde sınıf mücadelesi bir sömürücü sınıfın yerine başka bir sömürücü sınıfın gelmesiyle sonuçlanmıştır. Temelde, üretim araçlarındaki özel mülkiyet değişmemiş, sadece biçim ve el değiştirmiştir. İkinci olarak, sosyalist devrime kadarki bütün devrimlerin iktidarın ele geçirilmesi tek sorunu olmuştur. Örneğin, burjuva ekonomisi feodalizmin bağrında gelişmiş ve gürbüzleşmiştir.
      Burjuva ekonomik düzeni az çok olgunlaşınca devrim olmuştur. Bu nedenle burjuva devriminin ana görevi iktidarı ele alıp, onu mevcut burjuva ekonomisiyle birleştirmek olmuştur. Oysa sosyalist devrimde iktidarı ele geçirmek sadece başlangıçtır. Büyük çapta üretimi gerçekleştirmek, sosyalist ekonomiyi yaratmak o güne kadarki sınıflı toplumların "yabancılaştırılmasına" maruz kalmış insanın "tabiatını" değiştirmek gibi görevleri vardır. Bu nedenle sosyalist devrim sadece mülkiyet biçimini değiştirmek, sadece sosyalist ekonomiyi yaratmakla sona ermez. Proletaryanın sınıf olarak ortadan kalkmasına kadar üst yapıda siyasi bir devrim olarak devam etmek zorundadır. Bu ihmal edilir veya önemsenmezse yani ideolojik ve kültürel mücadele, üretici güçlerin geliştirilmesi ile beraber yürütülmezse kapitalizmin restore edildiği görülür.
      Görüldüğü gibi, sosyalizm öncesi toplumsal düzenler için doğru bir Marksist diyalektik analiz olan "üretici güçler geliştikçe eski ideolojinin yerini, yeniye bırakacağı ve artık geriye dönüşün mümkün olmayacağı" tezi, sosyalist topluma teşmil ettirildiğinde, sosyalist toplum ve düzen ile sosyalizm öncesi devrim ve düzenler arasındaki nitelik farkından dolayı revizyonist bir tez olmaktadır!
      Yeni oportünizmin sözcülerinden birisi "Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori" yazısından "bir önceki üretim düzeninin ürünü olan ideoloji objektif çelişkiler geliştiği ölçüde gerilemek zorundadır, artık geçmişe dönüş imkansızlaşır" sözünü alarak, eleştirmektedir: "Bu satırlardaki modern revizyonizmin keskin kokusu üzerine sayfalar dolusu yazı yazmak mümkündür. Geriye dönüşün mümkün olmadığı tezini bilimsel sosyalizm mahkum eder. Üretici güçler geliştikçe eski ideolojinin yerini kendiliğinden yeniye bırakacağı tezi Kruşçev revizyonistlerinin, Liu Şao Şi'nin karşı-devrimci çizgisinin ta kendisidir." (Ş. Alpay, PDA, Sayı: 17, s: 375, italikler bize aittir)
      Bu, öküz altında buzağı ararken öküzün altında kalan bir küçük burjuva oportünistinin cehaletidir! Lenin'in belirttiği gibi bu küçük burjuva entellektüel bozuntuları kadar bilgiç ve ukala ve de bir o kadar da cahillerini yeryüzünde bulmak imkansızdır. Bu oportünist bayımızın görüşüne göre ;
      1) Ya sosyalist toplumda, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasında objektif bir çelişki vardır (bu objektif çelişki sosyalist toplumda değil de bu oportünist bayımızın kafasında vardır!);
      2) Ya da "geriye dönüş mümkündür" tezi sadece sosyalist düzen için değil de, sosyalizm öncesi toplumlar için de geçerlidir. Yani bu bayımızın kafasında tarihi materyalizmi katleden bir Mao Tse Tung vardır (!)
     
     
OBJEKTİF ŞARTLAR ESAS FAKTÖRDÜR

     
      Objektif şartların anlamı ve önemi:
      Biz, "Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori" yazısında "Türkiye proletaryasının devrimde hegemonyasının objektif şartları yoktur" önerisi üzerine dört ayrı bölümde, oldukça detaylı bir şekilde durduk. (Mesele son derece önemli olduğu için)
      Yeni oportünizmin iddiasının aksine bu sorun son derece önemlidir. Sorun şu ya da bu, ikinci dereceden bir taktik sorunu değil, proleter devrimci hareketimizin gücü, potansiyeline ilişkindir. Ve ideolojik ve politik eylem çizgimizin tayininde esas faktördür. Milli Cephe politikamızın biçimini ve taktik şiarlarımızın niteliklerini tayin edecek başlıca etkendir. Devrimci hareketimizin ana çizgisini tayin eden bu son derece önemli sorunun tartışılmasının bir aydın gevezeliği olduğunu iddia etmek ciddiye alınacak bir şey değildir. Hele, bizim gibi Milli Demokratik Devrim aşamasında olan ülkelerin Marksisitleri için ikinci dereceden önemli olan, sosyalist devrimi gerçekleştirmiş ülkelerin sorunlarını tartışma platformuna getirerek cehaletin verdiği cesaretle "revizyonizm" kokusu aramaya kalkan küçük-burjuva entellektüel bozuntularının bunu söylemeleri son derece komik ve gülünçtür!
      Bu küçük-burjuva oportünistlerinin öze ilişkin bu tartışmayı, örtbas etmek istemeleri son derece doğaldır. Çünkü öncülüğün objektif şartlarının varlığı veya yokluğu, bugün için proleter devrimciliğinin en sağlam ölçüsüdür. Marksist lafızlar altında kendini gizlemeye kalkışan bu oportünist bayların, bu tartışma bazıdır. Nasıl ki, turnusolun gerçek rengi bazın içine sokulunca ortaya çıkarsa, bunların pembe renkleri de objektif şartlar tartışmasında hemencecik ortaya çıkmaktadır. Bu baylar ne kadar kıvırtırlarsa kıvırtsınlar, objektif şartlar tartışmasında yakayı hemencecik ele vermektedirler!
      Bir daha "Türkiye proletaryasının devrimde hegemonyasının objektif şartları yoktur" sözünün anlamını ortaya koyalım. Anlamı açıktır; "Türkiye'nin bugünkü iktisadi gelişme seviyesi proletaryanın milli bağımsızlık mücadelesinde öncü olmasına imkan vermemektedir". Bu dönemde proletarya iktidar mücadelesi yapamaz. Dolayısıyla küçük-burjuvazinin yedek gücüdür, yani "içinde bulunduğumuz dönem Milli Demokratik Devrim aşaması değil, küçük-burjuvazinin emperyalizme karşı yürüttüğü iktidar mücadelesi dönemi, Milli demokratik hareket dönemidir".
      "Bu dönemde radikal küçük-burjuvazi önderdir", "bu nedenle bizim görevimiz onlara destek olmaktır", "Milli Cephe politikamız bu aşamada dostluk-destek-eleştiri politikasıdır", "proletaryanın öz örgütü bu aşamada kurulamaz", "bizim partimiz Milli Cephedir" incileri hep bu "Türkiye proletaryasının devrimde hegemonyasının objektif şartları yoktur", ana mihverinden çıkmaktadır. Bunun politik ve pratik çizgimize ve de taktik şiarlara yansımasını eski FKF başkanı Yusuf Küpeli arkadaş son derece açık bir şekilde ortaya koymaktadır: "... FKF'nin, şehir küçük-burjuvazisi ile girdiği ortak eylemlerin çoğunda bu kliğin mensupları (yeni oportünizm kastediliyor - M. Ç.) bırakın sloganları onlar atsın, siz peşlerinden yürüyün... vs. gibi öğütlerde bulunmuşlardır... Mustafa Kemal yürüyüşünde, Amerika'ya dokunmadan sadece siyasi iktidara karşı soyut bir takım sloganlar ortaya atan Kadri Kaplan'ı desteklemişler ve militanlara şimdilik böyle yapsak bir zararı olmaz, aşama aşama gider ileride Amerika'ya karşı da slogan atarız diyerek öğütte bulunmaya kalkmışlardır. Yargıtay yürüyüşünde küçük-burjuva temsilcilerinin peşinden sessizce yürümemizi öğütlemişlerdir." (İleri, s: 11, İtalikler bize aittir - M. Ç.)
      Görüldüğü gibi, bu sorunun ortaya koyuluş şekli, saflarımızdaki küçük-burjuva reformizminin yankısı olan yeni oportünizm ile proleter devrimci çizgi arasındaki Çin Seddini çizmektedir. Elbette bu denli önemli bir sorun üzerinde uzun uzun durulması gerekir. Nitekim de duruldu. Proleter devrimcisi odur ki, bir sürü Marksist-Leninist lafızlarla süslenmiş olan laf salataları arasından proleter devrimci çizgiyi gerçekten sapıttıracak, çarpıttırabilecek nitelikte temel oportünist öneriyi bulur ve onu çürüterek, teşhir eder. İşte budur devrimci tutum!
