Makaleler
Viladimir İliç Lenin
-I- 



Viladimir İliç Lenin
Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı


13 Kasım 1905 tarihinde
Noveya Zhizn, Sayı: 12'de yayınlandı.
Bütün Eserler, Cilt: 10, s. 44-49


Rusya'da Sosyal-Demokrat çalışma için Ekim Devrimi'nden[2*] sonra ortaya çıkan yeni koşullar parti edebiyati sorununu gündeme getirmiştir. Yasal basınla yasadışı basın arasındaki ayrım; feodal, otokratik Rusya döneminden kalan bu hazin miras, artık ortadan kalkmaya başlamıştır. Ancak henüz yitip gitmış değildir, buna daha çok zaman var. Başbakanımızın ikiyüzlü hükümeti hâlâ öylesin azgın delilik halinde ki, Izvestia Soveta Rabochikh Deputatov,[3*] "yasadışı" basılıyor; ne var ki, hükümetin engelleyecek gücü olmadığı bir şeyi "yasaklamak' için başvurduğu budalaca girişimIer, hükümeti rezil etmekten, daha çok manevi darbeler almasına yolaçmaktan başka sonuç vermiyor.
Yasal basınla yasadışı basın arasında bir ayrılık sürdüğü sıralarda, partili basın ile partili olmayan basın sorunu, çok basit ve çok yanlış, saçma bir biçimde çözülmüştü. Bütün yasadışı basın, örgütlerce yayınlanmakta ve şu ya da bu partili gruba bağlı gruplarca yürütülmekteydi. Bütün yasal basın partili olmayan basındı (çünkü partiler yasaklanmıştı) ama, şu ya da bu parti çevresinde "yoğunlaşmalar" vardı. Doğal olmayan yakınlıklar, garip "dostluklar", sahte dayanışmalar kaçınılmazdı. Parti görüşlerini dile getirmeye çalışan kimselerin zoraki sakınganlıkları ile bu düzeyde görüşlere henüz ulaşmamış kimselerin fikir zayıflıkları ya da fikir korkaklıkları birbirine karışmıştı.
Ezopça bir dilin, edebi tutsaklığın, kölece nutukların ve ideolojik kulluğun sürdüğü, lanet olasi bir dönem! Rusya'da taze ve canlı ne varsa hepsini kurutan bu pis havaya proleterya bir son verdi. Ama Rusya'ya bugüne kadar ancak yarı özgürlüğünü kazandırabildi proletarya.
Devrim henüz sona ermedi. Çarlık yönetirni devrimi yenecek güçte değil, ama devrim de çarlığı yenecek güçte değil daha. Kaldı ki, apaçık, düpedüz, dosdoğru ve tutarlı bir parti ruhu ile gizli, üstü örtülü, "diplomatik" ve sahte bir "yasallığın" her yerde ve herşeyde doğal olmayan bir birleşim içinde yer aldığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu doğal olmayan birleşim bizim gazetede bile kendini gösteriyor; Bay Guçkov ılımlı liberal burjuva gazetelerin yayınlanmasını yasaklayan Sosyal-Demokrat zorbalıkla istediği kadar alay etsin, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisi'nin Merkez Organı Proletary'ye [4*] polisçe yönetilen, otokratik Rusya'nın kapılarının kapalı olduğu da bir gerçek.
Ne olursa olsun, yarı yolda ilerleyen devrim, işlerin yeni bir doğrultuda düzenlenebilmesi için hepimizin bir an önce çalışmaya koyulrnasını zorunlu kılmaktadır. Bugünkü edebiyatın, "yasal" olarak yayınlananı da dahil, onda dokuzu parti edebiyatı olabilir. Parti edebiyatı da olmak zorundadır. Burjuva törelerine; kazanç sağlayan, ticari burjuva basınına, burjuva edebi kariyerizme ve bireyciliğe, "aristokratik anarşizme" ve kâr peşinde koşmaya karşıt yönde, sosyalist proleterya, parti edebiyatı ilkesini öne sürmeli, bu ilkeyi geliştirmeli ve elden geldiğince onu tam ve eksiksiz olarak pratiğe geçirmelidir.
Bu parti edebiyati ilkesi nedir? Sosyalist proletarya açısından edebiyat, bireyler ya da topluluklar için bir zenginleşme aracı olmamalıdır diyemeyiz sadece; edebiyat proletaryanın genel davasından bağımsız, bireysel bir girişim olamaz kesinlikle. Kahrolsun partisiz yazarlar! Kahrolsun edebiyatın üstün insanlari! Edebiyat, proletaryanın genel davasının bir parçası haline gelmeli, bütün proletaryanın politik olarak bilinçli bütün öncüleri tarafından harekete geçirilen o tek ve büyük Sosyal-Demokrat mekanizmanın "küçük bir çarkı ve vidası" olmalıdır.
"Her benzetmede bir kusur vardır" der bir Alrnan atasözü. Benim edebiyatı bir dışliye, canlı bir hareketi, bir mekanizmaya benzetişim de öyle olabilir. Fikirlerin özgürce çarpışmasını, eleştiri özgürlüğünü, edebi yaratım özgürlüğünü, vs., vs., alçaltıyor, öldürüyor, "bürokratlaştırıyor" diye böyle bir benzetme karşısında çığlığı basacak isterik aydınlar bulunacaktır belki de. Ancak bu gibi çığlıklar, burjuva aydın bireyciliğinin bir ifadesinden başka bir anlama gelmeyecektir. Edebiyatın, mekanik bir ayarlamaya ya da aynı bir düzen içine konmaya, çoğunluğun azınlık üzerinde baskı yaratmasına açık olmadığı, sugötürmez bir gerçektir. Bu alanda kişisel girişkenliğe, bireysel eğilimlere, düşünce ve hayalgücüne, biçim ve içeriğe kesinlikle daha geniş yer verilmesi gerektiği de kuşku götürmez. Bunların hiçbiri yadsınamaz; ama bütün bunlar, proletarya partisi davasının edebi cephesinin, öbür cepheleriyle mekanik bir biçimde bir tutulamayacağını gösterir sadece. Ancak bu da, burjuvaziye ve burjuva demokrasisine yabancı ve garip gelen, edebiyatın mutlaka, ister istemez Sosyal-Demokrat Parti çalışmasının bir öğesi olması gerektiğini, bu çalışmanın bütün öbür öğelerine ayrılmaz bir biçimde bağlı olduğu gerçeğini ortadan kaldırrnaz. Gazeteler, çeşitli parti örgütlerinin organları haline gelmeli ve bu gazetelerin yazarları mutlaka bu örgütlerin üyesi olmalıdırlar. Yayın ve dağıtım merkezleri, kitapçılar ve kitaplıklar, kitabevleri ile benzer kuruluşlar, bütün bunlar, Parti denetimi altında olmalıdır. Örgütlü sosyalist proleterya, bütün bu çalışmaları kendi gözetirninde bulundurmalı, baştan sona denetlemeli ve ayrımsız, bütün her yere, yaşayan proleterya davasının hayat dolu akışını götürmeli ve böylece, "yazarın işi yazmak, okuyucununki okumak" diyen o yarı Oblomovcu, yan bezirgan, eski Rus ilkesinin ayaklarını yerden kesmelidir.
Asya'ya özgü sansürün ve Avrupa burjuvazisinın yozlaştırdığı edebi çalışmaların böyle bir anda dönüşüme uğratılabileceğini öne sürmüyoruz pek tabii.. Öçüleri belirli herhangi bir sistemi savunrnak, ya da sorunu bir takım buyrultularla çözmeye kalkmak aklımızın ucundan bile geçmez. Kupkuru şemaların uygulanması en az sözkonusu olacak şeydir burda. Tüm partimiz ve Rusya'da siyasal bilinçli Sosyal-Demokrat proleteryanın tümü, bu yeni sorunun farkına varmalı, onu yakından tanımalı ve heryerde çözmeye çalışmalıdır, aslında yapılması gereken şey budur. Feodal sansürün zincirlerinden kurtulan bizler, burjuva bezirgan edebi ilişkilerin tutsağı haline gelmek istemiyoruz, gelmeyeceğiz de. Yalnız polis baskısından değil, ama sermayenin de egemenliğinden, tüccarlıktan, dahası, burjuva-anarşist bireycilikten arınmiş, özgür bir basın yaratmak istiyoruz, yaratacağız da.
Bu son sözler okuyucuya aykırı ya da hakaretmiş gibi gelebilir. Özgürlüğün coşkulu savunucusu birkaç aydın "ne!" diye bağıracaklardır belki de. Demek, siz yazı yazmak gibi alabildiğine ince, bireysel bir konuyu ortaklaşa denetim altına almak istiyorsunuz! Bilimin, felsefenin ya da estetiğin sorunlarını oy çoğunluğuyla işçiler çözsün istiyorsunuz! Bütünlükle bireysel olan fikirsel çalışmanın mutlak özgürlüğünü inkar ediyorsunuz demek!
Sakin olun, baylar! En önce, biz burda partili edebiyatı ve onun parti denetimine bağlılığını tartışıyoruz. Herkes hiçbir kısıtlama olmaksızın dilediğince söyleyip yazmakta özgürdür. Ama, (parti dahil) bütün özgür kuruluşlar da, parti düşmanı düşüncelere sahip çıkmak için partiden yararlanan üyeleri kovmakta özgürdür. Söz ve basın özgürlüğü tam olmalıdır. Ancak, örgütlenme özgürlüğü de tam olmalıdır. Ben söz özgürlüğü adına sana haykırma, yalan söyleme ve canın ne istiyorsa onu yazma hakkını tam olarak tanımak zorundayım. Ama sen de örgütlenme özgürlüğü adına bana şu ya da bu görüşlere sahip çıkan kimselerle biraraya gelme ya da ayrılma hakkını vermelisin. Parti, kendi düşmanı görüşlere sahip çıkan kimseleri kendinden arındırmadikça önce ideolojik, sonra maddi açıdan çözülüp dağılması kaçınılmaz olan özgür bir kuruluştur. Partili görüş1erle parti düşmanı görüşler arasındaki sınırı belirleyebilmek için ortada parti programı, partinin taktik kararları ve tüzüğü, en sonunda da, proleteryanın uluslararası özgür kuruluş1arının, uluslararası Sosyal-Demokrasi'nin tüm deneyleri vardır; proleterya partileri içinde bütünlükle tutarlı, tastamam Marksist, tümüyle doğru olmayan bireysel öğe ve eğilimler varolagelmiştir hep, ama buna karşılık, bu partilerin kendi safları içinde hep dönem dönem "temizlikler" de olmuştur. Aynı şey, burjuva "eleştirl özgürlükçüsü" baylar, bizim Partimiz içinde de olacaktır. Bir kitle partisi haline gelmek üzereyiz, açık bir örgüt olmaya doğru hızlı bir değişim geçiriyoruz; (Marksist açıdan) tutarsız birçok kimse, hatta bazı Hıristiyan unsurlar, belki mistik kişiler bile gelip aramıza katılacaktır, kaçınılmaz bir şey bu. Ama, midemiz sağlam ve taş gibi Marksistiz. Tutarsız unsurları kendi içimizde özümleyeceğiz. Parti içinde fikir ve eleştiri özgürlüğü, insanların parti adı verilen özgür kuruluşlarda örgütlenrne özgürlüğünü bize unutturamayacaktır hiçbir zaman.
İkinci olarak da, sayın burjuva bireyciler, mutlak özgürlük üstüne çektiğiniz söylevlerin ikiyüzlülükten başka birşey olmadığını söyleyeceğiz sizlere. Para gücü üzerine kurulmuş bir toplumda, bir avuç zengin insan asalak halinde yaşarken emekçi yığınların yoksulluk içinde süründükleri bir toplumda gerçek. fiili hiçbir "özgürlük" olamaz. Siz, Bay Yazar, sizden allı pullu, çerçeve içinde[*] açıksaçıklık ve "kutsal" sahne sanatı "üstüne örtülü" bir kılıf içinde fuhuş isteyen burjuva yayıncıya karşı, burjuva kamuya karşı özgür müsünüz? O mutlak özgürlük denen şey ya bir burjuva palavrasıdır, ya da (bir dünya görüşü olarak anarşizm, tersine çevrilmiş burjuva düşüncesi olduğu için) anarşist bir palavradır. İnsan hem toplum içinde yaşayıp, hem de ondan özgür olamaz. Burjuva yazarın, sanatçının, oyuncunun özgürlüğü, para kesesine, çürümeye, satılık olmaya gizlice (ya da ikiyüzlü biçimde gizlice) bağımlılıktan başka bir şey değildir.
İşte biz sosyalistler, bu ikiyüzlülüğü açığa seriyor, sahte etiketleri söküyoruz; bunu da, sınıfsız bir edebiyat ve sanata varmak için değil (çünkü böyle bir şey sınıf-dışı, sosyalist bir toplumda olabilir ancak), ama, gerçekte burjuvaziye bağlı bu ikiyüzlü özgür edebiyatın karşısına, açıkça proletaryaya bağlı, gerçekten özgür bir edebiyat çıkarmak için yapıyoruz.
Bu edebiyat özgür bir edebiyat olacaktır, çünkü bu edebiyatın saflarına hep yeni güçler katacak olan şey, hırb ya da kariyerizm değil, sosyalizm fikri ve emekçilere duyulan yakınlık olacaktır. Bu edebiyat özgür olacaktır, çünkü bir takım içi geçmiş kadınlara, şişmanlamaktan yakınan, canı sıkkın "üst tabaka"ya değil, ülkenin gözbebeği, gücü ve geleceği olan milyonlarca, yüz milyonlarca emekçiye hizmet edecektir. Bu özgür edebiyat insanoğlunun devrirnci düşüncesindeki son sözü sosyalist proletaryanın deneyi ve canlı faaliyetiyle zenginleştirecek, geçmişin deneyi (ilkel, ütopik biçimlerinden başlayarak gelişen sosyalizmin vardığı son aşama olan bilimsel sosyalizm) ile günümüzün deneyi (işçi yoldaşların bugünkü mücadelesi) arasında sürekli bir karşılıklı etki yaratacaktır.
O halde yoldaşlar, iş başına! Yeni ve güç bir görevle karşı karşıyayız. Ama, Sosyal-Demokrat işçi sınıfı hareketine kopmaz bir biçimde bağlı, geniş, zengin ve renkli bir edebiyatı örgütlemek gibi soylu ve gönendirici bir görev. Bütün Sosyal-Demokrat edebiyat Parti edebiyatı haline gelmelidir. Bütün gazeteler, dergiler, yayınevleri, vs.. çalışmalarına hemen yeniden çekidüzen verrneli, Partinin şu yada bu örgütüyle şu ya da bu biçimde bütünleşecek bir şekle doğru gitmelidir. "Sosyal Demokrat" edebiyat ancak o zaman kendi adına gerçekten yaraşır bir hale gelecek, ancak o zaman görevini yerine getirecek ve burjuva toplum çerçevesi içinde bile, burjuvaziye kölelik etmekten kurtularak, gerçekten en ön saflarda yürüyen ve sonuna kadar devrimci olan sınıfın hareketi içinde yer alacaktır.





Dipnotlar

[1*] Bu yazı, 1905 Kasımında, sürgünden sonra Lenin St. Petersburg'a geldiği zaman, yasal Bolşevik gazetesi, Novaya Zhizn'in (Yeni Hayat'ın) 12. sayısında yayınlanmıştı.
Novaya Zhizn, 1905'te, St. Petersburg'da Ekim'den Kasım'a kadar günlük olarak çıktı. St. Petersburg'a dönüşünden sonra Lenin, o dönemde RSDİP'nin Merkezi Organı haline gelmiş olan gazetenin yayımcısı oldu. Gazeteye yazanlar arasında V.V. Vorovski, M.S. Olminski ve A.V. Lunaçarski de vardı. Gazeteye mali destek sağlayan Maksim Gorki'nin de gazete üstünde etkinle bulunuyordu.
Novaya Zhizn, yetkili makamlann sürekli baskısıyla karşılaştı. 27 sayısından onbeşine el kondu ve yokedildi. Gazete 27. sayısından sonra kapatıldı. En son 28. sayı yasa-dışı çıktı.
[2*] Burda sözkonusu, halka sivil haklar tanıyan 17 Ekim 1905 Mantfestosu'nu çarın çıkarmasına yol aran 1905 Ekim'indeki genel siyasi grevdir. Bolşevikler kendi gazetelerini yasal yoldan çıkarılmasında bu yerel basın özgürlüğünden yararlandılar. Aralık ayından sonra 1905 silahlı ayaklanması bastırıldı. Otokrasi işçi örgütleri ile yayınlarına karşı saldırıya geçti.
[3*] Izvestia Soveta Rabochikh Deputatov (İşçi Temsilcileri Sovyeti Bülteni): 1905'te Ekim'den Aralık'a kadar yayınlanmış, St. Petersburg İşçi Temsilcileri Sovyeti organı. On sayı çıkmış, 11. sayı, basılırken polis tarafından toplatılmıştır.
[4*] Proletary (Proleter): Üçüncü Parti Kurultayı'nın kararıyla kurulmuş, RSDİP'nin Merkez Organı, yasa dışı Bolşevik haftalık gazete; 1905 Mayısından Kasımına kadar, Lenin'in yayımcılığı altında, Cenova'da yayınlanmış; 26 sayı çıkmıştır (25. ve 26. sayılar, Lenin Rusyaya döndükten sonra, V.V. Vorovski'nin yayımcılığı altında çıkmıştır). Yazı kurulunun sürekli üyeleri arasında A.V. Lunaçarski ile M.S. Olminsmi de vardı. [*] Aslında yanlış yazılmış olması gerekir; yazının bağlamı romanokh'ı (romanları) kastederken, ramkakh (çerçeve) yazılmış.


KÜÇÜK-BURJUVA SOSYALİZMİ VE
PROLETER SOSYALİZMİ






AVRUPA'DAKİ çeşitli sosyalist öğretiler arasında bugün egemen olan marksizmdir. Sosyalist bir düzene ulaşma mücadelesi, hemen hemen tamamıyla işçi sınıfının sosyal-demokrat partilerin öncülüğünde verdiği bir mücadele biçiminde yürütülmektedir. Marksizmin öğretilerine dayanan proleter sosyalizminin bu kesin egemenliği, bir anda değil, ama ancak her türden eskimiş öğretilere, küçük-burjuva sosyalizmine, anarşizme ve benzerlerine karşı verilen uzun bir mücadele sonunda kazanılmıştır. Otuz yıl kadar önce, marksizm, o devrin yaygın olan görüşlerinin aslında geçici, karışık ve eklektik olduğu, küçük-burjuva sosyalizmi ile proleter sosyalizmi arasında yer aldığı Almanya'da bile, [sayfa 214] egemen değildi. Latin ülkeleri, Fransa, İspanya ve Belçika'daki ilerici işçiler arasında en yaygın olan öğretiler prudonculuk, blankicilik ve anarşizmdi. Bu öğretiler ise, proletaryanın değil, ama küçük-burjuvazinin görüş açısını açıkça ortaya koymaktaydılar.
Marksizmin son on yıllardaki bu hızlı ve tam zaferinin nedeni nedir? Gerek iktisadî ve gerekse siyasal açıdan, bütün çağdaş toplumlardaki gelişme ve devrimci hareketin ve ezilen sınıfların mücadelesinin bütün deneyimleri sonucunda marksist görüşlerin doğruluğu daha da ileri bir ölçüde doğrulanmıştır. Küçük-burjuvazinin çöküşü, kaçınılmaz olarak, küçük-burjuva önyargıların ergeç ortadan silinmesine yolaçarken, kapitalizmin büyümesi ve kapitalist toplum içindeki sınıf mücadelesinin yoğunlaşması, proleter sosyalist düşünceler için en iyi propaganda oldu.
Ülkemizdeki eskimiş çeşitli öğretilerin sağlam bir dayanak bulmalarının nedeni, doğal olarak, Rusya'nın geriliğidir. Bir yüzyılın son çeyreği süresince Rus devrimci düşünce tarihinin tümü, küçük-burjuva narodnik sosyalizmine karşı marksizmin yürüttüğü mücadelenin tarihidir. Rus işçi sınıfı hareketinin hızla büyümesi ve dikkate değer başarıları sonunda marksizm, Rusya'da da zafere ulaşmış iken, devrimciliği kuşku götürmeyen bir köylü hareketinin gelişmesi —özellikle 1902'de Ukrayna'daki ünlü köylü ayaklanmalarından sonra— ise, yaşı geçmiş narodnikliğin belli bir ölçüde yeniden canlanmasına neden olmuştur. Eski, süslü narodnik teorileri ile son moda Avrupa oportünizmi (revizyonizm, bernştayncılık ve Marx'ın eleştirilmesi), sözde sosyalist-devrimcilerin özgün ideolojik dağarcıklarının tümünü sağlarlar. Köylü sorununun, gerek saf narodnikler ve gerekse sosyalist-devrimciler ile marksistler arasındaki esas çatışma noktası olmasının nedeni budur.
Narodizm belli bir ölçüye kadar bütün ve tutarlı bir öğretiydi. Bu öğreti, Rusya'da kapitalizmin egemenliğini [sayfa 215] yadsıyordu; fabrika isçilerinin, bütün proletaryanın ön safta savaşçılığı rollerini yadsıdı; burjuva siyasal özgürlüğünü ve siyasal bir devrimin önemini yadsıdı; küçük tarıma dayanan köylü komününden kaynaklanan, ivedi bir sosyalist devrim önerdi. Bu teorinin bütünlüğünden bugün arta kalan, sadece kırıntılardır. Ama günümüzün karşıtlıklarını kavramak ve bu karşıtlıkların ağız kavgası haline getirilerek bozulmalarını önlemek için, insanın sosyalist-devrimcilerimizin hatalarının belli başlı genel narodnik köklerini daima anımsaması gerekir.
Narodnikler, mujiği, Rusya'da geleceğin adamı olarak düşünüyorlardı. Bu görüş, kaçınılmaz olarak onların köylü komününün sosyalist niteliğine olan sonsuz güvenlerinden ve kapitalizmin geleceği konusundaki güvensizliklerinden doğmaktadır. Marksistlere göre Rusya'da, geleceğin adamı işçiydi ve kapitalizmin gerek sanayi ve gerekse tarım alanındaki gelişmesi onların görüşlerinin gittikçe daha fazla doğrulanmasını sağlıyordu. Rusya'daki işçi sınıfı hareketi kendisini kabul ettirmiştir, ama köylü hareketine gelince, narodizm ile marksizmi birbirinden ayıran uçurum, bugüne dek onların bu hareketi değişik yorumlamalarında kendini göstermiştir. Narodniklere göre köylü hareketi marksizmin çürütülmesin! sağlar. O, doğrudan bir sosyalist devrimden yana olan bir harekettir; o, burjuva siyasal özgürlüğünü tanımaz; o, büyük değil, ama küçük üretimden kaynaklanır; sözün kısası, narodniklere göre, gerçekten, içten olarak sosyalist olan ve doğrudan doğruya sosyalist olan hareket köylü hareketidir. Narodniklerin köylü komününe olan sonsuz güvenleri ve anarşizmin narodnik damgası, bu türden sonuçların neden kaçınılmaz olduğunu tamamıyla anlatmaktadır.
Marksiste göre, köylü hareketi, sosyalist değil, demokratik bir harekettir. Tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi Rusya'da da, bu hareket, iktisadî ve toplumsal içeriği açısından burjuva olan demokratik devrimin zorunlu bir parçasıdır. Köylü hareketi, hiç bir şekilde, burjuva düzeninin temellerine, [sayfa 216] meta üretimine ya da sermayeye karşı yöneltilmiş değildir. Tam tersine, kırsal bölgelerdeki eski, serf, ve kapitalizm-öncesi ilişkilere karşı, serfliğin bütün kalıntılarının temel direği olan toprakbeyliğine karşı yöneltilmiştir. Sonuç olarak, bu köylü hareketinin tam zaferi, kapitalizmi ortadan kaldırmayacak; tam tersine, onun gelişmesi için daha geniş bir alan yaratarak tam anlamıyla kapitalist gelişmeyi hızlandıracak ve yoğunlaştıracaktır. Köylü ayaklanmasının tam zaferi, ancak, ilk kez, içinde burjuvaziye karşı bîr proleter mücadelesinin en saf biçimiyle gelişeceği demokratik bir burjuva cumhuriyeti için iyi savunulan bir kale yaratabilir. O halde bunlar, sosyalist-devrimciler ile sosyal-demokratlar arasında yer alan ilkeler uçurumunu incelemek isteyen herkesin açıkça kavraması gereken birbirine karşıt iki görüştür. Görüşlerden birine göre, köylü hareketi, sosyalist bir harekettir. Diğerine göre ise burjuva-demokratik bir harekettir. Dolayısıyla, Ortodoks marksistlerin köylü sorununu ihmal ettiklerini yüzüncü kez yineleyen (örneğin, Revolutsiyonnaya Rossiya'ya, bakınız) sosyalist-devrimcilerin bilisizliklerini ortaya koyduklarını herkes açıkça görebilir. Bu türden kaba bilisizlikle savaşmanın tek yolu vardır. O da, işin ABC'sini yinelemek, eski tutarlı narodnik görüşleri ortaya koymak ve yüzüncü ya da bininci kez onlarla aramızdaki gerçek ayrılığı, köylü sorununu dikkate almayı kabul etmeyi istemek ya da istememek ya da bu ayrılığın, köylü sorununun tanınması ya da tanınmaması değil, Rusya'da günümüz köylü hareketi ve günümüz köylü sorunu konusundaki farklı yorumlarımızdan doğduğuna parmak basmaktır. Marksistlerin Rusya'daki köylü sorununu ihmal ettiklerini söyleyen kimse, öncelikle tam bir bilisizdir. Çünkü Plehanov'un (yirmi yıl kadar önce yayımlanan) Aramızdaki Ayrılıklar adlı yazısıyla başlamak üzere Rus marksistlerinin başlıca yapıtlarının tümü, temel olarak Rus köylü sorunu üzerindeki narodnik görüşlerin yanlışlığının ortaya konulmasına [sayfa 217] ayrılmıştır. İkincisi, marksistlerin köylü sorununu ihmal ettiklerini söyleyen kimse, dolayısıyla ilkelerdeki gerçek ayrılığın tam bir yorumunu yapmaktan kaçınmak isteğini tanıtlamış olmaktadır. Günümüz köylü hareketinin burjuva-demokratik hareket olup olmadığı, nesnel olarak serflik kalıntılarına karşı yöneltilmiş olup olmadığı sorununu yanıtlamaktan kaçınma isteğini tanıtlamış olmaktadır.
Sosyalist-devrimciler bu soruya hiç bir zaman açık ve kesin bir yanıt vermemişlerdir ve veremezler de. Çünkü Rusya'deki köylü sorunu hakkında, eski narodnik görüş ile günümüzün marksist görüşü arasında umutsuzca bocalayıp durmaktadırlar. Marksistler, sosyalist-devrimcilerin küçük-burjuvazinin görüş açısını temsil ettiklerini (ve küçük-burjuvazinin ideologları olduklarını) söylerler. Bunun nedeni, sosyalist-devrimcilerin, köylü hareketini yorumlarken, kendilerini küçük-burjuva hatalarından ve narodnik hayallerinden kurtaramamalarıdır.
İşin ABC'sini bir kez daha yinelememizin gereği var. Rusya'da bugünkü köylü hareketinin amacı nedir? Toprak ve özgürlük. Bu hareketin tam zaferinin önemi ne olacaktır? Zafer kazanıldıktan sonra, bu hareket,, toprakbeylerinin ve bürokratların devlet yönetimindeki egemenliklerini ortadan kaldıracaktır. Toprağı kurtardıktan sonra, toprakbeylerinin topraklarını köylülere verecektir. Toprakbeylerinin mülksüzleştirilmesi ve tam anlamıyla özgürlük, meta üretimini ortadan kaldıracak mı? Hayır, kaldırmayacaktır. Toprakbeylerinin mülksüzleştirilmesi ve tam anlamıyla özgürlük, köylü ailelerinin komünal toprak üzerinde gerçekleştirdikleri bireysel çiftçiliği ya da "toplumsallaştırılmış" toprağı ortadan kaldıracak mı? Hayır, kaldırmayacaktır. Toprakbeylerinin mülksüzleştirilmesi ve tam anlamıyla özgürlük, sayısız ata ve ineğe sahip olan zengin köylü ile toprak emekçisi, yarıcı köylü arasındaki uçurumu, yani köy burjuvazisi ile kır proletaryasını ayıran uçurumu ortadan kaldıracak mı? Hayır, [sayfa 218] kaldırmayacaktır. Tam tersine, en yüksek kast (toprakbeyleri) ne kadar tam olarak bozguna uğratılır ve ortadan kaldırılırsa, burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf ayrılığı da o kadar derinleşecektir. Köylü ayaklanmasının tam zaferinin nesnel anlamı ne olacaktır? Bu zaferi serflik düzeninin bütün kalıntılarını temizleyecektir, ama hiç bir şekilde burjuva ekonomik düzenini ya da kapitalizmi ya da toplumun —zengin ve yoksul, burjuvazi ve proletarya olarak— sınıflara bölünmesini ortadan kaldırmayacaktır. Günümüzün köylü hareketi niçin bir burjuva-demokratik harekettir? Çünkü, bürokrasinin ve toprakbeyliğinin iktidarını yıktıktan sonra, sermayenin egemenliğini ortadan kaldırmaksızın, bu demokratik toplumun burjuva kuruluş biçimini değiştirmeksizin, demokratik bir toplum düzeni kuracaktır. Sınıf bilinçli bir işçi, bir sosyalist, günümüzün köylü hareketini nasıl değerlendirmelidir? Bu hareketi desteklemeli, en enerjik biçimde köylülere yardım etmeli, gerek bürokrasinin ve gerekse toprakbeyliğinin iktidarım tamamıyla silip atmak yolunda onlara yardım etmelidir. Bununla birlikte, aynı zamanda, bürokrasinin ve toprakbeyliğinin iktidarını silip atmanın neden yeterli olmadığını köylülere anlatmalıdır. Bu iktidarı devirdikleri zaman, sermayenin iktidarının, burjuvazinin iktidarının da ortadan kaldırılması için hazırlanmaları gerekir. Bu amacı gerçekleştirebilmek için ise, tamamıyla sosyalist, yani marksist bir öğretinin en kısa zamanda yayılması gerekir. Kır proleterleri birleşmeli, birbirleriyle kaynaşmalı ve köy burjuvazisi ile Rus burjuvazisinin tümüne karşı mücadele etmek üzere örgütlenmelidirler. Sınıf bilinçli bir işçi, sosyalist mücadele uğruna demokratik mücadeleyi ya da demokratik mücadele uğruna sosyalist mücadeleyi unutabilir mi? Hayır, sınıf bilinçli bir işçi kendisine sosyal-demokrat adını verir, çünkü bu iki mücadele arasındaki ilişkiyi kavrar. Demokrasi yolundan, siyasal özgürlük yolundan geçmeksizin sosyalizme giden bir yol olmadığını bilir. Bu nedenle, nihaî amaç [sayfa 219] olan sosyalizme ulaşabilmek için tam ve tutarlı bir biçimde demokratlaşmayı elde etmek için çabalar. Demokratik mücadele ile sosyalist mücadelenin koşulları niçin aynı değildir? Çünkü işçilerin elbette bütün mücadelesinin herbirinde, farklı yandaşları olacaktır. İşçiler, demokratik mücadeleyi, burjuvazinin bir kesimi, özellikle küçük-burjuvazi ile birlikte yürütecektir. Öte yandan, sosyalist mücadeleyi ise burjuvazinin tümüne karşı yürüteceklerdir. Bürokrata ve toprakbeyine karşı verilen mücadele, bütün köylülerle birlikte hatta hali-vakti yerinde köylülerle ve orta köylülerle birlikte yürütülebilir ve yürütülmektedir. Öte yandan, burjuvaziye karşı mücadele, ancak kır proletaryası ile birlikte ve bundan dolayı da hali-vakti yerinde olan köylülere karşı tutarlı bir biçimde yürütülebilir.
Eğer sosyalist-devrimcilerin daima ele almaktan uzak durmayı yeğledikleri bütün bu temel marksist gerçekleri akılda tutarsak, onların aşağıdaki "en son" itirazlarını değerlendirmekte güçlük çekmeyiz:
Revolutsiyonnaya Rossiya (n° 75) şöyle haykırıyor: "İlkin, genel olarak, köylüyü, toprakbeyine karşı desteklemek, ardından (yani aynı zamanda), proletaryayı bir an önce toprakbeyine karşı desteklemek yerine, proletaryayı, genel olarak köylüye karşı desteklemek neden gerekliydi; ve bunun, marksizmle ne ilgisi vardır, Allah[1*] bilir."
En ilkel, çocukça saf anarşizmin görüş açısı budur. Uzun yüzyıllardan ve hatta binlerce yıldan beri, insanlık, sömürünün tümünü ve her türünü "bir an önce" ortadan kaldırmayı hayal etmiştir. Dünyanın her yanındaki sömürülenler, kapitalist toplumu, o toplumun evriminin doğal olarak ilerlemekte olduğu doğrultu boyunca değiştirmek amacıyla verilecek tutarlı, inatçı ve kapsamlı bir mücadele uğruna birleşmeye başlayıncaya dek, bu hayaller, sadece birer hayal olarak kaldılar. Ancak Marx'ın bilimsel sosyalizmi, değişimin [sayfa 220] zorunluluğu ile belli bir sınıfın mücadelesini birbirine bağladıktan sonra, sosyalist hayaller, milyonların sosyalist mücadelesine dönüştü. Sınıf mücadelesinin dışındaki sosyalizm, boş bir laf ya da saf bir hayaldir. Bununla birlikte, Rusya'da iki farklı toplumsal gücün iki farklı mücadelesi gözlerimizin önünde yer alıyor. Kapitalist üretim ilişkilerinin varoldukları (ve bu ilişkiler —sosyalist-devrimcilerimiz bilsinler ki— köy komününde bile, yani kendi görüş açılarına göre yüzde-yüz "toplumsallaşmış" olan toprak üzerinde bile vardır) yerde, proletarya, burjuvaziye karşı savaşmaktadır. Küçük toprak sahiplerinin, küçük-burjuvazinin bir kesimi olarak, köylülük, bürokratlara ve toprakbeylerine karşı, serfliğin tüm kalıntılarına karşı savaşmaktadır. Ancak ekonomi politikten ve dünya devrimlerinin tarihinden tamamıyla habersiz olanlar, bunların iki ayrı ve farklı toplumsal savaş olduklarını görmezlikten gelebilirler. "Bir an önce"lik isteminde bulunmak suretiyle bu savaşların farklılıklarına gözlerini kapamak, insanın kendi kafasını kendi kanadının altına saklayarak gerçeğin tahlilini yapmayı reddetmesine benzer.
Eski narodnik görüşlerin bütünlüğünü kaybetmiş olan sosyalist-devrimciler, narodniklerin kendilerinin öğretilerinin bile birçoğunu unutmuşlardır. Aynı Revolutsiyonnaya Rossiya, aynı yazıda şunları söylüyor: "Toprakbeylerinin mülksüzleştirilmeleri için köylülüğe yardım etmek suretiyle, Bay Lenin, bilinçsiz olarak kapitalist tarımın azçok gelişmiş biçimlerinin yıkıntıları üzerinde küçük-burjuva ekonomisinin kurulmasına yardımcı oluyor. Ortodoks marksizmin görüş açısından bu, 'geriye doğru atılmış' bir adım değil midir?"
Ayıptır Baylar! Kendi Bay V. V.'nizi unutuyorsunuz! Onun Kapitalizmin Kaderi adlı yapıtına, Bay Nikolay-on'un[59] Taslaklar'ına ve sizinle aynı düşünceyi paylaşan diğer kaynaklara başvururuz. O zaman, Rusya'daki toprakbeyi çiftçiliğinin, hem serflik düzeninin ve hem de kapitalizmin özelliklerini kendi içinde birleştirdiğini anımsayacaksınız. O [sayfa 221] zaman, angarya düzeninin doğrudan bir kalıntısı olan emek-ranta dayanan bir ekonomik sistemin yarlığını göreceksiniz. Üstelik, eğer Marx’ın Kapital’inin üçüncü cildi gibi ortodoks marksist bir kitaba başvurmak sıkıntısına katlanacak olursanız, angarya sisteminin hiç bir yerde gelişmesinin mümkün olmadığını ve hiç bir yerde gelişmediğini, ve küçük-burjuva köylü çiftçiliği ortamının dışında hiç bir yerde kapitalist çiftçiliğe dönüşmediğini göreceksiniz. Marksizm! parça parça edip dağıtmaya çabalarken çok ilkel yöntemlere, ne oldukları çok önceden ortaya konulmuş yöntemlere başvuruyorsunuz; angarya sistemine dayanan büyük çiftçiliği doğrudan doğruya izleyen bir büyük kapitalist çiftçilik kavramı,gibi gülünç bir biçimde basitleştirilmiş bir kavramı marksizme yüklüyorsunuz. Toprakbeylerinin topraklarından elde edilen verim, köylü çiftliklerinden elde edilen verimden daha yüksek olduğuna göre, toprakbeylerinin topraklarının mülksüzleştirilmesinin geriye doğru atılan bir adım olduğunu iddia ediyorsunuz. Bu tez, ilkokul dördüncü sınıf öğrencisine yakışır. Düşünün baylar: serflik düzeni ortadan kaldırıldığı zaman, düşük verimli köylü toprakları ile yüksek verimli toprakbeyi topraklarını birbirinden ayırmak, "geriye atılmış bir adım" değil miydi?
Rusya'da bugünkü toprakbeyliği ekonomisi, hem serfliğin ve hem de kapitalizmin özelliklerini kendi içinde birleştirmektedir. Nesnel olarak, köylülerin toprakbeylerine karşı bugün verdikleri mücadele, serflik kalıntılarına karşı verilen bir mücadeledir. Bununla birlikte, tek tek her durumu numaralandırmak, tek tek her durumu tartmak ve bir eczacı tartısının kesinliğiyle serflik düzeninin bittiği ve saf kapitalizmin başladığı yeri saptamaya çalışmak, insanın kendi ukalâlığını, marksizme yüklemesi demektir. Küçük bir bakkaldan satın aldığımız eşyaların fiyatının ne kadarının emek-değeri olduğunu, ne kadarının ise bizi dolandırma payı olduğunu hesaplamamız olanaksızdır. Bu, bizim, emek-değer [sayfa 222] teorisini bir kenara atmamız gerektiğini mi gösterir baylar?
Çağdaş toprakbeyliği ekonomisi, hem kapitalizmin ve hem de serflik düzeninin özelliklerini birleştirir. Ama bundan hareket ederek, her özel durumun, her an gösterdiği özellikleri tartmanın, saymanın ve kopya etmenin ve onu şu ya da bu toplumsal kategoriye sokmanın bizim görevimiz olduğu sonucuna ancak ukalâlar varır. Ancak ütopyacılar, iki farklı toplumsal savaş arasında bir farklılık gözetmeye "gerek olmadığı" sonucuna varabilirler. Gerçekten, bundan çıkarılacak tek doğru sonuç, hem programımızda ve hem de taktiklerimizde, kapitalizme karşı saf proleter mücadele ile serflik düzenine karşı genel demokratik (ve genel olarak köylü) mücadelesini birleştirmemizin zorunluluğudur.
Günümüzün yarı-feodal toprakbeyliği ekonomisi içindeki kapitalist özellikler ne kadar belirginleşirse, kır proletaryasını ayrı olarak örgütlemeye girişmek o kadar zorunlu olur. Çünkü bu, zoralım gerçekleşir gerçekleşmez, tamamen kapitalist ya da tamamen proleter olan çelişkilerin kendilerinin çok daha kısa zamanda ortaya çıkmasına yardımcı olacaktır. Toprakbeyliği ekonomisi içindeki kapitalist nitelikler ne kadar belirginleşirse, demokratik zoralım, sosyalizm uğruna verilecek gerçek mücadeleyi o kadar çabuk harekete geçirecektir. Ve dolayısıyla, "toplumsallaştırma" sloganım kullanmak suretiyle demokratik devrimin yanlış bir şekilde idealleştirilmesi çok daha tehlikelidir. Toprakbeyliği ekonomisinin, kapitalist ve serflik ilişkilerinin bir karması olduğu olgusundan çıkarılacak sonuç budur.
Dolayısıyla, tamamen proleter olan mücadele ile genel köylü mücadelesini birleştirmeli, ama bu ikisini birbirine karıştırmamalıyız. Genel demokratik ve genel köylü mücadelesini desteklemeli, ama sınıfsal-olmayan bu mücadele içinde boğulmamalıyız; "toplumsallaştırma" gibi yanlış sloganlar kullanarak, onu asla idealleştirmemeliyiz. Hem kent ve hem de kır proletaryasını tamamıyla bağımsız bir sosyal-demokrat [sayfa 223] sınıf partisinde örgütleme zorunluluğunu asla unutma malıyız. En kararlı demokratlaşmaya en büyük desteği sağlarken, bu parti, meta üretimi sistemi içinde "eşitleştirme" gibi gerici hayallerle ve heveslerle kendisinin devrimci yoldan saptırılmasına izin vermeyecektir. Toprakbeylerine karşı köylülerin mücadelesi, bugün devrimci bir mücadeledir; bugünün ekonomik ve siyasal evrim aşamasında toprakbeylerinin topraklarının zoralımı her yönüyle devrimcidir ve biz, bu devrimci demokratik önlemi destekliyoruz. Bununla birlikte, bu önleme "toplumsallaştırma" adım vermek ve meta üretimi düzeninde toprağa tasarrufta "eşitliğin", mümkün olabileceğini düşünerek hem kendini ve hem de halkı aldatmak, gerici bir küçük-burjuva ütopyasıdır, ki biz, bunu sosyalist gericilere bırakıyoruz. [sayfa 224]

Proletari, s. 24
7 Kasım (25 Ekim) 1905





Dipnotlar

[1*] Özgün metinde Türkçe olarak kullanılmıştır. - ç.



Açıklayıcı Notlar

[58] "Küçük-Burjuva Sosyalizmi ve Proleter Sosyalizmi" adlı yazı, 10 (28) Kasım 1905'te Novaya Jien adlı bolşevik gazetesinin 9. sayısında yeniden yayınlandı. — 214
[59] V. V. — Rusya'da Kapitalizmin Kaderi adlı kitabın yazarı olan V. Vorontsov'un takma adı.
Nikolay -on. — Reform-Sonrası Toplumsal Ekonomimiz Üzerina Taslaklar adlı kitabı yazan N. Danielson'un takma adı.
Her ikiisi de„ 1880'lerin ve 1890'ların liberal narodnik hareketinin ideologlarıydılar. — 221


Sosyalizm ve Din


Bugünkü toplum, tamamen geniş emekçi kitlelerin nüfusunun ufak bir azınlığı; yani toprak sahipleri ve kapitalistler sınıfı tarafından sömürülmesi esası üzerine kurulmuştur. Bütün yaşamları boyunca kapitalistler hesabına çalışan "özgür" işçilere sadece kazanç sağlayan kölelerin yaşamını sürdürmeye, kapitalist köleliğin güvenini ve sürekliliğini sağlamaya yetecek oranda geçim olanağı "tanındığından", bu toplum bir köle toplumudur.
İşçilerin ekonomik baskı altında olmaları, kaçınılmaz biçimde her türlü siyasal baskıya, toplumsal aşağılanmaya, kitlelerin ruhsal ve moral çöküntüsünün artmasına yol açar. İşçiler ekonomik kurtuluşları adına az ya da çok ölçüde siyasal özgürlük elde etmek için savaşabilirler. Ne var ki, kapital gücü yönetimden yok edilmedikçe ne oranda olursa olsun elde edilecek siyasal özgürlük, işçileri yoksulluktan, işsizlikten ve baskıdan kurtaramayacaktır.
Başkaları hesabına çalışmaktan, yerine getirilmeyen isteklerden ve yalnız bırakılmışlıktan yılmış halk kitleleri üzerine her yerde büyük ağırlıkla yüklenen ruhsal baskı biçimlerinden biri dindir. Doğaya yenik düşen ilk insanların tanrılara, şeytanlara, mucizelere ve benzeri şeylere inanmasına yol açışı gibi, sömürülen sınıfların sömürenlere karşı mücadeledeki yetersizliği de kaçınılmaz olarak ölümden sonra daha iyi bir yaşamın varlığına inanmalarına yol açar. Din, bütün yaşamı boyunca çalışan ve yokluk çekenlere, bu dünyada azla yetinmeyi, kısmete boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve öteki dünyada bir cennet umudunu sürdürmeyi öğretir. Oysa yine din, başkalarının emeğinin sırtından geçinenlere bu dünyada hayırseverlik yapmayı öğreterek, sömürücü varlıklarının ceremesini pek ucuza ödemek kolaylığını gösterir ve cenette de rahat yaşamaları için ehven fiyatlı bilet satmaya bakar. Böylelikle din, halkı uyutmak için afyon niteliğindedir. Din, sermaye kölelerinin insancıl düşlerini, insana daha yaraşan bir yaşam isteklerini içinde boğdukları bir çeşit ruhsal içkidir.
Ne var ki, köleliğinin bilincine varmış ve kurtuluşu için mücadeleye başlamış köle, kölelikten yarı yarıya çıkmış demektir. Fabrika endüstrisinin yetiştirdiği ve kent yaşamının aydınlattığı modern, sınıf bilinçli işçi, dinsel önyargıları bir yana atar, cenneti papazlara ve burjuva bağnazlarına bırakır ve bu dünyada kendisi için daha iyi bir yaşam elde etmeye çalışır. Bugünün proletaryası, din bulutuna karşı savaşta bilimden yararlanan ve işçileri bu dünyada daha iyi bir yaşam adına kavga vermek için birleştirerek öteki dünya inancından kurtaran sosyalizmin yanında yer alır.
Din, kişinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir. Sosyalistler, din konusundaki tavırlarını genellikle bu sözlerle belirtirler. Oysa herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için bu sözlerin anlamı kesinlikle açıklanmalıdır. Devlet açısından ele alındığı sürece, dinin kişisel bir sorun olarak kalmasını isteriz. Ancak, Partimiz açısından dini kişisel bir sorun olarak göremeyiz. Dinin devletle ilişkisi olmaması, dinsel kurumların hükümete değin yetkileri bulunmaması gerekir.
Herkes istediği dini izlemek ya da dinsiz, yani kural olarak bütün sosyalistler gibi ateist olmakta tamamen özgür olmalıdır. Vatandaşlar arasında dinsel inançları nedeniyle ayrım yapılmasına kesinlikle göz yumulamaz. Resmi belgelerde bir vatandaşın dininden söz edilmesine de son verilmelidir. Kiliseye ve dinsel kurumlara hiçbir devlet yardımı yapılmamalı, hiçbir ödenek verilmemelidir. Bunlar, devletten tamamen bağımsız, aynı düşüncedeki kişilerin oluşturduğu kurumlar niteliğinde olmalıdır. Ancak bu isteklerin kesinlikle yerine gelmesi halinde, kilisenin devlete Rus vatandaşların ise kiliseye feodal bağımlılıklarının sürdüğü, (bügüne kadar ceza yasalarımızda ve hukuk kitaplarımızda yer alan) engizisyon yasalarının var olduğu ve uygulandığı, insanları inançları ya da inançsızlıkları nedeniyle cezalandırdığı, insanların vicdan özgürlüğünü baltaladığı ve kilisenin şu ya da bu afyonlamasıyla hükümetten gelir ya da mevki sağladığı utanç verici geçmişe son verilebilir. Sosyalist proletaryanın modern devlet ve modern kiliseden istediği, kilise ile devletin birbirlerinden kesinlikle ayrılmasıdır.
Rus devrimi, bu isteği siyasal özgürlüğün bir gereği olarak gerçekleştirmelidir. Polis yönetimli feodal otokrasiye bağlı memurların başkaldırısı, kilise evresinde bile huzursuzluk, tedirginlik ve öfke yarrattığı için din ve devleti ayırma isteğini gerçekleştirmek konusunda Rus devrimi özellikle elverişli bir ortamdadır. Rus Ortodoks din adamları her ne kadar cahilseler de, onlar bile Rusya'daki eski, ortaçağa uygun düzenin yıkılmasıyla patlayan gümbürtüden uyandılar. Onlar bile özgürlük isteğinde birleşiyor, onlar bile bürokratik uygulamalara ve memur zihniyetine, "Tanrının hizmetkârları"nı zorla polise casusluk ettirmek isteyenlere karşı çıkıyorlar. Biz sosyalistler, bu hareketi desteklemeli, kilisenin dürüst ve içten üyelerine doğru sonuca ulaşmaları konusunda yardımcı olmalı, onların özgürlük isteklerini sürdürmelerini sağlamalı ve kilise ile polis arasındaki ilişkiyi koparmalarını onlardan istemeliyiz. Ya içtenlikli ve dürüstsünüzdür, ki o zaman kilise ile devletin ve kilise ile okulun kesinlikle birbirlerinden ayrılmasından, dinin tamamen kişisel bir sorun olarak kabul edilmesinden yana olursunuz. Ya da özgürlük konusunda bu tutarlı istekleri benimsemezsiniz, ki o zaman da engizisyon geleneklerinin hâlâ tutsağı demeksinizdir; rahat memuriyetlerinize ve hükümet kaynaklı gelirlerinize bağlısınız demektir; silahınızın ruhsal gücüne inanmıyorsunuz ve devletten rüşvet almayı sürdürüyorsunuz demektir. O takdirde de bütün Rusya'daki sınıf bilinçli işçiler size amansız bir savaş açacaklardır.
Sosyalist proletaryanın partisi açısından, din kişisel bir konu değildir. Partimiz, işçi sınıfının kurtuluşu adına bir araya gelmiş sınıf bilinçli, ileri savaşçıların toplandıkları bir yerdir. Böylesi bir birlik dinsel inanç biçiminde ortaya sürülen sınıf bilinci yoksunluğuna, bilgisizliğe ve geri kafalılığa kayıtsız kalamaz ve kalmamalıdır. Din diye tanımlanan ve halkın üzerine indirilen koyu sisle, sözlerimizi ve yazılarımızı kullanarak tamamen ideolojik silahlarla savaşabilmek için kilisenin kaldırılmasını istiyoruz. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisini, işçilerin her türlü dinsel uyutmacadan kurtulması adına mücadele etmek için kurduk. Bizim için ideolojik mücadele kişisel bir sorun değil, bütün Partinin, bütün proletaryanın sorunudur.
Madem ki durum böyledir, o halde Programımızda ateist olduğumuzu neden açıklamıyoruz? Hıristiyanların ve öteki dinlere inananların partimize girmesini neden yasaklamıyoruz?
Bu soruya verilecek cevap, din sorununun burjuva demokratları tarafından ortaya konuluşu ile Sosyal Demokratlar (Marksistler-b.n.) tarafından ortaya konuluşu arasındaki ayrımı belirleyecektir.
Bizim Programımız tamamen bilimsel, dahası materyalist dünya görüşü temeli üzerindedir. Bu nedenle Programımızın açıklanması demek, din sisinin gerçek tarihsel ve ekonomik kökenlerinin açıklanmasını da zorunlu kılacak demektir. Propagandamız kaçınılmaz olarak ateizm propagandasını, gerekli bilimsel yayımların yapılmasını, otokrat feodal hükümetin bugüne kadar yasakladığı ve kovuşturduğu yazıların Parti çalışmalarımızın bir dalı haline getirilmesini de içermektedir. Bir zamanlar Engels'in Alman sosyalistlerine verdiği öğüdü şimdi bizim izlememiz gerekebilir: Onsekizinci yüzyıl Fransız Aydınlanma dönemi düşünür ve ateistlerinin yazıları çevirilmeli ve geniş ölçüde yayılmalıdır.
Ancak, hiçbir koşulda din sorununu burjuva radikal demokratlarının sık sık yaptığı gibi, soyut, ülkücü bir biçimde, sınıf mücadelesinden kopuk "entellektüel" bir sorun olarak ortaya koymak yanlışına düşmememiz gerekir. Aşırı baskı temeline oturan ve işçilerin eğitilmediği bir toplumda, dinsel önyargıların sadece propaganda yöntemleriyle yok edilebileceğini sanmak budalalık olur. İnsanlığın üzerindeki din boyunduruğunun, toplumdaki ekonomik boyunduruğun bir sonucu ve yansıması olduğunu akıldan çıkarmak burjuva dar görüşlülüğünden başka birşey değildir. Proletarya kapitalizmin karanlık güçlerine karşı kendi mücadelesiyle aydınlanmadıkça, ne kadar bildiri dağıtılırsa dağıtılsın, ne kadar söz söylenirse söylensin proletaryayı aydınlatmak olanaksızdır. Bizim açımızdan ezilen sınıfın bu dünyada bir cennet yaratmak adına gerçek devrimci mücadelede birleşmesi, öteki dünya cenneti konusunda proletaryanın görüş birliğine gelmesinden daha önemlidir.
İşte bu nedenle Programımızda ateist olduğumuzu belirtmiyoruz ve böyle davranmak zorundayız. İşte bu nedenle, eski önyargılarını henüz sürdüren proleterlerin Partimize katılmalarını engellemiyoruz ve engellememek zorundayız. Biz her zaman bilimsel dünya görüşünü öğütleyeceğiz ve çeşitli "Hıristiyanlar"ın tutarsızlıklarıyla savaşacağız. Fakat bu hiçbir zaman, yeri olmadığı halde din sorununun birinci plana alınması demek değildir. Yine bu hiçbir zaman, gerçekten devrimci ekonomik ve siyasal mücadele güçlerinin üçüncü sınıf görüşler ya da anlamsız fikirler nedeniyle birbirlerinden kopmasına, siyasal önemlerini kaybetmesine, ekonomik gelişim karşısında bir yana itilivermesine göz yummamız da demek değildir.
Her yerde ve şimdilerde de Rusya'da reaksiyoner burjuvazi, gerçekten önemli, temel ekonomik ve siyasal sorunlardan, yani Rus proletaryasının devrimci mücadelede birleşmesiyle bugünlerde çözümlenmeye başlanmış olan sorunlardan kitlelerin dikkatini uzaklaştırmak amacıyla din adına mücadeleyi kendine uğraş edinmiştir. Bugün kendini Kara Yüzler kıyımlarında gösteren ve devrimci mücadeleyi bölmeyi amaçlayan bu reaksiyoner tutum, yarın çok başka ve çok ustalıklı biçimler alabilir. Biz, durum ne olursa olsun, bu reaksiyoner tutum karşısında serinkanlı, dirençli olacağız ve temelde olmayan ayrımların etkilemeyeceği bir öğretiyi, bilimsel dünya görüşünü ve proleter dayanışmasını öğreteceğiz.
Dinin devletten ayrılması açısından, devrimci proletarya dini gerçekten kişisel bir sorun durumuna getirmeyi başaracaktır. Ve ortaçağ kalıntısı küflenmiş görüşlerden arınmış, bu siyasal düzende, proletarya, din aldatmacasının gerçek kaynağı olan ekonomik köleliğin kalkması için açık ve yaygın mücadele verecektir.

