Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu
Jozef Stalin




MARKSİZM VE ULUSAL SORUN[1]
(1913)

      RUSYA'DA karşı-devrim dönemi yalnızca "yıldırım ve gökgürültüsü"nü değil, ama hareket karşısında düşkırıklığını, ortak güçlere inançsızlığı da getirdi. Önceleri "parlak bir geleceğe" inanılmıştı, ve insanlar, milliyetlerinden [sayfa 7] bağımsız olarak, birlikte savaşıyorlardı: her şeyden önce ortak sorunlar! Daha sonra içe bir kuşku girdi ve insanlar, herkes kendi ulusal yuvasına dönmek üzere, birbirlerinden ayrılmaya başladılar: kimse kendinden başka kimseye güvenmesin! Her şeyden önce "ulusal sorun"!
      Aynı zamanda ülkede iktisadî yaşamın ciddî bir düzenlenmesi görülüyordu. 1905 yılı ülke için yitirilmiş bir yıl olmamıştı: Kırdaki serflik rejimi kalıntıları bir darbe daha yemişti. Kıtlıkların ardından gelen bir dizi iyi hasat ve onu izleyen sınaî gelişme, kapitalizmi ilerletti. Kırdaki farklılaşma ve kentlerin büyümesi, ticaret ve ulaştırma yollarının gelişmesi, ileriye doğru büyük bir adım attırdılar. Bu, özellikle çevre-bölgeler (peripherie) için doğrudur. Ne var ki, bu, Rusya'yı oluşturan milliyetlerin iktisadî bakımdan sağlamlaşma sürecini hızlandırmaktan geri kalamazdı. Bu milliyetler harekete geçeceklerdi... [sayfa 8]
      Bu dönemde kurulan "anayasal rejim" de, milliyetlerin uyanışı doğrultusunda etkili oluyordu. Gazetelerin ve genel olarak edebiyatın gelişmesi, basının ve kültür kuruluşlarının belirli bir özgürlüğü, halk tiyatrolarının gelişmesi, vb., kuşkusuz, "ulusal duygular "in pekişmesine katkıda bulunmuşlardır. Seçim kampanyası ve siyasal gruplar ile birlikte Duma, ulusları canlandırmak için yeni olanaklar, onların harekete geçmesi için yeni ve geniş bir alan açmıştı.
      Ve yukarıdan gelen kavgacı milliyetçilik dalgası, kendi "özgürlük aşkı" adına çevreden öcünü alan "iktidar sahipleri"nden gelen tüm bir baskılar dizisi, aşağıdan yükselen, ve bazan kaba bir şovenizme dönüşen bir milliyetçilik karşı-dalgasına yolaçtı. Yahudiler arasında siyonizmin[2] güçlenmesi, Polonya'da artan şovenizm, Tatarlar arasındaki Panislamizm,[3] Ermeniler, Gürcüler, Ukraynalılar arasında milliyetçiliğin pekişmesi, ortalama adamın genel Yahudi düşmanlığı (antisemitisme) eğilimi, bütün bunlar, herkesin bildiği olgulardır.
      İşçi yığınlarını sürükleme tehlikesi gösteren milliyetçilik dalgası, durmadan güçlenerek, yükseliyordu. Ve kurtuluş hareketi ne kadar güçten düşüyorduysa, milliyetçilik çiçekleri de öylesine açıyorlardı.
      Bu güç zamanda, sosyal-demokrasiye büyük bir görev düşüyordu: milliyetçiliğe saldırmak, yığınları genel "salgın"dan korumak. Çünkü bunu, milliyetçiliğin karşısına enternasyonalizmin denenmiş silahını, sınıflar savaşımının birlik ve [sayfa 9] bölünemezliğini çıkartarak, sosyal-demokrasi, ve yalnızca sosyal-demokrasi yapabilirdi. Ve milliyetçilik dalgası ne kadar yükselirse, sosyal-demokrasinin sesi de, Rusya'nın tüm milliyetleri proleterlerinin kardeşliği ve birliği yararına, o kadar yüksek olmalıydı. Bu durumda, milliyetçi hareketle doğrudan doğruya çatışan çevre-bölge sosyal-demokratları, özel bir sarsılmazlık örneği göstermeliydiler.
      Oysa, bütün sosyal-demokratlar, ve her şeyden önce de çevre-bölge sosyal-demokratları, bu görev düzeyinde görünmediler. Daha önce ortak görevleri vurgulayan Bund,[4] şimdi ön plana salt milliyetçi bir nitelik taşıyan kendi özel ereklerini [sayfa 10] koymaya başlamıştı: Bund, kendi seçim kampanyasında, "cumartesi tatili" ve "yidiş dilinin tanınması"nı,[5] savaşım istemi olarak açıklamaya kadar gitmişti.'[6] Bund, Kafkasya'dan izlendi: daha önce, öbür Kafkas sosyal-demokratları ile birlikte, "ulusal-kültürel özerklik"i yadsıyan Kafkas sosyal-demokratlarının bir kesimi, şimdi bunu günün istemi durumuna getirdiler.[7] Milliyetçi dalgalanmaları diplomatik bir dille onaylayan likidatörler konferansından[8] söz bile etmiyoruz.[9] Öyleyse, bundan, Rus sosyal-demokrasisinin ulusal sorun üzerindeki görüşlerinin, henüz tüm sosyal-demokratlar için açık olmadıkları sonucu çıkar.
      Ulusal sorunun bütün yönleri ile ciddî bir incelenmesinin zorunlu olduğu açıktır. Tutarlı sosyal-demokratların, nerden gelirse gelsin, ulusalcı sisi dağıtmak için eşgüdümlü ve yorulmaz bir çaba göstermeleri gerek.
 
   
I. ULUS

     
      Ulus Nedir?
      Ulus, her şeyden önce, bir topluluk, belirli bir bireyler [sayfa 11] topluluğudur. Bu topluluk, ne ırk topluluğudur, ne de aşiret topluluğu. Bugünkü İtalyan ulusu, Romalılardan, Cermenlerden, Etrüsklerden, Yunanlılardan, Araplardan vb. oluşmuştur. Fransız ulusu, Galyalılardan, Romalılardan, Brötonlardan, Cermenlerden vb. kurulmuştur. Çeşitli ırk ve aşiretlerden insanlarla uluslar biçiminde oluşmuş İngilizler, Almanlar ve başkaları için de aynı şey söylenebilir.
      Demek ki, ulus bir ırk ya da aşiret topluluğu değil, ama tarihsel olarak oluşmuş bir insanlar topluluğudur.
      Öte yandan, tarihsel olarak oluşmuş, çeşitli aşiret ve ırklardan oluşmuş olmalarına karşın, Keyhüsrev ya da İskender'in büyük devletlerinin ulus olarak adlandırılmayacakları da kuşkusuzdur. Bunlar ulus değil, ama şu ya da bu fatihin başarı ya da başarısızlıklarına göre birleşip ayrılan, raslansal ve kendi aralarında pek bağlı olmayan gruplar topluluğuydular.
      Demek ki, ulus raslansal ve geçici bir topluluk değil, ama kararlı bir insanlar topluluğudur.
      Ne var ki, her kararlı topluluk, ulusu oluşturmaz. Avusturya ve Rusya da kararlı topluluklardır, gene de kimse onları ulus olarak adlandırmaz. Ulusal topluluğu, devlet topluluğundan ne ayırır? Öteki şeyler yanında, ulusal topluluğun, ortak bir dil olmaksızın düşünülemeyeceği olgusu ayırır; oysa devlet için ortak bir dil zorunlu değildir. Avusturya'daki Çek ve Rusya'daki Polonya ulusları, herbirinin ortak bir dili olmaksızın varolamazlardı; gene de Rusya ve Avusturya içindeki bir dizi dillerin varlığı, bu devletlerin birliğini engellemez. Burada elbette konuşulan, halk dilleri sözkonusudur, yoksa yönetimlerin resmî dilleri değil.
      Demek ki, dil birliği, ulusun ayırıcı özelliklerinden biridir.
      Bu, elbette çeşitli ulusların her zaman ve her yerde ayrı diller konuştukları, ya da aynı dili konuşan insanların zorunlu olarak bir tek ulus oluşturdukları anlamına gelmez. Her ulus için ortak bir dil, ama çeşitli uluslar için zorunlu [sayfa 12] olarak ayrı diller değil! Aynı zamanda birkaç dili birden "7 konuşan ulus olmaz, ama bu, aynı dili konuşan iki ulus olamaz anlamına da gelmez! İngilizler ile Kuzey Amerikalılar aynı dili konuşurlar, ama gene de aynı bir ulusu oluşturmazlar. Norveçliler ve Danimarkalılar, İngilizler ve İrlandalılar için de aynı şey söylenebilir.
      Ama, örneğin İngilizler ile Kuzey Amerikalılar, ortak dillerine karşın, neden tek bir ulus oluşturmazlar?
      Her şeyden önce yanyana değil, ama birbirinden ayrı topraklar üzerinde yaşadıkları için. Bir ulus, ancak sürekli ve düzenli ilişkiler sonucu, insanların, kuşaktan kuşağa ortak yaşamı sonucu oluşur. Nedir ki, ortak bir toprak olmadıkça, uzun bir ortaklaşa yaşam olanaksızdır. İngilizler ile Amerikalılar, vaktiyle bir tek toprak üzerinde, İngiltere'de yaşıyor, ve tek bir ulus oluşturuyorlardı. Sonra, İngilizlerin bir bölümü, İngiltere'den, yeni bir toprağa, Amerika'ya doğru göçtü, ve orada, bu yeni toprak üzerinde, zamanla, yeni bir ulus, Kuzey Amerikan ulusunu oluşturdu. Toprakların ayrılığı, birbirinden ayrı ulusların oluşmasına yolaçtı.
      Demek ki, toprak birliği, ulusun ayırıcı özelliklerinden biridir.
      Ama hepsi bu değil. Toprak birliği henüz kendi basma bir ulus oluşturmaz. Bunun için, ayrıca, ulusun çeşitli bölümlerini tek bir bütün biçiminde kaynaştıran içsel bir iktisadî bağın olması da gerekir. İngiltere ile Kuzey Amerika arasında böyle bir bağ yoktur ve bundan ötürü bunlar iki ayrı ulus oluştururlar. Ama Kuzey Amerikalılar da, eğer Kuzey Amerika'nın çeşitli noktaları, aralarındaki işbölümü, ulaştırma yollarının gelişmesi vb. sayesinde, kendi aralarında tek bir iktisadî bütün biçiminde birleşmiş olmasalardı, ulus olarak adlandırılamazlardı.
      Örneğin, Gürcüleri alalım. Reform-öncesi Gürcüleri[10] ortak bir toprak üzerinde yaşıyor ve tek bir dil konuşuyorlardı; [sayfa 13] ama gene de, sözcüğün tam anlamıyla söylemek gerekirse, tek bir ulus oluşturmuyorlardı; çünkü, birbirinden kopuk bir dizi prenslikler biçiminde bölünmüş bulunduklarından, ortak bir iktisadî yaşam sürdüremiyorlar, yüzyıllar boyunca birbirleri ile savaşıyorlar, İranlılar ile Türkleri birbirine karşı kışkırtarak, birbirlerini yıkıma uğratıyorlardı. Bazan talihli bir çarın gerçekleştirme başarısı gösterdiği prensliklerin geçici ve raslansal birleşmesi de, en iyi durumda, prenslerin kaprisleri ve köylülerin kayıtsızlığı yüzünden hızla başarısızlığa uğramak üzere, ancak yüzeysel yönetim alanını kapsıyordu. Ayrıca, Gürcistan'ın iktisadî parçalanmışlığı karşısında, başka türlü de olamazdı. Gürcistan, ulus olarak, ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında, serfliğin sonu ve ülkenin iktisadî yaşamının ilerlemesi, ulaştırma yollarının gelişmesi ve kapitalizmin doğuşu, Gürcistan'ın çeşitli bölgeleri arasında işbölümü kurduğu, ve prenslikleri tek bir bütün içinde birleştirmek üzere, onların iktisadî yalıtıklığını kesin olarak sarstığı zaman ortaya çıktı.
      Feodalizm aşamasını aşmış ve ülkelerinde kapitalizmi geliştirmiş bulunan öbür uluslar için de aynı şey söylenebilir,
      Demek ki, iktisadî yaşam birliği, iktisadî birlik, ulusun ayırıcı Özelliklerinden biridir.
      Ama hepsi bu değil. Söylemiş bulunanlar dışında, ulus olarak birleşmiş insanların psikolojisinin özelliklerini de gözönünde tutmak gerekir. Uluslar birbirlerinden yalnızca yaşam koşulları bakımından değil, ama kendini ulusal kültürün özelliklerinde dile getiren zihniyetleri bakımından da ayrılırlar. Eğer tek bir dili konuştukları halde, İngiltere, Kuzey Amerika ve İrlanda, gene de üç ayrı ulus oluşturuyorlarsa, bunda, birbirinden farklı yaşam koşulları sonucu, bu ülkelerde kuşaktan kuşağa meydana gelmiş bulunan, o özgün ruhsal biçimleniş, oldukça önemli bir rol oynamıştır.
      Elbette, ruhsal biçimlenişin kendisi, ya da başka biçimde adlandırıldığı gibi, "ulusal karakter", gözlemci için [sayfa 14] kavranılamaz bir şey olarak görünür; ama bu biçimleniş, kendini ulusa özgü kültürün özgünlüğünde dile getirdiğine göre, kavranılabilir, ve bilmezlikten gelinemez. "Ulusal karakter"in değişmemek üzere saptanmış bir şey olmadığını, yaşam koşulları ile birlikte değiştiğini söylemek gereksiz; ama her belirli anda varolduğuna göre, ulusun çehresi üzerinde izini bırakır.
      Demek ki, kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliği, ulusun ayırıcı özelliklerinden biridir.
      Böylece, ulusu belirleyen tüm niteliklerin sözünü etmiş bulunuyoruz.
      Ulus, tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadî yaşam, ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliğidir.
      Ve ulusun, her tarihsel görüngü gibi, değişim yasasına uyduğu, kendi tarihine, bir başlangıç ve bir sona sahip bulunduğu kendiliğinden anlaşılır. Sözü edilen göstergelerden hiç birinin, tek başına alındığında, ulusu belirlemeye yetmediğini belirtmek gerekir. Dahası: bu göstergelerden bir tekinin bile yokluğu, ulusun ulus olmaktan çıkması için yeter. Eğer iktisadî bakımdan ayrılmışlarsa, eğer başka başka topraklar üzerinde yaşıyorlarsa, eğer ayrı dilleri konuşuyorlarsa vb. gene de tek bir ulus oluşturduklarını söyleyememeksizin, ortak bir "ulus karakter"e sahip bulunan insanlar düşünülebilir. Örneğin, bizce tek bir ulus oluşturmayan Rus, Galiçya, Amerikan, Gürcü Yahudileri, Kafkas dağlarındaki Yahudiler, işte böyledirler.
      Eğer dil ve "ulusal karakter" birlikleri yoksa, iktisadî yaşamları ve toprakları bir olan, ama gene de bir ulus oluşturmayan insanlar düşünülebilir. Örneğin, Baltık ülkelerindeki Almanlar ve Letonlar gibi.
      Son olarak, Norveçliler ve Danimarkalılar, öbür göstergelerin yokluğu gözönüne alınırsa, bu yüzden tek bir ulus oluşturmaksızın, tek bir dil konuşurlar. [sayfa 15]
      Bize, ulusu, ancak ve ancak, topluca alınmış tüm göstergelerin biraraya gelmesi verebilir.
      "Ulusal karakter"in, ulusun niteliklerinden biri değil, birtek temel nitelik olduğu, ve tüm öbür niteliklerin, açık olarak söylemek gerekirse, ulusun nitelikleri değil, onun gelişme koşulları olduğu düşünülebilir. Örneğin, Avusturya'daki ünlü sosyal-demokrat ulusal sorun teorisyenleri, R. Springer ve özellikle O. Bauer tarafından bu görüş paylaşılır.
      Bunların ulus teorilerini inceleyelim.
      Springer'e, göre, "ulus, bir ve aynı biçimde düşünen ve aynı biçimde konuşan insanlar birliği (association) ... toprağa bağlı olmayan bir çağdaş insanlar grubunun kültürel topluluğu”dur[11] (italikler benim. -J. S.).
      Demek ki, ulus aralarında ne kadar ayrılmış olurlarsa olsunlar ve nerede yaşarlarsa yaşasınlar, aynı biçimde düşünen ve aynı biçimde konuşan insanlar "birliği"dir.
      Bauer daha da ileri gider: "Toplum nedir?" diye sorar. "İnsanları ulus olarak birleştiren dil birliği midir? Ama, İngilizler ile İrlandalılar ... gene de tek bir halk oluşturmaksızın, tek bir dil konuşurlar. Yahudilerin ortak bir dili yoktur ve gene de bir ulus oluştururlar."[12]
      Peki, ulus nedir?
      "Ulus, karaktere ilişkin bir topluluktur."[13]
      Peki karakter, yani bu durumda ulusal karakter nedir?
      Ulusal karakter demek "bir milliyetten insanları bir başka milliyetten insanlardan ayırdeden nitelikler toplamı, bir ulusu öbüründen ayırdeden bir maddî ve manevî özellikler bütünü"[14] demektir.
      Kuşkusuz, ulusal hareketin gökten düşmediğini Bauer [sayfa 16] de bilir, bu yüzden şöyle ekler: "insanların karakteri, yazgılarından başka hiç bir şey tarafından belirlenmez", ... "ulus bir yazgı birliğinden başka bir şey değildir", bu yazgı birliği de, "insanların, içlerinde, kendi yaşama araçlarını ürettikleri ve kendi emek ürünlerini üleştirdikleri koşullar" tarafından belirlenmiştir.[15]
      Böylece, buradan, Bauer'in dediğine göre, ulusun en "eksiksiz" tanımına varmış bulunuyoruz.
      "Ulus, yazgı birliği alanında, bir karakter birliği içinde birleşmiş tüm insanlar topluluğudur."[16]
      Demek ki, ulus, toprak, dil ve iktisadî yaşam birliği ile zorunlu bağlılık dışında alınmış, yazgı birliği alanında ulusal karakter topluluğudur.
      Ama, bu durumda, ulustan ne kalır? İktisadî bakımdan birbirlerinden ayrılmış, başka başka topraklar üzerinde yaşayan ve kuşaktan kuşağa ayrı ayrı dilleri konuşan insanlar arasında hangi ulusal topluluktan sözedilebilir?
      Bauer, "ortak dilleri olmadığı"[17] halde, Yahudilerden bir ulus olarak sözeder; ama, örneğin birbirlerinden adamakıllı kopmuş, başka başka topraklar üzerinde yaşayan ve ayrı ayrı diller konuşan Gürcü, Dağıstan, Rus ya da Amerikan Yahudileri arasında, hangi "yazgı birliği"nden, hangi ulusal birlikten sözedebilir? Sözkonusu Yahudiler, kuşkusuz, Gürcüler, Dağıstanlılar, Ruslar ve Amerikalılarla birlikte, bu halkların herbiri ile ortak bir kültürel atmosfer içinde, ortak bir iktisadî ve siyasal yaşam yaşarlar; bu da onların ulusal karakterleri üzerinde bir iz bırakmaktan geri kalamaz; ve eğer onlara ortak bir şey kalmışsa, bu da, din, ortak köken ve ulusal karakterin bazı kalıntılarıdır. Bunlar yadsınamaz. Ama kemikleşmiş dinsel ayinler ile yitip giden ruhbilime ilişkin kalıntıların, sözü geçen Yahudilerin "yazgı"sı [sayfa 17] üzerinde, onları çevreleyen canlı toplumsal, iktisadî ve kültürel çevreden daha güçlü bir biçimde etkili oldukları ciddî ciddî nasıl ileri sürülebilir? Oysa, genel olarak Yahudilerden tek bir ulus olarak, işte ancak bu varsayıma dayanarak sözedilebilir. O zaman Bauer'in ulusunu, ünselcilerin (spiritualiste) gizemli ve kendi kendine yeten "ulusal ruh"undan ne ayırır?
      Bauer, ulusun "ayırıcı özelliği" (ulusal karakter) ile onun yaşam "koşulları" arasında, bunları birbirinden ayırarak, aşılmaz bir sınır çizer. Ama ulusal karakter, eğer yaşam koşullarının yansıması değilse, eğer çevreden edinilen izlenimlerin bir yoğunlaşması değilse, nedir? Onu yalıtarak ve kendisini oluşturan alandan ayırarak, yalnızca ulusal karakterle nasıl yetinilebilir?
      Ve sonra, 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başlarında, Kuzey Amerika henüz "Yeni-İngiltere" olarak adlandırılırken, İngiliz ulusunu, Kuzey Amerikan ulusundan ne ayırıyordu?
      Elbette ulusal nitelik değil: çünkü Kuzey Amerikalılar İngiltere'den gelmişlerdi; onlar, kendileri ile birlikte, Amerika'ya, İngiliz dilinden başka, her ne kadar yeni koşulların etkisi altında onlarda özel bir karakter oluşmaya başlamışsa da, elbette o kadar çabuk vazgeçemedikleri İngiliz ulusal karakterini de getirmişlerdi. Ama gene de, azçok büyük bir karakter ortaklığına karşın, onlar, daha o zamandan, İngiltere'den ayrı bir ulus oluşturuyorlardı! Ulus olarak "Yeni-İngiltere"nin, ulus olarak İngiltere'den, o zaman özel ulusal karakteri bakımından değil, ya da ulusal karakterden çok İngiltere'den ayrı olan çevre bakımından, yaşam koşulları bakımından ayrıldığı ortadadır. Böylece, gerçekte ulusun birtek ayırıcı özelliği olmadığı açıktır. Ancak ve ancak uluslar karşılaştırıldığı zaman, aralarından bazan birinin (ulusal karakter), bazan öbürünün (dil), ,bazan da bir üçüncüsünün (toprak, iktisadî koşullar) daha belirgin bir biçimde [sayfa 18] göründüğü bir nitelikler toplamı var. Ulus, birlikte alınmış tüm niteliklerin bir bileşimidir.
      Bauer'in, ulusu, ulusal karakter ile özdeşleştiren görüşü, ulusu topraktan ayırır ve onu kendi kendine yeten, bir tür görünmez bir güç durumuna getirir. Bunun sonucu, bu, artık canlı ve etkin bir ulus değil, ama gizemli, kavranmaz ve mezar-ötesi bir şeydir. Çünkü, yineliyorum, örneğin Gürcü, Dağıstanlı, Rus, Amerikan ve başka uluslar Yahudileri tarafından oluşturulmuş, üyeleri birbirini anlamayan (çeşitli diller konuşan), yeryüzünün ayrı ayrı yerlerinde yaşayan, birbirini hiç görmeyecek, ne barış, ne de savaş zamanı, hiç bir zaman birlikte davranmayacak olan o Yahudi ulusu ne menem bir şeydir?! Hayır, sosyal-demokrasi, kendi ulusal programını, böyle yalnızca kâğıt üzerinde varolan "uluslar" için saptamaz. Sosyal-demokrasi, ancak ve ancak, davranan, hareket eden, ve bu nedenle de, başka ulusları kendisini hesaba katmaya zorlayan gerçek ulusları gözönünde tutabilir.
      Bauer, açıkça, tarihsel bir kategori olan ulus'u, etnografik bir kategori olan aşiret ile karıştırıyor.
      Ayrıca, görünüşe göre, Bauer de, konumunun güçsüzlüğünü sezmektedir. Kitabının başında, Yahudileri korkusuzca bir ulus olarak ilân eden Bauer,[18] kitabının sonunda, "kapitalist toplumun genel olarak, onların [Yahudilerin] kendilerini ulus olarak korumalarına olanak vermediğini"[19] söyleyerek kendini düzeltir ve onları öbür ulusların özümlediğini kabul eder. Bunun nedeni, anlaşıldığına göre, "Yahudilerin, sınırları belirli bir yerleşme bölgelerinin olmayışı"dır,[20] oysa böyle bir bölge, örneğin, Bauer'e göre, kendilerini ulus olarak koruyacak olan Çeklerde vardır. Uzun sözün kısası, bunun nedeni, toprak yokluğundadır. [sayfa 19]
      Böyle düşünürken, Bauer, ulusal özerkliğin, Yahudi işçilerin istemi olamayacağını tanıtlamak istiyordu,[21] ama bunu yapmakla, farkında olmaksızın, ulusun niteliklerinden biri olarak toprak birliğini yadsıyan kendi öz teorisini yıkmış bulunuyor.
      Ama Bauer, daha ileri gider. Kitabının başında, gözünü kırpmadan "Yahudilerin ortak dili yoktur, ama gene de bir ulus oluşturmaktan geri kalmazlar" der.[22] Ama daha 130. sayfaya gelir gelmez, gene gözünü kırpmadan: Ortak bir dil olmaksızın hiç bir ulusun varolamayacağından kuşku yok"[23] (italikler benim, J. S.) diyerek cephe değiştirir.
      Bauer, burada, "dilin, insanlar arasındaki ilişkilerin en önemli aracı"[24] olduğunu tanıtlamak istiyordu; ama aynı zamanda, istemeksizin, tanıtlamak istemediği bir şeyi de, yani dil birliğinin önemini yadsıyan kendi teorisinin eksikliğini de tanıtlamış bulunuyor. İdealist iplikten dikilmiş bu teori, kendi kendini işte böyle yalanlar.
 