     
     
HEGEMONYANIN OBJEKTİF ŞARTLARININ VARLIĞI TARTIŞILAMAZ !

     
      Emperyalist dönemde, proletaryanın hegemonyasının objektif şartları tartışılamaz. Leninizm, bu tartışmayı, Kautsky'nin üretici güçler teorisi ile birlikte tarihin çöp tenekesine atmıştır. Geri kalmış ülkeler için devrimci yol olarak "Kapitalist olmayan yol"u öneren modern revizyonizm bile hiç olmazsa görünüşte Leninizmin bu temel ilkesine karşı çıkmamaktadır. Çünkü bu temel ilkeye karşı çıkmak daha işin başında kendini revizyonist ilan etmektir. Oysa revizyonizmin yöntemleri çok daha ince ve akıllıcadır (onlar, sömürge ülkelerdeki proleter devrimlerini, sanayi proletaryasına dayanmadığı gerekçesiyle ikinci dereceden devrimler olarak ilan ettiklerinden, onlar için milli demokrasi devletinin, küçük-burjuva radikalleri veya proleter devrimcilerinin önderliğinde kurulmuş olması pek önemli değildir) Bizdeki yeni oportünizm, o kadar ince ve kıvrak olmadığı için Leninizmin II. Enternasyonal müzesine kaldırdığı Kautsky'nin üretici güçler teorisini, "bu evrede işçi sınıfının iktidar mücadelesi yapması imkansızdır. Çünkü üretici güçlerin gelişme seviyesi yetersizdir" diyerek tezgahlamaya kalkmıştır. Böylece niteliği daha başlangıçta ortaya çıkmış oldu.
      Bilindiği gibi, can çekişen kapitalizm, ülkenin ekonomik ve sosyal otonomisini kırarak milli özel ekonomileri, dünya ekonomisi denilen bir zincirin halkaları haline dönüştürmüştür. Bu nedenle, artık, kapitalist ülkelerin proletarya devrimlerinin, yarı-sömürge ve sömürge ülkelerin demokratik devrimlerinde proletarya hegemonyasının, objektif şartlarının varlığı tartışılmaz bir ilkedir. Kautsky'nin üretici güçler teorisinde ifade bulan tek tek ülkelerin üretici güçlerinin seviyesinin tetkiki artık geride kalmıştır. Artık üretici güçlerin seviyesi ne olursa olsun her ülkede proletaryanın devrimde hegemonyasının objektif şartları vardır. Biz, Leninizmin bu temel ilkesinin ışığı altında "Türkiye proletaryasının devrimde hegemonyasının objektif şartları olgundur" dedik ve diyoruz.
      Stalin, Leninizmin Meseleleri'nde, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde proletarya hegemonyasının objektif olarak tartışılamayacağını, hiçbir mugalataya yer bırakmayacak bir şekilde açıkça ortaya koymaktadır : "Milli mesele, proletarya devrimi genel meselesinin bir bölümüdür... Sömürgelerin ve bağımlı ülkelerin alabildiğine sömürülebildiği ve ezilebildiği çağ tamamlanmıştır."
      "Sömürgelerde ve bağımlı ülkelerde kurtuluş devrimleri çağı, bu ülkelerin proletaryasının uyanış çağı ve onun devrimci hegemonyası çağı gelmiştir." [25*]
      Niteliğinin devrimci kitleler tarafından çok çabuk farkedildiğini gören yeni oportünizm, kavram karışıklığı yaratarak zevahiri kurtarmaya çalışmaktadır. Açıklayalım. Yeni oportünizmin bir sözcüsü "devrimin objektif şartları ile proletaryanın hegemonyasının objektif şartları"nın farklı kavramlar olduğunu iddia ederek, " devrimci kriz ile devrimin objektif şartları"nın aynı kavramlar olduğunu söylemektedir. (Bkz. Şahin Alpay, PDA, Sayı: 17, s: 377)
      Devrimin objektif şartları ile proletaryanın hegemonyasının objektif şartları ayrı kavramlar değil, aynı gerçeğin aynı anlamda kullanılan deyişleridir. Emperyalist dönemde tarihin ileri götürücü lokomotifi proletarya olduğu için, niteliği ne olursa olsun bu dönemdeki bütün devrimleri ancak ve ancak o zafere götürebilir. Bu nedenle devrimin (Milli Demokratik Devrimin) objektif şartları ile proletaryanın hegemonyasının objektif şartları aynı şeyler değildir. Bunlar anlamları değişik ayrı kavramlardır demek, emperyalist dönemde herhangi bir devrimi proletaryanın dışında bir başka sınıf gerçekleştirebilir, demektir ki bu da Leninizme aykırıdır! Devrimin objektif şartları ile devrimci durum (devrimci kriz) anlamları farklı olan kavramlardır. "Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori" yazısında açıkladığımız gibi devrimci kriz, bir kıvılcımdır; devrimci mücadelede, Lenin'in deyişiyle, kısa bir andır. Proletaryanın varolan öncülüğünün objektif şartlarının yanında subjektif şartları olgunlaşmış olsa bile devrimci bir kriz yoksa devrim olamaz. Yani bu, bir devrimin olabilmesinin ön şartıdır. (Biz, "Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori" yazısında proletaryanın hegemonyasının objektif şartları ile karışmaması için buna devrimin objektif şartı dedik ve ne anlamda kullandığımızı da bir parantez açarak belirttik)
      Devrimci kriz kavramı Lenin'in belirttiği gibi sadece proletarya devrimleri veya XX. yüzyıldaki devrimler için değil tarihteki bütün devrimler için (örneğin Fransız devrimi için de) geçerlidir. Ve devrimci kriz, ülkenin iktisadi gelişme seviyesine birinci dereceden bağlı değildir. Ayrıca her devrimci kriz de bir devrime yol açmaz. Aynı zamanda subjektif şartların olgunlaşmış olması gerekir. Kısaca özetlersek, dünyanın herhangi bir ülkesinde devrimin olabilmesi için :
      1) Ülkenin iktisadi gelişme seviyesinin yeterli olması gerekir. (Devrimin objektif şartlarının olgunlaşmış olması gerekir)
      2) Proletaryanın bilinçlenme ve örgütlenme seviyesinin yeterli olması gerekir.
      3) Ayrıca bir de ülke çapında genel bir krizin olması gerekir.
      Bilindiği gibi birinci şart emperyalist dönemde her ülkede mevcuttur. Bu nedenle bir ülkede işçi sınıfının iktidara gelip gelmeyeceğini tayin eden ikinci ve üçüncü faktörlerdir.
      Bu iki unsurun varolduğu aşamaya Devrim Aşaması denir. H. Kıvılcımlı bu aşamaya Devrim Konağı demektedir. Kıvılcımlı : "...sosyal gelişim iki konakta olur. 1) Evrim aşaması 2) Devrim aşaması. Sınıflı bir toplumda evrim aşaması uzun sürer. Bir sosyal sınıf iktidarı; verili üretim ilişkileri çerçevesinde, uzlaşmazlıkları uzlaştırıp biriktirir. Biriktirim son haddine geldi mi, üretim ilişkilerinin çerçevesi çatlar. Oldukça kısa süren DEVRİM AŞAMASI başlar. Bu altüstlükler sırasında İKTİDAR; bir sosyal sınıf elinden başka bir sosyal sınıf eline geçer. Asıl SOSYAL DEVRİM politik devrimle tamamlanmış olur" diyerek içinde bulunduğumuz aşamanın Evrim Konağı olduğunu söylemektedir. Gerçekten de proletaryanın öz örgütünün olmadığı, devrimci işçi ve köylü militan kadroların ortaya çıkmadığı bir evre, evrim konağıdır. İçinde bulunduğumuz dönemin ayırdedici özelliği budur. Proleter devrimcilerinin bu aşamadaki dili Almancadır; devrimci bir durum olsa bile Almanca hitabet değişmeyecektir. Ancak proletaryanın öz örgütü kurulup, kitleleri bilinçlendirmede belli bir mesafe katedildikten sonra, herhangi bir devrimci kriz döneminde proleter devrimcilerim dili Fransızca olabilir. (Bilindiği gibi, Marksist literatürde, Almanca ricat, örgütlenme ve bilinçlendirme, Fransızca ise taarruz anlamlarında kullanılır)
      Elbette herşeyin devamlı altüst olduğu bir dünyada bütün bu aşamaları mekanik bir şekilde sıralayamayız. Fakat kesin olarak şu söylenebilir ; herhalükarda, belli bir subjektif birikim oluşmadan ne Fransızca konuşulabilir, ne de devrim konağında olunabilir! [26*]
      Yeni oportünizmin bu eyyamcı sözcüsü, oportünist önerisini çağımızdaki bütün oportünistlerin başvurduğu klasik yola başvurarak, yani Lenin'den atıfta bulunarak kanıtlamaya çalışmaktadır. Lenin'in İki Taktik'teki (s: 20-21) "Rusya'nın ulaşmış olduğu iktisadi gelişme seviyesi ve geniş proletarya yığınlarının ulaşmış olduğu bilinç ve örgütlenme derecesi...İşçi sınıfının şu anda ve tam olarak kurtuluşunu imkansız kılmaktadır" sözleri ile "proletaryanın devrimde öncülüğünün objektif ve subjektif şartları tam olarak olgunlaşmamıştır" anti- Leninist tezini doğrulamaya çalışmaktadır. (Bkz. Ş.Alpay, PDA, Sayı: 17, s: 373) Bilindiği gibi, Lenin "Rusya'nın iktisadi gelişme seviyesi devrim için yetersizdir" derken demokratik devrimi değil de sosyalist devrimi kastetmektedir. Tekelci kapitalist dönemde "Devrimin objektif şartları bütün dünyada mevcuttur" Leninist ilkesindeki "objektif şartlar mevcuttur" sözcüğü, 1905 Rusya'sı gibi burjuva devrimini yapmamış ülkelerde sosyalist devrim için değil demokratik devrim için geçerlidir. Ve Lenin bu sözü, burjuva demokratik aşamada derhal bir işçi hükümeti kurulmasını öneren Parvus ve Trotsky'e karşı söylemektedir. Görüldüğü gibi, "Proleter Devrimci" Aydınlık'ın yazarı her çeşit oportünizmin başvurduğu malum yöntemle, yani mekan ve zaman mefhumlarını dikkate almayarak yaptığı aktarmalarla zevahiri kurtarmaya çalışmaktadır.