Novaya Zihn
Sayı: 28, 3 Aralık 1905


Moskova Ayaklanmasından Alınacak Dersler


Aralık 1905'te Moskova (Moskova, 1906)[*] adlı kitap tam zamanında yayınlandı. Aralık ayaklanmasından alınacak dersleri bellemek, işçi partisi için geciktirilmeyecek önemli bir ödevdir. Yazık ki, bu kitap içine bir kaşık katran dökülmüş bir bal küpüne benziyor: Eksikliğine karşın çok ilginç malzeme; ama inanılmayacak kadar gevşek, inanılmayacak kadar sıradan yargılar. Bu yargıları başka bir zaman ele alacağız, şimdilik dikkatimizi günün alevli sorununa, Moskova ayaklanmasından alınacak derslere çevireceğiz.
Moskova'daki Aralık hareketinin başlıca biçimleri sakin grev ve gösterilerdi; bunlar işçilerin büyük çoğunluğunun faal olarak katıldığı tek savaşma biçimiydi. Oysa, Moskova'daki Aralık hareketi, bağımsız ve üstün bir çarpışma biçimi olarak, genel grevin artık zamanı geçtiğini, hareketin esaslı ve karşı konulmaz bir güçlü bu dar sınırları aşıp daha yüksek bir mücadele biçimine -ayaklanmaya- yöneldiğini açıkça gösteriyordu.
Grev çağrısında bütün devrimci partiler, bütün Moskova sendikaları bunun bir ayaklanmaya dönüşmesinden kaçınılamayacağını kabul etmiş, hatta bunu sezmişlerdi. 6 Aralıkta İşçi Temsilcileri Sovyeti "grevi, silahlı bir ayaklanmaya çevirmek için uğraşma" kararına vardı. Gene de örgütlerden hiç biri buna hazır değildi. Gönüllü Çarpışma Takımları Birleşik Meclisi[**] bile, ayaklanmanın uzak bir olasılık olduğunu (9 Aralıkta) söylüyordu; sokak çarpışmalarına katılan ya da bunları yöneten adamları olmadığı belliydi. Örgütler hareketin büyüyüp genişlemesine ayak uydurmayı başaramadılar.
Aslında, Ekim'den sonra yaratılan nesnel koşulların baskısı sonucunda, grev, bir ayaklanma durumuna geliyordu. Bir genel grev artık hükümeti gafil avlamıyordu: Hükümet artık karşı devrimci kuvvetler örgütlemişti, bunlar askeri hareket için hazırdılar. Ekim'den sonra bütün Rus devriminin gelişimi ve Aralık günlerinde Moskova'daki olaylar dizisi, Marx'ın derin önermelerinden birini açıkça pekiştirmektedir: Devrim, kuvvetli ve birleşmiş bir karşı devrim doğurarak ilerler, yani düşmanı daha aşırı savunma çarelerine başvurmaya ve bu yolda daha güçlü saldırı araçları bulmaya zorlar.
Aralık 7 ve 8: Sakin bir grev, sakin kitle gösterileri.
8 Aralık akşamı: Akvaryum'un kuşatılması.
9 Aralık sabahı: Strastnaya Meydanındaki kalabalığa süvarilerin saldırısı.
Akşam: Fiedler binasına baskın. Kafalar kızıyor. Örgütlenmemiş sokak kalabalıkları kendiliklerinden, çekine çekine ilk barikatları kuruyorlar .
Aralık 10: Barikatlara ve sokaktaki topluluklara topçu ateşi açılıyor. Barikatlar daha bir düşünülerek kuruluyor; artık şurda burda değil, gerçekten geniş ölçüde. Bütün halk sokaklarda, şehrin başlıca yerleri bir barikat ağıyla çevrili. Gönüllü çarpışma birlikleri birkaç gün askerlere karşı inatçı bir gerilla savaşı veriyorlar; onları büyük kayıplara uğratıp, Dubasov'u [Moskova Askeri Genel Valisi] takviye istemek zorunda bırakıyorlar. Ancak 15 Aralıkta hükümet kuvvetleri üstün duruma geçip, 17 Aralıkta Semyonovsky Alayı ayaklanmanın son kalesi olan Presnya Bölgesini eziyor.
Grevden ve gösterilerden tek tek barikatlara, tek tek barikatlardan kitlelerin kurduğu barikatlara ve askerlere karşı sokak savaşlarına geçildi. Örgütlerin ilişiği olmadan, geniş işçi sınıfı mücadelesi bir grevden başlayıp bir ayaklanmaya ulaştı. Rus devriminin 1905 Aralığında sağladığı en büyük tarihsel kazanç budur; bütün önceki kazançlar gibi bu da büyük fedakarlıklar bahasına kazanıldı. Hareket genel bir siyasal grevden daha yüksek bir aşamaya ulaştı. Devrime karşı koymada gericiliği sonuna dek gitmeye zorladı; böylece, devrimin de, saldırı araçları uygulamakta sonunda dek gideceği anı, daha bir yaklaştırdı. Gericilik, barikatları, binaları, kalabalıkları bombalamaktan ileri gidemez; ama devrim, Moskova gönüllü çarpışma birliklerinden çok daha ilerlere gidebilir, enine boyuna çok da ilerlere. Devrim Aralıktan bu yana çok ilerledi. Devrimi doğuracak buhranların temeli ölçülemeyecek kadar genişledi: artık bıçağın adamakıllı bilenmesi gerekiyor.
İşçi sınıfı. mücadelenin nesnel koşullarındaki değişikliği ve grevden ayaklanmaya geçiş ihtiyacını, kendi önderlerinden daha çabuk anladı. Her zaman olageldiği gibi uygulama teorinin önüne geçti. Sakin bir grev ve gösteriler, artık işçileri tatmin etmemeye başladı; şöyle sordular: Bundan sonra ne yapmalı? Böylece daha kararlı ve cesur bir hareket istediler. Barikatlar kurulması talimatı mahallelere gelmeden çok önce, zaten şehrin merkezinde barikatlar kurulmuştu. Yığınla işçi çalıştı bunlarda; ama bu bile onları tatmin etmiyordu; bilmek istiyorlardı: bundan sonra ne yapmalı? Etkin çareler istiyorlardı. Aralık ayında biz, Sosyal Demokrat işçi sınıfı önderleri, birliklerini akıl almaz bir biçimde yayıp, çoğunun savaşa etkin olarak katılmamasına sebep olan bir başkomutan gibiydik. Kitleler kararlı ve cesur bir kitle hareketi için talimat bekliyorlardı ama alamadılar .
Bunun gibi, Plekhanov'un, bütün oportünistler tarafından benimsenen fikrinden daha kısa görüşlü birşey olamaz: Ona göre, grev zamansızdı, başlatılmama1ıydı ve "silaha sarılmamalıydılar". Oysa, tam tersine, daha kararlı, daha saldırgan ve daha canlı olarak silaha sarılmalıydık; sorunları sakin bir grev sınırı içinde çözmenin imkansız olduğunu, korkusuz ve amansız bir silahlı çarpışma gerektiğini kitlelere anlatmalıydık, Şimdi artık siyasal grevlerin yetersiz olduğunu açıktan açığa kabul etmeliyiz; silahlı çarpışmadan yana kitleler arasında yaygın bir tahrike girişmeli ve "hazırlık aşamaları" yaveleriyle ya da herhangi bir yolla bu sorunu bulandırmaya kalkışmamalıyız. Gelecek devrimci hareketin baş ödevi olarak korkunç, kanlı bir yoketme savaşı gerektiğini kitlelerden gizleseydik hem kendimizi, hem halkı aldatmış olacaktık.
Aralık olaylarından öğreneceğimiz ilk ders budur. Başka bir ders de, ayaklanmanın niteliği, bunu yöneten yöntemler ve askeri birlikleri halkın yanına çeken koşullarla ilgilidir. Bu son nokta üstüne partimizin sağ kanadında pek çok taraftarı olan bir görüş egemendir. Çağdaş askeri birliklerle çarpışmanın imkansız olduğu iddia edilir ve "askerler devrimden yana çekilmelidir" denir. Devrim genişleyip kitlelere inmezse ve askerleri etkisi altına almazsa önemli bir çarpışma sorunu olamaz elbet. Askerler arasında çalışmamız gerektiği söz götürmez bir gerçektir. Ama onların kandırılarak ya da kendileri inanarak, bir çırpıda bizden yana geçeceklerini hayal edemeyiz. Bu görüşün nasıl beylik ve cansız olduğunu Moskova ayaklanması açıkça gösterdi. Bununla birlikte, gerçekten halkçı her harekette olduğu gibi, askerlerin kararsızlığı, devrimci çarpışma kızıştığında iki tarafı da askerleri elde etme savaşına sürükler. Moskova ayaklanması, gericilikle devrim arasında, askerleri elde etmek için girişilen umutsuz, telaşlı bir savaşın kesin örneğiydi. Dubasov bile Moskova garnizonunda 15.000 adamından ancak beş binine güvenilebileceğini söylemişti. Kararsızları kendi saflarında tutabilmek için hükümet çeşitli çarelere başvurdu: yalvardılar, onlara yağ çektiler, rüşvet verdiler, cep saatleri, para, vb. verdiler, votkayla sarhoş ettiler, yalan söylediler onlara, gözdağı verdiler, kışlalara kapatıp silahlarını aldılar, bu arada hiç güvenemediklerini hile ve şiddetle temizlediler. Bu bakımdan hükümetin yanında yaya kaldığımızı açıkça ve çekinmeden itiraf etmek yürekliliğini göstermeliyiz. Bahsi hükümet kazandı; biz kararsız askerleri elde etmek için böyle etkin, cüretli, geniş kaynaklı, atak bir savaş için elimizdeki güçlerden yararlanmayı başaramadık. Şimdiye dek ordu içinde çalışmıştık ama, bundan böyle, askerleri, kafalarıyla "kazanmak" için çabalarımızı kat kat artıracağız. Ancak, bir ayaklanma anında askerleri elde etmek için bedensel bir savaş da gerektiğini unutursak, zavallı bilgiçler olup çıkarız.
Aralık günlerinde Moskova işçileri, askerleri kafalarıyla "kazanma" konusunda bize büyük dersler verdiler. Sözgelimi, 8 Aralıkta Strastnaya Meydanında Kazakları bir kalabalık kuşattığı zaman aralarına girdiler, arkadaşlık ettiler ve onları geri dönmeye kandırdılar. Gene 10 Aralıkta Presnya bölgesinde 10.000 kişilik bir kalabalık içinde kızıl bir bayrak taşıyan iki işçi kız Kazakların önüne fırlayıp "Öldürün bizi. Sağ kaldıkça bayrağı teslim etmeyeceğiz" diye bağırdıklarında, Kazaklar dağılıp atlarını sürdüler, arkalarından kalabalık bağırdı: "Yaşasın Kazaklar". Bu cesaret ve kahramanlık örnekleri, işçilerin kafasından hiçbir zaman silinmeyecektir.
Ama Dubasov'un yanında nasıl yaya kaldığımızın örnekleri de var. 9 Aralıkta askerler Bolshaya Serpukhovskaya sokağında, ayaklananlara katılmak için Marseillaise söyleyerek yürüyorlardı. İşçiler onları karşılamak için delegeler gönderdiler. Malakhov [Moskova Askeri Bölgesi Kurmay Başkanı] atını dörtnala onlara doğru sürdü. İşçiler geç kalmıştı, önce Malakhov yetişti askerlere. Duygulu bir konuşma yaptı, askerleri kararsızlığa düşürdü, süvarilerle çevirdi ve götürüp kışlaya kapattı. Malakhov askerlere zamanında yetişti, biz yetişemedik; oysa iki gün içinde 150.000 kişi çağrımıza koşmuştu, bunlardan, sokaklara devriyeler çıkarılabilirdi, çıkarılmalıydı. Malakhov askerleri süvarilerle kuşattı, bu ara biz Malakhov'u bombacılarla kuşatmayı başaramadık. Yapacaktık bunu, yapmalıydık; bir zamanlar Sosyal Demokrat gazetede denildiği gibi (eski Iskra), bir ayaklanmada sivil ve askeri şeflerin amansızca yokedilmesi, ödevimizdir. Bolshaya Serpukhovskaya sokağında olanlar, ana hatlarıyla belli ki Nesvizhskiye ve Krutitskiye Kışlaları önünde de tekrar edildi; ayrıca işçiler Ekaterinoslav alayını "çekme"ye kalkıştıklarında. Alexandrov'daki istihkamcılara delegeler gönderildiğinde ve Kolomna'da istihkamcıların silahları alındığında da aynı şeyler olmuştur. Ayaklanma süresince kararsız askerleri elde etme savaşında yetersiz olduğumuzu gösterdik.
Aralık olayları Marx'ın derin önermelerinden başka birini, oportünistlerin unuttuğu bir önermeyi de doğrular: Ayaklanma bir sanattır ve bu sanatın başlıca kuralı müthiş cüretli ve dönmemecesine kararlı bir saldırıcı olmaktır. Yeterince sindirememişiz bu gerçeği. Bu sanatı, bu her ne bahasına olursa olsun saldırma kuralını, ne biz öğrenmişiz yeterince, ne de kitlelere öğretmişiz. Bütün gücümüzle bu kusurumuzu gidermeye çalışmalıyız. Siyasal sloganlar sorununda taraf tutmak yetmez; ayrıca bir silahlı ayaklanma sorununda da taraf tutmak gerekir. Buna karşı olanlar, buna hazır olmayanlar, gözünün yaşına bakmadan devrimi destekleyenler arasından atılmalı, tasını tarağını yüklenip devrim düşmanlarının, hainlerin, korkakların yanına gönderilmelidir; çünkü olayların baskısının ve çarpışma koşullarının bizi, dostu düşmandan ayırmak için, bu ilkeye göre davranmaya zor1ayacağı günler yakındır. Sakin ve durgun olun demeyelim; askerler bize "gelsin" diye "beklemeyelim". Hayır! Atak, yıkıcı, silahlı bir saldırı gerektiğini, böyle zamanlarda düşmana komuta eden kişilerin yokedilmesi gerektiğini, kararsız askerleri elde etmek için daha canlı bir savaş gerektiğini, evlerin damlarından bağırmalıyız.
Moskova olaylarından alınacak üçüncü ders, bir ayaklanma için kuvvetlerin örgütlenişi ve taktikle ilgilidir. Askeri taktiğin dayandığı şey askeri tekniktir. Bu basit gerçeği Engels ortaya attı ve bütün Marksistlere kabul ettirdi. Askeri teknik bugünlerde ondokuzuncu yüzyılın ortalarında olduğu gibi değildir. Toplara karşı insan kalabalıklarıyla yürümek, barikatları tabancalarla savunmak delilik olur. Kautsky, Moskova olaylarından sonra Engels'in bu konudaki yargılarının yeniden gözönüne alınmasının tam zamanı olduğunu ve Moskova'nın "yeni barikat taktikleri" getirdiğini yazarken haklıydı. Bu taktikler gerilla savaşı taktikleridir. Böyle bir taktik için gereken örgüt, çok küçük ve hareketli birliklerdir; on kişilik, üç kişilik, hatta iki kişilik birlikler. Şimdilerde beş ya da üç kişilik birliklerden söz edilince, burun kıvıran Sosyal Demokratlara raslıyoruz. Alay etmek, çağdaş askeri tekniğin getirdiği koşullar altındaki sokak çarpışmasının ortaya çıkardığı yeni taktik ve örgüt sorununu bilmezlikten gelişin ucuz bir yoludur. Moskova ayaklanmasının hikayesini iyice bir inceleyin beyler, "beş kişilik birlikler" ile "yeni barikat taktiği" sorunu arasında nasıl bir bağlantı olduğunu göreceksiniz.
Moskova bu taktikleri ilerletti, ama onları gerçekten büyük çapta, bir kitle çapında, uygulamaya yetecek kadar geliştirmeyi başaramadı. Gönüllü çarpışma takımları çok azdı, atak saldırı sloganı işçi kitlelerine verilmedi ve onlar bunu uygulamadılar; gerilla müfrezeleri nitelik bakımından birbirinin aynıydı, silahları ve yöntemleri yetersizdi, kalabalığa önderlik etme yetenekleri hemen hiç gelişmemişti. Bütün bunları gidermeliyiz; Moskova deneyinden birşeyler öğrenerek, bunları kitleler arasında yayarak ve daha da geliştirmeleri için onların yaratıcı çabalarını bileyerek yapacağız bunu. Aralıktan beri bütün Rusya'da süregelen gerilla savaşı ve korkunç şiddet hareketleri elbette bir ayaklanmanın doğru taktiğini öğrenmekte kitlelere yardım edecektir. Sosyal Demokrasi bu şiddet hareketlerini gözönüne almalı ve onu kendi taktiğiyle kaynaştırmalı, örgütleyip kontrol etmeli; bunu, işçi sınıfı hareketinin ve genel devrimci çarpışmanın koşullarına ve çıkarlarına indirgemeli; bu ara ayaklanma sırasında Moskovalı arkadaşlarımızın ve ünlü Letonya Cumhuriyeti[***] günlerinde Letonyalıların (amansızca icabına baktıkları gibi) bu gerilla savaşının "sokak serserisi" sapkınlığını acımadan budayıp atmalıdır.
Son zamanlarda askeri teknikte yeni ilerlemeler oldu. Japon savaşı, el bombasını ortaya çıkardı. Hafif silah fabrikaları, pazara otomatik silahlar sürdüler. Bu iki silah da Rus devriminde başarıyla kullanıldı, ama yeterli olmaktan uzaktı. Teknik gelişmelerden yararlanabiliriz, yararlanmalıyız; işçi müfrezelerine büyük sayıda bombalar yapmayı öğretmeliyiz; onlara ve bizim çarpışma takımlarımıza patlayıcı maddeler, bombalar, otomatik tüfekler elde etmekte yardım etmeliyiz. Şehirlerdeki ayaklanmalarda işçi kitleleri yer alırsa, düşmana karşı kitle saldırılarına girişilirse, Duma'dan sonra, Sveaborg ve Kronstadt'tan sonra büsbütün kararsızlaşan askeri birlikleri elde etmek için bilinçli, ustaca bir savaşa geçilirse, genel çarpışmaya köylerin de katılmasını sağlayabilirsek, bütün Rusya'nın gelecek silahlı ayaklanmasında zafer bizim olacaktır.
Öyleyse Rus devriminin büyük günlerinin verdiği dersleri sindirerek çalışmamızı daha da yayıp geliştirelim ve ödevlerimizi daha bir cüretle ortaya koyalım. Çalışmamızın temeli, bu önemli anda ulusun gelişme isteklerine ve sınıf çıkarlarına kesin bir güvendir. Çarlık rejimini yıkma, devrimci bir hükümet tarafından bir kurucu meclis toplama sloganı altında işçi sınıfının, köylülerin ve ordunun gittikçe artan bir kısmını biraraya getiriyoruz, getirmeye devam edeceğiz. Şimdiye dek olduğu gibi çalışmamızın esaslı ve başlıca özü, kitlelerin siyasal anlayışını geliştirmektir. Ama bu genel, sürekli ve esas ödevin yanısıra Rusya'nın bugün içinde bulunduğu dönemin bize başka özel ödevler de yüklediğini unutmamalıyız. Bilgiç taslağı ve dar kafalı olmayalım, bu an için gerekli olan özel ödevleri, bu belli mücadele biçimlerinin öze1 ödevlerini, her zaman ve bütün koşullar altında değişmeden kalan sürekli ödevlerimiz var diye anlamsız mazeretlerle, yapmaktan kaçınmayalım.
Büyük bir kitle çarpışmasının yaklaştığını hatırlayalım. Silahlı bir ayaklanma olacak bu. Mümkün olduğu kadar bir anda olmalı bu. Kitleler silahlı, kanlı, korkunç bir çarpışmaya gireceklerini bilmeli. Ölümü hor görmeliler ve zafere güvenmeliler. Düşmana şiddetle, canla başla saldırmalılar; "savunma yok, saldır" olmalı kitlelerin sloganı; ödevleri düşmanı amansızca yoketmek olacak; çarpışmanın örgütü hareketli ve esnek olacak; askerler arasındaki kararsız öğelerin bu yana etkin olarak katılması sağlanacak. Bu büyük çarpışmada bilinçli işçi sınıfının partisi ödevini son kertesine kadar yapmalı.



V. İ. Lenin, Selected Works,
International Publishers, 1967,
Cilt I, s. 577-583.

İlk defa 29 Ağustos 1906'da
Proletary'de yayınlandı.


Dipnotlar

[*] Menşeviklerin 1905 olaylarına ilişkin yorumu.
[**] 1905 Kasımında Moskova'da Kara Yüzler'in tehdidini önlemek için kuruldu. Kara Yüzler, devrimci harekete saldırmak, adam öldürmek, Yahudi kırımlarında kullanmak üzere polisin örgütlediği çetelerdi.
[***] 1905 Aralığında çeşitli Letonya şehirleri Çar birliklerine karşı gerilla savaşına başlayan devrimci işçilerin, tarım işçilerinin, köylülerin silahlı müfrezelerinin eline geçmişti. 1906 Ocağında da Letonya'daki ayaklanmalar Çar generallerinin ceza seferleriyle bastırıldı.


Gerilla Savaşı


Gerilla eylemi sorunu, partimizi ve işçi yığınlarını büyük ölçüde ilgilendirmekte olan bir sorundur. Bu sorunla biz geçmişte birçok kez ilgilendik, ve şimdi de vaadettiğimiz gibi, görüşlerimizin daha tamamlanmış bir açıklamasını sunmayı amaçlıyoruz.


I

Başından başlayalım. Mücadele biçimleri sorununun incelenmesinde, her marksistin temel istemleri nelerdir? İlk önce, marksizm, öteki tüm ilkel sosyalizm biçimlerinden tek bir özel mücadele biçimine bağlı kalmamakla ayrılır. En değişik mücadele biçimlerini kabul eder, ve onları "uydurmaz", ama devrimci sınıfların, hareketin gelişimi içinde kendisini gösteren mücadele biçimlerini sadece genelleştirir, örgütler ve bunlara bilinçli bir ifade verir. Bütün soyut formüllere ve bütün doktrinci reçetelere kesenkes düşman olan marksizm, hareket geliştikçe, yığınların sınıf bilinci arttıkça, iktisadi ve siyasal bunalımlar keskinleştikçe, savunma ve saldırının yeni ve daha değişik yöntemlerinin sürekli bir biçimde doğmasını sağlayan ilerleme içindeki kitle mücadelesine karşı dikkatli bir tutum takınılmasını gerektirir. Bu nedenle, marksizm, kesin olarak herhangi bir mücadele biçimini reddetmez. Marksizm, mevcut toplumsal durum değiştikçe, kaçınılmaz olarak bu döneme katılanlarca bilinmeyen yeni mücadele biçimlerinin doğacağını kabul ederek, yalnızca o anda mümkün ve var olan mücadele biçimleriyle kendini hiçbir koşul altında sınırlamaz. Bu yönden marksizm, kitle pratiğinden eğer öyle ifade edebilirsek, öğrenir ve "sistem yapanların" tek başına çalışmalarıyla keşfedilen mücadele biçimlerini yığınlara öğretmek yolunda hiçbir iddiada bulunmaz. Biz biliyoruz ki -toplumsal devrim biçimlerini incelerken örneğin Kautsky böyle demiştir- yaklaşan bunalım, bizim şimdiden görmek yeteneğinde olmadığımız yeni mücadele biçimleri getirecektir.
İkinci olarak, marksizm, mücadele biçimleri sorununun kesenkes tarihsel bir incelenmesini ister. Bu sorunla, somut tarihsel durumdan uzak olarak uğraşmak, diyalektik materyalizmin esas ilkelerinin anlaşılmadığını gösterir. İktisadi evrimin farklı aşamalarında, siyasal, ulusal-kültürel, yaşam ve öteki koşullardaki farklılığa bağlı olarak, farklı mücadele biçimleri öne geçer. Ve mücadelenin başlıca biçimleri halini alır; ve bununla bağıntılı olarak, ikincil, yedek mücadele biçimleri de değişikliğe uğrar. Belirli bir hareketin, belirli bir aşamasındaki somut durumun ayrıntılı bir incelemesini yapmaksızın, herhangi bir özel mücadele aracının kullanılıp kullanılmayacağı sorununa evet yada hayır biçiminde verilecek bir yanıt, marksist tutumu tümden bırakmak anlamına gelir.
Bunlar bize önderlik etmeleri zorunlu olan iki temel teorik önermedir. Batı-Avrupa'daki marksizmin tarihi, söylenmiş olanları doğrulayan sayısız örnekler vermiştir. Bugün Avrupa sosyal-demokrasisi, parlamentarizm ve sendika hareketine, mücadelenin başlıca biçimleri olarak bakmaktadır; geçmişte ayaklanmayı kabul etmiştik, ve gelecekte koşullar değişecek olursa, onu kabul etmeye tamamen hazırdır Rusya kadetleri ve Rezzaglavstsi gibi, burjuva liberallerinin düşüncelerine karşın. Yetmişlerde, sosyal-demokrasi, genel grevi, her derde deva toplumsal bir ilaç olarak, burjuvaziyi bir darbede alaşağı etmenin siyasal olmayan aracı olarak reddetmişti- ama sosyal-demokrasi kitle siyasal grevini (özellikle Rusya'nın 1905 deneyiminden sonra), belirli koşullar altında başta gelen mücadele yöntemlerinden biri olarak tamamen kabul etmiştir. Sosyal-demokrasi, kırklarda sokak barikat savaşını benimsemişti, belli nedenlerden ötürü, 19. yüzyılın sonunda bunu reddetti, ve bu son görüşü gözden geçirmeye ve Kautsky'nin sözleri ile yeni barikat savaşı taktikleri başlatan Moskova deneyiminden sonra barikat savaşı siyasetini kabul etmeye tamamen hazır olduğunu belirtti.


II

Marksist önermeleri koyduktan sonra, Rus Devrimine dönelim. Onun ortaya koymuş bulunduğu mücadele biçimlerinin tarihsel gelişimini anımsayalım. Önce işçilerin ekonomik grevleri (1896-1900) vardı, daha sonra işçilerin ve öğrencilerin siyasal gösterileri (1901-02), köylü ayaklanmaları (1902), çeşitli gösterilerle birleşen kitle siyasal grevlerinin başlangıcı (Rostov 1902, 1903 yazı grevleri, 9 Ocak 1905 grevleri), tüm Rusya'yı kapsayan siyasal greve, yer yer, yerel barikat savaşlarının eşlik etmesi (Ekim 1905), kitle barikat savaşı ve silahlı ayaklanma (Aralık 1905), barışçı parlamenter mücadele (Nisan-Haziran 1906), kısmi askeri ayaklanmalar (Haziran 1905-Temmuz 1906) ve kısmi köylü ayaklanmaları (1905 Sonbaharı-1906 Sonbaharı).
Genel olarak mücadele biçimleri ile ilgili olarak, 1906 sonbaharında durum böyle idi. Otokrasinin "misilleme" olarak seçtiği mücadele biçimi kara-yüzlerin Kışinev'de 1903 baharından, Sedlet'te 1906 sonbaharına kadar yapmış olduğu katliamdır. Bütün bu dönem boyunca kara-yüzlerin katliam örgütlenmesi ve yahudilerin, öğrencilerin, devrimcilerin ve sınıf bilincine ulaşmış işçilerin dövülmesi, sürekli olarak gelişti ve yetkinleşti, kara-yüzler birliklerinin şiddeti, para ile tutulmuş zorbaların şiddeti ile birlikte, kasaba ve köylerde toplar kullanılmasına, herkesin önünde işkence gösterilerine, işkence trenlerine, vb. kadar vardırıldı.
Görünümün esas dekoru böyledir. Bu dekorun önünde bu makalede incelenecek ve değerlendirilecek olan -kısmi, ikincil ve yedek olduğu tartışma götürmeyen- olgu durmaktadır. Bu olgu nedir? Biçimleri nelerdir? Nedenleri nelerdir? Ne zaman doğmuştur ve nereye kadar uzanmıştır? Devrimin genel gidişi içinde önemi nedir? Sosyal-demokrasinin örgütlediği ve önderliğini yaptığı işçi sınıfı mücadelesi ile bağı nedir? Görünümün genel dekorunu çizdikten sonra, şimdi incelenmesine geçmemiz gereken sorular bunlardır.
Bizim ilgilenmekte olduğumuz olgu, silahlı mücadeledir; bu mücadele, bireyler ve küçük gruplar tarafından yürütülmektedir. Bir kesimi devrimci örgütlere ait iken, öteki kesimler (Rusya'nın belirli kesimlerinde çoğunluğu) herhangi bir devrimci örgüte bağlı değildirler. Silahlı mücadele, birbirlerinden kesenkes olarak ayrılması gereken, farklı iki amaca yöneliktir; önce, bu mücadele kişilere, liderlere ve ordu ve polisteki görevlilere suikast yapmayı amaçlar, ikinci olarak, hem hükümete ait, hem de özel kişilere ait para kaynaklarına elkoyar. Elkonulan paralar kısmen parti kasasına, kısmen özel silahlanma amacına ve ayaklanma hazırlığına, ve kısmen de tanımlamakta olduğumuz mücadeleye katılan kişilerin geçimine gider. Büyük elkoymalar (Kafkasya'daki 200.000 rublelik, Moskova'daki 875. 000 rublelik gibi olanlar) gerçekten de öncelikle devrimci partilere gitmiştir -küçük elkoymalar çoğunlukla, bazen de tümüyle "elkoyucuların" geçimine gider. Mücadelenin bu biçimi, kuşku yok ki, ancak 1906'da yani Aralık ayaklanmasından sonra geniş ölçüde gelişti ve yaygınlaştı. Siyasal bunalımın, silahlı mücadele noktasına dek yoğunlaşması, ve özellikle yoksulluk, açlık ve işsizliğin kasaba ve köylerde yoğunlaşması, tanımlamakta olduğumuz mücadelenin önemli nedenlerinden biriydi. Bu mücadele biçimi, toplumsal mücadelenin tercih edilen ve hatta tek biçimi olarak, halkın başıboş unsurları, lumpen-proleterya ve anarşist gruplar tarafından benimsenmiştir. Sıkıyönetimin ilanına, taze birliklerin harekete geçirilmesine, kara-yüzler katliamına (Sedlet'ler) ve askeri mahkemelere, otokrasi tarafından benimsenen bir "misilleme" mücadele biçimi olarak bakmak gerekir.


III

Sözünü etmekte olduğumuz mücadelenin alışılagelen değerlendirilmesi, bunun, işçilerin moralini bozan, halkın geniş tabakalarını geri iten, hareketin örgütlenmesini dağıtan ve devrimi yaralayan anarşizm, blankicilik, eski terörizm, yığınlardan kopmuş bireylerin hareketi olduğu yolundadır. Bu değerlendirmeyi destekleyen örnekler, hergün gazetelerde verilmekte olan olaylar arasında kolayca bulunabilir.
Ama bu örnekler inandırıcı mıdır? Bunu sınamak için, incelemekte olduğumuz mücadelenin en gelişkin olduğu bir yeri alalım -Litvanya Toprakları, Novoye Vremya (9 ve 12 Eylül sayılarında) Litvanya sosyal-demokratlarının eylemlerinden böyle yakınmaktadır. Litvanya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi'nin (Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin bir bölümü) gazetesi düzenli olarak 30.000 baskı yapmaktadır. İlan sütunlarında her dürüst insanın onu yoketmeyi görev sayacağı casusların listesini yayınlamaktadır. Polise yardımcı olan bir kimse, yokedilmeye layık ve, hatta mallarına elkonulması gereken "devrim düşmanları" olarak ilan edilmektedir. Halkın, Sosyal-Demokrat Partiye, yalnızca imzalı ve mühürlü makbuz karşılığında para vermesi öğütlenmektedir. Partinin en son raporunda, yıllık toplam geliri 48.000 ruble olarak gösterilmektedir, burada Libau silah kolunun katkıda bulunduğu, elkonularak elde edilmiş 5.600 rublelik bir toplam vardır. Doğaldır ki, Novoye Vremya bu "devrimci yasa"ya karşı, bu "terör yönetimine" karşı ateş püskürmektedir.
Hiç kimse Litvanya sosyal-demokratlarının bu eylemlerini anarşistlik olarak, blankicilik olarak ya da terörcülük olarak nitelemek cesaretini gösteremeyecektir. Ama niçin? Çünkü burda biz, mücadelenin yeni biçimi ile Aralıkta patlak veren ve yeniden mayalanmakta olan ayaklanma arasında açık bir bağıntı görüyoruz. Bu bağıntı, bir tüm olarak Rusya hesaba katıldığında pek öyle anlaşılır değildir, ama bu bağ vardır. Aralıktan sonra "gerilla" savaşlarının belirgin bir biçimde yaygınlaşması gerçeği, ve onun yalnızca iktisadi bunalımın değil, aynı zamanda da siyasal bunalımın şiddetlenmesi ile de bağıntısı tartışma götürmez. Eski Rus terörizmi, aydın komplocunun işi idi; bugün, genel bir kural olarak, gerilla savaşı, işçi savaşçılarca, ya da doğrudan doğruya işsiz işçilerce verilmektedir. Blankicilik ve anarşizm, klişecilik zaafı olan kimselerin kafasında kolayca oluşur, ama bir ayaklanma ortamında, ki bu Letonya toprağında çok açıktır, böylesine bilinen yaftaların işe yaramazlığı artık herkesçe bilinmektedir. Litvanyalıların örneği, aramızda çok yaygın olan, bir ayaklanma ortamının koşullarına değinmeden gerilla savaşının tahlilini yapmanın ne denli yanlış, bilimsel ve tarihsel olmaktan uzak olduğunu açıkça göstermektedir. Bu koşullar akılda tutulmalıdır, büyük ayaklanma hareketleri arasındaki ara dönemin kendine özgü özellikleri düşünmeliyiz, bu tür koşullar altında ne tür mücadele biçimlerinin kaçınılmaz olarak ortaya çıkacağını anlamalıyız, ve papağan gibi öğrenilen bir söz yığını ile, tıpkı kadetler ve Novoye Vremya'cıların kullandıkları anarşizm, soygunculuk, serserilik gibi sözlerle sorundan kaçmaya çalışmamalıyız.
Gerilla hareketinin bizim çalışmamızı örgütsüzleştirdiği söyleniyor. şimdi bu iddiayı 1905 Aralığından bu yana var olan duruma, kara-yüzlerin katliam ve sıkıyönetim dönemine uygulayalım. Böyle bir dönemde hareketi daha çok ne dağıtmaktadır: Direnmenin bulunmayışı mı, yoksa örgütlü gerilla savaşı mı? Rusya'nın merkezini, batı sınırlarıyla, Polonya ve Litvanya toprakları ile karşılaştırın. Tartışma götürmez ki, batı sınır bölgelerinde gerilla savaşı çok daha yaygındır ve çok daha gelişkindir. Ve gene tartışma götürmez ki, genel olarak devrimci hareket ve özel olarak da sosyal-demokrat hareket, merkezi Rusya'da, batı sınır bölgelerine göre çok daha dağınıktır. Elbette, bundan Polonya ve Litvanya sosyal-demokrat hareketinin gerilla savaşı sayesinde daha az dağınık olduğu sonucu aklımıza gelmemelidir. Hayır. Çıkarılabilecek tek sonuç, Rusya'da 1906'da, sosyal-demokrat işçi sınıfı hareketinin dağınıklığından ötürü gerilla savaşının suçlanmaması gerektiğidir.
Bu açıdan, ulusal koşulların özelliklerine, sık sık anıştırmada bulunulur. Ama bu anıştırma pek açık olarak, yaygın iddianın zayıflığını göstermektedir. Eğer bu bir ulusal koşullar sorunu ise, o zaman, anarşizm, blankicilik ya da „terörizm sorunu değildir -bunlar bir tüm olarak Rusya'nın ve hatta özellikle Rusların ortak günahlarıdır- ama başka bir şeyindir. Bu başka bir şeyi somut olarak inceleyin baylar! O zaman göreceksiniz ki, ulusal baskı yada karşıtlık bir şey açıklamaz, çünkü bunlar batı sınır bölgesinde her zaman var olmuştur, oysa gerilla savaşı, ancak bugünün tarihsel döneminde ortaya çıkmaktadır. Ulusal baskının ve karşıtlığın bulunduğu çok yer vardır, ama kimi zaman ulusal baskı ve benzeri şeylerin olmadığı yerlerde olan gerilla savaşı, burada yoktur. Sorunun somut bir tahlili, bunun bir ulusal baskı sorunu olmadığını, ama ayaklanma koşullarının bir sorunu olduğunu gösterecektir. Gerilla savaşı, yığın hareketinin bir ayaklanma noktasına gerçekten ulaştığı ve iç savaşın "büyük girişimleri" arasında oldukça geniş bir aralık olduğu bir sıradaki kaçınılmaz bir mücadele biçimidir.
Hareketi dağıtan, gerilla eylemleri değildir, ama böylesine eylemleri denetimi altına alma yeteneğinde olmayan partinin zayıflığıdır. İşte bunun için biz Rusların gerilla eylemine karşı sık sık savurduğumuz aforozlar, gerçekten de partinin dağınıklığına yolaçan, gizli, raslansal ve örgütlenmemiş gerilla eylemleriyle elele gider. Bu mücadelenin doğmasına yolaçan tarihsel koşulların neler olduğunu anlayamayışımız yüzünden, onun zararlı yanlarını gidermede yeteneksiz kalıyoruz. Oysa mücadele sürüyor. Güçlü iktisadi ve siyasi nedenler yüzünden bu mücadeleyi önlemek, bizim gücümüz içersinde değildir. Bizim gerilla savaşından yakınmalarımız, bir ayaklanma olayında partimizin güçsüzlüğüyle ilgili yakınmalardır.
Dağınıklık konusunda söylediklerimizi moral bozukluğu için de söyleyebiliriz. Moral bozukluğu yaratan gerilla savaşı değildir, ama örgütlenmemiş, düzensiz, parti-dışı gerilla eylemleridir. Biz, gerilla eylemlerini suçlayarak, ona söverek bu en tartışma götürmez moral bozukluğundan birazcık olsun kendimizi kurtaramayız, çünkü suçlama ve sövme, derin iktisadi ve siyasal nedenlerden ötürü ortaya çıkmış bulunan bir olguyu, kesin olarak durdurmak gücünden yoksundur. Denebilir ki, anormal ve moral bozan bir olguya eğer bir son verme gücünde değilsek, bu, partinin anormal ve moral bozucu mücadele yöntemlerini benimsemesi için bir neden olamaz. Böyle bir itiraz, katıksız bir burjuva-liberal itirazdır, marksist bir itiraz değildir; çünkü bir marksist, iç savaşa ya da onun biçimlerinden biri olan gerilla savaşına genel olarak anormal ve moral bozucu olarak bakamaz. Bir marksist, kendini sınıf mücadelesine dayandırır, toplumsal barışa değil. Belirli keskin siyasal ve iktisadi bunalım dönemlerinde, sınıf mücadelesi doğrudan bir iç savaş, yani toplumun iki kesimi arasındaki silahlı mücadeleye doğru gelişme gösterir. Böyle dönemde marksistler, iç savaştan yana yerlerini almak zorundadırlar. İç savaşın herhangi bir moral suçlaması, marksist açıdan kesenkes benimsenemez.
Bir iç savaş döneminde, proletaryanın ideal partisi savaşan partidir. Bu kesinlikle itiraz götürmez. İç savaş açısından herhangi bir özel andaki iç savaşın özel bir biçiminin elverişsizliğini savunma ve tanıtlamanın olanağını kabul etmeye tamamen hazırız. Askeri elverişsizlik açısından farklı iç savaş biçimlerinin eleştirisini tümüyle kabul ediyoruz ve bu sorunda son sözü söylemesi gerekenin, her özel yöredeki sosyal-demokrasinin pratik işçilerinin olduğunu kesin olarak benimsiyoruz. Ama biz, marksizm ilkeleri adına, iç savaşın koşullarının bir tahlilinden, anarşizm, blankicilik ve terörizm konusundaki harcıalem ve klişeleşmiş sözler yüzünden kaçınılmamasını istiyoruz, ve Sosyal-Demokrat Partinin, genel olarak gerilla savaşına katılması gibi sorunların tartışılması sırasında, Polonya Sosyalist Partisi'nin şu ya da bu örgütünün, şu ya da bu anda, benimsediği anlamsız gerilla eylemleri yöntemlerinin bir öcü olarak kullanılmamasını istiyoruz.
Gerilla savaşının hareketi dağıttı tezine eleştirici bir gözle bakılmalıdır. Elbette yeni tehlikeler ve yeni fedakarlıkları da birlikte getiren mücadelenin her yeni biçimi, bu yeni mücadele biçimine hazırlıksız olan örgütleri, kaçınılmaz olarak "dağıtır". Bizim eski propaganda çevrelerimiz, ajitasyonun yöntemlerine başvurulmasıyla dağıldı. Gösteriler yolunun seçilmesinin sonucu olarak komitelerimiz dağıldı. Herhangi bir savaşta, her askeri harekât, belli ölçüde savaşçıların saflarını dağıtır. Ama bu, bir kimsenin savaşmaması gerektiği demek değildir. Bu bir kimsenin savaşmayı öğrenmesi gerektiği anlamına gelir. Hepsi bu.
Sosyal-demokratların gururla ve böbürlenerek, "biz, anarşist, hırsız, soyguncu değiliz, biz bunların çok üstündeyiz, gerilla savaşını kabul etmiyoruz" dediklerini görünce kendime soruyorum: Bu adamlar ne söylediklerinin farkındalar mı? Ülkenin her yerinde kara-yüzler hükümeti ile halk arasında silahlı çatışmalar ve çarpışmalar oluyor. Devrimin gelişmesinin bugünkü aşamasında, bu, kesinlikle kaçınılmaz bir olgudur. Halk da kendiliğinden ve örgütsüz bir biçimde -ve işte tam da bu nedenden ötürü, çoğunca talihsiz ve istenilmeyen biçimlerde- bu olguya silahlı çatışma ve saldırı yoluyla tepki gösteriyor. Ben, örgütümüzün zayıflığı ve hazırlıksız oluşu yüzünden, belli bir yerde ya da belli bir zamanda, bu kendiliğinden mücadelede parti önderliğinden kaçınmamızı anlayabilirim. Ben, bu sorunun yerel eylem işçileri tarafından saptanması gerektiğini, ve zayıf ve hazırlıksız örgütlerin yeniden biçimlendirilmesinin kolay bir şey olmadığını kavrıyorum. Ama bu bir sosyal-demokrat teorisyen ya da yayımcının bu hazırlıksızlığı kınamadan çok, gururlu bir böbürlenme ve kendini beğenmiş bir edayla anarşizm, blankicilik ve terörizm konusunda gençliğinde papağan gibi öğrendiği tümceleri yinelediğini gördükçe, dünyanın en devrimci öğretisinin bu aşağılanması, bana dokunuyor.
Gerilla savaşının, sınıf bilincine ulaşmış proleterleri, aşağılık sarhoş ayaktakımı ile yakın işbirliğine sokacağı söyleniyor. Bu doğrudur. Ama bu yalnızca demektir ki, proletaryanın partisi, gerilla savaşına, biricik, ya da hatta baş mücadele yöntemi olarak hiçbir zaman bakamaz; bu demektir ki, bu yöntem öteki yöntemlere bağlı kılınmalıdır, yani savaşın baş yöntemleriyle uygun hale getirilmelidir ve sosyalizmin aydınlatıcı ve örgütleyici etkisiyle yüceltilmelidir. Ve bu sonuncu koşul olmaksızın, burjuva toplumu içindeki mücadelenin tüm, kesinlikle tüm mücadele yöntemleri, proletaryayı, altında ve üstündeki proleter olmayan çeşitli katmanlarla yakın ilişkiye sokar ve olayların kendiliğinden akışı içine bırakılırsa, yıpranır, bozulur ve rezilleşir. Grevler, eğer olayların kendi akışı içine bırakılacak olursa, "ittifaklar" halinde -tüketicilere karşı işçilerle patronlar arasında anlaşmalar halinde- bozulur gider. Parlamento, bir burjuva politikacıları çetesinin, "ulusal özgürlük", "liberalizm", "demokrasi", cumhuriyetçilik, anti-klerikalizm, sosyalizm ve talep edilen bütün öteki satılık şeyleri toptan ve parekende trampa ettikleri kokuşmuş bir geneleve dönerek bozulur. Basın, bir orta pezevengine, avamın düşük içtepilerinin muhabbet tellallığını yapan bir yığın kokuşturma aracına dönerek bozulur, vb., vb... Sosyal-demokrasi, proletaryayı, birazcık altında ya da birazcık üstünde bulunan katmanlardan aralarına Çin duvarı çekerek ayıracak hiçbir evrensel mücadele yöntemi bilmemektedir. Sosyal-demokrasi, farklı dönemlerde farklı yöntemler kullanır, bunların seçimini kesenkes tanımlanmış ideolojik ve örgütsel koşullara bağlar.[*]
Rus devrimindeki mücadele biçimleri, Avrupa'nın burjuva devrimleriyle karşılaştırıldığında, çok büyük çeşitliliğiyle ayırdedilir. Kautsky, 1902'de, geleceğin devrimi (Rus devrimi belki de istisnadır diye ekliyordu), halkın yönetime karşı mücadelesinden çok, halkın iki kesimi arasındaki mücadele biçiminde olacaktır dediği zaman, bunu kısmen önceden görmüştü. Rusya'da, kuşku yok ki, bu sonucu mücadelenin gelişiminin Batıdaki burjuva devrimlerinden daha yaygın olduğunu görüyoruz. Devrimimizin düşmanları halkın arasında sayıca pek azdır, ama mücadele keskinleştikçe, bunlar gitgide daha çok örgütlenmekte ve burjuvazinin gerici katmanlarının desteğini almaktadırlar. Onun için, böyle bir dönemde, ülke çapında siyasal grevlerin olduğu bir dönemde, bir başkaldırmanın çok küçük bir zamanla ve çok küçük bir alanla sınırlanmış eski bireysel eylem biçimini alamayacağı kesinlikle doğal ve kaçınılmaz birşeydir. Başkaldırmanın bütün ülkeyi kucaklayan uzun bir iç savaş, yani halkın iki kesimi arasındaki silahlı bir mücadele şeklinde daha yüksek ve daha karmaşık bir biçim olacağı kesinlikle doğal ve kaçınılmazdır. Böylesine bir savaş, oldukça uzun aralıklarla çok az sayıda büyük çarpışmalar ve bu aralıklar arasında çok sayıda küçük çarpışmalar ve bu aralıklar sırasında çok sayıda küçük çatışmalar dizisinden başka birşey olarak anlaşılamaz. Böyle olunca -ve kuşku yok ki, böyledir- sosyal-demokratların, bu büyük çarpışmalarda ve aynı zamanda da olabildiği kadarıyla, bu küçük çatışmalarda yığınlara en iyi bir biçimde önderlik edecek örgütlerin yaratılmasını kendilerine görev edinmeleri kesinlikle zorunludur. Sınıf mücadelesinin iç savaş noktasına kavuştuğu bir dönemde, sosyal-demokratlar, yalnızca bu iç savaşa katılmayı değil, aynı zamanda da önderlik rolünü oynamayı da görev edinmelidirler. Sosyal-demokratlar, örgütlerini, düşman güçlerine zarar verecek bir tek fırsatı bile kaçırmayan bir savaşçı parti olarak gerçekten hareket edebilecek biçimde eğitmek ve hazırlamak zorundadırlar.
Bunun zor bir görev olduğu yadsınamaz. Bu görev bir anda başarılamaz. İç savaşın gelişimi içinde, tıpkı halkın tümünün yeniden eğitilmesi ve savaşmayı öğrenmesi gibi, bizim örgütlerimiz de eğitilmelidir ve bu görevi karşılayabilecek şekilde, deneyimden çıkan derslerle uygunluk içinde yeniden kurulmalıdır.
Bizim, mücadelenin herhangi bir yapay biçimini, eylem içindeki işçilere zorla kabul ettirme, ya da hatta Rusya'daki iç savaşın genel gelişimi içinde, gerilla savaşının herhangi bir özel biçiminin hangi rolü oynayacağına koltuğumuzda oturarak karar verme konusunda en ufak bir eğilimimiz yoktur. Belli gerilla eylemlerinin somut değerlendirilmesine, sosyal-demokrasi içindeki bir eğilim göstergesi olarak bakma düşüncesinin çok uzağındayız. Ama biz, pratik yaşamın doğurduğu yeni mücadele biçimlerinin doğru bir teorik değerlendirilmesine ulaşmada elden geldiğince yardımcı olmayı görev saymaktayız. Biz, yeni ve zor bir sorunun doğru olarak konmasında ve çözümüne doğru olarak yaklaşmada sınıf bilincine sahip işçileri engelleyen basmakalıp klişelerle ve önyargılarla, durmaksızın savaşmayı görevimiz olarak görürüz.

Lenin
30 Eylül 1906
Proletari, Nr. 5



(*)
Bolşevik sosyal-demokratlar, gerilla eylemlerine karşı anlamsız bir tutku taşıdıkları suçlamasıyla sık sık karşılaşırlar. Gerilla eylemleri konusundaki karar taslağında (Partiniye Izvestia, Sayı:2 ve Lenin'in Kongreye Raporu), gerilla eylemlerini savunan bolşevik kesimin bu eylemlerin benimsenmesi için aşağıdaki koşulları önerdiğini anımsamak, bu nedenle, yanlış olmayacaktır: Hangi koşul altında olursa olsun, özel mülkiyete "elkonulmasına" izin verilmemeliydi; hükümet mallarının "elkonulması" salık verilmemeliydi ama ancak bunalrın partinin denetimi altında olması ve gelirleri bir ayaklanmanın gereksinimleri için kullanılması kaydıyla kabul edilirdi. Gerilla eylemleri, şiddet biçimi içinde zalim hükümet memurlarına ve kara-yüzlerin aktif üyelerine karşı salık verilmeliydi, ama bu da ancak şu koşullarla, 1) yığınların duyguları hesaba katılmalıdır; 2) o yöredeki işçi sınıfı hareketinin koşulları hesaba katılmalıdır; ve 3) proleteryanın kuvvetlerinin ziyan olmaması konusuna dikkat gösterilmelidir. Bu taslak ile Birlik Kongresinin benimsediği karar arasındaki pratikteki farklılık, özellikle hükümet mallarına "elkonulmasına" izin verilmemesi olgusunda yatar.