   
II. ULUSAL HAREKET

       
      Ulus, yalnızca tarihsel bir kategori değil, ama belirli bir çağın, yükselen kapitalizm çağının tarihsel bir kategorisidir. Feodalizmin tasfiye ve kapitalizmin gelişme süreci, aynı zamanda insanların uluslar biçiminde kuruluşu sürecidir de. Örneğin, Batı Avrupa'da bu böyledir. İngilizler, Fransızlar, Almanlar, İtalyanlar vb., feodal parçalanmayı yenen kapitalizmin muzaffer yürüyüşü sırasında ulus olarak kurulmuşlardır.
      Ama ulusların oluşması, orada, aynı zamanda onların bağımsız ulusal devletler durumuna dönüşmeleri anlamına da geliyordu. İngiliz, Fransız ulusları ve öbür uluslar, aynı [sayfa 20] zamanda, İngiliz vb. devletleridirler de. Bu sürecin dışında kalmış bulunan İrlanda, genel tabloda hiç bir şeyi değiştirmez.
      Doğu Avrupa'da durum biraz başkadır. Batıda, uluslar, devletler biçiminde gelişirlerken, Doğuda, çokuluslu devletler, birçok milliyetlerden bileşik devletler kurulmuş bulunuyordu. Avusturya-Macaristan gibi, Rusya gibi. Avusturya'da, Almanlar, siyasal bakımdan en gelişmiş milliyet olarak gör ündüler; bunun sonucu Avusturya milliyetlerini bir devlet içinde birleştirme işini onlar yüklendiler. Macaristan'da, Macar milliyetlerinin çekirdeği olan Magyarlar, devlet biçiminde örgütlenmeye en yatkın milliyet olarak göründüler; ve Macaristan'ın birleştiricileri de onlardır. Rusya'da, milliyetlerin birleştiricileri olma rolü, başlarında örgütlü ve tarihsel olarak oluşmuş soyluluğun güçlü bir askerî bürokrasisi bulunan Büyük-Ruslar tarafından üstlenilmiştir.
      Doğu Avrupa'da da böyle olmuştur.
      Devletlerin bu özel kuruluş biçimi, ancak henüz tasfiye edilmemiş feodalizm koşullarında, belli belirsiz gelişmiş bir kapitalizm koşullarında, geri plana itilmiş bulunan milliyetler, uluslar biçiminde kurulmak üzere, henüz iktisadî bakımdan sağlamlaşmaya vakit bulamadıkları zaman görülebilirdi.
      Ama kapitalizm, Doğu Avrupa devletlerinde de gelişmeye başlar. Ticaret ve ulaştırma yolları gelişir. Ortaya büyük kentler çıkar. Uluslar iktisadî bakımdan sağlamlaşır. Ezilmiş milliyetlerin dingin yaşamına birdenbire giren kapitalizm, onları etkiler ve harekete getirir. Basın ve tiyatronun gelişmesi, (Avusturya'da) Reichsrat ve (Rusya'da) Dumanın faaliyeti, "ulusal duygu"ları pekiştirmeye katkıda bulunurlar. Oluşmuş bulunan intelligentsia, "ulusal görüş"ü benimser ve o yönde davranır...
      Ama kendilerine özgü bir yaşamın bilincine varmaya başlamış bulunan ezilmiş uluslar, henüz bağımsız ulusal devletler biçiminde örgütlenmezler: yolları üzerinde, egemen [sayfa 21] ulusların, artık uzun zamandan beri devletin başına geçmiş bulunan yönetici katmanlarının sert direnci ile karşılaşırlar. — Artık çok geç!...
      Avusturya'da Çekler, Polonyalılar vb., Macaristan'da Hırvatlar vb.; Rusya'da Letonyalılar, Litvanyalılar, Ukraynalılar, Gürcüler, Ermeniler vb.; ulus olarak işte böyle oluşurlar. Batı Avrupa'da bir istisna olan şey (İrlanda), Doğuda kural durumuna gelmiştir.
      Batıda, İrlanda, istisnaî rejime bir ulusal hareketle karşılık verdi. Doğuda, uyanmış bulunan uluslar da aynı biçimde karşılık vereceklerdi.
      Doğu Avrupalı genç ulusları savaşıma iten koşullar, işte böyle oluşmuş bulunuyor.
      Savaşım, uygunca söylemek gerekirse, ulusların tümü arasında değil, efendi uluslar ile ezilmiş ulusların egemen sınıfları arasında başladı ve alevlendi. Savaşım, genel olarak, ya ezilen ulusun kentli küçük-burjuvazisi tarafından efendi ulusun büyük burjuvazisine karşı (Çekler ve Almanlar); ya ezilen ulusun kırsal burjuvazisi tarafından egemen ulusun büyük toprak sahiplerine karşı (Polonya'daki Ukraynalılar); ya da ezilen ulusların tüm "ulusal" burjuvazisi tarafından efendi ulusun hükmeden soyluluğuna karşı (Rusya'da Polonya, Litvanya, Ukrayna) yürütülmüştür.
      Burjuvazi, başlıca rolü elinde tutar.
      Pazar — işte, genç burjuvazi için ana sorun. Genç burjuvazinin ereği, metaını pazara sürmek ve bir başka milliyetin burjuvazisi ile rekabetten zafer kazanmış olarak çıkmaktır. Kendi "öz", "ulusal" pazarını sağlama bağlama isteğinin nedeni budur. Pazar, burjuvazinin milliyetçiliği öğrendiği ilk okuldur.
      Ama işler her zaman pazarla sınırlanmaz. Savaşıma, "bilek gücü ve salt savunma" yöntemleri ile, egemen sınıfın yarı-feodal, yarı-burjuva bürokrasisi de katılır. Efendi bir ulusun burjuvazisi, ister küçük, ister büyük olsun, [sayfa 22] önemli değil, rakibinin hakkından "daha çabuk" ve "daha korkusuzca" gelme olanağını kazanır. "Güçler" birleşir ve "başka ırktan" burjuvaziye karşı, baskı biçiminde yozlaşan, bir dizi kısıtlayıcı önlemler uygulanmaya başlanır. Savaşım, iktisadî alandan siyasal alana aktarılmıştır. Yer değiştirme özgürlüğünün kısıtlanması, dilin kullanılmasına karşı engeller, seçim haklarının kısıtlanması, okul sayısının azaltılması, dinsel inançlara karşı engeller vb. "rakip"in başına dolu gibi yağar. Kuşkusuz, bu türlü engeller yalnızca egemen ulusun burjuva sınıflarının çıkarına yaramakla kalmaz, ama egemen bürokrasinin özgül ereklerine, deyim yerindeyse kast ereklerine de yararlar. Ama sonuçlar bakımından, bunun hiç bir önemi yoktur: ister Avusturya-Macaristan, ister Rusya sözkonusu olsun, burjuva sınıflar ile bürokrasi, bu konuda elele yürürler.
      Ezilen ulusun dörtbir yandan sıkıştırılan burjuvazisi, elbette harekete geçer. "Kendi halkı"na başvurur ve kendi sorununu tüm halkın sorunuymuş gibi göstererek, avaz avaz "vatan"ı yardıma çağırmaya başlar. Kendi "yurttaş"ları arasından, kendisi için... "vatan" yararına bir ordu toplar. Ve "halk", çağrılara her zaman kayıtsız kalmaz, onun bayrağı yöresinde toplanır: yukardan gelen baskı onu da ezer, ve onda da hoşnutsuzluk uyandırır. Ulusal hareket, işte böyle başlar.
      Ulusal hareketin gücü, ulusun geniş katmanlarının, proletarya ile köylülüğün, bu harekete katılma derecesine bağlıdır. Proletaryanın burjuva milliyetçiliği bayrağı altında saflara girip giremeyeceği, sınıf çelişkilerinin gelişme, proletaryanın bilinç ve örgütlenme derecesine bağlıdır. Bilinçli proletaryanın kendi denenmiş bayrağı vardır, ve onun için burjuvazinin bayrağı altında saflara girmenin hiç bir gereği yoktur.
      Köylülere gelince, onların ulusal harekete katılmaları, her şeyden önce baskının niteliğine bağlıdır. Eğer baskı, [sayfa 23] İrlanda'da olduğu gibi, "toprak" çıkarlarına zarar veriyorsa, büyük köylü yığınları hemen ulusal hareket bayrağı altında yer alırlar.
      Öte yandan, eğer, örneğin Gürcistan'da, azbuçuk ciddî Rus-düşmanı bir milliyetçilik yoksa, bunun başta gelen nedeni, orada yığınlar içinde, böylesine bir milliyetçiliği besleyebilecek Rus büyük toprak sahipleri ya da Rus büyük burjuvazisinin bulunmayışıdır. Gürcistan'da Ermeni-düşmanı bir milliyetçilik vardır; ama bu da, orada hâlâ, henüz güçlenmemiş bulunan Gürcü küçük-burjuvazisini altederek, onu Ermeni-düşmanı milliyetçiliğe iten bir Ermeni büyük burjuvazisi bulunduğu içindir.
      Bu etkenlere göre, ulusal hareket, ya durmadan genişleyerek, bir yığın niteliğine bürünür (İrlanda, Galiçya), ya da bir küçük çekişmeler dizisi durumuna dönüşür ve dükkân tabelaları uğruna utanç verici "savaşım" biçiminde yozlaşır (bazı küçük Bohemya kasabaları).
      Ulusal hareketin içeriği, elbette her yerde aynı olamaz: Bu içerik, hareket tarafından formüllendirilen çeşitli istemlere bağlıdır. İrlanda'da, hareket, tarımsal bir niteliğe; Bohemya'da, bir "dil" sorunu niteliğine bürünür; şurada, yurttaş eşitliği ve din özgürlüğü; burada, "kendi" memurları ya da kendi diyeti istenir. Çeşitli istemler, çoğu kez, genel olarak ulusu nitelendiren çeşitli belirtileri (dil, toprak vb.) gösterir gibi olurlar. Akılda tutulacak şey, bauerci evrensel "ulusal karakter "e ilişkin bir istemin hiç bir yerde görülmemesidir. Ve bu da kolay anlaşılır: kendi başına alınmış "ulusal karakter", kavranılamaz bir şeydir, ve J. Strasser'in de haklı olarak belirttiği gibi, "siyaset yapmak için bundan yararlanılamaz " .[25 ]
      Ulusal hareketin biçimleri ve karakteri, özet olarak, budur. [sayfa 24]
      Bu söylenenlerden, açıkça, yükselen kapitalizm koşullarındaki ulusal savaşımın, burjuva sınıfların kendi aralarındaki bir savaşım olduğu sonucu çıkar. Bazan, burjuvazi, proletaryayı da ulusal hareket içine sürükleme başarısını gösterir, ve o zaman ulusal savaşım, görünüşte, ama ancak görünüşte, bir "genel halk hareketi" niteliğini kazanır. Özünde, ulusal savaşım, her zaman burjuva nitelikte, yalnızca burjuvazi için yararlı ve istenir olarak kalır.
      Ama bundan, proletaryanın, milliyetlerin ezilmesi siyasetine karşı savaşmaması gerektiği sonucu çıkmaz.
      Yer değiştirme özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar, seçim haklarından yoksunluk, dilin kullanılmasına karşı çıkarılan engeller, okul sayısının azaltılması ve öbür önlemler, işçilere de burjuvazi kadar, hatta daha da çok zarar verir. Böyle bir durum, egemenlik altında yaşayan uluslar proletaryasının manevî güçlerinin özgürce, gelişmesini engellemekten başka bir sonuç veremez. Toplantı ve konferanslarda ana dilini konuşmasına izin verilmezken, okulları kapatılırken, Tatar ya da Yahudi işçinin manevî yeteneklerinin tam gelişmesinden ciddî olarak sözedilemez.
      Ama milliyetçi baskı siyaseti, proletarya davası için bir başka yönden de tehlikelidir. Bu siyaset, nüfusun geniş katmanlarının dikkatini, toplumsal sorunlardan, sınıflar savaşımı sorunlarından, ulusal sorunlara, proletarya ile burjuvazinin "ortak" sorunlarına doğru çevirir. Ve bu da, "çıkarların uyumu" yalanını yaymak için, proletarya sınıf çıkarlarına gölge düşürmek için, işçileri manevî bakımdan köleleştirmek için, elverişli bir alan yaratır. Böylece, tüm milliyetler işçilerinin birleşme işinin önüne ciddî bir engel dikilmiş olur. Eğer Polonyalı işçilerin önemli bir kesimi, bugüne kadar, burjuva milliyetçileri tarafından manevî bakımdan köleleştirilmiş bulunuyorsa, eğer bu kesim bugüne kadar uluslararası işçi hareketinin uzağında kalmış bulunuyorsa, bu, özellikle, "iktidar sahipleri"nin geleneksel [sayfa 25] Polonya-düşmanı siyasetleri böyle bir köleliğe alan hazırladığı, işçilerin bu kölelikten kurtulmalarını güçleştirdiği içindir.
      Ama baskı siyaseti bununla da yetinmez. Bu siyaset, ezme "sistem"inden çoğu kez, ulusları birbirine karşı kışkırtma "sistem"ine, insan kırımları ve pogromlar "sistem”ine geçer. Bu sonuncusu, elbette, ne her zaman, ne de her yerde olanaklıdır, ama olanaklı olduğu yerde —temel özgürlüklerin yokluğunda—, çoğu kez, işçilerin birleşme işini kan ve gözyaşları içinde boğmakla tehdit eden, korkunç ölçülere varır. Kafkasya ve Güney Rusya, bunun çok sayıda örneklerini verirler. "Egemen olmak için bölmek" — kışkırtma siyasetinin amacı, işte budur. Ve böyle bir siyaset başarı kazandığı ölçüde, proletarya için en büyük kötülüğü, devleti birleştiren tüm milliyetler işçilerinin birleşme işi karşısındaki en ciddî engeli oluşturur.
      Ne var ki, işçilerin çıkarı, bütün yoldaşlarının tek bir uluslararası ordu içinde iyiden iyiye kaynaşmalarında, burjuvazi karşısındaki manevî kölelikten bir an önce ve kesin olarak kurtulmalarında, hangi ulustan olursa olsun, yoldaşlarının manevî güçlerinin tam ve özgür gelişmesindedir.
      Bundan ötürü, işçiler, en incesinden en kabasına kadar, bütün biçimleri altındaki baskı siyasetine karşı da bütün biçimleri altındaki kışkırtma siyasetine karşı da savaşırlar ve savaşacaklardır.
      Bundan ötürü bütün ülkelerin sosyal-demokrasisi, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkını ilân eder.
      Kendi kaderini tayin etme hakkı, şu anlama gelir: Kaderini kararlaştırma hakkına, yalnızca, ulusun kendisi sahiptir, kimsenin, ulusun yaşamına zorla karışmak, okullarını ve öbür kurumlarını yıkma, alışkanlık ve geleneklerini yoketme, dilini kullanmasını engelleme, haklarını kısıtlama hakkı yoktur.
      Elbette, bu, sosyal-demokrasinin, ulusun tüm olanaklı ve [sayfa 26] düşünülebilir alışkı ve kurumlarını destekleyeceği anlamına gelmez. Ulus üzerinde uygulanan zorbalıklara karşı savaşım veren sosyal-demokrasi, sözkonusu ulusun emekçi katmanlarının onun zararlı alışkı ve kurumlarından kurtulmasını sağlamak için bu alışkı ve kurumlara karşı ajitasyon yapmaktan hiç bir zaman geri kalmayarak, sadece ve sadece ulusun kendi kaderini tayin etme hakkını savunacaktır. Kendi kaderini tayin etmesi demek, ulusun istediği biçimde örgütlenebilmesi demektir. O, kendi yaşamını özerklik ilkelerine göre örgütleme hakkına sahiptir. O, öbür uluslarla federatif bağlar kurma hakkına sahiptir. O, büsbütün ayrılma hakkına sahiptir. Ulus egemendir, ve tüm uluslar eşit haklara sahiptirler.
      Elbette bu, sosyal-demokrasinin, ulusun ne olursa olsun, bütün istemlerini savunacağı anlamına gelmez. Ulus, eski düzene dönme hakkına da sahiptir, ama bu, sosyal-demokrasinin, sözkonusu ulusun şu ya da bu kurumunun böyle bir kararını onaylayacağı anlamına gelmez. Proletaryanın çıkarlarım savunan sosyal-demokrasinin ödevleri ile, çeşitli sınıflar tarafından oluşturulmuş bulunan ulusun hakları, iki ayrı şeydir.
      Ulusların kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkı için savaşım veren sosyal-demokrasinin amacı, ulusun ezilmesi siyasetine bir son verme, bu siyaseti olanaksız kılma ye böylece ulusların savaşımını ortadan kaldırmaya, köreltmeye, en aza indirmeye çalışmadır.
      Bilinçli proletaryanın siyasetini, burjuvazinin, ulusal savaşımını derinleştirmek ve genişletmek, ulusal hareketi izlemek ve güçlendirmek isteyen siyasetinden özünde ayıran şey de, işte budur.
      Ve işte bundan ötürüdür ki, bilinçli proletarya, burjuvazinin "ulusal" bayrağı altında saflara giremez. [sayfa 27]
      Ve işte bundan ötürüdür ki, Bauer tarafından öne sürülmüş bulunan "ulusal evrim" siyaseti denen siyaset, proletaryanın siyaseti olamaz. Bauer'in kendi "ulusal evrim" siyasetini "modern işçi sınıfı"[26] siyaseti ile özdeşleştirme girişimi, işçilerin sınıf savaşımını, ulusların savaşımına uyarlamayı gözeten bir girişimdir.
      Özünde burjuva bir nitelik taşıyan ulusal hareketin yazgısı, elbette burjuvazinin yazgısına bağlıdır. Ulusal hareketin kesin çöküşü, ancak burjuvazinin çöküşü ile mümkündür. Tam bir barış, ancak sosyalizmin egemenliği altında kurulabilir. Ama ulusal savaşımı en aza indirmek, onun köklerine saldırmak, onu proletarya için iyice zararsız kılmak — bu, kapitalizm çerçevesinde de mümkündür. Sadece İsviçre ve Amerika örneği de olsa, buna tanıktır. Bunun için, ülkeyi demokratlaştırmak ve ulusların özgürce gelişmesini sağlamak gerekir.
 
   
III. SORUNUN KONUŞU

     
      Ulus, kaderini serbestçe kararlaştırma hakkına sahiptir. Onun, elbette öbür ulusların haklarını çiğnemeksizin, istediği gibi örgütlenme hakkı vardır. Bu, tartışma götürmez.
      Ama, eğer ulus çoğunluğunun, ve her şeyden önce de proletaryanın çıkarları gözönünde tutulursa, nasıl örgütlenmeli, gelecekteki kuruluşu hangi biçimleri almalıdır?
      Ulus kendi özerkliğini kurma hakkına, hatta ayrılma hakkına sahiptir. Ama bu, koşullar ne olursa olsun bunu yapmalı: özerklik ya da ayrılma, ulus için, yani ulus çoğunluğu, yani emekçi katmanlar için her zaman ve her yerde elverişli olacaktır anlamına da gelmez. Kafkas-ötesi Tatarları, ulus olarak, diyelim ki kendi diyetlerinde toplanabilir, ve, kendi beyleri ve mollalarının etkisi altında, ülkelerinde eski düzeni [sayfa 28] yeniden kurabilir, devletten ayrılmalarını kararlaştırabilirler. Kendi kaderini kendisinin tayin etmesi maddesi uyarınca, buna yerden göğe kadar hakları vardır. Ama bu, Tatar ulusu emekçi katmanlarının çıkarma uygun düşecek mi? Sosyal-demokrasi, ulusal sorunun çözümünde, beylerin ve mollaların, yığınları kendi arkalarından sürüklemelerine kayıtsız kalabilir mi? Sosyal-demokrasi işe karışmamalı, ve ulusun iradesi üzerinde belgin bir yönde etkide bulunmamalı mı? Sorunu çözmek için, somut Tatar yığınları için en elverişli bir plan formüle etmemeli mi?
      Ama emekçi yığınların çıkarları ile en bağdaşır çözüm hangisidir? Özerklik mi, federasyon mu, yoksa ayrılma mı?
      Çözümü, belli bir ulusu çevreleyen somut tarihsel koşullara bağlı bir sürü sorun.
      Dahası var. Her şey gibi koşullar da değişir, ve belli bir zaman için doğru bir çözüm, başka bir zaman için, hiç de kabul edilmez görünebilir.
      19. yüzyıl ortalarında, Marx, Rus Polonyası'nın ayrılmasından yana çıktı, ve o sıralarda, üstün bir kültürü, onu yıkan aşağı bir kültürden kurtarmak sözkonusu olduğu için, haklıydı da. Ve sorun, o sırada, yalnızca teoride, akademik bir biçimde değil, ama pratikte, yaşamın ta içinde ortaya çıkıyordu...
      19. yüzyıl sonlarında, Polonyalı marksistler, daha o zamandan Polonya'nın ayrılmasına karşı çıktılar, ve son elli yıl boyunca, Rusya ile Polonya'nın iktisadî ve kültürel bir yaklaşması yönünde derin değişiklikler ortaya çıkmış bulunduğuna göre, onlar da haklıydılar. Ayrıca, bu dönem boyunca, ayrılma sorunu, pratik bir konu olmaktan çıkmış, belki yalnızca yurtdışındaki aydınları heyecanlandıran akademik bir tartışma konusu durumuna gelmişti. Ama bu, Polonya'nın ayrılma sorununun yeniden gündeme girebileceği bazı iş ve dış konjonktürler olanağını elbette dıştalamaz. [sayfa 29]
      Bundan şu sonuç çıkar ki, ulusal sorunun çözümü, ancak kendi gelişmeleri içinde gözönünde tutulmuş tarihsel koşullara göre mümkün olur.
      Belli bir ulusu çevreleyen iktisadî, siyasal ve kültürel koşullar, — şu ya da bu ulusun nasıl örgütleneceğini, gelecekteki anayasasının hangi biçimlere bürüneceğini bilme sorununu çözmek için tek anahtar, işte budur. Her ulus için, sorunun özel bir çözümünün kendini zorla kabul ettirmesi mümkündür. Ulusal sorunda, sorunu diyalektik bir yönde koymanın zorunlu olduğu yer, işte burasıdır.
      Bu böyle olduğuna göre, ulusal sorunu, kökeni Bunda kadar çıkan çok yaygın, ama çok da dar düşünceli bir "çözüm" yoluna kesinlikle karşı çıkmalıyız. Ulusal sorunu sözümona çözüme bağlamış bulunan ve Rus sosyal-demokratlarının onlardan bu çözümü almaktan başka yapacakları bir şey olmadığı söylenen Avusturya sosyal-demokrasisi ile Güney Slavları[27] sosyal-demokrasisine başvurmaya dayanan o kolay yöntemden sözediyoruz. Bu yönteme göre, Avusturya için doğru olan her şey, diyelim, Rusya için de doğru sayılır. Bu durumda, en önemli ve kesin olan şey, gözden yitirilir: genel olarak Rusya'da, özel olarak da Rusya içinde ayrı ayrı alınan her ulusun yaşamında varolan somut tarihsel koşullar.
      Örneğin, ünlü bundcu V. Kossovski'yi dinleyin:
      "IV. Bund Kongresinde[28] sorunun [yani ulusal sorunun -J.S.] ilke yönü tartışıldığı zaman, Güney Slavları Sosyal-Demokrat Partisinin anlayışı içinde, delegelerden biri [sayfa 30] tarafından önerilmiş bulunan sorunun çözümü, herkesçe onaylandı."[29 ]
      Sonuç: "Kongre, oybirliği ile..." ulusal özerkliği "kabul etti".
      Hepsi bu! Ne Rus gerçekliğinin çözümlenmesi, ne de Rusya'daki Yahudilerin yaşam koşullarının incelenmesi: önce Güney Slavları Sosyal-Demokrat Partisinden hazır çözüm alındı, sonra "onaylandı", en sonra da "oybirliği ile kabul edildi". Bundcular Rusya'da ulusal sorunu işte böyle koyar ve işte böyle "gözerler"...
      Bununla birlikte, Avusturya ile Rusya, birbirinden çok başka koşullar sunarlar. Brünn'de (1899),[30] Güney Slavları Sosyal-Demokrat Partisi anlayışı içinde, (gerçi önemsiz birkaç değişiklik ile) bir ulusal program kabul etmiş bulunan Avusturya sosyal-demokrasisinin, soruna, deyim yerindeyse, tamamen Rus-olmayan bir biçimde yanaşmasını, ve onu, elbette, aynı biçimde çözmesini de, işte bu durum açıklar.
      Her şeyden önce, sorunun konuş biçimi. Avusturyalı [sayfa 31] ulusal özerklik teorisyenleri, Brünn ulusal programı ve Güney Slavları Sosyal-Demokrat Partisi kararı yorumcuları, Springer ve Bauer, sorunu nasıl koyarlar?
      "Burada —der Springer—, genel olarak bir milliyetler devletinin mümkün olup olmadığı, ve özel olarak da Avusturya milliyetlerinin tek bir siyasal bütün oluşturma zorunluluğu içinde bulunup bulunmadıklarını bilme sorununu yanıtsız bırakıyoruz; bu sorunları çözülmüş sayalım. Sözü geçen olanak ve zorunluluk ile aynı düşüncede olmayan biri için, araştırmamız elbette temelsiz olacak. Bizim konumuz şu: belirli uluslar ortak bir yaşam sürme zorundadırlar: onların daha iyi yaşamalarını hangi hukuksal biçimler sağlayacak"[31] (İtalikler Springer'in. -J. S.)
      Böylece, Avusturya devletinin birliği, çıkış noktasıdır. Bauer de aynı kanıdadır:
      "Avusturya uluslarının bugün oldukları gibi, şu anda yaşadıkları devlet içinde birleşik olarak kalacakları varsayımından hareket ediyor, ve bu birlik çerçevesinde, ulusların kendi aralarındaki ilişkiler ile hepsinin devlete karşı ilişkilerinin ne olacağını soruyoruz."[32 ]
      Burada da: her şeyden önce, Avusturya'nın birliği. Rus sosyal-demokrasisi, sorunu böyle koyabilir mi? Hayır. Ve çünkü, daha baştan beri, ulusların kaderlerini kendilerinin tayin etmesi hakkı görüşünü, ulusun ayrılma hakkına sahip bulunduğu yolundaki görüşü benimsediği için, bunu yapamaz. Hatta bundcu Goldblatt bile, Rus sosyal-demokrasisinin II. Kongresinde, Rus sosyal-demokrasisinin, ulusların kaderlerini serbestçe tayin etme görüşünden vazgeçmeyeceğini kabul etmişti. O zaman Goldblatt şöyle diyordu:
      "Ulusların kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkına karşı hiç bir şey söylenemez. Herhangi bir ulusun kendi [sayfa 32] bağımsızlığı için savaşım verdiği durumda, buna karşı çıkılamaz. Eğer Polonya, Rusya ile 'meşru nikâhlı' olarak evlenmek istemiyorsa, onu sıkıştırmak bize düşmez."
      İyi. Ama o zaman, bundan, Avusturya ve Rus sosyal-demokratlarındaki çıkış noktalarının, özdeş olmak şöyle dursun, tersine, taban tabana karşıt oldukları sonucu çıkar. Bundan sonra da, Avusturyalılardan, onların ulusal programını alma olanağından sözedilebilir mi?
      Devam edelim. Avusturyalılar, "milliyetlerin özgürlüğü"-nü, küçük reformlar yoluyla, yavaş yavaş gerçekleştirmeyi düşünürler. Ulusal özerkliği pratik önlem olarak öneren Avusturyalılar köklü bir değişikliğe, ufukta görmedikleri demokratik bir kurtuluş hareketine hiç mi hiç belbağlamazlar. Ama reformlara belbağlamak için bir nedenleri bulunmayan Rus marksistleri ise, "milliyetlerin özgürlüğü" sorununu, olası bir köklü değişikliğe, demokratik kurtuluş hareketine bağlarlar. Ve bu da, Rusya'daki ulusların olası kaderine ilişkin olarak, işleri temelden değiştirir.
      "Elbette —der Bauer—, ulusal özerkliğin, büyük bir kararın, yürekli, gözüpek bir eylemin sonucu olması pek olası değildir. Avusturya, ulusal özerkliğe adım adım, yasama ve yönetimi süreğen bir kötürümlük durumuna düşürecek sert bir savaşım arasında, yavaş ve güç bir süreç aracıyla yürüyecektir. Hayır, yeni bir devletin hukuk düzeni, hiç bir zaman büyük bir yasama eylemi aracıyla değil, ama ayrı ayrı bölgeler, ayrı ayrı topluluklar için çıkarılmış bulunan birçok ayrı ayrı yasalar aracıyla kurulacaktır."[33 ]
      Springer de aynı şeyi doğrular:
      "Çok iyi biliyorum ki —-diye yazar—, bu tür kurumlar [ulusal özerklik örgütleri, —J. S.] ne bir, ne de on yıl içinde kurulurlar. Prusya yönetiminin yeniden örgütlenmesi, tek başına, uzun bir zaman dönemini zorunlu kılmıştır. ... [sayfa 33] Bellibaşlı yönetim kurumlarını kesin olarak kurmak için, Prusya'ya bir yirmi yıl gerekti. Bundan ötürü, Avusturya'ya ne kadar zaman gerekeceğini ve ne güçlüklerle karşılaşacağını bilmediğim sanılmasın."[34 ]
      Bütün bunlar çok açık. Ama Rus marksistleri, ulusal sorunu "yürekli ve gözüpek bir eylem"e bağlamazlık edebilirler mi? "Milliyetlerin özgürlüğü"nü elde etme aracı olarak, parça parça reformlara, "birçok ayrı ayrı yasalar"a belbağlayabilirler mi? Ve eğer bunu yapamazlarsa ve yapmamaları da gerekirse, bundan, açıkça Avusturyalılar ve Ruslarda, savaşım yöntemleri ile perspektiflerin birbirinden tamamen başka olduğu sonucu çıkmaz mı? Bu durumda Avusturyalıların tek yönlü ve melez ulusal özerkliği ile nasıl yetinilebilir? İki şeyden biri: [Avusturya] programını almaktan yana olanlar, ya "yürekli ve gözüpek bir eylem"e belbağlamıyor, ya da belbağlıyor, ama "ne yaptıklarını bilmiyorlar".
      Son olarak, Rusya ve Avusturya, birbirinden büsbütün başka yakın amaçlarla karşı karşıya bulunmaktadırlar; ve bu da, ulusal sorunun çözümü için, gene başka başka yöntemlerin kendilerini zorla kabul ettirmeleri sonucunu vermektedir. Avusturya, parlamentarizm koşulları içinde yaşar; bugünkü koşullar içinde bu ülkede parlamentosuz bir gelişme olanaksızdır. Ama, ulusal partiler arasındaki zorlu çatışmalar nedeniyle, Avusturya'da parlamenter yaşam ve yasamanın iyiden iyiye durduğu sık sık görülür. Avusturya'nın uzun zamandan beri acı çektiği süreğen siyasal bunalımı da, işte bu açıklar. Bu böyle olduğundan, ulusal sorun, bu ülkede, siyasal yaşamın eksenini, bir ölüm-kalım sorununu oluşturur. Bundan ötürü, Avusturyalı sosyal-demokrat siyaset adamlarının, her şeyden önce, şu ya da bu biçimde, ulusal çatışmalar sorununu çözmeye, bu sorunu elbette varolan parlamentarizm alanında, parlamenter araçlarla çözmeye [sayfa 34] çalışmalarında şaşılacak bir şey yoktur...
      Rusya'da durum başkadır. Rusya'da, ilkin, "Tanrıya şükür, parlamento yoktur."[35] İkinci olarak —ve asıl önemlisi— Rusya siyasal yaşamının ekseni ulusal sorun değil, toprak sorunudur. Bu nedenle. Rus sorununun, ve dolayısıyla ulusların "kurtuluş"unun yazgısı, Rusya'da toprak sorununun çözümüne, yani feodal kalıntıların kaldırılmasına, yani ülkenin demokratlaştırılmasına bağlıdır. Rusya'da ulusal sorunun bağımsız ve kararlaştırıcı bir sorun olarak değil, ama ülkenin kurtuluşu genel ve en önemli sorununun bir parçası olarak görünmesini de, işte bu açıklar.
      "Avusturya parlamentosunun kısırlığı —diye yazar Springer—, her reformun, ulusal partilerin içinde, onların birliğini bozan çelişkiler doğurmasından ileri gelir, ve bundan ötürü de, parti önderleri, reform kokan her şeyden kaçınırlar. Avusturya'nın ilerlemesi, genel olarak, ancak ulusların kendilerine zamanaşımına uğramaz tüzel konumlar verildiğini görecekleri durumda düşünülebilir bir şeydir; bu, onları parlamentoda sürekli kavga birlikleri bulundurma zorunluğundan kurtaracak ve iktisadî ve toplumsal sorunların çözümüne girişmelerini sağlayacaktır."[36 ]
      Bauer de aynı kanıdadır:
      "Ulusal barış her şeyden önce devlet için zorunludur. Devlet, yasamanın, o son derece sersemce bir sorun olan dil sorunu için, ulusal sınırın herhangi bir noktasında kışkırtılmış insanların en küçük bir çekişmesi için, her yeni okul için askıya alınmasına hiç bir zaman hoşgörü gösteremez."[37 ]
      Bunlar hep anlaşılır şeyler. Ama ulusal sorunun Rusya'da bambaşka bir planda konduğu da daha az anlaşılır bir şey değil. Rusya'da ilerlemenin yazgısını kararlaştıran şey, ulusal sorun değil, toprak sorunudur. Ulusal sorun, bu [sayfa 35] ülkede ikincil bir sorundur.
      Böylece, sorunu koyma biçimi başka olduğuna göre, perspektifler ve savaşım yöntemleri de, ivedi görevler de başkadır. Bu durum karşısında, sadece ulusal sorunu yer ve zaman dışında "çözen" kırtasiyecilerin Avusturya'yı örnek alabilecekleri ve program ithaline kalkışabilecekleri açık değil mi?
      Bir kez daha: çıkış noktası olarak somut tarihsel koşullar, sorunu koymanın tek doğru biçimi olarak diyalektik biçim — ulusal sorunu çözmenin anahtarı işte budur.
 