      Ne tuhaf ve de ne komik ki, bu rastgele, oportünizmin malum yöntemi ile yapılan aktarmalar arasında, "Türkiye proletaryasının devrimde öncülüğünün objektif şartlarının olgunlaşması için üretici güçlerin gelişmesi gerekir" diyen yazarın yazısında, kendi menşevik tezini çürüten Pekin Review'dan yapılan şu aktarma da yer almaktadır : "işçi sınıfının iktidara gelip gelemeyeceğini tayin eden üretici güçlerin erişmiş olduğu düzey değildir. Bunu tayin eden, objektif olarak, devrimci bir durumun mevcut olup olmadığı ve subjektif olarak, geniş devrimci yığınları siyasi iktidara yönelen cesur bir mücadelede yöneten bilimsel sosyalizmle teçhiz edilmiş devrimci bir partinin mevcut olup olmadığıdır." (Bkz. PDA, Sayı: 18, s: 381, italikler bize ait-M.Ç.) Görüldüğü gibi yeni oportünizmin iddiasının aksine bizim de belirttiğimiz gibi, işçi sınıfının devrimde hegemonyasını tayin eden o ülkenin iktisadi gelişme seviyesi değildir. Çünkü hegemonyasının objektif şartları, emperyalist dönemde, bütün ülkelerde mevcuttur. Tayin eden faktörler, işçi ve yoksul köylü kitlelerinin bilinçlenme ve örgütlenme dereceleri ile bir krizin mevcut olup olmamasıdır.
      İşte oportünizm bu şekilde kendi kendini çürüten aktarmalar ile anlam ve kavram karışıklıkları yaratarak kıvırtabileceğini zanneder. Sadece kendisi zanneder tabii!
      Aynı yazar bakın daha neler diyor : "Biz herhangi bir yerde proletaryanın önderliğinin objektif şartı (şartları kastediliyor-M.Ç.) olarak kapitalizmin ileri bir gelişme düzeyine ulaşmış olması, proletaryanın çoğunluğu meydana getirmesi gibi şartlar ileri sürmedik. Leninizmin İlkeleri'nden ithamlarına dayanak bulmaya çalışanlar gerçekten pek gülünç duruma düşüyorlar."(Ş. Alpay, PDA, Sayı: 17, s: 379)
      İlahi Proleter Devrimci Aydınlık'ın yazarı, Kautsky bile mezardan çıksa dünyanın bu döneminde Türkiye gibi yarı-sömürge bir ülke için bunları söylemez. (Kautsky ve menşevikler bunu emperyalizmin 1.bunalım devresinde sosyalist devrim ve sosyalizmin o ülkede başarıya ulaşmasına ilişkin söylüyorlardı) Bunların aynını emperyalizmin III. genel bunalım devresinde Türkiye gibi yarı-sömürge ve yarı-feodal bir ülkede söylemek politik intihar demektir. En geri zekalılar bile bu tezi bu şekli ile ileri sürmezler! Evet, sizler bunları söylemiyorsunuz. Sizler sadece ve sadece "Türkiye'nin ekonomik gelişme derecesi, Milli Demokratik Devrimde proletaryanın hegemonyası için yeterli değildir.", "Bu dönemde üretici güçlerin bugünkü seviyesinin elverişsizliğinden dolayı öncü küçük-burjuva radikalleridir" diyorsunuz. Kautsky'nin üretici güçler teorisinin aynını önermiyorsunuz. Sadece bu teoriyi yarı- sömürge ve yarı- feodal bir ülkenin somut pratiğine uyguluyorsunuz. Hepsi bu kadarcık!
      İşte bizim geçen yazımızdaki kastettiğimiz hortlatılan II. Enternasyonal oportünizmi budur. Menşevizm budur! [27*]
      Bu menşevizmi bu yazarın yazısının her bölümünde görmek mümkündür. Birkaç eğlendirici örnek verelim. "Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori" yazısını eleştirerek bakın ne diyor: "Yazının bir yerinde çok kısaca, işçi sınıfının devrimde önderliğinin subjektif şartlarının mevcut olmadığını bu bakımdan işçi sınıfının bugün devrimin önderi (fiili olması gerekir - M. Ç.) olduğunu savunmanın oportünizm olduğu belirtildikten sonra bütün yazı boyunca potansiyel öncülükten, objektif şartların ne kadar olgun olduğundan dem vurulmaktadır." (Ş. Alpay, PDA, Sayı: 17, s: 374, İtalikler bize ait)
      Görüldüğü gibi, "işçi sınıfının devrimde önderliğinin objektif şartları olgundur" sözünden bu bay, "Türkiye'de üretici güçlerin seviyesi çok yüksektir, Türkiye sanayiinde büyük çapta üretim egemendir; işçilerin köylülükle ve özel mülkiyetle bağları büyük ölçüde kopmuştur, vs.'yi anlamaktadır. Menşevizm bu yazarın o kadar iliklerine işlemiştir ki, "İşçi sınıfının zayıf ve cılız olmasını ve de işçilerin köylülükle bağlarının mevcudiyeti meselesini (sanki bu eleştiriliyormuş da) ilk defa biz yazmadık, M.Belli işçi sınıfının durumunu bizim gösterdiğimizden çok daha kötü göstermiştir." diyerek kendisine yöneltilen eleştirinin ne olduğunu bir türlü anlayamamaktadır. [28*] Bu menşevik kafa şunu hiç ama hiç anlamış değildi: Bir ülkede işçi sınıfının zayıf ve cılız olması, işçilerin büyük çoğunluğunun köylülükle bağları olması ayrı şeydir, işçi sınıfının devrimde hegemonyasının objektif şartlarının mevcut olması ayrı şeydir!
