İBRAHİM KAYPAKKAYA
SEÇME YAZILAR
-I- 


İKİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ
“KÜÇÜK GRUPLAR VE BÜYÜK CÜRETLER”
2003 yılının yaz aylarında bir grup yolcu, Malatya’nın köylerinden arabayla geçerken, yol kenarında bulunan kayısılardan bir miktar almak isterler. Kendilerine yetecek kadar kayısı toplar ve tarla sahibi köylüye ücretini vermek isterler. Bu sırada yolculardan birisi köylüye:
“Amca sen İbrahim Kaypakkaya diye birisini tanır mısın?” diye sorar.
Böyle bir soru karşısında afallayan, bir o kadar da kaygılanan köylü duraksar.
Yolcu sözüne devam eder:
“Biz onun yoldaşlarıyız!”
Bunu duyan köylünün yüzünde, içten içe duyduğu memnuniyetin ifadesi olarak bir tebessüm belirir ve sözünü sakınmaz:
“Koyun o paranızı cebinize, ben Kaypakkaya’nın yoldaşlarından para almam!”
Aradan geçen 30 yıla rağmen Malatya köylüleri onu unutmuyorlar. İbrahim Kaypakkaya, mücadele pratiği içerisinde belli bir süre faaliyet sürdürdüğü Malatya’nın köylüleri üzerinde derin bir iz bırakmıştır. Hiç kuşkusuz ki bu tanınmanın bir nedeni de yoldaşlarının Onun görüşlerini rehber edinip, bu bölgede faaliyetlerini devam ettirmeleridir. Bu tanınma ve sahiplenmede; İbrahim Kaypakkaya’nın, elinizdeki kitapta ortaya koyduğu görüşleri, ileriye sürdüğü tezler, Türkiye devrimci hareketinde pek çok tabuyu yerle bir eden bilimsel analizleri belirleyicidir. TC faşizmi karşında ilkelerinden ve görüşlerinden ödün vermeyerek işkencehanelerde katledilen Kaypakkaya’nın bilimsel tezler doğrultusunda geliştirdiği sınıf analizine dayanan görüşleri, Onun Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı tarafından sahiplenilmesini de beraberinde getirmiştir.
Ve hiç şüphesiz ki bugün, onun kurucusu olduğu Proletarya Partisi’nin siyasal hattına ruh veren, İbrahim Kaypakkaya’nın temel teorik görüşleridir. Bu görüşler kandır, ateştir ve çarpan koca bir yürektir. Ülkemizde yaşanan siyasal süreç, bu görüşlerin lehine tanıklığını sürdürüyor. Bu siyasal hattaki derin öz ve zengin siyasal hazine kavranmadan bu görüşlerin hakkını vermek olası değildir.
Marksizm-Leninizm-Maoizmin evrenselliğini Türkiye gerçeği ile tutarlıca kaynaştırabilen Kaypakkaya, uluslararası özelliklerle ulusalı harmanlamada örnek bir tutum göstermiştir. Mustafa Suphi sonrası tek komünist önderdir Kaypakkaya; biricik Marksist-Leninist-Maoist görüştür Kaypakkaya’nın görüşleri. Öyle ki, onlarca yıllık çöl sessizliğini, zifiri karanlığı bozup, ortaya koyduğu görüşlerle, kendi alanının Olimpuslu Jupiteri olmuştur.
İleriye sürdüğü tezlerin anlam ve önemi; komünist önder Mustafa Suphi’nin Kemalistlerce katledilmesi ve onun ardından Türkiye Komünist Partisi’ni ele geçiren Ş. Hüsnü revizyonistiyle birlikte, 1970’lere kadar süren, yaklaşık 50 yıllık suskunluğun, devrim adına piyasaya sürülen, her türden revizyonist düşüncenin, Kemalizm kuyrukçuluğunun, sosyal şovenizmin, Türk hakim sınıflarının peşine takılmanın, sınıf hareketini pasifize etmenin ve modern revizyonizmin ortaya çıkmasıyla birlikte, işçi sınıfı hareketini bu burjuva teorinin peşine takma anlayışlarının var olduğu bir ortamda ileriye sürüldüğü bilindiğinde daha bir anlaşılır. Örneğin bugünden bakıldığında, Kemalizm ya da Kürt Sorunu meselesinde, devletin niteliği konusunda belli bir bilinç seviyesine erişilmiştir. Bu hiç kuşkusuz ki toplumsal pratiğin bir tezahürüdür. Ancak buna rağmen halen bu konularda yanlış anlayışlar olduğunu da bilmek gerekiyor. Bu konuların tartışılmasının deyim yerindeyse birer “tabu” olduğu koşullarda, ileriye sürdüğü tezlerin önemi ve değeri, bugünden bakıldığında daha bir anlaşılırdır. Çünkü ileriye sürdüğü tezlerin doğruluğu, toplumsal pratik tarafından defalarca kanıtlanmaktan geri durmamıştır ve halen de durmamaktadır.
İşte bugün, Proletarya Partisi’nin kendisine temel aldığı bu görüşler; ülkenin yapısını ve devletin niteliğini doğru biçimde tahlil eden; devrimin karakteri, yolu, hedefleri, dostları ve düşmanları sorununa net bir şekilde açıklık getiren; Kemalizmin ipliğini pazara çıkarıp teşhir direğine mıhlayan; ulusal sorun, özelde Kürt ulusal sorununu o ana dek hiç kimsenin ulaşamadığı bir uzak görüşlülükle doğru bir şekilde çözümleyen Kaypakkaya’nın görüşleridir. Elinizdeki kitap bu görüşlerin birinci elden ifade edilmesidir.Bu kitapta bir araya getirilen yazılarının kendiliğinden ortaya çıkmadığı, tersine bu düşüncelerin ve onlara yön veren Marksist-Leninist-Maoist dünya görüşünün, onun yaşadığı dönemin toplumsal pratiğinin ürünü olduğunu önemle ifade etmek gerekir. Kaypakkaya’nın görüşlerinin, toplumsal pratiğin; 1968’den 1970’e 15-16 Haziran işçi direnişi ve köylülerin toprak işgalleriyle şekillendiğini belirtmek gerekir. Ve bununla birlikte uluslararası alanda Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin, dünyayı sarsan muazzam ideolojik kasırgası ve bu kasırganın Türkiye’deki sınıf mücadelesi ile bütünleşmesi onun ideolojik-siyasal hattını yaratmıştır.
Düşünceleri incelendiğinde, onun subjektivizmin ve dogmatizmin düşmanı olduğu çok net bir biçimde ortaya çıkar. O, tahlilci, sorgulayıcı ve irdeleyicidir. Bu özelliğini o yıllarda mücadele arkadaşı olan Ali Taşyapan’ın şu sözlerinde bulmak mümkün: “İdeolojik çizgi benimseme ve sürdürme tutumunda edilgen alıcı değildi İbrahim. Devrimci pratiği gözden geçirildiği zaman bu özelliği görülüyor. Çapa döneminin başlarında hepimiz TİP taraftarıydık. Sol öğretiyi özümleyiş düzeyimiz geriydi, daha işin başındaydık. TİP’in mitinglerinden duyduklarımız, iki-üç solcu yazarın makalelerinden okuduklarımız, sağdan soldan kulak içi ettiklerimiz teorik bilgimizin toplamını oluşturuyordu. TİP’e güveniyorduk, gidişattan memnunduk. Tam bu hoşnut ortamda İbrahim’in memnuniyetsizliği uç verdi. Sorgulamasız, irdelemesiz çizgi benimseyişimizden, edilgen nitelikli düz taraftarlığımızdan hoşnutsuzdu. O’nun bu çıkışı dengelerimi sarstı, ‘galiba TİP’e güvenmiyor’ kuşkusuna kapıldım. Kuşkumu dillendirdim. ‘TİP öncümüzdür, bu açık, ama o da hata yapabilir. Hataları aşması, gelişmesi bilinçli taraftarları sayesinde mümkün olur. Bilgili taraftarlar olalım, bunun için okuyup kendimizi geliştirelim.’dedi İbrahim.”1
Yukarıdaki örnekteki tavrını tüm mücadele yaşamı boyunca sürdürmüştür. TİP içerisinde başlayan bu sorgulama, analiz etme, meselelere eleştirel yaklaşma, yanlışı atıp, doğruyu alma ve bunu yaparken de asla ve asla toplumsal pratikten kopmama, “somut şartların somut tahlili” ilkesini her daim uygulamada sebat etmiştir. MDD (Milli Demokratik Devrim) akımı içerisinde de aynı tavrını sürdürmüş ve artık düşüncelerinin olgunlaşmış birer ifadesi diyebileceğimiz yazılarında da TİİKP revizyonizmine karşı tutarlı ve bilimsel eleştirilerini getirmiştir.
Devrimci mücadele içerisinde yer almaya başladığı yıllarda; gerek uluslararası alanda ve gerekse de Türkiye’de sol düşünce yayılıyor, devrimci fikirler yükseliyordu. Bu ortam meselelere yaklaşımıyla birleştiğinde, onun gelişimi ve düşüncelerinin olgunlaşması açısından muazzam olanaklar yaratıyordu. 1966-1967 dönemi üniversiteli gençlik içerisinde devrimcileri tanımaya, eylemlere katılmaya başladığı döneme denk gelir. Bu dönemde; devrimciler arasında Milli Demokratik DevrimSosyalist Devrim tartışmaları vardır. Bu tartışmalar TİP ve Fikir Kulüpleri Federasyonu içerisinde yoğun olarak yapılmaktadır. 3 Ocak 1967’de ANT, 17 Kasım 1967’de Türk Solu dergileri yayınlanmaya başlar. ANT dergisi, TİP yanlısı görüşleri, Türk Solu MDD yanlısı görüşleri savunmaktadır.
Başta TİP’in sosyalist devrim görüşlerini savunur. Ancak zamanla düşünceleri değişikliğe uğrar. 1968 yılının güzünde MDD tezinde ikna olur. Bunu o dönemler mücadele arkadaşı olan Arslan Kılıç’a şöyle ifade eder: “Yahu ben yanılmışım. Sosyalist devrim görüşü Türkiye için hatalıdır. Artık ben de MDD görüşünü savunuyorum. Lenin’in bu konudaki kitaplarını da okudum” der.2
MDD tezini benimsedikten sonra Türk Solu dergisine yazılar yazmaya başlar. Bu yazılardan, 18 Kasım 1969 tarih ve 105 nolu Türk Solu dergisine kapak olan, “Değirmenköylülerin Mücadelesine Omuz Verelim” başlıklı yazıya burada değinmekte yarar vardır. Bu yazının belli bölümlerinde sonradan giderek olgunlaşacak ve pratiğe dökülecek düşüncelerinin ipuçları vardır:
“ …İki yanlış eğilim: Köylülerle ilişkilerimizde arkadaşlarımız arasında iki yanlış eğilime şahit olduk. Ve bu eğilimleri eleştirerek hemen düzeltme yoluna girdik.
Birincisi, köylülerin kendine güven duymasını engelleyen, onları pasifizme iteleyen, ‘Biz yaparız siz bekleyin’ eğilimi. Kaynağını küçük burjuva bireyciliğinden ve halka yaranma kaygısından alan bu eğilim, kitlelerin gücünün ortaya çıkmasını engellediği, onların ileriye dönük yanlarını göremediği ve kurtuluşlarını başkalarına bıraktığı için tehlikelidir ve hemen düzeltilmesi gerekir.
İkincisi, ‘Biz hiçbir şeyiz, siz herşeydiniz’, eğilimi. Bunun kaynağı da yine popülizmdir, halk dalkavukluğudur. Kitlelerin geri yönlerini değerlendiremeyen, onların bilinç ve örgütlenme düzeylerini hesaba katmayan, onları her durumlarıyla baş üstünde tutan bu eğilim de bilinçli militanları, halkın kuyruğuna taktığı için en az birinci kadar tehlikelidir. Biz her iki eğilimi de eleştirerek düzelttik ve bunların yerine, ‘köylülerle gençlerin beraberliği’ ilkesini koyduk.
Devrimciler, Değirmenköy Mücadelesinden Yeni Dersler Çıkardılar: Değirmenköylülerin toprak mücadelesi, örgütlenme, propaganda, ajitasyon konusundaki bilgilerimizi derinleştirdi ve zenginleştirdi. Devrimci mücadelemizin, işçi sınıfının öncülüğünde, işçi köylü ittifakı temeli üzerinde, bütün milli sınıfların katıldığı bir köylü savaşı olacağı, devrimin temel gücünü köylülerin teşkil edeceği yolundaki görüşümüzü doğrulayarak küçük burjuva bireyci eğilimlere karşı bizi uyardı.
Yine Değirmenköylülerin toprak mücadelesi, kitlelerle bağı olan ve meslekten devrimci üyelerden teşekkül eden, demir disiplinli proleter  sosyalist bir örgütün zorunluluğunu gösterdi ve ilerde mutlaka kurulacak olan bu örgütün doğmasına bu günden katkıda bulundu.”3
Bu yazısında, özellikle köylülük, köylüler içerisinde çalışma, köylülerin toprak mücadelesi ve devrimin yolunun nasıl olması gerektiği üzerine; sonradan daha da netleştirdiği ve elinizdeki yazılarda somutladığı düşüncelerinin ipuçları vardır. Aktif profesyonel mücadele içerisinde yer almaya başladıktan sonra özellikle köylüler ve işçiler arasında, köylülerin ve işçilerin mücadeleleri içerisinde yer alarak, toprak işgalleri ve grevleri gözlemleyerek, sosyal pratikten somut teorik açılımlar çıkarmaya, bilimsel analizler yapmaya başlamıştır.
Kaypakkaya’nın bu yönü; köylülerin mücadelesi içerisinde yer alması ve buradan somut sonuçlara ulaşması, onun özellikle 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişinden çıkarttığı ve çok önemli olan somut analizlerin gölgesinde kalmıştır. Bu yıllarda köylülerin durumunu, mücadelesini ve toprak taleplerini gözlemlemesi, onun İşçi-Köylü ittifakı temelinde ve temel gücünü köylülerin oluşturduğu bir köylü savaşı tezinin somut verilerini oluşturan bu örnekler, Doğu Anadolu Bölge Komitesi içerisinde yürüttüğü faaliyetlerle birleşince daha da somutlaşarak, tahlillerini bir üst aşamaya sıçratmış; ve Türkiye devriminin temel meseleleri hakkında net ve berrak bir senteze ulaştırmıştır.
Kaypakkaya’nın bu özelliği, sonraki mücadele yaşamında da devam etmiş ve yeri geldiğinde değineceğimiz gibi, toplumsal pratik içerisinde olayları ve olguları çözümleyerek, analize tabi tutarak, buradan bilimsel sentezlere, sonuçlara ulaşmıştır. Onun bu yöntemi kullanması, ileriye sürdüğü tezlerin bugün hala esasta geçerliliğini korumasının en önemli nedenidir. İlk önce öğrenci gençliğin, sonra köylülerin mücadelesinin, ardından da işçi hareketinin içerisinde yer alma ve buralardan bilimsel sonuçlar çıkarma, Doğu Anadolu faaliyeti içerisindeyken, Kürt Ulusal Sorunu ve hiç kuşkusuz ki Kemalizm gibi meselelerde, somut ve berrak çözümlemeler yaparak, bu analizlerini, basit ama oldukça etkili bir dille sentezleyebilmiştir. İşte bundandır ki; pek çok meselede bir sonuç olarak ileriye sürdüğü tezlerin doğruluğu ve bilimselliği, sosyal pratiğin devamında döne döne kendisini kanıtlamayı sürdürebilmiştir.
1 Temmuz 1969 tarihinde onbeş günde bir basılan İşçi-Köylü kitle gazetesi çıkartılmaya başlanır. İşçi-Köylü gazetesinin satışına, dağıtımına MDD’ci herkes katılır. İbrahim Kaypakkaya da İşçi-Köylü gazetesinin çalışanlarından ve yazarlarından birisidir. Ancak MDD tezi içerisinde de farklı anlayışları savunanlar vardır. Aralık 1969 ile Ocak 1970 aylarında MDD saflarında ayrışma yaşanır. “MDD esprisi etrafında toplanan saflar içerisinde başlıca üç ayrı görüş ve akım oluşmaktaydı. Birincisi, sözcülüğünü Mihri Belli’nin yaptığı görüş; MDD cuntacı, yani devrim için halk kitlelerinin yaratıcı eylemini değil, bir subay grubunun tepeden inme darbesine bel bağlayan eğilimi ifade ediyordu;….. ikinci görüş: Sözcülüğünü muhtelif zamanlarda Yusuf Küpeli, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, M. Ramazan Aktolga gibi gençlerin yaptıkları devrim için yine halk kitlelerinin yaratıcı eylemine değil, küçük öfkeli aydınlar veya seçkinler grubunun kitlelerden kopuk soyut anti-emperyalist eylemlerine bel bağlıyorlardı. Üçüncü ana görüş ise; sözcülüğünü Doğu Perinçek, ben ve Ömer Özerturgut, Atıl Ant, Gün Zileli… İstanbul’da; Bora Gözen, İbrahim Kaypakkaya, Muzaffer Oruçoğlu’nun yaptıkları esas niteliği, devrimin işçi ve köylü kitleleri tarafından gerçekleşebileceğine inanan görüştü.”4
Bu ayrışmadan sonra Aydınlık Sosyalist Dergi (ASD) ve Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) dergileri çıkartılmaya başlanır. PDA ve İşçi-Köylü gazeteleri çevresinde bulunanlarla birlikte hareket eder. Hatta bu yüzden kaba saldırıların boy hedefi haline gelir.5
PDA saflarında kalması, onun meselelere yaklaşımı hakkında bize ipucu vermektedir. O yıllarda mücadele arkadaşı olan Ali Taşyapan’ın, “İbrahim atılgan bir yapıya sahipti, bu özelliği kıstas alındığında, MDD ayrışmasında doğal olarak Dev-Genç kesiminde kalması gerekiyordu. Ama, öyle olmadı, savaşım çizgisinde sertliğin az olduğu Aydınlık hareketini tercih etti. Bunun nedeni olmalı. Kanımca şu: Komünist önderlerden Lenin, Stalin ve Mao’nun eserlerini okudu, Sovyet ve Çin devrimlerinin deneyimleri hakkında bilgi sahibi oldu, kitlelerin gücüne yaslanan devrimci ayaklanmayla, düzen ordusunun bir kesimince yapılan askeri darbe arasındaki niteliksel farklılığın ayrımına vardı. Mihri Belli’nin cuntacılığına eleştiri yönelten Aydınlık grubunu kendine yakın gördü, tercihini ona yaptı.”6 biçiminde ifade ettiği bu durum; giderek Marksist-Leninist-Maoist teoride belli bir yetkinliğe ulaştığı ve meselelere duygusal, subjektif değil; tamamıyla bilimsel ve objektif yaklaştığının, düşüncelerinin sağlam bir teorik yaklaşım üzerinden yükseldiğinin ifadesi olarak görülmelidir.
Kaypakkaya bu ayrışma sonrası İşçi-Köylü gazetesinin İstanbul’daki Yazı Kurulu içerisinde ve İstanbul bürosunda “İşçi Komitesi” sorumlusu olarak faaliyetine devam eder. Bu süre içerisinde, köylülerin toprak işgalleri ve işçilerin grev ve eylemleri içerisinde yer alır. Bu işgal ve direnişlerden gazeteye haber geçer. Aynı zamanda dersler ve deneyimler edinir.
15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi başladığında Ankara’dadır. Direniş haberini duyar duymaz 15 Haziran Pazartesi günü gece yarısı İstanbul’a hareket eder. 16 Haziran günü İstanbul’da ve işçilerin arasındadır. Bu işçi direnişine de yine aynı sorgulayıcılıkla yaklaşarak önemli dersler çıkarır ve “15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, İki Çizgi Arasındaki Mücadelenin Şekillenmesi Ve PDA Revizyonizminin Bir Daha Kılık Değiştirmesi” başlıklı, elinizdeki kitapta yer alan çalışmasında bu direnişten çıkardığı derslerden yararlanır.
15-16 Haziran İşçi Direnişinden sonra PDA çevresi kadroların büyük bir kısmı, sonbaharda yapılması planlanan “Sosyalist Kurultay” gerekçesiyle köylük bölgelere yollanır. Bu süreçte Çorum’dadır. Yaklaşık 2 ay boyunca bölgedeki çalışmalara katılır. Bu çalışmalar sonucunda arkadaşlarıyla birlikte, “Çorum İlinde Sınıfların Tahlili” 7 başlığı adı altında yayınlanacak olan makalenin materyallerini toplar. Nisan Toplantısı’nın ardından, Ankara’da Oral Çalışlar, Gün Zileli ile birlikte toplanan bu materyaller üzerinde çalışır ve yazıya son şeklini verir.8
Sosyalist Kurultay, PDA çevresinin 1970 yılı sonbaharında, bu yolla bir parti kurma amacının bir aracı olarak ileriye sürülür. Sosyalist Kurultay çalışmasından bir sonuç elde edilmez. Ancak bu tartışmalarda Kaypakkaya ile PDA yöneticilerinin arasındaki görüş ayrılıklarının filizlenmeye başladığını görmekteyiz. Bu nokta önemlidir. Ankara’da Doğu Perinçek’in odasında yapılan tartışmada, ısrarlı bir biçimde “dağa çıkma ve silahlı mücadeleyi başlatma” düşüncesini ileri sürer.9 Bu meseleye yaklaşımını o yıllarda mücadele arkadaşı olan Cem Somel “Sosyalist Kurultay meselesinden çıkan tartışmada Garbis Altınoğlu, İbrahim Kaypakkaya, Muzaffer Oruçoğlu ve Adil Ovalıoğlu birlikte Doğu Perinçek’e muhalefet ediyordu.”10 diye aktarmaktadır. Muzaffer Oruçoğlu ise; “Tıkanıklığı, krizi Sosyalist Kurultay’la aşamayacağımıza inanıyorduk. Bu kurultaydan devrime öncülük edecek bir partinin çıkmasını hayal etmenin gülünç olduğunu söylüyorduk”11 şeklinde anlatımlarda bulunmaktadır.
10-12 Nisan 1971 yılında 30 kadar TİİKP kadrosu Ankara’da Hukuk Fakültesi’nde bir araya gelir. Toplantıda TİİKP yönetimi ile Kaypakkaya’nın da aralarında bulunduğu 6 kişi karşı karşıya gelir.12 Katılımcılardan Oral Çalışlar oluşan havayı şöyle özetliyor: “Toplantıda hava çok gergindi. Kaypakkaya PDA’yı silahlı mücadeleyi başlatmamakla suçluyor, hatta sosyalist kurultay önerisine istinaden ‘Mao ile Kıvılcımlı bir araya gelmez. Bu sizin yaptığınız ikiyi bir etmektir diyordu. Perinçek ise son derece sekter bir üslupla bağırıp çağırıyor, tıpkı Mahir Çayan ile ipleri kopardığı gibi, Kaypakkaya ile aramızdaki ipleri koparıyordu.”13 Ve yine toplantıya katılan Gün Zileli de oluşan görüş ayrılığını net bir biçimde ifade ediyor: “Çoğumuz oradaydık. Kaypakkaya, ‘silahlı mücadeleyi vermemek için ayak geriyorsunuz’ diyordu.”14
Bu toplantının tarihsel bir önemi olduğunu kaydetmek gerekir. İlk defa TİİKP yönetimi ile arasındaki görüş ayrılıkları resmileştirilmiş oluyordu. TİİKP’e yönelik daha önceden eleştirileri olduğu açıktı ve bunları Sosyalist Kurultay vb. tartışmalarda dile getiriyordu. Ancak, kadrolarla birlikte yapılan bu tartışma ile birlikte farklı düşünceleri açıktan açığa dillendirilmiş oluyordu. Ve bu toplantı öncesinde yazıldığı anlaşılan ve Kaypakkaya’nın elinizdeki yazılarında Nisan Toplantısı başlığı adı altında, “Özeleştiri konusunda geçmişi etraflı bir şekilde tahlil ederek, PDA revizyonizminin durmadan kılık değiştirdiğine işaret ettik, samimi davranılmadığına işaret ettik (bak: “Özeleştiride Cesur ve Samimi Olalım”)” diyerek belirttiği ve Mart 1971 tarihli mektubun toplantı öncesinde kaleme alındığına dikkat çekmek gerekir. Bu mektupla birlikte TİİKP’e karşı düşüncelerinin giderek sistemleştiğine tanık olmaktayız.15
Kaypakkaya; 12 Mart 1971 darbesiyle birlikte artık illegal faaliyet sürdürmeye başlar. Bir kısım TİİKP Merkez Komitesi üyesinin yakalanmasıyla birlikte, TİİKP Merkez Komite Yedek Üyesi olarak konumlandırılır. Bu sırada henüz 22 yaşındadır ve Doğu Anadolu Bölge Komitesi’nde faaliyet sürdürmektedir. 16
Eylül 1971 yılında, TİİKP Merkez Komitesi Ankara’da toplanır. Toplantıya o sırada Antep’de faaliyet sürdüren Kaypakkaya katılmaz ancak 29 Ağustos tarihli ve “Yoldaşlar” başlıklı bir yazı gönderir. Toplantıya katılmamasının nedenini kendi ifadesiyle “(B)irinci sebebi, burada çıkan aksiliktir. (Oral Çalışlar’ın yakalanması kastediliyor bn.)….İkinci sebebi ise, oraya gelmemin herhangi bir fayda sağlamayacağını, aksine tartışmaları normal seyrinden çıkartıp belki de zararlı bir yola sokacağı konusunda, bende uyanan kanaattir.”17 diyerek anlatır. Bu yazısında giderek TİİKP’in örgütsel anlayışından koptuğunu, TİİKP revizyonizminin sol ve sağ oportünizmini sistemli bir şekilde eleştirdiğini görmekteyiz. Ve yine Kemalizm konusunda da giderek netleştiğine ve Kemalizmi çözümlemede bir sıçrama yaptığına tanık olmaktayız. Yazısının sonunda yer alan şu satırlar bu sıçramanın somut bir ifadesidir: “Kemalizm konusunda, metindeki görüşlere katılmıyorum. Kemalizm kurtuluş savaşının içindeyken emperyalizm ve feodalizm ile uzlaşmaya ve karşı devrimciliği temsil etmeye başlamıştır. Halka ve komünistlere alçakça düşmanlık gütmüş ve onlardan gelen her hareketi gaddarca ezmiştir. Mao Zedung’un Yeni Demokrasi kitabına aldığı dipnotunda, Stalin de bundan söz ediyor. Ayrıca Şnurov’un kitabındaki bilgiler son derece öğreticidir. M. Kemal’in ‘tam bağımsızlık ilkesi’ pratikte (1938’e kadarki iktidar döneminde) görüldüğü gibi, emperyalizme teslimiyet, yarı sömürgeciliği seve seve kabullenmektir. M. Kemal’in Sun Yat Sen ile kıyaslanması doğru değildir. Olsa olsa Çan Kay-Şek’le kıyaslanabilir.”18
1971 yılı sonlarında TİİKP’nin kongre yapması gündeme gelir. TİİKP Merkez Komitesi kongrenin Aralık 1971’de yapılması düşüncesindedir. İbrahim Kaypakkaya ise 1-15 Ocak 1972 tarihleri arasında toplanmasını önerir. 7 Aralık 1972 tarihli “Bir Köylük Bölgedeki Yönetici Yoldaşlara Mektup” adlı yazısı bu dönemde kaleme alınır.
Bu kitapta yer verdiğimiz yazılarının tarihlerinden; onun zaman kaybetmeksizin kongreye hazırlanmaya başladığını görmekteyiz. Hedefi, TİİKP içerisinde ileri çıkan militan kadroları etkilemektir. Bu amaçla; TİİKP’den ayrıldıktan sonra, Kaypakkaya önderliğinde oluşturulan Koordinasyon Komitesi’nce yeniden gözden geçirilen (kendisinin de “revizyonizmle örgütsel ayrılıktan sonra aslına bağlı kalınarak yeniden kaleme alındı” diyerek ifade ettiği) yazıları hazırlar.
İlk yazısı Kürt sorununu detaylıca incelediği, Aralık 1971 tarihli “Türkiye’de Milli Mesele”dir. Daha sonra ise tarih sırasıyla Ocak 1972’de peşpeşe üç yazı kaleme alır. “Başkan Mao’nun Kızıl Siyasi İktidar Öğretisini Doğru Kavrayalım” başlıklı ve silahlı mücadeleyi irdeleyen makaleyi, Parti anlayışına ilişkin olarak, “TİİKP Program Taslağının Eleştirisi” başlıklı makaleyi ve Kemalizmi inceleyen “Şafak Revizyonizminin, Kemalist Hareket, Kemalist İktidar Dönemi, İkinci Dünya Savaşı Yılları, Savaş Sonrası Ve 27 Mayıs Hakkındaki Tezleri” başlıklı makaleyi kaleme alır.
Bu sıralarda TİİKP’ten kopmayı düşünmektedir. Muzaffer Oruçoğlu, bu süreci, “İbo TİİKP’den ayrılmamız gerektiğini ileri sürdü…TİİKP’le aramızda temel görüş ayrılıkları olmasına rağmen karşı çıktım. 1972’nin kış aylarında, Tunceli ve Kürecik’te İbo’yla aramda şiddetli tartışmalar oldu. İbo, parti kongresinin anti-demokratik bir tarzda düzenlendiğini, buna katılmanın, bize zaman kaybından başka bir şey getirmeyeceğini, ayrılığımızı ilan etmemiz gerektiğini savundu.”19 diye anlatmaktadır.
7-8 Şubat 1972 tarihinde Muzaffer Oruçoğlu ile beraber DABK toplantısını yaparlar. Toplantıya komitenin diğer üyesi hasta olduğu için katılamamıştır. Toplantı sonucunda “DABK Şubat Kararı”nı kaleme alır. Kararlarda, daha önceden çeşitli kereler eleştirdiği TİİKP’ne karşı sistemli eleştirilerini tekrarlar. Bu durum TİİKP önderliğini oldukça rahatsız eder.
Kaypakkaya için ölüm kararı öneren mektuplar yazılır.20 Bunun için çeşitli hazırlıklar yapılır. Ancak tesadüf eseri bu hazırlıkları atlatarak,21 M. Oruçoğlu ile birlikte Doğu Perinçek’le görüşmeye gider. 26 Mart 1972 tarihinde Söke’de görüşme yapılır. D. Perinçek’le arasında yaşanan oldukça sert tartışmalardan sonra TİİKP’ten koptuğunu ilan eder.
Bu kopuş sonrasında Haziran 1972 tarihli “Şafak Revizyonizmi İle Aramızdaki Ayrılıkların Kökeni Ve Gelişmesi TİİKP Revizyonizminin Genel Eleştirisi” başlıklı makalesini kaleme alır. TİİKP’ten koptuktan sonra hızla yeni bir örgütlenmenin temellerini atar. Aynı zamanda önceki yazılarını gözden geçirir. Bu yazılarda ileriye sürdüğü tezler doğrultusunda, yoldaşlarıyla birlikte Türkiye Komünist Partisi Marksist Leninist’i ve onun askeri örgütlenmesi olan Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu’nu; aynı zamanda da TKP/ML’nin komsomol örgütlenmesi Türkiye Marksist Leninist Gençlik Birliği’ni kurarken, bu kitaptaki makalelerde ifade ettiği programatik görüşler doğrultusunda pratiğini şekillendirir.
Bu yazılarında Türkiye devriminin yolunu, karakterini incelemiş ve sınıf analizine dayanarak önemli meselelerde Türkiye devrimi için senteze varmıştır. Bu senteze ulaştığı, yazılarında oldukça açık/net olan Kaypakkaya’nın; devrimci yönteminin, meseleleri bilimsel ele alışının, olaylara ve olgulara sınıfsal açıdan yaklaşmasının iyi kavranması gerekir. Devrimci mücadele içerisindeki tutumunu genel olarak pratikte en ilerici olana göre belirlediği, bu tavrı kapsamında da sürekli bir teorik hesaplaşma yaşadığı görülmektedir. Örneğin; sosyo-ekonomik yapı tahlilini politik devrimci mücadelesinin belli bir aşamasında olgunlaştırmıştır. “Çorum İlinde Sınıfların Tahlili” ve “Kürecik Bölge Raporu” gibi çalışmalar, teoriyi pratikten çıkardığına örneklik teşkil ederken, mücadeleye ilişkin geliştirdiği tezlerle yön verdiği hareket ise teoriyi tekrar pratiğe yansıttığının somut ifadesi olmuştur. Bütün bunlar O’nun sürekli bir araştırma-inceleme-sorgulama pratiği içerisinde olduğunu ve bu pratiğinden çıkardığı sonuçları sentezlediğini göstermektedir.
Bu, O’nun ileriye sürdüğü tezlerin anlaşılabilmesi açısından önemli bir olgudur. TİP içinde yer alması, zamanla farklılaşması, MDD akımı içinde yer alması ve zamanla farklılaşması, MDD içindeki ayrımda beklenenin aksine DEV-GENÇ dışında ve şiddet konusunda daha pasif bir tavır içinde olan PDA içinde kalması, burada ayırıcı ve bir o kadar da Kaypakkaya’yı Kaypakkaya yapan, onun ileriye sürdüğü düşüncelerinin ve bu anlamda elinizde somutlanan yazıların bilimsel bir temele oturması, bizzat pratik içerisinde olgunlaşarak, uygulanabilirliğini sağlaması açısından da önemli bir özelliktir. Bu ayırıcı özellik Marksist-Leninist-Maoist klasikleri ve dünyadaki gelişmeleri özenle okuyan, takip eden İbrahim’in teoride olgunlaşmasından, yetkinleşmesinden ileri gelir. Yani İbrahim teoriden önce pratik tutum içinde devrimci idi. Bunu zamanla hesaplaşma içinde teorik düzeyde de yerine getirdi. Bunun kavranması önemlidir.
Bu kavrandığı oranda; bu kitapta yer alan “Başkan Mao’nun Kızıl Siyasi İktidar Öğretisini Doğru Kavrayalım” ve “DABK Şubat Kararları Şafak Revizyonistleri, Baş Çelişmeyi İdealist Bir Tarzda Tespit Ediyor” gibi yazılarında irdelediği Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısının tespiti ve bu tespitin bilimselliği, bu bilimselliğin kökenleri yeterince anlaşılmaz. Bu nokta önemlidir. Çünkü ekonomik-toplumsal statünün niteliği, devrimin karakteri ve perspektifleri sorunuyla doğrudan ilişkilidir. Bu sorunun tahlilinden sonradır ki diğer sorunlara tam açıklık getirilebilir. Demek ki, sosyo-ekonomik yapı işin anahtarıdır. Bu kitapta yer alan yazılarında ekonomik yapı tahlilinde Marksizm-Leninizm-Maoizmin evrensel ölçütlerini ulusal somuta uygulayarak, hem kendisini dogmato revizyonizmden ve hem de bunun tersyüz edilmiş karşıt ucu sağ oportünizmden ayırır.
Ülkemiz, Kaypakkaya’nın bilimsel olarak kanıtladığı gibi, siyasi, iktisadi ve kültürel gelişmesi eşitsiz yarı-sömürge, yarı-feodal bir yapıya sahiptir. Birçok emperyalist devletin sömürü ve baskısına maruz kalan yarı-sömürge bir ülke konumundadır. Bu, yalnızca bugün değil, geçmişten, daha Osmanlı toplumu döneminden beri böyledir. Bu, devrimci yolu izleyen hemen herkesin ortak görüşüdür. Ancak sorun, ülkemizin yalnızca yarı-sömürge olduğunu, yani çeşitli emperyalistlerce talan edilip yağmalandığını kabullenmek değildir. Bu noktaya ulaşmak önemlidir, ancak yeterli değildir. Bu kabul edişin yarı-feodal çözümlemeyle tamamlanması gereklidir, bu zorunludur. İşte Kaypakkaya’yı farklı kılan ve çoğunlukla görmezlikten gelinen yanlarından birisi de; elinizdeki yazılarda oldukça berrak bir biçimde çözümlediği yarı-feodalizm gerçeğidir.
Lenin, yarı-feodal iktisadi varlaşmayı, kapitalizmin ve feodalizmin özelliklerinin sayısız ve birbirinden ayırt edilmeyen çeşitlerinin içiçe geçtiği bir sistem olarak niteler. Ödenmemiş artı-emek, doğrudan üreticiden yarı-feodal tarzla gaspedilir. Böyle bir tarzda, “kapitalizm mi egemen, feodalizm mi egemen” biçiminde bir soru sorulamaz. Lenin, bu anlayışa “bir eczacı terazisine koyup kapitalizm mi, feodalizm mi ağır basar biçimindeki bir yaklaşım, kişinin kendi budalalığını Marksizm’e atfetmesidir” diye alaycı bir üslupla karşı koyar. Bugün açısından ülkemizde var olagelen durum tam da budur. Komprador-feodal üretim ilişkilerinin egemen olduğu, emperyalizmin kendi varlığının temeli olan bu ilişkileri ve kapitalizm öncesi sömürü biçimlerini korumaya ve devam ettirmeye çalıştığı bir yarı-feodal statüyle karşı karşıyayız. Özellikle ülkemizde bu statünün sonucu olarak toprak sorunu, bölgelere göre değişiklik gösterse de önemli bir sorun olarak varlığını devam ettirmektedir. “Tarım toprakları sorunludur. Tarım topraklarında mülkiyet sorunu yaşanmaktadır. 4 milyon tarım işletmesinden 102 bininin hiç toprağı bulunmamaktadır. Bu durum özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesinde çok önemli bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bölgede 362 bin tarım işletmesi bulunmakta olup bu işletmelerin 29 bini topraksızdır. 21 bin işletmenin toprağı ise 5 dekardan daha azdır”22 Üstüne üstlük uygulanan emperyalizm güdümlü tarım “reformları”, bırakalım köylülerin toprak talebinin karşılanmasını, giderek köylülerin açlıkla karşı karşıya kalmalarını beraberinde getirmiştir. Kırsal bölgede açlıkla karşı karşıya kalan köylüler, şehirlere göç etmiş ancak, varolan kapitalizmin komprador nitelikli olmasından kaynaklı olarak şehirlerde istihdam olanaklarının olmaması, yeni sorunları da beraberinde getirmiştir.
Herkesçe bilinir ki, emperyalizm koşullarında yarı-sömürge bir ülkede, emperyalizme rağmen iç dinamiği ile gelişen bir kapitalizmin egemenliği
asla mümkün değildir. Emperyalizmin iradesi dışında da olsa fabrika yapan fabrika sanayinin, böyle bir ülkenin sanayisinin niteliğini belirlemesi gerçeklerle alay etmek olur. Türkiye’de kapitalizm “Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren dünya kapitalizminin olağan gelişme trendine uygun raya girmiş ve bunu Cumhuriyet döneminde de sürdürmüş olan Türkiye, 1929 Krizi esnasında atmış olduğu sanayi temelleri dışında, uyguladığı politikaları kendi iradesiyle geliştirememiştir. 1923-1929, 1950-1958, 1960-1979 ve 1980 ve sonraları Türkiye’deki politikaların hakim Batı ekonomilerinin çıkarları doğrultusunda şekillendirildiği açıkça izlenebilmektedir”23 olarak ifade edildiği gibi komprador karakterli bir kapitalizmdir.
Geri ülkeleri bağımlılık ağları içine alan emperyalizmin daima iki eğilimi vardır. Birincisi, emperyalizmin bu ülkelerde kapitalizmi geliştirmesi, ikincisi, kösteklemesidir. Ama aslolan ikincisidir. Eğer böyle olmasaydı Stalin’in şu sözlerinin bir anlamı olmazdı: “Tüm muti ve askeri gücüyle emperyalizm, Çin’de tüm bürokratik-askeri üst yapısıyla birlikte feodal kalıntıları destekleyen, onlara esin veren, onları besleyen ve muhafaza eden güçtür.”
Emperyalist politikalar doğrultusunda şekillendirilen Türkiye ekonomisi, kendi dinamikleri üzerinden yükselmemiştir. Emperyalizme bağımlı biçimlendiriliş sanayi sermayesi üzerinden değil, tefeci, asalak, rantiye sermayesi üzerinden olmuştur. “Bir kere hangi türde olursa olsun, bir birikim stratejisinin hegemonik olabilmesi için, toplumsal artığı büyütecek olan sınıf diliminin (yani sanayi sermayesinin) çıkarlarını veri almasına bağlı iken, Türkiye’de uygulanan ekonomi politikaları, üretken sermayeden çok üretken olmayan sınıf dilimlerinin çıkarlarını gözetti. İşçi sınıfının sırtından gerçekleştirilen radikal operasyon, sınıf hareketini bir kriz dinamiği olmaktan çıkaramadığı gibi sanayileşmenin dinamizmine de herhangi bir katkıda bulunmadı. İhracata yönelik yeni birikim stratejileri, sanayi sermayesi yerine mali sermaye ile spekülatif sermayenin genişlemesine, dolayısıyla üretmeden zengin olan küçük bir rantiye kesiminin palazlanmasına yaradı”24
Netice itibarıyla İbrahim Kaypakkaya’nın bu yazılarında bilimsel olarak ortaya koyduğu yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülke gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Böyle bir gerçekle yüzyüze olan bir ülkede o ülkenin komünistlerine düşen görev, yarı-sömürge, yarı-feodal statüden kaynaklanan anti-emperyalist, anti-feodal çelişmeleri saptamaktır. Bu gerçeği berrakça çözümleyen İbrahim Kaypakkaya; anti-feodal, anti-emperyalist çelişmelerden hareketle devrimin niteliğini burjuva demokratik devrim olarak tespit eder. Devrimimizin stratejik hedefini de emperyalizm, feodalizm ve komprador kapitalizm olarak saptar.
Kaypakkaya’nın düşünceleri de, ortaya koyduğu teorik açılımları da, günümüz koşullarını yadsıyabilecek, set oluşturacak ya da onun gerisinde kalacak özellikler arz etmemekte, tersine her Marksist-Leninist-Maoist düşüncede olduğu gibi, yeniye açık ve yeni koşullara geliştirilerek uyarlanması gereken bir sistematiğe sahiptir.
Yazılarında konuyla ilgili ortaya koyduğu tezler temel yaklaşımları ve tahlilleri itibarıyla geçerliliğini bütünüyle korurken; öte yandan bu tezlerin ileriye sürüldüğü tarihten itibaren günümüze kadar şüphesiz bazı değişimler-gelişmeler de olmuştur. Ancak bu gelişmeleri, değişmeleri, “2000 yılı programına da eğildiğimizde, 1923 yılından beri yaşanmış olan tüm bağımlılık ilişkilerinin, daha da sıkılaşmış bir biçimde sürdürüldüğünü görmekteyiz”de25 ifade edildiği gibi daha da sıkılaştığını, bağımlılığın daha da katmerleştiği anlamında kullandığımızı ifade edelim. Bu yüzden; ileriye sürdüğü tezlerin doğruluğunun; ülkemiz somutunda son yaşanan gelişmelerle bir kez daha somutlandığını/kanıtlandığını görmek şaşırtıcı olmamalıdır. Bu değişimleri kısaca özetlersek:
Emperyalizmin bugün yarı-sömürgelere ve aynı kategorideki ülkemize yüklediği görevler var. Emperyalistler, bizim gibi ülkelere hemen her alanda yoğun bir talan politikası dayatıyor. Bu politika, ülkemizin tüm kaynaklarının emperyalizm tarafından sınırsızca kullanılmasına olanak sağlayacak yeni ekonomik koşulların yaratılmasını, yarı-sömürge ülke zenginliklerinin, gelir kaynaklarının talan edilmesini, sömürülmesini, gaspını içermektedir.
Hatırlanacağı gibi; 24 Ocak kararlarına dek ekonomi, “ithal ikameci” model üzerinde yürüyordu; tekelci (uluslararası) kapitalizmin tüm yarı-sömürgelere olduğu gibi bize de, özellikle ikinci paylaşım savaşından sonra dayattıkları model buydu. Devlet eliyle desteklenen sanayinin dışa bağımlı kapitalist bir çizgide bir ölçüde geliştiği, önemli bir birikimin bağımlı sanayiye temel sağladığı doğrudur. Fakat, yarı-sömürgelerde yıllarca uygulanan bu “ithal ikameci” kalkınma modeli buralarda belli bir kapitalist gelişmeyi sağlasa da, özü itibarıyla ve esas olarak emperyalizme bağımlılığı, yarı sömürgeciliği pekiştirdi.
24 Ocak kararlarının uygulanmaya başladığı 1980’li yıllarda, bu model yerini yeni bir modele bıraktı: İhracata dayalı gelişme modeli. Bu model “neyin varsa sat” modelidir. Son yirmi yıldır uygulanan ve şimdilerde son sınırına varan bu modelle yirmi yıl önce iki haneli rakamlarla ifade edilen borçlar üç haneli rakamlara tırmanmış bulunuyor; ülke, eşine rastlanmadık borç-faiz sarmalı ile bunalımının en derinini yaşıyor. Türkiye “Dış ticaret açığında dünyada ikinci sırada…Kayıt dışı ekonomide 16.5 katrilyon ile birinci…TL en çok değer kaybeden para...Nüfusun %20.2’si sosyal güvenceden yoksun… 1 milyon sokak çocuğu ve 6 milyon çocuk işçinin var..”26 olduğu bir duruma gelmiş durumda.
Kapitalist dünya piyasası, frenleyici engellerinden kurtulmuş uluslararası sermayeye teslim edilmiş durumda. Bu arada kapitalist-emperyalist sistemin bir parçası durumundaki Türkiye için de durum aynıdır. “Yeniden yapılandırma” süreci ile tekelci sermayenin çıkarlarını sağlama almayan her şey, her ilişki biçimi, her ekonomik-örgütsel-geleneksel şekilleniş yeniden biçimlendirilip değiştirilmek isteniyor. Bunun için özelleştirme saldırısı pervasızca sürdürülmekte, gümrük duvarları kaldırılmakta, tekelci sermayenin dış hareketindeki tüm engeller yok edilmektedir.
Bunun anlamı; toplumsal üretimin emperyalistlerin üretim fazlalılığına ve iç pazarın ihtiyaçlarına göre ayarlanması ve ekonomik liberalizmin getirdiği serbestiyle iç kaynaklarımızın emperyalist tekellere peşkeş çekilmesi/hiç pahasına satılması (transferi), emeğin artı-değer, faiz, kâr vb. biçimler altında daha da insafsızca sömürülmesidir. Bunun anlamı; iç ekonomik süreçlerin, uluslararası sürecin hizmetinde sözde “verimlilik” çizgisinde tekelci sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlenmesidir. Bunun anlamı, kapitalist emperyalist ülkelerin çözemediği krizin yarı-sömürge ülkelere ihraç edilerek hafifletilmesidir. Bunun için de ilk elden yapılması gereken özelleştirme ile KİT ve benzeri kuruluşların devlet kapitalizmi niteliğine son vermek ve bu alanları sermayenin özelleştirilmiş hareket alanı haline getirmek ve bu eksende devleti her alanda küçültmektir. Ekonomiden ulaşıma oradan eğitime ve sağlığa ve hatta savunmaya dek her alanda özelleştirme politikası uygulanmakta ve bu en hayati alanlar bile tekelci sermayenin yönetimi, gözetimi ve denetimine sokulmaktadır. Bu, köleleştirmedir. Bu, dizginsiz bir boyun eğdirmedir. Yalnızca iktisadi teslimiyet değil, aynı zamanda siyasal, askeri ve bunun da ötesinde sermayenin kültürel boyun eğdirmesidir.
İşçiye, emekçiye, memura, küçük esnafa dayatılan yıkımdır; sosyal yıkımı da katlanılamaz biçimde içeren çok yönlü bir yıkım. Bu, özelleştirme üzerinden kitlesel işsizlik ve işsizliğin yaygınlaştırılması, sermayenin dış hareketi ve devlet korumacılığının bitirilmesi üzerinden kırsal nüfusun ve dolayısıyla tarımın yıkımı, IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleriyle memurun yıkımı, esnaf ve küçük işletmecinin iflası, zincirlerinden boşanmış uluslararası sermayenin baskısı ile ülke pazarının talanıdır. Nasıl mı? İşte birkaç rakam: “Türkiye’de çalışan nüfusun %49’unu oluşturan ücretlilerin milli gelirden aldıkları pay, 1996 yılında % 25.8’di. Bu tutarın da %54’ünü kamu, kalanını özel kesim ücretlileri alıyordu. İşgücünün milli gelirden aldığı pay 1999’da %30.7’ye kadar çıkmıştı. Ama 2000 yılında tam  iki puan azalma oldu ve işgücünün payı %28.7’ye düştü. Ülke milli gelirinin %10 gibi rekor düzeyde gerilediği 2001’de dehşetli küçülme toplumun tüm kesimlerinde bir refah kaybı yaratmakla beraber, krizden en fazla etkilenen kesimleri, gelir piramidinin zaten altında olan ücretli kesimler, tarım kesimi ve devletin yardımına muhtaç emekli, dul, yetim kesimleri oluşturuyor. Savaş yılları bir yana bırakılırsa tarihin en yoğun işsizliğini yaşayan Türkiye’de toplumsal kesimler mutlak yoksullaşma ile nispi yoksullaşmayı iç içe yaşıyorlar”27
Öte yandan yeniden yapılandırma ile tekelci (uluslararası) sermaye ve batılı emperyalist devletlerin birikmiş borçlarının aksatılmadan zamanında ödenmesi de IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası kuruluşların öngördüğü ekonomik reçeteyle güvence altına alınmaktadır. Dünya Bankası eski baş ekonomistlerinden Prof. Stiglitz’in dediği gibi: “IMF ülkenizi mezata çıkarıyor…”28 Bu kuruluşlar sermayenin dış hareketindeki herhangi bir düzensizliğe meydan vermeyecek biçimde ekonomiye müdahale ediyor ve emperyalist sermayenin giriş ve çıkışta güvenceli, rahat dolaşımını sürdürmesini düzenlemektedir.
Devlet, yeniden yapılandırma siyasetinin neden olduğu saldırılara karşı gelişecek muhtemel direnişleri, grevleri, işgalleri, toplumsal muhalefeti, sınıf hareketlerini de zor araçlarıyla etkisizleştirmeye dönük yapılandırılmıştır. Devlet, yeniden yapılandırma programının uygulanması karşısındaki direniş odaklarını ezmek ve bastırmak için öteden beri tam bir zaptiye görevi üstlenmiş haldedir. Bu nedenle Türkiye hızla silahlanmaya devam etmektedir. “2001 Yılı Silahlanma Raporu’na göre Türkiye 8.9 milyar dolarla silahlanmaya en çok harcama yapan 14. ülke”29dir.
Emperyalizmin bugün tepe noktası görülen “küreselleşme” ile dayatılan “yeniden yapılandırma” politikaları yalnızca ezilenlere, emeğe karşı değil, aynı zamanda birkaç düzine uluslararası tekelin daha küçük birçok tekele de saldırı hareketidir. Ancak, sermayenin emeğe saldırısı aslolandır. Tüm dünya birkaç düzine tekel tarafından talan edilmektedir. Brezilya’yı, Arjantin’i ve son yıllarda ülkemizi de içine alan bunalımın temelinde yatan emperyalizmin yeni ilişki biçiminin yarı-sömürgelere dayattığı çizgidir. Yarı-sömürgelerdeki mali krizler “küreselleşmenin” saldırılarıdır.
Emperyalizmin yarı-sömürgelere uyguladığı/uygulattırdığı politikaların neden olduğu yıkım ve değişim Türkiye’de de önemli noktalara ulaşmış durumdadır. Türkiye’de ekonomi yönetimi siyasal iktidarın etkinlik sahasının dışına çıkartılmak istenmektedir. Bu, emperyalizmin son yıllarda geliştirmek istediği yeni bir doktrin olarak sunulmaktadır. Bu eski doktrin, günümüzde yarı-sömürgelerde emperyalist sömürünün yaygınlaşması ve derinleştirilmesi amacıyla “yeniden yapılandırma” adı altında uygulamaya sokulmuş durumdadır. Bu politikaların sonucu olarak işçi ve emekçi kesimlerin hak alma mücadelesi parçalanması ve sömürünün en vahşi tarzda gerçekleştirilmesi sağlanmaktadır.
Türkiye’de ekonomi ile ilgili kurumların başına IMF, DB ve ABD ile ilişkili “uzmanlar” yerleştirilmektedir. Ve siyasi iktidarın bu kurumlara talimat vermesi engelleniyor. Sadece görüş alış-verişinde bulunacağı benimsenmiş durumda. IMF ile ilişkilerde de siyasal iktidarın tüm görevleri IMF tarafından saptanmakta ve iktidar bunları uygulamakla görevli hale gelmektedir. TC’nin yaptığı tüm anlaşmalarda da aynı ilişki geçerlidir. Bilinmelidir ki, bu “yeni” hukuk gerçekte bir hukuk değil, egemen olanın tüm ilişkide esas söz sahibi olmasıdır. Efendi uşak ilişkisinde esas ilke budur. Bu esas ilke çerçevesinde emperyalizm politikalarını en rahat bir şekilde nasıl uygulayabilecekse bunu hayata geçirmektedir.
Yarı-bağımlı devletlerde bürokrasinin işlevi arttırılmakta, her şey emperyalizmin çıkarlarına ve istemlerine uygun hale getirilmektedir. Böylece halkın ve kimi egemen sınıf kliklerinin siyasal iktidar üzerindeki etkisi de en aza indirilmek istenmektedir. Bu da yarı-sömürge ülkeler ile emperyalizm arasındaki ilişkinin gerçek karakterinden başka bir şey değildir.
Ve hiç kuşkusuz ki; tüm bu süreçte yaşadıklarımız şu gerçeği bizlere bir kez daha hatırlatmaktadır: Her sınıflı toplumda o toplumun yapısını belirleyen temel çelişme üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişmedir. Bu çelişme çözülmedikçe toplum bir aşamadan diğer bir aşamaya geçemez. Yani nitelik değiştiremez. Bu çelişmenin sınıfsal iradesi ise, üretici güçlerin gelişmesini sağlayacak yeni üretim ilişkisini temsil eden sınıflar ile üretici güçlerin önüne engel olarak dikilen eski ve köhnemiş üretim ilişkilerinin tamamladığı sınıflar arasındaki çelişmedir. Türkiye’de toplumsal gelişmenin motorunu sağlayan temel çelişme, artık aşılması zorunlu hale gelmiş olan eski üretim ilişkilerini temsil eden emperyalizm, komprador kapitalizm ve feodalizm ile üretici güçlerin hızla gelişmesinden yana olan proletarya, köylülük, kent küçük burjuvazisi ve milli burjuvazi arasındaki çelişmedir. Temel çelişmenin tutucu yanını emperyalizm ile onun yerli uşakları olan komprador burjuvazi ve feodalizmin artıkları olan büyük toprak ağaları arasındaki ittifak oluşturmaktadır. Bu sınıflar, yarı-sömürge, yarı-feodal iktisadi yapının egemenleri ve temsilcileridir. Bu iktisadi yapının üzerinde yükselen yarı-sömürge devlet; emperyalizmin uşağı bu iki yerli sınıfın halk sınıflarını baskı altında tutmasının, ezmesinin ve sömürmesinin aracıdır.
Bir toplumdaki temel çelişme, o toplumdaki, toplumsal devrimin niteliğini ve karşı-devrim ile devrim kamplarının sınıfsal içeriğini belirler. Türkiye’de temel çelişmenin bu şekilde oluşması toplumsal devrimin henüz burjuva demokratik devrim aşamasında olduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye toplumunun iktisadi yapısı ve buna dayanan sınıfsal güçler mevzilenmesi, sosyalist devrimin doğrudan gündeme getirilmesini engellemektedir. Türkiye henüz burjuva demokratik devrimini gerçekleştirmemiş, yarı-sömürge ve yarı-feodal bir toplumdur. Diğer yandan, Türkiye devletinin çok uluslu bir devlet olarak kurulması ve pazar çıkarları uğruna Kürt ulusunun azgın bir ulusal baskı altına alınmış olması da, bir başka demokrasi sorunu olarak gündeme girmektedir.
Tüm bunlardan ve İbrahim Kaypakkaya’nın net ve berrak çözümlemelerinden hareketle toplumumuzdaki başlıca çelişmeleri sıralarsak:
Toplumumuzda dört başlıca çelişme mevcuttur:
1) Feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme,
2) Emperyalizmle halk yığınları arasındaki çelişme,
3) Burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişme,
4) Hakim sınıfların kendi aralarındaki çelişme,
Bunlar başlıca sınıfsal çelişmelerdir. Ve toplumun ileriye doğru hareketinin değişik yönlerini tanımlamaktadır. Bunlardan halk yığınlarının feodalizm ve emperyalizmle olan çelişmeleri demokratik halk devriminin sonucunda tamamıyla çözülecektir. Ne var ki proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişmenin tam anlamıyla çözümü ancak sosyalist devrim ile mümkün olabilecektir. Hakim sınıfların kendi iç çelişkileri ise, bunlar (yani komprador burjuvazi ve büyük toprak ağaları) iktidardan alaşağı edildikleri ve iktisaden tasfiye edildiklerinde doğal olarak ortadan kalkmış olacaktır.
Bu başlıca çelişmelerden biri, diğerinin gelişimi ve çözümleri yolundaki mücadele süreci üzerinde tayin edici etki icra eder. Bu, toplumdaki baş çelişmedir, Türkiye’de baş çelişme şu an “feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme”dir. Çünkü feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme diğer başlıca çelişmeler üzerinde tayin edici bir etki icra etmektedir. Önce halk yığınlarının emperyalizmle olan çelişmesini ele alalım. Ülkemizde şu anda emperyalizmin doğrudan işgali altında değildir. Emperyalist sömürü ve talan onun ülke içinde uşaklığını yapan egemen sınıflarca yürütülmektedir. Dolayısıyla, emperyalizme karşı yürütülecek mücadele mevcut durumda ancak içteki baş çelişmenin kavranmasıyla mümkündür. Feodalizme indirilecek her darbe, emperyalizmin ülke içindeki ayaklarını kesmek demektir. Feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişmenin belirli bir keskinlik seviyesine ulaşmasından sonra muhtemeldir ki, emperyalistler uşaklarını koruyabilmek için doğrudan müdahale etmek zorunda kalabilirler. Böylesi bir durumda ise, emperyalizmle mücadele halkımız açısından pratik bir sorun olarak gündeme gelecektir. Diğer yandan feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişmenin çözüme doğru gelişmesi burjuvazi-proletarya çelişmesini güçlendirecek ve olgunlaştıracaktır. Çünkü  feodal ve yarı-feodal üretim ilişkilerinin yıkımına doğru olan bir gelişme kaçınılmaz olarak iki modern sınıf olarak burjuvazi ve proletaryayı güçlendirecek, bu gelişmenin çözümü ise ancak anti-feodal devrimin başarılmasıyla gündeme gelebilecektir.
Feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişmenin baş çelişme olması değişmez bir durum değildir. Örneğin ülkemizin emperyalizmin (tek veya toplu olarak) işgali altına girmesi durumunda milli çelişme ön plana çıkacak ve diğer çelişmelerin gelişimi üzerinde, belirleyici bir etki icra eden bir baş çelişme haline gelebilecektir.
Baş çelişmenin tespiti, komünistler için kavranacak halkayı bulmak açısından önemlidir. Dolayısıyla, bugün ülkemizde feodal kalıntılara karşı mücadele diğer bir deyişle doğrudan toprak devrimi için mücadele, sınıf mücadeleleri içinde kavranacak esas halkadır. Ancak bu çelişmenin çözümü için verilecek mücadele sayesindedir ki, diğer başlıca çelişmeler daha da olgunlaşacak, keskinleşecek ve demokratik devrimin son aşamasına doğru, bir bütün olarak, emperyalizm-feodalizm ve komprador kapitalizm ile halkımız arasındaki temel çelişme nihai çözümü için gündeme gelecektir.
Devrimin yolunu ve karakterini, ülkenin ekonomik-siyasal yapısını tahlil ederek net bir biçimde ortaya koyan Kaypakkaya; Kemalizm tahlilinde bu analizini daha da derinleştirmiştir. Çünkü Kemalizm tahlili aynı zamanda ülkeye egemen olan, devlet iktidarını elinde bulunduran sınıfların ve ülkenin sosyal-siyasal yapısının tahlilidir. Türkiye’yi, yarı-sömürge yarı-feodal bir ekonomik-siyasal yapı olarak belirleyen Kaypakkaya, bunu somut araştırmalara dayandırmıştır. Beş yıllık profesyonel mücadele tarihi, teoriyi pratikten çıkarma Marksist-Leninist-Maoist anlayışının somut bir yansıması olarak elinizdeki yazılarda ortaya konmaktadır.
Yarı-sömürge yarı feodal ülke gerçeğinden hareketle, devrimin karakterinin demokratik devrim olduğunu, proletarya önderliğinde gerçekleştirilecek olan devrimin, emperyalizm ve proleter devrimler çağında, burjuva demokratik devrim değil, demokratik halk diktatörlüğü ve buradan ise kesintisiz olarak sosyalizme geçilmesini savunur.
Kemalist devrimin “burjuva demokratik devrimi” tamamladığını iddia edenlere karşı, emperyalizm ve proleter devrimler çağında, burjuvazi önderliğinde burjuva demokratik devrimler çağının kapandığını ve bu görevin artık proletaryanın omuzlarında olduğunu net bir şekilde ortaya koyar. Kemalizmin sınıfsal tahlilinin önemi burada ortaya çıkar. Çünkü Kemalizmin sınıfsal karakteri, “ilerici”, “küçük-burjuva” ya da “Türk ulusal burjuva” olarak saptandığında, onun önderlik ettiği kurtuluş savaşı da “anti-emperyalist” olarak nitelendirilecek ve proletaryanın bu anti-emperyalist savaşı desteklemesi de istenecektir. Çünkü anti-emperyalist karakterli bir sınıf, feodalizmi tasfiye edecek, yani, burjuva demokratik devrimi tamamlamış olacaktır.
Ülkemizde pek çok anlayış, Kemalizmin sınıf tahlilini yanlış saptamaları sonucu soruna böyle yaklaşmışlardır. Kemalizmin söylemlerine hep sıcak bakmışlar ve Kemalistlerin burjuva demokratik devrimi gerçekleştirdiği, feodalizmi tasfiye ettikleri sonucuna varmışlardır. Onlar, emperyalizm ve proleter devrimler çağında, burjuva demokratik devrimine burjuvazinin önderlik edemeyeceği şeklindeki Marksist-Leninist-Maoist teoriyi böylelikle açık bir biçimde reddetmişlerdir.
İşte Kaypakkaya, ilk defa Kemalizmin sınıfsal karakterini net ve berrak biçimde ortaya koyan; Kemalizm konusunda 50 yıllık kör suskunluğu parçalayan yegane kişi olmuştur. Yığınlar, emekçiler ve Türkiye Devrimci Hareketi on yıllarca Kemalizmin kuyruğunda ilerledi. Gençlik ve aydınlar Kemalist ideolojinin esiri oldu. Her yanda Kemalizme teslimiyet egemendi. Kemalizme ilerici, devrimci payeler biçiliyor, herkes daha çok Kemalist gözükmek için birbiriyle yarışıyordu. Küçük-burjuva “sol” örgütler bile Kemalizm karşısında ellerini iki yana düşürüyor ve ona devrimcilik yakıştırıyorlardı.
Kemalizm hayranlığının her yanı sarıp sarmaladığı bir ortamda, ruhların Kemalizm ateşiyle on yıllarca ateşlendiği bir sürecin yaşandığı bir dönemde, Kaypakkaya, komünist bir itiş postulatıyla Kemalizmi kapı dışarı etti. Kemalizme var gücüyle yüklendi, yılların suskunluğunu, çöl sessizliğini bozdu.
Kaypakkaya, Kemalizmin işbirlikçi sınıf hareketini açığa çıkardı; ve ona devrimcilik yakıştıranları tepeden tırnağa eleştiri süzgecinden geçirdi. Yalnızca bu da değil, onun Kürt ulusuna ve azınlık milliyetlere uyguladığı ulusal baskıyı, akıl almaz dehşeti gözler önüne serdi. PDA saflarındaki Kemalizm hayranlığına güçlü darbeler indirdi.
Elli yıllık kasvetli hava, yeni ve cesur tezlerle aydınlanıyor, Kemalizmin asıl yüzü, onun çözümlemeleriyle açığa çıkıyor, kitleler ve devrimci hareket doğruları yakalamada ilk kez tutarlı, yalın, apaçık bir gerçekle karşı karşıya kalıyordu. Bu tezleriyle, Türkiye devrimci ve komünist hareketinin önündeki en önemli engellerden biri, tepeden tırnağa hallaç pamuğu gibi savrulmuş oluyordu. Kemalizmin sınıf karakterinin tahlili, beraberinde cumhuriyet tarihinin tutarlı bir değerlendirmesini de gündeme getirdi.
Cumhuriyet tarihinden bu yana var olagelen iktidarın, komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının faşist diktatörlüğü olduğunu; faşizmin ülkemizde başından bu yana devlet şekli olarak hüküm sürdüğünü; şu ya da bu hükümetin işbaşına gelmesinin devletin faşist niteliğini değiştirmediğini; parlamentonun sadece maske işlevi gördüğünü oldukça net bir biçimde ortaya koyarak bu alanda da önemli çözümlemeler yaptı. Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde faşizm, emperyalizme bağımlı sınıfların, yani komprador burjuvazi ve toprak ağaları sınıfının ortaklaşa diktatörlüğüdür. Türkiye gibi ülkelerde faşizm süreklidir. Parlamentonun muhafaza edilip, incir yaprağı olarak kullanılması ya da kimi dönemlerde buna ihtiyaç duyulmayıp, askeri diktatörlük biçimi ile sahneye çıkılması işin özünü değiştirmemektedir.
Ülkemizdeki egemen burjuvazi yani komprador burjuvazi esasen zayıf ve güçsüzdür. Burjuvazinin bu zayıflığı ve güçsüzlüğü onu hep şiddet ve zor uygulamaya iter. Ayrıca toprak ağalarının iktidara ortak olması, onların feodal dönemin sopa ve cebrini iktidara taşımalarının nedeni olur. Böylece ülkemizde iktidar başından beri sürekli olarak faşist diktatörlük biçiminde yol alır. Örneğin son yirmi yılda yaşananlar bunun çarpıcı bir örneğini oluşturur. “Gerçekten Türkiye’de kapitalist toplumsal formasyon her üç alanda birden tıkanmış ve Türkiye burjuvazisi, tüm dönem boyunca yalnız ekonomik değil, aynı zamanda toplumsal ve politik iktidarı açısından da önemli sorunlarla karşılaşmıştır. Bu yüzden, ekonomik istikrarın geçici olarak sağlandığı durumlarda bile siyasal ve ideolojik çekişmeler sürmüştür. Bu süreçte devlet de alternatif hegemonya stratejileri üretememiş ya da üretilenler başarısız olmuş, sonuçta sınıf iktidarını korumak üzere yeniden zora başvurulmuştur.”30
Faşizmin sürekliliği ile devrimci durumun sürekliliği birbiriyle koşutluk halindedir. Bu durum, ülkemiz koşullarının tipik yanıdır. Devrimci durumu var eden koşullar, faşizmin de sürekliliğinin varoluş koşulları olarak siyasal süreçte yaşam hakkı bulur.
Ülkemizde faşizmin bir hükümet değişikliğiyle ortadan kalktığını savunan anlayış silsilesi, yarı-sömürge, yarı-feodal ekonomik-toplumsal statüyü çözümleme gücünden uzak bir düşünce bütünselliğidir. DP Hükümeti veya 1961 anayasası ile faşizmin burjuva demokrasisiyle yer değiştirdiğini iddia eden görüş, cumhuriyet tarihini ve bugünü karanlık odalarda tahlil etmektedir. Aynı şekilde, bugünkü AKP hükümeti ve onun bir devlet politikası olduğu söylenen Avrupa Birliği hedefiyle çıkardığı Uyum Yasaları ile demokrasinin yerleşeceğini vaaz eden çevreler, faşizmin sınıfsal tahlilini çözümleme gücünü gösteremeyen, devletin yapısını kavrayamayan, öze değil söze bakan veya inanan, sınıfsal ve siyasal temele değil görünüşe aldanan ve düşüncelerinde, analizlerinde bir damla Marksizm olmayan çevrelerdir.
