ULUSAL SORUN VE LENİNİZM
J. Stalin 



MFŞKOV, KOVALÇUK VE ÖTEKİ YOLDAŞLARA YANIT
(8 MART 1929)
MEKTUPLARINIZI aldım. Aynı konuda bu ay içinde başka
yoldaşlardan aldığım mektuplarda ileri sürülen görüşlere benzer bir
tutumu benimsiyorsunuz. Ama ben, özellikle sizi yanıtlamaya karar
verdim, çünkü siz, sorunu da sert olarak koyuyorsunuz ve böylelikle
konunun aydınlanmasına yardım ediyorsunuz. Kuşkusuz, sözkonusu
edilen sorunlara mektuplarınızda sunduğumuz çözüm yanlıştır; ama
bu başka bir konu; buna daha aşağıda değineceğiz. Sorunu ele
alalım:



I. ULUS KAVRAMI
Rus marksistlerinin uzun zamandan beri bir ulus teorileri vardır. Bu
teoriye göre, ulus, tarihsel olarak oluşmuş, şu dört temel niteliğin
birliği esası üzerinde doğmuş, kararlı bir insan topluluğudur: dil
birliği, toprak birliği, iktisadi yaşam birliği ve ulusal kültürün
özgül birliği içinde beliren ruhsal biçimlenme birliği. Bilindiği gibi,
bu teori, partimizde, herkesçe kabul edilmiştir.
Mektuplarınızdan anlaşıldığına göre, siz bu teoriyi yetersiz
bulmaktasınız. Ve bunun için ulusun dört niteliğine bir beşincisinin
eklenmesini salık veriyorsunuz: Kendine özgü ayrı bir ulusal
devletin varlığı. Bu beşinci nitelik olmadan ulusun olmadığını,
olamayacağını düşünüyorsunuz. Bence ulus kavramı için önermekte
olduğunuz bu yeni beşinci nitelik çok yanlıştır ve ne teorik bakımdan
ne pratik ve politik bakımdan haklı gösterilemez.
Sizin şemanıza göre, ancak kendine özgü ve ötekilerden ayrı devleti
olan ulusları, ulus olarak tanımak; ve bağımsız devlet niteliğinden
yoksun bulunan bütün ezilen ulusları, uluslar listesinden silmek
gerekir. Ve aynı zamanda ezilen ulusların ezen ulusa karşı savaşım,
sömürge halklarının emperyalizme karşı savaşımını da “ulusal
hareket” ya da “ulusal kurtuluş hareketi” kavramı dışında bırakmak
gerekir.
Üstelik şemanıza göre şunu ileri sürmek mümkündür:
a) İrlandalıların ancak “özgür İrlanda Devleti” kurulduktan sonra ulus
olduklarını ve o zamana kadar ulus sayılamayacaklarını;
b) Norveçlilerin, Norveç’in İsveç’ten ayrılmasından önce bir ulus
olmadıklarını ve ancak ayrıldıktan sonra bir ulus sayılabileceklerini;
c) Ukraynalıların, Ukrayna, çarlık Rusyasının bir parçası iken bir
ulus oluşturmadıklarını ve ancak “Çentralnaya Rada” düzeni altında
Ataman Skoropatski’nin yönetiminde Sovyetler Rusyasından
ayrıldıktan sonra bir ulus olabildiklerini, ama Sovyet Ukrayna’nın,
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği içinde öteki sovyet
cumhuriyetleriyle birleştiği zaman onların bir ulus olmaktan
çıktıklarını.
Bu örneklerden daha niceleri belirtilebilir.
Kuşkusuz ki, bu kadar saçma sonuçlara varan bir şemayı bilimsel bir
şema saymayız.
Uygulamada, siyasal bakımdan sizin şemanız, kaçınılmaz olarak,
insanı,ulusların ezilmesinin haklı gösterilmesine, emperyalist
baskının haklı gösterilmesine götürür. Emperyalistler de ezilen
ulusları, haklarına sahip olmayan ulusları, ayrı bir devletleri
bulunmayan ulusları gerçek ulus saymıyorlar. Ve bu durumun,
onlara, bu ulusları ezme ve sömürme hakkını verdiğini öne
sürüyorlar.
Şemanızın, bizim sovyet cumhuriyetlerindeki burjuva milliyetçileri,
sovyet uluslarının kendi ulusal sovyet cumhuriyetlerini, sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliği içinde birleştirdikten sonra ulus
olmaktan çıktıklarını iddia edenleri haklı gösterge sonucu vermesi
konusu üzerinde durmayacağım.
Ulus konusunda, Rus marksistlerinin teorisine “ekler” katmak, bu
teoriyi “doğrultmak” çabası üzerine söyleyeceklerim bu kadar.
Şimdi yapacak bir şey kalıyor: Rus marksizminin ulus teorisinin tek
doğru teori olduğunu tanımak.



II. ULUSLARIN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ
Önemli yanılgılarınızdan biri, bugün varolan ulusların hepsini
aynı çuvala koymanız ve aralarındaki ilke farkını görmemenizdir.
Bu dünyada çeşitli uluslar var. Kapitalizmin yükselme çağında
burjuvazi, feodal düzeni ve feodal parçalanmayı yıkarak, ulusu bir
bütün içinde kaynaştırdığı zaman gelişmiş olan uluslar var.
Bunlar “modern” denen uluslardır.
Siz kapitalizmden önce de ulusların doğmuş olduğunu ve varlıklarını
sürdürdüklerini iddia ediyorsunuz. Ama kapitalizmden önce, feodal
düzen zamanında, ülkelerin bağımsız devletçiklere bölünmüş olduğu
bir zamanda, bu devletçikler arasında ulusal bağların bulunmadığı ve
üstelik böyle bağların gereğinin ısrarla yadsındığı bir zamanda uluslar
nasıl varolabilirler? Sizin iddianızın tersine kapitalizm-öncesi
dönemde, henüz ulusal pazarlar bulunmadığı için, iktisadi ve kültürel
merkezler olmadığı için ve belli bir ulusun ulusal bakımdan
parçalanmasına karşı etki yapan etkenler olmadığı için ve bu etkenler
o zamana kadar parçalanmış halde tutulan bu halkın tek bir ulusal
bütün içinde birleşmesini sağlayamadığı için uluslar yoktu ve
olamazdı.
Kuşkusuz, ulusun öğeleri—dil, toprak, kültür birliği vb...—gökten
düşmemişlerdir. Ve dahası, kapitalizm-öncesi dönemde yavaş yavaş
oluşmuşlardır. Ama bu öğeler o zaman henüz embriyon halinde idiler.
Ve en elverişli durumda, uygun belirli koşulları varlığıyla gelecekte
oluşacak olan ulusun ancak potansiyel etkenleri sayılabilirler. Bu
potansiyel, ancak ulusal pazarlarıyla, iktisadi ve kültürel
merkezleriyle yükselen kapitalizm döneminde gerçeğe
dönüşebilmiştir.
Bu bakımdan, Lenin’in “Halkın Dostları” Kimlerdir ve Sosyal-
Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar? adlı broşüründe yazdığı,
ulusların doğuşu sorunu ile ilgili, dikkate değer tümceleri buraya
almak yerinde olur. Ulusal bağların ve ulusal birliğin doğuşunu,
klan bağlarının gelişmesiyle açıklayan “narodnik” Mihaylovski ile
polemiğe girişen Lenin şöyle yazıyor:
“Ve böylece, ulusal bağlar klan bağların bir devamı ve genellemesi
oluyor! Anlaşılan Bay Mihaylovski, toplum tarihine ilişkin fikirlerini
okul çocuklarına öğretilen masallardan almaktadır. Toplumun tarihi
—bu harcıalem fikirlere göre— şöyledir: önce, aile, o her toplumun
hücresi olan aile vardı, sonra,—öyle deniyor—aile, bir aşiret haline
geldi, ve aşiret de bir devlet. Eğer Bay Mihaylovski, ciddi bir havayla
bu çocukça saçmalan yineliyorsa, bu—her şey bir yana—yalnızca
onun Rus tarihinin bile gidişi hakkında en ufak bir fikre sahip
olmadığını gösterir. Eski Rus klan yaşamından sözedilebilirse de, hiç
kuşku yok ki, ortaçağlarda, Moskov çarları döneminde, bu klan
bağları artık yoktu, yani devlet, hiç de klana bağlı olmayan yerel
birliklere dayanıyordu: toprakbeyleri ve manastırlar çeşitli yerlerden
köyler edindiler, böyle oluşan topluluklar salt bölgesel birliklerdi. Ama
o zamanlar deyimin gerçek anlamıyla, ulusal bağlardan güçlükle
sözedilebilirdi: devlet, eski özerkliğin güçlü izlerini, yönetim
özelliklerini, bazan kendi birliklerini (yerel boyarlar, savaşa, kendi
bölüklerinin başında gidiyorlardı), kendi gümrük sınırlarını vb.
koruyan ayrı “topraklara”, hatta bazan prensliklere bölünmüştü.