      Gelelim işin en komik kısmına. "Proleter Devrimci" Aydınlık'ın bu yazarı diyor ki; "objektif şartların subjektif şartlardan önce geldiği doğrudur. Bu açıdan, bilinçlenmeyi ve örgütlenmeyi geciktiren objektif şartların geçmişi izahta önem taşıdığı ama bugün artık öncülüğün objektif şartlarının mevcut olduğu ileri sürülebilir." (Ş. Alpay, PDA, Sayı: 17, s: 373, siyahlar bize aittir. -M. Ç.) Oysa aynı yazar Aydınlık'ın 12. sayısında bakın ne diyor. "Proletaryanın öncülüğü, kişilerin subjektif niyet ve isteklerine bağlı olan bir şey değildir. Kendi niyet ve isteklerini somut şartların, gerçeklerin yerine koyan kişi idealisttir, devrimci değildir. Devrimci somut şartların somut tahlilinden hareket eder... Türkiye'de proletarya bugün devrime öncülük edebilecek objektif ve subjektif şarklara tam olarak sahip değildir. Devrimde öncülük kazanabilmesi için proletaryanın sahip olması gereken objektif şartları şunlardır: önce, proletarya bir sınıf olarak, yani işgücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayan bir proleterler kitlesi olarak mevcut olmalıdır. Esas olarak büyük çapta kapitalist üretimin yapıldığı sanayi alanında toplanmalıdır. Ancak böylelikle örgütlenmek ve disiplin altına girmek için zorunlu olan şartları kazanabilecektir. Köylülükle, özel mülkiyetle bütün bağlan tam olarak kopmalıdır. Oysa Türkiye proletaryası, bugün, çoğunlukla yarı-proleter niteliktedir." (Türkiye'nin Düzeni Üzerine, Aydınlık, Sayı: 12, s: 464)
      Bizim "Türkiye'de proletaryanın devrimde hegemonyasının objektif şartları olgundur" sözümüzdeki "Objektif şartların olgunluğunu, üretici güçlerin gelişme seviyesinin çok yüksek olması" şeklinde anlayan bu menşevik yazar, Aydınlık'ın 12. sayısındaki önerilerinden vazgeçerek "bu durum geçmişe ait olabilir" diyerek, "öncülüğün objektif şartlarının" şimdi ileri sürülebileceğini söylemektedir. Yani bu konuda, bu menşevik bayımıza göre uzlaşılabilir! Bu menşevik yazara göre Türkiye 4-5 ay içinde harikalar yaratmıştır; Amerikan emperyalizmi + işbirlikçi burjuva + feodal mütegallibe iktidarının yönetimindeki Türkiye bu çok kısa süre içinde dünyada görülmemiş dev bir adım atmıştır, büyük ölçüde, küçük çapta üretim yerini büyük çapta üretime bırakmıştır ve işçi sınıfının köylülükle bağları geniş ölçüde kopmuştur ve artık şimdi proletarya devrimde öncülük edebilecek objektif şartlara sahip olmuştur (!).
      İşte budur oportünizmin birbiri ile çelişen tezler arasından yılan gibi kıvrılarak sağdan en sola süratle kayması! "Türkiye'nin iktisadi gelişme seviyesi sosyalist devrim için olgundur." diyen Emek oportünizmi bile Türkiye'yi bu şekilde değerlendirmiyor. Bu değerlendirme Emek oportünizminin abartmalı ve yanlış değerlendirmesinin bile çok ötesinde abartılmış yanlış bir değerlendirmedir. (Aslında beş ay içinde olan bu değişikliğin temelinde Emek oportünizminin "üretim ilişkileri" üzerine büyü,k uzmanı (!) K. Boratav'ın son 5 ay içinde yeni oportünizmin ideologu durumuna gelmesi yatmaktadır!)
      Biz; Türkiye proletaryası, kapitalist ülkelerin işçi sınıflarına nazaran zayıf ve cılızdır, işçi sınıfımızın köylülükle bağları mevcuttur, diyoruz. Ve işçi sınıfının gücünü olduğundan daha fazla göstermeye çalışan bütün oportünist görüşlere de karşıyız!
      1) Kavram karışıklığı yaratan
      2) Lenini tahrif etmeye kalkan
      3) Birbirini çürüten tezler ortaya atarak ve tahrif montajları yaparak durumu kurtarmaya çalışan
      4) Birbiri ile taban tabana zıt olan her iki görüş için de eklektik bir anlayışla "mümkündür" diyen bu bayımızın ve bunun gibilerinin tabiatı hakkında bakın Lenin ne diyor: "Bir oportünist, tabiatı gereği, her zaman açık ve kararlı bir tutum takınmaktan kaçınacaktır, her zaman orta yolu arayacaktır, birbirini hariç tutan iki karşılıklı görüş noktası arasında her zaman bir yılan gibi kıvranacak ve her iki görüşle de birlik olmaya çalışacak, küçük değişikliklerle, şüphelerle, masum ve saygılı tavsiyelerle olan görüş farklarını azaltacaktır." (Bir Adım İleri İki Adım Geri, s: 241-242)
     
     
SOSYALİST SİYASİ BİLİNÇ VE PROLETER DEVRİMCİ SİYASİ MÜCADELE

     
      İşte kitlelerini bilinçlendirmek ve örgütlemek proleter devrimcilerin en önemli görevlerindendir. Hangi evrede olursak olalım, kendi kendine en fazla sendikal bilince sahip olabilecek olan işçi sınıfının bu kendiliğinden bilincini sosyalist siyasi bilinç seviyesine yükseltmek ana görevimizdir. İşçi sınıfına sosyalist siyasi bilinç götürmek için proleter devrimcilerinin eylem alanı sadece işçi sınıfı değil, bütün millici sınıfların alanıdır. İşçi sınıfının ekonomik mücadeleleri içine girerek bu ekonomik hak ve istem mücadelesinin çerçevesi etrafında işçi kitlelerini örgütleyerek ve bu ekonomik mücadeleleri siyasi parolalarla cihazlandırmaya çalışarak, bütün millici sınıflara hitap eden geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyasına girişerek işçi sınıfımızın bugünkü kendiliğinden bilincini, sosyalist siyasi bilinç seviyesine yükseltmeliyiz. İşçi sınıfına bu aşamadaki dost ve düşmanlarını göstererek, kendisinin tam kurtuluşunun sosyalist devrimle mümkün olacağını ancak sosyalist devrime giden yolun Milli Demokrasi olduğunu belirterek sosyalist siyasi bilinç götüreceğiz. [29*] Budur işçi sınıfına sosyalist siyasi bilinç götürmek!
      Kimileri bu aşamada, işçi sınıfına sosyalist siyasi bilinç öteki milli sınıflara da milli bilinç (azami sınıf bilinci) götürülmesini öngören Leninist ilkeye, sosyalist siyasi bilinç götürmeyi "Sosyalist Türkiye" diye bağırmak zannettikleri için karşı çakmaktadırlar. Bakın yeni oportünizmin iki sözcüsü bu konuda ne diyor: "... İşçi sınıfına sosyalist bilinç götürürken, diğer Milli sınıflara milli bilinç götürmek gerekir... kategorik anlayışı bizi, işçi sınıfı bağımsızlık için mücadele etmez, fabrikalarda Sosyalist Türkiye, öğrenciler arasında Bağımsız Türkiye diye bağıralım gibi Aren oportünizminden kalan fikirlere götürmektedir. Anti-emperyalist mücadele en çok işçi sınıfının davasıdır. Anti-emperyalist hareketlerin gelişmesi, milli şiarların ortaya atılması en çok işçi sınıfının bilinçlenmesine yarar. Bu bakımdan işçi sınıfına ayrı bilinç, diğer millici sınıflara ayrı bilinç götürülmez." (Gün Zileli, Oral Çalışlar, "Milli Cephe Temel Politikamızdır", Türk Solu, Sayı: 119, s: 12)
      Ne yazık ki beyler, biz işçi sınıfına (yoksul köylüler de dahil) ayrı bilinç yani sosyalist siyasi bilinç, öteki milli sınıflara ( sosyalist siyasi bilinç değil) ayrı bilinç götüreceğiz! Bilimsel sosyalizm hangi aşamada olarsak olalım işçi sınıfına kademeli bilinç değil, sosyalist siyasi bilinç götürmemizi emrediyor. Bu nedenle biz sosyalistler işçi sınıfına asıl hedefin ne olduğunu ve bu hedefe gitmede Milli Demokratik Devrimin zorunlu bir durak olduğunu söyleyerek, bizim partimizin sosyalist bir parti olması gerektiğini belirterek sosyalist siyasi bilinç götürüyoruz. Bu aşamada milli burjuvazi ve küçük-burjuvazi (özellikle asker-sivil aydın zümre) ile proletarya arasında hiçbir fark görmeyerek her ikisine de aynı bilinci götürmeyi savunan sizler ise, hem işçi sınıfına hem de milli ve küçük-burjuvaziye "Bizim Partimiz Milli Cephe" diyerek aynı örgütü hedef göstermektesiniz! [30*]
      İşte aramızdaki küçücük ayrılık, yani gerçek sosyalist ile küçük-burjuva oportünisti arasındaki küçücük (!) fark da, burada düğümlenmektedir. İçte milli demokratik hareket aşamasının anlamı budur; devrimci proletaryayı küçük-burjuva radikallerinin yedek gücü haline getirmek isteyen menşevizm işte budur! Hemen görüleceği gibi, bu sağ oportünist anlayış işçi sınıfına sosyalist siyasi bilinç götürmeyi "Sosyalist Türkiye" diye bağırmak şeklinde anlamaktadır. Bu aşamada "Sosyalist Türkiye" şiarı atmak işçi sınıfına sosyalist siyasi bilinç götürmek demek değildir. Tam tersine, işçi sınıfının dostunu ve düşmanını karıştırmak, hedef saptırmaktır. Kısacası, yanlış bilinç götürme anlayışı ile eski oportünizmin bilinç götürme anlayışı arasında temelde hiçbir fark yoktur. Her iki oportünist fraksiyon da, "Sosyalist Türkiye" şiarı atılınca sosyalist bilinç, "Bağımsız Türkiye" diye bağırılınca da Milli Bilinç (??!) götüreceğini zannetmektedir!