Bu konuya biraz değinmek gerekir, çünkü kendisini “sol” olarak adlandıran pek çok çevre de Avrupa Birliği ile ülkemize demokrasi geleceğini iddia etmektedir. Bu da devletin yoğun ideolojik saldırılarıyla birleştiğinde kitlelerin üzerinde bilinç kırılması yaratabilmektedir. Şu bir gerçek ki; hükümet oluşundan bu yana AKP, düzen karşıtı söylemini adım adım azaltmıştır. Bu, tüm partilerin kaçınılmaz sürecidir. Hükümet olma sürecinde düzen karşıtlığını halkın desteğini almak için kullanan partiler, hükümet olduklarında gerçek rollerini oynarlar. AKP için bu süreç çok daha belirgin yaşanmıştır. Bunun nedeni AKP’nin diğer partilerden bazı farklar taşımasıydı. Bu farklar biliniyor. Ancak bu farkların biçimsel olduğu ve hükümet olunduğunda hükümet misyonunun AKP tarafından da uygulandığı görüldü. AKP’nin ehlileştirilmesi süreci belli sancılara da neden olmuştur. Çünkü sorun, salt AKP yönetimi değil bütün olarak partinin kendisidir. TSK ile ve “laik” kesimlerle yaşanan zıtlaşmalar ve kimi zaman ülke gündemine oturtulan gerginlikler AKP’nin ehlileştirilmesinin hamleleri olmuştur. Baş örtüsü konusu, protokol krizleri, kadrolaşma tartışmaları tamamen böyle meselelerdir.
AKP’nin AB ile ilişkisi de görünürde güçlü hükümet imajı vermekten öteye gidememiştir. Hem Kıbrıs hem de AB üyeliği sorununda ipleri ellerinde tutanların istemleri gerçekleşmiştir. AB’ye üyelik sürecinin “gerektirdiği” tüm politikalar AKP tarafından, Türkiye’deki egemen güçlerin benimseyebileceği çerçevede savunulmuştur. Genelkurmayın kimi serzenişleri ise görüntü olmaktan ibarettir.
AB politikası Türkiye’de demokratikleşmenin ve ekonomik sorunların çözümü olarak sunulmaktadır. Bu savunu içinde kimi uyum paketleri çıkarılmıştır ve bunun devam edeceği de biliniyor. AKP bu uyum paketlerini, AB üyeliği için değil Türkiye için çıkardığını açıklayarak aldatmacayı ileri bir seviyeye çıkarma çabasındadır. Oysa, ne bu uyum paketlerinin ne de AB’nin kendisinin demokratikleşme ile ilgisi vardır. AB’ye üyelik Türk egemen sınıflarının ve ABD’nin çıkarları ile ilgilidir. Türkiye işçi ve emekçi kesimleri için esasta hiçbir kazanım sağlamayacaktır. Bu gerçeği AB ülkelerinde uygulanmakta olan işçi ve emekçi haklarının gaspından ve sosyal devlet olgusunu ortadan kaldırmaya dönük yasal düzenlemelerden görebiliriz.
AB üyeliğinin odağında, Türk egemen sınıflarının Avrupa’nın hakim olduğu pazarlardan pay alma isteği ile bu üyeliğin şartlarının Avrupa’daki politik gücün Türkiye politikasındaki etkinliğinin artması olgusu bulunmaktadır. AB üyeliği konusunda Türkiye’de zaman zaman ortaya çıkan tereddütler ve tartışmalar bu iki olgunun karşı karşıya gelmesinden kaynaklanmaktadır. ABD’nin de bu tartışmalara aynı merkezden Türkiye lehine katıldığını biliyoruz. Özellikle Türk ordusunun misyonu konusunda bu tartışma kimi zaman keskinleşmektedir.
Bilinmez mi ki, aslolan devlettir, onun yapısı ve niteliğidir. Hükümet yalnızca işin dekorudur. Devletin sınıfsal temelinin faşizm özelinde yükseldiği yerde hükümetin, egemen çevrelerin siyasal temsilcisi hükümetin faşist olmaması olası mıdır?
Hükümet, kompradorların ve toprak ağaları sınıfının siyasal temsilcisidir. Devlet de bu sınıfların ortaklaşa diktatörlüğü olarak şekillendiğine göre; siyasal temsilciler temsil ettikleri sınıfların güzergahında yürümek zorundadırlar. Egemenler, bu temsilcilerden desteklerini çektikleri an, hükümet boşlukta kalır, boşlukta asılı duran bir avizeye benzer.
Kaldı ki, şu ya da bu hükümete demokratik payesi biçenler, yaşamın da kanıtladığı gibi, defalarca yanıldıklarını anladılar. Zira faşizm, ülkemiz koşullarında salt basit bir hükümet etme şekli değildir, bir devlet biçimidir.
Bu demektir ki; ülkemizde komprador burjuvazi ve toprak ağalarının var olduğu ve yerini bir devrimci diktatörlükle, ya da çok daha anlaşılır bir deyişle, halkın aşağıdan gelen doğrudan zoruyla, yani demokratik halk diktatörlüğü ile değiştirmediği sürece faşizm de var olacaktır.
Dolayısıyla, ülkemizde anti-faşist, anti-emperyalist ve anti-feodal mücadelenin sınıfsal muhtevası aynı zemin üzerindedir; yani aynıdır. Avrupa Birliği üyeliği ile Türkiye’ye demokrasi geleceğini söylemek büyük bir yalandır. Türkiye’ye demokrasi gelecekse bu ancak aşağıdan yukarıya bir devrimle gerçekleşecektir. Bu, asla unutulmamalıdır.
Hiç şüphe yoktur ki, Kaypakkaya’yı Kaypakkaya yapan nedenlerden biri de, yıllardır Türk şovenizminin etkisi altında kalarak sosyal şovenizmin batağına saplanmış, Türk egemen sınıfların ezilen uluslara yönelik soykırım ve ulusal baskılarını meşru gören, başta da Kürt ulusunu yok sayan anlayışlara, proletaryanın bilimsel öğretisi Marksizm-Leninizm-Maoizm ilkeleri ışığında büyük bir darbe vurması ve bu konuda proletaryanın gerçek bakışının ne olması gerektiğini net bir şekilde işçi sınıfına ve ezilen emekçi kitlelerine göstermesi ve proletaryanın ezilen ulus sorunundaki tavrına bilimsel bir açıklık getirmesidir.
Belli bir süreden beri güncelleşip Türkiye’nin siyasal gündemini işgal eden ulusal sorun ve özel planda da Kürt ulusal sorunuyla ilgili en zengin, en kapsamlı doğru ilkeleri ilk kez, herkesin sustuğu, derin sessizliğe gömülü olduğu bir dönemde, yani bundan 30 yıl önce Kaypakkaya ortaya koydu. Kürt kelimesinin kullanımının bile cesaret istediği bir dönemde, tıpkı Kemalizm sorununda olduğu gibi bu sorunda da gerçekleri apaçık ve yalın bir şekilde dile getirdi. Marksizm-Leninizm-Maoizmin genel, vazgeçilmez temel ilkeleri, başka sorunlarda olduğu gibi ulusal sorunda da yaratıcı ve doğru bir tarzda Türkiye gerçeğine uygulandı. Gerek ezen ulus-burjuva gerici ulusalcılığına ve gerekse de ezilen ulus-burjuva ulusalcılığına en etkili darbeleri indirdi. Bu gerçeği hakim sınıfların akıl hocalarından ve MHP geleneğinin eski kadrolarından Avni Özgürel, üstelik TC faşizminin nasıl bir beladan “kurtulduğunu” ifade ederek, şöyle dile getiriyor: “Abdullah Öcalan ideolojik formasyonu zayıf biri. Ama Türkiye’de o dönemde İbrahim Kaypakkaya diye ideolojik formasyonu çok güçlü biri de vardı. Eğer Kürt hareketi düşünce alanında onun gibi radikal bir kadronun kontrolünde olsaydı, Türkiye’de çok sıkıntı yaşanırdı. Onunla mücadele etmek zorlaşırdı.”31
“Milli Mesele” konusuna yöneldiğinde, özellikle Kürt Ulusal Sorunu bu denli yakıcı ve güncel değildi. Buna karşın sorunu çok yönlü olarak değerlendirmiş, proletaryanın bakış açısını genel ilkeler temelinde ele aldığı gibi özeli ve hatta uzak görüşlülüğün bir ürünü olarak, günümüzdeki sorunu da olası gelişmeler içinde inceleyip, Marksist-Leninist-Maoistlerin meseleye nasıl yaklaşması gerektiğini ortaya koyarak, detaylı bir şekilde çözümlemeler yapmıştır. O, başta Kürt ulusu olmak üzere, diğer azınlıklara uygulanan baskının en kararlı, en amansız düşmanıdır. Bu gerçeği yukarıda ortaya koyduğumuz 30 yıl önceki tezlerle de ilk ortaya koyma uzak görüşlülüğüne sahiptir.
Şurası açık bir gerçek ki, yıllardır Kürt ulusu üzerinde acımasız bir ulusal baskı, vahşet ve sömürü uygulanmaktadır. Türk burjuva ve toprak ağalarının geçmişten bu yana Kürt ulusu üzerinde uyguladığı ulusal baskı ve katliamlar, günümüzde de ardı arkası kesilmeyen vahşetle sürüp gitmektedir. Böyle bir manzara karşısında kayıtsız kalmak bağışlanmaz bir suç, iğrenç bir şovenizmdir.
Türkiye Kürdistanı’nda iğrenç katliamlara dönüşen Türk egemen sınıflarının zulmüne tavır almayan kişi veya kişiler demokrat dahi olamazlar. Kürt ulusal hareketinin tarihten gelen haklılığı öncelikle kabul edilmelidir. Fakat bu kabul edişin Kürt burjuva milliyetçiliği savunusu biçimine bürünmesine; proleter öncü ortak olamaz. Sınıf bilinçli proletarya, bu harekette ilerici olanı desteklemekle yetinir, daha öteye gitmez.
Kürt ulusal hareketi, yıllarca süren bir silahlı mücadele sonrası ulusal devrimci zeminden, ulusal reformist zemine kaymıştır. Gelinen aşamada, “Özgür Kürdistan” hedefinden vazgeçerek, geri düzeyde çeşitli talepler ileriye sürmektedir. Bu istemlerde desteklenecek ve desteklenmeyecek yanlar vardır. Ulusal hareketi, proleter hareketin müttefiki yapan, onun milli zulme tavır alışı, egemen ulus zulmüne karşı silahlı mücadele yürütüşü, Kürt ulusunun ulusal demokratik taleplerini dile getirip, bu uğurda mücadele etmesidir.
Burjuvazinin kendi istemleriyle ortaya çıkması, bu istemlerin koşulsuzca destekleneceği anlamına gelmez. Burjuvazinin istemleri olduğu gibi proletaryanın da kendi istemleri vardır; proletarya da bu istemlerle ortaya çıkar ve çıkmaktadır. Proletarya burjuvazinin kendi istemlerini koşula bağlı olarak ele alır; kendi sınıf menfaatlerine uygun düşenleri ve devrimi geliştirip güçlendirecek olanları destekler. Her kim ki bu koşula bağlılık ilkesini gözardı eder; bilinsin ki, bu koşulsuz destek; proletaryanın, burjuvazinin siyasetine boyun eğişi ve kuyruğuna takılışı olacaktır. Zira, burjuvazi için önemli olan, “ulusu kendi çıkarları için örgütlemek”, “pazara hakim olmak”, kendi ulusunun gelişmesini sağlayarak, kendi istemlerini proletaryanın istemlerinin önüne geçirmektir. Proletarya için önemli olan ise, enternasyonal proletaryanın sınıf menfaatlerini korumak ve kendi sınıfının gelişmesini sağlamaktır.
Eğer proletarya ezilen ulus milliyetçiliğinin demokratik özünü, yani “ilerici” yanını desteklerken, aşırı davranışlara girerse, bilinsin ki, bu noktadan sonra, milliyetçiliği güçlendiren yola sapmıştır. Dolayısıyla proletarya aşırı davranışlardan kaçınmak zorundadır. Evet, bizler zora dayanan bağlar gördüğümüz an, ayrılma hakkında direniriz, ancak sınıfsal soruna oranla ulusal sorunun ikincil derecede kaldığını da asla unutmayız. Dolayısıyla, bizden gözü kapalı, kayıtsız-şartsız ulusal sorunu desteklememizi isteyenlere cevabımız hayır olacaktır.
Ne sınıf bakış açısı terk edilip kızıl bayrak elden düşürülmelidir ne de Kürt ulusal burjuva hareketinin demokratik muhtevasını desteklememek gibi bir yolda yürünmelidir. Leninist hat budur.
Öyleyse, siyasal meseleleri salt Kürt Sorunu açısından değil, Türkiye devriminin sorunları açısından formüle etmek Komünist Partisi’nin önündeki vazgeçilmez görevdir. Evet, ezen ulus şovenizmi ve sosyal şovenizmle amansızca ve hararetle mücadele edilmelidir, ancak bu yapılırken, sınıf bakış açısı elden bırakılmamalıdır.
Kaypakkaya’nın bu yaklaşımlarından hareketle Kürt Ulusal Hareketi’nin bugünkü durumun değerlendirdiğimizde şu saptamaları yapabiliriz. Bugün Kürt hareketine yön veren “İmralı Manifestosu”nun özü, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını’nın reddidir. Kürt ulusunun demokratik taleplerini, ulusa ait bazı kırıntılara indirgemektedir. Bu reformizm Kürt ulusal sorununun çözümünü sağlayamaz. Kürt ulusal hareketi “barış” adı altında teslimiyeti dayatmaktadır. Bu durumda komünistlerin görevi, yalnızca bu reformist siyaseti deşifre etmek değil, aynı zamanda Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nı kayıtsız şartsız savunmak ve bu uğurda net ve berrak bir mücadele yürütmektir.
Kaypakkaya’nın yazılarında ortaya koyduğu farklı bir yanı daha vardır. Bu fark onun örgütsel anlayışıdır. Kaypakkaya doğru bir siyasal çizginin ancak doğru bir örgütsel politikayla gerçeklik haline gelebileceğini güçlü biçimde kavramıştır. Böylelikle, örgütlenmede parti örgütlenmesini esas diğerlerini tali olarak ele almış; diğerleri içinde ise silahlı mücadele örgütleri temeldir anlayışını geliştirmiştir.
Burada önemle kavranması gereken, parti örgütlenmesini temel almayan anlayışların Marksizm dışı anlayışlar olduğunu saptamaktır. Yalnızca cephe ya da yalnızca ordu vb. ile yola çıkan orta yolcu siyasetlerin doğru güzergahta olmadıklarını belirtmek gereklidir. Partisiz ordu, partisiz cephe başsız gövde, başsız ayak gibidir. Ordu ve cephe Marksist-Leninist-Maoist siyasal hatta ancak Marksist-Leninist-Maoist bir partiyle canlı, yaşayan, hareketli bir gerçek haline gelebilir.
Bu özlü gerçeğin bilincinde olarak 24 Nisan 1972’de TKP/ML’yi kurarken, parti önderliğinde ordu ve cephe anlayışında ısrarlı olmuştur. Diğer özelliklerinin yanı sıra bu yanıyla da küçük-burjuva anlayışlardan ayrı bir yere sahiptir. Parti örgütlenmesini temel alan Kaypakkaya, ordu örgütlenmesini de tüm diğer yan örgütlenmeler içinde esas almıştır. Bu noktanın da altı çizilmelidir. Yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülkedeki MLM bir parti ancak savaşçı bir parti olabilir. Silahlı mücadele biçimlerinin tüm stratejik süreç boyunca esas olduğu böyle bir ülkede varlaşan Komünist Partisi; pek doğaldır ki, barışçıllığı uzun bir dönem boyunca temel alan kapitalist ülke Komünist Parti’lerinden farklı bir zeminde yol almaktadır. Ve dolayısıyla kurduğu parti, savaşçı bir parti niteliği ile ortaya çıkmıştır. Bunun gereklerini yerine getirmesinin yolu da parti örgütlenmesi dışındaki tüm diğer örgütlenmelerde silahlı mücadele örgütlenmesini esas almaktır. Bu, ülkemiz açısından ordu örgütlenmesidir. Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (TİKKO) örgütlenmesi ülkemiz koşullarının dolaysızca sonucu olarak, TKP/ML önderliğinde varlaşmıştır.
Ülkemiz gerçeğinden yola çıkarak, legaliteyi tali illegaliteyi esas almıştır. Örgütlenmede legaliteye asla bel bağlamamış, savaşçı bir parti niteliğine uygun olarak illegal örgütlenme ilkeleriyle örgütsel politikasını saptamıştır. Bununla beraber, yasaların izin verdiği bütün açık faaliyetlerden yararlanmayı da ihmal etmeyen bir örgütsel-politik doğrultuyu benimsedi. Ama bu doğrultu daima ilkinin yanında tali kaldı. Şehirleri değil, kırlık bölgeleri esas aldı. Faaliyetin esas alanını buralar olarak gördü. Bu da onu her türden oportünist anlayıştan ayıran bir yandır. Ortaya koyduğu bu düşüncelerin gelişimi açısından, daha henüz PDA saflarındayken İstanbul’da “İşçi-Köylü” gazetesi bürosunda örgütlediği “köy çalışmaları”nda uyguladığı yöntem, çarpıcı olduğu kadar öğreticidir: “İstanbul’da İşçi-Köylü bürosuna gittim. Millet askerlik şubesinde sıra bekler gibi, köy çalışmalarına gönderilmek üzere sıra bekliyor. Herkes Kaypakkaya’yı bekliyor. Metin Göktürk adında bir arkadaş ‘Ben de gitmek istiyorum ama göndermiyorlar’ şeklinde bana dert yanıyor. Birazdan Kaypakkaya geldi. Metin, dertli bir eda ile ‘Bak burada seni bekliyoruz, bizi neden göndermiyorsunuz’ der demez, Kaypakkaya, o güne kadar hiç kendisinde görmediğim sert bir üslupla ‘Çek git kardeşim. Seni bir yere göndermeyeceğiz’ dedi. Şaşırdım. Akşam bir araya geldiğimizde, ‘İbrahim, Metin’e neden öyle davrandın? İyi olmadı.’ dedim. ‘Hakkında polis olduğu söyleniyor.’ dedi. Gerçi çok sonraları Metin Göktürk’ün polis olmadığı belli oldu. Ancak asıl önemlisi Kaypakkaya bana o akşam ‘Biliyor musun, ikili köy çalışması yapıyoruz, polise karşı göstermelik legal köy çalışması yapıyoruz, aslında kendi köy çalışmamız var’ deyince ben şaşırdım. Meğerse legal köy çalışmaları için milleti Ege tarafına gönderirken, ‘kendi köy çalışmalarımız’ için de Mardin’in köylerine adam gönderiyormuş.”32
Kaypakkaya’yı diğer devrimci yapılanmalardan ayıran en önemli ve en belirgin ayrışım noktası hiç kuşkusuz ki, Maoizm’dir. Bu düşünceye dayanmadan, bununla donanmadan günümüzü tahlil etmek mümkün değildir. Yalnızca Marksizm-Leninizm’i benimsemek, yalnızca Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in teorilerini temel almak yetmez; bu kabul edişin, Maoizm’i kabul ediş ve onu temel alışla bir üst düzeye ulaştırılması zorunludur.
Kaypakkaya’yı Kaypakkaya yapan en önemli noktalardan birisi onun ideolojik hattıdır. Kimi çevreler onu bu hattından soyutlayarak değerlendirmektedir. Oysa ki bu ona yapılabilecek en büyük haksızlıklardan biridir. Aralık 1969 ile Ocak 1970 tarihlerinde MDD saflarındaki ayrışmadan sonra PDA içerisinde yaşanan tartışmalarda şöyle bir tavır takınır:
“Uzlaşma eğilimi”nin de yaşandığı bu ayrılığın odağında “Mao Zedung’un Fikirleri” bulunmaktadır. Zira “Doğu Perinçek ve Ömer Özerturgut” diyor, Gün Zileli “yumuşak Maoculuktan yana iken, Kaypakkaya, Şahin Alpay ve Halil Berktay keskin Maoculuktan yana idiler.”33
“Hareketimiz Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünüdür” diyerek TKP/ML’nin ideolojik hattının Marksizm-Leninizm’in devamı ve nitel bir aşaması olan Mao Zedung’un düşünceleri ile belirlendiğini net bir biçimde ortaya koyan Kaypakkaya’nın bu yaklaşımının oluşmasında 1970 yılı oldukça önemlidir. Çünkü bu yılda kritik gelişmeler göze çarpmaktadır. Bunlardan birincisi; 1960’lı yılların ikinci yarısında başlayan ve 1970’lerde doruğa ulaşan, dünya çapında halk hareketlerinin gelişmesi, özellikle Asya ve Ortadoğu’da ezilen hakların isyanları, ayaklanmalarıdır. Tam bu sıralarda Başkan Mao’nun “Emperyalistler Kağıttan Kaplandır” içerikli ve “Dünya Halkları, Birleşin ve ABD Saldırganları ve Onların Ortalığa Salınmış Tüm Köpeklerini Alt Edin” başlıklı 20 Mayıs 1970 tarihli mesajı yayınlanmıştır. Kaypakkaya’nın ideolojik hattının şekillenmesinde bu süreç tartışmasız etkili olmuştur. “Gün Zileli’nin, “hep birlikte sola kayıyorduk, o daha çok sola kayıyordu” dediği Kaypakkaya için Mao’nun bu mesajı “bir starttır.”34
“Gittikçe sola kayması” olarak ifade edilen Maoizme yönelmesinin nedenlerini o zaman mücadele içerisinde birlikte oldukları A. Taşyapan şu şekilde yorumluyor: “Marksist yönelimli solun her kesimi, devrim rotası tezini, Sovyet Devrimi’nin yürüyüş hattını temel esin kaynağı alıyordu. Fakat sıra Asya ve Latin Amerika devrimlerine gelindiğinde esinleniş ayrışmaya uğruyor, kimi Çin Devrimi’ne kimi Küba Devrimi’ne yöneliyordu. Düşün alanının faal devrimci bireylerinden biri olan İbrahim Kaypakkaya rotasal esinlenişte Çin’e yöneldi. Birkaç neden sayılabilir, benim açımdan dört tanesi önemli. Bir, Çin Devrimi’nin kitle tabanı güçlüdür, darbeci tezin etkisinden kopan İbrahim için bu özellik çekicidir. İki, temel güç yönüyle Çin Devrimi köylü rengini taşıyor, kırsallı olan İbrahim için bu görünüm cezbedicidir. Üç, Türkiye Devrimi’nin iki aşamalı olduğunu, ilk aşamasının milli demokratik devrimden geçeceğini savunuyor, bu modelin en belirgin temsilcisi Çin’e olan ilgisi artıyor. Dört, sürmekte olan Vietnam Kurtuluş Savaşı dönem için en güçlü devrimci sestir, temel özellikleriyle Çin Devrimi’nin rengini taşıyor, üstelik Çin’in yanı başındadır, İbrahim’i Çin Devrimi’ne yönelten çekici bir güçtür.”35
Dönemin tanıklarının anlattıklarından da hareketle gerçek bir komünist önder olmasında belirleyici bir etken olan Maoizmin anlam ve önemini burada kısaca özetleyelim:
Toplumsal yaşamın odağı sınıf mücadelesidir. Sınıf mücadelesi de durağan, ölü, statik, donmuş bir şey değil, tam tersidir. Süregelen sınıf mücadelesi, toplumsal yaşamın yeni sorunlarını devrimci ve komünistlerin önüne koymaktadır. Yaşam yeni sorunlar, yeni çelişkiler, yeni olgularla yüklü olarak sürüp gitmektedir.
İşte Maoizm, yaşadığımız emperyalizm ve proleter devrimleri sürecinin özgün aşamasında, özgün ve yeni olandır, Maoizm, Marksizm Leninizm’in günümüzde ulaştığı düzeyin adıdır. Mao’nun Marksizmin hazinesine kattığı, yeni, canlı, özgün ve özel olanı niteler.
Marksizmin üç temel bileşeninde Mao’nun Marksizm Leninizme yaptığı katkıları gözardı ederek, günümüzde bilimin karşı karşıya kaldığı sorunları doğru temelde çözmek mümkün değildir.
Başka şeylerin yanında Mao’nun, özellikle, sosyalizmde sınıflar ve sınıf mücadelesi sorununda Marksizme yaptığı katkılar olmadan sosyalizmin problemlerini çözmek, ya da kavramak olası değildir. Eğer bugün sosyalizmde yaşanan teorik sorunları berrakça çözümlüyor ve pratikteki sonuçlarını kavrayabiliyorsak ve eğer Sovyetler Birliği ile diğer eski sosyalist ülkelerdeki geri dönüşleri açıklayıp yorumlayabiliyor ve kavrayabiliyorsak, bu, esas olarak Mao’nun sosyalist toplumun tahlili konusunda bize verdiği anahtar sayesindedir.
Proletarya diktatörlüğü altında sınıf mücadelesinin sona ermediği ve ermeyeceğini, sosyalizmin mi kapitalizmin mi kazanacağı sorusunun henüz yanıtını bulmadığını ve hemen de kolaylıkla bulamayacağını söyleyen, yine Mao’dur. Bu sorunu bilimsel bir açıklığa kavuşturarak, sosyalizmde yeni burjuvazinin geri dönüşünün temeli olduğunu ve kapitalist yolun parti ve devlet aygıtı içinde ve hem de önemli mevkilerde mevzilendiğini çözümleyen, yine Mao’dur. Kapitalist yolcuların bizzat “Komünist Partisi’nin göbeğinde” olduğunu söyleyen, yine Mao’dur. “Devrim yapıyorsunuz burjuvazinin nerede olduğunu bilmiyorsunuz,” diyen yine Mao’dur. Büyük Proleter Kültür Devrimi döneminde Mao’nun işçilere söylediği bu önemli sözünün derin anlamı ve özü iyi kavranmalıdır.
Mao biliyordu ki; yeni burjuvazinin Komünist Partisi içinde temel dayanakları vardır. Bunlar gözlüklü “komünist”lerdir. Bunlar, eski otorite sahipleri, eski kıdemli “komünist”lerdir.
SBKP içinde Kruşçev, Brejnev vb. gibi revizyonist güruhun yine ÇKP içerisinde Deng Siao Ping, J. Zemin gibilerinin gerçek yüzlerini ancak Maoizm sayesinde görebilir ve kavrayabiliriz.
İşte sosyalizm altında süregelen sınıf mücadelesi, Sovyet tecrübesi ve benzerlerini bilimsel bir süzgeçten geçiren Mao, sosyalizmin bu sorunlarını çözerek yeni ve özgün olanı, yeni ve canlı olanı tüm açıklığıyla ortaya koydu.
Yukarıda kısaca ortaya koyduğumuz görüşlerden de anlaşılacağı gibi, Mao, gerek sosyalizmin ortaya çıkan sorunlarında, gerek felsefe ve ekonomi-politik alanında yaptığı yeni ve önemli katkılarla, Marksizm-Leninizm’i MLM noktasına, günümüzde ulaşılması gereken en üst aşamaya ulaştırmıştır,
Marksizm-Leninizm ve Maoizm, yaşadığımız evrede dünya işçi sınıfının ve emekçi yığınların ideolojik gıdasını aldığı tek kaynaktır.
Sosyalist maskeli bürokratik kapitalist devletlerin gerçek yüzlerinin bütünüyle açığa çıkması dünya üzerinde sosyalizme ve sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz bir dünya olabileceğine olan inanç üzerinde olumsuz bir etki bıraktı. 90’lı yılların başından itibaren kuzeyden esen bu sağ rüzgar çok kısa sürede dünya proletaryası ve ezilen halklar üzerinde olumsuz etkisini göstererek ciddi sayılabilecek etkiler yarattı. Rusya ve Doğu Avrupa’nın “sosyalist” etiketli ülkelerinde ani ve “köklü” değişikliklerle alt-üst oluşlar yaşandı. Bu koşullar altında dünyada sağcılık iyice ivme kazandı. Sosyal-Emperyalizme kumanda eden modern revizyonizmin iflası ve yenilgisi kitlelere sosyalizmin “yenilgisi” olarak sunulmaya çalışıldı.
Bunu fırsat bilen dünya gericiliği tarafından, mücadeleye atılan yığınları yolundan saptırmak ve döndürmek için her yerde, burjuva basınında sekiz sütuna manşet olarak “sosyalizmin öldüğü” şiarları, yüksek perdeden haykırılarak karşı-devrimci propagandaya ağırlık verildi. Ortalık, “Devrimlerin sonu” “proletaryanın tarihsel misyonu bitti” ve benzeri sözlerden geçilmez oldu.
Bunlar yalnızca burjuva-kapitalist dünyanın, emperyalistlerin ve tüm dünya gericiliğinin çığırtkanlıklarıdır. Her şeye karşın, ne devrimlerin sonu geldi, ne proletaryanın devrimdeki öncü rolü bitti ve ne de sosyalizm bir gereksinim olmaktan çıktı. Tüm kaos ve keşmekeş ortasında, tüm yoğun anti-komünist propagandaya karşın dünyadaki çelişmeler keskinleşmekte, devrimci dinamikler daha da güçlenmektedir.
Geçen on yıl içinde, burjuva demagogların gelecek yüzyılın ayaklanmalar yüzyılı olacağı iddiası ile emperyalist saldırganlıklara meşruluk kazandırma çabaları günümüzdeki çelişkilerin boyutunu ve gelişim özelliğini göstermektedir.
Emperyalizmin son yıllarda uyguladığı politikalar, kapitalist-emperyalist sistemin çıkmaz bir yolda olduğunu, asla sürekli bir istikrar sağlayamayacağını, ekonomik-politik istikrarsızlığın bundan sonra bu politikalarla birlikte daha da derinleşeceğini, emperyalistler arasında hemen her düzeyde çıkar çatışmalarının yoğunlaşacağını göstermektedir. Bu koşullar içerisinde, emperyalist devletlerin uzun zamandır görece uyumlu oldukları süreç tersine dönme eğilimindedir. ABD ve İngiltere darlaşan ekonomik süreçte etkin rol oynamanın kaçınılmazlığı ile diğer emperyalist devletlerle aralarındaki görece uyumu bozmaktan çekinmemektedir. BM ve NATO gibi uluslararası kuruluşların bu süreçte yıpranması bu uyumsuzluğun bir sonucudur. ABD ve İngiliz emperyalizminin politikalarında başarısız kaldıkları sürece bu uyumsuzluğun artacağı ve bunun da uluslararası kuruluşlara kaçınılmaz olarak yansıyacağı gelişmelerden de izlenebilmektedir.
ABD ve İngiltere, saldırı ve işgal politikasını Afganistan ve Irak’tan sonra Ortadoğu, Kafkasya ve Afrika’nın kimi ülkelerinde de uygulama niyetini açık sinyaller vererek ortaya koymaktadır. Bu, başta ABD ve İngiltere ekonomisi olmak üzere kapitalist-emperyalist sistemin; emperyalistler arası hegemonya savaşının zorunlu hale gelmiş politikasıdır. ABD ve İngiltere bu yönelimini devam ettirecektir. Ekonomik koşullar bunu gerektirmektedir. Bu emperyalistler arasındaki uzlaşmazlığın gelişme eğiliminin süreceğini göstermektedir.
Emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesi bloklaşma sürecini de beraberinde geliştirmektedir. ABD ve İngiltere ortaklığı, başını Almanya ve Fransa’nın çektiği AB devletleri ve inisiyatifin Rusya ve Çin’de olduğu Şangay altılısı gruplaşmaların bu aşamadaki görüntüleridir. Bu ilişkiler hegemonya savaşını merkeze alan ilişkilerdir. Bunun dışındaki birlikler genelde ekonomik ve bölgesel düzeydedir. ABD ve İngiltere hegemonya savaşında bir adım önde bulunmanın avantajını korumak eğilimindedir. Diğer ortaklıklar ise henüz tamamlanmış ve sürece bir bütün müdahale edecek düzeyde değildir. Bunu, bu birliklerin uluslararası meselelere bütünlüklü yaklaşamamalarında görebiliriz. Buna karşın süreç, bu blokların hızlı bir şekilde daha yoğun uzlaşmazlıklara, zıtlaşmalara ve olası çatışmalara hazırlanmalarını gerektirmektedir. ABD ve İngiltere’nin saldırı ve işgal politikaları, bu süreçteki hegemonik üstünlüğü devam ettirme amacını içermekteyken, kaçınılmaz olarak, bu durum diğer emperyalist birlikleri de hızlı davranmaya itmektedir.
Yarı-sömürgelerde emperyalizmin dayattığı sömürü politikaları bağımlı devletlerin hareket sahasını önemli derecede daraltmaktadır. Ekonomi yönetimi özelleştirme ve özerkleştirme adı altında emperyalistlerin tam kontrolüne geçirilmekte, bunun sonucu olarak politik iktidarın gücü daha da zayıflatılmakta ve saldırı-işgal politikalarıyla askeri güçler emperyalistlerin tam maşası haline getirilmektedir.
Emperyalistler arası çıkar çatışmalarının yoğunlaştığı bu süreçte saldırıların gerçek hedefi dünya halklarıdır. Ekonomik kriz, dünya halklarının daha yoğun sömürü politikaları ile karşılaşmalarına neden olmaktadır. Tüm dünyada ve özellikle de yarı-sömürgelerde uygulanmakta olan politikalar bu ülkelerdeki kaynakların emperyalist devletlere transferini sağlamaktadır. Bu, yoksul ülkelerin daha da yoksullaşması, kalkınma olanaklarının yok edilmesi, yatırım imkanlarının emperyalist güçlerin eline geçmesi demektir. Bu da dünya halklarının karşı tepkisini arttırmaktadır. Dünya halkları ile emperyalizm arasındaki çelişki, belirleyiciliğini günümüzde de sürdürmektedir.
ABD ve İngiltere’nin 11 Eylül sonrası saldırı ve işgal politikalarını daha ileri düzeyde, diğer emperyalist güçlerle karşı karşıya kalma pahasına ve hatta bu güçlere de meydan okuyarak geliştirmesi, dünya halklarının emperyalizm karşıtı tavrının gelişmesine neden olmuştur. Öncesinde, ağırlıklı olarak kapitalist-emperyalist sistemin sonuçlarına yönelen protesto hareketleri günümüzde daha güçlü bir şekilde emperyalist politikalara yönelmektedir. Çeşitli eylemlerde emperyalizm vurgusunun artmış olması ve “devrim” sloganlarının atılması bunu göstermektedir. Emperyalizmin “küreselleşme” aldatmacasının halklar üzerindeki etkisi kırılmaya başlamıştır. Kapitalist-emperyalist ülkelerdeki protesto eylemlilikleri, Arjantin, Brezilya, Ekvator, Filipinler, Peru ve bir dizi yarı-sömürge ülkede emperyalist politikalara karşı gelişen halk hareketleri, dünya halklarının emperyalizme bir bütün karşı durma yöneliminin somut ifadeleridir. Dünyanın çeşitli ülkelerinde Maoist partilerin emperyalizme ve yerli uşaklarına karşı geliştirmiş oldukları demokratik devrim mücadelesi bu süreçte dünya halkları üzerinde daha etkin bir rol oynayacaktır. Dünya halkları ile emperyalizm arasındaki çelişkinin güçlü bir şekilde devrim lehine gelişmesini ifade eden Maoist hareketler yeni devrim hareketlerinin oluşmasına ve güçlenmesine de katkı sunmaktadır.
Kapitalist-emperyalizmin zulüm ve sömürü düzeni sınıfın tiranlarınca er ya da geç yerle bir edilecektir. Emeğin köleleştirilmesi üzerine kurulu kapitalist düzenler her zaman olduğu gibi bugün de halkların ihtiyaçlarının yanında değil, karşısındadır.
Kapitalizmi çözüm olarak lanse edenler bilmelidirler ki; yıkılan, çöken modern-revizyonizm gibi kapitalizmin de çözüm olmadığını özellikle bu ülke halkları anlamakta gecikmeyeceklerdir. Kapitalizm de kendi iç çelişkileri yüzünden yıkılmaktan kurtulamayacak, o yıkıntılar altında kalıp ezilecektir.
Emeğin egemenliğine dayalı sosyalizm bugün her zamankinden daha çok ihtiyaçtır. Proletarya ve emekçilerin, ezilen halkların çıkarı sosyalizmdedir. Özellikle revizyonizmin klasik kapitalizme evrilmesiyle birlikte kapitalizm ne kadar cilalanırsa cilalansın kapitalizmin bencilliği, “ben”liği, insan ve doğa kirleten yüzü, zengini zengin, fakiri daha fakirleştiren niteliği asla gizlenemez, insanın mutluluğunu sağlayan güzergah kapitalist güzergah olamaz. Zayıfı güçlüye ezdiren, kediyi aslana boğduran serbest piyasa mekanizmasıyla kapitalizm asla çare olamaz.
Evet, sosyalizm bir ihtiyaçtır, dolayısıyla zorunlu bir gerekliliktir. Buna giden yol ise Marksizm-Leninizm-Maoizm güzergahıdır. Marksizm-Leninizm-Maoizm halklar için her zamankinden çok daha fazla gereksinimdir. Bu bilime tutunduğumuz, kavradığımız ve dünyayı değiştirmek için bunu rehber aldığımız an sosyalizmi yakalamamak için hiç bir neden kalmaz.
İşte; İbrahim Kaypakkaya’nın birkaç yoldaşı ve bir kırmayla faşist TC devletine karşı Halk Savaşının kıvılcımını çakarken dayandığı esas güç buydu. Onun yazılarında ortaya koyduğu düşünceler ve bu düşünceler doğrultusunda hiç vakit kaybetmeksizin pratiğe girmesi; bizzat kendi yoldaşları tarafından bile açıktan değilse de “hayalci” yaklaşımlar olarak değerlendirilmiştir. İbrahim Kaypakkaya, bugün doğruluğu toplumsal pratik tarafından kanıtlanan pek çok meselede, yeni kurduğu örgüt içerisinde de mücadele ediyordu. Öte yandan bu mücadele içerisinde Kaypakkaya’nın dünyaya ve olaylara bakış açısının ipuçlarını veren, ekonomik krize ve bunun sonucunda ortaya çıkan/çıkacak olan kitlelerin kendiliğinden hareketine yaklaşımı da incelenmeye ve örnek alınmaya değerdir: “İbo, küçük Ali ve büyük Ali ile Darıca’da Mehmed Ali’nin evinde toplandı. Malatya Bölge Komitesi toplantısıydı bu…..Bahara kadar iki şey hazır olmalıydı: Küçük gruplar ve büyük cüretler. Kuru bozkırı ancak bu tip kıvılcımlar tutuşturabilirdi. Ali’ler bozkırın sanıldığı kadar kuru olmadığı kanısındaydılar. İbo bu görüşe katılmıyordu…. ‘önümüzdeki yıl, önemli bir yükseliş yılı olacak’ dedi İbo. ‘Eğer bu yıla iyi bir hazırlıkla girersek kitleselleşiriz kesin.’ ‘Biraz zor kitleselleşiriz’ diye düşündü Meral. İbo’nun korkunç derecede inançlı, bilgili ve yetkin olduğu kanısındaydı. Ama bazı noktalarda da hayalci olduğunu düşünüyordu. TİİKP’in sağ hatalarına karşın mücadele ederken bazı sol hatalara düşmüş olabileceğinden kuşkulanıyordu. ‘Yükselişin önümüzdeki dönemde hızlı olabileceğini sanmıyorum’ dedi Meral. ‘Hızlı olacak’ diye diretti İbo. ‘Dünya çapındaki ekonomik kriz giderek derinleşiyor. Bu kriz, ülkedeki krizi katmerleştirecek ve kitlesel mücadele dalgalar halinde yükselecek. Ben şahsen bu dalgaları, böyle gidersek kucaklayamayacağımız, bu dalgaların gerisinde kalacağımız korkusu içindeyim. Kendiliğinden gelişim öncünün gelişiminden bir hayli hızlıdır. Bunu göremiyorsunuz. Göremediğiniz için de mükemmel bir çaba içerisinde değilsiniz, değiliz’”36
İşte İbrahim Kaypakkaya’yı farklı kılan bir diğer önemli yan, O’nun kitlelerin kendiliğinden mücadelesi, maddi koşulların seyri hakkında bütünlüklü düşünmesi ve öncüye bu zeminde “mükemmel bir çaba içerisinde bulunmak” görevinin düştüğünü kavramasıydı. “Küçük gruplar ve büyük cüretler” bu iki hazırlık görevinin öne sürülmesi, bizlerin bugün yapacakları ya da yapması gerekenleri de özetlemektedir. Kapitalist-emperyalist sistemin ekonomik bunalımının ürünleri olan son saldırı politikaları, sınıf mücadelesinin tüm dünyada hızlı gelişimine yol açacak düzeydedir. İbrahim Kaypakkaya’nın “yükselişin önümüzdeki dönemde hızlı olacağı”na dair sözleri doğrulandı ve gerçekten de korktuğu durum gerçekleşti ve öncü kendiliğinden gelişimin gerisinde kaldı. Bunun devrim mücadelesine tüm dünyada ve Türkiye’de getirdiği önemli kayıplar kimsenin reddedemeyeceği kadar açıktır. Korkusu (bu O’nun tek korkusu olmuştur) öncünün kitlelerin mücadelesine önderlik edemeyerek onun gerisinde kalmasıydı. Bu her Marksist-Leninist-Maoistin ortak korkusudur. Öncünün kendiliğinden hareketin gerisinde kaldığı durumda yaşananları biliyoruz. Yıllar önce Lenin’in bu mesele ile ilgili olarak Menşeviklere karşı verdiği mücadelenin altını bir kez daha çizmek gerekiyor. İbrahim Kaypakkaya’nın temel aldığı tezlerden biri de budur. O, görünenle, gösterilenle yetinmeyen, inceleyen, sorgulayan, bütünü kavrayan ve parçayı bütün içinde tanımlayabilen bilimsel yaklaşımıyla bugünün kendiliğindencileri ile aramızdaki kalın çizgiyi o günden çizdi.
Kitlelere gitmede, onların o muazzam gücünü harekete geçirmede ısrarlı, Marksizm Leninizm Maoizm bilimini kavramada tavizsiz ve uygulamada cüretli olma! Marksizm Leninizm Maoizm dünya görüşünden başka hiçbir düşünceye, hiçbir gerici değer yargısına tenezzül etmeme!
Tüm bunları yaparken döne döne İbrahim Kaypakkaya’dan; O’nun teorisinden ve pratiğinden öğrenmeden bıkmama! Bir de onun “devrimci ütopyalar”ından, “Dündül dağında kızıl bayrak dalgalandırma, 500 gerillayla dağlarda dolaşma; gerilla birliğinin bir köye baskın yaparak, ağayı öldürdükten sonra, gerilla propaganda birliğinin köye gelerek eylemin propagandasını yapma” hayallerinden ilham alma!37
Kitleler ve Marksizm-Leninizm-Maoizm ve onun Türkiye denilen toprak parçası üzerinde uygulanmasının yolunu gösteren İbrahim Kaypakkaya’nın ileriye sürdüğü tezler ve bu tezler doğrultusunda yürüttüğü mücadelesiyle bıraktığı devrimci miras!
İşte gücümüzün kaynakları, zaferimizin teminatları!


DİPNOTLAR
1Ali Taşyapan, ‘Bir Değerin Ardından’, Saklanmaya Çalışan Meşale İbrahim Kaypakkaya, Umut Yayımcılık, Ocak 2003, sf.22
2Turhan Feyizoğlu, İbo- İbrahim Kaypakkaya, Ozan Yayıncılık- Altınçağ Yayımcılık, Nisan 2000, sf.84
3Türk Solu, Sayı 105, 18 Kasım 1969
4Halil Berktay’ın Doğu Perinçek’e Mektubu ve Polis İfadesi, Le-Ya Yayınları, Ocak 1979, sf 9-13
5“Aydınlık Dergisinin Devrimci Harekete Yönelttiği İftiralara Cevap”, Le-Ya Yayınları, İstanbul 1978, sf. 11
6Ali Taşyapan, ‘Bir Değerin Ardından’, Saklanmaya Çalışılan Meşale İbrahim Kaypakkaya, Umut Yayımcılık, Ocak 2003, sf. 23-24
7Proleter Devrimci Aydınlık, Sayı 37, 6 Nisan 1971; Proleter Devrimci Aydınlık, Sayı 38, 13 Nisan 1971
8Ethem Direhşan, İbrahim Kaypakkaya Fırtınalı Yıllarda “Bilinmeyen” Yazılar, Belge Yayınları, Haziran 1994, sf. 22
9Turhan Feyizoğlu, “İbo İbrahim Kaypakkaya”, Ozan Yayıncılık, Altınçağ Yayımcılık, sf. 155
10Age, sf, 155
11Age, sf, 156
12Age, sf, 168
13Ethem Direhşan İbrahim Kaypakkaya Fırtınalı Yıllarda “Bilinmeyen” Yazılar, Belge Yayınları, Haziran 1994, sf. 21
14Age. sf. 21
15Mektup için bknz. Ethem Direhşan İbrahim Kaypakkaya Fırtınalı Yıllarda “Bilinmeyen” Yazılar. Belge Yayınları, Haziran 1994, sf. 136-150 16Halil Berktay’ın Polis İfadesi, “Halk Düşmanlarının Gerçek Yüzünü İyi Tanıyalım” Le-Ya Yayınları, Ocak 1979, sf, 69
17Bkz Turhan Feyizoğlu ‘İbo İbrahim Kaypakkaya”, Ozan Yayıncılık, Altınçağ Yayımcılık, sf. 183
18Mektubun tam metni için bknz: Turhan Feyizoğlu ‘İbo İbrahim Kaypakkaya”, Ozan Yayıncılık, Altınçağ Yayımcılık, sf. 183-188
19Turhan Feyizoğlu ‘İbo İbrahim Kaypakkaya”, Ozan Yayıncılık, Altınçağ Yayımcılık, sf. 213
20Ethem Direhşan. İbrahim Kaypakkaya Fırtınalı Yıllarda “Bilinmeyen” Yazılar. Belge Yayınları. Haziran 1994 Sf. 27-28 ve yine bknz. Turhan Feyizoğlu ‘İbo İbrahim Kaypakkaya”, Ozan Yayıncılık, Altınçağ Yayımcılık, sf. 229-230
21Adı geçen eserler; Ethem Direhşan syf, 28; Turhan Feyizoğlu sf, 232
22Ziraat Mühendisi Ahmet Atalık Basım: TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Genel Merkezi Türkiye Mai Ve Küreselleşme Karşıtı Çalışma Grubu. Yazı için bkz:
23İzzettin Önder “Kapitalist İlişkiler Bağlamında Ve Türkiye’de Devletin Yeri Ve İşlevi” İktisat Üzerine Yazılar I Küresel Düzen: Birikim, Devlet Ve Sınıflar” İletişim Yayınları, 2003, İstanbul, 2. Baskı, sf, 284
24Tülin Öngen; ‘Yeni Liberal’ Dönüşüm Projesi Ve Türkiye Deneyimi; İktisat Üzerine Yazılar I Küresel Düzen: Birikim, Devlet Ve Sınıflar” İletişim Yayınları, 2003, İstanbul, 2. Baskı, sf; 185
25İzzettin Önder “Kapitalist İlişkiler Bağlamında Ve Türkiye’de Devletin Yeri Ve İşlevi” İktisat Üzerine Yazılar “I Küresel Düzen: Birikim, Devlet Ve Sınıflar” İletişim Yayınları, 2003, İstanbul, 2. Baskı sf; 283
26Gürkan Ata, “Küresel Alanda Yerimiz İçler Acısı: Türkiye, Dipteki ‘En’lerin Lideri”, Cumhuriyet Gazetesi 7 Aralık 2001, sf. 11
27Mustafa Sönmez, “2001 Kayıp Yıl Oldu”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2001, sf. 11.
28Cumhuriyet Gazetesi, 22 Mart 2001
29“Aça Para Yok, Silah Çok”, Radikal Gazetesi, 14 Haziran 2002, sf. 11
30Tülin Öngen; ‘Yeni Liberal’ Dönüşüm Projesi Ve Türkiye Deneyimi; İktisat Üzerine Yazılar I Küresel Düzen: Birikim, Devlet Ve Sınıflar” İletişim Yayınları, 2003, İstanbul, 2. Baskı, sf; 173
31Neşe Düzel’in Avni Özgürel’le yaptığı söyleşiden. Pazartesi Söyleşileri, Radikal Gazetesi, 27 Ekim 2003
32Gün Zileli’den akt. Ethem Direhşan. İbrahim Kaypakkaya Fırtınalı Yıllarda “Bilinmeyen” Yazılar. Belge Yayınları. Haziran 1994 Sf. 20
33Gün Zileli’den akt. Ethem Direhşan İbrahim Kaypakkaya Fırtınalı Yıllarda “Bilinmeyen” Yazılar. Belge Yayınları. İstanbul Haziran 1994 Sf. 15

34Age, sf. 19
35Ali Taşyapan, ‘Bir Değerin Ardından’, Saklanmaya Çalışan Meşale İbrahim Kaypakkaya, Umut Yayımcılık, Ocak 2003, sf. 24
36Muzaffer Oruçoğlu, Tohum, Umut Yayımcılık, Mart 1993, sf.276-277, 282-283
37Bkz: Oral Çalışlar. Bir Şeye İnandığı Zaman Onu Çok Sessiz ve Sert Bir Şekilde Savunurdu, Saklanmaya Çalışan Meşale İbrahim Kaypakkaya, Umut Yayımcılık. İstanbul Ocak 2003 Syf. 85-86 ve yine bkz: Partizan Yayınları: 21. Almanya, 1985. Sf 134 aktr. Ethem Direhşan. İbrahim Kaypakkaya Fırtınalı Yıllarda “Bilinmeyen” Yazılar. Belge Yayınları. Haziran 1994
KÜRECİK BÖLGE RAPORU
EKİM 1971
Bugüne kadar faaliyet gösterdiğimiz alan K nahiyesidir. Nahiye, 21 köyü içine almaktadır. Bağlı olduğu ile uzaklığı 70, ilçeye uzaklığı 25 km.’dir. Doğu Anadolu’nun merkezini Orta ve Batı Anadolu’ya bağlayan karayolu bu nahiyeden geçmektedir. Toroslar’ın doğu kolları, Nurhak dağları üzerinden bu nahiyenin topraklarına kadar, yüksek tepeler ve dağlar halinde sokulmaktadır. Nahiye genellikle dağlık ve tepeliktir; dağlar ve tepeler çıplaktır. Düz alanı çok azdır. Dağlık yapıya uygun olarak, köyler dağınık olarak kurulmuştur. Aynı köyün bir ucundan diğer ucuna, bazı yerlerde yürüyerek bir saatte ancak varılabilir. Genellikle evler, tarlaların yanına konmuştur ve aynı soydan olanların evleri birbirine yaklaşık olup bir mahalle oluşturmaktadır. Davarı olanların, evden ayrı olarak yaylalarda ağılları vardır. Ağıl sahipleri yaz günleri buralara çıkarlar. Faaliyet gösterdiğimiz bölgenin coğrafi yapısı ve yerleşme durumu böyledir.
1. BÖLÜM
EKONOMİK, TOPLUMSAL VE SİYASİ DURUM
A) Sınıfları Birbirinden Nasıl Ayırdedebiliriz:
Bölgede sınıfları birbirinden ayırdetmeye yarayacak ölçü nedir? Sahip olunan toprak büyüklüğü mü, hayvan sayısı mı, yoksa örneğin armut ağacı sayısı mı, yoksa başka birşey mi?
Önce şunu belirtelim: Bu bölgede sınıflar henüz kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış değildir. Ege’de ve Trakya’da gördüğümüz gibi köylüleri ücretli işgücü yoluyla sömüren zengin köylülere (köy burjuvazisine) pek rastlanmaz.
Genel bir yoksulluk köylülerin büyük bir çoğunluğunu (tahminen % 90’dan fazlasını) kasıp kavurmaktadır. Bunların içinde durumları çok kötü olanlar, görece biraz daha iyi olanlar vb. elbette bulunmaktadır.
İkinci olarak şunu belirtelim: Bu bölgede, Urfa, Mardin ve Diyarbakır ovasında görüldüğü gibi, köylüleri yarıcılık, ortakçılık, angarya ve benzeri yollarla sömüren toprak ağalığı bulunmamaktadır. Köylüler genel olarak “özgür” küçük üreticilerdir.
Üçüncü olarak şunu belirtelim: Toplumsal üretimin hiçbir yüzü, henüz ciddi bir gelişme göstererek esas haline gelmemiştir. Yani ne tarla tarımı, ne hayvancılık ve hayvan ürünleri tarımı, ne meyvecilik, esas üretimi oluşturmamaktadır. Bunların hepsi birarada ve aşağı yukarı aynı ölçüde yürütülmekte ve aynı öneme sahip görünmektedir. Bunların içinde, görece tarla tarımı ve koyun, keçi üzerine yapılan hayvancılık ön plandadır, fakat bu alanlarda (ne birinde, ne ötekinde) ciddi bir gelişme henüz yoktur. Bu yüzden de sınıfları biribirinden ayırdetmek için ne toprak büyüklüğü, ne de hayvan sayısı tek başlarına doğru bir ölçü oluşturmamaktadır.
Arazinin dağlık olması yüzünden, topraklar verimsiz, kıraç ve bayırdır; traktör ve biçer-döver gibi modern araçları kullanma hemen hemen olanaksızdır, ensantif tarım yoktur. Tarla tarımının gelişip toplumsal üretimin esas yönü haline gelmemesi arazinin bu elverişsiz durumundan ileri gelmektedir. En verimli topraklarda bile verim bire beşi seyrek olarak geçmektedir. Bu yüzden, çoğu kere 100 dönümden fazla toprağı olan aileler bile geçimini sağlayamamakta, iş-gücü satmaya zorunlu kalmaktadır. Öyle aileler vardır ki, toprağı 200 dönüme ulaştığı halde, geçimini güç bela sağlayabilmektedir. Hatta, çalıştığı topraktan verdiği emeğin karşılığını alamadığı için, bu toprakların bir kısmını kendi isteğiyle terketmekte, ekip biçmemektedir.
Arazinin tarıma elverişsizliği, verimsizliği yüzünden, birinci olarak toprağa fazla değer verilmemekte, varlıklı köylülerin elinde toprak toplanmasına doğru bir gelişme pek olmamaktadır (oluyorsa bile son derece yavaş olmaktadır); toprak alım-satımı, kiracılık, ortakçılık yaygın, ciddi (en önemli) bir sorunu oluşturmamaktadır. Yoksul ve orta köylülerin borca karşılık tarlasını vermesi, göç, evlenme vb. nedenlerle tarla satışı olmaktadır; fakat bu, belirttiğimiz gibi, hiç değilse bugün, zenginlerin elinde esaslı bir toprak toplanmasına yolaçmamıştır. Göç eden yoksul ailelerin bir kısmı toprağını satmadığı gibi, ortağa vb. de vermeyip bomboş bırakmaktadır.
Arazinin elverişsizliği, ikinci olarak, traktör, biçer-döver, patos gibi teknik araçların ve ilaç, gübre gibi tarım girdilerinin tarımda geniş ölçüde kullanılmasına, bu yolda esaslı bir gelişmeye engel oluyor. K nahiyesine bağlı köylerden, bildiğimiz kadarıyla sadece birinde bir patosla bir traktör vardır. Az miktardaki elverişli arazilerde başka yerlerden getirilmek yoluyla, traktör ve patos kullanıldığı olmaktadır; fakat bu hiçbir zaman büyük ölçülere ulaşmamaktadır. (Traktörün dönüm ücreti 10 lira, patosun saat ücreti 50 lira).
İlaçlardan sadece kör hastalığına karşı tohum ilaçları kullanılıyor (kilosu 10 lira) ve az miktarda da gübreleme yapılmaktadır (kilosu 110 kuruş).
Tarla tarımı, esas olarak tahıl (buğday) tarımıdır. Buna rağmen, buğday satan aile hemen hemen yoktur; satın alan aile ise, köylülerin anlatımına göre % 99’a yakındır.
Tarla tarımının yanında önem taşıyan diğer bir ziraat dalı hayvancılıktır. En çok beslenen hayvan koyundur, ikinci olarak keçi gelir. Fakat, hayvancılık da, tarla tarımı gibi, ticaret amacıyla yapılan, gelişmiş, egemen bir üretim dalı haline gelemediği için, köylülerin sahip olduğu hayvan sayısı da, yalnız başına sınıfları birbirinden ayırdeden bir ölçüt olmamaktadır. Bir yanda büyük sürü sahipleri, diğer yanda bu sürülerin bakımında vs. şu veya bu şekilde çalışan yarı-proleterler ve proleterler şeklinde belirgin ve kesin bir ayrım henüz oluşmamıştır. Gerçi, varlıklı olanların bir kısmı, daha çok koyun ve keçiye sahiptirler ve yoksulların genel olarak koyun ve keçileri ya çok azdır, ya da hiç yoktur; fakat, koyun ve keçileri kabarık olanlar arasında da yoksul olanlar, işgücünü satanlar çoktur ve yine hiç koyunu, keçisi olmayan veya çok az olan aileler içinde de varlıklı olanlar vardır. Ayrıca, köylü ailelerinin birçoğu şu veya bu ölçüde koyun ve keçiye sahiptirler. Bu nedenlerle, sınıfları birbirinden ayırdederken, sahip olunan koyun ve keçi sayısına bakmak gereklidir ama yeterli değildir.
K nahiyesinde önem taşıyan bir diğer gelir kaynağı, armut ağaçlarıdır. Tarlalarda ve bayırlarda bol miktarda armut ağacı vardır ve köylüler bunların meyvelerini toplayıp satmaktadır. Fakat özel olarak bu işle uğraşan; armut bakımıyla, onun yetiştirilmesi, iyileştirilmesi, veriminin artırılmasıyla vs. uğraşan hemen hemen yok gibidir. Armut ağaçları iki yılda bir meyve vermekte ve köylüler ne bulurlarsa onu toplamaktadırlar. Hatta armut ağaçlarının bir kısmı kesilip yakacak olarak kullanılmaktadır. Bu nedenlerle, sahip olunan armut ağacı sayısı da sınıfları birbirinden ayırdetmekte tek başına bir ölçüt olmamaktadır.
O halde, sınıfları birbirinden ayırmakta kullanacağımız ölçüt nedir? Sahip olunan ekilip-biçilir toprak miktarı, sahip olunan hayvan sayısı ve sahip olunan armut ağacı sayısı, bunların üçü birden sınıfları birbirinden ayırdetmekte doğru bir ölçü olabilir. Fakat, bu pratik ve kullanışlı bir ölçüt değildir. Bu yüzden biz, bunun yerine başka bir ölçüt kullanmayı daha doğru bulduk. Bir köylü ailesinin yıllık geliri, o ailenin hangi sınıfa dahil olduğu hakkında oldukça doğru bir düşünce vermektedir ve bunu hesaplamak, yukardakileri (toprak miktarını, hayvan sayısını, armut ağacı sayısını) hesaplamaktan çok daha kolaydır.
Dördüncü olarak şunu belirtelim: Ticaret, köylülerin yaşamına hergün biraz daha fazla girmektedir. Köylülerin en temel gereksinim maddeleri, hergün artan ölçülerde pazardan karşılanmaktadır. İdarenin yerini lamba, ocağın yerini soba, elle dokunan çul, çuval, yastık ve kilimin yerini pazardan alınanlar almıştır ve almaktadır. Radyo, teyp, pikap, saat birçok eve girmiştir. Çay, bir süredir normal tüketim maddeleri arasında yer almaktadır. Sebze gereksinimi, geniş ölçüde pazardan karşılanmaktadır. Eksik kalan yiyeceklik buğday pazardan alınıyor vs. vs. El zanaatları gerilemekte ve çökmektedir. Öte yandan, köylülerin ürettiği ürünlerin bir kısmı da, yine her gün artan ölçülerde pazara taşınmaktadır. Köylülerin pazarda en çok sattıkları şeyler, hayvan (koyun, keçi) ve armuttur. Bunların yanısıra, bazı hayvan ürünleri de (yünden yapılan keçe, yağ, peynir gibi) az miktarda satılmaktadır. Bu ne anlama gelir? Bu, köylülerin, hergün artan ölçülerde, ticaret sermayesi tarafından sömürüldükleri, iflasa ve sefalete sürüklendikleri anlamına gelir. Köylüler, bir yandan pazardan gereksinimlerini sağlarken, araya giren tacirler tarafından, diğer yandan da, kendi ellerindeki malları satarken hayvan ve armut tacirleri tarafından sömürülmektedirler. Köylülerin arasında az çok varlıklı olanlar, ellerinde gereksinim fazlası parası olanlar genellikle ticarete atılmaktadırlar. Emperyalist tekellerin ve işbirlikçi sermayedarların malları, yüksek ticaret kârlarıyla köylülerin eline geçmektedir. Öte yandan, örneğin armudun kilosu köylülerin elinden 60-75 kuruşa alınmakta, pazarda 200-350 kuruşa kadar satılmaktadır. Bu olay geniş yoksul köylülerin daha çok iflasa sürüklenmesine, yoksullaşmasına ve iş-gücünü daha çok satmasına, proleterleşmelerine yolaçmaktadır.
Beşinci olarak şunu belirtelim: Gelirleri gereksinimlerini karşılamaya yetmeyen köylüler, yine gittikçe artan ölçülerde borçlanmaktadırlar. Bankalar, pek küçük bir azınlığı oluşturan varlıklı köylülerin dışındakilerine çok az kredi veriyor veya hiç vermiyor. Bunlar, elinde parası olan bir kısım varlıklı köylülere borçlanmak zorunda kalıyorlar. Borç faizi ayda ortalama % 5’dir. Yılda % 60 eder. İkinci yıl, borç ödenmediği takdirde faizin de faizi işliyor. Bu yüksek faiz karşılığı, bir avuç faizciyi hızla yükseltirken, faizli borç alan, almak zorunda olan köylü kitlelerini de gittikçe batırıyor, bir daha hiçbir zaman altından kalkamayacağı ağır bir yükün altına sokuyor; bunların ocaklarını söndürüyor, ellerindeki her şeylerini (topraklarını, hayvanlarını, evlerini vb.) kaybetmelerine yolaçıyor.
Altıncı olarak şunu belirtelim: Yüksek ticaret kârları ve borç faizleriyle sömürülen, iflasa ve sefalete sürüklenen köylü kitlesi; bunların çoğunluğu, “gurbetçi” olmaktadır. Köylülerin çoğu, Antep’te, Adana’da, İstanbul’da ve Antakya’da inşaat işçiliği, hamallık, dilencilik ve en çok da seyyar satıcılık (işportacılık) yapmaktadırlar. (Gidenlerin yaklaşık % 80’i işportacıdır) Sözü geçen yerlerde (özellikle Antep ve İstanbul’da) K nahiyesine bağlı köylülerden yüzlerce işportacı vardır. Yine eli iş tutan bir yığın köylü Almanya’ya gitmiştir; birçoğu gitmek için sıra beklemektedir. Örneğin 60 hanelik bir köyden 120 kişi Almanya’dadır. 200 hanelik bir köyden 200 kişi Almanya’dadır. Ortalama her aileden bir kişi Almanya’dadır.
Yine, köylülerin birçoğu, özellikle yoksullar, Antep, Adana, İstanbul ve Malatya’ya göç ediyorlar. Göçenlerin sayısı oldukça artma göstermiştir.
B) Sınıflar ve Bunların Devrime Karşı Tutumları:
Şimdi çeşitli sınıfları tek tek ele alalım:
Tarım proletaryası: Tarım proletaryası, yukarıda açıkladığımız nedenlerle oluşmamıştır. Köyde geçimini sağlayacak hiçbir mülkiyeti olmayanlar, genellikle göçmektedir (Antep’e ve İstanbul’a). Göçmeyen çok az sayıdaki aileler ise, 5-10 evin sürüsünü otlatmakta, yani çobanlık yapmaktadır. Bunları, tarım proleterleri sayabiliriz (kendi koyunlarını otlatan bir kısım orta köylüler dışında). Bölgenin en yoksulları başkalarının sürüsünü otlatan çobanlardır. Bunların yıllık gelirleri 4-5 bin lira dolayındadır. Buna ek olarak, sadece çobanın yiyecek ekmeğini vb. de çobanlık ettiği aileler sırayla sağlamaktadır.
Bölgemizdeki çobanlar, genellikle en devrimci unsurlardır. Bunlar, silahlı mücadelenin en ateşli savunucularıdır. Sinan Cemgil ve arkadaşlarını beslemekten, çoğu, komandoların baskı ve zulmüne uğramış, karakollarda dayağa çekilmiştir. Fakat, çobanlar sağlam bir şekilde dayanmışlar, eğilip bükülmemişlerdir. Ayrıca, Sinan’ların yerini söylemeleri halinde kendilerine yüksek paralar söz verilmiştir, yiyecek ekmeğini zor bulan, cebi beş kuruş para görmeyen bu insanlar, para karşılığı alçalmayı da duraksamasız reddetmişlerdir. Bunlar, araziyi çok iyi tanımaktadırlar. Askeri haritaların almadığı birçok mağarayı, gizlenme yerini vs. bunlar biliyor. Çobanların köylü silahlı mücadelesine çok büyük katkısı olacaktır.
Yoksul Köylüler: Yıllık gelirleri 5-15 bin lira arasında değişen aileler genellikle bu sınıfa girerler. (Ailedeki birey sayısının azalıp çoğalması bu sınırı biraz değiştirebilir.) Köylü nüfusunun çoğunluğunu bunlar oluştururlar. Yoksul köylülerin arazileri genellikle bayır ve taşlık yerlerdir. Düz ve verimli yerlerde arazisi olanlar, faizcilerden aldıkları borca karşı rehin ettikleri bu verimli toprakları, borçlarını ödeyemediklerinden faizcilere terketmişlerdir. Suni gübreden yararlanamadıkları için verim yıldan yıla azalmaktadır. (Hayvan gübresini odun yerine tezek olarak yakmaktadırlar.)
Yoksul köylülerin hepsi mevsimlik gurbetçidir. Antep, İstanbul, Adana gibi şehirlerdeki işportacılık, inşaat işçiliği, hamallık, dilencilik yapan K...’lilerin çoğunluğunu bu sınıftan olanlar oluşturuyor.
Yoksul köylülerin bir kısmı daha varlıklı ailelerin toprağında ortakçılık yapar. Toprak sahibi, tarla ve tohumluk (bider) verir. Ortakçı ise, tarlayı eker, biçer, ürünü kaldırır. Hasat sonu buğday ve saman yarı yarıya bölüşülür.
Bir kısım yoksul köylüler de ekin biçme zamanı başkalarının (yukarı orta köylülerin ve varlıklı köylülerin) tarlalarını biçerler. Karşılık olarak tarlaya ekilen tohum kadar (bider kadar) buğday alırlar.
Şehirlere göçenlerin çoğunluğunu bunlar oluşturuyor. Bunlar özellikle Antep’te, hamallık, odun kırıcılığı, un fabrikalarında işçilik vs. yapmaktadırlar. Almanya’ya gidenlerin de çoğunluğu yoksullardır. Köylüler, “eğer Almanya olmasaydı, çoğu acından ölürdü” demektedirler.
Yoksul köylüler, Ziraat Bankası’ndan ve Tarım Kredi Kooperatifleri’nden yararlanamıyorlar. 200 lira kredi alabilmeleri için epey ter döküp bir sürü kapı aşındırmaları gerekir. Çoğu hiç kredi alamaz. Gün geçtikçe yaşama koşulları zorlaştığından, bu borçların ödemeleri ayrı bir dert oluyor. Üç-beş yerel faizciye, bakkallara vs. borçlu olmayan yoksul köylü hemen hemen yoktur. Toprağı ve hayvanı olmayan yoksul köylülere faizciler de borç vermiyor.
Bu tabaka, devrime ve silahlı mücadeleye güçlü bir istek duymaktadır; her türlü reformist ve burjuva görüşlere dudak bükmektedir. Köylük bölgelerde dayanacağımız esas güç bunlardır. Bunların yazgısı ve kurtuluşu, proletaryanın yazgısı ve kurtuluşuyla kesin olarak ve kopmaz bir şekilde birleşmiştir.
Orta Köylüler: Yıllık gelirleri 15 bin lirayı geçen aileler, genellikle bu gruba girerler. Bunlar, ya görece iyi topraklara sahiptirler, ya 50-60 davara sahiptirler ya da hem bir parça iyi toprağa, hem de bir miktar koyuna sahiptirler. Bir kısmının iki öküzü, bir veya birkaç ineği, bir eşeği veya katırı vardır. Bir kısmının ise toprağı ve davarı az olduğu halde (veya hiç olmadığı halde), elinde bir miktar parası vardır. Özellikle Almanya’ya gidip dönenlerin, dolmuşçuların, nahiyede bakkallık yapanların ve benzerlerinin durumu böyledir. Bunlar da orta köylü sayılırlar. Bunların bir bölümü faizle para verir, bir bölümü şehirde arsa vs. satın alır, bir bölümü ticarete atılır. Orta köylü aileleri çokluk bakımından yoksul köylülerden sonra gelirler. Fakat bunların sayısı yoksulların yanında pek az kalır. Almanya’ya gidip dönenlerin aileleri, önceden yoksul köylü iken, orta köylü saflarına geçmişlerdir ve bu durum orta köylülerin sayısında bir yükselme yaratmıştır.