   
IV. ULUSAL ÖZERKLİK

     
      Yukarda Avusturya ulusal programının biçimsel yönünden, Rus marksistlerinin Avusturya sosyal-demokrasisini düpedüz örnek almalarını ve onların programlarını benimsemelerini yasaklayan yöntembilimsel ilkelerden sözettik.
      Şimdi programın kendisinden, içeriğinden sözedelim.
      Peki, Avusturya sosyal-demokratlarının ulusal programı nedir?
      Bu program iki sözcükle anlatılabilir: ulusal özerklik.
      Bu, birinci olarak, özerkliğin, diyelim, her şeyden önce Çekler ve Polonyalıların yaşadıkları Bohemya ya da Polonya'ya değil, ama genel olarak, Avusturya'nın hangi bölgesinde yaşarlarsa yaşasınlar, topraktan bağımsız bir biçimde, Çekler ve Polonyalılara verilmiş bulunduğu anlamına gelir.
      Bu özerkliğe, bölgesel (territoriale) değil, ulusal adı, işte bu nedenle verilmiştir.
      Bu, ikinci olarak, Avusturya'nın çeşitli noktalarına dağılmış, bireysel olarak, ayrı kişiler olarak gözonünde tutulmuş Çeklerin, Polonyalıların, Almanların vb., uluslar olarak örgütlendikleri, ve uluslar olarak, Avusturya devletinin bir parçasını oluşturdukları anlamına gelir. Avusturya, bu durumda, [sayfa 36] özerk bölgelerin bir birliğini değil, ama ülkeden (topraktan) bağımsız olarak kurulmuş özerk milliyetlerin bir birliğini oluşturacaktır.
      Bu, üçüncü olarak, Polonyalılar, Çekler vb. için bu ereklerle kurulacak genel ulusal kurumların, "siyasal" sorunlarla değil, ama yalnızca "kültür" sorunları ile uğraşacakları anlamına gelir. Asıl siyasal sorunlar, tüm Avusturya parlamentosu (Reichsrat) elinde toplanacaklardır.
      İşte bu nedenle, bu özerklik, kültürel, ulusal-kültürel olarak da adlandırılmıştır.
      Ve işte Avusturya sosyal-demokrasisi tarafından 1899 Brünn Kongresinde kabul edilmiş bulunan programın metni.[38 ]
      Program, "Avusturya'daki ulusal anlaşmazlıkların siyasal gelişmeyi engellediği"ni, "ulusal sorunun kesin çözümünün ... her şeyden önce kültürel bir zorunluk olduğu"nu, "çözümün, ancak ve ancak, genel, tek dereceli ve eşit oy hakkına dayalı, gerçekten demokratik bir toplumda olanaklı olduğu"nu belirttikten sonra, şöyle devam eder:
      "Avusturya halklarının ulusal özelliklerinin korunması ve gelişmesi,[39] ancak tam bir hak eşitliği ve her çeşit baskının bulunmaması ile mümkündür. Bundan ötürü, her şeyden önce, tıpkı çeşitli bölgelerde feodal ayrıcalıkları olduğu gibi, bürokratik devlet merkeziyetçiliği sistemini kaldırmak gerekir.
      "Avusturya'da ulusal uyuşmazlıkların yerine, ulusal düzen, bu koşullar içinde, ve yalnızca bu koşullar içinde, ve şu temeller üzerinde kurulabilecektir:
      "1. Avusturya, milliyetlerin demokratik birliğini temsil [sayfa 37] eden bir devlet biçiminde yeniden örgütlendirilmelidir.
      "2. Tacın tarihsel bölgeleri yerine, yasama ve yönetimin herbirinde genel, tek dereceli ve eşit oy hakkı ile seçilmiş ulusal meclislerin elinde bulunduğu, ulusal olarak sınırlandırılmış özerk korporasyonlar kurulmalıdır.
      "3. Bir tek ve aynı ulusun özerk bölgeleri, birarada, tüm ulusal sorunlarını tamamen özerk bir biçimde düzenleyen tek bir ulusal birlik oluştururlar.
      "4. Ulusal azınlıkların hakları, imparatorluk parlamentosu tarafından çıkarılmış bulunan özel bir yasayla güvence altına alınmışlardır."
      Program, Avusturya'nın tüm ulusları için bir dayanışma çağrısı ile sona erer.[40 ]
      Bu programın bazı "bölgecilik" izlerini korumuş bulunduğunu görmek güç değil, ama bütünü içinde, ulusal özerkliği formüllendirir. Ulusal özerkliğin baş savunucusu Springer'in, bu programı hayranlıkla karşılaması nedensiz değil.[41] Bauer de, bu programı ulusal özerkliğin "teorik zaferi"[42] olarak niteleyerek, onu onaylar; yalnızca, daha açık olması için, 4. noktanın, okul işlerini ve kültürle ilgili öbür sorunları yönetme bakımından, "her özerk bölgedeki ulusal azınlığın kamusal bir tüzel korporasyon biçiminde örgütlenme" zorunluluğunu doğrulayan daha belgin bir formül ile değiştirilmesini önerir.[43]
      Avusturya sosyal-demokrasisinin ulusal programı böyle. Bu programın bilimsel temellerini inceleyelim. Avusturya sosyal-demokrasisinin, kendisi tarafından öğütlenen ulusal özerkliği nasıl savunduğunu görelim. Ulusal özerklik teorisyenlerine, Springer ile Bauer'e başvuralım.
      Ulusal özerkliğin çıkış noktası, bireylerin, belli bir topraktan bağımsız birliği olarak ulus görüşüdür. [sayfa 38]
      "Milliyet, Springer'e göre, toprakla hiç bir özel bağlılık içinde bulunmaz; uluslar, özerk kişiler birliğidirler."[44]
      Bauer de, ulustan, "herhangi bir belirli bölge içinde istisnaî bir egemenlikten yararlanmayan" bir "kişiler topluluğu" olarak sözeder.[45]
      Ama ulusu oluşturan bireyler, her zaman tek bir yığın biçiminde yanyana yaşamazlar; çoğu kez, ayrı ayrı, yabancı ulusal organizmalar içine postu seren gruplar biçiminde bölünürler. Onları, bir ekmek parası ardında, çeşitli bölge ve kentlere doğru iten, kapitalizmdir. Ama yabancı ulusal bölgelere girerek, orada azınlıklar oluşturduktan sonra, bu grupların, yerel ulusal çoğunluklar elinden, dillerinin kullanımı, okullar, vb. şeyler karşısına çıkarılacak engeller yüzünden, çekecekleri vardır. Ulusal çatışmaların nedeni budur. Bölgesel özerkliğin "elverişsiz" niteliğinin nedeni budur. Bu durumun tek çıkar yolu, Springer ve Bauer'e göre, böyle bir milliyetin, devletin çeşitli noktalarına dağılmış bulunan azınlıklarını, tüm sınıfları kapsayan tek bir ulusal birlik biçiminde örgütlemektir. Ulusal azınlıkların kültürel çıkarlarım, onlara göre, ancak böyle bir birlik savunabilir; ulusal anlaşmazlıklara son vermeye, ancak böyle bir birlik yeteneklidir.
      "Milliyetlere —der Springer—, usa-uygun bir örgüt vermek, onları haklar ve ödevlerle donatmak zorunludur. ..."[46 ]Elbette, "yasa yapmak kolaydır, ama o yasa kendinden beklenen etkiyi yapar mı?..." "Eğer uluslar için bir yasa yapmak isteniyorsa, önemli olan, her şeyden önce, ulusların kendilerini yaratmaktır..."[47] "Milliyetleri oluşturmaksızın, ulusal hukuku yaratmak ve ulusal uzlaşmazlıkları durdurmak olanaksızdır."[48 ][sayfa 39]
      Bauer de, "azınlıkların kişisel ilke temeli üzerinde kamusal tüzel korporasyonlar biçiminde örgütlenmesi"ni "işçi sınıfnın istemi" olarak formüle ederken, aynı yönde konuşur.[49 ]
      Ama ulusları nasıl örgütlemeli? Bir bireyin şu ya da bu ulustan olduğunu nasıl belirlemeli? "Bu bağlılık —der Springer—, ulusal sicil kayıtları tarafından saptanmıştır; bölgede oturan her birey, herhangi bir ulusa bağlılığını bildirmelidir."[50]
      "Kişisel ilke —-der Bauer—, nüfusun ... ergin yurttaşlar tarafından özgürce yapılmış bildirimler temeli üzerinde, milliyetler bakımından bölüneceğini varsayar", işte bunun içindir ki, "ulusal kadastrolar düzenlenmelidir."[51]
      Ve daha ilerde:
      "Türdeş ulusal bölgelerdeki tüm Almanlar —der Bauer—, sonra da karma bölgeler ulusal kadastrolarına kayıtlı tüm Almanlar, Alman ulusunu oluşturur ve bir ulusal meclis seçerler."[52]
      Çekler, Polonyalılar vb. için de aynı şey söylenebilir.
      "Ulusal meclis —Springer'e göre—, temel yasaları yapmak ve ulusal öğretim işini, ulusal yazını, sanat ve bilimleri gereçlendirmek, akademiler, müzeler, galeriler, tiyatrolar vb. kurmak için zorunlu araçları onaylamakla görevli ulusal-kültürel bir parlamentodur."[53]
      Ulusun örgütlenmesi ve onun merkez Örgütleri de böyle.
      Bütün sınıfları kapsayan bu tür kurumlar yaratarak. Avusturya Sosyal-Demokrat Partisi, Bauer'e göre, "ulusal kültürü ... tüm halkın ortak mirası durumuna getirmek, ve olanaklı olan bu tek araç yoluyla, ulusun tüm üyelerini [sayfa 40] ulusal-kültürel bir topluluk biçiminde kaynaştırmak"[54] ister (italikler benim. -J. S.).
      Bütün bunların yalnızca Avusturya'yı ilgilendirdiği sanılabilir. Ama Bauer böyle düşünmez. O, gözünü kırpmadan, ulusal özerkliğin, Avusturya gibi, birçok milliyetlerden oluşmuş öteki devletlerde de zorunlu olduğunu ileri sürer.
      "Varlıklı sınıfların ulusal siyasetine karşı, milliyetler devleti içinde iktidarı ele geçirme siyasetine karşı, bütün bu ulusların proletaryası, Bauer'e göre, ulusal özerklik istemini çıkarır."[55]
      Sonra, ulusal özerkliği, belli etmeden, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkı yerine geçiren Bauer, şöyle devam eder:
      "Ulusal özerklik, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkı, işte böylece, milliyetler devletinde yaşayan tüm uluslar proletaryasının anayasal programı durumuna gelir."[56]
      Ama o daha da ileri gider. O, bütün sınıfları kapsayan, kendisi ve Springer tarafından kurulmuş "ulusal birlikler"in, gelecekteki sosyalist toplumun bir tür ilk örneği olacağına da sıkı sıkıya inanır. Çünkü o, "sosyalist toplumsal düzenin ... insanlığı ulusal bakımdan sınırlanmış topluluklar olarak parçalayacağını;[57] sosyalist rejimin "insanlığı özerk ulusal topluluklar kümesi" durumuna getireceğini;[58] "bu biçimde, sosyalist toplumun, hiç kuşkusuz, alacalı bulacalı bir ulusal kişi birlikleri ve bölgesel korporasyonlar tablosu sunacağı"™;[59] sonuç olarak, "milliyetin sosyalist ilkesinin, ulusal ilke ve ulusal özerkliğin en yüksek sentezi olduğu"nu[60] bilir. [sayfa 41]
      Bu kadar yeter sanırım...
      Bauer ve Springer'in yapıtlarında, ulusal özerkliğin temeli olarak ileri sürülen bunlardır.
      Burada ilk olarak göze batan şey, ulusal özerkliğin, tamamen anlaşılmaz ve hiç bir şeyin de doğrulamadığı bir biçimde, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkı yerine konmasıdır. İki şeyden biri: ya Bauer ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkının ne olduğunu anlamamıştır, ya da anladığı halde, bilinmez hangi erekle, onu, bile bile kısıtlamaktadır. Çünkü: a) ulusal özerklik, milliyetler devletinin birliğini içerdiği halde, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkının bu birlik çerçevesinden çıktığına; b) kaderini serbestçe tayin etme, ulusa tüm haklarını kazandırdığı halde, ulusal özerkliğin, ona, sadece "kültürel" haklarını kazandırdığına kuşku yok. Birincisi bu.
      İkinci olarak, milliyetler devletinin, örneğin Avusturya'yı, şu ya da bu milliyetin bırakmaya karar vereceği bir iç ve dış konjonktürler bileşimi gelecekte pekâlâ olanaklı görünür: Rutenya sosyal-demokratları, Brünn Parti Kongresinde, kendi halkının "iki parti"sini tek bir bütün biçiminde birleştirmeye hazır olduklarını açıklamamışlar mıydı?[61] O zaman "tüm ulusların proletaryası için kaçınılmaz" ulusal özerklik ne oluyor?
      Sorunun, ulusları zorla Proküst yatağına yatırmayı gözeten bu "çözüm"ü, ne biçim bir çözümdür?
      Dahası: Ulusal özerklik, ulusların tüm gelişmesine ters düşer. O, ulusların örgütlenmesi sloganını formüle eder, ama eğer yaşam, eğer iktisadî gelişme, çeşitli bölgelere savurduğu koca koca grupları onlardan ayırırsa, ulusları yapay [sayfa 42] olarak kaynaştırmak mümkün müdür? Kapitalizmin ilk aşamalarında, ulusların biraraya gelme eğilimi gösterdiklerinden kuşku yok. Ama kapitalizmin daha sonraki aşamalarında, ulusların dağılma sürecinin, bir ekmek parası peşinde çekip giden ve, daha sonra, devletin başka bölgelerine doğru göçen bir dizi grupların uluslardan ayrılma sürecinin başladığından da kuşku yok; böylece, göçmenler, eski ilişkilerini yitirir, yeni yerlerinde yeni ilişkiler kurar, kuşaktan kuşağa yeni töreler, yeni beğeniler, ve belki de yeni bir dil edinirler.
      Şu sorulabilir: böyle birbirinden ayrılmış grupları, bir tek ulusal birlik içinde toplamak mümkün müdür? Birleştirilmeyeni birleştirmeyi mümkün kılacak o tılsımlı halkalar nerededir? Örneğin Baltık ülkeleri Almanlarıyla Kafkas-ötesi Alınanlarını "bir tek ulus biçiminde birleştirmek" olacak şey midir? Eğer bütün bunlar olağanüstü ve olanaksız şeyler ise, bu durumda ulusal özerkliği, geçmişin milliyetçilerinin, tarihin tekerleğini tersine çevirmeye kalkışan ütopyasından ne ayırır?
      Ama ulusun birlik ve bütünlüğü yalnızca göç nedeniyle sarsılmaz. İçerden, sınıflar savaşımının kızışması sonucu da sarsılır. Kapitalizmin ilk evrelerinde, proletarya ile burjuvazinin "kültür 'birliği"nden henüz sözedilebilir. Ama büyük sanayiin gelişmesi ve sınıflar savaşımının kızışmasıyla birlikte, "topluluk" sarsılmaya başlar. Bir ve aynı ulusun işçileri ile patronları birbirlerini karşılıklı olarak anlamaz duruma geldikleri zaman, bir ulusun "kültür birliği"nden ciddî olarak sözedilemez. Burjuvazi savaşa susamış, oysa proletarya "savaşa savaş" açmış iken, hangi "kader birliği" sözkonusu olabilir? Böyle karşıt öğelerle, tüm sınıfların tek bir ulusal birliği kurulabilir mi? Bundan sonra, "bir ulusun tüm üyelerinin, kültürel bir ulusal topluluk içinde birleşmesi”nden[62] sözedilebilir mi? Bütün bunlardan, açıkça, ulusal [sayfa 43] özerkliğin, sınıflar savaşımının tüm gidişine ters düştüğü sonucu çıkmaz mı?
      Ama bir an için, "ulusu örgütlendirin" sloganının, gerçekleştirilebilir bir slogan olduğunu kabul edelim. Fazladan oy toplamak için ulusu "örgütleme"ye çalışan burjuva milliyetçi parlamenterleri anlayabilmek mümkündür. Ama sos-yal-demokratlar, ulusu "örgütleme", ulusları "kurma", uluslar "yaratma" işiyle ne zamandan beri uğraşıyorlar?
      Sınıflar savaşımının son derece kızıştığı bir dönemde, tüm sınıfların ulusal birliklerini örgütleyen bu sosyal-demokratlar ne menem şeylerdir? Şimdiye kadar, Avusturya sosyal-demokrasisinin —tüm öbür sosyal-demokratlar gibi— bir tek görevi vardı: proletaryayı örgütlemek. Ama anlaşılan bu görev "eskidi", bugün, Springer ve Bauer, daha ilginç, "yeni" bir görev koyuyorlar: ulusu "yaratmak", "örgütlemek".
      Bununla birlikte, mantık şöyle der: Ulusal özerkliği kabul etmiş bulunan biri, bu "yeni" görevi de kabul etmek zorundadır; ama bu "yeni" görevi kabul etmek demek, sınıf konumunu bırakmak, milliyetçilik yoluna girmek demektir.
      Springer ve Bauer'in ulusal özerkliği, milliyetçiliğin incelmiş bir türüdür.
      Ve Avusturya sosyal-demokratları ulusal programının, "halkların ulusal özelliklerinin korunup geliştirilmesi"ni bir ödev durumuna getirmesi hiç de beklenmedik bir şey değil. Düşünün bir kez: Kafkas-ötesi Tatarlarının, Muharrem ayinlerinde kendilerini kırbaçlama gibi "ulusal özellik"lerini "korumak"! Gürcülerin, "kana kan" gibi "ulusal özellik"lerini "geliştirmek"!...
      Böyle bir madde, milliyetçi-burjuva bir propagandada bulunabilir, ve eğer Avusturya sosyal-demokratlarının programında da bulunuyorsa, bu, ulusal özerklik bu tür maddeleri hoşgördüğü ve onlarla ters düşmediği içindir.
      Ama güncel topluma uymayan ulusal özerklik, gelecekteki [sayfa 44] sosyalist topluma hiç uymaz.
      Bauer'in "insanlığın ulusal bakımdan sınırlandırılmış topluluklar olarak parçalanması"[63] üzerindeki kehaneti, çağdaş insanlığın tüm gelişmesi tarafından yalanlanmıştır. Ulusal duvarlar pekişmiyor, ama parçalanıp yıkılıyorlar.
      Daha 1840-1850 yıllarında, Marx "halklar arasındaki ulusal farklılıklar ve uzlaşmaz karşıtlıklar"ın "her geçen gün biraz daha yokolduğunu", "proletaryanın egemenliği"nin "bunları daha da çabuk yokedeceğini" söylüyordu.[64] İnsanlığın, kapitalist üretimin devsel gelişmesi, milliyetlerin yer değiştirmesi ve bireylerin durmadan daha geniş topraklar üzerindeki toplanması ile birlikte daha sonraki ilerlemesi, Marx'ın düşüncesini açıkça doğrular.
      Bauer'in, sosyalist toplumu "alacalı bulacalı bir ulusal kişi birlikleri ve bölgesel korporasyonlar tablosu" görünüşü altında sunma isteği, sosyalizmin marksist anlayışı yerine, Bakunin'in reformdan geçirilmiş anlayışını koyma yolunda çekingen bir girişiminden başka bir şey değildir. Sosyalizm tarihi, bu türlü tüm girişimlerin, kesin bir iflâsın öğelerini içerdiklerini gösterir.
      Bauer tarafından göklere çıkarılmış, ve böylece, sınıflar savaşımı sosyalist ilkesi yerine, burjuva "milliyet" ilkesini geçiren o "milliyetin sosyalist ilkesi"nin sözünü bile etmiyoruz. Ulusal özerklik böyle kuşkulu bir ilkeden yola çıktığına göre, işçi hareketine ancak zararlı olabileceğini kabul etmek gerekir.
      Bu milliyetçilik, gerçekte, o kadar açık değildir, çünkü sosyalistçe tümceler arkasına ustaca gizlenmiştir; ama bu yüzden de proletarya için büsbütün zararlıdır. Açıkça söylenmiş milliyetçiliğin üstesinden her zaman gelinebilir; onu [sayfa 45] anlamak güç değildir. Gizlenmiş ve maskesi altında tanınmaz bir duruma gelmiş milliyetçiliğe karşı savaşım çok daha güçtür. Sosyalizm zırhına bürünmüş milliyetçilik, çeşitli milliyetten işçilerin karşılıklı güvensizlik düşüncesini ve kendi başlarına yaşama yolundaki zararlı düşünceleri yayarak, havayı zehirler.
      Ama ulusal özerkliğin zararı bu kadarla da kalmaz. O, yalnızca ulusları birbirinden ayırmak için değil, ama tek işçi hareketini parçalamak için de alan hazırlar. Ulusal özerklik fikri, tek işçi partisini, milliyetlere göre kurulmuş ayrı ayrı partiler biçiminde bölmenin manevî öncüllerini yarattı. Partiden sonra, parçalanma sırası sendikalara gelir, ve ayrı küçük ulusal derecikler oluşturmak üzere, tek sınıf hareketi işte böyle parçalanır.
      "Ulusal özerklik"in yurdu, Avusturya, bu olgunun en içler acısı örneklerini sunar. Eskiden tek bir parti olan Avusturya Sosyal-Demokrat Partisi, daha 1897'den sonra (Wimberg Parti Kongresi)[65] parçalanmaya başlamıştı. Ulusal özerkliği kabul eden Brünn Parti Kongresinden (1899) sonra, parçalanma daha da belirginleşti. Sonunda, işler o dereceye vardı ki, şimdi tek bir uluslararası parti yerine, içlerinde Alman sosyal-demokrasisi ile en küçük bir ilişkisi olmasını bile istemeyen Çek Sosyal-Demokrat Partisinin de bulunduğu altı-ulusal parti var.
      Ama sendikalar da partilere bağlanmışlardır. Avusturya'da partiler de olduğu gibi sendikalarda da, başlıca iş, aynı sosyal-demokrat işçiler tarafından görülür. Bundan ötürü, parti içindeki ayrılıkçılığın, sendikaları da böleceğinden korkulabilirdi. Olan da bu oldu: sendikalar da milliyetlere göre [sayfa 46] bölündüler. Şimdi işler o dereceye gelmiştir ki, Çek işçilerinin Alman işçilerinin grevini kırdıkları, ya da belediye seçimlerine, Alman işçilere karşı, Çek burjuvaları ile birlikte katıldıkları sık görülür şeylerdendir.
      Böylece, ulusal özerkliğin, ulusal sorunu çözmediği görülüyor. Dahası: ulusal özerklik, işçi hareketinin birliğinin yıkılmasına, işçilerin milliyetlere göre ayrılmasına, aralarındaki sürtüşmelerin pekişmesine uygun bir alan yaratarak, ulusal sorunu ağırlaştırıp karmakarışık bir duruma getiriyor.
      Ulusal özerkliğin hasadı, işte bu.
 