      İşçi sınıfının iktisadi ve demokratik hak ve taleplerini hedef alan mücadelesi elbette proleter devrimci bir siyasi mücadele değildir. [31*] Proleter devrimci siyasi mücadele olması için mücadelenin tek tek patronlara karşı mücadele olmaktan çıkması gerekir. (Bu ise sosyalist bir partinin sevk ve idaresinde, sosyalist siyasi bilince sahip işçi militan kadroların yönlendirdiği işçi kitlelerinin mücadelesi ile mümkün olur) İşçi sınıfının proleter devrimci siyasi mücadelesi, hangi aşamada olunursa olunsun sosyalizm içindir. Ancak bu mücadele Milli Demokratik Devrim aşamasında anti-emperyalist ve anti-feodal niteliktedir.
      İşçi sınıfının iktisadi hak ve talepleri mücadelesi demokratik bir mücadele olduğu için objektif değer ve kapsamı bakımından anti-emperyalist ve anti-feodal bir niteliktedir. Fakat özde anti-emperyalist ve anti-feodal olan bu mücadele işbirlikçi veya milli burjuvaziye karşı olsun tek tek patronlara karşı sendikal bilinçle sürdürüldüğü için, Amerikan emperyalizmi ve işbirlikçilerine karşı kendi iktidarını kurmak amacını güden sosyalist siyasi bilince sahip işçilerin proleter devrimci siyasi mücadelesi değildir. Özetlersek, işçi sınıfının bugünkü iktisadi ve demokratik mücadelesi, özdeki anti-emperyalist ve anti-feodal niteliğine ve de zaman zaman fabrika işgallerine, Amerikan emperyalizmi + işbirlikçi burjuvazi + feodal mütegallibe iktidarının toplum polisi ile fiili çatışmalara yani siyasi niteliğe dönüşmesine rağmen proleter devrimci bir siyasi mücadele değildir. İşçi sınıfının proleter devrimci siyasi mücadelesi işçi sınıfının öncü müfrezesi ile yürütülür. Sosyalist siyasi bilince sahip işçilerin mücadelesinin nihai hedefi işçi sınıfı iktidarıdır.
      Bu amacın zorunlu bir durağı olan Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye için mücadele ediyor olmaları, sosyalist siyasi bilincine sahip işçilerin nihai hedeflerini unutmaları veya bir tarafa bırakmaları demek değildir. Genel olarak bütün sosyalistler ve özel olarak da onlar, Lenin'in deyişiyle, "Demokratik devrimi gözde büyütüp, gönüllerde yüceltmeden" hem demokratik devrim için hem de sosyalist devrim için mücadele ederler!
      Biz, "Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori" yazısında işçi sınıfının son altı yedi ay içindeki en önemli hareketlerinden örnekler vererek (dokuz aylık Ereğli grevini, Demir Döküm ve Singer işgallerini seçmemizin nedeni, işbirlikçi veya Amerikalı patronlara karşı olmalarından dolayı değildir. İşçi hareketleri içinde kapsam ve kamu oyuna yansıması bakımından en önemlileri olmalarından dolayıdır. Bütün işçi hareketlerini yazımızda gazete haberleri gibi sıralayacak değildik herhalde) Amerikan emperyalizmine "tavır alışlar" olduğunu söyleyerek, aylardan beri süregelen işçi hareketlerini, işçi sınıfımızın sınırlı da olsa kendi kendine sınıftan, kendisi için sınıf durumuna kayma belirtileri olduğunu söyleyerek, işçi sınıfının bu hareketleri üzerinde, o bölgelerdeki işçi sosyalistlerin rollerinin küçümsenemeyeceğini yazmıştık. (Bkz., Aydınlık Sosyalist Dergi, Sayı: 15, s: 205) Bizim bu sözlerimizi "Proleter Devrimci" Aydınlık'ın yazarı, İngilizlerin satır arası okuma dedikleri tahrifat aktarmaları ile ana tezden bir cümleyi soyutlayarak, canının istediği şekilde yorumlamış ! İşin en eğlendirici yanı, bu bayımızın, işçi sınıfının bugünkü mücadelesinin niteliğini o yazıda açık açık yazmamıza rağmen, işçi sınıfının bugünkü mücadelesinin proleter devrimci siyasi bir mücadele olduğunu söylediğimizi iddia etmesidir!
      Biz, o yazıda, işçi sınıfının bugünkü ekonomik mücadelesi zaman zaman fabrika işgalleri ile siyasi niteliğe dönüştüğünü belirterek bu hareketlerin özünde Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleler olduğunu yazmıştık. Ayrıca, gerek altmış yıllık Türkiye sosyalist hareketinin birikiminin gerekse de dağınıklığına rağmen proleter devrimci hareketimizin etkisinin sonucu, işçiler arasında sosyalist siyasi bilince sahip arkadaşların var olduğunu ve bu arkadaşların işçi sınıfının iktisadi ve demokratik mücadelelerinde "Kahrolsun Amerika", "Bağımsız Türkiye", vs. gibi siyasi şiarların ortaya atılmasında etkin olduklarını belirtmiştik. Gerçekten de işçilerin bu ekonomik hak ve talepleri mücadelesinde bazı siyasi şiarlar, kimilerinin zannettiği gibi "rasgele" veya "yanlışlıkla" ortaya atılmış değildir. Örneğin, Metal-İş'in bütün uyutma çabalarına rağmen, dokuz ay süren Ereğli grevinde "Kahrolsun Amerika", "Bağımsız Türkiye" gibi siyasi şiarlar ortaya atılmışsa, bu, Ereğli'deki sosyalist siyasi bilince sahip işçi arkadaşların tutarlı ve yürekli çalışmalarının sonucunda atılmıştır. [32*] Bu arkadaşların bilinç seviyesi, Ankara ve İstanbul'da yayın organları etrafında ahkam kesmeye çalışan oportünist bozgunculardan çok daha yüksektir. Bu, yeni oportünizmin iddiasının aksine, proleter devrimci çizginin sadece gençlik hareketleri tarafından temsil edilmediğinin en somut örneğidir. Yeni oportünizm bu gerçeğe sırtını dönerek, beyaz ve siyah renkler arasında çeşitli tonlar olduğunu unutarak, sosyalist hareketin sadece devrimci gençlik tarafından temsil edildiğini söyleyerek; bu dönemde küçük-burjuvazinin "Öncü' olduğu sonucuna varmaktadır. Elbette bugün, işçi sınıfımızın geniş kitleleri, sendikal bilince bile tam anlamıyla sahip değillerdir. Ama hemen hatırlatalım ki, bilimsel sosyalist anlayış siyah ile beyaz da çeşitli gri tonların var olduğunu söyler. O nedenle dönüşme belirtileri, "kendi kendine sınıftan, kendisi için sınıf durumuna kaymaktadır" sözlerinin ne anlama geldiği sosyalistler için hiçbir mugalataya yer bırakmayacak kadar açıktır! (Tabii sosyalistler için!)
      "Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori" yazısında, işçi sınıfımızın geniş kitlelerinin kendi kendine sınıf olduğunu belirttikten sonra, bu aşamada "Proleter devrimcilerin yönettiği işçi hareketleri ve yoksul köylülerin toprak işgalleri bir tarafa bırakılırsa hangi sınıf ve zümre işçi sınıfımız gibi açık olarak emperyalizme ve müttefiklerine kesin tavır alıyor ve eylem ortaya koyuyor?" sözümüzden hareket eden bu yazarımız, işçi sınıfının proleter devrimci siyasi mücadelesiyle iktisadi mücadelesini birbirine karıştırdığımızı(!) ileri sürmek akıllılığını göstermektedir! Oysa işçi sınıfının, bugünkü bilinç seviyesini o yazının başında belirttiğimiz için, burada kastedilenin işçi sınıfının proleter devrimci siyasi mücadelesi olmadığı açıktır. Objektif değer ve kapsamı bakımından anti-emperyalist ve anti-feodal olan işçilerin iktisadi ve demokratik mücadelelerinin, zaman zaman fabrika işgallerine ve işbirlikçi iktidarın toplum polisi ile çatışmalara dönüşmesi Amerikan emperyalizmine ve onun iktidarına karşı bir tavır alış değil midir? Yoksul köylü ve Devrimci Gençliğin dışında bu şekilde işbirlikçi iktidarın faşist kuvvetleri ile çatışmaya varacak eylemler ortaya koyan başka hangi sınıf veya zümre vardır?