Orta köylüler, genellikle tarlalarında kendileri çalışırlar. Yoksulları çalıştıranlar da vardır, ama bu hiçbir zaman büyük ölçülere ulaşmaz. Davar sahiplerinden birkaç aile birleşerek bir çoban tutarlar, az bir kısmı da davarını kendisi otlatır. Yine toprağı az olan bazı orta köylüler kendilerinden daha varlıklı olan orta ve zengin köylülerin toprağında ortakçılık yapar.
Orta köylüler, Ziraat Bankası’ndan ve Tarım Kredi Kooperatiflerinden yeterince yararlanamıyorlar. Sahip oldukları toprak oranında 500-1000 lira arasında kredi alabiliyorlar. Gübreden yeterince yararlanamıyorlar, kendilerine çok pahalıya maloluyor. Bu yüzden birçoğu yerel faizcilere borçludur. Durumları görece iyi olanlar, faizli borçları az olanlarla hiç olmayanlardır. Bunlar, her yıl bir miktar gereksinim fazlasını bir kenara koyabiliyorlar. Bir kısım orta köylülerin yıllık gelirleri daha fazla olduğu halde, faizli borçları da o ölçüde fazla olduğu için bunların durumu, geliri daha az fakat borçsuz orta köylülerden daha kötüdür. Örneğin bir köylü başka bir yerdeki toprağından 35 bin lira yıllık gelir sağlamıştır. Fakat bu aile 70 bin lira faizli borç altındadır. Bu yüzden durumları, yıllık geliri 15-20 bin lira arasında olan borçsuz bir aileden daha kötüdür.
Orta köylülerin de çoğu kış aylarında Antep, Adana ve İstanbul’da işportacılık yapmaktadır. Orta köylüler arasında, hamallık, odun kırıcılık, inşaat işçiliği, dilencilik yapan yoktur. Bu işler yoksul köylülere düşmektedir.
Artan hayat pahalılığı ve yaşam koşullarının zorlaşmasından ötürü, orta köylülerin çoğunluğunu oluşturan alt kesimi gittikçe yoksullaşmaktadır; azınlık olan üst kesimi ise zengin köylülere yamanmaya çalışmaktadır.
Yoksul köylülerle, orta köylülerin alt kesimi, bölgede, köylü nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturmaktadır.
Orta köylülerin alt kesimi devrime isteklidir. Kendi kurtuluşunun silahlı mücadele ile olacağı gerçeğini gün geçtikçe daha derinden hissediyor ve kavrıyorlar. Reformcu görüşlere kuşkuyla bakıyorlar.
Orta köylülerin üst kesimi de devrime sempati duyuyor. Yalnız bu kesim, işçi ve köylülerin, silahlı mücadele ile başarıya ulaşabileceğine pek olasılık vermiyor. Bunlar, çoğu kere burjuva reformculuğuna kapılıyorlar. Ordudaki subaylardan bizim tarafımızı tutanların bulunup bulunmadığını çok merak ediyorlar ve onlara bel bağlıyorlar. Egemen sınıfları, olduğundan güçlü, halkı da olduğundan zayıf görüyorlar. Bu tür görüşler, özellikle zengin köylü saflarına katılma şansı yüksek olanlar arasında yaygındır. İleride, devrim dalgası büyüyüp kabarınca, orta köylülerin bu kesimi de kararsızlıktan arınmış olarak devrim saflarına katılacaklardır. Zengin Köylüler: Bunların yıllık gelirleri, genellikle 40-50 bin liranın üstündedir. Bir kısmının yıllık geliri 100 bin lira dolayındadır. Zengin köylülerin sayısı çok azdır. Bütün köylü ailelerine oranı % 1’i geçmez.
Genellikle oturdukları köylerin en verimli toprakları bunların elindedir. Sebzeliğe ve bostanlığa elverişli sulu yerlerin çoğu da bunlara aittir. Çoğunun 50’den fazla, bir kısmının ise 100’ün üstünde davarı vardır. Yine hepsinin elinde en az 20-30 bin liradan başlamak üzere para-sermaye mevcuttur. Bazılarının toprağı ve hayvanı az olmakla birlikte, para sermayesi fazladır; bazılarının ise para sermayesi azdır, fakat toprağı ve hayvanı fazladır.
Arazisi düz olanlar, topraklarını traktör ve pullukla kendileri adına işletirler. Bir kısmı, toprağını yoksul ve orta köylülere ortağa ektirirler.
Zengin köylülerin bir kısmı ticarete atılmıştır: Şehirlerde arsa, dükkan vs. sahibidir; yün, tereyağı, peynir, çökelek vs. satar; kaçakçılık yapar. Bölgenin en büyük afyon kaçakçısı, para sermayesi en fazla olan bir zengin köylüdür.
Zengin köylüler gübreden, Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatifi kredilerinden geniş ölçüde yararlanabiliyorlar.
Yerel faizciler, zengin köylüler arasından çıkmaktadır. Zengin köylülerin bir kısmı, elindeki para sermayeyi yoksul ve orta köylülere (hatta zengin köylülerin aşağı kesimine) yüksek faiz oranlarıyla vererek, sermayelerini kabartmaya çalışıyorlar. Bölgenin yoksul ve aşağı-orta durumdaki köylülerini iliğine kadar sömürenler, bunların ocaklarını söndürenler, faizcilik yapan zengin köylülerdir. Bunların bir kısmının % 3-4 oranıyla devlet bankalarından para çekip, köylülere % 60 faiz oranıyla vererek palazlandığını bizzat köylüler anlatmaktadır. Yine de bunlar, Ege ve Trakya bölgesindeki tefecilerle karşılaştırıldığında zayıf kalırlar. En güçlülerinin sermayesi ancak 250 bin lira dolayındadır. Bunların Batıdaki tefecilerden bir farkı daha vardır: Batıdakiler, borca ve faize karşılık, tütün, pamuk, ay çiçeği, süt ve benzeri ürünlere el koydukları halde; bunlar borcu ve faizini para olarak geri alırlar. Ancak para olarak ödeyemeyenlerin toprağını ve davarını gaspetmektedirler. Çünkü bölgede, pazarda değer taşıyan ve bol miktarda alıcı bulan belli bir ürünün üretimi gelişmiş değildir.
Devrimci düşünceler bölgeye hergün artan bir hızla yayıldığından, ilerideki silahlı mücadelenin kan kokusunu hisseden zengin köylülerin bir kısmı, geleceklerini garantiye almak için, ayrıca devrimci mücadeleyi hararetle destekleyen yoksul ve orta köylülerin bugünkü baskısından kurtulmak için, devrime sempati duyduklarını, kurşunlanan devrimcilere gözyaşı döktüklerini uygun bir dille belirtme gereksinimini duyuyorlar.
İçlerinden devrime karşı olanlar, açıkça tavır takınmıyorlar. Dolaylı yollardan karşı çıkıyorlar: “Hükümete karşı çıkılır mı? Çıkarsan işte böyle olur” diyorlar. Bunlar, köylülerin baskısından korktukları için bölgede faaliyet gösteren devrimcileri ihbar edemiyorlar.
Ortadakiler ise, “Bu işin olacağını hiç aklım kesmiyor. Fakat şu ölen, işkence gören gençlere yazık oldu. Çocukları kandırıp ateşe sürdüler”, diyorlar. Bunların çoğunun düşüncelerine göre, gençleri kandırıp ateşe süren de İsmet Paşa’dır.
Devrimci mücadelemizin ileri aşamasında, bunlardan bir kısmı (zengin köylülerin alt kesimi), emekliye emekliye devrim katarının peşinden sürüklenecek; bir kısmı tarafsız pozlarla durumu idare etmeye çalışacak, çok az bir kısmı ise (özellikle büyük faizciler) açıkça devrimin karşısında yer almak zorunda kalacaktır.
Toprak ağaları: Bölgede bugünkü durumda toprak ağalığı yoktur. Köylülerin anlattığına göre, eskiden “ağa” adı verilebilecek bazı kimseler varmış. Fakat, bunların köylüler üzerindeki baskı ve sömürüsü, büyük toprak mülkiyetinden daha çok, bunların ekonomi dışı zorundan, zorbalığından, dini otoritesinden, aşiret ileri geleni olmalarından (bunun yanısıra ekonomik güçlerinden) ileri gelmektedir. Bunlar, bulundukları köyde bir çeşit yerel despottur; köylülerin elindeki ürününü, beğendiği bir eşyasını, hatta karısını zorla elinden alırlar, onları kendi özel işlerinde karşılıksız olarak veya karın tokluğuna diledikleri gibi çalıştırırlar, istediklerini askere göndermezler, istemediklerini gönderirler. Şimdi bile, çevredeki köyler bunların ismi ile anılmaktadır: ...uşağı gibi. Bu “ağa”lar ve onlardan ağalığı devralan çocukları, köylülerin mücadelesi ile ve kendi aralarındaki rekabet ve aşiret kavgalarıyla birer birer ortadan kalkmıştır. En son ağa kalıntısı da, 1956 yılında yine rekabet yüzünden, başka bir “ağa” tarafından öldürülmüştür. Böylece bu bölgede ağalık tarihe karışmıştır. Şimdi, bu “ağa”ların çocukları, yakınları vardır, ama köylüler üzerinde hiçbir otoriteleri kalmamıştır; ayrıca ekonomik bakımdan da diğer köylülerden farkları yoktur. Buna rağmen hâlâ kendi kendilerine “ağalık” taslamaktadırlar, böbürlenmekte, köylülere ve devrimci mücadeleye küçümseyerek bakmaktadırlar. Fakat, kimsenin onları taktığı yoktur.
C) Bölgedeki Sınıf Mücadelesi ve Köylü Kitlesinin Siyasi Bilinç Düzeyi:
Şimdi sözkonusu bölgede köylülerin yürüttüğü sınıf mücadelesini ve bilinç düzeylerinin ne durumda olduğunu gözden geçirelim.
Faaliyet gösterdiğimiz alanın devrimci geçmişi, Osmanlılara kadar uzanıyor. Yaşlı köylülerden edindiğimiz bilgilere göre, Osmanlı düzeninin son yıllarında köy ağalarının ve Osmanlı devletinin zorbalığına karşı isyan eden kırk kadar köylü, dağlara çıkarak çeteler oluşturmuşlardır. Çetecilerin hepsi de ağalar tarafından ezilen, yoksul köylülerdir. Kendi kapısında hizmet ettikleri sürece, ağa bunları askere aldırmamıştır; ne zaman ki bunlar ağalara boyun eğmeyi reddetmişler, o zaman, ağalar bunları, “asker kaçağıdır” diye devlet güçlerine ihbar etmişlerdir. Çeteler zaman zaman ağaların evlerine baskınlar yapmışlar, kendilerine yapılan zorbalığın hesabını sormuşlardır, bir yandan da devlet güçlerine karşı direnmişlerdir.
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra “ağa”ların halkın üzerindeki baskısı devam ediyor. Özellikle yoksul köylüler, ağaların kırbacı altında babalarından miras aldıkları kölelik mesleğini devam ettiriyorlar. Ağalar ve devlet, yoksul halkı ezmede birbirleriyle yarış ediyorlar. Bu zulüm, yoksul köylülerin sabır taşını çatlatıyor. Köylülere zorbalık eden aşiret ileri gelenleri, köylülerin devlet baskısından duyduğu öfkeyi ve hoşnutsuzluğu zaman zaman kendi amaçları için kaldıraç olarak kullanıyorlar. Örneğin, Cumhuriyet’in ilanından sonra bölgede bir isyan oluyor. İsyanın başını Kasımuşağı köyünün sahibi ve aşiret ileri gelenlerinden olan Kasımoğlu Mehmet Ali diye biri çekiyor. Kasımoğlu 4-5 köyün halkını peşine takarak bağımsızlığını ilan ediyor. Devlet güçleri bölgeyi sarınca, ancak iki saat dayanabiliyor. Kasımoğlu’yla üç arkadaşı Elazığ’da idam ediliyor, geri kalan halka da işkenceler yapılıyor.
Cumhuriyet döneminde, daha önce de belirttiğimiz gibi, köylülerin mücadelesiyle ve aşiretler arasındaki çatışmalar nedeniyle “ağa”lar birer birer ortadan kalkıyor. 1950’lerde “ağa”ların kökü tamamen kazınıyor.
Özellikle, 1967’den beri kırlık bölgelere yayılan devrimci kıvılcımın tutuşturduğu noktalardan biri de, faaliyet gösterdiğimiz alandır. Bölge köylüleri, demokratik hakları uğruna birçok miting ve yürüyüş düzenlemiş, haykırdığı devrimci sloganlarla egemen sınıfların yüreğine korku salmıştır. Hatta bu eylemlerden dolayı bir kısım köylü önderleri hapisleri boylamıştır.
Yurtsever gençliğin verdiği şehitlerden ikisi buralıdır. Bu iki yurtsever gencin ölümü, halkın sınıf kinini iyice körüklemiştir. Ayrıca Sinan ve arkadaşlarının egemen sınıfların zorba güçleri tarafından hunharca kurşunlanması da halkı derinden etkilemiştir.
Bölgede devrimci düşünceler, devrim ve silahlı mücadele arzusu, siyasi bilinç, umulmadık ölçüde yayılmış ve gelişmiştir.
Bölgedeki 21 köyden 5-6 tanesi Sünni, geri kalanları ise Alevidir. Alevi köylülerin hemen hepsinde dinci baskıların etkisi sıfıra indirilmiştir. Daha 20 yıl önce, halkın sürünerek ayağını öptüğü dedelerin hali şimdi yürekler acısıdır. “Devrimci değilim” diyen dedeyi bulmak olanaksızdır. Bunların çevrenin baskısıyla devrimci geçindiğini halk bildiğinden, onları sahtekarlar olarak görüyor ve sözlerine pek saygı göstermiyorlar.
Sünni köylerde, dinin etkisi hâlâ kuvvetle devam ediyor, hacıların, hocaların, gerici din adamlarının, köylüler üzerindeki gerici etkileri hâlâ ayakta duruyor. Bölgede, Sünniler genellikle tutucu ve gerici, Aleviler ise ilerici ve devrimci bir rol oynuyorlar. Bunun nedenleri üzerinde burada durmayacağız. Yalnız şunu belirtelim ki, yerel gericiler ve devlet güçleri, köylülerin sınıf mücadelesini Alevi-Sünni çatışmasına dökerek soysuzlaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar; Aleviler aleyhine Sünnileri kışkırtmaya ve böylece ezilen ve sömürülen köylüleri birbirine düşürmeye çalışıyorlar; özellikle gerici din adamları, “devrimciliği”, “kızılbaşlık” olarak damgalıyorlar, “baksana hep kızılbaşlar bu düşünceleri taşıyor, bu iş kızılbaşlığın ta kendisidir” diye köylüleri sahtekarca aldatmaya çalışıyorlar ve ne yazık ki hâlâ emekçi Sünnilerin çoğunluğu da buna alet ediliyor. Fakat Alevi halk genellikle bundan etkilenmiyor. Bunlar, “Sünnilik, Alevilik, Kürtlük, Türklük diye ayırım yapmak yanlıştır, bu kavga yoksul-zengin kavgasıdır, kimden olursa olsun bütün yoksulların birleşmesi şarttır” diyorlar.
Faaliyet gösterdiğimiz 21 köyden, 20 tanesi Kürt’tür, Alevi köylerin hepsi de Kürt’tür. Fakat bölgede Kürt milliyetçiliğinin en küçük bir belirtisine bile rastlamak olanaksızdır. Tersine, egemen sınıfların zorla “Türk’leştirme” politikası epey başarı kazanmış ve Kürtler arasında bile “Türk milliyetçiliği”nin başgöstermesine yolaçmıştır. Halkın çoğunluğu, yoksul Kürt ve Alevi olduğu için yüzyıllardan beri üçlü bir baskının (ekonomik, ulusal ve dini baskıların) boyunduruğuna koşulmuşlardır. Baskıların baş uygulayıcısı olan egemen sınıfların zorba devlet gücü, halkta korku yaratmayı da bir ölçüde başarmıştır. Bu korku özellikle yaşlılarda kendini gösteriyor ve bunlar, silahlı mücadele sözkonusu olunca aşırı çekinceli davranıyorlar. Kasımoğlu ve Dersim ayaklanmalarının bastırılmasının ve bundan sonra ezilen halka vahşice işkence edilmesinin de bu aşırı ihtiyatlılıkta payı vardır.
Burada olumsuz bir nokta olarak şunu da belirtmeliyiz: Bir kısım köylülerin Almanya’ya gitmiş olması, diğer bir kısmının da gitme umudu, bölge halkının devrimci öfkesini az da olsa yatıştırmıştır. Öte yandan yoksul köylülerin ve özellikle yoksul köylü gençlerinin hemen hemen hepsi silahlı mücadele düşüncesinde birleşiyorlar. Bunlar arasında, herşeylerini feda edip silahlı mücadeleye hemen katılmaya hazır olanlar da var.
İlkokul öğrencileri ve az çok konuşmayı beceren 4-5 yaşındaki çocuklar bile kendilerini devrimci görüyorlar, bozuk Türkçeleriyle “devrimciyim, sosyalistim” diyerek sol yumruklarını havaya kaldırıyorlar.
Genç kadınların, gelin ve kızların çoğu devrimci mücadeleye güçlü bir sempati duyuyorlar. Silahlı mücadelenin özlemini çekiyorlar. Ölen devrimci gençler için ağıtlar söyleyip, gözyaşları döküyorlar. Bölgede faaliyet gösteren arkadaşları sevgi ve saygıyla bağırlarına basıyorlar. Hatta bir kısım genç kızlar, ileride katılmayı düşündüğü silahlı mücadeleye engel oluşturmaması için, evlenmeyi bile düşünmüyorlar.
Bölgede devrimci hareketimizin henüz yeni etkinliğe başladığı bu dönemde bile, devrimci düşüncelerin yoksul halk arasında nasıl kök salıp yeşerdiğinin yüzlerce somut örneğini görmek olasıdır.
D) 1. Bölümün Özeti ve Sonuçları:
Faaliyet gösterdiğimiz bölgenin bellibaşlı ekonomik, toplumsal ve siyasi özellikleri şunlardır:
1) Bölgede ticari kapitalizm, özellikle son yıllarda hızlı bir gelişme göstermiş, emperyalist tekellerin ve işbirlikçi büyük sermayedarların malları köylere kadar sokulduğu gibi, köylülerin malları da hergün artan ölçülerde pazara taşınır olmuştur. Bu gelişme, köylülerin, emperyalist tekeller, işbirlikçi burjuvalar ve bir yığın aracı tüccarlar tarafından insafsızca sömürülmesine, iflasa ve sefalete sürüklenmelerine yol açmıştır.
2) Öte yandan, üretimde toplumsal işbölümü henüz gerçekleşememiştir; yani bir yanda işgücü satın alan toprak veya sürü sahiplerinin diğer yanda işgücünü satarak geçinen işçilerin ve yarı-işçilerin bulunduğu sistem gerçekleşememiştir. Özellikle pazar için üretim yapılan bir üretim dalı henüz yoktur. Kapitalizm, çok geri ve ilkel bir düzeydedir. Zengin köylüler yeni oluşmaktadır ve bunlar da, köylü kitlesini ücretli işgücü yoluyla değil, faizli borç yoluyla sömürmekte ve bu yoldan palazlanmaktadır.
3) Bölgenin yoksul ve orta halli köylüleri, ekonomik baskının yanında, ayrıca ulusal ve dini bakımlardan da baskı altındadır. Köylüler yıllardır, her üç alandaki baskıya karşı, yiğitçe karşı koymuş ve önemli mücadelelerden geçmiştir.
4) Yüksek ticaret kârları ve borç faizleri ile iliğine kadar soyulup sömürülen geniş köylü kitlesi (yoksul ve orta halli köylüler, hatta zengin köylülerin aşağı kesimi) Demokratik Halk Devrimi’nin güçlerini oluşturmakta ve hızla devrimci mücadelenin saflarında yerlerini almaktadırlar. Faizciler, bir kısım zengin köylüler, vurguncu tacirler, gerici din adamları, yoz, rüşvetçi ve zorba memurlar, daha dolaylı olarak işbirlikçi büyük sermayedarlar ve ABD emperyalizmi, köylülerin düşmanlarıdırlar ve karşı-devrim saflarını oluşturmaktadırlar.
5) Etkinlik gösterdiğimiz bölgede, yerel otorite hemen hemen yok gibidir. Urfa, Mardin, Diyarbakır’ın ovalık bölgesinde olduğu gibi, yerel gericilerin, köylüler üzerinde baskı uygulayacak özel güçlerine ve fedailerine rastlanmaz. Gericiler, köylüler üzerindeki egemenliklerini, doğrudan doğruya devlet otoritesine (jandarma, komando ve polis örgütüne, askeriyeye) dayanarak devam ettiriyorlar. Bu yüzden, iktidarın ele geçirilmesi için “sınıf düşmanlarının imhası” politikası, bu bölgede esas politika olamaz. İktidar mücadelesi, doğrudan doğruya devlet güçlerine karşı (yani merkezi otoriteye karşı) yürütülmek zorundadır.
2. BÖLÜM
BÖLGEDEKİ DEVRİMCİ FAALİYET
A) Burjuva ve Küçük Burjuva İlerici Grupların
Bölgedeki Faaliyetleri ve Etkileri
Bu gruplardan hiçbiri bölge köylüleri arasında, ciddi, kalıcı ve esaslı bir devrimci faaliyet yürütmemiştir.
Türkiye İşçi Partisi’nin seçim söylevleri dışında, herhangi bir faaliyet olmamıştır ve zaten sadece burada değil, başka yerlerde de durum aynıdır. Eskiden TİP’e önemli ölçülerde oy çıktığı halde, şimdi köylüler arasında TİP’in etkisi hemen hemen sıfırdır.
TİP’in etkisinin yıkılmasıyla birlikte, gençler aracılığıyla köylüler arasında Mihri Belli görüşleri yayılmaya başlamıştır. Mihri Belli grubunun da, bölgede ciddi ve kalıcı bir faaliyeti olmamıştır. Ne propaganda, ne ajitasyon, ne de örgütlenme alanında... M.B.’nin kendisi, bölgeye birkaç kere gelip gitmiş, birkaç köylüyle temas etmiş, fakat onlara devrimci subayların pek yakında darbe yapacağını müjdelemekten(!) başka birşey yapmamıştır. Bir seferinde köylülere, “askeri bir darbenin an meselesi olduğunu” söylemiş ve “gece radyolarının başından ayrılmamalarını” önermiştir.
Mihri Belli grubuna bağlı diğer gençlerin bölgedeki faaliyeti de, arasıra mitinge çağırmaktan ve gelip geçici ve reformcu propaganda faaliyetlerinden oluşmaktadır. Köylüleri silahlı mücadele için örgütlendirme akıllarından bile geçmemiştir. Bu bakımdan M. Belli grubunun bir hareket olarak pek bir etkileri olmamakla birlikte, düşüncelerinin etkisi hâlâ belli çevrelerde belli ölçülerde vardır, fakat bu etki kolayca silinip yok edilebilecek cinstendir.
Kıvılcımlı grubunun hiçbir faaliyeti ve etkisi yoktur.
Bölgede, halkın en yakından tanıdığı ve etkilendiği hareket THKO’dur, özellikle de Sinan Cemgil grubudur. 1971 ilkbaharında bölgenin dağlarına gelip, kendi deyimleriyle “kır gerillası”nı başlatmaları, dağlarda aç kalmaları, soğukta yatmaları, hatta bu yolda üç ölü vermeleri, silahlı mücadeleye büyük bir özlem duyan halkı derinden etkilemiştir ve kedere boğmuştur. Köylüler Cemgil ve arkadaşlarının hareketini silahlı mücadeleye duydukları özlemin somut bir ifadesi olarak görmüştür. Halkın çoğunluğu Cemgil ve arkadaşlarının kendileri için öldüğünü düşünmektedir. Bu yaz, bir ihtiyarın ölümü üzerine toplanan köy kadınları, ölüyü fırsat bilerek, akşama kadar Sinan, Niyazi, Battal ve Cevahir üzerine ağıt yakıp gözyaşı döktüler. Şimdiye kadar çocukların birçoğuna Sinan ismi konmuştur. Bununla beraber THKO’nun da halk üzerindeki etkisi uzak bir sempatiden oluşmaktadır ve bu sempati örgütlü ve kalıcı bir hale getirilmiş değildir. THKO’nun örgütlenmesi zaten belirli ve disiplinli bir örgütlenme değil, anarşist bir örgütlenmedir. Ne tüzüğü, ne programı vardır, ne de saflarına katılanlardan ideolojik bir birlik istemektedirler. Gruplarına katılan herkesi kendilerinden ve örgüt üyesi saymaktadırlar. Böyle bir örgütlenme, böyle bir birlik elbette kalıcı olmaz ve olamamıştır. Halkın çoğunluğunun Deniz-Sinan grubuna duyduğu sempati, bunların örgütüne ve siyasi çizgisine duyulan bir sempati değil, genel olarak devrime ve silahlı mücadeleye duyulan sempatidir. Onların örgütüne ve siyasi çizgisine bağlılık gösterenler, üç-beş köylüyü geçmez. Ayrıca THKO hareketinin kesin yenilgisi birçok köylünün kafasına, bunların tuttuğu yolun yanlış olduğu bilincini yerleştirmiştir. Gençlik içindeki taraftarlarının çoğu kararsızlığa düşmüş ve başka saflara geçmiştir.
Bölgenin ileri durumdaki köylü devrimcileri, Sinan’ların halkın düşüncesini almadan işe giriştiğini, halktan gizlendiğini, böyle davranmakla hata ettiklerini söylüyor. Halkın çoğunluğu şu düşüncede birleşiyor: Dağda mağaralarda değil, köylerde kalacaklardı. Köylere yerleşip, gizlice çalışarak halka fikir vereceklerdi. Halk da silahlı mücadeleye hazır duruma geldikten sonra başlanacaktı.
Köylülerin bazıları, “yardım edelim, gerekirse biz de katılalım” düşüncesiyle kendilerini günlerce aramış, bulamamışlar, bulanlara ise Sinan ve arkadaşları “bizimle görüşmeyin, daha iyi olur” diye uyarıda (!) bulunmuşlar. Köylüler, onların bu tutumlarını da doğru bulmamaktadırlar.
Köylülerin eleştirileri tamamen doğrudur. Sinan ve arkadaşları, gerçekten de halktan kaçmışlardır. Kitleler içinde en ufak bir faaliyetleri, onları mücadeleye katmak için en ufak çabaları olmamıştır. Sadece birkaç eve ekmek sağlamak ve yatmak için uğramışlardır. Köylülerden sağlanan yardım, tamamen köylülerin kendi çabalarıyla gerçekleşmiştir. Bunun nedeni nedir? Bunun nedeni Sinan ve arkadaşlarının ideolojik ve siyasi çizgilerindeki sakatlıktır; onların burjuva subaylarının darbesine ve burjuva reformculuğuna bel bağlamalarıdır. Bunlar, köylülerin ve işçilerin silahlı mücadelesiyle değil, subayların darbesiyle devrimin (!) başarıya ulaşacağını düşünüyorlardı. Kendileri de sadece böyle bir darbeye ortam hazırlayacaklardı. Bu yüzden de köylüleri örgütlemeye ne gerek görüyorlardı, ne de gereksinim duyuyorlardı. Yine bunların örgütsel bakımdan bağlılıkları olmasa bile, ideolojik bakımdan en çok beğendikleri ve benimsedikleri çizgi M. Belli’nin revizyonist, reformcu çizgisiydi. Birçok olay, bunların pratik faaliyetlerden tutun da 12 Mart Muhtırası üzerine silah bırakma tartışmalarına ve mahkemelerdeki ifadelerine kadar herşey bu söylediklerimizi doğrulamaktadır.
Şu noktayı kavramakta da yarar vardır: Bu derece kitlelerden kopuk bir hareket bile, egemen sınıfların zorba güçlerine karşı silaha sarılmış olduğu için, halkı etkileyebiliyor, onun sevgisini kazanabiliyor.
THKP-THKC’nin sözkonusu bölgede belli bir faaliyeti ve etkisi yoktur. Şehirde bir çalışmaları olup olmadığını bilmiyoruz. Fakat özellikle gençlik içinde faaliyet göstermeleri olasılığı güçlüdür. Çünkü şehirdeki liseli gençler ve bir kısım aydınlar arasında görece etkili oldukları görülmektedir.
B) Komünist Hareketimizin Bölgedeki Faaliyet ve Etkisi
Bölgeye, ilk arkadaş ... ayında gönderildi. Daha önce de, bölgede birkaç propaganda gezisi yapılmıştı. Ayrıca birkaç kişiyle mektuplaşılıyor, bazı köylülere İ-K gazetesi gönderiliyordu. Köylülerin büyük çoğunluğu, en ileri unsurların bir kısmı da dahil, çeşitli akımları, komünist hareketle burjuva ve küçük burjuva kliklerini birbirinden henüz ayıramıyor, hepsine aynı gözle bakıyordu. Daha önceki miting ve gösterilere katılmış, adı sık sık duyulan ve çeşitli akımların ayrılıklarından haberdar bir kısım köylüler ise, genellikle bizim hareketimizin karşısında yer almışlardı. Şehir içinde, gençlik arasında, hemen hemen tamamen tecrit edilmiştir. Bunda bizim hatalarımızın payı olduğu gibi, bize karşı çıkanların sınıf karakterlerinin de payı vardır.
Bölgeye, kalıcı bir faaliyet yürütmek üzere gönderilen ilk arkadaş, daha önce de sözkonusu bölgede kalmıştı: Fakat ne ilk sefer, ne de sonradan gönderildiğinde ciddi bir faaliyet yürütebilirdi. Bunda, hem arkadaşın kişisel eksikliklerinin, deneyimsiz ve inisiyatifsiz oluşunun, hem de hareketimizin köylük bölgelerdeki faaliyetin yürütülmesinde belli bir eylem programına ve perspektife sahip olmamasının, ayrıca o günlerde verilen görevleri kontrol olanağından büyük ölçüde yoksun olmasının payı vardır.
Bölgeye ikinci arkadaş, Temmuz başında gönderildi. Hemen peşinden, yeni gönderilen arkadaşla, bir genç köylü arkadaş örgütlendi. İlk arkadaş zaten örgütlüydü. Böylece üç kişilik bir komite oluşturuldu ve bölgedeki faaliyetin tamamından bu komite sorumlu kılındı. İlk arkadaş sekreter olarak atandı ve kendisine neler yapacağı genel hatlarıyla birkaç kez ayrıntılı olarak anlatıldı. Fakat verilen görevler yine zamanında kontrol edilemedi. Bunun nedeni, görevleri kontrol etmesi gereken arkadaşın, kadro yetersizliği yüzünden bir yığın işi üstlenmek zorunda kalmasıdır. Bölgede Ağustos’a kadar belli bir faaliyet yürütülemediği sonradan anlaşıldı. Nedenleri şunlardır: 1) Her üç arkadaşın da köylüler arasında gizli çalışmada deneyimsiz ve inisiyatifsiz oluşu. Gizliliği, kendini kitleden saklamak şeklinde anlamaları. 2) Sıkıyönetimin ilkbaharda bölgeye yaptığı baskının köylüler ve arkadaşlar üzerinde yarattığı olumsuz etki. 3) Hareketimizin verilen görevleri denetlemeyişi, arkadaşlara zamanında talimat verme ve bunları denetleme olanaklarının sınırlılığı.
Bölgede bu üç arkadaşla ciddi bir faaliyet yürütülemediği belirlenince daha deneyimli bir arkadaşın bölgeye gönderilmesine karar verildi. Ağustos başında ilk arkadaş, bölgeden alınıp başka bir yere gönderildi. İkinci arkadaş bir süre yalnız kaldı. Bu arkadaşın da bölgeden alınması düşünülüyordu. Fakat, sonradan vazgeçildi. Çünkü tek başına kalan arkadaş, kendi inisiyatifi ve çabasıyla hatalarını altetmiş, bölgede bir sürü ileri köylüyle bağ kurmuştu. Arkadaşın bu faaliyeti, hem kendisini geliştirmiş, hem de çevresini genişleterek bölgede barınma ve yerleşme olanaklarını artırmıştı.
Arkadaş, bölgeye gönderilen devrimci yayınları, Şafak gazetesini, köylüler arasında geniş ölçüde dağıtmış. (Daha önce, gizlilik gereği olarak(!) en ileri köylülerden yayınları sakladıklarını da sonradan öğrendik.) Bir yığın, sağlam, kararlı, kavrayışlı ve yetenekli yoksul köylüyle ilişki kurmuş, bunların sevgi ve sempatisini kazanmıştı.
Çalışmanın bu ilk adımından sonra, daha deneyimli bir arkadaş bölgeye gönderildi. Bundan sonra, çalışmalar yeniden gözden geçirildi ve hatalar belirlendi. En önemli hata şuydu: Arkadaşlar, Türkiye’de gerçek komünist hareketi temsil ettiğimizi, burjuva ve küçük burjuva klikleriyle aramızdaki ayrılıkları kitlenin anlayacağı bir dille anlatmayı büyük ölçüde ihmal etmişlerdi. Gerçi propaganda faaliyetinin her anında, hareketimizin genel politikasını, genel olarak ortaya koymuşlardı. Fakat, diğer revizyonist ve maceracı klikleri, bunların canalıcı hatalarını, açık, kesin ve kararlı bir dille, kliklerin isimlerini de anarak eleştirmemişlerdi. “Şimdilik, ayrılıkları kavramaya kitlelerin politik bilinci yetmez” diye düşünüyorlardı ve böyle düşünmekle gerçekte kitlelerin gerisinde kalıyorlardı. Çünkü, bizim eleştirdiğimiz birçok noktayı, köylüler, hataların derin teorik temellerini kavrayamamakla birlikte, pratik sonuçlarına bakarak kavramışlar ve bunları her fırsatta ortaya koyuyorlardı. Bu hata yüzünden sağlam unsurlar, hareketimize kesin olarak kazanılamamış ve örgütlenememişti. Bu hata düzeltildi. Şimdi, köylüler ve aydınlar arasında hareketimizin politikasını kavrayan ve kesinlikle benimseyen taraftarlarımız var ve bunların sayısı gittikçe artıyor. Bunlardan bir arkadaş yakında örgütlendi, birkaç tanesi de örgütlenmeye hazır durumdadır. Yine birçok köylü, çeşitli şekillerde hareketimizin hizmetine sokulmuştur. Örneğin buluşma ve yazışmalarda adreslerinden yararlanıyoruz; çeşitli yayınları ve gizlenmesi gereken şeyleri evlerinde saklıyoruz; çeşitli yayınları onlar aracılığıyla başkalarına ulaştırıyoruz; bir bölümüne bir grup örgütlemeleri, gizli yayınları birlikte okumaları görevini veriyoruz; kendimiz geniş ölçüde köylülerin yardımıyla barınıyoruz vs. vs.
Bugüne kadarki faaliyetimizle bölgedeki en ileri köylüleri aşağı yukarı belirlemiş durumdayız; iyiyi kötüden, cesuru korkaktan, fedakarı bencilden, ağzı sıkı olanı gevezeden, inançlıyı inançsızdan, çalışkanı tembelden, alçakgönüllüyü övüngeçten, yetenekliyi yeteneksizden vs. belli ölçülerde ayırmış durumdayız; kimlerden nasıl yararlanabileceğimizi, kimlere ne ölçüde güvenebileceğimizi, yine belli ölçülerde biliyoruz. Önümüzdeki günlerde şunları yapacağız: 1) İleri ve güvenilir unsurları özel olarak eğitip, bunları, yeteneklerine ve hareketin gereksinimlerine uygun düşen görevler etrafında örgütleyeceğiz. 2) Henüz hakkında yeterli kanıya varamadığımız kişileri, çeşitli görevler vererek deneyeceğiz. 3) Henüz tanıma olanağı bulamadığımız ileri, güvenilir ve köylüler arasında “saygınlık” sahibi köylüleri (özellikle yoksul köylüleri) tanıyıp, hareketimizin bir parçası haline getirmeye çalışacağız. 4) Hareketimiz sözkonusu bölgede belli bir gelişme düzeyine ulaştığında, faaliyet sahamızı, yeni bir alana doğru genişleteceğiz.
Şehir merkezinde, bugüne kadar belli bir faaliyetimiz olmamış, olamamıştır. Orada gençliği örgütlemek üzere gelmesini istediğimiz arkadaşın durumu hakkında hâlâ bir haber alamadık. Daha önce şehir içinde görevlendirmeyi düşündüğümüz kişi, herşeyi yüzüstü bırakıp kaçtı. Şehir içinde örgütlü durumda bir arkadaş var. Bu arkadaş, daha önce kendisine önerilen bir görev karşısında gevşeklik ve kararsızlık gösterdi. Daha sonra kendisiyle kararlaştırılan bir görüşmeye gelmedi. Daha sonra ise hem görevlerin çokluğu yüzünden, hem de arkadaşın polisce çok tanınmış birisi olmasının yarattığı sakınca yüzünden kendisiyle görüşme olanağı bulunamamıştır. İlk fırsatta bu arkadaşın durumu da kesin bir çözüme bağlanacaktır. Ya kendisine bir görev verilecek, ya da gevşeklik ve kararsızlık göstermeye devam etmesi halinde örgütle ilişiği kesilecektir.
Şunu da ekleyelim: Köylük bölgede yürüttüğümüz faaliyet şehir merkezini de etkilemiştir. Bölgemizdeki köylerden, liseye giden yüze yakın öğrenci, hareketimizden etkilenmiş ve bizim çizgimize yakınlık ve sempati göstermeye başlamıştır. Ayrıca, köyde tanıdıklarımız aracılığıyla, şehirde geniş olanaklar yaratma fırsatı doğmuştur. Gençlik arasındaki tecrit zinciri kırılmıştır. Şimdi, şehir içinde bizim saflarımıza kayan potansiyeli örgütleyecek ve hareketimizin diğer kesimleriyle iletişimimizi sağlayacak deneyimli bir arkadaşa acil olarak gereksinimimiz vardır.

C) İkinci Bölümün Özeti ve Sonuç

Genel olarak dünyada, özel olarak da ülkemizde devrimci mücadele hızla gelişmektedir. Ülkemizde, büyüyen ve derinleşen ekonomik ve siyasi bunalım, silahlı mücadelenin objektif koşullarını yaratmış ve olgunlaştırmış durumdadır. Bölgemizde silahlı mücadele için koşullar daha da elverişlidir. Sinan ve arkadaşlarının yenilgisi, sıkıyönetimin baskı ve zorbalığı halkı biraz sindirmekle birlikte, en doğru devrimci düşüncelerin filizlenmesi koşullarını da yaratmıştır. Şimdi, halk şu gerçeği hergün daha iyi kavrıyor: “Burjuva subaylarıyla veya halktan kopuk küçük bir aydın grubuyla devrim yapılamaz. Sömürülen ve ezilen halkın bizzat silaha sarılması gerekir. Devrim, çok iyi hazırlanmayı gerektiren, büyük özveriler isteyen ağır ve ciddi bir iştir.”
Eğer bir komünist hareketin taşıması gereken niteliklere sahip olur ve bunları sürekli olarak korursak, hareketimizin hızla büyüyüp gelişeceğine, halk kitleleri arasında dal budak salıp kökleşeceğine derinden inanıyoruz. Çünkü halk tava gelmiş toprak gibidir, bizler de sağlam ve yeşermeye hazır tohumlar olmalıyız.
BİR KÖYLÜK BÖLGEDEKİ
YÖNETİCİ YOLDAŞLARA MEKTUP
7 ARALIK 1972
Yoldaşlar! Köylerde çalışmak isteyen bir yığın kadro var. Bunların hepsinin ortak özelliği de, siyasi bakımdan geri ve tecrübesiz olmalarıdır, fakat aynı zamanda ateşli bir heyecana sahip olmalarıdır. Bu gibi arkadaşları köylük bölgelerde cesaretle seferber etmeliyiz. Fakat seferber etmek yetmez. Aynı zamanda bunlara doğru önderlik etmek ve bunları yetiştirmek zorundayız. Oysa siyasi bakımdan ileri ve az çok tecrübeli olan arkadaşlarımız son derece sınırlı. Geri ve tecrübesiz arkadaşları köylere gönderirken ortaya çıkan problemlerden biri budur. Yani az sayıda ileri ve kısmen tecrübeli arkadaş, çok sayıda geri ve tecrübesiz arkadaşa nasıl önderlik edecek ve onları nasıl yetiştirecektir?
Diğer yandan, köylük bölgelerdeki faaliyetimizin muhtevası ve biçimi, Şafak revizyonizminden ayrıldığımızdan beri hızla değişmiştir. “Barışçı” propaganda ve ajitasyonun yerini silahlı mücadele biçimleri, silahlı propaganda ve ajitasyon metodları almıştır. Ayrıca, hakim sınıfların genel olarak devrimci faaliyetlere karşı, özel olarak köylük bölgelerdeki devrimci faaliyetlere karşı tutumu da son derece değişmiştir. Hakim sınıflar, köylük bölgelerde devrimci faaliyetlere meydan vermemek, mevcut faaliyetleri yoketmek için azgın saldırılara girişmektedirler. Ufak bir ihbar üzerine büyük birlikleri harekete geçirmektedirler. Bir veya birkaç kişinin üzerine yüzlerce, binlerce askerle gitmektedirler. Bu sebeple “barışçı” propaganda ve ajitasyona, özellikle köylerde imkan da kalmamaktadır. Bu yüzden, köylük bölgelere gönderdiğimiz kadroları silahlandırmak, hakim sınıfların silahlı saldırılarına karşı yine silahla karşı koyacak hale getirmek zorundayız. Ayrıca, tabiatın güçlüklerle dolu şartları da kadroları silahlandırmamızı zorunlu kılmaktadır. Oysa, silahımız ve maddi gücümüz son derece sınırlıdır. Yeni arkadaşları köylük bölgelere gönderirken ortaya çıkan problemlerden ikincisi de budur. Yani son derece sınırlı imkanlarımızla çok sayıda arkadaşı (bu sayı her geçen gün daha da çoğalmaktadır) nasıl silahlandıracağız?
Yoldaşlar! Öyle sanıyorum ki, yeni arkadaşlar geldikçe bu iki problem sizi de düşündürüyor. Fakat bu problemler halledilmez problemler değildir. Bilinçli bir şekilde, çözmek azmiyle ele alırsak bunların üstesinden kolayca gelebileceğimize inanıyorum.
Birinci problemi çözmek için ben şunları düşünüyorum:
1- Her gerilla bölgesinde, siyasi bakımdan ileri ve tecrübeli en az birkaç arkadaş görevlendirilmeli, ki bu şart yerine getirilmiş durumdadır.
2- Gerilla bölgesindeki ikinci dereceden bölgelerde çalışan gruplar içinde en az bir tane ileri ve tecrübeli arkadaş bulunmalıdır. Buna imkan yoksa, gerilla bölgesindeki ileri ve tecrübeli arkadaşlar, ikinci dereceden bölgelerdeki grupları çok sıkı ve sistemli bir şekilde denetlemelidir. Onlara görevler vermeli, bu görevlerin yerine getirilmesinde izleyecekleri yolu göstermeli ve bu görevlerin yerine getirilip getirilmediğini veya ne ölçüde başarıldığını kontrol etmelidir. Bu durumda, ileri ve tecrübeli arkadaşlara büyük sorumluluklar düşüyor. Onlar, özellikle içinde bulunduğumuz şartlarda enerjilerini on misline, yüz misline çıkararak çalışmak zorundadırlar. Aynı zamanda geri ve tecrübesiz arkadaşlara inisiyatif tanınmalı ve onların inisiyatiflerini geliştirmelerine yardımcı olunmalıdır.
3- Geri arkadaşların tecrübesizliği, pratik mücadelenin seyri içinde tecrübeliliğe dönüşecektir. Fakat bu yetmez. Kadrolarımız, engin bir tecrübeye sahip oldukları kadar derin bir teorik kavrayışa da sahip olmalıdırlar; siyasi bakımdan ileri, yetişkin ve kavrayışlı kişiler olmalıdırlar. Tecrübelerini doğru bir şekilde değerlendirebilmeli, Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi’ni pratiğe uygulamayı öğrenmeli, devrimimizin her türlü meselesinde doğru ve yeterli görüşlere sahip olmalı, kitleler arasında hareketimizin çizgisini, politikasını, programını rahatça savunabilmeli, yayabilmelidirler. Bunun için, ileri ve tecrübeli arkadaşlar, geri ve tecrübesiz arkadaşların siyasi ve ideolojik seviyesini yükseltmek için özel bir gayret sarfetmelidirler. Ayrıca bunu kendilerinin yetişmesi için de yapmak zorundadırlar. Şafak revizyonizminden ayrıldıktan sonra, onun okumaktan ibaret olan sağ çizgisine bir tepki olarak, aksi yönde bir hata doğdu. İdeolojik ve siyasi eğitim bir ölçüde ihmal edildi, önemsenmedi. Bu hatayı en kısa zamanda düzeltmeliyiz. Pratik faaliyetle sımsıkı birleştirilmiş siyasi ve ideolojik eğitim faaliyetine süratle girişmeliyiz. Bunun için bence şunlar yapılmalıdır: Devrimimizin çeşitli meselelerine ışık getiren, çizgimizin, politikamızın ve programımızın propagandasını yapan merkezi bir yayın organı en kısa zamanda çıkarılmalıdır. Bunun için zaten karar alınmıştır. Bölgenizde bu yayın organını basmak, çoğaltmak ve yaymak için derhal hazırlıklara girişmeli ve bu hazırlıkları kısa zamanda tamamlamalısınız. İkincisi, kadrolar arasında sık sık tecrübelerin özetlendiği tartışmalar açmalısınız. Saflarımızda canlı bir tartışma ortamı yaratılmalı, sürekli bir şekilde yanlışlar atılmalı, doğrular benimsenmeli, tecrübe alışverişi yapılmalıdır. Üçüncüsü, başka ülkelerin devrimci tecrübelerinin sentezi olan Marksist-Leninist eserler, bizim pratik faaliyetlerimize ışık tutması amacıyla uygun bir program dahilinde okunmalı ve tartışılmalıdır.
Bütün bu söylediklerimizi yerine getirdiğimiz takdirde, hem genel olarak bir seviye yükselmesi olacaktır, hem de özel olarak geri ve tecrübesiz arkadaşlar hızla ilerleyecekler ve tecrübeli kadrolar haline geleceklerdir.
İkinci problemi, yani silahlanma problemini çözmek için de şunları düşünüyorum:
1- Elimizdeki mevcut silahlar ve imkanlar, kadrolar arasında uygun bir şekilde dağıtılmalıdır.
2- Mevcut silahlarımız ve malzemelerimiz kötü kullanılmamalı, çarçur edilmemeli, kırılıp dökülmemeli, savrukça harcanmamalı, düşmana kaptırılmamalı, kaybedilmemelidir.
3- Geniş çapta silahlanabilmek için şu iki kaynaktan yararlanmalıyız: Birincisi halkın desteği, ikincisi düşmandan ele geçirme. Halkın desteği de iki şekilde olabilir: Geri almamak üzere yapılan bağışlar şeklinde ve geçici olarak yapılan yardımlar şeklinde. Bölgemizde silah, mermi, patlayıcı madde, fitil, fünye... bağışlayabilecek herkesi tespit etmeli ve bunlardan azami ölçüde faydalanmalıyız. İkincisi, silahlarını bize geçici olarak verebilecek kimseleri de tespit etmeli ve bunlardan da faydalanmalıyız. Köylülerin kırmalarından bu şekilde epeyce yararlanabileceğimizi sanıyorum. Düşmandan ele geçirerek silahlanmaya gelince, bu da iki şekilde olabilir: Birincisi, durumu uygun olan kadrolar ve sempatizanlar, düşmanın silah, cephane, patlayıcı vs. gibi askeri malzemelerini gizlice alarak bize ulaştırabilirler. Mesela, karayollarında ve bazı inşaatlarda çalışan işçiler bu şekilde bize bolca patlayıcı madde sağlayabilirler. Askeriyedeki kadro ve sempatizanlar aynı şekilde çeşitli askeri malzemeler temin edebilirler. Laboratuar ve eczanelerde çalışanlar çeşitli zehirler ve patlayıcı maddeler temin edebilirler...
Tabii bütün bunlar silahlanmamıza bir ölçüde hizmet eder. Silahlanma problemimizi esas olarak düşmandan zorla elegeçirmek suretiyle çözebiliriz. Bunun için de asgari bir silahlanmaya ihtiyaç vardır. Asgari silahlanmayı yukarıda belirttiğim şekillerde sağlayabiliriz. Özellikle köylülerin geçiçi olarak verecekleri silahlardan geniş ölçüde yararlanabiliriz. Bunlara bir de elimizdeki az sayıda silahlarımızı ve malzemelerimizi eklersek asgari seviyede bir silahlanmayı sağlamış oluruz. Bundan sonra, para ve silah ele geçirebileceğimiz, gücümüzle mütenasip hedefler tespit ederek ve bu hedeflere saldırarak daha geniş ölçüde silahlanabiliriz. Eğer uygun istihbaratlar edinebilirsek, çok daha ilkel silahlarla da, para ve silah sağlayabiliriz. Ayrıca bazı köylüler, kendi silahlarıyla saflarımıza katılacaklardır.
Bütün bunları yerine getirirsek mevcut kadrolarımızı ve her gün saflarımıza katılan yeni kadroları silahlandırma problemini de halledeceğimize inanıyorum.
Bir başka problem de kadrolarımızın askeri faaliyet alanında ustalaşmasıdır. Bu konuda şimdilik şunları yapmalıyız:
1- Sabotaj ve tuzaklamalar için patlayıcı maddeleri hazırlamakta ve kullanmakta, elimizdeki silahları söküp takmakta, kullanmakta ve bakımını yapmakta az çok ustalaşmış arkadaşlar her bölgede vardır. Bu arkadaşlar bilgilerini düzenli ve sistemli bir şekilde ve tabi bizzat yaparak, göstererek, bu konularda yeni ve tecrübesiz olan arkadaşlara öğretmelidirler.
2- Silahlar ve patlayıcılar konusunda, pratikte işimize yarayacak yani uygulayabileceğimiz bilgileri kapsayan bir metin hazırlanmalı ve bütün arkadaşlara ulaştırılmalıdır. Böyle bir metnin ilk taslağı hazırlanmış durumdadır. Arkadaşlar değişik bilgilerle ve yeni tecrübelerle bu taslağı daha da zengin bir içeriğe kavuşturmalıdırlar (bu konuda daha önce hazırlanıp dağıtılmış olan metin yanlışlarla doludur, ona itibar edilmemelidir).
3- Hepimiz esas olarak savaşı savaşarak öğreneceğiz. Bu sebeple bütün yoldaşlar ve diğer savaşçılar, askeri faaliyet alanındaki her türlü tecrübelerini gözden geçirmeli, yanlışları atmalı, doğruları benimsemelidir. Kadrolar arasında tecrübelerin sonuçları yayılmalıdır.
4- Sovyetler Birliği’nin, Çin’in, Vietnam’ın ve diğer ülkelerin halklarının devrimci savaş tecrübeleri incelenmeli, bunlardan gereken dersler çıkarılmalıdır. Özellikle Mao Zedung yoldaşın Askeri Yazılar’ı bu konudaki incelemelerimizde başvuracağımız temel eser olmalıdır. 5- Türkiye’de hakim sınıfların askeri politika ve taktikleri de imkanlar ölçüsünde incelenmeli ve öğrenilmelidir.
6- Halkımızın geçmişte verdiği mücadeleler, bunların başarıları, eksikleri, zaafları vs... askeri bakımdan incelenmeli, bunlardan günümüz açısından gereken dersler çıkarılmalıdır.
Mücadelemizin ilerlemesi ve başarılar kazanması ölçüsünde, kadrolarımızı hem teorik, hem de pratik askeri eğitimden (esaslı bir eğitimden) geçirme imkanlarına kavuşacağız. Bugün bu imkanlardan geniş ölçüde mahrumuz. Fakat sahip olduğumuz çok daha önemli imkanları layıkıyla değerlendirdiğimiz takdirde, askeri zaferler kazanmamız için de birçok sebepler vardır.
Yoldaşlar! Bütün bunlardan sonra sizin bölge için şunları öneriyorum:
1 -Yeni gönderdiğimiz arkadaşı da dikkate alarak, kadroları münasip bir şekilde gruplandırın. Yeni arkadaş, gençlik içindeki çalışmalarda epey tecrübe sahibidir. İdeolojik ve siyasi seviyesi oldukça yüksektir. Fakat kitle pratiği hiç yoktur. Yakın bir zamanda, F arkadaşı da oraya göndereceğiz. F, H arkadaşın yanında çalışsın. Ayrıca, yeni kadrolar da gönderebilecek durumdayız. Onları nasıl seferber edeceğinizi şimdiden hesaplayın.
2- Yeni kadrolara tecrübelerinizi aktarın. Nasıl çalışacakları ve neler yapacakları konusunda bilgi verin. Hatta her grup için birer çalışma programı yapın.
3- Yine yeni kadrolara silahlar ve patlayıcılar hakkında gerekli bilgileri verin. Patlayıcıların hazırlanmasıyla ve kullanılmasıyla ilgili bilgileri öğretin.
4- Bölgedeki bütün kadroları silahlandırabilmemiz için, mevcut bütün imkanları kullanın. Hedef, bütün kadroların uzun menzilli bir silaha sahip olmasıdır.
5- Derhal bol miktarda bomba yapın ve bunları kitleler arasında yayın. Köylüler, bombaların yapımında ve kullanılmasında, sabotaj ve tuzaklamalarda geniş ölçüde seferber edilebilir.
6- Her gerilla birimi için (bir birim iki ile yedi kişi arasında olmalı) en az bir tane gizli barınak (yani bir nevi ev) hazırlayın. Birden fazla olması çok daha iyidir.
7- Teksir için uygun göreceğiniz bir bölgede çalıştırılacak bir yer hazırlayın ve çalıştıracak bir görevli tespit edin. Görevliye makinanın nasıl kullanılacağını öğretin. Makinanın bulunduğu yere veya yakınında bir yere bol miktarda mumlu kağıt, teksir kağıdı, mürekkep, vs. depo edin. Bunların yerini sadece görevli kişi, sorumlu partili arkadaş (siyasi sorumlu) bilsin. Kısacası, basım yapabilmek için gerekli her şeyi hazır hale getirin. Gönderdiğimiz arkadaşlardan biri basım için çok daha pratik bir usul biliyor. O usulden de yararlanabilirsiniz.
8- Şimdilik bir adet gizli kitaplık hazırlayın. Kitaplık, barınma yerleri gibi olsun ve içinde çalışılabilsin. Bütün kitaplar, yayınlar ve yazılar burada düzenli bir şekilde muhafaza edilsin. Lazım olanlar alınsın fakat faydalanıldıktan sonra tekrar yerine konulsun. İleride kitaplarımız çoğaldıkça, her bölgede böyle kitaplıklar hazırlamalıyız.
9- Yine her bölgede en az bir tane gizli depo hazırlansın ve buralara bol miktarda yiyecek, giyecek, yatacak malzemeleri, askeri malzemeler, askeri malzeme hazırlamakta kullanılacak hammaddeler depo edilsin.
Kitaplığı ve malzeme depolarını da mümkün olduğu kadar en az sayıda arkadaş bilsin. Daha henüz kalıcı olup olmayacağı bile belli olmamış, denenmemiş yeni kadrolar böyle yerleri asla bilmesinler. Her grup sadece kendi barınma yerini bilsin, diğer grupların barınma yerlerini bilmesin.
10- Gruplar arası buluşmalar ve toplantılar için, barınma yerlerinin dışında, ayrı yerler hazırlanmalıdır.
Yoldaşlar! Yukarıdaki ön hazırlıkları en kısa zamanda tamamlamalıyız. Uzun süreli gerilla faaliyetlerine girebilmemiz, kalıcı başarılar kazanabilmemiz, silahlı mücadele yolunda emin adımlarla yürüyebilmemiz, önemli ölçüde bu hazırlıkları tamamlamış olmamıza bağlıdır.
Selamlar, Başarılar. Gözlerinizden öperim.
İsmail
NOT: M, aradığı zaman sizi nasıl bulacağını bilsin. Çünkü yakında F’yi de göndereceğiz.
BAŞKAN MAO’NUN KIZIL SİYASİ İKTİDAR ÖĞRETİSİNİ
DOĞRU KAVRAYALIM
OCAK 1972
Yoldaş,
Bir gençlik komitesinin sorularına verdiğin cevapla ilgili olarak benim başlıca itirazlarım, eleştirilerim ve açıklamalarım şunlardır:
Önce, Mao Zedung’un Çin’de Kızıl siyasi iktidarın (yani Beyaz rejim tarafından tamamen sarılmış Kızıl siyasi iktidar yönetimindeki birkaç küçük bölgenin) varolabilmesini ve gelişebilmesini hangi şartlara bağladığına bakalım.
Mao Zedung, Hunan-Kiangsi Sınır Bölgesi II. Parti Kongresi için hazırladığı “Politik Sorunlar ve Sınır Bölgesi Parti Örgütlerinin Görevleri” adı verilen 5 Ekim 1928 tarihli karar tasarısında “Kızıl siyasal iktidarın varolabilmesi ve gelişebilmesi, sadece belirli şartlar altında mümkündür” dedikten sonra, belirli şartları şöyle sıralıyor:
“Birincisi, bu bir emperyalist ülkede ya da dolaysız emperyalist yönetim altındaki bir sömürgede mümkün değildir, ama ekonomik yönden geri kalmış bir yarı-sömürge olan ve dolaylı emperyalist yönetim altında bulunan Çin’de mümkündür. Çünkü bu olağanüstü olay [Kızıl rejimlerin varolması ve gelişmesi], yine bir başka olağanüstü olayın varlığıyla, Beyaz rejimin savaş içinde bulunmasıyla gerçekleşebilir (altını ben çizdim-abç), Beyaz rejim içindeki savaşlar ise emperyalist ülkelerde ve sömürgelerde değil, Çin gibi yarı-sömürge ülkelerde mümkündür.
“İkincisi, Kızıl siyasal iktidarın doğduğu ve dayandığı yerler işçilerin, köylülerin ve askerlerin daha önce büyük kitleler halinde ayaklandığı yerlerdir. Yani buralarda kuvvetli bir kitle temeli vardır.
“Üçüncüsü, siyasal halk iktidarının küçük bölgelerde uzun zaman dayanabilmesi, devrimci durumun (abç) ülke çapındaki gelişmesine bağlıdır... Eğer ülke çapındaki devrimci durum gelişmeye devam etmez, durgunlaşırsa, küçük Kızıl bölgelerin ömrü de oldukça kısa olacaktır. Aslında, Çin’deki devrimci durum... sürekli bölünmeler ve savaşlarla gelişmeye devam etmektedir...
“Dördüncüsü, yeterli güce sahip düzenli (abç) bir Kızıl Ordu, Kızıl siyasal iktidarın varlığı için gerekli bir şarttır.
“Beşincisi... Komünist Partisi örgütünün güçlü ve politikasının doğru (abç) olması gerekir.”
Özetlersek, Beyaz rejim tarafından kuşatılmış Kızıl siyasi iktidar yönetimindeki küçük bölgelerin Çin’de yaşayabilmesinin nedenlerini Mao Zedung, şu şartlara bağlıyor:
1) Beyaz rejimin savaş içinde bulunması (yarı sömürgelikten dolayı),
2) Kuvvetli bir kitle temelinin mevcut olması,
3) Devrimci durumun ülke çapında gelişmesi,
4) “Yeterli güce sahip” ve “düzenli” bir Kızıl Ordunun varlığı,
5) Güçlü ve politikası doğru bir komünist partisinin varlığı.
Mao Zedung, 25 Kasım 1928 tarihli (diğerinden daha sonra yazılmış) “Çinkang Dağlarındaki Mücadele” yazısında ise bu şartları şöyle özetliyor:
“Yaptığımız incelemeler, bu olayın nedenlerinden birinin, Çin’in komprador ve toprak ağaları sınıfları içindeki bitmez tükenmez parçalanmalar ve savaşlar olduğunu gösteriyor. Bu parçalanmalar ve savaşlar devam ettiği sürece, işçilerin ve köylülerin silahlı bağımsız rejimlerinin yaşaması ve gelişmesi mümkündür. Bu bağımsız rejimin yaşaması ve gelişmesi için, bölünmelerin ve savaşların (abç) yanında gerekli diğer şartlar şunlardır: (1) Sağlam bir kitle temeli; (2) sağlam bir Parti örgütü, (3) oldukça güçlü bir Kızıl Ordu; (4) askeri harekâta uygun arazi; (5) beslenme için yeterli ekonomik kaynaklar.”
Mao Zedung burada daha önce gerekli gördüğü şartlardan birini, “devrimci durumun ülke çapında gelişmesi” şartını zikretmemiştir. Fakat bu şartların hemen arkasından şunu belirtmektedir:
“Bağımsız bir rejim, hâkim sınıflara karşı uyguladığı stratejiyi duruma göre değiştirmeli; hâkim sınıfların rejimi geçici bir istikrar dönemine girdiği zaman [bu, aynı zamanda devrimci durumun durgunlaşması demektir] başka, parçalandığı zaman [bu, aynı zamanda devrimci durumun yükselmesi demektir] başka bir strateji uygulanmalıdır”.
Mao Zedung daha sonra bu başka başka stratejilerin neler olduğunu açıklamaktadır. Buradan çıkarılacak sonuç şudur: Bir Kızıl siyasi iktidar (yani mevcut bir iktidar), diğer şartların varlığı halinde ve doğru bir strateji uygulandığı takdirde, devrimci durum ülke çapında gelişmese bile, durgunlaşsa bile varlığını devam ettirebilir. Yani devrimci durumun bir süre durgunlaşması, onun varlığını ortadan kaldırmaz. Böyle bir şey, sadece Kızıl siyasi iktidar açısından onun gelişmesini, büyümesini yavaşlatır veya bir süre durdurur veya en kötü ihtimalle kısmi gerilemelere yol açar. Gerçekten de, Çin’de bağımsız rejimler Beyaz rejimin istikrar içinde olduğu dönemlerde bile doğru bir strateji izlendiği zaman yaşamış, yanlış bir strateji izlendiği zaman kayıplara ve yenilgilere uğramıştır. Günümüzde ise artık hiçbir yarı-sömürgede (ve tabi sömürgelerde de) Beyaz rejimlerin uzun süre istikrar içinde olacağı söylenemez. Devrimci durum gerek dünya açısından gerek tek tek ülkeler açısından (bazı istisnalar olsa bile) fevkalâdedir. Emperyalizmin toptan çöküşe, sosyalizmin ise bütün dünyada zafere ilerlediği çağımızın tipik bir özelliğidir bu.
Devam edelim:
Mao Zedung, ikinci yazısında, Beyaz rejim içinde Kızıl siyasal iktidarların yaşayabilmesi için iki şart daha ilave etmiştir. Askeri harekâta uygun arazi ve beslenme için yeterli ekonomik kaynaklar. Bu şekliyle yeniden özetlersek:
1) Beyaz rejim içinde parçalanmalar ve savaşlar
2) Sağlam bir kitle temeli,
3) Sağlam bir parti örgütü,
4) Oldukça güçlü bir Kızıl Ordu,
5) Askeri harekâta uygun arazi,
6) Beslenme için yeterli ekonomik kaynaklar.
Daha sonra Mao Zedung’un, emperyalizmin dolaysız yönetimindeki sömürgelerde bağımsız rejimler kurulamayacağı (yani Kızıl rejimin doğup yaşayabilmesi için Beyaz rejimin savaş içinde olması gerektiği) konusundaki görüşü değişmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist sistemin bütün dünyada sarsılması, ABD dışında bütün emperyalist güçlerin savaşta ya yıkılmış ya da zayıflamış olması, Sovyetler Birliği’nin güçlenmesi, Çin’de emperyalist cephenin yok edilmesi; bütün bunlar,
“Uzun süre yaşayabilecek büyük ya da küçük devrimci üs bölgeleri ve devrimci rejimler kurmak, kırsal bölgelerden şehirleri sarmak için uzun süreli devrimci savaşlara girişmek ve daha sonra şehirleri de ele geçirip ulus çapında bir zafer kazanmak... Doğudaki bütün sömürge ülkeleri (abç), en azından bazıları için imkan dahiline girmiştir”.
Sovyetlerde sosyal emperyalizmin ortaya çıkışı da bu olguyu değiştirememiştir. Nitekim, bir yığın Uzak Doğu ülkesinde Kızıl iktidarlar ya kurulmuştur ya da kurulması yakındır. Arap Körfezi’nde ve Afrika’nın bazı ülkelerinde de, ülkenin bazı alanlarında kurtarılmış bölgeler vardır. Kızıl iktidar organları doğmamış olsa bile kurtarılmış alanlar yaygındır.
Öyleyse genel bir kural olarak şunu söyleyebiliriz:
Bugün bütün ezilen ve sömürülen ülkelerde (sömürge veya yarı-sömürge), (1) sağlam bir kitle temeli; (2) sağlam bir parti örgütü; (3) oldukça güçlü bir Kızıl Ordu; (4) askeri harekâta uygun arazi; (5) beslenme için yeterli ekonomik kaynaklar şartlarının mevcut olduğu alanlarda uzun süre yaşayabilecek Kızıl iktidarlar kurulabilir ve buralardan şehirleri ele geçirmek için uzun süreli savaşlara girişilebilir ve giderek ülke çapında zafer kazanılabilir.
Ülkemiz açısından da ele alınıp incelenmesi gereken şartlar, bu beş şarttır.
1) Sağlam bir kitle temeli: Bunu, elbette bütün ülke çapında aramayacağız. Ülkemizin bazı bölgelerinde kitle temeli daha kuvvetli, bazı bölgelerinde daha zayıftır.
Bu, başka etkenlerin yanı sıra, dengesiz iktisadi gelişmenin tezahürüdür ve tabiidir. Fakat ülkemizin birçok bölgesinde sağlam bir kitle temeli mevcuttur. Bu bölgelerde Kızıl siyasi iktidarlar, diğer şartların da mevcut olmasıyla gerçekleştirilebilir ve gelişebilir.
2), 3) Sağlam bir parti örgütü ve oldukça güçlü bir Kızıl Ordu: Bunlar henüz ülkemizde mevcut değildir. Fakat sağlam parti ve güçlü ordu, Kızıl siyasi iktidarın kurulması, yaşatılması ve geliştirilmesi için gerekli şartlardır. Buna dikkat edilsin. Yoksa, silahlı mücadelenin başlatılması için değil. “Sağlam, bir parti örgütü” ve “oldukça güçlü kızıl ordu”, bizzat silahlı mücadelenin içinde ortaya çıkar. Yani parti zayıfken, böyle bir mücadele içinde sağlamlaşır. Silahlı kuvvetler önceleri güçsüz, küçük ve düzensizken, böyle bir mücadele içinde “oldukça güçlü” ve “düzenli” hale gelir. Ve zaten Kızıl iktidar bölgeleri bir anda değil, bir mücadele süreci içinde doğar, parti belli bir sağlamlığa ve silahlı kuvvetler “oldukça güçlü” ve “düzenli” hale geldiği zaman ortaya çıkar. Daha baştan, “sağlam bir parti örgütü” ve “oldukça güçlü bir kızıl ordu” arayıp bunları bulamayınca, bundan silahlı mücadeleyi ertelemek yönünde sonuçlar çıkarmak, Mao Zedung’un halk savaşı çizgisine ve devrim teorisine aykırıdır.
4) Askeri harekâta uygun arazi: Tayin edici bir önem taşımamakla birlikte, ülkemizin birçok bölgesi, birçok köşesi askeri harekâta uygundur.
5) Beslenme için yeterli ekonomik kaynaklar: Bu şu demektir: O bölge iktisadi ablukaya alındığı zaman bile oradaki iktisadi hayat devam edebilsin, ora halkı en tabii ihtiyaçlarını kendi kaynaklarıyla karşılayabilsin. Yani o bölge halkının ihtiyaçları, geniş ölçüde başka yerlerden sağlanıyor olmasın, iç pazara kopmaz bir şekilde bağlı olmasın. Mesela İstanbul, Ankara, İzmir ve bunun gibi yerler iç pazara kopmaz bir şekilde bağlıdır. Buralarda oturanların ihtiyaçları geniş ölçüde başka yerlerden sağlanır, buraların ürünleri ise geniş ölçüde başka yerlerde tüketilir. Bu şehirler kuşatıldığı, iktisadi ablukaya alındığı zaman buralarda iktisadi hayat felce uğrar, beslenme ve barınma imkansız hale gelir. O halde Kızıl iktidarların yaşayabileceği bölgeler, iç pazarın vazgeçilmez bir parçası haline henüz gelmemiş geri bölgeler olabilir. Ülkemizin geri köylük bölgeleri geniş ölçüde bu şartı da sağlamaktadır.