   
V. BUND, MİLLİYETÇİLİĞİ, AYRILIKÇILIĞI

     
      Çekler için, Polonyalılar vb. için ulusal özerkliğin gerekli olduğunu kabul eden Bauer'in, Yahudiler konusunda, böyle bir özerklikten yana olmadığını yukarda söyledik. "îşçi sınıfı, Yahudi halkı için özerklik istemeli midir?" sorusuna, Bauer, "Ulusal özerklik, Yahudi işçilerin isteği olamaz."[66] yanıtını veriyor. Bunun nedeni, Bauer'e göre, "kapitalist toplumun, onların [Yahudilerin, -J. S.] ulus olmalarına izin vermemesidir."[67]
      Kısacası, Yahudi ulusu yoktur. O halde, kim için ulusal özerklik istenecek? Yahudiler özümlenmişlerdir (s'assimilent).
      Yahudilerin ulus olarak yazgısı konusundaki bu görüş, yeni değildir. Marx, bu görüşü, daha 1840-1850 yıllarında ileri sürmüştür.[68] O, daha çok, Alman Yahudilerini sözkonusu etmekteydi. Kautsky, aynı görüşü, 1903'te Rus [sayfa 47] Yahudileri ile ilgili olarak ele aldı.[69] Bugün ise Bauer, Avusturya Yahudileri ile ilgili olarak aynı görüşü ele alıyor. Şu farkla ki, o, Yahudi ulusunun bugününü değil, geleceğini yadsıyor.
      Yahudilerin ulus olarak kendilerini muhafaza etmelerinin olanaksızlığını Bauer "onların sınırları belli bir yerleşme bölgelerinin bulunmamasıyla"[70] açıklıyor. Özünde doğru olan bu açıklama, gerçeğin tamamını ifade etmemektedir. Neden, her şeyden önce, Yahudiler arasında yalnızca yapı olarak değil, daha çok, "ulusal" pazar olarak, ulusu doğal olarak kaynaştıracak olan toprağa bağlı, kararlı, geniş katmanların, Yahudiler arasında bulunmamasıdır. 5-6 milyon Rus Yahudisi arasında, ancak %3 ya da %4'ü şu ya da bu biçimde tarıma bağlıdır. Geri kalan %96'sı ticaret ile, sanayi ile, kentsel kurumlarda uğraşır ve genel olarak kentlerde yaşar; üstelik boydan boya Rusya'ya dağılmış olduklarından hiç bir eyalette çoğunlukta değildirler.
      Böylece, başka milliyetlerin oturdukları bölgelere ulusal azınlık olarak yapışan Yahudiler, sanayici, tüccar, serbest meslek sahibi olarak "yabancı" uluslarla ilişki kurmakta ve doğal olarak "yabancı uluslara", dil vb. bakımından uyarlanmaktadırlar. Bütün bunlar, kapitalizmin gelişmiş biçimlerine özgü milliyetlerin artan yer değiştirme eğilimiyle birlikte Yahudilerin yabancı çevrelere uymalarını sağlamaktadır. "Yahudilere özgü bölgelerin" kaldırılmasıyla bu özümleme (assimilation) eğilimi daha da hızlanacaktır.
      Bu durum, ulusal özerklik sorununun, Rus Yahudileri için öteki uluslardan ayrı bir nitelik edinmesini sağlamaktadır: geleceği yadsınan ve varlığı da tanıtlanması gereken bir ulus için özerklik önerilmektedir!
      Ve bununla birlikte VI. Kongresinde (1905) ,[71] ulusal özerklik [sayfa 48] zihniyeti içinde bir "ulusal program" kabul etmekle, böyle tuhaf ve çürük bir görüşü benimsemiştir.
      Bundu böyle davranmaya iki koşul zorlamaktaydı.
      Birincisi, Bundun Yahudi ve yalnız Yahudi sosyal-demokrat işçilerin örgütü olarak varlığı. Daha 1897'de Yahudi işçiler arasında eylemde bulunan sosyal-demokrat gruplar, "özel olarak Yahudi olan bir işçi örgütü" yaratma amacını benimsemişlerdi.[72] Aynı yıl, böyle bir örgütü kurdular ve Bund içinde toplandılar. O çağda, Rus sosyal-demokrasisi henüz tek bir bütün olarak ortaya çıkmamıştı. O zamandan bu yana Bund, Rus sosyal-demokrasisinden, ak ile kara gibi gittikçe ayrılarak büyüdü ve yayıldı. Derken 1900-1910 yılları gelip çatıyor. Rusya'da işçi yığın hareketi başlıyor. Polonya sosyal-demokrasisi, Yahudi işçileri de yığın hareketine sürükleyerek gelişiyor. Rus sosyal-demokrasisi de "bundcu" işçileri saflarına katarak gelişiyor. Bir toprak temelinden yoksun bulunan Bundun ulusal kadrosu daralıyor. Bund, bir sorun ile karşı karşıyadır: ya ortak uluslararası dalga içinde eriyecektir, ya da bölgeler-dışı bir örgüt olarak bağımsız varlığını savunacaktır. Bund, bu ikinci çözümü seçiyor.
      Ve böylece Bundun "Yahudi proletaryasının biricik temsilcisi" olduğu yolundaki "teori" yaratılmış oluyor.
      Ama bu tuhaf "teori"yi pek "basit" bir biçimde savunmak olanaksız hale geliyor. Buna bir "ilkeden" temel, "ilkeden" tanıt bulmak gerek. Ulusal özerklik, tam buna uygun bir temel olarak bulundu. Bund, Avusturya sosyal-demokrasisinden ödünç aldığı bu fikre sarıldı. Avusturyalıların programı olmasaydı, Bund, bağımsız varlığını "ilke olarak" savunabilmek [sayfa 49] için bunu yaratırdı.
      Böylece, 1901'de (IV. Kongresinde) bu yoldaki çekingen girişiminden sonra Bund, 1905'te (VI. Kongresinde) "ulusal programı" kesin olarak kabul ediyor.
      İkinci durum, başka milliyetlerin çoğunluğu oluşturduğu bölgelerde, ayrı ulusal azınlık olarak, Yahudilerin özel durumudur.
      Yukarda da belirttiğimiz gibi, böyle bir durum, Yahudilerin ulus olarak varlığını baltalamakta, onları özümlenme yoluna itmektedir. Ama bu, nesnel bir süreçtir. Öznel olarak bu durum, Yahudilerin zihniyetinde bir tepki yaratmakta ve ulusal azınlığın haklarının güvencesi, özümlenmeye karşı güvence sorunu önem kazanmaktadır.
      Yahudi "ulusunun" canlılığını savunan Bund, bu "güvence" görüşüne katılmamazlık edemezdi. Ve bu görüşü benimseyince de, ulusal özerklikten yana çıkmak zorundaydı. Çünkü, Bundun sarılabileceği bir özerklik var idiyse, bu, ancak ulusal özerklik, yani kültürel-ulusal özerklik olabilirdi. Yahudilerin bölgesel siyasal özerkliği sözkonusu olamazdı, çünkü bunların, belirli bir bölgeleri yoktu.
      Bundun daha başından beri, ulusal özerkliğin niteliğini, ulusal azınlıkların haklarının güvencesi olarak, ulusların "özgür gelişmelerinin" güvencesi olarak belirtmesi, karakteristiktir. Rus sosyal-demokrasisinin II. Kongresinde, Bundu temsil eden Goldblatt'ın, ulusal özerkliği, "uluslara tam bir kültürel gelişme özgürlüğünü sağlayan kurumlar"[73] olarak tanımlaması, bir rastlantı değildir. Aynı öneri, Bundun fikirlerinin yandaşları tarafından IV. Dumadaki sosyal-demokrat grubuna getirildi.
      Ve işte böylece Bund, Yahudilerin ulusal özerkliği gibi tuhaf bir tutumu benimsedi.
      Yukarda, ulusal özerkliği genel olarak tahlil ettik. Bu tahlil ulusal özerkliğin milliyetçiliğe götürdüğünü gösterir. [sayfa 50] Aşağıda Bundun da aynı sonuca vardığını göreceğiz. Ama Bund. ulusal özerkliği, bir başka özel açıdan da, ulusal azınlıkların haklarının güvencesi açısından da ele almaktadır. Sorunu bu özel açıdan da inceleyelim. Ulusal azınlıklar sorunu —yalnız Yahudiler değil, bütün azınlıklar— sosyal-demokrasi için önemli bir sorun olduğundan bunu yapmak gereklidir.
      Demek ki, "tam kültürel gelişme özgürlüğü" uluslara "güvence sağlayan kurumlar"dır (italikler benim. -J. S.).
      Ama, bu "güvence sağlayan" kurumlar vb. nasıl şeylermiş?
      En önde gelen kurum, Springer ve Bauer'in "ulusal şûrası", kültürel sorunları için bir tür diyet meclisi.
      Ama bu kurumlar, ulusun "kültürel gelişmesinin tam özgürlüğü"nü sağlayabilirler mi? Ne biçimde olursa olsun kültür sorunlarıyla uğraşan diyet meclisleri, ulusları, milliyetçi baskıya karşı güvence altına alabilir mi?
      Bund, güvence altına alabileceğine inanıyor.
      Oysa tarih, tam tersini gösteriyor.
      Rus Polonyası'nda belirli bir anda, Polonyalıların "kültürel gelişmelerini" güvence altına alma yolunda çaba gösteren bir diyet meclisi, bir siyasal diyet meclisi vardı. Bu diyet meclisi bu işte başarı elde edemediği gibi, tam tersine, kendisi de Rusya'nın genel siyasal koşullarına karşı giriştiği eşit olmayan savaşta yıkıldı gitti.
      Finlandiya'da uzun süreden beri aynı biçimde Fin ulusunu "suikastlara" karşı koruma yolunda çaba gösteren bir diyet meclisi vardır. Ama bu meclis, bu doğrultuda fazla bir şey yapabiliyor mu? Ne yapabildiğini herkes görüyor.
      Kuşkusuz ki, diyet vardır, diyetçik vardır. Ve demokratik biçimde örgütlenmiş olan Finlandiya diyetinin hakkından gelmek, aristokratik Polonya diyetinin hakkından gelmek kadar kolay değildir.
      Bununla birlikte, kesin etken, diyetin kendisi değildir, [sayfa 51] Rusya'daki genel durumdur; eğer bugün Rusya'da, geçmişte Polonya diyetinin ilgası yıllarında olduğu kadar Asyasal bir şiddet düzeni hüküm sürseydi, Finlandiya diyeti de çok daha zor bir durumda olurdu. Öte yandan, Finlandiya'ya karşı "suikastlar" siyaseti belirgin hale gelmektedir ve bu siyasetin yenilgiye uğradığı da söylenemez...
      Eğer, tarihsel olarak oluşmuş eski kurumların, siyasal diyetlerin durumu bu ise, ulusların özgürce gelişmesi, yeni kurulacak olan diyetler, yeni doğan ve henüz zayıf olan "kültürel" diyetler tarafından başarıyla savunulabilir mi?
      Besbelli ki, önemli olan "kurumlar" değil, ülkenin içindeki durumdur. Ülkede demokratlaşma olmadıkça, milliyetlerin "tam kültürel gelişme özgürlüğü"nün de güvencesi olamaz. Kesinlikle söylenebilir ki, ülke ne kadar demokratik ise "ulusların özgürlüğü"ne karşı "suikastlar" o kadar az olacak, ve bu suikastlara karşı güvence de o kadar çok olacaktır.
      Rusya, bir yarı-Asya ülkesidir, onun için bu ülkede "suikastlar" siyaseti çoğu kez en sert biçimlere, pogromlar biçimine bürünmektedir; söylemeye gerek yok ki, Rusya'da "güvenceler" en asgarî sınırda tutulmaktadır.
      Almanya, artık Avrupa sayılır ve orada azçok siyasal özgürlük vardır; Almanya'da "suikastlar" siyasetinin hiç bir zaman pogrom biçimine bürünmemesine şaşmamak gerekir.
      Fransa'da, besbelli ki, daha da çok "güvenceler" vardır. Çünkü Fransa, Almanya'dan daha demokratiktir.
      Burada, burjuva da olsa, ileri demokrasi içinde yaşayan uluslara, azınlık olsunlar çoğunluk olsunlar, serbest yaşama olanağını sağlayan İsviçre'nin sözünü bile etmiyoruz.
      Demek ki Bund, "kurumların" kendi başlarına ulusların kültürel gelişmesini güvence altına alabileceğini iddia etmekle yanılgıya düşmüştür.
      Bu söylediklerimize karşı, Bundun kendisinin Rusya'da demokratlaşmayı "kurumların yaratılmasında" ve özgürlüklerin [sayfa 52] sağlanmasında önkoşul olarak kabul ettiği söylenebilir. Ama bu yanlıştır. Bundun VIII. Konferans Tutanaklarından da anlaşılacağı gibi[74] bu örgüt, Rusya'da güncel düzenin temeli üzerinde "kurumların" yaratılmasının, Yahudi topluluğunu (cemaatini) "ıslah ederek" elde edilebileceğini sanmaktadır.
      Bundun liderlerinden biri, bu kongrede şöyle diyordu: "Topluluk (cemaat) geleceğin kültürel-ulusal özerkliğinin çekirdeği olabilir. Kültürel-ulusal özerklik, bir ulus için kendi kendine hizmet etme aracı, bir de kendi ulusal gereksinmelerini karşılama aracıdır. Topluluğun biçimi altında aynı içerik gizlenir. Bunlar, tek bir zincirin halkaları, tek bir evrimin aşamalarıdır."[75 ]
      Bu görüşten hareket ederek kongre, "Yahudi topluluğunun reformu ve yasama yoluyla" demokratik olarak örgütlenmiş "laik bir kurum haline getirilmesi için"[76] (İtalikler benim. -J. S.) savaşım verme gerekliliğini ilân etti.
      Açıktır ki, Bund, güvencenin koşulu olarak, Rusya'nın demokratlaşmasını değil, "Yahudi topluluğunun reformu" yoluyla, diyelim ki "yasama" yoluyla, Duma ile sağlanan geleceğin "laik kurumlarını" gözönünde tutmaktadır.
      Ama yukarda gördük ki, "kurumlar"ın kendisi, devletin tümünde demokratik bir düzen olmadıkça, özlenen "güvence"yi sağlayamazlar.
      Geleceğin demokratik düzeninde durum nasıl olacaktır? Demokratik düzende bile özel kurumlara, "güvence altına alınan kültürel kurumlara" vb. gereksinme olmayacak mıdır? Örneğin, demokratik İsviçre'de işler bu bakımdan ne durumdadır? Orada, Springer "ulusal şûrası" türünden özel kültürel kurumlar var mıdır? Hayır, yoktur. Ama, İsviçre'de [sayfa 53] azınlıkta olan İtalyanların kültürel çıkarları, bu yüzden darbelenmemekte midir? Bu söylenemez. Zaten, bu, belli bir şey: demokrasi, İsviçre'de, kendisini "güvence sağlayan" vb. olarak ortaya koyan özel kültürel "kurumları" gereksiz kılmaktadır.
      Şu anda güçsüz, gelecekte gereksiz, işte kültürel-ulusal özerklik kurumları, işte ulusal özerklik böyledir.
      Ama bu, varlığı ve geleceği kuşkulu olan bir "ulus"a kabul ettirildiği zaman daha da zararlı olmaktadır. Bu durumda ulusal özerkliğin yandaşları yalnızca yararlı değil, zararlı da olsa, yalnızca özümlenmeden "ulusu kurtarmak", yalnızca "korumak" amacıyla "ulusun" bütün özelliklerini koruma ve muhafaza etme durumuna düşmektedirler.
      Ve Bund da, kaçınılmaz olarak, bu tehlikeli yolu tutacaktı.
      Ve nitekim tuttu. Biz, burada, Bundun son kongrelerinde "cumartesi" ve "yidiş dili" vb. konularında aldığı kararların sözünü etmek istiyoruz.
      Sosyal-demokrasi, bütün uluslar için, ana dilini konuşma hakkını elde etmeye çalışıyor. Ama Bund, bununla yetinmemektedir — "Yahudi [italikler benim. -J. S.] dilinin haklarının[77] "özel bir direnme ile" savunulmasını istiyor; ve Bundun kendisi IV. Duma seçimleri sırasında "onlar arasından [yani ikinci dereceden seçmenler arasından] Yahudi dilinin haklarını savunanları yeğliyor."[78 ]
      Ana dile genel hak değil, Yahudi diline, yidişe özel hak! Ayrı ayrı uluslardan işçiler, her şeyden önce kendi dilleri için savaşsınlar. Yahudiler, Yahudi dili için; Gürcüler Gürcü dili için vb.. Bütün ulusların genel hakkı için savaşım, ikincil bir şeydir. Giderek, başka ezilen ulusların ana dillerini konuşma hakkını tanımayabilirsiniz de, ama yidişi konuşma hakkını tanıyorsanız, Bund size oy verecektir, Bund sizi "üstün tutacak"tır. [sayfa 54]
      Peki ama, Bundu burjuva milliyetçilerinden ayırdeden nedir?
      Sosyal-demokrasi, zorunlu hafta tatil gününün kabul edilmesi uğruna savaşım vermektedir. Ama Bund, bununla yetinmiyor. O, "yasama yoluyla Yahudi proletaryasına cumartesi günü bayram hakkının sağlanmasını ve başka bir gün bayram yapma zorunluluğunun kaldırılmasını"[79] istiyor.
      Bundun, "bir adım ileri" giderek, bütün Yahudi bayramlarının resmen bayram günü ilân edilmesini istemesi de beklenebilir. Ve eğer, Yahudi işçiler, eski boşinanlarını bırakmışlarsa ve cumartesi günü bayram etmek istemiyorlarsa, Bund, "cumartesi hakkı" uğruna ajitasyonuyla bunlara cumartesi geleneğini anımsatacak ve işçilerde bir bakıma "cumartesi ruhunu" geliştirecektir...
      Bundun XVIII. Kongresinde, konuşmacıların "Yahudi hastaneleri" isteyen "ateşli söylevlerinin" ne anlam taşıdığını anlamak kolaydır. Bu istek, "hastanın, kendi insanları arasında kendini daha iyi hissedeceği", yani "Yahudi işçinin Polonyalı işçiler arasında kendisini rahat hissetmeyeceği, ama Yahudi dükkâncılar arasında rahatlık duyacağı"[80] iddiasına dayanmaktaydı.
      Yahudi olan her şeyi muhafaza etmek, proletaryaya zararlı olanları dahil, Yahudilerin ulusal özelliklerinin tümünü muhafaza etmek, Yahudileri, Yahudi olmayan her şeyden tecrit etmek, işi özel hastaneler kurmaya kadar vardırmak — işte Bund buralara kadar düşmüştür.
      Plehanov yoldaş, Bundun "sosyalizmi, milliyetçiliğe uyarlamaya çalıştığını"[81] söylerken bin kez haklıydı. Elbette [sayfa 55] V. Kossovski ve aynı soydan bundcular, Plehanov'u "demagog"[82] olarak nitelerken, Bundun eylemini bilen herkes, bu yürekli insanların kendileri hakkında gerçeği söylemekten korktuklarını ve "demagoji" üzerinde sözü dolandırarak korunmaya çalıştıklarını kolayca anlar...
      Ulusal sorunda böyle bir tutumu benimsedikten sonra Bund, doğal olarak, örgütlenme sorununda da Yahudi işçilerin tecridi yolunu, sosyal-demokrasinin içinde ulusal kabileler kurma yolunu tutacaktı. Çünkü, ulusal özerkliğin usa-uygun sonucu budur.
      Gerçekten Bund, "işçilerin tek elden temsili" teorisinden, "ulusal sınırlandırma" teorisine geçiyor. Bund, Rus sosyal-demokrasisinden "organik yapısı içinde uluslara göre bölünmeyi"[83] istiyor. Ve "sınırlandırma"dan "bir adım ileri" atarak "tecrit" teorisine varıyor. Bundun VIII. Kongresinde, "ulusal varlığın tecritle mümkün olduğu" yolunda görüşlerin ileri sürülmesi nedensiz değildir.[84 ]
      Örgütlenme konusunda federalizm, çözülme ve ayrılıkçılık unsurlarını bağrında taşır. Bund, ayrılıkçılığa doğru yürümektedir.
      Zaten izleyecek başka yol da yoktur. Bölgeler-dışı örgüt olarak kendi varlığı, onu, ayrılıkçılık yoluna itmektedir. [sayfa 56] Bundun, sınırları belirli bir bölgesi yoktur; "başkalarının" toprağı üzerinde çalışmaktadır, oysa Polonyalı olsun, Letonyalı, ya da Rus olsun, öteki sosyal-demokratlar komşu olarak uluslararası kolektif bölgeler oluştururlar. Ama bunun sonucu olarak, bu kolektif bölgelerin yayılması demek, Bund için bir "kayıp", eylem alanının kısılması demektir. İki şeyden birini seçmek zorunludur: ya Rus sosyal-demokrasisini ulusal federalizm temelleri üzerinde yeniden örgütlendirmelidir, ki o zaman Bund, Yahudi proletaryasını "sağlama" olanağını elde edecektir: ya da bu kolektivitelerin uluslararası bölgesi ilkesi yürürlükte kalacak, ki o zaman da Bund, Polonyalı ve Letonyalı sosyal-demokrasinin yaptığı gibi, kendini enternasyonalizm temelleri üzerinde yeniden örgütlendirecektir.
      İşte bunun içindir ki Bund, başından beri "Rus sosyal-demokrasisinin federatif temeller üzerinde yeniden örgütlenmesini"[85] istemektedir.
      1906'da, alttan gelen birleştirici dalgaya boyun eğen Bund, Rus sosyal-demokrasisine katılarak bir orta yolu seçti. Ama bu katılma, nasıl bir katılmaydı? Polonya ve Letonya sosyal-demokrasisi birlikte sükûn içinde çalışmak için Rus sosyal-demokrasisine katılırken, Bundun katılması Rus sosyal-demokrasisinin bağrında federasyon uğrunda savaşı yürütmek içindi. Bundcuların o zamanki önderi Medem de bunu söylüyordu:
      "Biz oraya sevişmek için değil, savaşmak için geliyoruz. Sevişmek yok, sevişmeyi yakın bir gelecekte ancak Manilovlar bekleyebilir.[86] Bund, partiye tepeden tırnağa silahlı olarak girmelidir."[87 ][sayfa 57]
      Medem'in bu sözleri kötü niyetle söylediğini sanmak yanlıştır. Sözkonusu olan kötü niyet değil, Bundun özel tutumudur. Bund, bu tutumunun gereği, enternasyonalizm ilkelerine dayanan Rus sosyal-demokrasisine karşı savaşmadan edemez. Oysa bu savaşı yürüttüğü anda Bund, doğal olarak işçi sınıfının birliğine karşı gelmek zorundadır. Ve en sonunda işler öyle bir noktaya geldi ki, Bund, tüzükleri de çiğneyerek ve IV. Duma seçimleri sırasında, Polonyalı milliyetçilerle Polonya sosyal-demokratlarına karşı birleşerek Rus Sosyal-demokrasisi ile bağlarını resmen kopardı.[88 ]
      Besbelli ki Bund, bu bağlarını koparma yoluyla bağımsız eylemini sağlayacağına inanmıştı.
      Ve böylece, örgütlendirme konusunda "sınırlandırma, ilkesi" ayrılıkçılığa, bağların tam olarak kopmasına vardı.
      Eski-İskra[89] ile federalizm konusunda polemiğe girişen Bund, eskiden şöyle yazıyordu:
      "İskra, Bund ile Rus sosyal-demokrasisi arasındaki federatif ilişkilerin, aralarındaki bağları zayıflatacağına bizi inandırmak istiyor. Biz, bu görüşü, Rus deneyimine dayanarak çürütemeyiz ve bunun basit nedeni de Rus sosyal-demokrasisinin bir federatif gruplaşma olmamasıdır. Ama, tutumumuza destek olarak federatif ilke üzerine kurulmuş [sayfa 58] olan Avusturya sosyal-demokrasisinin 1897 Parti Kongresinde karara bağlanmış olan son derece eğitici deneyiminden yararlanabiliriz."[90]
      Bu satırlar 1902'de yazılmıştır.
      Şimdi biz 1913'teyiz. Şimdi yararlanabileceğimiz Rus "deneyimi" ve "Avusturya sosyal-demokrasisinin deneyimi" var.
      Bunlar bize neyi gösteriyor?
      "Son derece eğitici olan Avusturya sosyal-demokrasisinin deneyimi”yle başlayalım. Daha 1896'dan önce, Avusturya'da tek bir sosyal-demokrat parti vardı. O yıl, Çekler, ilk kez, Londra Enternasyonal Kongresinde, ayrı temsil hakkı istiyorlar ve bunu elde ediyorlar. 1897'de partinin Viyana (Wimberg) Kongresinde, tek parti resmen tasfiye ediliyor; onun yerine, altı ulusal "sosyal-demokrat grubun" federatif birliği kuruluyor. Daha sonra da, bu "gruplar", bağımsız partiler oluyorlar.[91] Bu partiler yavaş yavaş aralarındaki bağları koparıyorlar. Ardından da meclis grubu bölünüyor, ulusal "kulüpler" oluşuyor. Bunu, milliyetlere göre parçalanan sendikalar izliyor. Bu örneği kooperatifler bile izlemektedirler. Çek ayrılıkçılar, işçileri, kooperatifleri bile parçalamaya çağırmaktadırlar.[92] Ayrılıkçı propagandanın işçilerin dayanışma duygusunu baltaladığını ve grev bozuculuğuna sürüklediğini burada hesaba katmıyoruz.
      Böylece "Avusturya sosyal-demokrasisinin son derece eğitici deneyimi", Bunda karşı, eski-İskra'dan yana konuşur. Avusturya partisinin bağrında federalizm, en çirkin bir ayrılıkçılık, işçi hareketi birliğinin çözülmesi sonucunu verdi. [sayfa 59]
      "Rus pratiği"nin de aynı anlamda konuştuğunu yukarda gördük. Bundcu ayrılıkçılar ve Çekler de, Rus sosyal-demokrasisi ile bağlarını kopardılar. Sendikalara gelince, bundcu sendikalar daha başından ulusal ilke üzerine örgütlenmişlerdi, yani öteki ulusların işçilerinden ayrılmışlardı.
      Tam tecrit, tam kopma, işte federalizmin "Rus pratiği"nin gösterdiği bu.
      Bu durumun, işçilerin dayanışma duygusunun zayıflamasında ve morallerinin bozulmasında etkilerine şaşmamak gerek. Bu etki, Bundun içine de girmiştir. İşsizlik alanında Yahudi ve Polonyalı işçiler arasında gittikçe sıklaşan çatışmaların sözünü etmek istiyoruz. Bakınız bu konuda Bundun IX. Kongresinde ne gibi görüşler ileri sürüldü:
      "Kurnazlıkla yerlerimizi alan Polonyalı işçileri, biz, pogromcu sayıyoruz, sarı sendikacı sayıyoruz, onların grevlerini desteklemiyoruz, baltalıyoruz. Ve sonra da onların kurnazlığına karşı, kurnazlık ederek onları yerlerinden ediyoruz. Yahudi işçilerin fabrikalara alınmamasına karşılık olarak, biz de Polonyalı işçilerin el tezgâhlarında çalışmalarına izin vermiyoruz. ... Eğer biz işi ele almazsak, işçiler ötekilerin peşine takılacaklardır."[93] (İtalikler benim. —J. S..)
      Bundcuların kongresinde, dayanışmadan işte böyle söz-ediliyor.
      "Sınırlandırma" ve "tecrit", konusunda daha ileri gidilemez. Bund, amaçlarına ulaşmıştır: çeşitli milliyetlerin işçilerini, yumruk kavgasına kışkırtacak kadar, grev bozgunculuğuna itecek kadar birbirinden ayırmıştır. Başka türlü de yapamazdı:
      "Eğer biz bu işi ele almazsak, işçiler ötekilerin peşine takılacaklar..."
      İşçi hareketinin çözülmesi, sosyal-demokrasi saflarında moralin bozulması, — işte bundcu federalizmin verdiği sonuçlar bunlar. [sayfa 60]
      Böylece ulusal özerklik fikri, bu fikrin yarattığı hava, Rusya'da Avusturya'dakinden daha da zararlı olmuştur.
 