      Bu soru, o yazımızda "bugün yurt çapında esas mücadele işbirlikçilerle-Kemalistler arasında olmaktadır. Proleter devrimcileri yeni yeni, o da gençlik hareketlerine dayanarak siyasi platformda yer almaktadır" diyerek bu aşamada küçük-burjuva radikallerinin öncü olduğunu söyleyen bu oportünist yazara yöneltilmişti. Bu eyyamcı bayımız da, bu soruya cevap vereceği yerde ikinci dereceden sorunlar üzerinde polemik yaparak kıvırtmayı tercih etmiştir!
      O yazımızda özellikle belirttiğimiz meseleyi burada da belirtelim. Yurt çapında esas mücadele Kemalistler ile işbirlikçiler arasında değil, proleter devrimcilerle Amerikan emperyalizmi arasında olmaktadır. (İkinci Milli Kurtuluş Savaşımızda, işbirlikçileri tek karşı-devrimci alternatif olarak gösterip, Amerikan emperyalizmini soyutlamak yanlıştır. Ama CHP'yi "Sağ Kemalist" ilan eden bu yazar burada emperyalizmi kasıtlı olarak soyutlamaktadır!) Emperyalizmin ilk boy hedefi "Kemalist kadroların çoğunun peşinden gittiği" Ecevit ve CHP değil, proleter devrimcilerdir. İkinci Milli Kurtuluş Savaşımızın bu evresinde hapislerde yatanlar, şehit düşenler, "Sağlı-sollu" Kemalistler değil, Proleter Devrimcilerdir. Ama bu bay kendine göre haklıdır; çünkü bunlara göre, hapislere tıkılanlar, şehit edilenler proleter devrimcileri değillerdir ki, onlar "anarşist", "maceraperest", "bir avuç sol hayta"dır. "Hakiki" proleter devrimciler ne şehit olur, ne de hapishanelere düşer, onlar cici "Mao"ist fraksiyon olarak bu kitleyi bilinçlendirme aşamasının devrimci yolunun dergicilik olduğunu bilirler ve bu yolla işçi ve köylü kitlelerini uyandırmaya çalışırlar! Öyle ya, bu beylere göre, bu dönemde, ne proletaryanın öncülüğünün ne de örgütünü kurmanın objektif şartları vardır. Bu evre sadece dergicilik ve proletaryaya milli bilinç götürme dönemidir! Ne garip, ne komik ve ne acıklıdır ki, bizim objektif kapsamı bakımından işçi sınıfının bugünkü mücadelesinin özünde anti-emperyalist ve anti-feodal niteliğe sahip olduğunu söylememizi menşevizm olarak nitelendirmeye kalkan bu oportünist yazarın bakın kendisi neler diyor; "Bugün Türkiye işçi sınıfının mücadelesi anti-emperyalist ve anti-feodal mücadeledir." (Şahin Alpay, Aydınlık, Sayı: 12, s: 409) Onbeşinci sayıya kadar Aydınlık Sosyalist Derginin "Aydınlık'ta Dünya ve Türkiye" başlıklı yazılarının kendilerinin politik çizgisini tayin ettiğini söyleyen yeni oportünizm bakın daha neler diyor; "Singer işçilerinin; Honçho Kommer'in arabasının ODTÜ'lü öğrenciler tarafından yakılmasının hemen ardından anti-Amerikan nitelikte bir eyleme girmeleri, ikinci Milli Kurtuluş Savaşımıza güç katmıştır. Türkiye işçi sınıfı artık ekonomik mücadeleden siyasi mücadeleye kaymaya başlamıştır." (Okuyucu dikkat; biz sadece yönelme belirtileri demiştik. M. Ç.)
      İşte eleştirmek için, tahrifat yaparak eleştirmeye kalkmanın sonu. Pandora Kutusunu açmanın sonu! Bu bayımızın dün ak dediğine bugün kara demesi bizim için son derece doğaldır. Bu nedenle biz, kendisini kitlelerin önünde özeleştiri yapmaya davet etmiyoruz. Özeleştiri mekanizması sadece hata yapan proleter devrimcilerine aittir! İlke istikrarı, entelektüel ahlâk ve kendi içinde görüşlerinde ilke birliğine sahip olmayan bu "ilkeli birlik" şebekesinin görüşleri, bütün birbirleri ile çelişen tezleri, temelde şu tek kelime ile özetlenebilir: KORKAKLIK! Bunların ideolojisi korkaklığın ve pasifizmin ideolojisidir. Bütün birbiriyle çelişen teorik zırvaların altında yatan bu gerçeği bakın yeni oportünizmin bir sözcüsü çok güzel özetlemektedir; "Gençler, güçbirliği bozguncularına olduğu gibi, gençliğin eylemine anarşizmi ve terörcülüğü sokmak isteyenlerle de mücadele ediyorlar. Gençlik eylemini; 27 Mayıs Anayasasının meşruiyet sınırları dışına taşırmak isteyen küçük-burjuva anarşistleri karşısında, gençler uyanık devrimciler (!!??) olarak hareket ediyorlar. Polisten gelen bombalı tertiplere, suikast tekliflerine yüz vermiyorlar." (Doğu Perinçek: Aydınlık, Sayı: 7, s: 21, italikler bize ait - M.Ç.)
      Bu, Behice Boran'ın icazetli sosyalizminin bir değişik ifade tarzıdır. Bu anlayışa göre, 27 Mayıs Anayasasının meşruiyet sınırları dışındaki hareketler, 1) ya terörist, anarşist hareketlerdir, 2) ya da polis provokasyonlarıdır. Ankara'da Tuslog'u ve Amerikan Haberler Merkezini, İstanbul'da Pan Amerikan'ı basıp, tahrip edenler acaba anarşistler miydi, yoksa ajanlar mıydı?
      Ne dersiniz, meşruiyet sınırları içinde sosyalistçilik oynamaya kalkan küçük-burjuva entellektüel bozuntuları?


MAHİR ÇAYAN
Haziran 1970



Dipnotlar

[*] Bu yazı, ilk kez Haziran 1970 tarihinde Aydınlık Sosyalist Dergi'nin 20. sayısında yayınlanmıştır. 
[1*] Proleter Devrimci Aydınlık'ın 16. sayısındaki " Aydınlık'ta Dünya ve Türkiye", 17.sayısındaki "İşçi Sınıfı ve Milli Demokratik Devrim" yazısının kısa bir özetidir. Bu nedenle biz, eleştirirken aynı yazarın kaleminden çıktığı belli olan bu iki yazıdan sadece Ş.Alpay imzalı yazıya atıfta bulunacağız. 
[2*] 15. sayıda önemli baskı hataları oldu. (Örneğin "Türkiye'yi Vietnam haline getireceğiz", "getirmeyeceğiz"; J.Moch, "J.Moach" ve "Sosyalist siyasi mücadele", "Sosyalist mücadele" şeklinde çıkmıştır). Bu arada Bassutolan da Bassertulon biçiminde dizilmiştir. Bassutolan (Losetho), Afrika'nın güneyinde başkenti Maseru olan bir milyon nüfuslu bir İngiliz sömürgesidir. Dizgi hatasından hareket ederek, "dünyada bizim bildiğimiz böyle bir ülke yoktur" demek entellektüel züppelikten başka birşey değildir. İdeolojik tartışmayı bu seviyeye indirgemek Bizantizmin ta kendisidir. Yazımızda B.A.C.'ni de eski adıyla anmıştık. Doğrusu, yukardaki sözleri söyleyen kişinin "dünyada Mısır diye bir ülke de yoktur" dememesine pek çok şaşırdık.(!).
[3*] Biz, yeni oportünizmin iddia ettiği gibi, ülkelerin iktisadi gelişme seviyelerine göre strateji tespit edilmesi gerektiğini savunmadık. Sömürge, yarı-sömürge ve feodal kalıntıların varolduğu bütün ülkeler için biz tek geçerli devrimci yol olarak Milli Demokratik Devrim stratejisini önerdik ve öneriyoruz. Biz sadece, iktisadi gelişme seviyelerinin ülkelerin marksist hareketleri üzerindeki -olumlu ve olumsuz- etkilerine dikkat çekerek, iktisadi gelişme seviyesi çok düşük bölgelerdeki marksist hareket içinde küçük burjuva radikallerine bel bağlama eğilimlerinin yüksek olduğu gerçeğini göstermek istedik. Bu, bilimsel olarak objektif bir gerçeği tesbitten başka bir şey değildir. İşçi sınıfı yok sayılabilecek Afrika ülkelerindeki sosyalist hareketi incelediğimizde bu objektif gerçeği açıkça görmekteyiz. İşçi sınıfı örgütü bulunan Afrika ülkelerinin bile çoğunluğunda, küçük burjuva radikallerine geçici veya devamlı öncülük tanıyan "kapitalist olmayan yol" tezinin bu örgütlerin stratejik çizgileri olduğu açıktır. Afrika'da Milli Demokratik Devrim stratejik tezini savunan çok az işçi sınıfı partisi vardır. (Bkz.Nkrumah, Yeni Sömürgecilik, Afrika Ülkelerindeki Siyasi Partiler).