Proletarya Partisinin
Din Konusundaki Tutumu


Duma'da Synod bütçesi görüşülürken Milletvekili Surkov'un yaptığı konuşma ve bu konuşmanın taslağı görüşülürken Duma grubumuzda yapılan tartışma, özellikle şu anda son derece önemli ve ivedi bir sorun ortaya çıkarttı. Bugün "toplum"un geniş çevrelerinde dinle ilgili herşey kuşkusuz büyük ilgi toplamakta ve bu konular işçi sınıfı hareketine yakın aydınlar ve belirli işçi çevrelelerine de sızmaktadır. Bu nedenle Sosyal-Demokratlara düşen kesin görev din konusundaki tutumlarını kamuya açıklamaktır.
Sosyal Demokrasi dünya görüşünü bilimsel sosyalizm, yani Marksizm temeline dayar. Marks ve Engels'in çeşitli kereler tekrarladıkları gibi Marksizmin felsefi temeli, Fransa'daki 18. Yüzyıl maddeciliğinin ve Almanyada'ki Feuerbach (19. Yüzyılın ilk yarısı) maddeciliğinin tarihsel geleneklerini benimsemiş olan, tamamen ateist ve dine karşı tavırdaki diyalektik maddeciliktir. Unutmayalım ki, Marks'ın taslak halindeyken okuduğu Engels'in Anti-Dühring'inin tamamı, maddeci ve ateist olan Dühring'i tutarlı bir maddeci olmamak ve din ile din felsefesine açık kapı bırakmakla suçlar. Yine unutmayalım ki, Engels, Ludwig Feuerbach ile ilgili yapıtında, dini ortadan kaldırmak için değil de, yeniden canlandırmak, yeni, "yüceltilmiş" bir din kurmak için savaş açtı diye Feuerbach'a çatar. Din halkı uyutmak için kullanılan afyondur. (Marks, Hegel'in Sağ Felsefesinin Eleştirisine Katkı, Giriş) Marks'ın bu sözü din konusundaki Marksist görüşün temel taşıdır. Marksizm bütün modern dinleri, kiliseleri ve her türlü dinsel örgütü, işçi sınıfının sömürülmesini ve ezilmesini savunmaya hizmet edecek birer burjuva gericiliğinin aracı olarak görür.
Engels aynı zamanda, Sosyal Demokratlardan "daha sol" ya da "daha devrimci" olmak isteyenlerin dine savaş açarcasına işçi partisinin programına ateist olduklarının konulması yolundaki çabalarını da sık sık suçlamıştır. Engels 1874'de Londra'da sürgünde yaşayan Blanquist geçici Komünarların ünlü manifestosundan söz ederken, onların dine savaş açmalarını budalalık olarak nitelemiş ve böylesi bir savaş açmanın dine karşı yeniden ilgi duyulmasını sağlamak ve dinin gerçekten ortadan kalkmasını engellemek için en iyi yol olduğunu belirtmiştir. Engels, Blanquistleri ezilen kitleleri din boyunduruğundan ancak emekçi kitlelerin mücadelesinin kurtaracağını, proletaryayı en yaygın biçimde bilinçli ve devrimci uygulamaya sokarak kurtaracağını kavramamakla suçlamış ve dine savaş açılmasını işçi partisinin siyasal görevi olarak yorumlamanın anarşist safsatadan başka birşey olmayacağını belirlemiştir. 1877'de Anti-Dühring'inde de, düşünür Dühring'in ülkücülük ve dine karşı verdiği en ufak ödünlere karşı çıkan Engels, Dühring'in sosyalist toplumda dinin yasaklanması yolundaki sözde devrimci görüşünü de yerer.
Engels dine karşı böylesi savaş açmanın "Bismarck'ı geride bırakacak ölçüde Bismarck'cılık" yani Bismarck'ın dine (ünlü Kültür Savaşı-Kulturkampf, 1870'lerde Alman Katolik Partisine, "Merkez" partiye karşı polis kovuşturmasıyla) karşı giriştiği mücadeleyi boşuna tekrarlamaktan başka bir şey olmadığını tekrarlamıştır. Bismarck bu mücadeleyle katoliklerin militan dinciliğini uyarmaktan ve gerçek kültür çalışmalarını zedelemekten öte bir yarar sağlamamıştır. Çünkü, siyasal bölünmelerden çok dinsel bölünmelere önem vermiş, işçi sınıfının ve öteki demokratik unsurların dikkatini sınıfsal ve devrimci mücadelenin ivedi görevlerinden çekerek, en yapay, en düzmece burjuva din karşıtlığına yöneltmiştir.
Engels, sözüm ona ultra-devrimci Dühring'i Bismarck'ın saçmalığını bir başka biçimde tekrarlamak istediği için suçlarken, işçi partinin proletaryayı örgütlemekte ve eğitmekte sabırlı davranabileceğini, böylelikle dine karşı savaş açmak gibi siyasal bir kumara girişmeksizin dinin giderek ortadan kalkmasını sağlayabileceğini belirtmiştir. Bu görüş, örneğin Cizvitlere özgürlük verilmesini, Almanya'ya girmelerine izin çıkarılmasını, herhangi bir dine karşı polis yöntemleri uygulanmasına son verilmesini savunan Alman Sosyal-Demokrasinin özünü oluşturan ögelerden biri olmuştur. Erfurt Programındaki (1891) ünlü "Din kişisel bir sorundur" maddesi, Sosyal-Demokratların bu siyasal taktiklerinin özetidir.
Bu taktikler artık gündelik bir olay durumuna gelmiş, Marksizmin ters yönde saptırılmasına, oportünizm yönünde saptırılmasına yol açmıştır. Erfurt Programındaki bu madde, biz Sosyal-Demokratlar için, parti olarak hepimiz için din kişisel bir sorundur biçiminde yorumlanmıştır. 1890'larda Engels bu oportünist görüşü doğrudan doğruya karşısına almaksızın, buna polemikle değil somut verilerle karşı çıkılması gerektiğini ileri sürmüştür. Örneğin kendisi bu karşı çıkışı, özellikle vurguladığı bir sözle, Sosyal-Demokratların dini devlet işleri açısından kişisel bir sorun olarak aldıklarını, herhalde kendileri açısından, Marksizm açısından ve işçi partisi açısından soruna böyle bakmadıklarını söyleyerek belirlemiştir.
Marks ve Engels'in din konusundaki sözlerinin görünürdeki tarihçesi budur. Marksizme savruk yaklaşımı olanlar, düşünemeyen ve düşünmeyecek olanlar için, bu tarihçe Marksist çelişkiler ve bocalamalar niteliğinde, "tutarlı" ateizm ile dinin ağzına sunulan "hazır lokmalar"ın bir karışımı, tanrıya karşı açılmış devrimci savaş ile dindar işçilerin gözünü boyamaya yönelen korkakça bir tavır, işçileri ürkütmekten çekinen bir tutum arasında bocalama niteliğinde bir anlamsızlık örneğidir. Anarşist şamatacıların yazıları Marksizme bu yönde yapılmış çeşitli saldırılarla doludur.
Oysa Marksizme ciddi olarak yaklaşabilen, Marksizmin felsefi ilkeler ve uluslararası Sosyal-Demokrasi deneyi üzerinde düşünebilen herkes, din konusundaki Marksist taktiklerin kesinlikle tutarlı olduğunu, Marks ve Engels tarafından özenle düşünülmüş bulunduğunu, birtakım cahillerin bocalama diye tanımladıkları tutumun gerçekte diyalektik maddeciliğin mutlak ve kaçınılmaz bir sonucu olduğunu hemen görecektir. Din konusunda Marksizmin görünüşteki "ılımlılığının" kimseyi ürkütmemek vb. endişesinden doğduğunu düşünmek çok yanlış olur. Tam tersine bu konuda da Marksizmin siyasal çizgisi, felsefe ilkeleriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır.
Marksizm maddeciliktir. Böyle olduğu için de, konusunda en azından 18. yüzyıl Ansiklopedistlerinin maddeciliği ya da Feuerbach'ın maddeciliği oranında kesin bir karşıtlığı vardır. Bu hiç kuşku götürmez. Ne var ki Marks ve Engels'in diyalaktik maddeciliği, ansiklopedistlerin ve Feuerbach'ın maddeciliğini aşar, çünkü maddeci felsefeyi tarih alanında, toplum bilimleri alanında da uygular. Dinle savaşmalıyız- bu, her türlü maddeciliğin ve doğal olarak Marksizmin ABC'sidir. Ancak Marksizm, ABC'de donmuş kalmış maddecilik değildir. Marksizm daha ileri giderek şöyle der: Dinle nasıl savaşacağımızı bilmeliyiz, bunu yapabilmek için de inancın ve dinin kökenini kitlelere maddeci bir biçimde açıklamalıyız. Dinle savaş, soyut ideolojik öğütler çerçevesinde kalamaz, bu tür sınırlı öğütlere indirgenmemelidir. Dinle savaş, dinin toplumsal kökenini ortadan kaldırmayı amaçlayan sınıf hareketinin somut uygulamasıyla bağlanmalıdır. Din etkisini neden en çok geri kalmış şehir proletaryası, yarı-proletarya ve köylü kitlesi üzerinde göstermektedir? Burjuva ilerici aydınları, radikaller ve burjuva maddecileri bu soruya "cahil oldukları için" diye cevap verirler. O zaman da "kahrolsun din, yaşasın dinsizlik! Ateist görüşleri yaymak başlıca görevimizdir"- diye haykırmaya başlarlar. Marksistler ise, bunun doğru olmadığını, aldatıcı bir görüş olduğunu, dar görüşlü burjuvaların fikri olduğunu söylerler. Bu görüş dinin kökenini yeterince açıklamaz, açıklar da, maddeci biçimde değil, ülkücü biçimde açıklar. Modern kapitalist ülkelerde bu kökler genellikle toplumsaldır. Bugün dinin en derine uzanan kolu, emekçi kitlelerin toplumsal ezikliği ve hergün her saat emekçilere en dayanılmaz acıları, savaş, deprem vb. doğal afetlerden çok daha beter kahırları çektiren kapitalizmin karanlık güçleri karşısındaki çaresizliğidir.
"Tanrıları korku yarattı". Sermayenin kör -halk kitleleri tarafından önceden sezilemediği için körgücünün korkusu yani proletaryanın küçük-esnafın yaşamının her adımında "ansızın", "beklenmedik" ve "rastlantısal" bir yıkıntı, yok olma, yoksulluk, fahişelik, açlıktan ölmek gibi tehlikeler yaratan gücün korkusu, modern dinin kökenidir. Maddeciler ana-okulu düzeyinde kalmak istemiyorlarsa, öncelikle bunu hatırdan çıkarmamalıdırlar. Kapitalist düzenin ağır işi altında ezilen ve kapitalizmin kör, yıkıcı güçlerinin insafına bağlı olarak yaşamını sürdüren kitleler, dinin bu kökenine karşı savaşmayı, sermaye egemenliğinin her türlüsüne karşı birlikte, örgütlü, planlı ve bilinçli bir savaş vermeyi kendi kendilerine öğrenmedikleri sürece, hiçbir eğitici kitap bu kitlelerin kafasındaki din inancını çürütemez.
Bu, dine karşı olan eğitici kitapların zararlı veya gereksiz olması mı demektir? Hayır hiç de değil. Bu demektir ki Sosyal-Demokrasinin ateist propagandası, temel ödevine yani sömürülen kitlelerin sömürücülere karşı sınıf mücadelesini geliştirmek ödevine bağlanmalıdır. Diyalektik maddecilik ilkelerini, yani Marks ve Engels'in felsefesini yeterince incelememiş olanlar bu öneriyi anlayamazlar: (ya da en azından ilk bakışta kavrayamazlar). "Nasıl olur bu" derler. "Binlerce yıldır süregelen kültür ve ilerlemenin bu düşmanına (dine) karşı yürütülecek ideolojik propaganda, belirli görüşlerin öğretisi ve verilecek mücadele, sınıf mücadelesine, yani ekonomik ve siyasal alanda belirli amaçlara yönelik bir mücadeleye mi bağımlanacak?" derler.
Bu tür sözler, Marksist diyalektiğin kavranmamış olduğunu kesin kanıtlayan karşı çıkışlardır. Bu tür çıkışları yapanları şaşırtan çelişki, gerçek yaşamdaki gerçek bir çelişkidir. Yani uydurulmuş değil de, diyalektik olan çelişkidir. Kuramsal ateizm propagandası, yani proletaryanın belirli kesimlerindeki dinsel inancın yıkılması ile bu kesimlerin sınıf mücadelesinin başarısı, ilerlemesi ve koşulları oranında kesin bir ayrım yapmak demek, diyalektiğe aykırı düşünmek, göreceli ve değişken bir sınırı kesin bir sınıra dönüştürmek, gerçek yaşamda çözülmez biçimde bağlantılı olan birşeyi zorla birbirinden koparmak demektir. Bir örnek verelim. Diyelim ki, belirli bir bölgede ve belirli bir endüstri kesiminde bulunan proletarya, biri sınıf bilinci oldukça gelişmiş ve kuşkusuz ateist olan Sosyal-Demokratlar, ikincisi köyle ve köylülükle ilişkilerini henüz koparmamış olan, tanrıya inanan, kiliseye giden, hatta bir Hıristiyan sendikası örgütlemekte olan yerel papazın etkisindeki geri kalmış işçiler olmak üzere ikiye bölünmüş olsun. Yine diyelim ki, bu bölgedeki ekonomik mücadele bir grev sonucunu doğurmuş olsun. Bu durumda bir Marksiste düşen görev, grevin başarıya ulaşmasını herşeyin üzerinde tutmak, bu mücadelede işçilerin ateistler ve Hıristiyanlar olarak ikiye bölünmesine kesinlikle karşı çıkmak, bu tür herhangi bir bölünmeye engel olmaktır. Proletaryanın geri kalmış kesimlerini ürkütmek, seçimlerde sandalye kaybetmek vb. endişelerden değil, modern kapitalist toplum koşullarında Hıristiyan işçilerin Sosyal Demokrasiye ve ateizme dönmelerinde ateist propagandadan yüz kat daha etkili olacak durumlarda ateist propaganda gereksiz ve zararlı olabilir. Böyle bir anda ve böyle bir ortamda ateist propaganda yapmak, işçilerin grevdeki tavırlarına göre değil de, dinsel inançlarına göre bölünmelerini isteyen papazların ekmeğine yağ sürmek demektir. Ne olursa olsun tanrıya savaş açılmasını isteyen bir anarşist, gerçekte papazlara ve burjuvaziye yardım ediyor demektir (ki anarşistler uygulamada her zaman burjuvaziye yardım ederler). Bir Marksistin materyalist olması, yani dine karşı olması gerekir; ancak, bir diyalektik materyalistin dine karşı mücadeleyi soyut, kuramsal, değişmez bir biçimde değil de, uygulamada sürmekte olan ve kitleleri herşeyden iyi eğiten sınıf mücadelesinin somut temeline dayanarak yürütmesi gereklidir. Bir Marksist, somut durumu bir bütün olarak gözlemlemeli, anarşizm ile oportünizm arasındaki (göreceli, değişken olan ama mutlak varolan) sınırı ayırt edebilmelidir. Bir Marksist hiçbir zaman ne anarşistlerin soyut, sözde kalan, gerçekte ise boş "devrimciliği"ne, ne de dinle mücadeleye sırt çeviren, bunun görev olduğunu unutan, Tanrıya inanmayı kabullenen, davranışlarını belirlerken sınıf mücadelesini değil de kimseyi kırmamak incitmemek "beni sokmayan yılan bin yaşasın" kuralını bozmamak endişesiyle davranan küçük-burjuva ya da liberal aydınların oportünizmine aldanmamalıdır.
Sosyal Demokratların din konusundaki tutumlarıyla ilgili bütün sorunlar bu açıdan ele alınmalıdır. Örneğin bir papazın Sosyal Demokrat Partiye üye olup olamayacağı sorusu sık sık ortaya atılır ve bu soruya da genellikle Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin deneyi kanıt getirilerek belirsiz, kesinlikten uzak olumlu cevap verilir. Oysa Avrupa'daki deney, sadece işçi hareketine Marksist doktrin uygulanmasının değil, aynı zamanda Rusya'da bulunmayan özel tarihsel koşulların (bu koşullardan daha sonra ayrıntılı olarak söz edeceğiz) sonucu olmuştur. Bu nedenle, bu soruya kesinlikten uzak bir olumlu cevap vermek yanlış olur. Papazların Sosyal Demokrat Partiye üye olamayacakları da, olabilecekleri de kesinlikle söylenemez. Bir papaz gelip de, ortak siyasal çalışmamıza katılmak ister, parti görevlerini dürüstçe yapar ve Parti programına karşı çıkmazsa Sosyal Demokratların safına katılması olumludur. Çünkü bu dinsel inançları arasındaki çelişki sadece kendisini ilgilendiren bir olay, kişisel çelişkisi olacaktır. Üstelik bir siyasal örgüt, üye alırken onların görüşleri ile kendi programı arasında bir uzlaşmazlık olup olmadığını araştırma durumunda değildir. Aslında böyle bir durum Rusya'da kesinlikle olanaksız olması yanı sıra, Batı Avrupa'da bile ender görülen, olağanüstü bir olaydır. Ama diyelim ki, bir papaz Sosyal Demokrat Partiye üye oldu da, sonra Parti içinde din propagandası yapmaya kalkıştı, işte o zaman Parti onu kesinlikle ihraç edecektir. Bize düşen, sadece Tanrıya inancını sürdüren işçileri Sosyal Demokrat Partiye almak değil, özellikle bunları partiye kaydetmeye çalışmaktır. Onların dinsel inançlarına karşı çıkmamalıyız, ama onları kendi programımızın ruhuna uygun olarak eğitmek için, programımıza karşı etkin bir mücadeleye yol açmamak için bu tür işçileri saflarımıza kaydetmeliyiz. Parti içinde düşünce özgürlüğüne hak tanırız. Ancak bu özgürlük, gruplaşma özgürlüğüyle belirlenen sınırlı bir özgürlüktür. Yoksa Parti çoğunluğunun karşıt olduğu görüşleri yaymaya çalışanlara el verecek değiliz.
Bir başka örnek daha alalım. Sosyal Demokrat Partinin bütün üyeleri, hiçbir ayrım gözetmeksizin, "sosyalizm benim dinimdir" dedikleri için ve bu söze uygun görüşleri yaymaya çalıştıkları için eleştirilip kısıtlanmalı mıdır? Hayır! Bu durumda Marksizmden (bunun doğal sonucu olarak sosyalizmden) bir sapma olduğu tartışma götürmez, ne var ki bu sapmanın anlamı, göreceli önemli durumlara göre değişir. İşçilerle konuşan birinin, sözlerini daha iyi anlatmak, konuya daha kolay girmek, görüşlerini geri kalmış kitlelerin alışık oldukları çerçeve içinde aktarabilmek amacıyla bu tarzda konuşması bir olaydır. Bir yazarın "Tanrı yaratmak"tan ya da tanrı yaratan sosyalizmden (Lunacharski ve arkadaşları örneği) sözetmsi çok daha başka bir olaydır. Birinci örnekte herhangi bir kısıtlama, konuşmacının özgürlüğünü, "pedagojik" yöntemlerini seçme özgürlüğünü baltalayıcı bir tutum olduğu halde, ikinci örnekteki parti kısıtlaması gerekli bir davranış olur. Kimileri için "sosyalizm bir dindir" sözü, dinden sosyalizme geçişin bir biçimidir, kimileri için de sosyalizmden dine bir dönüşümdür.
Şimdi de Batı'da "din kişisel bir sorundur" savının oportünist yorumuna yol açan koşulları ele alalım. Kuşkusuz buna yol açan koşullar bir bütün içinde, işçi sınıfı hareketinin çıkarlarını geçici çıkarlar adına feda etmek gibi oportünist davranışların tümüne yol açmış olan koşullardır. Proletaryanın partisi devletin dini kişisel bir sorun olarak belirlemesini ister, ancak halkın afyonu niteliğindeki dini, dinsel batıl inançlara karşı savaşı "kişisel sorun" olarak görmez. Oysa oportünistler sorunu saptırarak, Sosyal Demokrat Partinin dini kişisel bir sorun gibi yorumladığı izlenimini uyandırmaya çalışırlar.
Din konusundaki konuşmayı tartışırken Duma'daki grubumuz tarafından açıklığa kavuşturulmamış olan bir başka durum da, oportünist saptırmalara ek olarak, Avrupa Sosyal Demokratlarının din konusundaki bugünkü aşırı kayıtsızlıklarına yol açan özel tarihsel koşulların da varlığıdır. Bu koşullar iki yönlüdür. Birincisi, dinle savaşmak görevi, tarihsel açıdan devrimci burjuvazinin görevidir ve Batıda burjuva demokrasisi, feodalizme ve orta çağ düzenine karşı giriştiği kendi devrimleri döneminde bu görevi büyük ölçüde yerine getirmiş (ya da engellemiştir). Gerek Fransa'da, gerek Almanya'da burjuvazinin dinle savaşma geleneği vardır ve bu sosyalizmden (Ansiklopedistlerden ve Feuerbach'tan) çok önce başlamıştır. Rusya'da ise, burjuva demokratik devrimimizin kendine özgü koşulları nedeniyle, bu görev de hemen hemen tümüyle işçi sınıfının omuzlarına yüklenmiştir. Ülkemizdeki küçük-burjuva demokrasisi (Narodnikler) bu konuda (Vekhi'de yazan Kara Yüz Kadetler veya Kadet Kara Yüzler'in sandığı gibi) gereğinden fazlasını değil, Avrupa'da yapılmış olanla karşılaştırıldığında yeterinden çok daha azını yapmıştır.
Öte yandan, burjuvazinin dinle savaşma geleneği, Avrupa'da bu savaşın anarşistler (burjuvaziye şiddetle saldırmalarına karşın, aslında burjuva dünya görüşünün yanında yer aldıkları, Marksistler tarafından defalarca belirtilen anarşistler) tarafından saptırılmasına yol açmıştır. 1880'lerde Latin ülkelerinde anarşistler ve Blanqusitler, Almanya'da (Dühring'in öğrencisi olan) Most ve onu izleyenler, Avusturya'da anarşistler, dine karşı savaşta devrimci söylevleri aşırılığa götürmüşlerdir. Şimdi ise Avrupalı Sosyal Demokratların, anarşistlerle karşılaştırıldıklarında, işi öteki uca çekmelerine şaşmamak gerekir. Bunun nedeni anlaşılabilir ve belirli ölçüde hoş görülebilir. Fakat Rusya'daki Sosyal Demokratların Batının kendine özgü tarihsel koşullarını akıldan çıkarmaları doğru olmaz.
İki yönlü olduğunu belirttiğimiz koşulların ikinci yönü de şudur: Batıda, ulusal burjuva devrimleri sona erdikten sonra, az çok dinsel özgürlük sağlandıktan sonra, dine karşı demokratik savaş yürütme sorunu, burjuva demokrasisinin sosyalizmle mücadelesi sırasında öylesine geri plana itilmiştir ki, burjuva hükümetleri kasıtlı olarak dine karşı sözüm ona liberal bir "saldırı" örgütleyerek kitlelerin dikkatini sosyalizmden uzağa çekmeye çalışmışlardır. Almanya'daki Kulturkampf'ın ve Fransa'da burjuva cumhuriyetçilerin dine karşı mücadelesi bu tür olaylardır. Burjuvazinin, işçi sınıfı kitlelerinin dikkatini sosyalizmden uzaklaştırmak amacıyla dine karşı giriştiği mücadele, bugün Batılı Sosyal Demokratların din savaşına "kayıtsız" duruma gelmelerine yol açmıştır. Bu da kolayca açıklanır ve anlaşılır bir olaydır, çünkü Sosyal Demokratlar burjuva din karşıtlığı ile Bismarck'cı tutumun karşısında din savaşını sosyalizm mücadelesine bağımlı kılmak zorunda kalmışlardır.
Rusya'da ise koşullar oldukça başkadır. Proletarya bizim burjuva demokratik devrimimizin öncüsüdür. Bu nedenle, orta çağın tüm kalıntılarına ve bu arada eski resmi dine ve bunu canlandırma, yeniden biçimlendirme yolundaki tüm girişimlere karşı yürütülecek mücadeledeki ideolojik öncü de proletaryanın partisi olmalıdır. Bu yüzden, Engels dinin kişisel bir sorun olduğunu devletin belirlemesi yerine, Sosyal Demokratların ve partilerinin bu beyanda bulunmalarındaki oportünizme çatarken oldukça ılımlı olmasına karşın, bu sapmanın Rus oportünistleri tarafından ithaline yüz kat daha sert karşı çıkardı.
Duma grubumuz, Duma kürsüsünden dinin halkın afyonu olduğunu açıklamak ve böylelikle Rus Sosyal Demokratlarının din konusundaki bütün sözlerine temel sağlamakla doğru davrandılar. İşi daha ileri götürüp, ateizm tartışmasının ayrıntılarına inmeleri gerekir miydi? Gerektiği kanısında değiliz. Böyle bir tutum, proletaryanın partisini din mücadelesini abartıyor durumuna düşürebilir, din konusunda burjuvazinin mücadelesi ile sosyalist mücadele arasındaki ayrımı gözden silebilirdi. Kara Yüz Dumasındaki Sosyal Demokrat grubun ilk görevi başarıyla yerine getirilmiştir.
Sosyal Demokratların ikinci ve belki de onlar için en önemli görevi, yani kilisenin ve din adamlarının işçi sınıfına karşı açılan savaşta Kara Yüz hükümetini ve burjuvaziyi destekleyerek aldıkları sınıfsal tavrı kitlelere açıklamak görevi de başarıyla gerçekleştirilmiştir. Kuşkusuz bu konuda daha pek çok şey söylenebilir. Sosyal Demokratlar da bundan sonraki konuşmalarında yoldaş Surkov'un dediklerini nasıl geliştireceklerini de bileceklerdir. Surkov' un konuşması şimdiki haliyle de kusursuzdur ve bu konuşmayı bütün parti örgütlerinin yayması Partimizin kesin görevidir.
Üçüncü görev, Alman oportünistlerinin sık sık saptırdıkları "din kişisel bir sorundur" önerisinin doğru anlamını ayrıntılarıyla açıklamaktı. Ne yazık ki, Yoldaş Surkov bunu yapmadı. Bu konuda Duma grubumuzun daha önceki çalışmalarında yoldaş Belousov tarafından bir yanlış yapılmış ve bu yanlış o zaman Proletarya'da yansıtılmış olduğu için yoldaş Surkov'un bu konuya değinmemiş olması üzücüdür. Duma grubundaki konuşmalar göstermektedir ki, ateizm tartışması, dinin kişisel sorun olması isteğinin doğru yorumlanması zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Bütün Duma grubunun yanlışı için sadece yoldaş Surkov'u suçlayacak değiliz. Üstelik, bu noktada sorunu yeterince açıklığa kavuşturmadığımız ve Alman oportünistleri karşısında Engels'in tutumunu Sosyal Demokratlara yeterince anlatamadığımız için bütün Partinin suçlu olduğunu da itiraf etmek zorundayız. Duma grubunda tartışma göstermektedir ki, bu sorun üzerinde Marks'ın öğretilerini hiçe saymak gibi bir tutum değil, tamamen bir yanlış anlama söz konusudur ve bu yanlışın grubun bundan sonraki konuşmalarında düzeltileceğine inanıyoruz.
Yoldaş Surkov'un konuşmasının bütünüyle kusursuz olduğunu ve bütün örgütler tarafından yayılması gerektiğini bir kere daha tekrarlıyoruz. Duma gurubu bu konuşmayı tartışırken Sosyal Demokrat olarak görevini yerine getirdiğini göstermiştir. Grupla Partiyi daha yakınlaştırmak, grubun zor koşullarda çalışmalarını Partiye aktarmak ve Parti ile Duma grubunun çalışmaları arasında ideolojik bütünlük sağlamak amacıyla, Duma grubundaki tartışmaların parti yayın organlarına daha çok yansıtılması dileğimizdir.

Lenin

Proletarya, Sayı: 45
13 (28) Mayıs 1909


Rusya'da Parti-İçi Savaşımın Tarihsel Anlamı


YUKARDAKİ başlığın işaret ettiği konuya, Trotski ve Martov, Neue Zeit,[60] n° 50 ve 51'deki yazılarında değiniyorlar. Martov, menşevik görüşleri açıklıyor. Trotski, özellikle tumturaklı sözlerin ardına gizlenerek menşeviklerin dümen suyunda gidiyor Martov. "Rus deneyimi"ni şöyle özetliyor. "Blankici ve anarşist kültür eksikliği, marksist kültür üzerinde utku kazandı" (kastı: menşevizm üzerinde bolşevizm) "Avrupa'nın genel" taktik yöntemlerinin tersine, "Rus sosyal-demokrasisi gayretkeşlik ölçüsünde Rusça konuşuyor." Trotski'nin "tarih felsefesi" de aynı. Savaşımın nedeni "marksist aydınlar tabakasının, proletaryanın sınıf hareketine uyarlanması"dır. "Sekterlik, aydınca bireycilik, ideolojik fetişizm" ön sıraya çıkarılmış bulunuyor "Siyasal yönden olgunlaşmamış proletaryayı etkileme savaşımı" - işte sorunun özü. (sayfa 122)


I
Bolşevizmle menşevizm arasındaki savaşımın, olgunlaşmamış bir proletarya üzerinde etkinlik kazanma savaşımı olduğuna ilişkin teori yeni değildir. Birçok kitapta, broşürde,liberal basındaki yazılarda (1903'ten bu yana değilse bile) 1905'ten beri bu görüşle karşılaşmaktayız. Martov'la Trotski, Alman yoldaşların önüne, marksist bir kılıf geçirdikleri liberal görüşleri koyuyorlar.
Batı Avrupa proletaryasına bakışla Rus proletaryasının siyasal yönden çok daha az olgun olduğuna hiç kuşku yok. Ama Rus toplumundaki tüm sınıflar arasında, 1905-1907'de en büyük siyasal olgunluğu gösteren de proletarya oldu. Alçakça, korkakça, aptalca ve 1848'de Alman burjuvazisinin yaptığı gibi haince davranan Rus liberal burjuvazisi, Rus proletaryasından nefret ediyor. Bunun nedeni, Rus proletaryasının, hareketin önderliğini bu burjuvazinin elinden koparıp alacak ve liberallerin ihanetini insafsızca ortaya koyacak yeterlikte siyasal olgunlukta olduğunu 1905'te kanıtlamasıdır.
Trotski ilan ediyor: Menşevizmin ve bolşevizmin, diyor, "proletaryanın derinliklerinde kök saldıklarını" düşünmek, "bir hayaldir". Bu, Trotski'nin ustası olduğu, yankı yapıcı ama boş sözlere iyi bir örnektir. Bolşeviklerle menşevikler arasındaki ayrılığın kökleri "proletaryanın derinliklerinde" değil, ama Rus devriminin iktisadi içeriğinde yatıyor. Bu içeriği görmezlikten geldikleri için Martov'la Trotski, Rusya'daki parti-içi savaşımın tarihsel anlamını kavrama olasılığından, kendilerini yoksun bırakmaktalar. Sorunun özü, ayrılıkların teorik ifadesinin proletaryanın şu ya da bu katına "derinden" işleyip işlemediği değildir. Sorunun özü, 1905 devriminin iktisadi koşullarının, proletaryayı liberal burjuvaziyle, sadece işçilerin gündelik yaşam koşullarını iyileştirme sorununda değil, ama aynı zamanda tarım sorununda, devrimin bütün siyasal sorunlarında, vb. düşmanca ilişkiler içine soktuğu gerçeğidir. "Sekterlik" gibi, "kültür eksikliği" gibi etiketler dağıtarak Rus devrimindeki eğilimlerin savaşımından dem vurmak, ama proletaryanın, liberal burjuvazinin ve demokratik köylü yığınlarının temel iktisadi çıkarları hakkında tek söz söylememek, ucuz gazetecilerin düzeyine (sayfa 123) düşmek demektir.
İşte bir örnek: "Batı Avrupa'nın tümünde" diye yazıyor Martov, "köylü yığınlarının, kapitalist devrimin tarımdaki ciddi sonuçlarını duymaya başladıkları ölçüde [proletarya ile] ittifak yapmaya elverişli oldukları kabul edilir. Ne var ki Rusya'da, kapitalizmin 'eğitsel' etkisini henüz ya hiç hissetmemiş ya da çok az hissetmiş, bu nedenle de kapitalist burjuvazinin okulundan henüz geçmemiş olan yüz milyon köylüyle kaynaşıp birleşen sayıca zayıf bir proletarya tablosu çizilmektedir."
Bu, Martov'un bir kalem sürçmesi değildir. Menşevikliğin bütün fikirlerinin ana noktası budur. Rusya'da Potresov, Martov ve Maslov'un editörlüğü altında yayınlanmakta olan Rus devriminin oportünist tarihi (20. Yüzyılın Başında Rusya'da Toplumsal Hareket) başından sonuna bu tür düşüncelerle doludur. Menşevik Maslov, bu "yapıt"ı bir çeşit derleyip toparladığı ve özetlediği yazısında, bu düşünceleri şu sözlerle daha canlı biçimde dile getirmektedir: "Proletaryanın ve köylünün diktatörlüğüyle, iktisadi gelişmenin tuttuğu yol, başından sonuna kadar birbirine ters düşer." İşte bolşevizmle menşevizm arasındaki ayrılıkların kökünün aranması gereken yer tam burasıdır.
Martov, kapitalizm okulunun yerine kapitalist burjuvazinin okulunu koymuştur. (Yeryüzünde kapitalist burjuvaziden başka bir burjuvazi olmadığını ayraç içinde belirtelim.) Kapitalizm okuluyla kastedilen şey ne? Bununla kastedilen şey, kapitalizmin köylüleri köysel yaşamın bönlüğünden çekip çıkardığı, uyandırdığı ve savaşmaya zorladığıdır. "Kapitalist burjuvazi" okuluyla kastedilen şey ne? Bununla kastedilen şey, "1848 Alman burjuvazisinin, en doğal müttefiki olan ... ve onlar olmaksızın soylular karşısında güçsüz kalacağı köylülere, en ufak iç sızısı duymaksızın ihanet etmesidir" (Karl Marx, 29 Temmuz 1848 tarihli Neue Rheinische Zeitung'ta[61]). Bunun anlamı Rus liberal burjuvazisinin, 1905-1907'de inatla ve düzenli olarak köylüye ihanet etmesidir, savaşan köylülere karşı toprak sahipleriyle çarlığın yanına geçmesidir, köylü savaşımının gelişme yoluna doğrudan doğruya engeller koymasıdır.
Martov, köylülerin kapitalizm tarafından "eğitilmesi"ne ilişkin "marksist" çarpıcı sözlerin gerisine sığınarak, (sayfa 124) (soylulara karşı, devrimci bir biçimde çarpışan) köylüleri, (soyluların yanında yer alıp köylülere ihanet eden) liberallerin "eğitmesini savunuyor.
Bu, marksizmin yerine liberalizmi koymaktır. Bu, marksist sözlerle süslenmiş liberalizmdir. Bebel'in Magdeburg'da, sosyal-demokratlar arasında ulusal liberallerin bulunduğuna ilişkin sözleri, sadece Almanya için doğru olan sözler sayılmamalıdır.
Bir noktayı daha belirtmek gerekiyor: Rus liberalizminin ideolojik önderlerinin çoğu, Alman yazınıyla yetişmişlerdir. Bunlar Rusya'ya, "kapitalizm okulu"nu tanıyan, ama devrimci sınıf savaşımı okulunu tanımayan Brentano ve Sombart türü bir "marksizm"i bile bile aktarmaya çalışıyorlar. Rusya'da, Struve, Bulgakov, Frank, İzgoyev ve şürekası gibi bütün karşı-devrimci liberaller, benzer "marksist" sözleri gösterişle savurmaktalar.
Martov, feodalizme karşı köylü ayaklanmaları çağının Rusyası'nı, feodalizme uzun süre önce son vermiş olan "Batı Avrupa" ile karşılaştırıyor. Bu, tarihsel perspektifi şaşılacak ölçüde çarpıtmak demektir. "Batı Avrupa'nın tümünde", programı "taşınmaz mallara elkonması[62] dahil olmak üzere köylünün devrimci eylemlerini destekleme" isteğini içeren bir sosyalist var mı acaba? Hayır yok. "Batı Avrupa'nın tümünde" sosyalistler, toprak sahipleri konusunda küçük mülk sahiplerinin büyük toprak sahiplerine karşı savaşını hiç de desteklemiyorlar. Fark nerede? "Batı Avrupa'nın tümünde", özellikle burjuva tarım ilişkileri dahil olmak üzere burjuva düzeninin çok önce kurulmuş ve biçimlenmiş olmasına karşılık, Rusya'da bu burjuva düzeninin nasıl bir biçim alacağı sorunu üzerinde bir devrimin yer almakta olması gerçeğinde. Fark burada. Martov, belli bir sorun üzerindeki devrimci çatışmalar dönemini, o sorun çoktan çözüldüğü için bu tür devrimci çatışmaları kapsamayan dönemlerle karşılaştıran liberallerin havı dökülüp yıpranmış yöntemlerini yineliyor.
Menşevizmin traji-komedisi, devrim zamanında, liberalizmle uyuşmayan tezleri kabul etme zorunda kalması gerçeğinde yatıyor. Eğer toprağa elkoyma konusunda "köylü"nün savaşımını desteklersek, bu, zaferin olasılığını ve gerek işçi sınıfı için gerek tüm halk için iktisadi ve siyasal yönden (sayfa 125) avantajlı. olduğunu itiraf ve kabul ediyoruz demektir. Ancak taşınmaz mallara elkonması savaşımında, kendisine proletarya tarafından öncülük edilen "köylü"nün elde edeceği zafer, proletaryanın ve köylünün devrimci diktatörlüğünden başka bir şey değildir. (Marx'ın, devrimde diktatörlük gereği hakkında l848'de söylediklerini ve Marx'ı, demokrasiye ulaşmak için diktatörlük kurmakla suçlayanları Mehring'in haklı olarak alaya alışını anımsayalım).[63]
Bu sınıfların diktatörlüğünün "iktisadi gelişmenin tuttuğu yola başından sonuna kadar ters düştüğü" görüşü, büyük ölçüde yanlıştır. Doğru olan, bunun tam tersidir. Sadece böyle bir diktatörlük feodalizmin kalıntılarını iyice temizleyebilir ve üretici güçlerin en ivedi biçimde gelişmesini güven altına alabilir. Bunun tersine, liberallerin siyaseti, tüm sorunu, Rusya'nın "iktisadi gelişme yolunu" yüz kat yavaşlatan Rus Junker'lerin eline bırakmaktır.
Liberal burjuvaziyle köylü arasındaki karşıtlık 1905- 1907'de iyiden iyiye ortaya dökülmüştür. 1905 yılının ilkyazıyla güzünde ve 1906'nın ilkyazında, Orta Rusya uyezdlerinin üçte-birinden yarısına kadarı köylü ayaklanmalarının etkisinde kalmıştı. Köylüler toprakbeylerine ait evlerden yaklaşık olarak 2.000 kadarını yıktılar (bu miktar, yıkılması gerekenin ne yazık ki, onbeşte-birinden daha fazla değil). Bu devrimci savaşımı yalnızca proletarya yürekten destekledi, her bakımdan yönetti, önderlik etti ve yığınsal grevleriyle birleştirdi. Liberal burjuvazi bu devrimci savaşıma hiçbir zaman yardım etmedi. Onlar, köylüleri çar ve toprak sahipleriyle "barıştırmayı" ve "uzlaştırmayı" yeğ tuttular. Aynı şey parlamento alanında, ilk iki Dumada (1906 ve 1907) yinelendi. O dönemin başından sonuna kadar liberaller, köylülerin savaşımını engellediler ve onlara ihanet ettiler. Liberallere karşı durarak köylüleri yöneltenler ve destekleyenler, sadece işçi temsilcileriydi. Birinci ve ikinci Dumanın tüm tarihi, liberallerin köylülerle sosyal-demokratlara karşı giriştikleri savaşımlarla doludur. Bolşevizmle menşevizm arasındaki savaşım da, liberalleri destekleyip desteklememe ya da onların köylü üzerindeki egemenliğini yıkıp yıkmama savaşımı olduğu için, bu tarihle ayrılmaz biçimde bağıntılıdır. Bu nedenle, aramızdaki bölünmeyi, aydınlar tabakasının etkinlik savaşımına, proletaryanın olgunlaşmamışlığına vb., (sayfa 126) bağlamak liberal peri masallarının çocuksu bir bönlükle yinelenmesinden başka bir şey değildir.
Trotski'nin savı şu: Diyor ki, uluslararası sosyal-demokrat hareket içindeki bölünmeler, "toplumsal-devrimci sınıfı, parlamentarizmin sınırlı (dar) koşullarına uyarlama sürecinden" vb., doğmuştur. Buna karşılık Rus sosyal-demokrat hareketi içindeyse bölünmeye neden olan şey, aydın tabakanın proletaryaya uyarlanmasıdır. Bu sav, yukarda belirttiğim aynı nedenle, tümden yanlıştır. Trotski şöyle yazıyor: "Sosyalizmin sonal amacı açısından, bu uyarlama sürecinin gerçek siyasal içeriğinin sınırlı (dar) olmasına karşılık, aldığı biçimler sınırsızdı ve bu sürecin ideolojik gölgesi büyüktü."
Bu gerçekten "sınırsız" laf cambazlığı, liberalizmin "ideolojik gölgesi"nden başka bir şey değildir. Hem Martov, hem Trotski başka başka tarihsel dönemleri birbirine karıştırıyorlar ve kendi burjuva devriminden geçmekte olan Rusya'yı, bu devrimlerin uzun zaman önce tamamlanmış olduğu Avrupa'yla karşılaştırıyorlar. Avrupa'da sosyal-demokrat çalışmanın gerçek siyasal içeriği, devlette tüm egemenliği elinde tutan burjuvaziye karşı, proletaryayı iktidar savaşımına hazırlamaktır. Rusya'da ise sorun, henüz sadece modern bir burjuva devleti yaratmaktır. Bu devlet, (çarlığın demokrasi üzerinde zafer elde etmesi durumunda) bir junker monarşisine ya da (demokrasinin çarlık üzerinde zafer kazanması durumunda) köylü burjuva demokratik cumhuriyetine benzeyecektir. Bugünkü Rusya'da demokrasinin zafer kazanması, ancak, köylü yığınlarının, hain liberallerin değil, ama devrimci proletaryanın önderliği ardından gitmeleriyle mümkündür. Tarih henüz bu soru hakkında kararını vermiş değil. Rusya'da henüz burjuva devrimleri tamamlanmamıştır. Bu sınırlar içinde, yani Rusya'da burjuva rejiminin biçimi için savaşım sınırları içinde, Rus sosyal-demokratlarının çalışmalarının "gerçek siyasal içeriği", köylülerin taşınmaz mallara elkoymaları savaşımı içinde bulunmayan, burjuva devrimlerini uzun zaman önce tamamlamış olan ülkelere bakışla, daha az "sınırlı"dır.
Burjuvazinin sınıf çıkarlarının liberalleri, neden işçileri devrimdeki rollerinin "sınırlı" olduğuna; eğilimler arasındaki savaşıma derin iktisadi çelişkilerin değil, ama aydınlar (sayfa 127) tabakasının neden olduğuna; işçilerin partisinin "kurtuluş savaşımında önder değil, ama bir sınıf partisi olması" gerektiğine inandırma çabası göstermeye zorladığını anlamak çok kolaydır. Golos tasfiyecilerinin son zamanlarda ortaya attıkları (Naşa Zarya'da Levitski) ve liberallerin onayladığı formül budur. "Sınıf partisi" terimini Brentano-Sombart'ın kabul ettiği anlamda kullanıyorlar: Sadece kendi sınıfınla ilgilen, çarlığa ve hain liberalizme karşı verilecek savaşımda halkın tüm devrimci öğelerine önderlik etmek gibi "Blankici bir düşü" bir yana bırak.

II
Martov'un Rus devrimi hakkındaki savı, Trotski'nin de Rus sosyal-demokrasisinin bugünkü durumuna değgin savı, her ikisinin temel görüşlerinin yanlışlığını kesenkes doğruluyor.
Boykottan başlayacağız. Martov, boykotu "siyasetten geri durma" diye niteliyor, bunu "anarşistlerle sendikalistlerin" yöntemi olarak görüyor, örnek olarak sadece 1906'yı gösteriyor. Trotski, "bolşevizmin tüm tarihi boyunca boykotçuluk eğilimiyle karşılaşıldığını" söylüyor - "sendikaları boykot, devlet Dumasını boykot, yerel yönetim kuruluşlarını boykot, vb." Trotski, boykotçuluk eğiliminin, "yığınlar tarafından batırılıp boğulmak gibi sekter bir korkunun, uzlaşmaz bir geri durma köktenciliğinin, vb. sonucu olduğunu" söylüyor. Trotski'nin, sendikaları ve yerel yönetim kuruluşlarını boykotla ilgili olarak söyledikleri kesinlikle yanlıştır. Onun kadar yanlış olan bir başka nokta da bolşevizmin tüm tarihi boyunca boykotçuluk eğilimiyle karşılaşıldığını söylemektir. Bolşeviklik, bir eğilim olarak, 1905'in ilkyazıyla yazında, boykot sorunu henüz ortaya çıkmadan önce biçimlenmiş, belirginleşmiştir. 1906 Ağustosunda hizbin resmi yayın organında,[64] bolşevizm, boykotu gerektiren tarihsel koşulların geçip gittiğini ilan etmiştir.
Trotski bolşevizmi çarpıtıyor, çünkü Rus burjuva devriminde proletaryanın rolü konusunda hiçbir zaman kesin bir görüşe varamamıştır.
Ama ondan da kötüsü, bu, devrimin tarihinin çarpıtılmasıdır. Eğer boykottan sözedeceksek, sondan değil, baştan (sayfa 128) başlamalıyız. Devrimdeki ilk (ve tek) zaferi, boykot sloganının bayrağı altında ilerleyen yığın hareketi elde etti. Bunu unutmak sadece liberallerin işine gelir.
6 (19) Ağustos 1905 tarihli yasa, Buligin Dumasını,[65] salt bir danışman kurul olarak kurmuştu. Liberaller, hatta en köktencileri bile, bu Dumaya katılmaya karar verdiler. Sosyal-demokratlar (menşeviklere karşı) ezici bir çoğunlukla Dumayı boykot etmeye, yığınları çarlığa karşı doğrudan saldırıya geçmeye, toplu greve ve ayaklanmaya çağırmaya karar verdiler. Görülüyor ki boykot sorunu, salt sosyal-demokrasi içinde sözkonusu olan bir sorun değildir, liberalizmin proletaryaya karşı savaşım vermesi sorunuydu. O günlerin tüm liberal basını, liberallerin, devrimin gelişmesinden korktuklarını ve bütün çabalarını çarlıkla bir "anlaşma"ya varma amacına yönelttiklerini gösteriyor.
İlk ağızdaki yığın savaşımının nesnel koşulları neydi? Bu soruya en iyi yanıtı (iktisadi ve siyasal grevler olarak ayrı ayrı gösterilen) grev istatistikleri ve köylü hareketi veriyor. Burada, biraz aşağıda ortaya koyacağımız noktaları aydınlatmaya yarayacak temel, bellibaşlı bilgileri veriyoruz: (sayfa 129)


Köyü hareketinin etkilediği uyezd yüzdesi %14,2 %36,9 %49,2 %21,1
* Özellikle önem taşıyan donemler çerçeve içine alınmıştır: 1905, I - Ocak 9; 1905, IV - devrimin doruğu, ekim ve aralık; 1906, II - Birinci Duma; 1907, III - İkinci Duma. Bu rakamlar, resmi grev istatistiklerinden alınmıştır. Yayınlamak üzere hazırlamakta olduğum Rus devriminin tarihinin ana hatları için halen bu istatistiklerin ayrıntıları üzerinde çalışıyorum.[66]


Bu rakamlar, bir devrim sırasında proletaryanın ne ölçüde büyük bir güç gösterebileceğini ortaya koyuyor. Devrimden önceki on yıllık süre içinde Rusya'da grevcilerin toplam sayısı 431.000'di, yani yılda ortalama 43.000 grevci. Buna karşılık sadece 1905'te, -toplam fabrika işçilerinin sadece 1.661.000 kişi olduğu bir dönemde- grev yapanların toplam sayısı 2.863.000 oldu! Dünya şimdiye dek böyle bir grev hareketine tanık olmadı. 1905'in üçüncü çeyreğinde, boykot sorununun ilk kez ortaya çıktığı dönemde, yeni ve çok daha güçlü bir grev hareketi dalgası aşamasına (ve onun ardından köylü hareketine) geçildiğini görüyoruz. Boykot sorununun gerçek tarihsel özü şuydu: Devrimci dalganın yükselmesine yardım edilmeli ve bu dalga çarlığı devirmeye mi yöneltilmeliydi, yoksa çarlığın, danışma Duması oyunuyla, yığınların dikkatini başka yöne çevirmesine izin mi vermeliydi? Hal böyle olunca, Rus devriminin tarihindeki boykotu, "siyasetten geri durmakla", "sekterlikle" vb., bağlama çabalarının ne ölçüde saçmalık ve liberal ahmaklık yüklü olduğu açıkça görülüyor. Liberallere karşı boykot sloganı altında ortaya çıkan hareket, 1905'in üçüncü çeyreğindeki 151.000 siyasal grevci sayısını, aynı yılın dördüncü çeyreğinde bir milyona yükseltti.
Martov, 1905 grevlerinin başarısında "ana nedenin", "geniş burjuva çevrelerinde büyüyen muhalefet akımı" olduğunu söylüyor. "Bu geniş burjuva tabakalarının etkisi öyle bir noktaya kadar genişledi ki, bir yandan işçileri siyasal grevlere kışkırtıyordu", öte yandan da çalıştıranları "grev sırasında işçilerin ücretini ödemeye" zorluyordu (italikler Martov'un).
Biz, burjuvazinin "etkisi" hakkındaki bu tatlı dilli övgüyü, kuru istatistiklerle karşılayacağız. 1905'teki grevler, 1907'dekilere bakışla, daha sık işçiler yararına sonuçlanıyordu. O yıla ait rakamlar şöyle: 1.438.610 işçi iktisadi istekler öne sürdü, 369.304 işçi, savaşımı kazandı, 671.590 işçi savaşımı karşılıklı uzlaşmayla sonuçlandırdı, 397.716 işçi ise savaşımı yitirdi. İşin aslında (liberal masallarındaki gibi değil) burjuvazinin "etkisi" işte buydu. Martov, proletaryanın burjuvaziye karşı takındığı gerçek tutumu, tam bir liberal (sayfa 130) üslubuyla çarpıtıyor. İşçiler (siyasal ve "iktisadi" savaşımı), burjuvazi çok seyrek olarak grevleri ödediği ya da muhalefetini ortaya koyduğu için kazanmamdılar. İşçiler, zaten kazanıyordu, burjuvazi işte bu yüzden sadakati bir yana koydu ve ödedi: Aziz Martov, "ana neden", sınıf saldırısının gücüydü, milyonların giriştiği grevlerin gücüydü, köylü ayaklanmalarının ve silahlı kuvvetlerdeki başkaldırmaların gücüydü; burjuvazinin sempatisi, sonuçtu.
Martov şöyle yazıyor: "Duma seçimleri yolunu açan, toplantılar yapılması, işçi birlikleri kurulması ve sosyal-demokrat gazeteler yayınlanması olasılığını ortaya çıkaran 17 Ekim,[67] çalışmaların yöneltilmesi gereken yönü gösterdi." Ama asıl dert şu ki, "bir 'yıpratma stratejisi' olasılığı düşüncesi hiç kimsenin aklına gelmemişti. Tüm hareket ciddi ve kesin bir çatışmaya", yani aralık ayı grevine ve aralıktaki "kanlı yenilgi"ye yapay olarak itildi.[68]
1910 ilkyazında Almanya'da "yıpratma stratejisi"nden "devirme stratejisi"ne geçme zamanı gelip gelmediği hususunda Kautsky, Rosa Luxemburg'la çatışmıştı. Kautsky, eğer siyasal bunalım daha ileri giderse bu geçişin kaçınılmaz olacağını açıkça ve kesinlikle belirtmişti. Ama Martov, Kautsky'nin eteğine yapışarak, devrimin en yoğun noktasına eriştiği bir dönem için geçmişi kapsamına alacak biçimde bir "yıpratma stratejisi"ni savunuyor. Hayır azizim Martov, siz sadece liberal konuşmaları yineliyorsunuz. 17 Ekim, barışçıl bir anayasa olasılığının yolunu "açmış" değil. Bu bir liberal masaldır. 17 Ekim iç savaşı açtı. Bu savaşı, partilerin ya da grupların öznel dileği değil, 1905'ten bu yana gelen olaylar hazırladı. Ekim manifestosu sadece savaşıma ara verilmesinin değil, aynı zamanda yarışan güçler arasındaki dengenin de işaretidir: Çarlık artık yönetebilme gücünde değildi, devrimse henüz onu devirecek bir noktaya ulaşmamıştı. Bu durumun nesnel olarak kaçınılmaz sonucu, kesin ve belirleyici bir savaşımdı. Hem ekimde hem kasımda iç savaş gerçek bir olguydu (barışçıl "olasılıklar" ise bir liberal yalanıydı). Bu iç savaş, sadece hükümetin buyruğuyla girişilen katliamlarda değil, aynı zamanda silahlı kuvvetlerin, buyruklara boyuneğmeyen ordu birliklerine ve onun yanısıra, Rusya'nın üçte-birinde köylülere ve sınıf bölgelerine karşı verdiği savaşımda kendini göstermişti. Bu koşullar altında, (sayfa 131) aralık ayındaki silahlı kalkışmayı ve yığınsal grevleri "yapay" diye niteleyenler, sadece kendilerinin yapay olarak sosyal-demokrat sayılmış olduklarını gösterirler. Bu tür kişilerin doğal partisi liberal partidir.
1848 ve 1871'de Marx, bir devrimde, savaşım vermeksizin düşmana teslim olunmasının, yığınlar üzerinde, bir dövüşte yenik düşmekten daha maneviyat bozucu etkileri olabileceği anlar bulunduğunu söylemişti.[69] Aralık 1905, Rus devriminin tarihinde sadece o tür anlardan biri olmakla kalmadı, üstelik ondan önceki oniki aylık süre boyunca ülkenin her yanında gelişip yoğunlaşan yığın çatışmalarının ve karşı karşıya gelmelerin, kaçınılmaz ve doğal tepe noktası oldu. Kuru istatistikler bile bu gerçeğin tanığıdır. Salt siyasal grevlere (yani hiçbir iktisadi isteğin öne sürülmediği grevlere) katılanların sayısı Ocak 1905'te, 123.000'di, ekimde 328.000, aralıkta 372.000. Hâlâ bu artışın "yapay" olduğuna inanmamızı isteyenler var! Bize, silahlı kuvvetlerdeki isyanlara ek olarak yığınların siyasal savaşımının böylesine büyümesinin, ille de silahlı bir kalkışmaya dönüşmesinin sözkonusu olmayabileceği masalı söyleniyor. Hayır, devrimin tarihi bu değildir, bu devrime liberal bir karaçalmadır.


III
Ekim greviyle ilgili olarak Martov şunları yazıyor: "Tam şu sırada, işçi yığınları arasında genel bir heyecanın egemen olduğu bir dönemde ... siyasal özgürlük savaşımıyla iktisadi savaşımı tek bir bütün haline getirip birleştirme çabası gösteriliyor. Yoldaş Rosa Luxemburg'un düşüncesi ne olursa olsun, bu, hareketin güçlü değil, güçsüz yanını ortaya koymuştur." Devrimci yollarla, sekiz saatlik çalışma gününü getirme çabası başarısızlıkla sonuçlanmış, işçileri "darmadağınık etmiştir". "Posta ve telgraf görevlilerinin 1905 Kasımındaki genel grevleri de aynı etkiyi yapmıştır." İşte Martov, tarihi böyle yazıyor.
Bu tarihin yanlışlığını görmek için yukarda verilen istatistiklere şöyle bir gözatmak yeter. Devrimin her üç yılı boyunca, siyasal bunalımın keskinleştiği her sefer, sadece siyasal grev savaşımı değil, aynı zamanda iktisadi amaçlı grev savaşımında bir sıçrama görüyoruz. İki savaşımın birliğinde (sayfa 132) kendini ortaya koyan şey, hareketin güçsüzlüğü değil, gücüdür. Karşıt görüş, liberal burjuvanın görüşüdür. Çünkü liberal burjuvanın istediği şey, işçilerin siyasete girmesidir, ancak bunun, geniş yığınlar devrime ve burjuvaziye karşı savaşım içine sürüklenmeksizin yapılmasıdır. Liberal zemstvo hareketinin[70] kesin bölünüşü, 17 Ekimi izler; toprak sahipleriyle sanayiciler, (bir yandan basında "sol" liberaller, kadetler, işçileri "çılgınlık"la suçlarken) grevcilere karşı misillemeye girişen bütün güçlerin ipini salıveren "oktobristler"in karşı-devrimci partisini o zaman kurmuşlardır. Oktobristlerle kadetlerin görüşünü yansıtan Martov, işçilerin "zayıflığı"nınn, o sıralarda iktisadi savaşımı daha saldırgan hale getirmeye çalışmış olmaları gerçeğinde yattığı düşüncesindedir. Bize göre işçilerin, (ve daha da çoğuyla köylülerin) zayıflığı, belli grup ya da partilerin öznel dileklerinin değil, olayların tam gelişme yolunun kaçınılmaz sonucu olan saldırgan iktisadi ve silahlı siyasal savaşıma yeterince genişlikte ve ivedilikle kararlı olarak geçmemiş olmaları gerçeğinde yatmaktadır. Bizim görüşümüzle Martov'un görüşü arasında geniş bir uçurum var. Trotski'nin savı ne olursa olsun, "aydınlar"ın görüşleri arasındaki bu uçurum, gerçekte 1905'in sonunda, sınıflar arasında, yani savaş veren devrimci proletaryayla, hain bir tutuma giren burjuvazi arasında varolan uçurumdan başka bir şeyi yansıtıyor değil.
Bir noktanın daha eklenmesi gerekiyor: grev savaşımında işçilerin tattığı yenilgiler, sadece, Martov'un yakaladığı gibi, 1905 yılı sonunun karakteristiği değil, ondan daha fazlasıyla 1906 ve 1907'nin karakteristiğidir. İstatistiklere göre 1895-1904 arasındaki on yıllık dönemde grevlerin %51,6'sının, (greve katılan grevcilerin sayısına göre) çalıştıranlar kazanmıştır. Bu oran 1905'te %29,4, 1906'da %33,5, 1907'de %57,6 1908'de %68,8'dir. Buna bakarak, 1906-1907'nin iktisadi amaçlı grevleri "çılgınlık"tı, "zamansız"dı, "hareketin güçsüz yanını" ortaya koydu mu diyeceğiz? Hayır. Bu rakamların ifade ettiği şey şudur: 1905'te yığınların devrimci savaşımının saldırı gücü yeterince şiddetli olmadığı için (hem siyasal, hem "iktisadi" açıdan) yenilgi kaçınılmaz bir şeydi. Ama proletarya düşmana karşı en azından iki kez yeni saldırıya girişmek üzere ayağa kalkmasaydı (1906'ının ve 1907'nin sadece ikinci çeyreğinde siyasal grevlere (sayfa 133) katılanların sayısı çeyrek milyondu) yenilgi daha da büyük olurdu; darbe 1907 Haziranında değil, bir yıl önce, hatta bir yıldan daha önce patlak verirdi; işçilerin 1905'teki iktisadi kazançları, daha da önce ellerinden giderdi.
İşte Martov'un anlayamadığı şey, yığınların devrimci savaşımının bu yanıdır. 1906 başlarındaki boykota değinirken Martov, liberallerin ağzını kullanıyor, "sosyal-demokratlar, bir süre savaşımın siyasal cephesinin dışında kaldılar" diyor. Salt teorik açıdan, 1906 boykotu sorununun ortaya böyle konması, hayli karmaşık örgün olan bir sorunun akılalmaz ölçüde bayağılaştırılması, yalınkat bir düzeye indirgenmesidir. 1906'nın ikinci çeyreğinde asıl "savaş cephesi" neydi - parlamentonun içi miydi, yoksa dışı mı? İstatistiklere bakın: "iktisadi" grevlere katılanların sayısı 73.000'den 222.000'e, siyasal grevlere katılanların sayısı 196.000'den 257.000'e yükseliyor. Köylü hareketinin etkisi altında kalan uyezdlerin oranı %36,9'dan %49,2'ye çıkıyor. Bunun yanısıra bilindiği gibi silahlı kuvvetlerdeki isyanlar da 1906'nın ikinci çeyreğinde, ilk çeyrektekine bakışla büyük ölçüde artıyor ve daha sıklaşıyor. Yine bilindiği gibi birinci Duma (20. yüzyılın başında) dünyadaki en devrimci parlamento, ama aynı zamanda en güçsüz parlamento, kararlarının bir teki bile uygulamaya konmuş değil.
Nesnel gerçekler bunlar. Liberallerle Martov'un hesabınca, bu gerçekler, asıl "savaş cephesi"nin Duma olduğunu gösteriyor, buna karşılık ayaklanmalar, siyasal grevler, köylülerle askerler arasındaki kaynaşma "devrimci romantikler"in ufak-tefek yaramazlıkları. Ve derin düşünceli Trotski, bu ortamda, beliren hizip ayrılıklarını, "olgunlaşmamış bir proletaryayı etkilemek üzere aydınlar arasında patlak vermiş savaşım" olarak görüyor. Bizim görüşümüze göre, nesnel bilgilerin kanıtladığı nokta şu: 1906 ilkyazında gerçek devrimci yığın savaşımı çok ciddi bir parlama noktasına ulaştığı için, sosyal-demokrat parti, bu savaşımı esas savaşım gözüyle görmek, onu desteklemek ve geliştirmek için elden gelen her çabayı harcamak zorunluluğunu duydu. Bizim görüşümüze göre, o günlerin özgül siyasal durumu -çarlık hükümetinin adeta Dumanın toplanmasını güvence göstererek Avrupa'dan iki milyarlık ödünç sağladığı ve Dumanın boykot edilmesine karşı ivedi yasalar çıkardığı günler- (sayfa 134) proletaryanın, Rusya'da ilk parlamentonun toplanması olayını çarın elinden koparıp alma çabasının çok doğru olduğunu göstermiştir. Bizim görüşümüze göre, o sıralarda "siyasal savaş cephesinin dışında kalanlar" sosyal-demokratlar değil, liberallerdi. Liberallerin devrimdeki tüm kariyeri, anayasa düşlerinin yığınlar arasında yayılmasına dayandırılmıştı. İlk Dumanın tarihi, bu anayasa düşlerini açıkça çürüttü.
Hem birinci, hem ikinci Dumada liberaller (kadetler) çoğunluktaydılar, gürültü ve patırtılarıyla, en öndeki siyasal sıraları tutmuşlardı. Ancak liberallerin başından sonuna kadar "siyasal savaş cephesinin dışında" kaldıklarını, yığınların demokratik bilincini derinden yozlaştıran siyasal güldürü oyuncuları olduklarını gösteren şey de, işte, onların bu "zaferleri"dir. Eğer Martov'la arkadaşları, liberallerin ağzını kullanırlar ve devrimin ağır bir yenilgiye uğrayışını "ne yapılmaması gerektiğinin" uygulamalı bir dersi olarak gösterirlerse, onlara yanıtımız şudur: birincisi, devrimle kazanılan tek gerçek zafer, Buligin Dumasına girilmesine ilişkin liberal öğütlerine kulak asmayan ve köylü yığınlarını ayaklanmaya götüren proletaryanın elde ettiği zaferdir; ikincisi, üç yıl (1905-1907) boyunca sürdürdüğü kahramanca savaşımla Rus proletaryası, hem kendisi, hem Rus halkı için, başka ulusların elde edebilmek için onlarca yıl harcamasını gerektiren kazançlar sağlamıştır. Rus proletaryası, işçi yığınlarını, hain ve utanılası ölçüde güçsüz liberalizmin etkisinden kurtarmıştır. Rus proletaryası, sosyalizm savaşımının önkoşulu olan özgürlük ve demokrasi savaşımında kendisinin egemen olmasını sağlamıştır. Rus proletaryası, Rusya'nın bütün ezilen ve sömürülen sınıflarına devrimci yığın savaşımı (dünyanın hiçbir yerinde böyle bir savaşım olmaksızın insanlığın ilerleyişinde önemli bir gelişme sağlanmış değil) yapabilme yeteneğini kazandırmıştır.
Liberallerin hiçbir gerici eylemi, nefreti, küçümsemesi, garazı ya da sosyalist oportünistlerin hiçbir kararsızlığı, kısa görüşlülüğü yada inançsızlığı, Rus proletaryasının bu kazançlarını geri alamaz.