   
VI. KAFKASYALILAR,
TASFİYECİLER KONFERANSI

     
      Yukarda, milliyetçilik "salgını"na dayanamamış olan bazı Kafkasyalı sosyal-demokratların dalgalanmalarından sözettik. Sözü geçen sosyal-demokratların, şaşılacak bir tutumu benimseyerek, Bundun izlerinden —garip de olsa— yürümeleri ve kültürel-ulusal özerklikten yana çıkmaları, bu dalgalanmaların ifadesi olmuştur.
      Bütün Kafkasya için bölgesel özerklik ve Kafkasya'daki uluslar için de kültürel-ulusal özerklik — işte bu tutumu benimseyen ve sırası gelmişken söyleyelim, Rus tasfiyecilerine katılan sosyal-demokratlar, isteklerini böyle formüle ediyorlar.
      Tanınmış önderleri ünlü N.'yi[94] dinleyelim.
      "Herkesin bildiği gibi Kafkasya, nüfusunun ırksal bileşimi bakımından olsun, toprağı ve tarımı bakımından olsun, merkez eyaletlerinden derin farkları olan bir yerdir. Böyle bir ülkenin işletmelere açılması ve gelişmesi, bu ülkeden olan bölgesel özellikleri bile, buranın kültürüne ve iklimine alışık olan emekçiler gerektirir. Bu ülkenin iktisadî gelişmesiyle ilgili bütün yasaların, bölgesel olarak hazırlanması ve burdaki insanlar tarafından uygulanması gerekir. Onun için bölgesel sorunlarla ilgili yasaları çıkarmak, Kafkasya yönetim özerkliğinin merkez organlarının yetkisine girecektir. ... Böylece Kafkasya merkezinin görevi, bölgesel toprakların iktisadî bakımdan işletilmeleri amacını güden, ülkenin maddî gönenci amacını güden yasalar kabul etmek olacaktır."[95 ][sayfa 61]
      Böylece Kafkasya için bölgesel özerklik istenmektedir.
      Eğer birbiriyle çelişen ve birbiriyle bağlantısı kopuk olan N.'nin gerekçesini gözönünde tutmazsak, varılan sonucun doğru olduğunu kabul etmemiz gerekir. Ülkenin özellikleri, nüfus bakımından bileşimi ve yaşam koşulları bakımından devletin meşrutî çerçevesi içinde —N. de bunu reddetmiyor—, Kafkasya için bölgesel özerklik gerçekten gereklidir. Bu, Rus sosyal-demokrasisi tarafından da böyle kabul edilmiştir. Sosyal-Demokrat Partinin II. Kongresinde şu görüş kabul edilmişti:
      "Yaşam koşulları ve nüfusun bileşimi bakımından Rusların yaşadıkları bölgelerden değişik olan dış bölgeler için bölgesel yönetim özerkliği."
      Bu konuyu, II. Kongrenin araştırmasına sunan Martov, gerekçe olarak şöyle diyordu:
      "Rusya'nın pek büyük bir ülke oluşu ve merkezî devlet yönetimimizin deneyimi, bizi, Finlandiya, Polonya, Litvanya ve Kafkasya gibi önemli birimler için bölgesel yönetim özerkliğinin gerekli ve yararlı olduğu sonucuna vardırmıştır."
      Ama bölgesel özerk yönetim, bölgesel özerklik anlamına gelmektedir.
      Oysa N., daha ileri gidiyor. Ona göre Kafkasya'nın bölgesel özerkliği, "sorunun yalnız bir yanını" kucaklamaktadır.
      "Şimdiye kadar bölgesel yaşamın ancak maddî gelişmesinden sözettik. Ama bir ülkenin iktisadî gelişmesine katkıda bulunan şeyler yalnızca iktisadî faaliyet değildir. Manevî ve kültürel faaliyettir de. ... Kültür bakımından güçlü olan bir ulus, iktisadî alanda da güçlüdür. ... Ama ulusların kültürel gelişmesi, ancak kendi ulusal dilleriyle mümkündür. ... [sayfa 62] Bu bakımdan ana dil ile ilgili bütün sorunlar aynı zamanda kültürel-ulusal sorunlardır. Eğer ülkenin maddî gelişmesi ulusları birleştiriyorsa, eğitim, adliye, kilise, edebiyat, sanatlar, bilimler, tiyatro vb. sorunlar, kültürel-ulusal eylem onların herbirini ayrı bir alana yerleştirdiği için, bu birliği bozuyor. Birinci tür faaliyetin sınırları belirli bir bölgeyle ilgilidir. ... Kültürel-ulusal şeyler için durum bambaşkadır. Bunlar sınırları belli bir toprağa bağlı şeyler değildir, belli bir ulusun varlığına bağlı şeylerdir. Gürcü dilinin yazgısı, nerede yaşarsa yaşasın, Gürcüyü aynı ölçüde ilgilendirir. Gürcü kültürünün ancak Hindistan'da oturan Gürcüleri ilgilendirdiğini söylemek büyük bilisizlik olur. Örnek olarak Ermeni kilisesini ele alalım. Bu kilisenin işlerinin yönetimine ayrı ayrı bölgelerde ve devletlerde oturan Ermeniler katılmaktadırlar. Burada bölgenin hiç bir rolü yoktur. Örneğin: bir Gürcü müzesinin kurulması işiyle, Tiflis'te oturan Gürcü kadar, Bakü’de, Kutays'te ya da Petersburg'da oturan Gürcü de ilgilenir. Bu demektir ki, bütün kültürel-ulusal işlerin yönetimi, ilgili ulusların kendilerine teslim edilmelidir. Biz Kafkasya'daki milliyetlerin kültürel-ulusal özerkliğinden yanayız."[96]
      Kısaca kültür toprak olmadığına göre ve toprak da kültür olmadığına göre, kültürel-ulusal özerklik gereklidir. N.'nin bu konuda söyleyebildiği bu kadar.
      Biz, burada, genel olarak, kültürel-ulusal özerklik konusunu bir kez daha ele almayacağız: yukarda bunun olumsuz niteliğini belirttik. Yalnız şunun üzerinde durmak isteriz ki, genel olarak uygulanması olanaksız olan kültürel-ulusal özerklik, Kafkasya koşulları bakımından daha da anlamsız ve saçmadır.
      Nedeni de şu:
      Kültürel-ulusal özerklik, azçok gelişmiş ulusların, [sayfa 63] kültürleri, edebiyatları gelişmiş ulusların mevcut olduğunu kabul eder. Bu koşullar olmayınca, bu özerklik, varlık nedenini yitirmiş olur. Oysa Kafkasya'da ilkel kültüre sahip, edebiyatı bulunmayan, ilkel bir dil konuşan ve üstelik bir geçiş halinde olan, ve kısmen özümlenen, kısmen de kendileri gelişen bir sürü halk yaşamaktadır. Bunlara kültürel-ulusal özerklik nasıl uygulanabilir? Bu uluslara karşı nasıl davranılacaktır? Kültürel-ulusal özerklik ilkesi gereğince, bunları ayrı ayrı kültürel-ulusal birlikler içinde nasıl örgütlendireceğiz?
      Mingrellere, Abazalara, Acarlara, Svanlara, Lezgilere ve benzerlerine karşı, ayrı ayrı diller konuşan, ama kendilerine özgü edebiyatları olmayan bu halklara karşı nasıl davranılacaktır? Onları hangi ulusun içinde sınıflandıracağız? Onları ulusal birlikler olarak "örgütlendirmek" mümkün mü? Onları hangi "kültürel sorunlar" çevresinde "örgütlendireceğiz"?
      Kafkas-ötesi'nde oturan ve Gürcüler tarafından özümlenmekte olan (ama henüz özümlenmiş olmaktan uzak bulunan) Osetlere karşı, ve aynı zamanda kısmen Ruslar tarafından özümlenmiş bulunan, ama kısmen de kendi öz edebiyatlarını yaratarak gelişmekte olan Çerkez Osetlere karşı tutumumuz ne olacaktır? Onları tek bir ulusal birlik içinde nasıl "örgütlendireceğiz"?
      Gürcü dilini konuşan, ama Türk kültürüne göre yaşayan ve müslüman olan Acarları hangi ulusal birliğin içine koyacağız? Acarları din bakımından Gürcülerden ayrı olarak "örgütlendirmek", ama öteki kültürel sorunlar bakımından Gürcülerle birlikte örgütlendirmek gerekmez mi? Ya Kobuletzler? Ya İnguşlar? Ya İngiloidler?
      Bir dizi halkı liste dışında bırakmak — bu özerklik, ne biçim bir özerkliktir?
      Hayır, bu ulusal sorunun bir çözümü değildir. Aylakların fantezisinin bir ürünüdür. [sayfa 64]
      Ama bir an için mümkün olmayanı mümkün sayalım ve bizim N.'nin kültürel-ulusal özerkliğinin gerçekleştiğini varsayalım. Böyle bir sonuç bizi nereye götürür? Örneğin: pek azı okuma-yazma bilen Kafkas-ötesi Tatarlarını, güçlü mollalar tarafından yönetilen okullarıyla, dinin derinliğine girdiği kültürleriyle ele alalım... Bu Tatarları ulusal-kültürel bir birlik içinde örgütlendirmenin, onların başına mollaları geçirmek ve bu halkı gerici mollalara peşkeş çekmek olacağını anlamak zor değildir: böylelikle Tatar yığınlarının baş-düşmanları tarafından köleleştirilmesi için bir yeni kale yaratmış oluruz.
      Ama ne zamandan beri sosyal-demokratlar gericilerin değirmenine su taşımaktadırlar?
      Halk yığınlarını en berbat gericilerin kölesi durumuna getiren bir kültürel-ulusal birlikte Kafkas-ötesi Tatarlarını tecrit etmek! Kaskasyalı tasfiyeciler bundan daha iyi bir çözüm bulamamışlar mı?...
      Hayır, bu, ulusal sorunun bir çözümü değildir.
      Kafkasya'da ulusal sorun ancak geri kalmış ulusların daha yüksek genel bir kültür yoluna yöneltilmeleri koşuluyla çözülebilir. Ancak böyle bir çözüm, bir ilerleme etkeni olabilir ve sosyal-demokrasi tarafından kabul edilebilir. Kafkasya'nın bölgesel özerkliği, geri kalmış ulusları genel kültürel gelişmeye doğru sürüklediği için, onları tecrit eden küçük milliyetler kabuğundan çıkmalarına yardım ettiği için, daha yüksek bir kültürün nimetlerinden yararlanmaya onları ittiği için, bir çözüm olarak kabul edilebilir. Oysa kültürel-ulusal özerklik, tam ters bir yönde etki yapmaktadır, çünkü bu, ulusları eski kabuklarının içine hapsetmekte, onları kültürel gelişmenin alt derecelerinde tutmakta ve kültürün daha yukarı derecelerine tırmanmalarına engel olmaktadır.
      Bu bakımdan ulusal özerklik, bölgesel özerkliğin olumlu yanlarını kötürüm etmekte ve onu sıfıra indirmektedir. [sayfa 65]
      İşte bunun içindir ki, ulusal-kültürel özerklikle bölgesel özerkliği birbiriyle birleştiren N.'nin karma tipteki özerkliği kabul edilemez. Doğaya karşı olan bu birleştirme, durumu iyileştirmez, daha da kötü yapar; çünkü geri kalmış ulusların gelişmesini dizginlediği gibi, bölgesel özerkliği de ulusal birlikler halinde örgütlenmiş olan ulusların çatışma alanı haline getirir.
      İşte böylece genel olarak kabul edilmesi mümkün olmayan kültürel-ulusal özerklik, Kafkasya'da saçma bir gerici girişim biçimine bürünürdü.
      İşte N.'nin ve Kafkasyalı yandaşlarının kültürel-ulusal özerkliği böyle bir şeydir.
      Kafkasyalı tasfiyeciler "bir adım ileri" atarak, örgüt sorununda da, Bundun izinden yürüyecekler midir? Bunu gelecekte göreceğiz. Sosyal-demokrasi tarihi bize göstermiştir ki, örgütte federalizm, programda, her zaman ulusal özerklikten önce gelmiştir. Daha 1897'de Avusturyalı sosyal-demokratlar örgütlenmede federalizmi uyguluyorlardı. Ve yalnızca iki yıl sonra (1899'da) ulusal özerkliği kabul ettiler. Bundcular ulusal özerklikten ilk kez açık olarak 1901'de sözettiler. Oysa onlar örgütlenmede federalizmi 1897'den beri uygulamaktaydılar.
      Kafkasyalı tasfiyeciler işe sondan başladılar, ulusal özerklik konusunda eğer Bundun izlerinden yürümeye devam ederlerse, daha 19. yüzyılın son yıllarında enternasyonalizm temelleri üzerinde kurulmuş olan bugünkü örgüt yapısının hepsini önceden yıkmak zorundadırlar.
      Ama henüz işçilerin gerçek anlamını kavrayamadıkları ulusal özerkliği kabul etmek ne kadar kolay olmuşsa, Kafkasya'nın bütün milliyetlerinden gelme işçilerin yıllar boyunca kurdukları, yükselttikleri ve sevgiyle baktıkları o yapıyı yıkmak aynı ölçüde zor olacaktır: Erostrat'a lâyık böyle bir gidişte atılacak ilk adım, işçilerin gözlerini açmasını ve kültürel-ulusal özerkliğin milliyetçi özünü anlamalarını [sayfa 66] sağlayacaktır.
     
      KAFKASYALILARIN ulusal sorunu, sözlü tartışmalar ve edebiyat polemikleri gibi, alışılan yöntemlerle çözmelerine karşılık, Rusya tasfiyecilerinin konferansı tamamen olağanüstü bir yola başvurmuştur. Hem kolay, hem basit bir yol.
      Dinleyiniz:
      "Kültürel-ulusal özerklik isteminin formüllendirilmesi gereği üzerinde ... Kafkasya delegasyonunun görüşünü dinleyen konferans, bu istemin özü hakkında tutumunu bildirmemekle birlikte, programın her milliyete kendi kaderini tayin etme hakkını tanıyan maddesinin bu biçimde yorumlanmasının, programın gerçek anlamı ile bağdaştığı kanısındadır."
      Böylece, bu sorunun "özü hakkında tutumunu bildirmemekle" işe başlanıyor, ve sonra da "kanısını" belirtiyor. Özgün bir yöntem.
      Bu özgün konferans hangi "kanıya" varmıştır?
      Kültürel-ulusal özerklik "istemi", ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri hakkını tanıyan programın "asıl anlamının karşıtı değildir" kanısına.
      Bu tezi inceleyelim:
      Serbestçe tayin etme ile ilgili madde, ulusların haklarından sözeder.[97] Bu maddeye göre, ulusların yalnız özerklik hakkı değil, ayrılma hakkı da vardır. Sözkonusu olan, siyasal bakımdan serbestçe kaderini tayin etmedir. Dünyanın bütün sosyal-demokrasilerinde uzun zamandan beri saptanmış olan ulusların kendi kaderlerini siyasal bakımdan tayin etmeleri hakkını, böyle yanlış biçimde yorumlamaya kalkan tasfiyeciler, acaba kimi aldatmak istiyorlar?
      Yoksa tasfiyeciler şu bilgiçliğin ardına saklanarak mı kendilerini koruyacaklar: görüyorsunuz ya kültürel-ulusal [sayfa 67] özerklik ulusların haklarının "karşıtı değildir". Yani eğer bir devletin içindeki bütün uluslar, kültürel-ulusal özerklik temelleri üzerinde örgütlenmek isterlerse, bunlar, —bu ulusların belli toplamı— bu hakka sahiptirler, hiç kimse onlara başka bir siyasal yaşam biçimini zorla kabul ettiremez. Bu, yeni bir şey, ve iyi bir buluş. Buna, genel olarak konuşuyorsak, ulusların kendi anayasalarını ortadan kaldırmaya, yerine keyfî düzen koymaya, eski düzeni ihya etmeye hakları yok mudur? diye bir soru da eklemek mümkündür; çünkü uluslar ve yalnızca ulusların kendileri, kendi öz kaderlerini tayin etme hakkına sahiptir. Yineleyelim: konuyu böyle koyarsak, ne kültürel-ulusal özerklik, ne ulusal-gerici zihniyet, ne de hiç bir şey, ulusların haklarının "karşıtı değildir".
      Saygıdeğer konferansın söylemek istediği bu değil miydi ?
      Hayır, bu değil. Konferans, açıkça diyor ki, kültürel-ulusal özerklik, ulusların haklarının değil, programın "asıl anlamının" "karşıtı değildir". Burada sözkonusu olan programdır, ulusların hakları değil.
      Zaten bunu anlamak da mümkün. Eğer herhangi bir ulus, tasfiyeciler konferansına başvurmuşsa, bu konferans, açıkça ulusun kültürel-ulusal özerklik hakkı olduğunu ifade edebilirdi. Oysa, konferansa başvuran bir ulus değil, Kafkasyalı sosyal-demokratlardan —pek matah sosyal-demokrat değil, ama gene de sosyal-demokrat olan— bir "delegasyon"dur. Ve bunlar, ulusların hakları sorununu kurcalamıyorlar, yalnız kültürel-ulusal özerkliğin sosyal-demokrasinin ilkeleriyle bağdaşmazlık edip etmediğini, sosyal-demokrasinin programının "asıl anlamının" "karşıtı" olup olmadığını soruyorlar.
      Demek ki, ulusların hakları, ve sosyal-demokrasinin programının "asıl anlamı" aynı şeyler değildir.
      Besbelli ki, ulusların haklarıyla çelişmemekle birlikte, öyle istemler var ki, programın "asıl anlamı" ile çelişebilir.
      Örnek: sosyal-demokratların programında, vicdan özgürlüğüyle ilgili bir madde vardır. Bu maddeye göre, [sayfa 68] bireylerden her grubun herhangi bir dine girmeye hakkı vardır: katoliklik gibi, Ortodoksluk gibi vb.. Sosyal-demokrasi, Ortodoksları, katolikleri, Protestanları hedef tutan her türlü dinsel baskıya karşı savaşım verecektir. Bu, katolikliğin, Protestanlığın vb. parti programının "asıl anlamı"na "karşıt" şeyler olmadığı anlamına mı gelmektedir? Hayır. Sosyal-demokrasi, katolikleri, Protestanları hedef tutan baskıya karşı her zaman savaşım verecektir; ulusların, istedikleri dine girmeleri hakkını savunacaktır. Ama, aynı zamanda, proletaryanın çıkarlarını doğru değerlendirerek ve bu değerlendirmeye dayanarak, katolikliğe karşı, Protestanlığa karşı, Ortodoksluğa karşı bilinçlendirici eyleme geçecek ve sosyalist kavramların bunların üstesinden gelmesi için çaba gösterecektir.
      Ve bunu, kuşkusuz, Protestanlığın, katolikliğin, Ortodoksluğun vb., programın "asıl anlamının karşıtı" şeyler olduğu için, yani bu dinlerin, proletaryanın iyice kavranmış çıkarlarıyla bağdaşmadığı için yapacaktır.
      Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Ulusların istedikleri gibi örgütlenme hakları vardır; zararlı olsun yararlı olsun, hangisi olursa olsun, kendi ulusal kurumlarını muhafaza etmeye hakları vardır, kimse zorla ulusların yaşamına müdahale edemez (kimsenin buna hakkı yoktur!). Ama bu, sosyal-demokrasi, ulusların zararlı kurumlarına karşı, ulusların usa-uygun olmayan istemlerine karşı savaşmayacak demek değildir. Tam tersine, bunu yapmak, ulusların iradesini, proletaryanın çıkarlarına en uygun biçimde örgütlenmelerini sağlayacak biçimde etkilemek, sosyal-demokrasinin görevidir. Ve işte bunun içindir ki, sosyal-demokrasi, bir yandan ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakları uğruna savaşım verirken, öte yandan, örneğin, Tatarların ayrılmalarına karşı ve Kafkas uluslarının kültürel-ulusal özerkliğine karşı bir tutum benimseyecek ve bu yolda uyarıcı eyleme geçecektir; çünkü bunlardan [sayfa 69] birincisi olsun, ikincisi olsun, bu ulusların hakları ile çelişmemekle birlikte, programın "asıl anlamına", yani Kafkasya proletaryasının çıkarlarına karşıttır.
      Besbelli ki, "ulusların hakları" ile programın "asıl anlamı" birbirinden tamamen ayrı iki şeydir. Programın "asıl anlamı", proletaryanın programında bilimsel biçimde formüllendirilmiş olan bu sınıfın çıkarlarını dile getirirken, ulusların hakları, güçlerine ve etkilerine göre burjuvaziyi de, aristokrasiyi de, ruhban sınıfını da, ya da herhangi bir başka sınıfın çıkarlarını da ifade edebilir. Birincisinde marksistin görevleri, ikincisinde çeşitli sınıflardan oluşan ulusların hakları. Ulusların hakları ile sosyal-demokrasinin ilkeleri bağdaşabilir de, bağdaşamaz da. Örneğin Keops'un piramidi ile tasfiyecilerin ünlü konferansı. Bu ikisini karşılaştırmak hiç de mümkün değil.
      Ama öyle anlaşılıyor ki, saygıdeğer kongre, tamamen ayrı bu iki şeyi, bağışlanmaz bir biçimde birbirine karıştırmıştır. Çıkan sonuç, ulusal sorunun bir çözümü değil, saçma bir şeydir, ulusların hakları ile sosyal-demokrasinin ilkelerinin birbiriyle bağdaştığı; ve bunun sonucu olarak, ulusların her isteminin proletaryanın çıkarlarıyla bağdaştığı, ve kendi kaderlerini tayin etmek isteyen ulusların hiç bir isteminin programın "asıl anlamına karşıt olmayacağı"!
      Mantığı bu kadar zorlamak olmaz...
      İşte bu saçmalık temeli üzerindedir ki, tasfiyeciler konferansının artık ünlü olan kararı, ulusal-kültürel özerklik isteminin, programın "asıl anlamına karşıt olmadığı" istemi ortaya çıkabilmiştir.
      Ama tasfiyeciler konferansı, yalnızca mantık yasalarına karşı gelmekle kalmıyor.
      Bu konferans, aynı zamanda, kültürel-ulusal özerkliği benimseyerek, Rus sosyal-demokrasisine karşı görevini de ihlâl ediyor. En açık biçimde programın "asıl anlamını" ihlâl ediyor, çünkü bilinmektedir ki, programı kabul etmiş olan [sayfa 70] II. Kongre, kültürel-ulusal özerkliği kesin olarak reddetmiştir. Bu konferansta sözkonusu sorunla ilgili olarak söylenenler şunlardır.
      "Goldblatt [bundcu]: Milliyetlerin kültürel gelişme özgürlüğünü güvence altına alabilecek özel kurumların yaratılmasını gerekli sayıyorum, ve bunun için 8. paragrafa şunun eklenmesini öneriyorum: 'Tam kültürel gelişme özgürlüğünün güvence altına alınması için kurumların kurulması.' [Bilindiği gibi, bundcuların kültürel-ulusal özerklik için kullandıkları formül budur. -J. S..]
      "Martinov, genel kurumların, özel çıkarları sağlayacak biçimde örgütlenmesi gerektiğini ileri sürüyor. Milliyetin kültürel gelişme özgürlüğünü güvence altına alacak özel kurumların kurulmasının olanaksız olduğunu söylüyor.
      "Egorov: Milliyetler sorununda biz ancak olumsuz önerileri kabul edebiliriz, yani biz, milliyetlerin sınırlandırmasına karşıyız. Şu ya da bu ulusun olduğu biçimde gelişip gelişmeyeceği, biz sosyal-demokratları uzunboylu ilgilendirmez. Bu, kendiliğinden oluşan bir süreçtir.
      "Koltsov: Ne zaman milliyetçilikleri sözkonusu olsa Bund delegeleri kızıyorlar. Oysa Bund delegesinin ileri sürdüğü değişiklik, salt milliyetçi bir nitelik taşımıştır. Bizden, yok olmakta olan ulusların bile desteklenmesi için, saldırı önlemleri istenmektedir.
      "...Ve sonuç olarak, 'Goldblatt'ın değişiklik önerisi üç oya karşı çoğunlukla reddedilir.' "
      Böylece açıkça görülmektedir ki, tasfiyeciler konferansı, programın "asıl anlamına karşıt" bir tutumu benimsemiştir. Bu konferans, programı ihlâl etmiştir.
      Şimdi de, tasfiyeciler, sözümona kültürel-ulusal özerkliği onayladığını iddia ettikleri Stokholm Kongresini ileri sürerek kendilerini haklı göstermeye çalışmaktadırlar. Bu konuda Vladimir Kossovski şöyle yazıyor:
      "Bilindiği gibi Stokholm Kongresinde varılan anlaşmaya [sayfa 71] göre Bundun (partinin genel kongresinde ulusal sorun çözümlenene kadar) ulusal programını muhafaza etmesine izin verilmişti. Bu kongre, ulusal-kültürel özerkliğin her ne olursa olsun partinin genel programıyla çelişmediğini kabul etmiştir."[98]
      Ama tasfiyecilerin çabaları boşunadır. Stokholm Kongresi, Bundun programını onaylamayı aklından bile geçirmemiştir — bu kongre yalnızca geçici olarak sorunu açık bırakmayı kabul etmiştir. Kossovski, bütün gerçeği söylemek için gerekli cesareti gösterememiştir. Ama bizzat olaylar konuşmaktadır. İşte:
      "Galine, şu değişikliği öneriyor: 'Ulusal program sorunu, kongre tarafından incelenmemiş bir konu gibi açık bırakılmıştır.' (Kabul edenler: 50 oy; kabul etmeyenler: 32 oy.)
      "Bir ses: 'Açık ne demektir?'
      "Başkan: 'Ulusal sorun açık kalıyor derken, biz, Bundun gelecek kongreye kadar bu sorun üzerindeki kararlarını muhafaza edebileceğini söylemek istiyoruz."[99]
      Gördüğünüz gibi, kongre, Bundun ulusal programı sorununu "ele almamıştır" bile, onu, yalnızca "açık" bırakmış, ve böylelikle, bizzat Bunda, gelecek genel kongreye kadar programının ne olacağını saptama fırsatını tanımıştır. Bir başka deyişle: Stokholm Kongresi, kültürel-ulusal özerkliği olumlu ya da olumsuz olarak değerlendirmeden bu sorunu atlamıştır.
      Oysa tasfiyeciler konferansı, en açık biçimde sorunu değerlendiriyor, kültürel-ulusal özerkliği geçerli sayıyor ve bunu parti programı adına onaylıyor.
      Aradaki fark göze batmaktadır. Böylece tasfiyeciler konferansı, türlü taktiklere karşın, ulusal sorunu bir adım bile ileri attırmamıştır.
      Bundun ve Kafkasyalı ulusal tasfiyecilerin karşısında [sayfa 72] tasfiyeciler konferansı, sözü geveleyip durmaktan başka bir şey yapamadığını göstermiştir.
 