Yalnızca Rusya tarihinin modern dönemi (yaklaşık olarak 17.
yüzyıldan bu yana), böyle bölgelerin, torakların ve prensliklerin bir
bütün haline gerçekten kaynaşmasıyla nitelendirilebilir. Pek
saygıdeğer Bay Mihaylovski, bu kaynaşma, ne klan bağlarıyla, ne de
hatta onların devamı ve genelleşmesi ile sağlanmıştır: bölgeler
arasındaki artan değişim, metaların adım adım büyüyen dolaşımı ve
küçük yerel pazarların bir tek tüm Rusya pazarı halinde toplanması
ile sağlanmıştır. Bu sürecin önderleri ve efendileri tüccar kapitalistler
olduğundan, bu ulusal bağların yaratılması, burjuva bağların
yaratılmasından başka bir şey değildir.”*
“Modern” denen ulusların doğuşu için söylenenler bunlardır.
Burjuvazi ve onun milliyetçi partileri, bu dönemde, bu gibi ulusların
esas yönetici gücü idi ve şimdi de öyledir. “Ulusal birlik” adına ulusun
içinde sınıflararası barış, yabancı ulusların topraklarını fethetme
yoluyla kendi ulusunun toprağını genişletme, başka uluslara karşı
güvensizlik ve düşmanlık, ulusal azınlıkların ezilmesi, emperyalizm ile
ortak cephe, —işte ulusların toplumsal, siyasal, ideolojik dağarcığının
içeriği bunlardı.
Böyle ulusları, burjuva uluslar olarak nitelendirmek yerinde olur.
Örneğin: Fransız ulusu, İngiliz ulusu, İtalyan ya da Kuzey-Amerikan
ulusları bunlardandır. Sovyet rejiminin ülkemizde kurulmasından
önce Rus ulusu, Ukrayna, Tatar, Ermeni, Gürcü ve Rusya’daki öteki
uluslar da böyle burjuva uluslardı.
Bu duruma göre bu tür ulusların kaderi kapitalizme bağlıdır. Ve
kapitalizm yıkılınca, bu uluslar da sahneyi terketmek
zorundadırlar.
Stalin’in Marksizm ve Ulusal Sorun başlıklı broşüründe “Ulus
yalnızca bir tarihsel kategori değil ama belirli bir çağın, yükselen
kapitalizm çağının tarihsel bir kategorisidir.” ya da “Özünde
burjuva bir nitelik taşıyan ulusal hareketin yazgısı, doğal olarak
burjuvazinin yazgısına bağlıdır.”, ve “ulusal hareketin kesin çöküşü
ancak burjuvazinin çöküşüyle mümkündür.”, ve “Tam bir barış ancak
sosyalizmin egemenliği altında kurulabilir.”* dendiğinde, gözönünde
tutulan işte bu tipteki burjuva uluslardır.
Burjuva uluslar konusunda söyleyeceklerimiz bunlardır.
Ama bu dünyada başka uluslar da vardır. Bunlar yeni uluslardır.
Rusya’da kapitalizmin devrilmesinden sonra burjuvazinin ve onun
milliyetçi partilerinin tasfiyesinden sonra, sovyet rejiminin
kurulmasından sonra, eski burjuva uluslarının temeli üzerinde
oluşan ve gelişen sovyet ulusu.
Bu yeni ulusları kaynaştıran ve onları yöneten, işçi sınıfı ve onun
enternasyonalist partisidir. Sosyalizmin başarıyla kurulabilmesi
amacıyla kapitalizm kalıntılarının tasfiyesi için ulus içinde işçi
sınıfıyla köy emekçilerinin birliği, ulusların ve ulusal azınlıkların hak
eşitliği ve serbestçe gelişmesi amacıyla ulusal baskı kalıntılarının
ortadan kaldırılması, halklar arasında dostluk ve enternasyonalizm
anlayışını kurmak amacıyla milliyetçilik kalıntılarının ortadan
kaldırılması, fetih siyasetine ve fetih savaşlarına karşı savaşımda,
emperyalizme karşı savaşımda ezilen ya da tüm haklarına sahip
olmayan tüm uluslarla ortak cephe—bu ulusların manevi ve
toplumsal-siyasal çehreleri işte böyledir.
Bu tipte ulusları sosyalist uluslar olarak nitelendirmek yerinde
olur.
Bu yeni uluslar, eski burjuva uluslar temeli üzerinde, kapitalizmin
tasfiyesi ve sosyalizm ruhunda kendilerinin kökten biçim
değiştirmeleri sonucunda doğdular ve geliştiler. Sovyetler Birliği’nin
bugünkü sosyalist uluslarının—Rus, Ukrayna, Beyaz-Rus, Tatar,
Başkır, Özbek, Kazak, Azerbaycan, Gürcü, Ermeni uluslarının—ve
öteki ulusların eski Rusya’daki karşılıkları olan burjuva uluslarının
sınıf içeriği bakımından ve manevi çehresi bakımından, toplumsalsiyasal
çıkarları ve eğilimleri bakımından kökten değişik olduklarını
kimse yadsıyamaz. İşte tarihin tanımış olduğu iki tip ulus bunlardır.
Eski ulusların, burjuva ulusların yazgısının, kapitalizmin, yazgısına
bağlanmasını kabul etmiyorsunuz. Kapitalizmin tasfiyesiyle eski
ulusların, burjuva ulusların da tasfiye edileceği tezini kabul
etmiyorsunuz. Ama bu ulusların yazgısını, kapitalizmin yazgısına
değil de neye bağlayabiliriz? Kapitalizmin: yokolmasıyla, onun ortaya
çıkardığı burjuva ulusların da ortadan kalkacağını anlamak güç bir
şey midir? Eski ulusların, burjuva ulusların, sovyet rejimi altında,
yaşamlarını sürdürebileceklerini mi düşünüyorsunuz? Bir bu
eksikti...
Kapitalizm düzeni içinde varolan ulusların tasfiyesinin, genel olarak
ulusların tasfiyesi anlamında, her tipten ulusun tasfiyesi anlamında
alınacağından korkuyorsunuz. Niçin ve neye dayanarak? Burjuva
uluslardan ayrı başka ulusların da, burjuva uluslardan çok daha
birbirine kaynaşmış ve hayatiyet dolu uluslar olduğunu bilmez
misiniz?
Yanılgınız, burjuva uluslarından başka ulus görememenizde ve
bunun sonucu olarak Sovyetler Birliği’nde eski ulusların, burjuva
ulusların enkazı üzerinden doğan sosyalist ulusları yaratmak
dönemini gözden kaçırmanızdadır.
Sorun, burjuva ulusların tasfiyesinin, genel olarak, ulusların
tasfiyesi anlamını taşımadığı ve ancak burjuva ulusun tasfiyesinin
sözkonusu olduğudur. Eski ulusların, yani burjuva ulusların
enkazları üzerinde, herhangi bir burjuva ulustan çok daha iyi
kaynaşmış olan yeni uluslar, sosyalist uluslar doğarlar. Yeni uluslar
çok daha iyi kaynaşmışlardır, çünkü bunların bağrında burjuva
ulusları bölen uzlaşmaz sınıf çelişkileri yoktur. Ve bu uluslar,
herhangi bir burjuva ulustan çok daha evrensel halkçı bir nitelik
taşırlar.