IV
Devrimden bu yana Rus sosyal-demokrasisinde görülen (sayfa 135) hiziplerin gelişimi olayı da "aydınlar tabakasının proletaryaya uyarlanması" ile değil, sınıflar arasındaki ilişkilerin değişmesiyle açıklanmalıdır. 1905-1907 devrimi, Rusya'daki burjuva rejiminin biçiminin ne olacağı sorunu üzerinde köylülerle liberal burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı vurgulamış, gün ışığına çıkarmış, gündeme sokmuştur. Siyasal yönden olgunlaşan proletarya, bu savaşımda en enerjik biçimde rol oynamaktan daha başka bir davranış içinde olamazdı. Proletaryanın, yeni toplumun değişik sınıfları karşısındaki tutumunun ne olduğu bolşevizmle menşevizm arasındaki savaşımda görülebilir.
1908-1910 arasındaki üç yıllık süre, karşı-devrimin utkun olduğu, otokrasinin ve kara-yüzlerle oktobristlerin malı olan üçüncü Dumanın yeniden canlandırıldığı bir dönemdir. Yeni rejimin biçimi konusunda burjuva sınıfları arasındaki savaşım, önde gelen bir savaşım olmaktan çıkmıştır. Şimdi proletaryanın karşı karşıya geldiği birincil (elementary) amaç, hem gericiliğe, hem karşı-devrimci liberalizme düşman olan proleter partisini korumaktır. Bu kolay bir amaç değildir. Çünkü iktisadi ve siyasal baskının en ağır yükünü olduğu gibi, devrimde yığınlara önderlik etmeyi sosyal-demokratlara kaptırmış olmalarından ötürü liberallerin duyduğu nefretin bütün ağırlığını da proletarya taşımaktadır.
Sosyal-demokrat partideki bunalım çok ciddidir. Örgütler paramparça olmuştur. Kıdemli önderlerin çoğu (özellikle aydınlar arasında) tutuklanmıştır. Gerçi parti işlerini kendi ellerine almakta olan yeni tür bir sosyal-demokrat partili belirmeye başlamıştır, ancak, bu partili, olağanüstü güçlüklerin üstesinden gelmek zorundadır. Bu koşullar altında sosyal-demokrat parti "Abbas yolcuları"ndan bir çoğunu yitiriyor. Burjuva devrimi sırasında, küçük-burjuva "Abbas yolcular"ın sosyalistlere katılmış olması çok doğaldır. Şimdi marksizmden ve sosyal-demokrasiden kopuyorlar. Bu gelişme her iki hizipte de görülüyor: Bolşevikler arasında "otzovist" eğilim biçiminde 1908 ilkyazında ortaya çıkmış, Moskova toplantısında derhal yenilgiye uğratılmış, uzun bir savaşımdan sonra hizbin resmi merkezi tarafından reddedilmiş ve yurtdışında ayrı bir hizip olarak, Vperyod hizbi olarak kurulmuştur. Kendi platformlarına ("proletarya felsefesi" (sayfa 136) maskesi altında) marksizmle savaşımı getiren mahçılarla, utangaç otzovistler olan "ültimatomcular"ı ve ezberledikleri "gözkamaştırıcı" sloganlara kapılan ama marksizmin temellerini anlamayı başaramayan "özgür günler sosyal-demokratları"nı bu Vperyod hizbinin biraraya getirmiş olması, dağılma döneminin özgül niteliğini gösterir.
Küçük-burjuva "Abbas yolcular"ın çözülüşü menşevikler arasında, tasfiyeci eğilim olarak dışavurmuştur. Bu eğilim bay Potresov'un dergisi olan Naşa Zarya'da, Vozrojdeniye'de ve Jizn'de, "Onaltılar"ın ve "Üçler"in (Mihayil, Roman, Yuri) takındığı tutumda tam kıvamını bulmuştur. Yurtdışında yayınlanan Golos Sotsiyal-Demokrata da Rus tasfiyecilerin hizmetkarı ve parti üyeleri karşısında diplomatik peçeleri olarak görev yapmıştır.
Trotski, karşı-devrim döneminde, sosyal-demokrat olmayan öğelerin Sosyal-Demokrat İşçi Partisinden çözülüşünün, bu dağılmanın tarihsel ve iktisadi anlamını kavrayamıyor ve Alman olan okurlarına, her iki hizbin "parça parça bölündüğünü", partinin "parça parça bölündüğünü", partinin "maneviyat bozukluğuna uğradığını" söylüyor.
Doğru değil. Doğrudan bu uzaklaşış, her şeyden önce Trotski'nin teorik anlayışının büyük ölçüde eksik olduğunu gösterir. Genel kurulun,[71] tasfiyeciliği ve otzovizmi, her ikisini, neden "proletarya üzerinde burjuva etkisinin dışavurumu" olarak tanımladığını hiçbir biçimde anlayamamıştır. Düşünün: Parti tarafından kınanan ve proletarya üzerindeki burjuva etkisini gösteren eğilimlerin kopması, partinin dağıldığının mı belirtisidir, daha güçlendiğinin, daha arındığının mı?
İkinci olarak, doğrudan bu uzaklaşış, Trotski hizbinin izlediği reklam "siyaseti"ni gösterir. Trotski, merkez yönetim kurulu temsilcisini Pravda'dan uzaklaştırdığına göre, onun girişiminin bir hizip yaratmak olduğunu herkes biliyor. Kendi hizbinin reklamını yaparken Trotski, Almanlara, partinin parça parça olduğunu, her iki hizbin parça parça bölündüğünü ve sadece kendisinin, Trotski'nin, durumu kurtarmakta olduğunu söylemekten çekinmiyor. Gerçekten şimdi hepimiz görüyoruz ki, Trotski, özellikle tasfiyecilerin ve vperyodcuların güvenini kazanmıştır - Trotski yandaşlarının (Viyana Kulübü adına 26 Kasım 1910 tarihinde) onayladıkları en son (sayfa 137) öneri bunu kesin olarak kanıtlamaktadır.
Trotski'nin Almanların önünde partiyi küçültmekte ve kendini yüceltmekte ne ölçüde utanmazlığa kaçtığı, örneğin şu sözlerde çok iyi görülüyor. Trotski, Rusya'daki "işçi yığınların"nın, "sosyal-demokrat partinin kendi çevreleri dışında [italik Trotskitnin] kaldığı" düşüncesinde olduklarını yazıyor ve "sosyal-demokrasisiz sosyal-demokratlar"dan sözediyor.
Bay Potresov'la dostlarının, bu tür sözlerden ötürü Trotski'yi öpücük yağmuruna tutmaktan geri durmalarını kişi nasıl bekleyebilir?
Ne var ki, bu tür sözler, sadece tüm devrim tarihiyle değil, aynı zamanda işçi grubunun üçüncü Duma için yaptığı seçimin sonuçlarıyla da yalanlanmıştır.
Trotski, "eski ideolojik ve örgütsel yapıları nedeniyle, menşevik ve bolşevik hiziplerin" yasal kuruluşlar içinde çalışmakta "yeterli olmadıklarını gösterdiklerini" yazıyor; bu tür "çalışmaların tek tek gruplar ya da sosyal-demokratlar tarafından yerine getirildiğini, ancak bütün bunların hizipler dışında, hiziplerin örgütsel etkileri dışında" olup bittiğini söylüyor. "Menşeviklerin ağır bastığı en önemli yasal kuruluş dahi, tümüyle menşevik hizbin denetimi dışındadır." İşte böyle yazıyor Trotski. Oysa gerçekler şöyle: üçüncü Dumada sosyal-demokrat grubun ta ilk gününden itibaren, bolşevik hizip, parti merkez yönetim kurulunun yetki verdiği temsilcileri eliyle, grubun çalışmalarına yardım etmiş, katkıda bulunmuş, danışmanlık etmiş ve o çalışmaları denetlemiştir. Hiziplerin temsilcilerinden oluşan (Ocak 1910'da hizip kimliklerine son verdiler) merkez yayın organı da aynı şeyi yapmıştır.
Trotski, Alman yoldaşlara, "otzovizm"in budalalığının ayrıntılı bir dökümünü verdiği ve bu eğilimi, bolşevizmin bir bütün olarak karakteristik boykotçuluğunun "kristalleşmesi" diye nitelediği zaman; bunun ardından bolşevizmin "otzovizm" tarafından "ezilmesine izin vermediği"ni, ama o eğilime "kararlı, hatta gemlenmemiş biçimde saldırdığı"nı kısaca belirttiği zaman, Alman okur, hiç kuşku yok ki, bu açıklamanın içindeki ustalıklı ihanetin ne ölçüde olduğunu anlayamayacaktır. Trotski'nin bu "üstü kapalı" düzenbazca sözleri, ufak, çok ufak bir "ayrıntı"yı dışarda bırakmış. O da şu: Bolşevik hizbin temsilcilerinin 1909 ilkyazında yaptıkları resmi (sayfa 138) bir toplantıda, otzovistleri reddettiklerini ve aralarından attıklarını söylemeyi Trotski "unutmuş". Ama sosyal-demokrat olmayan öğelerin çözüldüğünü değil, bolşevik hizbin (ve ardından da partinin) "parça parça olduğunu" söylemek isteyen Trotski'nin işine gelmeyen "ayrıntı" da budur!
Şimdi biz Martov'u tasfiyeciliğin önderlerinden biri olarak görüyoruz. Martov, marksist görüntülü sözlerle tasfiyecileri daha "akıllıca" savundukça, daha tehlikeli oluyor. Ama Martov, 1903-1910 arasında yığınsal işçi hareketindeki bütün eğilimlere damgasını vuran görüşleri herkesin önünde açıklayıp yorumluyor. Öte yandaysa Trotski, sadece kendi kişisel yalpalayışlarını temsil ediyor, başka bir şeyi değil. 1903'te menşevikti, menşevikliği 1904'te bıraktı, 1905'te yeniden menşeviklerin arasına döndü ve sadece ultra-devrimci sözler parlatmakla yetindi, 1906'da menşeviklerden bir kez daha ayrıldı, 1906'nın sonlarında kadetlerle seçim anlaşması yapılmasını savundu (yani bir kez daha menşeviklerle birlik oldu), 1907 ilkyazında, Londra kongresinde "siyasal eğilimlerden çok bireysel görüş tonlarında" Rosa Luxemburg'dan ayrıldığını söyledi. Trotski bir gün hiziplerden birinin ideolojik stokundan, ertesi gün ötekinin stokundan çalar ve bu nedenle de kendisinin hizipler üstü olduğunu ilan eder. Teorik olarak, Trotski, tasfiyeciler ve otzovistlerle hiçbir noktada görüş birliğinde değildir, ama uygulamanın kendisinde goloscular ve vperyodcularla tam bir görüş birliğindedir.
Bu nedenle, Trotski, Alman yoldaşlara, "genel parti eğilimi"ni temsil ettiğini söylediği zaman, ben onun sadece kendi hizbini temsil ettiğini ve sadece otzovistlerle tasfiyecilerin bir ölçüde güvenini elde ettiğini belirtmek zorundayım. Şu gerçekler, benim sözlerimin doğruluğunun kanıtıdır: 1910 Ocak ayında partimizin merkez yönetim kurulu, Trotski'nin gazetesi Pravda ile yakın bağlar kurmuş ve yazıkuruluna bir temsilci atamıştır. 1910 Eylülünde partinin merkez yayın organı, Trotski'nin partiye karşıt siyaseti nedeniyle, merkez yönetim kurulunun temsilcisiyle Trotski arasında ilişkilerin kesildiğini ilan etmiştir. Kopenhag'da, parti yanlısı menşeviklerin temsilcisi ve merkez yayın organı yazıkurulu delegesi olarak Plehanov, bolşeviklerin temsilcisi olarak bu satırların yazarı, ve bir Polonyalı yoldaş, Trotski'nin (sayfa 139) partimize ait olayları Alman basınına yansıtış biçimini şiddetle yermişizdir.
Trotski'nin Rus sosyal-demokrasisinde "genel parti" eğilimini mi, yoksa "genel parti karşıtı" eğilimi mi temsil ettiğine okurlar karar versin. (sayfa 140)


1910 sonlarında yazıldı
Diskussionni Listok, n° 3,
29 Nisan (12 Mayıs) 191l'de
yayınlandı
İmza: N. Lenin



Dipnotlar


[60] Neue Zeit. - Stuttgart'da 1883-1923 yılları arasında yayınlanan, Alman sosyal-demokratlanmn dergisi. Engels'in ölümünden, yani 1890'ların ortasından itibaren dergide revizyonistlerin yazıları çıkmaya başladı. -122.
[61] Neue Rheinische Zeitung. - 1 Haziran 1848 ile 19 Mayıs 1849 tarihleri arasında Köln'de yayınlanan devrimci bir gazete. Gazeteyi Marx'la Engels yönlendirmekteydi. -124.
[62] Lenin, RSDİP'nin dördüncü (birlik) kongresince (1906) kabul edilen "Tarım Sorununa İlişkin Taktik Karar"ı kastediyor .- 125.
[63] Kastedilen yazı, Marx'ın, 13 Eylül 1848'de Neue Rheinische Zeitung'da yayınlanan "Berlin Karşı-Devrimi" başlıklı yazısıdır. Yazı Aus Dem Literarischen Nachlass von Karl Marx, Friedrich Engels und Ferdinand Lassalle'ın 1902'de Franz Mehring tarafından yayınlanan III. cildinde (s. 192-196) yer almıştır. Lenin, Mehring'in alaya alışını anımsatırken, onun kitaba yazdığı giriş bölümünü (s. 53-54) kastediyor. -126.
[64] Lenin, Proletari'nin 21 Ağustos 1906 tarihinde çıkan sayısına yazdığı "Boykot" başlıklı başyazıyı kastediyor .(Bkz: V .İ. Lenin, Collected Works, Vol. II, s. 141-149.) -128.
[65] Buligin Duması. - Çarlık hükümetinin 1905'te toplamaya niyetlendiği danışman niteliğinde bir "temsilciler meclisi". Bu meclisin toplanmasına ve seçimine ilişkin kuralları kapsayan tasarıyı, İçişleri bakanı Buligin'in başkanlığındaki bir kurul hazırlamış ve çarın 6 (19) Ağustos 1905 tarihli buyrultusuyla birlikte yayınlamıştı. Bolşevikler, Buligin Dumasına karşı aktif bir boykot ilan ettiler. Hükümetin toplanmasına fırsat kalmadan bastıran devrim Dumanın gerçekleşmesine engel oldu. -129.
[66] Lenin, topladığı istatistiklere dayanarak Rus devriminin tarihi üzerine bir deneme yazmak istiyordu. Tahminince bu çalışma, 300 sayfalık bir kitap olacaktı. Ama, Lenin niyetini gerçekleştiremedi. Sadece "Rusya'da Grev İstatistikleri" başlıklı bir yazı yazdı. Lenin'in, belirttiği gibi bu yazı "konuya ilk yaklaşım"dı. (Bkz: V. İ. Lenin, Collected Works, Vol. 16, s. 393-421.) -129n.
[67] 17 Ekim 1905'te, genel siyasal grevlerin ve geniş devrimci gelişmenin tepe noktasına vardığı bir sırada, çar bir buyrultu yayınladı. Kişi özgürlükleri ve yasama gücüne sahip bir Duma vaadeden bu buyrultu, yığınları aldatmayı amaçlamış bir oyundu, kolayca aldanabilecek olanları yatıştırmaya, devrime saldırıya girişmek üzere zaman kazanmaya dönüktü. Ancak 17 Ekimden sonra da işçi sınıfı ve köylüler, otokrasiye karşı devrimci savaşımı sürdürdüler . -131.
[68] Aralık 1905'te Moskova işçilerinin otokrasiye karşı silahlı başkaldırısı kastediliyor. Moskovalı bolşeviklerin önderliğindeki işçiler, çarın askerlerine karşı, barikatlarda dokuz gün süren kahramanca bir savaş verdiler. Hükümetin isyanı bastırabilmesini, ancak St. Petersburg'dan getirilen askerler sağlayabildi. Çarlık hükümeti isyancılara karşı eşi görülmedik ölçüde zulmetti. İşçi mahalleleri, işçilerin kanıyla sulandı. Moskova'da ve çevresinde binlerce işçi öldürüldü. -131.
[69] Bkz: Marx ve Engels, Selected Correspondence, Moskova 1965, s. 264. -132.
[70] Zemstvo. Zemstvo Kurumları. - Yerel belediye yönetim organları. 1860'ların devrimci demokratik hareketleri karşısında bu yönetim organlarını çarlık hükümeti kurmuştu. Zemstvoların hakları çok sınırlıydı; salt iktisadi ve kültürel bazı yetkileri vardı (köylüye tarım yardımı, yol yapımı, hastane, ve okul yapımı, iktisadi istatistikleri düzenlemek, vb.). Seçilme hakkına konan birçok sınırlamalar nedeniyle, zemstvo kuruluşlarında toprak sahipleriyle devlet memurları önemli bir rol oynuyorlardı. Toplumsal bir olgu olarak zemstvo hareketi, liberal aydınlar tabakasının otokrasiye karşıtlığını ifade etmesinin aracı oldu. Zemstvo kampanyası, 1904 sonyazından Ocak 1905'e kadar, zemstvolardaki burjuva liberal üyeler tarafindan yürütüldü. Burjuva liberaller, gerek zemstvo toplantılannda, gerek şölenlerde ılırnlı anayasal haklar isteyen muhalif konuşmalar yaptılar ve bu doğrultuda kararlar aldılar. İskra'nın, yeni menşevik yazıkurulu, partiye seslenen, (Akselrod'un yazdığı) gizli bir mektupta, işçilerin, isteklerini zemstvo toplantılarına sunarak, zemstvo kampanyasını desteklemeleri isteniyordu. Yeni İskra'nın, işçilere, burjuva liberalleri "canlandırma" görevini yükleyen bu oportünist planını Lenin "Zemstvo Kampanyası ve İskra'nın Planı" başlıklı yazısında sert bir biçimde eleştirdi. (Bkz: V. İ. Lenin, Collected Works, Vol. 7, s. 497-518.) -133.
[71] Lenin, RSDİP merkez yönetim kurulunun, Ocak 1910'da yapılan birlik genel kurulunu kastediyor. -137.

Avrupa İşçi Hareketi
İçindeki Ayrılıklar


Avrupa ve Amerika işçi hareketinin bugünkü başlıca taktiksel farklılıkları, aslında, bu harekette egemen teori haline gelmiş olan marksizmden ayrılan iki büyük eğilime karşı bir savaşıma indirgemiştir. Bu iki eğilim, revizyonizm (oportünizm, reformizm) ve anarşizmdir (anarko-sendikalizm, anarko-sosyalizm). Emek hareketine egemen olan marksist teoriden ve marksist taktiklerinden bu her iki ayrılma da yığınsal emek hareketinin yarım yüzyılı aşan tarihi boyunca bütün uygar ülkelerde, çok çeşitli biçimler ve çok çeşitli nüanslar halinde gözlemlenebilir.
Yalnız bu olgu bile, ayrılmaların bir rastlantıya ya da kişilerin veya grupların yanılgılarına ya da hatta ulusal özellikler ve geleneklerin etkisine vb. vb. bağlanamayacağını [sayfa 210] göstermektedir. Bu ayrılmaların sürekli olarak ortaya çıkmasının, bütün kapitalist ülkelerin ekonomik sistemlerinde ve gelişme niteliklerinde derin köklerinin olması gerekir. Geçen yıl Hollandalı bir marksist olan Anton Pannekoek tarafından yayınlanan küçük bir kitap, İşçi Hareketinde Taktiksel Ayrılıklar (Die taktischen Differenzen in der Arbeiterbewegung, Hamburg, Erdmann Dubber, 1909), bunların nedenlerinin bilimsel olarak irdelendiği ilginç bir girişimdir. Bu yorumumuzda, Pannekoek'ın doğru olduklarının kabul edilmesi gereken vargılarını okura tanıtacağız.
Dönemsel clarak, taktik konularındaki farklılıkların ortaya çıkmasına yolaçan en derin nedenlerden biri, tam da işçi hareketinin büyümesidir. Eğer bu haraket, çok büyük bir ideal ölçütüyle ölçülmeyip de sıradan insanların pratik hareketi olarak değerlendirilirse, gitgide daha geniş sayıda yeni "neferler" kaydedilmesinin, çalışan halkın yeni kesimlerinin ilgisinin çekilmesini teori ve taktik alanında dalgalanmada eski yanlışların yinelenmesini, çağı geçmiş görüş1er ve çaği geçemiş yöntemlere geçici bir dönüşü vb. kaçınılmaz olarak birlikte getirmek zorunda olduğu açıklığa kavuşacaktır. Her ülkenin işçi hareketi, belli aralıklarla acemi neferlerin "eğitiminde" değişik ölçüde enerji, dikkat ve zaman harcamaktadır.
Ayrıca, kapitalizmin gelişme hızı, farklı ülkelerde ve ulusal ekonominin farklı alanlarında değişmektedir. Marksizm, büyük sanayiin en gelişkin olduğu yerlerde en kolay, en çabuk, en tam ve dayanıklı bir biçimde işçi sınıfı ve onun ideologları tarafından özümlenmektedir. Geri ya da gelişmesi ağır olan ekonomik ilişkiler, her zaman, marksizmin yalnızca belli yönlerini yeni dünya görüşünün yalnızca belli bölümlerini ya da tek tek sloganları ve istemleri özümleyen genel olarak burjuva dünya görüşünün ve özel olarak burjuva demokratik dünya görüşünün bütün alışkanlıklarından kesin bir biçimde kopamayan işçi hareketinin destekleyicilerinin ortaya çıkmasına yolaçarlar.
Gene, ayrılıkların sürekli bir kaynağı da, çelişkiler içinde ve çelişkiler yoluyla gelişen toplumsal gelişmenin diyalektik niteliğidir. Kapitalizm ilericidir, çünkü üretimin eski yöntemlerini [sayfa 211] ortadan kaldırır ve üretici güçleri geliştirir, ama öte yandan da gelişmenin belli bir aşamasında üretici güçlerin büyümesini engeller. İşçileri geliştirir, örgütler, ve disiplin altına sokar ve onları ezer, baskı altına alır, soysuzlaşmaya, yoksulluğa vb. yolaçar. Kapitalizm kendi mezar kazıcılarını yaratır, yeni bir sistemin öğelerini bizzat yaratır, ama aynı zamanda da bu tek tek öğeler, bir "sıçrama" olmaksızın genel gidişte hiç bir şey değiştirmez ve sermayenin düzenini etkilemez. Yaşayan gerçeğin, kapitalizmin ve işçi sınıfının yaşayan tarihinin bu çelişkilerini kavrama yeteneğinde olan, marksizmdir, diyalektik materyalizm teorisidir. Ama, söylemeye gerek yok, yığınlar yaşamdan öğrenirler, kitaplardan değil, ve bu yüzden de bazı kimseler ya da gruplar, kapitalist gelişmenin bir şu yanını bir bu yanını, bu gelişmenin bir şu "dersini" bir bu dersini durmadan abartır, tek yanlı bir teori, tek yanlı bir taktikler sistemi halinde yükseltirler.
Burjuva ideologları, liberaller ve demokratlar, marksizmi anlamadan, ve modern işçi hareketini anlamadan, boşu boşuna bir uçtan öteki uca atlayıp dururlar. Birinde, her şeyi kötü niyetli kişiIerin sınıfa karşı sınıfı "tahrik" ettiğini ileri sürerek açıklarlar — bir başka zaman işçi partisinin "barışçı bir reform partisi" olduğu düşüncesiyle avunurlar. Hem anarko-sendikacilik, hem de reformculuk, bu burjuva dünya görüşünün ve onun etkisinin doğrudan bir ürünü olarak görülmelidir. İşçi hareketinin bir yanına sarılıyor, tek-yanlılığı bir teori düzeyine yükseltiyorlar, ve bu hareket içindeki, belli bir dönemin, işçi sınıfı faaliyetinin belli koşullarının özgün bir özelliği olan, eğilim ve niteliklerin birbirlerini karşılıklı olarak dışladığını ilan ediyorlar. Ama gerçek yaşam, gerçek tarih, tıpkı yaşamın ve doğadaki gelişmenin, hem yavaş evrim, hem de çabuk sıçramaları, süreklilikteki kesintileri içermesi gibi, bu farklı eğilimleri de içerir.
Revizyonistler, "sıçramalara" ilişkin ve işçi sınıfı hareketinin ilke olarak eski toplumun tümüne karşı düşman olduğuna ilişkin tüm düşünceleri lafebeliği olarak görürler. Bunlar, reformları sosyalizmin kısmen gerçekleştirilmesi olarak görürler. [sayfa 212]
Anarko-sendikacılar "küçük işleri", özellikle de parlamento kürsüsünden yararlanmayı reddederler. Pratikte bu sonucu taktikler, büyük olaylar yaratacak olan güçleri toparlama yeteneksizliği ile birlikte "büyük günleri" bekleyip durmaya varır. Bunların her ikisi de en önemli, en acil olan şeyi, yani işçileri, her türlü koşullarda iyi işlerliği olan sınıf savaşımı ruhuyla dopdolu, amaçlarını kavramış ve gerçek marksist dünya görüşü ile eğitilmiş büyük, güçlü, çok iyi işleyen örgütlerde birleştirmeyi engeller.
Burada konudan biraz ayrılarak ve olası yanlış anlamaları önlemek için bir parantez açarak belirteyim ki, Pannekoek, kendi tahlillerini yalnızca Batı Avrupa tarihinden özellikle de Almanya ve Fransa tarihinden örnekler alarak sergilemekte, Rusya'ya hiç değinmemektedir. Zaman zaman Rusya'ya değinir görünüyorsa da, bunun tek nedeni, marksist taktiklerden belirli uzaklaşmaların ortaya çıkmasına yolaçan temel eğilimlerin, Rusya ile Batı arasında kültür günlük yaşam, tarihsel ve ekonomik gelişim bakımından çok büyük ayrılıklar olmasına karşın, bizim ülkemizde de gözlemlenebilirliğidir.
Son olarak, işçi hareketi içersinde yer alan farklılıkların son derece önemli bir nedeni de genel olarak egemen sınıfların, özel olarak da burjuvazinin taktiklerindeki değişmelerde yatmaktadır. Eğer burjuvazinin taktikleri hep tekdüze olsaydı, ya da en azından aynı türden olsaydı, o zaman işçi sınıfı bunlara aynı tekdüzelikte ya da aynı türden taktiklerle karşılık vermeyi çabukça öğrenirdi. Ama aslında, her ülkede burjuvazi, kaçınılmaz olarak iki yönetim sistemi, çıkarlarını ve egemenliğini sürdürmek yolunda iki savaşım yöntemi uygular, ve bu yöntemler kimi zaman birbirlerini izler, kimi zaman da çeşitli bileşimlerde içiçe geçmişlerdir. Bunlardan birincisi kuvvet yöntemidir, işçi hareketine her türlü ödünü reddeden yöntemdir, her türlü eski ve çağdışı kalmış kurumları destekleme yöntemi, reformları uzlaşmaz bir biçimde reddetme yöntemidir. Batı Avrupa'da, toprak sahibi sınıflarının politikası olmaktan giderek daha çok çıkan ve genel olarak burjuva politikasının türlerinden biri haline giderek daha çok gelen tutucu politikanın [sayfa 213] niteliği budur. İkincisi "liberalizm" yöntemi, siyasal hakların gelişmesine yönelik, reformlar, ödünlere vb. yönelik adımlar atma yöntemidir.
Burjuvazinin bir yöntemden bir ötekine geçişi, bireylerin kötü niyetlerinden ötürü değildir, raslansal değildir, kendi öz konumunun temelden çelişkili oluşu yüzündendir. Normal kapitalist bir toplum, sağlamca oturmuş temsili bir sistem olmaksızın ve nispeten yüksek "kültürel" istemleriyle göze çarpan halk için bazı siyasal haklar var olmaksızın başarılı bir biçimde gelişemez. Bu belli bir asgari ölçüdeki kültür istemleri, yüksek tekniği, karmaşıklığı, esnekliği, hareketliliği, dünya rekabetinin hızlı gelişmesi vb. ile bizzat kapitalist üretim biçimin koşulları tarafından yaratılır. Sonuç olarak, bujuvazinin taktiklerindeki dalgalanmalar, kuvvet sisteminden, görünüşte ödünler verme sistemine geçiş1er, son yarım yüzyılda bütün Avrupa ülkelerinin tarihinin özelliği olmuş, çeşitli ülkeler, belirli dönemlerde bir yöntemin ya da öteki yöntemin uygulanmasına öncelik vermişlerdir. Örneğin 19. yüzyılın altmış ve yetmişlerinin İngiltere'si "liberal" burjuva politikasının klasik ülkesi idi, Almanya ise yetmiş ve seksenlerde kuvvet yöntemini savunuyordu, vb..
Bu yöntem, Almanya'da egemen olduğu zaman, burjuva hükümetinin bu özel sisteminin tek-yanlı bir yankısı, işçi hareketi içerisinde anarko-sendikacılığın ya da o zamanki adıyla anarşizmin gelişmesi oldu (doksanların başında "Gençler"[62] seksenlerin başında Johann Most). 1890'da "ödünler verme" değişmesi başlayınca, bu değişme, her zaman olduğu gibi, işçi hareketi için daha da tehlikeli olduğunu gösterdi, ve burjuva "reformizmi"nin gene aynı ölçüde tek-yanlı bir yankısının yükselmesine neden oldu: işçi hareketinde oportünizm. "Bujuvazinin liberal politikasının kesin, gerçek amacı", diyor Pannekoek, "işçileri yanlış yola sevketmek, saflarında parçalanmaya neden olmak, politikalarını kudretsiz, her zaman kudretsiz ve kısa ömürlü, sahte bir reformizmin kudretsiz bir eklentisi haline dönüştürmektir."
Burjuvazinin, Pannekoek'in de pek haklı olarak belirttiği gibi "daha ustaca" bir politika olan "liberal" politika yoluyla [sayfa 214] belli bir zaman için amaçlarını gerçekleştirdiği sık sık görülür. İşçilerin bir kesimi ile onların temsilcilerinin bir kesimi zaman zaman görünürdeki ödünlerle aldatılmalarına gözyumarlar. Revizyonistler, sınıf savaşımı öğretisinin "çağı geçmiş" olduğunu ilan ederler ya da gerçekten de sınıf savaşımını terketmek demek olan bir politika gütmeye başlarlar. Burjuva taktiklerinin zikzakları, işçi hareketi içerisinde revizyonizme yoğunluk kazandırır ve işçi hareketi içerisindeki farklılıkları sık sık tam bir bölünme noktasına getirir.
Yukarda belirtilen bütün bu nedenler, işçi hareketi içerisinde ve proleter saflar arasında taktikler konusundaki farklılıkların doğmasına neden olur. Ama, proletarya ve onunla temas içerisinde olan köylülük dahil küçük-burjuvazinin kesimleri arasında bir Çin-seddi yoktur ve olamaz. Açıktır ki, küçük-bujuvazinin bazı kişilerinin, grup ve kesimlerinin, proletarya saflarına geçişi, proletaryanın taktikterinde yalpalamaların başgöstermesine kesinlikle yolaçar.
Çeşitli ülkelerdeki işçi hareketinin deneyimi, marksist taktiklerin niteliğiyle ilgili somut pratik sorunların temelini anlamamıza yardımcı olur; daha genç ülkelerin marksizmden ayrılmanın gerçek sınıf niteliğini daha açıkça kavramalarına ve bu ayrılmalara karşı daha başarılı savaşım vermelerine yardımcı olur. [sayfa 215]


Aralık, 1910


(Türkçe çevirisi,
Vahap Erdoğdu tarafından yapılmış ve
"Marx-Engels-Marksizm" içinde [s: 210-215] yayınlanmıştır.
Sol Yayınları, İkinci Baskı, Mayıs 1990
-Birinci Baskı, Kasım 1976)



Dipnotlar


[62] Gençler — Alman Sosyal-Demokrat Partisi içinde, küçük-burjuva, yarı-anarşist bir muhalefet. 1890'da biçimlenen grubun çekirdeği, Partinin teoricileri ve önderleri pozunu takınan genç yazarlardan ve öğrencilerden oluşuyordu. Bu muhalefet, Sosyalistlere Karşı Yasanın (1878-90) kaldırılmasından sonra Partinin faaliyet koşullarında meydana gelen değişikliği anlayamadı. Legal mücadele yöntemlerini reddetti, sosyal-demokrasinin parlamentoya katılmasına karşı çıktı ve Partiyi küçük-burjvazinin çıkarlarını savunmakla suçladı. Engels bu gruba karşı engellemeler yapmıştır.
Ekim 1891'de toplanan Alman Sosyal-Demokrat Partisinin Erfurt Kongresi, Gençler'in bazı liderlerinin partiden attı.

Marksizmin Tarihsel Gelişmesinin Bazı Özellikleri



BİZİM öğretimiz —demiştir Engels, kendini ve ünlü dostunu kastederek— bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur. Bu klasik tümce, marksizmin çok sık gözden kaçırılan bu yönünü, dikkat çekici bir güç ve anlatımla vurgulamaktadır. Ve bu yönü gözden kaçınırsak, marksizmi tek-yanlı, çarpıtılmış ve cansız bir şeye döndürmüş oluruz; onu yaşam kanından yoksun bırakmış oluruz; onun asıl teorik temellerini —diyalektiği, her şeyi kucaklayan ve çelişkilerle dolu tarihsel gelişim öğretisini— altüst etmiş oluruz; tarihin her yeni dönemeciyle değişebilen, dönemin belirli pratik görevleriyle olan bağıntısını yıkmış oluruz.
Gerçekten de zamanımızda, Rusya'da marksizmin geleceğiyle ilgilenenler arasında, marksizmin tam da bu yönünü gözden kaçıran kimselere pek sık rastlarız. Oysa, son yıllarda Rusya'nın durumu —en dolaysız ve en çabuk bir biçimde eylem koşullarını, ve böylece de eylemin amaçlarını belirleyen toplumsal [sayfa 216] ve siyasal durumu—- alışılmadık bir hızla ve alışılmadık bir güçle ani bir değişıkliğe uğratacak biçimde de değişimler geçirdiği herkes için açık-seçik olmalıdır. Kuşkusuz, ben, sınıflar arasında temel ilişki değişmeden kaldığı sürece, tarihin dönemeçleriyle değişmeyecek olan genel ve temel amaçlardan sözetmiyorum. Açıktır ki, Rusya'daki ekonomik (yalnızca ekonomik de değil) evrimin bu genel yönü, Rus toplumunun çeşitli sınıfları arasındaki temel ilişkide olduğu gibi, örneğin, son altı yıl içerisinde değişmemiştır.
Ama, acil ve doğrudan eylemin amaçları, bu dönemde tıpkı güncel toplumsal ve siyasal durumun değişmesi gibi çok çarpıcı değişmelere uğramıştır, ve bunun sonucu olarak da, marksizm, canlı bir öğreti olduğuna göre, onun da çeşitli yönleri birinci plana geçmezse olmazdı.
Bu düşünceyi açıklığa kavuşturmak için, geçmiş altı yıl boyunca gerçek toplumsal ve siyasal durumdaki değişime şöyle bir gözatalım. Hemen, iki tane üç yıllık dönem görüyoruz: biri kabaca 1907 yazında, öteki de 1910 yazında son buluyor. İlk üç yıllık dönem, salt teorik bakış açısından, Rusya'daki devlet sisteminin temel niteliklerindeki hızlı değişmelerle ayırdedilir; üstelik bu gelişmelerin izlediği yol dümdüz değildi ve her iki yöne doğru yalpalamalar oldukça büyük ölçüdeydi. "Üstyapıda"ki bu değişmelerin toplumsal ve ekonomik temelleri, Rus toplumundaki bütün sınıfların, en farklı alanlarda (Dumanın içinde ve dışında faaliyet, basın, dernekler, toplantılar vb.) eylemleriydi; bu, tarihte eşi az görülür nitelikte açık ve etkin, yığınlar ölçüsünde bir eylemdi.
İkinci üç yıllık dönem, bunun tersine, —yineyelim ki, salt teorik, "toplumbilimsel" açıdan değerlendiriyoruz— hemen hemen durgunluk denebilecek yavaşlıktaki bir evrimle ayırdedilir. Devlet sisteminde elle tutulur önemli hiç bir değişme yoktu. Önceki dönemde gelişen eylemlerin yeraldığı "arenalar"dan büyük bir çoğunluğunda sınıfların hemen hemen hiç bir açık ve değişik eylemi yoktu.
Bu iki dönenün benzerliği, her ikisinde de Rusya'nın kapitalist evrimden geçmiş olmasıydı. Bu, ekonomik evrimle [sayfa 217] birtakım feodal ve ortaçağ kurumların varlığı arasındaki çelişki hâlâ duruyordu, ve bazı kuruluş1arın kısmen bir burjuva niteliğe bürünmesi gerçeğiyle ortadan kaldırmaktan çok, daha da artırılmıştı.
İki dönem arasındaki farklılık ise, birincisinde, yukarda sözü edilen hızlı ve düzgün olmayan değişmelerin tam olarak hangi biçimi alacağı sorununun başat, tarihe yön veren sorun oluşudur. Bu değişmelerin içeriği, Rus evriminin kapitalist niteliğine bağlı olarak bujuva olmak zorundaydı; ama burjuvazinin de farklı türleri vardır. Azçok ılımlı bir liberalizmi savunan orta ve büyük bujuvazi, sınıfsal konumu nedeniyle, ani değişmelerden korkuyordu ve hem tarım sistemindeki, hem de siyasal "üstyapıdaki" eski kurumların geniş kalıntılarının varlıklarını korumaya çabalıyordu. Kırsal küçük-burjuvazi, "yalnızca ellerinin emeğiyle" yaşayan köylülerle içiçe geçmiş olarak, farklı türden burjuva reformları için, ortaçağ kalıntılarına çok daha az yer bırakacak refomlar için çaba gösterme eğilimindeydi. Ücretli işçiler çevrelerinde ne olup bittiğinin bilinçli olarak farkına vardıkları sürece, birbirinden farklı bu iki eğilimin çatışmasına karşı, kendileri için belirli bir tutum saptamak eğilimindeydiler. Her iki eğilim de, burjuva sistemin tümüyle farklı biçimlerini, gelişmesinin tümüyle farklı hızlarını, ilerici etkisinin farklı düzeylerini belirleyerek, bu sistemin çerçevesi içerisinde kalıyordu.
Böylece, birinci dönem zorunlu olarak, genellikle marksizmin taktik sorunları diye bilinen sorunların —bir rastlantı sonucu olarak da değil— öne çıkarmıştır. Hiç bir şey çeşitli renklerdeki Vekhi izleyicilerinin sandığı gibi, bu sorunlar üzerinde tartışmaların ve farklılıkların "aydınlar" arasında bir tartışma, "olgunlaşmamış proletarya üzerindeki bir etkinlik savaşımı", "aydın kesimin proletaryaya uyarlanmasının" bir ifadesi olduğu düşüncesinden daha yanlış olamaz. Tersine, sırf bu sınıf olgunluğa ulaştığı içindir ki, Rusya'nın burjuva gelişmesindeki farklı iki eğilimin çatışmasına kayıtsız kalamamıştır, ve bu sınıfın ideologları, bu farklı eğilimlere (dolaysız ya da dolaylı olarak, doğrudan ya da ters yansısı içinde) uygun düşen teorik [sayfa 218] formülasyonları sağlamaktan geri duramamışlardır.
İkinci dönemde, Rusya'daki burjuva gelişmesinin farklı eğilimleri arasındaki çatışma günün konusu değildi, çünkü bu eğilimlerin her ikisi de "gericiler" tarafından ezilmiş, geriye itilmiş, susturulmuş ve, bir süre için bastırılmıştı. Ortaçağ gericileri[63] yalnızca meydanı işgal etmekle kalmamışlar, aynı zamanda da burjuva toplumunun en geniş kesimlerini Vekhi'nin propagandasını yaptığı duygularla, bir karamsarlık ve bıkkınlık havasıyla doldurmuşlardır. Su yüzünde görünen, eski düzenin düzeltilmesinin iki yöntemi arasındaki çarpışma değil, bir her türden düzeltmeye inancın yitirilmesi, bir "boyun eğiş" ve "tövbekarlık" havası, bir anti-toplumsal öğretilere sarılma, bir gizemcilik yaygınlığı vb. idi.
Bu şaşılacak ölçüdeki beklenmedik değişme ne rastlansaldı, ne de tek başına "dışsal" basının bir sonucuydu. Bir önceki dönem, kuşaklar ve yüzyıllar boyu siyasal sorunlara uzak kalmış, yabancı kalmış olan halk kesimlerini, öylesine derinden çalkalamıştı ki, "eski değerlerin bir yeniden değerlendirilmesi", temel sorunların yeni bir incelenmesi, teoriye, politikanın bellibaşlı sorunlarına ve abecesine karşı yeni bir ilginin doğması doğal ve kaçınılmazdı. Uzun uykularından birdenbire uyanan ve son derece önemli sorunlarla karşı karşıya gelen milyonlar, artık bu düzeyde kalamazlardı. Onlar, durup dinlenmeden, temel sorunlara bir dönüş yapmadan, eşi görülmedik zenginlikteki dersleri "sindirmelerine" yardımcı olacak ve çok daha geniş yığınların yeniden ileri doğru yürümelerine, ama bu kez çok daha sağlam, daha bilinçli, daha güvenli, daha kararlı olarak yürümelerini, olanaklı kılacak yeni bir eğitim görmeden, eylemlerini sürdüremezlerdi.
Tarihsel gelişmenin diyalektiği öyleydi ki, ilk dönemde, ülke yaşamının her alanında acil reformların yapılmasi gündemdeydi. İkinci dönemde, gündemde olan, deneyimin eleştirel incelenmesinin yapılması, daha geniş kesimlerce özümlenmesi, onun, deyim yerindeyse, toprak altına, çeşitli sınıfların gerideki saflarına sızdırılmasıydı.
Marksizm, tam da, cansız bir dogma olmadığı, [sayfa 219] tamamlanmış, hazır, değişmez bir öğreti olmadığı, eylemin canlı bir kılavuzu olduğu içindir ki, toplumsal yaşam koşullarındaki şaşılacak kadar beklenmedik değişmeleri yansıtmak zorundaydı. Bu değişme, derin parçalanmalar ve dağılmalarda, yalpalamanın her biçiminde, kısaca, marksizmin çok ciddi bir iç bunalımında yansıyordu. Bu parçalanmaya karşı kararlı bir direnme, marksizmin temellerini ayakta tutmak uğruna kararlı ve inatçı bir savaşım, yeniden gündem konusu olmuştu. Bir önceki dönemde, amaçlarını formüle ederken marksizmden uzak duramayan sınıfların çok geniş kesimleri, bu öğretiyi son derece tek-yanlı ve sakat bir biçimde özümlemişlerdi. Belli "sloganları" ezberlemişler, verilecek yanıtların marksist ölçütlerini anlamaksızın, taktik sorunlara, belli yanıtlar vermeyi öğrenmişlerdi. Toplumsal yaşamın çeşitli alanlardaki "tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesi" marksizmin en soyut ve genel felsefi temellerinin bir "gözden geçirilmesine" yolaçtı. Değişik eğilimdeki burjuva felsefesinin etkisi, marksistler arasında başgösteren mahçı salgın içinde ifadesini buldu. Ezberlenmiş, ama anlaşılmamış" üzerinde düşünülmemiş "sloganlar"ın yinelenmesi, boş lafebeliğinin yaygın bir biçimde hüküm sürmesine yolaçtı. Bunun pratik ifadesi, açık ya da utangaç "otzovizm"[64], ya da marksizmin "legal bir tonu" olarak otzovizmin kabulü gibi kesenkes marksist olmayan, küçük-burjuva eğilimlerdi.
Öte yandan, Vekhi dergisinin havası, burjuvazinin çok geniş kesimlerini saran vazgeçme havası, marksist teoriyi ve pratiği "ılımlı ve dikkatli" kanallara hapsetmeyi isteyen eğilime sızmıştı. Burada, marksizmden geriye kalan tek şey "hiyerarşi", "hegemonya" vb. konusundaki baştanbaşa liberalizm anlayışıyla dolu iddiaları örtmeye yarayan bir laf kalabalığıydı.
Bu makalenin amacı, bu iddiaları incelemek değildir. Marksizmin geçirmekte olduğu bunalımın derinliği ve onun şu dönemdeki toplumsal ve ekonomik durumla olan bağıntısı konusunda yukarda söylenmiş olanları sergilemek için bunlara şöyle bir değinmek yeterlidir. Bu bunalımın ortaya çıkardığı sorunlar bir yana itilemez. Laf boğuntusuna getirip bunları baştan savma girişimlerinden daha tehlikeli ya da daha ilkesizce [sayfa 220] bir şey olamaz. Bunalımın derinliğini ve buna karşı savaşmanın zorunluluğunu kavramış bütün marksistleri, marksizmin çeşitli "yol arkadaşları" arasında burjuva etkisinin yayılmasıyla, tamamen karşıt yönlerden çarpıtılmakta olan, marksizmin teorik dayanaklarının ve temel önermelerinin savunulması yolunda birleştirmekten daha önemli bir şey yoktur.
İlk üç yıl, geniş kesimleri, şimdi artık birçok durumlarda gerçekten de ciddi bir biçimde marksizmle ilk kez tanışmaya başlayan kesimleri, toplum yaşamına bilinçli olarak katılma yolunda uyandırmıştır. Burjuva basın, bu konuda önce olduğundan çok daha yanıltıcı fikirler yaratıyor ve bunları çok daha geniş bir biçimde yayıyor. Bu koşullar altında, marksist saflardaki dağılma özellikle tehlikelidir. Bu nedenle, şu sıralarda bu dağılmanın kaçınılmazlığının nedenlerini anlamak, bu dağılmaya karşı tutarlı bir savaşım için saflarını sıklaştırmak, terimin en doğrudan ve en kesin anlamıyla, bugünün marksistlerinin görevidir. [sayfa 221]


Aralık, 1910


(Türkçe çevirisi,
Vahap Erdoğdu tarafından yapılmış ve
"Marx-Engels-Marksizm" içinde [s: 216-221] yayınlanmıştır.
Sol Yayınları, İkinci Baskı, Mayıs 1990, -Birinci Baskı, Kasım 1976)



Dipnotlar


[63] Bu, Rus siyasal yazınında, gerici toprakbeylerinin aşırı sağ temsilcileri için kullanılan isimdir.
[64] Otzovizm — (Geri çağırma anlamına gelen otozvat'tan gelme) 1905-1907 devriminin yenilgisinden sonra bolşevikler arasında ortaya çıkan oportünist bir eğilim. Otzovistler (Bogdanov, Aleksinski, Lunaçarski ve ötekiler) legal çalışma biçimlerinin kullanılmasına karşı çıkıyorlardı ve Duma'daki sosyal-demokrat milletvekillerinin geri çağrılmasını istiyorlar ve sendikalarda ve çalışan halkın öteki legal örgütlerinde çalışmayı reddediyorlardı.