O halde, bütün bunlardan sonra ülkemiz açısından çıkaracağımız sonuç nedir? Şudur: Ülkemizde Kızıl siyasi iktidarın doğup yaşaması için bir kısım şartlar (sağlam bir kitle temeli, beslenme için yeterli ekonomik kaynaklar, askeri harekâta uygun arazi) zaten uzun zamandan beri mevcuttur. Eksik olan “sağlam bir parti örgütü” ve “oldukça güçlü bir kızıl ordu”dur. Bu iki şart da subjektif şartlardır, yani bizim çabalarımızla gerçekleşecek şeylerdir. Bize düşen görev, sağlam bir kitle temeline, beslenme için yeterli kaynaklara ve askeri harekâta uygun araziye sahip köylük bölgeleri tespit etmek, faaliyetimizi ve kuvvetlerimizi buralarda yoğunlaştırarak silahlı mücadele içinde partiyi ve orduyu inşa etmektir. Bu inşa faaliyeti içinde parti belli bir sağlamlığa, silahlı kuvvetlerimiz belli bir güce ve düzenli hale ulaştığı zaman, ülkenin bir veya birkaç yerinde “Kızıl siyasi iktidar” gerçekleşecektir. Ancak ülkenin bazı yerlerinde Kızıl siyasi iktidar gerçekleştikten sonradır ki, proletarya ve onun partisi için bütün devrimci sınıf ve tabakaları birleştirmek de, yani halkın devrimci birleşik cephesini (işçi-köylü temel ittifakı üzerine kurulan cepheyi) gerçekleştirmek de mümkün olacaktır.
Kızıl siyasi iktidarın doğması ve yaşatılması şartları, silahlı mücadelenin başlatılması şartlarıyla karıştırılmamalıdır. Birincisi için bugün ülkemizde dediğimiz sebeplerden dolayı şartlar mevcut olmadığı halde, ikincisi için esas itibarıyla mevcuttur. Seçeceğimiz köylük bölgelerde kısa süreli bir propaganda-ajitasyon ve örgütsel hazırlıktan hemen sonra (mesela, partinin o bölgede yönetici organını örgütlemek, bunlar vasıtasıyla ilk gerilla çekirdeklerini teşkil etmek ve silahlı mücadele ve parti politikası hakkında kısa süreli bir ajitasyon ve propaganda yürütmek) derhal silahlı mücadeleye girişebiliriz ve girişmeliyiz. Bu mücadelenin kitleleri muazzam bir şekilde uyandırıp eğiteceğini, sadece o bölgedeki değil, ülkenin diğer yerlerindeki kitleleri de uyandıracağını ve kitle temelini de kuvvetlendireceğini, partinin ve silahlı kuvvetlerin esas olarak bu mücadele içinde inşa olacağını ve Kızıl iktidarların bu mücadelenin belli bir aşamasında ortaya çıkacağını unutmayalım.
Değerli yoldaş,
Sizin yazınızda ise, Kızıl siyasi iktidarın doğup yaşayabilmesi için şu beş şart üzerinde duruluyor:
1) “Gerici rejim içindeki parçalanmalar”,
2) “Köylü ayaklanmaları”,
3) “Devrim hareketinin ülke çapında gelişmekte olması”,
4) “Düzenli kızıl ordu”,
5) “Güçlü bir komünist partisinin doğru bir politika gütmesi”.
Mao Zedung, burada ifade edilen birinci şart ile esas itibarıyla “Beyaz rejimin savaş içinde bulunmasını”, savaş ağaları arasında sürüp giden silahlı mücadelelerin olmasını kastetmektedir; yoksa hemen her ülkede görülen ve gericiler arasında bulunması tabii ve kaçınılmaz olan çelişmeleri değil. Zaten sonradan bu görüşten vazgeçmiş olduğunu belirttik. Bu nedenle yazıda bunu uzun uzun ele almanın, hem de hemen bütün ülkelerde görülen (Çin’dekinden farklı olarak) ve çok tabii ve kaçınılmaz olan çelişmeleri ele almanın bence hiç gereği yoktur. Bu bölümdeki uzun uzun açıklamalar, arkadaşların sorularına hiç de doğrudan bir cevap değil, çok dolaylı bir cevaptır.
İkinci noktaya gelince: Orada da meselenin özü doğru olarak ortaya konmamış. Mao Zedung, geçmişteki (o, yakın geçmişi ele almıştır) köylü ayaklanmalarını, halihazırdaki kitle temeli açısından ele almıştır. Yani meselenin özü, bugün kuvvetli bir kitle temelinin bulunup bulunmadığıdır. Yazıda ise, taa Selçuklu ve Osmanlı toplumundaki köylü ayaklanmaları peşpeşe sıralanıyor. Ama, bu ayaklanmaların asıl meseleyle ilgisi kurulmuyor. Şu denilebilirdi: Bu ayaklanmaların olduğu yerlerde, bugün kuvvetli bir kitle temeli mevcuttur; ayaklanmalar şuralarda şuralarda olmuştur ve bunun mirası oralarda hâlâ yaşadığı için, ilerde Kızıl bölgeler esas olarak buralarda ortaya çıkacaktır. Bu denmiyor (ben de kendi açımdan böyle bir şey söyleyecek bilgiden yoksunum). Denmeyince de, bütün zikredilen o tarihi olaylar, bir tarih bilgisi sergilemesinden veya köylülerin devrimci bir geleneği olduğuna dair bir propaganda konusu olmaktan öteye geçmiyor. Onun yerine son yıllarda ortaya çıkan köylü hareketleri ele alınsa ve buralarda kuvvetli bir kitle temelinin mevcut olduğu, Kızıl siyasi iktidarı gerçekleştirecek, yaşatacak ve genişletecek ihtilalci bir kitle temelinin mevcut olduğu örneklerle açıklansaydı çok daha iyi olurdu ve sorulan sorunun istediği cevap da buydu.
Üçüncü nokta: “Devrim hareketinin ülke çapında gelişmekte olması”. Mao Zedung’un ifadesi şöyleydi: “Devrimci durumun (abç) ülke çapında gelişmesi”. “Devrimci durum” yerine “devrimci hareket” tabirinin geçirilmesi, içinde bulunduğumuz şartlarda bence çok vahim bir hataya sürüklenmektir. “Devrimci durum” nedir? 1) İdare eden “yukarıdaki sınıfların” eskisi gibi durumlarını sürdüremez hale gelmeleri; 2) halk kitlelerinin eskisi gibi yaşayamaz hale gelmesi ve bir değişikliği zorunlu görmesi; 3) kitlelerin bağımsız eyleminde muazzam bir yükselişin olması. Bunlar Lenin’in ifadesiyle “devrimin objektif şartları”dır ve “tek tek grupların, partilerin iradesinden bağımsız olduğu gibi, tek tek sınıfların iradesinden de bağımsızdır” (geniş bilgi için bak: Aydınlık, Cilt III, sayfa 379-380). “Devrimci hareket” ise, genel olarak mevcut düzeni devirmeye yönelen ilerici hareketlerdir. Yazıda kastedilen “devrimci hareket” ise, devrimci hareketlerden bir tanesi olan “komünist hareket”tir. Böylece, “devrimci durum” yerine “komünist hareket” geçirilmiş oluyor. Ve buradan, nihayet şöyle bir sonuç çıkarılıyor: Eğer komünist hareket ülke çapında gelişmemişse Kızıl iktidar kurulamaz. Daha önce Kâzım arkadaş da Çin Devrimi’ni özetlerken, “sağlam ve doğru parti” yerine “ülke çapında örgütlenmiş bir parti” ifadesini geçirdiği için bu nokta üzerinde duruyorum. Bu nokta niçin önem taşıyor? Şu bakımdan: Bugün biz ülke çapında örgütlenmiş bir hareket değiliz (Rüstem arkadaş ülke çapında örgütlüyüz diyor ama yanılıyor). Eğer öyle olsaydık mesele yoktu. Kısa zamanda da (hatta üç beş yıl içinde de) ülke çapında örgütlenemeyiz. Bu birinci nokta. İkincisi, ülkemizde devrimin dengesiz gelişeceği gerçeğinden dolayı, ülke çapında yaygın bir örgütlenmeyi biz kendimiz de istemeyiz. Öncelikle ve özellikle devrimin ilk kabaracağı alanlarda örgütlenmeye önem veririz, daha doğrusu vermeliyiz. Yazının bütününde “silahlı mücadeleye başlama” şartlarıyla “Kızıl siyasi iktidarın doğması” şartları aynı görüldüğü için veya en azından bunlar hiçbir yerde birbirinden ayrılmadığı, aralarındaki sınır hiç belirtilmediği için mantıki olarak silahlı mücadele bütün ülkede örgütlendikten sonraya (yani belirsiz bir geleceğe) ertelenmekte ve bugün önümüze, mücadelenin “diğer şekilleri” çıkarılmaktadır. İşte vahim olan budur.
“Devrimci durum”un ülke çapında gelişmesi meselesine gelince, birinci olarak bu, bütün dünya çapında ve özel olarak ülkemiz çapında mevcuttur. “Beyaz rejimin” istikrar dönemleri çok kısa ve geçici olmaktadır. İkinci olarak bu Mao Zedung’un daha sonraki yazısından aktarma yaparak gösterdiğim gibi, Kızıl iktidarın bizzat varlığını değil, onun genişleyip genişlememesini, güçlenip güçlenmemesini ve Kızıl bölgede uygulanacak politikayı etkileyen bir faktördür. Bu söylediğim şeylerin ise yazıda belirtilen şeylerle zaten uzak yakın ilgisi yoktur. Yazıda bambaşka meseleler ele alınıyor. Bunlar ise gençlik komitesinin sorularının cevabı değildir.
(Burada bir noktayı daha belirteyim: Ülke çapında komünist hareketin örgütlenmiş olması, ülkenin her yanında, ilinde, ilçesinde veya bunların büyük çoğunluğunda partinin yönetim organlarının yani parti komitelerinin teşkil edilmiş olmasıdır bence. Bu konuda tutarsız ifadeler kullanılıyor. Mesela, yazıda “ülke çapında sesini duyurabilen bir devrimci siyasi akım” deyimi kullanılıyor. Bu başka bir şeydir. Mesela, THKO ve THKP-C ülke çapında örgütlenmiş siyasal akımlar değildir ama “ülke çapında sesini duyuran” akımlardır. Bir de şöyle denmiş: “Ülke çapında mücadelenin birleştirilmesi ve tek bir hedefe yönetilmesi”. Bununla kastedilen “siyasi yönlendirme” değil de, “pratik mücadelenin” yönlendirilmesi ise, işte bu, anladığım anlamda ülke çapında bir örgütlenmeyi gerektirir ve bu, ancak devrimin ülke çapında zafere ilerlediği dönemde mümkün olabilecek bir şeydir. Bunu unutmayalım).
Bu bölümde çok önemli gördüğüm bir ilke meselesini daha belirteceğim. Şöyle deniyor:
“Bir hareketin ülke çapında olması... bütün ülke halkına bir siyasi parti olarak varlığını duyurması ve göstermesi ve ülke çapında devrimci iktidarı kurma hedefine yönelmesidir” (abç).
(Bu, çok bulanık ve lastikli bir ifadedir. Çok çeşitli yorumlara yol açabilir. “Varlığını [veya sesini] duyurma” meselesine biraz önce dokundum. “Ülke çapında devrimci iktidarı kurma hedefine yönelme” ise, hemen her siyasi akımın özelliğidir. Bu noktayı geçiyorum). “Mesela, şehirlerdeki mücadeleyle desteklenmeyen bir köylü hareketi bastırılmaya mahkumdur. Mesela, Doğu Bölgesindeki, bir köylü isyanı, bir proletarya partisi önderliğinde Ege ve Çukurova köylülerinin mücadelesiyle, başlıca sanayi şehirlerindeki işçi sınıfımızın hareketleriyle desteklenmiyorsa, Kızıl siyasi iktidarı kuramaz ve yaşatamaz” (abç).
Burada önemli bir ilke hatası sözkonusudur. Köylüler, sadece kendi kuvvetleri ile Kızıl siyasi iktidarı kurabilir ve yaşatabilirler. “Başlıca sanayi şehirlerinin” hepsinde gericiler kesin hakimiyet kursalar ve işçi sınıfı hareketini uzun bir süre tamamıyla bastırsalar dahi, köylüler yine de Kızıl siyasi iktidarı kurup yaşatabilirler ve bu, imkansız bir şey değildir. Bu takdirde köylü hareketini “bastırılmaya mahkum” ilan etmek, bugün açısından, başlıca sanayi şehirlerinde örgütlenmeden silah patlatmamak gibi sağ bir hataya sürüklediği gibi, gelecek açısından da devrimi imkansız göstermekle eşittir. İşçi hareketlerinin bastırılması, işçilerle köylüler arasındaki dayanışmanın koparılması, elbette köylü hareketini zaafa uğratır ama, niçin “bastırılmaya mahkum” etsin? Şehirlerde gericiler tamamen hakim olup bir süre işçileri susturabildikleri dönemlerde bile Çin Devrimi muzafferane ilerlemedi mi?
Nitekim, bundan şöyle bir sonuca varılıyor:
“Sonuç olarak diyebiliriz ki, Kızıl siyasi iktidar, sınırlı olarak yürütülen bir mücadeleyle değil, proletarya partisinin, ülke çapında birleştirdiği ve yönettiği bir mücadeleyle kurulabilir ve yaşatılabilir” (abç).
Daha açık bir ifadeyle, bütün ülke çapında örgütlenmeden ve bütün halkın mücadelesini “birleştirip” “yönetecek” hale gelmeden Kızıl iktidar kuramayız. Aman elimizi kaldırmayalım. Sanki burada sözü edilen Kızıl iktidar, bir veya birkaç bölgede kurulacak siyasi iktidar değil de, bütün ülkede kurulacak siyasi iktidardır. Sonuç olarak, devrimin dengesiz gelişmesi gerçeğinin ve iktidarın kırlardan parça parça alınacağı tezinin geniş ölçüde terkedildiğini görüyoruz.
Ben şunu söylüyorum: Kızıl iktidarın kurulması ve yaşatılması için (silahlı mücadele için değil), bütün ülke çapında örgütlenmek, bütün halkın birleştirilmiş olması ve bizim tarafımızdan yönetiliyor olması şart değildir. Böyle bir şartı Mao Zedung da zaten koymamıştır. Bu iyi bir şeydir ama, bugün sahip olamadığımız ve devrimin ülke çapında zafere doğru ilerleyeceği döneme kadar daha pek sahip olamayacağımız bir şeydir. Halbuki, mevcut kuvvetlerimizi üç-beş önemli bölgede (kuvvetlerimizin ve şartların elverdiği ölçüde) yoğunlaştırarak ve buralarda silahlı mücadeleyi başlatarak “sağlam ve politikası doğru bir parti” ve “oldukça güçlü bir kızıl ordu” yaratabiliriz (bugün eksik olan da budur) ve Kızıl iktidarlar kurup yaşatabiliriz. Ve işçi sınıfı mücadelesi tamamen bastırıldığı dönemlerde bile (bu, aleyhte bir şey olmakla birlikte) bu iktidarları, doğru bir strateji izlemek şartıyla yaşatabiliriz. Mesela, Dersim İsyanını alalım: Köylüler sadece kendi gayretleriyle ve aşiret reislerinin önderliğinde bölgeyi üç sene kontrol altında tutmuşlardır. Eğer aşiretler birbirine düşürülmeseydi ve doğru bir önderlik, komünist partisinin önderliği olsaydı, hiçbir zaman Dersim ayaklanması bastırılamazdı. Bu, köylülerin ifadesidir ve buna benzeyen başka örnekler de vardır.
Dördüncü ve beşinci nokta: Parti ve ordu. Yazıda bu noktalar üzerinde hiç durulmamış, birer cümlelik açıklamayla yetinilmiştir. Parti ve ordu, nerede, nasıl ve hangi mücadele içinde inşa edilecektir. Ve özellikle içinde bulunduğumuz dönemde bu konudaki görevlerimiz nelerdir? Bunlar hiç ele alınmıyor. Oysa bugün, Kızıl iktidar için asıl eksik olan şey bunlardır ve diğer şartları (kitle temeli, iktisadi bakımdan yeterli kaynak, askeri harekâta elverişli arazi) sağlayan bölgelerde partiyi ve orduyu inşa ettiğimiz takdirde bunları birer Kızıl iktidar alanı yapabiliriz (parti elbette sadece sözkonusu yerlerde inşa edilmeyecektir, ama esas olarak buralarda ve silahlı mücadele içinde inşa edilecektir).
Birinci soruya verilen cevapla ilgili olarak iki noktaya da kısaca değinip, diğer soruya geçeceğim.
Birincisi: Ordu içindeki çelişmeler ayrı olarak ele alınmamalı, sosyal sınıflar arası çelişmelerin bir tezahürü olarak ele alınmalıdır. Neredeyse, “yurtsever subaylar” diye yeni bir sınıf icat edeceğiz. Bütün bildirilerimizde ve yayınlarımızda da uzun süredir, “işçiler, köylüler” dediğimiz her yere, baş köşeye bir de “yurtsever subaylar”ı oturtuyoruz. Eski “asker sivil aydın zümre”nin yerini bu almışa benziyor. “Yurtsever subaylar” dediğimiz kimseler, milli burjuva ideolojisini benimseyen ve sınıflamada onların arasına girecek olan kimselerdir. Milli burjuvazi diye ele alalım ve icap ettiği yerde de, “yurtsever subaylar”ı milli burjuvazinin bir parçası olarak ele alalım.
İkincisi: “Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı”. Artık bu Buharinci formülasyondan da vazgeçelim. Ve “Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkı” diyelim.
Zamanım çok az kaldığı için ikinci sorunun cevabına geçiyorum.
Bu mesele incelenirken bence şu üç noktanın kuvvetle ve açık olarak belirtilmesi gerekir.
1) Emperyalizmin dolaylı yönetiminde olan yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde iktisadi yapıdaki değişme nasıl olmaktadır? 2) Genel olarak ülkenin iktisadi yapısındaki dengesizlik.
3) Emperyalizmin işgali altında olan herhangi bir ülkedeki milli devrim ile yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerdeki özü toprak devrimi olan demokratik devrim arasındaki farklılık.
Birinci nokta: Yazıda bir cümleyle belirtilmiş. Aydınlık sayılarında da bu konuda yazılan yazılarda açıklık yok. Genel olarak şöyle söyleniyor: “Bir yandan feodal ilişkiler çözülür, öte yandan bu çözülme sınırlı olur.” Bunun pratikte neyi ifade ettiği pek anlaşılmıyor. Olan şudur: Toprak ağalığı yavaş yavaş ve uzun bir süreç içinde kapitalist çiftlikler haline gelmekte ve bu arada köylü üzerindeki feodal hakimiyet ve sömürü biçimleri uzun bir süre devam etmektedir. Hatta toprak ağasının toprağında çalışan köylü, ücretli işçi haline geldiği zaman bile, eski toprak ağası olan yeni “çiftlik beyi”, köylü üzerindeki eski imtiyazlarından (mesela, angarya çalıştırma gibi) bir kısmını muhafaza etmektedir ve bu gelenek şeklinde yerleşmektedir. Köylü usulü hal tarzı veya devrimci hal tarzı ise, güçlü bir köylü isyanıyla feodal mülkiyeti ve onun üzerinde kurulu olan feodal ilişkileri kökünden kazımak, yerle bir etmektir.
Öte yandan toprak ağalığının olmadığı, küçük ve orta köylü mülkiyetinin yaygın olduğu yerlerde, esas olarak kendi içinde üretip tüketen ataerkil işletmelerde, emperyalizm bir yandan bu gibi yerleri pazara bağlamakta, öte yandan yarı-feodal bir özelliği olan ve sermayenin ilkel birikim şekli olan tefeciliği bankalar, kredi kurumları vasıtasıyla destekleyerek, bunları güçlendirmekte, köylüleri mülksüzleştirmektedir ve bu süreç de çok ağır ve acılı olmaktadır.
Şehirlerde milli sanayi sönmekte, yerini emperyalizme bağımlı montaj sanayii almakta ve bu gelişmektedir. Büyük ticari ve mali kurumlar emperyalizmin kontrolüne girmektedir.
Bu nedenlerle, emperyalizmin geliştirdiği işbirlikçi kapitalizm feodalizmi hiçbir zaman “köylü usulü” halledemez. Ve feodalizm, kökünden tasfiye edilmediği sürece de köylü kitlesi önemli bir devrimci güç olarak mevcut olur ve devrimin muhtevası, demokratik devrim olarak kalır.
İkinci nokta: Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerin önemli bir özelliği de; ülkede iktisadi yapının dengesiz oluşudur. Bazı bölgelerde feodal ilişkiler daha fazla çözüldüğü halde, diğer bazı bölgelerde kuvvetle devam eder. Emperyalizm, bu dengesizliği ortadan kaldırmak bir yana, daha da artırır. Ülkemizin doğusu ile batısı arasında böyle bir durum kuvvetle mevcuttur. Ülkenin daha ileri olan kesiminde demokratik devrim genel köylü kitlesi için pek önem taşımasa bile (ki, bizde en ileri olan Ege bölgesinde bile taşıyor), geri bölgelerin geniş köylü kitleleri için hâlâ önemini koruyacaktır.
Demokratik devrim gündemde bulundukça, köylülere dayanma meselesi de gündemde olacaktır. Çünkü demokratik devrim, özü itibarıyla bir köylü devrimidir. Kaldı ki, biz genel nüfus içerisinde bugün köylülerin % 70’i teşkil ettiği bir ülkede yaşıyoruz. Emperyalizm feodalizmi tasfiye etsin, biz de sosyalist devrimi yapalım, tam bir Menşevik mantığı olur. Menşevikler de Lenin’e karşı, demokratik devrim burjuvazinin görevidir, ona müsaade edelim, köylülerin başına geçerek burjuvaziyi ürkütmeyelim vs. demişlerdi. Lenin ise derhal, kararlı proletaryanın, kararsız, korkak ve uzlaşıcı burjuvaziyi bir kenara bırakarak köylülerle ittifak kurmasını, kararlı bir şekilde devrimi sonuna kadar götürmesini ve durmadan sosyalizme geçilmesini savunmuştu. Bu, Marksist-Leninist kesintisiz ve aşamalı devrim teorisidir. Mao Zedung bunu yarı-feodal, yarı-sömürge Çin şartlarına uygulamıştır. Bizim gibi yarı feodal, yarı-sömürge ülkelerde devrimin kırlık bölgelerden şehirlere doğru gelişmesinin iki nedeni vardır: Birincisi, demokratik devrimin özünün “toprak devrimi” olması, ikincisi de ülkemize hakim olan emperyalizmin ve onun uşaklığını yapan gericilerin (özellikle emperyalizmin) şehirleri ve ileri bölgeleri tamamen kontrolleri altına almış olmalarıdır. Emperyalizmin, yarı-sömürge olmamız dolayısıyla, ülkemiz üzerindeki boyunduruğu da, devrimin geri kırlık alanlarda üsler kurarak oradan şehirlere doğru gelişmesini gerekli kılmaktadır (bizde demokratik devrim, milli devrimle ayrılmaz bir şekilde birleşmektedir).
Yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülkede feodalizmin zayıflığı, toprak devriminin görevlerini azaltır veya sınırlarını daraltır, o kadar.
Üçüncü nokta: Emperyalizmin fiili işgali altında olan bir ülkede de devrim, kırlık bölgelerden şehirlere doğru gelişir. Bu ülke, ister feodalizmi tasfiye edememiş geri bir ülke olsun, isterse gelişmiş kapitalist bir ülke olsun. İşte, İkinci Dünya Savaşı’nda Fransa. Çünkü emperyalizm ilk başta; ulaşım imkanlarının fazla olduğu şehirleri ve ana yolları ele geçirir, buralara hakim olur. Fakat geniş kırlık bölgeleri kontrol edemez. Yalnız bu durumda devrimin özü toprak devrimi değil, “milli devrim”dir. Eğer, işgal altındaki ülke aynı zamanda yarı-feodal bir ülke ise, “toprak devrimi” tamamen ortadan kalkmaz ama, ikinci plana düşer. Eğer, kapitalist bir ülke ise (Fransa gibi), toprak devrimi meselesi söz konusu değildir.
Kardeşim,
Zamanım bitmek üzere. Diğer mektuptan bir nüsha daha yazmama imkan yok. Şimdilik onu da yanıma alıyorum. Bir nüshasını en kısa zamanda gönderirim.
İhtilalci selamlar
Bektaş
Ocak 1972

TİİKP PROGRAM TASLAĞI ELEŞTİRİSİ
OCAK 1972
Komünizmin büyük önderi ve öğretmeni Marks, şöyle diyordu:
“İleriye doğru atılan her adım, her gerçek ilerleme, bir düzine programdan daha önemlidir.”
Bu sözler, hiçbir zaman değerini ve geçerliliğini yitirmeyen bir temel kanun niteliğindedir. İleriye doğru adımlar atmak, gerçek bir ilerleme sağlamak, başlıca amacımız olmalıdır. Öte yandan, yeni bir programın büyük önem taşıdığını da akıldan çıkarmamalıyız:
“Genel olarak bir partinin resmi programının, o partinin hareketlerinden çok daha az önemli olduğu doğrudur. Ama yeni bir program, herkesin gözü önünde yükseklere çekilen bir bayrak gibidir ve herkes, parti hakkında hükmünü buna göre verir.” (Engels)
Şimdi biz, herkesin gözü önünde yükseklere bir bayrak çekiyoruz.
Bu bayrak, proletaryanın Kızıl bayrağı olacaksa, onun kızıllığını bozan bütün lekeler, ciddi ve titiz bir çabayla silinip atılmalıdır.
Program Taslağı’nı bu amaçla eleştirdik.
I. BÖLÜM
“Bilimsel olarak doğru olması ve proletaryanın siyasi bilinçlenmesine katkıda bulunması için partimizin adı ne olmalıdır?”
Lenin, 1917’de bu soruyu sormuş ve şöyle cevap vermişti:
“Marks ve Engels’in yaptıkları gibi, kendimize komünist partisi adını vermeliyiz.
“Marksist olduğumuzu yeniden ilan etmeliyiz, temel olarak Komünist Manifestosu’nu almalıyız.”
Biz de aynı soruya şöyle cevap vermeliyiz:
Marks, Engels, Lenin, Stalin ve Mao Zedung’un yaptığı gibi kendimize komünist partisi adını vermeliyiz. Komünist sıfatını hiçbir tereddüde düşmeden benimsemeliyiz. Fakat bu yetmez. Çünkü, birinci olarak, ülkemizde bu şanlı sıfatı kendisine yakıştıran revizyonist bir burjuva kulübü vardır. Ve biz kendimizi bu kulüpten kesinlikle ayırmak zorundayız. İkinci olarak, komünist adını alan partilerin çoğu bugün revizyonizmin ve reformizmin batağına batmışlardır. Bunlar proletaryanın değil, burjuvazinin partileridir. Devrimin değil, karşı-devrimin aracıdır. Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa ülkelerinde bu partiler, burjuvazi ve gericiler üzerinde proletarya diktatörlüğünün değil, işçiler ve diğer emekçi halk üzerinde burjuva diktatörlüğünün aracıdır.
Biz kendimizi bunlardan da kesinlikle ayırmalı, komünist kelimesine ilave olarak Marksist-Leninist sıfatını da kullanmalıyız.
Önce diğer isimler üzerinde duralım:
İhtilâlci İşçi-Köylü Partisi adlandırması niçin yanlıştır? Çünkü, bizim gerçek niteliğimizi, nihai hedefimizi belirtmiyor. Biz işçi sınıfı hareketiyiz, onun öncü müfrezesiyiz. Köylü hareketi asla değil. Ülkemizin bugünkü somut şartları bize köylülükle ilgili görevler yüklüyor, ama bu geçicidir, bizi asıl görevimize yaklaştıran geçici bir adımdır. Köylülük, kitle olarak, bir bütün olarak, “üretim araçlarının özel mülkiyeti alanında” bulunmaktadır. Ve kapitalist toplumun temelinin muhafazasından yanadır. Köylülük, modern sanayi karşısında dağılan ve yok olmaya doğru giden bir sınıftır. Oysa proletarya, mülkiyetle bütün bağlarını koparmıştır. Modern sanayiin özel ürünü ve asıl ürünüdür. Modern sanayiin gelişmesiyle birlikte gelişir ve güçlenir. Geçmişi değil, geleceği temsil eder. Yok olanı değil, büyüyüp gelişeni temsil eder. Özel mülkiyetin muhafazasını değil, kesinlikle ortadan kaldırılmasını ister. Bu nitelikleri dolayısıyla da, toplumun bütün emekçi kesimlerinin, bu düzenden acı çeken insanlığın tümünün kurtuluşunu, tarih, işçi sınıfının omuzlarına yüklemiştir. İşte biz, bu sınıfın öncü müfrezesiyiz ve bu yüzdendir ki, partimizin önüne bir de köylü sıfatının eklenmesi, bilimsel olarak yanlıştır. Birinin varlığı, diğerini imkansız kılar.
Bugüne kadar kendisine köylü partisi adını veren partiler olmuştur. Fakat bunlar genellikle, nihayet burjuva demokrasisini en son sınırlarına kadar genişletmek isteyen partilerdi. Sosyalizmi ve komünizmi amaçlayan partiler değil. Yani, küçük-burjuva demokratlarıydı. Proletarya partileri de, şartların gerekli kıldığı hallerde burjuva demokrasisini son sınırlarına kadar genişletmek ister ve bunun için aktif ve kararlı olarak mücadele eder ama bunu, proleter demokrasisine geçişin (yani proletarya diktatörlüğüne geçişin) bütün ön şartlarını yaratmak için yapar. Orada durmak ve onunla yetinmek için değil. Peki, yoksul ve aşağı- orta halli köylülerin de proletarya ile birlikte proletarya demokrasisi için mücadele etmesi neyi gösterir? İşçi sınıfı ile bunların arasında bir fark olmadığını mı? Hayır! Sadece, kapitalizmin temelleri yıkılmadıkça, bu köylü tabakalarının kesin kurtuluşlarının da imkansız olduğunu, bunların kesin kurtuluşunun proletaryanın kurtuluşuna bağlı olduğunu. Öte yandan, bunlar, proletaryanın vazgeçilmez önder rolü olmadan, burjuva demokrasisinden bir adım bile öteye ilerleyemezler. Bugün ülkemiz şartlarında ise, proletaryanın önderliği olmadan, değil proletarya demokrasisine geçmek, burjuva demokrasisini bile son sınırına kadar genişletemezler. Kaldı ki, köylü kavramı sadece yoksul ve aşağı-orta halli köylüleri değil, zengin ve orta köylüleri de içine alır. İşçi-Köylü Partisi adlandırması, pratikte de sadece burjuva demokrasisi ile proletarya demokrasisi arasındaki kesin farkı silerek, proletaryanın sınıf bilincini bulandırmaya yarar.
Peki... Kanunilik endişesiyle konulan “TSEKP”, “TİÇSP” adlarını taklit etmeli miyiz? Kesinlikle hayır. Çünkü, her şeyden önce bizim partimiz “kanuni” bir parti değil, kanunlara rağmen kurulan ve var olacak olan bir parti olmalıdır. İkinci olarak, böyle bir adlandırma, kanunilik endişesiyle bile yapılsa, yanlıştır.
“TİİKP” adlandırmasının, işlerimizi kolaylaştıracağı özellikle köylülere yaklaşmamızı ve onlarla kaynaşmamızı kolaylaştıracağı doğru mudur? Belki geçici olarak, feodalizmin ve burjuvazinin gerici şartlandırmasının etkisinde olan köylülerle yakınlaşmamızda ve kaynaşmamızda böyle bir kolaylık sözkonusu olabilir. Ama bu bile, ileri işçilerden ve yoksul köylülerden uzaklaşma ve kopma pahasına olabilir. Çünkü ileri işçiler, köylüler ve hatta aydınlar, artık kendisini korkusuzca komünist olarak adlandıran ve gerçekten bu isme layık olan bir harekete güven duyuyorlar. Böyle işçilerin, köylülerin sayısı da her geçen gün artıyor. Biz, köylüler arasındaki çalışmalarımızda küçük burjuva ve burjuva-demokratlarından (THKO, THKP, TİP, vs... den) kendimizi ayırmak için “komünist” olduğumuzu söylüyoruz. Bizi onlardan kesin çizgilerle ayıran en iyi kavram da bu oluyor ve bu tutum, en kararlı ihtilâlci yoksul köylülerin saflarımızda toplanmasına hizmet ediyor.
TİİKP adlandırmasının, bizi bugün için geri olan unsurlara yaklaştırırken, ileri unsurlardan da uzaklaştıracağını söyledik. Denilebilir ki, ileri unsurlardan niçin kopalım? Biz komünist olduğumuzu saklamayacağız ki, işte programımızda ve tüzüğümüzde nihai hedefimizin komünizm olduğunu yazıyoruz. Peki öyleyse, niçin partimizi de komünist olarak adlandırmayalım? Tüzük ve programımızda komünist olduğumuzu söylemek, bizi kitlelerden koparmıyor da, partimizin adı niçin koparsın! Ya tutarlı olmak için tüzük ve programdan da komünizmle ilgili her şeyi çıkarmak, kitleye açık her türlü parti yazısında, bu kelimeden ve onu hatırlatacak her şeyden, giderek Marks’ı, Engels’i, Lenin’i, Stalin’i ve Mao Zedung’u zikretmekten kaçınmak, komünist propagandadan vazgeçmek zorundayız ve böylece tavizciliğe boynumuza kadar batarak, proleter devrimcilikten uzaklaşmak zorundayız ya da geri bilince ve gericiliğin şartlandırmalarına vs... boyun eğmeyi reddederek başından itibaren, tavizsiz bir şekilde proleter devrimciliğe sarılmak, böylece en ileri unsurlarla birleşirken, geri unsurları da ilerletmek zorundayız. İkisinden biri! Bu adlandırmayı benimseyen arkadaşların ikinci kanıtı şu: TİİKP adlandırması, kitlelerin İşçi-Köylü hareketiyle partimiz arasında bağ kurmasını sağlayacak ve o hareketin taraftarları, etkilediği unsurlar yeni hareketimizin saflarında toplanacaklardır. Bence bu da yanlıştır. Çünkü, her şeyden önce bu bağlantıyı, siyasi polis kuracaktır. Legal yayın faaliyetinin etrafında şu veya bu ölçüde çalışan, ona abone olan, bağış yapan vb... gibi herkesi, yeni dönemin illegal parti faaliyetinden sorumlu tutacaktır. Böyle bir durumda yapılacak ve yapılması en doğru olan şey, legal faaliyetle illegal faaliyet arasındaki bağı, siyasi polise karşı en büyük bir dikkat ve titizlikle gizlemektir. Yanlıştır; çünkü, İşçi-Köylü hareketi saflarındaki en iyi unsurlar, zaten, daha şimdiden hareketimizin saflarındadır ve gittikçe de toplanmaktadır. Onların içindeki işe yarar herkesi saflarımızda gerçekten toplayacak olan şey, böyle bir isim benzerliği değil sıkı, enerjik, kapsamlı ve iyi düşünülmüş bir örgütlenme faaliyetidir. Böyle bir faaliyet, İşçi-Köylü saflarındaki işe yarar unsurları değil, İşçi-Köylü saflarında yer almamış olanlar da dahil halkın bütün ilerici ve devrimci unsurlarını etrafımızda toplayacaktır. Yanlıştır; çünkü, hareketimiz bugün İşçi-Köylü hareketinden sadece nicelik bakımından değil, nitelik bakımından da ayrılmalıdır. İşçi-Köylü hareketi, sadece bir legal faaliyetti, bugün faaliyetimiz esas olarak illegal bir faaliyet olmalıdır. İşçi-Köylü faaliyeti etrafındaki çalışma, sadece propaganda ve ajitasyon yapan bir dergi faaliyetiydi. Ve örgütlenmesi de bu göreve uygun düşüyordu. Bugün hareketimiz, silahlı bir mücadeleyi fiilen örgütlemeye yönelmiş bir parti faaliyeti olmalıdır. Propaganda ve ajitasyon da, bu duruma uygun olarak yürütülmelidir. İşçi-Köylü etrafında çalışanlar, büyük ölçüde burjuva bağlarını (daha genel bir ifadeyle gerici bağlarını) devam ettiren kimselerdi. Bugün hareketimiz, bu bağlardan tamamen ve kesinlikle kopmuş olanları, yani işçi, köylü ve diğer devrimcileri saflarında toplamalıdır. Gerici bağlarına teslim olanlar dökülmüşlerdir. Yani gerekli olan, her bakımdan bir nitelik sıçramasıdır. Bu sıçrama, hareketimizin isminde de kendisini göstermelidir, TİİKP ismini savunma, bir açıdan, bir “eskiyi koruma” çabasıdır. Sıçramaya direnme tutumudur.
Bu saydığım noktalardan, TİİKP adlandırmasını doğru bulmuyorum.
TİİP ismi bilimsel olarak doğrudur, fakat bazı pratik mahzurları vardır. Birinci mahzur: Revizyonist TİP ile karıştırılmak. Bilindiği gibi TİP, her alanda Marksizm-Leninizme uzak, reformcu bir burjuva örgütüdür. Marksizm-Leninizm, en temel noktalarda, devlet meselesinde, devrim meselesinde, enternasyonalizm meselesinde vb... revizyonist TİP kliğinin ihanetine uğramıştır. Onunla kendi aramızda, kesin ve kalın bir çizgi çekmek zorunludur.
İhtilâlci kelimesi, bu çizgiyi çekmekte yetersiz kalmaktadır. Ayrıca, ihtilâl kelimesinin, ülkemizde, halkın arasında kazandığı özel anlam da hesaba katılmalıdır! İhtilâl genel olarak, burjuva subaylarının darbesi olarak anlaşılmaktadır. Darbeci subaylar kendilerine “ihtilâlci” demişler, halk da onları öyle tanımaya alışmıştır. Mesela, “27 Mayıs İhtilâli” denir. Bu harekete katılanlara “ihtilâlci subaylar” denir. İ. İnönü eski bir “ihtilâlci subaydır” vs. Halk ayaklanmaları, bu çeşit darbecilikten “isyan” kelimesiyle ayrılır. Şeyh Bedrettin İsyanı, Pir Sultan İsyanı, Baba İshak İsyanı, köylü isyanları, Dersim İsyanı, askerlerin isyanı vs... Biz, burjuva darbeciliği ile kitlelerin “aktif mücadelesi” arasında da koyu ve kalın bir çizgi çekmek zorundayız.
Bir başka kanıt: TİİP, bilimsel olarak doğru olmakla birlikte, bizim nihai hedefimizi, komünizm hedefimizi de içinde taşımakla birlikte, bunu açık olarak ifade etmiyor. (M-L) koymak yoluyla bu mahzuru ortadan kaldırsak bile, reformculuğun, devrim ve komünizm aleyhtarlığının, silahlı mücadele aleyhtarlığının, Marks, Engels, Lenin, Stalin ve Mao Zedung aleyhtarlığının (yani komünizm davasının dünya çapındaki önderlerine aleyhtarlığın) sembolü haline gelen TİP ile karıştırılma mahzuru, ihtilâl kelimesinin halk dilindeki geleneksel anlamından doğan mahzur, halen mevcut olacaktır.
Lenin, oportünistlerle, revizyonistlerle, sosyal şovenlerle ve her türlü sosyalizm hainleriyle araya kesin bir çizgi çekmekteki önemi şöyle belirtmektedir:
“Emperyalizm halinde evrim göstermiş kapitalizmin objektif zorunluluğu, emperyalist savaşı doğurdu. Savaş bütün insanlığı, uçurumun kenarına, bütün uygarlığın yıkımına, vahşete, milyonlarca insanın, sayısız milyonların yeniden ölümüne sürükledi.
“Hiçbir kurtuluş yoktur, bu yol proletarya devrimi yolu değilse!
“Ve bu devrimin, çekingen, pek sağlam olmayan, bilinçsiz ve burjuvaziye fazla inançlı olan ilk adımlarını atmaya başladığı bir anda ‘sosyal demokratların’, ‘sosyal demokrat’ parlamenterlerin ‘soyal demokrat” gazetelerin şeflerinin çoğunluğu... sosyalizmi terk ettiler, sosyalizme ihanet ettiler, kendi milli burjuvazilerinin yanına geçtiler.
“Yığınlar, bu şefler tarafından şaşırtılmış, yolundan, yönünden döndürülmüş, aldatılmıştır.
“Ve biz; zamanı geçmiş, İkinci Enternasyonal kadar çürümüş eski adlandırmayı muhafaza etmekle bu aldatmacayı cesaretlendirir, ona yardım ederiz!
“‘Pek çok’ işçi, sosyal-demokrasiyi iyi anlamda anlamamaktadırlar; olsun. Ama, subjektifle objektif arasında ayırım yapmayı bilmenin zamanıdır.
“Subjektif olarak, bu sosyal-demokrat işçiler, proleter yığınların son derece sadık kılavuzlarıdırlar. “Ama dünyada objektif durum o şekildedir ki, Partimizin eski adı yığınların aldatılmasını kolaylaştırmaktadır. Ve ileri doğru hareketi köstekler...”
Lenin’den aktardığımız bu açıklama, partimizin adının niçin TİİKP olmaması gerektiğine ışık tuttuğu gibi, niçin sadece TKP olmaması gerektiğine de ışık tutmaktadır. Çünkü, bugünkü dünyamızda da adı komünist olan başka partiler ve şefler, proletaryanın davasına ihanet ettiler. Yığınlar bu kez de bu partiler ve şefler tarafından şaşırtıldı; yolundan, yönünden döndürüldü, aldatıldı.
Bu açıklamalardan sonra, hareketimizin niteliğini ve nihai hedeflerini en kesin, en açık ve en doğru bir şekilde ifade eden ve pratikte de işçi sınıfının ve diğer emekçilerin bilinçlenmesine katkıda bulunan ve bizi her türden sosyalizm hainlerinden ayıran adlandırmanın TKP (M-L) olacağı açıktır.
Her şeyden önce, TKP (M-L) bilimsel olarak doğrudur. Ve bizim nihai hedefimizin tam ve açık bir ifadesidir. Çünkü:
“İnsanlık, kapitalizmden doğrudan doğruya ancak sosyalizme, yani üretim araçlarının ortak mülkiyetine ve ürünlerin herkesin emeğine göre üleştirilmesine geçebilir. Bizim partimiz daha uzağı görüyor: Sosyalizm kaçınılmaz olarak komünizm haline evrim göstermelidir. Komünizm ilkesinde ‘herkesten yeteneklerine göre, herkese ihtiyacına göre’ yazılıdır.”
Yine bizim partimiz, komünizme geçmek için bir devletin, Paris Komünü tipinde, Sovyet tipinde vb... bir devletin zorunluluğunu kabul etmekle birlikte, nihai olarak her türlü devleti kaldırmak amacındadır. Oysa, diğer adlandırmalar bu noktaları da ifade etmekte yetersiz kalmaktadır.
İkinci olarak, bu adlandırma bizi her türlü sosyalizm haininden, sosyal şovenden, revizyonizmden, oportünizmden, anarşizmden, reformizmden vb... den kesin olarak ayırmaktadır.
Bu konuda ileri sürülen hiçbir esaslı karşı kanıt yoktur. Birincisi, komünizm kelimesinin köylüler tarafından hoş görülmeyeceğidir ki, bunun neden doğru olmadığını biraz önce belirttik. Birincisi, bunun ileri sürülmesi, bilinçsizliğe, gerici şartlandırmalara vb. boyun eğmeyi, hareketi geri seviyeye indirmeyi ifade eder. İkincisi de, bu ismi, bu gerekçeyle reddetmek, bizce her bakımdan bir geri dönüşün başlangıcı olur.
İkinci karşı kanıt: Bizi revizyonist TKP ile karıştırırlar. Böyle bir tehlike, diğer teklif edilen isimlere nisbetle çok daha zayıftır.
“Bizi anarşist komünistlerle karıştıracaklar” diyenlere Lenin’in cevabı şudur:
“Peki milli sosyalistlerle, liberal sosyalistlerle ya da radikal sosyalistlerle karıştırılmaktan neden korkmuyoruz? Onlar ki, Fransız Cumhuriyetinin burjuva partileri arasında yığınların burjuvazi tarafından aldatılmasında en ileri gitmiş, en uzman olan kısmıdır...”
Peki, biz niçin TİP ile TİÇSF ile ve bunun gibilerle karıştırılmaktan korkmuyoruz? Kaldı ki, bizde TKP’yi işçiler ve yoksul köylüler, mesela TİP’den daha az tanırlar. TKP’yi en çok tanıyanlar, işçilerin ve emekçi halkın en ileri unsurlarıdır ki, bunlar daha şimdiden TKP ile TKP (M-L)’yi ayırdedebilecek seviyededir. Halkın geri kalan kısmını da o seviyeye yükseltmek bizim görevimizdir. Sonucu Lenin’in sözleriyle bağlayalım:
“Ve biz kendi kendimizden mi korkacaktık! Biz, ‘her zaman’ giydiğimiz ‘sevgili’ pis gömleğimizle mi yetinecektik?...
“Kirli gömleği çıkarıp atmanın zamanıdır, temiz çamaşır giymenin zamanıdır!”.
II. BÖLÜM
“3. ... Yabancı kapitalistler, ilk önce ticaret yoluyla ve daha sonra emperyalizm çağında Türkiye’ye sermaye yatırarak (abç); işçilerimizin, köylülerimizin emeğini sömürmüşler...”!
Serbest rekabetçi kapitalizmi emperyalizmden ayıran şey, birincisinin “ticaret yoluyla” sömürmesine karşılık, ikincisinin “sermaye yatırarak” sömürmesi değildir. Serbest rekabetçi kapitalizmin ayırdedici özelliği, meta ihracı olduğu, halde, emperyalizmin ayırdedici özelliği sermaye ihracıdır. Önce, “ticaret yoluyla” sömürü, çok genel bir ifadedir. Ve serbest rekabetçi kapitalizmi karakterize etmez, meta ihracı, ticaretin özel bir hali, serbest rekabetçi dönemde kazandığı çehredir. Bu, herhangi bir ticaret değil, yabancı kapitalistlerin meta (yani mamul ticaret eşyası) sattığı ve karşılığında, işlenmemiş hammaddeler ve tarım ürünleri aldığı bir ticarettir. Sonra, sermaye ihracı ile sermaye yatırma birbirinden farklı şeylerdir. İhraç edilen sermaye yatırım şeklinde olabileceği gibi, borçlandırma şeklinde de olabilir. Ve emperyalist dönemde, esas olan da ikincisidir; emperyalizmin asalaklığını, çürümüşlüğünü, kokuşmuşluğunu ortaya koyan şey de budur. Lenin Emperyalizm kitabında, bu konuda şunları söylüyor:
“Emperyalizm, birkaç ülkede muazzam para sermayesinin birikmesidir... Bu yüzden rantiyeler sınıfı, ya da daha doğrusu zümresi olağanüstü bir gelişme göstermiştir. Bunlar ‘kupon keserek’ yaşayan, hiçbir teşebbüse katkısı olmayan (abç), aylaklığı meslek edinmiş kimselerdir. Emperyalizmin en esaslı ekonomik temellerinden biri olan sermaye-ihracı, rantiyeleri üretimden daha da koparır (abç). Birçok deniz aşırı ülkenin ve sömürgenin emeğini sömürerek yaşayan bütün ülkeye asalaklık damgasını vurur. (...)
“Rantiyelerin geliri dünyanın en büyük ‘tüccar’ ülkesinin dış ticaret gelirinden beş kere büyüktür. Emperyalizmin ve emperyalist asalaklığın özü budur.
“Bu nedenle, emperyalizme dair ekonomik literatürde ‘rantiye devlet’ (rentner state) ya da tefeci devlet terimi daha çok kullanılır olmuştur. Dünya, bir avuç tefeci devletle muazzam bir borçlu devletler (abç) çoğunluğu arasında ikiye bölünmüştür”.
Lenin’den yaptığımız bu aktarma da açıkça gösteriyor ki, emperyalizmin sermaye yoluyla sağladığı aşırı kârların önemli kısmını, yatırım kârlarından ziyade, faiz ve temettüler, tahvilâtlar, komisyonlar vs... meydana getirmektedir. “Sermaye yatırarak işçilerimizin, köylülerimizin emeğini sömürmüşler” ifadesi, emperyalizmin tefeci karakterini, yüksek faizli borçlarla yürüttüğü talanı, yani onun asalaklığını gözlerden saklayan son derece eksik bir ifadedir.
Meseleye ülkemiz açısından bakalım: Osmanlı İmparatorluğu’nun gittikçe daha çok bir yarı-sömürge haline gelmesinde, parçalanmasında ve çökmesinde, gırtlağına kadar borca batmış olmasının büyük payı vardır. Çeşitli defalar alınan düşük ihraç değerli ve yüksek faizli borçlar, öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, alacaklarını tahsil için (1883’te) emperyalist ülkeler, “Düyûn-u Umumiye”yi, sanki devlet içinde devlet olan bu teşkilatı kurmuşlardır. Düyûn-u Umumiye, altı bin kadar memuru ile İmparatorluğun dört bir köşesine bir ahtapot gibi yayıldı. Ve uzun yıllar feodal saltanatla “Düyûn-u Umumiye” saltanatı yan yana, iç içe yaşadı. Türkiye’nin emekçi halkını haraca kesti, borçlar arttıkça İngiliz-Fransız ve giderek Alman emperyalistlerinin siyasi tahakkümü arttı, tahakküm arttıkça borçlar da arttı. Emperyalist ülkeler, bunların sermayedarları, elçileri, konsolosları vs. devlet nüfuzunu geniş ölçüde ellerine geçirdiler ve bunu talanlarını, vurgunlarını kat kat artırmak için kullandılar. Peki borçlar ne için kullanıldı? Yatırım için mi? Hayır, tersine çoğu zaman yatırımdan başka amaçlar için kullanıldı. Yeni borçların önemli bir kısmı, zaten eski borçları kapatmak için kullanılıyordu, yani bir elle alınan öbür elle veriliyordu. Geri kalan paralar ise, genellikle, feodal aristokrasinin ve hanedanlığın güçlenmesi, paşalar saltanatının sürüp gitmesi için harcanıyordu. Ülkemizin gerçeği de kısaca budur. Bu gerçek de yukarıdaki ifadenin, “sermaye yatırarak, sömürdüler” ifadesinin ne derece eksik olduğunu, gerçeğin önemli bir kısmını gözlerden saklamaya yaradığını göstermektedir.
“4. Yurdumuza hakim olan emperyalizm, bir yandan iç kapitalist pazarı (abç) açmak ve sömürüsünü artırmak için kendine bağımlı bir kapitalizm geliştirdi ve feodal ilişkilerde çözülmelere yol açtı.”
Birinci olarak, “iç kapitalist pazar” deyimi, içinde gereksiz bir tekrarı taşımaktadır. “İç pazar” denmesi yeterliydi. Çünkü, “iç pazar” zaten ticari iktisadın bir kategorisidir, esas olarak, ticari iktisatla ortaya çıkar ve kapitalizmin ilerlemesi ölçüsünde, en geniş boyutlara ulaşır. Çünkü, ticari iktisadın ve kapitalizmin bütün gelişme oluşumunun temelini, sosyal iş bölümü teşkil eder. Sosyal iş bölümünün gelişmesi, yani üretici çalışmaların birbirinden ayrılması (mamul madde sanayii ile hammadde çıkarma sanayiinin manifaktürden ve ziraatten ayrılması vb.) ise, “bu çalışmaların mamullerini birer meta, birbirinin karşılıklı muadilleri (eşdeğeri) haline getirir; bunların herbirine ötekileri için bir pazar hizmeti gördürür” (Marks). Yani, pazarın gelişmesi ile kapitalizmin gelişmesi birbirine bağlı şeylerdir ve birbirlerinden ayrılmazlar. “İç pazarın” açılması, kapitalizmin gelişmesi demektir. Kapitalizmin geliştiği ölçüde de “iç pazar” açılır.
İkinci olarak, ifade bu haliyle mantıksızdır. İşte bu ifadenin parça parça analizi: “Emperyalizm”, 1) “iç kapitalist pazarı açmak” için, 2) “sömürüsünü artırmak için” a) “kendine bağımlı bir kapitalizm geliştirdi”, b) “feodal ilişkilerde çözülmelere yol açtı”. “Emperyalizm”, “iç kapitalist pazarı açmak için” “kendine bağımlı bir kapitalizm geliştirdi”. Yani, kapitalizmi geliştirmek için, kapitalizmi geliştirdi(!).
Eğer “emperyalizmin” “iç kapitalist pazarı açmak” yoluyla “sömürüsünü artırmak” istediği belirtilmek isteniyorsa veya başka bir ifadeyle: “Emperyalizm sömürüsünü artırmak” için “iç kapitalist pazarı açtı” denmek isteniyorsa, bu fikir, zaten “kendine bağımlı bir kapitalizm geliştirdi ve feodal ilişkilerde çözülmelere yol açtı” ifadesiyle belirtilmiştir. Manasız, mantıksız tekrarlara ne lüzum vardır?
Kaldı ki, ifade düzeltildiği takdirde bile başka bir sakatlık devam etmektedir. Sanki emperyalizm, “sömürüsünü artırmak için” bilerek ve isteyerek kapitalizmi geliştirmekte ve feodal ilişkilerde çözülmelere yol açmaktadır! Oysa, kapitalizmin gelişmesi ve feodal ilişkilerin kısmen çözülmesi, emperyalist sömürünün işleyişinin tabii, kaçınılmaz ve kendiliğinden doğan sonucudur. Emperyalizmin, sömürü ve talan amacıyla ihraç ettiği sermaye, kendiliğinden feodal ilişkilerde kısmi bir çözülmeye de yol açmaktadır. Lenin, bu gerçeği Emperyalizm kitabında şöyle dile getiriyor:
“İhraç edilmiş sermaye, ihraç edildiği ülkelerde kapitalizmin gelişmesini etkiler, hızlandırır. Böylece, sermaye ihracı, ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir parça durdurma eğilimi taşısa da, bunun dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek pahasına olduğunu unutmamalı”.
Lenin’in burada sözünü ettiği “kapitalizm”, komprador kapitalizm dediğimiz, emperyalizme bağlı kapitalizmdir. İşin öteki yüzü ve asıl yüzü ise şudur: Emperyalist ülkeler, geri kalmış ülkelere sermaye ihraç ederken, buralarda demiryolları vs. inşa ederken, yüksek faiz bedellerini, düşük toprak fiyatlarını, düşük ücretleri, ucuz hammaddeleri düşünmektedirler ve onların asıl amacı, bütün toprakların ve hammaddelerin rakipsiz sahibi olmak, buraları sömürgeleştirmek, emekçi halkları köleleştirmektir. Emperyalizmin asıl karakteri ve amacı budur. Program’da esas olarak ve kuvvetle bu nokta üzerine basılmalı ve bu ön plana çıkarılmalıdır. Feodal ilişkilerdeki çözülme meselesine geçelim: Bu, nasıl olmaktadır?
“Toprak köleliğine binlerce bağla bağlı olan eski derebeylik işletmesi devam etmekte ve yavaş yavaş kapitalist işletme, ‘toprak ağalarının işletmesi’ haline gelmektedir... Devletin tarımsal rejimi, derebeylik niteliklerini uzun süre muhafaza etmektedir... Büyük toprak mülkiyetinin büyük kitlesi ve eski ‘üstyapı’nın belli başlı temelleri muhafaza edilmelidir” (Lenin).
Bunun sonucu olarak, bir yandan emperyalizmin, bir yandan da komprador büyük burjuvazinin ve toprak sahibinin hakim rolü artmaktadır.
“Bir kısım hali vakti yerinde köylüler de bunların safına geçmektedir. Malından mülkünden edilen, gericiliğin hakimiyeti ile serseme döndürülen köylü kitlesi ise tamamen çökmektedir”.
İşte emperyalizmin, girdiği ülkelerde feodalizmi çözmesi budur. Lenin, bir yerde şunu belirtiyor:
“Öteden beri sömürge siyasetinin ilerici bir siyaset olduğunu, kapitalizmi yerleştirdiğini, dolayısıyla ‘onu açgözlülük ve zalimlikle suçlamanın’ anlamsız olduğunu, çünkü ‘bu nitelikler olmaksızın’ kapitalizmin ‘ayağına köstek vurulacağını’ söyleyenler revizyonistler olmuştur”.
Çin’de Troçkistler, Japon emperyalizmine karşı çıkmamak gerektiğini, çünkü Japon emperyalizminin Çin’de kapitalizmi geliştirmek suretiyle “sosyalist devrim”i yaklaştırdığını ileri sürecek kadar alçalmışlardır. Ülkemizde Aren-Boran ve TKP revizyonistleri, aynı mantıkla, emperyalizmi şirin göstermeye çalışıyorlar. Bu nedenlerle, emperyalizmin kapitalizmi geliştirdiği ve feodalizmi çözdüğü yolundaki revizyonist-Troçkist iddialardan kendimizi kesin ve kalın çizgilerle ayırmalı, emperyalizmin geri kalmış ülkelerde oynadığı asıl rolün ülkeleri sömürgeleştirmek, halkları köleleştirmek, bütün varlığını talan etmek, siyasi bakımdan, komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının gerici diktatörlüğünü pekiştirmek, desteklemek ve sağlamlaştırmak, emekçi köylüleri daha da mülksüzleştirerek sefaletin kucağına atmak yönünde işlediğini belirtmeliyiz. Program’da, bu nokta çok muğlak, çok belirsizdir.
Komünist devrimcilerin ve devrimci kitlelerin (özellikle köylü kitlelerinin) şu noktada tereddüdü asla olmamalıdır: Büyük toprak mülkiyeti rejimi, toprak köleliği sisteminin hepsini silip süpüren devrim tarafından parçalanıp atılmalıdır. Feodalizmi bütün temelleri ile ve tamamı ile yıkmak ancak bu şekilde mümkündür. Kararsız ya da devrim düşmanı orta burjuvazinin ve özel olarak varlıklı köylülerin bocalamalarının etkisiz hale getirilmesi, işçi sınıfı ile köylü kitlesinin devrimde hakim rol oynaması, ancak bu şekilde mümkündür. “İşçi sınıfının hakiki ve temel görevi olan ‘toplumu sosyalist temel üstünde yeniden kurmak’ için en elverişli şartları yaratmak imkanı” ancak bu şekilde doğar.
“4. ... Öte yandan, yurdumuz üzerindeki iktisadi ve siyasi hakimiyetini perçinlemek için, feodal ilişkileri kendine tabi kıldı ve onların tasfiyesini önledi.”
“Feodal ilişkileri kendine tabi kıldı”! Anlamsız bir cümle. “Feodalizmle birleşti”, “ittifak kurdu” vb. olsaydı bir anlamı olurdu.
“5. İşçi sınıfımız, 18. yüzyılda ilk önce madenlerde görülmeye başladı. Daha sonra, emperyalizmin imtiyazlar alarak işlettiği madenlerde ve iç pazarı açmak için ulaştırma ve taşıma alanlarında yaptığı yatırımlarla birlikte gelişti”.
Cümle şöyle olsaydı, Türkçe bakımından bir anlamı olurdu: “Daha sonra, emperyalizmin imtiyazlar alarak işlettiği madenlerde ve iç pazarı açmak için yatırım yaptığı ulaştırma ve taşıma alanlarında gelişti”. Yine emperyalizme, “iç pazarı açmak” gibi ilerici bir amaç izafe edilmiş, “iç pazarı talan etmek” değil de...
“7. 1917 yılında Rusya proletaryası, başında büyük Lenin’in bulunduğu Bolşevik Partisi önderliğinde Çarlığı devirdi ve ilk proletarya devletini kurdu (abç). Büyük Ekim Devrimi, bütün dünyada proleter devrimleri çağını açtı ve milli kurtuluş savaşlarının en büyük desteği oldu.”
1917 Şubat Devrimi ile 1917 Büyük Ekim Sosyalist Devrimi birbirine karıştırılmıştır. Çarlık, Şubat Devrimi’nde devrilmiştir, proletarya devleti ise Ekim Devrimi’nde kurulmuştur. Bir komünist hareketin programında böyle kaba bir yanlış yer almamalıdır.
Daha da önemlisi, burada, Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nden sonra, bütün dünyada burjuvazinin devrimden tir tir titrer hale geldiği, bu yüzden burjuva önderliğinde devrimler döneminin kapandığı, artık proletaryanın önder olmadığı devrimci hareketlerin başarıya ulaşamayacağı, gericilikle derhal uzlaşacağı ve karşı-devrim çizgisine gireceği belirtilmeliydi. Bizim ülkemiz açısından ve bizim gibi emperyalizmin ve feodalizmin tahakkümü altındaki geri ülkeler açısından önemli olan şey budur. Oysa bu nokta, 11. maddede “kalıcı zaferler kazanamaz” gibi, muğlak bir formülasyonla geçiştirilmiştir.
“8. Halkımız, 1919-1922 yıllarında emperyalizme karşı kahramanca savaşarak Milli Kurtuluş zaferini kanıyla ve canıyla kazandı. Halkımız, Kurtuluş Savaşı’nda ilk proletarya devleti olan Sovyetler Birliği’nden büyük destek gördü. Proleter devrimleri ve milli kurtuluş savaşları çağının ilk kurtuluş mücadelesini (abç) veren Türkiye halkları, Asya’nın bütün ezilen halklarının yardımını ve sevgisini kazandı. Onlara cesaret ve umut verdi.”
“Proleter devrimleri ve milli kurtuluş savaşları çağının ilk kurtuluş mücadelesi”! Bu ifadede Kemalizm hayranlığı kendisini bir kere daha ele veriyor. Mao Zedung yoldaşın “Kemalist devrimin, proleter devrimleri çağında yer almasına rağmen, dünya proleter devrimlerinin bir parçası değil, eski burjuva demokratik devrimlerinin bir parçası olduğu” yolundaki açık ve kesin ifadesine rağmen ve bu ifade Program Taslağı’nın yazarına tekrar tekrar hatırlatıldığı halde, yine de Kemalist devrimi, dünya proleter devriminin bir parçası imiş gibi gösteren yukarıdaki formülasyon, Taslağa girmiştir.
Üstelik, “proleter devrimleri çağı”na, bir de “milli kurtuluş savaşları” ibaresi eklenerek! Aynı şey 11. maddede de tekrarlanıyor: “Büyük Ekim Devrimi’nden sonra açılan proleter devrimleri ve milli kurtuluş savaşları çağı”. Sözkonusu çağa özelliğini veren şey, milli kurtuluş savaşları mıdır? O çağda milli kurtuluş savaşlarının yer almış olmasına bakarak böyle bir şey söylenebilir mi? Hayır, söylenemez. Çağımızda da, hem de o yıllardakinden çok daha yaygın ve çok daha güçlü olarak milli kurtuluş savaşları yer aldığı halde, milli kurtuluş savaşları çağında olduğumuzu söylemiyoruz. “Emperyalizmin toptan çöküşe ve sosyalizmin dünya çapında zafere ilerlediği çağdayız” diyoruz. Çünkü, çağımızı diğer tarihi dönemlerden ayıran en karakteristik özellik budur. Doğu’da milli kurtuluş hareketleri, 1905’lerden itibaren başlamış ve bütün Asya’yı kasırgası içine almıştır. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra ise, yeni olan şey, karakteristik olan şey, burjuva önderliğinde devrimlerin sona ermesi, burjuvazinin dünya çapında gerici çizgiye kayması, devrimden korkar hale gelmesi, buna karşılık proletaryanın devrimci eyleminde büyük bir yükselmenin ortaya çıkması, Doğu’da eski tip burjuva-demokratik devrimlerinin sona ermesi, proletarya önderliğinde yeni tip demokratik devrimlerin başlaması ve bunların Sosyalist Sovyetler Birliği’yle birleşmesidir. 1917 Ekim Devrimi ile başlayan yeni tarihi döneme özelliğini veren ve damgasını vuran şeyler bunlardır. Bu yüzden, sözkonusu tarihi dönem, “milli kurtuluş savaşları çağı” değil, “proleter devrimleri çağı”dır.
Çağımız, “proleter devrimleri ve milli kurtuluş savaşları çağı” olduğuna göre ve Kemalist devrim, bir milli kurtuluş savaşı olduğuna göre, eh, Kemalist devrim o tarihi dönemde yer alan devrimlerin bir parçası, normal ve tipik bir örneğidir. Mao Zedung yoldaş, Kemalist devrime, “eski tip burjuva-demokratik devrimlerinin bir parçasıdır” demekle, bir istisna saymakla hata etmiştir (!) İşte varılan harika sonuç!
Hem, yukarıda öyle bir ifade kullanılmıştır ki, sanki övgü yağdırılan halk değil, burjuvazidir. Zaten ifadenin bütününün verdiği izlenim, Kemalist devrimin bir halk devrimi olduğudur.
“Türkiye halkları, Asya’nın bütün ezilen halklarının yardımını ve sevgisini kazandı. Onlara cesaret ve umut verdi”. Niçin, çıplak gerçek süslü ve gösterişli sözlere feda ediliyor? Halkımız, Kurtuluş Savaşı’na dişi ile, tırnağı ile, eti ile, kemiği ile katıldı! Kanını akıttı! Canını verdi! Ama, bağımsız bir kuvvet olarak değil; kaypak, tutarsız, korkak ve ikiyüzlü burjuvazinin ve toprak ağalarının arkasında katıldı! Bu yüzden, devrim, halkın kanı-canı pahasına başarıya ulaştığı halde, ona karakterini veren burjuvazi ve toprak ağalarıydı. Devrim bu sınıfların bütün pisliklerini, hastalıklarını bünyesinde taşıyordu! Halka karşı, işçilere, köylülere ve bir toprak devrimi imkanına karşı gelişiyordu. Yani devrim, içinde karşı devrimin tohumlarını taşıyordu ve bu tohumlar gittikçe filizleniyordu. Bu sebeple, “Asya’nın bütün ezilen haklarına” “cesaret ve umut” veren bir devrim hareketi sözkonusu değildir! Halklara Ekim Devrimi “cesaret ve umut” vermiştir; Çin Devrimi vermiştir; Vietnam Devrimi vermektedir. Çünkü bunlar ezilen halkların, emekçilerin zaferi ve kurtuluşu ile sonuçlanmıştır. Oysa Kemalist devrimin sonucunda, halk yine ezilen ve sömürülen, tahakküm edilen bir kitle olarak kalmıştır. Bu sonuç Asya’nın halklarından çok Asya’nın korkak burjuvazisine cesaret ve umut vermiştir. Çin’de burjuvazinin Kemalist devrimin bir benzerini kendi ülkesinde gerçekleştirmek için nasıl can attığını, Mao Zedung yoldaştan öğreniyoruz. Kemalist devrimin sonucundan “cesaret ve umut” bulan bir başka sınıf da, emperyalist ülkelerin mali-oligarşisidir. Bunlar, geri ülkelerdeki burjuva önderliğindeki milli devrimlerin sonuçlarını kendi emellerine alet etmenin “cesaret ve umudu” içindedirler. Devrimi, karşı-devrime dönüştürmenin “cesaret ve umudu” içindedirler. Ve Kemalist devrimin giderek vardığı nokta, bunların, burjuva önderliğindeki milli hareketlerden “cesaret” almakta ve gerici “umut”lara kapılmakta haklı olduklarını göstermiştir.
Bu açık gerçeği, süslü laflara feda etmek, sadece bir şeye, Kemalist devrimin gerçek karakterini gizlemeye, onun daha savaş içindeyken halka karşı gelişen ve iktidarın ele geçirilmesi ile hakim olan gerici yanını işçi sınıfının ve emekçi halkın gözünden saklamaya, burjuva önderliğindeki milli hareketlerle proletarya önderliğindeki milli hareketlerin arasındaki muazzam farkı unutturmaya yarar...
“9. Yurdumuzun kurtuluşu ve hürriyet uğruna uzun ve kanlı bir savaşta hiçbir fedakarlıktan çekinmeyen Türkiye’nin yiğit işçi ve köylüleri, teşkilatsız oldukları için milli ihtilalin önderliğini ele geçiremediler (abç) ve devrimi, sonuna kadar ilerletemediler.”
Önce, “işçilerin ve köylülerin önderliği” gibi şahane bir fikre ilk defa burada rastladığımızı belirtelim. Önderlik nedir? Önderlik, ideolojik, politik ve örgütsel önderliktir. Bu sebeple, bir sınıfın önderliği bir diğerini zaten imkansız kılar. İşçilerin ve köylülerin tek ve ortak bir ideolojisi, tek ve ortak bir politikası ve bu ideolojiyi benimseyen, bu politikayı uygulayan tek ve ortak siyasi örgütleri mi sözkonusudur? Köylüler, proletarya ile her bakımdan birleşen tek bir sınıf teşkil ediyorlar? Elma ile armutları toplamak, sapla samanı birbirine karıştırmaktır bu. Belli ki, yazar, ne dediğinin pek farkında değildir!