III. ULUSLARIN VE ULUSAL DİLLERİN GELECEĞİ
Sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferiyle, sosyalizmin bir ülkede zaferi
arasında bir eşit işareti koymakla ve sosyalizmin dünya ölçüsünde
değil tek bir ülkede zaferi sağlamasıyla, ulusal farkların ve ulusal
dillerin ortadan kalkmasının, ulusların birleşerek tek bir ortak dilin
oluşmasının mümkün ve gerekli olduğunu öne sürerek ciddi bir
yanılgıya düşüyorsunuz. Burada tamamen ayrı olan şeyleri birbirine
karıştırıyorsunuz: “ulusal baskının ortadan kaldırılmasını”, “ulusal
farkların tasfiyesiyle”, “ulusal devlet çitlerinin ortadan kaldırılmasını”,
“ulusun yokoluşuyla”, “ulusların kaynaşmasıyla”.
Böyle birbirinden ayrı kavramların eşanlamda kullanılması,
marksistlerce kabul edilemez. Bizde, bizim ülkemizde, ulusal baskı
çoktan yokedilmiştir, ama bu hiç bir zaman, ulusal farkların
yokolduğu, ülkemizin uluslarının tasfiye edildiği anlamına gelmez.
Bizim ülkemizde ulusal devlet çitleri, sınır muhafızlarıyla,
gümrükleriyle çoktan ortadan kaldırılmıştır, ama bu hiç bir zaman
ulusların birbiriyle kaynaştığı ve ulusal dillerin ( yokolduğu, bu
dillerin yerini bütün ulusların ortak bir dilinin aldığı anlamına
gelmemektedir.
Doğu Halkları Üniversitesinde verdiğim söylev (1925) sizi tatmin
etmemiş. Bu söylevde, sosyalizmin tek bir ülkede zaferinden sonra,
örneğin bizim ülkemizde ulusal dillerin sönüp yokolacağı, ulusların
birbiriyle kaynaşacağı ve ulusal dillerin yerini tek bir ortak dilin
alacağı tezini çürütüyorum. Sözlerimin, Lenin’in, sosyalizmin
amacının yalnızca, insanlığın küçük devletlere bölünmesini ve uluslar
arasında her türlü ayrıma son vermek değil, yalnızca, ulusları
birbirine yaklaştırmak değil, onları kaynaştırmak olduğu yolundaki
ünlü teziyle çeliştiğini düşünüyorsunuz.
Ve sonra bu sözlerimin, Lenin’in bir başka teziyle, sosyalizmin dünya
ölçüsünde zaferiyle ulusal farkların ve ulusal dillerin sönüp
yokolmaya başlayacağı, böyle zaferden sonra ulusal dillerin yerini
ortak bir dilin almaya başlayacağı yolundaki teziyle de çeliştiğini
düşünüyorsunuz.
Bu tamamen yanlıştır yoldaşlar. Bu derin bir yanılgıdır.
Yukarda, bir marksistin, sosyalizmin tek bir ülkede zaferi ile
sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferi gibi iki ayrı olayı bir çuvala
koymaması gerektiğini belirttim. Unutmamak gerekir ki,
bu birbirinden tamamen ayrı olan iki olay birbirinden tamamen
ayrı olan iki aşamayı ifade eder; yalnız zaman bakımından ayrı
değil (ki bu da çok önemlidir), öz bakımından da ayrıdır. Ulusal
güvensizlik, ulusal tecrit, ulusal düşmanlık, ulusal çatışmalar, hiç
kuşku yok ki, bilmem hangi “doğuştan gelme” ulusal saldırma
duygusundan ileri gelmemektedir; emperyalizmin yabancı
ulusları köleleştirme eğiliminden, ulusal köleleştirme tehdidi
karşısında bu ulusların duydukları korkudan ileri
gelmektedir. Kuşkusuz, dünya emperyalizmi varlığını sürdürdükçe
bu eğilim ve bu korku da kalacaktır. Ve bunun sonucu olarak
ülkelerin büyük çoğunluğunda ulusal güvensizlik, ulusal tecrit,
ulusal düşmanlık ve ulusal çatışmalar sürüp gidecektir.Tek bir
ülkede sosyalizmin zaferinin ve emparya1izmin tasfiyesinin, ülkelerin
çoğunluğunda emperyalizmin ve ulusal baskının tasfiyesi anlamına
geldiği söylenebilir mi? Besbelli ki söylenemez. Bundan çıkan sonuç
şudur ki, sosyalizmin tek bir ülkede zaferi, dünya emperyalizmini
ciddi olarak zayıflatmakla birlikte, ulusların ve dünyanın ulusal
dillerinin bir ortak bütün içinde kaynaşması için gerekli koşulları
yaratmaz ve yaratamaz.
Sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferi dönemi, sosyalizmin tek bir
ülkede zaferi döneminden, her şeyden önce emperyalizmi bütün
ülkelerde tasfiye etmesi, yabancı ulusları köleleştirmek eğilimini
olduğu gibi, ulusal köleleşme tehdidi karşısında duyulan korkuyu da
ortadan kaldırması bakımından, ulusal güvensizliğin, ulusal
düşmanlığın köklerini kazıması, ulusları tek bir dünya sosyalist
iktisadi sistemi içinde birleştirerek böylelikle bütün ulusların bir
bütün içinde derece derece birleşebilmeleri için gerekli gerçek
koşulları yaratması bakımından birbirinden ayırdedilmelidir.
İki dönem arasındaki temel fark budur.
Bundan çıkan sonuç şudur ki, birbirinden ayrı bu iki dönemi
birbirine karıştırmak ve bu ikisini aynı çuvala koymak bağışlanmaz
bir yanılgıya düşmek olur. Doğu Halkları Üniversitesindeki söylevimi
ele alalım. Bunda şöyle denmektedir:
“Sosyalizm döneminde bütün öteki diller yokolacağına göre, tüm
insanlık için ortak tek bir dilin yaratılmasından sözediliyor (örneğin,
Kautsky). Ben bu evrensel nitelikteki tek bir dil teorisine pek
inanmıyorum. Herhalde, deneyim, böyle bir yana teoriden yana değil,
ama ona karşı konuşuyor. Şimdiye kadar işler, sosyalist devrimin,
dillerin sayısını azaltması değil, ama artırması biçiminde oldu; çünkü
insanlığın en derin katmanlarını sarsan ve onları siyasal alana çeken
sosyalist devrim, eskiden tanınmayan ya da az tanınan bir dizi yeni
milliyeti yeni bir yaşama uyandırır. Eski çarlık Rusyasının, içinde en
az 50 milliyet ve etnik topluluk barındırdığına kim inanabilirdi? Oysa,
eski zincirleri kıran ve bir dizi unutulmuş halk ve topluluğu ileriye
süren Ekim Devrimi, onlara yeni bir yaşam ve yeni bir gelişme
kazandırdı.”*
Yukarıya aldığım parçadan ilk olarak anlaşılacak şey, Kautsky
tipinden kimselere karşı dikildiğimdir. Kautsky her zaman ulusal
sorunun cahili olmuştur, ulusların gelişmesi mekanizmasını
anlamayan, ulusların kararlılığını sağlayan devsel güç hakkında fikri
olmayan birisi, sosyalizmin zaferinden çok önce, daha burjuva
demokratik rejimler sırasında ulusların birbiriyle kaynaşabileceğini
sanan bir adam körü körüne Çeklerin ulus olarak, hemen hemen
Almanlaştırıldığını, bir gelecekleri olmadığını iddia eden ve Almanların
Bohemya’daki Almanlaştırma “çalışmalarını” övmek küçüklüğüne
düşen bir adam olmuştur ve öyle de kalmıştır.