Bir Yasalcı ile
Bir Tasfiyecilik-Karşıtı
Arasında Konuşma


Yasalcı: Bana öyle görünüyor ki, sosyal-demokrat basında tasfiyecilerle yapılan savaşımın ve tartışmaların aşırı sertliği, hırsı büyük ölçüde parlattı ve bir ölçüde anlaşmazlığın özünü gölgeledi.
Tasfiyecilik-karşıtı: Tam tersi değil mi? Savaşımın sertliği, ideolojik ayrılıkların derinliğinden ileri gelmiyor mu? Ya da belki siz de, kof sözlerle ve yaygın bayat ifadelerle aradaki uçurumu kapatmaya çalışan "yalpalayıcılar"a -başka deyişle "uzlaştırmacılar"a- katıldınız.
Yasalcı: O, hayır! Hiçbir biçimde "uzlaştırma" eğiliminde değilim. Tam tersine. Ortaya koymak istediğim nokta şu: Tasfiyeciler ne istediklerini yeter ölçüde bilmiyorlar. Bu nedenle de yeter ölçüde kararlı değiller. Karanlıkta el yordamıyla ilerliyorlar ve deyiş yerindeyse, kendi kendilerine gelişiyorlar. Düşünce çizgilerini sonuna kadar götürmekten [sayfa 145] henüz korkmaktalar. Tutarsızlıklarının, karmakarışık bir durumda olmalarının, çekingenliklerinin nedeni bu. Oysa karşıtları, bunları yanlış olarak, ikiyüzlülük, yasadışı partiye karşı hileli savaşım yöntemleri falan sanıyorlar. Sonuç veryansın etmek oluyor. Tartışmadan bir sonuç çıkarması, bir yarar sağlaması düşünülen kamuoyu da ne olup bittiğini anlayamaz bir duruma gelmiş bulunuyor. Eğer tasfiyeciler daha az sayıda akıllı diplomata sahip olsalardı ve kendilerine biraz daha fazla güvenselerdi, davalarını daha önce kanıtlayabilirler ve sizi parça parça ederlerdi.
Tasfiyecilik-karşıtı: Karabasan gibi bir şey bu... Ama yine de sizin savınızı dinlemek ilgi çekici görünüyor.
Yasalcı: Benim fikrimce, tasfiyeciler haklıdır. Kafalarına fırlatılan yasalcı etiketini benimsemek zorundalar. Bunu benimseyeceğiz ve bugün Rusya'da işçi sınıfı hareketinin karşısında gittikçe yoğunlaşan sorunlara tek doğru yanıtı -marksizm açısından doğru- ancak yasalcıların verebileceğini kanıtlayacağız. İçinden geçmekte olduğumuz dönemin, Rusya'nın iktisadi ve siyasal evriminde, bazı yönlerden kendine özgü bir aşama olduğunu itiraf ediyor musunuz, etmiyor musunuz?
Tasfiyecilik-karşıtı: Ediyorum.
Yasalcı: Ünlü "Aralık" (1908) kararlarınızda yaptığınız gibi, sadece sözde kalan bir itiraf bu. Ciddi olarak düşünülürse, bu tür bir itiraf, diyelim Üçüncü Dumadaki sosyal- demokrat grubun gözler önünde olan varlığını bir raslantı olarak değil, "yaşanan anın" ayrılmaz bir parçası olarak kabul etmek demektir. Bugünkü siyasal koşulların bütünü, işçi sınıfı hareketi içinde oluşan koşulların bütünü öyle ki, Dumada açık, yasal bir sosyal-demokrat grup olası ve zorunludur, açık, yasal bir sosyal-demokrat işçi partisi olası ve zorunludur.
Tasfiyecilik-karşıtı: Dumadaki sosyal-demokrat gruptan, sosyal-demokrat bir işçi partisine sıçramak oldukça tehlikeli değil mi?
Yasalcı: Hiçbir şekilde tehlikeli değil. Tek fark şu: Üçüncü Dumadaki sosyal-demokrat grubun varlık biçimi, bizim için dışardan kararlaştırıldı. Yapmamız gereken tek şey bu biçimi kabul etmek, daha önceden hazırlanmış yapıya girmekti. Orada yasal bir işçi partisinin hangi yollardan ortaya [sayfa 146] çıkacağını bulmak bize kalmış bir iş. Bu noktada girişkenlik göstermeliyiz, yeni varlık biçimleri bulmak için savaşmalıyız. Sizin küçümser bir tavırla tasfiyeci dediğiniz kişiler bu türlü bir savaş veriyorlar, yeni yola girmişlerdir, ancak ne yazık ki henüz ilk adımı atmış durumdalar. Ne yazık ki, henüz çekingen davranıyorlar, dönüp dönüp arkalarına bakıyorlar ve yarım önlemlerle yetiniyorlar. Yeni yolun başında bu kaçınılmaz bir şey olabilir, ancak bu başlangıcı daha ileri adımlar izleyecektir. İlk adımların kararsızlığı ortadan kalkacak, hatalar giderilecektir.
Tasfiyecilik-karşıtı: Mükemmel. Acaba bu hataların ne olduğunu ve nasıl düzeltileceğini açıklama lütfunda bulunur musunuz?
Yasalcı: Seve seve. Yarının yasal işçi partisinin nasıl bir parti olacağını önceden tam olarak bilemeyiz, ama işçi sınıfı hareketinin genel gelişme doğrultusunu görebiliriz. Doğrultunun bu olduğunu bir kez kabul edersek, yasal partinin resmini çekinmeden çizebilirim. Gerçi asıl parti, tam resimdeki gibi olmayabilir, ama ona benzer bir şey olacaktır. Sizin için böyle bir resim çizerken, bir şey "icat etmem" gerekmiyor. Gerek duyduğum tek şey, yaşamın bize öğrettikleriyle, devrim sonrası beliren yeni koşullar altında girişilen eylemlerden edinilen deneyimleri dikkate almaktır. Sadece, ana akımı izlemem, ilgisiz ayrıntıları bir yana koymam ve bu deneyimi derleyip-toparlamam gerekiyor. İşçi sınıfı Dumada yasal olarak temsil edilmektedir. Dumada yasal bir sosyal-demokrat grup bulunmaktadır. Bu grup izlenmekte, ardına casuslar takılmaktadır; toplantılar yapmasına izin verilmiyor; görmüş-geçirmiş kişilerden yoksun bırakılmaktadır;[76] yarın belki de cezaevlerine atılabilir, sürgüne gönderilebilir. Sizin kısa görüşlü izleyicilerinizin inandığı gibi, bir parti, yasaldır diye, adli kovuşturmadan polis baskısından kurtulmuş olmuyor. Ancak Dumadaki yasal grup, baskıya karşın, varlığını sürdürmektedir. Yasal işçi birlikleri (sendikalar), kulüpler, haftalık ve aylık yasal marksist gazeteler vardır; bunlar daha da fazla izleniyor, kapatılıyor, cezalarla bütün paraları ellerinden alınıyor, yazıişleri müdürleri gazetede geçirdikleri her bir ay karşılığında cezaevinde belki birbuçuk ay kalıyorlar, işçi birlikleri sürekli olarak yasaklanıyor, ama yine de varlıklarını sürdürüyorlar. Şimdi bu durumu [sayfa 147] iyice, dikkatle, tekrar tekrar düşünün. Yasal işçi birliklerinin, yasal marksist basının, yasal sosyal-demokrat temsilcilerin bulunmadığı durum başkadır. 1905'te durum öyleydi. Her zaman izlenseler bile, sürekli olarak baskı altında tutulsalar bile, bunların varolduğu durum tamamen başkadır. 1907'den beri görülen de budur. Bu, durumun yeni bir özelliğidir. Dikkate almamız, genişletip, güçlendirmemiz ve pekiştirmemiz gereken işte bu "yeni özellik"tir.
Tasfiyecilik-karşıtı: Siz, kendilerini öteden beri işittiğimiz yasalcılardan daha cesur, daha tutarlı bir yasalcı olmaya söz vererek başladınız, ama şu ana kadar, tüm tasfiyecilerin çok önceleri söylediklerini yinelemekten başka bir şey yapmadınız.
Yasalcı: Daha önce söylediğim gibi, tutarlı ve inanmış bir yasalcılığın resmi, yaşamın getirdiği deneyimin yakından gözlenmesinin mantıklı sonucudur. Gerçekte, yasal sosyal-demokrat bir işçi partisini oluşturacak bütün değişik öğeler zaten yaşıyor. Daha yüksek sesle, daha açıkça konuşmalı ve bunlara gerçek adını vermeliyiz. Bu ayrı ayrı öğelerin -bugün değilse bile yarın- biraraya getirileceğini, getirilmesi gerektiğini ve o zaman böyle bir partinin ortaya çıkacağını korkusuzca kabul etmeliyiz. Bu parti kurulmalıdır, kurulacaktır. Baskıyla, yıldırmayla karşılaşacak, ancak, bu parti yaşayacaktır. Yasal bir işçi partisinden yoksun geçirilen yılların yerini, yasal işçi partisinin birçok baskıyla zaman zaman kesintiye uğrayan tehlikeli yaşamını sürdürdüğü yıllar alacaktır. Sırası geldiğinde o yılları da, Rusya'nın, tam Avrupa örneğine uygun yasal bir sosyal-demokrat partiye kavuştuğu yıllar izleyecektir. Yasal bir sosyal-demokrat partiye götürecek olan yılların içine zaten girilmiştir. Bu partiye daha şimdiden, sizin yüzde-doksandokuzu zaten yıkılmış. olan yeraltı örgütünüzden daha gerçek olan bir şeydir. Yasalcıları daha tam bir biçimde derleyip-toparlamak, onların eylemlerini daha kararlı, daha düzenli, daha kendine güvenli hale getirmek için işlerin bugünkü durumu hakkında konuşmaktan, bugünkü gerçeğin adını koymaktan, sloganlar ortaya atmaktan, bayrak açmaktan korkmamalıyız. Mahkemeler ya da polis, bayrağımızı elimizden çekip alırmış, ne gam, isterse yirmi kez alsın, o bayrağı yokedemezler, bizi ondan uzun süre yoksun tutamazlar, çünkü o bayrak [sayfa 148] gerçekte varolanın, büyüyenin, büyümeye devam edecek olanın ifadesidir.
Tasfiyecilik-karşıtı: Konuya gelin. Yoksa size şu sözü anımsatmam gerekecek: "Çok iyi şarkı söyler, ama şarkının nasıl biteceğini kimse bilmez."Açık konuşmaya söz vermiştiniz. Şu halde bir noktayı daha açıklığa kavuşturun, daha somutlaştırın: Bayrağınıza ne yazacaksınız?
Yasalcı: Ben de tam o noktaya geliyordum. Biz, işçi hareketini daha ileri götürmek üzere, yasal yollardan çalışan bir dernek kuruyoruz. Bu dernek marksizmin ilkeleri üzerinde temellendiriliyor. Derneğin amacı, yaşamın toplumsa1 koşullarında marksist çizgi doğrultusunda değişiklik sağlamak, sınıfları ortadan kaldırmak, üretim anarşisine son vermek vb.'dir. Yasal partinin, yani bizim derneğimizin başta gelen amacı, siyasal ve toplumsal düzeni tamı demokratlaştırmak, tarım sorununu demokratik çizgi doğrultusunda marksist görüşler temelinde çözümlemeye yardım etmek ve geniş iş yasalarını çıkarmaktır. Son bir nokta, şu: Yeni derneğin eylem araçları, yasal propaganda, uyarma ve örgütlenme araçlarıdır.
Tasfiyecilik-karşıtı: Böyle bir derneğin resmen temsil edilmesine hükümetimizin izin vereceğini düşünmüyorsunuz değil mi?
Yasalcı: Endişe etmeyin, o kadar saf değilim. Derneğimiz, kuşkusuz, tescil edilmeyecek, ancak yasadışı sayılması da mümkün olmayacak - işte seçtiğimiz hedef bu. Her guberniyada işçiler birbiri ardından dernek tüzüğünü hazırlayacaklar ve onaylanması için yönetim makamlarına sunacaklar. Bu sürekli ve hep aynı kıvamda yürüyüp giden bir yasallık savaşımı olacak. Böyle bir derneğin kurucuları ve üyeleri, bugün, sözümona parti dediğimiz şeyin programında yer alan "dehşet verici" maddelerden ötürü kovuşturulmayacaklar. Gerçekten, RSDİP, bugün sözde bir partiden başka, bir şey değildir; programındaki "dehşet verici" maddeler, örneğin cumhuriyet ve proletarya diktatörlüğü isteği -birçok kararda silahlı bir ayaklanma hakkında yer alan "dehşet verici" maddeleri bir yana bırakıyoruz- vb., hiç kimseyi korkutmuyor, hiçbir önemi yok ve hiçbir rol oynamıyor. Hiçbir rol oynamıyor derken, gerçekte yasadışı herhangi bir eylemden suçlu olmayan insanların cezaya çarptırılmalarında [sayfa 149] oynadığı "rolü" kastetediyoruz. Asıl sorun bu, partide bugünkü acıklı güldürü bu. Ölümün zararı yaşayana oluyor. Birçok kararın ve eski parti programının modası geçmiş, eski "hükümleri" -yaşamın reddettiği, yararsız hale gelen arşive kaldırılmış "hükümler"- sadece düşmanlarımızın işine yarıyor, bizi bastırmalarına yardım ediyor; günümüzün gerçek hareketini geliştirmekte, üçüncü Dumada, yasal olarak yayınlanan dergi ve gazetelerde, yasal işçi birliklerinde, yasal kongrelerde vb., vb.'de yürütülmekte olan güncel çalışmaların ilerletilmesinde hiçbir yararlı amaca hizmet etmiyor. İşte bu nedenledir ki, (böyle dediğim için beni bağışlayın, ama tasfiyeci avına çıkmaya hazır hale getirilmiş olan yandaşlarınızın öyle düşünmeye yatkın olmalarına karşın) biz yasalcılar için sorunun özü, çok tehlikeli baskılardan ve cezalardan kaçınma arzusu değildir. Bizce sorunun özü, her şeyden önce, açık bir işçi sınıfı hareketinin ilkesel önemi, ikincisi de, bugünkü rejimin çelişkilerinden yararlanmaktır. Evet bay Ortodoks, marksizmin ilkeleri hiçbir biçimde, papağan gibi ezberlenmiş bir sözler toplamına, ya da sürgit değişmez "katı" kalıplara indirgenemez. Hayır, bu ilkeler, geniş işçi sınıfı hareketine, yığınların girişimlerini ve örgütlenmelerini geliştirmeye yardım içindir. Şu ya da bu söz "konuşulmuyorsa" ne gam -çok iyi biliyorum, siz ve yandaşlarınız, Dumadaki sosyal-demokrat grubun ya da yasal dergi vb.'lerin sözünü etmediği noktaların "dile getirilmesi"ni parmağınıza doluyorsunuz; bazı sözler "konuşulmuyorsa" ne çıkar- dava yürümeye devam edecektir. İşçilerin giderek daha geniş bölümleri hareketin içine çekilecektir. Açık eylemleri birleştirmek üzere kararlı bir adım atılacaktır. Siyasal bilince ermiş her işçi, kendisini ezen rejime bir darbe indirecektir; işçi, bugünkü rejimin en karakteristik çelişkisinin ta kendisini, yani yasallığı resmen tanımakla fiilen kabul etmekten geri durma arasındaki çelişkiyi, Dumadaki sosyal-demokrat grubu "hoşgörü" anlayışı içinde karşılamakla sosyal-demokrat partiyi ezme çabaları arasındaki çelişkiyi, resmi demeçlerde işçi derneklerini tanımakla gerçek yaşamda onlara baskı yapılması arasındaki çelişkiyi hedef alacaktır. Proletaryayı ezen rejimin çelişkilerine darbe vurmak -işte marksizmin yaşayan ruhu budur, ölü kalıplar değil. Alman Sosyal-Demokrat Partisinin başarılı olmasının bellibaşlı -hatta temel de [sayfa 150] diyebilirim- nedenlerinden biri, partinin, hareketin çıkan uğruna reçeteyi (formula) kurban etmeyi seve seve kabul etmesidir. Hareket 1871'den sonra, programı sadece "yasalara uygun" siyasal eylem yöntemlerini tanıyan bir parti yaratmayı başarmıştır. Parti, bizimkinden çok daha "yasal" olan sosyal-demokrat bir program aracılığıyla, dünyadaki en güçlü sosyal-demokrat hareketi gerçekleştirmiştir. O program bizimkinden çok daha yasaldır, çünkü bir cumhuriyet yönetimi hakkında hiçbir hükmü hiçbir zaman içermiş değildir. Buna karşılık siz, model-köktenci sosyal-demokrat yığın örgütünün, model-köktenci sosyal-demokrat yığın hareketinin varolmadığı bir ortamda, dünyaya "model-köktenci" sosyal-demokrat bir program örneği göstermeye çalışıyorsunuz.
Tasfiyecilik-karşıtı: Şu ana kadar söylediklerinize göre, her guberniyada, siyasal bilince ermiş her işçinin, sizin yasal marksist "dernek" tüzüğünüzü kopya edip onaylamak üzere yetkili makamlara sunduklarını kabul edersek, sizin tasarımınız, dernekler ve işçi birlikleriyle ilgili devlet dairesinde gelen ve giden belgeler bölümündeki bir "yığın hareketi"nden öteye geçmiyor. Siz kendiniz, böyle bir derneğe izin verilmeyeceğini söylediğinize göre, bunun anlamı hiçbir yerde açık bir hareket, hatta "açık" bir dernek gerçekleştirilemeyecek demektir. Sizin yasalcı hayaliniz hariç. Ama sizi ayrıntılı olarak yanıtlamadan önce, bir soru daha sormak isterim: Bu yasal marksist "derneğin", eskinin, yani şimdiki partinin yerini mi almasını düşünüyorsunuz, yoksa onunla yanyana varolmasını mı?
Yasalcı: Hah tamam. Çok ilginç bir noktaya değindiniz. Tasfiyecilerin resmi önderlerinin yaptığı kötü hatalardan biri budur. Doğruluğu apaçık belli olan yolda ileriye doğru büyük bir adım atmaktan korkuyorlar. Üstelik aynı zamanda, başka bir doğrultuda, hadi adını da koyalım oportünist yolda, dava için hiç de gerekmeyen aşırı ölçüde tehlikeli adımlar atıyorlar. Ben kendi payıma, kişinin tasfiyeci olmaksızın da yasalcılıktan yana olabileceğini söylüyorum. Kişi, oportünist olmaksızın yasalcı olmalıdır. Hareketin yasal yollarını kabul etmeliyiz, yarım ağızla ve sözde değil, uygulamada ve ciddiyetle kabul etmeliyiz. Bunun anlamı şudur: Bir an önce, yasal marksist bir işçi partisi kurmalıyız. Ama devrimin yadsınması, iyi gözle görülemeyecek bir oportünizm olur. [sayfa 151] Ama yine de çoğunluğu değilse bile, tasfiyecilerimizin bir kısmı böyle bir eğilimde olduklarını gösteriyorlar. İşçi sınıfının egemenliğini yadsımak oportünizmdir. Bunu toptan kınıyorum. Bir şeyi tasfiye etmek için herhangi bir şeyi reddetmek zorunda değiliz. Yeni yasal parti eskiyle birlikte, onunla yanyana varolmalıdır. Bunlar birbirlerini güçlendireceklerdir.
Gülümsediğinizi görüyorum. Ama söylediklerimde gülünecek bir şey yok. Bunun "aynı gideri deftere iki kez işlemek" gibi bir şey olduğunu söyleyebilirsiniz. O zaman izin verin şunu sorayım: Yasal basınla yasadışı basının birlikte varolması benim tasarımıma ya da daha doğrusu bugünkü deneyimden alınmış derslerden çıkardığım sonuçlara benzerlik göstermiyor mu? 1905'ten önce mülteciler yasal basında yazı yazamıyorlardı. O günlerin basını bu tür mültecilerin yazdığı yazıları, hatta bir nom de plume [Yazıda imza olarak kullanılan takma ad. -ç.] altında bile yayınlayamazdı. Oysa şimdi içinde yaşadığımız çe1işkiler döneminde çok iyi tanınan-bilinen mülteciler yasal basında olduğu kadar yasadışı basında da kendi imzalarıyla açık açık yazıyorlar. Ama siz buna "aynı gideri deftere iki kez işlemek" diye karşı çıkmıyorsunuz! Bu durum, herhangi bir karışıklığa yolaçmıyor. Bu "aynı gideri deftere iki kez işleme"yi çağımız koşullarının emrettiğini kavramaktan, bu çağın çelişkilerini kullanmaktan ve günümüzün en önemli olaylarının yer aldığı bu cephede nasıl bir girişimde bulunulması gerektiğini bilmekten sizi alıkoyan şey sadece alışkanlıklardır, başka bir şey değil. Söze geldiği zaman "yasadışı çalışmanın yasal çalışma ile uyuşturulmasını" hepiniz kabul ediyorsunuz. Öyleyse bunu uygulamaya koyun. A'yı söylediğinize göre, B'yi söylemekten korkmayın. Bu temel tezi, taktikler ve genel olarak örgütlenme konularında kabul ettiğinize göre, aynı şeyi parti örgütü konusunda kabul etmekten korkmayın. Yasallığa karşı saçma anarşist önyargılardan kendinizi kurtarın lütfen ve bunu kararlı biçimde, ciddi olarak, içtenlikle yapın.
Tasfiyecilik-karşıtı: Sizin asıl derdiniz şu; siz sadece "yasalcılık" oyunu oynuyorsunuz, "yasalcılık" gösterisi yapıyorsunuz, oysa Almanlar gerçekten varolan bir yasalcılığa [sayfa 152] dayanıyorlardı. Yasal ve yasadışı basın örneği, size karşı özellikle dikkat çekici bir savdır. Yasadışı eylemde bulunan bir sosyal-demokrat, yasalar çerçevesinde izin verilen bir yazı yayınlamak için yasal basını kullandığı zaman, yasalcılık oyunu oynamıyor, sadece belli dar sınırlar içinde gerçekten varolan yasallıktan yararlanıyor demektir. Oysa sizin yasal işçi partiniz ya da marksist derneğiniz (ve onların yanı sıra, sizin kendilerinden tabanda pek ayrılık göstermediğiniz tasfiyecilerin "açık işçi partileri") sadece yasalcılık hayalidir, başka bir şey değil. Siz kendiniz, buna izin verilmeyeceğini itiraf ettiğinize göre, bu sözümona "yasal" dernekler gerçekte yasal bir varlığa ulaşamayacaklardır. Anarşist-sendikalistlerin genellikle "devrimci cambazlığa" girişmeleri gibi, sizin yapabildiğiniz tek şey de "yasalcı cambazlığı" oluyor. Kadetlerin partisi, yasal olarak varolmadığı halde, pekala yasal bir çalışma içinde bulunuyor. Bu, çelişkileri kullandıkları için değil, çalışmalarının içeriğinde devrimcilik diye bir şey bulunmadığı ve yığınlar arasında herhangi bir demokratik örgüt çalışması yapmadığı içindir. Çalışmaları liberal-monarşist yapıdadır. Otokrasi, bu tür bir siyasal eyleme izin vermeyi, gözyummayı kaldırabilir. Ama otokrasi, marksistlerin işçi sınıfı içinde eylemde bulunmalarına gözyumamaz. Davayı bir maske altında yürütmeye çalışmak bönlüktür. Tasfiyecilerin "açık işçi partisi" kadar sizin "yasal derneğiniz" de, gerçekte sosyal-demokratlara dayanıp güvendiğinize göre, sahte bir dernekten, bir maskeden başka bir şey değildir. "Derneğiniz"in amaçlarını, programını ve taktiklerini belirlemek için seçtiğiniz bulanık, açık olmayan tanımlar, işin aslında, sözlü bir gizleme, çelimsiz bir savunma çabasından ve yasalcı cambazlıktan başka bir şey değildir. Bizim partimiz Dumada sesini duyurmalıdır, yasal olarak çalışan işçi birlikleri kurmalı, yasal olarak toplanan kongrelerde konuşmalıdır. Bunu yadsımak tam bir anarşizm ya da aydınca nihilizm olur. Yeni çağın yeni koşullarını, bu eylemlerin gereğini kabul ederek hesabediyoruz. Ne var ki, siyasal eylemler için yasallık (aydın oportünistler ayrı tutulursa) henüz sözkonusu değildir. Çünkü böyle bir yasallığın koşulları henüz elde edilebilmiş değildir. Böyle bir yasallığa sessizce "sızabileceğinizi" düşünmeniz, boş bir düşten başka bir şey değildir. Almanya örneğinde, böyle bir yasallık daha [sayfa 153] 1871'de sağlanmış, ülkenin burjuva çizgisinde gösterdiği dönüşüm tamamlanmış, doğrudan devrimci hareketin koşulları tüm olarak ortadan kalkmıştır. Gerçekten yasal olan, yasalcılık oyunu oynamayan ya da "yasalcılık cambazlığı"na girişmeyen sosyal-demokrat partinin ortaya çıkması olanağını sağlayan şey, Alman sosyal-demokratlarının yetenekleri değil, işte bu gerçek koşullardır.
Almanya'nın burjuva devrimini tamamlamış olma durumunu, demokrasi tarihini, 1860'lardaki "tepeden inme devrimi"ni ve gerçekten varolan yasallığını Rusya'ya aktaramayacağınız için, Alman sosyal-demokrat partisi gibi bir partinin programının, bazı kararlarının vb., yasal hükümlerini kopya etmeye ve bu tür bir "yasalcılığı" Rusya'ya aktarmaya çalışmak boş bir düşten, anlamsız bir zaman öldürmekten başka bir şey değildir. Yasal cumhuriyetçi partilere izin veren bazı monarşist ülkeler vardır. Rusya'da burjuva devriminin başarılmasından ve Avrupa'dakine benzer bir burjuva düzenine sahip olmamızdan sonra, nasıl bir yasalcılığa varılacağı, ancak ilerdeki savaşlar bittikten sonra anlaşılacaktır. Yasallığın türünü, o savaşların sonucu saptayacaktır. Bugün sosyal-demokrat harekete düşen görev, 3 Haziran rejimi döneminin özel koşulları altında kendini ve yığınları devrim için hazırlayabilmektir.
Bu koşullar altında, işçi sınıfının yasal partisi, açık bir işçi partisi gibi sözler boştur. Bu sözler sadece yasalcılık yanlısı bir grup oportünistin yasal duruma getirilmesi arzusunu gizler. Popüler sosyalistlerin hoşuna giden yasallık, gerçekte bu tür yasallıktır. Bizim yasal, tasfiyeci gazetecilerimizin hoşuna giden yasallık, işte bu yasallıktır. Bütün oportünist öğelerin -devrimi yadsıma ve proletaryanın egemenliğini reddetme fikrini besleyenlerin- aydın tasfiyeci gruplar tarafından çekilmesi ve onların bunu önleyememesi, raslantı değil bir zorunluluktur, bazı tasfiyecilerin "yanılgısı"nın ürünü değil, o aydın tasfiyeci grupların toplumsal oluşumunun (composition) ürünüdür. Yasalcının bu kişilerden ayrılığını gösteren tek. şey, onun iyi niyetleri olabilir, gerçekte onlardan ayrılabilmesi olanaksızdır. Bugün varolan koşullar altında yasal duruma sokulabilecek olanlar, popüler sosyalistlerle bir grup tasfiyeci yazardır. Bu hem olası, hem kaçınılmaz bir şey. Ama bir işçi partisinin yasallığı sadece [sayfa 154] sözden öteye geçecek bir şey değildir.
İşçi sınıfının yasadışı partisi varolmaya devam etmektedir. Bu parti, günümüzde aşırı ölçüde zayıflamış, örgütlerinin çoğu dağılmış olduğu halde, kendi varlığına karşı çıkmamaktadır. Yeniyle ortaya çıkan çalışma grupları ve çevreleri, devrimci yeraltına tekrar tekrar hız vermişlerdir. Şimdi, soru çok basitleşiyor: Örgütlü güç nedir, ideolojik gelenek nedir, etkileme gücünde olan, Dumadaki işçi temsilcilerinin açık eylemlerini, işçi birliklerini, işçi kulüplerini ve çeşitli yasal kongrelere katılan işçi temsilcilerini etkileyecek olan parti hangisidir? Devrimci proletarya partisi, yani Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisi mi, yoksa oportünist tasfiyeci yazarlar grubu mu? "Tasfiyecilikle savaşım"ın gerçek özü budur, çatışmada hasım taraflar arasındaki uçurumun gerisinde yatan şey budur. Hiçbir iyi niyet ya da yasalcılıkla tasfiyecilik arasında yapılacak hiçbir sözlü ayrım çabası bu uçurumu kapatamaz. [sayfa 155]



Diskussionni Listok, n° 3,
29 Nisan (12 Mayıs) 191l'de
yayınlandı
İmza: B. V. Kuprianov



Dipnotlar


[76] "Görmüş-geçirmiş insanlar" ya da "görmüş-geçirmiş kişiler". - üçüncü devlet Dumasındaki sosyal-demokrat grubun üyelerine danışmanlık eden, çoğu tasfiyeci insanlar.
"Görmüş-geçirmiş kişiler'', partinin önde gelenlerinin yeraltında olmasından ve Duma grubunun çalışmalarına yasal biçimde katılamayacak oluşlanndan yararlanarak, bolşevik partisinin eylemlerini oportünist bir yöne akıtmaya çalıştılar.
Proletari'nin 1909 Haziramnda yapılan genişletilmiş yazıkuruIu konferansında, Lenin, Duma grubu üyelerine yardımcı olmak üzere bazı bolşeviklerin yasal çalışma yoluna girmelerini önermişti. Konferans, Duma grubuna yardımcı olmak üzere bir kurulu görevIendirdi. Bu kurula seçilenlerden biri de Lenin'di. -14.



Rus Sosyal-Demokrat Hareketi İçindeki Reformculuk


SON on yıllarda kapitalizmin yaptığı çok büyük ilerleme ve bütün uygar ülkelerde işçi sınıfı hareketinin hızla gelişmesi, bujuvazinin proletaryaya karşı tutumunda büyük bir değişiklik yarattı. Özel mülkiyetin ve rekabet özgürlüğünün mutlak dokunulmazlığının savunulmasında, ideologları ve siyasal önderleri tarafından temsil edilen Amerikan ve Avrupa burjuvazisi, sosyalizmin bütün temel ilkelerine karşı açık, ilkeli ve doğrudan bir savaşım vermek yerine, toplumsal devrim fikrine karşıt olarak, sözde toplumsal reformları, giderek artan bir biçimde savunmak yoluna giriyorlar. Sosyalizme karşı liberalizm değil de, sosyalizme karşı reformculuk — modern, "ileri" eğitim görmüş burjuvazinin formülüdür. Ve belli bir ülkede, kapitalizmin gelişmesi ne denli yüksek ise, burjuvazinin yönetimi o denli katıntısız olur, ve siyasal özgürlük ne denli büyükse "en yeni" burjuva sloganlarının kullanılması o denli yoğun olmaktadır: [sayfa 222) devrime karşı reform, burjuva düzeninin devrimci yolla alaşağı edilmesine karşı, çalışan sınıfı bölmek ve zayıflatmak ve burjuvazinin egemenliğini sürdürmek amacıyla yıkılması kaçınılmaz olan düzenin kısmen de olsa onarılması.
Sosyalizmin evrensel gelişmesi açısından bu değişme, ileri doğru atılmış büyük bir adım olarak değerlendirilmelidir. Sosyalizm önce varolmak için savaştı, ve gücünden emin ve ekonomik ve siyasal görüşlerinin bütünleyici bir sistemi olarak liberalizmi, cesaretle ve kararlı bir biçimde savunan bir burjuvazi ile karşı karşıya geldi. Sosyalizm bir güç haline gelmiş ve artık bütün uygar dünyada varolma hakkını elde etmiştir. Şimdi iktidar uğruna savaşıyor ve çözülen ve kaçınılmaz sonunu gören burjuvazi, kısmi ve yüzeysel ödünler karşılığında bu günü geciktirmek ve bu yeni koşullar altında da yönetimini sürdürmek için her türlü çabayı harcamaktadır.
İşçi sınıfı içinde devrimci sosyal-demokrasiye karşı reformcu savaşımın yoğunlaştırılması, uygar dünyanın her yerinde, tüm ekonomik ve siyasal durumdaki değişmelerin kesinlikle kaçınılmaz bir sonucudur. İşçi sınıfı hareketinin büyümesi, zorunlu olarak, saflarına, belli sayıda küçük-burjuva unsurları, bujuva ideolojisinin büyüsüne kapılmış, bu ideolojiden kendilerini kurtarmayı beceremeyen ve sürekli olarak bu ideolojiye kayan kimseleri çekmektedir. Bu savaşım olmaksızın, bu devrim öncesinde, sosyalist Mountain ve sosyalist Gironde[65] arasındaki ilke sorunlarına açık-seçik bir ayrım çizgisi çekmeksizin, ve bu devrim sırasında oportünist küçük-burjuva unsurlar ile proleter, yeni tarihsel gücün devrimci unsurları arasında bir kopma olmaksızın, proletarya tarafından toplumsal devrimin gerçekleştirilmesini düşünemeyiz.
Rusya'da da durum temel olarak aynıdır; ancak, burada sorun daha karmaşık, daha bulanık, daha değişiktir, çünkü biz Avrupa'nın (ve hatta Asya'nın gelişmiş bölümlerinin) arkasında emeklemekteyiz, ve daha burjuva devrimleri döneminden geçiyoruz. Bu yüzden Rus reformculuğu kendine özgü inatçılığıyla ayırdedilir; adeta daha öldürücü bir hastalığı temsil eder, ve proletaryanın ve devrimin davası için çok daha zararlıdır. [sayfa 223) Ülkemizde, reformculuk aynı anda iki yerden kaynaklanır. Birincisi, Rusya, Batı Avrupa ülkelerinden çok daha fazla bir küçük-burjuva ülkesidir. Bu nedenle ülkemiz, sosyalizme karşı, genel olarak küçük-burjuvazinin özelliği olan çelişkili, kaypak, yalpalayan tutumlarıyla ("ateşli bir aşk" ve aşağılık bir ihanet arasında dönüp dolaşan bir tutumla) ayırdedilen bireyler, gruplar ve eğilimleri çok daha sık yaratır. İkincisi, ülkemizdeki küçük-burjuva yığınları, burjuva devrimimizin herhangi bir evresindeki başarısızlığında, yüreksizleşmeye ve dönek bir havayla paniğe kapılmaya çok daha eğilimlidirler; Rusya'yı her türlü ortaçağ ve serflik kalıntılarından kurtaracak olan tam bir demokratik devrim amacından vazgeçmeye çok daha hazırdırlar.
Birinci kaynak üzerinde uzun boylu durmayacağız. Yalnızca, dünyada, sosyalizme yakınlık duymaktan, bizim Struve'lerimizin, İzgoyev'lerimizin, Karaulov'Iarımızın vb. vb. ortaya koydukları karşı-devrimci liberalizme yakınlık duymaya böylesine bir çabuklukla "kayan" bir ülkenin zor bulunacağını belirtmemiz yeter. Ne var ki, bu baylar istisna değildir, tek başlarına kalmış kişiler değillerdir, yaygın eğilimlerin temsilcileridirler! Sosyal-demokrat hareketin saflarının dışında pek çok bulunan, ama aynı zamanda içerisinde de oldukça çok sayıda bulunan ve "aşırı" polemiklere karşı, "kesin sınır çizgileri çizme tutkusuna" karşı vaazlar vermeyi seven bu duygusal tipler, Rusya'da sosyalizmden liberalizme kaymak yolundaki "aşırı" "tutkunun" doğmasına neden olan tarihsel koşulları kavrayamadıklarını ortaya koymaktadırlar.
Rusya'daki reformculuğun ikinci kaynağına dönelim.
Bizim burjuva devrimimiz tamamlanmamıştır. Otokrasi bu devrimden bize kalan ve ekonomik gelişmenin tüm nesnel gelişiminin yüklediği sorunları çözmenin yeni yollarını bulmaya çalışıyor, ama bunu yapma yeteneğinde değildir. Ne eski çarlığın yenileştirilmiş bir burjuva monarşisine dönüştürülmesi yolunda atılan en son adım, ne soyluluğun ve burjuvazinin kaymak tabakasının ulus çapında bir örgütlemeye (Üçüncü Duma) gitmesi, ne de kırsal yöneticilerin uyguladığı burjuva tarım politikası[66] — bu "aşırı" önlemlerin hiç biri, çarlığın, geriye kalan [sayfa 224) son alanda, burjuva gelişimine uyarlanma alanında, yapmış olduğu bu "en son" çabaların hiç birinin yeterli olmadığı görülmüştür. Hiç biri işe yaramıyor! Böylesine yollarla "yenileşen" bir Rusya, Japonya'ya yetişmek şöyle dursun, belki de Çin'in bile gerisine düşmeye başlıyor. Çünkü burjuva demokratik görevler tamamlanmadan bırakılmıştır, devrimci bir bunalım hâlâ kaçınılmazdır. Yeniden olgunlaşmaktadır, ve bir kez daha, yeni bir yolda, öncekine benzemeyen bir yolda, aynı olmayan adımlarla, ve yalnızca eski biçimlerle de değil, ona doğru yöneliyoruz — ama ona yöneldiğimizden hiç kuşku yoktur.
Bu durumda ortaya çıkan proletaryanın görevleri, tümüyle ve açık bir biçimde kesindir. Çağdaş toplumun tek tutarlı devrimci sınıfı olarak eksiksiz bir demokratik devrim için bütün halkın savaşımında, tüm çalışan ve sömürülen halkın ezenlere ve sömürenlere karşı savaşımında, önder olmak zorundadır. Proletarya, ancak proletaryanın hegemonyasının bilincinde olduğu ve bu fikri uygulamaya soktuğu ölçüde devrimcidir. Bu görevin bilincinde olan bir proleter, köleliğe karşı başkaldırmış bir köledir. Sınıfının önder olması gerektiği düşüncesinin bilincine varmamış ya da bu düşünceyi kabul etmemiş bir proleter, bir köle olarak kendi konumunu kavramamış bir köledir; olsa olsa bir köle olarak durumunu iyileştirmek yolunda kavga veren bir köledir, ama köleliği alaşağı etmek uğruna kavga veren biri değildir.
Bu nedenle, Rus Sosyal-Demokrat Partisinin "hegemonyayı değil de bir sınıf partisini" temsil etmesi gerektiğini söyleyen bizim reformcularımızın genç önderlerinden birinin, Naja Zarya'nın Bay Levitski'sinin ünlü formülünün, en tutarlı reformizmin bir formülü olduğu açıktır. Bunun da ötesinde, bu, tam bir döneklik formülüdür. "Hegemonya değil de, bir sınıf partisi" demek, burjuvaziden yana olmak çağımızın kölesine, ücretliye "bir köle olarak durumunu düzeltme yolunda savaş, ama köleliği alaşağı etme düşüncesine zararlı bir ütopya olarak bak!" diyen liberalden yana olmak demektir. Bernstein'ın "hareket her şeydir, son amaç hiç bir şey" şeklindeki ünlü formülünü, Levitski'nin formülü ile kıyaslayın, göreceksiniz ki, [sayfa 225) bunlar aynı düşüncenin çeşitlemeleridir. Her ikisi de yalnızca reformları kabul eder, devrimi reddederler. Bernstein'ın formülü kapsam yönünden daha geniştir, çünkü sosyalist bir devrimi ( = burjuva toplumunun bir partisi olarak, sosyal-demokrasının son amacı) hesaba katar. Levitski'nin formülü daha da dardır; çünkü genel olarak devrimi kabul etmezken, özel olarak, 1905-1907'de liberallerin en çok nefret duydukları şeyi —yani tam bir demokratik devrim için savaşımda, proletaryanın, halk yığınlarının (özellikle köylülüğün) önderliğini onlardan koparıp alması olgusunu— reddettiği anlamını taşıyordu.
İşçilere, onlar için gerekli olanın "hegemonya değil de bir sınıf partisi olduğunu" öğütlemek, proletaryanın davasını liberallere satmak demektir; sosyal-demokrat emek politikası yerine liberal bir emek politikasının konması gerektiğini öğütlemek anlamına gelir.
Ne var ki hegemonya düşüncesinin reddi, Rus sosyal-demokrat hareketi içerisindeki en kaba reformculuk biçimidir, ve işte bu yüzden bütün tasfiyeciler, düşüncelerini böylesine kesin terimler içinde açıklamak cesaretini gösteremezler. Bunlardan bazıları (örneğin Bay Martov), gerçeği örtbas ederek, hegemonyanın reddedilmesiyle tasfiyecilik arasında bir bağ olduğunu yadsımaya kalkışırlar.
Reformcu görüşleri "gerçekleştirmek" yolundaki daha "kurnaz" bir girişim de şu tezdir: Rusya'da, burjuva devrimi son bulmuştur; 1905'ten sonra ikinci bir burjuva devrimi olamaz, demokratik devrim için ulus çapında ikinci bir savaşım olamaz; bu nedenle Rusya devrimci bir bunalımla değil, "anayasal" bir bunalımla karşı karşıyadır, ve işçi sınıfının yapacağı tek şey, bu "anayasal bunalım" temeline dayanarak haklarını ve çıkarlarını savunmaya özen göstermektir. Tasfiyeci Y. Larin'in Dyelo Jizni'de (ve daha önce de Vozrozdeniye'de) ileri sürdüğü tez budur.
"Ekim 1905, gündemde değildir" diye yazıyor Bay Larin. "Eğer Duma ortadan kaldırılsaydı, Anayasayı 1851'de, yalnızca, dokuz yıl sonra, 1860'ta, herhangi bir devrim olmaksızın [buna dikkat edin!], sırf egemen sınıfların en etkin kesiminin, [sayfa 226) ekonomisini kapitalist bir çizgide yeniden kurmuş olan kesimin çıkarlarına olduğu için yeniden kabul etmek üzere ortadan kaldırılan devrim sonrası Avusturya'dakinden daha da çabuk yeniden kurulmuş olurdu." "Şimdi içerisinde bulunduğumuz evrede, 1905'tekine benzer, ulus çapında devrimci bir hareket olanaksızdır."
Bay Larin'in bütün tezleri, RSDİP'in Aralık 1908'de yapılan Konferansında Bay Dan'ın söylediklerinin genişletilmiş olarak yeniden söylenmesinden başka bir şey değildir. "1905 Devrimini doğuran ekonomik ve siyasal yaşamın temel etmenlerinin işlerliğini sürdürdüğü" yolundaki, yeni —"anayasal" değil de devrimci— bir bunalımın gelişmekte olduğunu belirten karara karşı çıkan tasfiyecilerin Golos'unun yazarları şöyle bağırıyorlardı: "Bunlar [yani RSDİP] bir kez yenildikleri kapıyı yeniden zorlamak istiyorlar."
Devrime doğru yeniden zorlamak, değişen durumda yorulmadan çalışmak, devrimci düşünceyi yaymak ve işçi sınıfının güçlerini onun için hazırlamak — reformcuların görüşüne göre bu RSDİP'nin başlıca suçudur, devrimci proletaryanın günahı işte budur. Niçin "bir kez yenildikleri kapıyı yeniden zorlamalı" — döneklerin, herhangi bir yenilgiden sonra yüreksizleşmiş kimselerin aklı böyle işler.
Ama Rusya'dan daha eski ve daha "deneyimli" ülkelerde, devrimci proletarya iki, üç ve dört kez, "bir kez yenildiği bir kapıyı zorlamak" yeteneğini göstermiştir; Fransa'da, en ağır yenilgilerden sonra, tekrar tekrar başkaldırarak ve şimdi artık son düşmanı olan gelişmiş burjuvazi ile yüzyüze kaldığı bir cumhuriyetin kurulması işini başararak, 1789 ve 1871 arasında dört devrim gerçekleştirmiştir; sosyalizmin zaferi yolunda en son savaşım için zorunlu olan koşullara uygun düşen tek devlet biçimi olan bir cumhuriyetin kurulması işini başarmıştır.
Sosyalistler ile liberaller, ya da burjuvazinin savunucuları arasındaki ayrım budur. Sosyalistler, devrimin kaçınılmazlığını, ve proletaryanın, yeni bir devrimci savaşımı hazırlamak, daha gelişmiş bir halkla birlikte, daha geniş bir alanda devrimi yinelemek için, toplumdaki tüm çelişkilerden, düşmanlarının [sayfa 227) ya da orta sınıfların her türlü zayıflığından yararlanması gerektiğini öğretirler. Burjuvazi ve liberaller, devrimlerin zorunlu olmadığını, hatta işçilere zararlı olduğunu, devrimin kapılarını "zorlamamaları" gerektiğini, uslu küçük çocuklar gibi, reformlar için uysalca çalışmaları gerektiğini öğretirler.
Rus işçilerini sosyalizmden uzaklaştırmak için burjuva fikirlerinin tutsağı olmuş reformcular, işte bu yüzden, durmadan 1860'ların Avusturyası'nı (ve Prusya'yı) örnek olarak gösterirler. Niçin bu örneklerden böylesine hoşlanmaktalar? Y. Larin, baklayı ağzından çıkarıyor; çünkü bu ülkelerde, "başarısız" 1848 Devriminden sonra burjuva dönüşümü "herhangi bir devrim olmadan" tamamlanmıştı.
İşin bütün sırrı bu! Yüreklerini hafifleten işte budur, çünkü, bu burjuva değişmesinin devrim olmaksızın da olabileceğini gösteriyor görünüyor!! Eğer durum buysa, biz Ruslar, niçin bir devrim uğruna başımızı ağrıtıp duruyoruz? Niçin "herhangi bir devrim olmaksızın" Rusya'nın burjuva dönüşümünü gerçekleştirmeyi toprakbeylerine ve fabrika sahiplerine bırakmıyoruz!
Avusturya ve Prusya'da proletarya, zayıf olduğu içindir ki, toprak sahiplerinin ve burjuvazinin, bu dönüşümü işçilere en zararlı bir biçimde, monarşiyi, soyluluğun ayrıcalıklarını, kırsal kesimde keyfi yönetimi ve bir sürü öteki ortaçağ artıklarını koruyarak, işçilerin çıkarlarını gözönünde tutmadan gerçekleştirmesini önleyememişti.
1905'te bizim proletaryamız, Batıda herhangi bir burjuva devriminde eşi görülmemiş bir güç göstermiştir, gene de bugün Rus reformcuları, kendi din değiştirmelerini haklı bulmak, kendi dönek propagandalarını "kanıtlamak" için, kırk-elli yıl önceki öteki ülkelerin işçi sınıflarının güçsüzlüklerini örnek olarak kulanmaktadırlar!
Reformcularımızın pek sevdikleri, 1860'ların Avusturyası ve Prusyası örneği, kendi tezlerinin teorik sakatlığının ve günlük politikada burjuvaziye sığınmalarının en iyi kanıtıdır.
Gerçekten de, eğer Avusturya 1848 Devriminin yenilgisinden sonra ortadan kaldırılan anayasayı yeniden getirdiyse, ve 1860'larda Prusya'da bir "bunalım dönemi" ortaya çıktıysa, bu [sayfa 228) neyi kanıtlar? Bu, birincil olarak, bu ülkelerde burjuva dönüşümünün tamamlanmamış olduğunu kanıtlar. Rusya'daki hükümet sisteminin (Larin'in dediği gibi) daha şimdiden burjuvalaştığını, ve ülkemizde hükümet iktidarının artık feodal bir nitelik taşımadığını (gene Larin'e bakınız) ileri sürüp, aynı zamanda da Avusturya ve Prusya'yı bir örnek olarak vermek, insanın kendi kendini yalanlamasıdır! Genel anlamda, Rusya'da burjuva dönüşümünün tamamlanmamış olduğunu yadsımak gülünç olacaktır: burjuva partilerinin, anayasal-demokratların ve ekimcilerin güttükleri politikanın bunu kanıtladığından hiç kuşku yoktur, ve Larin'in kendisi de (daha ilerde göreceğimiz gibi) bu tutumunu terketmektedir. Monarşinin, kendini burjuva gelişimine uyarlamak için —daha önce de söylediğimiz gibi, ve Partinin de kabul ettiği bir kararda değinildiği gibi (Aralık 1908)— bir adım daha atmakta olduğu da yadsınamaz. Ama, bu uyarlamanın bile, burjuva tepkisinin, ve Üçüncü Dumanın, ve 9 Kasım 1906 (ve 14 Haziran 1910) toprak yasasının bile, Rusya burjuva dönüşümünün sorunlarını çözmediği, daha da yadsınamaz.
Biraz daha ileriye bakalım. 1860'ların Avusturyası'nda ve Prusyası'ndaki "bunalımlar", niçin devrimci değil de anayasal idi? Monarşinin durumunu kolaylaştıracak bir sürü özel koşul vardı da ondan (Almanya'da "tepeden inme devrim", Almanya'nın "kanla ve zulümle" birleştirilmesi); bu ülkelerde, bu sırada proletarya son derece zayıf ve gelişmemişti ve liberal bujuvazi, tıpkı günümüzde Rus kadetleri gibi temelinde korkaklık ve ihanetin bulunmasıyla göze çarpıyordu da ondan.
Bu yılların olaylarına bizzat katılan Alman sosyal-demokratlarının durumu nasıl değerlendirdiklerini göstermek için, ilk bölümü geçen yıl yayınlanan Bebel'in anılarında (Yaşamımdan Yapraklar) açıkladığı düşüncelerin bir kısmını aktarıyoruz. Bebel, Bismarck'ın, o zamandan sonra herkesin de öğrendiği gibi, 1862'de Prusya'daki "anayasal" bunalım döneminde kralın çok büyük umutsuzluğa kapıldığını, yazgısına küstüğünü, ve onun, Bismarck'ın önünde, ikisinin de darağacında öleceğini öne sürerek hüngür hüngür ağladığını anlattığını söylemektedir. [sayfa 229) Bismarck, korkağı ayıplamış ve onu savaşa girmekten çekinmemeye ikna etmişti.
"Bu olaylar", diyor Bebel "liberallerin durumdan yararlanma olanağını bulunca neleri başarabileceklerini gösteriyor. Ama, daha o zaman, kendilerini destekleyen işçilerden korkuyorlardı. Bismarck'ın, eğer sıkışırsa Acheron'u harekete geçireceğini [yani alt sınıfları, yığınları bir halk hareketine kışkırtacağını] söylemesi, yüreklerine korku salmıştı."
"Herhangi bir devrim olmaksızın" ülkesinin bir burjuva-junker monarşisine dönüşmesini tamamlayan "anayasal bunalımdan yarım yüzyıl sonra, Alman sosyal-demokratlarının önderi, o zamanki durumun, liberallerin işçilerden korkmalarından ötürü yararlanmadıkları devrimci olanaklarına değiniyor. Rus reformcularının önderleri, Rus işçilerine şöyle diyorlar: Alman burjuvazisi korkak bir kralın önünde korkaklaşacak kadar alçaldığına göre, öyleyse neden biz de Alman burjuvazisinin bu parlak taktiklerini kopya etmeyi denemeyelim? Bebel, burjuvaziyi, sömürücüler olarak, halk hareketinden korkmaları nedeniyle, "anayasal" bunalımdan bir devrim gerçekleştirmek için "yararlanmamakla" suçluyor. Larin ve ortakları, Rus işçilerini, hegemonya kurmaya çalıştıkları (yani yığınları, liberallere karşın, bir devrime çekmeye çalıştıkları) için suçluyor, ve onlara "devrim için değil" de "Rusya'nın kapıyı çalan anayasal reformunda çıkarlarını savunmak için" örgütlenmelerini öğütlüyorlar. Tasfiyeciler, Rus işçilerine, çürümüş Alman liberalizminin, çürümüş görüşlerini "sosyal-demokrat" görüşler olarak sunuyorlar! Bundan sonra, böyle sosyal-demokratları "Stolipin sosyal demokratları" olarak adlandırmamak olanağı var mı?
Prusya'da 1860'ların "anayasal" bunalımını değerlendirirken Bebel, burjuvazinin işçilerden korktuğu için monarşiye karşı savaşmaktan korktuğunu söylemekle yetinmiyor. O sırada işçilerin arasında neler olup bittiğini de bize anlatıyor. "İşçilerin giderek daha kesinlikle farkına varmakta oldukları siyasal gelişmelerin korkunç durumu" diyor, "doğal olarak onların havasını da etkiledi. Herkes değişiklik için bağırıp [sayfa 230) çağırıyordu. Ama amacını açık-seçik gören ve işçilerin güvenini kazanmış olan tümüyle sınıf bilinciyle donanmış bir önderlik olmadığından, ve güçleri biraraya getirecek bir güçlü örgüt olmadığından, bu hava dağılıp kayboldu [verpuffte]. Özünde öylesine parlak [in Kern vortreffliche] bir hareketin, sonunda, böylesine boş çıktığı görülmemişti. Bütün toplantılar dolup taşıyor, ve en ateşli konuşmacılar günün kahramanları olarak selamlanıyordu. Özellikle de Leipzig'deki İşçi Eğitim Derneğinde egemen olan hava buydu". Leipzig'de 8 Mayıs 1866'da 5.000 kişiye ulaşan bir halk toplantısı, genel, tek dereceli ve eşit seçim, gizli oya dayalı, silahlı halkın desteklediği bir parlamentonun toplanmasını isteyen Liebknecht ve Bebel'in önerdiği bir kararı oybirliğiyle kabul etti. Bu karar, aynı zamanda, "Alman halkının yalnızca her türlü eskiden kalma merkezi hükümet gücünü tanımayan kimseleri milletvekili olarak seçeceği yolundaki umudu" da içeriyordu. Liebknecht ve Bebel tarafından önerilen karar, nitelik yönünden kuşkuya yer vermeyecek kadar devrimci ve cumhuriyetçi idi. Böylece görüyoruz ki "anayasal" bunalım sırasında Alman sosyal-demakratlarının önderleri kitle toplantılarında cumhuriyetçi ve devrimci nitelikte kararları savunuyorlardı. Yarım yüzyıl sonra, gençliğini anımsayan, çok eskilerde kalmış olayları yeni kuşaklara anlatan Bebel, o sırada yeterli sınıf bilincine sahip ve devrimci görevleri kavrayabilen bir önderliğin bulunmayışından (yani proletaryanın hegemonyası ile belirtilen görevi kavrayan devrimci bir sosyal-demokrat parti bulunmamaktaydı); güçlü örgütlerin bulunmayışından; devrimci havanın "sönüp gittiğinden" son derece büyük bir hayıflanma ile sözeder. Ne var ki Rus reformcularının önderleri son derece yüzeysel olarak, "herhangi bir devrim olmadan" da işleri yürütebileceğimizi kanıtlamak için, 1860'ların Avusturya ve Prusyası'nı örnek gösteriyorlar! Ve karşı-devrimin sarhoşluğuna dayanamayan ve liberalizmin ideolojik köleleri olan şu bayağı darfakalılar, hâlâ RSDİP'nin adını lekelemeye cesaret ediyorlar!
Elbette, sosyalizmi terkeden reformcular arasında Larin'in açık-seçik oportünizminin yerine, işçi sınıfı hareketinin en [sayfa 231) önemli ve en temel sorunları açısından bin dereden su getiren diplomatik taktikleri koymak isteyen kimseler vardır. Bunlar, Bay Martov'un, örneğin yasal olarak yayınlanan basında, (yani Stolipin'in onu, RSDİP üyelerinin vereceği doğrudan bir karşılıktan koruduğu basında) Larin ve "ortodoks bolşeviklerin 1908 kararlarında" özdeş bir "plan" önerdiklerini ileri sürmesi gibi, konuyu bulandırmaya, ideolojik anlaşmazlıkları birbirine karıştırmaya, onları bozmaya çalışıyorlar. Bu, gerçeklerin, ağzı küfür saçan bir yazara yaraşır açık bir çarpıtılmasıdır. Bu aynı Martov, Larin'e karşı çıkıyormuş havasına bürünerek, "elbette ki" "Larin'de reformcu eğilimler olduğu gibi bir kuşkusu olmadığını" yazılı olarak açıkladı. Martov, salt reformcu görüşler sergileyen Larin'in bir reformcu olduğu kuşkusunu taşımıyordu! Bu, reformcu diplomatların başvurdukları bir hile örneğidir.[1*] Kimi budalaların Larin'den daha "solda", daha güvenilir bir devrimci olarak gördükleri bu aynı Martov, Larin'le olan "farklılığını" şu sözcüklerle özetlemiştir:
"Özetlersek: bugünkü düzenin mutlakiyetçilik ile anayasacılığın özünde çelişkili bir bileşimi olması, ve Rus işçi sınıfının, bu rejimin çelişkilerindeki Aşil topuğundan onu vurmada, Batının ileri ülkelerinin işçi sınıflarının örneğini izleyebilecek kadar olgunlaşmış olduğu olgusu, marksizme bağlı olan menşeviklerin şimdi yapmakta oldukları şeyin teorik doğrulamasının kanıtı ve siyasal haklılığı için yeterli malzemedir."
Martov, konudan kaçmak için ne denli çok çalışırsa çalışsın, bir özet yapmak için giriştiği ilk çabada, sonuç, başvurduğu bütün kaçamakların kendiliğinden çökmesi oldu. Yukarıya aktarılan sözler, sosyalizmin tam bir reddini ve yerine liberalizmin konduğunu göstermektedir. Martov'un "yeterli" diye adlandırdığı şey, yalnızca liberaller, yalnızca burjuvazi için yeterlidir. Mutlakiyetçilikle, Anayasacılığın bileşiminin çelişkili niteliğini kabul etmeyi "yeterli" sayan bir proleter, liberal işçi politikasının bakış açısını kabul etmektedir. O bir sosyalist [sayfa 232) değildir, o, halk yığınlarının, çalışan ve sömürülen halk yığınlarının, mutlakiyetçiliğin her biçimine karşı başkaldırması, bujuvazinin yalpalamalarına, direnmelerine karşın ülkenin tarihsel yazgısına bağımsız olarak katılmak için başkaldırmalarını isteyen sınıfının görevlerini anlamamıştır. Ama burjuvazinin hegemonyasını alaşağı eden yığınların bağımsız tarihsel eylemi, "anayasal" bir bunalımı bir devrime dönüştürür. Burjuvazi (özellikle de 1905'ten sonra) devrimden korkmakta ve ondan tiksinmektedir; öte yandan proletarya ise, halk yığınlarını devrim düşüncesine bağlılık ruhuyla eğitmekte, onlara görevlerini açıklamakta, ve yığınları yeni devrim kavgalarına hazırlamaktadır. Devrimin ne zaman ve hangi koşullar altında gerçekleşeceği, belli bir sınıfın isteğine bağlı değildir; ama yığınlar içerisinde yürütülen devrimci çalışma hiç bir zaman boşa gitmez. Yığınları sosyalizmin zaferine hazırlayan tek eylem türü budur. Larinler ve Martov'lar sosyalizmin bu temel abecesini unutuyorlar.
RSDİP ile bağlarını tümden kesmiş olan Rus tasfiyeciler grubunun görüşlerini ifade eden Larin, kendi reformculuğunu sergilemede işi sonuna vardırmaktan sakınmıyor. İşte Dyelo Jizni'de (sayı 2, 1911) yazdıkları — ve bu sözler sosyal-demokrasi ilkelerine değer veren herkesin aklında tutması gereken sözlerdir:
"İnsanlar yarın ne olacağını, hangi görevlerin kendilerini beklediğini bilmedikleri zaman ortaya çıkan bir şaşkınlık ve kuşku durumu — işte belirsiz, kararsız bir ruh halinden, devrimin bir yinelenmesi ya da 'bekleyelim, göreceğiz' şeklindeki belli-belirsiz umutlardan çıkan sonuç budur. İvedi görev, hiç bir şey yapmaksızın bir şeylerin çıkagelmesini beklemek değil, Rus yaşamının bundan sonraki tarihsel döneminde, işçi sınıfının kendisini 'devrim için' değil 'bir devrim umudu için' değil, ama salt [bu ama salt'a dikkat edin] yaşamın her alanında kendi özel çıkarlarının kararlı ve sistemli bir savunusu için; bu çok yanlı bir karmaşık eylem uğruna güçlerini biraraya getirmek ve eğitmek için; genel olarak sosyalist bilinçlenmenin bu yoldan eğitimi ve gelişimi için; özellikle, feodal gericiliğin ekonomik olarak [sayfa 233) kaçınılmaz bir biçimde kendi kendini yoketmesinden sonra, ülkenin kapıyı çalan anayasal reform döneminde Rus toplumsal sınıflarının birbirine girmiş ilişkileri içerisinde kendini koşullara uyumlama [yolunu bulma] —ve kendini kabul ettirme— yeteneğini kazanmak için örgütlenmesi gerektiği yolundaki yolgösterici düşünce ile geniş çevreleri doldurmaktır."
Bu, su katılmamış cinsten, tam açık ve dargörüşlü reformculuktur. Devrim düşüncesine karşı, devrim "umutları"na karşı (reformcunun gözüne böyle "umutlar" belli-belirsiz görünür, çünkü o çağdaş ekonomik ve siyasal çelişkilerin derinliğini anlamaz) savaş; güçleri örgütlemek ve zihinleri devrime hazırlamak yolundaki her eyleme karşı savaş; devrimci sosyal-demokratların verecekleri doğrudan bir karşılıktan Stolipin tarafından korundukları legal basında sürdürülen savaş; RSDİP'nden tamamen kopmuş olan bir grup legalci adına sürdürülen savaş — Potresov, Levitski, Larin ve onların dostlarının yaratmaya çalıştıkları Stolipin işçi partisinin program ve taktikleri işte budur. Bu adamların gerçek program ve taktikleri, yukardaki alıntıda tam terimleriyle ifade edilmektedir — onların "da sosyal-demokrat" oldukları, onların "da" "uzlaşmaz enternasyonal"e dahil oldukları yolundaki ikiyüzlü resmi yeminlerine karşın. Bu yeminler, vitrinlemeden başka bir şey değildir. Davranışları, gerçek toplumsal özleri, liberal bir emek politikasını sosyalizm yerine koyan bu programda ifadesini bulur.
Reformcuların içine düştükleri gülünç çelişkilere bir bakın. Eğer, Larin'in dediği gibi, Rusya'da burjuva devrimi tamamlandıysa, o zaman tarihsel gelişimin ikinci aşaması sosyalist devrimdir. Bu apaçıktır; bunu, sırf yaygın bir ad kullanarak işçileri kandırmak için sosyalist olduğunu söylemeyen herkes bilir. Bu, devrim "beklentisi içinde" "devrim için" (sosyalist devrim için), bir sosyalist devrimin "umutları" (belli-belirsiz "umutlar" değil, tam ve çoğalan bilimsel verilere dayanan kesinlik) uğruna örgütlenmek zorunda oluşumuz için daha da geçerli bir nedendir.
Ama asıl sorun da bu — reformcunun tamamlanmış [sayfa 234) burjuva devrimi konusunda gevezelik etmesi (Martov'un Aşil'in topuğu konusunda vb. gevezeliği gibi) her türlü devrimi reddedişini örtmek için kullandığı laf örtüsünden başka bir şey değildir. Burjuva demokratik devrimin, onun tamamlanmış olduğu ya da mutlakiyetçilik ile anayasacılık arasındaki çelişkiyi kabul etmenin "yeterli" olduğu bahanesi ile reddeder, ve sosyalist devrimi de, "şu sırada", "yalnızca", Rusya'nın "kapıyı çalan anayasal reformu"na katılmak için örgütlememiz gerektiği bahanesiyle reddeder!
Ama siz, sosyalist kılığına bürünerek çalım satan saygıdeğer kadetler, eğer Rusya'nın "kapıyı çalan anayasal reformunun" kaçınılmaz olduğunu görüyorsanız, o zaman ülkemizde burjuva demokratik devrimin tamamlanmamış olduğunu böylece kabul etmiş olduğunuzdan ötürü kendinize karşı çıkmış oluyorsunuz. Kaçınılmaz olarak "feodal gericiliğin kendi kendini tüketeceği"nden sözederken, proletaryanın devrimci halk hareketi yolunda yalnızca feodal gericiliği değil, ayra zamanda feodalizmin tüm kalıntılarını ortadan kaldıracağı düşüncesine dudak bükerken, kendi burjuva niteliğinizi tekrar tekrar ele veriyorsunuz.
Stolipin işçi partisi kahramanlarımızın liberal vaazlarına karşın, Rus proletaryası, karşı-devrim döneminin onu mahküm ettiği tüm zor, çetin, günlük, sıkıcı ve gösterişsiz işlerine, her zaman ve değişmez bir biçimde, demokratik devrim ve sosyalist devrime bağlılık ruhunu katacak; güçlerini devrim yolunda örgütleyecek ve toparlayacak; hainleri ve dönekleri acımasızca geriye püskürtecek; ve "belli-belirsiz umutlarla" değil de, devrimin yeniden geleceğine ilişkin bilimsel temele dayanan inancın yolgöstericiliğiyle yürüyecektir. [sayfa 235)


Eylül 1911


(Türkçe çevirisi,
Vahap Erdoğdu tarafından yapılmış ve
"Marx-Engels-Marksizm" içinde [s: 222-235] yayınlanmıştır.
Sol Yayınları, İkinci Baskı, Mayıs 1990, -Birinci Baskı, Kasım 1976)



Dipnotlar


[1*] Parti yandaşı menşevik Dnevnitski'nin, Larin'in reformculuğu ve Martov'un kaçamakları konusunda Tartışma Bülteni'nin 3. sayısında (partimizin merkez organına ek) yaptığı haklı uyarmalarla karşılaştırın.
[65] Montanyar ve Jironden — 18. yüzyılın sonunda Fransız burjuva devrimi sırasında, burjuvazinin iki siyasal grubu. Montanyarlar ya da jakobenler, o zamanın devrimci sınıfı olan burjuvazinin, mutlakiyetin ve feodal sistemin kaldırılmasından yana olan daha kararlı temsilcilerine verilen addır. Öte yandan, jirondenler devrim ile karşı-devrim arasında yalpalıyorlardı, politikaları ise monarşi ile uzlaşma politikasıydı.
Lenin, "sosyalist jirond" deyimini sosyal-demokrat hareket içindeki oportünist eğilimi için, "montanyar" ya da proleter jakoben terimini ise devrimci sosyal-demokratlar için kullanıyordu.
[66] Kırsal yöneticiler — Çarlık Rusyası'nda toprak sahibi soylular tarafından atanan ve idari ve adli görevler yapan bir kırsal memur.