“İşçilerin ve köylülerin” önderliği ele geçirebilmeleri için ne gibi bir “teşkilat”a ihtiyaçları vardı ki, önderliği ele geçiremediler? Sendikalar, köylü kooperatifleri vb... cinsinden kitle örgütlerine mi? Mesela, Aydınlık ve İşçi-Köylü sayılarında hep övgü ile bahsedilen DİSK ve TÜTÜS cinsinden reformist kitle teşkilatlarına mı? Eğer, kastedilen bu cinsten kitle örgütleri ise, hemen belirtelim, bu teşkilatlar ancak “hükümete ve patronlara” karşı, “iktisadi mücadele” aracı olarak işe yarayabilirler ama, bir sosyal devrime önderlik aracı asla olamazlar. Bu, Leninizm’in alfabesidir. “İşçilerin ve köylülerin önderliği” (!) için değil ama, işçilerin önderliği için bir tek teşkilata, Komünist Partisine ihtiyaç vardır ve o da mevcuttur. Yani bu anlamda, işçiler ve köylüler “teşkilatsız” değildi! Fakat çok önemli bir şey eksikti. TKP’nin doğru bir politikası yoktu (burada, proletaryanın önderliği için objektif şartlar gibi bir zamanlar bizi çok meşgul eden anlamsız tartışmayı bir yana bırakıyorum. Birinci Emperyalist Dünya Savaşı’ndan ve Büyük Ekim Devrimi’nden sonra, proletarya önderliği için objektif şartların genel olarak bütün dünya açısından ve özel olarak Türkiye açısından mevcut olduğunu hepimizin kabul ettiğini farzediyorum). TKP, doğru bir çizgi izleyebilseydi, uzun süreli savaş içerisinde devrimin önderliği ele geçirilebilir, kararsız, tutarsız, korkak burjuvaziyi etkisiz hale getirebilir, halk ordusunu teşkil edebilir, işçi-köylü temel ittifakını ve bu temel ittifak üzerinde halkın birleşik cephesini gerçekleştirebilirdi! TKP’nin çizgisindeki sapmayı geriye bırakarak, burada kısaca şunu belirtelim: Program Taslağı’ndaki “işçiler ve köylüler teşkilatsız olduğu için devrimin önderliğini ele geçiremediler” şeklindeki muğlak ve hiçbir şey anlatmayan ifadenin altındaki gerçek sebep, yazarın Kemalizme karşı beslediği sempatiyi TKP’nin de beslemiş olmasıdır. Yazar, TKP’nin Kemalizm konusundaki sağ çizgisini eleştiremezdi, çünkü kendisi de aynı sağ çizgiyi paylaşmaktadır.
“9. Kurtuluş Savaşı’nın burjuva önderliği, ‘işçi ve köylülerin omuzları üzerinde kurduğu tak-ı zaferleri geçerek, tahtına sağlamca yerleşmek imkanını bulur bulmaz’ işçi ve köylüleri baskı altına alan bir diktatörlük kurdu.”
Kurulan diktatörlük, hangi sınıfları temsil ediyordu? Siyasi bakımdan bağımsız milli burjuva diktatörlüğü müydü? Yoksa komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının diktatörlüğü müydü? Bu nokta çok önemlidir ve Program Taslağı’nda yanlış şeyler söylenmiştir. Yukarıdaki soruya, biz biraz aşağıda cevap vereceğiz.
“10. Osmanlı sultanlığının ve komprador burjuvazinin Milli Kurtuluş Savaşı ile yıkılmasından sonra, iktidarı ele geçiren yeni Türk burjuvazisi, büyümek ve zenginleşmek için, ‘devlet eliyle milli burjuva yaratmaya’ girişti. Yeni Türk burjuvazisi bu yafta altında işçi ve köylüleri insafsızca sömürdü, feodal ağalarla ve emperyalizmle uzlaştı ve halkın nice fedakarlıklarla başardığı Kurtuluş Savaşımızın kazançlarını hovardaca harcadı.”
“Büyümek ve zenginleşmek için ‘devlet eliyle milli burjuva yaratmaya’ girişti”! Yeni Türk burjuvazisi, kendisi büyümek ve zenginleşmek istiyor, fakat bu amaçla, ‘milli burjuva yaratma’ya girişiyor. Bu tahlil açıktır ki, Mihricilikten miras kalmıştır. M. Belli revizyonizmine göre, Kemalist hareket, “küçük-burjuvazinin en uyanık(!) kesimi olan, asker, sivil, aydın zümre”nin hareketidir. Bu zümre, devrime önderlik ederek, iktidarı ele geçirince bilgisizliğinden ve tecrübesizliğinden dolayı(!), “ayrıca Sovyetler Birliği”nde devrimin henüz rayına oturmamış ve gözle görülür bir başarı sağlayamamış olmasından(!) dolayı kapitalist olmayan kalkınma yolunu değil de, kapitalist kalkınma yolunu tuttu. Bu amaçla, “devlet eliyle milli burjuvazi yaratmaya” girişti. Ş. Hüsnü’nün kitabına yazdığı önsözde M. Belli şöyle diyor: “Müslüman Türklerden bir milli burjuvazi yaratarak kapitalist yoldan kalkınma hayaline kapılan Ankara hükûmeti...” (s. 15). Revizyonizmin zincirleme mantığının vardığı sonuç budur! Ve bu tez, sadece M. Belli’ye has değildir, Aren-Boran ve TKP revizyonistleri de başta Sovyet revizyonistleri gelmek üzere bütün modern revizyonistler de aynı boruyu üflüyorlar! Bunlar günümüzde de devrimin(!) bu yolla gerçekleşeceğini savunuyorlar! “Asker, sivil, aydın zümre” iktidarı alacak, artık dünyada sosyalizm (gerçekte sosyal emperyalizm kastediliyor) güçlü olduğu için, bunlar kapitalist kalkınma yolunu değil, kapitalist olmayan kalkınma yolunu tutacaklar ve ülkemiz tıpış tıpış sosyalizme(!) ulaşacak! İşte bu “devrim” yolu anlayışına sahip olanların, Kemalist harekete yönelttikleri “devlet eliyle milli burjuva yaratmak” eleştirisi, Program Taslağı’na da bulaşmıştır.
“Devlet eliyle milli burjuva yaratmak” tahlili, Kemalist hareketin yanlış bir tahlilinden ve sakat bir devrim(!) anlayışından doğduğu gibi, Leninist devlet teorisinin de inkarıdır. Devlet, hakim olan sınıfın veya sınıfların baskı ve sömürü aracıdır. Devlet gücünü elinde tutan sınıf, onu, kendi sınıf amaçları için kullanır. Yeni bir sınıf yaratmak için değil! Devlet gücünün, onu elinde tutanlar tarafından, bir başka sınıf veya zümre yararına kullanıldığını iddia etmek, devletin sınıfsal karakterini unutmak, devletin tarihi rolünü ve fonksiyonunu unutmak, ona sınıflar dışı veya sınıflarüstü bir karakter izafe etmek olur.
“10. ... Halkımız üzerindeki burjuva diktatörlüğü, yurdumuzu giderek emperyalist boyunduruğuna teslim etti. Feodal ağalarla ittifak kuran büyük burjuvazi, Kürt halkına karşı da milli baskı ve eritme politikası uyguladı. “17. ‘Milli burjuva yaratma’ politikasıyla semiren yeni Türk burjuvazisinin içinden çıkan işbirlikçi büyük burjuvazi, özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren hızla gelişti ve emperyalizmle işbirliğini adım adım yoğunlaştırdı.
“18. Amerikan emperyalizmi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Truman Doktrini ve Marşal Planı ile, ‘askeri ve ekonomik yardım’ adı altında yurdumuz üzerindeki boyunduruğunu ağırlaştırdı. Savaş sırasında vurgunculukla palazlanan büyük burjuvazi, uluslararası sermayenin kanatları altına iyice girdi ve savaş yıllarındaki yüksek tarım fiyatı politikasıyla gelişmiş olan toprak ağalarıyla ittifakını güçlendirdi. Bu gerici ittifak, kendini CHP’nin devlet kapitalizminin bürokratik kösteklerinden kurtarmak için DP’ye ağırlık vererek, iktidarını, bu partiyle devam ettirdi.”
Milli burjuva önderliğinde, Kurtuluş Savaşı’yla sultanlığın ve komprador burjuvazinin yıkılması -milli burjuvazi iktidarı dönemi-, milli burjuvazinin içinde “milli burjuvazi yaratmak politikasıyla” işbirlikçi büyük burjuvazinin türemesi -işbirlikçi büyük burjuvazinin emperyalizmle işbirliğine girişmesi ve feodalizmle ittifak kurması-, sonra bu gerici ittifakın DP’yi kurması ve iktidarını bu partiyle sürdürmesi: Tezler bunlar.
Bu tezler, birinci olarak, Kemalist burjuvazinin, Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren toprak ağalarıyla ittifak halinde olduğunu, gözlerden saklamaktadır.
İkinci olarak, Kemalist iktidarı siyasi bakımdan bağımsız milli burjuva iktidarı olarak görmektedir. Kemalist Türkiye’nin iktisadi bakımdan yarı-sömürge, siyasi bakımdan yarı-bağımlı olduğunu, yani Türkiye’nin başından itibaren emperyalizmin boyunduruğu altında olduğunu görmemektedir. Yani komprador burjuvaziyle toprak ağaları diktatörlüğü altında olduğunu gözlerden saklamaktadır.
Üçüncü olarak, Taslak komprador burjuvazi ve toprak ağaları ittifakını tek ve homojen bir cephe olarak görmektedir. Bu gerici ittifak, önce CHP içinde gerçekleşiyor (ne zaman gerçekleştiği belli değil), sonra DP’de devam ediyor.
Dördüncüsü, Kemalist burjuvazinin, kendi hizmetinde devlet tekelleri kurması, bu tekeller yoluyla rekabeti geniş ölçüde ortadan kaldırarak halk kitlelerini soyup soğana çevirmesi, bu yolla büyük servetler ve sermayeler yığması, “devlet eliyle milli burjuva yaratma” olarak değerlendirilmektedir. Modern revizyonistlerin bu konudaki tezleri aynen benimsenmektedir.
Kemalist devrim, bu devrimin sınıf karakteri, sonuçları, Kemalist Türkiye’de hakim olan sınıflar, bu sınıflar arasındaki mücadele vb. hakkındaki görüşlerimizi ayrı bir yazıda toparladık. Burada, sözkonusu yazının belli başlı noktalarını özetlemekle yetiniyoruz. 1) Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir.
Devrimde, hem komprador Türk büyük burjuvazisi, hem de milli karakterdeki orta burjuvazi yer almıştır.
2) Devrimin önderleri, daha anti-emperyalist savaş yıllarında iken, İtilaf emperyalizmi ile el altından işbirliğine girişmişler; emperyalistler Kemalistlere karşı hayırhah bir tutum takınmış, bir Kemalist iktidara rıza göstermeye başlamıştır.
3) Kemalistler, emperyalistlerle barış imzaladıktan sonra bu işbirliği daha da koyulaşarak devam etmiş, Kemalist hareket “özünde köylülere ve işçilere, bir toprak devrimi imkanına karşı” gelişmiştir.
4) Kemalist hareketin sonucunda, Türkiye’nin sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal yapısı, yarı-sömürge ve yarı-feodal yapı ile yer değiştirmiştir. Yani yarı-sömürge ve yarı-feodal iktisadi yapı devam etmiştir.
5) Sosyal alanda, eski komprador büyük burjuvazinin ve eski bürokrasinin, ulemanın hakim mevkiini, milli karakterdeki orta burjuvazi içinden palazlanan ve emperyalizmle işbirliğine girişen yeni Türk burjuvazisi, eski komprador Türk büyük burjuvazisinin bir kesimi ve yeni bürokrasi almıştır. Eski toprak ağalarının, büyük toprak sahiplerinin, tefecilerin, vurguncu tüccarların bir kısmının hakimiyeti devam etmiş, bir kısmının yerini yenileri almıştır. Kemalist iktidar bir bütün olarak, milli karakterdeki orta burjuvazinin çıkarlarını temsil etmemekte; yukarıdaki sınıf ve zümrelerin menfaatini temsil etmektedir.
6) Politik alanda, hanedanlık çıkarlarıyla birleştirilmiş olan meşrutiyet idaresinin yerini, yeni hakim sınıfların çıkarlarına en iyi cevap veren idare, burjuva cumhuriyeti almıştır. Bu idare, sözde bağımsız, gerçekte ise siyasi bakımdan emperyalizme yarı-bağımlı bir idaredir.
7) Kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür.
8) “Kemalist Türkiye bile gittikçe daha çok bir yarı-sömürge ve gerici emperyalist dünyanın bir parçası haline gelerek nihayet kendini İngiliz-Fransız emperyalizminin kucağına atmak zorunda kalmıştır.”
9) Kurtuluş Savaşı’nı takip eden yıllarda, devrimin baş düşmanı Kemalist iktidardır. O dönemde, komünist hareketin görevi, hakim mevkiini kaybeden eski komprador burjuvaziye ve toprak ağaları kliğine karşı Kemalistlerle ittifak değil (böyle bir ittifak zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiştir), komprador burjuvaziyi ve toprak ağaları kliğini temsil eden Kemalist iktidarı devirmek, yerine işçi sınıfı önderliğinde ve işçi-köylü temel ittifakına dayanan demokratik halk diktatörlüğünü kurmaktır. 10) Türkiye’de Kurtuluş Savaşı’nın sonundan itibaren komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları iktidara hakimdir. Fakat komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları iki büyük siyasi kliğe ayrılmıştır. İktidara ve devlet mekanizmasına hakim olan klik, önce İngiliz-Fransız emperyalizminin, 1935’lerden itibaren de Alman emperyalizminin işbirlikçiliğini yapmıştır. İkinci Dünya Savaşı öncesine kadar, genel olarak orta burjuvazi de bu kliğin peşinde harekete katılmıştır.
11) İkinci Emperyalist Dünya Savaşı yıllarında Alman işbirlikçisi hakim klik, koyu bir faşizm uygulamasına ve vurgunculuk politikasına girişmiştir. Bu klik, içerde, işçi sınıfı dahil bütün demokratik güçlere, dışarda da, SSCB’ye ve İngiliz-Amerikan-Fransız blokuna karşı, Alman faşistlerinin safında yer almıştır. Fakat dünyadaki güçler dengesi ve SSCB’nin varlığı, bunların Alman faşistlerinin safında savaşa katılmasına engel olmuştur.
12) Öte yanda, daha sonra DP ve MP içinde örgütlenen komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının muhalif kliği, bunun peşinde de, o zamana kadar CHP saflarında tali bir unsur olarak yer alan reformcu orta burjuvazi ve diğer demokratik unsurlar yer almıştır. TKP de bu kliğin kuyruğuna takılmıştır. Bunlar dünya çapındaki Amerikan-İngiliz-Fransız blokuyla ve SSCB ile ittifak kurmuşlardır. 2. Dünya Savaşı, Alman faşistlerinin ve müttefiklerinin yenilgisiyle bitince, Türkiye çapında da bu blok güçlenmiştir. Fakat savaş sona erer ermez, ABD emperyalizminin başını çektiği emperyalist blok, “demokrasi” bayrağı altında gericiliğin ve anti-komünizmin başına geçmiştir. Türkiye’de de ABD emperyalizminin desteğiyle ve CHP’nin Almancı faşist diktatörlüğüne, halkın ve demokratik unsurların duyduğu nefret ustalıkla kullanılarak 1950’de DP iktidara getirilmiştir.
13) Böylece, Alman emperyalizminin uşağı olan komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarının yerini, ABD emperyalizminin uşağı olan komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarı almıştır. Sözkonusu olan şey, “savaş sırasında vurgunculukla palazlanan büyük burjuvazinin”, “uluslararası sermayenin kanatları altına iyice girmesi” değil, Alman emperyalizminin “kanatları”nın yerini, ABD emperyalizmin “kanatları”nın alması, Alman uşağı gericilerin yerini de, ABD uşağı gericilerin almasıdır.
14) Proletaryanın ve küçük-burjuvazinin muhalefetini kendi bendinde boğan kararsız orta burjuvazi, bu muhalefeti bir müddet DP’nin kuyruğuna taktıktan sonra, DP’nin faşizan uygulamaları karşısında, tekrar muhalefetteki CHP katarına katılmıştır. Proletarya önderliğinde, bağımsız ve güçlü bir halk hareketinin yaratılamamış olması, işçi sınıfının, emekçi halkın ve demokratik unsurların muhalefetinin komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliklerinin kâh birini, kâh diğerini iktidara getirmeye yarayan bir kaldıraç gibi kullanılmasına yol açmıştır.
15) Muhalefette iken, “demokrasi” havarisi kesilen komprador büyük burjuvazi ve toprak ağası klikleri, iktidara geçtikleri zaman, en azılı halk düşmanı kesilmişlerdir.
Ülkemizin tarihi gerçekleri bunlardır.
“19. 1950’den sonra emperyalist sermayenin Türkiye’de de daha dolu dizgin at oynatması...”
Doğrusu şöyledir: 1950’den sonra ABD emperyalizminin Türkiye’de dolu dizgin at oynatması... Çünkü 1950’den sonranın özelliği, emperyalist sermayenin daha dolu dizgin at oynatması değil, ABD emperyalizminin Türkiye’ye hakim olmasıdır. ABD emperyalizminin bu yıllarda Türkiye’ye soktuğu sermayenin, önceki yıllarda Türkiye’ye sokulan emperyalist sermayeye nispetle çok daha fazla olduğu da doğrudur. Bu da işin ikinci yönüdür. Gerek bu maddede, gerekse bundan sonraki maddelerde hep “emperyalizm” kelimesi kullanılıyor! Bu ifade, emperyalizmin Türkiye’de çok öncelerden beri hakim olduğunu gizliyor! “Emperyalizm” yerine, “ABD emperyalizmi” denmelidir.
“Hareketimiz, ihtilâlci işçi sınıfı hareketinin gerçek mirasçısıdır” (abç).
“12. ... TKP, işçi sınıfımızın ihtilâlci hareketini yurt çapında kucakladı...” (abç).
“İhtilâlci işçi sınıfı hareketi” veya “işçi sınıfımızın ihtilâlci hareketi”nden kasıt komünist harekettir.
Burada, komünist kavramının kullanılmasından titizlikle kaçınıldığını görüyoruz. Komünist kavramına karşı aynı soğuk tutum, partinin adı konusunda da gösteriliyor. Bu 1920’lerde Şefik Hüsnü’lerin bulunduğu noktadan bir adım geri atmaktır. Bu, halkımızın bazı geri kesimleri üzerindeki gerici şartlandırmalara boyun eğmektir. Bunları ileri çekmek yerine, kendini bunların durumuna uydurmaktır.
İkinci olarak, “İhtilâlci işçi sınıfı hareketi” tabiri, komünist hareketi değil, işçi sınıfının kitlevi hareketlerini akla getirmektedir. O zaman, sanki TKP kurulur kurulmaz ülke çapında, işçi sınıfının bütün kitlevi hareketlerine, gösterilerine vs. önderlik edecek hale gelmiş gibi bir anlam çıkmaktadır. Seçilen ifade bu bakımdan da mahzurludur.
“12. ... Bütün dünyada olduğu gibi yurdumuzda da işçi sınıfımız, kendi Leninist partisini kurdu... TKP, işçi sınıfımızın ihtilâlci hareketini yurt çapında kucakladı ve uluslararası proletaryanın Türkiye’deki öncü müfrezesi olarak mücadeleye atıldı (abç).
“13. TKP, Milli Kurtuluş Savaşı’na var gücüyle katıldı. Türkiye komünistleri, halkın safında fedakarca çarpıştılar, milli ihtilâlin, işçilerin ve köylülerin menfaatleri yönünde ilerlemesi için mücadele ettiler. Fakat TKP, Kurtuluş Savaşı’nda işçi ve köylüleri teşkilatlayıp parti önderliğinde halkın silahlı gücünü yaratmayı başaramadı.
“14. TKP, Kurtuluş Savaşı yıllarından sonra burjuva iktidarının ağır baskı ve takibini alt edemedi. Marksizm-Leninizmi yurdumuz şartlarıyla yaratıcı bir şekilde kaynaştırıp emekçi yığınlar içinde kök salmayı başaramadı ve işçi-köylü yığınlarını silahlı mücadele yolunda seferber edemedi.
“Bununla beraber Şefik Hüsnü ve Mustafa Suphi gibi komünizm davasına sadık fedakar önderlerin yönettiği TKP, her türlü baskıya göğüs gererek proletaryanın bayrağını daima yüksek tutmaya çalıştı; Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı gibi önderlerini bu uğurda şehit verdi; Marksizm-Leninizme ve proleter enternasyonalizmine daima bağlı kaldı; oportünizmle ve Troçkizm gibi ihanet akımlarıyla durmadan mücadele etti ve halkımıza hizmet yolunda yılmadı.
“15. Leninist örgütlenme esaslarını uygulamadığı için 1951’de çökertilen TKP’nin yönetimi, 1960’dan sonra Yakup Demir revizyonistleri tarafından gaspedildi. Parti bundan sonra yurt dışında Kruşçev-Brejnev modern revizyonist kliğinin kuklası bir burjuva kulübü haline getirildi.
“... Bu burjuva kulübünün, taşımakta olduğu ‘TKP’ adıyla gerçekte hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü Yakup Demir revizyonist kliği, TKP’nin devrimci geçmişine ihanet eden, komünizm adı altında revizyonizmi savunan ve burjuvazinin menfaatlerini güden bir sahtekarlık şebekesidir.
“16. Hareketimiz, uluslararası proletaryanın büyük önderleri Marks-Engels-Lenin ve Stalin’in ihtilâlci yolunda mücadele vermiş olan Şefik Hüsnü’lerden devraldığı kızıl sancağı, Türkiye işçi ve köylülerinin elinde daha yükseklere kaldırmak azmini bütün halkımıza açıklar.
“Hareketimiz... TKP’nin devrimci geçmişinin gerçek mirasçısı olduğunu ilan eder.”
TKP hakkında, Program Taslağı’nda söylenen şeyler bunlar. Bu görüşlere birkaç bakımdan katılmıyoruz.
Bir kere Taslakta, TKP hakkında ileri sürülen görüşler, akıl almaz çelişkilerle doludur. Yuvarlak ve demagojik ifadeler bir yana bırakılırsa, TKP hakkında söylenen olumlu şeyler, onun “mükemmel bir komünist hareket” ilan edilmesine yeter de artar bile. “Leninist bir örgüt” olmak, “Marksizm-Leninizme bağlı kalmak”, “proleter enternasyonalizmine daima bağlı kalmak”, “oportünizm ve Troçkizm gibi ihanet akımlarıyla durmadan mücadele etmek”, son derece mükemmel bir komünist hareketin nitelikleridir.
Fakat, yine Program Taslağı’na göre, TKP’yi oportünist ve revizyonist bir parti ilan etmemek mümkün değildir. “Marksizm-Leninizmi yurdumuz şartlarıyla yaratıcı bir şekilde kaynaştıramamak”, “yığınlar içinde kök salmayı başaramamak”, otuz küsur yıllık legal ve illegal faaliyet dönemi boyunca “yığınları silahlı mücadele yolunda seferber edememek ve halkın silahlı gücünü yaratamamak”, “Leninist örgütlenme esaslarını uygulamamak” ve bütün bunlardan dolayı da “çökertilmek”, su katılmamış bir revizyonist hareketin nitelikleridir.
Bir parti, bir yandan revizyonizmin ve oportünizmin bütün hastalıklarıyla sakatlanmış olacak, öte yandan, bu parti “Marksizm-Leninizme bağlı kalmış” olacak, “oportünizmle mücadele etmiş” olacak, “Leninist parti” olmakta devam edecek. Bu, en hafif deyimi ile, Marksizm-Leninizmin ne olduğunu, oportünizmin ne olduğunu, Leninist partinin ne olduğunu anlamamaktır. “Ülke şartlarıyla kaynaşmayan”, ondan kopuk bir “Marksizm-Leninizm”! “Yığınlar içinde kök salmayı başaramayan”, “Leninist örgütlenme esaslarını uygulamayan”, “teori ve pratiği kaynaştıramayan” bir “Leninist parti”! Çoğu zaman halkın silahlı mücadelesi için şartların son derece elverişli olduğu otuz küsur yıllık mücadele döneminde, “yığınları silahlı mücadele için seferber edememek ve halkın silahlı gücünü yaratamamak”, “teori ile pratiği kaynaştıramamak”, “yığınlar içinde kök salamamak”, “Leninist örgütlenme esaslarını uygulamamak”, “burjuva iktidarların ağır baskı ve takibini altedememek” ve “çökertilmek”; buna rağmen “oportünizmden” azade olmak, üstelik “oportünizmle durmadan mücadele etmiş” olmak! Bunlar aklın alacağı şey değildir. Miras hesaplarıyla bu denli vahim çelişkilere düşmek, bir komünist harekete asla yakışmaz!
TKP hakkında, şahsi görüşlerim şunlardır: TKP, M. Suphi yoldaşın önderliği altındayken Leninist bir partiydi. M. Suphi yoldaşın Kemalistler tarafından hunharca katledilmesinden sonra, partinin önderliği revizyonistlerin eline geçmiştir. Şefik Hüsnü, otuz yıllık önderliği boyunca, revizyonist bir çizgi izlemiştir. Şefik Hüsnü’nün önderliğindeki TKP, bir müddet, Türkiye’de devrimi “sosyalist devrim” olarak tesbit etmiş ve bunu da Kemalist iktidardan beklemiştir. Daha sonra “sosyalist devrim” şiarından vazgeçmiş, fakat bu kez de aynen Menşeviklerin mantığıyla, Kemalist iktidarın demokratik devrimin görevlerini tamamlamasını ve sosyalist devrim için yolu düzlemesini beklemeye koyulmuştur. TKP, köylülerin devrimci rolünü reddetmiştir. İşçi sınıfı önderliğinde, köylülere dayanarak demokratik halk devrimini başarmayı ve durmadan sosyalizme geçmeyi, yani Marksist-Leninist kesintisiz ve aşamalı devrim teorisini reddetmiştir. Ülkemizin somut gerçeği ile Marksizm-Leninizmin teorisini birleştirememiştir.
İşçi-köylü ittifakı yerine, sürekli olarak burjuvaziyle ittifakı ön plana çıkarmıştır. Silahlı mücadele yolunu reddetmiştir. Kemalist iktidara kölece bir bağlılık göstermiştir. Refik Saydam hükümetini destekleyecek kadar Marksizm-Leninizmden uzaklaşmıştır. Kemalist iktidarın, bütün azınlık milliyetlere, özellikle Kürt milletine uyguladığı amansız milli baskıyı, hatta kitle katliamlarını tasviple karşılamıştır. Mustafa Suphi yoldaşın ölümünden sonraki otuz yıllık dönemde TKP, bir reform partisi olmaktan ileri gidememiştir. Şefik Hüsnü’nün yazıları, Marksizm-Leninizmin alfabesi sayılacak en ilkel gerçekleri bile çiğnemektedir (Bak: Seçme Yazılar, Ş. Hüsnü, Aydınlık Yayınları).
TKP’nin çökertilmesi, revizyonist çizgisinin kaçınılmaz sonucudur. Yakup Demir, Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı gibi kaşarlanmış revizyonistlerle Mustafa Suphi yoldaşın ölümünden sonra TKP’nin izlediği çizgi arasında hiçbir fark yoktur. Gerek ideoloji ve politikası itibarıyla, gerekse örgütsel olarak TKP, Y. Demir, M. Belli, H. Kıvılcımlı revizyonistlerinde devam etmektedir. Yakup Demir kliği, Mustafa Suphi yoldaşın önderliğindeki TKP’nin çizgisine gerçekten ihanet etmiştir, ama TKP’nin daha sonraki çizgisini olduğu gibi devam ettirmektedir.
TKP mirasçılığı havada bir iddiadır. Bir komünist hareket, M. Suphi yoldaşın önderliğindeki TKP’nin mirasçısı olur, TKP saflarındaki militan işçi-köylü-aydın üyelerin kafalarında ve yüreklerinde taşıdıkları komünizm davasına derin inancın mirasçısı olur ama, TKP önderliğinin revizyonist çizgisinin mirasçısı olamaz.
Program Taslağı, “ne şiş yansın, ne kebap” mantığıyla kaleme alınmıştır.
“20. ... Gerici parlamentoyu bir hakimiyet aracı olarak kullanan emperyalizm ve işbirlikçileri...”
Yukarıdaki ifade, Marksist-Leninist devlet teorisine tamamen aykırıdır. Çünkü “emperyalizm ve işbirlikçilerinin” “hakimiyet aracı”, “parlamento” değil, devlet cihazıdır. Parlamentonun varlığı veya yokluğu, hakimiyet aracı olan devlet cihazının varlığı veya yokluğu demek değildir; bu devlet cihazının şu veya bu biçimde olması demektir, yani parlamento hakimiyet aracı olan devletin biçimiyle ilgili bir kurumdur. Nitekim hakim sınıflar, parlamentoyu bir kenara fırlatıp attıkları zaman da hakimiyetlerini devam ettirirler, hakimiyet araçlarını bir kenara fırlatıp atmış olamazlar. Sadece, onun biçimini değiştirmiş olurlar. Parlamentonun özü ve fonksiyonu nedir, bunu Lenin yoldaştan öğrenelim:
“Belirli bir süre için parlamentoda halkı yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek: Sadece meşruti parlamenter monarşilerde değil, en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü budur.” (Devlet ve İhtilâl, s. 61)
“Amerika’dan İsviçre’ye, Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e vb. kadar herhangi bir parlamenter ülkeyi düşününüz; asıl devlet işleri hep kulislerde yapılır; bu işler hep devlet daireleri, bakanlıklar, kurmay heyetleri tarafından yürütülür. Parlamentolarda, sadece ‘saf halkı’ aldatmak ereğiyle, gevezelikten başka bir şey yapılmaz. Bu o kadar doğrudur ki, burjuva-demokratik cumhuriyeti olan Rus Cumhuriyeti’nde bile, hatta gerçek bir parlamento kuracak zamanı bile bulmadan önce, parlamentarizmin bütün bu kusurları hemen ortaya çıktı.” (age, s.62).
Demek ki, en demokratik burjuva cumhuriyetlerinde bile, parlamentonun hakim sınıflar tarafından bir köşeye fırlatılması, iki şeyi değiştirecektir: Birincisi, “bir süre için, parlamentoda, halkı yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek” imkanı ortadan kalkacaktır. İkincisi de, hakim sınıfların temsilcileri, artık “parlamentolarda... ‘saf halkı’ aldatmak ereğiyle, gevezelik” yapamayacaklardır. Ama, hakim sınıfların hakimiyet araçları ortadan kalkmayacaktır.
Komünistler, elbette, “baskı biçiminin şöyle ya da böyle olmasının, proletarya bakımından önem taşımadığını” düşünmezler;
“Sınıf mücadelesinin ve sınıfları baskı altında tutmanın daha geniş, daha serbest, daha özgür bir biçimi[nin], proletaryanın, genel olarak sınıfların ortadan kalkması için yürüttüğü mücadeleyi önemli derecede kolaylaştıracağını” bilirler (age, s. 103). Bu nedenle, “özellikle şartların devrim için uygun olmadığı durumlarda, burjuva parlamentarizmi ‘ahır’ından yararlanırlar”, “ama aynı zamanda, parlamentarizmin gerçekten proleter ve devrimci bir eleştirisini yapmayı da bilirler” (age, s. 61).
Biz, konuyla ilgili olmadığı için özel olarak Türkiye’de parlamentarizmin mahiyeti ve ondan yararlanılıp yararlanılmayacağı üzerinde durmuyoruz.
Program Taslağı, parlamentonun özünü ve fonksiyonunu kavrayamamış, “gerici parlamento” dediği şeyi, bizzat devlet cihazının yerine koymuştur. Taslağa göre, parlamentonun mevcut olmadığı bir faşist diktatörlüğü, artık hakim sınıfların “hakimiyet aracı”nın yani devlet cihazının bulunmadığı (!) bir sistem olarak görmek gerekir ki, Marksist-Leninist devlet teorisi açısından tamamen yanlış, pratik mücadele açısından da son derece zararlıdır.
“20. ... Türk askeri, kurtuluş savaşı veren Kore halkına karşı... savaşa sürüldü.”
Buradaki “Türk askeri” tabiri iki bakımdan yanlıştır.
Birincisi, savaşa sürülenler sadece “Türk” olan askerler değildir, hatta çoğunlukla “Türk” değildir. Türk hakim sınıfları, Kore’ye gönderilenlerin azınlık milliyetlerden ve en çok da Kürtlerden seçilmesine özellikle dikkat göstermiştir. Türk şovenizmi ve milli baskı bu konuda da kendini göstermiştir. Doğu Anadolu’nun Kürt köylülerinden birçoğunun Kore’ye gidip dönmediğini, bizzat köylülerden dinledik.
İkincisi, “Türk askeri” tabiri ile Program’da anlatılmak istenen şey, anlatılamıyor! Esas belirtilmek istenen şey, bizim emekçi halkımızın, emperyalistlerin ve uşaklarının menfaatleri uğruna, haklı bir dava için çarpışan başka bir halkın üzerine sürüldüğüdür; bir halka, başka bir halkın kırdırılmak istendiğidir. Taslağı kaleme alan arkadaşın, bunu belirtmek isteyip istemediğini bilmiyorum ama, bence bu belirtilmelidir. Oysa, “asker” tabiri bu fikri ifade etmiyor; gerici orduyu ve genel olarak bu ordunun mensuplarını hatırlatıyor. Bunun yerine, “silah altına alınan emekçiler...” veya “Türkiye emekçileri...” veya “Türkiye’nin işçi ve köylüleri...” gibi bir ifade kullanmak, her iki bakımdan da daha doğru olurdu.
“20. ... emperyalizm ve işbirlikçileri, halk yığınlarına boyun eğdirmek için kendi çöküşlerinin çürüyen ideolojisini ve kültürünü yaydılar...”
Çöküşün ideolojisi ve kültürü olmaz. İdeoloji ve kültür, emperyalizm ve işbirlikçilerinindir. Bu ideoloji ve kültür, çöküşün ifadesi olabilir; çöküşü yansıtabilir vs. “Kendi çöküşlerinin ifadesi olan çürüyen ideolojisini...” veya “kendi çöküşlerini yansıtan çürüyen ideolojisini...” gibi bir ifade kullanılmalıydı. O zaman ifadenin dil ve mantık bakımından bir anlamı olurdu.
“21. Halk yığınları üzerindeki baskı ve sömürüyü her geçen gün şiddetlendiren siyasi ve iktisadi buhran, Amerikan uşağı DP iktidarının 27 Mayıs 1960’da yıkılmasıyla sonuçlandı.” Birincisi, “halk yığınları üzerindeki sömürü ve baskıyı şiddetlendiren”, “buhran” değil, DP iktidarıdır; “buhran”, bu baskı ve sömürünün şiddetlenmesine yol açar, şiddetlenmesini zorunlu kılar, DP iktidarını sömürü ve baskıyı şiddetlendirmeye zorlar vs.
İkincisi, “DP iktidarının 27 Mayıs 1960’da yıkılmasıyla” buhran sonuçlanmamıştır. Eğer 27 Mayıs, bugünkü sistemin buhranını sona erdirecek kerameti gösterseydi, bu bütün işçi sınıfı devrimcileri için yıkım, bütün gericiler için de bayram olurdu. Hatta orta burjuvazi bile, “sosyalizm” belası olmadan da, sistemi kazasız belasız devam ettirmenin yolu bulunduğu için, kendi reformist ütopyalarını bir bayrak gibi dalgalandırarak “zafer! zafer!” diye haykırırdı! Sömürücü sınıflar, Marks’ın, Engels’in, Lenin’in “kehanetlerinin” suya düştüğünü yüksek sesle bütün dünyaya ilan ederlerdi! Bütün gericiler, 27 Mayıs’ı kendilerine örnek edinirlerdi!
Şükür ki, 27 Mayıs böyle bir keramet gösteremedi; buhran sonuçlanmadı. Bugün de, bütün şiddetiyle devam ediyor. Üretim araçlarının mülkiyeti bir avuç sömürücü azınlığın elinde bulunduğu müddetçe de, ne iktisadi buhran, ne de onun sonucu olan siyasi buhran sonuçlanacaktır. Buhrana son verecek olan, muzaffer bir halk devrimidir. 27 Mayıs’ta buhranın sonuçlandığı iddiası, M. Belli, D. Avcıoğlu gibi sosyalizm maskeli burjuvalara yakışır. Onlara göre, eğer 27 Mayıs’tan sonra ordu, iktidarı elinde tutsa ve seçimlere gitmeseydi, artık Türkiye’de buhran muhran olmazdı(!). 12 Mart Muhtırası’na da gerek kalmazdı(!). Subaylar bunların parlak fikirlerini hesaba katmadıkları içindir ki, buhrandan ve karışıklıklardan kurtulamıyorlar(!). Sistemin temellerini muhafaza etmek, fakat öte yandan, onu bütün hastalıklarından, iç çelişmelerinden kurtarmak! Orta burjuva reformcularına yakışacak gerici bir ütopya! Program Taslağı’na da, onlardan miras kalmış.
“21. ... 27 Mayıs hareketine karakterini veren orta burjuvazi, emperyalizme başından teslim olmuştu. İktidarı işbirlikçi büyük burjuvaziye ve toprak ağalarına bıraktı. Tarih bir kere daha gösterdi ki, emperyalizm ve işbirlikçilerinin iktidarını yıkacak biricik güç, proletarya önderliğinde halkın teşkilatlı gücüdür.
“Bununla beraber, 27 Mayıs’ın getirdiği 1961 Anayasası ile halkımız, sınırlı da olsa bazı demokratik haklar kazandı ve devrimci fikirlerin hızla yayıldığı elverişli bir ortam doğdu.”
27 Mayıs’a orta burjuvazinin katıldığı doğrudur. Ama bu harekete “karakterini veren” sınıfın orta burjuvazi olduğu asla doğru değildir. Çünkü, “karakterini veren” sınıf ifadesiyle, harekete önderlik eden ve iktidarı ele geçiren sınıf kastediliyor. “İktidarı işbirlikçi büyük burjuvaziye ve toprak ağalarına bıraktı” dendiğine göre, 27 Mayıs darbesinden sonra iktidarı “orta burjuvazi ele almıştır.” Öyle ya, bırakabilmesi için eline alması gerekir.
1965’de AP’nin tek başına iktidara gelmesiyle, orta burjuvazinin iktidardan indiği kastediliyorsa, Milli Birlik Kurulu (MBK) iktidarının ve koalisyon hükümetlerinin orta burjuvaziyi temsil ettiği kabul ediliyor demektir. Eğer, koalisyon hükümetleriyle birlikte orta burjuvazinin iktidarının sona erdiği kastediliyorsa, MBK iktidarının orta burjuvaziyi temsil ettiği kabul ediliyor demektir. Gerçekte ise, gerek MBK iktidarı dönemi, gerekse koalisyon hükümetleri dönemi, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarda olduğu dönemdir.
1950’de iktidardan düşen komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliği, DP iktidarının kendisine de yönelen faşist baskıları karşısında, “demokrasi” havariliğine çıkmış, orta burjuvazinin ve gençliğin bu yöndeki atılımını bir kaldıraç gibi kullanarak, 1960’da iktidarı tekrar ele geçirmiştir. Kitlelere yol gösterecek komünist bir önderlik olmadığı için, halkın muhalefeti, gerici kliklerden bazen birinin, bazen diğerinin peşine takılmış ve çarçur edilmiştir. CHP’ye hakim olan komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliği, iktidarı ele geçirdikten sonra, 27 Mayıs hareketi içinde önemli bir rol oynayan orta burjuvaziyi birdenbire karşısına almayı doğru bulmamıştır; orta burjuvazinin, 27 Mayıs Anayasasına da giren bazı sınırlı demokrasi taleplerini bu nedenle kabul etmiştir. 27 Mayıs hareketine önderlik eden ve sonunda iktidarı ele geçiren sınıf, CHP’ye hakim komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliğidir. Orta burjuvazi onun peşinde yedek kuvvet olarak yer almıştır.
Bizce 27 Mayıs hareketinin doğru tahlili budur.
“22. ... İşçi sınıfımız, Amerikancı AP iktidarına, patronlara ve Amerikan uydusu sarı sendikacılığa karşı verdiği sayısız mücadelede yiğitlik destanları yazdı. 15-16 Haziran 1970’de işçi sınıfımızın şahlanan mücadelesi patronların yüreğine korku saldı... Kozlu maden ocağında Mehmet Çavdar’ı, Gamak Fabrikasında Şerif Aygül’ü... ve daha nice yiğitleri şehit verdi.”
Birincisi, revizyonist-reformist TİP’in kontrol ettiği DİSK yöneticilerinin, işçi sınıfımızın devrimci mücadelesini reformizme batırdıkları da kısaca teşhir edilmeliydi. DİSK’le barış politikası, yani işçi sınıfı saflarındaki reformizmle barış politikası, öteden beri sürüp gelen bu politika, Program Taslağı’na da bulaşmış. Sıkıyönetimden sonra girdiğimiz yeni dönemde, eski dönemin yadigarı olan bu tür pislikleri, ne yazık ki sırtımızdan hâlâ atamamışız. İkincisi, Program’da ölen işçilerin isimlerinin sayılması çok gereksiz bir şey. Bunlar Program’ı zayıflatır. Daha aşağıda da ölen gençlerimizin isimleri sayılmış. O da gereksiz. Her geçen gün işçi, köylü, genç, aydın yeni arkadaşlar eksilecek aramızdan. Program, durmadan bunların gerisinde kalacak. Bunları tek tek Program’a koymaya imkan ve ihtimal yok! Bunun faydası da yok! Aksine zararları olabilir. Neden filan isim var da, şu isim yok gibi, kısır, verimsiz, tatsız tartışmalara yol açabilir. Ayrıca, daha ayrıntılı bir açıklamanın imkansız olduğu bir programda, her saftan, komünist, revizyonist, anarşist bütün saflardan isimlerin yan yana yer alması sadece kitlelerin bilincini bulandırmaya, onların hepsini bir ve aynı hareketin unsurları olarak görmelerine yol açar. Eğer her saftan kişiyi peş peşe sıralamakla, bunlara sempati duyan herkesin desteğinin kazanılacağı hesaplanıyorsa, bu basit bir politika oyunudur ve insanın ayağına dolaşır. Emperyalizme ve gericiliğe karşı döğüşürken ölen herkes, saygıya değerdir. Ama bu, bunların içindeki revizyonist ve anarşist unsurlarla komünistler arasına bir çizgi çekmememize asla yol açmamalıdır. Yoksa, daha da saygıya değer olan komünizme, halkın kurtuluşu davasına saygısızlık edilmiş olur. Ferdinand Lassalle’in Alman gericileri tarafından öldürülmesi, Marks’ın ve Engels’in onu eleştirmesine engel olmadı. Hem de Lassalle, o yıllarda Alman işçilerinin elinde bayrak olduğu halde. Değil Lassalle’in programda isminin geçmesi, onu yücelten bir marşın parti marşı olmasına bile karşı çıkıyorlar. Engels, Bebel’e yazdığı bir mektupta: “Lassalciler hiçbir fedakarlıkta bulunmadılar, muhafaza edebildikleri her şeyi muhafaza ettiler. Zaferlerini tamamlamak için de, siz parti marşı olarak, Audorf’un Lassalle’i yücelttiği o kafiyeli ahlak dersi veren boş cümlelerini kabul ettiniz” diyor.
Kaldı ki, ölülere övgünün de, sevginin de, saygının da, eleştirinin de yeri parti programı değildir. Bunun için özel broşürler çıkarılabilir, bildiriler dağıtılabilir, parti organlarında yazılar yazılabilir. Programı bir merasim meydanına çevirmenin bir gereği yoktur!
“10. ... Feodal ağalarla ittifak kuran büyük burjuvazi, Kürt halkına karşı da milli baskı ve eritme politikası uyguladı.”
“25. Yurdumuzda yaşayan altı milyon nüfuslu Kürt halkı, burjuva ve toprak ağası iktidarların ağır milli baskı ve eritme politikasına karşı mücadele bayrağını kaldırdı. Amerikancı iktidarların Kürt halkını yıldırmak için giriştiği en ağır zulüm ve işkencelere göğüs gerdi. Kürt halkının demokratik haklar, milliyetlerin eşitliği ve kendi kaderini tayin için giriştiği mücadele hızla güçlenmektedir, Türkiye’nin bütün işçi ve köylüleri bu mücadeleyi destekliyor. Türkiye halklarını birbirine düşman etmek ve ezmek amacını güden emperyalizmin ırkçılık politikası iflas etmekte ve halkları devrim yolunda birleştiren bağlar sağlamlaşmaktadır.”
“52. Hareketimiz, Kürt halkının kendi kaderini tayin ve isterse ayrı bir devlet kurma hakkını tanıdığını açıklar.
“Hareketimiz... Kürt halkının kaderinin Kürt işçi ve köylülerinin menfaati yönünde tayin edilmesi için çalışır.
“Hareketimiz, Kürt ve Türk halklarının devrimci birliği ve kardeşliğine düşmanlık güden her milliyetten gerici hakim sınıflarla ve onların bölücü politikalarıyla mücadele eder.”
1) “Milli baskı ve eritme politikası”! İlk önce “milli baskının” tümünden, sonra da milli baskının bir parçası olan “eritme” politikasından söz etmek ve bu ikisini bir ve ile birleştirmek gramere ve mantığa aykırıdır.
2) Milli baskı, sadece Kürt halkına karşı değil, burjuvazisi de dahil Kürt milletine karşı uygulanmaktadır. Ayrıca milli baskı, sadece Kürt milletine değil, bütün azınlık milliyetlere uygulanmaktadır. Program Taslağı, milli baskının sadece Kürt halkına uygulandığını ileri sürmekle, birinci olarak diğer azınlık milliyetlerin demokratik mücadelesine gözlerini kapamıştır. İkinci olarak da, şu iki yanlıştan birine düşmektedir: Ya bu Kürt halkı ifadesinin kapsamına Kürt burjuvazisi ve küçük toprak ağaları da dahil sayılmaktadır; o takdirde, baskılara karşı gelişen Kürt milli hareketinin burjuva-feodal karakteri gözlerden saklanarak, milli hareketle işçi ve köylülerin sınıf hareketi bir ve aynı görülerek, Kürt milliyetçilerinin çizgisine düşülmektedir. Ya da, Kürt halkı ifadesinin kapsamına, Kürt burjuvazisi ve küçük toprak ağaları dahil edilmemektedir; bu takdirde de Kürt burjuvalarının ve küçük toprak ağalarının milli baskılara karşı giriştiği mücadelenin ilerici karakteri toptan reddedilmekte, Türk milliyetçiliği çizgisine düşülmektedir.
3) Milli baskının amacı, “Kürt halkını yıldırmak” olarak gösterilmektedir ki, bu, doğru değildir; bu, sınıfsal baskının amacıdır. “Halkı yıldırma politikası”, bütün gerici iktidarların, milliyetine bakmaksızın bütün emekçilere karşı uyguladığı politikadır; Türk halkına da uygulanan politikadır. Onun dışında, sadece Kürt halkı değil, bütün Kürt milliyeti (bir avuç büyük feodal bey hariç), sadece “yıldırmak” için değil, aynı zamanda daha esaslı bir amacı gerçekleştirmek için de, “zulüm ve işkencelere” uğratılır. Bu amaç nedir? Bu amaç en genel ifadesiyle, ülkenin bütün pazarlarının, maddi zenginliklerinin vb... rakipsiz hakimi olmaktır. Milli imtiyazlar sağlamak, devlet imtiyazını elinde tutmaktır. Bu amaçla, azınlık milliyetlerin dilleri yasaklanır, demokratik hakları gasbedilir, kitle katliamlarına girişilir vs. vs... Hakim ulusun burjuvazisi, “toprak bütünlüğünü” korumak, “dil birliğini sağlamak” için, elinden geleni yapar. Azınlık milliyetlerin emekçilerine yapılan baskı böylelikle, katmerli bir nitelik kazanır. Birincisi, emekçilerin kanını daha çok emmek için yapılan sınıfsal baskı; ikincisi, milli amaçlarla azınlık milliyetin bütün sınıflarına yapılan milli baskı.
Program, milli baskıyla sınıfsal baskıyı bir ve aynı şey olarak göstermekle, ya burjuvaziye ve küçük toprak ağalarına karşı, Kürt işçilerinin ve diğer emekçilerinin mücadelelerini örtbas etmektedir; ya da, Kürt burjuvalarının ve küçük toprak ağalarının milli baskıya karşı mücadelesinin ilerici niteliğini inkar etmektedir. Birinci sonuç, Kürt milliyetçilerinin, ikinci sonuç, Türk milliyetçilerinin işine yarar, ama her ikisi de Kürt ve Türk proletaryası ve emekçilerinin işine yaramaz.
4) Program Taslağı’nda, emperyalizmin, “Türkiye halklarını birbirine düşman etmek ve ezmek” amacıyla “ırkçılık politikası” güttüğü söyleniyor. Emperyalizmin “Türkiye halklarını birbirine düşman etmek ve ezmek” istediği doğrudur; ama bu amaçla ırkçılık politikası güttüğü yanlıştır. Irkçılık politikası, burjuvazinin siyasi bakımdan en geri kesimlerinin ve feodalizmin politikasıdır. Türk ırkçılığı, Türk burjuvazisinin siyasi bakımdan en geri kesimlerinin ve Türk toprak ağaları sınıfının politikasıdır. Kürt milletinin saflarında da ırkçılık politikası mevcuttur. Ve bu politika da, Kürt burjuvazisinin siyasi bakımdan en geri kesimlerinin ve bir kısım Kürt feodal beylerinin politikasıdır. Irkçılık politikasının kaynağı, sosyal temeli içerdedir. Emperyalizm, menfaatlerine el verdiği yerde bu sınıfların ırkçılık politikasını destekler, menfaatlerinin el vermediği yerde karşısına çıkar. Türkiye’de ABD emperyalizmi, menfaatine el verdiği için, Türk ırkçılığını kışkırtmakta ve desteklemektedir.
Emperyalizmin bizzat güttüğü ırkçılık politikası bambaşka bir şeydir. Emperyalist devletlerin, küçük milletleri ve devletleri ezmeleri, içişlerine burunlarını sokmaları, müdahalelerde bulunmaları, mesela faşist Hitler köpeğinin, Alman ırkının dünyaya hükmetmek için yaratıldığı zırvaları, ABD emperyalizminin ve Sovyet sosyal emperyalizminin, küçük devletlerin ve milletlerin içişlerine karışmaları, bütün bunlar da emperyalizmin ırkçılık politikasının tezahürleridir.
Program Taslağı’nın yanlış formülasyonu, yerli ırkçıların işine yarar. Çünkü, onların ırkçılık politikasına karşı yürütülecek mücadeleyi gözardı etmektedir.
5) Program Taslağı, “Kürt halkı”, “ağır milli baskı ve eritme politikasına karşı mücadele bayrağını kaldırmıştır” diyor. Yine Program Taslağı, “Kürt halkının giriştiği mücadele demokratik haklar, milliyetlerin eşitliği ve kendi kaderini tayin içindir” diyor.
Kürt hareketi, her şeyden önce, bir milli harekettir; bir halk hareketi değil. Onun için, milli baskılara karşı, “demokratik hakların”, “milliyetlerin eşitliği”, “kendi kaderini tayin” için girişilen milli hareketle, Kürt proletaryasının ve emekçilerinin, yani Kürt halkının sınıf hareketini ayırdetmek gerekir.
İkincisi, hiçbir milli harekette, o milletin burjuvazisinin ve milli harekete katılan toprak ağalarının talebi, MİLLİ BASKI’nın kaldırılması, DEMOKRATİK HAKLAR VE MİLLİYETLERİN EŞİTLİĞİ talepleriyle sınırlı kalmaz. Burjuvazi ve milli harekete katılan toprak ağaları, bu taleplerin daha da ötesine giderler. Onlar, kendi lehine eşitsizlik ve imtiyaz isterler. Başka milletlerin demokratik haklarını kendi lehine gasp etmek ister. Kendi pazarlarına ve maddi zenginliklerine, kendisi kayıtsız şartsız hakim olmak ister. Kendisinden daha zayıf ve güçsüz olanlara, milli baskı uygulamak ister. Kendi milliyetine mensup proleterleri ve emekçileri, diğer milliyetlere mensup emekçilerden ulusal çitlerle ayırmak ister. Proletaryanın ve demokratizmin uluslararası kültürünün yerine, kendi milli kültürünü geçirmek ister, kendi milliyetçiliğini güçlendirmek ister, kendi ulusal gelişmesi ve ulusal kültürü için mücadele eder. Kendiliğinden olan, zora ve eşitsizliğe dayanmayan “özümleme”ye, milletlerin kaynaşması yönündeki tarihi eğilime karşı çıkar vs. vs... Kürt milli hareketi içinde, bir kısım Kürt burjuvazisinin ve onunla ittifak halinde olan bir kısım küçük toprak ağalarının, yukardakilerine benzer gerici taleplerini ve emellerini görmemek mümkün değildir. Program Taslağı, Kürt halkının sınıf hareketiyle milli hareketi karıştırdıktan başka, Kürt milli hareketi içinde, bir kısım Kürt burjuvazisinin ve küçük toprak ağalarının kendi öz milliyetçiliğini güçlendirmeye yönelen eylemlerini de gözardı etmektedir.
Komünist hareket, bir devlet içindeki her milliyetten emekçi halkın sınıf hareketini kayıtsız şartsız destekler ve buna önderlik eder. Yine komünist hareket, bir devlet içindeki ezilen milliyetlerin ulusal boyunduruğa, ulusal eşitsizliğe ve imtiyazlara, devlet kurma imtiyazına karşı giriştiği mücadeleyi kayıtsız şartsız destekler. Ama, komünist hareket, ezilen milliyetlerin burjuvazisinin ve toprak ağalarının kendi üstünlükleri için mücadelesini desteklemez; milli baskılara karşı mücadeleyi, şeyhlerin, toprak ağalarının, mollaların vb... durumunun güçlenmesiyle bağdaştırma çabasında olanlara karşı mücadele eder. Program Taslağı, komünist hareketin bu görevini de, milli hareketi yanlış değerlendirmesi, halk hareketiyle aynı şey olarak görmesi sebebiyle gözardı etmektedir.
Üçüncüsü, “kendi kaderini tayin için” mücadele, ayrı bir devlet kurmak için mücadele demektir. Taslak Kürt halkının “kendi kaderini tayin için” yani ayrı bir devlet kurmak için mücadele ettiğini söylüyor. Bu iki bakımdan yanlıştır: Önce, ayrı bir devlet kurmak için mücadele, bugünkü şartlarda, halk hareketi değil, milli hareket olur. İkincisi de, henüz Kürt milli hareketi ayrı bir devlet kurmak için mücadele etmemektedir. Milli hareket içinde bazı kesimler, bu yönde niyetler taşıyabilir. Bu ayrı bir şeydir, milli hareketin ayrı bir devlet kurmak amacıyla yürütülmesi ayrı bir şeydir. Kuzey İrlanda’da bugün, bizzat ayrı bir devlet kurma amacıyla yürütülen bir milli hareket vardır. Ama, Türkiye’de böyle bir şey henüz ortaya çıkmış değildir. Türkiye’de, Kürt milli hareketi “kendi kaderini tayin hakkı” için, yani ayrı bir devlet kurma hakkı için mücadele ediyor. Ve biz bunu kayıtsız şartsız destekliyoruz, her dönemde de destekleyeceğiz.
6) Program Taslağı, “Kürt halkının mücadelesini”, yani “milli baskı ve eritme politikasına karşı” mücadeleyi, “demokratik haklar, milliyetlerin eşitliği ve kendi kaderini tayin için” mücadeleyi, “Türkiye’nin bütün işçi ve köylüleri destekliyor” diyor.
Tekrarlayalım:
Komünist hareket, a) Kürt emekçi halkının sınıf hareketini kayıtsız şartsız destekler ve ona önderlik eder. b) Komünist hareket Kürt milli hareketinde ilerici olan her şeyi, milli baskıya, imtiyazlara, eşitsizliğe karşı yönelen her şeyi destekler ve bu mücadeleye de önderlik etmek ister. c) Komünist hareket, milli hareket içinde, Kürt milliyetçiliğini güçlendirmeye yönelen eylemleri, istekleri vs... desteklemez ve buna karşı mücadele eder.
Program Taslağı’nın yukarıdaki ifadesi iki bakımdan yanlıştır: Birincisi, “Türkiye’nin bütün işçi ve köylüleri” bir yana, Türkiye’nin sınıf bilinçli proletaryası dahi, “kendi kaderini tayin için”, yani ayrı bir devlet kurmak için mücadeleyi her şart altında desteklemez. Komünist hareket, bu meseleyi her somut durumda, “sosyal gelişmenin ve sosyalizm için proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından yargılar” ve ona göre destekler veya desteklemez.
İkincisi, “Türkiye’nin bütün işçi ve köylüleri”nin, bugün Kürt milletinin en haklı ve ilerici isteklerini dahi desteklediğini iddia edemeyiz. Bu, arzu edilen bir şeydir ama gerçek değildir. Böyle bir iddia, Türk işçi ve köylüleri üzerindeki Türk milliyetçiliğinin derin izlerini görmezlikten gelmek olur; böyle bir iddia, Türk emekçileri üzerindeki hakim ulus milliyetçiliğinin izlerine karşı mücadele görevini unutmak olur.
7) Program Taslağı, “hareketimiz... Kürt halkının kendi kaderini tayin ve isterse ayrı bir devlet kurma hakkını tanıdığını açıklar” diyor.
Birinci yanlış şudur: Yine Kürt milletinin yerine Kürt halkı denmiştir. Milletin kendi kaderini tayin hakkıyla, halkın kendi kaderini tayin hakkı tamamen farklı şeylerdir. Milletin kendi kaderini tayin hakkı, ayrı bir devlet kurma hakkı anlamına gelir. Oysa, halkın kendi kaderini tayin hakkı, o halkın devrim yapma hakkı demektir. “Halkın kendi kaderini tayin hakkı” formülasyonu, Lenin yoldaşa karşı Buharin tarafından savunulmuştur (Bak: Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri, s. 277-278). “Halkın kendi kaderini tayin hakkını” savunmak, gerçekte, hakim milletin devlet kurma imtiyazını savunmak demektir. Ve hakim ulus milliyetçiliğidir.
İkincisi, “Kürt halkının kendi kaderini tayin...” denmiştir. Cümle, bu haliyle içinden çıkılamayacak derecede çapraşık ve mantıksız bir hal almıştır. “Kürt halkının kendi kaderini tayin...” demek, Kürt halkının devrimi demektir. Milli meseleyle ilgili bir program maddesinde, böyle bir şeyden bahsetmek saçmalık olur. “...Kürt halkının kendi kaderini tayin (hakkını) ve isterse...” denseydi, cümle gramer ve mantık bakımından biraz daha düzgün olurdu.
Üçüncüsü, “kendi kaderini tayin hakkı”, zaten “ayrı bir devlet kurma hakkıdır”, başka bir şey değildir. Taslak, “kendi kaderini tayin hakkı”nı, başka bir şeymiş gibi gösteriyor. Cümle eğer şöyle olsaydı doğru olurdu: “Kendi kaderini tayin hakkını, yani ayrı bir devlet kurma hakkını...” Bu takdirde de yine “halk” yerine “millet” demek gerekirdi.
Program maddesi, yukarıdaki haliyle şunu diyor: “Hareketimiz, Kürt halkının [devrim] ve isterse ayrı bir devlet kurma hakkını tanıdığını açıklar” ve bu haliyle Program, milli meseleye çözüm getirmek bir yana sadece saçmalamış oluyor.
8) Program Taslağı, “hareketimiz... Kürt halkının kaderinin Kürt işçi ve köylülerinin menfaati yönünde tayin edilmesi için çalışır” diyor.
Bu da, hiçbir şey dememiş olmaktır. “Kürt halkının” değil de, “Kürt milletinin” denseydi, cümle yine saçma olurdu. Çünkü, bir milletin “kaderinin tayin edilmesi” ifadesi, “tayin etme” işinin dışarıdan yapılması anlamına gelir. Yani Kürt milletine, dışarıdan müdahaleyle “ayrı bir devlet kurdurulması” anlamına gelir ki, bu, birinci olarak “Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkının” açıkça yok edilmesidir. İkinci olarak da, Program, Kürt milletinin ille de ayrı bir devlet kurmasını şart koşmuş olur ki, bu da tamamen saçma bir şeydir. Kürt milleti, kendi kaderini tayin hakkını kullanır veya kullanmaz, bu o milletin bileceği bir şeydir. Dışarıdan tespit edilemez.
Ayrıca, Kürt milletinin, ayrı bir devlet kurmak istemesi halinde, komünistler bunun, işçilerin ve köylülerin menfaati yönünde olmasını elbette isterler. Ama, Kürt işçi ve köylülerinin menfaatine aykırı bile olsa, Kürt milleti ayrı bir devlet kurmak istiyorsa, komünistler onun karşısına asla güçlük çıkarmazlar, zor kullanmayı kesinlikle reddederler ve Kürt milletinin ayrılma isteğine razı olurlar.
Yukarıdaki madde, bir yığın anlamsızlıklarla dolu. Ve sonuç olarak, Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını da ortadan kaldırıyor.
9) Program Taslağı, “hareketimiz... her milliyetten gerici hakim sınıflarla ve onların bölücü politikalarıyla mücadele eder” (abç) diyor. “Bölücü politika” tabiri, son derece sakat ve zararlıdır. Bu tabiri, hakim sınıflar, kendi şoven politikalarına karşı çıkan herkese yapıştırıyorlar ve “bölücülüğü”, “toprak bütünlüğünü bölmek”, “ayrı bir devlet kurmak” anlamında kullanıyorlar. Komünistler, her milliyetten işçilerin ve diğer emekçilerin “birliğini” savunurlar. Toprakların birliğini veya devletin birliğini, her milliyetten emekçilerin birliğine hizmet ediyorsa savunurlar, etmiyorsa toprakların ve devletin bölünmesini, ayrılmasını savunurlar. “Toprakların birliği” veya “devletin birliği” sloganı, hakim ulusun burjuvalarının ve toprak ağalarının sloganıdır. Komünistler, her milliyetten “işçi sınıfının ve emekçi halkın birliği” şiarıyla, “toprakların ve devletin birliği” şiarını birbirinden kesin ve kalın çizgilerle ayırdetmek zorundadırlar. Yoksa, hakim ulusun milliyetçileriyle bir anda aynı paralele düşüverirler. Bu durum da, çeşitli milliyetlere mensup işçilerin ve emekçilerin birliğini kökünden baltalar. Program Taslağı, “bölücü politika” ifadesini terketmeli, hangi çeşit birlikten yana olduğunu açıkça belirtmelidir.
10) Taslakta yer alan, milli meseleyle ilgili yanlış olmayan, ama bir programda yer almasına da gerek olmayan pasajlar üzerinde durmuyoruz.
Özetlersek:
a) Program Taslağı diğer azınlık milliyetler üzerindeki milli baskıyı gözardı ediyor. b) Program Taslağı, Kürt hareketini bir milli hareket olarak değil, bir halk hareketi olarak görüyor ve Kürt milliyetçiliğine taviz veriyor. c) Program Taslağı, milli baskının sebeplerini yanlış tahlil ediyor. d) Program Taslağı, Türk işçi ve köylüleri üzerindeki Türk milliyetçiliğinin derin izlerini görmezlikten geliyor. e) Program Taslağı, “ulusların kendi kaderini tayin hakkını”, Buharin’in yaptığı gibi, “halkın kendi kaderini tayin hakkı” şekline sokuyor; “kendi kaderini tayin hakkını”, “ayrı bir devlet kurma hakkı”ndan başka bir şey olarak görüyor; milli meseleyle ilgili kavramları altüst ediyor; ve sonuç olarak Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını ortadan kaldırıyor.
Sonuç: Kürt milliyetçiliğine taviz veren bir Türk milliyetçiliği! Program Taslağı’nın özü budur.
“26. 1960-1970 arasında çeşitli oportünist akımlar, halkımızın mücadelesini tarihteki köklerinden ve Marksizm-Leninizmden koparmakta etken oldular.
“TİP’in oportünist yöneticileri, parlamento yoluna saplandılar, reformculuğu savundular. Burjuva yasalarına sığınarak emperyalizme boyun eğdiler ve partiyi eylemsiz bir burjuva aydın kulübüne çevirdiler.” “Tarihteki kökler”in ne olduğunu ve M. Belli, H. Kıvılcımlı ve Y. Demir revizyonistlerinin o “kökler”den ne derece “koptuklarını” gördük. Bu çürümüş kökleri söküp atmak yerine, ona Mao Zedung Düşüncesi’ni aşılamaya kalkışırsanız, sonuç, sıska gövdesi ve buruk meyvesiyle acayip bir ağaç olur. Şimdi böylesi ağaçlara, uluslararası Marksist-Leninist literatürde “modern revizyonizm” deniliyor.
Yukarıdaki ifadeden çıkan bir diğer anlam da, TİP’in “eylemsiz bir aydın kulübü” olarak doğmadığıdır. “Oportünist yöneticiler”in TİP’i sonradan bu hale çevirdiğidir. Hâlâ eski safsatalar devam ettiriliyor.
“29. Son çeyrek asır içinde, emperyalizmin ve gericiliğin halkımız üzerindeki insafsız sömürü ve zulmü, geniş emekçi yığınlar için hayatı dayanılmaz hale getirmiştir.”
Niçin, “son çeyrek asır içinde”? “Emperyalizmin ve gericiliğin halkımız üzerindeki insafsız sömürü ve zulmü” 1946’dan mı başlıyor? Daha önceki dönemler “halkımız” için güllük gülistanlık mıydı? Diyelim, Program Taslağı’nı kaleme alan arkadaş, M. Kemal dönemine özel bir sempati besliyor. Ve o dönemde “sömürü ve zulmün” daha “insaflı” olduğunu düşünüyor. Peki, Alman faşizminin pençesindeki İkinci Dünya Savaşı yıllarını da mı öyle görüyor? 1946’dan sonraki dönemin özelliği, Türkiye’de komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının tek parti istibdadına dayanan askeri faşist diktatörlüğünden “çok” partili (ama, hemen bütün serbest partiler komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının olduğu için o da bir anlamda tektir) diktatörlüğe geçilmiş olmasıdır. Ve bir de Alman emperyalizminin hakimiyetinin yerini, adım adım Amerikan emperyalizminin hakimiyetinin almasıdır. “Sömürüyü ve zulmü” daha “insafsız” kılan etken nedir acaba? M. Belli, kendi ifadesi ile, “Filipin tipi demokrasiyi”, bütün kötülüklerin anası olarak görüyor. Ona göre, mesele gayet basittir: “Filipin tipi demokrasi”ye geçilmemeliydi; CHP’nin Kemalist iktidarı devam etmeliydi. O, halk üzerindeki gerici diktatörlüklerden birini diğerine tercih ediyor. Program Taslağı da aynı tercihi daha “ince” ve daha “ustalıklı” bir tarzda yapmış olmuyor mu? Hem sonra, Programda “son çeyrek asır içinde” gibi, belirsiz bir ifadenin yer alması da çok anlamsızdır. Program uzun yıllar korunacağına göre, seneler geçtikçe bu “çeyrek asır”ın başlangıç tarihi de durmadan yakınlara kayacaktır. Bugün “insafsız sömürü zulüm” dönemine dahil olan yılları, ilerde insaflı saymak gerekecektir. “30. ... Faşist diktatörlüğün kurulmasıyla, 1961 Anayasasının sınırlı demokratik hakları da zorbalıkla yok edilmiştir. Devlet idaresi yozlaşmış, rüşvet ve yiyicilik almış yürümüştür.”
Birincisi, “1961 Anayasasının demokratik hakları”, faşist diktatörlükle birlikte değil, ondan çok daha önce fiilen ve doğal olarak “zorbalıkla” ortadan kaldırılmıştı. Faşist diktatörlük bizzat o Anayasayı da ortadan kaldırarak bu gelişmeyi tamamladı. Böylece “demokratik haklar” dediğimiz şeyin, elde tutulmasının bile, gerici şiddete karşı, bir devrimci şiddetle mümkün olacağı, zorun, mukabil bir zorla altedileceği daha iyi anlaşıldı.