Konuşmamdan aldığım yukardaki parçadan çıkan bir sonuç da,
benim gözönünde bulundurduğum şeyin sosyalizmin dünya
ölçüsünde zaferi değil, yalnız sosyalizmin tek bir ülkede zaferi
olduğudur. Bu bakımdan tek bir ülkede sosyalizmin zaferi döneminin,
ulusların ve ulusal dillerin kaynaşması için gerekli koşulları
sağlamadığını, tam tersine bu dönemin eskiden çarlık emperyalizmi
tarafından ezilen ve bugün sovyet devrimi tarafından ulusal baskıdan
kurtarılan ulusların dirilişi ve gelişmesi için elverişli bir durum
yarattığını öne sürdüm (ve öne sürmekteyim).
Ve ensonu, söylevin bu bölümünden çıkan sonuç şudur ki, iki ayrı
tarihsel dönem arasındaki pek büyük farkı gözden kaçırmışsınız ve
bu yüzden de, Stalin’in söylevinin anlamını kavramamışsınız ve
sonunda da kendi yanılgılarınızın çıkmazında kaybolup gitmişsiniz.
Lenin’in, sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferinden sonra ulusların
sönüp yokolmaları ve birbirleriyle kaynaşmaları tezlerine geçelim.
İşte 1916’da yayınlanmış olan ve bilmem neden, mektuplarınızda tam
olarak belirtilmeyen Lenin’in “Sosyalist Devrim ve Ulusların
Kaderlerini Tayin Hakkı” başlıklı yazısından çıkardığımız bu tezlerden
biri:
Sosyalizmin amacı yalnızca insanlığın küçücük devletlere
bölünmesine ve ulusların herhangi bir şekilde tecrit edilmesine
son vermek değildir. Amaç yalnızca ulusları birbirine
yaklaştırmak değildir, onları bütünleştirmektir. ... Nasıl ki,
insanlık, sınıfların ortadan kalktığı döneme ancak ezilen sınıfın
diktatörlüğünün sürdüğü bir geçiş dönemini aşarak
ulaşabilirse, ulusların kaçınılmaz olan bütünleşmesine de
ancak bütün ezilen ulusların kurtulduğu, yani ezen ulustan ayrılma
özgürlüğüne kavuştuğu bir geçiş dönemini aşarak varabilir.”*
Ve İşte Lenin’in öteki tezi ki, bu da sizin mektubunuzda tam olarak
belirtilmemiştir:
Halklar ve ülkeler arasında ulusal ve siyasal bakımından farklar
olduğu sürece—ki bu farklar, dünya ölçüsünde proletarya
diktatörlüğü kurulduktan sonra bile uzun, pek uzun zaman devam
edecektir—, bütün ülkelerin işçi sınıfı hareketinin uluslararası taktik
birliği, bu farklılıkların silinmesini değil, ulusal ayrılıkların
yokedilmesini değil (şu anda bu anlamsız bir hayaldir), tam tersine,
komünizmin temel ilkelerini (sovyet iktidarı ve proletarya
diktatörlüğünü) belli özelliklerinde doğru bir biçimde değiştirecek
uygulamanın ulusal ve siyasal farklılıklarına, doğru bir biçimde
uyarlanmasını ve uygulanmasını gerektirir.”**
Burada belirtmek gerekir ki, yukardaki parça Lenin’in 1920’de
yayınlanan “Sol” Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı adlı broşüründen
alınmadır; yani sosyalist devrimin tek bir ülkede zaferinden
sonra, sosyalist devrimin bizim ülkemizdeki zaferinden sonra
yayınlanan broşürden.
Aktarılan bu parçalardan çıkan sonuç şudur ki, ilkin Lenin, ulusal
ayrılıkların yokolması ve ulusların kaynaşması
sürecini, sosyalizmin tek bir ülkede zaferi döneminde değil, ancak
onu izleyen dönemde, yanibir dünya sosyalist ekonomisinin
temellerinin atılmış olacağı sosyalizmin bütün ülkelerde zaferi
döneminde düşünmektedir.
Aktarılan bu parçalardan çıkan bir başka sonuç da, Lenin’in, ulusal
farkların sosyalizmin tek bir ülkede zaferi döneminde ortadan
kalkacağını düşünmeyi “saçma bir düş” olarak nitelendirmesidir.
Aktarılan bu parçalardan şu anlam da çıkmaktadır ki, Stalin, Doğu
Halkları Üniversitesindeki söylevinde, ulusal farkların ve ulusal
dillerin, sosyalizmin tek bir ülkede, bizim ülkemizde zaferi döneminde
ortadan kalkabileceğini yadsımakta tamamen haklıydı ve siz
Stalin’inkine karşıt bir görüşü savunmakla tam bir yanılgı içindesiniz.
Ve ensonu bu aktarılan parçalardan çıkan sonuç şudur ki,
sosyalizmin zaferinin tamamen ayrı olan iki dönemini birbirine
karıştırmakla, siz, Lenin’i anlamamışsınız, ulusal sorunda Lenin’in
çizgisini çarpıtmışsınız ve bunun sonucunda istemediğiniz halde
Leninizm’e aykırı bir tutumu benimsemişsiniz.
Ulusal farkların kaldırılmasının ve ulusal dillerin yokolmasının,
dünya emperyalizminin yenilgisinden hemen sonra, bir atılımda,
örneğin tepeden alınma bir kararname ile mümkün olacağını
düşünmek yanlış olur. Bundan büyük bir yanılgı olamaz. Yukardan
bir kararname ile,zorbalık yoluyla ulusların kaynaşmasını
sağlamaya kalkışmak, emperyalistlerin oyununa gelmek,
ulusların kurtuluş davasına kötülük etmek, uluslar arasında
kardeşçe işbirliğini örgütlendirme davasını toprağa gömmek olur.
Böyle bir siyaset, çarlık yönetiminin Ruslaştırma siyaseti gibi bir şey
olur.
Herhalde biliyorsunuz ki, bu türden bir ulusal özümleme siyasetine,
halk düşmanı karşı-Devrimcilerin siyaseti olarak, felaket getiren bir
siyaset olarak, Marksizm-Leninizm ideolojisinde yer yoktur.
Ayrıca ulusların ve ulusal dillerin olağanüstü bir kararlılıkla, devsel
bir direnme gücüyle, özümleme siyasetine karşı koyduğunu da
biliyorsunuzdur. Özümleme siyasetini en “sert biçimde uygulamaya
kalkışan Türkler, yüzyıllar boyunca Balkan Uluslarını ortadan
kaldırmak şöyle dursun, en sonunda gerçeği kabul etmek zorunda
kalmışlardır. Türk özümleyicilerinin [...] sertliğinden geri kalmayan
çarlık Rusyasının Ruslaştırıcıları, Prusya Almanyasının
Almanlaştırıcıları, (...) yüzyıldan uzun bir süre Polonya ulusunu
parçalamaya ve dağıtmaya çalıştılar: bu ulusları yokedemedikleri gibi,
onlar da boyuneğmek zorunda kaldılar.
Dünya emperyalizminin yenilgisinden hemen sonra, ulusların evrimi
bakımından olayların olası gelişmesini tam doğru olarak görebilmek
için bütün bunları hesaba katmak gerekir.
Sosyalizmin bütün ülkelerde zaferi döneminin birinci evresinin,
ulusların ve ulusal dillerin yokoluşunun başlangıcı tek bir dünya
dilinin kuruluşunun başlangıcı olacağını sanmak yanlış olur. Tam
tersine, ulusal baskı1ann kesin o1arak tasfiye edileceği bu birinci
aşama, daha önce ezilmekte olan ulusların ve ulusal dillerin açılıp
gelişmesi aşaması, uluslar arasında fark eşitliğinin uygulanması
aşaması, karşılıklı ulusa1 güvensizliğin ortadan kaldırılması aşaması,
uluslar arasındaki bağların kurulması ve sıklaştırılması aşaması
o1acaktır. Ancak bu dönemin ikinci evresinde, kapitalist dünya
ekonomisi yerine birleşmiş bir sosyalist dünya ekonomisi kuruldukça,
ancak bu evrede ortak dil türünden bir şey yerleşmeye başlar; çünkü
uluslar ancak o aşamada kendi ulusal dillerinin yanında, ilişkilerini
kolaylaştırmak için iktisadi, siyasa1 ve kültürel işbirliğini
kolaylaştırmak için uluslararası bir dilin gereğini duyacaklardır.