   
VII. RUSYA'DA ULUSAL SORUN

     
      Geriye ulusal sorunun olumlu çözümünü anlatmak kalıyor.
      Biz, sorunun, ancak Rusya'nın içinden geçtiği durum ile sıkı bağlılık içinde çözülebileceği olgusundan yola çıkıyoruz.
      Rusya, "normal", "anayasal" yaşamın henüz kurulmamış, siyasal bunalımın henüz çözülmemiş bulunduğu bir geçiş dönemi yaşıyor. Henüz önümüzde fırtınalar ve "karışıklık" günleri var. Şimdiki ve gelecekteki hareket, erek olarak tam demokratlaştırmayı alan hareket buradan gelmektedir.
      Ulusal sorun, işte bu hareket ile bağlılık içinde ele almamalıdır. Demek ki, ülkenin tam demokratlaştırılması, ulusal sorunun çözümünün temeli ve koşuludur.
      Çözüm sırasında, yalnızca iç durumu değil, ama dış durumu da gözönünde tutmak gerekir. Rusya, Avrupa ile Asya arasında, Avusturya ile Çin arasında yerleşmiştir. Asya'da demokratizmin ilerlemesi kaçınılmaz bir şeydir.
      Avrupa'da emperyalizmin gelişmesi bir raslantı sonucu değildir. Sermaye, Avrupa'da kendini sıkıntıda duymaya başlıyor ve yeni sürüm yerleri, ucuz bir emek-gücü, yeni etkinlik alanları ardında, başka ülkelere doğru saldırıyor. Ama bu, dış karışıklıklara ve savaşa yolaçıyor. Balkan Savaşının[100] bu karışıklıkların başlangıcı değil de sonu olduğunu [sayfa 73] kimse söyleyemez. Rusya'da şu ya da bu milliyetin kendi bağımsızlığı sorununu koymayı ve çözmeyi zorunlu bulacağı bir iç ve dış konjonktürler bağdaşımının ortaya çıkması elbette mümkündür. Ve bu durumda da, engeller çıkarmak elbette marksistlere düşmez.
      Öyleyse Rus marksistlerinin ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkından vazgeçemeyecekleri sonucu çıkar.
      Demek ki, kendi kaderini tayin etme hakkı, ulusal sorunun çözümünde zorunlu dayanak noktasıdır.
      Devam edelim. Şu ya da bu nedenle, bir bütün çerçevesinde kalmayı yeğ tutacak uluslara karşı nasıl davranmalı?
      Kültürel-ulusal özerkliğin işe yarar olmadığım gördük. Birincisi, yapay ve yürümez bir özerkliktir bu, çünkü yaşamın, gerçek yaşamın ayırdığı ve devletin çeşitli noktalarına savurduğu bireylerin, bir tek ulus içinde yapay olarak toplanmasına dayanır.
      İkincisi, milliyetçiliğe götürür bu özerklik, çünkü sos-yal-demokrasiye hiç de yaraşmayan bir şeye, bireylerin ulusal boylar bakımından "sınırlanması" görüşüne, ulusların "örgütlenmesi" görüşüne, "ulusal özellikler"in "korunması" ve işlenmesi görüşüne yolaçar.
      Reichsrat'daki Moravyalı ayrılıkçıların, Alman sosyal-demokrat milletvekillerinden ayrıldıktan sonra Moravyalı burjuva milletvekilleri ile, deyim yerindeyse bir tek "kolo"[101 ]içinde birleşmiş bulunmaları raslantı değildir. Bundun Rus ayrılıkçılarının, "cumartesi" ile "yidiş"i göklere çıkararak, milliyetçilik batağına saplanmış bulunmaları da raslantı değildir. Dumada henüz bundcu milletvekilleri yok, ama Bundun etkinlik alanında, dinci-gerici Yahudi topluluğu (cemaati) var, ve Bund, bu arada, bu topluluğun "yönetici kurumları" içinde, Yahudi işçileri ile Yahudi burjuvaları arasındaki [sayfa 74] "birlik"i örgütlüyor.[102] Kültürel-ulusal Özerkliğin mantığı işte budur.
      Demek ki, ulusal özerklik, sorunu çözmez.
      Öyleyse çıkış nerde?
      Tek doğru çözüm, bölgesel özerklik, Polonya, Litvanya, Ukranya, Kafkasya vb. gibi daha şimdiden buharlaşmış bulunan birimlerin özerkliğidir.
      Bölgesel özerkliğin üstünlüğü ilkin şuna dayanır: Bu özerklik ile uğraşılan şey, topraksız bir düş değil, ama belirli bir toprak üzerinde yaşayan belirli bir nüfustur.
      Sonra, bu özerklik, bireyleri uluslar bakımından sınırlamaz, ulusal engelleri pekiştirmez: tersine, bu engelleri yıkmak ve yolu bir başka türden bir sınırlamaya, sınıflar bakımından sınırlamaya açmak üzere, nüfusu biraraya toplamaktan başka bir şey yapmaz.
      Son olarak, bu özerklik, orta merkezin kararlarını beklemeksizin, bölgenin doğal zenginliklerini en iyi biçimde kullanmayı ve üretici güçleri geliştirmeyi sağlar — kültürel-ulusal özerklik içinde bulunmayan işlevler.
      Demek ki, bölgesel özerklik, ulusal Sorunun çözümünde zorunlu dayanak noktasıdır.
      Bölgelerden hiç birinin tam bir ulusal türdeşlik sunmadığından kuşku yok, çünkü onlardan herbirinde bir ulusal azınlıklar mozayiği vardır. Polonya'daki Yahudiler, Litvanya'daki Letonlar, Kafkasya'daki Ruslar, Ukrayna'daki Polonyalılar vb. gibi. Bunun sonucu, azınlıkların ulusal çoğunluklar tarafından ezilmesinden kaygılanılabilir. Ama bu kaygılar, eğer ülke eski düzeni koruyorsa gerçek bir temele dayanıyor demektir. Ülkede tam demokrasiyi sağlayın, kaygılar ortadan kalkacaktır.
      Dağınık azınlıkları bir tek ulusal birlik içinde birleştirmek önerilir. Ama azınlıkların yapay bir birliğe değil, [sayfa 75] yaşamakta bulundukları yerler üzerinde gerçek haklara gereksinmeleri var. Tam bir demokratlaşma olmaksızın böyle bir birlik onlara ne verebilir? Ya da: tam demokratlaşma utunca, bir ulusal birlik zorunluğu nedir?
      Ulusal azınlığı özellikle kaygılandıran şey nedir? Azınlık, bir ulusal birliğin yokluğundan değil, onun kendi ana dilini kullanma hakkının yokluğundan hoşnutsuzdur. Ona kendi ana dilinin kullanımını bırakın, hoşnutsuzluk kendiliğinden geçecektir.
      Azınlık, yapay bir birliğin yokluğundan değil, ama yaşadığı yerde ana dilde bir okul yokluğundan hoşnutsuzdur. Ona bu okulu verin, hoşnutsuzluk ortadan kalkacaktır.
      Azınlık, bir ulusal birliğin yokluğundan değil, ama vicdan, gezi, vb. özgürlüğünün yokluğundan hoşnutsuzdur. Ona bu özgürlükleri verin, o, hoşnutsuz olmaktan çıkacaktır.
      Demek ki, (dil, okullar, vb.) bütün biçimleri altında ulusal eşitlik, ulusal sorunun çözümünde zorunlu dayanak noktasıdır. Ülkenin tam demokratlaşması temeli üzerinde kurulmuş ve istisnasız her türlü ulusal ayrıcalıkları ve ne olursa olsun ulusal azınlıkların haklarına her türlü engel ya da kısıtlamayı yasaklayan, tüm devlete yaygın bir yasa.
      Azınlık haklarının, düşsel değil ama gerçek güvencesi işte bunda, ve ancak bunda bulunabilir.
      Örgütlenmede federalizm ile kültürel-ulusal özerklik arasında mantıksal bir bağın varoluşu yadsınabilir ya da yadsınmayabilir. Ama kültürel-ulusal özerkliğin, tam bir kopuşa, ayrılıkçılığa dönüşen sınırsız bir federalizme elverişli bir ortam yarattığı yadsınamaz. Eğer Avusturya'da Çekiler ve Rusya'da da bundcular, özerklikten başlayarak federasyona geçtiler, en sonunda da ayrılıkçılık ile bitirdilerse, bu işte ulusal-özerkliğin doğal olarak yarattığı milliyetçi hava kuşkusuz büyük bir rol oynamıştır. Ulusal özerklik ile örgütlenmede federatif ilkenin birlikte gitmeleri raslantı değildir. Bunun anlaşılması da güç değil. Çünkü her ikisi de [sayfa 76] milliyetlerin sınırlandırılmasını isterler. Her ikisi de milliyetler bakımından örgütlenmeye dayanırlar. Benzerlik yadsınamaz. Tek ayrım, birinde genel olarak nüfusun, öbüründe sosyal-demokrat işçilerin sınırlanmasıdır.
      İşçilerin milliyetler bakımından sınırlandırılmasının neye yolaçtığını biliyoruz. Tek işçi partisinin parçalanması, sendikaların milliyetler bakımından bölünmesi, ulusal sürtüşmelerin kızışması, öteki milliyetler işçileri karşısında ihanet, sosyal-demokrasi saflarında tam bir çöküntü — örgütlenmede federalizmin sonuçları işte bunlardır. Avusturya'da sosyal-demokrasinin tarihi ve Rusya'da Bundun etkinliği buna açıkça tanıklık ederler.
      Böyle bir duruma karşı tek çıkar yol, enternasyonalizm ilkelerine dayanan örgütlenmedir.
      Rusya'nın bütün milliyetler işçilerinin, hemen tek ve birleşmiş topluluklar içinde toplanması, bu toplulukların tek bir parti içinde birleştirilmesi — görev işte budur.
      Partinin bu kuruluş biçiminin, bölgelerin tek bir bütün içindeki, parti içindeki geniş bir özerkliği dıştalamadığı, ama içtelediği kolay anlaşılır.
      Kafkasya deneyimi, bu tür bir örgütlenmenin tüm yararlılığını gösterir. Eğer Kafkasyalılar, Ermeni ve Tatar işçiler arasındaki ulusal çatışmaların üstesinden gelme başarısını gösterebildilerse; eğer halkı toplu kıyım ve kurşunlanma olasılıklarına karşı koruma başarısını gösterebildilerse; eğer Baku'da, ulusal grupların bu çiçek dürbününde (kaleidoscope), ulusal çatışmalar bundan böyle artık olası değillerse, eğer orada işçileri tek bir güçlü hareket içine çekme başarısı gösterilmişse, — son rolünü oynamamış olan Kafkas sosyal-demokrasisinin uluslararası yapısındandır.
      Örgütlenme tipi yalnızca pratik çalışma üzerinde etkili olmakla kalmaz, işçinin tüm manevî yaşamı üzerinde de silinmez bir iz bırakır. îşçi kendi örgütünün yaşamını yaşar, manevî bakımından orada gelişir ve eğitimini orada yapar. [sayfa 77] Böylece, kendi örgütü içinde gelişen ve her kez orada öteki milliyetlerden yoldaşlarına raslayan, onlarla birlikte ortak topluluğun yönetimi altında ortak savaşımı yürüten işçi, işçilerin her şeyden önce tek bir sınıf ailesinin üyeleri, tek bir sosyalizm ordusunun üyeleri oldukları fikrini iyiden iyiye özümler. Ve bu da işçi sınıfının büyük katmanları bakımından büyük bir eğitici önem taşımaktan geri kalamaz.
      Bu nedenle, uluslararası örgütlenme tipi, enternasyonalizm yararına en etkili ajitasyon olan yoldaşlık duygularının okuludur.
      Milliyetler bakımından örgütlenmede ise durum başkadır. Milliyet temeli üzerinde örgütlenen işçiler, örgüt engelleri ile birbirlerinden ayrılarak, kendilerini kendi ulusal kabukları içine kapatırlar. Vurgulanmış bulunan şey, işçiler arasında ortak olan şey değil, ama onları birbirlerinden ayıran şeydir. Burada işçi her şeyden önce kendi ulusunun üyesidir: Yahudi, Polonyalı, vb... Eğer örgütlenmede ulusal federalizm, işçilerde ulusal tecrit zihniyetini geliştirirse, bunda şaşılacak hiç bir şey yoktur.
      Bu nedenle ulusal örgütlenme tipi ulusal dargörüşlülük ve ulusal görenek okuludur.
      Böylece önümüzde ilke bakımından ayrı iki örgütlenme tipi var: uluslararası birlik tipi ile, işçilerin milliyetler bakımından örgütlenmesinde "sınırlama" tipi.
      Bu iki tipi uzlaştırma çabaları şimdiye değin başarı kazanamamıştır.
      Avusturya sosyal-demokrasisinin, 1897 yılında Wimberg' de hazırlanmış bulunan uzlaştırıcı tüzüğü, havada kalmıştır. Avusturya Partisi, ardında sendikaları da sürükleyerek, parçalanmıştır. "Uzlaşma"nın yalnızca ütopyacı değil, ama zararlı da olduğu görülmüştür. Strasser, "ayrılıkçılık, ilk zaferini, parti kongresinde, Wimberg'de kazandı"[103] demekte haklıdır. [sayfa 78]
      Bu, Rusya'da da böyledir. Stokholm Kongresinde, Bund federalizmi ile varılan "uzlaşma" tam bir iflâsla sonuçlanmıştır. Bund, Stokholm uzlaşmasını başarısızlığa uğratmıştır. Daha Stokholm Kongresinin ertesi günü, Bund, işçilerin çalıştıkları yerlerde bütün milliyetlerden işçileri kapsayan tek bir örgüt içinde kaynaşması yolunda bir engel durumuna gelmiştir. Ve Bund, 1907 ve 1908'de Rus sosyal-demokrasisinin birçok kez bütün milliyetler işçileri arasındaki temel birliğin artık gerçekleşmesini istemesine karşın,[104 ]ayrılıkçı taktiğini dikkafalılıkla sürdürmüştür. Örgütlenmede, işe, ulusal özerklikle başlamış bulunan Bund, gerçekte, sonunda tam bir kopuşa, ayrılıkçılığa varmak üzere, federasyona geçmiştir. Oysa, Rus sosyal-demokrasisinden koparken, oraya kargaşalık ve düzensizlik getirmiştir. Jagello olayını anımsatmak yeter.[105]
      Bundan ötürü, "uzlaşma" yolu, ütopyacı ve zararlı bir yol olarak bırakılmalıdır.
      İki şeyden biri: ya Bund federalizmi, ve o zaman Rus sosyal-demokrasisi, işçilerin milliyetler bakımından "sınırlandırılması" temelleri üzerinde yeniden kurulur: ya da uluslararası örgütlenme tipi, ve o zaman da Bund, Yahudi işçilerin, Rusya'nın öteki milliyetler işçileri ile doğrudan doğruya birleşmesi sonucuna yolu açarak, Kafkasya, Letonya ve Polonya sosyal-demokrasisi örneğine göre, bölgesel özerklik temelleri üzerinde yeniden kurulur.
      Orta yol yoktur: ilkeler yenerler, ama "uzlaşmazlar".
      Demek ki, işçilerin uluslararası birleşme ilkesi, ulusal sorunun çözümünde zorunlu dayanak noktasıdır. [sayfa 79]
 
    Prosceşçenye, n° 3-5
Mart-Mayıs 1313.        Viyana, Ocak 1913







Dipnotlar


[1] 1912 sonuyla 1913 başlarında Viyana'da yazılmış olan "Marksizm ve Ulusal Sorun" ilk kez, 1913'te "K. Stalin" imzasıyla Prosveşçenye n° 3 ve 5'te "Ulusal Sorun ve Sosyal-Demokrasi" başlığı altında yayımlandı. 1914'te "Ulusal Sorun ve Marksizm" başlığı altında Petersburg'da Priboy Yayınları tarafından broşür olarak yayınlanan bu yazı, 1920'de, ulusal azınlıklar halk komiserliği tarafından Stalin'in ulusal sorun hakkındaki başka yazılarını da içeren bir kitapta yayımlandı. (Devlet Yayınları, Tula.) Bu son kitabın başında, "Yazarın Notu" başlıklı bir giriş vardır. Aşağıdaki pasaj bu yazıyla ilgili olan kısımdır:
      "... Yazı, emperyalist savaşın başlamasından 1,5 yıl önce, çarlığın ve büyük toprak sahiplerinin gerici atılımları döneminde Rus sosyal-demokrasisinin saflarındaki ulusal sorunla ilgili ilke tartışmaları dönemini yansıtmaktadır ki, bu dönem, Rusya'da burjuva demokratik devrimin yükseliş dönemidir. O sıralarda iki ulus teorisi ve bundan doğan iki ulusal program çatışmaktaydı: Bundun ve menşeviklerin desteklediği Avusturya programı ve bolşeviklerin Rus programı; okur, yazıda bu iki akımın ayırıcı özelliklerini bulacaktır. Sonraki olaylar ve özellikle emperyalist savaş ve Avusturya-Macaristan'ın ayrı ayrı ulusal devletlere bölünmesi, gerçeğin hangi tarafta olduğunu açıkça göstermiştir. Springer'in ve Bauer'in ulusal programları fiyaskoyla sonuçlandığına göre, tarihin "Avusturya ekolünü" mahkûm ettiğinden kuşku duyulmaz. Bundun kendisi de, "kapitalist düzen çerçevesi içinde formülleştirilen kültürel-ulusal özerklik isteminin (yani Avusturyalıların ulusal programının), sosyalist devrim koşullarında anlamını yitirdiğini" kabul etmiştir (1920, XII. Bund Kongresi). Bund, bunu söylemekle, farkında olmadan, Avusturya ulusal programının teorik temellerinin doktrin bakımından tutarsızlığını, Avusturya ulus teorisinin doktrin bakımından tutarsızlığım kabul etmektedir."
      Stalin'in bu yazısı dolayısıyla Lenin, 1913 Şubatının ikinci yarısında Gorki'ye şöyle yazıyordu: "Bizim burada üstün bir Gürcümüz var, Avusturyalıların bütün malzemelerini ve diğer malzemeleri topladıktan sonra Prosveşçenye için büyük bir yazı hazırlama işine girişti." Lenin, Sosyal-Demokrat, n° 32'de yayınlanan "RSDİP'nin Ulusal Programı" başlıklı yazısında (15 (28) Aralık 1913), sözkonusu incelemenin büyük değer taşıdığını belirtmiştir. Ulusal sorunun bu dönem içinde en ön plana geçmesini sağlayan nedenlere değinirken, Lenin, şöyle yazıyordu: "Marksist teorik yazında bu durum ve sosyal-demokratların ulusal programının temelleri, son dönemde aydınlığa kavuşturulmuştur (burada başta Stalin'in makalelerim belirtmek gerekir)." (Bkz: V. İ. Lenin, Ulusluların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Ankara 1978, s. 7-8.) -Ed. 
[2] Siyonizm, Yahudi küçük ve orta burjuvazi içinde, tüccarlar, zanaatçılar arasında, aydınlar, ticarî memurlar, esnaf ve Yahudi işçilerinin en geri katmanları arasında yandaşları olan gerici-milliyetçi siyasal akım. Bu akım, amaç olarak, Filistin'de bir Yahudi burjuva devleti kurmayı benimsemişti. Ve Yahudi işçi yığınlarını, proletaryanın ortak savaşından tecrit etmeye çalışıyordu. -Ed. 
[3] Panislamizm, islam dininden bütün halkları tek bir bütün içinde toplamayı amaç edinen (hanlar, mollalar, büyük toprak sahipleri, tüccarlar vb.) Türk, Tatar ve benzeri kavimlerin yukarı katmanlarının siyasal ideolojisi, Panislamizme yakın bir ikinci akım, turancılıktır. Bu akımın amacı bütün müslüman Türk halkları, Türk iktidarı altında toplamaktır. -Ed. 
[4] Bund, Litvanya, Polonya ve Rusya Yahudi İşçileri Genel Birliğinin Kısa adı. 1897'de Vilna Kongresinde kurulan Bund, daha çok Yahudi zanaatçılar arasında büyük bir faaliyet gösterdi. Bund, RSDİP'nin 1898'deki I. Kongresinde bu partiye katıldı. Bu katılış "özerk bir örgüt olarak ve Yahudi proletaryasını özellikle ilgilendiren sorunlarda bağımsız kalmak koşuluyla" bir katılıştı. 1901'e kadar siyasal istemleri arasında Bund, partinin dışında ancak Yahudiler için medenî haklar eşitliği istemekteydi. RSDİP'nin 1903'teki II. Kongresinde Bund, kendisinin, Yahudi proletaryasının biricik temsilcisi olarak tanınması ve partide federatif temeller üzerinde bir kuruluş olarak kabul edilmesi yolundaki istemleri reddedilince, partiyi terketti. 1905'te yapılan VI. Kongresinde Bund, "eğitim vb. gibi bütün kültür sorunlarıyla ilgili görevlerin, devletin ve onun yerel ve bölgesel özerk organlarının elinden alınarak, ulusun bütün üyeleri tarafından eşit, doğrudan doğruya, gizli ve evrensel seçim yoluyla kurulmuş olan yerel ve merkezî özel kurumlar olarak, ulusun kendisine devri" biçiminde ifade edilen "kültürel-ulusal özerklik" istemini formülleştiriyor. Bundun RSDİP'yle ikinci birleşmesi, 1906'da IV. Stokholm Kongresinden sonra oldu. Bu kongre, Bundun ulusal programı sorununu incelemedi, onu açık bıraktı. Parti-içi savaşımda Bund, çoğunlukla sağ bir tutumu benimsiyor ve menşevikleri destekliyordu; 1912'den başlayarak tasfiyecilerle sıla örgüt teması kurdu. Savaş sırasında (küçük bir enternasyonalist grup dışında) Bund, ulusal savunmadan yana oldu ve Şubat Devriminden sonra da koalisyon hükümetini destekleyerek bolşeviklere karşı savaştı. 1918 sonlarında Bundun içinde sol gruplar oluştu. Ve 1919 Mayısında Ukrayna muhaliflerinin "Komünist Bund"unun ilk Kiev Konferansı oldu. Burada, bu örgüt, 1919 Ağustosunda Rus Komünist Partisine kabul edilen "Yahudi Komünist Birliği" (Komfarband) kurmak üzere "Birleşmiş Yahudi Komünist Partisiyle" tek bir örgüt içinde kaynaştı. Beyaz-Rusya'da "Yahudi Komünist Partisi" biçiminde örgütlenen Bundun sol-kanadı da 1919 Martında Rus Komünist Partisine katıldı. Ve ensonu, 1921 Martında Minsk Konferansında Bundun geri kalan kısmı da, başında Abramoviç'in bulunduğu önemsiz bir kısmını dışta bırakarak, Rus Komünist Partisine katılma kararını resmen aldı. Daha 1920'de, XII. Konferansında, Sovyet iktidarına karşı muhalefet taktiğinden vazgeçmenin gereğine karar veren Bund, kendi başlıca milliyetçi isteminin, "kültürel-ulusal özerklik" isteminin gereksizliğini resmen teslim etmiş ve "kapitalist düzen çerçevesi içinde formüllendirilmiş olan kültürel-ulusal özerklik istemi, sosyalist devrim koşulları içinde anlamını yitirmektedir" biçiminde açıklamada bulunmuştur. -Ed. 
[5] Bkz: Bundun IX. Kongresi Üzerine Rapor. 
[6] Bundun IX. Kongresi 1912'de Viyana'da toplandı. Bu kongre, imparatorluk IV. Dumasının seçimleriyle ilgili sorunları ve tasfiyecilerin ağustosta Parti Kongresine davetleri (7 nolu nota bakınız) sorunlarım inceledi. Bilindiği gibi bundcular, bu kongreyi kapamışlardı. Bundun X. Kongresinin kararları aşırı ölçüde oportünizm ve tasfiyecilik niteliği taşıyordu (cumhuriyet sloganından vazgeçilmesi, proletaryanın devrimci görevlerinin terkedilmesi). Bu kongre, Bundun menşevik tasfiyecilerle ve Polonya Sosyalist Partisinin "sol-kanadı" ile resmen ilân edilmiş olan birliğini onayladı. —Ed. 
[7] Bkz: Ağustos Konferansı Bildirisi. 
[8] Sözkonusu olan, 1912 Ağustosunda Viyana'da toplanan ve Ağustos Konferansı diye adlandırılan tasviyecilerin konferansıdır. Bu konferansın amacı anti-bolşevik bir blok kurmaktı. Tasfiyeciler konferansında Bund, Letonyalılar ve Kafkasya sosyal-demokratlarının bir kısmı yeraldı. Konferansın baş örgütlendirici ve esin perisi Leon Trotski oldu. - Ed. 
[9] Bkz: Ağustos Konferansı Bildirisi. 
[10] Gürcistan'da serfliği kaldıran 1863-1867 reformu sözkonusudur. -Ed. 
[11] R. Springer'in Ulusal Problem'ine bakınız, s. 43, Obşçestvennaya Polza Yayınları, 1909. 
[12] Bkz: O. Bauer, Ulusal Sorun ve Sosyal-Demokrasi, Serp Yayınları, s. 1-2, 1909. 
[13] Aynı yapıt, s. 6. 
[14] Bkz: Bauer, Ulusal Sorun ve Sosyal-Demokrasi, s. 2. 
[15] Aynı yapıt, s. 24-25. 
[16] Aynı yapıt, s. 139. 
[17] Aynı yapıt, s. 2. 
[18] Bkz: Otto Bauer, Ulusal Sorun ve Sosyal-Demokrasi, s. 2. 
[19] Aynı yapıt, s. 389. 
[20] Aynı yapıt, s. 388. 
[21] Aynı yapıt, s. 396. 
[22] Aynı yapıt, s. 2. 
[23] Aynı yapıt, s. 2. s. 19 
[24] Aynı yapıt, s. 130. 
[25] Bkz: Joseph Strasser, Der Arbeiter und die Nation, 1912, s. 33. 
[26] Bkz: Bauer'in kitabı, s. 166. 
[27] Güney Slavları sosyal-demokrasisi, Avusturya'nın güneyinde uğraş verir. 
[28] Bundun IV. Kongresi, 1901 Nisam sonunda Biyelostok'ta toplandı. Kongre, "milliyet kavramının Yahudi halkına da uygulanabilir olduğu"nu; Rusya'nın, milliyetlerden herbiri için üzerinde yaşadıkları topraklardan bağımsız olarak, eksiksiz bir özerklik ile bir milliyetler federasyonu durumuna dönüşmesi gerektiğini ilân etti: eski yurttaşlık eşitliği yerine, ulusal eşitlik sloganını ileri sürdü ve RSDİP'nin federatif temeller üzerinde yeniden örgütlenmesini istedi. Bu kararlar olsun, "ulusal-kültürel özerklik" ile ilgili olarak bu kongrede formüllendirilmiş ve daha sonra da Bund basınında savunulmuş bulunan istem olsun, bilindiği gibi. Bunda karşı, eski-İskra ve özellikle de Lenin tarafından zorlu bir polemiğe yolaçtılar. (Lenin'in Tüm Yapıtları'nın V. ve VI. ciltlerindeki makalelerine bakınız.) —Ed. 
[29] Bkz: V. Kossovski, Milliyet Sorunları, s. 16-17, 1907 
[30] Avusturya sosyal-demokrasisinin Brünn Kongresi, 24-29 Eylül 1899'da toplandı. En önemli tartışma konusu, ulusal sorun oldu. Kongre, toprak-dışı ulusal-kültürel özerklik düşüncesini savunan Güney Slavları sosyal-demokrasisi tarafından önerilmiş bulunan karar tasarısını kabul etmedi. Birleşik yürütme komisyonu (Merkez Komitesi) tarafından önerilmiş bulunan, ve ulusal bakımdan sınırlandırılmış bölgelerin birliğini isteyen kararı kabul etti; bu karar, böylece, mcrkezileştirilmiş bir devlet düşüncesini savunan Avusturya-Alman sosyal-demokratları ile, milliyetçi bir tutumu savunan Güney Slavları, Çek ve öbür sosyal-demokratlar arasında bir uzlaşma (compromis) oldu. Örgüt sorununa ilişkin olarak, Brünn Kongresi, partinin merkez yönetimini de, ulusal (Alman, Çek, Polonyalı, Ruten [Ukraynalı], İtalyan ve Güney Slav) sosyal-demokrat örgütlerin yürütme komitelerinden bileşik federatif bir örgüt durumuna getirerek, ulusal sosyal-demokrat grupların ayrılması yolunda, Wimberg Kongresinden de ileri gitti. — Ed. 
[31] Bkz: Springer, Ulusal Problem, s. 14. 
[32] Bkz: Bauer, Ulusal Sorun ve Sosyal Demokrasi, s. 399. 
[33] Bkz: Bauer, Ulusal Sorun s. 422. 
[34] Bkz: Springer, Ulusal Problem, s. 281-282. 
[35] Çarcı maliye bakanı (daha sonra başbakan) V. Kokovtsev tarafından 24 Nisan 1908 günü, devlet dumasında söylenmiş bulunan sözler. 
[36] Bkz: Springer, Ulusal Problem, s. 36. 
[37] Bkz: Bauer, Ulusal Sorun, s. 401. 
[38] Güney Slavları Sosyal-Demokrat Partisi temsilcileri de bu yolda oy vermişlerdir. Brünn Parti Kongresinde, ulusal sorun üzerinde tartışmalara bakınız, 1906, s. 72. -Ed. 
[39] Bay Panin'in Rusça çevirisinde (Bauer'in Panin çevirisine bakınız), "ulusal özellikler" yerine "ulusal bireylikler" denmektedir. Panin bu pasajı yanlış çevirmiştir. Almanca metinde "bireylik" sözcüğü yoktur, bunda "nationalen Eilgenart", yani özelliklerden sözedilmektedir ve bu iki şey aynı olmaktan çok uzaktır. 
[40] Bkz: Verhandlungen des Gesamtparteitages, Brünn 1899. 
[41] Bkz: Springer, Ulusal Problem, s. 286. 
[42] Bkz: Aynı yapıt, s. 549. 
[43] Bkz: Aynı yapıt, s. 555. 
[44] Bkz: Aynı yapıt, s. 19. 
[45] Bkz: Bauer, Ulusal Sorun, s. 286. 
[46] Bkz: Springer, Ulusal Problem, s. 74. 
[47] Bkz: Aynı yapıt, s. 68-89. 
[48] Bkz: Aynı yapıt, s. 89. 
[49] Bkz: Bauer, Ulusal Sorun, s. 552. 
[50] Bkz: Springer, Ulusal Problem, s. 226. 
[51] Bkz: Bauer, Ulusal Sorun, s. 368. 
[52] Bkz: Aynı yapıt, s. 375. 
[53] Bkz: Springer, Ulusal Problem, s. 226. 
[54] Bkz: Bauer, Ulusal Sorun, s. 553. 
[55] Aynı yapıt, s. 337. 
[56] Aynı yapıt, s. 333. 
[57] Aynı yapıt, s. 555. 
[58] Aynı yapıt, s. 551. 
[59] Aynı yapıt, s. 543. 
[60] Aynı yapıt, s. 542. 
[61] Brünn Parti Kongresinde Ulusal Sorun Üzerinde Tartışmalar, s. 48. 
[62] Bkz: Bauer, Ulusal Sorun, s. 553. 
[63] Bu bölümün başına bakınız. 
[64] Bu pasajlar, K. Marx ve F. Engels'in Komünist Parti Manifestosu'nun, II. bölümünden ("Proleterler ve Komünistler") alınmadır. Bkz: Dirk J. Struik, "Komünist Manifesto'nun Doğuşu", Sol Yayınları, Ankara 1976, s. 134. 
[65] Avusturya Sosyal-Demokrat Partisinin Viyana Kongresi (ya da kongrenin toplanmış olduğu otelin adım almıştır: Wimberg Kongresi) 1897 yılında 6 Hazirandan 12 Hazirana kadar sürmüştür. Bu kongrede o zamana kadar birlik halinde olan parti, bağımsız altı ulusal sosyal-demokrat gruba büründü (Alınan, Çek, Polonyalı, Ukraynalı Ruten, İtalyan ve Güney Slav) bu gruplar ancak bir genel kongre ve bir ortak merkez komitesi ile birbirine bağlıydılar. -Ed. 
[66] Bauer, Ulusal Sorun, s. 381-396. 
[67] Bkz: Aynı yapıt, s. 389. 
[68] Bkz: Yahudi Sorununa Katkı, 1906. [Bu başlık, K. Marx'ın Zur Judenfrage ("Yahudi Sorununa Katkı") adlı 1844'te Deutsch Fransösische Jahrbücher'de ("Fransız-Alman Yıllıkları"nda) yayımlanan, Marx'ın Alman özgür düşünceli radikallerinin lideri Bruno Bauer ile polemiğe giriştiği makalesinin başlığına benzetilmiştir. -Ed.] 
[69] Bkz: [Kautsky], Kişinev Katliam ve Yahudi Sorunu, 1906. 
[70] Bkz: Bauer, Ulusal Sorun, s. 388. 
[71] Bundun VI. Kongresi, 1905 Ekiminde Zürih'te toplandı. Bu kongrede Bund "Ancak kültürel-ulusal özerklik biçiminde bölgeler-dışı bir özerklik sonucunu vermesi mümkün olan kamu tüzel kurumlarının yaratılması" isteminde bulunarak, ulusal programını kesin olarak formüllendirmiş oldu. Bund, bu amaçla, "V (ulusal eğitim gibi) kültür sorunlarıyla ilgili bütün görevlerin, devletin ve yerel ve bölgesel özerk organların elinden alınmasını; 2° yerel olsun, merkezî olsun, ulusun bütün üyeleri tarafından evrensel, eşit, doğrudan ve gizli oyla seçilen özel kurumlar biçiminde ulusun kendisine devredilmesi" görüşünü savundu. -Ed. 
[72] Bkz: Kasteliyanski, Ulusal Hareketin Biçimleri, vb., s. 772. 
[73] Bkz: II. Kongre Tutanakları, s. 176. 
[74] Bundun VIII. Konferansı, 1910 Eylülünde Lvov'da (Galiçya) toplandı. Konferans, dikkatini daha çok Yahudi topluluğunun sorunları ve cumartesi tatili üzerinde topladı; bu sorunlarla ilgili olarak alınan kararlar Bunddaki burjuva milliyetçi eğilimin güçlendiğini gösterir. -Ed. 
[75] Bundun VIII. Konferans Tutanakları'na bakınız, 1911, s. 62. 
[76] Aynı yapıt, s. 83-84. 
[77] Bundun VIII. Konferans Tutanakları, s. 85. 
[78] Bundun IX. Konferans Tutanakları, 1912, s. 42. 
[79] Bundun VIII. Konferans Tutanakları, s. 83. 
[80] Bundun VIII. Konferans Tutanakları, s. 68. 
[81] Plehanovcu menşeviklerin organı olan Parti İçin adlı gazetenin 15 Ekim 1912 tarihli üçüncü sayısında yayınlanan "Bir Bölücü Konferans Daha" başlıklı makalesinde, bundcuların ve Kafkasyalı sosyal-demokratların sözünü ederken "sosyalizmin milliyetçiliğe uyarlanması" deyimini kullanan Plehanov olmuştur. Sözkonusu gazete, 1912 ve 1914 arasında, bolşevik fraksiyonla menşevik fraksiyon arasında bir uzlaşma sağlamak amacıyla yayınlanmıştır. Bu makalesinde, G. Plehanov, tasfiyecilerin Ağustos Konferansının hem toplanmasını, hem de kararlarını, sert bir dille eleştiriyordu. -Ed. 
[82] E. V. Kossovski'nin tasfiyecilerin Naşa Zarya adlı dergisinin yazıkuruluna gönderilen ve 1912'de derginin 9 ve 10. sayılarında yayınlanan "Bağışlanmaz Bir Demagoji" başlıklı mektubundan sözedilmektedir. Kossovski, bu mektubunda, yukarda sözü edilen G. Plehanov'un "Bir Bölücü Konferans Daha" başlıklı yazısına çatmaktaydı. -Ed. 
[83] Bundun VII. Konferansı ile ilgili bildirinin 7. sayfasına bakınız.
      (1906'da Lvov'da (Galiçya) toplanan Bundun VII. Konferansında, Bundun RSDİP'ne (bu partinin Stokholm'deki IV. Kongresinde kabul edilen tüzük temeli üzerinde) katılması lehinde bir karar alındı. Ama şu ihtiraz kaydı da karara eklendi: "RSDİP'ye katılmakla, ve bu partinin programını kabul etmekle birlikte, Bund, ulusal sorunda kendi programını muhafaza edecektir." VII. Konferanstan sonra Bund, tamamen ve kesin olarak menşeviklerin yolunu seçti. -Ed.) 
[84] Bkz: Bundun VII. Konferans Tutanakları, s. 72. 
[85] Bkz: Ulusal Özerklik Sorunu, ve Rus Sosyal-Demokrasisinin Federatif Temeller Üzerinde Yeniden Örgütlenmesi Sorununa Katkı, 1902 Bund yayını. 
[86] Gogol'ün Ölü Canlar'ından bir kahraman. İnançları olmayan, karaktersiz, hayalci tip. - Ed. 
[87] Bkz: Naşe Slovo, n° 3, s. 24, Vilna 1906. [Haşe Slovo ("Bizim Sözümüz") 1906'da Vilna'da yayınlanan, bundcuların yasal haftalık dergisiydi. 9 sayı çıkmıştır. -Ed.] 
[88] İkinci seçmenler kolegyumunda çoğunluğu oluşturan Polonyalı sosyal-demokratlara karşı bundcuların ve PSP'nin Yahudi burjuva milliyetçileriyle kurdukları blokun listesinde seçilmiş olan Polonya Sosyalist Partisinin "sol" kanat üyesi, IV. Dumada Varşova milletvekili Jagello'dan sözedilmektedir. IV. Devlet Dumasında sosyal-demokrat grubu, içlerinde çoğunlukta olan tasfiyecilerin etkisiyle, sosyal-demokrat olmayan Jagello'yu içine kabul etti ve böylelikle Polonya işçileri arasındaki bölünmeyi daha da derinleştirerek Bundun bölücü eylemini onaylamış oldu. Bu konuyla ilgili olarak Stalin'in Pravda’nın 1 Aralık 1912 günlü 182. sayısında çıkan "Jagello, Sosyal-Demokrat Meclis Grubunun, Bütün Haklarından Yararlanamayan Üyesi" başlıklı yazısına bakınız. -Ed. 
[89] Lenin’in yazıkurulunda daha etkin görev aldığı 1900-1903 arası döneminin (51. sayısına kadar) İskra'sının, daha sonraki menşevik tutumu benimseyen İskra'dan ayırdetmek için eski-İskra denmektedir. Eski-İskra, Bundun milliyetçiliğine karşı zorlu bir savaşım vermekteydi. İskra'daki birçok yazılar —ki bunlardan bir kısmı Lenin'in kaleminden çıkmıştır— Bundun ulusal sorun ve partinin yapısı konularındaki tutumunun eleştirisine ayrılmıştır. -Ed. 
[90] Bkz: Ulusal Özerkliğe vb. Katkı, 1902, s. 17. 
[91] 65. nota bakınız. -Ed. 
[92] Dokumente des Seperatismus'daki Vanek'in broşüründen alınma terimlere bakınız, s. 29 [Karl Vanek, Çek sosyal-demokratı, Avusturya parlamentosunda (Reichsrat'ta) ve Brünn bölge meclisinde parlamento üyesi, Brünn sigorta ve sağlık sandığı müdürü, Çek ayrılıkçılarından biri, 1910'da K. Vanek, Rovnost adlı dergide "Vesayet Altında mı Bulunmak İstiyorsunuz, Yoksa Özgür Olmak mı?" başlığı altında bir dizi makale yayımladı. Bu yazılarda, yazarın ulusal şovenizmi açıkça görülmekteydi. -Ed.] 
[93] Bkz: Bundun IX. Konferans Tutanakları, s. 19. 
[94] Gürcü menşeviklerin önderi ve eski Gürcistan menşevik hükümetinin başkam Noe Jordanya'nm takma adı. Bu kişi, SSCB'ne karşı bir silahlı müdahalenin en ateşli yandaşlarından olmuştur. - Ed. 
[95] Bkz: Çiveni Çovreba adlı Gürcü gazetesi, n° 12, 1912. [Çiveni Çovreba, Gürcü menşeviklerin haftalığı olarak 1902'de Kutays'ta kuruldu. Bu gazete 19 sayı yayınlanmıştır. Burada anılan pasajlar N.'nin (Noe Jordanya'nın) Çivevi Çovreba 11 ilâ 14. sayılarında yayımlanan "Eski ve Yeni" başlıklı makalelerinden alınmadır. -Ed.] 
[96] Bkz: Çiveni Çovreba, n° 21, 1912. 
[97] 1903'te RSDİP'nin II. Kongresinde kabul edilen programda ulusların kendi kaderlerini serbestçe tayin etmeleri ilkesi, şöyle ifade edilmiştir: "9. -Devletin bölümlerini teşkil eden bütün ulusların kaderlerini serbestçe tayin etme hakkı". 
[98] Bkz: Naşa Zarya, n° 9-10, 1912, s. 120. 
[99] Bkz : Naşa Slovo, n° 6, 1906, s. 53. 
[100] Ekim 1912'de bir yandan Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ ile, öte yanda Türkiye arasında başlamış bulunan Birinci Balkan Savaşına anıştırma. Bu savaş, Antant devletleri (Fransa, İngiltere, Rusya) ile üçlü İttifak devletlerinin (Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya) Balkan yarımadasındaki çıkarları arasındaki çatışmanın sonucu öldü. Bu savaş olsun, ganimeti paylaşmasını bilemeyen dünün müttefikleri arasında patlak vermiş re Bulgaristan'ın ezilmesi ile sona ermiş bulunan İkinci Balkan Savaşı (1913) olsun, Balkanlardaki emperyalist çelişkileri kızıştırmaktan başka bir sonuç vermediler; emperyalist dünya savaşının peşrevi oldular. -Ed. 
[101] Dernek, küme, topluluk. Burada parlamento içindeki partiler birliği için kullanılıyor. -Ed. 
[102] Bundun VIII. Konferans Tutanakları, topluluk (cemaat) üzerine kararın sonu. 
[103] Bkz: Der Arbeiter und die Nation, 1912. 
[104] Burada RSDİP'nin 5 (18) — 12 (25) Kasım 1907'de toplanan (“III. Rusya Konferansı" denilen) IV. Konferans kararları ile, 3-9 Ocak 1909'da (eski takvimle 21-27 Aralık 1908'de) toplanan RSDİP V. Konferansı ("Aralık" konferansı) kararları anıştırılıyor. Bkz: Le Parti communiste de L'URSS, dans les resolutions, et decisions de ses Congres, conferences et assembees plenieres du Comitee central, I. Kısım, Marx-Engels-Lenin Enstitüsü yayını, 1932. -Ed. 
[105] Bkz: Dipnot 88. - Ed. 