İkincisi, “devlet idaresinin yozlaşması”, “rüşvetin ve yiyiciliğin alıp yürümesi” de yeni değildir. Halkımız, on yıllardan beri rüşvetten ve yiyicilikten yaka silkmektedir. Rüşvet ve yiyicilik, burjuva-feodal devletin karakteridir. Böyle bir devletin mevcut olduğu her yerde rüşvet ve yiyicilik de mevcuttur; yiyicilik ve rüşvetten azâde bir burjuva-feodal devlet bile, düşünülemez. Hatta en demokratik burjuva devlet, rüşvet ve yiyiciliği ortadan kaldıramaz; sadece daha aza indirir. Program Taslağı “yozlaşma”yı, “rüşvet ve yiyiciliği” sıkıyönetimin gelişmesine bağlamakla, ondan önceki dönemde “rüşvet ve yiyiciliğin” olmadığını, “faşist diktatörlüğün” yani sıkıyönetimin ortadan kalkmasıyla da, rüşvetin ve yiyiciliğin ortadan kalkacağını dolaylı olarak kabul etmiş oluyor.
“35. ... Emperyalizmin köpekleri, ırkçılık ve militarizmi körüklemekte, Kürt halkı üzerinde baskıyı haklı göstermeye ve dünya halklarına düşmanlık kışkırtmaya çalışmaktadırlar.”
“...Kürt halkı üzerinde...” ifadesi, “...Kürt milleti ve diğer azınlık milliyetler üzerindeki...” şeklinde değiştirilse daha doğru olur.
“36. Yarı-sömürge, yarı-feodal toplumumuzda başlıca çelişmeler şunlardır: 1) Emperyalizmle ülkemiz arasındaki çelişme; 2) Geniş halk yığınlarıyla feodalizm arasındaki çelişme; 3) Burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişme; 4) Hakim sınıflar içindeki çelişme.
“37. Bütün bu çelişmelerin ortadan kalkması ve halkımızın sömürü ve zulümden kurtulması sosyalizmle gerçekleşecektir.”
“Emperyalizmle ülkemiz arasındaki çelişme...” formülasyonu anlamsızdır. “Ülkemiz” değil, “halkımız” denmeliydi veya “her milliyetten Türkiye halkı” denmeliydi. O zaman cümlenin bir anlamı olurdu.
“Bütün bu çelişmelerin ortadan kalkması (abç)... sosyalizmle gerçekleşecektir”. Bilindiği gibi, farklı çelişmelerin farklı çözüm yolları vardır. Emperyalizmle “ülkemiz” değil ama, halkımız arasındaki çelişme, devrimci milli savaşla (milli devrimle) çözülür. Geniş halk yığınlarıyla feodalizm arasındaki çelişme, devrimci iç savaşla (demokratik devrimle) çözülür. Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde emperyalizme karşı mücadeleyle feodalizme karşı mücadele, yani milli devrimle demokratik devrim birbirinden ayrılamaz; bunlar birbirine sıkı sıkıya ve kopmaz bağlarla bağlıdır. Fakat şartlara göre, bu iki çelişmeden bazen biri, bazen de öteki ön plana geçebilir. Emperyalizmin dolaylı yönetimi altında bulunan yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde, feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme baş çelişme olduğu halde, emperyalizmin askeri işgaline uğrayan bu gibi ülkelerde milli çelişme ön plana geçer ve baş çelişme haline gelir; ama her iki halde de bu iki çelişmenin çözümü birbirinden ayrılmaz. Demek oluyor ki, ilk iki çelişmenin çözümü birbirinden ayrılmaz. Demek oluyor ki, ilk iki çelişmenin “çözülmesi” “sosyalizmle” değil, daha önce demokratik halk devrimi ile “gerçekleşecektir”. Sözkonusu olan ülke Türkiye, sözkonusu “hakim sınıflar” Türkiye’nin hakim sınıfları olduğuna göre, Türkiye’de bunların “hakim” durumuna son verildiği andan itibaren, “hakim sınıflar arasındaki çelişme”den de artık söz edilemez. Bugün hakim sınıflar kimlerdir? Komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları. Bunlar demokratik halk devrimiyle “hakim” mevkilerinden alaşağı edildiği zaman, hakim sınıflar kimler olacaktır? Esas itibarıyla işçi sınıfı, köylüler, şehir küçük-burjuvazisi, milli burjuvazinin devrimci kanadı. Bu ittifak içindeki hakim sınıf ise, proletarya olacaktır. Açıktır ki, demokratik halk iktidarının hakim sınıfları arasındaki çelişme, artık eski anlamdaki hakim sınıflar içindeki çelişmeden tamamen farklıdır. Ve devrimci halkın kendi içindeki, “halk içindeki”, antagonist olmayan ve barışçı metodlarla çözümlenebilen çelişmedir.
“Sosyalizmle çözülecek” çelişme, bu dört çelişmeden sadece “proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişmedir”. Başka bir ifadeyle emekle sermaye arasındaki çelişmedir. Bir noktayı daha belirtelim: Taslakta, çelişmenin çözülmesinden değil, “ortadan kalkması”ndan söz ediliyor. Ne komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları, ne de mili burjuvazi, ne demokratik halk devrimiyle ne de sosyalist devrimle tamamen ortadan kaldırılabilir. Bunlar, proletarya diktatörlüğü gerçekleştikten ve hatta üretim araçlarının tamamının kolektif mülkiyete dönüşümü tamamlandıktan sonra da, ideolojik ve kültürel alandaki varlıklarını devam ettirirler. Proletarya diktatörlüğü altında devrimin devam ettirilmesinin sebebi budur. Bunların kaynağını Lenin yoldaş “‘Sol’ Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı” adlı eserinde göstermiştir. Bütün dünyada emperyalizmin ve gericiliğin kökü kazınmadıkça, proletaryanın zafer kazandığı bir ülkede de, devrilen gerici sınıflar mevcudiyetlerini koruyacaklar, devam ettirecekler, pusuda bekleyecekler ve devrimi karşı-devrime dönüştürmek için fırsat kollayacaklardır. Bunlarla proletarya arasındaki çelişmenin “ortadan kalkması”, ancak komünizmle mümkün olacaktır. Çelişmenin çözülmesiyle kastedilen şey, bugün ilk üç çelişmede, çelişmenin tali yönünün esas yön, esas yönün de, tali yön haline gelmesidir. Çelişmelerin “ortadan kalkması” ise, artık bunların mevcut olmaması, tamamen yok olması; ne tali yönün, ne de hakim yönün bulunması anlamına gelir. Demokratik halk devrimi, bugün çelişmenin esas yönünü teşkil eden emperyalizmi, komprador burjuvaziyi, toprak ağalarını tali yön; çelişmenin tali yönünü teşkil eden proletaryayı ve diğer halk sınıflarını ise esas yön haline getirecektir, ama bu çelişmeyi “ortadan kaldırma”yacaktır. Sosyalizm, bugün çelişmenin tali yönü olan proletaryayı esas yön, milli burjuvazi dahil bütün burjuvaziyi tali yön haline getirecektir, ama bu çelişmeyi tamamen “ortadan kaldırma”yacaktır. Proletarya iktidarı altında ve sosyalizm kuruculuğu döneminde ve hatta üretim araçlarının sosyalist mülkiyete dönüşümü tamamlandıktan sonra da, o ülkenin proletaryası ile emperyalizm, bütün burjuvazi ve toprak ağaları arasında çelişme mevcut olacaktır (özellikle ideolojik alanda). Ama o ülke açısından proletarya bu çelişmenin esas yönünü, diğerleri ise tali yönünü teşkil edeceklerdir. Hatta çelişmenin tali yönünü teşkil edecek olan gericiler arasında da çelişme mevcut olacak ve devam edecektir. “Bütün bu çelişmelerin ortadan kalkması” (abç), “sosyalizmle” değil komünizmle “gerçekleşecektir”! Taslaktaki cümleye neresinden baksak yanlıştır, Marksizm-Leninizme aykırıdır.
“37. ...halkımızın, sömürü ve zulümden kurtulması sosyalizmle gerçekleşecektir.”
Halkımızın “sömürüden” kurtulmasının sosyalizmle gerçekleşeceği doğrudur. Demokratik halk iktidarı döneminde, milli burjuvazi ve onun mülkiyeti mevcut olacağına göre sömürü de, aşırı ölçülere varmamakla beraber mevcut olacaktır. Hatta küçük üretimin mevcudiyeti bile, belli ölçülerde sömürünün mevcudiyeti demektir. Bu nedenle, proletarya iktidarı altında da, üretim araçlarının kolektif mülkiyete dönüştürülmesi tamamlanamadığı müddetçe, sömürü kısmen devam edecektir. Her alanda üretim araçlarının kolektif mülkiyeti gerçekleştikten sonra, artık sömürüden söz edilemez. Artık, sosyalizmin evrensel parolası, “herkesten gücüne göre herkese emeğine göre!” parolası bir gerçek haline gelmiştir. Sömürünün kaynağı olan, üretim araçlarının bir grup insanın elinde olması sona ermiş, bunlar, toplumun ortak mülkü haline getirilmiştir. Sömürünün kaynağı kurutulmuştur. Fakat cümlenin ikinci kısmı, “halkımızın zulümden kurtulması sosyalizmle gerçekleşecektir”!!! ifadesi tamamen sakattır. Bu, demokratik halk diktatörlüğü sisteminde zulmün mevcut olacağını kabul etmektir. Zulüm nedir? Zulüm, gericilerin yani bugünkü hakim sınıfların halk sınıflarına uyguladığı baskı ve zorbalıktır. Gerici şiddettir. Gerici sınıflar bu şiddete ve zorbalığa, sömürülerini devam ettirmek için, hakim mevkilerini muhafaza etmek ve ebedileştirmek için başvuruyorlar. Bu bakımdan, onların halk sınıflarına karşı gösterdiği şiddet, aynı zamanda haksızdır. Bu haksız ve gerici şiddet, neyle uygulanıyor? Hakim sınıfların muhafızlığını meslek edinmiş daimi orduyla, polis teşkilatıyla, hapishanelerle vs. Bilindiği gibi hakim sınıflar, halka karşı, öteden beri, daima iki silah kullanagelmişlerdir: “Cellat ve papaz”. Zulmün aracı, işte bu “cellat”tır. Proletarya önderliğinde muzaffer bir halk devrimi “cellat”ı da “papaz”ı da o ülkenin bağrından kaldırıp atacağına göre, zulüm nerede kalacaktır? Evet, demokratik halk devriminden sonra da (ve hatta sosyalist devrimden sonra da) “şiddet” ortadan kalkmayacaktır. Ama, bu “şiddet”in niteliği tamamen değişiktir artık. Bu şiddet, proletaryanın ve halk sınıflarının, eski düzeni geri getirmek isteyen gerici sınıflara karşı kullandığı devrimci şiddettir. Bu şiddet, tarihi açıdan meşru ve haklıdır. Bu “zulüm” müdür? Gericilere sorarsanız öyledir. Ama bize sorarsanız, bu en doğal, en kaçınılmaz bir şeydir, haklı ve ilerici bir şeydir ve asla zulüm değildir! Tersine, zulmü geri getirmek isteyenlere karşı halkın verdiği bir cezadır. Program Taslağı, demokratik halk diktatörlüğü sisteminde zulmün mevcut olacağını dolaylı olarak kabul etmekle, gericilerin paraleline düşmüyor mu?
“59. Hareketimizin nihai hedefi, insan üzerindeki her türlü sömürü ve zulmü ortadan kaldırmak, halkımızı sınıfların kalmadığı bir dünyada en büyük ve en mutlu geleceğe, komünizme ulaştırmaktır.”
Aynı ifade, Tüzük Taslağı’nın temel ilkeler bölümünde de geçiyor:
“Partimizin nihai hedefi, her türlü sömürü ve zulmü ortadan kaldırarak sınıfsız toplumu yani komünizmi gerçekleştirmektir.”
Yukarıdaki ifadeyle Program (ve Tüzük), 37. maddenin de gerisine düşmüştür. Sömürünün ve zulmün ortadan kaldırılması, bir çırpıda hareketimizin nihai hedefi oluyor. Yani, sömürünün ve zulmün ortadan kaldırılması, komünizme erteleniyor. Yani, hem demokratik halk diktatörlüğü sisteminde, hem de proletarya diktatörlüğü sisteminde “zulüm” mevcut! Üstelik, sosyalizm, “sömürü”yü de koruyor! Ya bu “sosyalizm”, “İsveç sosyalizmi” cinsinden bir şeydir, ya emperyalistler ve gericiler, “sosyalizm en büyük sömürü ve zulüm düzenidir” derken haklıdır. Ya da, bu Taslağı kaleme alan arkadaş, kullandığı kavramların gerçek anlamından habersizdir.
Tekrar edelim: Sosyalist toplumda sınıflar ve proletaryanın diktatörlük aracı olarak devlet mevcut olmakla birlikte, ne sömürü vardır, ne de zulüm. Sömürü, sosyalizmin inşasıyla birlikte ortadan kalkar. İlke: “Herkesten gücüne göre, herkese emeğine göre”dir. Herkesin emeğine göre aldığı bir toplumda sömürüden söz etmek, bu ilkenin kavranmadığını gösterir. Zulüm ise, daha demokratik halk iktidarının (ki bu bir halk cumhuriyetidir) gerçekleşmesiyle birlikte ortadan kalkacaktır. Yani demokratik halk diktatörlüğü sisteminde de, proletarya diktatörlüğü sisteminde de zulüm yoktur. Zulüm, bir avuç sömürücü ve gerici sınıfların, devrimci halkı ezmesidir. Eğer halkın ve proletaryanın gericiler üzerindeki diktatörlüğü de zulüm olarak görülüyorsa, bu son derece yanlıştır. Bu, gericilerin ağzıdır.
Komünizm dünyasının, “sınıfların kalmadığı bir dünya” olacağı doğrudur. Ama bundan ibaret değil. Komünizm dünyasında sınıflarla birlikte, uzlaşmaz sınıf çelişmelerinin ürünü olan, hakim sınıfların diğer sınıflar üzerindeki baskı aracı olan, sosyalizmde proletarya diktatörlüğünün aracı olan devlet de ortadan kalkacaktır. Çünkü, sınıfların tamamen ortadan kalkmasıyla proletaryanın artık devlete ihtiyacı kalmayacaktır. Öte yandan, komünizm aşamasında yani, “bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeğiyle kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, sadece bir geçim aracı değil, ama kendisi birinci hayati ihtiyaç haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimlerde gelişmeleriyle üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman... toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyaçlarına göre!” (Marks).
Demek ki, komünizm dünyasının özelliği, sadece sınıfların ortadan kalkması değil, sınıflarla birlikte sınıf tahakkümünün de ortadan kalkması, “herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre!” şiarının yerini, “herkesten yeteneğine göre herkese ihtiyaçlarına göre” şiarının almasıdır. Taslak, ele aldığımız maddeleriyle, demokratik halk diktatörlüğü sistemine ve sosyalizme, gericilerin yakıştırdığı nitelikleri aynen onayladıktan başka, komünizmi de onun en önemli özelliklerinden koparmıştır.
“37. ...bütün feodal ve yarı-feodal kalıntıların...”
“Yarı-feodal kalıntı” tabiri anlamsızdır. Zaten “yarı-feodal” ilişkiler, kalıntıdır; feodalizmin kalıntısıdır. “Yarı-feodal kalıntı”, “feodal kalıntı”nın “kalıntısı” oluyor ki, böyle bir ifade abestir. “Bütün feodal ve yarı-feodal ilişkilerin” veya “bütün feodal kalıntıların...” veya “feodalizmin” denilebilirdi.
“37. ...Hareketimiz işçi sınıfı önderliğinde ve işçi-köylü ittifakına dayanan halkın demokratik diktatörlüğünü kurmak için...”
“...Halkın devrimci iktidarının kurulmasıyla...”
“39. ... Hareketimiz, ...halkın silahlı kuvvetlerini teşkilatlar ve işçi-köylü ittifakı üzerinde halkın devrimci cephesini gerçekleştirmek için mücadele eder.
“Hareketimiz, kurtarılmış bölgelerde halkın iktidarda olduğu bir düzen kurar.”
“Halk” kelimesinin, devrim, iktidar, silahlı kuvvetler... gibi kavramlarla bir yığın kombinezonu yapılıyor ama, Program’da, halkın kim olduğunu, hangi sınıfları içine aldığını bir türlü öğrenemiyoruz. Evet, halk sınıfları hangileridir? Proletarya, bu sınıflardan hangilerine tam olarak güvenir, hangileriyle sağlam bir ittifak kurar, hangilerini tarafsızlaştırır, hangilerini yanına çekmeye çalışır, belli değil. Oysa, bütün bunlar devrimin en önemli sorunlarındandır. “Halkın devrimci iktidarı”, “halkın demokratik diktatörlüğü”, “halkın iktidarda olduğu düzen” hangi sınıfların iktidarıdır, belli değil? “Halkın devrimci cephesi”, hangi sınıfları içine alacaktır? Program bu konuda da bir şey söylemiyor. “Hareketimiz, Türkiye halklarını teşkilatlar” ama hangi sınıfları? Bunlardan hangilerine dayanır, hangilerine güvenir, hangilerine güvenmez? Asıl söylenmesi gereken şeyler bunlarken, Program Taslağı, bu soruları tamamen cevapsız bırakıyor. Edebi, ama içi boş cümleleri yan yana sıralamakla yetiniyor. “Bunları biz zaten biliyoruz, yazmaya ne gerek var?” diyemezsiniz! Saflarımıza bunları bilmeyen birçok yeni devrimci katılıyor ve katılacak, onlar bilmiyor! Program, onlara en temel konularda ışık tutmak zorundadır. Ayrıca, Programımızı eline alan binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca emekçi bu sorulara cevap arayacaktır. Halk kavramı Türkiye’de, hakim sınıfların en gerici kesimlerinin dahi dilinden düşmeyen bir kavramdır. Biz bu kavramdan vazgeçmeyelim tabi. Ama ona bir muhteva verelim. Gerçek muhtevasını belli edelim. Böylece, gerici demagogların “halk” kavramıyla gerçek halk arasındaki fark ayan beyan ortaya çıksın.
“38. ...Feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişmenin özü, geniş köylü yığınlarıyla toprak ağaları ve tefeciler arasındaki çelişmedir. Ancak bu çelişmeyi devrimin esas halkası olarak kavrayarak, geniş işçi-köylü yığınlarını halk ordusu içinde örgütleyebilir, özü toprak devrimi (abç) olan demokratik halk ihtilalini başarabilir ve emperyalizmin hakimiyetini yıkabiliriz.
“Bu sebeple bugün yurdumuzdaki belli başlı dört çelişme içinde, halk yığınlarıyla feodalizm arasındaki çelişme baş çelişmedir.”
Baş çelişmenin tespitinde, mantık tersinden işletilmekte; sebepten sonuca doğru değil, sonuçtan sebebe doğru gidilmektedir. Oysa önce baş çelişme tespit edilir, sonra da tespit edilen baş çelişme esas halka olarak kavranır. Program Taslağı’nın metodu idealist bir metottur. Bu nedenle de asla inandırıcı değildir.
Feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme niçin baş çelişmedir? Birden fazla çelişmenin bulunduğu bir süreçte, bunlar arasından bir tanesi diğer çelişmelerin gelişmesini tayin ve onlar üzerinde tesir icra eder. Bu çelişme baş çelişmedir. Feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme, ülkemizde hem burjuvazi-proletarya çelişmesi üzerinde, hem de emperyalizm-Türkiye halkı çelişmesi üzerinde belirleyici ve yönetici bir rol oynar. Feodalizm çözüldüğü ölçüde proletarya-burjuvazi çelişmesi ortaya çıkar ve keskinleşir. Öte yandan, emperyalizmin geniş köylük bölgelerdeki sosyal dayanağı feodal güçlerdir. Bu nedenle, feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişmenin çözümü, emperyalizmi de önemli bir dayanağından yoksun bırakır, emperyalizmle Türkiye halkı arasındaki çelişmenin gelişmesinde ve çözümünde tayin edici bir rol oynar. Feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişmenin baş çelişme olmasının sebepleri kısaca bunlardır.
“40. ...Hareketimiz, faşizme ve gericiliğe karşı bütün demokrat ve yurtsever güçlerle her zaman birleşmeye hazırdır.”
Birleşmek, ittifak kurmak demektir. Bu, “geçici ve kısmi anlaşmalardan” farklı bir şeydir. Biz, birinci olarak, komünist partisi önderliğinde düzenli halk ordusu inşa edilmeden ve böylece, işçi-köylü ittifakı belli ölçülerde gerçekleşmeden, proletarya önderliğinde milli burjuvaziyle bir ittifakı mümkün görmüyoruz. Böyle bir ittifakı elbette her dönemde isteriz ama, bir şeyi istemekle, o şeyin gerçekleşmesi farklı şeylerdir. Bugün ancak geçici ve kısmi anlaşmalar mümkündür. İkincisi, komünistler “her şart altında” ittifaka hazır değildir. “Bağımsızlıklarını korumak”, “kendi kuvvetlerine dayanmak”, “inisiyatifi kaybetmemek” ve program hedeflerine uygun olmak şartıyla, ittifaklar kurarlar.
ÇKP, Guomindang’ın, “Kızıl Orduyu dağıtın, sizinle birleşelim” çağrısına uydu mu? Eğer birleşmek uğruna Kızıl Orduyu dağıtsaydı, bu, ÇKP ve devrim adına büyük bir hezimet olurdu. Komünistler, devrim safında yer alması mümkün olan bütün güçlerle elbette “birleşmek” isterler ama, her ne pahasına olursa olsun değil! Şartlar ne olursa olsun değil! Kendi ilkelerinden ve hedeflerinden vazgeçerek, değil! Başkasının kuvvetine güvenerek, bağımsızlığını kaybederek, inisiyatifi elden çıkararak değil! Burjuvaziye kuyruk olarak değil!
Taslaktaki “...her zaman birleşmeye hazırdır” ifadesi, aksi yönde bir kanaat uyandırıyor.
“40. Hareketimiz, emperyalizmin gerilemesi, halkın demokratik haklar kazanması ve yaşam şartlarının düzelmesi yönündeki bütün acil talep ve ihtiyaçları savunarak yığınları mücadeleye sevkeder. Bilinçlerini yükseltir ve onları silahlı mücadele saflarına kazanmaya çalışır.”
Program Taslağı’nın bu maddesi, birinci olarak her şart altında “acil talep ve ihtiyaçların” savunulması gibi, tamamen reformist bir çizgiyi partinin çizgisi haline getirmek istemektedir. Çünkü komünistler, “acil talep ve ihtiyaçları” ancak, “genel politik taleplerimize ve kitleler içindeki devrimci ajitasyonumuza sıkı sıkıya bağlamak” şartıyla ve “devrimci sloganların yerine kısmi talepleri asla ön plana çıkarmamak” şartıyla savunur ve desteklerler. “Genel politik taleplere ve devrimci ajitasyona” aykırı düştüğü anda reddederler. Mesela, bugünkü düzeni yıkmak için harekete geçen kitlelerin karşısına geçip “acil talep” nutku atmak, düpedüz gericilik olur ve bu, hakim sınıfların politikasıdır. Ayrıca, komünistler acil talepler uğruna mücadeleyi hiçbir zaman esas haline getirmezler.
İkinci olarak, “bütün acil talep ve ihtiyaçları savunarak, yığınların bilinçlerini yükseltmek...” teorisi, tamamen, ekonomistlerin, “elle tutulur sonuçlar vaadeden somut istekleri ileri sürerek” işçileri “bilinçlendirme” ve “işçi eylemlerini yükseltmek” teorisinden mülhemdir. Ve ikisi arasında öz bakımından en ufak fark yoktur!
“42. ...Hazine toprakları köylülere dağıtılacak veya köylü komitelerinin denetiminde halk çiftlikleri haline getirilecektir.”
“Köylü komiteleri”, köy parti komiteleri midir, silahlı mücadele organları mıdır, iktidar organları mıdır, okuma grupları mıdır, yayın dağıtım grupları mıdır, belli değil? Toprak Devrimi Programımız broşüründe şöyle deniliyor:
“Yoksulluk ve zulümden kurtuluşun tek yolu vardır: Köylük bölgelerde ÇİZMELİ, KAMÇILI BEYLERİN HAKİMİYETİNİ YIKMAK VE KÖYLÜNÜN KENDİ HAKİMİYETİNİ KURMAK! Bu amaçla her köyde yoksul ve orta halli köylülerin mücadelesini yönetecek (abç) KÖYLÜ KOMİTELERİ kurmalıyız.
“Toprak ağalarının ve tefecilerin kökünü teker teker kazımak için mücadeleye hazır olalım. Toprak ağaları ve tefecilerle bunlara köpeklik edenleri köylerde barındırmayalım! Onların çalımlarını bozalım, hakimiyetlerini yere vuralım. KÖYLÜ KOMİTELERİ böyle bir mücadeleyi yürütecektir (abç)”.
Buradan anlaşıldığına göre, köylü komiteleri, silahlı mücadele organlarıdır. Ve görevi de yoksul ve orta köylülerin mücadelesini “yürütmek” ve “yönetmek”tir. Bu mücadelenin biçiminin ne olduğunu broşürden anlamak mümkün değildir! Halk savaşı deniliyor ama, bugün bunun biçimi nedir, gerilla savaşı mıdır; yoksa başka bir şey mi düşünülüyor? İşte bu mücadele (her neyse), köylü komiteleri tarafından “yürütülecek” ve “yönetilecektir”.
Öte yandan, köylü komiteleri aynı zamanda iktidar organlarıdır.
“Toprak Devrimi Programı’nın uygulanması ve dağıtımı işini köylü komiteleri yürütecektir. Toprak işçileri, yoksul köylüler ve orta halli köylüler, her köyde köylü komitesini seçimle kuracaklardır. Köylü komitesinin çoğunluğu toprak işçileri ve yoksul köylülerden meydana gelecektir.
“Ormanlar, göller, sular, meralar köylü komitelerinin yönetimine geçecektir. Bunların korunması, geliştirilmesi ve köylülerin eşit olarak yararlanması için her türlü işleri köylü komiteleri düzenleyecektir.”
Köylüler arasındaki bütün örgütlenme sorunu, görüldüğü gibi, “köylü komiteleri” vasıtasıyla bir çırpıda hallediliyor. Her derdin devası köylü komiteleridir! Bu, şunu gösteriyor ki, arkadaşlar, başlarını ellerinin arasına alıp köylülerin nasıl örgütlendirileceği konusunda, ciddi olarak bir kere bile düşünmemişlerdir. Hemen her işi yapan, ne olduğu bilinmeyen bir köylü komitesi! Oldu bitti! Ve bu, ne olduğunu anlayamadığımız köylü komitesi, şimdi Programa da girmiştir. Yeni görevleri: “Halk çiftliklerini kontrol etmek!”
Hiç değilse “devrimci köylü iktidar organları” denmeliydi. Bunun taşıdığı anlam açıktır. Bunların nasıl teşkil edileceği vs... zaten şimdinin görevi değildir. Şimdi bu “köylü komiteleri” denen şey, sadece kafaları karıştırmaya yarıyor.
“43. ...Emperyalistlere olan bütün borçlar tasfiye edilecektir.”
“Tasfiye edilecek” yerine “iptal edilecek” denilmeliydi. Çünkü “...tasfiye edilecek...” ifadesi, borçların ödenmesi anlamını da içermektedir. Ve bu yanlıştır.
“44. ...Hareketimiz, hangi ülke olursa olsun Türkiye’de yabancı ülkelerin askeri birlik ya da üs bulundurmasını kesinlikle reddeder.”
“...Hangi ülke olursa olsun...” ifadesi, sosyalist ülkeleri de içerdiği için yanlıştır. Yanlıştır çünkü, bir sosyalist ülke başka bir ülkedeki devrime destek olmak üzere elbette silah ve gönüllü gönderebilir. Fakat bu silah ve gönüllüleri tamamen o ülkedeki devrimcilerin emrine verir. Bunların kullanılmasını, o ülke devrimcilerinin inisiyatifine bırakır. Dışardan, onların işine müdahale etmez. Bunun adı, elbette “askeri birlik ve üs bulundurma” değildir.
Çin Halk Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletler toplantısında ABD ve SSCB emperyalistlerinin demagojik “Stratejik Silahların Sınırlandırılması” toplantılarına ve onların Çin Halk Cumhuriyeti’ni saldırganlıkla suçlamalarına karşı şu cevabı vermiştir. “Çin Halk Cumhuriyeti hiçbir zaman nükleer silahları ilk kullanacak olmayacaktır. Ve ÇHC’nin hiçbir ülkede askeri üsleri, birlikleri yoktur ve saldırgan olmamasının garantisi de budur. Diğer taraftan ABD ve SSCB emperyalistlerinin bir sürü ülkelerde ve denizlerde askeri üsleri, nükleer donanmaları ve birlikleri vardır. ‘Sınırlandırma’ vs. gibi boş laflar, kendilerinin gerçek saldırganlar olduğunu saklayamaz. Eğer, gerçekten bu konuda samimi iseler, ÇHC’nin yaptığı gibi nükleer silahları ilk olarak kendilerinin kullanmayacaklarını ilan ederler ve bütün askeri üslerini ve birliklerini diğer ülkelerin topraklarından ve karasularından çekerler. Ancak bundan sonra büyüklü küçüklü bütün ülkelerin katılacağı gerçekten samimi silahsızlandırma görüşmeleri yapılabilir.”
Program Taslağı, yukarıdaki ifadesiyle, “sosyalist ülkelerin yabancı bir ülkede, zaten askeri üs ve birlik bulundurmayacağı” gerçeğini üstü kapalı bir tarzda reddediyor; dolaylı olarak, “sosyalist ülkelerin yabancı ülkelerde üs ve birlik bulunduracağını” kabul ediyor. Bu, gericilerin “kızıl emperyalizm” demagojisini kabullenmekten başka bir şey değildir. Sosyalist ülkeleri gericilerin mantığıyla düşünmek, sonra da bu mantığa uygun düşen bir madde kaleme almak! Yapılan budur.
“46. ...mahalli idarelerden en üst kademelere kadar halkın seçimle tayin ettiği ve denetlediği devrimci yönetim gerçekleştirilecektir.” Memurların seçimle geleceği ve seçimle azledileceği açıkça söylenmeliydi. Yukarıdaki maddede memurların seçimle geleceği bellidir ama, seçimle azledileceği belli değildir. “Denetleme”den kastedilen bu ise, daha açık hale getirilsin.
“47. Demokratik halk hükümeti, hakim sınıfların muhafızlığını meslek edinmiş orduyu kaldıracak, işçi ve köylülerin genel silahlandırılmasına dayanan halk ordusunu kuvvetlendirecek, böylece milli bağımsızlığımızı ve yurdumuzun savunmasını gerçek teminatına kavuşturacaktır.
“Ordudaki her türlü eşitsizlik, rütbe ve ünvanlar kaldırılacak, komutanların seçiminde askerler söz sahibi olacaktır. Toplanma ve dernek kurma hürriyeti askerlerin en tabii hakkıdır.
“Askerler üzerindeki dayak ve baskılar kesinlikle yasaklanacak, ordunun üretici ve halkın hizmetinde olması gerçekleştirilecektir.”
Birinci paragraf muğlak! Ne anlama geldiği kolayca anlaşılmıyor ve akla şunu getiriyor: Sanki kitleler bir anda ayaklanarak iktidara, Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, el koyacaklar, başa geçen devrim hükümeti, derhal eski gerici orduyu silahlarından tecrit edip dağıtacak, bütün halkı silahlandıracak, vs. Oysa, “hakim sınıfların muhafızlığını meslek edinmiş ordunun kaldırılması”, iktidar ele geçirildikten sonra ve bir anda olacak birşey değildir. Uzun süreli halk savaşı boyunca, bu gerici ordu, zaten parça parça yok edilecek, imha edilecek, silahtan tecrit edilecek.., vs. vs... Devrimci iktidar, bu gerici ordunun son kalıntılarını da silip süpürecektir. Program Taslağı’ndan bu anlam çıkmıyor.
“İşçi ve köylülerin genel silahlanmasına dayanan halk ordusu”; şüphesiz ki, devrimci iktidar altında halk ordusunun gelişmesi bu yönde ilerleyecektir. Ama, ne silahlı mücadelenin başında (yani bugün), ne de demokratik devrimle iktidar ele geçirildiği zaman, halk ordusu, işçi ve köylülerin genel silahlanmasıyla oluşmayacaktır. Yani orduyla halk bir ve aynı şey haline gelmeyecektir. Bu, daha ilerde mümkün olacaktır. Bir yandan “halk ordusu küçükten büyüğe, zayıftan kuvvetliye doğru gelişecektir” diyoruz, öte yandan halk ordusu, nasıl olup da, hatta iktidar ele geçirilmeden önce halkın genel silahlandırılmasına dayanıyor ve “halk hükümeti”nin görevi onu “kuvvetlendirmek” oluyor? Taslağa göre, iktidar ele geçirildiğinde zaten ordu, “işçi ve köylülerin genel silahlanmasına dayanmaktadır” ve hükümet bunu “kuvvetlendirmektedir”. Bu nasıl mümkündür?
Halk ordusunun uzun süreli bir savaş içerisinde adım adım inşa edilmesi gereken bizim şartlarımızda, bu ifadeler tamamen yanlıştır. Halk ordusu, elbette halkın bağrından doğacaktır, onların bir parçası olacaktır, onların hizmetinde olacaktır. Üretime katılacaktır ama derhal ve kısa zamanda halkla ordu bir ve aynı şey olmayacaktır. Orduyla halk aynılaşmaya başladığı andan itibaren, ordu artık ordu olmaktan çıkmaya, devlet devlet olmaktan çıkmaya başlamış olacaktır. Yani komünizme ulaşılmış olacaktır.
Öte yandan halk ordusu, sadece “milli bağımsızlığımızın ve yurdumuzun savunulmasının” “teminatı” değil, aynı zamanda demokratik halk diktatörlüğünün korunmasının ve pekiştirilmesinin, sosyalizme geçişin, proletarya diktatörlüğünün de teminatı olacaktır.
“Ordudaki her türlü eşitsizliğin, rütbenin, ünvanların kaldırılmasına” gelince, sözkonusu olan halk ordusu olduğuna göre, bunlar zaten başından itibaren olmayacaktır ki, “kaldırılsın”. Taslak, bunları var sayıyor, “askerler üzerindeki dayak ve baskılar yasaklanacak” ifadesinde de aynı hava var. Halk ordusunda bunların hiçbir zaman yeri olmayacağı belirtilseydi doğru olurdu.
Program Taslağı, yukarıdaki ifadesiyle, halk ordusunun uzun süreli savaş içinde adım adım inşa edileceğini reddediyor. Bunun yerine, genel ayaklanmayla iktidarın ele geçirilmesi, halk ordusunun, devrimci iktidar altında kurulması, gerici ordunun iktidar ele geçtikten sonra kaldırılması hayalini koyuyor. Üstelik, ordu ile halkın henüz aynılaşmadığı demokratik halk diktatörlüğü ile ordu ile halkın bir ve aynı şey haline geldiği komünist düzeni birbirine karıştırıyor.
“Demokratik halk ihtilâlinin [devletinin olmalı] programı” arabaşlıklı bölüm, bir yığın tekrarlamalarla ve açıklamalarla dolu. 45. maddede halka demokrasi verileceğinden bahsediliyor. 50. maddede tekrar “halka söz, basın, toplanma, teşkilatlanma, siyasi düşünce ve kişisel hürriyetler” veriliyor; “vicdan ve ibadet özgürlüğü” veriliyor! 47. madde, “toplanma ve dernek kurma hakkı”nı askerlere yani halkın bir parçasına tanıyor... Yani, taslak önce, “demokrasi”nin tamamının sonra da onun unsurlarının halka verildiğini söylüyor. Taslak, önce, halkın tamamına “demokrasi” sağlıyor, sonra, halkın bir parçası olan askerlere “demokrasi” sağlıyor! Bunlar hep gereksiz tekrarlardır. Ayrıca “bankaların bir milli bankada birleştirileceği”, “işkencenin yasak olduğu”, “idam cezalarının kaldırılacağı”, “halka hizmet ruhuyla dolu” bir gençlik yetiştirileceği vs. vs. tamamen gereksiz teferruatlardır. Program’da bu gibi şeylere hiçbir gerek yoktur! Ayrıca bu bölüm, Engels’in ifadesiyle, “hem bir program, hem de bir program yorumu haline getirilmek istenmiştir”. Engels, Erfurt Programı’nın benzeri hatalarını eleştirerek şöyle demektedir:
“Kısa ve çarpıcı formüllerin seçilmesiyle yeteri kadar açık olmamaktan korkulmaktadır; bu yüzden de uzun uzadıya yorumlar eklenmiştir. Bence program mümkün olduğu kadar kısa ve sınırları belli, açık seçik olmalıdır. Programda raslantı olarak bir yabancı kelimenin ya da ilk bakışta kapsamının kavranması güç olan bir cümlenin bulunup bulunmaması pek önemli değildir”. Bunlar, ayrıca yayınlanacak broşürlerle, parti yayınlarıyla, tartışmalarla vs... açıklanabilir ve o şekilde açıklanmalıdır. “Ve o zaman, o kısa ve çarpıcı cümle bir kere anlaşılınca, kafalarda yerleşir ve bir slogan halini alır. Uzun açıklamalar için ise bu böyle değildir. Halk dilinde konuşmak eğilimine fazla tavizde bulunmamak gerekir; işçilerimizin entelektüel yeteneklerini ve kültür derecesini küçümsemeyelim. En özet ve en kısa bir programın kendilerine sunabileceği şeylerden çok daha zor şeyleri işçilerimiz anlamışlardır”.
Yine Engels, eleştirinin bir yerinde şunu söylüyor:
“Bir programda fazla şeylerin bulunması o programı zayıflatır.” (Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi, s. 98)
EKLER VE DÜZELTMELER
Başka arkadaşların eleştirilerinde gördüğüm şu noktalara ben de aynen katılıyorum:
1) Hareketimizin Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünü olduğu belirtilmeliydi.
2) Bütün dünyada emperyalizmin toptan çöküşe gittiği, sosyalizmin bütün dünyada zafere ilerlediği, dünya çapında mükemmel bir devrimci durumun mevcut olduğu söylenmeliydi.
3) Sovyet sosyal emperyalizminin dünya halklarının düşmanı ve ABD emperyalizminin suç ortağı olduğu, Program’da mutlaka yer almalıydı.
4) Yakup Demir revizyonistinin Sovyet sosyal emperyalizminin uşağı olduğu belirtilmeliydi.
5) Ortadoğu’daki mücadeleden kısaca bahsedilmeli, onunla birleşmenin önemine değinilmeliydi.
6) Almanya’daki işçilerle ilgili bir madde olmalıydı.
7) Bugün silahlı mücadelenin esas biçiminin gerilla savaşı olduğu mutlaka Program’da yer almalıydı.
SONUÇ
HERKESİN GÖZÜ ÖNÜNDE YÜKSEKLERE ÇEKTİĞİMİZ BAYRAĞIN, PROLETARYANIN KIZIL BAYRAĞI OLUP OLMAYACAĞI, İŞARET ETTİĞİMİZ LEKELERİN TEMİZLENİP TEMİZLENMEYECEĞİNE BAĞLIDIR. BİZ, BÜTÜN SAMİMİYETİMİZLE BU LEKELERİN TEMİZLENMESİNİ İSTİYORUZ.
Ocak-1972
ŞAFAK REVİZYONİZMİNİN
KEMALİST HAREKET, KEMALİST İKTİDAR DÖNEMİ, İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI YILLARI, SAVAŞ SONRASI ve 27 MAYIS HAKKINDAKİTEZLERİ


OCAK 1972
-I-
“Bunlar, bugün halkımızın yürüttüğü bağımsızlık mücadelesini, M. Kemal’in tam bağımsızlık ilkesinin mirasçısı olmasını da revizyonizmle damgalıyorlar. Bu, hiç şüphesiz mirasyedi bir hovardanın tutumudur. Devrimci mücadeleye yan çizenler, geçmişteki mücadeleleri de hor görürler ve tarihin, bu büyük mücadelede bir silah haline getirilmesinin önemini kavrayamazlar. Onların bu tutumu, sınıf karakteri her şeyi hor gören küçük-burjuva ideolojisinden ileri gelmektedir.
“Hepimizin bildiği gibi Milli Kurtuluş Savaşımız, milli burjuvazinin önderliğinde yürütüldü ve milli ihtilâlin önderi de M. Kemal’di.
“M. Kemal’in istiklâl-i tam (tam bağımsızlık) ilkesi ve Kurtuluş Savaşımız o kadar elle tutulur bir mirastır ki, uğruna onbinlerce işçi-köylü kanlarını döktüler, canlarını verdiler. Hiçbir fedakarlıktan çekinmediler. Fakat işçi ve köylüler teşkilatsız olduğu için, milli ihtilâlin önderliğini milli burjuvazi ele geçirdi ve burjuva-demokratik devrimi sonuna kadar ilerletemeyerek, işçi ve köylüleri baskı altına alan bir diktatörlük kurdu. Yeni Kemalist burjuvazinin halk üzerindeki diktatörlüğü, milli burjuvazinin karakteri icabı, emperyalizmle ve feodaliteyle uzlaştı. Hatta daha sonra yurdumuzu emperyalizmin pençesine teslim eden işbirlikçi büyük burjuvazi, bu yeni burjuvazi içinden bir kesimin palazlanmasıyla ortaya çıktı. M. Kemal’den tutarlı bir proleter tutum beklemek, bunu bulamayınca, damgayı yapıştırmak, hatta onun emperyalist işbirlikçisi olduğunu iddia etmek, burjuva idealistlerine çok yakışıyor. Fakat onlara yakışan bu tutumun, proletarya hareketine hiç yakışmayacağı açıktır.
“Lenin, Stalin, Mao Zedung’un M. Kemal tahlilleri bize ışık tutmalıdır. Bu mesele niçin önemlidir? Çünkü bu konudaki tutumumuz, halkın ilerici geçmişini faşizme ve gericiliğe hediye edip etmememizi tayin edecektir. Amerikan uşağı faşist generaller çetesinin Milli Kurtuluş Savaşı, Yunus Emre, M. Kemal gibi halkımızın ilerici tarihinin parçalarını kendi faşist demagojilerine nasıl alet ettiklerini ve bu yolla bir kitle temeli yaratmaya çalıştıklarını görüyoruz. Ne yapacağız? Bütün bunları onlara mı terk edeceğiz? Halkın devrimci mirası, sınıf mücadelesinde bir silahtır. Çok kibar beyler, bu silahlardan bazılarını çamurlu olduğu için beğenmeyebilirler. Ve aman elimizi kirletmeyelim diyerek onları düşmana terkedebilirler. Ama, ölüm kalım savaşı veren bir proletarya savaşçısı, silahın çamurlu olmasına bakmaz. Silahın kabzasını sıkı sıkıya kavrar.” (Tasfiyeciler Yazısı).
“Faşist hükümet... halkımızın devrimci geçmişini alçakça kendine maletmeye çalışan bir kampanya açmıştır. M. Kemal, faşist sahtekarlığın bir aleti haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bağımsızlığın en azgın düşmanı olan Amerikan köpeği faşistler, M. Kemal’in ilkelerini tahrif ederek kendi faşist safsatalarının bir parçası olarak gösterebileceklerini sanıyorlar” (abç) (12 Mart’tan Sonra Dünyada ve Türkiye’de Siyasi Durum, s. 45).
“Orta burjuvazinin Kemalist kesimlerinin gözünü boyamak için” (agy, s. 45).
“Proleter devrimleri ve milli kurtuluş savaşları çağının ilk kurtuluş mücadelesini veren Türkiye halkları, Asya’nın bütün ezilen halklarına cesaret ve umut verdi” (Program Taslağı).
“Kurtuluş Savaşı’nın burjuva önderliği... işçi ve köylüleri baskı altına alan bir diktatörlük kurdu” (agy).
“Osmanlı Sultanlığının ve komprador burjuvazinin Milli Kurtuluş Savaşı ile yıkılmasından sonra, iktidarı ele geçiren yeni Türk burjuvazisi, büyümek ve zenginleşmek için devlet eliyle milli burjuvazi yaratmaya girişti. Yeni Türk burjuvazisi, bu yafta altında işçi ve köylüleri insafsızca sömürdü, feodal ağalarla ve emperyalizmle uzlaştı” (agy).
“Halkımız üzerindeki burjuva diktatörlüğü, yurdumuzu giderek emperyalist boyunduruğuna teslim etti. Feodal ağalarla ittifak kuran büyük burjuvazi, Kürt halkına karşı da milli baskı ve eritme politikası uyguladı” (agy).
“Milli burjuva yaratma politikasıyla semiren yeni Türk burjuvazisinin içinden çıkan işbirlikçi büyük burjuvazi, özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren hızla gelişti ve emperyalizmle işbirliğini adım adım yoğunlaştırdı” (agy).
“Savaş sırasında vurgunculukla palazlanan büyük burjuvazi, uluslararası sermayenin kanatları altına iyice girdi ve savaş yıllarındaki yüksek tarım fiyatları politikasıyla gelişmiş olan toprak ağalarıyla ittifakını iyice (abç) güçlendirdi. Bu gerici ittifak, kendini CHP’nin devlet kapitalizminin bürokratik kösteklerinden kurtarmak için DP’ye ağırlık vererek iktidarını bu partiyle devam ettirdi” (agy).
“1950’den sonra emperyalist sermayenin Türkiye’de doludizgin at oynatması...” (agy) “1950’den sonra gerici parlamentoyu bir hakimiyet aracı olarak kullanan emperyalizm ve işbirlikçileri...” (agy).
“Halk üzerindeki sömürü ve baskıyı her geçen gün şiddetlendiren siyasi ve iktisadi buhran, Amerikan uşağı DP iktidarının 27 Mayıs 1960’da yıkılmasıyla sonuçlandı.
“27 Mayıs hareketine karakterini veren orta burjuvazi, emperyalizme başından teslim olmuştu. İktidarı, işbirlikçi büyük burjuvaziye ve toprak ağalarına bıraktı” (agy).
Şafak revizyonistlerinin tezlerini özetleyelim:
1) “Milli Kurtuluş Savaşımız, milli burjuvazinin önderliğinde yürütüldü”.
2) Kurtuluş Savaşımız “proleter devrimleri ve milli kurtuluş savaşları çağının ilk kurtuluş mücadelesidir” (abç).
3) Kurtuluş Savaşımız, “Asya’nın bütün ezilen halklarına cesaret ve umut vermiştir”.
4) Milli Kurtuluş Savaşıyla, “Osmanlı Sultanlığı ve komprador burjuvazi yıkılmıştır”.
5) Kemalist iktidar, siyasi bakımdan bağımsız bir milli burjuva diktatörlüğüdür. “M. Kemal’in emperyalist işbirlikçisi olduğunu iddia edenler, burjuva idealistleridir.”
6) “İktidarı ele geçiren yeni Türk burjuvazisi, büyümek ve zenginleşmek için devlet eliyle milli burjuva yaratmaya girişti” (abç).
7) “Kemalist burjuvazinin halk üzerindeki diktatörlüğü, milli burjuvazinin karakteri icabı, emperyalizmle ve feodalizmle uzlaştı.” (abç)
8) Milli burjuva yaratma eğilimiyle semiren yeni Türk burjuvazisinin içinden, işbirlikçi büyük burjuvazi çıktı.
“İşbirlikçi büyük burjuvazi, özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren hızla gelişti ve emperyalizmle işbirliğini adım adım yoğunlaştırdı” (abç). “Savaş sırasında vurgunculukla palazlandı ve uluslararası sermayenin kanatları altına iyice girdi”.
İşbirlikçi büyük burjuvazi, savaş yıllarında gelişmiş olan toprak ağalarıyla ittifak kurdu.
“Bu gerici ittifak, kendini CHP’nin devlet kapitalizminin bürokratik kösteklerinden kurtarmak için DP’ye ağırlık vererek iktidarını bu partiyle devam ettirdi”.
9) “1950’den sonra emperyalist sermaye Türkiye’de doludizgin at oynatmaya başladı”.
10) “Emperyalizm ve işbirlikçileri, gerici parlamentoyu bir hakimiyet aracı olarak kullandılar”. 11) “Siyasi ve iktisadi buhran, Amerikan uşağı DP iktidarının 27 Mayıs 1960’da yıkılmasıyla sonuçlandı” (abç).
12) “27 Mayıs hareketine karakterini veren orta burjuvazi”dir. 27 Mayıs hareketiyle iktidar, orta burjuvazinin eline geçmişti. Fakat orta burjuvazi, iktidarı “işbirlikçi büyük burjuvaziye ve toprak ağalarına bıraktı” (abç).
13) “Kemalizm, orta burjuvazinin devrimci kesiminin ideolojisidir”.
“M. Kemal’in ilkeleri faşizmle asla bağdaşmaz”.
“M. Kemal, halkımızın ilerici tarihinin bir parçasıdır”.
14) “M. Kemal’in tam bağımsızlık ilkesinin mirasçısıyız”. “Bu mirası faşistlere terkedemeyiz, ona sıkı sıkıya sarılmalıyız.”
15) “Lenin, Stalin, Mao Zedung’un M. Kemal tahlilleri bize ışık tutsun.”
Şafak revizyonistlerinin tezleri işte bunlardır. Şimdi eleştirilere geçelim.
-II-
Kemalist hareketin niteliğini ve Kemalist iktidarın uygulamalarını Şnurov’dan geniş aktarmalar yaparak ortaya koyacağız. Çünkü Şnurov güvenilir bir tanık, sağlam bir Bolşeviktir. Aktarma yapacağımız broşürü, Sovyet işçi sınıfına Türkiye’nin durumunu ve Türk işçi sınıfının mücadelesini tanıtmak amacıyla yazmıştır. Şnurov’un dile getirdiği görüşlerin, o yıllarda Stalin yoldaşın ve diğer Bolşevik Partisi önderlerinin de görüşleri olduğunu kabul etmemek için hiçbir sebep yoktur.
1. Kemalist Devrime Önderlik Eden Sınıflar, Türk Büyük
Burjuvazisi ve Toprak Ağaları Sınıflarıdır:
Şnurov yoldaş şöyle diyor:
“Devrimin önderi M. Kemal’e izafeten Kemalist adı verilen bu Türk milli devrimini Türkiye’nin milli burjuvazisi, yani tüccar, toprak ağası ve o sırada Türkiye’de çok az sayıda bulunan sanayiciler yönetiyordu” (*).
Kemalist devrim, Jön Türk devriminin benzeri ve izleyicisidir.
Şnurov, bunu da şöyle anlatıyor:
“Esasen fakir olan ülkeyi insafsızca soyan büyük toprak sahipleri ile din adamlarının ve en başta sultanlarının hakimiyeti neticesinde Türkiye tamamen Avrupa sermayesinin eline düşerek, Avrupa kapitalizminin kölesi olmuştu. 1908 senesinde sultanın hakimiyeti, Türkiye tarihinde ilk defa olmak üzere Türk ticaret burjuvazisi, subaylar ve asilzadelerin [eşrafın] birleşmiş gücü ile kökünden sarsılmıştır. Bu burjuva devrimi, Jön Türk devrimi olarak tanınmaktadır ve bunu, başlangıçta halk yığınları da desteklemiştir” (...).
“[Jön Türk devriminden sonra da] Türkiye yarı-sömürge karakterini muhafaza ediyordu. Yani kapitalist ülkelerin, hammadde alıp, sanayi mamullerini sattıkları bir pazar durumundaydı. Politik bakımdan Türkiye bağımsız sayılıyordu. Fakat Türkiye, emperyalist ülkelerin elinde oyuncaktı. Bu yüzden Türkiye, ekonomik yönden aşırı derecede bağımlı bulunduğu Almanya tarafından Birinci Dünya Savaşı’na itildi ve Almanya uğruna savaştı. Almanya savaşı kaybedince, Türkiye tam anlamıyla yağma edildi. Ülkenin bütünlüğünü korumak için ikinci bir devrime ihtiyaç hasıl oldu.
“Bu defa ‘Kemalist devrim’ adı ile tanınan devrim, İngiliz-Fransız emperyalizmine karşı yapılmıştır”.
“... Devrimin başına Türk ticaret burjuvazisi geçti. Türkiye tarım memleketi olduğu için, tüccarların başlıca alışverişi tarım ürünleri üzerine idi. Böylece ticaret burjuvazisi, ağalar ve büyük toprak sahipleri ile sıkı bağlar kurdu. Her Türk köyünde ağa ve toprak sahibi, aynı zamanda tefeci ve köylü ürünlerinin belli başlı alıcısı ve satıcısı idi. Bu ağaların bazen un değirmeni, yağ veya kuru meyve işleyen küçük imalathaneleri ve diğer ufak tefek teşebbüsleri oluyordu. Ağalar aynı zamanda tarım ürünlerini toptan satın alan büyük ticaret firmalarının acenteleri durumundaydılar.
“Bu koşullar altında, Türkiye, Avrupa kapitalistlerine yenilmiş olsaydı, yabancılar en kısa zaman içinde bütün ticareti ve sanayii ele geçireceklerdi. Türk burjuvazisi bir ölüm kalım sorunu ile karşı karşıya idi. Kapitalistlerin işgali altındaki liman şehirleri olmazsa, devlet kendilerini desteklemezse, yabancılara verilen imtiyazlar devam edip Türkiye her bakımdan yabancı kapitale bağlı kalırsa, yurdun öz ticareti ve sanayii er geç ölecekti. Tüccarı, sanayiciyi, tarım ürünlerini yabancı ülkelere satan ağa ve büyük toprak sahiplerini devrimci kılan işte bu tehlike idi. Köylü, işçi ve küçük esnafın kapitalistler ve toprak ağalarına karşı duyduğu hoşnutsuzluk, ustalıkla yabancı kapitalistlerle mücadeleye dönüştürüldü. Bunun için devrim, bütün yurda yayılarak milli bir karakter aldı”.
Kemalist devrim esas olarak ticaret burjuvazisinin başını çektiği, fakat bunların bir kısım ağalar, büyük toprak sahipleri ve tefecilerle de ittifakına dayanan bir “milli burjuva” devrimidir ve burjuvazi ilk başlarda halkın desteğini almayı başarmıştır.
Yukarıdaki “milli burjuva” kavramı üzerinde kısaca durmak gerekiyor. Lenin, Stalin ve Şnurov yoldaşlar, Kemalist devrimden bahsederken “milli burjuva” kavramını, Türk olan burjuva anlamında kullanmaktadırlar. Milli burjuva-komprador burjuva ayrımı, onlarda henüz yoktur. Bu kavramı daha sonra, yeni anlamıyla Mao Zedung yoldaşta görmekteyiz. Lenin, Stalin ve Şnurov yoldaşlar, Kemalist devrime, “milli burjuva devrimi” derken, kastettikleri “komprodar olmayan burjuvazinin devrimi” değildir; kastettikleri “Türk olan burjuvazinin devrimi”dir.
Yine sözünü ettiğimiz broşürde Şnurov yoldaş, toprak ağalarını ve tefecileri de “burjuva” kavramı içinde düşünmektedir. Mesela; “Türkiye’nin milli burjuvazisi, yani, tüccar, toprak ağası” (abç) demektedir. Burjuva kavramının bu şekilde kullanılışına, Stalin yoldaşta ve Dimitrov yoldaşta da rastlamaktayız.
Şnurov yoldaş, Kemalist devrim “milli burjuvazinin devrimidir” derken, Türk olan ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin az sayıdaki sanayi burjuvazisinin devrimiydi demektedir ve zaten bütün bu sınıfları tek tek de saymaktadır.
Bu sınıflar, bugün kullandığımız anlamıyla “milli” miydi, komprador muydu, bunun üzerinde duralım:
Stalin yoldaş, Yeni Demokrasi kitabında Mao Zedung yoldaşın yaptığı alıntıda “Kemalist devrim, üst tabakanın, milli ticaret burjuvazisinin bir devrimidir” demektedir (abç).
“Üst tabaka”, İttihat ve Terakki içinde palazlanmış olan, önce Alman emperyalizmine uşaklık eden, Birinci Dünya Savaşı’nda Alman emperyalizminin yenilgisinden sonra da, İngiliz- Fransız emperyalizmine yaklaşan, “Türk komprador büyük burjuvazisinin ta kendisidir.
Türk burjuvazisinin önce İttihat ve Terakki Cemiyeti etrafında toplandığını, bu sınıfın subaylar ve asilzadelerle birlikte 1908 Jön Türk devrimine önderlik ettiğini biliyoruz. İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidar makamına oturduktan sonra, dünya şartlarının ve Türkiye’nin tasfiye edilemeyen yarı-sömürge yapısının zorlamasıyla İttihat ve Terakkiciler, Alman emperyalizmi ile işbirliğine giriştiler. Bir yandan burjuvazinin bir kanadı hızla büyüdü, palazlandı, Türk büyük burjuvazisini oluşturdu; öte yandan Abdülhamit zamanından beri mevcut olan genellikle azınlık milliyetlere mensup komprador burjuvazi varlığını devam ettiriyordu. İttihat ve Terakki Partisi, birincilerin menfaatini temsil ediyordu. İttihat ve Terakki Partisi, Alman emperyalizminin sadık uşağı, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin de azılı düşmanı olup çıktı. Türk burjuvazisinin büyüyen ve kompradorlaşan kanadı (yani Türk komprador büyük burjuvazisi), Birinci Dünya Savaşı yıllarında, istibdat şartlarında, savaş araç ve gereçleri alım satımı, vagon tekeli, zorunlu ihtiyaç maddeleri üzerinde yapılan vurgunlar, vb. yoluyla muazzam zenginleşti. Büyük servetler, sermayeler edindi. Bunlar, Alman emperyalizminin kesin iflası ve bu sebeple kendi egemenliklerinin de tehlikeye düşmesi karşısında, İtilaf emperyalizmine kuyruk sallamaya, onunla yakınlaşmaya ve bu yolda gerekli tedbirleri almaya giriştiler.
İşte Stalin yoldaşın, üst tabaka dediği bunlardır. Şnurov yoldaş, broşürünün bir yerinde Türk burjuvalarının, “devrimci olmadıkları halde” (abç), Milli Kurtuluş Savaşı’na katılmak zorunda kaldıklarını belirtiyor. Geri ülkelerde komprador olmayan burjuvazi, yani milli burjuvazi, bilindiği gibi, sınırlı da olsa, devrimci bir nitelik taşır. Devrimci olmayan sınıf, emperyalizmle menfaat birliği halinde olan komprador burjuvazidir.
Yine Şnurov yoldaş, “ağalar aynı zamanda tarım ürünlerini toptan satın alan büyük ticaret firmalarının acenteleri durumundaydı” diyor. O yıllarda “büyük ticaret firmalarının”, geniş ölçüde emperyalistlerin kontrolünde veya elinde olduğu da bilinen bir gerçektir.
Bütün bunlar şunu gösteriyor ki, Milli Kurtuluş Savaşı’nın önderliği, ta başından itibaren İttihat ve Terakki içindeki Türk komprador büyük burjuvazisinin, toprak ağalarının ve tefecilerin eline geçmiştir. Bu sınıfları, kurtuluş savaşına iten sebepleri biraz yukarıda Şnurov yoldaş açıklamaktadır.
Bir noktayı daha belirtelim: İttihat ve Terakki içinde, palazlanamayan kesim, yani orta burjuvazi de varlığını devam ettiriyordu. Kurtuluş Savaşı içinde burjuvazinin bu kanadının da son derece önemli bir rol oynadığı açıktır. Biz, önceleri, Kurtuluş Savaşı’na milli karakterdeki orta burjuvazinin önderlik ettiği görüşündeydik. Fakat Stalin yoldaşı ve Şnurov yoldaşı daha dikkatli olarak inceleyince bu görüşün yanlış olduğunu gördük. Milli karakterdeki orta burjuvazi, Kurtuluş Savaşı’nın önderi değildir ama, Kurtuluş Savaşı’nda önemli bir rolü vardır. Müdafaa-i hukuk cemiyetleri içinde örgütlenenler, çoğu ticaretle uğraşan Türk komprador büyük burjuvaları, toprak ağaları, tefeciler, kasabaların eşraf takımı ve milli karakterdeki orta burjuvazidir. Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden sınıflar, işte bu sınıflardır.
2. Kemalistler, Daha Kurtuluş Savaşı Yıllarındayken
Emperyalistlerle İşbirliğine Girişiyorlar:
Emperyalistler ufak tefek tavizler vermeye başlayınca, Kemalistler gene, hemen Fransa, İngiltere ve diğer memleketler burjuvazisiyle anlaşmalar imza etmekte gecikmediler.
“... Kemalistlerin korkusu şu idi: Savaş devam ederse, emekçi kitleleri yabancı sömürücülere karşı mücadele ile yetinmeyip, kendi yurttaşı olan sömürücülere karşı da savaşa girişebilirlerdi”.
Şnurov böyle diyor. Stalin yoldaş ise, daha 30 Kasım 1920’de şunları yazıyordu: “İtilaf devletlerinin kesin ‘tarafsızlığı’ ile Ermenilerin Kemalistler tarafından yenilmesi, Trakya ve İzmir’in Türkiye’ye geri verilmesi söylentileri, İtilaf devletlerinin ajanı Sultan ile Kemalistler arasındaki görüşme söylentileri, İstanbul’un boşaltılması planı ve son olarak Türk Batı cephesindeki durgunluk, bütün bunlar İtilaf devletlerinin Kemalistlere ciddi olarak kur yaptığının ve Kemalistlerin belli bir sağa dönüş yaptıklarının belirtisidir (abç).
“İtilaf devletlerinin iltifatlarının ne şekilde sonuçlanacağı ve Kemalistlerin sağa gidişlerinde ne kadar ileri gideceklerini söylemek zordur. Birkaç yıl önce sömürgelerin kurtuluşu için başlayan mücadelenin her şeye rağmen güçleneceği, Rusya’nın bu mücadelenin öncüsü olarak bütün gücüyle ve bütün vasıtalarla bu mücadele taraftarlarını destekleyeceği, bu mücadelenin, ezilen halkların davasına ihanet etmedikleri sürece Kemalistlerle birlikte veya İtilaf devletleri cephesine geçerlerse, Kemalistlere karşı zafere ulaşacağı bütün şüphelerin dışındadır.”
Kemalistler, ilk başlarda açıkça İtilaf devletlerinin saflarına geçmediler ama, dışarda sosyalist Sovyetler Birliği’ne ve içerde komünistlere, işçi sınıfına ve diğer emekçi halka karşı, onlarla el altından işbirliği yapmayı da ihmal etmediler. M. Kemal ve hükümeti, Sovyetler Birliği’ne karşı ikiyüzlü bir politika izlemişlerdir. Bir yandan, yardım koparmak için en aşırı iltifatları yağdırırken, öte yandan ABD, İngiltere, Fransa ile yapılacak gizli anlaşmalar için zemin aramaktadırlar. Çiçerin’e gönderilen yardım talebinden iki ay sonra, M. Suphi ve 14 yoldaşı hunharca öldürülmektedir. Ayrıca Anadolu’daki komünistlere karşı da bir sindirme kampanyasına girişilmektedir. Çünkü, Kemalist burjuvazi, 23 Şubat 1921’de toplanan Londra Konferansı’na komünistleri katlederek katılırsa, Avrupalı efendilerinin teveccühünü kazanacağını, Sevr Anlaşması’nın öldürücü hükümlerinden vazgeçilebileceğini hesaplamaktadır. Konferansta delegasyonun başı Bekir Sami, Türkiye’nin anti-Sovyet blokuna katılacağını söyleyerek daha iyi anlaşma şartları aramaktadır. Yine Londra Konferansı’nın devam ettiği günlerde, 28 Şubat 1921’de Kemalist hükümet, Sovyetler’den Artvin ve Ardahan’ın terkini istemekte ve Batum’u işgal etmeye girişmektedir. Fakat Avrupalı efendilere yaranma çabaları boşa çıkıp efendiler Sevr Anlaşması üzerinde ısrar edince, Kemalistler için tekrar Sovyetler Birliği’ne yanaşmak mecburiyeti doğmuştur. Yunan orduları atıldıktan hemen sonra, Sovyet yardımına ihtiyaç kalmadığı için, Kemalistler yeniden komünizm yasağını uygulamaya girişmişlerdir. 14 Kasım 1922 tarihli İzvestia şöyle yazmaktadır: “Kemalist hükümet, komünistleri takip ettirerek, emperyalist devletlerin teveccühünü kazanmak emelinde.”
Demek oluyor ki, Kemalist hükümet, daha Kurtuluş Savaşı içindeyken Avrupalı emperyalist efendileri ile işbirliğine girişmiştir. Şafak revizyonistlerinin sandığı gibi Atatürk’ün ölümünden sonra değil. Nitekim, Kurtuluş Savaşı dört yıl gibi çok kısa bir sürede sona ermiştir. Şafak revizyonistleri, “uzun ve kanlı bir savaş” diyorlar ama, gerçekte Kurtuluş Savaşı çok kısa sürmüştür. Çin Devrimi ile Vietnam Devrimi ile karşılaştırılırsa, kısa sürdüğü anlaşılacaktır. Bunda, İtilaf emperyalistlerinin Kemalist burjuvaziye besledikleri iyi duyguların önemli payı olduğunu kimse inkar edemez.
3. Kurtuluş Savaşıyla Sömürgeleştirilmiş Topraklar
Kurtarıldı. Sultanlık Kaldırıldı, Fakat Yarı-Sömürge
Ve Yarı-Feodal Yapı Olduğu Gibi Kaldı:
Kemalist devrim, işgal altındaki toprakları kurtardı, Sultanlığı kaldırdı, emperyalist ülkelere tanınan imtiyazlardan bir kısmını kaldırdı (örneğin: Yabancı ülkelerden ithal olunan mallardan daha yüksek vergi, gümrük rüsumu alınmaya başlandı. Yabancı sermayeye tanınan rüçhan hakları kaldırıldı). Fakat yine de Türkiye yarı-sömürge bir ülke olarak kaldı. “Bir müddet daha demiryolları, fabrikalar, maden ocakları yabancıların elinde kaldı. Avrupa’nın büyük banka ve firmaları bugün dahi [yani 1929 yılında] Türkiye’de dilediği şekilde çalışmaktadır” (Şnurov). Emperyalistlerin baskısı altında eski borçlar kabul edildi. Yabancılara ticaret serbestisi sağlandı.
“Gerçi yabancılar, bu serbest ticarette Türk vatandaşlardan fazla ya da özel herhangi bir hakka sahip değildi. Fakat bu, eşit olmayanlar arasındaki eşitlikti. Yani, güçlü Avrupa sermayesi, nasıl olur da Türk sermayesine eşit olabilir? Doğaldır ki, hiçbir eşitlik söz konusu olamazdı. Gerek Türk sermayesi, gerekse yabancı sermaye ile yeni yeni tesisler kuruluyordu”.
Şnurov, yine aynı broşüründe şunları söylüyor:
“Türkiye’nin en büyük kapitalistleri, yabancılardır. Bütün maden işletmelerinden başka, bir de demiryollarının büyük bir kısmı ve tarım ürünlerini işleyen fabrikaların çoğu yabancıların elindedir. “Türkiye milli ekonomisine 1.100 milyon frank yabancı sermaye yatırılmıştır. Sermayenin 450 milyonu Alman, 350 milyonu Fransız, 200 milyonu İngiliz ve 100 milyonu diğer ülkelerin sermayesidir” (s. 72-73).
Şnurov, broşürünün bir başka yerinde Türkiye’nin yarı-sömürge olduğunu da belirtiyor.
“Türkiye, az gelişmiş, yarı-sömürge olan bir ülkedir. Türk işçisi ve köylüsünün sırtından Fransa, Almanya ve İngiltere kapitalistleri servetler sağlıyorlar...” (s. 57).
Gerek Jön Türkler, gerekse Kemalistler emekçi sınıfların sırtından iktidara geldiler. Fakat her ikisi de, Türkiye’nin yarı-sömürge yapısını aynen muhafaza ettiler. Jön Türk devrimi Sultanlığı da muhafaza ettiği halde, Kemalist devrim Sultanlığı kaldırdı ve bir de işgal altındaki toprakları yani, sömürgeleştirilmiş toprakları kurtardı. Böylece sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal düzen, yarı-sömürge ve yarı-feodal bir düzen haline geldi.