      Ve Türk Solu'nun 5. sayısındaki M.Belli'nin görüşünün de, bu objektif gerçeğin doğru tespiti olduğunu gördüğümüz için yazımıza aldık. M.Belli, o yazısında bellirttiği gibi, Gana, Somali gibi ülkelerde (ki bu ülkelerde sosyalist parti yoktur. Bunun nedeni, işçi sınıfının yok sayılabilecek bir seviyede olması olabilir) bagımsızlıktan sonra ülkenin yurtseverlerinin (küçük-burjuva radikalleri kastedilmektedir) emperyalizmin kucağına tekrar düşmemek için takip edecekleri tek yol kapitalist olmayan bir kalkınma olabilirdi. Ve bu yolla güçlenen işçi sınıfının yapacağı bır sıra devrimlerle sosyalizme geçilebilir ve ülke tam olarak kurtulabilirdi. Yoksa emperyalizmin tekrar boyunduruğu altına girmek kaçınılmazdı. (M.Belli: "Sosyalizm işçi sınıfının davasıdır" diyerek açıkça küçük-burjuvazinin öncülüğünde sosyalizme geçilemeyecegini söylemektedir).
      Gana, Somali gibi ülkelerin bağımsızlıklarına kavuşmalarından sonra, genel demokratik program içinde sosyalist kuruluş ileri sürülmemesine karşılık, belli bir seviyede sanayisi, işçi sınıfı ve de sosyalist partisi olan Cezayir'de Milli ekonomi içinde sosyalist kuruluş önerisi PAGS-ORP (Sosyalist Öncü Partisi) tarafından, 5 maddelik bildiriminde ileri sürülmüştür. Yoksa Bin Bella veya Bumedyen Sosyalist (!) rejimleri kastedilmiş değildir. Sosyalist Öncü Partisi, 1968'de Bumedyen rejiminin kıyımına maruz kalan, sosyalist işçi, köylü ve aydınları bağrında toplayan bir partidir. Bu parti, Cezayir için, 1968'de gericiliğe ve emperyalizme karşı geniş bir Milli Cephe kurulmasını öneren ve de halen Cezayir'in önündeki devrimci adımın Milli Demokratik Devrim olduğunu söyleyen bir partidir. (Sosyalist kuruluş önerisi, sadece Sosyalist Öncü Partisi tarafından değil, eski CKP'nin üyeleri tarafından da ileri sürülmüştür).
      Sosyalist Öncü Partisi, Sosyalist bir partidir, dedik. Aslında, Sosyalist Öncü Partisinin niteliği önemli değildir. Çünkü bizim buradaki amacımız açıktır : İşçi sınıfı yok sayılabilecek, iktisadi gelişme seviyesi çok geri olan Gana ve Somali gibi ülkelerde sosyalist kuruluştan asla bahsedilememekte, buna karşılık Cezayir gibi belli bir iktisadi gelişme seviyesi olan ülkelerde, işçi sınıfının partisi genellikle vardır ve de bu ülkelerde sosyalist kuruluştan bahsedilebilmektedir.
      Yeni oportünizm bu konuyu en iğrenç bir şekilde tahrif ederek, Türkiye'de Milli Demokratik Devrimin zorunlu bir adım olduğunu ilk söyleyenlerden olan M.Belli'nin, Türkiye'de sosyalist devrimi savunduğunu iddia etmek komikliğine düşmektedir. Oportünizmin amacı için her ne pahasına olursa olsun, her şeyi kolayca tahrife yeltenebileceğinin en somut örneğidir, bu. Yeni oportünizmin iddiasının aksine , sosyalist kuruluş, Milli Demokratik Devrim ekonomisinde mutlaka olacaktır. Ve bu ekonomiye de damgasını vuracaktır! 
[4*] Bu, emperyalizmin III. can çekişme döneminde, barışçıl bir yoldan sosyalizme geçilebileceğini savunan, ayrıca 1917'de Lenin'in devrimin subiektif şartlarını hazırlamaya yönelik parolalarını, "Lenin banşçıl yoldan geçişte sonuna kadar ısrar etti, ancak bu yol kapanınca ihtilale başvurdu" şeklinde yorumlayan K.Somer'in düşüncelerine katılmak demek değildir. 
[5*] Aynı yazar, M.Belli'nin "Sen sensin, ben de benim. Sen Türkiye toplumunda bir devrimci gücü temsil ediyorsun, ben de bir başka gücü, sen bensiz edemezsin, ben de sensiz, gel Milli Demokratik Devrimde omuz omuza yürüyelim" sözünün "küçük-burjuva yığınlarına önder olarak küçük-burjuva radikallerini" gösterdiğini iddia ederek eleştirmektedir. (Bkz. PDA Sayı: 17, s: 391). Oysa aynı eyyamcı yazar bakın kendisi ne demektedir: "Asker, sivil aydın zümrenin yani küçük-burjuvazinin politik çizgisi olan sol Kemalizmin düşmanları ve hedefleri esas olarak aynıdır (Proleter Devrimcilerle). Ve bu iki kuvvet arasında bu iki çizgi ve temsil ettikleri sınıflar arasında Devrimci güçbirliği kurulmadıkça milli demokratik hedeflerin gerçekleştirilmesine imkan yoktur." (Bkz. Ş.Alpay, Aydınlık Sayı: 12, s: 462, İtalikler bize ait-M.Ç.).
      İşte budur, oportünizmin eleştirmek için eleştirirken kendisini de karalaması! Bu oportünist bayın görevi kafaları kanştırmaktan başka bir şey değildir.
[6*] Marksist bir partinin gündeminde anti-kapitalist macadele olması ayrı şeydir. O evrede devrimci şiarın sosyalist iktidar olması ayrı şeydir.
[7*] Anarşist-Sendikalistler: "Ulustan sana ne, senin görevin devrim yapmaktır" diyerek FKP'ni 1941-44'deki tavrından dolayı eleştirmişlerdir. 
[8*] George Politzer, Felsefenin Temel İlkeleri, s: 52, 53. İtalikler bize aittir.
[9*] Mao Çe-tung, Teorı Pratik, s: 14 
[10*] George Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, s: 179 
[11*] (A. Propos de la Brochure de Junius C.1, s: 336) Arzumanyan, Dünya Kapitalizminin Bugünkü Bunalımı. s: 2 
[12*] Karşı devrimcilerin dikkatini çekmek için bu tip yorumları Ticaret Odalarının bastırdığı anti-komünist broşürlerin yazarları yapmaktadır.
[13*] Yeni oportünizmin bir sözcüsü, bizim F.Castro'ya atıfta bulunmamızı eleştirmektedir. Diyelim ki, F.Castro "Sol oportünist"(!). Bir "Sol oportünist"den aktarma yapmak eleştiri konusu olacak fahiş bir hata mıdır? Hayır. Lenin "Ne Yapmalı?"da, Marx ve Engels'in hainlikle suçladıkları anti-marksist Lassale'a atıfta bulunmaktadır. Bu bayımızın mantığına göre Marx'ın ihanetle suçladığı Lassalle'a atıfta bulunduğu için Lenin'de aynı oportünist çizgiyi, Lassalle ile paylaşmış olmaktadır. 
[14*] Progressive Labor'da Debrayizmin eleştirisi uzun uzun hikaye edilmektedir. Hatta John Kily imzalı yazıda "Che" Guevara yalancılıkla bile suçlanmaktadır. 
[15*] Bkz. M. Tse Tung; "proletarya önderliği... köylü devrimini hızlandırmıştır... 1927'den sonra Komünist Partisi yeniden Tarımsal Devrim savaşını cesaretle yürüttü ve devrimci ordu ve üsler kurdu." (Teori ve Pratik, s: 47, italikler bize aittir). Ayrıca, Bkz. Yeni Demokrasi, s: 44 ve Giap'ın Halk Savaşı Halk Ordusu ile Lin Piao'nun Yaşasın Halk Savaşının Zaferi. 