Demek ki bu evrede, ulusal diller ile, ortak uluslararası dil, birbirine
paralel olarak varlıklarını sürdürebileceklerdir. Başlangıçta tek bir
ortak dili olan bütün uluslar için yalnız bir dünya iktisadi merkezinin
yaratılmaması, ayrı ayrı uluslar grupları için birçok bölgesel iktisadi
merkezler meydana getirilmesi ve bu merkezlerde her grubun kendi
ortak dilinin konuşulması mümkündür. Bu merkezlerin tek bir dünya
sosyalist ekonomi merkezi içinde birleşmeleri ve bütün ulusların
ortak diliyle konuşmaları, daha sonra olacaktır.
Proletaryanın dünya diktatörlüğü döneminin ancak bu sonraki
evresindedir ki, dünya sosyalist ekonomi sistemi yeteri kadar güçlenip
sosyalizm, halkların kendi doğasına gireceği zamandır ki, ulusların
deneyim ile ortak bir dilin ulusal diller üzerindeki üstünlüğünü
anladıkları zamandır ki, ancak o zamandır ki, ulusal farklar, yerini
herkesin konuştuğu ortak dünya diline terkederek sönüp yokolmaya
başlayacaktır.
Bence ulusların geleceği tablosu, ulusların, gelecekte birbirleriyle
kaynaşmaları yolunda gelişmeleri tablosu aşağı yukarı böyle bir
tablodur.



IV. ULUSAL SORUNDA PARTİNİN SİYASETİ
Yanılgılarınızdan biri ulusal sorunu toplumun toplumsal-siyasal
evriminin genel sorununun bir parçası olarak ve bu genel soruna
bağımlı olarak ele almamanız, bunu kendi kendine yeten, yönelimi ve
niteliği bir bütün olarak tarih boyunca değişmeyen bir şey gibi
düşünmenizdir. Onun için siz, her marksistin gördüğü şeyi, ulusal
sorunun her zaman aynı niteliği taşımadığını ve ulusal hareketin
nitelik ve görevlerinin devrimin değişik gelişme dönemlerine göre
değiştiğini göremiyorsunuz.
Ve böylece gelişmesinin ayrı ayrı evrelerinde devrimin nitelik ve
görevlerindeki değişmelerin ulusal sorunun nitelik ve görevlerinde
buna uygun değişiklikler meydana getirdiğini ve bunun sonucu
olarak partinin ulusal sorundaki siyasetinin de değiştiğini ve devrimin
belirli bir değişme dönemiyle bağlı olan partinin ulusal sorundaki
siyasetinin bu dönemle bağını koparamayacağını ve keyfi olarak bir
başka döneme geçemeyeceğini anlamadan, sizin devrimin türdeş
olmayan gelişme dönemlerini bu kadar kolaylıkla aynı çuvala
koyabilmenizin ve bu ikisini birbirine karıştırabilmenizin mantıksal
açıklaması bundadır.
Rus marksistleri, ulusal sorunun, devrimin gelişmesi genel
sorununun bir parçası olduğu ilkesini, devrimin değişik evrelerinde
ulusal sorunun değişik görevler gerektirdiği ilkesini ve bu görevlerin
her belirli tarihsel anda devrimin niteliğine uyması gerektiği ilkesini
ve partinin ulusal sorunun değişik görevler gerektirdiği ilkesini ve bu
görevlerin her belirli tarihsel anda devrimin niteliğine uyması gerektiği
ilkesini ve partinin ulusal sorundaki siyasetinin bu unsurlara göre
değiştiği ilkesini her zaman benimsemişlerdir. Birinci Dünya
Savaşından önceki dönemde, tarih, o zamanın görevi olarak,
Rusya’da, burjuva demokratik devrimi gündeme koyduğu zaman, Rus
marksistleri ulusal sorunun çözümünü, Rusya’da demokratik
devrimin yazgısına bağladılar. Partimiz, çarlığın devrilmesinin, feodal
kalıntıların temizlenmesinin ve ülkenin tam demokratlaşmasının,
kapitalizmin çerçevesi içinde ulusal sorunun, mümkün olan en iyi
çözümü olduğu görüşünü benimsemişti.
Bu dönemde. partinin siyaseti bu oldu.
Lenin’in ulusal sorun üzerinde tanınmış yazıları ve özellikle “Ulusal
Sorun Üzerine Eleştirici Notlar” başlıklı yazısı, bu dönemi ele
almaktadır. Bu yazısında Lenin şöyle der:
“Ulusal sorunun biricik çözümünün, bu sorun kapitalist dünyada
çözümlenebildiği kadar, tutarlı demokratizm olduğunu belirttim. Ve
bu görüşümü tanıtlamak için İsviçre örneğini verdim.”*
Stalin’in Marksizm ve Ulusal Sorun başlıklı broşürü de bu döneme
aittir. Bu broşürde bir yerde şöyle der:
“Ulusal hareketin kesin çöküşü, ancak burjuvazinin çöküşü ile
mümkündür. Tam bir barış ancak sosyalizmin egemenliği altında
kurulabilir. Ama ulusal savaşımı en aza indirmek, onun köklerine
saldırmak, onu proletarya için iyice zararsız kılmak— bu,
kapitalizm çerçevesinde de mümkündür. Yalnızca İsviçre ve
Amerika örneği de olsa, buna tanıktır. Bunun için, ülkeyi
demokratlaştırmak ve ulusların özgürce gelişmesini sağlamak
gerekir.”*
Bunu izleyen dönemde, Birinci Dünya Savaşı döneminde, iki
emperyalist ittifak arasındaki uzun savaş, dünya emperyalizminin
gücünü baltaladığı zaman, dünya kapitalist sistemindeki bunalım en
aşırı derecelere ulaştığı zaman, “metropollerin” işçi sınıflarının
yanında, sömürgeler ve bağımlı ülkeler kurtuluş hareketine atıldığı ve
ulusal sorun gelişerek uluslar ve sömürgeler sorunu haline geldiği
zaman, ileri kapitalist ülkelerin işçi sınıfı ile ezilen sömürgeler ve
bağımlı ülkeler halklarının tek cephesi gerçek bir güç niteliği
kazandığı zaman, ve bunun sonucu olarak sosyalist devrim tarih
gündemine girdiği zaman Rus marksistleri, bir önceki dönemin
siyasetiyle yetinemezlerdi; ve uluslar ve sömürgeler sorununun
yazgısını sosyalist devrimin yazgısına bağlama gereğini duydular.
Parti, sermaye iktidarının yıkılmasının, proletarya diktatörlüğünün
kurulmasının, emperyalist orduların sömürge ve bağımlı ülkelerden
kovulmasının ve bu ülkelere ulusal devletler olarak örgütlenme ve
ayrılma hakkının tanınmasının, ulusal düşmanlıkların ve
milliyetçiliğin tasfiyesiyle halklar arasında uluslararası bağların
güçlendirilmesinin, birleşmiş bir sosyalist halk ekonomisinin
örgütlenmesinin ve bu temel üzerinde halklar arasında kardeşçe
işbirliğinin kurulmasının, yeni koşullar altında uluslar ve sömürgeler
sorununun en iyi çözümü olabileceği görüşüne vardı.
Partinin bu dönemdeki siyaseti işte böyle idi.
Bu dönem henüz tam hız kazanma aşamasına gelmiş . değildir,
çünkü henüz başlamıştır; ama hiç kuşku yok ki, bu dönemin de
söyleyecek sözü olacaktır...
Bu, devrimin bu evredeki gelişmesinden ve şu andaki parti siyaseti
sorunundan ayrı bir sorundur.