4. Kurtuluş Savaşı’ndan Sonra Komprador Büyük Burjuvazinin
ve Toprak Ağalarının Bir Kesiminin Hakimiyetinin Yerine,
Bir Başka Kesiminin Hakimiyeti Geçmiştir:
Kemalist burjuvazinin İtilaf emperyalistleriyle işbirliğine, daha savaş yıllarında giriştiğine işaret ettik. Toprak ağalarıyla ittifak ise, savaşın başından itibaren mevcuttur. Savaşın başını çekenler, Şnurov’un da belirttiği gibi, birbirleriyle kopmaz bağları bulunan, ticaret burjuvazisi, toprak ağaları, tefeciler, o zaman zayıf olan sanayi burjuvazisi idi. Bunların içindeki hakim unsur ise, ticaret burjuvazisi idi. Bu ittifak, emperyalizme bağlı olarak gelen bir kısım eski büyük ticaret burjuvazisinin ve milli azınlıkların burjuvazisinin (Ermeni, Rum burjuvazisinin) yerini aldı. Aynı noktayı, Şnurov şöyle açıklıyor:
“Yeni tesislerin ve teşebbüslerin elinde bulunan sermaye, kısmen memleketi terketmiş olan Ermeni ve Rum teşebbüslerinin ele geçirilmesi, kısmen de devlet müesseselerinin soyulması ve rüşvetlerle meydana getirilmişti. Yine bugün birçok Kemalist milletvekili ve devlet adamı, iktidardan faydalanarak, Birinci Dünya Savaşı sırasında yurttan kaçan Rum, Ermeni ve diğer Türk uyruklu yabancılardan kalan kurumları ele geçirip, memurlukları sırasında bir yana koydukları paralarla işletiyor ve yeni teşebbüsler kuruyor” (s. 49). Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde yaptığımız soruşturmalardan öğreniyoruz ki, ağaların ve büyük toprak sahiplerinin bir kısmı da, aynı şekilde yani boşalan Ermeni ve Rum topraklarına el koyarak ortaya çıkmışlardır. Demek oluyor ki, eski komprador burjuvazinin bir kısmının (ki bunlar çoğunlukla azınlık burjuvazisi idi) ve toprak ağalarının bir kısmının hakimiyeti yerine, komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının başka bir kesiminin hakimiyeti geçmiştir.
Elbette, eski toprak ağalarının önemli bir kısmı da hakimiyetini devam ettirmektedir. Hakimiyet kuran yeni Türk burjuvazisinin bir kısmı, komprador niteliğini zaten eskiden beri taşımaktadır. Buna işaret ettik. Diğer bir kısım burjuvazinin komprador niteliği ise, Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra başlamış ve bunlar gittikçe de daha çok kompradorlaşmıştır. Türk burjuvazisinin emperyalizmle savaş yıllarında gizli kapaklı başlayan siyasi işbirliği, savaştan sonra iktisadi alanda da gelişmiş ve zaten tasfiye edilmeyen yarı-sömürge yapı, bu işbirliğini daha da kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu, elbette Türk burjuvazisinin içinde taşıdığı kötü niyetten ötürü değildir. Eşyanın tabiatı icabıdır. Türk burjuvazisi zenginleşmek istemektedir, oysa sermayesi çok cılızdır. Büyük ve bol sermaye Batılı emperyalist burjuvazinin elindedir. Onunla rekabet etmek ölüm demektir, elverişli bir paya razı olarak onunla işbirliği etmek, en çıkar ve en kârlı yoldur. Türk burjuvazisi de bir yandan bu yolu tutmuş, öte yandan işçi sınıfını ve emekçi halkı insafsızca soyarak ve ezerek, sermayesini büyütmeye, hakimiyetini perçinlemeye çalışmıştır. Bu gerçeği Şnurov yoldaş şöyle dile getiriyor:
“Eninde sonunda birçok Kemalist, türlü yabancı firmaların ortağı oluyor. Bu yabancı firmalar da, hükümet organlarıyla sıkı ilişkisi olan isim sahibi memurlardan ve ortaklarından faydalanıyor” (s. 49).
5. Komprador Büyük Burjuvazi ve Toprak Ağaları
Kurtuluş Savaşından Sonra Esaslı İki Siyasi Kampa
Bölünmüştür. Kemalist Diktatörlük, Bu Kamplardan
Birinin Menfaatlerini Temsil Etmektedir:
O yıllarda hakim sınıflar arasındaki esaslı iki siyasi kamp, şu unsurlardan teşekkül ediyordu: Bir yanda, emperyalizmle işbirliğine girişen ve bu işbirliğini gittikçe artıran yeni Türk burjuvazisi, eski komprador büyük burjuvazinin bir kısmı, ağaların ve büyük toprak sahiplerinin bir kısmı, memurların ve aydınların en üst ve imtiyazlı tabakaları. Öte yanda, henüz tamamen tasfiye edilemeyen komprador burjuvazinin diğer bir kısmı, ağaların ve büyük toprak sahiplerinin başka bir kesimi, feodalizmin ve Sultanlığın ideolojik dayanakları olan din adamları, eski ulema sınıfı artıkları. Hangi toprak ağalarının hangi menfaat hesaplarıyla şu veya bu tarafta yer aldıklarını bilmiyoruz. Bu, ayrı ve etraflı bir araştırmayı gerektirir. Üzerinde durduğumuz konu açısından bunun zaten pek önemi yoktur. Önemli olan ve tartışılmayacak kadar açık olan gerçek şudur ki, toprak ağalarının bir kesimi Kemalist iktidara ortakken, bu iktidarda söz ve nüfuz sahibi iken, diğer bir kesimi Kemalist iktidarın karşısındadır. Mesela, Doğu Anadolu’daki Kürt toprak ağaları ve aşiret reislerinin yeri, genellikle ikinci kamptır. Daha sonraları bunlar DP’yi ve AP’yi destekleyecek, CHP karşısında yer alacaklardır. Ama dediğimiz gibi, toprak ağalarının bir kesimi, ta başından itibaren Kemalist iktidarın içindedir ve ona ortaktır, devlette söz ve nüfuz sahibidir.
Birinci kampın siyasi partisi CHP idi ve köken itibarıyla müdafaa-i hukuk cemiyetlerine dayanıyordu. İkinci kamp ise, tek partili sistem yürürlükte olduğu müddetçe CHP içerisinde yer almış ve iki kamp arasındaki siyasi mücadele, CHP içinde sürdürülmüştür. Çok partili sisteme geçildiği zamanlarda da bunlar, kendi siyasi partilerini kurmuşlardır. 1925’te kurulan Terakkiperver Fırka, 1930’da kurulan Serbest Fırka, daha sonraları kurulan DP ve AP esas olarak ikinci kampın siyasi partileridir. “Esas olarak” diyoruz, çünkü, çeşitli menfaat çelişmeleri, yeni durumlar vs. bu kampların birinden diğerine geçişi, bunlara yeni unsurların katılmasını daima mümkün kılmaktadır. Ve öyle de olmuştur. 1946’da çok partili sisteme geçildiğinde CHP içinden bir yığın partinin türemesi, hakim sınıfların bütün kesimlerinin CHP içinde yer almış olmalarından ileri gelmektedir. Kemalist iktidar, siyasi bakımdan bağımsız bir milli burjuva iktidarı değil, birinci kampa dahil olan komprador büyük burjuvazinin, toprak ağalarının, memurların ve aydınların en üst ve imtiyazlı tabakasının emperyalizme yarı-bağımlı iktidarıydı. Hatta Kemalist diktatörlük bir ölçüde, emperyalizmle işbirliği halinde olmayan orta burjuvaziyi de eziyordu. Kemalist iktidarın temsil ettiği komprador büyük burjuvazi ile orta burjuvazi arasındaki ayrılık, gittikçe daha çok berraklık kazanmıştır.
İttihat ve Terakki döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet döneminde de, Kurtuluş Savaşı’na katılan orta burjuvazinin bir kesimi, ele geçirdiği devlet gücünü, zenginleşmek için bir kaldıraç gibi kullanarak, devlet tekellerini yaratıp bunları kendi hizmetine koşarak, emperyalizmle işbirliğine girişerek, onların yatırımlarına ortak olarak hükümet makamlarını, yüksek memuriyetleri de hizmetine sokarak, devlet bankalarından aldıkları kredilerle, rüşvetlerle, vurgunlarla şişerek, Türkiye’yi terkeden ve katledilen Ermeni ve Rum kapitalistlerinin mallarına, mülklerine el koyarak iyice zenginleştiler, milli karakterdeki orta burjuvazinin diğer kesimlerinden koptular. Bu farklılaşma ve kopma giderek daha belirgin hale geldi. İttihat ve Terakkici komprador Türk büyük burjuvazisinin bir kesimi ile, bu yeni komprador Türk büyük burjuvazisi; Kemalist iktidar içindeki hakim unsurlar işte bunlardır! Türk burjuvazisinin bu yüksek tabakasının çıkarları, Avrupa kapitalistleri ile ayırdedilemeyecek derecede karışmış ve bunlar Avrupalı emperyalistlerle kesin bir tarzda işbirliğine girişmişlerdir.
Nasıl, 1924-1927 Çin Devrimi’nden hemen sonra iktidar, orada komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının eline geçmişse, Türkiye’de de bu olayın bir benzeri Çin’dekinden daha önce cereyan etmiştir.
Stalin yoldaş aynı fikri, başka bir tarzda ifade ederek şöyle diyor:
“Kemalist devrim üst tabakanın (abç), milli ticaret burjuvazisinin bir devrimidir. Yabancı emperyalistlere karşı mücadelenin içinden yükselen ama daha sonra özünde köylülere ve işçilere, bir toprak devrimi imkanına karşı gelişen bir devrimdir” (abç).
Burada üzerine parmak basmak istediğimiz nokta şudur: Kemalist iktidar orta burjuvazinin, yani milli burjuvazinin menfaatini temsil etmiyordu, bu sınıfın içinden çıkıp palazlanan ve kompradorlaşan kesim ile İttihat ve Terakki zamanında palazlanan ve kompradorlaşan büyük burjuvazinin bir kesiminin menfaatini temsil ediyordu. Orta burjuvazinin büyüyemeyen kesimi ise yine CHP’nin içinde tutuluyor ve işçilere, köylülere karşı bunlar da destekleniyordu. Nasıl 1924-1927 Birinci Devrimci İç Savaş’tan sonra, Çin’de orta burjuvazi Guomindang içinde ve safında yeralmışsa, Türkiye’dekiler de CHP içinde ve safında yer almışlardır. Hakim sınıflar içindeki mücadele, sanıldığı gibi, iktidarı elinde tutan milli burjuvazi ile komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının arasında cereyan etmiyordu. Esas olarak, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iki kanadı arasında cereyan ediyordu. Milli karakterdeki orta burjuvazi, bu kanatlardan birinde ikincil bir güç olarak yer alıyordu. Bu noktanın kavranması, gerek dünün, gerek bugünün açıklanmasında son derece önemlidir. CHP’ye, nispeten ilerici bir karakter kazandıran şey, onun içinde başından beri sosyal bir güç olarak mevcut olan fakat partiye hakim olmayan bu milli karakterdeki orta burjuvazidir. TİP, D. Avcıoğlu, H. Kıvılcımlı, Şafak ve TKP revizyonistlerinin (geçmişte ve bugün) iddia ettiği gibi, Kemalist iktidar, devrimci ve ilerici bir iktidar değildi. Kemalist iktidarla ittifak yapmayı düşünmek, karşı-devrim safına iltica etmek demekti. Çünkü Kemalist iktidarın kendisi, bizzat karşı-devrimi temsil ediyordu. Revizyonistlerin karşı-devrim dediği, cumhuriyet düzeninin yıkılması ve Sultanlığın tesisidir. Oysa böyle bir şey, artık burjuvazinin genç kesimlerinin de işine gelmez, hatta eski Türk büyük burjuvazisinin de... Dünyada gelişmeler öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, yuvarlanan taçları kimse başına koymaya cesaret edememektedir. Taçlı bir yönetim artık hakim sınıfların ihtiyaçlarını karşılayamaz, egemenliklerini koruyamaz. Bunu, burjuvazi de bilmektedir. Artık karşı-devrim, “demokratik cumhuriyet” maskeli faşist diktatörlük olabilir ve öyle de olmuştur.
6. Kemalist Diktatörlük İşçiler, Köylüler, Şehir Küçük- Burjuvazisi,
Küçük Memurlar ve Demokrat Aydınlar Üzerinde Askeri Faşist Bir Diktatörlüktür:
Sözü Şnurov’a bırakıyoruz:
“Her ne kadar bazı görüntüsel demokratik şekiller mevcutsa da (seçimle meydana getirilen parlamento vs.) Türkiye’de bugün [1929] mevcut olan düzenin özü, bütün demokrasilerden uzak bir diktatoryadır (abç) [yani faşizmdir]. Egemen parti dışında hiçbir parti örgütü yoktur ve hiçbir partinin de meydana gelmesine imkan verilmemektedir. Sosyal-demokrat parti bile yasaklanmıştır. Gazete ve dergiler, bir an dahi gevşemeyen sıkı bir kontrol altındadır. Hatta bu gazete ve dergilerde hükümet aleyhine, ilerde herhangi bir makalenin çıkabilmesi ihtimali dahi, bunların kapatılmasına yetiyor” (s. 21).
“Bugünkü Türk hükümeti elbette bir diktatorya [faşizm olmalı] hükümetidir. Çünkü egemen olan Türk burjuvazisi, tamamen güçsüzdür ve gelişebilmek için emekçi halkı ezmek zorundadır” (s. 22).”
“... Sendikalar hemen hemen yasaklanmıştır; kurulmasına izin verilen federasyon ve dernekler, hayır işleriyle yetinip devlet kontrolü altında çalışmak zorundadır” (s. 24). “Her türlü işkolu dernekleri ve dernek birlikleri yasaktır...” (s. 25). “... kanuna göre, ‘memur ve işçi işini terkedebilir, fakat her türlü gösteri, eylem ve iş özgürlüğünü halel getiren hareketler yasak edilmiştir’” (s. 26).
“... Kemalistler de, Jön Türkler gibi, yalnız emekçi kitlelerinin desteği ile iktidara gelebilirdi. Jön Türkler gibi, Kemalist devrimin ilk aylarında milli burjuvazi, işçi örgütlerinin kurulmasına engel olamadı. Ancak, bu sendikalar sırf sınıfsal nitelikte değildi; bazıları burjuvazinin etkisi altındaydı” (s. 42).
“Kemalist burjuvazi emperyalistlerle barış paktını imzaladıktan sonra (...), burjuvazinin artık emekçi kitlelerinin desteğine ihtiyacı kalmamıştı. Sınıf kavgasının büyümesine engel olmak lazımdı; öyle ya, yerli olsun yabancı olsun, bu kavga bütün sömürenlere, bütün kapitalistlere karşı açık bir savaş halini almak üzere idi.” Kemalistler, Komünist Partisi’nin ve işçi hareketinin canına okudu. Komünist Partisi yeraltına inmek zorunda kaldı. Birçok ünlü üyesi, bu arada Mustafa Suphi hunharca öldürüldü, hayatta kalanlar takibe uğradı, hapislere atıldı. 1923 senesinde İstanbul Milletlerarası İşçi Birliği kapatıldı. Kapatılması için 1 Mayıs gününün kutlanması ile ilgili bildirilerin dağıtılması bahane edildi. Birliğin ileri gelenleri tutuklandı ve tıpkı vaktiyle Jön Türklerin proletarya sınıf hareketinin ‘hesabını’ gördükleri, burjuvazi kontrolünde sözümona işçi örgütleri kurmaya koyuldukları gibi, şimdi de Kemalistler, kendi burjuva ‘sendikalarını,’ işçi eylemine karşı mücadele aracı olarak kullandılar” (s. 43).
Amele Teali’nin yağma edilmesi üzerine yayınlanan Profintern Yönetim Kurulu bildirisinde şöyle deniliyor:
“Halk Partisi hükümeti (Kemalistler), uzun zamandan beri sendika eylemini eline geçirip faşist bir örgüt haline getirmeye çalıştılar” (s. 47).
“Türkiye, işçi hareketinin en zalim takibata uğradığı ülkelerden biridir. Profintern’in III. Kongresi (1924 yılında) özel bir kararda Türkiye işçi sınıfına yapılan bu baskıları şiddetle protesto ederek şu bildiriyi yayınlamıştı:
“‘ Profintern’in III. Kongresi, Türk Kemalist hükümetinin Türkiye devrimci işçi örgütlerine yaptığı baskıyı ve işçileri uğrattığı kovuşturmayı şiddetle protesto ediyor!...’” (s. 59)
“... Kürt isyanından sonra 1925 senesinde ‘istiklâl mahkemeleri’ kurularak yine iki yıl müddetle sıkıyönetim ilan edilmişti. ‘Bu olay vesile edilerek işçi, köylü ve genellikle bütün emekçi kitleleri ağır takibata uğratıldı. Aydınlık ile Orak-Çekiç gazeteleri kapatıldı. Türk işçi liderleri, türlü işçi birlikleri ve bu gazeteleri çıkaran yayınevleri sorumluları istiklâl mahkemelerinde 10-15 sene hapis cezalarına mahkum oldular’.
“Tarihin tekerrürü! Tıpkı bunun gibi, devrimin sonunda emekçi kitlelerinin sırtından iktidara gelmiş olan Jön Türkler de aynı şeyi yapmışlardı vaktiyle. Fakat ne oldu? Jön Türkler eninde sonunda Alman emperyalizminin itaatkar aleti haline geldiler” (s. 59-60).
“... İşçi hareketini ezmek için Kemalist hükümet her araca başvuruyor, her şeyi mubah görüyor. İşçi örgütlerinin ilerici üyelerini polis gece yarısından sonra, şafak vakti evinden alıp karakola götürüyor. Birkaç gün tutuklu tutuyor... Sebep? Hiç. Filan tarihte, falan günde kravatların rengi ne imiş? Kasketlerinde nasıl işaretler varmış, ne konuşmuşlar acaba?”
AP de aynı politikayı harfi harfine uygulamadı mı? Kırmızı ışık altında gitar çalan gencin tutuklanmasıyla yukarıdaki olaylar arasında ne fark var? Faşist Erim hükümeti de aynı yolu harfi harfine izlemiyor mu? Grevleri yasaklayıp, dergileri kapatmıyor mu?
Kemalist hükümetin işçi sınıfının hareketine karşı gösterdiği gaddarlıklardan bir örnek: 1927 Ağustos ayında Fransızlara ait Adana-Nusaybin demiryolunda çalışan işçiler greve gitmişlerdi. Sebep de gayet basitti. Bayram arifesinde kendilerine, istedikleri avans ödenmemişti. Bundan önce de işçi temsilcileri basit ve mütevazi 31 dilek tesbit etmişler ve bunların yerine getirilmesini istemişlerdi...
“Kapitalistler bir türlü cevap vermediler ve aradan bir buçuk ay geçtikten sonra da dilekçeyi reddettiler. Bunun üzerine başlayan grev 20 gün sürdü ve greve 850 işçi katıldı. İki gün tren işlemedi.
“Nihayet üçüncü gün kumpanya (Fransız kapitalistler şirketi), grev kırıcılara yardım için bir tren yolladı. O zaman birkaç yüz işçi, karıları ve çocukları ile hat boyunca ray üzerinde yattılar ve tren yolunu kapadılar. Buna karşılık Kemalist hükümet yetkilileri, askeri birlik göndererek aralarında çoluk çocuk ve kadın bulunan silahsız işçilere ateş açtırdı. Raylar al kana boyandı. 22 ‘elebaşı’ tutuklandı.
“Grev, yabancı kapitalistler tarafından ezildi ve bu işe, ‘demokratik’ olan Kemalist hükümet de iştirak etti. Kapitalistlerin sınıf kardeşliği milli düşmanlıklarından ağır bastı.” Şnurov şöyle devam ediyor: “Bu örnek tek değildir. 1926 yılında Seyrüsefayin Şirketinde çalışan işçilerin grevi de, aynı şekilde bastırıldı. Hükümet, grevi dağıtmak için deniz askerini grev kırıcısı olarak gönderdi” (s. 63-64).
Yine en basit sebeplerle, yüzlerce, binlerce işçi işinden atıldı ve Kemalist hükümet, patronlara bizzat destek oldu. Birçok olayda hükümet, bizzat patron durumundaydı. Şnurov’un kitabı bu konuda örneklerle doludur. Şimdi bu örnekleri aktarmayı gereksiz buluyoruz.
Köylülerin durumuna göz atalım. Gene tanığımız Şnurov’dur.
“... Soyulup evi barkı yıkılan birçok köylü, ırgat olmakla kalmıyor, iş aramak için şehirlere göç ediyor. Köyde köylüyü tefeci, büyük toprak sahibi, ağalar, toptancılar, tüccarlar insafsızca soyuyor. Türkiye’nin ekseri köy aileleri yoksuldur. İşletmeleri fakirdir. Ne yeterli toprağı, ne aracı, makinesi, ne de hayvanı var. Fakir köylü zenginlerden, yani büyük toprak sahibi ile ağalardan toprağı icara, aracı borca alır; karşılığında mal sahibinin tarlasında hem bedava ırgatlık yapar, hem de mahsulün yarısını ya da üçte birini verir. Araç almaya, geçinmeye parası yetmediği için, köylü, parayı tefecilerden alıp fahiş faizle öder. Yoksul köylünün, ürününü pazara indirmek için atı, arabası olmadığından ister istemez ürünü yok pahasına toptancıya vermek zorundadır. Bu toptancı, çoğu defa, toprağı icara aldığı toprak sahibi, ağa veya tefecidir. Bu yüzden, köylünün ufacık işletmesine türlü borç, faiz, vergi biniyor ve er geç bunun yükü altında yıkılıyor. Fakir köylü kitleleri ya köylerde ırgat olarak çalışmaya ya da şehirlere gidip kendine iş aramaya zorlanıyor” (s. 35).
“Köylerdeki sömürü geliştiğinden, köylerde emekçi köylünün sırtından geçinen köy burjuvazisi, yani ağalar, tefeciler ve bezirgân sınıfı (abç) [Not: Bunların hepsine köy burjuvazisi demek yanlıştır] gelişiyor. Köylülerin çoğunluğu ya sefaletin kapısına dayanmış bir haldedir ya da ırgat olarak zengin ağaların emrinde çalışıyor ve onlar da proletarya saflarını dolduruyor” (s. 76).
Kemalist diktatörlük köylerde, köylülere karşı ağaların, büyük toprak sahiplerinin, tefeci ve bezirgânların, toptancıların yanında yer alıyor, devlet kuvvetleri, bunların hizmetinde köylüleri insafsızca eziyordu. Kemalist diktatörlük, zanaatçı ve memurların alt kesimlerini de ezmektedir. Kayıtçıların, gümrük memurlarının, telgrafçıların, vs. grev ve direnişleri şiddetle bastırılmaktadır. Sözü Şnurov’a bırakalım:
“... Memurların hareketi ağır şartlara bağlıdır, çünkü onlar için hükümet doğrudan doğruya ücretle müstahdem çalıştıran bir kapitalisttir. Hatta daha iyi ücret ve daha elverişli iş şartları uğruna yapılan her mücadele, Kemalistler tarafından hemen hükümete karşı hareket, politik bir suç olarak vasıflandırılıyor. Diğer taraftan Kemalistler, bütün güçleriyle güvenilir ve hükümete sadık bir devlet örgütünü kurmaya gayret ediyorlar.
“Kemalistler başka görüş açısı olan kimseleri işten kovuyor...” (s. 67).
“... 1925 yılında birkaç şehrin telgraf (telsiz) memurlarının, maaşlarına zam yapılması için giriştikleri grev de bastırıldı. Hükümet bu işin arkasında yine komünistlerin bulunduğunu ileri sürerek grevcileri tutukladı. Adana’da bu emir yerine getirildi ve birçok grevci telgrafçı Ankara’ya istiklâl mahkemesine sevkedildi. Suçları, hükümet aleyhine bir komplo imiş!” (s. 68-69).
7. Kemalist Diktatörlük, Azınlık Milliyetleri
ve Özellikle Kürt Milletini Amansız Milli Baskı Politikasıyla Ezdi,
Kitle Katliamlarına Girişti, Türk Şovenizmini Bütün Gücüyle Körükledi:
Kemalist diktatörlük, azınlık milliyetlerin, özellikle Kürt milletinin bütün haklarını gaspetti. Onları zorla Türkleştirmeye girişti. Dillerini yasakladı. Zaman zaman başgösteren Kürt milli hareketini, bazı Kürt feodalleriyle de el ele vererek insafsızca ezdi, peşinden kitle katliamlarına girişti, kadın erkek, çoluk çocuk, genç ihtiyar, binlerce insanı katletti, “askeri yasak bölge” ilanlarıyla, “örfi idare” zorbalıklarıyla Kürt halkı için hayatı çekilmez hale getirdi. Sadece Dersim ayaklanmasından sonra katledilen Kürt köylülerinin sayısı 60.000’in üstündedir. Lozan’da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı alçakça çiğnendi. Kemalistlerle emperyalistler, Kürt ulusunun kendi istek ve eğilimini hiçe sayarak, pazarlıkla, Kürdistan bölgesini çeşitli devletler arasında böldüler. Azınlık milliyetlere ve özellikle Kürtlere, son derece aşağılayıcı muamele yapılıyordu, onlara her türlü hakaret mubah görülüyordu.
Kemalist diktatörlük, Türk şovenizmini körüklemeye girişti. Tarihi yeni baştan kaleme alarak, bütün milletlerin Türklerden türediği şeklinde ırkçı ve faşist teoriyi piyasaya sürdü. Diğer azınlık milliyetlerin tarihini, kitaplardan tamamen sildi. Bütün dillerin Türkçeden doğduğu şeklindeki Güneş Dil Teorisi safsatasını yaydı. “Bir Türk dünyaya bedeldir”, “Ne mutlu Türküm diyene” cinsinden şovenist sloganları ülkenin her köşesine, okullara, dairelere, her yere soktu. Böylece, çeşitli milliyetlere mensup işçiler ve emekçiler arasına milli düşmanlık ve kin tohumları saçtı; işçilerin ve emekçilerin birliğini ve dayanışmasını baltaladı. Türk işçi ve emekçilerini, kendi şovenist politikasına alet etmek istedi.
Kemalist diktatörlüğün milli meselede izlediği çizgi, tam anlamıyla Türk şovenizmidir. Ve bilindiği gibi, faşist diktatörlüklerin bir özelliği de, hakim ulus şovenizmini körüklemek, milli düşmanlıklar yaratarak ve kışkırtarak, emekçi halk kitlelerini bölmek, birbirine düşürmektir.
8. Kemalistler, Devlet Tekelleri Kurarak, Rekabeti Geniş Ölçüde
Ortadan Kaldırarak, Halk Kitlelerini İnsafsızca Sömürdüler.
Tekeller Sayesinde Hükümetin Kendisi de
Bir Müteşebbis Olup Çıktı. Müteşebbislikle Hükümet Üyeliğini Birleştiren Tekeller,
Burjuvaziye Bürokratik Bir Nitelik Kazandırdı:
Devlet gücünü tamamen eline geçiren Kemalistler, bu gücü alabildiğince zenginleşmek, palazlanmak için kullandılar.
“... Hükümet, bir sürü ticaret tekeli kurarak satılan maddelerin vasıtalı vergilerini durmadan artırmaktadır. Tanınmış bir gazeteci, ‘tekel kelimesi, Türk halkı için, kanunlaşmış soygun anlamına geliyor’ demektedir. Almanya’da çıkan Bergwerk-Zeitung, 25 Eylül 1927 tarihli sayısında, tekelcilik politikasının nasıl bir soygun olduğunu ve vergilerin korkunç hacmini gösteren rakamlar yayınlamıştır. Buna göre, gazyağının İstanbul’a teslim fiyatı 4,5 kuruştur (litresi), satış fiyatı ise 16,5 kuruş; yani fiyat dört misli artıyor. Benzin fiyatı 7 kuruştan (alış fiyatı) 11,5 kuruş imtiyazlı satış fiyatına çıkıyor (fabrika, atölye, vs... için). Şekerin fiyatı yarı yarıya artıyor. Bu vasıtalı vergiler, tekellerle birlikte 1927-1928 senelerinde devlet gelirinin beşte üçünü teşkil ediyor. Tüccar ve kapitalistler bu vergilerden mağdur olmuyor. Çünkü bu vergiler, satış fiyatlarının artırılması ile tüketiciden tahsil ediliyor. Bu vergilerin tüm ağırlığını emekçiler taşıyor. Çünkü, yoksul insanların gelirinin en büyük kısmı yiyecek ve diğer birinci derecede gerekli maddelere harcanıyor” (Şnurov, s. 31-32).
“Kemalist hükümet, fabrika ve tesis sahiplerini korur, çünkü Kemalist olan ticaret burjuvazisi, sermayesini henüz gelişen sanayi kollarına yatırır... Birçok teşebbüsler ve ticari müesseseler, hükümet bankalarından aldıkları para ile kurulmuştur. Birçok tesisin sermayesi, yalnız kısmen özel sermaye sayılabilir. Bu sermayenin büyük kısmı, özel şahıslar elinde fazla sermaye bulunmadığından, hükümet tarafından ödenir.”
“Kemalist hükümet de bir sürü tekeller kurdu: Tütün işleme ve ihraç etme tekeli, şeker, gazyağı, kibrit, tuz, barut, iskambil kağıdı, liman işleri, vs...
“Bu tekeller sayesinde hükümetin kendisi de müteşebbis bir tüccar haline geldi. Demiryolları ya devlet hazinesinden ya da yabancı kapitalistler tarafından yapılıyor; bu yabancı kapitalistlere hükümet rahat çalışma şartlarını sağlamak zorundadır. Yabancı yatırımlarla çalışan şirketlerde de, durum başka değildir...” (s. 49).
Demek ki, sözkonusu olan şey, “devlet eliyle milli burjuvazi yaratmak” değildir. Sözkonusu olan, bütün devlet imkanlarını, Kemalist burjuvazinin zenginleşmesine ve palazlanmasına tahsis etmektir. Devlet tekelleri de bu amaca hizmet ediyordu. Kemalist burjuvalar, devlet tekelleri yaratarak ve bunları kendi hizmetine koşarak, bu alanlarda rekabeti geniş ölçüde ortadan kaldırıyor, böylece işçi ve köylüleri yüksek tekel kârlarıyla daha da insafsızca sömürüyordu... Öte yandan tekelci-devlet kapitalizmi, Şnurov’un da işaret ettiği gibi, müteşebbislikle hükümet üyeliğini birleştirerek, burjuvaziye bürokratik bir karakter kazandırıyor, yani bürokrat-burjuvaziyi doğuruyordu. 1929-1930 dünya kapitalizminin buhranı, Türkiye’de de kendini gösterince, CHP, devletçiliğe daha da sıkı sarılmış, buhrandan kurtulmak için, “devletçiliği” bir zırh gibi kullanmak istemiştir. CHP’nin devletçiliğinin esası budur.

9. Komprador Büyük Burjuvazinin Ve Toprak Ağalarının İki Siyasi Kampı Arasında “Devletçilik”-“Hür Teşebbüsçülük”, “Tek Parti”-“Çok Parti” Üzerine
Yürütülen Mücadelenin Özü Nedir?
İktidarı elinde tutan birinci kampın, devlet cihazına tamamen hakim olduğunu, devlet tekelleri yaratarak, bu tekelleri kendi hizmetine koşarak ve böylece, rekabeti büyük ölçüde ortadan kaldırıp rakiplerini ezerek, gittikçe büyüdüğünü ve zenginleştiğini gördük.
Hakim sınıfların ikinci kampta yeralan kesimi ise, devlet cihazı içinde zayıf olduğundan, onu dilediği gibi kullanamadığından, hatta devlet cihazına kuvvetle hakim olan birinci kamp tarafından, yine “devletçilik” yoluyla rekabet edemez hale getirildiğinden, bir yandan devlet cihazını kendi amaçları için kullanmak uğruna mücadele ederken, öte yandan, iktisadi alanda “hür teşebbüs”ün, “devletçilik” aleyhtarlığının bayraktarlığını yapmıştır.
İktisadi alanda “devletçilik”-“hür teşebbüsçülük” şeklinde kendini gösteren mücadele, siyasi alanda da buna benzer bir şekilde yürütülmüştür.
Birinci kamp, devlet cihazına ve onun temel dayanağı olan orduya kesin olarak hakimdir. Bu nedenle, birinci kamp, öteden beri hakimiyetini orduya dayanarak, ordu vasıtasıyla sürdürmüştür. Kemalist diktatörlük gerçekte askeri bir diktatörlüktür. İkinci kamp ise, bir yandan, devlet kuvvetlerini ve orduyu kendi hizmetine koşmaya çalışırken, öte yandan, esas kuvvetini taşradaki toprak ağalarından, tefeci bezirgânlardan ve din adamlarından aldığı için ve bunlar vasıtasıyla geniş köylü kitlelerine hükmettiği için, “çok particilik”ten ve “seçim”lerden yana olmuştur. Elbette, bunların istediği “çok parti”nin içine proletaryanın partisi dahil değildi. Bunların istediği “seçim”, gerici ittifaklar arasında halkı tercih yapmak zorunda bırakmaktan başka bir şey değildi. Bu iki kamp arasındaki, iktisadi alanda “devletçilik”-“hür teşebbüsçülük” şeklinde kendisini gösteren mücadele, siyasi alanda da bu şekilde yansıyordu. Aynı mücadelenin bir benzerini bugün de görmekteyiz. DP ve daha sonra AP, daha çok sivil gerici kuvvetleri harekete geçirerek, onları kullanarak zorbalığını yürütmüştür ve yürütmektedir. Demirel, 200 bin halkın silahlanmasından söz ederken, gerçekte taşradaki ağaların, tefecilerin ve din adamlarının beslediği gerici örgütleri, imam hatip okullarında, Kur’an kurslarında, vs... yetiştirilen faşist kuvvetleri ve benzerlerini kastediyordu. CHP’ye hakim olan komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliği ise, sürekli olarak, orduyu AP’ye karşı tehdit unsuru olarak kullanıyordu. Burada şu noktayı da belirtelim ki, AP’nin son yıllarda ordu içindeki hakimiyeti hayli artmıştır. Fakat yine de AP, bir yandan askeriyeye dayanan sıkıyönetimin devamını isterken, öte yandan seçimlere dönülmesinden yanadır. Bunu o, tek başına iktidara hakim olmak amacıyla istemektedir, anti-faşist olduğu için değil. Ve bu olayın kökleri, belirttiğimiz gibi çok eskilerdedir.
Şu noktayı iyice aklımızda tutmalıyız ki, hakim sınıfların hiçbir kanadı, ezeli ve ebedi olarak “devletçi” veya “hür teşebbüsçü”, “tek partici” veya “çok partici” değildir. Hangisi işine gelirse onu savunur. Devlet cihazına kesinlikle hakim olan, onu kendi amaçları için dilediği gibi kullanabilen kanat, bu durumu devam ettirebildiği sürece “devletçi”dir; bu durumdan zarar gören kanat ise, “özel teşebbüsçü”dür. Orduya kesinlikle hakim olan gerici kanat, bu durumu devam ettirebildiği sürece, göstermelik demokratik şekillerle kamufle edilmiş, bir askeri diktatörlükten yanadır; gücünü daha ziyade sivil faşist güçlerden alan kanat ise, tabii olarak buna karşı çıkar; kendi iktidarını garantiye alacak yolların savunuculuğunu yapar. Mesele budur. Türkiye’de hakim sınıflar arasında öteden beri sürüp gelen mücadelenin de özü budur. CHP’nin devletçiliğinden ilericilik, devrimcilik keşfeden “sosyalist”(!), Hitler faşizminin de “devletçi” olduğunu görmeyecek kadar kör ve kafasız budalanın tekidir.
10. Kemalist Türkiye, Gittikçe Daha Çok Bir Yarı-Sömürge ve
Gerici Emperyalist Dünyanın Bir Parçası Haline Gelerek,
Kendini İngiliz-Fransız Emperyalizminin Kollarına Atmak Zorunda Kaldı:
“Kemalist Türkiye”, ne yönde ilerledi ve nereye vardı? Bu sorunun cevabını Mao Zedung yoldaştan öğrenelim:
“Kemalist Türkiye bile, gittikçe daha çok bir yarı-sömürge ve gerici emperyalist dünyanın bir parçası haline gelerek nihayet kendini İngiliz-Fransız emperyalizminin kucağına atmak zorunda kalmıştır. Günümüzdeki uluslararası durumda sömürge ve yarı-sömürgelerdeki ‘kahramanlar’, ya emperyalist cephede yer alarak dünya karşı-devrim güçlerinin bir parçası haline gelirler ya da anti-emperyalist cephede yer alarak dünya devrim güçlerinin bir parçası haline gelirler. Ya birini, ya diğerini seçmek zorundadırlar. Çünkü üçüncü bir seçim yoktur”.
Kemalistlerin daha savaş yıllarında iken üstü örtülü olarak ve savaştan sonra da açık ve kesin olarak emperyalist cephede yer aldıklarını ve dünya karşı-devrim güçlerinin bir parçası haline geldiklerini Şnurov’dan yaptığımız aktarmalarla gösterdik. Daha sonraları ise, İttihat ve Terakkici seleflerinin, Alman emperyalizminin itaatkar aleti haline gelmesi, gibi, Kemalistler de, İngiliz-Fransız emperyalizminin itaatkar aleti olup çıktılar. Kemalist hareketin doğuşu, gelişmesi, mahiyeti kısaca budur!

ÖZETLEYELİM
1. Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Yani devrimin önderleri, Türk komprador büyük-burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır. Devrimde, milli karakterdeki orta burjuvazi önder güç olarak değil, yedek güç olarak yer almıştır.
2. Devrimin önderleri, daha anti-emperyalist savaş yıllarında iken İtilâf emperyalizmi ile el altından işbirliğine girişmişlerdir; emperyalistler Kemalistlere karşı hayırhah bir tutum takınmış, bir Kemalist iktidara rıza göstermeye başlamıştır.
3. Kemalistler, emperyalistlerle barış imzaladıktan sonra bu işbirliği daha da koyulaşarak devam etmiştir.
4. Kemalist hareket, özünde “işçilere ve köylülere, bir toprak devrimi imkanına karşı” gelişmiştir.
5. Kemalist hareketin sonucunda, Türkiye’nin sömürge, yarı-sömürge, yarı-feodal yapısı; yarı-sömürge ve yarı-feodal yapı ile yer değiştirmiştir; yani yarı-sömürge ve yarı-feodal iktisadi yapı devam etmiştir.
6. Sosyal alanda, eski milli azınlıklara mensup komprador büyük burjuvazinin ve eski bürokrasinin, ulemanın hakim mevkiini milli karakterdeki orta burjuvazi içinden palazlanan ve emperyalizmle işbirliğine girişen yeni Türk burjuvazisi, eski Türk komprador büyük burjuvazisinin bir kesimi ve yeni bürokrasi almıştır. Eski toprak ağalarının, büyük toprak sahiplerinin, tefecilerin, vurguncu tüccarların bir kısmının hakimiyeti devam etmiş, bir kısmının yerini yenileri almıştır. Kemalistler bir bütün olarak, milli karakterdeki orta sınıfın çıkarlarını temsil etmemekte, yukardaki sınıf ve zümrelerin menfaatlerini temsil etmektedir.
7. Politik alanda, hanedanlık çıkarları ile birleştirilmiş olan meşrutiyet yönetiminin yerini, yeni hakim sınıfların çıkarlarına en iyi cevap veren yönetim, burjuva cumhuriyeti almıştır. Bu idare sözde bağımsız, gerçekte siyasi bakımdan emperyalizme yarı-bağımlı bir idaredir.
8. Kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür.
9. “Kemalist Türkiye bile, gittikçe daha çok bir yarı-sömürge ve gerici emperyalist dünyanın bir parçası haline gelerek sonunda kendini İngiliz-Fransız emperyalizminin kucağına atmak zorunda kalmıştır.”
10. Kurtuluş Savaşını takip eden yıllarda, devrimin baş düşmanı Kemalist iktidardır. O dönemde komünist hareketin görevi, hakim mevkiini kaybeden eski komprador burjuvaziye ve toprak ağaları kliğine karşı, Kemalistlerle ittifak değil (böyle bir ittifak zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiştir), komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının bir başka kliğini temsil eden Kemalist iktidarı devirmek, yerine işçi sınıfı önderliğinde ve işçi-köylü temel ittifakına dayanan demokratik halk diktatörlüğünü kurmaktır.
-III-
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, hakim sınıflar (komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları) arasında iki siyasi kampın doğduğuna işaret etmiştik:
Birinci kamp; emperyalizmle işbirliğini gittikçe geliştiren ve palazlanan yeni Türk burjuvazisi, İttihat ve Terakkici komprador burjuvazinin bir kesimi, ağaların, büyük toprak sahiplerinin, toptancı tüccarların, tefecilerin bir kısmı, memurların ve aydınların en üst ve imtiyazlı tabakasından oluşuyordu.
İkinci kamp ise; tamamen tasfiye edilemeyen eski komprador büyük burjuvazinin, ağaların, büyük toprak sahiplerinin, tefecilerin, vurguncu tüccarların başka bir kesimi, saray mensupları, din adamları, eski ulema sınıfı artıklarından meydana geliyordu.
Milli karakterdeki orta burjuvazi de, bu kamplardan birincisinde, CHP ve iktidar safında yedek güç olarak yer alıyordu. İkinci kampa mensup olanlar, örgütlenme imkanına kavuştukları zaman, Terakkiperver Fırka’da ve Serbest Fırka’da örgütlendiler. Bu imkanı bulamadıkları zamanlarda ise, CHP içinde yuvalandılar. İkinci kampta, hilafetçi ve padişahçı unsurlar (eski feodal bürokrasi, ulema artıkları, din adamları, vs...) da vardı. Fakat bunlar, ne o zaman, ne de daha sonra, mensup oldukları siyasi kampın hakim unsurları olamadılar. Hakim olanlar, komprador büyük burjuvazi ile bir kısım toprak ağaları, tefeciler, vurguncu tüccarlar, vs... idi. Aynı hilafetçi unsurlar, tali bir güç olarak DP ve AP içinde yer aldılar. Daha sonraları bunların MNP’yi kurduklarını hepimiz biliyoruz. Yani bu iki hakim kamp arasındaki mücadele, başından beri, esas olarak cumhuriyet temeli üzerinde kalmak üzere, komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları arasında bir iktidar mücadelesi olarak cereyan ediyordu; Sultanlığı ve hilafeti geri getirmek isteyenlerle cumhuriyetçi burjuvazi arasında, karşı-devrim ve devrim taraftarları arasında değil. Bu dönem geride kalmıştı artık! Tekrar edelim ki, bu emelleri besleyenler de vardı, ama onlar, dediğimiz gibi, kamplardan birine yamanmış, zayıf ve tali bir güçtü. Devrimle karşı-devrim arasındaki mücadele artık, cumhuriyetçilerle Sultancı ve hilafetçiler arasında değil, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının diktatörlüğünü bir burjuva cumhuriyeti çerçevesinde devam ettirmek isteyenlerle, bundan menfaati olan sınıflarla, bir işçi-köylü diktatörlüğü, bir Demokratik Halk Cumhuriyeti kurmak isteyenler ve bundan menfaati olan sınıflar arasındaydı.
Bir yandan hakim sınıfların iki kampı arasındaki mücadele, öte yandan halk sınıflarıyla bunların tamamı arasındaki mücadele devam ederek, İkinci Dünya Savaşı yıllarına gelindi. Bu arada, CHP’ye ve iktidara egemen olan gerici klik, önce İngiliz-Fransız emperyalistleriyle, 1935’lerden itibaren de değişen dünya şartlarının zorlamasıyla Alman emperyalistleriyle işbirliğine girişti. Daha sonra, İkinci Dünya Savaşının başlarında olan şudur: Faşist Alman emperyalistleri, Türkiye’ye tamamen hakim olmuşlardır. CHP’ye hakim olan klik, tamamıyla ve kesinlikle Alman emperyalistlerinin elinde bir oyuncak haline, onların uysal bir kölesi haline gelmiştir. Bu klik, Hitlerci faşist zorbalık ve hükümet etme metodlarını Türkiye’de de uygulamaya girişmiştir. Bu klik, dünya çapındaki kamplaşmada Alman faşizminin safında yer almıştır. Açıkça onun safında savaşa girmediyse, buna sebep, dünya çapındaki güçler dengesinin buna müsait olmaması, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist iktidarın baskısı, savaşın Alman emperyalizminin aleyhine dönmesi, vs... dir. Eğer şartları elverişli görseydi, bu klik, aynen İttihat ve Terakkici selefleri gibi, Almanların safında savaşa girmekte bir an bile tereddüt etmezdi. Dünya güçler dengesi, onun bu isteğini kursağında bıraktı. Saraçoğlu Hükümetinin kurulması, sadece bir gelişmenin, Alman işbirlikçiliği yolunda 1935’lerden beri atılan adımların tabii ve kaçınılmaz sonucudur. Yani bu gelişme, kesin bir Alman işbirlikçisi iktidarın gerçekleşmesiyle, doruğuna ulaşmıştır. Şefik Hüsnü de doğru olarak, Saraçoğlu Hükümetinin, “Türk burjuvazisinin çoğu Alman sermayesiyle karışmış en mütereddi vurguncu tabakalarının ve büyük toprak sahiplerinin menfaatlerini korumak prensibine bugün de dört elle sarılmış” olduğunu ve bu prensibi, “ilk günlerden beri mihenk edindiği”ni söylüyor. Yine Şefik Hüsnü, “bir taraftan Halk Partisi’nin idare edici kadrosu, başta Saraçoğlu ve arkadaşları olmak üzere şüphe götürmez bir tarzda Sovyetler’e aleyhtar ve Londra’nın Sovyetler Birliği ile dostluk ve işbirliği siyasetine açıktan açığa hasımdır. Bundan ötürü, iki büyük Anglo-Sakson demokrasisi de, Türk hükümetinin ömrünü bir gün bile uzatmaya yardım etmek şöyle dursun, idare mekanizmasının demokratlaştırılması konusunda nüfuzlarını kullanmak suretiyle, içerdeki demokratlar cephesini desteklemek zorundadırlar” derken, bu “demokratlaştırma”nın mahiyetini yanlış değerlendirmekle birlikte, doğru bir teşhis koyuyor.
Burada, Şafak revizyonistlerinin bir türlü kavrayamadığı çok önemli bir noktaya geldik. Daha sonra DP’yi oluşturacak olanlar, CHP içindeki bu Almancı hakim klik değil, tersine bu hakim kliğe karşı öteden beri, Terakkiperver Fırka ve Serbest Fırka dönemlerinden beri mücadele edenlerdir. Bunların öteden beri savundukları “çok parti” ve “serbest seçim” sloganları, yeni tarihi koşullarda, CHP’nin faşist Alman emperyalistlerinin kesin işbirlikçisi haline gelerek, daha da faşist bir hüviyet kazandığı şartlarda, kötülerin iyisi haline gelmiştir. Bu talepler, yani “çok parti” ve “serbest seçim” vs. aynı yıllarda reformcu orta burjuvazinin de talepleridir. Bir orta burjuva hareketi olmaktan ileri gidemeyen TKP de, aynı yıllarda, buna benzer şeyler istemektedir. Yeni tarihi şartlarda, tarihimizde yeni bir olay ortaya çıkmıştır. Öteden beri hakim sınıflar arasındaki kamplaşmada, CHP’ye ve iktidara hakim olan kliğin tarafında yer alan reformcu orta burjuvazi, yeni koşullarda geniş ölçüde ikinci kampa geçmiştir. Böylece, TKP’den başlayarak DP ve MP’ye kadar uzanan bir cephe meydana gelmiştir. Şefik Hüsnü’nün, “İçerdeki Demokratlar Cephesi” dediği şey budur. Bu yıllarda TKP üyeleriyle bazı DP’lilerin (veya sonradan DP’li olacak kimselerin) ve MP’nin ilk başkanı olan Fevzi Çakmak’ın aynı örgütler içinde olmalarının ve olabilmelerinin sebebi de budur.
Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz. Komünist hareket, ikisini de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele eder; ama bunlar arasındaki mücadeleye de gözlerini yummaz; bu boğuşmadan kendi hesabına azami derecede fayda sağlamak için, bunların birbirine göre durumunu iyi tespit eder, en gerici olanı tecrit eder, ilk ve en şiddetli saldırılarını ona yöneltir, bu arada diğer gerici kliğin mahiyetini teşhir etmekten, onunla kendi arasındaki düşmanlık çizgisini sıkı sıkıya muhafaza etmekten de geri kalmaz. Bilir ki, hakim sınıflar arasındaki bu boğuşma her an halka karşı bir birleşmeye dönüşebileceği gibi, bugün en gerici olan kliğin yerini, yarın diğeri de alabilir. Bu, gericiler arasında durmadan değişen güç dengesine, iktidara hangi kliğin hakim olduğuna, iktisadi ve siyasi buhranın mevcut olup olmamasına ve benzeri şartlara bağlıdır.
İkinci Dünya Savaşının başlarından DP iktidarının ilk dönemlerine kadar devam eden evrede olanlar kısaca şudur: CHP’nin her bakımdan faşist Alman emperyalistleriyle işbirliğine ve koyu bir faşizme kayması, CHP karşısında saf tutan gerici kliğin, nispeten daha ileri bir rol oynar hale gelmesi, orta burjuvazinin birinci kamptan koparak ikinci kampa katılması. Çin’de Guomindang’ın Japon emperyalizmine ve Japon işbirlikçilerine karşı oynadığı rolün bir benzerini, o yıllarda Türkiye’de de DP ve diğer muhalif hakim sınıf partileri (bu partiler yokken de, bunları oluşturacak çevreler mevcuttu.) Alman faşizmine ve CHP’ye karşı oynamışlardır. Bir benzerini diyoruz, çünkü, şartlar iki ülkede farklı farklı idi.
Ülke içindeki bu kuvvet mevzilenmesi, dünya çapındaki mevzilenmeyle de birbirini tamamladı. İngiliz-Fransız-Amerikan emperyalistleri, Alman ve Japon faşist emperyalistlerine karşı, Sovyetler Birliği ile ittifak kurmak zorunda kalmışlardı. Türkiye’de iktidar, Alman emperyalizminin uşaklarının elinde olduğu için, Türkiye’deki muhalefet cephesiyle İngiliz-Fransız-Amerikan emperyalistleri ve Sovyetler Birliği arasında da tabii bir ittifak doğdu. Bu ittifak, elbette çelişmeli bir ittifaktı. ABD ve İngiliz emperyalistleri, Türkiye’de ittifakın diğer güçlerine karşı, kendilerine en yakın buldukları komprador büyük burjuvazi ve toprak ağalarını destekleyeceklerdi; Çin’de ÇKP’ye karşı Guomindang’ı destekledikleri gibi... İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve savaştan sonra dünya çapında ABD emperyalizmi nasıl “demokrasi” havariliğine çıktıysa, Türkiye’de de DP ve onun kadrosu, “demokrasi” havariliğine çıktı. CHP’nin faşist uygulamalarına karşı bayrak açtı, orta burjuvaziyi ve bir kısım halk tabakalarını çevresinde toplamayı başardı. Bunda TKP’nin yanlış politikasının da büyük bir payı vardır. TKP, daha önce nasıl iktidar partisinin kuyruğuna takılmışsa, bu kez de büyük muhalif partinin (DP’nin) kuyruğuna takıldı. Bağımsız bir halk hareketi yaratamadı! O yıllarda DP’nin orta burjuvaziyi ve bir kısım halk tabakalarını çevresinde toplayabilmesinde, bunun rolü vardı. Halkın, Alman faşizminin kuklası CHP iktidarına kızgınlığı, DP’nin barajına akıtıldı. Böylece 1950’de komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının Alman faşizmine bağlı kliği iktidardan inerken, Amerikan emperyalizmiyle işbirliğine girişen bir başka kliği, iktidarı ele geçirdi. Bunda, Alman emperyalizminin savaşta yenilmesinin ve ABD emperyalizminin savaşın galipleri arasında bulunmasının çok önemli rolü vardır.
1950’de DP’nin başa geçmesi, ne devrimdir, ne de karşı-devrimdir. Hakim sınıfların öteden beri devam edip gelen iki siyasi kliği arasında bir iktidar değişikliğidir. Öte yandan bu değişiklik, Alman emperyalizmine bağımlı, tek partili askeri faşist diktatörlüğün yerine, daha çok sivil gerici kuvvetlerden destek alan, Amerikan emperyalizmine bağlı “çok partili” diktatörlüğü getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı yıllarında iyice palazlanan vurguncu tüccarların, müteahhitlerin, yüksek tarım fiyatları politikasıyla güçlenen toprak ağalarının ve büyük toprak sahiplerinin hepsinin, el ele vererek DP’de yer aldıkları kesinlikle yanlıştır. Bunların bir kısmı DP’yi desteklemiş olsa bile, esas itibarıyla bunlar, CHP’de yer almışlardır. O dönemde vurgunculukla palazlananların birçoğunun, bugün taşrada CHP “göbekçileri”nin en fanatik dayanakları olduğuna şahsen şahit oluyoruz. Eğer öyle olmasaydı, bugün CHP’den nasıl olup da bir MGP doğduğunu, MGP’nin ayrılmasına rağmen, nasıl olup da hâlâ CHP’de “ortanın göbekçisi” denilen bir komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının temsilcilerinin varolduğunu açıklayamazdık. DP, iktidarı ele geçirdikten sonra, daha bir süre, reformcu orta burjuvazi, onun safında kalmıştır. Nadir Nadi, DP’nin seçim propagandalarına katılan demokrat aydınlardan biridir. Ve daha ona benzer birçok aydın o yıllarda DP sempatizanıdır. Reformcu orta burjuvazinin görüşlerini yansıtan yayınlarda, DP’nin ilk başlarda “iyi” olduğu, fakat sonradan bozulduğu iddialarına sık sık rastlanır. DP, Amerikan emperyalizminin dümen suyunda, halka ve aydınlara karşı CHP’den daha aşağı kalmayan azgın bir saldırıya girişince, Türkiye’yi ABD emperyalizmine peşkeş çekince NATO gibi ABD emperyalizminin saldırgan aleti olan örgütlere Türkiye’yi sokunca, Kore’de halkımızı haksız ve gerici bir savaşta kırdırınca, milli bir karakter taşıyan orta burjuvazi ve demokrat aydınlar, DP’den soğumaya ve uzaklaşmaya, CHP’ye doğru dümen kırmaya başlamıştır. Bağımsız ve güçlü bir halk hareketinin yokluğu yüzünden, orta burjuvazi ve onunla birlikte emekçi halkımız, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iki kliği arasında savrulmuş durmuştur. Türkiye’nin tarihi gerçeği budur. Zaman zaman orta burjuvazi bağımsız bir siyasi hareket olarak kendini göstermişse de, önemli bir varlık olamamıştır. 1946’da kurulan Esat Adil’in Türkiye “Sosyalist” Partisi ve benzeri partiler, sosyalizm maskeli reformcu burjuva partileridir. TSEKP de, reformcu orta burjuva partilerinin değişik bir tonunu yansıtır. 1954’te çıkıp sönen Vatan Partisi de öyledir. Komünist hareket, TKP içinde, burjuva reformizminin dalgaları arasında eritilmiş ve boğulmuştur. Küçük-burjuva muhalefeti de, orta burjuva reformizminin bendine akmıştır. Orta burjuva reformizmi ise, kendini her an komprador büyük burjuvaziye ve toprak ağalarına gayet ucuza satmaya hazırdır. Bunların siyasi sözcülüğünü yaptığı sınıfın mensupları zaten, ellerine bir imkan geçer geçmez, bu imkanı büyük burjuva saflarına katılmak için kullanmaktadır ve bir kısmı da zamanla büyük burjuva saflarına katılmaktadır. Böyle bir sınıfın temsilcileri elbette kararsız ve uzlaştırıcı olacaktır.
Burada bir noktayı daha belirtelim:
Komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları elbette sadece değişmez ve dondurulmuş iki siyasi kamptan oluşmamıştır. Bu defa, bu kampların birinden diğerine geçiş daima mümkündür ve öyle de olmaktadır. Öte yandan her kamp kendi içinde de mütecanis değildir. Gericiler bir yığın çelişkilerle paramparça olmuşlardır. Ve bu parçaların her biri diğerinin gözünü oymaya hazırdır. Fakat, nispeten birbirine yakın menfaati olanlar, daha derin menfaat çelişkileriyle ayrıldıkları parçalar karşısında birleşmektedirler. İşte, gerici siyasi kamplar böyle teşekkül etmektedir. Biz, Türkiye’de iki gerici siyasi kampın varlığından bahsederken bu noktayı da akıldan çıkarmıyoruz.
ÖZETLEYELİM:
1. Türkiye’de Kurtuluş Savaşı’nın sonundan başlayarak komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları iktidara egemendir. Fakat komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları iki büyük siyasi kliğe ayrılmıştır. İktidara ve devlet mekanizmasına egemen olan klik, önce İngiliz-Fransız emperyalizminin, 1935’lerden itibaren de Alman emperyalizminin işbirlikçiliğini yapmıştır. İkinci Dünya Savaşı öncesine kadar, genel olarak orta burjuvazi de bu kliğin safında yer almıştır.
2. İkinci Emperyalist Dünya Savaşı yıllarında Alman işbirlikçisi egemen klik, koyu bir faşizm uygulamasına ve vurgunculuk politikasına girişmiştir. Bu klik, içerde işçi sınıfı dahil bütün demokratik güçlere, dışarda da SSCB’ye ve İngiliz-Fransız-Amerikan blokuna karşı Alman faşizminin safında yer almıştır. Fakat dünyadaki güçler dengesi ve SSCB’nin varlığı, bunların Alman faşistlerinin safında savaşa katılmasına engel olmuştur.
3. Öte yandan da daha sonra DP ve MP içinde örgütlenen, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının muhalif kliği, bunun peşinde de, o zamana kadar CHP saflarında tali bir unsur olarak yer alan reformcu orta burjuvazi ve diğer demokratik unsurlar yer almıştır. TKP de bu kliğin kuyruğuna takılmıştır. Bunlar, dünya çapında Amerikan-İngiliz-Fransız blokuyla ve SSCB ile ittifak kurmuşlardır. İkinci Dünya Savaşı, Alman faşistlerinin ve müttefiklerinin yenilgisiyle bitince, Türkiye’de bu blok güçlenmiştir. Fakat savaş sona erer ermez, ABD emperyalizminin desteğiyle ve CHP’nin Almancı faşist diktatörlüğüne halkın ve demokratik güçlerin duyduğu nefret ustalıkla kullanılarak 1950’de DP iktidara getirilmiştir.
4. Böylece Alman emperyalizminin uşağı olan komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının yerini, ABD emperyalizminin uşağı olan komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarı almıştır. Söz konusu olan şey, “savaş sırasında vurgunculukla palazlanan büyük burjuvazi”nin “uluslararası sermayenin kanatları arasına iyice girmesi” değil, Alman emperyalizminin “kanatları”nın yerini, ABD emperyalistlerinin “kanatları”nın alması, Alman uşağı gericilerin yerini de ABD uşağı gericilerin almasıdır.
5. Proletaryanın ve küçük burjuvazinin muhalefetini kendi bendinde boğan kararsız orta burjuvazi, bu muhalefeti bir müddet DP’nin kuyruğuna taktıktan sonra, DP’nin faşizan uygulamaları karşısında, tekrar muhalefetteki CHP katarına katılmıştır. Proletarya önderliğinde, bağımsız ve güçlü bir halk hareketinin yaratılamamış olması, işçi sınıfının, emekçi halkın ve demokratik unsurların muhalefetinin, komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliklerinin bazen birini, bazen diğerini iktidara getirmeye yarayan bir kaldıraç gibi kullanılmasına yol açmıştır.
6. Muhalefetteyken “demokrasi” havarisi kesilen komprador büyük burjuvazi ve toprak ağası klikleri, iktidara geçtikleri zaman, en azılı halk düşmanı kesilmişlerdir. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve savaş sonrasında ülkemizin gerçekleri kısaca bunlardır (Bak: TİİKP Program Taslağı Eleştirisi, Madde 8-10-17’nin eleştirisi).
-IV-
1940’ların faşist Hitlerci CHP’si, 1950’lerin ortasından itibaren “demokrasi” havariliğine kalkmış, “hak”, “adalet”, “hürriyet” diye bağırmaya başlamıştır. Öte yandan Amerikancı DP iktidarının ezdiği ve sefalete sürüklediği kitleler, her türlü demokratik hakları zorla gaspedilen demokrat aydınlar ve orta burjuvazi arasında hoşnutsuzluk artmıştır. Kitleler devrimci bir önderlikten yoksun oldukları için, onların DP iktidarına karşı muhalefeti, yer yer parlayıp sönen, istikrarsız ve kendiliğinden gelme bir muhalefet olmaktan ileri gidememiştir. Hatta kitlelerde, her başa geçenin kendilerine düşman olması, kendilerini ezip soyması yüzünden bir umutsuzluk ve hiç kimseye güvenmeme eğilimi bile belirmiştir. İşçilerin ve köylülerin kabaran isyancı öfkesini, aynı potada birleştirip muazzam bir güç haline getirerek seferber edecek komünist bir önderlik yoktur. TKP çökertilmişti. TKP döküntülerinden H. Kıvılcımlı’nın 1954’te kurduğu Vatan Partisi, kitlelere sırtını dönmüş, Adnan Menderes köpeğini “İkinci Kuva-i Milliyetçiliğimizin önderi” olarak alkışlamakla meşguldür! Önderlikten yoksun kitlelerin kendiliklerinden devrim yapmaları elbette beklenemezdi. Onlar sadece dişlerini sıkıp, öfkelerini içlerine biriktirdiler ve zaman zaman da taştılar.
Orta burjuvaziye gelince: Bunların istedikleri, sınıf nitelikleri icabı “yazma hürriyeti”, “konuşma hürriyeti” gibi, çok sınırlı bir takım demokratik taleplerin ötesine geçmiyordu. Bütün sınırlılığa ve miyopluğuna rağmen, elbette bu talepler de ilericiydi. Öte yandan, aynı şeyleri, kendisi için, muhalefetteki komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliği de istiyordu. Türkiye’de orta burjuvazi ve bu sınıfa dahil edilebilecek demokratik aydınlar, oldukça güçlüdür. Fakat, her yerde olduğu gibi oldukça da miyop, uzlaşıcı ve kararsızdır. Barışa yatkındır. Fakat bu gücü arkasına takan büyük burjuva ve toprak ağaları kliği, hasmını altedecek önemli bir koza sahip demektir. Yukarıdaki şartlar komprador büyük burjuvazinin muhalefetteki kliği CHP ile orta burjuvazinin geniş kesimleri arasında “kısmi burjuva demokratik haklar” talebi etrafında bir ittifakın doğmasına yol açtı. CHP, muhalefetin önderliğini ele aldı ve orta burjuvazinin ve gençliğin heyecanlı atılımını, kendi iktidarı yönünde ustalıkla kanalize etti. 27 Mayıs darbesiyle iktidarı ele geçirdi. Darbenin öncüleri sadık İnönü’cülerdir. Halkımız, “geldi İsmet, kesildi kısmet” diyerek, iktidara gelenin kim olduğunu doğru teşhis etti. Halkın kastettiği, İnönü’nün şahsında sembolleşen halk düşmanı gerici kliğin iktidarı ele geçirdiğidir. Hatta darbeciler arasında Türkeş gibi komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının daha da azgın gerici kliğini temsil eden, fanatik milliyetçi, Hitler taslağı faşistler de vardır. Sonradan İnönü’cü ekip, bunları tasfiye etmiştir. Bu fanatik milliyetçi faşist takım, ordunun, meclisi vs… dağıtarak kesinlikle ve doğrudan doğruya iktidarı eline alması, “astığım astık, kestiğim kestik” bir faşist diktatörlük kurulması taraftarıydılar. Bizim M. Belli gibi revizyonistlerimiz için, bunların tasfiye edilmesi ve seçimlere dönülmesi, “devrim”in gerilemesidir. Büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının akıllı(!) ve tecrübeli önderi ve kıdemli halk düşmanı İnönü ve onun taraftarları bu yolu tutmak istemediler. Çünkü bu yol, onların muhtaç olduğu orta burjuvazinin desteğini bir çırpıda kaybetmek demek olacaktı. Çünkü böyle bir faşist diktatörlük, orta burjuvazinin uğrunda mücadele ettiği “kısmi burjuva demokratik hakları” da silip süpürmek zorundadır; bu ise kendilerini en kuvvetli dayanaklarından mahrum bırakırdı. Öte yandan, orta burjuvazinin hızı henüz kesilmemişti; onun atılımını kendi iktidarları için ustalıkla kullananlar, iktidarı ele geçirdikten sonra, bu hızı kesmek için, onu cepheden karşılamadılar. O zaman kolları burkulabilir, bilekleri incinebilir, kendileri sendeleyebilirdi. Bu tahribat konusunu ustalıkla politikaya uyguladılar, hareketin doğrultusunu kendilerini uydurarak, onu önce yavaşlattılar, sonra da durdurdular. Yani orta burjuvazinin sınırlı taleplerini de içeren bir anayasa hazırlayarak, bir yandan daha ileri bir atılımı boğup kendi iktidarlarını korudular; öte yandan da, orta burjuvazinin desteğini korudular. Hakim sınıfların politik mücadelelerle iyice parçalandığı ve birbirleriyle silahlı çatışmalara girdiği dönemler, onlar açısından korkulu dönemlerdir. İnisiyatifleri ve kontrolleri son derece zayıflar. Bu yüzden böyle dönemlerin uzamasını istemezler. 27 Mayıs darbesine önderlik eden gerici kliğin de yaptığı budur.
Bir orta burjuvazi akımı olan TİP hareketi, işte böyle bir ortamda, orta burjuvazinin hızını henüz kaybetmediği bir ortamda doğdu. Sonradan kendisine “sosyalizm” maskesi takacak olan bu akımın, Anayasa’nın sınırlarını biraz zorlayan reformist talepleri bile, kitlelerde, gençlik ve aydın saflarında büyük ilgi ve destek gördü. CHP, gençliğin ve aydınların desteğini kaybetmeye başladı. Bunun üzerine gerici klikler telaşa düştüler. Birbirlerini suçlamaya giriştiler. DP’nin yerini alan AP, bütün bu belaların “başımıza” İnönü tarafından sarıldığını ileri sürerek saldırıya geçti. İnönü, büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının bu usta sözcüsü, kendi ifadesiyle, “sola duvar çekmek için”, “CHP’nin ortanın solunda olduğunu ve kırk yıldır öyle olduğunu” ilan etti! İşte, gerici kliklerin kendi aralarındaki mücadelenin, bazen uzlaşarak, bazen hırlaşarak, ama şiddetli siyasi ve iktisadi buhranlarla gittikçe kızışarak sürüp gittiği böyle bir ortamda, fabrikalarda ve köylerde yeni, taze, canlı bir halk hareketi filizlenmeye başlıyordu.
Kahraman işçi sınıfımızın, fedakar köylülerimizin ve yiğit gençliğin çığ gibi yükselen mücadelesi, hızla yayılan Marksist-Leninist eserler, Çin’de Başkan Mao’nun önderliğinde yer alan Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin dünyayı sarsan etkileri, bütün bunlar, ülkemizin toprağında yığınların mücadelesine önderlik edecek genç bir komünist hareketin fışkırmasına elverişli ortamı hazırlıyordu.
Yığınların mücadelesini, gerici kliklerin bazen birini, bazen diğerini iktidara getiren bir kaldıraç olmaktan kurtaracak olan, bu mücadeleyi muzaffer bir halk devrimine dönüştürecek olan, kitlelerin şiddetle gerek duyduğu komünist bir önderliktir.
- V -
ŞAFAK REVİZYONİZMİNİN YANILDIĞI NOKTALAR:
1. Milli Kurtuluş Savaşımız, Şafak revizyonizminin sandığı gibi, milli burjuvazinin önderliğinde değil, komprador Türk büyük burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin önderliğinde yürütülmüştür. Milli karakterdeki orta burjuvazi, Kurtuluş Savaşı’na, önder olarak değil, komprador Türk büyük burjuvazisinin ve toprak ağalarının yedek gücü olarak katılmıştır. Kurtuluş Savaşı içindeki etki ve nüfuzunu da savaştan sonra adım adım kaybetmiştir. Savaşın bütün ağırlığını omuzlarında taşıyan halk kitlelerinin devrimci gücü, büyük potansiyeli, bir devrimden öcüden korkar gibi korkan Kurtuluş Savaşı’nın burjuva ve toprak ağası önderliği tarafından boğulmuş, kösteklenmiş, savaştan sonra da her fırsatta kanla ve zorbalıkla bastırılmıştır.
2. Kurtuluş Savaşı’mızın yer aldığı çağ Şafak revizyonistlerinin dediği gibi, “proleter devrimleri ve milli kurtuluş savaşları çağı” değil, “proleter devrimleri çağı”dır. Ekim Devrimi bütün dünyada “proleter devrimleri çağı”nı açmıştır. Geri ülkeler de dahil, dünyanın her yanında burjuvazi, devrimden korkar hale gelmiştir.