[16*] Lin Piao: Yaşasın Halk Savaşının Zaferi, s: 54 
[17*] Tony Cliff, Rosa Luxemburg, s: 58 
[18*] Hemen belirtelimi ki bizim cici "mao"istlerimzin iddia ettiği gibi "Milli Demokratik Devrirm-Milli Demokratik Hareket" ayrımı, Mao Tse Tung'a ait değildir! Mao, sadece şunu söylemektedir; "İşçi sınıfı önder olmazsa devrim yenilgiye uğrar". Mao'ya göre, devrimin kalıcı zafere ulaşmasının tek garantisi işçi sınıfının önderliğidir. Mao'da, küçük-burjuvazinin önderliğinde zafere ulaşmış bir halk savaşını milli demokratik hareket, proletaryanın önderliğinde zafere ulşamış bir halk savaşının Milli Demokratik Devrim diye bir ayrım yoktur. Örneğin, ÇKP'nin 1964'de SBKP Merkez Komitesi'nin açık mektubuna verdiği cevapta aynen şöyle deniliyor: "Devrimci silahlı mücadele sadece proleter devrimleri için birinci dereceden önem taşımaz, ayrıca ezilen ulusların Milli Demokratik Devrimleri için de birinci derecede önem taşır. Cezayir Milli Kurtuluş Savaşı bu açıdan güzel bir ömek vermiştir." (Proleter Devrimi ve Kruşçev Revizyonizmi). Bu ayırım, bizim Campus "Mao"istlerinin, marksizme "biçimsel katkı"sıdır! Bunların kimileri "Mili Demokratik Hareket-Devrim" ayırımı yaparken bazıları da Milli Demokratik Devrimle, Devrimci Milli Hareketin aynı kavramlar olduğunu iddia etmektedir. Örneğin, "Lenin bu stratejiye (Milli Demokratik Devrim stratejisine) Devrimci Milli hareket demektedir." (Gün Zileli, Aydınlık, Sayı:: 8, s: 149. İtalikler bize ait)
      Bu, bunların nasıl bir "İlkeli Birlik" olduğunun sadece ufak bir örneğidir! 
[19*] Lin Piao, Yaşasın Halk Savaşının Zaferi, s: 54-55 
[20*] Bu görüş, en iyi şekilde Otto Kuusinen tarafından ifade edilmiştir. Bkz. Kuusinen'in "Çin Diktatörlüğünün Karakteri", France Nouvelle, Sayı:: 974, s: 18-19. Şöyle demektedir Kuusinen; "şunu idrak etrmek gerekir ki, hakikatte Çin işçi sınıfı, iktidarın icrasında Marksizm-Leninizm kendisine ayırdığı yere sahip değil (...) Sosyalist devrimde köylülerin rolüne haddinden fazla değer verilmesi ve marksistier için sonuna kadar ihtilâlci olarak kalan sosyal sınıf olarak kabul edilen işçi sınıfına gereken değerin verilmemesi, Çin'de çok yaygın olan küçük-burjuva düşünçelerin açık nitelikleridir. Çin Komünist Partisi yöneticileri iktidarın alınmasına takaddüm eden devrede bile parti içindeki proleter unsurlara gerekli önemi vermiyorlar ve şehirlerdeki proletarya içinde az çalişıyorlardı. Daha sonra yine Çin yöneticileri "Changhai" gibi.,önemli bir işçi merkezinde Kuomintang'ın Komünist Partisinden daha fazla nüfuzu olduğundan yakınıyor ve bundan da işçileri mesul tutuyorlardı." 
[21*] Mao Diyor Ki (Edgar Snow ile Mao arasındaki konuşma), Sosyalist, Sayı: 4, s: 4 
[22*] Cezayir'deki halk savaşının küçük-burjuva radikallerinin önderliğinde başarıya erişmesinin başlıca nedeni Cezayir Komünist Partisi'nin bu yanlış stratejik anlayışından olmuştur. Guevara ve Castro'nun önerileri de oportünist anlayışa yöneliktir. Yoksa Debray'ın dogmatik formülasyonları ile Latin-Amerikalı proleter devrimcilerini karalamak isteyen yeni oportünizmin iddia ettiği gibi Castro ve Guevara askeri liderliğe öncelik verilmesini savunmuyorlar. Bakın bu konuda F. Castro ne diyor: "Gerilla siyasal bir örgüt tarafından örgütlenir.Gerilla mücadelesi hakkındaki doğru bir anlayışla bağdaşmayacağına inandığımız şey, gerillaların şehirlerden yönetilmesi fikridir." (Olas Kongresi söylevi) 
[23*] Çen Tu Hsieu, devrimin temel gücü olarak işçi sınıfını kabul ettiği için, ÇKP'nin himayesinde bir köylü partisinin kurulmasını öngörmüştür. 
[24*] 1970 Ocak ayındaki Siyasal Bilgiler Fakültesi'ndeki "İdeolojik Ayrılıklar Üzerine" yapılan açık oturumda Ş. Alpay ve D. Perinçek'in konuşmaları. 
[25*] G. Politzer, Felsefenin Temel İlkeleri, s: 430 
[26*] Marksist çevrelerde Lenin'in "Devrimci Durum" teorisi, bugün yarı-sömürge ülkelerde tartışma konusudur. Bazıları bunun halk savaşı vermek zorunda olan ülkeler için değil de kapitalist ülkeler için geçerli olduğunu iddia etmektedir. Örneğin CKP Genel Sekreteri Beşir Hacı Ali. Diyor ki, B.H.Ali, "Durumu doğru değerlendirememizin hemen akla gelen sebeplerinden biri de... devrimci bir durumun gelişmesi konusunda yaptığımız değerlendirmelerin yüzeyde kalışıdır. Komünist Partisi'nin inandığı, Kasım 1954'de şartların bir ulusal kurtuluş savaşı vermemiz için elverişli bir olgunluğa erişmemiş olmasıydı. Çünkü Lenin'in koyduğu şartlar henüz gerçekleşmemişti. Ne var ki, Lenin'in koyduğu bu şartların kapitalist ülkelerle ilgili olduğunu ve askeri eylemlerle genel ayaklanmanın farkını unutuyorduk." ("Cezayir Kurtuluş Mücadelesinden Alınacak Bazı Dersler". Gerilla Savaşı ve Marksizm, s: 320) 
[27*] Menşevikler, yeni oportünizmin söylediğinin aksine tıpkı (Yeni oportünizmin önerdiği gibi) işçileri bilinçlendirme ve örgütlendirme mücadelesinin her dönemde yapılması gerektiğini söylemişlerdir. Yani, bu mücadeleyi menşevikler ertelememişlerdir. Onlar sadece Rusya'da 1900-17 yılları arasında Rus proletaryasının iktidar mücadelesini yapamayacağını söylemişlerdir.(Yeni oportünizm de Türkiye'de bu dönem için bunu önermektedir. 
[28*] Bkz.,Proleter Devrimci Aydınlık, Sayı: 17, s: 376-377 
[29*] Lenin, 1905'de sadece şehir proletaryasına değil kır proletaryasına ve yoksul köylülere bile sosyalist devrimin zorunluluğunun anlatılmasını önermektedir. "... RSDİP, proletaryanın sınıf partisi köy proletaryasının bağımsız sınıf olarak örgütlelenmesi yolunda, yorulmadan çaba gösterir, bir an bile unutmadan ki, tarım proletaryası onun çıkarları ile köy burjuvazisinin çıkarları arasında çelişki bulunduğunu açıklamak, ve ancak köylülerin ve şehirlerin proletaryasının burjuva toplumunun bütününe karşı ortak mücadelesinin yoksul köylülerin bütün kitlesini yoksulluktan ve sömürüden gerçekten kurtarabilecek biricik devrim olan Sosyalist Devrimin zaferini sağlayabileceğini anlatmak onun görevidir." (İşçi Köylü İttifakı, s: 13, italikler bize ait - M. Ç.) 
[30*] Hem Milli Cephenin ilk adımı olan işçi sınıfının öz örgütü bu dönemde kurulamaz, diyeceksiniz, hem de bu aşamada birinci mücadelemiz Milli Cepheyi kurmaktır diyeceksiniz. Olmaz öyle şey, proletaryanın öz örgütünü kurmadan Milli Cephe kurulmaz! 
[31*] Sosyalist siyasi bilince sahip işçi sınıfının mücadelesine sadece siyasi mücadele demek, açık bir deyiş değildir. Çünkü sosyalist siyasi bilince sahip olmayan işçilerin fabrika işgallerinin de niteliği iktisadi değil siyasidir. Lenin sosyalist siyasi bilince sahip işçilerin mücadelesine sosyal demokrat siyasi mücadele demektedir. Biz proleter devrimci siyasi mücadele kavramını bu anlamda kullanmaktayız. 
[32*] Bu arkadaşların bir kısmı, bu 9 ayhk grevdeki çalışmalarından dolayı kışkırtıcı diye işten atılmışlardır. "Siz hiç, sosyalist bilince sahip işçi gördünüz mü?" diyen aydın bayla Ereğli'ye bir uğrayıvermesini salık veririz!

Bu Blogda Ara