ULUSAL SORUN VE LENİNİZM

MEŞKOV, KOVALÇUK VE ÖTEKİ YOLDAŞLARA YANIT
(18 MART 1929)

      MEKTUPLARINIZI aldım. Aynı konuda bu ay içinde başka yoldaşlardan aldığım mektuplarda ileri sürülen görüşlere benzer bir tutumu benimsiyorsunuz. Ama ben, özellikle sizi yanıtlamaya karar verdim, çünkü siz, sorunu daha sert olarak koyuyorsunuz ve böylelikle konunun aydınlanmasına yardım ediyorsunuz. Kuşkusuz, sözkonusu edilen sorunlara mektuplarınızda sunduğumuz çözüm yanlıştır; ama bu başka bir konu; buna daha aşağıda değineceğiz. Sorunu ele alalım:
     
I. ULUS KAVRAMI

      Rus marksistlerinin uzun zamandan beri bir ulus teorileri [sayfa 311] vardır. Bu teoriye göre, ulus, tarihsel olarak oluşmuş, şu dört temel niteliğin birliği esası üzerinde doğmuş, kararlı bir insan topluluğudur: dil birliği, toprak birliği, iktisadî yaşam birliği ve ulusal kültürün özgül birliği içinde beliren ruhsal biçimlenme birliği. Bilindiği gibi, bu teori, partimizde, herkesçe kabul edilmiştir.
      Mektuplarınızdan anlaşıldığına göre, siz, bu teoriyi yetersiz bulmaktasınız. Ve bunun için ulusun dört niteliğine bir beşincisinin eklenmesini salık veriyorsunuz: Kendine özgü ayrı bir ulusal devletin varlığı. Bu beşinci nitelik olmadan ulusun olmadığını, olamayacağını düşünüyorsunuz. Bence ulus kavramı için önermekte olduğunuz bu yeni beşinci nitelik çok yanlıştır ve ne teorik bakımdan ne pratik ve politik bakımdan haklı gösterilemez.
      Sizin şemanıza göre, ancak kendine özgü ve ötekilerden ayrı devleti olan ulusları, ulus olarak tanımak; ve bağımsız devlet niteliğinden yoksun bulunan bütün ezilen ulusları, uluslar listesinden silmek gerekir. Ve aynı zamanda ezilen ulusların ezen ulusa karşı savaşını, sömürge halklarının emperyalizme karşı savaşımını da "ulusal hareket" ya da "ulusal kurtuluş hareketi" kavramı dışında bırakmak gerekir.
      Üstelik şemanıza göre şunu ileri sürmek mümkündür:
      İrlandalıların ancak "Özgür İrlanda Devleti" kurulduktan sonra ulus olduklarını ve o zamana kadar ulus sayılamayacaklarını;
      Norveçlilerin, Norveç'in İsveç'ten ayrılmasından önce bir ulus olmadıklarını ve ancak ayrıldıktan sonra bir ulus sayılabileceklerini;
      Ukraynalıların, Ukrayna, çarlık Rusyasının bir parçası iken bir ulus oluşturmadıklarını ve ancak "Çentralnaya Rada" düzeni altında Ataman Skoropatski'nin yönetiminde Sovyetler Rusyasından ayrıldıktan sonra bir ulus olabildiklerini, ama Sovyet Ukrayna'nın, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği içinde öteki sovyet cumhuriyetleriyle [sayfa 312] birleştiği zaman onların bir ulus olmaktan çıktıklarını.
      Bu örneklerden daha niceleri belirtilebilir.
      Kuşkusuz ki, bu kadar saçma sonuçlara varan bir şemayı bilimsel bir şema saymayız.
      Uygulamada, siyasal bakımdan sizin şemanız, kaçınılmaz olarak, insanı, ulusların ezilmesinin haklı gösterilmesine, emperyalist baskının haklı gösterilmesine götürür. Emperyalistler de ezilen ulusları, haklarına sahip olmayan ulusları, ayrı bir devletleri bulunmayan ulusları gerçek ulus saymıyorlar. Ve bu durumun, onlara, bu ulusları ezme ve sömürme hakkını verdiğini öne sürüyorlar.
      Şemanızın, bizim sovyet cumhuriyetlerindeki burjuva milliyetçileri, sovyet uluslarının kendi ulusal sovyet cumhuriyetlerini, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği içinde birleştirdikten sonra ulus olmaktan çıktıklarını iddia edenleri haklı gösterme sonucunu vermesi konusu üzerinde durmayacağım.
      Ulus konusunda, Rus marksistlerinin teorisine "ekler" katmak, bu teoriyi "doğrultmak" çabası üzerine söyleyeceklerim bu kadar.
      Şimdi yapacak bir şey kalıyor: Rus marksizminin ulus teorisinin tek doğru teori olduğunu tanımak.
     
II. ULUSLARIN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ

      Önemli yanılgılarınızdan biri, bugün varolan ulusların hepsini aynı çuvala koymanız ve aralarındaki ilke farkını görmemenizdir.
      Bu dünyada çeşitli uluslar var. Kapitalizmin yükselme çağında burjuvazi, feodal düzeni ve feodal parçalanmayı yıkarak, ulusu bir bütün içinde kaynaştırdığı zaman gelişmiş olan uluslar var. Bunlar "modern" denen uluslardır.
      Siz kapitalizmden önce de ulusların doğmuş olduğunu ve varlıklarını sürdürdüklerini iddia ediyorsunuz. Ama [sayfa 313] kapitalizmden önce, feodal düzen zamanında, ülkelerin bağımsı devletçiklere bölünmüş olduğu bir zamanda, bu devletçikler arasında ulusal bağların bulunmadığı ve üstelik böyle bağların gereğinin ısrarla yadsındığı bir zamanda uluslar nasıl varolabilirler? Sizin iddianızın tersine kapitalizm-öncesi dönemde, henüz ulusal pazarlar bulunmadığı için, iktisadî ve kültürel merkezler olmadığı için ve belli bir ulusun ulusal bakımdan parçalanmasına karşı etki yapan etkenler olmadığı için ve bu etkenler o zamana kadar parçalanmış halde tutulan bu halkın tek bir ulusal bütün içinde birleşmesini sağlayamadığı için, uluslar yoktu ve olamazdı.
      Kuşkusuz, ulusun öğeleri —dil, toprak, kültür birliği vb...— gökten düşmemişlerdir. Ve dahası, kapitalizm-öncesi dönemde yavaş yavaş oluşmuşlardır. Ama bu öğeler o zaman henüz embriyon halinde idiler. Ve en elverişli durumda, uygun belirli koşulların varlığıyla gelecekte oluşacak olan ulusun ancak potansiyel etkenleri sayılabilirler. Bu potansiyel, ancak ulusal pazarlarıyla, iktisadî ve kültürel merkezleriyle yükselen kapitalizm döneminde gerçeğe dönüşebilmiştir.
      Bu bakımdan, Lenin'in "Halkın Dostları" Kimlerdir vs Sosyal-Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar? adlı broşüründe yazdığı, ulusların doğuşu sorunu ile ilgili, dikkate değer tümceleri buraya almak yerinde olur. Ulusal bağların ve ulusal birliğin doğuşunu, klan bağlarının gelişmesiyle açıklayan "narodnik" Mihaylovski ile polemiğe girişen Lenin şöyle yazıyor:
      "Ve böylece, ulusal bağlar klan bağlarının bir devamı ve genellemesi oluyor! Anlaşılan Bay Mihaylovski, toplum tarihine ilişkin fikirlerini, okul çocuklarına öğretilen masallardan almaktadır. Toplumun tarihi —bu harcıâlem fikirlere göre— şöyledir: önce, aile, o her toplumun hücresi olan aile vardı, sonra, —öyle deniyor— aile, bir aşiret haline geldi, ve aşiret de bir devlet. Eğer Bay Mihaylovski, ciddî bir [sayfa 314] havayla bu çocukça saçmaları yineliyorsa, bu —her şey bir yana— yalnızca onun Rus tarihinin bile gidişi hakkında en ufak bir fikre sahip olmadığını gösterir. Eski Rus klan yaşamından sözedilebilirse de, hiç kuşku yok ki, ortaçağlarda, Moskov çarları döneminde, bu klan bağları artık yoktu, yani devlet, hiç de klana bağlı olmayan yerel birliklere dayanıyordu: toprakbeyleri ve manastırlar çeşitli yerlerden köylüler edindiler, böyle oluşan topluluklar salt bölgesel birliklerdi. Ama o zamanlar, deyimin gerçek anlamıyla, ulusal bağlardan güçlükle sözedilebilirdi: devlet, eski özerkliğin güçlü izlerini, yönetim özelliklerini, bazan kendi birliklerini (yerel boyarlar, savaşa, kendi bölüklerinin başında gidiyorlardı), kendi gümrük sınırlarını vb. koruyan ayrı "topraklara", hatta bazan prensliklere bölünmüştü. Yalnızca Rusya tarihinin modern dönemi (yaklaşık olarak 17. yüzyıldan bu yana), böyle bölgelerin, toprakların ve prensliklerin bir bütün halinde gerçekten kaynaşmasıyla nitelendirilebilir. Pek saygıdeğer Bay Mihaylovski, bu kaynaşma, ne klan bağlarıyla, ne de hatta onların devamı ve genelleşmesi ile sağlanmıştır: bölgeler arasındaki artan değişim, metaların adım adım büyüyen dolaşımı ve küçük yerel pazarların bir tek, tüm Rusya pazarı halinde toplanması ile sağlanmıştır. Bu sürecin önderleri ve efendileri tüccar kapitalistler olduğundan, bu ulusal bağların yaratılması, burjuva bağların yaratılmasından başka bir şey değildir."[1]
      “'Modern" denen ulusların doğuşu için söylenenler bunlardır.
      Burjuvazi ve onun milliyetçi partileri, bu dönemde, bu gibi ulusların esas yönetici gücü idi ve şimdi de öyledir. "Ulusal birlik" adına ulusun içinde sınıflar arası barış, yabancı ulusların topraklarını fethetme yoluyla kendi ulusunun [sayfa 315] toprağını genişletme, başka uluslara karşı güvensizlik ve düşmanlık, ulusal azınlıkların ezilmesi, emperyalizm ile ortak cephe, -— işte bu ulusların toplumsal, siyasal, ideolojik dağarcığının içeriği bunlardı.
      Böyle ulusları, burjuva uluslar olarak nitelendirmek yerinde olur. Örneğin: Fransız ulusu, İngiliz ulusu, İtalyan ya da Kuzey-Amerikan ulusları bunlardandır. Sovyet rejiminin ülkemizde kurulmasından önce Rus ulusu, Ukrayna, Tatar, Ermeni, Gürcü ve Rusya'daki öteki uluslar da böyle burjuva uluslardı.
      Bu duruma göre bu tür ulusların kaderi kapitalizme bağlıdır. Ve kapitalizm yıkılınca, bu uluslar da sahneyi terketmek zorundadırlar.
      Stalin'in Marksizm ve Ulusal Sorun başlıklı broşüründe "Ulus yalnızca bir tarihsel kategori değil ama belirli bir çağın, yükselen kapitalizm çağının tarihsel bir kategorisidir.", ya da "Özünde burjuva bir nitelik taşıyan ulusal hareketin yazgısı, doğal olarak burjuvazinin yazgısına bağlıdır.", ve "ulusal hareketin kesin çöküşü ancak burjuvazinin çöküşüyle mümkündür.", ve "Tam bir barış ancak sosyalizmin egemenliği altında kurulabilir." dendiğinde, gözönünde tutulan işte bu tipteki burjuva uluslardır.
      Burjuva uluslar konusunda söyleyeceklerimiz bunlardır.
      Ama bu dünyada başka uluslar da vardır. Bunlar yeni uluslardır. Rusya'da kapitalizmin devrilmesinden sonra burjuvazinin ve onun milliyetçi partilerinin tasfiyesinden sonra, sovyet rejiminin kurulmasından sonra, eski burjuva uluslarının temeli üzerinde oluşan ve gelişen sovyet ulusu.
      Bu yeni ulusları kaynaştıran ve onları yöneten, işçi sınıfı ve onun enternasyonalist partisidir. Sosyalizmin başarıyla kurulabilmesi amacıyla kapitalizm kalıntılarının tasfiyesi için ulus içinde işçi sınıfıyla köy emekçilerinin birliği, ulusların ve ulusal azınlıkların hak eşitliği ve serbestçe gelişmesi [sayfa 316] amacıyla ulusal baskı kalıntılarının ortadan kaldırılması, halklar arasında dostluk ve enternasyonalizm anlayışım kurmak amacıyla milliyetçilik kalıntılarının ortadan kaldırılması, fetih siyasetine ve fetih savaşlarına karşı savaşımda, emperyalizme karşı savaşımda ezilen ya da tüm haklarına sahip olmayan tüm uluslarla ortak cephe — bu ulusların manevî ve toplumsal-siyasal çehreleri işte böyledir.
      Bu tipte ulusları sosyalist uluslar olarak nitelendirmek yerinde olur.
      Bu yeni uluslar, eski burjuva uluslar temeli üzerinde, kapitalizmin tasfiyesi ve sosyalizm ruhunda kendilerinin kökten biçim değiştirmeleri sonucunda doğdular ve geliştiler. Sovyetler Birliği'nin bugünkü sosyalist uluslarının —Rus, Ukrayna, Beyaz-Rus, Tatar, Başkır, Özbek, Kazak, Azerbaycan, Gürcü, Ermeni uluslarının— ve öteki ulusların eski Rusya'daki karşılıkları olan burjuva uluslarının sınıf içeriği bakımından ve manevî çehresi bakımından, toplumsal-siyasal çıkarları ve eğilimleri bakımından kökten değişik olduklarını, kimse yadsıyamaz.
      İşte tarihin tammış olduğu iki tip ulus bunlardır. Eski ulusların, burjuva ulusların yazgısının, kapitalizmin yazgısına bağlanmasını kabul etmiyorsunuz. Kapitalizmin tasfiyesiyle eski ulusların, burjuva ulusların da tasfiye edileceği tezini kabul etmiyorsunuz. Ama bu ulusların yazgısını, kapitalizmin yazgısına değil de neye bağlayabiliriz? Kapitalizmin yokolmasıyla, onun ortaca çıkardığı burjuva ulusların da ortadan kalkacağını anlamak güç bir şey midir? Eski ulusların, burjuva ulusların, sovyet rejimi altında, yaşamlarını sürdürebileceklerini mi düşünüyorsunuz? Bir bu eksikti...
      Kapitalizm düzeni içinde varolan ulusların tasfiyesinin, genel olarak ulusların tasfiyesi anlamında, her tipten ulusun tasfiyesi anlamında alınacağından korkuyorsunuz. Niçin ve neye dayanarak? Burjuva uluslardan ayrı başka ulusların [sayfa 317] da, burjuva uluslardan çok daha birbirine kaynaşmış ve hayatiyet dolu uluslar olduğunu bilmez misiniz?
      Yanılgınız, burjuva uluslarından başka ulus görememenizde ve bunun sonucu olarak Sovyetler Birliği'nde eski ulusların, burjuva ulusların enkazı üzerinde doğan sosyalist ulusları yaratma dönemini gözden kaçırmanızdadır.
      Sorun, burjuva ulusların tasfiyesinin, genel olarak, ulusların tasfiyesi anlamını taşımadığı ve ancak burjuva ulusun tasfiyesinin sözkonusu olduğudur. Eski ulusların, yani burjuva ulusların enkazları üzerinde, herhangi bir burjuva ulustan çok daha iyi kaynaşmış olan yeni uluslar, sosyalist uluslar doğarlar. Yeni uluslar çok daha iyi kaynaşmışlardır, çünkü bunların bağrında burjuva ulusları bölen uzlaşmaz sınıf çelişkileri yoktur. Ve bu uluslar, herhangi bir burjuva-ulustan çok daha evrensel halkçı bir nitelik taşırlar.
     