Bu nedenle, burjuvazi herhangi bir devrime önderlik etmek bir yana, bizzat devrime köstek olmaya, devrimin ilerlemesini engellemeye koyulmuştur. Dünyada, proletarya önderliğinde yeni-demokratik devrimler ve sosyalist devrimler yer almaya başlamıştır. Bunun içindir ki, Büyük Ekim Devrimi’nin başlattığı çağ, “proleter devrimleri çağı”dır. Mao Zedung yoldaşın işaret ettiği gibi, Kemalist devrim, bu çağda yeralmasına rağmen, proleter dünya devrimlerinin bir parçası değil, eski tip burjuva-demokratik devrimlerin bir parçasıdır. Şafak revizyonistleri, “proleter devrimleri çağı”na, bir de “milli kurtuluş savaşları çağı” ibaresini ekleyerek, Kemalist devrimin o çağda yer alan devrimlerin tipik bir örneği, tabii ve normal bir parçası olduğunu ispatlamaya çalışıyorlar; yani Mao Zedung yoldaşı yalanlamaya çalışıyorlar. Böylece, Şafak revizyonistlerinin Kemalizm hayranlığı ve dalkavukluğu kendini ele veriyor...
3. Kurtuluş Savaşımız, Şafak revizyonistlerinin iddia ettiği gibi, “Asya’nın ezilen halklarına” değil, Asya’nın korkak burjuvazisine ve bir de emperyalist ülkelerin mali-oligarşisine “cesaret ve umut vermiştir”. Asya’nın korkak burjuvazisi, Kemalist devrimde kendi gerici emellerinin gerçekleştiğini görmüştür; köklü bir anti-emperyalist ve anti-feodal devrim olmadan, kitlelerin devrimde hakim rolü olmadan, yerli hakim sınıfların çıkarları zedelenmeden, burjuvazi ve toprak ağalarını da rahatsız eden sömürge yapıyı tasfiye etmek, fakat, öte yandan emperyalist ülkelerle işbirliğine devam etmek, yarı-sömürge yapıyı devam ettirmek, emperyalistlerle el ele ülkeyi talan etmek ve kitlelerin köklü bir devrim isteğini emperyalistlerle birlikte boğmak ve bastırmak: Bu, köklü bir devrimden tir tir titreyen Asya’nın burjuva ve toprak ağası sınıflarının istediği şeydir. Nitekim Çin’de burjuvazi ve toprak ağaları, Kemalist Devrimin bir benzerini gerçekleştirmek için can atmıştır. Fakat Mao Zedung yoldaş, bu yolun çıkmaz olduğuna taa o zaman işaret etmiştir. Kemalist Devrimden, emperyalist ülkelerin mali-oligarşisi de cesaret bulmuştur. Çünkü böylelikle, köklü bir halk devriminin önüne geçmek, geri ülkelerin yarı-sömürge bağımlılığını devam ettirmek imkanı açılmıştır önünde. “Asya’nın ezilen halkları”, işçi-köylü yığınlarının ezilmeye ve sömürülmeye devam ettiği, feodal sömürünün ve zulmün bütün şiddetiyle devam ettiği, emperyalist devletlere yarı-sömürge ve bağımlılığın devam ettiği bir “devrim”den ne diye “cesaret ve umut” alsınlar? Ezilen halklara cesaret ve umut veren devrim, Çin Devrimi’dir, Vietnam Devrimi’dir. Kemalist Devrim, kitlelerin, nasıl kurtulamayacağının örneğidir. Çin ve Vietnam devrimleri ise, kitlelerin gerçek kurtuluşa nasıl ulaşacaklarının örneğini vermiştir ve vermektedir.
4. Şafak revizyonistleri, Milli Kurtuluş Savaşı’yla komprador burjuvazinin bütünüyle tasfiye edildiğini iddia ediyorlar ki, bu Türkiye gerçeklerine tamamen aykırıdır. İşaret ettiğimiz gibi, yıkılan, komprador burjuvazinin sadece bir kesimidir. Ve özellikle azınlık milliyetlere mensup olanlardır. Komprador burjuvazinin bir başka kesimi ise (İttihat ve Terakki içinde palazlanan Türk büyük burjuvaları), toprak ağalarının bir kesimiyle birlikte, Kurtuluş Savaşının önderliğini ele geçirmiş, hakim mevkiye yükselmiştir.
5. Kemalist iktidar, Şafak revizyonistlerinin iddia ettiği gibi, “siyasi bakımdan bağımsız bir milli burjuva diktatörlüğü” değil, komprador nitelikteki Türk büyük burjuvazisinin ve toprak ağalarının bir kesiminin emperyalizme yarı-bağımlı diktatörlüğüdür... Şafak revizyonistlerinin iddiası, hem sosyalizmin genel teorisine aykırıdır, hem de ülkemizin gerçeklerine ters düşmektedir. Sosyalizmin genel teorisine aykırıdır; çünkü, artık geri ülkelerde genel bir kural olarak, siyasi bakımdan bağımsız milli burjuva diktatörlükleri mümkün değildir. Mao Zedung yoldaş, daha 1926 yılında şunu belirtmiştir:
“Bu sınıf [orta burjuvazi], siyasi bakımdan, tek bir sınıfın yani milli burjuvazinin hakimiyeti altında bir devletin kurulmasından yanadır... Ancak, bu sınıfın milli burjuvazi hakimiyeti altında bir devlet kurma teşebbüsü hemen hemen imkansızdır(abç). Çünkü bugün dünyada iki büyük güç, devrim ve karşı-devrim bir ölüm-kalım mücadelesi içine girmiş bulunmaktadır. Her iki taraf da birer büyük sancak dalgalandırmaktadır. Bunlardan bir tanesi Üçüncü Enternasyonal’in dalgalandırdığı ve bütün ezilen sınıfların etrafında toplandığı devrimin kızıl sancağı; diğeri ise Cemiyet-i Akvam’ın dalgalandırdığı ve dünyadaki bütün karşı-devrimcilerin etrafında toplandığı karşı-devrimin beyaz sancağıdır. Ara sınıflar, bir kısmının sola dönerek devrime, diğerlerinin ise sağa dönerek karşı-devrime katılmasıyla, hızla dağılmaya mahkumdurlar. Bu sınıfların bağımsız kalmaları imkansızdır. Dolayısıyla Çin’deki orta burjuvazinin kendisinin önder olacağı bir ‘bağımsız’ devrim düşüncesi boş bir hayaldir” (abç) (Seçme Eserler, I. Cilt, 1. Kitap, s. 19-20).
Mao Zedung yoldaşın sözleri, Büyük Ekim Devrimi’nden sonra açılan proleter devrimleri çağı için genel geçerliliği olan sözlerdir. Şafak revizyonistleri, “boş bir hayal” olan şeyi, gerçek gibi göstermekle, sosyalizmin genel teorisini açıkça ve alçakça çiğniyorlar.
Şafak revizyonistlerinin, “Kemalist iktidarın siyasi bakımdan bağımsız bir milli burjuva iktidarı olduğu” tezi, Türkiye’nin gerçeklerine de aykırıdır. Şnurov yoldaştan aktardığımız deliller, Kemalist iktidarda feodalizmin söz ve nüfuz sahibi olduğunu, Kemalist iktidara ortak olduğunu yeterince kanıtlamaktadır. Kemalist iktidarın ayrıca emperyalistlerle hem iktisadi, hem de siyasi alanda işbirliği halinde olduğunu da yeterince kanıtlamaktadır. Kemalist iktidar, işçilere, köylülere karşı emperyalist şirketlerin menfaatlerini korumaktadır. Kemalist iktidar, emperyalistlerin teveccühünü kazanmak için devrimcilere saldırmaktadır. Emperyalist yatırımlar devam etmektedir. Türkiye’deki sermayenin büyük çoğunluğu İngiliz-Fransız ve Alman emperyalistlerine aittir. Hükümet üyeleri emperyalist şirketlerle ortaklaşa yatırımlara girişmektedir. Bunlar gerçeklerdir, Şafak revizyonistlerinin iddiası ise “boş bir hayaldir”.
Şafak revizyonistleri, Kemalist diktatörlüğün bağımsız bir milli burjuva iktidarı olduğunu iddia etmekle kalmıyorlar, günümüzde de, milli burjuva iktidarlarını genel bir kural olarak mümkün görüyorlar ve hatta bu gibi iktidarların artmakta olduğunu iddia ediyorlar. Burada bu nokta üzerinde durmuyoruz. Şu kadarını belirtelim ki, Şafak revizyonistleri, bu gibi iddialarla gizli askeri darbecilik emellerine dayanak sağlamaya çalışmaktadırlar.
6. Şafak revizyonistleri, “iktidarı ele geçiren yeni Türk burjuvazisi büyümek ve zenginleşmek için, devlet eliyle milli burjuvazi yaratmaya girişmiştir” diyorlar. Söz konusu olan şey, devlet eliyle milli burjuva yaratmak değil, bütün devlet imkanlarını iktidardaki komprador büyük burjuva ve toprak ağası sınıflarının gelişip güçlenmesi, palazlanması için kullanmaktır. Şafak revizyonistleri, yukarıdaki tahlilleriyle, bir yandan Kemalist iktidarın uygulamalarını yanlış değerlendiriyorlar, öte yandan da bütün modern revizyonistlerin, TİP, D. Avcıoğlu, M. Belli revizyonistlerinin Kemalist iktidara yönelttikleri eleştiriyi aynen benimseyerek, Leninist devlet teorisini çiğniyorlar. Kemalist iktidarın uygulamalarını yanlış tahlil ediyorlar, çünkü Kemalist iktidarın yaptığı “milli burjuva yaratmak” değil, komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları sınıflarını, bütün devlet imkanlarını seferber ederek güçlendirmektir. Leninist devlet teorisini çiğniyorlar, çünkü; devlet, onu elinde tutan sınıfların baskı ve sömürü aracıdır, başka bir sınıfı yaratmak için asla kullanılamaz, tersine başka sınıfları baskı altına almak, ezmek, sömürmek için kullanılır. Modern revizyonistlerin, Kemalist hareketi değerlendirmeleri ve Kemalist iktidara yönelttikleri eleştiri şöyledir: Milli Kurtuluş Savaşının önderliğini, Türkiye’de burjuvazi mevcut olmadığı için(!), asker-sivil-aydın zümre yapmıştır (bazı revizyonistler, “asker-sivil-aydın zümre” yerine, “ilerici demokratlar”, “devrimci demokratlar”, “millici güçler”, “vurucu güç”, “zinde kuvvetler”, “dinç kuvvetler”, vs...de diyorlar). Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden bu zümre, iktidarı ele geçirmiştir(!). Bu zümre, kapitalist olmayan kalkınma yolunu benimseyerek, bu yoldan sosyalizme gidebileceği(!) gibi kapitalist kalkınma yolunu da benimseyebilir. İşte, “asker-sivil-aydın zümrenin iktidarı(!) olan Kemalist iktidar, kapitalist olmayan yoldan sosyalizme gitmek(!) yerine kapitalist kalkınma yolunu benimsemiş, bu amaçla devlet eliyle milli burjuva yaratmaya” girişmiş(!), bu yüzden de Türkiyemiz gerilikten kurtulamamış, kalkınmayı başaramamıştır(!). Revizyonistlerin zincirleme mantığı budur. Revizyonistlerin “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme varmak” dedikleri şey, burjuva hükümetlerinin, tedrici devletleştirmeler yoluyla adım adım devlet patronluğuna dayanan, devlet kapitalizmini gerçekleştirmeleridir; onların sosyalizm dedikleri şey, üretim araçlarının ve toprakların devlet mülkiyetinde olduğu, devlet kapitalizmidir. Yani bugün Sovyetler Birliği’nde ve bütün Doğu Avrupa ülkelerinde yürürlükte olan sistemdir. Engels, çok önceden kapitalizmin bu çeşidiyle sosyalizm arasındaki farka dikkati çekmiştir.
“Sosyal Demokrat [Komünist] Parti’nin devlet sosyalizmi denen şeyle; mali amaçlarla devlet tarafından devlet sömürüsü sistemiyle, özel müteşebbisin yerine devleti koyan ve böylelikle iktisadi sömürüsüyle siyasi baskı iktidarını birleştiren sistemle hiçbir ortak yanı yoktur” (Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi, s. 104).
Revizyonistlerin, “kapitalist kalkınma yolu” dedikleri de, özel müteşebbise dayanan kapitalizmdir. İşte revizyonistler, gerçekte Kemalist iktidarı, “devlet sosyalizmi denen şeyi benimsemediği için”, “özel müteşebbise” dayanan kapitalizmi benimsediği için ve devlet imkanlarını özel teşebbüsün eline verdiği için eleştiriyorlar. “Devlet eliyle milli burjuva yaratma” eleştirisinin aslı astarı budur. Bu eleştiri, bir kere “milli burjuvazinin mevcut olmadığı” varsayımına dayanmaktadır ki, Şafak revizyonistleri de dolaylı olarak bunu benimsemiş oluyorlar. İkinci olarak bu eleştiri, devleti sınıflarüstü bir şey olarak görmekte, bir sınıfın elinde olduğu halde, bir başka sınıfın amaçlarına hizmet edebilecek bir şey olarak görmektedir ki, Şafak revizyonistleri bunu da benimsemiş oluyorlar. Üçüncü olarak bu eleştiri, özel teşebbüse dayanan kapitalizmin yerine, devlet patronluğuna dayanan devlet kapitalizmini savunmaktadır ki, Şafak revizyonistleri dolaylı olarak bunu da benimsiyorlar.
Devlet teorisi üzerine durmadan gevezelik eden Şafak revizyonistlerinin, sıra pratik bir meselenin çözümüne gelince, nasıl sınıflarüstü devlet teorisine sarıldıklarını görüyorsunuz. Leninist devlet teorisini ağızlarında biraz daha az geveleseler, ama kavramak için biraz daha fazla çaba harcasalardı, bu zırvalıkları savunmazlardı.
7. Şafak revizyonistleri, “Kemalist burjuvazinin halk üzerindeki diktatörlüğü, milli burjuvazinin karakteri icabı emperyalizmle ve feodalizmle uzlaştı” diyorlar. Kemalist diktatörlüğün milli burjuva iktidarı olmadığına, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarı olduğuna işaret ettik; bu nedenle emperyalizmle uzlaşması değil, işbirliği etmesi söz konusudur. Feodalizmle uzlaşma ifadesi ise, büsbütün saçmadır, çünkü burjuvazi, Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren feodalizmle ittifak halindedir. Kurtuluş Savaşı’nın önderliği bu ittifakın elindedir, iktidar başından itibaren burjuvazi ve toprak ağaları ittifakının müşterek iktidarıdır.
Şafak revizyonistleri, “uzlaşma” terimiyle “işbirliği” terimini bilinçli olarak birbirinden ayırmıştır. “Uzlaşma”, bilindiği gibi, devrimci ve ilerici olan bir sınıfın, bazı tavizlerde bulunmasıdır. Uzlaşma, bazı şartlarda doğru ve gerekli olduğu halde, bazı koşullarda da yanlış ve zararlıdır. Lenin, “Sol Komünizm” kitabında bu iki uzlaşma çeşidini birbirinden ayırır, işçi sınıfının da, yerine ve şartlarına göre, birinci çeşit uzlaşmalara gireceğini ve girmesi gerektiğini savunur, ilke olarak uzlaşmayı reddedenleri eleştirir, ikinci çeşit uzlaşmayı ise, sert bir dille yerer. Genellikle küçük burjuvazi ve milli burjuvazi, ilerici bir tarihi rol oynadıkları zamanlarda, bu çeşit zararlı uzlaşmalara sık sık girerler. Bu, onların sınıfsal niteliklerinden gelir. Bu gibi durumlarda, bu uzlaşmacılık eğilimiyle mücadele etmek, küçük burjuvazi ve milli burjuvaziyi daha kararlı çizgiye çekmek ve onlarla ittifak kurmaya ve bu ittifakı korumaya çalışmak gerekir. Çünkü bu uzlaşma eğilimleri, devrimin başarısını geciktirdiği veya sekteye uğrattığı için, bizzat küçük burjuvazinin ve milli burjuvazinin (hiç değilse bunların önemli bir kısmının) menfaatlarine de aykırıdır. Oysa, Türkiye’de kullanıldığı şekliyle işbirliği başka bir şeydir. İşbirlikçi burjuvazi, Marksist-Leninist literatürdeki “komprador burjuvazi”nin karşılığıdır. Komprador burjuvazinin en küçük bir devrimci niteliği yoktur. Yabancı emperyalistlerin ülkeyi talan etmesinden bunlar zarar değil, fayda görürler, çünkü kendileri de bu talandan uygun bir pay alırlar. Bunlarla emperyalist efendileri arasındaki çelişki, emperyalistlerin ülkeyi talan etmesinden değil, bu talandaki payların azlığı çokluğu meselesinden doğar. Bunlar, efendileriyle paylarını artırmak için didişirler veya büyük burjuvazinin başka kesimiyle işbirliği yapan emperyalist devletlere veya tekellere karşı, kendilerinin işbirliği yaptığı emperyalist devletlerin veya tekellerin safında yer alırlar. Bunlar arasındaki çelişmeler, halkın düşmanları arasındaki çelişmeler kategorisine girer. Bunlarla halk arasındaki çelişme antagonist çelişmedir. Oysa genel olarak, menfaati devrim safında olduğu halde düşmanla kararlı ve cesur bir mücadeleye yan çizen, onunla anlaşmak, barışmak, vs... için ikide bir ona elini uzatan, yani düşmanla uzlaşan küçük-burjuvazi ve milli burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişme, henüz halkın saflarındaki çelişmeler kategorisine girer.
Şafak revizyonistleri, Kemalist burjuvazinin emperyalizmle olan ilişkisini uzlaşma olarak görüyor. Bunun ne zamana kadar “uzlaşma” olduğu, ne zaman “işbirliği” haline dönüştüğü belli değildir. Bu yüzden de, Kemalist burjuvaziyle proletarya ve yoksul köylüler arasındaki çelişme, haliyle belli bir süre (daha doğrusu belirsiz bir süre) halk arasındaki çelişmeler kategorisine girmektedir(!) Proletaryanın görevi, Kemalist iktidarı devirerek halkın demokratik iktidarını gerçekleştirmek için mücadele etmek değil, devrimci(!) Kemalist iktidarla, emperyalizme ve feodalizme karşı ittifak kurmaktır. İşte, Şafak revizyonistlerinin vardığı sonuç budur. Bu, önce de belirttiğimiz gibi karşı-devrimin safına iltihak etmektir.
8. Şafak revizyonistlerinin, M. Belli’nin, “Türkiye’de karşı-devrim” teorisini aynen benimsediklerini görüyoruz: Bunlara göre, “devlet eliyle milli burjuva yaratmak”(!) politikasıyla, bir süre sonra (ne zaman olduğu belli değil) semiren ve büyüyen yeni Türk burjuvazisi, büyüdükten sonra “işbirliğine” girişmiştir (!). Bu büyüme ve işbirlikçilik, özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında olmuştur(!) ve bunların toprak ağalarıyla ittifakı (artık “uzlaşma” değil, “ittifak” tabiri kullanılıyor), bu yıllarda güçlenmiştir. Sonra “bu gerici ittifak” DP’yi kurmuş ve iktidarını bu parti vasıtasıyla devam ettirmiştir. Demek oluyor ki, CHP ve iktidar, belli bir tarihe kadar esas olarak milli burjuvazinin elindedir ve bu sınıfın “uzlaşmalarına” rağmen, devrimcidir(!). Ayrıca bu yıllarda Türkiye’de işbirlikçi büyük burjuvazi henüz yoktur. Belli bir yerden sonra (muhtemeldir ki, Atatürk’ün ölümünden sonra) partiye ve iktidara, büyüyen ve işbirlikçi hale gelen burjuvazi hakim olmuştur(!). 1946’da bunlar DP’yi kurduklarına göre, CHP, işbirlikçi büyük burjuvaziden ve toprak ağalarından arınmıştır. Almanlarla işbirliği yapanlar da, Amerikan işbirlikçileri de bunlardır. O günden beri CHP’nin bir milli burjuva partisi olması gerekir! Oluştuğu günden beri büyük komprador burjuvazi, tek ve bölünmez bir bloktur(!). Şafak revizyonistlerinin tezleri işte bu sonuçlara varmaktadır. Bütün bunlar, M. Belli’nin, “karşı-devrim” tezlerinin daha ince bir üslupla savunulmasından başka bir şey değildir. Eğer bu söylenenler doğruysa, M. Belli’nin karşı-devrim teorisinin de doğru olması gerekir. Çünkü ne kadar uzlaşıcı olursa olsun (zaten başka türlü olamaz), bir milli burjuva iktidarının yerini komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarının alması, siyasi iktidar açısından bir karşı-devrimdir. M. Belli, karşı-devrimin başlangıç tarihi olarak 1942 tarihini, Saraçoğlu hükümetinin işbaşına geçmesini alıyor. Şafak revizyonistleri ise, bu tarihi sadece belirsiz bırakıyor. M. Belli kendi teorisini daha açıkça, cesaretle ve kesin bir dille savunurken, Şafak revizyonistleri aynı teoriyi bulandırarak, çekingen ve kararsız bir dille savunuyorlar. Aradaki fark budur.
9. Şafak revizyonistlerine göre, İkinci Dünya Savaşı öncesine kadar Türkiye, emperyalizmin nüfuz ve sömürüsünden azadedir. (M. Kemal dalkavukluğuna bakın siz). Türkiye’de “emperyalist sermayenin at oynatması” 1950’den sonradır. Bu tespit sadece şu açıdan doğrudur: 1950’den sonra Türkiye’ye giren emperyalist sermaye, önceki yıllara nispetle çok daha fazladır. Ama Şafak revizyonistlerinin görmek istemediği, inkara kalktığı bir gerçek daha vardır. Türkiye’de emperyalist sermaye, Kemalist iktidarın başından beri mevcuttur. İngiliz, Alman ve Fransız emperyalistleri, birçok alana yatırım yapmışlardır vs... 1935’lerden itibaren Alman emperyalizminin Türkiye üzerindeki nüfuzu ve sömürüsü artmaya başlamış, Saraçoğlu hükümetiyle de bu nüfuz ve sömürü doruğuna ulaşmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonundan itibaren ise, ABD emperyalizmi ülkemize burnunu sokmuştur. 1950’den sonra ülkemizde doludizgin at oynatan, esas olarak ABD emperyalizminin sermayesidir (Bak: TİİKP Program Taslağı Eleştirisi, 13. Madde’nin eleştirisi).
Şafak revizyonistleri Kemalist iktidar dönemini temize çıkarabilmek için her çareye başvurmaktadır.
10. Şafak revizyonistleri, 1950’den sonra “emperyalizm ve işbirlikçilerinin gerici parlamentoyu bir hakimiyet aracı (abç) olarak kullandıklarını” söylüyorlar. Burada her şeyden önce parlamentonun mahiyetinin kavranmadığına, yani Marksist-Leninist devlet teorisinin kavranmadığına şahit oluyoruz.
Marksist-Leninist devlet teorisi açısından parlamento nedir? Bunu, Lenin yoldaştan öğrenelim:
“Belirli bir süre için parlamentoda halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek; sadece meşruti parlamenter monarşilerde değil, en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü budur” (Devlet ve İhtilâl, s. 61).
“... Amerika’dan İsviçre’ye, Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e vb. kadar herhangi bir parlamenter ülkeyi düşününüz; asıl devlet işleri hep kulislerde yapılır; bu işler hep devlet daireleri, bakanlıklar, kurmay heyetleri tarafından yürütülür. Parlamentolarda, sadece ‘saf halk’ı aldatmak ereğiyle gevezelikten başka bir şey yapılmaz. Bu o kadar doğrudur ki, burjuva demokratik cumhuriyeti olan Rus Cumhuriyetinde bile, hatta gerçek bir parlamento kuracak zamanı bile bulmadan önce, parlamentarizmin bütün kusurları hemen ortaya çıktı” (age, s. 62).
Parlamentonun özü ve fonksiyonu işte budur. Parlamento, Şafak revizyonistlerinin sandığı gibi “hakimiyet aracı” değildir. Hakimiyet aracı, ordusuyla, polisiyle, adliyesi, karakolu, hapishanesiyle... devlet cihazıdır. Parlamentonun varlığı veya yokluğu hakimiyetin biçimini değiştirir, ama bizzat hakimiyetin varlığını asla etkilemez. Şafak revizyonistleri, yukarıdaki mantıkla parlamentonun bulunmadığı bir faşist diktatörlüğü, hakim sınıfların “hakimiyet araçları”nın bulunmadığı bir sistem(!) olarak alkışlamaya hazırdır. Hatırlarsınız ki bu mantık, M. Belli’nin kaba burjuva mantığıdır. M. Belli, D. Avcıoğlu gibi beyinsiz burjuvalar, parlamentoyu her türlü kötülüklerin anası olarak görmekte, parlamento kalkınca her yerin güllük gülistanlık olacağını düşünmektedirler. Hatta bu baylar, parlamentonun bulunmadığı bir askeri faşist diktatörlüğe dahi davetiye çıkarmaya hazırdırlar. Amerikancı faşist generaller çetesinin 12 Mart Muhtırası’ndaki meclise çatan iki üç kelime, bunları göğe zıplatmıştır ve hep bir ağızdan “vur, vur”, “kapat parlamentoyu” diye faşist generallere tempo tutmuşlardır. Yine 27 Mayıs’tan sonra, parlamentarizme dönülmesi, bu beyler açısından “devrimin gerilemesi”dir(!). Bu beyinsiz burjuvalar, Kemalist iktidar dönemindeki askeri faşist diktatörlüğü, “yeryüzünde cennet” olarak ilan etmeye hazırdırlar ve o dönemin derin özlemi içindedirler. M. Belli’nin çöplüğündeki teori kırıntılarıyla palazlanan Şafak horozları da, şimdi aynı makamdan ötüyorlar. Emperyalizm ve işbirlikçilerinin hakimiyet aracı parlamentodur(!). Eğer böyleyse, parlamento bir kere kalkarsa, hakim sınıflar hapı yutar, hakimiyetleri yıkılır, düzenleri bozulur(!).
Bütün bu zırvalıkların temeli, elbette ki, bu bayların ciğerine işlemiş olan anti-Marksist-Leninist devlet anlayışıdır. Parlamentonun özünü ve fonksiyonunu, ne genel olarak Marksizm-Leninizm’in genel teorisi açısından, ne de özel olarak Türkiye açısından kavrayamamış olmalarıdır.
En demokratik burjuva cumhuriyetlerinde bile, parlamentonun hakim sınıflar tarafından bir köşeye fırlatılması, iki şeyi değiştirecektir: Birincisi, “bir süre için, parlamentoda, halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek” imkanı ortadan kalkacaktır. İkincisi de, hakim sınıfların temsilcileri artık, “parlamentolarda... ‘saf halk’ı aldatmak ereğiyle gevezelik” yapamayacaklardır. Ama hakim sınıfların hakimiyet araçları ortadan kalkmayacaktır; çünkü hakim sınıfların hakimiyet araçları parlamento değildir.
Komünistler, elbette, “baskı biçiminin şöyle ya da böyle olmasının proletarya bakımından önem taşımadığını” düşünmezler; “sınıf mücadelesinin ve sınıfları baskı altında tutmanın daha geniş, daha serbest, daha özgür bir biçiminin, proletaryanın genel olarak sınıfların ortadan kalkması için yürüttüğü mücadeleyi önemli derecede kolaylaştıracağını” bilirler (age, s. 103). Bu nedenle, “özellikle şartların devrim için uygun olmadığı durumlarda, burjuva parlamentarizmi ahırından faydalanırlar” (age, s. 61); “parlamentoda, halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek” imkanından yararlanırlar; bu nedenle, “şartların devrim için uygun olmadığı durumlarda”, burjuva anlamda demokratik bir parlamenter düzeni, faşist düzene tercih ederler ve savunurlar; “ama, aynı zamanda, parlamentarizmin gerçekten proleter ve devrimci eleştirisini de bilirler”.
“Şartların devrim için uygun olduğu” durumlarda ise, komünistler, burjuva parlamentarizminin en devrimci olanını bile kaldırıp bir kenara atarlar; kitleleri, biçimi ne olursa olsun, mevcut burjuva diktatörlüğü yıkmak için harekete geçirirler.
Komünistlerin parlamentoya bakış açıları budur. Şafak revizyonistlerinin bakış açısı ise, M. Belli, D. Avcıoğlu burjuvalarının bakış açısıdır.
Bir noktayı daha belirtelim: Burjuva parlamentarizmi, burjuva demokrasisinin bir göstergesi olmakla birlikte, faşist diktatörlükle asla bağdaşmaz bir şey de değildir. Bu konuda Dimitrov yoldaşı dinleyelim:
“Tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşullar; ulusal özellikler hatta bir ülkenin uluslararası durumu, faşizmin ve faşist diktatörlüğün değişik ülkelerde değişik biçimlerde gelişmesine yol açmaktadır. Faşizmin geniş bir kitle dayanağı bulamadığı ve faşist burjuva kampın çeşitli grupları arasındaki mücadelenin kesin olduğu birtakım ülkelerde bu rejim, öncelikle parlamentoyu feshetme yoluna gitmez. Sosyal Demokrat Partiler de dahil olmak üzere, öteki burjuva partilerinin biraz meşruiyet elde etmelerine göz yumar. Başka ülkelerde eğer yönetici burjuvazi erken bir devrimin patlak vermesinden korkuyorsa, faşizm, sınırlandırılmamış olan siyasi tekelini kurar. Bunu, ya hemen ya da rakip parti ve gruplara karşı terör yönetimini ve kan kusturmayı artırarak yapar. Kendi durumu özellikle açıklığa kavuşunca bu durum faşizmin, kendi temelini genişletmesini ve sınıfsal yapısını değiştirmeksizin açık terörist diktatoryayı kaba ve uydurma bir parlamentarizmle birleştirmesini engellemez” (abç) (Faşizme Karşı Birleşik Cephe, s. 60).
Demek oluyor ki, bazı şartlarda faşizm, “parlamentoyu feshetme yoluna gitmeyebiliyor”, “Sosyal Demokrat Partiler de dahil olmak üzere, öteki burjuva partilerinin biraz meşruiyet elde etmelerine göz yumabiliyor”, “sınıfsal yapısını değiştirmeksizin açık terörist diktatoryayı kaba ve uydurma bir parlamentarizmle birleştirebiliyor”.
Şimdi, Türkiye’de parlamentonun fonksiyonuna geçelim:
Ülkemizin tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşulları, Türkiye’de parlamentarizmin başından beri “kaba ve uydurma” olmasına yol açmıştır. Türkiye’de, yarı-sömürge, yarı-feodal yapıdan dolayı zayıf bir burjuvazi mevcuttur. Zayıf burjuvazi, iktidarını koruyabilmek için daima kitlelerin mücadelesini zorla ve şiddetle ezme yolunu seçmiştir; daha doğrusu o, varlığı ve iktidarını korumak için buna mecburdur. Öte yandan, ülkemizde iktidara zayıf burjuvaziyle birlikte feodalizm döneminin kalıntısı, kudurgan toprak ağaları sınıfı da ortaktır. Bu sınıf, feodalizmin kanunu olan sopayı ve cebiri, burjuva demokrasisinin yerine geçirmek için sürekli bir çaba harcamaktadır; çünkü tutarlı bir burjuva demokrasisi feodalizmin menfaati ile çelişir. Bu iki nedenle, Türkiye’de burjuva demokrasisi, başından beri, Kemalist iktidar dönemi de dahil, faşizan ve feodal bir karakter taşımaktadır.
Öte yandan, uluslararası durum, burjuvaziyi ve toprak ağaları sınıfını parlamentoyu benimsemeye zorlamaktadır; çünkü parlamentoyu da ortadan kaldıran açık terörist bir diktatörlük, hem içerdeki halk kitlelerinin önünde, hem de dünya demokratik kamuoyu önünde, faşist çehresiyle sırıtıverecek ve kısa zamanda tecrit olacaktır. Kitlelere ve dünya demokratik kamuoyuna karşı “demokratik” görünebilmek, onları aldatabilmek için Türkiye’de hakim sınıflar, başından beri “kaba ve uydurma bir parlamentarizmle” faşist suratlarını maskelemeyi, sınıf menfaatlerine daha uygun bulmuşlardır. İşte, Türkiye’de parlamentonun fonksiyonu budur: Faşizmi maskelemek.
Türkiye’de parlamento, Kemalist iktidar döneminde de vardır ve hatta o dönemde parlamento daha da “kaba ve uydurma”dır. Gerçekte mebuslar seçimle değil, CHP yöneticileri tarafından ve hatta bizzat M. Kemal tarafından tayin edilerek tespit ediliyordu. Tabi ki her bölgeden, kitlelerin en azılı düşmanları, çevrenin en zengini ve nüfuzlusu, ağa, bey, eşraf, faizci, tefeci, patron, yüksek bürokrat vb. meclise dolduruluyor, parlamento böyle teşkil ediliyordu. Şafak revizyonistleri, bu gerçekleri masumane(!) atlayıveriyorlar; “hakimiyet aracı”(!) olarak gördükleri “gerici parlamentoyu” 1950 sonrasına has bir şey olarak görüyorlar. Tekrarlayalım: Türkiye’de gerici parlamento, 1950 sonrasına has bir şey değildir, başından beri, Kemalist iktidar döneminden beri, hatta monarşik meşrutiyetten bu yana mevcuttur ve başından beri de “kaba ve uydurma”dır; faşizmin suratına örtülen “demokratik” bir peçedir.
1950 sonrasının özelliği, parlamentosuz bir iktidarın yerini, parlamentonun mevcut olduğu bir iktidarın alması değildir. Daha önce komprador burjuvazi ve toprak ağalarının sadece hakim kliğinin partisi varken, artık diğer komprador burjuva ve toprak ağası kliklerinin de partisi serbest edilmiştir; hatta bu, 1950’den sonra değil, 1946’dan itibaren olmuştur. Bu arada, TSEKP gibi, TSP gibi reformcu orta burjuva partileri de, kısa bir süre boy göstermişse de, bunlar derhal ezilmiştir. Ve “çok partili” sistemin, gerçekte, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının çeşitli siyasi kliklerine parti kurma imkanı sağlamaktan başka bir fonksiyonu olmamıştır. Ülkemizde, İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren “çok partili” sisteme geçilmesinin sebebi ise, Amerikan ve İngiliz emperyalizminin işbirlikçisi olarak boy gösteren DP kliğini, yani komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının o güne kadar muhalefette kalan ve siyasi örgütlenme imkanı bulamayan kliğini örgütlenme imkanına kavuşturmak, Almancı faşist CHP kliğinin yerine, Amerikan ve İngiliz uşağı DP kliğini iktidara getirmektir. Meselenin özü budur. Söz konusu olan, bazı aklı evvellerin sandığı gibi, ne “faşizmden demokrasiye geçiş”tir, ne de “gerici parlamento”nun “başımıza” bela edilmesi ve böylece “karşı-devrimin pekiştirilmesi”dir! Sözkonusu olan şey, ikisi de değildir.
Şunu da belirtelim: Türkiye’de burjuva demokrasisinin, sınırlı da olsa, bazı kırıntılarının tadıldığı üç kısa dönem olmuştur. Birincisi, Kurtuluş Savaşının hemen ertesinde, TKP’nin henüz serbest olduğu kısacık dönem. İkincisi, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, TSEKP ve benzeri partilerin, sendikal örgütlenmenin serbest bırakıldığı kısacık dönem. Üçüncüsü de, 27 Mayıs darbesinden sonra gelen kısacık dönem. Bu üç kısa dönemde, nispi demokratik bir ortamın mevcut olmasının sebebi şudur: Kurtuluş Savaşı’na katılan kitlelerin ve demokratik burjuva çevrelerinin etkinliği, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da bir süre daha devam etmiştir. Aynı şekilde, Almancı faşist CHP kliğine karşı İkinci Dünya Savaşı sırasında yürütülen anti-faşist mücadelenin hızı ve etkinliği, Saraçoğlu hükümeti düşürüldükten sonra da bir süre daha devam etmiştir. Yine aynı şekilde faşist DP iktidarına karşı, 27 Mayıs öncesinde girişilen demokratik mücadelenin hızı ve etkinliği, 27 Mayıs’tan sonra da daha bir süre devam etmiştir. Fakat her seferinde de, önderliği elinde tutan komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları sınıflarının siyasi klikleri, halk kitlelerinin ve reformcu milli burjuvazinin mücadelesini kaldıraç yaparak iktidarı ele geçirdikten sonra, bu mücadelenin hızını önce yavaşlatmış, sonra da her türlü demokratik hakları çiğneyerek yarı-faşist veya faşist diktatörlüklerini adım adım gerçekleştirmişlerdir. Türkiye’de parlamento başından beri, işte bu iktidarların, yani komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının yarı-faşist ve faşist diktatörlüklerinin maskesi olmuştur. Bugün de Türkiye faşist diktatörlük altındadır. Ama bugün de yine, “kaba ve uydurma” parlamento devam etmektedir ve bu kaba ve uydurma parlamentonun devam etmesini, bazı kesimleri hariç bizzat faşist klikler istemektedir.
Bu bağdaşmaz şeyleri, mesela M. Belli’nin askeri darbeciliği ile Mao Zedung yoldaşın halk savaşı teorisini bağdaştırma(!) maharetini gösteren Şafak revizyonistleri, şimdi de M. Belli ve D. Avcıoğlu’nun “bütün kötülüklerin anası parlamentodur” safsatası ile, TİP’in ve Ecevit’in “parlamenter ahmaklığını” bağdaştırma(!) maharetini göstermiştir. Şafak revizyonistleri bir yandan “gerici parlamentoyu emperyalizmin ve işbirlikçilerinin hakimiyet aracı”(!) olarak görüyorlar; öte yandan parlamentonun faşizmle asla bağdaşamayacağını, “herşeye rağmen” parlamentonun iyi bir şey olduğunu ve savunulması gerektiğini iddia ediyorlar. (Bak: PDA, sayı 27, Başyazı). Böylece, faşist kliklerle birlikte Türkiye’deki “kaba ve uydurma” parlamentonun savunucusu durumuna düşüyorlar.
Özetleyelim: Herşeyden önce, parlamento, “emperyalizm ve işbirlikçilerinin hakimiyet aracı” değildir, “hakimiyet aracı” gerici devlet mekanizmasıdır, hakim sınıflar parlamentodan vazgeçerek de hakimiyetlerini sürdürebilirler.
İkincisi, Türkiye’de parlamento 1950’den sonra ortaya çıkmış değildir. Cumhuriyet döneminin başından beri ve hatta meşrutiyet döneminde de parlamento mevcuttur; fakat parlamento başından beri, Türkiye’de “kaba ve uydurma” bir şeydir, faşist ve yarı-faşist diktatörlüklerin “demokratik” maskesidir.
Üçüncüsü, 1950 sonrasının özelliği, parlamentosuz bir diktatörlükten parlamenter bir diktatörlüğe geçilmesi değil, komprador büyük burjuva ve toprak ağası sınıflarının bütün kliklerinin siyasi örgütlenme imkanına kavuşmuş olmasıdır.
Şafak revizyonistleri, parlamentonun Marksist-Leninist bir değerlendirmesini yapmadıkları gibi, Türkiye’de parlamentonun fonksiyonunu da asla kavrayamamışlardır. Bu dar kafalı burjuvalar, hangi meseleye el atsalar içinden çıkılmaz hale getiriyorlar (Bak: TİİKP Program Taslağı Eleştirisi, 20. Maddenin eleştirisi).
11. Şafak revizyonistleri, “siyasi ve iktisadi buhran, Amerikan uşağı DP iktidarının 27 Mayıs 1960’da yıkılmasıyla sonuçlandı” diyorlar. Üzerinde durulmaya bile değmeyecek ölçüde saçma bir iddiadır bu. Burjuvazinin ve toprak ağalarının hakimiyeti devam edecek, feodal ağlarla örülmüş bir kapitalizm devam edecek, fakat siyasi ve iktisadi buhran sonuçlanacak(!). Buhran, bugünkü iktisadi düzenin ve ona bağlı olarak sosyal ve siyasi düzenin bizzat yapısında mevcut olan çelişmelerden doğmaktadır. Bu yapı, muzaffer bir halk devrimiyle yıkılmadıkça, bu çelişmeler sona ermeyecektir; bu çelişmeler sona ermediği sürece de, ne iktisadi ve ne de siyasi buhran sonuçlanır, Şafak revizyonistleri, düzenin temellerine dokunulmadan, onun bütün hastalıklarından kurtulabileceğini zannediyorlar. Böyle bir reçeteyi, “Marksizm-Leninizmi çürütmek” için, bütün gerici sınıflar ve onların “ilim adamları” da arıyorlar ama, henüz bulamadılar (Bak: TİİKP Program Taslağı Eleştirisi, 20. Maddenin eleştirisi). 12. Şafak revizyonistleri, 27 Mayıs hareketine orta burjuvazinin önderlik ettiğini ve darbeden sonra iktidarı orta burjuvazinin ele geçirdiğini, fakat daha sonra, “iktidarı işbirlikçi büyük burjuvaziye ve toprak ağalarına bıraktığını” iddia ediyorlar. Bu doğru değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, darbeye önderlik eden, darbeden sonra iktidarı eline geçiren İnönücü CHP kliğinin temsil ettiği komprador büyük burjuvazi ve toprak ağalarıdır. Orta burjuvazi ve gençlik, darbenin gerçekleşmesinde önemli bir rol oynamışlardır ama, önder olarak değil, CHP kliğinin arkasına takılarak. Eğer Şafak revizyonistleri, İnönücü CHP kliğini orta burjuvazinin temsilcisi olarak görüyorlarsa, bir kere daha yanılıyorlar.
1965’te AP’nin tek başına iktidara gelmesiyle, orta burjuvazinin iktidardan indiği kastediliyorsa, MBK iktidarının ve koalisyon hükümetlerinin orta burjuvaziyi temsil ettiği kabul ediliyor demektir. Eğer koalisyon hükümetleriyle birlikte orta burjuvazinin iktidarının sona erdiği kastediliyorsa, bu sefer de sadece MBK iktidarının orta burjuvaziyi temsil ettiği iddia ediliyor demektir. Gerçekte ise, hem MBK iktidarı dönemi, hem de koalisyon hükümetleri dönemi büyük komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarda olduğu dönemlerdir. Değişen şudur ki, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının bir kliği batarken, diğer kliği çıkmıştır. Mesele budur. İşçi-köylü kitleleri, kendi tecrübeleriyle 27 Mayıs hareketine Şafak revizyonistlerinden daha doğru bir teşhis koymuşlardır. (Bak: TİİKP Program Taslağı Eleştirisi, 21. Maddenin eleştirisi).
13. Kemalizm, hangi sınıfın ideolojisidir? Şafak revizyonizmine göre, Kemalizm; orta burjuvazinin devrimci kanadının ideolojisidir. “12 Mart’tan Sonra Dünyada ve Türkiye’de Siyasi Durum” broşüründe, faşizmin, “orta burjuvazinin Kemalist kesimlerinin (abç) gözünü boyamak…” istediği söyleniyor. (Bak: agy, s 45). “Orta burjuvazinin Kemalist kesimleri”nden kasıt, besbelli ki, orta burjuvazinin devrimci kesimleridir; yani sol kanadıdır.
Yine Şafak revizyonistleri, M. Kemal’in ilkelerinin faşizmle asla bağdaşmayacağını iddia etmekte ve “faşistler, M. Kemal’in ilkelerini tahrif ederek, kendi faşist safsatalarının bir parçası olarak gösterebileceklerini sanıyorlar” demektedirler (agy, s. 45)
Yine Şafak revizyonistleri, “M. Kemal, halkımızın ilerici tarihinin (abç) bir parçasıdır” demektedirler.
Bu iddiaların, Türkiye gerçekleriyle en küçük bir ilgisi ve bağdaşır tarafı yoktur. Şafak revizyonistleri, kendi boş hayallerini gerçeklerin yerine koymaya çalışıyorlar; ülkemizde bir yığın revizyonist ve oportünist klik, bilhassa Kemalizm konusunda aynı şeyi yapıyor. Özellikle Kemalizm konusunda, orta burjuvazinin gerçeklere aykırı idealist yargıları öylesine beyinlere yerleşmiş, kafalara öylesine tekel kurmuştur ki, Kemalizmin komünistçe değerlendirilmesi adeta imkansız hale gelmiştir. Şimdi iyi biliyoruz ki, bizim Kemalizm konusundaki yargılarımız, Çetin Altan, D. Avcıoğlu, İlhan Selçuk’tan tutun da, TİP, M. Belli, H. Kıvılcımlı, TKP, THKP-THKC, THKO ve Şafak revizyonistlerine kadar, bütün burjuva ve küçük burjuva örgüt ve akımlarını öfkeyle ayağa fırlatacaktır. Ama öfkeyle ayağa fırlamaktansa, Türkiye tarihine daha ciddi olarak göz atmaları, onu doğru olarak kavramaya çalışmaları gerekmez mi? Türkiye gerçekleri bize şunu gösteriyor:
Kemalizm demek, fanatik bir anti-komünizm demektir. Kemalistler, M. Suphi ve 14 yoldaşını, kahpece ve hunharca boğazlamışlardır. TKP’yi, M. Suphi yoldaşın ölümünden sonra bu isme layık bir parti olmadığı halde, amansız bir şekilde ve her fırsatta ezmiş, bugün Amerikancı faşist sıkıyönetim mahkemelerinin yaptığını, Kemalist iktidar defalarca yapmıştır; her iki yılda bir, çoğu zaman her yıl en az bir kere, genel tutuklamalar düzenleyerek yüzlerce insanı polis işkencesinden geçirmiş, karakollarda ve zindanlarda çürütmüştür. Sovyetler Birliği’ne, menfaat sağlamayı hesapladığı müddetçe dalkavukluk etmiş, diğer zamanlarda sinsi ve azgın bir düşmanlık beslemiştir.
Kemalizm demek, işçi ve köylü yığınlarının, şehir küçük burjuvazisinin ve küçük memurların sınıf mücadelesinin kanla ve zorbalıkla bastırılması demektir. Kemalizm, işçiler için süngü ve ateş, cop ve dipçik, mahkeme ve zindan, grev ve sendika yasağı demektir; köylüler için ağa zulmü, jandarma dayağı, yine mahkeme ve zindan ve yine her türlü örgütlenme yasağı demektir. Şnurov yoldaşın verdiği örnekleri, Adana-Nusaybin demiryolunda işçilerin nasıl kurşuna dizildiğini bütün arkadaşlar bir kere daha hatırlasınlar.
Kemalizm demek, her türlü ilerici ve demokratik düşüncenin zincire vurulması demektir. Kemalizmi övmeyen her türlü yayın faaliyeti yasaktır. İlerde, Kemalist iktidar aleyhine herhangi bir yazının çıkabileceği ihtimali dahi, yayın organlarının kapatılması için yeterli sebeptir. Sonu gelmez “örfi idareler” memleketi kasıp kavurmaktadır ve her bir “örfi idare” yıllarca sürmektedir; meclis, CHP’nin tepesindeki bir avuç yöneticinin ve onun değişmez başkanı M. Kemal’in elinde oyuncaktır; Anayasa da ve bütün yasalar da öyledir, ülkeyi gerçekte ordu yönetmektedir. Kemalizm demek, her alanda Türk şovenizminin kışkırtılması, azınlık milliyetlere amansız bir milli baskının uygulanması, zorla Türkleştirme ve kitle katliamı demektir.
Kemalizm’in “istiklâl-i tam” ilkesi demek, yarı-sömürgelik şartlarına seve seve razı olma ilkesi demektir. Kemalist Türkiye, yarı-sömürge Türkiye’dir. Kemalist iktidar, İngiliz-Fransız emperyalizmine ve daha sonra Alman emperyalizmine uşaklık eden, onlarla işbirliği eden bir iktidar demektir. Şnurov’un belirttiği gibi, Kemalistlerin emperyalistlerle olan sınıf kardeşliği, milli düşmanlıklarından ağır basmıştır; Kemalist iktidar, birçok defalar İngiliz, Fransız ve Alman şirketlerinin menfaatlerini korumak için, Adana-Nusaybin demiryolu grevinde olduğu gibi, işçileri kurşuna dizmiştir.
Şimdi Kemalizm dalkavukluğu yapan revizyonistler, bize hışımla soracaklar: Peki öyleyse, Kemalistleri SSCB ve Lenin niçin destekledi! Bunun cevabı gayet basittir: SSCB ve Stalin, Japonya’ya karşı Guomintang’ı niçin desteklediyse, bunu da onun için destekledi. ÇKP ve Mao Zedung yoldaş, Asya’nın, Afrika’nın ve Latin Amerika’nın geri ülkelerindeki komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarlarını, mesela Yahya Han’ın faşizmini, ABD emperyalistlerine ve Sovyet sosyal emperyalistlerine karşı niçin destekliyorsa, o dönemde SSCB ve Lenin yoldaş da, Kemalistleri onun için destekledi, yani o dönemde daha gerici ve daha büyük düşman olan İngiliz-Fransız emperyalistlerini tecrit etmek için destekledi; yani SSCB ve Lenin yoldaş, gericiler arasındaki çelişmelerden devrimin menfaatine ustalıkla yararlandılar. Mesele budur.
Kemalizme dalkavukluk eden revizyonistler, hışımla bağıracaklar: “Siz, Kemalizmin milli kurtuluşçu yönünü reddediyorsunuz”. Hayır! Biz sadece Kemalizmin “milli kurtuluşçuluğunun” niteliğini doğru tespit ediyoruz. Kemalizmin milli kurtuluşçuluk olarak gördüğü şey, sömürge yapının kalkması, fakat yarı-sömürge yapının olduğu gibi muhafaza edilmesidir; emperyalizmin doğrudan hakimiyetinin kalkması, fakat dolaylı hakimiyetinin olduğu gibi devam etmesidir; emperyalizmle iktisadi ve siyasi işbirliğidir; emperyalizme siyasi bakımdan yarı-bağımlılıktır. Kemalistler, sömürgeciliğe niçin karşıdırlar? Bu sorunun cevabını Şnurov yoldaştan daha önce aktardık. Bir kere daha okuyalım:
“... Devrimin başına Türk ticaret burjuvazisi geçti. Türkiye tarım memleketi olduğu için, tüccarların başlıca alışverişi tarım ürünleri üzerine idi. Böylece ticaret burjuvazisi, ağalar ve büyük toprak sahipleriyle sıkı bağlar kurdu. Her Türk köyünde ağa ve büyük toprak sahibi, aynı zamanda tefeci ve köylü ürünlerinin belli başlı alıcısı ve satıcısıydı. Bu ağaların bazen un değirmeni, yağ veya kuru meyve işleyen küçük imalathaneleri ve diğer ufak tefek teşebbüsleri oluyordu. Ağalar aynı zamanda tarım ürünlerini toptan satın alan büyük ticaret firmalarının acenteleri durumundaydılar.
“Bu koşullar altında, Türkiye, Avrupa kapitalistlerine yenilmiş olsaydı, yabancılar en kısa zaman içinde bütün ticareti ve sanayii ele geçireceklerdi. Türk burjuvazisi bir ölüm-kalım sorunuyla karşı karşıyaydı. Kapitalistlerin işgali altındaki liman şehirleri olmazsa, devlet kendilerini desteklemezse, yabancılara verilen imtiyazlar devam edip Türkiye her bakımdan yabancı kapitale bağlı kalırsa, yurdun öz ticaret ve sanayii er geç ölecekti, tüccarı, sanayiciyi, tarım ürünlerini yabancı ülkelere satan ağa ve büyük toprak sahiplerini devrimci kılan işte bu tehlike idi. Köylü, işçi ve küçük esnafın kapitalistler ve toprak ağalarına karşı duyduğu hoşnutsuzluk ustalıkla yabancı kapitalistlerle mücadeleye dönüştürüldü”.
Kemalistleri, sömürgeliğe karşı çıkaran sebepler işte, Şnurov yoldaşın işaret ettiği sebeplerdir. Japon emperyalizminin işgaline karşı çıkan Çan Kay-Şek ve onun temsil ettiği sınıflar ne kadar milli kurtuluşçu ve devrimciyse, M. Kemal ve onun temsil ettiği sınıflar da, o kadar milli kurtuluşçu ve devrimcidir.
Kemalizm demek, aynı zamanda, toprak ağaları sınıfıyla kol kola, omuz omuza köylü kitlelerini ezmek, menfaat birliği etmek, sınıf kardeşliği etmek demektir.
Bütün bu gerçekler, Kemalizmin sınıf karakterini, hangi sınıfın ideolojisi olduğunu açıkça gösteriyor: Kemalizm, komprador Türk büyük burjuvazisinin ve orta burjuvazinin sağ kanadının ideolojisidir.
Kemalizmin faşizmle bağdaşmaması bir yana, Kemalizm, bizzat faşizm demektir. Kemalist diktatörlük, askeri faşist bir diktatörlüktür. 1930’ları yaşayan birinden dinleyen eski bir devrimci arkadaşın ifade ettiğine göre, o günlerde TKP’nin şiarı şudur: “Kahrolsun Kemalistlerin faşist diktatörlüğü”. Ama bu şiar, her nedense sonraları terkedilmiştir.
“M. Kemal, halkımızın ilerici tarihinin bir parçasıdır” diyorlar. Halkımızın tarihi, zaten tümden ilericidir. Bütün dünya halklarının tarihi ilericidir. Ama M. Kemal, halkımızın tarihinin bir parçası değil, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının ve onlarla birleşen orta burjuvazinin sağ kanadının, yani gerici sınıfların tarihinin bir parçasıdır. Mesela bir Fatih Sultan Mehmet ne kadar halkımızın tarihinin bir parçasıysa(!), M. Kemal de o ölçüde halkımızın tarihinin bir parçasıdır(!). Şafak revizyonistleri, M. Kemal’i, Sun Yat-sen’e benzetiyorlar. M. Kemal, Sun Yat-sen’e değil, Çan Kay-Şek’e benzer; hatta Türkiye’nin Çan Kay-Şek’idir. Sun Yat-sen, ülkesinde komünistlerle ittifaktan yanadır; birçok komünist, bu arada Mao Zedung yoldaş, Sun Yat-sen’in partisinin merkez komitesindedir. Sun Yat-sen, Sovyetler Birliği ile samimi ve yakın bir dostluk kurmuştur. Sun Yat-sen, işçi-köylü yığınlarının hayat seviyelerinin yükseltilmesinden ve onlara burjuva demokrasisinin verebileceği azami hak ve özgürlüklerin verilmesinden yanadır; hayatta olduğu sürece de, bunun için mücadele etmiştir. Sun Yat-sen, toprak ağaları sınıfının amansız düşmanıdır; onlara karşı köylü kitlelerinin menfaatinden yanadır. Sun Yat-sen kapitalistlerin ve toprak ağalarının değil, köylü kitlelerinin sözcüsüdür. Lenin yoldaşın daha 1912 yılında Sun Yat-sen için söylediklerine kulak verelim:
“... cumhuriyete kavuşan militan ve başarılı Çin demokrasisinin bu aydın sözcüsü... ilerici bir Çin demokratı olduğu halde tıpkı bir Rus gibi düşünmekte. Bir Rus Narodniğine benzerliği öylesine ki (abç), temel fikirlerde ve birçok ifade biçimlerinde tam bir özdeşliğe kadar varıyor” (Doğuda Ulusal Kurtuluş Hareketleri, s. 62).
Narodnikler, bilindiği gibi, Rusya’da köylü kitlelerinin menfaatini temsil eden bir küçük-burjuva demokratik hareketin mensuplarıydılar. Bunların amacı istibdata son verilmesi, büyük toprakların köylülere dağıtılmasıydı. Narodniklerin yanlışı, tutarlı demokratik devrim programını sosyalizm sanmalarıydı.
“Rus burjuva demokrasisi, uzak ve yalnız öncüsü soylu Herzen’le başlayarak, ta yığın temsilcilerine, 1905’in Köylü Birliği üyelerine, 1906-1912’nin ilk üç Dumasındaki Trudovik milletvekillerine kadar, Narodnik bir renk taşımıştır. Şimdi bakıyoruz [Sun Yat-sen’in temsil ettiği] Çin’deki burjuva demokrasisi de aynı Narodnik rengi taşıyor” (age, s. 63).
Aynı kitabın dipnotunda şunları okuyoruz:
“Köylü Birliği, 1905’te [Rusya’da] kurulan devrimci bir köylü örgütüdür... Tarım programı, toprakta özel mülkiyetin kaldırılmasını, hükümet, kilise ve krallık topraklarının tazminat ödenmeksizin köylülere devredilmesini öngörüyordu” (abç).
“Trudovikler, Birinci Duma’da bir köylü milletvekilleri grubu, Nisan 1906’da küçük-burjuva demokratlar tarafından kurulmuştur.
“Trudovikler, Narodnik eşit toprak tasarrufu programını benimsiyor, toprak sahiplerinin topraklarıyla, hükümet, kilise ve çarlık topraklarının köylülere devrini, toprak eşitsizliğinin ve milli eşitsizliklerin kaldırılmasını, genel oy hakkının tanınmasını istiyorlardı” (abç).
Lenin yoldaş, Sun Yat-sen’i işte bu köylü temsilcisi devrimci demokratlara benzetmektedir. Bu benzerlik o kadar ki, Sun Yat-sen de Narodnikler gibi, tutarlı ve militan demokratik devrim programına “sosyalizm” adını vermektedir.
Lenin yoldaşı okumaya devam edelim:
“Sun Yat-sen’in programının her bir satırında militan ve içten bir demokrasi ruhu seziliyor. Program bir ‘Irk’ devriminin yetersizliğinin iyice anlaşıldığını göstermektedir. Siyasi sorunları önemsememenin, hatta siyasi özgürlüğün değerini küçümsememenin dahi, ya da Çin ‘sosyal reformu’nun, Çin Anayasa reformlarının, vs. Çin istibdatıyla bağdaşabilirliği fikrinin tek bir izi yok bu programda. Tam demokrasi ve cumhuriyet dileğinden yana bir program bu... Çalışan ve sömürülen halka duyulan içten yakınlığı, halkın gücüne ve davasının haklılığına duyulan inancı dile getiriyor” (abç) (age, s. 63).
Lenin yoldaş devam ediyor:
“Çin’de Cumhuriyetin Asya geçici cumhurbaşkanı [Sun Yat-sen], çökmekte olan değil, yükselmekte olan bir sınıfın, gelecekten korkmayan, geleceğe inanan ve kendini feda etmeyi göze alaraktan, gelecek için çarpışan bir sınıfın; imtiyazlarını korumak için geçmişin ayakta kalmasına ya da yeniden başa geçmesine bel bağlayan bir sınıfın değil, geçmişten nefret eden, geçmişin ölü ve boğucu çürüyüklerini nasıl temizleyip atacağını bilen bir sınıfın soyluluğu ve kahramanlığına sahip bir devrimci demokrattır” (age, s. 64).
Lenin yoldaş, Sun Yat-sen’in hangi sosyal sınıfa dayandığına da açıkça işaret ediyor:
“Tarihi olarak hâlâ ilerici bir davanın savunuculuğunu üzerine alabilecek güçte olan bu Asya burjuvazisinin başlıca temsilcisi, ya da başlıca sosyal dayanağı KÖYLÜ’dür” (abç), (age, s. 65).
Lenin yoldaş, Asya’da burjuvazinin bir başka kesimine daha işaret ediyor: “Ve onun yanısıra [yani köylülerin yanısıra], Yuan Şih-kay gibi önderleri pekala ihanet edebilecek tıynette bir liberal burjuvazi (abç) vardır” (aynı yerde).
Lenin yoldaşın liberal burjuvazi ile neyi kastettiğini biraz sonra belirteceğiz. Şimdi onun, Sun Yat-sen hakkında söylediklerini okumaya devam edelim:
“Emekçi yığınları harekete geçiren, onlara mucizeler yarattıran ve Sun Yat-sen’in siyasi programının her bir satırından dışarı vuran o büyük, içtenlikle demokratik heyecan olmaksızın, Çin halkının yüzyıllar süren esaretinden kurtulmasına imkan yoktur” (abç) (aynı yerde).
Lenin yoldaş aynı yazıda Çin’deki üç sosyal gücü birbirinden ayırıyor ve bunların nasıl bir siyaset izlediklerini ve izleyebileceklerini de belirtiyor:
“İmparator, muhakkak, yeniden başa geçmek için feodal beyleri, bürokrasiyi ve din adamlarını birleştirmeye çalışacaktır. Liberal kralcılıktan liberal cumhuriyetçiliğe daha henüz geçen (o da ne zamana kadar?) bir burjuvazinin temsilcisi Yuan Şih-kay, krallıkla devrim arasında kaypak bir siyaset izleyecektir. Sun Yat-sen’in temsil ettiği devrimci burjuva demokrasisi, siyasi ve tarımsal reformlar konusunda köylü yığınlarının inisiyatifini, kararlılığını ve gözüpekliğini azami ölçüde geliştirme yoluyla Çin’i yenileştirmeye çalışmakla doğru hareket etmektedir” (age, s. 68-69).
Nihayet Lenin yoldaş Çin’de, ilerde kurulacak bir proletarya partisinin, Sun Yat-sen hareketine karşı nasıl bir tutum takınacağını da büyük bir uzak görüşlülükle tespit ediyor:
“Bir ihtimal, proletarya bir çeşit Çin Sosyal-Demokrat İşçi Partisi [yani Çin Komünist Partisi] kuracak ve bu parti, Sun Yat-sen’in küçük-burjuva ütopyalarıyla gerici görüşlerini [yani demokratik devrim programına ‘sosyalizm’ demesini] eleştirmekle birlikte, muhakkak ki onun siyasi ve tarımsal programını devrimci-demokratik özünü ortaya çıkarmaya, savunmaya, geliştirmeye dikkat edecektir” (age, s. 69).
Sun Yat-sen hareketi, görüldüğü gibi geniş köylü kitlelerine dayanan, onları harekete geçiren, gerçekten devrimci ve militan bir köylü hareketidir. ÇKP, elbette bu mirasa sarılacaktır. M. Kemal hareketiyle bunun arasında bir benzerlik var mıdır? Yoktur ama, M. Kemal ile liberal burjuvazinin hareketi olan Yuan Şih-kay hareketi arasında, tam bir benzerlik vardır. Liberal burjuvazi kavramıyla Lenin yoldaşın kastettiği nedir?
“Burjuvazinin siyasi yönden en az gelişmiş kanadı adına hareket eden eğilimi liberal, burjuvazinin daha fazla gelişmiş kesimi ile küçük-burjuvazi adına hareket eden eğilim de liberal demokratik eğilim”dir (abç) (Bir Adım İleri, İki Adım Geri, s. 156).
“Bizde, [Rusya’da] liberal demokratik eğilimin en demokratik eğilimin en demokratik kesimi olan Sosyalist-devrimciler...” (age, s. 156).
Rusya’da Sosyalist-devrimciler, bilindiği gibi, Narodniklerin devamıdır. Lenin, Sun Yat-sen hareketini Narodniklerle aynı gördüğüne göre, demek ki, Sun Yat-sen hareketini de, “liberal demokratik eğilimin en demokratik kesimi” olarak değerlendirmektedir.
Bugün yarı-sömürge ve yarı-feodal ülkelerde Lenin yoldaşın liberal-demokratik dediği eğilimin temsil ettiği sınıflar, proletarya önderliğindeki halkın birleşik cephesine katılan milli burjuvazinin devrimci kanadı, şehir küçük-burjuvazisi ve köylülerdir, yani orta köylülerdir. Lenin yoldaşın liberal dediği eğilimin temsil ettiği sınıflar ise, milli burjuvazinin karşı-devrim safında yer alan gerici kanadı ve komprador büyük burjuvazidir (Rusya’da bu eğilimi Kadetler temsil etmekteydi).
Sun Yat-sen hareketi, liberal-demokratik eğilimin en demokratik kesimi olduğu halde, yani orta köylüleri temsil ettiği halde, Kemalist hareket, liberal eğilimi, yani orta burjuvazinin sağ kanadını ve komprador Türk büyük burjuvazisini temsil ediyordu. Bu iki hareket arasında, böylesine kıyas kabul etmez, önemli bir fark vardır. Şafak revizyonistleri, işte bu son derece önemli farka gözlerini kapıyorlar.
14. Şafak revizyonistleri, “M. Kemal’in ‘istiklâl-i tam’ ilkesinin mirasçısıyız, bu mirası faşistlere terkedemeyiz; ona sıkı sıkıya sarılmalıyız” diyorlar. Bu “miras” denilen şeye komünistlerin neden sarılamayacağı, zannederiz ki yeterince açıklığa kavuşmuştur. Bu “miras”ı bugün, M. Kemal’in yakın silah arkadaşı İ. İnönü devam ettiriyor, Nihat Erim devam ettiriyor, bunların izinde yürüyenler devam ettiriyor. Bu kişilerin ve bunların mensup olduğu örgütlerin bugün hangi sınıfları ve hangi eğilimi temsil ettiğini biliyorsunuz. Hatta Bülent Ecevit, Şafak revizyonistlerinin dört elle sarıldığı “miras”ı birazcık eleştirdiği için, Kemal Satır güruhunun saldırısına uğradı. Şafak revizyonistleri, bu, “miras” diye her olur olmaz şeye hırsla sarılan aç gözlü bezirgânlar, M. Kemal hareketini değerlendirirken, Ecevit’in daha sağına düşmekte, Kemal Satır güruhuna yaklaşmaktadırlar.
Komünistler, tarihin devrimci mücadelede silah haline getirilmesini çok iyi bilirler. Ama, “miras” diye gerici şeylere sarılmak, halk kitlelerinin aldatılmasında gericilerle ağız birliği etmek, onlara suç ortaklığı etmek olur. “Miras” diye gerici şeylere sarılmak, bizi kitlelerle kaynaştırmaz, tersine, onlardan koparır. Kemalizme miras diye sarılmak, bizi Kemalist iktidarın hunharca ezdiği işçi-köylü yığınlarından, emekçilerden koparır. Evet, bugün hakim sınıflar tarafından kafası Kemalizm konusunda yanlış düşüncelerle doldurulmuş, Kemalizme sempati duyan işçi ve köylü yığınları da vardır. Ama eğer bu yanlış fikirlerle mücadele etmezsek, eğer bu yanlış fikirleri işçilerin ve köylülerin kafasından söküp atmazsak, emekçi yığınlarının çeşitli kesimleri arasında, çeşitli milliyetlere mensup emekçiler arasında tam bir birlik, dayanışma ve güven sağlayamayız. Ayrıca bugün açısından, gerici sınıflara karşı doğru ve başarılı bir mücadele yürütemeyiz. Kemalizmin ilkelerini (bu ilkelerin neler olduğunu gördük) savunan ve uygulayan askeri faşist diktatörlükler karşısında kitleleri silahsız bırakmış oluruz. Kemalist diktatörlük Yahya Han diktatörlüğünden farksızdır; biz, kitlelere böyle bir rejimi sempatik gösteremeyiz. Şafak revizyonistlerinin yaptığı şey budur.
Komünistler, tarihin devrimci mücadelede bir silah haline getirilmesini bilirler. Kurtuluş Savaşı’nda canıyla, kanıyla destanlar yaratan halk kahramanları vardır. Mesela bir Karayılan vardır, biz bunların mücadelelerinin mirasçısıyız. Biz, bunların tükenmez enerjilerinin, mucizeler yaratan dehalarının, sonsuz devrimci güçlerinin mirasçısıyız. Her fırsatta yığınların mücadelesini kanla ve zorbalıkla bastırmaya çalışanların, onlara düşmanlık gösterenlerin değil!
Bazı silahlar vardır ki, onu elinde tutanlar yenilmez bir güce sahip olurlar. Mesela, Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi böyle bir silahtır. Kitlelerin devrimci tecrübeleri böyle bir silahtır.
Bazı silahlar da vardır ki, onu elinde tutanlar, kendilerini yaralarlar: Yani silah geri teper ve kendisini elinde tutanları vurur. İşte Kemalizm böyle bir silahtır! Şafak revizyonistleri böyle bir silahı elimize almak istemediğimiz için, bizi diledikleri gibi suçlayabilirler. Ama, biz de, onların sağa sola reklam ettikleri bu silahın gerçek mahiyetini yığınlara ve devrimci kadrolara anlatmaktan geri durmayacağız.
15. Şafak revizyonistleri, “Lenin-Stalin ve Mao Zedung’un, M. Kemal tahlilleri bize ışık tutmalıdır” diyorlar. Evet, biz de aynı kanaatteyiz. Böyle bir ışığa çok ihtiyaçları var. Baksanıza, karanlıkta el yordamıyla yürümeye çalışan körlere benziyorlar. Ama, bunlarınki körlüğün başka bir çeşidi: Siyasi körlük. Not: Ocak 1972’de yazıldı. Ağustos 1972’de revizyonizmle örgütsel ayrılıktan sonra aslına bağlı kalınarak yeniden kaleme alındı.

Bu Blogda Ara