İlkin belirtmek gerekir ki, bizim ülkemiz, şu anda kapitalizmi
devirebilecek durumda tek ülke olmuştur. Ve fiilen de kapitalizmi
devirmiş, aynı zamanda da proletarya diktatörlüğünü
örgütlendirmiştir.
Demek ki, sosyalist yönetimin dünya ölçüsünde kurulmasına, ve hele
sosyalizmin bütün ülkelerde zaferine henüz daha çok yolumuz var.
Şunu da belirtmek gerekir ki, eski demokratik geleneklerinden çoktan
vazgeçmiş olan burjuvazinin iktidarına son verirken, yolumuzda
“ülkenin tam demokratlaştırılması” sorununu da çözdük. Ulusal
baskı sistemini ortadan kaldırdık ve ülkemizin ulusları arasında hak
eşitliğini kurduk.
Bilindiği gibi bu önlemler, milliyetçiliğin ortadan kaldırılması,
ulusal düşmanlıkların küllendirilmesi, halklar arasında güvenliğin
kurulması için en etkili önlemler olmuştur.
Ve son olarak, şunu da belirtmek gerekir ki, ulusal baskıların
kaldırılması, ülkemizin eskiden ezilmekte olan uluslarının ulusal
kültürlerinin hızla gelişmesi, ülkemizin halkları arasında
uluslararası bağların güçlenmesi ve bu halklar arasında
sosyalizmi kurma davasını gerçekleştirmek için işbirliğinin
kurulması sonucunu vermiştir.
Anımsatalım ki, yeniden yaşam bulan bu uluslar, burjuvazinin
yönettiği burjuva uluslar, eski uluslar değillerdir, yeni uluslardır, eski
ulusların enkazları üzerinde doğan ve emekçi yığınlarının
enternasyonalist partisi tarafından yönetilen sosyalist uluslardır.
Bununla ilgili olarak parti, ülkemizin yeniden yaşam bulan bu
uluslarının ayakları üzerine tüm gövdeleriyle dikilmeleri için
kendilerine yardım etmek, ulusal kültürlerini canlandırmalarına ve
geliştirmelerine, kendi ana dillerinde okullar, tiyatrolar ve öteki
kültür kurumları şebekesinin yaratılmasına, parti aygıtını,
sendikalar, kooperatifler, devlet ve ekonomi aygıtını ulusallaştırmaya,
yani içerik bakımından ulusal kılmaya, parti ve Sovyetler için ulusal
kadrolarını eğitmeye yardım etmeyi gerekli saymakta, ve sayısı çok
olmasa da partinin bu siyasetini dizginlemeye kalkışacak olan
unsurlarla savaşımı uygun görmektedir.
Bu demektir ki, parti ülkemizin ulusal kültürlerinin açılıp gelişmesini
destekliyor ve destekleyecektir, yeni sosyalist uluslarımızın
güçlenmesine yardımcı olacaktır, ve bu davayı her çeşit anti-
Leninist unsurlara karşı savunacaktır.
Mektuplarınızdan anlaşıldığına göre, partinin bu siyasetini, siz doğru
bulmuyorsunuz. Bu yeni buluşlar, sosyalist ulusları eski uluslarla,
burjuva uluslarla birbirine karıştırmanızdan ve yeni Sovyet
uluslarımızın ulusal kültürlerinin içerik bakımından sosyalist
kültürler olduğunu anlamamanızdandır. Üstelik bu —kabalığımı
hoşgörünüz—Leninizm sorunlarında ciddi olarak topalladığınızdan ve
ulusal sorunda çok acemilikler ettiğinizden ötürüdür.
Hiç değilse şu ilksel soruna dikkat ediniz. Hepimiz ülkemizde bir
kültür devriminin gereğinden sözediyoruz. Eğer bu sorun ile, boş lafı
bırakıp, ciddi olarak ilgilenilecekse, bu yönde hiç değilse ilk adımı
atmak gerekir: her şeyden önce milliyetini ayırdetmemek, ülkenin
bütün yurttaşları için zorunlu ilköğrenimi sağlamak ve bunun
ardından da zorunlu ortaöğrenimi sağlamak. Açıktır ki, bu
yapılmadan ülkemizde hiç bir kültürel gelişme mümkün değildir,
kültür devriminden asla sözedilemez. Üstelik bu yapılmadan bizde
sanayi ve tarım ekonomisinin gerçek bir atılımı gerçekleşemez, ya da
güvenilir bir ulusal savunma örgütlendirilemez..
Peki, ülkemizde alfabesizlerin yüzdesinin pek yüksek olduğunu ve
ülkemizin bazı uluslarında okuma-yazına bilmeyenlerin oranının %80
ila %90’a çıktığı gözönünde tutulursa, bu, nasıl yapılacaktır?
Bunu başarmak için ülkeyi bir ulusal diller okulları şebekesiyle
donatmak ve bu okullara yerel dilleri bilen öğretmenler sağlamak
gerekir.
Bunun için de ulusallaştırma gerekir, yani yönetimin bütün
aygıtlarını, partiden ve sendikalardan devlete ve ekonomiye
kadar bütün aygıtlarını ulusal kılmak gerekir.
Bunu başarabilmek için basını, tiyatroyu, sinemayı ve öteki kültürel
kurumları ulusal dilleriyle geliştirmek gerekir. Niçin yerel ulusal
dilleriyle diye sorulabilir, çünkü, milyonlarca insanın, halk
yığınlarının, kültürel, siyasal ve iktisadi gelişme görevinin üstesinden
ancak kendi ulusal diliyle gelinebilir.
Bütün bu söylenenlerden sonra öyle sanıyorum ki, Leninistlerin, eğer
Leninist olarak kalmak istiyorlarsa, ulusal sorunda izleyebilecekleri
biricik doğru siyasetin şu anda ülkemizde uygulanan siyaset
olduğunu anlamaları o kadar zor olmayacaktır.
Öyle değil mi?
Öyleyse sözümüzü burada bitirelim.
Öyle sanıyorum ki, bütün sorularınızı ve bütün kuşkularınızı
yanıtlamış oldum.
Komünist selamlarla.



J.V. STALİN
Kaynak: J.V. Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol
Yayınları, sayfa 286-304.
Elektronik kopyası:
Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek Londra Bürosu. Aralık 2006
* V.İ. Lenin, “Halkın Dostları” Kimlerdir ve Sosyal-Demokratlara Karşı Nasıl
Savaşırlar?, Sol Yayınları, Ankara 1978, s. 32-33,—Ed.
* Bu yapıtın 20 ve 28. sayfalarına bakınız.—Ed.
* Bu yapıtın 257-258. sayfalarına bakınız.—Ed.
* V.İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 144-145.—Ed.
** V.İ. Lenin, “Sol”‘ Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı, Sol Yayınları, Ankara
1978, s. 105.—Ed.
* V.İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 39.—Ed.
* Bu kitabın 28. sayfasına bakınız.—Ed.




ULUSAL SORUNUN ELE ALINIŞI
ÜZERİNE

Komunistlerin ulusal sorunu ele alış bicimi, II. ve II bucukuncu
Enternasyonal [24] politikacılarının, her turlu “sosyalist”, “sosyaldemokrat”,
Menşevik Sosyal-Devrimci ve benzeri partilerin sorunu
koyuşundan ozsel olarak ayrılır.
Ozellikle onemli dort temel etken vardır, ve bunlar, ulusal sorunu ele
alışın yeni bicimini en iyi şekilde karakterize eder ve ulusal sorunun
yeni ve eski kavranışı arasına bir sınır cizgisi ceker.
Birinci etken, kısmi bir sorun olarak ulusal sorunun, genel sorun
olarak somurgelerin kurtuluşu genel sorunu ile kaynaşmasıdır. II.
Enternasyonal doneminde, bilindiği gibi, ulusal sorun, yalnızca
“uygar” ulusları ilgilendiren dar bir sorunlar cemberiyle sınırlıydı.