III. ULUSLARIN VE ULUSAL DİLLERİN GELECEĞİ

      Sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferiyle, sosyalizmin bir ülkede zaferi arasına bir eşit işareti koymakla ve sosyalizmin, dünya ölçüsünde değil, tek bir ülkede zaferi sağlamasıyla, ulusal farkların ve ulusal dillerin ortadan kalkmasının, ulusların birleşerek tek bir ortak dilin oluşmasının mümkün ve gerekli olduğunu öne sürerek ciddî bir yanılgıya düşüyorsunuz. Burada tamamen ayrı olan şeyleri birbirine karıştırıyorsunuz: "ulusal baskının ortadan kaldırılmasını", "ulusal farkların tasfiyesiyle", "ulusal devlet çitlerinin ortadan kaldırılmasını", "ulusun yokoluşuyla", "ulusların kaynaşmasıyla".
      Böyle birbirinden ayrı kavramların eşanlamda kullanılması, marksistlerce kabul edilemez. Bizde, bizim ülkemizde, ulusal baskı çoktan yokedilmiştir, ama bu, hiç bir zaman, ulusal farkların yokolduğu, ülkemizin uluslarının tasfiye edildiği anlamına gelmez. Bizim ülkemizde ulusal devlet [sayfa 318] çitleri, sınır muhafızlarıyla, gümrükleriyle çoktan ortadan kaldırılmıştır, ama bu, hiç bir zaman ulusların birbiriyle kaynaştığı ve ulusal dillerin yokolduğu, bu dillerin yerini bütün ulusların ortak bir dilinin aldığı anlamına gelmemektedir.
      Doğu Halkları Üniversitesinde verdiğim söylev (1925) sizi tatmin etmemiş. Bu söylevde, sosyalizmin tek bir ülkede zaferinden sonra, örneğin bizim ülkemizde ulusal dillerin sönüp yokolacağı, ulusların birbiriyle kaynaşacağı ve ulusal dillerin yerini tek bir ortak dilin alacağı tezini çürütüyorum. Sözlerimin, Lenin'in, sosyalizmin amacının yalnızca, insanlığın küçük devletlere bölünmesini ve uluslar arasında her türlü ayrıma son vermek değil, yalnızca, ulusları birbirine yaklaştırmak değil, onları kaynaştırmak olduğu yolundaki ünlü teziyle çeliştiğini düşünüyorsunuz.
      Ve sonra bu sözlerimin, Lenin'in bir başka teziyle, sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferiyle ulusal farkların ve ulusal dillerin sönüp yokolmaya başlayacağı, böyle bir zaferden sonra ulusal dillerin yerini ortak bir dilin almaya başlayacağı yolundaki teziyle de çeliştiğini düşünüyorsunuz.
      Bu tamamen yanlıştır yoldaşlar. Bu derin bir yanılgıdır. Yukarda, bir marksistin, sosyalizmin tek bir ülkede zaferi ile sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferi gibi iki ayrı olayı bir çuvala koymaması gerektiğini belirttim. Unutmamak gerekir ki. bu birbirinden tamamen ayrı olan iki olay birbirinden tamamen ayrı olan iki aşamayı ifade eder; yalnız zaman bakımından ayrı değil (ki bu da çok önemlidir), öz bakımından da ayrıdır. Ulusal güvensizlik, ulusal tecrit, ulusal düşmanlık, ulusal çatışmalar, hiç kuşku yok ki, bilmem hangi "doğuştan gelme" ulusal saldırma duygusundan ileri gelmemektedir; emperyalizmin yabancı ulusları köleleştirme eğiliminden, ulusal köleleştirme tehdidi karşısında bu ulusların duydukları korkudan ileri gelmektedir. Kuşkusuz, dünya emperyalizmi varlığını sürdürdükçe, bu eğilim ve hu korku da kalacaktır. Ve bunun sonucu olarak ülkelerin [sayfa 319] büyük çoğunluğunda ulusal güvensizlik, ulusal tecrit, ulusal düşmanlık ve ulusal çatışmalar sürüp gidecektir. Tek bir ülkede sosyalizmin zaferinin ve emperyalizmin tasfiyesinin, ülkelerin çoğunluğunda emperyalizmin ve ulusal baskının tasfiyesi anlamına geldiği söylenebilir mi? Besbelli ki söylenemez. Bundan çıkan sonuç şudur ki,. sosyalizmin tek bir ülkede zaferi, dünya emperyalizmini ciddî olarak zayıflatmakla birlikte, ulusların ve dünyanın ulusal dillerinin bir ortak bütün içinde kaynaşması için gerekli koşulları yaratmaz ve yaratamaz.
      Sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferi dönemi, sosyalizmin tek bir ülkede zaferi döneminden, her şeyden önce emperyalizmi bütün ülkelerde tasfiye etmesi, yabancı ulusları köleleştirmek eğilimini olduğu gibi, ulusal köleleşme tehdidi karşısında duyulan korkuyu da ortadan kaldırması bakımından, ulusal güvensizliğin, ulusal düşmanlığın köklerini kazıması, ulusları tek bir dünya sosyalist iktisadî sistemi içinde birleştirerek böylelikle bütün ulusların bir bütün içinde derece derece birleşebilmeleri için gerekli gerçek koşulları yaratması bakımından birbirinden ayırdedilmelidir.
      İki dönem arasındaki temel fark budur.
      Bundan çıkan sonuç şudur ki, birbirinden ayrı bu iki dönemi birbirine karıştırmak ve bu ikisini aynı çuvala koymak bağışlanmaz bir yanılgıya düşmek olur. Doğu Halkları Üniversitesindeki söylevimi ele alalım. Bunda şöyle denmektedir:
      "Sosyalizm döneminde bütün öteki diller yokolacağına göre, tüm insanlık için ortak tek bir" dilin yaratılmasından sözediliyor (örneğin, Kautsky). Ben, bu evrensel nitelikteki tek bir dil teorisine pek inanmıyorum. Herhalde, deneyim, böyle bir teoriden yana değil, ama ona karşı konuşuyor. Şimdiye kadar işler, sosyalist devrimin, dillerin sayısını azaltması değil, ama artırması biçiminde oldu; çünkü insanlığın en derin katmanlarını sarsan ve onları siyasal alana çeken [sayfa 320] sosyalist devrim, eskiden tanınmayan ya da az tanınan bir dizi yeni milliyeti yeni bir yaşama uyandırır. Eski çarlık Rus-yasının, içinde en az 50 milliyet ve etnik topluluk barındırdığına kim inanabilirdi? Oysa, eski zincirleri kıran ve bir dizi unutulmuş halk ve topluluğu ileriye süren Ekim Devrimi, onlara yeni bir yaşam ve yeni bir gelişme kazandırdı."
      Yukarıya aldığım parçadan ilk olarak anlaşılacak şey, Kautsky tipinden kimselere karşı dikildiğimdir. Kautsky her zaman ulusal sorunun cahili olmuştur, ulusların gelişmesi mekanizmasını anlamayan, ulusların kararlılığını sağlayan devsel güç hakkında fikri olmayan birisi, sosyalizmin zaferinden çok önce, daha burjuva demokratik rejimler sırasında ulusların birbiriyle kaynaşabileceğim sanan bir adam, körü körüne Çeklerin ulus olarak, hemen hemen almanlaştırıldığını, bir gelecekleri olmadığını iddia eden ve Almanların Bohemya'daki almanlaştırma "çalışmalarını" övmek küçüklüğüne düşen bir adam olmuştur, ve öyle de kalmıştır.
      Konuşmamdan aldığım yukardaki parçadan çıkan bir sonuç da, benim gözönünde bulundurduğum şeyin sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferi değil, yalnız sosyalizmin tek bir ülkede zaferi olduğudur. Bu bakımdan, tek bir ülkede sosyalizmin zaferi döneminin, ulusların ve ulusal dillerin kaynaşması için gerekli koşulları sağlamadığını, tam tersine bu dönemin eskiden çarlık emperyalizmi tarafından ezilen ve bugün sovyet devrimi tarafından ulusal baskıdan kurtarılan ulusların dirilişi ve gelişmesi için elverişli bir durum yarattığını öne sürdüm (ve öne sürmekteyim).
      Ve ensonu, söylevin bu bölümünden çıkan sonuç şudur ki, iki ayrı tarihsel dönem arasındaki pek büyük farkı gözden kaçırmışsınız ve bu yüzden de Stalin'in söylevinin anlamını kavramamışsınız ve sonunda da kendi yanılgılarınızın çıkmazında kaybolup gitmişsiniz. [sayfa 321]
      Lenin'in, sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferinden sonra ulusların sönüp yokolmaları ve birbirleriyle kaynaşmaları tezlerine geçelim.
      İşte 1916'da yayınlanmış olan ve bilmem neden, mektuplarınızda tam olarak belirtilmeyen Lenin'in "Sosyalist Devrim ve Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı" başlıklı yazısından çıkardığımız bu tezlerden biri:
      "Sosyalizmin amacı yalnızca insanlığın küçücük devletlere bölünmesine ve ulusların herhangi bir şekilde tecrit edilmesine son vermek değildir. Amaç yalnızca ulusları birbirine yaklaştırmak değildir, onları bütünleştirmektir. ... Nasıl ki, insanlık, sınıfların ortadan kalktığı döneme ancak ezilen sınıfın diktatörlüğünün sürdüğü bir geçiş dönemini aşarak ulaşabilirse, ulusların kaçınılmaz olan bütünleşmesine de ancak bütün ezilen ulusların kurtulduğu, yani ezen ulustan ayrılma özgürlüğüne kavuştuğu bir geçiş dönemini aşarak varabilir."[2]
      Ve işte Lenin'in öteki tezi ki, bu da sizin mektubunuzda tam olarak belirtilmemiştir:
      "Halklar ve ülkeler arasında ulusal ve siyasal bakımından farklar olduğu sürece —ki bu farklar, dünya ölçüsünde proletarya diktatörlüğü kurulduktan sonra bile uzun, pek uzun zaman devam edecektir—, bütün ülkelerin işçi sınıfı hareketinin uluslararası taktik birliği, bu farklılıkların silinmesini değil, ulusal ayrılıkların yokedilmesini değil (şu anda bu anlamsız bir hayaldir), tam tersine, komünizmin temel ilkelerini (sovyet iktidarı ve proletarya diktatörlüğünü) belli özelliklerinde doğru bir biçimde değiştirecek uygulamanın ulusal ve siyasal farklılıklarına, doğru bir biçimde uyarlanmasını ve uygulanmasını gerektirir."[3]
      Burada belirtmek gerekir ki, yukardaki parça Lenin'in [sayfa 322]
      1920'de yayınlanan "Sol" Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı adlı broşüründen alınmadır; yani sosyalist devrimin tek bir ülkede zaferinden sonra, sosyalist devrimin bizim ülkemizdeki zaferinden sonra yayınlanan broşürden.
      Aktarılan bu parçalardan çıkan sonuç şudur ki, ilkin Lenin, ulusal ayrılıkların yokolması ve ulusların kaynaşması sürecini, sosyalizmin tek bir ülkede zaferi döneminde değil, ancak onu izleyen dönemde, yani bir dünya sosyalist ekonomisinin temellerinin atılmış olacağı sosyalizmin bütün ülkelerde zaferi döneminde düşünmektedir.
      Aktarılan bu parçalardan çıkan bir başka sonuç da, Lenin'in, ulusal farkların sosyalizmin tek bir ülkede zaferi döneminde ortadan kalkacağını düşünmeyi "saçma bir düş" olarak nitelendirmesidir.
      Aktarılan bu parçalardan şu anlam da çıkmaktadır ki, Stalin, Doğu Halkları Üniversitesindeki söylevinde, ulusal farkların ve ulusal dillerin, sosyalizmin tek bir ülkede, bizim ülkemizde zaferi döneminde ortadan kalkabileceğini yadsımakta tamamen haklıydı ve siz Stalin'inkine karşıt bir görüşü savunmakla tam bir yanılgı içindesiniz.
      Ve ensonu bu aktarılan parçalardan çıkan sonuç şudur ki, sosyalizmin zaferinin tamamen ayrı olan iki dönemini birbirine karıştırmakla, siz, Lenin'i anlamamışsınız, ulusal sorunda Lenin'in çizgisini çarpıtmışsınız ve bunun sonucunda istemediğiniz halde leninizme aykırı bir tutumu benimsemişsiniz.
      Ulusal farkların kaldırılmasının ve ulusal dillerin yokolmasının, dünya emperyalizminin yenilgisinden hemen sonra, bir atılımda, örneğin tepeden alınma bir kararname ile mümkün olacağını düşünmek yanlış olur. Bundan büyük bir yanılgı olamaz. Yukardan bir kararname ile, zorbalık yoluyla ulusların kaynaşmasını sağlamaya kalkışmak, emperyalistlerin oyununa gelmek, ulusların kurtuluş davasına kötülük etmek, uluslar arasında kardeşçe işbirliğini örgütlendirme [sayfa 323] davasını toprağa gömmek olur. Böyle bir siyaset, çarlık yönetiminin ruslaştırma siyaseti gibi bir şey olur.
      Herhalde biliyorsunuz ki, bu türden bir ulusal özümleme siyasetine, halk düşmanı karşı-devrimcilerin siyaseti olarak, felâket getiren bir siyaset olarak, marksizm-leninizm ideolojisinde yer yoktur.
      Ayrıca ulusların ve ulusal dillerin olağanüstü bir kararlılıkla, devsel bir direnme gücüyle, özümleme siyasetine karşı koyduğunu da biliyorsunuzdur. Özümleme siyasetini en sert biçimde uygulamaya kalkışan Türkler, yüzyıllar boyunca Balkan uluslarını ortadan kaldırmak şöyle dursun, en sonunda gerçeği kabul etmek zorunda kalmışlardır. Türk özümleyicilerinin [...] sertliğinden geri kalmayan çarlık Rusyasının ruslaştırıcıları, Prusya Almanyasının almanlaştırıcıları, (...) yüzyıldan uzun bir süre Polonya ulusunu parçalamaya ve dağıtmaya çalıştılar: bu ulusları yokedemedikleri gibi, onlar da boyuneğmek zorunda kaldılar.
      Dünya emperyalizminin yenilgisinden hemen sonra, ulusların evrimi bakımından olayların olası gelişmesini tam doğru olarak görebilmek için bütün bunları hesaba katmak gerekir.
      Sosyalizmin bütün ülkelerde zaferi döneminin birinci evresinin, ulusların ve ulusal dillerin yokoluşunun başlangıcı, tek bir dünya dilinin kuruluşunun başlangıcı olacağını sanmak yanlış olur. Tam tersine, ulusal baskıların kesin olarak tasfiye edileceği bu birinci aşama, daha önce ezilmekte olan ulusların ve ulusal dillerin açılıp gelişmesi aşaması, uluslar arasında fark eşitliğinin uygulanması aşaması, karşılıklı ulusal güvensizliğin ortadan kaldırılması aşaması, uluslar arasındaki bağların kurulması ve sıklaştırılması aşaması olacaktır.
      Ancak bu dönemin ikinci evresinde, kapitalist dünya ekonomisi yerine birleşmiş bir sosyalist dünya ekonomisi kuruldukça, ancak bu evrede ortak dil türünden bir şey yerleşmeye [sayfa 324] başlar; çünkü uluslar ancak o aşamada kendi ulusal dillerinin yanında, ilişkilerini kolaylaştırmak için iktisadî, siyasal ve kültürel işbirliğini kolaylaştırmak için uluslararası bir dilin gereğini duyacaklardır. Demek ki bu evrede, ulusal diller ile, ortak uluslararası dil, birbirine paralel olarak varlıklarını sürdürebileceklerdir. Başlangıçta tek bir ortak dili olan bütün uluslar için yalnız bir dünya iktisadî merkezinin yaratılmaması, ayrı ayrı uluslar grupları için birçok bölgesel iktisadî merkezler meydana getirilmesi ve bu merkezlerde her grubun kendi ortak dilinin konuşulması mümkündür. Bu merkezlerin tek bir dünya sosyalist ekonomi merkezi içinde birleşmeleri ve bütün ulusların ortak diliyle konuşmaları, daha sonra olacaktır.
      Proletaryanın dünya diktatörlüğü döneminin ancak bu sonraki evresindedir ki, dünya sosyalist ekonomi sistemi yeteri kadar güçlenip, sosyalizm, halkların kendi doğasına gireceği zamandır ki, ulusların deneyim ile ortak bir dilin ulusal diller üzerindeki üstünlüğünü anladıkları zamandır ki, ancak o zamandır ki, ulusal farklar, yerini, herkesin konuştuğu ortak dünya diline terkederek sönüp yokolmaya başlayacaktır.
      Bence ulusların geleceği tablosu, ulusların, gelecekte birbirleriyle kaynaşmaları yolunda gelişmeleri tablosu aşağı yukarı böyle bir tablodur.
     
IV. ULUSAL SORUNDA PARTİNİN SİYASETİ

      Yanılgılarınızdan biri, ulusal sorunu, toplumun toplum-sal-siyasal evriminin genel sorununun bir parçası olarak ve bu genel soruna bağımlı olarak ele almamanız, bunu kendi kendine yeten, yönelimi ve niteliği bir bütün olarak tarih boyunca değişmeyen bir şey gibi düşünmenizdir. Onun için siz, [sayfa 325] her marksistin gördüğü şeyi, ulusal sorunun her zaman aynı niteliği taşımadığını ve ulusal hareketin nitelik ve görevlerinin devrimin değişik gelişme dönemlerine göre değiştiğini göremiyorsunuz.
      Ve böylece gelişmesinin ayrı ayrı evrelerinde devrimin nitelik ve görevlerindeki değişmelerin ulusal sorunun nitelik ve görevlerinde buna uygun değişiklikler meydana getirdiğini ve bunun sonucu olarak partinin ulusal sorundaki siyasetinin de değiştiğini ve devrimin belirli bir değişme dönemiyle bağlı olan partinin ulusal sorundaki siyasetinin bu dönemle bağını koparamayacağını ve keyfî olarak bir başka döneme geçemeyeceğini anlamadan, sizin devrimin türdeş olmayan gelişme dönemlerini bu kadar kolaylıkla aynı çuvala koyabilmenizin ve bu ikisini birbirine karıştırabilmenizin mantıksal açıklaması bundadır.
      Rus marksistleri, ulusal sorunun, devrimin gelişmesi genel sorununun bir parçası olduğu ilkesini, devrimin değişik evrelerinde ulusal sorunun değişik görevler gerektirdiği ilkesini ve bu görevlerin her belirli tarihsel anda devrimin niteliğine uyması gerektiği ilkesini ve partinin ulusal sorunun değişik görevler gerektirdiği ilkesini ve bu görevlerin her belirli tarihsel anda devrimin niteliğine uyması gerektiği ilkesini ve partinin ulusal sorundaki siyasetinin bu unsurlara göre değiştiği ilkesini her zaman benimsemişlerdir. Birinci Dünya Savaşından önceki dönemde, tarih, o zamanın görevi olarak, Rusya'da, burjuva demokratik devrimi gündeme koyduğu zaman, Rus marksistleri ulusal sorunun çözümünü, Rusya'da demokratik devrimin yazgısına bağladılar. Partimiz, çarlığın devrilmesinin, feodal kalıntıların temizlenmesinin ve ülkenin tam demokratlaşmasının, kapitalizmin çerçevesi içinde ulusal sorunun, mümkün olan en iyi çözümü olduğu görüşünü benimsemişti.
      Bu dönemde partinin siyaseti bu oldu.
      Lenin'in ulusal sorun üzerinde tanınmış yazıları ve özellikle [sayfa 326] "Ulusal Sorun Üzerine Eleştirici Notlar" başlıklı yazısı, bu dönemi ele almaktadır. Bu yazısında Lenin şöyle der:
      "Ulusal sorunun biricik çözümünün, bu sorun kapitalist dünyada çözümlenebildiği kadar, tutarlı demokratizm olduğunu belirttim. Ve bu görüşümü tanıtlamak için İsviçre örneğini verdim."[4]
      Stalin'in Marksizm ve Ulusal Sorun başlıklı broşürü de bu döneme aittir. Bu broşürde bir yerde şöyle der:
      "Ulusal hareketin kesin çöküşü, ancak burjuvazinin çöküşü ile mümkündür. Tam bir barış, ancak sosyalizmin egemenliği altında kurulabilir. Ama ulusal savaşımı en aza indirmek, onun köklerine saldırmak, onu proletarya için iyice zararsız kılmak — bu, kapitalizm çerçevesinde de mümkündür. Yalnızca İsviçre ye Amerika örneği de olsa, buna tanıktır. Bunun için, ülkeyi demokratlaştırmak ve ulusların özgürce gelişmesini sağlamak gerekir."
      Bunu izleyen dönemde, Birinci Dünya Savaşı döneminde, iki emperyalist ittifak arasındaki uzun savaş, dünya emperyalizminin gücünü baltaladığı zaman, dünya kapitalist sistemindeki bunalım en aşırı derecelere ulaştığı zaman, "metropollerin" işçi sınıflarının yanında, sömürgeler ve bağımlı ülkeler kurtuluş hareketine atıldığı ve ulusal sorun gelişerek uluslar ve sömürgeler sorunu haline geldiği zaman, ileri kapitalist ülkelerin işçi sınıfı ile ezilen sömürgeler ve bağımlı ülkeler halklarının tek cephesi gerçek bir güç niteliği kazandığı zaman, ve bunun sonucu olarak sosyalist devrim tarih gündemine girdiği zaman, Rus marksistleri, bir önceki dönemin siyasetiyle yetinemezlerdi; ve uluslar ve sömürgeler sorununun yazgısını sosyalist devrimin yazgısına bağlama gereğini duydular. [sayfa 327]
      Parti, sermaye iktidarının yıkılmasının, proletarya diktatörlüğünün kurulmasının, emperyalist orduların sömürge ve bağımlı ülkelerden kovulmasının ve bu ülkelere ulusal devletler olarak örgütlenme ve ayrılma hakkının tanınmasının, ulusal düşmanlıkların ve milliyetçiliğin tasfiyesiyle halklar arasında uluslararası bağların güçlendirilmesinin, birleşmiş bir sosyalist halk ekonomisinin örgütlenmesinin ve bu temel üzerinde halklar arasında kardeşçe işbirliğinin kurulmasının, yeni koşullar altında uluslar ve sömürgeler sorununun en iyi çözümü olabileceği görüşüne vardı.
      Partinin bu dönemdeki siyaseti işte böyle idi.
      Bu dönem henüz tam hız kazanma aşamasına gelmiş değildir, çünkü henüz başlamıştır; ama hiç kuşku yok ki, bu dönemin de söyleyecek sözü olacaktır...
      Bu, devrimin bu evredeki gelişmesinden ve şu andaki parti siyaseti sorunundan ayrı bir sorundur.
      îlkin belirtmek gerekir ki, bizim ülkemiz, şu anda kapitalizmi devirebilecek durumda tek ülke olmuştur. Ve fiilen de kapitalizmi devirmiş, aynı zamanda da proletarya diktatörlüğünü örgütlendirmiştir.
      Demek ki, sosyalist yönetimin dünya ölçüsünde kurulmasına, ve hele sosyalizmin bütün ülkelerde zaferine henüz daha çok yolumuz var.
      Şunu da belirtmek gerekir ki, eski demokratik geleneklerinden çoktan vazgeçmiş olan burjuvazinin iktidarına son verirken, yolumuzda "ülkenin tam demokratlaştırılması" sorununu da çözdük. Ulusal baskı sistemini ortadan kaldırdık ve ülkemizin ulusları arasında hak eşitliğini kurduk.
      Bilindiği gibi bu önlemler, milliyetçiliğin ortadan kaldırılması, ulusal düşmanlıkların küllendirilmesi, halklar arasında güvenliğin kurulması için en etkili önlemler olmuştur.
      Ve son olarak, şunu da belirtmek gerekir ki, ulusal baskıların kaldırılması, ülkemizin eskiden ezilmekte olan uluslarının ulusal kültürlerinin hızla gelişmesi, ülkemizin [sayfa 328] halkları arasında uluslararası bağların güçlenmesi ve bu halklar arasında sosyalizmi kurma davasını gerçekleştirmek için işbirliğinin kurulması sonucunu vermiştir.
      Anımsatalım ki, yeniden yaşam bulan bu uluslar, burjuvazinin yönettiği burjuva uluslar, eski uluslar değillerdir, yeni uluslardır, eski ulusların enkazları üzerinde doğan ve emekçi yığınlarının enternasyonalist partisi tarafından yönetilen sosyalist uluslardır.
      Bununla ilgili olarak parti, ülkemizin yeniden yaşam bulan bu uluslarının ayakları üzerine tüm gövdeleriyle dikilmeleri için kendilerine yardım etmek, ulusal kültürlerini canlandırmalarına ve geliştirmelerine, kendi ana dillerinde okullar, tiyatrolar ve öteki kültür kurumları şebekesinin yaratılmasına, parti aygıtını, sendikalar, kooperatifler, devlet ve ekonomi aygıtını ulusallaştırmaya, yani içerik bakımından ulusal kılmaya, parti ve Sovyetler için ulusal kadrolarını eğitmeye yardım etmeyi gerekli saymakta, ve sayısı çok olmasa da partinin bu siyasetini dizginlemeye kalkışacak olan unsurlarla savaşımı uygun görmektedir.
      Bu demektir ki, parti, ülkemizin ulusal kültürlerinin açılıp gelişmesini destekliyor ve destekleyecektir, yeni sosyalist uluslarımızın güçlenmesine yardımcı olacaktır, ve bu davayı her çeşit anti-leninist unsurlara karşı savunacaktır.
      Mektuplarınızdan anlaşıldığına göre, partinin bu siyasetini, siz doğru bulmuyorsunuz. Bu yeni buluşlar, sosyalist ulusları eski uluslarla, burjuva uluslarla birbirine karıştırmanızdan ve yeni sovyet uluslarımızın ulusal kültürlerinin içerik bakımından sosyalist kültürler olduğunu anlamamanız-dandır. Üstelik bu —kabalığımı hoşgörünüz— leninizm sorunlarında ciddî olarak topalladığınızdan ve ulusal sorunda çok acemilikler ettiğinizden ötürüdür.
      Hiç değilse şu ilksel soruna dikkat ediniz. Hepimiz ülkemizde bir kültür devriminin gereğinden sözediyoruz. Eğer bu sorun ile, boş lafı bırakıp, ciddî olarak ilgilenilecekse, bu [sayfa 329] yönde hiç değilse ilk adımı atmak gerekir: her şeyden önce milliyetini ayırdetmemek, ülkenin bütün yurttaşları için zorunlu ilköğrenimi sağlamak ve bunun ardından da zorunlu ortaöğrenimi sağlamak. Açıktır ki, bu yapılmadan ülkemizde hiç bir kültürel gelişme mümkün değildir, kültür devriminden asla sözedilemez. Üstelik bu yapılmadan bizde sanayi ve tarım ekonomisinin gerçek bir atılımı gerçekleşemez, ya da güvenilir bir ulusal savunma örgütlendirilemez.
      Peki, ülkemizde alfabesizlerin yüzdesinin pek yüksek olduğunu ve ülkemizin bazı uluslarında okuma-yazma bilmeyenlerin oranının %80 ilâ %90'a çıktığı gözönünde tutulursa, bu, nasıl yapılacaktır?
      Bunu başarmak için ülkeyi bir ulusal diller okulları şebekesiyle donatmak ve bu okullara yerel dilleri bilen öğretmenler sağlamak gerekir.
      Bunun için de ulusallaştırma gerekir, yani yönetimin bütün aygıtlarını, partiden ve sendikalardan devlete ve ekonomiye kadar bütün aygıtlarını ulusal kılmak gerekir.
      Bunu başarabilmek için basını, tiyatroyu, sinemayı ve öteki kültürel kurumları ulusal dilleriyle geliştirmek gerekir. Niçin yerel ulusal dilleriyle diye sorulabilir. Çünkü, milyonlarca insanın, halk yığınlarının, kültürel, siyasal ve iktisadî gelişme görevinin üstesinden ancak kendi ulusal diliyle gelinebilir.
      Bütün bu söylenenlerden sonra öyle sanıyorum ki, leninistlerin, eğer leninist olarak kalmak istiyorlarsa, ulusal sorunda izleyebilecekleri biricik doğru siyasetin şu anda ülkemizde uygulanan siyaset olduğunu anlamaları o kadar zor olmayacaktır.
      Öyle değil mi?
      Öyleyse sözümüzü burada bitirelim.
      Öyle sanıyorum ki, bütün sorularınızı ve bütün kuşkularınızı yanıtlamış oldum.
      Komünist selâmlarla. [sayfa 330]





Dipnotlar


[1] V. İ. Lenin, "Halkın Dostları" Kimlerdir ve Sosyal-Demokratlara Karsı Nasıl Savaşırlar?, Sol Yayınları, Ankara 1978, s, 32-33. -Ed. 
[2] V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 144-145. - Ed. 
[3] V. İ. Lenin, "Sel" Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı, Sol Yayınları, Ankara 1978, s. 105. -Ed. 
[4] V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 39. - Ed. 














Bu Blogda Ara