İşçi Sınıfı ve
Yeni-Maltusçuluk


Pirogov Doktorlar Kongresinde düşük (kürtaj) sorunu konusu büyük bir ilgi uyandırmış ve uzun tartışmalara yolaçmıştır. Bu haber, bugün uygar diye adlandırılan devletlerde ana karnındaki ceninin yoketme yolundaki uygulamaların çok büyük ölçüde yaygınlık kazandığı konusunda rakamlar aktaran Lichkus tarafından verilmektedir.
New York'ta yılda 80.000 düşük ve Fransa'da ise her ay 36.000 düşük yapılmaktadır. St. Petersburg'da beş yıl içinde düşük yüzdesi iki katına çıkmıştır.
Pirogov Doktorlar Kongresinde, suni düşük yapan bir ananın herhangi bir cezaya çarptırılmamasını, doktorların ise ancak "kazanç amacıyla" düşük yaptıklarında cezalandırılmalarını öngören bir karar kabul edilmiştir.
Tartışmalarda, çoğunluk, düşüğün cezalandırılmaması gerektiği konusunda görüş birliğine varmış, ve yeni-malthusçuluk (gebeliği önleyici hapların vb. kullanılması) denen sorun, meselenin toplumsal yönü olması nedeniyle de, doğal olarak rötüşa uğramıştı. Ruskoye Slovo'nun verdiği habere göre, örneğin, Bay Vigdorçik "gebeliği önleyici önlemlerin iyi karşılanması gerektiğini" söylemiştir ve çok büyük alkışlar arasında Bay Astrahan şöyle bağırmıştır:
"Anaları çocuk doğurmaya inandırmalıyız, öyle ki çocuklar eğitim kurumlarında sakatlanabilsinler, öyle ki kötü talih bunları bulabilsin, öyle ki, bunlar intihara sürüklensinler!"
Eğer haber doğruysa, Bay Astrahan'ın bu feryatları gürültülü alkışlarla karşılanmıştır, beni şaşartmayan bir olgu bu. Dinleyiciler darkafalı psikolojisine sahip burjuvaziden, orta ve küçük-burjuvaziden oluşmuştur. Bunlardan en bayağı liberalizmden başka ne bekleyebilirsiniz ki?
Ne var ki, işçi sınıfı açısından, tümüyle gerici niteliği ve "toplumsal yeni-malthusçuluğun" çirkinliği yönünden Bay Astrahan'ın yukarda aktarılan sözlerinden daha ters bir ifade pek çok bulunabilir.
"... Çocuk doğrudun ki sakatlanabilsinler ..." Sırf bunun için mi? Neden bizim kuşağı sakatlayan, çökerten bugünkü yaşam koşullarına karşı vermekte olduğumuz savaşımdan daha iyi, daha bir birlik içerisinde, daha bilinçli ve daha kararlı savaşım vermesinler?
Bu, köylünün, zanaatçının, aydının, genel olarak küçük-burjuvazinin psikolojisiini proletaryanınkinden ayıran köklü bir farklılıktır. Küçük-burjuvazi, yıkıma gitmekte olduğunu, yaşamının giderek daha zor olduğunu, varolma mücadelesinin daha acımasız olduğunu, kendi durumunun ve ailesinin durumunun giderek daha umutsuzlaştığını görüyor ve bunu duyuyor. Bu, tartışma götürmez bir olgudur, ve küçük-burjuvazi buna karşı çıkmaktadır.
Ama nasıl karşı çıkıyor?
Umutsuz bir biçimde yokolan, geleceğinden umudu kesmiş, morali bozulmuş ve ürkek bir sınıfın temsilcisi olarak karşı çıkıyor. Yapacak bir şey yok... acılarımıza ve meşakkatlerimize, yoksulluğumuza ve aşağılanmamıza yolaçan daha az çocuk olsa -küçük-burjuvazi böyle yakınıyor.
Sınıf bilincine sahip işçi, bu görüşü tutmaktan uzaktır. Ne denli içten, ne denli yürekten olursa olsunlar, bu türden yakınmalarla bilincinin köreltilmesine izin vermez. Evet, biz işçiler ve küçük mülk sahibi yığınlar, kaldırılamaz bir baskı ve acılarla dolu bir yaşam sürdürüyoruz. Bizim kuşağın karşı karşıya bulunduğu güçlükler, babalarımızın çektiklerinden daha da zordur. Ama bir yönden, biz, babalarımızdan daha şanslı sayılırız. Biz dövüşmeyi öğrenmeye başladık ve hızla öğreniyoruz, ve en iyisini babalarımızın yaptığı gibi, birey olarak dövüşmek değil, bizim kafamıza yabancı gelen burjuva lafebelerinin sloganları için değil, kendi sloganlarımız için, sınıfımızın sloganları için dövuşmeyi öğrendik. Babalarımızdan daha iyi dövuşuyoruz. Çocuklarımız bizden daha iyi dövüşecekler ve zafer onların olacaktır.
İşçi sınıfı yokolmuyor, büyüyor, güçleniyor, cesaret kazanıyor, kendini sağlamlaştırıyor, kendini eğitiyor ve kavgada çelikleşiyor. Serflik, kapitalizm ve küçük üretim açısından kötümseriz, ama işçi sınıfı hareketi ve amaçları yönünden son derece iyimseriz. Yeni yapının temellerini daha şimdiden atıyoruz ve çocuklarımız bu yapıyı tamamlayacaklardır.
Yalnızca, "Tanrıya şükür, kendi kendimize geçinip gidiyoruz. Eğer çocuğumuz olmazsa bu kadar yeter." diye ürkekçe fısıldaşan duygusuz ve bencil küçük-burjuva çiftlere uygun düşen yeni-malthusçuluğun kayıtsız şartsız düşmanı oluşumuzun nedeni -tek nedenibudur.
Hiç söylemeye gerek yok ki, bu hiç de bizi düşüklere ya da gebeliği önleme vb. konusunda tıbbi yayınların dağıtılmasına karşı bütün yasaların kayıtsız şartsız kaldırılmasını talep etmemizi önleyemez. Böylesine yasalar egemen sınıfların yutturmacasından başka bir şey değildir. Bu yasalar kapitalizmin ülserini iyileştirmez, sadece özellikle ezilen sınıflara acı veren uğursuz bir ülsere dönüştürür. Tıbbi propaganda özgürlüğü ve erkek ve kadın yurttaşların temel demokratik haklarını koruma bir başka şeydir, yeni-malthusçuluğun toplumsal teorisi bir başka şeydir. Sınıf bilincine sahip işçiler, her zaman modern toplumda en ilerici ve en güçlü sınıfa, büyük değişmelere ve en iyi biçimde hazırlanmış sınıfa gerici ve korkakça teoriyi aşılama girişimlerine karşı en amansız savaşımı verecektir.



Ulusal Sorun Üzerine Tezler


1. Programımızın (ulusların kendi kaderlerini tayin etmelerine ilişkin) maddesi, siyasal kaderi tayinden, yani ayrılma ve ayrı bir devlet kurma hakkından başka anlama gelecek biçimde yorumlanamaz.
2. Sosyal-demokrat programın bu maddesi, Rusya'nın sosyal-demokratları için şu bakımlardan mutlak olarak önemlidir:
a) genel olarak demokrasinin temel ilkeleri açısından,
b) Rusya'nın sınırları içinde ve ondan da önemlisi, sınır bölgelerinde, birbirinden keskin biçimde değişik iktisadi, toplumsal ve benzer koşullarla ayrılmış birçok ulus bulunduğu ve bu uluslar (Büyük-Ruslar dıştalanırsa Rusya'nın bütün öteki ulusları gibi) çarlık monarşisi tarafından inanılmaz ölçüde ezildiği için,
c) son olarak, dünyanın başka her yerinde, değişik ölçülerde de olsa, bağımsız ulusal devletler ya da birbiriyle yakın ilişkisi bulunan ulusal bileşimlere varmış devletler yaratan burjuva demokratik reformu, tüm Doğu Avrupa'da (Avusturya ve Balkanlar) ve Asya'da —yani Rusya'yla sınırdaş olan ülkelerde— henüz ya tamamlanmamış ya da daha yeni başlamış olduğu için,
d) bugün için, Rusya, —Batıda— siyasal özgürlüğün temel ilkelerinin ve anayasal rejimin 1867'de sağlamlaştırıldığı ve şimdi genel oy hakkının getirildiği Avusturya'dan tutun, —Doğuda— Çin Cumhuriyetine kadar, kendisine sınırdaş olan ülkelerinkinden daha geri ve daha gerici bir devlet sistemine sahip bir ülkedir. Bu nedenle Rusya'nın sosyal-demokratları, bütün propagandalarında, bütün ulusal-toplulukların ayrı devlet kurma ya da parçası olmak istedikleri devleti özgürce seçme hakkı üzerinde ısrar etmelidirler.
3. Sosyal-demokrat parti, bütün ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri hakkını tanıdığına göre, sosyaldemokratlar,
a) egemen ulusun (ya da nüfusun çoğunluğunu oluşturan ulusun) siyasal yönden ayrılma isteğini gösteren ulusa karşı hangi biçimde olursa olsun kuvvet kullanmasına, koşulsuz olarak karşı çıkmalıdırlar;
b) böyle bir ayrılma sorununun, sözkonusu topraklarda yaşayan nüfus tarafından genel, dolaysız ve eşit oy hakkı temeline dayalı olarak gizli oyla kararlaştırılmasını istemelidirler;
e) gerek kara-100'ler oktobristleri, gerek liberal burjuva partileri (ilericiler, kadetler, vb.,) her ne zaman genel olarak ulusal-topluluklara baskı yapılmasını savunur ya da onaylarlarsa veya özel olarak ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını yadsırlarsa, onlara karşı amansız bir savaş vermelidirler.
4. Sosyal-demokrat partinin, tüm ulusal toplulukların kendi kaderlerini tayin hakkını tanıması, kuşkusuz, sosyal-demokratların, her olayda, devletten ayrılmanın öğütlenir olup olmadığını, kendi çerçevesi içinde, değerlendirmeyi reddettikleri anlamına gelmez. Tam tersine, sosyal-demokrasi, kapitalist gelişmenin koşullarını ve çeşitli uluslar proletaryasının tüm ulusal-toplulukların birleşik burjuvazisi tarafından ezilmesini olduğu kadar, demokrasinin genel amaçlarını ve her şeyin üstünde ve ötesinde, proletaryanın sosyalizm için verdiği sınıf savaşımının isterlerini dikkate alarak kendi bağımsız değerlendirmesini ortaya koymalıdır.
Bu açıdan, aşağıdaki duruma özel bir dikkat gösterilmelidir: Rusya'da, bazı tarihsel ve toplumsal koşullar nedeniyle daha çok uygarlaşmış ve daha ayrı düşmüş (more isolated), ayrılma haklarını en kolay, ve en "doğal" biçimde gerçeğe dönüştürebilecek iki ulus vardır. Bunlar Finlandiya ve Polonya halklarıdır. 1905 devrim deneyimi göstermiştir ki, bu iki ulus içinde bile, egemen sınıflar, toprak sahipleri ve burjuvazi, özgürlük için devrimci savaşımı reddetmekte, Finlandiya ve Polonya'nın devrimci proletaryasından korktukları için, Rusya'nın egemen sınıflarıyla ve çarlık monarşisiyle rapprochement (uzlaşma) yollarını aramaktadırlar.
Bu nedenle sosyal-demokrasi, tüm ulusal-toplulukların proletaryası ile öteki emekçi halkına, "kendi" burjuvazisinin ulusalcı sloganlarıyla aldatılmasına karşı en güçlü uyarıda bulunmalıdır; o burjuvazinin, bir yandan öteki ulusların burjuvazisiyle ve çarlık monarşisiyle iktisadi ve siyasal ittifaka girerken, bir yandan da "doğup büyüdüğümüz topraklar" hakkındaki tatlı ya da ateşli konuşmalarıyla proletaryayı bölmeye ve onun dikkatini burjuva entrikalarından saptırmaya çalıştığını kuvvetle ortaya koymalıdır.
Proletarya, tüm ulusal-toplulukların işçileriyle, istisnasız bütün işçi sınıfı örgütlerinde tam ve çok sıkı bir ittifak içinde olmadıkça, sosyalizm savaşımını sürdüremez ve gündelik iktisadi çıkarlarını savunamaz.
Proletarya, çarlık monarşisini devirmeyi ve onun yerine demokratik bir cumhuriyet getirmeyi amaçlayan devrimci bir savaşımın dışında özgürlüğünü elde edemez. Çarlık monarşisi, ulusal-topluluklar için özgürlük ve eşit haklar tanınmasını engeller, üstelik, hem Avrupa'da, hem Asya'da barbarlığın, hunharlığın ve gericiliğin kalesidir. Bu monarşi ancak, Rusya'daki bütün ulusların birleşik proletaryası tarafından, bütün ulusların çalışan yığınları arasında bulunan, devrimci savaşım gücüne sahip, tutarlı demokratik öğelere önderlik eden birleşik proletarya tarafından devrilebilir.
Bundan çıkan sonuç şudur: "kendi" burjuvazisiyle siyasal birliği, tüm ulusların proletaryasıyla birliğin üstünde tutan işçiler, kendi çıkarlarına, sosyalizmin isterlerine ve demokrasinin isterlerine karşıt davranıyorlar demektir.
5. A'sından Z'sine kadar demokratik bir devlet sistemini yüce bilen sosyal-demokratlar, bütün ulusal-topluluklar için koşulsuz eşitlik isterler ve bir ya da birkaç ulusa ayrıcalık verilmesiyle kesin olarak savaşırlar.
Sosyal-demokratlar, özellikle bir "devlet" dili olmasını reddederler. Bu, özellikle Rusya için gereksizdir. Çünkü Rus nüfusunun onda-yediden çoğu, birbiriyle bağlantılı Slav uluslarındandır. Bu uluslar, özgür bir okul ve özgür bir devlet koşuluyla, iktisadi ilişkilerin gerekleri sonucu, herhangi bir dile "devlet" dili ayrıcalığını sağlamaya gerek olmaksızın, birbirleriyle kolayca anlaşabilirler.
Sosyal-demokratlar, Rusya'da, otokratik feodal devletin memurlarıyla feodal toprak beyleri tarafından biçimlendirilmiş, eski yönetim birimlerinin kaldırılmasını, onların yerine, bugünkü iktisadi yaşamın gereklerine uygun ve ayrıca, olabildiği ölçüde, nüfusun oluşumuyla uyuşumlu birimler konmasını isterler.
Devlet içinde, toplumsal özellikleri ya da nüfusun ulusal oluşumuyla, ötekilerden ayrılan bütün bölgeler, kendi özyönetimlerine ve özerkliğe, genel, eşit ve gizli oya dayalı kendi kurumlarına sahip olmalıdır.
6. Sosyal-demokratlar, devletin hangi bölgesinde olursa olsun, tüm ulusal azınlıkların haklarını koruyan, devletin her yöresinde geçerli bir yasanın çıkarılmasını isterler. Bu yasa, ulusal çoğunluğun kendisi için ayrıcalıklar koymasına ya da ulusal bir azınlığın (eğitim alanında, özel bir dil kullanılmasında, bütçe işlerinde, vb.) haklarını kısmasına olanak sağlayabilecek tüm esasları yürürlükten kaldırdığını ilan etmeli ve bu tür esasların konmasını suç sayarak yasaklamalıdır.
7. Sosyal-demokratların, "kültürde ulusal (ya da basitçe "ulusal") özerklik" sloganı, veya böyle bir sloganın gerçekleştirilmesi tasarımları karşısındaki tutumları olumsuzdur. Çünkü bu slogan, (1) hiç kuşku yok ki, proletaryanın sınıf savaşımının enternasyonalizmiyle çatışır, (2) proletaryanın ve emekçi halk yığınlarının, burjuva milliyetçiliğinin etkisi altına girmesini kolaylaştırır ve (3) bir bütün olarak devletin, A'sından Z'sine demokratik bir dönüşümden geçirilmesi amacından dikkatleri kaydırma gücündedir. Oysa ulusal-topluluklar arasında (kapitalizm altında olabildiği ölçüde) barışı yalnızca bu dönüşüm güvence altına alabilir.
Sosyal-demokratlar arasında "kültürde ulusal özerklik" sorunu çok sivri bir sorun olduğu için, durum hakkında bazı açıklamalar yapmak istiyoruz:
a) Sosyal-demokrasi açısından, ulusal kültür sloganını doğrudan ya da dolaylı biçimde ortaya atmaya izin verilemez. Slogan doğru değildir, çünkü kapitalizm altında tüm iktisadi, siyasal, manevi yaşam esasen giderek enternasyonal hale geliyor. Sosyalizm, bu yaşamı tam anlamıyla enternasyonalleştirecektir. Bütün ülkelerin proletaryası tarafından zaten sistemli olarak yaratılmakta olan enternasyonal kültür (hangi ulusal-topluluk sözkonusu olursa olsun) bir topluluğun, "ulusal kültürü"nü bütün olarak emmez, ama herbir ulusal kültürün, özellikle tam anlamıyla demokratik ve sosyalist olan öğelerini alır.
b) Sosyal-demokrat programlardaki ulusal kültür sloganına, her ne kadar ürkek bir örnekse de yaklaşık bir örnek, Avusturya sosyal-demokratlarının Brünn programının 3. maddesidir. Bu 3. madde şöyle der: "Bir ulusun özyönetimle yönetilen tüm bölgeleri, ulusal işlerin kararlaştırılmasında tam bir özerkliğe sahip olan tek bir ulusal ittifak kurarlar."
Bu, orta yolcu, uzlaşmacı bir slogandır, çünkü ülke-dışı (kişisel) ulusal özerkliğin izini taşımamaktadır. Ama bu slogan da hatalı ve zararlıdır, çünkü Lodz'daki, Riga'daki, St. Petersburg ve Saratov'daki Almanları bir devlet halinde birleştirmek Rus sosyal-demokratlarının üstüne görev olan bir şey değildir. Bizim üstümüze düşen görev, tam demokrasi için, tüm ulusal ayrıcalıkların ortadan kaldırılması için savaşmak ve Rusya'daki Alman işçileri, öteki ulusların işçileriyle, sosyalizmin enternasyonal kültürünü geliştirip yüce tutmada birleşmektir.
Daha da hatalı olanı, ülke-dışı (kişisel) ulusal özerklik sloganıdır ve (bu sloganın kararlı destekçilerince hazırlanmış bir plana göre parlamentolar kurulması, ulusal devlet sekreterleri atanmasıdır (Otto Bauer ve Karl Renner). Bu tür kurumlar, kapitalist ülkelerin iktisadi koşullarıyla çelişir; dünyanın demokratik ülkelerinden hiçbirinde denenmemiştir; gerçekten demokratik kurumlar getirmekte umutsuzluğa kapılan ve bir dizi ("kültürel") sorunda her ulusun proletaryasıyla burjuvazisini yapay olarak birbirinden ayrı tutarak, burjuvazinin ulusal kavgalarından kurtulmaya çalışan kişilerin oportünist düşünden başka bir şey değildir.
Zaman zaman koşullar sosyal-demokratları, belli bir süre için bir tür orta yolcu, uzlaşmacı kararlara boyun eğmeğe zorlayabilir, ama öteki ülkelerden böyle uzlaşmacı, orta yolcu kararları değil, tutarlı sosyal-demokrat kararları almalıyız. Avusturya'nın, orada tümden başarısızlığa uğramış ve Çek sosyal-demokratlarının ayrılıkçılığına ve kopmasına neden olmuş talihsiz uzlaşmacı kararını, bugün bizim benimsememiz, hiç de akıllıca olmaz.
c) "Kültürde ulusal özerklik" sloganının Rusya'daki geçmişi, bu sloganın bütün Yahudi burjuva partileri tarafından ve yalnızca Yahudi burjuva partileri tarafından benimsendiğini ve ulusal Yahudi parlamentosu (sejm) ile ulusal Yahudi devlet sekreterlerini tutarsız bir biçimde reddeden Bund'un onları, hiçbir eleştiri süzgecinden geçirmeksizin izlediğini göstermiştir. Yeri gelmişken, uzlaşmacı kültürde ulusal özerklik sloganını kabullenmiş ya da savunmuş olan Avrupalı sosyal-demokratlar bile, bu sloganın Yahudiler için gerçekleştirilmesi oldukça güç bir slogan olduğunu itiraf etmişIerdir (Otto Bauer ve Karl Kautsky). "Galiçya ve Rusya'daki Yahudiler, bir ulus olmaktan çok bir kasttır. Yahudileri bir ulus olarak ortaya çıkarma çabaları, bir kastı ayakta tutma çabasıdır." (Karl Kautsky.)
d) Uygar ülkelerde, kapitalizm altında ulusal barışa, ancak demokrasinin tüm devlet ve yönetim sistemi içinde azami ölçüde uygulandığı koşullarda oldukça (göreli olarak) yaklaşıldığını görüyoruz (İsviçre). Tutarlı bir demokrasiye ilişkin sloganlar (cumhuriyet, bir milis gücü, memurların halk tarafından seçilmesi, vb.) proletaryayla emekçi halkı ve genel olarak her ulusun içindeki ilerici öğeleri, en küçük bir ulusal ayrıcalığı bile dıştalayan koşullar için savaşımda birleştirir. Buna karşılık kültürde ulusal özerklik sloganı, ayrı ayrı ulusal-toplulukların proletaryasını böler ve onu ayrı ulusların gerici ve burjuva öğeleriyle birleştirir.
Tutarlı bir demokrasiye ilişkin sloganlar, bütün ulusal-toplulukların gericileriyle karşı-devrimci burjuvazisine amansızca düşmandır. Buna karşılık kültürde ulusal özerklik sloganı, bazı ulusların gericileri ve karşı-devrimci burjuvazisi tarafından oldukça kabul edilebilir bir slogandır.
8. Bu durumda, Rusya'daki tüm iktisadi ve siyasal koşullar, sosyal-demokrasinin, bütün ulusal-toplulukların işçilerini, koşulsuz olarak, herhangi bir ayrım yapmaksızın bütün proleter örgütlerinde (siyasal örgütler, işçi birlikleri, kooperatifler, eğitim örgütleri, vb.) birleştirmesini gerektirir. Parti, federatif bir yapıda olmamalı, ulusal sosyal-demokratik gruplar kurmamalıdır; belli bir bölgede her türlü ulusal-topluluğun proleterlerini birleştirmeli, propaganda ve uyarma çalışmalarını, yerel proletaryanın kullandığı tüm dillerde yürütmelidir; tüm ulusal-topluluklar işçilerinin her türlü ulusal ayrıcalığa karşı ortak savaşımını ileri götürmeli, yerel ve bölgesel parti örgütlerinin özerkliğini tanımalıdır.
9. RSDİP'nin on yılı aşkın bir süre içinde kazandığı deneyim, yukardaki tezlerin doğruluğunu ortaya koymuştur. Parti, 1898'de tüm Rusya'yı kapsayan bir parti olarak, yani Rusya'daki bütün ulusal-topluluklar proletaryasının partisi olarak kurulmuştur. 1903'te parti kurultayı, Bund'u, Yahudi proletaryanın tek temsilcisi olarak tanımayı kabul etmeyince, Bund ayrılmış, bunun üzerine parti "Rus" olarak kalmıştır. 1906'nın ve 1907'nin olayları, böyle bir dilekte bulunmak için hiçbir neden olmadığını inandırıcı bir biçimde göstermiş, Yahudi proleterlerin büyük bir bölümü, birçok yerel örgütte, ortak sosyal-demokratik çalışmaya katkıda bulunmayı sürdürmüş, bunun üzerine Bund da yeniden partiye girmiştir. (1906) Stokholm kurultayı, bölgesel (territorial) özerklikten yana olan Polonya ve Letonya sosyal-demokratlarını partiye getirmiştir. Kurultay, orada da federasyon ilkesini kabul etmemiş, her bölgede, bütün ulusal-topluluklar sosyal-demokratlarının birleşmesini istemiştir. Bu ilke yıllardan beri Kafkasya'da uygulanmaktaydı; halen Varşova'da (Polonyalı işçilerle Rus askerler), Vilna'da (Polonyalı, Letonyalı, Yahudi ve Lituvanyalı işçiler) ve Riga'da yürürlüktedir, işlemektedir; adı anılan son üç yerde ayrılıkçı Bund'a karşı gerçekleştirilmiştir. 1908 Aralık ayında RSDİP konferansı, bütün ulusal-topluluklar işçilerinin bir federasyondansa bir ilke üzerinde birliğine ilişkin isteği onaylayan özel bir karar kabul etmiştir. Bund ayrılıkçılarının, partinin kararını yerine getirmemeyi amaçlayan bölücü çalışmaları, o "kötünün kötüsü federasyon"un çökmesine yolaçmış ve Bund'la Çek ayrılıkçılar arasında bir rapprochement yaratmıştır (Naşa Zarya'da Kosovski'ye ve Çek ayrılıkçıların yayın organı Der cechoslavische Sozial demokrat'ın 1913, n°3'teki Kosovski'nin yazısına bakınız). Son olarak tasfiyecilerin Ağustos (1912) konferansında, Bund ayrılıkçılarıyla tasfiyeciler ve Kafkasyalı tasfiyecilerin bir bölüğü, "kültürde ulusal özerkliği", özüne ilişkin herhangi bir savunma öne sürmeksizin, parti programına örtülü olarak sokuşturmaya çalışmışlardır.
Polonya'daki, Letonya bölgesindeki ve Kafkasya'daki devrimci işçi sosyal-demokratlar, hâlâ bölgesel özerklikten ve bütün ulusal-topluluklar işçi sosyal-demokratlarının birliğinden yanadırlar. Bund-tasfiyeci ayrılıkçılığı ve Bund'un Varşova'daki sosyal-demokrat olmayanlarla kurduğu ittifak, tüm ulusal sorunu, hem teorik açıdan, hem parti yapısı bakımından, bütün sosyal-demokratların gündemine sokmuştur.
Uzlaşmacı, orta yolcu kararlar, o kararları partinin isteğine karşın ortaya atanlar tarafından bozulmuştur; bütün ulusal-topluluklar işçi sosyal-demokratlarının birliği istekleri, her zamankinden daha yüksek sesle öne sürülmektedir.
10. Çarlık monarşisinin kaba, savaşkan ve kara-100'ler türünden ulusalcılığı ve onun yanısıra burjuva ulusalcılığının yeniden canlanması — Büyük Rusya (Bay Struve, Russkaya Molva, ilericiler, vb.), Ukrayna, Polonya (Narodowa "Demokracja"nın Yahudi aleyhtarlığı), Gürcü, Ermeni, vb., ulusalcılığı... Bütün bunlar, Rusya'nın her yanındaki sosyal-demokrat örgütlerin ulusal soruna eskisinden daha fazla dikkat göstermelerini, bu konuda, enternasyonalizm ve tüm uluslar proleterlerinin birliği anlayışına uygun tutarlı marksist kararlarla ortaya çıkmalarını özellikle ivedi hale getiriyor.
----------------------------


a) Ulusal kültür sloganı doğru değildir, ulusal sorunun yalnızca sınırlı burjuva anlayışını ifade eder. Enternasyonal kültür.
b) Ulusal bölünmelerin sürdürülmesi ve arık (refined) bir ulusalcılığın geliştirilmesi — birleştirme, rapprochement, ulusların birbirine katıştırılması ve değişik, enternasyonal bir kültürün ilkelerinin anlatılması.
l) Küçük-burjuvazinin umutsuzluğu (ulusal çekişmelere karşı çaresiz bir savaşım), radikal demokratik reformlara ve sosyalist harekete karşı duyulan korku — kapitalist ülkelerde ulusal barışı yalnızca radikal demokratik reformlar sağlayabilir ve ulusal çekişmeleri yalnızca sosyalizm sona erdirebilir.
g) Eğitim işlerinde ulusal bölgeler.
e) Yahudiler.


1913 Haziranında yazıldı.
İlk kez 1925'te Lenin Miscellany III'te yayınlandı.

Collected Works,
vol. 19, s. 243-251.


(Türkçe çevirisi,
Yurdakul Fincancı tarafından yapılmış ve
"Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları" içinde [s: 80-88] yayınlanmıştır.
Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ekim 1993
-Birinci Baskı, Ağustos 1979)


"Kültürde Ulusal" Özerklik


"Kültürde ulusal" özerklik (ya da "ulusal gelişmenin özgürlüğünü güvence altına alacak kurumların yaratılması") denen planın ya da programın özü, her ulusal-topluluk için ayrı ayrı okullar kurulmasıdır.
Açık, kapalı bütün ulusalcı kişiler (bundcular dahil) bu noktayı ne kadar örtmeye çalışırlarsa, biz onun üzerinde o kadar direnmeliyiz.
Tek tek üyelerinin yerleşmiş olduğu yere bakılmaksızın (toprağı dikkate almaksızın — "ülke-dışı" özerklik terimi de buradan geliyor) her ulus, ulusal-kültürel işleri yöneten, birleşmiş, resmen tanınmış bir topluluktur. Bu işlerin en önemlisi de eğitimdir. Ulusal toplulukların oluşumuna (composition), yerleşme bölgesi ne olursa olsun her yurttaşın, şu ya da bu ulusal-topluluğa özgürce yazılmasıyla karar verilmesi, okulların şu ya da bu ulusa göre ayrılmasında tam bir kesinliğin, tam bir tutarlılığın güvence altına alınmasını sağlar.
Sorulması gereken soru, böyle bir bölünmeye, genel olarak demokrasi açısından ve özel olarak da proletaryanın sınıf savaşımının isterleri açısından izin verilebilip verilemeyeceğidir.
Böyle bir soruyu, hiç duraksamaksızın, kesinlikle izin verilemez diye yanıtlamak için, "kültürde ulusal özerklik" programının özünü yakalamak yeterlidir.
Başka başka uluslar tek bir devletin sınırları içinde yaşadıkları sürece, milyonlarca, milyarlarca iktisadi, yasal, toplumsal bağla birbirlerine bağlıdırlar. Eğitim, bu bağlardan nasıl ayrı tutulabilir? Bund'un çarpıcı saçmalık bakımından klasik olan formülüyle söyleyelim, eğitim, devletin "yetki alanının dışına" çıkarılabilir mi? Eğer tek bir devletin sınırları içinde yaşayan değişik ulusal-topluluklar, iktisadi bağlarla birbirlerine bağlıysalar, o ulusları "kültürel" ve özellikle eğitsel konularda sürekli olarak bölüp ayırmak saçma ve gerici bir şey olur. Tam tersine, okullar, gerçek yaşamda yapılan şeye bir hazırlık olsun diye, ulusal-toplulukları eğitim işlerinde birleştirme çabası gösterilmelidir. Bugün gördüğümüz şu: farklı ulusal-topluluklar, sahip oldukları haklar ve gelişme düzeyleri bakımından eşit değildirler. Bu koşullar altında, okulları, ulusal-topluluklara göre ayırmak, gerçekte, ister istemez, daha geri ulusların durumunu daha da kötüleştirecektir. Amerika'nın güneyinde, eski köle devletlerinde, zenci çocuklar hâlâ ayrı okullarda okumaktadırlar. Buna karşılık kuzeyde beyaz çocuklarla zenci çocuklar aynı okula giderler. Yakınlarda Rusya'da "Yahudi okullarının ulusallaştırılması", yani Yahudi çocukların, öteki ulusal-topluluklar çocuklarından ayrı okullara gitmesi için bir plan önerilmiştir. Bu planın, en gerici Purişkeviç çevrelerce ortaya atıldığını eklemeye gerek bile yok.
Kişi aynı zamanda hem demokrat, hem okulları, ulusal-topluluklara göre ayırma ilkesinin savunucusu olamaz. Dikkat edilsin ki, bu noktada konuyu yalnızca genel demokratik görüş (yani burjuva-demokratik) açısından tartışıyoruz.
Okulların, ulusal-topluluklara göre ayrılmasına, proleter sınıf savaşımı açısından çok daha şiddetle karşı koymalıyız. Belli bir devletin içindeki ulusal-topluluklar kapitalistlerinin, hangi ulustan olduklarını dikkate almaksızın tüm işçilere karşı yöneltilmiş olan anonim şirketlerde, kartellerde, tröstlerde ve imalatçılar derneklerinde, vb., en sıkı ve en yakın şekilde birleştiklerini bilmeyen mi var? Büyük işlerden, madenler, fabrikalar, ticari yatırımlardan, kapitalist çiftliklere kadar, herhangi bir kapitalist girişimdeki işçilerin, istisnasız her zaman, ırak, barış dolu, sakin köylerdekine bakışla, daha değişik uluslardan oluştuğunu kim bilmez?
Gelişkin kapitalizmi yakından tanıyan ve sınıf savaşımı psikolojisini daha derinden kavrayan kent işçileri —bunu onlara tüm yaşamları öğretir, hatta belki de analarının sütüyle birlikte emerler—, evet bu işçiler, okulları ulusal-topluluklara göre ayırmanın yalnızca zararlı bir tasarım olmakla kalmadığını, üstelik kapitalistlerin hilekarca bir dolandırıcılığı olduğunu içgüdüleriyle ve mutlaka anlarlar. Böyle bir düşünceyi savunurlarken işçiler bölünebilir, parçalanabilir, zayıflatılabilir ve alelade halkın okullarını ulusal-topluluklara göre ayırarak bu bölme, parçalanma, zayıflatma daha da ileri götürülebilir. Oysa çocukları özel okullara giden, özel tutulmuş öğretmenler tarafından okutulan kapitalistlerin, "kültürde ulusal özerklik"le bölünmesi ya da zayıflatılması hiçbir biçimde sözkonusu olamaz.
İşin aslında, "kültürde ulusal özerklik", yani eğitimin ulusal-topluluklara göre kesinlikle ve tümden ayrılması, kapitalistler tarafından değil (çünkü onlar henüz işçileri bölmek için daha kaba yöntemlere başvuruyorlar), Avusturya'nın oportünist darkafalı aydınları tarafından bulunmuştur. Darkafalılıkta ve ulusalcılıkta eşi bulunmayacak olan bu düşüncenin, karma nüfuslu demokratik Batı Avrupa ülkelerinden hiçbirinde izine bile raslanmaz. Böyle bir düşünce, umutsuzluk içinde kıvranan küçük-burjuvadan gelme bu düşünce, ancak Doğu Avrupa'da tüm kamu yaşamının, siyasal yaşamın küçük, rezilce bir kavgayla (daha da kötüsü sövgü ve dalaşmayla) gemlendiği, geri, feodal kilisenin siyasete egemen olduğu, bürokratik Avusturya'da ortaya çıkabilirdi. Kediyle köpek anlaşamadığına göre, hiç değilse, ulusal-toplulukları, eğitim konusunda kesinlikle ve açıkça ilk ve son kez olmak üzere "ulusal birimler" olarak birbirinden ayıralım! İşte "kültürde ulusal özerklik" denen budalaca düşünceyi yaratan psikoloji budur. Enternasyonalizmini aziz tutan bilinçli proletarya, incelmiş ulusalcılığın bu saçmasını hiçbir zaman kabul etmeyecektir.
Bu "kültürde ulusal özerklik" düşüncesinin Rusya'da ilkin yalnızca tüm Yahudi burjuva partileri tarafından, daha sonra (1907'de) çeşitli ulusal-toplulukların küçük-burjuva sol-narodnik partileri arasında yapılan konferans tarafından ve en son olarak da marksizme yakın grupların küçük-burjuva, oportünist öğeleri, yani bundçularla tasfiyeciler (sonuncular bu konuda doğrudan doğruya kesin bir adım atmakta çok çekingendiler) tarafından kabul edilmesi bir raslantı değildir. Devlet Duma'sında "kültürde ulusal özerklik"ten yana yalnızca, ulusalcılık hastalığına tutulmuş olan yarı-tasfiyeci Çhenkeli ile küçük-burjuva Kerenski'nin konuşması bir raslantı değildir.
Genel olarak, tasfiyecilerle bundçuların bu sorunda Avusturya'dan örnek göstermelerini okumak, oldukça eğlendirici. Her şey bir yana, çok-uluslu ülkeler içinde neden en geri olanı örnek alınıyor? Neden en ileri olanı örnek alınmıyor? Bu, bir anayasa modeli için yüzünü Fransa, İsviçre, Amerika gibi ileri ülkelere değil, ama daha çok Prusya ve Avusturya gibi geri ülkelere dönen kötü Rus liberallerinin, kadetlerin tavrıdır.
İkincisi, Avusturya örneğini aldıktan sonra, ulusalcı Rus darkafalıları, yani bundçular, tasfiyeciler, sol-narodnikler, vb., o örneği daha da berbat hale getirmişlerdir. Bu ülkede kendi propaganda ve ajitasyon çalışmalarında daha çok ve başlıca "kültürde ulusal özerklik" planını kullananlar bundçulardır (ve onlara ek olarak, bundçuların hiçbir zaman farkına varmaksızın izinden gittiği tüm Yahudi burjuva partileridir). Buna karşılık bu "kültürde ulusal özerklik" düşüncesinin ortaya atıldığı ülkede, Avusturya'da, bu düşüncenin babası Otto Bauer, kitabının özel bir bölümünü, "kültürde ulusal özerkliğin" Yahudilere uygulanamayacağını kanıtlamaya ayırmıştır.
Bu, Otto Bauer'in ne kadar tutarsız olduğunu ve kendi düşüncesine ne kadar az inandığını, uzun söylevlerden daha kesin olarak tanıtlıyor. Çünkü o (kendi toprağına sahip olmayan) tek ülke-dışı ulusu, ülke-dışı ulusal özerklik planının dışında tutuyor.
Bu da, bundçuların Avrupa'dan nasıl eski, modası geçmiş planları ödünç aldıklarını, Avrupa'nın yanılgılarını on kat artırıp, bir saçmalık noktasına "götürdüklerini" gösteriyor.
Oysa gerçek şu ki —bu da üçüncü nokta— Avusturya sosyal-demokratları, kendilerine önerilen "kültürde ulusal özerklik" programını (1899'da) Brünn kurultayında reddetmişlerdir; yalnızca ülkede sınırları ulusal olarak belirlenmiş bölgelerin birliğine ilişkin orta yolcu bir öneriyi kabul etmişlerdir. Bu orta yolcu önerge, ülke-dışılık ya da eğitimin ulusal-topluluklara göre ayrılması konusunda herhangi bir esas getirmiş değildir. Bu orta yolcu önerge çerçevesinde, (kapitalist açıdan) en ileri gitmiş, çok nüfuslu merkezlerde, kasabalarda, fabrikalarda, madencilik bölgelerinde, kırsal bölgelerdeki geniş malikanelerde, ulusal-toplulukların her biri için ayrı bir okul kurulmuş değildir.
Rus emekçi sınıfı, bu, gerici, zararlı ve küçük-burjuva milliyetçi nitelikte olan "kültürde ulusal özerklik" düşüncesiyle çarpışagelmiştir ve bunu sürdürecektir.


Za Pravda, n° 46
28 Kasım 1913.

Collected Works,
vol. 19, s. 503-507


(Türkçe çevirisi,
Yurdakul Fincancı tarafından yapılmış ve
"Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları" içinde [s: 95-99] yayınlanmıştır.
Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ekim 1993
-Birinci Baskı, Ağustos 1979)


İncelmiş Bir Ulusalcılıkla İşçilerin Yozlaştırılması


İŞÇİ sınıfı hareketi güçlendikçe, burjuvazinin ve feodallerin, o hareketi bastırma ya da parçalama çabaları daha da çılgınlaşıyor. Her iki yöntem -kuvvete başvurarak bastırma ve burjuva etkisiyle parçalama- tüm dünyada, bütün ülkelerde sürekli olarak uygulanmaktadır; egemen sınıfların çeşitli partileri, bu yöntemlerden zaman zaman birini, zaman zaman ötekini işletiyorlar.
Rusya'da özellikle 1905'ten sonra, burjuvazinin daha akıllı mensupları, salt kaba kuvvetin etkili olmadığını anladıkları zaman, her boyadan "ilerici" burjuva partileriyle grupları, işçi sınıfının savaşımını zayıflatmak için düşünülmüş, farklı burjuva görüş ve öğretilerini savunarak, işçileri bölme yöntemine daha çok başvurmaya başlamışlardır. [sayfa 159]
Bu görüşlerden biri incelmiş (refined) ulusalcılıktır. Bu ulusalcılık en makul gibi görünen sahte mazeretlerle, örneğin "ulusal kültür"ün, "ulusal özerklik ya da bağımsızlığın" gereklerini koruma bahanesiyle proletaryayı bölüp parçalamayı savunur.
Sınıf bilinci taşıyan işçiler, hem kaba, vahşi, kara-yüzler ulusalcılığıyla, hem de işçi davasını, işçi örgütlerini ve işçi sınıfı hareketini ulusal-topluluklara göre bölmenin yanı sıra ulusların eşit olduğu vaazım veren bu incelmiş ulusalcılıkla, ulusalcılığın her türüyle en sert biçimde savaşırlar. Her tür ulusalcı burjuvazinin tersine, sınıf bilinci taşıyan, işçiler, marksistlerin son (yaz 1913) kararları doğrultusunda davranarak, yalnızca ulusların ve dillerin, A'dan Z'ye, tam gerçekleştirilmiş eşitliğinden yana olmakla kalmamışlar, onun yanı sıra değişik ulusal-topluluklar işçilerinin birleşmiş her türlü proletarya örgütü içinde kaynaşmasını da savunmuşlardır.
Marksizmin ulusal programıyla, en "ileri" türden burjuva ulusal programı arasındaki temel fark buradadır.
Ulusların ve dillerin eşitliğinin kabulü, marksistler için önem taşıyor. Ama bu, yalnızca, en tutarlı demokratlar marksistler olduğu için değil. İşçilerin sınıf savaşımında, proletarya dayanışmasının ve yoldaşça birliğin istemleri de, ulusalcı güvensizliğin bütün izlerini, yabancılaşmayı, kuşku ve düşmanlığı ortadan kaldırmak üzere, ulusal-toplulukların tam eşitliğini gerektiriyor. Tam eşitlik, herhangi bir dil için her türlü ayrıcalığın reddini ve bütün ulusal-toplulukların kendi kaderlerini tayin hakkını da içeriyor.
Ne var ki, ulusların eşitliği istemi, burjuvazi için pratikte ulusal özgünlüğü (exclusiveness) ve şovenizmi savunmaya varır; genellikle de buna, ulusların bölünmesi ve birbirlerine yabancılaşmasının savunulması eşlik eder. Bu ise, yalnızca ulusal-topluluklar arasında daha yakın ilişkileri değil, ama onun yanı sıra, belli bir devlet içindeki bütün ulusal- topluluklar işçilerinin birleşmiş proletarya örgütlerinde bir araya gelmesini savunan proleter enternasyonalizmiyle kesinlikle bağdaşmaz. "Kültürde ulusal özerklik" denen şeyi, yani eğitim işlerinin devletin elinden alınması ve ayrı ayrı ulusal-topluluklara verilmesi düşüncesini marksistler işte bu nedenle sert bir biçimde kınarlar. Bu planın anlamı [sayfa 160] şudur: "Ulusal kültür" konularında, eğitim işleri, belli bir devlet federasyonu içinde kendi ayrı diyeti, eğitim bütçesi, okul yönetim kurulları ve eğitim kurumları bulunan ulusal- topluluklara göre, ulusal birliklere bölünecektir.
Bu, işçi sınıfını yozlaştıran ve bölen bir incelmiş ulusalcılık planıdır. (Bundculara, tasfiyecilere ve narodniklere, yani çeşitli küçük-burjuva gruplara ait olan) bu planın karşısına, marksistler, ulusların ve dillerin tam eşitliği ilkesini koyarlar ve resmi bir dile gerek olduğunu redde kadar giderler; ama aynı zamanda uluslar arasında olabildiği kadar yakın ilişkileri, bütün uluslar için bir örnek devlet kurumlarını, bir örnek okul yönetimlerini, bir örnek eğitim siyasetini (laik eğitim), ve her ulusal burjuvazinin ulusalcılığına, ahmakları kandırmak için "ulusal kültür" sloganı altında sunulan ulusalcılığa karşı savaşımda çeşitli uluslar işçilerinin birliğini savunurlar.
Bırakalım küçük-burjuva ulusalcılar -bundcular, tasfiyeciler, narodnikler ve Dzvin 'in yazarları- incelmiş burjuva ulusalcılığı ilkelerini savunsunlar; bu onların hakkıdır. Ama bayan V. O.'nun[74] Severnaya Raboçaya Gazeta'nın 35. sayısında Za Pravdu'nun okullarda derslerin yerli dille okutulmasına karşı çıktığına ilişkin, okurlarına güvence üstüne güvence vererek yaptığı gibi işçileri aptal yerine koymaya kalkışmasınlar.
Bu büyük bir iftiradır. Pravdacılar yalnızca bu hakkı tanımakla kalmazlar; bu hakkı tanımakta herkesten daha tutarlıdırlar. Rusya'da, yerel dilin kullanılması hakkını tam olarak ilk tanıyanlar, kendilerini zorunlu resmi bir dile gerek olmadığını ilan eden marksistlerin konferansıyla özdeşleştiren pravdacılar olmuştur.
"Eğitim işlerini tek bir devletin içinde uluslara göre bölmeyi", "kültürde ulusal özerkliği", "eğitim işlerini devletin elinden almayı" derslerin yerli dilde okutulmasıyla karıştırmak dangalakça bir bilisizliktir.
Dünyanın hiçbir yerinde marksistler (hatta hatta demokratlar) derslerin yerel dilde okutulmasına karşı çıkmış değillerdir. Dünyanın hiç bir yerinde marksistler, "kültürde ulusal özerklik" programını benimsememişlerdir. Bu programın önerildiği tek ülke Avusturya'dır.
Bayan V. O.'nun Finlandiya'yı örnek, vermesi, aslında [sayfa 161] onun kanıtını çürütür. Çünkü o ülkede (bizim duraksamaksızın ve herkesten daha tutarlı biçimde kabul ettiğimiz) ulusal-toplulukların ve dillerin eşitliği tanınmış ve gerçekleştirilmiştir. Ama orada, eğitim işlerini devletin elinden çekip almak, eğitim işleriyle uğraşmak üzere ayrı ulusal kuruluşlar yaratmak, devletin okul sistemini ulusal engellerle bölmek falan sözkonusu değildir. [sayfa 162]


Put Provdi, n° 82, 10 Mayıs 1914,
Collected Works, vol. 20, s. 289-291

İmza: V. İ.