İrlandalılar, Cekler, Polonyalılar, Finliler, Sırplar, Ermeniler,
Yahudiler ve Avrupa’nın bazı başka milliyetleri — işte tum haklarına
sahip olmayan, ve II. Enternasyonal’in kaderleriyle ilgilendiği
milliyetler cevresi buydu. Ulusal baskının en zorba ve en korkunc
bicimleri altında acı ceken onlarca ve yuzlerce milyon Asya ve Afrika
halkları, genellikle “sosyalist”lerin goruş acısının dışında kalıyordu.
Beyazlarla renklileri, “uygar olmayan” zencilerle “uygar” İrlandalıları,
“geri” Hintlilerle “aydınlanmış” Polonyalıları aynı sıraya koymaya
cesaret edilemiyordu. Tum haklarına sahip olmayan Avrupa
milliyetlerinin kurtuluşu icin mucadele etme gereği kabul ediliyorsa,
“uygarlık”ın “korunması” icin “vazgecilmez” olan somurgelerin
kurtuluşundan ciddiyetle sozetmenin “edepli sosyalist”lere asla
yakışmadığı zımnen varsayılıyordu. Bu —sozum meclisten dışarı—
sosyalistlerin Avrupa’da ulusal baskının ortadan kaldırılmasının,
Asya ve Afrika’nın somurge halklarının emperyalizmin
boyunduruğundan kurtuluşu gercekleşmeksizin duşunulemeyeceği,
birinin diğeriyle organik olarak bağlı olduğu akıllarına bile
gelmiyordu. İlk olarak komunistler, ulusal sorunun somurgeler
sorunu ile bağıntısını ortaya cıkardılar, bunu teorik olarak
gerekcelendirdiler ve devrimci pratiklerine temel aldılar. Boylece
Beyazlar ile Renkliler, emperyalizmin “uygar” ve “uygar olmayan”
koleleri arasındaki ayrım duvarı yıkıldı. Bu husus, geri somurgelerin
ve ileri proletaryanın ortak duşmana, emperyalizme karşı
mucadelelerinin koordinasyonunu onemli olcude kolaylaştırdı.
İkinci etken, ulusların kendi kaderini tayin hakkı muğlak sloganı
yerine, ulusların ve somurgelerin devlet olarak ayrılma, bağımsız bir
devlet kurma hakkı berrak devrimci sloganının gecirilmesidir. II.
Enternasyonal politikacıları, kendi kaderini tayin hakkından soz
ettiklerinde, ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı uzerine bir tek sozcuk
bile soylemiyorlardı; kendi kaderini tayin hakkı, en iyi halde, genelde
ozerklik hakkı olarak yorumlanıyordu. Hatta ulusal sorun
“uzmanları” Springer ve Bauer, kendi kaderini tayin hakkını
Avrupa’nın ezilen uluslarının kulturel ozerklik hakkı, yani tum politik
(ve ekonomik) iktidarın egemen ulusun elinde bırakılması koşuluyla,
kendi kulturel kuruluşlarına sahip olma hakkı haline getirecek kadar
ileri gittiler. Başka sozcuklerle, tum haklarına sahip olmayan
ulusların kendi kaderini tayin hakkı, egemen ulusun politik iktidara
sahip olma ayrıcalığına donuşturuldu ve bu arada ayrılıp ayrı devlet
kurma
hakkı tasfiye edildi. II. Enternasyonalin ideolojik lideri Kautsky, kendi
kaderini tayinin Springer ve Bauer tarafından bu emperyalist
yorumlanışına esasta katıldı. Kendi kaderini tayin şiarının kendilerine
bu denli makbul gelen ozelliğini kavrayan emperyalistlerin, onu kendi
sloganları ilan etmelerine şaşmamak gerekir. Halkları koleleştirmek
hedefini guden emperyalist savaşın, kendi kaderini tayin bayrağı
altında yurutulduğu bilinmektedir. Boylece kendi kaderini tayin
muğlak sloganı, ulusların kurtuluşunun, ulusların hak eşitliğinin bir
aracından, uluslann boyunduruk altına alınmasının bir aracına,
ulusların emperyalizme uşaklık altında tutulmasının bir aracına
donuşturuldu. Son yılarda tum dunyada meydana gelen olaylar,
Avrupa devriminin mantığı, son olarak, somurgelerde kurtuluş
hareketinin buyumesi, bu gericileşmiş sloganın atılıp, onun yerine,
tum haklarına sahip olmayan ulusların emekcilerinin, egemen
uluslann proleterlerine karşı guvensizlik atmosferini dağıtmaya
uygun, ulusların hak eşitliğine ve bu ulusların emekcilerinin birliğine
giden yolu duzlemeye uygun başka bir sloganın, devrimci bir sloganın
gecirilmesini talep ediyordu. Boyle bir slogan, komunistler tarafından
koyulan ulusların ve somurgelerin aynlıp ayn devlet kurma hakkı
sloganıdır.



Bu sloganın üstünlükleri şunlardır:
1 — Bir ulusun emekcilerini, bir başka ulusun emekcileri hakkında
herhangi bir fetih emeli beslemekle suclamanın her turlu vesilesini
yok eder, yani karşılıklı guven ve gonullu birleşme icin zemin hazırlar.
2 — Sahtekarca kendi kaderini tayinden soz eden, fakat tum
haklarına sahip olmayan halkları ve somurgeleri boyunduruk altında
tutmaya, kendi emperyalist devletinin cercevesi icinde tutmaya
cabalayan emperyalistlerin yuzundeki maskeyi duşurur ve boylece bu
halkların ve somurgelerin emperyalizme karşı kurtuluş mucadelesini
guclendirir.
Kanıtlamaya gerek yoktur ki, Rus işcileri iktidara geldikten sonra,
eğer halkların ayrılıp ayrı devlet kurma hakkını ilan etmeselerdi, eğer
halkların bu vazgecilmez haklarını gercekleştirmeye hazır olduklarını
fiille kanıtlamasalardı, eğer —diyelim ki— Finlandiya uzerindeki
“hak”larından vazgecmeselerdi (1917), eğer Kuzey İran’dan birlikleri
geri cekmeselerdi (1917), Moğolistan’ın, Cin’in bir bolumu uzerindeki
“hak” iddialarından vazgecmeselerdi vs. vsb., Batı’nın ve Doğu’nun
diğer uluslarından yoldaşlarının sempatisini kazanamazlardı.
Aynı şekilde, emperyalistlerin kendi kaderini tayin bayrağıyla ustaca
gizlenmiş siyaseti son zamanlarda, Doğu’da ust uste, başansızlığa
uğruyorsa, bunun nedeninin de, başka şeylerin ya-nısıra,
emperyalizmin buralarda gittikce guclenen ve halklann ayrılıp ayn
devlet kurma hakkı sloganı ajitasyonu temelinde buyuyen kurtuluş
hareketleriyle karşılaşması olduğuna kuşku yoktur. Baku “Eylem ve
Propaganda Konseyi”nin [25] birkac onemsiz falsosuna hararetle iftira
atan II. ve II bucukuncu Entemasyonal’in kahramanlan bunu
kavrayamıyor; oysa bunu, soz konusu “Konsey”in bir yıllık varlığı
suresinceki faaliyetini, Asya ve Afrika somurgelerinin son iki-uc yıllık
kurtuluş hareketlerini inceleme uğraşına katlanan herkes
kavrayabilir.
Ucuncu etken, ulusal ve somurgesel sorunla, sermayenin egemenliği,
kapitalizmin devrilmesi, proletarya diktatorluğu sorunu arasındaki
organik bağın ortaya cıkarılmasıdır. II. Enternasyonal doneminde
minimal bir kapsamla kısıtlanan ulusal sorun, tek başına ve kendi
icinde bir sorun, yaklaşan proleter devrimi ile bağıntı dışında bir
sorun olarak ele alınırdı. Ulusal sorunun proleter devrimden once,
kapitalizmin cercevesi icinde bir dizi reformlar aracılığıyla
“kendiliğinden” cozuleceği, proleter devrimin ulusal sorunun kokten
cozumu olmaksızın gercekleştirileceği ve, tersinden, ulusal sorunun
sermayenin iktidarının yıkılması ve proleter devrimin zaferi
olmaksızın, bu zaferden once cozulebileceği zımnen varsayılıyordu.
Olayları bu aslında emperyalistce kavrayış tarzı, Springer ve Bauer’in
ulusal sorun uzerine bilinen yazılarında, baştan sona kırmızı bir şerit
gibi uzayıp gider. Ne var ki son on yıl, ulusal sorunu boyle
kavramanın ne denli yanlış, ne denli curuk olduğunu kanıtladı.
Emperyalist savaş gostermiş ve son yılların devrimci pratiği bir kez
daha doğrulamıştır ki:
1 — Ulusal ve somurgesel sorun, sermayenin egemenliğinden
kurtuluş sorunundan ayrılamaz;
2 — Emperyalizm (kapitalizmin en yuksek bicimi), tum haklarına
sahip olmayan ulusların ve somurgelerin politik ve ekonomik
koleleştirilmesi olmaksızın varolamaz;
3 — Sermayenin iktidarı yıkılmaksızın, tum haklarına sahip olmayan
uluslar ve somurgeler kurtanlamazlar;
4 — Tum haklarına sahip olmayan uluslar ve somurgeler
emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmaksızın, proletaryanın
zaferi kalıcı olamaz.
Avrupa ve Amerika, sosyalizm ile emperyalizm arasındaki tayin edici
mucadelelerin cephesi, sahnesi olarak tanımlanabilirse,
hammaddeleri, yakıtları, besin maddeleri ve muazzam insan
malzemesi mevcuduyla tum haklarına sahip olmayan uluslar ve
somurgeler, emperyalizmin cephe gerisi, yedeği olarak tanımlanmak
zorundadır. Savaşı kazanmak icin sadece cephede zafer kazanmak
yetmez, duşmanın cephe gerisini, yedeklerini de devrimcileştirmek
zorunludur. Bu nedenle proleter dunya devriminin zaferi, ancak
proletarya, kendi devrimci mucadelesini tum haklarına sahip
olmayan ulusların ve somurgelerin emekci kitlelerinin,
emperyalistlerin iktidarına karşı, proletarya diktatorluğu icin
kurtuluş hareketiyle birleştirmeyi bildiğinde guvence altına alınmış
olarak gorulebilir. Ulusal ve somurgesel sorunu, Batı’da buyuyen
proleter devrimleri doneminde iktidar sorunundan ayırdıklarında, II.
ve II bucukuncu Enternasyonal politikacıları işte bu “kucuk ayrıntı”yı
dikkate almamışlardır.
Dorduncu etken, ceşitli milliyetlerin emekci kitleleri arasında
kardeşce bir işbirliği kurmanın koşullarından biri olarak, ulusal
sorunun icine yeni bir unsurun, milliyetlerin fiilen (ve yalnızca
hukuken değil) eşit kılınması unsurunun getirilmesidir (ileri
milliyetlerin kulturel ve ekonomik seviyesine ulaşabilmeleri icin geri
milliyetlere yardım, destek sunmak). II. Enternasyonal doneminde
“ulusal hak eşitliği”nin ilanıyla sınırlı kalınırdı. En iyi halde de boyle
bir hak eşitliğinin gercekleştirilmesi talebinden oteye gidilmezdi. Ama,
aslında cok onemli bir siyasi kazanım olan ulusal hak eşitliği, bu.
haktan yararlanmak icin yeterince kaynak ve olanak yoksa, boş bir
seda olarak kalmak tehlikesiyle karşı karşıyadır. Hic kuşku yok ki,
geri halkların emekci kitleleri, “ulusal hak eşitliği”nin kendilerine
tanıdığı haklardan, ileri ulusların emekci kitlelerinin
yararlanabilecekleri oranda yararlanacak durumda değildirler: bazı
ulusların gecmişten miras aldıkları, bir iki yılda ortadan
kaldırılamayacak (kulturel ve ekonomik) gerilik, kendini hissettirir.
Bu husus, kapitalizm aşamasından gecememiş, hatta kapitalizmin
yoluna hic girmemiş ve hic ya da hemen hemen hic kendi proletaryası
olmayan bir dizi halkın varolduğu, bu milliyetlerin emekci kitlelerinin,
halihazırda gercekleştirilmiş olan tam ulusal eşitliğe rağmen, kulturel
ve ekonomik gerilikleri nedeniyle, kazandıkları haklardan yeterince
yararlanacak durumda olmadığı Rusya’da da kendini hissettiriyor.
Batı’da, proletaryanın zaferinin “ertesi gununde”, ceşitli gelişme
aşamalarında bulunan cok sayıda geri somurge ve yan-somurgeler
kacınılmaz olarak sahneye cıktığında, bu durum kendini daha şiddetli
bir şekilde hissetirecektir. Tam da bu yuzden, ileri ulusların muzaffer
proletaryasının, geri ulusların proletaryasına kulturel ve ekonomik
gelişmelerine yardımda bulunması, gercek ve surekli yardımda
bulunması, daha yuksek bir gelişme aşamasına gecmeleri ve ileri
uluslara yetişmeleri icin, onlara yardım etmesi zorunludur. Bu
yardım olmaksızın, ceşitli ulusların ve halkların emekcilerinin
yekpare bir dunya ekonomisi icinde barış icinde birarada yaşamaları
ve kardeşce işbirliği yapmalarını sağlamak, sosyalizmin nihai zaferi
icin o denli zorunlu olan bu koşulu gercekleştirmek olanaksızdır.
Ama buradan şu sonuc cıkar ki, sadece “ulusal hak eşitliği” ile sınırlı
kalınamaz, “ulusal hak eşitliği”nden, ulusların fiilen eşit kılınması
anlamına gelen onlemlere gecmek ve aşağıdaki gibi pratik onlemlerin
hazırlanması ve uygulanmasına gecmek
zorunludur:
1 — Geri kalmış ulusların ve halkların ekonomik durumlarının,
yaşam tarzlarının ve kulturlerinin araştırılması;
2 — Bu halkların kulturlerinin geliştirilmesi;
3 — Bu halkların siyasi olarak aydınlatılması;
4 — Tedricen ve acısız bir şekilde daha yuksek iktisat bicimlerine
gecmeleri;
5 — Geri kalmış ulusların ve ileri ulusların emekcileri arasında bir
ekonomik işbirliğinin kurulması.
Rus komunistlerinin ulusal sorunu ele alışlarının yeni bicimini
karakterize eden dort temel etken bunlardır.
2 Mayıs 1921
“Pravda” No. 98, 8 Mayıs 1921.
J.V. STALİN


——————–
[24] II bucukuncu Enternasyonal —”Sosyalist Partilerin Uluslararası
İşci Birliği”—, 1921 Şubatı’nda Viyana’da yapılan kuruluş
konferansında, devrimci işci kitlelerinin baskısı altında zaman zaman
II. Enternasyonalden tecrit olan merkez partileri ve grupları
tarafından oluşturuldu. Sozde II. Enternasyonal’i eleştiren II
bucukuncu Enternasyonal’in liderleri (F. Adler, O. Bauer, L. Martov
ve diğerleri) gercekte proletarya hareketinin en onemli sorunlarında
oportunist bir siyaset izlediler ve işci kitleleri uzerinde komunistlerin
artan etkisine karşı koyabilmek icin oluşturulan birlikten yararlanma
cabasında oldular. 1923′de II bucukuncu Enternasyonal II.
Enternasyonal ile yeniden birleşti. (s. 136)
[25] “Doğu Halkları Eylem ve Propaganda Konseyi”, 1920 Eylulunde
Baku’da toplanan Doğu Halkları I. Kongresi’nde oluşturuldu.
Konseyin amacı Doğu’da kurtuluş hareketlerini desteklemek ve
birleştirmekti; varlığı yaklaşık bir yıl surdu. (s. 139)
Kaynak: J.V.Stalin, Marksizm, Ulusal Sorun ve Somurge Sorunu,
cev.: İsmail Yarkın, İnter yay., s. 136-142, 1996

Bu Blogda Ara