Ölü Şovenizm,
Yaşayan Sosyalizm


ALMAN sosyal-demokrasisi, çok uzun yıllar boyunca tüm dünya sosyal-demokrasisi için olduğundan daha fazla, Rus sosyal-demokrasisi için örnek olmuştur. Bu nedenle, kişi, Alman sosyal-demokrasisine karşı tutumunu çok kesin biçimde tanımlamadıkça, şimdilerde süregelen sosyal-yurtseverliğe ya da "sosyalist" şovenizme karşı akıllıca, yani eleştirici bir davranış içinde olamaz. Alman sosyal-demokrasisi geçmişte neydi? Bugün nedir? Gelecekte ne olacak?
Bu sorulardan ilkine, K Kautsky'nin 1909'da yazdığı, birçok Avrupa diline çevrilmiş broşüründe, Der Weg zur Macht'da bir yanıt bulunabilir. Çağımızın hedeflerini en tam biçimde ortaya koyan bu broşür, Alman sosyal-demokratları için (umut verici oluşları nedeniyle) çok yararlıydı, üstelik İkinci Enternasyonalin en seçkin yazarının kaleminden [sayfa 163] çıkmıştı. Broşürü, bir ölçüde ayrıntılara inerek anımsatacağız; unutulan o ülküler şimdi sık sık yüzsüzce bir yana bırakıldığı için, bu anımsatma hayli yararlı olacak.
Sosyal-demokrasi, yalnızca buharlı makinenin bir devrim olması anlamında değil, ama "bir başka anlamda da" (broşürün ilk tümcesinde belirtildiği gibi) "devrimci bir parti"dir. Sosyal-demokrasi, siyasal iktidarı proletaryanın ele geçirmesini ister, proletarya diktatörlüğünü ister. Kautsky, "devrimden kuşku duyanlara" alaylar yağdırarak şöyle der: "Herhangi bir önemli harekette ve ayaklanmada, kuşku yok ki, yenilgi olasılığını hesaba katmalıyız. Savaştan önce, ancak bir budala, yeneceğinden kesinlikle emin olabilir." Ne var ki, zafer olasılığını düşünmemek de "davamıza doğrudan doğruya ihanet" olur. Bir savaşla bağlantılı olarak devrim, der Kautsky, hem savaş sırasında, hem savaş ardından olasıdır. Keskinleşen uzlaşmaz sınıf karşıtlığının tam hangi anda devrime yolaçacağını kestirmek olanaksızdır, ama diye sürdürür yazar sözünü, "oldukça kesinlikle söyleyebilirim ki, savaşın, ardından sürükleyip getirdiği devrim, ya savaş sırasında, ya hemen ondan sonra patlayacaktır"; biraz daha ilerde, "sosyalizme barışçıl ilerleyiş" teorisinden daha bayağı hiçbir şey olmadığını okuruz. "İktisadi gereksinmelerin anlaşılması iradenin zayıflaması demektir, yollu düşünceden daha hatalı bir şey yoktur" der. "İrade, bir savaşım arzusu olarak, her şeyden önce savaşımın bedeliyle, ikincisi kudret duygusuyla ve üçüncüsü de gerçek kudretle belirlenir." Vorwärts, Fransa'da Sınıf Savaşımları'na Engels'in yazdığı ünlü Giriş'i oportünizmin örneği gibi göstermek istediği zaman, Engels çok öfkelenmiş ve kendisinin, "fiyatı ne olursa olsun yasallığa tapan barışçıl bir kişi olduğu" sanısını uyandıracak bu yayını utanmazca olarak nitelemişti.[75] "Devlet iktidarını ele geçirmek için bir savaşım dönemine girmekte olduğumuzu gösteren birçok neden var" diye devam ediyor Kautsky. Bu savaşım çok uzun yıllar boyu sürebilir. Ne kadar süreceğini bilemiyoruz, ama "bu savaşım, her olasılığı düşünerek söylüyorum, Batı Avrupa'da proletarya diktatörlüğünü olmasa bile, proletaryanın yakın bir gelecekte dikkate değer ölçüde güçlenmesini sağlayacaktır." Devrimci unsurlar gelişiyor, diyor Kautsky: 1895'te Almanya'daki on milyon seçmenden altı milyonu proleterdi, özel mülkiyete ilgi [sayfa 164] duyanların sayısı üç buçuk milyondu; 1907'de özel mülkiyete ilgi duyanların sayısı 0,03 milyon arttı, proleterlerin sayısıysa 1,6 milyon. "Devrimci mayalanma zamanı gelir gelmez ilerleme hızı birdenbire artar."
Uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları körleşmiyor, tam tersine keskinleşiyor; fiyatlar artıyor, emperyalist rekabet ve militarizm gemi azıya almıştır. "Yeni bir devrim çağı" yaklaşıyor. "Eğer devrim seçeneği silahlı bir barış döneminin arkasında değil de, savaşın hemen arkasında bekliyor olmasaydı" vergilerin canavarca artışı "devrime karşı bir seçenek olarak, çoktan savaşa yolaçmış olurdu." Kautsky, "bir dünya savaşı kapının eşiğinde" diyor ve sürdürüyor "savaş da devrim demektir." 1891'de Engels, Almanya'da henüz olgunlaşmamış bir devrimden korkarken, bazı nedenlere dayanmaktaydı. Ne var ki, o zamandan bu yana "durum büyük ölçüde değişti". Proletarya "artık devrimin henüz olgunlaşmadığından sözedemez" (italikler Kautsky'nin). Küçük-burjuvazi kesinlikle güvenilir değildir ve proletaryaya karşı her zamankinden daha düşmandır; ancak bir bunalım döneminde "yığın yığın bizim tarafımıza geçebilir". Asıl nokta şudur: sosyal- demokrasi "sarsılmaz, tutarlı ve uzlaşmaz kalmalıdır". Devrimci bir döneme girdiğimize kuşku yoktur.
Kautsky, geçmişte, tam beş yıl önce işte böyle yazıyordu. Alman sosyal-demokrasisi buydu, daha doğrusu böyle olmayı vadediyordu. Saygı duyulacak, saygı duyulması gereken sosyal-demokrasi buydu.
Bir de aynı Kautsky'nin bugün yazdıklarına bakalım. İşte, "Savaş Zamanı Sosyal-Demokrasisi" başlıklı yazısında yer alan (Die Neue Zeit, n° 1, 2 Ekim 1914) en önemli ifadeler: "Partimiz, savaş zamanında nasıl davranılacağını, savaşın nasıl önleneceğini tartıştığından daha seyrek tartışmıştır. ... Savaşın başında, hükümet hiç bu kadar güçlü, partilerse hiç bu kadar zayıf olmamıştır. ... Sakin tartışmalara en az elverişli olan zaman, savaş günleridir. ... Bugün pratik sorun şudur: kişinin ülkesinin zaferi ya da yenilgisi." Düşman ülkelerin partileri arasında, savaşa karşı hareket konusunda bir anlayışa varılabilir mi? "Böyle bir şey pratikte hiç denenmemiştir. Bu olasılığın doğruluğundan her zaman kuşku duyduk..." Fransız ve Alman sosyalistleri arasındaki ayrılık, (her ikisi de anayurdu savunduğuna göre) "bir ilke ayrılığı [sayfa 165] değil"dir... "Bütün ülkelerin sosyal-demokratları, kendi anayurtlarını savunmakta eşit hakka ya da eşit yüklenime sahiptirler: hiçbir ulus, böyle yapıyor diye ötekini kınamamalıdır..." "Enternasyonal iflas mı etti?" "Parti, savaş zamanında parti ilkelerini doğrudan doğruya savunmayı red mi etti?" (Aynı sayıda Mehring'in soruları.) "Bu hatalı bir anlayış ... Böyle karamsar olmak için hiçbir neden yok. ... Farklılıklar derin değil. ... İlkelerde birlik devam ediyor. ... Savaş zamanının yasalarına uymamak, bizim basınımızın susturulmasına neden olur." Bu yasalara uymak "bizim parti basınımızın, Demokles'in kılıcı olan şu Sosyalizmle Savaş Yasası sırasında yaptığı ölçüde ve o zamanki gibi ufak miktarda, parti ilkelerini savunmaktan vazgeçmek demektir."
Bu satırları yazının aslından bile bile aktardık, çünkü böyle şeylerin yazılabileceğine inanmak güç. Bugünkü gibi bir Avrupa savaşı olasılığı var diye, genel olarak sosyalizmden ve (örneğin Stuttgart'ta ve özellikle Basle'da) oybirliğiyle kabul edilmiş Enternasyonal kararlarından çok açık bir dönüşü örtmek için başvurulan böylesine tatsız bir kaçamağı, gerçeklerden böylesine utanç verici bir uzaklaşmayı, böylesine süslü-püslü bir bayağılığı (düpedüz dönek olanlarınkiler dıştalanırsa) yazında bulmak güçtür. Kautsky'nin iddialarını ciddiye alsak ve tahlile çalışsaydık, okurlara saygısızlık etmiş olurduk. Eğer Avrupa savaşı, basit, "küçük" bir Yahudi aleyhtarı genel kırımdan birçok yönde farklılık gösteriyorsa, böyle bir Avrupa savaşına katılmaktan yana olan "sosyalist" savlar da, Yahudi aleyhtarı bir genel kırıma katılmaktan yana olan "demokratik" kanıtlarla tam bir benzerlik gösteriyor. Kişi, genel kırımdan yana olan kanıtları tahlil etmez; yazarlarını, sınıf bilinci taşıyan işçilerin gözünde rezil etmek için o tür kanıtları yalnızca ortaya kor.
Ama okur, İkinci Enternasyonalin önde gelen otoritesi, bir zamanlar, bu yazının başında belirtilen görüşleri savunmuş bir yazar, dönek olmaktan da beter bir çukura nasıl oldu da battı, diye soracaktır. Belki de bilinçsizce, olup bitenlerde olağan-dışı bir şey görmeyenler "bağışlayıp unutma"nın güç olmadığını düşünenler, yani konuya döneklerin gözüyle bakanlar bunu anlayamaz, diye yanıt veririz. Ancak ciddi olarak ve içtenlikle sosyalist inançlar taşıyanlar ve bu yazının başında belirtilen görüşleri taşıyanlar, "Vorwärts'ın [sayfa 166] öldüğünü" (Paris Golos'da Martov'un sözü), "Kautsky'nin öldüğünü" duymaktan şaşırmayacaklardır. Tarihin dönüm noktalarında bireylerin siyasal iflası, pek az görülen olaylardan değildir. Yaptığı büyük hizmetlere karşın Kautsky, hiçbir zaman, büyük bunalımlarda hemen savaşkan marksist bir tutum takınan kişiler arasında olmamıştır (millerandizm[76] sorunundaki yalpalamalarını anımsayın).
Şimdi içinde bulunduğumuz zaman, böyle bir zamandır. "Önce siz ateş edin bay Burjuvalar!"[77] diye yazmıştır Engels 1891'de, biz devrimcilerin sözümona barışçıl, anayasal gelişim döneminde burjuva yasalcılığını kullanmamızı çok doğru olarak savunmuştur. Engels'in görüşü apaçıktı: Biz sınıf bilinci taşıyan işçiler, diyordu, ikinci ateş eden olacağız; burjuvazinin, kendi koyduğu yasal temeli yıktığı bir sırada kurşuna (iç savaşa) oyla karşılık vermek bizim yararımızadır. 1909'da Kautsky, Avrupa'da devrimin artık olgunlaşmamış sayılamayacağını ve savaşın devrim demek olduğunu söylediği zaman, bütün devrimci sosyal-demokratların tartışmasız kabul ettikleri bir görüşü dile getiriyordu.
Ancak "barışçıl" yıllar, geride iz bırakmaksızın geçip gitmedi. O yıllar zorunlu olarak bütün ülkelerde oportünizme yolaçtı ve bu oportünizmi, parlamenter, işçi birlikleri önderleri, gazeteciler ve öteki "önderler" arasında yaygınlaştırdı. Avrupa'da, oportünizme karşı şu ya da bu biçimde, uzun, inatçı bir savaşımın verilmediği, devrimci proletaryayı zayıflatmak ve yozlaştırmak için çabalayan tüm burjuvazinin oportünizmi binbir biçimde desteklemediği herhangi bir ülke yoktur. Bundan onbeş yıl önce, Bernstein tartışmasının başlangıcında, aynı Kautsky, eğer oportünizm bir duygu olmaktan çıkıp bir eğilim haline dönüşürse çabucak bölünmeye yolaçacağını söylemişti. Rusya'da işçi sınıfının sosyal- demokrat partisini yaratan eski 1skra,[78] 1901'in başlarında "Yirminci Yüzyılın Eşiğinde" başlığı altında yayınladığı yazıda,18. yüzyılın devrimci sınıfı burjuvazi gibi, 20. yüzyılın devrimci sınıfının da kendi jirondenleri ile montanyarları[79] olduğunu belirtmişti. Avrupa savaşı, çok büyük bir tarihsel bunalımdır, yeni bir çağın başlangıcıdır. Her bunalım gibi savaş da, ikiyüzlülüğün peçesini yırtarak, bütün anlaşmaları reddederek, bütün kokuşmuş, soysuzlaşmış otoritelerin burnunu kırarak, kökü derinlerde olan karşıtlıkları [sayfa 167] ağırlaştırmış, yüzeye çıkarmıştır. (Yeri gelmişken söyleyelim, bu, bütün bunalımların yararlı ve ilerici yönüdür. Bunu, ancak, "barışçıl evrim"in kalın kafalı yandaşları anlayamaz.) Yirmi- beş ya da kırkbeş yıllık (hesaplamanın 1870'den ya da 1889'dan başladığına bakarak) ömrü boyunca, sosyalizmin etkisini genişletmekte ve sosyalist güçlere, ilk, başlangıç ve temel örgütü vermekte çok önemli ve yararlı bir iş gören İkinci Enternasyonal tarihsel rolünü oynamış, von Kluck'lar tarafından olduğundan çok oportünizm tarafından alt edilmiş, göçüp gitmiştir. Bırakalım ölüler, ölülerini gömsün. Bırakalım boş kafalı ukalalar (eğer şovenistlerle oportünistlerin entrikacı uşakları değilse), sanki karşımızda, İvan Nikiforoviç'i "budala" diye adlandıran ve dostları tarafından düşmanıyla barışması istenen bir İvan İvanoviç varmış gibi,[80] Vandervelde'yle Sembat'ı, Kautsky ve Haase'yle biraraya getirmeye çalışsınlar. Enternasyonalizm demek, aynı masa çevresinde oturmak ve gerçek enternasyonalizmin, "anayurdu savunma" adına, Alman burjuvazisinin Fransız işçileri kurşunlama çağrısını Alman sosyalistlerin, Fransız burjuvazisinin Alman işçileri kurşunlama çağrısını da Fransız sosyalistlerin haklı göstermesinden ibaret olduğunu sanan kişilerin yazdığı, dava vekillerine özgü, ikiyüzlü kararlar almak demek değildir. Enternasyonal, bu ciddi günlerde, sosyalist enternasyonalizmi eylemde savunabilecek, yani kuvvetlerini biraraya toplayarak, kendi "anayurtları"nın egemen sınıflarıyla hükümetlerine "kurşun atma sırası kendisine gelecek" kişilerin (önce ideolojik, sonra da zaman içinde örgütsel olarak) biraraya gelmesidir. Bu kolay bir iş değildir; çok fazla hazırlığı ve özveriyi gerektirir; zaman zaman terslikler olacaktır. Kolay bir iş olmadığı içindir ki, bu işi görmeyi arzu eden ve şovenistlerle ve sosyal-şovenizmin savunucularıyla ilişkileri tam koparmaktan korkmayanlar tarafından birlikte yerine getirilmelidir.
Şovenist olmayan, sosyalist bir enternasyonalin, riyadan uzak, içten bir biçimde yeniden kurulması için Pannekoek gibi kişiler herkesten çok çaba harcıyorlar. "Enternasyonalin Çöküşü" başlıklı yazısında Pannekoek şöyle diyordu: "Eğer önderler, aralarındaki ayrılıkları kabaca onarmak için biraraya gelirlerse, bunun hiçbir önemi olmayacaktır."
İzin verirseniz, gerçekleri açık yürekle belirtelim; savaş, [sayfa 168] yarın değilse öbür gün bizi böyle yapmaya mutlaka zorlayacak. Enternasyonal sosyalizm içinde üç akım var: (1) Sürekli olarak oportünist bir siyaset güden şovenistler; (2) bütün ülkelerde kendi seslerini duyurmaya başlamış olan ve iç savaşa yönelik devrimci çalışmayı yönetebilen tutarlı oportünizm düşmanları (oportünistler bunların çoğunu yenik düşürmüştü, ama "yenilen ordular çabuk öğrenir"); (3) bugünkü durumda oportünistlerin izinden yürüyen ve hemen neredeyse bilimsel olarak ve marksist (aynen!) yöntemi kullanarak yaptıkları, oportünizmi haklı göstermeye dönük ikiyüzlü çabalarıyla proletaryaya en büyük zararı veren kafası karmakarışık, sağa-sola yalpalayan kişiler. Bu sonuncu akım içinde yer alanlardan bazıları kurtarılıp sosyalizme döndürülebilir. Ancak bu, birinci akımla tam ve kesin bir ayrılık siyasetiyle olabilir; savaş kredileri oylamasını, "ata topraklarının savunulması"nı, "savaş zamanı yasalarına boyun eğişi", yalnız yasal yollarla yetinme istekliliğini ve iç savaşın reddedilmesini haklı gösterenlerle tam ve kesin bir ayrılık siyasetiyle olabilir. Ancak bunun gibi bir siyaset güdenler gerçekten sosyalist enternasyonali kuruyorlar. Bize gelince, merkez yönetim kurulunun Rus Collegyumuyla ve St. Petersburg'daki işçi sınıfı hareketinin önde gelen unsurlarıyla bağlantı kuran, onlarla fikir alış-verişinde bulunan ve ana noktalarda görüş birliğinde olduğumuz sonucuna varan bizler, merkez yayın organının yazıkurulu olarak, partimiz adına, ancak bu yönde yürütülen çalışmanın parti çalışması ve sosyal- demokratik çalışma olduğunu ilan edebilecek bir durumda bulunuyoruz.
Alman sosyal-demokrat hareketi içinde bölünme düşüncesi, "alışılmamışlığı"yla, birçok kişiye kaygı verici bir şey gibi görünebilir. Ne var ki, nesnel durum, ya alışılmadık şeyin olacağını (her şey bir yana, Adler'le Kautsky, Temmuz 1914'te Enternasyonal Sosyalist Büronun[81] son toplantısında, mucizeye, bu nedenle de bir Avrupa savaşına inanmadıklarını açıkça söylediler) ya da bir zamanlar Alman sosyal-demokrasisi diye bilinen şeyin acılı bir biçimde eriyip çürümesine tanık olacağımızı gösteriyor. Sonuç olarak, (eski) Alman sosyal-demokratlara "güvenmeye" çok fazla eğilim gösterenlere anımsatmak isteriz ki, birçok konuda bizim karşımızda olan kişiler, böyle bir bölünmenin gerçek olduğu [sayfa 169] düşüncesine ulaşmışlardır. Golos'ta Martov'un şu satırları yazması bu yüzdendir: "Vorwärts ölmüştür. ... Sınıf savaşımını açıktan reddeden bir sosyal-demokrasi, gerçekleri olduğu gibi kabul eder, örgütü geçici olarak dağıtır, organlarını kapatırsa daha iyi eder." Bir raporunda Plehanov'un, Golos'taki bir alıntıya göre şöyle demesi bundandır: "Ben bölünmelere çok fazla karşıyım, ama örgütün birliği uğruna ilkeler kurban ediliyorsa, o zaman bölünme sahte bir birlikten yeğdir." Plehanov, Alman radikalleri kastediyordu; Almanların gözündeki çöpü görüyor, kendi gözündeki merteği görmüyor. Bu onun kişisel özelliğidir. Son on yıldan bu yana, Plehanov'un, teoride radikal, pratikte oportünist olmasına artık alıştık. Ama böylesine "gariplikleri" olan kişiler bile, Almanlar arasındaki bir bölünmeden sözetmeye başlarlarsa, onun altında bir şeyler var demektir. [sayfa 170]


Sotsial-Demokrat, n° 35,
12 Aralık 1914

Collected Works,
vol. 21, s. 94-101.




Açıklayıcı Notlar


[75] Vorwärt, 30 Mart 1895 tarihli sayısında, Marks'ın Fransa'da Sınıf Savaşımları, 1848-1850 adlı yapıtında Engels'in yazdığı "Giriş"ten bir özet ve birçok alıntı yayınlamıştı. Ancak gazete, proletaryanın devrimci rolüne ilişkin olarak Engels'in öne sürdüğü önemli birçok görüşü atlamıştı. Engels bu tutumu şiddetle protesto etti. Kautsky'ye yolladığı 1 Nisan 1895 tarihli mektupta Engels şunları yazıyordu: "Bugün Vorwärt'da benim iznim alınmadan, "Giriş"imden alınmış ve beni, fiyatı ne olursa olsun yasallığa tapan barışçıl bir kişi gibi gösterecek biçimde budanmış bir özeti hayretle gördüm." (Marks-Engels, Seçilmiş Yazışmalar, Moskova 1955, s. 568).
Engels, "Giriş"in tam olarak yayınlanmasında ısrar etti. Önsöz 1895'te Die Neue Zeit'da bazı kısaltmalarla yayınlandı. Bu kısaltmaları Alman Sosyal-Demokrat Partisi istemişti. Alman Sosyal Demokrat Partisinin önderleri, kendi reformculuklarını haklı göstermek için, daha sonra, Engels'in bu kısaltarak yayınladıkları önsözünü, Engels'in devrimi, silahlı ayaklanmayı, barikat çarpışmasını reddettiğinin kanıtı gibi göstermeye başladılar. "Giriş"in tam metni ilk kez 1955'te Sovyetler Birliği'nde yayınlandı. (Bkz. Marks-Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt: 1, Sol Yayınları, Ankara 1976, s. 226-248). -164
[76] Miledandizm. - Adını, Fransız "sosyalist"i Millerand'dan alan oportünist bir eğilim. Millerand 1899'da gerici burjuva Fransız hükümetine katılmış ve burjuvazinin kendisiyasetini gütmesine yardımcı olmuştu.
Sosyalistlerin burjuva hükümetlerine katılıp katılmamaları sorunu, İkinci Enternasyonalin 1900'de Paris'te yaptığı toplantıda tartışıldı. Kongre, Kautsky'nin uzlaştırmacı, orta yolcu önerisini kabul etti. Öneri sosyalistlerin burjuva hükümetlere katılmasını kınıyor, ancak bazı "istisnai" durumlarda böyle bir katılmaya izin veriyordu. Fransız sosyalistleri, Birinci Dünya Savaşı sırasında burjuva hükümete katılmalarını haklı göstermek için bu "istisna" koşuluna sarıldılar. -167.
[77] Bkz. F. Engels, Socialism in Germany (Almanya'da Sosyalizm), Kesim I. -167.
[78] Iskra - 1900 yılında Lenin tarafından çıkarılan bütün Rusya çapında ilk illegal Marksist gazete. İşçi sınıfının örgütlenmesinde tayin edici bir rol oynadı.
Iskra'nın ilk sayısı 1900 Aralığında Leipzig'de yayınlandı. Daha sonraki sayılar Münih, Londra ve Cenevre'de basıldı. Iskra'nin yazı kurulu V. I. Lenin, G. V. Plehanov, Y. O. Martov, P. B. Akselrod, A. N. Potresov ve V. I. Zasuliç'ten meydana geliyordu. Aslında, Lenin gazetenin başyazarı ve yöneticisiydi.
Iskra, Parti kadrolarının toplantı ve eğitim merkezi oldu. Lenin'in inisiyatifi ve doğrudan doğruya katılmasıyla, Iskra yazı kurulu bir Parti programı taslağı hazırladı ve 1903 Temmuz Ağustos aylarında toplanan Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin İkinci Kongresinin hazırlıklarını yaptı. Bu kongre, Rusya'da gerçekten devrimci, Marksist bir partinin temelini attı. Ama kongreden hemen sonra Meşevikler Iskra'nın denetimini ele geçirdiler. 52. sayısından itibaren gazete devrimci Marksizmin organı olmaktan çıktı. Lenin, eski, devrimci gazeteden (52. sayıya kadar) ayırdetmek için ona yeni, oportünist Iskra adını verdi. -167.
[79] Jirondenler ve Montanyarlar. - 18. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleştirilen Fransız burjuva devrimindeki iki siyasal burjuva grubu. Burjuvazinin daha kararlı temsilcilerine, yani o günlerin devrimci sınıfının temsilcilerine montanyarlar (dağlılar) ya da jakobenler adı verilmişti. Montanyarlar feodal düzenin ortadan kaldırılmasından yanaydılar. Jirodenler ise, karşı-devrimle devrim arasında yalpaladılar, siyasetleri monarşiyle uzlaşma siyasetiydi. -167.
[80] İvan İvanoviç ve İvan Nikiforoviç. - Gogol'un, İvan İvonaviç'le İvan Nikiforoviç Nasıl Bozuştu? adlı öyküsünün iki kahramanı. Taşralı bu iki toprak sahibi arasındaki kavga hiç yoktan başlar ve bütüp tükenmeksizin sürüp gider. -168.
[81] Enternasyonal Sosyalist Büro. - İkinci Enternasyonalin 1900 Paris kongresi kararıyla kurulan yönetim kurulu. Lenin, 1905'ten itibaren, RSDİP temsilcisi olarak Büronun üyesiydi. -169.



Friedrich Engels

Nasıl bir zekâ meşalesi söndü
Nasıl bir yürek durdu! [1*]

5 Ağustos (eski sistemde 24 Haziran) 1895'te Friedrich Engels, Londra'da öldü. Dostu (1883'te ölen) Karl Marks'tan sonra, Engels, bütün uygar dünyanın modern proletaryasının en yetkin bilim adamı ve öğretmeniydi. Kaderin Karl Marks ve Friedrich Engels'i biraraya getirdiği andan bu yana, iki arkadaş yaşamları boyunca çalışmalarını ortak bir davaya adadılar. Ve bu yüzden Friedrich Engels'in proletarya uğruna neler yapmış olduğunu anlamak için, çağdaş işçi sınıfı hareketinin gelişiminde Marks'ın ögretisi ve çalışmasının önemi konusunda açık bir fikre sahip olmak gerekir. Marks ve Engels, işçi sınıfı ve onun istemlerinin, burjuvazi ile birlikte kaçınılmaz olarak proletaryayı yaratan ve örgütleyen mevcut iktisadi sistemin zorunlu bir sonucu olduğunu ilk gösterenlerdir. Onlar, insanlığı, onu halen ezmekte olan kötülüklerden kurtaracak olanın, yüce duygulu bireylerin iyi niyetli girişimleri değil de, örgütlenmiş proletaryanın sınıf savaşımı olduğunu gösterdiler. Marks ve Engels, bilimsel çalışmalarıyla, sosyalizmin, hayalcilerin bir buluşu olmadığının, ama modern toplumdaki üretici güçlerin gelişmesinin nihai amacı ve zorunlu bir sonucu olduğunun ilk açıklamasını yapanlardır. Günümüze kadar olan kayıtlı tarih, sınıf savaşımlarının belirli toplumsal sınıfların ötekiler üzerindeki birbirini izleyen egemenlik ve zaferlerinin tarihi olmuştur. Ve, sınıf savaşımı ve sınıf egemenliğinin temelleri —özel mülkiyet ve anarşik toplumsal üretim— kayboluncaya dek bu sürecektir. Proletaryanın çıkarı, bu temellerin yıkılmasını gerektirir ve bu nedenle, örgütlenmiş işçilerin bilinçli sınıf savaşımı bunlara karşı yöneltilmelidir. Ve her sınıf savaşımı, politik bir savaşımdır.
Marks ve Engels'in bu görüşleri, şimdi kurtuluşları için kavga veren bütün proleterler tarafından benimsenmiştir. Ama kırklarda, iki arkadaş zamanlarının sosyalist yazınına ve toplumsal hareketlerine katıldıklarında, tamamen yeniydiler. Siyasal özgürlük savaşımına kralların, polis ve din adamlarının despotizmine karşı savaşıma katılan, yetenekli ve yeteneksiz, dürüst ve dürüst olmayan birçok kimse vardı, bunlar, burjuvazinin çıkarları ile proletaryanın çıkarları arasında uzlaşmaz karşıtlık olduğunu gözlemleyemiyorlardı. Bu kimseler, işçilerin bağımsız bir toplumsal güç olarak hareket etmeleri düşüncelerini kabul edemiyorlardı. Öte yandan, yalnızca yöneticileri ve egemen sınıfları çağdaş toplumsal düzenin adaletsizliklerine inandırmanın yeterli olacağına ve o zaman yeryüzünde barışın ve evrensel gönencin kolayca kurulacağına inanan, kimi de deha sahibi, birçok hayalci vardı. Savaşımsız bir sosyalizmin düşünü görüyorlardı. Ensonu, o zamanın sosyalistlerinin hemen hepsi ve genel olarak işçi sınıfının dostları, ancak, sanayiin gelişmesi ölçüsünde büyüdüğünü korkuyla izledikleri proletaryayı bir çıban olarak görüyorlardı. Bu yüzden de, tümü, sanayinin ve proletaryanın gelişmesini durduracak, "tarih tekerleğini" durduracak araçlar arıyorlardı. Marks ve Engels, proletaryanın gelişmesi konusundaki genel korkuyu paylaşmıyorlardı; tam tersine, bütün umutlarını proletaryanın sürekli büyümesine bağlıyorlardı. Proleterler ne denli çoğalırsa, devrimci sınıf olarak güçleri o denli büyük, sosyalizm o kadar yakın ve o kadar olanaklı olacaktır. Marks ve Engels'in işçi sınıfına yapmış oldukları hizmetler, birkaç sözcük içinde şöyle ifade edilebilir: onlar, işçi sınıfına kendini bilmeyi, kendi bilincine ulaşmayı öğrettiler, ve boş hayallerin yerine bilimi koydular.
İşte bunun içindir ki, Engels'in adı ve yaşamı her işçi tarafından bilinmelidir. İşte bunun içindir ki, bütün yayınlarımızda olduğu gibi, Rus işçi sınıfının bilincini uyandırmayı amaçlayan bu makaleler derlemesinde de, modern proletaryanın iki büyük öğretmeninden biri olan Friedrich Engels'in yaşamını ve çalışmasını özetlemek zorundayız.
Engels, 1820 yılında, Prusya krallığının Ren eyaletindeki Barmen'de doğdu. Babası bir imalâtçıydı. 1838'de Engels, aile koşullarının zorlamasıyla, lise öğrenimini yarıda bırakarak, Bremen'deki bir ticarethaneye kâtip olarak girmek zorunda kaldı. Ticari işler, Engels'in, siyasal ve bilimsel eğitimini sürdürmesini engellemedi. Daha lisedeyken otokrasi ve bürokratların zorbalığına karşı kin beslemeye başlamıştı. Felsefe çalışmaları onu daha da ileri götürdü. Bu sırada Hegel'in öğretisi, Alman felsefesine egemendi. Engels, onun izleyicisi oldu. Her ne kadar Hegel'in kendisi Berlin Üniversitesinde bir profesör olarak hizmetinde bulunduğu mutlakiyetçi Prusya devletinin bir hayranı idiyse de, Hegel'in öğretisi devrimciydi. Hegel'in insan aklına ve onun doğruluğuna olan inancı, ve Hegel felsefesinin evrenin sürekli değişen ve gelişen bir süreç içinde olduğu yolundaki felsefesinin temel tezi, Berlinli filozofun bazı izleyicilerini —mevcut durumu kabul etmeyi reddedenleri— bu duruma karşı savaşımının da mevcut yanlışa ve hüküm süren kötülüklere karşı savaşımının da evrensel öncesiz ve sonrasız gelişmenin yasası içinde kök saldığı düşüncesine götürdü. Eğer her şey gelişiyor, eğer kimi kurumların yerini başkaları alıyorsa, neden Prusya kralının mutlakiyeti ya da Rus çarının mutlakiyeti, geniş bir çoğunluğun zararına küçük bir azınlığın zenginleşmesi, ya da burjuvazinin halk üzerine egemenliği sonsuzluğa dek devam etsindi? Hegel'in felsefesi aklın ve düşüncelerin gelişmesinden sözediyordu; idealistti. Aklın gelişmesinden doğanın, insanın, ve insan ilişkilerinin, toplumsal ilişkilerin gelişmesi çıkarılıyordu. Marks ve Engels, Hegel'in öncesiz ve sonrasız gelişme süreci düşüncesini alıkoyarlarken [2*] önyargıyla kabul edilen idealist görüşü reddettiler, yaşama bakarken gördüler ki doğanın gelişmesini, açıklayan şey zihnin gelişmesi değildir, tersine, zihnin açıklanması, doğadan, maddeden çıkarılmalıdır... Hegel ve öteki hegelcilerden farklı olarak Marks ve Engels, materalisttiler. Dünyaya ve insanlığa materyalist açıdan bakarak, tıpkı bütün doğal olayların temelinde maddi nedenler olduğu gibi aynı biçimde insan toplumunun gelişmesinin de maddi güçlerin, üretici güçlerin gelişmesiyle koşullandırıldığını gördüler. Gereksinimlerinin giderilmesi için gerekli olan şeylerin üretiminde insanların birbiriyle olan ilişkileri, üretici güçlerin gelişme düzeyine bağlıdır. Ve toplumsal yaşamın bütün görüngülerini, insanın özlemlerini, fikirlerini ve yasalarını açıklayan da bu ilişkilerdir. Üretici güçlerin gelişmesi, özel mülkiyet temeline dayanan toplumsal ilişkileri yaratmaktadır, ama şimdi görüyoruz ki, üretici güçlerin bu aynı gelişmesi, çoğunluğu mülkiyetten yoksun bırakıyor ve onu küçük bir azınlığın elinde biriktiriyor. Modern toplumsal düzenin temeli olan mülkiyeti ortadan kaldırıyor, bizzat o, sosyalistlerin önlerine koydukları hedefin ta kendisine doğru çabalıyor. Sosyalistlerin yapması gereken tek şey, modern toplumdaki durumuna bağlı olarak, hangi toplumsal gücün sosyalizmin gerçekleştirilmesinde çıkarı olduğunu kavramak ve bu güce çıkarlarının ve tarihsel görevinin bilincini vermektir. Bu güç, proletaryadır. Engels, proletaryayı, İngiltere'de, babasının ortağı bulunduğu ticarethanede çalışmak için 1842 yılında geldiği, İngiliz sanayiinin merkezi olan Manchester'de tanıdı. Engels, burda, fabrikanın bürosunda oturmakla yetinmedi, işçilerin başlarını soktukları sefil mahalleleri gezdi, onların yoksulluk ve sefaletini kendi gözleriyle gördü. Ama kendini kişisel gözlemleriyle sınırlamakla da kalmadı. İngiliz işçi sınıfının durumu hakkında kendinden önce yazılanların tümünü okudu, ele geçirebildiği bütün resmi belgeleri büyük bir dikkatle inceledi. Bu çalışma ve gözlemlerin ürünü, 1845'te yayınlanan bir kitap oldu: İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu. Engels'in İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu'nu yazmakla, yaptığı hizmetin büyüklüğünü yukarda belirtmiştik. Engels'ten önce de, birçok kimse, proletaryanın acılarını yazmış ve ona yardımın gerekli olduğunu belirtmiştir. Proletaryanın yalnızca acı çeken bir sınıf olmadığını; aslında proletaryayı dayanılmaz bir biçimde ileri iten ve sonal kurtuluşu için savaşmaya zorlayan şeyin içinde bulunduğu utanç verici ekonomik durum olduğunu söyleyen ilk kişi Engels'tir. Ve savaşan proletarya kendine yardım edecektir. İşçi sınıfının politik hareketi, kaçınılmaz olarak, işçileri tek kurtuluşlarının sosyalizmde olduğunu kavramaya götürecektir. Öte yandan sosyalizm, ancak, işçi sınıfının siyasal savaşımının amacı olduğu zaman, bir güç olacaktır. Engels'in, İngiltere'de işçi sınıfının durumu üzerine yazmış olduğu kitabının temel fikirleri, şimdi düşünen ve savaşım veren proletaryanın tümü tarafından benimsenen, ama o zaman, tümüyle yeni olan fikirlerdir. Bu fikirler, İngiliz proletaryasının sefaletinin gerçeğe en yakın ve en çarpıcı görüntüleriyle dolu ve çekici bir üslupla yazılmış bir kitaba yerleştirilmişlerdi. Kitap, kapitalizmin ve bujuvazinin müthiş bir suçlamasıydı ve derin bir etki yarattı. Engels'in kitabı, modern proletaryanın durumunu en iyi biçimde sergileyen bir belge olarak, her yerde anılmaya başlandi. Ve, gerçekten de, ne 1845'ten önce, ne de daha sonra, işçi sınıfının sefaletinin öylesine çarpıcı ve öylesine gerçek bir betimlemesi çıkmıştır.
Engels'in sosyalist oluşu, İngiltere'ye gelmesinden sonradır. Manchester'de o zamanın İngiliz işçi hareketinde etkin olan kişileriyle ilişki kurdu ve İngiliz sosyalist yayınları için yazmaya başladı. 1844'te Almanya'ya dönerken, Paris'te, daha önceden mektuplaştığı Marks ile tanıştı. Paris'te, Fransız sosyalistleri ve Fransız yaşamının etkisiyle Marks da sosyalist olmuştu. Burada, iki dost, Kutsal Aile, ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi adı altında ortaklaşa bir kitap yazdılar. İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu'ndan bir yıl önce yayınlanan ve büyük bölümü Marks tarafından yazılan bu kitap, temel düşüncelerini yukarıda anlatmış olduğumuz, devrimci materyalist sosyalizmin temellerini içermektedir. "Kutsal Aile", filozof olan Bauer kardeşler ve onların izleyicilerine verilen mizahi addır. Bu beyler, bütün gerçeklerin üstünde, partiler ve siyasetin üstünde duran, bütün pratik eylemleri reddeden ve yalnızca çevredeki dünyayı ve orada meydana gelen olayları "eleştirel" bir biçimde seyreden bir eleştiri öğütlüyorlardı. Bu beyler, Bauer'ler, proletaryayı eleştirel olmayan bir kitle olarak horgörüyorlardı. Marks ve Engels, bu saçma ve zararlı eğilime şiddetle karşı çıktılar. Gerçek, insan bir kişi —egemen sınıflar ve devlet tarafından horlanan işçi— adına, kenardan seyreden bir tutum değil de, daha iyi bir toplum düzeni uğruna savaşım istiyorladı. Onlar, kuşku yok ki, proletaryayı, bu savaşımı yürütebilecek olan ve bundan yararlanacak olan güç olarak görüyorlardı. Daha Kutsal Aile'den önce, Engels, Marks ve Ruge'un Deutshe-Französische Jahrbücher'inde, [3*] özel mülkiyet kuralının zorunlu sonuçları olarak değerlendirdiği, çağdaş iktisadi düzenin başlıca görüngülerini, sosyalist bir açıdan incelediği "Bir Ekonomi Politik Eleştirisi Denemesi"ni yayınladı. Marks'ın, ekonomi politik bilimini, çalışmalarının gerçek bir devrim yarattığı bu bilimi, incelemeye karar vermesinde, Engels'le temasının bir etken olduğunda kuşku yoktur.
1845'ten 1847'ye kadar Engels, Brüksel ve Paris'te bilimsel incelemeler ile Brüksel ve Paris'teki Alman işçileri arasındaki pratik çalışmaları birleştirerek, yaşadı. Burda, Marks ve Engels, gizli Alman Komünist Birliği ile ilişkiler kurdular, birlik, onları, kendi kurmuş oldukları sosyalizmin temel ilkelerinin açıklanması ile görevlendirdi. Marks ve Engels'in ünlü Komünist Partisi Manifestosu böyle doğdu, 1848'de yayınlandı. Bu küçük kitapçık ciltler değerindedir: bugüne kadar onun ruhu uygar dünyanın örgütlenmiş ve mücadele vermekte olan tüm proletaryasına güç vermiştir ve ona yol göstermiştir.
Önce Fransa'da patlayan ve sonra da öteki Batı Avrupa ülkelerine yayılan 1848 Devrimi, Marks ve Engels'i gerisingeri, doğdukları ülkeye götürdü. Burada, Renan Prusyası'nda, Köln'de yayınlanan demokratik Neue Rheinische Zeitung'un yönetimini aldılar. İki arkadaş Renan Prusyası'ndaki bütün devrimci-demokratik amacın candamarı oldular. Gerici güçlere karşı, halkın özgürlüğünü ve çıkarlarını savunmada sonuna kadar mücadele ettiler. Bildiğimiz gibi, gericiler üstün geldiler. Neue Rheinische Zeitung yasaklandı. Sürgün olduğu sırada Prusya yurttaşlık hakkını yitirmiş olan Marks, sınırdışı edildi; Engels silahlı halk ayaklanmasında yerini aldı, üç muharebede, özgürlük için dövüştü ve isyancıların yenilgisinden sonra, İsviçre yoluyla Londra'ya kaçtı.
Marks da Londra'ya yerleşti. Engels, kırklarda çalışmış olduğu Manchester ticari firmasında, kısa zaman sonra yeniden kâtip oldu, daha sonra da, oraya ortak oldu. 1870'e kadar, Marks Londra'da, o da Manchester'de yaşadı, ama bu, onların en canlı bir fikir alışverişini sürdürmelerini engellemedi: aşağıyukarı her gün mektuplaştılar. Bu mektuplaşmalarda, iki arkadaş, karşılıklı görüşlerini ve buluşlarını birbirlerine ilettiler ve bilimsel sosyalizmin hazırlanmasında işbirliğini sürdürdüler. 1870'te Engels, Londra'ya geçti ve en etkin nitelikteki ortak entelektüel yaşantıları, 1883'te Marks'in ölümüne kadar sürdü. Bu çalışmaların meyvesi, Marks yönünden, çağımızın ekonomi politiğinin en büyük yapıtı olan Kapital, Engels yönünden de irili ufaklı bir dizi yapıt oldu. Marks, kapitalist iktisadın karmaşık olgularının tahlili üzerinde çalıştı. Engels, yalın bir dille yazılmış, çoğu polemik niteliğinde, tarihin materyalist anlayışı ve Marks'ın iktisadi teorisinin ışığında, daha genel bilimsel sorunları ve geçmişin, ve bugünün değişik olgularını kapsayan yapıtlar yazdı. Engels'in yapıtları arasında şunları sayabiliriz: Dühring'e karşı (felsefe, doğa bilimleri ve toplumsal bilimlerin çok önemli sorunlarını tahlil ettiği) polemik yapıt. [4*] Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni[5*] (Rusçaya çevrilmiş ve 3. basım St. Petersburg'da 1895'te yayınlanmıştır), Ludwig Feuerbach [6*] (Rusça çevirisi ve notları G. Plehanov tarafından yapılmıştır, Cenevre 1892), Rus hükümetinin dış politikası üzerine bir makale (Rusçaya çevrilmiş ve Cenevre'de Sotsial Demokrat, n° 1 ve 2'de yayınlanmıştır), konut sorunu üzerine parlak makaleler [7*] , ve ensonu, Rusya'nın ekonomik gelişimi konusunda, iki küçük ama çok değerli makale (Rusya Konusunda Friedrich Engels [8*] , Zasuliç tarafından 1894'te Cenevre'de Rusçaya çevrilmiştir). Marks, sermaye üzerine yapmış olduğu engin çalışmasının son düzeltmelerini yapmadan öldü. Ne var ki, müsveddeler tamamlanmıştı, arkadaşının ölümünden sonra, Engels, Kapital'in ikinci ve üçüncü ciltlerinin hazırlanması ve yayınlanması gibi ağır bir görevi yüklendi. İkinci Cildi 1885'te, Üçüncü Cildi de 1894'te yayınladı (ölümü dördüncü cildin hazırlanmasını önledi). Bu iki cilt son derece büyük bir emek gerektirmişti. Avusturyalı sosyal-demokrat Adler, haklı olarak, Kapital'in ikinci ve üçüncü cildini yayınlamakla Engels'in, dostu olan bir dehaya yüce bir anıt, farkında olmadan, üzerine silinmez bir biçimde kendi adını kazdığı bir anıt diktiğini belirtmiştir. Gerçekten de Kapital'in bu iki cildi, iki insanın yapıtıdır: Marks ve Engels'in. Eski hikayeler, dostluğun çeşitli dokunaklı örnekleriyle doludur. Avrupa proletaryası diyebilir ki, onun bilimi, aralarında, insan dostluğu konusunda en dokunaklı eski hikayelerin de ötesine geçen bir ilişki bulunan iki bilim adamı ve savaşı tarafından yaratılmıştır. Engels, her zaman —ve, genel olarak, çok haklı olarak— kendisini Marks'tan sonraya koymuştur. Eski bir arkadaşına "Marks yaşamdayken, ben ikinci keman oldum" [9*] diye yazmaktadır. Yaşayan Marks'a olan sevgisi ve ölen Marks'ın anısına saygısı sınırsızdı. Bu boyun eğme savaşı ve bu sert düşünür, derin bir sevgi ile dolu bir ruh taşıyordu.
1848-49 hareketinden sonra, Marks ve Engels sürgünde kendilerini yalnızca bilimsel araştırmalarla sınırlamadılar. 1864'te Marks, Uluslararası İşçi Birliğini kurdu ve bu kuruluşa bir on yıl boyunca önderlik etti. Engels de bu çalışmalarda aktif bir görev aldı. Marks'ın fikirlerine uygun olarak, bütün ülkelerin proletaryasını birleştiren Uluslararası Birliğin çalışması, işçi sınıfı hareketinin gelişmesi içinde son derece önemli bir yer tutmaktadır. Ama, Uluslararası Birliğin yetmişlerde kapatılması bile, Marks ve Engels'in birleştirici rollerini aksatmadı. Tersine, denilebilir ki, işçi sınıfının manevi önderleri olarak, önemleri, hareketin kendisinin de kesintisiz büyümesi nedeniyle, sürekli olarak arttı. Marks'ın ölümünden sonra Engels, Avrupa sosyalistlerinin danışmanı ve önderi olmayı tek başına sürdürdü. Onun öğüt ve direktifleri, aynı ölçüde, hükümetin zulmüne karşın, hem güçleri hızla ve durmadan büyüyen Alman sosyalistleri tarafından, hem de ilk adımlarını iyi düşünmek ve tartmak zorunda olan İspanyol, Romanyalı ve Ruslar gibi geri kalmış ülkelerin temsilcileri tarafından tutuluyordu. Bunların hepsi, yaşlı döneminde, Engels'in zengin bilgi ve deneyim hazinesinden yararlanıyorlardı.
Rusça bilen ve Rusça kitaplar okuyan Marks ve Engels, bu ülkeye canlı bir ilgi duymuşlardı, Rus devrimci hareketini sempatiyle izlemişler ve Rus devrimcileri ile ilişkiyi sürdürmüşlerdi. Her ikisi de demokrat olduktan sonra sosyalist olmuşlardı ve demokrat olarak siyasal despotluğa karşı duydukları kin son derece güçlüydü. Siyasal despotlukla ekonomik baskı arasındaki bağın derin bir teorik anlayışı ile bu dolaysız siyasal duygunun birleşmesi ve ayrıca da zengin yaşam deneyimleri, Marks ve Engels'e, müstesna bir siyasal duyarlılık kazandırmıştı. İşte bunun içindir ki, bir avuç Rus devrimcisinin zorlu çar yönetimine karşı kahramanca savaşımı, bu iki güngörmüş devrimcinin kalbinde en sempatik yankısını bulmuştu. Öte yandan, aldatmaca ekonomik yararlar uğruna, Rus sosyalistlerinin en acil ve en önemli görevinden, yani siyasal özgürlüğün kazanılması görevinden yüz çevirme eğilimi, doğal olarak onlarca kuşkuyla karşılandı, hatta bu, toplumsal devrimin büyük davasına doğrudan bir ihanet olarak değerlendirildi. "İşçilerin kurtuluşu, işçi sınıfının kendi işi olmalıdır" [10*] — Marks ve Engels durup dinlenmeden bunu öğrettiler. Ama iktisadi kurtuluş uğruna dövüşmek için proletarya, belli siyasal haklar kazanmak zorundadır. Ayrıca Marks ve Engels, Rusya'daki bir siyasal devrimin, aynı zamanda Batı Avrupa işçi sınıfı için de çok büyük önemi olacağını açıklıkla görmüşlerdi. Mutlakiyetçi Rusya, her zaman, genel olarak Avrupa gericiliğinin bir kalesi olmuştur. Almanya ve Fransa arasında uzun bir süre için anlaşmazlık tohumları eken 1870 savaşının bir sonucu olarak, Rusya'nın yararlandığı olağanüstü elverişlilikteki uluslararası durum, kuşku yok ki, yalnızca gerici bir güç olarak mutlakiyetçi Rusya'nın önemini artırmış oldu. Ancak özgür bir Rusya, ne Polonyalıları, Finlileri, Almanları, Ermenileri ya da öteki küçük uluslardan birini ezme, ne de durmadan Fransa ve Almanya'yı birbirlerine düşürme gereğini duymayan bir Rusya, modern Avrupa'nın savaş yükünden kurtulmasını, özgürce nefes almasını sağlayacak, Avrupa'daki bütün gerici unsurları zayıflatacak ve Avrupa işçi sınıfını güçlendirecektir. İşte bu yüzden Engels, Rusya'da siyasal özgürlüklerin yerleşmesini, Batıda da işçi sınıfı hareketlerinin ilerlemesi için, gönülden istemişti. Onun kişiliğinde Rus devrimcileri en iyi dostlarını yitirmiş oldu.
Her zaman, Friedrich Engels'in, proletaryanın büyük savaşçısının ve öğretmeninin anısını analım!

1895 Sonbaharı



MARKS-ENGELS MEKTUPLAŞMASI


Bilimsel sosyalizmin, ünlü kurucularının mektuplaşmalarının çoktan vaadedilen basımı, ensonu yayınlanmış bulunuyor. Bunun yayınlanmasını, Engels, Bebel'e vasiyet etmişti, Bebel de, ölümünden kısa bir süre önce, basıma hazırlama işinin, kendi payına düşen kısmını tamamlamayı başardı.
Birkaç hafta önce, Dietz, Stuttgart, tarafından yayınlanan Marks-Engels mektuplaşması, dört büyük ciltten oluşmuştur. Bunlar, Marks ve Engels'in 1844'ten 1883'e kadar geniş bir dönemi kapsayan, 1. 386 mektubunun tümünü içeriyor.
Editörlük işi, yani, çeşitli dönemlerdeki mektuplaşmalara önsözler yazılması, Edvard Bernstein tarafından yapılmıştır. Bekleneceği gibi, bu iş, hem teknik hem de ideolojik açıdan doyurucu olmamıştır. Bernstein, aşırı oportünist görüşler doğrultusundaki ünlü "evriminden" sonra, baştanbaşa devrimci ruhla dolu mektupları baskıya hazırlama işine asla girişmemeliydi. Bernstein'in önsözleri, kısmen anlamsız, kısmen de, tamamen yanlıştır —örneğin, Lassalle ve Schweitzer'in Marks ve Engels tarafından sergilenen, oportünist yanlışlarının kesin, açık ve kısa anlatımı yerine, şu tip seçmeci tümcelere ve sataşmalara rastlıyoruz: "Marks ve Engels, Lassalle'a karşı çıkmakta her zaman haklı değillerdi" (cilt III, s. XVIII) ya da taktiklerinde, Liebknecht'e değil, Schweitzer'e "çok yakınlardı" (cilt IV, s. X.) Bu saldırıların, oportünizmi gizlemek ve süslemekten başka bir amacı yoktur. Ne yazık ki, Marks'ın, çoğu muhalifleriyle yaptığı ideolojik savaşıma karşı takınılan bu seçmeci tutum, bugünkü Alman sosyal-demokratları arasında giderek yaygınlaşmaktadır.
Teknik açıdan, dizin yetersizdir — bütün ciltler için bir tane dizin var (örneğin Kautsky ve Stirling, atlanılmış); tek tek mektupların notları son derece eksik ve Sorge'da ve başkalarında olduğu gibi, ait oldukları mektuplara yakın konacakları yerde, editörün önsözleri içinde kaybolmuşlar.
Yayının fiyatı gereğinden çok fazla — dört cilt için 20 ruble kadar tutuyor. Kuşkusuz, mektuplaşmanın tamamı, daha az lüks bir basım halinde ve daha elverişli bir fiyatla yayınlanabilirdi ve yayınlanmalıydı, buna ek olarak, işçiler arasında daha geniş ölçüde dağıtılabilmesi için ilke açısından en önemli olan paragraflar seçilip ayrıca yayınlanabilirdi ve yayınlanmalıydı.
Basımın, bütün bu kusurları, doğal ki mektuplaşmanın incelenmesinde zorluk yaratacak. Bu da üzülünecek bir şey, çünkü onun bilimsel ve siyasal değeri çok büyüktür. Burada, Marks ve Engels, okurun önünde, bütün büyüklükleriyle apaçık canlanmakla kalmıyorlar, ayrıca, marksizmin son derece zengin teorik içeriği, kusursuz bir biçimde sergileniyor, çünkü, Marks ve Engels, mektuplarında öğretilerinin en çeşitli yönlerine tekrar tekrar dönüyorlar, (eski görüşlere göre) en yeni, en önemli ve en zor görüşleri —bazan tartışarak ve çekişerek— vurguluyor ve açıklıyorlar.
Burada —en önemli dönemeçlerdeki durumuyla ve en yaşamsal noktalarıyla— bütün dünyadaki işçi sınıfı hareketi tarihinin çarpıcı canlı bir görünümü, okurun gözleri önüne seriliyor. Daha da değerli olanı, işçi sınıfı siyasetinin tarihidir. Marks ve Engels, en farklı durumlarda, Eski ve Yeni Dünyanın çeşitli ülkelerinde ve değişik tarihsel anlarda, işçi sınıfının siyasal görevlerinin sunulmasının en önemli ilkelerini tartışıyorlar. Ve mektuplaşmanın kapsadığı dönem, işçi sınıfının burjuva demokrasisinden ayrıldığı, bağımsız bir işçi sınıfı hareketinin doğduğu, proletarya taktiklerinin ve siyasetinin temel ilkelerinin tanımlandığı bir dönemdir. Günümüzde çeşitli ülkelerdeki işçi sınıfı hareketinin, burjuvazinin durgunluğu ve çürümesi sonunda, günün bayağılıklarına dalan işçi liderlerinin uğraşması sonunda vb., oportünizmden neler çektiğini, gözlemleme fırsatını buldukça, oportünizme ve devrimci lafazanlığa en ufak bir ödün vermeden, proletaryanın, değişiklik getirmekteki temel amaçlarını en derin bir kavrayışla ortaya seren ve bu devrimci amaçlar açısından, o andaki görevlerin ve taktiklerin az rastlanır bir bükülgenlikte tanımını veren mektuplaşmanın içerdiği malzemenin zenginliği daha değerli hale gelmektedir.
Eğer bütün mektuplaşmanın odak noktasını, açıklanan ve tartışılan fikirlerin tümünün yöneldiği merkezi noktayı bir tek sözcükle tanımlamaya kalkarsak — bu sözcük, diyalektik olacaktır. Materyalist diyalektiğin, ekonomi politiğe ta temelden yeniden biçim verilmesine uygulanması, tarihe, doğal bilime, felsefeye ve işçi sınıfının siyasetine ve taktiklerine uygulanması —işte Marks ve Engels'i en çok ilgilendiren şey, en özlü ve yeni katkılarını yaptıkları nokta ve devrimci düşünce tarihine getirdikleri ustaca ilerlemeyi oluşturan şey budur.

***


Aşağıdaki açıklamada, mektuplaşmayı genel olarak gözden geçirdikten sonra, mektupların içeriklerinin ayrıntılı açıklamasını verdiğimizi iddia etmeden, Marks ve Engels'in ilginç sözlerinin ve tezlerinin bir özetini vermek istiyoruz.

1. GENEL GÖZDEN GEÇİRME

Mektuplaşma, 1844'te 24 yaşındaki Engels'in Marks'a yazdığı mektuplarla başlıyor. Almanya'nın o zamanki durumu, çarpıcı bir canlılıkla ortaya konmuş. İlk mektup, 1844 Eylül sonu tarihini taşıyor ve Engels'in doğduğu ve ailesinin yaşadığı Barmen'den postalanmış. O zamanlar, Engels 24 yaşında bile değildi. Aile yaşamından sıkılıyor ve uzaklaşmak istiyordu. Babası, oğlunun durmadan siyasal toplantılarda dolaşmasına ve komünist inançlarına pek öfkelenen bir despot, sofu bir fabrikatördü. Engels, çok sevdiği annesi olmasa, ayrılmadan önceki birkaç günü bile evde geçirmeyeceğini yazıyordu. "Asla inanamazsın" diye Marks'a yakınıyordu, "aile, ayrılışıma karşı ne de basit nedenler, ne de batıl korkular öne sürüyor."
Daha Barmen'de iken —bir aşk sorunu yüzünden, burada biraz daha alıkonulmuştu— babasının önerisini kabul etti ve iki hafta kadar fabrikanın yazıhanesinde çalıştı (babası fabrikatördü). Marks'a şöyle yazıyordu: "Pazarlık etmek çok korkunç, Barmen çok korkunç, zamanı böyle harcamaları çok korkunç ve her şeyin ötesinde, yalnızca bir burjuva olarak değil, proletaryaya aktif olarak karşı koyan bir burjuva, bir fabrikatör olarak kalmak çok korkunç." Engels, işçi sınıfının durumu üzerine yazdığı kitapta (bu kitap, bildiğimiz gibi, 1845'te çıktı ve dünya sosyalist yazınının en iyi kitaplarindan biridir) kendini avuttuğunu söyleyerek devam ediyor. "Ve belki de, insan, yazı yazmadığı sürece, komünist olduğu halde, dış durumu açısından bir burjuva, pazarlıkçı bir canavar olarak kalabilir, ama geniş komünist propaganda yürütmek ve aynı zamanda pazarlıkla ve sanayi ile uğraşmak yürümez. Yeter. Paskalyada burayı bırakıyorum. Bir de buna, tam hıristiyan-Prusyalı bir ailenin, uyuşuk yaşantısını ekle — artık dayanamayacağım; sonunda bir Alman darkafalısına dönüşüp, komünizmin içine darkafalılığı sokabilirim." İşte genç Engels bunları yazıyordu. 1848 Devriminden sonra, yaşamın gereksinimleri onu babasının bürosuna dönmek ve uzun yıllar boyunca bir "pazarlıkçı canavar" olmak zorunda bıraktı. Ama, o, sağlam durmayı ve kendine hıristiyan-Prusyalı çevreler değil, ama tümüyle farklı yoldaşça çevreler sağlamayı ve yaşamının sonuna kadar "komünizmin içine darkafalılığın sokulmasının" amansız bir düşmanı kalmayı bildi.
1844'te Alman eyaletlerindeki toplumsal yaşantı, 20. yüzyılın başlarında, 1905 devriminden önceki Rus toplumsal yaşantısına benziyordu. Siyasal yaşam için, genel bir zorlama, hükümete karşı kaynayan genel bir öfke vardı; rahipler, tanrıtanımazlıklarından ötürü gençliğe ateş püskürüyor; burjuva ailelerde, çocuklar, "hizmetçilere ve işçilere aristokratça davranıyorlar" diye, ana babalarıyla tartışıyorlardı.
Genel muhalefet havası, herkesin kendini komünist ilân etmesi biçiminde yansıdı. Engels, Marks'a, "Barmen'deki polis komiseri, komünisttir" diye yazıyordu. Köln'de, Düsseldorf'ta, Elberfeld'de iken — ne yana dönse, komünistlere rastlıyordu! "Seel adında ... ateşli bir komünist karikatürist iki ay içinde Paris'e gelecek. Ona senin adresini vereceğim; heyecanlı yaradılışı ve müzik sevgisinden dolayı onu pek seveceksin, ayrıca bir karikatürist olarak çok yararlı olabilir."
"Burada, Elberfeld'de mucizeler oluyor. Dün [22 Şubat 1845'te yazılmıştır] kentin en büyük salonunda ve en iyi lokantasında, üçüncü komünist toplantımızı yaptık, ilk toplantıya 40, ikincisine 130, üçüncüye ise en az 200 kişi katıldı. Paralı aristokrasiden küçük dükkän sahiplerine kadar, bütün Elberferd ve Barmen, proletarya dışında herkes, toplantılar da temsil edildi."
İşte Engels, harfi harfine bunları yazıyordu. O zamanlar Almanya'da herkes komünistti, proletarya hariç. Komünizm, herkesin ve başta burjuvazinin muhalefet duygularını yansıtma biçimiydi. "Dünyada hiç bir şeyle ilgilenmeyen, en aptal, en tembel ve en darkafalı insanlar, komünizm konusunda âdeta heyecan duyuyorlar." O zaman, komünizmin baş vaizleri, bizim narodnikler, "sosyalist-devrimciler", "halkçı sosyalistler" ve başkalari tipinde adamlardı, yani hükümete karşı kimi daha çok, kimi daha az öfke duyan, iyi niyetli burjuvalar. Ve bu koşullar altında Engels, sayısız sahte sosyalist eğilimler ve gruplar arasında ateşli devrimciler ama kötü komünistler olan, bir yığın iyi niyetli insanla ilişkileri koparmaktan çekinmeden, onu proletarya sosyalizmine ulaştıracak yolu bulabildi.
1846'da Engels Paris'te idi. O zamanlar Paris, siyasetle ve değişik sosyalist teorilerin tartışmalarıyla kaynıyordu. Engels, hevesle, sosyalizmi inceledi. Cabet, Louis-Blanc ve diğer önde gelen sosyalistlerle tanıştı ve bir dergi yönetim yerinden ötekine, bir çevreden ötekine koştu durdu.
Esas olarak, o zamanın en önemli ve en yaygın sosyalist teorisi prudonculukla ilgileniyordu. Ve, Proudhon'un Sefaletin Felsefesi adlı yapıtının yayınlanmasından (Ekim 1846; Marks'ın ünlü yanıtı, Felsefenin Sefaleti 1847'te çıktı) bile önce, Engels, acımasız bir alay ve görülmemiş bir derinlikle, o zamanlar özellikle Alman sosyalist Grün tarafından savunulan, Proudhon'un temel görüşlerini eleştirdi. Kusursuz İngilizcesi (Marks İngilizceyi çok sonraları ögrenmiştir) ve İngiliz yazını hakkındaki bilgisi, Engels'in, hemen (16 Eylül 1846 tarihli mektup) İngiltere'deki ünlü prudoncu "İşçi Pazarlarının" iflası örneğini belirtmesini olanaklı kıldı. Engels öfkeyle, Proudhon, sosyalizmi gözden düşürüyor diye ilân etmektedir — Proudhon'un ortaya koyduğuna göre, işçilerin sermayeden hisse satın almaları gerek.
26 yaşındaki Engels, "gerçek sosyalizmi" tamamen ortadan kaldırıyor. Komünist Manifesto'dan çok önce, 23 Ekim 1846 tarihli mektubunda, bu deyime rastlıyoruz ve Grün'den bunun baş savunucusu olarak sözediliyor. "Anti-proleter, küçük-burjuva, darkafalı" bir öğreti, "salt gevezelik", her çeşit,"insansever" emeller, "'kaba' komünizme karşı boş korkular" (LöffelKommunismus, sözcük anlamıyla "kaşık komünizmi", "mide komünizmi"), insanlığa "mutluluk getirmek için barışçı planlar" — bunlar, Engels'in kullandığı ve Marks-öncesi sosyalizmin bütün türleri için geçerli olan sıfatlardır.
Engels şöyle yazıyor: "Proudhon'un birlik planı, üç gece tartışıldı. Önce, Grün başlarında olmak üzere, bütün klık bana karşıydı. ... Esas konu, zor yoluyla devrimin gerekli olduğunu kanıtlamaktı." (23 Ekim 1846) Yazdığına göre Engels, sonunda çok öfkelendi, muhaliflerini öyle sıkıştırdı ki, bunlar açıkça komünizme saldırmak zorunda kaldılar. Komünist olup olmadıkları konusunda oylama yapılmasını istedi. Bu grüncüler arasında büyük bir kızgınlığa yolaçtı, "İnsanlığın iyiliğini" tartışmak için biraraya geldiklerini, komünizmin gerçekte ne olduğunu bilmeleri gerektiğini öne sürmeye başladılar. Engels, hiç bir kaçamağa fırsat vermemek için, onlara son derece basit bir tanım verdi. Engels, "bu yüzden komünistlerin amaçlarını şöyle tanımladım", diye yazıyor, "(l) burjuvazinin çıkarlarına karşı proletaryanın çıkarlarını gerçekleştirmek; (2) bunun için özel mülkiyeti kaldırmak ve yerine malların ortaklığını getirmek; (3) bu amaçları gerçekleştirmek için zor yoluyla demokratik bir devrimden başka araç kabul etmemek." (1848 devriminden bir-buçuk yıl önce yazılmıştır.)
Tartışma, toplantıda, iki grüncünün oyuna karşı onüç oyla Engels'in tanımının kabul edilmesiyle sona erdi. Bu toplantılara, yirmi kadar marangoz ustası da katılıyordu. Böylece, Alman Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin temelleri, altmışyedi yıl önce Paris'te atılmış oldu.
Bir yıl sonra, 23 Kasım 1847 tarihli mektubunda, Engels, Marks'a, Komünist Manifesto'nun bir taslağını hazırladığını bildiriyor ve bu arada, başta önerilen soru-yanıt yöntemine karşı olduğunu açıklıyordu. Engels, "şöyle başlıyorum: Komünizm Nedir? Ondan sonra, doğrudan doğruya proletaryaya onun doğuşunun tarihine, eski emekçilerle arasındaki farka, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin gelişmesine, bunalımlara, sonuçlarına geçiyorum. ... Sonunda, Komünistlerin Parti siyasetine." diye yazıyor.
Engels'in bütün dünyayı dolaşmış olan ve bugün de bütün temel noktalarıyla doğru ve sanki dün yazılmışcasına gerçek ve güncel olan bir yapıtının ilk taslağı üzerine yazdığı bu tarihsel mektup, Marks ve Engels'in adlarının, modern sosyalizmin kurucusu olarak yanyana geçmesinin ne kadar haklı olduğunu açıkça kanıtlar.

LENİN
1913 sonunda yazılmıştır.



Dipnotlar

[1*] Bu satırlar, Dobrolibov'un Anısına, Nikolay Nekrasov'un bir şiirinden alınmıştır. -Ed.
[2*] Marks ve Engels, entelektüel gelişmelerinde büyük Alman filozoflarına, özellikle de Hegel'e çok şey borçlu olduklarını sık sık belirtmişlerdir. "Alman felsefesi olmasaydı" diyor Engels, "bilimsel sosyalizm hiç bir zaman kurulamazdı".[Friedrick Engels Almanya'da Demokratik Devrim, "Köylüler Savaşı", Önsöz, Sol Yayınları, s. 30. -Ed.]
[3*] Engels'in "Bir Ekonomi Politik Eleştirisi Denemesi" (Karl Marks, 1844 Elyazmaları, Sol Yayınları, Ankara 1976, s. 397-433). -Ed.
[4*] Bu, hayranlık verici ölçde zengin ve öğretici bir kitaptır [Friedrich Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, Ankara 1975. -Ed.]. Ne yazık ki, ancak küçük bir bölümü, sosyalizmin gelişmesinin tarihsel anahatlarını içeren bir bölümü, Rusçaya çevrilmiş bulunmaktadir. [Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Anti-Dühring'in üç bölümüne dayanılarak hazırlanmıştır. Ed.].
[5*] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, Ankara 1976.-Ed.
[6*] Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, Ankara 1976. -Ed.
[7*] Engels'in "Konut Sorunu" adlı makalesi (Marks and Engels, Selected Works, vol. 1, s. 546-635). -Ed.
[8*] Engels'in "Rusya'da Toplumsal İlişkiler Üzerine" adlı makalesi ve ona düştüğü not, Friedrich Engels on Russia adıyla, Cenevre'de, 1894'te yayınlanmıştır. -Ed.
[9*] F-ngels'in J.F. Becker'e 15 Ekim 1884 tarihli mektubu. -Ed.
[10*] K. Marks, Uluslararası İşçi Birliğinin Genel Tüzüğü, ve F. Engels, Komünist Parti Manifestosu "1890 Almanca Baskısına Önsöz" (Marks-Engels, Seçme Yapıtlar, c. 1, s. 126). (Fransızca çeviride: "Proletaryanın kurtuluşu, proletaryanın kendi eseri olmalıdır.") -Ed.


Diyalektik Sorun Üzerine


Tek bir bütünün parçalanması ve onun çelişkili parçalarının kavranması (bkz: Lassalle'ın [2*] Heraklitos üzerine yazdığı kitabın "Kavrama Üzerine" Ill. kesimin başlangıcında, Heraklitos konusunda Philo'dan,alıntı), diyalektiğin ö z ü d ü r ("temellerinden" biri, başta gelen değilse, başta gelen özelliklerinden ya da niteliklerinden biridir). Hegel de sorunu tıpkı böyle koymuştur. (Aristoteles, [3*] Metafizik'inde sürekli olarak bununla u ğ r a ş ı r ve Heraklitos'la ve heraklitosçu düşüncelerle savaşır).
Diyalektiğin içeriğinin bu yönünün doğruluğu, [sayfa 412] bilim tarihi ile sınanmalıdır. Diyalektiğin bu yönü (örneğin Plehanov'da) çoğu zaman yeterince ilgi görmez: karşıtların özdeşliği ö r n e k l e r i n toplamı olarak alınır ["örneğin bir tohum", "örneğin ilkel komünizm". Aynı şey Engels için de doğrudur.[4*] Ama bu, "konunun basitleştirilmesi uğruna ..." yapılır], bir k a v r a m a y a s a s ı olarak (v e nesnel dünyanın bir yasası olarak) değil.

Matematikte : + ve -. Diferansiyel ve integral.
&nbspMekanikte : etki ve tepki.
&nbspFizikte : artı ve eksi elektrik.
&nbspKimyada : atomlarin bileşimi ve çözülmesi.
&nbspToplumbilimde : sınıf mücadelesi.

Karşıtların özdeşliği (onların "birliği" demek belki de daha doğru olurdu — bununla birlikte özdeşlik ve birlik terimleri arasındaki farklılık, burada pek önem taşımaz;[5*] belli bir anlamda her ikisi de doğrudur) doğanın (zihin ve toplum da dahil) t ü m görüngülerindeki ve süreçIerindeki çelişen, birbirlerini karşılıklı dıştalayan, karşıt eğilimlerin tanınması (keşfedilmesi) dir. Dünyanın tüm süreçlerinin "kendi hareketleri" içinde, kendiliğinden gelişmeleri içinde, gerçek yaşamları içinde bilinmeleri koşulu, onların bir karşıtların birliği olarak bilinmesidir. Gelişme karşıtların "mücadelesi"dir. Gelişmenin (evrimin) iki temel (ya da iki olası? ya da tarihsel olarak gözlemlenebilen iki?) kavramı şunlardır: azalış ve artış olarak, yineleniş olarak gelişme ve karşıtların birliği olarak gelişme (bir birliğin karşılıklı olarak birbirlerini dıştalayan karşıtlara bölünmesi [sayfa 413] ve onların karşılıklı ilişkileri).
Hareketin ilk kavranışında, k e n d i k e n d i n e-hareket, onun i t i c i gücü, onun kaynağı, onun nedeni, karanlıkta kalır (ya da bu kaynak dışşal hale getirilir. Tanrı, özne, vb.). Hareketin ikinci kavranışında başlıca dikkat, kesenkes "k e n d i k e n d i n e"-hareketin kaynağının bilgisine yöneltilir.
Birinci kavrayış, cansız, soluk ve kurudur. İkincisi canlıdır. Y a l n ı z ikincisi, var olan her şeyin "kendikendine-hareketinin" anahtarını verir; yalnız o, "sıçramaların", "sürekliliğin kesintiye uğramasının", "karşıtlara dönüşmenin", eskinin yıkılmasının ve yeninin doğuşunun anahtarını verir. Karşıtların birliği (çakışması, özdeşliği, eşit hareketi) koşullara bağlı, geçici, süreksiz, görelidir. Birbirlerini dıştalayan karşıtların mücadelesi, tipki gelişme ve hareketin mutlak oluşu gibi mutlaktır.

NB: Öznelcilik (kuşkuculuk, bilgiçlik vb.) ve diyalektik arasındaki ayırım, yeri gelmişken diyelim ki, (nesnel) diyalektikte, mutlak ile göreli arasındaki farklılığın bizzat göreli olmasıdır. Nesnel diyalektik için, göreli içinde bir mutlak vardır. Öznelcilik ve bilgiçlik için, göreli, yalnızca görelidir ve mutlakı dıştalar.

Marks, Kapital'inde, önce, burjuva (meta) toplumunun en basit, en sıradan ve en temel, en yaygın ve günlük ilişkisini, milyonlarca kez karşılaşılan bir ilişkiyi, yani metaların değişimini tahlil eder. Bu çok basit görüngüde (burjuva taplumunun bu "hücre"sinde), tahlil, modern toplumun [sayfa 414] t ü m çelişkilerini (ya da tüm çelişkilerin tohumlarını) açığa çıkarır. Bundan sonraki sergileme, bize, bu çelişkilerin (hem büyümesini, hem de hareketini) ve bu toplumun başlangıçtan sonuna dek, onun ayrı ayrı parçalarının S'ında (toplamında -ç.) gelişmesini bize gösterir.
Genel olarak diyalektiğin sergilenmesi (ya da incelenmesi) yöntemi de böyle olmalıdır (çünkü Marks'ta burjuva toplumunun diyalektiği, dlyalektiğin yalnızca özel bir durumudur). En basit, en sıradan, en yaygın vb., h e r h a n g i b i r önerme ile başlayalım: ağacın yaprakları yeşildir; Ahmet bir adamdır; fino bir köpektir, vb.. Burada daha şimdiden diyalektik (Hegel'in dehasının da kabul ettiği gibi) ile karşıkarşıyayız: b i r e y e v r e n s e l d i r (bkz: Aristoteles, Metaphysik, SchvegIer'in çevirisi, c. II, s. 40, 3. Kitap, 4. Bölüm, 8-9: "denn natürlich kann man nicht der Meinung sein, dass es ein Haus (genel olarak bir ev) gebe ausser den sictbaren Häusern."[*] [6*] "ou gar an neihmen eiuai tina oician para taz tinaz oiciaz".) Bunun sonucu olarak, karşıtlar (bireysel evrenselin karşıtıdır) özdeştir: bireysel, yalnızca evrensele yolaçan bağıntı içinde vardır. Evrensel, yalnızca bireysel içinde ve bireyselden geçerek vardır. Her bireysel (şu ya da bu yolda) bir evrenseldir. Her evrensel, bir bireyseldir (bir parçası ya da bir yönü, ya da onun özüdür). Her evrensel, bütün bireysel nesneleri ancak yaklaşık olarak kucaklar. Her bireysel, evrenselin içine eksik olarak girer, vb., vb.. Her bireysel, öteki t ü r d e n [sayfa 415]bireysellerle (şeyler, görüngüler, süreçIer) binlerce geçişle bağlanmıştır, vb.. Biz
b u r a d a zorunluluğun, doğadaki nesnel ilişkinin öğelerine, tohumlarına, kavramlarına vb. daha şimdiden sahibiz. Daha şimdiden, biz, burada, olabilirliğe ve zorunluluğa, görüngüye ve öze sahibiz; çünkü, biz, Ahmet bir adamdır, fino bir köpektir, bu bir ağaç yaprağıdır, vb. dediğimizde, biz, olabilirlik olarak bir sürü sıfata aldırış etmiyoruz; biz, özü görünüşten ayırıyor ve birini ötekinin karşısına koyuyoruz.
Böylece herhangi bir önermede, diyalektiğin bütün öğelerinin tohumlarını bir "çekirdek" ("hücre") içinde ortaya koyabiliriz (ve koymalıyız), ve böylece diyalektiğin, genel olarak bütün insan bilgisinin bir özelliği olduğunu gösterebiliriz. Ve doğa bilimi, bize, aynı nitelikleriyle, bireyselin evrensele, olabilirliğin zorunluluğa dönüşümüyle, geçişler, değişiklikler, ve karşıtların karşılıklı bağıntısı ile nesnel doğayı gösterir (ve burada, gene herhangi bir basit örnekte bu gösterilmelidir). Diyalektik (Hegel'in ve) marksizmin bilgi teorisid i r. Öteki marksistler bir yana, Plehanov, sorunun işte bu "yönüne" (bu, sorunun "bir yönü" değil, sorunun özüdür), hiç dikkat etrnemiştir.


Bilgi hem Hegel tarafından (Logik'ine bakınız)[7*] ve hem de doğa biliminin modern "bilgibilimcisi", hegelciliğin düşmanı (ki hegelciliği anlamamiştir!), seçmeci Paul Volkmann tarafından (bkz: Erkenntnistheoretische Grundzüge,[*] S.) bir daireler dizisi biçiminde gösterilmektedir. [sayfa 416]
Felsefede "daireler": [kişilerin bir kronolojisi
gerekli mi? Hayır!]
Çok eski : Demokritos'tan Platon'a ve
Heraklitos'un diyalektigine.
Rönesans : Gassendi (Spinoza?)'ye
karşı Descartes.
Modern: Holbach-Hegel (Berkeley yoluyla
Hume, Kant). Hegel—Feuerbach
—Marks.



Gerçekliğe her yaklaşımın ve yaklaşıklığın sayısız eğilimleriyle (her eğilimden bir bütüne doğru büyüyen bir felsefi sistem ile) yaşayan, (sürekli olarak artan yanlarıyla) çok yanlı bilgi olarak diyalektik — burada, temel bahtsızlığı, diyalektiği, Bildertheorie'ye,[*] bilginin sürecine ve gelişimine uygulama yeteneksizliği olan "metafizik" materyalizmle kıyaslandığında, son derece zengin bir içerik ile karşıkarşıyayız.
Kaba, basit, metafizik materyalizm açısından felsefi idealizm, yalnızca saçmadır. Öte yandan diyalektik materyalizm açısıindan, felsefi idealizm, bilginin özelliklerinden, yönlerinden, yanlarından birinin, maddeden, doğadan ayrı tutulmuş, ilâhlaştırılmış bir mutlak haline, tek yanlı, abartılmış, überschwengliches (Dietzgen) bir biçimde geliştirilmesi (şişirilmesi, gevşetilmesi)dir. İdealizm, papazca bilmesinlerciliktir. Doğru. Ama felsefi idealizm, ("d a h a d o ğ r u s u" ve "a y r ı c a") insanın sınırsız olarak karmaşık (diyalektik) [sayfa 417] b i l g i s i n i n e ğ i l i m l e r i n d e n b i r i aracılığıyla papazca bilmesinlerciliğe giden bir yoldur.
İnsan bilgisi doğru bir çizgi değildir (ya da izlemez), sonsuzcasına bir dizi çembere, bir sarmala yaklaşan bir eğridir. Bu eğrinin herhangi bir parçası, bölüntüsü, kesimi, bağımsız, tam bir doğru çizgiye dönüştürülebilir, (tek yanlı olarak dönüştürülür), ki bu durumda (eğer bir kimse ağaç yüzünden ormanı görmüyorsa) bataklığa, (egemen sınıfların sınıf çıkarları tarafından b a ğ l a n ı p k a l d ı ğ ı) papazca bilmesinlerciliğe varır. Tek-yönlülük ve tekyanlılık, cansızlık ve donukluk, öznelcilik ve öznelci körlük — işte idealizmin bilgibilimsel kökleri. Ve kuşkusuz, papazca bilmesinlerciliğin (=felsefi idealizmin) bilgibilimsel kökleri vardır, temelsiz değildir; kısır bir çiçektir kuşkusuz, ama canlı, verimli, gerçek, güçlü, kudretli, nesnel, mutlak insan bilgisinin yaşayan ağacında büyüyen kısır bir çiçek. [sayfa 418]


Dipnotlar

[1*] "Diyalektik Sorunu Üzerine", Cahiers Philosophiques'in bir bölümüdür. Büyük bir olasılıkla 1912-1914 yılları arasında yazılmıştır. İlk kez, 1925'te, Marksizmin Bayrağı Altında (Almanca baskı, 1. yıl, 1925, defter 2) adlı dergide yayınlanmıştır.
[2*] Sözkonusu parça (Ferdinand Lassalle gesammelten Reden und Schriften), s. 400'dedir. Şöyle: "Çünkü bir, iki karşıttan birleşmiştir, öyle ki, eğer ikiye kesilirse, karşıtlar belirirler."
[3*] Aristoteles'e göre, Heraklitos'un: "Varlık ve yokluk aynı şeydir" ilkesi, çelişmezlik ilkesine ters düşer. Bir başka yerde, Aristoteles, Heraklitos'un felsefesinde, Her şey vardır ilkesinden çok, Hiç bir şey yoktur ilkesinin kabul edileceğini söyler. Sonunda, Heraklitos'u şöyle eleştirir: "Varlık ve yokluk aynı şeydir diyenler, her şeyin hareket halinde olmaktan çok hareketsizlik halinde olduğunu söylemiş olurlar, çünkü her şey, "her şeye eşit düştüğü" anda, şeyin dönüşebileceği durum tamamen eksik kalır."
[4*] Tarihin Birci Anlayışının Değişmesi Konusunda adlı yapıtında, Plehanov, Engels'in Anti-Dühring'inden iki parçayı yorumlar. Biri şöyle der:
"Bir arpa tanesi alalım. Böyle milyarlarca arpa tanesi öğütülür, pişirilir, sonra da tüketilir. Ama eğer böyle bir arpa tanesi kendisi için normal koşullar bulursa, eğer elverişli bir toprağa düşerse, ısı ve yaşlığın etkisi altında onda özgül bir dönüşüm olur, çimlenir: tane, tane olarak yok olur, yadsınır, onun yerine ondan doğan bitki geçer, tanenin yadsınması. Ama bu bitkinin normal ömrü nedir? Büyür, gelişir, döllenir ve sonunda yeni arpa taneleri verir, ve bu taneler olgunlaşır olgunlaşmaz, sap solar, yadsınır. Bu yadsımanın yadsınmasının sonucu olarak, elimizde gene başlangıçtaki arpa tanesi, ama tek başına değil, sayısı on, yirmi, otuz kez artmış bir biçimde, bulunur." (Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 212, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı.)
Öbür parçada, Engels, Rousseau'nun düşüncelerini diyalektik düşünce biçimine örnek gösterir ve toplumsal evrimin, Rousseau'ya göre, çelişik bir biçimde oluştuğunu tanıtlar:
"Doğal ve yabanıl durumunda, insanlar eşitti; ve Rousseau heniz doğal durumun bir bozulması olarak aldığı için, ayni türden hayvanlar arasındaki bu türün bütün genişliği içinde geçerli eşitliği, Haeckel tarafindan son zamanlarda varsayımsal bir biçimde alales, dilden yoksun olarak sınıflandırılmış bulunan o insan-hayvanlara uygulamakta yerden göge değin haklıdır. Ama bu eşit insan-hayvanlar, kendilerini öbür hayvanlardan üstün kılan bir özgülüğe sahipti: yetkinleşme anıklığı (la perfectibilité), zamanla gelişme olanağı; ve bu, eşitsizliğin nedeni oldu. Demek ki, Rousseau, eşitsizliğin doğuşunda bir ilerleme görür. Ama bu ilerleme, karşıt (antagoniste) bir ilerlemeydi, aynı zamanda bir gerilemeydi de. ... Uygarlıkla doğmuş toplumun kurduğu bütün kurumlar, ilk ereklerinin tersine dönerler.
"Halkların başkanlarını kendilerini köleleştirmek için değil, özgürlüklerini savunmak için seçtikleri söz götürmez bir şey, ve tüm siyasal hukukun temel kuralıdır." Ama gene de, bu başkanlar, zorunlu olarak halkların baskıcıları haline gelir, ve bu baskıyı, doruğuna çıkartılmış eşitsizliğin, yeniden kendi karşıtı haline dönüştüğü, eşitlik nedeni haline geldiği (despot karşısında herkes eşittir, yani sıfıra eşittir) noktaya kadar götürürler. ... Ve böylelikle, eşitsizlik bir kez daha eşitliğe dönüşür, ama dilden yoksun ilkel insanın o eski doğal eşitliğine değil, toplum sözleşmesinin yüksek eşitliğine." (Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 216-217.)
[5*] Karşıtların "birlik"i, onların özdeşliği olarak anlaşılabilir. Lenin burada, bu durumun ne zaman ortaya çıktığını gösteriyor. Bu özdeşliği, başlangıçta bir ve karşıtlardan yoksun olan olaylarda, bu karşıtlıkların, sonra, "sentez" içinde yeni baştan yok olmak üzere, giderek ortaya çıkmaları biçiminde yorumlamak yanlıştir. Lenin, bu anlayışa karşı, Heraklitos'un, her olayın kendinde karşıtların birliğini sakladığı, ama bu karşıtların ancak, olay (Heraklitos'un dedigi gibi) "ikiye kesildiği" zaman, yani karşıtlar, bu diyalektik birliği bozmakla tehdit ettikleri zaman görülebilecekleri yolundaki düşüncesini üste çıkarır. İşte ancak o zamandir ki, böyle demekle karşıtların yokluğu anlaşılmadığı ölçüde, "belirli bir anlamda" karşıtların özdeşliğinden sözedilebilir.
Burada, Lenin'in, diyalektiği, doğaya ve doğanın bilinmesine de yaydığını özellikle belirtelim, — oysa idealist yönelimli bazı "marksist"ler bunu yadsırlar.
[6*] Hegel, Encyklopädie der Philosophicshen Wissenschaften, 2. baskı, s. 162.
"Çoğu kez bir yargı sözkonusu olduğu zaman, önce uçların, özne ve yüklem'in özerkliği, ve özellikle öznenin kendinde bir şey ya da bir belirlenim, ve yüklemin de aynı biçimde bu özne dışında bir başka genel belirlenim olduğu, ve benirn, bu özne ile ancak sonradan birleştirerek bir yargı oluşturduğum düşünülür. ... O zaman soyut yargı bir önermedir: tekil, evrenseldir.
Özne ile yüklemin kendi aralarındaki ilişkileri ilkin saptayan şey, belirlenimlerdir. Bunun için, kavramın dolayımsız belirlenimleri ya da ilkel soyutlamaları içindeki çeşitli uğraklarını alınız. ... Mantık kitaplarında, her yargıda şu önerinin örtülü olduğunun gösterilmemiş bulunması, gerçekten şaşırtıcı bir gözlem eksikliği sayılmalıdır: Tekil, evrenseldir, ya da daha somut olarak Özne, yüklemdir (örneğin, Tanrı, mutlak ruhtur). "Teklik" ve "evrensellik", "özne" ve "yüklem" belirlenimleri, kendi aralarında elbette ayrılırlar. Ama gene de her yargının onları özdeş olarak dile getirdiği, kesinlikle genel bir olgu olmaktan geri kalmaz."
[7*] Hegel, Logik, II. bölüm, s. 503:
"Böylece gelecek belirlenimdeki her ilerleme, belirsiz başlangıçtan uzaklaşarak, geri dönüşlü, geri giden bir yaklaşma ile, gene ona kavuşur; öyle ki, ilkin birbirinden ayrı gibi görünen şeyler: çıkış noktasının geri giden yoldan doğrulanması ve gelecekteki ilerleyen belirlenim, gerçeklikte düşümdeş ve özdeştirler. Yöntem böylece bir daire oluşturur. ...
"Yöntemin belirtilen özlüğü yüzünden, bilim, çıkış noktasının, yani basit ilkesinin varış noktasını koşullandırdığı, kendi üzerine kapanan bir daire olarak ortaya çıkar. Ama aynı zamanda, bu daire, bir daireler dairesi oluşturur; çünkü yöntemin ruhu olan ilmiklerden herbiri kendi kendinde yansır ve, kendi çıkış noktasına dönerek, yeni bir ilmiğin çıkış noktasını oluşturur."
[8*] "Çünkü, kuşkusuz, bir kimse, görülebilir evlerden ayrı (genel olarak) bir evin olabileceği düşüncesini kabul edemez." -ç.
[9*] P. Volkmann, Erkenntnistheoretische Grundzüge der Naturwissenchaften, Leipzig-Berlin, 1910, s. 35. -Ed.
[10*] Yansıma teorisi. -ç.


Sosyal-Şovenistlerin Safsataları


PETROGRAD'DA tasfiyecilerin çıkardığı Naşe Dyelo (n° 1, 1915), Kautsky'nin Enternasyonalizm ve Savaş başlıklı broşürünün çevirisini yayınlıyor. Ama aynı zamanda bay A. Potresov, kendi görüşünce bir "savunmacı" (yani Fransız-Rus türünü tanımaya yanaşmayan, ama Alman sosyal- şovenizmi için ricacı olan bir savunmacı), bir "yargıç" (yani marksist yöntemi herhangi bir önyargıya saplanmaksızın uygulamaya çalışan bir marksist) gibi davranan Kautsky'yle aynı görüşü paylaşmadığını söylüyor.
İşin aslında hem bay A Potresov, hem Kautsky apaçık safsata yapıp ulusal liberal-işçi siyasetini savunarak, ana sorunlarda marksizme ihanet etmişlerdir. Bay A Potresov ayrıntılar üzerine Kautsky'le tartışmaya girişerek, okurlarının dikkatini temel noktalardan uzaklaştırıyor. Bay Potresov'a (sayfa 172) göre, İngiliz ve Fransız "demokrasileri"nin (yazar, işçi sınıfı demokrasisini kastediyor) savaş karşısındaki tutumu sorununa getirilen "çözüm", "bir bütün olarak iyi bir çözüm"dür (s. 69); bu demokrasiler, diyor Potresov, getirdikleri çözüm her ne kadar bilinçli olmasa da, "mutlu bir raslantı sonucu ulusal çözümle uyuşum halinde bulunduğuna" göre, "doğru davranmışlardır".
Bu sözlerin anlamı açıktır. Bay A Potresov, İngiliz-Fransız perdesi ardında Rus şovenizmini savunuyor, Üçlü Anlaşma sosyalistlerinin kullandığı yurtsever taktikleri haklı gösteriyor. Bay Potresov, Kautsky'ye karşı çıkıyor, ama bir marksistin bir şoveniste karşı çıkması gereken biçimde değil, bir Rus şovenistin bir Alman şovenistine karşı çıkması biçiminde karşı çıkıyor. Bu eski, havı dökülmüş bir yöntemdir; ama belirtmek gerekir ki, bay A. Potresov sözlerinin açık ve yalın anlamını, olabildiği ölçüde sulandırıp karışık bir biçime sokmaya çalışıyor.
Bay A Potresov'la Kautsky'nin üzerinde görüş birliğinde oldukları noktalar, işin özüdür. Örneğin, "bugünkü proletarya enternasyonalizmi, ülkenin savunmasıyla bağdaşır" (K. Kautsky, broşürün Almanca baskısında s. 34) görüşünde birleşiyorlar. Bay A. Potresov, "bir saldırıyla karşılaşan" ülkenin özel durumundan sözediyor. Kautsky, "halk, bir düşman istilasından korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmaz" diyor. "Eğer bir ülkenin insanları savaşa kendi hükümetlerinin değil, ama komşu devletin karanlık tasarımlarının neden olduğunu görürlerse -ve böyle bir düşünceyi basın, vb. yoluyla halka işlemeye çalışmayacak hangi hükümet vardır!- o zaman ... sınırları düşmana karşı savunma arzusu tüm halka yayılır... Öfkeye kapılan yığınlar, orduların sınırlara gönderilmesini engellemeye çalışanları öldürebilir." (K Kautsky'nin 1911 tarihli yazısında, s.33).
Bu, bütün sosyal-şovenıstlenn temel düşüncesinin sözde marksist savunusudur.
Kautsky, hükümetin (ve burjuvazinin), kabahati bir başka ülkenin "karanlık tasarımları"na bağlayarak "halkı, nüfusu, yığınları" aldatabileceğini daha 1911'de açıkça görmüştür. Öyleyse akla gelen soru, böyle bir aldatmayı desteklemenin -savaş ödeneklerinden yana oy vermenin, konuşmanın, yazı yazmanın, vb.- enternasyonalizm ve sosyalizmle (sayfa 173) bağdaşıp bağdaşmadığı, ulusal liberal-işçi siyasetiyle bir olup olmadığı sorusudur! Kautsky, bu sorunun yerine başka bir soruyu, yani "bireyler"in, kendi hükümetlerince aldatılan halk çoğunluğunun arzusuna karşı çıkarak "orduların gönderilmesini engellemeye çalışmaları"nın makul olup olmadığı" sorusunu koyduğu zaman, "savunmacı"nın en utanmazı, safsatacının en kötüsü gibi davranıyor. Sorun bu değil. İşin özü bu değil. Aldatılan küçük-burjuva, bu görüşün tersine inandırılmalı, aldatmaca, onlara açıkça gösterilmelidir: Bazan onlarla birlikte savaş alanına gitmek ve savaş deneyimiyle ayılmalarına kadar beklemek gerekli olabilir. Ama burada tartışma konusu olan şey bu değildir; burada tartışılan şey, burjuvazinin "halkı" aldatmasına sosyalistlerin katılmasına göz yumulabilip yumulamayacağıdır. Kautsky'yle Potresov, bütün "Büyük" Devletlerin -İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya'nın- hükümetleriyle burjuvazisinin "karanlık tasarımları"nın 1914 emperyalist savaşında eşit ölçüde payı ve sorumluluğu olduğunu pek iyi bildikleri halde, böyle bir aldatmacayı haklı gösteriyorlar. Örneğin 1912 Basle kararında, bu açıkça belirtilmiştir.
Hiç kuşku yok ki, "halk", yani küçük-burjuva yığınları ve aldatılmış bir bölük işçi, düşmanın "karanlık tasarımları" yollu burjuva masalına inanır. Ama sosyal-demokratlara düşen görev, bu aldatmacayla savaşmaktır, onu desteklemek değil. Savaştan çok önce, bütün ülkelerdeki tüm sosyal-demokratlar, Büyük Devletlerin hepsinin gerçekte, sömürgeler üzerinde egemenlik kurup genişletmeye, küçük ulusları ezmeye çalıştığını söylemişlerdir. Bu, Basle'da yinelenmiştir. Savaş, sömürgelerin paylaşılması ve öteki toprakların yağmalanması amacıyla sürdürülüyor; hırsızlar bozuşmuştur, böyle bir zamanda bazı hırsızların kötü durumda olduğunu söylemek utanmazca bir burjuva yalanıdır; böyle yapmak hırsızların çıkarını halkın ya da ata toprağının çıkarları gibi göstermek demektir. Savaşın zararını çeken halka doğruyu söylemeliyiz; doğru şudur ki, savaşan ülkelerin burjuvazisi ve hükümetleri devrilmedikçe, savaşın getirdiği acılar hiçbir biçimde savunulamaz. Galiçya'yı ya da Macaristan'ı boğazlamak suretiyle Belçika'yı savunmak "ata topraklarının savunulması" demek değildir.
Savaşları kınayan Marx da örneğin 1854-76'da olduğu (sayfa 174) gibi, sosyalistlerin arzusuna karşın, savaş bir gerçeklik haline geldiği zaman, savaşan taraflardan birini tutmuştur. Kautsky'nin broşüründeki başlıca kozası ve dava da budur. "Enternasyonalizm"i, belli bir ülkede değil, ama tüm dünyada, proletaryanın çıkarları açısından savaştaki hangi tarafın başarısının daha istenir ya da daha az zararlı olduğunu bulmak diye anlayan bay Portesov'un tutumu da aynıdır. Savaş, diyor Potresov, hükümetler ve burjuvazi tarafından sürdürülmektedir; hangi hükümetin zaferinin dünya işçileri için daha az tehlikeli olduğuna karar vermek proletaryaya kalmış bir iştir.
Bu mantığın safsatası, tarihin geçmiş bir dönemini bugünün yerine koymasındadır. Kautsky'nin sözünü ettiği eski savaşların ana özellikleri şunlardı: (1) Eski savaşlar burjuva-demokratik reformların sorunlarıyla ve mutlakıyetin devrilmesi ya da yabancı baskısından kurtulmakla ilgiliydi; (2) sosyalist bir devrimin nesnel koşulları henüz olgunlaşmamıştı, savaş öncesinde hiçbir sosyalist, (1907) Stuttgart ve (1912) Basle kararlarının yaptığı gibi, savaştan "kapitalizmin düşüşünü hızlandırmak" üzere yararlanmanın sözünü edemezdi; (3) birbirine karşıt toplulukların hiçbirinin ülkesinde, savaşımda sınavdan geçmiş, geniş yığınlara seslenebilecek, güçlü hiçbir sosyalist parti yoktu.
Sözün kısası, birbirine düşman ülkelerin hükümetleriyle burjuvazilerine karşı herhangi bir genel proletarya hareketinden sözetme olanağının bulunmadığı bir dönemde Marx'ın ve marksistlerin, hangi burjuvazinin üstün gelmesinin dünya proletaryası için daha az zararlı (ya da daha yararlı) olacağını saptamakla yetinmelerinde şaşılacak bir şey yoktur.
Savaştan uzun zaman önce ve dünya tarihinde ilk kez, şimdi savaşmakta olan ülkelerin sosyalistleri biraraya gelmişler ve savaştan "kapitalizmin düşüşünü hızlandırmak" için yararlanacaklarını ilan etmişlerdir (1907, Stuttgart kararı). Başka deyişle, "düşüşü hızlandıracak", yani sosyalist bir devrime yol verecek nesnel koşulların olgunlaştığını kabul etmişlerdir. Bu demektir ki, onlar, hükümetleri bir devrimle tehdit etmişlerdir. (1912) Basle kararında ise, Komüne ve Ekim-Aralık 1905'e[83] yani iç savaşa değinerek, aynı şeyi daha açıkça belirtmişlerdir. (sayfa 175)
Hükümetleri devrimle korkutmuş ve proletaryayı devrim yapmaya çağırmış olan sosyalistler, savaş patladığı zaman yarım yüzyıl önce olup bitenleri öne sürmeye başlamışlardır; bugün de hükümetlere ve burjuvaziye gösterilen sosyalist desteği haklı çıkarmaktadırlar. Marksist Gorter, Felemenk dilinde yayınlanan Emperyalizm, Dünya Savaşı ve Sosyal-Demokrasi başlıklı broşüründe Kautsky türünden "radikaller"i söze gelince yiğit, işe gelince hain olan 1848 liberalleriyle karşılaştırırken (s. 84) yerden göğe haklıdır.
Onlarca yıldan beri, Avrupa sosyalizmi içinde, devrimci sosyal-demokratlar ile oportünistler arasında bir çatışma süregelmiştir. Bunalım şimdi tepe noktasındadır. Savaş, çıbanı patlatmıştır. En resmi partiler, "kendi" burjuvazilerinin ayrıcalıklarını ve onların sömürgelere sahip olma, küçük ulusları ezme, vb. ayrıcalıklarını savunan ulusal liberal-işçi politikacıları önünde boyun eğmişlerdir. Hem Kautsky, hem Potresov, ulusal liberal-işçi siyasetini, proletaryanın gözleri önüne serecek yerde, savunmakta ve haklı göstermektedirler. Sosyal-şovenistlerin safsatalarının özü işte budur.
Bay A. Potresov "Stuttgart formülünün ilke olarak savunulamazlığı"nı söyleyerek dikkatsizce baklayı ağzından çıkarı vermiştir (s. 79). Buna ne buyrulur? Proletarya için açık dönekler, kendini gizleyenlerden yeğdir. Devam edin bay A. Potresov; Stuttgart'la Basle'ı yadsımak, daha dürüst bir tutumdur.
Diplomat Kautsky, bay A Potresov'dan daha düzenbazdır; Stuttgart'la Basle'ı yadsımıyor. Kautsky'nin yaptığı şey, yalnızca, -"yalnızca"!- Basle bildirisini, devrimle ilgili her şeyi atlayarak aktarmaktır. Sansür, mavi kalemini hem Potresov, hem Kautsky için kullanıyor olabilir mi? Gerek Potresov, gerek Kautsky, devrimden, ancak sansürün izin verdiği ölçüde sözetmeğe hazır görünüyorlar.
Potresov'la Kautsky'nin ve yandaşlarının, Stuttgart ve Basle kararlarının yerine şöyle bir şey konmasını önereceklerini umalım: "Çabalarımıza karşın savaş patlarsa dünya proletaryası açısından, neyin onun yararına olduğuna karar vermeliyiz: Hindistan'ı İngiltere yağmalarsa mı daha iyi olur, yoksa Almanya yağmalarsa mı; Afrika'nın zencilerine 'ateş suyu'nun nasıl kullanılacağı öğretilip Fransızlar tarafından soyulurlarsa mı daha iyi olur, yoksa Almanlar (sayfa 176) tarafından soyulurlarsa mı; Türkiye, Avusturya ile Almanya tarafından mı ezilirse daha iyi olur, yoksa İngiliz-Fransız-Rus ittifakı tarafından ezilirse mi; Almanlar Belçika'yı boğazlarsa mı iyi olur, yoksa Ruslar Galiçya'yı boğazlarlarsa mı; Çin, Japonlar tarafından mı bölünürse iyi olur, yoksa Amerikalılar tarafından mı", vb.. (sayfa 177)


Sotsial-Demokrat, n° 41,
1 Mayıs 1915

Collected Works,
vol. 21, s. 183-187.



Platonik Enternasyonalizmin Çöküşü


EĞER kendi enternasyonalizminin ciddiye alınmasını istiyorsa, Naşe Slovo'nun, hiç değilse belli bir programla ortaya çıkması gerektiğini daha önce belirttik (Sotsial Demokrat, n° 41'e bakınız). Sanki bizi yanıtlıyormuşçasına, Naşe Slovo, n° 85'te (Mayıs 9), Paris'teki yazıkuruluyla yazarlarının yaptığı toplantıda kabul edilen bir kararı yayınladı. İlgili açıklamada, "yazıkurulunun iki üyesi, kararın genel içeriğiyle görüş birliğinde olmakla beraber, partinin Rusya'daki iç siyasetine ilişkin örgütsel yöntemler konusunda karşı görüşte olduklarını belirten bir not sunacaklarını belirttiler." deniyor. Bu karar, siyasal şaşkınlığın ve beceriksizliğin en [sayfa 178] dikkate değer belgelerinden biridir. Kararda, enternasyonalizm sözcüğü birçok kez yineleniyor; "sosyalist ulusalcılığın her türlüsüyle hiçbir ideolojik bağlılık içinde bulunulmadığı" belirtiliyor; Stuttgart ve Basle kararlarından alıntılara yer veriliyor. Niyetler çok halis, hiç kuşku yok, ama - kapitalizmin düşmanı olmak için nasıl ki, kapitalist sömürünün bütün türlerinin tam bir listesine sahip olmak gereksiz ve olanaksızsa, sosyal-ulusalcılığın yaşayan "bütün" türlerinden "tam bir" ayrılık da olanaksız ve gereksiz olduğundan, bu yalnızca bir laftır. Oysa sosyal-ulusalcılığın bellibaşlı türleriyle, örneğin Plehanov'unkiyle, Potresov'unkiyle (Naşe Dyelo), Bundunkiyle, Akselrod'unkiyle ve Kautsky'ninkiyle açık ve hiçbir yanılgıya yer bırakmayacak bir çizgiyle ayrılmış olmak gerekli ve olanaklıdır. Karar çok fazla vaadde bulunuyor, ama hiçbir şey vermiyor; bütün türlerle tam bir ayrılık tehdidini savuruyor, ama hiç değilse bellibaşlı türleri açıkça, adlarını vererek anmaktan korkuyor.
Britanya parlamentosunda, bir üyeyi adıyla anmak kabalık sayılır. Hangi çevredense, o çevrenin "soylu lordu"ndan ya da "sayın üye"sinden sözedilir. Bu Naşe Slovo mensupları ne de İngiliz hayranıymış, ne de çıtkırıldım diplomatmış meğer! Okurlarına, düşüncelerini saklayan formülleri sunarken, çok nazikler ve sorunun özünden büyük bir zarafetle sıyrılıveriyorlar. "Devrimci enternasyonalizmin ilkelerini ... uygulayan" bütün örgütlerin "dostluğu"ndan (Turgenyev'in karakterlerinden birinin deyişiyle "canlı Guizot")[84] sözediyorlar, ama bu ilkeleri uygulamayanlara "dostluk" gösteriyorlar.
Naşe Slovo'cuların, ne kadar çok ciddiyetle ilan ederlerse, uygulamaya o kadar az istekli ve o kadar az muktedir oldukları "ideolojik ayrılık" sosyal-ulusalcılığın kökeninin nerede olduğunu, gücünün kaynağını ve onunla savaşın yollarını pek iyi gösteriyor. Sosyal-ulusalcılar, sosyal-ulusalcı olduklarım söylemezler, kendilerine bu adı vermezler. Takma bir adın ardına gizlenmek, emekçi yığınları aldatmak, oportünizmle olan bağlantılarının izlerini örtmek, ihanetlerini, yani işin aslında burjuvazinin yanında yer almış, hükümetlerle ve genel kurmaylarla ittifak kurmuş olmalarını saklamak için kırk büklüm olurlar, olmak zorundalar. Bu ittifak [sayfa 179] temeline dayanan, önemli noktaları denetleyen sosyal-ulusalcılar, sosyal-demokratlar arası "birlik" çığlığını atmakta, oportünizme karşı duranları bölücü eğilimler taşımakla suçlamakta başı çekiyorlar. Örneğin Alman Sosyal-Demokrat Partisi yönetim kurulunun (Vorstand) yayınladığı ve gerçek bir enternasyonalizmden yana olan gazeteleri - Lichtstrahlen[85] ve Die Internationale[86] hedef alan son resmi genelgesini düşünün. Bu gazeteler devrimciler arasında "dostluk"tan ya da "sosyal-ulusalcılığın her türüyle tam bir ayrılık"tan sözetmek zorunda değildiler; ayrılıktan hemen sonra ortaya çıktılar ve öyle bir yolda davrandılar ki, oportünistlerin "her türlüsü" çılgınca feryatlar attı, böylece de okların nasıl tam hedefi bulunduğunu tanıtladı.
Peki ya Naşe Slovo?
Bu gazete, bir yandan sosyal-ulusalcılığa başkaldırıyor, ama burjuva akımının (Kautsky gibi) en tehlikeli savunucularının maskesini düşürmeyi başaramadığı için de bir yandan sosyal-ulusalcılığın önünde iki büklüm duruyor. Bu gazete oportünizme karşı savaş ilan etmiş değil, tam tersine, bu konuda susuyor. Bu gazete, sosyalizmi, yüzkarası yurtseverlik prangalarından kurtarmak için hiçbir adım atmamış, ya da adım atma niyetinde olduğunu göstermemiştir. Ne burjuvaziye yanaşanlardan kopmanın, ne de onlarla birleşmenin zorunlu olduğunu öne sürerek Naşe Slovo gerçekte oportünistlere teslim olmuştur; bu arada öyle ince bir harekette bulunmuştur ki, bu hareketiyle oportünistleri o korkunç öfkesiyle tehdit ettiği düşünülebileceği gibi, onlara el ettiği de düşünülebilir. Sol sözlerle ılımlı pratiğin karmasını çok iyi değerlendirmeyi bilen gerçekten becerikli oportünistler, Naşe Slovo'nun kararını yanıtlamak zorunda kalsalardı, büyük bir olasılıkla, yazıkurulundaki iki üyenin söylediğine benzer şeyler söylerler, yani kararın "genel içeriği"yle görüş birliğinde olduklarını belirtirlerdi (çünkü onlar sosyal-ulusalcı değildirler, oh hayır!); "partinin iç siyasetine ilişkin örgütsel yöntemler"e gelince, vakti gelince bu konudaki "karşı görüş"lerini sunacaklardır. Tavşanla birlikte kaçıyorlar, tazıyla birlikte kovalıyorlar.
Ne var ki, Naşe Slovo'nun ince diplomasisi, iş Rusya'ya gelince iflas ediyor.
"Önceki dönemin koşulları altında Rusya'da partinin [sayfa 180] birliğinin olanaksız olduğu görülmüştür" diyor Naşe Slovo'nun kararı. Bu sözler, emekçi sınıfı partisinin yasalcılıktan yana olan bir tasfiyeciler topluluğuyla birleştirilmesinin olanaksız olduğu görülmüştür, diye anlaşılmalıdır. Bu, tasfiyecileri kurtarmak amacıyla kurulan Brüksel blokunun çöktüğünün dolaylı yoldan itirafıdır. Naşe Slovo, bu çöküşü açıkça kabul etmekten, bu çöküşün nedenlerini işçilere açıkça söylemekten neden korkuyor? Blokun çöküşü, onun tüm üyelerince izlenen siyasetin yanlışlığını tanıtladığı için değil mi bu korku? Naşe Slovo, sosyal-ulusalcılığın (hiç değilse) iki "türü"yle, yani Brüksel blokunu ölümden sonra yeniden diriltme umudunu basına yaptıkları açıklamalarda dile getiren bundcularla ve hazırlık komitesiyle (Akselrod) "dostluğu"nu sürdürmek istediği için değil mi bu korku?
"Yeni koşullar ... eski grupların etkinliğini yokediyor..."
Doğru olan tam tersi değil mi? Tasfiyeciliği ortadan kaldırmak şöyle dursun, yeni koşullar, her türlü kişisel yalpalamalara ve cephe değiştirmelere karşın, tasfiyeciliğin asıl çekirdeğini (Naşa Zarya) sarsmadı bile. Bu çekirdek tasfiyeci oluşunun yanısıra bir de sosyal-ulusalcı haline geldiğine göre, yeni koşullar bu çekirdekle olan ayrılıkları daha da artırıp derinleştirdi. Naşe Slovo, çok tatsız bulduğu tasfiyecilik sorunundan kaçınıyor; yeni eskiyi baltalıyor, diye iddia ediyor, ama eski tasfiyeciliğin eli altındaki yeni alandan, sosyal-ulusalcılıktan sözetmiyor. Ne gülünç bir aldatmaca! Naşa Zarya için bir şey söyleyecek değiliz, çünkü artık o bir hiçtir; Naşe Dyelo için de bir şey söylemeyeceğiz, çünkü Potresov, Çerevanin, Maslov ve hempası, siyasal anlamda kundak çocuğundan farksızdırlar. Dinleyin bakın:
"Daha önce ortaya çıkan hizipler ve hizip gruplarının, bugünkü geçiş döneminde bile, ileri işçilerin birleştirilmesinde, mükemmel olmasa da tek merkez (!) oluşu karşısında Naşe Slovo, enternasyonalistleri birleştirme çabalarının, gazetenin doğrudan ya da dolaylı biçimde, eski gruplardan birine teslim olmasını ya da gazetedeki yazarların eski gruplardan birine siyasal bakımdan karşıt olan ayrı bir grupla yapay olarak birleştirilmesini kapsamadığı görüşündedir."
Bu ne demek oluyor? Nasıl anlaşılmalıdır? Yeni koşulların, eski grupları zayıflattığını gözönüne alarak eski grupları gerçek tek bir grup olarak tanıyorlar. Yeni koşulların, [sayfa 181] tasfiyeci ilkeler üzerinde değil, ama enternasyonalist ilkeler üzerinde yeni bir gruplaşmayı gerektirdiğini gözönüne alarak enternasyonalistlerin şu ya da bu yolda birleşmesini "yapay"dır diye reddediyorlar. Bu, siyasal iktidarsızlığın doruğudur!
Enternasyonalizm hakkında 200 gün boyunca yaptığı propagandadan sonra Naşe Slovo, tam bir siyasal iflasa sürüklendiğini kabul etmiştir. Naşe Slovo en eski gruplardan birine "teslim olmayı" (Neden bu korku-dolu "teslim olma" sözcüğü? Neden "katılma", "destekleme", "dayanışma" değil?), ne de yeni grup yaratılmasını istiyor. Tasfiyeci gruplarda, eskisi gibi yaşamaya devam edeceğiz, diyor; bir yandan onlara "teslim olacağız", ama bir yandan da Naşe Slovo'yu avazının çıktığı kadar bağıran bir yafta olarak kullanacağız ya da onu, enternasyonalist lafebeliğinin yeşili bol bahçeleri boyunca uzanan bir gezi yeri gözüyle göreceğiz, diyor. Naşe Slovo'nun yazarları yazmaya, okurları da okumaya devam edecek.[87]
İkiyüz günden beri bu insanlar enternasyonalistleri birleştirmekten sözediyorlardı. Sonunda hiç kimseyi, hatta kendilerini, yani Naşe Slovo yazıkurulu üyelerini bile birleştiremediklerini gördüler ve birleşmenin "yapay" olduğunu ilan ettiler. Potresov, bundcular ve Akselrod için ne teşvik, ne teşvik! Ve işçileri nasıl da ustaca kandırmak! Yüzeyden bakınca, gerçekten hiçbir hizbe kapılanmamış, eski, yıpranmış grupların üstüne çıkmayı bilmiş bir Naşe Slovo'dan gelen ve yankı yapan enternasyonalist sözler. Gerçekteyse "tek" birlik noktası, eski gruplardır.
Naşe Slovo'nun, şimdi itiraf ettiği ideolojik ve siyasal iflası bir raslantı değildir, güçlerin tuttuğu gerçek safları boş yere umursamamaya çalışmanın kaçınılmaz sonucudur. Rusya'daki işçi sınıfı hareketi içinde bu saflaşma, kendisini, tasfiyeci ve sosyal-yurtsever bağnaz eğilimin (Naşe Dyelo), Ocak 1912 konferansıyla yeniden canlandırılan,[88] dördüncü Duma için yapılan seçimlerde, işçilerin bulunduğu seçim çevrelerinde güçlenen, 1912-1914 arasında yayınlanan pravdacı gazeteler aracılığıyla pekiştirilen ve Dumada Rus sosyal-demokrat grubunca temsil edilen Marksist Sosyal-Demokrat İşçi Partisine karşı girişilen savaşımda ortaya koymuştur. Bu parti, "daha az burjuvaca olmayan bağnaz [sayfa 182] sosyal-yurtseverlikle dövüşerek, burjuva tasfiyecilik eğilimiyle savaşımını sürdürmüştür. Bu partinin, partimizin tuttuğu yolun doğruluğu, Avrupa savaşının büyük ve tarihsel deneyimiyle ve Naşe Slovo'nun zayıf, çelimsiz hiziplerüstü binbirinci birleştirme deneyimi çabasıyla doğrulanmıştır. Bu çaba tam bir bozgunla sonuçlanmış ve Bern konferansının "platonik" enternasyonalistlere ilişkin kararını (Sotsiyal- Demokrat, n° 40) doğrulamıştır.
Gerçek enternasyonalistler, ne (tasfiyeci olduğunu işçilerden saklayan) eski tasfiyeci gruplarda kalmayı, ne de grupların dışında olmayı isteyeceklerdir. Gerçek enternasyonalistler bizim partimize geleceklerdir. [sayfa 183]


Sotsial-Demokrat, n° 42,
21 Mayıs 1915

Collected Works,
vol. 21, s. 194-198.




Açıklayıcı Notlar


[84] Turgenyef'in Bakir Toprak adlı öyküsündeki S. Kasabasının kaymakamı kastediliyor. -179.
[85] Lichtstrahlen ("Işınlar").- Almanya'da sol sosyal demokratların (Almanya'nın enternasyonalist sosyalistleri) aylık yayın organı. 1913-1921 yılları arasında Berlin'de aralıklı olarak yayınlandı. Genel yayın müdürü J. Borhard'tı. -180.
[86] Die Internationale - Rosa Luxemburg'la Franz Mehring'in kurduğu dergi. Dergi Nisan 1925'te, Berlin'de yalnızca bir sayı yayınlandı. Dergi 1922'de Münih'te Futurus adı altında yeniden yayına başladı. /180.
[87] Saltikov Şçedrin'in Şuna Buna Mektuplar'ındaki birsöze, "yazmaz yazarın işidir, okurun işi okumaktır" sözüne değiniliyor. -182.
[88] Burada 5-17 (18-30) Ocak 1912'de Prag'da yapılan Altıncı (Prag) Tüm Rusya RSDİP konferansı kastediliyor. -182.

Bu Blogda Ara